tüm kullanım hakları orman ve su İşleri bakanlığı’na ... · gelişmeler sonuçları...
TRANSCRIPT
-
© Tüm kullanım hakları Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na aittir ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu hükümlerine tabidir. Bu çalışmada yer alan içerik yazarlarının görüşü olup,
Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın görüşlerini yansıtmaz.
Kütüphane Katalog Konuları:
Ekonomi, Ekoloji, Sosyoloji, Biyoteknoloji, Biyolojik Kaynaklar, Çevre, Eğitim
1000 Adet Basılmıştır.
ESER ADI
Doğa Korumanın Ekonomik Sisteme Entegrasyonu Kapsamında
Öne Çıkan Bazı Stratejik Mekanizmalar
YAYIMCI VE SAHİBİ
ORMAN VE SU İŞLERİ BAKANLIĞI
BÖLÜM YAZARLARI
Prof. Dr. Nazif KOLANKAYA
Dr. Selim ERDOĞAN
Hüsniye KILINÇARSLAN
Burçak KOCUKLU
Aynur GÜNEŞ
Serhat ERBAŞ
İbrahim Ethem AVŞAR
Muzaffer UYANIK
Adem BİLGİN
KATKIDA BULUNANLAR
Ayhan ÇAĞATAY
Ergül TERZİOĞLU
EDİTÖRLER
Adem BİLGİN
Seda YILDIZ
Rabia Nurhan DÜNDAR
ISBN
BASIM BİLGİLERİ
Taha Grup Kırtasiye, 1. Basım, Ankara, 2012
DİZGİ
Turunç Peyzaj Tasarım Planlama Uygulama Proje İnşaat Organizasyon ve Danışmanlık Hizm. Ltd.
Şti. (“Doğa Korumanın Ekonomik Sisteme Entegrasyonu İçin İlgi Gruplarının Eğitimi ve Kılavuz
Oluşturma Projesi” Yüklenici Firması)
-
ÖN BİLGİ
Bu çalışmada, “Doğa Korumanın Ekonomik Sisteme Entegrasyonu Çalıştayı” kapsamında (6-
8 Kasım 2012, KAYSERİ) yapılan bildirimler ile söz konusu çalıştayda öne çıkan bazı
stratejik konular aşağıda verilen dört çerçevede ele alınmıştır:
1. BİYOEKONOMİ ÇERÇEVESİ 2. YEŞİL EKONOMİ ÇERÇEVESİ 3. BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK VE EKOSİSTEM EKONOMİSİ ÇERÇEVESİ
4. ÇEVRE EĞİTİMİ ÇERÇEVESİ
Bu tasnif; kolaylık olması bakımından biçimsel bir tasniftir, içeriksel olarak bazı makaleler
diğer çerçevelerin içerisinde de yer alabilir. Örneğin ekosistem hizmetleri için ödeme ve
sektörlere ilişkin konular hem yeşil ekonomi hem de biyolojik çeşitlilik ve ekosistem
ekonomisi çerçevelerinde ele alınabilir. Benzer şekilde ulusal ve uluslar arası biyoteknoloji
politikaları ve stratejik biyolojik bilimlere ilişkin makaleler biyoekonomide verilmiş olmasına
rağmen biyolojik çeşitlilik ve ekosistem ekonomisi içerisinde de yer alır. Çevre eğitimi ise
ekolojik, ekonomik ve sosyal tüm uzun vadeli politikaların ana dayanaklarından olduğu için
ve bu projenin nihai hedeflerinden birisi de ilgi gruplarının eğitimi olduğu için bağımsız bir
bölümde verilmiştir.
Bu başlıklar proje kapsamında hedef alınan tüm ilgi gruplarını (politika yapıcı ve karar
vericiler, teknik uygulayıcılar, iş dünyası ve vatandaş) ilgilendirmektedir.
-
BÖLÜM I
BİYOEKONOMİ
ÇERÇEVESİ
-
1
BİYOÇEŞİTLİLİK VE BİYOTEKNOLOJİ’NİN SÜRDÜRÜLEBİLİR EKONOMİK
KALKINMADAKİ YERİ
Prof. Dr. Nazif KOLANKAYA
Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü Biyoteknoloji A.B.D emekli öğretim üyesi
Biyogüvenlik ve BiyoEkonomi Derneği Başkanı
Sürdürülebilir Ekonomik Kalkınma Stratejisi Olarak BiyoEkonomi :
Sürdürülebilir ekonomik kalkınma” 21.yüzyılın başından itibaren uluslararası alanda
ekonomik kalkınmada izlenmesi gereken temel strateji olarak kabul edilmektedir. Bu
gerekliliğin temelinde konvansiyonel ekonominin temel taşlarını oluşturan fosil kökenli
hammadde ve enerji kaynaklarında giderek artan azalma, 2050 yılında dünyada 9-11 milyara
ulaşacağı tahmin edilen nüfus artışı, ve iklim değişikliği gibi ekolojik dönüşümlere neden olan
sosyoekonomik ve çevresel nedenler yer almaktadır. Sürdürülebilir ekonomik kalkınma
stratejisi arayışını zorunlu kılan küresel nedenler arasında özellikle petrole bağlı enerji ve
hammadde kaynaklarının üretiminde karşılaşılan sorunlar kadar, bu kaynakların uluslararası
paylaşımında gözlenen güvenlik sorunları da önemli yer tutmaktadır. Nedenlerden bir diğeri
de konvansiyonel teknolojilerin yol açtığı çevre ve sağlık sorunları nedeniyle çevre-dostu yeni
teknolojiler için her gün artış gösteren kamuoyu baskısıdır.
Ekonomi ile doğal çevrenin karşılıklı bağımlılığının kalkınma politikalarında ele alınmasının
gerekliliğine ilişkin ilk kapsamlı uyarı 1972 yılında Roma Kulübü’nün “Büyümenin Sınırları”
başlıklı raporunda yapılmıştır. Ancak sürdürülebilir kalkınmanın küresel çapta aktif bir
politika haline dönüşmesi, bu raporun yayınlanmasından sonra geçen 20 yıllık bir gecikme ile
Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik sözleşmesine yol açan 1992 Rio Zirve’sinden sonra
mümkün olabilmiştir. Sonuçta 2000 yılından itibaren bu politik konsept Birleşmiş Milletler
tarafından kabul edilen küresel kalkınma stratejisine dönüşmüştür. Doğal kaynakların (su ve
fosil enerji kaynakları gibi) daha az kullanımı, başta CO2 olmak üzere kirletici emisyonların
azaltılarak çevrenin küresel, bölgesel ve yerel ölçülerde ölçülerde daha az kirletilmesi,
toplumsal yaşam kalitesinin artırılması söz konusu stratejinin temel hedeflerini oluştururken,
bu hedeflere ulaşmakta izlenecek süreçler ise şu şekilde belirlenmiştir:
a) Mal ve enerji üretimde hammadde olarak yenilenebilir kaynakların kullanılması.
b) Ürünlerin çevre-dostu nitelikte olması c) Kirlilik üretmeyen(ya da en az kirlilik üreten) temiz üretim teknolojilerinin
kullanılması
d) Enerji kullanımında tasarruf
Ayrıca bu hedefler doğrultusunda ekonomik büyümenin temel dayanağını oluşturacak
teknolojik yenileşmelerden (renovasyonlardan) beklenen arasında ise üretilecek mal, hizmet
ve teknolojilerde üstün rekabet edilebilirlik niteliğine ulaşmak, yüksek katma-değer yaratmak,
yeni istihdam alanları oluşturabilmek, toplumun etik, kültürel ve ekonomik talepleriyle
uyumlu olmak gibi özellikler yer almaktadır.
-
2
Biyoekonominin Tanımı ve Sürdürülebilir Kalkınmadaki Yeri
Biyoloji-temelli Ekonomi olarak da adlandırılan Biyoekonomi için günümüzde değişik
tanımlar yapılmaktadır. Bunlardan biri ve kapsamlı olanı da “Etkin Biyoproseslerin ve
yenilenebilir biyokaynakların sağlıklı ve sürdürülebilir büyüme ve gelişme için kullanıldığı
etkinlikler bütünü” şeklinde yapılan tanımlamadır. Biyoekonomi’nin tarımsal yönüne daha
ağırlık veren diğer bir tanım da “Temel yapıtaşları ve enerjisi bitki/tahıl kökenli kaynaklardan
gelen ekonomidir” şeklinde olanıdır. Biyoekonomi, Tarım, Biyoteknoloji, Çevre, Sağlık,
Ormancılık, Enerji gibi sektörlerdeki yeni teknoloji ve AR-GE’lerden yararlanan bir süreçtir.
Bunlar dışında Biyoekonomi, Bilişim Teknolojisi, Biyolojik Bilimler, Kimya, Fizik ve
Mühendislik alanlarındaki gelişmelerden yararlanan multi-disipliner bir özelliğe de sahiptir.
Ancak bugün olduğu gibi gelecekte de Biyoekonominin temel iticini gücünü
Biyoteknoloji’nin oluşturacağı ilgili çevrelerde geniş çapta kabul gören bir görüştür.
Endüstriyel devrim öncesi toplumların yaşamında geçerli olan tarıma dayalı üretim biçimi
çevre ile uyumluluk temelinde sürdürülebilirlik özeliği de taşımaktaydı. Günümüz ekonomik
yaşamının temelini oluşturan ve 200 yıllık geçmişi olan endüstriyel devrimin üzerinde
yaşadığımız gezegende gerek ham madde ve enerji kaynaklarının tüketimi, gerekse çevre ve
insan sağlığı açısından önemli olumsuzluklar yarattığı bilinen bir gerçektir. Bu nedenle
gelecekteki sürdürülebilir ekonominin temeli ancak yenilenebilir hammadde kaynaklarını
kullanabilen yeni endüstriyel teknolojilerle olanaklı olabilecektir. Biyoteknoloji bu yönde en
umut vaad eden teknolojik süreç olarak göze çarpmaktadır. Günümüzde biyoteknolojik
tekniklerle tarımsal kökenli tahılları ve kısmen lignoselülozları enerji ve mal üretiminde
hammade olarak kullanabilmek ve hammadde olarak petrole dayalı konvansiyonel
teknolojilerle üretilen mal ve enerjilere seçenek oluşturacak ürünler üretebilmektedir (Şekil
1).Yapılan bazı analitik değerlendirmelerde biyoteknolojik ürün ve süreçlerin sürdürülebilirlik
değeri, konvansiyonel ürün ve süreçlerden daha yüksek bulunmuştur.
Şekil 1: Yenilenemeyen kaynak petrole dayalı konvansiyonel ekonomi ile biyoekonomi süreçlerini karşılaştıran şematik özet.
Modern Biyoekonominin İtici Gücü Olarak Biyoteknoloji
Biyoteknoloji’nin 2000 ‘li yılların başında EFB (european federation of biotechnology)
tarafından “ İnsan ve çevre sağlığını olumsuz etkilemeyecek yöntemlerle ve bilim ve
-
3
mühendislik ilkelerine dayalı olarak biyolojik sistemlerin mal ve hizmet üretiminde
kullanılması” şeklinde yapılan tanımı şimdiye değin yapılan tanımlar arasında en özetleyici
ve kapsamlı olanıdır. Eski Mısır, Mezopotamyada ve antik-çağda gerçekleştirilen hamur-
mayalanması, şarap-yapımı gibi biyolojik-süreçler teknik anlamda dikkate alındığında,
biyoteknolojik uygulamaların insanlık tarihi kadar eski bir geçmişi olduğu kolayca görülür.
Özellikle I.dünya savaşı sırasında gliserol, butonal gibi patlayıcı yapımında ve penisilin gibi
enfektif hastalıkların tedavisinde kullanılan fermentasyon ürünlerine duyulan büyük
gereksinim endüstriyel–ölçekteki fermentasyon biyoteknolojsinin kurulma ve gelişmesinde
önemli rol oynadı. Fermentasyon biyoteknolojisi’nin gelişmesi sırasında elde edilen
teknolojik bilgisel bigi ve deneyimsel kazanımlar, klasik-biyoteknoloji diye tanımlanan
biyoteknolojik süreçlerin ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştur. Klasik-biyoteknolojik
süreçlerin kullanıldığı fermantasyon teknolojileri günümüzde de çeşitli endüstriyel ürünlerin
üretiminde kullanılmaktadır. 1950 yılından itibaren moleküler-biyoloji ve moleküler-genetik
alanında kaydedilen hızlı ilerlemeler 1970’li yıllarda moleküler-biyoteknoloji’nin
kurulmasına öncülük etti. Sonuçta moleküler düzeyde yapılan genetik manipulasyonlarla
verimliğin ve üretkenliğin artırıldığı, yeni ürünlerin üretilebildiği modern- biyoteknoloji
doğmuş oldu. Gen-biyoteknolojsi ya da Rekombinant-DNA-teknolojisi olarak da adlandırılan
modern- biyoteknoloji’yi, günümüzde değişik adlar altında gruplandırılan biyoteknolojinin
diger alanlarından (endüstriyel-biyoteknoloji, çevre-biyoteknolojisi, bitki-biyoteknolojisi,
farmositik-biyoteknoloji v.b ) ayrı tutmak gerekir. Çünkü modern-biyoteknoloji ‘deki
gelişmeler sonuçları itibarıyla biyoteknolojinin diğer alanlarında verimliliği, üretkenliği
artırma, yeni ürün ve hizmetler üretme yönünden büyük katkılar sağlar (Şekil 2). Ancak, gen-
transferi temeline dayalı modern-biyoteknolojik uygulamalarla elde edilen transgenik
özellikle bitkisel ürünlerin kullanım ve tüketimi taşıyabilecekleri insan ve çevre sağlığı
riskleri nedeniyle küresel ölçekte sorun yaratan bir tartışma konusu olmuştur. Risklerin
temelinde gen transferi sırasında bitki genomunda ortaya çıkabileceği öngörülemeyen ve
istenmeyen genetik özelliklerin kazanılması varsayımı yatmaktadır. Modern bitki-
biyoteknoloji’si uygulamalarında ortaya çıkan bir başka küresel sorun ve tartışma konusu da,
transgenik süreçlerde hammadde olarak kullanılan gen kaynaklarının mülki paylaşımıdır.
Uluslararası alanda gen transferinden kaynaklanan biyogüvenlik riskleri Cartagena
Biyogüvenlik Protokolü, genetik kaynak paylaşımına dayalı sorunlar da Nagoya Protokolü 29
Ekim 2010 gibi uluslararası sözleşmelerle, ulusal ölçekte de bu sözleşmelere uyum sağlayıcı
yasal düzenlemelerle aşılmaya çalışılmıştır.
Şekil 2. Biyoteknoloji Alanlarının Gen-biyoteknoloji’si (Rekombinant-DNA teknolojisi) İle İlişkisi
İlgili çevrelerde geleceğin Bitki temelli BiyoEkonomisi için sürdürülebilir üç biyosektörel
alanda gelişme sağlanması öngörülmektedir. Bunlar a) BiyoGüç/Biyoenerji (Isı ve Elektrik),
b) Biyoyakıt (taşımacılık yakıtları) ve c) Biyoürünler (kimyasallar/malzemeler) olarak
sıralanabilir. Ancak her 3 sektörel alanda gelişme sağlanabilmesi üretim sürecindeki (Şekil 3)
hammadde hazırlanması ve mikroorganizma ya da enzim gibi biyokatalizörlerin kullanıldığı
biyoproses adı verilen aşamalarda verim ve kalite artışları sağlayacak optimizasyonlarla
olanaklı görülmektedir. İlgili optimizasyonlarda kullanılan en uygun teknolojik yöntem
GEN BİYOTEKNOLOJİSİ(Rekombinant-DNA Teknolojisi)
İlaç
Biyoteknolojsii
B
Tıbbi
Biyoteknoloji
Endüstriyel
Biyoteknoloji
B
Çevre
Biyoteknolojsii
B
Bitki /Tarım
Biyoteknolojsii
B
-
4
genetik modifiksyonlara dayanan biyoteknolojik süreçlerdir. Bu nedenle de
modifikasyonlarda kullanılacak bitki ve mikroorganizmal gen kaynakları daha geniş
kapsamda biyoçeşitlilik ekonomik açıdan küresel bir önem kazanmaktadır.
Şekil 3: Bitki temelli Biyoekonomik Sistem ve Genetik Modifikasyon İlişkileri
Modern BiyoEkonomi’nin Uluslarası ve Ulusal Konumu
Dünyada biyoteknolojik süreçler kullanılarak üretilen ürünlerin dünya pazarındaki paylarına
bakıldığında en büyük paya %77’lik oranla gıda sektörünün sahip olduğu görülmektedir.
Ancak, Biyoteknolojik yatırımların sektörlere göre dağılımının daha çok %69’luk bir oranla
sağlık sektöründe olduğu gözlenmektedir (Şekil 4). Modern Biyoteknolojik süreçlerin yeni
ürünler üretmekte ve rekabet edilebilirlikde sağladığı üstün avantajlar nedeniyle Biyoteknoloji
başta A.B.D olmak üzere diğer sanayileşmiş ülkelerde yeni bir endüstri kolu (Biyoteknoloji
Endüstrisi) haline gelmiş bulunmaktadır. Başlangıçta söz konusu ülkelerin akademik
kuruluşlarında başlayan modern-biyoteknoloji çalışmaları daha sonraları şirketleşme
dönemine girerek 1980’li yıllardan itibaren de ürünlerini dünya piyasalarına sürmeye
başlamıştır.
Dünya üzerinde 1992 yılı istatistiklerine 8.1 milyar dolar(A.B.D doları) gelir getiren,100.000
kişi istihdam eden biyoteknolojiye dayalı biyoendüstri, 2001 yılında 34.8 milyar dolar(A.B.D
doları) gelir getiren ve 190.000 kişi istihdam eden bir sektörhaline gelmiştir. Ancak söz
konusu Biyoendüstriyel gelirlerin % 97’sinin, istihdamın % 96’ sının da A.B.D’de, Kanada’da
ve Avrupa ülkelerinde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. 2002 yılı istatistiklerine göre resmi
kayıdı bulunan büyük firmalar temelinde A.B.D’ de 318 (yıllık cirosu 33 milyar(A.B.D
doları), Avrupa’da 102 (yıllık cirosu 12.8 milyar A.B.D doları ) firma bulunmaktadır. 2004
yılında A.B.D’de Biyoteknoloji alanında AR-GE çalışmaları için 20.5 milyar A.B.D doları,
Avrupada ise 7.6 milyar A.B.D doları bütçe ayrıldığı rapor edilmiştir. Biyoekonomiyi stratejik
hedef seçen ülkelerden A.B.D ‘nin Ulusal Araştırma Kurumu bu yüzyılın sonunda A.B.D de
yakıtların % 50’sinin, organik kimyasalların da % 90’nın yenilenebilir kaynaklardan
üretileceğini öngörmektedir.
Avrupa Birliğin‘de (A.B) sürdürülebilir kalkınma ile ilgili zirve kararları ilk kez 2000 yılı
Lizbon Stratejisi çerçevesinde ele alınmıştır. Lizbon Stratejisi ile 2010 yılı için rekabet gücü
yüksek ve bilgi teknolojilerine dayalı ekonomik kalkınma hedefi belirlenmiştir. 2001 yılı
Kopenhang Zirvesi ile de rekabet edilebilirlikte ve sürdürülebilirlikte Biyoteknoloji
Genetik Modifikasyon
-
5
potansiyelinin kullanılması kararına varılmıştır. Sonuçta A.B tarafından 2001-2006 arası 2010
yılı hedefli “BilgiTemelli Yaşam Bilimleri ve Biyo-Temelli Ekonomi”(KBBE) strajesi
geliştirilmiştir. A.B ülkelerinin Biyoekonomik etkinlikler arasında eşgüdümü sağlamak
amacıyla kurulan KBBE ağının 16 Mart 2006 toplantısına ait rapordaki saptamalara göre:
A.B.D ‘de Biyoteknoloji alanındaki AR-GE yatırımlarının miktarı A.B dekilerin 3 katı
kadardır
Biyokitle kullanımı için A.B.D’de ayrılan 259 milyon dolarlık bütçe, A.B’de bu amaçla
ayrılanın 2 katı kadardır.
A.B.D Başkanı Bush sadece lignoselülozların değerlendirilmesi için 150milyon $ bütçe
ayrıldığını söylerken, A.B de bu konuda çok daha az yatırım yapılmaktadır.
Çin 2001-2005 döneminde Biyoteknoloji yatırımlarında 1.5 milyar avroluk harcama yapmış
olup, gelecek 5 yılda bunu 2 kat artıracağı sanılmaktadır.
Japonya’nın 2007’de Biyoteknoloji AR-GE’sine ayırdığı desteği 2 katına, istihdamı 3 kat
artıracağı tahmin edilmektedir,
Hindistan’da gelecek 5 yıl içinde 5 milyar dolarlık gelir getireceği tahmin edilen
Biyoteknoloji sektöründe e 1 milyon istihdam sağlanacağını beklenmektedir.
Genetik kaynaklar ve modern biyoteknolojisi şekil 5 de şematik olarak gösterilen
Bioekonominin ekonomik model olarak seçilmesi durumunda değişik alanlarda getireceği
uluslararası ve ulusal yararlar şu şekilde özetlenebilir:
Ekonomik Kalkınmada
Sürdürülebilir yeni pazar fırsatları/ iş olanakları yaratmak
Petrol ürünlerine bağımlılıkta azalma yaratmak
Çevresel Yararlar
Küresel ekosistemde karbon dengesinin sağlanması
Çevredeki insanoğluna ait kirli ayak izlerini azaltmak yani insan kaynaklı kirlenmeyi
minimize etmek
Sosyal Etkiler
İnsan ve çevre sağlığında iyileşme
Kırsal Ekonomik Kalkınmada itici güç oluşturmak
Biyoekonominin kırsal kalkınma alanında sağlayacağı yararları ulusal boyutta ele
aldığımızda, kırsal alanda yapılacak Biyoteknolojik yatırımların toplam istihdam oranları
bakımından ülkemize getireceği önemli kazanımlar söz konusudur. Kırsal alanda yapılacak
Biyoteknolojik yatırım ve üretimler ülkemizde toplam istihdamın yaklaşık %35’ini oluşturan
tarım sektöründeki istihdamın daha düşük oranlara gelmesini sağlayacaktır. Yine bu yöndeki
yatırımlar kırsal bölgelerden kentlere göç gibi sosyal sorunların oluşumunu da önleyecektir.
Örneğin kırsal bölgelere kurulacak biyorafineriler kırsal bölgelerde yeni istihdam olanakları
sağlayacaktır. Ayrıca, biyoekonomiye yönelik endüstriyel uygulamaların kırsal kalkınmada
yaratacağı olumlu gelişmeler ülkenin içinde bulunduğu ve yeni siyasi yapılaşma talebiyle
ortaya çıkan bölgesel sorunlara da çözüm getirmekte yardımcı olabilecektir. Biyoekonominin
özellikle tarım potansiyeli yüksek ülkelerde uygulanmasıyla gerek enerji gerekse hammadde
yönünden dışa bağımlılık azalacağından, ulusal bütçelerde cari açık sorunlarına da çözüm
-
6
getirebileceği ileri sürülmektedir. Cari açığı giderek artan bir ülke olarak, Biyoekonomiyi bu
yanıyla da değerlendirmekte yarar vardır. Öte yandan, Biyoekonomiyi sürdürülebilir
ekonomik kalkınma stratejisi olarak seçen A.B gibi bölgesel güçlerin enerji ve ürün
hammaddesi olarak tarımsal ürünlere gelecekte önemli taleplerinin olması beklenir. Bu
bakımdan Türkiye gibi ülkeler için A.B ‘ye katılım aşamasındaki müzakereler sırasında
gelişmiş bir tarım sektörüne sahip olmanın bir sorun olmaktan çok bir avantaj yaratabileceği
de unutulmamalıdır.
Biyoçeşitlilik (Genetik Kaynak) Bioekonomi İlişki ve Etkileşimleri:
Biyoçeşitlilik insan yaşamı için önemli ekonomik değerler yaratmanın yanı sıra toprak
erozyonlarının engelenmesi, suların temizlenmesi, iklimlerin düzenlenmesi gibi ekolojik
hizmetleriyle yaşamın sürdürülebilirliği bakımından da önem taşıyan bir süreçtir.
Biyoçeşitlilik kapsamı içinde yer alan biyolojik-kaynak ( = kullanılabilirlik değeri olan
biyolojik unsurlar) ve genetik-kaynak ( = genetik amaçlı kullanım değeri olan biyolojik
kaynaklar) gibi kavramların insan yaşamında önemli ekonomik değere sahip bazı üretim
süreçleriyle ilgili olduğu bilinen bir gerçektir. Biyoçeşitliliğin küresel ölçüde dünyada
yarattığı yıllık ekomomik değerin 16-54 trilyon A.B.D $ arasında değiştiği ileri
sürülmektedir. Bitkisel biyoçeşitliğin dolayısıyla da bitkisel genetik kaynakların dünya
üzerindeki varlığının korunması ve saklanması gezenimizdeki yaşamın sürdürülebilirliği
açısından ekolojik bir öneme sahip olmakla beraber, bu kaynakların küresel ekonomi
temelinde önemli bir pazar değeri (500-800 milyar A.B.D$/yıl arasında değişen) olduğu da
unutulmamalıdır. Petrokimya sektörünün küresel ekonomideki payının 500 milyar A.B.D
$/yıl, komputer–iletişim sektörü için bu payın 800 milyar US$/yıl dolaylarında olduğu
düşünüldüğünde değerin önemi daha iyi anlaşılır. Bu nedenle, 1980’li yıllardan itibaren dünya
kamuoyunun ilgisini çekmeye başlayan küresel ölçekteki biyoçeşitlilik azalmasını önlemek
üzere biyoçeşitliliğin korunmasını temel alan, uluslararası düzenlemelerin çevresel olduğu
kadar ekonomik gerekçeleri olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Günümüzde biyoçeşitlilik,
biyoteknoloji ve biyoekonomi ilişkisini özetleyen Şekil 3’den de anlaşılacağı gibi
biyoteknolojinin hammaddesi olan genetik kaynaklar potansiyelini belirlediği için
biyoçeşitlilik modern biyoekonominin temel taşlarından biri olmaktadır.
Şekil 3: Biyoekonomi, Biyoteknoloji ve Genetik Kaynak İlişkileri
-
7
Tablo I: Sektörlere Göre Biyoteknolojik Ürün Geliştirme Zaman ve Maliyetler
Doğa ve insanın yaratıcılığı, sermaye, zaman ve maliyet genetik kaynaklardan yararlanmayı
belirleyen temel unsurlardır. Bunlar arasında öne çıkanı AR-GE ve genetik kaynaklara ulaşım
harcamalarını kapsaması nedeniyle maliyet unsurudur. Biyoekonomide genetik kaynak
kullanarak etkinlik gösteren sektörler arasında zaman ve maliyet açısından en dezavantajlı
konumda olanı ilaç sektörüdür. Bu sektörde ticari bir ürünün geliştirip pazara sürebilmesi için
gereken ortalama zaman ve maliyet sırasıyla 10-15 yıl ve 231-300 milyon $ ‘dır (Tablo I).
Aynı sektör AR-GE harcamaları bakımından 21.1$/yıl ile başı çekmektedir (Tablo II).
Ticari ürün geliştirmekte fazla zaman ve yüksek maliyete karşın, AR-GE yatırımları için bu
sektörün tercih edilmesinin nedeni ürünlerinin yüksek katma değere sahip olmasıdır. Oysa
tohum geliştirmeye yönelik etkinlik gösteren ve yıllık gelir payı 300-400 milyar $ olan
biyoteknoloji sektörünün AR-GE harcamalarına ayırdığı pay 1.5 milyar $ , ürün geliştirmeye
ayırdığı her bir ürün için zaman ise 8-15 yıl’dır. Bu sektörün yüksek pazar paylarına rağmen
düşük maliyetli içeren AR-GE harcamalarına sahip olması, bu sektörün ürün geliştirmekte
ihtiyacı olan gen kaynaklarına ulaşmakta güçlük yaşamadığının göstergesidir. Genetik
kaynaklardan katma-değer üretmek için bunlara erişim üretim maliyetini etkileyen önemli
bir faktördür. Yapay ya da yöre-dışı diye tanımlanan ex-situ genetik kaynak merkezleri
ürüteci şirketlerce en çok başvurulan kuruluşlardır..Örneğin, tohum geliştiren şirketler
genetik kaynak olarak % 75 oranında kendilerine bağlı genetik kaynak
merkezlerini(G.M.K), %15 oranında başka şirketlere ait G.K.M’lerini kullanırlar.
Genetik kaynak kullanımının uluslararası konumu ele alındığında, bunlardan yeni katma
değerler üretebilecek sermaye gücü ve teknolojik birikimin gelişmiş kuzey ülkelerinin,
genetik kaynak zenginliğinin de gelişmekte olan ülkelerin elinde olduğu görülmektedir .
BİYOTEKNOLOJİK
ÜRÜNLER
ZAMAN (YIL)
MALİYET
İlaçlar 10-15 231-500 milyon $ Ticari Ürün geliştirmedeen yüksek
maliyet ve zaman isteyen sektör
Bitki kökenli İlaçlar 1-2 En fazla 1 milyon $ Kalite kontrol, formülasyon,
güvenlik harcamaları
Tohum geliştirme
8-15 1-2.5 milyon $ geleneksel ıslah çalışması ile çeşit geliş.
35-75 milyon $ transgenik çeşit geliştirmek için
Süs Bitkileri 16 19 200 MİLYON $ (ISLAH
ÇALIŞMALARI)
Tarımsal Ürün Koruma 2-5 1-1.5 milyon $ Kimyasal bir pestisit geliştirmek
için 8-14 yıl,40-100 milyon$
-
8
Tablo II: Dünyada Genetik kaynaklardan Üretilen Sektörel Ürünlerin Pazar Değerleri ve AR-GE
Harcamaları
Her iki grupta yer alan ülkeler arasında gen kaynaklarının kullanımından doğan hakların
paylaşımı konusunda ortaya çıkmış olan anlaşmazlık uluslararası düzenlemelerle (Birleşmiş
Milletler Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ve Nagoya Protokolu gibi) çözümlenmeye
çalışılmaktadır.Ancak bu düzenlemelerin amaca ne kadar hizmet edeceği yanıtlanması güç bir
sorudur. Bu sorunun yanıtı özellikle de genetik kaynak zengini olup, ancak bu kaynaklardan
katma değer üretmek potansiyeline sahip olmayan ülkeler için önemlidir. Bu grup ülkeler için
sahip oldukları biyoçeşitlilik(genetik kaynak) zenginliğinin korunması, bu zenginliği gerçek
ekonomik zenginliğe dönüştürecek potansiyele kısa sürede sahip olabilmeleriyle olanaklı
olacaktır.
Sonuç ve Öneriler:
Biyoekonomi, sürdülülebilirlik karakteriyle küresel ölçekte gelişme gösterecek bir kalkınma
stratejisidir. Biyoekonominin biyoçeşitliliğin sürdürülebilir korunmasında önemli ve olumlu
bir rolü vardır. Biyoekonomik uygulamaların hedefleri arasında bitki temelli biyoteknolojik
süreçlerle enerji, yakıt, kimyasallar ve malzeme üretimi ön planda yer almaktadır.
Sürdürülebilirlik ilkelerine göre yapılacak üretimlerde kullanılacak hammadde ve
biyokatalizörler(enzim ve mikroorganizma) kadar ürün çeşitliliği, kalite ve verimliliği
belirleyecek biyoteknolojik bilgi birikimi de önemlidir. Türkiye sahip olduğu zengin bitkisel
biyoçeşitlilik ile yüksek hammadde potansiyeline sahip ülkeler arasında yerini almaktadır.
Türkiye’de mevcut biyoçeşitlilik zenginliğini yani genetik hammadde kaynaklarını korumaya
yönelik kurumsal, insan alt yapısı ve yasal düzenlemeler yeterince bulunmakla beraber
biyokatalizör yani mikroorganizmal çeşitlik için söylemek olanaklı değildir. Türkiye halen
birçok ülkede örneklerine rastlanan Ulusal Mikroorganizma Kültür Koleksiyonları
Merkezi’ne sahip değildir. Kuruluşu ve işletimi yüksek maliyet gerektiren bu merkezin
kuruluşu acilen gerekli olup ancak devlet destek ve teşviki ile olanaklıdır. Hammadde’den
pazarlamaya kadar geçen aşamaları kapsayan biyoekonomik sürecin ana gücünü
biyoteknolojik bilgi ve uygulamalar oluşturur. Hammadde olarak bitki ya da tarım ürünlerine
dayalı biyoekonomik süreçlerde hammaddenin ürüne dönüştürülmesi biyoteknolojik
tekniklerle Biyorafinerilerde gerçekleştirilir. Hammadde kaynaklarına yakınlık nedeniyle
BİYOTEKNOLOJİK
ÜRÜNLER
Yıllık Satışlar (Milyar $)
Düşük Yüksek
AR-GE
İlaçlar 75 150 21.1 MİLYAR $ (SATIŞLARIN %20’Sİ)
Bitki kökenli İlaçlar 20 40 Kalite kontrol,formülasyon,
güvenlik harcamaları
Tarımsal Üretim
(Tohum geliştirme)
300+
(30)
400+
(30)
(1.5 milyar $)
Süs Bitkileri 16 19 200 MİLYON $ (ISLAH ÇALIŞMALARI)
Tarımsal Ürün Koruma 0.6 3
Tarım ve Tıp Dışı
Biyoteknolojik Ürünler
60 120
Kişisel bakım ve kozmetik 2.8 2.8 1
Yaklaşık Toplam 500 800
-
9
kırsal alanlara kurulan biyorafinerilerin kırsal kalkınmadaki önemleri tartışılmaz önemdedir.
Bu bakımdan politik ve stratejik bir yaklaşım olarak biyorafinerilere dayalı biyoekonomik
uygulamaların genel olarak ülkenin sosyo-ekonomik yapısına özelde de kırsal kalkınmaya
yapacağı katkılar gözden uzak tutulmamalıdır.
Türkiye'nin atılım yapması teknoloji dallarından birinin de Biyoteknoloji olması gerektiği
devlet tarafından politika olarak benimsenmiş ve teşvik görmüşse de ülkede AR-GE
çalışmalarına dayanan gelişmiş bir modern biyoteknoloji endüstrisinin henüz kurulmuş
olduğu söylenemez. Söz konusu endüstrinin kurulup gelişmesi bu alanda şirketleşmeye
yönelik yatırımcı özel ya da kamu girişimleriyle gerçekleşebilecek bir husustur. Gen
düzeyinde yeni bilgiye üretmeye yönelik AR-GE çalışmalarının yüksek maliyeti ve zamana
bağlılığı ayrıca ürün bazında her zaman başarıya ulaşılamaması bu nedenle de yatırım için
risk sermayesine olan ihtiyaç, bu alanda yapılacak özel yatırımcı girişimleri önleyen dar
boğazlardır. Bu dar boğazların aşılmasında devletin yeni teşvik ve destekleyici girişimlerine
ihtiyaç bulunmaktadır.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Meadows, H.D. ve diğerleri, Ekonomik Büyümenin Sınırları, Çev. Kemal Tosun ve diğerleri, İşletme İktisadı Enstitüsü Yayını No.112,İstanbul,1990.
World Science Report 1996” Unesco Puplication.
“Biotechnology” by J.E.Smith Third Edition of Cambiridge University Press, puplished in 1996.
“ Modern Biotecnology” by S.B. Primrose 1990, Blackwell Scientific Puplications.
“Information Sources in Biotechnology” by A.Crafts-Lighty, puplished by Nature Press in 1983
“Biotechnological Developments in Turkey” by Gülay Özcengiz, printed in “Critical Reviews in Biotechnology,16(1):53-94 1996” printed by CRC press.
“Bilim-Teknoloji–sanayi tartışmaları Platformu Gen-genetik Mühendisliği-Biyoteknoloji Alanına Yönelik Politikalar” Çalışma Grubu Raporu, 1995 TÜBA-TÜBİTAK-TTGV
DPT Kimya Sanayi Biyoteknolojik Ürünler Özel İhtisas komisyonu Raporu. 1998
EFB (European Federation of Biotechnology) News http://efbweb.org/
World Science Report 1996” Unesco Puplication.
“Biotechnology” by J.E.Smith Third Edition of Cambiridge University Press, puplished in 1996.
“ Modern Biotecnology” by S.B. Primrose 1990, Blackwell Scientific Puplications.
“Information Sources in Biotechnology” by A.Crafts-Lighty, puplished by Nature Press in 1983
“Biotechnological Developments in Turkey” by Gülay Özcengiz, printed in “Critical Reviews in Biotechnology,16(1):53-94 1996” printed by CRC press.
“Bilim-Teknoloji–sanayi tartışmaları Platformu Gen-genetik Mühendisliği-Biyoteknoloji Alanına Yönelik Politikalar” Çalışma Grubu Raporu, 1995 TÜBA-TÜBİTAK-TTGV
DPT Kimya Sanayi Biyoteknolojik Ürünler Özel İhtisas komisyonu Raporu. 1998
EFB (European Federation of Biotechnology) News http://efbweb.org/
Economic Value of Biodiversity. David William Pearce, Dominic Moran, IUCN Biodiversity Programme,1.The World Conservation Unit 1997
http://labexkorea.wordpress.com/2010/05/08/genetic-resources-research-at-the-brazilian-agricultural-research-organization/
The Commercial Use of Biodiversity: Access to Genetic Resources and Benefiharing.By Kerry ten Kate, Sarah A. Laird, Professor Sarah A Laird.2000
-
10
BİYOTEKNOLOJİ VE BİYOKAÇAKÇILIK
Hüsniye KILINÇARSLAN
Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü
Biyolojik Çeşitlilik Daire Başkanlığı, Biyoteknoloji Şb. Md. V.
İnsanlar varoluşlarından bu yana yaşamlarını sürdürmek ve temel ihtiyaçlarını karşılamak için
canlı-cansız doğal kaynakları kullana gelmişlerdir. Şüphesiz, bu kullanımın biçimi ve boyutu
insanlığın uygarlık seviyesine dayalı olarak değişim göstermiştir. Başlangıçta yabani bitki ve
hayvanları beslenmek, dış etmenlerden korunmak gibi sadece temel ihtiyaçları için doğrudan
doğruya kullanan insanlar, gelişip uygarlaştıkça yabani bitki ve hayvanları ihtiyaçlarına göre
değişeme uğratmış, ticarileştirmiş ve gelir kaynağı olarak kullanmaya başlamıştır. Birleşmiş
Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) 2005 yılı kayıtlarına göre yabani bitki ve hayvanların
yasal ticareti 300 milyar dolarlık bir küresel pazara sahiptir.
Ülkemizde de bazı yabani bitki ve hayvanların yasal olarak ticareti yapılabilmektedir.
Örneğin Türkiye tıbbi sülük (Hirudo verbana) ticaretinde dünya piyasasının üçte birini elinde
tutmaktadır. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından 2011 yılında 5 ton, 2012
yılında 4 ton tıbbi sülük ihracat kotası verilmiştir1. Tıbbi sülüğün fiyatı piyasada büyüklüğüne
ve satışa sunulduğu yere göre farklılıklar göstermektedir. İç piyasada adedi 4.5 ila 8 TL’ye
alıcı bulurken, örneğin ABD’de 15 dolara satılabilmektedir. Uluslararası piyasada ise kg fiyatı
500 ila 1000 dolar arasında değişmektedir. Ülkemizin kotalı olarak ticaretine izin verdiği bir
diğer yabani canlı grubu çiçek soğanlarıdır. Türkiye 700 çiçek soğanı türünün anavatanıdır.
Çiçek soğanlarının ihracat geliri dünya pazarında yaklaşık 1 milyar $ (%80 Hollanda),
ülkemizde yaklaşık 3 Milyon dolardır2.
Yabani türlerin bireylerinin yasal ticari yanında yasa dışı ticareti de söz konusudur. Türlerin
yasa dışı ticareti ekonomik açıdan uyuşturucu ve silah kaçakçılığından sonra dünyadaki
kaçakçılık olaylarında üçüncü sırayı almıştır. Europol kayıtlarına göre ticareti yasaklanmış
türlerin kaçakçılığından elde edilen yasa dışı gelir yıllık 32 milyar doları bulmaktadır.
Yabani bitki ve hayvanlar hem doğrudan kullanım amacıyla hem de teknolojik gelişmeler
paralelinde genetik kaynak olarak yasa dışı yollardan elde edilmeye çalışılan önemli bir
kaynak niteliği kazanmış ve küresel biyoçeşitlilik platformlarında ele alınan sorunlar arasına
girmiştir. “Biyolojik/genetik kaynakların yetkili makamların izni olmadan toplanması ve yurt
dışına çıkartılması” kısaca “biyokaçakçılık” veya “biyokorsanlık” terimleri ile ifade
edilmektedir. Genetik kaynak BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinde “bugün veya gelecek
için değer taşıyan genetik materyal” olarak tanımlanmıştır. Yani, henüz bir ürüne
dönüştürülmemiş olsa da “işlevsel kalıtım birimleri içeren, bitki, hayvan, mikroorganizma
veya başka menşeli olan her türlü materyal” potansiyel bir genetik kaynaktır. Biyolojik
kaynak ise genetik kaynakların yanı sıra organizmaları veya parçalarını, popülasyonları veya
ekosistemlerin insanlık için şimdiden veya gelecekte kullanım imkanı veya değeri olan diğer
biyotik unsurlarını kapsar.
1 Tıbbi Sülük (Hirudo verbana) 2012 Yılı İhraç Kotasının Tahsisi Hakkında Tebliğ (Tebliğ No: 2012/10)
2 Dünyada Ve Türkiye’de Çiçek Soğanları Sektörünün Durumu, Özgül KARAGÜZEL Köksal AYDINŞAKİR
Ayşe Serpil KAYA Batı Akdeniz Tarımsal Araştırma Enstitüsü, Antalya, 2007
-
11
Biyokaçakçılık yabani bitki ve hayvanların doğadan kontrolsüz olarak toplanması sonucunda
birey sayısında azalma, türün popülasyon büyüklüğünde daralma, giderek türlerin
kaybolması, kaybolan veya popülasyonu daralan türe bağımlı olan diğer türlerin ve
ekosistemin diğer bileşenlerinin etkilenmesi, bunun sonucunda besin zincirinin ve diğer
ekosistem süreçlerinin bozularak ekosistemin tahrip olmasına neden olmaktadır. Örneğin
kelebekler koleksiyonerlere satılmak üzere doğadan çok miktarda kaçak olarak
toplanmaktadır. Kelebeklerin bitkilerin tozlaşmasında oynadıkları kritik rol dikkate alınırsa
kelebek kaçakçılığı geri dönüşü olamayan ciddi bir biyoçeşitlilik tahribatı yaratmaktadır.
Biyokaçakçılığın diğer bir sonucu ise ekonomik kayıptır. Türlerin doğrudan kullanım
amacıyla ticaretinden kaynaklanan ekonomik kayıptan daha vahim olanı, gelişen
biyoteknoloji ile birlikte biyolojik kaynaklara dayalı ürünlerin, genlerin, genomların ve
biyolojik süreçlerin patentlenebilir duruma gelmesi nedeniyle biyolojik kaynaklarımız
üzerindeki hükümranlık haklarımızın ihlal edilmesinden doğan ölçülemez boyuttaki
ekonomik kayıptır.
Biyoteknoloji BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinde “özgün bir kullanım amacıyla ürünler
veya süreçler meydana getirmek veya varolanları değişime uğratmak üzere biyolojik
sistemlerin, canlı organizmaların veya bunların türevlerinin kullanıldığı her türlü teknolojik
uygulama” olarak tanımlanmıştır. OECD ise biyoteknolojiyi “temel bilimlerin ve mühendislik
ilkelerinin, hammaddelerin biyolojik araçlar yardımı ile ürünlere dönüştürüldüğü süreçlere
uygulandığı bir teknoloji” olarak tanımlamaktadır. Biyoteknolojinin kullanımı esasen insanlık
tarihi kadar eskidir. Milattan önce 6000’lerde Sümerler ve Babillerin bir fermantasyon ürünü
olan birayı ürettiği bilinmektedir. Birayı, ekmek, şarap, peynir, yoğurt gibi diğer
fermantasyon ürünleri izlemiştir. Ancak bilimsel olarak fermantasyonun yani maya
hücrelerinin keşfi 19. yüzyılda gerçekleşmiştir (1857, Pasteur). Maya hücresinin keşfini
takiben insanlık 1860’larda Mendel ile genin varlığını öğrenmiş ve 20. yüzyılda “gen”,
“genetik” terimleri ile tanışmıştır. Biyoteknoloji terimi ise ilk kez 1919 yılında Karl Erkey
tarafından kullanılmıştır. Watson ve Crick tarafından 1953 DNA yapısının keşfi yeni bir çığır
açmıştır. İnsanlık 1973’de Cohen ve Boyer tarafından rekombinant DNA teknolojisinin
geliştirilmesi ile yeni DNA dizinleri oluşturabilmeye başlamıştır. 1980’li yıllarda keşfedilen
polimeraz zincirleme tepkimesi genetik materyalin çoğaltılmasına olanak sağlayarak genetik
mühendisliğinin en önemli kısıtlayıcı faktörünü ortadan kaldırmıştır. İçinde bulunduğumuz
yüzyılda artık doğal süreçlerle oluşması mümkün olmayan DNA dizinleri elde edilebilmekte,
farklı canlı sınıfları arasında gen transferi yapılabilmekte ve böylece genetik kaynaklar hemen
hemen her ekonomik sektörün kullanımına sunulabilecek sayısız ürüne
dönüştürülebilmektedir. Bu nedenledir ki pek çok platformda 21. yüzyıla şimdiden
“biyoteknoloji yüzyılı” denmeye başlanmıştır.
Modern biyoteknoloji, BM Cartagena Biyogüvenlik Protokolünde “Rekombinant
deoksiribonükleik asidi (DNA) ve nükleik asidin hücrelere ya da organallere doğrudan enjekte
edilmesini içeren in vitro (canlı organizmadan izole olarak uygulanan) nükleik asit teknikleri,
ya da geleneksel ıslah ve seleksiyonda kullanılmayan teknikler olan ve doğal fizyolojik üreme
veya rekombinasyon engellerinin üstesinden gelen, sınıflandırılmış familyanın ötesinde
hücrelerin füzyonu” olarak tanımlanmıştır. Modern biyoteknoloji ürünleri gıda, tarım, tıp,
ilaç, çevre, kimya, madencilik ve enerji sektörlerinde giderek artan bir paya sahiptir. Küresel
biyotekonoji pazarı 2011 yılında %7.7 büyüme ile 282 milyar dolara ulaşmıştır, 2015 yılında
bu rakam 320 milyar dolar tahmin edilmektedir3. Avrupa Komisyonu 2020 yılına kadar
3 www.plunkettresearch.com
-
12
küresel biyoteknoloji pazarının 2.000.000.000.000 € (iki trilyon Avro)’ya ulaşacağını tahmin
etmektedir4. Biyoteknoloji ürünlerinin sağlık sektöründeki payı halihazırda %67.1’e
ulaşmıştır5. Endüstriyel üretimde biyoteknoloji ürünlerinin sağladığı ekonomik kazanç kadar,
üretim ve atık arıtım maliyetinin düşürülmesi ile sağlanan çevresel ve ekonomik fayda da
önem kazanmıştır. Bu nedenle modern biyoteknoloji için endüstriyel üretimde “beyaz
biyoteknoloji” ifadesi kullanılmaya başlanmıştır.
Biyoteknoloji patentleri 1990 ile 2000 yılları arasında ABD’de % 15, Avrupa’da %10.5 artış
göstermiştir. Biyoteknoloji patentlerinin büyük bölümünü endüstriyel ürün kodlayan
DNA’lar, teşhis ve tanı kitleri, biyolojik süreçleri kontrol eden genler ve çok hücreli
organizmalar / değiştirilmemiş parçaları / ilgili süreçler oluşturmaktadır6.
Türkiye tıbbi ve aromatik bitkileri, gıda olarak kullanılan bitkileri, soğanlı bitkileri, kültür
bitkilerinin yabani akrabaları, sürüngenleri, kelebekleri, böcekleri, yerli hayvan ırkları ve
henüz keşfedilmemiş mikroorganizmaları ile çok zengin biyolojik kaynaklara sahiptir.
Anadolu’nun binlerce yıllık geçmişe dayanan geleneksel bilgileri ile birlikte, bu kaynakların
biyoteknoloji kullanılarak sayısız ürüne dönüştürülmesi mümkündür. Bu, bir taraftan
doğadaki canlı kaynakları yok etmeden ekonomiye kazandırılması yoluyla ülke kalkınmasına
ivme kazandırırken, diğer taraftan da doğa dostu üretim teknikleri ile sektörlerin çevre
üzerindeki olumsuz etkilerinin azaltılmasına, böylece restorasyon, atık bertarafı gibi
harcamaların azalmasına yardımcı olacaktır.
Ülkemize ait genetik kaynakların ve geleneksel bilgilerin ekonomiye kazandırılması ve
genetik kaynaklarımız üzerindeki haklarımızın korunabilmesi için genetik kaynaklarımızın ve
ilgili geleneksel bilgilerin acilen kayıt altına alınması gerekmektedir. Bu amaçla kamu
kurumlarının ve akademik çevrelerin işbirliği halinde ve kurumsal bir yapı içinde harekete
geçmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Ülkemizin sahip olduğu biyolojik zenginlik her geçen gün
yokluğu daha fazla hissedilen ulusal bir biyoçeşitlilik ve biyoteknoloji enstitüsünü hak
etmektedir.
4 European Commision, Life Science and Biotechnology- A Strategy for Europe, 2002
5 http://www.marketresearch.com/MarketLine-v3883/Biotechnology-Global-Guide-6651585/
6 www.wipo.int/sme/en/document/patents_biotech.htm
http://www.marketresearch.com/MarketLine-v3883/Biotechnology-Global-Guide-6651585/
-
13
ULUSAL VE ULUSLARARASI BİYOTEKNOLOJİ POLİTİKALARI IŞIĞINDA
TÜRKİYE’NİN KURUMSAL VE YASAL BİYOTEKNOLOJİ PERSPEKTİFİ
Burçak KOCUKLU, Orman ve Su İşleri Uzmanı
T.C. Orman ve Su İşleri Bakanlığı,
Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü
Biyolojik Çeşitlilik Daire Başkanlığı
Biyoteknoloji Şube Müdürlüğü
1.GİRİŞ
Geçmişi çok öncelere dayanan biyoteknoloji, 1960’lı yıllar itibariyle moleküler biyoloji ve
genetik dallarındaki büyük atılımlar ile günümüzdeki haline ulaşmıştır ve günden güne de
gelişmeye devam emektedir. İleri teknolojiye sahip olan ülkeler, bu disiplinlerarası bilim
dalının tarım, gıda, endüstri, sağlık gibi birçok sahadaki kullanım alanlarını keşfetmiş, eğitim
ve yetişmiş insan gücüne önem vererek AR-GE faaliyetlerine yüklü bütçeler ayırmış, yeni
uygulamalar ve ürünlerle, mevcut teknolojik ve dolayısla ekonomik durumlarını bir adım
öteye taşımayı başarmışlardır. Kaydedilen bu aşamalar doğal olarak önceliklerini saptayan
strateji ve politikalar oluşturmaktan geçmektedir.
Türkiye’de biyoteknoloji alanındaki çalışmaların geçmişi çok eskiye dayanmamakla birlikte
son yıllarda belirli bir artış söz konusudur (Kocuklu B., 2010). Ülkemizdeki gelişmelere
ilişkin vurgulanması gereken en belirgin özellik, politika geliştirme konusunda çok yeni
olunmamasına karşılık hala nasıl bir politika izleneceği konusunda bir netliğin
bulunmayışıdır. Bunun sonucunda ise, biyoteknolojinin risklerine ülke ekonomisi ve ülke
insanları; riskleri azaltıcı önlemler geliştirmiş ve genellikle gelişmiş ülkelere göre daha fazla
maruz kalmaktadırlar. Ayrıca diğer taraftan, hem biyoteknolojik ürün geliştirmekte diğer
ülkelerle rekabet etme, hem bu eksikliğin beraberinde getirdiği mevzuat boşlukları düzeyinde
bir geç kalış mevcuttur. Bu sürecin hem ülke ekonomisi hem de insanların ve çevrenin sağlığı
üzerinde olası olumsuz etkileri söz konusudur (Erbaş,. 2008).
2.Dünyada Biyoteknolojinin Durumu
Son yirmi yılda, dünyadaki uygulama ve araştırma konularına göz atıldığında,
biyoteknolojinin özellikle sağlık, tarım, gıda sektörleri ile kimyasalların çevreye verdiği
zararın giderilmesi için kullanıldığı görülmektedir. 2000 yılı itibariyle, 150 milyar ABD
Doları civarında bir pazar büyüklüğü olduğu kabul edilen biyoteknoloji ürünlerinden, tarım ve
gıda sektörlerine dönük ürünlerin aldıkları pay, OECD verilerine göre, yaklaşık yüzde 23’tür
(Organisation for Economic Co-operation and Development, 1997).
Şunu belirtmek gerekir ki, modern biyoteknoloji en geniş kullanım alanını tarımda bulmuştur.
İlk ürünler, hayvanların tedavisinde kullanılmak üzere ya da tarım zararlılarıyla biyolojik
mücadelenin sağlanması amacına dönük olarak piyasaya sürülmüştür. Tarla denemesi yapılan
ürünlerin çoğunda amaç, zararlı ot ilaçlarına, virüs veya böceklere karşı dayanıklı ürün elde
edilmesi şeklinde olmuştur.
Gelişmiş ülkelerin mutlak hakimiyetinin bulunduğu biyoteknoloji alanında, şirket ve çalışan
sayısı ile toplam yatırım miktarı bakımından da ABD’nin önderliği bulunmaktadır. 2006 yılı
rakamlarıyla ABD’de 3301 civarında şirketin bu konuda faaliyette bulunduğu anlaşılırken,
-
14
tarım konusunda iki büyük şirket, özellikle tohumculukta, gerek ABD gerekse dünya
pazarlarında büyük payı ellerinde tutmaktadırlar. ABD’den sonra, Avrupa Birliği ülkeleri
arasında biyoteknoloji konusunda yapılan araştırmalara en fazla sermaye yatıran ülkeler
Fransa, Almanya ve Belçika olarak sıralanabilecektir OECD,2009).
Japonya daha geriden gelmekle birlikte biyoteknoloji konusundaki yatırımlarını her geçen yıl
arttırmaktadır. Biyoteknoloji alanında 1950’lere dayanan bir geçmişi olan İsrail, tarım
konusundaki gelişmelerin büyük bir kısmını bu alandaki araştırmalarına borçludur ve halen
büyüyen bir sektöre sahiptir. Brezilya da araştırma alanında yeni girişimlerde bulunmakta ve
daha ziyade tarım alanındaki araştırmalara eğilmektedir (Miller, 2000).
2.1. Dünyada Ar-Ge ve İnovasyon
Ar-Ge ve inovasyon ülkelerin ekonomi ve sanayi politikalarında son 10 yıldır en üst sıralarda
yer almaktadır. Hükümetler üretimde fark yaratarak kriz dönemlerinde bile üretimin ve
ihracatın artmasını sağladığı için Ar-Ge ve inovasyonu teşviklerle de desteklemişlerdir. Ar-Ge
ve inovasyon özel teşebbüsler, kamu kurumları, kâr amacı gütmeyen kurumlar ve
üniversiteler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu noktada ülkelerin Ar-Ge yatırımları büyük
önem taşımaktadır. Ar-Ge yatırımları uzun yıllardır büyük miktarda olan ülkeler günümüzde
bilim ve teknoloji alanında büyük adımlar atmış; sanayi ve üretimleri ile küresel piyasada
rekabet edebilirliklerini sağlamlaştırmışlardır (Erkek, 2011).
Şekil 1 Ülkelerin Ar-Ge yatırımları, Milyon $ 1999 ( OECD,2000)
Ülkelerin 1999 yılındaki Ar-Ge yatırımı verileri incelendiğinde (Şekil 1) ABD, Japonya,
Finlandiya ve İsviçre’nin yüksek hacimli yatırımlar yaptıkları, çok sayıda araştırmacıya sahip
oldukları ve diğer ülkelerden belirgin şekilde ayrıldıkları gözlenmektedir. Buna karşın,
Türkiye’nin Meksika, Çin ve Brezilya ile birlikte en az yatırımı yapan ve en az araştırmacı
sayısına sahip ülkeler arasında olduğu görülmektedir.
-
15
OECD hükümetlerinin çoğu yaratıcı buluşların ekonomik büyüme ve performans açısından
taşıdığı önemi kabul ederek, kamu Ar-Ge yatırımlarını harcamalarda yapılan kesintilerden
uzak tutmayı amaçlamış ve bazı durumlarda artış dahi gerçekleştirebilmişlerdir (Erkek, 2011).
Şekil 2 Başlıca OECD ülkeleri ve bölgelerinde GSMH içindeki özel sektör Ar-Ge payı
(OECD 2004)
Gelişmekte olan ülkeler bu gibi araştırmalara büyük miktarlar ayıramadıkları için araştırma
yatırımlarında ve biyoteknoloji uygulamalarında gelişmiş ülkelerin gerisinde kalmaktadırlar.
Bu ülkelerden Hindistan’da, hükümet katkılarıyla özellikle sağlık konularındaki araştırma
ortamının geliştirilmesiyle ilgili çabalar dikkati çekmektedir (Kıymaz & Tarakçıoğlu, 2002).
Biyoteknoloji de gelişme gösteren ülkelere bakıldığında çok sayıda biyoteknoloji
kümelenmesine sahip oldukları ve bu konuda ciddi yatırım yaptıkları gözlenmektedir. Ne
yazık ki Türkiye, Macaristan ve Romanya ile birlikte biyoteknoloji kümelenmesine sahip
olmayan üç Avrupa ülkesinden biridir (Tablo 1)(Anonim 1)
Tablo 1 Avrupa Biyoteknoloji Kümelenmeleri (European Catalog of Biovalley )
Ülke Kümelenme # Ülke Kümelenme #
Avusturya 5 Hollanda 13
Belçika 13 Norveç 3
Bulgaristan 1 Polonya 3
Danimarka 10 Portekiz 6
Finlandiya 2 Romanya 0
Fransa 35 Slovakya 1
Almanya 30 Slovenya 1
Yunanistan 10 İspanya 6
Macaristan 0 İsveç 22
İsrail 18 İsviçre 11
Italya 4 Türkiye 0
Litvanya 4 İngiltere 11
-
16
Kurumsal yapıya baktığımızda “Biyoteknoloji” örneğin Hindistan’da Bilim ve Teknoloji
Bakanlığı altında ayrı bir departman olarak yapılanırken, Teknoloji ve Araştırma Bakanlığı
bünyesinde (Sri Lanka) ya da Estonya’da olduğu gibi Ekonomi İşleri ve İlişkileri
Bakanlığı’na bağlı bir mekanizma olarak da çalışabilmektedir (Anonim2, “Estonian
Biotechnology”,2010).
3. Türkiye’de Ar-Ge Yatırımları ve Biyoteknolojinin Durumu
Ar-Ge ve yenilik faaliyetlerinin yaygınlaştırılması, 2000’li yılların başından itibaren
Türkiye’nin öncelikli gündem maddeleri arasında yer almaktadır. Son yıllarda rekabetçi
ekonomik yapının güçlendirilmesine yönelik olarak Ar-Ge yatırımlarının artırılması amacıyla
önemli politikalar hayata geçirilmiş ve bu sayede gerek Ar-Ge yatırımlarında gerekse Ar-Ge
harcamalarında önemli artışlar sağlanmıştır.
Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) 27 Aralık 2011 tarihinde gerçekleştirilen 23.
Toplantısında 2023 yılında ülkemizin ilk 10 ekonomi arasına girebilmesi ve diğer ulusal
hedeflere ulaşılabilmesi için Ulusal Yenilik Sistemi 2023 yılı hedeflerinin aşağıdaki şekilde
belirlenmesine karar verilmiştir:
Ar-Ge harcaması/GSYH: % 3
Özel sektör Ar-Ge harcaması/GSYH: % 2
Tam Zaman Eşdeğeri (TZE) araştırmacı sayısı: 300 bin
Özel sektör TZE araştırmacı sayısı: 180 bin (“Ekonomi Bakanlığı”,2012)
TÜİK 2011 yılı Ar-Ge Faaliyetleri Araştırması sonuçlarına göre kamu kuruluşları, vakıf
üniversiteleri ve ticari sektördeki anket sonuçları ile devlet üniversitelerinin bütçe ve personel
dökümlerine dayalı olarak Türkiye’de Gayri Safi Yurtiçi Ar-Ge Harcaması 2011 yılında bir
önceki yıla göre % 20,4 artarak 11 154 milyon TL olarak hesaplanmıştır. Ar-Ge
harcamalarının GSYH içindeki payının 2023 yılına kadar %3’e çıkarılması hedefi
doğrultusunda; Türkiye’de Gayri Safi Yurtiçi Ar-Ge harcamasının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla
(GSYH) içindeki payı % 0,86 olarak gerçekleşmiştir. (Türkiye İstatistik Kurumu, 2012).
Şekil 3 Ar-GE harcamalarının GSYH’ye oranı (“Ekonomi Bakanlığı”,2012)
-
17
Şekil 4 2011 yılında sektörlere göre Gayri Safi Yurtiçi Ar-Ge harcaması dağılımı ve harcama
gruplarına göre Gayri Safi Yurtiçi Ar-Ge harcama dağılımı (TÜİK, 2012).
Türkiye’de mevcut düzenlemeler çerçevesinde TÜBİTAK, Türkiye Teknoloji Geliştirme
Vakfı, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, Hazine
Müsteşarlığı, KOSGEB ve Türk Patent Enstitüsü Ar-Ge ve Yenilikçilik Destek Programları
sağlamaktadırlar (“YOİKK Sekreteryası”, 2008).
Son yıllarda TÜBİTAK’a yapılan proje başvuruları arasında gen mühendisliği ve
biyoteknoloji alanında yapılan projeler öncelikli alan içerisinde yer almıştır.
Şekil 5 TÜBİTAK TEYDEB ‘e yapılan öncelikli alanlara göre proje başvuruları (Cebeci,
2006)
Türkiye biyoteknoloji konusunda, yetişmiş eleman, laboratuvar altyapısı ve araştırma
olanaklarındaki yetersizlikler nedeniyle oldukça geride kalmıştır. Üniversitelerde son on dört
yıldır moleküler biyoloji ve genetik konusunda lisans eğitimi verilmeye başlanmıştır.
Araştırma-geliştirme için ayrılan fonlar yetersiz olmakla birlikte son yıllarda bir gelişme
olduğu belirtilmektedir. Araştırma sayısının ve niteliğinin artmasını engelleyen bir neden de
çalışmalarda kullanılan maddelerin çok maliyetli olmasıdır (Kıymaz & Tarakçıoğlu, 2002).
Tarım sektörü açısından bakılırsa, Türkiye’de geliştirilmiş olan bir transgenik ürün
bulunmamakla birlikte, Tarımsal Araştırma Enstitülerindeki tarla denemeleri dışında yasal
ticari amaçlı transgenik ürün üretimi de bulunmamaktadır. Bitki Biyoteknolojisi alanında
çeşitli stress şartlarına ve hastalıklara dayanıklılık genlerinin tespiti, hücre içi protein trafiği
ÖNCELİKLİ ALANLAR
Enformatik
Esnek üretim/esnek otomasyon teknolojileri
İleri malzeme teknolojileri
Gen mühendisliği/biyoteknoloji
Uzay ve havacılık teknolojileri
Çevreye duyarlı teknolojiler
-
18
ile ilgili komponentlerin belirlenmesi, bitki genom analiz kaynaklarının oluşturulması, bitki
gen kaynaklarının tanımlanması çalışmaları yapılmaktadır. Hayvan biyoteknolojisinde ise
transgen ve nükleer klonlama teknolojileri, embriyonik kök hücre çalışmaları, rekombinant
protein üretimi ve yerli evcil hayvan genetik kaynaklarının korunması ve tanımlanmasına
ilişkin çalışmalar mevcuttur. Ayrıca TÜBİTAK-MAM bünyesinde insan ve hayvan sağlığı
konusunda patojen yapıların teşhisi ve korunma sistemlerinin geliştirilmesi için Biyogüvenlik
Seviye 3 Laboratuvarı kurulmuştur. Bu laboratuvar Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği
standartlarda çalıştığı belgelendirilen, Türkiye’nin içinde Hayvan Ünitesi de barındıran ilk ve
tek BSL3 laboratuvarıdır. Tıbbi biyoteknoloji alanı ise ilaç sektörünü de kapsadığından bu
alanda elde edilecek ürünler günümüzde ve gelecekte de çok büyük önem taşımakta olup,
ülkemizde biyopolimer teknolojisi, kontrollü salınım teknolojisi, doku mühendisliği, aşı ve
antikor geliştirilmesine dayanan tanı kitlerinin eldesi konularında çalışmalar yapılmaktadır.
Enzim ve mikrobiyal biyoteknoloji alanında endüstriyel enzimlerin (örn. yem endüstrisi)
saflaştırılması, karakterizasyonu ve stabilitesi, mutasyon çalışmaları ile mikroorganizma
geliştirilmesi ve mikrobiyal proteom üzerine çalışmalara yer verilmektedir. TÜBİTAK-
MAM’da Türkiye’de enzim endüstrisine yönelik Mikroorganizma Kaynak Merkezi(MKM)
kurulması için altyapı oluşturulmasına yönelik kemotaksonomi, moleküler taksonomi ve
mikroorganizma muhafaza laboratuvarı oluşturulması çalışmaları yapılmaktadır. Öte yandan,
Türkiye’nin buğday, arpa, baklagiller ve şeker pancarı gibi ana besin kaynaklarını oluşturan
bitkilerin dışında birçok meyve ve sebzenin de doğal gen kaynaklarının bulunduğu bir ülke
olduğu göz önüne alındığında biyoteknolojik ürünlerin kullanımı ve çevreye salımı konusuna
daha duyarlı yaklaşılması gereği ortaya çıkmaktadır (Kıymaz & Tarakçıoğlu, 2002; Oğraş,
2009; Anonim 3)
4.Biyoteknoloji Politikaları ve Yasal Düzenlemeler
4.1.Biyogüvenlik ve Uluslararası Yaklaşımlar
Biyogüvenlik modern biyoteknoloji tekniklerinin, uygulamalarının ve modern biyoteknoloji
ürünlerinin insan sağlığı ve biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşturabileceği olumsuz etkilerin
belirlenmesi sürecini (risk değerlendirme) ve belirlenen risklerin meydana gelme olasılığının
ortadan kaldırılması ya da, meydana gelme durumunda oluşacak zararların kontrol altında
tutulması için (risk yönetimi) alınan tedbirleri kapsayan bir kavramdır (Başağa &
Çetindamar,2006).
Biyogüvenlik dendiğinde akla, biyoteknolojinin etkin olduğu en temel alanlardan olan tarım
ve gıda sektörü ve dolayısıyla Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO’lar)
gelmektedir.Yaşanacak olası beslenme sorununun şimdiden çözümlenmesi için bilim adamları
çare olabileceklerine inandıkları transgenik bitkilere odaklanmışlardır. Bitki
biyoteknolojisinde, rekombinant DNA teknolojisi, ürün kayıplarını azaltan ve çiftlik alanlarını
koruyarak ürün miktarını artıran; böylece dünyanın artan nüfusunun besin ihtiyacını
karşılayabilecek en kesin, ümit verici ve ileri yöntem olarak sunulmaktadır. Ayrıca bu
teknolojinin toprak erozyonuna yol açan pestisit ve insektisit gibi kimyasallara olan
gereksinimi azalttığı, besin değerinde artışlar sağladığı da bir diğer gerçektir. Bu avantajların
özellikle uzun dönemde tüketici, endüstri, tarım ve çevre için birçok yarar sağlayacağı temel
öngörüler arasındadır. Ancak, telafisi mümkün olmayan muhtemel olumsuzluklar nedeniyle
GDO’ların üretimi, tüketimi ve çevre-sağlık üzerine olan etkileri sıklıkla tartışılmaktadır. İlke
olarak GDO’ların şeffaflık ve açıklıkla ele alınması ve tarafsız bir düzenleyici çerçevede
değerlendirilmesi gerekmektedir. Bunu yapabilmek için toplumun katılımının sağlanması
gereklidir. Ayrıca, genetik değişime uğramış gıdaların açıkça etiketlendirilmesi yoluyla
tüketici seçim hakkına da kavuşmuş olacaktır.
-
19
Güney Amerika ve Asya ülkelerinin çoğunluğu ile Afrika ülkeleri, genetik kaynakların sahibi
ülkeler olarak bu kaynakların korunması amacını önde tutmakta, GDO’ların ve ürünlerinin
sıkı tedbirler alınarak ve ön tedbir alma prensibine bağlı kalarak piyasaya sürülmesini, ticari
izinlerde sosyo-ekonomik değerlendirmelerin de dikkate alınmasını savunmakta iken GDO
ihracatçısı ülkeler (ABD, Kanada ve Avustralya); Şili, Uruguay ve Arjantin’in de desteğini
alarak GDO’ların serbest ticaretinden yana politika benimsemiştir.
OECD ülkelerinin çoğunluğunda hakim olan yaklaşım ise bilimsel temellere dayanarak risk
değerlendirme yapılması ve GDO’ların ticaretinin kolaylaştırılmasıdır (Başağa &
Çetindamar,2006).
4.2.Uluslararası Biyoteknoloji Mevzuat Çalışmaları
Genetiği değiştirilmiş organizmaların güvenliğinin bilimsel olarak sorgulanması daha önce
başlamış olsa da alandaki uygulamalara ait düzenlemelere ilişkin ilk uluslararası ve ulusal
hükümler 1980’lere rastlamaktadır.
Genetik mühendisliğinin, 1970’lerin başlarında ilk kez pratik önerilere dönüşmesinin
ardından bu tekniğin tehlikeli riskler taşıyabileceği düşüncesinden hareketle, pek çok ülkede
hükümetlerin ya da hükümet kontrolündeki kuruluşların denetlediği kontrol sistemleri
oluşturulmuştur. Düzenleyici çerçeveler ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, bütün ülkelerde
benzer olan yön, genetiği değiştirilmiş bitkilerden türeyen gıdaların risk analizlerinin genel
ilkelerinin güvenlik değerlendirmesini temel almalarıdır.
Risk analizi çerçevesi, her ne kadar uluslararası düzenlemeler gereği ilkeler açısından pek çok
ülkede benzer olsa da, ülkelerin risk yönetimi yaklaşımlarında sosyo-ekonomik ve politik yapı
özelliklerinden kaynaklı farklılıklar bulunmakta olup GDO’larla ilgili olarak dünyada iki çeşit
mevzuat sistemi mevcuttur (Erbaş, 2008).AB ve Avustralya gibi bazı ülkeler süreç temelli,
Kanada ve ABD gibi bazıları ise ürün temelli bir mevzuat sistemini benimsemişlerdir. Ürün
temelli mevzuat sisteminde genetik değişikliğin yapıldığı sürece bakılmamakta, nihai ürünün
karakteristik özelliklerine ve kullanım amacına bakılmaktadır (Konig ve diğ., 2004). Şu anda,
30’u aşkın ülkede ve bölgede GDO’ların etiketlenmesi konusu çalışılmıştır. Genetiği
değiştirilmiş gıdaların etiketlenmesi ile ülkeler arasında farklılıklar söz konusudur. Örneğin
Kanada ve ABD’de etiketleme zorunlu değilken, Çin’de mecburidir (Yang ve diğ., 2005).
GDO’larla ilgili düzenlemeler yapılırken ülkeler geleneksel muadillik prensibi ile ihtiyatilik
prensiplerinden birini benimsemişlerdir. Geleneksel muadillik prensibini benimseyen ülkeler
(ABD, Kanada ve Arjantin gibi) transgenik ürünleri geleneksel muadillerinden farksız
görmekte ve bu ürünleri güvenli olarak değerlendirmekte iken; ihtiyatilik ilkesini benimseyen
ülkeler (AB ülkeleri ve Japonya gibi) bu ürünleri farklı bir ürün grubu olarak görmekte ve
tüketicilerin endişelerini göz önünde bulundurarak bu ürünlere yönelik pek çok yasal
düzenleme yapmaktadırlar. Avustralya ve Yeni Zelanda’da mevzuat sistemleri ABD, Kanada
ve Arjantin’ de olduğu gibi geleneksel muadillik ilkesine gönderme yaparken, ön market
işlemleri mevcuttur ve etiketleme mecburiyeti vardır. AB’de ve Japonya’da GDO’lara yönelik
sıkı kontrol kuralları oluşturulmuş ve etiketleme zorunlu hale getirilmiştir. Gelişmekte olan
ülkelerden GD pamuğu büyük ölçekte üreten tek ülke olan Çin’de hükümet, ihracat
kayıplarından duyulan endişe sebebiyle bu ürünlerin onay sürecini yavaşlatma kararı almış,
diğer gelişmekte olan ülkeler ise GD-den ari bölge statüsündeki ihracatçı kimliklerini
kaybetme endişesi ile GD mısırın, soyanın ya da pirincin ticari yetiştiriciliği ile ilgili
çekinceler yaşamaktadırlar (“Training Module”, 2005).
-
20
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Dünya
Sağlık Örgütü (WHO) vb. örgütler gıda güvenliği konusunda uluslararası görüş birliği
sağlayan geniş güvenlik değerlendirmesine ilişin raporlar hazırlamışlardır (Kuiper ve diğ.
2001).Biyoteknolojinin olası risklerini azaltmaya yönelik olarak uluslararası ve bölgesel
düzlemde OECD, BM, FAO ve DTO ve Avrupa Birliği çalışma grupları veya komiteler
aracılığıyla çalışmalar yapılmaktadır.
Biyogüvenlik ile ilgili uluslararası düzenlemeler; biyogüvenlik ve biyoçeşitlilik ile ilgili
düzenlemeler, ticaret ve patent ile ilgili düzenlemeler ve tüketici sağlığı ile ilgili düzenlemeler
olarak sınıflandırılabilir:
1) Türkiye’nin de bazılarını kabul ettiği biyogüvenlik ve biyoçeşitlilik ile bu düzenlemelerin
başlıcaları şunlardır (Devlet Planlama Teşkilatı, 2000; Talu, 2005):
UNIDO (BM Endüstriyel Kalkınma Organizasyonu) tarafından yayınlanan
“Organizmaların Çevreye Salımı Konusunda Gönüllü Talimatı”, (Temmuz 1991),
FAO (BM Gıda ve tarım Organizasyonu) tarafından, Bitki Genetik Kaynakları
Komisyonu’nun (CPGR) talebi üzerine hazırlatılarak yayınlanan “Bitki
Biyoteknolojisi Talimatı”, (Kasım 1991),
“Çevre ve Kalkınma Deklarasyonu” Gündem 21 ve Gündem 21’i hayata geçirme
amacını taşıyan Biyoteknolojinin Risklerinin Önlenmesi İçin Uluslararası Teknik
Direktifler, (Haziran 1992),
UNEP tarafından hazırlanmış olan ve gelişmekte olan ülkelerin biyolojik güvenlik
kapasitelerini oluşturmalarında rehberlik yapmak amaçlı “Biyogüvenlik Kılavuzu”
(1997),
BM Biyoçeşitlilik Sözleşmesi (Haziran 1992),
BM Cartagena Biyogüvenlik Protokolü (29 Ocak 2000),
BM Johannesburg Dünya Yeryüzü Zirvesi (Eylül 2003)
BM Nagoya Protokolü (Ekim 2010).
AB Direktifleri ise, bölgesel anlamdaki düzenlemelerdendir.
2) Biyoteknoloji alanında ürünlerin ticareti ve buluşların patentleri konusundaki düzenlemeler
arasında en etkili olanı 1 Ocak 1995 yılında yürürlüğe giren Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)
Kuruluş Anlaşmasının eki olan TRIPS ( Trade Related Intellectual Property Right)
anlaşmasıdır.
3) Tüketici sağlığı ile ilgili düzenlemeler ise, gıda kodeksi olarak bilinen ve FAO ve WHO
(Dünya Sağlık Örgütü) tarafından yürütülen Gıda Programı çerçevesinde 1963’ten beri
komisyon tarafından oluşturulan standart ve kodlardan oluşmaktadır. Komisyon 1989 yılından
itibaren biyoteknolojiyi de gündemine almıştır. (Erbaş, 2008)
Tarımsal biyoteknolojinin tehditlerine karşı koyacak bir mevzuat sistemi geliştirmek hem
zaman, hem de bütçe isteyen bir konu olduğundan, birçok gelişmekte olan ve az gelişmiş
ülkede hala böyle bir mevzuat düzenlemesi bulunmamakla beraber, GDO’larla ilgili
mevzuatlar genel olarak, araştırma ve geliştirme, ticari salınım için onay prosedürleri ve
ithalat düzenlemeleri alanlarında oluşturulmaktadır (“Training Module”, 2005).
-
21
4.2.1. BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi
BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinin 19. Maddesi biyoteknolojinin ele alınması ve
faydalarının paylaşımı hakkındadır. Maddenin 1. bendi taraf ülkelerin biyoteknolojik
araştırma çalışmalarına, genetik kaynakları sağlayan ülkelerin tam katılımını sağlamalarını,
uygunsa çalışmaları kaynak ülkede sürdürmek için gerekli yasal, idari ve politik tedbirler
almalarını; 2. bendi, genetik kaynaklara dayalı biyoteknolojiden sağlanan faydaların kaynak
ülkeler ile paylaşımı için pratik tedbirler almalarını; 3. bendi, biyolojik çeşitlilik ve bileşenleri
üzerinde olumsuz etkisi olabilecek GDO’ların güvenli transferi, ele alınması ve kullanımı
alanlarında prosedürleri belirleyecek bir protokol hazırlanması ihtiyacını değerlendirmelerini;
4. bendi, 3. bentte belirtilen organizmaların potansiyel olumsuz etkileri yanında, kullanımı ve
güvenlik düzenlemeleri hakkında diğer taraf ülkeye mevcut bilgileri sağlamalarını
öngörmektedir. Sözleşmenin yerinde korumaya ilişkin maddesinde ülkelere biyoteknoloji
ürünü GDO’ların, insan sağlığına olabilecek etkilerini hesaba katarak, kullanımı ve doğaya
bırakılmasından doğacak risklerin kontrolü, yönetilmesi ve düzenlenmesi için bir sistem
kurma ve sürdürme yükümlülüğünü içermektedir. Sözleşmenin 19. Maddesinin 3.
paragrafında, genetik yapısı değiştirilmiş ürünlerin özellikle sınır aşan hareketi üzerinde
durularak, bu ürünlerin ihracatı söz konusu olduğunda ithalatçı ülkenin önceden izninin
alınması, ithalatçı ülkede verilecek iznin, ön tedbir alma prensiplerine uygun olarak ve risk
değerlendirme sonuçları esas alınarak, düzenlenmesi öngörülmektedir (Türkoğlu, 2007).
4.2.2.Kartagena Biyogüvenlik Protokolü
Genetik yapısı değiştirilmiş canlıların ve metabolik ürünlerinin kısa ve uzun vadede ekosistem
süreçleri ve işlevleri üzerinde nasıl bir etki yapacağı konusunu ele almak maksadıyla 1992
yılında yapılan Rio Konferansı’nın çıktılarından birisi olan Biyolojik Çeşitlilik
Sözleşmesi’nde, hem ulusal önlemler almak, hem de uluslararası bağlayıcılığı olan bir
protokol hazırlama ihtiyacını değerlendirmek anlamında yer almıştır.
Uzun süren süreç sonucunda; Birleşmiş Milletler (BM) Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin
8(g) ve 19.3 Maddelerinin uygulanmasına yönelik olarak ve Sözleşmenin II/5 no’lu Taraflar
Konferansı Kararı gereğince hazırlanan Biyogüvenlik Protokolü 130’dan fazla ülke tarafından
29 Ocak 2000 tarihinde Fransa’da kabul edilmiştir. Şimdiye kadar 164 Taraf Protokolü
imzalamıştır. Protokol insan sağlığına ilişkin riskleri de dikkate alarak biyoçeşitliliğin
sürdürülebilir kullanımı ve korunmasına etkisi olabilecek tüm GDO’ların sınıraşan hareket,
transit, ele alınış ve kullanımını kapsamaktadır. Ancak, insan kullanımına yönelik GDO’lu
eczacılık ürünleri eğer başka bir uluslararası sözleşme veya düzenlemede yer alıyor ise
protokol kapsamı dışında tutulmuştur. Protokol ile esas olarak GDO’ların uluslararası
ticaretine bir düzenleme getirilmektedir. Bu itibarla Protokolün “Biyo-Ticaret Protokolü”
olarak isimlendirildiği de görülmektedir (Haspolat, 2004; Türkoğlu, 2007).
4.2.3.Nagoya Protokolü
BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin Taraflar Konferansı, Erişim ve Yarar Paylaşımı
Geçici Geniş Katılımlı Çalışma Grubu’nu 2004 yılında Sözleşme’nin Madde 15, Madde
8(j)(Geleneksel bilgi) ve üç amacını etkin bir biçimde uygulamak için genetik kaynaklara
erişim ve yarar paylaşımı üzerine uluslararası bir idare şeklini ayrıntılı bir biçimde hazırlamak
ve müzakere etmek için yetkilendirmiştir. 6 yıl süren müzakerelerden sonra, 29 Ekim 2010
tarihinde Japonya’nın Nagoya kentinde Taraflar Konferansı’nın 10. toplantısında (COP-10)
Nagoya Protokolü 1 no’lu karar olarak benimsenmiştir. Protokolün imzaya kapandığı 1 Şubat
2012 tarihinden önce 92 üye ülke protokolü imzalamış olup, Türkiye henüz taraf olmamıştır
-
22
(Anonim 4).
Protokol, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin üç amacından biri olan genetik kaynakların
kullanımından doğan faydaların eşit ve adil paylaşımının etkin bir şekilde uygulanması için
şeffaf, yasal bir çerçeve sağlamaktadır.
4.3.Ulusal Biyogüvenlik Politikası
4.3.1.Türkiye’de Biyoteknoloji Mevzuatı ve Hukuki Düzenlemeler
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1982) “Devletin, doğal kaynakların korunması ve kullanımı
ile ilgili gerekli önlemleri almasını” şart koşmakta ve doğal kaynakların korunmasıyla ilgili
bazı genel ifadeleri içermektedir. Örneğin 56. Maddede vatandaşların sağlıklı bir çevrede
yaşama hakkına sahip oldukları, 63. Maddede ise kültürel ve doğal kaynakların korunması
prensibi yer almaktadır.
Çevre, halk sağlığı, tarım ve ticaret alanlarında yürürlükte olan çeşitli kanun, tüzük,
yönetmelik ve tebliğler bulunmaktadır. Ancak üç düzenleme hariç bunlar, biyoteknoloji ve
biyogüvenlik konularını içeren faaliyetlere uygulanabilir doğrudan hükümler içermemektedir.
Yürürlükte olan ve bu alanlarda katkısı olabilecek hukuki düzenlemeler şunlardır:
1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanunu
2872 sayılı Çevre Kanunu
4458 sayılı Gümrük Kanunu
4703 sayılı Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması Hakkında Kanun
4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu
5553 sayılı Tohumculuk Kanunu
5746 sayılı Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkında Kanun
5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu
5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu
5013 Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesinin
Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname
08.12.2011 tarihli Suni Tohumlama, Tabii Tohumlama ve Embriyo Transferi Faaliyetleri Hakkında Yönetmelik
24.12.2011 tarihli Sperma, Ovum ve Embriyo Üretim Merkezlerinin Kuruluş ve Çalışma Esasları Hakkında Yönetmelik
10.06.1998 tarihli Genetik Hastalıkları Tanı Merkezleri Yönetmeliği (ki bu yonetmelik
uyarınca, cinsiyete bağlı hastalıklar dışında cinsiyet belirlemesi yapılamaz)
07.06.1990 tarihli Gıda Katkı Maddeleri Yönetmeliği
22.12.2011 sayılı Evcil Hayvan Genetik Kaynaklarının Korunması ve Sürdürülebilir Kullanımı Hakkında Yönetmelik
22.12.2011 tarihli Evcil Hayvan Genetik Kaynaklarının Tesciline İlişkin Yönetmelik
21.09.2012 Tarihli Yerli Evcil Hayvan Genetik Kaynaklarının Kullanılması Ve Yurt
Dışına Çıkarılması Hakkında Yönetmelik
13.08.2010 Tarihli Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair
Yönetmelik
-
23
10.03.1995 tarihli Su Ürünleri Yönetmeliği
29.06.2004 tarihli Su Ürünleri Yetiştiriciliği Yönetmeliği
29.08.2012 tarihli Su Ürünleri Genetik Kaynaklarının Korunması ve Sürdürülebilir
Kullanımı Hakkında Yönetmelik
18.08.2012 tarihli Su Ürünleri Genetik Kaynaklarının Tesciline İlişkin Yönetmelik
15 Ağustos 1992 tarihli Bitki Genetik Kaynaklarının Toplanması Muhafazası ve
Kullanılması Hakkında Yönetmelik
19.07.2012 tarihli Doğal Çiçek Soğanlarının Üretimi, Doğadan Toplanması ve
İhracatına İlişkin Yönetmelik
88/12839 sayılı Bakanlar kurulu kararı “Türkiye'de İlmi Araştırma, İnceleme Yapmak
ve Film Çekmek İsteyen Yabancıları veya Yabancılar Adına Müracaat Edenler İle
Yabancı Basın-Yayın Mensuplarının Tabi Olacakları Esaslar”
17 Temmuz 2012 tarihli Hayvan Genetik Kaynakları Yerinde Koruma ve Geliştirme Desteklemeleri Hakkında Uygulama Esasları Tebliği
18.10.1952 tarihli Gıda Maddelerinin ve Umumi Sağlığı İlgilendiren Eşya ve Levazımın Hususi Vasıflarını Gösteren Tüzük.
14/05/1998 tarihli Bakan Oluru ile yürürlüğe giren Transgenik Kültür Bitkilerinin
Alan Denemeleri Hakkında Talimat
Dış Ticaret Düzenlemeleri
Yasal düzenlemeler açısından geç kalmakla beraber Türkiye, pek çok uluslararası ve bölgesel
çevre anlaşmasına taraf olmuş ve mevzuatta uluslararası anlamda paralelliği yakalamak için
kendi mevzuatında çeşitli uyumlaştırma çalışmalarına yer vermektedir.
Doğal çevrenin korunması ve ulusal gen kaynaklarının ülke çıkarları için kullanımının
mümkün olabilmesi için, bu ürünlerin yönetimini sağlayabilecek etkili bir biyogüvenlik
sisteminin uygulanması kaçınılmaz görünmektedir. Bu çerçevede, ulusal gen kaynaklarının
küreselleşme baskısına karşı korunabilmesi ve modern biyoteknoloji uygulamalarıyla en iyi
şekilde değerlendirilebilmesi için, GDO’ların üretim ve kullanımının yaygınlaşmasına bağlı
olarak ortaya çıkabilecek ekolojik ve sosyo-ekonomik risklerinin en iyi şekilde kontrol
edilebilmesi, ilgili kurum ve kuruluşların bütünlük içerisinde mevzuat, örgütsel, idari ve
teknik altyapıyı kurması gerekmektedir (Özdemir, 2003).
Biyoteknolojinin insanlar üzerindeki uygulamalarına yönelik, kabul edilmiş uluslararası üç
yasal düzenleme olan 1998 yılında yapılan Birleşmiş Milletler İnsan Genomu ve İnsan
Hakları Deklarasyonu, 1999 yılında kabul edilen Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Biyo-Tıp
Sözleşmesi, ve 1998 yılında onaylanan Avrupa Konseyi İnsanların Klonlanması Protokolü
arasında Türkiye 3 Aralık 2003 tarihinde Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Biyo-Tıp
Sözleşmesi’ni onaylamış ve ilgili kanun 5013 Kanun numarasıyla 9 Aralık 2003 tarihli ve
25311 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır (Forsman, 2000).
Canlıların genetik yapıların korunmasına yönelik yasal düzenlemeler konusunda ise 1993
yılında Birleşmis Milletler’de kabul edilen ve hala üzerinde çalışılarak iyileştirilmesi için
uğraşılan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi bulunmaktadır. GDO’lar konusundaysa iki
uluslararası yasal düzenlemeden birine imza atan Türkiye, ikincisini de uyumlu duruma
sokmaya çalışmaktadır. Birincisi, 24 Mayıs 2000 tarihinde imzalanan Biyolojik Çeşitlilik
Sözleşmesi’nin Kartagena Biyogüvenlik Protokolü (17 Haziran 2003 tarih ve 4898 sayılı
kanun ile onaylı), diğeri de 1998 ve 1999 yılında düzenlenen AB GD Organizmalar
Yasaları’dır.
-
24
Türkiye’de biyoteknoloji ile ilgili standart ve akreditasyon uygulamaları henüz yoktur (DPT,
2000). Ayrıca ülkemizde biyoteknoloji ürünleri ve yöntemleriyle, bunların kontrolüne ilişkin
ayrıntılı düzenlemelere de rastlanmamaktadır (Başağa & Çetindamar, 2000).
Biyogüvenliğe ilişkin yürürlükte olan ilk düzenleme ise transgenik bitkilerin alan
denemelerinin kurallarının belirlendiği “Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri
Hakkında Talimattır”. Bu kapsamda, konu Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri,
Transgenik Kültür Bitkilerinin Tescili ve GDO’ların Üretilmesi, Pazara Sürülmesi ve Gıda
Olarak Kullanımı” olarak üç kısma ayrılmıştır. Halen hangi bitki cins ve türlerine ait
tohumluklara ya da bitkisel çoğaltım materyallerine ithal izni verileceği, 27 Aralık 2002 tarih
ve 24976 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Dış Ticarette Standardizasyon Tebliği”(Tebliğ
No:2003/5) esas alınarak yapılmaktadır. Bununla beraber, tüm bitki türleri için ithal edilecek
bitki çeşitleri, tohumluk sınıfları, kademeleri ve miktarlarını güncel olarak belirleme yetki ve
sorumluluğu Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na aittir. Bakanlıkça, genetik
mühendisliği yöntemleri ile elde edilmiş aktarma genli (transgenik) bitki çeşitlerine ait
tohumluklara, ürün yetiştirmede kullanma amacıyla ithalat izni verilmemektedir. Ülkemizde
risk değerlendirmeleri ile ilgili herhangi bir ürünün (tohum veya gıda olarak işlenmiş ürün)
transgenik bir ürün içerip içermediğinin tespitine yönelik analizler periyodik olarak
yapılmamakla birlikte, Bakanlık laboratuvarlarında bu testleri yapacak kapasite geliştirilmiş
durumdadır. Ülkemizde hazırlanan mevzuat kapsamında 1998 yılından itibaren alan
denemelerine alınmaya başlanan transgenik bitkilerde bulunan ilave özellikler, pamukta
yabancı ot ilacına ve pembe ve yeşil kurda dayanıklılık, mısırda sap kurdu ve koçan kurduna
dayanıklılık, patates de ise patates böceğine dayanıklılık şeklindedir. Değişik firmalar
tarafından ithal edilen ürünlerde yapılan alan denemeleri Bakanlık Araştırma Enstitüleri
tarafından yürütülmüştür. (Başağa & Çetindamar, 2006; Türkoğlu, 2007 ).
Son yıllarda ivmelenen çalışmalar ile Kartagena Protokol hükümleri çerçevesinde 18 Mart
2010 tarihinde TBMM Genel Kurulu 'nda kabul edilerek yasalaşan tatbik edilebilir, etkili ve
kapsamlı biyolojik güvenlik düzenlemelerinin hedeflendiği bir “Biyogüvenlik Kanunu’
çıkarılmış ve söz konusu kanun 26 Mart 2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete’de (Kanun
No. 5977) yayımlanmıştır. Bu kanuna dayandırılarak 13 Ağustos 2010 tarihli “Genetik Yapısı
Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair Yönetmelik” çıkarılmıştır. İlgili kanun
kapsamında, alanlarında uzman kişilerden oluşan GDO ve GDO’lu ürünlerin ithalatı için
yapılan başvuruları değerlendiren, “Bilimsel Risk Değerlendirme Komitesi” ve “Sosyo-
Ekonomik Değerlendirme Komitesi“ yer almaktadır. Bu komitelerin raporları kamuoyu
görüşüne açılmakta ve elde edilen görüşler bu komiteler tarafından tekrar
değerlendirilmektedir. Yem, gıda ve işlenmiş gıda amaçlı ürünlerin tüketimi için yapılan
başvuruların olumlu olması halinde kararlar Resmi Gazete’de yayımlanmaktadır (Kocuklu,
2010)
Türkiye’de ilk patent enstitüsü 1879’da kurulmuş ancak daha sonra yasalar fazla değişikliğe
uğramadığı için çağdaş uygulamaların dışında kalmıştır (OECD, 1995). Örneğin eczacılık
bileşimleri, ilaçlar (tarım ilaçları dışındaki), maliye ve bankacılıkla ilgili işlemler patent
yasasının kapsamı dışında bırakılmıştır.
Her tür teknolojinin korunması acısından büyük önem taşıyan patent yasası, 1995’te
yürürlüğe girmiştir. Patent yasasını çıkaran Türk Patent Enstitüsü de, 1994’te, Türkiye’de
sınai mülkiyet haklarının yönetimi için idari ve mali özerkliği olan ve Sanayi ve Ticaret
Bakanlığı’na bağlı özel bir kamu kuruluşu olması amacıyla kurulmuştur. Patent yasası
bağlamında sınai mülkiyet haklarının korunmasına çalışılmaktadır. Bu haklar, Patentler ve
-
25
Yararlı Modelleri, Ticaret ve Hizmet Markalarını, Coğrafi İşaretleri, Endüstriyel Tasarımları
ve Entegre Devre Topografyaları’nı kapsamaktadır.
Patent konusunda ülkemizde biyoteknoloji ürün ve yöntemlerinin büyük bir bölümüne hala
patent verilmemektedir. Bugünkü patent yasaları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
-Patent Haklarının Korunmasına İlişkin KHK’nın 6. maddesi uyarınca, “insan ya da hayvan
vücuduna uygulanacak cerrahi ve tedavi yöntemleriyle insan ve hayvan vücuduyla ilgili teşhis
yöntemlerine” patent verilememektedir. [Ancak, bu yöntemlerin herhangi birinde kullanılan
terkip ve maddelerle, bunların üretim yöntemleri bu yasak kapsamında değildir. Başka bir
deyişle, bu yöntemlerde kullanılan terkiplere (örneğin ilaçlara) ve bu terkiplerin üretim
yöntemlerine –ilaç üretim yöntemlerine 1 Ocak 2005’ten sonra- patent verilebilecektir].
-Aynı madde uyarınca, “bitki ya da hayvan türleri ya da önemli ölçüde biyolojik esaslara
dayanan bitki ve hayvan yetiştirilmesi yöntemleri”ne de patent verilmemektedir.
-Mikroorganizmalara patent verilebilmektedir (Patent KHK m.46).
Ancak, mikroorganizmalar dışındaki BT ürün ve yöntemlerine patent verilmemesi,
uluslararası düzenlemelerle çelişmemektedir. Türkiye’nin de taraf olduğu Dünya Ticaret
Örgütü’nün, Ticaretle Bağlantılı Düşünce Mülkiyeti Hakları Anlaşması’nın 27.3. maddesi de
“insanların ya da hayvanların tedavisinde kullanılan teşhis, tedavi ve cerrahi yöntemler” ile
“mikroorganizmalar dışında bitki ve hayvanlarla esas olarak, biyolojik olmayan ve
mikrobiyolojik yöntemler dışında bitki ve hayvanların üretimiyle ilgili biyolojik yöntemler”in
üye ülkelerce patent verilebilir buluşlar dışında bırakılabileceğini bildirmektedir. Nitekim,
dünyada bazı ülkeler biyoteknoloji ürün ve yöntemlerine patent verirken, bazıları hala bunları
patent verilebilir buluşlar arasında saymamaktadır.
Türkiye 2000 yılında Avrupa Patent Antlaşması’nı imzalamıştır, ancak biyoteknoloji
konusunda Avrupa patent yasalarındaki gelişmeler henüz Türk yasalarına aktarılmamıştır
(Başağa & Çetindamar, 2000). Türk Patent Enstitüsü patent kanununda değişiklikler öneren
bir kanun taslağı hazırlamıştır ve 17.04.2009 tarihi itibariyle Başbakanlık Makamına
gönderilmiştir. Yeni taslakta biyoteknoloji alanında hangi durumlarda patent alınabileceği
açıkça tanımlanmıştır. Genetik kaynaklar açısından zengin olan ancak biyoteknoloji ve
uygulamaları konusunda yeterli yasal düzenlemelere sahip olmayan ülkemiz için bu gelişme
önemli bir boşluğu dolduracak görünmekte