tüm kullanım hakları orman ve su İşleri bakanlığı’na ... · gelişmeler sonuçları...

167
© Tüm kullanım hakları Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na aittir ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu hükümlerine tabidir. Bu çalışmada yer alan içerik yazarlarının görüşü olup, Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın görüşlerini yansıtmaz. Kütüphane Katalog Konuları: Ekonomi, Ekoloji, Sosyoloji, Biyoteknoloji, Biyolojik Kaynaklar, Çevre, Eğitim 1000 Adet Basılmıştır. ESER ADI Doğa Korumanın Ekonomik Sisteme Entegrasyonu Kapsamında Öne Çıkan Bazı Stratejik Mekanizmalar YAYIMCI VE SAHİBİ ORMAN VE SU İŞLERİ BAKANLIĞI BÖLÜM YAZARLARI Prof. Dr. Nazif KOLANKAYA Dr. Selim ERDOĞAN Hüsniye KILINÇARSLAN Burçak KOCUKLU Aynur GÜNEŞ Serhat ERBAŞ İbrahim Ethem AVŞAR Muzaffer UYANIK Adem BİLGİN KATKIDA BULUNANLAR Ayhan ÇAĞATAY Ergül TERZİOĞLU EDİTÖRLER Adem BİLGİN Seda YILDIZ Rabia Nurhan DÜNDAR ISBN BASIM BİLGİLERİ Taha Grup Kırtasiye, 1. Basım, Ankara, 2012 DİZGİ Turunç Peyzaj Tasarım Planlama Uygulama Proje İnşaat Organizasyon ve Danışmanlık Hizm. Ltd. Şti. (“Doğa Korumanın Ekonomik Sisteme Entegrasyonu İçin İlgi Gruplarının Eğitimi ve Kılavuz Oluşturma Projesi” Yüklenici Firması)

Upload: others

Post on 27-Dec-2019

12 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • © Tüm kullanım hakları Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na aittir ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat

    Eserleri Kanunu hükümlerine tabidir. Bu çalışmada yer alan içerik yazarlarının görüşü olup,

    Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın görüşlerini yansıtmaz.

    Kütüphane Katalog Konuları:

    Ekonomi, Ekoloji, Sosyoloji, Biyoteknoloji, Biyolojik Kaynaklar, Çevre, Eğitim

    1000 Adet Basılmıştır.

    ESER ADI

    Doğa Korumanın Ekonomik Sisteme Entegrasyonu Kapsamında

    Öne Çıkan Bazı Stratejik Mekanizmalar

    YAYIMCI VE SAHİBİ

    ORMAN VE SU İŞLERİ BAKANLIĞI

    BÖLÜM YAZARLARI

    Prof. Dr. Nazif KOLANKAYA

    Dr. Selim ERDOĞAN

    Hüsniye KILINÇARSLAN

    Burçak KOCUKLU

    Aynur GÜNEŞ

    Serhat ERBAŞ

    İbrahim Ethem AVŞAR

    Muzaffer UYANIK

    Adem BİLGİN

    KATKIDA BULUNANLAR

    Ayhan ÇAĞATAY

    Ergül TERZİOĞLU

    EDİTÖRLER

    Adem BİLGİN

    Seda YILDIZ

    Rabia Nurhan DÜNDAR

    ISBN

    BASIM BİLGİLERİ

    Taha Grup Kırtasiye, 1. Basım, Ankara, 2012

    DİZGİ

    Turunç Peyzaj Tasarım Planlama Uygulama Proje İnşaat Organizasyon ve Danışmanlık Hizm. Ltd.

    Şti. (“Doğa Korumanın Ekonomik Sisteme Entegrasyonu İçin İlgi Gruplarının Eğitimi ve Kılavuz

    Oluşturma Projesi” Yüklenici Firması)

  • ÖN BİLGİ

    Bu çalışmada, “Doğa Korumanın Ekonomik Sisteme Entegrasyonu Çalıştayı” kapsamında (6-

    8 Kasım 2012, KAYSERİ) yapılan bildirimler ile söz konusu çalıştayda öne çıkan bazı

    stratejik konular aşağıda verilen dört çerçevede ele alınmıştır:

    1. BİYOEKONOMİ ÇERÇEVESİ 2. YEŞİL EKONOMİ ÇERÇEVESİ 3. BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK VE EKOSİSTEM EKONOMİSİ ÇERÇEVESİ

    4. ÇEVRE EĞİTİMİ ÇERÇEVESİ

    Bu tasnif; kolaylık olması bakımından biçimsel bir tasniftir, içeriksel olarak bazı makaleler

    diğer çerçevelerin içerisinde de yer alabilir. Örneğin ekosistem hizmetleri için ödeme ve

    sektörlere ilişkin konular hem yeşil ekonomi hem de biyolojik çeşitlilik ve ekosistem

    ekonomisi çerçevelerinde ele alınabilir. Benzer şekilde ulusal ve uluslar arası biyoteknoloji

    politikaları ve stratejik biyolojik bilimlere ilişkin makaleler biyoekonomide verilmiş olmasına

    rağmen biyolojik çeşitlilik ve ekosistem ekonomisi içerisinde de yer alır. Çevre eğitimi ise

    ekolojik, ekonomik ve sosyal tüm uzun vadeli politikaların ana dayanaklarından olduğu için

    ve bu projenin nihai hedeflerinden birisi de ilgi gruplarının eğitimi olduğu için bağımsız bir

    bölümde verilmiştir.

    Bu başlıklar proje kapsamında hedef alınan tüm ilgi gruplarını (politika yapıcı ve karar

    vericiler, teknik uygulayıcılar, iş dünyası ve vatandaş) ilgilendirmektedir.

  • BÖLÜM I

    BİYOEKONOMİ

    ÇERÇEVESİ

  • 1

    BİYOÇEŞİTLİLİK VE BİYOTEKNOLOJİ’NİN SÜRDÜRÜLEBİLİR EKONOMİK

    KALKINMADAKİ YERİ

    Prof. Dr. Nazif KOLANKAYA

    Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü Biyoteknoloji A.B.D emekli öğretim üyesi

    Biyogüvenlik ve BiyoEkonomi Derneği Başkanı

    Sürdürülebilir Ekonomik Kalkınma Stratejisi Olarak BiyoEkonomi :

    Sürdürülebilir ekonomik kalkınma” 21.yüzyılın başından itibaren uluslararası alanda

    ekonomik kalkınmada izlenmesi gereken temel strateji olarak kabul edilmektedir. Bu

    gerekliliğin temelinde konvansiyonel ekonominin temel taşlarını oluşturan fosil kökenli

    hammadde ve enerji kaynaklarında giderek artan azalma, 2050 yılında dünyada 9-11 milyara

    ulaşacağı tahmin edilen nüfus artışı, ve iklim değişikliği gibi ekolojik dönüşümlere neden olan

    sosyoekonomik ve çevresel nedenler yer almaktadır. Sürdürülebilir ekonomik kalkınma

    stratejisi arayışını zorunlu kılan küresel nedenler arasında özellikle petrole bağlı enerji ve

    hammadde kaynaklarının üretiminde karşılaşılan sorunlar kadar, bu kaynakların uluslararası

    paylaşımında gözlenen güvenlik sorunları da önemli yer tutmaktadır. Nedenlerden bir diğeri

    de konvansiyonel teknolojilerin yol açtığı çevre ve sağlık sorunları nedeniyle çevre-dostu yeni

    teknolojiler için her gün artış gösteren kamuoyu baskısıdır.

    Ekonomi ile doğal çevrenin karşılıklı bağımlılığının kalkınma politikalarında ele alınmasının

    gerekliliğine ilişkin ilk kapsamlı uyarı 1972 yılında Roma Kulübü’nün “Büyümenin Sınırları”

    başlıklı raporunda yapılmıştır. Ancak sürdürülebilir kalkınmanın küresel çapta aktif bir

    politika haline dönüşmesi, bu raporun yayınlanmasından sonra geçen 20 yıllık bir gecikme ile

    Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik sözleşmesine yol açan 1992 Rio Zirve’sinden sonra

    mümkün olabilmiştir. Sonuçta 2000 yılından itibaren bu politik konsept Birleşmiş Milletler

    tarafından kabul edilen küresel kalkınma stratejisine dönüşmüştür. Doğal kaynakların (su ve

    fosil enerji kaynakları gibi) daha az kullanımı, başta CO2 olmak üzere kirletici emisyonların

    azaltılarak çevrenin küresel, bölgesel ve yerel ölçülerde ölçülerde daha az kirletilmesi,

    toplumsal yaşam kalitesinin artırılması söz konusu stratejinin temel hedeflerini oluştururken,

    bu hedeflere ulaşmakta izlenecek süreçler ise şu şekilde belirlenmiştir:

    a) Mal ve enerji üretimde hammadde olarak yenilenebilir kaynakların kullanılması.

    b) Ürünlerin çevre-dostu nitelikte olması c) Kirlilik üretmeyen(ya da en az kirlilik üreten) temiz üretim teknolojilerinin

    kullanılması

    d) Enerji kullanımında tasarruf

    Ayrıca bu hedefler doğrultusunda ekonomik büyümenin temel dayanağını oluşturacak

    teknolojik yenileşmelerden (renovasyonlardan) beklenen arasında ise üretilecek mal, hizmet

    ve teknolojilerde üstün rekabet edilebilirlik niteliğine ulaşmak, yüksek katma-değer yaratmak,

    yeni istihdam alanları oluşturabilmek, toplumun etik, kültürel ve ekonomik talepleriyle

    uyumlu olmak gibi özellikler yer almaktadır.

  • 2

    Biyoekonominin Tanımı ve Sürdürülebilir Kalkınmadaki Yeri

    Biyoloji-temelli Ekonomi olarak da adlandırılan Biyoekonomi için günümüzde değişik

    tanımlar yapılmaktadır. Bunlardan biri ve kapsamlı olanı da “Etkin Biyoproseslerin ve

    yenilenebilir biyokaynakların sağlıklı ve sürdürülebilir büyüme ve gelişme için kullanıldığı

    etkinlikler bütünü” şeklinde yapılan tanımlamadır. Biyoekonomi’nin tarımsal yönüne daha

    ağırlık veren diğer bir tanım da “Temel yapıtaşları ve enerjisi bitki/tahıl kökenli kaynaklardan

    gelen ekonomidir” şeklinde olanıdır. Biyoekonomi, Tarım, Biyoteknoloji, Çevre, Sağlık,

    Ormancılık, Enerji gibi sektörlerdeki yeni teknoloji ve AR-GE’lerden yararlanan bir süreçtir.

    Bunlar dışında Biyoekonomi, Bilişim Teknolojisi, Biyolojik Bilimler, Kimya, Fizik ve

    Mühendislik alanlarındaki gelişmelerden yararlanan multi-disipliner bir özelliğe de sahiptir.

    Ancak bugün olduğu gibi gelecekte de Biyoekonominin temel iticini gücünü

    Biyoteknoloji’nin oluşturacağı ilgili çevrelerde geniş çapta kabul gören bir görüştür.

    Endüstriyel devrim öncesi toplumların yaşamında geçerli olan tarıma dayalı üretim biçimi

    çevre ile uyumluluk temelinde sürdürülebilirlik özeliği de taşımaktaydı. Günümüz ekonomik

    yaşamının temelini oluşturan ve 200 yıllık geçmişi olan endüstriyel devrimin üzerinde

    yaşadığımız gezegende gerek ham madde ve enerji kaynaklarının tüketimi, gerekse çevre ve

    insan sağlığı açısından önemli olumsuzluklar yarattığı bilinen bir gerçektir. Bu nedenle

    gelecekteki sürdürülebilir ekonominin temeli ancak yenilenebilir hammadde kaynaklarını

    kullanabilen yeni endüstriyel teknolojilerle olanaklı olabilecektir. Biyoteknoloji bu yönde en

    umut vaad eden teknolojik süreç olarak göze çarpmaktadır. Günümüzde biyoteknolojik

    tekniklerle tarımsal kökenli tahılları ve kısmen lignoselülozları enerji ve mal üretiminde

    hammade olarak kullanabilmek ve hammadde olarak petrole dayalı konvansiyonel

    teknolojilerle üretilen mal ve enerjilere seçenek oluşturacak ürünler üretebilmektedir (Şekil

    1).Yapılan bazı analitik değerlendirmelerde biyoteknolojik ürün ve süreçlerin sürdürülebilirlik

    değeri, konvansiyonel ürün ve süreçlerden daha yüksek bulunmuştur.

    Şekil 1: Yenilenemeyen kaynak petrole dayalı konvansiyonel ekonomi ile biyoekonomi süreçlerini karşılaştıran şematik özet.

    Modern Biyoekonominin İtici Gücü Olarak Biyoteknoloji

    Biyoteknoloji’nin 2000 ‘li yılların başında EFB (european federation of biotechnology)

    tarafından “ İnsan ve çevre sağlığını olumsuz etkilemeyecek yöntemlerle ve bilim ve

  • 3

    mühendislik ilkelerine dayalı olarak biyolojik sistemlerin mal ve hizmet üretiminde

    kullanılması” şeklinde yapılan tanımı şimdiye değin yapılan tanımlar arasında en özetleyici

    ve kapsamlı olanıdır. Eski Mısır, Mezopotamyada ve antik-çağda gerçekleştirilen hamur-

    mayalanması, şarap-yapımı gibi biyolojik-süreçler teknik anlamda dikkate alındığında,

    biyoteknolojik uygulamaların insanlık tarihi kadar eski bir geçmişi olduğu kolayca görülür.

    Özellikle I.dünya savaşı sırasında gliserol, butonal gibi patlayıcı yapımında ve penisilin gibi

    enfektif hastalıkların tedavisinde kullanılan fermentasyon ürünlerine duyulan büyük

    gereksinim endüstriyel–ölçekteki fermentasyon biyoteknolojsinin kurulma ve gelişmesinde

    önemli rol oynadı. Fermentasyon biyoteknolojisi’nin gelişmesi sırasında elde edilen

    teknolojik bilgisel bigi ve deneyimsel kazanımlar, klasik-biyoteknoloji diye tanımlanan

    biyoteknolojik süreçlerin ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştur. Klasik-biyoteknolojik

    süreçlerin kullanıldığı fermantasyon teknolojileri günümüzde de çeşitli endüstriyel ürünlerin

    üretiminde kullanılmaktadır. 1950 yılından itibaren moleküler-biyoloji ve moleküler-genetik

    alanında kaydedilen hızlı ilerlemeler 1970’li yıllarda moleküler-biyoteknoloji’nin

    kurulmasına öncülük etti. Sonuçta moleküler düzeyde yapılan genetik manipulasyonlarla

    verimliğin ve üretkenliğin artırıldığı, yeni ürünlerin üretilebildiği modern- biyoteknoloji

    doğmuş oldu. Gen-biyoteknolojsi ya da Rekombinant-DNA-teknolojisi olarak da adlandırılan

    modern- biyoteknoloji’yi, günümüzde değişik adlar altında gruplandırılan biyoteknolojinin

    diger alanlarından (endüstriyel-biyoteknoloji, çevre-biyoteknolojisi, bitki-biyoteknolojisi,

    farmositik-biyoteknoloji v.b ) ayrı tutmak gerekir. Çünkü modern-biyoteknoloji ‘deki

    gelişmeler sonuçları itibarıyla biyoteknolojinin diğer alanlarında verimliliği, üretkenliği

    artırma, yeni ürün ve hizmetler üretme yönünden büyük katkılar sağlar (Şekil 2). Ancak, gen-

    transferi temeline dayalı modern-biyoteknolojik uygulamalarla elde edilen transgenik

    özellikle bitkisel ürünlerin kullanım ve tüketimi taşıyabilecekleri insan ve çevre sağlığı

    riskleri nedeniyle küresel ölçekte sorun yaratan bir tartışma konusu olmuştur. Risklerin

    temelinde gen transferi sırasında bitki genomunda ortaya çıkabileceği öngörülemeyen ve

    istenmeyen genetik özelliklerin kazanılması varsayımı yatmaktadır. Modern bitki-

    biyoteknoloji’si uygulamalarında ortaya çıkan bir başka küresel sorun ve tartışma konusu da,

    transgenik süreçlerde hammadde olarak kullanılan gen kaynaklarının mülki paylaşımıdır.

    Uluslararası alanda gen transferinden kaynaklanan biyogüvenlik riskleri Cartagena

    Biyogüvenlik Protokolü, genetik kaynak paylaşımına dayalı sorunlar da Nagoya Protokolü 29

    Ekim 2010 gibi uluslararası sözleşmelerle, ulusal ölçekte de bu sözleşmelere uyum sağlayıcı

    yasal düzenlemelerle aşılmaya çalışılmıştır.

    Şekil 2. Biyoteknoloji Alanlarının Gen-biyoteknoloji’si (Rekombinant-DNA teknolojisi) İle İlişkisi

    İlgili çevrelerde geleceğin Bitki temelli BiyoEkonomisi için sürdürülebilir üç biyosektörel

    alanda gelişme sağlanması öngörülmektedir. Bunlar a) BiyoGüç/Biyoenerji (Isı ve Elektrik),

    b) Biyoyakıt (taşımacılık yakıtları) ve c) Biyoürünler (kimyasallar/malzemeler) olarak

    sıralanabilir. Ancak her 3 sektörel alanda gelişme sağlanabilmesi üretim sürecindeki (Şekil 3)

    hammadde hazırlanması ve mikroorganizma ya da enzim gibi biyokatalizörlerin kullanıldığı

    biyoproses adı verilen aşamalarda verim ve kalite artışları sağlayacak optimizasyonlarla

    olanaklı görülmektedir. İlgili optimizasyonlarda kullanılan en uygun teknolojik yöntem

    GEN BİYOTEKNOLOJİSİ(Rekombinant-DNA Teknolojisi)

    İlaç

    Biyoteknolojsii

    B

    Tıbbi

    Biyoteknoloji

    Endüstriyel

    Biyoteknoloji

    B

    Çevre

    Biyoteknolojsii

    B

    Bitki /Tarım

    Biyoteknolojsii

    B

  • 4

    genetik modifiksyonlara dayanan biyoteknolojik süreçlerdir. Bu nedenle de

    modifikasyonlarda kullanılacak bitki ve mikroorganizmal gen kaynakları daha geniş

    kapsamda biyoçeşitlilik ekonomik açıdan küresel bir önem kazanmaktadır.

    Şekil 3: Bitki temelli Biyoekonomik Sistem ve Genetik Modifikasyon İlişkileri

    Modern BiyoEkonomi’nin Uluslarası ve Ulusal Konumu

    Dünyada biyoteknolojik süreçler kullanılarak üretilen ürünlerin dünya pazarındaki paylarına

    bakıldığında en büyük paya %77’lik oranla gıda sektörünün sahip olduğu görülmektedir.

    Ancak, Biyoteknolojik yatırımların sektörlere göre dağılımının daha çok %69’luk bir oranla

    sağlık sektöründe olduğu gözlenmektedir (Şekil 4). Modern Biyoteknolojik süreçlerin yeni

    ürünler üretmekte ve rekabet edilebilirlikde sağladığı üstün avantajlar nedeniyle Biyoteknoloji

    başta A.B.D olmak üzere diğer sanayileşmiş ülkelerde yeni bir endüstri kolu (Biyoteknoloji

    Endüstrisi) haline gelmiş bulunmaktadır. Başlangıçta söz konusu ülkelerin akademik

    kuruluşlarında başlayan modern-biyoteknoloji çalışmaları daha sonraları şirketleşme

    dönemine girerek 1980’li yıllardan itibaren de ürünlerini dünya piyasalarına sürmeye

    başlamıştır.

    Dünya üzerinde 1992 yılı istatistiklerine 8.1 milyar dolar(A.B.D doları) gelir getiren,100.000

    kişi istihdam eden biyoteknolojiye dayalı biyoendüstri, 2001 yılında 34.8 milyar dolar(A.B.D

    doları) gelir getiren ve 190.000 kişi istihdam eden bir sektörhaline gelmiştir. Ancak söz

    konusu Biyoendüstriyel gelirlerin % 97’sinin, istihdamın % 96’ sının da A.B.D’de, Kanada’da

    ve Avrupa ülkelerinde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. 2002 yılı istatistiklerine göre resmi

    kayıdı bulunan büyük firmalar temelinde A.B.D’ de 318 (yıllık cirosu 33 milyar(A.B.D

    doları), Avrupa’da 102 (yıllık cirosu 12.8 milyar A.B.D doları ) firma bulunmaktadır. 2004

    yılında A.B.D’de Biyoteknoloji alanında AR-GE çalışmaları için 20.5 milyar A.B.D doları,

    Avrupada ise 7.6 milyar A.B.D doları bütçe ayrıldığı rapor edilmiştir. Biyoekonomiyi stratejik

    hedef seçen ülkelerden A.B.D ‘nin Ulusal Araştırma Kurumu bu yüzyılın sonunda A.B.D de

    yakıtların % 50’sinin, organik kimyasalların da % 90’nın yenilenebilir kaynaklardan

    üretileceğini öngörmektedir.

    Avrupa Birliğin‘de (A.B) sürdürülebilir kalkınma ile ilgili zirve kararları ilk kez 2000 yılı

    Lizbon Stratejisi çerçevesinde ele alınmıştır. Lizbon Stratejisi ile 2010 yılı için rekabet gücü

    yüksek ve bilgi teknolojilerine dayalı ekonomik kalkınma hedefi belirlenmiştir. 2001 yılı

    Kopenhang Zirvesi ile de rekabet edilebilirlikte ve sürdürülebilirlikte Biyoteknoloji

    Genetik Modifikasyon

  • 5

    potansiyelinin kullanılması kararına varılmıştır. Sonuçta A.B tarafından 2001-2006 arası 2010

    yılı hedefli “BilgiTemelli Yaşam Bilimleri ve Biyo-Temelli Ekonomi”(KBBE) strajesi

    geliştirilmiştir. A.B ülkelerinin Biyoekonomik etkinlikler arasında eşgüdümü sağlamak

    amacıyla kurulan KBBE ağının 16 Mart 2006 toplantısına ait rapordaki saptamalara göre:

    A.B.D ‘de Biyoteknoloji alanındaki AR-GE yatırımlarının miktarı A.B dekilerin 3 katı

    kadardır

    Biyokitle kullanımı için A.B.D’de ayrılan 259 milyon dolarlık bütçe, A.B’de bu amaçla

    ayrılanın 2 katı kadardır.

    A.B.D Başkanı Bush sadece lignoselülozların değerlendirilmesi için 150milyon $ bütçe

    ayrıldığını söylerken, A.B de bu konuda çok daha az yatırım yapılmaktadır.

    Çin 2001-2005 döneminde Biyoteknoloji yatırımlarında 1.5 milyar avroluk harcama yapmış

    olup, gelecek 5 yılda bunu 2 kat artıracağı sanılmaktadır.

    Japonya’nın 2007’de Biyoteknoloji AR-GE’sine ayırdığı desteği 2 katına, istihdamı 3 kat

    artıracağı tahmin edilmektedir,

    Hindistan’da gelecek 5 yıl içinde 5 milyar dolarlık gelir getireceği tahmin edilen

    Biyoteknoloji sektöründe e 1 milyon istihdam sağlanacağını beklenmektedir.

    Genetik kaynaklar ve modern biyoteknolojisi şekil 5 de şematik olarak gösterilen

    Bioekonominin ekonomik model olarak seçilmesi durumunda değişik alanlarda getireceği

    uluslararası ve ulusal yararlar şu şekilde özetlenebilir:

    Ekonomik Kalkınmada

    Sürdürülebilir yeni pazar fırsatları/ iş olanakları yaratmak

    Petrol ürünlerine bağımlılıkta azalma yaratmak

    Çevresel Yararlar

    Küresel ekosistemde karbon dengesinin sağlanması

    Çevredeki insanoğluna ait kirli ayak izlerini azaltmak yani insan kaynaklı kirlenmeyi

    minimize etmek

    Sosyal Etkiler

    İnsan ve çevre sağlığında iyileşme

    Kırsal Ekonomik Kalkınmada itici güç oluşturmak

    Biyoekonominin kırsal kalkınma alanında sağlayacağı yararları ulusal boyutta ele

    aldığımızda, kırsal alanda yapılacak Biyoteknolojik yatırımların toplam istihdam oranları

    bakımından ülkemize getireceği önemli kazanımlar söz konusudur. Kırsal alanda yapılacak

    Biyoteknolojik yatırım ve üretimler ülkemizde toplam istihdamın yaklaşık %35’ini oluşturan

    tarım sektöründeki istihdamın daha düşük oranlara gelmesini sağlayacaktır. Yine bu yöndeki

    yatırımlar kırsal bölgelerden kentlere göç gibi sosyal sorunların oluşumunu da önleyecektir.

    Örneğin kırsal bölgelere kurulacak biyorafineriler kırsal bölgelerde yeni istihdam olanakları

    sağlayacaktır. Ayrıca, biyoekonomiye yönelik endüstriyel uygulamaların kırsal kalkınmada

    yaratacağı olumlu gelişmeler ülkenin içinde bulunduğu ve yeni siyasi yapılaşma talebiyle

    ortaya çıkan bölgesel sorunlara da çözüm getirmekte yardımcı olabilecektir. Biyoekonominin

    özellikle tarım potansiyeli yüksek ülkelerde uygulanmasıyla gerek enerji gerekse hammadde

    yönünden dışa bağımlılık azalacağından, ulusal bütçelerde cari açık sorunlarına da çözüm

  • 6

    getirebileceği ileri sürülmektedir. Cari açığı giderek artan bir ülke olarak, Biyoekonomiyi bu

    yanıyla da değerlendirmekte yarar vardır. Öte yandan, Biyoekonomiyi sürdürülebilir

    ekonomik kalkınma stratejisi olarak seçen A.B gibi bölgesel güçlerin enerji ve ürün

    hammaddesi olarak tarımsal ürünlere gelecekte önemli taleplerinin olması beklenir. Bu

    bakımdan Türkiye gibi ülkeler için A.B ‘ye katılım aşamasındaki müzakereler sırasında

    gelişmiş bir tarım sektörüne sahip olmanın bir sorun olmaktan çok bir avantaj yaratabileceği

    de unutulmamalıdır.

    Biyoçeşitlilik (Genetik Kaynak) Bioekonomi İlişki ve Etkileşimleri:

    Biyoçeşitlilik insan yaşamı için önemli ekonomik değerler yaratmanın yanı sıra toprak

    erozyonlarının engelenmesi, suların temizlenmesi, iklimlerin düzenlenmesi gibi ekolojik

    hizmetleriyle yaşamın sürdürülebilirliği bakımından da önem taşıyan bir süreçtir.

    Biyoçeşitlilik kapsamı içinde yer alan biyolojik-kaynak ( = kullanılabilirlik değeri olan

    biyolojik unsurlar) ve genetik-kaynak ( = genetik amaçlı kullanım değeri olan biyolojik

    kaynaklar) gibi kavramların insan yaşamında önemli ekonomik değere sahip bazı üretim

    süreçleriyle ilgili olduğu bilinen bir gerçektir. Biyoçeşitliliğin küresel ölçüde dünyada

    yarattığı yıllık ekomomik değerin 16-54 trilyon A.B.D $ arasında değiştiği ileri

    sürülmektedir. Bitkisel biyoçeşitliğin dolayısıyla da bitkisel genetik kaynakların dünya

    üzerindeki varlığının korunması ve saklanması gezenimizdeki yaşamın sürdürülebilirliği

    açısından ekolojik bir öneme sahip olmakla beraber, bu kaynakların küresel ekonomi

    temelinde önemli bir pazar değeri (500-800 milyar A.B.D$/yıl arasında değişen) olduğu da

    unutulmamalıdır. Petrokimya sektörünün küresel ekonomideki payının 500 milyar A.B.D

    $/yıl, komputer–iletişim sektörü için bu payın 800 milyar US$/yıl dolaylarında olduğu

    düşünüldüğünde değerin önemi daha iyi anlaşılır. Bu nedenle, 1980’li yıllardan itibaren dünya

    kamuoyunun ilgisini çekmeye başlayan küresel ölçekteki biyoçeşitlilik azalmasını önlemek

    üzere biyoçeşitliliğin korunmasını temel alan, uluslararası düzenlemelerin çevresel olduğu

    kadar ekonomik gerekçeleri olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Günümüzde biyoçeşitlilik,

    biyoteknoloji ve biyoekonomi ilişkisini özetleyen Şekil 3’den de anlaşılacağı gibi

    biyoteknolojinin hammaddesi olan genetik kaynaklar potansiyelini belirlediği için

    biyoçeşitlilik modern biyoekonominin temel taşlarından biri olmaktadır.

    Şekil 3: Biyoekonomi, Biyoteknoloji ve Genetik Kaynak İlişkileri

  • 7

    Tablo I: Sektörlere Göre Biyoteknolojik Ürün Geliştirme Zaman ve Maliyetler

    Doğa ve insanın yaratıcılığı, sermaye, zaman ve maliyet genetik kaynaklardan yararlanmayı

    belirleyen temel unsurlardır. Bunlar arasında öne çıkanı AR-GE ve genetik kaynaklara ulaşım

    harcamalarını kapsaması nedeniyle maliyet unsurudur. Biyoekonomide genetik kaynak

    kullanarak etkinlik gösteren sektörler arasında zaman ve maliyet açısından en dezavantajlı

    konumda olanı ilaç sektörüdür. Bu sektörde ticari bir ürünün geliştirip pazara sürebilmesi için

    gereken ortalama zaman ve maliyet sırasıyla 10-15 yıl ve 231-300 milyon $ ‘dır (Tablo I).

    Aynı sektör AR-GE harcamaları bakımından 21.1$/yıl ile başı çekmektedir (Tablo II).

    Ticari ürün geliştirmekte fazla zaman ve yüksek maliyete karşın, AR-GE yatırımları için bu

    sektörün tercih edilmesinin nedeni ürünlerinin yüksek katma değere sahip olmasıdır. Oysa

    tohum geliştirmeye yönelik etkinlik gösteren ve yıllık gelir payı 300-400 milyar $ olan

    biyoteknoloji sektörünün AR-GE harcamalarına ayırdığı pay 1.5 milyar $ , ürün geliştirmeye

    ayırdığı her bir ürün için zaman ise 8-15 yıl’dır. Bu sektörün yüksek pazar paylarına rağmen

    düşük maliyetli içeren AR-GE harcamalarına sahip olması, bu sektörün ürün geliştirmekte

    ihtiyacı olan gen kaynaklarına ulaşmakta güçlük yaşamadığının göstergesidir. Genetik

    kaynaklardan katma-değer üretmek için bunlara erişim üretim maliyetini etkileyen önemli

    bir faktördür. Yapay ya da yöre-dışı diye tanımlanan ex-situ genetik kaynak merkezleri

    ürüteci şirketlerce en çok başvurulan kuruluşlardır..Örneğin, tohum geliştiren şirketler

    genetik kaynak olarak % 75 oranında kendilerine bağlı genetik kaynak

    merkezlerini(G.M.K), %15 oranında başka şirketlere ait G.K.M’lerini kullanırlar.

    Genetik kaynak kullanımının uluslararası konumu ele alındığında, bunlardan yeni katma

    değerler üretebilecek sermaye gücü ve teknolojik birikimin gelişmiş kuzey ülkelerinin,

    genetik kaynak zenginliğinin de gelişmekte olan ülkelerin elinde olduğu görülmektedir .

    BİYOTEKNOLOJİK

    ÜRÜNLER

    ZAMAN (YIL)

    MALİYET

    İlaçlar 10-15 231-500 milyon $ Ticari Ürün geliştirmedeen yüksek

    maliyet ve zaman isteyen sektör

    Bitki kökenli İlaçlar 1-2 En fazla 1 milyon $ Kalite kontrol, formülasyon,

    güvenlik harcamaları

    Tohum geliştirme

    8-15 1-2.5 milyon $ geleneksel ıslah çalışması ile çeşit geliş.

    35-75 milyon $ transgenik çeşit geliştirmek için

    Süs Bitkileri 16 19 200 MİLYON $ (ISLAH

    ÇALIŞMALARI)

    Tarımsal Ürün Koruma 2-5 1-1.5 milyon $ Kimyasal bir pestisit geliştirmek

    için 8-14 yıl,40-100 milyon$

  • 8

    Tablo II: Dünyada Genetik kaynaklardan Üretilen Sektörel Ürünlerin Pazar Değerleri ve AR-GE

    Harcamaları

    Her iki grupta yer alan ülkeler arasında gen kaynaklarının kullanımından doğan hakların

    paylaşımı konusunda ortaya çıkmış olan anlaşmazlık uluslararası düzenlemelerle (Birleşmiş

    Milletler Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ve Nagoya Protokolu gibi) çözümlenmeye

    çalışılmaktadır.Ancak bu düzenlemelerin amaca ne kadar hizmet edeceği yanıtlanması güç bir

    sorudur. Bu sorunun yanıtı özellikle de genetik kaynak zengini olup, ancak bu kaynaklardan

    katma değer üretmek potansiyeline sahip olmayan ülkeler için önemlidir. Bu grup ülkeler için

    sahip oldukları biyoçeşitlilik(genetik kaynak) zenginliğinin korunması, bu zenginliği gerçek

    ekonomik zenginliğe dönüştürecek potansiyele kısa sürede sahip olabilmeleriyle olanaklı

    olacaktır.

    Sonuç ve Öneriler:

    Biyoekonomi, sürdülülebilirlik karakteriyle küresel ölçekte gelişme gösterecek bir kalkınma

    stratejisidir. Biyoekonominin biyoçeşitliliğin sürdürülebilir korunmasında önemli ve olumlu

    bir rolü vardır. Biyoekonomik uygulamaların hedefleri arasında bitki temelli biyoteknolojik

    süreçlerle enerji, yakıt, kimyasallar ve malzeme üretimi ön planda yer almaktadır.

    Sürdürülebilirlik ilkelerine göre yapılacak üretimlerde kullanılacak hammadde ve

    biyokatalizörler(enzim ve mikroorganizma) kadar ürün çeşitliliği, kalite ve verimliliği

    belirleyecek biyoteknolojik bilgi birikimi de önemlidir. Türkiye sahip olduğu zengin bitkisel

    biyoçeşitlilik ile yüksek hammadde potansiyeline sahip ülkeler arasında yerini almaktadır.

    Türkiye’de mevcut biyoçeşitlilik zenginliğini yani genetik hammadde kaynaklarını korumaya

    yönelik kurumsal, insan alt yapısı ve yasal düzenlemeler yeterince bulunmakla beraber

    biyokatalizör yani mikroorganizmal çeşitlik için söylemek olanaklı değildir. Türkiye halen

    birçok ülkede örneklerine rastlanan Ulusal Mikroorganizma Kültür Koleksiyonları

    Merkezi’ne sahip değildir. Kuruluşu ve işletimi yüksek maliyet gerektiren bu merkezin

    kuruluşu acilen gerekli olup ancak devlet destek ve teşviki ile olanaklıdır. Hammadde’den

    pazarlamaya kadar geçen aşamaları kapsayan biyoekonomik sürecin ana gücünü

    biyoteknolojik bilgi ve uygulamalar oluşturur. Hammadde olarak bitki ya da tarım ürünlerine

    dayalı biyoekonomik süreçlerde hammaddenin ürüne dönüştürülmesi biyoteknolojik

    tekniklerle Biyorafinerilerde gerçekleştirilir. Hammadde kaynaklarına yakınlık nedeniyle

    BİYOTEKNOLOJİK

    ÜRÜNLER

    Yıllık Satışlar (Milyar $)

    Düşük Yüksek

    AR-GE

    İlaçlar 75 150 21.1 MİLYAR $ (SATIŞLARIN %20’Sİ)

    Bitki kökenli İlaçlar 20 40 Kalite kontrol,formülasyon,

    güvenlik harcamaları

    Tarımsal Üretim

    (Tohum geliştirme)

    300+

    (30)

    400+

    (30)

    (1.5 milyar $)

    Süs Bitkileri 16 19 200 MİLYON $ (ISLAH ÇALIŞMALARI)

    Tarımsal Ürün Koruma 0.6 3

    Tarım ve Tıp Dışı

    Biyoteknolojik Ürünler

    60 120

    Kişisel bakım ve kozmetik 2.8 2.8 1

    Yaklaşık Toplam 500 800

  • 9

    kırsal alanlara kurulan biyorafinerilerin kırsal kalkınmadaki önemleri tartışılmaz önemdedir.

    Bu bakımdan politik ve stratejik bir yaklaşım olarak biyorafinerilere dayalı biyoekonomik

    uygulamaların genel olarak ülkenin sosyo-ekonomik yapısına özelde de kırsal kalkınmaya

    yapacağı katkılar gözden uzak tutulmamalıdır.

    Türkiye'nin atılım yapması teknoloji dallarından birinin de Biyoteknoloji olması gerektiği

    devlet tarafından politika olarak benimsenmiş ve teşvik görmüşse de ülkede AR-GE

    çalışmalarına dayanan gelişmiş bir modern biyoteknoloji endüstrisinin henüz kurulmuş

    olduğu söylenemez. Söz konusu endüstrinin kurulup gelişmesi bu alanda şirketleşmeye

    yönelik yatırımcı özel ya da kamu girişimleriyle gerçekleşebilecek bir husustur. Gen

    düzeyinde yeni bilgiye üretmeye yönelik AR-GE çalışmalarının yüksek maliyeti ve zamana

    bağlılığı ayrıca ürün bazında her zaman başarıya ulaşılamaması bu nedenle de yatırım için

    risk sermayesine olan ihtiyaç, bu alanda yapılacak özel yatırımcı girişimleri önleyen dar

    boğazlardır. Bu dar boğazların aşılmasında devletin yeni teşvik ve destekleyici girişimlerine

    ihtiyaç bulunmaktadır.

    YARARLANILAN KAYNAKLAR:

    Meadows, H.D. ve diğerleri, Ekonomik Büyümenin Sınırları, Çev. Kemal Tosun ve diğerleri, İşletme İktisadı Enstitüsü Yayını No.112,İstanbul,1990.

    World Science Report 1996” Unesco Puplication.

    “Biotechnology” by J.E.Smith Third Edition of Cambiridge University Press, puplished in 1996.

    “ Modern Biotecnology” by S.B. Primrose 1990, Blackwell Scientific Puplications.

    “Information Sources in Biotechnology” by A.Crafts-Lighty, puplished by Nature Press in 1983

    “Biotechnological Developments in Turkey” by Gülay Özcengiz, printed in “Critical Reviews in Biotechnology,16(1):53-94 1996” printed by CRC press.

    “Bilim-Teknoloji–sanayi tartışmaları Platformu Gen-genetik Mühendisliği-Biyoteknoloji Alanına Yönelik Politikalar” Çalışma Grubu Raporu, 1995 TÜBA-TÜBİTAK-TTGV

    DPT Kimya Sanayi Biyoteknolojik Ürünler Özel İhtisas komisyonu Raporu. 1998

    EFB (European Federation of Biotechnology) News http://efbweb.org/

    World Science Report 1996” Unesco Puplication.

    “Biotechnology” by J.E.Smith Third Edition of Cambiridge University Press, puplished in 1996.

    “ Modern Biotecnology” by S.B. Primrose 1990, Blackwell Scientific Puplications.

    “Information Sources in Biotechnology” by A.Crafts-Lighty, puplished by Nature Press in 1983

    “Biotechnological Developments in Turkey” by Gülay Özcengiz, printed in “Critical Reviews in Biotechnology,16(1):53-94 1996” printed by CRC press.

    “Bilim-Teknoloji–sanayi tartışmaları Platformu Gen-genetik Mühendisliği-Biyoteknoloji Alanına Yönelik Politikalar” Çalışma Grubu Raporu, 1995 TÜBA-TÜBİTAK-TTGV

    DPT Kimya Sanayi Biyoteknolojik Ürünler Özel İhtisas komisyonu Raporu. 1998

    EFB (European Federation of Biotechnology) News http://efbweb.org/

    Economic Value of Biodiversity. David William Pearce, Dominic Moran, IUCN Biodiversity Programme,1.The World Conservation Unit 1997

    http://labexkorea.wordpress.com/2010/05/08/genetic-resources-research-at-the-brazilian-agricultural-research-organization/

    The Commercial Use of Biodiversity: Access to Genetic Resources and Benefiharing.By Kerry ten Kate, Sarah A. Laird, Professor Sarah A Laird.2000

  • 10

    BİYOTEKNOLOJİ VE BİYOKAÇAKÇILIK

    Hüsniye KILINÇARSLAN

    Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü

    Biyolojik Çeşitlilik Daire Başkanlığı, Biyoteknoloji Şb. Md. V.

    İnsanlar varoluşlarından bu yana yaşamlarını sürdürmek ve temel ihtiyaçlarını karşılamak için

    canlı-cansız doğal kaynakları kullana gelmişlerdir. Şüphesiz, bu kullanımın biçimi ve boyutu

    insanlığın uygarlık seviyesine dayalı olarak değişim göstermiştir. Başlangıçta yabani bitki ve

    hayvanları beslenmek, dış etmenlerden korunmak gibi sadece temel ihtiyaçları için doğrudan

    doğruya kullanan insanlar, gelişip uygarlaştıkça yabani bitki ve hayvanları ihtiyaçlarına göre

    değişeme uğratmış, ticarileştirmiş ve gelir kaynağı olarak kullanmaya başlamıştır. Birleşmiş

    Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) 2005 yılı kayıtlarına göre yabani bitki ve hayvanların

    yasal ticareti 300 milyar dolarlık bir küresel pazara sahiptir.

    Ülkemizde de bazı yabani bitki ve hayvanların yasal olarak ticareti yapılabilmektedir.

    Örneğin Türkiye tıbbi sülük (Hirudo verbana) ticaretinde dünya piyasasının üçte birini elinde

    tutmaktadır. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından 2011 yılında 5 ton, 2012

    yılında 4 ton tıbbi sülük ihracat kotası verilmiştir1. Tıbbi sülüğün fiyatı piyasada büyüklüğüne

    ve satışa sunulduğu yere göre farklılıklar göstermektedir. İç piyasada adedi 4.5 ila 8 TL’ye

    alıcı bulurken, örneğin ABD’de 15 dolara satılabilmektedir. Uluslararası piyasada ise kg fiyatı

    500 ila 1000 dolar arasında değişmektedir. Ülkemizin kotalı olarak ticaretine izin verdiği bir

    diğer yabani canlı grubu çiçek soğanlarıdır. Türkiye 700 çiçek soğanı türünün anavatanıdır.

    Çiçek soğanlarının ihracat geliri dünya pazarında yaklaşık 1 milyar $ (%80 Hollanda),

    ülkemizde yaklaşık 3 Milyon dolardır2.

    Yabani türlerin bireylerinin yasal ticari yanında yasa dışı ticareti de söz konusudur. Türlerin

    yasa dışı ticareti ekonomik açıdan uyuşturucu ve silah kaçakçılığından sonra dünyadaki

    kaçakçılık olaylarında üçüncü sırayı almıştır. Europol kayıtlarına göre ticareti yasaklanmış

    türlerin kaçakçılığından elde edilen yasa dışı gelir yıllık 32 milyar doları bulmaktadır.

    Yabani bitki ve hayvanlar hem doğrudan kullanım amacıyla hem de teknolojik gelişmeler

    paralelinde genetik kaynak olarak yasa dışı yollardan elde edilmeye çalışılan önemli bir

    kaynak niteliği kazanmış ve küresel biyoçeşitlilik platformlarında ele alınan sorunlar arasına

    girmiştir. “Biyolojik/genetik kaynakların yetkili makamların izni olmadan toplanması ve yurt

    dışına çıkartılması” kısaca “biyokaçakçılık” veya “biyokorsanlık” terimleri ile ifade

    edilmektedir. Genetik kaynak BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinde “bugün veya gelecek

    için değer taşıyan genetik materyal” olarak tanımlanmıştır. Yani, henüz bir ürüne

    dönüştürülmemiş olsa da “işlevsel kalıtım birimleri içeren, bitki, hayvan, mikroorganizma

    veya başka menşeli olan her türlü materyal” potansiyel bir genetik kaynaktır. Biyolojik

    kaynak ise genetik kaynakların yanı sıra organizmaları veya parçalarını, popülasyonları veya

    ekosistemlerin insanlık için şimdiden veya gelecekte kullanım imkanı veya değeri olan diğer

    biyotik unsurlarını kapsar.

    1 Tıbbi Sülük (Hirudo verbana) 2012 Yılı İhraç Kotasının Tahsisi Hakkında Tebliğ (Tebliğ No: 2012/10)

    2 Dünyada Ve Türkiye’de Çiçek Soğanları Sektörünün Durumu, Özgül KARAGÜZEL Köksal AYDINŞAKİR

    Ayşe Serpil KAYA Batı Akdeniz Tarımsal Araştırma Enstitüsü, Antalya, 2007

  • 11

    Biyokaçakçılık yabani bitki ve hayvanların doğadan kontrolsüz olarak toplanması sonucunda

    birey sayısında azalma, türün popülasyon büyüklüğünde daralma, giderek türlerin

    kaybolması, kaybolan veya popülasyonu daralan türe bağımlı olan diğer türlerin ve

    ekosistemin diğer bileşenlerinin etkilenmesi, bunun sonucunda besin zincirinin ve diğer

    ekosistem süreçlerinin bozularak ekosistemin tahrip olmasına neden olmaktadır. Örneğin

    kelebekler koleksiyonerlere satılmak üzere doğadan çok miktarda kaçak olarak

    toplanmaktadır. Kelebeklerin bitkilerin tozlaşmasında oynadıkları kritik rol dikkate alınırsa

    kelebek kaçakçılığı geri dönüşü olamayan ciddi bir biyoçeşitlilik tahribatı yaratmaktadır.

    Biyokaçakçılığın diğer bir sonucu ise ekonomik kayıptır. Türlerin doğrudan kullanım

    amacıyla ticaretinden kaynaklanan ekonomik kayıptan daha vahim olanı, gelişen

    biyoteknoloji ile birlikte biyolojik kaynaklara dayalı ürünlerin, genlerin, genomların ve

    biyolojik süreçlerin patentlenebilir duruma gelmesi nedeniyle biyolojik kaynaklarımız

    üzerindeki hükümranlık haklarımızın ihlal edilmesinden doğan ölçülemez boyuttaki

    ekonomik kayıptır.

    Biyoteknoloji BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinde “özgün bir kullanım amacıyla ürünler

    veya süreçler meydana getirmek veya varolanları değişime uğratmak üzere biyolojik

    sistemlerin, canlı organizmaların veya bunların türevlerinin kullanıldığı her türlü teknolojik

    uygulama” olarak tanımlanmıştır. OECD ise biyoteknolojiyi “temel bilimlerin ve mühendislik

    ilkelerinin, hammaddelerin biyolojik araçlar yardımı ile ürünlere dönüştürüldüğü süreçlere

    uygulandığı bir teknoloji” olarak tanımlamaktadır. Biyoteknolojinin kullanımı esasen insanlık

    tarihi kadar eskidir. Milattan önce 6000’lerde Sümerler ve Babillerin bir fermantasyon ürünü

    olan birayı ürettiği bilinmektedir. Birayı, ekmek, şarap, peynir, yoğurt gibi diğer

    fermantasyon ürünleri izlemiştir. Ancak bilimsel olarak fermantasyonun yani maya

    hücrelerinin keşfi 19. yüzyılda gerçekleşmiştir (1857, Pasteur). Maya hücresinin keşfini

    takiben insanlık 1860’larda Mendel ile genin varlığını öğrenmiş ve 20. yüzyılda “gen”,

    “genetik” terimleri ile tanışmıştır. Biyoteknoloji terimi ise ilk kez 1919 yılında Karl Erkey

    tarafından kullanılmıştır. Watson ve Crick tarafından 1953 DNA yapısının keşfi yeni bir çığır

    açmıştır. İnsanlık 1973’de Cohen ve Boyer tarafından rekombinant DNA teknolojisinin

    geliştirilmesi ile yeni DNA dizinleri oluşturabilmeye başlamıştır. 1980’li yıllarda keşfedilen

    polimeraz zincirleme tepkimesi genetik materyalin çoğaltılmasına olanak sağlayarak genetik

    mühendisliğinin en önemli kısıtlayıcı faktörünü ortadan kaldırmıştır. İçinde bulunduğumuz

    yüzyılda artık doğal süreçlerle oluşması mümkün olmayan DNA dizinleri elde edilebilmekte,

    farklı canlı sınıfları arasında gen transferi yapılabilmekte ve böylece genetik kaynaklar hemen

    hemen her ekonomik sektörün kullanımına sunulabilecek sayısız ürüne

    dönüştürülebilmektedir. Bu nedenledir ki pek çok platformda 21. yüzyıla şimdiden

    “biyoteknoloji yüzyılı” denmeye başlanmıştır.

    Modern biyoteknoloji, BM Cartagena Biyogüvenlik Protokolünde “Rekombinant

    deoksiribonükleik asidi (DNA) ve nükleik asidin hücrelere ya da organallere doğrudan enjekte

    edilmesini içeren in vitro (canlı organizmadan izole olarak uygulanan) nükleik asit teknikleri,

    ya da geleneksel ıslah ve seleksiyonda kullanılmayan teknikler olan ve doğal fizyolojik üreme

    veya rekombinasyon engellerinin üstesinden gelen, sınıflandırılmış familyanın ötesinde

    hücrelerin füzyonu” olarak tanımlanmıştır. Modern biyoteknoloji ürünleri gıda, tarım, tıp,

    ilaç, çevre, kimya, madencilik ve enerji sektörlerinde giderek artan bir paya sahiptir. Küresel

    biyotekonoji pazarı 2011 yılında %7.7 büyüme ile 282 milyar dolara ulaşmıştır, 2015 yılında

    bu rakam 320 milyar dolar tahmin edilmektedir3. Avrupa Komisyonu 2020 yılına kadar

    3 www.plunkettresearch.com

  • 12

    küresel biyoteknoloji pazarının 2.000.000.000.000 € (iki trilyon Avro)’ya ulaşacağını tahmin

    etmektedir4. Biyoteknoloji ürünlerinin sağlık sektöründeki payı halihazırda %67.1’e

    ulaşmıştır5. Endüstriyel üretimde biyoteknoloji ürünlerinin sağladığı ekonomik kazanç kadar,

    üretim ve atık arıtım maliyetinin düşürülmesi ile sağlanan çevresel ve ekonomik fayda da

    önem kazanmıştır. Bu nedenle modern biyoteknoloji için endüstriyel üretimde “beyaz

    biyoteknoloji” ifadesi kullanılmaya başlanmıştır.

    Biyoteknoloji patentleri 1990 ile 2000 yılları arasında ABD’de % 15, Avrupa’da %10.5 artış

    göstermiştir. Biyoteknoloji patentlerinin büyük bölümünü endüstriyel ürün kodlayan

    DNA’lar, teşhis ve tanı kitleri, biyolojik süreçleri kontrol eden genler ve çok hücreli

    organizmalar / değiştirilmemiş parçaları / ilgili süreçler oluşturmaktadır6.

    Türkiye tıbbi ve aromatik bitkileri, gıda olarak kullanılan bitkileri, soğanlı bitkileri, kültür

    bitkilerinin yabani akrabaları, sürüngenleri, kelebekleri, böcekleri, yerli hayvan ırkları ve

    henüz keşfedilmemiş mikroorganizmaları ile çok zengin biyolojik kaynaklara sahiptir.

    Anadolu’nun binlerce yıllık geçmişe dayanan geleneksel bilgileri ile birlikte, bu kaynakların

    biyoteknoloji kullanılarak sayısız ürüne dönüştürülmesi mümkündür. Bu, bir taraftan

    doğadaki canlı kaynakları yok etmeden ekonomiye kazandırılması yoluyla ülke kalkınmasına

    ivme kazandırırken, diğer taraftan da doğa dostu üretim teknikleri ile sektörlerin çevre

    üzerindeki olumsuz etkilerinin azaltılmasına, böylece restorasyon, atık bertarafı gibi

    harcamaların azalmasına yardımcı olacaktır.

    Ülkemize ait genetik kaynakların ve geleneksel bilgilerin ekonomiye kazandırılması ve

    genetik kaynaklarımız üzerindeki haklarımızın korunabilmesi için genetik kaynaklarımızın ve

    ilgili geleneksel bilgilerin acilen kayıt altına alınması gerekmektedir. Bu amaçla kamu

    kurumlarının ve akademik çevrelerin işbirliği halinde ve kurumsal bir yapı içinde harekete

    geçmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Ülkemizin sahip olduğu biyolojik zenginlik her geçen gün

    yokluğu daha fazla hissedilen ulusal bir biyoçeşitlilik ve biyoteknoloji enstitüsünü hak

    etmektedir.

    4 European Commision, Life Science and Biotechnology- A Strategy for Europe, 2002

    5 http://www.marketresearch.com/MarketLine-v3883/Biotechnology-Global-Guide-6651585/

    6 www.wipo.int/sme/en/document/patents_biotech.htm

    http://www.marketresearch.com/MarketLine-v3883/Biotechnology-Global-Guide-6651585/

  • 13

    ULUSAL VE ULUSLARARASI BİYOTEKNOLOJİ POLİTİKALARI IŞIĞINDA

    TÜRKİYE’NİN KURUMSAL VE YASAL BİYOTEKNOLOJİ PERSPEKTİFİ

    Burçak KOCUKLU, Orman ve Su İşleri Uzmanı

    T.C. Orman ve Su İşleri Bakanlığı,

    Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü

    Biyolojik Çeşitlilik Daire Başkanlığı

    Biyoteknoloji Şube Müdürlüğü

    1.GİRİŞ

    Geçmişi çok öncelere dayanan biyoteknoloji, 1960’lı yıllar itibariyle moleküler biyoloji ve

    genetik dallarındaki büyük atılımlar ile günümüzdeki haline ulaşmıştır ve günden güne de

    gelişmeye devam emektedir. İleri teknolojiye sahip olan ülkeler, bu disiplinlerarası bilim

    dalının tarım, gıda, endüstri, sağlık gibi birçok sahadaki kullanım alanlarını keşfetmiş, eğitim

    ve yetişmiş insan gücüne önem vererek AR-GE faaliyetlerine yüklü bütçeler ayırmış, yeni

    uygulamalar ve ürünlerle, mevcut teknolojik ve dolayısla ekonomik durumlarını bir adım

    öteye taşımayı başarmışlardır. Kaydedilen bu aşamalar doğal olarak önceliklerini saptayan

    strateji ve politikalar oluşturmaktan geçmektedir.

    Türkiye’de biyoteknoloji alanındaki çalışmaların geçmişi çok eskiye dayanmamakla birlikte

    son yıllarda belirli bir artış söz konusudur (Kocuklu B., 2010). Ülkemizdeki gelişmelere

    ilişkin vurgulanması gereken en belirgin özellik, politika geliştirme konusunda çok yeni

    olunmamasına karşılık hala nasıl bir politika izleneceği konusunda bir netliğin

    bulunmayışıdır. Bunun sonucunda ise, biyoteknolojinin risklerine ülke ekonomisi ve ülke

    insanları; riskleri azaltıcı önlemler geliştirmiş ve genellikle gelişmiş ülkelere göre daha fazla

    maruz kalmaktadırlar. Ayrıca diğer taraftan, hem biyoteknolojik ürün geliştirmekte diğer

    ülkelerle rekabet etme, hem bu eksikliğin beraberinde getirdiği mevzuat boşlukları düzeyinde

    bir geç kalış mevcuttur. Bu sürecin hem ülke ekonomisi hem de insanların ve çevrenin sağlığı

    üzerinde olası olumsuz etkileri söz konusudur (Erbaş,. 2008).

    2.Dünyada Biyoteknolojinin Durumu

    Son yirmi yılda, dünyadaki uygulama ve araştırma konularına göz atıldığında,

    biyoteknolojinin özellikle sağlık, tarım, gıda sektörleri ile kimyasalların çevreye verdiği

    zararın giderilmesi için kullanıldığı görülmektedir. 2000 yılı itibariyle, 150 milyar ABD

    Doları civarında bir pazar büyüklüğü olduğu kabul edilen biyoteknoloji ürünlerinden, tarım ve

    gıda sektörlerine dönük ürünlerin aldıkları pay, OECD verilerine göre, yaklaşık yüzde 23’tür

    (Organisation for Economic Co-operation and Development, 1997).

    Şunu belirtmek gerekir ki, modern biyoteknoloji en geniş kullanım alanını tarımda bulmuştur.

    İlk ürünler, hayvanların tedavisinde kullanılmak üzere ya da tarım zararlılarıyla biyolojik

    mücadelenin sağlanması amacına dönük olarak piyasaya sürülmüştür. Tarla denemesi yapılan

    ürünlerin çoğunda amaç, zararlı ot ilaçlarına, virüs veya böceklere karşı dayanıklı ürün elde

    edilmesi şeklinde olmuştur.

    Gelişmiş ülkelerin mutlak hakimiyetinin bulunduğu biyoteknoloji alanında, şirket ve çalışan

    sayısı ile toplam yatırım miktarı bakımından da ABD’nin önderliği bulunmaktadır. 2006 yılı

    rakamlarıyla ABD’de 3301 civarında şirketin bu konuda faaliyette bulunduğu anlaşılırken,

  • 14

    tarım konusunda iki büyük şirket, özellikle tohumculukta, gerek ABD gerekse dünya

    pazarlarında büyük payı ellerinde tutmaktadırlar. ABD’den sonra, Avrupa Birliği ülkeleri

    arasında biyoteknoloji konusunda yapılan araştırmalara en fazla sermaye yatıran ülkeler

    Fransa, Almanya ve Belçika olarak sıralanabilecektir OECD,2009).

    Japonya daha geriden gelmekle birlikte biyoteknoloji konusundaki yatırımlarını her geçen yıl

    arttırmaktadır. Biyoteknoloji alanında 1950’lere dayanan bir geçmişi olan İsrail, tarım

    konusundaki gelişmelerin büyük bir kısmını bu alandaki araştırmalarına borçludur ve halen

    büyüyen bir sektöre sahiptir. Brezilya da araştırma alanında yeni girişimlerde bulunmakta ve

    daha ziyade tarım alanındaki araştırmalara eğilmektedir (Miller, 2000).

    2.1. Dünyada Ar-Ge ve İnovasyon

    Ar-Ge ve inovasyon ülkelerin ekonomi ve sanayi politikalarında son 10 yıldır en üst sıralarda

    yer almaktadır. Hükümetler üretimde fark yaratarak kriz dönemlerinde bile üretimin ve

    ihracatın artmasını sağladığı için Ar-Ge ve inovasyonu teşviklerle de desteklemişlerdir. Ar-Ge

    ve inovasyon özel teşebbüsler, kamu kurumları, kâr amacı gütmeyen kurumlar ve

    üniversiteler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu noktada ülkelerin Ar-Ge yatırımları büyük

    önem taşımaktadır. Ar-Ge yatırımları uzun yıllardır büyük miktarda olan ülkeler günümüzde

    bilim ve teknoloji alanında büyük adımlar atmış; sanayi ve üretimleri ile küresel piyasada

    rekabet edebilirliklerini sağlamlaştırmışlardır (Erkek, 2011).

    Şekil 1 Ülkelerin Ar-Ge yatırımları, Milyon $ 1999 ( OECD,2000)

    Ülkelerin 1999 yılındaki Ar-Ge yatırımı verileri incelendiğinde (Şekil 1) ABD, Japonya,

    Finlandiya ve İsviçre’nin yüksek hacimli yatırımlar yaptıkları, çok sayıda araştırmacıya sahip

    oldukları ve diğer ülkelerden belirgin şekilde ayrıldıkları gözlenmektedir. Buna karşın,

    Türkiye’nin Meksika, Çin ve Brezilya ile birlikte en az yatırımı yapan ve en az araştırmacı

    sayısına sahip ülkeler arasında olduğu görülmektedir.

  • 15

    OECD hükümetlerinin çoğu yaratıcı buluşların ekonomik büyüme ve performans açısından

    taşıdığı önemi kabul ederek, kamu Ar-Ge yatırımlarını harcamalarda yapılan kesintilerden

    uzak tutmayı amaçlamış ve bazı durumlarda artış dahi gerçekleştirebilmişlerdir (Erkek, 2011).

    Şekil 2 Başlıca OECD ülkeleri ve bölgelerinde GSMH içindeki özel sektör Ar-Ge payı

    (OECD 2004)

    Gelişmekte olan ülkeler bu gibi araştırmalara büyük miktarlar ayıramadıkları için araştırma

    yatırımlarında ve biyoteknoloji uygulamalarında gelişmiş ülkelerin gerisinde kalmaktadırlar.

    Bu ülkelerden Hindistan’da, hükümet katkılarıyla özellikle sağlık konularındaki araştırma

    ortamının geliştirilmesiyle ilgili çabalar dikkati çekmektedir (Kıymaz & Tarakçıoğlu, 2002).

    Biyoteknoloji de gelişme gösteren ülkelere bakıldığında çok sayıda biyoteknoloji

    kümelenmesine sahip oldukları ve bu konuda ciddi yatırım yaptıkları gözlenmektedir. Ne

    yazık ki Türkiye, Macaristan ve Romanya ile birlikte biyoteknoloji kümelenmesine sahip

    olmayan üç Avrupa ülkesinden biridir (Tablo 1)(Anonim 1)

    Tablo 1 Avrupa Biyoteknoloji Kümelenmeleri (European Catalog of Biovalley )

    Ülke Kümelenme # Ülke Kümelenme #

    Avusturya 5 Hollanda 13

    Belçika 13 Norveç 3

    Bulgaristan 1 Polonya 3

    Danimarka 10 Portekiz 6

    Finlandiya 2 Romanya 0

    Fransa 35 Slovakya 1

    Almanya 30 Slovenya 1

    Yunanistan 10 İspanya 6

    Macaristan 0 İsveç 22

    İsrail 18 İsviçre 11

    Italya 4 Türkiye 0

    Litvanya 4 İngiltere 11

  • 16

    Kurumsal yapıya baktığımızda “Biyoteknoloji” örneğin Hindistan’da Bilim ve Teknoloji

    Bakanlığı altında ayrı bir departman olarak yapılanırken, Teknoloji ve Araştırma Bakanlığı

    bünyesinde (Sri Lanka) ya da Estonya’da olduğu gibi Ekonomi İşleri ve İlişkileri

    Bakanlığı’na bağlı bir mekanizma olarak da çalışabilmektedir (Anonim2, “Estonian

    Biotechnology”,2010).

    3. Türkiye’de Ar-Ge Yatırımları ve Biyoteknolojinin Durumu

    Ar-Ge ve yenilik faaliyetlerinin yaygınlaştırılması, 2000’li yılların başından itibaren

    Türkiye’nin öncelikli gündem maddeleri arasında yer almaktadır. Son yıllarda rekabetçi

    ekonomik yapının güçlendirilmesine yönelik olarak Ar-Ge yatırımlarının artırılması amacıyla

    önemli politikalar hayata geçirilmiş ve bu sayede gerek Ar-Ge yatırımlarında gerekse Ar-Ge

    harcamalarında önemli artışlar sağlanmıştır.

    Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) 27 Aralık 2011 tarihinde gerçekleştirilen 23.

    Toplantısında 2023 yılında ülkemizin ilk 10 ekonomi arasına girebilmesi ve diğer ulusal

    hedeflere ulaşılabilmesi için Ulusal Yenilik Sistemi 2023 yılı hedeflerinin aşağıdaki şekilde

    belirlenmesine karar verilmiştir:

    Ar-Ge harcaması/GSYH: % 3

    Özel sektör Ar-Ge harcaması/GSYH: % 2

    Tam Zaman Eşdeğeri (TZE) araştırmacı sayısı: 300 bin

    Özel sektör TZE araştırmacı sayısı: 180 bin (“Ekonomi Bakanlığı”,2012)

    TÜİK 2011 yılı Ar-Ge Faaliyetleri Araştırması sonuçlarına göre kamu kuruluşları, vakıf

    üniversiteleri ve ticari sektördeki anket sonuçları ile devlet üniversitelerinin bütçe ve personel

    dökümlerine dayalı olarak Türkiye’de Gayri Safi Yurtiçi Ar-Ge Harcaması 2011 yılında bir

    önceki yıla göre % 20,4 artarak 11 154 milyon TL olarak hesaplanmıştır. Ar-Ge

    harcamalarının GSYH içindeki payının 2023 yılına kadar %3’e çıkarılması hedefi

    doğrultusunda; Türkiye’de Gayri Safi Yurtiçi Ar-Ge harcamasının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla

    (GSYH) içindeki payı % 0,86 olarak gerçekleşmiştir. (Türkiye İstatistik Kurumu, 2012).

    Şekil 3 Ar-GE harcamalarının GSYH’ye oranı (“Ekonomi Bakanlığı”,2012)

  • 17

    Şekil 4 2011 yılında sektörlere göre Gayri Safi Yurtiçi Ar-Ge harcaması dağılımı ve harcama

    gruplarına göre Gayri Safi Yurtiçi Ar-Ge harcama dağılımı (TÜİK, 2012).

    Türkiye’de mevcut düzenlemeler çerçevesinde TÜBİTAK, Türkiye Teknoloji Geliştirme

    Vakfı, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, Hazine

    Müsteşarlığı, KOSGEB ve Türk Patent Enstitüsü Ar-Ge ve Yenilikçilik Destek Programları

    sağlamaktadırlar (“YOİKK Sekreteryası”, 2008).

    Son yıllarda TÜBİTAK’a yapılan proje başvuruları arasında gen mühendisliği ve

    biyoteknoloji alanında yapılan projeler öncelikli alan içerisinde yer almıştır.

    Şekil 5 TÜBİTAK TEYDEB ‘e yapılan öncelikli alanlara göre proje başvuruları (Cebeci,

    2006)

    Türkiye biyoteknoloji konusunda, yetişmiş eleman, laboratuvar altyapısı ve araştırma

    olanaklarındaki yetersizlikler nedeniyle oldukça geride kalmıştır. Üniversitelerde son on dört

    yıldır moleküler biyoloji ve genetik konusunda lisans eğitimi verilmeye başlanmıştır.

    Araştırma-geliştirme için ayrılan fonlar yetersiz olmakla birlikte son yıllarda bir gelişme

    olduğu belirtilmektedir. Araştırma sayısının ve niteliğinin artmasını engelleyen bir neden de

    çalışmalarda kullanılan maddelerin çok maliyetli olmasıdır (Kıymaz & Tarakçıoğlu, 2002).

    Tarım sektörü açısından bakılırsa, Türkiye’de geliştirilmiş olan bir transgenik ürün

    bulunmamakla birlikte, Tarımsal Araştırma Enstitülerindeki tarla denemeleri dışında yasal

    ticari amaçlı transgenik ürün üretimi de bulunmamaktadır. Bitki Biyoteknolojisi alanında

    çeşitli stress şartlarına ve hastalıklara dayanıklılık genlerinin tespiti, hücre içi protein trafiği

    ÖNCELİKLİ ALANLAR

    Enformatik

    Esnek üretim/esnek otomasyon teknolojileri

    İleri malzeme teknolojileri

    Gen mühendisliği/biyoteknoloji

    Uzay ve havacılık teknolojileri

    Çevreye duyarlı teknolojiler

  • 18

    ile ilgili komponentlerin belirlenmesi, bitki genom analiz kaynaklarının oluşturulması, bitki

    gen kaynaklarının tanımlanması çalışmaları yapılmaktadır. Hayvan biyoteknolojisinde ise

    transgen ve nükleer klonlama teknolojileri, embriyonik kök hücre çalışmaları, rekombinant

    protein üretimi ve yerli evcil hayvan genetik kaynaklarının korunması ve tanımlanmasına

    ilişkin çalışmalar mevcuttur. Ayrıca TÜBİTAK-MAM bünyesinde insan ve hayvan sağlığı

    konusunda patojen yapıların teşhisi ve korunma sistemlerinin geliştirilmesi için Biyogüvenlik

    Seviye 3 Laboratuvarı kurulmuştur. Bu laboratuvar Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği

    standartlarda çalıştığı belgelendirilen, Türkiye’nin içinde Hayvan Ünitesi de barındıran ilk ve

    tek BSL3 laboratuvarıdır. Tıbbi biyoteknoloji alanı ise ilaç sektörünü de kapsadığından bu

    alanda elde edilecek ürünler günümüzde ve gelecekte de çok büyük önem taşımakta olup,

    ülkemizde biyopolimer teknolojisi, kontrollü salınım teknolojisi, doku mühendisliği, aşı ve

    antikor geliştirilmesine dayanan tanı kitlerinin eldesi konularında çalışmalar yapılmaktadır.

    Enzim ve mikrobiyal biyoteknoloji alanında endüstriyel enzimlerin (örn. yem endüstrisi)

    saflaştırılması, karakterizasyonu ve stabilitesi, mutasyon çalışmaları ile mikroorganizma

    geliştirilmesi ve mikrobiyal proteom üzerine çalışmalara yer verilmektedir. TÜBİTAK-

    MAM’da Türkiye’de enzim endüstrisine yönelik Mikroorganizma Kaynak Merkezi(MKM)

    kurulması için altyapı oluşturulmasına yönelik kemotaksonomi, moleküler taksonomi ve

    mikroorganizma muhafaza laboratuvarı oluşturulması çalışmaları yapılmaktadır. Öte yandan,

    Türkiye’nin buğday, arpa, baklagiller ve şeker pancarı gibi ana besin kaynaklarını oluşturan

    bitkilerin dışında birçok meyve ve sebzenin de doğal gen kaynaklarının bulunduğu bir ülke

    olduğu göz önüne alındığında biyoteknolojik ürünlerin kullanımı ve çevreye salımı konusuna

    daha duyarlı yaklaşılması gereği ortaya çıkmaktadır (Kıymaz & Tarakçıoğlu, 2002; Oğraş,

    2009; Anonim 3)

    4.Biyoteknoloji Politikaları ve Yasal Düzenlemeler

    4.1.Biyogüvenlik ve Uluslararası Yaklaşımlar

    Biyogüvenlik modern biyoteknoloji tekniklerinin, uygulamalarının ve modern biyoteknoloji

    ürünlerinin insan sağlığı ve biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşturabileceği olumsuz etkilerin

    belirlenmesi sürecini (risk değerlendirme) ve belirlenen risklerin meydana gelme olasılığının

    ortadan kaldırılması ya da, meydana gelme durumunda oluşacak zararların kontrol altında

    tutulması için (risk yönetimi) alınan tedbirleri kapsayan bir kavramdır (Başağa &

    Çetindamar,2006).

    Biyogüvenlik dendiğinde akla, biyoteknolojinin etkin olduğu en temel alanlardan olan tarım

    ve gıda sektörü ve dolayısıyla Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO’lar)

    gelmektedir.Yaşanacak olası beslenme sorununun şimdiden çözümlenmesi için bilim adamları

    çare olabileceklerine inandıkları transgenik bitkilere odaklanmışlardır. Bitki

    biyoteknolojisinde, rekombinant DNA teknolojisi, ürün kayıplarını azaltan ve çiftlik alanlarını

    koruyarak ürün miktarını artıran; böylece dünyanın artan nüfusunun besin ihtiyacını

    karşılayabilecek en kesin, ümit verici ve ileri yöntem olarak sunulmaktadır. Ayrıca bu

    teknolojinin toprak erozyonuna yol açan pestisit ve insektisit gibi kimyasallara olan

    gereksinimi azalttığı, besin değerinde artışlar sağladığı da bir diğer gerçektir. Bu avantajların

    özellikle uzun dönemde tüketici, endüstri, tarım ve çevre için birçok yarar sağlayacağı temel

    öngörüler arasındadır. Ancak, telafisi mümkün olmayan muhtemel olumsuzluklar nedeniyle

    GDO’ların üretimi, tüketimi ve çevre-sağlık üzerine olan etkileri sıklıkla tartışılmaktadır. İlke

    olarak GDO’ların şeffaflık ve açıklıkla ele alınması ve tarafsız bir düzenleyici çerçevede

    değerlendirilmesi gerekmektedir. Bunu yapabilmek için toplumun katılımının sağlanması

    gereklidir. Ayrıca, genetik değişime uğramış gıdaların açıkça etiketlendirilmesi yoluyla

    tüketici seçim hakkına da kavuşmuş olacaktır.

  • 19

    Güney Amerika ve Asya ülkelerinin çoğunluğu ile Afrika ülkeleri, genetik kaynakların sahibi

    ülkeler olarak bu kaynakların korunması amacını önde tutmakta, GDO’ların ve ürünlerinin

    sıkı tedbirler alınarak ve ön tedbir alma prensibine bağlı kalarak piyasaya sürülmesini, ticari

    izinlerde sosyo-ekonomik değerlendirmelerin de dikkate alınmasını savunmakta iken GDO

    ihracatçısı ülkeler (ABD, Kanada ve Avustralya); Şili, Uruguay ve Arjantin’in de desteğini

    alarak GDO’ların serbest ticaretinden yana politika benimsemiştir.

    OECD ülkelerinin çoğunluğunda hakim olan yaklaşım ise bilimsel temellere dayanarak risk

    değerlendirme yapılması ve GDO’ların ticaretinin kolaylaştırılmasıdır (Başağa &

    Çetindamar,2006).

    4.2.Uluslararası Biyoteknoloji Mevzuat Çalışmaları

    Genetiği değiştirilmiş organizmaların güvenliğinin bilimsel olarak sorgulanması daha önce

    başlamış olsa da alandaki uygulamalara ait düzenlemelere ilişkin ilk uluslararası ve ulusal

    hükümler 1980’lere rastlamaktadır.

    Genetik mühendisliğinin, 1970’lerin başlarında ilk kez pratik önerilere dönüşmesinin

    ardından bu tekniğin tehlikeli riskler taşıyabileceği düşüncesinden hareketle, pek çok ülkede

    hükümetlerin ya da hükümet kontrolündeki kuruluşların denetlediği kontrol sistemleri

    oluşturulmuştur. Düzenleyici çerçeveler ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, bütün ülkelerde

    benzer olan yön, genetiği değiştirilmiş bitkilerden türeyen gıdaların risk analizlerinin genel

    ilkelerinin güvenlik değerlendirmesini temel almalarıdır.

    Risk analizi çerçevesi, her ne kadar uluslararası düzenlemeler gereği ilkeler açısından pek çok

    ülkede benzer olsa da, ülkelerin risk yönetimi yaklaşımlarında sosyo-ekonomik ve politik yapı

    özelliklerinden kaynaklı farklılıklar bulunmakta olup GDO’larla ilgili olarak dünyada iki çeşit

    mevzuat sistemi mevcuttur (Erbaş, 2008).AB ve Avustralya gibi bazı ülkeler süreç temelli,

    Kanada ve ABD gibi bazıları ise ürün temelli bir mevzuat sistemini benimsemişlerdir. Ürün

    temelli mevzuat sisteminde genetik değişikliğin yapıldığı sürece bakılmamakta, nihai ürünün

    karakteristik özelliklerine ve kullanım amacına bakılmaktadır (Konig ve diğ., 2004). Şu anda,

    30’u aşkın ülkede ve bölgede GDO’ların etiketlenmesi konusu çalışılmıştır. Genetiği

    değiştirilmiş gıdaların etiketlenmesi ile ülkeler arasında farklılıklar söz konusudur. Örneğin

    Kanada ve ABD’de etiketleme zorunlu değilken, Çin’de mecburidir (Yang ve diğ., 2005).

    GDO’larla ilgili düzenlemeler yapılırken ülkeler geleneksel muadillik prensibi ile ihtiyatilik

    prensiplerinden birini benimsemişlerdir. Geleneksel muadillik prensibini benimseyen ülkeler

    (ABD, Kanada ve Arjantin gibi) transgenik ürünleri geleneksel muadillerinden farksız

    görmekte ve bu ürünleri güvenli olarak değerlendirmekte iken; ihtiyatilik ilkesini benimseyen

    ülkeler (AB ülkeleri ve Japonya gibi) bu ürünleri farklı bir ürün grubu olarak görmekte ve

    tüketicilerin endişelerini göz önünde bulundurarak bu ürünlere yönelik pek çok yasal

    düzenleme yapmaktadırlar. Avustralya ve Yeni Zelanda’da mevzuat sistemleri ABD, Kanada

    ve Arjantin’ de olduğu gibi geleneksel muadillik ilkesine gönderme yaparken, ön market

    işlemleri mevcuttur ve etiketleme mecburiyeti vardır. AB’de ve Japonya’da GDO’lara yönelik

    sıkı kontrol kuralları oluşturulmuş ve etiketleme zorunlu hale getirilmiştir. Gelişmekte olan

    ülkelerden GD pamuğu büyük ölçekte üreten tek ülke olan Çin’de hükümet, ihracat

    kayıplarından duyulan endişe sebebiyle bu ürünlerin onay sürecini yavaşlatma kararı almış,

    diğer gelişmekte olan ülkeler ise GD-den ari bölge statüsündeki ihracatçı kimliklerini

    kaybetme endişesi ile GD mısırın, soyanın ya da pirincin ticari yetiştiriciliği ile ilgili

    çekinceler yaşamaktadırlar (“Training Module”, 2005).

  • 20

    Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Dünya

    Sağlık Örgütü (WHO) vb. örgütler gıda güvenliği konusunda uluslararası görüş birliği

    sağlayan geniş güvenlik değerlendirmesine ilişin raporlar hazırlamışlardır (Kuiper ve diğ.

    2001).Biyoteknolojinin olası risklerini azaltmaya yönelik olarak uluslararası ve bölgesel

    düzlemde OECD, BM, FAO ve DTO ve Avrupa Birliği çalışma grupları veya komiteler

    aracılığıyla çalışmalar yapılmaktadır.

    Biyogüvenlik ile ilgili uluslararası düzenlemeler; biyogüvenlik ve biyoçeşitlilik ile ilgili

    düzenlemeler, ticaret ve patent ile ilgili düzenlemeler ve tüketici sağlığı ile ilgili düzenlemeler

    olarak sınıflandırılabilir:

    1) Türkiye’nin de bazılarını kabul ettiği biyogüvenlik ve biyoçeşitlilik ile bu düzenlemelerin

    başlıcaları şunlardır (Devlet Planlama Teşkilatı, 2000; Talu, 2005):

    UNIDO (BM Endüstriyel Kalkınma Organizasyonu) tarafından yayınlanan

    “Organizmaların Çevreye Salımı Konusunda Gönüllü Talimatı”, (Temmuz 1991),

    FAO (BM Gıda ve tarım Organizasyonu) tarafından, Bitki Genetik Kaynakları

    Komisyonu’nun (CPGR) talebi üzerine hazırlatılarak yayınlanan “Bitki

    Biyoteknolojisi Talimatı”, (Kasım 1991),

    “Çevre ve Kalkınma Deklarasyonu” Gündem 21 ve Gündem 21’i hayata geçirme

    amacını taşıyan Biyoteknolojinin Risklerinin Önlenmesi İçin Uluslararası Teknik

    Direktifler, (Haziran 1992),

    UNEP tarafından hazırlanmış olan ve gelişmekte olan ülkelerin biyolojik güvenlik

    kapasitelerini oluşturmalarında rehberlik yapmak amaçlı “Biyogüvenlik Kılavuzu”

    (1997),

    BM Biyoçeşitlilik Sözleşmesi (Haziran 1992),

    BM Cartagena Biyogüvenlik Protokolü (29 Ocak 2000),

    BM Johannesburg Dünya Yeryüzü Zirvesi (Eylül 2003)

    BM Nagoya Protokolü (Ekim 2010).

    AB Direktifleri ise, bölgesel anlamdaki düzenlemelerdendir.

    2) Biyoteknoloji alanında ürünlerin ticareti ve buluşların patentleri konusundaki düzenlemeler

    arasında en etkili olanı 1 Ocak 1995 yılında yürürlüğe giren Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)

    Kuruluş Anlaşmasının eki olan TRIPS ( Trade Related Intellectual Property Right)

    anlaşmasıdır.

    3) Tüketici sağlığı ile ilgili düzenlemeler ise, gıda kodeksi olarak bilinen ve FAO ve WHO

    (Dünya Sağlık Örgütü) tarafından yürütülen Gıda Programı çerçevesinde 1963’ten beri

    komisyon tarafından oluşturulan standart ve kodlardan oluşmaktadır. Komisyon 1989 yılından

    itibaren biyoteknolojiyi de gündemine almıştır. (Erbaş, 2008)

    Tarımsal biyoteknolojinin tehditlerine karşı koyacak bir mevzuat sistemi geliştirmek hem

    zaman, hem de bütçe isteyen bir konu olduğundan, birçok gelişmekte olan ve az gelişmiş

    ülkede hala böyle bir mevzuat düzenlemesi bulunmamakla beraber, GDO’larla ilgili

    mevzuatlar genel olarak, araştırma ve geliştirme, ticari salınım için onay prosedürleri ve

    ithalat düzenlemeleri alanlarında oluşturulmaktadır (“Training Module”, 2005).

  • 21

    4.2.1. BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi

    BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinin 19. Maddesi biyoteknolojinin ele alınması ve

    faydalarının paylaşımı hakkındadır. Maddenin 1. bendi taraf ülkelerin biyoteknolojik

    araştırma çalışmalarına, genetik kaynakları sağlayan ülkelerin tam katılımını sağlamalarını,

    uygunsa çalışmaları kaynak ülkede sürdürmek için gerekli yasal, idari ve politik tedbirler

    almalarını; 2. bendi, genetik kaynaklara dayalı biyoteknolojiden sağlanan faydaların kaynak

    ülkeler ile paylaşımı için pratik tedbirler almalarını; 3. bendi, biyolojik çeşitlilik ve bileşenleri

    üzerinde olumsuz etkisi olabilecek GDO’ların güvenli transferi, ele alınması ve kullanımı

    alanlarında prosedürleri belirleyecek bir protokol hazırlanması ihtiyacını değerlendirmelerini;

    4. bendi, 3. bentte belirtilen organizmaların potansiyel olumsuz etkileri yanında, kullanımı ve

    güvenlik düzenlemeleri hakkında diğer taraf ülkeye mevcut bilgileri sağlamalarını

    öngörmektedir. Sözleşmenin yerinde korumaya ilişkin maddesinde ülkelere biyoteknoloji

    ürünü GDO’ların, insan sağlığına olabilecek etkilerini hesaba katarak, kullanımı ve doğaya

    bırakılmasından doğacak risklerin kontrolü, yönetilmesi ve düzenlenmesi için bir sistem

    kurma ve sürdürme yükümlülüğünü içermektedir. Sözleşmenin 19. Maddesinin 3.

    paragrafında, genetik yapısı değiştirilmiş ürünlerin özellikle sınır aşan hareketi üzerinde

    durularak, bu ürünlerin ihracatı söz konusu olduğunda ithalatçı ülkenin önceden izninin

    alınması, ithalatçı ülkede verilecek iznin, ön tedbir alma prensiplerine uygun olarak ve risk

    değerlendirme sonuçları esas alınarak, düzenlenmesi öngörülmektedir (Türkoğlu, 2007).

    4.2.2.Kartagena Biyogüvenlik Protokolü

    Genetik yapısı değiştirilmiş canlıların ve metabolik ürünlerinin kısa ve uzun vadede ekosistem

    süreçleri ve işlevleri üzerinde nasıl bir etki yapacağı konusunu ele almak maksadıyla 1992

    yılında yapılan Rio Konferansı’nın çıktılarından birisi olan Biyolojik Çeşitlilik

    Sözleşmesi’nde, hem ulusal önlemler almak, hem de uluslararası bağlayıcılığı olan bir

    protokol hazırlama ihtiyacını değerlendirmek anlamında yer almıştır.

    Uzun süren süreç sonucunda; Birleşmiş Milletler (BM) Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin

    8(g) ve 19.3 Maddelerinin uygulanmasına yönelik olarak ve Sözleşmenin II/5 no’lu Taraflar

    Konferansı Kararı gereğince hazırlanan Biyogüvenlik Protokolü 130’dan fazla ülke tarafından

    29 Ocak 2000 tarihinde Fransa’da kabul edilmiştir. Şimdiye kadar 164 Taraf Protokolü

    imzalamıştır. Protokol insan sağlığına ilişkin riskleri de dikkate alarak biyoçeşitliliğin

    sürdürülebilir kullanımı ve korunmasına etkisi olabilecek tüm GDO’ların sınıraşan hareket,

    transit, ele alınış ve kullanımını kapsamaktadır. Ancak, insan kullanımına yönelik GDO’lu

    eczacılık ürünleri eğer başka bir uluslararası sözleşme veya düzenlemede yer alıyor ise

    protokol kapsamı dışında tutulmuştur. Protokol ile esas olarak GDO’ların uluslararası

    ticaretine bir düzenleme getirilmektedir. Bu itibarla Protokolün “Biyo-Ticaret Protokolü”

    olarak isimlendirildiği de görülmektedir (Haspolat, 2004; Türkoğlu, 2007).

    4.2.3.Nagoya Protokolü

    BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin Taraflar Konferansı, Erişim ve Yarar Paylaşımı

    Geçici Geniş Katılımlı Çalışma Grubu’nu 2004 yılında Sözleşme’nin Madde 15, Madde

    8(j)(Geleneksel bilgi) ve üç amacını etkin bir biçimde uygulamak için genetik kaynaklara

    erişim ve yarar paylaşımı üzerine uluslararası bir idare şeklini ayrıntılı bir biçimde hazırlamak

    ve müzakere etmek için yetkilendirmiştir. 6 yıl süren müzakerelerden sonra, 29 Ekim 2010

    tarihinde Japonya’nın Nagoya kentinde Taraflar Konferansı’nın 10. toplantısında (COP-10)

    Nagoya Protokolü 1 no’lu karar olarak benimsenmiştir. Protokolün imzaya kapandığı 1 Şubat

    2012 tarihinden önce 92 üye ülke protokolü imzalamış olup, Türkiye henüz taraf olmamıştır

  • 22

    (Anonim 4).

    Protokol, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin üç amacından biri olan genetik kaynakların

    kullanımından doğan faydaların eşit ve adil paylaşımının etkin bir şekilde uygulanması için

    şeffaf, yasal bir çerçeve sağlamaktadır.

    4.3.Ulusal Biyogüvenlik Politikası

    4.3.1.Türkiye’de Biyoteknoloji Mevzuatı ve Hukuki Düzenlemeler

    Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1982) “Devletin, doğal kaynakların korunması ve kullanımı

    ile ilgili gerekli önlemleri almasını” şart koşmakta ve doğal kaynakların korunmasıyla ilgili

    bazı genel ifadeleri içermektedir. Örneğin 56. Maddede vatandaşların sağlıklı bir çevrede

    yaşama hakkına sahip oldukları, 63. Maddede ise kültürel ve doğal kaynakların korunması

    prensibi yer almaktadır.

    Çevre, halk sağlığı, tarım ve ticaret alanlarında yürürlükte olan çeşitli kanun, tüzük,

    yönetmelik ve tebliğler bulunmaktadır. Ancak üç düzenleme hariç bunlar, biyoteknoloji ve

    biyogüvenlik konularını içeren faaliyetlere uygulanabilir doğrudan hükümler içermemektedir.

    Yürürlükte olan ve bu alanlarda katkısı olabilecek hukuki düzenlemeler şunlardır:

    1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanunu

    2872 sayılı Çevre Kanunu

    4458 sayılı Gümrük Kanunu

    4703 sayılı Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması Hakkında Kanun

    4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu

    5553 sayılı Tohumculuk Kanunu

    5746 sayılı Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkında Kanun

    5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu

    5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu

    5013 Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesinin

    Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun

    551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname

    08.12.2011 tarihli Suni Tohumlama, Tabii Tohumlama ve Embriyo Transferi Faaliyetleri Hakkında Yönetmelik

    24.12.2011 tarihli Sperma, Ovum ve Embriyo Üretim Merkezlerinin Kuruluş ve Çalışma Esasları Hakkında Yönetmelik

    10.06.1998 tarihli Genetik Hastalıkları Tanı Merkezleri Yönetmeliği (ki bu yonetmelik

    uyarınca, cinsiyete bağlı hastalıklar dışında cinsiyet belirlemesi yapılamaz)

    07.06.1990 tarihli Gıda Katkı Maddeleri Yönetmeliği

    22.12.2011 sayılı Evcil Hayvan Genetik Kaynaklarının Korunması ve Sürdürülebilir Kullanımı Hakkında Yönetmelik

    22.12.2011 tarihli Evcil Hayvan Genetik Kaynaklarının Tesciline İlişkin Yönetmelik

    21.09.2012 Tarihli Yerli Evcil Hayvan Genetik Kaynaklarının Kullanılması Ve Yurt

    Dışına Çıkarılması Hakkında Yönetmelik

    13.08.2010 Tarihli Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair

    Yönetmelik

  • 23

    10.03.1995 tarihli Su Ürünleri Yönetmeliği

    29.06.2004 tarihli Su Ürünleri Yetiştiriciliği Yönetmeliği

    29.08.2012 tarihli Su Ürünleri Genetik Kaynaklarının Korunması ve Sürdürülebilir

    Kullanımı Hakkında Yönetmelik

    18.08.2012 tarihli Su Ürünleri Genetik Kaynaklarının Tesciline İlişkin Yönetmelik

    15 Ağustos 1992 tarihli Bitki Genetik Kaynaklarının Toplanması Muhafazası ve

    Kullanılması Hakkında Yönetmelik

    19.07.2012 tarihli Doğal Çiçek Soğanlarının Üretimi, Doğadan Toplanması ve

    İhracatına İlişkin Yönetmelik

    88/12839 sayılı Bakanlar kurulu kararı “Türkiye'de İlmi Araştırma, İnceleme Yapmak

    ve Film Çekmek İsteyen Yabancıları veya Yabancılar Adına Müracaat Edenler İle

    Yabancı Basın-Yayın Mensuplarının Tabi Olacakları Esaslar”

    17 Temmuz 2012 tarihli Hayvan Genetik Kaynakları Yerinde Koruma ve Geliştirme Desteklemeleri Hakkında Uygulama Esasları Tebliği

    18.10.1952 tarihli Gıda Maddelerinin ve Umumi Sağlığı İlgilendiren Eşya ve Levazımın Hususi Vasıflarını Gösteren Tüzük.

    14/05/1998 tarihli Bakan Oluru ile yürürlüğe giren Transgenik Kültür Bitkilerinin

    Alan Denemeleri Hakkında Talimat

    Dış Ticaret Düzenlemeleri

    Yasal düzenlemeler açısından geç kalmakla beraber Türkiye, pek çok uluslararası ve bölgesel

    çevre anlaşmasına taraf olmuş ve mevzuatta uluslararası anlamda paralelliği yakalamak için

    kendi mevzuatında çeşitli uyumlaştırma çalışmalarına yer vermektedir.

    Doğal çevrenin korunması ve ulusal gen kaynaklarının ülke çıkarları için kullanımının

    mümkün olabilmesi için, bu ürünlerin yönetimini sağlayabilecek etkili bir biyogüvenlik

    sisteminin uygulanması kaçınılmaz görünmektedir. Bu çerçevede, ulusal gen kaynaklarının

    küreselleşme baskısına karşı korunabilmesi ve modern biyoteknoloji uygulamalarıyla en iyi

    şekilde değerlendirilebilmesi için, GDO’ların üretim ve kullanımının yaygınlaşmasına bağlı

    olarak ortaya çıkabilecek ekolojik ve sosyo-ekonomik risklerinin en iyi şekilde kontrol

    edilebilmesi, ilgili kurum ve kuruluşların bütünlük içerisinde mevzuat, örgütsel, idari ve

    teknik altyapıyı kurması gerekmektedir (Özdemir, 2003).

    Biyoteknolojinin insanlar üzerindeki uygulamalarına yönelik, kabul edilmiş uluslararası üç

    yasal düzenleme olan 1998 yılında yapılan Birleşmiş Milletler İnsan Genomu ve İnsan

    Hakları Deklarasyonu, 1999 yılında kabul edilen Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Biyo-Tıp

    Sözleşmesi, ve 1998 yılında onaylanan Avrupa Konseyi İnsanların Klonlanması Protokolü

    arasında Türkiye 3 Aralık 2003 tarihinde Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Biyo-Tıp

    Sözleşmesi’ni onaylamış ve ilgili kanun 5013 Kanun numarasıyla 9 Aralık 2003 tarihli ve

    25311 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır (Forsman, 2000).

    Canlıların genetik yapıların korunmasına yönelik yasal düzenlemeler konusunda ise 1993

    yılında Birleşmis Milletler’de kabul edilen ve hala üzerinde çalışılarak iyileştirilmesi için

    uğraşılan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi bulunmaktadır. GDO’lar konusundaysa iki

    uluslararası yasal düzenlemeden birine imza atan Türkiye, ikincisini de uyumlu duruma

    sokmaya çalışmaktadır. Birincisi, 24 Mayıs 2000 tarihinde imzalanan Biyolojik Çeşitlilik

    Sözleşmesi’nin Kartagena Biyogüvenlik Protokolü (17 Haziran 2003 tarih ve 4898 sayılı

    kanun ile onaylı), diğeri de 1998 ve 1999 yılında düzenlenen AB GD Organizmalar

    Yasaları’dır.

  • 24

    Türkiye’de biyoteknoloji ile ilgili standart ve akreditasyon uygulamaları henüz yoktur (DPT,

    2000). Ayrıca ülkemizde biyoteknoloji ürünleri ve yöntemleriyle, bunların kontrolüne ilişkin

    ayrıntılı düzenlemelere de rastlanmamaktadır (Başağa & Çetindamar, 2000).

    Biyogüvenliğe ilişkin yürürlükte olan ilk düzenleme ise transgenik bitkilerin alan

    denemelerinin kurallarının belirlendiği “Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri

    Hakkında Talimattır”. Bu kapsamda, konu Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri,

    Transgenik Kültür Bitkilerinin Tescili ve GDO’ların Üretilmesi, Pazara Sürülmesi ve Gıda

    Olarak Kullanımı” olarak üç kısma ayrılmıştır. Halen hangi bitki cins ve türlerine ait

    tohumluklara ya da bitkisel çoğaltım materyallerine ithal izni verileceği, 27 Aralık 2002 tarih

    ve 24976 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Dış Ticarette Standardizasyon Tebliği”(Tebliğ

    No:2003/5) esas alınarak yapılmaktadır. Bununla beraber, tüm bitki türleri için ithal edilecek

    bitki çeşitleri, tohumluk sınıfları, kademeleri ve miktarlarını güncel olarak belirleme yetki ve

    sorumluluğu Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na aittir. Bakanlıkça, genetik

    mühendisliği yöntemleri ile elde edilmiş aktarma genli (transgenik) bitki çeşitlerine ait

    tohumluklara, ürün yetiştirmede kullanma amacıyla ithalat izni verilmemektedir. Ülkemizde

    risk değerlendirmeleri ile ilgili herhangi bir ürünün (tohum veya gıda olarak işlenmiş ürün)

    transgenik bir ürün içerip içermediğinin tespitine yönelik analizler periyodik olarak

    yapılmamakla birlikte, Bakanlık laboratuvarlarında bu testleri yapacak kapasite geliştirilmiş

    durumdadır. Ülkemizde hazırlanan mevzuat kapsamında 1998 yılından itibaren alan

    denemelerine alınmaya başlanan transgenik bitkilerde bulunan ilave özellikler, pamukta

    yabancı ot ilacına ve pembe ve yeşil kurda dayanıklılık, mısırda sap kurdu ve koçan kurduna

    dayanıklılık, patates de ise patates böceğine dayanıklılık şeklindedir. Değişik firmalar

    tarafından ithal edilen ürünlerde yapılan alan denemeleri Bakanlık Araştırma Enstitüleri

    tarafından yürütülmüştür. (Başağa & Çetindamar, 2006; Türkoğlu, 2007 ).

    Son yıllarda ivmelenen çalışmalar ile Kartagena Protokol hükümleri çerçevesinde 18 Mart

    2010 tarihinde TBMM Genel Kurulu 'nda kabul edilerek yasalaşan tatbik edilebilir, etkili ve

    kapsamlı biyolojik güvenlik düzenlemelerinin hedeflendiği bir “Biyogüvenlik Kanunu’

    çıkarılmış ve söz konusu kanun 26 Mart 2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete’de (Kanun

    No. 5977) yayımlanmıştır. Bu kanuna dayandırılarak 13 Ağustos 2010 tarihli “Genetik Yapısı

    Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair Yönetmelik” çıkarılmıştır. İlgili kanun

    kapsamında, alanlarında uzman kişilerden oluşan GDO ve GDO’lu ürünlerin ithalatı için

    yapılan başvuruları değerlendiren, “Bilimsel Risk Değerlendirme Komitesi” ve “Sosyo-

    Ekonomik Değerlendirme Komitesi“ yer almaktadır. Bu komitelerin raporları kamuoyu

    görüşüne açılmakta ve elde edilen görüşler bu komiteler tarafından tekrar

    değerlendirilmektedir. Yem, gıda ve işlenmiş gıda amaçlı ürünlerin tüketimi için yapılan

    başvuruların olumlu olması halinde kararlar Resmi Gazete’de yayımlanmaktadır (Kocuklu,

    2010)

    Türkiye’de ilk patent enstitüsü 1879’da kurulmuş ancak daha sonra yasalar fazla değişikliğe

    uğramadığı için çağdaş uygulamaların dışında kalmıştır (OECD, 1995). Örneğin eczacılık

    bileşimleri, ilaçlar (tarım ilaçları dışındaki), maliye ve bankacılıkla ilgili işlemler patent

    yasasının kapsamı dışında bırakılmıştır.

    Her tür teknolojinin korunması acısından büyük önem taşıyan patent yasası, 1995’te

    yürürlüğe girmiştir. Patent yasasını çıkaran Türk Patent Enstitüsü de, 1994’te, Türkiye’de

    sınai mülkiyet haklarının yönetimi için idari ve mali özerkliği olan ve Sanayi ve Ticaret

    Bakanlığı’na bağlı özel bir kamu kuruluşu olması amacıyla kurulmuştur. Patent yasası

    bağlamında sınai mülkiyet haklarının korunmasına çalışılmaktadır. Bu haklar, Patentler ve

  • 25

    Yararlı Modelleri, Ticaret ve Hizmet Markalarını, Coğrafi İşaretleri, Endüstriyel Tasarımları

    ve Entegre Devre Topografyaları’nı kapsamaktadır.

    Patent konusunda ülkemizde biyoteknoloji ürün ve yöntemlerinin büyük bir bölümüne hala

    patent verilmemektedir. Bugünkü patent yasaları aşağıdaki gibi özetlenebilir:

    -Patent Haklarının Korunmasına İlişkin KHK’nın 6. maddesi uyarınca, “insan ya da hayvan

    vücuduna uygulanacak cerrahi ve tedavi yöntemleriyle insan ve hayvan vücuduyla ilgili teşhis

    yöntemlerine” patent verilememektedir. [Ancak, bu yöntemlerin herhangi birinde kullanılan

    terkip ve maddelerle, bunların üretim yöntemleri bu yasak kapsamında değildir. Başka bir

    deyişle, bu yöntemlerde kullanılan terkiplere (örneğin ilaçlara) ve bu terkiplerin üretim

    yöntemlerine –ilaç üretim yöntemlerine 1 Ocak 2005’ten sonra- patent verilebilecektir].

    -Aynı madde uyarınca, “bitki ya da hayvan türleri ya da önemli ölçüde biyolojik esaslara

    dayanan bitki ve hayvan yetiştirilmesi yöntemleri”ne de patent verilmemektedir.

    -Mikroorganizmalara patent verilebilmektedir (Patent KHK m.46).

    Ancak, mikroorganizmalar dışındaki BT ürün ve yöntemlerine patent verilmemesi,

    uluslararası düzenlemelerle çelişmemektedir. Türkiye’nin de taraf olduğu Dünya Ticaret

    Örgütü’nün, Ticaretle Bağlantılı Düşünce Mülkiyeti Hakları Anlaşması’nın 27.3. maddesi de

    “insanların ya da hayvanların tedavisinde kullanılan teşhis, tedavi ve cerrahi yöntemler” ile

    “mikroorganizmalar dışında bitki ve hayvanlarla esas olarak, biyolojik olmayan ve

    mikrobiyolojik yöntemler dışında bitki ve hayvanların üretimiyle ilgili biyolojik yöntemler”in

    üye ülkelerce patent verilebilir buluşlar dışında bırakılabileceğini bildirmektedir. Nitekim,

    dünyada bazı ülkeler biyoteknoloji ürün ve yöntemlerine patent verirken, bazıları hala bunları

    patent verilebilir buluşlar arasında saymamaktadır.

    Türkiye 2000 yılında Avrupa Patent Antlaşması’nı imzalamıştır, ancak biyoteknoloji

    konusunda Avrupa patent yasalarındaki gelişmeler henüz Türk yasalarına aktarılmamıştır

    (Başağa & Çetindamar, 2000). Türk Patent Enstitüsü patent kanununda değişiklikler öneren

    bir kanun taslağı hazırlamıştır ve 17.04.2009 tarihi itibariyle Başbakanlık Makamına

    gönderilmiştir. Yeni taslakta biyoteknoloji alanında hangi durumlarda patent alınabileceği

    açıkça tanımlanmıştır. Genetik kaynaklar açısından zengin olan ancak biyoteknoloji ve

    uygulamaları konusunda yeterli yasal düzenlemelere sahip olmayan ülkemiz için bu gelişme

    önemli bir boşluğu dolduracak görünmekte