tek-esin vakfıtekesin.org.tr/wp-content/uploads/2016/09/56.pdf · bir su) vadisinde de, uygur...
TRANSCRIPT
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
Dr.Emel Ealn KOTOPHANESI
U Ü Û 5 6
Tasnif ^ v \ v ^
T — U Y G U R S A N A T I 131
için halk bilgisi bakımından; bunların fiatlan da verilmiş olduğu ve bu fiyatları birbirleriyle karşılaştırmak mümkün olduğu için de Uygur ekonomisinin öğrenilmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. (S. Tezcan)
UYGUR S A N A T I : U . S.'nın kaynağı Milâttan önceki yüzyıllara dayanır. M . S. V I I I . yüzyıldan sonra da iki ayrı safhada gelişmiştir. U . S.'nın klasik denebilecek ikinci dönemi oldukça önemlidir.
U. S.'nın kaynağı: Çin kaynaklarına göre, Uygurlar, Çinlilerin Milâttan önce Ding-ling, M . S. IV . yüzyıldan sonra ise T'ie-le adını verdiği boylardan geliyorlardı. Bir nesil önceki araştırıcılar Ding-ling ile T'ie-le arasında fark görüyorlar ise de, Japon bilim adamları her iki adın aynı boylara farklı tarihlerde verildiğini ve T'ie-lS adının Türük (Türk)'ten gelmiş olduğunu tespit ettiler. Ding-ling ve T'ie-le adlarının Türkçe Tegreg ( = "tekerlek") ve Tölis karşılığı olduğunu sananlar da vardır. Bu boylar, Çince kao-ch'e denen, dört tekerlekli kağnılar ile göç ederek sürülerini otlattıkları yaylalar ile surlar içinde kışlaklar arasında göç ediyorlardı. Üstüvanî şekilde ve kubbeli veya kümbetli olan otağlar, kışın surlar içine kuruluyordu. Surlar içinde, otağa benzer, ağaçtan köşkler de vardır. Yaz gelince kerekii denen ve katlanabilen otağ, kağnıya yükleniyor, hatta bazan kağnı üzerine kuruluyor ve yaylaya çıkılıyordu. Kağnılı boylar, belki savaşlar sonunda çok geniş bir alana yayılmışlardı. Çin tarihlerine göre kağnılı boylar, doğudan batıya, şu illerde kaydedilmişti: Bugünkü Çin'in kuzey ve batı bölgeleri, Gök Türk devrinde kutlu sayılıp Ötüken adı verilen bugünkü Hangay dağları, Baykal gölü kıyılan, Sibir i l i , eski Türkçede Altunyış denen Altay dağları çevresi, Işık göl'ün kuzeyi, yani İla (İli) ırmağı ile Sirderya ırmağı vadileri. Böylece, Çin'in kuzeyinde, Ordos yaylası çevresinde, Milâttan önce gelişen kültürün son dönemi; Baykal gölü ve Ötüken çevresinde M i lâttan önce var olan ve yassı taşlı mezarlar ile beliren kültür; Doğu Türkistan'ın kuzeyindeki, doğuda Karluktağ ve Hami ile batıda Aktağ ve Kuça arasındaki, Milâttan önceki son yüzyıllarda mevcut kültür; Sibirya'da Milâttan önceki bin yıla ait Karasuk kültürü; Altun yış dağlarındaki en eski kültür; hatta belki batıya Sırderya'ya kadar uzanan kültürler, kağnılı boylara atfedilmektedir. Kağnılı boyların sanatının özellikleri, bozkırda göç havasında doğmuş olmak ve göçte kolay taşınır eşya vücuda getirmek gibi veçheler yanında, Çin kozmolojisinin etkisine' işaret eden motifler ve Çin maden tekniği bilgileri ile belirmekteydi. Göçte taşınabilen kağnılar, otağlar, çok renkli keçeden veya kilimden yahut işlemeli kumaşlardan otağ örtüleri, halılar, alil hayata uygun kaftanlar, çakşırlar, çizmeler, börk-ler, kemerler, süs eşyası, at koşumları, madenî kaplar yanında kağnılı boylar mezar anıtları da oluşturuyordu. Motifler, hem dinî inançları yansıtıyor, hem de destan üslûbunda, alplık ve av sahnelerini tasvir ediyordu. Alpların hâtırasına dikilen taşlardan anlaşıldığı üzere, inançları aksettiren motifler, Kuzey Çin'de, Milâttan önceki yüzyıllarda-kilerine çok yakındır. Milâttan önceki yüzyıllarda, Kuzey Çin'de, Çinlilerin yanında, pek çok Çinli olmayan ve aralarında Türklerin ataları da bulunan boylar, devletler ve sülâleler vardı. Hatta bunlardan, kısmen Türk sanılan Choular gibi bazısı, bütün kuzey Çin'e hâkim olabilmekte idi. Milâttan önceki bin yıllardan Çin idcogramlarınm
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
132 U Y G U R
ve Chou devri (M. Ö. 1059 - 240) sonundan tarihlerden bilinen inançların, gök, yer, atalar ibadetlerini astrolojik mabutlar ve ongunlar hakkındaki tasavvurların, kağnılı boylarda da, benzer şekillerde, mevcut olduğu belirmektedir. İdeogramlar ve ruh tasviri olduğu sanılan, boynuzlu ve azı dişli insan maskeleri çok kere, Çin ile eşti. Fakat Çin'in aksine olarak kağnılı boylarda, bütün İç Asyalılarda var olan anaerkil bir toplum düzeni bulunduğu ve bunun ana tanrıça şahsiyetinde görüldüğü sanılmaktadır. Milâttan önceki bin yılın son yüzyıllarında, alplık kavramının kazandığı önem ile toplum düzeni bütünüyle ataerkil olmuş, fakat ana tanrıça kavramı ve tasviri, yerini koruyarak Gök Türk döneminde Umay adı altında ortaya çıkacaktı. Av sahneleri dışındaki, özellikle muhtelif organlı ve hayalî görünüşlü, bazan kanatlı hayvan tasvirlerinin ongunları, belki ata ruhlarını, kısmen de cenaze merasiminde kurban edilip öbür dünyada dirileceğine inanılan hayvanları gösterdiği anlaşılmaktadır. Kağnılı boyların bir semavî kurttan, eski Türkçe adı ile börı'den türediği efsanesinin çok eski olduğu, Çin kayıtlarından bilinir. Bay-kal gölü çevresinde, tunçtan böri başı şeklinde Milâttan önceki bin yıldan bir bayrak alemi de bir mezarda bulundu. Kadın ve erkek kam (şaman)'Iarın bugünküne benzer kıyafetler giydikleri ve boynuzlar takıp davul çaldıkları, yine Baykal gölü kıyılarındaki mezarlardan çıkan eşya ile tespit edilmiştir.
Uygur adına benzer bir adın ilk geçtiği metin M . Ö. 176'ya ait bir Çin kaydıdır. O yıl, Çinlilerin Hiung-nu dediği Doğu Hun devleti, Işık göl ile Altunyış arasındaki bir Uygur devletini ilhak etmişti. M . Ö. 54 - 50 yıllarında bir diğer kayıt, Uygur devletini-yine aynı çevrede göstermekte idi. M'. S. I V - V I . yüzyıllardaki kayıtlarda ise kağnılı boylar, Kuzey Çin'den Bizans sınırlarına kadar bütün Eurasya'ya yayılmışlardır. I V - V . yüzyıllardaki Çin kaynakları kağnılı boyları şöyle anlatmakta i d i : Alpların başlarında eski Türkçede "kedük" denen tüyden başlıklar vardı. Bayraklarında kaplan ongunu tasvir edilmişti. Göğe ibadet ediyor ve gök ile yer için ayin yaparak kurban veriyorlardı. Ayinlerde ağaç motifi de beliri-yordu. Kadın kamlar da ayine katılmakta, dinî şarkılar söylenmekte ve saçlarını taç şeklinde gösteren hareketler (raks?) yapmakta idiler. Böyle haleler ile gösterilen tunçtan insan başı tasvirleri, kağnılı boyların çevresindeki mezarlarda çok bulundu. Tunçtan başlar bayrak alemi olarak da kullanılıyordu. T'ie-lâ'lerin yayıldığı geniş sahalarda, bu boyların semavî böri ile Doğu Hun hükümdarının kızından türediği hakkındaki efsaneyi anan sanat eserleri birkaç defa bulundu. Bu küçük tunç heykelcikler, böri'ye binmiş, başında miğfer, çıplak bir genç kadını, çocuklarını bağrına basarken göstermektedir.
V. yüzyılda, kağnılı boylar, göçü terk edip şehir hayatına uymaya başladılar. Bu gelişme Tabgaç adını taşıyan ve çoğunluğunun Türkçe konuştuğu beliren boylar birliğinin Kuzey Çin'de devlet kurduğu 386 - 556 yılları arasında olmuştu. Tabgaçlar, kağnılı boylan ve diğer Türkleri, devlet hizmeti ve ordularında kullanıyorlardı. Bir kısım kağnılı boylar, Çin'in batısında, bugünkü Kansu'da çiftçi olarak yerleştirildi. Kağnılı boyların bey aileleri ise binlerce sayıda, Tabgaç başşehirlerine yerleşiyor ve sarayda çalışıyorlardı. Tabgaçlar, Kuzey Çin'de ünlü bir Buddhist medeniyeti ve sanatı vücuda getirdikleri için kağnılı boy-
S A N A T I
ların yüksek sınıflarının da bu sırada Burkan dinine geçmiş olmaları düşünülebilir, çünkü Uygurlara Burkan dininin çok eskiden nüfuz ettiği, erken metinlerde yaygın Buddhist terimlerden anlaşılmaktadır.
Tabgaçların korumasında, kağnılı boylar, Kuzeydoğu Türkistan'da, eski adı ile Turpan (bugünkü Turfan) ilinde, 486 - 540 yılları arasında, bir de bağımsız hakanlık kurmuşlardı. Turfan i l i başşehirlerinden Koço'nun en eski Buddhist eserleri bu dönemden olduğuna göre Turfan'da da kağnılı boylar Burkan dini ile temasa girmiş oldu. Diğer yönden, Tabgaç sanatı etkisi, kağnılı boyların hakan sarayına gelen hediyeler ile destekleniyordu. Böylece kağnılı boylar, şehir hayatına, Tabgaç sanatı çerçevesinde girmiş oldu. Bu dönemden, Turfan mezarlarında çıkan bazı küçük, boyalı topraktan mezar heykelleri, sonraki Uygur örneklerine benzemesi sebebi ile kağnılı boylara atfedilebilir. Bir ara Juan-juan denen göçebe hakanlığın idaresinde de bulunan kağnılı boylar, 56'da, Gök Türk kağanlığının kurucusu Bumin tarafından ilhak edildi. Fakat kağnılı boylar kendi hakanlıklarının bulunmuş olduğunu unutmayarak birçok isyanlara baş vurdular, hatta 605'te Turfan kağanlığını ihya ettiler. En sonunda, diğer Türk boyları ile birlikte Gök Türklere karşı isyan edip Çin'in himayesi altında, Turfan ilini geri alarak, hem de 145'te, Gök Türk merkezi Ötüken'de hakanlık kurdular.
Ötüken Hakanlığı dönemi (745 - 840) : Devlet kutu bahşettiğine inanılan Ötüken çevresinde hakanlık kurmak ile Uygurlar, Türk dünyasının başına geçmiş oldular. Gök Türk harflerinin kitabelerde kullanıldığı bu dönemde, Gök Türk kültür etkileri hissedilmekte idi. Uygurlar, Gök Türk anıtlarını yıkmakla birlikte bazılarını (söz gelişi Ilteriş Kağan'ın mezar abidesi sanılan, bugünkü adı ile Şivet-ulan külliyesini) Uygur hakanlarının da kullandığı bir kitabeden bilinmektedir. Tuva (Kem ırmağına akan bir su) vadisinde de, Uygur döneminden fakat Gök Türk tarzında, surlar içinde bir tapınak ve taştan mezar heykellerinden oluşan anıtlar bulunmuştur. Uygur Ötüken devletini kuran Baıyan Çor Kağan'ın yaptırdığı şehirlerden sanılan Bar-bajın harabelerindeki i k i büyük yapıdan biri , Türkçe "tengrilik" denen bir gök tapınağına benzemektedir. "Tengrilik" yapısının, Çin'e hükmeden ve belki kısmen Türk sanılan Chou sülâlesi (M. Ö. 1059 -240) dönemindeki şeklini Türklerde de koruduğu, Sibirya'da, Uybat ırmağı kıyılarındaki, Kırgızlara atfedilen abideden bilinmektedir. "Tengrilik" surlar içinde bulunan ve merdivenler ile çıkılan yüksek bir set veya setler üzerindeki kurban yeri (yağışlık)'nden ibaret idi. Bazan tepede bir de tahta sütunlu köşk bulunuyordu. Astrolojik mabutların "ya-ğışlık"ları alt setlerde idi. Bar-bajın'daki harabe de bu şekilde idi. Bozkır kültürüne ait bir diğer unsur, totemik "böri" başı tasviri ise, Gök Türklerde eski Baykal gölü prototipine sadık kalmışken Uygurlarda, Çin sınırları ve Ordos etkisini kayıtla, ejder ile karışık bir biçim alarak Ordubalık kitabesine geçmişti.
Uygurların Ötüken ve Sibirya çevrelerine getirdikleri başlıca katkı, şehir hayatını geliştirmek oldu. Bu illerde, Ding-ling'lerin ve Doğu Hun devleti devirlerinden beri sur-lu mahaller, eski Türkçe adı ile "balık"lar Kâşgarî'ye göre balçık duvarlar ile çevrili yerleşmeler vardı. Eski Doğu Asya ve İç Asya geleneğinde, surlu mahaller birkaç türlü idi. Kışlak olarak kullanılanlardan yukarıda, Ding-ling
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
U Y G U R
U Y G U R SANATI: Uygurların koruyucu saydığı, asker veçheli tanrılardan Basarnan! gösteren, Bezeklik Uygur külliyesinde bir duvar resmi (IX - X I I . yüzyıllar). Arkadaki bayraktar, "kotuz" (yabanî boğa) ve yırtıcı kuyruklarından
müteşekkil bir tuğ tutmaktadır y/
döneminde söz edildi. Buna ek olarak, Gök Türk döneminde askerî mahiyette kaleler yapılmıştı. Hükümdara veya bir beye mahsus kalelere "ordu" deniyordu. "Ordu" kâinata atfedilen şekilde, dört köşe planda, içinde dağ timsali bir
S A N A T I 133
set bulunan, surlar ile çevrili bir yer olup hükümdarın dünyaya hâkimiyetinin bir mimari işareti idi. "Ordu" surları etrafına bir ikinci sur kuşağı yapılınca, bu tarz yerleşmeye "ordubalık" denmekte idi. Bayan Çor Kağan'ın 750 sıralarında yaptırdığı, Orhon çevresindeki başşehri bu adı taşıdı. Ordubalık'ın çift surları dışında, Çinceden bozma "kay" denen dış mahalleler ve sokaklar ile bağlar, bahçeler de gelişti. V I I I . yüzyılda Ordubalık büyük bir şehir olmuştur. Bayan Çor Kağan ve diğerleri çok sayıda şehir kurarak Uygurları yerleşik hayata ve çiftçiliğe alıştırmışlardı. Hayvan öldürmeyi yasaklayan Burkan ve Mani dinlerinin yayılması da tarımı teşvik ediyordu.
Şehir içinde veya surlar üstünde, otağa benzer ve Türk devrinde aynı "kerekü" adını taşıyan yapılar veya Çin tarzında köşkler inşa etmek, Türklerde Milâttan önceki dönemlerden beri bilinen bir gelenek idi. Gök Türklerin hükümdar sülâlesi, çok kere, Çin üslûbunda köşklerde yaşamıştı. Uygur döneminde, "kalık" adı da verilen, surlar üstündeki hükümdar köşkleri özellikle sanatkârane bir biçim aldı. Ordubalık, Bar-bajın ve diğer "ordu"larda görüldüğü gibi duvar kaplamaları ve çatı kiremitleri için Çin tarzında, oymalı keramik kullanılıyordu. Bar-bajın'da, boyalı topraktan heykel de bulundu. Ötüken ve Sibirya çevresindeki muhtelif "ordu" kalıntılarında ve mezarlarda çıkan seramik kalıntılarından, Uygurların Çin tekniklerini bildiği anlaşılmıştır. Baybalık sarayında, geometrik motifli duvar resimleri de yapılmıştı. Bütün "ordu"lar, mahallî geleneğe uygun olarak kışın, borular ile dağıtılan sıcak hava ile ısıtılıyordu.
Uygur hükümdarı Bögü Kağan, 762 - 763 sıralarında, Mani dinini kabul edip Ordubalık'ta bu dinin başrahibini bulundurduğuna göre harabelerden biri Mani tapınağı idi. Mani dini Yakın Doğu İran çevresinden, Horasan'dan Türkistan'a, Belh üzerinden ve orada hüküm süren Gök Türk sülâlesinden olan Yabgular aracılığıyla ilerlemişti. Merkezinden çok uzak kalan bu din, Uygurlarda ve Çin'de, kendine özgü bir mimarî geliştiremedi. Bögü Kağan, Mani rahiplerini, Uygur idaresindeki Doğu Türkistan'a Turfan (Ko-ço) ve Kuça'ya da yerleştirmişti. Diğer bir Mani dini tapınağı Koço'da idi .
Din kurucusu Mani, rivayete göre, kâinatı tasvir eden bir resimli tomar nakşetmişti. Bu rivayetten dolayı Mani dininin başlıca sanatı kitap resmi idi. Nitekim Mani'nin vatanı Yakın Doğu üslûbuna yakın bir tarzda resimlerle ortaya çıkan Mani dini yazısında veya Uygur harfleriyle, Türkçe ve İran dillerinde yazmalar ve güzel ciltler, Uygur çevresinde gelişti. Duvar resimleri ise Koço'daki Mani tapınağında görüldüğü üzere, Yakın Doğudan hiç ilham almamış, Türk tarzında ve tekniğinde, Türk güzellik anlayışına uygun olarak görülmektedir. Türk tekniği ve üslûbu, Burkan dini sanatı ile ilgili olarak tarif edilecektir. Mani dinine mensup yazmalar da, I X . yüzyıldan sonra, Yakın Doğu geleneğinden sıyrılarak Türk resim sanatının Uygur çevresindeki üslûbuna uyacaktı. Bu gelişme Turfan ilinde oldu. Ötüken çevresinde merkezi olan Uygur Hakanlığı, 840'ta Kırgızlar tarafından ortadan kaldırıldı ve Uygurlar, daha güneyde, Doğu Türkistan'da ve Kansu'da bulunan illere göç ettiler.
Doğu Türkistan ve Kansu'daki Uygur kağanlık ve beylikleri çevreleri (840'tan sonra): Doğu Türkistan ve Kansu ile Çin'in bazı kuzey kısımlarında kurulan Uygur
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
134 U Y G U R S A N A T I
U Y G U R S A N A T I : Bezektik Uygur tapınaklarından, boyalı toprak bir heykelin başı. Alında üçüncü gözü olan bir ruh tasvir edilmiş
(IX - X I I yüzyıl)
kağanlık ve beyliklerinin baş-lıcaları şunlardır : 1. Çin kayıtlarına göre, Milâttan öncek i son yüzyıllardan, bazı araştırıcıların tahminine göre ise daha da eskiden beri Türk i l i olan Karluktağ, Bars göl ve Hami (eski a d ı : Kamil) civarındaki beylik, muhtemelen Koço ve Beşbalık kağanlığına tâbi idi. 2. Koço, Beşbalık ve Yar-hoto'ya hâkim bulunan-Uygur-kağanlığı, 850 civarlarında kurulmuştur ve 1377'de Idıkut denen Uygur sülâlesinin sona ermesi ile Moğol Çağatay sülâlesinin idaresine geçmiştir. 3. Kuça ve
Karaşahr'daki Uygur kağanlığı 856'da Çin ile siyasî münasebette bulunuyordu ve Koço kağanlığı ile bazan birleşmiş olarak X I . yüzyıla kadar kaynaklarda takip edilebilmektedir. Daha sonra Koço'ya tâbi olduğu anlaşılıyor. 4. Kanstı'da Chang-ye'deki Uygur kağanlığı, bazan Koço ile birleşmiş olarak 872 - 1003 yılları arasında mevcut idi. 5. Türkçe Kaçan denen Ku-ts'ang kağanlığı 911-1016 arasında devam etti. 6. Tuni ıuang kağanlığı 911-1036 arasında bilinmektedir. 7. Kansu güneyinde, Ts'in-chou'da da, 947'den önce bir Uygur devleti kurulmuştu. 8. Kansu' dan Doğu Türkistan'ın güneyindeki Hotan i l i arasında Sarı Uygur merkezleri I X - X I . yüzyıllarda vardı. 9. Kansu'nun kuzeyinde Karagöl (bugünkü a d ı : Etsindcöl) kıyılarında, Katun-sini (bugünkü a d ı : Karahoto)'de 987'den önce kurulmuş bir Uygur beyliği mevcut idi. 10. Bugünkü kuzey
Çin'de, Ho-pei'de bir bağımsız Uygur beyliği bulunuyordu.
U . S.'nın klasik denebilecek olgunluk safhası, Doğu Türkistan'da Gök Türk dönemi (550-745) Bud-dhist sanatının devamı olarak V I I I . yüzyılın
- Y b a ş ı n d a n önce gelişmiş bulunuyordu. Bu keyfiyet, üzerindeki Türkçe, Uygur harfleri ile ve Çince yazılardan 717' den önce yapıldığı anlaşılan bir Uygur duvar resminin üslûbundan belirmektedir. Ayrıca, Koço ve civarındaki tapmakları da 760
^ sıralarında (bazı araştırıcılara göre bir yüzyıl daha geç), Uygur beyleri ve hatunlarının Türk sanatkârlarına yaptırdıkları kitabeler-
mim U Y G U R S A N A T I : Koço'daki Uygur hükümdar sarayı duvar resimlerinde, musiki takımı ve şölen resimlen ( I X - X . yüzyıllar)
den bilinmektedir. Koço'daki Alpha adı verilen tapınağın temellerine gömülen tahta kazık üzerindeki yazı, hem abideyi yaptıran Uygur bey ve hatunlarının, hem de bütün Türk sanatkârlarının adlarını vermektedir. Bu safhada da U. S., özellikle doğu sınırlarında, elbette ki Çin etkilerini kaydediyordu. Fakat Çin sanatı da Uygurlar üzerinden gelen Batı Türkistan (Kengeres, Çince K'ang-chü, Taşkent çevresi) etkisi altında idi. Ayrıca, U . S.'nın Türk geleneği ve eğilimlerinden ilham alan kendi üslûbu vardı. Yüzyılımızın başında, U . S.'nın önemi araştırıcılarca çok iyi belirtilmiş olmasına rağmen daha sonra, Çin etkilerine mübalâğalı yer verildi. Buna bir sebep de, Hirth'in ifadesine göre bazı Çinlilerin, millî bağlan sebebi ile Türkçe k i tabeleri silip yerine Çince yazı yazmış olmaları imiş. Bugün, yine U. S.'nın önemi anlaşılmış olup dünyanın çeşitli müzelerine dağıtmış eserleri, araştırma konusu olmaktadır. Bu dönemden Uygur eserlerinin bulunduğu başlıca müzeler şunlardır: Batı Berlin'de, Staatliche Museen Preussischer Kulturbesitz'in Dahlem'deki Hint müzesinde Turfan koleksiyonu; Doğu Berlin'de Deutsche Akademie der Wissenschaf-ten'da Turfan koleksiyonu; Delhi'de National Museum; Le-
U Y G U R S A N A T I : "Böri" (kurt) başı şeklinde madenî alemi bulunan Uygur bayrağının, Bezeklik Uygur külüyesin-
deki, V I I I - I X . yüzyıllardan bir tapınağın duvarındaki resim yt
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
U Y G U R S A N A T I 135
U Y G U R S A N A T I : Uygur duvar resimlerinde "kalık" (köşk) tasvirleri (IX - X I I . yüzyıllar)
ningrad'ta Ermitaj müzesi ve İnstitut Vostokovedeniya; Tokyo'da Otani koleksiyonu. Halen Doğu Türkistan'da yapılan kazılardan çıkan eserler, kısmen Ürümçi müzesine kısmen de Çin'e götürülüyormuş.
Klasik safhasında, U . S. özellikle Burkan dininin hizmetine girmişti. Fakat Burkan dini, Çin'de olduğu gibi, Türklerde de millî geleneğe uygun bir şekle bürünmüş ve
TA U Y G U R SANATI: Bezeklik Uygur külliyesinde, V I D -IX. yüzyıllardan bir tapınakta kâinat tasviri gök-kuşak altında, "tengrilik" (gök tapınağı) şeklinde semâ ile yer yüzü
ve yer altını (cehennemleri) gösteren levha
gök ile yer ibadetinin astroloji ile de karışık kâinat kavramlarına çok yaklaşmıştı. Türklerin eskiden ibadet ettiği mabutlar ve ruhlar, Burkan dinindeki benzerlerinin adlan altında, tasavvurlarda ve sanatta yaşatılıyordu. Gök tanrısının yerini Burkan almıştı. Ana tanrıça Umay'a karşılık olarak çocukların koruyucusu sayılan Bud-dhist mabude Hariti'ye ve onun bir benzeri olan toprak ve yer yüzü mabudesi Vasundharâ'ya tapılıyordu. Alp ataların şahsiyeti, Burkan dini savaşı yasakladığı için fazla anılmıyordu. Fakat "küzetkici" denen din muhafızı yön mabutları, özellikle kuzey yönü "gözeticisi" Basarnan, alp şahsiyetini temsil ediyordu. Yer altı ve ölüm mabudu Erklig, Hint'teki Yama ile eş sayılıyordu. Koço kağanlığında hükümdar sülâlesinin itikadı olmağa devam eden Mani dini ve az nispette mevcut bulunan Hristiyanlık da, edebiyatta olduğu gibi, sanatta da Burkan dini üslûbuna uymuş bulunuyorlardı.
a. Mimarî: Şehirler, tapmaklar, yine millî "ordu" ve "ordu balık" ile "tengrilik" şekillerinde inşa ediliyordu.
U Y G U R S A N A T I : Bezeklik tapınaklarının duvarlarındaki muhtelif nakkaşların yaptıkları kendi portrelerinden biri
( I X - X I I . yüzyıllar)
U Y G U R S A N A T I : Sengim ağız'daki bir Uygur Burkan tapmağında, Burkan'ı henüz dinî hayata intisap etmediği
devirde, genç bir Hint beyi olarak gösteren resim ( E X - X . yüzyıllar)
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
136 U Y G U R S A N A T I
U Y G U R S A N A T I : 850 sıralarında, Uygur başşehirlerinden biri olan Koço (Doğu Türkistan) şehrinde "ediz ev'' (kule şeklinde tapınak)'lerin harabeleri
"Ordu" ve onun benzeri mabudun "ordu"su sayılan tapınağın yine eskisi gibi, kâinat planında düşünüldüğü, Uygur metinlerinde belirtilir. Kâinat planına, Buddhist adı olan mandala'dan bozulmuş olarak "mandal" deniyordu. Yer yüzü, denizler ortasında, dört yöne bakan, etrafı dağlar ile çevrili, dört köşe bir düzlük olarak düşünülüyordu. Eski inanca göre, yer yüzünün ortasında yüksek bir dağın göğe doğru yükseldiği sanılıyor, fakat bu dağda, Buddhist kozmolojinin merkezi altın dağı Sumeru'nun adı veriliyordu. Uygurların bu Buddhist altın dağını, Türk mitolojisindeki "Altunyış" (ormanlı altın dağ) ile eş tuttukları bir duvar resminden belirmektedir : Bu resimde, altın dağın yanında, Türklerin "Altunyış"tan 'türediği devir hakkındaki efsanede, millî sanat kolu olarak geçen demircilik hâtıraları yaşamakta ve yazıttan anlaşıldığı üzere, iki demirci temsil edilmektedir. Böylece, kâinat planı ve merkezî dağ hakkındaki düşünceler ilk dönemde otağ, ordu ve tengrilik şekillerini, daha sonra, "hayır müessesesi" anlamına, "buyan" denen Buddhist külliyeleri içine alıyordu. İslâmî devirde ise, "buyan" kelimesi ve kavramından mülhem olarak gelişen hayır müessesesi külliyelere "muyanlık" denecekti. Kâinat planındaki eski anıtlardan, "tengrilik"lerin (astrolojik görünümlü gök tapınaklarının) mevcut bulunmaya devam ettiği, fakat bu tapınaklarda hayvan kurban edildiği için, hayvan öldürmeyi yasaklayan Burkan ve Mani dinlerince "tengrilik"lerin hoş görülmediği, bir metinden anlaşılmaktadır : Burkan dinine giren kimse, "tengrilik"e devam edenlerden idi ise tövbe etmesi gerekiyordu. Çin'de olduğu gibi, Türklerde de "tengrilik", gittikçe daha astrolojik bir görünüm almıştı. Böyle bir "tengrilik" tasviri bir Uygur resminde görülmektedir. Burkan dini tapınakları da yine kâinatı temsil eden planda olup bunlarda, eskiden gök tanrısına tahsis edilen zirvedeki yer, tarihî Burkan Şakya-muni'ye verilmiş bulunuyordu. Zirvedeki yer bazan bir kulenin en üst katı olarak beliriyordu. Uygur şehirlerinde kulelerin ve kule tapınakların, eski Türkçe adı ile "ediz ev" lerin çokluğu, X. yüzyılda bir Çin elçisinin dikkatini çekmişti. Nitekim Koço harabelerinde, ilk göze çarpan kulelerin çokluğudur. Kuleler, surlar boyunca veya bağımsız olarak inşa ediliyordu. Kulelerin tepesinde, göğe yakınlığı sebebi ile "gök" manasına "kalık" adı ile anılan köşkler de yapılıyordu. Hükümdarlar için de surlar üstünde veya kulelerin tepesinde, "kalık"lar bina edilmekte idi. Askerî mahiyette olan ve ateş yakarak işaret verilen kulelere, Gök Türk devrinde olduğu gibi "kargu" deniyordu. Uygur mimarîsinde ve Kâşgar'daki kule tapınaklar, çoğunlukla üs-tuvanı olup Türk minaresinin öncüleridir. Kalık ve kuleler çok süslü idi. Güneşte kurutulmuş tuğladan, eski adı ile "kerpiç"ten inşa edilen kule ve kalık'ların cepheleri
pişmiş tuğla oymalı ve renkli, bazan sırlı çinilerle kaplanıyordu. Çinceden bozulan sır kelimesi ilk önce, Çin cilâsı (rhııs vernicifera) manasına "sal" kelimesi ile aynı sayılmış, sonradan ayırt edilmişti. Uygur yapılarından kalan aşı renginde boyalı tahta kısımlar, "sal" ile kaplı görünmektedir. Tabgaç döneminde, Çin'den öğrenildiği anlaşılan "sır" ve "sal" teknikleri, Doğu Türkistan'da en aşağı Gök Türk zamanından beri mevcut idi. Uygur muhitinde, mimarî kaplama olarak açık gök renginde ve yeşilimtırak sırlı tuğla kalıntıları çok bulunmuştur. Kâşgar'da ise özellikle oymalı ve yeşil sırlı kaplamalar görülüyor. Sırlı ve oymalı mimarî kaplama teknikleri, Kâşgar'da, X. yüzyılda, Hakanı Türkleri (Karahanlılar)'nin İslâmiyeti kabulü
U Y G U R S A N A T I : Yanlarındaki ad kitabelerinden Türk oldukları anlaşılan, Burkan dinine mensup "toym" (rahip)' larm, Bezcklik külliyesindeki bir duvar resminde görülen
tasvirler (IX - X I I . yüzyıllar)
V
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
U Y G U R
U Y G U R S A N A T I : İpek üzerine, rengârenk iplik, sırma ve kurdeleler ile işlenmiş levhada bir Uygur hatunu ve çocuk tasviri. Koço'da bulunmuş ve IX - X I I . yüzyıllardan
sanılmaktadır
ile Türk - İslâm sanatına geçecek ve batıya doğru yayılacaktı. Uygur tapınaklarının duvarlarında resimler ve heykeller de bulunuyordu. Heykeller, bazan yan yana dizilmiş, eş boyda hücrelere oturtulmuştu. Bu tarz, Türk mimarîsinde İslâmdan sonra da sürecek, anoak heykel yerine hücrelere fağfur gibi değerli küçük eşya konacaktı. İslâm mimarîsinde "mukarnas" denen ve yan yana veya arı peteği tertibinde dizilmiş hücrelerden oluşan süslemelerin Buddhist mimarîden etkilenmiş olduğu sanılır. Uygur tapınaklarının ve evlerinin içi, hasırlar ve halılar ile sedirler ise kumaşla örtülüyordu. Alçak boyda masalarda, altın, madenî, çini ve fağfur takımlar, kâseler, kadehler, ibrikler dizildiği resimlerde görülmekte ve kalıntılardan bilinmektedir. Perdeler çoğu zaman kamıştan idi. Kepenkler de bulunmaktadır. Tapınaklar ve sarayların "çeçeklig" (çiçeklik) denen ve nadir çiçeklerin, yemişlerin yetiştirildiği bahçeleri, arklar ve havuzlar ile sulanıyordu.
Eski Türk geleneğinde, kâinat timsali olan otağ da bazı mimarî kısımlara, "toym" (rahip) hücreleri ile stupa' dan bozulan "stup" veya "ustup" denen türbelere şekil
S A N A T I 137
vermeğe devam ediyordu. Stupa'nm otağa benzer şekli ve kâinat sembolü olması keyfiyeti, bazı araştırıcılarca, tarihî Burkan'ın mensup olduğu Şakya boyunun İç Asya göçebelerinden olması ihtimali ile izah edilmektedir. Stupa başlıca şu kısımlardan ibaret i d i : Yer yüzünü temsil eden dört köşe şeklinde kademeli setler üstünde, merkezî dağın sembolü sayılan bir üstüvanî gövde ve semaya işaret eden bir kubbe. Kubbenin tepesinde, bir "kalık" içinde, bir Buddhist mabet heykeli, şemsiyeleri temsil eden mahru-tî şekiller altında oturtulurdu. Diğer memleketlerde stupa' nın içi, ölen azizin kemiklerinin saklandığı sandık etrafında örülüp dolu olduğu halde, bazı Uygur stupa'\armm içi, otağ gibi boş bırakılmış ve otağ perdelerini taklit eden resimler ile süslenmişti. Bu tarz stupa'\ann otağ ile yakın ilgisi, Türk sanatının bir özelliği sayılır. Islâmî Türk kubbeli hücre ve türbe mimarîsinin ilham kaynaklarından birinin Uygur stupa ve rahip hücreleri olduğu anlaşılmaktadır.
Doğu Türkistan'daki Uygur şehirlerinde "ordu" (saray) ve tapınak harabeleri çok olduğu halde, Beşbalık ve Koço gibi başşehirlerde özel mekân kalıntısı bulunmamıştır. Bu olay, iki türlü açıklanabilir. Bu iki başşehir "ordu" biçiminde kalmış ve şehir halkına mahsus "balık" kısmı, ayrı surlu yer şeklinde gelişmişti. "Balık" kısmının kesinlikle mevcut bulunduğu, sokak veya dış mahalle anlamına gelen "kay" kelimesinin metinlerde geçmesinden bilinmektedir. Ayrıca evler, otağı taklit eden ve
U Y G U R S A N A T I : Mani dini rahiplerini tasvir eden, VIII - IX. yüzyıllardan, Türkçe Uygur harfleri ile bir
kitap resmi
y
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
138 U Y G U R S A N A T I
aynı "'kerekü" adı ile anılan temelsiz şekilde, tahtadan bina ediliyordu ve iz bırakmamıştı. Belki Uygurlarda da, Hazarlarda olduğu gibi, tuğla yapı, ancak hükümdara ve tapınaklara mahsustu ve diğerleri ağaçtan, "kerekü" biçiminde evlerde oturuyorlardı.
b. Heykel, resim ve kitap sanatları: Heykel ve resimlerden oluşan tertiplere de yine kâinat tasavvurları ilham veriyordu. Merkezî bir şahsiyetin, çoğunlukla bir Buıkan'ın tasviri etrafına, diğerleri kendilerine atfolunan yönlere ve mertebelere göre diziliyordu. Somut mandala (kâinat tertibi) olan bu tarza, Uygur metinlerinde "et-öz mandal" deniyordu. Et-öz mandal'da yer alan şahıs tasvirleri, kâinat içinde kendilerine atfedilen mertebe bakımından çeşitli sınıflara ayrılıyordu. "Tengridem" (semavî) sayılan mabutlar, ruhlar ve onlardan sayılan "toyın" (rahip)'lar, dinî metinlerde tarif edilen güzellik ülküsüne göre tasvir ediliyordu. Burkan dinî metinlerinin güzellik, ülküsü, Tabgaç döneminde Sanskritçeden çevrilmiş ve Tabgaçların, yani Türkçe konuşan boyların görünüşüne benzetilmiş şekilde yansımıştı: Pembe beyaz bir çehre; Çinlilere göre Çinli olmayanların ve Tabgaçların özelliği olan ince ve uzun burun (Çinlilerin burnu küçük ve ezik idi) ki buna Kâşgarî "kıval burun" demektedir; Doğu Asyalılar gibi çekik ve bazan kapaksız gözler ve kuvvetli, şişmanca bir vücut yapısı. Bu son özellik Batı Türkistan, Kengeres (Çincesi K'ang-chü) sanatından alınmıştı. Çünkü Tabgaç ve genellikle Çin sanatı ince ve uzun vücut ölçülerini tercih ediyordu. Kengeres çevresinden Sırderya vadisinden gelen sanatkârlar, gerek Uygur iline gerek Çin'e bu şişman ve kuvvetli vücutlu mabut ikonografisini almış gözükmektedir. Resimleri yaptıran hatunların ve beylerin "körk" (portre)'leri de bazan bu güzellik ülküsüne uygun şekilde yapılıyordu. Fakat Uygurların Orta Asya sanatına başlıca katkısı, Türklerin, Gök Türk döneminden beri, metinlerden ve eserlerden bilinen gerçekçi körk geleneği olmuştu. Türkler körk'lerin şahıslara benzemesini istiyor ve kötk'ü yapılan şahsın simasmdaki özellikleri gerçekçi, hatta mübalâğalı şekilde yapılıyordu. Türk sanatının bu eğilimi, Uygurlarda, yüksek dereceli şahısların körk'lerinden ziyade, daha mütevazi
U Y G U R S A N A T I : Bezeklik Uygur külliyesinde, V I I I - I X . yüzyıllardan bir tapınakta bulunmuş, Mani dinine mensup kadın rahipleri gösteren, ipek
üstüne resim
U Y G U R S A N A T I : Mani dinine ait, VIII - I X . yüzyıllardan, Uygur harfleriyle Türkçe kitapta, bir Uygur beyini, kopuz çalan ve destan
söyleyen iki sanatkâr ile gösteren resim
kimselerin ve özellikle ressamların kendi portrelerinde, kuvvetle görünmektedir.
Türk sanatının diğer bir geleneği olan hamasî üslûp, savaşı yasaklayan Buddhist sanatında ifadesini kolayca bulamamakta idi. Fakat Türkçe "küzetkici" (gözetici) denen ve Burkan dinini korumak ile görevli sayılan yön mabutlarını, alp görünümünde, askerî kıyafette, bayraklar, tuğlar ve silâhlar ile tasvir eden Doğu Türkistan ve U . S., Türklerin hamasî eğilimini de tatmin etmiş oldu. Uygur kağanının 'böri" (kurt) başlı totemik bayrağının da tasvirleri mevcut idi .
Uygurların atalarının, Sibir ilinde, mezar abideleri diki l i taşlara çizdikleri, yarı hayvanî yüzlü ruh tasvirlerinin hâtırası, Burkan muhafızı bir mabut sayılan vajrâpani (elmas gürz taşıyan) ikonografisinde ve diğer yer yüzü veya yer altı ruhları tasvirlerinde yaşamakta idi. Yarı hayvanî yüzlü yer altı ruhları, "yek", "içgek" gibi adlar ile anılıyor, hastalık ve başka felâketler getiren varlıklar sayılıyordu. "Küzetkici"ler ve maiyetleri, bunları kovmak üzere ayinlerde anılıyordu.
Teknik bakımdan U . S., Kengeres ve Tabgaç geleneklerinden alınmış, kendine özgü usuller geliştirmişti. Bunlar hem kalıntılardan, hem de metinlerden bilinmektedir. Bozkır Türk sanatında taş ve madenî heykel yapıldığı halde Doğu Türkistan'da taş nadir olduğundan toprak karışımları, özellikle balçık tercih ediliyordu. Heykeller kalıp içinde şekil alıp boyanıyordu.
Resimler duvarlarda, ipek veya "böz" (bez)'den dini bayraklarda ve kitaplarda yer almakta idi. Uygur resim sanatında, çizgi unsuru hâkim bulunuyordu. Yüzey, alçı veya mukavva karışımı ile hazırlanıp resim, çoğu zaman "meke" denen Çin mürekkebi ile "uç" denen çalıdan kesilen kalem ile çiziliyordu. Çinliler ancak fırça kullandığı halde, Uygurlar özellikle "uç"u kullanmakta idiler. Şekiller, Buddhist sanatın geleneğine uygun olarak hafifçe gölgelenip böylece tecessüm ettiriliyordu. U . S.'nm, diğer Buddhist sanatı kollarından ayrı bir usulü, renkleri zamk karışımı içinde eritip şeffaf şekilde sürmekti. Böylece, gök kuşağı gibi parlak renkler, hiç kararmadan yüzyıllardır durmakta ve sanat tarihçilerince U . S.'nm özelliği sayılmaktadır.
Kitaplarda ve resimlerin yanında, kitabelerde görüldüğü gibi, Soğd yazısından alınan Uygur yazısı ile yazı sa-
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
U Y G U R S A N A T I 139
natı da çok gelişmişti. Uygurlar, Çin'den kâğıt yapmayı öğrenmişler ve her cins kâğıt yapmışlardı. Kitaplar muhtelif şekillerde, tomar veya ciltli olarak hazırlanıyordu. İslâm âlemine kâğıt sanatının tanıtılması, bir rivayete göre Çinli, diğer rivayete göre de Uygur savaş esirleri aracılığı ile olmuştu. Arapça ve Farsça kâğıda verilen adların Türkçe, "ağaç kabuğu" anlamına kagas ile ilgili bulunması, İslâm âlemine kâğıt sanatını öğretenlerin Uygurlar olması ihtimalini destekleyici mahiyette sayılmaktadır. Çin' de bilinen tahta baskı tekniği de Uygurlarca, kitaplar için kullanılmakta idi. Ayrıca Uygurlar, müteharrik harfler ile monotip baskının da öncüsü oldu. Tahminen 1300 sıralarında, Uygurlar "keb" adı verdikleri ve her biri Türkçe bir hece veya harfi temsil eden tahtadan monotip baskı usulünü kullanmakta idiler. Keb'lerden örnekler, halen New York'ta Metropolitan müzesinde bulunmaktadır. Kalıp tekniği ile hazırlanan Uygur ciltlerinden de çok güzel örnekler çeşitli müzelerde bulunmaktadır.
Bunların arasında en önemli koleksiyon 8 000 parça ile Doğu Berlin'deki Demokratik Alman Cumhuriyeti Bilimler Akademisinde korunmaktadır. Batı Berlin Alman Devlet Kitaplığında bulunan yazmalar sanat değeri yüksek minyatürlü eserlerdir.
Bunların dışında Leningrad Asya Müzesi, Londra'da British Museum, Paris'te Bibliothèque Nationale ve Musée Guimet, Stookholm Etnografya Müzesi, Helsinki'de Üniversite Kitaplığı, Kyoto'da Ryukoku Üniversitesi Kitaplığı, Pekin'de Milletler Akademisinde, Üriimçi'de Sinkyang Müzesinde, İstanbul Üniversitesi Kitaplığında Uygurlardan kalan eserler saklanmaktadır.
c. Halılar, kumaşlar: Pazırık kilimleri ve düğümlü halısını vücuda getirdikleri sanılan Ding-ling'lerin torunları Uygurlar, dokuma sanatlarında eser vermeye devam ediyorlardı. Pazırık döneminden sonra, bilinen en eski düğümlü hah kalıntıları, yine İç Asya'da, Doğu Türkistan'da bulunmuştur. I V - V . yüzyıllardan sanılan bir k ısa» Doğu Türkistan halısının o dönemde, o yörede bulunup halı dokuduğu bilinen, belki Türk olan bir boyun Çince adı ile T'u-yü-hun'ların vücuda getirdiği sanılmaktadır. V I . yüzyıldan itibaren aynı çevrede Gök Türkler bulunuyor ve onlar da, Tibet kaynaklarından bilindiği üzere, hah dokuyorlardı. Gök Türk döneminden bir Doğu Türkistan halısında ejder tasvirleri vardı. Türkçede halılara ge-
U Y G U R S A N A T I : Kumaştan bir bayrak üzerine, yaşlı bir Uygur beyinin resmi. Uygur başşehri Ko-ço'da bulunan bu bayrağın
IX - X I I . yüzyıllardan kaldığı sanılmaktadır
netlikle "yadım" deniyordu. Tüylü (düğümlü) halılar "tü-lüğ yadım" adını alıyordu. İpek halılara ise "barçın yadım" adı verilmekte idi. En eski İç Asya göçebe geleneğindeki renkli keçe halılara "kidiz" denmekte idi. Uygur döneminden epeyce halı kalıntıları bulunmuştur. Bunlar arasında hem dokunmuş, hem işlenmiş ipek ve yün kilimler çoklukta idi. Düğümlü halılarda geometrik motifler görülüyordu. Resimlerdeki muhtelif halı tasvirlerinden, halıların iki şekilde olduğu anlaşılmaktadır. Dua ve murakebeye oturmak için kâinat planı "mandal" şekli ile ilgili dört köşe halılar ve ince uzun tören halıları kullanılmakta idi. Tören halıları, törenlerde aynı soya mensup veya aynı mertebede kişilerin yerlerini de belirlemeye yarıyordu. Tören halıları resimlerinde, mertebe ile ilgili temsilî motifler dikkati çekmektedir.
Uygurlar, yün, bez (böz) ve ipek (torku) ile diba (barçın) kumaşlar dokuyorlardı. "Böz" kumaşlar, tülbente benzer şekilde, şeffaf da olabilmekte idi. Uygurların çiçek motifli (bin dallı) ve sırmalı kumaşları Çin'de şöhret bulmuştu. Kumaşların üstüne, çoğunlukla zincir işi ile insan ve hayvan şekilleri bulunan levhalar da işleniyordu.
d. Maden sanatları: Uygurların mensup bulunduğu, Çince T'ie-lS denen boyların eski yurtlarından olan Kuzeydoğu Türkistan'daki Hami (Kamil) çevresi, efsanevî dönemlerden beri kılıç yapımı ile tanınmıştı. Bazı araştırıcıların kanaatine göre, o zamandan beri Türk olan Hami' de yaşayanlar, Milâttan önceki bin yılda, o illeri ziyaret eden bir Çin hükümdarına, mucizevî bir kılıç hediye etmişlerdi. Uygurlar da mükemmel kılıçlar yapmak ile ün salmışlardı. Kılıç sanatının, İslâm âlemine Semerkant i l i ne V I I I . yüzyılda esir düşen Uygurlar tarafından öğretildiği hakkında bir kayıt da vardır. Uygur kılıçları, karartılmış gümüş ve çelik ile savat işi tarzında süsleniyordu. Sel-
U Y G U R SANATI: Uygur başşehri Koço'da Mani dini tapınağında bulunmuş V I I I - IX . yüzyıllardan kalma cilt
kalıntısı
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
140 U Y G U R
çuklu devrinde Dımaşk'ta geliştirilen bu usulün de Selçuklulara, Batı Türkistan aracılığı ile geldiği ve kökeninin, Se-mehkantlılara kılıç yapımını öğreten Uygurlarda bulduğu sanılabilir.
Yine bozkır sanatının bir devamı olarak Uygurlar madenî heykeller yapıyordu. Bu sanat, Burkan dini ile ilgili konuları da içine almaktadır. Bütün Türkler gibi, Uygurlar da altın ve gümüş kaplar kullanıyor ve bunları yapıyorlardı. Kâşgarî'nin "kazkıyu baş" adı ile andığı kuş başlı madenî ibrikler, Doğu Türkistan'dan Çin'e ihraç ediliyordu.
e. Musiki, rakıs ve destanlar ile menkıbelerin sahnede temsili: Türklerde türlü musiki tarzları olduğu Çin kayıtlarından bilinmektedir. Uygurların mensup olduğu T'ie-le' ler, totemik ataları kurdun uluması gibi şarkı söylerdi. Askerî musiki takımı bulundurmak boy beyleri ve hükümdarlara mahsus bir imtiyaz idi . Birer hükümdar sayılan gök ve yer tanrılarının âyinlerinde de davul çalınırdı. "Küv-rüğ üni" (davul sesi)'nin yankısı hükümdarın şöhreti ile uygun sayılıyordu. Hükümdara tâbi beyler onun "ordu" su önünde növbet vurmakta idi. Bu kavramlar Uygur metinleri ve resimlerinde de geçmektedir. İkinci tarz Uygur metinlerinde adları verilen muhtelif aletler ile çalman dünyevî musiki, Gök Türk hükümdarlarının törenlerinde olduğu gibi, Uygurlarda da mevcut idi ve "beş türlü yingçe oyun" (beş türlü ince musiki) adını alıyordu. Koço'daki Uygur sarayında, beş kişilik bir takımın, muhtemelen bu tarzda sanat icra ettiği çizilmişti. Çincedcn bozulmuş bir ad ile anılan "küğ" (şarkı, makam, dinî nağme)'ler, Kâşgarî'den öğrenildiği üzere, birbirini takiben, fasıl şeklinde de söyleniyor veya çalınıyordu.
Dünyevî musiki sanatı çok yaygındı. Uygurlar, bayramlarda kırlara giderken sazlarını da birlikte götürürlerdi. İç Asya göçebelerinin dinî musikisinin davuldan başka cenaze töreninde söylenen bir hazin nağme şeklinde olduğu Çinlilerce rivayet ediliyordu. Uygurlardan Mani dinine mensup olanların söyledikleri "alkış" (dinî nağme)'lardan Türkçe örnekler bilinmektedir Uygur Buddhistleri, dinî metinleri "yir eziği" denen makam-lı konuşma tarzında okurlar ve çeşitli musiki aletleri ile noktalamalara işaret ederlerdi.
Destan ve dinî menkıbelerin temsili hakkında tahminler şöyledir: Bunlar, aslen destan okuyucusu" tarafından kopuz çalınarak veya rakıs şeklinde veya "tuh" denen ve ölmüş kimseleri tasvir eden kuklalar ile sahneye çıkarılıyordu (Karagöz temsili kukla oyununa bağlanmaktadır). Orta Asya'da bu tarzda Burkan dinine bağlı bif gelenek de vardı. Uygurlarca "körünç" altında sahneye konan Sanskrit aslından Toharcaya, oradan da Elbalıklı Prajnarakşita adlı bir Uygur rahibi tarafından Uygurcaya çevrilen Maytrisimit adlı Buddhist menkıbe, sahnede gösterilmek için kaleme alınmıştır.
Uygurların elimizde bulunan eserlerinde zaman zaman halk edebiyatının ürünlerine, türkülere rastlanmaktadır. İs-lâmiyetin Turfan bölgesinde yayılmasından sonra Uygur yazısıyla yazılmış bulunan yazma bir eserde altı türkü bulunmaktadır.
'Buddhizmi halka öğretmek ve sevdirmek için kaleme alınan dinî eserlerin üslûp ve anlatımına bakarak bunların hiç olmazsa bir 'bölümünün, dramatik özelliklerine göre sahnelenmiş olduğunu düşünebiliriz. Bunların arasında P. Pelliot, Hüseyin Namık Orkun (Prens Kalyanamkara ve
S A N A T I
Panaınkara hikâyesinin Uygıırcası. İstanbul 1940) ve son olarak J. R. Hamilton (Le Conté bouddhique du bon et du mauvais prince en versión ouigoure. Paris 1971) tarafından işlenerek yayınlanan iyi kardeşle kötü kardeşin hikâyesini konu alan Kalyanamkara ve Papamkara hikâyesini bir örnek olarak verebiliriz.
Çeşitli dinlere giren Uygurlardan elimizde bulunan resim, minyatür ve duvar resimleri bu düşünceleri doğrular niteliktedir. Nitekim U. S.'nda, şimdi de çeşitli Türk halk oyunlarında görüldüğü gibi, mendil sallayarak oynanan oyunlar tasvir edilmiştir.
U. S.'nm sınırları dışına etkileri: Doğudan gelen istilâlar sonucunda, bazan Uygurların siyasî istiklâli sarsıntı geçiriyordu. Çin sınırlarındaki Uygur devletlerinin birkaçı, 1036'da Kıtayların idaresine girmişti. Bütün Uygur hakanlıkları ve beylikleri, 1212'den sonra merkezi bugünkü Moğolistan'da Karakorum'da ve bugünkü Çin'de, Han-balık adı verilen Pekin'de olan Moğol devleti himayesini kabul zorunda kaldılar. Ancak yazıyı yeni öğrenen Kı-taylar ve Moğollar, Uygurların daha.yüksek kültürünün etkisine girdiler. Uygur şehirleri, Kıtay ve Moğollar için birer mektep oldu. Uygur "bakşı" (bahşı, üstad)'lan, Mogollan Burkan dinine kazandılar. Tatar Tonga adlı bilgin, Uygur alfabesini Moğol diline uygulamıştır. Moğol sülâlesinin başlıca başşehirlerinde, Karakorum'da, Hanbalık'ta, Türkistan'daki Kayalık ve Semerkant'ta, Horasan'daki Merv
U Y G U R S A N A T I : Hoço Uygur minyatürlerinden kalan kadın başı (VIII. yüzyıl) (Berlin Devlet Müzesi)
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı
U Y G U R S A N A T I — U Y G U R C A 141
ve Herat'ta, Azerbaycan'daki Tebriz, Meraga ve Sultaniye' de Doğu Avrupa sınırlarındaki Al tm Ordu Moğol devleti merkezlerinde, Uygur ve Öngüt boylarına mensup Buddhist veya Nesturi Hristiyan Türk aydınları, saray kütüphanelerinde ve devlet hizmetinde faal idiler. "Bakşı"lar her tarafta Burican tapmakları inşa ediyor ve Buddhist U . S.'nı böylece yayıyordu. U . S. dışındaki bu Uygur eserlerinin bazısı tespit edilebilmiştir. Ancak, 1226 sıralarında, Kubilay Han'ın Tibet'te yaygın olan Lamaist Buddhist mezhebine girmesi sonucunda, Moğol dünyasındaki Uygur etkileri bir müddet zayıfladı. Uygur Türkçesindeki Lamaist Buddhist metinleri ve resimleri bu safhaya işaret etmektedir. Fakat Tibet etkileri uzun ömürlü olmadı. Türk kültürü, bu sefer İslâmî görünüşle yine ilerledi. Moğol sülâleleri, birer birer İslâmiyeti kabul ediyor ve gittikçe Türkleşiyor-du. Uygur hükümdar sülâlesi, 1377'de, son "ıdıkut" (mukaddes hükümdar)'un Hanbalık'tan dönmeyip irada yerleşmesi ile sona ermişti. Uygur illeri Moğol sülâlesinin Çağatay kolu idaresine geçti. Çağatayların Turfan ilinde hüküm süren kolu, birkaç kere İslâmiyeti kabul etmiş, fakat tekrar İslâmiyetten ayrılmışlardı. Böylece, XV. yüzyıl başında Uygur ilinde Burkan dini ve İslâmiyet birlikte mevcuttu. Mescitler ve tekkeler, Buddhist külliyelerin yanında inşa ediliyordu. Sanat bakımından, bu geçiş dönemine ait eserlerde, söz gelimi, bir Rus konsolosu olan Belinko'nun satın aldığı, halen muhtemelen Ermitaj müzesindeki tepside Burkan ikonografisine benzeyen şahıs tasvirleri, Arapça yazılarla yan yana görülmektedir. Eserleri Topkapı murakka-larında mevcut olup asıl adının Muhammed Bahşı Uygur olduğu sanılan, üstad Muhammed Kara kalem unvanı ile meşhur sanatkârın resimlerinin de aynı döneme isabet ettiği sanılır. Gazan Han'ın islâmiyeti kabulünden sonra X I I I . yüzyıl başında Yakın Doğu'daki Burkan tapınakları da yıkılmış ve bakşılar, aslî yurtlarına dönmüş veya tarihçi Reşidüddin'in iddiasına göre, vicdanî kanaate- varmadan, İslâmiyeti kabul etmiş gibi gözükmüşlerdi. Eski Buddhist bakşılar ve onların tamamen Müslüman olan, fa
kat kısmen Alevî olmak üzere, bazı heterodoks eğilimler ile görülen torunları bahşı unvanını koruyorlar, Uygur yazısı ile Türkçe eserler meydana getiriyorlardı. İslâmî geleneğe uymayan tarzlar, böylece çoğunlukla Buddhist ikonografiden mülhem olarak İslâm resim sanatına girdi. İslâmiyette, ruhanî konular, her türlü tasvirin, hatta tasavvurun ötesinde, soyut bir âlemde düşünülürken, Moğol döneminde İslâmî dinî konularda dahi eserler resimlendirmeye başladı. Reşidüddin'in yazdığı dünya tarihinin bir kısmı olan Hint tarihinin yazarı bir Keşmirli bahşı, Buddhist kavramlara İslâmî adlar vermekle iki dinin terimlerinin yaklaşmasına yol açmıştı. Böylece, Reşidüddin'in eserinin bir kısmı olan Peygamberler tarihi de yazılınca, Buddhist ve Hristiyan ikonografiden alınmış motifler ile resimlendirildi. Uygur bakşı-larının bu tarzdaki en tanınmış eseri, Ebu Melik Bahşı'nın 1436'da Herat'ta vücuda getirdiği Uygur Mi'rac - nâmesi' dir. Bu ve başka eserlerde Uygur yazı sanatı bir yüzyıl da ha yaşadı. İslâmî devirde, Uygurların devam ettirdiği bit tür eser de Uygur harfleri ile ibareler taşıyan resimli silsilenameler olmuştu.
Çağatay sülâlesinin Uygur ilindeki kolu, 1473'te İslâmiyete kesin olarak girmiş bulunuyordu. Batı Türkistan' da gelişen Timur oğulları çevrelerindeki İslâmî sanatın etkileri artık serbestçe Doğu Türkistan'a da ilerledi. Mimarî anıtlar, kitap resimleri, yazı sanatı Timur oğulları üslûplarına uydu. Halı sanatında ise Uygurların eski tarzları unutulmadı. Bugün de Uygur ilinde dokunan halılar, eski düzenleri ve motifleri tekrar etmektedir. (E. Esin)
UYGURCA, Doğu Türkistan'ın kuzeydoğusunda V I I I . yüzyıl sonlarından X I V . yüzyıla, Çin'in Kansu ilinin kuzeybatısında ise X V I I I . yüzyıl başlarına kadar yazı dili olarak kullanılmış olan dil . U. , ölü Türk dilleri arasında eskilik bakımından Gök Türkçeden sonra ikinci sırayı alır. Kimi yazarların U.'yı Gök Türkçenin devamı olarak göstermeleri gerçeğe uymaz. Çünkü bu ik i dil, Türkçenin ayrı kollarından gelmiştir. Ancak V I I I . yüzyılda Türkçe konuşan boyların çoğu birbirine yakın coğrafî bölgelerde yaşamaktaydı ve lehçe ayrılıkları pek büyük değildi. Bu yüz-den Gök Türkçe ile U . arasında benzerlikler, ortak özellikler çoktur. Birbirini izleyen dönemlerde yazı dili olarak kullanılmış olan bu iki Türk lehçesini birçok araştırmacı, "Eski Türkçe" adıyla bir arada ele alıp incelemiştir. Bilimsel açıdan doğru olmayan bu tutum, pratik amaçlara uygun düşmektedir.
Uygur Bozkır Kağanlığı döneminde taş üzerine kazılmış rünik yazılı Uygur yazıtlarının dili (bk. UYGUR EDEBİYATI) U.'ya ait pek az özellik taşımakta, daha çok Gök Türkçeyi andırmaktadır.
"Uygurca" veya "Eski Uygurca" adı verilen dille yazılmış ilk metinlerin daha Uygurlar Moğolistan bozkırlarındaki eski yurtlarında yaşarken Doğu Türkistan'a yerleşmiş olan başka Türk boylarınca kaleme alındığı, dolayısıyla bu adların uygun olmadığı araştırmacılarca sık sık ileri sürülmüş bir görüştür. Hatta bu dile başka bir ad verilmesi gerektiğini savunanlar olmuştur. Söz gelişi D. Sinor, Turfan Türkçesi adını teklif etmektedir (D. Sinor : A közâp-âzsiai török buddhizmıısröl, " Köriisi Csoma - Archivum", Ergänzungsband, 1939, s. 353 - 390, bk. s. 358 - 359). Ne
Tek-Esin Vakfı
Tek-Esin Vakfı