mehmet özdoğan - cumhuriyet'in oluşum temellerinde arkeolojinin yeri
TRANSCRIPT
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DÜŞÜNSEL TEMELLERİNİN OLUŞUM SÜRECİNDE ARKEOLOJİNİN YERİ
Mehmet Özdoğan
GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarından itibaren arkeoloji çalışmalarına özel bir önem verdiği, bu alanın
kurumsallaşması kadar nitelikli uzman yetiştirilmesi için de büyük bir çaba içine girdiği. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu
alana özel bir ilgi duyduğu bilinmektedir. Arkeolojik çalışmalara gösterilen bu ilgi, bazı araştırmacılar tarafından
Atatürk’ün, ve bu bağlamında Türkiye Cumhuriyeti’nin, “milliyetci”1 yaklaşımının bir yansıması olarak görülerek
eleştirilmiştir. Diğer bazı araştırmacılar ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde gerçekleştirilen arkeolojik
çalışmaları, Atatürk’ün kişisel ilgisi olarak ele alarak, arkeolojinin çağdaş bir toplum yaratmadaki yerinin göz ardı
etmişlerdir. Bu yazıda konu farklı bir bakış açısı ile ele alınacak, arkeolojinin bilimsel temele dayalı, inanmak yerine
düşünebilen çağdaş toplum yaratmadaki yeri ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bu özlemi gerçekleştirme kararlılığı
içindeki çabaları üzerinde durulacaktır. Çağdaş bir toplum yaratma yolunda Atatürk Türkiyesi’nin gerçekleştirdiği
devrimler sıralanırken bunların temelinde “Düşünce Devrimi”nin yattığı çoğu kez göz ardı edilmektedir; arkeoloji
Atatürk Türkiyesi’nin çağdaşlaşma savaşının bir parçasıdır.
La Turquie Kemaliste Dergisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminin sonlarında, devrimlerin olgunlaşmaya
başlaması ile birlikte yayınlanmaya başlar: dolayısı ile çağdaşlaşan Atatürk Türkiye’sini yansımasıdır. Dergi özenli ve
güzel baskısıyla ilk bakışta yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılı yüzünü yansıtmak ve Batı dünyasına tanıtmak amacıyla
çıkartılmış propaganda amaçlı bir dergi görünümündedir. Ancak dergi için seçilen yazılar ve bunların sunuluş şekli
tarafsız bir gözle ele alındığında, derginin propaganda amaçlı olmaktan çok düşünsel bir tartışma ortamı yaratmayı
hedeflediği anlaşılır. Dergi, Atatürk’ün yeni devletin olmazsa olmazları olarak gördüğü alanları ön plana çıkararak, bu
konularda nelerin nasıl başarıldığını, hangi aşamalara gelindiğini ortaya koymakta ve belirli bir ideolojiyi yansıtmakla
birlikte dürüst ve açık yaklaşımıyla tarafsız bir açılım da sağlamaktadır. Derginin bu yaklaşımını bize en açık bir
biçimde yansıtan alanlardan biri de arkeolojidir. 49 sayı çıkan dergide arkeolojiyle ilgili 21 adet makaleye yer verilmiştir.
Bu yazılar ülkenin tarihi güzelliklerini yansıtan turistik gösterimden çok, kültür tarihiyle ilgili ortaya çıkan yeni bilgileri
“belgesel” üslubu ile tanıtmaktadır. Bu yayımlar bilgi – belge değeriyle, Atatürk döneminde yapılmış olan ve bilim tarihi
açısından büyük önem taşıyan birçok araştırma için bugün bile kullanılan en iyi kaynak durumundadırlar. Aşağıda
ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi, tarih ve tarihin somut kanıtlarını ortaya çıkartan arkeoloji, “Atatürk Türkiyesi”nin
öncelikli alanlarındandır (Özdoğan 1999, 2007b). Genç Cumhuriyetin geçmişe verdiği bu önem, bugün birçokları
tarafından bağnaz bir milliyetçiliğin yansıması olarak görülmektedir. Ancak tarafsız bir gözle bakıldığında, geçmişe
somut veriler ve zaman ölçeği kullanarak bakan arkeolojinin özümsenmesinin, çağdaş bir düşünce sistemine sahip
olmanın gereği olarak görüldüğü anlaşılır. Bunun yanı sıra bu yaklaşımın, iki dünya savaşı arasında bu alanda Batı
ülkelerinde sürdürülmekte olan uygulamaların bir yansıması olduğu da açıktır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken
Atatürk’ün düşünce sisteminin temelinin “çağdaşlaşma” olduğu ve bunun ancak düşünce yapısının ve bakış açısının
ulus ölçeğinde değiştirilmesiyle sağlanabileceği, bunun için de çağdaşlaşmayı yönlendirecek kurumların hızla
oluşturulmaya çalışıldığı açık bir gerçektir. Bu nedenle La Turquie Kemaliste’in çıkışından 70 yıl kadar sonra,
arkeolojinin dergideki yansımalarıyla ilgili doğru bir değerlendirme yapabilmek için, arkeolojinin çağdaş düşünce
sistemi içindeki yeri ve bunun tarihsel süreç içindeki değişimini öncelikli olarak ele almak gerekir.
ÇAĞDAŞ DÜŞÜNCENİN OLUŞUMUNDA ARKEOLOJİNİN YERİ
Günümüzde Türk arkeolojisinin bilim dünyasında saygın bir yere sahip olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur; ancak
erişilen bu üst düzeyi yalnızca ülkemizin kültürel zenginliğiyle açıklamak büyük bir yanılgıdır. Tarihten gelen kültürel
birikimi Türkiye kadar zengin olan birçok ülkenin arkeoloji alanında bir varlık gösteremediğini, bunları değerlendirecek
1 Bu yazı kapsamında, eş anlamlı olmalarına karşın, günümüzde nerede ise birbirlerinin karşıtı anlamlar yüklenmiş olan “milliyetcilik” ve “ulusalcılık” adlamaları, bilinçli olarak seçilerek ayrı anlamlarda kullanılmıştır.
1
bilim insanları ve kurumları ortaya çıkaramadığını unutmamak gerekir. Bu bağlamda, örneğin Irak, İran, Suriye,
Hindistan gibi önemli kültür varlıklara sahip olan ülkelerde arkeoloji büyük ölçüde Batılı2 araştırmacılar tarafından
sürdürülmektedir; her ne kadar söz konusu ülkeler kendi bilim insanlarını ve kurumlarını geliştirmek için yakın
dönemde çeşitli girişimler yapmışlarsa da, bunların istenen sonucu verdiğini söylemek çok güçtür. Bu bağlamda
Türkiye, Batılı ülkeler dışında arkeoloji alanında dünyada söz sahibi olabilmiş, oluşturduğu kurumları ve bilim
insanlarıyla saygın bir yer edinebilmiş ender ülkelerden biridir. Bu nedenle ülkemizde arkeolojinin bilim alanı olarak
gelişimini, zengin bir kültürel mirasa sahip olmasının sonucu olarak değil, farklı bir bakış açısıyla değerlendirmenin
gerekli olduğu kanısındayız. Burada sorulması gerekli olan soru, Türkiye’nin arkeoloji alanında neden diğer birçok
ülkeden daha iyi bir konuma yükselmiş olduğu ve bunu aynı kültürel zenginliğe sahip diğer ülkelerin neden
gerçekleştirememiş olduğudur. Bu soruyu doğru bir şekilde yanıtlayabilmek için, her şeyden önce arkeolojinin ne
olduğunu doğru olarak tanımlamak gerekir. Genel olarak baktığımızda arkeoloji, uygarlığın gelişim sürecini somut
verilerle inceleyen bir bilim dalıdır. Bu bağlamda toplumda yerleşmiş olan yanlış bir kanı, arkeolojinin insanların
geçmişi merak etmelerinden kaynaklandığı şeklindedir. Bu bir ölçüde doğrudur; her toplum her zaman kendi geçmişini
merak etmiş ve buna ilgi duymuştur. Ancak geleneksel yaklaşım, geçmişin somut kanıtlarla değil, söylencelere,
efsanelere dayanılarak açıklanması olmuştur. Geleneksel toplumlar geçmişe her şeyden önce kendi kökenleri
bağlamında ilgi duymuşlardır; ancak kabullenilen köken, kanıtlanamayacak, toplum hafızasında olamayacak kadar
eskileri anlatan söylencelere dayanır. Buna inanılır ve bu inancın somut kanıtlarla desteklenmesine gerek duyulmaz.
Bu “inanılan geçmiş”tir; sorgulanmaz. Geleneksel toplumlar geçmişe yalnızca kendi geçmişleri bağlamında ilgi
duyduklarından başkalarının geçmişi bu düşünce sistemi içinde yer almaz (Diaz-Andreu 2002; Lowenthal 1985;
Özdoğan 2008a; Yoffee ve Sherratt 1993)
Batı düşünce sisteminin geçmişe bakış açısı ise geleneksel bakış açısına göre iki farklı açılımı içerir (Özdoğan 2007a).
Bunlardan biri somut verilerle kanıtlanan bir geçmiş anlatımı, diğeri ise geçmişin küresel boyutta ele alınmasıdır.
Batı’da bu bakış açısının temellerinin Rönesans ile birlikte atıldığını ve bu dönemde “sorgulanan, kanıtlanması gerekli
olan geçmiş” gibi farklı bir yaklaşımın oluşmaya başladığını görmekteyiz (Trigger 1989). Daha 13. yüzyılda, Ortaçağ
kilisesinin getirdiği baskıcı düzenden önce farklı gelişkin bir kültürün, Hellenistik-Roma uygarlığının var olup olmadığı
tartışmaları ve bunu kanıtlayacak somut verileri bulmak için araştırmalar başlamıştır. Bu süreç belki de uygarlık
tarihinde ilk kez sorgulanan ve somut verilerle kanıtlanan yeni bir geçmiş anlayışının ilk örneklerini ortaya çıkarmıştır.
Bunun hemen ardından Avrupa’da Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun dağılma süreciyle birlikte belli bir dil ve
kültüre bağlı devletler kurulurken, “ulus” kavramı da oluşturulmaya başlanmıştır. Bu yeni ulusların, geçmişte de var
olduğunun kanıtlanması, ulus bilinci yaratmanın vazgeçilmez bir aracı durumuna gelmiş ve dolayısıyla tarihsel süreç
içinde ulusu kanıtlayacak somut verilerin bulunmasına çalışılmıştır3 (Atkinson vd 1996; Jones 2002; Kane 2003). Bu
çaba günümüze kadar iz bırakan iki önemli açılımı beraberinde getirmiştir. Bunların biri arkeolojinin ulus bilinci
oluşturma sürecinin vazgeçilmez bir aracı haline gelmesi, diğeri ise geçmişin günümüz politik sorunlarına çözüm
aramada kullanılması, ya da başka bir deyişle “geçmişin politize edilmesi”dir (Özdoğan 2005; 2006).
Rönesans’tan Aydınlanma Çağı’na geçen süreç içinde geçmiş kavramı, giderek somut kanıtlara dayalı sorgulanan
yeni bir biçim kazanmaya başlamıştır. Ancak bu süreç içinde farklı sorgulamalarla geçmişe bakılmasının sonucunda,
birbirinden farklı “arkeoloji alanları” ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı yukarıda değindiğimiz gibi köklerinin geçmişteki
görkemli kültürlerden geldiğini kanıtlama çabası içindeki “Klasik Arkeoloji”, bir kısmı Avrupa’daki yeni ulus devletlerin
tarihsel süreç içindeki varlığını ortaya koymaya çalışan “Avrupa Arkeolojisi”, bir kısmı da Tevrat ve İncil gibi din
2 Bu yazı kapsamında “Batılı” sözcüğü coğrafi anlamda değil, günümüzün düşünce sistemini oluşturmaya katkıda bulunan, bu alanda Ortaçağ’ın sonlarından, Rönesans, Aydınlanma Çağı’ndan bu yana yol alan ülkeler anlamında kullanılmaktadır. Başka bir tanımla çağdaş düşüncenin birey ölçeğinde tekil olarak değil, tüm kurumlarıyla toplumun yaşam ve dünya görüşünü yaygınlaştırarak sindirmiş ülkeler anlaşılmalıdır.3 Bu süreç yalnızca Batılı ülkelerde değil, Doğu Asya’da da, örneğin Çin’in kimlik oluşumunda da izlenmiştir; o bölgelerde Çin’in kimlik arayışı her zaman Güneydoğu Asya ve Japonya kimliğiyle karmaşık ve çelişkili bir süreci yansıtmıştır (Ikawa-Smith 1999).
2
kitaplarında anlatılanların somut izlerini bulma şeklinde gelişen “Tevrat Arkeolojisi” (Biblical Archaeology) ya da
“Yayındoğu Arkeolojisi”dir. Her üç alan da, farklı yöntemlerle, farklı amaçlar için geçmişe bakmış, ancak temelde
zaman ölçeği olan ve somut kanıtlarla ortaya konan bir geçmiş tablosu ortaya çıkarmışlar ve bu geçmiş, Batı düşünce
sisteminin temel taşlarından biri olmuştur (Özdoğan 2008a). Bu yaklaşım kuşkusuz o yıllarda yalnızca arkeolojiye,
kültür tarihine yönelik bir çaba değildir; başta jeoloji, botanik, zooloji gibi günümüzde doğa bilimleri olarak
tanımladığımız alanlar da geçmişi sorgulamaya başlamıştır. Bu alanlar da, arkeolojide olduğu gibi geçmişi somut
verilere, zaman ölçeğine bağlamış ve ilgiyi küresel boyuta taşımışlardır. O tarihlere kadar düşünce sisteminde çok sığ
olan geçmiş giderek derinleşmiş, uzun bir zaman dilimine yayılmış, geçmişin günümüzden farklı olduğu görülmüş ve
geçmişi oluşturan birimler belirli bir sistematik içinde tanımlanmaya başlamıştır. Bu doğa bilimleri için de, arkeoloji için
de geçerlidir.
Endüstri Devrimi ile birlikte giderek artan hammadde gereksinimini karşılayabilmek için, özellikle yer bilimleri hızlı bir
gelişim sürecine girmiş ve bunu gerçekleştirirken ister istemez dünyanın oluşumunu, geleneksel bakış açısından farklı
bir biçimde incelemeye başlamıştır. Bu bağlamda yer bilimlerinde de arkeolojide olduğu gibi, inanca dayalı ve yaratılan
bir dünyanın yerini, zaman içinde oluşan farklı bir dünya almaya başlamış ve bunu kanıtlayan çok sayıda somut veri o
yıllarda ortaya çıkmıştır. Aynı durum bitki ve hayvan topluluklarını ele alan alanlar için de söz konusudur. Geleneksel
yaklaşım her türlü canlının en mükemmel şekilde yaratıldığı ve yaratıldıktan sonra değişmediği esasına dayanır;
Aydınlanma Çağı’nda ortaya çıkan veri ve değerlendirmeler, bütün canlıların ilkelden günümüzdeki şekline doğru
evrimleşerek değiştiğini fosillerle ortaya koymuştur. Bu bağlamda dünyayı geçmişiyle birlikte ele alan arkeoloji, yer
bilimleri, zooloji ve botanik gibi tüm alanlar ortak bir paydada birleşmişlerdir; bu payda, durağan geçmiş yerine sürekli
değişen, yenilenen, evrimleşen bir geçmiştir ki, bu da günümüzde “evrim” kavramıyla olarak simgeleşmiş ve aynı
zamanda çağdaş düşünce sisteminin temelini oluşturmuştur.
Bu süreç içinde yalnızca inanılan geçmişin yerini kanıtlanabilen farklı bir geçmiş almakla kalmamış, bunun da ötesinde
düşünce sistemine “zaman ölçeği” de katılmıştır. Geleneksel düşünce sistemlerinin tümünde, ister insan, ister
dünyanın geçmişi söz konusu olsun, “geçmiş” çok sığ bir süreçtir. Örneğin 19. yüzyılın başlarına kadar, dünyanın
İsa’dan 4004 yıl önce yaratıldığı, Kilise’nin hemen hemen resmileşmiş bir görüşüydü.
Evrimleşen geçmiş kavramı ortaya çıkarken arkeoloji, doğa bilim dallarından farklı olarak ister istemez politik bir araç
haline dönüşmüştür. Geleneksel bakış açısında ilgilenilen geçmiş yalnızca kendi geçmişimizdir; arkeoloji ise, kendi
geçmişimizle sınırlı bakış açısını küresel boyuta taşımıştır (Yoffee ve Sherratt 1993). Daha bilimin gelişmeye başladığı
ilk dönemlerde geçmiş dönemlere soru sorarak somut kanıtlar elde etmeye çalışılması ve zaman ölçeği oluşturulması,
ister istemez sorunu dünya ölçeğine taşımıştır. Zamanın derinliklerine inildikçe yanıt aranan sorunun kanıtları başka
bölgelere, başka kültürlere taşınmış, özellikle doğa bilimlerinde ancak küresel bir bakış açısının süreci doğru
yansıtabileceği ortaya çıkmıştır. Batı geçmişi bu şekilde sorgularken, dünyadaki diğer ülkeler geleneksel bakış açılarını
sürdürmüşlerdir. Bu nedenle Batılı araştırıcılar, ister uygarlık tarihçisi, ister yer bilimci, ister zoolog ya da botanikçi
olsun, geçmişi öğrenmek için kendi ülkelerinin sınırlarının dışındaki coğrafyalara gitmişler, araştırma yapmışlar, veri
toplamışlardır. Diğer ülkeler Batılı araştırmacıların neden böyle bir çaba içinde olduğunu yakın zamanlara kadar
anlamamışlar, bazen bu araştırmacıların yaptıklarına ilgisiz kalmışlar, bazen çabalarını küçümsemişler, bazen de
kuşkuyla bakmışlardır. Bu durumun yol açtığı bir sonuç, Batı’nın geçmişi dünya kültürü olarak bir bütün halinde
sahiplenmesi olmuştur. Batılı araştırmacıların bilimsel bir kaygıyla dünyaya açılmaları, Batılı devletlerin, emperyalizm
olarak da bilinen siyasi ve ekonomik olarak dünyaya hakim oldukları, sömürgeler kurdukları bir sürece denk
düşmektedir. Bu sürecin farklı bir yansıması da, bilimsel ve politik sahiplenmenin birbirine karışmasıdır. Bu nedenle
bilimin gelişmeyi sağlayan ve Batı düşünce sistemini oluşturan çabaları, sömürgecilik güdüsüyle gelişen sahiplenme ile
birbirine -bazen de bilinçli olarak- karıştırılması, bu dönemin doğru olarak değerlendirilmesini engellemiştir.
ÇAĞDAŞ DÜŞÜNCENİN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NA YANSIMALARI
3
Osmanlı İmparatorluğu, geleneksel düzene göre kurulmuş ve gelişmiş bir devlettir. Osmanlı İmparatorluğu’nun var
olduğu süreç içinde, Batı da dahil olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde aynı durum söz konusudur. Yukarıda
kısaca değindiğimiz gibi Aydınlanma Çağı’ndan itibaren Avrupa’nın batı kesiminde farklı bir düşünce sistemi gelişmeye
başlamış, ilk zamanlar yalnızca belirli sayıdaki aydınlarla sınırlı olan bu düşünce sistemi, giderek Avrupa devletlerinin
farklılaşmasına ve geleneksel yapının dışında yeni düşünce sistemine göre yapılanmasına yol açmıştır. Batı Avrupa’da
bu süreç yaşanırken, Asya’nın, Afrika’nın, Amerika’nın belirli yerlerinde Osmanlı Devleti gibi, çeşitli imparatorluklar,
devletler, uygarlıklar gelişmiş ve belirli süre için varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Belki de Osmanlı İmparatorluğu’nu
diğerlerinden ayıran önemli bir fark, Batı dünyasının sınırındaki konumudur. Görkemli geçmişinin anılarını sürdürürken,
17. yüzyıldan itibaren sürekli olarak savaşlarda Batı devletlerine yenilerek topraklarını kaybeden Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki az sayıdaki aydının, 18. yüzyıldan itibaren bu duruma yol açan nedenleri sorgulamaya başladığını
görmekteyiz. Batı ile olan ortak sınırın, Batılılarla yalnızca sömürgeleşme süreci içinde karşılaşan diğer dünya
devletlerine kıyasla, Osmanlılara önemli bir avantaj sağladığı kuşkusuzdur. Bu yalnızca Osmanlı aydınının Batı’yı daha
yakından izlemesini sağlamakla kalmamış, Batılı ülkelerin kendi içindeki çekişmelerden kaçan grupların ve bu arada
bazı Batılı aydınların Osmanlı İmparatorluğu’na gelmesini sağlamıştır. Bu bağlamda özellikle Avusturya
İmparatorluğu’na başkaldıran çok sayıda Macar bilim insanı, aydın ve teknisyenin, Polonyalı aydın bir kitlenin Osmanlı
İmparatorluğu’na sığınarak yeni düşünce ve teknolojileri getirmelerine ve geleneksel kurumların Batılı kurumlara
dönüşmesine yaptıkları katkıyı göz ardı etmemek gerekir (Ortaylı, 2000:57; Üstel 2004). Aynı şekilde Osmanlı
İmparatorluğu’nda Hıristiyan cemaatler içindeki aydın kesimin Batı’yı sürekli olarak izlediği, oldukça eski tarihlerden
itibaren Batı dünyasında gelişen kurumları özümsedikleri de bir gerçektir. Bütün bunların Osmanlı İmparatorluğu’nda
19. yüzyılda daha belirgin bir hale gelecek olan, Batılılaşma sürecinin tetikleyicileri olduğu bilinen bir gerçektir (Berkes
1975)4.
Sorunu kültür tarihi, arkeoloji açısından ele aldığımızda, 19. yüzyılın başlarına kadar Batılı arkeologların ilgi duyduğu
kültürlerin yayıldığı coğrafyanın hemen hemen tümünün Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde olması, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Batılı arkeolog ve araştırmacılarla dünyadaki diğer devletlerden daha önce tanışmasına yol açmıştır
(Özdoğan 1998; Shaw 2004; Yerasimos 2005). 18. yüzyılda ve hatta 19. yüzyılın başlarında Avrupa’da Roma’dan
daha eski uygarlıkların var olup olmadığı kuşkuyla karşılanmaktaydı. Bu bağlamda bugün heyecanla izlediğimiz
Mezopotamya, Mısır ya da Helenistik Dönem’e ait görkemli kalıntıların yüzeyde herkesin görebileceği şekilde açık
olarak bulunduğunu, ancak bunların ne oralarda yaşayan topluluklar, ne o topraklara sahip olan önceleri Bizans
ardından Osmanlı yönetimi, ne de ticari ya da haç amacıyla oralara gelen Batılıların ilgisini çekmediğini vurgulamak
gerekir. Söz konusu kalıntılar, Batılılar için bile ancak düşünce sistemine geçmişin somut kanıtlara dayanması
anlayışının girmesinden sonra “ilginç” hale gelmiştir5. Bunun en çarpıcı örneklerinin arasında ilk kez Mezopotamya’da
Asur Dönemi kabartmalarını tanımlayan Layard’ın gerçekten Mezopotamya’da eski tarihlere ait eserler bulunduğunu
inandırabilmek için, bunları kendi çabasıyla 1854 yılında İngiltere’ye nakletmiş olması gelmektedir. 1800’lü yılların
başlarında Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Batılılar, ister Mısır’da, ister Ön Asya’da, ister Ege dünyasında olsun,
görmüş oldukları anıtlar ve bunların çevresinde yaptıkları kazılarla ortaya çıkan eserlerden yadsınmaz bir heyecan
duymuşlardır. Batı’da bu kültürlere olan ilgi, ancak bu eserlerin o ülkelere taşınmasından sonra başlamış ve bu da
bugün arkeoloji olarak tanımladığımız alanın Batı’da gelişmesini sağlamıştır (Finley 2000). O yıllarda tanımlanan en
eski gelişkin uygarlıklar, Ege çevresinde Hellenistik kültür, Yakındoğu’da Mezopotamya uygarlıkları ile Nil
Havzası’ndaki Eski Mısır kültürü olmuş, bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu, Batı’da bu kültürlerin varlığını somut
verilerle kanıtlamaya çalışan ve giderek artan sayıda araştırmacıların geldiği yer olmuştur. Daha önceleri bilinmeyen
eski uygarlıkların, bunlara ait görkemli eserlerin Batı’ya taşınması, uyandırdığı heyecanın yanı sıra, önemli bazı diğer
gelişmelere de yol açmıştır. Batı’da dünya devleti olma iddiası taşıyan devletler, kendi toplumlarına bu bilinci aktarma
4 Batılılaşma süreci son yıllarda farklı yönleri ile ilgi çekmiş, bu konuda çok sayıda yayın yapılmıştır; bu nedenle batılılaşma süreci ile ilgili tartışmaların temelini oluşturan Niyazi Berkes’in çalışmasına değinmekle yetinmekteyiz.5 Arkeolojinin tarihsel süreç içindeki gelişimini ele alan yayınların sayısı son yıllarda giderek artmıştır; bunların arasında özellikle bakınız Aslan 1999; Schnapp 1993; Trigger 1989.
4
ve özümsetme amacıyla devlet müzeleri açmaya başlamışlardır; bunların arasında özellikle İngiltere’de British
Museum, Fransa’da Louvre ve Berlin’de İmparatorluk Müzesi sayılabilir. Söz konusu müzeler Batı’nın dünyayı ve
dünya kültürünü sahiplenmesinin vazgeçilmez bir göstergesi haline gelmiştir. Bu dönemde yalnızca devletler değil çok
sayıda kurum ve kişi de benzer bir çabayla kendi müzelerini oluşturmaya başlamıştır. Bu çabaların sürdüğü 19.
yüzyılda dünyada hala hiçbir devletin ne kendi topraklarındaki, ne de başka yerlerdeki geçmişin somut kanıtı olan
eserlere ilgi duymadığı göz ardı edilmemelidir; hatta çoğu kez Batılıların geçmişin izlerini ortaya çıkarmak ve taşımak
için harcadıkları emek, Batılıların bir tuhaflığı olarak görülmüştür.
Yukarıda değindiklerimiz bağlamında uzun bir süre Osmanlı İmparatorluğu, diğer devletlerden farklı bir davranış içine
girmemiştir; topraklarına gelen ilk Batılı araştırmacıları kısmen görmezlikten gelmiş, kısmen küçümsemiş, ancak bir
zaman sonra bunlardan kuşkulanmaya başlamıştır. Gene de bu konuda dünyadaki diğer ülkelere göre bilinçli olarak
davranmaya başlayan ilk ülkelerden birinin Osmanlı İmparatorluğu olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda kısaca değinildiği
gibi Osmanlı İmparatorluğu’ndaki aydınlar, Batı ülkelerindeki hızlı değişim ve gelişime yol açan nedenleri anlamaya ve
bunları bir ölçüde, kendi ülkelerindeki geleneksel yapının değişime karşı olan direncini zorlamayacak biçimde
aktarmaya çalışmışlardır. Bu 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren daha hızlı bir süreç haline gelmiş, bugün
Batılılaşma süreci olarak tanımladığımız, imparatorluğun tüm kurumsal düzenini de değişmeye zorlayan bir şekil
almıştır. Arkeoloji de Osmanlı İmparatorluğu’na Batılılaşma paketinin bir parçası olarak gelmiştir (Aydın 2002;
Özdoğan 2006). O yıllarda Batı dünyasında Roma’nın öncülü olan Helenistik uygarlık keşfedilmiş ve bu özel döneme
yönelik ilgi ve hayranlığın doruğa ulaştığı “Grecism” olarak da adlandırılan bir süreç yaşanmaktadır. Batı, Avrupa
kültürünün köklerini Helenistik uygarlığa dayamış, bunun getirdiği düşünce sistemi mimariden güzel sanatlara,
edebiyattan politikaya kadar her alana yansımıştır. O yıllarda Batı’ya ve özellikle Fransa’ya eğitim için giden Osmanlı
aydınları ister istemez bu eğilimin etkisinde kalmış, Helenistik uygarlığı Batılılaşma paketinin olmazsa olmaz bir öğesi
olarak görmüşlerdir. Bu bağlamda 1867 yılında Fransa’ya giden Sultan Abdülaziz’in Yunan-Roma eserlerinin
sergilendiği Abras Galerisi’ni gezdiği ve bu ziyaretten çok etkilendiği bilinmektedir (Shaw 2004: 102, res. 8). Başta
Osman Hamdi Bey olmak üzere arkeoloji kavramını Osmanlı İmparatorluğu’na taşıyan öncüler çabalarını Helenistik
kültüre yoğunlaştırmış, Batılı bir devlet olmanın vazgeçilmez bir parçası olarak görülen İmparatorluk Müzesi bu
nedenle, Helenistik Dönem’e ait bir mimari anlayışta kurgulanmıştır.
Arkeolojinin Osmanlı İmparatorluğu’na yansıma şekli geleneksel doku ile ulus kavramı arasındaki çelişkinin açık bir
göstergesidir. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nda halen bir ulus kavramının var olmadığı açık bir gerçektir.
Birbirinden farklı din, dil ve ırklardan oluşan imparatorluk, kısmen bilinçli olarak, Batı dünyasında o yıllarda doruğa
çıkan ulus kavramını görmemeye çalışmış ve bunun sonucu olarak da arkeoloji Osmanlı’da ulusal çizgide değil,
yalnızca o yıllarda Batı’da ilgi duyulan Hellenistik-Roma, Ön Asya ve Mısır kültürleri kapsamıyla sınırlı kalmıştır. Başka
bir deyişle, Osmanlı Devleti’nin kendi geçmişini yansıtan Ortaçağ kültürleri, örneğin Selçuklu, Beylikler, Erken Osmanlı
Dönemi eserleri arkeoloji kavramıyla değil, sanat tarihi ile bütünleşmiş ve bu yaklaşım bir anlamda günümüze kadar
süregelmiştir6. Oysa gene yukarıda kısaca değinildiği gibi arkeolojinin yaygınlaşmasına yol açan nedenlerden biri, ulus
devlet oluşumunun vazgeçilmez bir parçası oluşudur (Banks 1996). Bu nedenle yakın çağlarda imparatorluklardan
ayrılan ve kendini ulus olarak tanımlayan her devlet, daha kurulduğu ilk yıllarda arkeolojiye yönelmiş ve kazılara
başlamıştır. Örneğin İspanya’dan ayrılan Venezüella, Guatemala ve Meksika’da 1834 tarihinde (Mazariegos 1998), ,
uluslarının kendi topraklarındaki tarihsel varlığını kanıtlamak üzere kazılara başlanmıştır. Bu durum Osmanlı
İmparatorluğu’ndan ayrılan ülkeler için de geçerlidir. Örneğin Mora Yarımadası’nın Yunanistan olarak ayrılmasından
hemen bir yıl sonra ülkede arkeolojik kazılar başlamış, Romanya da bağımsız bir devlet olarak kurulduktan sonra 1839
6 Örneğin birkaç yıl öncesine kadar hiçbir roll 2004)üniversitemizde Osmanlı ya da Selçuklu arkeolojisine yönelik bir birim olmadığı gibi, son dönemde koruma yasalarında yapılan değişiklerle bu döneme ait kalıntıların birçoğu eski eser olarak değil, etnografik eser olarak tanımlanmıştır. Son yıllarda dünyanın birçok yerinde Osmanlı Dönemi arkeolojisi ayrı bir alan olarak gelişirken, ülkemizdeki bu eksikliğin en açık göstergelerinden biri, bu konuyu kapsayan yayınlarda Türkiye kaynaklı araştırmaların bulunmayışıdır (Petersen 2005; ayrıca bakınız Baram ve Carroll 2004).
5
yılında ilk arkeolojik kazılara başlamıştır (Dergacev 1994) . Osmanlı etnik adlama olarak “Türk” sözcüğünü ilk olarak
1875 yılında gündeme getirmiş (Berkes 1975:64), ancak bu hiçbir şekilde arkeolojiye yansımamıştır (Güvenç 1996)
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında İstanbul dışında, Selanik, Kudüs, Sivas ve Konya müze kurmak için bazı
girişimler olmuş, ancak bunlar sonuçlanmadan savaş çıkmıştır (Shaw 2004), Osman Hamdi Bey ve kardeşi Halil
Edhem Bey dışında, Makridi Bey ve Macar kökenli Abdullah Efendi gibi arkeolojik kazı yapan az sayıda uzman
yetişmiştir. Darülfünun’da eski kültürlere yönelik bir ders kısa süre için okutulmaya başlanmışsa da, bu konuda bir
eğitim sağlandığını söylemek olanaksızdır. Başka bir deyişle cumhuriyet kurulduğunda dışarıda yetişmiş birkaç eleman
dışında, arkeolojinin altyapısı yalnızca müzelerde görevli olan memur ve bekçi düzeyinde personelden ibaret olmuştur.
CUMHURİYETİN OLUŞUM SÜRECİ İÇİNDE ARKEOLOJİNİN YERİ
Arkeolojinin Ulus Devlet Bilincinin Oluşumundaki Yeri
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, her şeyden önce o dönemde oluşan her
yeni devlet gibi ulus devlet modelini esas almıştır. O yıllarda kurulmakta olan devletin oturacağı kimlikle ilgili birbiriyle
çelişen farklı görüşler vardı. Bunların biri ve Birinci Dünya Savaşı içinde yaşanan deneyim nedeniyle ilk reddedileni,
dini önplana çıkartan yapılanmaydı. İkincisi birçok aydın tarafından en gerçekçi ve doğru çözüm olarak önerilen, “Pan-
Türkist” olarak adlandırılan ve Asya’daki Türkçe konuşan uluslarla bütünleşmeyi öngören çözümdü. Üçüncü ve
gerçekleştirilmesi daha zor olarak görülen ise Anadolu ile özdeşleşmiş bir Türk kimliği idi (Esin 1999). Esasen üçüncü
seçenek İttihat ve Terakki tarafından, Birinci Balkan Savaşı’ndaki yenilgiden sonra kısmen tanımlanmış, altlığı
hazırlanmış, ancak Birinci Dünya Savaşı yenilgisi bu seçeneğin gerçekçi olmadığı düşüncesini yaygınlaştırmıştı.
Atatürk, büyük bir öngörüyle bu seçenekte kararlılığını sürdürmüş ve uygulamaya geçirmiştir. Yeni devletin ideolojisi
oluşturulurken çözülmesi gereken sorunların başında, bir yanda Türk kimliği ile yeni bir ulusu oluşturmak, öte yanda da
bu kimliği Anadolu ile bütünleştirmek gelmiştir (Özdoğan 1998, 2004). Batılı tarihçi ve politikacıların etkisiyle Türk sözü
o yıllarda Anadolu’ya ait olmayan, Asya’dan Anadolu’ya gelerek zorla toprakları ele geçiren bir kavim olarak
algılanmaktaydı. Oysa Atatürk tarih boyunca hemen hemen her milletin yer değiştirdiğini ve belli bir coğrafyaya gelip
yerleştikten sonra orayla bütünleştiğini, dolayısıyla bunu yalnızca Türklere özgü bir hareket olarak görmenin tarihin
gerçekleriyle bağdaşmayan yanlı bir söylem olduğundan yola çıkarak, Anadolu’yu anavatan olarak tanımlamıştır. Daha
açık bir anlatımla Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan Türk ulusu ırk, dil ya da din kökenli olarak değil, toprağa
bağlı olarak oluşan bir ulus tanımını içermekteydi. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin Trakya’da ve Anadolu’da
kapladığı alan devletin ideolojisiyle bütünleşmiştir. Her şeyden önce bu yaklaşım geçmişe ırk, din, dil ya da kültür
bağlamında seçici olmadan bakan, o toprakların tüm birikimini benimseyen farklı bir ideolojiyi ortaya çıkarmıştır
(Aydın;2002: 416 vd.). Daha önce de belirttiğimiz gibi, çok eski tarihlerde arkeolojiye başlamış az sayıdaki ülke
dışında, yeni kurulan ülkelerin tümü ulusal kimliklerini arkeolojinin verilerine dayanarak kanıtlamaya çalışmışlardır.
Dolayısıyla kurulmuş olan ulus devletlerin tümünün geçmişe bakış açılarında dil, ırk ya da din bağlamında bir seçicilik
vardır; devletlerini kurdukları topraklarının geçmişine “biz” ve “diğerleri” olarak bakmışlardır (Banks 1996; Diaz-Andreu
2002; Finley 2000; Jones 2002; Kane 2003; Trigger 1995). Örneğin Yunanistan, değil Osmanlı Dönemi kültür
varlıklarına, Ege’de Akalar’dan önce yaşamış olan Miken, Minos gibi uygarlıklara bile gereğince ilgi göstermemiş,
tarihöncesi dönemleri ise hemen hemen tümüyle göz ardı etmiştir (Hamilakis 2003; Mouliou 1996). Arkeolojik
araştırmaların çok yoğun olduğu İsrail’de bile, daha bundan on yıl öncesine kadar İbrani kültürüne ait olmayan
arkeolojik kalıntılar farklı olarak değerlendirilmiştir; örneğin İbrani kültürünü araştırmak için yapılan başvurular çok sıkı
bir şekilde denetlenmiş, o kültüre ait eserlerin yurtdışına çıkması engellenmiş, buna karşılık tarihöncesi de dahil olmak
üzere diğer dönemlerle ilgili her isteyene çalışma izni verilmiş ve buluntuların yurtdışına çıkmasına karşı çıkılmamıştır.
Geçmişe karşı bu seçici yaklaşımın izleri yakın zamanlara kadar hemen hemen her ülkede “biz” ve “diğerleri”, bazen
de “barbar” ve “uygar” toplumlar olarak farklı boyutlarda görülebilir (Wailes ve Zoll 1995); hatta Batılı ülkelerde de bir
bilinçaltı güdüsüyle Hint-Avrupa kökenli kültürler diğerlerinden çok daha fazla önemsenmiş ve önplana çıkartılmıştır
(Shnirelman 1996) .
6
Batı’nın arkeolojiye bakış açısındaki “seçicilik”e (Aydın 2002) karşın Atatürk’ün geliştirdiği ve “Anatolizm” olarak
adlandırabileceğimiz yaklaşım, geçmişe bakışta, arkeoloji alanında hiçbir seçiciliği içermeyen belki de ilk örnektir
(Özdoğan 2004). Geçmişe bakışta seçicilik taşımayan bu yaklaşım, ancak günümüzde yaygınlaşmaya başlamıştır;
nitekim artık son yıllarda Yunanistan ve Bulgaristan’da bile Osmanlı arkeolojisi bir alan olarak kabullenilmiş, İsrail
bütün dönemleri sahiplenir hale gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti, bugün geçmişe çağdaş bakış açısı olarak
kabul edilen, geçmişe seçici olarak değil bütüncül olarak bakan anlayışı ilk uygulayan ülke olduğunun bilincine varmalı
ve bununla övünmelidir. Burada ilginç olan nokta, Türkiye Cumhuriyeti’nin arkeolojik araştırma izinlerini verirken
seçicilik yapmakla suçlanmış olmasıdır. Birçok yayında Türkiye Cumhuriyeti’nin Yunan, Roma ve Bizans Dönemi’ne
yönelik çalışmaları engellediği, Türk-İslam dönemini öne çıkardığı şeklinde bir eleştirisi yaygın olarak görülmektedir. Bu
tümüyle kendimizi anlamakta çektiğimiz zorluğun acınacak bir yansımasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun süren
savaşlardan sonra kurulduğu ilk yıllardan günümüze kadar vermiş olduğu kazı izinlerine, parasal destek sağladığı
arkeolojik araştırmalara bakıldığı zaman, her zaman en yoğun olarak çalışılan dönemin Yunan, Roma ve bunun
ardından Bizans dönemi olduğu, buna karşılık uzun yıllar hemen hemen hiçbir bilimsel çalışmanın yapılmadığı
dönemin ise Türk-İslam dönemi olduğu görülecektir. Nitekim üniversitelerimizdeki arkeoloji programları da bu durumu
açık olarak yansıtmaktadır; hemen hemen her üniversitede esas olan arkeoloji dalının Yunan, Roma dönemini
kapsayan Klasik Arkeoloji olması, Hitit ve Mezopotamya uygarlıklarını ele alan kürsülerin bir elin parmaklarını
geçmediği, tarihöncesi arkeolojinin yalnızca iki üniversitede olduğu, Selçuk-Osmanlı dönemi arkeolojisinin ise hiçbir
üniversitemizde yer almadığı açık bir gerçektir. Diğer ulus devletler gibi Türkiye Cumhuriyeti de kurulduğu yıldan
itibaren ve hatta kuruluş sürecinde bile arkeolojiyi önplana çıkarmış, ancak diğer devletlerden farklı olarak her döneme
ait eski eserlerin korunmasına da önem vermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, yüzyılı aşkın bir süre boyunca savaşlardan yenik çıkmış, ezilmiş, yorgun bir imparatorluğun
harabelerinin üzerinde kurulmuştur. İmparatorluğun en değer verdiği, kendini özdeşleştirdiği Balkanlar’ı kaybetmenin
getirdiği eziklik derecesine varan burukluk, toplumun her kesimine ister istemez yansımıştır. Her ne kadar Çanakkale
ve Kurtuluş Savaşı bu burukluğu kısmen gidermişse de, oluşturulmakta olan yeni ulusun özgüvenini kazanması,
geleceğe boynu bükük olmadan bakmasını sağlamak oldukça güç bir eylemdir. Atatürk bunu ister istemez görkemli bir
geçmişin sahibi bir ulus olarak tanımlamak durumundaydı. Bu esasen bir başka imparatorluktan ayrılan, yeni kurulan
her ulus devletin karşılaştığı bir sorundu. Türkiye Cumhuriyeti bağlamında burada karşılaşılan temel güçlük, Orta Asya
içlerine dayanan etnik bir geçmişle, Anadolu toprağına bağlı ulus devlet yaratma arasındaki çelişkinin çözülmesidir. Bu
sorun, daha sonra Atatürk’ün “Türk Tarih Tezi” olarak tanımlanan7, kısmen arka planda Orta Asya kökenini kullandığı,
ancak esas olarak Anadolu’nun en eski uygarlıkları ile Türk kimliğini bağdaşlaştırdığı söylemle çözülmüştür. O yıllarda
dilleri henüz okunamadığı ya da tam olarak çözülemediği için belirli bir etnik grupla bağdaştırılmamış olan Hitit ve
Sümer uygarlıklarının Türk sözcüğü ile bütünleştirilmesi, yeni ulus devletin kökenini bulunduğu bölgenin uzak
geçmişine bağlamıştır (Aydın 1996, 2002:405, 2003). Böylece Anadolu’da kurulan yeni devletin bu bölgedeki görkemli
uygarlıkların mirasçısı olarak tanımlanması da sağlanmıştır. Aynı şekilde, dünyadaki birçok uygarlığın Orta Asya’daki
Türkçe konuşan toplulukların değişen çevre koşullarıyla dünyaya yayılmasıyla geliştiğini ileri süren anlatım, Batı
karşısında ezilmiş bir toplumun kimlik kazanmasını ve özgüvenini sağlamıştır.
Bugün doğru olmadığını bildiğimiz bu senaryo çok ağır bir şekilde eleştirilmektedir8; kanımızca bu tarihsel süreci
bilmemekten kaynaklanan bir haksızlıktır. O yılların dünyasına ve özellikle Batı’ya baktığımız zaman hemen hemen her
ulusun kendisine benzer bir geçmiş oluşturduğunu, kendi geçmişini dünyadaki bütün uygarlıklarla özdeşleştirdiğini
görmekteyiz. 20. yüzyılın ilk yarısı, İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönem, Batı dünyasında farklı doğmaların
oluştuğu, özellikle uygarlığın gelişim sürecinde tek doğrulu neden sonuç ilişkilerinin kabullenildiği bir çağdır. Burada en
7 Türk Tarih Tezi ilk olan Afet İnan tarafından 1930 yılında Türk Ocakları Kurultayı’nda tanımlanmış (Aydın 1996; Esin 1999: 282), Türk Tarih Tetkik Heyeti tarafından Türk Tarihinin Anahatları Kitabı olarak yeniden düzenlenerek okullarda eğitim programına alınıyor (İğdemir 1973).8 Örneğin (Şimşek, 2002:144-166)
7
abartılı örnek Kossinna’nın (Jones 2002) uygarlığı ancak üstün bir ırkın geliştirebileceği savı olmuştur; Hint-Avrupa
kökenli topluluklar ve bunların arasında Germen soyunun üstün biyolojik özelliklere sahip olduğu ve dünyadaki bütün
uygarlıkların bu kökene bağlı olduğu söylemi, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’nın resmi ideolojisi haline
gelmekle kalmamış, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi için yaptığı haritanın çok daha abartılı çeşitlemeleri yayımlanmış ve
bunun sonu da milyonlarca insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşı olmuştur. Macarlar kendi soyları için benzer haritalar
yapmışlar, Romenler Traklar’ın dünyanın en eski uygarlığı olduğunu ve hatta Kolomb öncesi dönemde okyanusu
geçerek Amerika uygarlıklarını bile Traklar’ın oluşturduğunu ileri sürmüştür. Benzer bir yaklaşım içine girmeyen hiçbir
ulusun olmadığının kanımızca en iyi göstergesi Kafkasya’daki Abhazlar’ın Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları dahil
bilinen bütün uygarlıkların kökeninin kendilerine ait olduğunu gösteren haritalar oluşturmuş olmasıdır (Büyüka 1985).
Bu nedenle Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ile birlikte geliştirmiş olduğu senaryo, o yıllarda dünyanın her yerinde yaygın
olan yaklaşımın belki de en zararsız ve başka coğrafyalara değil, kendi toprağına bağlı olarak gelişmeye çalışan bir
devlet oluşturmanın yolu olarak görülmelidir. Bu çabanın ne kadar benimsendiği, o yıllarda alınan Sargon, Akurgal,
Sümer, Eti9 gibi özel ad ve soyadları, Etiler, Akatlar, Sümer gibi semt adları ya da Etibank, Sümerbank gibi resmi
kurum adlarından izlenebilir.
Atatürk’ün son yıllarında üzerinde önemle durduğu konuların arasında “Hatay Sorunu” gelmektedir. Atatürk Hatay’ın
Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olduğu konusuna büyük bir önem vermiştir. O yıllarda Hatay’da, gerek Fransa’ya bağlı
kaldığı süre içinde, gerek bağımsız bir devlet olduğu dönemde, çok sayıda arkeolojik kazı yapılmıştır. Bunların başında
L. Wolley ile R.J. Braidwood’un çalışmaları gelmektedir. Hatay konusu, belki de Atatürk Cumhuriyeti’nin arkeoloji
bilimini bölgenin Türk kimliğini kanıtlamak amacıyla politik olarak kullandığı tek örnektir. Bu sırada yapılan yayınlar
arasında “Antakya-İskenderun Etrafındaki Türk Davasının Tarihî Esasları” gibi yayınlar bulunmaktadır (Ardıç 1937).
Atatürk’ün Arkeolojiye Olan Kişisel İlgisi
Yukarıda değinildiği gibi Cumhuriyet’in ilk kuruluşu ile birlikte genel olarak kültür varlıkları ve bu bağlamda arkeoloji
önemle ele alınan konuların arasında olmuştur. Ancak bunun yalnızca diğer devletlerde olduğu gibi ulus bilinci
oluşturmakla bağlantılı bir uygulama olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Bu bağlamda Atatürk’ün arkeolojiye, eski
eserlere karşı kişisel tutkusunun, ideolojik yaklaşım kadar etkili olduğu giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Atatürk’ün
gençlik yıllarında Selanik bölgesinde yapılan arkeolojik kazılara katıldığı (Selanik Kazısı), Birinci Dünya Savaşı
sırasında Suriye, Irak bölgesinde orduyu bugünkü sınırlara doğru geri çekerken, çekilme harekatını bir gün boyunca
durdurarak Ninuva Harabeleri’ni, bir daha burayı görmek mümkün olmaz kaygısıyla gezdiği (Ninuva Gezisi), İstiklal
Savaşı sırasında savaş koşullarında eski eserlerin tahribattan ve yağmadan korunması için genelge çıkartıldığı
(Genelge) bilinmektedir. Başkentin Ankara’ya taşınması kararıyla birlikte, kentin hızlı bir yapılaşma sürecine gireceği
öngörüsüyle, daha 1924 yılında, o yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nde kazı yapmasını bilen tek insan olan İstanbul
Müzesi’nden Makridi Bey Ankara’ya çağrılarak, yeni kent alanı içinde kalan Frig Tümülüsleri’nin kazılması sağlanmıştır
(Başgelen 2001). Daha da ilginç olanı, Cumhuriyet’in kuruluşundan 1940 yılına kadar Ankara’da çok sayıda kurtarma
kazısının yapılmış olmasıdır10.
Cumhuriyet’in ilk döneminde, kurtarma kazılarının yanı sıra yapılmış olan çok sayıda bilimsel araştırma ve kazı da
vardır; bunların hemen hemen tümünün Atatürk’ün kişisel isteği ve yönlendirmesiyle yapıldığı da bilinen bir gerçektir.
Bu bağlamda ilk dönem kazıları arasında 1930 yılında Gavurkale kazısı, 1932 yılında Hasankeyf yüzey araştırması,
1933 yılında Ahlatlıbel ve Karalar kazıları, 1934 yılında Göllüdağ, Büyük Güllücek ve Pazarlı kazıları, 1937 yılında
9 O yıllarda bugün Hitit olarak adlandırdığımız ulusun varlığı yeni yeni ortaya çıkmaktaydı; söz konusu kavim Filistin kaynaklarında Heti ya da Hatti olarak anılmış ve bu sözcük Fransızca’da Etiter biçiminde okunduğu için Türkçeye de Eti olarak geçmiştir.10 Örneğin 1920 ve 1926 yıllarında Ankara İstasyon Tümülüsleri’nde, 1925 yılında Ankara Demirliköprü’de, 1933 yılında Etimesgut Höyüğü, Ankara Kalesi ve İsmet Paşa Mahallesi’nde, 1938 yılında Tayyare Meydanı’nda ve 1940 yılında Orman Çiftliği’nde kurtarma kazıları yapılmıştır (Morçöl 2007: 461).
8
Çankırıkapı, Etiyokuşu, İzmir Namazgah ve İstanbul Sarayburnu kazıları sayılabilir11. Atatürk’ün yurt için gezilerin
hemen hemen tümünde müze, ören ve kazı yerlerini gezdiği bilinmektedir; 1931 yılında Bursa, İzmir, Adana ve Konya
Müzelerini gezmiş, Konya’da harap durumdaki başta Karatay Medresesi, Alaaddin Camii, Sahipata Külliyesi, Sırçalı
Mescit ve İnce Minare olmak üzere, Selçuk yapılarını gezerek onarımlarını başlattırmıştır (Başgelen 1998). 1923
yılında Ankara’daki müzenin geliştirilerek yeniden yapılandırılması isteği gene Atatürk’ten gelmiş ve Atatürk’ün emri
üzerine bu konuda çalışacak “Heyet-i İmliye” kurulmuştur. Bu heyet aynı zamanda Osmanlı Devleti’nden kalan Asar-ı
Atika Nizamnamesi’ni de gözden geçirmekle görevlendirilmiştir (Yıldızturan 2007: 311-312). Ankara’nın arkeoloji
bilimine evrensel bir uğraşı olarak bakışının en iyi göstergelerinden biri Bergama Müzesi’nin kuruluş sürecinde görülür;
Alman arkeologların yürüttüğü Bergama kazılarını 1933 yılında gezen o zamanın Genelkurmay Başkanı Fevzi
Çakmak, Bergama’da Almanların yaptığı kazılarda çıkan eserlerin ve yapıların fotoğraflarını Atatürk’e göstermiş,
Atatürk Bergama Müzesi’nin Alman ekibinin hazırladığı planlara göre yapılması için devletin her türlü katkıyı sağlaması
emrini vermiştir. Bunun üzerine dönemin İzmir Valisi Kazım Dirik, Alman mimar H. Hanson’un çizdiği müze planını
inceleyerek onayladıktan sonra inşaat alanının düzenlenmesi ve müze temellerinin kazılmasında askeri birliklerin
yardımcı olmasını sağlamıştır. Devlet müze çalışmalarına parasal katkıda da bulunmuştur (Radt 1986: 398). 1934
yılında Atatürk Bergama’yı ve müze inşaatını gezerek denetlemiş, Kazım Dirik’in yönlendirmesiyle gittiği Asklepion’a
büyük bir ilgi duyarak, buranın onarılarak halka açılmasını istemiştir.
Yaşamı boyunca Atatürk’ün arkeolojiye olan özel ilgisinin çok farklı ve renkli örneklerini görmek mümkündür; çok
sevdiği Yalova’da termal tesislerini kurmadan önce, buradaki Roma yapılarının kazılmasını sağlamış (Yalova kazısı),
o yıllara kadar hemen hemen hiç araştırılmamış Trakya Bölgesi’nde kapsamlı bir çalışma yapmak üzere Arif Müfit
Mansel’i görevlendirmiştir12. Sürmekte olan arkeolojik kazıları sık sık ziyaret edişi, kazıları sürdüren Türk ve yabancı
bilim insanlarıyla dostluk düzeyinde yakın ilişki kurarak görüşmesi kadar, bu konuda çıkan yayınları getirterek
incelemiş olduğu da bilinmektedir. Bu nedenle Türk Cumhuriyeti’nin oluşumunda ve ideolojisinin belirlenmesinde
arkeolojiye bir araç olarak yer verilirken, bunun diğer ülkelerden farklı olarak, Cumhuriyetin kurucusunun kişisel
ilgisinden kaynaklanan bilgi ve bilinçle yönlendirilmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
CUMHURİYETİN İLK DÖNEMİNDE KÜLTÜREL MİRAS
Bu dönemde yapılan çalışmaları değerlendirirken, o dönemdeki “kültürel miras” kavramının günümüzden çok farklı bir
içerik ve tanıma sahip olduğu göz ardı edilmemelidir. Günümüzde geçmişe ait, görsel çekiciliği olsun ya da olması her
türlü izi, kültür varlığı olarak kabul etmekteyiz; ancak o yıllarda tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kültür varlığı
tanımı yalnızca sanat ya da mimarlık tarihi açısından önem taşıyan, seçkin, görselliği olan anıt yapıları içermekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu süresince hemen hemen hiçbir bakım görmeden harabeye dönüşmüş, çoğu kez ek yapılarla
gecekondulaşmış ya da taşları alınarak tahrip edilmiş Selçuklu, Beylikler ve Erken Osmanlı yapılarının korunması,
onarımı ve bunların anıt-müze olarak topluma kazandırılması için önemli bir çaba harcanmıştır. Gene bu dönemde
Türkiye Cumhuriyeti’nin parasal açıdan ve daha da önemlisi yetişmiş uzman bakımından yetersizlikler içinde olduğu da
göz ardı edilmemelidir. O yıllardaki uzman eksikliği karşısında bu yapıların onarımı ancak Anadolu’da halen varlığını
sürdüren taş ustaları sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. Konuya başka bir açıdan baktığımızda, Cumhuriyet’in ilk
dönemlerindeki onarımların, günümüzde yetişmiş uzmanların sayısal çokluğuna karşın, çok daha başarılı olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu süreç içinde yalnızca Ankara’da değil, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ve özellikle
Selçuklu’nun başkenti olan Konya’daki birçok yapı onarılmıştır.
Bu dönemde her ne kadar kültürel mirasın korunmasına yönelik önemli birçok girişim başlatılmışsa da, yine dönemin
bir yaklaşımı olarak geleneksel yerleşim birimlerini çağdaş anlayışa uygun kentlere dönüştürme kaygısıyla kültürel
11 Atatürk döneminde yapılan Türk kazılarının harita üzerindeki dağılımı için bkz. Başgelen 1998: 4.12 Trakya Bölgesi’nde yapılan kazı çalışmaları ve bunların kapsamlı haritası için bkz. Başgelen 2006: 169.
9
mirasın korunması çelişkisine değinmek gerekir. Anadolu’nun geleneksel yerleşme dokusunu çağın gereklerine uygun
kente dönüştürmek Cumhuriyet’in ama amaçlarından biri olduğu için, kentin gelişmesini sınırlandırdığı düşünülen
surlar ve bazı tarihi yapılar tam olarak belgelenemeden ortadan kaldırılmış bu nedenle de tarihi doku ve bazı kentlerin
tarihsel kimliği zarar görmüştür. Bu konuda en çarpıcı örnek herhalde Konya surlarıdır. Bu bir anlamda o yıllarda
yalnızca Türkiye’nin değil, tüm dünyanın üzerinde fazla düşünmediği, geçmişin korunması ile çağdaş yaşamın
gereklerine göre düzenlemenin henüz karşıtlık olarak bile görülmediği bir dönemdir. Bu karşıtlığın bilinçli hale gelişi
1950’li yıllarda ortaya çıkmaya başlamış ve çağdaşlaşmada çözüm geçmişin yok edilmesinde aranmıştır. Yakın
zamanlara kadar yönetim erkine sahip olanların ısrarla vurguladığı bu karşıtlık, topluma da bilinçli olarak yansıtılarak
benimsetilmiş, dünyada akılcı bir planlamanın, bu sorunu geçmişi yok etmek bir yana, geçmişin çağdaş yaşamı
zenginleştiren öğe olarak korunabileceği düşüncesiyle geliştirdiği çözüm, ülkemize bir türlü kazandırılamamıştır.
Erken Cumhuriyet Dönemi’nin önemli girişimlerinden biri, ülkedeki kültür varlıklarının envanterinin çıkartılmaya
başlaması olmuştur. Bu konuda yetişmiş uzmanın olmaması, konunun sağlıklı bir şekilde ele alınmasını engellemiş,
çalışmalar daha çok iyi niyete dayalı bir şekilde oldukça sistemsiz olarak yürütülmüştür. Bu konuda çok sayıda genelge
hazırlanmış, illerdeki yöneticilerden köy öğretmenlerine kadar devletin tüm teşkilatı seferber edilmiştir. Bu çabanın
sonunda sistemsiz de olsa, oldukça önemli verilerin toplanması sağlanmış ve daha da ilginç olanı toplanan veriler
yalnızca anıt yapılar ve büyük ören yerleriyle sınırlı tutulmamış, çağdaş düşünce sistemimize yeni yeni girmeye
başlayan halk kültürü ve somut olmayan kültürel değerleri de içine alan oldukça önemli olan bir derleme yapılabilmiştir.
O yıllarda ülkemizde arkeoloji alanında yetişmiş uzman sayısı yok denecek kadar azdır. Uzman açığının ancak
yurtdışında eğitimle giderilebileceği görülmüş, diğer alanlarda olduğu gibi, devletin kısıtlı olanakları sonuna kadar
zorlanarak, yurtdışına öğrenci gönderilmiş, aynı zamanda Türkiye’de çalışan yabancı uzmanlardan da yararlanılmıştır.
Ancak bu konunun sistemli bir hale gelişi, aşağıda değineceğimiz gibi, üniversite reformu ile sağlanabilmiştir.
ATATÜRK TÜRKİYESİ’NİN BİLİME BAKIŞI: EVRENSELLİK VE PAYLAŞIM
Türkiye Cumhuriyeti, Batılı ülkelerle savaştığı, çok acılı dönemlerin yaşandığı bir sürecin sonunda kurulmuştur.
Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde stratejik önemi ve ekonomik değeri olan her konuya ulusal kaygıyla sahip çıkılmış,
Osmanlı İmparatorluğu’nun elden çıkardığı ya da yabancılara kurdurduğu tüm işletmeler uluslaştırılmış ve bu konuda
hiçbir ödün verilmemiştir. Buna karşın Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren bilim, ulusal olarak değil evrensel
olarak ele alınmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında karşı karşıya gelinen Batılı ülkelerin bilim insanları ve bilimsel kurumları
ile sıcak bir ilişki kurulmuş, daha Cumhuriyet’in kurulduğu günden itibaren Türkiye Cumhuriyeti toprakları yabancı bilim
insanlarına açılmış ve bu ülkelere eğitim için öğrenciler gönderilmiştir. Örneğin Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından
bir ay sonra, Cumhuriyet’in resmen ilanından hemen önce Fransız M. Laumonier ve M. Béquignon’a İzmir Teos’ta kazı
izni verilmiş ve 1923 yılı Eylül ayında kazı çalışmalarına başlanmıştır (Ogan 1938b: 289). Cumhuriyet’in kuruluşundan
hemen sonra ise 1925 yılında Avusturyalı J. Keil’in Korikos kazısına, Alman M. Schede ve W. Dörpfeld’in Beşiktepe ve
Didyma kazılarına ve Çek F. Hrozny’nin Kültepe kazısına, 1926 yılında Efes’te Avusturyalı Prof. J. Keil’in kazısına,
1927 yılında Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Prof. Wiegand’ın Bergama kazısına ve İngilizler’in İstanbul Hipodrom
kazısına izin verilmiştir13. Bu süreç içinde Batılı misyonlar tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin Bizans kültürüne yönelik
araştırmalardan rahatsızlık duyacağı öngörülmüştür14. Oysaki o yıllarda Almanya’nın Bizans Araştırmaları
Enstitüsü’nün Ankara tarafından içtenlikle kabul görmüş olması (Elliot 2004: 285), Theodor Wiegand’ın 1927 yılında
13 İlk dönem yabancı kazılar ile ilgili bilgi için özellikle bakınız Arık 1950; Ogan 1938a, 1938b, ayrıca Cumhuriyet Arşivinde bu çalışmalar ile ilgili yazışma ve belgeler de bulunmaktadır.14 İtalyan büyükelçisi bazı İtalyan araştırmacıların özlediği gibi bir Bizans araştırma merkezinin kurulmasının Türkiye’de tepki yaratabileceği öngörüsünden yola çıkarak, Fransızların islam mimarisi üzerine uzmanı Albert Gabriel’i 1924 yılında Türkiye’ye göndererek Fransa’nın Bizans kimliğinden çok Türk - İslam dönemine ilgi duyduğu vurgusunu öne çıkarttığını, dolayısı ile de İtalya’nın ilk başlarda aynı yolu izlemesi gerektiğini belirten bir raporu vardır (Elliot 2004: 283-284).
10
İstanbul Hipodromu’nun yakınında Bizans Dönemi kazısı yapmaya başladığı ve 1931’den itibaren Amerikalıların
Bizans Enstitüsü’nün Ayasofya’da mozaik ve fresklerin temizliğini yaptığı bilinmektedir.
1929 yılında Almanya’ya İstanbul’da bir arkeoloji enstitüsü kurma izni verilmiş ve enstitünün başına 1924 yılından bu
yana Türkiye’de çalışmakta olan M. Schede getirilmiştir; dönemin en ünlü arkeologlarından biri olan Schede’ye
arkeolojik kazıların yanı sıra Türkiye’nin çeşitli yerlerinde araştırma gezisi yapma izni verilmiş ve böylelikle özellikle
Orta Anadolu’nun kültür tarihiyle ilgili ilk verilerin ortaya çıkması sağlanmıştır. Atatürk’ün Schede’yle yakın bir ilişki
içinde olduğu ve Ankara Hükümeti’nin kazı yapacağı yerlerin seçiminde Schede’nin görüşlerinden yararlanıldığı ve bu
bağlamda Alaca Höyük’ün kazı yeri olarak seçilmesinde de Schede’nin etkili olduğu bilinmektedir. Schede, 1929
yılından itibaren İstanbul’un çeşitli yerlerinde kazı ve araştırmalara15, 1930 yılında da İznik kazılarına başlamıştır. Bu
bağlamda önemli bir gelişme, Schede’nin 1931 yılında K. Bittel’i Türkiye’ye getirerek Boğazköy kazılarının başkanlığını
almasını sağlamış olmasıdır. Kurt Bittel Boğazköy kazılarının yanı sıra Schede ile birlikte Anadolu gezilerine başlamış,
1936 yılında Babaköy, 1937 yılında da Eskişehir Demircihöyük kazılarını gerçekleştirmiştir. İlk dönemlerde yabancı
bilim insanlarına yaptırılan önemli çalışmaların arasında 1926 yılında Almanların Ankara Augustus Tapınağı kazısı ile
aynı yıl Çavdarhisar-Aizanoi kazısı ve 1932 yılında Alman-İsveç ortak çalışması olan Larissa kazıları, 1931 yılından
itibaren Ankara Roma Hamamları’nda Türk-Alman ortak kazıları yer almaktadır. 1932 yılında Amerikalılara, Carl
Blegen’e Troya kazı izni verilmiş olması, Anadolu arkeolojisine çok farklı bir soluk getirmiştir. Daha önceleri
Yunanistan’da yaptığı çalışmalarla ün yapmış olan Blegen, arkeolojide en yeni yöntemleri kullanması ve geleneksel
uygulamalardan farklılaşan bakış açısıyla tanınan bir bilim insanıdır. Nitekim Blegen’in İkinci Dünya Savaşı’na kadar
süren Troya kazıları Ankara tarafından da bir okul olarak görülmüş ve Ankara’nın arkeoloji alanındaki en seçkin
isimlerinin ekibe katılması sağlanmıştır.
Genç Türkiye Cumhuriyeti belirli batılı ülkelerin körüklediği etnik ve dini sorunlar nedeni ile Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’ya yabancıların girişi konusunda çok hassas davrandığı bilinmektedir; bu çekincelere karşın Türkiye
Cumhuriyeti’nin en gerilimli yıllarda bile güvendiği bilim insanlarına bu hassas bölgeleri çalışma alanı olarak açmış
olması, kanımızca Atatürk Cumhuriyetinin bilime verdiği önemi göstermesi açısından önemle vurgulanması gerekli
olan bir konudur. Gelen yabancı arkeologlar arasında H. von der Osten, Atatürk’le bir süre için kurduğu yakın ilişki
bağlamında öne çıkan önemli ve en renkli isimlerin başında gelir. Anadolu kronolojisinin temel direği olan Alişar
kazılarının yanı sıra, von der Osten ekibine Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kapsamlı bir araştırma gezisi yapma izni
verilmiş ve bu ekibin gerçekleştirdiği çalışma Ankara tarafından takdirle karşılanmıştır. Nitekim bu çalışma Anadolu
arkeolojisinin anlaşılması açısından çok büyük bir öneme sahiptir (Henning ve von der Osten 1929). O yıllara kadar
daha çok söylenceler ya da bazı gezginlerin tanımsız notlarıyla az çok bilinen bölgeler, örneğin Yukarı Fırat Malatya
Havzası’nın kültür tarihine kazanımı bu çalışmalarla gerçekleşebilmiştir. von der Osten’in Malatya bölgesinde yaptığı
değerlendirmenin hemen ardından, 1932 yılında Fransız arkeolog L. Delaporte ve aynı yerde daha sonra C.
Schaeffer’in çalışmasıya devam etmesiyle, Doğu Anadolu ilk kez arkeolojik kazılara sahne olmuştur. Doğu
Anadolu’daki çalışmalar, 1937 yılında E.B. Reilly’nin Van Tilkitepe, 1938 yılında K. Lake’nin Van Kalecik ve Van Kale
kazılarıyla devam etmiştir.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Batılı arkeologların yaptığı kazı ve araştırmalar
kuşkusuz burada saydıklarımızla sınırlı değildir. Küçük çaplı çalışmaların yanı sıra, J. Garstang’ın 1937 yılında Mersin-
Yumuktepe, 1935 yılında W. Lamb’ın Kusura, 1934 yılında H. Goldman’ın Tarsus, g kazıları gibi araştırmalar, Anadolu
kronolojisinin oturmasını ve günümüze kadar gelen sistemin esaslarını oluşturmuştur. Gene aynı süreç içinde çok
sayıda yabancı bilim insanına Türk müzelerinin depolarında çalışma olanağı sağlanmış ve özellikle İstanbul Arkeoloji
Müzeleri depolarında yapılan çalışmalar, müze yayınları olarak bilim dünyasına kazandırmıştır.
15 Schede’nin İstanbul’da çalıştığı yerler arasında Hipodrom, Valens Su Kemeri, Ayasofya ön avlusu, Odalar Camii, Kilise Camii, Euphemia Kilisesi, İstanbul surlarının çeşitli yerleri bulunmaktadır.
11
Atatürk Türkiyesi, bilim dünyasına açık bir tutum sergilerken, ulusal çıkarlarını ve devletin onurunu her zaman ön
planda tutmuştur. Bu bağlamda yukarıda değindiğimiz gibi, daha Cumhuriyet’in ilanından hemen önce 1923 Ağustos
ayında Fransızlara Teos’ta kazı izni veren Ankara, Amerikalılara Sardes ve Aphrodisias kazı izinlerini vermek için
Yunan işgali sırasında Sardes’de sürdürülen kazıda ortaya çıkan ve Yunan ordusu geri çekilirken Türkiye sınırı dışına
çıkartılmış olan eserlerin geri getirilmesi koşulunu getirmiştir. Böylece eserlerin geri gelmesi sağlanmış, daha sonra
bunların küçük bir bölümünü Ankara’nın bir lütfu olarak Amerika’ya armağan olarak vermiştir (Ogan 1938a: 248).
Benzer biçimde, işgal yılları sırasında Çanakkale’deki Fransız Komutanlığı’nda subay olarak bulunan ve esasen bir
arkeolog olan R. Demangel’in Protesilas (Karaağaç Tepe) kazısı buluntularının ve bu bölgeden toplanarak Semadirek
Adası’na götürülen eserlerin geri getirilmesi, barış anlaşmasının koşulları arasına konularak eserlerin İstanbul’a iadesi
sağlanmıştır (İstanbul Arkeoloji Müzeleri Arşivi ve Shaw 2004:301-302). Devletin duruşunu sergileyen ilginç bir örnek
de, 1924–1930 yılları arasında arkeolojik kazı izni bakımından İtalya ile olan ilişkilerde görülür; bilindiği gibi İtalya,
Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükümeti’ni desteklemiş ve dağlık bölgelerdeki çete kuvvetlerine yaptığı yardımın
kamuflajı olarak Antalya’da bir arkeoloji projesi sürdürmüştür. Ancak savaşın sonunda Antalya’daki İtalyan
Konsolosluğu’nun toplamış olduğu arkeolojik eserleri elinde tutması nedeniyle, o yıllarda en yakın müttefik olarak
görülmesine karşın Ankara tarafından kazı izni verilmemiştir (Elliot 2004); bunun bir sonucu olarak İtalyanlar ilk kazı
iznini ancak 1930 yılında alabilmişlerdir.
Burada yaptığımız kısa özetten de görüleceği gibi, Türkiye Cumhuriyeti daha kuruluş aşamasında, bilimin evrensel bir
uğraşı olduğunu görmüş, stratejik ve ekonomik önemi olan her konuda titizlikle ulusalcı bir çizgi geliştirirken, bilimi
dünyayla paylaşmıştır. Kanımızca bu, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinin göz ardı edilmemesi gerekli olan en önemli
kazanımlarından biridir. Atatürk arkeolojiyi bir bilim alanı olarak görmüş ve diğer bilimlerde olduğu gibi bunun da ancak
uluslararası bir çabayla yapılabileceğini, daha doğrusu yapılmasının gerekli olduğunu ortaya koymuştur. Ne yazık ki
günümüzde stratejik ve ekonomik değeri olan her şey uluslararası paylaşıma açılırken, başta arkeoloji olmak üzere
bilimde milliyetçi, tekelci ve dünyaya kapanma özlemi taşıyan bir çizgi yaratılmaya çalışılmaktadır; daha da üzücü olan
bu yaklaşımın genç kuşaklara ulusal çıkarları koruma adı altında sunulmasıdır. Atatürk’ün Türkiyesi, özgüveni olan bir
devletin saygın duruşu ile bilimden korkmamış, yerli ya da yabancı ayırımı gözetmeden bilim insanlarına kucak açmış,
buna karşılık devletin çıkarlarını stratejik, politik ve ekonomik alanlarda titizlikle korumuştur. Devletin o yıllarda bilim
insanlarına verdiği değerin en anlamlı göstergelerinden biri, Malatya-Aslantepe’de kazı yapmak için başvuran
L.Delaporte’nin izin yazısında “..Arslantepe’de hafriyat yaparak Anadolu tarihini aydınlatacak eserler bulan
Delaporte’nin 1.9.1933 tarihinden itibaren hafriyata devam etmesi”..” ibaresinin vurgulanmış olmasıdır (Başbakanlık
Cumhuriyet Arşivi 24.9.1933 tarihli ve 30.18.1.2/39.66.10 no’lu belge). Bir başka çarpıcı örnek de Alişar kazı ekibinin
müzelik eser niteliğinde olmayan parçalardan bazılarının armağan olarak kararname ile verilmiş olmasıdır16
KURUMSALLAŞMA, MÜZELER VE TÜRK TARİH KURUMU
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 10. yılından sonra, hemen hemen her alanda kurumsallaşma gereği duyulmuştur.
O yıllara kadar sürdürülen çalışmalar, belirli konulara gönül vermiş ya da o konularda görevlendirilmiş kişilerin, çok da
organize olmayan iyi niyetli çabalarıyla sürdürülmekteydi. Atatürk’ün tarih ve arkeolojiye verdiği önemin en iyi
göstergelerinden biri herhalde Türk Tarih Kurumu’dur. Tarih ve arkeoloji ile ilgili alanlarda bağımsız bilimsel
kuruluşların oluşum süreci, 1930 yılında Atatürk’ün koruyuculuğunda Mehmet Tevfik Bıyıkoğlu, Yusuf Akçura, Afet
İnan’ın da aralarında bulunduğu 16 üyeyle Türk Ocağı’nın içinde Türk Tarihi Tetkik Heyeti’nin kuruluşuyla başlar
(İğdemir 1973). Türk Ocakları’nın 1931 yılında kapanmasıyla aynı yıl Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulur ve ertesi yıl 1.
Türk Tarih Kongresi ulusal düzeyde gerçekleşir. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, 1935 yılında bilimsel araştırma kurumu
olma iddiasıyla Türk Tarih Kurumu’na dönüştürülmüştür. Burada önemli olan Türk Tarih Kurumu için tanımlanan
16 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 4.11.1931 tarihli ve 30.18.1.2/24.73.11 no’lu, “Yozgat’ın Alişar köyündeki kazılarda çıkan çanak çömlek kırıklarından bir kısmının Chicago Üniversitesi’ne hediye olarak verilmesi ile bazı eşyaların incelenip geri verilmek üzere Chicago’ya gönderilmesi” konulu belge
12
görevde, o yıllarda birçok ulus devlette olduğu gibi yalnızca kendi ulusunun tarihi ve geçmişi değil, tüm dünya etnik, din
ve dil ayrımı yapılmaksızın kapsam içine alınmış olmasıdır. Kanımızca bunun en açık göstergesi, büyük yankı yapan
Türk Tarih Kurumu Kongreleri’nde sunulan bildirilerin açılımı ve Türk Tarih Kurumu yayınları arasında yer alan
kitapların listesidir. Ayrı bir seri olarak oluşturulan ve 40 cilt olarak düşünülen dünya tarihi serisi içinde ilk olarak
“İnsanlığın Kaynakları ve İlk Medeniyetler” kitabı basılmış, bunu Orta Asya, Çin, Roma, Bizans, Amerika gibi hemen
hemen her coğrafyaya ait yayınlar izlemiştir.
Türk Tarih Kurumu hemen hemen Batılı bilim kurumlarıyla benzer bir kurguya göre yapılandırılmıştır; kurumun
sıradanlaşmasını önleyip seçkin bilim insanlarının biraraya getirilmesi için üye sayısı belirli bir sayıyla
sınırlandırılmıştır. Kuruluş döneminde Tarih Kurumu’na üye olmak önemli bir ayrıcalık olarak görülürken, bu daha
sonraları kurumun etkinliğini zedeleyen bir niteliğe dönüşmüştür. Tarih Kurumu, araştırmaları destekleme ve organize
etmenin yanı sıra, Türkiye’de ve özellikle Ankara’da önemli bir eksiklik olarak araştırmacıların önünde duran kitaplık
sorununu da çözmeyi hedeflemiştir (İnan 1952). Cumhuriyet’in ilk yıllarında arkeoloji ile ilgili yayınların bulunabileceği
tek kitaplık İstanbul Arkeoloji Müzeleri idi. Bu bağlamda Tarih Kurumu bütçesinin önemli bir kısmını tarih ve arkeoloji
alanında Ankara’da zengin bir kitaplık oluşturmaya ayırmış ve yakın zamanlara kadar araştırmacıların
vazgeçemeyeceği bir ortamı sağlamıştır. Her ne kadar toplumun gözünde Türk Tarih Kurumu genel olarak yalnızca
“Türk Tarih Tezi” ile özdeşleştirilmiş ise de, daha kurulduğu yıldan itibaren Türkler tarafından yapılan her döneme ait
arkeolojik kazıları organize etmeye ve bunların sayısını artırmaya özel bir çaba göstermiştir. O yıllarda Türk Tarih
Kurumu adına yapılan Alaca Höyük gibi arkeolojik kazı çalışmalarından elde edilen sonuçlar, kurum tarafından Batı
ülkelerindeki yayınları aratmayacak nitelik ve kapsamda basılmış, kurumun süreli yayını olan Belleten Dergisi’nin her
türlü arkeolojik araştırmaya yer vermeye özen göstermesi ile, Türkçe arkeolojide bir bilim dili durumuna gelebilmiştir.
Kuşkusuz temeli olmadan bir bilim dilinin yaratılması ve bunun kabul görmesini sağlamak oldukça sancılı ve zor bir
süreçtir. Nitekim kurumun ilk yayınlarında Batı dillerindeki terimler, adlamalar bazen olduğu gibi, bazen deforme
edilerek aktarılmış, ancak giderek o yıllarda Türkçenin her alanda gelişmesine yönelik çabaların da etkisiyle
günümüzde arkeoloji, Türkçe terim sıkıntısı çekmeyen bir bilim dalı durumuna gelmiştir. Yalnızca bu bile, o yıllarda
bilime, arkeolojiye yönelen birçok ülkenin başaramadığı ve hatta başarmak için girişimde bile bulunmadığı önemli bir
kazanımdır. Eğer bugün Türk arkeologları olarak arkeolojide Türkçe düşünerek yazabiliyorsak, bunu Cumhuriyet’in ilk
dönemlerindeki uzak görüşlü uzmanlara ve Türk Tarih Kurumu’na borçluyuz.
İlk dönem Türk kazıları içinde ileriki arkeolog kuşağının yetişmesine katkıda bulunan, dolayısıyla eğitici bir nitelik
kazanmış olan çalışma Alaca Höyük kazılarıdır. Remzi Oğuz Arık, Mahmut Akok ve Hamit Zübeyr Koşay gibi 1950’li
yılların Türk arkeolojisine damgasını vuracak adların yetiştiği okul Alaca Höyük kazıları olmuştur. Kazının tüm süreci
boyunca kazıyı yöneten ve sürdüren Türk arkeologları, hiçbir komplekse kapılmadan, aynı bölgedeki Amerikalıların
Alişar ve Almanların Boğazköy kazılarıyla yakın bir ilişki içinde girmişler ve deneyimlerini arttırarak Alaca Höyük’te
dönemin en ileri tekniğiyle belgelemelerde bulunmuşlardır. Hamit Zübeyr Koşay’ın, o yılların en ileri tekniklerinin
uygulandığı kazı olarak bilinen Blegen’in Troya kazılarına katılmış olması ve Jerome Sperling ile birlikte Kumtepe’deki
kazıyı yürütmesi, yeni yöntemlere açılmak konusunda ne kadar istekli olduğunun açık bir göstergesidir (Koşay ve
Sperling 1936).
İkinci Türk Tarih Kurumu Kongresi ve Dolmabahçe Sergisi
Türk Tarih Kurumu’nun gerçekleştirdiği en önemli başarılardan biri kuşkusuz, Dolmabahçe Sarayı’nda 1937’de
düzenlenen 2. Türk Tarih Kurumu Kongresidir. Bu kongre, uluslararası düzeyde katılım sağlanan ilk Türk Tarih
Kurumu Kongresi’dir. Kongre Türkiye’nin saygınlığını simgeleyecek şekilde uluslararası büyük bir etkinliğe dönüşmüş,
bilim dünyasında büyük bir heyecan yaratmış, İkinci Dünya Savaşı öncesinin gergin ortamına karşın 16 Avrupa ülkesi
ve Amerika’dan 38 bilim insanı kongreye bildiriyle katılmıştır. Gelen katılımcılarının arasında, G. Childe, F. Hanjar, G.
Oacopi, O. Menghin, S. Marinatos, M.T. Arne gibi o dönemin en ünlü arkeologlarının yer alması, Türkiye’de seçkin bir
uluslararası toplantı düzenlenmiş olmasının en önemli göstergesidir. Kongreye 100 kadar bilim insanı gerek dinleyici
olarak gerek bildiriyle katılmış, düzenlenen 11 toplantı bilim dünyasında büyük yankı yapan bir foruma dönüşmüştür.
13
Ancak bu kongrenin belki de en çarpıcı yanı Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenmiş olan arkeoloji sergisidir. Çok
kapsamlı olarak hazırlanmış olan bu sergide, Anadolu’da o yıllara kadar ortaya çıkmış tüm kültürler zengin örnekleri ve
kapsamlı açıklamalarıyla yer almış, daha da önemlisi Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Çin gibi birçok ülkeden
arkeolojik buluntular da getirilmiş ve Türk halkı ilk kez dünya uygarlıklarını karşılaştırmalı olarak görme olanağını
bulmuştur.
Dolmabahçe Sergisi, yalnızca Türkiye’de ilk defa düzenlenen uluslararası boyuttaki bir tarih kongresinin yan etkinliği
olarak görülemeyecek kadar büyük bir öneme sahiptir; bir yanda Türkiye’nin arkeolojik ve kültürel miras zenginliği
vurgulanırken, Türk Tarih Tezi ve onunla aynı ağırlıkta o yıllarda küresel boyutta uygarlığın gelişiminde en önemli
olarak görülen kültürler fotoğraf, maket ya da orjinal buluntularla sergide yer almış ve bunların yanı sıra Atatürk
devrimleri ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin başarı öyküsü de kuvvetli bir şekilde vurgulanmıştır. Bu kurgu, sergiyi
oluşturan birim başlıklarıyla da açık olarak okunmaktadır:
Seksiyon A: İnsan evrimi, Paleolitik ve Neolitik Çağlar; Adıyaman, Gavurkale, Orta Asya ve Doğu Avrupa buluntuları.
Seksiyon B: Kalkolitik Çağ (4. ve 3. bin)17; Türkiye’den Alişar, Kumtepe, Troya, Alaca Höyük, Pazarlı, Irak’tan Tell Halaf, Samarra, Obeid, Jemded Nasr, İran’dan Susa, Orta Asya’dan Anau buluntuları.
Seksiyon C: 2. bin Anadolu kültürleri; Kültepe, Hitit, Boğazköy.
Seksiyon D: 2. binde çevre kültürler; Girit’ten Knossos, Miken, Babil.
Seksiyon E: İlk ve Orta Demir Çağ; Yeni Babil, Geç Hitit Krallıkları, Hatay.
Seksiyon F: Klasik Çağ; Yunan, Etrüsk ve Orta Asya
Seksiyon G: Demir Çağ’da Orta Asya ve Stepler’de Türkler; Hun, Göktürk, İskit.
Seksiyon H: Uygur ve Orta Asya kültürleri.
Seksiyon I: Hindistan, Mısır, Orta Asya ve İran’da Türkler.
Seksiyon J: XV-XVI ve XVII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu.
Seksiyon K: Osmanlı İmparatorluğu çöküş dönemi (XVII-XIX. yüzyıllar arası)
Seksiyon L: Minyatür ve Kaligrafi
Seksiyon M: İstanbul Arkeoloji Müzeleri çalışmaları
Arkeolojiyle ilgili bu bölümlemelerin yanı sıra Atatürk devrimleri ve bunun yansımalarının da sergide geniş bir biçimde
yer alması, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaşlaşma sürecinde elde ettiği kazanımları tanıtmaya verdiği önemi de
göstermektedir. Bu boyut ve bu bakış açısıyla bir serginin bir daha gerçekleştirilememiş olması unutulmamalıdır; Daha
sonraki yıllarda düzenlenen sergiler, yalnızca Türkiye odaklı olmuş, arkeoloji kongreleri de hemen hemen konusu
Türkiye ya da yakın çevresi olan bilim insanlarının katılımıyla gerçekleştirilmiş, bu da kültür tarihine bakışımızın
küresellikten yerele inmesine yol açmıştır.
Eğitim ve Uzman Yetiştirilmesi
17 O yıllarda Anadolu’da 3. binyıl - İlk Tunç Çağı, henüz tam olarak tanımlanmış durumda değildi. Her ne kadar Troya çalışmaları bu dönemi yansıtmakta ise de, özellikle Orta Anadolu’da tunçtan yapılma buluntuların yok denecek kadar azdı; sürmekte olan Alişar ve Alaca Höyük gibi kazılarda çok basit bakır aletlerin görülmüş olması, Anadolu’da Mezopotamya gibi görkemli bir maden çağı yaşanmadığı gibi bir görüşü önplana çıkarmıştı (Sherratt 1983, 1984). O yıllarda Macaristan’a eğitim için yollanmış olan bilim insanlarının da etkisiyle, tunç yerine bakır buluntuların yaygın olduğu Macar Ovası Tiszapolgar kültürleri için geliştirilen “Bakır Çağı” adlaması Anadolu’ya da aktarılmış ve uzun bir süre Anadolu Kalkolitik ve İlk Tunç Çağı kültürleri bu nedenle Bakır Çağı olarak tanımlanmıştı.
14
Daha önce birçok kez değinildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı uzmanların
sayısı yok denecek kadar azdır. En saygın yetişmiş uzman olarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde Halil Edhem Bey ve
Theodor Makridi Bey gibi sayılı birkaç isim bulunmaktadır. Eğitim sisteminin içinde de arkeoloji ya da kültürel mirasla
ilgili alanlar hemen hemen yoktur18. Bilim insanı kadar, teknik eleman ve uzman açığının da kapatılması için 1924
yılından itibaren, diğer alanlarda olduğu gibi, başta Fransa, Almanya ve Macaristan olmak üzere çeşitli ülkelere
öğrenciler gönderilmiştir. Bunun yanı sıra Türkiye’de çalışan yabancı uzmanların ülkedeki bilimsel gelişmeye katkı
sağlayacağı öngörüsüyle, herhangi bir kaygı taşımadan, birikimlerinden yararlanılmıştır. Burada yaşanan süreçte
devletin yönlendirmesi ile üç alanda çalışmalar yürütülmüştür. Bunlar toplumun bilinçlendirilmesi, bilgilendirilmesi ve
katılımının sağlanması; bilimsel verilerin korunması, arşivlenmesi ve sergilenmesi; ile bilim insanlarının yetiştirilmesidir.
Toplumun Bilinçlendirilmesi, Bilgilendirilmesi ve Katılımının Sağlanması
Cumhuriyet’in en önemli uğraşılarından biri, o yıllara kadar yalnızca belirli bir aydın kesimin uğraşısı olarak görülen
“kültür”ün toplumun her kesimine yayılması çabası olmuştur. Bu amaçla Anadolu’daki tüm il, ilçe ve hatta köylere kadar
inen bir örgütlenme modeli denenmiş ve kısmen uygulanmıştır. Bu modellerin tümü, yalnızca halka bilgi aktarmayı
değil, toplumun buna etkin katılımını da öngörmüştür. İlk başlarda Türk Ocakları19, 1931 yılında Türk Ocakları’nın
kapanmasından sonra Halk Evleri ve bir anlamda Cumhuriyet Halk Partisi’nin teşkilatı bu işi üstlenmişlerdir. Bu
dönemde Halk Evleri bünyesinde bazen köy düzeyine kadar müzelerin kurulduğu, etnoğrafya ve arkeoloji ile ilgili yakın
çevredeki kültür varlıklarının tanımı, envanterinin çıkarılması, toplanması, korunması için çalışmaların yapıldığı
bilinmektedir20. Halk Evleri kapsamında, toplumu bilgilendirecek el kitapları hazırlanmış, o bölgelerde çalışmakta olan
uzman ve bilim insanlarının konferanslar vermesi ve bildirilerini yayınlaması sağlanmıştır (halk evleri yayınları).
Müzeler
Osmanlı İmparatorluğu sona erdiğinde Türkiye’de kuruluşunu tamamlamış müzeler yalnızca İstanbul’daydı; Ankara
Hükümeti, daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce bile müzelerin, toplumun kültürü benimsemesinde önemli bir araç
olduğu öngörüsüyle çalışmalar yapmıştır. Nitekim Sakarya Savaşı süreci içinde 1921 yılında Ankara’da bir müze
kurulma kararı alınır ve 1922 yılında da Antalya Müzesi kurulur. Bunları 1923 yılında Sivas, 1924 yılında Adana,
Bergama ve Topkapı, 1925 yılında İzmir, Edirne, Ankara Etnoğrafya, 1926 yılında Tokat, Konya, Amasya müzeleri
izlemiştir. Daha sonraki yıllarda da hemen her yıl yeni müzeler oluşturularak Osmanlı İmparatorluğu döneminde
yalnızca büyük kentlere özgü olarak görülen müze kavramının Türkiye’nin her yerine yayılması sağlanmıştır. 9 Mayıs
1920’de Kurtuluş Savaşı sürecinde müzeler ve eski eserlerden sorumlu olarak Asar-ı Atika Müdürlüğü, Maarif
Vekaleti’nin içinde bir birim olarak kurulmuş, 5 Kasım 1922’de arkeolojik ve etnoğrafik eserlerin toplanması,
envanterlenmesi ve yeni müzelerin kurulması için genelge çıkartılmış, 14 Ağustos 1923 tarihli hükümet programında
da müzelere geniş bir yer ayrılmıştır. Müze kurulması kadar önemli olan, müzelerin yalnızca bir eski eser sergileme
yeri olarak görülmeyip, bilimsel çalışma yapmaya da özendirilmiş olmalarıdır. Bu nedenle Cumhuriyet’in kuruluş yılları
boyunca müzeler, gerek tanıtım, gerek bilimsel çok sayıda yayın yapmışlar, müzelerini ve bölgelerini tanıtan el kitapları
ve kataloglar hazırlamışlardır. Bunların arasında günümüzde bile halen kullanılmakta olan İstanbul Arkeoloji Müzeleri
yayınlarının21 yanı sıra, diğer müzelerin de yayın yaptıkları bilinmektedir22. Bu bağlamda İstanbul Arkeoloji Müzeleri
yayınları yayın dizisi, yabancılarının da makalelerini kullanmak istedikleri önemli bir seri haline gelmiştir.
Bilim İnsanı Yetiştirilmesi ve Bilim Kurumlarının Geliştirilmesi
18 Bu bağlamda XXXX yılında Darülfünun’da kısa bir süre için ??? dersi konmuş, ancak daha sonra müfredattan kaldırılmıştır.19 Türk Ocakları ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. (Üstel, 2004).20 Toksoy, araştırmasında Halkevlerinin çalışmalarını ayrıntılı olarak ele almış, özellikle Dil Tarih Şubesi ile Müze ve Sergi Şubesi’nin faaliyetlerinin yıllara göre dökümünü yapmıştır (Toksoy, 2007).21 İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin yayınları arasında yer alan bazı yayınlar şunlardır; Unger 1925; Unger 1933; Naab ve Unger 1934.22 Bu müzeler arasında, örneğin İzmir Müzesi yayını için bkz. Aziz 1927; Aziz Bey 1927.
15
Bu bağlamda yurt dışına çeşitli uzmanlık alanlarında öğrenci yollanması, yeni kurulan üniversitelerde bölümlerin
açılması ve yurt dışından bilim insanı getirilmesi olarak üç farklı etkinlik görülür. Yurt dışına eğitime yollananların
arasında Arif Müfit Mansel, Halet Çambel, Ekrem Akurgal, Sedat Alp, Tahsin Özgüç, Bahadır Alkım gibi daha sonraları
Türk arkeolojisinin önde gelen adları sayılabilir. O yıllarda Türkiye her türlü bilim insanına gerek duymaktaydı; beklenti
yeni oluşturulan kurumlarda alt uzmanlık dallarına inmeden kültür tarihine genel yaklaşacak uzmanların yetiştirilmesi
olduğu halde, Atatürk’ün kişisel yönlendirmesiyle yurt dışındaki öğrencilerin genelin dışında belirli konularda
uzmanlaşması istenmiş ve bu çok sıkı bir şekilde izlenmiştir23. Bu sayede yeni kurulan Dil, Tarih ve Coğrafya
Fakültesi’nde gelişmiş ülkelerde bile çok ender bulunan Sümeroloji gibi kürsüler açılmış, 1936 yılında da Latince ve
Grekçeyi kapsayan Klasik Filoloji Bölümü kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’daki Nazi rejiminin bilim
insanları üzerinde kurmuş olduğu baskı ve bunun başta Yahudi kökenli bilim insanları olmak üzere Almanya’nın
akademik ortamında getirdiği korkuyu Atatürk’ün Türkiyesi bir fırsata çevirmiş, devletin karşı karşıya bulunduğu parasal
güçlüklere karşın hemen her alanda yeni kurulan üniversitelere gelmeyi kabul eden bilim insanlarına sağlanabilecek en
iyi ortamı hazırlamıştır. O sayede H. Bossert, Lansberger, Güterbock, Bosch gibi kültürel miras alanında önde gelen
isimler üniversitelere kazandırılmış ve hemen hemen hiçbir geleneği, altlığı olmadan kurulan Ankara Üniversitesi çok
kısa bir süre içinde saygın bir bilim kurumuna dönüşebilmiştir.
TÜRK ARKEOLOJİSİ VE LA TURQUİE KEMALİSTE
La Turquie Kemaliste’in, çağdaşlaşma sürecinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımlarını dış dünyaya yansıtmak
amacıyla yayımlanan bir dergi olduğu kuşkusuzdur; dergi endüstrileşmeden kentsel gelişime, eğitimden sanata kadar
her alanda Cumhuriyet’in çağdaş yüzünü yansıtan konulara, o dönemin basım teknolojisini en iyi biçimde kullanarak
bol görsel malzemeyle yer vermiştir. Her ne kadar ilk bakışta derginin, Türkiye Cumhuriyeti’nin propoganda amacıyla
hazırlandığı düşünülebilirse de, gerek konuların ele alınış şekli, gerek seçimi, derginin yaklaşımının siyasi olmaktan
öte ülkenin tanıtımı, beğendirilmesi ve Kemalizm ideolojisi ile birlikte değişen yüzünü aktarmak olduğu açık olarak
görülecektir. 1934 yılından 1948 yılına kadar 49 sayısı çıkan süreli yayında yazarlara da bakıldığında, Türkler kadar
yabancılara da yer verilmiş ve böylelikle derginin uluslararası bir kimlik kazanması sağlanmıştır.
La Turquie Kemaliste Dergisi, bu kapsamda bir dergiden beklenmeyecek kadar arkeolojiye geniş bir ayırmıştır; bu
bağlamda La Turquie Kemaliste Dergisi’nin yaklaşımı, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşum felsefesi içinde arkeolojinin yeri
ile ilgili olarak buraya kadar yazdıklarımızla tam olarak örtüşmektedir. Dergide kentsel mimari, sivil mimari ve
etnoğrafya gibi kültürel mirasın farklı öğelerinin yanı sıra arkeolojiyle ilgili 21 yazı yer almıştır:
1- Die Turkei Ein Neues Reiseziel Des Europäers / Prof. Dr. (Helmuth
Theodor) Bossert (Agustos 1934, 2. sayi, sayfa 16).
2- La Turquie Nouvelle et les Fouilles Archéologiques / Remzi Oguz
(Agustos 1934, 2. sayi, sayfa 21).
3- Der Alisar Hüyük / Dr. Hans Henning von der Osten (Aralik 1934, 4. sayi, sayfa 4).
4- Le Rang et l'Importance de nos Musées des Antiquités Parmi les Musées Européens / Halil Edhem (Subat 1935, 5.
sayi, sayfa 2).
5- Werke Hethitischer Kunst von Bogazköy / Kurt Bittel (Subat 1935, 5. sayi, sayfa 15).
23 Örneğin Sedat Alp, eskiçağ tarihi ve arkeoloji konusu yerine Hititoloji okumak istediğini öğrenci müfettişine söylediğinde bu istek hemen Atatürk’e bildiriliyor ve Atatürk bu isteği çok yerinde bularak Sedat Alp’in Hititoloji’ye yönelmesi sağlamıştır (Dündar ve Sevinç 2004; 38-39).
16
6- Visite au Musée Greco-Romain d'Istanbul / Devambez (Agustos 1936, 14. sayi, sayfa 2).
7- Alacahöyük / Dr. Hâmit Zübeyr Kosay (1936, 15. sayi, sayfa 2).
8- Le Musée des Arts Turcs et Musulmans / IMZASIZ (Ekim 1936, 15. sayi, sayfa 9).
9- Le Palais de Topkapi / Aziz Ogan (Subat 1937, 17. sayi, sayfa 2).
10- Le deuzeième Congrès D’Histoire Turque / Prof. Muzaffer Göker (Aralik 1937, 21-22. sayi, II. Türk Tarih Kongresi
için hazirlanmis olan özel sayi, sayfa 1).
11- L'Activité Archéologique de la Société d'Histoire Turque / Prof. Afet
(Inan), (Aralik 1937, 21-22. sayi, II. Türk Tarih Kongresi için hazirlanmis
olan özel sayi, sayfa 6).
12- L'Exposition d'Histoire / Ihsan Sungu (Aralik 1937, 21-22. sayi, II.
Türk Tarih Kongresi için hazirlanmis olan özel sayi, sayfa 13).
13- L'Effort Matériel et Intellectuel de la Turquie / Eugene Pittard (Aralik
1937, 21-22. sayi, II. Türk Tarih Kongresi için hazirlanmis olan özel sayi, sayfa 21).
14- Les Sondages de Pazarli / Dr. Hâmit Zübeyr Kosay Le Fouilles de 1936-37 en Thrace / Dr. Arif Müfid Mansel
(Aralik 1937, 21-22. sayi, II. Türk Tarih Kongresi için hazirlanmis olan özel sayi, sayfa 36).
15- Les Résultats des Fouilles Faites a Ankara par la Société d'Histoire
Turque / Remzi Oguz Arik (Aralik 1937, 21-22. sayi, II. Türk Tarih Kongresi için hazirlanmis olan özel sayi, sayfa 47).
16- The Strata of Civilizations in Ankara / Dr. Hamit Kosay (Haziran 1939, 31. sayi, sayfa 13).
17- Results of the Excavations Alacahöyük / Hamit Zübeyr Kosay (Agustos 1939-Aralik 1940, sayi 32-40, sayfa 20).
18- Rapport de la Civilisation Turque, Ancienne, avec les Civilisations de l'Asie Mineure / H. Z. Kosay (Ekim 1941, 45.
sayi, sayfa 3).
19- Le Fer chez les Hittites / H. Z. Kosay (Aralik 1941, 46. sayi, sayfa 10).
20- La Sculpture chez les Anciens Turcs / H. Namik Orkun (1943, 47. sayi, sayfa 7).
21- Les Fouilles d'Atmeydani [1941 kazilari] / Dr. A. M. Schneider (Aralik 1947, 48. sayi, sayfa 12).
Derginin 2. sayısında yer alan Remzi Oğuz’un yazısının (2 no’lu yazı) adı, gerek derginin, gerek arkeolojinin
Cumhuriyet için ne anlama geldiğini açık olarak yansıtmaktadır; yazının başlığının bilinçli olarak, beklendiği gibi
Türkiye’de yeni arkeolojik kazılar olarak değil, “Yeni Türkiye ve Arkeolojik Kazılar” olarak seçilmiş olması, kanımızca
çok anlamlıdır. Eugene Pittard’ın II. Türk Tarih Kongresi dolayısıyla yazmış olduğu yazıda (13 no’lu yazı) da aynı
yansımayı görmekteyiz. Pittard yazısının başlığında kültür tarihi ile Cumhuriyet’in aydın kimliğini vurgulayan “et
17
Intellectuel de la Turquie” sözcüklerini kuşkusuz bilinçli olarak seçmiştir. II. Türk Tarih Kurumu Kongresi için derginin
özel bir sayı çıkarmış olması, konuya verilen önemi çok açık bir şekilde yansıtmaktadır. Bu özel sayıda Muzaffer
Göker’in giriş yazısı (10 no’lu yazı), kongrenin felsefesini, çapını ve bugünün koşullarında bile hayranlık duyacağımız
düzenini yansıtmaktadır. Bunu izleyen Afet İnan’ın yazısı (11 no’lu yazı), o yıllarda henüz emekleme döneminde olan
Türk Tarih Kurumu’nun kısa süre içinde başarmış olduğu işleri ve gerçekleştirdiği arkeolojik kazıları tanıtan ve halen
belge niteliğini koruyan bir yazıdır. Yazıyla birlikte Türkiye’de Türk Tarih Kurumu’nun gerçekleştirdiği çalışmaların
harita üzerindeki dağılımını veren harita da kurumun eriştiği dinamizmi yansıtmaktadır. Dolmabahçe Sergisi’ni bol
görsel malzemeyle tanıtan özel 21.-22. sayının dışında dergide yer alan diğer tüm yazılar, yapılmakta olan kazılarda
ortaya çıkan buluntuları ve önemli bilimsel sonuçları tanıtma amacıyla hazırlanmıştır. Her ne kadar burada yer alan
konular, başta Türk Tarih Kurumu Kongresi, Belleten ve diğer bilimsel dergi ve kitaplarda yayımlanmışsa da, La
Turquie Kemaliste’e seçkin buluntuların, nitelikli resimlerle verilmiş olması, dergiyi bilim dünyasında aranır bir hale
getirmiştir. Örneğin Pazarlı (14 no’lu yazı) kazısıyla ortaya çıkan Frig dönemi duvar kaplama levhaları ile tarihöncesi
çanak çömleğin bir kısmı daha sonra hiç yayımlanmamış olan en iyi resimleri burada yer almıştır. Alaca Höyük (17
no’lu yazı), Alişar (3 no’lu yazı), İstanbul At Meydanı (21 no’lu yazı) kazı ya da buluntularının, bir kısmı daha sonra yine
hiç yayımlanmamış olan en iyi resimleri La Turquie Kemaliste’de yayımlanmış olanlardır. Aynı şekilde Arif Müfit
Mansel’in (13 no’lu yazı) Trakya çalışmaları sırasında Alpullu Tümülüsü’nün altında bulmuş olduğu ve halen İstanbul
Arkeoloji Müzeleri’nde yer alan Orta Kalkolitik Çağ’a ait buluntuların yayımlanmış tek resmi La Turquie Kemaliste
Dergisi’ndeki Dolmabahçe Sergisi’ndeki fotoğraflarıdır (21-22. sayıda sayfa 37-38 ve 60). Dolayısıyla dergi arkeoloji
dünyası için başvurulması gerekli bir kaynak olma özelliğini halen korumaktadır.
SONUÇ
Türkiye dünya kültür mirasının önemli bir kısmına sahip olmakla övünen bir ülkedir. Geçmişin mirası olarak bize kadar
kalan kültür varlıkları maalesef günümüzde daha çok turizmin bir öğesi olarak görülmekte, devletin arkeolojiye bakış
açısı kültür varlıklarının turizm açısından sağlayacağı potansiyelle ölçülmektedir (Özdoğan 2008b). Buna karşılık kültür
varlıklarının bulundukları ülkenin düşünsel zenginliğine yapacağı katkı giderek arka plana atılmış, dolayısıyla
toplumumuzla arkeolojik kalıntılar arasındaki ilişki, bunların “yabancılara pazarlanacak bir mal” olması düzeyine
indirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi içinde kültürel mirasın yabancılardan önce kendi toplumumuza
benimsetilerek kazandırılması bir ilke olarak görülmüştür. Bu yaklaşım toplumun her kesimine düşünsel bir zenginlik
kazandırılması esasına dayanır; bu yolla durağan, yaratılan bir geçmişin yerini, sürekli değişen, evrim geçiren ve
zaman derinliği kavramının kazandırılması, dolayısıyla düşünsel bir zenginliğin topluma verilmesi amaçlanmaktadır.
Geçmişin kanıtları olan arkeolojik varlıklar, ancak onlarla birlikte yaşayanlar tarafından benimsendikten, onlarla
özdeşleştikten sonra, yabancılar için anlamlı bir çekim odağı haline gelebilir (Özdoğan 2007b). Bu bağlamda La
Turquie Kemaliste Dergisi’nin 1930-1940’lı yılların sancılı ortamında bu görevi başarıyla üstlenmiş bir yayın organı
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun ötesinde esas üzücü olan, son yıllarda Türkiye arkeolojisinde devrim
niteliğinde meydana gelen gelişmeler, tüm uygarlık tarihini yeniden düşünmemize neden olacak kadar ilginç sonuçlar
ortaya çıkmasına karşın, bunların kendi toplumumuza kazandırılmasına yönelik kurumsal çabanın olmayışı ve hala
ülkemizin arkeolojik zenginliğini görsel çekiciliği olan çok sınırlı bulgularla tanıtmaya, “pazarlama”ya yönelmemizdir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Akurgal, E. 2004“Tarih İlmi ve Atatürk”, Günce. TÜBA Bülteni 29: 2-7.
Alexandri, A. 2002“Names and Emblems: Greek Archaeology, Regional Identities and National Narratives of the Turn of the 20 th Century”, Antiquity 76: 191-199.
18
Anonim 1934Resimli Rehber. Yunan, Roma, Bizans Heykeltraşî Eserleri. İstanbul Asarıatika Müzeleri, Devlet Matbaası, İstanbul.
Ardıç, N. 1937Antakya-İskenderun Etrafındaki Türk Davasının Tarihî Esasları. Tecelli Basımevi, İstanbul.
Arık, R.O. 1950Les fouilles archéologiques en Turquie. Milli Egitim Basım Evi, Ankara.
Arnold, B. 1996“The Past as Propaganda: Totalitarian Archaeology in Nazi Germany”, R. Preucel ve I. Hodder (yay.) Contemporary Archaeology in Theory: 549-569. Blackwell Publishers, Oxford.
Aslan, R. 1999“Anadolu’nun Arkeolojik Macerası”, Atlas 81: 88-110.
Atkinson, J.A., I. Banks ve J. O’Sullivan (yay.) 1996 Nationalism and Archaeology (Scottish Archaeological Forum). Cruithne Press - Scottish Archaeological Press, Glasgow.
Aydın, S. 1996“Türk Tarih Tezi ve Halkevleri”, Kebikeç 3: 107-130.
Aydın, S. 2002“Batılılaşma Karşısında Arkeoloji ve Klasik Çağ Araştırmaları”, Modernleşme ve Batıcılık: 403-427. İletişim Yayınları, İstanbul.
Aydın, S. 2003“30’ların Tezlerine Geri Dönüş: Anadolu’da “proto-Türkler”in Yeniden Keşfi”, Toplum ve Bilim 96: 8-34.
Aziz, A. 1927Ayasuluk=Ephez Rehberi. İzmir Müzesi Yayınları, İzmir.
Aziz Bey 1927Guide du Musée de Smyrne. İzmir Müzesi Yayınları, İzmir.
Banks, I. 1996“Archaeology, Nationalism and Ethnicty”, J.A. Atkinson, I. Banks ve J. O’Sullivan (yay.) Nationalism and Archaeology (Scottish Archaeological Forum): 1-11. Cruithne Press, Glasgow.
Baram, U. ve L. Carroll (yay.) 2004Osmanlı Arkeolojisi. Kitap Yayınevi, İstanbul.
Başgelen, N. 1998“Atatürk ile Eski Eserler, Arkeoloji, Kazılar ve Müzeler”, Arkeoloji ve Sanat 87: 2-5.
Başgelen, N. 2001“Cumhuriyetin İlk Arkeolojik Kazısı Ankara Tümülüsleri”, Arkeoloji ve Sanat 100: 34-44.
Başgelen, N. 2006
19
“Arif Müfid Mansel's Excavations in Turkish Thrace (1936-1939) at the 70th year from their beginning”, H. Çalıkuşu (yay.) Yıldız Dağları ve Yakın Çevresi Tarih Araştırmaları: 161-186. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Berkes, N. 1975Türk Düşüncesinde Batı Sorunu. Bilgi Yayınevi, İstanbul.
Büyüka, B.Ö. 1985Kafkas Kaynaklarına Göre İlk Yaratılışlar, İlk İnsanlık, Kafkas Gerçekleri. Yarış Matbaası, İstanbul.
Dergachev, V. 1994"The Archaeology of the Republic of Moldavia. A Historical Retrospect", Thraco Dacia XV: 7-18.
Díaz-Andreu, M. 2002“Archaeological Practice and the nation-state”, Antiquity 76/294: 1140-1142.
Dündar, C. ve F. Sevinç 2004İlk Türk Hititoloğunun Yaşam Öyküsü: Sedat Alp. Türkiye Bilimler Akademisi, Ankara.
Eldem, E. 2004“An Ottoman Archaeologist Caught Between Two Worlds: Osman Hamdi Bey (1842-1910)”, D. Shankland (yay.) Archaeology,Antropology and Heritage in the Balkans and Anatolia: The Life and Times of F.W. Hasluck, 1878-1920: 121-149. Isis Press, İstanbul.
Elliot, M. 2004“European Archaeological and Historical Institutes in Turkey:An Italian Ambassador's View in 1925”, D. Shankland (yay.) Archaeology, Antropology and Heritage in the Balkans and Anatolia: The Life and Times of F.W.Hasluck, 1878-1920, vol. I: 281-293. Isis Press, İstanbul.
Esin, U. 1999“Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Yılında Atatürk Düşüncesinde Ulusal Kimliğin Oluşturulma Sürecinde Arkeoloji'nin Yeri: Dünü, Bugünü”, Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Yılında Bilim "Bilanço 1923-1998" Ulusal Toplantısı (I. Kitap): 277-288. Türkiye Bilimler Akademisi, Ankara.
Finley, M.I. 2000The use and Abuse of History. Pimlico, Guildford.
Güvenç, B. 1996Türk Kimliği. Remzi Kitabevi, İstanbul.
Hamilakis, Y. 2003Lives in Ruins: Antiquities and National Imagination in Modern Greece. Archaeological Institute of America, Boston.
Henning, H. ve H. von der Osten 1929“Explorations in Hittite Asia Minor”, Oriental Institute Publications V/85: 130-157.
Herzfeld, M. 2002“Towards an Ethnographic Phenomenology of the Greek Spirit”, J. Revel ve G. Levi (yay.) Political Uses of the Past.The Recent Mediterranean Experience: 13-26. Frank Cass & Co. Ltd., London.
20
Ikawa-Smith, F. 1999“Construction of National Identity and Origins in East Asia: a Comparative Perspective”, Antiquity 73/281: 626-629.
İğdemir, U. 1973Cumhuriyet’in 50. Yılında Türk Tarih Kurumu. Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
İnan, A. 1952“Türk Tarih Kurumu'nun 1943'den 1948'e Kadar Arkeoloji Çalışmaları Türkiye Tarihine Neler Kazandırmıştır?”, Türk Tarih Kurumu Kongresi IV: 18-37.
Jones, S. 2002The Archaeology of Ethnicity. Constructing Identities in the Past and Present. Routledge, London.
Kane, S. (yay.) 2003The Politics of Archaeology and Identity in a Global Context. Archaeological Institute of America, Boston.
Kohl, P. 1993“Nationalism, Politics, and the Practice of Archaeology in Soviet Transcaucasia”, Journal of European Archaeology 1/2: 181-189.
Koşay, H.Z. ve J.W. Sperling 1936"Troad"da Dört Yerleşme Yeri. Devlet Basımevi, İstanbul.
Kristiansen, K. 1999“Between Rationalism and Romaticism Archaeological Heritage Management in the 1990's.”, A. Dinçol (yay.) Çağlar Boyunca Anadolu'da Yerleşim ve Konut Uluslararası Sempozyumu (Bildiriler): 295-302. Ege Yayınları, İstanbul.
Lowenthal, D. 1985The Past is a Foreign Country. Cambridge University Press, Cambridge
Mazariegos, O.C. 1998“Archaeology and Nationalism in Guatemala at the Time of Independence”, Antiquity 72/276: 376-386.
Morçöl, Ç. 2007“Cumhuriyetin İlk Otuz Yılında, Arşiv Belgelerinde, Ankara'da Yapılan Arkeolojik Kazı Çalışmaları”, Anadolu Medeniyetleri Müzesi 2006 Yıllığı: 459-498.
Mouliou, M. 1996“Ancient Greece, Its Classical Heritage and the Modern Greeks: Aspects of Nationalism in Museum Exhibitions”, J.A. Atkinson, I. Banks ve J. O’Sullivan (yay.) Nationalism and Archaeology (Scottish Archaeological Forum): 174-199. Cruithne Press, Glasgow.
Naab, J.P. ve E. Unger 1934Pir Hüseyin’de Naram-Sin Stelinin Keşfi (Die Entdeckung der Stele des Naram-Sin in Pir Hüseyin). İstanbul Asarıatika Müzeleri Neşriyatı, İstanbul.
Ogan, A. 1938a
21
“Âsariatika Nizamnamesi ve 1984'den İtibaren Resmi Ruhsat ile Yapılan Hafriyat 4”, Yeni Türk 6/67: 241-252.
Ogan, A. 1938b“Âsariatika Nizamnamesi ve 1984'den İtibaren Resmi Ruhsat ile Yapılan Hafriyat 5”, Yeni Türk 6/68: 289-294.
Ortaylı, İ. 2000Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri (1840-1880). Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara.
Özdoğan, M. 1998“Ideology and Archaeology in Turkey”, L. Meskell (yay.) Archaeology Under Fire. Nationalism, Politics and Heritage in the Eastern Mediterranean and Middle East: 111-123. Routledge, London.
Özdoğan, M. 1999“Türkiye Cumhuriyeti ve Arkeoloji: Siyasi Yönlendirmeler, Çelişkiler ve Gelişim Süreci”, Z. Rona (yay.) Bilanço 1923-1998. Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Yılına Toplu Bakış I: 193-204. Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. 2004“Heritage and Nationalism in the Balkans and Anatolia or Changing Patterns, What has Happened Since Hasluck?”, D. Shankland (yay.) Archaeology, Anthropology and Heritage in the Balkans and Anatolia: 389-405. ISİS Press, İstanbul.
Özdoğan, M. 2005“Günümüz Sorunlarına Geçmişte Çözüm Aramak. Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji”, ARREDAMENTO Mimarlık Aralık 2005: 87-91.
Özdoğan, M. 2006Arkeolojinin Politikası ve Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. 2007a“Amidst Mesopotamia-Centric and Euro-Centric Approaches: The Changing Role of the Anatolian Peninsula Between the East and the West”, Anatolian Studies 57: 17-24.
Özdoğan, M. 2007b“Çağdaş Düşünme Aracı Olarak Arkeoloji”, M. Alparslan vd. (yay.) Belkıs Dinçol ve Ali Dinçol’a Armağan VITA: Festschrift in Honor of Belkıs Dinçol and Ali Dinçol: 569-575. Ege Yayınları, İstanbul.
Özdoğan, M. 2008aBatı Düşünce Sistemi İçinde Arkeolojinin Yeri ve 21. Yüzyılda Yeni Arayışlar. Türkiye Bilimler Akademisi Akademi Forumu 53, İstanbul.
Özdoğan, M. 2008b“Arkeoloji ve Devlet İlişkilerinde Yeni Arayışlar. Devletin Sorumluluk ve Yükümlülüklerinin Yeniden Tanımlanması”, Z. Çulha (yay.) Arkeoloji Mercek Altında: 153-170. Rezan Has Müzesi Konferansları II, İstanbul.
Petersen, A. 2005
22
"What is 'Islamic' archaeology?", (Special Section on Islamic Archaeology), Antiquity 79/303: 100-145.
Radt, W. 1986“Bergama Müzesinin Yapılışı, Atatürk Devrinde Türk Alman İşbirliğine Bir Örnek”, Türk Tarih Kurumu Kongresi IX/1: 397-404.
Schnapp, A. 1993The Discovery of the Past. The Origins of Archaeology. British Museum Press, Spain.
Shaw, W.M.K. 2004Osmanlı Müzeciliği. Müzeler, Arkeoloji ve Tarihin Görselleştirilmesi. İletişim Yayınları, İstanbul.
Sherratt, A. 1983“The Development of Neolithic and Copper Age Settlement in the Great Hungarian Plain (Part I: The Regional Setting)”, Oxford Journal of Archaeology 1/3: 287-316.
Sherratt, A. 1984“The Development of Neolithic and Copper Age Settlement in the Great Hungarian Plain (Part II: Site Survey and Settlement Dynamics)”, Oxford Journal of Archaeology 2/1: 13-41.
Shnirelman, V. 1996Who Gets the Past ? Competition for Ancestors Among Non-Russian Intellectuals in Russia. Woodrow Wilson Center Press, Washington.
Şimşek, S. 2002Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi Halkevleri 1932-1951. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.
Trigger, B. 1989A History of Archaeological Thought. Cambridge University Press. Trigger, B.G. 1995“Romanticism, Nationalism, and Archaeology”, P. Kohl ve C. Fawcett (yay.) Nationalism, Politics, and the Practice of Archaeology: 263-279. Cambridge University Press, Cambridge.
Visy, Z. 2000 “The role and significance of Archaeology in the integrated Europe of th 21st century”, Challenges for European Archaeology 2000: 27-31.
Toksoy, N. 2007Hakevleri, Bir Kültürel Kalkınma Modeli Olarak. Orion, Ankara.
Unger, E. 1925Die Reliefs Tiglatpilesers III. aus Arslan Tasch. İstanbul Asarıatika Müzeleri, İstanbul.
Unger, E. 1933Tiglatpileser III-ün Oğlu Asur Kıralı Sargon II (Sargon II. von Assyrien der Sohn Tiglatpilesers III). İstanbul Asarıatika Müzeleri Neşriyatı, İstanbul.
Üstel, F. 2004İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931). İletişim Yayınları, İstanbul.
23
Wailes, B. ve A.L. Zoll 1995“Civilization, Barbarism, and Nationalism in European Archaeology”, P. Kohl ve C. Fawcett (yay.) Nationalism, Politics, and the Practice of Archaeology: 21-38. Cambridge University Press, Cambridge.
Yerasimos, S. 2005“Tanzimattan Günümüze Türkiye'de Kültürel Mirası Koruma Söylemi”, İstanbul Dergisi 54: 42-55.
Yıldızturan, M. 2007“Atatürk ve Müze”, Anadolu Medeniyetleri Müzesi 2006 Yıllığı: 309-324.
Yoffee, N. ve A. Sherratt (yay.) 1993 Archaeological Theory: Who Sets the Agenda?. Cambridge University Press, Cambridge.
24