m. nihat malkoÇ - somuncubaba.net · m. nihat malkoÇ maktul ve mazlum bir padişah: sultan genç...
TRANSCRIPT
www.somuncubaba.net
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 25 • SAYI: 222 • NİSAN 2019 • Fiyatı: 18 TL
222
0 0 2 2 2
Maktul ve Mazlum Bir Padişah: Sultan Genç Osman
M. Nihat MALKOÇ
Pîr-i Türkistan ve Tasavvuf Edebiyatımız
Bilal KEMİKLİ
Hz. Peygamber (s.a.v.)ve Çocuklar
Mustafa KARABACAK
BaşarıyaGiden Yollar
Ali ÖZKANLI
Beslenme veİbadet
Halis DEMİR
nisan
/201
9
somuncubaba 1
basyazı Bekir AYDOĞAN
Sultan Genç Osman’ın RüyasıSultan Ahmed’in ölümünden sonra yerine geçen I. Mustafa’nın azlinden sonra tahta II. Osman (Genç Os-
man) geçmiştir. Genç Osman zeki tabiatlı, çeşitli ilim dallarında tahsil görmüş, azimli ve iradeli bir karakte-
re sahiptir. Ana dili Türkçe ile birlikte Arapça, Farsça, Yunanca ve Latinceyi öğrenmiş, kendini yetiştirmiştir.
Beden yönüyle kuvvetli ve ava meraklı biridir. Genç Osman, devletin içinde bulunduğu güçlüklerin farkında
olarak; bilhassa Hotin Seferi (1621) sırasında, Yeniçeri Ocağı’nın savaşlarda idare edilemez bir konuma
geldiğini görmüştür. Bunun için de bazı yakın danışmanlarının tavsiyesiyle Anadolu, Şam ve Mısır askerle-
rinden oluşacak yeni bir ordu kurmayı düşünmüştür. Bunun için de hacca gitmek bahanesiyle Anadolu’ya
geçmeyi kararlaştırmıştır. Ayrıca kendi düşüncesi doğrultusunda geniş çapta idarî ve adlî ıslahat yapmayı
planlamıştır. Ancak başta Yeniçeri Ocağı olmak üzere, bu düşüncelerini hayata geçiremeden, kendi ta-
raftarlarının zarar göreceği kanaatiyle, daha önce tahttan indirilen I. Mustafa’nın annesi tarafından elde
edilmiş kimselerin düzenledikleri bir ayaklanma, bütün meziyetlerine rağmen genç padişahı acı felâkete
sürüklemiştir. Sipahiler, yeniçeriler, her zümreden halk çarşı yollarını kapatarak, Sultanahmet Meydanı’nda
toplanmıştır. Bu kontrolsüz güruh, Padişah aleyhine gösteri yapıp, onu hac bahanesi ile Anadolu’ya götür-
mek isteyenlerin “Kellesini isteriz!” diye isyan başlatmışlar, padişahın hocası Ömer Efendi ile Sadrazam
Dilaver Paşa’nın evlerini yağmalamışlardır. O gece Sultan Osman korkunç bir rüya görür. Kendisi taht
üzerinde oturmakta ve elinde Kur’an-ı Kerim okumaktadır. Peygamberimiz (s.a.v.) gelip elindeki Mushaf-ı
Şerif’i alır ve padişahı tahttan indirir. Padişah, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ayağının tozuna yüzünü sürmek
isterse de buna girişmeye takati kalmaz ve nasip olmaz, uyanır. Dehşet içinde uyanan II. Osman acele ho-
casını çağırarak, rüyanın yorumunu sorar. Hocası bir yorum yapar ama Sultan bundan tatmin olmaz. Hac-
ca gitmek niyeti yüreğinde tekrar depreşirse de, yine de tereddüt ve sıkıntı içindedir. Bir sadık dostunun;
“Bir de rüyanızın yorumunu Üsküdarlı Aziz Mahmut Efendi’den soralım. Çünkü onun duası kabul olunur, bir
duacımızdır.” demesi üzerine rüyayı şerh etmesi için teferruatıyla Mahmut Hüdâyî Hazretleri’ne gönde-
rir. Ulu Hünkâr’ın cevabı çoktan hazırdır: “Okuduğunuz Kur’an, Allah’ın hükmüdür ve ona uymak lazımdır.
Oturduğunuz taht, vücut cübbesidir. Bu rüya ziyade korkulu ve tehlikelidir. Allah bilir bu korkulu vak’a yakın
günlerde olur. Tevbe ve istiğfâr edip sözünün anlattığı gibi Yüce Mevlâ’ya niyaz edin, evliya kullarından
mânevî yardım isteyin ki belâ def olsun…”
Aziz Mahmut Hüdâyî’nin tehlikeli ve korkulu olarak yorumladığı rüya ne yazık ki tez zamanda gerçekle-
şir. Tahtından indirilen, binbir hakaretle Orta Camii’ne, oradan da Yedikule Zindanı’na getirilen Sultan Genç
Osman; burada cellatlar tarafından boğularak şehit edilir. Sultan Genç Osman’ın nâşı, ertesi gün Sultanah-
met Camii’nde kılınan cenaze namazında sonra babasının yanına, Sultan Ahmed’in türbesine defnedilir.
The Dream of Sultan Osman II
Sultan Osman II inherited the throne after the expel of Sultan Mustafa I, who came to the throne following the death of Sultan Ahmed. He was smart, knowledgeable and had education in different types of areas besides being determined and strong minded. In addition to Turkish, his mother tongue, he also learnt Arabic, Persian, Greek and Latin. He was physically strong and keen on hunting. Sultan Osman II knew the difficult situation of the state, especially during the Hotin Military Expedition (1621) he saw degeneracy of Janissary corps. However, he couldn’t realize his aim. Sultan Osman II was dethroned by the Janissaries and strangled in Seven Tower Dungeons. His corpse was brought to Blue Mosque. After the funeral prayer, he was buried next to his father, the tomb of Sultan Ahmad. nis
an/2
019
somuncubaba somuncubaba2 1
UL
DLA RAUS
ERGF UAR
RA SI
10 . International Periodical Fair
İstanbulSirkeci Garı
24-29 Nisan 2019Ziyaret Saatleri: 10:00 - 20:00
Miraç ve NamazHalide YENEN
Namazın Farziyeti
Cansever DOKUZ
KültürümüzdeRamazan’a Hazırlık
Sümeyye Büşra YILDIZ
Sınav Kaygısı ve YapılmasıGereken Egzersizler
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
ABONE İLETİŞİM HATTI
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 25 Sayı: 222 - Nisan 2019
Basım Tarihi: 01 Nisan 2019
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN
Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulûsi ERDEMİR
Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ
Musa TEKTAŞ
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZâviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71
44700, Darende / MALATYA
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79
www.somuncubaba.net • [email protected]
Yapım
www.grafiturk.com.tr
Tel: 0506 876 17 17
Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK
Baskı ve ÜretimSalmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.
Tel: (0312) 341 10 24
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Kurum Abone : 200 Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.
İÇİNDEKİLER
Üzerine Yemin Edilen veBir Sûreye İsim Olan Bir Nimet: “İncir”
Ali AKPINAR
M. Nihat MALKOÇ
Maktul ve Mazlum Bir Padişah:Sultan Genç Osman
İncir ve zeytin... Bunlar insanın hayatı için çok önemli olan tatlı ve tuzlu nimetlerin en yaygın ve en önemli olanı.
Osmanlı padişahlarının 16.sı, İslâm halifelerinin 95.si olan II. Osman, nam-ı diğer Genç Osman, mazlum ve maktul bir padişahımızdır.
Sultan Genç Osman’ın Rüyası ..........................................1Bekir AYDOĞAN
Üzerine Yemin Edilen ve Bir Sûreye İsim Olan Bir Nimet: “İncir” ..........................6Ali AKPINAR
Halil Hamdi Dağıstânî (k.s.) ...............................................10Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEK
Seçkinci Dindarlık Anlayışının Zararları .........................12Ramazan ALTINTAŞ
Maktul ve Mazlum Bir Padişah: Sultan Genç Osman ..16M. Nihat MALKOÇ
Gece Türküsü ........................................................................21Muhsin İlyas SUBAŞI
Beslenme ve İbadet ............................................................22Halis DEMİR
II. Osman Han Genç Osman ..............................................27Halil GÖKKAYA
İnsan Suretinde Haşrolmayı Dilemek .............................28Musa TEKTAŞ
Osmanlı Medreselerinin Beslendiği Damar ........................34Kadir ÖZKÖSE
Somuncu Baba’nın Kırk Hadis Şerhi:Her İşte Allah Rızâsını Gözetmek ....................................40Enbiya YILDIRIM
Şehit Sultan Genç Osman ...................................................44İsmail ÇOLAK
Pîr-i Türkistan ve Tasavvuf Edebiyatımız .......................48Bilal KEMİKLİ
Mânevîyatın Tarihi Yönlendirmesi ...................................52Resul KESENCELİ
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Çocuklar..................................56Mustafa KARABACAK
İbrahim Hakkı Erzurumî......................................................60Muammer YILMAZ
Trajik Bir Hayatın Kahramanı: Sultan II. Osman ve Şairliği ...............................................64Mustafa ÖZÇELİK
Günümüzde Yanlış Anlaşılanİslâmî Kavramlardan Biri: “Tevekkül” .............................68Mehmet SOYSALDI
Düşenin Dostu Olmaz .........................................................68Bekir OĞUZBAŞARAN
Barbar Modern Medenî(Medeniyet Üzerine Notlar) ...............................................72Yusuf HALICI
Kutadgu Bilig’i Yeniden Anlatmak, Yeniden Anlamak .............................74Cemil GÜLSEREN
Derya ......................................................................................79Ekrem KAFTAN
Başarıya Giden Yollar .........................................................80Ali ÖZKANLI
Geliş O’na Gidiş O’na ..........................................................83Gökan ÖZTÜRK
Ticaret Ahlâkı Bağlamında En Kârlı Ticaret ...................84Mukadder Arif YÜKSEL
Ramazan ALTINTAŞ
Bilal KEMİKLİ
Seçkinci Dindarlık Anlayışının Zararları
Pîr-i Türkistan ve Tasavvuf Edebiyatımız
İslâm geleneğinde ilmiyle amel eden mücâdeleci âlimler, çok değerli bir konumdadırlar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), ‘Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.’ buyurmuştur.
Yesevî’nin hikmetleri, ilâhi oldu Yûnus’un ve muakkiplerinin yolunu açtı… Buna edebiyat bilimcileri, Tekke şiiri, dinî-tasavvufî Türk şiiri vs. diyorlar. Bu irfânî şiirdir.
Allah’ın Elçisi bazen çocukların yanaklarını okşayarak onlara olan sevgisini gösterirdi. Onun bir dokunuşu, çocuklar için iftihar vesilesi olup unutulmayacak bir kıymete sahipti.
Mustafa KARABACAK
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Çocuklar
06
12
16
48
56
Dîvân-ı Hulûsî-i DârendevîEs-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Ey kıble-i ervâh tecellâ nazarındırEy dîde-i eşbâh mücellâ nazarındır
Her demde lebin çeşmesi bin Hızr eder ihyâDil-ber lebi enfâs-ı Mesîhâ nazarındır
Kim dâmenini tutmadı esrârını bilmezTâliblerine sırr-ı “ev ednâ” nazarındır
Zülfün tutana vaslın için habl-ı metîndirÂşıklarına Sidre vü Tûbâ nazarındır
Ey pîr-i mugân doldu deminden dem-i âlemHer teşne dile sâkî-i sahbâ nazarındır
Kim koymadı cân râhına maksûduna yetmezSâliklere mi’râc-ı muallâ nazarındır
Aşk ile enîs oldu Hulûsî-i fakîrinYok matlabı illâ ki temennâ nazarındır
Yemin, genellikle söylenen sözün, verilen haberin doğruluğunu desteklemek için, muhâtabı bu konuda iknâ etmek için yapı-
lır. Ortada söyleneni inkâr söz konusu ise yemine ihtiyaç duyulur. Hatta bazen yemin, yalan söyle-me ihtimâli olan kişilerden istenir. Yüce Rabb’imiz ise, hep doğruyu söyler ve O’nun söylediği her şey gerçektir ve önemlidir. Bütün bunlara rağmen Yüce Allah pek çok âyetinde, kendi zâtına yemin ettiği gibi, başka şeylere de yemin eder. Kullar için, Allah’tan başkası adına yemin etmek câiz değildir, ama Yüce Yaratıcı için böyle bir sınırla-ma yoktur. O, söylediği şeyin önemini vurgulamak için, onun inkâr edilemez bir gerçek olduğuna işaret etmek için, muhâtapların dikkatini çekmek için çeşitli varlıklar üzerine yemin eder. Sözgelimi O, bazen Levh-i Mahfûz’a yahut Kur’ân’a; bazen Peygamber’in hayatına; bazen güneş, ay, yıldız gibi gök cisimlerine; bazen asır, gece, gündüz, kuş-luk vakti gibi zamanın dilimlerine; bazen Tûr Dağı, Mekke gibi çeşitli yerlere; bazen de çeşitli önemli olaylara ve o olayların kahramanlarına, bazen de bitkilere yemin eder. Bu yemin ifadeleri, “O nimet-lerin Rabb’ine and olsun ki…” şeklinde de anlaşıl-mıştır. İşte Tîn Sûresi’nde de Yüce Rabb’imiz, incir anlamına gelen tîn üzerine yemin ediyor. Tîn hem üzerine yemin edilmiş, hem de bu sûrenin adı ol-muştur. Bu sûre Mekke Dönemi’nin ilk yıllarında inmiştir. Sûrenin ilk âyetlerinde dört farklı şeye yemin edilmiştir: “Tîn ve zeytine and olsun… And olsun Sînâ Dağı’na… And olsun bu güvenli Mekke şehrine ki…”1
Bu yemin âyetlerini iki şekilde anlamak müm-kündür. İlki meâlini verdiğimiz şekildedir. Buna göre ilk âyette, iki önemli nimet olan incir ve zeytine yemin edilerek onlara dikkat çekilmiştir. Ardından iki büyük peygamberin hayatında çok önemli yeri olan iki beldeye yemin edilmiştir; Hz. Mûsâ’nın Tur Dağı’na ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in emin beldesi Mekke’ye. Buna göre anlam şöyle olur: Ey insan, işte iki büyük nimet: İncir ve zeytin... Bunlar in-sanın hayatı için çok önemli olan tatlı ve tuzlu nimetlerin en yaygın ve en önemli olanı. Bunlar maddî nimetlerdir ki, insan bedeninin sağlıklı kalması bunlarla mümkündür. Diğer ikisi ise iki
büyük peygamberin yaşadığı ve vahiy aldığı yer-
ler ki bunlar da mânevî gıda merkezlerdir. İnsan
maddî ve mânevî nimetlerle gereği gibi gıdalanır-
sa sağlıklı olur. Bunların hepsi, hem beden sağlığı
hem de ruh sağlığı için gereklidir. Zaten bu ye-
min âyetlerinden sonra insanın ‘ahsen-i takvîm’
üzere kalışı yahut ‘esfel-i sâfilîn’e yuvarlanışı an-
latılmaktadır. “Biz insanı en güzel şekilde (ahsen-i
takvîm üzere) yarattık… Sonra onu aşağıların aşa-
ğısına (esfel-i sâfilîne) yuvarladık…”2 Bu itibarla
insan mânen ve maddeten gereği gibi beslenirse
istikâmette kalır, ahsen-i takvim üzere olur. Aksi
takdirde beden ve ruh sağlığı bozularak aşağıların
aşağısına yuvarlanır. Bu yemin ile Yüce Rabb’imiz
incir nimetine dikkatleri çekmiş, bu nimet üzerin-
de derinlemesine düşünülmesini ve araştırmalar
yapılmasını murat etmiştir. Bu nimet fark edildik-
çe, kıymeti anlaşılacak ve o nimeti bahşedene şü-
kürler artacaktır. Sonra da bu yeminlerden sonra
gelen ilâhî gerçeklere iman güçlenecek, şüpheler
tamamen bertaraf edilecektir. İkinci yoruma göre
ise tîn ve zeytûn ile kastedilen Hz. Îsâ’nın yaşadı-
ğı yerlerdir. Tîn ve Zeytûn Dağı. Tîn, Şam’da bir
dağın adı olup Hz. Îsâ Peygamber’in durağı ve sı-
ğınağıdır. Zeytûn ise, Beyt-i Makdis’te bir dağdır.
Bütün peygamberlerin durağı ve yurdu olan kut-
sal bir dağ. Bu anlayışa göre bu beldeler bu isim-
lerin veriliş sebebi, oralarda incir ve zeytinin bolca
yetişiyor olmasıdır.
Sînâ Dağı ise, Hz. Mûsâ’nın yurdudur. Mek-
ke ise, peygamberlerin atası Hz. İbrahim ve
Hz. İsmail’in durağı, keremli elçi Hz. Muham-
med (s.a.v.)’in yurdudur. Buna göre anlam şöyle
olur: “Îsâ Peygamber’in yurduna andolsun! Mûsâ
Peygamber’in yurduna andolsun! Ve son peygam-
ber Hz. Muhammed’in yurduna andolsun ki!” Aslın-
da bu merkezler diğer pek çok peygamberin de
yaşadığı, uğradığı yerlerdir.
İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*
“İncir ve zeytin... Bunlar insanın hayatı için çok önemli olan tatlı ve tuzlu nimetlerin en yaygın ve en önemli olanı. Bunlar maddî nimetlerdir ki, insanın
bedeninin sağlıklı kalması bunlarla mümkündür.”
“Kur’ân’da incir/tîn bir kere geçer. Hadislerde incir, cennet meyvelerinden bir meyve olarak sayılmıştır.”
Üzerine Yemin Edilen ve
Bir Sûreye İsim Olan Bir Nimet:
“İncir”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba6 7
Buna göre insan, şâyet peygamberlerin yolun-da olursa, onların mesajı ile beslenirse ahsen-i takvîm üzere kalır; aksi takdirde esfel-i sâfilîne yuvarlanır.
Bir başka görüşe göre de burada üzerine ye-min edilen incir, yasak meyveden yedikten sonra cennet elbiseleri kendilerinden alınan ve çıplak-lıklarını örtmek için yapraklarıyla avret yerlerini örtmeye çalışan ilk insan ve eşinin kullandığı in-cir ağacıdır. Buna göre incir yaprakları, insandaki örtünme arzusunu gerçekleştirmede kullanılan mübârek bir ağaçtır.
Bu bilgilerden sonra şimdi de incir nimeti üze-rinde duralım:
Yüce Rabb’imizin üzerine yemin ettiği ve bir Kur’ân sûresine isim olan incir, nimetlerin en gü-zelidir. Kabuğu olmayan, küçük çekirdekleri ile ye-nilmeye hazır bir lokmadır. Yutulması kolay, lezzet ve vitamin deposu güzel bir nimettir. Şifa kaynağı, her şeyi değerli ve yararlı bir nimettir. İnsanların, hayatlarını sürdürebilmeleri için beslenmeye ve gıdalara ihtiyaç vardır. Gıdaların başında ise tat-lı-tuzlu, yağlı-yağsız yiyecek ve meyveler gelmek-tedir. İncir ve zeytin ise bunların en önemlilerin-den iki nimettir. Yüce Allah, canlıları yaratmış ve onların varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli olan rızıkları da çeşit çeşit ve bol bol lutfetmiştir. Bu nimetlerden yararlanan insana düşen ise, nimet sahibini tanımak ve O’na şükretmektir. Nimete şükür ise, hem dille olur, hem de ni-meti Yüce Allah’ın ölçü-leri doğrultusunda kullanmakla olur.
Kur’ân’da incir/tîn bir kere geçer. Hadisler-
de incir, cennet meyvelerinden bir meyve olarak
sayılmıştır. Kendisine bir tabak incir ikram edilen
Peygamberimiz ondan yedikten sonra şöyle bu-
yurmuştur: “İncir yiyiniz, şâyet cennetten indirilmiş
bir meyve söyleyecek olsaydım, incir derdim. Çünkü
cennet meyveleri çekirdeksizdir. İncir yiyin, zira o ba-
suru keser, eklem ağrılarına iyi gelir.”3 İncir, çok es-
kiden beri bilinen ve yetiştirilen bir ağaçtır. Uzun-
luğu on metreye kadar çıkabilen uzun ömürlü bir
ağaçtır. İncir meyvesi yeşil, sarı, kahverengi ve si-
yah renklerde olabilmektedir. Değişik cinslerde in-
cir ağaçları vardır, bunlardan bazıları yaz ayların-
da bir ay kadar meyve vermeye devam ederler;
bazıları ise hemen hemen bir mevsim boyunca
meyve vermeye devam eder. İncir meyvesi yaş ve
kuru olarak tüketilen besleyici ve pek çok hastalık
için şifâ kaynağı olan güzel bir meyvedir.
Fahreddîn Razî, incirin hem doyuran bir yiye-
cek, hem meyve, hem de şifa kaynağı bir ilaç ol-
duğunu söyler ve şunları ekler: İncir, çok önemli
bir besindir. Tabipler, incirin güzel bir yiyecek; haz-
medilmesi kolay olan, mideye oturmayan, mizacı
yumuşatan, terleme yoluyla dışarı atılan, balgamı
azaltan, böbrekleri temizleyen, mesânedeki kum-
ları ve taşlan düşüren, bedeni besleyen, ciğer ve
dalağın gözeneklerini açan bir besin, bir gıda ol-
duğunu belirtmişlerdir. Aynı şekilde incir ağız ko-
kusunu giderir, saçları uzatır ve felce karşı da
bir güvencedir.
İnciri diğer pek çok besinden farklı kılan özel-likleri şöyle özetleyebiliriz:
1. İncirin dışı da içi gibi olup, mesela bir ceviz gibi değildir. Çünkü cevizin dışı sert kabukludur. Ve mesela, bir hurma gibi de değildir Çünkü hur-manın içinde, çekirdek vardır. Tam aksine biz diyoruz ki, mesela ceviz ve karpuz gibi dışı işe yaramayan, ama içi çok güzel olan meyveler olduğu gibi; mesela hurma ve erik gibi, içi değil de dışı güzel olan meyveler vardır. Ama incire gelince, onun hem dışı hem de içi güzeldir.
2. Üç çeşit ağaç vardır. Birisi va’deder, va’dinde durmaz (yani, meyve verecekmiş gibi yapar, ama vermez). Bu, “şeceretü’l-hilâf / va’dinden cayan ağaç” denilen sülağandır. İkincisi va’deder ve va’dini yerine getirir. Bunlar da, mesela elma vs. gibi, ilk önce tomurcuklanıp, çiçek açan, daha sonra da meyve verenlerdir. Üçüncüsü de, va’dinden önce, meyvesini sergi-leyen, bol bol veren ağaçtır. Bu da, incir ağacı-dır. Çünkü incir ağacı meyvesini, çiçek açarak va’d etmezden önce verir. Başka bir deyişle şöyle de denebilir: İncir, iddia etmeden önce, mânâyı, özü ortaya koyan bir ağaçtır. Bunu da geçerek şöyle denebilir: İncir, kendisini çiçekle, yaprakla gizlemeden önce meyvesini veren bir ağaçtır. Hâlbuki elma, kayısı ve diğerleri ise işe, önce kendisinden başlar, daha sonra başkaları-nı görürler. Ama incir ağacına gelince, bu ağaç, kendisine ihtimam göstermeden önce başka-larına değer verir. Binâenaleyh diğer ağaçlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “Önce kendinden baş-la, sonra geçimini üzerine aldığın kimselere baş-la.”4 hadis-i şerifindeki muâmele erbâbı gibi oldukları halde, incir Hz. Muhammed (s.a.v.) gi-bidir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.), menfaat ko-nusunda işe önce başkasından başlardı. Eğer artan bir şey kalırsa, sonra onu kendisi alırdı. İncir ağacı da Hak Teâlâ’nın, “Kendilerinin ihti-yacı olsa bile, mü’min kardeşlerine öncelik verir-ler.”5 beyânıyla medhettiklerindendir.
3. Diğer ağaçların meyveleri düşürüldüğünde, artık o yıl yeniden meyve vermez. Ama incir böyle değildir, o hep hizmet sunmaya devam
eder. Çünkü onun meyveleri aynı zamanda olgunlaşmaz; bir kısmı olgunlaşır, diğerleri sıra ile olgunlaşır ve mevsim sonuna kadar devam eder.
4. Bir kimse rüyasında incir görse, bu, zengin ve hayırlı bir adam olacağına delâlet eder. Rüya-sında incir elde ettiğini görse, büyük bir mal varlığına kavuşacağına işarettir. İncir yediğini görse, Allahu Teâlâ’nın ona çoluk-çocuk vere-ceğine bir işarettir.
5. Rivâyet olunduğuna göre Hz. Âdem (a.s.)’den cennette o hatâ sâdır olup elbiseleri onu terk edince, incir yapraklarıyla örtünmeye çalıştı. Yine rivâyet olunduğuna göre Hz. Âdem (a.s.), incir yapraklarıyla örtünmüş olarak cennetten inince yalnızlık hissetti de, etrafında ceylanlar dolaşmaya başladı. Böylece onlara alıştı ve o incir yapraklarının bazılarını onlara yedirdi. Allahu Teâlâ, o ceylanlara hem şeklen, hem mânen bir güzellik nasip etti, kanlarını da miske çeviriverdi. Ceylanlar yerlerine gidince, diğer ceylanlar bunlardaki o hârikulâde güzel-likleri gördüler. Ertesi gün diğerleri de onlar gibi, Hz. Âdem (a.s.)’e geldiler. Hz. Âdem (a.s.) onlara da incir yapraklarından yedirdi. Allahu Teâlâ bunların şekillerini de güzelleştirdi, ama kanlarını miske çevirmedi. Zira birinciler, bir şey umarak değil, sırf Hz. Âdem (a.s.) için gel-mişlerdi. Diğerleri ise, zâhiren Hz. Âdem için; bâtınen de bu şeyleri umarak gelmişlerdi. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak, bunların zâhirini gü-zelleştirdi fakat bâtınlarını değiştirmedi.6
Elbette Rabb’imizin her nimetinde sayısız özellik ve güzellik vardır. Ancak O’nun özellikle Kur’ân’ında zikrettiği nimetlerin çok ayrı ve özel bir yeri vardır. Onlar üzerinde derinlemesine düşünülmeli ve bu nimetlerdeki güzellikler fark edilmeli, onlar insanlı-ğın hayrına en güzel şekilde kullanılmalıdır.
Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1. 95/Tîn, 1-3.2. 95/Tîn, 4-5.3. Zemahşerî, Keşşâf; Kenzü’l-Ummâl, Hadis no: 28280.4. Müslim, Zekât, 95, 97, 106.5. 59/Haşr, 9.6. F. Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr.
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba8 9
Kaynaklarda geçtiği şekliyle adı Halil Ham-
di Dağıstânî’dir. Babası Yahya Efendi
(k.s.)’yle birlikte Mekke’ye giderek ora-
ya yerleşti. Önce babasından mânevî terbiyeye
başlayan Halil Hamdi Efendi (k.s.) daha sonra
babasının şeyhi Abdullah-ı Mekkî (k.s.)’ye intisab
edip yedi yıl kadar onun gözetiminde tasavvufî
eğitim gördükten sonra seyr u sülûkünü ta-
mamlayarak hilafet ve irşâd icâzeti aldı.
Abdullah-ı Mekkî (k.s.)’nin halifesi olan babası
Yahya Efendi vefatına yakın bir dönemde Halil
Hamdi Efendi (k.s.)’yi Mekke’deki tekkesine ha-
life olarak tayin etti. Bir eserinin giriş kısmında
döneminde görevde bulunan Osmanlı padişah-
larının (Abulmecid, Abdulaziz ve II. Abdulhamid)
İslâm’a hizmetlerini hayırla yâd ederek onlara
dua etmektedir. Mustafa Şiranî’yle
pîrdaş olan Halil Hamdi Efen-
di (k.s.) Mustafa Hakî Efendi
(k.s.)’yle de görüşmüşler-
dir. Mustafa Hâki Efendi
(k.s.) hakkında övücü
sözleri ve muhabbeti ol-
duğu kaydedilmektedir.
Halil Hamdi Efendi
(k.s.)’nin halifelerinden
Üsküdarlı Balabanî Hasan
Hüsnü Efendi (ö.1347/1928)
ve Bursa Hamidiye Dergâhı
şeyhi Ahmed Hüsameddin Efendi
(ö.1343/1925) tarafından Anadolu’daki silsilesi
devam ettirilmiştir. Ayrıca Halil Hamdi Efendi
(k.s.) Nakşbendiyye’nin Uzak Doğu ülkelerine
yayılmasında da etkili olmuştur. Mekke’de vefat
edip aynı yerde defnedilmiştir.
Halil Hamdi Efendi’nin üç eserine ulaşabildik.
Bunlardan biri İrşâdu’r-râğıbîn’dir. Kırk sayfa
olan eserin ilk 25 sayfası Halil Hamdi Efendi’nin
Nakşbendiyye’nin usulüne dair görüşlerini içer-
mektedir. Eserin 23-25 sayfaları arasında Halil
Hamdi Efendi (k.s.)’nin Nakşî silsilesi, son kısmın-
da İmam-ı Rabbanî (k.s.)’’nin Mektubât’ından bir-
kaç mektup ve bazı zevâtın takrizleri yer almak-
tadır. Diğer eserleri ise Risâletü’l-Münazzame
fî fedâili’l-Mekketi’l-Mükerreme, Selâse reşehât
min marifeti’n-nefs’tir.
Halil Hamdi Efendi (k.s.)’ye göre tarikatın
usulü dört rükünden ibarettir. Birincisi ism-i zât
ve nefy u isbât zikridir. İkincisi şeyh-i
kâmilin sohbeti, ona muhabbet
etmek ve râbıta yapmaktır.
Üçüncüsü sünnete ittiba
etmek, övülen ahlâka
sahip olmak ve kötü bi-
datlardan kaçınmaktır.
Dördüncüsü ise muraka-
bedir.
Şeyhin huzurunday-
ken yapılan râbıta şöyledir:
Kalp şeyhin kalbine muhabbet
ve teslim yoluyla bağlanarak Allah
(c.c.)’a yönelip zikir yapılmalıdır. Şeyhin
olmadığı ortamlarda yapılan râbıta ise, müridin
şeyhini karşısında farzedip kalbini onun kalbine
muhabbet ve teslim yoluyla bağlayarak namaz-
da muktedinin imama iktidası gibi ona uyarak
Allah (c.c.)’a yönelip zikretmektir. Mürit, şeyhi-
nin suretini Allah (c.c.)’ın yoluna açılmış bir kapı
olarak kabul etmelidir.
Hat: Emre ÖZDEMİR
ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**
Halil Hamdi Dağıstânî (k.s.)“Halil Hamdi Paşa’nın üç eserinden biri İrşâdu’r-râğıbîn’dir. Kırk sayfa olan eserin ilk 25 sayfası Halil Hamdi Paşa’nın Nakşbendiyye’nin usulüne dair görüşlerini içermektedir.”
Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
1. Bu makale, Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in, Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 409-410. sayfalarından özetlenmiştir.
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba10 11
İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*
Yüce Allah (c.c.), insanoğlunu vahiysiz
ve rehbersiz bırakmamıştır. Hz. Âdem
(a.s.)’dan Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar
gelmiş geçmiş bütün insanlığa çok sayıda pey-
gamberler ve ilâhî kitaplar göndermiştir. Bun-
dan sonra kıyâmet sabahına kadar muhâtap
olacağımız tek kitap, Kur’ân-ı Kerim ve son
peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Peygam-
berler içerisinde hayatı bütün yönleriyle bilinen,
bize söz ve davranışlarıyla miras olarak kalan
tek şahsiyet, Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dır. Biz
O’nun aile hayatını, arkadaşlarıyla olan ilişkile-
rini, çocukluğunu, gençliğini, yemesini, içmesini,
giyimini, kuşamını, ağlamasını, gülmesini yani
hayatının bütün alanlarını açık-seçik bir şekilde
biliyoruz. Yine Kur’ân’da onun vazifeleri; tebliğ,
tebyîn ve temsil bağlamında bütün yönleriyle
anlatılmaktadır. O, bizim için her konuda örnek-
liğe sahiptir. O’nun temsil ve model olma boyutu
şu âyette çok net bir şekilde anlatılır: “Andolsun,
Allah’ın Rasûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhiret
gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden
kimseler için güzel bir örneklik vardır.”1 Herkesin
konumuna göre onun örnek ahlâkından çıkara-
cağı sayısız dersler ve ibretler vardır. Bu konuda
âlimler de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’ın sünnetine ve
sîretine uygun bir tavır ve davranış içerisinde
bulunmalıdırlar.
Âlimler Peygamberlerin Vârisleridir
İslâm geleneğinde ilmiyle amel eden
mücâdeleci âlimler, çok değerli bir konumdadır-
lar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), “Âlimler, pey-
gamberlerin vârisleridir.”2 buyurmuşlardır. Aca-
ba ulemâ, hangi noktalarda Peygamberimiz’in
mirasçısıdır? İslâm dininde, Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in otoritesinin meşrûiyet kaynağı, Yüce
Allah’tan vahiy almasıdır. Ulemâ bu noktada
ona vârislik yapamaz. Ama ulemâ, risâletin teb-
liğ, tebyîn ve temsil edilmesi gibi hususlarda
ona vârislik yapabilir. İslâm tarihinde, ulemânın,
başta Kur’ân ve hadis olmak üzere, İslâmî ilim-
ler alanında geniş bilgi sahibi olması hasebiyle,
kendisine hayatî bir uzmanlık alanı ve otorite-
si temin etmiştir. Bundan dolayı ulemâ, İslâm
ilim geleneğinin hem hâfızı ve hem de muhâfızı
olmuştur. Hâliyle, geleneksel anlayışta, kurum-
sallaşmış İslâm’ın bekçileri ve otoritesi olarak
görülen bu bilginler, başkaları tarafından da
tanınmak durumundadır. Çünkü ulemânın dinî
salâhiyetler açısından konumuna işaret eden
Kur’ân’da muhtelif âyetler vardı. Bunlardan ba-
zıları şunlardır:
“(Ne var ki) mü’minlerin hepsi toptan seferber
olacak değillerdir. Öyleyse onların her kesiminden
bir grup da, din konusunda köklü ve derin bilgi
sahibi olmak ve döndükleri zaman kavimlerini
uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar.”3
“Bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”4
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e
itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre de.”5
İmâm-ı Mâtürîdî bu âyette geçen “ulü’l-emr”
tâbirini, “umerâ”; Nisâ Suresi’nin 83. âyetinde
geçen “ulü’l-emr” tâbirini de “ulemâ/fakihler”
olarak yorumlamıştır. Şiiler ise, her iki âyette
geçen “ulü’l-emr” tabirini masum imam olarak
anlamışlardır.6 Dolayısıyla gerçek âlimler, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’ın vârisleri olduğuna göre,
onların mü’minlerle olan ilişkilerinde kast zihni-
yeti uygulamamaları ve sınıf ayrımcılığı yapma-
maları gerekir. Nasıl ki, Hz. Peygamber (s.a.v.),
fakir-zengin, işçi-patron, âmir-memur ayrımı
yapmadan insanları bir tarağın dişleri gibi gör-
Seçkinci Dindarlık Anlayışının Zararları
“İslâm tarihinde, ulemânın, başta Kur’ân
ve hadis olmak üzere, İslâmî ilimler alanında
geniş bilgi sahibi olması hasebiyle,
kendisine hayatî bir uzmanlık alanı ve otoritesi temin
etmiştir.”
“İslâm geleneğinde ilmiyle amel eden mücâdeleci âlimler, çok değerli bir konumdadırlar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), ‘Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.’ buyurmuştur.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba12 13
müş ve eşit ölçekte bir siyaset izlemişse, âlimler
de Müslümanlar arasında ayrım yapmadan aynı
şekilde davranmalıdırlar. Aksi takdirde, vâris-i
enbiyâ olma ahlâkını kaybederler.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Sahâbeleri Arasında Sınıf Ayrımcılığı Yapmamıştır
Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatında, özellikle
sahâbe arasında ayrıcalıklı bir siyâset (VİP, Very
Important Person) izlememiştir. Nitekim başla-
rında Akra b. Câbis ve Uyeyn b. Hasen el-Fizârî
gibi Mekke’nin ileri gelen seçkinleri bir gün
Rasûlullah’a gelerek Müslüman olabileceklerini
ama Müslüman olduklarında kendilerine ayrı-
calıklı muâmele yapılmasını istediler ve “Bizler,
Abdullah İbn Mes’ûd, Bilâl-i Habeşî, Süheyb-i
Rumî, Ammâr b. Yâsir ve Habbâb b. Eret gibi
kölelikten gelme yoksul Müslümanlarla aynı
mekânda, onlarla bir arada bulunmak istemiyo-
ruz. Araplar bizim üstünlüğümüzü, seçkinliğimi-
zi bilir. Arap elçilerinin gelip de bizi bu kölelerle
görmelerinden utanıyoruz. Biz sana geldiğimiz
zaman bunları yanından kov, biz gidince yine ya-
nına otururlarsa otursunlar.” demişlerdi. Ayrıca
bu sınıfsal ayrımcılığın senet halinde yazılma-
sını da istemişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah
(c.c), “Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam
O’na yalvaranları (sakın yanından) kovma! Onla-
rın hesaplarından sana sorumluluk yoktur, senin
hesabından da onlara sorumluluk yoktur ki, onla-
rı yanından uzaklaştırıp da zalimlerden olasın.”7
âyetini indirmiş8 statü farklılığından dolayı, sı-
nıfsal ayrımcılığa, seçkinci dindarlığa gitmek
isteyenlerin ayrımcı isteklerini boşa çıkarmıştı.
Nitekim sahâbe-i kirâm, “Bu âyet indikten sonra
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bizimle oturur, biz kalkma-
dan o yerinden kalkmazdı.” diyeceklerdir.9
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.), bir gün Mescid-i
Nebevî’de sahâbeleriyle birlikte sohbet edi-
yor ve onlara su ikram ediyordu. Peygamber
Efendimiz’i hiç görmemiş yabancı bir elçi, dı-
şarıdan mescide girmiş, Rasûlullah’la görüş-
mek için mescitte oturan Müslümanların yanı-
na yaklaşarak ayakta su dağıtan Rasûlullah’a,
“Bu kavmin efendisi kimdir?” diye sormuştu.
Allah’ın Rasûlü de, “Kavmin efendisi onlara hiz-
met edendir.” buyurmuşlardı.10 Bu rivâyetten
de anlıyoruz ki, Rasûlullah Efendimiz bir pey-
gamber olmasına rağmen kendisine ayrıcalık-
lı muâmele yapılmasını istememiş, sahâbe ile
birlikte zaman zaman aynı sofrayı paylaşarak
yemek yemişler, birlikte oturup birlikte ağlamış
ve birlikte sohbet etmişlerdir. Hatta Mescid-i
Nebî’nin inşaatında bile kendisi bizzat sırtında
kerpiç taşımışlardır. Ayrıca yolculuklarda arka-
daşlarıyla nöbetleşe deveye binmişledir.
Sonuç
Hâsıl-ı kelam, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in haya-
tından bu iki örneği niye verdik? İslâm öncesi
Câhiliye Dönemi’nde insanlar arasında; efendi-
köle, zengin-fakir, kadın-erkek, Arap-Acem vb.
gibi konularda katı ayrımcılıklar yaşanıyordu.
Sevgili Peygamberimiz bütün bu ayrıcalıkları
elinin tersiyle reddetmiş, insanın şeref ve değe-
rini, kendi irâdesi ile elde etmediği âidiyetlere
değil; kendi irâde ve çabasıyla elde ettiği değer-
lere bağlamıştır. Bu değerleri de şu Nebevî ölçü
ile sınırlandırmıştır: “Allah sizin zenginliğinize ve
fizikî şeklinize bakmaz; O, sizin gönlünüze ve dav-
ranışlarınıza/amellerinize değer verir.”11 Özellik-
le günümüzde insanlara dinî, ahlâkî ve mânevî
alanda önderlik yapan büyüklerimiz her konu-
da olduğu gibi insanlar arasındaki ilişkilerde de
ayrıcalıklı muâmeleyi ortadan kaldıran Hz. Mu-
hammed Mustafa (s.a.v.)’i örnek almalıdırlar;
âlimlere, ilim adamlarına değer vermelidirler.
Âlimler ve muhibbanıyla bir araya geldikleri
zaman seçkinci davranmamalıdırlar. Takvânın
kimde olduğu belli olmaz. Geleneğimizde ger-
çek tasavvuf âlimleri, kendisinde varlık gören
ve müstağnîlik taşıyan, bu sebeple de ilmiyle ve
mânevî kimliğiyle büyüklük taslayan kimselere
“fakr”lığı öğütlemişlerdir. Bir tasavvuf terimi
olan fakr, ferdin mal bakımından yoksul olması
değil, her hususta kişinin kendisini Allah’a muh-
taç hissetmesidir. Kişiyi, kurtuluşa erdirecek
olan varlıkla öğünmek değildir. Esas, olan hiçlik
makâmında olduğunu bilip enâniyetten/benlik-
ten sıyrılma ahlâkını kuşanmaktır. Kendimizde
varlık görerek çevremizdeki insanlara ayrıcalık
uygulamayalım. Böylesi ayrımcı davranışlar, di-
ğer mensuplara acı verir, onların İslâm’dan ve
irfân yolundan soğumalarına yol açar. Eğer gü-
nümüzde kimi gençler İslâm ve Müslümanlarla
aralarına mesâfe koyuyorlarsa biraz da böylesi
seçkinci davranışlardan dolayıdır. Ne olur, top-
luma din adına örnek olan ya da olduğu iddiası-
nı taşıyanlarımız, kendimizi seçkinci ve fazilette
üstün bir pozisyonda görme anlayışından vaz-
geçelim, mütevazı olalım. Sözlerimizi Erzurum-
lu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu mısralarıyla
bitirelim:
Hakkı gel sırrını eyleme zâhir
Olmak istersen bu yolda mâhir
Harâbat ehlini hor görme zâkir
Defîneye mâlik vîrâneler var.
“Esas, olan hiçlik makâmında olduğunu bilip enâniyetten/benlikten sıyrılma ahlâkını kuşanmaktır.”
Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. 33/Ahzâb, 21.2. Ahmed b. Hanbel, Müsned, Mısır, ts., V, 196.3. 9/Tevbe, 122.4. 16/Nahl, 43.5. 4/Nisâ, 59.6. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, III, 355. 7. 6/En’âm, 52. Ayrıca bkz. 18/Kehf, 28.8. Müslim “Fezâilu’s-sahâbe”, 45-46. 9. Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1972, VII, 128. 10. Deylemî, Müsned, II, 324.11. Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9.
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba14 15
KÜLTÜR M. Nihat MALKOÇ
Osmanlı padişahlarının 16.sı, İslâm ha-
lifelerinin 95.si olan II. Osman, nam-ı
diğer Genç Osman, mazlum ve mak-
tul bir padişahımızdır. 03 Kasım 1604/10
Cemâziyelâhir 1013 tarihinde payitaht merkezi
İstanbul’da doğan II. Osman’ın babası I. Ahmed,
annesi Mahfîrûz Sultan’dır. I. Ahmed’in dünyaya
gelen ilk oğlu olması dolayısıyla kendisine Os-
manlı hanedanının kurucusu Osman Gazi’nin
adının verildiği rivâyet edilir.
II. Osman, kendisinden beş ay küçük olan
Şehzade Mehmed ile birlikte büyümüştür. An-
nesi Mahfîrûz’un saraydan çıkarılıp Eski Saray’a
gönderilmesi nedeniyle II. Osman şehzade-
lik yıllarında I. Ahmed’in hanımı Kösem Vali-
de Sultan’ın gözetimi altına girdiği belirtilir. II.
Osman’ın eşleri Akile Hanım ve Ayşe Sultan’dır.
Oğlu ise Şehzade Ömer’dir. Sultan Genç Osman,
Fatih Sultan Mehmed devrine kadar yapıldığı
gibi saray dışından, Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin
ve Pertev Paşa’nın kızları ile evlenmiştir.
II. Osman sarayda iyi bir eğitim görmüştür.
I. Mustafa, Şeyhülislâm Es’ad Efendi ve Sada-
ret Kaymakamı Sofu Mehmed Paşa’nın onayıy-
la tahttan indirilince 26 Şubat 1618 tarihinde
onun yerine II. Osman tahta çıkmıştır. Tahta çık-
tığında henüz 14 yaşındadır. Küçük yaşta tahta
çıkması güçlü bir otorite sahibi olmasına engel
olmuştur. Tahtta kaldığı süre içerisinde Bostan-
zade Yahya Efendi, hocası Ömer Efendi, Darüs-
saade Ağası Süleyman Ağa, Hekimbaşı Musa-yı
Naşi gibi kişilerin etkisi altında kalarak yanlış
kararlar da vermiştir.
İdare Ettiği İnsanlar Tarafından Tahttan İndirilerek Katledilen İlk ve Tek Padişah
En bahtsız padişahlardan biri olan Genç Os-
man, Osmanlı Devleti tarihinde, idare ettiği in-
sanlar tarafından tahttan indirilerek hunharca
katledilen ilk ve tek padişahtır. Bu vahim durum
tarihin en acı tablolarından biridir.
İlimden nasibini alan II. Osman’ın hocası
Ömer Efendi’ydi. Rivâyetlere göre Genç Osman
Arapça, Farsça, İtalyanca ve Antik Yunan(ca)
dillerini öğrenmişti. Bu da onun kısa bir ömür
sürmesine rağmen kültürlü ve ehl-i irfân bir pa-
dişah olduğunu gösteriyor.
II. Osman’ın, normal şartlarda 1617 senesinde
babasının vefatı üzerine tahta geçmesi gerekirdi.
Fakat babasının getirdiği ekber ve erşed siste-
mi dolayısıyla, hanedanın en büyük yaştaki üyesi
olan amcası I. Mustafa padişah olmuştur. Ama I.
Mustafa devleti yönetecek ehliyete sahip değildi.
O yüzden I. Mustafa’nın ilk saltanat dönemi an-
cak 96 gün devam edebildi. Zira ruhsal mesele-
leri mevcuttu. Bu yüzden belli bir müddet sonra I.
Mustafa tahttan indirilerek II. Osman tahta getiril-
di. Ertesi gün Eyüp’te kılıç kuşanma töreni yapıldı.
Henüz on dört yaşında olan II. Osman, atalarının
türbelerini ziyaret ederek saraya döndü. Cülûs
münasebetiyle askere yeniden bahşiş dağıtıldı.
Zamanın büyük şairi Nef’i, genç yaşta tahta geçen
II. Osman Han’ın cülusunu şu mısralarıyla anlat-
mıştır: “Şehinşâh-ı adâlet-pîşe Osmân Hân-ı sânî
kim/Vücûdıyla hayât-ı tâze buldı mülk-i Osmânî”
(Şahlar şahı, adaletli II. Osman Han’ın tahta cülusu
ile Osmanlı mülkü taze hayat buldu).
Doğru İşi Yanlış Zamanda Yapmak Yahut Cesaretin Bedeli
Heyecanlı ve yaş itibariyle toy bir padişah
olan II. Osman’ın tahta geçtikten sonraki ilk işi
“En bahtsız padişahlarından biri olan Genç Osman, Osmanlı Devleti tarihinde, idare ettiği insanlar tarafından tahttan indirilerek hunharca katledilen ilk ve tek padişahtır. Bu vahim durum tarihin en acı tablolardan biridir.”
Maktul ve Mazlum Bir Padişah:
Sultan Genç Osman
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba16 17
devlet himayesindeki görevlilerini değiştirmek
oldu. Bunun en büyük gerekçesi de amcası I.
Mustafa’yı tahta geçirenleri bu şekilde berta-
raf etmekti. Bu kapsamda Sadaret Kaymakamı,
Şeyhülislâm, Rumeli Kazaskeri ve Hekimbaşı
gibi görevlere yeni kişiler getirdi. Bu esnada ku-
zeyde yeni bir karışıklık peyda olmuştu. Kazak-
lar, Karadeniz kıyılarındaki Osmanlı toprakları-
na akınlar yapıyor ve Lehistan’a sığınıyorlardı.
1620 yılının Ağustos’unda Lehistan ve Kazak
kuvvetleri, Osmanlı tarafından büyük bir ye-
nilgiye uğratıldı. Lehistan sulh istiyordu. Fakat
genç padişah II. Osman bunu kabul etmedi, çev-
resindeki devlet görevlilerinin de telkinleriyle
Lehistan üzerine büyük bir sefer yapmayı ka-
rarlaştırdı.
Sultan Genç Osman ecdadı gibi cesur, hey-
betli ve yiğit bir insandı. O da destanlar yazan
ataları gibi yeni zaferler kazanmak, İslâm’ın
yüce adını ve ilâhî nizamını her tarafa duyur-
mak istiyordu. Yaşadığı dönemde İstanbul bü-
yükelçiliğinde görev yapan İngiliz Thomas Roe
onun için şunları söylüyordu: “Osman mağrur,
yüksek ruhlu ve cesurdu. Hristiyanların can
düşmanlarından biriydi. Atalarının seferlerine
imrenmekte, büyük işler planlamakta ve namını
hepsinin üzerine çıkarmak için gayret sarf et-
mekte idi.”
Bu tarafsız yabancı gözlemcinin de belirttiği
üzere o, kıymetli vaktini sarayda geçirmek is-
temiyordu. Kanı damarında durmuyordu adeta.
Savaş meydanlarına çıkıp yeni yerler fethetme-
yi arzuluyordu. İ’lây-ı kelimetullah fikrini hayata
geçirmek istiyordu.
Genç Osman’ın Yeniçerilerle Yıldızı Hiç Barışmadı
II. Osman, çıktığı Hotin Seferi’nde yeniçe-
rilerin vurdumduymazlığı ve gayretsizliği yü-
zünden, askerî bir başarı elde edemedi; fakat
Boğdan’ın güvenliği sağlanmış oldu. Lehis-
tan (Polonya) Seferi’nden, Hotin Kalesi uzun
süre kuşatılmasına rağmen alınamadan Ocak
1622’de İstanbul’a geri dönüldü. Lehistan Se-
feri’ndeki bu başarısızlığa, yeniçerilerin sebep
olduğunu gören ve devlette köklü düzeltmeler
yapmak gerektiğine karar veren II. Osman, yeni
bir askerî teşkilat kurmak için harekete geçti.
Yeniçeri mevcudunu tespit etmek için yapılan
yoklamalarda, mevcut olmayan askerlerin de
var gibi gösterilerek, maaşlarının ocak ağaları
tarafından alındığı anlaşıldığından, fazla öde-
meler kesildi. Genç Osman, yeniçeri ocaklarını
teftişlerinde ocak ağalarını askerlerin önünde
azarladı. Genç Osman’ın, Halep, Şam, Erzurum
ve Mısır Beylerbeylerine, bölgelerinde asker
yazdırmak için gönderdiği gizli talimatların, ye-
niçeriler tarafından öğrenilmesi yeniçerilerin
Genç Osman’a karşı tavır almalarına yol açtı.
Meşhur tarihçimiz İsmail Hakkı Uzunçarşılı bu
konuda şu görüşleri dile getirir:
“Bilhassa Kızlarağası Süleyman Ağa ile ho-
cası Ömer Efendi, bu hususta Padişah’ı tahrik
etmişler ve hatta kendisine Osmanlı askeri ol-
maya layık Mısır ve Şam askeridir, yoksa bun-
lara verilen ulufeye günahtır, diyerek Padişah’ı,
maiyeti askerinden soğutmuşlar ve maksatları-
nı kuvveden fille çıkarmak isteyerek, planlarını
örtmek için de, bilhassa Kızlarağası ile hocası
Ömer Efendi, Sultan Osman’ı hacca gitmeye
teşvik eylemişlerdi.”
Kendisinden önce hiçbir Osmanlı padişahı
hacca gitmediği halde, Genç Osman hacca gi-
deceğini ilân ederek hazırlıkları başlattı. Yeni-
çeriler, Padişah’ın hac bahanesiyle Anadolu’ya
giderek, yeni bir ordu düzenleyip kendilerini
gözden çıkaracağı endişesiyle, Genç Osman’ın
hacca gitmesine karşı çıktılar. 18 Mayıs 1622’de
Atmeydanı’nda toplanan yeniçeriler: “Padişah’ın
bu şekilde Hicaz’a gitmesi bizden yüz çevirme-
sindendir. Nizam-ı âlem için padişahlar haccı
terk edegelmişlerdir. Payitahtı bırakıp gitmek
hatadır. Bu işten vazgeçmelidir.” diye bağırı-
yorlardı. İsyancılar aynı gün, Padişah’ın hocası
Ömer Efendi’nin konağını yağmalayıp, Sadra-
zam Dilaver Paşa’nın konağına da saldırdılar.
Padişah’ın kayınpederi olan Şeyhülislâm Esat
Efendi ile ünlü şeyhler ve ordu, II. Osman’ın
Hicaz’a gitmesine karşıydı. Esat Efendi, “Padi-
şahların hacca gitmesine gerek yoktur.” diye bir
de fetva çıkartmıştı. Fakat II. Osman, tecrübe-
sizliğinden dolayı tüm bu sözleri kulak ardı et-
mişti.
Kısa Bir Ömrün Acılı Serencamı yahut Vefa Duygusunun Tükenişi
Padişah’ın bu tavırları yüzünden asker ocak-
ları ayaklanarak Sultanahmet Meydanı’nda
toplandılar ve önce Padişah’ın hocası Ömer
Efendi’nin konağını yağmaladılar. Genç Osman,
akşama doğru durumun kötüye gittiğini anlaya-
Foto: Orhan DİNÇ
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba18 19
Beni çağırma çöle, ben zaten oradayım,Bilmem bu çöl nerdedir, bilmem ben neredeyim?Işık tut yollarıma Senden Sana gideyim.Beni bana bırakma dergâhına al beni,Bir ışık kapısı aç, ötesini nedeyim,Üzerime örtü yap o sıcacık gölgeni.
Bak, kuşların dilinde benim çığlıklarım var,Ah, çöllere düşsem de üstüme gelir dağlar,Dolunay geceleri hayallerime doğar.Her gece kaderini kendi eliyle dokur,Acımazsan halime, yüreğime dert yağar.Saatlerin yönünü çevir bana doğru kur.
Sensiz rüyalarımı yıldızlarla bölüştüm,Senin için bilmem ki hangi türküye düştüm?Gözlerin kelepçe mi, ateşlerinde piştim?Beni yakma umudun alevden pençesinde,Kırdım prangaları yıllarca Sana koştum,Kanamasın gözlerim buluşma gecesinde.
Dervişin asasına asılmasın kaderim,Ben de aşk dervişiyim, izlerinden giderim.Yandıysam bu çöllerde kaderime gülerimUfuklar umuduma her gün bir kapı açar,Sende buldum sonsuzu bunu bilesin derim,Her gün gönlümden kuşlar gölgene doğru uçar.
Yönümü sormasınlar, kuşandım kâinatı,Kaç çileyle boğuştum geçmek için sıratı,İçimde şaha kalkmış, deli rüzgârın atı,Gider sonsuza doğru, ruhumu kanatarak,Kaybolsun ister miyim böyle bir saltanatı?Derdim aşkla beslenir beni bu halde bırak!
Sanki bir vahşi kuşun peçesine tutsağım,Direnmeyi kaybettim artık geçiyor çağım,Tutmazsan ellerimi söner bir gün ocağım,Beni bu halde koyma, yıldızlara sar beni,Sonsuzluğa yalnızca Sen’le ulaşacağım,Bulutlar kundağımdır, inanmazsan sor beni.
Suların türküsüyle yıkanırım her gece,Seninle buluşurken utanırım her gece,Her gece içimdeki duygular bin bilmece,Bunca kahrın yükünü üzerimden al artık,Senden gelen mihnete katlanırım her geceBenimle güne uyan, gel, benimle kal artık!
Muhsin İlyas SUBAŞI
Gece Türküsürak, ulemaya isyancıların isteklerini sordurdu.
Onlar da: “Kul taifesi, Padişah’ın Anadolu’ya git-
mesine razı değildir. Hoca Ömer Efendi’nin ve
Darüssaade Ağası Süleyman Ağa’nın görevden
alınmasını isterler.” deyince, Genç Osman: “Va-
rın söyleyin, hacca gitmekten vazgeçtim, fakat
hoca ile darüssaade ağasını görevden almam.”
dedi. Bu kez askerler müftü ve kazaskeri de ara-
larına alarak tekrar Sultanahmet Meydanı’nda
toplandılar. Şimdi artık iki kişinin azlini değil,
Veziriazam Dilaver Paşa da dâhil, birçok kişinin
kellesini istiyorlardı. II. Osman kellesi istenen ki-
şilerin öldürülmesini reddetti. Saraya gelen ule-
ma heyeti ise Padişah’tan bu isteklere uymasını
rica ediyor, yoksa ayaklanmanın büyüyeceğini
söylüyorlardı. Ama Genç Osman, ödün verme-
mekte direndi. Ve sözcü olarak gönderilmiş ule-
ma heyetini sarayda alıkoydu.
Delege olarak saraya gönderilen ulema-
nın gelmediğini gören isyancılar, saraya gir-
meye karar verdiler. 19 Mayıs 1622’de tekrar
Atmeydanı’nda (Sultanahmet Meydanı) topla-
nan isyancılar Padişah’tan, Sadrazam Dilaver
Paşa, Hoca Ömer Efendi, Vezir Ahmed Paşa,
Darüssaade Ağası Süleyman Ağa, Baş Def-
terdar Vezir Baki Paşa ve Sekbanbaşı Nasuh
Ağa’nın öldürülmelerini istediler. Genç Osman,
isyancıların taleplerini kabul etmeyince, sara-
yın kapısına dayandılar. Saraya giren isyancılar,
padişahı ayak divanına çağırdılar. Şimdi artık
üç beş kişinin kellesini istemiyor, aynı zaman-
da “Sultan Mustafa’yı isteriz!” diye de bağırı-
yorlardı. Genç Osman divanı kabul etmeyince:
“Sultan Mustafa’yı isteriz!” diye bağrışmaya
başladılar. Şehzade Mustafa’nın bulunduğu Ka-
dınlar Dairesi’ne gittiklerinde, dairenin kapısını
açamadıklarından dama çıkıp kubbesini deldiler
ve Sultan Mustafa’yı damdan dışarı çıkardılar. I.
Mustafa’yı oradan alıp Orta Cami’ye götürdüler.
Bu arada isyancılar hapishaneleri boşaltarak
şehri yağmalamaya başladılar.
İsyancılar, Ağakapısı’ndan aldıkları Genç
Osman’ı, Orta Cami’ye oradan Yedikule
Zindanı’na götürdüler. Burada Davud Paşa, ket-
hüdası Ömer Ağa, Cebecibaşı ve birkaç adamla,
Genç Osman’ı katletmek üzere harekete geçti-
ler. Cebecibaşı kement atıp kendisini boğmak
istediyse de, II. Osman güçlü ve heybetli oldu-
ğundan hepsine karşı direndi. İçlerinden birisi,
Osman’ın omzuna balta ile vurarak yere dü-
şürdü ve nihâyet Kilindir Uğrusu denilen subaşı
kethüdası, husyelerini sıkmak suretiyle kendisi-
ni katlettiler. (20 Mayıs 1622)
II. Osman’ın cenaze namazı Şeyhülislâm
Yahya Efendi tarafından kıldırıldı ve nâşı babası
I. Ahmed Türbesi’ne defnedildi.
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba20 21
İnsan, Allah’a ibadet etmesi için yaratılmıştır.
Nitekim konuyla ilgili bir âyetin meali şöyledir:
“Ben cinleri ve insanları (başka bir hikmete de-
ğil) ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” İba-
det hayatın aslî gayesidir. Yeme-içme vb. şeyler-
le hayatı korumak ise bunun için birer vesiledir.
Beslenme ile ibadet arasında dolaylı ola-
rak ilişki kurulabilir. Bir âyet-i kerime mealen
şöyledir: “Şüphesiz Allah, inanıp salih ameller
işleyenleri, içinden ırmaklar akan cennetlere ko-
yacaktır. İnkâr edenler ise (dünya zevklerinden)
yararlanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. On-
ların kalacakları yer ateştir.” Salih amel kişinin,
Allah’ın rızasına uygun davranması olup “dün-
ya ve âhirette ceza veya mükâfat konusu olan
her türlü işi ve davranışı ifade eder.” Salih amel,
bedenini sağlıklı tutacak uygun gıdalarla bes-
lenme anlamı taşıyacak şekilde de izah edilebi-
lir. Çünkü insana emanet olarak verilen bedeni
korumak, Hakk’ın rızasına uygun bir amel sayı-
labilir. İnkârcılar bir ölçü ve prensip içerisinde
beslenmemişlerdir. Benzetmeden müşriklerin
meşru ölçüleri ve sağlıklarını dikkate almadan
yedikleri ve içtikleri anlaşılmaktadır. Bu şekilde
intizamsız beslenme insana zarar verir. Helal
gıdaların yenilmesi sevap, yasak edilmiş gıdala-
rın yenilip içilmesi günah kazandırır. Haram gı-
daların yenmesi cehenneme, helal gıda ile bes-
lenme cennete girmeye vesile olabilmektedir.
Buradan hareketle gıdaların dünya ve âhireti il-
gilendiren iki önemli hasleti olduğu söylenebilir.
Aynı şekilde, ölçüsüz ve dengesiz hatta sağlığın
kaybedilmesine sebebiyet verecek tarzda bes-
lenmek mahzurlu bir davranış sayılabilir.
İnsan yaptığı her şeyin âhirette karşılığını
görecek, hesabını verecektir: “Sonra, and olsun,
o gün elbet ve elbet size ni’met (ler) sorulacaktır.”
Sağlık, ibadet yapacak ve temel ihtiyaçlarını ra-
hatlıkla karşılayacak kadar yeme-içme nimettir.
Bu netice, yeme-içmede ölçü ve dikkati bera-
berinde getirmektedir. Tasarruflarının hesabını
vereceğinin bilincinde olmak, tükettiklerimiz-
den ne kadarının gerçek ihtiyacımız olduğunu
düşünmek, dolayısıyla bizim bilinçli bir tüketici
olmamızı beraberinde getirecektir.
FIKIH Halis DEMİR*
Beslenme ve İbadet “En güzel şekilde beslenme insanın sağlığını koruyacağı tarzda olanıdır. Hesaplı, ölçülü ve itinalı beslenmenin sonucunda âhirette her türlü nimetin sınırsız olarak takdim edileceği bir cennet hayatı gelecektir. Bu bir teşviktir.”
“Elbette, Allah’ın haram kıldığı şeyleri yeme-içmeyi terk konusunda olduğu gibi, ihtiyaç fazlası yeme-içmeyi terk de sabrı
gerektirmektedir.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba22 23
Serahsî izahta bulunmaksızın şu âyet ile faz-
la yeme içme ve âhiret hayatı arasında irtibat
kurmaktadır. Söz konusu âyet şudur:
“(Ey Muhammed!) Bizim adımıza de ki: ‘Ey
iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten
sakının. Bu dünyada iyilik yapanlar için (âhirette)
bir iyilik vardır. Allah’ın yeryüzü geniştir. Sab-
redenlere mükâfatları elbette hesapsız olarak
verilir.” Konumuz bakımından âyet-i kerimede
geçen sabır, ihsan ve hesap kelimelerinin üze-
rinde durulması gerekmektedir: İhsan en güzel
yapmak anlamında bir sıfattır. Allah’ın emrine
uygun olarak en güzel şekilde davranmak tak-
dir edilmiştir. Sabır, genel olarak iyilik ve lütuf-
ta bulunmak, bir işi en güzel şekilde yapmak,
Allah’a ihlâs ile kulluk etmek anlamlarında kul-
lanılmaktadır. Sabır, Allah’ın rızasına göre amel,
beslenmede dengeli, tutarlı, ölçülü ve sağlıklı
olmak, iradeli davranmak anlamına gelebilir.
Hesaplı, düzenli bir hayatın sonucu, fazla fazla
mükâfattır. Elbette, Allah’ın haram kıldığı şey-
leri yeme-içmeyi terk konusunda olduğu gibi,
ihtiyaç fazlası yeme-içmeyi terk de sabrı gerek-
tirmektedir. En güzel şekilde beslenme insanın
sağlığını koruyacağı tarzda olanıdır. Hesaplı, öl-
çülü ve itinalı beslenmenin sonucunda âhirette
her türlü nimetin sınırsız olarak takdim edilece-
ği bir cennet hayatı gelecektir. Bu bir teşviktir.
Peygamberlere helal gıda ile beslenmeleri
ve salih amel işlemeleri emredilmiştir. Buradan
bir anlamda bugün bir sosyal vakıa olarak insa-
nın vücut sağlığını koruyacak şekilde beslenme-
sinin emredildiği istidlal edilebilir. Helal-haram
ölçüsüne riâyet etmeyen bir kimsenin, ibadetle-
rinde itinalı olsa bile dualarının Allah katında bir
değer taşıyamayacağı ifade edilmiştir.
Beslenme konusunda haram ve helal sınırı-
na riâyet etmek, kulluğun bir gereği, tabi tutul-
duğumuz imtihanın bir parçasıdır.
Beslenme ve Sağlık
İnsan, beden ve ruh sağlığını korumakla yü-
kümlüdür. Sağlıklı bir vücut için, dengeli ve ye-
terli bir beslenmeye ihtiyaç vardır. Rasûlullah’ın
insanların çoğunun sıhhat ve zaman konusun-
da aldandığını bildirmesi beslenme konusunda
itinalı davranmak gerektiğini göstermesi ba-
kımından önemlidir. İnsanın helal haram ölçü-
süne riâyet etmemek suretiyle nefsine uyması
ve kendisine zarar vermesi sıhhat bakımından
aldanmak olarak anlaşılabilir. Ölçülü yememe-
si sonucu zamanla sağlığını kaybetmekle karşı
karşıya kalmak şeklinde izah edilebilir. Çünkü
ölçüsüz yeme-içme alışkanlığından dolayı bazı
hastalıklar zamanla ortaya çıkmakta, bunlar
zamanla teşhis edilebilmektedir. Bir hastalığın
teşhis aşamasından önce insan henüz durumu
fark etmediği ve sağlıklı olduğu zannıyla hayata
devam ettiği için, yani hastalığı fark edemediği
için aldanmaktadır.
Konuyla irtibat kurabileceğimiz bir hadis, me-
alen şöyledir. “Sizden biri güven içerisinde(emin),
bedeni afiyette, günlük rızkı da yanı başında sa-
bahlarsa dünya ona verilmiş gibidir.” Hadisten
açıkça anlaşılacağı gibi, dengeli beslenen insan
sağlıklı olur, vazifelerini rahatlıkla yerine getirir,
mutlu olur, çevresine de huzur yansıtır. Bede-
nin afiyette olmasının şartlarından birisi ölçülü,
itinalı ve öğün, istirahat vb. zaman dilimlerine
dikkat ederek yemek içmektir.
Konuyla ilgili bir başka hadis ise mealen şöy-
ledir: “Sağlıklı mü’min Allah’a zayıf mü’minden
daha sevimlidir.” Sağlıklı insan, ihtiyaçlarını
kendi kendine görür, Allah’a karşı ibadetlerini
rahatlıkla ifa edebilir. Bir izaha göre, ibadete
vesile olan şey de ibadettir. Kuvvetli Müslüman
cihadda süratli ve ibadetlerde dinç olur. Kişi dü-
zenli, sağlıklı ve ölçülü beslenirse kuvvetli olur.
Allah’ın sevdiği bir kul olmak her mü’minin arzu
edeceği bir vasıftır. Rasûlullah’ın sağlıklı ve den-
geli beslenmenin önemine değinen uyarıları ol-
muştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) sürekli geceleri
namaz kılan, gündüzleri de oruç tutan Abdullah
b. Amr’ı bu uygulamasına karşı ikaz etmiştir.
“Peygamberlere helal gıda ile beslenmeleri ve salih amel işlemeleri emredilmiştir. Buradan bir anlamda bugün bir sosyal vakıa olarak insanın vücut sağlığını koruyacak şekilde beslenmesinin emredildiği istidlal edilebilir.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba24 25
Dipnot*Doç. Dr. Halis DEMİR
Bu yazının geniş dipnotlu hali dergimizin internet sitesinde yayın-lanmıştır.
“Nefsinin, sende hakkı vardır. Ailenin sende hak-
kı vardır. Her hak sahibinin hakkını ver.” buyur-
muştur. Hadiste önce insanın kendisine karşı
vazifesi hatırlatılmaktadır. Çünkü insana bedeni
emanettir. Sürekli ibadet eden bir kimse sağlı-
ğını kaybedebilir. İbadet konusunda bile münte-
siplerine ölçülü davranılması gerektiğini tavsiye
eden bir dinin, ölçülü yeme içme, sağlıklı bes-
lenme konusuna ilgisiz kalması düşünülemez.
Bu hadisin bir başka rivâyetinde şu ifade
bulunmaktadır: “Nefsin bineğindir. Ona itina ile
davran. Onu aç bırakma.” Bu olayda Abdullah b.
Amr, sürekli oruç tutması sebebiyle “aç kalma”
şeklindeki ikaza muhatap olmuştur. Buna kar-
şılık, fazla yeme içme neticesinde kişi sağlığını
kaybedecek duruma gelecekse aynı ikazın içe-
risine girebilir. Hadiste beslenme ve sağlık irti-
batı bir temsille anlatılmaktadır. İnsan, bedeni-
ni ehliyetli, tecrübeli ve dikkatli bir kaptan gibi
kullanmalıdır. İhtiyaçlarını göz ardı etmemeli,
fakat sağlığını da korumalıdır. “İtinalı” davran-
masından dolaylı olarak sağlıklı bir hayat süre-
cek şekilde yeme-içme anlaşılabilir.
İnsanın bedenini korumasıyla alaka kuru-
labilecek iki kavram da intihar ve ölüm orucu-
dur. Rasûlullah intihar eden bir kişinin cenaze
namazını kılmamıştır. İntihar eden kişi âhirette
cezalandırılacaktır. Bir gaye için ölünceye kadar
yeme-içmeyi boykot etmek, sürekli aç durmak
şeklinde ifade edilen ölüm orucu da caiz değil-
dir. Ölüm orucu tavrı, insanın sağlığını kaybet-
mesine sebep olan bir davranıştır. İnsanın sağ-
lığını ihmal edecek ve kendisine zarar verecek
şekilde beslenmesi hoş görülmemiştir. Örnekle-
rin yeme-içmeyi terk şeklinde olması önceki dö-
nemlerle alakalıdır. Günümüzde ise fazla yeme
içmenin getirdiği sorunlar müdahale etmeyi ge-
rektirecek boyutlara ulaşmıştır.
Sağlığın korunması noktasında yenilen şey-
lerin miktarı, öğün vakti, acıkmadan yeme vb.
konuların da hatırda tutulması gerekir. Beslen-
me ile sağlıklı olmak arasındaki irtibat açıktır.
Bu sebeple, aç kalma, yetersiz yeme-içme vb.
sebeplerle yemeyi terk nasıl hoş karşılanmı-
yorsa aynı şekilde fazla yeme-içmeyi alışkanlık
haline getirerek sağlığını kaybetmek de uygun
olmayan davranışlardır.
Bir mâzi var, ağlamaktan bıkmadı,Bize ne ibretler verdi Genç Osman,O’nu anlayacak vezir çıkmadı,Haset oklarını derdi Genç Osman…
Zinnureyn bir simâ, atik bir beden,İstanbul boğazı buz tuttu neden?Dedesi Fatih’in izinden giden,Silsilenin eşsiz ferdi Genç Osman…
Mahlâsı Fârisî, Osman Çelebi,Ona ilim, irfân vermiş Çalab’ı!Ahmet Han’ı geçmek idi talebi,Lehistan yayını gerdi Genç Osman…
On dördünde sultanların içinde,On sekizde hazanların içinde,Bir kuzuydu, sırtlanların içinde,Ömrünü Hak yola serdi Genç Osman…
Kıydılar Hünkâra, yerlere düştü,Sultan Ahmet’teyim, gözlerim şişti,Bıyıkları henüz terlememişti,Târifsiz zulümler gördü Genç Osman…
Hacca gitmek aşkı, bağrını deldi,Şeytan, çerilerin aklını çeldi,Amcası hastaydı, bir gitti geldi,Beş sene saltanat sürdü Genç Osman…
Celil’im tartarak söyle sözünü,Yedikule, zindan eder özünü!Rabbim bilir her şeyin iç yüzünü,Şehitler yurduna erdi Genç Osman…
Halil GÖKKAYA
II. Osman HanGenç Osman
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba26 27
İnsan bütün varlıklar arasında mükemmel
bir yaratılışa sahiptir. Ahsen-i takvîm sırrına
mazhar olmuştur. Allah’ın sıfatlarından te-
celliler taşıyan özelliklere hâizdir. Böyle olmak-
la birlikte insan, Cenab-ı Allah’a nazaran eksik
olan bir varlıktır. Çünkü mutlak kemâl sadece
Cenab-ı Hakk’a aittir. Kur’ân-ı Kerim’in insanla
ilgili bir kaç âyeti şöyledir: “Meleklere hitaben
şöyle deniliyor: ‘Onu düzenleyip insan şekline
koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman
hemen ona secde edin.”1, “Biz insanı en güzel bi-
çimde yarattık.”2 Âyet-i kerimenin manasını şu
beyitten de okumak mümkün:
Öyle bir ekmel ki ahsendir yüzü âyât ilen
Öyle bir ecmel ki mir’ât-ı ruhudur zât ilen3
Başka âyet-i kerimelerde ise; “Allah sizi yer-
yüzünde halife yaptı.”4, “Gerçekten insanoğlunu
şerefli/kerim kıldık.”5 Bu âyetlerde insanın ilahî,
sermedî, lahutî ve batinî bir yönünün bulundu-
ğu ortaya çıkmaktadır. Bu hakikati, âyetin mea-
linden beslenen Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle
ifade buyurur:
Tâc-ı “kerremnâ” başının tâcıdır
Gayrılar hep kadrinin muhtâcıdır
Arş-ı A’lâ rûhunun mi’râcıdır
Sendedir Âdem demisin Âdem’in
Mazharısın sırr-ı “nefahtü” demin6
Buna mukabil insanın eksikliğini, yetersizli-
ğini, isyankârlığını, nankörlüğünü, zayıflığını vs.
vurgulayan âyetler de vardır. “İnsan zayıf yara-
tılmıştır.”7, “Doğrusu insan hırslı ve huysuz yara-
tılmıştır.”8
Tasavvuf geleneğinde, bilhassa vahdet-i
vücûd anlayışında, insan-ı kâmil anlayışı insanın
daha çok birinci sırada söylenen özellikleri öne
çıkarılarak geliştirilmiştir. Bunun özeti: Allah fiil
ve isimleri ile bilinir (malumdur). Bunların te-
celli alanı ise olaylar ve varlıktır. İnsan, varlığın
hem çekirdeği, hem de meyvesidir. Allah’ın hali-
fesi olan insan aynı zamanda kemâl derecesine
ulaşınca; Allah’ın isimlerinin, sıfatlarının ve za-
tının en mükemmel şekilde tecelli ettiği varlık
olur. O Allah ile âlem, zâhir ile bâtın arasında bir
berzah olduğu gibi, bütün ilahî kemâl manaları
kendisinde gerçekleştiren kişidir. Âlem, Allah’ın
tecelli ettiği bir aynadır. İnsan-ı kâmil bu ayna-
nın cilasıdır.9 Zira “Allah Âdem’i kendi sûretinde
yarattı.”10 Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in de
insanın yüzüne/suretine ehemmiyet veren şu
hadis-i şerifleri vardır:
“Mukatele eden kimse yüzden (hasmının yü-
züne vurmaktan) sakınsın. Zira insanın yüzünün
şekli, Rahman’ın yüzünün şeklindedir.”11
“Yüzü kötülemeyin. Zira Âdemoğlu, Rahman
azze ve celle’nin suretinde yaratılmıştır.”12
Burada ya özel olarak Âdem’in yüzü kaste-
dilmiş, onun düzgün ve yaratılışı kâmil bir beşer
olması anlatılmış veya suret kelimesinin sıfat
manasında da kullanılabilir olmasından hadiste
Allah’ın Âdem’e kendi zatında bulunan işitme,
görme, ilim, hayat gibi sıfatlardan verdiği belir-
tilmiştir.
Ayrıca, Âdem’in sureti Allah’ın ismine izafe
edilerek Âdem’in şahsında insan türüne şeref
bahşedilmiştir.
“Allah, insanı Rahman suretinde yarattı.” de-
mek, insanın Rahman isminin tecellisi olan şef-
kat, merhamet gibi özellikleri yansıtan bir ma-
hiyette yaratıldığı demektir. Bunun için insan
kâinatın merkezi ve aynası kabul edilmiştir:
“Değiştirme bu eşkâl ile haşr et Yevm-i Mahşer’de Beni rüsvâ-yı âlem eyleme Rûz-ı Cezâ yâ Rab”
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
EDEBİYAT Musa TEKTAŞ
“İnsanın kendine ihsan edilen öz ve yüz güzelliğini iyi bir şekilde muhafaza edip, Rabb’imizin huzuruna da insan ekremiyetiyle çıkmalıdır.”
İnsan Suretinde Haşrolmayı Dilemek
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba28 29
dersin?” Peygamber aleyhissalatü vesselam
şöyle buyurdu:
“Ey Muaz, sen gerçekten çok büyük bir iş hak-
kında soru sordun.” Sonra gözlerinden yaşlar
akıtarak şunları söyledi:
“Ümmetimden yüce Allah’ın Müslüman cema-
atlerinden ayrı tutup, suretlerini değiştireceği on
sınıf, ayrı gruplar halinde haşredileceklir. Bunların
bir bölümü maymun suretinde, bir bolümü domuz
suretinde, bir bölümü de ayakları yukarıda ve yüz-
leri üstünde sürüklenecek şekilde baş aşağı dön-
müş, bir bölümü nereye gidip geleceğini bileme-
yen kör, bir bölümü akledemeyecek şekilde sağır
ve dilsiz, bir bölümü dillerini çiğneyecek şekilde
ve dilleri göğüslerine kadar sarkmış, ağızlarından
akan salya irin olarak akacak, orada toplanmış
olan herkes kendilerinden tiksinecek, bir bölümü
el ve ayakları kesilmiş olacak, bir bölümü cehen-
nemden kütükler üzerinde haça gerilmiş olacak,
bir bölümü leşlerden daha kötü bir şekilde kok-
muş olacak, bir bölümü ise derilerine yapışmış ve
onlara bütün vücutlarını örtecek şekilde katran-
dan elbiseler giydirilmiş olacaktır.
- Maymun suretinde haşredilecek olanlar, in-
sanlar arasında laf alıp götürenler olacaktır.
- Domuz suretinde hasredilecekler ise, haram
yiyenler ve haksız vergi toplayanlardır.
- Başları ve ayakları ters yüz edilmiş olanlar,
faiz yiyicileridir.
- Körler, verdikleri hükümlerde zalimlik eden-
lerdir.
- Sağır ve dilsiz olanlar, amellerini beğenen ve
onlara bel bağlayanlardır.
- Dillerini çiğneyenler, sözleri davranışlarına
uymayan ilim adamları ile kıssa anlatıcılarıdır.
- El ve ayakları kesilmiş olanlar, komşularına
eziyet verenlerdir.
- Ateşten kütükler üzerinde haça gerilmiş ola-
caklar, iyi insanları zalim yöneticilere ihbar eden-
lerdir.
- Leşlerden daha kötü kokacak olanlar, şehvet
ve lezzetlerinin sefasını sürenler ve mallarındaki
Allah’ın hakkını engelleyenlerdir.
- (Katrandan) elbiseler giyinecek olanlar, kibir-
liler, övünenler ve büyüklenenler olacaktır.”17
Sen kâinâtın zübdesi bu sûretin ma’nâsısın
Sen şeş cihâtın kıblesi bu hayretin ferdâsısın13
İmam-ı Gazalî insanın yüz güzelliği hususun-
da şunları söyler: “Yüz güzelliği, ahlâk güzelli-
ğine delâlet eder. Çünkü ruh güzelliğinin nuru,
ekseriyetle bedene de sirâyet eder. İnsanın iki
hükmü vardır. Biri vücut yönündendir ki bu,
manzarası ve görüntüsüdür. Diğeri de kalbi ve
ruhu tarafındandır ki, o da hayrı getirir. Çok
kere bunlar birbirinden ayrılmazlar. Bunun için
ince sezişli olanlar, kişinin güzel ahlâkını anla-
mak için vücut uygunluğuna îtimad etti ve “Yüz,
göz, kalbin aynasıdır.” dediler.
Yüzün âyîne-i Hak’dır nümâyân
Anın seyrinde hayrân cümle a’yân14
Kişinin neşesi, kederi ve hiddeti yüzünden
okunur. Bunun için güler yüzlülük, bâtının gö-
rüntüsüdür, dediler. Denildi ki her şeyin yüzü, ne
kadar çirkin olsa da yine içinden daha güzeldir.
Hikâye edildiğine göre; halife Memun’a orduyu
takdîm ettiler. Karşısına gayet çirkin suratlı bir
asker çıktı. Onu konuşturunca kekeme olduğu-
nu da gördü ve hemen onu ordudan uzaklaştır-
dı. Dedi ki: “Ruh, içte parladığı vakit güzel ko-
nuşur. Zâhirde parladığı vakit yüz güzelleşir. Bu
adamın ne zâhiri var, ne de bâtını.” Bunun için
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “Hayrı, güzel ve parlak yüz-
lerde arayınız.” buyurmuştur. Hz. Ömer: “Bir elçi
göndereceğiniz zaman, adı güzel, yüzü güzel ve
yakışıklı olsun.” demiştir. Nitekim fakîhler de
bu usûle riâyet ederek, namaz kılacakların ilim,
kıraat, yaş ve takvâ gibi hususlarda müsavi ol-
dukları vakit, yüzü güzel olan imamlığa takdîm
edilir, demişlerdir.”15
İnsanın kendine ihsan edilen öz ve yüz güzel-
liğini iyi bir şekilde muhafaza edip, Rabb’imizin
huzuruna da insan ekremiyetiyle çıkmanın öne-
mine işaret eden Hulûsi Efendi Hazretleri dua
mahiyetli bir beytinde şöyle buyurur:
Değiştirme bu eşkâl ile haşr et Yevm-i
Mahşer ’de
Beni rüsvâ-yı âlem eyleme Rûz-ı Cezâ yâ Rab16
(Ya Rabbi, insan olarak vermiş olduğun bu
cevher ve onun yansıması olan yüz güzelliği ile
huzurunda bizleri haşret. Yüzümü insan suretin-
den başka bir surete çevirerek beni hesap gü-
nünde mahcup eyleme.)
Muaz b. Cebel, Hz. Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)’e, “Sûr’a üflendiği gün, bölük bölük Allah’a
gelirsiniz.”17 mealindeki âyette geçen bölük bö-
lük haşir meydanına gelmenin tefsirini sormuş
ve aldığı cevabı da bize bildirmiştir:
“Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Yüce Allah’ın:
‘Sûra üfürülecek olan o günde, siz de hemen
bölük bölük geleceksiniz.’ buyruğu hakkında ne
“Rivayetlerde geçen mahşerde domuz ve maymun suretlerinde haşrolanların ruhlarının aynı olduğu, fiziklerinin bu suretlerde olacağı ifade edilmektedir.”
“Mahşerde insanların dünyadaki yaptıklarına uygun bir tarzda diriltileceğine dair pek çok rivayet vardır.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba30 31
Diğer bir rivâyet de şöyledir:
“Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki; “Kıyamet
günü insanlar üç sınıf olarak haşrolunurlar:
Yayalar sınıfı,
Binekliler sınıfı,
Yüzü üstü sürünenler sınıfı.”
Aleyhissalâtu vesselâm’a soruldu: “Ey
Allah’ın Rasûlü! Bunlar yüzleri üzerine nasıl yü-
rürler?” Şu cevabı verdiler:
“Onları ayakları üzerine yürüten Allah, yüzleri
üzerine yürütmeye de kadirdir. Ancak bilesiniz, bu
yüzleri üstü yürüyenler, önlerine çıkan her engele,
her dikene karşı kendilerini yüzleriyle korumaya
çalışırlar.”19
Kıyamet gününde insanlar haşir meydanın-
da yeniden diriliş gününde, kişiler niyet, dü-
şünce ve ameline göre bir grupta bulunacak
ve gruplar halinde hesap alanına gideceklerdir.
İnsanlar, kıyamet gününde amellerinin ve iman-
larının derecesine göre ebediyen kalacakları
yerlere gitmek üzere farklı süratte yol alacaktır.
Nitekim Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz açıklama-
da bulunmuştur: “Her kişi öldüğü hal üzere diril-
tilip kaldırılır.”20
Mahşerde insanların dünyadaki yaptıkları-
na uygun bir tarzda diriltileceğine dair pek çok
rivâyet vardır. Bir mü’min olarak kıyamet gü-
nünde rivâyet edilen bu hadislerin gerçekleşe-
ceğine inanırız.
Dünya hayatında da bunun gibi hadiseler ol-
muştur. Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de, bazı
kavimlerin cezalandırılarak maymun ve domuz
suretine çevrildikleri ve bu durumun hem o dö-
nemdeki insanlara hem de sonradan gelen ne-
sillere bir ibret, öğüt kılındığı bildirilmektedir.
Bakara Suresi’nin 65. âyetinde mealen: “Şüphe-
siz siz, içinizden cumartesi yasağını çiğneyenleri
bilirsiniz. Biz onlara, ‘Aşağılık maymunlar olun.’
demiştik.” buyurulmaktadır. Âlimlerden bazıları
bu durumun mecazî manada olduğunu, o insan-
ların hayvana çevrilmelerinin kalben gerçekleş-
tiğini ifade ederken; pek çok âlim, bu değişimin
fiziksel olarak gerçekleştiğini söylemiştir.
Âyetler ile dünya hayatında insanların farklı
suretlere çevrilmesi söz konusu iken mahşer-
de de böyle şeylerin olmasına aklî bir engel
bulunmamaktadır. Âhiret hayatında buna ben-
zer şekilde durumların olacağına dair pek çok
rivâyetler mevcuttur.
Şunu belirtmek gerekir ki, rivâyetlerde ge-
çen mahşerde domuz ve maymun suretlerinde
haşrolanların ruhlarının aynı olduğu, fiziklerinin
bu suretlerde olacağı ifade edilmektedir. Ayrı-
ca şuna da dikkat etmek gerekir: İşledikleri gü-
nahlardan dolayı -rivâyetlerdeki şekiller gerçek
manada veya mecazî manada olsa da- belirtilen
şekillerde diriltilecek olanlar günahlarına tevbe
etmeden ölenler içindir.
“Cumartesi” anlamındaki sebt kelimesi, İbra-
nice’deki şabbat kelimesinin Arapça olarak zik-
rediliş şeklidir. Yahudi inancına göre Tanrı altı
günde yaratılışı tamamlamış, yedinci gün olan
cumartesi ise istirahate çekilmiştir. Tesniye’de
ise, cumartesi günü dinlenmenin sebebi olarak
Mısır’dan çıkış gösterilir. Hz. Mûsâ Sînâ Dağı’nda
iken Allah ona, kendisiyle İsrâiloğulları arasında
“nesiller boyu sürecek bir alâmet” olmak üzere,
cumartesi (sebt) gününü kutsal tatil günü ola-
rak ayırdığını bildirmiş, bu günde çalışmalarını
kesin olarak yasaklamış ve bu yasağın ebedî
olarak uygulanmasına hükmetmiştir. Hatta “on
emir”den biri de cumartesi günü çalışma yasa-
ğıdır.
Ahd-i Atîk’te İsrâiloğulları’na cumartesi günü
yapmaları yasaklanan işler şunlardır: Yemek pi-
şirmek, besin toplamak, ekip biçmek, ateş yak-
mak, odun toplamak ve yük taşımak. Talmud’da
bunlara daha başka yasaklar da eklenmiştir.
Fakat Kitâb-ı Mukaddes’te bazı Yahudilerin bu
yasaklara uymadıkları belirtilmektedir.
İşte Bakara Sûresi 65. âyette bildirildiğine
göre bu yasakları ihlâl eden Yahudilere Alla-
hu Teâlâ, “Aşağılık maymunlar olun!” demiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de bu son ifadenin fiziksel bir
dönüşmeye mi, yoksa ahlâkî ve mânevî bir de-
ğişim ve bozulmaya mı işaret ettiği hususunda
açıklama yoktur. Müfessirlerin çoğunluğu, bu
buyruk üzerine cumartesi yasağını çiğneyen-
lerin bedenlerinin maymunlar haline dönüştü-
ğünü (mesh) savunmaktadırlar. Tâbiîn müfes-
sirlerinden Mücâhid, “Onların kalpleri değişti;
(yoksa bedenî olarak) maymunlara dönüşmedi-
ler.” demiş ve Cum‘a Sûresi’ndeki gibi buradaki
“Aşağılık maymunlar olun!” ifadesinin de temsilî
bir ifade olduğunu belirtmiştir. Böylece ilâhî hü-
kümleri çiğneyen İsrâiloğulları, Allah tarafından
fiziksel veya ruhsal olarak, ahlâkî tutum ve dav-
ranışları itibariyle maymun haline getirilerek,
çağdaşları için Allah’ın hükümlerine başkaldı-
ranların ne hallere düştüğünü gösteren korkunç
bir örnek, takvâ sahipleri için de ders alınması
gereken bir ibret olmuşlardır.21
Muzaffer Ozak Efendi şöyle buyurmuşlardır:
“Geçmiş kavimlerde insanlar bazı suçlarından
dolayı akşam insan olarak yatar sabah hayvan
olarak kalkarlardı... Hangi hayvanın amelini işle-
diyse o hayvanın sûretine dönüştürülürdü... Al-
lah, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hatırına bu üm-
met zamanında zâhirî suret değişikliği kaldırmış-
tır... Bizde suret değişikliği şeklen olmaz ma’nevî
olur... Nadiren de yani yüz senede, iki yüz senede
bir de zâhiren olur, eski hâl hatırlatır... Meselâ,
İbn Şahne Târihi’nde bu şekilde maymun olan
bir adam kayıtlıdır... Adamın biri, Haleb şehrin-
de sabah namazında imamı taklit ederken may-
mun olmuş...” Cenab-ı Allah cümlemize insan
sûretinde haşrolmayı nasip eylesin.
Dipnot
1. 15/Hicr, 29; 38/Sad, 72.2. 95/Tin, 4.3. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî,
(Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Anka-ra, 2013, s. 402.
4. 6/En’am,165.5. 17/İsra, 70.6. Ateş, Dîvân, s. 157.7. 4/Nisa,28.8. 79/Mearic, 19.9. Abdulhakim Yüce, Tasavvufta İnsan-ı Kâmil ve Mevlâna,
Tasavvuf, s. 64.10. Buharî, İsti’zan, 1; Müslim, Birr, 115.11. İbn Ebî Âsim, “Kitâbu’s-Sunne”, 230.12. İbn Ebî Âsim, “Kitâbu’s-Sunne”, 227 – 229. 13. Ateş, Dîvân, s. 352.14. Ateş, Dîvân, s. 404. 15. İmam Gazali, İhyâu ulûmi’d-din Kampanya Kitapları, İstan-
bul, 2016, Cilt; 7, s. 345.16. Ateş, Dîvân, s. 20.17. 78/Nebe, 18.18. Bk. Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 7/393.19. Tirmizî, Tefsir Benî İsrail (İsra), 3141.20. Müslim, Cennet 83.21. Kur’an Yolu Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara, 2003, Cilt: 1, s.139.
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba32 33
İslâm dininin ortaya çıkışından itibaren Müs-
lümanlar, bu dinin esaslarını öğrenme ve öğ-
retme konusunda büyük bir arzu duymuşlar-
dır. İslâm’ın ilim öğrenme ve öğretmeye verdiği
büyük önem, bu konuda Müslümanları teşvik
edici mühim bir âmil olmuştur. Zaman içinde
İslâm dininin daha geniş kitleler tarafından ka-
bul edilmesi ve yeni mühtedîlerin dinlerini öğ-
renme gereği ve isteği, İslâm dünyasında ilmî
hareketlerin daha fazla canlılık kazanmasına
sebep olmuştur. Bu bakımdan, ilk dönemlerin
vazgeçilmez ilim mekânları olan mescidlerde
çok sayıda ilim halkaları kurulmuştur. Ancak bu
kurumlara gelen insanlar, öncelikle sâkin bir or-
tamda huzur içinde ibadetlerini yerine getirme
ihtiyacı da hissetmişlerdir. Oysa mescidlerde
kurulan ve aynı mescidde birden fazla buluna-
bilen bu ilim halkalarının her birinden, ders ve-
ren müderrisin sesi ve soru soran ve konuları
tartışan öğrencilerin sesleri yankılanır olmuş-
tur. Bu durum, hem oraya ibadet için gelen ki-
şilerin ibadetlerine gereği gibi yoğunlaşmasını
engellemiş, hem de sesler birbirine karıştığı
için diğer halkalarla verilen derslerin yeterince
anlaşılamamasına sebep olmuştur.
Bütün bu ve benzeri mahzurlar ilim tedrisi
için başka mekânların inşâ edilmesi zarûretini
beraberinde getirmiş ve böylece İslâm dünya-
sında medrese denilen kurumlar ortaya çık-
mıştır. Başlangıçta medreseler özel isimlerin
gayretleri ile kendi uhdelerinde kurulan eğitim
kurumlarıyken, özellikle Selçuklu Dönemi’nde
devlet tarafından kurulan, desteklenen, dev-
letin tahsis ettiği vakıflarla teşekküllü konuma
gelen eğitim merkezleri olarak faaliyet yürüt-
müşlerdir. Bu anlamda kurulan ilk medrese
ise Nişabur’da 1045 yılında açılmış olan el-
Kuşeyriyye Medresesi’dir. Aynı yerde kurulan
el-Beyhakiyye Medresesi de ilk medreselerden
biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Selçuklular
Dönemi’nde ise medreseler, artık aralıksız de-
vam eden, memleketin her köşesinde planlı bir
şekilde kurulmuş olan, nihâyet bütün şehir, ka-
saba ve köylere kadar yayılan bir resmî kuru-
mu ifade etmektedir. Bu bakımdan bir kurum
olarak devlet tarafından açılıp desteklenen ve
kendilerine vakıflar bağlanarak belli bir plan ve
programı olan medreseler ise, Selçuklular dö-
neminin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.2
Medrese binâsı genellikle bir dershâne ve öğ-
renciler için hücrelerden oluşurdu ve bunlar ge-
nellikle her mezhep için yaklaşık yirmi kişilik hüc-
relerdi; Anadolu’daki medreselerde bu sayı daha
azdı. Öğrencilere harçlık, müderrislere maaş ve-
rilirdi; dört mezhebi dört farklı müderrisin öğret-
tiği Bağdat ve Şam gibi ana kültür merkezlerin-
de bulunan büyük medreseler hâriç, genelde her
okulda bir müderris bulunurdu. Müderris başına
düşen en uygun öğrenci mikdârı 20 civarında
düşünülürdü ve öğrenciler genelde dört yıllık bir
müfredat programını takip ederlerdi; buna kar-
şın müderrislik yapmak isteyenlerin bir ya da bir-
kaç müderristen on yıl veya daha fazla bir süre
daha ders alarak tahsillerine devam etmeleri
gerekirdi. Başlangıç düzeyindeki parlak talebe-
ler muîd, yani muallim yardımcısı yapılabilirlerdi,
fakat bu ücretli bir mevki gibi görünmemekte-
dir. Vakıf genellikle dersleri ders saatleri dışın-
da talebeye tekrarlamakla görevli muîdin, yani
müderris yardımcısının geçimini temin etmeyi
de kapsardı. Bir metni veya müderrisin dersleri-
ni ileri düzeyde takrîr eden öğrenciler, muîdliğe
getirilir, yeni öğrencilere dersleri öğrenmede
yardımcı olurlardı.3
SÛFİ PERSPEKTİF Kadir ÖZKÖSE*
“İmam Birgivî, İslâmî geleneğe sirâyet etmiş bazı inançlarla örf ve âdetlere, bid’at oldukları ve halkı İslâm’ın özünden uzaklaştırdıkları gerekçesiyle karşı çıkmış, idârî görevlerdeki ulemâyı bunlara mâni olmamakla suçlamıştır.”
“Anadolu Selçukluları Devleti de Büyük Selçuklular gibi, Arapçayı ilim dili, Farsçayı edebiyat ve devlet dili olarak
kullanmışlardır. Türkçe ise halk arasında, orduda ve sarayda geçerli dil konumuna gelmiştir.”
Osmanlı Medreselerinin Beslendiği Damar
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba34 35
13. asır Anadolu Selçuklu medreselerinde
öğrencilere ders veren müderrislerin çoğu, bi-
rer tarîkat şeyhi durumunda idiler. İçlerinden
bazıları velî derecesinde olup ilim ve faziîlet
ile temâyüz etmiş, kimisi de diğerlerinin ilmiye
sınıfının sorumlusu mesâbesinde olup şeyhu’l-
İslâm unvânını taşımakta idi.4 Evhâdüddîn-i
Kirmânî (ö.635/1237), Sadreddîn-i Konevî
(ö. 673/1274), Muhyiddîn İbnü’l-Arabî
(ö.638/1240), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
(ö.672/1273) ve Fahreddîn-i Irâkî (ö.688/1289)
Anadolu Selçuklu Dönemi’nde sûfî ilim muhîtinin
güçlü temsilcileri idi.5
Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan’dan
sonra gelen Anadolu Selçuklu hükümdarlarının
hemen hepsi tahsilliydiler. Memleketin şartları
gereği, II. Kılıçarslan, tahsil görmemiş olması-
na rağmen, ilim adamlarına son derece itibar
göstermekte ve onlara huzurunda münazara-
lar yaptırmaktaydı. Oğlu Keyhüsrev’in en yakın
dostu, devrin ünlü bilginlerinden Necmuddîn
İshâk idi. II. Kılıçarslan’dan itibaren bütün Sel-
çuklu hükümdar ve ileri gelenlerinin medrese
yaptırmaları, bu devirde ilme verilen önemi
göstermekteydi. Anadolu Selçuklu Devleti’nde
ilk medreseler, daha çok siyâsî istikrârın sağla-
nıp kültürel etkinliklerin başladığı II. Kılıçarslan
devrinde kuruldu. Kılıçarslan, biri Konya, diğeri
Aksaray’da olmak üzere iki, emirlerinden Altun
Aba da Konya’da bir medrese yaptırdı. Bundan
sonra, her tarafta medreseler yapıldığı görül-
mektedir. Altun Aba Medresesi (1202-?), Sırçalı
Medrese (1242-1243), İnce Minareli Medrese
(1252-1253), Karatay Medresesi (1251), Ata-
bekiyye Medresesi (1251’den sonra), Kayseri’de
Hunat (Hond) Hatun Medresesi (1237-1235),
Sâhibiye Medresesi (1267-1268), Sivas’ta Gök
Medrese (1271), Kırşehir’de Cacaoğlu Med-
resesi (1272), Tokat’ta Gök Medrese (1275),
Ankara’da I. İzzettin Keykâvus Medresesi (1211-
1220), Antalya’da Ertokuş Medresesi kurulan bu
medreselerden sadece birkaçıdır.
Anadolu Selçuklu hükümdarları özellikle tıb-
ba çok önem vermekte ve hemen her şehirde
Dâru’ş-Şifa, Dâru’l-Afiye ve Dâru’s-Sıhha gibi ad-
lar verilen hastaneler inşâ etmekteydiler. Kayse-
ri’deki Gevher Nesibe (1205), Sivas’taki I. İzzettin
Keykâvus (1217), Konya’daki Alaaddin Keykubad,
Çankırı’daki Atabey Ferruh (1235), Divriği’de-
ki Mengücüklerden Fahrettin Behram Şah’ın
kızı Turan Melek (1228), Amasya’daki Torumtay
(1266), Tokat’taki Muînuddîn Pervâne (1275) ve
Kastamonu’daki Pervâneoğlu Ali (1272) hasta-
neleri kurulan tıp eğitim kurumlarının örnekleri
konumunda idi. Ayrıca şehirlerde eczâneler bu-
lunmakta, buralarda Hindistan’dan getirilen pek
çok tıbbî bitki çeşitleri bulunmaktaydı.6
13. yüzyılda Konya, Kayseri, Sivas, Aksaray,
Kırşehir, Amasya, Niğde, Tokat, Niksar, Anka-
ra ve Erzurum önemli birer kültür merkezi ko-
numundaydı. Anadolu Selçuklu hükümdarları,
yalnız birer kahraman asker olmalarıyla değil,
kültür sahasındaki hizmetleri ve öncülükleriy-
le de temâyüz etmekteydiler. Meselâ Sultan I.
Mes’ûd, çok âdil ve muttakî hükümdar olmakla
tanınmaktaydı. Kendisi birçok medrese, cami ve
tekke inşâ etmişti. Amasya yakınlarındaki Simre
kasabasını tesis etti.7 Sultan İzzeddin Keykâvus
ise Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ile özel ilişki kurmuş,
kendilerine saygı ve hürmette kusur etmemiştir.8
Anadolu Selçukluları Devleti de Büyük Selçuk-
lular gibi, Arapçayı ilim dili, Farsçayı edebiyat ve
devlet dili olarak kullanmışlardır. Türkçe ise halk
arasında, orduda ve sarayda geçerli dil konumu-
na gelmiştir. Fikir ve edebiyat adamları, Farsça
yanında Türkçe şiirler de yazmış, Sultan Veled
(ö. 712/1312) örneğinde Türkçe divana sahip
ilim ve fikir önderleri bulunmaktadır. Konya ve
Orta Anadolu şehirlerinde Ahmed Fakih, Hoca
Dehhânî, Hoca Mes’ûd ve Şeyyâd Hamza gibi
şairler, Türk edebiyatının güçlü temsilcileri konu-
muna gelmişlerdir. Özellikle Yûnus Emre’nin (ö.
720/1320) açtığı çığır Türkçenin edebiyat gele-
neğimizin ifade dili haline gelmesini sağlamıştır.
Anadolu Selçuklu hükümdarları Türk, Arap ve
Fars menşeli ilim, sanat ve tasavvuf erbâbını et-
raflarına toplamak ve onlara eserler yazdırmak
için gerekli maddî ve mânevî imkânları ellerinden
geldiği ölçüde hazırlamışlardır. Anadolu Selçuklu-
ları zamanında İran ve Arap coğrafyasından gelip
Anadolu’ya yerleşen ulemâ arasında Abdulmecîd
b. İsmâîl el-Herevî (ö. 537/1142), Muhammed
Telekânî (ö. 639/1217), Yûsuf b. Saîd es-Sicistânî
(ö. 639/1241), Ömer el-Ebherî (ö. 663/1265) ve
Abdussamed b. Abdurrahmân (ö. 540/1145) gibi
güçlü isimler bulunurken, Anadolu medreselerin-
de yetişip çeşitli İslâm beldelerine giderek oralar-
da yerleşen âlimler de olmuştur.
Selçuklu ve Beylikler Dönemi medreselerin-
de, birçok tarîkat ileri geleni müderrislik yapmış-
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba36 37
tır (Akdağ, (1974), Türkiye’nin İktisadî ve İctimaî
Tarihi, II/60). İbn Batûta (ö.770/1369), Anado-
lu’daki seyahatleri sırasında, tekke şeyhliği pos-
tunda oturarak, kalabalık müritleri ve Arapçaya
hâkimiyetleri ile dikkat çeken, kadı ve müderris-
lere rastladığını beyân etmektedir.
Danişmendliler, Artuklular, Saltuklular, Men-
gücekliler ve Anadolu Selçuklu Devleti medre-
selerinde ilim ve fikir hayatının iki önemli bes-
leyici kaynağı bulunmaktadır. Bunlardan birisi
Mâverâünnehir, Harezm ve Horasan olurken,
diğeri Irak, Suriye, Mısır ve Hicaz Bölgeleri ol-
maktadır. Bahsi geçen devletlerin zamanında
Anadolu’da ilim ve fikir hayatını canlandıran
sîmâlar, tahsillerini buralarda tamamladıktan
sonra Anadolu’ya dönerek tedrîs ve te’lîf faali-
yetlerine başlamışlardır. Bu sebeple Anadolu’da-
ki ilim ve fikir hayatı, söz konusu bölgelerdeki
mekteplerce oluşturulmuştur. Riyâzî ilimler, fel-
sefe, mantık, kelâm, tıp gibi alanlarda daha çok
Mâverâünnehir ve Horasan mektebi; hadis ve
fıkıh gibi dini ilimlerde ise Hicaz, Suriye, Mısır ve
Irak mektepleri, tedrîs ve te’lîf faaliyetlerinde
hâkimiyet sağlamıştır.9 Meselâ 15. asırda Osman-
lı ilim anlayışını belirleyen ve şekillendiren unsur,
Fahreddîn-i Râzî (ö.606/1210) ilim geleneği ve
mektebi olmuştur. İslâm coğrafyasının pek çok
diyarında etkili olan Fahreddîn-i Râzî mektebi-
nin 15. asır Osmanlı medresesindeki en kuvvetli
temsilcisi Molla Fenârî diye tanınan Şemsüddîn
Mehmed’dir (ö. 834/1431). Aklî ve felsefi düşü-
nüş tarzının hâkim olduğu Fahreddîn-i Râzî mek-
tebi, Molla Fenârî’den sonra ve bir silsile hâlinde
Molla Yegân, Hızır Beğ, Sinan Paşa ve Molla Lûtfî
ile 15. yüzyılda; İbn Kemâl ve Ebussuûd Efendi ile
16. asırda etkisini sürdürmüştür. Buna göre 15.
ve 16. asırlarda Osmanlı Devleti’nin ilmiye sınıfı
daha ziyade Fahreddîn-i Râzî mektebine mensup
ulemâdan müteşekkil olmuştur. Resmen devlet
hizmetinde bulunan ulemâ, devlet politikasında
bu mektebin anlayışına uygun bir tarzda hareket
etmişlerdir.10
16. yüzyılın ikinci yarısında Fahreddin Râzî
mektebinden tamamıyla farklı bir mektep daha
ortaya çıkmıştır. Bu oluşum bütün Osmanlı ilim
ve fikir tarihi boyunca etkili olmuştur. Tesirini
günümüze kadar sürdüren bu mektep, Birgivî
Mehmed Efendi (ö. 981/1573) tarafından tesis
edilmiş olup Osmanlı tarihinde devletin temsil
ettiği İslâm anlayışına ilk karşı çıkış hareketidir.
Bu mektep aynı zamanda İbn Teymiyye mek-
tebinin Osmanlı Devleti’ndeki temsilcisi ve de-
vamı olarak belirmiştir. İmam Birgivî, siyâsette
ve yönetimde gördüğü, kendince sapma olarak
değerlendirilen durumlardan ve toplum haya-
tında müşâhede ettiği çözülmeden oldukça fazla
etkilenmiştir. Birgivî, şehzâdeler arasındaki sert
iktidar mücâdelesinin halkı endişelendirecek bo-
yutlara ulaştığını; merkez ve taşra yönetimindeki
devşirme menşeli devlet görevlilerinin suistimal-
lerde bulunduklarını; Anadolu’da seri isyanların
patlak vermesini ciddî problemler olarak gör-
müştür. Bütün bunlar karşısında İmam Birgivî,
İbn Teymiyye ve takipçilerinin fikirlerine sığın-
mış, mücerred tefekkür planından çok, inançlar,
ibadetler, ahlâkî davranışlar ve bazı müesseseler
gibi pratik konularda faaliyetini yoğunlaştırmış-
tır. Bu mihverde eserler vermiştir. O, fikirlerini
rahatça yayabilmek için her türlü ikbal yolunu
reddedip Birgi kasabasındaki küçük bir med-
resenin müderrisliği ile yetinmiş ve mümkün
olduğunca idarî çevrelere borçlu ve minnettar
kalmaktan uzak olmaya çalışmıştır. Bu saye-
de Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’yle uğraşmayı
göze alabilmiştir. Ebussuûd Efendi onun fikirleri-
nin mevcut nizâmı sarsabileceğini fark etmiş ve
Birgivî’ye açtığı mücâdeleyi ağır basarak kazan-
mıştır. Birgivî’nin faaliyetlerine sadece ilmî yolla
karşılık verilerek kendisine herhangi bir baskı ya-
pılmaması, o devirde Osmanlı Devleti’ndeki fikir
serbestliğini göstermesi bakımından da takdire
şayandır. Bu sayede İmam Birgivî’nin fikirleri-
ni paylaşan güçlü bir zümre teşekkül edebilmiş
ve önemli ölçüde halk üzerinde etkili olmuştur.
İmam Birgivî, İslâmî geleneğe sirâyet etmiş bazı
inançlarla örf ve âdetlere, bid’at oldukları ve hal-
kı İslâm’ın özünden uzaklaştırdıkları gerekçesiyle
karşı çıkmış, idârî görevlerdeki ulemâyı bunlara
mâni olmamakla suçlamıştır. Aynı zamanda bazı
tasavvuf çevrelerini de bu durumdan sorumlu
tutmuştur. Kâtip Çelebi, “şer’î ilimlerde titiz bir
müdekkik olan” Birgivî’nin “hikemiyyâtı sevmedi-
ği ve tarih okumadığı için” örf ve âdetlere boşu
boşuna karşı koyduğunu haklı olarak belirtir ve
tenkit eder. İmam Birgivî ve onun fikirlerini pay-
laşanlar sayesinde İbn Teymiyye mektebi Os-
manlı toplumunda yerleşmeye başlamıştır. Ni-
tekim 17. yüzyılda Sultan IV. Murat zamanında
İmam Birgivî’nin fikirlerinin, Kadızâdeliler Hare-
keti adıyla, yozlaştırılmış bir tasfiyecilik hareketi-
ne dönüştüğünü bilmekteyiz.11
Birgivî hareketi kadar geniş çaplı olmasa da
16. asırda dikkati çeken bir başka fikir hareketi ise
meşhur Molla Kâbız hadisesidir. Aslen İranlı ol-
duğu söylenen bir ilim adamı olan Molla Kâbız’ın
Hz. İsa’nın Hz. Muhammed (s.a.v.) ve bütün diğer
peygamberlerden üstün olduğunu iddia etmiş ve
bunu yaymaya çalışmıştır. Molla Kâbız, Anadolu
ve Rumeli Kazaskerlerinin hazır bulunduğu bir
mecliste iddiasını isbata çağrılır. Kazaskerlerin
onu ilzâm edememeleri üzerine Kâbız serbest
bırakılır. Ancak Kânûnî Sultan Süleyman’ın buna
canı sıkılır; olayın peşini bırakmaz. Sonunda İbn
Kemâl haberdar edilerek Molla Kâbız yeniden di-
vana çağrılır; bu defa İbn Kemâl kendisini ağır
bir yenilgiye uğratır. Sonunda zındıklığına ve
ilhâdına hükmedilerek, halkı sapıklığa yönelttiği
gerekçesiyle 1527 tarihinde idam edilir. Bu olayı
İbn Kemâl Risâle fî-Efdaliyyeti’n-Nebî alâ Sâiri’l-
Enbiyâ adındaki eserinde nakletmiş, ayrıca bu
vesîle ile kaleme aldığı iki ayrı risâlede yine söz
konusu olaydan hareket ederek zındıklık mesele-
sini itikâdî ve hukûkî açıdan incelemiştir.12
Dipnot
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE1. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim
Üyesi, SİVAS2. Kara, (2006), Selçuklular’ın Dini Serüveni, 614-615.3. Lewis, (2010), Mevlânâ, 48-49.4. Akdağ, (1974), Türkiye’nin İktisadî ve İctimaî Tarihi, I/19-
22; Gündüz, (1983), Osmanlılarda Devlet-Tekke Münase-betleri, 71.
5. Köprülü, (1993), İlk Mutasavvıflar, 201-202.6. Yurdaydın, (1988), İslâm Tarihi Dersleri, 81-82.7. Togan, (1970), Umumî Türk Tarihine Giriş, I/205.8. Uludağ, (1995), İbn Arabî, 47.9. Ocak, (2010), Osmanlı Sûfîliğine Bakışlar, 46.10. Ocak, (2010), a.g.e., 47.11. Ocak, (2010), a.g.e., 47-48.12. Ocak, (2010), a.g.e., 49-50.
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba38 39
3.Hadis
“Allah için seven, Allah için buğzeden, verdiğini Allah rızâsı için veren, vermediğini Allah rızâsı için vermeyen kişi, imanını kemâle erdirmiştir.”1
Somuncu Baba Diyor ki:
“Allah’ın hakkını her hâlükârda nefsî hazlara tercih etmek imanın kemâlâtındandır.”
Hadisin Yorumu
Bu hadis Müslümanın diğer kardeşleriyle ilişkilerinin hangi eksende yürümesi gerektiğini çok veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Hepi-mizin her gün göreceği bir yere asılması gerek-mektedir. Çünkü insan sadece bu hadiste dile getirilen hususları dikkate alsa hayatı düzene girer ve Allah’ın sevdiği kullardan biri oluverir.
Allah’ın Rızâsını Her Şeyin Başına Koymak
Rabb’imiz dünyaya geliş amacımızın kendi-sine kulluk etmemiz olduğunu belirtmektedir.2 Bunun anlamı, rızâsını hayatımızın her dili-minde öncelememiz gerektiğidir. Onun neye rızâsının olduğu ve neden hoşnut olmadığı gerek Kur’ân’da ve gerekse Hz. Peygamber (s.a.v.)’in buyruklarında açık bir şekilde bizlere bildirilmiştir. Özellikle de günümüz Müslüma-nı için bunları bilmemesi yönünde bir mâzeret olamaz. Çünkü gerek basın-yayın imkânları ve gerekse yazılı neşriyat yanında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her türlü soruya cevap verme-si bilmemek diye bir gerekçe bırakmamıştır. Bu sebeple Müslümana öncelikle gerekli olan bilgilenmektir. Rabb’inin kendisinden nasıl bir Müslümanlık talep ettiğini bilmesidir. Bunları öğrendikten sonra başta ihlas olmak üzere her işinde Rabb’in rızâsını her daim en öne koyma-sıdır. Bunu yapabilirse hayatı istikâmet üzere olacak ve etrafındakiler üzerinde de çok güzel etkiler bırakacaktır. Hatta onun güzel yaşantı-sından etkilenerek kendilerini de onun gibi gü-zel insan yapmaya gayret edeceklerdir.
Allah’ın rızâsını her şeyin önüne koymak doğ-rudan Allah sevgisiyle ilgili bir durumdur. Korku
temelli değildir. İnsan birini sevdiği zaman onun isteklerini elinden geldiğince yerine getirmeye gayret eder. Kişinin eşinin ve çocuklarının istek-lerini yerine getirmek için çırpınması ve nefsin-den fedakârlık yapması bundandır. Çünkü onla-rın isteklerini yerine getirebildiğinde mutlu olur. Mutlulukları kendisinin de mutluluğu olur. Nite-kim babasından bot almasını isteyen evlâdın bu isteği yerine getirildikten sonra yüzünde beliren mutluluk hali babasını doğrudan kuşatır ve en az çocuğu kadar sevinir. Babanın çocuğuna bot almasının kökeninde yavrusuna olan sevgisi ve merhameti yatar.
Kul ile Allah arasındaki iletişim de mutlaka sevgi temelli olmalıdır. Korkuya dayalı olması durumunda samimiyetten ve içtenlikten bah-setmemiz söz konusu olamaz. Sadece kanun-lardan korktuğu için dürüst vatandaş olarak yaşayan ama fırsatını bulduğunda her türlü kanunsuzluğu yapan biri için iyi bir insan de-nemeyeceği gibi, Allah’tan korktuğundan, ce-henneme düşeceği endişesinden dolayı kulluk görevlerini yerine getirmeye çalışan insandan da gerçek anamda bir samimiyet beklenemez. Çünkü taşıdığı endişeden dolayı yapmaktadır. Hatta cehennem endişesi olmasa belki de ka-çındığı pek çok haramı çok rahat bir şekilde yapmaya başlayacaktır. Bu durum insanın ima-nının hangi düzlemde gerçekleştiğini yansıtır. Elbette insan cehennem endişesini taşıyacaktır, ancak Allah ile arasındaki ilişki sevgi üzerinden yürümelidir. Bunu gerçekleştirdiği zaman yap-tığı ibadetlerden büyük haz alacak, kaçındığı haramlar sebebiyle gönlü huzur hissedecektir. Çünkü sevdiği zat ile arasındaki ilişkinin bozul-
masına gönlü asla razı olmaz. Kaldı ki, Rabb’in
“Kul ile Allah arasındaki iletişim de mutlaka sevgi temelli olmalıdır. Korkuya dayalı olması durumunda samimiyetten ve içtenlikten bahsetmemiz söz konusu
olamaz.”
HADİS Enbiya YILDIRIM*
“Bir mü’mine düşen, karşıdaki tarafından bazen acziyet olarak algılansa bile, her zaman için âhireti düşünerek vereceği tepkiyi hesap etmesi gerekir.”
Somuncu Baba’nın Kırk Hadis Şerhi:
Her İşte Allah Rızâsını Gözetmek
Hat: Cafer KELKİT
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba40 41
le değildir. Alın teriyle kazanılan birikimden o
kazançta hiç katkısı olmayan birine bir şeyler
ayırıp vermek gerçekten çok zordur ve bunu
yapmak imânî hassasiyeti gerektirir. Bu açıdan
bakıldığında zekât vermek aynı zamanda ima-
nın da göstergesi olmaktadır. Aynı durum sada-
ka vermek için de geçerlidir. Allah şöyle buyur-
maktadır: “İman edip iyi işler yapan, namaz kılan
ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rab-
leri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü
de çekmezler.”5
Zekât ve sadaka Allah için yapılan ve top-
lumsal barışa büyük katkı sağlayan ibadetler ol-
duğu için bu iki hayrı yaparken Allah rızâsından
uzaklaşmamaya gayret etmek icap eder. Başka-
larının da vermesini teşvik etmek dışında göste-
riş olsun, insanlar beni konuşsun ve bu vesileyle
dünyalık başka şeyler elde edeyim hırsıyla yapı-
lırsa elbette ibadet olmaktan çıkar. Allah rızâsı
yanına kulların da memnûniyetini katmaktan
dolayı şirke götürebilecek büyük bir tehlikeye
sebebiyet verebilir. Unutmamak gerekir ki, nasıl
namazın hak rızâsı için ihlaslı bir şekilde yapıl-
ması gerekiyorsa mali ibadetlerin durumu da
aynıdır.
Gerek zekât ve gerekse tasadduk kabîlinden
nâfile infaklarda dikkat edilmesi gereken çok
önemli bir husus da yaptığımız hayrın amacı-
na ulaşmasıdır. Bu yüzden kimlere hayır vere-
ceğimiz noktasında hassas olmak gerektiği gibi
verdiğimiz yardımların Allah’ın rızâsına uygun
sarf edilmesi husûsunda da dikkatli olmalıyız.
Meselâ verdiğimiz yardımla içki alınması gibi
durumlara karşı tedbir gerekir. Böylesi haller-
de doğrudan para yardımı yerine gıda madde-
si gibi yardımları öncelemek yerinde olacaktır.
Dolayısıyla bazen birilerine maddî yardımda
bulunmak daha da yanlışa düşmesine sebep
olacaksa ona yardım etmemek de Allah rızâsına
uygun bir amel olabilmektedir. Özellikle de iste-
meyi meslek haline getirenlere maddî yardım-
da bulunmamak ve vermemek Allah’ın rızâsına
daha uygun olabilir. Bu sebeple gerçekten ihti-
yaç sahibi olup da el açamayanları bulmak daha
faziletlidir.
Bizden İstenenlerin Özeti
İnsan, Allah’ın ve güzel elçisinin kendisinden
talep ettiklerini bir düşünecek olsa, bunların
âhiret sermayesi olmasından önce onun dün-
yasını mâmur hale getirmesine katkı sağladı-
ğını anlayacaktır. Çünkü Rabb’imiz ve son elçisi
yaşadığımız dünyayı daha yaşanılır hale getir-
memiz için bizlerin sırtına taşıyabileceğimiz ve
yaptığımızda mutlu olacağımız yükler yüklemiş-
lerdir. Son dinin kutlu mesajını kalbine hâkim
kılmış ve onun buyruklarını tatbik etmekten
mânevî haz alan gönüllere ne mutlu. Rabb’im
bizleri de çocuklarımızı da böylesi insanlardan
eylesin. Sözümüzü Hulûsi Efendi (k.s.)’nin dize-
leriyle tamamlayalım:
Nefsine yan çıkıp da Kâ’be’yi yıksan dahi
İncitme gönül yıkma ger uslu ger deli ol
Seni sevmek imiş âlemde her zevk u safâ ancak
Senin derdine düş olmak imiş derde devâ ancak
Neyi sevmişse cân yâdında dâim
Neyi görmüşse göz dil-hâhı söyler
rızâsına muvâfık olarak sürdürdüğü hayatının
dünyada mutluluk olarak kendisine geri döne-
ceğini de bilir. Çünkü Allah ve elçisi ondan her
ne istemişlerse dünyadaki mutluluğu için iste-
mişlerdir. Onların talepleri dünya hayatının ya-
şanılabilir hale getirilmesi içindir. Nitekim ha-
yatını istikâmet üzere devam ettiren insanların
herkesten daha fazla mutlu olduklarını görürüz.
Nefse Hâkim Olmak
Günlük hayatımızda kendimize, etrafımızda-
kilere veya ülkemizdekilere veyahut da dünya
Müslümanlarına yönelik haksızlıklara şâhit ola-
biliyoruz veya basında okuyoruz. Bu haksızlıkla-
rı iki gruba ayırmak mümkündür: Maddî gerek-
çelerle yapılan haksızlıklar ile inanç sebebiyle
yapılan haksızlıklar. İkincisi olan dinimiz sebe-
biyle Müslümanların karşılaştıkları sıkıntılara
biz Müslümanların artık tahammül edecek en
küçük sabırları kalmamıştır. Yeryüzünün nere-
sinde bir zulüm varsa mazlumlar her zaman
Müslümanlar olmaktadır. Bu zulümler çoğun-
lukla gayr-i Müslimler tarafından bazen de biz-
zat Müslümanlar eliyle yapılmaktadır. Bizler
öyle bir hale geldik ki, zulüm değil zulüm keli-
mesine bile tahammül edemeyecek derecede
boğazımıza kadar dolmuş durumdayız. Ayrıca
tepki vermediğimiz zaman var olan zulümle-
rin katlanarak arttığını ve yeni zulümlere kapı
açtığını görmekteyiz. Bu sebeple inancımızdan
dolayı karşılaştığımız baskı ve zulümlere tavır
almamız ve ortak bir direnişle saldırıyı püskürt-
meye çalışmamız takdir edilecek, dua edilecek
bir davranıştır. Bu sebeple dünya Müslümanla-
rıyla her zaman dayanışma içindeyiz.
Dinî gerekçelerle olmayan ve maddî sebep-
lerden ötürü gerçekleşen zulümlere gelince,
özellikle ikili ilişkilerde verilecek tepkinin iyi
hesap edilmesi gerekmektedir. Bazen karşımız-
daki nefsinin zebûnu olarak anlık bir refleksle
bize yanlış yapabilir ancak bilâhare yaptığının
farkına vardığında hatâsından dönmesi muhte-
meldir. Böyle durumda bizler de nefsimizin esiri
olmak yerine karşımızdakine bir şans verme-
miz güzel olur. Hem karşımızdakinin kendisini
düzeltmesine hem de dostluğumuzun devam
etmesine imkân hazırlamış oluruz. Tam tersine
nefsimizin peşine takılmak bizi zarara sürükle-
yebilir. Nice insan vardır ki, karşılaşmış olduğu
haksızlığa nefsine uyarak ağır bir karşılık ver-
miş ve sonrasında hayatı boyunca pişmanlığını
çekeceği bir yanlışlığa sürüklenmiştir. Cezaev-
lerindekilerin önemli kısmının bu şekilde suç
işlemiş insanlar olduğu gerçeği önümüzde dur-
maktadır.
Bir mü’mine düşen, karşı tarafından bazen
acziyet olarak algılansa bile, her zaman için
vereceği tepkiyi âhireti düşünerek vermesidir.
Hatta kızdığımızda bunun Allah rızâsı sâikiyle
olması en güzelidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “(Rasûlüm!) Sen af yolunu tut,
iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir.”3 Böylesi bir
tutumu hayatına hâkim kılan insan gerçekten
eli öpülesidir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
şahsına yapılan nice haksızlığa tahammül gös-
termesi, sonrasında eline imkân geçtiğinde
affetmesi onun büyüklüğünün göstergesidir.
Hatta kendisini zehirlemeye kalkan Yahudi ka-
dını affetmesi bunun sonucudur.4 İlk başta in-
san böylesi bir durumu yadırgar gibi olursa da
sonrasında kazanan İslâm olduğundan, Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in insânî ilişkilerde takip ettiği
usulün ne kadar önemli olduğunu hepimiz an-
larız. Ülkemizdeki kan davalarının ve diğer pek
çok husûmetin insanların damarına basılmasın-
dan ve bu kişilerin de nefislerine hâkim olama-
masından kaynaklandığını unutmamak gerekir.
Bunlar bireysel olaylar gibi dursalar da sonuçla-
rı itibarıyla topluma problem olarak dönmekte-
dirler. Akrabaları başta olmak üzere yaşadıkları
muhitlerdeki herkesi etkilemektedirler.
Allah İçin Vermek veya Vermemek
İnsanın yaptığı ibadetler içinde en zor ola-
nı belki de zekât vermektir. Çünkü namaz kıl-
mak cepten bir şey eksiltmez. Keza hacca bü-
yük masraflar yaparak gidilse de insan sonuçta
harcamayı kendisi için yapar. Ancak zekât böy-
Dipnot
* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
1. Ebû Dâvûd, rakam: 4681.2. Bkz. 51/Zâriyât, 56.3. 7/A’râf, 199.4. Buhârî, el-Edebu’l-Mufred, 243.5. 2/Bakara, 277.
“İnsan, Allah’ın ve güzel elçisinin kendisinden talep ettiklerini bir düşünecek olsa, bunların âhiret sermayesi olmasından önce onun dünyasını mâmur hale getirmesine katkı sağladığını anlayacaktır.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba42 43
3 Kasım 1604 tarihinde İstanbul’da, Top-kapı Sarayı’nda dünyaya geldi. Babası Sultan I. Ahmed, annesi Mahfîrûz Hatice
Sultan’dı. I. Ahmed’in ilk oğlu olması hasebiy-le kendisine Osmanlı Hanedanı’nın kurucusu Osman Gazi’nin adı verildi. Bu münasebetle İstanbul’da yedi gün, yedi gece şenlikler yapıldı.
Zeki ve Enerjik Şehzade
Mahfîrûz Sultan, iyi bir talim ve terbiye al-masını sağladı. Küçük yaştan itibaren özel ders-ler aldırdı. Arapça, Acemce, Latince, Yunanca ve İtalyancayı öğrendi. Tarih, matematik ve coğ-rafya dersleri gördü. En sevdiği hocaları Ömer Efendi ile Müftü Esad Efendi idi. Hocalarını ve saraydakileri, kıvrak zekâsı ve fikirleriyle şaşır-tıyordu. Zekâsının erken gelişmesiyle, Fatih’e ve babasına benzetiliyordu. Ataları gibi şiir ve edebiyata meraklıydı. Fârisî takma ismiyle şiir-ler kaleme alıyordu. İlerde bunları bir Divan’da topladı. Hat sanatı ile de ilgileniyordu. Ne yazık ki, babası ve amcası I. Mustafa gibi sancağa çık-ma şansı bulamadı. Saraydaki deneyimli devlet adamlarının bilgi ve tecrübelerinden yararlan-dı. Çocuk yaşta olmasına rağmen devletin gele-ceği ve gelişmesi için fikirler üretti.
Zorlu Taht Yolu
Babası Kasım 1617’de hayata veda ettiğin-de henüz 14 yaşındaydı. Onu, üzüntü içerisinde kendi yaptırdığı Sultanahmet Camii’nin avlu-sunda âhirete uğurladı. Yeni padişahın kendi-si olacağını umuyordu. Annesi ve bazı devlet adamlarının beklentisi de bu yöndeydi. Aslında devletin veraset sistemine göre tahta geçmesi gerekiyordu. Fakat beklenmedik bir şey oldu: Amcası Mustafa, devlet adamlarının kararı ve şeyhülislamın onayıyla tahta çıkarıldı. Annesi, kendisi ve onu seven devlet adamları buna çok şaşırdı. Sultan Mustafa, kapasitesi yeterli olma-dığı için yönetimde büyük zorluklar yaşadı. Dev-lete ve orduya tam anlamıyla hükmedemedi. Bir süre sonra şeyhülislamın fetvasıyla tahttan indirilmesi uygun görüldü. Şehzade Osman 96 gün sonra amcasının yerine tahta çıkarıldı. (26
Şubat 1618) Ertesi gün Eyüp’te kılıç kuşandı. Artık yeni padişah, “Genç” lakaplı şehzadeydi.
Ordunun Başında Hotin Seferi
Tahta çıkar çıkmaz harekete geçti. Büyük bir sefere çıkmalı, şanlı bir zafer kazanmalıydı. Hem padişahlık kudretini ispatlayacak hem de Osmanlı’yı tekrar Fatih-Kanûnî devrindeki eski güç ve konumuna ulaştırmak için ihtişamlı bir adım atacaktı. Vezirlere ve komutanlara se-fer için emir verdi. Kendisi de orduya komuta edecekti. Uzun aradan sonra ordunun başında sefere çıkması cesaretli bir karardı. Azim ve enerjisinin göstergesiydi. 21 Mayıs 1621 Cuma günü, namazdan sonra sefere çıktı: İstikamet Lehistan (Polonya) ve oradaki Hotin Kalesi idi. Eylül 1621’de ordu Hotin önündeydi. Genç Pa-dişah, 8 Eylül’de ilk hücumu başlattı. Çok sayıda esir ve ganimete rağmen zafer gerçekleşmedi. Ardından üç hücum daha geldi. Yine sonuç alı-namadı. Çünkü yeniçeriler savaşmak istemiyor, gayret ve özveri göstermiyorlardı. Padişah, ba-şarısızlıktan mesul tuttuğu Sadrazam Ohrili Hü-seyin Paşa’yı görevden aldı. Sonra savaş mecli-sini topladı. Paşalara çok sert çıktı: “Bre nedir bu? Gayretinize ne oldu? Niçin başarılı oluna-mıyor?”
Yeni Sadrazam Dilaver Paşa şu savunmayı yaptı: “Padişahım, kabahat bizde değil, asker-dedir. Gayret göstermezler. ‘Lehistan içlerinde ne işimiz var.’ diye sorarlar. Bunca gayretimiz boşa gider. Zaten hücumlarla yoruldular. İzin verin, biraz dinlensinler. Bu süre içinde hocala-rımız vaazlar versin, askeri gayrete getirsinler.” Sultan, ordunun bir ay dinlenmesine izin verdi. Fakat süre dolmadan Lehistanlılar barış teklif
TARİH İsmail ÇOLAK
“Zeki, cesur, atılgan, savaşçı, gözü pek bir padişahtı. Devleti ve orduyu yeniden yapılandırmak ve yükselme dönemindeki mevkiine getirmek istiyordu. Fatih ve Kanûnî’nin yaptığı kanunları yeniden düzenlemeyi
hedefliyordu.”
“Şehzade Osman 96 gün sonra amcasının yerine tahta çıkarıldı. (26 Şubat 1618) Ertesi gün Eyüp’te kılıç kuşandı. Artık yeni padişah, ‘Genç’ lakaplı şehzadeydi.”
Şehit Sultan
Genç Osman
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba44 45
ettiler. Yeniçerilerden ve zaferden emin ola-madığı için mecbur kaldı, teklifi kabul etti. Ho-tin Antlaşması imzalandı. Ekim 1621’de ordu, İstanbul’a döndü. Seferden umduğunu bula-mayan Padişah, hayal kırıklığı yaşadı. Sefer es-nasında kafasına koyduğu yeni bir ordu kurma fikriyle, döndükten beş ay sonra kolları sıvadı.
Küçük Bedene Sığmayan Fikirler
Zeki, cesur, atılgan, savaşçı, gözü pek bir padişahtı. Devleti ve orduyu yeniden yapılan-dırmak ve yükselme dönemindeki mevkiine ge-tirmek istiyordu. Fatih ve Kanûnî’nin yaptığı ka-nunları yeniden düzenlemeyi hedefliyordu. Fa-tih, Yavuz, Kanûnî gibi zaferler kazanan cihangir bir hükümdar olmayı gözünü dikmişti. Sefer sı-rasında yeniçerilerin isteksizlik ve cesaretsizlik-lerini görmüştü. Onlara güveni sarsılmıştı. Kılık değiştirerek sık sık teftişe çıkıyor, askerin gitti-ği yerlere baskınlar düzenliyordu. Bu ordunun, Osmanlı’yı büyük zaferlere taşıyamayacağını ve Avrupa’ya hükmünü yeniden geçiremeyeceğini düşünüyordu. Peçevî İbrahim: “tabur cenginde meksür olduğuna” üzüldüğünü yazmıştı.
Plânı şuydu: Kendine sadık sıfırdan bir ordu kuracaktı. Hacca gitme bahanesiyle Anadolu’ya geçecek; Anadolu, Suriye ve Mısır’dan asker toplayacaktı. Bunun için Halep, Şam ve Mısır Beylerbeylerine emirler gönderdi; gizliden gizli-ye hazırlıklara girişti. Fakat yeniçeriler plandan haberdar oldular. Kimi devlet adamları ve ko-mutanlar, yeniçerileri desteklediler. Genç Padi-şah da acemi, tecrübesiz, hırslı ve inatçı mizacı-nın esiri oldu. Üstelik güvendiği devlet adamları ve bilginlerin fikir ve tavsiyelerini dinlemedi. Bunun bedelini de hayatıyla ödedi.
Hac Fikri ve Rüyayla Gelen Uyarı!
Sadrazam Dilaver Paşa, Hace-i Sultan Ömer Efendi ve Darüssade Ağası Süleyman Ağa, hac-ca gitme düşüncesini destekliyorlardı. Ama aynı zamanda kayınbabası olan Şeyhülislam Esad Efendi gibi din ve devlet adamları buna karşıydı. Esad Efendi, ciddi anlamda uyardı: “Padişahlara
hac lazım değildir. Yerinde oturup adaletle hük-metsin ki, kargaşa çıkmasın...” Hacca gitmek yerine kendi adına bir cami inşa ettirmesinin daha sevap olacağını söyleyerek onu ikna etme-ye çalıştı, ancak başarılı olamadı. Bunun üzeri-ne padişahların adaletle hükmetmelerinin hac-ca gitmelerinden evlâ olduğuna dair fetva verdi.
Bu sırada Sultan, rüyasında Peygamber Efendimiz’i gördü. Sabah kan ter içinde, heye-canla uyandı. Sabah namazından sonra telaşla, gördüğü rüyayı Ömer Efendi’ye şöyle anlattı: “Peygamber Efendimiz gece rüyama girdiler. Taht üstünde oturuyordum. Elimdeki Kur’ân’ı kaptılar, cübbemi çıkardılar, yüzüme de bir to-kat vurdular. Tahtla birlikte yuvarlandım. Ayak-larını öpmek istedim, ama çektiler. Rüyanın ma-nası nedir?” Ömer Efendi rüyayı şöyle açıkladı: “Hemen hacca gitmeniz lazım. Geciktiğiniz için Peygamber Efendimiz’i kızdırdınız!” Padişahı, hocasının yorumu tatmin etmedi. Kayık hazır-latıp, Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdâyî’nin yanına gitti. Rüyayı ona da anlattı. Aldığı cevap farklıydı: “Tevbe ediniz Padişahım! Belki o za-man bağışlanırsınız!” Bunun üzerine Padişah, kurbanlar kestirdi, türbeleri ziyaret etti. Bağış-lanması için Allah’a yalvardı. Yine de kararından dönmedi.
Yeniçerilerle Talihsiz Hesaplaşma
Ocağı kapatma fikri, yeniçerilerin ve ağala-rın kulağına çoktan gitmişti. Hemen tepki gös-terdiler, saraya yürüyerek Padişahı şu sert söz-lerle uyardılar: “Hacc-ı Şerife gitmek istemişsin, gitmeyesiniz. Ve dahi eski kulları cümleten kırıp yerlerine Halep’ten Şam’dan kullar yazıp taht-ı sultani kurmak istemişsiniz. Biz ana razı deği-liz.” Genç Padişah, aynı sertlik ve öfkeyle cevap verdi: “Bildiklerinden kalmasınlar. Ben Hacc-ı Şerife gitmekten fariğ olmam (vazgeçmem)!” Yeniçeriler küplere bindiler, kazan kaldırdılar. İsyanları günlerce sürdü. Halk sokağa çıkamaz, çarşıya pazara gidemez oldu. Sonunda Sultan pes etti, bir yandan da tehditlerini sürdürdü: “Varın söyleyin, hacca gitmekten vazgeçtim. Ama bunu onların yanına koymam!” Padişahın
Kaynakça
Mustafa Sâfî, Zübdetü’t-Tevârîh, Hazırlayan: İ.Hakkı Çuhadar, c.2, Ankara 2003; Peçevî, Peçevî Tarihi, c.2, Ankara, 1992; Hüse-yin Tûgī, Musîbetname, Hazırlayan: Nezihi Aykut, (Doçentlik Tezi, 1988), İÜ Ed. Fak.; Kâtib Çelebi, Fezleke I-II, Hazırlayan: Bekir Kü-tükoğlu, İstanbul, 1974; Solakzâde, Solakzâde Tarihi, c.2, Ankara, 1989; Naîmâ, Naîmâ Tarihi, c.2, Ankara, 2009; Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, c.9, İstanbul, 1984; İ. Hami Danişmend, İzahlı Os-manlı Tarihi Kronolojisi, c.3, İstanbul, 1972; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.3, k.1, Ankara, 1988; Fahir İz, “XII. Yüzyılda Halk Diliyle Yazılmış Bir Tarih Kitabı: Hüseyin Tuği, Vaka-i Sultan Osman Han”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, 1967; Şinasi Altundağ, “Osman II”, İA, IX, İstanbul, 1978; Feridun Emecen, “Osman II”, DİA, c.33, İstanbul, 2007.
açıklaması, yeniçerileri yatıştırmaktan çok, ka-bına sığmaz hale getirdi. 19 Mayıs 1622’de is-yancılar sarayı bir defa daha bastılar. Padişahın yakınları, işi tatlıya bağlaması için adeta yalva-rıyordu. O ise bu sözlere her defasında öfkey-le karşılık veriyordu. Manzara çok korkunçtu. Sultanahmet Meydanı’nda toplanan isyancılar, Topkapı Sarayı önüne yığılmışlardı. Kalabalık, sarayın dış kapısından orta kapıya, hatta Pa-dişahın oturduğu Babüssaade Kapısı’na kadar dayanmıştı. Kapıdan içeri girerek; “Senin padi-şahlığın bize lazım değildir. Biz Sultan Mustafa Han’ı isteriz.” şeklinde sloganlar attılar. Sonra gidip, özel odasındaki Sultan Mustafa’yı buldu-lar ve ona biat ettiler. “Biz istediğimizi bulduk. Evvelce bizim padişahımız Sultan Mustafa Han idi, yine padişahımızdır.” diyerek, Genç Osman’ı hal’ ettiler. 4 sene 2 ay 21 gün süren saltanatını sona erdirdiler. Sultan Mustafa’nın padişahlığını devlet erkânına zorla kabul ettirdiler; ikinci defa tahta çıkardılar. Genç Osman’ı, şimdi çok daha keder ve ıstırap dolu günler bekliyordu.
Yedikule Zindanı’nda Acı Son
Bu arada kelleleri istenen Sadrazam Dilaver Paşa ve Darüssade Ağası Süleyman Ağa, âsilere teslim edilmiş ve ikisi de öldürülmüştü. Tahtı-nı kaybeden Sultan, artık canının derdine düş-müştü. Yeniçerilere sığınmaya, hayatını onların insafına terk etmeye karar verdi. Sağ kalmayı başarabilirse belki amcası gibi tekrar tahtına kavuşabilirdi. Yeniçeri Ağası Kara Ali, hâlâ pa-dişaha bağlıydı, ağlayarak ayaklarına kapandı; “Padişahım, bugünleri görmektense Allah ca-nımı alaydı!” diyerek nedamet getirdi. Heyecan içindeki Genç Osman’ın cevabı, ibret vericiydi: “Ağa göster bağlılığını! Şimdi gayret sana düş-tü. Git yeniçeri askerlerine söyle, davalarından vazgeçerlerse her istediklerini vereceğim!” Ye-niçeri Ağası, Padişahın isteğini yerine getirdi, gidip askerlerle konuştu: “Yoldaşlar, padişahınız mübarek ola. Emma hali bellü Sultan Osman da Kapu’ya geldi. Ocağınıza sığındı.”
Ali Ağa’nın sözlerini, ona ağır ödettiler, he-men orada katlettiler. Sonra gittiler, Sultanı
yakaladılar. Çok üzgündü, perişandı, kafasını
bile kaldıramıyordu. Talihsiz Padişah önce Orta
Cami’ye götürüldü. Caminin avlusu yeniçeriler
ve sipahilerle doluydu. Sultan Mustafa ve Sad-
razam Kara Davut da oradaydı. Askerler, yaptık-
ları yanlışı fark etmeye başlamışlardı. Padişaha
bir zarar verilmesinden endişe ediyorlardı. Kara
Davut Paşa, askerleri yatıştırmak için hükümda-
rı onlara gösterdi. Sadrazam Kara Davut ve et-
rafındakiler endişelendiler. Onun yeniden padi-
şah olmasından korktular. Akşamüzeri Sultanı,
Yedikule Zindanı’na götürdüler. Önce tahtından
olmuştu, şimdi de canından olacaktı. Cellatlar
onu öldürmekten çekiniyorlardı. Zira karşıların-
daki kişi, daha düne kadar kudretli bir hüküm-
dardı. Ama Kara Davut Paşa’nın emri kesindi:
Boğulacaktı... Cellatlar yağlı kementleri üzeri-
ne fırlattılar ve hep birlikte çullandılar. Mazlum
Sultan çok mücadele etti, yalvardı; ama boşu-
naydı. Boynuna kement geçirip, zavallı padişahı
oracıkta boğarak şehit ettiler. Yedikule Zindan-
ları, önce çığlıklarla doldu, acıyla çınladı, sonra
derin bir sessizliğe gömüldü. Takvimler, 20 Ma-
yıs 1622’yi gösteriyordu.
O gün Osmanlı tarihinin en hazin ve kanlı
sayfalarından biri yaşanmıştı. Şehit padişahın
cesedi gece yarısı Topkapı Sarayı’na götürüldü.
Ertesi gün sabahleyin kılınan cenaze namazı-
nın ardından Sultanahmet Camii avlusundaki I.
Ahmed Türbesi’ne, babasının yanına defnedildi.
Böylece bir dönem daha kapandı. Osmanlı’da
yeniçeriler tarafından boğularak şehit edilen ilk
sultandı.
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba46 47
EDEBİYAT Bilal KEMİKLİ*
Tasavvuf Edebiyatımız Pîr-i Türkistan ve Öncelikle şu soruyu soralım: Pîr-i Türkis-
tan kimdir? Pîr-i Türkistan; Yol inşâ eden kurucu bir muhakkik… Yesevîliğin bânîsi.
Türkistan toprağını Muhammedî muhabbet-le yoğuran bir ermiş…
Sözü kelâma tebdîl eden bir ârif…
İnsan toprağını işleyen bir bahçıvan…
İnsandaki cevheri ortaya çıkaran bir kimyâger.
İnsana, hikmetleri, ilim halkası ve sohbetle-riyle ruh üfleyen bir muallim…
Yûsuf-ı Hemedânî’den tedrîs ettiği Hanefî fıkhını, usûl ve esasını öğreten, Asya steplerini mektep ve medreseye çeviren bir müderris, bir fakih… Fakih diyoruz; bu nitelemeyi, sadece ta-savvufun fıkh-ı bâtın, yani gönül ülkesini tanzim eden yönünden mülhem söylemiyoruz. Evet, sûfî öncelikle iç âlemindeki düzeni tesis eder. Fakat o, “şerîat” kapısında, sosyal çevreyi de tanzim ve tahkîm etmek durumundadır. Zira fıkıh, hukuk demektir… Hukuksuz hayat anarşidir, kaostur. Hukuksuz düşünce olmaz, düzen kurulmaz.
Şöyle kaydediliyor Dîvân-ı Hikmet’te:
Her kim eylese tarîkatın dâvâsını
İlk adımı şerîata koymak gerek
Şerîatın işlerini tamâm eyleyip
Ondan sonra bu dâvâyı kılmak gerekir
Başa dönelim: Pîr-i Türkistan kimdir, diye sormuş, cevaplar aramıştık… Evet, Pîr-i Türkis-tan, Defter-i Sânî’yi okuyan, hakikati dile geti-ren… Türk dilini hakikat dili haline getiren büyük bir bilge, bir hakîmdir.
Türkçe bahsinde şunları söylüyor:
Hoş görmemekte âlimler sizin dediğiniz Türkçe’yi
Âriflerden işitsen açar gönül ülkesini
Âyet hadîs anlamı Türkçe olsa uygundur,
Anlamına yetenler yere koyar börkünü…
…
Miskin, zayıf Hoca Ahmed yedi ceddine rahmed.
Farsça dilini bilerek güzel söylemektedir
Türkçeyi…
Farsça, Arapça biliyor; ama Türkçe söylü-
yor… Bu söyleyiş, Türkçeyi hakikat dili haline
getiriyor.
Peki, hakikat nedir? Hakikat, kelime itibariyle
“esas, öz, gerçek” anlamlarına geliyor… Ahmed
Yesevî’nin nazarında ise, “insanın kendi esası-
nı, özünü ve gerçeğini bilmesi” şeklinde anlam
genişliyor. İnsanın kendisini bilmesi… O, bize,
kendi lisanımızla, bu “bilme” faâliyetini öğreten
rehberdir. Bu itibarla da şiirlerine “hikmet” dedi.
Hikmet, insanın yaratılışıyla ilgili sırrı… Neli-
ği, niceliği. İnsanın mânâsı. Bunları dile getiren
şiirler… Ahmed Yesevî, bize, kendi hakikatimizi,
mânâmızı anlamayı salık veren bir hakîm, bir
mürşittir. Şöyle diyor:
Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip
Taleb edenlere inci, cevher saçtım ben işte.
Riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutup
İkinci defter sözlerin açtım ben işte
Defter-i sânî, insanın kendi hakikatidir… O
hakikate bakarak hikmetini söyledi. Ama bura-
da bir soru daha var: İnsan kendi hakikatine iliş-
kin bilgiyi nasıl tahsil ediyor? Bu soruya, burada
cevap veriyor: Riyâzet… İnsan hakikatine, kendi
hikmetine riyâzetle ulaşıyor.
Riyâzet, klasik eserlerimizde, az yemek, az
uyumak ve az konuşmak diye tarif edilmiş…
Modern zamanlarda riyâzet, sağlıklı ve helal ye-
mek, zamanında ve yeterli uyumak, öfkeyi ye-
“Tasavvuf, insan kitabını okuma sanatı… İrfânî şiir, bu sanatın şifrelerini sunuyor. Bu yolda, insan, evvelâ kendi kitabını okuyor. Bu okumayla kemâle eriyor.”
“Yesevî’nin hikmetleri, ilâhi oldu Yûnus’un ve muakkiplerinin yolunu açtı… Buna edebiyat bilimcileri, Tekke şiiri, dinî-tasavvufî Türk şiiri vs. diyorlar. Bu irfânî şiirdir.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba48 49
nerek nezâhat-i lisân ile konuşmak olarak anla-şılacak. Hâşim’in ifadesiyle, riyâzet, “Müslüman saati”ne dönüş olarak algılanacak.
Tasavvuf Edebiyatımız
Yesevî dervişleri, Horasan Erenleri bu mânâyı, hikmetleri Anadolu’ya taşıdı… Hakikat, Batı Türk-çesiyle de dile geldi. Hakikat dilini Batı Türkçesiyle yeniden ifade eden, Yûnus Emre olmuştur. Yûnus, dilimizi hakikatin dili olarak yeniden inşâ etti.
Şimdi burada tasavvuf edebiyatımızın, şekil ve dil bakımından iki ayrı ırmakta seyrettiğini ifade edelim. Şöyle ki;
Yesevî’nin hikmetleri, ilâhi oldu Yûnus’un ve muakkiplerinin yolunu açtı… Buna edebiyat bi-limcileri, Tekke şiiri, dinî-tasavvufî Türk şiiri vs. diyorlar. Bu irfânî şiirdir.
Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ve el-Attâr gibi sûfî şair-lerin meşrebinde gidenler…
Buna Mevlânâ ve muakkipleri yol verdi. Di-van şiirinin estetik değeriyle söz söyleyen klasik şairimiz, bu yolda güzel ve seçkin eserler telif etti; gazeller, kasîdeler ve mesnevîler yazdı.
Her iki şiir ırmağı da mânâsını insanın haki-katinden aldı… Hikmetten beslendi.
Hatırlayalım; tasavvuf ne idi? Pek çok tanı-mı var… Şiir penceresinden bakınca şu tanımı yapabiliriz:
Tasavvuf, insanı mutlak hakikatlerle yüzleş-tirerek kâinattaki umûmî âhengin derin sırları-nı ruhlara duyuran bir sistemin adıdır. İnsanın kendine bakma sanatı… Şeyh Galib’in,
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
derken işaret ettiği hakikat budur.
Tasavvuf, bu anlamda irfânımızı besleyen bir sistem… Varlık, bilgi ve ahlâk anlayışımızı tezyîn eden bir hazine. Bu yüzden, Osmanlı’nın en profan şairi, şiir tarihimizin “yaramaz çocu-
ğu” Nedim bile, “Belî söz bilmezüz ammâ biraz irfânımız vardur.” diyor.
Benim, “tasavvuf şiiri” tabiri yerine “irfânî şiir” demem bu sebeptendir… Evet, tasavvuf bir ilimdir, bir sistemdir; hâl yani tecrübedir… Şiir ilimden, sistemden ve tecrübeden yararlana-cak. Ama o şiirin adı, irfân olacak. Halk, irfânı bu kelam ile tanıyıp uygulayacak.
İrfân nedir? İrfân, tasavvuf ilminin öğrettik-lerini tecrübe etmem… Uygulamam. Hale tebdîl etmem.
Bir örnek verelim:
Herkesin ayıbından çekip de dili
Kendi ayıbını bilmek irfân dediler
(Yozgatlı Hüznî)
Kendine dön, kendini bil… Dilini, gönlünü başkalarının kusurundan, taşradan çek.
Bu ilke, Nakşî gelenekte şöyle sistemleşmiş: Nazar-ber-kadem… Kendi gidişâtına bir bak! Şu halde, tasavvuf, insanın kendi gidişâtına bakma-sı sanatıdır… Dur, kendine bak!
Kendine bakan derviş, kendi mânâsını müd-rik olacaktır… Zaten hikmet de budur. Kaygusuz Abdal, bu anlamda insanı şöyle tanımlamış:
Bu âdem dedikleri
El ayakla baş değil
Âdem mânâya derler
Sûret ile kaş değil
Yûnus da insanın, sadece tenden ibaret ol-madığını, içinde bir şehir barındırdığını… Gönül şehrini daima dile getirir. Bir yerde şöyle der:
Cân ulu bir kimsedür
Beden onun âletidür
Kânî ise, işi biraz daha ileri götürerek şunu söyleyecektir:
Fark etmeyen insan ne demek olduğun ey vâh
Hayvân gelecektir yine hayvân gidecektir
Tasavvuf, insan kitabını okuma sanatı…
İrfânî şiir, bu sanatın şifrelerini sunuyor. Bu
yolda, insan, evvelâ kendi kitabını okuyor. Bu
okumayla kemâle eriyor… Şair diyor ki:
Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olmaz
Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz
(Tâlib)
İnsan kitabı, eksiktir… Zıtları buluşturur.
Kemâl, nisyan ve ülfet arasında, bir denge kur-
ma çabasıdır.
Burada bir hususa işaret etmek isterim:
Divân-ı Hikmet’de yaş-nâme olarak söylenen
hikmetler, bir şairin otobiyografisi olarak sunu-
luyor…
Oradan tarihî gerçeklik inşâ ediliyor. Hayır,
bu hikmetler, eksikliğini tamamlama çabasında
olan bir hakikat yolcusunun güncesidir…
Hangi duraklarda durmuş neler yapmış?
Mânâya nasıl ermiş? Bu açıdan bakmak; bun-
ları, kemâl yolcusunun seyir defteri olarak gör-
mek lâzımdır. Mesela bir yerde şunu söylüyor:
İnnâ fetehnâ okuyup anlam sordum
Işık saldı, kendimden geçip cemâl gördüm;
Hocam vurup, sus dedi, bakıp durdum;
Yaşımı saçıp, çâresiz olup durdum ben işte.
Fetihler, mânevî fütûhât olmuş… Yolun ba-
şında. Mürşidi, “sus” diyor.
Devamında şunu telkin ediyor:
“Ey nâdan, mânâyı bul” diye söyledi, bildim;
Ondan sonra çöller gezip Hakk’ı sordum;
Nasip etti, şeytanı tutup bindim;
Kararlı olup, belini basıp ezdim ben işte.
Nâdân, kendine yabancı olan… Kendi hakika-
tini bilmeyen… Sen, diyor, evvela kendi hakika-
tini, mânânı bul.
Bulmak, olmaktır… Bu bir süreç işidir.
Hemen bilip konuşmak değil, bulup konuş-mak lazım.
Mesele budur: Bilgi obezi olmak değil… Ol-mak için yola düşmek lazım. Çok söz değil, az ve hikmetli olanı söylemek lazım.
Netice-i Kelâm
Daireyi tamamlamak, sözü kemâle erdirmek gerek… Ne demiştik? Divân-ı Hikmet, asırlar boyunca bizim milletimizi besleyen kurucu me-tin… Hikmet, hukukla, düşünce ve şiirle buluşa-rak tasavvurlarımızı tezyin etmiş.
Pîr-i Türkistan, hemşehrisi “muallim-i sânî” olarak anılan Farâbî’nin, Mehneli Ebû Sâid’in, İmâm Mâturîdî’nin, İmam Buhârî’nin ve İbni Sînâ’nın işlediği topraklarda hakîkat arayışına çıktı…
Bir derviş ve fakihtir. Ancak, onun bu âlim ve mütefekkirlerden yararlandığı da aşikârdır. Bu sebepten hikmetlerin, hadis ilmi açısından çok zengin olduğunu, itikad itibariyle Ehl-i Sün-net penceresinden hayata baktığını, sağlam bir mantığa sahip olduğunu söylemek isterim. Bu bakış, bu fikrî tekâmül sadece sûfîlik açısından değil, şiir ve estetik açısından da bizi beslemiş-tir.
Evet, Divân-ı Hikmet, hakikati müdrik bir kâmilin hikmetleri… Nutk-ı şerîfleri. Bu hikmet-ler, ta başından bu yana insan ağacını aşılayarak ehlîleştirme görevini ifa etti. Şehirli, medenî, yetkin insan olmak bu aşılanma ameliyesiyle doğrudan alakalı…
İnsan ağacı, sözle ve sohbetle kulaktan aşı-lanır. Musiki, sözü kulağa ulaştıran iksirdir. Bu itibarla da asırlardır, farklı makamlarla işlene-rek bu hikmetler, bizde ilâhi, gülbank, münâcât, tevhîd, na’t, şarkı veya türkü olmuş ve insanımı-zı aşılamıştır.
* Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba50 51
Edebali Hazretleri, nasıl Osman Gazi’yi ma-nen yetiştirip devasa bir devletin temelinin atılmasına âmil olmuş ise, Somuncu Baba
Hazretleri Osmanlı sultanlarını yönlendirmiş ise, Akşemseddin Hazretleri İstanbul’un fethinde mânevî mimar ise, Aziz Mahmud Hüdâyî Haz-retleri de I. Ahmed Han‘ı mânevîyat âleminde merhaleler kat ettirerek yüceltmiş ve böylece onun zâhirî meziyetleri yanında imparatorluk coğrafyasına engin bir adalet, merhamet ve hu-zur suretinde akseden büyük şahsiyetini ortaya çıkarmıştır. I. Ahmed Han; on dördüncü Osmanlı padişahıdır. On dört yaşında 1603 yılında Eyüb Sultan’da kılıç kuşanarak padişah olmuştur. Pa-dişahlığı on dört sene devam etmiştir. On dört şerefeli bir sanat harikası olan zarif Sultanahmet Camii ondan günümüze kalan en güzel hatıra ve mânevî bir armağandır. Daima ilim ve irfân sa-hipleri ile istişare ederdi. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne intisap etti. “Bahtî” mahlası ile yazdığı divanı, I. Ahmed Han’ın mânevî mertebe-sini göstermeye kâfidir. Kâbe’nin örtüleri, onun devrinde İstanbul‘da itina ile dokunup Mekke‘ye gönderilmeye başlanmıştır. Sultan Ahmed tahta çıktığında, Osmanlı Devleti, içte Celali İsyanları ile uğraşmakta, doğuda İran ve batıda Almanya ve müttefikleri ile savaş halinde bulunmaktaydı. Almanya fena şekilde hırpalandı ve sulh istedi. Zitvatorok Anlaşması imzalandı. 1611 senesinde Celâli İsyanları tamamen bastırıldı. Sıra üçüncü gaile olan İran’a geldi. Nihâyet İran ile de anlaş-ma yapıldı. 1605’te Estergon ve Uyvar fethedildi. Uyvar önünde kazanılan zafer, o derecede nis-betsiz iki kuvvet arasında idi ki, Avrupa’da uzun asırlar devam edecek olan “Türk gibi kuvvetli!” sözü, bu sebeple darb-ı mesel haline gelmiştir.
Türk Gibi Kuvvetli
Budapeşte’nin 80 km kuzey-batısında ve Viyana’nın 110 km doğusunda yer alan Uyvar Kalesi, 17. yüzyılda doğudan Orta Avrupa’ya açı-lan en önemli kapıydı. Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa sadarete gelişinin ikinci yılında ve ilk sefe-rinde bu kapıyı kırmak üzere harekete geçince, Avrupa’da heyecan fırtınaları esti. Çünkü yarım
asrı aşkın süreden beri, Osmanlı-Avusturya ka-pışması olmamıştı. Bu büyük sefer, Osmanlıları bir sonun başlangıcı noktasına da getirebilir, on-lara Viyana yolunu da açabilirdi. Avrupa’nın bu en müstahkem kalesi olan Uyvar, Türk askerinin olağanüstü gayret gösterdiği şiddetli muhasa-raya ancak 38 gün dayanabildi ve düştü. Olay, bütün Hristiyan ülkelerde geniş yankılar uyan-dıracak ve o güne kadar görülmemiş ölçüde neşriyat yapılmasına yol açacaktı. Ve herhangi bir işte örnek kararlılık, azim, cesaret, şecaat ve yiğitlik gösterildiğinde, “Uyvar önünde bir Türk gibi kuvvetli!” denilmesi, Avrupa’da atasözü ha-linde yerleşecekti.
Seferde bulunanlardan Fazıl Ahmed Paşa’nın mühürdarı Hasan Ağa “Cevahirü’t-Tevarih” ve Erzurumlu Osman Dede “Tarih-i Fazıl Ahmed Paşa” isimli eserlerinde Uyvar’ın fethini tafsila-tıyla anlatmaktadırlar.
Müjde gelip ehl-i İslâm şad oldu
Gazi vezir fetheyledi Uyvar’ı
Nemçe lain kafasından yâd oldu
Gazi vezir fetheyledi Uyvar’ı
Münadiler ağaz edip nidaya
Safa bahşeyledi say ü gedaya
Sad hezaran şükür olsun Huda’ya
Gazi vezir fetheyledi Uyvar’ı
Sultan Ahmed Han’ın böyle parlak zaferler-le dolu hayatı, 1617 senesinde nihâyete erdi. Bütün Osmanlı tarihinin en azametli mimarî şaheserlerinden biri olan ve kendi adıyla anılan cami-i şerifin yanındaki türbesine defnedildi.
TARİH Resul KESENCELİ
Mânevîyatın Tarihi Yönlendirmesi
“Herhangi bir işte örnek kararlılık, azim, cesaret, şecaat ve yiğitlik gösterildiğinde, ‘Uyvar önünde bir Türk gibi kuvvetli!’ denilmesi, Avrupa’da
atasözü halinde yerleşecekti.”
“Uyvar önünde kazanılan zafer, o derecede nisbetsiz iki kuvvet arasında idi ki, Avrupa’da uzun asırlar devam edecek olan ‘Türk gibi kuvvetli!’ sözü, bu sebeple darb-ı mesel haline gelmiştir.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba52 53
Sultan Ahmed Han’ın mânevî şahsiyetinin mimarı Aziz Mahmud Hüdâyî’dir. Ona olan bağ-lılığı sahip olduğu zâhirî saltanat imkânlarına rağmen büyük bir istiğna ile mânevîyat âleminin zirvesine erişmesine sebep olmuştur. Sultan Ahmed Han’ın tasavvufa intisabı şu rüya ile başlamıştır:
Sultanımızın Beklediği Cevap Burada Yazılıdır
Sultan Ahmed, bir gün rüyasında, Avustur-ya Kralı ile güreşe tutuştuğunu, sırtüstü yere düştüğünü ve sırtının toprağa yapıştığını gördü. Ürpererek uyandı. Çok heyecanlandı. Üzüldü. Rüyanın zâhirî görünüşü korkutucuydu.
Saraya rüya tabircileri davet edildi. Lakin rüyanın yapılan tabirleri, I. Sultan Ahmed’i tam olarak tatmin etmedi. Devlet erkânı, I. Ahmed Han’a, bu rüyayı bir kere de Üsküdar’da bulu-nan Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne tabir ettirmesini tavsiye ettiler. I. Ahmed Han, bir mektup yazarak rüyasını Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri‘ne arz etti. Haberci, mektubu alıp sü-ratle Üsküdar’a geçti. Aziz Mahmud Hüdâyî ‘nin kapısını çaldı. Büyük veli Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, elinde daha önce hazırlamış oldu-ğu bir zarf ile kapıya çıktı. Habercinin getirdiği mektubu alırken, ona bunu verdi ve:
“Sultanımızın beklediği cevap burada yazılı-dır!” dedi.
Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, der-hal Padişah’a götürdü ve gördüklerini anlattı.
Ahmed Han’ın gönderdiği mektup, daha açılıp
okunmadan cevabı verilmişti. Sultan Ahmed
Han, mektubu heyecanla okudu:
“Allahu Teâlâ, insan vücudunda sırtı, kâinatta
ise toprağı en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın
sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki
kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece,
Padişah’ımızın sırtının toprağa gelmesi ile bu
iki kuvvet birleşmiş demektir. Dolayısıyla, bu
rüyadan İslâm’ın temsilcisi olan Padişahımızın,
küffara karşı zafer kazanacağı anlaşılmaktadır.”
I. Ahmed Han, bu tabirden çok memnun oldu
ve:
“İşte gördüğüm rüyanın gerçek tabiri bu-
dur!” dedi.
Bu rüya, istikbâldeki Estergon Kalesi’nin fü-
tuhatını müjdelemiştir.
Sultan, derhal Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin
duasını alıp Avusturya üzerine yürüdü. Hudut
boylarındaki kuvvetlerle birleşen Osmanlı Or-
dusu, Avusturya‘ya üst üste darbeler indirme-
ye başladı ve onları sulha mecbur etti. Bilhassa
Estergon‘un ele geçirilmesi, Avusturyalıları pe-
rişan etmişti. Böylece on üç sene süren Osman-
lı-Avusturya harbi, Zitvatoruk’ta nihâyete erdi
ve yirmi yıl müddetle antlaşma imzalandı. Bu
antlaşmaya göre, Kanije, Estergon, Eğri Kaleleri
Osmanlılara geçmiş, Avusturya savaş tazminatı
ödemeye mecbur kalmıştır.
Sultan Ahmed Han, Aziz Mahmud Hüdâyî
Hazretleri’nin büyüklüğünü böylece keşfetmiş
oldu. Bu zaferden sonra ona bağlılığı bir kat
daha attı. Her devirde mürşitlerin teveccühle-
ri, ruhları devlet gailelerinden bunalan büyük
idarecilere daima bir ana kucağının şefkat ve
sıcaklığını bahşeder. Ki buna milletlerin kader-
lerinde rol sahibi olan cengâverler, her zaman
muhtaç olagelmiştir. Böyle bir tasarruftan mah-
rum olanların zaferleri, zahiren büyük olsa bile
mânevî yönü olmadığı için hakikatte bir zafer
olarak telakki etmek mümkün değildir.
Sultanahmet Camii’nin Mânevî Boyutu
Temele ilk harcı koyan Aziz Mahmud Hüdâyî olmuştur. Sultan I. Ahmed Han ise, o gün akşama kadar elinde kazma-kürek inşaatta çalışmıştır.
Bu mübarek caminin mânevî hususiyetlerine ait şöyle bir rivâyet de vardır:
I. Ahmed Han, genç yaşta vefat ettikten son-ra kızı Gevher Hatun, rüyasında babasını cen-nette çok ihtişamlı bir mekânda görmüş. Me-rakla sormuş:
“Baba, hangi amelinle bu güzel mertebeye vasıl oldun?”
Sultan Ahmed:
“Kızım, bu camiyi yaptırırken sırtımda taş taşıdım!. Bu makamı elde etmemin sebebi bu-dur!” demiş.
Rivâyet olunur ki, Sultanahmet Camii ve kül-
liyesi tamamlanınca, açılış merasimine başkan-
lık etmesi için Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri
davet edildi. O gün deniz, çok fırtınalı ve dal-
galıydı. Bu sebeple kayıkçılar, denize açılmaya
cesaret edemiyorlardı. Mahmud Hüdâyî Haz-
retleri, Üsküdar İskelesi’ne indi. Beş-altı mü-
ridiyle birlikte kendi kayığına binerek dalgalar
arasında Sarayburnu‘na doğru yol aldı. Allahu
Teâlâ’nın izni ile kayığın ön, arka ve yanlarından
deniz, bir kayık mesafesinde süt liman oluyor,
dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordu. Herkes,
korkudan denize çıkamazken, Mahmud Hüdâyî
Hazretleri kayığıyla selâmetle karşıya geçmiş-
tir. Günümüzde bu yol Hüdâyî Yolu olarak ad-
landırılmıştır. Sultanahmet Camii, muhteşem
bir merasimle açıldı. Cuma hutbesi, bu büyük
veliye okutturuldu.
“Sultan Ahmed Han’ın mânevî şahsiyetinin mimarı Aziz Mahmud Hüdâyî’dir. Ona olan bağlılığı sahip olduğu zâhirî saltanat imkânlarına rağmen büyük bir istiğna ile mânevîyat âleminin zirvesine erişmesine sebep olmuştur.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba54 55
Peygamberimiz, inanan büyük, küçük her-kes için güzel bir örnektir. Rabb’imiz şöyle buyurmaktadır: “And olsun ki, Rasûlullah,
sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”1 Mademki Allah Rasûlü bizim için ör-nek onun baba, büyükbaba veya bir büyük ola-rak çocuklarla iletişimi nasıldı? Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Rasûlü, büyükleri oldu-ğu gibi küçükleri de eğitmek için bütün fırsatları kullanırdı. O, anne babaların çocuklarının eğitimi konusunda dikkatli olmalarını ısrarla istemiştir: “Çocuklarınıza güzel davranıp iyilik ve ikramda bulununuz. Onları en güzel şekilde terbiye ediniz.”2 Başka bir rivâyette de kişinin çocuğunu eğitmesi sadaka vermesinden daha hayırlı olduğunu bil-dirmektedir: “Bir kimsenin çocuğunu terbiye et-mesi, sadaka vermesinden daha hayırlıdır.”3
Allah Rasûlü çocukların eğitimine önem ve-rir ve adeta onları eğitmek için en küçük fır-satları dahi kollardı. Bu fırsatlardan birinde Enes b. Mâlik’e şöyle tavsiyede bulunmaktadır: “Yavrucuğum, hiçbir kimseye karşı kalbinde bir hile ve kin beslemek olmaksızın sabahlamaya ve akşamlamaya gücün yeterse bunu mutlaka yap! Yavrucuğum, işte benim sünnetim budur kim be-nim sünnetimi yaşatırsa beni sevmiş olur kim de beni severse Cennet’te benimle birlikte olur.”4 Sa-habeden Ömer b. Ebû Seleme’nin bildirdiğine göre kendisini Allah Rasûlü yemeğe çağırmış ve şöyle demiştir: “Ya Ömer! Oğulcağız! Buyur otur. Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye.”5
Çocukların Seviyelerine Göre Konuşur ve Onlara Sevgisini Gösterirdi
Eğitimde muhatabın akıl ve bilgi seviyesini dikkate almak önemlidir. Çocuklarla konuşur-ken onların anlayabileceği kelime ve cümle-ler seçilmesi muhatabın anlaması bakımından önemlidir. Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur. “Biz (peygamberler), insanların aklî seviyelerine göre konuşmakla emredildik.”6
Allah’ın Elçisi bazen çocukların yanakları-nı okşayarak onlara olan sevgisini gösterirdi.
Onun bir dokunuşu, çocuklar için iftihar vesilesi olup unutulmayacak bir kıymete sahipti. Hatta sonraki yıllarda, bu türden hatıralarını başkala-rıyla paylaşırlardı. Abdullah b. Sa’lebe ve Cabir b. Semüre bu şanslı çocuklardandı. Cabir ba-şından geçen o mutlu hatırayı şöyle anlatmıştı: “Rasûlullah ile birlikte ilk namazı (öğle namazı-nı) kıldım. Sonra o, ailesinin yanına gitmek üze-re çıktı, onunla birlikte ben de çıktım. Yolda onu çocuklar karşıladılar. Onların her birinin yanak-larını teker teker okşamaya başladı. Benim de yanağımı okşadı. Elinde öyle bir serinlik ve hoş bir koku hissettim ki sanki elini attarın (koku sa-tanın) sepetinden çıkarmıştı.”7
Allah Rasûlü çocukların gösterişli elbise-ler giymesinden hoşlanırdı. Halid b. Said kızı Ümmü Halid şöyle bir olay anlatmaktadır: “Ben Habeş toprağından küçük bir kız çocuğu iken geldim. Allah Rasûlü bana yünden siyah bir el-bise giydirdi. Bu elbisenin üzerinde süslemeler vardı. Allah Rasûlü eliyle o süslemelere dokun-maya ve “Senah, senah” demeye başladı. Senah Habeşçede güzel demekti.”8 Başka bir rivâyette de aynı kız babasıyla birlikte üzerinde sarı, yeni bir elbise olduğu halde Allah Rasûlü’nün yanına gelince ona şöyle diyerek onu onurlandırmış ve sevincine ortak olmuştur: “Güzel güzel, gömleği-ni güle güle giy.”9
Çocuklarla Şakalaşırdı
Allah Rasûlü, çocuklarla çocuklaşır ve onların seviyelerine uygun oyunlar oynar ve şakalaşırdı. Muhammed b. Rebî’, Efendimiz’le bir hatırasını şöyle anlatmaktadır: “Beş yaşımda iken Pey-gamber (s.a.v.)’in bir kere bir kovadan (ağzına su alıp) yüzüme püskürttüğünü hatırlıyorum.”10
DİN ve TOPLUM Mustafa KARABACAK*
“Allah’ın Elçisi bazen çocukların yanaklarını okşayarak onlara olan sevgisini gösterirdi. Onun bir dokunuşu, çocuklar için iftihar vesilesi olup unutulmayacak bir kıymete sahipti.”
Hz. Peygamber(s.a.v.)
ve Çocuklar“Allah Rasûlü çocukların gösterişli elbiseler giymesinden hoşlanırdı. Allah Rasûlü, çocuklarla çocuklaşır ve onların seviyelerine uygun oyunlar oynar ve şakalaşırdı.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba56 57
Dipnot
*Dr. Mustafa KARABACAK1. 33/Ahzâb, 21.2. İbn Mace, Edeb, 3.3. Tirmizi, Bir ve Sıla, 33.4. Tirmizî, İlim, 16.5. Buhârî, Et’ıme, 3; Müslim, Eşribe, 107-109.6. Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, Müeessesetü’r-Risâle,
1401/1981, X, 242, hadis no: 29282.7. Müslim, Fedâil, 80.8. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 36.9. Buhâri, Cihâd, 188, Edeb, 17.10. Buhârî, İlim, 18, Ezân, 154, Teheccüd, 36, Rikâk, 6; Müslim,
Mesâcid, 265.11. Buhârî, Edeb, 81, 112; Müslim, Edeb, 30.12. Ebû Dâvûd, Cihad, 85.13. Ebû Dâvûd, Edeb, 1.14. İbn Hacer, el-İsâbe, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut, 1415,
II, 68.15. Buhârî, Salât, 20, Ezân, 171; Müslim, Mesâcid, 266.16. Buhârî, Edeb, 61.17. 26/Şuarâ, 77-82.18. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1.19. Buhârî, Cenâiz, 80.
parlarken de onları cesaretlendirici destek de verirdi. Fakat bir gün iki gözbebeği torunları gü-reş yaparlarken yaşça küçük olan Hüseyin’i des-teklemesi gerekirken abisi Hasan’ı destekliyor ve “Haydi Hasan! Seni göreyim Hasan! Ha gay-ret Hasan!” diyordu. Bu olağandışı durumu fark eden torunlarının annesi kızı Hz. Fatıma bunun sebebini yani niye Hüseyin’i desteklemediğini sorunca Efendimiz şöyle cevap vermektedir: “Cebrail de Hüseyin’i destekliyor!” buyurur.14
Çocuklarla Namaz Kılardı ve Onlara Karşı Alçakgönüllüydü
Allah Rasûlü, kim davet ederse etsin zengin fakir ayrımı yapmadan şâyet müsaitse davete icabet ederdi. Enes b. Mâlik’in rivâyet ettiğine göre Enes’in anneannesi Müleyke, kendi yaptığı bir yemeğe Rasûlullah’ı davet etti. Allah Rasûlü de hazırlanan yemekten yedi ve sonra ev halkı-na “Haydi kalkın da size namaz kıldırayım!” dedi. Enes’in ifadesine göre “Bunun üzerine ben, kalkarak çok kullanılmaktan kararmış bir hası-rımızı getirmeğe gittim ve onun üzerine biraz su serptim. Daha sonra Rasûlullah onun üzerine namaza durdu. Yetim ile ben de arkasına safa durduk. Anneannem de arkamıza durdu. (Böyle-ce) Rasûlullah bize iki rekât namaz kıldırdı. Son-ra izin isteyip evine gitti.”15 Yine Enes b. Malik’in bildirdiğine göre Medine’de köle bir kız çocuğu vardı. Bu kız çocuğu Allah Rasûlü’nün elinden tutardı da kendi istediği yere götürür o da itiraz etmeden onun istediği yere giderdi.16
Çocuklar Hastalandıklarında Evlerinde Ziyaret Ederdi
Nasıl sağlık insanlar içinse hastalık da öyledir. Sağlığı da hastalığı da ve hastalığın tedavisini veren de Allahu Teâlâ’dır. İnsan olarak hastalan-dığımız zaman tedavi sebeplerini ararız fakat gerçek şifa veren Allah’tır. İbrahim (a.s.) Allahu Teâlâ’nın bu özelliğinden şöyle bahsetmektedir: “Ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren, içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Benim canımı alacak, sonra beni
diriltecek O’dur. Ve hesap günü hatalarımı bağış-layacağını umduğum O’dur.”17
Hz. Peygamber (s.a.v.), hastaların ziyaret edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Hatta erkek-leri ziyaret ettiği gibi kadınları da ziyaret etmiş-tir. Sahabi hanımlardan Ümmü’l-Alâ hastalan-dığı zaman kendisini Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ziyaret ettiğini ve şöyle dediğini bildirmektedir: “Ey Ümmü’l-Alâ, sana müjdeler olsun çünkü ate-şin altın ve gümüşün paslarını giderdiği gibi bir Müslümanın hastalığı da onun günahlarını gide-rir.”18
Hz. Peygamber (s.a.v.) sadece büyükleri de-ğil; çocukları da hastalandığında ziyaret ederdi. Enes b. Mâlik’in bildirdiğine göre zaman zaman Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hizmet eden bir Yahudi çocuğu vardı. Bir ara bu çocuk hastalandı. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona hasta ziyaretine geldi ve başının yanında oturdu. Ve çocuğa hitaben “İslâm’a gir.” buyurdu. Çocuk yanında bulunan babasının yüzüne baktı. Babası “Ebû’I-Kasım’a itaat et (yani O’nun emrini kabul et).” dedi. Bu-nun üzerine o çocuk hemen (şehadet kelime-lerini söyleyip) Müslüman oldu. Müteakiben Peygamber (s.a.v.) hastanın yanından çıkarken: “Bu çocuğu cehennem ateşinden kurtaran Allah’a hamdolsun.” diyordu.19
Efendimiz’in arkadaşlarından olan Enes b. Mâlik’in Ebû Umeyr adında küçük bir kardeşi vardı. Ebû Umeyr’in sevdiği, oynadığı küçük de bir kuşu vardı. Kuş bir gün ölünce Ebû Umeyr’i üzgün gören Efendimiz Ebû Umeyr’e takılarak “Ey Ebû Umeyr, küçük kuş ne yaptı?” diye onu teselli etti.11
Çocukların Hatalarını Hoşgörü İle Karşılardı
Rasûlullah, çocuklar yaramazlık yahut hata yaptığında onları azarlamaz, kınamaz, dövmez; uyarır, hatalarını düzeltmek üzere onlara yol gös-terirdi. Rafi’ b. Amr, çocukken bir gün Ensar’dan birinin hurmalarını taşlarken yakalanmış ve Al-lah Rasûlü’nün huzuruna getirilmişti. Rasûlullah onu derhal cezalandırmak yerine önce, “Çocu-ğum, hurmaları neden taşlıyorsun?” diye sormuş, o da “Yemek için.” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Peygamberimiz “Hurmaları taşlama da altına düşenlerden ye.” buyurarak ona doğruyu öğretmiş, başını okşamış ve “Allah’ım, onun kar-nını doyur.” diyerek dua etmişti.12
Enes b. Malik şöyle bir olay anlatmaktadır: Rasûlullah ahlâk yönünden insanların en gü-
zel huylusu idi. (Ben çocukluğumda kendisine hizmet ettiğim sıralarda) bir gün beni bir ih-tiyaç göndermişti. Ben de (o günkü çocuklu-ğun verdiği bir sorumsuzlukla) “Vallahi ben (bu işe) gitmem.” dedim. Oysa içimde Allah’ın Peygamberi’nin emrettiği işe gitmek vardı. Der-ken çıktım (bu iş için yola koyuldum). Sokakta oynaşan çocuklara tesadüf ettim (onlarla bir-likte oyuna dalıp işimi unuttum. Bir süre sonra) bir de baktım ki; Rasûlullah arkamdan başımı tutmuş gülümseyip duruyor. (Bana), “Ey Enesçik, sen dediğim yere gittin mi?” dedi. (Ben de) “Evet ya Rasûlallah (şimdi) gidiyorum.” dedim. Hz. Enes (rivâyetine devam ederek) dedi ki: “Allah’a yemin olsun, ben kendisine yedi ya da dokuz yıl hizmet ettim. Yaptığım bir işten dolayı ‘Niye böyle yaptın?’; yapmadığım bir işten dolayı da ‘Niye böyle yapmadın?’ dediğini bilmiyorum.”13
Çocukların Oyun Oynamasını İsterdi
Allah Rasûlü, kardeşlerin kendi aralarında oyun oynamalarını önemser ve bunu özen-dirirdi. Bu durum, çocukların sosyalleşmele-ri bakımından önemliydi. Torunları Hasan ve Hüseyin’in güreş yapmalarını ister, güreş ya-
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba58 59
Anadolu’da yaşayan evliyanın ve âlimlerin büyüklerinden İbrahim Hakkı, 18 Mayıs 1703 senesinde Erzurum’un Hasankale
ilçesinde doğdu. Babası Osman Efendi de veli bir zattı.
Annesi Hasankale’nin ileri gelenlerinden Dede Mahmut’un kızı Şerife Hanife Hanım’dır. İbrahim Hakkı’nın hak âşığı, ilim ve hayâ ma-deni olarak tanıttığı babası bazı maddî ve ruhî problemler sebebiyle sıkıntılı bir dönem yaşa-mış. İbrahim Hakkı’nın doğumuyla bir ferahlık hissetmekle birlikte sıkıntısı devam etmişti.
Erzurum’a yerleşen Osman Efendi burada yörenin ileri gelen ilim ve tasavvuf erbabıyla tanışmış ve 1170’de yolculuğa çıkmış, Siirt’e yaklaşık 7 km uzaklıkta bulunan Tillo’ya (bugün-kü Aydınlı) uğramış, yörenin tanınmış mürşitle-rinden İsmail Fakirullah’a intisab ederek buraya yerleşmiş, böylece yıllardır aradığı huzura bu-rada kavuşmuştur.
İbrahim Hakkı, yedi yaşına geldiğinde annesi Şerife Hanife Hatun’u kaybetti. Babası Osman Efendi, İbrahim’i amcasına emanet etti ve ta-savvufta kendisini yetiştirecek bir rehber, âlim aramak için sefere çıktı. Kısa sürede Siirt’in Tillo kasabasında İsmail Fakirullah’ın büyüklüğünü, Yüce Yaradan’ın katında yüksekliğini anladı. On-dan ilim öğrenmek veya hizmet etmek için ge-celi-gündüzlü çalıştı. Dokuz yaşına basan öksüz İbrahim Hakkı, babasının hasretiyle yanıyordu. Amcası Molla Ali Efendi, İbrahim Hakkı’yı alarak Tillo’ya babasının yanına götürdü.
İbrahim Hakkı Tillo’da babasına kavuşma-sını şöyle anlatır: “Ben dokuz yaşında idim. Ali amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo’ya girdik. Dergâha vardığımızda babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta İsmail Fakirullah’ı görünce mübarek yüzü, bana pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı. Aklım, onun güzelliğiyle, duruşundaki heybete ve olgunluğa hayran kal-dı. Gönlümü, ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat ile ilim öğretip, lutf ile terbiye etmeye başladı.”
İbrahim Hakkı ilk tahsilini babasında yaptı. Tefsir, hadis, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Ba-basının arkadaşı Molla Muhammed Sıhranî’den astronomi, matematik gibi zamanın fen bilgile-rini öğrendi. Hatta kalbine şifa bulmak için de İsmail Fakirullah’ın mânevî terbiyesine girdi.
İbrahim Hakkı, babasının vefatından sonra hocasının emriyle Erzurum’a gitti. Amcalarının da teşvikiyle sekiz sene ilim tahsil etti. Erzurum Müftüsü Hazık Muhammed’den okudu. Yirmi beş yaşında tahsilini tamamlayıp muhabbet ateşiy-le yandığı hocası İsmâil Fakirullah’ın yanına gel-di. Burada hocasının 1734 senesinde vefatına kadar hizmetiyle şereflendi. Sonra Erzurum’a döndü. Küçük yaşta ayrıldığı Hasankale’ye gelip yerleşti.
İbrahim Hakkı, Hasankale’de evlendi, sonra İstanbul’a gitti. Şeyhi Fakirullah’ın Sultan Birin-ci Mahmut yanında saygınlığından faydalanarak padişahla görüşüp ilgi ve takdirini kazandı. Saray kütüphanesinde çalışmasına izin verildi. Özellikle yeni Astronomiye ilgisinin bu kütüphanedeki ça-lışmalarıyla başladığı söylenebilir. İbrahim Hak-kı İstanbul’da iken kendisine müderrislik pâyesi verildi ve ders okutması şartıyla Erzurum’daki Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zaviyedar-lığı (tekke şeyhliği) tevcih edildi. Erzurum’a dön-dükten sonra Halip Efendi Camii’ndeki imamlık görevini sürdüren İbrahim Hakkı, bir müddet sonra aynı zamanda iyi bir musikişinas olan oğlu İsmâil Fehim’in tahsilini tamamlaması üzerine bu görevi ona bırakarak ilmî faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek için günlerinin çoğunu Hasankale’de geçirmeye başladı.
“Bizzat İbrahim Hakkı tarafından yaptırılan, plânı da kendisine ait olan bu kubbeli türbe yaklaşık 40 metrekare olup sekizgen bir kaide üzerine oturtulmuştur.”
KÜLTÜR Muammer YILMAZ
“İbrahim Hakkı ilk tahsilini babasında yaptı. Tefsir, hadis, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Babasının arkadaşı Molla Muhammed Sıhranî’den
astronomi, matematik gibi zamanın fen bilgilerini öğrendi. Hatta kalbine şifa bulmak için de İsmail Fakirullah’ın mânevî terbiyesine girdi.”
İbrahim Hakkı Erzurumî
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba60 61
İbrahim Hakkı 1755 senesinde resmi bir hiz-
met için İstanbul’a çağrılan Erzurum gümrük-
çüsü Mehmet Sun’ullah ile birlikte ikinci defa
İstanbul’a gitti. O, ilkinden daha uzun sürdüğü
anlaşılan bu ikinci ziyaret sırasında kütüphane-
lerde çalıştı. Nitekim Marifetnâme’yi İstanbul
dönüşünden kısa bir süre sonra tamamlaması
onun bu eserle ilgili olarak İstanbul’da yoğun bir
hazırlık çalışması yaptığı kanaatini vermektedir.
İbrahim Hakkı, Hasankale’ye dönünce bir yan-
dan Marifetnâme’nin telifiyle meşgul olurken
bir yandan da öğrenci yetiştirmeye başladı. Ab-
durrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zaviyedârlığı
Sultan Üçüncü Mustafa tarafından 1760 yılın-
da yenilendi. Bu arada önemli eserlerinden
İrfâniyye’yi tamamladı.
İbrahim Hakkı 1763 senesinde hatıralara
bağlılığı ve vefa duygusunun çokluğundan, ho-
casının memleketi olan Tillo’ya üçüncü defa ge-
lişinde büyük bir ilgiyle karşılandı. Muhtemelen Tillo’ya yerleşmesini sağlamak üzere onu hoca-sının torunu Fâtıma Hatun’la evlendirdiler. Bu sı-rada İnsaniyye adlı eserinin telifini tamamlayan İbrahim Hakkı 1746 senesinde hocasının oğlu Mustafa Fâni ile birlikte hacca gitti ve dönüşte yine Tillo’da kaldı, burada öğrenci okutmaya ve eser yazmaya devam etti. Bu arada Mecmûatü’l-Meâni’yi bitirdi. İbrahim Hakkı, zaman zaman Tillo’da, “Cebel-i Ra’sil Kuvâ” ismindeki tepeye çıkardı. Öğrencilerine de; “Bu tepe, yakında bü-yük bir nama kavuşacaktır.” derdi. Bu tepeye bir musalla taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otu-rurdu. Ölümü, ahreti ve hesabı düşünürdü.
1768’de Erzurum müftüsü Şeyh Mustafa Efendi ile beraber üçüncü defa çıktığı hac yol-culuğu sırasında amcasının oğlu Yusuf Nesim’e Şam’dan yazdığı mektupta eserlerinin oralarda bile arandığını ve ilgiyle okunduğunu bildiriyor, kendisinden bazı kitaplarını temin edip gönder-mesini rica ediyordu. Yolculuğunun ardından Erzurum’a döndü. Yaklaşık üç yıl sonra oğlu İsmail Fehim ile birlikte tekrar Tillo’ya giderek buraya yerleşti.
İbrahim Hakkı 1775’te altı ay kadar süren ağır bir hastalığa yakalandı. Hasankale’deki öğrencilerinden Derviş Halil kendisini ziyarete gelmiş, ancak İbrahim Hakkı onun ölçüsüz dav-ranışlarından rahatsız olmuştu. Bir süre Tillo’da kalan Halil, hocasının yeni yazdığı bazı eserleri de okumuştu. Daha sonra Erzurum’a dönün-ce hocasının bir sır kitabını okuduğu yolunda sözler sarf ederek güya onun itibarını arttır-mak istemiş, ancak bu açıklama herkeste bir merak uyandırmıştı. Muhtemelen bu haberin, kendisi hakkında olumsuz fikirlerin çıkması-na yol açacağından kaygılanan İbrahim Hakkı Sünnî akideye bağlılığını ispat etmek amacıyla âyet ve hadislerden başka şeylerle meşgul ol-mayı bıraktığı mesajını veren Urvetü’l-İslâm ve Hey’etü’l-İslâm adlı iki eser yazarak değişik ki-şilere gönderme gereğini duydu. Bunun yanın-da Erzurum’daki Yusuf Nesim’e de bir mektup göndererek “Avnikli Kezzâb” diye andığı Halil’in
anlattıklarına inanmamalarını ve onun söyle-diklerinin iftira olduğunu bildirdi.
Bu arada şeyhinin kızı olan son eşinin genç yaşta ölümü İbrahim Hakkı’yı derin etkiledi. Kısa bir süre sonra şeyhinin büyük oğlu Ham-za Ganiyullah’ın ölümü üzerine yalnızlığı daha da artan İbrahim Hakkı 22 Haziran 1780 tari-hinde vefat etti. Ölümünden iki yıl önce yazdı-ğı vasiyetnamesinde şeyhinin kubbesi altına defnedilmesini, oraya şeyhin evlâtlarının gö-mülmesi gerektiğinin belirtilmesine rağmen bu bir fedakârlık olarak telakki eden İsmail Fakirullah’ın oğlu Mustafa Fanî’nin isteği üze-rine şeyhinin türbesine defnedildi. Ölümü için de; “Hudâyı (Rabb’ini) bilmeye ancak cihane geldi sultanım” mısraı tarih olarak düşürüldü. Bizzat İbrahim Hakkı tarafından yaptırılan, plânı da kendisine ait olan bu kubbeli türbe yaklaşık 40
metrekare olup sekizgen bir kaide üzerine otur-
tulmuştur. Günümüzde bir ziyaret mahalli olan
türbede her yıl 18 Mayıs-22 Haziran tarihleri
arasında çeşitli faaliyetler yapılmaktadır.
Hayatını ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap
yazmakla geçiren İbrahim Hakkı’nın çoğu Türkçe
olan eserlerinin sayısı hakkında değişik rakam-
lar verilmiştir. Bağdatlı İsmail Paşa 32 eser adı
sıralamış, Bursalı Mehmet Tahir bu sayıyı 39’a
çıkarmıştır. Eserlerinin bir kısmını manzum ola-
rak kaleme alan İbrahim Hakkı genellikle Hakkı,
bazen da Fakirî mahlasını kullanmış. Türkçeden
başka Arap ve Fars dillerinde de manzumeler
yazmış, kaside, gazel, rubâi ve kıt’alarında ilmî,
dinî, tasavvufî fikirlerini ustalıkla dile getirmiş-
tir. Divanındaki şiirler tamamen tasavvuf neşve-
siyle yazılmıştır.
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba62 63
Osmanlı şiir tarihinden hem şairliği hem
de çok trajik hayat hikâyesiyle tanınan
Sultan II. Osman, 1603’te İstanbul’da
doğdu. Sultan 1. Ahmet’in oğludur. Annesi ise
Mahfiruz Sultan’dır. Onu trajik bir sona sürük-
leyen olaylar, çok genç yaşta, henüz on dört ya-
şında iken tahta çıkmasıyla başladı. Hükümdar-
lığı 4 yıl 2 ay 21 gün sürdü.
II. Osman’ın bu kadar kısa süren saltanat yıl-
larında pek çok hadise yaşandı. Neredeyse hepsi
de olumsuz neticelendi. Zira devir değişmiş, bu
değişiklikten Yeniçeri Ocağı da nasibini almış,
gerek Yeniçerilerde gerekse sipahilerde düzen
bozulmuştu. Bu sebeple çıktığı ilk sefer olan Le-
histan Seferi başarısızlıkla sonuçlandı. Bunu kar-
deşi Şehzade Mehmet’i idam ettirmesi, özellikle
İstanbul’da mevsim şartlarının olumsuz geçme-
siyle başlayan ekonomik sıkıntılar takip etti.
II. Osman bu vahim gidişatı düzeltmek adına
ilk iş olarak orduda bir reform yapmak istedi.
Kapıkulu Ocaklarını ortadan kaldırıp yerine yeni
bir ordu kurmayı düşündü. Bu teşebbüsün ha-
ber alınması ise onun hayatının sonunu hazır-
ladı. Zira Kapıkulu askerleri ayaklandılar ve onu
tahttan indirerek Yedikule Zindanları’nda haya-
tına kastettiler. Bu esnada ise henüz on sekiz
yaşındaydı.
Genç Osman olarak da anılan II. Osman’ın
bu trajik sonu biraz da kendisinin şahsiyet za-
aflarıyla ilgiliydi. Gösterişi sevmemesi, devlet
harcamalarındaki tutumluluğu gibi müspet
özellikleri vardı, ama insan ilişkileri ve yönetim
bağlamında problemli idi. Etrafına güvenli bir
ekip kuramadı. Tabi bütün bunlarda en önem-
li sebeplerden biri de gençliği ve tecrübesizliği
idi. İşte bütün bunlar onun feci sonunu hazırla-
dı. 1622’de şehit edildi.
Şairliği ve Şiirleri
Genç Osman da ataları gibi şairdi. İyi bir eği-
tim görmüştü. Bu yüzden zengin bir edebî bi-
rikime sahip oldu. Şiirlerini “Fâris” ve “Fârisî”
mahlaslarıyla yazdı. Yapılan bir araştırmada II.
Osman’ın bu mahlası seçmesinde at sevgisinin
etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Zira “Fâris” ve bu
kelimenin ism-i mensûbu olan “Fârisî” mahlası
“at binicisi” anlamına gelmektedir.
Bunlara bakıldığında hemen hepsinin sade
bir dille yazılmış şiirler olduğu anlaşılmaktadır.
Bu yüzden çoğu aruz ölçüsüyle yazılmış olmakla
EDEBİYAT Mustafa ÖZÇELİK
Trajik Bir Hayatın Kahramanı:
Sultan II. Osman ve Şairliği“Genç Osman da ataları gibi şairdi. İyi bir eğitim görmüştü. Bu yüzden zengin bir edebî birikime sahip oldu. Şiirlerini ‘Fâris’ ve ‘Fârisî’ mahlaslarıyla yazdı. Yapılan bir araştırmada II. Osman’ın bu mahlası seçmesinde at sevgisinin etkisi olduğu anlaşılmaktadır.”
“Niyyetüm hizmet idi saltanat u devletüme Çalışur hâsid-i bed-hâh benüm nikbetüme”
Fârisî (Genç Osman)
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba64 65
birlikte hece ölçüsü ile yazılanlar da bulunmak-
tadır. Bunların çoğu gazel şeklindedir. Ayrıca
kıt’alar, müseddesler, rubailer ve müfredler de
da yer almaktadır. Hakkında yapılan bir çalış-
mada II. Osman’a ait 28 gazel, 63 nazım, 16
müfred, 2 kıt’a, 1 rubâî ve 1 müseddes olmak
üzere toplam 111 şiir tespit edilmiştir. Ali Emirî
nüshasında ise 118 şiir bulunmaktadır. Dolayı-
sıyla bu şiirlerle bir Divan denilemese bile bir
Divançe ortaya konulmuştur.
Genç Osman’ın şiirleri genellikle kısadır. En
uzun şiiri, beş bendden oluşan müseddesi olup;
gazelleri genellikle beş beyitlidir. Diğer şiirleri
ise dört mısralık tek bendden oluşan nazım, kıt’a,
rubâî ve ikişer mısralık birer beyitten oluşan müf-
redleridir. Bunlar çok genç bir şairin şiirleri ol-
makla birlikte yine de mükemmellik vasfı taşıyan
şiirlerdir. Bu divançenin üç yazma nüshası bulun-
maktadır. Bunlar Topkapı Sarayı Müzesi’nde, Sü-
leymaniye ve Millet Kütüphanelerindedir.
Bir Na’tı
II. Osman’ın en büyük arzularından birisi
hacca gitmekti. Fakat Yeniçeriler buna imkân
vermedi. Hatta onun bu niyeti bir siyasi krize
bile sebep oldu. Zira Osman’ın hacca gitmek
istemesinin bir sebebi de Anadolu, Suriye, Mı-
sır ve Türkmenlerden yeni bir ordu kurarak Ye-
niçeri ve Sipahi Ocaklarını kaldırmak ve ilmiye
sınıfının yönetimdeki nüfuzunu kırmaktı. Muh-
temeldir ki şu na’tı gerçekleştiremediği bu hac
niyetinin bir neticesi olarak kaleme alınmış ol-
malıdır. Bu şiir, şu mısralardan oluşmaktadır:
Eflaki kıldı pür-ziya Mâh-ı Rasûl-i Kibriyâ
Okunsa yir yir yiridür Na’t-ı Rasûl-i müctebâ
Dillerde kalmasa elem olsa gönülden gam cüdâ
Âsîlere mesned olur ol şâh-ı dîn rûz-ı cezâ
Ana salât u hem selâm kıldı bize bunca asâ
Mâh-ı rebí’a irmişüz sağ u selâmet Fârisâ
Buna göre “Rabiulevvel ayı, Hz. Muhammed’in
ayıdır. Felekler bu ayda nurla dolmuştur. Hz.
Muhammed, dinin sultanı, ceza gününde
günahkârların yegâne umudu ve dayanağıdır. Bu
aya sağ salim ulaşmanın gereği olarak yer yer
na’t-ı Rasûl-i Kibriyâ okunmalı; Hz Muhammed’e
gönülden salât ve selâm getirilmelidir.”
Bir Gazeli
II. Osman’ın Divançesinde yer alan gazelle-
rin en güzellerinden biri eşi Sultan Akile (Ruk-
kiye) Sultan’a yazmış olduğu gazeldir. Bu şiir
onun aslında ne kadar duygulu bir padişah ol-
duğunu da göstermektedir: “Gördüğüm gibi seni
oldu gönül avare/Nice arz eyleyeyim aşkumı sen
hünkâre/Yoluma doğrı giderken nideyin ol fet-
tan/Sinleme urdu anun kirpiği mühlik yâre/Yüzi
gül gönce dehen kameti bir taze nihâl/Nice kul
olmayayın ol şehe ben biçâre/Görmedüm ancıla-
yın dilber-i nazükteni ben/Canum bezi ideyin ol
kaşı râ dildâre/Farisî değme güzel sevmez iken
neyleyeyim/Aşıkı itdi beni devr-i kühen ol yâre”
mısralarından oluşan bu gazelde şair sevdiğine
şöyle seslenmektedir: ‘Seni görür görmez gönlüm
avare oldu/Sen hünkârıma aşkımı nasıl arzede-
yim?/Ben doğru yoluma giderken nideyim ki o
fettan/Kirpiği ile sineme tehlikeli bir yara açtı/
Bu gül yüzlü, gonca ağızlı, taze fidan boyluya/Bu
sultana, ben biçare nasıl kul olmayayım?/Onun
gibi nazik tenli bir dilberi görmedim/O kaşları (R)
harfine benzeyen ve gönüle hükmeden sevgiliye
canımı feda etsem yeridir/Farisî, yanağından bir
öpücük alabilecek mi ey sevgili/Rab’dan dilerim
ki bu heves bir efsane olmasın.”
İdamıyla İlgili Şiirler
II. Osman’ın öldürülmesi, herkesi çok etkile-
di. Bu sebeple ölümü pek çok mersiyenin konu-
su oldu. Bunlardan en bilineni tarihçi Tûğî Solak
Hüseyin Çelebi’nin “Şâh-ı cihâna kıydılar” redifli
şiiridir. Bu hadiseden duyulan acıyı dile getiren
şiir şöyledir:
Bir Şâh-ı Âlîşân iken Şâh-ı cihâna kıydılar
Geyretlü genç aslan iken Şâh-ı cihâna kıydılar
Gâzî bahâdır hân idi Âlî nesep sultân idi
Nâmiyle Osman Hân idi Şâh-ı cihâna kıydılar
Niyet edüp hac itmege komadı kullar gitmege
Kulluk gerek işitmege Şâh-ı cihâna kıydılar
Hükm itmege kâdir iken Hak emrine nâzır iken
Hac itmege hâzır iken Şâh-ı cihâna kıydılar
Eşrât-ı sâ’atdır bu dem rûz-ı kıyâmetdir bu dem
Kula nedâmetdir bu dem Şâh-ı cihâna kıydılar
Tûğî ciğerler doldu hûn derdim bir iken oldu on
Kan ağladı ehl-i fünûn Şâh-ı cihâna kıydılar
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba66 67
Mehmet SOYSALDI*
Günümüzde bazı İslâmî kavramlar anlam kaymasına maruz kalmıştır. Bu kavram-lardan biri de tevekküldür. Bu kavramların
doğru anlaşılması İslâm mesajının doğru anlaşıl-masına vesile olacaktır.
Tevekkül kelimesi Arapça “vkl” kökünden tefa’ul babında “birinin işini üstüne alma, birine güvence verme; birine işini havâle etme, ona gü-venme” anlamlarına gelen bir mastardır.1
Terim olarak tevekkül ise, “bir kimsenin ken-dini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece O’na güvenmesi” anla-mında kullanılmaktadır.2
Allah’a dayanan, güvenen kimseye “müte-vekkil”, kendisine güvenilene de “vekil” denilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de “mütevekkil” kelime-si mü’minlerin vasfı olarak, “vekil” kelimesi de Allah’ın vasfı olarak zikredilmektedir.
İnanan insanların Allah’a sığınması istenmek-te, Allah’a sığınan insanlara şeytanın aslâ zarar veremeyeceği belirtilmektedir.3 Bazı peygamber-ler inançlarındaki kararlılık ve Allah’a tevekkülleri ile insanlara örnek olarak gösterilmektedir.4
Mü’minler Allah’a tevekkül etmeye davet edil-mektedir.5 Allah, kendisine tevekkül eden kulları-nı sevdiğini6 ve tevekkül eden kul için kendisinin kâfî olduğunu belirtmektedir.7
Hz. Peygamber Efendimiz de tevekküle önem vermiş ve kendisi daima Allah’a tevekkül ettiği gibi, mü’minleri de Allah’a tevekkül etmeye davet etmiştir.
Nitekim bir hadîs-i şeriflerinde, “Eğer siz gere-ği gibi Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız tıpkı sabah-leyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam) doymuş olarak yuvasına dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de rızıklandırılırdınız.”8 buyurmaktadır.
Maalesef İslâm dininde tevekkül de kader gibi yanlış anlaşılan hususlardan biridir. Tevekkül, hiç bir zaman, çalışmayı ve sebebe sarılmayı terk edip, “Allah’ın dediği olur.” diyerek kenara çekil-mek değildir.9
Bilakis gerçek tevekkül; maddî ve mânevî se-beplerin hepsine başvurduktan ve alınması gere-ken bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah’a güve-nip dayanmak ve sonucu ona bırakmak demektir.
Allahu Teâlâ bu dünyada her şeyi bir sebebe bağlı kılmıştır. Dolayısıyla insan, o sebebe sarıl-malı, üzerine düşen görevi yerine getirmeli, daha sonra Allah’a tevekkül etmelidir. Nitekim Enes b. Mâlik’in rivâyet ettiğine göre bir bedevî, “Ey Allah’ın Rasûlü! Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevek-kül edeyim?” diye sorduğunda Rasûlullah (s.a.v.); “Önce onu bağla, sonra Allah’a tevekkül et.”10 bu-yurmuştur.
Şunu aslâ unutmamalıyız ki, tevekkül Allah’a imanın bir sonucudur. Çünkü Allah’a inanan insan O’nun varlığını, birliğini tasdîk ettiği ve O’nun gü-cünün sınırsız olduğunu ve kullarına rızkı takdîr edenin O olduğunu bildiği için Allah’a güvenir ve dayanır. Dolayısıyla tevekkülle iman arasında sıkı bir ilişki vardır.
Çalışıp çaba göstermeden sadece Allah’a te-vekkül etmekle yetinen kişilerle karşılaşan Hz. Ömer, onlara “Siz kimsiniz?” diye sormuş, onlar da: “Biz, mütevekkilleriz/Allah’a tevekkül eden-leriz.” demişler. Bunun üzerine Hz. Ömer onlara, “Aksine sizler müteekkil/hazır yiyicilersiniz. (Ger-çek anlamda) tevekkül eden, tohumunu yere atıp (sonra) Allah’a tevekkül edendir.” demiştir.11
Tevekkül araştırmaya, çalışmaya ve ilerleme-ye engel değildir. Maalesef son asırlarda Müs-lümanlar tevekkülü yanlış değerlendirmişler, “Allah’ın dediği olur.” diyerek çalışmayı, araştır-mayı bırakıp ilimde ve teknikte geri kalmışlardır.
“Allahu Teâlâ bu dünyada her şeyi bir sebebe bağlı kılmıştır. Dolayısıyla insan, o sebebe sarılmalı, üzerine düşen görevi yerine getirmeli, daha sonra
Allah’a tevekkül etmelidir.”
“Tevekkül”
“Dinimizde çalışmadan, gayret etmeden başarıya ulaşmak, tembel tembel oturarak her şeyi Allah’tan beklemek diye bir tevekkül anlayışı yoktur.”
Günümüzde Yanlış Anlaşılan İslâmî Kavramlardan Biri:
DİN VE TOPLUM
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba68 69
Nasıl ki, tarlasından iyi bir ürün almak isteyen bir çiftçi, önce tarlasını sürmeli, tohumu ekmeli, güb-resini atmalı ve tarlasını sulamalıdır. İşte bütün bu çalışmaları yaptıktan sonra gerisini Allah’a bı-rakmalı, ona tevekkül edip güvenmelidir. Tarlasını zamanında sürmeyen, tohumu ekmeyen, gübre-lemeyen ve sulamayan bir çiftçi hasat zamanı o tarladan bir ürün elde edemez.
Dinimizde çalışmadan, gayret etmeden başa-rıya ulaşmak, tembel tembel oturarak her şeyi Allah’tan beklemek diye bir tevekkül anlayışı yok-tur. Böyle bir tevekkül anlayışını ne Rabb’imiz ne de Peygamber Efendimiz bize emretmiştir.
Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy, doğru te-vekkül anlayışını şu dizelerinde ne güzel ifade etmektedir:
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol12
diyerek Müslümanları önce imana, araştırmaya ve çalışmaya davet etmekte, sonra Allah’a tevek-kül etmeye çağırmaktadır. Akif’e göre, insanın önce çalışması, üzerine düşeni yapması, bir kul olarak tedbirini aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmesi gerekir.
Akif, Müslümanların yanlış tevekkül anlayışla-rını da şu şekilde ifade etmektedir:
Allah’a dayandım diye sen çıkma yataktan…
Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdân!
Ecdâdını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
Âlemde ‘tevekkül’ demek olsaydı ‘atâlet’;
Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş’al-i tevhîdi sönerdi;
Kur’ân duramaz, nezd-i ilâhiye dönerdi.13
Tevekkül olmasa kalmaz fazîletin nâmı...
Getir hayâline bir kere sadr-ı İslâm’ı
Hicâz, Çin’i düşün nerde? Nerededir Piene!
Nedir bu hârikanın sırrı? Hep tevekküldür
Ki îtimâd-ı zaferden gelen tahammüldür.
Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refîk
Durur mu şevkine pervâne olmadan tevfîk?
Cenâb-ı Hakk’a tevekkül edip yol almaya bak
Demek ki azme sarılmak gerek mebâdîde.
Yanında bir de tevekkül, o azmi te’yîde14
İbrahim Hakkı gibi söyleyip Allah’a tam teslim
olmak ne kadar güzeldir:
Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Ârif anı seyreyler
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler
Sen Hakk’a tevekkül kıl,
Tefviz et ve râhat bul,
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.15
Gece kararıp kalmaz Hep başka başa gelmezİnsan vâdesiz ölmez Düşenin dostu olmaz
Haksıza dur demeliBana ne, dememeliTut, mazlum, mağdur eli Düşenin dostu olmaz
Ölmedi ya insanlık Yardım, der, MüslümanlıkBu da bir kahramanlık Düşenin dostu olmaz
Oğuz der, acıyalım Gerçek insan olalım Hak yol üzre kalalım Düşenin dostu olmaz...
Bekir OĞUZBAŞARAN
Sakın ha düşmeye gör Düşenin dostu olmazİnsanlar sağır ve kör Düşenin dostu olmaz
Herkes güçlüden yana Bunu atma yabana Derdine anan yana Düşenin dostu olmaz
İnsanoğlu bencildir Hemhâl, hemdert değildirEmmâresi sefildirDüşenin dostu olmaz
Çok değil faziletli Duyarlı, merhametli Diğergam, hamiyetliDüşenin dostu olmaz
Kimse tutmaz elinden Herkes memnun hâlinden Hep ben, düşmez dilinden Düşenin dostu olmaz
Düşenin Dostu Olmaz
Dipnot
* Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI
1. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arabi’l-Muhit, Dâru Lisâni’l-Arab, Beyrut, trs, vkl mad.
2. İsfahânî, Rağıb, el-Müfredât, “vkl” md.; İbn Manzur, age., “vkl” md.; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, “vkl” md.; Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, IV, 259; Çağrıcı, Mustafa, “tevekkül”, Diyanet İslam Ans., İst., 2012, XXXXI, 1.
3. 16/Nahl, 99.4. Bkz., 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 56, 88; 12/Yûsuf, 67; 3/Âl-i
İmrân, 159.5. 3/Âl-i İmrân, 122; 5/Mâide, 23.6. 3/Âl-i İmrân, 159.7. 65/Talâk, 3.8. Tirmizî, Zühd, 33; İbn Mâce, Zühd, 14; Ahmed b. Hanbel,
el-Müsned, I, 30, 52.9. Razî, Fahru’d-Dîn, Mefâtîhu’l-Gayb, Bulak, 1289, 111, 122;
Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağı-tım, İst., trs., VII, 5063, 5064.
10. Tirmizî, Kıyâme, 60.11. İbn Receb, Zeynüddîn Abdurrahmân b. Ahmed el-Hanbelî,
Câmiu’l-Ulûm ve’l-hikem fi şerhi hamsine hadisen min cevâmii’l-kelîm, (thk. Mahir Yasin el-Fahl), Dâru İbn Kesîr, 2. baskı, Dımeşk, 1432-2008, I, 441.
12. Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara, 1992, VIII, 390.
13. Ersoy, Safahat, s. 469-470.14. Ersoy, Safahat, s. 218-219.15. Erzurumî, İbrahim Hakkı, Ma’rifet-nâme, Elif Ofset, 7.baskı,
İst., 1980, I, 149.
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba70 71
Eserin kaleme alınma hatırasını girişte dile getirdiği iki sebeple özetler. Birincisi, Brezilya’nın Amazon ormanlarında araştırma yapan bilim in-sanlarının, medeniyetten uzak, teknolojiden ha-bersiz, İHA ile tespit edilen bir kabilenin yaşadığını ortaya çıkarmaları ile anlatır. Haberin devamında, sadece ok ve yay kullanmayı bilen bu kabilenin, ge-çen yıl altın madencileri tarafından on kadar üyesi-nin öldürüldüğü şeklinde haberle bitirir.
Diğer neden ise bir şiir mısraından mülhem bir anekdotu bizlerle paylaşır. Uzak bir diyarda yaşa-yan bir ülkenin yönetici ve halkı, dükkân ve daire-lerini kapatarak şehrin girişinde toplanarak “Bar-barlar geliyor!” diye, panik içinde beklemeye koyu-lurlar. Barbarların kim olduğu, ne zaman, nereden geleceği ise tam bir bilinmezler yumağı. Günlerce, kaygılı bekleyiş, nihayet habercilerin getirdiği müj-deli sonla ülkede hayat normale döner.
‘Üç İslâm Şehri: Mekke, Medine, Kudüs’ başlığı altında sunduğu incelemesi ile Müslüman düşü-nürlerin insan ve şehir hayatı hakkında yaşadıkları tecrübelerin yakından ilgili olduğunu, Hazreti Pey-gamber (s.a.v.)’in doğup büyüdüğü Mekke ile hicret ettiği Medine, İslâm’ın şehir, ticaret ve çoğulculuk kavramlarına daha ilk günden aşina olduğunu bir tecrübe ile bizlere anlatır.
Bugün çok katlı mimariden müstakil mimariye geçme heyecan ve atılımında olan ülkemiz için, so-kak, cadde ve şehrin ana ruhunu yaşatmaya ve can-landırmaya çalışması bakımından ‘Farabi: Erdemli Şehir Olarak Medeniyet’ başlıklı bölümü oldukça manidar buldum. Farabi’ye göre, şehrin insan fıt-ratını korumak gibi bir asli görevinin olması gerek-tiğini, kendine bahşedilen kemal derecesindeki ulvî görevleri tek başına karşılamakta zorlanacağını, ih-tiyaçların karşılıklı olarak cemiyet hayatında temel bir ilke olması gerektiği belirtilir.
Eser, geniş bir literatür taraması ile son bul-maktadır. Üç yüz civarında eserin kaynak olarak gösterildiği kitap, kadim kültürümüzün derin izleri-ni hafızamıza adeta damıtmaktadır. Sayın İbrahim Kalın beyin, kalemine ve yüreğine sağlık diyoruz.
İnsan Yayınları: : 0 212 249 55 55.
KİTAPLIK
Şeyh ŞamilOkay TiryakioğluTimaş YayınlarıTel: 0212 511 24 24
Cumhurbaşkanımız Sayın Re-cep Tayyip Erdoğan’nın sözcüsü, değerli akademisyen İbrahim Kalın Bey’in, ‘Barbar Modern Me-deni (Medeniyet Üzerine Notlar)’ adlı kitabı raflarda yerini aldı. Bu kitap, sanki yazarın önceki kitap-larını tamamlayan, (Ben Öteki ve Ötesi ile Akıl ve Erdem) sözün ve dünya medeniyetinin mütemmi-mi (tamamlayıcısı) ölçüsünde ya-zıldığı duygusunu vermişti bana.
İnsan Yayınları’ndan çıkan ki-tap, on bölüm olarak kaleme alınmış. Üslup güzel-liği, fikrî derinlik yine satırlar ve sayfalar arasında yerini almıştı. Tarihî perspektif ve insanlık medeni-yeti alanındaki yaşanmışlık, billur bir kaynağın, arı duru akan bir sessizliğini ve zarafetini okuyucuya hatırlatıyordu.
Yazar, devlet işlerinin en zirve noktasında de-ruhte ettiği mesuliyetin, aynısını hatta daha faz-lasını eserlerine yansıtmayı biliyordu. İnsanlığın, bugün muhtaç olduğu medeniyet kavramının yeni-den inşasının, ihyasının lüzumunu biz okuyuculara her cümlesinde hissettiriyordu.
Geniş ve kapsamlı bir girişten sonra, eser şu bö-lümlerden oluşmaktadır.
1. Medeniyetlerin Ortaya Çıkışı: Tarih ve Kav-ram
2. Kriter Sorunu: İlkellik, Bar-
barlık ve İlerleme
3. Medeniyet ve Modernite:
Medeniyete Karşı Modernite
4. Medeniyet ve Tarihin Akışı:
Tarih ve Medeniyet, Medeniyetin
Sonu Meselesi
5. Sömürge Aracı Olarak Me-
deniyet: Tabiatı Aşma Aracı Ola-
rak Teknik ve Medeniyet
6. Dünya Görüşü ve Varlık Ta-
savvuru: : Dünya Kavramı ve Kozmoloji
7. Medeniyet, Düzen ve Özgürlük Sorunu: Ada-
let, Siyasî Düzen ve Medeniyet, Varlık Dairesi ve Bü-
tünlük Fikri, Varlığın Dinamik Yapısı, Varlık ve İnsan
8. İslâm Medeniyeti ve Bilgi Tasavvuru: Bilgi,
Hikmet ve Dünyanın Çoğul Halleri
9. Sanat ve Medeniyet: Güzellik İlmine Giriş/
Soyutlama ve Üslup Meselesi, Güzelliğin Ontolojik
Temelleri, Çağdaş Çağrışımlar, Tahkiye Sanatı
10. İki Medeniyet Düşünürü: Farabi ve İbni Hal-
dun/Üç İslâm Şehri: Mekke, Medine, Kudüs/Farabi:
Erdemli Şehir Olarak Medeniyet/İbni Haldun: İlm-I
Umran ve Medeniyet Bedeli alt başlıklar olmak
üzere insan ve medeniyet üzerine kapsamlı bir ça-
lışmayla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.
KİTAP Yusuf HALICI
Barbar Modern Medenî(Medeniyet Üzerine Notlar)
PendnameFeridüddin AttarÇev: Cemal AydınSûfî KitapTel: 0212 511 24 24
Bir Duadır Seni SevmekYusuf AsalNesil YayınlarıTel: 0 212 551 32 25
Halvette 40 Gün Michaela Mihriban Özelsel Kaknüs YayınlarıTel: 0 216 492 59 74
İnsaniyet NamınaGökhan ErgürProfil YayınlarıTel: 0 216 365 70 91
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba72 73
XI. yüzyılın büyük düşünürü Yusuf Has
Hacip, ömrünü İslâm’a adamış, ilme ve
düşünceye önem veren bir bilge şahsi-
yetti. Türkistan’ın Balasagun şehrinde doğduğu
için Balasagunlu Yusuf diye bilinir. Balasagun, bu-
gün Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in 50 km doğu-
sundaki Tokmak şehri civarındadır. Büyük eseri
Kutadgu Bilig’i elli yaşlarında yazmaya başlamış
ve on sekiz ayda bitirmiştir. 1077’de, Karahanlı
Türk hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sunmuştur.
Tabgaç Buğra Han’ın kendisine bile nasihat eden
eserin yazarını bu sunumun ardından ‘Has Ha-
ciplik’ rütbesi ile ödüllendirmiştir. ‘Has Haciplik’in
günümüzdeki karşılığı ‘Cumhurbaşkanlığı Genel
Sekreterliği’dir. Sanırım 2019’un Türkiye’sine
Cumhurbaşkanlığı’nın Baş Danışmanı olurdu. Bu
arada Tabgaç Buğra Han’ın fikre, düşünceye say-
gıyı ve ilim, fikir, düşünce adamlarına verdiği de-
ğer ve desteği de görmezlikten gelemeyiz. Onlar
bırakıp gittiler. Eser kaldı bize yadigâr. Ruhları şad
olsun.
Kutadgu Bilig Nasıl Bir Kitaptır?
Kutadgu Bilig, yalnızca bir siyasetnâme, bir yö-
netim kitabı değildir; eserde eğitim, görgü, ahlâk
gibi herkeste bulunması gereken unsurlara da
yer verilmiştir. Tamamı 6.645 beyitten oluşan bu
kitap, aruz vezni ile yazılmakla beraber, yer yer
hece vezni ile yazılmış kısımlar da bulunmaktadır.
Eserin bugüne ulaşan üç nüshası vardır: Fergana
(Taşkent), Mısır (Kahire) ve Herat (Viyana) nüsha-
ları. Herat nüshası Uygur harfli olup Herat’tan
Tokat’a oradan da İstanbul’a ulaşmıştır. Osman-
lı tarihçisi Hammer 18. yüzyılın sonlarında eseri
bulup Viyana’ya götürmüştür. Şimdi Avusturya
Devlet Kütüphanesi’ndedir. Diğer iki nüsha Arap
harflidir. Arap harfli nüshanın tıpkıbasımı Türk Dil
Kurumu’nca gerçekleştirilmiştir. Eserin transkrip-
siyonlu metni Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat tara-
fından TDK’de, Türkiye Türkçesi ile yayını da Türk
Tarih Kurumu’nda yayımlanmıştır. Bu çalışmalar
ile R. Rahmeti Arat Hoca, ‘Kutadgu Bilig’ uzmanı
olarak tanınır. ‘Kutadgu Bilig nasıl bir kitaptır?’
sorusunu Reşit Rahmeti Arat’ın kendi ifadeleriyle
cevaplayalım: “Kutadgu Bilig ne vakaları nakleden
bir tarih, ne mıntıka ve şehirleri tasvir eden bir
coğrafya, ne din adamlarının içtihadlarını toplayan
bir telif, bir felsefe, bir nasihat kitabı değildir… Yu-
suf, kuru bir nasihatçi olmaktan ziyade, insan ha-
yatının manasını tahlil ve onun cemiyet ve dolayı-
sıyla devlet içindeki vazifesini tayin eden bir hayat
felsefesi kurmuş olan en geniş manada bir âlim
mütefekkirdir. Eser tamamen orijinal bir eserdir.”
Eser dört karakter üzerine kuruludur. ‘Doğrulu-
ğu’ temsil eden hükümdar Kün-Togdı, devamlı par-
EDEBİYAT Cemil GÜLSEREN*
“Türk-İslâm edebiyatının ilk örneklerinden olan Kutadgu Bilig’de yazar yaşadığı dönemde birçok sosyal ve siyasî problemi ortaya
koymuş ve bunlarla ilgili çözümler sunmuştur.”
Yeniden Anlatmak, Yeniden Anlamak
Kutadgu Bilig’i“Unesco 2019’u Kutadgu Bilig yılı ilan etmiştir. Kutadgu Bilig, yalnızca bir siyasetnâme, bir yönetim kitabı değildir; eserde eğitim, görgü, ahlâk gibi herkeste bulunması gereken unsurlara da yer verilmiştir.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba74 75
laklığı ve herkesi aydınlatmasından dolayı güneşe
benzetilir. ‘Saadeti’ temsil eden vezir Ay-Togdı ise
aya benzetilir. (Türk Dili tarihçisi Prof. Dr. Ahmet
Bican Ercilasun’a göre, Yusuf’un kendisini, eserinin
ana kahramanlarından Ay Toldı ile özdeşleştirdiği-
ni düşünebiliriz.) Dünya saadeti ay ışığı gibi inişli-
çıkışlıdır. Vezirin halefi ve oğlu olan Ögdilmiş her
şeyin hikmetini araştıran birisi olarak “aklı”, diğer
oğlu Odgurmuş ise cemiyet hayatını terk ederek
ibadet için dağlara çekilmiş birisi olarak “kanaa-
ti” temsil ederler. Eser bu insanların aralarındaki
konuşmalarıyla, sorulu-cevaplı münazaralar şek-
linde biçimlenir. Bu karşılıklı konuşmalar okuyanı
sıkmayacak akıcılığa aynı zamanda fikrî, felsefî
derinliğe sahip, edeb ve üslup olarak çok seviyeli
konuşmalardır. Bütün karakterler söze, öğütlere,
eleştirilere açık kibirden, inat ve dahi öfkeden uzak
bir tarz ortaya serilir. Sonuçta bu konuşmaların
neticesi ideal insan, diğer bir ifadeyle “kâmil” insa-
nın, ideal toplumun yani mükemmel bir cemiyetin
resmi çizilir. Parçalar birleştirildiğinde mükemmel
bir toplum, mükemmel bir insan modeli çıkarılmış
olur. Bu parçalar derken: İdeal hükümdar, ideal
vezir, elçi, hazinedar, aşçıbaşı, zahidin nasıl olması
gerektiği ortaya koyulur. Eser, baba-oğul, hüküm-
dar-vezir, yöneten-yönetilen, tüccar-çiftçi ilişkile-
rinin nasıl olması gerektiğini, nasıl davranılması
hususunu örneklerle işler.
Eserde İslâmî anlayış öne çıkmaktadır. Her bö-
lümün başında hamd ve salavatla birlikte yapılan
dualar yanında âyet ve hadis tırnak içine alınma-
dan metinler içinde yerini almıştır. Yüzlerce veci-
ze ve atasözünden de yararlanılmıştır. Özellikle
yönetim sınıfının dünyaya eğilimini önlemek adı-
na, makam sevgisini öne çıkarmamaları yönünde
birçok yerde ölümü vurgulayarak onları uyarmaya
çalışmıştır. Sözün kısası hep güzellikler, iyiler, doğ-
ru olanlar nazara verilmiştir.
Türk-İslâm edebiyatının ilk örneklerinden olan
Kutadgu Bilig’de yazar yaşadığı dönemde birçok
sosyal ve siyasî problemi ortaya koymuş ve bun-
larla ilgili çözümler sunmuştur. İşte onlardan biri:
“Helâlin ancak adı kaldı onu gören yok; haram ka-
pışıldı ona doyan yok. Gerçekten dürüst ve takva
sahibi denilecek kim kaldı. Fakat güneşi çoğaldı,
cemaatler azaldı. Oğul, kız babaya hürmeti bırak-
tı; ihtiyar kelimesi insana bir hakaret sözü oldu.
Bütün iyiler gitti, kanunu ve iyi an’aneleri beraber
götürdüler.” Böylesi sosyal konular yanında yeme-
içme, konuşma adabından, çocuk terbiyesine, aile-
akraba ilişkilerine, ehl-i beyt sevgisinden bilginin
önemine kadar daha pek çok konu işlenmiştir.
Gerçekte Kutadgu Bilig, olanı değil olması gereke-
ni tarif eden bir eserdir.
Şimdi bu konuların işlenişini Reşit Rahmeti
Arat’ın çevirisinden Türkiye Türkçesi ile örnekleye-
lim: (Bazı beyitleri fikir vermesi ve dahi karşılaştır-
ma yapılması adına Karahanlı Türkçesi ile okunuş-
larını da aktaralım istedim.)
Bismi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
Allah Azze ve Celle’nin Medhini Söyler
11 Ay iç taş biligli ay hakku’l-yakin/Közümde
yırak sen köngülke yakın
(Ey içi ve dışı bilen, ey Hakku’l-yakîn; gözden
uzaksın, fakat gönüle yakınsın.)
14 (Her varlığı sen yarattın; varlık yok olur, bâkî
kalan yalnız sensin.)
Peygamber (s.a.v.)’in Medhini Söyler
43 (Asil tabiatli, alçak gönüllü ve güzel tavırlı
idi; hayâ sâhibi, şefkatli, cömert ve eli açık idi.)
47 İlahi küdezgil mening könglümi/Sevüg savcı
birle kopur kopgumı
(Ey Allah’ım, benim gönlümü gözet; kıyamette
beni Sevgili Peygamber (s.a.v.) ile birlikte haşret.)
Ehl-i Beyt ile İlgili Olarak
4337 Olarda biri savcı urgı turur/Bularnı agır
tutsa kut kıv bulur
(Bunlardan biri Peygamber (s.a.v.)’in neslidir;
bunlara hürmet edersen, devlet ve saadete kavu-
şursun.)
4338 (Bunları pek çok ve gönülden sev; onlara
iyi bak ve hizmetlerinde bulun.)
4339 (Bunlar ehl-i beyttir, Peygamber (s.a.v.)’in
uruğudur; ey kardeş, sen de onları, Sevgili Pey-
gamber (s.a.v.) hakkı için sev.)
Çocuk Terbiyesi
1223 Kimin oglagu bolsa oglı kızı/Angar yıgla-
gu boldı munglug özi.
(Kimin çocukları naz içinde yetiştirilirse, o kim-
seye ağlamak düşer; keder ona mukadderdir.)
1225 (Çocukların tavrı, hareketi kötü ise o kö-
tülüğü baba yapmıştır; çocuğu iyi olmaktan mah-
rum eden odur.)
6469 (Küçüklerde terbiye, büyüklerde bilgi yok;
kaba insanlar çoğaldı, nazik insanlar ortadan kalktı.)
4303 (Kendinden büyüklerin sözüne karşı gel-
me; cevap vermek icap ettiği zaman, kaba söz söy-
leme.)
“Helâlin ancak adı kaldı onu gören yok; haram kapışıldı ona doyan yok. Gerçekten dürüst ve takvâ sahibi denilecek kim kaldı. Fakat güneşi çoğaldı, cemaatler azaldı.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba76 77
Gençliğine Acıyarak, İhtiyarlığını Söyler
294 Ukuşlug kişi kör karısa munar/Ukuş kitti
tip hem kalem me tınar
(Akıllı insan da yaşlanınca bunar; akıl gittiği için,
kalem de susar.)
6540 (İçip yatmış olan adam gibi, uyuyup uya-
nınca, yoldan çıkmış olduğumun farkına vardım.
Allah’dan utandım.)
6553 (Çıplak gelmiş idim, toprağa yine çıplak
gireceğim; neden kendimi dünyaya bu kadar bağ-
ladım.)
İnsan dünyada ne kadar zengin olursa olsun,
ne kadar makam olarak yükselirse yükselsin sonu
toprak olan saltanata, makama ve şöhrete kıymet
verilmez. Dünya bir rüya gibidir. Uyanınca kaybo-
lan, ölünce bitecek olan bir gerçek. Allah’tan geldik
yine O’na döneceğiz.
6558 (Uzun geceleri yatıp-uyumakla geçirme,
Allah’a ibadet kıl; uyanık ol, durmadan ağla; gü-
nahlarımın yükü altına girdim.)
6563 (Ey Rabb’im, beni uyandır; sen Rabb’imsin,
beni kovma, ben gönlümü temizledim.)
Hayatî Uyarılar
4546 (Komşu olma beye taşan ırmağa; ey gön-
lü düz durma yakın hisara)
1408 Açıg suv teg ol kör bu dünya nengi/Nece
içse kanmaz ölümez tili
(Bu dünya malı acı su gibidir; İnsan ne kadar
viçse kanmaz, dili bile ıslanmaz.)
1422 Usal yalnguk oglı öküş neng titer/Yigüke
tegirmü sakınmaz birer
(Gafil insanoğlu çok mal toplar; Yemek nasip
olacak mı, bunu düşünmez.)
Zemânenin Bozukluğu ya da Vefanın Yokluğu
6584 Tuz ekmek hakı tip küdezigli bar mu/Kü-
müş gevher altun bile men kalayı
(Tuz, ekmek hakkını gözeten var mı; ben onu
altın, gümüş ve gevhere gark edeyim.)
6585 (Konu-komşu, sevinç ve keder arkadaşı
nerede; ben ona her şeyimi vereyim, evimi bile
ona terk edeyim.)
6596 (Bu insan kılığında dolaşanların hepsi
adam ise, evvelkiler melek mi idiler; ne bileyim.)
İlgili kaynaklar;
Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, I. Metin, (Çev. R.
Rahmeti Arat), 1991, Ank. TTK yayınları
Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, II, (Çev. R. Rah-
meti Arat), 4. Baskı, 1988, Ank., TTK Yayınları.
* Dr. Cemil GÜLSEREN
DeryaDeryâdır âh şairin engin gönlüne ilhâmDalgalara daldıkça ne hüzün kalır ne gam
Yanar mı mehtab ile yakamoz gibi zülfüYayılır mı âfâka dalga dalga her akşam
Yol verse sinesinden geçirse sonsuzluğaGörsem nice azimdir hüsnündeki ihtişam
Dalgaların ardında dağlar mıdır bekleyenKalır mı seyrederken gönülde zerre nizam
Semâvâtın rengini deryâ vermiş derler âhVerir mi diz çökerek yalvarsak bize selam
Sesinin musikisi geceye beste olurYazamaz bu ahengi ne kalem ne de kelâm
Kâfî sana mürekkeb deryadan bergüzardırGayrı şiir çağlarken uyumak sana haram
Ekrem KAFTAN
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba78 79
Başarı denilince illâki derslerden alınan yüksek notlar sonucu karnenin iyi olup bir üst sınıfa geçmek, okullar bitirip dip-
lomalar almak anlaşılmamalı. Şunu hiç unut-mayalım ki, başarı sadece maddî boyutu olan bir olay değildir. Mânevîyat, ahlâk ve erdemsiz bir başarıdan hayır gelmez. Çok değerli bir sav-cımızı hunharca katleden kişinin üniversite sı-navında dereceye giren biri olduğunu biliyoruz. Diplomalar insanı adam etmiyor.
Başarı için amaç, insanın girmiş olduğu mü-cadelede birinci olması değil bir inci olmasıdır. Okulda yaşayanların birbirlerine karşı sevgi, saygı, nezaket, etkili ve doğru bir iletişim kül-türü sonunda istenilen başarıya ulaşıldığını, bu işe ömrünü vermiş bir eğitimci olarak rahatlık-la söylemem mümkündür. Okullar, öğrenciler, öğretmenler ve veliler büyük bir aileyi oluştur-maktadır. Bu geniş ailenin her bir elemanının mutluluğunun diğerlerini doğrudan etkilediğini biliyoruz.
Lider Eğitimci Yazarlar Derneği Adana İl Baş-kanı Gurbet Duymuş’un konuyla ilgili çok güzel tespit ve çözüm değerlendirmeleri var: “Ailede mutluluk için her bireyin söz söyleme, fikrini be-yan etme hakkı varken aynı ortam okullarda da mevcuttur. Mevcut bu ortamın sağlıklı olması doğru iletişimle mümkündür. Birbirini anlayan, birbirinin haklarına saygı duyan, hassasiyetlere duyarlılık gösterilen ortamlarda başarı da ken-diliğinden gelir.”
“Allah razı olsun, teşekkür ederim, özür di-lerim, çok güzel olmuş, emeğine, yüreğine ve eline sağlık” gibi tüm olumlu cümleler aslında başarının ve doğru iletişimin temelini oluşturur. Öğrenci hata yaptığında öğretmeninden özür dileyebiliyorsa ve utanma duygusu varsa, yüzü kızarıyorsa ne güzel! Çünkü umursamaz, hoy-rat, kırılma ve utanma bilmeyen bireylerin top-luma zarar verdiğine yaşadığımız hayat içinde sürekli şahit oluyoruz.
Bu noktada öğretmen tutumları da önem-lidir. Öğretmen de beşerdir, şaşar. Hatasız kul
olmaz. Öğrencisine yanlış anladığında özür di-leyebilmeli, çocuğa güzel davranışında mesela çöpünü yere değil çöpe attığında, ödevini yaptı-ğında, bir arkadaşına yardım ettiğinde ya da öğ-retmenine kalem uzattığında teşekkür edilmeli, aferinler esirgenmemeli, çocuk yüreklendiril-meli. Aynı durum öğretmenler için de geçerli-dir. Okul yararına bir katkı sunan bir öğrenciye olumlu dokunuşu olan, sıkıntı yaratan bir öğ-renciyi kazanan, okulun ek işlerine yardım eden öğretmene, okul müdürü “Teşekkür ederim, eline sağlık.” ifadelerini çok görmemeli, bunu öğretmenler odasında, toplantılarda, karşılaştı-ğında öğretmene hissettirmelidir.
Bu bir veya iki öğretmen için olmamalı, en ufak farklı davranışı okul müdürü takdir etmeli. İdareci, öğretmen, okuldaki görevliler, memur-lar, veliler arasında “Günaydın, iyi günler, nasıl-sınız, teşekkür ederim.” kültürü mutlaka olma-lıdır. Günaydınına tepki almayan bir öğrenci, iyi günler dileğine tepki alamayan bir öğretmen
EĞİTİM Ali ÖZKANLI
“Okula mutlu gelen yönetici, öğretmen ve öğrenci daha verimli olacaktır. Okul idaresinin öğretmenlerle işbirliği içinde çalışması önemlidir.”
BaşarıyaGiden Yollar
“Başarı için amaç, insanın girmiş olduğu mücadelede birinci olması değil bir inci olmasıdır.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba80 81
bunu sürekli yaşadığında “duvara çarpma” hissi yaşayacaktır.
Bunlar temelde basit ama günlük hayatta motivasyonu ciddi etkileyen faktörlerdir. Okula mutlu gelen yönetici, öğretmen ve öğrenci daha verimli olacaktır. Okul idaresinin öğretmenlerle işbirliği içinde çalışması önemlidir. Öğretmenin bir hatasını gördüğünde -ki hepimiz hata yapa-biliriz- toplum içinde afişe etmesindense birey-sel konuşup kimseye duyurmadan çözmesi okul içinde dedikodu oluşumunu, gruplaşmayı önler.
Herkese eşit mesafede, kendine benzesin benzemesin, öğretmenin doğru davranışını
onaylayan, yanlışını bireyselde çözmeye çalışan anlayış başarılı olacaktır. Öğretmen de öğrenci-sine yaklaşırken sorunu özelde çözmeli, güzeli sınıf ve okul ortamında yaymalıdır. Bu, öğrenci motivasyonunu doğrudan etkiler.
Veli okula gelmeli, öğrencisini sormalı, sı-kıntılı durumlarda işbirliği içinde olmalı. Fakat bu işbirliği okulun işleyişine müdahale, haddini aşma durumunda olmamalıdır. Saygı, anlayış ve doğru iletişim sınırlarını aşmamalı. Öğrencinin notuna, yazılı sorusuna, dersin nasıl işleneceği-ne varan haddini aşan müdahaleler okulun ve öğretmenin huzurunu bozacaktır.
Sürekli baskı ve yıldırma, korkutma yaşa-yan, bir teşekkürün çok görüldüğü öğretmen mutsuz olacak ve asli görevini bile yapmakta zorlanacaktır. Kendini bir hükümdar gibi gören, öğretmenine selâm verince gücünün sarsılaca-ğını düşünen, öğretmenin telefonuna çıkmayan, kendisiyle halledilmesi gereken işi “Ben müdü-rüm, yardımcımla halledin.” diyen idareciler ba-şarılı olamaz. İletişim kurduğunuz ölçüde birbi-rinizi anlar ve birbirinizden verim alırsınız.”
Bu problem sadece okul odaklı değil, hayatın her alanında, toplumsal bir problem olarak kar-şımıza çıkmaktadır. Okulda, fabrikada, otobüs durağında ve evimizde de durum aynıdır. İleti değil sağlıklı bir iletişime her zaman ihtiyacımız var. Problemleri çözmek istiyorsak karşımızdaki insanları dinlememiz gerekir. Toplumun mono-loğa değil diyaloğa ihtiyacı var.
Okullarda, ana sınıfından üniversite sona ka-dar müfredata iletişim dersi konulması gerekir. Her yaştaki çocuğun iletişim ihtiyaçlarına göre ders içeriği belirlenmeli, temel iletişim teknik-leri öğretilmeli. Karşı taraf nasıl dinlenir, derdi-mizi, düşüncemizi nasıl düzgün anlatırız, nasıl konuşuruz, nasıl paylaşırız, nasıl çözeriz vb. ko-nular zaman geçirilmeden hayata geçirilmedir.
Özet olarak söyleyecek olursak; başarı, doğ-ru ve etkili bir iletişim sonucunda kazanılan önemli bir değerdir.
Dua et, şükür et, her demGeliş O’na gidiş O’naO’nun emri, boşuna em!Geliş O’na gidiş O’na
Vuslat tatlı bir çiledirİman yıkılmaz kaledirÇelik yelek nafiledirGeliş O’na gidiş O’na
Can dosta yüreğin park etO ne derse olur fark etBatılın yolunu terk etGeliş O’na gidiş O’na
Bir insanda olmazsa arGöz boşalır, yaz-kış baharYüz yıl daha ömrün mü varGeliş O’na gidiş O’na
Sarılma aman gıybeteSen de düşersin hayreteHazırlanın kıyameteGeliş O’na gidiş O’na
Hakk’a tutul, Hakk’a dayanKâfirdir, kâfiri sayanSular uyanmadan uyanGeliş O’na gidiş O’na
Gökan ÖZTÜRK
Geliş O’naGidiş O’na
“Okulda, fabrikada, otobüs durağında ve evimizde de durum aynıdır. İleti değil sağlıklı bir iletişime her zaman ihtiyacımız vardır.”
Foto: Ayhan İŞCEN
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba82 83
Her insanın ya tüccar olarak ya da müşte-
ri olarak ticaretle ilişkisi vardır. Ticaret,
ferdî, ailevî ve sosyal hayatın en temel
faaliyetidir.
Ticaret, bir malın/ürünün eş değer başka bir
ürünle takas edilmesi ya da para ile satılması-
dır. Ticaretin dinen geçerli/meşru sayılması için
bazı hükümlere uyulması gerekir. Şöyle ki;
a. Satılan malın bütün vasıfları baştan bilinmelidir.
b. Satılan mal mevcut olmalıdır.
c. Satıcı mala sahip olmalıdır, sahip değilse
satmaya yetkili olmalıdır.
d. Satılan malın fiyatı belli olmalıdır.
e. Malı alan kişi, mala tam olarak sahip olmalı-
dır. (Kabz)
e. Malın pazarlık sonucu belirlenen fiyatı kesin
olmalıdır.
f. Malın bedeli peşin ödenecekse mal sahibi
malın bedelini tahsil etmelidir.
g. Mal veresiye satılmışsa vade tarihi belli ol-
malıdır.
Şayet satılan mal, dinen mal hükmünde de-
ğilse (içki ve domuz eti gibi), malın sahibi değil-
se, mal mevcut değilse yapılan alış veriş batıl-
dır. Şâyet malda ya da malın bedelinde ve öde-
me şeklinde belirsizlik varsa o alış veriş fasittir.
Meşru ticaret, en güzel ve en helal kazanç
yoludur. Rızkın onda dokuzu ticarettedir, denil-
miştir.
Allahu Teâlâ, “Dünyadan nasibini unutma.”1
buyuruyor. Peki, bu nasip nasıl elde edilecek?
Elbette çalışarak, ticaret yaparak.
Allahu Teâlâ, Cuma namazından sonra yer-
yüzüne dağılıp rızık aramaya devam edilmesini
emrediyor:
“Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve
Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok
zikredin ki kurtuluşa eresiniz. (Durum böyle iken)
onlar bir ticaret veya bir oyun eğlence gördükleri
zaman hemen dağılıp ona koştular ve seni ayak-
ta bıraktılar. De ki: ‘Allah’ın yanında bulunan,
eğlence ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah, rızık
verenlerin en hayırlısıdır.” 2
Peygamberimiz (s.a.v.) bir Cuma günü hutbe
okurken yiyecek yüklü bir kervan gelmişti. Ker-
vanın geldiğini haber veren davul sesi duyan
sahabiler, mescitten çıkıp kervanın yanına koş-
tular. Rasûlullah’ın yanında sadece 10-11 kişi
kalmıştı.3 Âyet, bu durumu eleştirmektedir.
Demek ki ibadete ve ticarete ayrı ayrı zaman
ayırmak ve bunları birbirine karıştırmamak ge-
rekiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de, kişiyi cehennem azabın-
dan kurtaracak ve cenneti kazandıracak işler,4
Allah yolunu bırakıp sapıklığın tercih edilmesi,5
ticaret kelimesi ile ifade edilmiştir. Buna göre
maddî ve mânevî bütün kazançlarımız ticarettir.
Fatır Suresi’nin 29. âyeti “ticareten len te-
bur/asla zarar etmeyecek ticaret” ifadesiyle bi-
tiyor. Zararsız ticaretin sermayesi, Allah’ın kita-
bını okuma, namaz ve Allah yolunda harcama
şeklinde zikredilmektedir.6
Ticarette amaç kâr etmektir fakat zarar da
karın ikiz kardeşidir, derler. Ticarette kâr ve za-
rar bir madalyonun iki yüzü gibidir. Bu sebeple
ticarette kâr edince şükretmek, zarar edince de
sebepleri üzerinde düşünerek tecrübe edinmek
gerekir.
EĞİTİM Mukadder Arif YÜKSEL*
Ticaret Ahlâkı Bağlamında
En Kârlı Ticaret
“Mekke bir ticaret merkezi idi ve ticaret güzergâhında bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) de peygamberlikten önce ticaretle meşgul olmuş Hz Hatice’nin mallarını Şam’da, Şam’dan getirdiği malları da Mekke’de satmıştır.”
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba84 85
Peygamberimiz (s.a.v.) ticarette dürüstlük
üzerinde çok durmuştur:
“Alış veriş yapanlar birbirinden ayrılmadığı
sürece (alışverişi kabul edip etmeme konusunda)
muhayyerdirler. Eğer dürüst davranırsalar ve ma-
lın kusurunu açıkça söylerseler alışverişleri bere-
ketlenir. Fakat kusurunu gizler ve yalan söylerler-
se (yaptıkları) alışverişin bereketi gider.”7
Allah Rasûlü bir gün alış veriş yapanları gör-
dü ve onlara şöyle seslendi:
“Ey tüccar topluluğu, Allah’tan sakınan, iyilik
yapan ve dürüst davrananlar hariç tüccarlar kıya-
met günü günahkârlar olarak diriltilecektir.”8
Demek ki, ticaret ahlâkının birinci kuralı
dürüstlüktür. Peygamberimiz bir hadis-i şerif-
lerinde de dürüst tüccarın kıyamet günü pey-
gamberler ve şehitlerle birlikte olacağını haber
vermiştir.9
Peygamberimiz (s.a.v.) “Tarttığınızda fazla-
sıyla ( tartarak) verin.” buyurmuştur.”10
Hz. Peygamber (s.a.v.), alışverişte kolaylık
sağlayan ve hoşgörülü olanlara şöyle dua et-
miştir:
“Satarken, satın alırken, alacağını talep eder-ken hoşgörülü davranıp kolaylık gösteren kimse-ye Allah rahmeti ile muamele eylesin.”11
Ticaret yapanlar da çok iyi bilirler, ticarette hoşgörü bazen kötü niyetliler tarafından istis-mar edilir. Hoşgörüsü sebebiyle iflas eden tüc-carlar bile vardır. Ticarette hoşgörülü davranır-ken, istismarcılara da fırsat vermemek gerekir.
Mekke bir ticaret merkezi idi ve ticaret güzergâhında bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) de peygamberlikten önce ticaretle meş-gul olmuş, Hz. Hatice’nin mallarını Şam’da, Şam’dan getirdiği malları da Mekke’de satmış-tır.12 Peygamberimiz (s.a.v.)’in ticarette dürüstlü-ğünü gören Hz. Hatice O’na evlilik teklif etmiş, Peygamberimiz (s.a.v.)’le Hz. Hatice’nin evliliğine Peygamberimiz (s.a.v.)’in ticaretteki dürüstlüğü vesile olmuştur. Peygamberimiz peygamber ol-duktan sonra da ticaret yapmaya devam etmiş-tir. Her mesleğin bir piri vardır. Kanaatimizce tüccarların piri de Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir.
Ümmü Beni Emmar diye bilinen Kayle adın-da yaşlı tüccar hanım bir sahabi vardı. Ticaretle ilgili Peygamberimiz’e soru sormak istiyordu. Allah Rasûlü ile sa’y yaparken Merve Tepesi’nde karşılaştı O’na yaklaştı ve sorusunu sordu:
- Allah’ın Rasûlü! Ticaretle uğraşan bir kadı-nım. Bir şey alacağım zaman düşük fiyat veri-yorum, pazarlıkla vermeyi düşündüğüm fiyata yükseltiyorum. Bir şey satacağım zaman da yüksek fiyat söylüyorum, pazarlıkla vermeyi dü-şündüğüm fiyata çekiyorum. Siz bu uygulamaya ne dersiniz?
Allah Rasûlü:
- Kayle böyle yapma, bir şey satın almak is-terken sana verilse de verilmese de düşündüğün fiyatı söyle. Bir malı satmak isterken de versen de vermesen de satmayı düşündüğün fiyatı söyle.”13 buyurmuştur.
Dünyaya İslâm’ın yayılmasında dürüst Müs-lüman tüccarların çok önemli bir yeri vardır.
Nüfusu 200 milyonu aşan Endonezya’nın Müslü-manlaşmasını Miladi 1200’lü yıllarda Müslüman tüccarlar başlatmıştır. Anadolu’da da İslâm’ın yayılmasında ahilerin önemli bir yeri vardır.
Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şerifler çerçeve-sinde ticaret ahlâkının genel prensipleri özetle şöyledir:
a. Satılan mal, dinen helal sayılan bir mal ol-malıdır. İçki ve domuz eti gibi haram olan şeyler dinen mal değildir, bunun alışverişi de geçerli değildir.
b. Faizli işlemler ve karaborsacılık haramdır. Faiz ve karaborsa, malın fiyatının yükselme-sine ve enflasyona yol açar. Bundan da zen-gin fakir herkes etkilenir.
c. Ölçü ve tartı tam olmalıdır. Medyen halkının helak olmasının bir sebebi de ölçü ve tartıyı eksik yapmalarıydı.
Allah Rasûlü Medine’ye hicret ettiğinde Me-dine halkının da ölçü ve tartıya pek dikkat etme-diğini gördü. Mutaffifin Suresi nazil oldu.
“Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartar-lar. Onlar tekrar diriltileceklerini düşünmüyorlar mı?“14
Bu surenin nazil oluşundan sonra Medine-liler ölçü ve tartıya dikkat etmeye başladılar. Peygamberimiz de “Ya Rabbi, bunların ölçü ve tartılarını bereketli kıl.” diye onlara dua etti.
d. Müşteri kızıştırmak caiz değildir. Bir mal üzerinde pazarlık devam ederken bir başkası aynı mala talip olamaz.
e. Malın kusurunu gizlemek caiz değildir. Pey-gamberimiz, “Bizi aldatan bizden değildir.”15 buyurmuştur.
f. Satıcının müşteriyi ikna etmesi için yemin etmesi malın bereketini giderir. Yalan yemin ise büyük günahtır.
g. Vergi kaçırmak da ticaret ahlâkı ile asla bağ-daşmaz. Ticaret, huzur ve barışın olduğu ül-kelerde yapılır. Huzur ve barışı sağlayan dev-lete vergi vermek ise hem vatandaşlık göre-vidir hem de ticaret ahlâkının bir gereğidir.
Ticareti, Kur’ân ve sünnetin öngördüğü fıkhî kurallara ve ahlâkî prensiplere göre yapmak kul olarak aslî görevlerimizdendir. Ticaret ahlâkına göre kazanılmış nimetler ise Allah’ın büyük bir lütfudur. Helal kazançla ifa edilen salih ameller-le Allah’ın rızasını dolayısı ile cenneti hak etmek
ise en büyük kazançtır.
Dipnot
*Dr. Mukadder Arif YÜKSEL
1. 28/Kasas, 77.2. 62/Cuma, 10-11.3. DİB Kur’ân-ı Kerim Meali, 12. Baskı, Ankara, 2006, 62/
Cuma, 10-11.i âyetin açıklaması.4. Bkz. 61/Saf, 10-11.5. Bkz. 2/Bakara, 16.6. Bkz. 35/Fatır, 29.7. Ebu Davud, Büyu, 51.8. Tirmizi, Büyu, 4.9. Tirmizi, Büyu, 4.10. İbn Mace, Ticaret, 34.11. Buhari, Büyu, 16.12. İbn Hişam, Siret, II.13. (Heyet) Hadislerle İslam, DİB yay. Ankara-2013, s.V/29 (
İbn Mace, Ticaret, 29)14. Mutaffifin, 83/1-415. Müslim, İman, 164
nisan
/201
9
somuncubaba somuncubaba86 87
Derginizin, elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Visan İktisadi İşletmesiZâviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79
[email protected] www.somuncubaba.net
2019 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
200
2019 Yılı
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi: Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi: İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Türkiye : 200
(0422) 615 15 54444 36 61
ABONE İLETİŞİM HATTI
(0546) 544 60 44
UL
DLA RAUS
ERGF UAR
RA SI
10 . International Periodical Fair
İstanbulSirkeci Garı
24-29 Nisan 2019Ziyaret Saatleri: 10:00 - 20:00
Miraç ve NamazHalide YENEN
Namazın Farziyeti
Cansever DOKUZ
KültürümüzdeRamazan’a Hazırlık
Sümeyye Büşra YILDIZ
Sınav Kaygısı ve YapılmasıGereken Egzersizler
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
www.somuncubaba.net
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 25 • SAYI: 222 • NİSAN 2019 • Fiyatı: 18 TL
222
0 0 2 2 2
Maktul ve Mazlum Bir Padişah: Sultan Genç Osman
M. Nihat MALKOÇ
Pîr-i Türkistan ve Tasavvuf Edebiyatımız
Bilal KEMİKLİ
Hz. Peygamber (s.a.v.)ve Çocuklar
Mustafa KARABACAK
BaşarıyaGiden Yollar
Ali ÖZKANLI
Beslenme veİbadet
Halis DEMİR