İlahİyat lİsans tamamlama programi tefsİr...

38
1 KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ 13 Prof. Dr. Mehmet OKUYAN İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA PROGRAMI TEFSİR METİNLERİ

Upload: others

Post on 22-Sep-2019

3 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

1

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

Prof. Dr. Mehmet OKUYAN

İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA PROGRAMI

TEFSİR METİNLERİ

2

İçİndekİler13.1. 34-41. ÂYETLER ..................................................................................................................................................... 3

13.1.1. Takvâ Sahiplerine Verilecek Ödül ............................................................................................................................ 313.1.2. Suçluların Azarlanışı ........................................................................................................................................................ 513.1.3. İddialarının Geçersizliği ...............................................................................................................................................10

13.2. 42-47. ÂYETLER ...................................................................................................................................................1213.2.1. Nankörlüğün Sonu ........................................................................................................................................................1313.2.2. Nankörlere İlâhî Gözdağı ............................................................................................................................................1913.2.3. Son İki Hatırlatma ...........................................................................................................................................................22

13.3. 48-52. ÂYETLER ...................................................................................................................................................2413.3.1. Risalette Sabır ve Kararlılığın Önemi ....................................................................................................................2413.3.2. Öfkenin İnsana Yaptırdıkları ......................................................................................................................................32

13.4. KALEM SÛRESİNİN GENEL MESAJLARI...................................................................................................36

Prof. Dr. Mehmet OKUYAN

Ünite: 13KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ

3

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

13.1. 34-41. ÂYETLER

ان للمتقين عند ربهم جنات النعيم ﴿34﴾ افنجعل المسلمين كالمجرمين ﴿35 ما لكم كيف تحكمون ﴿36﴾ ام لكم كتاب فيه تدرسون ﴿37﴾ ان لكم فيه لما تخيرون ﴿38﴾ ام لكم ايمان علينا بالغة الى يوم القيمة ان لكم لما تحكمون

﴿39﴾سلهم ايهم بذلك زعيم ﴿40﴾ ام لهم شركاء فلياتوا بشركائهم ان كانواصادقين ﴿41

“34. Takvâ sahipleri için Rableri katında nimetleri bol cennetler var-dır. 35. ‘(Allah’a) teslimiyet gösterenleri suçlularla bir mi tutalım?’ 36. ‘Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?’ 37-38. ‘Yoksa içinde beğendiğiniz her şeyin bulunduğu bir kitabınız var da onda(n) mı okuyorsunuz?’ 39. Yoksa, vereceğiniz her hükmün sizin lehinize (veya doğru) olacağına dair tarafımızdan verilmiş, Kıyamet Günü’ne kadar geçerli kesin sözler mi var? 40. Bu iddiaya hangilerinin ke-fil olabileceğini kendilerine sor. 41. Yoksa ortakları mı var onların? Sözlerinde doğru iseler, getirsinler bakalım ortaklarını!”

Sûrenin dördüncü grup âyetinde önceki gruplarla da ilişkili olarak, söz önce sorumlu Müslümanlara, ardından nankörlere getirilmek-tedir. Takvâ sahiplerine verilecek ödül zikredildikten sonra, suçlular çeşitli sorulara muhatap kılınmakta, inanç ve davranışları itibariyle bir anlamda sorgulanıp eleştiriye tâbi tutulmaktadırlar.

13.1.1. Takvâ Sahiplerine Verilecek ÖdülYüce Allah sorumluluğunu bilmeyen bahçe sahiplerinin kıssasını anlattıktan sonra, sorumluluk sahiplerine nasıl bir mükâfat verece-ğini beyan etmekte, teslimiyet içerisinde olanlar ile suçluluktan bes-lenenleri bir tutmayacağını haber vermektedir.

1. Nimet Cennetleri Muttakîlerin Olacaktır Takvâ sahipleri için Rableri katında nimetleri“ ان للمتقين عند ربهم جنات النعيمbol cennetler vardır.” Âyetteki المتقين el-muttakıın kelimesi “takva sa-hipleri, duyarlı insanlar, sorumluluğunu bilenler”, جنات النعيم cennâtü’n-na‘îm tamlaması ise “nimetleri bol cennet, bahçe” demektir.

• Yüce Allah, bu âyetinde muttakî kavramına yer vermekte, bahçe sahiplerinin yaptığı davranışın yanlışlığını o davranışın tersinin doğru olduğu bilgisiyle de ortaya koymaktadır. Muttakî veya takvâ kavramı hakkında geniş açıklamalarımızı Nebe’ 78/31’de yaptı-ğımız için, burada ilgili kelimenin bağlama uygun karşılığını ver-mekle yetineceğiz.

Bahçe sahipleri ürünlerinden infak etmeme düşüncesiyle aslında fakirlere karşı sorumluluklarını yerine getirmeme kararlılığı göster-

(

(

Tefsir meTinleri

4

113

mişlerdi. Böylece onlar “sorumsuz ve duyarsız” bir davranış ortaya koymuşlardı ki bu büyük bir hataydı ve aynı zamanda da bir zu-lümdü. “Takvâ sahibi olmak” günahlardan korunmayı ve gazaptan azade olmayı beraberinde getiren “korunaklılık” demektir. Mal ve servetini Allah’ın emrettiği şekilde infak edenler malını dünyevî be-ladan, kendilerini de âhiretteki azaptan kurtarmış olurlar.

İşte Yüce Allah, bu hatalı ve duyarsız davranışlarının karşılığını bahçeye helâk belasını vererek dünyada kendilerine tattırmıştı. Şüphesiz tevbe etmeyenler için âhiretteki azap bundan çok daha şiddetli olacaktır. Bu nedenle âyette tercih edilen el-muttakıın keli-mesi bu anlamda zikredilebilecek en uygun kelimeydi; Yüce Allah da kelamına zaten bunu koymuştur.

• Âyette geçen النعيم cennâtü’n-na‘îm tamlaması “nimetleri bol جنات cennetler, bahçeler, nimet yurdu, nimet cennetleri, mutluluk bah-çeleri, gam ve kederden, bela ve sıkıntıdan uzak, katıksız nimet ve mutluluk bağları, bostanları”1 gibi anlamlar vermektedir. Bir önceki âyette dile getirilen “âhiretteki azabın büyüklüğü”ne karşı-lık, oradaki ödüllerin de çok büyük olduğu bu tamlama ile ortaya konulmaktadır. Taberî’nin isabetle vurguladığı gibi, mahşerdeki cennet nimetleri geçici değil, dünyadakilerin aksine ebedidir. 2

Ayrıca âyetteki devrik cümle yapısı, söz konusu nimet cennetlerinin verileceği kişilerin muttakîler olduğunu ortaya koymaktadır. Aslında kural olarak للمتقينli’l-muttakıın “takvâ sahipleri için” kelimesi âyetin sonunda olmalıydı; ancak “takdîm-te’hîr” denen hasr, yani “anlamı bir şeye ait ve özel kılmak” işlemi gereği, burada vurgulu ifade söz konusudur ve nimet cennetlerinin muttakilere özel olacağı beyan edilmiştir.

2. Müslümanlar Suçlularla Bir Tutulmayacaktır teslimiyet gösterenleri, suçlularla bir (Allah’a)“ افنجعل المسلمين كالمجرمينmi tutalım?” Âyetteki نجعل nec‘alü fiili “kılmak, tutmak”, المسلمين el-müslimîn kelimesi “Müslümanlar, gönülden teslim olanlar, teslimiyet gösterenler”, المجرمين el-mücrimîn sözcüğü ise “suçlular, sürekli hata yapanlar” demektir.

Bir önceki âyet indirildiğinde Mekkeli ileri gelen Kureyş müşrikle-ri dünyalık olarak büyük pay aldıklarını, Müslümanların ise daha azla yetinmek durumunda olduklarını belirtmiş ve şöyle demişlerdi: “Eğer Muhammed (as) ve beraberindekilerin dediği gibi, öldükten sonra diriltileceğimiz doğru ise oradaki durumumuz da aynen dün-yadaki gibi olur. Onlar bizden daha fazla bir şeye sahip olamazlar; ulaşabilecekleri en ileri seviye bize eşit olmaktan öteye geçemez.” İşte bu sözleri üzerine sûrenin 35. âyeti indirilmiştir. 3

1 Yazır, age., VIII, 281.

2 Taberî, age., XXIX, 36.

3 Bu ve benzer rivayetler için

bk: Semerkandî, age., III, 484;

Zemahşerî, age., IV, 580; Râzî,

age., XXX, 91; Kurtubî, age.,

XVIII, 160.

5

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

Yüce Allah bu âyetinde insanoğlunun mahşerde iki ana grup ha-linde değerlendirileceğini, bir grubun Müslüman, diğerinin ise müc-rimlerden oluşacağını ifade etmektedir. Dünya hayatında sadece Yüce Allah’a boyun eğen, sadece O’na kulluk eden, O’nun emir ve yasaklarına riayet eden kişilerin, sürekli günah işleyen, isyan içe-risinde olan, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmeyen suçlu ve günahkâr kişilerle hiçbir şekilde bir tutulmayacağı bu âyette inkârî bir soru olarak gündeme getirilmektedir. Esasında bu tür sorular ce-vabı bünyesinde bulunduran ifadelerdir. Anlaşılan o ki, Yüce Allah mahşerde Müslümanlar ile suçluları hiçbir şekilde bir veya eşit tut-mayacaktır. Önceki âyet grubunda da dile getirildiği üzere Müslü-man ve muttakîler için nimet cennetleri vaad edilirken, kâfirlere en büyük azabın uygulanacağı beyan edilmektedir.

Müslüman, günah işlememek ve günahtan kaçınmak için Allah’a teslim olan insandır; mücrim ise günah işlemek için Allah’a teslim olmaktan kaçan kişidir. Bir başka ifadeyle, işlenen her günah kişi-nin İslâm’ını tehdit eden bir hastalıktır.4 Öyleyse Müslüman olmak, Müslüman kalmak ve Müslüman olarak ölmeye çalışmak, yaratılışın gayesini gerçekleştirmektir.

13.1.2. Suçluların AzarlanışıYüce Allah sorumluluğunu bilen ve ona göre davranan muttakiler için çeşitli ödül cennetleri hazırladığını ve Müslümanlarla mücrim-lerin hiçbir şekilde bir tutulmayacağını beyan ettikten sonra bu defa kendilerini dünya hayatındaki tutumları nedeniyle azarlamaktadır. Çeşitli sorular sorarak aslında onların delilden yoksun ve birtakım kuruntuların esiri olduklarını kendilerine ifade etmektedir.

1. Müşrik Muhataplar Sorgulanmaktadırتحكمون كيف لكم ”?Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz“ ما Âyetteki تحكمون ,”?mâ leküm ifadesi “Neyiniz var? Ne oldu size ما لكمtahkümûn fiili ise “hüküm vermek, karar vermek” demektir.

• Bu ifadede muhataplar bir önceki âyette dile getirilen mücrimler-dir, yani sürekli suç ve günah işleyen inkârcı kâfirlerdir. Kınandık-ları nokta ise bir önceki âyetin nüzul sebebi olarak naklettiğimiz “mahşerde kâfilerin Müslümanlardan daha iyi durumda olacağı veya en azından eşit tutulacakları” şeklindeki kabulleridir. Sanki amellerin karşılığını vermek kendilerine bırakılmış da, istedikleri gibi hüküm veriyorlar ve Müslümanlara verileceklerden daha ha-yırlısının kendilerine verileceğini söylüyorlar. İşte Yüce Allah böy-le bir kanaati, algıyı veya hükmü alaycı bir soru ifadesi kullanarak şiddetle reddetmekte, muhatapların derin bir yanılgı içerisinde bulunduklarını beyan etmektedir.

• Âyetteki ما لكم mâ leküm ifadesine “yazıklar olsun size!” anlamı da verilebilir.5 Dahası, bu ifadenin mesajında “Aklınıza, fikrinize ne

4 İslâmoğlu, age., s. 1160’ta

17. not.

5 Semerkandî, age., III, 484.

Tefsir meTinleri

6

113

oldu? Neyinize, hangi delilinize, hangi kuvvetinize güveniyorsu-nuz?” şeklinde bir anlam zenginliği de görülebilir. 6

Yûnus 10/35’te, hakikate götüren değer ile gerçeği vaad etmeyen anlayışın karşılaştırıldığı bir bağlamda tevhid ile şirki karıştıran zih-niyetin kınanmasında da aynı ifadeler kullanılmaktadır. Ayrıca Sâffât 37/154’te, melekleri Yüce Allah’a kız çocuklar isnat edip kendilerine beğendikleri erkekleri layık gören tipik müşrik kafasının eleştirildiği bir âyet grubunda da söz konusu anlayışı kınamak üzere bu ifade tercih edilmiştir.

• Neresinden bakılırsa bakılsın, hangi tercüme esas alınırsa alın-sın, bu tür ifadelerin yer aldığı âyetlerde verilmek istenen mesaj, bu şekilde hüküm vermenin son derece yanlış olduğunu ve sahip-lerini mahcup edeceğini ortaya koymaktır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyet grubunda ele alınan ve reddedilen husus, mah-şerde kendisini -hâşâ- Allah’ın yerine koyup kafasına göre hüküm verebileceğini sanan Mekke müşriklerini kınamaktır. Hiç kimse dünya hayatında da âhiret şartlarında da kafasına göre Allah adı-na hüküm verme yetkisine sahip değildir.

• Âyetten günümüze dair bazı sonuçlar elde etmeliyiz. Yüce Allah bu âyetinde aslında iyiyi kötü, yanlışı doğru, güzeli çirkin ve bâtılı hak görerek hüküm verenlere seslenmektedir. Böylece hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini karıştıranları ve bu karıştırma ile hep olumsuz yargıda bulunup yanlış değer-lendirme yapanları sorgulamaktadır. Meselâ, böylesi bir nankör, Yüce Allah tarafından görevlendirilmiş peygambere “deli, şair, büyücü” ve Allah’ın âyetlerine de “öncekilerin masalları” diyebili-yor. Böylece müminleri yanlış yolda, kâfirleri ve günahkârları ise doğru yolda görebiliyor. Namaz kılanları, oruç tutanları, Kur’ân okuyanları, anlayanları ve yaşayanları küçümseyebiliyor, din eği-timini, dinî değer ve ilkeleri aşağılayabiliyor. Bununla da yetinme-yip Kur’ân’a “çöl kanunu” diyebiliyor, İslam’ı karanlık olarak algıla-yabiliyor. Alkol alıp ahlâkî endişelerden uzak yaşayanları “aydın” olarak vasıflandırabiliyor; dindarları “yobaz”, dinsizleri “ilerici” görebiliyor ve insanlara muamele ederken bu yargıdan hareket edebiliyor. Müminleri aşağılayarak birtakım görevlere atanmaları-nı yasaklayabiliyor, onların özlük haklarını çiğneyebiliyor.7 Bir kez insanın değerleri aşınmaya görsün, artık onun nasıl sözler söyle-yeceğini, ne tür değerlendirmeler yapabileceğini ve hangi suçla-malarda bulunabileceğini kestirmeye imkân yoktur.

• Bu arada âyetin mesajı bağlamında bir eğitim ilkesi olarak şöyle bir sonuç da çıkartabiliriz: Yanlış yolda olan insanları kendi halle-rine terk etmemeli ve gidişlerinin yanlış olduğunu onlara hatırlat-malı, zaman zaman üslup farklılığı gerekli olsa da, kendilerine so-rular sorulmalı, böylece kendilerine gelmeleri için onlara fırsatlar

6 Yazır, age., VIII, 282.

7 Bayraklı, age., XIX, 513.

7

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

verilmelidir. Kur’ân’da çeşitli içeriklerde “soru sorma” yönteminin sıklıkla kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Bunu insanlar hem kendi-lerine hem de muhataplarına uygulamalıdırlar.

2. Hüküm Vermek İçin Doğru Kaynak Gerekir Yoksa içinde beğendiğiniz her“ ام لكم كتاب فيه تدرسون ان لكم فيه لما تخيرونşeyin bulunduğu bir kitabınız var da onda(n) mı okuyorsunuz?” Bu-radaki كتاب kitâb kelimesi “kitap, ilâhî metin, kaynak”, تدرسون tedrusûn fiili “çalışmak, ders okumak, ders almak”, تخيرون tehayyerûn fiili ise “tercih etmek, beğenmek” demektir.

تدرسون • فيه كتاب لكم -Yoksa bir kitabınız var da, onda(n) mı oku“ ام yorsunuz?” Yüce Allah inkârcıları sorgularken onlara şöyle çok önemli bir soru sormaktadır: “Bilgilendiğiniz bir kitabınız var mı?” Fâtır 35/40’ta da geçtiği üzere, Yüce Allah müşrikleri sorgula-makta, kendilerine daha önce vahiy indirilmediğini, kitâbî bilgiden yoksun olduklarını, bu nedenle de sözlerinin doğru bir dayanağı-nın bulunmadığını beyan etmektedir. Yine Fâtır 35/44’te onlara okuyup öğrenebilecekleri herhangi bir vahiy indirilmediği gibi Hz. Peygamber’den önce herhangi bir elçi de gönderilmediği bildiril-mektedir.

Sâffât 37/154-157’de verdikleri hükmün yanlışlığı beyan edilerek onlara şu sorular sorulmaktadır: “Hiç mi düşünmüyorsunuz? Yoksa elinizde (hakikatin) apaçık (başka) bir belgesi mi var? Eğer doğ-ru söylüyorsanız haydi varsa kendi kitabınızı getirin.” Ayrıca Zuhruf 43/21’de de benzer şekilde kendilerine daha önce kitap indirilme-diği, dolayısıyla sıkıca sarılabilecekleri bir kaynaklarının olmadığı ifade edilmektedir.

İşte bütün bu âyetler ile yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki mesaj, ilâhî kaynaktan beslenmeyen müşrikleri kınayan bir içerik arz etmektedir. Söylenmek istenen özetle şudur: Mekke müşrik ile-ri gelenlerinin Hz. Peygamber’e karşı çıkışlarının hiçbir gerekçesi yoktur; çünkü ilâhî kaynaktan beslenen bir dayanakları bulunma-maktadır. Dolayısıyla dünya hayatına ve âhirete yönelik kanaatle-rinin de herhangi bir dayanağı, tutar tarafı ve değeri yoktur. Kasas 28/49’da dile getirildiği üzere onlar kendi hevâlarına, yani arzularına uymaktadırlar.

-Beğendiğiniz her şeyin içinde bulunduğu (bir ki“ ان لكم فيه لما تخيرون •tabınız mı var?).” Bu cümleye “Siz neyi beğenirseniz o sizindir (di-yen bir kitap)” veya “İçinde istediğiniz her şeyi bulabileceğiniz (bir kitap)” şeklinde de anlam verilebilir.8 Her üç mealde de mesajın aynı olduğu görülmektedir. Yüce Allah Mekkeli müşrikleri kitâbî bir bilgiye dayanmadan konuşmakla eleştirmektedir. Bu arada çok önemli başka bir noktaya daha işaret edilmektedir: İlâhî kaynak-tan beslenmeyen ve insanların kendi kanaatleriyle oluşturdukları

8 Esed, age., s. 1176; İslâmoğlu,

age., s. 1158.

Tefsir meTinleri

8

113

değerler sübjektif, yani göreceli değerlerdir; adamına göre veya şartlara göre ya da zamana ve zemine göre değişebilir. İnsanlar oraya kendi arzularını yerleştirmiş olacağı için bu tür bilgi veya esasların evrenselliğinden de söz edilemez.

İnsanlar gaybı bilmedikleri için tercih ettikleri şeylerin her zaman kendi lehlerine olduğunu zannedebilirler ki bu da yanılgıdır. İnsan sadece bildiği veya gördüğü kadarıyla karar verebilir; bunun dışın-da her şeyi bilen bir Yaratıcıya yaslanmayan ve O’ndan destek al-mayanlar zamanla yanıldıklarını görmekte, derin pişmanlıklar ya-şamaktadırlar. Bu nedenle Yüce Allah Mekkeli müşrikleri muhatap alarak, ancak evrensel bir mesaj halinde insanların tercihlerinin daima kendi lehlerine olamayabileceğini beyan etmekte, ilâhî kay-naktan gelmeyen anlayışların sıkıntı doğurabileceğini ifade etmek istemektedir. İnsan olmak, haddini, yani sınırını bilmeyi gerektirir; insanın haddinin neresi olduğunu da ona sadece Rabbi bildirebilir. insanoğlu Rabbinden almadığı bilgilerle sorumluluğunu yerine ge-tirmiş olmaz.

Yorumunu yapmakta olduğumuz bu iki âyetle ilgili şu hatırlatmaların da yapılması gerektiği kanaatindeyiz: Yüce Allah, bir değerlendir-me yapılırken kitâbî bilgiye dayanmanın önemine işaret etmektedir. Doğru ve güvenilir bir kitaptan konuşmak ve Kitâb’a uymak diye bir zorunluluk vardır. “Kitâb’a uymayıp kitabına uyduranlar” bu vesiley-le kınanmaktadır. İnsanın her görüşünün ve her tercihinin doğru ola-mayacağına dikkat çekilen bu âyetlerde, “Allah’ın hükmüne gerek yoktur; O, kâinatı idare etsin, insanların işlerine karışmasın” anlamı-na gelebilecek yaklaşımlar şiddetle reddedilmekte, kendi görüş ve arzularını yeterli ve doğru görenler sorgulanmaktadır. Unutulmama-lıdır ki, “Allah adına konuşanlar Allah’ın kitabından konuşmalıdır.” Çünkü “en güzel söz” “en Güzel’in sözüdür” ki o da Yüce Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Diğer taraftan, Allah’ın kitabını dikkate almadan, din adına konu-şup arzularına göre fetva verenlere “hangi kitaptan fetva verdikleri” de bu vesileyle sorulmaktadır. Böylece din adına hüküm verenlerin, mutlaka ilâhî kitaba dayanmalarının zorunluluğu ortaya konulmuş olmaktadır. 9

3. Hiç Kimsenin Garantisi Yokturتحكمون لما لكم ان القيمة يوم الى بالغة علينا ايمان لكم Yoksa, vereceğiniz her“ ام hükmün sizin lehinize (veya doğru) olacağına dair tarafımızdan ve-rilmiş, Kıyamet Günü’ne kadar geçerli kesin sözler mi var?” Âyetteki bâliğa بالغة ,”eymân kelimesi “yeminler, kesin sözler, sözleşmeler ايمانsözcüğü “ulaşan, geçerli”, يوم القيمة yevmü’l-kıyâmeh tamlaması “Kı-yamet günü”, تحكمون tahkümûn fiili ise “hüküm vermek” demektir.

Yoksa, bizim aleyhimize (bizi bağlayan) yeminler mi“ ام لكم ايمان علينا •

9 Bayraklı, age., XIX, 514.

9

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

var?” Yüce Allah, bu âyette ileri gelen Mekkeli müşriklere soru sor-maya, bunca ısrarcı ve kararlı tutumlarının sebebini sorgulamaya devam etmektedir. Önceki iki âyette soru kalıbındaki bir ifadeyle “sağlam ve yazılı bir dayanaklarının olmadığı”nı dile getirdikten sonra, bu defa sözlü bir delillerinin bulunup bulunmadığını kendi-lerine sormaktadır. Önceki soru kalıbında olduğu gibi burada da aslında cevap beklenen bir soru değil, olumsuz bir şekilde cevabı içerisinde barındıran bir kınama söz konusudur. “Sizin böyle bir sözleşmeniz mi var?” sorusu aslında “sizin böyle bir sözleşmeniz asla yoktur” demektir. Çünkü sözleşmenin asıl onaylayıcı tarafı Yüce Allah olacağı için, soruyu bizzat Rabbimizin sorması böyle bir yeminin veya ahdin bulunmadığının açık delilidir.

Âyetteki علينا ‘aleynâ ifadesi, yemin veya sözleşmenin Allah’a karşı bir mahiyet arz etmesi veya bağlayıcılığı anlamlarını da içerebilir. Söylenmek istenen şudur: “Sizin yanınızda bizim ‘aleyhimize’ kulla-nabileceğiniz sözleşmeleriniz mi var?” Bu anlamın içeriğinde “Sanki Allah’ın bilmediği bir şeyler mi biliyorsunuz?” sorusu gizlidir. Elbette bütün bu iddialar ve kabuller yanlış ve asılsızdır; Yüce Allah da bu iddia sahiplerini deşifre etmektedir. O’nun bilmediği hiçbir alan ve an yoktur; bu nedenle söz konusu iddia sahipleri sadece mahcup olacaklardır.

الى يوم القيمة • Kıyamet Günü’ne kadar geçerli.” Yüce Allah ileri“ بالغة gelen Mekkeli müşriklerin kabullerini her yönüyle geçersiz kılmak üzere aslında ellerinde bulunmayan sözleşme iddialarını reddet-mektedir. Bunun için karşıdakini mahcup etmek üzere onun iddi-alarının ne kadar saçma olduğunu ortaya koyarken biraz da ken-dileriyle alay etmekte, konuyu tâ Kıyamet’e kadar uzatmaktadır. Bu ifadede hem alay vardır; hem de “bu iddiaların bir de kıyamet boyutu var; ona göre sözünüzü söyleyin, hesaba çekileceksiniz” şeklinde mesaj söz konusudur. Yüce Allah bütün zamanların inkârcılarına seslenmekte ve herkesin O’nun hakkında değerlen-dirme yaparken “kılı kırk yararcasına” hassas olması gerektiğine dikkatlerini çekmektedir.

-Vereceğiniz her hükmün sizin lehinize (veya doğ“ ان لكم لما تحكمون •ru) olacağına dair (sözleşmeler mi var?)” Burada sözü edilen hü-küm, öncelikle 35. âyette dile getirdiğimiz nüzul sebebidir. Onlar dünyada olduğu gibi mahşerde de müminlerden daha iyi durum-da olacaklarını iddia ediyorlardı. Elbette mesaj sadece bu ifade-leriyle sınırlı değildir. Hem bu konuda hem de benzer konulardaki “kararların veya verdikleri hükümlerin kendilerinin lehinde ve doğ-ru olacağı kabulü” işte bu ifadeyle bir kez daha reddedilmektedir.

Yüce Allah insanların seçeneklerinde veya hükümlerinde hata ya-pabileceklerini, her seçenek ve hükmün kendi iyiliklerine ve fay-dalarına olmayabileceği uyarısını yapmaktadır. Yüce Allah, siyâsî

Tefsir meTinleri

10

113

erki elinde bulunduran kâfirlere seslenerek, “yaşadığınız dönemde elinize geçirdiğiniz hükümranlığın gelecekte de devam edeceğini nereden biliyor ve o nedenle müminleri neden itip kakıyorsunuz? Gelecekte iktidarın onların eline geçmeyeceğine nereden hükmedi-yorsunuz? Bugün sizin itip kaktığınız müminlerin durumundan zevk alabilirsiniz, onları küçük görerek alaya alabilirsiniz, ama yarın aynı duruma düştüğünüzde siz ne hissedeceksiniz? Onun için kendinizi o horladığınız zayıf müminlerin yerine koyarak hüküm vermeli ve değerlendirme yapmalısınız” demektedir. Eğer beşeri kaynaklı ise hiçbir seçenek, değerlendirme ve hüküm verme, kıyamete kadar de-vam etmez ve edemez. Kendi isteklerinizin Allah katında da geçerli olduğuna karar verme yetkiniz yoktur. Bakara 2/216’ya göre, sevdik-lerinizde sizin için kötülük, sevmediklerinizde ise iyilik olabilir.10

Bu noktada Hucürât 49/16’yı hatırlamak gerekir: “Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz; Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Ayrıca yanlış inançları doğrultusun-da kendilerine yarar da zarar da veremeyecek olan putlara tapıp onların Allah katında şefaatçileri olacaklarına inandıklarını ifade eden müşriklere Yüce Allah Yûnus 10/18’de şu muhteşem soruyu sormaktadır: “De ki: göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz? O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yü-cedir.”

Yüce Allah işte bu ve benzeri âyetlerde müşrik mantığıyla üretilen kanaatlerin hiçbir şekilde doğru olamayacağını, bu tür iddiaların sa-hiplerinin de bundan dolayı mutlaka hesaba çekileceğini bildirmek-tedir. Yüce Allah vahyi dışında hiç kimseye özel bir bilgilendirme yapmamış, bu noktada peygamberlerinin tebliğ ettiği vahyin insan-lar için tek ölçü kabul edilmesi gerektiğini muhataplara öğretmekte-dir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki soruların veya sorgu-lamaların mantığı da bu olsa gerektir.

13.1.3. İddialarının GeçersizliğiYüce Allah, bundan önceki âyet grubunda da olduğu gibi, bir anlam-da onların devamı olarak inkârcı Mekkeli müşriklere sorular sordu-rarak dayanaktan mahrum olduklarını kendilerine itiraf ettirmektedir. Bu amaçla ortak saydıkları varlıkların hiçbirisinin yardıma geleme-yeceği, bu nedenle de aldanmış oldukları ortaya konulmaktadır.

1. Kendi Sözlerine Bile Kefil Değillerdir-Bu iddiaya hangilerinin kefil olabileceğini kendileri“ سلهم ايهم بذلك زعيمne sor.” Âyetteki سلهم selhüm ifadesi “onlara sor”,ايهم eyyühüm soru-su “hangisi, hangileri”, زعيم ze‘îm kelimesi ise “kefil” demektir.

Önceki âyet grubunun inmesine neden olan olayda da aktardığımız üzere, ileri gelen Mekkeli müşrikler kendilerinin hem dünyada, hem de âhirette müminlerden çok daha iyi durumda olacaklarını veya

10 Bayraklı, age., XIX, 515.

11

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

müminlerin mahşerde en çok onların seviyesine çıkabileceğini iddia etmişlerdi. İşte onların bu yaklaşımlarını Yüce Allah reddetmekte, önceki âyetlerde dile getirdiği sağlam delilden yoksun oluşlarına ilave olarak burada da sözü tekrar kendilerine getirerek iddialarını ispata çağırmaktadır.

Kur’ân’da bir de Yûsuf 12/72’de geçen زعيم ze‘îm kelimesi “kefil, yüklenen, üstlenen, delil ortaya koyan ve iddiasını ispatlayan kişi” anlamlarına gelmektedir. Konu, öncelikle Mekkeli müşriklerin “için-de istedikleri veya tercih ettikleri şeylerin bulunduğunu iddia ettikleri kitaplarının olmaması” ile ilgilidir. Ardından “verdikleri hükmün kıya-mete kadar geçerli olacağına dair ellerinde bulunduğunu sandıkları bağlayıcı yeminlerin mevcut olmaması” da bu soru ile ilişkilendiril-mektedir.

İşte Yüce Allah kendilerine bu noktada yeniden soru sordurmakta ve içlerinden hiçbirisinin kendi sözlerine veya iddialarına kefil ola-mayacaklarını onlara soru ifadesiyle itiraf ettirmektedir. “İçlerinden kefil kimdir?” ifadesi, “İçlerinden hiçbir kefilleri yoktur” anlamına gel-mektedir. Bu cümle esasında “delilin, dayanağın ne?” anlamına da gelmektedir. Çünkü buradaki soru, cevabı beklenen bir soru değil, cevabın olumsuz olduğunu karşı taraftakilere itiraf ettirmeyi amaç-layan bir kınama ve ayıplama ifadesidir.

2. Hiçbir Destekçileri de Yoktur Yoksa (kendilerini destekleyen)“ ام لهم شركاء فلياتوا بشركائهم ان كانوا صادقينortaklar mı var? Sözlerinde doğru iseler, (olmayan) ortaklarını ge-tirsinler bakalım!” Âyetteki شركاء şürekâ’ kelimesi “ortaklar”, فلياتوا felye’tû emri “getirsinler”, صادقين saadikıın kelimesi ise “doğrular, doğru söyleyenler, samimi olanlar” demektir.

-Yoksa (kendilerini destekleyen) ortaklar mı var?” Bu“ ام لهم شركاء •radaki شركاء şürekâ’ kelimesi “görüş ve iddialarında kendileriyle ortak kanaati paylaşan, onlarla fikir birliğinde olup yollarını izleyen insanlar” demektir. Mesaj olumsuz bir içerikte yer aldığı için bura-daki şürekâ’ kelimesine kafadarlar anlamı da verilebilir.

Âyetin başındaki ام em edatı, bu âyetteki sorunun da bir önceki âyette yer alan selhüm “onlara sor” emrinin devamı olduğunu gös-termektedir. Dahası, buradaki لهم lehüm ifadesinde Mekkeli müşrik-lerle alay eden bir anlam daha söz konusudur. Çünkü onlara “kendi lehlerinde ortaklar mı var?” denilerek elbette böyle bir ortaklarının olmadığı söylenmek istenmektedir.

,ortaklarını getirsinler bakalım!” Bu istek (Olmayan)“ فلياتوا بشركائهم •muhataplardan imkânsızı istemek şeklinde bir alay ve kınama ifa-desidir. Bakara 2/23, Âl-i İmrân 3/93, Yûnus 10/38, Hûd 11/13, Kasas 28/49, Sâffât 37/157 ve Tûr 52/34 gibi âyetlerde örnekleri

Tefsir meTinleri

12

113

bulunduğu gibi, bu cümlede de imkânsızı isteme anlamında mey-dan okuma devam etmektedir.

Daha önceden, yani 35. âyetten itibaren gelen âyetler bütünü dik-kate alındığında söylenmek istenen şudur: Mekkeli müşriklerin oku-yacakları bir kitapları da, verdikleri kararların kendi lehlerine oldu-ğunu içerecek şekilde Allah’tan aldıkları sözleri de, bu konularda iddialarına veya kabullerine kefilleri de, onlarla aynı kanaati payla-şan ortakları da, destekçileri de yoktur. Bu durumda âyetteki بشركائهم bişürekâihim ifadesini “onların mutlak anlamda bütün destekçileri” anlamına alabiliriz.

Âyetteki istek, önceki meydan okumalara uygun olarak dünya ha-yatında Mekke müşriklerine yönelik bir emir olarak anlaşılmak du-rumundadır. Ancak bir sonraki âyetin işaretiyle bu isteğin mahşerde gerçekleştirilme ihtimali de vardır. Bu durumda ilgili emir âhiret şart-larında müşriklerin dünyada peşlerinden gittikleri putlardan şefaat anlamında yararlanmalarının imkânsızlığını ortaya koymaktadır. Nitekim Yâsîn 36/75’te ve daha pek çok âyette bu noktada açık deliller mevcuttur. İlk anlam öncelikli olsa da ikincisinin de delilinin bulunduğunu belirtmekte yarar vardır.

Sözlerinde doğru iseler” ifadesi, esasında bir sözü“ ان كانوا صادقين •söylemeden, bir görüşü ya da iddiayı ortaya atmadan önce onu destekleyecek alt yapıya veya donanıma sahip olmak gerekti-ğinin bir delilidir. Delilsiz ve mesnetsiz çıkışlar sadece sahibini yanıltmaya ve mahcup etmeye neden olur; bunun dışında hiçbir hakka ve hakikate hizmet etmez, hiçbir yaraya merhem olmaz. Kaldı ki bu cümlede bir kişi bir iddia ortaya attığında ona öncelikle kendisinin inanması gerektiği, yani bir anlamda davasında sami-mi olmasının zorunlu olduğu da dolaylı olarak gösterilmektedir. İşte tam da bu noktada ileri gelen Mekkeli müşriklerin samimi ol-madıkları, sadakatten yoksun kaldıkları ve samimiyetsiz insanlar oldukları da beyan edilmiş olmaktadır.

13.2. 42-47. ÂYETLER

يوم يكشف عن ساق ويدعون الى السجود فل يستطيعون ﴿42﴾ خاشعةابصارهم ترهقهم ذلة وقد كانوا يدعون الى السجود وهم سالمون ﴿43ب بهذا الحديث سنستدرجهم من حيث ل يعلمون ﴿44﴾ فذرني ومن يكذ

واملي لهم ان كيدي متين ﴿45ام تسـلهم اجرا فهم من مغرم مثقلون ﴿46﴾ ام عندهم الغيب فهم يكتبون ﴿47

“42. O gün ayak açılacak (işler zorlaşacak) ve secdeye davet edile-ceklerdir; fakat (buna) güç getiremeyeceklerdir. 43. Kendilerini zillet

(

((

13

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

kaplamış olarak gözleri (perişanlıktan) yıkılmış bir halde (olacak-tır). Hâlbuki onlar sağlam (sağ ve sağlıklı) iken secdeye davet edil-mişlerdi (fakat secde etmemişlerdi). 44. (Ey Peygamber!) Bu sözü (Kur’ân’ı) yalan sayanla beni (baş başa) bırak/onu bana bırak. Biz, onları bilemedikleri bir şekilde yavaş yavaş helâke sürükleyeceğiz. 45. Onlara zaman tanıyorum. Doğrusu benim ince planım çok sağ-lamdır. 46. Yoksa sen (tebliğine karşılık) onlardan bir ücret istiyor-sun da borç yüzünden ağır bir yük altında mı kalıyorlar? 47. Yahut gayb (kaynaklı bilgi) onların yanında da (ondan istedikleri gibi mi) yazıyorlar?”

Sûrenin beşinci grup âyetinde önceki gruplarla da ilişkili olarak, nankör insan tipinin mahşerdeki çaresizliği gündeme getirilmekte, Yüce Allah’ın hakkı yalanlayıcı bu tip insanları kendisinin helâk ede-ceği, hatta bunun dünya hayatında bile yavaş yavaş başladığı be-yan edilmektedir. Bu arada Hz. Peygamber üzerinden onlara bazı sorular da sorularak yanlışlıkları adeta perçinlenmektedir.

13.2.1. Nankörlüğün SonuYüce Allah, nankör insan tipinin dünya hayatının son demlerinde de mahşerde de işinin çok zor olacağını beyan etmek üzere, artık işin işten geçmiş ve emirlere riayetin zamanının bitmiş olacağını, çünkü dünya hayatında ve sağlam dönemlerinde söz konusu isteklere iti-bar etmediklerini ifade etmektedir.

1. Paçalar Tutuşacak, Ancak İş İşten Geçmiş Olacaktır O gün ayak açılacak (işler“ يوم يكشف عن ساق ويدعون الى السجود فل يستطيعونzorlaşacak) ve secdeye davet edileceklerdir; fakat (buna) güç geti-remeyeceklerdir.” Âyetteki يوم yevme kelimesi “o gün”, يكشف yükşefü fiili “açılmak”, ساق saak kelimesi “ayak, baldır, incik, bacak, mecaz olarak güç, takat”, يدعون yüd‘avne fiili “çağrılmak, davet edilmek”, lâ yestetıı‘ûn fiili ل يستطيعون ,”es-sücûd kelimesi “secde, kulluk السجودise “güç yetirememek” demektir.

A) يوم يكشف عن ساق “Ayağın açılıp (işlerin zorlaşacağı) gün.” Bu ifade hakkında çeşitli açıklamalar yapılmış ve maksat ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu nedenle biz de bu cümlede kast edilen anlamın ne olduğu konusunda açıklamalar yapmak istiyoruz.

1. Âyetin başındaki “o gün” anlamına gelen يوم yevme kelimesinin hangi günü ifade ettiği önemli bir konudur. Bazı âlimler bunu dün-ya ile, diğerleri kıyamet ve âhiretle ilişkilendirmektedir.

• Konuyu dünya ile ilişkili görenlerin başında Ebû Müslim el-Isfehânî gelmektedir. Ona göre âyette sözü edilen “secdeye davet edilirler” ifadesi mesajın dünya ile ilişkili olduğunun delilidir; çünkü kıya-mette secde emri de kulluk görevleri de olmayacaktır. Buna göre maksat ya Furkaan 25/22’de olduğu gibi kişinin dünyadaki son

Tefsir meTinleri

14

113

günüdür ve En‘âm 6/158’de dile getirildiği üzere daha önce iman etmeyenlerin imanları kişilere yarar sağlamayacaktır; ya da has-talık, ileri düzeyde ihtiyarlık ve acizlik dönemidir. 11 Ebû Müslim’in yaklaşımı açıkça meseleyi dünya hayatının son dönemleriyle iliş-kilendirdiğini göstermektedir. Bu yaklaşım elbette saygıdeğerdir ve savunulabilir delillere de sahiptir.

Kalem sûresinin yorumunu yapmakta olduğumuz âyetinden he-men sonra gelen 43. âyetinde söz konusu kişilerin “daha önceleri sağlamken secdeye davet edildikleri” ve fakat bunu yapmadıkları dile getirilmektedir. Konunun ileri dönem yaşlılıkla ilişkilendirilmesi aslında inkârcı insanların erzel-i ömr denen dönemleriyle ilgili olsa gerektir. Çünkü Nahl 16/70 ve Hacc 22/5’te de geçtiği üzere, erzel-i ömr dönemi kişinin bilgili ve muktedir oluşunun ardından ömrün hiç-bir şey bilemeyen ve hiçbir şeye gücü yetmeyen aşamasıdır. Buna göre Yâsîn 36/68’de de dile getirildiği gibi, yaratılışın baş aşağı çev-rilmesi özellikle inkârcılar için büyük bir felakettir; geri dönülmez bir yolun yolculuğudur. İnanmadıkları bir âleme doğru yola çıkanlar için orada yaşanacakları düşünmek veya tek hayat bildikleri bu âlemi kaybetmek onlar için yıkımın en büyüğüdür.

Genel olarak Nisâ 4/18’de, özel olarak da Firavun’la ilgili Yûnus 10/90-91’de dile getirildiği üzere, ölüm anında tevbenin kabul edil-meyeceği gerçeğinden hareketle, yorumunu yapmakta olduğumuz Kalem 42’de sözü edilen durumun inkârcı kişinin ölümünün son saf-hasıyla veya ölüm anıyla ilişkili olduğunu söylemekte yarar vardır. ıı. Meseleyi kıyamet ve ahiretle ilişkilendiren âlimler ise maksadın söz konusu inkârcı kişilerin ahirette zor ve çetin bir durumla kar-şılaşacaklarını beyanla ilgili olduğunu ifade etmektedirler. Onlara göre âyette geçen “secdeye davet edilirler” ifadesi bir yükümlülük içermemekte, sadece başa kakmak, suçlamak, ayıplamak veya bir imkânsızı onların önüne getirip kendilerini mahcup etmek içindir. Bu sayede ilgili şahısların kederleri ve pişmanlıkları arttırılacaktır.

2. Âyetteki يكشف عن ساق “Baldırın açılması” ifadesinden maksadın ne olduğu konusunda da pek çok görüş ileri sürülmüştür. Bunları ana hatlarıyla ifade etmeye çalışacağız.

• Konuyu “dünya hayatı”yla ilişkilendirdiğimizde 12 “baldırın açılma-sı” ifadesinin kişinin zayıflaması, adeta bir deri bir kemik kalması, dizinden dermanın kesilmesi gibi anlamlara geldiğini söyleyebili-riz. Bu yaklaşımda âyette verilmek istenen mesaj, fizyolojik olarak insanın çaresizliğe düşmesi, erzel-i ömür denen aşamaya gelme-si, bir anlamda ölüm sürecini yaşaması veya ölüm anı demektir. Dünyada inançsız ve ibadetsiz yaşayıp yaşlananların ömürlerinin sonunda alacakları hal dikkatlere sunulmaktadır.

11 Râzî, age., XXX, 95.

12 Bu noktada Seba Melikesi

Belkıs’ın Hz. Süleyman’ın

sarayına geldiğinde paçalarını

yukarı sıvaması hakkında da

kullanılmaktadır. (Neml 27/44).

15

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

Bu bağlamda ölüm anında yaşanacakların hatırlatıldığı Kıyâmet 75/26-30’da şu bilgiler yer almaktadır: “(Dikkat edin!) Gerçekten can köprücük kemiğine dayanıp: ‘Tedavi edebilecek kimdir?’ dendi-ğinde, (can çekişen kişi) bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlayıp bacak bacağa dolaştığında, işte o gün sevk edilecek, varılacak yer sadece Rabbinin huzuru olacaktır.” İşte bu âyetlerde de saak keli-mesi iki kez yer almakta ve ölüm anında yaşanacak sıkıntı “ayak-ların birbirine dolanması, yani işlevlerini yapamamaları” şeklinde ifade edilmektedir.

Söz konusu âyetleri incelerken de belirttiğimiz üzere, Yüce Allah bu âyetlerde, ölüm anında kişinin yaşayacağı sıkıntıyı ve çaresizli-ğin son noktasını ifade etmektedir. “Bacakların birbirine dolanması” ölüm anında yaşanacak şeylerin zorluğunu ortaya koymaktadır. Bir anlamda ölüm acısıyla el ayak birbirine karışır, kişinin yapabileceği hiçbir şey kalmaz. Bu tercihe göre saak kelimeleri ve dolayısıyla âyet mecazî bir anlam ifade etmiş olur. Yorumunu yapmakta oldu-ğumuz âyette sözü edilen sıkıntılı durum bunun bir delilidir.

“Ayakların birbirine dolanması” Katâde’ye göre ölüme yakın dönem-de, belki ölümün hemen öncesinde ayakların kişiyi taşıyamaması anlamına da gelebilir. Buna göre ayaklar, sahibini zamanında sağ-lam bir şekilde taşıyorken artık bu işlevini göremez hale gelecek-lerdir. İşte âyet, yaşanacak bu fiilî durumu da anlatmış olabilir. Pek çok insanın ölümünde bu durumun yaşandığı bizzat gözlenmek-tedir. Şüphesiz, ölmekte olan kişinin imanlı ya da inkârcı oluşuna herhangi bir gönderme yapılmamış olmaktadır. “Ayakların birbirine dolanması” ölüm sonrasında kişinin iki ayağının kefende birbirine bağlanması da olabilir. Çeşitli âlimlerimizden bu noktada farklı gö-rüşler nakledilmektedir.13

• Maksadı “âhiret”le ilişkilendirdiğimizde ise anlam mecaz halini alır. Bu durumda ilgili cümle “işin zorlaşması, ciddi ve sıkıntılı olması, paçaların tutuşması, aşırı zorluk ve keder hali, kıyamet gününün en çetin dönemi, işin açığa çıkması, hiçbir gizliliğin kalmaması” şeklinde anlaşılmış olur. 14 Bu âyetin yorumu olarak kaynaklarda çok çeşitli rivayetler yer almakta, ancak rivayetlerde de onların değerlendirilmeleri noktasında da bazen maksadı aşan sözler gö-rülmektedir. 15

Âyeti izah bağlamında “işin açığa çıkması, durumun netleşmesi”, “olayın şiddeti ve gittikçe büyümesi”, “Cehennemin, Arş’ın veya kor-kunç bir meleğin saakı” gibi görüşler de dile getirilmektedir. 16 Her bir görüş sahibi kendince delillere sahip olsa da bu ifadeyi “hak-kın emri şiddetlenip iş büyümeye başladığı gün” şeklinde anlayan âlimler de vardır; onlara göre konuyu maddî anlamda “baldır” ve “açma” ile ilişkilendirmenin bir yararı da yoktur. 17

13 Semerkandî, age., III, 523;

Taberî, age., XXIX, 196-197;

Zemahşerî, age., IV, 651; Râzî,

age., XXX, 232; Kurtubî, age.,

XIX, 73.

14 Semerkandî, age., III, 485;

Zemahşerî, age., IV, 582.

15 Taberî, age., XXIX, 38-43.

Rivayetler için ayrıca bk. Buhârî,

Tefsîru Sûre-i Kalem, 2; Müslim,

İman, 302; Dârimî, Rikak, 83;

Ahmed b. Hanbel, III, 17.

16 Râzî, age., XXX, 95.

17 Yazır, age., VIII, 286.

Tefsir meTinleri

16

113

Biz bu ayrıntıya girmeden, söz konusu cümleyi iki türlü de anlayabi-leceğimizle ilgili kısa ve özlü bilgiler vermekle yetineceğiz. “Baldırın açılması”, durumun şiddeti ve belanın çetinliğini ifade etmek için kullanılmış olabilir. Demek ki bu ifade, mahşerdeki gam, keder ve sıkıntıyı ortaya koymak için söylenmiştir. Nitekim İbn Abbâs bu ifa-denin “kıyametin en şiddetli anı” anlamına geldiğini beyan etmiştir.18

Konuyu dünya hayatının son demleri şeklinde anlayınca mese-le bütünüyle açıklığa kavuşturulmuş olmaktadır. Problem, konuyu âhiretle ilişkilendirince söz konusu olmaktadır. Bu noktada âyetteki Baldırın açılması” ifadesinden maksadı mecaz olarak“ يكشف عن ساقkabul edip işlerin zorlaşacağı kıyamet ve mahşerin kastedildiğini söylemek en doğrusu olsa gerektir. Zaten bu âyetten önceki bölüm-de konu nankör insanın dünyadaki ve âhiretteki perişanlığını deşifre etmekle ilgilidir. Öyleyse ilgili kişinin hem dünya hayatının sonunda yaşayacağı çaresizlik ve perişanlık, hem de kıyamet-âhiret sürecin-de karşılaşacağı sıkıntı bu şekilde ifade edilmiş olmaktadır.

B) ويدعون الى السجود فل يستطيعون “Secdeye davet edilecekler, fakat güç getiremeyeceklerdir.” Âyetin bu cümlesi, hemen öncesindeki ilk cümlenin anlamını kavramada bize yol göstermektedir.

1. İnsanların secdeye davet edilmeleri ve buna güç yetirememeleri öncelikle “dünya hayatının son demleri” olarak anlaşılmalıdır. “Bal-dırın açılması”nı dünya hayatıyla ilişkilendirdiğimizde ömrünün son anlarını yaşayan nankör kişinin buna güç yetiremeyeceği söylenmiş olacaktır ki akla ilk gelen anlam budur. Secdeye davet edilmek bir anlamda kulluk yapma çağrısı olduğu için bunun bedensel bir eylem olduğu açıktır.

Nankör insan hayatını inkâr ve şirk ile geçirip sonunda erzel-i ömr denen çaresiz bir aşamaya geldiğinde Nahl 16/70, Hacc 22/5 ve Yâsîn 36/68’de de geçtiği üzere fizyolojik olarak secde veya kulluk imkânını kaybetmiş olacaktır. Bu arada bilen bir kişi olduktan sonra hiçbir şey bilemeyen durumuna gelecek ve artık duyu organlarını ve aklî yeteneklerini kaybetmiş olacaktır. Buna göre, hem bedensel hem de aklî melekelerinden yoksun kalacağı için artık arzu edilen istekleri yerine getiremeyecektir. İşte âyette sözü edilen “secdeye güç yetirememek”ten kasıt bu olsa gerektir.

2. Âyetteki mesajı “âhiret”le ilişkilendirince bu defa “secdeye davet edilirler” ifadesi, daha önce de ifade ettiğimiz üzere bir yükümlülük içermemekte, sadece başa kakmak, suçlamak, ayıplamak veya bir imkânsızı onların önüne getirip kendilerini mahcup etmek için ola-bilir. Dünya hayatında puta tapanlar mahşerde nasıl ki putlarının şefaatinden yararlanamayacak iseler, nasıl ki onların yardımı söz konusu olamayacak ise, nasıl ki bazı mazeretler ileri sürmek iste-diklerinde kendilerine izin verilmeyecek ise burada da bir imkânsızın

18 Taberî, age., XXIX, 38; Râzî,

age., XXX, 94.

17

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

dile getirilmesi söz konusu edilmektedir. Bu sözle, ilgili şahısların mahcubiyetleri, kederleri ve pişmanlıkları arttırılacaktır. Âhirette “secde yapın” demek, “zamanında neden yapmadınız?” demektir; çünkü mahşer, kulluk teklif edilen yer değil, zamanında kulluk yapı-lıp yapılmadığının sorgulandığı ve yapmayanların ayıplanıp ceza-landırılacağı yerdir. Zaten âyetin sonundaki ل يستطيعون lâ yestetıı‘ûn fiilinin verdiği anlam da budur.

2. Perişanlık Yaşanacak, Geçmiş Hatırlatılacaktır Kendilerini zillet“ خاشعة ابصارهم ترهقهم ذلة وقد كانوا يدعون الى السجود وهم سالمونkaplamış olarak gözleri (perişanlıktan) yıkılmış bir halde (olacak-tır). Hâlbuki onlar sağlam (sağ ve sağlıklı) iken secdeye davet edil-mişlerdi (fakat secde etmemişlerdi).” Âyetteki خاشعة haaşi‘a kelimesi “eğik, düşük, durgun”, ابصار ebsâr sözcüğü “gözler”, ترهق terhaku fiili “kaplamak, sarmak, kuşatmak”, ذلة zilleh kelimesi “zillet, aşağılık duygusu”, يدعون yüd‘avne fiili “çağrılmak, davet edilmek”, السجود es-sücûd kelimesi “secde, kulluk”, سالمون sâlimûn sözcüğü ise “sağlam, uygun halde olmak” demektir.

A) ذلة ترهقهم ابصارهم Kendilerini zillet kaplamış olarak gözleri“ خاشعة (perişanlıktan) yıkılmış bir halde (olacaktır).” Âyetin bu ilk bölümü inkârcı insanların dünya hayatlarının son demlerinde yaşayacakları çaresizliği ifade edebileceği gibi, mahşerde gözlerinin nasıl bir hal alacağını da beyan edebilir; hatta ağırlıklı görüş bu istikamettedir.

1. Ğâşiye 88/2’de de ele aldığımız üzere, خاشعة haaşi‘a kelimesi, “yere bakmak, düşkün olmak, zillet içinde kalmak ve eğik olmak” gibi anlamlara gelir. Bu kelime mahşerdekinin aksine, dünya haya-tında “derin bir saygı”yı ifade etmekte ve inananlar için olumlu bir hassasiyeti nitelendirmektedir.19 Bu kelime, kıyâmet günü yeryüzü-nün haşmetini kaybetmesi anlamında, cansız varlıklar için de kul-lanılmaktadır.20 Haşr 59/21’de Kur’ân’ın cansız dağlara indirilmesi durumunda, onların adeta canlanıp Allah’a derin saygıları nedeniyle parça parça olabileceği gerçeği de yine bu kelimeyle ifade edilmek-tedir. Tâhâ 20/108’de olduğu gibi, âhirette “bütün seslerin kısılması” anlamında bir çaresizliği ve boynu bükük olmayı da içermektedir.

Bu anlamlardan farklı olarak, ilgili kelime bazı âyetlerde, azabı hak edenler için âhiret hayatında yaşanacak sıkıntılı ve perişan bir gö-rüntüyü anlatmak için de kullanılmaktadır. 21 İşte yorumunu yap-makta olduğumuz âyette yer alan haaşi‘a kelimesi, tıpkı Me‘âric 70/44 ve Ğâşiye 88/2’de olduğu gibi mahşerdeki bu hali ortaya koy-maktadır. O gün bazı gözler, yani kâfirlerin bütünüyle yüzleri düşkün bir halde olacak, adeta kafalarını kaldıramayacak şekilde derin bir mahcubiyet yaşayacaklardır.

2. Mahşerdeki perişan ve yıkılmış gözlerin bu halde olmasının bir sebebi de “kendilerini zilletin kaplaması”dır. Âyetteki ترهقهم ذلة “Onları

19 Bakara 2/45; Âl-i İmrân

3/199; İsrâ 17/107; Enbiyâ 21/90;

Mü’minûn 23/2; Ahzâb 33/35;

Hadîd 57/16; Haşr 59/21.

20 Fussılet 41/39.

21 Şûrâ 42/45; Kamer 54/7;

Me‘âric 70/44; Nâzi‘ât 79/9;

Ğâşiye 88/2.

Tefsir meTinleri

18

113

zillet kaplayacak” cümlesi bunu ifade etmektedir. Zillet mahşerde inkârcıları bütünüyle kaplayacaktır. 22 Ayrıca orada inkârcıların yüz-lerini olduğu gibi bazı organlarını da kaplamasından söz edilmekte-dir. 23 Bu arada dünya hayatında hayırlı ve güzel davranışlar yapan-lara daha güzel karşılıklar verileceği gibi, onların yüzlerini karalar kaplamayacak ve zillet de bürümeyecektir. 24

Âyetin güne mesajını şu şekilde ifade edebiliriz: Dünya hayatında Yüce Allah’tan başkasının önünde boyun eğerek onları kutsayanlar âhirette Hakk’ın huzurunda boynu bükük kalacaktır. Zilletin her türü yüzlerini kaplayacak ve gözler yıkılıp düşecektir. Yüce Allah, söz ko-nusu perişanlığa düşmemeleri için bütün insanlığı uyarmakta, kendi rızasının dışında başka onur makamları aramamanın önemini onla-ra hatırlatmaktadır. Kendilerini zillet kapladığı için gözleri perişan bir halde olanlar, dünyada izzet ve şerefin sadece Yüce Allah’ın katın-da olduğunu unutmuş olanlardır.

Bu arada âyetin mesajını dünya hayatının son demleri veya sağlık-sız, düşkün, çaresiz, erzel-i ömr dönemleri olarak algıladığımızda da durum aynıdır. Sağlam zamanlarında itibarı başkalarının yanın-da arayan inkârda ısrarcı tipler, hasta ve düşkün zamanlarında ger-çeği fark edecekler, ancak bunun onlara hiçbir faydası olmayacaktır. b) وقد كانوا يدعون الى السجود وهم سالمون “Hâlbuki onlar, sağlam (sağ ve sağ-lıklı) iken secdeye davet edilmişlerdi (fakat secde etmemişlerdi).” Âyetin bu cümlesini de tıpkı ilk cümlesinde olduğu gibi, hem dünya hayatının son demleri veya sağlıksız ve çaresiz dönemleri olarak, hem de mahşerdeki durumları olarak anlayabiliriz.

1. Eğer paçaların tutuşmasından söz eden önceki âyeti dünya ha-yatının son dönemleri, yani erzel-i ömr çağı olarak kabul edersek, burada ilgili nankör kişilerin sağlam dönemlerinde kendilerine yön-lendirilen secde veya kulluk çağrısı hatırlatılmış olur. Durumu ve şartları müsaitken bu çağrıya kulak tıkayan, hatta burun kıvıran bu inkârcı insanların o dönemdeki duyarsızlıkları bu cümle ile ortaya konulmakta, ömrün sonundaki çağrıya icabet edememeleri bir kına-ma ve ayıplama ifadesi olarak gündeme getirilmektedir.

2. Sûrenin 42. âyetindeki mesajı âhiretle ilişkilendirince bu defa buradaki bilgi dünya hayatındaki duyarsızlığın hatırlatılmasıyla il-gili olur. Kendilerini zillet kaplayıp gözleri perişanlıktan dolayı yere yapışan nankör insanlar aslında yaptıklarının karşılığını görmekte olduklarını anlayacaklardır.

Dünya hayatında sağ ve sağlam, her şart yerli yerinde iken ve hiçbir mazeret söz konusu değilken ilâhî emirlere, yani kulluğun zirvesi demek olan secdeye sırtını çevirenler, mahşerdeki perişanlığın ne-denini çok iyi anlayacaklardır; ancak bunun kendilerine hiçbir yararı dokunmayacaktır. Çünkü mahşer yeni bir fırsatın verileceği yer de-

22 Yûnus 10/27.

23 ‘Abese 80/41.

24 Yûnus 10/26.

19

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

ğil, dünya hayatının hesabının görüleceği bir duruşma ve değerlen-dirme mekânıdır. Oradaki sıkıntılardan birisi de geçmişte yaptıkları yanlışlıkların muhataplara bildirilmesi, bir anlamda hatalarıyla yüz-leştirilmeleridir. İşte yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki ifade bunun örneklerinden birisidir.

13.2.2. Nankörlere İlâhî GözdağıYüce Allah, nankör insan tipinin akıbeti hakkında bilgi verdikten son-ra, bu defa hakikati yalanlayan bu nankör tipi kendisinin cezalandı-racağını bildirmekte, onlara zaman vermesinin ise aslında büyük ve ince bir planın parçası olduğunu ifade etmektedir.

1. Yalanlayanların Cezasını Yüce Allah Verecektirب بهذا الحديث سنستدرجهم من حيث ل يعلمون Bu (!Ey Peygamber)“ فذرني ومن يكذsözü (Kur’ân’ı) yalan sayanla beni (baş başa) bırak/onu bana bırak. Biz, onları bilemedikleri bir şekilde yavaş yavaş helâke sürükleye-ceğiz.” Âyetteki ذر zer emri “bırak”, ب ,”yükezzibü fiili “yalanlamak يكذ nestedricü fiili نستدرج ,”el-hadîs kelimesi “söz, Kur’ân, vahiy الحديث“azar azar, yavaş yavaş”, حيث haysü sözcüğü “şekilde, biçimde”, ل .lâ ya‘lemûn fiili ise “bilememek, fark edememek” demektir يعلمون

a) ب بهذا الحديث Bu sözü (Kur’ân’ı) yalan (!Ey Peygamber)“ فذرني ومن يكذsayanla beni (baş başa) bırak/onu bana bırak.” Yüce Allah, âyetin bu ilk cümlesinde Hz. Peygamber’i motive etmekte, vahye, yani Kur’ân’a inanmamakta ısrarcı ve kararlı olanların cezalarını ken-disinin vereceğini beyan etmektedir. Meali verirken tercih ettiğimiz “Onlarla beni baş başa bırak” ifadesi Müddessir 74/11’deki kullanım gereğidir. Âyetlerin birbirini tefsir ettiği gerçeğinden hareketle bu ter-cihte bulunduk.

1. Âyetteki الحديث el-hadîs kelimesi aslında sözlük olarak “söz” de-mektir. Ancak özellikle bu âyette başında eliflâm takısıyla birlikte “belirli söz, bilenen söz, malum söz, gündemde olan söz” anlamıy-la “vahiy, Kur’ân” yerinde kullanılmıştır. 25 Esasında muhatapların inkâr ettiği “kıyamet ve âhiret hadisesi”, “Hesap Günü”, en büyük olayı haber veren “en büyük hadis” gibi anlamlar da bu noktada hatıra gelmektedir. 26

2. Müzzemmil 73/11’de de ele aldığımız üzere, bu âyetler Kureyş’in ileri gelenleri ve Mekke’nin inkârcı elebaşlarından olup Hz. Peygamber’le alay edenler hakkında indirilmiş olmalıdır. Sûrenin baştan beri devam eden mesaj içeriği bu tercihi zorunlu kılmaktadır. Vahyi yalanlayan Mekkeli müşrik elebaşların kimler olduğunu ifade-ye gerek yoktur. Çünkü âyetlerde özellikle isim zikredilmemesinin sebebi, verilmek istenen mesajın evrensel olması içindir. Kur’ân’da konular veya olaylar anlatılırken şahıs isimlerinden ziyade, nitelikler ve yapılan eylemler üzerinde durulur. Böylece mesajın belli insanlar-la sınırlı, yöresel ve tarihsel olmadığı anlaşıldığı gibi, vahyin güne,

25 el-Hadîs kelimesinin anlamı

ve Kur’ân’daki kullanım örnekleri

hakkında geniş açıklamalarımızı

Murselât 77/50’de yapmıştık.

26 İslâmoğlu, age., s. 1161’de

2. not.

Tefsir meTinleri

20

113

hayata ve herkese yönelik esaslar içerdiği de ortaya konulmuş olur.

3. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin ilk cümlesi motivas-yon içerikli bir mesaja sahiptir. Buna göre, Müddessir 74/11’de de olduğu gibi, Yüce Allah inkârcı ve güçlü kâfirler karşısında Hz. Peygamber’in ve az sayıdaki müminin moralsiz kalmasını engel-lemek için onları sahipleneceğini ifade etmektedir. Bu doğrultuda Yüce Allah hak ve hakikat düşmanlarını kendisinin helâk edeceğini, bir anlamda onların hakkından geleceğini beyan etmektedir.

B) سنستدرجهم من حيث ل يعلمون “Biz, onları bilemedikleri bir şekilde yavaş yavaş helâke sürükleyeceğiz.” Yüce Allah inkârcı nankörlere dünya hayatında nasıl bir muamele gösterdiğini işte bu cümlesiyle ortaya koymaktadır.

1. Kur’ân’da bir de A‘râf 7/182’de geçen istidrâc kelimesi “nimet vere vere, muhatap zenginlik ve nimet içerisindeyken fark edemeden onu yakalamak” demektir. Yüce Allah Hz. Peygamber’e onları ken-disine bırakmasını emrederek, Kur’ân’ı yalanlayanları yavaş yavaş ve hiç bilemedikleri bir yerden azaba yaklaştırdığını haber vermek-tedir. Zaten her iki âyetin sonundaki “bilememek, fark edememek” anlamındaki ل يعلمون lâ ya‘lemûn fiili de bu anlamı desteklemektedir.

2. Âyette verilmek istenen mesaj, hakkı yalanlayanların düşmanlık-ta başarılı olamayacakları ve geçici üstünlüklerinin Hz. Peygamber’i mağlup etmeye yetmeyeceğidir. Yüce Allah, Hz. Peygamber’i, ken-di işine bakması noktasında bilgilendirmekte ve vahiyden yararlan-mak isteyenlerle meşgul olmasının daha doğru olacağını ona bil-dirmektedir. Zaten vahyin ilk dönemlerinde Müslümanların sayısı çok az olduğu için, karşıtlarıyla fiziksel olarak mücadele etmeleri de mümkün değildi.

Bu nedenle Yüce Allah inkârcılık ve düşmanlık yapan muhataplarla fiziksel olarak uğraşmayı Hz. Peygamber’in gündeminden düşür-mektedir. Onlarla uğraşarak daha işin başında düşmanlık filizlerinin yeşertilmesinin önünü tıkamayı amaçlamaktadır. Peygamberlik dö-neminin daha henüz başındayken, düşmanlık yapmak isteyenlerin eline koz vermek ve hoşgörüye dayalı bir öğretinin şiddet yanlısı gibi gösterilmesine fırsat vermek elbette doğru değildi.

3. Yüce Allah, hem o dönemin, hem de her dönemin muhataplarına şu dersi vermektedir: Düşmanlığı azgınlığa, alaycılığa, hakarete ve nihayet saldırganlığa dönüştüren kâfirler bilmelidirler ki, karşıların-da daima Yüce Allah’ın iradesini, erişilmez gücünü ve engellene-mez kudretini bulacaklardır. Bu buluşma er veya geç, dünyada veya âhirette mutlaka gerçekleşecektir.

21

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

4. Burada verilmek istenen muhtemel mesajlardan birisi de şudur: “Onları cezalandırma işini Bana bırak.” Yüce Allah onlara ceza ver-mede yetkin ve yeterlidir. Dahası, inançsızlık içerisinde bulunup bunu hayat tarzı haline getirenlere yönelik ceza verme işleminde söz sahibi varlık sadece Yüce Allah’tır. İnançsızlığın faturasını sa-dece O keser ve kimin gerçekten inanıp inanmadığını veya bugün inanmayanların yarın inanıp inanmayacağını sadece O bilir.Bu nedenle, inanç noktasında kişilere ceza verilmesinde insanlar değil, sadece Yüce Allah yetkilidir ve bu yetkisini başkalarına dev-retmediği gibi kimseyle de paylaşmamıştır. Bu konuyu Murselât 77/18’de geniş bir şekilde ele aldığımız için bu özet bilgiyle yetin-mek istiyoruz.

2. Tuzaklarını Boşa Çıkartacaktırمتين كيدي ان لهم Onlara zaman tanıyorum. Doğrusu benim ince“ واملي planım çok sağlamdır.” Âyetteki املي ümlî fiili “fırsat vermek, zaman tanımak”, كيد keyd kelimesi “tuzak, plan, hesap”, متين metîn sözcüğü ise “sağlam, güçlü” demektir.

Bu âyetin bir benzeri de A‘râf 7/183’tedir. Orada da aynı içerik söz konusudur. Yüce Allah kâfirlerin nankörlüklerini hemen cezalandır-mamakta ve onlara zaman tanımaktadır. Burada maksat muhatap-ların tevbe etmesi için kendilerine yeni fırsatlar verilmesi şeklinde anlaşılabilir; ancak farklı bir anlamın da muhtemel olduğunu bilmek gerekir. Buna göre maksat günahlarını arttırmaları, böylece suçla-rının kabarıp cezalarının artmasını sağlamak da olabilir. Yüce Allah Âl-i İmrân 3/178’de bu konuyu ele almakta ve verilen zamanın aslın-da avantaj değil, dezavantaj olduğunu muhataplara bildirmektedir. Yüce Allah’ın “tuzak kurması”nın anlamı hakkında detaylı bilgiyi Târık 86/15-17’de vermiştik. Aynı şeyleri burada tekrarlamak iste-miyoruz. Şu kadarını söyleyelim ki, “tuzak kurmak” bir acizlik ifadesi olacağı için böyle bir acziyet Allah’a nispet edilemez. Bu nedenle, ilgili ifadeleri “tuzakları boşa çıkartmak” şeklinde anlamak durumun-dayız. Nitekim Âl-i İmrân 3/54, Enfâl 8/18, 30 ve Fâtır 35/10’da ifade edildiği üzere Yüce Allah inkâr edenlerin tuzaklarını boşa çıkartı-cıdır. Eğer tuzak kurma fiili bir sanatkârlık veya büyük bir ustalık anlamına alınacaksa, bu durumda da bu işi en iyi yapacak olan asıl sanatkârın ve ustanın Yüce Allah olduğu bu şekilde beyan edilmiş olmaktadır.

Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz bu son iki âyette başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün zamanların müminlerine moral vermekte, kendilerini sahipsiz bırakmayacağını ifade etmekte ve kâfirleri yavaş yavaş azaba sürüklemekte olduğunu bildirmektedir. Bu arada, kendilerine zaman vererek de azgınlıklarının artmasını veya tevbe etmelerini beklediğini bildirmek istemekte, yola gelme-yenlere ise büyük bir felaket hazırladığını ve tuzaklarını boşa çı-kartacağını bildirmektedir. Unutulmamalıdır ki, Yüce Allah “ihmal et-

Tefsir meTinleri

22

113

mez”, sadece “imhâl eder”; yani zaman tanır, mühlet verir. Sonunda kazananlar müminler olacaktır, vesselam.

13.2.3. Son İki HatırlatmaYüce Allah nankörlüğün sonunu beyan edip inkârcılara verdiği göz-dağının ardından, bu defa Hz. Peygamber’e hitap etmekte, inkârcı muhataplarıyla ilişkisinde çok önemli iki noktaya özellikle dikkat çekmektedir.

1. Müşrikler Ağır Yükümlülüklere Maruz Bırakılmamıştı Yoksa sen (tebliğine karşılık) onlardan bir“ ام تسـلهم اجرا فهم من مغرم مثقلونücret istiyorsun da borç yüzünden ağır bir yük altında mı kalıyorlar?” Âyetteki تسـل tes’elü fiili “istemek”, اجرا ecr kelimesi “ücret”, مغرم mağ-ram sözcüğü “borç”, مثقلون müskalûn kelimesi ise “ağır yük altında bırakılmak” demektir.

Âyetteki مغرم mağram kelimesi Tevbe 9/98 ve Tûr 52/40’ta olduğu gibi “borç”, مثقلون müskalûn kelimesi ise Tûr 52/40’ta geçtiği üzere “ağır yük altında bırakılmak” anlamına gelmektedir. Yüce Allah bu âyette sözü Hz. Peygamber’e yönlendirmeye devam etmekte, Mek-keli müşrik ileri gelenlerin İslâm davetine karşı çıkış gerekçelerini sorgulamaktadır.

Tek dünyaya inanan ve dolayısıyla hayatı bu âlemden ibaret sayan-lar için ekonomik değerler, mal ve servet vazgeçilmezdir. Âhiret inan-cına sahip olmayanlar ve özellikle münafıklar ekonomik anlamda fedakârlık yapmaktan ısrarla kaçınırlar. Onun içindir ki Münâfikuun sûresinde de ele alındığı üzere, infak nifakın panzehiridir. Allah rıza-sı için mahşere yatırım yapma duygusundan yoksun olanlar için bu dünya hayatında infaktan söz edilemez.

Durum böyle olduğu için, Yüce Allah Hz. Peygamber’in şahsında aslında Mekkeli müşrikleri sorgulamakta, kendilerinden herhangi bir ücret isteyip istemediğini gündeme getirmektedir. Amaç aslında cevap beklemek değildir. Sorunun tersinin doğru olduğunu muha-taplara itiraf ettirmek olduğu için burada maksat, Hz. Peygamber’in onlardan ücret istemediğini kendilerine söylettirmektir. Söylenmek istenen şudur: “Kendilerinden ekonomik bir fedakârlık istememene ve kendilerini herhangi bir şekilde borçlandırmamana rağmen onlar yine de sana inanmıyor, inkârcılıklarında ısrar ediyorlar.”

Yüce Allah, insanlardan infak yapmalarını isterken aslında onları malın yükünden kurtarmayı amaçlamaktadır. Çok mal ve servetin hesabı da ağır olacağı için dünya hayatında Yüce Allah’ın verdiği nimetleri O’nun istediği ve emrettiği gibi harcamak mal ve servet ah-lakına uygun davranmaktır. Bu nedenle, dinin sosyal hayatta payla-şıma dayalı ekonomik bir düzen oluşturmayı amaçlamasının anlamı da budur. İşte bütün bu gerçeklere, yani henüz kendilerinden eko-

23

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

nomik olarak herhangi bir fedakârlıkta bulunmaları istenmemesine rağmen, inkârcılar İslâm davetine karşı kararlı ve ısrarcı bir şekilde düşmanca tavır sergilemeye devam etmekteydiler.

Âyetten günümüze ve tüm zamanların din tebliğcilerine yönelik çok önemli bir eğitim ilkesi elde etmekteyiz: Peygamberî davette ücret değil, ecir eksenlilik esas olduğu için, 27 Hz. Peygamber din tebli-ğinde onlardan hiçbir karşılık istememiş ve hiçbir ücret beklentisine girmemişti. Çünkü ecir beklenen işten ücret alınmaz; ücreti alınan şeyin de ecri olmaz. Öyleyse günümüzde din eğitimi ve tebliği ya-panların da ücret merkezli değil, ecir eksenli bir hizmet anlayışını takip etmeleri bir zorunluluktur.

2. İlâhî Bir Bilgiye de Sahip Değillerdi Yahut gayb (kaynaklı bilgi) onların yanında da“ ام عندهم الغيب فهم يكتبون(ondan istedikleri gibi mi) yazıyorlar?” Âyetteki عند ‘ınde edatı “ya-nında, katında”, الغيب el-ğayb kelimesi “gayb”, يكتبون yektübûn fiili ise “yazmak” demektir.

İmam Ferrâ buradaki الغيب el-ğayb kelimesine “Levh-i mahfûz” an-lamı vermiştir. 28 Buna göre maksat, Mekkeli müşriklerden oluşan ilk muhatapların ilâhî bilgiye, yani vahye sahip olmadıklarını orta-ya koymaktır. Bu sûrenin 37-41. âyetlerinde dile getirilen ve muha-tapların herhangi bir esas üzere olmadıklarını ortaya koyan soru cümlelerinin sonuncusu işte bu âyettedir. İleri gelen Mekkeli müşrik inkârcıların doğru bilgi edinecekleri kitapları olmadığı gibi, kararla-rının doğru olacağına dair kendilerine verilmiş ve kıyamete kadar geçerli herhangi bir sözleşmeleri de yoktur. Ayrıca Müslümanların suçlularla eşit tutulacağı iddialarına kefil olabilecek yandaşları ol-madığı gibi, bu noktada sığınıp yardım alabilecekleri ortakları da kesinlikle yoktur.

İşte bunların sonucunda inkârcı muhatapların gayba dair bilgi sahibi olmadıkları, dolayısıyla ilâhî kaynaktan beslenmedikleri için doğru bir kaynağa dayalı yazılar yazamayacakları da ilan edilmektedir. Özellikle Yüce Allah’ın aleyhine olarak istediklerine ve dilediklerine karar veremeyecekleri, “inkârî bir soru” tekniğiyle kendilerine beyan edilmektedir. Bu sûrede 37. âyetten itibaren sorulan sorularda mak-sat cevap beklenmesi değil, muhatapların yanlışlığının bildirilmesi ve onların ayıplanıp kınanmasıdır. Çünkü sorularda ele alınan ko-nuların tersi doğru olarak belirlenmekte, buna uygun davranmayan-lar ise şiddetli bir şekilde uyarılıp kınanmaktadır.

Âyetten güncel bir sonuç olarak şu husus elde edilebilir: Din dave-tinde veya tebliğinde bulunan kişiler muhataplarına gayb, yani vahiy kaynaklı bilgiler vermeli, kendi kanaatlerini din diye sunmamalıdır-lar. Gayba dair bilginin tek kaynağı elbette Kur’ân-ı Kerîm’dir. Öy-leyse Allah adına konuşanlar Allah’ın Kitabı’ndan konuşmalıdırlar.

27 En‘âm 6/90; Yûnus 10/72;

Hûd 11/29, 51; Yûsuf 12/104;

Furkaan 25/57; Şu‘arâ’ 26/109,

127, 145, 164, 180; Sebe’ 34/47;

Yâsîn 36/21; Sâd 38/86; Şûrâ

42/23.

28 Ferrâ, age., III, 178.

Tefsir meTinleri

24

113

Kur’ân’dan beslenmeyen aktarımlar da Kur’ân’ın ruhuna uygun ol-malı, en azından aykırı olmamalıdır, vesselâm.

13.3. 48-52. ÂYETLER

فاصبر لحكم ربك ول تكن كصاحب الحوت اذ نادى وهو مكظوم ﴿48﴾ لول ان تداركه نعمة من ربه لنبذ بالعراء وهو مذموم ﴿49﴾ فاجتبيه ربه فجعله

الحين ﴿50 من الصكر ويقولون انه ا سمعوا الذ وان يكاد الذين كفروا ليزلقونك بابصارهم لم

لمجنون ﴿51﴾ وما هو ال ذكر للعالمين ﴿52

“48. Sen Rabbinin hükmüne sabret. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma! Hani o, üzüntülü bir halde (veya kahır içerisindeyken Rabbine) ses-lenmişti. 49. Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı, mutlaka kınanmış (ve perişan bir halde) ıssız bir sahile atılacaktı. 50. (Sonuçta) Rabbi onu seçti (ona yeniden vahiy verdi) ve kendisi-ni sâlihlerden kıldı. 51. Kâfirler Zikr’i (vahyi veya Kur’ân’ı) işittikleri zaman, neredeyse gözleriyle seni devirecekler. Üstelik ‘Kesinlikle o bir mecnundur’ diyorlar. 52. Oysa o (Zikir, vahiy veya Kur’ân), âlemler için sadece bir öğüttür.”

Sûrenin son âyetlerinde Hz. Peygamber’e yönelik çok önemli bir hatırlatma yapılmakta ve Hz. Yûnus gibi davranmaması gerektiği kendisine bildirilmektedir. Onun tebliğinde uyguladığı bir tercih farkı ve buna karşılık yaşadığı akıbetle ilgili kısa bilgilendirmeden sonra sûrenin sonunda söz yeniden kâfirlerin Hz. Peygamber’e karşı olan olumsuz ve düşmanca tavırlarına getirilmektedir. En sonunda da Hz. Peygamber’in ve vahyin misyonu vurgulanmaktadır.

13.3.1. Risalette Sabır ve Kararlılığın ÖnemiYüce Allah, Hz. Peygamber’i peygamberlik görevi ile ilgili inşa eder-ken, karşılaşabileceği bazı sıkıntılar noktasında kendisini bilgilen-dirmekte, bu arada önceki peygamberlerden birisi olan Hz. Yûnus’u özellikle hatırlatmaktadır.

1. Hz. Yûnus Pişmanlık Yaşamıştı-Sen Rabbinin hük“ فاصبر لحكم ربك ول تكن كصاحب الحوت اذ نادى وهو مكظومmüne sabret. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma! Hani o, üzüntülü bir halde (veya kahır içerisindeyken Rabbine) seslenmişti.” Âyetteki hükm kelimesiحكم ,”fasbir emri “sabret, dayanıklı ve ısrarcı ol فاصبر“hüküm, emir, buyruk”, الحوت saahıbi’l-huut tamlaması “balık صاحب sahibi”, نادى nâdâ fiili “seslenmek”, مكظوم mekzuum sözcüğü ise “öf-keli, nefesi tıkanmış, kahırlı, üzüntülü” demektir.

(

(

25

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

A) ربك لحكم Sen Rabbinin hükmüne sabret.” Yüce Allah bu“ فاصبر âyette Hz. Peygamber’in risalet duruşunu şekillendirmekte ve sabırlı olması gerektiği noktasında onu inşa etmektedir. Sabrın ne olduğu ve Kur’ân’daki kullanım örneklerinin nasıl şekillendirildiği konusunu Müzzemmil 73/10’da geniş bir şekilde ele almıştık. Burada şu kada-rını söyleyelim: Sabr, “hak ve hakikat üzere direniştir, inançları sa-vunmaktır.” “İnsanın nefsini dizginlemesi” anlamında sabr “yılgınlık, korkaklık, çöküntü ve dert yanmanın zıddı”dır. İzzet ve şeref veren şey sabırdır; zillet ve mezellete düşüren şey sabır değil, acziyettir.

Zemahşerî’nin de ifade ettiği gibi, buradaki “Rabbinin hükmüne sabr”ı “Yüce Allah’ın kâfirlere mühlet vermesi ve Hz. Peygamber’e yardımı geciktirmesi” şeklinde anlamak mümkündür. 29 Ancak ister anlık, isterse ömürlük olsun, Rabbimiz O’nun yolunda gidenleri asla yalnız ve yardımsız bırakmayacaktır.

Hz. Peygamber’e yönelik sabır emri, risalet konusunda karşılaşaca-ğı muhtemel sıkıntıları kendisine haber vermekte, sadece yaşadık-larının değil, yaşayacaklarının da sabır gerektiren şeyler olacağını ona bildirmektedir. Vahyin ilk sûrelerinde 30 sıklıkla bu emirlerin yer alma sebebi, görevin tabiatı gereğidir. Esasında Hz. Lokmân’ın, oğ-luna nasihatleri arasında da yer alan sabır, ilgili pasajda “namaz kılmak ve iyiliği emredip kötülükten nehyetmek” emirlerinden sonra gelmekte, dolayısıyla bu görevleri yapmanın peşinden insanın ba-şına sıkıntıların gelebileceği hissettirilmektedir. 31

Risalet kurumu sıkıntılarla uğraşmayı ve pek çok inkârcının şiddetli tepkisini çekmeyi beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, Yüce Al-lah Hz. Peygamber’i bu noktada bilinçlendirmekte ve sabır denen direnci ve mukavemeti elden bırakmaması gerektiğini kendisine emretmektedir.

Vahyin bütün muhatapları bu noktada dikkatli ve duyarlı davran-makla yükümlüdür. Vahyin savunucularının başına sıkıntılar gelebi-lir, çeşitli hakaretlere maruz kalabilir veya çeşitli tehditlere muhatap olabilirler. Başlangıcı zor olsa da bu yolun sonu rahmet vaadleriyle doludur. Allah’ın engin rahmeti ve zafer müjdesi vahyini savunanla-radır. Sıkıntılar ise geçicidir, görecedir, kesinlikle de abartılmamalı-dır.

Kalem sûresinin son grup âyetindeki bu uyarı bütün vahiy talebele-rinin morallerini yüksek tutmaları gerektiğini kendilerine öğütlemek-tedir. Allah vardır ve mesele yoktur. Sıkıntılara veya hakaretlere ba-kıp “bunlar çok büyüktür” demek yerine, onlara bakıp “sizden büyük Rabbim var” demek Müslüman’ın tesbihi olmalıdır. Çünkü Allah’a yardım edenlere Allah da mutlaka yardım edecektir 32 ve O’nun ta-rafında olanlar elbette galip geleceklerdir. 33 Kula düşen görev Yüce Allah’ın tarafında olmayı tercih edip bu uğurda fedakârlık yapmaktır.

29 Zemahşerî, age., IV, 584.

30 Örnek için bk. Müzzemmil

73/10; Müddessir 74/7.

31 Lokmân 31/17.

32 Hacc 22/40; Muhammed 47/7.

33 Âl-i İmrân 3/139; Mâide 5/56;

Muhammed 47/35; Mücâdele

58/21.

Tefsir meTinleri

26

113

Böyle olunca Müslüman’ın kayıp riskinden söz edilemez.

B) ول تكن كصاحب الحوت “Balık sahibi (Yûnus) gibi olma!” الحوت el-huut kelimesi Kehf 18/61 ve 63’te Hz. Mûsa’nın genç arkadaşıyla yap-tığı yolculukta unuttukları “balık” anlamında kullanılmaktadır. A‘râf 7/163’te de aynı kökten hııtân kelimesi geçmekte ve “balıklar” anla-mına gelmektedir. Söz konusu kelime Hz. Yûnus’la ilgili bir pasajda Sâffât 37/142’de “balık” anlamında yer almaktadır. Yorumunu yap-makta olduğumuz âyetteki الحوت sâhıbu’l-huut ifadesi “Balık صاحب Sahibi” demektir ve Sâffât 37/142’deki kullanım nedeniyle bu tamla-madan maksat da Hz. Yûnus’tur.

Hem Enbiyâ 21/87’deki zu’n-nûn ifadesinde hem de Sâffât 37/142 ile Kalem 68/48’deki el-huut kelimesinde eliflâm takısının kullanıl-masının sebebi, “Balık Sahibi” konusunun herkes tarafından bilin-mesidir. Bilinen bir olayın veya peygamberin kıssa edilmesi inkârcı muhatapların muhtemel karşı çıkışlarını engellediği gibi, bütün za-manların müminlerinin de moral desteği almasını sağlamaktadır.

Kitâb-ı Mukaddes (Yunus, Bap 1)’deki bilgilere göre Hz. Yûnus, Asur Devleti’nin başkenti olan Nineve/Ninova’ya gönderilmiş bir peygam-berdi. 34 Buradaki görevinde arzu edilen sonucu alamayınca baş-ka bir yere (Tarşiş’e) gitmek üzere bir gemiye binmiş ve -kısmen Kur’ân’la da örtüşen bilgilere göre- zorlu bir süreç yaşamıştı. Konu-yu Kitâb-ı Mukaddes’ten değil, Kur’ân’dan aktarmakla yetineceğiz.

13.3.1.1. Kur’ân’da Hz. Yûnus KıssasıMüzzemmil 73/15’te “Kur’ân’da Kıssalar ve Yer Alma Gerekçeleri” başlığında “kıssa kelimesinin anlamı, Kur’ân’daki kullanımı, Kur’ân kıssaları, kıssaların anlatılma gerekçeleri” gibi alt başlıklarda konu-yu detaylı bir şekilde ele aldığımız için, 35 aynı bilgileri tekrarlamak istemiyoruz. Burada sadece Hz. Yûnus kıssası hakkında bilgi ver-mek istiyoruz.

Kur’ân’da Yûnus kelimesi 4 kez geçmektedir. Bunlardan iki tanesi bazı peygamberlerin isminin sayıldığı Nisâ 4/163 ve En‘âm 6/86’da yer almakta, ancak kıssası hakkında herhangi bir bilgi verilmemek-tedir. Geri kalanların biri Yûnus 10/98’de, diğeri ise Sâffât 37/139’da-dır. Ancak yûnus kelimesinin değil de yorumunu yapmakta olduğu-muz Kalem 68/48’de geçen sâhıbü’l-huut ve Enbiyâ 21/87’de geçen zü’n-nûn ifadeleriyle dile getirilen kişi de Hz. Yûnus’tur.

Hz. Yûnus’la ilgili en geniş bilgi Sâffât 37/139-148’dedir. Buna göre, Hz. Yûnus görev yerini izinsiz terk edip bir gemiye kaçmış, ardından yük ağırlığı nedeniyle yapılan kura çekiminde kura kendisine çıkmış ve yenilenlerden olmuştu; daha sonra denize atılmış ve derin bir pişmanlık içerisinde iri bir balık tarafından yutulmuştu. Eğer Rabbini sürekli olarak tesbih edenlerden olmasaydı mahşere kadar onun

34 Hz. Yûnus’un MÖ. 860-784

yılları arasında yaşadığı ifade

edilmektedir (bk. İslâmoğlu, age.,

s. 392’de 1. not.

35 Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsîri

3, s. 65-70.

27

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

karnında kalacaktı. En sonunda Yüce Allah onu hasta ve bitkin bir halde ıssız ve çorak bir kıyıya çıkarttı ve yanı başında kendisine gölge edecek bir bitki (fidan) yeşertti. Nihayet onu yüz bin, hatta daha fazla kişiye elçi olarak görevlendirdi de Yûnus 10/98’de de ifade edildiği üzere, söz konusu kavim kendine iman etti ve dünyevî azaptan kurtarılıp belli bir süreye kadar yaşatılmış oldu. Bu kıssanın bazı farklı yönleri Enbiyâ 21/87-88’de şu şekilde ele alınmaktadır: “Hani bir zamanlar o, hakkında işlem yapmayacağı-mızı düşünerek (kavmine duyduğu) öfkeyle (görev yerinden) çekip gitmişti. Derken o (düştüğü) zifiri karanlığın içinde şöyle dua etmiş-ti: ‘(Ey Rabbim!) Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim, Sen’den başka ilah yoktur. Ben gerçekten büyük bir haksızlık yaptım.’ Bunun üzerine Biz de onun bu duasını kabul ettik ve içine düştüğü sıkıntı-dan onu kurtardık. Biz, müminleri işte böyle kurtarırız.”

Bu arada Hz. Yûnus’tan dolayı ismi “Yûnus Sûresi” diye belirlenen sûrede Hz. Yûnus’un kavmine değinilmektedir. Buna göre söz ko-nusu kavmin iman ettiği, bu nedenle dünya hayatında kendilerinden alçaltıcı, rezillik veren azabın kaldırıldığı ve belli bir süreye kadar yaşatıldıkları beyan edilmektedir. 36

Bu anlatılanlardan hareketle şunu söyleyebiliriz: Hz. Yûnus risalet görevinin ilk aşamasında bir tercih hatası yapmış, ancak bu davra-nışı kendisine oldukça pahalıya mal olmuştu. O, iddia edildiği gibi peygamberlikten kaçmamıştı; 37 sadece Ninova’da sonuç alama-yacağı düşüncesiyle başka bir yere doğru yola çıkmıştı. Görevden kaçmamış, bir anlamda yerini değiştirmek istemişti. Nitekim daha sonra yaptığı tebliğinde başarılı olmuş ve Yûnus 10/98’de da ifade edildiği gibi, kavmi iman etmeleri sayesinde dünya azabından kurta-rılmış bir ümmet olarak Kur’ân’da övgüye mazhar kılınmıştır.

C) مكظوم وهو نادى -Hani o, üzüntülü bir halde (veya kahır içeri“ اذ sindeyken Rabbine) seslenmişti.” Bu sûrede Hz. Yûnus kıssasının küçük bir bölümü ele alınmaktadır. Dikkat çekilen ilk husus ise onun pişmanlık ifadesi olarak Rabbine seslenmesidir. Enbiyâ 21/87’de de geçtiği üzere, Hz. Yûnus bu seslenişini balığın karnında ger-çekleştirmiş ve “Senden başka ilâh yok! Sen her türlü eksiklikten münezzehsin; doğrusu ben gerçekten haksızlık yapanlardan olmu-şum” demişti. Bu sesleniş bir inilti şeklinde de, kahır içerisinde de, yalvarma üslubunda da, haykırışla da, feryat üzere de gerçekleşmiş olabilir. Elbette onun bu durumu derin sıkıntı, üzüntü ve huzursuzluk halini ortaya koymakta, ancak kime sığınacağı bilincini de kaybet-mediğini göstermektedir.

Kıssada bu cümleye yer verilmesinin nedeni Hz. Peygamber’e yö-nelik şu uyarıdır: “Sende Yûnus’ta olduğu gibi bir gönül darlığı, sı-kıntı ve öfke bulunmasın; yoksa sen de onun gibi imtihan edilirsin.” Anlaşılan o ki, Yüce Allah Hz. Peygamber’in de çeşitli sıkıntılarla

36 Yûnus 10/98.

37 Esed, age., 661’de 83. not.

Tefsir meTinleri

28

113

karşılaşacağını ona önceden haber vermekte, görev ve sorumlulu-ğunu yerine getirmede herhangi bir tereddüt yaşamaması gerekti-ğini kendisine hatırlatmakta, bir anlamda onu önceden bilinçlendir-mektedir.

2. İlâhî Rahmet Hz. Yûnus’a Yetişmiştiمذموم وهو بالعراء لنبذ ربه من نعمة تداركه ان Şayet Rabbinden ona bir“ لول nimet yetişmemiş olsaydı, mutlaka kınanmış (ve perişan bir hal-de) ıssız bir sahile atılacaktı.” Âyetteki تدارك tedârake fiili “yetişmek, ulaşmak”, نعمة nı‘meh kelimesi “nimet”, نبذ nübize fiili “atılmak”, العراء el-‘arâ’ kelimesi “ıssız sahil”, مذموم mezmûm sözcüğü ise “aşağılan-mış, çırılçıplak, perişan bir halde” demektir. Bu âyeti Sâffât 37/143-146. âyetleri ışığında anlamak gerekir. Her iki âyet grubunu iki farklı bakış açısıyla anlayabiliriz.

A) Sâffât 37/143-146’daki ifadelere göre, Hz. Yûnus eğer tesbih edenlerden, yani sürekli olarak Rabbini hatırında tutanlardan olma-saydı, mahşer gününe kadar balığın karnında kalacaktı. Tesbih ehli olduğu için mahşere kadar balığın karnında kalmadı; Yüce Allah da onu bitkin bir halde ıssız ve çorak bir kıyıya çıkarttı ve yerden ken-disine gölge yapacak bir fidan yetiştirdi. Kalem 68/49’da ise şöyle buyurulmaktadır: “Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş ol-saydı, o, mutlaka kınanmış (ve perişan bir halde) ıssız bir sahile atılacaktı.” Buna göre âyetin başındaki لول levlâ edatının cevabı نبذ nübize fiiliyle başlayan cümledir ve nübize fiilinin başındaki lâm har-fi de, tıpkı Sâffât 37/144’teki lelebise ifadesinde olduğu gibi cevap cümlesinin vurgusunu arttırmak için getirilmiştir.

1. Bu anlam çerçevesinde iki ayet grubunda herhangi bir çelişki yok-tur. Çünkü yorumunu yapmakta olduğumuz âyette Rabbinden bir ni-met ulaşmasaydı, Hz. Yûnus’un savunmasız, hor, hakir ve perişan bir şekilde ıssız bir yere savrulup atılmış olacağı ifade edilmektedir. Nimet ulaştığına göre demek ki bu şekilde bir atılış veya savruluş yaşanmamıştır. Burada kullanılan fiilin nübize şeklinde meçhul, yani edilgen bir kalıpta getirilmesi de bu işlemin kontrol dışı bir mahiyet arz edeceğinin bir göstergesidir.

2. Öte yandan, Hz. Yûnus’un Yüce Allah tarafından ıssız bir kıyıya çıkartıldığı dile getirilen Sâffât 37/145’teki ifade ise onun kendiliğin-den, kontrolsüz veya doğal bir şekilde değil, özellikle Yüce Allah’ın kontrolünde ve muhtemelen özenli bir yolla kıyıya çıkartıldığını gös-termektedir. Zaten ilgili âyetteki nebeznâ fiilinin çoğul getirilmesi, kıyıya çıkartılma işleminin muhtemelen meleklerin yardımıyla ve özenli bir şekilde gerçekleştirildiğinin bir delilidir.

3. Dahası مذموم mezmûm kelimesi “horlanmış, hakir kılınmış, belki de Allah tarafından kınanmış” gibi olumsuz anlamlara gelmektedir. İşte eğer Rabbinden bir nimet yetişmeseydi Hz. Yûnus bir anlamda ceza-

29

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

landırılmış olacak ve ortalığa savrulacaktı; ancak bu gerçekleşmemiş-tir. Oysa Sâffât 37/145’teki ifadede sekıım kelimesi kullanılmakta, bu ise “hasta, bitkin, manevî çöküntü ve iç huzursuzluğu içinde” gibi an-lamlara gelmektedir. Şüphe yok ki bu anlamların hiçbirinde mezmûm kelimesinde olduğu gibi olumsuz bir anlam söz konusu değildir.

4. Yüce Allah’ın Hz. Yûnus’a verdiği nimet Enbiyâ 21/87’de dile geti-rilen Hz. Yûnus’un tevbesi ve Sâffât 37/143’te sözü edilen tesbihinin sonucudur. Âyetlerin birbirini tamamlayan yönü düşünüldüğünde konuyla ilgili bütün âyetleri birlikte düşünmenin gerektiği kendiliğin-den ortaya çıkmaktadır.

B) Konuyla ilgili iki âyet grubu arasında bir anlam çelişkisinin olma-ması için her iki âyette de Hz. Yûnus’un kıyıya atıldığının belirtildi-ği kabulüne yer verenler de vardır. Onlara göre mezmûm kelimesi ile sekıım kelimeleri aynı anlama gelmektedir. Bu kanaatte olanlar Kalem 68/49’u şöyle tercüme etmektedirler: “Eğer Rabbinin rahmet ve inayeti onun imdadına yetişmeseydi, (balığın karnı ona mezar olacaktı). Andolsun ki o perişan halde ıssız ve bitkisiz bir sahile atıl-dı.”38 Bu yaklaşıma göre âyetin başındaki levlâ edatının cevabı giz-lidir ve Sâffât 37/144’teki mesaja aittir. لنبذ lenübize ifadesindeki lâm ise yeni bir cümlenin te’kidli bir şekilde başlamasını sağlamaktadır.

Bu iki yaklaşımdan ilkini tercih ettiğimizi beyan ederek, ikinci yak-laşımın da çok önemli bir anlama hassasiyetinin sonucu olduğunu ifade etmek istiyoruz. Her iki şekilde de verilen mesaj Hz. Yûnus’un mağdur edilmediğinin bildirilmesidir.

3. Yüce Allah Onu Seçip Sâlihlerden Kılmıştıالحين الص من فجعله ربه Rabbi onu seçti (ona yeniden (Sonuçta)“ فاجتبيه vahiy verdi) ve kendisini sâlihlerden kıldı.” Âyetteki اجتبي ictebâ fii-li “seçmek, peygamberlik vermek”, جعل ce‘ale fiili “kılmak, yapmak, görevlendirmek”, الحين -es-sâlihıın kelimesi ise “iyiler, hayırlılar, fa الصziletliler, erdemliler” demektir.

A)ربه Rabbi onu seçti.” Bu cümlede dile getirilen (Sonuçta)“ فاجتبيه husus, Yüce Allah’ın Hz. Yûnus’u yeniden seçip kendisine vahiy gönderdiğini bildirmesidir. Âyetteki اجتبي ictebâ fiili hem ümmetin se-çimi39 hem de peygamberlerin seçilip görevlendirilmesi 40 anlamın-da kullanılmaktadır.

Burada dikkat çeken bir başka husus ise, Yüce Allah’ın kendisi için rabb sıfatını kullanmasıdır. Bunun muhtemel nedeni, Yüce Allah’ın kullarını, özellikle de elçilerini sahiplendiğinin bildirilmesidir. “Esir-geyen, koruyup kollayan, sahiplenen, ilgilenen, yetiştiren” gibi an-lamlara gelen bu sıfat, hatasına rağmen Hz. Yûnus’u Yüce Allah’ın sahiplenip risalet görevine devam ettiğini göstermektedir.

38 Mustafa Öztürk, age., s. 794.

39 Hacc 22/78.

40 Âl-i İmrân 3/179; En‘âm 6/87;

Yûsuf 12/6; Nahl 16/121; Meryem

19/58; Tâhâ 20/122; Şûrâ 42/13;

Kalem 68/50.

Tefsir meTinleri

30

113

Hz. Yûnus, tevbesinin ardından tesbihe devam etti ve Yüce Allah’ın rahmeti sayesinde mezmûm, yani kınanmış olmaktan kurtarıldı. En sonunda ise yeniden vahye muhatap kılınarak elçilik görevine de-vam etmesi sağlandı. İşte rablık gereği ilâhî rahmetin kuşatıcı yönü budur. Yüce Allah samimi yöneliş demek olan tevbeyi başaran in-sanları kendi hallerine terk etmemekte ve onları sahiplenmektedir. Bu ifade Hz. Peygamber için de bütün zamanların müminleri için de moral kaynağıdır ve manevî bir destektir.

B) الحين الص من .Onu sâlihlerden kıldı.” Âyetin bu cümlesi Hz“ فجعله Yûnus için en son değerlendirmeyi oluşturmakta ve onun da er-demli kulların arasına katıldığı müjdesini içermektedir. Âyette başka bir kelimenin değil de özellikle الحين es-sâlihıın kelimesinin tercih الصedilmesinin muhtemel nedeni, Hz. Yûnus’un risalet görevini yapar-ken toplumu dönüştürücü ve kötülükleri düzeltici, yani “ıslah edici” bir etkinlik sergilemesidir. Böyle olunca, Hz. Yûnus’un kavminin isti-kamet sahibi insanlar olduğunun beyan edildiği Yûnus 10/98 ile de uyumlu bir mesaj verilmiş olmaktadır.

Kavmi iman edince dünya hayatında aşağılık ve rezillik azabının kendilerinden kaldırıldığı ve belli bir süre daha nimetler içerisinde yaşatıldıkları beyan edilmektedir. İşte bu sonuç Hz. Yûnus’un ıs-lah edici faaliyetlerinin başarıya ulaştığının en belirgin ifadesidir. Esasında bu tercih, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette Hz. Yûnus’un içlerine katıldığı müjdelenen insanlar için es-sâlihıın keli-mesinin kullanılmasının da muhtemel sebebini oluşturmaktadır.

4. Hz. Yûnus Kıssasının Öğrettikleri1. Bir kişi peygamber bile olsa ve tercih hatası şeklinde de gerçek-leşse bazen hata yapabilir. Anlaşılan o ki, bir peygamber için “tercih hatası” bile çoktur ve bunun bazı sonuçları vardır. İşte Hz. Yûnus’un yaşadığı bundan ibarettir.

2. Hz. Yûnus kıssası peygamberlerin hatasız olduğunu kabul eden-lere iyi bir cevaptır. Peygamberler de insandır, onlar da hata yapa-bilirler; ancak onlar bir hatayı tekrar tekrar işlemezler; sürekli hata yapmazlar; hatalarından tevbe etmeden ölmezler; çünkü vahiy me-leği kendilerini hemen uyarır ve ilgili yanlışın ümmete aksetmesi engellenir. Bu arada ifade edelim ki, peygamberlerin “ismet sıfatı” günah işlememekle değil, tebliğde hata yapmamakla ilgilidir. Yani onlar Yüce Allah’tan aldıkları bilgileri ümmetlerine eksiksiz ve ilave-siz bir şekilde aktarmışlardır; masum oluşlarını bu noktada anlamak gerekir. Aksi takdirde, Hz. Yûnus’a ve bazı peygamberlere nispet edilen davranışların anlaşılması imkânsız olurdu.

3. Bu kıssada, risaletinin ilk dönemlerini yaşayan Hz. Peygamber uyarılarak inşa edilmekte ve açıkça “Onun yaptığı gibi yapma” buyruğuyla donanımlı hale gelmesi kendisinden istenmektedir. Bir

31

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

peygamber bir başka peygamberi örnek alırken, onun uyarıldığı noktaları iyi görmeli, uyarılan davranışı kendisi yapmamalıdır; yani “peygamberin kendisi” değil, “hatalı davranışı” terk edilmelidir.

4. Vahyin ilk dönemlerinde bu kıssanın zikredilmesinin bir başka ne-deni, Hz. Peygamber’i ve dolayısıyla müminleri de zorlu bir sürecin beklediğinin bildirilmesidir. Bu yol çileli bir yoldur, zorlukları vardır. Bu nedenle zorluklara bakarak kaçmak değil, yardım kaynağının Yüce Allah olduğunu unutmamak hedeflenmelidir. Bu arada sakın-calı bir eylemin yapılmaması isteniyorsa muhatap önce uyarılmalı-dır; uyarmadan ceza verilmemelidir.

5. Yüce Allah kullarını daima imtihan etmekte ve onların sabrını de-nemektedir. İlk etapta rahat görülen şartların sonu sıkıntılı, başlan-gıcı zor görülen işlerin sonu ise huzurlu ve mutlu olabilir. Öyleyse imtihan eden ilâhî iradeye teslim olup emredileni yapmaya çalışmak imtihanın gereğini yapmada esastır. Aksi takdirde, başka çıkış yolla-rının bulunmadığı gerçeğiyle herkes karşılaşacaktır.

6. Sürekli değil de nadiren hata yapan muttakî kulların özelliği, hata sonrasında hemen Yüce Allah’ı ve gerçeği hatırlamaları ve bağış-lanma dileğinde bulunup hatada ısrar etmemeleridir. 41 İşte bu kıs-sanın kahramanı olan Hz. Yûnus da içerisine düştüğü derin sıkıntı ve ıstırap halinde Rabbini hatırlayıp O’na dua etti ve Yüce Allah da onun bu yönelişini karşılıksız bırakmadı.

7. Kişi hata yaptığında kimden bağışlanma dileğinde bulunması ge-rektiğini unutmamalıdır. Yanlış arayışlar veya çıkmaz sokaklar sa-hibini mahcup edecektir. Bu nedenle bir hata yaptıktan sonra onun telafisinde yardım makamının neresi olduğunu belirlemek için baş-ka ve daha büyük bir hata yapılmamalıdır. İşte Hz. Yûnus kıssası bu noktada da çok önemli bir öğreti içermektedir.

8. Enbiyâ 21/87’deki “Karanlıklar içerisinde” ifadesi, kişinin içinde-ki manevî çöküntünün derin karanlıklarını sembolize edebilir. Her insanın içinde zaman zaman fırtınalar kopabilir, sıkıntılı dönemler yaşanabilir. Bu durumlarda Talâk 65/2-5’te de ifade edildiği üzere, sorumluluğunu bilen insanlar için çıkış kapısının bulunduğu öğretil-mekte, Yüce Allah’ın hesaba katılmadığı hiçbir an ve alanın bulun-madığı zihinlere kazınmak istenmektedir.

9. Günümüz din eğitimcilerinin bu kıssadan alacağı çok önemli dersler vardır. Dini anlatan kişiler muhatapların hemen düzelmesini beklememeli, sonuç alıcı şekilde değil de görevini yapan bir bilinçle hareket etmelidirler. Müslüman din eğitimcisinin amacı bir anlamda nişan almaktır; 12’den vurup vurmaması çok önemli değildir. Atış karavana bile olsa kişi görevini yaptığı için sevap kazanacak ve ecir sahibi olacaktır.

41 Âl-i İmrân 3/135.

Tefsir meTinleri

32

113

10. Hz. Yûnus gibi, samimi yönelişlerin sahibi olan insanlar eğer toplumda ıslah edici çalışmalar yaparlar, kendilerini adeta görevleri-ne adarlarsa sonuçta onlar da Yüce Allah tarafından sâlih insanların arasına katılacaklardır. Hiç şüphe yoktur ki rabb olan Yüce Allah sa-mimi kullarını sahiplenmekte, onları yalnızlığa ve mahcubiyete terk etmemekte, görevlerinde kendilerine yardım etmekte ve sonuçta onları erdemli insanlar arasına katmaktadır. Bu kıssada verilmek istenen asıl evrensel mesaj bu olsa gerektir.

11. Bu kıssa sayesinde başta Hz. Peygamber olmak üzere, sami-mi yöneliş sahipleri olan bütün zamanların müminlerine moral veril-mekte, onların da rabb olan Yüce Allah’ın merhametiyle sahiplenile-ceği müjdesi verilmektedir. Önemli olan husus hiç hata yapmamak değildir; hatada ısrar etmemektir. Zira hata yapan Âdem tevbe edin-ce Hz. Âdem oldu; hatasını kabul etmeyip hatada ısrar eden İblis ise şeytanlaştı ve huzurdan kovuldu.

Rabbimiz, bizi de hatasını görüp zamanında tevbe edenlerden ve tevbesini kabul edip sâlih kulları arasına kattıklarından eylesin.

13.3.2. Öfkenin İnsana YaptırdıklarıYüce Allah, sûrenin son iki âyetinde ilk konulara geri dönerek kafir-lerin Hz. Peygamber’e karşı olumsuz tutumlarını ve suçlamalarını yeniden hatırlatmakta, son söz olarak da vahyin gönderiliş gayesini vurgulu bir şekilde gündeme getirmektedir.

1. Kâfirlerin Öfkesi Bakışlarına ve Sözlerine Yansımıştıكر ويقولون انه لمجنون ا سمعوا الذ Kâfirler Zikr’i“ وان يكاد الذين كفروا ليزلقونك بابصارهم لم(vahyi veya Kur’ân’ı) işittikleri zaman, neredeyse gözleriyle seni de-virecekler. Üstelik, ‘Kesinlikle o bir mecnundur’ diyorlar.” Âyetteki يكاد yekâdü fiili “neredeyse, az kalsın”, الذين كفروا ellezîne keferû ifadesi “kafir olanlar, nankörler”, يزلقون yüzlikuune fiili “devirmek, yıkmak, öldürmek”, ابصار ebsâr kelimesi “gözler, bakışlar”, سمعوا semi‘û fiili “işitmek, duymak”, كر ,”ez-zikr kelimesi “zikir, öğüt, vahiy, Kur’ân الذ mecnûn sözcüğü مجنون ”yekuulûne fiili “söylemek, suçlamak يقولونise “mecnun, cinlenmiş, cinlerden etkilenmiş, delirmiş” demektir.

Âyetin başındaki ان in edatı inne edatının muhaffef, yani şeddesiz halidir. Delili ise ليزلقونك leyüzlikuuneke ifadesindeki lâm edatıdır. Bu durumda âyetin anlamı mealde verdiğimiz şekilde olur. Ancak bura-daki ان in edatını şart anlamına alıp cümleyi de bir şart cümlesi gibi kabul edenler de vardır. Buna göre Yüce Allah, Hz. Peygamber’i tıp-kı bu sûrenin 8, 10 ve 48. âyetlerinde olduğu gibi kafirlerin sözlerine, davranışlarına ve suçlamalarına karşı sabırlı olması gerektiği nok-tasında bilinçlendirmektedir. Söylenmek istenen şudur: “Onlar vahyi işittiklerinde seni gözleriyle düşürmek istediklerinde de, ‘Muhakkak ki o bir mecnundur’ dediklerinde de sen sabırlı ol, onlara itaat etme,

33

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

sözlerine aldırma!” 42 Bu genel hatırlatmayı yaptıktan sonra şimdi âyetteki cümlelere biraz daha yakından bakalım.

A) كر ا سمعوا الذ Kâfirler Zikr’i (vahyi“ وان يكاد الذين كفروا ليزلقونك بابصارهم لمveya Kur’ân’ı) işittikleri zaman, neredeyse gözleriyle seni devire-cekler.” Bu cümlede üzerinde durulması gereken bazı önemli nok-talar vardır.

كفروا.1 الذين يكاد Kâfir olanlar, nerdeyse…” ifadesi, nankörlerin“ وان inkârcılıklarını ortaya koymakta, ancak bu inkârda mutlak reddediş değil, “bir şeylerin üzerini örtmek” anlamındaki küfr kelimesi tercih edilmektedir. Küfr, “örtmek” anlamıyla aslında bu nankörlerin “fıt-ratlarını örtmelerini” ortaya koymaktadır. Kâfir de “gerçeğin üzerini örten kişi” demektir. Yüce Allah her insanı “Allah’ı tek ilâh olarak tanıyacak” şekilde “fıtrat üzere” yaratmış, 43 ona fücûr denilen “yol-dan çıkma” özelliğini de, bundan korunup sorumluluğunu bilme ve duyarlı olma anlamındaki takvâ özelliğini de ilham etmiştir. 44 Da-hası, kendisine imanı sevdirip kalbinde süslemiş, küfrü, fısk denilen yoldan çıkmayı ve isyanı ise çirkin göstermiştir. 45

Demek ki, yaratılışta inkâr ve iman potansiyel olarak birlikte var edil-miş, ancak iman bir adım önde ilham edilmiş, ilâhî program gereği insan fıtratına yerleştirilmiştir. İşte kâfir olanlar kendi iradeleriyle ve kararlarıyla bu fıtratın üzerini örtenlerdir. İlâhî kitaplar ve onların teb-liğciliğini yapan peygamberler insanın koyduğu bu örtüyü kaldırmak ve insanı fıtratıyla buluşturmak için görevlendirilmişlerdir.

İnsanlar kendileri öyle istedikleri için kâfir olurlar; Yüce Allah da baş-ka varlıklar da onları zorla kâfir yapmaz. Kur’ân’ın hiçbir yerinde zorla kâfir yapılmaktan söz edilmez. Konuyla ilgili bütün âyetlerde “kâfir olmak”tan söz edilir, “kâfir yapılmak”tan değil. Rabbimiz, kâfir olmak isteyenin isteğini yaratır, o kadar. Zümer 39/7’de beyan edil-diği üzere, insanlar kâfir olurlarsa Yüce Allah’a zarar veremezler ve O da kullarının küfründen asla razı olmaz. Ancak eğer şükrederler-se Yüce Allah’ın rızasını kazanmış olurlar.

İmtihanın zorunlu sonucu olarak irade sahibi kılınan insanoğlu ken-di tercihinin sonucuna göre muamele görecektir. İmanı tercih etmiş-se mümin olarak yaşayacak ve mahşerde Allah’ın izniyle cennet ödülleriyle buluşturulacaktır. Fıtratının üzerini örtüp kâfir olmuşsa bu defa da tercihinin sonuçlarına katlanacaktır. İşte bu sûrede ta baştan beri ele alınan azgın insan tipine dair özellikler onların yanlış tercihlerini göstermekte ve Hz. Peygamber’in de bütün zamanların müminlerinin de bunlara itaat etmemeleri kendilerinden istenmek-tedir.

Onlara karşı tutumumuz, kendilerinin yanlış inanç ve davranışlarına karşı oluşumuz şeklinde olmalıdır. Onlara yönelik davetimiz de ima-

42 Benzer bir meal için bk. Esed,

age., 1178; İslâmoğlu, age., s.

1161.

43 Rûm 30/30.

44 Şems 91/8.

45 Hucürât 49/7.

Tefsir meTinleri

34

113

na gelmeleriyle ilgili şekillenmelidir. Biz onlara “bize gelin” derken, aslında “kendinize gelin, fıtratınıza gelin, üzerini örttüğünüz fıtratı-nızla buluşun, üzerini örttüğünüz külleri kaldırarak iman közleriyle yeniden buluşun” demek istiyoruz. Dini ilkeler fıtratın ilkeleridir; dini prensipler fıtratın hiçbir şekilde yadırgamayacağı şekilde düzenlen-miştir; çünkü ilâhî kitaplar gibi kâinat da fıtrat da birer kitaptır ve her üç kitabın sahibi Yüce Allah’tır. O, kitaplarının birbiriyle çelişeceği bir ortam yaratmamıştır. Vahiy ile fıtrat arasında sorun olduğunu sa-nanlar ya akıllarını doğru çalıştırmıyorlar, ya da vahyi doğru anla-mayı becermiyorlardır, vesselam.

كر .2 الذ سمعوا ا لم بابصارهم Zikr’i (vahyi veya Kur’ân’ı) (Kâfirler)“ ليزلقونك işittikleri zaman, neredeyse gözleriyle seni devirecekler.” Bu cümle-de kâfirlerin vahye karşı olumsuz tutumları dile getirilmektedir. On-lar vahyin etkileyici yapısını çok iyi bildikleri için onun dinlenmesini istemezlerdi. Hâkka 69/38-52. âyetlerin iniş sebebinde de zikrettiği-miz üzere, ileri gelen Mekkeli müşrikler Kur’ân’ın dinlenmesini arzu etmezlerdi. Kur’ân okunurken gürültü yapılmasını, böylece vahyin sesinin bastırılmasını özellikle isterlerdi. 46 İşte yorumunu yapmak-ta olduğumuz âyette de onların Hz. Peygamber’i neredeyse devire-cekleri öfke dolu bakışları dile getirilmektedir.

Bu arada âyetteki سمعوا semi‘û fiiline “işitmek, duymak” gibi, “özellik-le dinlemek” anlamı da verilebilir. Bu durumda Mekkeli müşrik ileri gelenlerin başkalarına yasakladıkları vahyi dinleme işini kendileri-nin gizlice gerçekleştirdikleri anlaşılır. Hâkka 69/38-52. âyetlerin iniş sebebini zikrederken aktardığımız rivayetler de bunu desteklemek-tedir.

İster duyduklarında, isterse özellikle dinlediklerinde olsun, onların vahye ve onun aktarıcısına karşı öfke duydukları anlaşılmaktadır. Çünkü “nerdeyse seni gözleriyle yıkacaklar” ifadesi ile “O, bir mec-nundur” şeklindeki âyetin son cümlesi bunun delilidir. Vahyin etki-leyici yapısı karşısındaki kıskançlıkları düşmanlığa ve öfkeye dö-nüşmüş, bunun sonucunda da çeşitli suçlamalarda bulunmuşlardı. Bakışlarındaki öfke onların niyetlerini ortaya koymakta, bir anlam-da Türkçemizde kullanılan “öfke ve nefretle pis pis bakmak” ifadesi akla gelmektedir.

Bu arada bazı tefsirlerimizde bu bakışlar “nazar” ile ilişkilendirilmek-te ve nazar meselesi hakkında detay bilgiler verilmektedir. “Nazar”ın mantığını düşündüğümüzde bu âyette ulaşılamayan bir gıptadan değil de öfkeden ve düşmanlıktan söz edilmesi, konunun nazarla ilişkilendirilmesini sorunlu kılmaktadır. Bu nedenle “nazar var mıdır, yok mudur?” sorusunu burada ele almanın doğru olmadığı kanaa-tindeyiz.

46 Fussılet 41/26.

35

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

Mekkeli müşrikler vahiy için “Keşke bizde olsa!”, “Niçin bize değil de ona verildi?” “Keşke ona değil de bize verilmiş olsa” gibi bir öz-lem söz konusu değildir; aksine suçlama ve öfke dolu bir düşman-lık onları kaplamış ve bir sonraki cümlede de dile getirdikleri üzere Hz. Peygamber’i “mecnunluk”la suçlamışlardı. Deli dedikleri kişiye özenmeleri veya ona gıpta etmeleri söz konusu olamayacağı için bu âyetteki ifadeyi “nazar”la ilişkilendirmek doğru olmasa gerektir. Bu nedenle konuyu sûre başından beri inkâr mantığı çerçevesinde ele almayı uygun bulduk.

B) لمجنون انه ”.Üstelik ‘Kesinlikle o bir mecnundur’ diyorlar“ ويقولون Sûrenin ikinci âyetinde de geniş bir şekilde ele aldığımız üzere, ileri gelen Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber’i çeşitli ifadelerle suçlamış ve ona hakaretler yağdırmışlardı. Ona yönelttikleri en temel suç-lama “mecnunluk”tu. Neden bu kelimeyi seçtikleri hakkında ikinci âyette geniş açıklamalar yaptığımız için aynı şeyleri tekrarlamak istemiyoruz. İşte yorumunu yapmakta olduğumuz bu cümlede de aynı suçlamaya yer verilmekte, Mekkeli müşriklerin düşmanlıklarını devam ettirdikleri ve bunda kararlı oldukları anlaşılmaktadır. İfade-nin isim cümlesi olarak getirilip mecnûn kelimesinin başında “te’kid” edatlarından olan lâm harfine yer verilmesi bu kararlılığın bir ifade-sidir.

2. Kur’ân Evrensel Bir Öğüttür-Oysa o (Zikir, vahiy veya Kur’ân), âlemler için sa“ وما هو ال ذكر للعالمينdece bir öğüttür.” Âyetteki ذكر zikr kelimesi “öğüt, hatırlatma”, العالمين el-‘âlemîn kelimesi ise “alemler, insanlar” demektir.

A) Yüce Allah, bu âyette sûrenin başından beri Mekkeli müşrik ileri gelenlerin ileri sürdüğü suçlamalara cevap vermek üzere, onların kullandığı türden vurgulu ifadelere de uygun olarak vahyin ne oldu-ğunu ve gönderiliş amacını ortaya koymaktadır. Âyette tercih edilen ifade tekniği, adına nefy ü istisna denen “hasr-kasr” yöntemlerinden birisidir. Buna göre, aynı cümlede hem olumsuzluk edatlarından bi-risi, hem de illâ istisna edatı varsa burada “sadece ve sadece”, “an-cak ve ancak” gibi bir vurgulu anlam kastediliyor demektir.

B) Kur’ân’ın Kur’ân’da pek çok isim ve sıfatından söz edilmekte-dir. Konunun izahını daha önce yaptığımız için, 47 burada sadece Kur’ân’ın zikr oluşuna değinmek istiyoruz. Tekvîr 81/27’de de geniş bir şekilde ele aldığımız üzere “Kur’ân’ın âlemler için sadece ve sa-dece bir öğüt oluşu”, yararlanmak isteyenlere yöneliktir. Kur’ân’ın öğüdünden yararlanmak isteyenler daha çok insanlar olduğu için âyetteki el-‘âlemîn kelimesini “insanlar, akıllılar” anlamında değer-lendirmek gerekir.

Bu arada cinlerin de bu vahyin aydınlığından yararlandığına dair Kur’ân’da mesajlar bulunmaktadır. Ahkaaf 46/29-32 ve Cinn 72/1-2.

47 Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsîri

Tefsir meTinleri

36

113

âyetler bunun delilidir. Muhatapların çoğunluğu kimlerden oluşuyor-sa hitap ona göre şekillendirilmektedir. Dolayısıyla mesajın içeriğin-de cinlerin bulunmasına bir engel yoktur.

Kur’ân bir öğüttür, hatırlatmadır. Bu kökten gelen kelimeler Kur’ân’da sıklıkla kullanılmaktadır. Zikr, tezkira ve zikrâ kalıplarında bu keli-me “gerçeğin hatırlatılması” anlamına gelmekte ve pek çok âyette Kur’ân’ın bir ismi olarak yer almaktadır. 48 Müzzemmil 73/19’da da ifade ettiğimiz üzere, Kur’ân’ın zikr, zikrâ veya tezkira oluşu, onun daha önce insana bildirilmiş olmasını gerektirir. Nitekim insanlara bir şeyleri “hatırlatmak” demek, onların daha önceden “haberdar edilmiş olduğu” anlamına gelir.

Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Vahyin hatırlatıcılığı, onun fıtrata uygun gerçekler içermesi demektir. Fıtrat, yaratılışta insanı Yüce Allah’ın şekillendirdiği ilâhî programın adıdır. Bütün değer-ler, fıtrata ilmek ilmek işlenmiştir. İnsandan istenen de buna uygun tercihler ve tavırlar ortaya koyması, bir anlamda fıtratıyla ters düş-memesidir. Fıtrata işlenen “Allah’ı tek ilâh olarak tanıma” imzası, Kur’ân’ın sunduğu hatırlatmaları fıtratın yadırgamaması demektir. İnsan, daha önce aşina olduğu şeyleri duyunca onları hatırlar ve zihninde herhangi bir çelişki ile karşılaşmaz.

Bu itibarla, “zikir” ile “fıtrat” uyumu son derece önemlidir. Mutlak inkârcılar hariç olmak üzere, eğer sunulan ilâhî bildirimler karşı ta-raftan red cevabı alıyorsa, bilinmelidir ki ya yapılan sunumda bir yanlışlık vardır, ya da ilâhî prensipleri doğru anlamada bir sorun yaşanmaktadır. İlâhî prensiplerin yer aldığı Kur’ân’ı Yüce Allah’ın bir kitabı, insanı ve onun fıtratını da diğer bir kitabı olarak kabul ettiği-mize göre, bütünüyle iki kitabın ve parça parça âyetlerinin birbiriyle çelişmesi kesinlikle mümkün değildir.

Yorumunu yapmaya çalıştığımız Kalem sûresinde de işte bu nokta öne çıkarılmakta ve insan ile fıtratı arasına sokulan engellerin kaldı-rılması amaçlanmaktadır.

13.4. KALEM SÛRESİNİN GENEL MESAJLARI(1-7. âyetler): Sûrenin ilk âyet grubunda başta mukatta‘a harflerin-den birisi olan nûn olmak üzere kaleme ve satır satır yazılanlara ye-min edilmekte, yeminin sebebi olarak da Hz. Peygamber’in mecnun olmadığı, ona verilen ödüllerin başa kakılmayacağı ve çok üstün bir ahlaka sahip olduğu bildirilmekte, böylece kendisine ve bütün zamanların müminlerine moral verilmektedir. Ardından, kimlerin de-lirmiş olduğunun er veya geç görüleceği ve Yüce Allah’ın sapanları da hidayete erdirilenleri de gayet iyi bildiği ifade edilmektedir.

48 Hûd 11/114; Hıcr 15/6, 9; Nahl

16/44; Kehf 18/28; Tâhâ 20/99;

Enbiyâ 21/24, 50; Furkaan 25/18,

29; Yâsîn 36/11; Sâffât 37/3; 168;

Sâd 38/8, 49; Zümer 39/22-23;

Fussılet 41/41; Zuhruf 43/5,

36, 44; Necm 53/29; Mücâdele

58/19; Talâk 65/10; Kalem 68/51;

Cinn 72/17; Müzzemmil 73/19;

Müddessir 74/54; İnsân 76/29;

‘Abese 80/11.

37

KALEM SÛRESİNİN 34-52. ÂYETLERİ13

(8-16. âyetler): Bu âyetlerde yağcılık yaptıkları için kendileri gibi yağcılık yapılmasını isteyen yalancılara itaat edilmemesi gerekti-ği, bu arada yalan yere yemin edenlere, aşağılık kişilere, gıybetten beslenenlere, laf taşıyıcılarına, cimrilere, zorbalara, günaha gömü-lenlere, kaba-sabalara ve soysuz hayırsızlara itaat edilmemesi, on-lara boyun bükülmemesi emredilmektedir. Bu arada fazla servetin ve çocukların kişileri azdırabileceği, sonuçta vahye iftiraya sebep olabilecekleri ve elbette bu nedenle azapla damgalanacakları be-yan edilmektedir.

(17-33. âyetler): Bu âyet grubunda nankörlüğün dünyevî sonuçları hatırlatılmakta, ürününü fakirlerle bölüşmek istemeyen bahçe sa-hiplerinin cezalandırıldığı bir kıssaya yer verilmektedir. Hasat için erken kalkıp yola giren ve bu esnada yoksullara duyulmak isteme-yen bu kişiler, bahçeye ulaştıklarında kasırga sonucu yok edilen bahçeyi tanıyamamışlar, hatta yollarını şaşırmış olabileceklerini dahi söylemişlerdi. Bu esnada aralarındaki bilge kişinin önceden yaptığı uyarının haklı olduğu ortaya çıkmış, bu nedenle diğerleri de haksızlık yaptıklarını fark edip itirafta bulunmuşlardı. Elbette arala-rında bazı tartışmalar da çıkmış, özeleştiride bulunarak azgınlık iti-rafını yinelemişler, Rablerinden ümitlerini kesmeyerek yeni ve daha hayırlı bir beklentiye girdiklerini dile getirmişlerdi.

Yaşanan bu sıkıntının dünyevî bir azap olduğu beyan edilerek âhiretteki azabın çok daha şiddetli olduğu hatırlatılarak, gerçeği an-lamaları kendilerinden ve elbette bütün zamanların insanlarından istenmektedir.

(34-41. âyetler): Kur’ân’ın mesânî oluşu gereği, söz bu defa muttakîlere getirilmekte, onlar için nimet yurdunun ödül olacağı ve Müslümanlarla suçluların hiçbir şekilde eşit tutulmayacakları belir-tilmektedir. Ardından müşrik muhataplar çeşitli başlıklarda sorgu-lanmakta, doğru hüküm verebilmek için kitabî bilginin şart olduğu beyan edilmektedir. Bu arada hiç kimsenin garantisinin olmadığı, kendilerinin bile sözlerine kefil olamadıkları, hiçbir destekçilerinin bulunamayacağı da özellikle gündeme getirilmektedir.

(42-47. âyetler): Suçlu olan ve sürekli günahtan beslenen nankör kişilerin yaşlılık veya hastalık hallerinde ya da mahşerde paçala-rının tutuşacağı, ancak çok geç kalınmış olacağı beyan edilerek, korkunç bir perişanlığın yaşanacağı ve ilgililere daha önceki günleri hatırlatılarak suçlanacakları ifade edilmektedir.

Hakikati yalanlayanların cezasını bizzat Yüce Allah’ın vereceği, onların bütün tuzaklarının boşa çıkacağı, çünkü Yüce Allah’ın ince planına karşı durulamayacağı özellikle gündeme getirilmekte ve inkârcı muhataplara gözdağı verilmektedir. Bu arada müşriklerin imana davet edilirken kendilerinden ücret istenmediği, hiçbir şekil-

Tefsir meTinleri

38

113

de ağır bir borcun altına sokulmadıkları ve gayb bilgisine de sahip olmadıkları ifade edilmektedir. Aslında peygamber davetinin ücret eksenli değil, ecir eksenli olduğu bütün zamanların din eğitim ve öğreticilerine hatırlatılması önemli bir hedef olarak belirlenmektedir. (48-52. âyetler): Bu âyetlerde ise Hz. Peygamber başta olmak üze-re bütün müminler uyarılmakta ve Hz. Yûnus gibi sabırsızlık yap-mamaları, Allah’ın hükmüne sıkıca ve kararlı bir şekilde sarılmala-rı gerektiği beyan edilmektedir. Anlaşılıyor ki İslâmî davette bazen sıkıntılar yaşansa da sonuç daima inananların olacaktır; çünkü Allah’ın yardımı onlarladır. Hz. Yûnus gibi Yüce Allah’a samimiyetle yönelenler sahipsiz bırakılmayacak, Yüce Allah tarafından seçile-cek ve sâlihler arasına katılacaklardır.

En son iki âyette de kâfirlerin kin ve öfkeleriyle düşmanlıklarının depreşeceği, gözleriyle ve sözleriyle Hz. Peygamber’i ve müminleri incitebilecekleri hatırlatılarak, vahyin öğüt vericiliğine dikkat çekil-mekte, bir anlamda tebliğde zorbalığın değil, gönül fethinin önemli olduğu zihinlere kazınmaktadır.

Rabbimiz bizi de O’na yönelenlerden, rızasını kazananlardan ve sâlihler arasına kattıklarından eylesin. Hizmetini peygamberî davet geleneğine uygun olarak ücrete değil, ecre dayalı olarak şekillendi-renlerden eylesin. Rabbimiz, izzet ve şerefi O’nun yanında arayan-lardan ve bu uğurda fedakârlık yapmayı canına minnet sayanlardan eylesin. Âmîn.