kitap özeti yayın

35
Hazırlayan ERGÜL HALİSÇELİK Ankara – 2010

Category:

Education


4 download

DESCRIPTION

Dünya Ekonomisi İçinde Türkiye (1923-1929) Kitabının ÖzetiYazar: Çağlar KeyderÖzetleyen: Ergül Halisçelik

TRANSCRIPT

Page 1: Kitap özeti yayın

Hazırlayan

ERGÜL HALİSÇELİK

Ankara – 2010

Page 2: Kitap özeti yayın

- 1 -

Dünya Ekonomisi İçinde Türkiye (1923-1929) ÖNSÖZ

Çalışmada Türkiye'de Cumhuriyetin in kuruluşu ile başlayan bir dönemin iktisat tarihiyle beraber, döneme ilişkin sektörel bir analiz önerisi veriliyor. 1923-1929 yılları arasında devletin tanımlanmasına yer verilmeden Türkiye'de tarım, imalat sektörü, ve ticaretin yapılanması inceleniyor ve ülke ekonomilerinin dünya ekonomisiyle bütünleşme hiyerarşisinde 1920'ler Türkiye'sinin yeri saptanmaya çalışılarak bütünleşmeyi sağlayacak mekanizmalara bakılıyor. Bu kitabın zaman kapsamı sadece 1923-1929 Dönemi. Ancak burada amaç bir tarih kitabı yazmaktan ziyade, daha çok teorik çerçeve incelenmeye çalışılmış. Genel tarihi veya uzun tarihsel süreçleri daha kısa parçalara ayırmak tarih eğitiminde kolaylaştırıcı rol oynadığından tercih edilen bir yöntemdir. Ancak tarihi veya bir dönemi bir başka dönemden ayırırken ve bir dönemi daha alt dönemlere ayırırken dikkate alınan kriterler isabetli seçilmelidir. Kitap döneme ilişkin teorik giriş, dönem seçimi, metodoloji ve dönemin öntarihi hakkındaki genel bilgileri içeren “Giriş” bölümü ve bu bölümü takip eden “Tarım Yoluyla Dünya Ekonomisiyle Bütünleşme”, “İmalat Sektörünün Yapısı”, “Dünya Ekonomisiyle Ticaret İlişkiler”, “Kredi ve Ekonominin Yapılanması” başlıklı bölümlerle paralel olarak geliştirilen “Sonuç” ile birlikte 6 bölümden oluşmaktadır. 1. GİRİŞ Niçin 1923-1929 Dönemi: Yazar Türkiye iktisat tarihi çalışmaya başladığında o zamanki bilimsel merak ve kaygılarla birlikte ideolojik ve siyasal tercihlerine paralel olarak 1930’ların devletçiliğinin ilgisini çektiğini belirtiyor. İşe önce Osmanlı dönemiyle, özellikle Osmanlı’nın çözülüşü ile başlıyor. Ancak daha sonra devletçiliğin yaşanan dönem içerisinde cazibesini yitirmesi ve daha önceki çalışmalarda 1914 yılına kadar gelmiş olması kendisini bu döneme incelemeye sevk etmiş. Cumhuriyetin ilk yılları olan 1923-1929 dönemini öncesi ve sonrası ile birlikte değerlendirmek gerekir: Devrim ve savaş yılları: 1908-1922; Açık ekonomi koşullarında yeniden inşa: 1923-1929; Korumacı-devletçi sanayileşme: 1930-1939;

Page 3: Kitap özeti yayın

- 2 -

Teorik Giriş:

1923-1929 dönemi aslında özellikle İzmir İktisat Kongresi ile başlayan bir fikri gelişme ve oluşma, ekonomik envanterin belirlenmesi, model arayışı ve belli ölçüde uygulamaya başlama dönemidir. Bu dönemde ekonominin sahip oldukları ve olmadıkları belirlenmiş, ekonomik hedefler tayin edilmiş, karma ekonomi modelinin temelleri atılmıştır. Dönem içinde iktisat politikalarını etkileyen iki önemli gelişme, İzmir İktisat Kongresi ve Lozan Barış Antlaşması’dır. Kitapta Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde iktisadî alanda yapılmak istenen değişiklikler ele alınmaya çalışılmıştır. Bu dönemde İstanbul ve Anadolu’da gelişmekte olan Türk ticaretinin iktisadî gücü, özellikle dış ticarette daha önce mevcut olan azınlıkların, mübadele sonucu çekilmesiyle ortaya çıkan iktisadi boşluğu yerli sanayici ile doldurma girişimleri ve dünya ekonomik buhranı öncesi Periferi ülke konumundaki Türkiye’nin Merkezle (batıyla) entegre olma çabaları tespit edilmeye çalışılmıştır. Kitapta sıkça kullanılan Periferileşme merkezde yer alan ülkelere ekonomik ilişkiler bakımından bağımlı hale gelmeyi ifade etmektedir. Periferi ülke, dünya pazarıyla belli bir düzeyde bütünleştikten sonra, dünya ekonomisinin bağımlı bir parçası haline gelir bu çevrede özellikle ticaret sermayesi dünya pazarı için mallar üreten bir ihracat sektörü ile birlikte ithal malları talep eden bir tüketici grubu yaratır. Demiryolları ve limanlar gibi yatırımlar da bu sürecin daha hızlı ve verimli olması yönünde katkı gösterir. Dünya ekonomisi içindeki bu hiyerarşik sıralanış periferinin tarihini koşullanmaya başlar; artık periferideki toplumsal formasyonun yapısını açıklamak için sadece iç dinamikler yeterli değildir.

Dönem Seçimi Üzerine:

Sanayileşen Avrupa ekonomilerinin Osmanlı İmparatorluğu içindeki bölgelerin üretim ve pazar potansiyelini tam olarak kullanmaya başlamaları ancak 19.yy.da gerçekleşti. İmparatorluğun güçlü merkezi devlet geleneği sürdürebildiği sürece, yabancı ticaret sermayesi Osmanlı ülkesine bürokratik otorite vasıtasıyla girebilmişti. Bu nedenle de Bab-ı Ali’nin merkezden-bölüşümcü, kapitalizm –öncesi düzeni sürdürme çabaları İmparatorluk içinde meta üretiminin yerleşmesini etkiledi. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu‘nun parçalanmasından sonra Türkiye 5 yıl daha savaştı. 1923 yılında, İmparatorluğa özgü işlev ve ilişkileri reddeden yeni Cumhuriyet kuruldu. Böylece Türkiye kapitalizmle uzun bir bütünleşme tarihine sahip periferi belgeleri içinde ulus devlet haline gelen ilk ülke oldu. Türkiye’nin 1920’ledeki tarihsel deneyimi, politik bağımsızlık ile bir arada var olan ekonomik bağımsızlık nedeniyle, birçok periferi ülkenin yaşayacaklarına yön veren bir örnek oluşturdu.

Page 4: Kitap özeti yayın

- 3 -

Büyük ölçekli alt-yapısal yatırımlar yoluyla periferide ilkel birikimin sağlanması, ticaretin de bu yolla benzeri görülmemiş biçimde genişlemesi, Birinci Dünya savaşı öncesindeki dönemin bir özelliğiydi. Bu yatırımlar ticaret sermayesinin daha geniş bir faaliyet alanı kazanmasını sağlamak için, meta üretiminin genişlemesini amaçlıyordu. Bu dönemde bu işlevi toplam sermaye üzerinde ayrıcalıklı bir nüfuza sahip olan ticaret sermayesi üstlenmişti. Dönem seçimini etkileyen iki faktör daha var. Araştırma koşulları ve tarihine ilişkin bu faktörlerden birincisi dönemin daha önce monografik bir çalışma konusu yapılmamış olması; ikincisi ise mevcut materyalin ve verilerin bu çalışmayı olanaklı kılması. Bu verilerin başlıcaları 1927’ye ait tarım ve sanayi sayımları. Bütün Türkiye’yi kapsayan bu sayımlar eksikliklerine karşın, belli başlı sektörlerin üretimleri ve yapılarına ilişkin zengin bilgiler içermekte. Üstelik 1927’de nüfus sayımı da yapılmış. Büyük yarar taşıyan ikinci derecede önemli kaynaklar da Fransız, İngiliz ve Amerikan dışişleri arşivleri. Dönemin diğer belgeleri arasında hükümet yayınları özellikle dış ticaret istatistikleri önemli bir yer tutmaktadır.

Metodoloji Üzerine: Çalışma seçici nitelikte periferi ekonomisinin tarım ve sanayi sektörlerini tanımlayıp sınırlarını çizen soyutlamalar veriyor. Bu sektörler dünya ekonomisi ile bütünleşmenin temel faktörleri olarak ele alınıyor. Tarım sektöründe asıl ilgi alanını pazar için üretim oluşturmaktadır. Çünkü büyük ölçüde geçimlik üretim yapan tarımın pazara açılma sonucu geçirdiği dönem önemlidir. Yeni yapının ortaya çıkmasında, pazarın dönüştürücü etkisi belirleyici rol oynamaktadır. Sanayide ise durum biraz daha farklı; sanayi ürünleri, tarım ürünlerine göre daha önce daha yüksek oranda meta niteliği kazanmıştır. Bu nedenle, kapitalizmin sanayi üzerindeki etkisini ölçerken gösterge olarak teknolojik dönüşüm kullanılmıştır. Ölçek farklılaşması ve ithal girdilerinin kullanımı üretim sürecindeki değişmeyi ölçme imkanı vermektedir. Az sayıda işçi kullanan ve yerel pazarlara yönelik olan eski imalatçılar küçük ölçekliydiler ve yerli girdi kaynaklarına bağımlıydılar. Ülke ekonomisinin dünya pazarına açılması sonucu kurulan sanayi ise farklı niteliklere sahipti: daha çok sayıda işçi kullanılmasının yanı sıra, daha geniş pazarlar için eskisinden farklı malları ithal girdiler ve ithal teknoloji ile üretiyor ve mali kaynakları çoğu zaman yabancı sermayeden sağlıyordu. Bu farklıklılar, geleneksel ve modern sanayiyi birbirinden ayıran göstergelerdi. Tarım ve endüstri, dünya ekonomisiyle bütünleşmenin yapısına temel olan ve bu sürecin etkilerini barındıran sektörler olarak incelenirken, ticaret ve banka bu yapıyı güçlendiren unsurlardı. Kapitalizm öncesi bir ekonominin dünya kapitalist sistemi ile ilişkiye girmesi sonucu geçirdiği dönüşüm sürecinde, para sermayesi ve ticaret sermayesi meta üretimini teşvik edici unsurlar olarak sahneye çıkarlar. Bu sermayelerin ortak avantajlarından biri de

Page 5: Kitap özeti yayın

- 4 -

uluslararası hareket olanaklarının fazlalığıdır. Hele dövizle yapılan alış-veriş üzerinde sıkı bir kambiyo denetiminin yokluğunda, yabancı fonlar ticaret ve borçlanma yoluyla sınırları kolayca aşarlar.

Dönemin Öntarihi: Osmanlı Devletinden Kalan Kültürel ve Sosyo-Ekonomik Miras

On altıncı yüzyıldan başlayarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinde Avrupa’yla ticari ilişkilere girilmişti. Osmanlı Devleti Tanzimat döneminde idari, hukuki ve sosyal reformların yanında ekonomik gelişmeyi sağlamak için çeşitli teşvik tedbirleri uygulamaya başlamıştır. Özellikle kapitülasyonlarında etkisiyle Osmanlı Devleti XIX. yüzyıldan itibaren ekonomik ve siyasî açıdan batılı devletlerin kontrolü altına girmesi göze çarpmaktadır. Avrupa ülkeleriyle ticaret 1830’larda yoğunlaşmıştır. Bab-ı Ali’nin 1838’de İngiltere daha sonra da diğer Avrupa ülkeleriyle yaptığı ticaret anlaşmaları sonucunda imparatorluk bu dönemde Avrupa mallarının istilasına uğradı ve Osmanlı sanayisi çökmeye başladığı gibi bütçesi de açık vermeye başladı. Bunun sonucunda 1854’lerde başlayan dış borçlanmalar yoğunlaşmıştır. 1880’lere kadar Osmanlı siyasi ve ekonomik hayatındaki İngiliz ve Fransız etkisi yerini Almanlara bıraktı. İttihat ve Terakki döneminde de devam eden bu durum sonucunda Osmanlı topraklarındaki Alman yatırımlarında önemli artışlar görüldü. İttihat ve Terakki’nin ekonomik politikasının en önemli başarısı 1913 tarihli Teşvik-i Sanayi kanunu oldu. Bu dönemde verilen kapitülasyonların da etkisiyle ulaştırma (özellikle imtiyaz sahibi yabancı şirketlerce inşa edile demiryolları), elektrik, bankacılık ve madencilik gibi karlı yatırımları tercih eden yabancı sermaye girişinde önemli artışlar oldu. Yatırımların üçte ikisi demiryolları inşasına yönelikti ve Anadolu’nun iç kesimlerinin potansiyel olarak pazarlanabilir tarımsal artığını harekete geçirmek için inşa edilmişlerdi. Bu olaylar sonucunda Osmanlı Devleti sona geldiğinde artık yarı sömürge bir ülke konumundaydı. Osmanlı dış borçları ülkenin kaynaklarını yabancılara aktarmanın bir aracı niteliği taşımış, alınan borçlar yeniden üretimde kullanılmamıştır. Daha çok hükümetin cari giderlerinde kullanılan dış borçlar, bir yandan birikimli olarak artmış diğer yandan da kamu gelirlerinin önemli bir kısmına yabancıların doğrudan el koymasına yol açmıştır. Aldığı borçları yatırıma dönüştüremeyen Osmanlı yönetimi 1875’de borçlarını ödeyemeyeceğini açıklayınca 1881’de alacaklıları temsilen Duyun-u Umumiye kuruldu. Osmanlı Devleti 1881’den 1914’e kadar gelirlerinin bir kısmını dış borç ödemeleri için bu kuruluşa bıraktı. Bu İdare dış borç anapara ve faizlerini karşılamak için vergi gelirlerine el koyabiliyordu. Tarımda Türkler sanayi ve hizmetlerde azınlık ve yabancılar çoğunlukta idi. Hükümet kamu maliyesini dış ticareti ve para sunumunu denetleme yetkilerinden yoksun durumdaydı. Bütçe açıkları nedeniyle ağır koşullarda borçlanmalar söz konusudur. Azınlık ve yabancılara tanınan

Page 6: Kitap özeti yayın

- 5 -

ayrıcalıklar nedeniyle kamu gelirlerinin çok büyük bölümünün tarımdan sağlanmasını zorunlu idi. Cumhuriyet ilan edilmeden önceki dönemde Osmanlı İmparatorluğu yaklaşık on yıl süreyle savaş hali yaşamıştır. Savaş yıllarının en önemli kayıplarından biri de işgücü alanında olmuştur. Aynı sınırlar ele alındığında 1914’de nüfus 16,3 milyon iken 1927 yılında 13,6 milyona düşmüştür. Savaşlarda verilen kayıplar neticesinde eğitimli ve nitelikli işgücünde de azalma yaşanmıştır. Savaşın bitiminden sonra da olumsuzluklar devam etmiş Osmanlı ’dan kalan borçlar yeni Cumhuriyet’in sırtına yüklenmiştir. Cumhuriyet dönemindeki ekonomik gelişme, Osmanlı’dan devir alınan bir yapı üzerinde oluşmuştur, onun uzantısıdır. Bu durum, yalnız üretim yapısı için değil, ekonomik gelişmenin diğer öğeleri için de geçerlidir. Osmanlı’da üretim çok büyük ölçüde tarıma dayalıdır. Sanayi gelişmemiş, buna karşılık özellikle ticaret, ulaştırma ve bankacılık gibi hizmetler İmparatorluğun son 50-60 yılında önemli sermaye birikimi konusu olmuştur. Ancak, bu kesimler çok büyük bir ölçüde azınlık ve yabancı sermaye egemenliğindedir. 2. TARIM YOLUYLA DÜNYA EKONOMİSİYLE BÜTÜNLEŞME

Giriş:

Bu bölümde Cumhuriyet’in kuruluşuyla dünya buhranının başlangıcı arasındaki dönemde tarım sektörü, periferileşme süreci içinde incelenmiştir. Tarım sektörü incelenirken sektörün dünya ekonomisiyle bütünleşme sürecindeki yeri saptanmaya çalışılmış, ayrıca devletin tarım sektöründeki gelişmeleri etkilemedeki rolü üzerinde durulmuştur. Cumhuriyetin ilk günlerinde ulusal üretimin çoğu tarım sektöründe yaratılıyordu. Tarım, besin maddesi, istihdam kaynağı olarak çok önemli olduğu gibi nüfusun çok büyük bir bölümü tarım sektöründe yer alıyordu. Ancak tarımın sorunları çok büyüktü: Toraklar bakımsızdı Tarım aletleri yok denecek derecede az, var olanı da ilkeldi Tarım teknikleri çok gerideydi Tarım kesim büyük bir bölümü ile piyasa ekonomisinin, ulusal alışverişin dışında

“kapalı ekonomi”ler özelliğine sahipti.

Bütünleşme Sürecinde Tarımın Yeri:

Tarım dünya ekonomisiyle bütünleşmenin temek ekonomik kanalı oldu. Bir ürünün karlı olmasının yanı sıra aynı zamanda mübadele hacmi itibariyle de belli bir dereceye ulaşarak bütünleşme için meta üretimi olacak gerekli şartlara sahip olası gerekir. 1920’ler Türkiye’sinin tarihsel bağlamında, bu gerekli artı üretim düzeyine ulaşmak sadece tarım sektöründe mümkündü. Türkiye’de iş yapan ticaret sermayesi, tarımda diğer sektörlere göre hem daha yüksek kar hem de daha büyük mutlak kar elde edebilirdi.

Page 7: Kitap özeti yayın

- 6 -

Toprak Tasarrufu:

Osmanlı sosyo-ekonomik yapısının düzgün işleyişi, resmi mülkiyet hakları devletin elinde olan küçük köylü aile işletmelerinin varlığına bağlıydı. Toprağı tasarruf eden gerçek üreticiler de, vergi ödeme yükümlülüğüyle, merkezi otoriteye bağlıydılar. Bu ilişki iki tarafın da haklarını korudu. 1920’lerde farklı toprak tasarruf türleri mevcuttu. Ortakçılıkta işletilen büyük mülklerin ve ücretli işçi kullanılan az sayıda kapitalist çiftliğin varlığına karşın küçük köylü işletmeleri mutlak olarak hakimdi. İç bölgelerin tahıl alanlarındaki işlenebilir toprakların çoğu ve Karadeniz bölgesinin büyük bölümü köylü işletmeler kategorisinde idi. İç bölgelerdekilerin ağırlıkla geçimlik üretim yapmalarına karşılık Karadeniz Köylüleri oldukça ticarileşmişti. Ortakçılık, dağınık nüfuslu dağlık Doğu ve Güneydoğu yerleşimlerinde yarı-feodal bir kiracılık anlaşması olarak varlığını sürdürüyordu. Ege ve Akdeniz’in verimli ovalarında, özellikle emek-yoğun ticari ürünlerin yetiştirilmesinde de, ortakçılık, daha çok sözleşmeli işgücü biçiminde mevcuttu. Pamuk yetiştirilen Adana bölgesinde işgücü gereksiniminin büyük bir kısmı mevsimlik göç yoluyla ücretli-emek biçiminde karşılanıyordu. 1930 sonlarında yapılan bir toprak sayımının bulgularına göre, 1.1 milyon işletmenin %99,7’si 500 dönümden az ve %88,7’si de 100 dönümden az toprağa sahipti. Aile başına işlenen ortalama toprak miktarı 25 dönümdü. Ancak bölgesel farklıklılar dikkat çekicidir. En yüksek ortalama 40,5 dönüm ile pamuk tarımı yapılan Güneyde iken Karadeniz’de 14,9 dönümdü. 1930’lar ortasında yapılan başka bir araştırma, fiilen kullanılan en büyük birimlerin, mülkiyetin daha yoğunlaşmış olmasını bekleyeceğimiz Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde değil, Ege ve Güney Bölgelerinde bulunduğunu gösteriyor. Bu araştırmaya göre “maksimum aile işletmesi büyüklüğü” Ege’de 3.000 ve Güney’de 2.300 dönümdü. Bu bulgular, çok sayıda köylü işletmesi ve bazı coğrafi bölgelerde toplanmış daha büyük çiftliklerden oluşan bir tablo ortaya koyuyor. Büyük çiftliklerin daha çok pazara yönelik ürün yetiştiren ticarileşmiş bölgelerde toplandığı görülür.

Toprak Tasarrufu ve Ticarileşme: Üretimde bölgesel uzmanlaşma ya da tek ürün yetiştirme göze çarpmaktadır. Kiracılık yapan topraksız köylüler, artık toprak sahibinin istediği ürünü yetiştirmek zorunda bırakılıyordu. Bu yeni ilişki hem geleneksel tekniklerin ve hem geleneksel ürünlerin terk edildiği bir sisteme geçiş demekti. Çukurova bölgesinde de benzer gelişmeler göze çarpar. Büyük çiftliklerde yetiştirilen pamuk, bu bölgeyi hızla tek ürün bölgesine dönüştürmekteydi. 1858 Toprak yasası, devletin mülkiyet hakkını ve imparatorluk tebaasının zilliyet hakkını onaylamıştı. Aslında Doğu Anadolu dışında, tüm köylü aileleri bir miktar toprağa sahip idi.

Page 8: Kitap özeti yayın

- 7 -

Ücretli emeğin en çok görüneni, köylünün kendi tarlasını işleyip ek gelir elde etmek için kabul ettiği mevsimlik işçilik biçiminde idi. Tarımda artık yaratılması dış faktörlere bağlı idi. Hava koşulları en önemli etken idi. Artığın pazara sunulmasını etkileyen en önemli değişken ise fiyatlardı. 1920’lerde 1928’e kadar süren elverişli hava koşulları nedeniyle hasat iyi olmuştu. Ayrıca 1929 Buhranı’na kadar dünya ticaret hadleri tarım lehine gelişmişti. Öşürün kaldırılması ise, çiftçinin kullanılabilir ürün düzeyini en az %12 artırmış, bu da pazarlanabilir ürün düzeyini yükseltmişti. 1920’lerde toprağın %80’inde köylü ailelerinin %40’ı bir miktar artık üretmekteydiler. Toprağın %20’sini işleten tarım aileleri (toplam ailelerin %60’ı) ise artık değer üretemeyecek durumdaydı.

Ürün Dağılımı ve Ticarileşme:

1927’de ekili toprak alanının %6,4’ü ticari ürünlere ayrılmıştı. Ülkenin diğer kesimlerinde üretilen başta tahıl olmak üzere birçok ürünün pazara intikal eden kısmı düşük miktarlarda kalmıştır. Bu yapı içinde ve daha çok ihtiyaca yetecek kadar tarım yapılan ülkede, hakim ürün tipi hububat olmuştur. Ekilen alanın % 89,5’u hububata, % 3,9’u bakliyata ve % 6,6’sı pamuk, tütün gibi (Pamuk %2,1, tütün %1,8) sanayi bitkilerine ayrılmıştır. Bu teknolojik koşullar altında aile başına ekilebilen arazi miktarı çok düşük seviyelerde kalmıştır. Köylü işletmelerin ticarileşmesi, aynı zamanda, ürünlerini pazarda satmak amacıyla hayvan yetiştirilmesini de içerir. Hayvancılıkta pazara yönelme daha çok büyük çiftliklerde gerçekleşmesine rağmen ortalama köylü de tahıldan çok hayvansal ürünleri pazarda satarak nakit para kazanmaktaydı. 1927’de bir köylü ailesinin ortalama 1,9 yük hayvanı, 6 koyunu ve 5 keçisi bulunmaktaydı Köylünün pazara açılması da tahıl satışından çok hayvan ve bahçe ürünlerinin pazarda satışıyla gerçekleşmiştir. Özellikle yumurta ihracatı önemli gelişmeler kaydetmiş 1923’de 1,5 milyondan 1931 yılında 10,4 milyona yükselmiştir. Et ihtiyacının büyük bölümü iç pazardan karşılanıyordu. Hayvanlar ve hayvansal ürünlerin pazarda satılması, parayla ödenecek vergileri karşılamanın en yaygın yoluydu. Özellikle aşarın kaldırılmasından sonra nakden ödenmesi gereken yeni vergiler, köylünün ürününün bir kısmını pazarda satılmasını zorunlu kılmıştı. Hayvancılığın, 1920’lerde tarım sektöründeki katma değerin üçte birini oluşturduğu hesaplanıyor. Sebzeciliğin payı ise ancak %3 kadardı.

Bölgesel Farklılıklar:

Tarımda gerek ürün dağılımı gerekse ticarileşme düzeyleri açısından önemli bölgesel farklılıklar söz konusudur. Tarımsal üretim, bölgelere göre en fazla Orta Anadolu’da yapılmakla beraber, ülkenin en zengin tarım alanlarını; Marmara, Ege ve Akdeniz bölgeleri oluşturmuştur. Ege ve Adana bölgeleri dünya pazarıyla tam olarak bütünleşen ilk bölgelerdi. Özellikle pamuk mevsimlik işçi çalıştırılan büyük işletmelerde, incir, üzüm, tütün ve haşhaş ise küçük ölçekli işletmelerde yapılıyordu.

Page 9: Kitap özeti yayın

- 8 -

Yoğun şekilde ihraç ürünlerinin, özellikle tütün ve fındık yetiştirildiği Karadeniz kıyılarında da tarım aile bahçelerinde yapılıyordu. Geriye kalan bölgeler içerisinde en az ticarileşmiş olanı doğu Anadolu platosuydu. Bölgenin tek ihraç maddesi, Suriye ve İran’a satılan canlı hayvanlardı. Ülkenin iç kısmalarındaki toprak kiralama biçimleri büyük çeşitlilik göstermekteydi. Tahıl üretimi ön plandaydı. Trakya, iç bölgelerin daha gelişmiş bir benzeriydi. Bu bölgede tarımın ticarileşmesi, İstanbul pazarına yakınlığı nedeniyle daha erken gerçekleşmişti. Yukarıda sayılan bölgeler arası çeşitliğin temel 2 nedeni: Toprağın tarımsal kapasitesinde (toprağın niteliği, yağış miktarı, iklim koşulları…) ve ikincisi ise pazara yakınlıktaki farklıktır.

Toprak Mülkiyetinin Yoğunlaşması: Sanayide birkaç küçük işletme bir yana bırakılırsa, Anadolu ekonomisi, tümüyle tarıma dayanmış; devlet, gelirlerinin büyük bölümü tarımsal ürünlerden sağlanmıştır. Hıristiyan azınlıkların Osmanlı İmparatorluğu’nda önemli bir yeri vardı. Savaş yılları sırasında Ermeniler ve Rumlar ülkeyi terke zorlandılar; geride kalan Rumlarsa, Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra zorunlu nüfus mübadelesine zorlandılar. Rumlar ve Ermenilerin geride bıraktıkları mülklere ve ekonomik olanaklara el konulması, 1920’lerde yerli bir kapitalist sınıfın palazlanmasında önemli bir etkendi. Toprak mülkiyetindeki yoğunlaşma eğilimi geleneksel tarımdan ticari tarıma geçişle başlar. 1927 nüfus sayımına göre ölüm ve göçlerden sonra Türkiye’de 77.433 Ermeni kalmıştı. Çukurova’nın en büyük şehri Adana’daki Ermenilerin sayısı ise sadece 120 idi. 1910 nüfus istatistiklerine göre Türkiye’deki Rumların sayısı 2.4 milyondu. Rumların Türkiye dışına göç etmeleri 1912’de başladı ve savaş boyunca devam etti. 1912-1923 yılları arasında Türkiye’den Yunanistan’a göç eden Rumların sayısı yaklaşık olarak 1 milyonu buldu. Barış anlaşmasının bir parçası olarak uygulan mübadele sonucunda ise Batı Trakya’daki Müslümanların ve İstanbul’daki Rumların dahil edilmediği mübadeleyle 1923-1926 yılları arasında 1.2 milyon Rum ile 400 bin Müslüman yer değiştirmiştir. 1923’e kadar geçen 10 yılda Türkiye 4 milyon civarında nüfus kaybına uğradı. Bu kaybın ekonomik etkisi, çoğunluğunu 18-50 yaşları arasındaki erkeklerin teşkil ettiği savaş zayiatı nedeniyle daha büyük oldu. Savaş sonlarında İzmir’deki 391 sanayi kuruluşunun 344’ünün sahibi ve işleticisi Rum nüfusundandı. Türkiye’yi terk eden 1 milyon Rum’un yarıdan fazlasını tarım dışı kesimden gelenler oluşturmaktaydı. Örneğin İstanbul pazarını besleyen Trakya’da, 250 bin Yunanlı çiftçi zorunlu nüfus mübadelesine konu oldu. Hükümet, bunların yerine, Yunanistan’dan gelen 160 bin Müslüman yerleştirdi. Bu mübadelelerde her iki tarafta da sahnede olanlar ve avantaj sağlayanlar yerel güçlü toprak sahipleriydi.

Page 10: Kitap özeti yayın

- 9 -

Traktör ithali olgusu da ticari çiftliklerin işletmelerini genişletmelerine katkıda bulundu. Özellikle İzmir ve Adana gibi ticari tarım bölgelerine 2000 traktörün ithaliyle, kapitalist çiftçilik çerçevesindeki toprak yoğunlaşması hızlandı. Bir başka önemli faktör de hükümetin traktör ve diğer tarım makineleri ithalatında doğrudan veya başka yollarla önemli miktarda sübvansiyon vermesiydi. Düşük girdi fiyatlarının oluşturduğu avantajların yanı sıra, ticaret hadleri de tarım lehine gelişmekteydi. Böylece tarım karlarının ekili toprakların genişlemesinde kullanılması ve bunun sonucunda özellikle ihraç ürünleri yetiştiren ticari tarımın dönem boyunca yaygınlaşması olağandı.

Devlet ve Tarım:

Devletin tarım politikasının önemi yalnız bu sektördeki üretim ilişkilerinin gelişme biçimini etkilemesinden gelmez; bu politika aynı zamanda devletin ekonomisiyle bütünleşme sürecindeki rolünü de gösterir. Tarım dünya ekonomisiyle bütünleşmenin başlıca yolu olduğu sürece, devletin tarım karşısındaki tutumu özel bir önem kazanır. Devletin 1920’lerdeki tarım politikası, savaş öncesi üretim düzeylerine ulaşmak konusunda tarım sektörüne yardımcı olmaktır. Hükümet bu amaçla ekili topraklar alanının genişletmek istiyor, traktör alımını destekliyor ve kişilerin torak üzerindeki mülkiyet hakkını pekiştiriyordu. Bir yandan da ulaştırma politikasıyla tarımsal artığın pazarda satılmasının kolaylaştırılması ve tarımın ticarileştirilmesi amaçlanıyordu. Devletin tarımla ilişkisindeki muhtemel stratejisini oluşturan, aşağıda yer alan, 4 politika kategorisi sayılabilir:

1-Emek, Makine ve Krediler:

Devletin askere alma kararıyla tarımda istihdam edilebilir insan sayısını azaltması, toprak dağıtımı ya da toprak açma politikası, traktör ithalatına sübvansiyon verme gibi bir karar ya da ithalatın yasaklanması Devletin tarım girdilerinin sağlanması üzerindeki etkisini ve bu çerçevedeki politika uygulamalarını gösterir. Savaştan hemen sonra, hükümet savaş öncesi üretim düzeylerine erişmenin yollarını aradı. Savaşın neden olduğu pazar güçlüklerinin yanı sıra bütün ekonomi ve özellikle tarım sektörü emek kıtlığıyla karşı karşıyaydı. 1913’te nüfus 15,8 milyon iken 1927’de 13,6 milyona gerilemiştir. Nüfus düşüşünün temel sebepleri savaş kayıpları ve azınlıkların kitle halinde göçüydü. İşgücündeki azalma nüfustaki düşmeye oranla daha fazlaydı. 1928 Yunanistan sayımlarına göre, Türkiye’den göç eden ve ankete cevap veren 800 bin Rum’un 250 bini, büyük çoğunluğu tahıl üreticisi olmak üzere, tarım sektöründen gelmekteydi. 1926’da ise Yunanistan’da tütünün üçte ikisini bu mülteciler üretmekteydi. Yunanistan’dan gelen toplam 400 bin göçmenin %90’ı tarım üretimiyle, özellikle tütüncülükle uğraşıyordu. Hükümet tarımdaki işgücü kıtlığı, ekili toprak alanının artırılması,

Page 11: Kitap özeti yayın

- 10 -

hem çekim ham de diğer hayvan sayısının artırılması, tarım makineleri ithalatının sübvansiyonu ve kolaylaştırılması yönünde bir dizi önlem almaya çalışmış çeşitli düzenlemeler yapmıştır. Hükümetin üretim güçlerinin gelişmesine en belirgin katkısı, traktör alımında tanıdığı nakdi teşviklerdir. Bu dönemde 2000 adet Fordson marka traktör ithal edilmiştir. Hükümet tarımdaki üretim koşullarının düzenlenmesine yardımcı olurken, bir yandan da hukuki mülkiyet ilişkilerini dönüştürme yolunda önlemler alıyordu. 1926 yılında kabul edilen medeni kanun ile özel mülkiyetin hukukiliği pekiştirilmiş oldu.

2- Ulaştırma:

Tarım ürünlerinin pazarlanmasında etkili olan devlet politikaları: ulaştırma, karayolu ve demiryolu inşa ve ulaştırma maliyetleri ile ilgili politikalardır. Belirtilen faktörler dışında tarımdaki genişlemeyi etkileyen iki husus da önemlidir. Birincisi, ulaşım ağının gittikçe genişletilmesiyle uzak bölge pazarlarının birbirine bağlanması, ikincisi ise 1925’te Öşürün kaldırılarak yerine toprak ve canlı hayvanlar üzerinden alınacak nakdi vergiler koyma çabalarıdır. 1923 İzmir İktisat kongresinde çiftçi kesimin en başta gelen taleplerinden biri demiryolu ulaşım maliyetlerinin ucuzlatılması ve yeni yolların yapılmasıydı. Bu talebe neden olarak da, bu önlemlerin çiftçinin ithal mallarıyla rekabete olanak vereceği gösteriliyordu. Mevcut demiryolları ülke iç pazarını tüm tarımsal kesim için bütünleştirecek yoğunlukta olmamıştır. Genelde ulaştırma ve özelde demiryolu politikaları iki ayrı bakış açısıyla değerlendirilmiş: dışarıyla var olan bütünleşme bağlarının güçlendirilmesi (dış ticaret) ve bir iç bütünleşme kurma (dahili ticaret) yolundaki girişimler. Ulaştırma sektörüne özel önem verilmiş ve özellikle demiryollarının geliştirilmesi için çalışmalarda bulunulmuştur.Ulaşım ağının kurulması ekonomik ve askeri açıdan çok önemli idi. Cumhuriyetin kuruluşu ile Osmanlı döneminde yabancı şirketlerin yönetiminde bulunan demiryolları devletleştirilmiş ve bir yandan da yeni demiryollarının yapımına önem verilmiştir. Bu amaçla, 1924’de Anadolu demiryollarının devletleştirilmesi hakkındaki kanun kabul edilmiştir. Bu kanun uyarınca, bir çok demir yolu hattı satın alınma yolu ile devletleştirilmiştir. Hükümetin demiryolu fiyatları politikası ülkenin işlenmemiş madde üretim potansiyelini artırmayı amaçlıyordu. Ton-km başına hesaplanan ve yabancılarca işletilen yük taşımasında fiyatlar çok yüksekti ve sürekli şikayet ediliyordu. İstanbul’a denizyoluyla gelen ithal mallarının navlun ücreti, ülke içi demiryolu nakliye maliyetinden daha az tutuyordu. Örneğin Haziran 1924’te New York’tan İstanbul’a bir ton buğday nakletmek için 5,06 dolar ödenirken, aynı miktar buğdayın Ankara’dan İstanbul’a taşınması için 8,84 dolar ödenmesi gerekiyordu. Bu durum tahıl ithalatını körüklemekteydi. Ancak 1924’de yeni taşıma fiyatlarının yürürlüğe

Page 12: Kitap özeti yayın

- 11 -

girmesiyle İstanbul’un beslenmesinde ithalatın payı azaldı. Fiyatların azalmasıyla demiryolu taşımacılığı hacminde büyük artışlar oldu.

3- Tarım Vergileri:

Vergilerle tarımsal üretimin bir kısmına aynen veya nakden el konuluyordu. Öşür Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli vergisiydi. Geleneksel olarak ürünün %10’una eşit miktarda alınan bu vergi, İmparatorluk sisteminin temel niteliğini tanımlar. Devlet tarımsal artığa, toprak rantına öşür yoluyla el koyardı. O halde Cumhuriyet hükümetinin öşürü kaldırması yalnızca ekonomik politika tercihini yansıtmaz, aynı zamanda kendisini devlet olarak nasıl gördüğünü açıklar.Öşürü kaldıran 1925 kararına 3 düzeyde bakılması gerekir. Kapitalist tarımın gelişmesi üzerindeki etkileri: köylü tabakası elde ettiği yeni artıkla

pazarla dolaysız ilişkiye girdi. Sektörler arası artık akımını etkileme şekli: aşarın kalkması üretimi teşvik etti. Devletin niteliği açısından taşıdığı anlam: Üreticinin elde ettiği tarımsal ürünün,

üretim maliyeti ne olursa olsun, toplamın % 12,5 u aynî ve nakdî olarak alınmaktaydı. 1924’de Mültezimlerin öşür karşılığı yaptığı ödemeler Bütçe gelirlerinin % 22’sini ve dolaysız vergilerin %63’ünü oluşturmaktaydı. Aşarı devlet kendisi toplamayarak, toplama hakkını pazarlıkla belirlenen miktar üzerinden “Mültezim” adındaki aracılara vermekte ve pazarlık fazlası vergi, mültezimlerin kazancını oluşturmaktaydı. Bu yolla Mültezimler hükümetten %20 daha fazla gelir elde ediyorlardı. Aşarın kaldırılmasından sonra bu kez Mültezimler sermayelerini artık değerin pazarlanmasında kullanarak kar elde etmeye başladılar.

Hükümet aşarın kaldırılmasından sonra bu açığı yine canlı hayvan (ağnam) ve toprak üzerinden alınan vergilerle kapatmaya çalıştı. Hükümet vergi kayıplarını karşılamak için yeni çıkarılan tüketim ve muamele vergisine de başvurdu. Bu vergi 1926 yılında tek başına hükümet gelirlerinin %20’siydi.

4- İç Ticaret Hadleri:

Tarım kesimini ilgilendiren girdi ve çıktıların pazar fiyatlarının devletçe düzenlenmesi veya etkilenmesi de bu süreçte etkili oldu. Tarımsal üretim yeniden etkin bir biçimde vergilendirilmediğinden, tarımsal artık transfer etmenin yolu esas olarak, iç ticaret hadlerinden ya da fiyat politikasından geçiyordu. Hükümet, tarım ürünleri alıcısı olarak ve ithal kısıtlamaları yoluyla fiyatları etkin bir şekilde denetlediğinden, bütün Cumhuriyet döneminde iç ticaret hadleri artığın mobilizasyonu konusunda politik tutum yaratır. Bu dönemde ticaret hadlerinde tarım aleyhine bir gelişme olmamıştır. İç ticaret hadleriyle dünya gıda fiyatları arasında da benzerlik söz konusudur, bu da bize 1920’lerde hükümetin

Page 13: Kitap özeti yayın

- 12 -

bir fiyat politikası olmadığını, fiyatların devlet müdahalesi olmadan piyasa şartlarında belirlendiğini gösteriyor.

Tarım Üretimindeki Artış:

Dönemin ulusal gelir verileri, en hızlı gelişen sektörün tarım olduğunu gösteriyor. 1923-1929 döneminde tarım sektörü üretimi sabit fiyatlarla %115 artarken, imalat ve ticaret sektörlerinde ayın dönemdeki büyüme oranları sırasıyla %56 ve %71 olmuştur. Tarımsal üretimdeki bu hızlı artış, büyük ölçüde ülkenin verimli bölgelerindeki toprakların ve insan gücünün daha önce uğradığı kayıplara bağlanabilir. Ayrıca sermaye girdisindeki artış, hava koşullarının olumluluğu, ithal edilen traktör ve makineler ve tarımda ekili alanların genişlemesi sonucunda verimlilik düzeyindeki artışla birlikte ticari ürünlerde de artış söz konusu olmuştur.

Tarım ve Dış Ticaret:

Dünya savaşı ve onu izleyen Türk kurtuluş savaşı dış ticaretin büyük ölçüde düşmesine neden olmuştur. İhracata dönük tarım sektörünün büyümesindeki ilk aşama, savaş öncesi üretim düzeylerine ulaşmak ve eski pazarları yeniden kazanmaktı. Ticaret sermayesini sağlayanlar, büyük yabancı ihracat şirketlerinin taşeronu olarak çalışan Osmanlı Rum ve Ermenileri’ydi. Savaşlar ve nüfus mübadeleleri ticaretteki bu işleyiş tarzını geçici olarak bozdu. İzmir bu değişimden en fazla etkilenen illerden birisiydi. Pamuk, kuru üzüm, incir ve üzüm 1920’lerde düzenli olarak toplam ihracatın %60 kadarını oluşturuyordu. 1920’lerin ilkyarısında pamuk ihracatının Türkiye’nin dünya ekonomisiyle bütünleşmesinde asıl yönlendirici rolü oynayacağı umuluyordu. Pamuk üretim ve ihracatındaki gelişmeler bu görüşü doğrular nitelikte idi. Tütün ve fındık da önemli ihraç kalemlerindendi. Tütün ihracatından elde edilen gelir toplam ihracat gelirlerinin %25-%35’ini oluşturuyordu. Bu ürünün en önemli müşterisi, diğer bir çok üründe olduğu gibi ihracatın yarısından çoğunu satın alıp, bunun %90’dan fazlasının diğer Avrupa ülkelerine ihraç eden İtalya’ydı. İhracatın %35’i A.B.D’ne %15’i ise Almanya’ya yapılıyordu.

Tarımın Dünya Pazarıyla Bütünleşme Derecesi:

Meta üretimindeki artışla birlikte dünya pazarına olan bağımlılığın da artığını görürüz. Bir sonraki yılın tarımsal ihracatının %8 düşmesine neden olan 1928’in kötü hasatına rağmen, 1923-1929 arasında tarım üretiminin ihraç edilme oranı %20 idi. Dünya savaşından önceki 7 yıl içinde aynı oran %14’tü. 1927‘de fındık üretimin %75’i, tütünün %62’si, pamuğun %41’i ve kuru üzümün %40’ı dış pazarlara ihraç edilmişti.

Page 14: Kitap özeti yayın

- 13 -

İhracatın yükü tarımdaydı. Tarımda ihracatımızı artırmak için dünya pazarlarındaki rekabet kabiliyetinin arttırılması gerekliydi. Bu çerçevede tarımın teşvik edilmesi, fiyat oluşumuna ve ihracat pazarlarındaki fazla ürünü emen borsalara ihtiyaç vardı.

1-Borsalar:

Üzerine en çok tartışılan borsa, İstanbul’daki tahıl ve tarımsal ürünler borsasıydı. Bu borsa, 1925 yılında İstanbul’daki Türk ticaret Odaları tarafından kurulmuştu. Bu borsa o zamanlar her ikisi de Türkiye’nin başlıca ihraç ürünleri olan fındık ve haşhaşta en önemli borsalardı. Bu borsadan beklenti büyüktü, tacirler diğer önemli borsalardaki fiyatları da izlemeye çalışıyorlardı. Vadeli işlemler piyasası yeterince gelişmediğinden fiyat dalgalanmaları oldukça yüksekti.

2-Fiyatlar:

İhracat faaliyetinin sonucunda ve dünya pazarlarıyla bütünleşme yolunda borsalar gibi alınan tedbirlerin ardından iç fiyat oluşumları dünya ekonomisindeki eğilimleri yakından izlemeye başlamıştı. Bunun sonucu olarak temel ihraç mallarının yanı sıra tahıl piyasasında da iç fiyatların dünya fiyatlarına yakınlaşmasını sağladı. Yandaki tablodan da görüleceği üzere, kambiyo kısıtlamasının olmadığı, döviz kurlarının serbestçe belirlendiği bu dönemde, Türkiye’nin fiyatlarının İngiliz ve Fransız fiyatları ile farklılığı, İngiliz ve Fransız fiyatları arasındaki farklılıktan daha önemli değildi.

Page 15: Kitap özeti yayın

- 14 -

3. İMLAT SEKTÖRÜNÜN YAPISI

Giriş:

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce periferi ekonomilerin çoğu, periferi tipi toplumsal formasyondan miras kalan geleneksel zanaatlar ile bütünleşme sürecinin sonucunda ortaya çıkan modern sanayinin bir arada oluşuyla nitelenebiliyordu. Ele alınan dönemde modern sanayiye yönelik yatırımların karlılığının ve dolayısıyla niteliğini belirleyen en önemli unsur, ticaretin şekli ve yönüydü. Bu dönemde modern imalat ve geleneksel zanaatlar arasında ölçek, teknoloji ve pazar farklığından kaynaklanan bir takım ayrışmalar olmasına rağmen, geleneksel ve imalat sektörleri arasında meta alışverişi yoluyla kurulan bir bütünleşme söz konusudur. Periferideki geleneksel zanaatların merkezdekinden farkı, modern sanayiye yönelik bir dönüşüm dinamiğine sahip olmayışıdır. Merkezde, kapitalizme özerk bir geçiş sırasında, ev sanayi, ön sanayi ya da kırsal imalatçılar gibi çeşitli adlar verilen faaliyetler kapitalizm-öncesi toplumsal formasyon içinde üretici sermayenin gelişmesini sağlayan ilkel bir birikim kanalı oluşturmuştur. Ticaret hacmi büyüdükçe, yani piyasayı ithal mallar istila edince, Osmanlı mamulleri Avrupa endüstrisiyle rekabete dayanamadı ve ön sanayi aracılığıyla ilkel birikimin yolu geri dönülemez biçimde kapanmış oldu. Türkiye’de halı dokumacılığı farklı bir gelişim sergilemiştir. Bu sektör varlığını sürdürmenin ötesinde gelişmesini ticaret sermayesinin nüfuzuna borçludur. İhracata yönelik olarak “evlere iş verme” niteliğindeki sektör yabancı ticaret sermayesince örgütlenmiş ve geleneksel biçimde ve de çoğunluk evlerde gerçekleşmiştir. Burada, ticaret sermayesinin belli bir faaliyetin sürmesini sağlamaktan da öte, bu faaliyeti teşviki söz konusudur. Bu faaliyet hem imalat sektörünün istihdamında hem de ihracatta önemli bir yer tutmaktadır Ulaştırma maliyetleri ve iç bölgelere erişimin göreceli güçlüğü, yerel koşullarda talebin çok farklılığı geleneksel zanaatın yaşama şansını artırmıştır. Türkiye’nin sanayileşme tarihinde, 1920’lerdeki “modern” sektörün çoğunlukla, doğrudan yabancı yatırımlarının etkisiyle gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz. Merkezle periferi arasındaki kar farklılıkları yeterince yüksek olduğunda yabancı sermaye akımı göze çarpmaktaydı.

Veri Kaynakları:

1920’lerdeki mamul madde imalatının yapısı ve gelişimin ölçülmesinde üç sanayi sayımı verileri kullanılmış. Osmanlı Devleti’nde ilk kapsamlı sanayi sayımı 1915 yılında Ticaret ve Ziraat Nezareti tarafından yapılmıştır. Bu sayım İstanbul, İzmir ve bazı Anadolu şehirlerini

Page 16: Kitap özeti yayın

- 15 -

içine almıştır. Geleneksel küçük ölçekli imalat faaliyetlerinin göreli önemini ölçmek açısından bu sayımın bulguları pek yararlı değildi. Daha sonra Millî Mücadele döneminde 1921 yılında Ankara Hükümeti tarafından yapılan ankete göre yapılan sanayi sayımında, küçük sanayi işletmeleri ve esnaf dükkanları dahil olmak üzere 33.085 müessesede, 76.216 işçi çalıştırıldığı tespit edilmiştir . 1927 yılında yapılan sayım ise bütün Türkiye Cumhuriyeti’ni kapsıyordu. Sayımı hazırlayanlar, Türkiye imalat sektörünün çoğunu zanaatların ve geleneksel küçük ölçekli faaliyetlerin oluşturduğunu ileri sürerek, evlerde sürdürülen faaliyetler dışında kalan tüm imalat faaliyetini sayım kapsamına almaya karar vermişlerdi. Bu da evlerde sürdürülen dokuma üretiminin önemli bir kısmının sayım dışı kalması demekti. Modern imalatın gelişmesinde devletin ve yabancı sermayenin katkılarını görme açısından 1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu’ndan faydalanılarak ayrıcalıklı muamele gören şirketlere ilişkin istatistikler ve Türk şirketlerindeki yabancı sermaye paylarına ait istatistikler kullanılmıştır. Yabancı sermaye için kullanılan temel kaynak ise 1920’lerde anonim şirket olarak kurulan firmalar esas alınarak yapılan bir çalışmadır.

İmalat Faaliyetinin Genel Niteliği:

Çalıştırdıkları işçi sayısı bakımından, imalat sektöründeki işyerleri, genel olarak küçük ölçekliydi. 1927’de 65.245 işyerinden 23.316’sında yalnızca bir kişi çalışıyordu; yani iş sahibi dışında başka bir çalışanı yoktu .4.914 firmada ise, iş sahibi ve yakın aile bireyleri çalışmaktaydı. Bu iki kategori imalat sektöründeki tüm işyerlerinin %43’üne tekabül ediyordu. İşyerlerinin %36’sı ise 2 veya 3 kişi çalıştıranlar kategorisine girmekteydi. Sanayi sayımlarına ve üretime ilişkin ILO verilerine dayanarak, modern ve geleneksel imalatta aşağıda da yer alan coğrafi ve sektörel ayrılıklar kadar işyerinin kurulma zamanı açısından da farklıklılar olduğu söylenebilir:

1-Mekansal ve Zamansal Yoğunlaşma: Küçük üretim, coğrafi konum bakımından, küçük şehirlerde ve kırsal bölgelerde hakimdi. Büyük ölçekli imalat ise büyük şehirlerde görülüyordu. 1927 sayımında, 10’dan fazla işçi çalıştıran 2.052 imalat sanayi işyerinin 816’sı yani %40’ı İstanbul ve İzmir’de buluyordu. 1927 nüfus sayımına göre, tüm sanayide istihdam edilen işçilerin %25,7’si İstanbul ve İzmir’deydi. 1921 sayımı, büyük şehirler dışında kalan ve küçük üretim hakimiyetindeki coğrafi alanlar üzerinde yoğunlaşmış olmasına rağmen, işyerlerinin kuruluş tarihlerine ilişkin

Page 17: Kitap özeti yayın

- 16 -

özgüllükleri belirlemek açısından değerlidir. Bu sayımın bulgularına göre 33.058 imalathanede 76.216 işçi, ya da işyeri başına ortalama 2,3 işçi çalıştırılmaktaydı. Öte yandan, 1927’de işyeri başına ortalama işçi sayısı 3,9’du. Bölgesel farklıklar göze çarpmaktadır. İzmir’de 1927’de imalat sektöründe ortalama işçi sayısı 7,9’du. Yeni kurulan imalat sektörü işyerleri, yeni gelişmiş teknolojinin uygunluk açısından, daha modern olma eğilimindeydi.

2-Sektörel Yoğunlaşma: Küçük ölçekli üretim yaygınlık koşulları sadece kuruluş yeri ve zamanı ile belirlenmiş değildi. Üretim rakamlarının da gösterdiği gibi, kimi sektörler çok sayıda küçük ölçekli atölyeleri barındırırken, kimileri daha modern bir nitelik göstermektedir. Başka bir deyişle, imalatın geleneksel küçük imalat ve modern imalat olarak ikiye ayrılması,

işletmelerin coğrafi konumu ve kuruluş zamanları açısında da gözlemlenebileceği gibi, yandaki tabloda da yer aldığı üzere çeşitli faaliyetler arasında da görülebilmekteydi. Tablodan da görüleceği üzere, imalat faaliyetlerinin sektörel sınıflandırılmasına göre; “kağıt ve ürünleri” sektörü dışındaki

bütün sektörlerde küçük üretim hakimdi. Küçük üretimin en açık bir şekilde hakim olduğu 4 sektör “gıda, tütün, deri”, “tekstil”, “ağaç”, ve “maden işletme” sanayileriydi Küçük üretim en yaygın biçimde dokumacılıkta görülmekteydi. ILO görevlisinin tahminlerine göre, yurtiçinde üretilen pamuklu kumaşın %75’i zanaatkarlarca imal ediliyordu. İstihdam rakamlarına göre tekstilde en büyük faaliyet 8.838 işçi ve 3.067 imalathane ile halı dokumacığıydı. Modern sanayinin hakim bir konumda olduğu tek tekstil dalı ipekçilikti. İpekçilikte, zanaat üretimi iplik bükmede üretimin yalnızca %10’unu, dokumada ise %30’unu karşılıyordu.

Modern Sektör: Cumhuriyet kurulduğunda, 1913’te çıkarılan “Teşviki Sanayi Kanunu” hala yürürlükteydi. Ancak 1923 yılında toplanan Türkiye İktisat Kongresi’ne katılan sanayi grubu temsilcileri, sanayi teşviki için daha kapsamlı bir programa ihtiyaç duyulduğunu vurguladılar.

Page 18: Kitap özeti yayın

- 17 -

Ayrıca özel sermayenin gelişmesi için, devlet tarafından sanayicilere kredi verilmesi ve devletin ancak özel sektörün yapamayacağı yatırımları yapması karar altına alınmıştı. Aslında bu kongre, istişarî bir nitelik taşımasına rağmen 1923-1929 dönemindeki liberal iktisat politikasının temelini teşkil etmişti. Teşviki Sanayi Kanunu revize edilerek Mayıs 1927’de meclisten geçti. Bu kapsamda özel sektöre verilen başlıca teşvikler; Bedelsiz arsa tahsisi, Vergi muafiyeti, Hammaddelerin gümrüksüz ithaline izin, Yıllık üretim değerinin % 10 kadar prim, Kamu alımlarında yerli malların teşviki (% 10 pahalı da olsa)

Bu dönem içerisinde verilen teşviklerde artışa rağmen, 1923-1929 döneminde özel sektör yatırımlarında gözle görülür bir artış yaşanmamıştır.

Teşvik Edilen Firmaların Özellikleri:

1932’de teşvike uygun görülmüş 1473 firmada, işyeri başına ortalama 38 işçi çalışıyordu, bu da 1927 imalat sektörünün genel ortalaması olan 3,9’un oldukça üzerindeydi. Teşviki uygun görülen firmalar neredeyse modern fabrikalara yakın bir ölçekteydi.

Teşvik belgesi alan ortalama bir firma 79 B.G gerektiren makineler kullanmaktaydı. 1927 sayımında imalat sektörü ortalaması sadece 0.6 B.G. idi. Teşvik belgesi alan firma başına ortalama 43.300 liralık katma değer düşmekteydi. 1927 sayımına göre işyerleri için bu rakam 3.080

liraydı. İşçi başına katma değer ise 1.220 liraya karşılık 780 liraydı. Coğrafi dağılım bakımından da teşvik belgeli firmalar, 1927 sayımındaki büyük işyerleriyle uyum içindedir. Bu firmaların %47’si İstanbul ve İzmir’deydi.

Yabancı Sermayenin Nitelikleri:

Yabancı sermaye girişimleri, hükümet teşviklerinden daha seçici bir nitelik gösterir. Osmanlı döneminde ekonomiye giren yabancı sermayenin büyük bölümünü hükümetin yaptığı borçlanmalar oluşturuyordu. İttihat ve Terakki dönemindeki doğrudan yabancı yatırımlarının büyük bölümü demiryolu inşaatı ve ticaret firmaları şeklinde gerçekleşti.

Page 19: Kitap özeti yayın

- 18 -

Cumhuriyet kurulduğunda, Türkiye sınırları içerisinde tahminen 63,4 milyon sterlin ya da 500 milyon liralık yabancı sermaye bulunuyordu. Bu miktar 94 firma arasında dağılmış olup, bunlardan sadece 12’si imalat sektöründe, 6’sı madencilikteydi. 1923-1929 döneminde doğrudan yabancı sermaye yatırımı yeni bir ivme kazandı. Yabancı sermaye imalat sektöründeki büyük yatırımları hareketlendirme görevini üstlendi. Ödemeler dengesi istatistiklerine göre, Türkiye’de yapılan yeni yabancı yatırımlar, 1926’da 6,5 milyon liraya, 1928’de 8 milyon ve 1929’da 12 milyona ulaşmıştı. 1920-1930 arasında yabancı sermaye katkılı kurulmuş anonim şirketlerinin toplam sermayesi 31,5 liraydı (%66,4’ü imalat ve madencilik, kalan üçte bir ise ticarette-bankalar, ticaret şirketleri, dış ticarette imtiyazlı alanlar ve sigorta şirketleri). Yabancı sermaye yatırımları, belirli sektörlerde toplanmalarından başka, büyük ölçek ve coğrafi yoğunlaşma özellikleri de gösterir. İmalat sektöründe yabancı sermaye yatırımlarında firma başına ortalama sermaye 825.000 liraydı; buna karşılık Türk yatırımları için ortalama sermaye 180.000 liraydı. İmalat sektöründeki yabancı yatırımların tümü iç pazara yönelikti. Ancak 1920’lerin sonuna doğru, özellikle tekstilde, ihracat pazarlarına yönelik çabalar görülür. İmalat sektöründe de tüm yabancı firmalar en büyük üç şehirde toplanmıştır. Oysa Türk sermayesiyle kurulan benzer firmaların ancak yarısı için bu geçerliydi. Yabancı sermayenin bankacılık ve ticaret gibi üretken olmayan alanlardaki varlığı çok daha önemli olmasın rağmen, 1920’lerdeki yeni yabancı sermaye yatırımlarının üçte ikisinin madencilik ve imalat sektörlerinde görülmesi ilgi çekicidir. Bunun önemli nedenleri: Türkiye ekonomisin büyüme aşaması, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra merkez ülkelerindeki aşırı sermaye birikimi, Bankacılık ve ticaretteki yabancı sermayenin yerine geçmek isteyen Türk bankacıların

ve tüccarların baskısıdır.

Karlılık ve Büyüme: 1923’le 1929 yılları arasında imalat sektörü katma değeri sabit fiyatlarla %50’lik bir artış göstermesine rağmen aynı dönemde imalat sektörünün ulusal üretime katkısı %13’den, %10’a düşmüştü. Ancak bu gelişme daha çok göreceli olarak savaş yıllarında sanayinin tarım kadar yıkıma uğramamış olmasındandı. Bu nedenle sanayideki büyüme hızı, tarımdakinden farklı olarak, savaş sonrasının “düzeltme” ve yeniden inşasına bağlanamaz. Yine de 1920’lerde imalat faaliyeti, genellikle fazla karlı değildi. Katma değerin %50’lik artışının ardında, önemli kar farklılıkları vardı. Yeni ve karlı

Page 20: Kitap özeti yayın

- 19 -

firmalar kurulurken, ithal mallarının rekabetine dayanamayan eski firmalar iflas ediyordu. 1920’ler imalat sektörünün bütünü için sürekli bir refah dönemi sayılamaz. İmalatçı firmalar arasında yüksek getiri sağlayanlar sadece çimento fabrikaları ve un değirmenleriydi. Bu iki ürün hem yüksek gümrüklerle hem de taşıma maliyetlerinin yüksekliği ile korunuyordu. Devletin himayesi ve talebin arzdan yüksek olmasının sonucu, çimento fabrikaları 1927’de %36 ve 1928 yılında ise %39 oranında kar elde ettiler. Bu karlar yabancı sermayeyi de çekerek İstanbul yakınlarında 2 fabrika daha kurulmasına neden oldu. Bu yüksek karlar yüzünden 1929 gümrük tarifesinde gümrüğü azaltılan mallar çimento ve un idi. 1929 tarifesinde çimentodan alınan gümrük ton başına %20 oranında azaltıldı.

Geleneksel ve Modern İmalat Sektörleri Arasındaki İlişkiler:

Modern imalat ve geleneksel zanaatlar arasında ölçek büyüklüğü, teknoloji türü, kuruluş tarihi, üretim nitelik ve hacmi, coğrafi konumları ve pazar farklığından kaynaklanan bir takım ayrışmalar olmasına rağmen, geleneksel ve modern imalat sektörleri arasında meta alışverişi yoluyla kurulan bir bütünleşme söz konusudur. Önceleri girdiler ithalat yoluyla karşılanırken, zaman içinde modern sektör ithal girdilerin bazılarını üretmeye başladı. Bunun başlıca örnekleri pamuk ipliği, kundura sanayi için tabakalanmış deriler, çeşitli zanaatlar için madeni aletler, çiviler, teneke kutular. 1927 rakamlarına göre, hammadde ve ara girdilerin tekstilde %22’si, kağıt ve ürünlerinde %69’u, metal işlemede %43’ü ve kimya sanayinde %26’sı ithal edilmekteydi. İthal girdilerin kullanımı modern ve geleneksel sektörler arasında eş oranlı bir dağılım göstermiyorsa da, istihdam ve üründeki ağırlığın fazla olması dolayısıyla, modern sektör önemli hacimde ithal girdi kullanmaktaydı. Geleneksel küçük üretim iç tüketime ve mahalli pazarlara yönelikti. Üretimi çoğu yer ve sektörde tacirler örgütlüyordu.

Dünya Ekonomisiyle İthal Edilen Sermayenin Malları ve Hammaddeler Yoluyla Bütünleşme:

Ekonominin sanayi yoluyla bütünleşmesi, gerek ithal sermaye malları ve hammaddelere duyulan talep yoluyla, gerekse periferi sanayinin belirli faaliyetlerde uzmanlaştığı bir işbölümünün kurulmasıyla gelişir. Uzmanlaşma, ancak, bu tür faaliyetlerin merkezin teknolojik ve meta normlarına uygun kurulmasıyla olanaklıydı. O halde, artan uzmanlaşma ithal mallarına duyulan türev talebin büyümesinde temel faktördü. 1927’de imalat sanayi 29,4 milyon liralık ithal hammadde kullanmıştı; ithalatın 13,5 milyonluk başka bir bölümünü de imalat sektörüne giden yatırım malları oluşturuyordu. Modern sektör geleneksel sektöre göre önemli hacimde yatırım malı ve hammadde cinsinden ithal girdi kullanmaktaydı. 1927 yılında bu tür ithalat toplam ithalatın %20’sine tekabül

Page 21: Kitap özeti yayın

- 20 -

etmekteydi. Başka bir deyişle ithalattaki gelişmenin %20’sinin kaynağı imalat sektöründeki gelişmeydi. Söz konusu ithalat ile birlikte, demiryolu ve limanlar gibi ticaret sermayesi yatırımlarının yanı sıra, üretici sermaye yatırımları da merkezin ihracatı için bir pazar oluşturarak bütünleşme bağlarını pekiştirmiştir. 4. DÜNYA EKONOMİSİYLE TİCARET İLİŞKİLERİ Bu dönemde yüksek ithalat düzeyinin yanında tarımın karşılaştığı meteorolojik koşullara bağlı olan, sınırlı düzeyde ve inişli çıkışlı bir ihracatın yol açtığı sürekli bir dış ticaret açığı gerçekleşmiştir. Ancak dış ticaret açığının süreklilik kazanması dış ticaret hadlerinin Türkiye aleyhine gelişmesinden kaynaklanıyordu. Türkiye’nin ihracat gelirlerini azaltıp ithal ettiği malların fiyatlarını yükselterek aynı yönde etki doğuran bir başka faktörde liranın değer kaybetmesiydi. Eğer 1925 fiyatları ve kurları geçerli olsaydı, dönemin son yarısında Türkiye’nin dış ticareti açık vermeyecekti. Dış ticaret açığı kısa vadeli sermaye hareketleri fazlası ve Türkiye’nin altın ve yabancı para çıkmasıyla kapatılmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan 1929’a kadar geçen süreçte yaşanan dış açıklarda savaş döneminde kısıtlanmış ithal talebinin harekete geçmesi ve düşük gümrük tarifeleri etkili olurken, 1929’da bunlara ek olarak dış ticaret hadlerinde yaşanan gelişmeler de açığa katkı yapmıştır.

Ticaretin Ülke Ekonomisindeki Önemi:

1924-1928 döneminde ulusal üretimin ortalama %11’i ihraç ediliyordu. İthalatın GSYİH içindeki payı 1920’lerin ikinci yarısında %23’e ulaşmıştı. İhracatın %90’ı tarım kökenli metalardı, bu da tahıl dışı tarımsal malların ihraç edilmesi demekti. Tarımdaki meta üretimi hem tarihsel olarak hem de 1920’lerde büyük çapta dış pazarların varlığına bağlıydı. Ne Osmanlı İmparatorluğu ne de Cumhuriyet tarihinde ithalat/GSYİH oranı bu kadar yüksek olmamıştı. Bu nedenle dış ticaret hacmine bakarak 1920’ler Türkiye ekonomisinin o zamandan beri görülmeyen ölçüde dünya pazarıyla bütünleşmiş olduğunu söyleyebiliriz. Refahın son dört yılında dünya ticaret hacmi %19, Avrupa ülkelerinin ticaret hacmi ise %22 artmıştı. Türkiye’nin dış ticaret hacmi ise 1925’te en yüksek noktasına ulaştı. 1927’de bir gerilemeye girdi. 1928’de düzelerek 1929’da aynı düzeyini korudu bu yıl Türkiye’nin dünya ticaretindeki payı %0.3’tü.

Page 22: Kitap özeti yayın

- 21 -

Dış Ticaret Rejimi: 1920’lerin ticaret faaliyeti serbest ticarete yakın bir ortamda sürdü. 1914’ten önce Osmanlı İmparatorluğu, uluslararası anlaşmalarda belirlenmiş bir gümrük tarifesi uygulamak zorunda idi. Sarayın bu tarifeleri istediği gibi değiştirme olanağı yoktu, sonuç olarak himayeci bir dış ticaret politikası olanaksızdı. 1907’de Türkiye’nin borçlu olduğu ülkelerle yapılan uzun müzakereler sonucunda, gümrük vergileri %8’den %11’e yükseltildi. Savaş döneminde Hükümetin önlem alma serbestisi göreceli olarak artmıştı. Ankara hükümeti, 1920’de değişikliğe uğramış olan 1916’nın spesifik tarifesini tekrar ele alarak bazı mallarda (yerli tarım ürünlerinin korunması ve lüks ithalatın yasaklanması amaçlarıyla) 12 kat artırdı. Ancak bu korumacı girişim 1920-1923 arasında kağıt liranın altına göre %36 değer kaybetmesiyle önemli ölçüde aşınmıştı. Durum böyle olunca yeni Türkiye devletinin siyasi ve hukuki varlığının dünyada tanınmasını sağlayan Lozan Barış Konferansında Türkiye heyetini uğraştıran en çetin konulardan biri de mali ve ekonomik sorunlar olmuştur. Lozan Antlaşmasının gümrüklerle ilgili düzenlemeleri nedeniyle korumacı, sanayileşmeci milli iktisat anlayışı arka planda kalmıştır.

Yandaki tabloda ürün bazında himaye oranları gösterilmiştir. 1916 yılının Osmanlı gümrük tarifesi esas alınmış ve yeni Cumhuriyetin gümrük gelirlerini artırmak ve sanayisini dış rekabetten korumak amacıyla kullanabileceği politika araçları elinden alınmıştı.

Lozan Anlaşması ile saptanan gümrük tarife oranları ile ulusal ekonominin korunma oranı sadece % 12,9’da kalmıştır. Söz konusu sınırlamalar 1928’de son bulurken, 1929 yılı Haziran ayında çıkarılan Gümrük Tarife Kanunu ile korumacı bir gümrük politikasına geçilmiştir. 1925’den itibaren üzerinde çalışılan yeni gümrük tarifesi oranları ile ortalama koruma oranı % 45,7’ye yükseltilmiştir. Söz konusu kanunun hangi nitelikte çıkarılacağı uzun zamandır yürütülen hazırlık çalışmaları çerçevesinde bilindiği için, kanun çıkarılmadan önce ithalatın spekülatif olarak aşırı boyutta artması dış ticaret açığının önemli oranda büyümesine yol açmıştır.

Page 23: Kitap özeti yayın

- 22 -

İthalatın Bileşimi:

İthalatın bileşimi konjonktürel gelişmeler ve sürekli eğilimlere bağlı olarak değişmekteydi. Yandaki tabloda da görüleceği üzere 1926 verilerine göre tekstil ürünleri ithalat giderlerinin %40’ını oluşturuyordu. 1926’da mamul maddelerin toplam ithalat içindeki payı %85’idi. 220 milyonluk mamul madde ithalatı içerisinde yatırım mallarının payı 30-35 milyon liraydı

ve ülke içinde üretilen yatırım malları miktarına eşitti. Ülke içinde hiç üretilmeyip, bütünüyle ithalat yoluyla karşılanan mallar da vardı, bunlar Demir-çelik, kağıt, cam eşya, makineleridir. Tüketim malları arasında ise pamuklu dokumanın ancak %12,5’u yünlülerin ise %20’si yerli üretimle karşılanıyor kalan kısım ise ithal ediliyordu. Rafine şekerin %90’dan fazlası ve tüketilen çimentonun %60’ı ithal edilmekteydi.

Konjonktüre bağlı tahıl alımları ve 1929 yılının özgül durumu bir yana bırakılırsa ithalatın bileşimi belirli kalemlerde dengeli ya da kalıcı eğilimler izlemiştir. Yandaki tablo sürekli artış gözlenen kalemlerin ithalat hacmini göstermektedir.

“Metaller”, “makine ve aletler” ile “Petrol ve makine yağı” ülke içinde rekabetle karşılaşmadan ithalat düzeyleri sürekli artmıştır. Bu üç ithalat kaleminin toplam içindeki payı 1923’te %10,8’den 1929’da %22’ye yükselmiştir. Sermaye mallarıyla hammadde ithalatı göreceli olarak artarken buna karşın tüketim malları talebinde göreceli bir düşme göze çarpmaktadır.

İhracatın Bileşeni:

Bu dönemde yüksek ithalat düzeyinin yanında tarımın karşılaştığı meteorolojik koşullara ve dünya talebine bağlı olan, sınırlı düzeyde ve inişli çıkışlı ve belli mallarda yoğunlaşan bir ihracat bileşimi söz konusudur. Yandaki tabloda da görüleceği üzere, tütün dönem

boyunca en önemli ihracat mamulü durumundaydı. Tabloda yer alan besin maddeleri ve hammaddeler ek olarak iki önemli mamul daha vardı. Bunlar zeytinyağı ve halı idi.

Page 24: Kitap özeti yayın

- 23 -

Ticaret Yapılan Ülkeler: Türkiye’nin ticaret yaptığı ülkeler, biri dışında Osmanlı İmparatorluğu’nun ticaret ortaklarıyla aynıydı. Bu istisna İtalya idi. Bu ülke Trieste limanının konumu, deniz taşımacılığındaki önemliliği dolayısıyla Türkiye’nin ihracatının yarısından çoğunu satın alıp, bunun %90’dan fazlasının diğer Avrupa ülkelerine ihraç ediyordu. Bu yüzden görünürde en önemli ticaret ortağımızdı. İthalatta, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın her biri, Türk pazarında %15’lik paya sahipti. Bu üç ülke ve ABD Türkiye’nin toplam ihracatının yarısı kadarını , hemen hemen eşit paylarda satın almaktaydı.

Dış Ticaret Rakamları:

Türkiye 1923-1929 döneminde diğer periferi ülkelerinin aksine sürekli dış ticaret açığı vermiştir. Başka bir deyişle bu yıllar arasında Türkiye sürekli bir ithalat fazlalığına sahip oldu ve bu fazlalığın bir bölümü yabancı sermaye akışı yoluyla finanse edildi. Aşağıdaki ilk tablodaki ithalat rakamları hükümet alımlarını içermediğinden ihracat için verilen değerler de, gümrük rakamları toptan eşya temelinde hesaplandığı ve tacirin malını limana getirirken

yaptığı harcamaları içermediğinden olduğundan düşük görünmektedir. 1927’de, hükümete ekonomik politika konularında danışmanlık yapmak üzere kurulan “Ali İktisat Meclisi” bu rakamları düzeltmiştir.

Yeni tahminlere göre Türkiye’nin dış ticaret dengesi ortadaki tabloda da görüleceği üzere önceki tabloya göre daha olumsuzdur.

Ancak rakamların güvenirliği konusunda ciddi şüpheler vardır. Fiyat düzenlemeleri ve yasadışı ihracat dikkate alınarak yapılan yeniden düzenleme sonucu oluşan dış ticaret açığı en alta yer alan tabloda yer almaktadır.

Page 25: Kitap özeti yayın

- 24 -

Dış Ticaret Dengesi:

Türk dış ticareti, aşağıdaki tabloda da görüleceği üzere, ABD ve İtalya dışındaki bütün belli başlı ticaret ortakları karşısında açık veriyordu. İtalya, aracı konumuyla, Türkiye’den aldığı

malları tekrar satarak üç yönlü bir ticaretten yüksek karlar elde ediyordu. Türkiye’nin dış ticaret açığının bir bölümü diğer periferi ülkeleriyle özellikle de Yunanistan, Suriye ve Mısır ile yaptığı ticaretten kaynaklanıyordu. Türkiye

mamul mallar aldığı sanayileşmiş merkez ülkeleriyle ticaretinde açık veriyordu. Ürünlerini pazarlayacak aracı rolü oynayan İtalya’ya karşı ise ticaret fazlası elde ediyordu, tütün ve hayvan ürünleri sattığı üç periferi ülkesine yaptığı ihracat da ithalatından fazlaydı.

Ödemeler Dengesi:

1920’lerin gümrük tarifesi Lozan’da varılan anlaşmanın da gereği olarak 1916 yılının Osmanlı gümrük tarifesi esas alınmıştı. Lozan Anlaşması ile saptanan gümrük tarife oranları ile ulusal ekonominin korunma oranı sadece ağırlıklı ortalamayla % 12,4’de kalmıştır. Bu oran diğer periferi ülkeleriyle kıyaslandığında çok düşük kalmaktadır. Bunun sonucu olarak Cumhuriyetin gümrük gelirlerini artırmak ve sanayisini dış rekabetten korumak amacıyla kullanabileceği politika araçları etkinsizdi. Bunların bir sonucu olarak, ekonomi bir bütün olarak ele alındığında üretebildiğinden daha fazla tüketiyor buda sürekli dış ticaret açığına

yansıyordu. 1923-1930 döneminde yapılan ithalat miktarı kümülatif olarak yapılan ihracattan 350 milyon lira daha fazlaydı. Bu açığın çoğu yabancı ülkelerden gelen sermaye ve kredi yoluyla karşılanıyordu. Yandaki tabloda da görüleceği üzere, ödemler dengesinin analizi, ithalat fazlası ve yabancı sermaye getirilerinin ödenmesi nedeniyle cari hesapların açık verdiğini göstermektedir.

Türkiye’nin 1923-1929 döneminde dış ticaret açığının bir bölümünün yabancı ithalatçılar ve bankaların Türk üretici ve tacirlerine vermiş oldukları kısa vadeli kredilerce karşılandığı, açığın kalan bölümünün ise yabancı para ve altın ihracıyla finanse edildiği tahmin edilmektedir.

Page 26: Kitap özeti yayın

- 25 -

Dış Ticaret Hadleri: Dış ticaret açığının süreklilik kazanması dış ticaret hadlerinin Türkiye aleyhine gelişmesinden de kaynaklanıyordu. Bu da Türkiye’nin aynı miktarda ithalat yapması için daha fazla ihracat yapması demekti. Dış ticaret açığında, dış ticaret hadlerindeki aleyhte bir gelişmenin olup olmadığı aşağıdaki tabloda yer alan Türkiye’nin ihracat fiyat endeksi ve

ithalat fiyat endeksleri ve bunların birbirine oranına bakarak tespit edilebilir. Tablodan da görüleceği üzere ithal malların fiyatı dönem boyunca pek değişmezken, ihracat fiyatları 1925’ten sonra hızla düşmeye başlamış ve bu düşüş 1929’da %25’lere varmıştır.

Bu durumda aşağıdaki tabloda da görüleceği üzere, Türkiye’nin dış ticaret hadlerinde 1925’ten sonra gerek 1926 ağırlıklarına gerekse 1928 ağırlıklarına göre aleyhte durumlara neden olarak dış ticaret açığının süreklilik kazanmasına olumsuz katkıda bulunmuştur. Bu dönemde fiyatlardaki gerek mevsimlik gerek sürekli hareketler, Türkiye’nin ödeme güçlüklerini artırıyordu.

Fiyat hareketleri bir yandan dış ticaret açığını artırırken diğer yandan aynı miktarda ithalat için artan miktarda ihracatı gerektirerek mübadelelerdeki eşitsizliği büyütüyordu.

Döviz Kurları: Türkiye’nin sürekli dış ticaret açığı vermesi etkisini Türk lirasının değer kaybetmesinde açıkça göstermektedir. 1929 sonuna kadar, yabancı para mübadelesi üzerinde hiçbir sınırlama olmaması, üstelik bir devlet bankası olmaması, İstanbul piyasasında arz ve talep düzeylerine

göre şekillenen döviz kurlarında önemli dalgalanmalara neden oluyordu. 1920’lerde dalgalanan Türk lirasının değeri sterline göre ölçülüyordu. Yandaki tabloda da görüleceği üzere TL sterlin karşısında yıldan yıla sürekli değer kaybediyordu.Liranın sürekli değer

Page 27: Kitap özeti yayın

- 26 -

kaybetmesi, özellikle yabancılarla vadeli sözleşme yapan Türk tacirlerinin aleyhineydi. 26 tüketim maddesi bazında hesaplanan geçim endeksi 1923’le 1929 arasında %20 artmıştı. Aynı dönemde liranın sterlin karşısındaki değer kaybı ise %32’ydi. Paranın değer kaybıyla yurtiçi fiyat artışları arasındaki farktan doğan bu mekanizma, dış ticaret hadlerindeki kötüleşmenin bir öğesidir.

Dış Ticaretin Örgütlenmesi:

Dış ticaretin örgütlenmesinde yerli ve yabancı sermaye arasındaki rekabet göze çarpmaktadır. Farklı türden tacirler arasındaki işlevsel işbölümü aynı zamanda dış ticarette yerli ve yabancı sermayenin faaliyet alanını tanımlıyordu. İthal malları genellikle deniz yoluyla İstanbul, Mersin, İzmir, Trabzon gibi büyük limanların birine gelirdi. Mallar ya dış ticarette uzmanlaşmış şirketlerce ya da daha çok göründüğü şekliyle Türkiye’ye ihracat yapan yabancı firmaların acenteleri yoluyla satın alınırdı. İthal mallar limanlara geldikten sonra Türk tacirlerince satın alınırdı; bunlar ya büyük şehirlerde perakende ticaret yaparlar ya da küçük şehirlerdeki toptancılara satmak üzere, iç bölgelere mal götürürlerdi. İç ticaret demiryollarını takip etti. Kıyı bölgelerinin çoğu ihracata yönelik üretimde uzmanlaşmış durumdayken, demiryolları, iç bölgelerin de mallarını kıyı bölgelerine getirerek satmalarını ve böylece yeni işbölümüne doğrudan katılmalarını sağladı.

İhracat ticareti de iç ticaretle aynı şekilde bütünleşmişti. İhraç mallarının çoğunluğunu özellikle yurtdışına satılmak üzere üretilen mallar oluşturuyordu. Çoğu ihraç ürünlerinde üreticiler üretim sırasında tacirle mukavele yapmış ve ürünleri için avans almış durumdaydılar. Tacirler de çoğu zaman yabancı müşterilerle benzer bir mukavele yapmaktaydı. İhracat başka bir yoldan da, Türk şirketlerinin yurtdışındaki temsilcileri vasıtasıyla yapılıyordu. Simsar adı verilen bu temsilciler bulundukları ülkede Türk ürünlerinin pazarlamasını yaparlardı.

Dış Ticarette Yabancı Sermaye:

İthalat büyük ölçüde yabancı şirketlerin temsilcileri tarafından yapılırken, ihracatta da, Türk ürünlerinin sigorta, nakliye ve pazarlanmasını yabancı sermaye üstlenmişti. Örneğin 1928’de Türk sermayeli 9 firmaya karşın 44 yabancı sermayeli sigorta şirketi vardı. İhraç mallarının hemen hemen tamamı yabancı gemilerce taşınmaktaydı. Türk gemicileri kıyılarda ve kısa mesafelerde düşük tonajlarda sefer yaparken, yabancı limanlara ihracatın başta İtalya olmak üzere yüksek tonajlı yabancı gemilerce yapılmaktaydı. Bu çerçevede İtalya Türk mallarını alıp diğer Avrupa ülkelerine yeniden ihraç ederek büyük avantajlar sağladı.

Page 28: Kitap özeti yayın

- 27 -

Rumların ayrılması İzmir’e Türkiye’nin en önemli ihraç limanı konumunu kaybettirmişti. 1920’lerde İzmir artık İstanbul’dan sonra ikinci sırayı alıyordu.

Yabancı Sermayeyle Rekabet:

Dış ticarette dönem boyunca yerli ve yabancı sermaye arasında ticaret sermayesi karından daha fazla pay elde etmeye yönelik rekabet söz konusudur. Dönemin sonunda dış ticarette hakim olan ve ticareti örgütleyen kesim hala yabancı sermayeydi. Tanzimat’tan sonra geniş ayrıcalıklardan yararlanarak Osmanlı ülkesine giren yabancı sermaye ülkenin yarı sömürge durumuna gelmesinde etkili olmuştur. Yabancı sermaye bankacılık, sigortacılık, demiryolu ulaşımı, deniz taşımacılığı, tramvay işletmeciliği, elektrikli aydınlatma, havagazı ve iletişim gibi kârlı alanlara yatırım yapmış, ülke kalkınmasından çok Batının ekonomik çıkarlarına hizmet etmiştir. Osmanlı devletinin son kırk yılında yarı sömürge durumu pekiştiren olgulardan biri de Reji İdaresi diye bilinen Osmanlı İmparatorluğu Müşterek Menfaatli Reji Şirketi’nin varlığı olmuştur. Yabancı yatırımcılardan oluşan Reji İdaresi, ülkedeki tütün ekim, işleme ve pazarlama işini tekeline almıştı. Köylünün hangi topraklara tütün ekebileceğine ve tütün vergisinin toplanmasına bu Reji İdaresi karar vermiştir. Türk tacirlerinin çabası kardan daha büyük pay elde etmekti. Yabancı tacirler tarih boyunca Türkiye’nin dış ticaretine hakim olmuşlardı ve bu nedenle de eşitsiz mübadeleden kaynaklanan ticaret karını alabiliyorlardı. 1923’ten sonra Türk tacirleri yeni politik durumu, yabancı sermaye karşısında daha iyi konum elde etmek için kullanmaya başladılar. Hükümetten yardım bekleyerek, odalar vasıtasıyla baskı grubu oluşturarak paylarını artırmayı başardılar. Türk tacirleri kıyı gemiciliği tekelini kazanarak (kabotaj hakkı), yerli gemi sahiplerinin himayesini sağlayarak, Türk ticaret odalarını ve borsalarını kurarak, yabancı ticaret sermayesiyle bir araya gelerek koşulları değiştirmeye giriştiler. Ancak Hükümet, Türk tacirlerinin rekabet taleplerinin bir bölümünü yerine getirdiyse de, kendi payına ne yabancı sermayeyle iş yapmaktan şikayetçiydi ne de milliyetçi bir politika izliyordu. Hatta 1923’ten sonra Türk hükümeti belirli kalemlerin (kibrit, patlayıcı madde, barut, içki ve ispirto imal ve ithalat tekeli) ithal ayrıcalığını yabancı firmalara sattı.

Page 29: Kitap özeti yayın

- 28 -

5. KREDİ VE EKONOMİNİN YAPILANMASI Faiz kazancı getirme özelliği, para sermayesine tarımın geleneksel ilişkileri içerisinde değerleme olanağı da sağlıyordu. Böylece, hem ticaret hem de bankacılık, eklemleme mekanizmaları oluşturmaları dışında, değerin dolaşım araçları olarak da iş görüyorlardı. Kapitalist olmayan sektörde yaratılan değerin, sermayenin devresine sokulabilmesi ticaret ve bankacılık vasıtasıyla gerçekleşiyor ve böylece sermaye birikimi hızlanıyordu. Ticaret periferi ekonomisinde anahtar öğeydi. Ticaretten başka kredi sitemi de üretimin pazara yönelmesinde önemli bir rol oynadı. Ticaret ve bankacılık büyük ölçüde yabancı sermaye ile finanse ediliyordu.

Giriş: 1920’lerde Türkiye’nin ekonomik koşullarına ilişkin en yaygın görüş, girişimcilerin sermaye darlığı nedeniyle engellendiği ve kredi mekanizmasının da bu durumu düzeltemediğiydi. Sanayiciler uzun vadeli kredi piyasası olmamasından şikayet ediyorlardı; küçük imalatçıların orta vadeli işletme sermayesi kredisi verebilecek bankalardan borç alma olanakları yoktu; tüccar ve çiftçiler tohumluk alabilmek, işçi çalıştırmak ya da ürünü pazara götürebilmek için sürekli olarak kısa vadeli kredi arayışı içindeydi. Bankacılık sektörü çok yüksek karlarla çalışıyordu ve ekonominin en hızlı gelişen sektörüydü. Bu nedenle yerli sermaye açısından da çekici bir faaliyet alanı idi. Hükümet de bu faaliyet alanın giderek yerli sermaye eline geçmesini etkin bir şekilde destekliyordu.

Para Arzı:

Ekonomide bankalar önem kazanıyordu. Bu önem sadece kredi vermelerinden değil, kredi mekanizması yoluyla “banka parası” yaratmalarından da ileri geliyordu. Yani hükümetin kanunla bastığı paradan başka, bankaların yarattığı ek bir para stoku daha vardır. Nakit para miktarı sabitti ve ekonominin giderek daha fazla parasallaşmasına ve gelirin artmasına rağmen değişmiyordu. Bu nedenle bankalar kredi tahsisi yoluyla ekonominin giderek daha fazla parasallaşmasının yönünü belirleyebilmekteydiler. Paranın muamelelerde gittikçe daha fazla kullanıldığı bu durum yeni gereksinimleri karşılayabilmek için ya tedavül hızında ya da para arzında bir artışı gerektirir. Devletçe çıkarılan para arzın artmadığı taktirde, banka parası ek arz oluşturması nedeniyle önem kazanır. 1920’lerede Türkiye’deki parasal durum, devlet bir para politikasını uygulamaya koyacak olanaklarından yoksun olduğu için, para arzının farklı kesimlere yönelişinin bankalarca denetlenmesini kolaylaştırıyordu.

Page 30: Kitap özeti yayın

- 29 -

Osmanlı Bankası’nı resmi devlet bankası yapan ve bu yabancı bankayı kağıt para çıkarmaya tek yetkili kılamaya yönelik verilen imtiyaz hükümetin başka yollarla para arzını artırmasını önlüyordu. Altın başlıca mübadele aracı olma özelliğini koruyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, kapitülasyonların yanı sıra Osmanlı Bankası’na verilen kısıtlayıcı imtiyaz da kaldırıldı. 1923‘te Cumhuriyet’in devraldığı para stoku: başta savaş sırasında çıkarılmış 130-140 milyonluk kağıt para olmak üzere, 8-10 milyonluk madeni para ve önemi daha az olmakla birlikte hala tedavül eden altın ve yabancı paralardan ibaretti. Dönemin sonunda devletin kağıt liraları artık tek mübadele aracıydı.

Yandaki Tablo 5.1’de Osmanlı Bankası ve Türk banklarındaki mevduat toplamı verilmiştir. 1928 yılında, Türkiye’de ki 14 yabancı banka şubesinden 8’indeki mevduat toplamı 28,1 milyon liraydı. Fransız sermayesine ait Selanik Bankası bu mevduatın yarısına sahipti. Osmanlı Bankası dışındaki yabancı bankalardaki toplam mevduattı 40 milyon lirayı aşmadığı tahmin ediliyor. Bu tahminlerle birlikte, yandaki Tablo 5.2’de de görüleceği üzere toplam mevduat 1928’de 284

milyon olarak hesaplanır.

Bu veriler ışığında toplam para arzını ve para arzı içinde banka parasının payı hesaplanabilir. Burada kağıt para+madeni para toplamı 150 milyon olarak hesaplanmıştır. Para arzını (M1) ekonomideki nakit para + vadesiz mevduatlar olarak tanımladığımızda banka parasının hakimiyetinin gittikçe artını söyleyebiliriz. 1929’da bu oran %68.

Page 31: Kitap özeti yayın

- 30 -

Bankalar: Osmanlı İmparatorluğu’nda kendi hesaplarına çalışan sarraflar, tefeciler ve bankerler vardı. Bunlardan devlete borç verenlerine galata bankerleri denirdi. Osmanlı Bankası 1856’da İngiliz-Fransız sermayesi ile kurulmuştu. Şirket Londra’da tescil edilmişse de asıl faaliyetini İstanbul’da sürdürüyordu ve imparatorluk içinde diğer şubeleri de vardı. Banka başlangıçta tamamen bir ticaret bankası olarak kurulmuş, ancak Bab-ı Ali kağıt basma işini de içeren istikraz hizmetleri görmesini isteyince, adını Bank-ı Osmanii Şahane’ye çevirerek devlet bankası statüsü kazanmıştı. Bank-ı Osmanii Şahane, devlet bankası görevlerini almasına rağmen, ticaret bankası görevlerini ve İmparatorluk içerisindeki İngiliz ve Fransız yatırımlarındaki aracılık faaliyetlerini sürdürdü. İlk Türk bankası olan Ziraat Bankası 1888’de kuruldu. Sermaye olarak öşüre yapılan %1’lik ilaveyi alan Banka’nın çiftçilere borç verip İmparatorluğun tarım üretimini geliştireceği düşünülmüştü. İstanbul’da kurulan bankalar, İttihat ve Terakki’nin bilinçli bir şekilde yerli burjuvazinin gelişimini teşvik politikasının ürünüydü. Bunlar içinde en önemlisi olan İtibar-i Milli Bankası’nı hükümet açıkça destekliyordu. İttihat ve Terakki döneminin bu yarı resmi bankası, daha sonra 1927’de Cumhuriyet Türkiye’sinin yarı resmi bankası olan İş Bankasıyla birleşecekti. Cumhuriyet ekonomisi karmaşık bir miras devralmıştı. 1924’de 17 yabancı banka, o yıl bağımsız bir şirket olan Ziraat Bankası, İtibar-ı Milli Bankası ve çoğu önemsiz büyüklükte 16 Türk bankası daha vardı. Mevduat ve muamele açısından en büyük banka Osmanlı Bankasıydı. Diğer iki önemli yabancı banka ise, Selanik Bankası ve Türkiye Milli Bankası idi. Deutche Bank ise İstanbul şubesini 1 Ocak 1924’te yeniden açtı. Hükümet Osmanlı Bankasını günün gereksinimlerine uygun bir resmi banka olarak görmüyordu. Sürekli olarak, ticaret bankaları ve 1927’den sonra da bir devlet bankası kurma formülleri peşindeydi. 1923-1929 yıllarında İttihat ve Terakki döneminde başlamış bir gelişmenin sürdüğü de görüldü: küçük sermayeli, mahalli tüccar bankaların kuruluşu. Bu yıllarda İstanbul ve Ankara dışında 24 yeni banka kurulmuştu. Bu bankaların bünyesinde büyük toprak sahipleriyle mahalli tacirler bir araya geliyor ve gerek ihracata yönelik tarım, gerek de dış ticaretin mahalli uzantıları gibi ticaret faaliyetlerinin kredi ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliyorlardı. Bankacılık açısından Cumhuriyet dönemindeki en önemli gelişme, Ankara hükümetinin himayesiyle mili bankaların kurulmasıydı. Hükümet yabancı bankalarla ülke çapında rekabet edilebilecek büyük ölçekli bankalar kurmaya girişti. 1924 ağustosunda kurulan İş bankası bu

Page 32: Kitap özeti yayın

- 31 -

sürecin iyi bir örneğiydi. Cumhurreisi’nin himayesinde, hisseleri ünlü tacir ve milletvekillerine satılan, eski İktisat vekilince yönetilen İş Bankası, kuruluşundan başlayarak resmi ayrıcalıklardan faydalandı. 1924’de 2 şubeyle işe başlamıştı, 1929’da şube sayısı 28’e çıktı. 1925-1929 döneminde kendi fonları üzerinden %36 kar etti. 1929’daki mevduatı, Türk bankalarındaki toplam mevduatın üçte biri kadardı, 1930’daki mudi sayısı 33.466’yı bulmuştu. İş Bankası’nın kuruluşu iki olguya işaret etmekteydi. Bir yandan Türk sermayesinin karlı bir alana sokulması, öte yandan Türk Tüccar ve sanayicilerin kendilerini kayıran bir banka yönündeki sürekli taleplerine hükümetin bir yanıtı. 1927’de İtibar-ı Milli Bankası, gerçekte İş banksı tarafından yutulma anlamına gelen bir birleşmeye zorlandı. Devlet himayesindeki tek mali kurum İş Bankası değildi. 1925’te hükümet özellikle devlete ait olan imalat şirketlerine kredi vermek için Sanayi ve Maadin Bankası’nı kurmuştu. Ayrıca ipotek kredisinde uzmanlaşmak üzere Emlak ve Eytam Bankası kuruldu. 1920’lerde Türk Bankaları, genel olarak başarılı olmalarına rağmen yabancı bankaların yerini köklü bir biçimde alamadılar. Yeni kurulan İş Bankası ve dönüştürülmüş şekliyle Ziraat Bankası artan miktarda mevduat çekmeye başladı. 1924’den 1929’a kadar Türk Bankalarındaki mevduat 8 kat artı ve toplam mevduatın %40’ına ulaştı. Yerli bankacılık gelişip yabancı banlara karşısında belirli ilerlemeler gösterdiyse de faaliyet alanı yabancı bankaların aynısıydı:”ithalat ve ihracat ticareti”. Denetlenmeyen bir pazarda kar gözeten bankaların önünde başka bir seçenek yoktu.

Genel Olarak Kredi:

Ekonomide kredi üç örgütlenme biçiminden; bankalardan, tacirlerden ve tefecilerden kaynaklanıyordu. Örgütlenmeleri açısından farklı olan bu biçimler, sermayelerin değerlenme süreci yoluyla iş ilişkisi içindeydiler. Bankaların parayı harekete geçirmesiyle sermayenin devri başlamaktaydı. Banker, tacir ve üreticinin rolleri ayırt edildiğinde, banker avans verip bekleyerek faiz; tacir ucuza satın alıp pahalıya satarak kar ve üretici yaratığı katma değer üzerinden kar elde eder. Banka ve tefeci ya da tüccarların oluşturduğu iki piyasadaki kredi koşulları birbirinden farklıydı. Farklı türde teminat ve müeyyideler uygulanmaktaydı. Ödeme koşulları ve faiz oranları niteliksel olarak farklıydı. Tefecilerin sağladığı fonlar bazen örgütlü para piyasasından elde edilmiş olabiliyordu. Bu borcun geri ödenmesi daima üreticinin ürününü pazara sunulmasını, yani paraya çevrilmesini, bu nedenle de tacirin müdahalesini gerektiriyordu.

Page 33: Kitap özeti yayın

- 32 -

Banka Kredisi:

Bankacılık sektörü dış ticaretle ilişkili faaliyetleri tercih eden bir kurumsal yapıya sahipti. En yüksek kar haddi bu faaliyetlerden sağlandığına göre, bankacılık sektörünün dış ticarete ayrıcalık tanıyan bir yapıda olması olağandı. Türkiye’deki kredi piyasası ticaret sermayesinin hakimiyetinin bütün ekonomi üzerine yayılmasına katkıda bulunuyordu. Kredi mekanizması, periferi tipi yapının yaratılması ve değer aktarımın yanı sıra, kapitalist merkezdeki konjonktürü Türkiye tarımının en uzak köşelerine iletme işlevini de görmekteydi. Merkezde pazar sorunları ortaya çıktığında, Türk alıcılar için ithalat kredisi bol miktarda mevcuttu. Türkiye’nin daha fazla ihracat yapması beklendiğinde de, üreticiler kredi yoluyla harekete geçirilebiliyordu. Ne var ki, merkezdeki konjonktür tersine döndüğünde, bu kredi bollaşması birden durdu. Bu da, üretici ve tüccarların kayıplarla baş başa kalmaları demekti. 1929’da sistemin merkezden çökmesiyle, kredi mekanizması tümüyle kesintiye uğradı. Banka kredileri İmalat Sektörüne, Tarıma ve Ticaret sektörlerine farklı boyut ve şartlarda kullandırılıyordu ancak yoğunluk ticarete verilen banka kredilerindeydi. Kısa vadeli ticari krediler banka kredilerinde ön sırayı alıyordu. Krediler genel olarak ipotek, kişisel garanti ve değerli malların emaneti ve ticarette en yaygın sekliyle senetlerin iskontosu yoluyla kullandırılıyordu. Ayrıca çeşitli kredi türlerinde hem şubenin kullandırabileceği maksimum kredi miktarı hem de bir kişinin kullanabileceği maksimum kredi miktarı bazında olmak üzere iki tür sınırlama söz konusuydu.

Tüccar Kredisi:

Bu ikinci kredi kategorisi tacirin tacire ya da tacirin üreticiye verdiği kredi olarak tanımlanır ve ticari sermaye ile faiz getiren sermayenin ortak faaliyetini yansıtır. Tüccar kredisinin niyetleri, bankacılık sektörünkinden çok daha berraktı. İstenilen, tarım üretimini harekete geçirmek ve ihracat pazarlarına doğru yönlendirmekti. Bu çaba içerisinde, tüccar kredisi ülkenin daha az pazara açılmış bölgelerinde meta üretiminin başlamasına da katkıda bulunuyordu. Her iki biçimde de (ihracat kredisi ve ithalat kredisi) yabancı tüccar Türk tüccarına ödeme kolaylıkları gösteriyor, daha sonra yerli tüccar daha küçük tüccara krediyi aktarıyor, en sonunda da kredi fiili üretici ya da nihai tüketiciye ulaşıyordu. Bu aşamaların her birinde kar elde edilmesi gerektiğinden, fiili üreticiden çekilen değerin, çeşitli dönüşümler geçirerek, kar biçiminde ortaya çıktığı sonucuna varabiliriz. Bu şekilde tüccarın çoğu hem ticaret hem de bankacılık rollerini üstleniyor ve köy düzeyine gidildikçe bu uygulamam tefeciliğe yaklaşıyordu. Uygulanan faiz haddi fiili üreticiye doğru gittikçe yükseliyordu. Yerli ve yabancı tüccar arasındaki ithalat ya da ihracat muamelesinde, faiz haddi belirtilmemişse, bu, faiz miktarının zaten fiyata yansıtılmış olmasındandı.

Page 34: Kitap özeti yayın

- 33 -

Üreticiden çekilip yurtdışına aktarılan değer, fiyat mekanizması yoluyla gerçekleşiyordu. Üreticinin elde ettiği fiyatlarla tüketim pazarlarında oluşan fiyatlar arasındaki büyük fark bu işleyişi olanaklı kılıyordu.

Tefecilik:

Bankacılık küçük tarımsal faaliyetlere yeteri kadar kredi sağlayamadığından bu boşluk Türkiye’nin en eski ve en yaygın en karlı mesleklerinden birini icra eden tefeciler tarafından dolduruluyordu. Tefecilik, hem köylüden değerin çekilmesini sağlayan dolaysız bir mekanizma, hem de tüccarın köylünün ürününü düşük fiyatla alması için gerekli pazar-dışı ortamı yaratan bir araçtı. Ayrıca tefecilik borç bağımlılığı yaratarak ortakçılık ilişkisinin sürekliliğini sağlıyor böylece de köylünün bağımsız çiftçiye dönüşmesini önlüyordu. Tefecilik biçiminde gözüken para sermayesi, geleneksel köylü üretimiyle kapitalist sektör arasındaki en önemli eklemlenme tarzını oluşturmaktaydı. Tefecilerin aldığı faiz sonuç olarak ya kapitalist tarım sektörüne gidiyor ya da bankalar yoluyla ticarette kullanılmak üzere harekete geçiriliyordu. 6. SONUÇ Çalışmada ekonomik yapının politik düzenlemelere bağımlı olarak değişmesinin gerekli olmadığı kanıtlamaya çalışılmıştır. Yazar Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve de kendinden sonraki ulusal hareketlere yol göstermesinin ekonomiyi fazla etkileyen bir olgu olmadığı üzerinde durmuştur. Aksine Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadı politikası, küçük değişmelerle bu dönemde de devam ettirilmiştir. Dünya ekonomisi krize girmemiş olsa, büyük olasılıkla Osmanlı döneminde uygulanan politikalar devam ettirilecekti. Kapitalizme periferi konumuyla geçiş sürecinde ticaret sermayesi önemli bir faktör olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye gibi 1920’lerde periferi tipi bir ekonominin dış ticaret ilişkileri yoluyla dünya ekonomisiyle bütünleşmiş olması, merkezdeki (gelişmiş batılı ülkeler) sermayenin birikim ölçeğini genişletmek için dış pazarlara el atmasından kaynaklanır. Bu sürece sermaye-ücretli emek ilişkileri de katkı sağlar. Ticaret sermayesinin değerlenmesi, yani ticaretin karlı olmaya devam etmesi tüm ekonomik faaliyeti biçimlendirir. Türkiye’nin 1920’ledeki tarihsel deneyimi, politik bağımsızlık ile bir arada var olan ekonomik bağımsızlık nedeniyle, birçok periferi ülkenin yaşayacaklarına yön veren bir örnek oluşturdu. 1923-1929 döneminin seçilmesindeki başlıca avantaj, Türk ekonomisin bu dönemde yoğun dışa açıklığı ve kısıtlamaların düşüklüğüdür. Lozan anlaşmasında kapitülasyonlar kaldırılırken batılı güçlerin Türk devletini tanımasından sonraki 5 yıl içinde savaş öncesi gümrük tarifelerini değiştirilmemesi koşulu Türk hükümetince kabul edildi. Ayrıca, hükümet bu dönemde yabancı sermayenin doğrudan yatırım veya kredi biçiminde girişi üzerine hiç bir

Page 35: Kitap özeti yayın

- 34 -

yasal kısıtlama koymadı. Merkez bankasının henüz kurulmamış olması da TL’nın yabancı paralar karşısında herhangi bir müdahale olmaksızın piyasa koşullarında belirlenmesini sağladı. Ankara Hükümeti’nin piyasaya müdahale anlamında aldığı önemli iktisadi politik tedbirler Teşvik-i Sanayi Kanunu ve geleneksel tarımsal üretimden alınan öşürün kaldırılmasıydı. Buhran öncesi dünya ekonomisinde, dünya işbölümü içindeki periferi ekonomisine yönelik sinyalleri aktaran iki ekonomik kanal vardı: ticaret ve bankacılık. Ticaret sermayesi pazar sağlıyor ve fiyat sinyalleri evrensileştiriyordu. Para sermayesinin ise periferinin uğraştığı faaliyetleri sağlama ve teşvik etmede daha aktif bir rolü vardı. Bankalar bu anlamda ticaretle bütünleşmiş sayılabilirdi. 1920’ler Türkiye ekonomisi için kredi mekanizması, ekonominin meta üretim kesiminin genişlemesinde etkin bir araçtı. Pazarlar ancak bu genişleme yoluyla geleneksel ekonomiye nüfus edebilirdi. Kredilerin büyük bölümü tüccara ve ticari tarıma veriliyor ve her iki durumda da beklenen sonuç ticaret hacmin artması oluyordu. Devletin bu politika uygulamasındaki en önemli faktör, uluslararası ekonomik konjonktürdü. Savaş öncesi döneme göre yavaşlamış olmasına rağmen dünya ekonomisi bir bütün olarak 1920’ler boyunca genişlemeye devam etmiştir. Burjuvazinin ekonomik olarak hakim ve siyasi açıdan etkin kesimini tüccar oluşturduğu sürece, Türk ekonomisinin açıklığı hem batı’daki gelişmiş ekonomiler, hem de ülke içinde hakim ekonomik çıkarlar açısından istenilir bir durumdu. Ancak, büyüme sona erip ticaret eski karlılığını yitirince, siyasi iktidar göreli bir özerkliğe kavuştu ve 1930’ların devletçi politika uygulamalarına girişti. Bu dönemde 1920’lerin liberal politikalarını 1930’ların devletçiliğinin izlediği savunulur. Oysa, devlet kademesinin 1923-1929 döneminde ticaret burjuvazisine yönelik tutumu çok olumluydu ve birden 1930’larda liberalizmin ülkeyi kalkındırmadığı sonucuna vardıklarını söyleyemeyiz. İktisadi politikanın 1930’larda değişime uğramasının sebebi önceden saptanmış kalkınma modelinin başarısızlığından ziyade dünya ekonomisindeki konjonktürel hareketlerden kaynaklandı. Bu çevrede yazar politik bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla pek ilişkili olmadığı, ayrıca da ekonomik bağımsızlığa yönelmenin yine dünya ekonomisinde belirlenen konjonktürel bir olgu olduğu sonucuna varmıştır. Bu nedenlerle cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan iktisat politikalarını etkileyen unsurları genel olarak 4 grupta toplayabiliriz.

1) Osmanlı Devletinden kalan kültürel ve sosyo-ekonomik miras 2) Kurtuluş Mücadelesi 3) Dış Konjonktür 4) Dönemin İçsel Dinamiği