gölge #14 lal

57
GÖLGE # 14 LÂL TEMMUZ 2010 GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII MMX http://www.kanguncesi.com/golge/

Upload: galip-dursun

Post on 09-Mar-2016

261 views

Category:

Documents


9 download

DESCRIPTION

Gölge 2003 yılında girdiği korku tünelinde kızıl ayak izleri bırakarak ilerlemeye devam ediyor. Lâl, bıçağın keskin ağzında gezinen öyküleriyle 8. yaşından gün alan Gölge’mize sert bir renk katarak adeta hayat veriyor. Keyifli okumalar.

TRANSCRIPT

Page 1: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Page 2: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

SAYI : 14 - LÂL

TEMMUZ 2010

Yayına Hazırlayanlar:

Galip Dursun Işın Beril Tetik

Koray Günyaşar Vuslat Taş

Umut Dülger

Düzelti:

Vuslat Taş

ÖYKÜLER / YAZARLAR

RAHLE / Koray Günyaşar KANA BULAYIN! / Ayşegül Nergis

... / Ayşegül Nergis DERS (940) / Galip Dursun

KÜT / Demokan Atasoy DAHOİN / Işın Beril Tetik YATALAK / Umut Dülger

İLETİŞİM

golge (at) kanguncesi.com

[kan güncesi] [facebook] [twitter]

Page 3: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Gölge #14 – LâL

Gölge bu Mayıs’ta 8. yaşına girdi. Aradan geçen bu uzun süre boyunca, Bu sayıyla birlikte, Türkiye’de Korku ve Gerilim edebiyatı için önemli olduğunu düşündüğümüz tamamen bizlere, buraya ait 1 basılı kitap, 14 e-dergi sayısı ve 104 öykü yayınlamış olduk. Yazar grubumuzun altında imzası olan Anadolu Korku Öyküleri’nin ilk cildi, “korku” ile ilgilenen çevrelerden olumlu tepkiler aldı. Halen ikinci cildin hazırlıklarını sürdürüyoruz. Katılma imkânı bulduğumuz seminerlerde Gölge’nin Korku ve Gerilim yazarlarının anlattıklarını ilgiyle dinleyen insanlar gördük. Gölge’nin artık senede bir yayınlanır hale geldiği son durumda ise epey üzüldük. Tek tesellimiz yayın aralıklarında boş durmuyor, aksine hep üretiyor olmamız. Bu sayıda ise o büyüleyici rengin, ruhu saran düşlerin göz alıcı dumanının peşine düştük. Bu sayımıza adını verdiğimiz Lâl neydi? Söyleyecek, anlatacak bir sürü şey vardı onunla ilgili. Acı hissinin zihin duvarına vurulmuş boyasıydı kızıl. Kalbimiz attığı sürece de bu böyle olacak. İşin içinde kırmızı renkli o büyülü sıvı olduğu zaman her şeyden önemliydi kızıl. Tenden taşan hayatın rengi, susamış vampirin hayali dişleri gırtlağınızda yaşam ararken özlemini duyduğu şey, bakışlarınızı kaçırdığınız vahşet sahnesinin dekoru, mezarında sayıklayan ölünün vicdanı, eti değerli kılan büyülü iksirin özüydü. Gölge 2003 yılında girdiği korku tünelinde kızıl ayak izleri bırakarak ilerlemeye devam ediyor. Lâl, bıçağın keskin ağzında gezinen öyküleriyle 8. yaşından gün alan Gölge’mize sert bir renk katarak adeta hayat veriyor. Keyifli okumalar. Galip Dursun

Page 4: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Rahle – Koray Günyaşar

Ne yatağının altını kolaçan eden masum bir çocuk, ne de gece loş bir sokakta takip edildiğini düşünen bir kadın gibi korktu kapısının altından sızan uğursuz ışıktan. İşte orada, koridorun tabanına minik bir kan sızıntısı gibi yayılıyordu. Evet, Haluk gözünün ucuna atıp kurtulmaya çalıştığı bu boktan şeyden ölümden korktuğu kadar korkuyordu.

***

“Yetersiz kalma durumu var, yani ilkten ben de olmaz dedim öyle, Allah seni inandırsın yani.”

Salonunun ortasına oraya ait değilmişçesine çömelmiş, masmavi gözlerini gözlerine dikmiş Hacı İlyas böyle söylemişti Haluk’a, gördüklerini ilk anlattığında.

“Melekler, nurdan yapılmış varlıklar ama Allah’ın biçim verdiği, yarattığı yaratık neticede. Kudreti Allah kadar olabilir mi? Hâşâ, mümkünatı yok. Kudretleri yetersiz kalıyor bazı yerde. Kifayetsiz kalıyorlar yani, olacak şey değil düşününce de, ben diyeyim yapışıp kalıyorlar o ışığı görünce sen anla.”

Elinde bir ayna, bir yandan Arapça harfleri kazıyor bir kalemle çıplak göğsüne, diğer yandan anlatıyor, havaya anlatırmış gibi.

“Ben ilk gördüğümde, köylük yerdeyim tabii, tam vâkıf olamadım. Çocuk kafası bir de, ne hayal ne gerçek henüz bilmiş değiliz. Ben görüyorum ama babam falan görmüyor, onu biliyorum yani. Gözüm kayıyor ister istemez, kalbim ağzımda, babamı kolaçan ediyorum, anamı, kardaşlarımı… Kimse oralı değil anlıyor musun? Hayır, kiler bir de orası, karanlık odadır; ışık falan gelmemesi lazım oradan, diyorum ki bir oyun mu ediyor aklım bana, başka kimse bakmıyor o yöne çünkü.”

Boynuna kazıyor şimdi de kocaman elifi. Bir an bir ışık yanıp sönüyor gibi oluyor gözlerinde ya da Haluk’a öyle geliyor. Bir yandan yazıyor Hacı İlyas, bir yandan anlatıyor.

“Buradaki gibi normal kapı da değil sadece altından sızsın. Tahtadan kapı, deliğini buluyor sızıyor uğursuz! Budağın arkasına geçiyor kıpkırmızı yapıyor, çatlağından yürüyor, bir nevi cayır cayır yakıyor kapıyı. Tabii herkes normal hayatında, bir tek ben gözucuyla kapıya kaptırmışım kendimi, bir de artık yüzüm nasıl bir hal almışsa basmış anam çığlığı. “Kan, kan gibi” deyiverip yığılmışım ben oracığa. Dokuz yaşında çocuğum neticede.”

Çıkarıyor pantolonunu. Basıyor besmeleyi ve bir elinde ayna, soldan sağa ve sağdan sola kazımaya devam ediyor harfleri birer birer.

“Sırtlamışlar Naim Hoca’ya götürmüşler, köyün imamıdır tabii. Okumuş üflemiş ama al al yanıyorum ben, kilerin kapısı gibiyim yani aynı, kıpkırmızı yanıyorum ben de. Anama yazıktır ayılıp bayılmış, çocuk elden gidiyor falan diye kasıp kavuruyor ortalığı ben

Page 5: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

sonradan öğreniyorum tabii, iki gün ben böyle bu halde kalınca bir deva bulmak adına araştırılıyor soruşturuluyor, bu sana dediğim Cevat Hoca’yı buluyorlar civardan. Tatar, gözlerine bakamıyorsun Allah seni inandırsın, bir ateş de oradan çıkıyor sanki, öylesine kudretli. Sen bana nasıl anlattıysan ben de aynen bir bir gördüğümü ilk defa ona anlatıyorum. Sıkıntı basıyor hocayı, vallahi bak. Bir Naim Hoca’ya bakıyor bir yandan söyleniyor. Bende akıl gidip geliyor tabii ama bak şeyi çok açık hatırlıyorum, bir vatandaş geldi iri kıyım, adına ne dediydiler vallahi hatırlamıyorum. Bir dakika falan baktı bana, göz bile kırpmıyor ama, sonunda dedi “En iyi ihtimal kör edersin çocuğu eğer yapmazsan Cevat, uyuyamazsın sen de bir daha, imanlı insansın.” Vurdu kapıyı çıktı gitti sonra.”

Dudaklarının içine bile yazdı Hacı İlyas. Oradaki işi bitince devam edebildi ancak anlatmaya.

“Boşaltmışlar tüm evi. Köy ahalisi hatim indirmiş elli adım ötede. Benim kafa gidip geliyor ama hatırlıyorum gene de yani. Cevat Hoca girdi eve ilk, kapıda beni işaret etti, getirdiler tabii. Dedi “Bırakın çocuğu şimdi biz içerde yalnız kalacağız.” Çıkardı üstünü başını, kapı arkasında cayır cayır yanıyor, kıpkırmızı. Aldı hokkasını, bir tas da su. Suya baka baka yazdı o da aynen böyle. Yani senin anlayacağın evlat, bundan atmış sekiz yıl öncesidir, bizim evin ortasında aynen böyle o yazmıştır, bu sefer ben dinlemişimdir.

Cevat Hoca dedi ki:

“Melekler yalnızca bakar. Görürler, şahittirler. Bu iş dolayısıyla bize kalmıştır. İnsan, bir şey gücünün üstünde olsa bile Allah’ın kudretiyle harekete geçiyor, bin kere mağlup olsa da, ölse de, geberse de bin birinci seferde punduna getiriyor, galip geliyor. Melekler öyle değiller, başka türlü güzel varlıklar ama kudretleri bazı konuda sınırlıdır.

Bu kapının öte yanından gelen uğursuz kırmızı ışık Lâl diye bilinen âlemden gelir. Şimdi kulağını aç iyice dinle: Şeytan vardır ve insana secde edeceğine çekip gitmiş olduğu doğrudur. Lakin ne yerin yedi kat altında oturur ne de sıkılıp aramızda dolaşır. İnsanı kıskanıp Allah’a karşı gelmiş mahluk, bir de kibir çökmüş tabii, yakmış kavurmuş ortalığı.

Denir ki, bu kapının arkasındaki Lâl âlemi onun yaratımıdır. En büyük yaratıcı Allah’tır, ha’şa. Lakin bu uğursuz alevleri yoğurup yıldızlar yapmış, üfleyip suya çevirmiş, öfkelenip çamur gibi kaskatı kılmıştır.

Bu dünyada gözü yok o mahlukun, bir âlemdir ki, güneşi solgun ama orada, ay desen bir şekilde var, dünya desen kızıl ama görsen yabancılık bile çekmezsin. Kendisine bir âlem yaratmış yani sil baştan. Yine de duramamış işte kâfir değil mi, bu dünyada gözü yok dedik ama hiç uğramıyor da değil. Kırk bir kapı yapmıştır dünya üzerinde geçip gitsin diye. Benim bildiğim toplam on altı tanedir, yedisini de hattızatında bizzat ben kapamışım iblisin suratına.”

Benim betim benzim bir atıyor o an, çocuğum zaten, dil desen tutulmuş, kalakalmışım. Neler diyor yahu… Bir tek ikimiz görüyoruz ama o kapının ardındaki ışığı biliyor musun?

Page 6: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Tüm köy farkında bir terslik olduğunun ama gören, eden, hisseden yok yani. Toparlandı sonra birdenbire, bir ayaklandı. Nasıl ki ben şimdi girip çıkacaksam, o da öyle girip çıktı, Cevat Hoca… Sonra rahata erecen sen de, ben nasıl erdiysem.”

Üzerinde Arapça harflerden bir giysi, aslen anadan üryan Hacı İlyas, doğrulup gitti uğursuz ışığın altından süzüldüğü kapının önüne. Çekti Haluk’u yanına, kulağına fısıldadı.

“Kırk dakika sonra ne ses gelirse gelsin, ne görürsen gör içeri gireceksin. Beni sürükleyip oradan çıkartacaksın. O an şuursuzca kelimeler dökülecek ağzımdan. Ne dersem yazacaksın, aman hiç birini kaçırmayasın.” Tam girecekti kapıdan ki duraladı. “Sakın kırk bir olmasın. Hakkı kırk dakikadır.”

Hacı İlyas kapıyı aralar aralamaz o kıpkırmızı ışık patladı evin duvarında. Bir anlığına göz yakıcı, sonrasında ise ne bulursa alıp içine çekiverecekmiş gibi. İlk ve son kez o ışığa adım atışını hatırladı Haluk, bir anda kendinden geçişini ve bir paçavra gibi duvara fırlatılışını. Şimdi o duvarın önünde bir elinde kalemi ve kağıdı, diğer elinde kulağını tıkayıp tıkamama konusunda düştüğü kararsızlığı, dakika dakika sayıyordu korkusunu.

Sayısız kadın ve erkek çığlığı sonrası, ilk dakikanın da kırkı çıkıverince, “Bismillah” diyip içeri daldı Haluk. Hayatı boyunca çektiği besmele bir elin parmaklarını geçmezdi.

Kızıl.

Güneş, ona güneş denirse, batıyordu karşısındaki pencerede. Bir garip kuş, bir garip ses çıkarıyordu pencerenin önünde. Tam yüz doksan sekiz yaşındaydı o kuş, içten içe biliyordu Haluk. Önünden bir zamanlar sevdiği bir kadın koşarak kaçıyordu. Bir zamanların oturma odasından, şimdiki Lâl’in duvarlarından süzülerek geçiyordu.

Bir adam bitiyordu bir anda burnunun dibinde. Sonra on adım ötesine uçuyor ama o uzaklıktan resmen kulağına fısıldıyordu.

“Bir fırtına yaklaşıyor.”

Gülümsüyor adam.

Gülümsüyor.

Yaşlı adam.

Genç adam.

Bir kadın.

Güneş batıyor.

Page 7: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Solgun.

Bir çocuk kaçışıyor.

Yine o kuş, sahi ne o kuşun adı?

Ay mı o uzakta ki? Gerçekten ne kadar da uzak!

O an hatırlıyor, Hacı İlyas’ı. Bir köşede titriyor yaşlı adam. Sağ gözü tam karşıya baksa da ona dönük olan sol gözü dehşetle Haluk’u takip ediyor. Bir aşağı, bir yukarı. Konuşamıyor ama aslında halini bağıra çağıra anlatıyor. İçinde yankılanıveriyor bir ses Haluk’un.

“ÇIKKarrrrrrrrRRrrrrr”

Bir anda atılıyor Haluk ve sürükleyiveriyor Hacı İlyas’ı arkasında ufalmakta olan kapıya doğru.

Evinin sessiz karanlığına döner dönmez, kapıyı çekiveriyor Haluk. O kapıyı kapatır kapatmaz yüksek perdeden boğazını parçalıyor adeta Hacı İlyas.

Zavallı kalem, koşturan kelimeleri zor takip ediyor.

ADNINANYAADAKRALİĞEDİŞİNİNİLFRAHÇÜUKOALYANYAUKOALYANYAUKO

ZIDLIYRİBRİDNEDNİSETÖNINAGRAKROYİLEGNEDNİSETÖROYİLEGNEDNİSETÖ

ADNAKRAMATLALLALNİSKECEŞÜDEDNESRALRAPEVKIŞINADNIDRAEVÜTŞÜD

TİAEZİBYAUBLALİSİGNAHECNESAGRAKUMNUDYUDŞİMÇEGYEŞRİBROYURUD

NADANYAROYURUDADNAKRAMATTAPAKINISIPAKNINADONAYUNAYULİĞED

ADZIMAKRAÜCÜGADZIMARAYUDİNİSESNUNOEVARÇISİTTİGPİÇEGNALIYKAB

İNAMTAPAKINISIPAKNINADOTAPAKINISIPAKNINADOTAPAKINISIPAKNINADO

IPAKNINADORAVISALZAFADNAKRALOİNAMMİLASEVİSAIDAAYŞEIRALDALO

ISAROTAPAKINISIPAKNINADOTAPAKINISIPAKNINADOTAPAKINISIPAKNINADO

Page 8: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Haluk, Hacı İlyas’ın avucundan fırlayıp duvarda patlayan aynanın büyükçe bir kırığını alarak yazdıklarını okuyuveriyor. Yüzündeki dehşet henüz silinmemişken yarı baygın Hacı İlyas’ın sözleri minik kasırgalar yaratıyor aklının kuytularında. Soluk soluğa sesleniyor:

“Bana Hacı derler ama ben kutsal topraklara daha adımımı değdirmemişim. Benim gezdiğim yerler bambaşkadır.”

Gülümsedi ve gözleriyle kapıyı işaret etti:

“Sence hangisi Lâl evlat? Burası mı yoksa orası mı? Ve ne dersin bakalım, sence ben o kapıyı kapattım mı? Yoksa sonsuza dek açtım mı?”

Page 9: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Kana Bulayın! – Ayşegül Nergis

Nübye ordusunun Kuzey komutanı ve kralın bölgeye yeni tayin ettiği vali, tepedeki çalılık alanda durmuş, çatallı yollarla çevrili vadinin aşağısındaki köye çağın zenginliklerine doymuş gözlerini dikmişlerdi. Köy, tepelere oyulmuş hanelerle, üst üste dizilmiş çeşitli biçimlerdeki taşların oluşturduğu yüksek binalarla doluydu. Bunların bazıları henüz inşa halindeydi, bir kısmı da sanki deneme niteliğinde yapılmıştı: bunların kimi hala ayakta duruyorken kimi yıkılıp yerlere parça parça dökülmüştü. Meydanda göze çarpan muazzam heykel denemeleri vardı, elbette bunlar da köyü oluşturan tüm yapılar gibi altın sarısı kireçtaşından oyulmuşlardı. Komutanın bu uzaklıktan görebildiği heykellerin bir kısmı eski Etiyopya krallarının veya efsanelerde bahsi geçen mistik yaratıkların suretlerini taşıyordu. Komutan, iç geçirerek düşündü, “Acaba bu lanet olası yerde, kim bilir başka ne tür sapmışlıklar vardı? Tanrıların heykellerini kutsal olmayan alanlara serpiştirmek, ha? Kutsal olanla yaşadığı yeri süslemek hangi aşağılık adamın haddine düşmüştür?”

Köy halkı, çoğu çok uzun olmayan bir zaman önce Nübye topraklarına gelip kralın kara gölgesine sığınmış yaklaşık bin işçi ve ailelerinden oluşuyordu; burada, bu gölgeli vadinin çanağında yaşıyorlardı. Köyün inşa edildiği sıralarda bölgenin valisine yalnızca köyün nereye inşa edileceği söylenmiş, inşa işini işçiler kendileri üstlenmişlerdi. Yönetim ile aralarında bir tür anlaşma yapmışlardı: işçiler ağır çalışma şartlarına boyun eğecekler; ama yönetim, işçilerin ne zanaatlerine ne de köylerinde olup biten işlere burnunu sokmayacaktı. Yeter ki kutsal işlere kendini adamış mühendislerin buyurduğu işleri gereği gibi yerine getirsinler, kireçtaşlarını muazzam sütunlar oluşturmak için desen desen kazısınlar; tapınakların duvarlarına bakır ve tunç kakma süslemelerle bezesinler; tanrı figürlerini onların halklarına bahşettiği zenginliklere karşılık onlara gereken saygıyı göstererek çeşitli boyutlarda duvarlara, kaplara, sürahilere ve kraliyet üyelerinin eşyalarına kazısınlar.

İşçilerin köy işlerinde bağımsız bırakılma arzuları, ilk başta ne valiye ne de krala bir rahatsızlık vermişti. Ancak, köyde olup biten olayların dışarı sızmasıyla etrafta dönüp duran dedikodular saray hizmetkârlarının akşam sofrasına düşmüş, bundan hemen sonra kralın kulağına kadar gelmişti. Kral, güvendiği komutanını durumu araştırması için köye casuslar göndermekle görevlendirmiş ve casuslar komutana rahatsız edici haberlerle gelmişlerdi. Kralın durumdan haberdar edilmesinden sonra nelerin olabileceği tahmin etmek güç değildi. Bu tapınak işçileri, tahammül sınırını aşan bir küfrün içine saplanıp kalmışlardı. Kutsal şeylere ellerini sürmelerine artık daha fazla izin verilemezdi. Köyleri basılmalıydı; bu kâfirler topluluğuna Tanrılar’ın rızası olmadan diktikleri putların, imansızca işledikleri din dışı figürler içeren kakmaların hesabı sorulmalıydı. Ve hatta günahları göğüs boyunu aşmışsa (Nübye kralı tam olarak bunu söyleyerek emrini vermişti) ve Kuzey komutanı da Nübye’nin siyah kolları ve kanatları olan askerlerini ödünç vermeye razı olursa, bu azıtmış insanlar hakkında kararını çoktan vermiş olan Vali, adları bir daha anılmamak üzere onlara hüküm giydirmekte serbestti.

Belki de şimdiye kadar yaptıkları her şeye küfürlerini de bulaştırmışlardı. Kral bir zamandır kendine sorar olmuştu: Sarayın kapısında oturan sfenskler neden artık eskisi gibi güven duygusu vermiyorlar da öyle anlamlı bir şekilde gülümsüyorlardı? Elini değdirdiği tüm

Page 10: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

saray eşyalarında, bunların üzerine kazınmış her figürün bakışında inandığı şeylerle alay eden bir sırıtış gözüne batmaya başlamıştı. Kendine ait olan her şey, sarayı, yolları, kıyafetleri, yemek takımları, kadehleri, işlemeli kılıcı, her şey ona yabancı gelir olmuştu; o şaşaalı hayatı dışarıdan göründüğü kadar rahatlık içinde geçmiyordu; her köşede canını sıkan bir şeyler vardı. Artık ne saray bildiği saray ne de tapınaklar yeteri kadar korunmuş ve kutsal yerlerdi. Bütün bunlardan tiksinti duyan Kral için, Komutan’a “vur!” emrini estirmek hiç de zor olmamıştı.

Komutan ve Vali, kararlı duruşlarını bozmamaya çalışarak yerlerinde huzursuzca kıpırdanıyorlardı. Vali, canının sıkkın olduğunu gösteren kısık bir ses tonuyla söylendi:

“Bak, şu fakir piramit işçilerinin köyüne. Şu ince ve derin işlemelere... Şu sfenks yavrularına bak! Dağların eteklerini oyarak bir köy inşa ettiklerini biliyorduk; ama bu işi küfre sapmaya varacak kadar ilerletebileceklerini de düşünmemiştik. Bu ahlaksızların ellerinin maharetine güvenerek onlara tapınaklar ve saraya eklenecek binalar inşa ettirdik. Ama işte biz de bu rezilliğin içine düşmüş olduk.”

İşçiler, bir zamanlar bu topraklarda bilinir olmuş, eski, unutulmaya yüz tutmuş ve tuhaf bir geleneğin peşinden giderek aralarında tanrıları bire indirmişler, bu kadarla kalmamış, ona bir isim, karakter ve suret vermeye de yeltenmişlerdi. Vali ve Komutan, eğer dedikodular, gerçekten, gerçekten!, doğru ise, bu Tanrı’ya ait figür denemelerinin köyün her yanını süslediğini tahmin edebiliyorlardı.

Daha fazla beklemeye ne gerek vardı? Ilgın öbekleri arkasına saklanmış askerlerin huzursuzluğu giderek artıyordu. Yerlerinde durmaya alışkın değillerdi, bunlar zaman zaman tüm Kara Kıta’da fırtınalar estiren akıncılar veya bunların çocukları ve torunlarıydı. Bu kez kılıçlarını çektiklerinde işledikleri katliamın ne kadar yerli yerinde olacağına gönülden inanarak buraya kadar gelmişlerdi. Ve artık zaman gelmişti. Alınlarda terler birikmiş, avuçları kılıç tutmalarını zorlaştıracak denli ıslanmıştı. Bu, cildi akrep derisi renginde savaşçılar için, savaşa hazır bulunuşluğun göstergesiydi.

Vali bir grup memuruyla birlikte vadinin çatallı yollarından aşağı doğru inmeye başladı. Yürürken püsküllü etekleri dikenli çalılara takılan memurlar dizleri titreyerek Vali’yi takip ettiler. Onların köylerine girmekte olduğunu gören köylülerin heyecandan nefesleri kesilmesine rağmen, yaptıkları taştan kabahatleri saklama eyleminde bulunmadılar. Yalnızca, gözleri bu yalnız köye hiçbir zaman uğramayacağının sözünü aldıkları insanları takip ederken, dizginleyemedikleri merakları, onları vadideki kayalıkların neden her zamanki renginde olmayıp da renkten renge bulandığını düşünmeye sevk ediyordu. Havada şiddet kokusu vardı.

Vadinin yukarısındaki altı yüz piyade sabırsızca komutanlarının emrini bekliyordu. Onlara tam bir sessizlik içinde beklemeleri ve köye girmeye veya dışarı çıkmaya yeltenen insanları kimseye hissettirmeden öldürmeleri emredilmişti. Gözcüler, köyün girişindeki ağaçların tepelerinde, ağızlarına bağladıkları peçelerinin üzerinde parlayan sürmeli gözleriyle etrafı kolaçan ediyorlardı.

Page 11: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

“Şimdi yalnızca nasıl yaşadıklarına tanık olmak amacıyla teftiş etmek için gelmişiz gibi köye ineceğiz ve etrafta şöyle bir dolaşacağız.” diye fısıldadı Komutan, incir ağacının gölgesine saklanmış bir grup askere yönelerek. “Bakın, genç askerlerim, beni iyi dinleyin, iyi anlayın: Tüm kafirler yok edilmeli, küfür yoluna sapanların kökü kazınmalı ki tekrar türeyemesinler… Son bir sözüm olacak: Bildiğiniz, inandığınız tüm güzel şeyler adına imanınıza sarılın, kılıcınıza sağlamca tutunun ve bu Tanrılar’ın gözünden düşmüş köyü kana bulayın. ”

Sonra kendisi de işlemeli kılıcının kabzasına sarılarak köye doğru yürüyüşüne başlarken, ağzından şu sözler döküldü: “Bu kadarı da yetmez! Şu gözümüzün nuru, ruhumuzun alevi Tanrılar’a benzemeyen heykelleri de yerle bir etmeli...”

Genç bir asker, kafası karışmış bir halde savaşçı kardeşine dönerek şunu sordu: “Peki tüm o taş blokları nasıl yok edeceğiz? Her biri devlerin dişleri gibi...”

Hızlı adımlarla çatallı yollara dalan ve yürürken aynı anda biraz sonra vadide olacak renk değişimini düşleyen Komutan, genç yüreğe güven veren bir edayla cevap verdi: “Merak etme, yeteri kadar azimli olan için, taş bile yıkıma dayanıklı bir malzeme değildir.”

Mısır ülkesinin kendinden habersiz halkını eğitip onlara büyük Gize piramitlerini inşa etmeye ilham vermiş bir halkın katliamı işte böyle başladı. Onlar ki bildiğimiz suretleriyle bugün yabanilerin tanrıları, totemleri veya dedelerimizin epik süslemeleri olarak bildiğimiz resimleri, çok uzun zaman önce, şimdi adını unuttuğumuz ülkelerin gölgesinde tasarlamış bir halkın kalıntılarıydı.

O katliamdan pek azı kurtuldu ki bu ne ilk ne de sondu. Kurtulanlar sanatlarıyla birlikte düş dünyalarını da gittikleri yerlere, peşleri sıra sürüklediler. Bugün, üzerini atalarımızın unutkanlığının örtmüş olduğu çağlarda tasarlanmış bu suretlerin ve figürlerin –nedense!- bize garip bir şekilde tanıdık geldiğini ve bize baktığımız anda hikâyelerini tümüyle nasıl da sezdirdiklerini tedirginlikle kabul ediyoruz.

Page 12: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

… - Ayşegül Nergis

Kan rengi atımın üzerinde ben

İlk kez bu karanlık küreye indiğimde

Her yeri çamur ve pis kokulu balçık içinde

Bazı yaratıkları toprağımsı kütleler üzerinde yürürken,

Bazılarını ağaçlara asılıp tutunurken buldum.

Ve kocaman açılmış gözleri karanlıkta görmeye çalışırken

Üzerlerinden belli belirsiz bir rüzgar gibi hızla geçip gittim.

Henüz unutmamışken hükmetmenin tadını

Bu nefes alan karanlık kürecikte

Üzerinde kızıl bayrağımı çıldırmış bir doğanın rüzgarları gibi estireceğim

Gönüllerine sızlayan bir yara gibi hükmümü indireceğim,

Kanunlarımı ana-baba sözü gibi, tanrı sözü gibi belleteceğim

Akıllı ve sabırlı, çalışkan ve azimli

Ve ölümüne itaatkar soylar aradım.

Ama ah, dil bilmeyen insanların yurduna düşmüşüm!

Bu benim ilk düşüşüm!

Hayal kırıklığı bir yangın gibi gözlerimden gelip geçti!

Göklerinde gezinen kara ve kandan felaketi anlamayan,

Suratları değişik, gözleri tuhaf bakan aptal insanların

Ve bunların düşmanları olan o küme küme azan cinlerin

Page 13: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Soyları kurumakta olan hayaletlerin, hayvan leşlerini şurup gibi emen ruhların,

Çamurla ve kendi pislikleriyle beslenen, bakışları taş kesen korkunç yaratıkların

Bunların hepsinin birbirine geçmiş olduğu geniş ve tek ülkenin üzerinden

Huzursuzca, çatık kaşla ve hayal kırıklığıyla geçip gittim.

Bir felaket getireceğini bildiğim sesimi patlatmamaya çalışarak -

Ah! Ne büyük bir tuzağa düşmüşüm!

Henüz unutmamışken hükmetmenin tadını

Bu nefes alan karanlık kürecikte -

Bütün fetih düşlerimi kanlı yaşlarla birlikte atımın nalları altına gömdüm.

Sabah yıldızı henüz göğü süslememişken

Hükmetmeye değecek bir halk bulamayan ben

Asamın topuzuyla bir dağda

Bana bu cahil ve zararlı halklardan sığınak olacak

Derin bir mağara açtım

Ve kendi üstümü ve atımın üstünü taşlarla örtüp

Kimsenin saymadığı yıllar boyunca

Atımın nefeslerini saydım.

Uyanıklık göz kapaklarımı kaldırınca

Hiç değişmemiş ve pek dinlenmiş olan ben

Page 14: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Üzerimdeki taşları kum taneleri gibi silkeledim

Ve bu kürecik üzerindeki en asil varlık olduğunu düşündüğüm atımı

Altın kancalarla dizginleyip sağ elime kılıcımı, sol elime asamı aldım

Ve bir yudum suya koşan ciğeri yanık hayvanın hevesiyle

Hükmümü acilen sel yapıp akıtmak için mağaranın karanlığından çıktım.

Atımın sırtını bacaklarımın arasına aldım

Ve sabah yıldızına doğru usul usul göğü yırttım

Güneş açtı ve yıldızlar eski mevkilerine düştüler,

Ben ise yeni tahtım üzerinde kuşların gökte uçtuğu gibi süzüldüm

Mavi göğü boydan boya kızıla boyadı hükmüm

Ruhlara ıstırap veren çığlıklar attım,

Ama aslında neredeyse bir yarasa kadar kördüm.

Çünkü düşmanca bakan kuşadamlar, dev yarasalar, gezgin ruhlar

Atımın etrafını bir kurt sürüsü marifetiyle sardılar.

Hiddetten bir belaya dönüşmüş olan ben

Asamı bu densiz canların tepesine demirden bir dağ gibi indirirken

Kırılan kuyu karası kanatlarıyla onlar çok çaresizdi.

Yerlere dökülmüş, sürünen ruhlar insaf dilerken

Nefretli üfürüğüm ve yangınlı gözlerim yüzünden

Tüm soyların isyancı tavırları kesildi.

Altımdaki kara toprak parçasını kabristana çevirdim

Page 15: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Soysuz, akılsız hayvansılara hükmedemezdim.

Tüm kurbağa derililer, köpek suratlılar,

Çamur yiyen, kemik yalayan cinler ve ruhlar, ruhlar ve hep ruhlar…

Bunları bir ses, boğazımdan gelen felaket yakaladı,

Dünya artık cehennem, bir katliam alanıydı.

Kan rengi atımın nalları

Milletlerin üzerinde şimşek gibi çakarken

Ben kılıcım çektim ve

Eğilmeyen boyunların meyvesini topladım.

Atımın yüce zirvesi üzerinde

Onların ulaşamayacakları kadar yüksektim ben

Ama kızgın ve kırılmış insan halkı

Bana bir nefes duyumu uzaklıktaydı,

Kokularını bile duyabiliyordum

Onların karışmış yüzlerini görebiliyordum!

Sonra başka ve daha başka

Uzak ve daha uzak

Cansız, insansız toprakların

Page 16: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Balıklı göllerin,

Cin bürümüş suların,

Dere, deniz ve okyanusların

Yağmur görmemiş çorak alanların üzerinden

Milletlerin – evet milletlerin üzerinden

Garip töreli insanların

Bakire kızların, fırıncı erkeklerin, satıcı kadınların

Beni tanrı sanan çocukların

Beni şeytan bilen rahiplerin

Hayvanların, karıncaların

Köpek leşlerinin

Ben gelmeden çok önce ölmüşlerin

Toprak üstüne çıkmış kemiklerinin üzerinden

Alelade bir insanın görebileceği

Ve - ancak ve ancak -

Bir insandan çok fazlası olan bir hükümdarın görebileceği,

Küçükten küçük,

En küçüğü bile güldürecek kadar küçük

Neredeyse görünmez

Hatta küçük değil ama cisimsiz

Mesela ruhların, ölmüşlerin ruhlarının

İnsanların varlığından habersiz olduğu

Page 17: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Çeşitli cin ve hayaletlerin

Ve tüm tekinsiz yaratıkların üzerinden…

Atımın kızıl gölgesiyle geçtim

Ve geçtiğim her yerde kandan izimi bıraktım.

Dedim ki:

“Bu benim kanımdır, bunu içeceksiniz!

Bu bayrağımdır! Namusumdur!

Ruhumun ve atımın rengidir!

Saygı göstereceksiniz!

Yoksa,

Saygı göstermek istemeyenin üzerinden

Yüce dağların birbirini ezmesi gibi geçeceğim

Sizi göğün tüm şimşeklerinin ayakları altına,

Tüm büyücü karıların nazarlı bakışları altına alacağım…

Sizi toprağa gömmeyeceğim ama

Ruhu burun deliklerinden yavaş yavaş çekilmiş bedeninizi

Odun üstüne odun atarak bizzat ben yakacağım

Ve küllerinizi gökyüzüne gömeceğim!

Namusuma, rengime, bıraktığım kızıl ize

Saygısızca bakanın nazarlı gözlerini

Yangına verdiğim ağaç gövdeleriyle deleceğim

Page 18: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Onları akrep zehrini şifa niyetine içmeye razı olana kadar

Türlü işkencelere tutacağım.

“Kanunlarım!

Kanunlarımı çiğneyenin üzerine,

Karınca yuvalarını ayağınla bozan adam edasıyla değil

Dağları ayağı altına alıp ezen bir Tanrı edasıyla

Yangına tutulmuş bir aslanın çığlıklarıyla

Gümbürdeyen göklerin karası, kapkara bir suratla,

Baştan aşağı zalimlik ve ıstırap kesilerek hükmümü indireceğim.

“Şu asamın tokmağına yemin olsun ki,

Istırabım korkunç bile olmayacak

Çünkü kendimi kaybetmiş, adımın … olduğunu bile unutmuş olacağım

Adımı seslenip af dileseniz bile sizi duymayacağım!

Sağır ve vicdansız kesileceğim!

“Sabah yıldızının değişen yerine yemin ederim ki,

Kanunumu çiğnemeyeni, bayrağıma saygıyla bakanı

Adıma küfretmeyeni, benim adımla çalışıp didineni serbest bırakacağım.

Evet onları serbest bırakacağım ki çalışsınlar, eksinler

Ürünlerini kendi yararlarına ve geniş ülkemin yararına kullansınlar.

Page 19: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Ben zalim olmayana zalim değilim

Sizin bana yapacağınız isyan, kendi ıstırabınızdır.

Ben seçimlerinizden mesul değilim,

Yalnızca sonunuzdan mesulüm.”

Bana zalim diyenler şerefime tanık oldu

Verdiğim sözü tuttum ve merhamet ettim

Ancak çalışana, saygı gösterene, isyan etmeyene.

Çalışmayan, ürününü paylaşmayan, saygısız ve isyancılara

Verdiği sözü tutan bir hükümdar olduğumu kanıtladım.

Halkımı çoğalttım,

Bahara tutulmuş dağlar üzerinden aştım

Üzerinde mavi buz dağlarından başka bir süsü olmayan sulu diyarları,

Her şeyin su olduğu katran rengi sırlı su kütlelerini geçtim.

Yanardağların tükürükleriyle bereketlenmiş ormanlık alanlara

Cıvık toprakların yerleri, kemer kemer gökkuşaklarının gökleri süslediği

Başka tuhaf töreli insanların ülkesine vardım.

Bunları da ölüm kadar kesin ve ciddi kanunlarımla kendime bağladım.

Ve yine dinlenmeden devam ettim.

Atımı ciğeri yettiği kadar zorladım

Sabah yıldızının ışıltılı yüzüne doğru

Page 20: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Her sabah yola çıktım

Ve hava, yolumu ancak kılıcımın ışığıyla bulabileceğim kadar karardığında

Tekinsiz gölgelerle perdelenmişim deyip geçtim,

Ve atımın gözleri yıldızların ışığında ağlayan dağları bile göremez olduğunda

Birazdan geçer diye geçiştirdim

Atımın kızıl tüyleri ışık değil kan saçmaya başladığında durdum

Dinlensin diye atımın üzerinden indim

Ve ben de onun gibi yerlere serilip

Uykuya benzemeyen dinlememe daldım,

Yıldızları gözlerimle tertipleyip ertesi günün planlarını yaptım.

Ve sabah atım yine benden önce kalktı

O azametiyle, insansı asilliğiyle ayaklandı.

Tüm ülkeleri ve halkları tek başına fetheden ben

Nasıl insandan yıldızlar kadar ötedeysem,

Benim atım da hayvandan ileri,

O kutsal yüzlü insanoğlu kadar olmasa da,

Azimli ve zekiydi.

Asamı ve kılıcımı atımın kızıl kanatlarına astım

Ve bir ateş topu ya da daha felaketli bir şey gibi göğe yükseldim.

Gökte yıldızlar “güneş geliyor!” diye kaçışırken

Page 21: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Ben sabah yıldızının güneş parçası yüzüne doğru

Sakin ve derin bir aşkla,

Fethedilecek diğer ülkelere ya da yalnızca bu davetkar nura

Atımı bir aşık, bir dilsiz, içi, gönlü dopdolu bir şair edasıyla sürdüm.

Fetihlerim devam ettikçe hükmümü tek yumrukla indirdim

Cezamı bir üfürükle üfledim, düzenimi asamın topuzunun korkusuyla bellettim.

Ve korku itaati, korku saygıyı ve sözden caymamayı getirdi.

Atımın nalları kentler ve köyler,

Sapık mimarili şehirler, yıkık medeniyetler

Kendini beslemekten aciz kabileler,

Göklere kadar kat kat kütüphane çıkmış uygar medeniyetler,

Demirden adamların kurduğu medeniyetler,

Demir-insan adamların kurduğu medeniyetler üzerinde çaktı.

Ve artık her yer benimdi.

Page 22: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

DERS (940) - Galip Dursun

Giriş:

Dünyanın farklı yerlerinde mesafelerin farklı olması gerçekten aklımı zorlayan bir şey. Mesela, şu an içine hapsolduğum Anadolu bozkırının ortasındaki birkaç kilometre ile doğup büyüdüğüm büyük şehirdekinin arasında ciddi farklılıklar var. İstanbul’da elinizle zirvesine dokunabilecek kadar yakın görünen bir tepeye “3-4 kilometre uzaktadır” dendiğinde pek ciddiye almazsınız. Sonuçta o yol sadece beş altı durak demektir. Ama tepeye doğru yollandığınız ve etrafta hiç minibüs olmadığını fark ettiğiniz anda her şey ortaya çıkıverir.

Emin olabilirsiniz ki, benim gibi dört-dörtlük bir şehir piçi aradaki farkı hemen anlayabilir. Özellikle de kucağında beyaz bir perdeye sarılmış, bacak arasından, başından ve göğsünden sızan kanla o perdeyi pis kokan bir kefene dönüştürmüş bir ceset taşıyorsanız. Susuzluktan gırtlağınızın tozlu bir egzoz borusuna dönüşmesi bu aydınlanma sürecini hızlandıran bir başka etken…

Attığınız her adımda tepenin zorlayıcı dar yolundan başka, yorgunluktan hayatı da sorgulamaya başlıyorsunuz. Sıkı sıkıya sarıldığınız bu perde ya da kefen adeta bir turnusol kağıdına dönüşüyor. Kan rengi işaretler berbat bir dünya haritası çiziyor. Sıcağın da etkisiyle kokular etrafa yayılırken akciğerlerinizin bile terlediğini düşünecek kadar ter kokusu alıyorsunuz. Cesedin içinde hemen işe başlamış, çalışkan ve aç bakterileri hayal ediyorsunuz. Birkaç kilometre ötedeki ıssız bir bağ evinden bütün sabahınızı harcayarak ve bin bir zahmete katlanarak taşıdığınız bu değerli nesne bir yerden sonra dünyanın en berbat yükü haline dönüşüyor.

O’nun hakkında böyle düşündüğüm için kendimi kötü hissediyorum. Ama gerçek dünyada iyilere yer olmadığı gibi iyi düşüncelere de pek yer yok.

Yine de güzel anıları henüz tazeyken O’nu düşünmek, O’ndan bahsetmek istiyorum. Henüz kimsenin bilmediği o tuhaf vahşet gecesinden sonra belki aklımı koruyabilir ve benliğimi sıradan bir insanın hisleriyle doldurabilirim. Belki de zirvesine ancak ulaştığım sarp tepede kucağımdaki zavallının mezarını kazmaya çalışırken yorgunluğumu bir nebze unutabilirim.

* * *

Kızın adı Zehra. Henüz ondan –di’li geçmiş zamanda söz edemiyorum. O’na yapılan bir sürü haksızlığın içinde en acımasızı bu olacaktır.

Tanışalı sadece iki hafta olduğu halde anıları çok güçlü; sanki asırlardır tanışıyormuşuz gibi geliyor. Hafif kumral saçları omuzlarına dökülüyor, gözleri yeşil ve teni kar beyazı. Anadolu güneşinin ırzına geçtiği yerlerde bazı kızarmalar var ama genelde teni beyazlığını korumuş.

Page 23: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Henüz yirmili yaşlarının başında… Bu, Tanrının siktir ettiği Anadolu ovasına törenle dikilmiş bir devlet fidanı kadar yalnız ve zarif. Ziyan olması ise bir an meselesi.

O’nunla iki hafta kadar önce tanıştık. Görkemli bir kaçışın tam ortasındaydım. Büro ve üstadım Mehmet Emin Yalı hiç de hoşuma gitmeyen bir şekilde peşimdeydi. Birkaç hafta öncesine kadar Büro’nun en değerli varlıklarından biri, meşhur savaş ikizlerinin, bu kuşağın iki avcısından biriydim. Genç yaşıma ve onca disiplinsiz hareketime rağmen birçok büyük operasyonu yönetmiş, birçoğunu başarıyla sonuçlandırmıştım. En son buradan iki yüz kilometre kadar güneyde saklanan tuhaf bir tarikatı ve ünlü Öksüzler Mezarlığı’nı bulup temizlemiştik. Sonrasında olanları tam olarak hatırlayamıyorum ama tehlikeyi hissetmem ve kaçışım her an aklımdaydı. Mümkün olduğunca hızlı davranmış operasyon bölgesinden epeyce uzaklaşmıştım. Zehra’nın topraklarında belirdiğimde peşim sıra takip eden sadece Büro da değildi. En azılı ve nereden geldikleri belli olmayan yağmur bulutları getirmiştim buralara.

Eski meşin ceketimi burnuma kadar kapatıp iyice sarınmış halde, anayoldan uzak durmaya çalışarak yürüyordum. Büyük şehirde büyümüş biri için fazlasıyla yalnızdım. Anasız, babasız ve en az benim kadar su katılmamış bir piç olan kedim Cibril ceketimin ıslak astarını parçalamaktan sıkılmış, tırnaklarını göğsüme geçirmeye başlamıştı. Islak ve yorgundum. Uzakta bir bağ evinin ışıklarını gördüğümde sevinmek için bir sürü sebebim vardı.

Gücümü toplayıp adımlarımı sıklaştırdım. Beni kapıda karşıladı. Kapıyı çalmama gerek kalmadan orada belirmişti. Sanki geldiğimi hissetmiş gibiydi. Güzelliği, altüst olmuş ruhumu eline alıp okşadığında ise bozkırı talan eden fırtınanın altında inlediğimi hatırlıyorum. Sonrasında ise bayılmışım.

Kendime geldiğimde kenarları kararmış bir ocağın karşısında yatıyorum. Küçük, derli toplu bir odadaydık. Cibril ocağın hemen dibine kurulmuş uyukluyor. Etrafıma bakınırken göz göze geliyoruz. Zehra bana gülümsüyor. Elbiselerimi çıkarıp ocağın kenarına asmış; beni de keçi tüyü bir battaniyeye sarmış. Ceketimin iç cebindeki silah aklıma geldiğinde ise gülümsemesinin gerisindeki parıltıyı görüyorum. Silah, O ve ben; birbirimizden sadece bir iki metre uzak ve saklı yerlerde durmakla beraber anladım ki hepimiz güvendeyiz.

Bana neredeyse fokurdayan bir bardak çay uzatıyor. Biraz içim ısındıktan sonra çorba da vereceğini söylüyor. Teşekkür ediyorum. Normalde olmadığım kadar tutuk ve mahcubum. Bu halime gülüyor. Bense pek şikayetçi değilim.

Gök gürültüsü ikimizin de uykusunu kaçırıyor. Konuşmaya başlıyoruz. Önce küçük tanıma salvoları beklerken kendini tamamen bana açan biriyle karşılaşıp şaşırıyorum. Sanki kırk yıldır tanışıyor ve her gün görüşüyormuşuz gibi sadece bugün yaptıklarını anlatmaya koyuluyor. Aslında hoşuma gidiyor. Sonraki günler sohbet ederken çok şaşkın olduğunu ve aylardır kimseyle konuşmadığı için nereden başlayacağını bilemediğini, o yüzden günlük şeyleri anlatmaya başladığını söyleyecek.

Page 24: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Ama o kadar yeni ve o kadar sıcak ki sıkılamıyorum. Sonuna kadar bağdaki işlerini, üzüm yetiştirmek için katlandığı zahmetleri, kum gibi toprağın üstüne kötü kokulu gübre çuvallarını serpmenin ne kadar zor olduğunu dinliyorum. Bir iki ay sonra harika bir bağ bozumu bekliyor. Gülümsüyorum. Bağ bozumunun hüzün ve sevinçle karışık karmaşası gözümün önüne geliyor. Ter ve pisliğin tatlı üzümlere dönüşecek olması beni büyülüyor. Bugüne kadar bunları hiç düşünmemiştim.

Sırtımdaki kaşındırıcı battaniyeye iyice sarılıp gözlerine bakıyorum.

Şimdi de kendinden bahsediyor.

Şehirde doğmuş, büyümüş. Benim geldiğim şehirde değil; başka birinde. Annesi ile babası O henüz dört yaşındayken ayrılmışlar. “Çok farklı insanlardı” diyor. Sonrasında anlatılacak fazla bir şey bulamıyor. On altı yıl boyunca babasını görmemiş. Üç yıl önce bir telefon konuşmasının her şeyi değiştirdiğini anlatıyor. Sonrasında ise bir şekilde buraya gelmiş. Burası babasının toprağıymış. Annesiyle ayrıldıktan on yıl sonra burayı yerleşmiş. Üzüm yetiştirmek ve şarap yapmak istiyormuş. Başka zaman olsa bu bahsettiği, son derece züppe bir büyükşehir hayalidir bana göre. Ama o an öyle düşünmemiştim. Gülümsüyor. “Biraz karışık değil mi?” diye soruyor bana. “O tarihler, yıllar, hesaplar. Boşuna uğraşma yirmi üç yaşımdayım.”

Topraklar babasına dedesinden kalmış; babasından da O’na. Babası önceki sene akciğer kanserinden öldüğünde şehre dönmeyi düşünmüş ama yapamamış. Bağ yeni yeni kendini topluyormuş, güzelleşmiş ve bu seneki bağ bozumu çok önemliymiş. Kendini bu işe adadığını söylemiyor tabii ki; hatta bunu reddediyor. Ama anlattığı onca şeyin içindeki tek giz bu.

“Güzel bir şarap yapacağım ve mezarının yanında birlikte içip saatlerce konuşacağız” derken hafif kızarıyor. Hayır, deli değil. Öyle düşünmemi istemiyor; bir yabancının gözünde bozkırın ortasında kurumuş bir bağı yeşertmeye çalışan, isteyerek ya da istemeyerek buraya mahkûm, şehirli ve sıska bir kız gibi görünüyor. Ama hayır, deli değil. Ben de öyle düşünmüyorum.

Sonra bir saniyeliğine duruyor. Gülümsemesi silinip yerini ciddi bir hava alıyor. “O’na hiç kızmadım. Neden bilmiyorum; beceremedim. Yıllar sonra aradığında ben yılları sayıyordum halen. Bir gün aradığında O’na söyleyeceğim bir sürü kötü şey olması gerekiyordu. Ama yoktu. Hiç düşünmeden her şeyi bırakıp buraya geldim. Aradaki boşluğu, eksik zamanı kapatmak istedim. Örnek bir baba-kız olacaktık.”

İlk birkaç ayın gerçekten zor geçtiğinden bahsediyor. Daha önce hiç bu işlerle uğraşmamış birisi için toprak korkunç bir yabancıymış. Ama alışmanın bu kadar kolay olacağını tahmin etmiyormuş.

Etrafıma bakınıp sigara paketimi aranıyorum. Islanmış paketten çıkarılmış sigaralar ocağın kenarına dizilmiş. Kirli bir sarı renk beyazın üstünde akmış; tütün berbat olmuştur kesin,

Page 25: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

diye düşünüyorum. O’na bakıyorum. Sigara içecek türden birisi değil. Sigarasının olmadığını sormadan bilebiliyorum. Biraz kurumuş görünen bir sigaraya uzanıp çakmağımı arıyorum. Kısa sürede vazgeçip ocağın korlarından birine uzatıyorum sigaramı.

Sigarayla arasının olmadığından, çoğu kez arkadaşlarının tavsiyesi ile denediğinden ama sevemediğinden ve içmeyi bir türlü beceremediğinden bahsediyor. O bunları sıralarken sigaraya başlama hikâyemi düşünüyorum. Her birimizin böyle bir öyküsü vardır, eminim ki. İnce yüzünde birkaç küçük ben var. Genetik mi yoksa babasının bolca içtiği sigaralardan miras mı olduğunu düşünmeden edemiyorum. “En doğrusunu yapmışsın” diye geçiştiriyorum.

Devam ediyor. Artık üzüm yetiştirilmiyormuş buralarda. Yetiştirilse de kimse şarap yapmıyormuş bu harikulade nimetten. Günah diye yüz çevrilen bağlar olduğundan bahsediyor. Garipsemiyorum nedense. Ama ona çok garip geliyor bu. Yakında bir köy var. Birkaç kilometre ötede. Oradaki insanlara bir türlü alışamadığını söylüyor. Biraz durgunlaşıyor bunu söylerken. Sanki söylemediği bir şeyler var. Dindar mısın, diye sormak istiyor sonra da vazgeçiyorum. Dinlemek, hayatını kendi sesinden yudum yudum içmek en lezzetlisi şu an. Canım bir yudum şarap istiyor.

Cibril uyanıp gözlerini bize dikiyor. Onu nerden bulduğumu soruyor. Aslında çok uzun bir hikâye bu. Benim de karşılık olarak bir şeyler anlatma ihtiyacımı giderecek türden. Ama anlatmak istemiyorum. Emin Yalı şu an aramızdaki mesafeyi yüz kilometreye indirmiş olmalı. Bu kadar yakınlarda olduğunu bilmek de buna sebep oluyor. Sokakta buldum, diyorum. Bir kere yemek verdim ve peşimi bırakmadı lanet şey. Yemek kısmı doğru.

Gülüyoruz.

Nerde yaşadığımı soruyor. Ah, Cibril her şeyi mahvettin, diye geçiriyorum içimden. İstanbul, diyorum. Diyor ki “Ben hiç gitmedim oraya”. Afallıyorum. Herkesin, ömründe en az bir kere oraya gitmiş olması gerektiği gerçeğini anlatıyorum. Yoksa bu kadar kalabalık olmazdı, diyorum. Espriyi anlamıyor. Safça yüzüme bakıp biraz da gururla dikleşiyor. Dalga geçtiğimi sanıyor. Doğduğu şehirden çıkıp başka yerlere gitmemesini yadırgamıyorum. Ama bir şeyler garip geliyor. Kabul eden ya da yenmiş, aşmış, biraz da iyi niyetli bir tebessümle alay ederek İstanbul sınırında durduğunu hayal ediyorum. Şehre bakıp “Sana ihtiyacım yok, hiç olmadı!” diyor hayalimde.

Sohbetimiz sabaha kadar sürüyor. Güneş doğarken kalkıp hazırlanıyor. Bağa gitmesi gerekecek. Belki işi erken biter ve öğleden sonra hemen gelirmiş. Yapacak şeyler, hesaplar vesaire var, diyor. İkimiz de öyle olmadığını biliyoruz. O benim için toprak okyanusunun ortasındaki deniz fenerinin ilahi sahibesi ve bense O’nun ıssız bağ evinin sessiz konuğu, yıllarını anlatabileceği bir dinleyiciyim. Ne kadar çok vakit geçirirsek o kadar iyi.

Beni dinlenmem için evde bırakıp gidiyor. Son yetmiş iki saattir uyumadığım ve sabaha kadar konuştuğumuz halde hiç uykum yok. Evi kolaçan ediyorum. Tabancam evin girişindeki askının yanında duruyor. Mekanizmasını ve namlusunu değiştirip güçlü bir tam

Page 26: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

otomatiğe çevirmek için o kadar uğraştığım, o çok önemli silahın bu küçücük evde ne kadar önemsiz kaldığını hissediyorum. Sadece elbise askısının altındaki küçük dolabın üstündeki tehlikeli bir süs şimdi.

Yağmurdan sonra sert bir sıcak çıkıyor. Güneş insanın tenini ısırıyor. Hemen evin önündeki gölgeliğe sığınıyorum. Ufak bir bahçe var burada. Yanında ise asma dallarının sarıp sarmaladığı bir çardak. Üzümlerin ufak ufak ortaya çıktığını görüyorum.

Ev sahibemin hayatını gömdüğü bu açık hava mezarlığı yakın zamanda hayallerin gerçekleştiği mucizevi bir yer olacak.

Öğleden sonra geri geliyor. Beni evde bulduğu için seviniyor. Bense tek başına geldiği için mutluyum. Yanında şüpheli bakışları olan birkaç kişi olabilirdi pekâlâ. Ve anlatmaya devam ediyor. Her şeyden bahsediyoruz, benim gizlemek için tüm yeteneğimi sergilediğim sırlarım hariç. Cibril etrafımızda geziniyor. Bazen sinek ya da benzeri bir şeyler kovaladığını görüyorum. Ama kedi kesinlikle kendinde değil. Burası ona da yabancı; aklını başından alıyor. Cibril’in şaşkın hallerine bakıp kahkahalarla gülüyoruz. Evin bir de köpeği var. Dikkat edilmeyecek kadar sakin ve silik bir hayvan. Cibril köpeğin kayıtsızlığı yüzünden çıldırıyor.

Sohbet etmeye devam ediyoruz. Asma dallarının verdiği serinlik bizi rahatlatıyor. Anlatıyor. Anlatıyor ve anlatıyor. Güneş yanığı yüzü zarafetinden hiçbir şey kaybetmemiş.

* * *

Tepedeyim. Bütün sabahı cesedini buraya taşımakla geçirdim. Güneş yine burada; tam tepemizde... İki hafta öncekinden bir farkı yok. Zamana ve olan bitene karşı o kadar kayıtsız ki bu parlayan sıcak küre; onun gibi olmak istiyor insan. Kayalık tepede ellerimle çok güzel bir mezar açtım O’nun için. Zehra’ya layık değil ama şu an için yapabileceğimin en iyisi. Çok üzerinde duracağım bir iş ya da bir hobi değil bu. İnsan ömründe kaç defa mezar kazar ki? Hayır kızım, daha iyisini beklememelisin.

Toprağı çok sevdiğinden bahsederdin. Bilmiyorum, belki de kayıp babanın anılarına sahip çıkmak bunu söylettiriyordu sana. Ama şimdi bu tepenin üstünde kilometrelerce uzağı, bağı ve küçük evini rahatlıkla görebilir, sen orada yaşamıyorken bile etrafa göz kulak olabilirsin. Elimle ilerdeki küçük noktayı ve geniş düzlüğü işaret ederken, Zehra’nın cesedine bir şeyler anlatırken bir ses duyduğumu sanıyorum.

Aslında bir şey duymadım. Yaklaşan bir parıltı ve toz bulutu yorgunluğun dağıttığı sinirlerimi karıştırıyor. Dikkatle bakıyorum. Eski model, büyük bir araba bu. Gözlerimi iyice kısıp büroda öğrettikleri gibi şahin kesiliyorum. Arabada tek kişi var. Bir kilometre kadar ötede.

Page 27: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Cesedi mezara yatırıyorum. Çok da derin değil zaten. Perdeyi aralayıp Zehra’nın yüzüne bakıyorum. Dün gece epey uzun süre baktığım bu ölü yüz beni büyülüyor. Mezarın içindeki narin bir çiçek gibi; görmek için birinin ölmesi gereken, bir kurbanın adanması gereken ilahi bir zarafet bu. Arabanın sesini duyarken gülümsüyorum. Epey yaklaşmış olmalı. Ama içimde bir şeyler ölüyor Zehra’nın cesedine bakarken. Benim yüzümde asla olamayacak o güzellik, yaşam ve kendini feda edebilen yücelik önümde uzanıyor.

Bize böyle öğretmemişlerdi. Böylesi şeyleri görmek heyecanlandırıyor beni; midem sancıyor. Ruhu katmerlenmiş, kalbi taş tutmuş bir öldürücüyüm ben. Nasıl ikimiz aynı dünyada aynı zamanda bulunabiliriz? Bunları söylerken bile yüzümde hain bir gülümseme var. Gözlerimden tek damla yaş akmıyor. Araba iyice yaklaşıp neredeyse tepeye çıkan patikaya girerken mezardan çıkıyorum. Ellerim hızla çalışıyor. Mezarı örtüyorum. İşim çabucak bitiyor.

Araba gelip birkaç metre ötemde durduğunda ön camdan yansımamı görüp hayret ediyorum.

İlk defa aklıma Cibril geliyor. Zehra öldürüldüğünden beri ortalarda yok. Kedi bana bir şeyleri hatırlatıyor. Bütün gece beni döven adama kızmıyorum. Zehra’yı düşünüyorum. Sabahtan beri sızlayan yaralarıma aldırmayıp aklımda canlandırdığım anları düşünüyorum. Ve Zehra, hayat dolu, neşeli, bir hikâyesi, hayatı ve anlatacakları olan Tanrıça, sırayla ırzına geçtikleri genç kadına dönüşüyor. Yok saydığım diğer anılar, en taze olanlar ortaya çıkıyor. Onları görmezden gelmek artık mümkün değil.

Zehra son birkaç saattir hayalini kafamda evirip çevirdiğim, bir tanrıçaya çevirdiğim kişi; ama aslında o değil. Zehra’yı dün gece yarısı hayli hırpalayarak, ırzına geçerek ve en sonunda da gırtlağını keserek defalarca öldürdüler. Hatırlıyorum.

Köylülerle iki hafta boyunca birkaç kez karşılaşmıştık. Bakışları hiç de dostça değildi. Hatırladığım sahnelerde yanımızdan geçerken yere tükürüyorlar, güneşten kısılmış gözlerinde garip bir nefret var. Bu denli öfkeli olmaları sadece üzüm yüzünden olamaz, diye düşünüyorum. Zehra’nın o bağda çalışmasını istemiyorlar. O, köylüler gibi değil. Köyün hâkimi konumundaki molla ile bir kez karşılaştık. Adamın korkunç bir yüzü var. O zaman önemsememiş olsam da şimdi bu karanlık yüzün ardında nasıl bir caniliğin yattığını biliyorum.

Dün akşamüzeri evin önündeki çardakta oturup çayımızı içiyor ve her zamanki güzel sohbetlerimizden birini yapıyorduk. Aradan geçen sürede kesinlikle Zehra’le birlikte olmak için teşebbüs etmedim. Sanki aramızdaki bu büyülü şeyin, sözlerin ve anıların aktardığı hayallerin kaybolmasından korkuyordum.

Hava iyice kararıp eve girdiğimizde her şey normaldi. Diğer odaya gidip üstümü değiştirirken garip sesler duyduğumu sandım. Hızla odadan çıkıp Zehra’yı arayacakken biri kafama vurdu ve gözlerim kararırken üstüme olanca ağırlığıyla çöktü. Kendime geldiğimde kafamda korkunç bir ağrı vardı. Yan yatmıştım, ellerim ve ayaklarım arkamdan bağlıydı.

Page 28: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Hareket edemiyordum. Zehra biraz ilerde, yerde yatıyordu. Kara çehreli molla şalvarını sıyırmış ve güçlü darbelerle Zehra’yı sarsarken gözlerimin içine bakıyordu. Odanın içinde başka adamlar da vardı. Hepsinin yüzünde tuhaf bir gülümseme görüyordum. Bir tanesi uyandığımı anlayıp yanıma geldi. Arkadaşlarından birine bir şeyler söyleyip bana baktı. Sonra da suratıma sağlam bir tekme savurdu. Kendimden geçerken Zehra’nın tepkisiz gözleriyle karşılaştım tekrar. Tuhaf bir koyu gri renk görüşümü kapatırken mollanın vahşi homurtusunu duydum. Artık göremesem de dikleşen sırtı ile iyice yükselip Zehra’nın içine döllerini boşalttığını biliyordum.

Bu sahne sabaha kadar defalarca tekrarlandı. Her ayılmamda biraz daha dayak yiyerek bayıltılıyordum. Ve en sonunda evimizi basan köylüler o son, özel anın geldiğini haber verdiler bana. Ayılmam için üstüme boca ettikleri soğuk su yaralarımda korkunç sızılara sebep oldu. Ama bunları umursayacak durumda değildim. Beynim olan biteni anlamaya çalışmayı çok uzun zaman önce bıraktı. Şu an önemli olan tek şey Zehra’nın hayatı.

Köylüler çıplak bedenini kollarından tutup kaldırıyorlar ve ayakları yerden bir karış havada asılı halde beklerken molla odaya giriyor. Elinde tuhaf bir hançer var. Üstündeki cübbedeki işlemeleri tanıyorum. Ama bunlar gerçek değil, olsa olsa ustaca bir kopya olmalı. Bilge Kurt’ların, Udar’ların cübbelerinden birine benzetmeye çalışmışlar. Udar’ları biliyorlar mı? Adamın yüzü artık daha karanlık ve içindeki şeytanı iyice görebiliyorum. Elindeki hançer ise benim için bile yabancı. Bu adamlar ne yapıyorlar, diye düşünüyorum şaşkınlıkla. Ağzımı açıp bir şeyler söylemek isterken köylülerden birisi tekrar vuruyor suratıma vuruyor. Köylünün gözleri öfkeyle parıldıyor. Susmamı söylüyor. Tüm bakışlar üzerimde. Molla tuhaf ve çoğu uydurma sözlerden oluşan ilahisini mırıldanarak Zehra’ya doğru yürüyor.

Bütün bu olanların tek sebebi şarap olamaz.

Bıçağı Zehra’nın çıplak karnına saplıyor. Geniş bir yara açacak şekilde çeviriyor ve çıkarıyor. Kocaman açılmış gözlerinde garip bir dinginlik var. İlahiye devam ediyor ve bıçağı bu defa göğsüne saplıyor. Kalbi tutturamadığını biliyorum. Beceriksiz orospu çocuğu eziyet etmek için özel çaba gösteriyor. Sesi bu kez daha yüksekten çıkmaya başlıyor. En son ana geldik. Bıçak Zehra’nın ince boynuna dayanıyor ve derin bir yarık açacak şekilde hızla çekiliyor.

Zehra öyle bir şoktaki en ufak bir şekilde kıpırdanmıyor. Şoka giriyorum. Aklımı yitirmek üzereyim ve tuhaf şeyler düşünüyorum. Halinden memnun ve ölmek için her şeyi kabul etmiş halde olduğuna karar veriyorum.

Burada olanlar gerçek olamaz, diye düşünüyorum. Başka bir şey olmalı.

Kara suratlı molla bu defa bana dönüyor. Kurban edilemeyecek kadar zavallıyım. Başka bıçaklar ortaya çıkıyor ve üstümde herhangi bir etkisi olmayan küçük yaralar açıyorlar. Ölmeyeceğimi biliyorum. Ama bunu onlar bilmiyor. Ölü numarası yapıyorum. Yirmi bir

Page 29: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

yaşından beri bana öğrettikleri ne varsa onları düşünüp bildiklerime sarılıyorum. Ölmeyeceğim, ama molla bunu bilmiyor. Tek derdi ikimizi de ortadan kaldırmak.

Tekrar sabah oldu ve hiçbir şey olmamış gibi güneş tepelerin üstünde parıldıyor. Sabaha karşı evden çıkıyorlar ve geride bir nöbetçi bırakıyorlar. Başımızdaki adamın hava almak için dışarı çıkmasını bekliyorum. Sürünerek odanın bir kenarındaki eşyaların yanına gidiyorum. Ceketimin astarına dikilmiş küçük bir cep var. Onu kırık parmaklarım ve yamulmuş dişlerimle açıyorum. Küçük bir hap bu; her şeyi düzeltecek olan şey. Büronun kendi imalatı olan özel şeylerden. Hapı dişlerimin arasında ezerek yutmaya çalışıyorum. Canım yanıyor. İnanılmaz derecede canım yanıyor…

Hapın etkisini göstermesi birkaç dakika sürecek. Sonrasında ise her şey benim istediğim gibi gelişecek. Yüzüme eğreti bir gülümseme yerleşiyor. Adam tekrar odaya girdiğinde ise ayaklarımın üzerindeyim ve yaralarım iyileşmeye başladı bile.

* * *

Saatlerdir tepedeyim. Uzaktan aşağısını, küçük bağ evini görebiliyorum. Gelen giden yok. Zehra’nın mezarını kazarken güzel şeyleri düşünerek kendimi, aklımı kolluyorum. Bize öğrettikleri şeyler bunlar. Bana yapılan işkenceler önemsiz kalıyor karşımdaki sahneyi düşününce. Kendime hayret ediyorum. Cidden önemsemiş olabilir miyim O’na yaptıklarını? Hayatımı kan ve ölümden kazanıyorum. Daha kötülerini ben de yapmış olabilirim. İşlerimi düşünüyorum. Daha kötülerini ben de yaptım. Araba yanıma geldiğinde ise tamamen kendimdeyim.

Ama aynı şey değil, diyorum sakince. Buğra arabadan inerken bana gülümsüyor.

“Akşam pek iyi geçmedi galiba” diyor. Ellerimi üzerime silerken yırtılmış beyaz gömleği fark ediyorum. Tanrım, nasıl bir şok içindeyim. Gerçeklik geri geliyor. Buğra bir sigara uzatırken söyleniyor.

“Mehmet Emin Yalı ile aranda sadece 30 kilometre var. Seni hemen arama menzilinin dışına çıkarabilirim. Ya da gidip derdini Emin Yalı’ya anlatabilirsin. Seni dinleyeceğinden eminim. Ama sorun bu değil. Sorun sensin Cebo. Sen ne yapmak istiyorsun?”

Udar işkence tezgâhına ilk yattığımda yirmi yaşımdaydım. Dün geceden daha kötülerini gördüm, diye düşünüyorum. Sigaradan derin bir nefes çekiyorum. Kafamdaki sahnelerin yerini yenileri alıyor. Tabancam nerede acaba? Evden çıkarken etrafı aradığımı hatırlıyorum. Silahımı yanlarında götürmüş olmalılar.

“Ne yapacaksın, dias?” Buğra tekrar soruyor.

Page 30: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Buğra Çetin benim savaş ikizim, av kardeşimdir. Gözünü kırpmadan can alır, ne olduğunu anlamadan bir manga adamı mevtaya çevirir. Şu an son derece ciddi ve bana soruyor. Ne yapacağım?

Kaşım açılalı epey zaman olmuş sanırım, zira orada muazzam bir yanma hissediyorum. Eminim ki kocaman bir açık yara orada durup Buğra’ya gülümsüyordur. Vücudumun her yanında sinirler çalışmaya başladı. Kendime gelirken acı her yanımı sarıyor. Ama bu sorun değil. Zira beden nankör ve aptal bir makinedir. Ona hükmedebilirsen sadece söylediklerini yapacak kadar da sadıktır. Üstelik Büro’nun hapı iyileşmemi epey hızlandırıyor. Birkaç saate epey toparlamış olurum.

Şu an yapmam gereken tek şey kafamı toparlamak. Emin Baba, kızgın olduğunda aranıza sadece 30 kilometre koymak isteyeceğiniz bir adam değildir. Daha fazlasını hak eder; daha fazlasına layıktır. Buğra beni arama çemberinin dışına çıkarabilir. Sonrasında başımın çaresine bakarım. Buradaki gibi değil, gerçekten başımın çaresine bakarım.

Kız yüzünden oldu, diye düşünüyorum. Bu zamana kadar asla şimdiki gibi tedbirsiz davranmadım. Bozkırın ortasında silahsız, dövülmüş ve ezilmiş bir haldeyim. Resmi olarak ölüm tarafından takip ediliyorum ve avlanmam an meselesi.

Buğra yardım edebilir. Silah verebilir. Birden Cibril’i hatırlıyorum. Uğursuz kedi nerede? O olmadan gidemem. Kedi başka şeyleri de hatırlatıyor. Bedenim acı kartını masaya açarken beynim dayanıyor.

“Kaçmam gerekiyor. Ama gitmeye pek niyetim yok.”

Buğra kahkahayı patlatıyor.

“Cebrail Levi Atahan’ın halletmesi gereken kişisel sorunları mı var? Sonunda kız meselesine mi giriyoruz, birader?”

Buğra zor bir adamdır; aksi gibi de az konuşur. Şu an sarf ettiği cümle sayısı O’nun senelik kotası kadardır. Koluma giriyor. Sigaradan zoraki bir nefes daha çekiyorum. Beynim dumana sarılıp yuvarlanırken arabanın arkasına gidiyoruz.

“Kişisel bir şey değil, birader.” diyorum. “Yani bana attıkları her fiske için sözlü özür bile yeterli olur.” Başımla ilerdeki mezarı gösterirken Buğra bagajı açıp sarılıp rulo yapılmış deri bir çanta çıkarıyor. “Ama şuradaki çiçek için ücreti biraz yüksek tutmaya niyetliyim. Eh, insan her gün böyle nadide bir parçayı katletme zevkine ve şansına sahip olamıyor.”

“Belki de sana iyilik yaptılar,” diyor Buğra. Çantayı kaportanın üstüne yayıp ikiye katlanmış yatağanımı alıyorum. “kendine gelmende yardımcı oldular. Emin Baba yarın sabah burada olacaktır. Geldiğinde, kızın sıcacık kollarında uyukluyor olabilirdin.” Satır tok bir sesle açılıyor. Keskin tarafın karbon oranı yüksek, sırt tarafı ise fazladan birkaç kata sahip. Uçtaki ağırlık muazzam bir kesme gücü yaratıyor.

Page 31: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

“Belki de. Ama yine de bu çapulculara bir ders vermek lazım.” Birkaç sene öncesinde olsa mollayı Udar’lara büyük bir keyifle ve yüksek bir fiyattan satmak büyük bir keyif olurdu. Ama şu an işler daha karışık. Böyle ayarlamalar yapmaya vakit yok. “Bu dünyada iyiliğin cezasız kalmayacağını doğru ellerden öğrenmeleri fena olmaz.”

“Ben karışmıyorum.” diyor.

Büyük kalibreli bir tam otomatik tabancayı kontrol ederken söyleniyorum.

“Tabii ki karışmıyorsun. Sen arabayı sür, yeter.”

Son:

Saat akşam 10’a geliyor. Küçük köyün girişinde bir evin yanındayız. Ellerimi yıkamak için çeşmeye yürüyorum. Ahır kapısından sürünerek çıkmaya çalışan bir şey var. Molla’dan arta kalanlar orada; dizlerine turnike atılmış ve dizlerinden aşağısı özenle kesilmiş. Yüzünde bir sürü yara var. Göğsünde ise kocaman bir delik ve midesinde de ucu oyuk bir 45lik mermisi… Benim sanat eseri seviyesindeki bir işim. Kendini Udar müridi ve ölümsüzlüğe çok yakın sanan birisi için epey çığlık atıyor. Adam kan kaybına karşı ona verdiğimiz ilaçlar ve sayesinde halen hayatta. Ama midesi onu öldürecek. Şu an göğsündeki delikten nefes alıyor olması ise en son dert etmesi gereken şey. Hiçbir şey karın bölgesinden alınan kurşun yarası kadar can yakıcı ve uzun süreli öldüremez derler.

Kesinliğini bilmiyorum. Yani, doğrudan tecrübe etmedim. Ama genelde pek yanlış görünen bir durum değil. Yarım adam sürünerek kaçarken benim olduğum tarafa bakmamaya çalışıyor. Komik bir durum. Biri görmediğinde yok olan şeylerden değilim ben.

Köyün geri kalanında toplam on bir evi bastım. Kadınlar ve çoçuklar dâhil kırk sekiz kişi şu an benzer şekilde öldü ya da ölmeyi bekliyor, ölmek için dua ediyor.

Çeşmede ellerimi yıkarken tabancama bakıyorum. İlk yapıldığında gıcır gıcır bir Walther PP olan bu silah elimde epey bir değişiklik gördü. Söylediklerine göre bir zamanlar bu silahın sahibi Mehmet Kuzgun’muş. O’nun hakkında da bir sürü şey söylüyorlar ama ortak olan bir şey varsa o da adamın muazzam bir katil olduğu. Kendime bir idol olarak onu seçmedim. Sadece tabancası bende. Namlusunda adı yazan caninin bu silaha bir ruh kattığını düşünmüyor değilim, ama o kadar.

Köyün çıkışında Cibril bir anda ortaya çıkıyor. Köyde yaşayan kimse kalmadığından eminim. Bu ustaca bir saldırıydı; bize öğrettikleri, yapmamızı beynimize kazıdıkları gibi. Kirli, acımasız ve hızlı; geride fazla canlı bırakılmayan türden.

Buğra arabanın içinde beni bekliyor. Kedi ise çoktan arka koltuğa kurulmuş. Bu eski ama havalı görünen arabayı nerden bulduğunu soracakken vazgeçiyorum. Nasıl olsa tuhaf bir şeyler anlatacak ya da bana bakıp sadece sırıtacak.

Page 32: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

“Nereye?” diye soruyor gülümseyerek. Gözlerinde yaptığım işi takdir eden bir bakış var. Bugün, süt emen bebeklerin yanaklarını kesip eğreti bir gülümseme açtım yüzlerine; ciğerlerinden vurduğum anneleri kendi kanlarına boğulmuş halde izlediler.

Bütün akşamüstü, olmadıkları bir şey olmak için çabalayan ve kendileri gibi olmayanı yok etmek için çırpınan, güzel ya da çirkin demeden her şeyi berbat etmeye çalışan kirli bir insan genini öldürdüm. Bu bir tedavi gibiydi aslında. Eminim ki benzer başka köylerde, kasabalarda burada olanlar hakkında hikâyeler duyulacaktı. Başka Udar müritleri yalan yanlış ayinlerini yaparlarken hep bir gözleri arkalarında olacaktı. Bazı şeylerden çekineceklerdi. Bu bir tür ders gibiydi.

Burada olanlar gazetelere çıkmayacak tabii ki. Kimse gizli bir Udar mürit köyünden bahsetmek riskini almaz; sırlı şeyler ana haber bülteninde anlatılmaz. Bir cevap bulacaklardır bu küçük katliam için. Belki burada hiçbir zaman bir köy olmadığını söyleyecekler. Gazetelerin yarın ya da sonraki gün yazacaklarına da aldırmayın. Mesajı doğru okuyun ve gaddar olmayın, dedim onlara.

Buğra bunu biliyor. İşte saygı duyduğu şey bu. Yaptığım işe saygı duyuyor.

“Mehmet Emin Yalı’nın yanına dönüyoruz.” diyorum. “dönüyoruz” kelimesinin tınlamasını sevdiğinden eminim. “Emin Baba’ya bir özür borçluyum. Öksüzler Mezarlığı’ndan bu kadar uzakta sapkın bir Udar ini bulup temizlemiş olmak iyi bir affedilme sebebi olabilir.”

Page 33: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Küt – Demokan Atasoy

Benim lanet olasıca köpek dişlerim yok tamam mı? Doğuştan küt yaratılmış. Dişler de kafalar da küttür buralarda. Peder beyden geliyor, ona da babasından miras kalmış. Ebeveyn laneti diyelim. Her familyada vardır böyle bir iki aksaklık. Benim tahminim tarım toplumunun gururlu üyeleri olmamızdan kaynaklanan, evrimsel bir lanet bu. Atalarımızın yerleştiği bu topraklardan hiçbir yere kıpırdamamışız. Bu diyarın efsanevi verimliliğinden filan da değil hani! İmkânsızlıklardan, kısılıp kalmışız bu toprağa. Sırf patates yetişiyor buralarda. Belki bizler sırf patates yetiştirmişiz kendimizi bildik bileli ve kimseciklerin bir şey değiştirmeye hali yok. Patates yetiştiririz ve patates yeriz biz. Bunun için köpek dişine ihtiyaç da yok! Hiç olmamış.

Ticaretten de anlamaz bizim köylü. Ek, topla, ye. Ek, topla, ye. Yılda bir iki yabancıların yolu düşer buralara ya genelde kaybolduklarından. Art arda ekilecek bir bok olmadığından bu patates dediğin iki, üç yılda bir de aç kalırız buralarda ya alışmışız vesselam. Ama o zamanlarda bile yayar oturur köylü. Az hareket eder, az sevişir, az çocuk yaparız bizler. Ne artar ne azalır buralarda nüfus. Doğar, büyür, patates eker, patates toplar, patates yeriz sonra da ölür, tarlaların arkasındaki tepeliğe gömülürüz. Oralar fazla çakıllıktır. O yüzden oralara sırf kendimizi ekeriz. Onca gübreye inat çalı çırpı bile yetişmez bizim mezarlıkta. Aza tamah eder yaşar gider, çakıllıkta çürür gideriz işte. Ben de bu hayatı görmüş bu hayatı yaşıyordum. İçim daralırdı zaman zaman ya ne edersin? Öyle zamanlar mezarlığın ilersindeki koruya vururdum kendimi, yürürdüm. Ağacın gölgesindeki serinlikti benim mutluluğum.

Bunaltıcı bir mayıs öğleni yine korulukta dolanmış, bir ağacın altında soluklanıyordum. Anamın haşladığı patatesi kemirip yaprakların hışırtısını dinlerken hasadı bekliyordum. Bugün yarın dalacaktık tarlaya. Daha ne yapaydım? O ara içim geçti. Ben rüya görmem. Bizim buralarda kimseler görmez rüya müya. Hayalle işi yoktu köylünün. Tarlaya tırmığı vururken bir nefeslenir, kafayı kaldırdığında tepenin eteğindeki mezarlığı görürsün. Kararmış mezar taşlarına bakıp ne hayal edebilirsin ki? Tepenin ardını merak eden kimseyi bilmedim, ben de hiç merak etmedim. Aç insan sırf tokluğun hayalini kurar be! O yüzden kendimi yüksek bir uçurumun tepesinde bulunca nasıl şaşırdım anlatamam. Önümdeki manzara soluğumu kesiverdi. Bir iki adım geriledim korkuyla. Göğün yıldızları, ortasından koca bir su akan ovaya ışıl ışıl serilmiş gökteki dolunayın ışığını sönük bırakmıştı. Bu nasıl olabilirdi? Ağzım hayranlıkla açık kaldı. Gözlerim bu şaşırtıcı manzaraya alıştığında baktığımın devasa bir yerleşim yeri olduğunu fark ettim. Arada bir yolu köye düşen gezginlerin anlattığı şehirlerden birine bakıyor olabilir miydim? Oraya gitmek istedim birden. Öyle çok istedim ki içimi dolduran delice mutluluğa karşı koyamadım. Attım kendimi uçurumdan ovaya doğru. Mutluluk uçuracaktı beni. Şehre uçacaktım. Ama kanadım yoktu ki benim! Kuş değildim ki! Aman demeye kalmadan düşmeye başladım. Kayboldu tüm ışıltılar ve dipsiz bir kuyuydu şimdi çevremi saran ve düşüyordum. 16 yılın ardından bir pervane gibi ışığın büyüsüne kapılmış, atılmıştım. Ama ne ışık vardı şimdi ne de kanatlarım. Düşüyordum sadece ve ölecektim. Ölümü hissettim ilk defa biliyor musun? Kara bir mezar taşından fazlasıydı ölüm. Dipsizdi, karanlıktı… huzurluydu. Kollarına

Page 34: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

bıraktın mı kendini tamamdı. Ama… ama… Daha evlenecektim be ben! Bu hasadın ardından düğünüm vardı benim. Ölemezdim.

Bir gayret uyandım. Gece olmuş, hava serinlemişti. Serin ne demek, baharda yatmış kışa uyanmıştım. Tüm vücudum buz kesmişti. Ne olduğunu anlayamıyordum. Hayatımda hiç olmadığım kadar yorgundum. Parmağımı kıpırdatacak halim yoktu. Sağ koluma bir ağırlık binmiş, sağa sola kıvrılıyor, yüklendikçe yükleniyordu. Zor da olsa bir sallandım, ağırlık kıpırdanmayı bıraktı. Son bir çaba elimi atınca avucuma kıllı ve ıslak bir şeyler geldi. Koluma yapışmış kapkara yaratığın köz gibi yanan sarı gözlerini gördüm sonra. Bacaklarımın arasından ılık bir ıslaklık yayıldı. Ama o vahşi gözlerde de korkuyu gördüm. Nasırlı avuçlarım arasındaki karanlık, bir çırpınıp kurtulmaya çalıştı ya olmadı. Sıkıverdim yumruğumu, narin yaratık bir çıtırtıyla elimde kaldı. Sesi bile çıkmamıştı. Tüylerim diken diken oldu. Savurup atıverdim gevşek bedeni. Başım dönüyordu. İşte o ara acıyı fark ettim. Dirseğimin üzerinde bir nokta sızım sızım sızlıyordu. Elimi nereye atsam bir ıslaklık geliyordu. “Ana” diyecektim ya halim yoktu. O ara yine içim geçti.

Tekrar kendime geldiğimde evdeydim. Anam alnıma ıslak bezi koymuş, başımda salınıp güneş duasını okuyordu. Gözlerim aralanınca uzanıp sıkı sıkı bir sarıldı bana. Öptü, öptü kokladı. “Oğlum” dedi. “Oğlum”

Dediklerine göre ben eve dönmeyince anam köyü ayağa kaldırmış. Köylü koruda bulmuş beni. Taşımış yatağıma yatırmışlar. Kafamı biraz toplayınca yaratığı da sordum ya kimseler bir şey görmemiş. Boş boş baktılar bana. Her yerlerime kan sıçramış ya o kadar kanı akıtacak yara görmemişler. Sızlayan dirseğimin üzerindeki ufacık ısırığın da o kadar kanayacağına kimseler ikna olmadı. Beni dişleyen o kapkara, kıllı yaratığa da inanmadı, güldü geçti köylü. “El kadar hayvanattan ne zarar gelir, oğul?” dedi anam. Ben de uzatmadım. Halim yoktu zaten. Uzun uzun yattım, dinlendim. Köylünün işi de başından aşkındı, hasat muhabbetleri arasında koruda yaşadıklarım kısa sürede önemini yitirdi gitti. Bir ara Servi geldi, ziyarete. Tedirginlikle gülümsedi bana. “Geçmiş olsun” dedi çekingen ses tonuyla gelinim. Gözlerini yerden kaldırmazdı. Ama “Sağ ol” deyince gülümsedi çarıklarına. O da çok korkmuştu başıma kötü bir şey gelecek diye. Tabii bunu annem demişti bana. Düğüne ne kalmıştı ki? Kötü şey dediği de çakıllığa gömülmek anlamınaydı bizim buralarda. Sanki o gece yaşadıklarım iyi bir şeymiş gibi! Kızdım bunu duyunca için için ya uzatmadım, halim yoktu.

Rüyalar da peşimi bırakmadı o günden sonra. Hayali şehrin manzarası ışıl ışıl içimi aydınlatıyordu o zamanlar ve kendimi zorlayıp duruyordum artık uçurumun kenarında. Düşmek istemiyordum o karanlık kuyuya. Bazı günler ise koruluktaki o korkutucu geceye döndüğüm de oluyordu tabii. Kâbuslarımda içimi o çaresiz yorgunluk hissi dolduruyordu.

Muhtar meşhur patates birasından bir fıçıyı hemen bizim eve göndermişti. “Bembeyaz olmuşsun oğul, iç, kan yapar” demişti anam. Sadece yattım, yedim, içtim birkaç hafta. Ayaklanacak kadar toparlanmıştım ya gündüz hiç kalkasım gelmiyordu. Güneş vurdu mu yatağa, çekiveriyordum perdeleri. Kor gibi yakıyordu yaz güneşi. Akşam serinliği iyi geliyor, çıkıp avluya oturuyordum geceleri. O zamanlarda da içim kavruluyordu. Ama susuzluğumu

Page 35: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

ne kana kana içtiğim su ne de bir testide kuyuya sarkıttığım buz gibi bira gideriyordu. Ne yesem kusar oldum bir süre sonra. İyileşeceğime kötüye gidiyordum sanki. Hekim bizim evden çıkmaz olmuştu. Kolumdaki ısırık da bir türlü iyileşmiyor, ince ince yanıyordu. Ne merhem bana mısın dedi ne de günde üç-beş kere, öğüre öğüre içirdikleri iksirler.

Derken bir gün anam dikildi başıma, “Yetti oğul” dedi. “Kalk” dedi, “İyisin”. Çaresizlik vardı gözlerinde. Ananın hatırı kırılır mı? Sallana sallana doğruldum. “Gel” dedi, takip ettim. Akşam kahvesine Serviler’e gittik. Anamın zoru, muhtarın desteğiyle düğün gününü belirledik. Servi’nin gönlü bendeydi, gözü hastalık mastalık görmüyordu ya babasını ikna etmek zor oldu doğrusu. Bu bir ayağı çukurda oğlancığa kız mı verilirdi? Bence adam haklıydı ya muhtarın ısrarına dayanamadı. Verdi kızı.

Sonrası düğün dernek, davul zurna. Bir neşe bir eğlence. Köylüye oynamak için sebep gerek. Bir ben, bir de Servi’nin babası oynamadı düğünümde. Ben oynayamadım daha doğrusu. Bir iki omuzladı arkadaşlar ya sonunda baktılar benim bacaklarda derman yok, koydular beni testi gibi dizilmiş yaşlıların yanında bir iskemleye. Geceyi zor ettim.

İte kaka soktular bizi gerdeğe de sırtım döşek gördü. Tam “Oh!” diyeceğim, o da ne? Servi soyunmuş dökünmüş atıldı. Hop yatakta hop kucakta. Ben de hal var mı soran yok! Neyse ki benim ufaklık, 16 yaş heyecanıyla her an göreve hazır ayakta. Gerisini Servi’ye bıraktım gitti. Tam o sıra işte, Servi beni öper koklarken ben de onun kokusunu aldım. Çiçek bahçesi gibi tatlı kokuyordu karım. Bir ara yanaşınca ben de öptüm onu, Amanın, kadınım bal gibi tatlı. Neredeyse bir aydır süren halsizlik yerini çırılçıplak bir hırsa bıraktı. Yüklendim, aldım altıma. Bir haylaz çığlık ki Servi’den çıkan evlere şenlik. Başladım öpmeye koklamaya ya doyulmuyor. Karım, bildiğin, tadından yenmiyor. Yumuldum nar dudaklara emdikçe emdim, emdikçe emdim. Arzu dolu nâmeler ne ara acı dolu bir kıvranmaya dönüştü ayıramadım. Zaten umrumda da değildi. Açtım ulan! Açtım. Karım değil mi? İster sever, ister döver, istersem de yerim!

“Çarşaf, çarşaf” tezahüratıyla, serildiğim gerdeğimizde kendime geldim. Gülümseyip karıma baktım. Daha doğrusu, onca haftanın açlığı ardından Servi’den geriye kalanlara. Dışarıdaki tezahürat hız kesmeksizin sürüyordu. “Çarşaf, çarşaf” Doğrulup tülün arasından sızan dolunayın beyaz ışığını yüzümde hissettim. Normalde sabahı beklemek gerekirdi çarşafı asmak için ya köylü kafayı çekmiş aklı sıra eğleniyordu benimle. Ama önemli değildi. İlk seferim olduğundan ve sırf patates öğütmek için evrilmiş küt dişlerimin yetersizliğinden, Servi’min kanı ak çarşafın yarısını kara bir kızıla boyamıştı zaten. Çarşafı sıyırıp pencereden salladığımda tezahürat önce kahkahalara, sonra sessizliğe dönüştü. Köylünün sessizliğinde korkunun tuzlu kokusunu aldım. Hâlâ açtım. Gülümsedim, atıldım. Dişlerimin gıcırtısı altında kıvranan köylünün çığlığı tüm geceyi doldurdu. Küt dişlerimle muhtarın gırtlağını parçalamaya çabalarken o ilk rüyamı hatırladım. Köyde kaç kişi vardı ki? Oysa ben açtım, çok açtım. Artık rüyalarımın şehrine gitmenin zamanı gelmişti de geçiyordu bile. Yalnız bu patates dişlerim konusunda bir şey yapmam lazımdı. Karnımı doyururken çok gürültü oluyordu.

Page 36: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Dah’oin – Işın Beril Tetik

Kan isteyecektir demişler; kan, kan ister.

William Shakespeare

Onlar sürüydü. En basit tarifiyle…

Onlar şiddete aç, öfke dolu ve korku ile beslenen, ilk çağlarda bile daha ilkeli görülmemiş kan sürüsüydü. Birlikte koşar, birlikte uyur, birlikte avlanır ve birlikte beslenirlerdi.

Avlarını belirledikleri o tılsımlı an, bıçak keskinliğindeki kahkahalarının duyulduğu ender anlardan biriydi. Sesleri, en dayanıklı kulakların bile duymak istemeyeceği kadar acıtan, yırtan, kanatan dikenli teller gibiydi. O sesleri duyduğunuzda, sizi neyin beklediğini bilirdiniz…

Ebrah, sürünün başı, güçlü, gururlu ve acımasız… Bebek güzelliğindeki yüzüne ve ay ışığında kutsal bir ışık salarcasına parlayan altın saçlarına bakıp aldanan kim bilir kaç masum ruh, onun sonsuz karanlığında kaybolmuş, kaç saf kan onun iştahlı şapırtılar çıkartan kızıl dudaklarıyla kirletilip lekelenmişti?

Sorsanız, o bile hatırlayamayacaktı. Sürünün yüzyıllar süren kanlı avları, yüz binleri, belki de milyonları öğütmüştü keskin dişlerinin arasında…

Gecenin göğsünde parlayan dolunayın dokunamadığı, gölgelerle dolu bahçede sürüsü ile beyaz, yepyeni evi gözleyen kapkara obsidyen gözleri, açlığın ateşiyle çakmak çakmak olmuş, sürüsünün huzursuzluğuna aldırmadan, iştahla pencere önündeki iki silueti izliyordu.

“Daha ne kadar bekleyeceğiz? Acıktım!” diye huysuzlanan çocuksu ses, sürü başının delici bakışlarını hızla ondan yana çevirmesi ile kesiliverdi.

“Sabırlı ol çocuk! Avın en güzel yanı, beklemek ve uygun anda senin olanı almaktır.” diye hırsla söylenen Ebrah, henüz daha yüz yaşını bile tamamlayamamış olan İnnidu’ya evi işaret etti.

“Onları neyin beklediğini bilmiyorlar. Şu an onların bildiği tek şey yaşıyor oldukları. Gelmiş geçmiş en iyi avlardan bile daha hayat dolu ve canlılar. Geçirdikleri her saniye onlar için en parıltılı, şaşalı mücevherlerden bile daha değerli… Onlar ölümü kandırabilmek, çelme takabilmek için her dakika bir nefes daha alıyorlar. Onlar çok özel, çok nadir…”

“Anladıysam ne olayım!” diyen grubun asi çocuğu Dimakte, serseri görünüşünü tamamlayan yamuk sırıtışıyla omuzlarını silkti. “Alt tarafı damarlarında iştahımızı kabartacak kadar kan barındıran iki hatun. Bunun neresi o kadar özel?” derken bir yandan pençe gibi kıvrık parmaklarının her zaman karmakarışık bıraktığı kıvırcık saçlarının

Page 37: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

içinden geçirmeye çalışıyordu. Ve her zamanki gibi parmakları taranmamaktan iyice birbirine girmiş düğümlere takılıp kendi canını acıttı.

Ebrah, tekrar evin dışarıdan görünen büyük camın önündeki kanepede oturup hiçbir şeyden habersiz neşeyle sohbet eden ikiliye sakin bir şekilde baktı.

“Onların kanı, aynı zamanda onları öldüren şey. Damarlarında dolaşan lâl, bedenlerini zehirliyor ve her gün onları ölüme biraz daha yaklaştırıyor.”

“İyi de bu bizim için de kötü haber demek olmuyor mu, Usta? Neden zehirli iki karıyı yemek isteyeyim?”

Ebrah, şeytanı bile utandıracak bir sırıtışla, sürüde her zaman mantığın sesi olan Ahnenantan’a çevirdi kısılmış dolu gözlerini.

“Oh! Ama bu yiyeceğin en lezzetli yemek olacak, benim zeki dostum.” Süresini hatırlamadığı varlığı boyunca yoldaşı olan Ahnenantan’ın bile bilmediği bir şeyi yakalamış olmak, onu zevkten dört köşe ediyordu.

Eve doğru dönerek zarif, şeffaf denecek kadar beyaz işaret parmağı ile kızları gösterdi.

“Onlar sadece kendileri için zehirli, bizim için ise müthiş bir ziyafetin konukları olacaklar. Epeydir takip ediyorum onları, dün doktorları onlara mucizevi bir şekilde ikisine de uygun iliğin bulunduğunu haber verdi.”

İnnundu bebek mavisi gözlerini şaşkınlıkla açarak sürü başının bakışlarını takip ederek pencere kenarındaki sohbetleri devam eden, yirmili yaşlarının başlarındaki iki kıza baktı. Yeryüzünün görebileceği en masum yüze uyan minik dudaklarını büzerek hayretle söylendi.

“Lösemi! Onlar lösemi mi?”

“Şaka yapıyorsun? Bunun bizim için neden bu kadar önemli olduğunu açıkçası ben de anlamış değilim, sürü başı, nedenin konusunda beni kaybettiğini söylemeden geçemeyeceğim.”

Ebrah omuzlarını silkerek evi gözlemeye devam etti. Sürünün diğer bir üyesi olan Ussando, bilgeliği ve aynı zamanda insan duygularını anlayabilmesi ile sürü için çok özeldi. Sadece on- on iki yaşında görünmesine rağmen, Ebrah onun kendisinden çok daha yaşlı olduğundan emindi. Onun sempati yeteneği sayesinde, avlarının can verirken hissettiği her şeyi hissederek sürüyle paylaşabiliyorlardı. Sadece, her zamanki gibi, avlarının seçilme nedenini ona kabullendirmek gerekiyordu.

Ebrah içini çekerek döndü ve sürüsünün ortasında durarak, kolunu uzattı ve eğilerek elini Ussando’nun zayıf, küçük omzuna koydu.

Page 38: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

“Sonsuz kere dostum, sürümün kıymetlisi, Ussando; onlar yaşamları için kimsenin tahmin edemediği bir güçle büyük bir savaşı kazanmaya çalışıyorlar. Damarlarındaki kan ne kadar zehirli olsa da, aynı zamanda gittikçe büyüyen, genişleyen ve güçlenen müthiş bir yaşam enerjisi taşıyarak onlara umut veriyor. Onların bir damla kanı, bizim damarlarımızda dolaşan binlerce avın kanından daha canlı.”

Seçilmelerindeki gerekçe her ne kadar uygun görünse de Ussando’nun ikna olmadığı zümrüt yeşili gözlerinden belliydi.

“İyi de uygun ilik bulunduğundan bahsetmedin mi? Gerçekten yaşama şansı olan iki canı neden alalım? Sürünün kuralı belli değil midir, sevgili? Yaşama şansı olana dokunan Dah’oen, sonsuza kadar çığlıklar arasında, canı avladığı her canın toplamından daha fazla acıyarak, dipsiz karanlığa düşmeyecek midir? Bizi bekleyen sonu bile bile neden onları canımıza katalım?” diyen Ahnenantan’ın yakışıklı esmer yüzü endişeyle buruşmuş, dev cüssesine rağmen, tereddüt sanki onu küçültmüştü.

Ebrah, Buda’yı bile kıskandıracak sakin bir gülümsemeyle tüm varlığı ile sevdiği yoldaşına baktı.

“O da benim küçük bir hilem, sevgili Nantan, o ilikler ne yazık ki bulunamadı. Sahte bir doktorun sesinden duyulan küçücük bir yalan, avı daha zevkli ve değerli kıldı. Sanırım şimdi ne demek istediğimi anlamışsındır.”

“Yüce Dah adına, harikasın, Usta!” diyen Dimakte ellerini birbirine sürtüştürerek, dilini iştahla keskin, sivri dişlerinde dolaştırdı.

Ebrah, sürünün ikna olduğunu anlamıştı. Sırıtması genişleyerek neşesi tüm yüzünü kapladı. Kurnazdı, tilkiyi ağlatacak kadar kurnazdı hem de…

“Oyun başlasın!” diyen Ebrah, bahçedeki salkımlı ağacın oluşturduğu gölgeden çıkarak kararlı adımlarla çimenlerden geçerek evin dış kapısına yürüdü. Sürü, transa geçmiş gibi uygun büyüklükteki adımlarla onun kararlı adımlarını takip ederken Ussando, kısa yürüyüşleri boyunca sürüyü birbirine bağlıyor, onları neredeyse tek beden haline getiriyordu. O kısacık süre içinde benlikleri bir bütün haline gelmiş, artık acı veren iştahları ve içlerinde yanan kızgın av ateşi büyüyerek düşüncelerini tek bir şeye odaklamıştı.

Sürünün eli zile dokundu. Gecenin sessizliğinde yankılanan sahte kuş sesleri susmadan kapı açıldı.

Kapıda duran incecik esmer kız kapılarında duranların ne olduğunu kavrayamamış bir şekilde bakakalmıştı. İçerden arkadaşının meraklı sesi duyulduğunda, kız transtan çıkarak gözleri neredeyse yüzünü kaplayacak kadar büyüdü.

Karşısında duran beş yüzün ifadesi birbirinin tamamen aynıydı; Derin bir açlık ile gerilmiş suratlar, kızları neyin beklediğini şüphe bırakmayacak şekilde açıklıyordu.

Page 39: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Esmer kız çığlık atarak kapıyı kapamaya çalıştığında, ağzında patlayan yumruk ile havada yükselerek arkasındaki duvarda asılı giriş aynasına çarparak yere kapaklandı. Holde beliren sarışın kız, inanmaz gözlerle bir arkadaşına bir gelenlere bakarken, anlamsız seslerle mırıldanıyordu.

“Alara, kaç!!!” Esmer kızın sesi ağzını dolduran kan ile boğuklaşmışsa da mesaj açıktı.

Sarışın kız arkasını dönerek evin içine daldı. İnnidu, istekli gözlerle sürü başına baktı, yalvarır gibi bir inleme çıkardı.

Ebrah esmer kıza doğru eğilip yüzünü çelik gibi ellerle kendine doğru kaldırırken, “Senindir, İnundu, yalnız sadece yakala ve getir. Kanları kanlarımıza karışırken hep birlikte olmalıyız.”

İnnundu hevesle başını sallayarak ikiletmeden kızın ardından evin içinde kayboldu. Ebrah ise hiç güç sarf etmeden esmer kızı saçlarından yakalayarak yukarı, parmaklarının ucuna kaldırdı. Dipsiz iki delik gibi duran gözlerini kızın dehşete düşmüş kara gözlerine dikti. Kızın gittikçe yoğunlaşan korkusunu burnuna çekerek sürüsüne aktardı. O incecik damarlarda çılgınca dolaşmaya başlayan kanının sesi, sürünün bütün olmuş benliğinde çınlıyordu.

Kız çırpınmaya başladığında Ebrah onu havada tutarak kayar adımlarla salona taşıdı. Kızı yere bıraktığında sürü, çevresinde çember oluşturacak şekilde dizilirken, avın diğer yarısı ile her an gelmesi beklenen İnnindu için bir boşluk bırakılmıştı.

Ortalarındaki kız kaçmaya yeltendiği her seferinde sürünün bir üyesine tosluyor ve geri düşüyordu. Onu geri iten pençeler, her seferinde derisinden bir parça koparıyor, her seferinde onu daha da büyüyen bir acı denizinin ortasına çekiyordu.

İnnindu kolları arasında beyhude çırpınışlarla kurtulmaya çalışan sarışın kızla salona girdiğinde diğer dört baş aynı anda dönüp avlarının diğer yarısına sabırsız bir istekle baktılar. İnnindu, muzaffer bir edayla çemberin içine katılıp çırpınan kızı arkadaşının yanına attığında, esmer kız yaşamak için son umut kırıntısının da yok olup gittiğini bilen bir avın acılı çığlığı ile arkadaşına sarıldı. İki beden, tir tir titreyerek ve tepelerinde dikilen canavarların yüzlere yalvarırcasına bakarak sürekli aynı şeyi tekrarlayıp duruyorlardı.

“Lütfen!!! Lütfen…”

Sürü, el ele tutuştu. Gözler kapandı. Başlar arkaya düşerek, keskin dişlerin uzayarak açtığı ağızlardan ortak bir zafer çığlığı yankılandı. Çığlıkla birlikte bedenlerinin üzerini kaplayan giysiler kaybolmuş, doğdukları yaratıktan oldukları günkü gibi çırılçıplak kalmışlardı.

Bir an sonra pençeler, avlarının giysilerini yırtıyor, parçaları önemsizce oraya buraya fırlatıyor, tene ve onun altındaki ete, o çok nadide kana ulaşmaya çalışıyordu.

Page 40: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Sipsivri tırnaklar etleri yardı, damarları doğradı, tendonları parçaladı. Kan, neşe ile yüzlerin ve bedenlerini yıkarken, çıkardıkları iştahlı seslerle ağızlarını açarak havaya saçılan her bir damlacığı dilleri ile yakalamaya çalışıyorlardı.

Tenleri kaslarından ayrılırken ağızlarından çıkan imkânsız acı çığlıkların içinde kaybolmuş iki kızın paramparça bedenleri, hayatta kalmak için inat eder gibi seğiriyor, kopan her parçayla zıplıyor, nabız gibi atıyordu.

Her seğirişte, her çırpınışta kan koyulaşıyor, daha lezzetli ve kıvamlı hale geliyordu. Sürü, çiğnediği her kanlı parçayla daha da acıkıyordu. İçlerini kaplayan, bütün olmuş benliklerini cayır cayır yakan susuzluk ateşi ile kanlı ağızları açığa çıkmış, serbest kalmış elektrik telleri gibi kanın akışıyla bir o yana bir bu yana savrulan damarları yakalayıp ağızlarına alıyor, şiddetli bir güçle emerek kurutuyorlardı.

Sürünün neşe ve kahkahalarla sürdürdüğü kanlı seremoninin bir yerinde kızların artık akıl barındırmayan acı çığlıkları kısılarak susmuştu. Sürü aldırmadan beslenmeye devam etti. Kemikler kalana kadar etler sıyrıldı, kaslar yırtıldı, sinirler ayıklandı…

Kan her yerdeydi. Sürüyü kızıl bir örtüyle kaplamış, salonun loş ışığı altında lâldan bir mücevher gibi parlıyor, çıplak bedenlerde yanardöner ışık oyunu yapıyordu.

Uzun bir süre sonra güçlü çiğneme ve yutkunma sesleri azaldığında, sürünün ortasında kanlı kemiklerin oluşturduğu bir yığın kalmıştı. Yığının bir zamanlar iki yaşayan, soluk alan insan olduğunu kanıtlayan tek şey, halının emdiği soğuyup ağırlaşan katran kıvamındaki kan gölüne yapışan esmer ve sarışın saç yığınlarıydı.

Sürü beslenmesini tamamen bitirdiğinde el ele tutuşarak kalktı ve evin arkasına, banyoya doğru yöneldi. Küçücük küvete doluşan beş kanlı beden, elden ele dolaşan duşun altında kıpırdanıyor, üstlerindeki kızıl mücevherden kalan artıklar suyla birlikte banyo giderinde koyu girdaplar oluşturarak gözden kayboluyorken, hafif titremelerle, ilahi bir şarkının ritmine uyarcasına salınıyorlardı.

Gözleri kapalı, düşünceleri sakindi. Doymuşlardı. Her anlamda…

Birkaç saat sonra, güneş dağların arasında yüzünü gösterirken mabetlerinin kapısından giren sürü, konuşmadan tapınma odasına, yaşlı Dah’ın dinlenme yerine yönelmişlerdi.

Sevgili, yaşlı anaları Dah, sürünün damarlarında dolanan ve geçen her dakika ile iyice işlenen o saf enerjiden faydalanmak için onları bekliyordu.

Devasa bronz kapının önünde durduklarında, henüz ayrışmamış olan benlikleri ile her av sonrası hissettikleri o yoğun mutluluğu büyüterek iyice genişlettiler… Dah için

Page 41: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

benliklerinde yer açıyor, onu da çılgın neşelerine katmak için bağlarını uygun hale getiriyorlardı.

Huzurla içlerini çekerek devasa kapıların tokmaklarını tutarak iki yana açtılar ve kayarcasına içeri, odanın tam ortasında kurulu, koyu karanlığın tam ortasında, nereden geldiği belli olmayan ışık huzmelerinde aydınlanan yatağa yaklaştılar.

Kan rengi kadife örtülerin ve kocaman yastıklarla bezeli gümüş yatağın ortasında bağdaş kurarak oturmuş yaşlı beden, her zamankinin aksine, kamburu çıkmış ve bezgin bir şekilde duruyordu. Uzunluğu ile tüm odayı kaplayan bembeyaz saçların kısa bir tutamı öne eğilmiş başından yüzüne dökülmüş, kırışıklarla dolu ifadesini saklıyordu.

Ebrah şaşkınlıkla duraksayınca, sürü de onunla birlikte durdu.

“Sorun nedir yaşlı kişi? Mutluluğunu ve enerjisini paylaşmaya gelen sürüsünü her zaman sevgiyle ve gururla karşılayan Dah’ı bu kadar üzen nedir?”

Buruş buruş, şeffaf denecek kadar beyaz yüz, doğrularak karşısında endişeyle duran sürü başına baktı. Süt gibi mavi tabakaların ardından bakan kızlılığı belli belirsiz belli olan üzgün bakışlar Ebrah’ın gözlerine dikildi. Sonsuz kere yaşlı bu gözlerde hüzün ve mağlubiyet vardı.

“Yaklaş Dah’ın sürüsü,” diye seslendi derin ve titrek ses.

Sürü yavaşça yatağın yanına yaklaştı, yatağın üstünde durduğu mihraba oturarak umutla Dah’a baktı.

“Bugün Dah’ın çocukları büyük bir suç işledi.”

Ebrah ve diğerlerinin yüzlerindeki yeni beslenmenin oluşturduğu pembelik bir anda yerini mavimsi bir griliğe bırakmıştı.

“Ama yaşlı efendim, biz…”

Neredeyse sadece kemik kalmış ince pençe kalkarak sürü başını susturdu.

“Yaşam şansı olan, asla alınmaması gereken bir hediyedir. Dah oğlu Ebrah, sen ve sürün size ilk olarak öğretilen ilk yasayı çiğnediniz!” Dah’ın hırıltılı sesi yükselerek tiz bir çığlık halini aldı.

Sürünün tüm üyeleri suçlama karşısında utançla başlarını eğerlerken Ebrah, sıçrayarak yerinden fırladı ve Dah’ın kemikli pençelerine sarılarak yüzünü alışık olduğu o küf kokulu saçlara sürdü.

Page 42: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

“Ana, onların şansı yoktu, ölüm onları çok geç olmadan nasılsa alacaktı. Biz yasa çiğnemedik, sözüm olsun ki çiğnemedik!”

Ebrah’ın titreyen ellerinden sıyrılan bir pençe, altın saçlı başını okşarken bir yandan da hafif bir sesle, ama tüm sürünün duyabileceği bir kararlılıkla mırıldanıyordu.

“Sana sürünü verirken, onların sonsuz güvenini ve sevgisini de verdim, oğul. Sana avını dürüst ve onurlu bir şekilde alman gerektiğini öğütleyerek emanet ettim onları sana. Ölümleri ne kadar kanlı, korku dolu ve acılı olursa olsun, dürüstçe talep edilen av, Dah’ı onurlandırır. Yaşam enerjisi ise onun ve oğullarının varlığını sağlar.”

Ebrah gözlerinden süzülen kanlı yaşlarla yıkanan soluk yüzünü Dah’ın merhametle bakan gözlerine kaldırdı.

“Onurlu ve dürüst şekilde aldım avımı, ana. Yanlış bir şey yapmadım...”

Dah buğulu gözlerini odanın karanlığında kalmış bir köşeye dikerek kederle gülümsedi.

“Dah’oen Ebrah, sen o telefonu edip, yalan da olsa, onlara bir yaşam şansı verdin. Avlarınızı talep ettiğinizde, o iki kız, yaşamak için bir şansları olduğunu düşündükleri için iyileşmeye başlamışlardı bile.”

Kapkara gözleri şokla açılan Ebrah, sürüsünün hayret ve korkuyla iç çekmesine aldırmadan, kavrayamadığı bu bilginin ne anlama geldiğini Dah’ın anlayışla bakan gözlerinde aradı.

Dah pençesini oğlunun eline hafifçe vurarak, “İnsanoğlunun yaşam enerjisinin ne kadar güçlü olabileceğini onları yaratan tanrılar bile anlayabilmiş değil, oğul. Yarattıkları ırklar arasında mucizelerin gerçekleştiği tek ırk insan’dır. Mucizeleri bir tek insan ırkı yaratabilir. Onları hafife almaman konusunda sizi defalarca uyarmıştım.”

Ebrah, ne yaptığının farkına vardığında arkasını dönerek, sürüsüne, gözlerinden kanlı yaşlar akan yüzlere baktı. Varlığına duyduğu sınır tanımaz güven ile kızları kandırdığı o an kendini ve sürüsünü öldürmüştü.

Yataktan uzaklaşarak sürüsünün yanına gidip aralarına çömelip oturdu. Sürü el ele tutuşarak, başları önde onlara kesilecek cezanın kulaklarında yankılanmasını beklediler.

Dah içini çekerek hafifçe yatakta doğruldu. Pençelerini birleştirerek, kaderlerini duymayı bekleyen sürüye baktı.

“Tüm yaratılanların içinde en değerli kan, insan kanıdır Dah’oen. Yaşama şansı olmayan avdır. Onurla ve dürüstçe talep edilmeli, enerjisi ve neşesi sürüden olanlarla paylaşılmalıdır. Sürü bunun için vardır. Sürü birlikte var olur, birlikte yok olur Dah’oen.”

Page 43: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Kederle başını öne eğerek mırıltılı bir sesle devam etti.

“Onurla ve dürüstçe talep edilmeyen kan, kan ister.”

Sözleri bittiğinde odanın karanlığını masmavi enerji şimşekleri doldururken, sürünün kulaklarında yankılanan iki çığlık, yükselerek havada titreşmeye başladı.

Şimşeklerin aydınlattığı karanlık köşede iki siluet belirdi. Dokunulmamış, saf ve sağlıklı iki genç kız. Biri esmer, biri sarışın. Üzerlerindeki incecik beyaz giysiler odadaki hava akışı ile dalgalanırken, sürü korku dolu gözlerle, üzerlerine dikilmiş iki çift masum göze baktı.

Kızlar el ele, havada yüzer gibi sürüye yaklaştı. Sürünün biraz uzağında duraksayarak, başlarını rüyada gibi Dah’a çevirdiler.

Artık, Dah’ın gözlerinden de kanlı gözyaşları süzülüyordu. İç çekerek ağlarken, titrekçe eliyle sürüyü işaret ederek başını salladı.

Kızlar, hafifçe başlarını eğerek yüz yüze döndüler ve birbirlerini bellerinden tutarak başlarını arkaya attılar, daha önce yeryüzünde hiçbir canlının duymadığı bir çığlıkla yıkadılar odayı.

Çığlık giderek büyüyerek dalgalar halinde odayı kaplarken, sürünün her bir üyesi diğerine sarılmış ağlaşıyordu.

Giysiler sürüdeki bedenlerden kayıp gitti. Çığlık gittikçe yükselirken derilerin altındaki damarlar şişti, patladı, kan derinin altında yayılarak ilerledi.

Etler yarıldı, kan özgürlüğüne kavuşarak odanın bembeyaz mermerine yayıldı. Bedenlerinden akan her bir damla kan ile sürü söndü, eridi ve en nihayetinde bembeyaz mermerin üzeride koca bir kan gölünden başka bir şey kalmadı.

Kan, bir an titreşti, dalgalandı. Kızlar çığlıklarına son vererek alınlarını birbirlerine dayayıp gözlerini kapattılar.

Kan, silkindi. Sonra, adeta canlı bir yılanın kıvraklığıyla yerde ilerlemeye, kızlara doğru süzülmeye başladı. Elbiselerinin ucuna değen ilk damla ile kan elbiselere tırmanarak bembeyaz kumaşı kırmızının parlak rengi ile kaplamaya başladı.

Son beyaz tutam da kızıl yaşama boyandığında, yerde bir damla bile kan kalmamıştı.

Kızlar alınlarını birbirlerinden ayırarak hafifçe Dah’a doğru döndüler. Lâl rengi giysileri ve artık obsidyen karası olan beklenti dolu gözlerle yaşlı kişiye baktılar.

Dah, zorla yataktan kalkarak mihraptan indi ve kemikli zayıf, çıplak ayakları ile bembeyaz mermerde yürüyerek kızların yanına geldi.

Page 44: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Pençelerini her iki kızın koluna koyarak gülümsedi.

“Dah’oin. Hoş geldin.”

* * *

Dah = Lâl Tanrıça Dah’oen = Dah’tan doğan oğul Dah’oin = Dah’tan doğan kız

Page 45: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Yatalak – Umut Dülger

Haykırış Doktor odaya girdiğinde nedense içimi bir ümit kapladı. “Sonunda bu lanet yerden kurtulacağım” diye geçirdim içimden. Ancak onun da tıpkı diğerleri gibi ümitlerimi yıkma hızı takdire şayandı. Beni götürdükleri bu kaçıncı doktor, artık hatırlamıyorum. Kapalı kapılar ardından bizimkilerle yapılan konuşmalar dışında duyduklarım hep ümit vericiydi. Ta ki “tıbbın çaresiz kaldığının” anlaşıldığı o ana dek. Sonuç olarak yeni bir hastane ve yeni bir doktor ile olan serüvenim başlıyordu her seferinde. Ancak bu sefer son olacaktı. Zira ailemin yorulduğunu hissediyordum. Ben bu olanlara “yapamadığım” için tepki gösteremiyordum ama onlar duygularını bir ihtimal hissediyorumdur diye bana belli etmemek için en az benim kadar hissiz davranıyorlardı. Başaramıyorlardı. Bu kadar gizem yeter, başıma ne geldiğinden bahsedeyim biraz da. Ben, bizzat, kendim çevresinde sevilen -öyle olduğunu sanan-, yerinde duramayan, kültürlü, atletik, uzun lafın kısası popüler bir insan evladı idim. O gün yine bir partiye katılmak üzere arabam ile yol alırken bir kaza geçirdim. Sanırım biraz hızlı idim çünkü sadece kaza geçirdiğimi biliyorum. O da bana söyledikleri için. O kısım halen karanlık. Söylediklerine göre beni çıkardıkları arabadan çıkmış olmam hayatta kalmamdan daha büyük bir mucize imiş. Her neyse, sonuçta buradayız ve biri bana sorsa ve daha iyisi ben eğer cevap verebilecek olsam sanırım o arabadan çıkmamayı tercih ederdim. Kimileriniz bana kızıyor olabilir. Sonuçta hayat güzel bir şey, kim tarafından nasıl verildiyse verilsin yaşanması, tadı çıkarılması gerekir. Haklısınız ama inanın böylesinin adı hayat değil. Bir yatakta yatıyorum ve bir sürü elektronik tıbbi cihazdan vücudumun çeşitli yerlerine kablolar bağlı, vücudumun hiçbir yerini hissedemiyorum. Daha kötüsü geliyor, sıkı durun. Gözlerim açık ve asla kapatamıyorum. Popüler bir insan olarak kimseye belli etmediğim, bahsini bile açmadığım bir sırrımı vereyim. Karanlıktan çok ama çok korkarım. Önceki yaşamımda geceleri yalnız yaşadığım evimde uyurken zaman ayarlı ışığım ve televizyonum olmadan asla uyuyamazdım. Onlar ben tatlı uykuma daldıktan kısa bir sure sonra uyumaya programlanmış yoldaşlarımdı. Ama şimdi istediğim halde karanlıkta gözlerim açık bir şekilde, türlü hayaller kurarak ve korkarak sabahı sabah ediyorum. Kimsenin bilmediği ve şimdiki yaşamıma ait sırrım ise doktorların bile fark edemediği bir durum. Onlar beyin ölümümün gerçekleştiğini söylediler. Ben bunu nasıl mı biliyorum? Evet, beyin ölümüm sizce de gerçekleşmiş olabilir mi ben bunca şey bilirken? Bence de olamaz. Doktorlar “beynimde elektriksel bir aktivite olmadığını ve her ne kadar etik olarak karşı olduklarını” söyleseler de; acıklı gözlerle bana bakarak aileme ötenazi teklifinde bulunduklarını duydum. Evet, çevremde olan biteni görebildiğim gibi duyabiliyorum da. Ama bedenim bunu belli etmemek için elinden geleni yapıyor.

Page 46: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Yukarıdaki satırlarda da okuduğunuz gibi aslında doktorlarla hemfikirim. Bu şekilde yaşamak yetersiz bir tabir olsa da ağır geliyor. Bazı faydaları olmadı değil, ziyaretime gelen birkaç dostumun hakkımdaki gerçek duygularını öğrendim. Hoşuma gitmediler. O güzel hemşirenin genç doktorla nasıl olsa yan yataktaki hastanın dünya ile iletişimi yok diyerek sevişmeleri, gerçekleşen fantezilerimden biri oldu. Her ne kadar içerisinde bulunamasam da. Okumanızın başlarında bahsettiğim doktor az önce odayı terk etti ve şu an annem bana yaşlı gözlerle bakıyor. Ama benden vazgeçmediğini gözlerinden anlayabiliyorum. O iri mavi gözleri tek evladını bırakabilecek kararlılıkla bakmıyor. “Bırak beni anne, gideyim” diyorum ama tabii ki beni duymuyor. Şimdi de hissetmediğimi bile bile elime sarıldı. Burada yatarken geçirdiğim süre zarfında birçok şeye hasret duydum ama hiçbiri annemin elimi tutarken hissettirdiklerinin yerini tutamaz. O benden vazgeçmeyecek benim hayatımdan vazgeçtiğim gibi… Karanlık Karanlık ile ilgili korkularımdan bahsetmiştim. Korku filmlerini de çok sevmem ama izlerim gündüz vakti. Genelde çoğu klişedir ve ne zaman nerede sizi korkutacağını iyi bilirsiniz. O nedenle o anlarda gözlerinizi kapatarak, parmaklarınızın arasından ekranın yarısından bakarak o sahneyi atlatmayı seçersiniz. Korkmak istersiniz aslında ama içgüdüleriniz kendinizi korumayı seçer. Geceleri artık film izlerken bahsettiğim gibi kendimi savunamıyorum. Ara sıra hissiz bedenim hiç hareket etmediği halde sanırım yorgun düşüyor ve uyuyorum. Zira oda iyice kararıyor ve artık hiçbir şey görmez duymaz oluyorum. Ancak gözlerimin kapanmadığına, alaycı bir şekilde açık kaldıklarına eminim. Bu kısa anlar dışında hayal gücüm ve karanlık ile baş başayım. Duyduğum her ses parçası bana doğru yaklaşan bir düşmanın adımları gibi geliyor. Kimi zaman bu düşman hayalimde bir cin, bir başka tekinsiz yaratık, kimi zaman ise bir katil oluveriyor. Açıkçası buna bir son vermesi için bir katilin odamı ziyaret edip işini tamamlamasını isterdim ama olmuyor ve görünüş o ki; uzun bir süre de olmayacak. Bir de gölgeler var tabii. Şekil değiştiren, hayal gücüme amansızca hükmeden, hızlı ve acımasız gölgeler. Her seferinde beni korkutmayı başarıyorlar. Zaman kavramım kalmamış olsa da dolunay çıktığında korku filmlerdekinin aksine içime bir neşe doluyor. Eskiden okuduğum bir kitaptaki eski inanışlardan biri aklıma geliyor. Dolunay çıktığı zaman, modern toplumdakinin aksine, o dönemlerde bilumum gece yaratığının ortadan kaybolduğunu okumuştum. O yüzden Ay’a tapan, ona saygı duyan, onun için övgü dolu şiirler, mısralar yazanlar bile vardı. O nedenle bir gün tekrar kurt adamlarla dolu filmler izlersem gülüp geçeceğim sanırım. Bir de karanlık içerisinde duyduğum konuşmalar var. Ancak bunlar hayal gücümde var etmediğim, birkaç ses parçasını birleştirip yaratmadığım şeyler. Bunlar hastane koridorlarında duyduğum fısıltılar. O kadar kötü şeyler barındırıyorlar ki; korktuğum onca

Page 47: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

varlıktan daha çok korkuyorum insanlardan. Karanlıktaki ve kimsenin duymadığını düşündükleri anlardaki insanlar kadar ürpertici ve sinsi bir varlık sanırım henüz dünyaya gelmedi. Yapılan planlar, dedikodular, iftiralar… Bencillik, hırs ve hiçbir kurgu ürününde göremeyeceğimiz kadar saf kötülük barındıran fısıltılar. Hatırlarken bile iğreniyorum. Kısacası; kapanmayan gözler, keskinleşen kulaklar ve çaresiz bir beden ile karanlığın hükümdarlığında geçirdiğim zaman hiç de kısa sürmüyor. Belki bir gün hepsini anlatırım ama gelelim asıl meselemize. Yeni yaşamımı değiştiren o geceye. Ziyaretçiler Hayır, uzaylılar gelmedi ziyaretime. Onlara inanmıyorum zaten, bu kadar güçlü olup da bir başka gezegende yaşayan varlıklara bu kadar kayıtsız kalabilecek canlılara inanasım gelmiyor nedense. Bizim dünyayı ne kadar kısa bir zamanda inceleyip tükettiğimizi düşünürsek hele ki, iyice yalan geliyor bu uzaylılar. Her neyse, zaten onlar değildi dediğim gibi. Bir gece yine hayal gücüm oyunlar oynarken ve benimle eğlenirken birden ortalık sessizleşti. Sanki tüm hastane terk edilmişti. Başucumda duran elektronik cihazları dahi duymuyordum. Bir an için yine uyuduğumu sandım ama hayır, görüyordum, sadece ses yoktu bulunduğum ortamda. Ardından odamın kapısının altından sızan ışığın duvara yansımasında bazı hareketler oldu. Ayak sesi olmayan gölgeler geçti ardı ardına, sonra yeniden, tekrar tekrar oldu. Duyabilmeyi, neler olup bittiğini öğrenmeyi hiç bu kadar istememiştim. Şu an duyabilsem kalp monitörümün çıldırdığına yemin edebilirdim. Göğüs kafesimden fırlayacak gibi atıyordu kalbim heyecandan. Karanlığın yarattığı korkuya belirsizliğin ki ekleniyordu -ki aslında ikisi aynı şeydi. Sonra o gölgeler odamın kapısında durdular. Kestikleri ışıktan anladığım kadarı ile üç taneydiler. Odamın kapısı açılmadı, açılsa da şu an duymadığım diğer sesler gibi duymazdım belki ama şu an tamamen kör olmaları için her şeyimi verebileceğim -neyim varsa ?- gözlerim olan biteni görüyordu. Kapının altından birer bulut gibi sızdı üç gölge ve ardından pek bir şeye benzetemesem de şekillerini aldılar. Birer hayal olmalarını isterdim açıkçası. İnsansıydılar. Kolları bacakları vardı ama o yüzleri… Hatırlarken bile ürperiyorum. Gözleri akıyor gibiydi, sanki yuvalarından çıkarılmışlar ama ufak bir parça et onları orada tutuyor gibiydi. Kıpkırmızı gözlerinin gözbebekleri yoktu. Vücutları sanki sürekli olarak hareket eden bozuk bir televizyondaki görüntü gibiydi. Karanlıktan daha karanlık, baktıkça insanı içine çeken bir görüntü… Bu karanlık vücuttan sızan birer sivri ışık hüzmesi gibi duran pençeler ve sivri dişleri görüntüyü tamamlıyordu. Kulaklarımın yeniden çalışmaya başladığı o ana, yani konuşmaya başladıkları o ana dek görmediğim gece mavisi uzun dilleri de onları tamamlıyordu. Sanki hiçbir şey yapamayacağı biliyorlarmışçasına üçü de üstüme çullandılar. Gerçi sağlıklı bir insan evladı bu görüntü karşısında en az benim kadar çaresiz kalacaktır. Biri karanlık

Page 48: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

bedeni ile tam göğsümün üstündeki, diğeri hemen arkasında yerini alıp bacaklarımın üstündeki, sonuncusu da başucumdaki yerini aldılar. Üçü de keyifli keyifli sırıtıyor, güçlerinin ve zaferlerinin farkında bir mağruriyetle bana bakıyorlardı. İçlerinden göğsümde oturan konuşmaya başladı. Gece mavisi dili her kelimesinde yüzümü yalar gibiydi. “Nasıl, rahat mısın?” İlk cümlesi karanlığı yırtan bir çığlık gibi geldi kulağıma. Tıslama ile karışık bir çığlık. Yeniden duyabilmenin sevinci ile karışan korkunun vücudumda yarattığı adrenalin patlaması ile titrek bir sesle “evet” dediğimi duydum sanki. Aylar sonra vücudumun bir parçası, dudaklarım kımıldamış mıydı? “Tabii ki hayır” dedi göğsümde oturan musibet ve ekledi “Bizimle konuşan bedenin değil ruhun, aklın”. Sevincimi büyük bir keyifle kursağımda bırakmıştı. Gözlerimin içine bakarak devam etti, “Ağzın yüzün lâl olmuş bir şekilde başka nasıl konuşabilirsin ki?”. Düşünmemi sağlamak için mi sormuştu gerçekten, yoksa sırf durumumu belirtmek mi istemişti anlamadım ama cevap vermemi beklememişti. “Zebun Usta’nın şarabından, lâl şarabından tattın ve onun tadına varan artık sadece biz ve bizim gibilerle konuşabilir. İnsanoğlu artık sadece bir yabancı senin için. Yeni hayatında bizler varız. Kazaya gelince, şarabın bir yan etkisi, daha doğrusu siz insanoğlunun zayıflığı” diye hikâyesini, hikâyemi anlatmaya başladı. Hafızamdaki karanlık aydınlanmaya başladı gecenin yaratıklarının karanlığına rağmen. “Hatırlamaya başlıyor” dedi başucumdaki. Zebun Usta? Şarap? Evet, evet... Şimdi açıklığa kavuşuyordu bazı şeyler. Kazadan hemen önce o müthiş lezzetten tatmıştım. Sanki dilime yeniden o şarabın tadı gelmişti. Tabii eğer tadını aldığım tepemdeki yaratığın dilinden akan salyalardan biri değilse... Çok aramıştım bu şarabı. Şehrin altını üstüne getirmiştim. Neden böyle bir saplantı yaşamıştım hatırlamıyorum ama sonunda Zebun Usta’nın şarabını satan o ufak dükkânı bulduğumu hatırlıyorum. Büyük bir sevinç yaşamıştım o an. Hatırlıyorum, sonra o dükkânı aynı yerde bulamadığımı da… Beklemişlerdi, aklımdan geçen o düşüncelerin birer birer akıp gitmesini… Belli ki hepsini kaçırmadan okuyabiliyor ve kaydedebiliyorlardı. İğrenç görünüyor ve şu an bunu aklımdan geçirmemle bunu da öğreniyor olabilirlerdi ama müthiş güçlere sahiptiler. Korkum biraz da şu ana kadar bana bir şey yapmamış olmalarının cesareti ile saygıya dönüşmeye başlamıştı. Artık daha fazla beklemeyeceklerini anladığımda bu üç karanlık varlık üstüme iyice çöktü. Bedenim hissetmese de ruhum adeta eziliyordu. Göğsümde oturan yine konuşmaya başlayarak “Zebun Usta’nın Lâl şarabını içenin ağzı yüzü lâl olur. Bir daha konuşamaz, ne şekil ise o şekil kalır. Bu şarabı sana biz içirdik, sana telkinde bulunduk. Işığın ve sesin seni koruduğunu, uykunun zihnini koruduğunu düşündüğün anlarda gelip biz fısıldadık aklına ve ruhuna. Sen de gidip buldun ve şu an buradasın”, dedi. Bunları söylerken sarsılmaz bir gerçeği ifade ettiği belliydi. “Peki niye,” diye aklımdan geçirdim. Hemen cevap verdi; “Bundan sonra sen bizim sesimiz olacaksın, efendimizin emirlerini insanoğluna ileteceksin. Hemen havaya girme, peygamber falan değilsin. Kendini bir mektup olarak düşün. Ya da imzasız bir not ama okunduğunda kimden geldiği anlaşılan”, dedi ve ekledi “Başlangıcını hatırlamadığımız zamandan beri insanoğluna efendimizin mesajlarını iletmek için çabalıyoruz. Onlarla direkt olarak konuşamıyoruz, bunun için çeşitli yöntemler denedik. Sonunda Zebun Usta, Lâl şarabını yaptı. İnsanoğlunun bizlerle konuşabilmesini sağlayan

Page 49: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

mucizeyi. Ama kusurları yok değildi. En önemlisi içen insanoğlu artık bizimle konuşabiliyor ama artık kendi türü ile konuşamıyordu,” dedi ve sanırım kıs kıs güldü. Espri yapmıştı sanırım. Devam etti; “Biz de o yüzden farklı bir yöntem bulduk. Lâl şarabını içen kişiye efendimizin emirlerini anlatıyoruz ve onun düşünceleri ile harmanlayıp bir başka faniye yazdırıyoruz. Tıpkı şu an senin düşüncelerini yazdığını bilmeden heyecanla muhteşem bir hikâye yazdığını sanan adam gibi”. Yine gülümsemişti, bu sefer görmüştüm onca karanlığına rağmen. “Son olarak”, diye başladı. “Son olarak bir sorunumuz daha olduğunu fark ettik. Ağzı yüzü lâl olsa da bir insanoğlu hayatına devam edebiliyordu. Bu da onunla sürekli iletişime geçmemize imkân vermiyordu. Tam bu noktada sen ve türünüzün şaraba olan zafiyeti devreye girdi. Lâl şarabının etki etmesi için bir bardak içmek yeterken sen bütün bir şişeyi devirdin. Sonuç ortada”, diye bitirdi. Bu seferki gülümsemesi beni kızdırmıştı fakat daha da eğlendiği apaçıktı. Aptallığım yüzünden burada olduğumu yüzüme vurmuştu. Doktorlar bile anlamamıştı bu durumu. Adeta zehirlenmiştim, açgözlülüğüm ve kendine güvenim de bulunduğum durumu daha kalıcı hale getirmişti. Belli ki artık bu üçlü ile uzun geceler geçirecektim ve daha da sinir bozucu olan bu lanet olasıcalar şu an tüm düşündüklerimi biliyorlardı. “Peki şimdi ne olacak?” diye sordum hissizce. Kabullendiğimi anlamışlardı. “Yaşayacaksın, en büyük korkunla yüzleşerek geceler boyu yaşayacaksın. Gündüzlerin seni öldürsünler diye baktığın seni görmeyen, duymayan, anlamayan insanoğlu ile geçecek. Karanlığın sardığı her gece bizler seninle yaşamının en uzun gecelerini paylaşmak için burada olacağız. Tabii kitaplarda okuduğun bir gerçek var -ki bunu huzur bulasın diye söylemiyorum- dolunay çıktığı geceler huzur bulacaksın. Ama sanma ki ruhunu tamir etmeye yetecek bu huzur. O yüzden kabullenmeye ek olarak alışmaya da başlasan iyi olur. Bundan sonra insanoğluna efendimizin yazacağı bir mektup olacaksın. Düşünebilen, onların penceresinden bakıp yorumlayabilen bir mektup”, diye yanıtladı sorumu ve ardından gün ışığının odama dolduğunu gördüm. Gitmişlerdi. İçimi bir sevinç kapladı şüphenin gölgesi ile. Gördüklerim gerçek miydi yoksa hayal gücüm yine benimle alay mı etmişti? Sevincim bir sonraki, ondan sonraki, daha sonraki, aylar ve yıllar sonraki geceler giderek söndü. Ziyaretçilerim gelmeye devam ettiler ve ediyorlar. Ben ise halen yaşıyorum, halen…

Page 50: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Yazarlar

Koray Günyaşar

1984 yılında İstanbul'da doğdu. Kuşağındaki hemen herkes gibi okuma yazmayı Susam Sokağı'ndan öğrendikten sonra ansiklopediler ve yemek kitapları dahil evde eline geçirdiği hemen her şeyi okudu. Evdekileri bitirince satılan her kitabı yüzsüzce okumak istedi. İsteğini gerçekleştirmek için hala didinmekte ve isteğini yerine getirmekte olan kredi kartının taksitlerine para yetiştirmeye çalışmaktadır.

Kartvizitinde çok şey yazıp aslında hiç bir şey olmayan adamlardan birine dönüşmekten korkan bu kişi, halen Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü'nde okumakta, Kan Güncesi ve Gölge Dergisi'nde öykü yazmak suretiyle okuma aşkını yazmakla aldatmaktadır.

Demokan Atasoy

1973 yılında Ankara'da doğdu. Önce Kolej'den sonra da her nedense Bilkent Turizm'den mezun oldu.

Ankaralı olmasına ragmen 10 yıla yakın İstanbul'da sinema sektöründe serbest olarak çalıştı. Dansediyor. Şu anda özel bir televizyonda yönetmenlik yapmakta. Hayalbaz Forum'u yönetti ama yaşı ilerlediğinden olsa gerek aidatını yatırmayı unuttuğu için proje rafa kalktı.

Yola inanıyor. Öykü anlatma yolunda neler yapmadı ki: Sahne tozuna bulandı, kimsenin uğramayacağını bile bile kısa filmler çekti ve hâlâ da akıllanmadı. Çekecek.

Jules Verne Bilimkurgu ve Fantastik Kurgu Öykü Yarışmasında dereceye giren öyküsü 'Kuzey Yıldızı Üçlemesi' Hayalgücünün Merkezine Seyahat adlı seçkide yayımlandı.

Işın Beril Tetik

1 Eylül 1970 tarihinde, Edinburgh - İngiltere'de doğdu. İlköğrenimini İzmit'te ve orta öğrenimini İstanbul'da tamamladıktan sonra; 1993 yılında, İngiltere'deki Isle College of Art'dan Moda Desinatörü olarak mezun oldu. Mezuniyetinin ardından tekrar İstanbul'a dönüp özel bir tekstil firmasında Müşteri Temsilcisi olarak çalışmaya başladı. Üç buçuk sene Moda-Tekstil alanında çalıştıktan sonra, yoğun strese dayanamayarak iş değiştirmeye karar verdi ve 1998 yılından beri Yönetici Asistanlığı yapıyor.

Küçüklüğünden beri kitaplara, şiir ve hikaye yazmaya merak duymasına rağmen, uzun yıllarını sıkı bir okuyucu olarak geçirdi. 2001 senesinde bir yaz günü "Neden Olmasın?" diye başladığı yazma serüveni, 2003 yılında Fantastikkurgu.com adlı sitenin hazırladığı yarışmada aldığı ikincilikle desteklenince hız kazandı. 2003-2004 yılı İthaki Jules Verne Bilim Kurgu ve Fantastik Kurgu Hikaye Yarışması'nda, Fantastik Kurgu dalında aldığı

Page 51: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

birincilik, kurduğu hayalleri kağıda dökmesinin doğruluğuna dair ikinci bir işaretti. O zamandan beri hiç durmaksızın yazıyor. En büyük ilham perisinin, onu yazmaya teşvik eden ve desteğini hiç esirgemeyen eşinin olduğunu söylüyor.

Fantastik Kurgu'nun yanı sıra, Korku ve Gerilim de yazmaktan hoşlanıyor. Araştırma yapmayı, yeni şeyler öğrenmeyi ve bunları toparlayıp yazdığı hikayelere işlemeyi seviyor. Bir süre Fanasturk.com adlı Fantezi Edebiyat sitesinde ve Doğaüstü/Paranormal araştırmalar üzerinde yoğunlaşmış olan Gizemli.org adlı sitede editörlük yaptı. Şu anda ise can dostlarından oluşan bir ekiple birlikte Kanguncesi.com ve Gölge dergisinin gizemli koridorlarında dolaşarak Alt Kültür Edebiyatı'nın renkliliğini tecrübe etmekte.

Ayşegül Nergis

01.08.1981 tarihinde Çanakkale'de doğdu. 2003 yılında Marmara Üniversitesi İngilizce Öğretmenliğinden mezun oldu. Mezuniyetinden sonra eğitim bilimlerine dair çeviriler yapmaya başladı. Halen Marmara Üniversitesi'nde Yüksek Lisans yapmaktadır.

Yazmaya olan tutkusu, sıkı bir bilimkurgu takipçisi olduğu üniversite yıllarında başladı. 2004 yılında İthaki Jules Verne Hikaye Yarışması'nda bilimkurgu dalında birincilik kazandı. Yaşam boyu yazmaya devam etme kararını kesinleştirmesine neden olan bu olaydan beri durmadan okuyor ve yazıyor.

Galip Dursun

1 Ekim 1980'de, İstanbul'da doğdu. Ailenin en küçük çocuğuydu. Birinci sınıfta en son kurdelayı o aldı; ama ilkokul, ortaokul ve liseyi birincilikle bitirdi. Marmara Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümü'nden 2001 yılında mezun oldu.

Yazmaya, 1994 yılında, sıkça görüdüğü kabuslarını, Kan Güncesi adını verdiği günlükte kaleme alarak başladı. Kan Güncesi'nin sayfalarından yola çıkarak ilk dizisini yazmaya koyulduğunda on altı yaşındaydı. Üniversiteye girene kadar öykü yazmaya devam etti. Sonrasında yazmaya iki yıl ara vererek "daha normal" bir yaşam sürdürme kararı aldı. Çok eğlenceli geçen iki yılın sonunda Kan Güncesi'nin "Melekler" ve "Şehre Giriş" bölümlerini yeniden yazarak karanlık dünyasına geri döndü.

Artık "'940" adını verdiği başka bir seri üzerinde çalışıyor ve Korku, Gerilim türlerinde öyküler yazarak Alternatif Edebiyat'a hizmet ettiğini sanıyor. Yapmaya çalıştığı şeylerin hepsini ona anlatanın sadece hayalgücü olduğuna inanmak gibi kötü saplantıları var.

Kan Güncesi ve Gölge Dergisi'ni yayına hazırlıyor, öyküler yazıyor, grafik yaratıyor. Birçok şeyle aynı anda uğraşmak bazen hiçbir şey üretememesine neden olsa da her şey bittiğinde geriye bahsedilecek bir sürü ürün bırakacağından emin. Pek fazla iyi alışkanlığı yok; karşıdan karşıya geçerken yola bakmayı ve motosiklete binmeyi sever.

Page 52: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Bahsi geçen süper kahramanlık işlerini icra ederken kullandığı kostümü üzerinde yokken bir teknoloji şirketinde Web Uzmanı ve Grafiker olarak çalışıyor.

Biraz karışık biri. Her zaman da öyle oldu.

Ali Kamil YENİAY

1980'nin 13 Ekim günü İstanbul'da hayata gözlerini açtı. Bir Televizyon çocuğu olarak geçirdiği yılların hayatını nasıl değiştireceğinin henüz farkında değildi. Gültepe Meslek Lisesi'nin bilgisayar atölyesinin tozunu yuttuğu yılların hayat hakkında öğrettikleri ve okuduğu korku eserlerinin etkisiyle ruhundaki karanlık büyüdü. Marmara Üniversitesi'nde okuduğu yıllarda önce Tolkien ile, sonra RPG ile tanıştı ve hayatı tamamen tepetaklak oldu.

RPG ile beraber oyun oynatmak için hikayeler yazmaya başladı. Zaten geniş olan hayalgücü gittikçe büyüdü ve büyüdü. Lise yıllarında yaşadığı hayat savaşı onda savaşla ilgili büyük bir merak ve saygı uyandırdığından Dünya tarihinde olan tüm savaşlar hakkında bilgi toplamaya ve bunları okumaya başladı. Bu esnada okumaya devam ettiği Korku, Fantastik Kurgu ve Bilim Kurgu eserleri ile hayalgücünü beslemeye devam ederken, hâlâ devam ettiği RPG hikayeleri ile kendisine hiç vakit ayıramıyordu.

Çocukluğundan beri maketlere olan ilgisi, savaş merakı ve Fantastik Kurgu hayranlığının birleştiği Warhammer ile tanışması önündeki yılları ipotek altına alıyordu.Çeşitli yerlerde Warhammer ile ilgili yazılar yazdı. Bilgisayar oyunları ile uğraştı ve bu sırada hiç umulmadık bir şey oldu ve bu konuda kendinden daha deneyimli ve çok sevdiği birisi ondan bir hikaye istedi. Kendisine teslim ettiği hikayenin aldığı güzel tepki ile içindeki yazarı uyandırdı. Şu sıralar yazmaya çalıştığı, mevcut olan batı etkisindeki fantazyanın tersine, doğu kültürü ile harmanlaşmış fantastik eserin çalışmalarını yapmakta.

Onu Grimm Darkness kişiliği ile, elinde bir içki bardağı, bir savaş hikayesi anlatırken görmeniz gayet normaldir.

Vuslat Taş

14 Ocak 1986'da, İstanbul'da doğdu. Esmer tenli klasik bir Türk ailesinin kızıl saçlı, çekik gözlü küçük kızıydı. Bu yüzden uzun zaman boyunca, bir Türk Atasözü sayılabilecek "Seni bebekken çingenelerden aldık..." sözüne inanıp üzüntü duydu.

Ruh hastası bir ilkokul öğretmeni yüzünden eğitim-öğretim hayatı bulmaca çözüp müzik dinleyerek geçti. 12 yaşında Rüzgar Gibi Geçti, 13'ünde Pardayanlar'ı okumasının etkisiyle iyice karışmış bir zihne ve 8.0 derece miyop gözlere sahip olarak büyüdü.

Tiyatro sahnesindeki ilk alkışını alması Üsküdar Anadolu Lisesi'nin 7. sınıfında okurken yazdığı 5 sayfalık oyunla olmuştur. Yunan Mitolojisi'ndeki Altın Elma hikayesini

Page 53: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

oyunlaştırdığı çalışmada aynı zamanda yönetmenlik de yapmıştır. Sonrasında tiyatroya bir oyuncu olarak devam eder.

Hayatında yaptığı en istikrarlı uğraş olan tiyatro, üniversitede bu sanat üzerine okumak yönünde tercih yapmasına neden olmuştur. Halen İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünde okumakta, 7 yıldır tiyatroya yönetmen ve oyuncu olarak devam etmektedir.

Gölge ekibinin, yazmayan ve inatla yazamayan tek üyesi olup dergide Redaktör ve editör olarak görev yapmaktadır.

Umut Dülger

1 Ekim 1980 tarihinde dünyaya gözlerini açtı. Ölüm tehlikesinin de içinde bulunduğu bir dizi şanssızlık atlattıktan sonra yaşamına devam etme şansına erişti. Başarılı bir ilköğretim dönemi geçirdi ve suçiçeği olduğu halde kırmızı kurdela almayı başararak bir ilke imza attı.

Ardından üniversiteyi gözden çıkararak babasının oyununa geldi ve Endüstri Meslek Lisesi sınavında Elektronik Bölümü kazanmayı beklerken Bilgisayar Bölümü kazandı. Çok öncesinden başlayan okuma ve yazma merakı burada doruğa ulaştı ve eline ne geçerse okumaya başladı. Ardından gelen dedektif hikayeleri yazma denemeleri kapalı birer kutu olarak kalsalar da ilginç denemelerdi.

Sonra bir arkadaşının tavsiyesi ile Conan ile tanıştı. İşte o an hayatı değişti. Hem hikayeler hem de çizimler onu büyülemişti. Çalışma hayatına da başlamasının ardından gelen maddi destek ile Conan çizgi romanları almaya ve okumaya başladı.

Ardından Fantastik Edebiyat ile tanıştı ve ilgisini oldukça çekti. İçinde biriken hayalgücünün sınırlarının aslında ne kadar geniş olabileceğini öğrendi. Fantastik Edebiyat ile ilgilenen insanların oluşturduğu çeşitli sitelerle ilgilenmeye, tartışmalara katılmaya başladı. Sonra birgün Işın Beril Tetik'in ısrarı ile Kanguncesi.com sitesinin bir toplantısına katıldı ve kadim dostu Galip Dursun ile tanıştı.

Gerek Galip Dursun ile, gerek Gölge'nin diğer kadim yazarları ile sohbetleri esnasında yazım ve edebiyat hakkındaki ufku iyice genişledi ve sonunda Gölge'nin sayfaları arasındaki yerini aldı.

Page 54: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Arşiv

Gölge #1 - DÜŞ

Konseptimiz sonraki sayılar da daha da belirginleşeceği üzere KORKU, GERİLİM, DELİLİK (pyscho kelimesinin en uygun dönüşümünün bu olduğu kanaatindeyim) üzerine öyküler yazmak, yayınlamak, bu türlerin gelişimine kendi bünyemiz ve çevremize etki suretiyle yardımcı olmaktır.

devamı

Gölge #2 - DİRİLİŞ

Kırık dökük "Düş"lerimizin peşinden koşmaktansa, yeniden var olabilmek için "Diriliş"i gerçekleştirmeye karar verdiğimiz bir sayıyla karşınızdayız. İnandık ki; maktûle zamanın içinde yok olmak değil de, kayıplarının hesabını sormak yakışırdı.

Bunun için geri döndük. Özetle; paranoyalarımızla bölündük, bir başkasını katlederek içimizdekini büyüttük, gömüldüğümüz mezardan toprağımız

kurumadan ayrıldık, bir şekilde kaybolduğumuz yerden hayata yeniden karıştık.

devamı

Gölge #3 - MASAL

Fabl'ların sevimli yaratıklarını nasırlı parmak uçlarımızla sevip yeni nesil Got-Punk vampirlerin, anlaşılamamış Cadûların ibret vermekten uzak öykülerini anlattık.

Nefesimizin yettiğince onların huzur bozucu davetlerini kabul edip gittik, gördük ve yazdık.

devamı

Gölge #4 - SUÇ

Fakat Gölge'de işler biraz daha farklılaştı bu sayıda. Biz artık sadece adamları öldürmüyoruz; onların suçlarını da inceliyoruz.

Page 55: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Acaba gerçekten çağdaşımız olması muhtemel bu insan örneklemeleri suçlu mudur? Ya da katilleri ele alalım. En ilahisinden, en kötücülüne kadar hepsi bir devinimin bir parçası, kaotik bir neslin kendince ürettiği ve dikte kabul etmez bir yansıma olamaz mı?

devamı

Gölge #5 - PREMATÜRE DÜŞLER

Kendi ellerimizle dokuyup yataklarımızın başuçlarına astığımız düş kapanlarımıza takılan kabuslarımızla, yitip gitmelerinden korktuğumuz -düş kapanlarının başuçlarımızda yer almasının asıl nedeni- düşlerimizle, Gölge birinci yılını doldurmuşken, karşınıza ilk çıktığında bir bebeğin saflığından, masumiyetinden ve bihaberliğinden ne kadar uzaktıysa; ilk sayısından itibaren beşinci ve ikinci yılının ilk sayısıyla yine aynı şekilde karşınıza çıksın istedik.

Düş yorgunu zihinlerimizin eserlerini birer düş hekimi edasıyla kanlı ellerimizle yerlerinden söküyor ve beğeninize sunuyoruz.

devamı

Gölge #6 - BESLENMEK

"Beslenmek" bir eylem ve doğanın gerçekleştirilmesi zorunlu, sıradan kanunlarından sadece biri. Doğum ve ölüm arasındaki bağlantı noktası belki de.

O halde bu kavramın içinde bulunduğu sıradanlığı bir defa daha düşünmeyi mi; yoksa sözlükte karşımıza çıkan ilk anlamıyla hatırlayıp sıradan bir karın doyurma eylemi olarak görmeyi mi tercih edersiniz?

devamı

Gölge #7 - T-SHOCK

Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman adi ve ucuz, kimi zam an hayli uçuk. Bizi tarif edebilecek pek çok sıfat düşünmeme rağmen hiçbirinde karar kılamadım. Sanırım biz hepsi ve hiçbiriyiz. Bunları boş geçelim. Şimdi size ufak bir şok yaşatmak üzereyiz. Bizden sürekli zihinleri bükmemizi, karanlıkları dışarı akıtmamızı, silahları konuşturmamızı, uçuk hayaletleri ortaya salmamızı bekleyemezsiniz. Bazı zamanlar vardır ki sınırları

zorlamak isteriz. Dış dünyaya çarpılmış bir algılamayla bakıp olanaksızı görmeyi arzularız. İşte bu sayı o tür zamanların bir ürünü. Saçmalamak istedik; dalga geçmek, yazarken eğlenmek ve kendimizi uçurumdan aşağı kahkahalar atarak salmak istedik. Bu sayıya adını veren T-SHOCK kendi canavarını yarattı ve biz de onu sokağa saldık.

Page 56: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

Kemerlerinizi bağlayın, arkanıza yaslanın ve uçuşa hazır olun.

devamı

Gölge #8 - KAYBOLUŞ

Küçük adımlar ve alınan hırıltılı nefesler ile birer parça daha ölürken, kaybolup giden yazıların, kurguların, unutulanların ve kendini unutturmak isteyenlerin, en demode ve uyum sağlayamayanlarını konuk ettik bu sayımızda. Kabul biraz gecikti; peki, kabul, çok çok gecikti ama yine de yeni görünümü ve sanrılı kurguları, korku-gerilim öyküleriyle Gölge size güzel bir sayı daha düşündü, üretti, büyüttü ve sundu.

devamı

Gölge #9 - OTOPSİ

Gecikmelerin bir alışkanlık olmadığı, ancak aksiliklerin geciktirmeyi alışkanlık edindiği loş dünyamızda, hayalgücünün çekiciliğine inanan okuyucularımızın karşısına çıkabilmenin keyfini yaşıyoruz. "9" sırt numaralı ve "Otopsi" temalı bu sayımızda, kendimizi nemli otopsi odalarından ruhun derinliklerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada bulduk. İsteriz ki siz de bizimle gelin ve bu karanlık öykülerin şahidi olun.

devamı

Gölge #10 - SALGIN

Çok beklettik fakat karşılığında 10 tane hastalıklı "Salgın" öyküsü sunarak kendimizi affettirebileceğimize inanıyoruz. Geçen sayıda başlattığımız "Nevta" bölümümüz bu sayıda oldukça canlı, güzel yazıları için öykü yollayan arkadaşlara teşekkür ediyoruz.

Maskenizi takın ve beni izleyin. Fazla ses çıkarmamaya da özen gösterin...

"Kanında akandan ne kadar uzağa kaçabilirsin ki?"

devamı

Gölge #11 - SİS

Efendim, her sayısı ayrı bir öykü kitabı derinlik ve doluluğunda, kendi tarzını ve markasını bir şekilde yaratmış, sanal sayfalarında gezinirken alınacak havayı bile ayrı veren, Korku ve Gerilim edebiyatının uzun soluklu

Page 57: Gölge #14 LaL

GÖLGE # 14 – LÂL – TEMMUZ 2010

GÖLGE e-Dergi : Korku ve Gerilim Öyküleri MMIII – MMX

http://www.kanguncesi.com/golge/

macerası Gölge bu sayıda Sis ile sizi en tekinsiz, burnunuzun dibinde duran dehşeti görmeye davet ediyor.

Hava puslu, gözler kızarmış ve korku benliği parmaklarında bir oyuncak etmiş vaziyette. Gölge bir Sis'in içinde ve her zamanki gibi...

Bilinmezliğin tülden gelinliği Sis bu sayıda konumuz oldu. Ve birbirinden güzel öyküler yazdık, sırf siz okuyun diye.

Buyrun, çekinmeyin.

devamı

Gölge #12 - KONTROL

Özgürlüğünüzün bittiği yer değil de "başladığı yer" neresi? Tüm gün sağ kolunuzdan çekiştiren ipin ucu nereye varıyor? "Kontrol" kimde ve daha önemlisi "Kontrol" da ne!

İçeri buyurun, çekinmeyin. Her şey kontrol altında.

Gölge 12. Sayısı "Kontrol" ile karşınızda.

devamı

Gölge #13 - GÜNAH

Bazı günahlarımız yalnızca bizi ilgilendirir. Bunlar bazen pişmanlık verici, çetin bir eylem, bazen de akıl çelici bir düşüncedir. Ama bazı günahlarımıza tanık olanlar da vardır; bunlar da çoğunlukla günahlarımızın kurbanları olanlardır.

Bu sayıda kendi içimizde bakmaya korktuğumuz o yere gözümüzü diktik, kalemi elimize alıp yine o tekinsiz dünyalara daldık, kılıcını dipsiz bir

mağaraya dalarken çekmiş bir savaşçı gibi.

devamı