gölge e-dergi sayı 3

35

Upload: goelge-e-dergi

Post on 31-Mar-2016

280 views

Category:

Documents


4 download

DESCRIPTION

Gölge İEL e-Dergi Sayı 3 Mart 2009

TRANSCRIPT

Page 1: Gölge e-Dergi Sayı 3
Page 2: Gölge e-Dergi Sayı 3

2

GÖLGE Künye

Editörler

Göksu Yıldırım Meriç Melike Softa

Sorumlu Öğretmen

Hilmiye Manioğlu

Yazarlar

Beyza Kartal Can Ege Yalçın

Caner Özer Doruk Cansev

Eda Kaya Emre Ayan

Eren Saner Bozkurt Göksu Yıldırım

Melis Oflas Meltem Tolunay

Meriç Melike Softa Okan Ağca

Osman Kaan Yılmaz

Kapak Tasarım

Onuralp Bozer

Tasarım

Göksu Yıldırım Meriç Melike Softa

Daha iyiyi yapmak, daha iyiyi yapmak için çalışmak en azından… Her seferinde, bir önceki denemede kazandıklarını, kaybettiklerini daha doğrusu, eklemek birbirine; bir bütüne ulaşmak, mükemmele yaklaşmak için… Bir öncekinden daha iyi olmak zorunda değil her şey, ama bir öncekinden daha iyi olması için gayret gösterilmiş olmalı. Biz de bunu yaptık, daha iyi olması için çaba gösterdik. Başaramadıysak da üzülmeyiz, biliyor musunuz? Çünkü, başarısızlıklarımızdan inşa edeceğimiz başarı, bizi daha iyiyi yapmaya yönlendirecek her zaman. Ve eminiz, bir dahaki sayımız çok daha iyi olacak... Gelecek sayımızda yeni şeyler deneyeceğiz; hep beraber göreceğiz nasıl olacağını… Ayrıca bu ay başlatmayı planladığımız yeni bölümümüz de maalesef önümüzdeki aya kalmış bulunuyor, temel olarak “gülmeyi” hedef alan bu bölüm güzel olacak diye umuyoruz. Harry Potter bizimle bu sayıda… Dosya bölümümüzde bu unutulmaz sihirli dünyadan bahsedeceğiz biraz… Bir dahaki sayıda görüşmek üzere... Her zaman daha iyiye ulaşmak için, Gölge... [email protected]

Ve Başlıyoruz...

Page 3: Gölge e-Dergi Sayı 3

3

İçindekiler

Film 4

Dosya 7

Tiyatro 11

Kitap 12

Anime & Manga 14

Müzik 16

Bilgisayar 17

Rol Yapma 19

Hikaye—Kovalamaca 20

Hikaye—Kara Rüya 22

Hikaye— Yarımada’da Hayat 24

Hikaye—Portakallı Kurabiye 25

Köşe—Vızıldayan Sinek 26

Köşe—Kuzgun Aynası 27

Köşe—Acı Kahve 28

Köşe—Ruh Soygunu 29

Köşe—Multimedya Mesaj Servisi 30

Köşe—Ekranın Arkasından 31

Şiir 32

Kültür & Sanat Rehberi 33

Duyurular & Okuldan Haberler 34

Gelecek Sayıda 35

Page 4: Gölge e-Dergi Sayı 3

4

ŞÜPHE— DOUBT

Bu hafta belki adını bile duymadığınız bir

filmden bahsediyorum sizlere. "Jumper"daki gibi

değil merak etmeyin, bu film vizyonda. Filmimizin

adı: Şüphe, nam-ı diğer "Doubt".

Neyse arkadaşlar. Film gayet başarılı, hatta

mükemmel bir kadroya sahip. Diğer bir başrol Amy

Adams dışında tabii. Filmimizin zamanı 1964,

yerimiz Bronx'taki St. Nicholas kilisesi. Kilise

dediğime bakmayın, burası aslında bir okul. Hem

dini, hem sosyal, hem de bildiğimiz, alıştığımız

derslerin okutulduğu bir alan. Film zaten,

başrollerin göze çarpan özelliklerini açığa vuran bir

sahneyle başlıyor…

Konumuza gelince; filmde,

okulun müdürü ve aynı zamanda

rahibi olan Rahip Flynn (Philip

Seymour Hoffman), korkunun ve

disiplinin gücüne yürekten inanan

rahibe Aloysius Beauvier’in (Meryl

Streep) ateşli bir şekilde savunduğu

katı gelenekleri yıkmak için çaba

göstermektedir. Politikada yaşanan olaylar kiliseyi de etkilemiştir

ve bunun sonucunda okula ilk kez Donald Miller adlı bir siyahi

çocuk alınmıştır.Saf, iyi niyetli ve güzel rahibe James (Amy Adams)

Donald'ın bir gün ders sırasında peder tarafından odasına

çağrılmasından sonra davranışlarındaki bozukluklar ve Peder Flynn

hakkında duyduğu şüpheyi rahibe Aloysius ile paylaşarak peder

Flynn’ın Donald’a karşı aşırı bir yakınlık gösterdiğini savunur. Bu şüpheyi ciddiye alan rahibe, Peder

Flynn'i okuldan atmak için çalışmalara başlar; bunun için her şeyini vermeye hazırdır. Bu mücadelede

kilisenin ve karakterlerin başlarına neler geleceğini zaman geçtikçe filmde göreceksiniz...

Peki, ne düşünüyorum? Aslında filmin konusu ve karakterlerin tasvirleri, neler yapıp

yapabilecekleri çok iyi bir şekilde gösterilmiş. Fakat sona yaklaştıkça, yaşanan olaylardan

kopuyorsunuz. Kimin neyi nereden anladığı ve sonuçta kimin nasıl düşündüğünü anlayamıyorsunuz.

"Sona ne zaman geldik, ne oldu şimdi?" diye sorular takılıyor kafanıza. Ayrıca olaylar, Peder Flynn ve

Donald Miller çevresinde yer bulmasına rağmen, sadece bir -iki bakışma sahnesinin gösterilip, ne

şekilde muhabbet ettiklerini bile göremememiz biraz hayal kırıklığı aslında. Bir de müdür yardımcısı,

yani rahibenin durmadan geçmişinden bahsetmesine rağmen, ona dair tek bir kesit bile

gösterilmemesi de yanlış. Ben topu "The Curious Case of Benjamin Button"a atıyorum. Söylemem

gerekirse, o bu aralar izlediğim en güzel filmdi. Şüphe'yi de ondan sonra izlediğime göre,

yapabileceğim fazla bir şey yok. Bu filme ancak "orta" diyebilirim. Önümüzdeki sayıda, veya henüz

okumadıysanız köşemde görüşmek üzere:)!

Vizyon Tarihi 25 Aralık 2008 (Dünya) 6 Şubat 2009 (Türkiye)

Yönetmen John Patrick Shanley

Senaryo John Patrick Shanley

Müzik Philip Glass

Görüntü Yönetmeni Roger Deakins

Tür Dram

Yapım ABD 2008 104 dakika

Dil İngilizce

Başroller Philip Seymour Hoffman

Amy Adams

Meryl Streep

7/10

Can Ege Yalçın

F İ L M

Page 5: Gölge e-Dergi Sayı 3

5

Çok ses getirdi Benjamin Button; hepimizin gördüğü, duyduğu gibi… Filmi ilk duyduğumda –arkadaşlar birbirlerine konusunu anlatıyorlardı-, “konusu bayağı iyiymiş, izleyeyim bari bu hafta” demiştim. Senaryosu kulağa gerçekten de çok ilginç geliyordu; izlenmesi gereken bir film gibi… Evet, izledim ve yorumlarımı sizlerle paylaşacağım… Önce filmin konusundan bahsedelim: Film bir aşk hikâyesini konu alıyor. Ama aşk hikâyesinin yanında ağır basan çok özgün bir senaryo var: zaman geçtikçe “gençleşen” başkahramanımız… 86 yaşındaki bir insanın fiziksel özelliklerine sahip bir bebek olarak dünyaya geliyor Brad Pitt; nam-ı diğer Benjamin Button… Büyüdükçe yaşlanmak yerine gençleşiyor yani kahramanımız ve başından geçen bir sürü olay çerçevesinde aşık olduğu kadınla yaşadıkları anlatılıyor film…

“En İyi Film”, “En İyi Erkek Oyuncu” ve “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülleri dahil olmak üzere toplam 13 dalda Oscar’a aday gösterilen Benjamin Button, yalnızca “Makyaj”,”Dekor” ve ”Görsel Efekt” ödüllerini toplamayı başarabildi. Ayrıca 11 dalda Bafta ve 5 dalda Altın Küre adaylığıyla da adını duyurmuştu filmimiz. Filmde ağır bir hava var aslında. İzlerken her an sıkılıyorsunuz gibi geliyor. Ama yine de kaliteli bir film olduğu için pürdikkat izliyorsunuz… Bunun nedeni bence bu denli başarılı olan konunun, bu denli başarılı bir şekilde işlenmiş olması… Filmde hem yönetmen, hem oyuncular, hem de görüntü yönetmeni çok başarılı bence… Özellikle makyajlar çok başarılı, karakterin yüzüne bakınca kaç yaşında olduğunu anlayabiliyorsunuz resmen. Aldığı Akademi Ödülleri de bunu gösteriyor zaten Sonuç olarak; çok kaliteli bir film, evet. Ama ne yazık ki sürükleyicilik ve tempo açısından kaybediyor bence. İzleyin, siz karar verin...

F İ L M

BENJ AM İN BUTTON ’ IN İ L G İN Ç H İKAYES İ

7/10 Meriç Melike Softa

Vizyon tarihi 26 Kasım 2008 ABD 6 Şubat 2009 Türkiye

Yönetmen David Fincher

Senaryo F. Scott Fitzgerald (kısa hikâye) Eric Roth (senaryo)

Görüntü yönetmeni Claudio Miranda

Müzik Alexandre Desplat

Tür Drama

Yapım 2008, ABD

Dil İngilizce

Oyuncular Brad Pitt

Cate Blanchett

Taraji Penda Henson

Page 6: Gölge e-Dergi Sayı 3

6

MİLYONER — SLUMDOG MILLIONAIRE

En İyi Film... En İyi Yönetmen... En İyi Uyarlama Senaryo... En İyi Görüntü Yönetmeni... En İyi Kurgu... En İyi Özgün Müzik... En İyi Şarkı... En İyi Ses Miksajı…

Tam 8 (yazıyla; sekiz) adet Oscar ödülü, 4 Altın Küre, 7 Bafta ödülü... Hindistan’ın kenar mahallelerinden çıkan bir çocuğun “Kim Milyoner Olmak İster?” adlı, bizde de “Kim 500 Bin / Milyar İster?” adlarıyla yayınlanmış yarışma programına katılarak milyoner olmasının hikayesini anlatıyor. Ana karakterimiz Jamal’ın hile yaptığını düşünen yapımcımız onu şikayet ediyor ve film büyük bir bölümünde onun sorgusunu izliyoruz. Ancak şanslı (!) karakterimizin her soruyla ilgili bir anısı var…

Aslında film hakkında çok fazla söyleyecek bir şeyim yok, benim yerime aldığı ödüller anlatıyor her şeyi. Sonuna kadar haklı olan 8 Oscar... Bu filmi kesinlikle izleyin diyerek yazıyı bitiriyorum. Dağılın. Dağılın dedim!

Not: Hatırlarsanız, Yesman filmine de 10 üzerinden 9 puan vermiştik. Karşılaştırmak ne kadar doğru

bilmiyoruz, dalları farklı sonuçta ama şunu söylemek isteriz ki; evet, Yesman filmi 9 puanı hak ediyor… Ama

Yesman’e göre değerlendirirsek Slumdog 9,5 olabilir, burun farkıyla önde… Ama 10 üzerinden değerlendirince de 9

işte, anladınız siz ne demek istediğimizi… E tabii, bir filme 10 üzerinden 10 veya 9,5 vermek o kadar kolay değil, her

zaman daha iyisi olabilir çünkü...

Vizyon Tarihi 12 Kasım 2008 (sınırlı) 27 Şubat 2009(Türkiye)

Yönetmen Danny Boyle Loveleen Tandan (ortak yönetmen)

Senaryo Simon Beaufoy

Müzik A. R. Rahman

Görüntü Yönetmeni Anthony Dod Mantle

Yapım 2008, Birleşik Krallık

Dil İngilizce, Hintçe

Başroller Dev Patel

Freida Pinto

9/10

Göksu Yıldırım

F İ L M

Page 7: Gölge e-Dergi Sayı 3

7

HARRY POTTER

D O S Y A

Bir yaşam tarzıdır Harry Potter, çocukluğumuzun geçtiği dünyadır; kendimize oklavalardan asalar yapıp evin içinde “Expelliarmus” diye bağırmamızdır var gücümüzle… Ve her zaman iyinin kazanacağını bilsek de, yine de sonunu merak ederek büyük bir heyecanla okumaktır o kitapları… Ve filmini heyecanla izlerken, kitabını okumuş olmanın gururuyla, “Şimdi Bellatrix manyağı Sirius’u öldürecek…” diye fısıldamaktır yanındakilere… Belki de çok abartıyoruz. Basit bir kitap veya film belki… “Sokaktan birini böyle basit bir şey yazdı diye İngiltere’nin en zengin kadını yaptılar boş yere” diye düşünenler vardır kesinlikle. Ama benim bir önerim var; derin düşünüp eleştirmeyi bırakalım da, kendimizi Harry Potter’ın çocuksu dünyasına bırakalım… Başta verdiğim örnek kesinlikle yalan değildi; daha birkaç yıl öncesinde, kuzenimle birlikte oklavaları yontup asa yaptığımızı ve birbirimizle düelloya tutuştuğumuzu hatırlıyorum. -Asalar Hazır!- -Selam- -Başla!- “Expelliarmus” (diğer kişi asasını havaya fırlatır) :) Önceki kitapları tek tek inceleyip yeni çıkacak kitap için ipuçları bulmaya çalışmak da efsanedir mesela Harry Potter’da. Veya yeni kitap çıktıktan 1,5 gün sonra 1114 sayfalık kitabı bitirmiş olarak okuldaki kitabı okumuş diğer kişilerle kitap hakkında konuşmak. Veya kitaptan bir karaktermiş gibi hayaller kurmak gece yatarken… Harry Potter kitapları bitti, evet; ama Harry Potter dünyası hiçbir zaman kapanmayacak bizim için. Belki kitapları saklayıp çocuklarımıza okutacağız ileride. Belki yeni hikayeler, hayaller uyduracağız Harry Potter dünyasında… Harry Potter’ın kitapları bitti, evet; ama Harry Potter dünyası hiçbir zaman kapanmayacak bizim için… Merlin’in sakalı adına, asla…

Meriç Melike Softa

Harry Potter: “Peki.” Severus Snape: “Peki, efendim.” Harry Potter: “Bana ‘efendim’ demenize gerek yok, profesör...”

Page 8: Gölge e-Dergi Sayı 3

8

HARRY POTTER

D O S Y A

Ölüm Yiyen Şarkısı

Who controls the Gringotts' bank? Who kills Muggles just for prank? We do! We do! Who loves unforgivable curse? Who thinks Mudbloods are scum, or worse? We do! We do! Who holds back Dumbledore's old crowd? Who says Avada Kedavra out loud? We do! We do! Who obeys Lord Voldy's word? Who makes plans to rule the world? We do! We do!

En “kötü” kötü karakterlerden birisi olabilecekken ana karakterin başarısı üzerine harcanmış birisi...

Tom Marvolo Riddle, Kim-Olduğu-Bilirsin-Sen,

Karanlık Lord, Lord Voldemort...

Söyleyin bana, en çok aranan büyücülerden biriyken Hogwarts’a, Sihir Bakanlığı’na girip canlı çıkmış birisi, dünyanın en güçlü iki büyücüsünden biri, onlarca kişiyi etrafında toplamış biri nasıl olur da ruhunu bağladığı eşyaları sürekli gözetimi altında tutmaz? Ey Rowling, söyle bana nasıl bir saçmalıktır bu? Güzelim karakter böyle harcanır mı? Ölüm Yiyenler, eski isimleriyle Walpurgis Şövalyeleri, Lord Voldemort’un Karanlık İşaret’ini taşıyan yandaşlarıdır. Çoğu, O’nun kayboloşunun ardından aramaya katılmamış bu nedeniyle de Voldemort’un geri dönüşünde büyük bir korkuya kapılmışlardır, ancak O kendisinden beklenmeyecek bir şekilde onları affetmeyi seçmiştir.

Bilinen en güçlü Ölüm Yiyenler tahminen; Severus

Snape, Fenrir Greyback ve bir ihtimal Lucius Malfoy ile Bellatrix Lestrange’dir.

Göksu Yıldırım

Hagrid, Harry’e: “Bazıları onun öldüğünü söylüyor. Bana

kalırsa bu bir saçmalık. Onun içinde ölebilecek kadar insanlık

olduğunu zannetmiyorum.”

Page 9: Gölge e-Dergi Sayı 3

9

HARRY POTTER

D O S Y A

Kitap; Film; Oyun Öncelikle biraz kitaplardan bahsedelim. Harry Potter kitapları bir çocuğa doğru yaşta okumaya başlatılırsa. O çocuğun okumasının gelişmesiyle kitapların zorluğu da artacaktır. Çünkü ilk 2 kitap gerçekten okumasını yeni geliştirenlere yönelikken sonraki kitaplar bir bakımdan okuması iyi olanlara yöneliktir ki her çocuğun hayal dünyasının kabul edeceği güzellikte bir masal Harry Potter. Rowling belki de çocuklarını düşünerek, onların da okumasını isteyerek yazdığı kitaplardan sonra çocuklarıyla büyüyen bir karakter yarattı. Aynı zamanda orijinalliği hiç bir zaman eskimeyecek bir seri oluşturmuş oldu. Belki ben şimdi birinci kitaptan başlamam okumaya bana eski geleceği için fakat okumayı seven bir ilkokul çocuğunun en hızlı okuyacağı kitaplardan biri olur Felsefe Taşı.

Kitapların orijinalliğini kaybetmemesinin nedeni ise edebiyatın teknoloji gibi bir gelişme yaşamıyor olması. Bundan yirmi yıl sonra da ben çocuğuma Harry Potter’ı okumasını söylediğimde “Uff baba ne eski kitap bu ya” demeyecek. Çünkü o zamana kadar hayal edemediği yeni bir dünyası olacak. İçinde güçlü olduğu, her şeyi yapabildiği... (niye çocuğa girdim ben şimdi ya kendi çocukluğuma dönüyorum) Benim Harry Potter’ları okumam ise bana kitapların yetmeyeceğini fark etmeme yardımcı oldu. Harry Potter kitaplarının her zaman hayal gücümü sınırlandırdığını düşündüm. Ben Harry’nin orada yaptığı şeylere müdahale etmek istiyordum. Harry olmak istiyordum ama onun yaptıklarını yapmamayı da istiyordum.

Bunları düşündüğüm zamanlardı Felsefe Taşı’nın filminin çıktığı zamanlar. Çok beğenmiştim filmi ama filmin okuduğum kitabın filmi olduğunu kabul etmiyordum. Farklı bir senaryo ve farklı bir bakış açısıydı film benim için. Eğer kitabın filmi olsaydı

beğenmezdim hiç. Çünkü kitabın hayal gücümü sınırladığı yetmiyormuş gibi film bunu fazlasıyla yapıyordu. Çok küçükken bile anlatılan masalları değiştiriyordum. Kırmızı başlıklı kızı, ormandaki gölün içinde yüzen yeşil pantolonlu ve köpek balığıyla savaşan bir çocuğa dönüştürüyorken bu filmin benim hayalimde yarattığım kitabın filmi olmasına izin veremezdim. İlk film kadar diğer bütün filmleri beğendim çünkü her filmin kitaptan başka bir hikayesi olduğuna karar vermiştim ve bu şekilde düşündüğüm için hayal gücümü sınırlayan tek bir şey kalmıştı: Kitaplar. Sonra oyunlar çıktı birden karşıma. Harry’nin suratı filmdeki düşünülerek yapılmıştı ama dört beş pikselden oluştuğu için net değildi. Ben onun suratının nasıl olduğunu hayal edersem onun suratı öyle oluyordu. Öğrendiğim büyüleri isteğim şekilde kullanabiliyordum. Hayal gücümün tercümanı olmuştu adeta ilk oyunlar. Tamam, kitaba bağlı kalmak zorundaydım, Voldi’yi öldürmem gerekiyordu ama bunu nasıl yaptığım bana bırakılmıştı. Okulda ne kadar iyi bir öğrenci olduğum bana bağlıydı. Okulda istediğim gibi dolaşabiliyordum. (hayır kızlar yatakhanesine giremedim hiç) Oyunlar bu kadar güzel olmuş olsalar da ne onları bir daha en baştan oynarım ne de bundan 20 yıl sonra oynanmasını önerebilirim çünkü bilgisayar teknolojisi çok hızlı gelişiyor ve o oyun beni bu saatten sonra ne oynanış olarak ne de grafik olarak tatmin edebilir. Yine oyunların en güzelleri olduğunu yazdım ama benden başka ne beklenebilir ki. Ama şu bir gerçek ki kitaplar orijinallikleri koruyacaklar fakat ne filmler ne de oyunlar bunu başarabilecekler. Ne bilgisayar teknolojisi ne de oyun teknolojisi olduğu yerde kalıyor.

Okan Ağca

"İkinci kez izin almadan konuşuyorsunuz Bayan Granger," dedi Snape sakince "Affedilemez ukalalığınız nedeniyle Griffindor’dan 5 puan daha..."

Page 10: Gölge e-Dergi Sayı 3

10

HARRY POTTER

D O S Y A

Harry Potter ve Melez Prens—Film

Uzun zamandır beklediğimiz, Harry Potter’ın beyaz perdedeki maceralarının 6.sı geliyor! 5. filmin de yönetmenliğini yapan David Yates’in yönettiği film, 17 Temmuz’da bizlerle olacak… “Büyücüler dünyasında devam eden kargaşa artık Muggle’ların dünyasını da etkilemeye başlamıştır. Harry Potter, Hogwarts’taki altıncı yılını Feci Yorucu Büyücülük Sınavlarına hazırlanarak geçireceğini düşünmektedir. Artık Quidditch takımının da kaptanıdır. Ancak Diagon Yolu’ndaki okul alışverişi sırasında Draco Malfoy’un bir şeyler çevirdiğini fark eder. Lord Voldemort’un geçmişiyle ilgili pek çok bilinmeyen ortaya çıkarken bir yandan da Malfoy’un neyin peşinde olduğunu öğrenmeye çalışan Harry’yi yine zor günler beklemektedir.“

Yates ve Heyman Harry Potter ve Ölüm Yadigarları'nda geçen olayların bu filmin metnini etkileyebileceğini ve bazı olayların filmde yer almayacağını belirtmiştir. İlk dört filmin senaryolarını yazan Steve Kloves altıncı adaptasyon için döndü. Filmin baş oyuncularından Daniel Radcliffe filmi pek çok açıdan 1996 yılının kült filmi Trainspotting'e benzeterek "bol miktarda duygusal enerji ve uyuşturucu paralelliği var. Bizde de yönetmenizin David Yates'in de dediği gibi birkaç Trainspotting anlarımız var." şeklinde açıklama yaptı. Serinin kitabı ve filmi arasındaki farklara gelince: Yapımcı David Barron kitapta olmayan Kovuk'ta geçen bir sahneyi filme eklediklerini açıklamış ve "Yani bu ek sahne filmin ortalarında geçiyor. Dünyanın artık güvenli bir yer olmadığını göstermek için koyduk. Umarım beğenilir." demiştir. Yedinci kitapta gördüğümüz Regulus Black karakterinin filmde olacağını belirten Fransız One isimli dergi "Geçmişten sahnelerde ayrıca Regulus Black’i de göreceğiz. Sirius’un kardeşinin nasıl Ölüm Yiyen olduğuna ve Voldemort tarafından öldürülüşüne tanık olacağız." diye yazmıştır.

Vizyon Tarihi 17 Temmuz 2009 (Tr, UK, USA)

Yönetmen David Yates

Senaryo Roman: J.K. Rowling Senaryo: Steve Kloves

Müzik Nicholas Hooper

Görüntü Yönetmeni Bruno Delbonnel

Tür Fantastik, Macera

Yapım 2008, Birleşik Krallık

Dil İngilizce

Başroller Daniel Radcliffe

Rupert Grint

Emma Watson

Tom Felton

Harry Potter ve Ölüm Yadigârları Film, iki bölüm şeklinde olacak. Aslında filmi tek bölüm halinde çekmek için de bir sürü yöntemin olduğunu söyleyen yapımcılar, diğer kitap&filmlerin aksine, Ölüm Yadigârları’nda yerinden oynatılamayacak elementlerin olduğunu söylediler. Filmin birinci kısmının Kasım 2010’da, ikinci kısmının da 2011 yazında vizyona girmesi bekleniyor...

Page 11: Gölge e-Dergi Sayı 3

11

Ş AHANE D ÜĞÜN

Asuman Dabak Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu bu oyun, adından da anlaşıldığı gibi bir düğün gününü ele alıyor. Ama ne düğün! Olaylar öyle bir hal alıyor ki, “Bu kadarı da pes!” demeden geçmek imkânsız. Aslında bütün oyun herkesin birini korumaya çalışması ve bunun beraberinde gelen yanlış anlamalar üzerine kurulu. Hatta bir ara işler öyle bir karıştı ki, kimin neyi doğru anlayıp neyi yanlış anladığını karıştırdım! Sakın yanlış anlamayın, bunu iyi olarak yorumluyorum. Çünkü olay örgüsü gerçekten de zekiceydi. Doğal olarak da seyirciyi sıkmıyordu, eğlenceliydi ve bolca da güldürüyordu. Güldürme olayını biraz daha açmak istiyorum aslında. Bu oyunun özelliği, komik olan unsurun olay örgüsünün kendisi olmasıydı. Bazı komedilerde güldürü öğeleri

küfürlere çok fazla dayandırılır ve bu durum oyunun kozu olarak kullanılır. Ben bu tür komedileri genellikle çok başarılı bulmuyorum ve bu tarz komedilerin bir eksikliği olduğunu düşünüyorum. “Şahane Düğün”de ise bunun tam tersi vardı. Olay başlı başına o kadar komikti ki, bu tür kozlara zaten gerek kalmadı. En başta bu oyunun yanlış anlamalar üzerine kurulu olduğunu ve biraz kafa karıştırıcı olduğunu söylemiştim. Bu sebepten dolayı konuyu özetlemek biraz zor olacak ama yine de bir kısmını aktarmaya çalışacağım: Bill adında bir damat, düğün gününde balayını geçireceği otel odasında uyandığında yanında hiç tanımadığı bir kadın vardır. Müstakbel karısı ise gelinliğini giymek için odaya gelmek üzeredir. Bill kendisini kurtarması için sağdıcından yardım ister. Ancak olaylar öyle bir hal alır ki, oda hizmetçisi ve gelinin annesi de olaya dahil olur. Gel de çık işin içinden! Aslında bu oyunu özetlemek son derece zor. İzlemek lazım. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Oyunun sonunda öyle bir sürpriz var ki, ağzınız açık kalacak!

8/10

Meltem Tolunay

T İ Y A T R O

Page 12: Gölge e-Dergi Sayı 3

12

İ N S AN N E İ L E YAŞ AR — LE V TOLS TOY

Bu ay tanıtacağım kitap, benim gibi kalın kitaplardan gözü korkanlar için tam bir biçilmiş kaftan. Sayfa sayısının azlığına rağmen usta yazar Lev Tolstoy, yeteneğini konuşturup pek çok ders verici özellik katmış kitaba. Kullandığı dil ve az sayıda kahraman bulunması da kitabı anlaşılır hale getirmiş. Üç bölümden oluşan eseri, gelin hep beraber inceleyelim: İlk bölüm, kitaba da adını veren “İnsan ne ile yaşar?”.: Ne evi ne de kendine ait bir toprağı olan Simon, eşine kürk almak için evden çıkıyor ve hikaye orada başlıyor. Simon, eşinin biriktirmiş ve ona vermiş olduğu parayla kürk satın alamayacağını anlıyor ve çaresizce geri dönmeye niyetleniyor. Eve dönüş yolunda soğuktan titreyen Mihael adlı bir adamla karşılaşıyor ve ona acıyor. Onu eve götürmeye karar veriyor. Eve geldiklerinde ise karısı, hem kocasının kürkü almamış olmasına hem de yanında kötü görünümlü bir adamı getirmesine çok sinirleniyor ve yarı çıplak adamı içeri almak istemiyor. Bunun üzerine Simon karşı çıkıyor ve karısına neden bu kadar önyargılı davrandığını soruyor. Kısa bir tartışmadan sonra kadın, Mihael’e yemek veriyor ve Mihael’in gülümsediğini görüyorlar… Hikayenin sonunda toplam üç kez gülümseyen Mihael, ait olduğu yere, sokaklara dönerken bizleri de üç önemli soruyla baş başa bırakıyor: “İnsanın kalbine ne hükmeder, insana ne verilmemiştir ve insan ne ile yaşar?” . İkinci bölüm:” İnsana ne kadar toprak lazım?” Hikaye, Pahom’un eşinin, kız kardeşiyle konuşmasıyla başlıyor. Birbirlerine karşı şehir ve köy hayatını öven bu konuşmaları duyan Pahom, kendine bolca arazi diliyor ve hatta öyle olsa şeytandan bile korkmayacağını söylüyor. Fakat pusuda bekleyen şeytan o anda ortaya çıkıyor ve: “Şimdi oldu! Oyun başlıyor işte!” sözleriyle Pahom’un fakir ama mutlu hayatını, lüks içinde bir cehennem hayatına çevirmeye hazırlanıyor. Şeytan, Pahom’un içine toprak sahibi olma arzusunu yerleştiriyor. Fakat Pahom maddi zenginlik kazanırken, bütün manevi zenginliğini, gururunu , onurunu kaybediyor. Ucuz toprak sahibi olmak için elinden geleni yapan Pahom, en sonunda Başkır adlı yerde çok ucuza toprak satıldığını öğrenince oraya gitmeye karar veriyor. Oradaki toprak satıcıları da gerçekten işaretledikleri yerleri çok ucuza vermeye razı oluyorlar. Fakat bir şart koşuyorlar: Günbatımına kadar işaretlemeye başladıkları noktaya geri dönmesi gerekiyor. Sabah işaretlemeye başlayan Pahom, hırsına yenik düşerek kayboluyor ve günbatımına kadar zar zor ulaşabiliyor ilk işaretlediği yere. Ancak tam o anda, ayak oyunlarına yenik düştüğü Azrail’e teslim ediyor kendini. Pahom’un gözünü ancak iki metrelik bir toprak doyuruyor. Üçüncü bölüm: “Üç soru” Bey, eşinin yoğun ısrarı üzerine yanına aldığı uşağı ile birlikte kışın ortasında toprak avına çıkıyor. Fakat kayboluyorlar. Arabalarını çeken atın yardımıyla bildikleri bir köye varıyorlar ve oradaki adam, beye o gece için köyde uyuyabileceklerini söylüyor. Ancak bey, peşine düştüğü toprakların satılma olasılığına karşı bu teklifi reddediyor. Tesadüfe bakın ki, tekrar kayboluyorlar. Kayboldukları o soğuk yerde, donmaktan korkan Bey, uşağı ölüme terk ederek atıyla birlikte kaçıyor. Aksilik eseri, yolunu bulamayan Bey, uşağının yanına geri dönüyor ve ona haksızlık yaptığını düşerek kürkünü çıkarıyor. Karlarının üzerinde uyuyan uşağının üzerine örtüyor. Uşak sabah uyandığında, beyinin donarak öldüğünü fark ediyor. Yaşadığı için seviniyor, ama beyinin ölümüne de çok üzülüyor. Zar zor ayakta durabilen uşak, köylülerin yardımıyla hayata dönüyor. Bölüm ayrımı olmadan kitaba bakıldığında, hırsın ve kıskançlığın insanlara verdiği korkunç zararlar gözler önüne seriliyor. Maalesef her birimiz ister istemez kendimizden bir şeyler buluyoruz bu insanlarda. Bencilliğin ulaştığı son aşama, insanı aslında yaşamın da son aşamasına sürüklüyor daima. Tolstoy da bu duyguyu, özenle seçtiği kelimelerle çok iyi aşılıyor insanlara. Ayrıca “Tanrı” kavramı üzerinde çok duruyor yazar. Yaşam ve ölüm arasında o ince çizginin üzerinde yalnızken, tutunmamız gereken kaynağı gösteriyor bize. Bu sırada fark etmeden kendimize hayatın anlamını sorgulayan sorular soruyoruz okurken. Günlük hayatımızda yaşadığımız fakat hiç sorgulamadığımız şeyleri düşündüren bu kitabı okumanızı öneriyorum!

8/10 Osman Kaan Yılmaz

K İ T A P

Page 13: Gölge e-Dergi Sayı 3

13

OZ AN BEED LE ’ I N H İKAYE LE R İ — J . K . ROWL İN G

Biz hâlâ “Ha bitti, ha bitecek!” derken, Harry Potter’ın öyküsü de her güzel şey gibi bitti. Üstelik üzerinden de epey bir zaman geçti. Ama hiç kimse bunun burada kalmasını istemedi. Sonra nasılsa mucize gibi bir haber yayıldı ortalığa: J.K. Rowling seri için bir ansiklopedi çıkaracaktı. Bu herkesin bilmek istediklerine cevap bulabileceği bir kitap olacaktı. Ama sonra çıkan başka bir habere göre, başka bir yazar ondan önce davranıp bu konuda kendi ansiklopedik kitabını yazdı. Sonrası malum: Telif hakkıyla ilgili davalar... J.K. Rowling bu kitabı yazmaktan vazgeçtiğini ve çocuklara yardım amacıyla kurduğu derneğin, bu uğurda eline geçecek paradan olduğunu açıkladı (?) Herkes büyük bir hayal kırıklığı yaşadı elbette… Derken yazar yeni bir kitap yayınladı; ancak bu sadece yedi kopyası olan özel bir kitaptı. Kitaplar açık arttırma ile satılarak büyük gelir elde edildi. Kitabı okuyamayacak olmak herkesin hevesinin kursağında kalmasına sebep oldu. Bahsettiğimiz bu kitap “Ozan Beedle’ın Hikâyeleri”. Bu kitaptan “Harry Potter ve Ölüm Yadigârları”nda sıklıkla bahsediliyor. Albus Dumbledore’un Hermione Granger’a miras bıraktığı ve kahramanlarımızın hikâyelerini sona erdirmelerinde büyük yararı olan

bu kitap oldukça ilgi çekti. Yedinci kitapta kendisinden eski yazılarla yazıldığı ve Prof. Dumbledore’un bizzat kendi yazdığı yorumlarını ve notlarını içerdiği şeklinde çeşitli şekillerde bahsedilmiştir. Kitapta -tıpkı biz “Muggle”larda da olduğu gibi- küçük büyücü ve cadıların ilgisini çekecek, onlara çeşitli nasihatler vermeye yarayacak masal ve hikâyeler yer alıyor. Bunların anlatıcısı da kitabın adından da anlayabileceğimiz gibi Ozan Beedle. Oldukça kısa olan kitabı normal bir hızda, birkaç saat içinde okumak mümkün. Sıkılmayacağınız kesin. Ancak şunu söylemeliyim anlatılan hikâyeler sadece anlık merak nedeni oluyor. Sonrasında sizi çok etkileyeceği konusunda garanti vermek mümkün değil. Ama anlık bir eğlence ve boş zaman doldurma aktivitesi arıyorsanız belki bir günlük ihtiyacınızı bu kitapla karşılayabilirsiniz. Ya da gerçek bir Harry Potter Serisi hayranı iseniz, elbette okumanızı tavsiye ederim. Kitabı biraz daha ilginç kılan yanı yazar J.K.R.’nin kullandığı üslup ve Prof. Dumbledore’un hikâyeler üzerine yaptığı yorumlar ile büyücülük tarihi ve büyücüler hakkında verdiği bilgiler. Kitabın kapağını açar açmaz karşımıza çıkan sayfada gördüğümüz not bize yazarın üslubunu biraz olsun açıklıyor: “Eski harflerle yazılmış aslından çeviren: Hermione Granger”. Ben en başta bunu sadece ufak bir espri olarak algılamıştım; ancak daha sonradan gördüm ki J.K.R de kendi düştüğü dipnotlarda Hogwarts’tan gerçekten varmış gibi bahsetmiş ve kendisinin, kitabı yayımlamadan önce dönemin okul müdiresi Prof. Minerva McGonagall ile görüşüp ve bazı özel açıklamaları yapmak için izin almış olduğunu belirtmiştir. Bunun dışında Dumbledore’un dipnotlarından pek çok konuda yeni şeyler öğrenmek mümkün. Elbette bir yandan kendi kişiliğinden de tüyolar veriyor… Özet olarak şunu söyleyebilirim ki kitap benim beklentilerimi tamamen karşılamış değil. Hem çok kısa, hem de çok basit bir kitaptı. Gene de okumaya değer diye düşünüyorum. Hiç olmazsa kitabın sonunda, kitabı satın almadan (mesela kitapçıda) okuyanlara lanet okumuyor… :)

K İ T A P

6/10

Caner Özer

Page 14: Gölge e-Dergi Sayı 3

14

Fullmetal Alchemist

( Japonca: 鋼の錬金術師 , - Hagane no Renkinjutsuşi, Metal Simyacı ) Kısaca FMA ya da Japonya’da Hagaren olarak bilinen Fullmetal Alchemist, Hiromu Arakawa’nın yarattığı, dünyaca ünlü bir manga serisidir. Daha sonra animeye uyarlanan ve bunun yanında çeşitli oyunları ve kitapları da çıkan FMA, hem mangası, hem de animesi büyük bir hayran kitlesi tarafından takip edilmektedir.

Mangasının 19 cildi bulunmaktadır. Animesi ise 51 bir bölümden oluşmaktadır ve devam filmi FMA: Conqueror of Shambala ile sonlanmıştır. 2005 ve 2006’da TV Asaşi’nin yaptığı anketlerde tüm zamanların en iyi animesi seçilmiştir. 2005’te Anime Insider tarafından 1 numaralı anime seçilmiştir. Animede, karakterler ve olayın temeli aynı olsa da, karşılaştıkları düşmanlar ve olay örgüsü daha farklıdır. Mangası devam etmesine rağmen animesi 51. bölümle bitmiş ve devam filmiyle tamamlanmıştır. Başarılı birçok bitiş ve başlangıç müziği olan anime, kesinlikle baştan sona hiç ara vermeden izlenecek nitelikte. Eğer daha önce hiç anime izlememişseniz, size animeyi sevdirecek güzel bir başlangıç olarak şiddetle izlemenizi tavsiye ederim.

ANI

ME

VE

MANGA

ANİME VE MANGA

Fullmetal Alchemist - Metal Simyacı

Demogrofik Shounen

Tür Askeri, Dram, Fantezi, Komedi, Macera, +13

Manga

Çizer Hiromu Arakawa

Yayınlandığı Dergi

Aylık Shounen Dergisi

Gösterim Şubat 2002- Devam ediyor.

Cilt Sayısı 19

Anime

Yönetmen Seiji Mizuşima

Kanal MBS-TBS, Animax

Gösterim 4 Ekim 2003-2 Ekim 2004

Bölüm Sayısı 51

Film Fullmetal Alchemist: Conqueror of Shambala

Yönetmen Seiji Mizuşima

Stüdyo Bones

Gösterim 23 Temmuz 2005

Süre 105 dk

Page 15: Gölge e-Dergi Sayı 3

15

Konu: Not: Yazının devamı seri hakkında detaylı bilgi içermektedir! Olay akışı animeye göre yazılmıştır! Bütün olaylar günümüz dünyanın paralel evreninde bulunan ve simyanın çok gelişmiş olduğu bir dünyada, Amestris isimli bir ülkede geçmektedir. Amestris’in Resemboll köyünde yaşayan, iki küçük kardeş Edward ve Alphonse Elric, çok yetenekli bir devlet simyacısı olan babaları Hohenheim Elric’in ortadan kaybolması üzerine anneleri tarafından yetiştirilmektedir. Ed ve Al, babasının eski simya kitaplarını bulup çalışarak simya öğrenirler. Annelerinin ölümü üzerine Automail(bir çeşit çok gelişmiş protez bacak, kol vb.) üretimi yapan komşuları Winry, ayrıca Edward’ın hoşlandığı kız, ve babaannesiyle bir süre yaşarlar. Daha sonra kendilerine bir simya hocası bulurlar ve Izumi Curtis’ten simyanın sırlarını öğrenirler. Hiç çocuğu olmayan Izumi Sensei onları aynı zamanda bir anne gibi de sevmektedir. Simya öğrenmelerinin tek amacı annelerini geri getirmek olan Ed ve Al, simyanın kesin kurallarla yasaklanmış olan insan değişimiyle annelerini geri getirmeye çalışırlar. Ama simyanın temel kuralı olan Eşit Değişim yüzünden aynı derecede değerli olan bir şeyi de feda etmeleri gerekmektedir. Bunun için birçok uzuv ve organlarına değişim çemberleri(simya yapılabilmesi için gereken, katalizör görevi gören, özel simya çemberi) çizerek onları gözden çıkarırlar. Ama deneyleri başarısızlıkla sonuçlanır. Annelerini geri getiremezler ve bu sırada Edward bacağını, Al ise bütün vücudunu kaybeder. Edward bu sırada Gerçeğin Kapısı’nı görür ve Al’in hala bir şansı olduğunu anlayarak, kolunu feda edip Al’in ruhunu o sırada odada bulunan bir zırhın içine Kan Mührü’yle mühürler. Al ne olduğunu hatırlayamaz ama Edward’ı kanlar içinde bulunca komşuları Winry’ye götürür ve onlar da Ed’e Automail takarlar.

Bu olaylar esnasında babalarını orduya geri çağırmak için görevlendirilmiş olan Roy Mustang kardeşlerin yeteneğini görür ve onlara kaybettiklerini kazanabilmelerinin tek yolunun Devlet Simyacısı olmaları gerektiğini söyleyerek, kardeşleri askeriyeye davet eder. Edward bu olaydan sonra Al’in hayatını mahvettiğini düşünür ve vücutlarını geri kazanabilmek için Felsefe taşının peşine düşer. Bunu elde etmenin tek yolunun Devlet Simyacısı olduğunu anlayınca askeriyeye giderek sınavlara girerler. Al’in kazanamamasına rağmen, Edward en genç Devlet Simyacısı olur ve Fullmetal Alchemist(metal simyacı) lakabını alır. Ayrıca çembere ihtiyaç duymadan değişim yapabilen nadir simyacılardandır.

Kardeşiyle beraber çıktıları yolculuklarda birçok dost edinir ve de Homonculuslarla tanışır. Homonculuslar, insan değişimi sırasında ortaya çıkmış, insan görünümlü yaratıklardır. Bu sırada felsefe taşının altında yatan gerçekleri ve Homonculuslarla olan korkunç bağını, ailesiyle ilgili birçok sırrı yavaş yavaş öğrendikçe, felsefe taşını kullanmaktan vazgeçer ve insanların hayatını kurtarabilmek için çok geç olmadan savaşmaya çalışır. Olayların ise bir süre sonra günümüz dünyasıyla arasındaki bağ ve Nazi dönemine ait birçok olayla ilginç ilişkisi ortaya çıkar. Karakterler: Edward Elric Annesini değiştirmeye çalışırken başarısız olup, kardeşiyle beraber kaybettiklerini geri alabilmek için Devlet Simyacısı olur ve felsefe taşını aramak için yollara düşer. Kısa boyunu kendisine kompleks yapan Ed, kardeşi Fullmetal sanıldığında veya kendisiyle dalga geçildiğinde çok sinirlenir ve aşırı tepki gösterir. Alphonse Elric Edward’la beraber annelerini geri getirmeye çalışınca bütün vücudunu tamamıyla kaybeder. Kardeşine büyük bir sevgiyle derinden bağlıdır ve asla onu suçlu olarak görmez. Dış görünüşünden dolayı insanlar ondan korktuğunda üzülür ve tam tersine çok yumuşak kalpli biridir. Hohenheim Elric Elric kardeşlerin babasıdır ve efsanevi bir Devlet Simyacısı’dır. Edward ve Al çok küçükken evi terk eder, hatta Al babasını hatırlayamayacak kadar küçüktür. Winry Rockbell Edward ve Al’in komşusudur. Savaşta ölen doktor ve automailci bir çiftin kızıdır. Elric kardeşlerle beraber büyümüştür ve Edward’a derin duygular beslemektedir. Roy Mustang Albay rütbeli çok yetenekli Devlet Simyacısı ve ünlü Ateş Simyacısıdır. Edward’ı askeriyeye davet etmiştir ve onun komutanıdır.

Beyza Kartal

ANI

ME

VE

MANGA

Page 16: Gölge e-Dergi Sayı 3

16

M Ü Z İ K

H A B E R V A R !

8 şarkı tamamlandı! Blind Guardian grubunun vokalisti Hansi Kürsch, grubun internet sitesinden

yaptığı açıklamada yeni albümde kullanacakları şarkılardan sekizini tamamladıklarını açıkladı.

Önceden dinleme şansına sahip olduğumuz Sacred’ın yanında Nightfall benzeri Curse My Name ve

Script for My Requiem benzeri Wheel of Time adı açıklanan şarkılar. Son olarak grup, yeni albüme

kadar ona yakın festivalde çalacağını da söyledi ve bir kaç sürpriz şarkı olacağını ekledi (ancak hemen

ardından gelen parantezde büyük olasılıkla bunların yeniler arasından olmayacağını da belirtti).

Albüm Tanıtımı Nightwish—Once Once.. there was a group of gothic / symphonic power metal.* Sonra bir gün “gerekli ruha” sahip olmadığı gerekçesiyle vokalistlerini gruptan attılar ve bu, o eski grubun sonu oldu. Hayır, dağılmadılar ama vokalistlerini atma gerekçeleri olan o “Nightwish ruhundan” eser yoktu ortada. Müzikleri büyük oranda değişti hatta öyleki grubun eski hayranları yeni türe “pop-metal” demekten çekinmiyor. İncelediğimiz albüm o “eski ve güzel” günlerden. Once albümünde boş hiçbir şarkı yok; albümün tamamı güzel (gerçi Creek Mary’s Blood şarkısını pek sevmediğimi söyleyebilirim J). Planet Hell, Higher Than Hope, Dark Chest of Wonders gibi şarkılar diğerlerinden biraz daha önde ve arka arkaya dinlenebilirlik vaat ediyorlar. Ancaaaak... Albümde iki şarkı var ki, bunlara çekinmeden Nightwish efsaneleri diyebilirim; Wish I Had An Angel ve Nemo adlı iki klasik bu albümde bulunuyor. Son olarak bir şeye değinmek istiyorum. Bu grubun meleklerle ne alıp veremediği var yahu? Bakınız; Angels Fall First, Wish I Had An Angel gibi şarkıların yanında meleklerle ilgili sözlere sahip bir dolu şarkı! Şikayetçi değil(d)im tabii...

Bir zamanlar gotik / senfonik power metal yapan bir grup vardı.

Ne dinledim, neden dinledim?

Gargoyle—March of the Heroes

Şarkı mükemmel bir piyano girişine sahip olduğu için. En başta kulağınızı yakalıyor ve tüm şarkıyı

dinlettiriyor, ayrıca Gargoyle’un yerli bir grup olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

Grup Tanıtımı: Oi Va Voi

Caz ve progresif dinledikçe yeni bir şeyler keşfedeceğiniz müzik türleridir, ustalarını hatmetseniz bile hep deneysel bir şeylerle karşınıza çıkacak genç bir grup bulunur ve böyle bir grubu keşfettiğinizde içinize bir mutluluk doğar. İşte Oi Va Voi böyle bir grup, Ermenistan’dan İskoçya’ya Balkan’lardan Akdeniz’e uzanan geniş bir coğrafyayı ve hatta geçmişle bugün gibi arası uçurum olan kavramları birleştirebiliyor bu Londralı gençler. Neredeyse her üyesinin çaldığı ikinci bir enstrüman onlara bambaşka bir zenginlik katıyor, zaten isimlerinde bile bir heyecan var; Oi Va Voi İbranice “aman tanrım” demek. Eğer sizin de ruhunuzda azıcık klezmerlik (Doğu Avrupa’daki Yahudilerin yaptığı caz türü, çigan müziklerine de benzer ve hüznü, yaşama neşesi birleştirebilecek kadar ilginçtir.) varsa Oi Va Voi 21-22 Mayıs tarihlerinde Taksim Babylon’a geliyor. Orada görüşmek üzere!

Page 17: Gölge e-Dergi Sayı 3

17

Tolkien’in yarattığı muhteşem dünyaya her zaman saygım sonsuzdur. Fantezi hikayelerini seven biri olarak Tolkien’in efsanevi öğeleri bu kadar ustaca kullanması beni çok etkilemiştir. Ama her dünyanın olduğu gibi Tolkien’in dünyasının da sınırları vardır. LotR dünyası belki de sadece Tolkien’in hayal gücüyle sınırlı. Fakat bu usta yaratıcılığın altında kalınarak bu dünyaya bir şeyler eklendiğinde. Çok komik duruyor o mükemmel dünyada.

Böyle bir oyun LotR:Conquest. Tolkien’in dünyasına sonradan eklenmiş bir eklenti sadece ve ne yazık ki onun kadar usta bir şekilde eklenemediği için o dünyanın kenarından sarkıyor. Aslında ne kadar güzel bir oyun olsa da yakışmıyor Conquest LotR dünyasına. İşte bu nedenle bu oyunu bundan sonra sadece “Conquest” olarak adlandıracağım ve sizden de bu oyunu bu şekilde düşünmenizi isteyeceğim. Aksi taktirde hayal kırıklığına uğrarsınız.

Oyuna çok ustaca hazırlanmış bir tutorial bölümüyle başlıyorsunuz. Bu bölümde oyun boyunca seçebileceğiniz dört ana karakter sınıfını da tanıyorsunuz. Aynı zamanda her birinin özel yeteneklerini nasıl durumlarda ne şekilde kullanabileceğinizi de öğretiyor tutorial bölümü. Tutorial’dan sonra başladığım tek kişilik senaryo ise bence zordu. İlk bölümü ancak 4. denememde geçebildim. Buna rağmen önce aydınlık tarafta ardından karanlık tarafta bitirdim senaryoyu. Oyunda kötüleri oynayabilmek için iyilerin senaryosunu bitirmek gerekmesi bence akıllıca konulmuş küçük bir ayrıntı. Oyunun ömrünü uzatmak için güzel bir yöntem en azından.

Basit oynanış gerçekten çok rahat fakat bu kadar zor bir oyunu sadece basit oynanış ile bitirmeniz mümkün değil. Özel hareketleri kullanmaya başlayınca ve bunlarla kombolar yapmaya başladığınızda bir yerden sonra bastığınız tuşların içinden çıkamıyorsunuz. Aynı anda üç dört tuşa bastığım bile oldu oyunu oynarken.

Gelelim bu kasınç komboları yaptırdığımız karakterlere. Oyunda 4 ana sınıf var. Niye bu ekran görüntüsünde 5 karakter var o zaman demeyin. İkişer tane mage ve warrior konulmuş oraya. Ben favori karakterim olan “Mage” ile başlıyorum. Alan etkili saldırısı, birden fazla düşmanı vuran “chain lightning” ve kendisi dahil herhangi bir karakterin sağlığını arttırabilmesi zaten genelde seçtiğim mage sınıfından bu oyunda da vazgeçmememe neden olan özellikleri. İkinci favori karakterim ise “Archer”. Zehirli ve alevli oklar atabilen bir okçumuz var elimizin altında. Aynı zamanda ok sınırlamanız da yok, tamam bu biraz saçma. Kimseye ihtiyacı olmadan bir oku zehirli hale getirmek ve sürekli yeni okları olması fazla yapay olmuş. Bu yapaylık aslında “Warrior” için de geçerli. Savaşçımız da kimseye ihtiyacı olmadan kılıcını alevlendirebiliyor. Oyunda geçen her karakter aslında büyü yapıyor öyle ya da böyle. Savaşçımızın alevli kılıcıyla yaptığı kombolar ise gerçekten etkili. Son ve bana en anlamsız gelen karakter sınıfı ise bu ekran görüntüsünde olmayan bir karakter. İki kaması olan ufak tefek bir karakter. Görünmez olabilmesi ve bomba atabilmesi bile o karakteri oynamak için cazip bir karakter yapmıyor benim için.

Oyunda kullanabildiğiniz karakterler sadece normal savaşçılar değil. Ent’lerden Warg Rider’lara kadar çok çeşitli orta dünya yaratığı olarak oynuyorsunuz oyun boyunca. Bunların yanında kahramanlar da unutulmamış tabii ki. Aragorn, Legolas, Saruman, Gandalf... Oynanış mekanikleri ait oldukları sınıflardan farklılık göstermese ve normal karakterlerden çok da farkları olmasa da benim hoşuma gitti bu küçük ayrıntı.

Bu oyun sadece Conquest olsa da bilgisayar başındaki vaktinizi çok eğlenerek geçirebileceğiniz bir oyun değil. Çok fazla benzeri olan bir oyun LotR: Conquest.

6,5/10

Okan Ağca

B İ L G İ S A Y A R

LORD OF THE RINGS: CONQUEST

Page 18: Gölge e-Dergi Sayı 3

18

Unlocker Bu programı aslında geçen hafta yükledim bilgisayarıma. Her sene yaptığım geleneksel sömestr temizliği sırasında karşıma Vista’nın çıkarttığı “You need permission to send this file to Recycle Bin” yazılı pencerinden sıkıldığım sıralarda bir dosyanın izin vermeme rağmen silinmemesi üzerine buldum bu programı. (3 satırlık cümlelerimden biri daha) Unlocker size bu silemediğiniz dosyalar konusunda yardımcı oluyor. Tabii ki Unlocker sadece izin verilmeyen dosyaları değil silinmesi bir şekilde engellenen tüm dosyaları silmeye yardım ediyor. Örneğin “kullanılan dosya”ları. En sinir olduğum diğer bir uyarıdır “Bu dosya şu an kullanımda.” uyarısı. Programı yüklediğinizde sağ aşağı minik icon’unu yerleştiriyor ve siz artık bir dosyanın üzerine sağ tıkladığınızda “Unlocker” seçeneğini görüyorsunuz. Bu seçenek size o dosya nasıl engelleniyor olursa olsun o dosyanın adını ve yerini değiştirme imkanının yanı sıra silme imkanı da sağlıyor. Fakat öncelikle dosya gerçekten bir şekilde engelleniyorsa çıkan ve silmeyi engelleyen programların listesini gösteren pencerede “Unlock all” seçeneğini tıklamalısınız. Tabii sağ tıktan sonra unlocker’ı seçtiğinizde de (Vista kullanıyorsanız) izin istiyor. Bu küçük saçmalığı atlarsak Unlocker sorunsuz çalışıyor. En azından bir hafta içinde bana sorun çıkartmadı. Eğer siz de sık sık bilgisayarınızda temizlik yapıyorsanız ve dosyaları silememeye sinir oluyorsanız unlocker bu silememe problemlerini bulup çözmek için aradığınız program. http://ccollomb.free.fr/unlocker/

Ccleaner Hazır bilgisayar temizliğinden bahsetmişken bu işteki en kullanışlı bir diğer program olan Ccleaner’a bir göz atalım. Ccleaner da bir dosya silme programı fakat Unlocker la pek alakası yok bu programın. Ccleaner diğer programların sabit disketinizde bıraktıkları fazlalıkları süpüren bir program. Kullandığınız internet tarayıcısının (explorer, firefox, chrome, opera, safari) arkasında bıraktığı her şeyi tek bi tuşla silebilirsiniz. Aynı tek tuşla ger dönüşümü boşaltabilir, windows’un tuttuğu tarih kayıtlarını (bana hep gereksiz gelmiştir) ortadan kaldırabilirsiniz. Tabi herşeyi körü körüne silmek zorunda değilsiniz. Nelerin silinmesini istiyorsanız onları seçebilirsiniz ve analyze tuşuyla silincek dosyaların boyutlarını ve yerlerini silmeden önce görebilirsiniz. Ccleaner’ın tek marifeti bu da değil.(tvdeki ürün tanıtımlarına döndü) Soldaki tuşlardan “tools”a tıkladığınızda karşınıza denetim masasından ulaştığınız “add or remove programms” pencerisinin bir benzeri çıkıyor. Denetim masasından ulaştığınız programla Ccleaner’ın yapabildikleri aynı şeyler. Fakat Ccleaner’dan açtığınızda uzun bekleme süresinden kurtulmuş oluyorsunuz. Ccleaner benim her pazar bilgisayarımı temizlemek için çalıştırdığım bir program. Sabit disketi temizlemek için en kullanışlı programlardan biri Ccleaner.

http://www.ccleaner.com/

Okan Ağca

B İ L G İ S A Y A R

KÜÇÜK, KULLANIŞLI YAZILIMLAR

Page 19: Gölge e-Dergi Sayı 3

19

Aslında bu ay sistemin kurallarına girmemiz gerekiyordu, ancak bundan önce size doğru ve yanlış örnek RP’leri göstermek istedim. Bu örnek RP’lere dikkat ederek saçma şeyler yapmamanız, kuralları bilmenizden daha önemli. Ve son bir not; aşağıdaki örneklerin hepsi oynanmış oyunlardan alıntıdır. Doğru Örnekler Durum: Büyücümüz, aç ve susuz bir şekilde bir kaç gündür yol almaktadır, karşısına iki atlı çıkar ve onlardan su ister, suyunu içtikten sonra diğer atlı arkasından bağırır; “Cehenneme kadar yolun var.” . Büyücü şaşırır, ama anlaşılmıştır ki bu iki adamın ailesi başka bir büyücü tarafından katledilmiştir. Ayrıca belirtmek istiyorum, en başta güvendikleri büyücünün yönelimi de nötr kötüdür. Bakalım devamında ne olmuş? Büyücü: İçindeki büyük isteğe rağmen (nötr kötü büyücümüz, kardeşleri öldürmek istiyor :)) sakinliğini korudu Celebrar, " Sözlerinizden ailenizi yok eden kişi ile beni bir tuttuğunuz anlaşılıyor. Aileniz için üzüldüm, ve belli ki siz de fazlasıyla üzülmüşsünüz, ancak bu bana saldırmanızı gerektirmez diye düşünüyorum." Büyük kardeş (DM): Üzülmediğini biliyorum,seni adi herif! Adam,sana,dengesiz bir yumruk sallıyor ancak yumruğu,sana zarar vermek bir yana,yüzüne bile yaklaşmıyor. Bu da,adamın dengesini kaybetmesine ve yere sırtüstü düşmesine neden oluyor. Küçük kardeş (DM): Kusura bakmayın beyefendi. Abim… neyse boş verin.Kalk abi. Kalk da gidelim. Bu beyefendiyi de rahat bırakalım. Büyücü: Adamı kaldırmak istermiş gibi omzundan tutar ve adamı yukarı çekmeye çalışır XXX, ancak bu sırada büyünün ellerinden akmasına izin verir. (Chill Touch*) Durum: Bir insan büyücü, insan korucu ve insan barbar (ve sonradan katılacak bir cüce savaşçı), ülkenin efendisi olan paladinden bir görev almış ve şehir dışındaki bir tapınağa gitmişlerdir. Rahip (DM): Rahip seni dikkatle süzdü''Sen de bir büyücüsün değil mi evlat?'' bir iç geçirdi...''Searoar'ı öldürmen bir yana yakalaman hatta bulman bile imkansız denecek şekilde düşük bir ihtimaldir...'' onun hakkında hiç konuşmazdım...Ama artık çok fazla can yakıyor ve hatta alıyor...Senin gözlerinde cesaret ve yükselme arzusu görüyorum...Zamanında Searoarda da aynı şeyleri görmüştüm (...) Büyücü: Göreve neden sadece iki kişinin geldiğini artık anlayabiliyordu, hemen ölmek istemiyorlardı, sıra onlara gelene kadar elde edecekleri zamanın kendilerine yeteceğini düşünüyorlardı belki.. Kitaplığa ilerliyor ve kitapları incelemeye başlıyorum.. (...) DM (Büyücüye): Barbara sesleniyorsun ve ardından sen de odaya giriyorsun...O da 8X6 feet büyüklükte...Tam ortada bir masa ve sandalye...Masada ağzı açık bir mürekkep şişesi,boş bir kağıt,tüy bir kalem ve bir bardak var...Bardağın yanında bir sürahi...Odanın duvarları büyük bir kitaplıkla çevrili...Rahip sandalyeye oturdu ve ''Arkadaşın gelmiyor mu?'' dedi.. Büyücü: "Birazdan gelecektir, aşağıda, yeni kişiyle bir şeyler konuşuyor olmalı.." diyerek ayağa kalkıyorum ve kapıdan Beregorn'a sesleniyorum. Yanlış Örnek (Yapmayın. Sakın. Sopayla gelirim...): "Bilmemne’ye doğru koşup önce kafasına diz attı ardından midesine vurdu sonra İki tane daha

yumruk attı ve onu tepeye attı tepede de iki tane vurdu."

Göksu Yıldırım

R O L

Y A P M A

Örnekler

Page 20: Gölge e-Dergi Sayı 3

20

“Ben buradayım, Claire!” diye bağırdı kapıda duran Jamie bütün gücüyle. “Ölmedim ben karıcığım, buradayım!” Onu duyan yoktu. Üçü de ölü Jamie’ye bakıp gülmeye devam ediyorlardı. “Ben buradayım Claire, asıl ölen Campbell!” Kulağındaki kahkahalar giderek artıyordu, artıyordu ve… Jamie başının patlayacağını hissetti. “Ben…” “…ÖLMEDİM!” diye bağırdı Jamie ve yataktan fırladı. Vücudunda kuru hiçbir yer kalmamıştı. “Sakin ol canım,” dedi Claire, “sadece kâbus gördün, dur sana su getireyim.” Biraz sonra Claire elinde bir bardak suyla içeri girdi. Suyu içti Jamie, bir şey fark ettirmemişti. Çok terliydi ve rüyadan görüntüler gözünün önünden gitmiyordu. Elini yüzünü yıkasa iyi ederdi. Banyoya gitti ve aynada kendine baktı. Bir günde ne kadar da çökmüştü. Saate baktı; sabaha karşı 5. Cinayet saatini tam bilmiyordu ama 24 saat geçmiş olmalıydı. Elini yüzünü yıkadı sonra, atlatmalıydı, bunları unutmalı ve hayatına devam edebilmeliydi. Tekrar aynada kendine baktı. Arkasındaydı! Lanet olsun yine Jamie’nin yanındaydı! Aynadan ona bakıyordu, yüzü ifadesizdi. Hızla arkasını döndü Jamie, gitmişti. Belki de hiç orada değildi zaten. “Yeter artık!” diye bağırdı Jamie ve kapıyı yumruklamaya başladı. “Yeter, yeter, yeter, yeter!” “Jamie, iyi misin?” diye seslendi Claire kapının arkasından korkuyla. “Lütfen sakin ol, Sally’i korkutacaksın. “Ben iyiyim, tamam.” dedi Jamie kapıya vurmayı keserek ve diz çökerek kapıya yaslanıp yüzünü ellerine gömdü. “Sadece, kâbustan…” Daha fazla böyle devam edemezdi. Tek başına olmazdı. Birilerine anlatmalıydı. Karısı değil tabii- Pug’a gitmeye karar verdi. Hemen gidecekti. “Claire, benim bir yere gitmem gerekiyor.” dedi banyodan çıkarken. Claire korkmuş görünüyordu. Hemen yatak odasına gitti Jamie ve üzerini değiştirdi. Bunu daha önce de düşünmüştü aslında, birilerine anlatmayı… Ama idare edebileceğini düşünmüştü; edemeyecekti… Yola koyulduğunda hava iyice aydınlanmıştı. Kapıya vurdu. Duyan veya cevap veren yoktu. Biraz bekledikten sonra zile bastı. İçeriden patırtılar gelmeye başladı bu kez. Biraz sonra Pug kapıyı açtı. Uyumaktan gözleri şişmişti. “Jim, bu saatte burada ne işin var dostum, kafayı mı yedin?” “Seninle konuşmalıyım Pug… Ben- birileriyle konuşmalıyım…” “Sabaha kadar bekleyemedin mi Jimmy, lanet olsun, uyuyordum dostum!” “Konuşmalıyız dedim, Pug!” diye bağırdı Jamie ve Pug bu kez onu içeri davet etti. “Kimmiş, Pug?” diye seslendi Pug’ın karısı, onlar salona geçerken. “Önemli bir şey yok canım, ben birazdan geliyorum.- Hadi otur.” dedi sonra Jamie’ye. “Pug, ben…” “Çabuk konuş dostum, sabahın köründe neden buradasın?”, sonra fısıldadı Jamie’ye: “Yoksa şu Campbell’la ilgili bir gelişme mi var?” “Kimse bir şey bilmiyor, merak etme.” dedi Jamie, Pug’ın bencilce konuştuğunu düşünerek. “Ben, sadece, bir şeyler görüyorum.” “Ne gibi şeyler Jim, hadi ama, uykudan ölüyorum!” “Bak, ben, Campbell’ı görüyorum. 2-3 kez gördüm, yani, gözümün içine bakıyordu Pug, anlıyor musun?” “Jim, daha iki gün bile olmadı ve yani, bir adam öldürdün…” Burayı söylerken sesini daha da alçaltmıştı. “Demek istediğim, hayaller görmen normal, değil mi?”

Kovalamaca (Bölüm 3) Meriç Melike Softa

H İ K A Y E

Page 21: Gölge e-Dergi Sayı 3

21

“Onu görüyorum Pug!” “Tamam, evet, görüyorsun. Ama sadece diyorum ki, biraz dinlensen, belki uzaklaşsan…” “Fark etmeyecek, Pug. Beni takip ediyor. Bugün evde de gördüm onu. Ve rüyamda… rüyamda Claire ve Sally ile-Ya onlara bir şey yaparsa Pug, ya Sally’e bir şey olursa?” “Olmayacak, Jim.” Yani eğer sen sakin olursan, bir şey olmayacak, tamam mı dostum?” “Ben deliymişim gibi konuşma! Beni takip ediyor diyorum sana!” “Pug!” diye seslendi karısı içeriden tekrar. Salondaki seslerin yükselmesi onu endişelendirmişti anlaşılan. Bunun üzerine Pug, Jamie’nin gitmesini ister gibi ayağa kalktı. “Üzgünüm Jimmy,” dedi sonra kapıya doğru ilerleyerek ve sonra Jamie’nin de gelmesini bekledi. “Biraz dinlen, tamam mı dostum? Ne bileyim, uzaklaş, tatil falan yap.” “Ben deli değilim Pug,” diye fısıldadı Jamie kapıdan çıkarken, “onu görüyorum!” Kapıdan çıktığında Campbell’i orada göreceğini sanıyordu Jamie, ama yoktu… Kendi kendine “Ben deli değilim!” diye tekrarladı. Jamie’nin, internette okuduğu birkaç haber dışında işyerindeki günü olağan geçmişti. Haberlerde aradığı şey hakkında hep aynı şey yazıyordu: “36 yaşında 2 çocuk babası Martin Campbell, sarhoşlar tarafından karanlık bir sokakta gece yarısı dövülerek öldürüldü. Zanlıların 3 kişi olduğu biliniyor.” Pug’ın söylediklerini düşündü Jamie. Belki de gerçekten uzaklaşmalıydı. Gördükleri gerçek değildi, olamazdı. Patronundan bir haftalık izin almayı deneyecekti, yazlıklarına gidebilirlerdi. “Ben geldim canım,” diye seslendi eve girince. Sabah olanlar Claire’i korkutmuştu, Jamie’nin değişmeye başladığını o da hissediyordu. Ama bir daha o konu hiç açılmadı. “Hoş geldin, Jamie,” dedi Claire kucağında Sally ile mutfaktan çıkarak. “Ba-ba!” dedi Sally babasını görünce kollarını ona doğru uzatıp. Jamie Sally’i kucağına alıp “Size bir sürprizim var,” dedi. “Bir haftalık izin aldım, bir tatil yapsak iyi olur değil mi?” “Aslında yazlıktan geleli çok olmamıştı ama, sen öyle istiyorsan…” diyerek gülümsedi Claire. Kocasının buna ihtiyacı olduğunu hissediyordu. O akşam karısı ve kızıyla vakit geçirmeyi denedi Jamie. Sally’nin oyuncaklarıyla oynamışlardı. Ona yazlıkta yapacaklarından bahsetti sonra; havuzda yüzeceklerinden, lunaparka gideceklerinden… Ailesini seviyordu, olmuş bitmiş bir olay yüzünden onların üzülmesine izin vermeyecekti. Ertesi gün kahvaltı ettikten sonra yola çıkacaklardı. Yazlık çok uzak değildi zaten; 2 saat sürmezdi bile… Gece rüyasında kızıyla oynadığını gördü Jamie. Sonra Claire geliyor ve birlikte havuza giriyorlardı. Gözlerini açtığında gülümsüyordu… Bunu atlatabilirdi, unutabilirdi, biraz tatil gerçekten de iyi gelecekti, unutacaktı… “Bu kravatı yeni mi aldın?” diye sordu Claire, bavulu hazırlarken Jamie’nin uyandığını görmüştü. Jamie kafasını

kaldırıp baktı: kırmızı kravat! Üzerinde beyaz çizgi şeklinde dalgalar vardı –ama üzeri kanla kaplı değildi… Hayır,

unutamayacaktı. Campbell unutmasına izin vermeyecekti. Nereye gitse peşinden gelecek, ona yaptığını hep hatırlatacaktı.

Kovalamaca (Bölüm 3) Meriç Melike Softa

H İ K A Y E

Page 22: Gölge e-Dergi Sayı 3

22

Gömleğinin kolunu sıyırdı ve yaraya baktı; derindi, korkutucu gözüküyordu ve kesinlikle dışarı fazla kan pompalıyordu. Panikle banyoya koşmaya çalıştı ama başı hala dönüyordu yere düştü ve kafasını çarptı. Yere gözleri kararmadan önce kafasından yayılan kanı gördü...

* * * Evinin koridorunda ayaktaydı ve karşısındaki adamın zırhındaki ani renk değişimleri ve parlamalar gözünü kamaştırıyor, ona direkt olarak bakmasını engelliyordu. Az önce omzunu yarmış olan kılıçtaki kan lekelerini görüyordu. Katili, hiç acelesi yokmuş gibi yavaşça geliyordu üzerine doğru, ayağını her yere koyuşunda çıkardığı takırtılar sinir bozucuydu. Tüm gücüyle bağırdı ama bu, sinir bozan adımları hızlandırmadı, zırhın arkasından tiz, gülmeye benzer bir ses geldi. İnsandan çıkamayacak bir ses. Kılıç kalktı ve tekrar indi; bu sefer sol bacağına. Bacağın bir kısmını kopardı.Yer kan gölüne dönmüştü ve artık yaşamının uzun süre devam etmeyeceğinin farkındaydı, ama içinde karşısındaki şeye karşı büyük bir nefret belirmişti. Onu öldürmesinden kaynaklanmıyordu bu nefret. Onu, arkadaşlarını sevgilisini herkesi parça parça etse bile bu kadar nefret edemezdi birisinden. İçindeki nefret bir farenin kediye olan nefreti ya da insanın şeytana olanınki gibi değildi; bir kedinin fareye, şeytanın insana olan nefretiydi içini dolduran... Nefretinden güç alarak ayağa kalktı, bir yere tutunmadan yürüyemiyordu ama ölmeden önce bu karşısındaki şeye verebildiği kadar zarar vermek istiyordu. Banyoya koşarken elinden bırakmadığı, domates kestiği bıçağı yerden aldı, elindeki şeyin karşısındaki kalın zırhlara zarar verebileceğini zannetmiyordu ama şu durumunda elde edebileceğinin en iyisiydi. İleri bir hamle yaptı ve bıçak zırha saplandı ve renk cümbüşünün içine çekilerek yok oldu. Bıçağın sürekli dönen renkler tarafından yutulmasını dehşetle izledi ve bu nedenle suratına doğru gelen eli fark edemedi, büyük bir hızla uçtu ve duvara çarptı. Duvarın bir kısmını da kırarak yere düştü. Yaşayan hiçbir akrabası veya yakın bir arkadaşı yoktu, sadece bir sevgilisi vardı ve onun da kendisini pek sevdiği söylenemezdi zaten. Bu iyiydi. Ölümüne üzülen pek kimse olmayacaktı, ve sessiz bir şekilde unutulup gidecekti. Hiç yaşamamış gibi. Belki haberlerde kısaca bahsedeceklerdi kendisinden, isim vermeden, öldürülen diğer insanlarla beraber. Sol bacağına inen ve bacağın dizinden aşağı kısmını koparan darbe acıyla çığlık atmasına sebep oldu, ama artık ölümünü kabullenmişti ve sadece bekliyordu, sabırla. “ İnsanlar onu yapar, ama kullanmazlar Onu alırlar, ama ihtiyaçları olmaz Onu kullanan kişinin ondan haberi olmaz..” Ah.. Bilmeceler.. Küçüklüğünde onları severdi, ve ölümü öncesi hayatı, o zamanlardan başlarayarak gözlerinin önüden geçiyordu. Gerçi bu bilmeceyi ilk kez duyuyordu ama önemsemedi. “Cevap ver.” diye seslendi bir şey beynine. Şaşırmıştı, çünkü ses gerçek gibiydi, gözlerini açıp etrafına baktı, tekrar havaya kalkmış kılıçtan başka hiçbir şey yoktu. Beyninin ona oyun oynadığına kanaat getirdi. “Cevap ver.” Ses tekrar etti. O, önemsemedi. Artık sinirlenmeye başlıyordu, rahatça, hayatını bir daha gözden geçirerek ölmek istiyordu ama bu ses ona izin vermiyordu. Hafifçe inledi.

Kara Rüya (Bölüm 2) Göksu Yıldırım

H İ K A Y E

Page 23: Gölge e-Dergi Sayı 3

23

“CEVAP VER!” Diye o kadar yüksek bir sesle bağırdı ki ses, refleks olarak kulaklarını tıkadı. Bunun bir hayal olmadığını düşünmeye başlıyordu. “ÇABUK!” Diye acele ettirdi ses ona. Aklından onlarca cevap geçiyordu ama hiçbirisi, soruya uymuyordu. Kılıç son ve öldürücü darbeyi yapmak üzere iniyordu, saliseleri kalmıştı, havada çıkan ıslık sesini duyabiliyordu. Aynı ses beyninin içinde hırladı. Cevabı hala bulamamıştı ve saliseler sonra ölecekti.. Bir cenazesi olup olmayacağını merak etti, eğer olacaksa bile tabutunun kaliteli bir şey olmayacağından emindi... “TEKRAR ET!” Beynindeki ses aniden bağırdı. Neyi? Neyi tekrar edecekti? Cevabı bilmiyordu, bu kadar basitti. Kendisini ifadesiz bir şekilde yatarken hayal etti... Bir tabutun içinde... İnsanlar onu yapar, ama kullanmazlar.. Ölü bir insan bir şey yapamazdı... Onu alırlar, ama ihtiyaçları olmaz... Ölü bir insan hiçbir şey satın alamazdı... Onu kullanan kişinin ondan haberi olmaz.. Ölü bir insanın hiçbir şeyden haberi olamazdı... Bir tabut! Cevap buydu! “Tabut!” diye çığlık attı zihninde. Ve o sesi duydu, bu sefer açık bir zevk alma vardı içinde: “Doğru!”. Sol bacağında bir karıncalanma hissetti, olmayan sol bacağında. Ve omzuyla kafasında da aynı karıncalanma başladı. Kılıç inişini tamamladı ama sert, metal bir şeye çarparak geri sekti. Gözlerini açtığında elinde devasa bir orak tuttuğunu gördü. Gömleği ve pantolonu gitmişti, ve onların yerinde sadece karanlık vardı... Sadece gölge...

Kara Rüya (Bölüm 2) Göksu Yıldırım

H İ K A Y E

Page 24: Gölge e-Dergi Sayı 3

24

Uyandığında saat dördü gösteriyordu. Bu kadar erken kalkmak hiçbir zaman hoşuna gitmemişti. Yüzünü yıkamak için tuvalete gitti. Musluk kendisine sadece iki damlayı uygun bulunca bir küfür savurup mutfağa doğru yöneldi. Koridordayken hala uykuda olan diğer kardeşlerine baktı. Yüzlerindeki kir bile masumiyeti saklamaya yetmiyordu. Mutfağa girdi. Elde olanla yetinmesi gerekiyordu ama maalesef ellerinde kalan tek dişinin kovuğunu bile doldurmazdı. “Bugün de kahvaltı sana haram Ahmed.” dedi kendi kendine. Sabah namazına yaklaşık bir saat vardı. “Belki camide su bulurum da abdest alırım” diye düşünerek çıktı evden. Yürürken etrafına bakıyor ve ideallerini geçiriyordu aklından. İlerde başbakan olacak ve ülkesini bu dertlerden kurtaracaktı. Bunun için ne gerekirse yapacak, belki silahlı mücadeleye bile girecekti. Halkının ezilişini görüyor ve bir gün ezenlerin, doğruluğun ve barışın altında ezileceğine inanıyordu. On altı yaşındaydı, yaşıtlarından çok daha olgundu. Çocuk yaşta ağabeyini kaybetmiş, geçen sene de babası öldürülmüştü. Yaşadığı yerde genellikle sert tutumlarıyla tanınan insanlar hüküm sürüyordu ve o da özgürlüğün bu şekilde kazanılacağına inanmaya başlamıştı. Camiye geldiğinde suya kavuşmanın da sevinciyle bu düşüncelerden sıyrıldı ve abdest almaya koyuldu. Sabahın erken saatinde geleni merak ederek “Selamun Aleyküm” diye bağırdı imam. “Aleyküm Selam” dedi coşkulu bir şekilde Ahmed. Devamında bir sohbet oluşmasını beklerken imamın acı dolu bağırışını duydu. Aynı anda kendisi de birkaç metre ileriye fırladı. Birkaç saniye sonra göz gözü görmez olmuştu. Yere düşen metal kütleleri havaya tonlarca toz, litrelerce kan kaldırıyordu. Bulduğu ilk yere sığınan Ahmed çocukların çığlıkları arasında bağırarak dua ediyor, Allah’tan kendini kurtarmasını diliyordu. Beş on dakika içinde sesler azalmış, ortalık durulmuştu. Kafasını saklandığı yerden çıkardığında etrafındaki enkazı gördü. Caminin minaresi devrilmiş, devrilirken bir binanın üst katlarını da beraberinde götürmüştü. Ancak emindi ki bu binada yaşayanlar şanslı sayılırdı. Çünkü en azından alt katları yerinde duruyordu. Diğer binalarda zemin katla çatı arasında artık katlar değil, cesetler vardı. Ahmed hemen evine doğru koşmaya başladı. Eve vardığında buruk bir sevinç yaşadı, kardeşlerinin

çığlıklarını duyabiliyordu. Neyse ki saldırılarda kendi yaşadığı sokak zarar görmemişti. Eve girdi, kardeşlerine

ve annesine sarıldı. Annesi çocukları susturmaya çalışırken kendinden bir yaş küçük olan kardeşi Zeynep

düşmanlarına bela okuyordu.

*** Sabah kalktığında saat on ikiyi gösteriyordu. Bu kadar geç kalkmak her zaman mutlu ederdi onu. Yüzünü yıkamak için lavaboya gitti. Musluğu açabildiği kadar açtı, su etrafa sıçrayınca bir küfür savurup hizmetçileri çağırdı. Koridora çıktı ve odasında yatan kadınlara baktı. Temiz yüzleri bile içlerindeki para sevdasını saklamaya yetmiyordu. Köşkün büyük yemek odasına girdi. Hizmetçilerinin güzelce donattığı sofra bir aileyi bile doyururdu. “Bugün de istediğim gibi olmamış!” dedi bağırarak. Toplantısına bir saat vardı. “Belki orda adam gibi sofra bulurum.” diye düşünerek çıktı köşkten. Şoförüne hızlı gitmesini emretti. Yolda giderken etrafa, güzel kadınlara bakıyordu. Bu arada aklından toplantıyla ilgili bir sürü düşünce geçiyordu. Bu toplantı sayesinde daha zengin olacak ve daha büyük bir köşk alacaktı kendine. Bunun için ne gerekirse yapacak, belki suçsuz insanlara zarar bile verecekti. Halkının ezilişini görüyor fakat onlara acımıyordu. Dünyayı paranın ve gücün yönettiğine, barışın imkânsız olduğuna inanıyordu. Yirmili yaşlardaydı, yaşıtlarından çok daha acımasızdı. Çocuk yaşta ağabeyini kaybetmiş olması, geçen sene ölen babasının mirasının tamamının kendine kalmasını sağlamıştı. Yaşadığı yerde genellikle zenginlikleriyle tanınan insanlar hüküm sürüyordu ve o da gücün bu şekilde kazanılacağına inanmaya başlamıştı. İş yerine geldiğinde yemeğe kavuşmanın da sevinciyle bu düşüncelerden sıyrıldı ve yemek yemeğe başladı. Patronunun geç gelmesine alışık olan sekreteri “Hoş geldiniz.” dedi, karşılığında somurtkan bir şekilde “Hoş bulduk.” cevabını aldı El Mahmud’dan. Devamında sekreteri kendisine bir isteği olup olmadığını sordu. “Olursa söylerim!” diye tersledi Mahmud. Yemeğini bitirdikten sonra toplantı saatini beklemeye başladı. Toplantısı güzel geçmişti. Zenginliğini katlamanın mutluluğuyla döndü evine. Eve vardığında

hizmetçilere bağıran kadınların seslerini duyabiliyordu. İçeri girdi ve karılarına bağırmamalarını emretti.

Hizmetçileri de azarladıktan sonra plazma televizyonunu açtı. Elinde kumandayla zap yaparken sabah

saatlerinde Filistin’de İsrail saldırısı olduğunu anlatan habere rastladı. Görüntülerde ağlayan çocuklar ve

bağıran kadınlar vardı. Yüzünde umursamaz bir ifadeyle televizyonu kapattı. Kazandığı paraları kutlamak

amacıyla odasına çekildi.

Yarımada’da Hayat Emre Ayan

H İ K A Y E

Page 25: Gölge e-Dergi Sayı 3

25

Fırının alarmının çalmaya başlamasıyla birden bire yerinden fırladı. Fırının kapağını açtığında portakallı kurabiyenin eşsiz kokusu tüm evi sarmıştı. Onun için portakallı kurabiye yalnız kremalı kahvenin yanında yenilebilecek bir tatlıdan ibaret değildi. Tüm sevgisi ve içtenliğini vermişti onlara. Belki de sunmak istediği kişiye vermişti esas sevgisini. İlk lokmasındaki leziz portakal aromasının tadını hissederken duyduğu mutluluk inanılmazdı. Küçük ziyareti için evden dışarı çıktığında hala ağzında portakal bahçelerinden özenle seçilmiş bir tat vardı. Gözlerini güneşin güzelliğinden alamadı, çünkü güneşin yakıcı sıcaklığını ve gözleri kör eden parlaklığını çok severdi. Güneş bulutların arasında saklambaç oynuyordu, ortadan kaybolduğu her an içindeki boşluğun hiç doldurulamayacak gibi büyüdüğünü hissediyordu. Saatlerce hiç durmadan yürüdü, yürüdü. Her adımı onu yeni ve keşfedilmemiş bir dünyaya sürüklüyordu. Annesinin sıcaklığını ve sevgisini bir kere daha hissedebilecek olmanın sevinci içinde adımlarını sürekli hızlandırıyordu. Bazen bacakları enerjisini taşıyamayacak kadar çok yoruluyor, onlar pes etse de yoluna aynı tempoda devam ediyordu. Portakal kokusu burnuna geldikçe kek kabının kapağını kaldırıyor, ama yemeye kıyamıyordu. Üstüne vanilyalı dondurma koyarak ve dondurmayı cevizlerle süsleyerek servis etmenin hayalini kuruyordu. Bu kurabiyelerin bugünün tatlılığından bile daha tatlı olması için can atıyordu. Kesinlikle daha tatlı olmalıydılar. Tüm sorunları yok edecek, mutluluğu renklendirecek, âşık olunacak kadar çok tatlı… Annesinin onayını aldıktan sonra kendi için yine özel olan başka kişilere tattırabilme olanağına erişecekti. Anneler zor beğenir tabii. Bir anda hayallerini parkta neşeyle oynayan çocuklarının mutluluğuyla yarıda bıraktı. Portakalın eşsiz aromasının güzelliği sadece özel kişilere sunulmamalıydı. O kesinlikle bu kadar bencil olamazdı. İçinde daha çok mutluluk vermenin arzusuyla, ağlayan bir çocuğun yanına yaklaşıp içine kendi şefkatini kattığı kurabiyelerden bir tane uzattı. Gözyaşlarının arkasındaki gülen yüz birden açığa çıktı. Bu dünyada kimsenin ağlamaya hakkı yoktu. Ağlamamalıydı, ağlatmamalıydı. Kurabiye kabının kapağını bir daha açmamak üzere kapadığından haberi yoktu. Yine neşesini kaybetmeden annesinin kapısını çaldı. Bu kuş sesini her zaman çok sevmişti. Onu duymak için küçük bir çocuk gibi tekrar tekrar zile bastı. Bir süre sonra çocuksu kahkahalar yerini ciddiyete bırakmıştı. Artık bu sesle oynamaktan vazgeçmeliydi, onun yerine cebinden bir anahtar çıkardı. Kapının açılış sesi ve kurabiyelerin şekerli kokusundan başka bir şey hissetmiyordu. Çünkü artık hissetmiyordu. Şekerli portakal kokusu bir anda yok oldu. Açmaya kıyamadığı kurabiye kabının yere düşüp kırıldığını, sevgisinin yere saçılarak parçalandığını, bir daha geri dönmeyen bir yola girdiğini gördü. Karanlık ve sonsuz, ama huzurlu bir yol. Annesi kollarında, kurabiyeler yerde, gözyaşları yanaklarından dökülürken…

Portakallı Kurabiye Eda Kaya

H İ K A Y E

Page 26: Gölge e-Dergi Sayı 3

26

Bugün ne yazsam diye düşündüm. Kronolojik olarak:

- Sevgi, olmaz

- Doğa, klişe, olmaz

- Araba, olmaz

(bunlar sadece doldurmak için, düşünmedim merak etmeyin :))

- Tv Programları Melike: Olmaz abi.

- Recep İvedik Melike: Hmm... Bilmem ki..

-The Curious Case of çaaaat- Olmaz ben aldım (Yine Melike)

-Yaa, Melike! - Olmaz, Göksu aldı :P

Kendimle baş başa kalmaya ihtiyacım vardı...

-Oğlum, ne oluyoruz ya? Acaba dergiye tekrar girip, bu "Yeniler" yazısını “copy paste” mi yapsam... Yok ya... Bir

şey bulmam lazım... Sayıyoruz!

-Ev, olmaz

-Ahır, olmaz

-Arpa, olmaz

-Saman, olmaz

-Kilim, olmaz

-Halı, olmaz

-Çekyat, olmaz

-Nefes nefese, olmaz

-Kaldım, olmaz

-Fiuu...

Sizce ne yazsam?

Vızıldayan Sinek Can Ege Yalçın

KÖŞE

Page 27: Gölge e-Dergi Sayı 3

27

Gece; Mesih’in indiği gece. Gökyüzündeki tek bir parlak yıldız ışığıyla ayın o güne kadar mutlak sanılan hükümdarlığını gölgelerken ormanda yürüyen iki siluet; bir erkek ve bir kadın, Aziz Joseph ve leydi. O adamla karşılaşana kadar kalacak yerleri yoktu, ancak birkaç dakika sonra, Mesih gökyüzünden meleklerle inerken ikisi birlikte o adamın hanına doğru yürüyordu... 1842, Noel arifesi; Dublin’de karlı bir başka gece. Kapıya sinip kimsenin içeri girmemesini umarak ısınmaya çalışan kadın için günün ışıkları kaybolduğunda yapılacak en iyi şey uyuyacak bir yer bulmaktı elbette. Kilisenin çan kulesini seçti o da, oraya yürürken dün gördüğü köpeği görüp yanına almayı umuyordu; birbirlerini ısıtabilirlerdi. Maybe I can find a place, I can call my home; maybe I can find a home, I can call my own... O gece sadece Mesih’in doğduğu gece değildi, Kral Herod’un ruhu da ters istikamette süzülüyordu ve tüm bunlar olurken gökyüzünü izleyen üç kral daha vardı, gökyüzündeki o güzel yıldızın parlaklığıyla kendilerinden geçmişlerdi... Leydi ve aziz geceyi köhne ahırda geçirirken hanın hain sahibiydi onlara Mesih’in doğumunu müjdeleyen, onların Kurtarıcı’yı aramaya çıkacaklarını bildiğinden bu bilgiyi paylaşmıştı; onu bulduklarında hemen bıçağını çekecekti. Ancak aziz akıllıydı, o köhne hanın Mesih’in doğduğu yer olamayacağını anlamıştı; ikisi de bir saray bekliyordu, gökyüzüne çevirdi yüzünü. Üstelik o gece o yıldıza bakanlar sadece bu kişilerle bile sınırlı değildi, çobanlar da aynı güzellikle büyülenmişti; koyunlarından, taylarından, ineklerinden, kuzularından zaman bulabilirlerse... Lakin yıldız daha da parlak bir hal alırken yükselen müziği onlar da duydu, duymamak ne mümkündü zaten. O anda bir melek ortaya çıktı; ne en parlak alevin ışığı saçlarının parlaklığıyla yarışabilirdi, ne de Yunan heykelleri onun kutsanmış yüzünde bir gölge oluşturabilirdi, güzelliğinden daha ihtişamlı tek şey o anda parlayan yıldızdı. Ve o, çobanlara neyin bu kadar müjdeli olduğunu haber verdi; kurtarıcı doğmuştu ve onu görmek istiyorlarsa yıldızı izlemeleri yeterdi. And it was a beatiful star...

* Bir şarkı hakkında böyle bir yazı daha önce yazmamıştım ve sanırım şarkıyı dinlemeyenler için anlamak da zor olacak, ancak amacım biraz da buydu zaten; Loreena McKennit ve İrlanda aksanıyla konuşan küçük bir çocuğun sırayla bağlantılı hikayeler anlattığı bir şarkı Dickens’ Dublin ve mümkün olduğunca çok kişinin onu dinlemesini istiyorum şu aralar. Evsiz kalmanın her hali var içinde; leydi ve azizin ormanda yalnız yürümesi, Mesih’in doğumunun 1842. yıldönümü öncesi karlı havada yatacak yer bulamayan kadın, gökyüzünü izlemekten başka bir şey yapamayan üç kral, yeşil olan her yeri evi bellemiş ve yine de yuvaları olmayan çobanlar, hatta cennetten ayrılmış İsa; üstelik bunların hepsini tek bir kadere bağlayabilen bir yıldız. Şarkıdaki tüm imgelerin oldukça canlı ve güçlü olduğuna inanıyorum, ayrıca Loreena’nın doğum gününde Maslak ormanlarına yavaşça inen iri kar tanelerini izleyerek bu yazıyı yazmamın benim için ayrı bir anlamı da var. Çayımdan bir yudum alıp parçayı başa sarıyorum, birkaç saniye sonra küçük çocuk hikayesine bir kez daha başlıyor ve ben gözlerimi kapıyorum.. Joyful mystery, the birth of our lady...

Kuzgun Aynası Doruk Cansev

KÖŞE

Page 28: Gölge e-Dergi Sayı 3

28

Odamdaki iki çalışma masasından en geniş ve güzelinde, bütün heybetiyle benim alanımı ve enerjimi kısıtlayan, hiç haz etmememe rağmen günümüzün tüm modern imkânlarıyla donatılmış bir bilgisayar duruyor. İçimizden pek çok kişinin bağımlısı olduğu, çağımızın olmazsa olmaz teknolojisi olan bu garip aleti odamda istemememi belki tuhaf bulabilirsiniz. Üstelik mutluluğumu ve huzurumu çaldığını bile bile yine ondan vazgeçemememi de garipseyebilirsiniz. Sabahın ilk ışıklarının beni ziyaret etmesiyle uyanmamın ardından karşımda gördüğüm ilk nesne de yine o. Güneşin bana verdiği huzurun ardından böylesine yapay, insanlıktan ve duygulardan uzak bir makinenin karşımda duruyor olması beni rahatsız etmiyor değil. İlk kez yedi yaşındayken tanıştığım bu teknoloji başlarda her meraklı çocuk gibi benim de ilgimi çekmişti. Birden bire bilgisayar oyunları çılgınlığının içinde buluverdim kendimi. Saatlerce odama kapanıp, bir şey yemeden içmeden, klavyemi parçalayarak, ekrandan gözlerimi bir saniye bile kaçırmayarak, her gün yenilenen oyun arşivimi bitirmeye çalışmıştım. Ardından aynaya baktığımda ise kendimi yirmi yıl yaşlanmış, gözlerim çökmüş ve kızarmış, dudaklarımsa hareketsizlikten birbirine yapışmış şekilde buldum. Bu ben olamazdım. Bu manzaranın ardından bende bilgisayar oyunlarına karşı bir fobi oluştu diyebilirim. Belki ben artık bu oyunlarının serüvenine kendimi kaptırmıyor ve bilgisayarımın yanına bile yaklaştırmıyor olabilirim. Ama çevremde bu çeşit bilgisayar dergilerinin elden ele dolaşması ve sınıfın bir köşesinde böyle bir sohbetin her durumda var olması beni huzursuz etmeye yetiyor. Kendimi bilgisayar teknolojisinden soyutlamamdan ve bir takım prensipler edinmemden sonra başkalarında gözlemlediğim olaylar tüyler ürperticiydi. “Ben de mi böyleydim acaba?” diye düşündüm, dehşete düştüm. Oturduğu koltuktan kaldırmak için saatlerimi harcamamam, bin bir türlü soytarılık yaparak ve avazım çıktığı kadar bağırarak ilgi çekmeye çalışmam, hatta annemin yaptığı leziz yemeklerin kokusu bile işe yaramadı. O an bu nesnenin uyuşturucu kadar zevk verici ve adi olduğunu fark ettim.

Çocukluğumda dut ağacım ve salıncağım vardı. Günümü sallanarak ve dut ağacımın en leziz dalını bulmaya çalışarak geçirirdim. Benim üzerimde ikisinin de çok emeği geçti. Zaman zaman bahçemizdeki zakkum tarhına saklanmış kaplumbağalarla da sohbetler kurardım. Tüm bunları yaparken yaşadığım mutluluğu, bahçemi bir daha görmemek üzere terk ettikten sonra hiçbir yerde bulamadım. Halamın anlattıklarına göre o günlerde gözlerimde çocuksu bir ışıltı, sohbetimde içtenlik ve dudaklarımda gülümseme eksik olmazmış. Aynı şeyi ben şimdiki çocuklar için söyleyebilir miyim bilemem. Evimize gelen tüm konukların çocukları odamdaki hiç sevemediğim köşeye akın ediyor. Bana verdikleri kaçamak cevaplar, çevresine karşı olan büyük ilgisizlikleri, umursamazlıkları ve daha pek çok işaret bana onların ilişki kurmakta yeterince gelişmediklerini gösteriyor. Gittiği yeri şenlendiren çocuklar gitmiş, yerine varlığı yokluğu bir, çocuk demeye bin şahit isteyen varlıklar gelmiş gibi. Keşke evin içinde kovalamaca oynasalar da ben de annemin kristal vazolarını korumaya çalışsam…

Çok uzun zamandır böyle düşünmeme ve bilgisayarın tamamen zararlı olduğu düşüncesinin katı bir destekçisi olmama rağmen artık bu konuyu sorgulamaya başladım. En göze çarpan örnek ise internetti. İnternetin yaratılış amacı bilgi edinmek, her ne kadar bu zamanla amacından sapmış (saptırılmış) olsa da. Bilgisayarımın düğmesine bastığım anda dünyanın tüm kütüphanelerinin bilgi hazinesini karşımda buluyorum. Sizce bu bizi teknolojiye bağlayan ince çizgi değil midir? Bilgi insanlık demektir. Eğer insanlığımızı sürdürmek istiyorsak duygularımızın yanında bilginin de var olması gerektiğini görmezden gelemeyiz. Katı düşüncemin yontulması bile beni hala bu alete alıştıramadı diyebilirim. Bilgiyi eski kitap kokusunun içinde aramak, ilhamı kağıt ve kalemde bulmak, kahve bağımlılığı benim doğam işte. Yazımı bitirirken; kâğıt ve kalem yerine bilgisayarımı kullandığımı da söylemeden geçemeyeceğim. Bu yazıyı okuduktan sonra “Hiç mi bilgisayar oynayamayacağız? Nedir bu muhalefet tavırların?” diyebilirsiniz. O zaman bu durum bir tek beni rahatsız ediyordur. Eğer siz mutluluğunuzu bir ekranın karşısında buluyorsanız ve bulabiliyorsanız, benim gözden kaçırdığım bir şeyler var demektir. Yine de ben şu an için geçerli olan düşüncelerimi tüm samimiyetimle yazmayı uygun buldum…

Acı Kahve Eda Kaya

KÖŞE

Page 29: Gölge e-Dergi Sayı 3

29

Summer Breeze, Bloodstock, Gods of Metal... Hepsi müzik festivalleri ve hepsi yabancı (hatta ilginç olanı, çoğu alman J). Asıl bahsedeceğim şeyden önce bir bakalım bu saydığım festivallere kimler geliyormuş; Dream Theater, Slipknot, Blind Guardian, Napalm Death, Epica, In Extremo, Moonspell, Amon Amarth, Amorphis, Elvenking, Firewind, Deathstars, Haggard, Katatonia, Opeth, Sabaton, Volbeat, Vader, Battlelore, Black Messiah, The Haunted ve daha bir çoğu. Ayrıca dikkatinizi çekerim, saydığım festivaller arasında Wacken Open Air, Rock Am Ring gibi festivaller değil. Peki Türkiye’de neler oluyor? (Nasıl bir yazı olacağını tahmin etmişsinizdir J) Bu sene konsere gelmesi planlanan (ya da söylenen) veya gelmiş gruplar şunlar; Deep Purple, Depeche Mode, The Haunted, Amon Amarth, L.A Guns, Rotting Christ, Opeth, Diabolical, Metalbreath, Vortex of Clutter, Rusty Dagger, Garmadh, Caedem Efficere, Dark Eden, Aegnor, Dark Ireth, Karathorn, Dungeon of Wizards, Latebrvm Inferi, Smidur, Mytes Gradel, Poisonblack vesaire vesaire. Ne kadar çok grup geliyor, ne güzel değil mi? Değil. Evet, çok grup var; ama bunların kaçının adını ilk kez duyuyorsunuz? Büyük olasılıkla yarısından fazlası. Arada Amon Amarth, Opeth gibi iyi isimler ve heleki Deep Purple gibi büyük bir grup var ama, diğer festivallere katılanlara bir bakın. Deep Purple’ın yerine onların gelmesini tercih etmez miydiniz?

Bir düşünün, Yunanistan, Macaristan civarında gezen Iron Maiden, Somewhere Back In Time turnesinde

neden İstanbul’a uğramadı? Türkiye’de onları izleyecek kişi sayısı Yunanistan’dan az olduğu için mi? Hayır. Gelmediler, çünkü onları getiren bir organizatör yoktu...

Aslına bakılırsa çok da kötü değil durumumuz, geçen sene düşünülürse özellikle. Metallica, Judas Priest

konserleri, bir lisenin Moonspell’i getirebilmesi (her ne kadar izleyemesek de); bunlar büyük başarılar. Ve umarız örnek olacaklar... Özellikle Metallica konserindeki kalabalık organizatörlerin gözünü türe çevirmesini sağlayacaktır umuyoruz.

Ayrıca size biraz da eğlenceli bir şeyden bahsetmek istiyorum. 27 Şubat tarihinde, “Saygıyla Pink Floyd Çalmak”

amacıyla kurulmuş bir grup konser verdi. Dikkatimi çeken şey grubun adı oldu; 7 Pink Floydlar ve 2 Prenses. Şahsen efsanevi bir grubun üyesi olsam, şarkılarımı çalan bir grubun bu ismi almasını istemezdim.

Steel Maidens, Opet gibi gruplarla karşılaşmamak dileğiyle...

İki albümün kapakları arasındaki benzerlik göze batıyor...

Ruh Soygunu Göksu Yıldırım

KÖŞE

Page 30: Gölge e-Dergi Sayı 3

30

Neden insanlar hiç dikkat etmiyor? Bir boşluk tuşuna basmak mı zor geliyor? Bilmiyorlar mı? Tamam, öğretelim: Dahi anlamındaki “de” ayrı yazılır arkadaşım! Çok basit. “Ben ‘de’ geliyorum.”, yani “Ben” adlı mekânda gelmiyorsun, sen “de” geliyorsun yahu. Bu alışkanlığı nereden edindim bilmiyorum ama çok iyi bir alışkanlık olduğunu düşünüyorum; nerede ayrı yazılması gerektiği halde bitişik yazılmış bir “de”, “mi”, “şey” (evet, “şey” de ayrı yazılır; “şey”, başlı başına bir kelimedir) görsem, hemen uyarıyorum, uyarmaktan öte, bağırıyorum, çağırıyorum, kızıyorum. Ne bu yahu? İnsanlar şey diyor; “Bitişik yazsam ne olacak ki msn’de, forumlarda falan. Ben zaten biliyorum onun ayrı yazılması gerektiğini.” Hayır, biliyorsan neden yanlış yazıyorsun? Neden başkalarının yanlış öğrenmesine neden oluyorsun? Neden Türkçeyi yanlış kullanıyorsun, değil mi? Haydi seferberlik başlatalım; siz de benim gibi yapın, nerede yanlış yazılmış bir “de”, “mi”, “şey” görseniz bağırın, “bip”lemeye başlayın, ne bileyim, atlayın üstlerine. Nerede yazım hatası görürseniz en azından gözünüze takılsın. Duyarsız kalmayalım! Buyurun: www.dahianlamindakideayriyazilir.com Evet, konumuz Türkçeden açılmışken… Duyarlılık falan demişken… Belki kimsenin fark etmeyeceği, çok küçük de olsa yaptığım bir şeyden bahsetmek istiyorum. (Evet, bakın, “şey”i ve “de”yi ayrı yazdım.) Şimdi Tadım’ı bilirsiniz hepiniz… Çekirdekleri pek güzeldir -Reklama mı girdik biraz yahu?-, neyse, efendim, zamanında bu çekirdek paketlerinin üzerinde “%100 Natürel” yazardı. “Doğal” varken “natürel” ne, değil mi? “Natürel” ya! Nasıl bir kelimedir? “Doğal” ne kadar güzel oysa… Neyse efendim, açtım bilgisayarı, attım bir mail Tadım’a. Birkaç gün sonra bir cevap: “Uyardığınız için teşekkür ederiz, uyarınızı en kısa zamanda dikkate alacağız.” Tabii artık her çekirdek alışta pakete bakmaya başladık… Bir ay sonra baktım; üstte “Natürel”, altta “Doğal” yazıyor. Birden bire geçiş yapamadılar diye mi nedir? Neyse, hafiften mutlu oldum tabii, belki benim mail sayesinde böyle yapmışlardır belki diye. Hoop, 1 ay daha geçti ki, Tadım Çekirdek ve tüm diğer ürünlerinin üzerinde şu yazı: “%100 Doğal”… Eh, daha ne diyeyim? Bu çok güzel bir şey tabii. (Evet, “bir şey” ayrı) Televizyonlarda “Uçak kalkış yaptı” yerine “Uçak take off yaptı” dedikleri için kanalı arayıp uyaran arkadaşları da tanıyorum, ellerine sağlık… Asıl yapılması gereken de bu zaten. Dilimize yabancı sözcükler girdikçe, yabancı sözcüklerin girmesini bırakın, sözcüklerin Türkçe karşılıkları varken yabancı dillerini kullandıkça, nereye gider bu millet, bu ülke?.. “Bilgisayar” mesela, ne kadar güzel bir kelime… Daha bilgisayarlar Türkiye’ye gelir gelmez konulunca ismi ne güzel yerleşmiş, “Kompütır” diyen var mı hiç bakın çevrenize? Haydi hepimiz “Printer”a “yazıcı” diyelim artık, “Scanner”a “Tarayıcı”… “Faks”a “Belgegeçer”… Ve daha nicesi. “Bir kişi bir kelimeyi düzeltse ne olur?” mu diyorsunuz? Kelebek etkisini duymadınız galiba hiç? Dilimize sahip çıkalım arkadaşlar. Dilimizin geleceği, bizim elimizde. Gelecek, bizim elimizde.

Multimedya Mesaj Servisi Meriç Melike Softa

KÖŞE

Page 31: Gölge e-Dergi Sayı 3

31

Ne yazık ki şu anda başlığı “İnternet Kafe” olan bir sayfadayız(!). Aynı şeyi düşünüyor olmalıyız: “Niye ‘ne yazık ki’?”. Aslında her şey yolunda gidiyordu, yani planladığım gibi, ta ki dün ekran kartımı yakana kadar. Kamp dönüşü hangi oyunu inceleyeceğime karar vermiştim. Ansbach’dan değişim öğrencilerinin gittiği gün incelememi yapacaktım. Bugün gittiler onlar ama ben şu an evde inceleme yazmak yerine bir internet kafede oturmuş arada yanımda dota oynayan arkadaşı izleyerek yazı yazıyorum. Çünkü dün ekran kartımı yaktım ve bunu grafik gereksinimlerin nispeten düşük olan bir oyunda (Psyconauts) yaptım. Nasıl yaptım ben de bilmiyorum ama konumuz bu değil. Başlıktan da anlamış olduğunuz gibi internet kafeler hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Ortamı koklamamış olanlara biraz tanıtmak aslında amacım. Hem zaten editörler de oyun incelemesi yazacaksın demediler, bilgisayar bölümünü yazmak gerektiğini söylediler. Ben de köşe tadında yazınca, burası çıktı ortaya. Bundan 4-5 sene önce babamdan internet kafeye gideceğiz diye izin istediğimde her bilgisayar muhabbetinde aldığı ezici surat ifadesiyle “Evde internet yok mu?” diye sormasına şaşırmıştım. Babamın bu kadar sığ düşünebileceği aklıma gelmemişti. İnternet kafe onun için olduğu gibi belki sizin için de gereksiz bir yer. Evet, interneti sadece sörf yapmak ve ya msn’e girmek için kullanıyorsanız bence de gelmeyin internet kafelere. Tamam, farkındayım şu anda internet kafedeki bu bilgisayarı sadece yazı yazmak için işgal ediyorum ama evde internet yok (=P). Aslında bence verilen isim yanlış. İnternet kafe! Benim normal zamanlarda buraya gelmemin nedeni burada internet olması değil ki. Burada sadece bir lan bağlantısı ve oyunlar olduğu sürece ben buraya geleceğim. Ya da şöyle söyleyelim, bizim ( ben ve şu an etrafımda oyun oynayan yaklaşık 100 kişinin ) burayı kullanma amacımızı karşılamıyor “İnternet Kafe” ismi. Oyun kafe benim, pardon, bizim için burası. Burada hiçbirini tanımadığım insanlarla aynı takımda yine hiçbirini tanımadığım insanlara karşı oyun oynayabiliyorum. Herhangi birinin sevdiğim bir oyunun ismini yüksek sesle söylemesi yeterli. Ben ise genelde eski strateji (AoE2, RoN, BfME1) oyunlarını veya bir arada oynanan hack&slash (Diablo) oyunlarının isimlerini bağırdığım için genelde “Kur oyunu geliyoruz Okan” diye sesler yükseliyor. Bu oyunları hala oynayan küçük bir çoğunluk olduğumuz için birbirimizi tanıyoruz artık. ( Bilgisayar oyunları insanları asosyalleştiriyor diye düşünenlere gönderme. ) İnternet kafelerde yeni insanlarla tanışabileceğiniz gibi stres de atabilirsiniz. Tabi karakterinize bağlı olarak stres olmanız da muhtemel. Ama ben yenilsem bile internet kafeden çıktığımda o haftanın tüm kötü anıları gitmiş, arkadaşlarımla ve bilgisayarla geçirdiğim muhteşem bir güne dönüşmüş oluyor. Oyun oynamak ise internet kafelerde çok daha keyifli. Çünkü evinizde sadece yapay zekaya karşı oynuyorsunuz ve hiçbir zaman bir oyunda siz geçemeyin diye engel konulmaz. Her zaman başka bir yol vardır. Ama internet kafede gerçek insanlara karşı oynamak çok farklı. Yapay zeka ne kadar mükemmel olursa olsun o oyunu birkaç gün oynadıktan sonra yapay zekanın sınırlarını fark edersiniz. Fakat bir insanın o gün hangi açığınızı yakalayacağınızı ve geçen sefer yakaladığınız açığı kapatıp kapatmadığını bilemezsiniz. Gerçek insanlar, yapay zekanın aksine siz oyunu keyif alarak bitirin diye değil, oyunu bitiremeyin diye karşınıza gerçek engeller koyarlar. Başta da belirttiğim gibi amacım biraz da olsa internet kafeleri tanıtmaktı. Oraların nasıl yerler olduğunu anlatmak istedim biraz. Eğer yeni insanlarla tanışmak, oyun oynamaktan zevk almak ve oyunların gerçek sınırlarını görmek istiyorsanız gitmeniz gereken yerler internet kafeler. Karşımdaki bilgisayardaki arkadaş C&C3 diye çığırdı az önce. Anlayacağınız ben de biraz oyun oynamaya gidiyorum. 3’e 3 oynayacakmışız, çabuk olmam lazım. Niye hala buraya yazıyorum ki ben?

Ekranın Arkasından Okan Ağca

KÖŞE

Page 32: Gölge e-Dergi Sayı 3

32

Ş İ İ R

İstanbul Ağlıyor Boğazın kıvrımlarında bir yelkenli ilerliyor, Rüzgar kocaman kollarını açmış sıkıca sarmalıyor onu. Sanki kaybetmekten korkuyor gibi, Kendini affettirmek istiyormuş gibi... Birden iskelede çatırtılar duyuluyor. Bulutlar art arda göz kırpıyor insanlara. Mürettebatı bir telaş dumanı sarmalıyor. Bakır tadında, bulanık bir duman... Küçük bir miço ağlamaya başlıyor, Minik gözlerinde dünya dönüyor. Sinirleri ona sinsice oyunlar oynuyor. Gemi artık yok onun için, bomboş... Sonra bir ıslaklık hissediyor, Hayır, yanaklarında ya da pantolonunda değil_ Annesinin kısacık kestiği saçlarında. İstanbul ağlıyor... İstanbul sessiz, İstanbul karanlık, İstanbul belki de sadece aşık. Güneşe, yağmura, dağa, taşa... Yeditepe bir olmuş; 'hissediyor'. Belki de bu sadece yağmur. Hayır, 'kimileri' için sadece yağmur. Ama aşıklar için gözyaşı; Her bir damlasında anılar saklı gözyaşları... Ben de yağmur diyebilirdim buna, Bu ıslak, hüzünlü ağır, damlalara. Ama seni tanıyan biri nasıl bu kadar basitleştirebilirdi? Yağmuru kıskandıran her damla senle doluyken... Güzelliğine doyamadım, bakamadım bir türlü. Kamaştı, küçüldü, kıskandı gözbebeklerim. Yağmur bulutlarına bakıp, güneşte seni gördüm, Gözyaşlarım akarken, yeniden aşık oldum...

Eren S. Bozkurt

Şiir

Page 33: Gölge e-Dergi Sayı 3

33

2009 MART AYI KÜLTÜR SANAT REHBERİ

İyi Günde Kötü Günde

tarih : 15.03.2009 16:00:00 - 15.03.2009 20:30:00

mekan : Caddebostan Kültür Merkezi

tarih : 19.03.2009 20:30:00 - 20.03.2009 20:30:00

mekan : MEB Şura Salonu

Tam: 45,00 TL, Öğrenci: 35,00 TL

Geçen yıl “Tak Tak Takıntı”, “Ben Eskiden Küçüktüm”, “Koçum Benim…” projeleriyle çok geniş kitleleri tiyatro sanatı ile buluşturan Ali Poyrazoğlu yine gündem yaratacak çok iddialı bir güldürü ile seyircilerine iyi ki tiyatro var dedirtecek.Bu oyunu ayrılan ama birbirlerinden kopamayan sevgililerin öyküsünü bekar, nişanlı, yeni evli, kavgalı, küs, boşanmış herkesin izlemesi gerekiyor.

Çalıkuşu

tarih : 21.03.2009 21:00:00

mekan : TİM Fettah Aytaç Salonu

Tam: 45,00 TL, Öğrenci: 35,00 TL

Reşat Nuri Güntekin’in eseri, Türk Edebiyatının başyapıtlarından biri, yaklaşık 90 yıldır en çok okunan Türk romanı, döneminde en çok ilgi ve seyirci toplayan Türk filmi, televizyonun seyirci rekorları kırmış unutulmaz dizisi: ÇALIKUŞU şimdi, bambaşka bir yorumla Tiyatro Kedi’de sahneleniyor.Tiyatro Kedi’nin, Çalıkuşu yorumunda sahnede aynı anda üç farklı Feride’yi canlandıran Ebru Cündübeyoğlu, Elif Çakman ve Dilek Aba’yı; 1920’lerde bir kadının İstanbul’dan Anadolu’ya uzanan mücadele dolu yaşamındaki evrelerini ve Feride’lerin kimliğinde Türk kadınına yansımasını izliyoruz. Yazarının anlatımıyla “Gözlerinden uyku gibi sevda akan” Feride’nin ölümsüz aşkı Kamran’ı ise Atılgan Gümüş oynuyor. Feride’nin yaşamında yer etmiş, hayatını, umut ve inançlarını etkilemiş insanları ise tiyatronun dev isimlerinden oluşan bir kadro yorumluyor

Carmina Burana - Çağdaş Bale Topluluğu

tarih : 24.03.2009 20:30:00

mekan : Enka Oditoryum

bilet fiyatları

23,50 TL

Genel Sanat Yönetmenliğini ve Başkoreograflığını Cem Ertekin’in üstlendiği ilk özel bale topluluğu olan Çağdaş Bale Topluluğu, 37. Sanat yılını kutlarken kalabalık sanatçı kadrosuyla yeni gösterilerini izleyiciye sunuyor.

R EHBER

Page 34: Gölge e-Dergi Sayı 3

34

Duyurular & Okuldan Haberler

6 Mart Cuma günü, 15.15’da Taksim Matrock Kafe’de başlayacak bir ielportal buluşması

–nam-ı diğer; Forumcan– düzenleniyor.

***

Programında 7 farklı ülkeye gezileri de barındıran Bundeslager kampının seçmeleri tamamlandı.

Seçilen arkadaşlara tebrikler.

***

Abitur’09 bitti, geçmiş olsun!

***’

125. yıl programı kapsamında düzenlenen "Başarılı İstanbul Liseliler Başarılarını Anlatıyor" paneli dahilinde birçok mezun ağabey ve ablamızla çok güzel bir buluşma gerçekleştirdik

***

Değişen ders programları hepimize hayırlı olsun! :)

***

Sınırsız eğlence, daha önce karşılaşılmamış tatlar, yepyeni bir aktivite: Die Stadt des Sakaryas! Başvurular 9-E'den Hande, Gülçin ve Özge'ye.

***

Kasdav’da okulumuzu temsil edecek gruplar belirlendi.

En iyi yorum: Camadan

En iyi beste: The Blue Whales.

***

Yine, yeni, yeniden: ielportal.com

Üye olunuz, oldurunuz!

Page 35: Gölge e-Dergi Sayı 3

35

G E L E C E K S A Y I D A