fethi naci’nin yky’deki -...

230

Upload: others

Post on 18-Sep-2019

10 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş
Page 2: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

1

Page 3: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

2

Fethi Naci’nin YKY’deki öteki kitapları:

Gücünü Yitiren Edebiyat (2002) Roman ve Yaşam (2002)

"Dünya Bir Gölgeliktir" (2002)

Page 4: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

3

FETHİ NACİ

TÜRK ROMANINDA ÖLÇÜT SORUNU

ELEŞTİRİ GÜNLÜĞÜ I (1980-1986)

ELEŞTİRİ

Page 5: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

4

İÇİNDEKİLER

1980 Türkiye’de Roman var mı? • 8

1981 Türk Romanında ölçüt Sorunu • 12 Toplumsal Değişme ve Türk Romanı • 15 Bir Dostu özler Gibi • 18 Kemal Tahir Kemal Tahir'e Karşı ya da Bir Romancı Yarattığı Roman Kahramanına Sonradan Niçin Düşman Olur? • 21

1982 Serbest Fırka" Karşısında İki Romancı: Kemal Tahir ve Tarık Buğra • 29 Tarih ve Roman • 37 Yapısalcı Yöntem ve Aruz • 40 Ben Ne Diyorum, Ahmet Oktay Ne Diyor? • 42

1983 Acı• 45 Romancılarımız ve Roman Kişileri • 47 Garip Hareketi, 40 Kuşağı, Mehmed Kemal ve "Hangi" Ekrem • 49 Değişen Türkiye'de Sanatçının Durumu • 53 Birey ve Bireycilik • 56 Sıtkı Bey • 58 Niçin Yadsımak? • 61 Tarihsel Roman ve Dil •64 Kolay Yargılar • 65 Halka Ta'n Eylemek • 66 Dil Konusunda 69 Şiirde Türkçe Kaygısı 72 Kitap Korkusu • 73 Romanda Büyük Bir Yetenek • 74 Kimlerdi Sezai Bey’i Çileden Çıkaranlar? • 77 Esendal Üstüne • 80 Salâh Birsel Türkçesi • 81 Bir Şiir • 83 Değişen Bir Şey Yok • 84 "Eylül“e ve Mehmet Rauf un İntihar Girişimine Dair • 85 Kafiye Yüzünden Fahriye Abla'yı Erzincanlı'ya Verdiler • 87 Polonya'da Bir Kuş Var • 88 "Fenn-i Şiirin Irzı..' • 90 "Yazılı İlişkiler" • 91

Page 6: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

5

"Kendi Geleneğimizin özgün Sesi" • 94 Ahmet Haşim'in Söz Dağarcığı • 96 "Mevsimler Kısaldı, Yıllar da" 97 Necip Fazıl Kısakürek • 99 XIX. ve XX. Yüzyıl Türkiyesi'nde Sakal Sorunu • 100 "Ahmet Haşim İçin Ne Dediler?" • 101 Orhan Pamuk Hakkında102 Orhan Pamuk'a, Romana ve Şiire Dair • 103 Mehmed Kemal'in Dalgınlıkları *105 Dil Gurbeti • 107 Umut • 109 "Cadı Ağacı" • 110 "Bir Şiirden" • 111 "Cadı Ağacı" • 112 Gene "Bir Şiirden"» 113 Bilgi Yanlışları *114 Eski Şiirimizden Yararlanmak ya da Çoktan Çözülmüş Bir Sorunu Yeniden Tartışmak • 116 Yahya Kemal'le Ahmet Haşim'in Diyalogu • 121 İhsan Fikret, Şair Fikret • 122 Fikret'in Şiiri • 124 Güz Rüzgârında • 126 Bir Dize • 128 Asım Bezirci'nin Şaşırtıcı Yanılgısı *130 Bir Çizerin Yazılı Düşünceleri • 132 Yahya Kemal ve Kadınlar • 135 "Tanpınar'ın Şiir Dünyası" • 136 1984 Bir Roman Olayı: 'Issızlığın Ortasında'139 Roman Metalaşıyor ya da Pazar Ola Romancılar • 142 Eski Şiirimizden Yararlanmak • 144 “Üç Beş Kişi'den Biri Üstüne • 146 Kimdir Bu Ferit Sakarya? • 148 Ferit Sakarya'nın Düşünceleri • 150 Ferit Sakarya'nın Düşüncelerinin Eleştirisi • 152 Üç Beş Kişi'deki Aydınlar, Bilim Adamları • 155 Üç Beş Kişi'ye Ek • 157 Polisliğin Anatomisi • 158 Sait Faik ve Bir Değerlendirme • 160 Okuyup Yazmak ve Yaşamak Üstüne • 161 "Tanıdık Dünya' • 162 "Düş Kurmak' •165

Page 7: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

6

"Zeno'nun Bilinci' • 166 Eylül 1984 • 168 Toplum, Romanı İzliyor • 174 "Şimdiki Zamanın Sürgünü' • 176 Gene "Şimdiki Zaman' • 178 Giz- • 179 1985 Gücünü Yitiren Edebiyat • 181 Özgür Yazar mı, "Sahibinin Sesi"mi? • 183 Ahmet Altan'ın "Devrimci"leri • 185 İnanç, Zırh, Tam Gelişemeyen Kişilik, Boşluk Doldurmak, vb." • 187 Ne Aptal Çocuklar Bunlar, Ne Kötü Çocuklar! • 190 Homeros'ta Balık Sorunu • 192 Yazar Dalgınlıkları • 193 Swannn'ın Bir Aşkı'nı Yeniden Okurken • 194 "İki Sınıflı Toplumlar Asyagil Üretim Tarzı ve Doğu Despotizmi" • 196 "Çarpıcı ve özgün Bir Kitap" • 197 Dar Sokakta Siyaset • 198 "Beyaz Kale" • 200 Yaşar Kemal ve Türk insanı • 202 "Picasso ile Konuşmalar" • 205 "Nazizm ve Kültür" • 207

1986

Bir Kan Yağmuru"• 211 ‘’Bu Korku Cehennemi’• 213 Yaşar Kemal'de Doğa • 216 Kısa... Kısa.. • 218 Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme" ile "Türk Roman ve öyküsü" Arasındaki "Tehlikeli İlişkiler" • 220

Page 8: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

7

1980

Page 9: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

8

Türkiye'de Roman Var mı?

İstanbul, 15 Kasım 1980 Zaman zaman bir romancımızın "Türk romanı Avrupa romanı

düzeyindedir," gibilerden bir söz elliği olur. Gerçekte, romancımız, "Benim romanlarım Avrupa romanları düzeyindedir," demek istemektedir, ama bunu açıkça söylemek pek kolay olmadığı için, öteki romancıları hiç beğenmese de, zorunlu bir alçakgönüllülükle, "Türk romanı Avrupa romanı düzeyindedir," der.

İlk Türk romanı 1872'de yayımlanmış: Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat’ı. Sadece edebiyat tarihi açısından bir değeri var bu romanın; hatırlansa hatırlansa, okullarda, öğrencilerin başlarına bela açmak için sınav sorusu olarak hatırlanır.

İlk Türk romanı yayımlanmadan önce Batıda yayımlanan ünlü romanlardan birkaçını anmakta yarar var Stendhal'den Kızıl ve Kara (1830), Parma Manastın (1839), Balzac'tan Goriot Baba (1833), Gustave Flaubert’den Madame Bovary (1857), Herman Melville'den Moby Dick (1851), Tolstoy'dan Savaş ve Barış (1869), Dostoyevski'den Budala (1869), Ecinniler (1870)...

Batıda bu romanlar yayımlanırken bizim toplumumuzda görülen anlatı türleri Leylâ ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha gibi Farsçadan kaynaklanan mesneviler, ya da sözlü anlatım geleneğine bağlı olan Köroğlu, Kerem ile Aslı, Battal Gazi gibi halk hikâyeleriydi.

Şemsettin Sami'nin romanından on sekiz yıl sonra, 1900'de, Aşk-ı Memnu yayımlanır; Halil Ziya Uşaklıgil' in bu romanıdır gerçek anlamda

ilk Türk romanı. Çok az romanımız, seksen yıl gibi uzun bir süreye dayanabilir, oysa Aşk-ı Memnu bugün bile beğenilerek okunmaktadır. 1872 ile 1900 arasında romanda alınan yol, insanı şaşırtacak kadar büyük bir başarıdır. Üstelik ül-kemizde romanın gelişmesini önleyen, ya da en azından geciktiren nedenler olduğu gibi dururken!

Ülkemizde romanın gelişmesini geciktiren nedenler, dedim. Nelerdi bunlar? Gerçek roman, yani on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın romanı. Batıda

burjuva yaşam biçiminin belirmesiyle ortaya çıkmıştır. Burjuva toplumunun insan örneği ise “birey"dir. Oysa, aynı yüzyıllarda, Osmanlı toplumunun ekonomik yapısı "bireycin ortaya çıkmasını engelleyen bir ekonomik yapıydı. Bir bilim adamımız, bu konuda şöyle diyor: "Bir İktisadî fonksiyon üzerine kurulu olan reayanın ve devletin anonim varlığı, toplum içinde birey-insanın yetişmesini engellemiştir. Osmanlı toplumunun devlet ve reaya arasında birlik yaratan

Page 10: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

9

İktisadî mantığı, bireyin toplum içinde özel ve bağımsız olarak ortaya çıkmasını önlemiştir." (Sencer Divitçioğlu)

Türkiye'de romanın gecikmesinin bu temel nedeni yanında başka nedenler de ileri sürülebilir. Sözgelimi roman, Osmanlı toplumunda var olan anlatı biçimlerinin geliştirilmesine dayanmaz, bir yana bırakılmıştır o anlatı biçimleri ve işe sıfırdan yani Batıdan ithal edilen yeni bir anlatı biçiminden başlanmıştır. Bir başka neden, düzyazı geleneğimizin olmayışıdır. Ayrıca, "Müslüman doğu, ruhbilimsel araştırmayı pek az tanımıştır." (Ahmet Hamdi Tanpınar) ve kadınlarla erkeklerin ayrı dünyalarda yaşamaları, kaç-göç, romancının elini kolunu bağlayan bir başka önemli nedendir.

Türk toplumunun ekonomik yapısının değişmesiyle romanın gelişmesinin önüne dikilen toplumsal engeller zamanla ortadan kalktığı halde Türk romanının gelişmesi 1900'de durmuş gibidir. Sonradan yazılan romanlar genellikle "yazınsal" açıdan değil "toplumsal" açıdan ilginç romanlardır. İlkel bir gerçekçilik anlayışı "yazınsal"la "toplumsal"ı birbirine karıştırmış, toplumsal "bildiri"si olan her romanı yazınsal açıdan da "tutmak", nerdeyse bir "ahlâk" sorunu durumuna getirilmiş, "yazınsal" davranış "ahlâksal" davranışa indirgenmiştir. Bu yoldan oluşturulan bir yasaklar dizisi gerçek yargıların belirmesini önlemiştir. Fakir Baykurt’un romanlarının çoğunluğunun okumaya değmez şeyler olduklarını söylemek köy davasına hayınlık gibi gelmiş, Orhan Kemal'in romanlarının çoğunun Reşat Nuri Güntekin'in romanlarının düzeyine ulaşamadığını söylemek sosyalizme karşı çıkmak sanılmıştır. Eski kuşak romancılarının romanları da yeniden incelenmemiş, bir zamanlar birilerinin verdikleri yargılar ezbere tekrar edilegelmiştir. Gerçekten başarılı romanları olan Reşat Nuri'nin Yeşil Gece adlı berbat romanını, bu yüzden, en beğendikleri "On Türk Romanı" arasında sayan şairler, yazarlar çıkmıştır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nu, Halide Edip Adıvar'ı bugün bile büyük romancı sananlar vardır.

Bir romanın büyüklüğü nasıl anlaşılır? Belki birtakım "nesnel" ölçütleri vardır bunun, ama bir de doğruluğu "bittecrübe" denenmiş bir ölçüt var O romanı yeniden okumak isteği. Sorarım: Hangi Türk romanını okuduktan sonra bir kez daha okumak isteğini duydunuz?

Uzun süredir Türk romanları üzerinde çalışıyorum. Okur olarak yirmi sayfasını okumaya katlanamayacağım nice romanı, yazar olarak, sabırla, titizlikle, notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş Ceyhun'un iki kadından "ikisi de, oldukça güzel kadınlardı. Alımlı. Başdöndürücü," diye söz ettiği Yağmur Sıcağı adlı 400 sayfalık romanını sonuna kadar okuyabilir miydim?) Önemsenmiş çoğu romancımızın birtakım ünlü romanlarının çoktan "sizlere ömür" olduğunu açıkça gördüm; yeniden değerlendirilmemelerine borçluydular ünlerinin sürmesini. Ama sonunda sanırım aradığım romancıyı buldum. Yakın zamanlara kadar sadece şair olarak tanınan (Oysa orta halli bir şairdi. Kendisi de "Şiirin ne olduğunu biliyorum ve yapamadım," diyor.) birinin, gerçekte, büyük bir romancı, belki de en büyük Türk romancısı olduğuna inanıyorum: Ahmet Hamdi Tanpınar. Zaman zaman yeniden okumak isteğini duyduğum tek Türk

Page 11: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

10

romancısı. Şimdi soruyu sorabiliriz: Türkiye’de roman var mı? Ulusal sınırlar içinde varlığını duyuran bir roman var. Arada sırada dışsalım

olanakları bulmasına rağmen (Bunda romanın yazınsal değerinden çok, romancının pazarlama becerisi rol oynuyor!), gerçekle iç tüketime yönelik bir roman. (İç pazarı yitirmemek için roman çevirilerine karşı çıkan romancılarımız olduğunu unutmayalım!) Biz de eleştirilerimizde hep bu "ulusal sınırlar" olgusunu göz önünde bulunduruyoruz. Ama ulusal sınırlarımız dışında var olan (geçmişle ve bugün) romanla Türk romanını karşılaştırdığımız zaman ne oluyor?

Bu yıl Trabzonspor, Türkiye lig şampiyonuydu, Fenerbahçe de kupa şampiyonu; uluslararası ilk karşılaşmalarında biri Polonya lig şampiyonuna, öbürü Bulgaristan kupa şampiyonuna yenilerek elendiler.

Evet, Türkiye'de roman var: Ne kadar futbol varsa o kadar. Umut verici çabalar bu gerçeği değiştirmiyor.

Page 12: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

11

1981

Page 13: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

12

Türk Romanında ölçüt Sorunu

İstanbul, 15 Mayıs 1981 Altı ay önce yayımlanan "Türkiye'de Roman Var mı?“ başlıklı yazımın

yankıları sürüp gidiyor. Kimi romancılarımız, Türk romanının sorunları üzerinde düşünmektense

bana çatmayı yeğlediler; biri, 'Türk romanını sekter yönlere sürmüş olanlar..." dedi, öteki ''İdeologlukta dikiş tutturamayıp romanımız üzerine ahkâm kesmek isteyenler..." dedi, bir başkası "Çok ünlü eleştirmenlerimizin, dünkü yargılarından afili bir çark edişle, 110 yıllık gelişme sürecinde köşe taşları değerindeki onca yapılı görmezlikten gelip yok saymalarına..." dedi. Eksik olmasınlar, çoğu böyledir bizim sanatçılarımızın, kendileri için sakıncalı buldukları bir yargıyla karşılaştılar mı unuturlar bütün ölçüleri ve ölçütleri. Nitekim bir gülmece yazarımız da "şiir"leri için "yaşını başını almış bir yazar o lafları 'şiir' diye nasıl yayımlar, anlamak zor," diye yazınca, dört yıl önce televizyonda yaptığım bir konuşmayı şimdi anımsayarak, benden, "kendilerini eleştirmen sanan kimileri..." diye söz etti. (Bir de o yazarımızın bunca yıldır yazıp çizmesine rağmen, ün yaptığı alanda, hâlâ, sözgelimi bir Arnavut yazarın, İsmail Kadare'nin, ölü Ordunun Generali adlı eseri düzeyinde bir eser veremediğini söylemiş olsaydım...) Ünleri değerlerinden büyük bütün yazarların alışılmış davranışları, bunlar. İlginç değil. Önemli de değil. Belki biraz hüzün verici. Belli olmaz, belki bir gün roman sorunlarına eğilmeyi de düşünürler, o zaman biz de düşünceleri üzerinde dururuz.

O yazımda, "Arada sırada dışsatım olanaktan bulmasına rağmen (...), gerçekle, iç tüketime yönelik bir roman," demiştim Türk romanı için, kimi romancılarımızın dışarıda tanınmaya başlamasını pek o kadar büyütmemiştim gözümde. Yeni bir olay haksız olmadığımı gösterdi. Les Nouvelles Liltira-İres'in 9-16 Nisan 1981 günlü sayısında Demirciler Çarşısı Cinayeti’nin Fransızcaya çevrilmesi dolayısıyla Yaşar Kemal için koskoca bir sayfa düzenlenmiş. Ne iyi, değil mi? Ama bir de bakıyorsunuz, Yaşar Kemal'in fotoğrafı yerine... Nâzım Hikmet'in (Evet, Nâzım Hikmet'in!) fotoğrafı basılmış! Üstelik yazıda, "...ce enfant... ne correspond pas... âl'image qu'on pe-utse faire traditionellement d'un intellectuel" dendiği halde! Batıda en tanınmış iki sanatçımız. Nâzım Hikmet'le Yaşar Kemal ve durum bu... (Dergi, bir sonraki sayısında özür diledi ama neye yarar?)

"Türkiye'de Roman Var mı?" başlıklı yazımın başlattığı tartışmaların hepsi, çok şükür, yukarıda sözünü ettiğim çeşitten değil. Sina Akşin'in, Tahsin Yücel'in,

Page 14: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

13

Ferit Edgü'nün yazıları soruna değişik açılardan yaklaşan, ilginç yazılardı. Selim İleri'nin yazısı, kimi yazarlarımızla belirli bir düzeyde tartışmanın pekâlâ mümkün olabileceğini gösteren bir yazıydı. Dr. Abidin Emre, FDE dergisinde (Bahar 1981 sayısı) "Fethi Naci'ye kızmak soruna sağlıklı bir biçimde yaklaşıp açıklık getirmemize yetmez; karşı çıkarken, karşı çıkışımızı da temellendirmemiz gerekmez mi?" derken yerinde bir uyanda bulunuyordu.

Sina Akşin, haklı olarak, dil sorunu üzerinde duruyor, mektup gibi, günlük gibi yazılı metinlere ilgi duymayışımızdan söz ediyordu. (Tanpınar da roman yazmak isteyen gençlere günlük tutmayı salık veriyordu.) Tahsin Yücel, roman geleneği üzerinde duruyordu; düşünceleri katılmadığım düşünceler, ama üzerinde durulması gerekli düşünceler; Tahsin Yücel çok yaygın (bence de doğru) düşünceler yerine "kendi" düşüncelerini ileri sürmüş, bir bu bile yeter o yazıyı ilginç yapmaya. Ferit Edgü, roman dili üzerinde duruyordu, sanırım o konuda yeniden yazmak, daha açık seçik yazmak isteyecektir. (Ferit, "roman dili"nden söz ediyor, oysa Türkiye'de "anadili"ni bilmeden "roman" yazan "romancı"larımız var!)

Ahmet Hamdı Tanpınar, Kültür Haftası'nın 22 Ocak 1936 tarihli sayısında yayımlanan “Bizde Roman' başlıklı yazısına şöyle başlar “Bir Türk romanı niçin yoktur? Evvelâ bu sualin iyi anlaşılması lâzım. Şüphesiz ki, bir Türk romanı vardır ve hem de kendi cemiyetimiz içinde kalmakla beraber, oldukça geniş bir okuyucu kalabalığına hitap eder, hatta bu okuyucu kalabalığıyla bu romanın yazıcıları arasında karşılıklı bir tesir bile vardır. Bununla beraber, garp dillerinden birini bilen, yabana ülkelerde bu san'atın verdiği iyi örnekleri okuyan ve hayat üzerinde az çok fikir sahibi olan okuryazarlarımızın büyük bir zevkle tattığı romanı henüz yoktur." (Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 33)

1936'da yazılmış bu yazı diye avutabilir miyiz kendimizi? Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, vb. 1936'da yoklar mıydı? En önemli eserlerini vermemişler miydi?

Tanpınar, okur açısından bir ölçüt getiriyor Bir yanda, Türk romanından hoşnut 'geniş bir okuyucu kalabalığı', bir yanda, yabana ülkelerdeki roman sanatının, verdiği iyi örnekleri okuyabilen, 'hayat üzerinde az çok fikir sahibi olan okuryazarlar”. Ve Tanpınar, iyi romanı bilen okuryazarların büyük bir zevkle tadacakları Türk romanı yoktur yargısına varıyor.

1936'dan bu yana bu konuda büyük bir değişiklik olmuş mudur dersiniz? 1936'dan sonra yazılan romanların çoğu 1936'dan önce yazılan romanlardan

daha başarılıdır. Kendi ölçütlerime göre yaptığım, bunun için de ister istemez öznel olan bir seçmeye göre en başarılı on beş roman içinde sadece biri 1936'dan önce yazılmış. Ama bu neyi değiştirir? Batı romanını izleyen birinin, Tanpınar'ın söyleyişiyle, "büyük bir zevkle tattığı' Türk romanı var mıdır?

Öyle sanıyorum, Türk romanının en büyük sorunu, ölçüt sorunu. Türk romanını neye göre değerlendireceğiz? Bugün Batılı romancıların önlerinde kendi ülkelerinin geçmişteki dev romancıları var; ölçüt, onlar. Bizde böyle bir şey yok.

Page 15: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

14

O zaman Türk romanlarını roman gelişimimiz, içinde değerlendirmek, yeni ortaya çıkan bir romancıyı bir Halit Ziya ile, bir Tanpınar'la, bir Reşat Nuri ile, bir Yaşar Kemal'le karşılaştırmak bir anlam taşımıyor.

Türk romanları için ayrı ölçüt. Batı romanları için ayrı ölçüt kullanamayız artık; ikisi için de ölçüt, tek ve aynı.

Romancılarımızın konuya bu açıdan bakmalarında yarar var.

Page 16: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

15

Toplumsal Değişme ve Türk Romanı

İstanbul. 15 Eylül 1981 1872, Türk romanı açısından önemli bir tarih: İlk Türk romanı, Şemsettin

Sami'nin Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat’ı 1872'de yayımlanmış. Romanın konusu şöyle özetlenebilir On dokuz yaşına basmak üzere olan Talât Bey, babası "Teslim-i can eylediği" zaman altı-yedi yaşında imiş; annesi "pederinin isteği üzerine terbiye" etmiş. Talât Bey, "kalem"de çalışmaktadır. Derken, "düşünceye dalar; hiç yüzü, dudağı gülmez. Hayli de zayıflar." Âşık olmuştur. Tütüncü Hacıbaba'dan tütün alırken cumbada oturan Fitnat'ı görmüş, görür görmez vurulmuştur. Fitnat, on beş yaşında. Babasını kimseler tanımıyor. Hacıbaba, üvey babası. Annesini de bir yaşındayken yitirmiş. Hacıbaba büyütmüş Fitnat'ı. Fitnat da görür görmez âşık olur Talât'a. Talât, Fitnat'la görüşebilmek için, kadın kılığına girerek Fitnat'a nakış dersi veren kadından ders alır, o kadının gerçek durumu bilmeden ettiği yardım üzerine ve hep kadın kılığında, Fitnat'ın evine girip çıkmaya başlar. Hacıbaba, Fitnat'ı, Üsküdar'da, Ali Bey adında çok zengin biriyle evlendirir. Fitnat durmadan ağladığı için Ali Bey ayrı odada yatmak zorunda kalır. Ali Bey'in kıza yaklaşmasına garip bir duygu engel olur, ama bir gün yaklaşmak girişiminde bulununca Fitnat bir çakıyla kendini öldürür. Kadın kılığında konağa gelen Talât, gözleri önünde Fitnat'ın ölüp gittiğini görünce düşer ölür, Fitnat'ın koynundaki muska sanılan mektubu okuyan Ali Bey de Fitnat’ın babası olduğunu öğrenince, bu iki ölüm karşısında çıldırır, altı ay sonra ölür.

1872, toplumsal savaşım tarihimiz açısından da önemli bir tarih. Bilinen ilk grev, Kasımpaşa Tersanesi işçilerinin grevi, 1872 yılında -Şemsettin Sami, Talât'la Fitnat'ın aşklarını anlatırken- yapılmıştır; üst üste üç ay ücretlerini alamayan 600 kadar tersane işçisi Bahriye Nezareti'ne, Bab-ı âli'ye, sadrazama ve sonunda padişaha başvururlar, bir şey elde edemeyince grev yaparlar. Grev işçi isteklerinin benimsenmesiyle sonuçlanır.

İlk grevden 55 yıl sonra Mahmut Yesari'nin Çulluk adlı romanı yayımlanır; Çulluk, işçilerden söz açan ilk Türk romanı.

Romanlarımızda işçilerden pek az söz edilişinin toplum yapımıza bağlı, nesnel bir nedeni var. Bir tarım ülkesi oluşumuz, Batı kapitalizminin var olan küçük sanayimizi XIX. yüzyılda yok edişi, sanayileşmede çok geç kalışımız,

Page 17: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

16

bunun sonucu olarak da işçi sınıfının ve sorunlarının ortaya geç çıkışı ya da ülke koşullarına göre sayıca az da olsa işçi sınıfının ve sorunlarının ortaya çıktığı zamanlarda yazarlarımızın bu sınıfı ve sorunlarını görecek toplumsal ve tarihsel gözden yoksun oluşları, romancılarımızın işçi sorunlarını gereğince işleyememelerinin nesnel nedenleri olarak sıralanabilir.

Köyden söz açan romanlarımızın çokluğu da böyle bir nesnel nedenle açıklanabilir: Tarım ülkesi oluşumuzla. Köy Enstitüsü dönemi de nesnel bir neden olarak anılabilir. Binlerce köy çocuğuna okuma yazma olanağı sağlanmasaydı bir Fakir Baykurt, bir Talip Apaydın, bir Mehmet Başaran, bir Mahmut Makal, vb. ortaya çıkabilir miydi? Köy Enstitüsü denemesi bir gerçeği açıkça gözler önüne sermiştir: Sanatın, edebiyatın gelişmesinin ilk koşulu, sanatla edebiyatla ilgilenecek insanların sayısının artırılmasıdır.

Bu nesnel nedenler yanında işçilerden az, köylülerden çok söz edilişinin öznel nedenleri de vardır. Sözgelimi Yaşar Kemal'in Çukurova'da yaşaması, Samim Kocagöz'ün Söke'de yaşaması, bu yazarların köylüleri ve köy sorunlarını yakından tanımalarını sağlamıştır; onlar da neredeyse kendiliğinden edindikleri bilgilere, görgülere dayanarak, yaşantılarına dayanarak (Yaşar Kemal, ünlü üçlüsü için, "Bu üçlü, benim yaşantım ve tanıklığımdır." diyordu.) romanlarında, hikâyelerinde köylüleri işlemişlerdir.

Edebiyatımızda işçilerden söz açan bir yazarın yetişmesi de rastlantıların sonucudur. Fabrikalarda çalışmamış olsaydı Orhan Kemal, işçilerden söz açan hikâyelerini, romanlarını yazabilir miydi? Bence, Orhan Kemal işçileri, romanlarından çok, "Grev" gibi, "Uyku" gibi hikâyelerinde başarıyla anlatmıştır. Ne var ki Orhan Kemal'in anlattığı işçiler, Türkiye'de sanayileşme sürecinin başlangıç yıllarının işçileridir. Bunun için Orhan Kemal'de daha iyi bir dünya için uğraş veren işçiden çok ezilen, sömürülen işçi vardır. Bunun için Orhan Kemal bir Murtaza"yı yazabilir, ama aynı güçle devrimci bir işçiyi yazamaz; yaşadığı dönemin koşullarını düşünerek bu durumu olağan saymak gerek.

Bir de yaşantılarına bağlı olarak rastlantısal bir biçimde değil de bilinçli olarak romanlarında işçi sorunlarını işlemek isteyen romancılarımız var. Reşat Enis'in Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1938), Erol Toy’un Gözbağı (1976) adlı romanları örnek olarak gösterilebilir. Bu romanlar bana Lukâcs'ın Balzac için söylediklerini anımsatıyor: "Balzac'ı büyük bir insan yapan şey, gerçeklik kendi kişisel düşüncelerine, umutlarına ve isteklerine karşı gitse de onu betimlemedeki sarsılmaz dürüstlüğüdür. (...) (Balzac)... kahramanlarına hiçbir zaman, kendi toplumsal varlıklarından zorunlu olarak gelmeyen, hem soyut, hem de özgül belirginliğiyle tam bir uyum içinde olmayan şeyler söyletmez, düşündürmez, hissettirmez ve yaptırmaz." Reşat Enis de, Erol Toy da Balzac'ın yaptığının tam tersini yapmışlar. Sonuç ortada: Roman katına yükselemeyen, yazınsal değeri olmayan çalışmalar.

Küçük burjuvaları çok iyi anlatan Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür gibi romancılar, işçilerden söz açtıkları zaman, ortak bir tutumla, işçileri idealize ediyorlar (Yenişehir'de Bir öğle Vakti, Şafak, Yarın... Yarın, Bir Düğün Gecesi); Yaşar Kemal

Page 18: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

17

köylüleri kusurlarıyla da anlatır; oysa bu romancılarımız işçilere kusur kondurmaktan korkar gibidirler; sanki o işçiler bu toplumun ürünleri değilmiş!

Türkiye hızlı bir değişim içinde. Milli gelirin içinde sanayinin payı tarımın payını çoktan geçti; sanayi gelişiyor, buna bağlı olarak birçok şey değişiyor ülkemizde: Toplum katları, değer yargıları, ahlâk anlayışı...

Romancılarımız bu toplumsal değişimin çok gerilindeler

Page 19: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

18

Bir Dostu özler Gibi

Bodrum, Eylül 1982 Bir dostu özler gibi özlediğim hikâyeler var. Zaman zaman bir insan yüzü, bir

olay, bir konulma, bir doğa parçası, günbatımına doğru Bodrum Kalesi'ne vuran o büyüleyici sarıaydınlık birden yıllar önce okuduğum hikâyelere götürüyor beni. Dostun Melih Cevdet Anday’ın Türkçe yaşadıkça yaşayacak bir şiirinde dediği gibi:

Sevdiğim çiçek adları gibi Sevdiğim sokak adları gibi Bütün sevdiklerimin adları gibi Adınız geliyor aklıma "Küçük Bir Bulut” geliyor sözgelimi; yıllar önce, öğrencilik yıllarımda,

Joyce'un Tercüme dergisinde okuduğum hikâyesi. Doğup büyüdüğü kente (ya da kasabaya) dönen birinin akşam alacasına benzeyen duygulanımlarını anlatıyordu Joyce. Uçuk sarı, koparılır koparılmaz solan kır çiçeklerine benzer bir hikâyeydi.

"Güzeller", en sevdiğim hikâyesi değil Çehov'un, Çehov'dan en çok "Bozkır'ı beğenirim, ama "Güzeller"de beni çeken, daha doğrusu kahreden bir şeyler var Çehov bir Ermeni kızından söz eder; güzelliğiyle cinsel istek değil de garip bir hüzün uyandıran, bulanık, düşle karışık bir hüzün; insana bir daha ele geçiremeyeceği bir şeyleri yitirdiğini sezdiren bir hüzün uyandıran bir Ermeni kızı...

Steinbeck'in "Kahvaltı"sı ile "Güzeller" arasında bir ilişki kurdum zamanla: "Kahvaltımdaki hikâye kahramanı da o sabah kahvaltısını anımsadıkça içinde garip, ılık, tadına doyulmaz bir şeyler duyar. Neden bu iki hikâyeyi hep birlikte anımsıyorum diye düşünürken Nâzım'ın o ünlü oyunundaki birkaç sözcük gerekli açıklamayı getirdi: "Ferhad usta, Ferhad usta! Bu güzellik niçin mahzun eder seni!" Evet, hep hüzün. Ne diyordu Vasconcelos'un o unutulmaz roman kişisi: "Bir tek derdim var, doktor, hüzün... Ama bu derdi insan ya tek başına geçirir, ya da bu dertten ölür."

Sait Faik'i, ortaokulu bitirdiğim yıl, Giresun Halkevi'nin kitaplığında keşfetmiştim. Semaver'i, Samimi, Şahmerdan’ı tekrar tekrar okuyarak -bir de Aşmalı Kahve'de tavla öğrenerek- geçmişti yaz. "Ne güzel geçmişti bütün yaz." Sait

Page 20: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

19

Faik'in en sevdiğim hikâyesi "Bir Karpuz Sergisi" değil, ama belki de bütün ço-cukluğumun karpuz sergisinde... Yaşların da kokuları var Karpuz sergilerinde hep eğreltiotu döşenir karpuzların altına, bunun için eğreltiotu kokusu benim çocukluğumun kokusudur, tıpkı anason kokusunun şu son yıllarımın kokusu olması gibi... Belki de bütün çocukluğumun karpuz sergisinde geçmesinin (Beni karpuz sergisinden alıp, götürüp ilkokula yazdırmışlardı.) etkisiyle olacak Sait Faik'ten en özlediğim hikâye "Bir Karpuz Sergisi"dir: "Bir karpuzun üzerine dikilmiş mum, sıcak ağustos gecesini sallar dururdu." (Böyle miydi o tümce?) Sonbahara doğru "karpuz işi" biterdi, ama babam birtakım bahaneler uydurarak yirmi-otuz karpuzu satmaz, sergiyi sürdürür görünürdü. Okuldan çıkınca uğrardım. Babam hep serginin karşısındaki kahvede olurdu. Eski bir arkadaşıydı kahveci. Pek kimseler olmazdı kahvede. Babam ve sözüne hep "Anladın mı sen?" diye başlayan kahveci arkadaşı, usul usul yağan güz yağmurlarının meydanda yaptığı su birikintilerine bakarak çay bardaklarında rakı içerlerdi. Pek konuşmazlardı. Konuşmuş olmak için konuşmayı çoktan aşmış bir dostlukları vardı. Babam, bir rakısına, bir bana bakar, "Annene söylersin, karpuzlar bitmedi daha." derdi. Bir suç ortaklığı içinde gülümserdik birbirimize. Yağmur yağarken "avludan kalkıp içeriye giremeyen zavallı ağaçların (Marquez) verdiği hüznü verir bana "Bir Karpuz Sergisi", hep yaz aylarının yorgunluğunu üzerinden ala-mayan babamı, adını adıma katlığım sevgili "Fethi ağa"yı anımsatır.

Sabahattin Ali'nin en sevdiğim hikâyesi, üzerinde pek durulmadığını sandığım bir hikâye: "Uyku". Bir otobüs yolculuğu ve şoförün uyumasını önlemeye çalışan bir yolcu... Bence Sabahattin Ali hikâyeciliğinde bir dönüm noktasıdır o hikâye: Sabahattin Ali-Çehov-Sait Faik karışımı bir hikâye. Yazık ki o hikâyeden sonra çok yaşamadı Sabahattin Ali -daha doğrusu- çok yaşatmadılar.

Ahmet Hamdi Tanpınar’'ın en sevdiğim hikâyesi, "Evin Sahibi". Garip rastlantı: Sevdiğim hikâyelerden yalnız o elimin altında; geçen yıl Abdullah Efendinin Rüyaları’nı Bodrum'a getirmiştim, İstanbul'a götürmemişim, buradaki küçük kitaplığımda, romanların arasında kalmış. Kitabı elime alır almaz 162. sayfa kendiliğinden açıldı. Kim bilir kaç kez okudum o sayfadaki altı çizili satırları: "...gördüğüm şeyi bütün ömrümce unutamıyacağım. Dedem, yatağın önünde kucağında tuttuğu bir taş bebeğe ninni söylüyordu. Çok defa sert ve daima kendisine hâkim olarak işittiğim bu sesin, kendisini yumuşatmağa çalış-ması kadar hazin olan pek az şey gördüm. Arasıra ninniyi kesiyor ve bebeğe çocuk ağzından hitap ediyordu. Bunlar annemin çocukluk lügatından hafızasında kalmış kelimelerdi. Bunları söylerken sesinin aldığı inhina hakikaten dayanılmaz şeydi. Arasıra bîr hıçkırıkla bu ses kesiliyor ve başını kızının yatağına dayıyarak ağlıyordu. Ben, olduğum yerden, onun geniş omuzlarının sarsıldığım görüyordum. Daha fazlasına dayanamadım: ben de rahat rahat ağlıyabilmek için yatağıma girdim." O sayfaya Hugo'nun iki dizesini yazmışım: "O Seigneur, omrez-moi les portes de la nuii I Afin que je m'en a ille et que je disparaisse."

Orhan Kemal'in "Teber Çelik'in Karısı" adlı bir hikâyesi vardır, 1940'larda Gün dergisinde yayımlanmıştı; sonradan kitaplarına girdi mi, girmedi mi,

Page 21: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

20

anımsamıyorum, çünkü o hikâyeyi yeniden okumak istediğim zaman Orhan'ın kitapları artık yoktu kitaplığımda; Deniz, yeni evinde, kitaplığım düzenlerken, bütün Orhan Kemal'leri alıp götürmüştü. (Orhan Kemal, son yıllarında, bazı eleştirilerime kızdığı için, kitaplarını çok sevdiği Deniz'e imzalıyordu. Ve sıkı sıkı tembih ediyordu: 'Büyüyünce sen de baban gibi beni eleştirmeye başlama, ha! De-niz büyüyemedi, beş yıldır hep 21 yaşında...) Orhan Kemal'in en sevdiğim hikâyelerinden biridir 'Teber Çelik'in Karısı": Kadın, bir başkasıyla yatarken, "Kocam olacak o herif beni orospularla aldatıyor, parasını orospulara yediriyor!" diye öfkeleniyordu!

Kemal Tahir'den "Arabacı", Oktay Akbal’dan "Yandan Çarklı", Nezihe Meriç'ten "Boşlukta Mavi", Tahsin Yücel’den "Yürümek", Tomris Uyar’dan "Süt Payı", Füruzan'dan "Gül Mevsimdir", Bilge Karasu'dan "Ada", Selim İleri'den "Kapalı İktisat"...

Daha nice hikâyeler var, özlediğim.

Page 22: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

21

Kemal Tahir Kemal Tahir'e Karşı ya da Bir Romancı Yarattığı Roman Kahramanına Sonradan Niçin

Düşman Olur?

İstanbul, 1 Aralık 1981 Kâmil Bey"i Esir Şehrin İnsanlarında tanımıştık. 1958’de yazdığım "Kâmil Bey’in

Haline Doğru' başlıklı bir yazıda (O yazı, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme adlı kitabımın 28. sorusu oldu; bkz. s. 144) Kurtuluş Savaşanın ülke, gerçeklerinden habersiz bir paşazade üzerindeki değiştirici etkilerini, keyfine göre yaşamaktan başka bir derdi olmayan kültürlü ve zengin bir aristokratın, ülke insanlarını, ülke gerçeklerini tanıyarak, nasıl sorumlu bir aydın, yürekli bir yurtsever haline geldi-ğini göstermeye çalışmıştım. Bugün de Kemal Tahir'in en sevdiğim romanı Esir Şehrin İnsanları'dır, daha doğrusu bu romanın birinci baskısıdır.

Kemal Tahir, Kâmil Bey'in mapusane yaşamını Esir Şehrin Mahpusu"nda anlatır. Eski paşazade Kâmil Bey artık "Millici abi'dir. Esir Şehrin Mahpusu, Kâmil Bey'in, karısı Nermin Hanım'ı boşamasıyla sona erer.

Her iki roman Kâmil Bey'in belirgin niteliklerini vurgular. Kültürlü, sakin, kolay kolay sinirlenmeyen, alçakgönüllü, yaptıklarıyla övünmeyen, hatta övünülecek davranışlarını bile saklayan, onurlu, kendinden çok başkalarım düşünen (Bu yüzden yedi yıla mahkûm olmuştur.), bileği güçlü biri.

Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları’ndan 15 yıl sonra yayımladığı Yol Ayrımı’nda (Sander Yayınları, 1971), Üçüncü Bölüm'ün V. kısmında. Kâmil Boy'in eski karısı Nermin Hanım'ı Kâmil Bey hakkında konuşturur ve birdenbire ilk iki romanda tanıdığımız Kâmil Bey gider, yerine "başka" bir Kâmil Bey gelir.

Bunu belirtebilmem için epey alıntı yapmam gerekecek. Yol Ayrımı'nın 443. sayfasında, Nermin Hanım, Murat'la Şükran Hanım'a "Kâmil Bey'le hangi şartlar altında ayrıldığımızı biliyorsunuz, değil mi, efendim?" diye sorar, karşılık gelmeyince, anlatmaya başlar:

"Mahpustaydı Kâmil Bey, ağır cezaya çarptırılmıştı ı1921’de... Yedi yıla... Bir gün apansız boş kâğıdını yolladı. Bunu yapmasaydı, içinde bulunduğumuz şartlarda yedi yıl bekleyebilir miydim? Bu soruyu, şimdi, şöyle ya da böyle karşılamak gereksiz... Mektuba eklediği gazele parçasında boşanma sebebi anlaşılıyordu. Kuvayı Milliyeye çalıştığı için yedi yıl cezaya çarpılmış bir insanın karısı,

Page 23: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

22

düşmanların milli bayramları onuruna verdikleri bir baloya katılmıştı. Suçluydu..." (s. 443-444) “..Ayşe’nin babası (Kâmil Bey.-FN). yüzde yüz haklı da sayılamaz! -Biraz bekledi- Evet...

Halamın kocası iş yapıyordu işgal ordularıyla... Toplantılarına gitmek zorundaydı. Bir gün önce hastalandı. Ben zaten gitmeyecektim. Enişte hastalanınca, fikrimi değiştirdim. Gitmeyi daha uygun buldum. " (s. 444)

Nermin Hanım'ın bu açıklamasına Şükran Hanım da, Murat da inanırlar "Şükran gözlerini kısmış, Murat kıpkırmızı kesilmişti. Nermin, bu kadar kolay anladıktan için karşısındakilere minnetle gülümsedi." (s. 444) (Murat, daha on beş yaşında bir çocukken tanımıştı Kâmil Bey'i, hapisanede; ve o ana kadar hep Nermin Hanım'ı suçlamaktaydı; "kıpkırmızı kesilmesi", Nermin Hanım'ın söylediklerinin doğruluğuna inanmasından. Şükran Hanım da, Murat'la konuşurken, "Nermin Hanım, bana kalırsa, çok haklı olduğu halde,..." -s. 452- der. Kâmil Bey'i bu kadar iyi tanıyan Murat, Nermin Hanım'ın sözlerine inanırsa, Şükran Hanım "çok haklı" derse, okurlar haydi haydi inanacaklardır Nermin Hanım'ın sözlerine. Bunu istiyor Kemal Tahir.)

Nermin Hanım şöyle sürdürüyor Kâmil Bey'i suçlamalarını: "...Bana hep... Ne kadar güçlü adam gibi görünmüştü. Ruhıyle, aklıyla güçlü. Meğer ne kadar

kolay yanılıyormuş insan, en yakınlarında bile... Pazı gücünden başka hiçbir gerçek gücü yokmuş... Gücü değil, güçlenme yeteneği bile yok... (...) Ayşe'nin babası, örneği az bulunur bencillerdendi. (...) Ayşe’nin babası o kadar bencildi ki, haklı bir davaya inanmak, bunda direnmek, kazanmak bile onu güçlü kılamadı. Kederle gülümsedik- Destan kahramanlarının yerine koydu kendisini. (Altını ben çizdim. -FN) Bir çeşit Allahlık özentisidir bu... İnsanları, insancıl yasalarla yargılamaktan çıkmıştır. Kendilerini kutsal misyon yüklenmiş sayanların zulme varan, orada, rahatça yerleşen bağışlamazlığı... En korkunç alçaklık... 1921lerde ne yaptı Ayşe'nin babası?.. Bütün namuslu insanların yapmayı ödev bildiğini... (Altını ben çizdim.-FN) Kolayca yaptığını... Aslında, kimi insanlar için, tehlikeli boğuşmalara atılmak, evinin gündelik geçimini sağlamaktan daha kolay oluyor. Dolu büyük sorumluluk yükleniyor gibi davranıp asıl küçük, gündelik sorumluluklardan kaçmak... Ayşe'nin babasına, 1921'lerde, İstanbul şehrinde bize ekmek parası kazanmak, hapse girmekten çok daha zor geldiğine eminim." (Altını ben çizdim. - FN) (s. 445-446) /

"Yakalandığı zaman evde sütçüye verilmek üzere bıraktığı yirmi kuruş vardı. Halamın evine bu yirmi kuruşla gidebildik." (s. 447)

“Kin tutmasaydı kaçar mıydı zaferden sonra?.. Hadi, zaferden sonra, demeyelim, zenginliğini yeniden ele geçirdikten sonra, yıllarca kızını olsun gelip görmez miydi?" (s. 447) (Altını ben çizdim. -FN)

Bunlardan sonra Nermin Haram, yeni bir suçlama yöneltir Kamil Bey’e: . “Bunlar gerçeklen romantik (Altını ben çizdim.-FN) yaratıklardır. Gerçek romantikler

(Altını ben çizdim.-FN), ne kadar yumuşak, hatta gözü yaşlı görünseler, gerçekten üzülmezler. Çünkü romantik (Altını ben çizdim.-FN) olmak bencil olmaktan gelir bence... Gerçeklen üzülebilmek için insanın gerçekçi olması gerekir. Kâmil Bey, kızının ne sağlığiyle ilgilendi, ne okumasiyle... (Altını ben çizdim.-FN) Kinin korkunçluğuna bakın ki, bir kere bile uzakları görmediğine eminim!" (s. 448)

Şükran Hanım'ın, Kâmil Bey’in boşama mektubuna neden gerçeği yazarak

Page 24: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

23

evlilik ilişkisini savunmaya çalışmadığı sorusuna Nermin Hanım'ın verdiği cevap şudur

"Düşündüm epey... Gereksiz gördüm. Çünkü, Ayşe’nin babasını sevmediğimi anladım. Sevip sonra sevmemek değil, hiç bir zaman sevmediğimi... Galiba o da beni, hiç bir zaman gerçeklen sevmemişti" (s. 449)

Alıntılar epey uzun oldu, farkındayım, ama zorunluydu. Çünkü, bildiğim kadarıyla, edebiyat tarihinde hiçbir romancı, yarattığı roman kahramanının kişiliğini sonradan değiştirerek onu küçültmeye, bunu yapabilmek için daha önce yazdıklarını değiştirmeye kalkışmamıştır; roman kahramanını küçük düşürmek için bir başka roman kişisine gerçekdışı ("roman dünyası" içinde "gerçekdışı" demek istiyorum) sözler söyletmemiştir.

Önce Kemal Tahir’in Nermin Hanım'a söylettiği yalandan başlayalım. Nermin Hanım, Fransızların milli bayramları onuruna verdikleri baloya

gidişinin (Bu, Kâmil Bey'in boşama nedenidir.) gerekçesini şöyle açıklıyor: "Halamın kocası iş yapıyordu işgal ordulariyle... Toplantılarına gitmek zorundaydı. Bir gün önce hastalandı. Ben zaten gitmeyecektim. Enişte hastalanınca, fikrimi değiştirdim. Gitmeyi daha uygun buldum."

Oysa Esir Şehrin Mahpusu’nda (Sander Yayınları, 1970), hapisaneye gelen hizmetçi Eleni Kâmil Bey'in "Nerede hanımlar?" sorusuna "Uyuyorlar Beyfendi. Ben gelirken daha kalkmamışlardı. (...) Hiç yatmadılar efendim. Sabahleyin geldiler. (Gün doğduktan sonra. (...) Fransızların balosuna gittiler." diye cevaplar verdikten sonra Kâmil Bey'le Eleni arasında geçen konuşma şöyledir:

"— Enişte Beyle Hala Hanım gitmediler mi? — Gitmediler. — Neden? — Doktor Lütfü Bey masraf etsin, diye. — Anlamadım. — Doktor Lütfü Bey çok pinti... Büyük Hanımefendiyle Beyefendi giderlerse, paraları Beyefendi

verir. Sabriye Hanım "Siz gelmeyin de, doktorun yüreğine insin!" dedi. (Yol Ayrımı'nda Doktor Lûtfi Beyle Nermin Hanım'ın evlendiklerini öğreneceğiz. -FN) Hiç acımadan masraf ettirmiş. Dönüşte. Sabriye Hanım anlattı da gülmekten katıldık. Sabaha karşı. Doktor Beye: "Nermin Hanım. Hacıosman Bayırında bülbül dinlemek istiyor,” demiş. Doktor biraz düşünmüş, sevinmiş. (..J Misler Tomson var. Prenses Fahire Hanımefendi, Kontes Balkinova... Bir de Fransız subayı... Biraz bülbül dinlemişler(s. 350-351)

Kimi romanlarda romancının roman kişisine yalan söyletmesi o kişinin ruhsal durumunu açıklamaya yarar; ustalıkla yapılırsa, çok anlamlı olur, romancı birkaç sayfada anlatılabilecek şeyleri birkaç tümceyle anlatabilir Örnekse, Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ında. Selim lleri'nin Yaşarken ve Ölürken"inde bunun başarılı örnekleri vardır. Yol Ayrımı’nda, oldukça ilkel biçimde de olsa, Kemal Tahir de kullanır bu yöntemi: Kadir’in Şükran Hanım'a söylediği yalanlar (s. 445 ve 458). Ama Nermin Hanım'ın söylediği yalan, roman kişisini aşan bir yalan, romancı ustalığıyla, roman tekniğiyle ilintisi olmayan bir yalan. Kemal Tahir, Kamil Bey'i karalamak için yapıyor bunu.

Page 25: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

24

Niçin mi bu kadar kesin konuşuyorum? Şunun için: Nermin Hanım, Kâmil Bey’i küçültmek için, şöyle diyordu: "Ayşe'nin babasına, 1921'lerde, İstanbul şehrinde bize ekmek parası kazanmak, hapse girmekten çok daha zor geldiğine eminim (...) Yakalandığı zaman evde sütçüye verilmek üzere bıraktığı yirmi kuruş vardı. Halamın evine bu yirmi kuruşla gidebildik." Kemal Tahir, Nermin'in bu sözlerini doğru göstermek için Esir Şehrin İnsanları”nın ikinci baskısında birtakım değişiklikler yapmış, birinci baskıda Nermin'i yalanlayacak tümceler vardı, ikinci baskıda çıkarmış bu tümceleri. İşte örnekler:

Nermin Hanım, Kâmil Bey'in tevkifini "enişte bey"e nasıl haber verdiğini birinci baskıda (Martı Yayınları, 1956) şöyle anlatıyordu Kâmil Bey’e: "Aşçı kadını derhal enişte beyime yolladım." (s. 250) "Aşçı kadın"lı bir evle "süt parası için ancak yirmi kuruşu olan" bir ev bağdaşamayacağı için ikinci baskıda (Sander Yayınları, 1969) Kemal Tahir Nermin Hanım'a şöyle dedirtiyor "Enişte Beyime hemen telgraf çektim(s. 353)

Birinci baskıda, Avrupa'dan dönünce, "Beyoğlu'nda iyi bir otele indiler" (s. 23) diyen Kemal Tahir, ikinci baskıda "otel’ sözü etmez. Kâmil Bey'le Nermin Hanım'ı Nermin Hanım'ın halasının evinde buluruz. Amaç belli: "İyi bir otel"le aşın parasızlık bağdaşamaz.

Kâmil Bey, servetinin durumunu öğrenmek için avukatına gider. Kemal Tahir birinci baskıda şöyle diyor:

‘Dosyalar ortaya döküldü. Uzun ve karışık hesaplardan sonra, Kâmil Beyin, İstanbul'da, iki dükkânla Bağlarbaşı'nda bir köşkten başka bir şeyi kalmadığı anlaşıldı. Daha doğrusu, merhum babasından bazı borçlar çıkaran dostlar, miras iddia eden uzak akrabalar çıkmıştı. (...)

Nişantaşı'ndaki konak satılırken eşyalarını, avukat bir yere depo etmişti. Gidip onlara baktılar. Lüzumluları ayırdılar. Üst tarafını derhal koltukçulara verdiler.

Dükkânların birkaç senelik kiraları da peşin alındığı için. Kâmil Beye, sattığı menkul malların bedelinden başka para kalmıyordu." (s. 23-24)

Bu parça, ikinci baskıda şöyle olmuş: "Kira getiren mülklerden para edenlerin yok bahasına satıldığı, bir takımının da

yanıp kül olduğu anlaşıldı. Yangın yerin deki arsalara dönüp bakan yoktu. Bazı hisseli mülklerin hissedarları, ölüm yüzünden, o kadar artmış, bunların nerede bulunduklarını, sağ olup olmadıklarını öğrenmek o kadar imkansızlaşmıştı ki, kimi dükkânlarla kimi hanların mülkiyeti âdeta, kiracılara geçmişti. Bundan başka, kiralar yıllardan beri arttırılmadığı için, boşaltma davalarına harcananlarla icra masrufları alınacak paraları aşmışa benziyordu." (s. 102-103)

Görülüyor ki, ikinci baskıda ne "iki dükkân"dan söz ediliyor, ne de satılan "menkul malların bedelinden" Kâmil Bey'e kalan paralardan. Buna karşılık, Kemal Tahir, birinci baskıda geçen "Dükkân... dükkânlardan birini satmalı!" (s. 44) tümcesini -belki de dalgınlıkla- ikinci baskıda (s. 120) olduğu gibi bırakmış. Ayrıca Esir Şehrin Mahpus’nda "dükkânlar" sözcüğü iki kez geçiyor 283. ve 365. sayfalarda. Esir Şehrin Mahpusu"nda, (s. 283) Nermin Hanım'la hapisanede konuşurken şöyle der Kâmil Bey: "Ama gene de para ister. Daha dışardayken

Page 26: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

25

kararlaştırmıştım. Evde bir sürü işe yaramaz öteberi var. Birkaç smokin, birkaç frak... Eski para koleksiyonu... Bazı biblolar, Çin vazoları... (Kâmil Bey'in, birinci baskıda, "altından yapılmış bir küçük Buda heykeli"ni -Kemal Tahir, bunu, ikinci baskıda "fildişinden yapılmış" (s. 152) biçiminde değiştirir- satmak için götürdüğü antikacı Salomon'un "Güzel parça, meraklısı bulunursa, iki yüz, iki yüz elli eder." dediğini, "münasip bir müşteri" çıkıncaya kadar "alelhesap yüz lira" verdiğini (s. 74) anımsarsak, "Bazı biblolarla, Çin vazolarının değeri hakkında bir kanıya varabiliriz.-FN) Bunları satalım gitsin! Dükkânlarla Bağlarbaşı'ndaki köşkü de elden çıkaralım!" Hala Hanım, "Siz şimdi hacir altında olduğunuzdan hiç bir şey satamazsınız!" derse de, bu sözlerin doğru olmadığım son sayfadaki (s. 365) boşama mektubundan anlarız: Kâmil Bey'in "Ayşe'ye bırakacağım dükkânlarla köşk için avukatım eniştenizi görecek." demesi, satışın mümkün olduğunu gösteriyor. Tabii, Nermin Hanım'ın para sıkıntısı konusundaki sözlerinin geçersizliğini de.

Kemal Tahir, "menkul malların satışından" Kâmil Bey'in eline geçen paradan ikinci baskıda söz etmez, buna karşılık ikinci baskıya birinci baskıda olmayan bir tip eklen Derviş Fuat Bey; ve Derviş Fuat Bey'in "bir ara tekkeye bağışlamayı düşündüğü" (s. 92) 1200 lirayı Kâmil Bey’e verdirip Kâmil Bey’e de bu parayı kabul ettirir. Oysa çizilen Kâmil Bey taşiliğinin bu parayı kabul etmesi olanaksızdır. Kanal Tahir, bir kez daha, roman kahramanım küçültmek istemiştir.

Kemal Tahir, Kâmil Bey’in para durumunu olduğundan daha kötü göstermek için ikinci baskıda niçin yapıyor bu değişiklikleri? Nermin Hanım'ı haklı çıkarmak için! Birinci baskıda 15. sayfada olmayan bir paragrafı, Kemal Tahir, ikinci baskıda 12. sayfaya eklemiş:

"Nermin’in bütün silâhlara karşı meydan okuyan kişisel gücünün bir tek yufka noktası vardı: Güven içinde yaşamak isliyor, önemli önemsiz hiç bir güvensizliğe, en küçük bir direnme gösteremiyordu."

Kemal Tahir, ayrıca. Yol Ayrımı'nda, "Çünkü, Ayşe'nin babasını sevmediğimi anladım. Sevip sonra sevmemek değil, hiç bir zaman sevmediğimi." diyen Nermin Hanım'ın bu sözlerine gerekçe hazırlamak için, İkinci baskıya (s. 13), birinci baskıda olmayan, son paragrafı eklemiş:

“...(Kâmil Bey'i) Güvenilir bulduğu için kocalığa kabul etmişti. Bu kararda Kâmil Bey’in babadan kalma ünlü zenginliğinin yeri, ancak, kişiliğinin verdiği güven duygusu kadardı. Bu güven duygusu, evlendikten sonra kocasını sevmesine yardımcı olacak yerde, aralarında garip bir engel meydana getirmişti. Nermin, her güvensizlik ürküntüsünü atlatışında, kocasına yeni bir güvenle sığınmaktaydı ama, bu hal, şuurunu zorlayarak, her zaman yeniden gayret harcaması yüzünden, kendisini sevgiye doludizgin bırakamamasına, biraz ürkek, biraz utangaç, belli belirsiz soğuk kalmasına da sebep olmaktaydı.”

Nermin Hanım, "Ayşe'nin babasını sevmediğimi anladım," dedikten sonra, "Galiba o da beni, hiçbir zaman gerçekten sevmem iş ti." diyordu. Kemal Tahir, Kâmil Bey'in sevgisinden söz ederken, birinci baskıda şöyle der:

“Kâmil Bey, aşkı hiçbir zaman, geçici maceralara karıştırmamış, evleninceye kadar, hiçbir kadını ciddiye almamıştı. Karısını, işte bu, asla yıpranmamış yüreğinin bülün kabiliyeti ile sevdi. Bu sevgide,

Page 27: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

26

ağır başlı sahici bir aşk, bir haklı övünme vardı.” (s. 15) Kemal Tahir, ikinci baskıda bu paragrafı şöyle değiştirmiş.: "Kâmil Bey, bekârlığında, aşkı, geçici ilintilerle hiç karıştırmamış olduğu için, Nermin’i,

yıpranmamış yüreğinin var gücüyle sevmişti. Bu sevgide, gerçek aşkın ağır başlı, ödevlerini savsaklamaz, aşın dikkati, candan yakınlığı vardı. Bunca yıllık karısındaki gizli tutukluğu sezememesi, güvenilir erkek olduğuna yüzde yüz emin bulunmasından, sevdiği kadının en küçük ürküntüde kendisine sığınmasını olağan saymasındandı." (s. 14) Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları’nın ikinci baskısında yaptığı bu değişikliklerden sonradır ki Yol Ayrımı’nda Doktor Münir'e şunları söyletir

"Gerçek sevişmenin ruhu güçlendiren yorgunluğunu ömürlerinde duymamış bahtsız kadınlardan bu Nermin Hanım... -Biraz düşündük Bana kalırsa. Kâmil Bey de bu cins erkeklerden sayılır.” (s. 419-420)

Bir roman kişisi (Doktor Münir), başka roman kişileri (Nermin Hanım'la Kâmil Bey) hakkında hiçbir zaman böyle konuşamaz. Kemal Tahinin romanlarını okumuş olanlar, romancının birçok düşüncesini Doktor Münir'e söylettiğini anımsayacaklardır. Nitekim, Doktor Münir'in bu sözlerini, ancak, klasik romanın "her şeyi bilen, her şeyi gören' Tanrı romancısı söyleyebilir.

Nermin Hanım, "Ayşe'nin babasına, 1921lerde, İstanbul şehrinde, bize ekmek parası kazanmak, hapse girmekten çok daha zor geldiğine eminim. (~) Geçim zorluğuyle karşılaşır karşılaşmaz, sorumluluktan kaçmayı seçti." (Yol Ayrımı, s. 446) diyordu. Oysa Esir Şehrin İnsanları’nda Kemal Tahir, Kamil Bey’i şöyle düşündürür:

“...bu şerefli yürek huzuruna kavuşamamış bulunmasaydı, geriye kalan biricik şeref yolunu belki tutamıyacak, yani Nermin'le Ayşe'yi yüzüstü, kimsesiz, parasız bırakarak Anadolu'ya geçemiyecek, hiçbir zaman bu kadar kahraman olamıyacaktı" (I. baskı s. 96; II. baskı, s. 175)

Bu Kâmil Bey mi geçim zorluğuyla karşılaşır karşılaşmaz sorumluluktan kaçan! Bu Kâmil Bey mi karısına kızına ekmek parası kazanmak zor gelince kolay (!) yolu, hapse girmeyi seçen!

Nermin Hanım, Kâmil Bey'i suçlarken, ısrarla. Kâmil Bey'in "romantikliği" ve bencilliği üzerinde durur "Gerçek romantikler, ne kadar yumuşak, hatta gözü yaşlı görünseler, gerçekten üzülmezler. Çünkü romantik olmak bencil olmaktan gelir bence." (Yol Ayrımı, s. 448) Oysa Esir Şehrin İnsanları’nda olsun, Esir Şehrin Mahpusu'nda olsun. Kâmil Bey'in, Nermin Hanım'ın kullandığı anlamda, "romantikliğini", "bencilliğini" gösteren bir davranışını bulamazsınız. Nermin Hanım'ın suçlamalarının tam tersini gösterecek pek çok alıntı yapabilirim, ama okurların sabrını daha fazla zorlamak istemiyorum. Sadece "romantikler" sözcüğü üzerinde durmakla yetineceğim: öz- türkçe yazmaya böylesine özen gösteren Kemal Tahir, "romantikler" sözcüğü yerine Türkçe bir sözcük bulup kullanabilirdi; kullanmıyor; ısrarla "Romantikler" diyor. anladığım kadarıyla bunu bilinçli olarak yapıyor. (Nâzım Hikmet'in Türkçede başka adla yayımlanan bir romanının gerçek adının Romantikler olduğunu biliyor muydunuz?) Yol Ayrımı’nın Esir Şehrin İnsanları’nın birinci ve ikinci baskılarıyla ve Esir Şehrin Mahpusu'yla birlikte okunması, ilginç bir gerçeği gözler önüne seriyor Kemal

Page 28: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

27

Tahir, 1956'da yayımlanan Esir Şehrin İnsanları'nda yarattığı Kâmil Bey'in kimliğini 1971'de yayımlanan Yol Ayrımı'nda -Nermin Hanım'a yaptırdığı açıklamalarla- değiştirmiş; bunu yapabilmek için de Esir Şehrin İnsanları’nın 1969'da yayımlanan ikinci baskısında birçok değişiklik yapmış, romanı nerdeyse yeniden yazmıştır.

Nermin Hanım'ın Yol Ayrımı’nda anlattığı Kâmil Bey, üst üste çekilmiş iki fotoğrafın verdiği izlenimi verdi bana: Kâmil Bey'in altında bir başkasının varlığım sezmemek olanaksız. Kemal Tahir, sanki Kâmil Bey’i bahane ederek bir başkasıyla hesaplaşmakta. (Ben, bu "başkasının Nâzım Hikmet olduğuna inanıyorum.) Ve bu arada, tabii, kendisiyle de. Bütün çabası Kâmil Bey'i suçlayarak huzura kavuşmak sanki.

Page 29: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

28

1982

Page 30: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

29

"Serbest Fırka" Karşısında İki Romancı: Kemal Tahir ve Tarık Buğra

İstanbul, 1 Nisan 1982 Cumhuriyet döneminde, 17 Kasım 1924'te kurulup 5 Haziran 1925'te

“Vekiller Heyeti Kararı" ile kapatılan 'Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan sonra, kurulan ikinci parti, “Serbest Cumhuriyet Fırkası"dır; bütün yaşamı üç aydan biraz fazlacadır 8 Ağustos 1930 -17 Kasım 1930.

Kemal Tahir Yol Ayrımı’’nda (Sander Yayınları; 1971, 464 sayfa). Tank Buğra Yağmur Beklerken’de (Ötüken Yayınları, 1981, 256 sayfa) Serbest Fırka olgusu üzerinde duruyorlar; iki romancımızın siyasal ve toplumsal gerçekliklere, insan gerçekliğine bakışı üzerinde düşünmek, bizi ilginç sonuçlara götürebilir, sanıyorum.

Önce, okurları. Serbest Fırka konusunda araştırma zahmetinden kurtarmak için, birtakım alıntılar:

Dr. Tank Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasi Partiler adlı (1952) ünlü eserinde şöyle diyor. “Birinci harekette (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası') Gazi'nin rakipleri, İkincisinde ise onun elemanları kurucudurlar. Bu itibarla ikinci, yani Serbest Fırka hareketi diğer teşebbüse nazaran güdümlü, hukuki ve siyasi istiklâl bakımından daha dun (aşağı) bir vaziyettedir.” (s. 624) Siyasal Partiler adlı eserinde (1976) Doç. Dr. Erdoğan Teziç, Serbest Fırka hakkında şunları söylüyor: “1930 yılına gelinceye kadar 'Atatürk Devrimleri'nin büyük bir bölümü gerçekleştirilmiş bulunuyordu. Ancak bu devrimler, temelde üretim İlişkilerini halk yararına değiştirecek, halkın ekonomik, sosyal durumunu düzeltecek nitelikte olmamıştı. Üstelik, 1929 yılında, ABD’de ortaya çıkan ve kısa sürede bütün dünyayı saran büyük ekonomik bunalım, Türkiye'yi de etkileyecektir. (...) Mustafa Kemal, kuşkusuz ülkede rejime karşı için için oluşmakta olan muhalefeti sezinlemekteydi ve hükümetin izlediği ekonomik politikanın açıktan açığa eleştirilip daha doğru bir yöne götürülebilmesi için

Page 31: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

30

ikinci bir partinin kurulması gerekliliğini bir çözüm yolu olarak görüyordu." (s. 245-246) "Serbest Fırka'nın kuruluşu halktan gelen, tabandan gelen bir hareketini ürünü değildi; ortaya çıkışı sunî bir olaydır ama, rejime karşı olanların kısa zamanda fırkaya sızmaları, fırkayı Fethi Bey'in de artık kontrolünden çıkaracaktır." (s. 249)

• Doç Dr. Korkut Boratav, Serbest Fırka'nın sağcılığı-solculuğu konusunda şunları yazıyor: "Sloganlara yüzeyden bakıldığında 'devletçi' CHPnin 'sol', liberal' Serbest Fırka'nın ise 'sağ siyasi hareketler sayılması doğru görülebilir. Halbuki, bu anlamda bir sağ-sol ayrımını. Fethi Bey kesinlikle kabul etmemekte ve kendi Fırkasını 'solcu' bir siyasi hareket olarak görmektedir 'Fırkamız sola mütemayildir. Münakaşa hürriyetinin tesisine taraftar olmak ve bu gibi hürriyetlerin cari olmasını istihdaf etmek itibariyle tamamen sola müteveccihiz. Bundan daha solu sosyalizm olur.'" (Türkiye'de Devletçilik, 1974, s. 79)

• İdris Küçükömer de. Düzenin Yabancılaşması-Batılaşma'da (1969), 82. sayfadaki o ünlü tabloda, Serbest Fırka'yı "Sol yan"da sayıyor.

• Serbest Fırka olgusunu başından sonuna kadar yaşayan Ahmet Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları'nda (2. baskı, 1969) şöyle diyor "Bütün bu olup bitenler. Serbest Fırka komedisi niçin oynandı sualine cevap vermektedir. Şimdi tamamen anlaşılıyor ki bu komedi sırf fırka teşkil, muhalefet fikri taşımak gibi cüretleri tâ kökünden kesip atmak içinmiş!" (s. 95)

• Taner Timur da katılıyor Ahmet Ağaoğlu'nun görüşüne; bkz. Türk Devrimi ve Sonrası (1919-1946), 1971, s. 208. Ve şunları da söylüyor Taner Timur "Aslında Serbest Fırka hareketi bir danışıklı döğüş olup, gerçek bir çok partili hayata geçişten uzaktır. Bizzat Atatürk'ün isteği ile yakın arkadaşları tarafından kurulmuş fakat Atatürk de dâhil bütün CHP ve onun sağlam toplumsal dayanağı olan bürokratik kadroyu hedefleyen muhalefet güçlerini harekete getirince yine onun telkini ile kapatılmıştır.'' (a. 207) “Serbest Fırka kapandıktan sonra, bü-rokratik baskılar artmış ve demokratik hak ve hürriyetler tamamen ortadan kalkmıştır.'' (s. 211)

Serbest Fırka konusunda bu kadar alıntı yeter. Yol Ayrımı'nın 28. sayfasında “Çorum mebusu Asım”, “Haberin olsun

arkadaş Parti açılıyor. Bir muhalefet partisi" diyor. Romanın 402. sayfasında “Serbest Parti'nin kapandığı açıklanıyor. Yol Ayrımı sadece Serbest Fırka'nın romanı değil elbette, ama romanın "ortadirek"i Serbest Fırka. Ve Serbest Fırka’nın öne çıktığı sayfalarda romanın yazarı birken iki oluyor Yol Ayrımı’nın yazılmasında yadsınamayacak bir payı var Ahmet Ağaoğlu’nun.

Serbest Fırka'yı romanının ortadireği yapan Kemal Tahir'in siyasal ve toplumsal gerçekliğe yaklaşanı, uğraş alanı siyasal ve toplumsal olaylar olan bilim adamlarının yaklaşımı gibi, yukarda adlarını andığım Tunaya'nın, Teziç'in, Boratav'ın, Timur'un yaklaşımı gibi; ama Kemal Tahir’le ötekilerin arasında büyük bir ayrım var. Onlar Serbest Fırka olgusunu nesnel bir tutumla de alıp incelerken Kemal Tahir öznel (“öznel" demek de doğru değil; "keyfince”!) bir tutumdan öte geçemiyor; bu yüzden de yaklaşımı, bir “romana yaklaşımı”

Page 32: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

31

olmadığı gibi, bir "bilim adamı yaklaşımı" da olamıyor. Ama Kemal Tahir, ro-manını İlginç kılmak İçin, bilinen yöntemini tekrarlıyor; 33. sayfada Asım Us'a şunları söyletiyor

“— Bana kalına yeni fırka açma işinin Önemli nedeni bu mesele... Borçları altınla ödemek... Cumhuriyet hükümetinin payına düşen meselelerden biriydi. Uyuşulamadı. Anlaşmadan ayrıldı. Barıştan sonra alacaklılarla konuşmanın sürdürülmesi kararlaştırıldı. Çünkü İsmet Paşa, altınla ödemeye yanaşmıyordu. 'Kâğıt para veririm' diyordu. Konuşmalar, Paris Büyükelçisi Fethi Bey"e bırakıldı. 1928’de bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre alacaklılar borçtan indirme yaptılar. Buna karşı, biz de, altınla ödemeyi kabul ettik. Anlaşma imzalandığı zaman, hizmeti beğenilerek alacaklılarca Fethi Bey'e on bin lira mükâfat verildi." Tarihsel olayları romanlaştırırken romancı, gerçek kişilere, gerçek kişiler hakkında, gerçeğe uymayan sözler ettiremez; "alacaklılarca Fethi Bey'e on bin lira mükâfat verildi" sözü doğru mudur? Bu iddiaya ilk kez bu romanda rastlıyorum; bir bilen vana ve açıklamada bulunursa sevinirim. Ama Kemal Tahir'in Asım Us'a söylettiği sözlerde "maddi bir hata" yaptığını biliyorum: "Lausanne anlaşmasının yürürlüğe girdiği 6.8.1924 tarihinde borçlar tutan (birikmiş taksitler dâhil) 161.303.833 TL. idi. İlgili ülkelerin delegelerinden kurulu bir komisyon daha sonra Paris'te toplanarak (1925) borç tutarım Osmanlı Devletinden doğan ülkeler arasında paylaştırdı. Bu paylaştırmaya göre Türkiye'nin payı (birikmiş taksitler hariç) 84.597.495 TL olarak saptanmıştır. (...) 1928'de yapılan bir anlaşma ile ilk taksitler ve bunların hangi para ile ödeneceği gibi daha çok teknik konular üzerinde anlaşmaya varılmıştır." (Prof. Dr. Kenan Bulutoğlu, Türkiye'de Yabana Sermaye, 1970, s. 96-97) 1928 anlaşmasına göre, Kemal Tahir'in yazdığı gibi, "alacaklılar borçtan indirme" yapmamışlardır, İ. Hakkı Yeniay, Yeni Osmanlı Borçları Tarihi adlı eserinde (1964) şöyle diyor "Mukavele, (...) Lozan Antlaşmasından sonra bu hususta ortaya konulan rakamları tekrar tescil ederek hiçbir yenilik getirmemiştir. (...) Türkiye, Lozan'dan sonra hiçbir itfada bulunmadığından, borç resülmali bakımından, Mukaveleden ne bir şey kazanmış, ne de kaybetmiştir" (s. 137) Borçlarda bir indirim yapılması 22.4.1933'te Paris'te yapılan bir anlaşma ile sağlanmıştır. Altınla ödeme 1929 mali yılında (1.8.1929 - 31.5.1930) olmuştur. "Fakat bundan sonra 1930'da, ayda 620.000 TL olmak üzere, 8 ayda 4.960.000/ 1931'de, ayda, keza 620.000 TL olmak üzere, 7 ayda 4340.000, 1932'de ise, yalnız Temmuz ayında 300.000 TL ödemiş ve bu paraların yalnız bir kısmı sterlin veya fransız frangına tahvil edilmiştir." (Yeniay, a.g.e., s. 159)

Bir roman eleştirisi için gereksiz sayılabilecek bu bilgileri Kemal Tahinin Serbest Fırka olgusunu "dış borçların altınla ödenmesi"ne bağlamasındaki keyfiliği belirtmek için veriyorum. Bu arada Kemal Tahir'in "maddi bir bilgi hatası" na daha değineyim: Romanının 317. sayfasında bir ayraç açarak "4 Ekim'de (1930) Gazi bütün mallarını Halk Partisine bağışladı." diyor. Atatürk, 11 Haziran 1937de, "ziraat ve zirai iktisat sahalında fennî ve ameli tecrübeler yapmak maksadiyle, muhtelif zamanlarda, memleketin muhtelif mıntıkalarında tesis ettiği müteaddit çiftlikleri (...) bütün tesisat, hayvanat ve demirbaşlarıyla

Page 33: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

32

beraber hâzineye hediye" etmiştir. (Atatürk'ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, 1964, s. 585-586) Atatürk, Dolmabahçe'de, 5 Eylül 1938 Pazartesi günü yazdığı vasiyetnamede şöyle der: "Malik olduğum bütün nukut (nakitler, paralar) ve hisse senetleriyle Çankaya'daki menkul ve gayrimenkul emvalimi (maltlar) Cumhuriyet Halk Partisi'ne âtideki şartlarla, terk ve vasiyet ediyorum..." (Mazhar Leventoğlu, Atatürk'ün Vasiyeti, s. 49)

Kemal Tahir'in Yol Ayrımı’nda, Serbest Fırka olgusuna yaklaşımı bir romancı yaklaşımı değil, demiştim. Sözgelimi "Üniversite kaynıyor, gözle görülecek açıklıkta ikiye bölünüyordu." (». 99) diyor, "Anadolu'da particilik yüzünden yaralananlar, hattâ ölenler vardı. Millet ikiye bölünmüş, Cumhuriyetten sonra güçlükle kurulan devlet düzeni, iç güven, kısası, birlik, silinip süpürülmüştü." (s. 145) diyor. Ama üniversite nasıl kaynıyor, yeni bir parti kurulmasının üniversiteliler üzerindeki değiştirici etkileri nedir, Anadolu'da ikiye bölünen millet ne durumda, particilik yüzünden yaralananlar nasıl yaralanıyor, ölenler nasıl ölüyor... Yok bunlar. Romancının sözünün başlayacağı yerde Kemal Tahir susuyor. Hep genel açıklamalar. Çok sıkıştı mı gelsin Ahmet Ağaoğlu'nun Serbest Fırka Hatıraları!

Kemal Tahir, Ağaoğlu'nun anılarından o kadar çok yararlanmış ki Serbest Fırka Hatıraları olmasaydı Yol Ayrımı da olmazdı diyebilirim.

Yol Ayrımının 43-59. sayfaları Serbest Fırka Hatıraları"nın (2. baskı, 1969) 1-15. sayfalarından olduğu gibi aktarılmış. Sadece anıların dili biraz değiştirilmiş, o kadar. 43. sayfada Ahmet Ağaoğlu, "Söyleyeceğim, şaşıracaksınız" diye söze başlıyor. Kemal Tahir, alıntı yaptığını açıklamak gereğini duymuyor. (102-108. sayfalarda da Falih Rıfkı'dan bir alıntı var; ama, nasılsa, bunu tırnak içinde göstermiş.) Ahmet Ağaoğlu ile roman kişileri konuşuyorlar ve siz (ya da ben) bütün bunları Kemal Tahir’in yazdığını sanıyorsunuz. Sözgelimi 54. sayfada "Gazi Hazretleri artık kızdılar ve bu gibi hallerde yaptıkları gibi, mendillerini yan ceplerinden çıkardılar, burunlarını sildiler..." gibi bir ayrıntıyı okuyunca Kemal Tahir’in bunu nasıl öğrendiğine şaşıyorsunuz. Oysa Serbest Fırka Hatıraları'nın 11. sayfasını okumak yeter: "Gazi artık kızdı ve bu gibi hallerde yaptığı gibi mendilini yan cebinden çıkardı, burnunu sildi..."

"Anadolu'da particilik yüzünden yaralananlar, hattâ ölenler vardı," demişti Kemal Tahir; bu genel sözün romancı yaklaşımıyla somutlaştırılması Ahmet Ağaoğlu'na düşüyor. Ünlü İzmir olayları Ağaoğlu'nun anılarının 29-40. sayfalarından alınarak Yol Ayrımı'nın 115-120. sayfalarına monte ediliyor.

Kemal Tahir, Ahmet Ağaoğlu'ndan alıntı yaptığını bir kez belirtiyor: Anıların 62-68. sayfaları romanın 353-358. sayfalarını oluşturuyor ve Kemal Tahir -nedense- bunu belirtmek gereğini duyuyor.

Ahmet Ağaoğlu'nun anılarını gönlünce kullanan Kemal Tahir, canı istediği zaman, bu anıları tahrif etmekten de çekinmiyor. Ağaoğlu, anıların 5. sayfasında, ayraç içinde, "Daha sonra işittiğime göre Serbest Fırka tecrübesi için oldukça mühim bir para verilmiş, fakat bu para fırkanın idare heyetini teşkil eden Fethi, Nuri ve Tahsin Beyler tarafından fırka işlerine ve fakat fırka erkânına hiçbir vakit

Page 34: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

33

hesap verilmeksizin harcanmıştır." der. Kemal Tahir, roman kişisi Murat'a şöyle dedirtiyor "Evet, bu para meselesini biraz konuştuk Ağaoğlu Ahmet Beyle... Paranın lâfını duymuşlar partidekiler... yüzünü görmedik! Harcandığını da bilmeyiz! Bu para Fethi Beyle Tahsin Bey arasında kaldı öyleyse' dedi Ağaoğlu..." (s. 428)

Ağaoğlu, anılarında, "Fırkanın fesih kararı nasıl alındı?" başlıklı bölümde, "Uzun münakaşalardan sonra heyet Gazi ile bir daha görüşmek üzere Fethi Beyle Nuri Bey’i memur etti. Görüşme tam yedi saat sürdü." (s. 79) diyor. Kemal Tahir, bunu, Yol Ayrımı’'nda şu biçime sokuyor "Haberi Çankaya'ya ulaştırmak işi partinin genel sekreteri Nuri Bey’e yükletildi. (...) Tam yedi saat sonra Nuri Bey döndü." (s. 428)

Yol Ayrımı’'nda Serbest Fırka olgusunun insanlar üzerindeki etkisi, romancı yaklaşımıyla, sadece Tango Ömer – Rami Hoca İkilisinin anlatıldığı sayfalarda (s. 147-151) görülüyor.

Serbest Fırka'ya yöneltilen eleştiri, ilkin, ‘Saray şoförü Dadal Efendiden geliyor "...Selbes açılacak ki, az biraz selbeslik gelen. (...) Gelelim ki kime olacak bunun yararlığı? Kime verdiyse ona. Peki, ya kime vermekte kurban olduğum? Sana, bana mı vermekte bu selbesliği? Hayır. Kaldırıp Fethi Bey'lere, Nuri Bey'lere, Ağaoğlu Ahmet Bey'lere vermekte. Şu halde, onlara yarar bir selbesliktir bu. Sana bana gelmez." (s. 72) Murat da şöyle diyor: "Bence bu hürriyet, madrabazların devleti ele geçirmek atılımı hürriyetidir. Eşkiya hürriyeti.” (s. 110)

Kemal Tahir nasıl bir çıkar yol gösteriyor? İşte Doktor Münir'e söylettikleri: “Biz aydınlara çok su katılmıştır, hem de cıs- Civık yabancı suyu. Su katılmamış yerli olmayınca hiçbir şey olunmaz. İnsan bile olunmaz. Çünkü gerçekten namuslu olunamaz. Bilirsin, batılaşmaya yöneldiğimizden bu yana, biz aydınlar halktan ayrılmışızdır. Çünkü, bu batılaşma bize halktan değil, Saray'dan gelmiştir. (...) İşte bu halkın içinden, bizim sefil «İkimizi yere çalacak yeni bir yerli insan türü çıkacaktır. Ben umutluyum, ergeç çıkacaktır. Bunlar, burdan başka bir yere sığınamayacak, kendi halklarından başka topluluklara katılamayacaklarını kesinlikle idrak etmiş, namuslu adamlar oldukları için ergeç kendi işlerini kendileri görmek için çıkacaklardır ortaya." ( 136-137)

Kurtuluşu, çözüm yolunu "yeni bir yerli insan türü”ne bağlamak, gerçekte, kurtuluş için, çözüm yolu için hiçbir şey söylememek demektir. Kemal Tahir'in romanında Fethi Bey'le bunca uğraşması da, belki, bu "hiçbir şey söyleyememek"le ilgilidir.

Kemal Tahir'de bulamadığımızı Tank Buğra'da buluyoruz: Siyasal, toplumsal gerçekliklere tam bir romancı yaklaşımı.

Tarık Buğra, Serbest Fırka olayını bir kasaba çerçevesi içinde ele alıyor: Kendi ekonomik sorunlarından ötesini düşünmeyen bir kasaba, birbirleriyle dostça geçinen insanlar, “ufacık aşım, ağrısız başım" diyen avukat Rahmi ve Serbest Fırka'nın kuruluşunun bütün bu insanları, bu insanlar arasındaki İlişkileri değiştirişi - kadınlara, çocuklara varıncaya kadar...

Roman, bir sinema kamerası gibi önce kasabayı (Park'ın açılış töreni),

Page 35: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

34

kasabadaki bürokrat ve CHF saltanatını, sonra romanın başkişisi avukat Rahmi'nin sevgi, içtenlik, mutluluk dolu evini gösterir.

Serdarın "Baba, fırka ne demek?" sorusuyla ilk kez 37 sayfada "fırka" sözcüğünü okuyoruz. Rahmi'nin yanıtı "Ne bileyim ben?" oluyor. Rahmi gerçekten bilmez "fırka"nın ne olduğunu; avukat Kenan Bey’e ("Dostoyevski'yi tanımayanlarla ne konuşacağım?" diyen ünlü bir kasaba avukatı.) "Yağmurun ne demek olduğunu iyi bilirim; lâkin, Devlet, hükümet işleri siyaset... kaymakam beyle Gülbeyazların Mahmud'u (Cumhuriyet Halk Fırkası mûtemedi - FN) koyun bir yana... azıcık aklım erer dersem yalan olur." (s. 46) derken doğruyu söylemektedir. Tank Buğra, olayların gelişmesiyle böyle bir insanın nasıl değiştiğini tam bir romancı ustalığıyla anlatmaktadır. Rahmi'nin Serbest Fırka, daha doğrusu politika konusundaki düşüncesi şudur: "Ve Serbest Fırka kazanabilir. İyi de, kazansa olacak? Gülbeyazlar’ın dımızı kırılacak, belediye reisi düşecek veeee, onların yerine başkaları ile başkalarının adamları kabaracak hindi gibi!" (s. 86) Bunun için kendisine Serbest Fırka için öneride bulunan avukat Kenan Bey’e "bağışla beni ağbey" demeye karar verir, (s. 129) ve hasta Kenan Bey’i evinde ziyarete gider; Kenan Bey'in "Bendeki dosyalara vaz'iyyet eder misin?, önerisini kabul eder; Kızılay Başkanlığından da ayrılmak zorunda kalan Kenan Bey'in "İsim istemişlerdi benden, yerimi alacak zât için. (...) hep seni düşündüm," önerisine "Seve seve ağbey" yanıtını verir ve parti konusunda, Kenan Bey'in konuşmasını beklemeden, "Ağbey... fırka meselesi?" diye sorar ve Kenan Bey'in açıklamalarından sonra:

“Rahmi, günlerden beri hep bunu düşünmüş ve kesin kararını vermiş gibi, aklına o anda gelen sözleri, bir kitaptan okur gibi, söyleyiverdi:

"— Ağbey, o işlerle ben uğraşabilirim" (s. 133) Rahmi'deki değişim... Serbest Fırka'yı anlatmak, bir romancı için, gerçekte,

bu değişimi anlatmaktır. Bir Rahmi'de mi gözlemliyor bunu Tank Buğra? İşte Rahmi'nin karısı Güldane: s. 184: “Fırka reyisi oldun da başın göğe deydi değ mi?" ,

s. 194: “Konu artık evine de hâkimdi: Gelenlerin arkası kesilmiyor ve ..Akıl alacak şey değil... Güldâne bile... dolaylı da, olsa, siyasetle ilgili bir şeyler söylemek için mutlaka bir fırsat buluyordu.“

s. 196: “...Güldâne, (...) Alfabe öğreniyor... gazetelerin haber başlıklarını sökmeye bile başladı Bütün kasabada bir değişme oluyor ve bunu Yağmur Beklerken'de bütün

somutluğuyla görüyorsunuz. Tank Buğra, kasaba insanlarının olaylar karşısındaki tutumunu saptamakta

çok usta: CHFli "Asım ağa için Serbest Fırka'ya girmek Gülbeyazlar'ın itibar ve şerefine karşı çıkmak, ona kast etmek demekti," (s. 103) Rıza Efendi (Rahmi'nin dayısı), CHF - SF çatışmasını sadece kasaba açısından düşünün "Emme bi panga kurmuşuz, eyi kötü... o n'olcek? Milleti bir edip. Torlağın pavlikalarını alalın deriz; o n'olcek? Şehere alektrik verelim deriz; o n'olcek? Harlak'tan içcek su getirelim deriz; o n'olcek?" (s. 111) Ve yeğenine, Serbest Fırka'ya girmemesini söylerken aynı gerekçeye dayanır: "Girme be Rahmi... panga fırkadan daha mühim kasabamız için." (s. 114) Budur kasabalının görüş ufku: Yerel çıkarlar, kısa vadeli çıkarlar, (Samim Kocagöz de, Yılan Hikâyesinde, aynı gerçeği gözler önüne

Page 36: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

35

sermişti: Köylüler açısından.) Kasaba gerçekliğini iyi bilince Serbest Fırka'ya ilk sıvananları saptamakta

yanılmıyor Tank Buğra: Avukat Kenan Bey, eczacı Yakup Bey, dişçi Nevzat Bey, dâvavekili Vehbi, emekli subay Aziz.

Kasabanın ikiye bölünüşü, bürokratların tutumu, CHF ileri gelenlerinin hep kendi çıkarlarını kollamaları, seçim, CHPnin ve SPnin suçlama yöntemleri, CHPnin seçim üçkâğıtçılığı (Taşıtlara el koyma girişimi, s. 222) ve seçim sonucu, sonuçtan sonra insanların birbirlerine davranışı... Bütün bunlar, ustaca saplanmış ayrıntılarla veriliyor.

Kasaba gerçekliğini aşan, Türkiye'nin genel durumunu ilgilendiren durumlar da ya Naki Bey'in konuşmasıyla veriliyor, ya da Ahmet Ağaoğlu'dan yapılan alıntıyla. Evet, Ahmet Ağaoğlu'nun Serbest Fırka Hatıraları’na başvurmadan Serbest Fırka konusunda roman yazmak -galiba- olanaksız!

Tank Buğra, kasaba gerçekliğini çok iyi bilen bir romancı. (Dönemeçte'de görmüştük bunu.) Kasaba insanlarının olaylar karşısındaki tutumlarını, değer yargılarını belirtmekle kalmıyor, her "göz"ün kolay kolay göremeyeceği ayrıntıları da görüyor. İşle Rahmi'nin evinde bir akşam yemeği:

m...Herkesin yeri bellidir; sininin etrafına bağdaş kurup oturuyorlar. sofra bezinin taşan kasımlarını dizlerine örtüyorlar. (...) Yemekle konuşulmuyor." (s 36-37)

Tank Buğra, her romanında dini bütün bir halk adamını öne çıkarır; bu romanda bu işi Rahmi'nin amcası Rıza Efendi yüklenmiş: Sağduyulu, dinine bağlı, her zaman doğruyu gören ve söyleyen bir tip. Yargıç Ahmed Kemal Bey, Rahmi'ye, "...çok açık bir şekilde tebeyyün eden zihniyet ve ef’alinizin, ileride, si-ze faydalar temin edeceği kanaatindeyim." (s. 174) der. Ve Rahmi düşünür: "Bütün bir milleti ayağa kaldıran, milyonların tutumlarını, davranışlarını, İlişkilerini değiştiren bir olay olarak. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı ancak şimdi düşünebiliyor. (...) Bu iki fırka mücadelesi nasıl biterse bitsin, belki de. Rıza Efen-di'nin dediği gibi, Ankara'dakilerin yaşayışlarında da, İlişkilerinde de bir değişiklik olmayacaktı.'' (s 179) Ve Rıza Efendi'nin yorumu: "Bu yüzden öyle demişlerdir sana, hâkim beğ de, müfettiş de. (...) Sen Gülbeyazlara diş gıcırdatman, halkçılara sırtını dönmen ya, ondan sanırım. Sınadılar, bildiler seni." Nitekim Serbest Fırka kapatılır ama Rahmi, Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan milletvekili adayı gösterilir.

'Tarık Buğra, Güldâne-Rahmi İkilisinin sevgisini ne güzel anlatır Romanlarımızda görmeye alışık olmadığımız bir sevgidir, bu. Ve ananın babanın çocuklarıyla İlişkileri... Ne güzel anlatır.

Ama unutmayalım ki okuduğumuz bir Tank Buğra romanıdır. Ve Tank Buğra, "Kenan Bey, esnaftan, zenaatkârlardan, iyi, dürüst ve itibarlı bildiği kiminle konuşmuşsa evet cevabını almıştı. Onlar sezmiyor, hattâ tahmin etmiyor, biliyorlardı, kavramışlardı vatandaşlık vazife, hak ve hürriyetlerinin önemini de, yararlarını da." (s. 133) dedikten sonra, avukat Kenan Bey’e şu yorumu yaptırmadan edemeyecektir: "Bu nasıl oluyor diye düşündüm beyler, dedi, sonunda da İslâm’dan elbette dedim. (...) Ona göre, İslâm'ın tortuları, yâni

Page 37: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

36

bozulmadan kalan bazı kuralları, ilkeleri ve değer yargıları bile Türkiye için -kul-lanılabilirse- çok az ülkenin elde edebileceği bir büyük kozdur.” (s. 134)

Pancar ürününden yöreye yılda elli bin liradan fazla para girmektedir. Ve beklenen yağmur bir türlü yağmaz. (Rahmi'nin Amcaoğlu Süleyman, "Toprağı da, yağmuru da biliyorum. Lâkin insanların da beklediği şeyler... beklediği rahmet var. Öteki yağmıyor diye bundan vaz mı geçelim? Biri yok diye öteki de mi olmasın?" der. Romanın adının açıklaması gibidir bu sözler.) Dunun üzerine bütün kasaba yağmur duasına çıkar. Yağmur yağar. Ve Tarık Buğra, bunu, "Duanın dâvetine gelen bulut..." (s. 94) diye anlatır.

Yol.Ayrımı da Serbest Fırka'yı anlatıyor. Yağmur Beklerken de. Ama Kemal Tahir'in yaklaşımı bir toplumbilimci yaklaşımı, üstelik nesnel davranmayan bir toplumbilimci yaklaşımı; bunun için Serbest Fırka olgusunun insanlar üzerindeki etkilerini bulamıyoruz Yol Ayrımı'nda, Ahmet Ağaoğlu'dan sayfalarca alınlı yapmasının nedeni bu. Oysa Tank Buğra'nın Serbest Fırka olgusuna yaklaşımı bir romana yaklaşımı; Yağmur Beklerken'de Serbest Fırka olgusunun Türkiye insanlarını ne hale getirdiğini görüyoruz. Yol Ayrımı'nda söylenenleri (Serbest Fırka İle ilintili olarak söylenenleri demek istiyorum.) herhangi bir bilimsel araştırmada da bulabiliriz, ama o bilimsel araştırmalar bize Türkiye insanlarının o günlerde neler yaşadıklarını anlatmaz, bunu bilmek için Yağmur Beklerken'i okumak gerekir.

Page 38: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

37

Tarih ve Roman

İstanbul, 1 Haziran 1982. Romancılarımızın eserlerini besleyen ana kaynaklardan biri de tarih. Zaman zaman düşünüyorum: Romancıların tarihe eğilmeleriyle siyasal baskı arasında bir ilişki var mı? Bunun bir örneğini, öyle sanıyorum, Demokrat Parti'nin iktidar yıllarında gördük, çoğu şairlerin, yazarların mahkeme kapılarını aşındırdığı yıllarda, romancılarımız birden Milli Kurtuluş Savaşı'nı işleyen romanlar yazmaya başladılar. Türkiye'nin "Küçük Amerika" olacağının söylendiği, dış politikada tam bir uydu politikasının uygulandığı bir dönemde, romancılarımız anti-emperyalist duygularını, düşüncelerini söyleyebilmek için verimli bir kaynak bulmuşlardı: Milli Kurtuluş Savaşı. Tarih, baskı döneminde, güncel konular için bir kaynak oluvermişti. Yazarlarımız, Kurtuluş Savaşı'na bir çeyrek yüzyıl öteden bakıyorlardı; bunun yazarlara bir elverişlilik, bir kolaylık sağladığı açık; bir gerçek; çünkü Kurtuluş Savaşı, üzerinde oldukça durulmuş bir konu, tarihle, toplumbilimle uğraşanların çalışma alanı olmuş bir konu. Ama konu, çok yakın tarihten ya da henüz içinde yaşanılmakta olan günlerden alınınca iş değişiyor; zaman zaman yorum yanılgıları kaçınılmaz oluyor. Aragon gibi biri bile Ko-münistler adlı dev romanını bitiremedi; yakın tarih (Komünistler,- İkinci Dünya Savaşı'nı anlatıyordu.) üzerine roman yazmanın yorum güçlüklerini ileri sürerek romanını tamamlamadan bıraktı. Bizde de 12 Mart üzerine yazılan romanlarda hep bir acelecilik bu acelecilikle birlikte giden yorum eksiklikleri giderek yorum yanılgıları görülmez mi? Romancılarımız- 27 Mayıs’ı yorumlamaktansa. 27 Mayıs'a vol açan ekonomik-toplumsal siyasal gelişmeleri göstermekle yetinmek akıllılığını göstermişlerdi. Türkali'nin Bir Gün Tek Başına’sı, Samım Kocagöz'un İzmir’in İçinde’si Ayla Kutlu'nun Kaçış’ı buna örnek olarak gösterilebilir. Oysa 12 Mart döneminden söz açan romanların çoğu, sadece "işkence"yi ve bireysel kahramanlıkları görmüş ve göstermiş, daha derinlerdeki oluşumlara nüfuz edememiştir; 12 Mart’ı doğuran gerçek nedenleri ancak sabırlı bir romancının, Adalet Ağaoğlu'nun romanında. Bir Düğün Gecesi’nde buluruz. Konusunu tarihten alan romanlarda, önemli bir sorun da romandaki kişilerdir. Romana gerçek tarihsel kişilerden ne ölçüde söz edecektir? Lukâcs, "Fakat büyük tarihsel olaylar ve tarihteki büyük figürler, toplumun gelişiminin somut tipler biçiminde

Page 39: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

38

gösterilişine çok ender olarak uydurulabilir. Balzac'ın yapıtlarında Napolyon'un. çok ender olarak ve hep kısa bir süre için görülmesi bir rastlantı değildir, oysa Napolyonca idealler ve Napolyoncu imparatorluğun entelektüel özü Balzac'ın romanlarının birçoğunda egemen bir rol oynar. Balzac toplumsal öğelerin karakteristik gelişiminde bulunan iç zenginlikler »yerine büyük tarihsel olayların dış parıltısını konu olarak seçen bir yazarın mesleğini bilmediğini kabul eder," dedikten sonra Balzac'tan şu çok önemli alıntıyı yapar 'Roman, büyük tarihsel figürlerin görülüşüne ancak ikinci derecede karakterler olarak katlanır. Cronwell, Charles II., İskoçya Kraliçesi Mary, Louis XI, İngiltere Kraliçesi Elizabeth, Arslan Yürekli Richard (Balzac, Eugene Sue ile ilgili bir eleştirisinde Sir Walter Scott örneğini verdiği için bu adları sayıyor. -FN), bütün bu büyük kişiler ancak kısa sürelerde görünürler sahnede, o da bu edebi biçimin dokuduğu dramatik konu, onların sahnede görünmesini gerekli kıldığı zaman, yoksa okuyucu birçok ikinci dereceden karakterle tanışmadan ve büyük tarihi kişinin yakında ortaya çıkışına karşı tepkilerini paylaşmadan önce değil. O büyük kişi sahneye çıktığı zaman da okuyucu onu hikâyedeki daha küçük karakterlerin gözleriyle görüyordur artık." (Avrupa gerçekliği S. 98). Bizde, bir romancı, birtakım toplumsal sorunlara kafasında çözüm yolları bulduktan sonra, bu kuramsal çözümleri dile getirecek açıklayıcı kişiler çizmek için tarihten yararlanmaya kalkıştı mı, gerçek tarihsel kişileri romanına dilediği ölçüde sokmaktan ve dilediği gibi konuşturmaktan çekinmiyor; Lukâcs'ın ya da Balzac'ın dedikleri umurunda bile olmuyor. Bu tutumun en ünlü örneği Kemal Tahir'dir: Romanlarında birçok gerçek kişiyi dilediği gibi konuşturmuştur. Oysa Nahid Sırrı Örik, İkinci Meşrutiyet’in ilanından Hareket Ordusu'nun Ayastafanos'a (Yeşilköy) gelişine kadar geçen çalkantılı dönemini anlattığı Sultan Hamid Düşerken adlı romanında, birtakım gerçek kişileri de anlatıyor, ama romanın üzerinde durduğu sacayağı (Mehmet Şehabettin Paşa, Şefik Bey, Nimet Hanım) Nahid Sırrı'nın yarattığı roman kişileri. Nahid Sırrı, Balzac'ın "Roman, büyük tarihsel figürlerin görülüşüne ancak ikinci derecede karakterler olarak katlanır." sözünün bilincindedir. Nitekim Sultan Hamid'in düşüşünü anlatan 265 sayfalık romanda Sultan Hamid, sadece 22 sayfada görünür. Mithat Cemal Kuntay, Abdülhamit istibdadının son yıllarının İstanbul'unu, İkinci Meşrutiyetle İttihat ve Terakki'nin İstanbul'unu, Mütareke yıllarının İstanbul'unu anlattığı Üç İstanbul'da, kısaca Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışını betimlediği eserinde, gerçek tarihsel romanın kurallarından uzaklaşmaz. Bir romancı için bu yıkılışı anlatmak, gerçekte, Adnan gibi bir roman kişisi yaratmaktır ve Mithat Cemal Kuntay bu işin üstesinden gelir. Tarihsel gelişmemizi yansıtmaya çalışan Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun bu saygıdeğer çabasının başarılı romanlar yaratmasına yetmediği, romanlarının tarihsel gerçekler açısından ilginç olmakla birlikte sanat eseri olarak pek güçsüz olduğu günden güne daha belirgin olarak görülmektedir İç çatışmaları olmayan insanlarla roman yazılamıyor.

Tarih, insanların yaptığı tarihi insanlardan soyutlayarak; anlatır. Unutmayalım: Bir bilimdir tarih. Oysa roman bir edebiyat türüdür; tarihi, tarihsel

Page 40: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

39

olaylar olarak değil, bu olayların insanlar üzerindeki etkileriyle anlatır, yani insanları anlatır, somut insan çatışmalarını anlatır, roman, bunun dışına çıkarsa: edebiyatın da dışına çıkar.

Reşat Nuri Güntekin'in Eski Hastalık adlı romanını düşünüyorum. Reşat Nuri, on iki sayfada, Silifke'deki bir "düğünlü balo' hazırlığını ve balo gecesini nefis gözlemlerle, büyük ayrıntı ustalıklarıyla anlatır. Romanın, Cumhuriyetin ilk yıllarını yansıtmak açısından, belki de en başarılı sayfaları bunlardır. İşte bir parça: "Lüks masalarda tek boş iskemle kalmamış bulunmasına rağmen, bazı belli başlı aile kadınlarının gelmemiş, daha doğrusu babaları, kocaları, kardeşleri tarafından getirilmemiş olmalarından şikâyet edenler vardı. / Bir iki masa ötemizde oturan şişman ve kırmızı yüzlü bir adam, yanından geçen belediye reisini elinden yakaladı, etraftan işitilecek bir sesle: -Ne iştir bu beyim... Bizi teşvik edenler hani nerdeler? Bizimkiler helâl de, kendilerininki mi haram, dedi." Reşat Nuri, romanında, “şişman ve kırmızı yüzlü adam"ın bir tek cümlesinde bütün bir dönemin halktan kopuk, yüzeysel yeniliklerine karşı, Batılılaşma özentisine karşı halkın tepkisini büyük bir ustalıkla vermeyi başarmış. Burada roman, bilimi, tarih bilimini, aşıyor Çünkü hiçbir tarih kitabında bu çarpıcı gerçeği okuyamayız.

Sanat toplumsal-tarihsel gerçekliği böyle yansıtır.

Page 41: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

40

Yapısalcı Yöntem ve Aruz

İstanbul, ı Kasım 1982 Çağdaş Eleştiri dergisinin Ağustos 1982 sayısında Süheyla Bayrav'ın bir yazısı

var "Parıltı." Sayın Bayrav, Ahmet Haşim'in bu ünlü şiirini yapısalcı yöntemle inceliyor; şu yargılara varıyor yazısının sonunda:

"...Yapısal eleştiri açısından nehir belirten, aşk belirtilendir. Ancak bu denklemin nasıl gerçekleştiğini düşünürsek, belirti kavramım, Saussure ve Hjelmslev'in ikili dizgesi yerine, Peirce'in üçlü dizgesine dayandırmalıyız. Eğretileme bu dizgede icône sınıfına girer, Icôneler’de belirtenle belirtilen arasında tam bir uyuşum, benzerlik aramanın olanaksızlığı, uyuşumun her zaman dereceli ve belli bir kültür ortamı için geçerli olduğu kanıtlanmıştır (U. Eco.) Icôn'da belirtenle belirtilen arasındaki benzerlik çeşitlidir Belirtilen için en önemli sayılan bazı yanların, duyu aracılığıyla belirlenmesi (bir nesne ile resmi, şeker ile sakarin); iki işlev arasında uyuşum (diagramlar); iki nesne arasında var olan ortak anlambirimlerin gösterilmesi (eğretileme)."

"Aşk ile nehir arasında bu ortak anlambirimler neler olabilir? Ateşe benzeme, parıltı, devinme, devinme ile durgunluğu uzlaştırma: Devinme ve uzamda sürekli var olma (nehir), zaman içinde sonsuz bir zamanı yaşama deneyimi (aşk)."

Sayın Bayrav, yazısının başına Ahmet Haşim'in şiirini koymuş; ikinci dörtlük şöyle yazılmış:

Vurdukça bu nehrin ona aksi. Kaçtım o bakıştan, o dudaktan Baktım ona sessizce uzaktan Vurdukça ona bu aşkın aksi. Sayın Bayrav, şiirin bu biçimde yazılışına dayanarak, şöyle diyor: "...Yapılar,

küçük bir farkla tekrarlanır: Vurdukça bu nehrin ona aksi, Vurdukça ona bu aşkın aksi ona ve bu yer değiştirmiştir. Burada önemli olan, bu hemen hemen eş

dizelerden bîrinde nehr birinde aşk sözlerinin bulunmasıdır..." Sayın Süheyla Bayrav aruz bilmediği için şiirin son dizesini yanlış yazmış, bu

yanlıştan hareket ederek “ona ve bu yer değiştirmiştir" diyor; şiirin vezninin "Mef

Page 42: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

41

ûlü Mefâilü Feûlün" (—..——..——) olduğunu bilseydi "Vurdukça ona bu aşkın aksi” diye yazamazdı, veznin bozulduğunu görürdü. (Dizenin doğrusu şöyle: "Vurdukça bu aşkın ona aksi").

Saussure, Hjelmslev, Pcirce, U. Eco... Böyledir bizim üniversite hocalarımız: Yapısalcılığı bilirler de aruzu öğrenmek gereğini duymazlar.

Page 43: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

42

Ben Ne Diyorum, Ahmet Oktay Ne Diyor?

İstanbul, 1 Aralık 1982 Ahmet Oktay, Yazın İletişim İdeoloji adlı kitabında, "İmge Kuramı" Üzerine"

başlıklı yazısında şöyle diyor: "...F. Naci 'Roman ve İmge’ başlıklı yazısında soruyordu (...): ‘Plehanof

mantık kategorileri içinde bir olayı hikâye etmenin sanatın değil, bilimin konusuna girdiğini nerde yazmıştır?Bu sorunun cevabı, Plehanof’un Sanat ve Sosyalizm adlı kitabının 37’inci sayfasındadır Sanatçı düşüncelerini imajlarla ifade ettiği halde makale yazan fikirlerini mantıki delillerle ispat eder. Bir edip imajlar yerine mantıki deliller kullanırsa veya yarattığı imajlar onun şu veya bu mevzuu ispatlamasına yararsa, o artık bir sanatçı değil, bir makale yazarı olur, isterse denemeler ve makaleler değil de, romanlar, hikâyeler, tiyatro piyesleri yazsın."

Ahmet Oktay, alıntısını, S. Mimoğlu'nun çevirisinden yapmış. Bilgiç bir eda ile. "Gelgeldim sorun Plehanov'un şu ya da bu sözü yazmış olup olmaması değil..." diye sürdürüyor yazısını. Bir Ahmet Oktay mı böyle? Çoğumuz en basit gerçekleri, en ilkel bilgileri sadece kendimizin bildiğini, başkalarının bu gerçeklerden, bu bilgilerden habersiz olduğunu sanmıyor muyuz? Ahmed Oktay da öyle: Plehanov'un o iki tümcesini kendisinin bildiğini, benim bilmediğimi düşünüyor; bunun keyfi içinde de ne benim sorumdaki sözcüklere dikkat ediyor, ne de Plehanov'un incelemesindeki sözcüklere.

Ben apaçık "bilim" sözcüğünü kullanıyorum. Oysa Plehanov, "makale yazarı" diyor, "edip" diyor. S. Mimoğlu'nun tümünü değil kimi parçalarını çevirdiği L'arl et la vie sociale'in (Editions Sociales, 1950) 107. sayfasında da "publiciste" ve "ecrivain" sözcükleri geçiyor. Ahmet Oktay'a soru: "Makale yazarı" ya da "edip"le ne ilgisi var "bilim"in? Plehanov "bilim"den »söz, etseydi "Bir edip imajlar yerine mantıki deliller kullanırsa (...) bir makale yazarı olur, isterse denemeler ve makaleler değil de, romanlar, hikâyeler, tiyatro piyesleri yazsın." (İtalikler benim. - FN) mı derdi?

Sonra, ne ilgisi var "mantık kategorileri" ile "mantıki delillerin? "Bilimsel bilgi, sanat kategorilerinden farklı kategorilerde devinir: Bunlar,

gerçek yaşamın betimlemelerini kavramlarla imleyen düşünce kategorileridir, mantık kategorileridir." Ahmet Oktay'ın bulması gereken tümce buydu. Ne var ki bu tümce Plehanov'un değil, Astakhov'un. Ama Ahmet Oktay'ın bu tümceyi

Page 44: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

43

bulması olanaksızdı; çünkü Astakhov'un incelemesi Türkçeye çevrilmemişti. (O incelemeden birkaç tümcenin çevirisi Edebiyat Yazıları adlı kitabımda var.).

"Roman ve İmge" adlı yazımda, Rusça "obraz" sözcüğünün anlamının "image"dan çok daha geniş olduğunu, dar anlamda bir edebiyat sanatı olarak anlaşılmaması gerektiğini, "kişiler canlandırmayı" da içerdiğini -iki Fransız yazardan yararlanarak- belirtmiştim. Yazko-Çeviri’nin 5. sayısında Avner Ziss'in "Estetiğin Temel Kategorisi: İmge" başlıklı yazısında bir dipnotu var "İmge deyince, sanat kuramı, yalnızca gerçekle ilgili yansının özgül bir biçimini değil, aynı zamanda bu yansının somut maddi özünü de anlar. Yaşamla ilgili bir resmi, şu ya da bu oyun kişisini ya da roman karakterini, giderek tüm yapıtı düşünür. Öyleyse, bir romanın kahramanları (örneğin Şolohov'un Durgun Akardı Don'undaki Grigori Melekov ya da Hemingwoay'in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’undaki Robert Jordan) (...) imge olarak nitelenebilir..." (İtalikler benim. - FN)

"Roman ve imge" konusu tek tümceyle özetlenebilir: Romanın anlatacaklarını imgelerle anlatması demek, romanın anlatacaklarını kişiler yaratarak anlatması demektir. Bu, 1872 yılında, Şemsettin Sami, istemedikleri erkeklerle evlendirilen genç kızların başlarına gelecek kötü sonuçlar üzerine bir makale yazacağına, Talât Bey, Fitnat, Ali Bey, Hacıbaba gibi kişiler 'yaratarak' yani "imgeleri kullanarak' Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat’ı yazdığı zaman da böyleydi, bugün de böyledir. Bunun için, bir romancının kalkıp da “Ben imge kuramını savunuyorum," demesi, gösterse gösterse o romancının romanda imgenin ne demek olduğunu anlamadığını gösterir. Şunu da eklemek gerek: "Roman ve imge” konusunda söylediklerim hep "geleneksel roman" göz önünde tutularak söylenmiştir. Bugün bir A. Robbe-Grillet'nin çıkıp da "Kişilerin romanı iyiden iyiye geçmişe bağlanıyor, geride kalmış bir çağı belirtiyor; bireyi dorukta gösteren bir çağı," gibi sözler etmesini -gerçekten roman sorunlarını tartışacaksak- gözden ırak tutmamak gerekiyor.

Page 45: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

44

1983

Page 46: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

45

Acı

İstanbul, 1 Ocak 1983 "...öyle işte kardeşim kısrak... Kuzma İoniç yok artık... Allah rahmet eylesin...

Boşu boşuna gitti işte... Düşün bir kere. Senin tayın var, onun öz annesisin... Bir de bakıyorsun, birdenbire tay ölüveriyor... Acımaz mısın?”

"Beygir yalanır, dinler, sahibinin ellerine doğru solur...” "İona dalar, ona her şeyi anlatır...' Böyle biter Çehov'un o ünlü hikâyesi, Acı.. Arabacı İona'nın oğlu ölmüştür bir

hafta önce; İona, o akşam ("Sulu, iri iri kar taneleri henüz yakılmış fenerler etrafında uçuşuyor, ince, yumuşak bir alçı tabakası gibi damlan, atların sırtlarını, omuzlarını, başlıklarını kaplıyor.") acısını arabasına binen bir subaya, ardından üç delikanlıya anlatmak ister, kimse dinlemez; sonunda yattığı hana gider, genç bir arabacıyla konuşmak ister, "Benimse kardeş oğlum öldü." der. “Genç arabacı kafasını yorganın altına sokup hemen uyur." Ve İona acısını beygirine anlatır.

Acı'yı okuyalı otuz yıldan fazla oluyor, Çehov'un unutamadığım hikâyelerindendir; son yıllarda birkaç kez daha okudum; artık eskiden olduğu kadar sevmiyorum bu hikâyeyi; bir yapaylık buluyorum onda. Çehov, acı çeken bir arabacıyı "tasarlamış", o kadar; "yaşatamamış". Acı adı da bence yanlış; çünkü hikâye acı'dan çok yalnızlık' ı anlatıyor. Çehov’da, bir yerde. "Gene yalnız kalır." diyor. Yalnızlık olmalıydı o hikâyenin adı.

Artemio Cruz'un Ölümü'nü okurken "...çünkü acı bize danışmaz, bizim farkımıza varmaz..." sözcüklerinin altını çizdim, yanma "Genet’e bak’’ yazmışım. Haute Surveillance'ı kitaplığımda bulamadım; bereket Yazko Çeviri'de (Eylül-Eki 1981 sayısı) Yıldırım Türker'in çevirisi var; Yeşil Göz'ün sözleri o çeviriden: "...Felâket nedir bilir misin? Ondan kaçabilir için ne çılgınca umutlara bağlandım ben. (...) Başıma gelen ben istemedim. Üzerime yağdı her şey (...) İnsan yıkımını seçebileceğini sanıyorsa, hiçbir şey bilmiyor demektir. Ben yıkımımı istemedim. Yıkım beni seçti. Tokat gibi indi suratıma, her şeyi yaptım üstümden silkelemek için. Güreştim, yumruk attım dans ettim, şarkı bile söyledim. Belki gülünç gelir ama yıkımı istemedim önceleri. Ancak her şeyin engellenemez olduğun' anladığımda yatıştım. Ancak şimdi kabul ediyorum."

Acı, yalındır. Yalın ve katı. Gerçek acıyı yaşayanlar, acıyı süslemeden, bütün

Page 47: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

46

yalınlığıyla anlatabilenlerdir. Ancak o zaman işler cı bizim de içimize, bizi çarpar.

Abdülhak Hâmit'in Makber'indeki şu dizeler, bunun için yarasa yarasa ancak bizi güldürmeye yarar:

Akrep mi yedim, yılan mı yuttum Yazdıkça mürekkebi kuruttum. Bir şey diyecektim âh unuttum. Ve Melih Cevdet Anday’ın Ölümsüzlük Ardında Gılgamış’ından bir tek dize: Çekmediğim acı kalmadı, bilmez misin Sevince benzemez acı, bölüşülemez. Bunu bilmek ve acıyı adam gibi yaşamak gerek. Acıyı yaşamak, kederli bir maske-yüzle dolaşmak, durmadan somurtmak değildir;

acıyı gerçekten yaşayan, "başkaları neı der?" kaygısını çoktan aşmıştır; bunun için güler de, türküler de söyler, sinemaya, tiyatroya da gider... Ve birden, hiç beklenmedik bir anda, bir durum, bir davranış, bir söz, bir ezgi, her hangi bir şey... Artık olan olmuştur! Ve artık Fuentes'in tümcesini ("Alçaktan uçan martıların nöbet tuttuğu deniz...") gönlünce değiştirebilir '’Üzerinde rakıların nöbet tuttuğu acı..."

Yaşanmış her acı, gerçekte, bir özel addır Deniz gibi, Bülent gibi... Gerçek acının tek ölçülü var ölüm korkusunu yok etmesi. Hala ölümden

korkuyorsanız İrilin ki gerçek acıyı yaşamamışsınız Karşılaştırılamayacak tek şey belki de acıdır; "benimki şöyle, seninki böyle

diye söz edilemez acıdan. Acı, aşılamaz. Acıya dayanabilmenin tek yolu acıyı çalışmaya, bir şey

yaratmaya dönüştürebilmektir. Acıyı bilen ve sözünü tutan bir şairin, Behçet Necatigil'in, bir çığlık-dizesiyle

bitsin bu yazı: "Bıkmışım ölümlerden ölmeyin benden önce."

Page 48: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

47

Romancılarımız ve Roman Kişileri

İstanbul, 1 Şubat 1983 E. M. Forster. Roman Sanatı adlı kitabında, roman kişileri hakkındaki

düşüncelerini açıklarken şöyle diyor "Roman, günlük yaşamda geçerliği bulunmayan, kendine özgü kuralları olan bir sanat yapıtıdır; romandaki kişiler işte bu kurallara uygun biçimde yaşadıkları zaman gerçeklik kazanırlar. (...) Ro-man yazan bir kişi hakkında her şeyi biliyorsa, o kişi gerçektir. Yazar bildiklerinin hepsini bize anlatmak istemeyebilir; bildiklerinin çoğunu, hatta herkesin açıkça görebileceği şeyleri bile gizleyebilir. Ancak, söz konusu kişi hakkındaki her şeyi açıklamamış da olsa, romancı bizde her şeyin açıklanabileceği yolunda bir duygu uyandıracaktır. Bu duygu ise, günlük yaşamda hiçbir zaman edinemeyeceğimiz bir gerçeklik izlenimi yaratır." (s. 102,103) Forster, daha önce de şunu söylemişti: "En önemlisi, roman kişilerini yaratan da, anlatan da aynı kimsedir." (s. 96. Çeviri: Ünal Aytür, Adam Yayınları.)

Romancılarımızın çoğu, "gerçek yaşam'la, kendine Özgü kuralları olan roman sanatını birbirine karıştırmakta, romandaki kişilerin ancak roman sanatının kurallarına uygun biçimde yaşadıkları zaman gerçeklik kazanacaklarını önemsememektedirler.

Orhan Kemal'in Devlet Kuşunda, roman biterken, Avare'nin arkadaştan Zulfikâr Bey'in getirdiği parayı almazlar. Pınar Kür’ün Yarın... Yarın'ında, evli ve bir çocuklu işçi Memet ev sahibi olmak istemez, “Yitirecek bir şeyim olsun istemiyorum. Sırtımda fazlalık bir şeyler taşıyarak girmeyeyim kavgaya," der. İlhan Tarus'un Var Olmak'ında, yurtsever Hamdi Bey, elindeki bütün olanakları kullanarak bölgesindeki vatanseverleri birleştirmeye çalışırken, "Kızım ben, efendi amcacığım. Bakireyim ben." diye yalvaran Seher'in ırzına geçer.

Bu roman kişilerinin hiçbiri roman sanatının kurallarına göre, romancının yarattığı dünyanın gerçekliklerine göre yaşamazlar; bunun için de gerçeklik kazanamazlar; gerçek yaşamda böyle insanların var olması, roman sanatı açısından hiç de önemli değildir.

Daha ilginç bir örneği Erdal Öz'ün Yaralısın adlı romanından vermek mümkün. Yaralısın, roman kahramanının 'Nurileşme'siyle biter. Erdal Öz, "Nuriler"i ve "Nurilik"i şöyle anlatmıştı: "Eliyle de yiyebilir Nuriler. Çünkü

Page 49: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

48

uygarlığın getirdiği her şey özgür insanların hakkı olsa gerek. Bu adamları egemenler, toplum adına, suçlu saymışlar, ayırmışlar onları, toplumdışı biryere tıkmışlar. Ellerinden de uygarlık buluntusu ne varsa almışlar, asıl böylece cezalandırmışlar onları; insan olmaktan çıkarmışlar. Artık toplumdan da, insanlıktan da soyutlanmış böyle bir yaratığa 'insan' demek için kendini zor-lamanın ne anlamı var! Buradaki bütün bu 'ilk insan'lara, güneşsizlere, değişik, yeni bir ad takmak, örneğin belki de Nuriler demek daha doğru olmaz mı?" (s. 238) Oysa roman kahramanı, insanlık dışı davranışlara, korkunç işkencelere dayanmış, "çözülmemiş" biri; fakülte bitirmiş bir aydın. Böyle birini, onurlu bir dava adamını, hırsızlıktan, katillikten, ırza geçmekten, vb. hapse girmiş Nuriler'le bir tutmak, onca işkence sınavına akıl almaz bir direnmeyle dayanan birini Nurileştirmek, roman kahramanının temsil ettiği kişiyi de, Nuriler'i de anlamamak olmuyor mu? Erdal Öz, bence, romanının sonunda roman kahramanına ihanet ediyor; nedeni açık: Yarattığı roman kişisini "tanımıyor".

Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken'de, Osmanlı bürokrasisinin son döneminin tipik bir örneği olan Mehmet Şehabettin Paşa'yı hiçbir romanımızda göremediğimiz bir başarıyla canlandırır, ama, bir başka roman kişisini anlatırken romana serinkanlılığını koruyamaz: Şefik Bey'in kişiliğinde sadece bir "devrimci"den değil, bir "erkek"ten de öç almaya çalışır gibidir; İttihat ve Terakki'nin önde gelen kişileri arasında yer alabilen Şefik Bey'i yirmi üç yaşında bir kadının elinde oyuncağa çevirmekten büyük bir haz duyduğu açıkça görülür. Buna karşılık, Mehmet Şehabettin Bey'in kızı Nimet’in kişiliğinde bir "üstün kadın" yaratmak ister gibidir. Bunun için de Nimeti "tarihsel ve toplumsal gerçekliği olmayan" bir tip haline getirir.

"Romana ve roman kişileri" konusunda başarılı bir örnek, Ortadirek’tir. Ortadirek'i okurken Forster’in şu sözlerini anımsamamak elde değil: "Roman yazarı bir kişi hakkında her şeyi biliyorsa, o kişi gerçektir. Yazar bildiklerinin hepsini bize anlatmak istemeyebilir; bildiklerinin çoğunu, hatta herkesin açıkça görebileceği şeyleri bile gizleyebilir." Yaşar Kemal, bu romanında, anlattığı kişiler hakkındaki geniş bilgisinin romana girmemesi gereken büyük kısmım yazmamak ustalığını göstermiş. Sonuç, gerçek bir başarıdır Oriadirekteki köylüler, bütün ilkel-liklerine, bütün cahilliklerine rağmen, insan olmanın karmaşıklığı içindedirler.

Romanlarımızdaki kişilerin derinlemesine incelenmesi, romancılarımızın yaptıklar işin ne ölçüde bilincinde olduklarını, ya da ne ölçüde bilincinde olmadıklarını, göstermek bakımından çok önemlidir.

Page 50: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

49

Garip Hareketi, 40 Kuşağı, Mehmed Kemal ve "Hangi" Ekrem

İstanbul. 18 Şubat 1983 Bir şairin, bir romancının kendini övmeye kalkışması hoş görülmez; bunun

için, kendini övmek isteyen bir şair ya da romana, bunu, dolaylı olarak yapmak zorundadır. Sözgelimi kendini övmek isteyen bir romancı, Türk romanı Batı romanı düzeyindedir," gibilerden bir söz eder gerçekte söylemek istediği kendi romanının Batı romanı düzeyinde olduğudur, ama bunu düpedüz söylemde zor olduğu için böyle bir yol seçmiştir.

Övünmenin bir başka yolu da, sanatsal açıdan yeteneği oldukça kıt olanların, sanatın, edebiyatın siyasal görevini abartmalarıdır, kendilerinin siyasal savaşıma katılmış kişiler olduklarını vurgulamalarıdır. Sözgelimi Sayın Kerim Kotran, “Sanırım edebi bir türün şaheserini vermemekle beraber, normalin üstünde bir edebi anlatım da yapmışım," demekle yetinemiyor; bu tümcesinden önce "Şair ve yazar olarak sosyal savaşa katılmış bir insanım," diyor, "Bu, es geçiliyor Türkiye'de," diye yakınıyor. (Yazko Edebiyat, Ocak 1983)

Övünmenin bir başka yolu da, doğrudan doğruya kendini değil, bağlı olduğu bir topluluğu övmek. Sözgelimi Mehmed Kemal, "40 Kuşağı" şairi diye bilinir; 40 Kuşağı'ını övmek ya da 40 Kuşağı'nın "gölgede" bırakılmasından yakınmak, kendini övmekten ya da kendi şiirinin gölgede bırakıldığından yakın-maktan daha akıllıca bir yöntemdir.

"Yaşam İçin Şiir başlıklı bir yazısı çıktı Mehmed Kemal'in Cumhuriyet'teki Politika ve ötesi başlıklı köşesinde (23 Ocak 1983'te); aynı adla yayımlanan bir dergiden söz açıyor Mehmet Kemal; bu arada başka konulara da değiniyor. Fıkrasını okuyunca ilkin yukarıya yazdıklarımı düşündüm. O "başka konular" üzerinde söyledikleri de tartışmaya değer. Şöyle diyor yazısının bir yerinde "Özetliyecek olursak, bizim şiirimizde bütün akımların, baskının yoğunlaştığı, özgür düşüncenin açıklanmasının zorlaştığı, umutsuzluğun kol gezdiği dönemlerde ortaya çıktığı gözlemleniyor. Bu savı kanıtlamak İçin, Abdülhamit döneminde Servet-i Fünun' un, İttihat ve Terakki döneminde Fecri Ati’nin, tek parti döneminde de Garipçilerin ortaya çıkışları

Page 51: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

50

gösteriliyor." Servet-i Fünun ve Fecr-i Atî için "akım" değil, Ferit Edgü'nün Milliyet Sanat dergisindeki deyişiyle, "takım" denebilir dense dense. Abdülhamit döneminde Sis (1901), Sabah Olum (1905), Tarih-i Kadîm (1905), Bir Lâhza-i Teahhur (1906), Millet Şarkısı (1906) gibi şiirler yazmış bir Tevfik Fikret'le. "Edebiyat için güzellikten başka gaye tanımam. İtikadımca, güzel bir eser vücuda getirerek okuyucularda tatlı bir hülya uyandıran şair muvaffak olmuştur," diyen, aşk şiirlerinden, doğa şiirlerinden» başka şiir yazmayan bir Cenap Şehabettin aynı "akım" içinde değil, aynı "takım içinde birliktedirler.

Fecr-i Ati topluluğu, 11 Şubat 1909'da, Servet-i Fünun dergisinde yayımladıkları bir "Beyanname" ile "...şimdilik Avrupa'daki benzerlerinin küçük bir örneğini temsil etmesine ve göstermesine çalışacaklarını” açıklayarak kurulmuştur. Edebiyat-ı Cedide'yi izlemekten başka bir şey yapmamışlardır. Akım değil, takımdırlar, hem de çok küçük bir takım.

Garip olayına gelince... Ferit Edgü, biraz önce andığım yazımda ("Sanatta Akımlar ve Takımlar, Milliyet Sanat dergisi, 1 Aralık 1962) şöyle diyor "Orhan Veli, Melih Cevdet Oktay Rifat’ın 'Garip'i bile; bir akım değil, olsa olsa bir sanat olayıdır. Açıklaması şöyle: "Sanatın bir alanında, eskiye bir tepki, yeni bir yol arama, bir dil değişikliği önerisiyle ortaya çıkan yenilikler olsa olsa bir olgu ya da olaydır; bir akım değil." (Ferit Edgü'nün "akım" tanımını da aktarmakta yarar var "Kimi sanat takımları, dünyaya yeni bir bakış açısı getirmek ister. Ortaya çıkış nedenleri budur. Romantizm, Natüralizm, Dadacılık, Fütürizm. Gerçeküstücülük ve Varoluşçuluk bu tür akımlardır. Dolayısıyla, bu akımlar yalnız şiirde ya da romanda değil, sanatın diğer alanlarında, giderek felsefede gösterir kendini. Böylece de bir döneme damgasını vurur.")

Mehmed Kemal, şiirimizdeki akımların baskı ve umutsuzluk dönemlerinde, özgür düşüncenin açıklanmasının zorlaştığı dönemlerde ortaya çıktığını söylerken, öyle sanıyorum, Plehanov'un ünlü yargısını, mekanik bir biçimde, bizim edebiyatımıza uygulamak istemiş. Plehanov, "Sanat sanat içindir’’ görüşü-nü inceleyerek şu sonuca varır "Sanatçıların ve sanatsal yaratışla yakından ilgili kişilerin 'Sanat sanat içindir' görüşünü benimsemek eğilimi, bunlarla bunları saran toplumsal ortam arasında var olan çaresiz uyuşmazlıktan doğar ve kuvvetlenir (L'Arl et la vie sociale, s. 101).

Garip Hareketi'nin ortaya çıkışını "tek parti dönemine" nasıl bağlıyor Mehmed Kemal? Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, ilk şiirlerini 1936 yılında Varlık dergisinde yayımlamaya başlamışlardı. Ama 1936 yılı, bir başka bakımdan da ilginçtir ilk şiir kitabını 1929'da yayımlayan Nâzım Hikmet, ö dönemin en üstün eserini 1936 yılında yayımlan Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı. Yani Nâzım Hikmet de "tek parti dönemi"nde ortaya çıkmış bir şairdir.

Şiire, edebiyat ölçütleriyle değil de, o çok kolay siyasal ölçütlerle yaklaşmaya çalıştığınız zaman böylesi çıkmazlar kaçınılmazdır.

Ama Mehmed Kemal'in amacı şiire, Garip şiirine yaklaşmak değil; Garip şairlerine edebiyat dışı ölçütlerle saldırarak sözü 40 Kuşağı şairlerine getirmek.

Page 52: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

51

Şöyle diyor "...Örneğin Garip akımı ikinci savaş yıllarında ön alırken, 40 Kuşağı şairleri diye adlandırdıklarımızı gölgede komamışlar mıdır? Garip şiir akımı, resmi görüş, yanlılarının tartışmalı saymalarına karşın, resmi görüşçe hiçbir zaman engellenmedi. Dahası var, öne çıkarılarak, kendinden olmayanları gölgeliyerek, resmi şiir niteliği kazanmadı mı?"

"40 Kuşağı şairleri" gölgede kalmışlarsa bunun suçunu Garip şairlerine yüklemek gülünç olmuyor mu? Eş dost hatırı dinlemeyip bir gerçeği söylemenin sanırım artık sırası gelmiştir 40 Kuşağı şairleri gölgede kalmışlardır, çünkü yeteneksiz şairlerdi. Mehmed Kemal, "Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet yü-zünden Mehmed Kemal gölgede kaldı," diyebiliyor mu, diyemiyor mu: İşte mesele!

Sonra, bir şairin, başka şairlerin "resmi görüşçe engellenmemesi" üzerine üzülmesi, doğrusu, anlaşılacak şey değil. ("Engellenmekten Mehmed Kemal ne anlıyor, belli değil; ama biz, 1956-57'lerde, Melih Cevdet Anday’la, Büyük Postane’nin üzerindeki İkinci Ağır Ceza'da kitaplarımızdan ötürü yargıla-nıyorduk.)

Mehmed Kemal, Garip şairlerine karşı en "vurucu" sandığı suçlamayı en sona saklamış: "...Tek parti döneminin son yıllarına doğru Garipçiler neredeydi; Dinamo, Nâzım, A. Kadir ve öteki arkadaşları neredeydi?"

Aynı şey. Sayın Kerim Korcan, "Şair ve yazar olarak sosyal savaşa katılmış bir insanım" diyor ve "Bu, es geçiliyor Türkiye'de," diye yakınıyordu; Mehmed Kemal de sayın Kerim Korcan'ın düzeyinden bakıyor şiire: Adını andığı şairler ya hapiste, ya sürgünde, ama Garip şairleri ne hapiste, ne sürgünde. Ee? Şair için, şiir için değerlendirme ölçütü nedir? Ortaya konan eser mi, hapiste ya da sürgünde olup olmamak mı?

Eş dost hatırı dinlemeyip bir gerçeği daha söylemenin artık sırası gelmiştir: Siyasal ve toplumsal bir savaşa katılmakla, bu savaş uğruna hapislere girmekle, sürgünlere gitmekle övünmek, hiçbir devrimciye yakışmayacak çirkin bir davranıştır. Devrimcilik, insanların, karşılığında bir bedel İşleyemeyecekleri tek görevdir. Türk halkı, hiçbir aydına, "Git, benim için savaş!" diye vekâlet vermedi; Türkiye'de aydınlar, bir dava uğruna savaşım veriyorlarsa, bunu aydın kişi olmanın onuru uğruna yapıyorlar, günün birinde halkın başına kakmak için değil, "Bu, es geçiliyor Türkiye'de," diye sızlanmak için değil.

Mehmed Kemal, yazısının sonlarında, "Geçtiğimiz kırk yılın edebiyat ve sanat atılımlarının canlı bir tanığı olduğumu sanıyorum," diyor. Tanıklık yetmiyor, bilgi de gerek. Mehmed Kemal, bir yazısında (Cumhuriyet, 26 Eylül 1962) "Bilirsiniz Muallim Naci ile Üstat Ali Ekrem arasında bir Demdeme-Zemzeme tartışması vardır," diyerek Recaizade Mahmut Ekrem'le Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem'i birbirine karıştırıyordu. Her şeyi birbirine karıştırarak nereye varılabilir? Varılsa varılsa belki Cumhuriyet'te fıkra yazarlığına varılabilir Böyledir bizim güzel Türkiye’miz: Ali Ekrem'le Recaizade Ekrem'i lise öğrencisiyken birbirine karıştırırsanız sınıfla çakarsınız, liseyi bitiremezsiniz; ama Ali Ekrem'le Recaizade Ekrem'i birbirine karıştırarak büyük ve saygın bir

Page 53: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

52

gazetede fıkra yazabilir, edebiyat üzerine ahkâm kesebilirsiniz...

Page 54: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

53

Değişen Türkiye'de Sanatçının Durumu

İstanbul. 25 Şubat 1983 Türkiye sürekli bir değişim içinde; ekonomik bakımdan da, toplumsal

bakımdan da. Bu değişimi görebilmek, değişik koşulların ürünleri olan bilgileri kendi toplumumuza uyarlamaktan vazgeçmekle, reçete-çözüm anlayışını bırakmakla, toplumumuzun nesnel gerçekliklerini görebilmekle mümkün. Bilim adamı için de bu böyle, sanat adamı için de. Bilim adamlarımız da, sanat adamlarımız da ileri sürdükleri düşüncelerin nesnel gerçeklik karşısında paramparça olduklarını göre göre, böylece, düşüncelerini sınaya sınaya, “doğru" demeyeyim, 'daha doğru" düşüncelere ulaşacaklar.

Önemli olan, toplumsal gerçekliği "olduğu gibi" görebilmek: Geçmişiyle, bugünüyle; gelecek üzerine verimli sanatçı sezgileri ancak böyle bir değerlendirmeden kaynaklanabilir. İçinde yaşanılan koşullara, bu koşulların güçlüğüne aldırmayarak, "iyimser" bildiri iletmek adına, ille de "kitle zaferleri' ille de "ileriye gidişler" göstermek dileği, bir yazan, nesnel gelişmenin diyalektiğinden uzaklaştırarak ütopik bir çizgiye sürükleyebilir; gerçeği değiştirmek kaygısı, gerçeğin dışına düşmekle sonuçlanabilir (Lukâcs). Bunun için bir yazar, bir insan gerçekliği, bir toplum gerçekliği dünya görüşüne ters bir durum gösterdiği zaman, bu insan gerçekliğini, bu toplum gerçekliğini dünya görüşüne uygun bir biçimde düzeltmeye kalkışırsa, belki dünya görüşünü haklı çıkardığını sanarak bir teselli bulabilir, ama ortaya çıkan herhalde bir sanat yapıtı değildir.

Başka ülkelerde de, bizde de çok örneği var bu yanlış tutumun. Lukâcs, bir incelemesinde şöyle der: "...aslında her bakımdan ilginç olan bir roman, sözgelimi, devlet çiftliğinde çalışan bir kadının kamu mülkiyetini özel mülkiyetten üstün saydığı için kendisine ödül olarak verilen bir kuzuyu almamasını anlatan bir bölümle sakatlanabiliyordu. Ya da harman yarışma giren genç bir komsomol grubu düşünün; bu gençler yemek saatinde de çalışarak yarışı kazanıyorlar - ancak üstlerinin kesin emriyle biraz yemek yiyip dinlenmeyi kabul ediyorlar. (...) ...bu örneklerdeki kişiler ve durumlar gerçek hayattan alınmamış, »soyut, kansız cansız ve bulanık kişiler ve durumlardır. Fakat devrimci romantizm dogması, gerçekliğin bu uydurma ve tipik olmayan görüntülerinin

Page 55: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

54

daha büyük bir gerçekliği olduğunu ileri sürüyordu. Gerçi yanlış kuram bu başarısızlıklar için bir özür sayılabilir, fakat bu eserleri hiçbir zaman sanat bakımından inandırıcı kılamaz."

Yazko Edebiyatın Aralık 1982 sayısında, romanda tip sorunu üzerine Bekir Yıldız'ın söylediklerini okuduktan sonra yazdım bunları. Bekir Yıldız, düşüncelerini içtenlikle açıklıyor; içten olması, çelişkiler içinde olmasını, bilgi yanlışlıkları yapmasını, giderek hiçbir sanatçının söyleyemeyeceği şeyleri söylemesini engellemiyor elbette; ama özeleştiriyle karışık bu içtenlik, söyledikleri üzerinde içtenlikle tartışmak isteğini uyandırıyor.

Bekir Yıldız, "İnsanı tanımadan mı yazdın bunca kitabı?" diyecekler çıkabileceğine aldırmadan, "İnsanı tanımaya başladıkça..." diyebiliyor. Vardığı sonuç şu: "Ele aldığımız insanları kutsal insanlar gibi görmeye devam edersek, o insanların sorunlarına temelden bir çözüm getirebilme şansımız da olmaz."

Bekir Yıldız, belli, bir sanatçı olarak tedirgin; yaptıklarının doğruluğundan şüphe etmeye başlamış: Gerçekçilik hakkında, sanatçının görevi hakkında öğrendikleri ile insanları "tanımaya başladıkça" yaşamdan öğrendikleri çelişmiş, bu çelişme kafasını karıştırmış Bekir Yıldız'ın. Ama Bekir Yıldız'ın tutumu, kita-bın dediğiyle yaşamın öğrettiği arasında bocalayınca yardan da serden de geçemeyen bir sanatçının tutumu. Çünkü Bekir Yıldız, aynı tümcede, birbiriyle uyuşması olanaksız iki görevi birden yüklüyor sanatçıya; bu bakımdan, bugün ulaştığı aşama, Ahmet Haşim'in o ünlü iki dizesini anımsatıyor “Yan yoldan ziyade yerden uzak / Yan yoldan ziyade maha yakın." Bekir Yıldız yaşamdan bir şeyler öğrenmiş, ele alınan insanları "kutsal insanlar" olarak görmemek gerektiğini söylüyor; ama yetinemiyor bununla, kitaplardan bir şeyler öğrenmiş ya, eklemeden edemiyor: ‘’....o insanların sorunlarına temelden bir çözüm geti-rebilme şansımız..."

Bekir Yıldız, kitaplardan öğrendiği bilgileri eleştirel bir tutumla yeniden gözden geçirerek gelişmesini sürdürürse; "...insanımızın iyi yanlarını öne çıkarıp kötü yanlarını bir kenara itmek değil de iyi ve kötü yanlarıyla olduğu gibi (Altını ben çizdim. - FN) ortaya koymak gerekli diyorum artık." sözünün (Tümcedeki Türkçe yanlışlığı bir yana) sanatçının görevinin sınırını çizdiğini görecektir. Ve şunu da: "O insanların sorunlarına temelden bir çözüm" getirmenin sanatla, edebiyatla bir ilintisi olmadığını, bu işin sanatçının işi değil, siyasal eylemcinin; işi olduğunu.

Ne sanıyor Bekir Yıldız "o insanların sorunlarına temelden bir çözüm getirebilme"yi? Hangi siyasal örgüt bilebilmiş bu çözümü ki bir sanatçı bilebilsin! Hangi bilim adamı bulabilmiş bu çözümü ki bir sanatçı bulabilsin! Kulaktan dolma ya da çeviri: kitaptan aktarma reçetesi yok bu çözümün. Üretim güçleri, üretim İlişkileri, toplumsal güçler, vb. gibi sözcükleri tekrarlayarak bulunamıyor çözüm yolu. Değişen Türkiye'nin nesnel gerçekliklerini tanımak gerek; bu gerçekliklere göre, tarihimizden bize miras kalan koşullara göre Türkiye'ye özgü çözüm yolunu bulmak gerek. İki yüz yıldır üstesinden gelinemeyen de bu. Bu, işin siyasal yanı. Temelden çözüm getirme" isteğinin edebiyat alanındaki

Page 56: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

55

örnekleri de ortada: Kimi romancılarımızın kuramsal olarak çözdüklerini sandıkları sorunları açıklamaya yarayan "uygun kişiler"; karşılıklı oturup bu romancıların kuramsal düşüncelerini özetlemeye yarayan karton kişiler; roman kişileri değil, romancı borazanları!

Bekir Yıldız'ın Gaffar'a öfkesi de yanlış bence; kaynağı, "ele aldığı insanları kutsal insanlar gibi görmek"te olan bir yanlış. Kırsal kesimde ağa zulmünü yaşayan Gaffar, kurtuluşu ağa zulmüne başkaldırıp dış göçe yönelmekte bulacaktır diye düşünmüş Bekir Yıldız. "Birer ağa olmayı seçtiler." diye kızıyor onlara. Ne bekliyordu Bekir Yıldız? Kendi parlak düşüncelerinin Gaffar'larca benimsenmesini mi? Birtakım düşüncelere doğru oldukları için ancak aydınlar inanır; halk yığınları "bir şeyin doğruluğuna ancak onu yaşayarak inanabilirler." Unutmayalım: "O topraktan öğrenip/Kitapsız bilendir" Gaffar'lar varsalar, ağa zulmünden kaçıp birer ağa olmayı seçiyorlarsa, yazarın işi onlara kızmak değildir, onları anlamaktır.

Bekir Yıldız'ın söylediklerindeki çelişkilere bir örnek: Hem "her şeye karşın insandan umudu kesmemekle birlikte-." diyor, hem de "...yazmak istediğim birçok konu olmasına karşın, insanoğlunu anlatmaktan utanıyorum." Burada da kitaptan öğrendiğiyle yaşamdan öğrendiği karıştırmış Bekir Yıldız'ın kafasını. Şimdi biri çıkıp da "Kitabı da, yaşamı da doğru dürüst bilmediği için bütün bunlar!" dese, galiba, hak veririm. Çünkü o düşüncelerden birini ileri süren bir yazar, artık öbürünü söyleyemez.

"Yazmak istediğim birçok konu olmasına karşın insanoğlunu anlatmaktan utanıyorum," diyebilen Bekir Yıldız, öyle sanıyorum, yeryüzünde böyle bir şey söyleyen ilk sanatçı.

Page 57: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

56

Birey ve Bireycilik

İstanbul, 1 Mart 1983, Alain Robbe-Grillet, "yeni roman"ın ortaya çıkışını birtakım tarihsel ve

toplumsal koşullarla açıklamaya çalışır: "Burjuva sınıfı hak ve ayrıcalıklarını yavaş yavaş yitirirken..." der; ‘’...Bu sistemin doğup serpilmesi ise burjuva sınıfının iktidara gelişine uygun düşer," der; "Burjuva toplumunun dünyalık 'değerler'i...- der; "Her sanat alanında ve her çağda biçimler yaşarlar ve ölürler," der.

Tarihsel ve toplumsal gelişmenin romanı etkilememesi olanaksız; bu gelişme, polis romanlarını bile etkilemiştir "...Conan Doyle'da bu türün temeli sıkı sıkıya bir güvenlik felsefesine dayanıyordu; bu tür, burjuva yaşayışını koruyanların her şeyi bilirliğini yüceltiyordu. Günümüzde ise bu tür romanların temel öğeleri korku ve güvensizliktir: her an ortaya korkunç bir durum çıkabilir; bunu ancak bir rastlantı önleyebilir." (Lukâcs)

Robbe-Grillet'nin tarihsel ve toplumsal koşulları göz ardı etmemesi iyi; ne var ki "Kişilerin romanı iyiden iyiye geçmişe bağlanıyor, geride kalmış bir çağı belirtiyor; bireyi dorukta gösteren bir çağı," sözünde bir kavram karışıklığı var; "bireyi dorukta gösteren bir çağ" yerine "bireyciliği doruğa çıkaran bir çağ" deseydi, sanırım, daha doğru olurdu. Bu kavram karışıklığına ülkemizdeki edebiyat tartışmalarında da sık sık rastlarız. Sözgelimi aşktan söz açmak bireycilik sayılır kimi yazarlarımıza göre. Bir romancımızın da belleklerden kolay kolay silinmeyecek bir sözü var: "Toplumcu roman, toplumcu gerçekçi roman falan derken bireyi savsakladık biraz. 'Biraz'dan da fazla hatta."

Bireyle bireyciliği karıştırmamak gerek, diyeceğim, bilinen bir şeyi yinelesem de. Şu ilkel bilgileri de yineleyeceğim: "Birey, tarihin belli bir çağında ortaya çıkan bir toplumsal sistemce belirlenen ve bireysel bir biçimde ifadesini bulan niteliklere sahip olan insandır." Bireycilik ise "bireyi kolektifin karşısına koyan ve toplumsal çıkarlara kişisel çıkarların altında yer veren bir ilke olarak, özel mülkiyetin ortaya çıkışı ve toplumun sınıflara bölünüşüyle birlikte doğmuştur." (Bkz. Materyalist Felsefe Sözlüğü)

"Bireyi dorukta gösteren" çağ, bireyin gerçekte dorukta olduğu çağ değildir; ille "doruk" sözcüğünü kullanmak gerekirle, "bireyciliğin dorukta olduğu" çağdır.

Page 58: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

57

Geleneksel roman, bireyciliğin dorukta olduğu bir çağın romanı; bakış açısı "bireycilik" olunca, "birey"in de "doruk"ta "gösterilmesini olağan karşılamak gerek. Ama "bireyin dorukta gösterilmesi" başka şeydir, "bireyin gerçek gelişmesinin doruğunda olması" başka şey. Alain Robbe-Grillet'nin bu iki ayrı şeyi birbirine/karıştırdığını söylemek, haksızlık olmasa gerek. Şunları da eklemek mümkün: Birey, henüz gelişmesinin doruk noktasına varmaktan çok uzak.

Nitekim "bireyi dorukta gösteren" bir çağda, 1863 yılında, Dostoyevski Yeraltından Notlar'ı yazmıştır. Yeraltından Notlar'da, “modern burjuva insanının yalnızlığının belki de ilk gerçek betimlemesini" buluruz: "...Orada, leş gibi kokan iğrenç yeraltında, alaya alınarak gücendirilmiş sıçancık yavaş yavaş kine; soğuk, zehirli, özellikle sonu gelmez bir kine boğulur." (Mehmet özgül çevirisi, s. 16) "Çevrenize şöyle bir bakın: Kan gövdeyi götürüyor, hem de şampanya gibi bütün neşesiyle akıyor. İşte size (...) on dokuzuncu yüzyıl!" (s. 26) Burjuva toplumunda yaşayan bireyin yalnızlığını, bu toplum düzeninin iğrençliğini çok iyi gören Dostoyevski yeni bir toplumsal düzene de karşı çıkan "İşte o zaman (...) gene matematik kesinlikle hesaplanmış, hazır, yepyeni bir iktisat düzeni kurulacak yeryüzünde. Bütün yanıtlar önceden bulunmuş olacağı için ortada soru diye bir şey kalmayacak. (...) Kuşkusuz o zaman (...) yaşamanın son derece sıkıcı olmayacağı konusunda kimse güvence veremez...'(s. 27-28) Dostoyevski, kurtuluşu "aa"da buluyor. "Şurası kesindir ki, bizler, acıyı bazen tutkuya varan bir sevgiyle severiz. (s. 36) Lukâcs’ın vardığı yargı: "Böylece, sosyalizm korkusu kapitalist toplumdaki insanlığın yalnızlığını tamamlamış olur." Bireyciliğin doruk noktasına ulaştığı çağda, bireyin gerçek durumu böyleydi.

Page 59: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

58

Sıtkı Bey

İstanbul, 4 Mart 1983 Faulkner, bir konuşmasında, sevdiği yazarları ve eserleri saydıktan sonra

şöyle der "Elimden düşürmediğim kitaplar bunlar, onun için, ille de birinci sayfasından başlamam. Bir sahnesini okurum, ya da merak ettiğim bir kişiyle ilgili bölümü; yolda rastlanan eski bir dostla şöyle ayaküstü birkaç dakika çene çalar gibi."

Çok sevdiğim romanları zaman zaman ben de yeniden okurum; ama bir türlü Faulkner gibi yapamıyorum, ille başından başlayıp sonuna kadar okuyacağım; bu yüzden de böylesi yeniden okumaların çoğunun sonuna gelemiyorum; roman, kaldığım sayfadan ikiye ayrılmış olarak bir süre ortalarda dolaşıyor, sonra, nasıl olduğunu anlamadan bir de bakıyorum yok oluvermiş.

Ama denemeler, eleştiriler, mektuplar öyle değil; onların hiçbirini başından sonuna kadar okuduğumu anımsamıyorum; rastgele bir yerinden açıyorum, okuyabildiğim kadar okuyup kapatıyorum. Ataç’ı, Tanpınar'ı, Yahya Kemal'i hep böyle okumuşumdur. (Sabahattin Eyuboğlu'nu yeniden okumak isteğini duymuyorum hiç. Oysa eskiden bir dergide onun yazısını gördüm mü ilkin o yazıyı okurdum...)

Böyle rastgele okumanın bir yaran var: Okuduğunuz kitap "tükenmiyor, her açışınızda yeni bir şeyler buluyorsunuz. Geçenlerde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yalıya Kemal’ini yeniden okumuştum; ama rastgele değil, başından sonuna kadar. Yahya Kemal'den sonra Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mektupları’nı şurasın’' dan burasından okumaya başladım. Daha önce de birkaç kez bu biçimde okumuş, kimi satırların da altını çizmiştim. Yahya Kemal'e böylesine saygılı olan Tanpınar'dan şu satırları okumak, doğrusu, beni şaşırttı:

"Sana biraz havadis: Geçen akşam Yahya Kemal'i gördüm yanında Muhip de vardı. Sofraya: Bezm-i safâya sâgar-ı sahba gelir gider Gûyâ ki cezr ü meddile derya gelir gider beytini okuyarak geldi, biz derhal komplimanı yapıştırdık; "Bu sizin gelişiniz beyefendi!" dedik

ve iyice dalkavukluk ettik. Üstad sarhoştu, açıldı. Sağa sola bastı küfrü. Nihayet bir yarım saat kadar da bizim nesirleri medhetti, sonra "şiirden vazgeçin" dedi,: "Onu yapmayın, o benimle bitti. Müsaadenizle bendeniz o işi yaptım. Artık yapamazsınız“ diye bir baba nasihati verdi. Vâkıa ilk önce

Page 60: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

59

çok kızdım, fakat bilâhare Bülbül manzumesi bu söze hak verdi. Şiir Yahya Kemal'le bitmiyor, burası muhakkak, ama ben bu işi pek beceremiyorum," (s. 36)

Bu yeni okuyuşumda Tanpınar'ın daha önce hiç okumadığım bir mektubunu okudum ki beni gerçekten çok duygulandırdı. Kendi isteğiyle Erzurum'a öğretim üyesi olarak gideni Prof. Dr. Mehmet Kaplan'a 31 Aralık 1958'de yazdığı mektubun bir yerinde şöyle demiş Tanpınar:

“Benim Erzurum'da birkaç dostum vardı. Hakikatle Erzurumlu iki dostum, iki kardeşim vardır. Cevad'la kardeşi Sıtkı. Sıtkı'yı bul. Şintdi galiba mütekaid. Bütün bir zevk ve medeniyettir bu Sıtkı dediğim adam. Eskiden dala hovarda, bir evli için mümkün olacak kadar hovarda yaşardı. Şimdi işittiğime göre biraz dindar olmuş. Bakma, eski kurttur ve çok iyi konuşur. Bütün Millî Mücadele'yi, o taraflardaki safhalariyle ve Harb-i umumîyi dinlemek istediğine emin olduğum iç tarafıyle yaşayan -etinde ve kanında- ve iki defa galiba idam tehlikesi geçiren bir adam, bir evliya. / O sana başka türlü bir Erzurum açabilir." (s. 275-276)

Sıtkı Bey, Erzurum Lisesi'nde okurken, dokuzuncu sınıfta, yani 1942-43 ders yılında, benim edebiyat hocamdı. Ne çok sever, sayardım Sıtkı Bey'i. O da beni bir kompozisyon sınavından sonra tanımı;, sevmişti. Adını anımsamıyorum, biz "Kartof derdik (Erzurumlular patatese Kartof derler.), bir öğretmen vardı, yanılmıyorsam matematik öğretmeni; olmuştu; bütün öğrenciler cenaze törenine katılmıştık. Sıtkı Bey, o törenden sonraki ilk dersinde bu ölüm üzerine düşündüklerimizi yazmamızı istemişti. Hâlâ anımsarım: "Hocamız öldüğü için bayraklar yarıya indirilmedi ama..." diye başlayan bir tümcem vardı; Sıtkı Bey'le öğrenci-öğretmen ilişkimiz o tümce parçasıyla başlamıştı.

"Erzurum" adlı bir yerel gazete çıkıyordu. İlk yazım, I943'te, o gazetede yayımlandı: Bir yıl önce ölen babaannemle ilgili bir yazıydı. Sonra şiirler, hikâyeler yazdım, o gazetede. Sıtkı Bey bunları izliyor, beni destekliyordu.

Ne yazık ki Sıtkı Bey'in hocalığı bir yıl sürdü. Onuncu ve onbirinci sınıflarda, ırkçı olarak tanınan (O yıllarda yayımlanan Çınaraltı dergisini okuyanlara bir numara fazla verirdi.) bir hoca geldi; çok gaddardı, yerli yersiz dayak atardı öğrencilere. Yıl boyunca hep onun dayak korkusuyla yaşardık; ben kurtuldum o hocanın dayağından, ama Erzurum Lisesi’nde beş yıl birlikte okuduğum kadim dostum Asım Bezirci kurtulamadı.

Son sınıfta okurken öğleden sonraki etütlere gelirdi Sıtkı Bey. Galiba haftada bir, kürsüye oturur bir şeyler okurdu. Arada sırada beni çağırır, "Yeni şiirler var mı?" diye sorardı. Güvendiğim bir şiir varsa okurdum. Sıtkı Bey genellikle severdi yazdıklarımı, beni gönendiren sözler söylerdi. Ama beni asıl mutluluktan uçuran, bu sözleri, kürsünün hemen önündeki sırada oturan lisenin en güzel kızının duyması ve bana tatlı tatlı gülümseyerek bakmasıydı. Gizli bir sevda idi benimki. O kız, benden bir sınıf yukarda idi. Hep dua ederdim: Şu kız sınıfta kalsa da birlikte okusak. Ve bu ancak son sınıfta gerçekleşmişti. Ama mutluluğum pek kısa sürmüştü: Ders yılının ortalarına doğru o güzel kız okulu bıraktı, bir hekimle evlendi.

Liseyi bitirme sınavları gelmiş çatmıştı. Edebiyat sınavında Sıtkı Bey de bulunuyordu. Bir soru sordular. Sözü benden önce Sıtkı Bey aldı, soruyu yanıtladı. Bana da "En son yazdığın şiiri oku," dedi. Okudum. "On" verdiler.

Page 61: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

60

Çıktım. Dışarda arkadaşlar bekliyorlardı. Neler sorulduğunu öğrenmek istiyorlardı.

Olanları anlattım. Bastık kahkahaları. O sırada sınav odasında bulunan sınıf arkadaşım Burhan (Şimdi Orman Fakültesi'nde profesör) telâşla odadan çıktı ve “Sıtkı Bey o şiiri yazıp vermeni istiyor,” dedi. Ben şiiri yazarken. Burhan da kendisine sorulan soruyu söylüyor, bir şeyler anlatmamı istiyordu.

O gün Sıtkı Bey'le konuştuk. "Hamdi'nin (Ahmet Hamdi Tanpınar) bir şiiri var, Başak'ta (Erzurum Halkevi dergisi. - FN) yayımlayacağım. Senin şiirinde de o şiire benzer bir hava var, bunun için birlikte yayımlamak istedim," dedi

Gerçekten de Tanpınar'ın şiiriyle benim şiirim Başak'ın aynı sayısında yayımlandı. Benimkinin adını unuttum, ama Tanpınar'ınkini unutmama olanak yok: “Her Şey Yerli Yerinde".

I945'le liseyi bitirerek ayrıldığım Erzurum'a, bir Doğu gezisi dolayısıyla, tam otuz yıl sonra, 1975'te yeniden uğradım; Sıtkı Bey yoktu artık. Nur içinde yatsın.

Page 62: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

61

Niçin Yadsımak?

İstanbul, 11 Mart 1983 Romancılara en sık sorulan sorulardan biri şudur: “Eserlerinizdeki kişileri

gerçek yaşamdan mı aldınız?" Nasıl yanıtlar romancılar bu soruyu? İşte birkaç örnek: "Yapıtlarınızdaki kişilerin tümü de gerçek hayattan mı alınma?" sorusuna

Hemingway, "Değil tabii. Ancak kimilerini gerçek hayattan aldım. Her insanın öteki insanlar hakkında «dindiği bilgiler, bir insan deneyim ve anlayışı vardır. Roman kişileri bu birikimden kaynaklanarak oluşur," diye yanıtlıyor.

Halide Edip Adıvar, "Eserlerinizdeki kahramanlar, hakiki midir, hayali inidir?" sorusunu, "Hem hakikidir, hem de hayalidir. Çünkü ekserisi bir tanenin değil, birkaç insanın yakından tetkikinden vücut bulmuştur," diye yanıtlıyor.

Adıvar'ın sözleri, Gorki'nin "tiplerin ve kişilerin oluşturulması" hakkındaki açıklamasını anımsatıyor "Tiplerin ve kişilerin oluşturulmasıyla yakından ilintili olan yazınsal yaratıcılık sanatı, düş gücü ve buluş yetisi gerektirir. Yazar, tanıdığı bir bakkalı, bir memur ya da bir işçiyi anlatırken, o tek bir kişinin aslına az çok benzer ve 'kâğıttaki hayal' olmaktan öte gitmeyen bir fotoğrafını (düştürmüş, ama onun toplumsal ya da eğitsel özelliklerine hiç değinmemizse, insan ya da yaşam bilgimize hemen hemen hiçbir katkıda bulunmamış demektir. / Ama eğer, yazar o tek bir bakkal, memur ya da işçide yirmi, otuz ya da hatta yüz bakkalın, memur ya da işçinin sınıfsal özelliklerinin, alışkanlıklarının, tavır, hareket, inanç ve konuşmanın en özgün örneklerini sergilemişse, bu özellikleri tek bir bakkal, memur ya da işçinin kişiliğinde özetleyebilmiş, toplayabilmişse, bir tip yaratmış demektir; işte bu, sanattır. Sanatçının zengin yaşam deneyimleri ve gözlemleri, ona olgular karşısında kendi özel tutumunu, yani başka bir deyişle özelliğini aşan tavırlar alma gücü kazandırır." (Edebiyat Yaşamım, çeviri Şemsa Yeğin, s. 32-33.)

Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu ile Yeşil Gece adlı romanlara hakkında konuşurken şöyle der "...onların içinde kaynaşan belki lüzumundan fazla sayıda küçük kişiler realist denen tiplere daha uyguncadırlar; pek çoğu yakından görmüş olduğum kimselerdir. Belki bunun için haklarında pek fazla hayal kurmamışımdır, ötekilerden çirkin göstermişimdir."

Bir de Kemal Tahir gibi romancılar var. Biliyorsunuz, Kemal Tahir'in

Page 63: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

62

romancılığında iki dönem var: Birinci dönemde yakından tanıdığı ya da başkalarından dinlediği kişileri anla tır; ikinci döneminde, yani romancılıkla yetinemeyip düşünürlüğe soyunduğu döneminde, gerçek kişilerden yola çıkarak değil, belirli bir "insan anlayışından yola çıkarak yazar romanlarını. Mehmet Şeyda'nın 27 Mayıs 1968’de düzenlediği bir açık oturumda "insan anlayışı"nı şöyle açıklar Kemal Tahir "...Batılının idrak edemeyeceği kadar hür insanlar topluluğudur, bence. Doğu toplundarı. (...) Bizde daha hür, daha kişiliği ilerlemiş fert var, buna karşılık, biz Batının tipini arıyoruz kendimizde. Düştüğümüz en büyük yanlışlık budur. Biz Türk dehasını eserlerimize koymak istediğimiz zaman, eğer özelliğimizde yanılmıyorsak, bu özellikten yola çıkmak zorundayız, diyorum. O zaman bizim aradığımız güven. Batılının ferdiyet anlayışı, hürriyet anlayışıyla anladığı güvenden başka bir güven oluyor, biz kendi insanlarımızı yazmaya başladığımız zaman onları hiçbir zaman Batılı insan gibi tek başına bir köşeye sıkışmış bulamıyoruz, diyorum. "(Bu açık oturum, 1969’da, Türk Romanı adıyla yayımlandı. Alıntı için bkz. s. 47.)

Selim İleri'nin tutumu Kemal Tahir'in tutumu gibi değil, bir "insan anlayışından değil "gerçek yaşamdaki insanlar'dan yola çıkarak yazıyor romanlarını. Sonra da şunları söylüyor:

"Öte yandan özellikle ölüm İlişkileriyle birlikle, bütün roman kişilerimin somut yaşamda aranmasını, aranmış olmasını bugün daha da yadırgayarak izliyorum. Sanal çevreleriyle içlidışlı olanlar; benim, binbir güçlükle türettiğim, kotarmaya, bütünlemeye. roman boyunca yazıda yaşatmaya çabaladığım düşsel ve tutarımsal roman kişilerimi tanıdıklarını sık sık ileri sürdüler. Basit dedikodular çalındı kulağıma." (Yazko Edebiyat, Ocak 1983)

Selim İleri, Ölüm İlişkileri'nde, zaman zaman Gorki'nin deyişiyle, “tek bir kişinin aslına az çok benzer ve 'kâğıttaki hayal' olmaktan öte gitmeyen bir fotoğrafım oluşturmuş” tur. İki örnekle yetineceğim.

Bu, birinci örnek: "Zeynep'in çocuğu kiliselerdeki tül tutan, tüller tutan yavru melek tasvirleri kadar güzeldi.

Hüzünle düşündü Emre; rakı sofralarında o kadar çok unutulmuştu ki bu çocuk, giderek düşman, yanlış-bilinçli, hain, çocuk yüzünden saflık've iyilik silinmişti. (...) Bülent ağbi, her yemeğin sonunda, durup dururken çocukcağıza birkaç tokat patlatırdı." (s. 205)

"...Pirzola yemesi istenen küçük erkek çocuğu ne olmuştu, görünmüyordu ortalıkta. Belkıs arandı. Çocuk yerde uyuyordu, taşa yatmış." (s. 275)

Bu da ikinci örnek: "...Bir de şair döküntüsü: yoo, şiirlerindeki işçiliği beğenirdi Belkıs, tekniği biliyordu adam.

Berk’le karşılaşmak çok tatsızdı. Rimbaud taklidi şiirler yazardı genellikle, ellisini çoktan aşmıştı, hâlâ harika çocuk" oynuyordu." (s.254)

Şimdi, Selim İleri elini vicdanına koysun da söylesin ("öz, biçimi belirler.” derler, doğru, benim de yazış biçimim değişiverdi birden!), Ölüm İlişkileri’nde anlattığı bu çocukla bu şairin, "...yaşatmaya çabaladığım düşsel ve tasarımsal roman kişileri" »özleriyle ne ilintisi var?

Selim İleri, Ölüm İlişkileri'nde, sanat çevrelerince tam birtakım "kişileri, herkesçe ("herkesçe "den muradım, el' 'sanat çevrelerince") bilinen birtakım

Page 64: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

63

özelliklerini vurgulayarak betimlemiştir. Bu, bir olgudur. Niçin yadsımak istiyor bu Selim Beri? Bir yığın romancı -Hemingway'den Reşat Nuri Güntekin'e kadar- roman kişilerinin en azından "kimileri gerçek yaşamdan aldıklarını apaçık söylerken Selim İleri bir olguyu yadsımak gereğini niçin duyuyor?

Page 65: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

64

Tarihsel Roman ve Dil

İstanbul 21 Mart 1983 Türk Dili dergisinin özel sayıları bir hazinedir. ("Hazine" den çağrışım Hilmi

Yavuz'un Gösterinin son sayısındaki şiirlerinden iki dize takıldı dilime, günlerdir tekrarlayıp duruyorum 'Uzak gözler! Sız kuşlardınız/ve sanki hüzün hazineleri") Ge-çenlerde, 1971 Mart'ında yayımlanmış olan Eleştiri Özel sayısı II.'yi kim bilir kaçıncı kez gözden geçiriyordum. -George Steiner'in “Gyorgy Lukâcs ve Şeytan'la Anlaşması” başlıklı yazısının altını çizdiğim satırlarını yeniden okudum. Tarihsel roman ve dil" sorunu bizde de bir aralık (Attilâ İlhan’ın Dersaadet'le Sabah Ezanları adlı romanının yayımlandığı günlerde) gündeme gelir gibi olmuştu; Steiner Lukâcs 'ın tarihsel romanın gelişimi konusunda yaptığı araştırmaları inceleyerek şunları yazmış: Lukâcs, eski dilin ne kadar ustaca kullanılırsa kullanılsın, aslında geçmişi kafamızda canlandırmaktan uzak olduğunu görür. Tarihsel romanın bilinen ustaları günün diliyle yazarlar. Bugünkü tarihsel durumun yanılsamasını da, hayal gücüne gerçeklik kazandırarak ve geçmişteki tarihsel durumla kendi çağları arasındaki sürekli ve canlı ilişkiyi yaşayarak yazarlar. Bu canlı süreklilik duygusu artık yürürlükten kalktığı, yazarın ussal anlayışı tarihin güçlerine yetişemediği zaman tarihsd roman sarsılır. Yazar da, çağdaş yaşama karşı çıkarak, her gün bizden boyuna uzaklaşan, yabancılaşan geçmişe döner. Bunun iki ucu, tarihsel roman yerine emektar ‘kazıbilim'i buluruz karşımızda. Parma Manastırı'nın gizlediği tarih şiirini Salambo' eşsiz işçilikle karşılaştırın. Flaubert’den daha az işçiliği olduğu halde bu anlamdaki ustalık eski dilin kullanılmasıyla artmıştır. Romancı konuşmaları, söz konusu dönemin saydığı söz ve anlatım biçimleriyle vererek dile getirdiği geçmişe sahicilik kazandırmaya çalışmaktadır. Tıkız bir yoldur bu. Shakespeare, II. Richard'ı Chaucer dönemi İngilizcesi ile konuştursaydı bir şeyi kazanır mıydı?"

Üzerinde düşünmeye değer.

Page 66: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

65

Kolay Yargılar

İstanbul, 26 Mart 1983 Varlık’ın Mart 1983 sayısında "Dış basından" bir yazı var: Demirtaş Ceyhun'un

Lotus dergisinde yayımlanan "Günümüz Türk öyküsü ve Romanı" başlıklı yazısı. Yazıda katılmadığım yorumlar var, akıl almaz bilgi yanlışları (Aşk-ı Memnu, Demirtaş Ceyhun'a göre, 1890’da yayımlanmış!) var; onlar üzerinde durmayacağım; sadece bir yargısına değinmek istiyorum Demirtaş'ın. Şöyle diyor Ve ilginçtir zamanın iktidarı CHP, 1942'de ilk kez açtığı 'CHP Hikâye ve Roman Mükâfatı'nın birincilik ödülünü Sinekli Bakkal"a, üçüncülük ödülünü de Fahim Bey ve Biz"e vermiştir. Sadece bu örnek bile, romanımızın gerçekçilikten uzaklaşıp bireyci bir çizgiye kaydırılmasının egemen güçlerce nasıl planlandığını göstermektedir."

İkincilik ödülünü kim kazanmıştı? Demirtaş Ceyhun'un, aynı paragrafta, "1920'li yıllarda seçkin yapıtlarını vermiş" dediği Yakup Kadri: 1932’de yayımlanan ünlü Yaban’la. Demirtaş Ceyhun, birincilik ve üçüncülük ödüllerini kazanan romanlarını anıyor da Yaban’ı niçin anmıyor?

"Romanımızın gerçekçilikten uzaklaşıp ("uzaklaştırılıp" demek istiyor.-FN) bireyci bir çizgiye kaydırılmasının egemen güçlerce" planlanması... Peki, 1946 yılı CHP şiir ödüllerini nasıl yorumlayacak Demirtaş Ceyhun? Birincilik ödülünü Cahit Sıtkı Tarancı, ikincilik ödülünü Attilâ İlhan, üçüncülük ödülünü Fazıl Hüsnü Dağlarca kazanmıştı. Bu ödüllerle "egemen güçler" neyi planlıyorlardı?

Page 67: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

66

Halka Ta'n Eylemek

İstanbul, 1 Nisan 1983 Gorki, Edebiyat Yaşamım'da. Çehov'u anlatırken. Çehov’un “Yaşamın

sevinçlerini yok edip, soğukluk, duygusuzluk ve cansızlık yaratan sıkıcı ve düz yaşam savaşımından daha boğucu daha renksiz bir şey olmaz." sözünü andıktan sonra, diyor: "... Kuşlar, çalışmaya hayrandır, ama ona inanmazlar Hareketli bir yazar, örneğin bir Jack London. Rusya'da çıkmadı. Jack London'ın kitapları Rusya'da çok seviliyor, ama insanların istemini harekete geçirdiği kanısında değilim ben; yalnız Rus insanının düş gücünü karıştırmıştır biraz, o kadar." (s.270)

Gorki'nin bu düşünceleriyle ilintili bir dipnotu var. Daha sonra, 1931 yılında Gorki şunları yazdı: “Ekim Devriminden önce, burjuva 'düşünürleri' -politikacılar, toplumbilimciler, gazeteciler- Rus işçi ve köylüsünün son derece 'kültürsüz', ayyaş ve cahil bir 'halk', sabır gösterme ve boyuneğme yetisine sahip bir halk olduğunu yazdılar... Ezilmiş köylülerin sabrına karşı duyduğu nefret içinde, bu satırların yazan da zaman zaman tarihin anlamım kavrayamadı ve kendi halkına karşı pek iyi duygular beslemedi. / Ama 'vakit ve saat geldiğinde' tarih, 'tam yol ileri' buyruğunu verdi ve bir zamanlar yaşama karşı dürüstlükten uzak ilgisizliklerine duyduğu öfkeyle insanı kudurtan halk, kendini çalışan insanlar dünyasının en etkin gücüne dönüştürdü."

Bu dipnotunu kitabı Rusça basıma hazırlayan yayımcılar koymuşlar: Öyle ya Gorki gibi bir yazar, Rus halkını nasıl çalışmaya inanmamakla suçlar...

Gorki'nin eskiden yazdıklarının içtenliğine inanıyorum; kendi gözlemleriyle vardığı kendi düşünceleri bunlar. Ama 1931'deki özeleştirisi bana, ne yalan söyleyeyim, pek inandırıcı gelmiyor; Gorki'nin o sözlerinde bir içtenliksizlik buluyorum: 0 günün siyasal koşulları içinde söylenmesini zorunlu bulduğu sözleri söylemiş. Ekim Devrimi ile halk ilişkisini açıklarken ’de duygusallıktan öte gidemiyor. ("Ya duygusal olmayan açıklama?" sorusuna yanıtı dostum Kenan Somer'in Ekim Devrimi’nden alıyorum: "...Rusya'da Sosyalist devrim, 1917 Ekimin-de', zorunluydu. Mukadder değildi. Gerçekleşmesi, örgütlenmiş sosyalist insanlara bağlıydı." s-16)

Türkiye'de, aydınların bir kesimi hep halkı yüceltirken, halka toz

Page 68: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

67

kondurmazken bütün suçu aydınlara yüklemişler; bir kesimi de halkı hep güdülecek bir sürü, eğitip "adam edilecek" edilgin bir kitle olarak görmüşler, Türkiye'yi geliştirip uygarlaştırma görevinin seçkin aydınlara düştüğünü vurgulamışlardır.

"Halkı yüceltmek, suçu aydınlara yüklemek" der demez akla hemen o unutulmaz iki dize gelir:

Halka ta'n eylemek nemiz Cümle küstahlık bizdedir Halk övgüsü Sabahattin Eyüboğlu’nda bir coşkunluğa dönüşür: "...Ey Halk

Ana, sen ki bize konuşmasını, türkü söylemesini, haksızlığa karşı komasını, tanrılar, peygamberler, kırallar, önderler yaratıp topunu birden alaşağı etmesini öğretensin..." ("Sıtkı Bey" başlıklı yazımda "Sabahattin Eyuboğlu'yu yeniden okumak isteğini duymuyorum hiç." demiştim. Eyuboğlu'nun "halk"a ilişkin düşüncelerini yeniden okumak için Maıi ve Kara’yı gözden geçirdim; anladım niçin okumak isteği duymadığımı: Eyuboğlu duygularını yazıyor, oysa düşüncedir düzyazı, akıldır.) Halkı yüceltmek, kusursuz bir varlık olarak göstermek de yanlış, edilgin bir kitle, güdülecek bir sürü olarak göstermek de. Önemli olan, doğru olan, halkı "olduğu gibi" gösterebilmek. Bilim adamlarına düşen de bu, sanatçılara da. Oysa bilim adamlarımız halkı tarihsel gelişim içinde gereğince incelemişlerdir. Bunun içindir ki İdris Küçükömer'in Düzenin Yabancılaşması adlı incelemesi kendilerini 'ilerici' sanan bir nice aydınlarımızı şaşırtmıştır, rahatsız etmiştir, giderek kızdırmıştır. Türkiye'de halk-aydın karşıtlığının tarihsel, ekonomik, toplumsal nedenlerinin gün ışığına çıkması, halkın 'olduğu gibi" görülebilmesi, ancak böylesi incelemelerle, önyargılara aldırmayan gözü pek araştırmalarla mümkündür.

Halkı olduğu gibi gösteren sanatçılar, halkın içinden gelen halkı çok iyi tanıyan sanatçılar arasından çıkacaktır denir genellikle. Ama her zaman öyle olmuyor. Sözgelimi köylülerin arasından çıkan sanatçıların küçük burjuva ütopyalarını çekçilikle, ilericilikle karıştırmaları o çok iyi tanıdıktarı insan gerçekliğini bozmalarına, olduğundan başka türlü göstermelerine yol açıyor; köylülerin kimi davranışlarını, düşünüşlerini saklıyorlar, kentlilere karşı "kol kırılır yen içinde" havasına giriyorlar. Oysa köyden gelen, köylüleri gerçekten tanıyan bir Yaşar Kemal çıkıyor bu arada, 'yaşantı'sına ve 'tanık'lığına bağlı kalıyor; işte o zaman köylülere dalkavukluk etmek g duymuyor ve bir roman kişisine şunları söyletebiliyor "...Evet dikkat buyurula yüzbaşım, insan köylü de olsa aşağılamayacaksın. Bu pisler hiç bir şeye alınmıyorlar da, tarih boyunca köpekler gibi süründüklerine, solucanlar gibi süründüklerine böyle yüze yüz, karşıdan aşağılanırlarsa çok alınıyorlar." Yusufçuk Yusuf, s. 605) Türk köylüsünü 'olduğu gibi" tanımak için şimdilik elimizdeki tek kaynak Yaşar Kemal'in romanlarıdır, Bu konuda şairlerimize de çok şey düşüyor. İlk koşul, gerçeklerden korkmamak. Bir örnek olarak 'Dünyanın En Tuhaf Mahlûku" nun son dizelerini anımsamak yeter :

Page 69: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

68

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek ve hala şarabımızı vermek için

üzüm gibi eziliyorsak, kabahat senin,

demeğe de dilim varmıyor ama, kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!

Page 70: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

69

Dil Konusunda

İstanbul, 11 Nisan 1983

"Bizle"-"Bizimle" Cevdet Bey ve Oğulları’nı okuyorum bugünlerde. Orhan Pamuk'un romanı, şu son

birkaç yıldır iyice durgunlaşan romancılığımızda, beni yeniden heyecanlandıran ilk roman. Büyük bir başarı. O romandan ilk söz açan, yanılmıyorsam. Konur Ertop; 15 Ağustos 1982 günlü Milliyet Sanat dergisinde 'Karardıkla ve Işıkta" başlıklı bir yazısı yayımlanmıştı, kesip bir yana koymuşum; Cevdet Bey ve Oğulları'nı okurken Konur Ertop'un yazısını yeniden okudum: Orhan Pamuk, 22 yaşında yazmaya başlamış romanım, 26 yaşında bitirmiş. Bunu öğrenince, "büyük başarı", "şaşırtıcı büyük başarı" oluyor.

Romanı bitirince düşündüklerimi yazacağım. Ben de, Yahya Bey gibi, ’Kâşki' sevdiğimi sevse bütün halk-ı cihan/Sözümüz cümle heman hassa-i canan olsa' diyenlerdenim, ama sadece sanat yapıdan hakkında ve eleştirmen olarak; Ataç'ın da değindiği gibi, Yahya Bey’in dediği "canan" için doğru olmasa da sanat yapıttan için doğrudur.

Şimdilik bir dil sorununa değinmekle yetineceğim. Konur Ertop şöyle bitiriyor yazısını: "Bu dil kusurlarını ben gene de bağışlıyorum ve edebiyat dünyasının yeni üyesini hayranlıkla selamlıyorum." Konur Ertop, hayranlıkla selamlanan biri hakkında "bağışlamak" gibi laflar edilemeyeceğini bilir elbette, bilir ya... ne diyeyim, ah bu Türkoloji öğrenimi! O öğrenimden yarasız beresiz kurtulmak olanaksız!

Konur Ertop'un takıldığı dil yanlışlarından biri şu: "Yazan da ikide birde 'bizle', 'kendinle...' deyip duruyor."

Bu yazıyı yazarken romanın 419. sayfasına gelmiştim (Roman, 587 sayfa; 22 kadrata 8 punto.) Atlamamışsam, sadece 187. sayfada "benle", 347. sayfada "bizle" ve 389. sayfada "sizle" geçiyor. Bunları da "yazan" "deyip durmuyor"; : roman kişileri diyorlar. Konur Ertop bu kadar sinirlendiğine göre belki 419. sayfadan sonra sık sık geçiyordur bu sözcükler, bilmiyorum; ama o sözcükler geçince onları not edeceğim.

Cevdet Bey ve Oğulları'nı okurken, bir yandan da Tanpınar'ı, Yahya Kemal'i,

Page 71: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

70

Ataç'ı (Kim bilir kaçına kez!) şurasından burasından okuyorum. Ataç'ın Günce'sinin birinci cildi de "Benimle, seninle, onunla..." diye yazmaya karşı çıkan iki sayfa bulmayayım mı! (68. ve 69. sayfalar. Ataç, 26 Mayıs 1953'te yazmış.) Konur Ertop, bildiğim kadarıyla, gençliği den beri Ataç'ın düşüncelerine çok değer veren bir yazardır, daha önce okuduğunu sandığım o yazıyı anımsatmakta yarar var: "Şu ile’yi, le'yi, la'yı kim uydurmuş bilmiyorum. Acaba kullanılır mıydı eskiden? Onu da sanmıyorum. Bugün kullanmıyoruz. İstanbul'da da kullanılmıyor, öteki şehirlerin de, köylerimizde de kullanılmıyor. Nen diyoruz, nan diyoruz- Kimsenin 'Ahmet ile', yahut 'Ahmet'le konuştum' dediğini duydunuz mu? İyi dinleyin, genç, yaşlı, çoluk okumuş, okumamış hepimiz 'Ahmet’nen konuştum' di Babamnan, annemnen, arkadaşımnan. (...) Benimle, seni onunla.» Bunları da nereden çıkarmışlar? O im, in nenin nesi? Bennen, sennen, onnan. Belki bu onnan yüzündendir, orada nan'ın birinci n'si ikileştiğinden oluyor sanmışlardır. Benle, senle de demeyip anlaşılmaz bir kural uydurmuşlar. (İtalik benim. - FN) (...) Ben bundan sonra ile'yi, le'yi, la'yı ata da doğrusunu yazayım, nen, nan yazayım diyorum, bir türlü göze alamıyorum. Yeni gelmedi aklıma, kaç yıldır düşünüyorum. Yapsam, biliyorum, gene söylenecekler. 'Anlaşılmıyor yazdıkların' diyecekler. Yani kendi konuşmalarını, kendi dillerini anlamıyorlar. (...) Şimdi nen, nan yazsam, onu da yenilik diye karşılarlar, uydurma derler. Oysaki onların kitaplarda görüp de alıştıkları ile, le, la uydurma, dilde onların bir dayanağı yok. / Daha göze alamıyorum, çekiniyorum. Ne ya-payım? Kişi çevresindekilerin etkisi altında kalıyor, onları da şaşırtmamak istiyor. Ama yapacağım bir gün, o sahteliği de kaldıracağım yazılarımdan. Sırası gelir elbette."

Ataç'ın dedikleri bunlar. Konur Ertop ne düşünür bu konuda bilemem, ama ben "Benimle, seninle, onunla" diye yazmaya devam edeceğim.

"Ansımak" mı, "Anımsamak" mı? Yıllardır "hatırlamak” karşılığı "anımsamak" sözcüğünü kullanırım

yazılarımda. Geçen gün Ferit Edgü'nün bir yazısını okurken "anımsamak" yerine "ansımak" dediğini gördüm Dil sorunlarını, Türkçeyi çok iyi bilen bir yazarımız da "ansımak" diyor. Türkçe Sözlük e bakayım dedim. Bende "Gözden geçirilmiş altıncı baskı" var, 1981 baskısı. "1974 baskısından tıpkıbasım" demişler ikinci sayfasında. 364. sayfada "hatırlamak" karşılığı 'ansımak" denmiş... Açık söyleyeyim, "anımsamak"ı bulamayınca üzüldüm. Tahsin Saraç'ın Fransızca Türkçe Büyük Sözlük"ü de Türk Dil Kurumu Yayınları'ndan; baskı tarihi 1976; Türkçe Sözlükten iki yıl sonra basılmış. Ona baktım: 1227. sayfada "se souvenir" karşılığı "anımsamak, ansımak, hatırlamak" yazılı. İki sözlük de Türk Dil Kurumu yayını; biri "anımsamak"ı hiç almıyor, yok sayıyor, öbürü alıyor.

Birden bir gazete ilânını anımsadım (Artık rahatlıkla 'anımsadım" diyebiliyorum!): Türkçe Sözlük’ün genişletilmiş biçiminin birinci cildinin çıktığını

Page 72: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

71

bildiriyordu. Ona baktım: 1983 tarihli, yedinci baskı; sayfa 510: "Hatırlamak" yerine sadece "anımsamak" var; Türk Dil Kurumu vazgeçivermiş “ansımak'tan; çürüğe çıkarmış "ansımak"ı!

"Türk Dil Kurumu çeşitli saldırılar karşısında; bunu yazmanın sırası değil!” diyenler olacaktır, biliyorum. Ama "sırasımı, sırası değil mi" diye düşünürsek bu kınanası durum sürer gider.

Düşünce özgürlüğünün ilk koşulu, kendi kendimize koyduğumuz sınırlamaları, "sırası mı, sırası değil mi" gibi kaygıları bir yana bırakmaktır.

Page 73: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

72

Şiirde Türkçe Kaygısı

İstanbul, 21 Nisan 1983 Oktay Rifat'ın Yaşayıp ölmek Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler adlı kitabının ilk baskısı

(1946) var bende. O kitapta sevdiğim çok şiir var; ama geçenlerde Giresunlu arkadayım Ali Avni Öneş ölünce 'Karga' şiirinin iki dizesini anımsadım: “Sen ömrün hercümercinde / Daima aydınlık ve güzelsin.' O iki dizeyi Ali Bey (Bu "Bey'i bir ad gibi söylerdik.) sevdirmişti bana; Naim Tirali'nin sahibi olduğu Karadeniz Postası’nın idarehanesinde, bir yaz boyunca, kim bilir kaç kez tekrarlamıştık.

Oktay Rifat’ın o kitabı, başka beş kitabıyla birlikte Adam Yayınları arasında yeniden yayımlandı. Şurasından burasından okurken bir de baktım ki o iki dizeyi değiştirmiş Oktay Rifat: "Sen ömrün kargaşasında / Hep aydınlık ve güzelsin."

Belli, dil kaygısıyla... "dil kaygısıyla." demek galiba doğru değil, Türkçe kaygısıyla yapmış bu değişikliği Oktay Rifat. Ama şiir Türkçeleşmemiş, şiirlikten çıkmış. Eski biçiminde, birinci dizedeki ö, ü ve r sesleri kargaşanın duyumsanmasına yardıma oluyorlardı, bir görevleri vardı şiirde; oysa "kargaşa" sözcüğü "hercümerc" yerini anlam olarak doldursa da ses olarak dolduramıyor; söylenmesi de güç "Yaz köşesi" gibi. "Hep" de, 'daima'yı karşılamıyor; "daima'da 'aydınlık ve güzelsin"e uygun düşen bir genişlik vardı, "hep" bunu yok ediyor, bunun için de 'aydınlık ve güzelsin'le uyuşamıyor.

Oktay Rifat'ın "şiirini Türkçeleştirme" kaygısı, öyle sanıyorum, yanlış bir temele dayanıyor; şiirde "ses"i bir yana bırakarak yalnız, "anlam'ı düşünüyor; bunun için sözcükleri değiştirirken şiire gücünü veren “ses"in yitip gitmesine, şiiri de kendi ardından sürükleyip götürmesine aldırmıyor. Sesten bağımsız bir anlam düşünmek, şiire, düzyazısal bir yaklaşım olmuyor mu?

Page 74: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

73

Kitap Korkusu

İstanbul, 12 Nisan 1983 Epeydir açmamıştım Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Yaşadığım Gibi’sini. Ne güzel

yazılar vardır o kitapta. Tanpınar'ın 1951'de yazdığı "Kitap Korkusu' başlıklı yazısını yeniden okudum, önce, 1923 yıllarında Erzurum Lisesi'nde hoca iken tanıdığı Abdülhakim Bey adlı Mısırlı bir Fransızca hocasından, tanıdığı bu 'ilk kitap düşmanı'ndan söz açıyor, sonra asıl söylemek istediklerini söylüyor

"... Ondan sonra tanıdığım kitab düşmanlarının hemen hiç biri hâlis değildiler. Hem insanı kabul ediyorlar, hem de düşüncesine bir had çekmek istiyorlardı. İnsanı korumağa hakları olmayan noktalarda korumağa çalışıyorlar, yani içlerinde ve dışlarında küçültüyorlardı. (...)

Kitaptan niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. Kitaptan korkmak, insan düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan korkan adam, insanı mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir. 'Bırak senin yerine ben düşünüyorum'' demekle. Talan kitabı okumak demek arasında hiç bir fark yoktur, İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir ve bilhassa fikirlerinin mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen insan, kendiliğinden bir paçavra haline düşer.

Şüphesiz insanı korumamız lazım gelen vaziyetler vardır. Fakat bu vaziyetler daha ziyade ferdin kendi dışındaki vaziyetlerdir. Bir insanı kendi içinde, düşüncesinin mahremiyetinde korumağa hakkımız yoktur."

Görüyorsunuz, dili dışında, eskiyen bir yara yok bu yazının.

Page 75: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

74

Romanda Büyük Bir Yetenek

İstanbul, 29 Nisan 1983 Orhan Pamuk, zamanın akışını daha iyi gösterebilmek için, üç yerinden

kesitler almış zamanın, durdurduğu zaman parçalarını enine boyuna inceliyor. "İlksöz", bir tek günü anlatıyor 24 Temmuz 1905. Cevdet Bey'in uyanışıyla başlıyor, geceleyin evine dönüşüyle bitiyor 76 sayfa. İkinci bölüm, 31 yıllık bir atlamayla, 1936 Şubat'ında başlar, 10 Aralık 1939’da biter 429 sayfa. Yeniden 31 yıllık bir atlama ve "Sonsöz": “Sonsöz" de, 'İlksöz' gibi, sadece bir günü anlatır 12 Aralık 1970. 64 sayfa. Cevdet Bey'in 'rüya'sıyla başlayan roman, Cevdet Bey'in torunu Ahmet'in 'çalışmak için' odasına girmesiyle biter.

Her bölümde, kişiler, kişilerin yaşamı bütün ayrıntılarıyla anlatılır. Fatma Akerson'un Çağdaş Eleştirinin Ekim 1982 sayısında yayımlanan "Anlatımda Kurgunun İşlevi' başlıklı nefis eleştirisinde dediği gibi, 'Bir kahraman sahneye çıkınca, en fazla birkaç saati anlatılıyor. Bu birkaç saat ayrıntılara inilerek, neredeyse bir saatlik süre bir saat içinde okunacak biçimde veriliyor." Ağaçlardan ormanı göremiyorsunuz roman boyunca, ama roman bitince ağaçlar görevini yapmıştır artık: Bir ormandır karşınızdaki; her bölüm, sanki nicel bir birikimdir, nicel birikimlerin nitel değişimi ya da Orhan Pamuk"un romanıyla söylemek istedikleri son bölümde somutlaşıyor. İlk romanlar, genellikle, özyaşamöyküsel romanlar olurlar; Orhan Pamuk'un 22 yaşında başlayıp, 26 yaşında bitirdiği ilk romanı (Daha doğrusu 'yayımlanan ilk romanı. Bilmiyorum, belki başka roman denemeleri de vardır.) öylesi romanlardan değil. 1905'i, 1930'ları yazabilmek için bir hayli araştırma yaptığı belli; ama Cevdet Bey ve Oğullan, gücünü bu araştırmalardan alan bir roman değil. Çünkü Orhan Pamuk, yazınsal yaratışın bilincinde; Ahmet'e söylettiği şu sözler bunu açıkça gösteriyor "...Dedemin resmini yapacaksam bunlardan (Dedesinin anıları: "Yarım Asırlık Ticaret Hayatım'.-FN) yola çıkarak değil hayal kurarak, uydurarak yapmalıyım. O zaman daha gerçek olur! Çünkü bu aptalca ayrıntılar insanı yanıltır. Bütün nerede? Ben bir bütün kurmak zorundayım, uydurmak zorundayım.'

Orhan Pamuk, üç kuşaklık bir dönemde Cevdet Bey'in zamanını, oğullarının zamanını, torunlarının zamanını anlatıyor: Üç kuşakla birlikte toplumsal gelişmemizden üç kesit.

Page 76: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

75

Cevdet Bey, "Yahudi, Rum ve Ermeni tüccarlar" arasına giren "Müslüman tüccar"; Müslümanların, özellikle bürokratlarının, tüccarlığı küçümsedikleri yıllarda tüccarlığı seçmiş bir girişimci, yerli ticaret burjuvazisinin (Eklemek gerek: Montajcıların da!) ceddi. Öleceği gece, "Evet artık fabrika şart. Siemens'le mesela anlaşsınlar, burada bir fabrika kursunlar. Artık şart. Biz yapmazsak çünkü, başkası yapacak!" bilincine varır. Cevdet Bey, ne yapacağını bilen biri, bir kez karar verince bunu yaşama geçiren biri. Kendisini bunaltan zihinsel sorulan, çıkmazları yok.

Cevdet Bey'in iki oğlu var. Osman, babasının yolunda. Hatay sorunu mu var? "Hatay'a ne satabiliriz?" diye düşünür. Bahasının düşlediğini gerçekleştirir 529. sayfada fabrikanın kurulmuş olduğunu öğreniriz. Bir ampul fabrikası. Montaj olarak başlamış ama yerli yapım payı yüzde 84'e ulaşmış. "Eh yüzde seksen dört artık montaj sayılmaz."

Cevdet Bey'in öteki oğlu Refik, "evdeki ve ticarethanedeki hayatın onurlu bir insana yakışmayan, uyuşuk, kötü, pis, darkafalılıkla dolu, zavallı bir hayat" olduğunu bilir, ama 'Hayatımı değiştirecek gücü kendimde bulamıyorum." der. Anadolu’ya gider, aylarca kalır, bir köy kalkınması projesi hazırlar, Ankara'ya gider; umutlu olduğu CHP çevreleri düş kırıklığına uğratır Refik'i; "hayatına bir yön ve amaç vermek için köylülere acıdığını" düşünür; bu kez, "Bize asıl gereken kültüre ilişkin önlemler.” der, şirketteki hisselerini satar, yayınevi kurar, batırır, sevdiği karısı "bavullarını toplar”, çeker gider. Bütün yasamı arayış içinde geçer Refik'in; yıkımlarla biten bir arayış. Sonunda oğlu Ahmet'in yargısı: "Vatanın kurtuluşunu odasında arayan bir Robinson."

Refik'in arkadaşı Ömer Yerli Rastignac ve fatih olma hırsı Müteahhitlikle; arsa spekülasyonuyla zengin oluyor. Alman mühendisin yargısı: "Çünkü bu tohum, sizi Rastignac yapan bu tohum. Doğunun bu sert, acımasız toprağında nasıl yeşerir bilmem (...) Sizin bu hırslarınıza bu toprak uygun değil. Çünkü düşünüyorum ki bu toprak eski ve verimsiz otlarından temizlenmedi. Balzac'ın Rastignac'inin arkasında kanlı Fransız Devrimi vardı. Burada? Burada en büyük efendi hâlâ Kerim Naci Bey (...) Hem toprak ağası, hem demiryolu müteahhidi, hem " milletvekili. Size bir şey kalmamış dosttun." Ömer'in sonunu da Ahmet'ten öğreniyoruz: "Bizim eve Cihangire gider gelirdi. Her gelişinde daha irileşmiş ve şişmanlamış olarak. Kemah'ta bir toprağı var galiba. (...) Karısının çok aptal olduğunu biliyorum. Zenginlerdi de galiba."

Refik'in öbür arkadaşı Muhittin. O da şiirle başlıyor, ırkçılara bulaşıyor ve sonunda (Gene Ahmet'ten öğreniyoruz.) AP milletvekili oluyor.

Kurulu düzenle uzlaşamayan, kendisi için ya da toplum, için bir şeyler yapmak isteyen okumuş üç genç. Üçünün sonu da yıkım. Kötümser diyemeyiz Orhan Pamuk'a, tarihsel bir olguyu saptıyor: Yorumunu yer yer okurlara bırakarak.

Üçüncü kuşağın temsilcisi, Ahmet. Geçimini çalışarak sağlıyor: Fransızca ve resim dersleri veriyor. Babası gibi "Ben neyim?” diye, "Ne yapmalı?" diye soruyor, soruyor ya, biliyor ne yapacağını: Vakit kaybetmemek, çalışmak, resim

Page 77: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

76

yapmak. Solcu ama örgütlerle ilişkisi yok. (Örgütlü solcu genç. Hasan. Bir prototip.)

Roman hakkında düşündüklerimin tümünü buraya sığdırmak olanaksız. Okurken beş sayfa not almıştım; o notların sonuç tümcelerini yazmakla yetineceğim: Ancak deneyimli bir romancının ulaşabileceği anlatım rahatlığı. / Başarılı kurgu. /

Toplumsal gerçekliği, romancı yamanmış bilgi yığını olarak değil, roman kişileri olarak (yani imgelerle) verebilme başarısı. / Değişen İstanbul, apartmanlaşma. Büyük ailenin dağılma sürecinin başlaması. Refik'in ayrılışı. Cevdet Beylerde "yatay" büyük aileden (Konak) "dikey" büyük aileye (Apartman) geçiş. / Birbirlerini seven Refik'le Perihan'ın boşanmaları ve birbirlerini aldatan Osman'la Nermin'in evliliklerinin devamı. / Geçmiş zamanla ilintili şaşırtıcı bilgi derlemesi. / Oğuz Atay’ın "Tutunamayanlar"ı gibi Orhan Pamuk'un "Dışarda Kalanlar"ı. / Konuşmalardaki ustalık. Oyun kişilerinin konuşma biçiminden yararlanma. / Ayrıntı ustalığı. / Yer yer güçlü bir mizah. / Ruhsal durumları saptamadaki ustalık. Davranışlarla, konuşmalarla. Sözü uzatmadan. / Okurlara güveniyor. Ustaca saptamalarının, gözlemlerinin altım çizmeye kalkışmıyor. / Türk romanlarında pek bulamadığımız (Tank Dursun'un ilk romanlarını anımsadım şimdi.) dostluklar, arkadaşlıklar. / Kişilerinin düşüncelerini olduğu gibi veriyor, kendisi bir şey katmıyor; ama ırkçıları anlatırken tutamamış kendini, biçem değişiyor, alay ve yergi karışıyor işe. vb...

Orhan Pamuk, "yetenek" dediğim için kızmasın bana: "Büyük yetenek"in "büyük romancı"ya dönüşmesinin tek koşulu var: Daha başarılı yeni romanlar... Böyle diyorum ya, Cevdet Bey ve Oğullan, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme'yi yazdığım yıllarda yayımlansaydı, hiç duraksamadan en beğendiğim yirmi Türk romanı arasına alırdım bu romanı.

Page 78: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

77

Kimlerdi Sezai Bey'i Çileden Çıkaranlar?

İstanbul, 1 Mayıs 1983 Sami Paşazade Sezai Bey, 1889'da yayımlanan Sergüzeşt adlı romanında, o

dönemin züppelerinden söz ederken birden konu dışına çıkar, eleştirmenlere veryansın eder "...Edebiyatta en ziyade alkışladıkları, (_.) sövüp sayan tenkidciler ve tenkid edenlerdir. Onlarca, şan ve şöhret, galebe ve muzafferiyet, ağızlarından kin bulanmış zehir saçan yılanlar gibi, kalemlerinden dâhilerin yüzüne mürekkep tüküren veya kelimenin tam mânasiyle en ziyade şovenlerdir. (...) Kalem hünerleri, edeb ve irfanları ve galibiyet silâhları sövmek olan bu rezil insanlar..." i

Kimlerdi Sezai Bey'i çileden çıkaranlar? Mustafa Nihat Özön de "1880 ile 1896 arasında eleştiri olarak görülebilecek olanlar büyük bir kavga esnasında söylenen, sahibine sonra utanç verecek şeylerdir." diyor (Türk Dili, Eleştiri özel Sayısı,. Temmuz 1963); "utanç verici şeylerdi söyleyenler kimlerdi?

Ahmet Hamdi Tanpınar, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi'nde, "Tanzimat bizatihi tenkit fikrinden doğmuş bir hareketti. Onunla başlayan yeni edebiyat da ister istemez tenkide dayanacaktı." diyor, diyor ya, pek durmuyor eleştiri üzerinde; koskoca kitapta o dönemin tek gerçek eleştirmeni Bcşir Fuad'ın adı bir iki kez geçiyor; "Beşir Fuad'la başlayan realizm davası" demekle yetiniyor Tanpınar. Gerçi haksız da sayılmaz; Tanzimat döneminde eleştiriyle ilgilenenler, eleştiriyi başlıca uğraş alanı olarak seçmiş yazarlar değil: Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Abdülhak Hamit, Recaizade Ekrem, Sami Paşazade Sezai, Ziya Paşa... Bunlar, bir yandan şiir ya da roman yazıyorlar, bir yandan eleştiri.

Bir Tanzimat döneminde mi bu böyle? Ataç'a kadar eleştiriyi "tek uğraş" olarak benimseyen yazarımız yok. Niçin? Ataç şöyle açıklıyor bunu: "...Hiç bir şair, hiç bir hikayeci yalnız bugün için yazmaz, ölümsüzlüğe özenir (...) Eleştirmeci ise, böyle bir düş kuramaz, o bilir kendisinin geçici olduğunu: Başkalarının eserlerini tanıtıp sevdirecek, yahut değersizliğini gösterip yıkacak, inandığı doğruları yaydıktan sonra kendisi de unutulup gidecek. (...) Bizde eleştirmeci yok diye dövünenler pek düşünmüyorlar bunu, bir kimsenin bunu bile bile, yazdıklarının geçici olacağını, yarına kalmayacağını bile bile eleştirmeciliği seçmesini istiyorlar. Bir toplum için eleştirmeciyi, kendi duygu-larını, düşüncelerini söylemeğe değil de başkalarını tanıtmağa çalışan insanı pek

Page 79: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

78

gerekli buluyorlarsa ne duruyorlar? Kendileri eleştirmecilik etsinler." (Ama Sainte-Beuve hakkında da şunları söylemek gereğini duyuyor Ataç "...Sainte-Beuve'ü okurken, hangi hikâyeci iyidir, bilinmeğe değer, onu öğrenmek için mi okuyorsunuz? Yooo! Sainte-Beuve'ü bir takım düşünceleri öğrenmek için, görüşünü öğrenmek için, deyişinden hoşlandığımız için okuyoruz. Artık bir şairin, bir hikayecinin, eserlerini okur gibi okuyoruz Sainte-Beuve”ün eserlerini. Bir eleştirmeci diye değil." - Günce I, s. 42,43)

Evet, kimlerdi Sami Paşazade Sezai Bey"i çileden çıkaranlar? Sayın Doç. Dr. Olcay Önertoy’un Edebiyatımızda Eleştiri - Tanzimat ve Servet-i Fünun

Dönemleri adlı incelemesini okuyorum bugünlerde. Sayın Onertoy, incelemesine başlarken, eleştiriyi şöyle tanımlıyor "Eleştirinin, sanatçı ya da yazara iyiyi ve güzeli buldurmada yol gösterici olduğunu belirtmek gerekir. Sanatçının güzeli, edebiyatçının iyiyi bulduğu sanısındaki yanılgısının ortaya konuşu, amacına ulaşabilmesi için tutacağı yolu göstermek yine eleştiricinin ve eleştirinin görevidir." Belli, üniversite hocalığından gelen bir alışkanlıkla eleştirmeni öğret-men, sanatçıyı, edebiyatçıyı öğrenci sanıyor Sayın Onertoy; eleştiri üzerine yazdığı bir yazıda o tümceleri okusaydım, açık söyleyeyim, bırakırdım o yazıyı, üst yanını okumazdım; ama Sayın Önertoy'un kitabı emek ürünü bir kitap, üstelik başka türlü okuyamayacağım bir yığın eleştiri var o kitapta.

Sayın Önertoy ele aldığı dönemlerin dergilerini taramış eleştiriye ilişkin kitapları incelemiş, tartışmaları özetlemiş, lirimizin tarihi hakkında yararlı bir eser meydana getirmiş. Ne var ki bunca emek sonunda ortaya çıkan bu eserin okurlara yararlı olacağını sanmıyorum. Çünkü Sayın Önertoy, derlediği metinleri günümüz Türkçesine aktarmak zahmetine katlanmamış. Beşir Fuad'ın şu sözlerinden kim, ne anlar: "...Hakikatte bulunan zevk, letafet, ulviyet hiç bir yerde bulunamaz. En büyük şairlerin en parlak hayâlâtını meselâ ilm-i heyetin mebâhisi ile yan yana getiriniz. Görürsünüz ki o hayâlât envâr-ı hakikatin yanında pek sönük kalır. Adeta mihr-i münire karşı yakılmış kandil zannolunur; en meşhur şairlerin âsân meze olunup hülâsası alınacak olsa ilm-i vezâifü'l-âzâmın cümle-i asabiyeyej ait olan bahsi kadar hayret efzâ-yı ukûl ve manzüme vücûda getirilemez fikrindeyim. (s. 40) Üstelik bu parçanın dili, çoğu metinlerin diline göre, daha kolay anlaşılır bir dil!

Niyetim, bu kitabı tanıtmak değil eleştirimizin de iyi kötü bir tarihi olduğunu belirtmek. Ama bu kitaptan söz açmışken okurlara bir-iki 'neşeli' parça sunmadan bu günlüğü bitirmem' olanaksız.

Ahmet Mithat'ın Paris’de Bir Türk adlı romanı yayımlanınca Namık Kemal. 13 Eylül 1878’de Ahmet Mithat'a bir mektup (O dönemde eleştirilerin çoğu mektup biçiminde!) yazar ...Paris’i rüyada bile görmediğiniz halde, oraya değil, hattâ Avrupa’nın hiç birine benzemez bir şehir tasavvur edip de âna müteallik Paris'te Bir Türk nâmı ile türlü gevezelik yazmak, şarlatanlık değil midir?’’ (s. 97)

Recaizade Ekrem'in III. Zemzeme’sini yayımlanmış ama Muallim Naci kitaba ilgi göstermemiştir Recaizade Abdulhak Hâmit’e yazdığı mektupta şöyle diyor "...Naci bahsine geldik Bir yanardağdan, keşiş dağına intikal edeceğiz. O mübarek

Page 80: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

79

gerçekten mübarek imiş ya! Artık bu defa çekememezliği bütün bütün meydana koydu. Zemzeme'ye dâir Tercâman'da harf-i vâhit bir şey yazmadı. Ne dersin buna? Mithat Efendi mâzûr, bana bir gün dedi ki: 'Bizim gazetenin edebiyat Allah'ı Naci'dir. Zemzeme için bir şey yazılmasını Allah'a havale ettim. O da bir ses çı-karmadı. Sebebini sordum. 'Ekrem Bey bana Zemzeme göndermedi ki bir şey yazayım.' dedi. Tuhaf değil mi? Hâlbuki Mithat Efendi'ye Zemzeme’ den bir nüsha göndermiştim. Lâkin Naci'ye niçin göndereyim? Bütün bütün şımartmak için mi?" (s. 50)

Recaizade Ekrem'le Muallim Naci arasındaki Zemzeme - Demdeme tartışmasının nasıl sona erdiğini Muallim Naci, Demdeme’nin sonunda şöyle açıklıyor: Recâizade saâdetlü Ekrem Beyefendi hazretleri tarafından yazılıp neşr olunan Takdir-i El- Kan unvanlı risâlesinde Muallim Naci Efendi aleyhinde garazkârâne lisân istimâline cüret buyurulması üzerine Muallim tarafından Müdafaâ-yı hakk- yazılarak Demdeme ser-levhası altında gazetenizde (Saâdet) neşredilmekte olan mukâbele-i merdâne ma'bâdinin gazetemize derci Ekrem Bey'in "kalemine müra-caat etmesi lâzım gelirken' bir sûreti meded-cüyânede Dahiliye Nezâret-i Celilesine vâki olan ilticâsı hasebiyle nezâret-i müşârünileyhâ canib-i âlisinden tarafımıza tebliğ olunması üzerine te'hir edilmiştir." (s. 53-54)

Türkçesi şu: Recaizade Ekrem, Muallim Naci’nin eleştirilerinden kurtulmak için İçişleri Bakanlığı'ndan yardım ister ve İçişleri Bakanlığı Muallim Naci'nin eleştirilerinin yayımlanmasını engeller!

Evet, çok ilginç şeyler var o kitapta, ama "Kimlerdi Sezai Bey'i çileden çıkaranlar!" sorusunun yanıtı yok!

Page 81: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

80

Esendal Üstüne

İstanbul, 2 Mayıs 1983 Ne zaman Esendal'ın hikâyelerinden söz açılsa akla hemen Çehov gelir. Oysa

Esendal'ın Çehov'a benzeyişi sadece biçim bakımındandır, ruhsal durumları konuşma ve davranışlarla verişindeki ustalık bakımındandır, sadeliğe verdiği önem bakımındandır. (Bir konuşmasında, "Edebiyatı bilmediğimden, marifetsizliğimden sâde yazmışımdır. Bilsem öyle düpedüz yazar mıyım hiç?" diyerek tatlı tatlı dalgasını geçiyor.) Yoksa, Çehov gibi, "orta sınıfların, entelektüellerin ve küçük burjuvaların (...;) bütün ikiyüzlülüklerini, kokuşmuşluklarını, adiliklerini ve gülünçlüklerini ortaya çıkarmak" (Gramsci) gibi bir kaygısı yoktur Esendal'ın. Tersine, hep sevecenlikle, hep hoşgörüyle yaklaşır o insanlara.

Esendal, daha İttihat ve Terakki müfettişi iken (1908), köylüyü kentliyi yakından tanıma olanağını bulmuştur; bütün memleketi dolaşmış, halktan insanı "olduğu gibi" görebilmiştir. İdealize etme diye bir şey yoktur Esendal'ın hikâyelerinde. Bunun için çok iyi tanıdığı sıradan insanları çok da iyi anlatır.

Esendal'ın dili alabildiğine temizdir, durudur. Hikâyelerine deki konuşmalarda gerçek konuşma dilini bulursunuz; bunun için kısa ve özlüdür hikâyeleri. "Telgraf biçemi" denilen biçem' vardır Esendal'da.

"Kendi dönemindeki işlevi"nin büyük olduğu söylenen» Siyasal kişiliği ağır bastığı için hikâyeci kimliğini nerdeyse gizlemiştir. Ancak 1946'da CHP Genel Sekreterliği'nden ayrılarak kulesine çekildikten sonra kendini tümüyle edebiyat çalınmalarına verebilmiştir. Bunun için de usta bir hikâyeci olduğu çok geç anlaşılmıştır.

Esendal'ın hikâyeciliğimizde bir etkisi olduğunu sanmıyorum. Çünkü hikâyecilerimizin Esendal'ı gereğince tanıdıklarını sanmıyorum. Sabahattin Ali'yi, Sait Faik'i düşünerek söylüyorum bunu. Oysa Esendal hikâyeciliğinden öğrenilecek çok şey var Halkı idealize etmeden anlatmak, sadelik, kısa ve özlü ya-zış temiz ve duru bir dil, konuşma dilinin incelikleri...

Page 82: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

81

Salâh Birsel Türkçesi

İstanbul, 3 Mayıs 1983 Salâh Birsel eskiden de denemeler yazardı. Sözgelimi Şiirin İlkeleri tam otuz bir

yıl önce, 1952'de yayımlanmıştır. Salâh Birsel o kitabında, şiir üzerinde gerçekten düşünür; ele aldığı konuda bir düşünce gelişimi görürsünüz. Ne var ki o gerçek denemeler ilgi görmemiştir de son yıllarda "deneme" adı altında yayımlanan. yazıları şaşırtıcı bir ilgi toplamıştır. Nedeni açık: Okurlar, Salâh Birsel'in düşüncelerinden değil, "biçem" diyemeyeceğim, "deyişinden hoşlanmışlardır. Çünkü Salâh Birsel'in "denemelerin de artık bir düşüncenin geliştirilmesi kaygısı yoktur; Salâh Birsel, derlediği bilgileri, "Salâh Birsel Türkçesi"yle söylemekle yetinmektedir. "Salâh Birsel Türkçesi’nin Türkçeden gitgide uzaklaştığını, dahası, Türkçenin canına okumaya başladığını söylemenin, sanırım, sırası gelmiştir.

1 Mayıs 1983 günlü Milliyet Sanat dergisinde Salâh Birsel'in "Eleştiri" başlıklı bir "Edebiyat Söyleşisi" var. O yazıdan vereceğim örnekler "Salâh Birsel Türkçesi"nin niteliği hakkında bir fikir verebilir:

"avanta edip / şandellediği / bozaya kaptıran / onu da tartak- martak getirmiştir /yanşalak öğrenci / kakule / boyuna klasik alıştırır/yazımızın başına tornistan etmek / çatapanlığını /tızmatırıllığını / o Amerikalı günlükçü karı / Günlüklerinde cızırdatmamışlarsa, mektuplarında cızırdatırlar, /gustolu bir laf / Ûstyanı fasafiso menleredir. / Yazımızın sonunu (...) sözleriyle sulayalım ki..." J

Bunlar bir sayfalık yazıdan seçtiklerim. Salâh Birsel hoşlandığı için, ya da okurlar hoşlandığı için bu sözcükleri kullandığını söyleyebilir. Buna karşı, yazarın işi, "talep"e göre üretimde bulunmak değildir, dili geliştirmektir, denebilir; ama bundan da önce söylenecek şeyler var Salâh Birsel apaçık dil yan-lışları yapmakladır; sadece bu yazısından verilebilecek örnekler:

— "...Phoenix Parkı'ndan avanta edip..." diyor. "Avanta", "Anafor, beleş” demektir; bu tümcede yeri olmamak gerekir.

— "Kitabın, yazılışından 200 yıl sonra bile kendini etkilemiş olmasına büyük değer gösterir,” diyor. Türkçede, "değer biçmek, değer vermek” denir, ama "değer göstermek” denmez.

-Ne ki Woolf, zaman zaman, çağdaşlarına haksızlık yapmış olabileceğini de düşünür—” dedikten sonra, Woolf’un bir tümcesini çevirirken de "Ona haksızlık

Page 83: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

82

yapmış...” diyor. Türkçede "haksızlık yapmak” denmez, "haksızlık etmek" denir. — "...Henry Miller'ın Joyce'u oturtacak yer bulamadığını da şuracığa

kıstırmalıyız," diyor. Türkçe Sözlük’'de (Genişletilmiş 7. baskı, 1983), 705. sayfada şöyle yazar: "Kıstırmak: 1. iki şey arasında bırakarak sıkıştırmak: Parmağını kapıya kıstırdı. (...) 2. mec. Kaçamayacak bir duruma getirmek..." Salâh Birsel, "kıstırmak” sözcüğünü yanlış kullanmıştır.

— "Hayda maşallah, birinin telleyip pulladığını, bir başkası kolayca çamura yatırabilmektedir,” diyor. "Çamura yatmak”, "Borcunu ödememek" demektir (bkz. Ferit Develioğlu, Türk Argosu, Genişletilmiş 6. baskı, 1980, s. 70.) "Çamura yatırabilmek” denmez Türkçede, "çamura yatmak" denir.

Niçin böyle yazıyor Salâh Birsel? Bu özensizlik, Türkçeye bu saygısızlık neden?

Ben akla uygun bir neden bulamadım. "Acaba," dedim kendi kendime, "okurlardan öç mü alıyor; ‘’Size lâyık olan budur' mu demek istiyor?"

Page 84: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

83

Bir Şiir

İstanbul, 4 Mayıs 198 3 Tan seçkisinin Nisan sayısında Şavkar Altınel'in bir var "Ivan Turgenyev

Sürgünde", İlhan Berk, Somut'taki konuşmasında, Şavkar Altınel’den "portreler şairi" diye söz ediyor, Altınel'i sevdiği genç şairler arasında sayıyor. Güvenirim İlhan Berk'in şiir beğenisine; ne yazık ki benim Şavkar Altınel'den okuduğum ilk şiir, bu şiir.

Ne güzel şiir "Ivan Turgenyev Sürgünde"... Sanki "bir yerde" hep birlikte oturuyorsunuz; Turgenyev duyarsa ayıp olur diye Şavkar Altınel, alçak sesle kulağınıza fısıldıyor... (Olmadı. Hem "alçak sesle", hem "fısıldıyor" denmez; çünkü "fısıldamak" zaten "başkalarının duyamayacağı kadar alçak sesle konuşmak" demek.)

Şavkar Altınel'in şiiri şöyle bitiyor ...Rus olduğuna inanamazdı hiç kimse: Ne olursa olsun yükseltmezdi sesini. Ama taşırdı kirli bir sır gibi içinde Gizlice yoksul ve korkunç ülkesini. Şiiri sevdim, sevdim ya, söylemeden edemeyeceğim: "bir sır gibi" dedikten

sonra "gizlice" demenin ne gereği var. Şavkan Altınel çok iyi bilir Şiire, fazlalıklar atıla atıla varılır. Hani rakı için "Çoğu zarar" derler yo, bu söz asıl şiir için geçerlidir Sözcüklerin çoğu zarardır şiir için.

Page 85: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

84

Değişen Bir Şey Yok

İstanbul, 5 Mayıs 1983 Murat Belge, "Aydın Çevre Dedikodusu" başlıklı yazısında (18 Mart 1983

günlü Somut’ta) şöyle diyordu: "...Bugüne kadarki kişisel deneylerimden bildiğim, burada sanatçı bireylerin yalnızca birbirleri üstüne konuşmakla yetinmeyip, birbirlerini harcamak üzere birbirleri üstüne konuşmalarıdır, öyle ki, aşağı yukarı her 'sanatçı-aydın' bir 'kıyma makinası' gibi konuşur. Ama bu sanatçıları aşan bir genellemedir aslında. Bütün bir 'aydınlanmış çevre"nin ortak özelliğidir. Durmadan çekiştiririz birbirimizi...''

Bu günlerde Mehmet Rauf un Eylül’ünü (Murat Belge’nin Eylül üstüne ilginç bir eleştirisi vardır. Hangi dergide çıktığını anımsamıyorum şimdi.) yeniden okuyorum. (Hazırlayacağım bir kitap için; pek sevdiğimden değil!) Eylül 1900'de yayımlanmıştır, demek ki Aşk-1 Memnu ile yaşıt; benim okuduğum baskı, 1980 tarihini taşıyor, “sadeleştirilmiş yedinci baskı". (Dili artık anlaşılmaz hale gelen romanları günümüz Türkçesine aktarmak başlıbaşına bir sorun. Bu konuda ayrıca yazmaya değer. Selimi İzzet Sedes, “sadeleştirme" adına mahvetmiş Eylül’ü. Bir de o dizgi yanlışları! Rezalet!)

Mehmet Rauf, Murat Belge'nin yazısından 83 yıl önce yayımlanan romanında, şöyle diyor aynı konuda: "...Her görüştüğünle müthiş bir rekabet, bir mücadele, bir düşmanlık. Hiçbir el sıkmazsın ki, mümkün olsa seni bir çukura itmiyeceğine emin olasın. Yalan, gizlilik, kendini beğenmişlik, hodgâm Bu aç kurdun elinde bütün güzler bulanmış; herkesin muvaffakiyeti öbürlerinin ayaklar altında ezilmesine bağlı imiş gibi çekememezlik, bir kin, kimse kimseyi beğenmez, üstünden başından tutunuz da söylediği Fransızcaya kadar her şey alay için bir bahane olur. Zaten hep sahtekârlıktan ibaret olan bu paskal yüzünden göz dudağa, dudak çeneye güler. İğrenç bir şey hâsılı." (s.52)

Görülüyor Değişen bir şey yok. Hani kimi konularda gelenek yokluğundan yakınırız ya, "aydın çevre dedikodusu" konusunda esaslı bir geleneğimiz var, haksızlık etmeydim. Murat Belge, çareyi "varolan sanatsal ve entelektüel ürün dünyasının kendi içsel değerlilik hiyerarşisinin birtakım nesnel ölçütlerle sağlam bir şekilde" (Ne Türkçe!) kurulmasında buluyor. Sanı yorum, "Bu 'kıyma makinesi' daha uzun süre çalışmaya devam edecek," demek istiyor. Haklı galiba.

Page 86: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

85

Eylül"e ve Mehmet Rauf'un İntihar Girişimine Dair

İstanbul, 6 Mayıs 1983 Eylül, gerçekten ilginç bir roman. Hep 'Türkçede ilk başarılı ruh çözümlemesi

romanı" derler Eylül için. Bence de öyle. Sözgelimi Aşk-ı Memnu'da ruh çözümlemelerinin roman kişilerinin somut durumlarından hareketle değil de kitaplardan edinilmiş bilgilerle yapılmış olduğu izlenimini edindiğiniz sayfalar vardır; oysa Eylül'de Necib'le Suad'ın ruhsal durumları büyük bir başarıyla anlatılmıştır. Bu başarıda yaşanmışlığın payı olsa gerek diye düşünmemek elde değil. Gerçekten de öyleymiş. Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat Anıları'nda (Rauf Mutluay'ın günümüz Türkçesine aktardığı 1975 baskısı, s. 142), şöyle diyor "Rauf, gene aynı konuşmada (Mehmet Rauf, aşklarını bir gazete yazarına anlatmış. - FN) Eylül romanına esin olan duygularına da hiç değinmedi. Sevgili bir ölünün sevgili anısına saygı, benim için bir borç. Bu noktayı da sessizlikle geçiştirmeyi zorunluk sayıyorum."

Cevdet Kudret Hoca da Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman’ın birinci cildinde (Varlık Yayınları, 1965, s. 205) Halit Ziya Uşaklıgil'den bir alıntı yapıyor "Mehmet Rauf büyük ve küçük hikâyelerinin hemen hepsinde kendi şahsiyetinden tecerrüd edememiştir, daha ziyade tecerrüd etmeğe lüzum görmemiştir." (Cevdet Kudret Hoca'nın Eylül özetinde küçük bir yanlış var: "...Bir gün dayanamaz, Suad'ın eldiveninin bir tekini çalar(Necib çalıyor. - FN). Sonunda hastalanır, humma nöbetleri arasında hep bu eldiveni sayıklar. Suad bunu öğrenince eldivenin öbür tekini de verir..." Oysa Suad, eldivenin tekini o zaman değil, romanın bitmesine birkaç sayfa kala verir. Belki bir edebiyat öğretmeninin Eylül"ü ödev olarak vereceği bir öğrenci, okumak zahmetine katlanmamak için, konunun özetini o kitaptan kopya çeker de başı belâya girer diye belirtiyorum bunu.

Necib, Eylül"de, sık sık intihardan söz açar. Romanın sonunda Suad'la birlikte yanarak ölüşü de bir intihardır. Romanlarında "kendi şahsiyetinden tecerrüd edemeyen" Mehmet Rauf, belki de roman kahramanının etkisiyle, bir kez intihara kalkışmış: Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat Anılan" nda anlatıyor. Mehmet Rauf, Büyükada'da "zarifliği, güzelliği, serüvenleriyle ünlü bir hanımefendi"ye âşıkmış. Bir gün Hüseyin Cahit okulda çalışırken bir mektup

Page 87: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

86

getirmişler: Mehmet Rauf, intihara karar verdiğini yazıyormuş. ("Gerçekten intihar edecek adam mektup yazarak bunu bildirir mi?" diyeceksiniz. Haklısınız.)' Hüseyin Cahit adamakıllı telâşlanmış, hemen Reji'ye, Halit Ziya Uşaklıgil'e koşmuş. Gözyaşları içinde. "Birlikte Ada'ya koşmağa karar'' vermişler. Üst yanını Hüseyin Cahit şöyle anlatıyor "Yanımıza başka dostlar da aldık mı hatırlayamıyorum! Yalnız gözümün önünde bütün açıklığıyla, Rauf un karyolada; darmadağınık bir durumda yatışı var. Küçük yatak odasının kapısını zorlayıp da içeri girdiğimiz vakit onu kendinden geçmiş bir durumda bulmuştuk. Ortada bir mangal duruyordu. Ve içindeki ateş artık kül olmuştu. Hemen pencereyi açtık. Rauf ölmemişti. Kurtuldu." Kıssadan hisse: İntihar etmeden önce bir dostunuza mektup yazmayı, hele bunun dostunuzun eline tam zamanında geçmesini sağlamayı zinhar ihmal etmeyesiniz!

Page 88: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

87

Kafiye Yüzünden Fahriye Ablayı Erzincanlı’ya Verdiler

İzmir, 8 Maya 1983 Yıllardır böyle: Bodrum'a giderken iki gün kalıyorum İzmir'de. Dostlarla

birlikte Urla'da, Çeşme'de, ya da İzmit'in güzel bir lokantasında ("Lokantasında", çünkü doğru dürüst "meyhane" yoktur İzmir'de.) kafaları çekip sohbet etmenin ayrı bir tadı var. Bu kez o iki günün tadını tam çıkarabildiğimi söyleyemem: Doktorlar iki ay içki yasağı koydular.

İzmir'deki Kitap Fuarı'ndayız. Fazla rağbet yok. "Ankara'yı görecektin!" diyorlar. Şöyle bir dolaştıktan sonra Erdal Öz'ün Can Yayınları standında, Erdal'ın merdivene serdiği kâğıtların üzerinde oturuyor, çaylarımızı içiyoruz. Erdal Öz’le şiirden konuşuyoruz. Erdal Öz, 12 Mart dönemindeki tutukluluk süresinde, belleğinde kalmış şiirleri nasıl kâğıda geçirdiğini, Ahmet Muhip Dıranas'ın "Kar" şiirinin sondan ikinci dizesini bütün çabalarına karşın bir türlü anımsayamadığını, bu dizeyi ancak salıverildiği gün, hapishane kapısının dışında birdenbire anımsadığını anlatıyor. “O anda bu dizenin de tutuklu olduğunu, benimle birlikte özgürlüğüne kavuştuğunu düşündüm," diyor.

Kitap Fuarı'ndan çıkıyoruz. Büyük Yamanlar'a ve Karagöl'e doğru yola çıkıyoruz. Birden "Fahriye Abla"nın iki dizesi takılıyor dilime:

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya. En sonunda varmışsın bir Erzincanlı’ya. Niçin "Erzincanlıya" varmış Fahriye Abla? Nedeni açık 'Delikanlı'' sözcüğüne

kafiye bulmak zorunluluğu! Başka kime varabilirdi Fahriye Abla? O şiirin yazıldığı yıllarda Adıyaman diye bir il olmadığına göre ancak bir Vanlı’ya! Vanlının başına iki heceli bir sıfat bulunca 13 hece tamamlanıyor: Yaşlı Vanlı, zengin Vanlı, sarhoş Vanlı...

Ahmet Muhip Dıranas, sıfatlarla uğraşmamak için. Fahriye Abla'yı Erzincanlı’ya vermiş. Böylece edebiyatımızda ilk kez bir kadın, kafiye yüzünden, bir Erzincanlıyla evlenmek zorunda; kalıyor.

Page 89: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

88

"Polonya'da Bir Kuş Var‘

Bodrum, 21 Mayıs 1983 Bodrum'a pazartesi günü geldim. Hava berbat. Soğuk. Arada bir yağmur

yağıyor. Dün, akşama doğru, Raşit’in kahvesinin sandalyeleri oturulabilecek gibi değildi. Sonra yağmur durdu; sandalyeleri, masaları birer birer kuruladılar. Az sonra oturacak yer kalmamıştı.

Eve döndüm ve İstanbul'dan İzmir'e kadar, otobüste, aşağı yukarı yarısını okuduğum Polonya’da Bir Kuş Var'ı bitirdim. Romanın gerçek adı Avrupa Eğilimi; bu ad, Türk okurları için çekici bir ad değil, dahası, ticari sakıncası olan bir ad, itici bir ad, ama yayınevinin koyduğu adın da romanla bir ilgisi yok.

Sartre, Avrupa Eğilimi için, "direniş üzerine yazılmış en iyi roman” demiş; iyi roman, sürükleyici roman, insancıl roman, ama Sartre'ın yargısı epey abartılı geldi bana.

Romanın hangi yıl yayımlandığı belirtilmiyor; ama Romain Gary bu romanıyla 1945 yılında Eleştirmenler Ödülü'nü aldığına göre yayım tarihini anlamak mümkün. Biliyorsunuz, Romain Gary 1960’da intihar etti. ('İntihar etti" karşılığı olarak "canına kıydı" diyorlar; ne zaman "canına kıydı" dense aklıma hep o bayağı türkü geliyor. "Esmerim kıyma bana". Bunun için şimdilik "intihar" demeyi sürdüreceğim.) Romain Gary, on dört yaşındaki roman kahramanı Janek'i şöyle düşündürüyor: "...Yalnız bir ara, gece yansına doğru öleceğini düşündü. Nasıl ölündüğünü bilmiyordu. Kuşkusuz ölüme hazır olduğu zaman ölürdü bir insan; ancak da çok mutsuz olduğu zaman hazır olurdu ölüme. Belki de yapacağı bir iş kalmayınca ölürdü. Bir insanın gideceği başka yol kalmayınca seçeceği bir yoldu bu. Ama Janek ölmedi. Yüreği delicesine çarpıyordu. Ölmek, yaşamaktan daha kolay değildi."

Bunlar, on dört yaşındaki bir çocuğun düşünceleri değil/ belli, romancının düşünceleri, ama ilginç düşünceler. Romain Gary'nin, bu romanı yazdıktan 35 yıl sonra intihar etmesi, insanı daha bir etkiliyor. "Bir insanın gideceği başka yol kalmayınca..."

Roma in Gary'nin bizi yakından ilgilendiren gözlemleri var: "Öğrencilerin davranışlarının kahramanca olduğu kesinlikle; kabulleniliyor (Direnişçilerce. -

Page 90: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

89

FN) ama acelecilikleri eleştiriliyor, çok kez de akıldan çok duygularının sesine uyarak yaptıkları eylemleri yüzünden suçlanıyorlardı."

1945 yılında "içtenlikle, yüreklilikle" direnişçilerin saflarına katılmak isteyen genç bir Alman askerinden söz açmak, sonra da sırf Alman olduğu için direnişçilerin ("Çünkü öç alma duygusu yüreklerimize işlemişti.") bu Alman askerini kurşunladıklarını anlatmak, yürek isteyen bir romancı tutumu.

Romanın sonunda Janek'le Zosia'nın üç yaşında bir oğulları olduğunu öğreniyoruz. Düşünüyorum da bizim romancılarımızın çoğunun "ahlâk" anlayışı Janek'in Zosia ile evlenmesini kabul edemezdi, ikisinden birine bir mermi isabet ettirir, işin içinden sıyrılırlardı!

Romain Gary ne anlıyor Avrupa Eğilimi'nden? Şunları: "Ama sonunda şu ünlü Avrupa eğitimi, size hiçbir şey yapmayan, patenleriyle buzların üzerinde oturmuş, kafasını önüne eğerek olacaktan bekleyen bir adamı öldürmeniz için gereken nedenleri, değerli gerekçeleri ve cesareti öğretiyor."

Sevgi Tamgüç'ün çevirisi başarılı. Özellikle zaman zaman birtakım deyimleri çok ustaca kullanmış. Okuyun Polonya'da Bir Kuş Var"ı, bunca acıya karşın sonunda siz de Dobranski'ye hak vereceksiniz: "Umudunu yitirmiş sanat yoktur, umutsuzluk yalnızca yetenek yetersizliğidir."

Page 91: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

90

"Fenn-i Şiirin Irzı..." Bodrum, 18 Mayıs 1983 Yazacağım kitabın genel planının taslağını yapmaya çalışıyorum. Bir yandan

da divan edebiyatımızdan düzyazılar okuyorum. Lâtifi, (Doğum tarihi bilinmiyor; 1582' de ölmüş.) Meşa- ir-i-üş-şuara adlı "tezkire"sine yazdığı "dibace"nin ("önsöz") ilk paragrafında şöyle diyor: "Ve gerçi zamanede şair ve müteşair (şairlik taslayan) fark olmayıp ve ehl olanlar naehlden (ehil olmayan) imtiyaz (üstünlük) bulmayıp fenn-i şiirin ırzı bozulmuştur ve meydan-ı suhan (söz meydanı) bihude (işe yaramayan) şair ve düzd-i bîmüzd (ücretsiz hırsız) ile dolmuştur. Amma bu taife birkaç kısımdır..." Ve şair taifesinin kısımlarını anla-tıyor.

"Fenn-i şiirin ırzı bozulmuştur." Yaman adammış Lâtif!! Geceleri erken dönüyorum eve. Ahmet Haşim'in şiirlerini yeniden okumaya

başladım. Bir de Doğan Hızlan'ın Bodrum'a getirdiğim kitabı var elimde: Yazılı İlişkiler.

Page 92: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

91

"Yazılı İlişkiler"

Bodrum, 21 Mayıs 1983 Doğan Hızlan'ın Yazılı İlişkiler'ini bitirdim. Kitapta 1960-1982 yılları arasında yazılmış 79 yazı var. Bunların üçü ("Şiir

Kuramı Üzerine", "Gelenekten Yararlanma", "Toplumcu Gerçekçi Şiirde Klişeleşme mi Başlıyor?") dışındaki yazılarda 21 şairle 13 yazarın eserlerini inceliyor Doğan Hızlan; şairlerden ikisinin (Yahya Kemal'le Salâh Birsel'in) şiir kitapları özerine değil, düzyazıları üzerine yazmış. Ben yazarların daha da az olacağını sanıyordum; çünkü Doğan Hızlan bir şiir eleştirmenidir. Nitekim bakmayın yazar adlarının bolluğuna; o yazılar fazla ağırlığı olmayan yazılar; Sait Faik üstüne. Yaşar Kemal'in İnce Memat i üzerine yazdığı yazılar ilginç. Adalet Ağaoğlu'nun Sessizliğin İlk Sesi adlı hikâye kitabı üzerine yazdığı yazı ilginç; ama öteki yazılar, genellikle yüzeysel yazılar.

Doğan Hızlan için "şiir eleştirmenedir, dedim. Gerçekten de şiir üzerine yazdığı zaman Doğan Hızlan'ın eleştirileri bir saptama ve değerlendirme zenginliği taşır.

Yazılı İlişkiler'de başköşe, Behçet Necatigil'in; Doğan Hızlan, 46 sayfa ayırmış Necatigil'e; yani kitabının aşağı yukarı yüzde 17'sini. Bu sayfalarda dokuz yazı var Necatigil üzerine; bunlardan biri Necatigil'in şiir üzerine düşüncelerini kapsayan Bile/yazdı üzerine, ikisi de Necatigil'in radyo oyunları üzerine. Ama Doğan Hızlan, Necatigil'in radyo oyunları üzerine yazarken, "Radyo oyunları bütün bağımsızlıklarına karşın, şiirlerinin düzyazıyla bir açıklamasıdır." (s. 104) demeyi ihmal etmez. "Türk Şiirinin 'Saklı Su'yu" başlıklı yazı, Necatigil üzerine yazılmış en doyurucu yazılardan biridir. Bir tümcede bütün Necatigil şiirini anlatabiliyor Doğan Hızlan: "Dize şairi değildir Necatigil, bir şiir bütün bir imajdır onda." (s. 113) Yaz Dönemi’ni eleştirirken şöyle diyor: "Önceden 'Evler'in bir köşesine çekilen, topluluğa karışmayan ama buna karşın o köşeden sevgiyle bakan Necatigil o tavrını atıyor, o köşede yabancılaşmaya uğrayan bir varlık kazanıyor, bu davranışım bilinçli bir küskünlüğe kadar götürüyor. Böylece de değişmeyen biçim ve şiir kurma tekniklerinin yanısıra, dünya görüşü yeni bir açı kazanıyor." (s. 91) Son bir alıntı: "Necatigil'in şiiri; yaşamın seyir defteridir." (s.

Page 93: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

92

.103) Bu tümce, 1979'da yazılmış bir yazıdan. Doğan Hızlan, Dağlarca üzerine yazdığı iki yazıda Dağlarca'nın çok önemli

iki özelliğini saptıyor "Bir Orhan Veli değerlendirmesi Türk şiirinin bir dönemine ışık tutabilir, ama Dağlarca değerlendirmesi sonucunda varılanlar, belli bir edebiyata değin olmaktan çok; özgün, kişisel değerler ortaya koyar." (s. 65) "Gerçekten de Türk şiirinde Dağlarca, etkilenmeyen ve bu ölçüde de etkilemeyen seyrek örneklerdendir." (s. 67) Doğan Hızlan'ın kitabını okurken bir yandan da Yahya Kemal'in Mektuplar, Makaleler adlı kitabını okuyordum; Doğan Hızlan'ın Dağlarca hakkındaki yargıları ile Yahya Kemal'in Şeyh Galip hakkındaki yargısı çakışıyor "Bir nev'i şâirler ilk gelir, çığır açar, Shakespeare gibi. Bir nev'i şâirler açılmış bir çığıra şâşaalı bir hâlime verir, Racine gibi. Lâkin bir nev'i şâirler Şeyh Galibin fahriye tarzında 'Ben açdım o güncü ben tüketdim' dediği gibi san'atlarına hem mebde, hem de müntehâ olurlar." (s. 123)

Doğan Hızlan'ın Metin Eloğlu üzerine yazdığı üç yazı Eloğlu'nun dünyasını, şiir dilini çok iyi açıklar "Eloğlu'nun şiirini -içeriğini ve biçimini- iki aşamada incelemek gerekir. (...) Birinci dönemin Eloğlu'su işlek bir İstanbul Türkçesi kullanır... İkinci dönemin Eloğlu'su ise dilin kaldırabileceği dirençten çok dile yaslanmıştır. Artık dilin kuyumculuğu; özün, içeriğin okuyucu tarafından anlaşılmasını adamakıllı engellemiştir." (s. 186) 'Toplumsallıktan toplumculuğa uzayan yol üzerinde toplumculuğa varamamış bir şairdir... Şiiri biçim bakımından hesap kitaplı, tasarılı bir poetikaya sahip değildir, içeriğe özenden biçim çok zaman payını alamamıştır.'’ (s. 189) "İnsan sevgisinin sıcaklığı fırından yeni çıkmış ekmek gibidir. Her dizede dumanı tüter. Bundan değil midir insanın aşağılanmasını insanın yok sayılmasına ve haksızlığa uğramasına cin ifrit silmesi." (s. 193)

Doğan Hızlan'ın Edip Cansever hakkındaki yazıları da çok ilginç. Daha 1964'te yazmış şu satırları: “Şair çoktandır belleklerde yer eden dize alışkanlığına karşı geliyordu. Bu dava oldukça önemliydi, böylece kullanılan öz, bir yerde topak olup kalmıyor, bütün şiire yayılıyordu, işte Cansever'in biraz yoğunlaşmamış gibi görünen şiir düzenini bu açıdan değerlendir gerekir." (s. 198) "Ayrıntının şairi olduğunu sezinletir. Onun tedirginliğini, yalnız gezerliğini avarelikle eş tutamayız. Bir arayışın yalnızlığıdır... Cansever'in şiirleri, şairin kendiyle sürdürdüğü soruşturmanın ürünleridir." (s. 200) "Cansever'in şiirinin bunca etkileyici olmasında insan zaaflarını işlemesinin de yadsınmaz bir payı var." (s. 201) "Cansever'in şiir kavramının belirgin bir niteliği, onda düzyazı ile şiirin bir odakta bir bileşkeye ulaşmasıdır." (s. 202)

Ece Ayhan gibi tadına varılması oldukça güç bir şair hakkında da çok başarılı üç eleştirisi var Doğan Hızlan'ın; "Şimdiye kadar onun için yazılanlarda önemli bir yanını, cinsel temaları, ondaki bu temayı işleyişini hiç mi hiç söz konusu etmediler." (s. 232) diyor ve Ece Ayhan'ın biçim ustalıktan kadar "cinsel temaları" üzerinde de, eski bir sözcükle söyleyeyim, "vukufla duruyor.

Şiirle bunca içli dışlı olan Doğan Hızlan'ın Orhan Veli, Cemal Süreya, Turgut Uyar, İlhan Berk gibi şairlerden söz açmayışı yadırgattı beni. Niçin?

Page 94: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

93

Bir de kimi şairlerin bir dönemlerindeki özelliklerini vurguluyor, o şair şiirini değiştirmiş olsa bile, o şair hakkında sonradan yazdığı yazılarda bu değişikliği belirtmiyor. Bir örnekti 1967de Melih Cevdet Anday hakkında yazdığı bir yazıda, "Şiirin (...) toplumcu bir işlevi mutlaka taşımasını, (...) benimserseniz, şiirde bundan yanaysanız Melih Cevdet Anday’ı Çok seveceksiniz." (s. 79) diyor. Anday’ın şiiri için bugün böyle bir şey söylenebilir mi? Doğan Hızlan, 1978'de, 1981'de yeniden yazmış Anday için, ama o konuya değinmemiş.

Doğan Hızlan, eleştirilerinde zaman zaman duygularına kapılıyor; bu da onu yanlış yargılara sürüklüyor. Bir örnek: "İstiklâl Savaşımızın şiirini en duygulu ve en ustaca o (Dağlarca. - FN) yazmıştır." (s. 68). Sormak gerek Doğan Hızlan'a: Bu yargıya varırken Nâzım Hikmet'in Kurtuluş Savaşı Destanı'nı okumamış mıydı? Şu iki yargıya katılmak mümkün mü: "Behçet Necatigil adı son yarım yüzyıllık şiirimize damgasını vuran şairlerin başında gelir." (s. 108) ve "Eloğlu adı Türkçeyi yücelten, şiir dilini kuran adların başında anılacaktır." (s. 190)

Yazılı İlişkiler'de Doğan Hızlan'ın genel tutumu açıkça belli oluyor Bütün sanat eserlerine sevgiyle, hoşgörüyle yaklaşıyor, önce sadece sevdiği eserler üzerine yazdığını düşünüyorsunuz, ama, dikkatle okuyunca pek o kadar sevmediği eserlerde de ne yapıp yapıp sevecek, beğenecek bir şeyler bulmak için ça-baladığını görüyorsunuz. 283 sayfalık kitaptaki bunca yazı içinde genel tutumuna aykırı düşen bir tek yazı var: Güngör Dilmen için yazdığı "Mitos'tan Yararlanış ve Kişilik"'adlı yazı. O yazıda bile gene Doğan Hızlanlığını göstermiş, bütün yergilerine karşın, "Dilmen'in diyaloglarındaki akıcı, sağlam dile çok az rastlarsınız Türk tiyatro yazarlarında. Kurgusunu, gerilimini ustaca bir sözcük seçimiyle yürüttüğünü ekliyeyim," demiş (s. 215)

Doğan Hızlan, Yazılı İlişkiler'de, pek üzerine basmadan, bence çok önemli olan, bugünlerde hep üzerinde düşündüğüm bir soruna şöyle bir değinip geçiyor. O sorundan yarın söz açarım.

Page 95: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

94

"Kendi Geleneğimizin özgün Sesi

Bodrum. 22 Mayıs 1983 Doğan Hızlan, Yazılı İlişkiler'deki altı yazısında "şiir geleneği konusuna

değiniyor. Gerçekten de değinmekle kalıyor, Geliştirmiyor düşüncesini; oysa, bence. Yazılı llişkiler'in en önemli yanı, "kendi geleneğimizin özgün sesi”ne dikkati çekmesi. Doğan Hızlan'ın değinmeleri, şiirimiz için çok yararlı olacağını sandığım tartışmalara yol açabilir, açmalıdır.

Doğan Hızlan, Külebi'nin Yangın adlı şiir kitabından söz açarken şöyle diyor "Folklorun şiire düşman olmadığını kanıtlayan şiirlerin başını Külebi çekiyor. Her malzemeyi bilinçli kullanmanın, çağdaş şiiri bilmenin folkloru da dost kılabileceğini gösteriyor. (...) Kendi geleneğimizin özgün sesini modern bir biçimde okumayı kim istemez?" (s. 138) Bunları 1960'de yazmış; Külebi üzerine 1987de yazdığı bir yazıda da şöyle diyor. "Halk kültürünün ayrılmaz öğeleri onda öylesine modern bir elbiseye bürünür ki, kaynaktaki ilk durumu belirsizleşir." (s. 139)

Doğan Hızlan, Hilmi Yavuz için yazdığı yazılarda da aynı, konuya değiniyor; ne var ki bu kez yararlanılan kaynak halk şiiri değil, divan şiiridir "Şair; klasik şiirimizin, şiir geleneğimizin yaşayan yanlarını saptamada gösterdiği isabeti şiirlerinde çok iyi değerlendiriyor." (s. 257) Bunları 1978'de yazmış; şunları da 1982'de: "...Hilmi Yavuz'un geleneğin yaşayan yanlarını kullanışını çağdaş bir gelenekçilik olarak niteliyorum. (...) Şiirimizin serüvenini bilmeyen birinin iyi şair olamayacağı kanısındayım. Bu gerçeğin en iyi örneği Hilmi Yavuz. (...) Divan şiirinin esintisi var bu ürünlerde." (s. 259,260)

Doğan Hızlan, Kemal Özer'in şiirini incelerken, 1968'de, şöyle diyor "Eski şiirin biçimlerinden yararlanır, ölçü-uyak onu engelleyen birer kalıp değil, ona çalışma olanağı hazırlayan disiplinlerdir. Kemal Özer'in bu düşüncesinde ne kadar haklı olduğu, yıllardan sonra daha iyi anlaşıldı." (s. 250)

Ve nihayet "Gelenekten Yararlanma" başlıklı yazısında (1968) şöyle diyor: "İncelemecilerimiz ve sanatçılarımız bir yanılgının içinde bocalamaktadırlar. Divan edebiyatı şöyledir, halk edebiyatı böyledir demektedirler. Aynı yıllarda yazılan, aynı dönemin dünya görüşünü taşıyan bir edebiyat bütündür. İki

Page 96: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

95

edebiyat geleneğinin arasında birtakım ayrımlar bulunur. Ama ikisini birbirinden çok ayrı, hatta kimi yerde birbirine karşıtmış gibi göstermek pek gerçeği yansıtmasa gerek." (s. 278- 279)

Önce, son yazıdaki, halk edebiyatı ve divan edebiyatı için "bir bütündür" yargısının önemini belirtmek gerek. Büyük bilim adamı Pertev Naili Boratav da aynı şeyi söylüyor: "Halk edebiyatı ile divan edebiyatını bir bütün sayıyorum. (...) Aslında halk şairleri de divan şairleriyle aynı şeyleri söylemişlerdir. Onun için ayırmıyorum." (Folklor ve Edebiyat 7, 1982 Adam Yayınları, s. 459, 460. II Eylül 1970"te Cumhuriyet'te yayımlanan konuşmadan.)

İstanbul'dayken, bu konudaki düşüncelerimi, bir şiirin adından esinlenerek, "Sesini Kaybeden Şiir'' başlığıyla yazmaya başlamıştım; yazıyı tamamlayamadan İstanbul'dan ayrıldım. O konuyla ilgili bütün notlarım da İstanbul'da. Kısaca şunları söyleyebilirim: XIX. yüzyılda başlayan Batılılaşma hareketleri edebiyatımızı da etkilemiş, bu arada şiirimizin içeriğini de, biçimini de değiştirmiştir. Tanzimat ve Edebiyat-ı Cedide döneminin şairleri, şiiri yenileştirmişlerdir, bir yığın toplumsal sorun şiire girmiştir (Namık Kemal ve Tevfik Fikret'i anımsamak yeter), ama yazılan şiirin yazınsal düzeyi önceki şiirin yazınsal düzeyinin-çok altındadır ve artık şiir "geleneksel ses"ini yitirmiştir. Yahya Kemal'in büyüklüğü, "bize ait lirizmin esası olan bu sesi" (Tanpınar) bulmasındadır. Yahya Kemal, şiirinde Tanzimat'la başlayıp Edebiyat-ı Cedide ile süren "kopuş" sonra, yetmiş-seksen yıllık bir süreden sonra, "bu sesi yeniden bulmuş ve iki zamanı birleştirmiştir." (Tanpınar). Tanpınar, sadece Yahya Kemal'i anıyor; oysa Ahmet Haşim de son dönem şiirleriyle aynı "ses"i yakalamıştır. "Aruzla yazıyorlardı da ondan!" denemez; çünkü Tanzimat şairleri de, Edebiyat-ı Cedide şairleri de aruzla yazıyorlardı. Aynı "ses"i Nâzım Hikmet özgür koşukla yazdığı şiirlerde yakalamıştır; "Şeyh Bedreddin Destanı"nda ve daha birçok şiirde. (Ne var ki Nâzım Hikmet Türkiye'den ve Türkçeden ayrıldıktan sonra yazdığı birçok kötü şiirin yanı sıra zaman zaman yazdığı o çok güzel şiirlerde ar-tık yeni bir şiir dili ardındadır; "geleneksel ses"ten kopmuştur).

Şiirimizin özgün sesi, Ahmet Haşim'den, Yahya Kemal'den geçerek Ahmet Muhip Dıranas'ta, Ahmet Hamdi Tanpınar'da sürmüştür. Ahmed Arif de halk şiirimizin sesini kendi şiiriyle yoğurmuş, Nâzım'ın sesinin etkisini taşımayan toplumcu bir şiir yaratmıştır.

"Kendi geleneğimizin özgün sesi"ni yeni şiirde sürdürmek, şiirin geniş okur yığınlarına ulaşması bakımından çok önemli. Oysa Garip Hareketi bu "ses"e karşı bir hareketti. (Sonradan Garip şairleri değiştiler, geliştiler, yanılgılarından kurtuldular; o, ayrı.) İkinci Yeni hareketi de öyle.

Doğan Hızlan'ın kitabıyla eleştirel alanda gündeme gelen sorunun bilincinde olan iki şairimiz var: Hilmi Yavuz ve Attilâ İlhan. Onlar, "kendi geleneğimizin özgün sesi"nin önemini biliyorlar ve bilinçli olarak şiirlerinde kullanmak istiyorlar. Başarıp başaramadıkları, ayrı sorun.

Page 97: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

96

Ahmet Haşim'in Söz Dağarcığı

Bodrum. 25 Mayıs 1983 Asım Bezirci titiz bir çalışma ürünü olan Ahmet Haşim adlı incelemesinde,

şöyle diyor "Haşim'in sözcük dağarcığı ufaktır Bütün şiirlerinde geçen sözcüklerin sayısı 1446'dır. (Bu sayıyı, Alâaddin Ergun'un 'Ahmet Haşim'in Şiir Lügati' adlı tezinden almış. - FN) Firdevsi’nin 8300, Fuzuli’nin (yalnızca gazellerinde) 4000, Orhan Veli'nin 3945 sözcük kullandığı tespit edilmiştir Onlara oranla Haşim'in yoksulluğu ortadadır.’' (Üçüncü baskı. Gözlem Yayınları, 1979,s.90) Gerçi Asım Bezirci, Ahmet Haşim'in bu öğelerle "her seferinde ayrı bir birleşim kurduğunu, tekrarcılığa düşmediğini" de söylüyor, "Bu da onun hayal ve yaratış gücünün üstünlüğünü gösterir." diyor, diyor ya, Haşim'in kullandığı sözcük sayısıyla Orhan Veli'nin kullandığı sözcük sayısını karşılaştırmaktan da geri kalmıyor.

Mehmet Fuat da aynı şeyi yapıyor "Ahmet Haşim'in çok küçük bir sözlüğü vardır. Şiirlerinde kullandığı sözcükleri sayanlar, sözlüğünde 1446 sözcük bulunduğunu söylüyorlar (...) ...bu gibi şeylere önem vermeyen, gönlünce şiir söyleyen bir Orhan Veli'nin bile 3945 sözcükle şiir yazdığı düşünülürse, Haşim'in bu alanda özel bir durumu olduğu anlaşılır." (Ahmet Haşim. 1977, s. 27)

Firdevsi’yi, Fuzuli'yi geçelim; ama Haşim'le Orhan Veli’nin sözcük dağarcığı bakımından karşılaştırılması üzerinde durmak istiyorum.

Ahmet Haşim'in Bütün Şiirler’ini Asım Bezirci baskıya hazırladı. Can Yayınları arasında yayımlanan kitabı bugünlerde tekrar tekrar okuyorum. Ahmet Haşim'in iki şiir kitabına, Göl Saatleri (1921) ile Piyale (1926) aldığı şiirlerin toplamı, 64. Serbest müstezatlarındaki tek sözcükleri de dize sayarsak bu 64 şiir, 1016 dize ediyor; bunlara bitmemiş üç şiirindeki 10 dizeyi de eklersek ediyor 1026 dize. Haşim'in kitaplarına almadığı 24 şiiri var; Asım Bezirci'nin hazırladığı kitaba aldığı bu 24 şiirin dize sayısı, 410. Böylece Ahmet Haşim'in yayımlanmış bütün şiirleri, 1436 dize ediyor.

Yanımda Orhan Veli'nin Bilgi Yayınevi'nce basılmış Bütün Şiirleri' var. Bu kitabı da Asım Bezirci baskıya hazırlamış; yayın tarihi, 1975. (Yanımda bu baskının bulunduğunu özellikle belirtiyorum; çünkü Asım Bezirci'nin hazırladığı kitabın yeni baskıları Can Yayınları arasında çıkıyor; titiz ve sabırlı bir araştırmacı

Page 98: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

97

ve iyi bir eleştirmen olan Asım Bezirci belki Orhan Veli'den yeni şiirler bulup bu baskılara eklemiştir.) Elimdeki baskıda Orhan Veli’nin şiirlerinin sayısı (174 dizelik "Destan Gibi"yi de tek şiir sayarsak) 176'yı buluyor. Şimdi bu sıcakta Orhan Veli’nin şiirlerinin dize sayısını hesaplamaya hiç mi hiç niyetim yok; ama Orhan Veli'nin dize sayısının, aşağı yukarı, Haşim'inkilerin iki katı olduğu söylenebilir, sanıyorum. Bu, bir. Orhan Veli, belli bir amaç için, "nasır" gibi birçok sözcüğü şiiri'ne sokarak söz dağarcığını zenginleştirmiştir. Bu, iki. Orhan Veli, gene belli bir amaç için, konuşma dilindeki deyimleri şiire sokarak söz dağarcığını bu yoldan da zenginleştirmiştir. Bu, üç. Bunun için, Ahmet Haşim'in söz dağarcığıyla Orhan Veli'nin söz dağarcığını karşılaştırmak, bence, yanlıştır.

İlle bir karşılaştırma gerekiyorsa, Haşim'in söz dağarcığını şiir sayısı 76'yı bulan ve Haşim gibi sınırlı konuları işleyen Ahmet Hamdi Tanpınar'ın söz dağarcığıyla karşılaştırmak daha anlamlı olur, sanıyorum.

Page 99: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

98

"Mevsimler Kısaldı, Yıllarda’

Bodrum, 26 Maya 1983 Geçen yıl, yaz başlangıcında, bir tümce takılmıştı dilime, bir dize gibi, bir

türkü parçası gibi tekrarlayıp duruyordum: "Önümüzde uzun bir yaz var..Yaz, güz açıp kapayıncaya kadar geçti. Ve ben, bu kez, Tanpınar'ın bir dizesini (bir sözcüğünü değiştirerek) tekrarlamaya başladım: "Ne çabuk geçti bütün yaz..."

Melih Cevdet Anday, bir şiirinde, "Günler kısaldı, mevsimler de" diyordu. (O şiirden bir bu dize kalmış belleğimde. Ekleyeyim: Belleğimde kaldığı gibi yazıyorum) Ben se artık mevsimler kısaldı yıllar da diyorum... Ve nicedir yılları değil sadece mevsimleri düşündüğümü fark ediyorum. Kimbilir, belki de... Neyse.

Yazko-Çeviri’nin Mayıs-Haziran 1983 sayısında Yves Bonnefoy’dan Oktay Rifat’ın çevirdiği bir şiir var: ‘’Gece Yazı’’ Bu günlerde de o şiirin bir buçuk dizesini tekrarlayıp duruyorum: ‘’Durgun geniş bir açık deniz gibi/ Yazdan geçmeyecek miydik...’’

Page 100: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

99

Necip Fazıl Kısakürek Bodrum, 27 Mayıs 1983 Necip Fazıl, 25 Mayıs'ta öldü. Bugünkü Milliyet'te Mümtaz Soysal, köşesinde,

"Dil Şehitleri" başlıklı yazısında. Necip Fazıl'dan söz açıyor "Necip Fazıl'ın kavgalarına kızabilirsiniz, tutkuları konusunda farklı değer yargılarınız olabilir. Ama, hiçbir şeyini sevmemiş olsanız bile, Türkçeyi sevdiğiniz için onun şiirini de sevmişsinizdir. (...) Bir dili kuyumcu gibi işleyip dudaklarda ölümsüzce gezdirmek kolay iş değildir. (...) Onun içindir ki, dünün büyük şairi Necip Fazıl gibi, geçmiş yılların bütün unutulmaz şairleri de, yaşamlarını ve kavgalarını ister beğenelim ister beğenmeyelim, bir uçtan öbür uca, Ahmet Haşim'inden Orhan Veli'sine, Mehmet Akif’inden Nâzım Hikmet'ine, Türk dilini çalındıkça büyüyen güzel bir senfoni oluştururcasına işleyip kendilerinden sonrakilere aktardıktan için hep saygıyla anılmaları gereken ortak değerlerimizdir."

Mümtaz Soysal, Türkiye'de bir sanatçıya nasıl bakılması gerektiğini gösteren ilk yazar. (Bunu bir yazın adamının değil de bir bilim adamının yapması, üzerinde ayrıca düşünülmesi gereken bir olgu.) Bu yazısı, bence, eleştiri tarihimizin unutulmayacak bir belgesi; Necip Fazıl'a karşı olanlara da, Necip Fazıl'dan yana olanlara da çok şey öğretiyor.

(Bir tarihte, Vedat Günyol'un çok sevdiğim bir roman üzerine yazdıklarını okuduktan sonra o roman üzerine yazmaktan vazgeçmiştim (Çünkü Vedat Günyol yazmayı düşündüklerimin hepsini yazmıştı); kendisini görünce de "Senin yüzünden o kitap hakkında yazmaktan vazgeçtim!" demiştim. Vedat Günyol, her zamanki inceliğiyle cevap vermişti: "Ya sen beni kaç yazıdan vazgeçirdin, biliyor musun!" Mümtazın yazısı da öyle: Söyleyeceklerimin hepsini yazmış. İnşallah bu arada Anayasanın Anlamı’nın yeni baskısı için de çalışmaya başlamıştır!)

Page 101: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

100

XIX. ve XX. Yüzyıl Türkiyesi'nde Sakal Sorunu

Bodrum, 28 Mayıs 1983 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19'uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi'nde Şinasi'nin

yaşamını anlatırken, şöyle diyor: "...Âli Paşa tarafından ve Reşid Paşa'ya mensup olduğu için, bir saçkıran hastalığı yüzünden sakalını kestirmiş olması bir kabahat sayılarak azledildiği..." (1976 baskısı, s. 183)

Memet Fuat, Şinasi-Yaşamı, Sanatçı Kişiliği, Yapıtları adlı kitabında, daha geniş bilgi veriyor "...Âli ile Fuat Paşa'nın, bu Avrupa görmüş, kültürlü adamdan tedirginlik duymalarına yol açtı. Şinasi'nin devlet memurluğunda yükselmesini istemediler. Nitekim Reşit Paşa sadrazamlıktan ayrılıp yerine Âli Paşa geçince, sakalsız olduğu gerekçesiyle, Şinasi'yi Meclis-i Maarif üyeliğinden uzaklaştırdı, öbür görevlerini de elinden aldı. Yazıları emrin altında Âli Paşa'nın şu ağır sözleri yer alıyordu: 'Rütbesinin refi (kaldırılması), memuriyetten defi (uzaklaştırılması), maaşının kafi (kesilmesi)/ Aslında Şinasi'nin sakalını kesmesi, alafrangalık, ya da geleneklere başkaldırma değildi. Bir sakal hastalığı (her halde bir tür mantar hastalığı) yüzünden, Paris'te doktorlar sakalını kesmesi gerektiğini söylemişlerdi." (s. 14)

XIX. yüzyılda resmi sakal politikamız böyleydi. XX. yüzyılda, YÖK döneminde, şöyle:

Bir gün Prof. Sencer Divitçioğlu'na Ferit Edgü'nün bürosunda rastlamıştım. 1982 sonlarıydı. Ve Sencer'i yıllardır ilk kez sakalsız görüyordum. Nedenini sordum. Resmî bir belge için fotoğraf çektirmesi gerekmiş; Üniversite, sakallı fotoğraf kabul etmiyormuş. O da sakalını kestirerek fotoğrafı çektirmiş ve gene sakal bırakmaya başlamış. O günlerde, bir Üniversite’de ekonomi dersleri vermek üzere, Fransa'ya gitmesi söz konusuydu; nitekim bir-iki ay sonra da gitti.

Bir İngiliz romancısının sözünü anımsıyorum: "Gerçeği söylüyorum; bana 'Espri yapıyorsun!' diyorlar."

Page 102: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

101

"Ahmet Haşim için Ne Dediler?"

Bodrum 1 Haziran 198i Gösterinin, Milliyet Sanat dergisinin 1 Haziran sayıları geldi. Varlık gelmiyor

Bodrum'a; oysa Bay Özdemir İnce'nin "Türk şiirindeki 'Dar Kapı'yı incelediği" duyurulan yazısını okumak isterdim; bir önceki Varlık’a, çıkan yazısı çok ilginçti.

Gösteride Ahmet Haşim'in 50. ölüm yılı dolayısıyla şairlere, yazarlara sorular sormuşlar; dokuz şair ve yazarın cevapları var.

Cemal Süreya, ilk paragrafta, "Ahmet Haşim'in 1920'den önce yayımladığı ürünler, 'O Belde' gibi birkaç şiirini dışarda tutarsak, bugün artık okunaksız (Niçin "okunmaz" ya da "oku namaz" değil de "okunaksız" diyor? Okunaksız"ın ne yeri var burda?-FN) durumdadır," dedikten sonra, ikinci paragrafta şöyle diyor “Göl Saatlerinde bir atılım, daha doğrusu büyük bir kayma görülüyor. Bu kitapta ışınlar kırılıyor; belirsiz, ama çok değişik bir şiire doğru adımlar atılıyor. Şiirimizde o güne dek rastlanmayan bir mayalanma."

Göl Saatleri, 1921'de yayımlanmıştır; ama bu kitaptaki 26 şiir, daha önce, 1906-1913 yılları arasında çeşitli dergilerde yayımlanmıştı. Cemal Süreya'nın birinci paragrafla andığı 'O Belde' şiiri de bu kitapladır; daha önce 2.9.1909'da Şiir ve Te-fekkür'de yayımlanmıştır, (bkz. Asım Bezirci'nin baskıya hazırladığı Ahmet Haşim, Bütün Şiirleri, Can Yayınları, 1983, s. 154)

Eleştirmenlere yakıştırdığı sıfatlara benzer bir sıfatı da biz Cemal Süreya'ya yakıştıralım: "Karıştırman".

Sait Maden'in söyledikleri ilginç geldi bana. Öteki cevaplar pek sudan. Cahit Külebi'nin Ahmet Haşim'i bir yana bırakıp İlhan Berk'e saldırması ise sudan olmaktan da öte: Çirkin.

Page 103: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

102

Orhan Pamuk Hakkında

Bodrum, 4 Haziran 1983 Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları’yla Orhan Kemal Roman Armağanı'nı aldı.

Böylece bu başarılı roman yeniden günün konusu oldu. Dün gelen Somut"t» bir konuşma vardı Orhan Pamuk'la. Bugün de Cumhuriyette Nuray Duruel'in yaptığı bir konuşma yayımlandı.

...Yazıya devam etmek olanaksız. Oturduğum ev, Bodrum'un en sakin mahallisindedir. Ama karşımızdaki evde düğün var. Dün gece durmadan zurna çaldılar, türkü söylediler Bu sabah, Mîna Urgan, Bodrum'a şöyle bir uğrayan Berna Moran ve Gencay Gürsoy geldiler. Çay, kahve... Sohbet koyulaştı"öğle yemeğine kalın" dedim; Mîna Hanım'la Gencay'ı ikna ettik, tam Berna da kalmayı kabul ederken zurna yeniden başlamaz mı? Gittiler, tabii. Bir süre sonra zurna durdu, ben de yazı makinesinin başına geçtim, ilk paragrafı yazarken gene baş-ladılar. Evde oturmak olanaksız. En iyisi Raşit'in kahvesine gidip tavla oynamak. Bakalım kaç gün sürecek bu düğün?

Page 104: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

103

Orhan Pamuk'a, Romana ve Şiire Dair Bodrum, 5 Haziran 1983 Zurna, dün gece, saat 24'e kadar devam etti. Zurnacının en sevdiği parça,

"Efelerin efesi". En az on kez dinledik. Sabahleyin düğün evinin önündeki boş arsaya kurulmuş masaların

kaldırıldığını görünce rahat bir nefes aldık. Düğün üç gün sürüyormuş; ama son gece, yani bu gece, eğlence bir açık hava sinemasındaymış. ’

Orhan Pamuk, roman üzerinde gerçekten düşünen bir romancı. Zaten böyle olmasaydı Cevdet Bey ve Oğulları gibi bir roman yazamazdı. Şu önemli düşüncelerini olduğu gibi aktaracağım: "Bütün romancılar daha önceden kurulmuş yapılardan, bulunmuş, kullanılmış tekniklerden yola çıkarak işe başlarlar. Pek az romancı sonradan kendi yapısını ve özgün tekniğini bulabilir. Bu sanıldığı gibi yalnızca önemsiz bir biçimsel sorun değil bence. Sanırım birçok Türk romanının şaşılacak kadar birbirine benzemesinin nedeni de bu. Romancılarımızın çoğu biçim üzerinde fazla düşünmedikleri için, farkında bile olmadan hep aynı biçimi, sulandırılmış bir 19. yüzyıl romanını çıkış noktası olarak alıyorlar. Oysa bu biçimin geçerliliğini sorguya çekmek Türk romanına derinlik kazandıracaktır. Bunu yapan romancılarımız hiç yok demiyorum (Ama bu romancıların kimler olduğunu belirtmek gereğini duymuyor Orhan Pamuk. - FN); ama modern roman tekniklerinden yararlanmayı akıl eden romancılarımız da bu tekniklere kendilerinden bir şey katamıyorlar. Şu acıklı gerçeği çekinmeden söyleyelim: Kendi tekniğini keşfedebilmiş tek Türk romancısı yoktur! Biliyorum, zor şey bu, ama bir edebiyatı özgün kılan şey de bu keşiflerdir bence."

"Romanda Ölçüt Sorunu" başlıklı bir yazımda, Türk romanını için ayrı ölçüt, Batı romanları için ayrı ölçüt kullanamayacağımızı belirtmiştim. Füsun Akatlı'dan başka bu "ölçüt sorunu"na dikkat eden çıkmamıştı. Şimdi genç bir romancı başka bir biçimde, aynı sorunu gündeme getiriyor.

Orhan Pamuk'un roman konusundaki düşünceleri ilginç düşünceler; belli, uzun çalışmaların, araştırmaların, kafa yormaların birikimi var bu düşüncelerin arkasında. Ya şiir konusunda söylediklerine ne demeli: "İnsanın güzel sözler

Page 105: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

104

söyleyeceğini, bu sözleri ilgiyle dinletebileceğim varsayarak kimsenin kendisinden beklemediği bir işe girişmesi gülünç değil mi?" Gerekçesi de şu: "Aklımda hep düzyazının duyguyla değil düşünceyle yazıldığı var. Varoluş nedenini duygularda bulan bütün edebiyat eserleri tüylerimi ürpertiyor." Şiirin duygularla değil sözcüklerle yazıldığının binlerce kez tekrarlandığını Orhan Pamuk bilir; sözcükleri yan yana getirmek ise "duygu" işi değil, "akıl" işidir. Bu, bir. Bir de "düzyazı" ile "roman"ı karıştırmamak gerekir; bu, iki.

Bugünkü Güneş; gazetesinde de bir konuşma var Orhan Pamuk'la. Ama ilginç mi desem, gülünç mü desem, ben de şaşırdım. "İlginç"lik, "gülünç"lük elbette Orhan Pamuk'un konuşmasıyla ilintili değil; gazetenin sayfalarını düzenleyenlerin anlayışıyla ilintili: Roman konusundaki konuşmayı "Ekonomi sayfasına koymuşlar!

Page 106: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

105

Mehmed Kemal'in Dalgınlıkları

Bodrum, 6 Haziran 1983 Mehmed Kemal'in Garip Hareketi'ne yersiz, haksız, bilgisiz bir saldırısı

hakkında düşündüklerimi yazmıştım. Mehmed Kemal, o yazıda ileri sürdüğüm düşünceleri tartışmayı aklına bile getirmeden, bazı yazılarında, ad anmaksızın, bana söz dokundurmakla yetinmişti.

22 Mayıs 1983 günlü Cumhuriyet'te, "Yeniden Başlamak" başlıklı fıkrasında, Orhan Veli hakkında şöyle diyordu: "...Orhan Veli, şiire başladığında solcu değildi. Sonradan olduysa ağır ağır oldu. Orhan Veli'nin şiir çizgisi gittikçe gelişen, onur duyulacak bir çizgidir. Geriye bakıldığında, eski yıllara dönül-düğünde bunları da izlemek gerekir. (...) Bir şairin resmi görüşle ne zaman uzlaştığına, ne zaman ters düştüğüne tarihsel gelişim çizgisine göre bakılmalıdır. Şairin tüm şiirlerini alıp, tarihsel gelişim sürecine göre bakmadınız mı, şairi de, kendinizi de yanıltırsınız."

Bunları okuyunca, "Eh," demiştim kendi kendime, "benim yazı boşa gitmemiş." Çünkü bunları yazmak demek, eleştirdiğim yazıdaki saçma sapan görüşleri bırakmak demekti. (Gerçi Mehmed Kemal, "solcu"lukla "şiir" arasında ayrılmaz bir bağ var sanıyor hâlâ; ama bunun "yazınsal" bir kaygı olmadığını, “kişisel" bir var olma kaygısı olduğunu anlamak güç değil.) Bizde "özeleştiri" diye bir şey yoktur; yazarlarımız, "özeleştiriyi, "tükürdüğünü yalamak" sanırlar; bunun için Mehmed Kemal'in bu kadarını bile göze alması olumlu bir gelişme saymalı. Böyle düşünmüştüm o yazıyı okuyunca.

Bugünkü Cumlıuriyet'te, Mehmed Kemal, "Yıllardan başlıklı fıkrasına şöyle başlıyor "Recaizade Mahmut Ekrem diye başlarken aklıma geldi, dalgınlıkla bir yazımda Ali Ekrem demişim, acı eleştirmen Fethi Naci'den zılgıtı yedik ve cahilliğimiz ilgili yerlere ihbar edildi. Olur böyle vakalar, acı eleştirmenler yakalar..."

Mehmed Kemal, dayanamamış, benim yazı yayımlandıktan tam dört ay sonra içindeki öfkeyi kusmuş. Yazımdaki düşüncelere değinmiyor. Nasıl değinsin: O düşüncelerin etkisi Orhan Veli hakkında, daha önce yazdıklarının tam karşıtını yazmak zorunda kaldı! Evet, bir düşünce tartışması yok,

Page 107: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

106

"acı eleştirmen" gibi, "ilgili yerlere ihbar" gibi, çağrışımı "Olur böyle vakalar, acı eleştirmenler yakalar" gibi lâflar var.

Mehmed Kemal, 63 yaşında; böyle lâflar etmeyi hâlâ " yazı" yazmak sanıyor. Bir Mehmed Kemal mi böyle? Mehmet Kemal'in "kuşağının hemen hemen bütün şairleri, yazar Mehmed Kemal gibi bir "yazar ve şair enkazı"ndan başka bir şey olmayan şairleri, yazarları Mehmed Kemal'den farklı mı? Bunlar, bıraksanız, yanılgılarının, yeteneksizliklerinin öcünü bu yanılgıları, bu yeteneksizlikleri çevre baskısına aldırmayarak açıkça yazan eleştirmenlerden alacaklar!

Mehmed Kemal böyle iğrenç suçlamalarla birtakım yazarlara şirin görünmeye çalışacağına "cahil"likten kurtulmaya çalışsa daha iyi eder. Bu yazısında "...Namık Kemal'in, Tevfik Fikret'in şiirleri yasaklanmamış mıydı?" diye soruyor.

Bildiğim kadarıyla, Belgrad Kalesi'nin Sırplara terk edilmek üzere olduğu günlerde Namık Kemal'in yazdığı "Şark Meselesi" başlıklı makaleye çok kızan Ali Paşa, 14 Mart 1867 "Karamame-i Âli" diye anılan kararnameyi yayınlatarak, gazetelerin bu konularda hükümeti eleştirmesini yasakladı, memur olan yazarları dışarıya, memur olmayanları da memleketin çeşitli yerlerine sürdü; Namık Kemal'e Erzurum Vali Muavinliği düştü. Namık Kemal de, 17 Mayıs 1867’de, bazı arkadaşlarıyla birlikte, Mustafa Fazıl Paşa'nın çağrısına uyarak Avrupa'ya kaçtı. Kemal, 1870 Kasımı'nda döndü İstanbul'a. "Âli Paşa, Namık Kemal'in memlekete dönmesi için yazmamasını biricik şart olarak koşmuştu." (A. H. Tanpınar, 19'uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi) Âli Paşa, 6 Eylül 1871'de ölmüştür; N. Kemal'in, Diyojen'de, Âli Paşa'nın sağlığında da bazı fıkralar yazdığını biliyoruz. Bir de Vatan-Yahut-Silistre’nin oynanışının uyandırdığı heyecan ve İbret gazetesinin bu oyun konusundaki yayınını sürdürmesi üzerine, 31 Mart 1873 tarihli bir fermanla Namık Kemal'in Magosa Kalesi'ne "kalebent edilmesi" var. Namık Kemal'in "şiirlerinin yasaklanması" diye bir şey anımsamıyorum. Mehmed Kemal, bunu, hangi kaynağa dayandırdığını açıklarsa yeni bir şey öğrenmiş olurum.

"...Tevfik Fikret'in şiirleri yasaklanmamış mıydı?" Mehmed Kemal'in sorusunun devamı böyle. Hayır, Tevfik Fikret'in şiirleri yasaklanmamıştı; yasaklanan, her çeşit "manzum" yazıydı! Edebiyat-ı Cedide'ye karşı olanların da, Edebiyat-ı Cedide şairlerinin de "manzum" eserlerinin basımı yasaklanmıştı; Tevfik Fikret'in de, Cenap Şahabettin'in de, Hüseyin Siret'in de, Süleyman Nazif in de, Faik Âli'nin de, Süleyman Nesip'in de, Ali Ekrem'in de, vb; Edebiyat-ı Cedide'ye karşı olanların da... Bu da mı "dalgınlık" Mehmed Kemal?

Page 108: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

107

Dil Gurbeti

Bodrum 8 Haziran 1983 Abdülhak Hâmit'in ne dil kaygısı olmuştur, ne dil bilinci; üç dilden aldığı

sözcüklerle gönlünce bir sözlük yapmış, bu sözlükten seçtiği sözcükleri şiirlerinde dilediği gibi kullanmıştır.

Tanpınar, Hâmit'in "muayyen bir dil anlayışına sahip olamayışının nedenlerinden birinin "ömrünün büyük bir kısmını dışarı memleketlerde" geçirmesi olduğunu söylüyor "...dildeki kararsızlıkta da bu gurbetin tesiri olsa gerektir. Hâmit şehirli" ağzından, etrafın konuşmasından istifade edemiyen tek şairdir." <19'uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 4. baskı, s. 516)

Asım Bezirci de aynı kanıda: "Hâmit'in dili genellikle tutarsız, özensiz ve karışıktır. Belki de, uzun süre yabana ülkelerde yaşamış olmasından dolayı, Türkçenin tadından, havasından, güzelliğinden, inceliğinden yoksundur." (Abdülhak Hâmit, 1982, s. 55)

Bir sanatçı için dil gurbeti, gurbetlerin en zoru olsa gerek; Türkçeden uzak olmak, Türkiye'den uzak olmaktan da acıdır bir şair için. Türkçeyi duyamamak, yazdığı bir şiiri bir Türk' dostuna okuyamamak, çarşıda pazarda, o canlı, o kıpır kıpır Türkçe konuşmaları dinleyememek... Türkçe adına kala kala kitaplar kalır.

Nâzım Hikmet'in Türkçeden ve Türkiye'den uzaktayken yazdığı şiirlerin çoğunun başarısız şiirler olmasında bu dil gurbetinin payı az mı? "Şu gurbetlik zor zanaat zor" derken sadece memleketini mi düşünüyordu? Nâzım'ın yabana ülkelerde yazdığı şiirlerden söz açılınca niçin hemen aklımıza Türkçe yaşadıkça yaşayacak olan o unutulmaz "Saman Sarısı" geliyor, niçin "Saman Sarısı" güzelliğinde ikinci bir şiir adı söylemekte güçlük çekiyoruz?..

Türkçeden uzakta yaşayan Nâzım Hikmet, Türkçeyi elbette şiirlerde izleyecekti, şiirlerde tatmaya çalışacaktı. Nâzım Hikmet'in bu çabası onu yavaş yavaş kendi şiir dilinden uzaklaştırdı. Turgut Uyar, bugünlerde yayımlanan, Bir Şiirden adlı kitabında, Nâzım Hikmet'in "dilinden söz ederken, "Çünkü çıkışını büyük bir kaynaktan, dilden, halktan, halkın kolay ve özentisiz, yaşamaya bağlı dilinden almaktadır," diyerek çok doğru bir saptamadan sonra, şöyle bir değerlendirme yapıyor "Nitekim son şiirlerinde akılalmaz bir isabetle Türk şiir

Page 109: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

108

dilinin oluşup gelişme grafiğine uymaktadır." (s. 69) Turgut Uyar’ın 'Türk şiir dilinin oluşup gelişme grafiğine uymaktadır"

dediği gelişme, gerçekte. Nâzım Hikmet'in şiirindeki "kendine özgü geleneksel ses"in yok olması, bu "ses"in yerine, şiirimizin geleneksel sesinden kopan şairlerin şiirlerindeki "ses"in geçmesi değil mi?

Nâzım Hikmet, "dil gurbeti" yüzünden değiştirmemiş midir dilini?

Page 110: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

109

Umut

Bodrum 11Haziran 1983 Gece geç vakitlere kadar Memet Fuat'ın, Atilla Özkırımlı'nın Tevfık Fikret'lerini

okudum. Fikret'in şiirlerini okudum. Namık Kemal'den sonra iktidara kafa tutan şair, Tevfik Fikret. (Halk

şairlerini saymazsak.) Üstelik Tanzimat'ın ilk dönem şairlerini, Şinasi'yi, Ziya Paşa'yı, Namık Kemal'i değil de Hâmit'i, Ekrem'i örnek aldığı halde, üstelik 27 yaşında bile Padişaha övgü yazdığı halde... 1901'den sonra nasıl hızla değişir şiirinin içeriği... Abdülhamit istibdadına karşı bir kurtuluş yolu arar. Önce "kavi (güçlü) bir el"e (Sabah Olursa, 1905), sonra asker devrimcilere (Rücu, 1908) bağlar umudunu. Ama günlük politika düş kırıklıklarıyla doludur; İttihat ve Terakki'nin tutumu karşısında, bu kez, 'muztarib vatan'ın kurtuluşunu gençlikten bekler, gençliğin "sanat, bilim, itimad, özen, cesaret, umut" getirmesini ister: "Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfid (yararlı)" der. Sonra, yaşamının son yıllarında, çocuklara yönelir, onların iyi yetiştirilmesini en büyük amaç beller.

Fikret, 1901'den sonra yazdığı şiirlerde, öldüğü yıl doğan bir şairin, Melih Cevdet Anday’ın deyişiyle "Bir sis çanı gibi gecenin içinde, / Ta gün ışıyınca ya kadar / Vakur metin sade / Çal"maya çalışmıştır. Ama bir şey hemen gözleniyor: Umudunu ne zaman gerçekleşeceği belirsiz bir kurtuluşa bağlamıştır, "kuramsal" denebilecek bir umuttur, bir iyimserliktir Fikret’inki: "Dünya dönecek cennete insanla, inandım."

Fikret'ten sonra iktidara kafa tutan şair görülmez artık edebiyatımızda. Ta Nâzım Hikmet'e kadar. Ama o da, hemen hemen, Fikret'in söylediğini söyler sonunda: "Herhal ilerdedir yaşanacak günlerin en güzelleri."

Şairlerin, sonunda, soyut umutlara sığınmaları, gerçekte, ülkemizdeki düşünce üretiminin yetersizliğiyle ilintili. İnsanların, tarihlerini, ancak geçmişten devraldıkları koşullar içinde, veri koşullar içinde yapabilecekleri bilimsel bir gerçektir; ama bu bilimsel gerçeğin Türkiye'nin somut tarihsel koşulları içindeki görünümünü ortaya koymadıkça "Sabah olur geceler" demekten ötesini şairlerden beklemek haksızlık olur.

Page 111: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

110

Cadı Ağacı,

Bodrum 13 Haziran 1983 Cadı Ağacı Ayla Kutlu'nun son romanı. Kaçışıçok sevmiştim. Bunun için eleştirmiştim de. Ayla Kutlu'nun ikinci

romanı. Islak Güneş, aynı başarı düzeyinde değildi; gene de roman yazmasını bilen, romanda kurgunun öneminin farkında olan bir yazarın romanıydı "Cadı Ağacı", Edip Cansever'in bir şiirinin adı. Şiir, pek başarılı bir şiir değildi;, ama talihli bir şiirdi. Yön dergisi, bir kapağım "Cadı Ağacından esinlenerek yapmıştı; bu da şiirinin okunmasına değilse de adının duyulmasına yardıma olmuştu. O yıllarda ben de Yün'de haftalık fıkralar yazıyordum (1964 ya da 1965); Türkiye İşçi Partisi'ndeki "iç gelişmelerden söz açan bir fıkramın adını "Cadı Ağacı" koymuştum.

Romanı okumaya başladım. "Cadı Ağacı" sözü ilk kez 7.\ sayfada geçiyor. İki satır sonra da şöyle bir tümce: "Mezarlara, hepsi önünde sonunda sahipsiz kalırdı zaten."

O tümceden sonra romanı okumayı daha sonraya bıraktım.? Birden Deniz'in mezarı geldi gözümün önüne: O da "sahipsiz; kalmıştı". Anneannesi nasıl uğraşırdı o mezarla... Her cuma giderdi. Deniz'in, araba almak için, "Teroto"ya yatırdığı parayı geri almıştık ve o parayla mezara su getirilmişti. Güller ve başka çiçekler-. Meziyet Hanım ölünce... Neyse.

Page 112: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

111

"Bir Şiirden " Bodrum, 15 Haziran 1983 Bir yandan yeni bir kitap üzerinde çalışıyorum, bir yandan yeni gelen

kitapları okuyorum. Yeni gelen kitapları okumak, bir çeşit dinlenme oluyor. Turgut Uyar'ın Bir Şiirden başlığıyla topladığı yazıların hemen hepsini

yayımlandığı günlerde okumuştum. Bu yazılar, “Bizde en iyi şiir eleştirisini şairler yazar.' sözünü (ilk kim söylemişti bu sözü? Memet Fuat mı?) doğrulayan yazılar. Sıra gözetmeden, bir yerden açıp okuyorum.

Cahit Külebi'nin şiirini incelerken söyledikleri, bugünlerde hep üzerinde düşündüğüm bir sorun bakımından, özellikle ilginç geldi bana: "... O en doğru sesi, en güzel sesi bulmuştur; halkın sesini. Böylelikle ondaki ses, artık bir şiir sesi olmaktan çıkar, bin yıllık bir geçmişin, bin yıllık bir acının, bin yıllık bir dilin ortaklaşa sesi durumuna gelir; yine de açıklanmaz bir büyü ile kendi sesi olur." (s. 136)

Yazıların hangi yıllarda yayımlandıkları belirtilmemiş. Büyük bir eksiklik. Bir bu yazıdaki Cahit Külebi'yi düşünün, bir de "inhitat" dönemindeki Cahit Külebi'yi!

Page 113: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

112

Cadı Ağacı,

Bodrum 13 Haziran 1983 Dün gece, Cadı Ağacı"nı bilirdim. Keşke hiç yayımlamasaydı bu romanı Ayla Kutlu, diye düşündüm romanı

bitilince. Sevdiğim, bir şeyler beklediğim bir sanatçının başarısız bir eseriyle karşılaşmak hep üzmüştür beni. Bu kez de öyle oldu. Yanlış ruhsal saptamalar, Adalet Ağaoğlu'nu anımsatan "sol eleştirileri", dramı bizi hiç mi hiç ilgi-lendirmeyen bir roman kahramanı... Cadı Ağacı, bir roman için gerekli birikim beklenmeden yazılmış bir roman. Böyle romanlar, romancısına bir şey katmaz, tam tersine, romancısından bir şeyler götürür.

Page 114: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

113

Gene "Bir Şiirden "

Bodrum, 19 Haziran 1983 Turgut Uyar, ne büyük bir 'vukufla anlatıyor Metin Eloğlu'nun şiirini:

"Eloğlu'ndan sonra 'Garip' şiiri yazmak, Orhan Veli için bile, biraz da bu yüzden imkânsız hale gelir, Cep delik cepken delik' biraz da bu yüzden başarısızdır artık. (...) Yalnız Eloğlu’ndaki 'küçük adam' soyut, düşünülmüş, tek tip, 'anonim' küçük adam değildir. Bu yüzden, boyun eğip geçip gitmez dünyadan; deştirir, yargı verir."

Turgut Uyar, Sabahattin Kudret Aksal'dan 'Aile' şiirini alıyor. Bu şiirde, Turgut Uyar 'ın "bugün bile yeni, bugün bile güzel ve taze o güzelim ikinci dörtlük" dediği dörtlüğü yorumlayışı bana yanlış gibi geldi. Önce dörtlüğü yazayım:

Baba yaşamadaydı geçmiş zamanı Bir pencere açık dururdu düşüncesinde Bir kadın eşsiz elbisesinin içinde Ne uzun zaman sevmişti onu Turgut Uyar, bu dörtlük için şöyle diyor "Babanın düşüncesi de sıradan bir

erkeğin düşüncesi olmakla birlikte (kendinin bir kadını sevmiş olması değil de, bir kadının onu sevmiş olması karşıtlığı ile) bana göre, büyük ve hüzünlü bir psikolojik gerçek taşımaktadır."

Nerden çıkarıyor Turgut Uyar "kendinin bir kadını sevmiş olması değil de, bir kadının onu sevmiş olması karşıtlığını? Bence "Ne uzun zaman sevmişti onu" dizesi tamamıyla babanın ruhsal durumuyla ilintili.

Page 115: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

114

Bilgi Yanlışları

Bodrum, 19 Haziran 1983 Gece gene Turgut Uyar 'ı okuyorum. Orhan Seyfi Orhon'dan söz açtığı

yazısında beni şaşırtan bilgi yanlışları var. 'Turgut Uyar, Tanzimat şairlerinden söz ederken "Muallim Naci'nin, 'decadent' yakıştırması pek boşuna değildi onlar için," diyor. "Dekadanlar" başlıklı yazıyı yazan, Muallim Naci değildir, Ahmet Mithat'tır; bu bir. Dekadanlıkla suçlananlar, Tanzimat şairleri değil, Edebiyat-ı Cedidecilerdir; bu iki. 1 Mart 1897’de yayımlanan yazısında Ahmet Mithat, Servet-i Fünun'da yazanların "dil"lerini eleştiriyor, "Böyle şey mi olur? Biz lisanı sadeleştirelim derken bunlar bir kat daha berbad ettiler. Bu ne lisan? Bu ne tabir?" diyordu.

Turgut Uyar, yukarıya aldığım tümcesinden sonra şöyle sürdürüyor yazısını: "Kurtuluşu, güçsüz kişilikleriyle Batıya açılmakta buldular." Oysa sorun, "güçsüz kişilik" sorunu değildir; Tanzimat'la birlikte toplumda bir değişme başlamıştı; değişen toplumu "divan edebiyatı"yla anlatmak olanaksızdı; yenileşen toplum, edebiyatın yenileşmesini de zorunlu kılıyordu; Hep "toplumun sanata etkisi"nden söz ederiz; Tanzimat dönemi, bunun çok açık bir örneğidir. Tanzimat'la birlikte edebiyatın da yenileşmesi "mukaddemdi. Yenileşti. Nitekim Turgut da "...kaçınılmaz bir durum olduğunu da biliyorum," diyor.

Turgut Uyar, Hâmit'in, Namık Kemal'in adını andıktan sonra "şiir, onlar için... Talim-i Edebiyat'tan, belki 'inşâ' derslerinden öğrendikleri bir yazma-konuşma kolaylığı idi," diyor. "Talim-i Edebiyat’’ı tırnak içinde yazdığına göre Recaizade Ekrem'in "Talim-i Edebiyatçını anıyor demektir. Ekrem, Namık Kemal'den gençtir; Namık Kemal'i "usta" olarak kabul eder. "Talim-i Edebiyatın yayın tarihi, 1882; Namık Kemal'in ölüm tarihi, 1888. Hâmit için de Ekrem'den bir şey öğrenmek söz konusu değil. Ekrem'in "üstad"lığı, Edebiyat-ı Cedide şairleri için söz konusu. Turgut Uyar, "Dekadanlar" konusunda olduğu gibi, 'Talim-i Edebiyat" konusunda da dönemleri karıştırıyor.

Turgut Uyar'ın "Böylece devraldılar imparatorluğun beğenisini ve davranışını. Böylece, hiç farkına varmadan, (...) sözcüsü oldular." yargısında da haksızlık, giderek yanlışlık var. 27 yaşında padişaha övgü yazan Tevfik Fikret'in 1901'den sonra yazdığı şiirleri görmezlikten gelerek Fikret'e "sarayın sözcüsü

Page 116: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

115

oldu" diyebilir miyiz? Ama Turgut Uyar, Orhan Seyfi'den söz açtığı zaman, Orhan Seyfi'yle birlikte

bütün hececiler için çok doğru şeyler söylüyor: "Yaptıklarının Türk şiirine, Türk düşünce yapısına, Türk insanının duyarlığına bir açılım, bir yenilik getirmesi, bir katkıda bulunmuş olmaları şöyle dursun, bütün bunları bulduktan konumda sağlamca tanıyıp, saptadıkları bile söylenemez." "Birkaç şiir dışında, bütün hececilerin hatırlanacak pek bir şeyi kalmamıştır. Sebebi, en başta, duygulanmalarının çok yüzeyde, çok yapay olmasıdır." "Belki de bütün yararları, şiir beğenisinin en az on beş yıl yerinde tutulmasına, bir bakıma gerilemesine, dolayısıyla şiir adına bir öfke birikimine sebep olmalarıdır."

Turgut'un öbür şairler için yazdıklarını da yeniden okuyacağım. Türk şiiriyle ilgilenen herkese bu kitabı salık veririm.

Page 117: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

116

Eski Şiirimizden Yararlanmak ya da Çoktan Çözülmüş Bir Sorunu

Yeniden Tartışmak

Bodrum, 11 Ağustos 1983 Nailî o beyti sanki Bodrum'a gelenler için söylemiş: Varakların gül-i ter döktü Naili cûya Bahar mevsimidir kim bakar risalelere. Gerçekten de Bodrum'a gelenlerin çoğu ("hepsi" dememek için "çoğu"

diyorum), "Bahar mevsimidir kim bakar risalelere" dizesini yaşıyor. Oysa bende tam tersi oluyor: Bodrum, bir eğlence yeri olmaktan çok, bir çalışma yeri benim için. Beş yüz küsur sayfalık Türkiye: de Roman ve Toplumsal Değişme’nin yarısından çoğunu Bodrum'da yazdım. Bu yaz, yeni bir kitaba gene Bodrum'da başladım. Belki, gelenlerin çoğu gibi bir hafta; on gün değil, uzun bir süre kaldığım için bu böyle oluyor; belki yayınevinin parasal sorunlarını, kitap maliyetlerindeki yükselişi, satışlardaki azalışı, vb. düşünmeyip kendimi çalışmaya verebildiğim için... Temmuz ayını İstanbul'da geçirdim; birkaç kitap okudum ama tek satır yazamadım. Oysa Bodrum'a dönünce dört gün dört gecelik "yekpare, geniş, bozbulanık" bir süreden sonra işte gene kitaplar, işte gene adamakıllı özlediğim yazı makinesi.

İstanbul'da iken Melih Cevdet Anday’ın 11 Temmuz 1983 günlü Cumhuriyet'te yayımlanan "Akan Zaman Duran Zaman" dizisinin "Yaşamak için" başlıklı yazısını kesip bir yanâ koymuştum. Altını çizdiğim bir tümce var o yazıda: "Bütün gençliğim eski yazınımızda iyi bir ozan aramakla geçmiştir; etkileneceğim, yararlanacağım, geleneğini yakalayacağım bir ozan.’’

‘’Şiirimizde gelenek arama’’ ya da ‘’Eski şiirimizden yararlanma” konusu, gerçekten de, şiiri Tanrı vergisi olduğu sanılan "yetenek"le değil de, akılla, bilgiyle, kültürle, emekle yapmak isteyen şairlerin önemli bir sorunu olmuştur hep. Bu konuda zaman zaman dergilerin soruşturmalar düzenlemesi, şairlerin, yazarların bu konuya değinmek gereğini duymaları elbette boşuna değil.

Page 118: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

117

Ne var ki "Eski şiirimizden nasıl yararlanabiliriz?" sorusu, hep kuramsal bir soru olarak sorulmaktadır. Bu sorunun cevabı da ya. "Eski şiirimizden yararlanamayız." olmaktadır, ya da. "Eski şiirimizden şöyle şöyle yararlana-biliriz."

"Eski şiirimizden nasıl yararlanılmıştır?" Soruyu niçin böyle sormuyoruz? Soru böyle sorulsaydı, cevap vermeden önce, Türk şiirinin tarihsel gelişimine bakmak bir zorunluluk olurdu ve o zaman bir şairin, belirli bir toplumsal dönemde, bize yeni bir şiir dili getirmek için, daha doğrusu şiirimize Türk dilini getirmek için, eski şiirimizden nasıl yararlanılabileceğini gösterdiğini, yani hâlâ tartışılan bir konuyu nasıl çözüme kavuşturduğunu görürdük. Bunu görünce de "eski şiirimizden yararlanma" sorununun tartışma konusu yapılmasının, pratik olarak çözülmüş bir sorunun hâlâ kuramsal bir sorunmuş gibi sunulmasının anlamsızlığını fark ederdik. (Bence, tabii.)

Tanzimat ve Edebiyat-ı Cedide şairleri, şiirin her şeyden önce bir dil sorunu olduğunun bilincine varamadıkları için, üç dilden seçtikleri sözcüklerle gönüllerince yaptıktan bir sözlüğün (Osmanlıcanın) diliyle yazmışlardı; bunlar, elbette yenilikler getirmişlerdi edebiyatımıza, ama bu yeniliklerle yeni bir şiir kuramamışlar, sadece eski şiiri yıkmışlardı: Divan şiiri tarihe karışmıştı. Bu arada, şiiri bir toplumsal kavga aracı gibi kullanmak isteği, "şiiri artık kendisi için değil, ihtiva ettiği fikirler için" sevilir duruma getirmiştir; şöyle özetliyor bunun sonucu-nu Ahmet Hamdi Tanpınar: "Türk şiirine hâkim olan endişeler, bizzat şiirin endişeleri olmaktan çıktı." (Edebiyat Üzerine Makaleler, 1969, s. 335). Aynı şeyi, Tevfik Fikret'i "yenileştiren" Bay A. Kadir şöyle söylüyor "Üç yıl kadar oluyor, bir gece, evde Tarihi Kadim'i, 'Sis'i yüksek sesle okurken, birdenbire geldi bu fikir bana. 'Fikret'e bakın, dedim, Fikret'e!' Şekil mekil, dil mil bir yana, öz dipdiri yaşıyordu." (Bugünün Diliyle Tevfik Fikret) Üçüncü baskı, s. 165) Yalnız arada bir fark var Böyle söylerken Fikret'i övdüğünü sanıyor Bay A. Kadir.

Tevfik Fikret'in 1912'de yazdığı "Doksan Beşe Doğru"dan bir beşlik: ...Silmez fakat elvâhını târih-i muannid; Doksan-beş'i aç: gölgesi bir tâc-i harisin Saklar mütelâşi, mütereddit, mütemerrid Evza'ı şeb-engîzini bir bûm-i habisin. Hâlâ o vesâvis, o desâyis, o nıefasid!(...) Yıllardır övülen bu şiirin, gerçekte, ne ilgisi vardır şiirle? "Şiir, kendisi için

değil, ihtiva ettiği fikirler için" sevilir olunca sonuç bu oluyor; Bay A. Kadir gibi söylersek, "Şekil mekil, dil mil" kalmayınca öz möz de kalmıyor; "şiir miir" de kalmıyor bunların birbirinden ayrılması olanaksız olduğu için.

Tevfik Fikret, 1912'de, "Doksan Beşe Doğru"yu bu "dille; yazarken bir başka şair de, 1910’da, şöyle dizeler yazıyordu bir "başka dil"le:

...Gittim o son diyâra ki serhaddidir yerin

Page 119: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

118

Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin... ...Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi... Tevfik Fikret, kırk beş yaşında, o dille öyle bir şiir yazarken, Yahya Kemal,

yirmi altı yaşında, Fransa'da, "Bretanya sahilinde Roscoff şehrinde" (Edebiyata Dair, s. 263) nasıl böyle birdil yaratıyor, nasıl böyle dizeler yazıyordu? Önünde tek örnek yokken?

' Yahya Kemal, bu şiiri yazabilmek için, önce, Edebiyat-ı Cedide"nin diline, beğenisine, şiir anlayışına karşı çıkar. İşte iki alıntı: Mektuplar, Makalelerde, "Yirmi Yaş Şiirleri" başlıklı yazısında, "Urfa'nın henüz yirmi yaşında bir şairi Suûd Saffet Bey"e Şu öğüdü veriyor Yahya Kemal: "Edebiyat-ı Cedide Türkçesi'nden kaçınız." (s. 115) (Bu yazı, 27 Ekim 1923 günlü Hâkimiyet-i Milliye'de yayımlanmış.)

Edebiyata Dair"in “Mülakat" bölümünde Orhan Seyfi ile yapılan bir konuşma var. (Bu konuşma, Resimli Dünya Mecmuası'nın 15 Aralık 1924 günlü sayısında yayımlanmış.) Yahya Kemal, Paris'te geçen on yılının şiirini nasıl etkilediği sorusuna şu cevabı veriyor: "Önce Edebiyat-ı Cedide'nin lisânından, zevkinden ve şiir telakkisinden kurtuldum."

Ne var ki yeni bir şiir dili kurmak için Edebiyat-ı Cedide'nin Türkçesine karşı çıkmak yetmez elbette; Türkçeyi çıkmazdan, yanılgılar batağından kurtarmak, aydının da halkın da anlayacağı bir Türkçeye, Yahya Kemal'in deyişiyle, "Türk" ün, "evde ve sokakta konuştuğu dil"e (Edebiyata Dair, s. 258) ulaşmak, bu Türkçeyle bir şiir dili kurmak gerekir. O dönemde bir şair için üstesinden gelinmesi gereken o alabildiğine güç iş, o ölüm dirim sorunu buydu. Fransa'da on yıl yaşayan. Batıyı ve Batı şiirini tanıyan, daha önceki şairlerimiz gibi bu şiirin sadece içeriğine değil, biçimine de, diline de bakmasını öğrenen Yahya Kemal, "eda şiirimizden yararlanarak", yeni bir şiir dili kurmuş, bugün bile tartışılmakta olan bir sorunu XX yüzyılın başlarında Çözmüştür.

Burada Melih Cevdet Anday’ın tümcesine dönmek istiyorum: "Bütün gençliğim, eski yazınımızda iyi bir ozan aramakla geçmiştir;

etkileneceğim, yararlanacağım, geleneğini yakalayacağım bir ozan." Soruna böyle yaklaşınca olumlu bir sonuca ulaşmak, o "bir ozan"ı bulmak olanaksızdır; Çünkü öyle bir ozan yoktur eski şiirimizde. (M. C. Anday da "aradım" diyor, "buldum" demiyor) Divan şairlerinde ancak güzel beyitler bulunabilir, çoğu zaman, güzel beyitler bile değil, sadece güzel dizeler. Tanpınar, ölümünden sonra yayımlanan Yahya Kemal adlı incelemesinin bir yerinde şöyle diyor "Yahya Efendi'de Naili’de, Neşati’de mevcut bazı güzel mısralar, bu sonuncusunda bütün bir gazel ve birkaç beyit, dilin güzellik haddini tayin etmişe benzer. Bu asrın sonunda yetişen Nabi’de çok güzel birkaç mısra yahut beyit vardır." (İkinci baskı, 1982, s. 138) Evet, onyedinci yüzyılın, koskocaman bir yüzyılın şairleri ve Tanpınar'ın beğenisine göre sadece "bazı güzel mısralar", "bütün bir gazel ve birkaç beyit", "birkaç mısra yahut beyit"... Hepsi bu. Bir sayfa önce de şu yargısını okuyoruz Tanpınar'ın: "Hâlâ bile Türkçede yerine olurmuş mısra, velveleli, sakin, her şeklinde dilin hakkını veren mısra, umumi zevkin eskilerden zamanla seçtiği

Page 120: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

119

birkaç yüz mısradır. Asıl klasiğimiz kabul edilmesi icab eden bu birkaç yüz mısraın çoğu da bilhassa başta Fuzuli, Bakî, Nedim. Galip, Nef î, Neşatî olmak üzere sekiz dokuz, şairin eserinden gelir." İşte o dizelerden birkaç örnek:

Meyhane mukassi görünür taşradan ammâ Bir hışka ferah başka letafet var içinde

Nedim

Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkidir gönül Nef’i

Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur

Yahya Efendi

Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz Mâhir

Gittin ammâ ki kodun hasret ile câm bile İstemem sensiz olan sohbet-i yârânıı bile

Neşatî

Kadem kadem gece teşrifi Naili, o mehin Cihân dhân elem-i intizâra değmez mi

Nailî

Yahya Kemal, içinde yaşadığı dönemin, Edebiyat-ı Cedide dilinin, Tanzimat dilinin üzerinden atlayarak, eski şiirimizin bu birkaç yüz dizelik şiir birikiminden yararlanmasını bilmiş, böylece, hem bir yeni şiir dili kurmuş, hem de "geleneksel şiirimizin sesi"ni bulmuştur.

Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler'de, şöyle diyor "Yahya; Kemal'i başka bir milletten bir şaire benzetmek lâzımsa Puşkin'e benzetebiliriz. Onun gibi gelecek nesillerin hesabına kapılar açmış, bize, dilimizle milletimizin şuurunu getirmiştir." (s. 365)

Ben de Yahya Kemal'in gelecek kuşaklar hesabına kapıları açtığına inanıyorum, uluslaşma sürecinden önce şiirimize ulusal dili getirdiğine inanıyorum. Bunun için Nâzım Hikmet'in bir şiirinde Yahya Kemal için "son Osmanlı şairi" dediğini anımsayınca ya da Turgut Uyar'ın Bir Şiirden adlı kitabında Yahya Kemal'e "Osmanlı şairi" dediğini okuyunca, geçmişi ne kadar özlerse özlesin, Türk şiirini Osmanlıcadan ve Osmanlılıktan kurtaran, Türk şiirini Türkçeye kavuşturan bir şaire, yarattığı dille Nâzım Hikmet’e de, Turgut Uyar'a da "kapılar açmış" bir şaire, bu iki şairin nasıl bu kadar haksızlık edebildiğine... şaşıyorum.

"Eski şiirden yararlanma" sorunu, toplumumuzun ve şiirimizin belirli bir gelişme evresinde gerçek bir sorun olarak Yahya Kemal'in önüne çıkmıştır ve

Page 121: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

120

Yahya Kemal bu sorunu en mükemmel biçimde çözmüştür. Aynı sorunun günümüz şairleri için artık büyük bir önemi olduğunu sanmıyorum; toplumumuz uluslaşma sürecindedir, şiirimiz dilini bulmuştur. Eski şiirimiz günümüz şairlerini ilgilendirse ilgilendirse "kendi geleneğimizin özgün sesi" açısından ilgilendirir. Eluard'ın "Bir gün gelecek, şiir, sadece kafa ile okunacak, edebiyat da böylece yeni bir hayata kavuşacak." sözünü benimseyenler için böyle bir ilgi de söz konusu olmasa gerek.

Page 122: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

121

Yahya Kemal'le Ahmet Haşim'in Diyalogu

Bodrum, 16 Ağustos 1983 Yeni saat ayarlamasıyla günler uzadıkça uzadı. Günler uzarken ben nedense

hep Yahya Kemal'in "Eylül Sonu" adlı şiirindeki o ünlü iki dizeyi tekrarlayıp duruyorum:

Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları. Hep o salaş sahil kahvesi geliyor gözümün önüne: Kanlıca'da değil,

Çubuklu'da; iskelenin hemen yanındaki kahve. O kahve halâ duruyor mu, bilmiyorum. 1968'de. Paşabahçe'de külüstür bir yalının alt katında, ilk kez Boğaz'da bir yaz yaşarken, bir yandan ”100 Soruda" dizisinin hazırlıklarıyla uğraşır, bir yandan Atatürk'ün Temel Görüşleri’ni, yazardım; çok yorulunca, akşama doğru, Çubuklu'ya kadar yürür, o kahvede bir kahve içerdim. Boğaz'ın sularım seyreden yalnız, mahzun ve sessiz ihtiyarlar şimdi gözümün önünde. Yahya Kemal'in bu çok sevdiğim iki dizesini okurken günlerdir hep bir sahne canlanıyor kafamda: O kahveye gireceğim, bir köşeye oturacağım; kahvemi içerken o ihtiyarlardan biri dönüp bakacak bana ve kendi kendine mırıldanır gibi Ahmet Haşim'in şiirinin son iki dizesini okuyacak:

Bite bir zevk-i tahattur kaldı Bu sönen, gölgelenen dünyada!

Page 123: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

122

İnsan Fikret, Şair Fikret

Bodrum, 19 Ağustos 1983 Tevfik Fikret öleli altmış sekiz yıl olmuş... Bugün, Oktay Akbal,

Cumhuriyetteki köşesinde, "iyi ki bir Tevfik Fikret var..." başlıklı fıkrasında yazıyor "Altmış sekiz yıl önce 19 Ağustos 1915 günü Tevfik Fikret ölmüştü. Kırk sekiz yaşındaydı. Bir düşünce savaşçısı, bir uygarlık öncüsü, bir demokrasi tutkunuydu. Her şeyden önce gerçek bir 'insan'dı. Haksızlıklar önünde boyun eğmeyen, yenik düşen, o anda bile savaşımım sürdüren örnek bir aydın, bir şair. (...) Tevfik Fikret 'büyük' bir şair midir? Daha doğrusu 'iyi' bir şair midir? Bu konu hep tartışılır."

Tevfik Fikret'i "İnsan Fikret" ve "Şair Fikret" diye ayrı ayrı düşünüyorum. Şiirini beğenmediğiniz bir şairi de böyle düşünebilirsiniz, şiirini beğendiğiniz bir şairi de; ama böyle bir ayırım yapma gereğini duyduğunuz zaman o şairin ya şiirini beğenmiyorsunuz demektir, ya yaşamını. Bu ayırımı Ezra Pound için yaptığımız zaman şairin yaşamım beğenmediğimiz açıktır; ama o yaşama karşın şiirinden vazgeçemiyoruz demektir. Fikret'in de, Oktay Akbal'ın sözcükleriyle söyleyeyim, "bir düşünce savaşçısı, gerçek bir insan, haksızlıklar önünde boyun eğmeyen bir aydın" olduğu apaçık bir gerçek. "Bir düşünce savaşçısı" olması, haksızlıklarla savaşırken, tutarlı düşüncelere ulaşmasına yol açmamış, bunu göz ardı etmemek gerek; gene de bir düşünce savaşçısı.

Ne var iki Fikret, şiire, "bir düşünce savaşçısı' olarak bakmış, düşünce savaşımı için bir araç olarak... Fikret'i tutanlar da bunun için tutuyor, Fikret'e kızanlar da bunun için kızıyor; Fikret güncelliğini koruyorsa (Pek sanmıyorum ya!) bunun için koruyor, yoksa şiiriyle ilgilenen pek yok.

Fikret'in şiirlerini çok okudum bu yaz; açık söyleyeyim, o şiirlerin 'güven vermesi, inanç vermesi, direnme, dayarıma, yarınlara bağlanma duygusu uyandırması" olanaksız geliyor bana. "Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin" diyen, "Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim" diyen bir şair, 1983 yı-lında, nasıl "yarınlara bağlanma duygusu" uyandırabilir?

Fikret, ne istemediğini bilen, ama ne istediğini bilmeyen, aydınlık geleceklere giden yolu göremeyen bir şair. "Sabah Olursa" adlı şiirinde bağlandığı umut, "kavi bir el'dir; "Rücu'da, 'ordumuzun anlı şanlı efrâdına, güzel vatanın bergüzide

Page 124: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

123

evlâdına' umut bağlar; "Ferdâ'da, "Gençler, bütün ümid-i vatan şimdi sizdedir" der; sonunda da "Şermin'le çocuklara yönetir...

Ama Hicret'in kişisel yaşamı, örnek bir aydının kişisel yaşamıdır. Bir örnekle yetineceğim: 1888'de Mekteb-i Sultanî'yi (Bugünkü Galatasaray) bitiren Fikret, Hariciye Nezareti İstişare Odası'na kâtip olarak girer; kalemde doğru dürüst iş yoktur, üstelik maaşlar da zamanında verilmemektedir; Fikret işe başlayalı bir yıl olmadan istifa eder; ödenmeyerek birikmiş olan aylıklarını istifasından bir süre sonra evine gönderirler ve Fikret bir 'emek karşılığı' olmayan bu paraları almaz. Osmanlı bürokrasisinde devletten alınan parayla emek arasında bir ilişki olması gerektiğini gösteren ilk insan, Fikret'tir.

Fikret konusunda daha söyleyeceklerim var.

Page 125: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

124

Fikret'in Şiiri Fikret'in şiirlerini günümüzün Türkçesiyle vermeye çalışmış iki şairimiz var

Bay A. Kadir'le Ahmet Muhip Dıranas. Bugünlerde Bugünün Diliyle Tevfik Fikret'le Tevfik Fikret-Kırık Saz'ı yeniden okuyorum; tabii, yer yer karşılaştırarak.

Bay A. Kadir, kitabının sonuna aldığı bir konuşmada, Fikret'in şiiri için, "Şekil mekil, dil mil bir yana, öz dipdiri yaşıyordu." diyor. Bay A. Kadir, "şekil"den "şekil mekil",'"dil"den "dil mil" diye söz eden ilk şair olsa gerek. Biçim ve dil, özle birlikte ve aynı anda, şiiri oluşturan vazgeçilmez öğelerdir, dersem, bir Palisse gerçeği söylemiş olurum, biliyorum, ama söylemem gerekiyor. Bir şiirde, biçim ve dil yoksa o şiirde öz de yoktur. Biliyorum, bu da bir Palisse gerçeği. Bir şiirde biçim ve dil olmadığı halde öz var sanılıyorsa, bu öz, edebiyat öğretmenlerinin "Şu şiirin dizelerini düzyazıya çevirin!" diye öğrencilerine ödev verdikleri zaman ortaya çıkan laf kalabalığıdır.

Bay A. Kadir, aynı konuşmada, Asım Bezirci'nin "Niçin Fikret'in yalnızca dilini Türkçeleştirmekle yetinmeyip de, şiirlerini yeniden yazmaya giriştiniz?" sorusuna cevap verirken şöyle diyor: "... Benim işim şiirin taptaze özünü alıp, bu özü o kaskatı kılıfından soyup, yepyeni bir ağızla söylemektir. Yoksa, satırı olduğu gibi bırakıp, anlaşılmaz bir sözcük yerine, anlaşılır bir sözcük oturtmakla yetinmek, işi ciddi tutmamaktır bence."

Nasıl yapmış bunu Bay A. Kadir? Şöyle: Fikret'in herkesçe bilinen o ünlü dizesi, "Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim", "yepyeni bir ağızla' şu hale gelmiş: "İşte böyle bir şairim ben. Tepeden tırnağa özgür.' Türk şiirini biraz bilenler. Bay A. Kadir'in 'ağzının' pek de öyle 'yepyeni bir ağız" olmadığını da bilirler. İşte size Nâzım Hikmet'in bir Rübai'si:

Ben, bir insan, ben, Türk şairi Nâzım Hikmet ben, tepeden tırnağa iman, tepeden tırnağa kavga, ve ümitten ibâret ben. Bir ömek de "Sis" şiirinden vereyim. Bunlar, Fikret'in dizeleri:

Page 126: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

125

Hep levs-i riyâ. levs-i haset, levs-i teneffu'; Yalnız bu... Ve yalnız bunun ümid-i tereffu'. Bay A. Kadir, şöyle Türkçeleştirmiş bu iki dizeyi: İşte her yanda iki yüzlülüğün kiri, nereye baksan çekememezlik, nereye baksan çıkarcılık, nereye baksan hergelelik, yalan dolan. Demek yükselmek yalnız bunlarla oluyor. Ahmet Muhip Dıranas ise şöyle Türkçeleştirmiş: Hep sahteliğin, hep hasedin, hep çıkarın kirliliği; Yalnız bu... Ve yalnız bunun yükselme ümidi. Fikret'in şiirini bugünkü Türkçeyle okumak isteyenlere Ahmet Muhip

Dıranas’ın Kınk Saz'ını salık veririm. Dıranas, kendini geriye çekerek, Fikret'i vermeye çalışmış, kimi şiirlerde vezni olduğu gibi korumuş, vezni olduğu gibi koruyamadığı zamanlar (Yukarıya aldığım iki dizede görüldüğü gibi) elinden geldiğince korumaya çalışmış.

Fikret'in sağlığında, 19l2’den 1914'e kadar gazete ve dergilerde Parvus imzasıyla yazılar yazan bir yabancı vardı. Avrupa'da Alexandre Helphand adıyla tanınan bu yabancının bir de Türkiye'nin Can Damarı adlı kitabı vardır. Sayın Niyazi Berkes'in incelemelerinden tanıdığım bu yazar, daha o yıllarda, Türkiye'deki geriliğin gerçek nedeninin Avrupa sermayesinin sömürü alanı durumuna gelmesi olduğunu, Türkiye'nin dış yardımla, borçla kalkınamayacağını, vb. yazmıştır.

Doğrusu, Parvus'un yazılarında "şekil mekil, dil mil yok, ama öz var!" İlgililere tavsiye olunur.

Fikret'in şiiri için diyeceklerimi iki alıntıyla özetleyeceğim. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makalelerde şöyle diyor "...Acaba Fikret şiiri anladı mı? Sanmam. Şüphesiz ki, bir mânâsında düşünülürse, muhakkak ki, bir şairdir. Fakat hakikatte, cemiyet içinde bir veya birkaç büyük vazifesi olan bir adamdı; şiirden anladığı şey de, bu vazifeleri daha iyi görebilmek için bir vasıta, yani hitabet ve belâgatti; (...) dil zevki teşekkül etmemişti." (s. 416,417)

Yahya Kemal de, Cevdet Perin'le 1946'da yaptığı bir konuşmada, şunları söylemiş: "...Fikret, muhakkak ki her hususta muâsırlarına fâikti. Lâkin bütün Servet-i Fünân'cuların şiirleri, umûmiyetle denilebilir ki, nihâyet mektep talebeleri için kaleme alınmış manzumelerdir. Daha ileri gidememişlerdir. Hele kullandıktan lisan Manakyan Türkçesi'nin tesiri altında kalmışa benziyor." (Edebiyâta Dâir, s. 290)

İyi bir şair değildi Fikret.

Page 127: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

126

Güz Rüzgârında

Bodrum, 26 Ağustos 1983 Sabahleyin gazeteleri alıp Mendirek’e (Yat Limanı tarafındaki) gidiyorum.

Öğleye kadar gazeteler ve deniz. Okuduğum ilk gazete, tabii. Cumhuriyet. Oktay Akbal, bugünkü fıkrasında ("Güz Rüzgârında"), "Baktım baktım da

düşündüm; yaz bitti yine. Yaşamadan, yaşanmadan bitti. Geldi gelecek derken bitti. Başlamadan bitti." diyor.

Eylül sonuna kadar Bodrum'dayım; demek, daha kırk günlük bir 83 yazı var önümde. Ekim de çok güzel olur Bodrum'da, "Sarı yaz" derler ekim ayına. Ama ben ekim ayı başında İstanbul'da olmak zorundayım; yayın alanındaki durgunluk yüzünden yirmi aydır ara verdiğim kitap yayınlarına yeniden başlayacağım.

Evet, Oktay Akbal, yaz için, "Yaşamadan, yaşanmadan bitti." diyor. Bende de bir "Yaz bitecek korkusu" başladı; mayısta, haziranda olmayan bir korku... Yaz bitecek ve akşamüstü Bodrum Kalesi'ne vuran o sarı aydınlığı göremeyeceğim; deniz ve güneş, sanki duran bir zaman parçasında kalacak; Hadi Cari Bar'ın akşamüstlerini özleyeceğim; para derdini düşünmeden dilediğim gibi okuyup yazamayacağım. Mayıs ayına kadar bu böyle sürecek. Daha nisan ayında saymaya başlayacağım: "Bodrum'a gitmeye şu kadar gün kaldı." diye- Belki bu "Yaz bitecek korkusu"ndan, belki iki ay aradan sonra yeniden içkiye başladığım için, mayısta, haziranda çalıştığım kadar çalışamıyorum. Oysa -istesek de, istemesek de- yaz bitecek ve Kanlıca’nın ihtiyarları geçen sonbaharları bir bir hatırlamaya başlayacaklar. Oktay'la Yahya Kemal'in o iki dizesi üzerinde hiç ko-nuşmuş muyduk?

Oktay Akbal'ı, 1945'te, üniversitede okumak için İstanbul'a geldiğim zaman tanımıştım. İlk tanıştığım yazardı. Hemşerim ve arkadaşım Naim Tırali tanıştırmıştı; bugünlerde hikâyeciliğe başlayışının kırkıncı yılı dolayısıyla adından söz edilen, "Bisiklet" adlı bir de güzel hikâyesi yayımlanan Naim Tırali. Parkotel'in Park Pastanesi'ne gitmiştik. Oktay'ın başında o ünlü ördek yeşili fötr şapka vardı. O yıllarda hepimiz fötr şapka giyerdik!.. Ben, edebiyat heveslisi bir öğrenci; Oktay Akbal ise üne ermiş genç bir hikâyeci. Sonra o kuşağın öbür yazarlarıyla, şairleriyle tanışmalar...

Oktay Akbal'ın hikâyelerini Garipler Sokağı adlı romanından yayımladığı parçaları çok severdim. Sonra bir gün o sokağa gittik, Oktay'ın evini, odasını

Page 128: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

127

gördüm, annesiyle tanıştım. Ev, Fatih taraflarındaydı. Oktay Akbal, yıllarca, hep o tanıdığı sokakları; insanları, dondurmalı

sinemaları, duvar gazetelerini, ışıkları sonen şehri, yandan çarklı vapurları, yalnız insanları, insanların acılarım, hüzünlerini, düşlerini, umutlarını yazdı. Şimdi o hikâye kitaplarının yanımda olmasını ne kadar isterdim.

Oktay'la İlişkilerimiz hep dostça oldu; öğrencilik yıllarımda yazdıklarıma ilgi gösterdi; en azından beş-on kitabı o yıllarda tanımama yardıma oldu. Daha sonraki yıllarda, yazılı tartışmalarımız dostluğumuza gölge düşürmedi.

Üniversitede okurken olsun, daha sonraki yıllarda olsun, Oktay'la uzun uzun yürür, saatlerce edebiyat konuşurduk. İlk kitabımın adını ("İnsan Tükenmez") Oktay'la yaptığımız yürüyüşlerdeki konuşmalarımızdan birinde bulmuştum. Ataç, "Ben 24 saat edebiyatçıyım." demişti, Oktay da öyleydi. Sonraları, günlük yazılarında, gazetecilik gereği, ister istemez siyasal konulara ağırlık vermeye başladı. Açık söyleyeyim, siyasal fıkraları beni pek o kadar ilgilendirmemiştir, ama edebiyattan, anılardan, insanlardan söz açan fıkralarım hiç kaçırmam. Yıllar önce, boşanamayan erkeklerin çektikleri üzerine ne harika fıkralar yazmıştı!..

Niçin bu anılar? Oktay Akbal, fıkrasının sonlarına doğru, "Ağustosun sonlarına yaklaşıyoruz. Gün gün geçiyor zaman. Bir yere doğru yaklaştırıyor beni. Belki bir süre sevdikle den, yakınlarımdan, en başta da okurlarımdan beni uzaklaştıracak bir zorunluluk var önümde..." diyor; bu sözler sürükledi beni geçmiş günlere.

Dilerim ekim ayı başında Oktay'a gene Gazeteciler Cemiyetin’'nde, Agop Arad'la, Sami Karaören'le birasını içerken rastlarım

Bodrum, 26 Ağustos 198) Oktay Akbal, bugün Sağmalcılar Cezaevi'ne girdi. Ama gündüzleri "dışarda"

olacakmış.

Page 129: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

128

Bir Dize Ahmet Hamdi Tanpınar "beyit"i ne güzel anlatır: "...Bu hünerde kalıbın asıl

sebeplerinden biri de Araplardan gelen kaside şeklinin kendisidir. Bir tek kafiyenin etrafında ve her beyitte mânânın bir âlem olması şartiyle şairin ilhamının sonuna kadar mahbus kalması şiirin organik olmasını menedecek, onu etki altın veya gümüş belkemerleri, veya kıymetli taşlardan gerdanlıklar gibi ayrı ayrı parçalardan, çok dikkatle işlenmiş madalyonlardan teşekkül etmiş bir iş haline getirecektir. Garpte başından itibaren asıl birlik manzumenin kendisidir: bizde ise beyit esastır. Ve beyit kendi başına bir güzelliktir. Şairin mânâ âlemi orada başlar ve orada tükenir." (19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 4. baskı, s. 14)

Divan şiirinde birimin "beyit olduğu hep söylenegelmiştir. Tanpınar, haklı olarak, beyitteki bir dizenin kimi zaman fazla olduğunu da belirtiyor.

Bir beyti andıktan sonra şöyle diyor. ‘Şiir, bizim için, gururunun cezasını çekeceksin dediği zaman şairdir, bunu bir kıyasla tamamladığı zaman sadece başladığı sözü gereği gibi bitiremeyen bir hüner adamıdır. Eski estetikte beytin esas olmasına rağmen, çok defa bu mısralardan birinin lüzumsuz görünmesi buradan gelir."

Tanpınar'ın divan edebiyatında çok sevdiği ve sık sık tekrarladığı bir dize var "Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz:

Yahya Kemal adlı eserinde, Cevdet Efendi'nin "Bugün şâdımki yâr ağlar benimçün “ dizesini andıktan sonra, bu dizeyi anmadan önce şöyle der: "Bu mısraın kimin olduğunu bilmediğimiz bir benzerini Yahya Kemal sık sık tekrar ederdi." (s. 130). Gerçekten de, Yahya Kemal, şairini anmadan bu dizeyi hem Hem Edebiyata Dair’de (s. 122), hem Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatıralarıım’da (s. 109) anıyor.

Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makalelerini bugünlerde yeniden okuyorum. "Son 25 Senenin Mısraları IV" adlı yazısında' gene o dizeye rastladım (s. 416). Tanpınar bu dizenin Nedim' olduğunu yazmış. Yazının yayım tarihi, 1936. Oysa ölümüne yakın yazdığı ve tamamlayamadığı Yahya Kemal'de bu dizeyi kimin yazdığını kendisinin de, Yahya Kemal'in de bilmediğini belirtiyor.

"Millî Eğitim Bakanlığı'nca kurulan özel bir komisyon tarafından" liseler için hazırlanan Türkçe VI adlı bir kitap vardır; yayım tarihi, 1946. Bu kitabın 86.

Page 130: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

129

sayfasında şu beyti okuyoruz "Kanı ol gül gülerek geldiği demler şimdi / Ağlarım hâtıra geldikçe giilüştüklerimiz." Şairi, Mahir. XVIII. yüzyıl şairlerinden. Doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor. Kitabın "Biyografya Notları"nda da Mahir için bir "not" yok.

Bir Tanpınar'ın, bir Yahya Kemal'in, lise edebiyat kitaplarında verilen bilgileri bilmemesi şaşırtıcı değil mi?

Page 131: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

130

Asım Bezirci'nin Şaşırtıcı Yanılgısı

Bodrum, 29 Ağustos 1983 Asım Bezirci, Orhan Veli'nin çevirdiği şiirleri Bütün Çeviri Şiirleri başlığıyla

derlemiş. Can Yayınları'nda çıkan kitabı temmuzda, İstanbul'dayken, Erdal Öz'e uğradığımda almıştım; Erdal'ın yeni yayımladığı 8-10 kitapla birlikte. (Ne yayıncılar var!)

Asım Bezirci, kitabın başına yazdığı "Orhan Veli'nin Çeviri Şiirleri" başlıklı yazısında, kitapta "hepsi de Orhan Veli'nin elinden çıkmış 84 çeviri"nin bulunduğunu belirtmekte ve "Bunlardan 13'ü ilk kez burada yer almaktadır." demekte. Sonra da şu açıklamayı yapıyor: "Şiirlerin altına nereden, hangi kitap, dergi ya da gazeteden aktarıldığını belirten açıklamalar koydum. Hiçbir yerde yayımlanmamış olup, şairin eski yazılı el defterinde ya da evrakı arasında bulduklarımın altını ise boş bıraktım."

Kitabın "İran Şiiri" bölümünde Orhan Veli'nin Hayyam'dan "çevirdiği" sekiz rubai var; bunlardan dördünün nerede ve hangi tarihte yayımlandığı belirtilmiş, dördünün "altı boş bırakılmış". Demek ki bu 4 rubai, "Hiçbir yerde yayımlan-mamış olup şairin eski yazılı el defterinde ya da evrakı arasında" Asım Bezirci'nin bulduğu rubailer diye düşündüm ilkin, ama okudukça bana hiç yabancı gelmedi bu rubailer. "Eleştiri Günlüğü"nü izleyenler, bu yaz özellikle üç şairi okuduğumu fark etmişlerdir: Tevfik Fikret, Ahmet Haşim ve Yahya Kemal. Buna "okumak" yerine "çalışmak" demek belki de daha doğru. Asım Bezirci'nin "Hiçbir yerde yayımlanmamış" dediği rubaileri birkaç kez okuyunca bu rubaileri daha önce okuduğumu anımsadım ve Yahya Kemal'in Rubâiler ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş adlı kitabını açtım. Sonuç gerçekten şaşırtıcı oldu; titiz bir araştırmacı olduğunu bildiğim- bunca yıllık arkadaşım Asım Bezirci, Yahya Kemal'in ya bir rubaiyi ve Hayyam'dan çevirdiği bazı rubaileri "Orhan Veli'nin Hayyam çevirileri" olarak sunuyordu.

Bütün Çeviri Şiirleri'ndeki 7. rubai şöyle: Biz aşka tapanlara mûselman başka Biçâre karıncaya Süleyman başka

Page 132: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

131

Bitlerde soluk cime sararmış yüz ara Zerdest salan küçük bedest’an başka

Bu rubai, Yahya Kemal'in yazdığı bir rubai; Yahya Kemal'de son dize "Som sırma satan küçük bezistan başka' biçiminde; o kadar.

6. rubai, Orhan Veli çevirisi değil, Yahya Kemal çevirisi. 8. rubai de öyle. Sadece, Yahya Kemal'de bazı sözcükleri değişik (yani

"Doğru"): Birinci dizedeki "imanım", Yahya Kemal'de "en'âmım" biçiminde; ikinci ve üçüncü dizeler Yahya Kemal'de "Ben" diye başlıyor; üçüncü dize Yahya Kemal'de "hiçim" diye bitiyor (ki, veznin bozulmaması için öyle olması gerek).

5. rubainin ilk dizesi Yahya Kemal'de değişik: "Onlar ki erüp fezail ü âdâbe". 4. rubai Yahya Kemal'de de var, ama değişik biçimde. Anladığıma göre Asım Bezirci, Orhan Veli'nin 'eski yazılı el defterinde ya da

evrakı arasında" bulduğu bazı rubaileri Orhan Veli'nin çevirdiğini sanarak denetleme, "tahkik" etme gereğini duymadan, hazırladığı kitaba alıvermiş; böylece Yahya Kemal'in bir rubaisi ile Hayyam'dan çevirdiği bazı rubailer okur-lara Orhan Veli çevirisi olarak sunulmuş. Asım'ın titizliğini çok iyi bildiğim için bu yanılgı bana şaşırtıcı geldi. Kitap çıkalı aylar geçtiği halde bu konuda kimsenin bir uyarıda bulunmayışı da ayrıca şaşırtıcı geldi. (Ne edebiyat dünyası!) ikinci baskıda gerekli düzeltmenin yapılabilmesi için bu satarları yazmak gereğini duydum.

Bu "Günlük“ü Yahya Kemal'in bir rubaisi ile bitirelim: Hayyâm'a muzaf olan nihâilerde, Bir hayli külâahlar karışmış görünür Karnileri gâh! cücedir gâh dev Cinlerle ilâhlar karışmış görünür

Page 133: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

132

Bir Çizerin Yazılı Düşünceleri

Bodrum, 3 Eylül 1983 Gösteri'nin Eylül sayısında, "Her Yönüyle Türk Karikatürü" bölümünde, ilginç

yazılar var. "Gazete Karikatürü, Karikatür ve Sanat Üstüne Aykırı Düşünceler" başlıklı yazısında Ali Ulvi, "sanatın genel kuramları üstüne birkaç söz" etmek istediğini belirterek "biçim, öz, içerik, konu" üzerine düşündüklerini söylüyor, bazı yargılarını açıklıyor. Ali Ulvi'nin "aykırı" düşünceleri üzerine "birkaç söz" de ben söyleyeyim, dedim.

Önce, Ali Ulvi'nin "bana göre" dediği düşünceleri anımsatmak gerek: "Sanatta biçim sadece bir istif, bir yerleştirmedir. Daha sağlam ve kapsamlı deyimle 'kurgu'dur. (...) Sanatta 'öz ise konu ya da anlatılan şey değil, sadece ve sadece 'sanatçının konusunu algılayışıdır.' 'İçerik ise biçimlendirilmemiş bütünün parçaları. Yani sanatçının konusundan aldıkları ile konusuna kattıkları. O kadar. Sonra sanatçının yeteneği, zekâsı, bilgisi; kültür birikimi, dünya görüşü ile bunları 'kurgu'layıp biçimlendirmesi ile sanat yapıtı oluşur..." ("Muhteva" karşılığı olarak önceleri "öz" kullanılırdı, sonradan "içerik" kullanılır oldu. Görüldüğü gibi Ali Ulvi, aynı kavramın Türkçeleri olan öz'le içerik'e ayrı anlamlar veriyor.)

"Toplumsal" sözcüğü yerli yersiz o kadar bol kullanıldı ki Ali Ulvi, belli, bıkmış bu sözcükten, kullanmak istemiyor onu. Ne var ki "öz"den, "biçim"den, ya da, sanattan, edebiyattan söz açınca, hoşlansak da hoşlanmasak da, "toplumsal" sözcüğünü kullanmak zorundayız. Çünkü, "öz"ü, "toplumsal" sözcüğünü anmadan sadece "sanatçının konusunu algılaması" diye tanımlarsak; "biçim"i, "toplumsal" sözcüğünü anmadan sadece "bir istif, bir yerleştirme, kurgu" diye tanımlarsak, tanımlarımız ister istemez dural (statique) tanımlar olacaktır; sonuçta, "belirli bir tarihsel an"daki biçimi sadece sanatçının teknik becerisiyle, "belirli bir tarihsel an"daki özü sadece sanatçının bireysel algılama gücüyle açıklamaya kalkışmış oluruz.

Ne var ki biçim de, öz de dural değil; devingen. Ama bu devingenliği görebilmek için biçimin de, özün de toplumsal değişimle ilintisini görebilmek zorunlu; çünkü biçim de, öz de sadece bireysel yaratışla ilintili olgular değil, aynı zamanda toplumsal olgular. Ali Ulvi'nin çözümlemelerinde ve tanımlarında "toplumsal" yaklaşım yok; toplumsal yaklaşım olmayınca "tarihsel" yaklaşım da

Page 134: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

133

olmuyor; tarihsel yaklaşım olmayınca da "öz"ün temel özellikleri olan devinim ve değişim görülemiyor; özün devinim ve değişimi görülemeyince toplumun değişim sürecinde yaşam yeni biçimler içinde gelişirken, bu yeni yaşamı eski edebiyat "biçim"leriyle biçimlendiremeyeceğimiz görülemiyor, özle biçim arasındaki etkileşim görülemiyor. Bunun içindir ki Ali Ulvi, özle biçimde meydana gelen değişimlerin sözünü etmediği gibi özle biçim arasındaki etkileşimin de sözünü etmiyor.

Ali Ulvi'nin de dediği gibi "okuyucu özün biçimi belirlemesi" gibi sorunlara yabancı değildir; ne var ki "özün biçimi belirlemesi" sözü, üzerinde fazla düşünülmeden tekrarlanan bir söz. Oysa durup dururken eski biçimler yıkılarak ya da değiştirilerek yeni biçimler yaratılmaz; bu değişim için toplumsal değişim zorunludur; değişen toplumsal gerçeklikle birlikte bu gerçekliği yansıtış biçimi de değişecektir. Kendi edebiyatımızdan bir örnek. Osmanlı toplum yapısı, kendine uygun şiiri de yaratmıştı: Divan şiiri. (Ve halk şiiri.) Ama Osmanlı toplumunun Batı etkilerine açılmasıyla birlikte başlayan değişim "özü de, biçimi de, konuyu da" değiştirmiştir. Toplumsal yapıdaki bu değişme şairlerin insanlara ve topluma bakışını da, "konusunu algılayışını" da değiştirmiştir. Yoksa bir Şinasi çıkar da Reşid Paşa'ya "Bildirir haddini Sultana senin kanunun" diye kaside yazabilir miydi? Bir "kul" "Sultan" hakkında böyle bir söz edebilir iniydi? Tanzimat döneminin ilk kuşağı, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paça, "yeni'yi "eski biçim içinde dile getirmişlerdir. Çünkü öz, devingendir; biçim ise tutucudur, elinden geldiğince varlığını sürdürmek ister. Ama daha sonraları, yeni öz, yeni biçimi yaratmıştır A. Hâmit, Ekrem, Edebiyat-ı Cedideciler eski biçimleri yıkmışlar, yeni biçimlen, yaratmışlardır; özün biçimi belirlemesi budur. Ve Divan şiiri tarihe karışmıştır. Başka türlü olabilir miydi? "Makber" ya da "Sis’’ Divan şiiri olarak yazılabilir miydi?

Şimdi, "toplumsal" sözcüğünü bir yana bırakarak, Tanzimat şiirinin, Edebiyat-ı Cedide şiirinin "öz"ünü sadece "sanatçının konusunu algılaması’’ olarak, "biçim"ini sadece "istifi yerleştirme" olarak açıklayabilir miyiz?

Ali Ulvi, tanımlarını yaptıktan sonra, “Sonra sanatçının (...) bunları 'kurgu'layıp biçimlendirmesi ile sanat yapıtı oluşur.’’ diyor. "Bunları" derken, yanlış anlamıyorsam, "içerik"i düşünüyor. Böyle düşününce içeriğin dışında bir öğe gibi düşünmüş olmuyor mu "biçimlendirme'yi, daha doğrusu, "biçim"!? İçerik bir yanda, biçim bir yanda; biçim, içeriği kurgulayıp biçimlendiriyor ve sanat yapıtı oluşuyor Pek akla yatkın bir açıklama gibi gelmedi bana. Aynı konuda Brecht şöyle diyor "Biçim, bir dış öğe, sanatçının içeriğe kazandırdığı bir şey değildir; tersine öylesine içeriğe aittir ki, sanatçının kendisi bile çoğu kez ona bir içerik gözüyle bakar.' Ali Ulvi bir sorsun şair dostlarına: Bir şiir, önce düşünceler, kavramlar halinde mİ geliyor, yoksa doğrudan doğruya dizeler halinde mi? Tanzimat şairlerinin, Tevfik Fikret'in ve bütün kötü şairlerin san-dıkları gibi biçim, içine içeriğin doldurulacağı bir heybe değildir. Ali Ulvi, "Sanatçı, sanatını işler kendi dünya görüşü doğrultuşunda kullanır ya

Page 135: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

134

da dünya görüşünü sanatına katmaz. Ben sanatçının insan kişiliğinin ezilenden, halktan, hak'tan yana olmasını yeğliyorum, ama o sanatçının yapıtını değerlendirirken bunların söz konusu olmaması gerektiğini düşünüyorum. Sanat yapıtının başarısı neyi anlattığından değil, nasıl anlattığından doğar." diyor.

Ali Ulvi'nın ne demek istediğini -aşağı yukarı- anlıyorum, ama demek istediklerini iyi yazamamış, yanlış anlam çıkacak biçimde yazmış, açıkçası, çok kötü yazmış. (Oysa ne usta çizerdir Ali Ulvi.)

Sanatçı, bir dünya görüşü varsa, bu dünya görüşünü "sanatına katmaz", bu görüş sanatında zaten "mündemiçtir"; 'sanatçının konusunu algılayışını bu "dünya görüşü" belirler. "Dünya görüşü" ile gözü bozuk olanların kitap okurken taktıkları "gözlük" arasındaki fark da buradadır. Ali Ulvi'nin, bu tümceden sonraki tümcesini, gene çok kötü yazılmış o tümceyi, ben kendi Türkçemle şöyle yazarsam Ali Ulvi doğru anladığımı kabul eder mi: "Ben sanatçının insan kişiliğinin ezilenden, halktan; haktan yana olmasını yeğliyorum, ama o sanatçı bunları anlatırken iyi anlatamamışsa, yani başarılı biçimler kuramamışsa, o sanatçı sırf bunları anlatıyor diye o sanatçının yapıtını değerli sayamam. Çünkü sanat yapıtının başarısı neyi anlattığından değil, nasıl anlattığından doğar. Çünkü bir sanat yapıtının iyi ya da kötü oluşunu ("Sanat yapıtı olarak var olup olmadığını" dersek daha aydınlık olmaz mı?) yalnız biçimi belirler." Ali Ulvi bunları demek istemişse bu düşüncelerine ben de katılıyorum. Çünkü Ali Ulvi haklı bir tepkiyi dile getiriyor. Şairlerimizin, hikayecilerimizin, romancılarımızın bir bölüğü, şiir, hikâye, roman yazmak için değil de, "ezilen'den, halktan, hakları yana" olduklarını göstermek için yazıyorlar. Bunun halka bir zararı yok, çünkü halk okumuyor onları; olan gene bize oluyor!..

Ali Ulvi, "Bu konuda elimden geldiğince kısa ve 'bana göre' konuşacağım" diyordu yazısına girerken. Kısa konuştuğu, hatta gereğinden kısa konuştuğu açık; tanımlarını biraz daha geniş yapsaydı daha iyi olurdu, sanıyorum. Ama Ali Ulvi'nin düşünceleri, sandığı gibi, pek o kadar "aykırı" düşünceler değil; ayrıca pek de "bana göre" denilebilecek düşünceler değil. Brecht, "... biçimden kopuk sanat, sanat olamaz." diyor, "Edebiyatın görevi her şeyden önce edebiyat olmaktır. Yazarın görevi ise biçimini geliştirmek." diyor; Fischer, "Sanat biçim vermektir, bir yapıta ancak biçim sanat niteliği kazandırabilir." diyor. (Bu konularla ilgili olarak yanımda sadece ikisinin birer kitabı var.)

Bana gelince, ben pek de öyle "bana göre" konuşmadığımın farkındayım: Bilinen şeyler benim söylediklerim. Yazdımsa, Ali Ulvi arkadaşımın düşünceleri belki yararlı tartışmalara yol açar diye yazdım.

Page 136: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

135

Yahya Kemal ve Kadınlar

Bodrum, 4 Eylül 1983 Dün akşam, Hadi Gari Bar’da, bir iki hanım feminizmden söz ediyorlardı.

Eve gelince, Yahya Kemal'in Mektuplar Makaleler adı altıda toplanmış yazılarını şurasından burasından okudum.

Üstat, 13 Mayıs 1938'de, Prenses E'nin öğle yemeği davetine gitmiş; "sofrada dört genç hanım vardı ve tek erkek bendim" diyor. "Dördü de ayrı ayrı güzel olan bu dört hanımla" dört saatten fazla vakit geçirmişler, çeşitli konulardan söz aç-mışlar. Aynı gün şunları yazmış Yahya Kemal:

"Bir erkek kadınlar arasında vakit geçiremez. (Onlar) ne kadar tecrübeli olsalar yine fikir insanı olamazlar. Kadınlar yalnız ve yalnız doğurmak, anne olmak, çocuk büyütmek için yaradılmışlardır. Bu vazifelerinden gayri bütün işleri ve fikirleri haşviyattır. İşte bu öğle yemeğinde hâsıl ettiğim fikir."

İnşallah bu "fikir", yalnız o öğle yemeğiyle ilintilidir. Yoksa pek de yabancısı olmadığımız bir ideolojinin kadın hakkındaki düşüncelerini Yahya Kemal'in kaleminden okumuş olacağız ki doğrusu bu hiç de hoş bir şey değil!

Page 137: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

136

"Tanpınar'ın Şiir Dünyası"

Bodrum, 7 Eylül 1983 25 Mayıs’ta yazdığım Eleştiri Günlüğü'nde "Ahmet Haşim'in söz

dağarcığı"ndan söz açmış, "... Ahmet Haşim'in söz dağarcığıyla Orhan Veli'nin söz dağarcığını karşılaştırmak!; bence, yanlıştır." dedikten sonra şunları eklemiştim: "İlle bir karşılaştırma gerekiyorsa, Haşim'in söz dağarcığını, şiir sayısı 76'yı bulan ve Haşim gibi sınırlı konuları işleyen Ahmet Hamdi Tanpınar'ın söz dağarcığıyla karşılaştırmak daha anlamlı olur, sanıyorum."

Sayın Mehmet Kaplan'ın Tanpınar'ın Şiir Dünyası adlı kitabı dün akşam bitirdim; 1963'teki ilk baskısını görmemiştim; okuduğum, Dergâh Yayınları'nda çıkan ikinci baskı. (1983,269 sayfa.)

Sayın Kaplan, kitabının 210. sayfasında, Tanpınar'ın "kelime kadrosu"nu incelerken şöyle diyor "Tanpınar'ın şiirlerindeki kelime kadrosu dardır. Tıpkı Haşim'deki gibi." O sayfada bir de dipnotu var "Tanpınar'ın şiir lugatı üzerine de istatistikî bir araştırma tezi verilmiştir Gülten Ağra, 'A. H. Tanpınar'ın Şiir Lugatı', Türkiyat Enstitüsü T. 1082, İst. 1965." Ne var ki Tanpınar’ın kullandığı sözcük sayısını belirtmemiş Sayın Kaplan; belirtmek bir yana, bu sözlük darlığını nerdeyse bir erdem gibi göstermeye çalışmış: "Şahsiyet, bir seçme demektir. Sevilen ve sevilmeyen kelimeler vardır..."

Sayın Kaplan'ın kitabı, öğrenciler için yazılmış bir öğretmen kitabı, şiiri gerçekten sevenlere, izleyenlere fazla bir şey söylemiyor: Tanpınar'ı "neslinin en kuvvetli ve en mükemmel şairi" olarak değerlendiren Sayın Kaplan'ın kitabının sonunda vardığı yargı şu: "Tanpınar, 1900-1950 yılları arasında hece ile vücuda gelen şiirin şaheserlerini yaratmıştır. Bu devrin hececileri arasından tek bir isim seçmek lâzım gelse, ben şahsen onu seçer ve son çağ Türk şiirinde tek başına mermer bir Abide gibi yükselen Yahya Kemal'in yanına yerleştirirdim." (s. 243)

Abartmalı bir yargı. Öğrencinin hocasına iltiması. Tanpınar'ı ne kadar beğendiğimi yazılarımı okuyanlar bilirler. Ama benim beğendiğim Tanpınar, romancı Tanpınar'dır, edebiyat düşünürü Tanpınar'dır; şair Tanpınar'a gelince... Doğrusu, fazla önemsenecek bir şair olduğunu sanmıyorum Tanpınar'ın. Tanpınar da böyle düşünüyor. Tanpınar'ın mektuplarını toplayan bir kitap vardın Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mektupları. O kitap şimdi yanımda yok, ama

Page 138: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

137

Tanpınar'ın bir mektubunda "Şiiri biliyorum, ama yapamadım." dediğini çok iyi anımsıyorum.

Sayın Kaplan, Tanpınar hakkındaki yargısını belirtmeden önce, hece vezniyle yazan bazı şairleri anıyor; Necip. Fazıl, Ahmet Kutsi, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı. Ahmet Muhipi şöyle değerlendiriyor "Önceleri Tanpınar'ın tesiri altında kalan Ahmet Muhip Dıranas, daha sonra kendisine has, fakat yine de Tanpınar'ın estetiğine yakın şiirler yaratır." (s. 241) Ahmet Muhip'te "önceleri" bir etki söz konusu ise, akla Tanpınar'ın adı değil, başka iki şairin adı gelmelidir Ahmet Haşim ve Baudelaire. Bu, bir. İkincisi de şu: Ahmet Muhip'in "Kar" şiiri ya da "Olvido"su düzeyinde bir şiir bulabilir miyiz Tanpınar’da? "1900- 1950 yılları arasında" hece ile yazan şairlerin en başarılısı, bence, Ahmet Muhip Dıranas’tır.

Kitabın başında, Tanpınar’ın ölümünden on üç gün önce yazdığı, "Tanpınar'ın hatıra defteri'nin son satırları" başlıklı bir yazı var. İlginç. Ve hazin. Tamamlanmamış bir tümce ile bitiyor "Etrafımdaki sükût 'conspiration'unu..."

Page 139: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

138

1984

Page 140: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

139

Bir Roman Olayı: "Issızlığın Ortasında"

İstanbul, 7 Mayıs 1984 Uzunca bir aradan sonra Eleştiri Günlüğü'ne Issızlığın Ortasında ile başlamak,

benim için gerçek bir mutluluk. Gene büyük bir "ilk roman başarısı". Üstelik bunun bir rastlantı olmadığı

hemen belli oluyor Mehmet Eroğlu, romanı bilen, yazdığını bilinçle yazan, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmayan bir romancı. Şaşırtıcı bir kurgu ustalığı var Issızlığın Ortasında'da. Mehmet Eroğlu, polis romanlarında da gördüğümüz bir tekniği şaşırtıcı bir ustalıkla kullanıyor; olay örgüsü, son derece başarıyla düzenlenmiş. Sonuç Romanı soluk soluğa okuyorsunuz. (Ben romanı bitirdiğimde gün ışımaya başlamıştı.)

Romanın kurgu ve yapı olduğunu çok iyi bilen Mehmet Eroğlu, ayrıca, Türk romanlarında çok az bulabildiğimiz bir şeyi, Issızlığın Ortasında’da bize bol bol sunuyor: Buna, en beylik deyişle, "insan ruhunun derinliklerine nüfuz etmek" diyebilirim. Bunun için olsa gerek, romanı bitirdikten sonra Nazım Hikmet'in çok sevdiğim bir şiirindeki bir dize dilimden düşmez oldu: "İnsan yüreklerine dokundu bu elleri". Mehmet Eroğlu, insan yüreğine dokunmasını bilen bir romancı. (Halit, "Kadın neden ağladı, bilmiyorum!" dedikten sonra, "Belki önce ben ağladım." (s. 59) deyince yetiyor bu kadarı. Roman boyunca pek çok örneği var bunun.)

Mehmet Eroğlu, "12 Mart dönemi"ne, çok açılı bir bakışla ve 12 Mart dönemi romanlarında görmediğimiz yeni roman kişileriyle yaklaşıyor; bunun için, romanını, Mart 1976 - Mayıs 1977 arasında, olayların (ya da acıların) daha dumanı tüterken yazdığı halde, olayları ve-kişileri romanlarımızda pek rastlayamadığımız bir nesnellikle, eleştirel bir görüşle değerlendirebiliyor; "devrimci gençler" yok, genç "insanlar" var Issızlığın Ortasında'da; insan olmanın bütün karmaşıklığıyla. Bu romanı elbette herkesin okumasını isterim, ama en çok üniversiteli gençlerin okumasını isterim; roman olarak da okuyabilirler, bir dönemin ve bir tutumun tartışması olarak da. Ölümüne işkenceye dayanan, tek sözcük konuşmayan yiğit Ali'nin, "Ölüme kolayca rastlanabilecek bir yerde ben olmalıydım.' (s. 107) demesinin, Eren'in hüküm günü "Beni neden asmadınız?" diye bağırmasının (s. 103), Ayhan'ın "Neden ölmedim" diye kendi kendine

Page 141: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

140

sormasının (s. 103) üzerinde üniversiteli gençlerin uzun uzun düşünmelerini isterdim.

İnancını da, geçmişini de yitirmiş 26 yaşında bir Ayhan; bunlar da yetmiyormuş gibi bir de savaşa katılmış bu Ayhan, istemeye istemeye insan öldürmüş, insanların ölümüne neden olmuş- Mehmet Eroğlu, Ayhan aracılığıyla, çalkantılı bir dönemi, bu dönemin genç insanlarını anlatıyor.

"Bir erkek, kendisine ancak bir kadınla başlar tekrar. Ya da savaşla, devrimle," diyordu Paul Nizan Fesat'ta savaşı da, devrimi de yitiren Ayhan, adam öldürmenin yükü altında ezilen Ayhan, bunların sonucu olarak sürekli intihar düşüncesi içinde yaşayan Ayhan (Bir intihar girişimi var!), kurtuluşunu "kadın'da arar. Ama bu son umudunu da yitirir. Niçin yürütemez Ayhan, kadın ilişkisini? Niçin kadınlarla savaşır gibi sevişir? Ayhan-Zafer ilişkisi sadece bir dostluk ilişkisi midir? Yoksa Selim İleri'nin deyimiyle "aşkla arkadaşlık"mı? Ayhan'ı soru yağmuruna tutan Doktor da şüpheleniyor bundan; Zaferle Nâlan'ın sevişmelerini konuşurlarken Doktor'un "Zafer'in yerinde olmak istemez miydin? Belki de sen sevişmek isterdin?" sorusuna Ayhan'ın "Hayır," cevabını vermesi üzerine Doktor açıkça sorar: "Peki, o yatakta kimin yerinde olmak isterdin?"; Ayhan, Doktor'un sorusundaki merakı gülünç buluyor ve cevabı: 'Düşündüğünüz gibi değil," (s. 122) oluyor...

Ayhan'ın Papaz’la İlişkileri ve Papaz'ın bir yanlış anlama sonucu intiharı... Ne ustaca anlatır bu oluşumu Mehmet Eroğlu. Papaz'ın intiharı karşısında Ayhan'ın durumu bana, Kemal Tahir'in Kurt Kanunu'ndaki Emin Bey'in halini anımsattı: "Çocukluk arkadaşının (Kara Kemal. - FN) kendisini ele vereceğinden şüphelenip şüphelenmediğini öğrenmeden artık yaşayamayacağına inanmıştı. Aklından böyle bir şüphe geçirdiği kesinleşince de... Yaşamak... mümkün olmayacaktı galiba..." (Birinci baskı, s. 376). Emin Bey, talihlidir Gerçeği öğrenerek rahatlar. Ama Ayhan için yoktur böyle bir olanak: "Ertesi gün o köyden ayrıldım ve öğlene doğru kurşunu kafama sıktım." (s. 346)

Halit, Ali, Zafer, Fazıl birtakım sorunları kişiliklerinde somutlaştırmış kişiler. Mehmet Eroğlu, erkek kişilerinde ulaştığı başarıya kadın kişilerinde

ulaşamıyor, bence; bir yapaylık var Mehmet Eroğlu'nun kadınlarında. Mikhelangelo Antonioi'nin bir sözü vardır "İnsan başkalarını tanımlamaya çalışırken bunu kendi kişiliğinin içinden geçerek yapar." Buna, Orhan Pamuk'un (Mehmet Eroğlu'nun Milliyet Roman Yarışması ödül ortağı) Yeni Gündem'in ilk sayısında Fatih Özgüven'e verdiği bir cevabı eklemek istiyorum: "-.Yani gerçekten dürüstçe kadın bilincini akıtabilecek kadar kadınların yerine koyamıyorum kendimi." Mehmet Eroğlu'nun Ferda'sı epey yapay geldi bana; Ferda-Ayhan ilişkisi, bu ilişki içindeki konuşmalar, romanın hep "sahihlik" duygusu uyandıran genel havasına aykırı düşüyor.

Türkçeyi iyi kullanıyor Mehmet Eroğlu. Ne var ki, zaman zaman "güzel yazma" kaygısına yenilmesi romanı için zararlı. Bir örnek: "O gözler, içimdeki gece karanlığını temizleyip gökyüzünün maviliğine yükseltecek beni," (s. 179) İnsana Attilâ İlhan'ın "imge"lerini anımsatıyor! Mehmet Eloğlu'nun "roman dili

Page 142: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

141

üzerinde yeniden düşünmesi zorunlu, bence. Mehmet Eroğlu da, belli, benim gibi çok seviyor Dostoyevski'yi. Kimi

sayfalarda bir Dostoyevski havası buluyoruz. ‘’ben ağladım." [s. 59) deyince yetiyor bu kadarı.

s. 192 eksik

Page 143: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

142

Roman Metalaşıyor ya da Pazar Ola Romancılar

s.193 eksik

"gerçek yazın değeri"nin yerini başka şeyler alacaktır. Şimdilik bu "şey"in

cinsellik sömürüsü olacağı anlaşılıyor. Haco Hanım Vay, Attilâ İlhan'ın yeni romanı. Kitabın 6. sayfasında Attilâ

İlhan'ın öbür romanlarının adları ve kaç baskı yaptıkları yazılı; en çok baskı yapan roman Fena Halde Leman: - baskı. Fena Halde Leman'ın baskı sayısı Haco Hanım Vay'ın kaderini çizmiş. Hiç yorum yapmadan birtakım alıntılarla yetineceğim:

"Ayrı ayrı her uzvunu okşatıyordu. Buğular salıveren karanlık meme uçlarını, ağzından çeker çekmez, kulak memelerini dişleri arasına verir; ondan usanırsa, herbiri daha yoğun olarak sonrakini üreten, öpüşmeler zincirini başlatır. Bacaklarını sımsıkı sırtından düğümlemiş, dişiliğinin yağlı ve ateşli çukurunda, erkekliğini sanki 'müebbeden' hapsetmiştir. (...) Hele o, geniş ve kaim kalçalarını, gemi çarkları gibi çevirmeye koyulunca, artık 'nefsine hâkim olamayıp', dişlerini omuzuna geçirdi: dölsuyunu değil, dölyatağına, bir alevsaların ağulu mavi alevlerini püskürtüyor," (s. 72)

"Arşaluys, leylâk ve ter kokulu yoğun bir duman bulutu, yavaş yavaş, sevdiği adamın üzerine kapanıyor. Buram buram sperma tüten erkekliğini, apışarasının kuytusuna sımsıkı hapsetti. Hafif yapışkan bir kayganlık. Dişilik mağarasının ıslıklı karanlığı. İleri geri, yukarı aşağı, sürekli hareket." (s-109)

"O koca elleri yok mu, uzun ve kemikli parmakları, mahareti onlarda: mahza şehvet hayvanlandır, terden nemli uçlarıyla, meme ağızlarında hınzırca gezinir, bızırı sinsi sinsi bastırırlar. Ağzı, ellerinden hiç geri kalmaz. Hele dili! Söylemesi ayıptır, Müzeyyen abla'nım dili, onun 'erkekliği': dudaklarını araladı mı, mum alevi gibi pembe, yakıcı ve kıvrak, dışarıya fırlamasıyla, bir delik bulup içine dalması bir olur." (s. 417)

Yeter bu kadarı. Şu örnekler de Selim İleri'den; bir zamanlar romancılığını önemsediğim,

kendisinden çok şeyler beklediğim Selim İleri'den:- "Orhan'ı deli gibi arzuluyordu. Hattâ, korkunç ama, sevişmek de yetmiyor,

Page 144: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

143

(...) pislikte debelenmek, boğulmak için çırpınıyordu. Öyle, çırılçıplak yataklara uzanmış, Orhan yaklaşıyor, boydan boya bu çıplak gövdeye işiyor! İşiyor! İşiyor!" (•.188)

"Ama Orhan, (...) Belma'nın çıplak vücuduna işemeye bayılıyordu. Ilık sidik çarşaflara damlıyordu gövdesinden taşarak. Yüzü gözü sırıl sıklam, ılık ıslaklığı sonuna kadar yaşayarak, dudaktan yarı aralık, bunları yaşadığına sadece saygı duyuyordu" (s. 189)

Belli, Selim İleri aşacak Attilâ İlhan'ı. Ne denir? Pazar ola!

Page 145: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

144

Eski Şiirimizden Yararlanmak

İstanbul, 9 Mayıs 1984 Divan şiirinden yararlanmak, halk şiirinden yararlanmak... Sık sık gündeme

gelen konular, bunlar. Geçen yaz, Bodrum'da, yeni bir kitaba çalışırken aynı konu beni de uzun

uzun düşündürmüştü. Sonunda Divan şiirinden yararlanmak konusunda kendimce bir sonuca vardım: “Türkçeyi çıkmazdan, yanılgılar batağından kurtarmak, aydının da halkın da anlayacağı bir Türkçeye, Yahya Kemal'in deyişiyle; Türk'ün evde ve sokakta konuştuğu dil'e ulaşmak, bu Türkçeyle bir dil kurmak gerekir. Fransa'da on yıl yaşayan, Batıyı ve Batı şiirini tanıyan, daha önceki şairlerimiz gibi bu şiirin sadece içeriğine değil, biçimine de, diline de bakmasını öğrenen Yahya Kemal, Divan şiirinden yararlanarak yeni bir şiir dili kurmuş, bugün bile tartışılmakta olan bir sorunu XX. yüzyılın başlarında çözmüştür. Yahya Kemal, Divan şiirinden yararlanarak Türk şiirini Osmanlıcadan ve Osmanlılık'tan kurtarmış, Türk şiirini Türkçeye kavuşturmuştur."

Ya halk şiiri? Halk şiirinden yararlanmak olanağı var mı? Bodrum dönüşü, bu konuyu şair dostum Edip Cansever'le konuştum. Edip, kısaca, "Olanaksız" diyordu.

Adam Yayıncılık'ın Türk kültürüne unutulmaz bir hizmeti oldu: Prof. Pertev Naili Boratav hocamızın iki ciltlik Folklor ve Edebiyat'ını yayımladı. Bu eser, halk şiirinden yararlanmak konusunda düşünmek isteyenlerin başvuracağı temel kaynak. Benim de, ders çalışır gibi, altını çize çize okuduğum kitaplardan. O altını çizdiğim satırlardan bazılarını aktarmak istiyorum:

"-.O halde halk edebiyatları, sanat terbiyesi düşünülecek olursa klasik edebiyatların usta eserleri gibi örnek olamazlar. Klasik eser, şekil mükemmelliğine özenilen eserdir; sanatta kusursuz şekil vermeyi, ustaca yaratmayı genç sanat çıraklarına öğretmek isteyince onlara, bugünkü hayat şartlarımıza uygun sanat eserlerinin en mükemmellerinden örnekler göstereceğiz: Bunlar ise halk edebiyatı eserleri değil, klasik eserlerdir. (...) Ama folklor eserlerinin sanat yaratmalarında örnek değil de, bir türlü yapı malzemesi vazifesini görmesi (Altını ben çizdim. - FN) gibi, bambaşka ve aynı derecede önemli bir yeri

Page 146: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

145

vardır ki, milli sanatımızın gelişmesinde folklordan ancak onun bu vasfını göz önünde tutarak faydalanabiliriz." (1. cilt, s. 19)

"Ama çağdaş sanat halkın yaşamına ve geleneklerine romantik bir özlem ve özenti düzeyinde kalırsa kısır bir taklitçilikten ileri gidemez ve toplumun atılımlarında tutucu bir etken olur. Yaratıcılığında ve düşününde halkı aşabilen ve bu yeteneği ile halkı daha iyiye, daha güzde, daha mutluya götürebilen sanat ulusluk bir güç kazanır ve insanlığın büyük senfonisine kendi ulusuna özgü sesle katılır(1. dit, s. 162)

Bu konuyla ilgili daha pek çok sayfa var, ama bu kadarı yeter bize. Melih Cevdet Anday’ın, Gösteri'nin nisan ve mayıs sayılarında çıkan

"Karacaoğlan'ın Bir Şiiri Üzerine Çeşitlemeleri"ni okuyunca yeniden "Halk şiirinden yararlanma" konusunu düşünmeye başladım.

Melih Cevdet'in şiirlerindeki sözcüklerin çoğu Karacaoğlan'ın şiirlerinin sözcükleri; ama Melih Cevdet'in şiirlerinin Karaca oğlan'ın şiiriyle ilintisi yok, yepyeni ve çağcıl şiirler. İlk neden, galiba, Melih Cevdet'in şiirindeki "bütün güzelliği". Divan şiirinde bütünlük biriminin "beyit" olduğu tekrarlanagelir; bu şiiri iyi bilenler kimi zaman beyitteki bir dizenin bile fazla olduğunu söylerler. Ya halk şiiri? Halk şiiri, dörtlüklerden oluşur; Divan şiirinde mükemmel beyit oldukça çoktur, ama Halk şiirinde mükemmel dörtlük alabildiğine azdır. Bir örnek: Memet Fuat'ın hazırladığı bir Karacaoğlan (Birinci baskı: 1977) vardır; Memet Fuat, kitabına, Karacaoğlan'dan 87 şiir almış: Toplam 383 dörtlük, yani 1532 dize. Elbette öznel bir değerlendirme, buna bir diyeceğim yok: 1532 dize içinde sevdiğim 75 dize bulabildim; bütününü sevdiğim tek koşma çıktı (O da bu 75 di-zenin içinde): Hani, “ Karac'oğlan der ki bakın geline / Ömrümün yansı gitti talana / Sual eylen bizden evvel gelene /Kim var imiş biz burada yoğ iken" diye biten bir koşma vardır ya, o. Melih Cevdet'in "Uzaklara kar gibi yağıyor bilmediğim yıllar" gibi bir dizesine ise bütün Karacaoğlan'da rastlamak oldukça zor.

Evet, "Halk şiirinden nasıl yararlanılır?" Hep böyle olur. Siz bir sorunu kuramsal olarak tartışırken bir büyük sanatçı gelir, o sorunu kılgısal olarak çözüverir. Melih Cevdet de aynı şeyi yapmış.

Page 147: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

146

"Üç Beş Kişi"den Biri Üstüne

İstanbul, 23 Mayıs 1984 Üç Beş Kişi, Adalet Ağaoğlu'nun son romanının adı. 1980de yayımlanmıştı.

Yazsonu; demek, dört yıl aradan sonra yeni bir roman. Romanları çıkar çıkmaz okuduğum birkaç romancıdan biridir Adalet Ağaoğlu; Üç Beş Kişi'yi de yayımlandığı günlerde okudum.

Romandaki üç beş kişiden biri, sanayici Ferit Sakarya. Adalet Ağaoğlu, 9 Nisan 1984 günlü Nokta dergisinde şöyle diyor: "Ben, Ferit Sakarya'nın Türk romanına mutlaka girmesi gerektiği inancındayım. Bu yüzden romanıma koydum. Ekonomiyi çok iyi bilen bu sanayici tipi ilgililerce tartışılırsa ben bir romancı olarak görevimi yerine getirmiş olurum"

Ferit Sakarya, sanayici. Ticaret alanından benzer bir tipi Samim Kocagöz, 1973'te yayımlanan İzmir'in İçinde adlı romanında işlemişti. "Romanın en başarıyla çizilmiş kişisi olan Hidayet Bey, romancılarımızın şimdiye kadar pek de farkında olmadıktan yeni bir tip: Aklı başında, iyi yetişmiş, bilinçli, kültürlü, akıla, batılı anlamda bireyci bir 'burjuva'. Samim Kocagöz'ün Hidayet Bey'in mason olduğunu belirtmesi boşuna değil," diye yazmıştım yıllarca önce.

İzmir'in İçinde de olaylar 1960'ta geçiyordu; Üç Beş Kişide ise yıl, 1980'dir. Füsun Akatlı, 1 Nisan 1984 günlü Milliyet Sanat dergisinde yayımlanan yazısında olayın 1978'de geçtiğini söylüyor. Oysa romanın 322. sayfasında Kısmet, "Otuz üç yaşındayım. Doğum, bin dokuz yüz kırk yedi,” diyor. Yani, yıl 1980. (Yazılarını severek, beğenerek okuduğum, imzasını gördüğünü her dergiyi mutlaka satın aldığım Füsun Akatlı'nın yanlışını bulmuş olmak için değil elbette, 1980'in üzerinde böyle önemle duruşum; bunun nedenini ilerde açıklayacağım) Aradan geçen yirmi yılda sanayide çok yol alınmıştır. Bunun için Ağaoğlu'nun roman kişisi olarak bir sanayiciyi seçmesi, elbette, çok yerinde. Ama, açık söyleyeyim, yukarıya aldığım sözlerini pek anlayamadım: Ne demektir "Ekonomiyi çok iyi bilen bu sanayici tipi..."? Ferit Sakarya'yı Adalet Ağaoğlu yarattığına göre, "ekonomiyi çok iyi bilen sanayici" romancının kendisi olmuyor: mu? Bir romancının "ekonomiyi çok iyi bilmek" savı, tuhaf olmuyor mu? Ferit Sakarya'nın cinsel yaşamıyla ilintili o kadar çok ayrıntı vermiş ki, Ağaoğlu'nun "Ben, gerçekten yaşayan şu kişiden hareketle bu tipi yarattım," demesi de çok zor.

Page 148: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

147

Sonra,, bu tipin "ilgililerce" tartışılması ne demek oluyor? Kim bu ilgililer? Eleştirmenlerin "çok iyi ekonomi bilmeleri" gerekmediği ne göre iktisatçılar mı, sanayiciler, planlamacılar mı, politikacılar mı?

Gene de Ferit Sakarya tipi üzerinde durmak istiyorum. Ne de olsa serde, iktisatçılık demeyeyim, geçti artık bizden o, iktisat öğrenimi görmüşlük var.

Page 149: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

148

Kimdir Bu Ferit Sakarya?

İstanbul, 24 Mayıs 1984 Ferli Sakarya, 15. sayfada giriyor romana. Hem de ne giriş! Yeğeni Murat,

öfkeyle de olsa, "Kocaman beyinli, kocaman yürekli, kocaman çeneli dayımız..." diyor Ferit Sakarya için.

Devrimci Ufuk, ".-Türkiye solunun Ferit Sakarya gibi adamlardan öğreneceği çok şey var diyor, (s. 16)

“Türkân Hanım zamanla apaçık gördü: Erkek kardeşi Ferit Sakarya, atılımda, girişimde kocasından da üstündür" (s. 70) Murat'a göre; "Bilmediği yoktu Ferit Sakarya'nın," (s. 58) Selmin'e göre: "Ulan, ben erkek diye Ferit dayına derim be!" (s. 73)

Kardelen'e göre: "Ama Ferit Sakarya başka işte. Orhan'dan yüz kat varlıklı, ondan yüz kat daha iyi okumuş. Ondaki kalenderlik, ondaki neşe, ondaki doğallık." (s. 103)

Neval Hanım'a göre: "Ferit Sakarya, nefis bir adam. Çok spiritüel. Zeki. Selmin'in yerinde olsam, zamanımı boşu boşuna Ferit Bey'in yeğeniyle heba etmezdim. Çocuğun dayısı, benim bildiğim taşralı zenginlerin hiçbirine benzemiyor. Onda hem para, hem kalp, hem kafa, hem görgü zenginliği var." (s. 216)

Ülkece göre: "Böyle sanatçı halli bir işadamıyla da hiç karşılaşmamıştım. (...) Hey Allah, ne kadar rahat bir gülüş bu! Küstah değil, hayır; rahat. İğndeyici değil, anlayışlı, hoşgörülü. (...) Bu bakışlar ne kadar ılık, yumuşak. Ne kadar da aydınlık!

Her kiri örten, her yanı ışıltılara boğan kar yağışları gibi." (s. 227,229) Azra'ya göre: "Bütün iş adamlarımıza illet olurum. Hepsine bu ülkenin

hainleri olarak bakarım. Ama Ferit başkadır; onu severim." (s. 227) Jale'ye göre: "Akıl almaz adam!" (s. 239) Asaf’a göre: "O kadar adam arasından sıyrılıp Eskişehir Sanayi Odası’nın

başına geçmek kolay mı?" (s. 228) Sedat'a göre: "Beni en çok onun ozan yanı ilgilendirir. Ferit'le arkadaşlık

etmek hoştur." (s. 228) Yeter bu kadar alıntı. Görüyorsunuz, Adalet Ağaoğlu, Ferit Sakarya'nın

Page 150: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

149

niteliklerini, Ferit Sakarya'nın öteki roman kişileriyle İlişkilerindeki davranışlarıyla, olay örgüleriyle belirtmiyor; birtakım roman kişilerine söyletiyor bu nitelikleri. Bunun için de Ferit Sakarya, "ete, kemiğe bürünerek" çıkmıyor ortaya, sanki bir "montaj" sonucu çıkıyor Önce gövde; sonra buna kollar takılıyor, ardından bacaklar, ardından kafa; biri geliyor kafaya gözleri ekliyor, bir başkası burnu, bir başkası kulakları, vb... Roman kişisi olarak Ferit Sakarya'nın bende bıraktığı izlenim, bu. Yaşamıyor Ferit Sakarya; Adalet Ağaoğlu'nun ekonomi so-runlarıyla ilintili düşüncelerini bize iletiyor; görevi, bu. Murat, Kısmet, Kardelen hep romana özgü hareketler içinde somutlaşırlar; Ferit Sakarya ise hep romana özgü hareketten uzaktır. Ne yapıyor roman boyunca Ferit Sakarya: Yeğeninin sevgilisini elinden alıyor; seviştikten sonra "yatağın üstüne yüklüce bir para bırakarak" (s. 300) çekip gidiyor. (Doğrusu, görmüş, geçirmiş Neval Hanım'ın değerlendirmelerine hiç mi hiç uymayan bir davranış!) Seviştikten sonra ne mi oluyor? Şunlar: "...kendini her zamankinden güçlü, kendine güvenli duyuyor. Tasarılarına güven, düşüncelerine güven, temeli atılmış travers fabrikasının geleceğine güven. O güvenle Bozüyük'te bir temel atma daha, Beylikahır'ın oralarda bir temel atma daha; sanayi bölgesinin gerçekleştirilmesi, beton yapı malzemesi üretiminde entegre kuruluşlar..." (s. 255-256) Sevişmenin yurt kalkınmasına katkıları konusunda yorum... yok.

Page 151: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

150

Ferit Sakarya'nın Düşünceleri

25 Mayıs 1984 Üç Beş Kişideki olayların 1980 yılında geçliğini belirtmiştim. Adalet

Ağaoğlu'nun romanının yedi bölümünde de tekrarladığı bir tümce (çok az değişiklikle tekrarlıyor) var. "Aylardan haziran. Günlerin en uzunuyla gecelerin en kısasına ise zaman var daha." (s. 6,90,129,188,221,291,322) Ben de "1980 hazira-nının niteliklerini belirteyim: 24 Ocak 1980 istikrar kararlarından yaklaşık beş ay sonra... "Ne ilgisi var 24 Ocakla Üç Beş Kişinin ?" demeyin. Ferit Sakarya'nın düşüncelerini tartışmak açısından 24 Ocak'ın önemi çok büyük. Bunun için, birkaç satırla da olsa, kimi bilgileri tekrarlamakta yarar var.

"Dışalım ikameci sanayileşme", yani daha önce yabana ülkelerden satın alınan malların yurtiçinde üretimi, 1960lı yılların ekonomi politikasının temellerinden biriydi. 1971 sonrasında, ülkemizde demokratikleşme konusunda önemli değişiklikler olmuşsa da, sanayileşme çabaları sürdürülmek istenmişti. Oysa "1980 yılı başında yürürlüğe konuları ve dört yılım tamamlamakta olan istikrar önlemleriyle, sanayileşme, planlama ve AETye (Ortak Pazar) üyelik gündem dışı kaldı." Böyle diyorlar Prof. Yakup Kepenek'le Dr. Oklar Türel, 'Türkiye Eko-nomisinin 1980'li Yılları ve Geleceği" başlıklı incelemelerinde. (Yapıt dergisinin 2. sayısında yayımlanan bu incelemeden bu yazıda epey yararlandım. Gerçekten emek ürünü bir inceleme; o dergiyi bulup okumanızı dilerim.)

24 Ocak istikrar programı, ödemeler dengesini birincil sorun olarak almış ve ekonomik gelişmeyi tümüyle dışsatıma bağlamıştır. Bu durumda, üretim, yabancı ülkelerden gelecek taleplere göre olacaktır. Önemli olan tek şey, ülkeye döviz girmesidir. Döviz girsin de satılan ne olursa olsun; ister fındık, ister çelik. Kısaca, bu ekonomi politikasına göre üretim yapısının niteliğinin (ağır sanayi ya da tüketim sanayii) önemi yoktur. Üretim yabancı ülkelerin mal siparişlerine göre olacağı için üretim yapısını da ister istemez yabana ülkelerin mal siparişleri belirleyecektir; demek, üretim yapısı ulusal ekonominin dışında belirlenecektir... Üretimi, dışsatıma dayalı özel girişimciliğe bırakan bu anlayışın sanayileşme diye bir sorunu yoktur. Bunun içindir ki dışsatım "teşvik" edilir ama fabrikalar kurtarılmaz".

24 Ocak istikrar programının uygulamaya konulmasından beş ay kadar sonra, Üç Beş Kişi"nin sanayicisi, Eskişehir Sanayi Odası Başkanı Ferit Sakarya, ekonomik konularda

Page 152: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

151

neler düşünüyor? Şöyle özetlenebilir: 1. "Ortak Pazara girebilmek için Odalar Birliği'nde kimlerin nasıl çılgın bir istek

gösterdiklerini anlatmak isterim ona; Hiçbiri koşulları değerlendiremiyor..." (s. 240) 2. "Dışsatıma kuyruk ve buyruk kulu olmaya değil, içerde bir güç olmaya, kendi

yağımızla kavrulmaya bakalım, diyorum. Yıllardır bunu söylüyorum. Kim dinler?" (s. 241) 3. "Özel sektör de, verilmiş bir alan. Bu önceden verilmiş alanı, hemen ortadan

kaldıramadığımıza göre, ülkeye en yararlı biçime dönüştürmekte her an çaba harcayabiliriz." (s. 241) ;

4. "Bense, bu kentte kalsam bile temel sanayi yatırımlarına; yönelmek isterim. Unla, makarnayla, şekerlemeyle, çikletle, Ahmet Kaymazlı'nın tuğla harmanıyla uğraşmazdım. Otel, sinema işletmezdim. (...) Temel sanayi ürünlerine yönelmek gerek. Fabrikalar yapacak fabrika kurmak..." (s. 265) "Parayla senin üstünden kolayca geçebileceğin köprüler kurabiliriz, yollar yapabiliriz. İşte bunları, tren yollarını, başka fabrikaları yapabilmek için benim de birkaç beton fabrikası, birkaç çelik (Yanlış okumadınız:.’ "birkaç çelik"... "Koç topluluğu" diyeceksiniz, "Asil Çelik" diyeceksiniz... Neyse, özete devam. - FN), çimento fabrikası kurduğum doğru." (s. 259)

5. "Ölene dek savunacağım. Ülkemizde yerli, ulusal sanayiimizi kuracak kaynaklar var. Tek şey yok. Günlük çıkarları o kaynakları harekete geçirmekle ters düşmeyecek adam. İnsanını seven adam. O kaynak yok işte, yok!" (s. 284)

6. "Toplantıların kulisinde, dışarı tişört satıp da içeri döviz getirdiğiyle övünenlerden biri, bir an Ferit'i yalnız yakalamış: 'Peki, genel ekonomiye katkı politikası güdersek, bunda bizim kendi kârımız ne olacak?' diye sormuştu. O kadar serinkanlıyım, benim bile elimden bir cinayet çıkacaktı!.." (s. 258) Adalet Ağaoğlu, Ferit Sakarya'nın öfkesini iki kez daha tekrarlamak gereğini duymuş: "Adama bak! Genel ekonomiye katkı politikası güdersek, bundan kendi özel kârı ne olacakmış!" (s. 259); "Peki ama, ekonomide rantabiliteyi tercih edersek, bundan bizim kârımız ne olacak, diye sormuştu kaçakçı suratlı tüccar." (s. 264)

Ferit Sakarya'nın ekonomik konulardaki kimi düşünceleri bulanık, kullandığı kimi terimler yerinde değil; onlar üzerinde durmayacağım. Ama açık olan bir şey var Ferit Sakarya, 24 Ocak'ın farkında değilmiş gibi düşünüyor.

Page 153: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

152

Ferit Sakarya’nın Düşüncelerinin Eleştirisi

26 Mayıs 1984 Adalet Ağaoğlu, Ferit Sakarya tipini yaratırken, öyle sanıyorum, şu iki savın

doğruluğuna inanıyor... Adalet Ağaoğlu, "Hayır, o düşünceler benim değil bir roman kişisinin," diyebilir; bunun için, şöyle diyeyim: Ferit Sakarya, şu iki savın doğruluğuna inanıyor: 1) Özel girişimciler, "kendi kârları" için değil "ülke ekonomisinin düzelebilmesi için” S 265) çalışabilirler ya da çalışmalıdırlar 2) Ekonomik düzelme özel sanayicilerce, 'insanını seven adam'larla gerçekleştınlebilir.

Oysa her özel girişimci, Ferit Sakarya'nın kızdığı kişi gibi düşünür bir işe girişirken, bir yatırım yaparken: 'Bunda bizim kârımız ne olacak. Böyle düşünmenin ahlâkla, ülküyle, yurtseverlikle, ‘’insanını sevmekle’’ bir ilintisi yoktur; bu düşünme biçimi; tarihsel-ekonomik koşulların, İçinde yaşadığımız toplum yapıtının belirlediği bir düşünme biçimidir, olağandır, ayrıca, toplumsal yapının bu koşullar İçinde ayakta kalması için zorunludur; çünkü özel girişimciler böyle düşünmezlerse ya açlıktan ölürüz, ya köprü altında soğuktan donarız. Bu gerçeği anlamak için, Marks’ı okumak da gerekmez günlük yaşama bakmak günlük olayları gazetelerden izlemek yeter. Ferit Sakarya’nın bir tüccarın ‘’bunda bizim kârımız ne olacak?’’ diye sorması üzerine ‘’Elimden bir cinayet çıkacaktı!’’ demesinin ekonomik-toplumsal gerçeklikle iş adamlarının gerçek düşünceleriyle hiç mi hiç ilintisi yoktur; bir iş adamı, bir "tüccarın’’ böyle düşünmesini çok olağan karşılar. Ağaoğlu, yarattığı tipe iftira ediyor!

Sanayici için de, tüccar için de amaç hep söylenegeldiği gibi, en çok kârı elde etmektir. Sakarya, "sosyalist" arkadaşı Asaf’a, "Özel sektör desteğiyle kalkınmanın olanaksızlığına inandığına... göre" (s. 279) diyor; tarih, sanayileşme kervanına Batıdan sonra katılan ve bunu "özel sektör"le gerçekleştiren tek ülkenin varlığına tanık: Japonya. Bu ülke dışında, özel sektör eliyle sanayileşebilmiş bir azgelişmiş ülke yok çağımızda. Bunu söylemek, Sakarya'nın "Özel sektör de, verilmiş bir alan. Bu önceden verilmiş bir alanı (...) ülkeye en yararlı biçime dönüştürmekte her an çaba harcayabiliriz" sözlerine karşı çıkmak değil. Ama burada, Sakarya'nın göz ardı ettiği çok önemli bir gerçek çıkıyor karşımıza: Yakup Kepenek'le Oktar Türel'in dedikleri gibi: "Seçenekler ancak toplumsal-

Page 154: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

153

siyasal örgütlenmeler sonucu siyasal düzeye indiklerinde anlamlı olur ve seçenek niteliği kazanırlar. Bireysel görüşler, siyasal gücü etkilemedikçe seçenek sayılmaz."

Siyasal iktidar, 24 Ocak istikrar programım uygulamaya koymuşsa, bu program değişik güçlerce dört yıldır uygulanıyorsa, Sakarya'nın "ulusal sanayi özlemi", hep bir özlem olarak kalacaktır. Çünkü Sakarya, ancak, siyasal iktidarın çizdiği ekonomi politikası içinde yapabilir ne yapacaksa. İşte rakamlar: Toplam sabit sermaye yatırımları içinde özel kesimin payı 1979'da yüzde 46 iken, bu pay, 1980'de yüzde 43,1981'de yüzde 38, 1982'de yüzde 39 olmuştur.

"Ulusal sanayi" deyince "ulusal burjuvazi" geliyor akla. Ulusal burjuvazi, bildiğim kadarıyla, iç pazarın sömürülmesinde çıkarları yabancı sermayenin çıkarlarıyla çatışan sanayi burjuvazisidir. Ülkemizin 1980'li yıllarında artık bir ulusal burjuvazinin serpilip gelişmesi olanaksızdır. Sanayi şirketlerimizin en önemlileri, çokuluslu şirketlerin Türkiye'deki uzantıları değil mi? Daha geçenlerde ünlü bir sanayicimiz Japon sermayesiyle "nişanlandıklarını" müjdelemiyor muydu?

Adalet Ağaoğlu, Ferit Sakarya'nın düşüncelerinin tartışılmasını istediği için çağrısını karşılıksız bırakmak istemedim, (Hiçbir roman kişisi Ferit'i deştirmiyor, hepsi hayran ona!) bunun için yazdım bu satırları.

Adalet Ağaoğlu, "ekonomiyi çok iyi bilen bu sanayici tipi" diyor. Romanda, bir sanayici, bireysel gerçekliğiyle birlikte toplumsal-tarihsel gerçekliğiyle de gösterilmek istendiği zaman, işe, ister istemez "tipiklik" sorunu karışır. "Tipiklik" dendi mi de Lukâcs'ı anmak gerekir: "Bir hikâye kahramanı ancak kendi öz benliği toplumdaki nesnel güçlerce belirlendiği zaman teknik anlamda tipik bir kahramandır." Örnek veriyor Lukâcs: "Balzac'ın gerçekçiliği, bir yandan tek tek tiplerinin belli bireysel özelliklerinin, öte yandan onların bir sınıfın temsilcisi olarak tipik özelliklerinin daima tam bir biçimde verilişine dayanır." "Balzac eskidi" diyecekler çıkacaktır, biliyorum; eskimiştir de; ama Sakarya gibi bir "tip" yaratmak gerekince Sakarya'nın bireysel özellikleriyle birlikte (Romanda bu da yok ya, neyse. Birtakım roman kişilerine bu özellikleri söyletmek başka, bu özel-liklerin Ferit'in davranışlarından, İlişkilerinden çıkması başka.) "bir sınıfın temsilcisi olarak tipik özelliklerinin de verilmesi gerekir. Adalet Ağaoğlu'nun, ülkesinin ekonomisini düzenlemek isteyen sanayicisiyle Pınar Kür'ün Yarın... Yarın'da, "Yitirilecek bir şeyim olsun istemiyorum. Sırtımda fazlalık bir şeyler taşıyarak girmeyeyim kavgaya," diyerek ev sahibi olmaya karşı çıkan işçisi arasında önemli bir ayrım yok. Oysa, "Balzac'ı büyük bir insan yapan şey, gerçeklik kendi kişisel düşüncelerine, umutlarına ve isteklerine karşı gitse de onu betimlemedeki sarsılmaz dürüstlüğüdür. (...) (Balzac)... kahramanlarına hiçbir za-man, kendi toplumsal varlıklarından zorunlu olarak gelmeyen, hem soyut hem de özgül belirginliğiyle tam bir uyum içinde olmayan şeyler söyletmez, düşündürmez, hissettirmez ve yaptırmaz." Bu alıntılar da -Söylemek gerekli mi?- Lukâcs"tan.

Yok mu tipik Türk sanayicisi? Olmaz olur mu: İşte, Japon sermayesiyle

Page 155: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

154

nişanlandığını ilân eden sanayici! Yalnız Ferit Sakarya tipi üzerinde durmak istiyordum; ama Adalet

Ağaoğlu'nun aydınlara, bilim adamlarına bakışı da bana epey ters geldi; o konudaki düşüncelerimi de yazacağım.

Page 156: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

155

Üç Beş Kişi'deki Aydınlar, Bilim Adamları

İstanbul 1 Haziran— 1984 Adalet Ağaoğlu. Üç Beş Kişi’nin 5. bölümünde (a 221-290) Ferit Sakarya'yı,

Ferit Sakarya'nın ekonomik sorunlara ilişkin düşüncelerini anlatırken. Ferit Sakarya'nın aydın arkadaşlarını, bilgin arkadaşlarını da anlatıyor.

Gündüz’le Azra'nın evinde geçen gecede Sedat'ı, Gündüz’ü, Asaf’ı tanıyoruz. 1-Sedat. ODTÜ'de öğretim üyesi. Ferit'in "Başkentin kuruluş yılları mimarisi

üstüne bir inceleme yapıyordun sen, yanılmıyorsam?" sorusuna cevabı: "Bıraktım. Boş ver. Yapıp da ne olacak? Kimin işine yarayacak?" (s. 244) Gene Sedat: "Görüyorsun işte Ferit, Jale bizler gibi, son seçimler ardından bütün umutlarım toplayıp rafa kaldırmışlardan, her şeye boş vermişlerden değil." (s. 246)

2-Gündüz. Üniversite öğretim üyesi. "Bezginim. Kimseyle anlaşamıyorum," diye düşünüyor (s. 235). Ferit'in bir sorusuna. "Öğrencilerin derse aranarak, yoklanarak girmesi... Doğru dürüst ders yapılamıyor ya...." diye cevap verdikten sonra, "Biliyor musun, aldırmıyorum bile artık. Bıktım. Şu günler tek isteğim seninle yine bir ava çıkabilmek." (s. 236) diye ekliyor.

3-Asaf "Peşin yargıdan sıyrılıp yeni işadamımız tipine ve senin deyiminle, istesek istemesek kana kanşmış 0 virüse'’ merak sardığım bir dönemin başlangıcadır bu." diyor Ferit'e S. 279). Ama Sedat’ın "Ama artık bitti O merak da tükendi. Öyle değil mi?" (s. 279) sorusuna cevap vermeyişinden Asaf’ın "tükenen"lerden olduğunu anlıyoruz. Adalet Ağaoğlu, hem Asaf’ın "sosyalist olduğunu Ferit aracılığıyla belirtiyor, hem de "sosyalist Asaf’ a şöyle sözler ettiriyor "O kadar adam arasından sıyrılıp Eskişehir Sanayi Odası'nın başına geçmek kolay mı? Bir yığın poturlu uncular, makarnacılar; ülkenin ekonomisini kalkındırma yerine, çarçabuk, Tanrı o gün önlerine ne çıkardıysa onunla kendi özel ekonomilerine katkıdan başka bir şey düşünmeyen (Altını ben çizdim. - FN) adamlara söz dinletmek kolay mı?* (s. 228)

O gecenin konuklarından Ülker, Ferit'le Sedat ve Asaf’ı karşılaştırıyor "Biraz ODTÜ'lü arkadaşlarını andırıyor; aydın biri. Yine de onu ötekilerden, Sedat'tan, Asaf’tan ayıran bir yanı var.; Nedir o? Kararlılığı, ataklığı galiba. Girişken mi denir, girişimci mi; öyle bir şey. (...) Derbeder. Sedat, Asaf... onların derbederliğinde yapay bir yan var. Sonra onlar her zaman lak lak lak... hep konuşurlar." (s. 227)

Page 157: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

156

Bunlar da bilim adamı arkadaşları hakkında Ferit'in düşünceleri: "Ölümden başka bir şey düşünemez, ondan başka bir şey düşleyemez olmuş bunlar... Hep uzaktan... hayatın içini girmeksizin... En eski dostlarım. Hepsi, sanırsın yalnız hüzünlenmeyi seviyor artık. (s. 243) "Başkentte, şimdi burada, toplumdaki konumları başkalarını aydınlatmak olan bütün bu eski dostlar, asıl onlar, sanki yabana bir ülkede, bilmedikleri bir evde, pek çok ayna arasında gövdelerini yitirmiş de bulamıyor gibiler. (...) Ferit'i ürküten dışardaki ölüm değil. İnsanların üstüne her gün biraz daha fazla çöken bu karamsarlık, bu umutsuzluk." (s. 280)

Adalet Ağaoğlu'na göre 1980'in Haziranında aydınların, bilim adamlarının durumu bu: Umutsuz, karamsar, boşvermiş, bezgin... Yok mudur öyleleri? "Yok" diyen yok elbette ama ekonomik, toplumsal, siyasal gerçeklikleri yansıtmak isteyen bir romana, bu gerçeklikleri kişiliklerinde somutlaştıraacak tipleri seçerken, bu seçimi gönlüne göre yapamaz; yaparsa işte böyle olun Gerçekliğin yalnız bir yanını yansıtır, dolayısıyla gerçekliği çarpıtmış olur. Umutsuz, karamsar, boşvermiş, bezgin aydınların, bilim adamlarının yaşadığı Ankara'da, 1980'in Haziranı'nda, umutlu, iyimser, çalışkan, doğru belledikleri yolda dimdik yürüyen aydınlar, bilim adamları yok muydu? Adalet Ağaoğlu onlardan birini olsun niçin çağırmamış Gündüz'le Azra'nın evine? Sözgelimi Sadun'u, Korkut'u, Kenan'ı?..

Page 158: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

157

Üç Beş Kişi'ye Ek

İzmir, 9 Haziran 1984 Eskişehir Sanayi Odası’nın eski başkanlarından, 45 yaşında ölen Mümtaz

Zeytinoğlu için bir başka sanayicinin, Sakıp Sabancı'nın yaptırdığı büstün açılışı dolayısıyla yazılan yazıları okuyorum.

Bugünkü Milliyet'te Teoman Erel'in, köşesinde, "Mümtaz'ın Yerinde Sanayileşmeye Devam Töreni" başlıklı bir yazısı var. Yazı, Mümtaz Zeytinoğlu'nun bir düşüncesini alıntılayarak bitiyor: "Bir yatırım üretgen-doğurgan olmalı; bu, bizi, birtakım temel yatınm sanayilerine, ana sanayilere ve ülke kaynaklarını değerlendiren sanayilere götürüyor. Yatırım sanayilerine yönelmemiz, ana maddeler sanayilerine yönelmemiz lâzım. Bunlar, doğurgan sanayilerdir. Yoksa küçük tüketim, hatta bir yerde dayanıklı tüketim sanayilerine yönelmek doğurgan değildir. En sonunda hepimizin üçer beşer otomobili olması, avuç avuç Dandy çikletlerinden çiğnememiz, son sorun belki budur. Ama oraya gitmek için ondan fedakârlık etmem lâzım ki çocuğum veya torunum rahatça Dandy çiğnesin. Temel sanayilere, döviz getiren sanayilere yönelmemiz lâzım. Bu kesin bir politikadır ve tercihli olarak ele alınması gerekir."

Adalet Ağaoğlu'nun esin kaynağı belli oldu. Ama Teoman Erel'in şu gözlemlerine ne demeli: "Ama zamanında

planlamanın teşviki ve Mümtaz'ın heyecanlı önderliğiyle kurulan yatırım malı üretecek makine yapan fabrikalar hemen hemen atıl durumda. Bunlardan bir tanesini de Mümtaz Zeytinoglu kendisi kurmuştu. Bu önemli fabrikaların makineleri yedi yıldır çalışmıyor. Yedi yıl daha çalışmazsa makinelerin normal ömrü yeterli üretime geçmeden dolacak."

Page 159: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

158

Polisliğin Anatomisi

Bodrum. 12 Haziran 1984 Can Yayınları, Michel del Castillo'nun iki romanını yayımladı: Çağımızın

Çocuğu (Gerçek adı Tanguy) ile Karar Gecesi. Karar Gecesi'ni çeviren Özdemir İnce, "Hayalin Renginde Bir Roman" başlıklı

önsözünde, Michel del Castillo hakkında bilgiler de veriyor “..2 Ağustos 1933’te Madrit'te doğdu. Babası Fransız annesi İspanyol. / Edebiyat ve psikoloji okudu. / İlgiyle karşılanan ilk romanı Çağımızın Çocuğu Tanguy), 1957de yayımlandı. (...) Karar Gecesi, yazarın on üçüncü romanı. (...) 1981 yılı Renaudot Ödülü'nü aldı..."

Michel del Castillo, Çağımızın Çocuğu" nu 24 yaşında yazmış; o yaşlarda yazılan ilk romanların aşağı yukarı hepsi gibi bu roman da bir özgeçmiş romanı. Alabildiğine acılı bir özgeçmiş. Aşağılık bir baba, bağnaz bir ana. Alman toplama kampında küçük bir çocuk... Açlıklar, ölümler... Barış gelir, Tanguy kamptan kurtulur, ama "barış gelmiş ve geride kalan dünyadan bile haksız bir dünyayı birlikte getirmiş"tir. Acılı bir çocukluk ve ilk gençlik döneminin anıları. Lâle Burak çevirmiş dilimize. İlgiyle okunan, kolay okunan bir kitap. Michel del Castillo'nun kahırlı çocukluğunu ve ilkgençliğini bu kitaptan öğreniyoruz.

24yaşında Çağımızın Çocuğu"nu yazan Michel del Castillo, hemen hemen 24 yıl sonra Karar Gecesi" ni yazmış: Usta bir romancıdır artık karşımızdaki.

Karar Gecesi, iki polisi anlatırken, gerçekte, polisliğin anatomisini betimlemektedir. Hem de nasıl! Bir de İspanya’yı: Bütün dehşetiyle Franco İspanyası'nı.

Pared, kendi deyimiyle, bu "metafizik polis", şöyle tanımlar "gerçek polis"in ülküsünü: "Öyle davranmalı ki, insanlar boyun eğmek istesinler; işte gerçek polisin ülküsü!" (s. 393) Kimdir "gerçek polis"; "Gerçek bir polisin kendi varlığı yoktur. O, bir düşünceyi temsil eder." (s. 384) "Acıma, polis için en büyük, en etkili tehlikedir." (s. 361)

"Gerçek polis"e göre kimdir "ideal insan": "Amelia (Parcel'in karısı. - FN) tepeden tırnağa mutlu bir kadındır. Kafasında en küçük bir düşünce kırıntısı yoktur; bir yığın saçma isteklerden başka. Olağanüstü değil mi? Pastalarla, tatlı şuruplarla, saçma kuruntularla dolu bir düş olarak yaşadı hayatı. Ne şans! Amelia bir bakıma ideal bir insanı temsil ediyor. Polis, egemenliğini, ancak

Page 160: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

159

Amelialardan oluşan bir insanlık üzerinde kurabilir." (s. 395) Laredo, öteki polis. Pared'in amacını şöyle açıklıyor "Kafasında taşıdığı

düzen çılgınlığı, kocaman ve bomboş bir gözün donmuş parıltısına boyun eğmiş, belleksiz ve sözde-canlı bir otomatlar ulusu tasarlıyordu." (s. 389)

Baza'nın, bir polis memuru, Pared'i tanımlaması: "Bu adam, hayattan nefret eder. Ölüm bile yetmez ona: Canlının görünüşünü koruyan bir ölüm ister." (s. 238)

Karar Gecesi'ni okuyuncaya kadar böyle korkunç bir polis tanımı görmemiştim ben: "Canlının görünüşünü koruyan bir ölüm ister!"

Romanın 13. bölümünde anlatılan Ramon Espuig'in öyküsü, "canlının görünüşünü koruyan ölüm"ün, bu en müthiş ölümün ne olduğunu açıkça gözler önüne seriyor: "Hiçbir zaman konuşmayacak, kendini yadsımaktansa işkence altında ölmeyi göze alacak" bir kahraman, Ramon Espuig, Pared'in o korkunç, o akıl almaz polis ustalığı sonucu bir ajan olur!

Ya Franco İspanyası? "Birer birer, sabahleyin kazılmış çukurun yanına geliyorlar, bizden birisi de

silâhın namlusunu şakaklarına dayayıp tetiği çekiyor ve gövde yana devriliyordu. Çoğunluğu onurlarıyla ve kendilerini hiçbir zaman duymayacak olan gelecek kucaklar için anlamlı bir cümle haykırarak ölüyorlardı. Sonunda, onun da sırası geldi, çukurun yanına yürüdü, üst üsle yığılmış cesetlere baktı. Bizimkilerden biri silâhının namlusunu şakağına dayadı ve tetiği çekli: Ardından bir kahkaha tufanı patladı, çünkü silâh dolu değildi. / Her kafayı çatlattıracak olan böyle bir deney, zaten biraz üşütük olan zavallıyı iyice delirtti.'(s. 381) ispanya, insanlar ve acılar, acılar...

Karar Gecesi, insanı sarsan, allak bullak eden bir roman.

Page 161: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

160

Sait Faik ve Bir Değerlendirme

Bodrum, 16 Haziran 1984 Karar Gecesi’nin içinden bir gazete kesiği çıktı: 20 Mayıs 1984 günlü bir İstanbul

gazetesinden kesmiştim. Gazetenin adı gerekli değil; yazarının da. Değerlendirme şöyle: "Yazarlık yıllarında Sait Faik, bugünkü kadar gözde değildi. Bohemliğin-den, avareliğinden, bilgiçlik taslamayışından olacak, gözde yazarlar arasında adını anmazlardı. Siyasal olarak Sabahattin (Ali) gözden düşüp adı unutturulmaya başlandığında birini çıkarmak gerekiyordu yerine, Sait'i işte o zaman keşfettiler."

Doğrusu, artık üşeniyorum hâlâ böyle düşünebilen kişilerin saçma sapan düşünceleri üzerinde durmaya; bundan böyle, alıntılarla yetineceğim.

Page 162: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

161

Okuyup Yazmak ve Yaşamak Üstüne

Bodrum, 30 Temmuz 1984 25 Hâziran'dan beri tek satır yazamadım. Bir aydan çok olmuş. Oysa bu süre

içinde l0'dan fazla kitap okudum; üstelik sözünü etmek istediğim kitaplar. Ama çoğu yazar dostlardaki bir huy bende de var Bir yazım yayımlanmadan yenisine başlayamamak Gösteri’nin Eylül sayısında çıkacak “Eleştiri Günlüğü'nü haziranda gönderince bir yazma tembelliği çöktü üzerime; yazı makinesinin yanına yaklaşamaz oldum.

Bu arada, okumanın, yüzmenin, içmenin yanı sıra, ilk kez, hoşuma giden bir “meşgale' daha buldum: Bahçe ile uğraşmak. (Ciddi yazarlar ve okurlar, bu paragrafı okumasalar da olur.) Bahçeye domates, biber ve patlıcan fideleri dikmiştik; onları sulamak, büyümelerini izlemek, her gün "Acaba yeni bir domates çıkıyor mu?" diye domatesleri bir bir kontrol etmek başlı başına bir keyif. İlk günler, yeni çiçek açan fideler! Ferit'e (Edgü) göstererek, "Bak, domatesler çiçek açtı!" demiştim; Ferit de kahkahayı basarak, "Ne domatesi, biber o!" demişti. Böylece biberle domatesin farkını bu yaşta öğrendim. Hani, "öğrenmenin yaşı yoktur!" derler ya! Biberlerin ve patlıcanların büyümesini izlemek fazla heyecanlı değil, çünkü o oluşum hemen gözleniyor; oysa domateslerde durum değişik. Hemen farkına varamıyorsunuz, sanki düşmana karşı gizleniyorlar. Bu arada büyüyen patlıcanlarımızı, biberlerimizi kızartarak rakımızı içtik, ama ilk gördüğüm domates oldukça büyüdüğü halde hâlâ kı-zarmadı. Eşe dosta soruyorum; "Gübresizliktendir" diyorlar. Herhalde öyledir. Çünkü bol bol suluyorum. Bodrum, susuzluktan kırılırken bizim sokakta yirmi dört saat su var! Bitkilerle uğraşmanın en yararlı yanı, insana sabrı ve beklemeyi öğretmesi...

İki gündür havalar bayağı soğuk. Dün gece yağmur yağdı. Sabahın dördüne doğru kalkıp pencereyi kapatmak ve dolaptan battaniyeleri çıkarmak zorunda kaldım. Bu satırları yazarken de hem çalışma odamın pencerelerini kapattım, hem de hırkamı giydim. Bunca yıldır yaz aylarını Bodrum'da yaşarım, böyle soğuk bir temmuz görmedim.

Page 163: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

162

“Tanıdık Dünya"

Bodrum, 31 Temmuz 1984 Kitap, daha elinize alır almaz ilginizi çekiyor Abidin Dino'nun yirmi iki siyah

beyaz resmiyle uyum sağlamak için kapağı da siyah beyaz yapmışlar. Dino'nun "Karacaoğlan'ın Bir Şiiri Üzerine Çeşitlemeler" başlıklı bölümdeki resimlerini çok sevdim; Dino, öteki bölümlerdeki (Son bölümde zaten tek resim var.) şiirlerle fazla içli dışlı olamamış gibi geldi bana.

“Tanıdık Dünya"nın ilk bölümü ‘’Değiştirmeler’’ başlığını taşıyor. Bu bölümde dokuz şiir var. İlk göze çarpan, bu şiirlerin hepsinin de altı üçlük ile bir tek dizeden oluşması. Ama bu şiirleri birkaç kez okuyunca başka şeyleri de fark ediyorsunuz: Anday, yeni şiir kalıpları yaratarak biçim bakımından kendini gönüllü bir sıkıdüzene sokmuş; bile isteye çalışmasını alabildiğine güçleştirmiş. İyi de etmiş: Şiirinin önüne çıkardığı engeller, belli ki, çok çalışmasını gerektirmiş; belli ki, kaleminin ucuna kolaylıkla geliveren sözcükleri reddede reddede biçim mükemmelliğine ulaşmış.

Bu dokuz şiirin, 1., 3. ve 4. sünün üçlükleri 11+9+11 hece vezninde. (Üçüncü şiirin 4. üçlüğündeki ilk dize 11 yerine 12 hece; üçüncü dize ise 11 yerine 10 hece. Aşağıda belirteceğim gibi 9. şiirin bir dizesinde ve 5. şiirin iki dizesinde de vezin bozuluyor. Anday için bu bozukluğu düzeltmek güç olmasa gerek, biliyorum; "Acaba anlama bir şey katmak için mi böyle yapmış?" diye düşündüm ama işin içinden çıkamadım.)

2, 6. ve 9. şiirlerde üçlüklerin vezinleri: 9+11+ 9 hece. (9. şiirde 2. üçlüğün ilk dizesi 9 yerine 11 hece olmuş.)

5. şiirde vezin, 13+11+13 hece. (3. ve 5. üçlüklerde son dizeler 13 yerine 12 hece.)

I 7. şiirde vezin, 11+13+13hece. 8. şiirde vezin, 11+9+9 hece. Kafiye (daha doğrusu "yarım kafiye") düzeni de şöyle: 1, 2. ve 9. şiirlerin kafiye düzeni aynı: a b a, a b a... 3 , 4. ve 8. şiirlerin kafiye düzeni aynı: ab a, c b c, d b d... 5’ıncı şiirin kafiye düzeni: a b a, b c b, c d c, d e d... 6’ıncıve 7. şiirlerin kafiye düzeni aynı: a b e, a b c, a b c...

Page 164: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

163

Bir de şunu ekleyeyim: 9 şiirin toplam 171 dizesinin 104'ü sesli harfle biliyor, 67'si sessiz harfle.. Yani Anday, kesinlikle tek heceli vezin kullanıyor ve dizelerinin çoğunu, sesli harfle bitirmeyi yeğliyor. (Melih Cevdet Anday’la Çağdaş Eleştiri dergisi bir açık oturum düzenlemişti; yanlış anımsamıyorsam Anday, o oturumda, vezin ve kafiye üzerine düşüncelerini açıklamıştı. Yazık ki o dergi İstanbul'da.)

Bu dokuz şiirde Anday, bir de, zaman zaman dize tekrarlarına önem vermiş, onlar üzerinde ayrıca durmaya ‘gerek yok: İlk okuyuşta görülüyor.

Kitabın adının bir dizesinde ("Tanıdık bu dünya bir yerden") geçtiği 6. şiirle 9. şiir dışındakiler bana kusursuz güzellikte geldiler bu iki şiirde ise düşünceler sanki sözcüklerin içinde erimemiş, zeytinyağının suyun üstüne çıkması gibi düşünceler de şiirin üstüne çıkıyor.

İkinci bölümün adını, "Karacaoğlan'ın Bir Şiiri Özerine Çeşitlemeler" adını yadırgadığımı belirteyim Niçin "şiiri” değil de “bir şiiri?" Sözgelimi Anday’ın Karacaoğlan'dan hiç değiştirmeden aldığı "Bir buğday benizli, zülfü dolaşık” dizesi bir başka koşmadadır, ”Üç derdim var birbirinden seçilmez / Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” dizeleri bir başka koşmadadır, "Dökmüş ince bele tel karmakarış” dizesi başka bir koşmada.

Bu bölümde Anday, Karacaoğlan'ın şiirlerinden sektiği sözcükleri de kullanarak yepyeni güzellikler yaratıyor şiirde ”sadelik'in olağanüstü örneklerini veriyor. Kimi dizeler almak isterim buraya:

Uzaklara kar gibi yağıyor bilmediğim yıllar Yaşlanmış bir yağmur gibi kararıyorum Tekir'e gidecektim, ağır yağmurla yanyana Şebboyların içinden saçını tarar havai sabah Perdelerin çiçeklerini topluyordu, elma ağacı. Saçındaki gülü koparmıştı bahçe. Üzüntü kokar başını önüne eğmiş çeşme. Susmuş kar gibi sürdü gitti anısı Çiçek açar sonra kar, ayrılığa eklenmiş kar, Acı, sıcak çorbasını arıyor tenceremde. Ağlayayım diye bir cam. Camın mendiline silinen yağmur, Bu ılık yaz yağmuru yeşertir yüreği Yapraktan önce kız memelerine değer. Ağaç dolaşır durur yolunu şaşırmış ormanda. Yaşı bilinmeyen yağmur önümde Bin yıl ötedeki ufak çiçekler. "Şiirin işlevi" denen şeyi bu şiirleri okurken bir kez daha düşündüm: Bu

şiirleri okuduktan sonra insanın doğaya bakışı değişiyor; doğa, artık "sahibi ve

Page 165: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

164

efendisi’’ olunacak bir yabani güç değil, Karacaoğbn'ın atı gibi, bir can yoldaşıdır. “Su Akar Çağlamadan" başlığımnı taşıyan son bölümde altı şiir var.

"Değiştirmelerin 6. ve 9. şiirleri gibi geldi bu şiirler bana, pek tadına varamadım. Bir tekrar 51. sayfada, bir dizede, "Geçmişin fazlalığı..." sözcüklerini okuduktan sonra, 87. sayfada, bir dizede, bu kez, "—geleceğin fazlalığı" sözcüklerini oku-yoruz. Bir tekrar daha: 56. sayfada: "Mevsimidir büyüyen taşın..." ve 64. sayfada: "Mevsimidir ayışığındaki taşın..."

Melih Cevdet Anday; Tanıdık Dünya ile, yaşayan şairlerimiz içinde başı çektiğini bir kez daha gösteriyor. Durmadan gelişen, durmadan kendini 'inşa eden" bir şair Anday: Büyüklüğü, bu bitmez tükenmez çabasından geliyor.

Page 166: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

165

"Düş Kurmak"

Bodrum, 1 Ağustos 1984

16 Temmuz 1984 günlü Cumhuriyet’in "Siyaset 84" ekinin "Anket Defteri" sayfasını kesip Berdyaev'in Dostoyevski'sinin içine koymuşum; Avner Ziss'in Estetik'inde (s. 95) Ecinniler üzerine yazılmış satırları okuduktan sonra dönüp bir kez daha Berdyaev'i gözden geçirmek istemiştim; kitabın arasında o sayfayı bulunca sevindim.

Anket Defteri'nde Sayın Nadir Nadi'nin cevapları var; en sevdiğim cevap, "En sevdiğiniz uğraş?" sorusunun cevabı: "Hiçbir şey yapmamak, düş kurmak ." Doğrusu bayılırım böyle cevaplara. (Bir tarihte Milliyet Gazetesi, "Yeni yıldan ne bekliyorsunuz?" diye sormuştu yazarlara; ben de "Hiçbir şey," demiştim. Oktay Akbal, "Olur mu böyle şey? Niçin bu kadar karamsar?" yollu bir fıkra yazmış ve -herhalde duymuşsunuzdur- o yıl hapse girmişti!)

Ne güzeldir hiçbir şey yapmadan düş kurmak! Gerçi sanatçılar için, "hiçbir şey yapmadan düş kurmak" dönemleri, aslında, yaratıcılık öncesi dönemleridir genellikle, o hiçbir şey yapılmamış gibi görünen günlerin ardından mutlaka bir şeyler gelir Şiir, roman, hikâye vb... Ama ardından bir şey gelmese de, insan sanatçı olmasa da, sade bir vatandaş olarak da hiçbir şey yapmadan düş kurmak, tadına doyulmaz bir şeydir.

Anımsarım: Erzurum Lisesi'nde yatılı okuduğum yıllarda (1940-1945), lisede banyo olmadığı için, sabah sabah, kargalar daha o işi yapmadan, biz, 10-15 kişilik gruplar halinde 30-40 dakika uzaklıktaki külüstür bir hamama giderdik. Erzurum'da kış aylarca sürer. O saatlerde soğuk tam bir felâket halindedir. Soluğunuzu havada elinizle tutabilirsiniz. Ve kahvaltıdan önce lisede olmak zorundasınızdır: Yoksa aç kalırsınız. İkinci Dünya Savaşı yılları... Günde 300 gram ekmek, hatta bir ara sadece 150 gram ekmek...

İşte o yıllarda, biz yatarken hamama giden yatakhane arkadaşlarıma beni uyandırmalarını tembih ederdim: Düş kurmak için... Arkadaşlarım sabah ziliyle uyandıklarında ben yatakhanenin o kapkara pencerelerini maviye boyamış olurdum.

Page 167: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

166

"Zeno'nun Bilinci"

Bodrum, 2 Ağustos 1984 Önce, çevirmen Gül Işık'ın yazdığı "Sunu"dan İtalo Svevo hakkında biraz

bilgi: — "İtalo Svevo'nun Avrupa yazınındaki yerini belirtmek için adının Proust ve

Joyce ile birlikte anıldığını söylemeliyiz." — "...Trieste'de doğup büyüyen Svevo, İtalyan eleştirmenlerince konuları ve

sorunları ile İtalyan yazınını Avrupa boyutuna ulaştıran iki büyük yazardan biri olarak değerlendirilir." (Öbürü, Pirandello.)

— "...ülkesinde başlangıçta suskunlukla karşılanırken, dış ülkelerde daha çabuk ve coşkuyla benimsenmiştir.

1861'de doğmuş, 1928'de ölmüş. Son sözleri: "Ölmek bir şey değilmiş." Zeno'nun Bilinci, son zamanlarda okuduğum en güzel roman. Büyük yaşam

birikimlerinin sonucu olan romanlar vardır: Zeno'nun Bilinci onlardan. Bu romanların bir özelliği, "romandan fazla bir şey" izlenimini uyandırmalarıdır; sanki tanıdık insanların dünyasında yaşıyorsunuzdur. Kurguymuş, romana özgü hareketlermiş, pek ilgilendirmez sizi; romanın bir yaşam gerçekliğini "yansıttığını" unutur, romanı yaşamla "özdeşleştirirsiniz."

Nedir romanda anlatılan? Zeno, Ada'ya âşık olur ama onunla evlenemez, Alberta'yla da evlenemez, sonunda üçüncü kız kardeş Augusto ile evlenir: "Bir hedefe nişan alıp da onu değil, yanındaki hedefi tutturan atıcılar gibi". Zeno'nun evlenmesi Thomas More'un evlenmesini andırıyor. Mîna Urgan yeni okuduğum değerli incelemesinde. Edebiyatla Ütopya Kavramı ve Thomas Moor'da, (Adam Yayıncılık, 1964), Thomas More'un evlenmesi şöyle anlatılıyor: "Damadı Roper'e göre. More üç kız kardeşle tanışmış o sıralarda. En çok hoşlandığı bu kızların ikincisiymiş. Ama ortanca kızın ablasından önce evlenmesi doğru olmayacağını, büyük kızın bu yüzden üzüleceğini düşünerek, hoşlandığı kızdan vazgeçip ablasını almış." (Mîna Urgan, bu evlenmeyi. Ütopya çevirisine yazdığı önsözde de anlatmıştı. Çan Yayınları, 2. baskı, 1968, s. 9-10.)

Zeno'nun evliliğinden sonraki gelişmeler. Gül Işık'ın deyişiyle, "bu olayın suya fırlatılan bir taşın yarattığı halkalara benzeyen uzak çalkantıları olarak

Page 168: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

167

özetlenebilir. Gerisini talih tamamlar." Zeno, romanın sonlarına doğru şöyle der "...Görüntü yaratırken terden,

gözlerimin önüne getirdiğimde gözyaşlarından sırılsıklamdım. Ben zaten bir tek suçsuzluk ve saflık günümü olsun yeniden yaşamak umuduna tapmıştım. O umut beni aylar boyu ayakta tuttu, can verdi bana. Anıların gücüyle kış ortasında mayıs güllerini yaratmaktı bu. (...) Ve işte böyle peşlerinde koşa koşa o görüntüleri yakaladım. Şimdi onların benim icadım olduğunu biliyorum. Ama uydurma yaratmak demektir, yalan söylemek değil. Benimkiler hummanın yarattıklarına benzer görüntülerdi, hani, dört bir yanından görebilesiniz diye odanızda dolaşır, gelip size dokunurlar, İşte öyle. Sahici şeylerin katıldığı, renkleri, gevezeliği vardı onlarda." (s. 412-413)

Italo Svevo'da müthiş bir "humour" var; yaşama hep bu “humour"un merceğinden bakıyor; şöyle dersem daha doğru; olacak: "Humour", Svevo'da mercek değil, düpedüz göz. (Şimdi aklıma Orhan Pamuk'la sohbetlerimiz geliyor: Romanlarını okurken insanların gülmelerini, eğlenmelerini istediğini söylerdi hep. Svevo'yu okuduktan sonra daha iyi anladım: Orhan'da "humour", zaman zaman göze takılan bir gözlük gibi; oysa Svevo'da olağan bakış açısı.)

Svevo'dan bir örnek: "Yalancıların dikkat etmeleri gereken bir nokta var: söylediklerine inandırmak istiyorlarsa mutlaka yalnızca gerekli olduğu kadar yalan söylemelidirler." (s. 260) Romanın son paragrafı alabildiğine ilginç: "Kim bilir, belki de aygıtların yol açacakları işitilmedik çapta bir afet bizi yeniden sağlığımıza kavuşturacaktır. Boğucu gazlar yetersiz kalınca, tıpkı öteki insanlara benzeyen bir insan, odasında gizlice başkalarıyla kıyaslanamaz bir patlayıcı icad edecektir; öyle bir patlayıcı ki, bugün bildiğimiz tüm patlayıcılar yanında zararsız birer çocuk oyuncağı kalacaklardır. Ve yine tıpkı öteki insanlara benzeyen, ama onlardan birazcık daha hasta bir insan o patlayıcıyı çalıp götürecek, yeryüzünün merkezine, etkisinin en fazla olacağı noktaya yerleştirecektir. Hiç kimsenin duymayacağı dev bir patlama olacak, yeniden bulutsuya dönüşen yeryüzü, asalaklardan da, hastalıklardan da kurtulmuş olarak uzayda, öyle, başıboş dolaşacaktır." (s. 445)

"Sunu"sunda Gül Işık şöyle diyor “İtalyan ordusunun Trieste'ye girmesinden dört ay sonra tamamladığı Zeno'nun Bilinci çeyrek yüzyıllık bir aradan sonra, 1923'te yayımlanır." Şu yorum da Gül Işık'ın: "...Bu uzun irdeleyiş başyapıtının (Zeno'nun Bilinci, - FN). son sözünde endüstri devrimini yapmış kapitalist toplumun kısa yargılanmasıyla noktalanır.”

Bence romanın son sözünde "kapitalist toplumun kısa yargılanmasını çok aşan bir şey var, korkunç bir kehanet: Svevo, yirminci yüzyılın başında, "yeryüzünü yeniden bulutsu'ya dönüştürecek bir nükleer savaştan söz etmiyor mu?

Neyse, önemli olan bu kehanet değil; romanın insanları... Kolay kolay unutamayacağınız o insanlar...

Zeno'nun Bilinci'ni, iki eliniz kanda da olsa, okuyun.

Page 169: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

168

Eylül 1984

Bodrum 6 Eylül 1984 Gene eylül... En sevdiğim ay. Bir gün Gazeteciler Cemiyeti'nde, dostlarla bir

öğle yemeğinde. Tomris Uyar'a. “Bir kızım daha olsa adını 'Eylül' koyardım,” demiştim; Tomris de o gün satışa çıkan kitabını bana, anımsadığıma göre, "Eylül adlı kızın babası Naci'ye" diye imzalamıştı... Sonra, "Eylül" diye bir film yaptılar!

Eskiden eylül, benim İçin yeni bir yılın başlangıcıydı: Geçen bir yılın hesabı, yaptıklarım, yapmak isteyip de yapamadıklarım, gelecek yıl için yapmayı düşündüklerim... Hep eylülle birlikte bu hesaplaşmayı yapardım. Bunları, 1962’de Vatan gazetesinde günlük fıkralar yazarken gene bir eylül başlangıcında yazdığımı çok iyi anımsıyorum. Aradan tam 22 yıl geçmiş. Nerdeyse bir çeyrek yüzyıl! Oysa "bayatlamadan" yaşayacak kaç yıl kaldı önümde... Bunun İçin olacak artık bir başlangıç olarak bakamıyorum eylüle; kendimle hesaplaşma, yerini, o can yoldaşı hüzne bırakıyor. Hep Yahya Kemal'i anıyorum: “Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarları / Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları." Gene Yahya Kemal: “Hayâlinden bakar pûşide-i ev- râk olan havza / O şûh ağlar bugün Kasr-ı Şeref-âbâd'a geldikçe. "

Gösteri"nin ekim sayısında yayımlanacak "Eleştiri Günlüğü"nü, dostum Hilmi Yavuz, 5 Ağustos'ta, İstanbul'a dönerken alıp götürmüştü. O günden bu yana gene hep yazı makinesinden uzak yaşadım. Oysa hiç olmazsa kasım ve aralık ayları için de bir şeyler yazmak istiyorum; çünkü eylül sonunda İstanbul'a dönünce beni nelerin beklediğini çok iyi biliyorum: Yazar ve bilim adamı dostlarımdan "100 Soruda" dizisi için belirli tarihlerde teslim etmeyi vaat ettikleri kitapları alabilmek için girişeceğim "kanlı takip"ler (Hele Mümtaz Soysal, hele Mümtaz Soysal!); kağıt bulma sorunları; yayımlayacağım kitapların düzeltileriyle uğraşma (Düzelti yanlışı olmaması için her kitabı -dizildikten sonra- yeniden iki kez okuma zorunluluğu); işlerini her geçen yıl biraz daha kötü yapan mücellitlerle didişme; dağıtım işleri; ve hep sürüp giden o büyük dert: Para sorunu... Bunun için, "Yayıncılık, yazarlığa düşman!" diyorum. Geçen yıl da öyle oldu: Kitap yayımladığım süre içinde yazı yazamadım. (Oysa aralık ayında beni görenlerden bazıları. Eleştiri Günlüğü'nde hep "Bodrum'u gördükleri için, "Sen Bodrum'da değil miydin?" diye soruyorlardı).

Yazma bakımından verimsiz geçen yaz ayları okuma bakımından oldukça iyi

Page 170: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

169

geçti. Aşağı yukarı iki buçuk ayda 20 kitap okudum. Bodrum'a beş-on gün gelenlerin bunu anlaması zordur; çünkü Bodrum'da kısa süre kalanlar, haklı olarak, günlerini denizle, güneşle, içkiyle doldururlar. Oysa Bodrum'da uzun süre yaşayanlar için bir bitip tükenmez saat 12-19 arası vardır ki okuyup yazmadan ya da herhangi bir şeyle uğraşmadan bu süreyi doldurmak olanaksızdır.

Neyse, şimdi kitaplara dönelim. Ütopyasız Çağ Mîna Urgan, Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More adlı incelemesinde (Adam

Yayınları, 1964. Kitap, büyük boy 116 sayfa. 116 sayfanın 25 sayfası boş. Eh, paralı yayınevinin hali başka oluyor!) Thomas Moore'un yaşadığı çağı kısaca gözden geçirdikten sonra, More'un yaşamını, davasını, ölümünü anlatıyor; Ütopya'yı inceliyor;

Platon'un Devleti ile Moore'un Ütopya'sını karşılaştırıyor; More'dan sonra yazılan ütopyalara değiniyor ve son bölümde de Ütopya'yı değerlendiriyor. Çok yararlı bir çalışma. (Mîna Urgan, Baudelaire üzerinde de çalışıyordu ya da çalışmak üzeren hazırlık yapıyordu; dilerim o çalışma da yakında yayımlanır).

Ne var ki Mîna Urgan'ın kitabında beni asıl ilgilendim sayfalar, "ütopya"dan çok "dystopia"dan söz açtığı sayfalar oldu:

"Oysa yirminci yüzyılda geleceği ele alan birçok kitaptan gene yazıldığı halde, bunlar yeryüzü cennetlerini değil, yeryüzü cehennemlerini anlatmaya başladılar. Karanlık bir kötümserliği yansıtan bu kitaplara artık ütopya denemeyeceği için, eleştirmenler bu anti-ütopyalara yeni bir ad bulup 'Dystopia dediler. Eskiden ütopya yazarları ilerici kişilerdi. “Durum kötüdür; eğer bu ya da şu yöntemi uygularsak, durum iyileşir diye düşünürlerdi. Şimdiki Dystopia yazarları ise, tutucu, hatta gerici kişilerdir: 'Durum kötüdür; durumu iyileştirebilecek hiçbiri çare olmadığına göre, ileride bin kat daha beter olacaktır' diye düşünmektedirler." (s. 94).

Mîna Urgan, "dystopia"ya örnek olarak Aldous Huxley'in Yeni Dünya'sını, Maymun ve öz'ünü, Jack London'ın Demir Ökçe'sini, George Onvell'in 1984'ünü veriyor; ama çağımızın niçin ütopyasız bir çağ olduğu, "ilerici kişiler"in artık niçin olumlu ütopyalar yazmadığı sorunu üzerinde durmuyor.

Niçin ütopyasız bir çağ? Ya da Behçet Necatigil'in deyişiyle, niçin "çok çiğ çağ"? Üzerinde düşünmeye değer.

İşin kolayına kaçmanın yoludur bu. "Üzerinde düşünmeye değer,” tümcesi. Yazılarını böyle bitirenlere "Düşün öyleyse!" demek gerek.

Komünist partilerin yönetimindeki ülkelerde yaşayan yazarlardan ütopya beklemek, ütopik bir tutum olur. Çünkü o ülkeleri yönetenler, bir ütopyayı gerçekliğe dönüştürme süreci içinde olduklarına inanırlar; bu durumda, bir yazarın bir ütopya yazmaya kalkışması düpedüz içinde yaşadığı toplumu eleştirmesi, giderek yadsıması demektir. Siyasal iktidarın bunu hoş

Page 171: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

170

karşılamayacağı açıktır. (Marx, kapitalizm olgunluk evresini tamamladıktan sonra sosyalizme geçileceğini yazıyordu. Çeşitli etkenlerin bir araya gelmesi sonucu, kapitalizmin olgunluk dönemine ulaşmadığı ülkelerde de komünist yönetimler kuruldu. Bu "reel komünizm", bir olguydu; bu olgu, ardından birçok sorunu sürükleyecekti elbet; siyasal güçlerin tartışılmasından hoşlanmayacakları sorunlar olacaktı bunlar ister istemez, bu yüzden de tartışılamayacaktı.)

Kapitalist ülkelerde yaşayan yazarların "ilerici" olanları için, bir ütopyaya gerek yoktu; gerici olanları ise, yeni bir şey üretemeyen bunun için her şeyin ‘’anti’’sini ortaya sürebilen burjuva toplumunun niteliği gereği ancak "dystopia" üretebilirlerdi; nitekim öyle oldu.

Ne dersiniz? " Bekleme Yapılmaz" Bir zamanlar (Çok değil, bir yıl kadar önce) İstanbul'daki dolmuş duraklarına

dikilmiş olan tabelalara "Bekleme yapılmaz" diye yazılmıştı. O tabelaları her görüşte tepem atardı. Ne demektir "bekleme yapılmaz!" Türkçede "bekleme yapmak" diye bir fiil mi var! O konuda gazetelerde, dergilerde bir eleştiri, bir uyarı görmeden bu yıl tabelalardaki bu rezalete son verildiğini gördüm: "Beklemek yasaktır" yazılmıştı. İlk kez içinde "yasak" sözcüğü geçen bir tümceyi sevdim. O tabelayı düzelten bürokrata selam olsun benden.

"Yapmak" fiili yerli yersiz kullanılıyor. Geçenlerde, üniversite giriş sınavına girmiş gençlerle konuşuyordum; sınav sonuçları belli olmamıştı daha, hepsi heyecan içindeydi. Ve hep "hukuk yapmak", "tıp yapmak", "iktisat yapmak..." diyorlardı.

Eski sözcükler yerine Türkçe sözcükler kullanmak isteyenler de sık sık benzer yanlışları yapıyorlar. İlk aklıma gelen örnekler "Müşahede etmek" yerine "gözlem yapmak" denmez, "gözlemlemek" denir; "tesir etmek" yerine "etki yapmak" denmez, "etkilemek" denir.

"Yapmak" değil ama "yapmak"a benziyor, aklıma gelmişken onu da yazayım: "Cevap" yerine "yanıt" deniyor ya, "cevap vermek" yerine de "yanıt vermek" diyorlar; "cevap" yerine "yanıt" demeyi sürdürsünler ama "cevap vermek"in karşılığı "yanıtlamak" tır, "yanıt vermek" değil!

"Deri Değiştirmek" Carlos Fuentes'in Artemio Cruz'un Ölümü adlı romanını çok sevmiştim; bunun

için, dilimize çevrilen ikinci romanını, Deri Değiştirmek'i (Çeviren: Şadan Karadeniz, Can Yayınları, 1984), yaz aylarında okumak için Bodrum'a getirmiştim. Okudum da. Bu romanı Artemio Cruz'un ölümü kadar sevmedim.

Deri Değiştirmek, okurlara sıkıcı gelebilir, ama romancılar için, romanın kurgusu üzerinde düşünenler için gerçekten çok ilginç, çok yararlı bir roman.

Page 172: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

171

Fuentes'in romana eklediği "Anlatıcı", alışılmış anlatıcıların çok dışında: Zaman zaman romanın kişileriyle konuşur ve sonunda romanın önemli beşinci kişisi olur. Böyle bir "Anlatıcı", özellikle "geriye dönüşler"i çok kolaylaştırıyor, yeni anlatım olanakları getiriyor.

Romandan çok sevdiğim bir tümce: "Bir kenti, benim Prag'ı sevdiğim gibi seversen, sonunda onu senin yarattığına; bırakıp giderken de yok olduğuna inanırsın." (s. 103).

Bir de size eğlenceli bir bilmece; aşağıdaki alıntı hangi romancımıza uyuyor "Çocukken başkalarının yüzüne söylemeye; korktuğum sözcükleri tuvaletlerin duvarlarına karalardım. Acı hakaretler... meydan okumalar. Sonra kitap yazmanın aynı şey olduğunu anladım... harflere dönüştürülmüş hakaretler ve meydan okumalar." (s. 316).

Divan Edebiyatına Değişik Bir Bakış Prof. Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası adlı kitabında

(Der Yayınları, gözden geçirilmiş ikinci baskı, 1981) divan edebiyatı konusunda ilginç düşünceler ileri sürüyor "Çağın insanını yeni baştan kurma ve şekillendirmede araştırıcı, sanat tarihinin başka dalları ile beraber edebiyat tarihini de (Halk edebiyatı. Divan edebiyatı v.s.) yanı başında bulacaktır. Günün acılı acısız vukuatını sade samimi havası içinde aktarmada halk edebiyatının ve ozanlarının yardımı büyük olabilir. Biz, ne var ki, tek ve somut vak'alarla değil, çağın ve çevrenin umumi havası ile ilgileneceğimiz için başvuracağımız kaynaklar halk ve destan edebiyatından çok klasik edebiyata -özellikle divan edebiyatına- ait eserler olacaktır. Uzun zaman, toplumun gündelik yaşayışı üstünde, basma kalıp sofiyâne rumuz ve ibareleri veya İran edebiyatının alışılmış imajlarını gözü kapalı tekrarlamaktan öteye gitmediği ısrarla ileri sürülen divan edebiyatını araştırmalarımız boyu apayrı bir çehre ile yanımızda bulacağız: Gerçek ve baha biçilmez bir belge hazine ve kaynağı olarak! Vesikaları dikkat ve ihtiyatla taramaya alışık bir gözün, ezbere ve basma kalıp sembolleri bir kenara ittikten sonra, divan edebiyatının sahifeleri arasında öğreneceği çok şeyler vardır. Günün türlü iktisadi dertleri (para ayarı, hayat pahalılığı...), bütün bir şark ticaretinin adım adım gerileyişi divanların, mesnevilerin kenarına köşesine sığınıp saklı kalmış işaret ve imâlar, bazen de açık ve dosdoğru ibareler halinde gözlerimiz önüne sıralanmış olacaklardır." (s. 17-18).

208 sayfalık kitabın 38 sayfasında divan edebiyatından alıntılar var. Alıntıların çoğu Nâbi'den.

Bir ömek: "...Nâbi, paranın halk arasında nasıl dönüp dolaştığını, 'bin kişvere seyahat eyleyip' ne gibi kıymetlere çevrildiğini uzun uzun anlatırken, birçokları arasında şimdi söylediklerimizi de kaydetmeden geçmemişti:

Gâh oldu atiyye gâh kıymet,

Page 173: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

172

Gâh oldu hediyye gâh rişvet "Mısralardaki kelime farkları bizi şaşırtmamalı; hepsinin cinsi ve saiki bir

kelime ile hülâsa edilebilir: politik! Hediye ve rişvet bunun olsa olsa, aşağıdan yukarıya, atiyye ise yukardan aşağıya olan şeklidir." (s. 124-125).

Bir başka örnek: Prof. Ülgener, "Para, öyle anlaşılıyor ki, uzun zaman tediye ve mübadele vasıtası olarak oynadığı rol yanında ve belki ondan daha geniş ölçüde saklama ve esirgeme âleti olarak vazife görmüştür." (s. 172) dedikten sonra gene Nâbi'den şu alıntıyı yapıyor...

Gördünüz mü, ben de alışmışım: Gene gereksiz bir "yapmak"! Doğrusunu yazayım:... gene Nâbi'den şu iki dizeyi alıntılıyor:

Sanduklar içre oldu pinhan Ceh kiseler içre çekli zindan

Son örnek: Prof. Ülgener, "... Önce istihlâke ve masrafa hakkını tanıyan ve arkası sıra irat kaynaklarını onlara yetiştirmeye çalışan bir rejim!" dedikten (s. 190) ve bunun nedenlerini sonra açıkladıktan sonra gene Nâbi'den bir beyti anıyor

Lesker-i masrafı takat getirilmez Nâbi Kuvvet ihsan ede Allah meğer irada

Ülgener'in kitabındaki bütün alıntılar böyle: Toplumsal gerçeklikler hakkında bilgi veren ama şiirle en küçük ilintisi olmayan sözcükler toplamı.

Çünkü Divan şiirinin bir estetik haz veren ürünleri toplumsal gerçeklikler hakkında bilgi vermez. Sözgelimi Nâbi'nin şu sevdiğim beytini hiçbir zaman böyle bir kitapta göremeyiz: "Hayâlinden gelir gam hâtıra cânâneden gelmez / Sitem hep âşinâlardan gelir bigâneden gelmez."

Miguel Sokağı V. S. Naipaul, Trinidad doğumlu bir romancı. Nobel Edebiyat ödülü

adaylarından olduğu söyleniyor. Miguel Sokağı. (Çeviren: Filiz Ofluoğlu, Can Yayınları, 1984) dilimize çevrilen ilk romanı.

Miguel Sokağı, belli başlı kişileri değişmeyen hikâyelerden oluşan bir roman; Naipaul, 1959'da yazmış.

Memet Fuat, aynı tekniği, 1951'de yayımladığı o güzelim Yaşadığımız’da kullanmıştı.

Naipaul, bir sokağın insanlarını hüzünle karışık bir mizahla anlatıyor. Miguel Sokağı'nın çocukları, her şeyin can alıcı yerini hemen görürler Boyee, Gençlik Birliği'nin yıllık kongresinden dönünce, "Amma da iş bu gençlik kongresi be. Bir

Page 174: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

173

sürü moruk toplanmış orada." (s. 91) der. Anlatıcı, "Ufak tefek bir adamdı, bana kalırsa da, ufak tefek adamlar kötü ve yabanıl olurdu." (s. 99) der. Eddoes, "Ben böylelerini çok gördüm. Daha doğrusu herkesin başına gelir. Yaşlanırlar, korkarlar, genç kalmak isterler.’ (s. 186) der.

Miguel Sokağı'nda Gorkilerden, Istrati'lerden esen bir hava var Hani o gençliğimizde çok sevdiğimiz iyi huylu serseriler" havası. Ben en çok, nefis bir mizah hikâyesi olan "Erkek Adam"la alabildiğine duygusal ve hüzünlü "Wordsworth"ü sevdim.

Miguel Sokağı, konuşmaların ve argonun ağır bastığı bir roman; Filiz Ofluoğlu başarıyla üstesinden gelmiş çevirinin.

Şiirler Gösteri’nin Ağustos sayısında Oktay Rifat'ın şiirleri vardı. "Herkes Biraz

Denizdi" adlı şiir şu üç dize ile bitiyor Bir kitap yerde ve elin dizinde kucağında deniz

kedisi evin . Oktay Rifat'ın o sayfadaki şiirleri arasında en çok bu şiiri sevdim; özellikle

son üç dizesini. O şiiri, İlhan Berk'in deniz kıyısındaki evinde okumuştum; deniz, evin kedisi

gibi, aramızda dolaşıyordu. Şimdi düşünüyorum: Acaba denizi hiç görmeyen birini o üç dize nasıl etkiler? Denizi, deniz kıyısındaki böyle bir evi hiç görmeyen biri, sadece sözcüklerin etkisiyle, bu şiiri sevebilir mi? Yoksa "Ne diyor bu şair?" mi der?

Gösteri’nin o sayısında adını nerde okusam bir suçluluk duygusu duyduğum kadim dostum Metin Eloğlu'nun da (Metin'le nerdeyse 40 yıla varan bir dostluğumuz vardır; hastalıklarında bir türlü arayamadım) şiirleri var; "Soy", Metin Eloğlunun en sevdiğim döneminin şiirlerini anımsatan bir şiir.

Page 175: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

174

Toplum, Romanı izliyor

Bodrum, 9 Eylül 1984 Berdyaev, Dostoyevski adlı incelemesine (Çeviren: Ender Gürol, Adam

Yayıncılık, 1984) yazdığı önsözde şöyle diyor: "...1920-21 kışında yönettiğim seminerde, Dostoyevski üzerine yaptığım konuşmalar, üstündeki düşüncelerimi bir araya getirmeme neden oldu, böylece bu kitap çıktı ortaya. Bu yapıtta yalnızca Dostoyevski'nin dünya görüşünü değil, aynı zamanda kendi görüşümü de büyük ölçüde yansıtmış oluyorum."

Keşke Berdyaev, Dostoyevski'nin dünya görüşünü yansıtmakla yetinseydi, kendi görüşünü kendine ya da başka bir kitaba saklasaydı; o zaman Dostoyevski üzerine gerçekten ilginç bir inceleme okumuş olurduk. Yıllarca önce Troyat'nın, Gide'in Dostoyevski hakkındaki kitaplarını okumuştum; Berdyaev'in doğrudan Dostoyevski'den söz açtığı sayfalar, bana, Troyat'nın düşüncelerinden de, Gide'in düşüncelerinden de önemli geldi. Ama Berdyaev, "...Hıristiyanlar insanları mutlu kılmadıysa, onlara huzur sağlamadıysa ve karınlarını doyurmadıysa, insan ruhunun özgürlüğünü bozmak istememesindendir..." (s. 147) diye başladı mı çekilmez oluyor. (Arka kapakta okuyoruz: "1917 Devrimi'nden sonra Moskova Üniversitesinde felsefe kürsüsüne atanan Berdyaev dinsel görüşleri yüzünden iki kez hapse girmiş, daha sonra sınır dışı edilmiştir")

İşe Hıristiyanlık, din, devrim, sosyalizm karıştırmadığı zaman Berdyaev'in saptamaları alabildiğine ilginçtir: "Geneldeki insan konusunda bu denli hayret verici şeyleri açığa çıkarabilmesinin nedeni, belki de kendi içinde olup bitenlerin hiçbirini gizlememesiydi. Kahramanlarının yazgısı, kendi yazgısı; kuşkuları, bölünmeleri kendi kuşkulan, bölünmeleri; suç eğilimleri, kendi ruhundaki gizli günahlardı. (...) Dostoyevski'nin dehası öyle bir dehadır ki, bir yandan, kendi yaşamını araştırıp incelerken, öte yandan insanın evrensel yazgısını açığa çıkarır." (s. 23-24)

Ama ben Berdyaev'in Ecinniler üzerine söylediklerini daha da ilginç buluyorum: "Bu yapıtta insanlık ülkesinden çıkıp boğucu, insanlık ötesi bir havaya gireriz." (s. 76). Bu sayfada Berdyaev'in önemli bir dipnotu var "Ecinniler'de Dostoyevski Rus devrimcilerine haksız yere çullanır. Bu yüzden yapıt daha çok acı bir yergi niteliğindedir." Berdyaev, daha ilerde de, 113. sayfada,

Page 176: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

175

şunları söyleyecektir: "Hemen söyleyeyim: Dostoyevski, Almanya'da serpilmeye başlayan Sosyal Demokrasi'den ve Marxizm'den tümüyle habersizdi. Zaten bundan ötürü bu konudaki yargılarının büyük bir bölümü geçerliklerini yitirmiş bulunuyor." Ecinniler üzerine Berdyaev'in en ilginç yargısı şu: "Ecinniler, yaşadığı zamanın romanı değil, geleceğin romanıdır. 1860-1870 yıllarında Rusya'da henüz bir Stavrogin, ya da bir Kirilov, bir Şatov, ya da Peter Verhovenski, veya Şigaliyev yoktur; bu tipler, sonradan, yirminci yüzyılda çıkmışlardır ortaya..." Kitabın son bölümünde Berdyaev tekrar aynı konuya döner: "Dostoyevski zamanında yalnızca kâhinlik dünyasına ait olan Şatovlar, Kirilovlar, Verhovenskiler, Stavroginler ve İvanlar'ın hepsi yirminci yüzyılda fiziksel olarak gerçek dünyamıza girmişlerdir. Yetmişli yıllarda gizilgüç halinde var olan temel konular birinci ve ikinci Rus devrimleriyle ortaya çıkmışlardır." (s. 164)

Berdyaev'in Dostoyevski 'sini yaz başında okumuştum; Pasternak'ın ünlü Doktor Jivago’sunu (Çeviren: Samih Tiryakioğlu, Can Yayınları, 1984) ise dün gece bitirdim. Romanın 4. sayfasında "Romanın tam çevirisidir." kaydı var. Doktor Jivago’yu, tam 25 yıl önce okumuştum; kimin çevirişiydi, anımsamıyorum bile. O zaman da sevmiştim, şimdi de seviyorum: Tekniğinin bütün ilkelliğine karşın... Romanda o kadar çok "yaşayan insan" var ki, öylesine gerçek insan acıları var ki, Pasternak'ın öylesine müthiş tanıklığı var ki, yetiyor bana... "Berdyaev'in incelemesiyle Pasternak'ın romanının ne ilişkisi var?" diyeceksiniz. Var. Ecinniler'i 1870’te yazmış Dostoyevski; Pasternak ise '1956 yazında, romanını Novy Mir dergisine göndermişti ve kitap, eylül ayında, çok sert bir biçimde geri çevrilmişti." Bunun üzerine roman ilk kez 1957 Kasımı'nın sonunda İtalya'da yayımlandı.- Sonra öteki Batı ülkelerinde. Ve 1958'de Nobel Edebiyat Ödülünü aldı.

Doktor Jivago'nun 254. sayfasında, roman kişilerinden biri (konuşan dilsiz-sağır!), Doktor Jivago'ya şöyle der "Hayatla İlgili, siyasetle, sanatla ilgili çok aşırı görüşlerim vardır. Dostoyevski'nin Ecinnilerindeki Pyotr Verkovenski gibiyimdir."

Bu tümceyi okumasaydım belki de ne Berdyaev'den, ne Dostoyevski'den, ne de Pasternak'tan söz ederdim. Hani, "Doğa, sanata öykünür" diye ünlü bir söz vardır ya, o tümceyi okuyunca ben de 'Toplum, romanı izliyor" diye düşündüm ve Berdyaev'e. incelemesini Pasternak'ın romanından 35-36 yıl önce yazan Berdyaev'e hak verdim.

Vaktiniz varsa Ecinniler'i de. Doktor Jivago'yu da okumanızı salık veririm. Ecinniler yanımda yok, onun için doğru mu anımsıyorum, yanlış mı anımsıyorum bilmiyorum, ama Dostoyevski'nin bu en sevdiğim romanında bir "dilekçe" faslı olacak; Türk toplumunun da Dostoyevski'nin romanını nasıl izlediğini göstermesi bakımından oldukça ilginçtir.

Page 177: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

176

"Şimdiki Zamanın Sürgünü"

Bodrum, 13 Eylül 1984 Dostoyevski'den, Berdyaev'den, Pasternak'tan söz açmışken gene Ruslarla

sürdürelim. Roman Jakobson'un Queslions de Poilique adı altında toplanan incelemelerinden

biri Mayakovski üzerine; Mayakovski'nin intiharından bir yıl sonra yayımlanmış. Rus şiirinin iki parlak dönemi olduğunu belirtiyor Jakobson: XIX. yüzyılın

başlangıcıyla XX. yüzyılın başlangıcı. Her iki dönemin de en belirgin özelliği büyük şairlerin nerdeyse kitle halinde vakitsiz ölüp gitmeleri. XIX. yüzyılın başlangıcında Rileyev 31 yaşında idam edilmiştir; Batiuşkov, 36 yaşında delir-miştir; Venevitinov 22, Delvig 32 yaşında ölmüştür; Griboyadev 34 yaşında, Puşkin 37 yaşında, Lermontov 26 yaşında öldürülmüştür. Hep bir çeşit intihar gibi tanımlanmıştır bu ölümler. XX. yüzyılın 20'li yıllarında ise Gumilev (1886-1921) idam edilmiştir; Aleksandr Blok (1880-1921) ile Khlebnikov (1885-1922) hastalıktan ölmüşlerdir (Ölmekte olduğunu bilen, canlı canlı çürüyüp kokmaya başlayan Khlebnikov, bu kokuları duymamak için, dostlarından çiçek getirmelerini istermiş.); Yesenin'le (1895-1925) Mayakovski (1894-1930) ise intihar etmişlerdir.

R. Jakobson, fütüristlerde rastlanmayan intihar temasının Mayakovski'de durmadan tekrarlandığını, ilk metinlerinden son çalışmalarına kadar Mayakovski'nin ısrarla intihar üzerinde durduğunu belirtiyor. "Gelecek için çok yaşadık, geleceği çok düşündük, geleceğe çok inandık" diyen Jakobson ekliyor "Şimdiki zaman duygumuzu yitirdik." Dönüşen bir geleceğe doğru sanatçının yaratıcı atılımının, görenekçi köhne düşüncelerin dondurduğu bir yaşamla, değişmez bir şimdiki zaman durmuş oturmuşluğuyla uzlaşamayacağını, bu donmuşluğa, bu durmuş oturmuşluğa karşı çıkacağını belirten Jakobson, bu donmuş yaşama, bu değişmez şimdiki zamana "günlük yaşam" diyor; birey, istediği kadar toplumsal yaşamın görenekçi ilkelerine başkaldırsın, bu donmuş yaşam hükmünü sürdürür gider. Şairin düşmanıdır bu yaşam; çünkü şiir, hem günlük yaşamdan ayrılamaz, hem de günlük yaşamla uyumsuzluk halindedir. Ve şair, her adımında, günlük yaşamın bayağılıklarına karşı sürdürmek istediği savaşın yararsızlığını daha iyi anlar. (Mayakovski, günlük yaşamın bayağılığına

Page 178: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

177

karşı giriştiği savaşı Puşkin'in, Lermontov'un düellolarına benzetirmiş.) Vadesi gelmeden hiçbir zafer olanağı yoktur "Şair, 'şimdiki zamanın sürgünü' olmaya mahkûmdur."

Hep geleceğe inanmak, gelecekte yaşamak... içinde yaşadığı günlerin bayağılıklarından, sürüp giden görenekçi düşüncelerin biçim verdiği donmuş bir yaşamdan tiksinti; varılacak yere bir an önce varmak özlemi... Ve sonunda kaçınılmaz bireysel yenilgi: Şimdiki zamanı, bu zamanın bir sürgünü gibi yaşamak zorunluluğu... Bunlar, benim kuşağıma hiç de yabana olmayan gerçeklikler.

Gene Mayakovski'ye döneyim; işte intiharından birkaç gün önce, bir edebiyat gecesinde söyledikleri: "Üzerime o kadar çok köpeği salıyorlar, işlediğim-işlemediğim o kadar çok günahla suçluyorlar ki beni, bu küfürleri duymamak için, kimi vakit, gitmeli bir yere, bir yıl, iki yıl kalmalı diyorum kendi kendime..."

Page 179: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

178

Gene "Şimdiki Zaman"

Bodrum. 15 Eylül 1984 Dün gece Çehov'un Vanya Dayi’sını (Anton Çehov, Bütün Oyunları I, Çeviren:

Ataol Behramoğlu, Adam Yayıncılık, 1984) kim bilir kaçına kez okurken şu tümce ilk kez dikkatimi çekti: "Şimdiki zaman, saçmalığıyla korkunç." (s. 110)

Mayakovski üstüne Jakobson'un yazdığı incelemeyi okumamış olsaydım belki de bu tümce üzerinde fazla durmazdım. Şimdi düşünüyorum da "Şimdiki zaman"ı beğenmemek, kendini "şimdiki zaman"ın sürgünü gibi duymak, galiba, bütün has sanatçıların ortak niteliklerinden... Çünkü 'şimdiki zaman" dan hoşnut olmak, bir bakıma, kurulu düzenden hoşnut olmak, değil midir? Kurulu düzenden siyasal iktidarı ellerinde tutanlar hoşnut olabilirler; çünkü en ideal düzenin kendi gerçekleştirdikleri düzen olduğuna inanırlar. Oysa, bir sanatçı, 'ideal düzen' diye bir şey olamayacağını bilir; çünkü durmuş oturmuş bir 'ideal düzen'e inanmak, toplumların gelişmesinde bir "son durak" olduğuna inanmak demektir; oysa yoktur böyle bir son durak; insanlar yaşadıkça insanlık ilerleyecektir, gelişecektir "İnsan tükenmez."

Bir örnek üzerinde, "özgürlük sorunu" üzerinde düşünmek yeter. Bir toplumda, "İnsanlar özgür müdür?" diye bir sorunu ortaya atmak, özgürlük sorununu yanlış olarak, somut tarihsel-toplumsal koşullardan soyutlayarak koymaktır. Soru, doğru olarak, ancak, "İnsanlar nasıl daha özgür olabilirler?' bi-çiminde sorulabilir. Ve o zaman insanlar için tamamlanmış, sona ermiş bir özgürlük olmadığı; özgürlüğün durmadan serpilip gelişeceği açıkça görülür. Sanatçı, hep bu "nasıl daha"nın ardındadır; bunun için, hiçbir zaman, bir politikacı gibi var olanla yetinemez; bunun için, her zaman, her yerde, muhaliftir. "Şimdiki zaman'dan şikâyetçidir. Siyasal iktidarlar ise hep "şimdiki zaman’’ın beğenilmesini, doğrulanmasını isterler; bunun için de has sanatçılardan hoşlanmazlar.

Page 180: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

179

"Giz"

Bodrum. 19 Eylül 1984 Salim Şengil, yıllarca Seçilmiş Hikâyeler dergisini. Dostu yayımladı, hep

başkalarının hikâyelerini bastı. Oysa dergi çıkaranların çoğu kendi yazdıklarım diledikleri gibi basmak için çıkarırlar bu dergileri... (Böyle dedim ama, bu, daha çok, eskidendi. Şimdi, artan maliyetler karşısında, dergi çıkarmak artık eskisi kadar kolay değil; büyük para işi. Gene de batacağı belli olan dergilere para yatıran gençler eksik değil. Ne denir? Dilerim başarırlar, dergileri uzun ömürlü olur.) Yıllarca başkalarının hikâyelerini yayımlayan Salim Şengil, şimdi kendi hikâyelerini yayımlamaya başladı: Es Be Süleyman Es"ten sonra Güzel Bir Oyun.

Bu sabah bir hikâye okudum Güzel Bir Oyun'dan: "Giz". İyi bir hikâye. Salim Şengil, istediği atmosferi yaratabilmiş. Ama niçin "Giz" koymuş hikâyesinin adını? ördek resmi yaptıktan sonra altına "ördek" diye yazan okul çocukları gibi— Sonra "Sessizliğin kanat çırpıp ortalıkta uçuştuğu bir sıra..." gibi sözler artık pek edilmiyor yeni hikâyelerde.

Dostlukların bazı sanat eserlerini anlamakta özel bir payı var. Birtakım okurlar "Giz"i okuduktan sonra acaba ne düşünmüşlerdir? Oysa ben Salim Şengil'i de. Nezihe Meriç'i de 1958'den beri tanırım; bunun için "Giz"in gizi yok benim için: Belli ki Nezihe Meriç hakkındaki mahkûmiyet kararının (Nâzım Hikmet'in şiirlerini yayımladığı için) onaylanması üzerine yazılmış.

Page 181: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

180

1985

Page 182: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

181

Gücünü Yitiren Edebiyat

Bodrum, 29 Temmuz 1985 Türkiye'nin yaşamakta olduğu ekonomik, toplumsal, siyasal bunalım

kendini edebiyat alanında da göstermeye başladı. Şiirimiz, toplumun acılarının ve özleyişlerinin sözcülüğünden uzaklaşıyor; romanımız, cinsel sorunları irdeleme adı altında, yavaş yavaş bir "uçkur havası"na doğru kayıyor, ya da "sol'un yanılgıları'nı eleştirme adına özel girişimcileri övüp "sol" bilim adamlarını yermeyi ve devrimci gençleri toptan doyumsuz alıklar, şımarık zengin çocukları olarak göstermeyi özgünlük sayıyor.

Son on beş yıldır aydınlar, sanatçılar, bilim adamları gitgide artan bir biçimde suçlanmakta. En azından iki yüzyıldır toplumsal gelişimin öncüleri sayılan, toplumun baştâcı olan aydınlar, artık "şer çiçekleri" olarak görülüyor. Sürekli suçlanma, sürekli toplumun dışına itilme... öğrenim kuramlarından uzaklaştırılanlar onlar, suskunluğa mahkûm edilmek istenenler onlar, örgüt (mesleki örgüt) kurma özgürlüğünden yoksun bırakılanlar onlar... Son on beş yıldır aydınlar, sanatçılar, bilim adamları nerdeyse bir "iç düşman" davranışı görmüşlerdir yönetici çevrelerden. Bütün ekonomi ufku kendi fabrikası ya da holdingi olan bir işadamının Türkiye'nin ekonomik soranları ve geleceği hakkında konuşması çok olağan karşılanır duruma gelmiştir de bütün yaşamım Türkiye'nin ekonomisi için araştırmalar yaparak, düşünce üreterek geçiren bir bilim adamının aynı konuda konuşması, yazması sakıncalı sayılır olmuştur. Gerçek korkusu büyümekte, giderek bilim korkusu, sanat korkusu durumuna gelmekte, bu korkular bütün Türkiye'nin üstüne (artık bir "şal" gibi değil) bir branda bezi gibi örtülmektedir. Yabancı sermayeyle "nişanlanan" azgelişmiş kapitalizm, değer yargılarını hızla alt üst etmekte, topluma tek değer ölçütü olarak '‘para" yı dayatmaktadır. Ve enflasyonun her yıl biraz daha fakirleştirdiği aydınlar, sanatçılar, bilim adamları, karşılaştıkları baskıların dışında, bir de dayanılmaz yaşam güçlüklerinin içine itilmekte.

Bir aydın olan, daha doğrusu, her şeyden önce bir aydın olması gereken edebiyatçının, böylesine kötü toplumsal, ekonomik, siyasal koşullardan etkilenmemesi elbette olanaksız. Toplumsal bunalımın bir parçası olarak yazınsal bunalım, üzerinde konuşsak da konuşmasak da, bir nice zamandır gündemde.

Page 183: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

182

Umut, insanın yaratıcı gücüne inanç, tarihi insanların yaptığı gerçeğine inanç "tedavülden kalkmış". Türk edebiyatı suskun. Her zaman toplumsal gelişimin önünde giden Türk edebiyatı, bir zamanlar "Bir sis çanı gibi gecenin içinde / Ta gün ışıyıncaya kadar/Vakur metin sade" çalmak görevini üstlenen Türk edebiyatı, ilk kez, toplumsal gelişimin ardına takılmış, rüzgârda yaprak misali sürüklenip gitmekte.

Geçenlerde Raymond Williams'ın Orvell'ini okuyordum (AFA Yayınları, Çeviri: Nejat Bayramoğlu); Orwell'in şu sözlerinin altım çizmişim: "Dünyadaki büyük haksızlık ve sefaletin farkındayız ve suçluluk duygusu içinde bu konuda bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu duygularla hayata karşı tamamen estetik bir tavır almak olanaksızdır. Bugün artık hiç kimse, Joyce ya da Henry James'in yaptığı, gibi başka hiçbir şey düşünmeden edebiyata adayamaz kendisini." R. Williams, gerekli açıklamayı hemen ekliyor: "...Sanata, onun elle tutulur, ciddi ve değişken sorunlarına yönelik estetik tavır elbette önemliydi. Ama 'hayata karşı estetik tavır', sanatsal seçeneklerden birine ilişkin olmanın ötesinde belli bir toplum yorumuna bağlı bir bilinç kaydırmasıydı. Sanatsal bir bilinç değil, bu kılığa bürünmüş bir toplumsal bilinçti. Başkalarıyla İlişkilere gir-mekten, bir davaya bağlanmaktan yan çizmenin ve bunu onaylamanın mantığıydı. ‘’Yazar olma'nın, toplumsal deneyimi ve toplumla ilgilenmeyi dışlayan bir başka tanımıydı."

Türkiye'nin bugünkü koşullarında -Orwell gibi söylersek- "artık hiç kimse, Joyce ya da Henry James'in yaptığı gibi başka hiçbir şey düşünmeden edebiyata adayamaz kendisini."

Ne var ki "bir şeyler yapılması gerektiğini" düşünen Ama "sanata, onun elle tutulur, ciddi ve değişken sorunlarına yönelik estetik tavır"ı önemsemeyen şairlerimizin, romancılarımızın çoğu, bir şeyler yapmak uğruna sık sık edebiyatın dışına düştüler; yazdıklarının savunduktan ülkülere, dile getirdikleri özleyişlere bir hayrı dokunmadığı gibi bu ülküleri, bu özleyişleri eskitmek gibi, yıpratmak gibi olumsuz sonuçları da oldu; çünkü bunlar kendi yaratıcı güçsüzlüklerini birtakım konuların, hatta kimi zaman birtakım sözcüklerin gücünün, büyüsünün ya da kutsallığının arkasına saklamak istemişlerdi. Oysa bir cüce, Uludağ'ın doruğuna da çıksa cücedir.

Gün, yaratıcı gücünü kanıtlamış şairlerimizin, yetenekli romancılarımızın günüdür. Gün, yazarlar yalnız yazdıklarından değil, yazmadıklarından da sorumludurlar sözünü anımsamanın günüdür.

Bilime, sanata, kültüre karşı bir yönetimde, tek değer ölçütünün "para" olduğu bir yönetimde, edebiyatçılarımız görevleri konusunda yeniden düşünmek, "hikmet-i vücut"ları konusunu yeniden tartışmak zorundadırlar.

Page 184: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

183

Özgür Yazar mı, "Sahibinin Sesi"mi?

Bodrum, 2 Ağustos 1985 Bir döneme, üstelik insan dramlarıyla dolu, çalkantılı bir döneme tanıklık

edebilecek yapıtlar vermeyi hangi romancı istemez ki... Ama bu dönem çok yakın bir dönemse, yaşanan olayların daha dumanı üzerindeyse, epey güçtür yazarın işi; çünkü gerçekçi yorumların yerini duygusal yaklaşımların alması tehlikesi vardır. Enine boyuna incelenmemiş, eleştirisi yapılmamış, hataları ve sevapları üzerinde ortak yargılara, ortak yargılara değilse bile birtakım yargılara varılmamış hareketlerin romanını yazmak sanıldığından da güçtür. Bütün deneyimine, bilgisine, görgüsüne rağmen Aragon bile o ünlü nehir-romanını, Komünistler'i, tamamlayamadan bırakmak zorunda kalmıştı; 1959'da, Fransızca bir dergide çıkan konuşmasını çok iyi anımsıyorum: Böylesine yakın tarihsel olayları yazmanın güçlüğünden söz ediyor, bu yüzden romanını tamamlayamadan bırakmak zorunda kaldığını açıkça söylüyordu.

Güçlüklerine rağmen, sakıncalarına rağmen bir romancı ülkemizin çok yakın geçmişinden söz açmak isterse, gerçekleri çarpıtmamak için nasıl bir tutumla yaklaşmalıdır ele aldığı döneme ve kişilere? öyle sanıyorum, siyasal yargılama için vakit oldukça erken, koşullar oldukça elverişsizdir; bu bakımdan, kişilerin bireysel dramlarından yola çıkmak daha gerçekçi bir tutum gibi geliyor bana. Ama bireylerin dramları ‘’siyasal’’dan büsbütün soyutlanabilir mi? Kişilerin davranıştarında, düşüncelerinde somutlaşabilecek bir siyasal bakış, öyle sanıyorum, en genel geçer çerçevede, üzerinde genellikle anlaşmaya varılabilecek bir çerçevede kalmalıdır; sözgelimi, sorunlara tarihsel- toplumsal gelişimimiz içinde yaklaşmak gibi, uzun vadeli bir açıdan bakmak gibi, her zaman demokratik özgürlüklerden yana olmak gibi, teröre değil, örgütlenmiş halk gücünün önemine inanmak gibi... "Siyasal" bakış, bu çerçeveyi aşar da bir yargıla-ma durumuna gelirse ne olur? Romancı, ister istemez, yazınsal sorunlar dışında, siyasal sorunlarla da, ahlâksal sorunlarla da karşı karşıya kalacaktır. Ülkemizde yakın geçmişte olup bitenleri nesnel olarak eleştirip değerlendirmek için bilgi de, görgü tanıklığı da, romancı yeteneği de yetmiyor; nesnel eleştirinin karşısında hukuksal engeller de var: Yürürlükteki yasalar, "kanunun suç saydığı fiillerin övülmesi"ni yasaklamıştır. Bu yasak, romancının bir dönemi olduğu gibi

Page 185: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

184

yansıtabilmesini, bir döneme tanıklık edebilmesini büyük ölçüde güçleştirmektedir. Ve işte tam bu noktada karşımıza şu çok önemli sorun çıkmak-tadır Yasal sınırlamaların sanatsal yaratışa kısıtlamalar getirdiği bir ortamda bir romancı, övülmesi yasak olan bir olayı, bir "fiil"i kötülerken, yererken özgür müdür; övme özgürlüğünün olmadığı yerde yermek, nesnel bir eleştiri midir/yoksa yönetici güçlerin dayattıkları "değerlendirme"ye baş eğmek 'midir, yönetici güçlerle işbirliği midir, "özgür yazar"ın "sahibinin sesi" durumuna düşmesi midir? (Tartışmamız, açıkça görüldüğü gibi, yasal olarak basılıp yayımlanan yapıtlar üstünedir. Yoksa Tevfik Fikret, tâ 1906 yılında, II. Abdülhamit'e karşı düzenlenen bir suikastın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine "Bir Lâhza-i Teahhur"u (Bir Anlık Gecikme) yazmış, "Ey şanlı avcı, dâmını bî-hûde kurmadın!/Attın... Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!" diye, "Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen denî/Bir lâhza-i teahhura medyûn bu keyfini!" diye nefretini dile getirmiştir. Ama bu çeşit yasal olmayan yapıtlar konumuzun dışın-dadır.)

Böyle bir sorunu "bittecrübe" yaşadım ben. 1967'de, Anı dergisinde, "Ekim İhtilâli 50 Yaşında" başlıklı bir incelemem yayımlanmıştı; ünlü Prof. Sulhi Dönmezer'in bilirkişi raporuyla "komünizmi övmek"ten bir buçuk yıla hüküm giymiştim; Yargıtay karan bozdu ve sonunda beraat ettim. 1972'de, bir kültür kongresine çağrılı olarak Sovyetler Birliği'ne gittim, on beş gün Moskova'da, dört gün ‘Tiflis'te kaklım. Bu gezi sırasındaki kimi gözlemlerim beni oldukça rahatsız etti; ama Moskova ve Tiflis gezilerinden sonra izlenimlerimi yazmak istemedim. Çünkü bana sadece ‘‘yerme' özgürlüğü tanınıyordu; eleştiri özgürlüğünü ikiye bölerek bir yananı yasaklayıp sadece bir yanını tanıdığınız zaman ortada eleştiri diye bir şey kakmaz.

"Niçin bunca söz?" diyeceksiniz. Ahmet Akan'm Sudaki İz (Can Yayınları) adlı romanım biraz önce bitirdim;

bitirir bitirmez de oturup bu satırları yazmak gereğini duydum. Bodrum'da korkunç dayanılmaz bir sıcak var. Bugünlük bu kadar.

Page 186: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

185

Ahmet Altan'ın "Devrimci"leri

Bodrum, 3 Ağustos 1985 Ahmet Altan, Sudaki İz"de, bize, başlıca üç "devrimci" genci tanıtıyor Köylü

Necip'le zengin çocuklar Fazıla ve Bülent. Necip'ten başlayalım. 1-Necip üniversiteye başlayalı bir yıl olmuştur. Tam bir yalnızlık içindedir.

"Küçücük, minnacık bir ayrıntı bile değildi kentte. Yoktu. Varolamamanın acısı, çaresizliği, damla damla öfkeye dönüşmüştü." Bir sabah, üniversitede "tek başına beklerken", bir öğrenci gelir yanına; ilgi gösterir; akşamüstü birlikte çıkarlar, bir kır kahvesine giderler. "Fikret, köyleri, köylüleri, kimsenin tek başına yalnızlıktan ve çaresizlikten kurtulamayacağını anlatmıştı. Anlattıklarının hepsi de Necip'in aklına yatmıştı. Birden her şeyi başka türlü görmeye, kendisinin güçlü bir insan olduğuna inanmaya başlamış, hemen önünde duran yepyeni bir dünyayı keşfetmenin coşkusuyla sevinmişti." Evet, köylü Necip, sadece bir yıldır üniversitede okuyan Necip, bir "seans"ta devrimci oluyor! Ahmet Altan'ın "devrimci oluş" sürecine bakışı böyle.

2-Necip'in ilk görevi: Hakan adlı bir arkadaşıyla birlikte bir araba galerisine girerler, galeri sahibinden örgüt için haraç alırlar.

Necip'in romanda anlatılan ikinci görevi: Necip, Hakan ve Ekrem'le birlikte bir ayakkabı dükkânına örgüt için haraç almaya gider.

Bir de Necip'in sevgilisi Zerrin, "Gene gidip duvarlara yazı yazacaklardı." diye düşünür.

Bir de Necip, "köylüleri, onlara farkettirmeden yönlendir’’ebileceğini düşünerek, ancak köylüyü hiç tanımayan bir kent delikanlısı gibi, "Toplanıp valiye gidin. Yürüyüş yapın. Sizi dinlemezlerse çıkın yola gösteri yapın." diye kışkırtıcılık yapar.

Roman boyunca "devrimci" Necip'in bütün "eylem"i bu kadardır. Ve bunun dışında, "devrimci gençler"i anlatmak çabasında olan bu romanda, "eylem" diye bir şey yoktur. (Hadi, Bülent'in bir sözünü de ekleyelim: "Biz bu mahalleyi örgütlemek için geldik ")

3-"Devrimci" Necip örgüte girerek ilk eylemini gerçekleştirince: "Eskiden korkan, itilip kakılan, başkalarının emirlerini dinleyen kendisiydi. Birdenbire durum tam tersine dönmüştu; şimdi emirleri o veriyor, başkalarının kendisinden

Page 187: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

186

korkmalarını, sözlerini dinlemelerini izliyordu. (...) Korkular, eziklikler, çekingenlikler parçalanıyor, onların altından yeni bir Necip çıkıyordu. (...) Artık bu büyük zevkten vazgeçemeyeceğini, bu yeni gücünü kaybet memek için her türlü tehlikeyi göze alacağını biliyordu."

4-Necip örgütlen atılınca: Necip'in bir "küçük burjuva" kızla ilişki kurmasına örgüt karşı çıkar; Necip ya kızdan, ya örgütten vazgeçecektir; tabii kızdan vazgeçer. Bunlar, 37. bölümde anlatılıyor. Sonra, 42. bölümde -ne olmuşsa olmuş-, "Kitlelerden kopuk hareket ediyoruz." diyerek, örgütün politikasını doğru bulmadığını söyleyerek, Necip'in örgüt içinde muhalefete başladığını öğreniyoruz. Bu ani muhalefet karşısında örgütün kararı: "Artık aramızda sana yer yok." Ve örgütten atılan Necip'in hali: "Yaşamasını sağlayan candamarı koparılıp atılmıştı. Örgüt olmadığı zaman o bir hiçti, birdenbire hiçliğini, güçsüzlüğünü; yalnızlığını bütün ağırlığıyla hissetti. (...) Bir örgütün parçası ' olmanın getirdiği güven birden kaybolunca, kaybolan güvenin yerine aynı hızla korku dolmuştu. (...) Yoldan geçen insanlara korku ile bakıyordu, bugüne kadar farkına varmadan küçümsediği bütün bu insanların şimdi kendisinden daha güçlü olduklarını, vahşi hayvanlar gibi üstüne saldırıp kendisini parçalayacaklarını sanıyordu." (Bu son tümcenin doğruluğundan kuşkulananlar çıkabilir, sayfasını yazayım: 263).

Bunlarda zengin çocukları: Fazıla ile Bülent. 1-"Zengin bir ailenin çocuğu olmak, parayı rahatça kullanabilmek, çok küçük

yaşlarından beri Fazıla'ya farketmediği bir güven sağlamış, insanları küçümsemesine yardımcı olmuştu" '

2-(Fazıla’nın) "Yaşayabilmesi için bir kutsallığın kölesi olması, hem de onun uğrunda acı çekmesi gerekiyordu."

3-"Yıllardan beri (Sekiz yıl.-FN) gecekondularda yaşıyordu, alışmıştı bu yaşama, giderek, bu yaşam biçimini sevmesi gerektiğine inanmış, bunu sevmemenin bir ihanet olacağını sanmış...

4-Bir yılbaşı gecesini Fazıla ile Bülent, örgüte yakın işçi arkadaşlarıyla birlikte geçireceklerdir. Hindi pişirir Fazıla; Bülent'le birlikte yola koyulurlar. "Yerler vıcık vıcık çamurdu..." Fazıla'nın ayağı kayar, düşer; hindi de tencereden fırlar, çamurlara yuvarlanır; başlar Fazıla ağlamaya."... yorulduğunu şimdi çamurların İçinde oturup ağlarken açıkça hissediyordu." Bülent'e, "Ben, eve dönmek istiyorum. Bıktım artık, tükendim." der. "Artık taşınalım buradan." der. Bülent de ‘Ben de bunu düşünüyordum, ama ilk senin söylemeni bekliyordum." der... Devrimcilik serüveni böylece sona erer.

5-Fazıla, yıllar sonra, Suat'a şöyle der "Şimdi düşününce, biz önemli işleri çok hafife almışız, çocukların yapacağı şeyler değilmiş bu işler." der.

6-Daha önce de şöyle demişti Fazıla, Suat'a: "Ama bütün yaşamı boyunca hep aynı inana, hep aynı güçte sürdürecek kadar kişiliksiz ve salak olanlardan da hoşlanmam.

Bülent'e gelince. Doğrusu, sıkıldım; özetleyeyim; Bülent de tıpkı Fazıla gibi, belli bir şablona göre imal edilmiş bir tip.

Page 188: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

187

"İnanç, Zırh, Tam Gelişemeyen Kişilik, Boşluk Doldurmak, vb."

Bodrum. 4 Ağustos 1985 Ahmet Altan'ın "devrimci" gençlerini oldukça tanıdınız. Nathalie Sarraute'un

Kuşku Çağı adlı kitabının "Kuşların Gördüğü" başlıklı incelemesinde söylediği şu sözler sanki Necip, Fazıla, Bülent için söylenmiştir: "önlerindeki yapıt, cansız, sıradan bir metinden, bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Kişiler ise, en sıradan, en ilkel yöntemlerle yapılmış balmumu mankenlere benzerler. Üstelik bu yapıt, bazı eski yapıtlar gibi dönemine tanıklık edebilecek bir belge de değildir; çünkü, kaba bir görünüme bürünmüş taşbebeklerden, çocuk işi şablonlardan ibaret olan kişilerinin, aynı dönemde yaşamış insanların duydukları duyguları duymuş, onların çelişkileriyle karşılaşmış, onların boğuştukları ve çözmek duru-munda kaldıkları sorunları çözme yoluna gitmiş kişiler olmadıkları çok açıktır." (Çeviri: Bedia Kösemihal, Adam Yayınları s 81).

Ahmet Altan, 25 Temmuz 1985 günlü Cumhuriyet’te yayımlanan konuşmasında şöyle diyordu: "...Zaman zaman, özellikle geri ülkelerde belli bir fikir ya da inanç, insanların kendi kişisel eksikliklerini saklamak için kullandıktan bir zırh haline geliyor. (...) Geri ülkelerde iyi yetişmiş, donatılmış insan çok az. (...) ...yetişme şartlarının kötülüğünden, tam gelişemeyen kimliklerin boşluklarını doldurmak için başka destekler aranıyor."

Ahmet Altan'ın devrimci gençliğe, gençliğin siyasal eylemlerine bakışı böyle. Niçin "özellikle geri ülkelerde"? İleri ülkelerdeki gençliğin tutumu nedir?

Sorun, "iyi yetişmiş, donatılmış" insan sorunundan mı ibaret, yani sadece bireysel bir sorun mu, yoksa bu sorunun tarihsel - toplumsal boyutları da mı var? "Özellikle az gelişmiş ülkelerde" gençler sadece "tam gelişemeyen kişiliklerinin boşluklarını mı doldurmak için başka destekler arıyor"?

Bir Fransız yazarının, Paul Nizan'ın, bir romanı çevrildi Türkçeye: Fesat. İşte o romandaki zengin çocukları: Laforgue, "sınıfının kendisine hazırladığı duruma başkaldırmak gereksinmesini" duyar, sonunda "Gülüncüz. Tıpkı paranoyaklar gi-biyiz. Ne serüven!" (Laforgue'un ne farkı vardır Fazıla'dan?) Bir başka zengin çocuğu, Rosenthal, "neye tutunacağını, kime bağlanacağını gerçekten bilmez".

Page 189: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

188

Régnier, "Canları sıkılıyor delikanlıların!" der. Komiser Massart'ın Komünist Partisi'ne giren Pluvinage'a söyledikleri de şunlar: "Canları istediği zaman sınıflarının bağrına kolayca dönebilme şansına sahip olan banker ve sanayici oğulları için hiçbir önemli etkisi olmayan bu tür eğlencelerin, serveti ve desteği olmayan bir küçük burjuva için tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini ekledi."

Lucien Goldmann, "Pour Une Sociologie du Roman"da, Malraux üzerine yazdığı incelemede, "Malraux Çin'den söz ederken ne egzotizme sığınmak istiyor, ne de özel bir durumu betimlemek; evrensel insandan ve kapalı bir biçimde, Batılı insandan, kendinden ve bütün arkadaşlarından söz etmek istiyor." der.

Jean Kanapa, 1950'de yayımlanan küçük bir kitabında, Le traitre et le prolétaire'de, şöyle diyordu Ahmet Altan'ın "devrimci"lerine benzeyen kişilerden söz ederken: "Burjuva aydını 'kendi' devrimini yapmak için katılır proletaryanın partisine; proletaryanın partisinin başka kaygıları olduğunu görür. Kurtuluşunu sağlayacağı bir kilise bulacağını düşünürken işçilerin bir örgütünü bulur." Sonuç? Kanapa özetlemiş: "Kendi sınıfına döner."

Kısaca, azgelişmiş ülkelerde de, çokgelişmiş ülkelerde de aydınlar da, aydın gençlik de toplumsal gelişmenin dışında kalmak istemiyor; bu gelişmeye katılmak istiyor. Gelişmiş ülkelerde bu katılma isteği genellikle daha çok bireysel nedenlerden kaynaklanıyor; oysa azgelişmiş ülkelerde toplumsal nedenler genellikle bireysel nedenlerden ağır basıyor. Küçük burjuva aydınlarının büyük bir çoğunluğunun hâlâ "kendi" devrimleri ardında koşmaları, katıldıkları hareketlere ya da örgütlere "kendi" umarsızlıklarını, "kendi" sabırsızlıklarını, "kendi" sorunlarını taşımaları başka şeydir, "insanların kişisel eksikliklerini saklamak için belli bir fikri ya da inana bir zırh haline getirmeleri" başka şeydir. Ahmet Altan, Necip'i, Fazıla'yı, Bülent'i anlatırken basit şemalarla yetinmiş: Necip olsun, Fazıla ile Bülent olsun, ülkemizdeki yönetici çevrelerin, sermaye çevrelerinin, demokratik özgürlüklerden korkan çevrelerin kamuoyunda yıllardır tekrarladıkları “devrimci prototipleredir Taşradan gelen, yalnız, doyumsuz, hor görülen, kızlarla ilişki kuramayan "abazan" delikanlılar ile şımarık, ukalâ, analarına babalarına kızmayı topluma başkaldırma sanan, serüven bitince de kolayca sınıflarının bağıma dönen zengin "veletleri"... Ahmet Altan, beylik yakıştırmalar dışında, o gençlerin hiçbir "İnsanî" dramını göremiyor; anlattıkları, çiğnene çiğnene sakız haline gelmiş hazırlop yorumlar olmaktan öte gidemiyor. Devrimci gençlik içinde Necipler, Fazılalar, Bülentler yok mu? Var elbette; ama Ahmet Altan, bütün gençliği Necipler, Fazılalar, Bülentler olarak görüyor; böyle olunca da ister istemez genel siyasal doğrultuda yönetici çevrelerle aynı görüşte birleşmiş oluyor. Ahmet Altan'ın "gözde"si olan Ömer ise "ben kendi yaşamımdan başka bir yaşam yaratmaya çalışmadım, galiba aramızdaki fark bu. Kendi yaşamım yetti bana." diyen bir serüvenci. Romanda sağlıklı düşünen, teröre değil, demokratik savaşıma inanan, sorunlara uzun vadeli bakmasını bilen, halkla özdeşleşmiş, bilinçli tek genç yok. Ahmet Altan, kendisine çizilen özgüllük alanı içinde, kendisine sunuları yergi özgürlüğünü kullanmakla yetinmiş.

Ahmet Altan, "devrimci" gençleri nasıl hor görüyor, nasıl aptal yerine

Page 190: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

189

koyuyor onları... Neyse, yarın da Ahmet Altan'ın bu tutumunun somut örneklerine değinerek bu roman hakkında söyleyeceklerimi bitireyim.

Page 191: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

190

Ne Aptal Çocuklar Bunlar, Ne Kötü Çocuklar!

Bodrum, 5 Ağustos 1983 Ahmet Altan, "devrimci" diye betimlediği gençlere horgörüsünü bütün

roman boyunca sürdürüyor. Birkaç örnekle yetineceğim: 1-Bir örgütün (daha doğrusu bir fraction'un).önde gelenlerinden (belki de

önde geleni) Kenan'a şöyle dedirtiyor Ahmet Altan: "Bizim halkı kurtarmak için halka ihtiyacımız yok Necip arkadaş."

2-Necip'le Ekrem, örgüte haraç almak için ayakkabı dükkânına giderler. Necip'le konuşan "tombul oğlan", haraç vermemek için atlatmaya çalışır ama "Necip elini ceketinin içine" sokunca, "Bir dakika izin verir misiniz lütfen." diyerek bir kapıdan çıkar gider. Ahmet Altan'ın imgelemindeki "devrimci"ler de uslu uslu "tombul oğlan"ın dönüşünü beklerler; çıkıp gitmesine ses çıkarmazlar. Sanırsınız haraç almaya gelmiş "devrimci" değil de vergi almaya gelmiş tahsildarlar! Böyle anlatıyor A. Altan "devrimci"leri.

3-Fazıla, hapishanede, "etinin içinden gelen bir sesle türkü söylemeye" başlar. Bir kız, "Ne biçim türkü söylüyorsun?" diye susturur Fazıla'yı. Ahmet Altan o kız için hemen şöyle der "Bu haliyle bir felsefe öğrencisinden çok bir cadıya benziyordu."

4-"O toplantı sırasında Necip de işçileri inandırmak için çok uğraşmış, üstelik bir işçiyle de dövüşmüştü."

Yeter mi? Roman boyunca "normal" bir devrimci genç, "normal" bir devrimci davranış

yok. Sudaki İz'de "faşist" gençleri sadece 25. bölümde görüyoruz: 286 sayfalık

romanda öç buçuk sayfa. Eylemleri mi? Bir kız yurdunu basıyorlar, kızları dövüyorlar, kızların memelerini jiletle kesiyorlar, "Orospu, bu memeleri kime emdiriyorsun! O komünist sevgilileriniz emiyor bunları değil mi?" diye küfrediyor. Bir kızın göğsünün ucunu jiletle kesiyorlar, Şimdi emsinler bakalım memeni! Kızıl orospu seni" diyorlar... Ahmet Altan. Cumhuriyet" teki konuşmasında, "Cinsellik alanındaki biri sakatlığın onun iç dünyasında nasıl yankılar yaratacağı, nerelerde su üstüne çıkacağı hiç belli olmuyor," diyordu. Haklı.

Okurun sağduyusunu böylesine küçümseyen, kendi kuşağından gençleri

Page 192: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

191

böylesine aşağılayan, egemen güçlerin kamuoyuna kabul ettirmeye çalıştıkları "devrimci prototiplerini - "devrimci gençlik" diye böylesine pervasızlıkla betimlemeye çalışan bir başka roman okumadım. Ve ilk kez bir romanı oku-duktan sonra duyduğum tek duygu sadece "tiksinti" oldu.

Page 193: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

192

Homeros'ta Balık Sorunu

Bodrum, 8 Ağustos 1985

Bu yıl, Odysseia'yı bu ikinci okuyuşum. Kış aylarında okurken Azra Erhat'ın "Önsöz"ünü okumamıştım; bu kez okudum. Ve bir yere takıldım. 24. sayfada şöyle diyor Azra Ertıat: "Başlıca yemekleri ettir, her fırsatta kurban kesip şölen yapan bu gemicilerin et kumanyalarını saklamak yolunu buldukları destandan anlaşılır. Balık tutup yediklerimi gösteren hiçbir belirti yoktur, balık sözü Homeros destanlarında yalnız benzetmelerde geçer."

Oysa ben Odysseia'da gemicilerin "balık tutup yediklerini gösteren" dizeler olduğunu çok iyi anımsıyordum. Destanı yeniden okurken bu "balık sorunu"na iyice takmıştım kafamı. Aradığımı önce 89. sayfada (4. baskı, Can Yayınları) bul-dum:

..açlık kemiriyordu karınlarını onların, çengelli oltalarla dört dönüyorlardı adayı, ötüyorlardı balık balık diye.

Sonra da 229. sayfada:

...gemideki bütün azıklar tükenince de, başladı mideler açlıktan acı acı kazınmaya, o zaman kırlarda ve denizde ava çıkıldı çaresiz, çengelli oltalarla tuttular ellerine ne geçerse, balık, kuş.

Bu dizeleri dilimize çeviren Azra Erhat, niçin "Önsöz’de "Balık tutup

yediklerini gösteren hiçbir belirti yoktur." diye yazmış, anlamak olanaksız. Haluk Şahin, Nokta'ya yazacağı bir başyazıyla ilgili olarak geçen yıl sormuştu:

"Homeros niçin 'şarap rengi deniz diyor?" diye. Bunun cevabını Dursun'un teknesinde kafaları çekerken buldum: Günbatımında deniz tam "şarap rengi" olmuştu. Homeros, Odysseia'da, deniz için iki sıfat daha kullanıyor: "Kırçıl deniz" ve "menekşe rengi deniz."

Page 194: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

193

Yazar Dalgınlıkları

Bodrum, 18 Ağustos 1985 Doğru mu, yanlış mı, bilmiyorum: Esat Mahmut Karakurt'un bir romanında

şöyle bir tümce olduğunu söylerler: "Adam, elleri arkasında, odada bir aşağı bir yukarı dolaşarak gazete okuyordu."

Nitelik bakımından benzer bir tümceye Henry Miller'da rastladım; Can Yayınları arasında yeni çıkan Oğlak Dönencesinin 221. sayfasında şu tümceyi okuyoruz: "Parmaklarımın ucu tam içine girmek üzere, ellerimle kalçalarından tutmuşken kız titremeye başladı."

Ne dersiniz, Henry Miller mi yazarken dalga geçmiş, Aylin Sağtür mü çevirirken?

Page 195: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

194

Swannn'ın Bir Aşkı'nı Yeniden Okurken

Bodrum, 19 Ağustos 1985 Swann'ın Bir Aşkı'nı ilk, öğrenciyken, "Kadırga Talebe Yurdunda okumuştum:

1947 ya da 1948'de. Yurdun bir kitaplığı, bir de aksi mi aksi, kocaman burunlu kitaplık memuru vardı. Bu memur, kitaplıktaki (çoğu Milli Eğitim Bakanlığı'nın klasikleriydi) kitapları vermez, "Dersinize çalışın!" derdi. Proust'un romanını güçlükle alabilmiştim. Ve güçlükle de okumuştum. İlle de Proust okuyacağım diye neler çekmiştim! Kim bilir, belki bunda romanı dilimize çeviren Yakup Kadri'nin dilinin de etkisi olmuştur. Oysa şimdi, bunca yıl sonra, ikinci okuyuşumda romanı iki günde bitirdim. Hani rahmetli Behçet Necatigil, bazı şiirlerin bazı yaşları beklediğini söyler ya bir şiirinde; bazı romanlar da öyle. Bunun için eskiden okuduğumuz romanların gerçekten değerli olanlarını yeniden okumakta yarar var.

Swann'ın Bir Aşkı üzerinde durmak değil niyetim; o konuda o kadar çok şey yazılmış ki... Ben, Proust'un bir sözü üzerinde durmak istiyorum. Önce bir alıntı:

O gece Mme des Laumes, kocasına: “Zavallı Swann’cık“ dedi, "her zamanki gibi şeker gene, ama öyle dertli bir görünüşü var ki. Kendiniz de göreceksiniz ya, bugünlerde geleceğine söz verdi. Onun gibi zeki bir insanın o türden bir kimse için acı çekmesini gülünç buluyorum doğrusu, ilgi çekici bir yanı bile yokmuş kadının, budalanın biri olduğunu söylüyorlar," diye ekledi, böyle akıllı bir adamın dertlenmeye değmeyecek biri için dertlenmemesi gerektiğini düşünenlerin, yani âşık olmayanların bilgeliğiyle konuşuyordu; ama ufacık bir yaratık, bir basil yüzünden koleradan acı çekmeye gönül indirenlere şaşmak gibi bir şeydi bu. (Can Yayınları, Çeviren: Tahsin Yücel, s. 229-230)

"Âşık olmayanların bilgeliği..." Ne çok rastlarız bu bilgeliğe! Ve ne güçtür bu bilgelikten kurtulmak! Aklı başında sandığımız nice okuryazar baba tanırım: "Eh, gelinimiz güzel değil ama... Ne yapalım, bizim oğlan..." diye başlarlar. Sanki "bizim oğlan" değil de kendisi evlenecektir "gelin"le!

Swann'ın Bir Aşkı, "onun gibi zeki bir insanın o türden bir kimse için acı çekmesini gülünç" bulmanın ne gülünç bir davranış olduğunu unutulmaz bir biçimde öğretiyor. Ya, işte romanlar böyle şeyler "öğretir" insanlara...

Halkımız, bu konuda, "Gönüldür bu, aka da düşer, boka da!" demiş. Bu sözde, hoşgörüden çok, bir yukardan bakma var. Nitekim aynı halk şu sözü de söylemiş: "Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya!" Onun

Page 196: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

195

için, bu konuda, halkın dediğine pek kulak asmamak gerek. Proust'tan aşk üstüne bir tümce: "Gençlik yıllarınızda, sevdiğiniz kadının

gönlünü kazanmayı düşlersiniz; yaşınız ilerleyince, bir kadının gönlünü kazandığınızı sezmeniz, sizi ona âşık etmeye yeter." (s. 21)

Tahsin Yücel'in çevirisi, başarılı bir çeviri. Tahsin Yücel, "burjuva" karşılığı "kenter" sözcüğünü kullanıyor. "Burjuva"

karşılığı olarak Türk Dil Kurumu, "kentsoylu" sözcüğünü önermişti; "aristoeratie" karşılığı, "soylular sınıfı" demeyi anlıyorum, ama "soyluluk"ia hiçbir ilgisi olmayan burjuvalara "kent" sözcüğüne bir "soylu" ekleyerek "kentsoylu" demek, bana yanlıştan da öte geliyor, düpedüz saçma buluyorum bunu. Bu bakımdan Tahsin Yücel'in önerisi olduğunu sandığım (belki de yanılıyorum) "kenter" sözcüğü, elbette "kentsoylu"dan daha yerinde bir sözcük; ama bu sözcük de "burjuva"yı tam karşılamıyor bence. Nitekim romanın bir tümcesinde Tahsin Yücel, "kenter" kullanamıyor, "burjuva" demek zorunda kalıyor: "Gerçekten de burjuvanın burjuvası bu insanlar, gerçekten yaşamıyorlar, Labiche'in oyunlarından çıkmışlar!" (s. 150)

"Burjuva" sözcüğü. Batıda, belirli bir ekonomik gelişme evresinde ortaya çıkmıştır. Bilmem kaçına yüzyılda "bourg"larda yaşayanlara "burjuva" dendi diye, bugün, ülkemizde "kent" sözcüğünden hareketle, "kentsoylu" da desek, "kenter" de desek, "burjuva"yı Türkçeleştirmiş olmayız. Burjuvazi "kentli" de işçi sınıfı "kentli" değil mi? Ve burjuvazi denince sadece "kent" mi gelecek aklımıza?

Peki, ne demeli "burjuva" karşılığı? Bilmiyorum. Bana kalırsa o sözcüğün en iyi karşılığı gene o sözcük: Burjuva.

Page 197: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

196

"İki Sınıflı Toplumlar Asyagil Üretim Tarzı ve Doğu Despotizmi"

Bodrum, 21 Ağustos 1985 Kenan Somer’in gene titiz ve sabırlı bir çalışması: İlk Sınıflı Toplumlar, Asyagil

Üretim Tarzı ve Doğu Despotizmi. Kenan Somer, on üç incelemeyi çevirmiş, kitabın başına da 32 sayfalık (büyük sayfa) bir sunuş yazısı yazmış.

Şimdilik sadece "Sunuş" u okudum. Konuyla ilgilenenlerin büyük bir beğeniyle okuyacaklarını sandığım "Sunuş"tan iki önemli alıntı:

"...Doğu despotizminde ekonomik güç sahibi ve bu gücünü siyasal güce dönüştürmeye yetenekli bir sınıf yoktur; siyasal güce sahip olduğu için ve sahip olduğu ölçüde ekonomik bir güç de kazanan egemen bir 'sınıf vardır. Daha önce de belirtildiği gibi, 'sömürü hakkına değil, 'sömürü yetkisi'ne sahiptir bu sınıf ve sömürü yetkisini görev yetkisinden aldığı için de 'bürokratik' bir nitelik taşır." (s. 18)

Azgelişmiş ülkeler kalkınabilirler mi? Kenan Somer'in cevabı şöyle: "—Azgelişmişlik kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının ürünüyse, kapitalist

bir ülke içindeki azgelişmiş bölgelerin olsun, kapitalist sistem içindeki azgelişmiş ülkelerin olsun, belli bir gelişmesi, gelişmiş bölge ve ülkelerin daha büyük bir gelişmesini öngerektirecektir. Öyleyse azgelişmişliğin kapitalist sistem içinde aşılması olanaksızdır. Kalkınma, azgelişmiş bölgelerin gelişmiş bölgeler, azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkeler gelişmişlik düzeylerine erişmeleri anlamına geliyorsa ki, başka türlüsü pek de anlamlı olmazdı, azgelişmiş bölgeler olsun, azgelişmiş ülkeler olsun, kapitalist sistem içinde kuşkusuz gelişecekler, büyüyecekler, sanayileşecekler... ama, hiçbir zaman kalkınamayacaklardır." (s. 21)

Page 198: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

197

"Çarpıcı ve özgün Bir Kitap"

Bodrum, 27 Ağustos 1985 "...Barbarlar bunlar. Ne garip, sanki tümü de diş ağrısı çekiyormuş gibi

elleriyle yüzlerini örtmüşler. Bir an için duruşlarını, önde gideni izlerken ayak uçlarına basarak yürümekle gösterdikleri olağanüstü özeni yadırgıyorum. Ne var ki gözüme çarpan bir maden pırıltısı durumu aydınlatıyor. Tutsakların ellerini ve yanaklarını delerek geçirilmiş tel bir ilmek bu."

Yukarıdaki satırları Barbarları Beklerken’in 126. sayfasından aldım. Gün geçmiyor ki gazetelerde Güney Afrika'yla ilgili bir haber okumayalım: Beyazların zulmü, öldürülen zenciler, zencilerin başkaldırmaları, "Apartheid" (ırk ayrımcılığının anayasa ve hukuk kurallarına dönüşerek kurumsallaşması), 22 mil-yon zenci ile 2.5 milyon melez ve 1 milyon "Hintli"ye hükmeden 45 milyon beyaz... Elmas ve altının, bir ülkenin halkının başına belâ oluşu... Bu Güney Afrika gerçeğini anlamak için Barbarları Beklerken'i okumak zorunlu: Siyasal ve ekonomik olanın arkasındaki insanî'yi bütün dehşetiyle gözler önüne seren bir roman, bu. Bir sınıf kasabasına bir polis albayının gelmesiyle altüst olan yaşam; İşkenceler, haksızlıklar, yağmalar... Özellikle işkenceler. Ve bunlara karşı “barbarların" ("meralarla dağlar arasında her yıl gidip gelen göçerler”) direnişi... Barbarları Beklerken, siyasal ağırlığı olan, dile getirdiği gerçeklerle “çarpıcı' bir roman değil sadece; alabildiğine insancıl bir roman, özellikle yargıçla "kör" kızın İlişkileri bakımından, yaşlı bir adamın cinsel istekleri bakımından.

Kimi romanlar böyledir: Çarpar sizi, allak bullak eder; günlerce etkisinden kurtulamazsınız. Kanla yazılmış romanlardır bunlar, her tümcesi yaşamla ödenmiş romanlar. Doğrusu, böyle romanlar karşısında 'Şurası şöyleydi, burası böyleydi" gibi lâflar etmek pek aykırı geliyor bana; somut acıların çığlığa dönüşmüş bir biçimi olan bu roman için, dense dense, “Okuyacağınız ilk roman, bu roman olsun!" denebilir. Biliyorum ki bu romanı okuyan bütün dürüst insanlar, romanın anlatıcısı Yargıç Bey gibi, "acının ve haksızlığın yürürlükte olmayacağı bir yönetim için ant içmek" isteyecektir. İşte edebiyatın soylu etkisi.

Page 199: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

198

Dar Sokakta Siyaset

İstanbul, 3 Ekim 1985 Yalçın Doğan, Cumhuriyet"te özet olarak yayımlandığı günlerde büyük ilgi ve

yankı uyandıran kitabında, 16 Mayıs 1981'den 16 Haziran 1983'e kadar süren "partisiz" dönemin perde arkasını, 1983 Mayısında partilerin hangi koşullarda ve nasıl kurulduklarını ve 6 Kasım seçimlerini anlatıyor. "Olayların içinde yaşamış, olayları yönlendirmiş önde gelen yaklaşık 150 politikacı ve asker ile o dönemde sorumluluk üstlenmiş yetkililerle" bir buçuk yıl süren görüşmelerle belgelenmiş, sabırlı, titiz bir çalışma. Bir serüven romanı kadar sürükleyici bir anlatım, açık-seçik bir dil, nesnel bir tutum; kısaca, dürüst ve akıllı bir "tanık". Yalçın Doğan. Kitabı, son üç yılın olaylarını önemli ölçüde aydınlatıyor.

Dar Sokakta Siyaset, 6 Kasım seçimlerinden iki buçuk ay kadar önce ABD’de yayımlanan ve Amerika'nın Özal'ı tuttuğunu açıklayan bir makale (Makaleyi yazan, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı) ve Tahsin Şahinkaya'nın, Türkiye’nin Washington Büyükelçiliğinde, Amerikalılara, 12 Eylül'den iki gün önce söylediği "Önümüzdeki 48 saat içinde Türkiye'nin bir Cumhurbaşkanı olacak," sözleriyle başlıyor; Yalçın Doğan, bu "Girişken sonra, tıpkı filmlerdeki "geriye dönüşler" gibi, 16 bölümde, 12 Eylül - 6 Kasım arasında yaşanan olayları anlatıyor. Bütün ayrıntılarıyla.

Kitapta, Millî Güvenlik Konseyinin bütün icraatını ve Deniz Baykal'ın deyişiyle "geleceği biçimlendirme özlemi"ni açık seçik görüyoruz. Yalçın Doğan'ın saplaması: "Başbakanlıkla üç oda. (...) Üç odadan üç siyasal parti doğdu." Ekliyor: "Daha sonra 14 ayrı siyasal parti kurulacak, ama seçimlere katılma izni sadece bu üç partiye verilecekti."

Kitap, 12 Eylül'den sonra, "partisiz" dönemde ve partileşme süreci içinde sol'un (CHP çizgisi sol) ve sağ'ın durumunu uzun uzadıya inceliyor. Sol-sağ değerlendirmesi, ister istemez Ecevit-Demirel değerlendirmesine dönüşüyor. Ankara'daki diplomatik çevrelerin yargısı: "Demirel'in ayağı yere çok basıyor. Ecevit ise, oldukça romantik bir kişiliğe sahip." Yalçın Doğan da sol'u böyle değerlendiriyor. (Bir yerde, 'bilinçli solcular" dediği kişilere de çatıyor: Özal'a oy verdikleri için. 6 Kasım seçimlerinde binlerce "geçersiz oy" çıktı; o oyları kimlerin kullandıklarını saptamak olanaksız!)

Page 200: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

199

Yalçın Doğan, daha çok, "sağ" üzerinde duruyor. İş çevrelerinin 12 Eylül'e "her anlamda tam destek" çıktıklarını, sağın bölünmemesine özen gösterdiklerini ama seçim yaklaştıkça kendi içlerinde bölünmeye başladıklarını belirtiyor.

Siyasal alanda, sağda kurulan üç siyasal örgüt, üç ad demektir. Demirel, Sunalp ve Özal. Demirel'in gerçekçi tutumunu ve büyük örgütçülüğünü çok iyi belirtiyor Yalçın Doğan. Bu arada 1982 Anayasası'na neden karşı olduğunu da. Çağlayangil'in dilinden "misyon"un ne olduğunu da. Sunalp, "Bana 'partiyi kur' dediler, ben de kurdum. (...) Seçime gelince. İşte, o benim meselem değil. Onu beni buraya getirenler düşünsün," diyen bir "parti lideri". Sunalp'ın, seçim yenilgisinden sonra açıkladığı "sırlar'' çok ilginç.

Ama kitabın asıl ilginç sayfalan, Özal'ı anlatan sayfalar. Özal, "zayıflamak" bahanesiyle Amerika'ya gider; gerçek amacı, IMF ve Dünya Bankası yöneticileriyle, büyük bankaların yöneticileriyle görüşmek. 24 Ocak Kararları'nı yalnız kendisinin uygulayabileceğini söylemek, bu amaçla parti kuracağını bildi-rerek destek sağlamaktır. Ve Amerika'nın tam desteğini sağlar. Seçimlerden önce ABD”nin Özal'ı tuttuğunu açıklayan bir makaleden söz etmiştim; ABD bununla da yetinmez, eski Dışişleri Bakanı Haig, seçime çeyrek kala, Ankara'ya gelir "Amerikan Yönetiminin bir ricasını Cumhurbaşkanı Evren"e iletir; "Özal'ın seçime girmesinde bir engelleme olmaması gerektiğini" söyler. ABD İstanbul Başkonsolosu Newberry açıkça Özal'ın propagandasını yapar. Yalçın Doğan, "Tercih Özal'a nasıl kaydı?" başlığı altında gerekli açıklamaları yapıyor. 1983 Mayıs'ında Şener Akyol'la konuşurken seçim yasasındaki yüzde on barajından korkan, "Yüzde onu düşüremez misiniz? Meselâ yüzde 5 veya yüzde 6'ya..." diyerek kaygılarını dile getiren Özal, 6 Kasım 1983te tek başına iktidar olur.

Yalçın Doğan, kitabını, iyimser bir yargıyla bitiriyor "Böylesine kapsamlı bir müdahaleden (12 Eylül) sonra artık sivil kurumların ve askerlerin, bir daha her on yılda bir tekrarlanan eyleme girişmeleri uzak bir olasılıktır. Çünkü siviller, böylesine bir ittifaktan yana değildiler artık..."

Ekonomik güç sahibi ve bu gücünü siyasal güce dönüştürmeye yetenekli toplumsal sınıfların bulunduğu ülkelere, kısaca, "Batı" diyoruz; "demokrasi", o ülkelerin yönetim biçimi. Bu nesnel koşul gerçekleşmedikçe. Yalçın Doğan'ın var olduğunu söylediği "halkın isteği" ile eksik olduğunu söylediği "aydının desteği" ne ölçüde yeter "Türkiye'ye özgü demokrasi"nin "demokrasiye dönüşmesine?.. •

Page 201: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

200

"Beyaz Kale"

İstanbul, 19 Ekim 1985 Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları (1982) ile Sessiz Ev’den (1983) sonra

yayımlanan üçüncü romanı Beyaz Kale'deki (Can Yayınları, 1985) olaylar onyedinci yüzyılda, IV. Mehmet (Avcı Mehmet) zamanında geçiyor. "Okumaktan ve düşlemekten hoşlanan" romancımız, kendine özgü gerçekliği olan, bunun için de bize inandırıcı gelen bir roman dünyası kuruyor; yarattığı roman kişileri, bu dünyanın gerçekliği ve tutarlılığı içinde gerçeklik ve tutarlılık kazanıyorlar; gene de iki ayrı dünyayı, iki ayrı kültürü belirgin özellikleriyle yansıtan Hoca ile Venediklinin simgesel değerlerinin bireysel gerçekliklerinden ağır bastığını söylemek gerek.

Beyaz Kale'nin kişileri Sessiz Ev’in kişileri gibi ruhsal derinliği olan kişiler değil; bunun için olsa gerek, Orhan Pamuk, günümüz insanlarının yaşadığı Sessiz Ev'de yer yer kullandığı bilinç akışı gibi teknikleri kullanmaya kalkışmıyor bu romanın-da, görmediği, bilmediği, gözlemlemediği kişileri anlattığı Beyaz Kale’de; "hayallerinin tadını çıkarmak" istiyor; "dünyanın bu bıkkınlık verici sıkıcılığına karşı yapabileceğimiz belki de tek şey buymuş" diyor roman kişisinin ağzından.

Orhan Pamuk'un üç romanında üç ayrı biçim, üç ayrı roman yapısı buluyoruz: İlk romanında on dokuzuncu yüzyıl romanının, bildiğimiz klasik romanın biçimi; ikinci romanında çağcıl romanın getirdiği yeni anlatım tekniklerinden yararlanan yeni bir biçim; Beyaz Kale’de ise düşle gerçeğin birbirine karıştığı bir geçmiş zamanda geçen bir romana uygun yeni bir biçim.

Biçimleri değişse de üç romanında Orhan Pamuk'un değişmeyen, ortak bir sorunu var Doğu-Batı sorunu. Ayrım şurada: İlk iki romanda sorun, yalnız Türkiye açısından ele alınmıştı; Beyaz Kale'de ise, "aristokratlar ve özellikle kibar hanımefendiler arasında yeni yeni yaygınlaşan o büyülü Doğu merakı" dolayısıyla (Eklemek gerek: Gelişmekte olan kapitalizm de kaçınılmaz olarak "o büyülü Doğu merakı"na kapılacak, yeni pazarlar ve hammadde kaynakları yani sömürgeler aramaya başlayacaktır. Orhan Pamuk, ilk romanında değinmişti bu gelişmeye.) sorun sadece ülkemiz açısından ele alınmıyor; Doğu ile Batı, iki ayrı kültür olarak, karşılaştırılıyor; benzerlikleri, ayrılıkları tartışılıyor. Karşılıklı oturup günlerce tartışarak birbirlerini ve birbirlerinin kültürlerini tanımaya

Page 202: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

201

çalışan iki kişi, iki ayrı dünyanın insanı: Durmadan Batıyı merak eden. Batıyı öğrenmek için Venedikli köleyi satın alan, ona hep "Onlar"ı ve "Ora"yı soran, kendi ülkesinin insanlarını hor gören ("Bu ahmaklar gerçeklerin ne zaman farkına varacaklardı? Niye bu kadar aptaldılar?"). Sultan'ı inandırarak yenilikler yaptırmaya heveslenen, bunun için "yirmi bir yaşındaki Padişah'ı iktidarı daha çok sahiplenmeye" kışkırtmak isteyen ("Yukardan aşağı" yenileşme bakımından tarihsel gelişmemizi doğru saptıyor Orhan Pamuk; ne var ki "yenileşme"yi isteyen toplumsal kesim "ulema" değil, "bürokratlardı.), sonunda Venedikli kölenin kimliğine bürünerek Batıya kaçan, Batıya yerleşen (Orada da "bizim artık yokuşu inmeye başladığımızı" yazan) ve köktenci Batıcıların belki ilk prototipi olan Hoca ile köle olarak geldiği ülkemizde mutlu olan, sonunda Venedik'e dönmekten vazgeçen, ülkemize yerleşen ("Müneccimbaşılık yaptığım yıllarda çok para biriktirdim, evlendim, dört çocuğum var...") Venedikli... Köle kölelikten çıkıyor, efendi efendilikten. Ve birbirlerinin kimliklerine bürünüyorlar. Kişilik olarak da.

Orhan Pamuk, soruna sadece kişilerin özleyişleri, merakları, mutluluktan açısından bakmıyor; öyle olsaydı, romanı, geçmişe dönük bir bilimkurgu romanı okur gibi keyifle okurduk; oysa kişileri aşan tarihsel bir anlamı var romanın; güncelle ilişkiyi kuran, romanı daha da çekici yapan, bu. Hocanın yaptığı "silâhlın "yağmurdan balçıklaşmış bir çamura saplanıp kalması" (Gerçekten de Osmanlı, Batının üstünlüğünü ilkin "silâh" alanında görmüştür; Batılılaşma çağcıl silâh gereksinimiyle başlamıştır ülkemizde. Ve "mertlik bozulmuştur...) ve Orhan Pamuk'un "askerlerimizin kalenin beyaz kulelerine hiçbir zaman erişemeyecekleri’nin altını çizmesi. Batılılaşma serüvenimizi simgesel bir biçimde dile getiriyor.

Orhan Pamuk, dil üzerinde büyük bir titizlikle çalışmış. Son Ev'de diyalog sorununu yer yer "tiyatro diyaloğu'ndan yararlanarak çözmeye çalışmıştı; bu romanda, diyaloğu en aza indirerek bu sorunu çözmeye çalışıyor. Filleri kullanırken yeni tümce yapıları deniyor. Geçmiş'in gerektirdiği ölçüde şiirli bir dil kullanıyor; romana düşsel bir hava veren biraz da bu dil.

Beyaz Kale, keyifle yazılmış (Bu, daha ilk sayfadaki sunuda görülüyor.), keyifle okunan, edebiyatımızda rastlamadığımız tatlar getiren, benzersiz bir roman.

Page 203: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

202

Yaşar Kemal ve Türk insanı

İstanbul, 15 Aralık 1985 Fransız, İngiliz, Alman ya da Rus denince hemen belirli kişisel özellikler gelir

aklımıza; "Ha, İngilizler mi?" diye başlar, İngilizlerin birtakım özelliklerini sıralamaya koyuluruz. Peki, Türk" deyince ne geliyor aklımıza? 'Türkiye" denince "Şiş kebabı çok güzel, Boğaz harikulade!" diyen yabancılar gibi, biz de, en çok, "Konukseverlik, tevekkül" gibi sözcükleri yinelemekten başka bir şey diyebiliyor muyuz?

Gerçekte, artık, "Türk insanı" denince aklımıza belirli niteliklerin gelmemesini olağan karşılamak gerek; çünkü, yüzyılımızda, Türkiye ve Türk insanı çok hızlı bir değişim içinde: Kapitalizm, değer yargılarını, beğenileri, kimi İnsanî duyguları alt-üst ediyor. Bu, yalnız Türkiye'de böyle değil; bütün dünyada böyle. Çağımızın Fransız'ı, İngiliz'i, Alman'ı, Rus'u, bizim bildiğimizi sandığımız Fransız, İngiliz, Alman, Rus değil. Bizim bildiğimizi sandıklarımız, on dokuzuncu yüzyıl romanının bize öğrettikleri. Bir Dostoyevski çıkıp da "Rus halkı Hamlet"ler çıkarmaz, bizden Karamazmozof’lar çıkar ancak," dediği içindir ki "Rus" denince aklımıza belirli özellikleri olan kişi geliyor. Ama bunlar on dokuzuncu yüzyılda kaldı. On dokuzuncu yüzyılda güçlü bir Türk romanı olsaydı, "Türk" denince herkesin aklına belirli özellikleri olan bir kişi gelebilirdi. Ama geçti artık.

Gene de edebiyatımızda, "Türk insanı"nı demeyeyim, kapitalizm öncesi dönemin belirli bir bölgede yaşayan "Türk köylüsü'nü beli başlı nitelikleriyle betimleyen bir romancı var Yaşar Kemal.

Romancılarımız, Türk köylüsünü ya idealize etmişlerdir, ya köylülerin kimi davranışlarını, düşünüşlerini saklamışlar, kentlilere karşı "kol kırılır yen içinde" havasına girmişlerdir, ya da köylülere "büyük mal" diye, "kavaf" diye bakmışlardır. Bir Yaşar Kemal vardır romanımızda köylüleri "olduğu gibi" gös-teren; Yaşar Kemal, yaşantısına ve tanıklığına bağlı kalmış, gerçekçilikten sapmamıştır. Bunun içindir ki Türk köylüsünü "olduğu gibi' Ummak için elimizdeki tek kaynak. Yaşar Kemal'in romanlarıdır.

Ortadirek'i düşünüyorum: Değişik olaylar ve kişiler karşısındaki tepkileriyle tanıdığımız Meryem'in, Ali'nin, Elifin İlişkileri, bu Üç kişinin aralarındaki ana-oğul, gelin-kaynana, karı- koca İlişkileri, ancak o ilkel tarımsal üretim düzeyinde yaşayan Türk köylüsünün İlişkileridir; başka ülkelerde o ilişkilere

Page 204: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

203

rastlanabileceğini sanmıyorum. Yaşar Kemal'in büyük başarısı burada, bence: Hem roman okurlarını, hem de toplum ve insan gerçekliğimizi araştırmak isteyen toplumbilimcileri doyurabilmesinde. Yaşar Kemal, yazdığının roman olduğunu hiçbir zaman unutmaz; anlattığı çevrenin ekonomik-toplumsal yapısını bütün ayrıntılarıyla bilir, ama bu geniş bilginin romana girmemesi gereken büyük kısmını yazmamak ustalığını gösterir. Yaşar Kemal, romancı olduğunu hiçbir zaman unutmaz; bunun için, uzaktan bakılınca hep birbirlerine benzer görünen köylülerin hiç de birbirlerine benzemediklerini, öyle akla kara gibi şematik tasniflerle köylülerin anlatılamayacağını, hepsinin ayrı bir iç dünyası olduğunu, bireysiz olduğu söylenen köy topluluklarında unutulmaz bireysel dramların yaşanabileceğini gösterir. Bunun içindir ki bir görev, giderek bir tutku haline gelen öldürme saplantısı, bocalamalar, korkular, kaygılar, düşle gerçek arası bocalamalar, kurtulmak için çabalamalar içindeki Memidik'i anlatırken Memidik'in kişiliğinde bir köylü Hamlet yaratabiliyor, bir Türk köylüsünde de bir Shakespeare kişisinin yaşayabileceğini gösterebiliyor, (bkz Ölmez Otu)

Köyü, köylüyü anlatan Yaşar Kemal, köy toplumunun durağan bir toplum olmadığını, köyde de "bir şeylerin' değişmekte olduğunu gören ve gösteren bir romancı. Değişik ekonomik-toplumsal koşullar, köy insanını, bu insanın inanışını, töresini değiştirmektedir. Bunu en iyi Yusufçuk Yusuf la görürüz. Yaşar Kemal, Yusufçuk Yusuf ta, 'astığı astık, kestiği kestik derebey artığı ağa tipinin çöküşünü, yok oluşunu ve bu çöküşle, bu yok oluşla birlikte giden bir gelişmeyi, yani tarımdan para kazanan ağaların -Demokrat Parti'nin de kredi yardımlarıyla- sanayi alanına yatırım yapmalarını anlatır, eski toprak ağalarının yavaş yavaş sanayici olmaları surecini betimler. Değişen yaşam koşullan, gelenek ve görenekleri de değiştiriyor Kan davası güden iki ağanın çocukları, aynı şirketin idare meclisinde artık birlikte çalışabilmektedirler.

Bu kısa yazının yazılmasının nedeni. Yaşar Kemal'in Sedat Simavi Vakfı 1985 Edebiyat Ödülü'nü alması. Bunun için, bu ödüle vesile olan İnce Memed 3'ten de söz etmek istiyorum.

İnce Memed 3'te de ağa ve bürokrasi zulmünü, köylülerin çektiklerini anlatıyor Yaşar Kemal. Ve doğayı; bütün güzelliğiyle, bütün şiiriyle Doğayı anlatırken dilin olanaklarını zorluyor Yaşar Kemal. Gitgide daha çok inanıyorum: Ancak şiirle uğraşmış yazarlar düzyazıyı ustalıkla kullanabiliyorlar şiiri bırakmış da olsalar, şiirle içli dışlı olmak, Türkçenin olanaklarını sonuna kadar zorlayabilmek için gerekir. Yaşar Kemal'de açıkça görülüyor, bu. Son romanlarında, Türkçenin tümce yapısını da geliştirmeye çalışıyor; Fransızca tümce yapısına benzer bir yapı kullanarak daha uzun tümceler kuruyor, bu uzun tümceler anlattıktan için -özellikle doğa betimlemeleri için- çok uygun düşüyor.

Yaşar Kemal, İnce Memed 3'te "mecbur olmak" üzerinde duruyor, İnce Memed'in İnce Memed'liğini açıklamak için. Battal Ağa, “Ben seni azıcık tanıyorsam, senin içindeki bu kurt var iken, böyle de depreşip durur iken, sen mecbursun. Köroğlu da mecburdu," deyince İnce Memed, "Biliyorum mecburum, biliyorum duramam, biliyorum İnce yitince ben buna dayanamam," der. Ve Battal

Page 205: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

204

Ağa'nın açıklaması: "İnce Memed öldürülecek onun yerine Ali Memed gelecek, o da öldürülecek onun yerine Hasan Memed gelecek. O da öldürülünce Veli Memed gelecek. O da, o da, o da... Sen ne sanıyorsun oğlum Memed, İnce Memedler bitecek mi sanıyorsun? Her insanın içinde bir mecbur kurdu, bir İnce Memedlik, bir Köroğluluk kurdu var. Köroğlu gitti İnce Memed geldi. İnsanoğlunun içinde bu kurt oldukça insanoğlu ne olursa olsun yenilmeyecek."

İnce Memed 3, Yaşar Kemal'in mizah gücünü de gözler önüne seren bir roman, özellikle Topal Ali ile Murtaza Ağa'nın İlişkilerinin anlatıldığı sayfalar.

Page 206: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

205

"Picasso ile Konuşmalar"

İstanbul, 21 Aralık 1985 Ünlü bir dostlarının ölümünden sonra o dostla ilgili anılarını yazanlar ya da

tanıdıktan, yıllar yılı bir arada oldukları bir ünlü ile konuşmalarını yazanlar, genellikle, kendilerine yontarlar, dostlarından çok kendilerini anlatırlar, dostlarını övüyormuş gibi görünüp kendilerini överler Böylesi yazılar, bu yazıları yazanları tatmin eder belki ama bu yazıların belgesel bir değeri olduğu söylenemez, taratmak istediği kişileri gerçekten tanıttığı ileri sürülemez.

Brassai'ın Picasso İle Konuşmalar'ını alabildiğine ilginç yapan, böylesi bir tuzağa düşmemiş oluşu. Kendinden söz açmıyor mu Brassai? Açıyor; ama "konuşmaların olağan akışı içinde ve kendine pay çıkarmadan. Picasso ile Konuşmalar’da (De Yayınevi, Çeviren: Yakup Şahan) Brassai bir kendinden söz aç-mıyor; kitap, bir ünlüler galerisi: Michaux, Prévert, Apollinaire, Dali, Robert Desnos, Jean Marais, Jean Cocteau, Eluard, Malraux, Pierre Mac Orlan, Matisse, vb... Bütün bu ünlü adlar, Picasso'nun sanatçı ve insan kişiliğinin daha belirgin olarak ortaya çıkmasına yardıma oldukları ölçüde görülüyorlar kitapta.

Brassai, Ara Güler’in belirttiğine göre, Romanya'nın Braşov kentinde doğmuş, 11 Temmuz 1984'te; Nice'te, 85 yaşında ölmüş. Yaşadığı dönemin birçok ünlüsünün fotoğrafını çekmiş. Fotoğraf kitapları var. Ara Güler'in sözünü etmediği başka yanları da var Brassai'ın: Desen ve heykel sergileri, 1956 Cannes Film Festivali'nde gösterilen belgesel filmler, Mari'nin öyküsü adlı bir kitap... Brassai'ın İstanbul'a gelmişiliği de var.

Brassai'ın fotoğrafçılığı konusunda bir şey söyleyecek durumda değilim; ama Picasso ile Konuşmalar, bir roman gibi, üstelik iyi bir roman gibi, keyifle okunan bir kitap. Usta bir yazar, Brassai.

Picasso'nun birçok özelliğini öğreniyoruz kitabı okurken. Nasıl mı çalışıyormuş? Şöyle: "Rahatını aramazdı hiç çalışırken. Sehpa başında bile durmazdı; bazen iki büklüm olur, bazen yere oturur çalışırdı; tuvalini her yere gelişigüzel koyardı. Rahatsızlık onu sıkmıyordu, hatta uyarıyordu bile denebilir," "...daha çok, geceleyin, yatmadan önce tıraş olurdu, sabahtan zaman kazanmak düşüncesiyle."

Şu satırlar, Brassai'ın hem gözlem gücünü, hem usta yazarlığım gösteriyor

Page 207: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

206

"Bütün görünüşleriyle biçimlere karşı dipdiri bir merak; yaşamı uçarken yakalama ve işlek, özlü bir çizgiyle onu saptama gücü, sabırlı dikkat, olağanüstü hızlı bir yapım... (...) Ben Picasso'yu, Renklerin Kitabı'nda, 'resim delisi ihtiyar'ın betimlediği şekliyle düşünüyorum: Ağzında bir fırça, her iki ayağında birer fırça, her iki elinde birer fırça dur durak bilmeden resim yapma coşkusu içinde bir adam."

"Harika ressam çocuklar" hakkında çok şey duymuşuzdur, okumuşuzdur; işte bu ilginç konuda Picasso'nun düşünceleri: "Müziğin tersine, resimde harika çocuk yoktur. Vaktinden önce olgunlaşan deha sayılabilecek şey, çocukluğun dehasıdır bence. Vakti gelince, o da hiçbir iz bırakmadan yiter gider. Bu çocuk bir gün gerçek bir ressam ya da hatta büyük bir ressam olabilir belki. Ama her şeye sıfırdan başlaması gerekir bunun için."

Melih Cevdet Anday, bir yazısında, Yaşar Kemal'e "Ünlü olmak nasıl bir şey?" diye sorduğunu yazıyordu; Yaşar Kemal'in cevabını anımsayamıyorum, ama bu konuda Picasso'nun dedikleri şunlar "Kimseye, hatta en kötü düşmanlarıma bile benim ünümü dilemem. İliklerime kadar bunun acısını çekiyorum. Elimden geldiğince kendimi korumaya çalışıyorum. Kilit üstüne kilit vurulmuş kapılar arkasına gece gündüz kapanıyorum. (...) Meraklılar akın akın doluşuyor. Dürbünlerle gözetliyorlar sizi. Her yaptığınızı izliyorlar. Belki şimdi bile Lerins adalarından bize bakanlar vardır. Bu arsız bakışlardan uzak kalmayı kesinlikle istediğim an, şu pencerelerin bütün perdelerini çekmem gerekecek. Ama o zaman da parkın güzelliğinden ve genel görünümünden yoksun kalacağım, oysa bunlara da gereksinim duyuyorum. Korkunç bir şey bu."

Picasso'nun bir arkadaşının kişiliğini iki küçük tümcede ("Hep bir iş peşindeydi. Üstelik bulacağından da korkuyordu") çiziverdiğini görünce, insan, "Romanı deneseydi..." diye düşünmekten alamıyor kendini.

O korkunç çalışma gücüyle biz Türklere pek benzemeyen Picasso, bir yanıyla alabildiğine bize benziyor "Ben İspanyol'um, hüznü severim."

Bu alıntılar, kitabın niteliği hakkında bir fikir verir sanıyorum. Kitapta, ayrıca, Ara Gülecin "Picasso ile dört gün" adlı bir röportajı. Ara Güler ile Brassai'ın kuşe kâğıda basılmış fotoğrafları var.

Page 208: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

207

"Nazizm ve Kültür"

İstanbul, 28 Aralık 1985 Kalem Yayıncılık, iyi bir seçimle, tam zamanında yayımladı Lionel Richard'ın

(Fransız edebiyat bilimcisi, öğretim üyesi, gazeteci) Nazizm ve Kültür'ünü. Sargut Şölçün'ün o nefis “Önsöz”de dediği gibi, "'biraz faşist olmanın ya da geçici olması şartıyla kitlelerden biraz faşizme katlanmalarını rica" etmenin mümkün olduğu bir dönemde, II. Dünya Savaşı sonunda faşizmin defterinin dürülmüş olduğu ham hayaline kapılmamak gerek. 1985 yılında, Türkiye'de, en üst düzeyde bir yetkilinin Türkiye için tehlike saydığı faşizmin hâlâ yaşayan bir belâ olduğunu unutmamak, bunun için de faşizmin ne idüğünü iyice bilmek gerek. Faşizmin ne idüğünü iyice öğrenince, yeryüzünün pek çok ülkesinde, bu sorunla daha önce ilgilenmemiş insanların çoğunun, Moliere'in Monsieur Jourdain'inin o ünlü sö-zünü, "Demek ben kırk yıldır nesir konuşuyormuşum da haberim yokmuş!" sözünü anımsayacağından kuşkum yok.

"Nazizm" ile "faşizm", eşanlamlı sözcükler olarak kullanılır. Nitekim bu kitabın özgün adı Nazizm ve Kültür olduğu halde Almanca çevirisinin adı "Alman Faşizmi ve Kültür" olmuş. Bu konuda şöyle diyor Sargut Şölçün: "Nazizm ile 'sıradan faşizm' arasındaki en önemli fark, birincisinin kendi kültürünü, kendi hayat tarzını ve dünya görüşünü geliştirip uygulamasıdır." Oysa "faşizm" için, "siyasal bir iktidar biçimi" tanımı yeterli sayılabilir. 'Tarihte kültür ve sanatı Naziler kadar beceriyle kullanan başka bir politik güç henüz ortaya çıkmadı" diyor Şölçün.

Alman faşizmi kültüre, sanata niçin bu kadar önem veriyordu? Çünkü Alman faşizmi için "Güzel, artık, kişinin gözünün boyanması, aşılanması ve boyun eğdirilmesi için bir araçtır" Lionel Richard, Nazizm ve Kültür'de, sekiz bölüm halinde, nazizmin özellikle edebiyat, sanat, kültür alanında nasıl örgütlendiğini; faşist olmayan yazarların, sanatçıların başlarına gelenleri; bitmez tükenmez "yasak"lan; nazizmin örgütlediği ve böylece tekelinde tuttuğu kültürle halk kitlelerini nasıl koşullandırdığını, nasıl nazizm uğrunda ölmeye hazır duruma getirdiğini (Hitler, "Bilinen tek şey, gücün egemenliği, dolayısıyla kanlı bir kavga ve ölümdür," demiyor muydu?) özetliyor. "Kovboy öyküleri, polis romanları, pornografik kitaplar okuyan", edebiyat kültürü bunlardan oluşan Hitler'in on iki

Page 209: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

208

yıllık diktatörlüğünde, Alman faşizminin "kültür"ü kullanarak ulaştığı sonuç budur.

Alman faşizmi, amacına ulaşmak için, önce sanatçıları, yazarları yola getirmeye çalışmış, sonra kültürel ya da bilimsel örgütleri ele geçirmiş, sonunda da bütün yazınsal, kültürel, bilimsel etkinlikleri kurduğu bir bakanlık eliyle doğrudan kendi yönetimine almıştır.

Alman faşizminin, sanatçılara karşı açtığı savaşta, en sevdiği sözcük, "yasak" sözcüğüdür: Hoşlarına gitmeyen romanları yasaklamışlardır, hoşlarına gitmeyen filmleri yasaklamışlardır, hoşlarına gitmeyen müzisyeninin konserlerini yasakla-mışlardır, hoşlarına gitmeyen sergileri yasaklamışlardır, hoşlarına gitmeyen dergileri yasaklamışlardır, gençlere birçok kitabın okunmasını yasaklamışlar ve bu yasak kitaplar için kataloglar yayımlamışlardır... Yasaklamalarla doymamışlar, 10 Mayıs 1933’te, yirmi bin cilt kitabı odun gibi üst üste yığarak yakmışlardır. Sonuç: "Naziler, yasaklamadan yasaklamaya, tutuklamadan tutuklamaya, gösteriden gösteriye giderek, sonuçta, kendi siyasetlerine hemen hemen bağımlı bir sanat elde etmeyi başardılar. Bunu kabul edemeyenler, susmayı veya sürgüne gitmeyi yeğlediler."

Naziler, yalnız sanatçılara, yazarlara saldırmakla, onları hapislere almakla, eserlerini yakmakla kalmadılar; bütün edebiyat, sanat, kültür kurumlarını da ele geçirdiler. Kullandıkları yöntemlerden biri, "siyaset dışı tutulması" gereğini öne sürerek bir kurumu önce kapatmak, sonra, kendi yönetimlerinde yeniden düzenleyerek açmaktı. Ama bunlarla da yetinmediler; 13 Mart 1933'te Halk Enformasyonu ve Propaganda Bakanlığı'nı kurdular, başına da Goebbels'i getirdiler. (Ne tuhaf! Goebbds'in ilk işi, kentlerdeki sokak adlarını değiştirmek olmuş!) Bakanlık, radyo, basın, sinema, tiyatro ve genel propaganda siyasetini denetliyordu. Edebiyat, sanat ve radyoya uygulanan sansür görevi İçişleri Bakanlığı'ndan bu bakanlığa devredildi. "Böylece Goebbels, Almanların ne bilip, ne okuyup, ne düşüneceklerini seçme yetkisine sahip oldu." Reich Kültür Odası kuruldu; buna bağlı öteki meslek odaları kuruldu. Edebiyat Odası gibi. Edebiyat Odasına üyeliği kabul edilmeyen bir edebiyatçının eserini yayımlatabilmesi olanaksızdı. Oda'ya kabul edilmek ise faşizm karşısındaki tutuma bağlıydı; sadece faşizme sempatisi olanlar üye olabiliyorlardı. 1934-1935'te, sinema, tiyatro, musiki ve edebiyat eleştirisi alanlarını düzenleyen kararnameler yayımlandı. Sonucu şöyle özetliyor Lionel Richard: "Yazarın görevi, nazilerin öngördüğü toplumda, 'Adolf Hitler’in kültür askerleri' olmaktan başka bir şey değildir." Yazarlar ve gazeteciler, on emre uymak zorundaydılar; bu emirlerden biri de Hitler’in o ünlü Kavgam adlı kitabının çalışma masalarında bulundurulmasıydı. Bu yazarlar, sanatın tek amacının Nazi ideolojisini yüceltmek ve yaymak olduğu bir yönetimde, özellikle savaşı öven eserler verdiler: "Savaşı, insanın varlığını ve kahramanlığını kanıtlamasına yarayan bir fırsat, uygarlığın gelişmesini sağlayan bir zorunluluk olarak görüyorlardı." Savaş sevgisinin yanı sıra ele alınan öteki konular hep nazilerin yücelttiği ahlâkî değerlerdi: Kahramanlık, itaat, çalışma sevgisi, Führer sevgisi...

Page 210: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

209

Nazizme, nazilerin kültür siyasetine karşı yazarların direnmelerinin fazla güçlü olmadığını belirtiyor L. Richard. Yasadışı çalışan yazar örgütlerini Gestapo kısa sürede yok ediyor. Almanya'da kalıp savaşan yazarlar, "Anlamları fazla açık olmayan kitaplar veya makaleler yayınladılar. Ancak satır aralarını okuyabilenler, bunların nazizme karşı düşmanlıklarını anlayabildiler. (...) İki yüz elliden fazla tanınmış ve ünlü yazar, Nazi Almanyası'nı terketti."

Nazizm ve Kültür’ün içeriğini özetlemeye çalışan bu satırlar, kitabın ne kadar önemli ve yararlı olduğunu göstermeye yeter. Ne var ki bir kitaptan yararlanabilmenin ilk koşulu, o kitabı sonuna kadar okuyabilmektir. Kalem Yayıncılık, bildiğim kadarıyla, yeni bir yayınevi; iyi kitap seçmenin yetmediğini, iyi çevirmen ve titiz düzeltici bulmanın da zorunlu olduğunu bilmeleri gerek. Bu haliyle Nazizm ve Kültür'ü okumak bir işkence oldu benim için. Nesrin Güneyin çevirisinde anlaşılmaz ya da anlamı bulanık sayısız tümce var; birçok tümceyi okurken "Bunların Fransızcası nasıldı acaba?" diye düşünmemek elde değil. Nesrin Güner'de "Türkçe saygısı" diye de bir şey yok! "Türkçe" metindeki şu sözcüklere bakın: Monden, elit, paramiliter, pasifist, angajman, konsantrasyon, imajinasyon... On üç sözcüklü bir tümcede art arda gelen üç sözcük: "...prodüksiyon sektörüne rölatif..." Bu da 'Türkçe" bir tümce: "Bu olay, doğu-şundan bu yana, Alman sinematografik prodüksiyonunu etkileyen bir konsantrasyon olgusunun mantıksal sonucuydu." Ayrıca, sayılamayacak kadar çok dizgi yanlışı var. Bunlara dayanmayı göze alabilirseniz okuyun Nazizm ve Kültür'ü; gerçekten çok yararlı bir kitap.

Page 211: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

210

1986

Page 212: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

211

Bir Kan Yağmuru"

İstanbul, 1 Şubat 1986 "Kân" sözcüğü, ilkin, romanın beşinci sayfasında geçiyor "Kanlı hançer’’.

Sonra sayfalar boyu 'kan': "Kanlı hançer, kanayan hançer, gözleri kanıyordu, kirpiklerinin arasından kan fışkırıyordu, kamanın kanı kurumuştu, anasının kanlı başı, babasının kayaya fışkırmış kanı, kibrit ışığında babasının kanını buldu, bir çukura dolmuş kan, vb_" "Kanıyor" diye biliyor birinci bölüm. İkinci bölümde de durmadan "kan" sözcüğü geçer "Salman’ın elindeki kamanın kanları yol yol aşağıya süzülüyordu.", "Kamayı tutan el de kana batmış çıkmıştı.", "Ölünün kara sakalında, parmaklarının arasında fışkıran kan...", "ölünün yanağına bir damla kan sıçramıştı", "Fişeklikleri de kan içindeydi." Ve "kırmızı": "...kocaman kırmızı postallı adamlar." Bu "kan yağmuru" bir tümceyle sona erer "İsmail Ağa'nın diken diken kayaları çırmalayan parmaklarından boşanan kanlar yöreyi ıslatıyordu, bir kan yağmuru gibi yağarak."

Yaşar Kemal, Kale Kapısı'nın (Ton» Yayınları, 1985,487 sayfa) birinci bölümünde "kan"ı Salman'm gözünden ve beyninden veriyor: Salman için "kan" demek, "İsmail Ağa" demektir. Nitekim vurulan kartalların "şorul şorul akan kanı"nı düşünür düşünmez "Kama İsmail Ağa'ya girip çıkarken..." (s. 9) diye düşünmeye başlar. Oysa, ikinci bölümde, “kan"ı gören, "kan"a bakan Mustafa'dır. Ve ölünün parmaklarında kuruyan "kan", Mustafa için artık "sonsuz bir korku"ya (s. 37) dönüşmüştür. Kale Kapısı, bu korkunun romanıdır.

Kimsecik'in birinci kitabı, Yağmurcuk Kuşu, Salman'ın İsmail. Ağa'yı öldürmesiyle biter. Salman kimdir, niçin öldürmüştür İsmail Ağa'yı? İsmail Ağa'nın anası bulur Salman'ı: "...bir ağacın altındaki çalılığın içinden bir çocuğu çıkardılar yola getirdiler. Çocuk bir deri bir kemikti, (...). Başındaki kanlı yaralar irinliydi. Giyitleri de liyme liymeydi..." (Yağmurcuk Kuşu, s. 91,92)'.' İsmail Ağa'nın anası sağaltır Salman'ı. İsmail Ağa da Salman'ı oğul beller. Ya Salman? "Salman'ın sevgisiyse bambaşkaydı, onun sevgisi bir tapınma bir sonsuz hayranlıktı. Salman'ın dünyası yalnızca oydu. (...) Belki aşk dedikleri buydu." (s. 190) Böyle bir Salman niçin öldürür İsmail Ağa'yı, nasıl öldürebilir? Tek nedene

Page 213: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

212

bağlamıyor bunu Yaşar Kemal: "Ama o (İsmail Ağa) seni hiç sevmiyor. (...) Bundan sonra... hiç mi hiç sevmeyecek." (s. 428) diyen, "Baban ölünceye kadar senin de, benim de yüzüme bakmaz, ölünceye kadar. Ölünceye kadar, ölünceye kadar Salman," diyen Dal Emine'nin kışkırtmaları mı? Zero'nun düşündüğü gibi, "Bir de babasını öylesine seviyordu ki Salman, o kadar ona tapınıyordu ki dayanamayıp buna öldürmüş olamaz mıydı?" (s. 206) İsmail Ağa'nın öz oğlu Mustafa'yı Salman'ın çok kıskanması mı? Köylülerin İsmail Ağa hakkında yaydıkları dedikodu mu: "Anasını öldürmüş Salman'ın." (s. 315)? Salman'ın "babamı öldürecekler" (s. 451) saplantısı mı? (Kale Kapısı’nda şöyle diyecektir Salman: "Ne iyi ettim de öldürdüm. Babamı hiç kimseye öldürtür müyüm Müslüm Ağa. Yahu Müslüm Ağa, az daha, daha yetişmeseydim babamı başkaları öldüreceklerdi." s. 55) İsmail Ağa'nın, "Şunun üstündeki silâhların hepsini alın, üstünde bir hançeri kalsın..." diye, "Bu adam bundan sonra ölünceye kadar beni beklemeyecek." diye Salman'ı aşağılaması mı? (s. 343) Müslüm Ağa'nın dediği gibi "Salman'ı çıldırtan korku" mu? (s. 448) Salman'ın İsmail Ağa'yı öldürme nedeni yukarda sıraladığım nedenlerin bütünü olsa gerek.

Page 214: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

213

‘’Bu Korku Cehennemi’’

İstanbul, 2 Şubat 1986 Kale Kapısı, korkunun romanıdır; Mustafa'nın korkusunun romanı. (Bir,

Mustafa'nın korkusu mu? Köylülerin Salman korkusu [Salman ortalıkta görünmedikçe bu korku artar, yoğunlaşır.], jandarma korkusu; Salman'ın korkusu... Ama asıl Mustafa'nın korkusu.) Mustafa'nın Salman'dan ne kadar korktuğunu Yağmurcuk Kuşu'ndan biliyoruz; ama Mustafa'nın "tepeden tırnağa korkuya kesmesi" ni (s. 401), "bu korku cehennemi’’nde (s. 382) yaşamasını, korkunun bir insanı ne duruma getirdiğini, korkan insanın hayal etme gücünü, imgelemini bütün ayrıntılarıyla Kale Kapısı’nda okuyoruz. Korkuyu böylesine yoğunlukla, böylesine elle tutulurcasına veren bir başka roman anımsamıyorum.

112. sayfada Salman köye gelir. Köylüler taş kesilmiştir. "Ortalık çın çın ötüyordu sessizlikten." (s. 114). O kadar köylü arasında bir tek insan Salman'a karşı harekete geçer: Korkunun üzerine saldıran Mustafa:

"...Birden, Mustafa'nın çığlık gibi haykırışı ortalığı yırttı, ses birkaç kere dağda yankılandı geldi. Çocuk Salman'ın üstüne atılmış, ona vuruyor, bir pars gibi gerilip onun suratına atlıyor, yerden kaptığı taşları alıp alıp onun üstüne atıyor, sonra taşlarla yetinmeyip Salman'ın üstüne atlıyor, gizlerine parmaklarıyla saldırıyor, ortalıkta uğunuyordu. Salman’sa öyle durmuş kalmıştı." (S. 114)

Salman, kendine gelir, tabancasını çeker, Mustafa'ya doğrultur; önce Mustafa'nın arkadaşı Kuş Memet, Mustafa'nın üzerine atılır, sonra kadın erkek bütün köylüler çocukların üstlerine yumularak onları korurlar. Salman da, "başı önüne eğilmiş, omuzları düşmüş", uzaklaşır gider.

Mustafa, bütün gücünü, bütün yürekliliğini tüketmiş gibidir. Artık o korkunç korku dönemi başlamıştır. Annesi, Mustafa'yı doktora götürür. Çocuğun çok korktuğunu anlayan doktorun korku üstüne söyledikleri gerçekten ilginçtir

"İnsanoğlu biraz da böyledir, budur kaim. Hepimiz, bütün insanlar çılgıncasına korkuyu yaşıyoruz. Her an, her saniye, her şeyden korkuyoruz. İnsanoğlunun mayası korkuyla yoğrulmuş. Çok ölüm gördüm, çok yaralanma, çok donma, çok savaş... Bir şey gördüm yalnız, bir şey vardır insanlıkla, bir tek şey o da korku. Bu çocuk da korkmuş, çok şükür ki, korkusunu kusmuş, saldırmış

Page 215: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

214

adama. Bu, korkunun ölümü aşmasıdır. Ölümden öte bir yer var kızım, işte o da senin oğlunun yaptığıdır, ölümün, korkunun üstüne atılmasıdır. Üzülme kızım, çoğunlukla insanoğlu budur. Senin oğluna bundan böyle belki de hiçbir şey olmayacak, belki de senin oğlun, bu belirli huyundan ötürü bir şeyler olacak. (...) Belki eşkiya, belki babası gibi. Belki âlim, belki asker. Onda bu korku varken, böylesine yoğun, elle tutulan, korkma. Bu korku onu bir yerlere götürecek, korkma." (s. 117-118)

Ama Mustafa korkudan ne yapacağını bilmez durumdadır; geceleri, ahıra gidip kır atın yemliğinde uyur, kır atın kendisini koruyacağına inanır gün ışımadan uyanır, gider yatağına yatar. Salman yaşadıkça Mustafa'nın korku cehenneminden kurtulması olanaksızdır. Bunu bilen annesi, Zero, Salman'ı öldürtmek için eşkiya Zaloğlu'ya başvurur. Ve başlar Yaşar Kemal insan manzaraları çizmeye: Zaloğlu, Çift Boynuzlu İskender Çavuş, Altıparmak Cafer, Zübeyir, Temir, Sultanoğlu, Yörük Hamza, Kör İbrahim, Gâvurdağları'ndan bir aşiret beyi, Demirci Seyfali, vb-. Renkli sayfalardır, bunlar.

Salman'ı kimse öldüremez. Mustafa, korkusunu ve yalnızlığını yaşar. Kuşlardan medet umar: Düşünde, "kuşlar onu kanatlarının üstüne almış uçuruyorlardı.(s. 444) Salman, saçlarından tutarak, kellesini kesemesin diye "o kapkara, kıvırcık, güneşle yeşillenen saçlarını kökünden kazıttırdı.'’ (s. 429) Adamakıllı yılmıştır: Ölümün (Salman'ın) artık gelmesini dileyecek hale gelmiştir “Bu gece onu sabaha kadar bekledim de gelmedi. Usandım. Gebe de kurtulsak." (s. 459)

Mustafa bu karabasanı yaşarken Salman konağı ateşe verir. Salman'ın ardına düşen Sefer'in, vurduğu adam için, "Bu vurduğum, ormana kaçan adam Salman da olabilir, başkası da." (s. 478) demesi üzerine tam bir umutsuzluğa düşen Mustafa, yanında rahatlayabildiği tek insan olan Topal Hacı Abbas Usta'nın işyerine gider "Topal Hacı Abbas Usta'nın davranışı onu bitirmişti. Bütün mümkünü çareleri kesilmiş, yapayalnız, tek başına, bu ıssız, bu korkunç dünyanın ortasında kimsiz, kimsesiz kalmıştı." (s. 482). "Yoğun bir yağmur gibi", kırlangıçların köyün üzerine çöktüğü, bütün canlıları, insanları da hayvanları da, korkuya saldığı bir günün gecesinde Mustafa evden kaçar. Roman, Mustafa'nın en korktuğu yerde, "kalenin arkasındaki o mağarada" (s. 486) bulunmasıyla sona erer. Mustafa, bir kez daha, korkusunun üzerine yürümüştür.

Yaşar Kemal, Mustafa'nın ruhsal durumunu, olaylarla, konuşmalarla, kimi zaman betimlemelerle veriyor; ruhsal çözümleme yapıyorum diye allım kalın çizgilerle çizmeden. Bir örnekle yetineceğim.

Salman yaşadıkça Mustafa'nın "korku cehennemi"nden kurtulamayacağını bilen annesi Zero, Salman'ı öldürtmek için Zaloğlu Musa'yı çağırtır. Zaloğlu gelmiştir. Mustafa merdiven başına koşar. Siz, beklediğiniz ama tanımadığınız birini ilk kez gördüğünüzde neresine bakarsınız? Ben, gözlerine bakarım, yüzüne bakarım. Normal olanı da budur, sanıyorum. Ama ölüm korkuları içinde bunalan, bir kurtarıcı bekleyen Mustafa'nın bakışını şöyle veriyor Yaşar Kemal:

"Mustafa merdivenin başına anasından önce varmış, Hasan Ağa'nın önünde merdivenleri ağır ağır çıkan, her yanına koşar koşar fişeklikler kuşanmış, omzunda filintası, göğsünde dürbünü, belinde tabancaları, hançeri, ayağında çizmeleriyle gelen adamın küçücük yüzündeki pas bıyıklarına

Page 216: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

215

bakıyordu. Adamın güzleri de küçücüktü." (s. 2S3) Önce tüm silâhlar, sonra pos bıyıklar, sonra gözler... Bir betimleme, bir ruhsal

çözümleme oluvermiştir. Öldüğü için, kendisini koyup gittiği, babasız bıraktığı için Mustafa'nın

babasına küsmesini ne güzel anlatır Yaşar Kemal... Köylü anlamaz Mustafa'nın acısını, dış görünüşe bakarak değerlendirir "Babasının ölüsü salacada giderken, bütün köylü, bütün dünya, kurt kuş, börtü böcek koca İsmail'e ağlarken gidip de çocuklarla bilya oynayan o Mustafa değil miydi?" (s. 265) Annesi Zero bile "Babasına düşman oldu." der (s. 292). Gerçek durumu Kuş Memet bilir "O, babasına öldü diye küsmüştü." (s. 228) Bir de Abbas Usta: Zero'ya, "Babasına düşman olmadı, ona küstü." (s. 292) der.

Seyis Süllü'nün o müthiş at özlemi- Neyse. Bugünlük bu kadar.

Page 217: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

216

Yaşar Kemal'de Doğa

İstanbul, 6 Şubat 1986 İnsanlar, bitkiler, hayvanlar, kokular, renkler sarmaş dolaştır Kale Kapısında -

daha doğrusu bütün Yaşar Kemal romanlarında. Bir roman kişisi gibi bakar doğaya Yaşar Kemal.

Mustafa, babasının ölümünden sonra, kır atla dost olur; Salman kır atı öldürtünce Kocabaş köpekle. (Yaşar Kemal, Mustafa'nın Kocabaş köpeğe sevgisinin nedenini sezdirir: "Öteki köpekler nereye gitmişlerdi acaba? Kocabaş köpek niçin onlar gibi gitmemişti, azıcık da olsa içinde bir umudu mu kalmıştı, Çobanbaşı'nın bir gün çıkıp geleceğini mi sanıyordu da bekliyordu burada?" (s. 251) Atların, köpeklerin, kırlangıçların, yılanların, kedi yavrularının önemli yerleri vardır romanda. İnsanlarla birlikte "Dağ bile susmuş yok olmuştu." (s. 114) Yılanla kedi yavrusunun kavgası (s. 437-438) nefistir. Başı kesik horozun kümesin kapısına kadar koşarak kendi çevresinde döne döne ölmesi korkunçtur (s. 51) Köpeklerin Çobanbaşı'ya bağlılığını unutamazsınız. Süllü'ye göre at sevgisi nelere eşittir "Ama atları seven bir çocuk insan olurdu insan. Cana kıymazdı, insanları aşağılayamaz, zulüm yapamazdı, yalan söyleyemez, kimseyi kandıramazdı. Dağı taşı, ormanı, bilcümle yaratığı, kuşları, arıları, suları, gökyüzünü severdi." (s. 247) Sineklerin, anların, kelebeklerin ölüleri sevdiklerini bilir miydiniz? Doru atı, demirkır atı, kır atı, al atı, yağız atı birer roman kişisi gibi betimler Yaşar Kemal (s. 230-233).

Ya kırlangıçlar? İlkin, 63. sayfada girerler romana: Bir felâket habercisi gibi: "...kuşlar yoğun, soluk aldırmaz kara bir su gibi ağır ağır çalkanıyordu köyün içinde." (s. 64) İsmail Ağa'nın öldürülmesine yanan, Salman'a kızan köylülerin yorumu: "Kıtlık yılından önce de böyle olmuştu." "Suçsuz adamı öldürdüler, suçsuz adamı. İşte böyle, böyle olur. İşte böyle dünya başımıza yıkılır." (s. 65) 97. sayfada "Geliyor" diye bir ses duyulur: "kapkara kırlangıç bulutu bütün batının göğünü sarmış, hışırtılarla ovayı doldurmuş, kanat sesleri dağda, kalede yankılanarak geliyordu." (s. 98) Ama köyde Müslüm'ün Salman'ı öldürdüğü söylentisi dolaşmaktadır; güçlü ile güçsüzün yer değiştirmesi durumunda hep

Page 218: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

217

güçsüzü tutan, hep güçlüye karşı olan köylüler (Yaşar Kemal, bunu, roman boyunca sık sık belirtiyor.), Salman'a acımaya, İsmail Ağa için Kimbilir ki, suç ölende mi, öldürende mi?" demeye başlamışlardır. Ve kırlangıç yorumu da hemen değişir "Kırlangıç her zaman uğurdur." (s. 111) Kırlangıçlar bir de 482. sayfada gelirler köye: Mustafa'nın korkunç umutsuzluğunun, umarsızlığının üzerine.

Yaşar Kemal, doğanın içine birer anten gibi germiştir beş duyusunu: Renkler, sesler, kokular... Hiçbir romanda Kale Kapısı’ndaki kadar bitki ve çiçek adı yoktur. Ya kokular! Egzoz kokusu değil, kömür kokusu değil, lâğım kokusu değil, kısaca kent kokusu değil. Doğanın kokusu. Gökova'ya bile termik santral yapılırken, doğa göz göre göre mahvedilirken, bizden sonra yaşayacakları düşünmemek, "Bu kokuları bir daha koklayamayacaklar!" diye üzülmemek elde değil. İşte Kale Kapısı’nın kokuları: "ezilmiş kuru kekik kokusu", "kaya kokusu" ve "Kopan bir yaprağın yeri koktu." (s. 7), "mersin kokusu" (s. 8), "acı böcek kokusu, güneşte yanmış mor kaya kokusu" (s. 17), "saz batak, çakıl taşı, yoğun hayıt yaprağı kokusu" (s. 19), "yaban elması kokusu" (s. 37), "yarpuz kokulu pınarlar" (s. 40), "saman, arpa, kuru ot, zibil kokusu" (s. 44), "toprak, çiçek, yağmur, güneş kokusu" (s. 67), "ottan gelen keskin koku" (s. 94), "Ortalık çam, sedir, türlü türlü ağaç kokuyordu." (s. 102), "reçine kokusu" (s. 103), "sümbül kokusu" (s. 153), "püren kokulan" ve "fesleğen kokulan" (s. 171), "Suyu burcu burcu çam, sedir, mezdeğe kokan" bardak (s. 172), "orman, ağaç kokusu" ve "çam, sedir, köknar, mezdeğe kokusu" (s. 180), "taze toprak kokulu hava" (s. 181), "gül kokulu" (s. 185), "nergis kokulu" (s. 223), "yağmur kokusu" (s. 225), "...dağlar, taşlar, otlar, ağaçlar ve toprak hep limon kokacak" (s. 278), "koygun bir çam, acı bir ceviz, çınar ağacı kokusu" (s. 292), "kamış kokusu" (s. 335), "Ne güzel, çok yeşil kokuyor atın, aydınlık yarpuzlu bir pınar suyu gibi kokuyor atın." (s. 336), "taze saz kokusu" (s. 385), "ağır bir çam, çürümüş ot kokusu" (s. 385) "kurumuş kenger, çiriş, kekik çiçeklerinin kokusu" (s. 412), "yaban çiçekleri kokusu" (s. 420), "reyhan kokusu" (s. 439), "çiçek, mersin, su püreni kokusu" (s. 447), kamış, ot, saz kokusu" (s. 446), "her yânı bataklık, taze toprak kokan" (s. 467)... Belki gözümden kaçan kokular da vardır.

Romanda bir kez köyden çıkar Mustafa ve annesi, işte Toprakkale kasabasının kokusu: "Sumak kokuyor ortalık, yağlı.'' (s. 356) Tarsus'ta: "Bir kebapçının önünde durdular. Gene kapıdan yanmış yağ kokan dumanlar dışarıya fışkırıyor, bir sumak, bir pişmiş kebap kokusu ortalığı almış dalga dalga alana yayılıyordu." (s. 365). Mersin'de: "Islak tomruklar, tahtalar, fabrikadan gelen hava yoğun bir reçine kokuyor, reçine kokusu denizin kokusuna karışıyordu. Deniz kokusu onun hiç bilmediği bir kokuydu." (s. 368)

"Yaşar Kemal ve Doğa" diye başlayınca söz tükenmez. Belki bir özetleme: Türk romanında doğayı bütün zenginliğiyle veren romancı Yaşar Kemal'dir.

Page 219: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

218

Kısa... Kısa..

İstanbul, 7 Şubat 1986 Dil: Teneke üzerine yazdığım bir yazıda (Yeni Ufuklar, Mayıs 1955), otuz bir yıl

önce. Yaşar Kemal'in dili konusunda şöyle demişim: 'Teneke'nin dili Yaşar Kemal'in öbür hikâyelerinin diline pek benzemiyor. Dil tam bir 'expressitivite'ye kavuşmuş. Bu dil vasıtasiyle fikirler imajlar haline geliyor; eserin özüne bütün beşerî değerini veriyor." (Ne berbat bir Türkçe!)

Yaşar Kemal'in dili hızla gelişti. Bu dil hakkında geçenlerde Gösteri’de yazdıklarımı burada tekrarlamak istiyorum: "Gitgide daha çok inanıyorum: Ancak şiirle uğraşmış yazarlar düzyazıyı ustalıkla kullanabiliyorlar, şiiri bırakmış olsalar da şiirle içli dışlı olmak, Türkçenin olanaklarını sonuna kadar zorlayabilmek için gerekli. (Burada bir ayraç Orhan Pamuk'un bu tümce üzerinde düşünmesini istendim) Yaşar Kemal'de açıkça görülüyor; bu. Son romanlarında Türkçenin tümce yapışım da geliştirmeye çalışıyor; Fransızca tümce yapısına benzer bir yapı kullanarak daha uzun tümceler kuruyor, bu uzun tümceler anlattıkları için -özellikle doğa betimlemeleri için- çok uygun düşüyor"

Roman dili durmadan gelişiyor Yaşar Kemal'de. Egzoz kokusundan uzak bir dil, bu. Doğanın dili sanki. Batı romanına yapısala yöntemle, Türk romanına izlenimci yöntemle yaklaşan, hiçbir Türk romanını yapısala yöntemle henüz incelememiş olan dil bilginlerimiz için zengin bir inceleme kaynağıdır Yaşar Kemal'in romanları.

Yaşar Kemal'in anlatımı tekdüzelikten kurtarma çabasına bir örnek: "Cemal bütün gece eli yüreğinde uyanık bekliyor, kendini alıştırmıştı, ama sabaha karşı uyukluyordu biraz, işte bu sırada da gelebilirdi." (s. 68. İtalikler benim. - FN).

Anlatım gerektirince bu dil, bir şiire dönüşüyor (bkz. s. 309-310). 487 sayfalık romanda bir tek Türkçe yanlışı buldum: "Ayrılık" ya da "ayrım"

yerine "ayrıcalık" demiş Yaşar Kemal (s. 54) • Sarı: Çağdaş Eleştiri dergisinde Yaşar Kemal'in "sarı"sı üzerinde durulmuştu;

derginin o sayısını kitaplığımda bulamadım, ama geçenlerde okuduğum Film Duyumu (Sergey M. Eisenstein'den çeviren Nijat Özön, Payel Yayınevi, 1984, s. 114) bize yardımcı olabilir. Eisenstein, H. Enis'ten alıntılıyor "Sarı, kıskançlığın, çekememezliğin, ihanetin rengi oldu. Yahuda resimde sarı giysiler içinde

Page 220: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

219

gösterildi ve kimi ülkelerde Yahudiler böyle giyinmek zorunda bırakıldı. Fransa'da 16. yüzyılda hainlerin ve suçluların kapıları sarıya boyanıyordu."

Yaşar Kemal, Kale Kapısı"nda da "kıskançlığın, çekememezliğin, ihanetin rengi olarak kullanıyor sarıyı: "..sarı kayalıklarda karşılarına tepeden tırnağa sapsan bir dona bürünmüş Salman çıktı. (...) Sesi de sapsarıydı." (s. 269). "Adam (...) sarı çizme-leriyle..." (s. 361). "Yanında da kocaman bir köpek. Bak, sapsarı bir köpek..." (s. 364). "Salman'ın yüzü sapsarı kesilmiş..." (s. 375). "...kirpi oku sarı saçları..." (s. 403). "...beş tane köpek, her birisi kocaman, sarı..." (s. 411) (İtalikler benim. • FN)

Yaşar Kemal doğaya yönelince bir renk cümbüşü dolar romana (bkz. s. 17) • Yaşar Kemal'de mizah: "Mizah" yerine "gülmece" sözcüğünü

kullanamıyorum; çünkü "gülmece" denince aklıma ünlü "gülmece" yazarlarımızın "gülmece" hikâyeleri geliyor: Genellikle bir bayağılık, bir kolaylık vardır o hikâyelerde. Benim sevdiğim mizah, Gogol'ün, Çehov'un mizahıdır. Yaşar Kemal'in romanlarında onları anımsatan bir şeyler var. (Sözgelimi Kale Kapısı'nı okurken Ölü Canlar'ı yeniden okumak gereğini duydum.)

Arif Saim'in, Yüzbaşı'nın davranışları... 15. sayfada eşkiya Seferin bir "alnımızın teriyle" demesi vardır, zor tutarsınız kendinizi! Ya Kara Kara canın sorgusu! İşkenceden sonra Yüzbaşı Kara Karaca'yı sorguya çeken "...-Yalan söylüyorsun Kara Karaca. - Yalan söylüyorum Yüzbaşım." (s. 144)

Yaşar Kemal, mizahını genellikle halka zulüm yapan bürokrasiye yöneltiyor, (bkz. Köylü ve bürokrasi, s. 137. Köylüye zulüm, s. 140-144)

• Folklor: Bir Kürt Beyi'nin vurulması üzerine yapılan cenaze töreni hazırlıkları, yakılan ağıtlar, töreler, bir tören misali yenen yemekler, ölünün gömülmesi... (bkz. s. 27-51).

• Topal Hacı Abbas Usta: Sait Faik'in Mercan Usta'sını sevenler Topal Hacı'yı da çok sevecekler. Nefis bir tip. Herhalde Kimsecik'in üçüncü kitabında gene karşılaşacağız onunla. Ne aradığını belki o zaman öğreniriz.

Daha çok yazmak isterdim Kale Kapısı üzerine... Sözgelimi, Mihail Bahtin'in Esthétique de la creation verbale adlı kitabından da yararlanarak özyaşamöyküsel romanda romancı ile roman kahramanı arasındaki ilişkiler üzerinde durabilirdim. Ama Prof. Sadun Aren'in 100 Soruda Ekonomi El Kitabı’nın düzeltileri beni bekliyor; yarın ve öbür gün o düzeltilerle uğraşmam gerekecek. Bu günlükleri de en geç ayın l0'unda dergiye ulaştırmamı istediler... Belki ilerde gene dönerim Kale Kapısı'na...

Page 221: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

220

Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme" ile "Türk

Roman ve öyküsü" Arasındaki "Tehlikeli İlişkiler" İstanbul, 5 Mart 1986 100 Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme adlı kitabım, 1981'de

yayımlanmıştı. O kitabın altmış sorusunu 1979- 1981 yıllarında yazmıştım. Nasıl yoğun bir çalışmaydı o! O çalışma gücünü bir daha bulabileceğimi pek sanmıyorum. Kitabın öteki kırk sorusu ise 1958-1978 yılları arasında yazdığım ya-zılardan seçilmişti: İncelediğim konuların, sorunların gerektirdiği ölçüde.

Türkiye'de Roman... için yankı uyandırmadı denemez; ama bu yankı, "Türkiye'de Roman Var mı?" başlıklı tek yazının uyandırdığı yankının yanında hiç kalır. Özellikle üniversite çevreleri kitabım karşısında mutlak bir suskunluğu seçtiler. Bu suskunluk yalnız beni şaşırtmadı; sözgelimi Prof. Dr. Emre Kongar da "...Toplumsal Değişme ve Türk Romanı adlı kitabı çok ciddi bir eleştiriye dayalı olan ama, yazarlık tarafı da ağır basan bir yapıttır," dedikten sonra sormak gereğini duyuyordu: "Şimdi bu kitap hakkında hiç kimse çıkıp da ciddi bir eleştiri yap-madı. Neden acaba?" (Sanat Olayı, Kasım 1984). Füsun Akatlı kitap hakkında yazdığı bir yazıda. Yaşar Kemal bir konuşmasında aynı konuya değindiler.

Oysa ilk kitabım, İnsan Tükenmez, bundan tam otuz yıl önce, 1956'da yayımlandığı zaman Prof. Dr. Mehmet Kaplan o kitap hakkında bir eleştiri yazmak gereğini duymuştu. "Otuz yılda çok şey değişdi; demek artık üniversite öğretim üyeleri bizim yazdıklarımızı okumuyorlar." diye düşünmüştüm. Meğer okuyorlarmış. Hem de nasıl! Ne var ki bunun farkına varmam beni sevindirmedi. "Üzüldüm" de diyemeyeceğim. Öfkelendim. Nedenini aşağıda okuyacaksınız.

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasında "Cumhuriyetin 60. Yılına Armağan" olarak yayımlanan kitaplardan biri. Doç. Dr. Olcay Önertoy1 un Türk Roman ve öyküsü adlı incelemesi. Kitabın arka kapağında sayın Önertoy için şu bilgiler veriliyor: "1934 yılında Ankara'da doğmuş, ilkokuldan sonra or-taöğrenimini Ankara Kız Lisesi'nde, yükseköğrenimini de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klasik Şark Dilleri Bölümü'nde tamamlamıştır. Asistan olduğu 1957 yılından beri aynı fakültede Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğretim üyeliği görevini sürdüren Önertoy, bir süre de Türk Dil Kurumu üyeliği yapmış ve Türk Dili dergisi yazı kurulunda görev almıştır."

Doç. Dr. Olcay Önertoy'un Edebiyatımızda Eleştiri - Tanzimat ve Servet-i Fünun

Page 222: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

221

Dönemleri adlı kitabını okumuş, Gösteri’nin Mayıs 1983 sayısında o kitaptan söz açmıştım. Türk Roman ve Öyküsü’nü ise geçen hafta okudum. Sayın Önertoy, doğrusu, beni çok şaşırttı. Benim 1981'de yayımlanan kitabımdaki birçok cümleyi 1984'te yayımlanan bir kitapta görmek, buna karşılık o cümlelerin benim kitabımdan alındığına dair bir tek dipnotu bile görememek, o cümleleri sayın Önertoy'un kendi düşüncesi gibi yazdığını görmek... Şaşırmazsınız da neylersiniz? Ve bu şaşırma nasıl öfkelenmeye dönüşmez? Aşağıda altı yazarın yedi kitabı hakkında Sayın Önertoy'un "intihal"lerini sergileyeceğim:

Page 223: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

222

1-Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u "Abdülhamit istibdadının son

yıllarının İstanbul'u, İkinci Meşrutiyet’le İttihat ve Terakkinin İstanbul'u, Mütareke yıllarının İstanbul'u" (F. Naci, s. 103)

‘Türkiye'de çalışmaktan usandığı

İçin çalışmak için Amerika'ya gider.” (F. Naci, s. 111)

‘’Belkıs. yozlaşan bir tabakanın

tipik bir örneğidir'' (F. Naâ s. 110) (İstanbul için. kısaca. Osmanlı

İmparatorluğunun yıkılışının ro-manı diyebiliriz. XIX. yüzyılın başlarında ülkeye iyice nüfuz et-meye başlayan Batı, önce bu geniş pazarı ucuz fabrika mallarıyla doldurmuş, sonra sermaye İhracına başlamıştı. (-.) Ülke, yavaş yavaş bir yan sömürge durumuna gelmişti. Abdülhamit, iç ve dış baskılar karşısında saltanatını korumak ve sürdürmek için baskıyı artırdıkça artırmıştı. Halkın en küçük direnmesi, aydınların özgürlükten yana tutumları şiddetle bastırılıyordu. 1908 hareketi mutlakıyeti yıkmış, özgürlük döneminin geldiğini ilin etmişti. Basın özgürlüğü, toplantı özgürlüğü vatandaşların tabiî hakları sayılmıştı(...) Ekonomik kalkınma gerçekleşmiyordu. Özgürlük söylevlerine rağmen halkın sefaleti, geriliği okuduğu gibi sürüp gidiyordu. Derken 31 Mart. Abdülhamit tahttan indirilir, yerine Sultan Reşat getirilir. 31 Mart,

"Romanda önce Abdülhamit İs-tibdat yönetiminin son yıllarındaki İstanbul'u, onu izleyerek İkinci Meşrutiyet’le İttihat ve Terakki İstanbul'unu, son olarak da Mütareke yıllarının İstanbul'unu buluyoruz.' (Önertoy,». 49-50)

'Türkiye'de çalışmaktan usandığı İçin Amerika'ya gider.” (Önertoy, s. 51)

"Belkıs, (...), toplumumuzda yoz-

laşan, çöken bir grubu simgeliyor." (Önertoy, s. 51)

“Osmanlı İmparatorluğu’nun çö-küşünü izlediğimiz roman Batı'nın ülkemiz üzerindeki etkilerinin artmaya boşladığı XIX. yüzyılın ilk yıllarındaki değişmelerle başlıyor. Yazar romanda İmparatorluğun yavaş yavaş bir sömürge durumuna gelişini, Abdülhamit'in iç ve dış baskıların etkisiyle saltanatını sürdürebilmek için baskıyı artırmasını, halkın bu baskıya gösterdiği küçük bir direnmenin, aydınların özgürlüğü isteyen tutumlarının şiddetle bastırılışını (...) 1908'de İkinci Meşrutiyet basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü gibi halkı sevindiren özgürlükleri getirir. İttihat ve Terakki’nin düşündüğü ekonomik kalkınma gerçekleşmediği için halkın içine düştüğü yoksulluk sürüp giderken 31 Mart olayı ile Abdülhamit tahttan indirilerek Sultan Reşat onun yerine getirilir. Özgürlük yeniden ortadan kalkar kadar İttihat ve Terakki 1918’e değin mutlak egemenliğini sürdürür.

Page 224: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

223

özgürlükleri kısıtlamak için iyi bir bahane olur(...) 1918’e kadar İttihat ve terakki’nin mutlak egemenliği sürer. (F. Naci, s. 105,106)

"Adnan'la Belkıs'ın çevresinde (..)

Mithat Cemal'in çok iyi tanıdığı bir çevrenin insanları: Konakların, köşklerin, yalıların insanları, Mithat Cemal, Abdülhak Şinasi Hisar’ların imrenerek yürekleri yanarak baktıkları konakların, yalıların, köşklerin gerçek yüzlerini gösteriyor; geçmişe imrenerek, özenerek değil tiksintiyle, öfkeyle bakıyor. (F. Naci, s. 104) '

Önertoy,». 51-52) Adnan'la Belkıs'ın çevresinde (..)

Mithat Cemal'in çok iyi tanıdığı bir çevrenin insanları: Konakların, köşklerin, yalıların insanları. Yazar, (...) o yılların konak, yalı, köşk yaşayışını veriyor. Mithat Cemal, bu yaşayışa, Abdülhak Şinasi Hisar’da gördüğümüz gibi özlem duymuyor. Aksine genellikle ahlak çöküntüsü içinde olan bu insanların yaşayışlarından duyduğu tiksintiyi yansıtıyor. (Onertoy, s. 52)

"2 Nahid Sırrı Örik’in Sultan Hamid Düşerken'i -Mehmet Şehabettin Paşa,

Osmanlı bürokrasisinin son döneminin tipik bir örneği." (F. Naci s.113)

‘’Nahid Sırrı, Şehabettin Paşa’daki ‘’mevki tutkusu’’nu büyük bir ustalıkla anlatır. Yalısından ‘’güzel, mavi denizi, karşı kıyının dağlarını ve yalılarını, elinde dürbün’’ seyreden bu seksen üç yaşındaki ihtiyar, ‘’İstanbul’un herhangi bir nezaretinin loş ve havası bozuk odasında, ama bir nâzır koltuğu işgal ederek oturmak, el pençe divan girip çıkacak memurların getirecekleri tatsız tuzsuz, tezkereleri ilk satırından son satırına kadar bıkmadan, üşenmeden, bezmeden okumak mutluluğunu, içinde sonsuz bir özlemle’’(s.112) düşünür (F. Naci s.114)

Mehmet Şehabettin Paşa,

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde tipik bir paşa..." (F. Naci s.113)

‘’... Şehabettin Paşa’nın bu tutkusunu yazar şu satırlarla okuyucuya duyurur: ‘’Yalısında, ‘’güzel, mavi denizi, karşı kıyının dağlarını ve yalılarını, elinde dürbün’’ seyreden bu seksen üç yaşındaki ihtiyar, ‘’İstanbul’un herhangi bir nezaretinin loş ve havası bozuk odasında, ama bir nâzır koltuğu işgal ederek oturmak, el pençe divan girip çıkacak memurların getirecekleri tatsız tuzsuz, tezkereleri ilk satırından son satırına kadar bıkmadan, üşenmeden, bezmeden okumak mutluluğunu, içinde sonsuz bir özlemle...’’ (s.58)

Page 225: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

224

- Okurların kolaylıkla farkedecekleri gibi benim kitabımdaki "yalısından",

"seyreden bu seksen üç yayındaki ihtiyar" sözcükleri Mithat Cemal'in değil Fethi Naci'nindir; iki ayrı sayfadan alıntıladığım parçaları birleştirebilmek için bu sözcükleri eklemek gereğini duymuştum. Evet, İki ayrı sayfadan: çünkü "güzel, mavi denizi, karşı kıyının dağlarını ve yalılarını, elinde dürbün” sözcükleri. Doç. Dr. Olcay Önertoy'un kitabında 42 nolu dipnotuyla belirttiği gibi, 112. sayfada değildir, 111. sayfadadır! Bunun için. Doç. Dr. Olcay Önertoy'un yaptığı Nahid Sırrı Örik'ten "alıntı" değil. Fethi Naci'den "çalıntıdır.

Benim kitabımda yukardaki alıntıdan hemen sonra bir alıntı daha vardır "..aşağılama ve horlama amacıyla da olsun, adını gazete sütunlarında görmek kendisini mutlu" CN. S. Örik, s. 98) eder, Önertoy, sayfa numaralarını şaşırdığı o alıntıdan hemen sonra şöyle diyor: "Bu özlem içinde olan Paşa kendisini aşağılamak için yazılan yazılarda bile olsa gazete sütunlarında adını görmekten da büyük mutluluk duyar.” (Önertoy, s. 58). Açıklamaya gerek var mı?

Page 226: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

225

3-Yaşar Kemal'in Yusufçuk Yusuf'u:

"...tarımdan para kazanan ağaların -Demokrat Parti'nin de kredi yardımlarıyla- sanayi alanına ya- tırım yapmalarını anlatıyor..." (F. Naci, a. 298) "Öyle ki, kan davası güden bu iki ağanın çocukları aynı şirketin idare meclisinde bir araya gelince sarmaş dolaş olabiliyorlar. Ya-şar Kemal'in romanında gösterdiği en önemli toplumsal değişme, bu." (F. Naci, s. 298)

"Tarımdan para kazanmaya alışan ağalar, Demokrat Parti'nin destekleriyle kredi alıp sanayi alanında yatırım yapmaya başlıyorlar." (Önertoy, s. 114) "Yaşar Kemal, romanda bu değişmeye bağlı olarak toplumda ortaya çıkan önemli bir değişikliğe dikkatleri çekiyor. Aralarındaki kavga kan davasına kadar büyüyen iki ağanın çocuktan aynı şirketin idare meclisi üyesi olarak görev alıp uyum içinde çalışabiliyorlar." (Önertoy, s. 114

4-Fakir Baykurt'un Kaplumbağalar’ı "Kaplumbağalar, Türk köylüsünün yaratıcı gücüne inancın romanıdır." (F. Naci, s. 304) yapıttır."

Kaplumbağalar, Türk köylüsünün yaratıcı gücünü (...) yansıtan bir yapıttır." (Önertoy, s. 128)

5- Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı’sı "İki ayrı çizgi üzerinde gelişiyor Büyük Gözaltı: Bir yanda İşkence odasındaki tutuklu ve çevresi; bir yanda, bu tutuklunun geriye dönüşlerle anlattığı çocukluğu, ailesi, akrabaları, okul ve öğrenci sevgisi, bitmez tükenmez sevgi arayışları (F Naci s.414) ‘’...romanın bu iki çizgesi bir paralelin iki çizgisine benziyor: kesişmiyor birbiriyle...(F.Naci s. 415)

"...Büyük Gözaltı iki çizgide gelişen bir romandır. Romanda (...) işkence odasına konulan bir tutuklu ile çevresindekiler;... Romanda ayrıca bu insanın geriye dönüşlerle anlattığı çocukluğu, ailesi, yakınları üzerinde durulur. (Önertoy s.209) Birbirine karışmadan romanın sonuna değin uzanan bu çizgiden ...(Önertoy s.209)

Page 227: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

226

6- Ferit Edgü’nün Kimse’si ve O’su "Ferit Edgü, köy gerçekliğini köy insanlarını 'Bir objektif gibi' anla-tıyor Duygulanmalardan uzak,..." (F. Naci, s. 312) "Köyün en büyük sorunu hastalık ve ilâç." (F. Naci, s. 313) "Muhtar'ın istediği tek şey çocuklara dil öğretmektir." (F. Naci, s. 313) "...çocuklara bir şeyler öğretebilmek, köylülerle iletişim kurabilmek için, yararlı olmak için dinden geleni yapar." (F. Naci, s. 314) “Kimse'de içe yönelik, kendine, kendi yalnızlığına yönelik. Anılar. Geçmişi. Oysa O'da dış gerçeklik (...) ağır basıyor." (F. Naci, s. 314) "Ferit Edgü'nün iki romanı da aydın-köylü ilişkisine yeni bir yaklaşım getiriyor..." (F. Naci, s. 314)

duygularına kapılmadan, nesnel olarak köy gerçeklerini yansı- tışı..." (önertoy, s. 211) "...köylülerin en büyük sorunla-rından biri olan sağlık konusu..." (Önertoy, s. 211) "Kendisinden en çok istenen şey, çocuklara (...) Türkçe öğretmesidir." (Önertoy, s. 211) "Çocuklarına bir şeyler öğretirken, köylülerle de iletişim kurabilmek, onlara yardıma olabilmek için çabalayan öğretmenin..." (Önertoy, s. 211) "Kimse’de daha çok yalnızlığını yaşayan, kendi kendisiyle konuşup dertleşen öğretmen, O'da içine kapanıklığından sıyrılmış, dışa ve gerçeğe dönmüş bir aydın olarak görünür." (Önertoy, s. 211) "Ferit Edgü'nün (...) bu romanları, aydın-köylü ilişkisine yeni bir yaklaşım getirmiştir." (Önertoy, s. 211)

Page 228: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

227

Sayın Önertoy, kitabımı talan etmiş, babasının malı gibi kullanmış; bir dipnotu bile düşmek gereğini duymamış. Oysa kitabında birtakım dipnotları var. Ben o kitabı elbette okurlar yararlansın diye yazdım; ama Önertoy'lar talan etsin diye değil!

Sayın Önertoy'un "intihal"leri apaçık ortada. Üniversitelerde ya da fakültelerde hangi kurullar bu "intihal’’lerle

ilgileniyor? Eskiden bir "profesörler kurulu' vardı; dün akşam telefon ettiğim bir doçent arkadaşım, şimdi bu işe "fakülte kurulu"nun baktığını söyledi. Öyleyse benden bir soru Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Fakülte Kurulu'na: Doç. Dr. Ol-cay Onertoy'un "intihallerini gözlerinizin önüne serdim; ne yapacaksınız bu durumda?

Bu soruyu, yapacağınızı önemsediğim için sormuyorum. Ama biliyorum ki bu olgu ("intihal") ve bu soru karşısında bocalamaya başlayacaksınız; ben de uzaktan uzağa bu durumunuzu seyrederek keyifleneceğim. Böylece belki üniversitelerden uzaklaştırılan bazı sevgili dostlarımın öcünü alacağım.

Page 229: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş

228

Page 230: Fethi Naci’nin YKY’deki - ekitaparsivi.comekitaparsivi.com/uploads/kitap/20160128/o_002438_2013-01-06-221203_e... · notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş