T.C.
ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
TASAVVUFTA SABIR VE ŞÜKÜR ANLAYIŞI
(YÜKSEK LİSANS TEZİ)
HAZIRLAYAN DANIŞMAN Yakup YÜKSEL Prof. Dr. Erhan YETİK
SAMSUN-2006
II
T.C.
ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
TASAVVUFTA SABIR VE ŞÜKÜR ANLAYIŞI
(YÜKSEK LİSANS TEZİ)
HAZIRLAYAN DANIŞMAN Yakup YÜKSEL Prof. Dr. Erhan YETİK
SAMSUN-2006
III
T.C.
ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜ
Bu çalışma, jürimiz tarafından TEMEL İSLAM BİLİMLERİ
Anabilim Dalı’nda YÜKSEK LİSANS tezi olarak kabul edilmiştir.
Başkan: ………………………………..
Üye: …………………………………...
Üye: ……………………………….......
Onay:
Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu
onaylarım.
……/……/2006
IV
ÖNSÖZ
Tasavvuf düşüncesi, ortaya çıkışından bu yana dînî hayatın ve
kültürün ayrılmaz bir parçası ve insanların ilgi odağı olmuştur. Bugün de
gerek düşünce yapısı, gerek hayat tarzı, gerekse terbiye biçimi olarak ilgi
çekmekte ve çeşitli tartışmalara konu olmaktadır.
Tasavvuf, özgün öğretisi ve yöntemi olan bir disiplin olarak
Peygamberî ahlakı örnek alan, Allah ve Peygamberi sevmekle bütün
insanları sevmeyi hedefleyen, insanlara hizmet etme anlayışını ibadet
telakki eden bireyler yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Bu itibarla fertler
tarafından olumlu görülen duygu, düşünce ve davranışların daha da
geliştirilmesi veya beğenilmeyen olumsuzlukların düzletilmesi tasavvufun
konusu olmuştur.
Bu noktada zühd, tevbe, ihlâs, tevekkül, rıza vb. gerek olumlu
görülen, gerekse hased, riya, kibir, vb. hoşa gitmeyen ahlak kavramlarıyla
aralarında sıkı bir ilişki bulunan tasavvuf, ahlakî boyutu ile bireylerin
topluma kazandırılmasında göz ardı edilmemesi gereken ve insanlığa mâl
olmuş bir ilim dalıdır. Hatta o kadar ki zaman içerisinde ahlakî konulara
verilen ağırlık nedeniyle tasavvuf, ahlakla özdeşleştirilmiş ve tasavvuf
kültürüyle bir ahlakî yapılanma olarak tanımlanmıştır.
Özellikle h. II. asırla başlayan zühd dönemi, sonraki yıllarda
tasavvuf ve tarikatlar dönemleriyle daha da belirginleşerek günümüze kadar
varlığını devam ettiren bu yaklaşım içerisinde, hiç şüphesiz kendisine konu
edindiği ahlak kavramlarının yeri küçümsenemeyecek kadar büyüktür. Biz
de bu münasebetle, çalışma konusu olarak fertlerin duygu, düşünce ve
V
kişiliklerinin şekillenmesinde önemli bir yeri olan, diğer ahlak
kavramlarının büyük bir çoğunluğu ile de aralarında göz ardı edilemez bir
bağ bulunan sabır ve şükür kavramlarının tasavvufî açıdan araştırılmasını
uygun gördük.
Hiç şüphesiz, böyle müstakil bir çalışma içerisinde konunun bütün
yönleriyle ele alınması mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle
çalışmalarımızı, tasavvuf düşüncesinin kendisini gösterdiği, kavram olarak
ilk kullanılmaya başlandığı ve özellikle sabır ve şükür kavramlarının
yanında yukarıda bazılarının adlarını zikrettiğimiz pek çok ahlak
ifadelerinin de tanımlarının yapıldığı, orijinal yaklaşımların üretildiği, zühd
ve tasavvuf mekteplerinin kurulduğu ve ağırlıklı olarak ahlakî kavramların
ele alındığı tarikatlar öncesi döneme yoğunlaştırdık.
Mutasavvıfların, bu iki kavramı nasıl anladıkları ve yaşadıkları hâle
göre nasıl ifade ettikleri doğrultusunda yaptığımız bu çalışmamız, üç
bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümü, yapılan bu çalışmanın önemi, amacı
ve yöntemi ile birlikte kaynakların nasıl kullandığına dair bilgiler
içermektedir. Birinci bölümde, sabır kavramının lügat ve terim anlamlarının
yanında Kur’an’da ve hadiste bu kavrama yüklenilen anlamlar ile
mutasavvıfların görüşleri doğrultusunda sabrın çeşitleri, en çok sabredilmesi
gereken hususlar, sabrın dereceleri ve sabrın ilişkili olduğu bazı kavramlar
ile münasebetlerine yer verilmiştir.
İkinci bölümde şükür konusu benzer bir metodla işlenmiş ve birinci
bölümden farklı olarak şükrün keyfiyeti ile en çok şükredilmesi gereken
hususlar üzerinde durulmuştur.
VI
Üçüncü bölümde ise zühd dönemi ele alınarak Hz. Peygamber, dört
halife ve tâbiîn dönmelerinden bu dönemin yapısına uygun bazı örnekler
verilmeye çalışılmıştır. Bunun yanında tasavvuf dönemi ile ilgili yine
mutasavvıfların görüşleri doğrultusunda sabır ve şükür anlayışları gerek
tanım gerekse anlayış olarak değerlendirilmiş; sabrın ve şükrün makam mı,
hâl mi olduğu konusu işlenmiş ve fazîlet yönünden bu iki kavram
karşılaştırılmaya çalışılmıştır.
Çalışmalarımız esnasında destek, teşvik ve yardımlarından dolayı
kıymetli hocamların Prof. Dr. Erhan Yetik ile Dr. Ali Bolat’a teşekkürlerimi
bir borç bilirim.
Yakup YÜKSEL
2006
VII
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ: ……………………………………………………………… IV
İÇİNDEKİLER: ……………………………………………………… VII
ÖZET: ………………………………………………………………… X
ABSTRACCT: ………………………………………………………. XI
KISALTMALAR: …………………………………………………… XII
GİRİŞ:
A. Araştırmanın Önemi: …………………………………….. 1
B. Araştırmanın Amacı: …………………………………….. 3
C. Araştırmanın Yöntemi: …………………………………... 3
D. Kaynakların Değerlendirilmesi: …………………………. 4
BİRİNCİ BÖLÜM
TASAVVUFTA SABIR ANLAYIŞI:
1.1. Sabrın Lügat Anlamı: …………………………………………… 6
1.2. Sabrın Terim Anlamı: ……………………………………..…… 9
1.3. Kur`an’da Sabır Anlayışı: ………………………………………… 14
1.4. Hadislerde Sabır Anlayışı: …………………………………..……. 19
1.5. Sabrın Çeşitleri: ……………………………………….…………. 24
a) Bedenle İlgili Konularda Sabır: ……..………………. 25
b) Nefsin Arzuları Konusunda Sabır: ……………………. 28
1.6. Sabredilmesi Gereken Hususlar: …………………………..……. 29
a) Allah’a İbadet ve İtaatte Sabır: …………...…………. 30
b) Haram ve Yasaklara Karşı Sabır: …………….……… 32
c) Allah’tan Gelen Bela ve Musibetlere Karşı Sabır: .….. 34
d) İnsanların Kötülüklerine Karşı Sabır: ……………..….. 40
VIII
e) Nimetlere Şükür Konusunda Sabır: …….…………….. 43
1.7. Sabrın Dereceleri: ………………………………………..………. 46
a) Sabır billâh: …………………………………………… 47
b) Sabır lillah: …………………………………………… 48
c) Sabır ma`allah: ……………………………………….. 49
d) Sabır fillah: ……………………………………………. 51
e) Sabır ‘anillah: ………………………………………… 52
1.8. Sabırla İlişkili Kavramınlar: …………………………………….... 53
a) Sabır-Fakr: ……………………………………………. 54
b) Sabır-Zühd: ……………………………………………. 55
c) Sabır-İhlas: ……………………………………………. 56
d) Sabır-Rıza: …………………………………………….. 56
e) Sabır-Tevekkül: ………………………………………. 58
İKİNCİ BÖLÜM
TASAVVUFTA ŞÜKÜR ANLAYIŞI:
1.1. Şükrün Lügat Anlamı: ………………………………….…………. 60
1.2. Şükrün Terim Anlamı: …………………………………………….. 61
1.3. Kur’an’da Şükür Anlayışı: ………………………………………... 67
1.4. Hadislerde Şükür Anlayışı: ………………………………..……… 71
1.5. Şükrün Çeşitleri: ………………………………………………….. 74
a) Dilin Şükrü: …………………………………………… 74
b) Bedenin Şükrü: …………………………………...……. 75
c) Kalbin Şükrü: …………………………………….……. 76
1.6. Şükrün Keyfiyeti: …………………………………….…………… 79
a) Şükrün Gerçekleşmesinde İlim (Bilgi) Unsuru: ……...... 79
IX
b) Şükrün Gerçekleşmesinde Hal (Tavır) Unsuru: …….…. 80
c) Şükrün Gerçekleşmesinde Amel (Davranış) Unsuru: …. 81
1.7. Şükredilmesi Gereken En Önemli Nimetler: ………….………..…. 82
1.8. Şükür-Hamd İlişkisi: ………………………………………….……. 85
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TARİKATLAR ÖNCESİ DÖNEMDE SABIR VE ŞÜKÜR
KAVRAMLARINA YÜKLENİLEN ANLAMLAR:
1.1. Zühd Döneminde Sabır ve Şükür Anlayışları: …………………….. 90
1.2. Tasavvuf Döneminde Sabır ve Şükür Anlayışları: ……………….. 97
1.3. Sabır ve Şükrün Ortak Yönleri: ………………………………..…. 104
1.4. Bir Makam Olarak Sabır ve Şükür: ………………………………. 107
1.5. Fazilet Yönünden Sabır ve Şükür: ……………………………...… 112
SONUÇ: ……………………………….………………………...……. 117
BİBLİYOGRAFYA: ……………….….… ……………………….… 119
X
ÖZET
Sosyal yaşantının ve dînî hayatın ayrılmaz bir parçası olan tasavvuf
düşüncesi, tarihî seyir içerisinde özgün öğretisi ve yöntemi ile kendisine
peygamberî vasıfları örnek alan bireyler yetiştirmede etkili bir disiplin
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kişilik gelişimine verdiği önem ve ahlakî boyutuyla fertlerin
topluma kazandırılmasında olumlu görülen duygu, düşünde ve davranışların
geliştirilmesi ile beğenilmeyen olumsuzlukların düzeltilmesini kendisine
konu edilen tasavvuf, zaman içerisinde toplumda kabul gören ahlak
anlayışlarıyla bütünleşmiş ve özdeşleşmiştir. Özellikle belirginleşmeye
başladığı h. II. asırdan günümüze kadar varlığını devam ettiren bu yaklaşım,
pek çok ahlak kavramını özgün bir yaklaşımla ele alarak açıklamaya
çalışmıştır.
Bu çalışmada, orijinal yaklaşımların üretildiği, zühd ve tasavvuf
mekteplerinin kurulduğu, gerek olumlu gerekse olumsuz çeşitli ahlak
kavramları hakkında yorumların yapıldığı tarikatlar önsesi dönem
incelenerek sabır ve şükür kavramlarına yüklenilen anlamlar araştırılmaya
çalışılmıştır.
Ayrıca bela ve musibet, itaat ve ibadet ile nimet ve ihsanlara karşı
bireylerden beklenen ahlakî olgunluk örnekleri yanında, bu durumlara karşı
takınılması gereken tavırlara da değinilmiştir.
XI
ABSTRACT
Sufistic thought is inseparable part in social and religious life.
Throughout history it has become to take example Prophet’s attributes an
effective discipline by original doctrine and method.
Sufism has been chosen major subject that gives important to
personality development and seeing positive improve of emotion, thought,
attitude with ethical dimension and correct disfavor attributes. By and by
Sufism is acceptable, united and identified in society with its ethic
understandings. Particularly it approaches to explain much moral concepts
by different aspects from second/eighth century to nowadays.
In this study I have researched the meaning of sabır (patience) and
şükür (praise) before Tariqat period that made original approaches,
established zuhd and sufist schools, interpretations about either positive or
negative several moral concepts
Furthermore we deal with that calamity and tribulation, obedience
and worship, blessings and favors, besides ripeness morally examples and
showing attitudes against these conditions.
XII
KISALTMALAR:
a.g.e. :Adı geçen eser
a.g.m. :Adı geçen makale
AÜB :Ankara Üniversitesi Basımevi
a.s./ s.a.v. :Alayhi’s-Selâm / Sallallahu Aleyhi ve Sellem
b. : İbn, bin
çev. :Çeviren
DİA :Diyanet İslam Ansiklopedisi
DİD :Diyanet İlmi Dergi
h. :Hicrî
haz. :Hazırlayan
Hz. :Hazreti
İFAV :Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
iht. :İhtisar eden
İst. :İstanbul
nşr. :Neşreden
ö. :Ölüm tarihi
ö.? :Ölüm tarihi belli değil
sad. :Sadeleştiren
tah. :Tahkik eden
TDK : Türk Dil Kurumu
trc. :Tercüme
trs. :Tarihsiz
TTK :Türk Tarih Kurumu
vb. :ve benzeri
vs. :ve saire
GİRİŞ
A. Araştırmanın Önemi:
İnsanlık tarihi boyunca bütün toplumların bir takım değerleri ve
ahlak kuralları olmuştur. Bu kurallar çoğu zaman başka toplumlarca da
benimsenebilecek özellikler ve güzellikler içerebilmektedir. Bunun yanında
fert ve toplumların geliştirdikleri ve zaman içerisinde dejenere olmaktan
kurtulamayan bazı ahlak kurallarının da günün şartlarına göre yeniden
tanımlanması, şekillenmesi ve kaybolan çizgilerinin yeniden belirlenmesi
bir zorunluluk olarak karşımızdadır.
2
Bazı ahlak kurallarının şekillenmesinde sosyal ve kültürel yaşantının
yanında, bireylerin doğasında bulunan inanç ihtiyaçlarına cevap veren dinin
payı hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Çünkü Hz. Muhammed ve ondan
önce gönderilen her peygamber, yaşamlarında en güzel ahlak örnekleri
sergilemişlerdir. Tasavvufî açısından bakıldığında ise yaşanarak ortaya
konulan bu ahlakî modeller, herkes için güzel bir örnek olmuş;
mutasavvıflar da nimet, ibadet ve musibetlerle ilgili insandan beklenilen
sabır ve şükür konusunda bulundukları ahlakî olgunluğu gerek söz, gerekse
hâl olarak ellerinden gelenin en iyisiyle ortaya koymaya çalışmışlardır.
Nimet ve ihsanlara karşı şükür, bela ve musibetler ile ibadetlere karşı
sabır göstermesi istenilen kulun, bu tür anlayışlarla kişiliğinin şekillenmeye
başladığı çocukluk döneminden itibaren tanışmaya başladığı görülmekte ve
bu modelleri doğru ve düzgün bir şekilde öğrenmesi gerekmektedir. Çünkü
bu ahlakî davranış modelleri kalıcı ve sürekli sahip olunması gereken ahlakî
değerler olup, bunların tek başına öğrenilmesi ve kazanılması da oldukça
zordur. Günümüz toplumunda ebeveynlerden çok gerek kültürel ve
ekonomik, gerekse toplumsal yaşantının bireyler üzerinde oldukça etkili
olduğu görülmektedir. Özellikle çocuklar konusunda daha hassas
davranılması ve her toplum tarafından kabul görmüş, çağdaş pedagojik
yaklaşımları da dikkate alarak örf ve adetlerden süzülerek gelen, bireylerin
yararına olduğu tartışılmaz olan güzel ahlak örneklerinin önce ailede
sergilenmesi gerekmektedir.
Bu itibarla, bireylerin ahlakî kişilik gelişimlerinin istenilen ölçülerde
olabilmesi açısından gerek gıybet, yalan, hased, kibir gibi olumsuz
3
değerlerin gerekse fakr, tevazû, ihlas, rıza, sabır ve şükür gibi olumlu ahlakî
değerlerin de iyi tetkik edilmiş olması gerekli görülmektedir.
B. Araştırmanın Amacı:
İnsanlar, yaşamlarını her ne kadar toplum içerisinde devam ettirseler
de bu yaşamları kimi zaman ferdî olarak sürmekte, olumlu ya da olumsuz
söz, fiil ve eylemlere karşı tek başlarına kalmak durumundadırlar. Nasıl ki
kanaat, sadâkat, tevazû gibi ahlakî değerler bireyin bizzat kendisinden
beklenen davranışlarsa; musibet ve ibadete sabır ile nimetlere karşı şükür de
kuldan bireysel olarak beklenen davranışlar arasındadır.
Tarih boyunca özellikle tasavvufî öğretinin, dini hayat ile sosyal
yaşantının şekillenmesinde bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak önemli
etkileri olmuştur. Toplumun büyük çoğunluğu olmasa bile pek çok insan,
tasavvufî-zühdî yaşantıdan etkilenmiş ve bunu, bir yaşam biçimi olarak
benimsemiştir.
Bu çalışma ile ilk zahidlerden başlanarak tasavvuf döneminde sabır
ve şükür anlayışlarının dini-sosyal yaşantı içerisinde nasıl anlaşıldığı
araştırılmaya çalışılmıştır.
C. Araştırmanın Yöntemi:
Bu çalışma, tasavvufun bir ilim olarak temellerinin atıldığı zühd
dönemi ve daha çok tasavvuf dönemini içerisine almaktadır. Araştırılması
gereken konunun iki kavram olması ve dönemin de özellikle tarikatlar
öncesi döneme uzanması nedeniyle yararlanılan eserler daha çok lügatlar ve
tabakât kitapları olmuştur. Bu noktada en eski kaynaklara ulaşılmış,
tasavvufun temel klasikleri taranarak mutasavvıfların bu iki kavram
4
hakkında yaptıkları tanımlar, gruplamalar ve değerlendirmeler, kaynak
taraması metodu ile bir araya getirilmeye çalışılmıştır.
Tasavvufta sabır ve şükür anlayışına geçmeden önce konunun daha
iyi anlaşılması için Kur’an Kerim’de sabır ve şükür ile ilgili ayetlerin
yüklendikleri çeşitli anlamlar açısından daha çok Kuşeyrî’nin Letâifu’l-
İşârât adlı tefsiri ile İsmail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyan Tefsiri
incelenmiş, biri eski diğeri muahhar olması nedeniyle bu iki kaynağa
ağırlıklı olarak yer verilmiştir. Hadisler konusunda ise başta Sahihayn
olmak üzere çeşitli hadis kitaplarından yararlanılmıştır.
Ayrıca sûfîlerin hal tercümeleri ve ilk devir sûfî hareketleri ile
ıstılahlar konusunda yine kronolojik sıra içerisinde sûfî tabakât kitapları ve
tasavvuf ıstılahlarından söz eden eserlerden yararlanılmıştır. Bu arada
Klasik kaynaklar yanında çalışmamıza alınmasıyla katkı sağlayacağını
düşündüğümüz bazı tasavvuf tarihi eserleri ile makalelerden de istifade
edilmeye çalışılmıştır.
Sonuç olarak kaynak taraması, bilgi toplama ve değerlendirmede
bulunma yöntemleriyle çalışma gerçekleştirilmiştir.
D. Kaynakların Değerlendirilmesi:
Bu çalışma, sabır ve şükür kavramlarına tarikatlar öncesi dönemde
yüklenilen anlamların araştırılması amacına dayanmaktadır. Bu itibarla
başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere ilk önce ayeti kerimelerde sabır ve şükür
kelimelerine yüklenilen anlamlar araştırılmış, daha çok Letâifü’l-İşârât ile
Ruhu’l-Beyan tefsirlerinde bela ve musibetler için sabır, nimetler için şükür
tavrının sergilenmesi gerektiği görülmüştür.
5
İkinci olarak Hz. Peygamberin hadisleri, temel altı hadis kitabı başta
olmak üzere konu ile ilgili Beyhakî, Nisâburî, Münâvî, Suyûtî gibi
hadisçilerin de eserleri incelenmiş ve bu iki kavrama daha çok ayeti
kerimelerde geçen anlamların yüklendiği tespit edilmiştir. Ayrıca Hz.
Peygamberin yaşantısından bazı sabır ve şükür örnekleri verilmeye
çalışılmıştır.
Tasavvufta sabır ve şükür kavramlarına ayet ve hadisler ışığında
yüklenilen anlamların tespiti için önce lügatlere başvurulmuştur. Özellikle
Herevî’nin Menâzili’s-Sâirîn’i ve Tilimsânî’nin Şerhu Menâzili’s-Sâirîn adlı
eserleri ile tasavvuf ıstılahlarından söz eden temel eserlere inilmeye
çalışılmıştır. Taarruf, Kuşeyri Risâlesi gibi sûfîlerin hal tercümeleri yanında
Kûtü’l-Kulûb, İhyâ-u Ulûmiddîn gibi ıstılahlara da yer veren eserler
incelenmiş, ayrıca günümüz tasavvuf terimleri sözlükleri ile bazı Türkçe
sözlüklerden de istifade edilmiştir.
Sabır ve şükür kavramlarının tasavvufî açıdan değerlendirilebilmesi
için sûfî tabakât kitaplarına taranmıştır. Bu noktada Sülemî’nin Tabâkât’ı en
eski eser olması açısından esas kabul edilmiş, ayrıca sahabe hayatlarına yer
veren Hılyetü’l-Evliyâ ve Cemheratü’l-Evliya gibi kaynaklara da müracaat
edilmiştir. Ayrıca yakın zamana ait tasavvuf kitaplarının yanında zühd ve
tasavvuf dönemlerinde yaşamış bazı müstakil sûfî hal tercümeleri içeren
eserler ile konuya ışık tutabileceğini düşündüğümüz bazı makale, inceleme
yazıları ve ansiklopedik kaynaklardan da yararlanılmaya çalışılmıştır.
6
BİRİNCİ BÖLÜM:
TASAVVUFTA SABIR ANLAYIŞI:
1.1. Sabrın Lügat Anlamı:
“s-b-r” kökünden mastar olan sabır kelimesi sözlükte hapsetmek,
tutmak, birini bir şeyden alıkoymak, dayanmak, kefil olmak, cüret ve
şecaat1 anlamlarına gelmektedir.
Bunun yanında gelecek olan bir şey için acele ve telaş etmeyip
beklemek, sükûnet, huzur, dinginlik, sebat, metanet, kendine hâkim olma,
kendini tutma, birini bir şeyden alıkoyma, hapsetme,2 bir yere hapsederek
öldürme, başa gelen acıya karşı telaş ve üzüntü göstermeyip dayanma,3
dayanıklılık, sızlanmamak,4 yakınmamak, kendine acındırmamak,5 itidali
muhafaza etmek, kolayca vazgeçmemek,6 tahammül,7 ağrı ve acıya dişini
sıkmak, edebi bozmamak, her şeye rağmen yaşamak, sıkıntı ve belalara
sızlanmayı terk etmek,8 kızgın davranışlara girmemek, dili şikâyetten
1 İbn Manzur Ebü’l-Fazl Cemâlüddin Muhammed el-Ensârî, Lisânü’l-Arabi’l-Muhît, haz.
Yusuf Hayyat-Nedim Mer’aşlî, Dâru Lisâni’l-Arab, Beyrut, trs. II, 402; Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyan an Te’vîli Ayi’l-Kur’an, Mısır, 1954, I, 2/253; Muhâsibî, Hâris b. Esed (ö. 243/857)i er-Riâye li-Hukûkillah, Nefis Muhâsebesinin Temelleri, çev. Filiz Şahin-Hülya Küçük, İnsan yayınları, İst. 1998, 241; Afîfu’d-Dîn Süleyman b. Ali Tilimsânî (ö. 690/1291), Şerhu Menâzili’s-Sâirîn ile’l-Hakki’l-Mübîn, I-II, nşr, Abdulhafîz Mansur, Emir Matbaası, İran, 1371, I, 219.
2 Ebü’l-Kasım Abdülkerim b. Hevâzin el-Kuşeyri, Letâifu’l-İşârât, II. Baskı, Mısır, 1981, I, 224; Ebû İsmâil Abdullah b. Muhammed El-Ensârî Herevî, “Menâzili’s-Sâirîn”, I, Matbaatü’s-Saade, Mısır, 1908, 20.
3 Büyük Türk Sözlüğü, haz. Muharrem Ergin, Hayat yayınları, İst. trs.1023. 4 Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, tah. Nureddin Şerîbe, Mektebetü’l-
Hâncî, 3. baskı, Kahire, 1986, 32. 5 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet yayınları, 2. baskı, İst. 1996,
446. 6 Toshihiko İzutsu, Kuran’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz, Pınar
yayınları, 2. baskı, İst. 146. 7 Ebû Hâmidî Muhammed b. İbrahim Feridüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliya, trc. Süleyman
Uludağ, Erdem yayınları, 2. baskı, İst. 1991, 832. 8 Hasan Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar neşriyat, İst.1994,
179.
7
uzuvları yanlış hareketlerden korumak,9 kader ve kazaya teslimiyet, benliğin
zorluklara tahammülü, işin sonunu gözlemek, dili korumak, öfkeyi yenmek
ve kanaat anlamlarında da kullanılmaktadır. Tadı zehir gibi acı olan “sabır
otu”10 da aynı kökten türemiş bir kelimedir.
Sabır kavramı kelime olarak ele alındığında, başa gelen herhangi bir
olay karşısında itidal ile dayanıklılık gösteremeyen ve kolaylıkla öfkeye
kapılıp şiddete başvurmak demek olan “c-z-`a”’nın tam zıddıdır. Bu ise
sabrın, belalar ve acılar karşısında orta yolu muhafaza etmesi ve hangi
zorlukla karşılaşılırsa karşılaşılsın kişinin bulunduğu hal üzere sebat
göstermesi gerektiği anlamını taşımaktadır. Nitekim bu iki kavram “Şimdi
sabırsızlansak da (جزعنا cezi`nâ), sabırlı olsak da (صبرنا sabernâ) bizim için
aynıdır”11 ayetinde bu anlamlarıyla kullanılmıştır.
Ayrıca sabredilecek herhangi bir durum karşısında dişini sıkıp
dayanana “sâbir” (sâbirûn, sâbirât); sabretmeyi tabiatıyla bütünleştirmiş
olan kimseye “mustabir”;12 sabır konusunda tam bir vicdan rahatlığına ermiş
bulunana “mütesabbir”; bu hususta hiç zorlanma hissetmeyene “sabûr”;13
musibetlere sabredip nimetlere çokça şükredenlere özgü vasıflara sahip
9 Bkz. Ali b. Muhammed eş-Şerif Cürcânî, Ta’rifât, tah. İbrahim el-Ebyârî, Dâru’l-
Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1405, 57; Süleyman Ateş, İslam Tasavvufu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İst. 1992, 300.
10 Bkz. İbrahim Canan, Kütübü’s-Sitte (Hadis ansiklopedisi), Akçağ yayınevi, İst. 1993, IX, 183-185; Ali b. Emrullah Muhammed Hamidî, İslam Ahlakı, Hakikat yayınları, İst. 1996, 520; Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, Seha neşriyat, İst. 81; Erhan Yetik, İsmail-i Ankaravi Hayatı Eserleri ve Tasavvufi Görüşleri, İşaret yayınları, İst. 1992, 205; Yaşar Nuri Öztürk, Kuran ve Sünnete Göre Tasavvuf, Yeni Boyut yayınları, İst. 1997, 163.
11 Kur’an, İbrahim (14): 21. 12 Ebû Bekr Muhammed el-Kelâbâzî, et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, haz.
Süleyman Uludağ, Dergah yayınları, 2. baskı, İst. 1992, 143. 13 el-Kelâbâzî, a.g.e., 143.
8
olanlarla herkesin sabrettiği şeylerden daha ağırlarına göğüs gerenlere ise
“sabbâr”14 denilmiştir.15
Sıkıntı çekerek ve kendini zorlayarak sabretme hali “tasabbur”16
kelimesi ile ifade edilirken, nefsi sabırdan alıkoyan şeye karşı koymaya ise
sabır üstüne sabır anlamında “musâbara”17 kelimesi kullanılmıştır. Ayrıca
sabır sonucu elde edilen şeye devam etmeye “ıstıbâr” denilmiştir. Kulun
artık sabra alışkanlık kazanıp,18 kalpte sıkıntı duymadan, herhangi bir
şeyden şikâyetçi olmadan, acele etmeden, yakınmadan, sızlanmadan ve
zorlanmadan gösterdiği sabır hali, sabrı en iyi şekilde ortaya konulması
anlamında “sabr-ı cemil”19 olarak ifade edilmiştir.
Sabır halleri yaşayan kimseler, avam, zahidler ve sıddîkler olmak
üzere üç gruba ayrılır: Bunlar için “ehl-i sabır” tabiri kullanılmaktadır. Bu
kimseler için şöyle bir tasnif de yapılabilir: Şikâyeti terk eden tevbekârlar,
kadere rıza gösteren zahidler, Mevla’nın yaptığı her şeye muhabbet gösteren
sâdıklar.20
14 Abdu’l-Mün’im el-Hıfnî, Mu’cemü Müstalahâti’s-Sûfiyye, Beyrut 1987, 147; Ebû Nasr
Serrâc et-Tûsî, el-Luma (İslam Tasavvufu), trc. H. Kamil Yılmaz, Altınoluk yayınları, İst. 1996, 48; Ebü’l-KasımAbdülkerim Hevâzin el-Kuşeyri, Risâle, haz. Süleyman Uludağ, Dergah yayınları, 3. baskı, İst 1991, 325; Canan, a.g.e., IX, 185.
15 Ebû Abdullah Muhammed b. Hafîf Şirâzî (ö.371/981), sabredenlerin nevileri konusunda bu kavramlardan söz eder: “Sabredenler üç nevidir: Mutasabbir (sabretmek için sıkıntı çeken), sâbir (normal olarak sabreden), sabbâr (çok fazla sabreden) ve sabûr (sabrı tabiat haline getiren).” Bkz. Kuşeyri, Risale, 325.
16 Horasanlılara göre insanların bildiği sabır, aslında zoraki sabır anlamına gelen tasabburdur. Asıl sabır bela oklarına hedef olmaktır. Sabreden, beladan lezzet alıp tadını içine sindirmedikçe bu tasabbur sayılır. Bkz. Ebû Abdirrahman Sülemî, Risâleler, trc. ve nşr. Süleyman Ateş, AÜB, 1981,126.
17 Kuşeyri, Risale, 327. 18 Bkz. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, İht., Muhammed Ali Sabûnî, Damla
yayınları, 3. baskı, İst., 1997/2, II, 156. 19 Kur’an, Yusuf (12): 18-90; Sabr-ı cemîl, bir felakete uğrayanın uğramayanlar gibi tavır
takınmasıdır. Bkz. Ebû Talib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), trc. Yakup Çiçek-Dilaver Selvi, Semerkand Basım-Yayın, 2. baskı, 2004, II, 255; Kuşeyri, Risale, 38.
20 Taşköprüzâde Ahmet Efendi, Mevzûâtü’l-Ùlûm, trc., Kemalettin Muhammed Efendi, 1. baskı, İst., 1313, II, 644.
9
Allah’ın doksan dokuz güzel isminden biri de “sabûr”’dur. Sabûr,
çok sabırlı demektir. Yani Allah Teâla, o kadar sabırlıdır ki ortak koşma,
küfür, nifak ve isyanları sebebiyle insanları hemen cezalandırmaz ve
sabreder, onların tevbe edip hallerini düzeltmeleri için onlara süre verir. O,
bütün bu olup bitenlere rağmen aceleci değildir.21
Bu itibarla sabır kavramı, bir bakıma Allah’a nispet edilen güzel bir
isim ve engin bir özellik olarak da düşünülmelidir.
1.2. Sabrın Terim Anlamı:
Terim olarak sabır, başa gelen musibetlerden dolayı Allah’tan başka
kimseye şikâyetçi olmamak, sızlanmamak anlamlarında kullanılmaktadır.
Kul, karşılaştığı sıkıntı ve belaların verdiği üzüntüyü sadece Allah’a arz
eder ve O’nun yardımını ister. Burada hemen şunu ifade edelim ki, insanın
altından kalkamayacağı musibetler ile zor eda edeceği mükellefiyetler
karşısındaki halini Allah’a arz etmesi, O’ndan yardım istemesi ve
günahlardan korkup O’na sığınması olarak tanımlanabilecek olan şekvâ,
yani şikayeti Allah’a sunma hali, kazaya rıza göstermeye aykırı bir durum
değildir. Nitekim Ebû Ali Dekkâk (ö.405/1014), bu durumu Eyyub (a.s.)’ın
uğradığı belalar karşısındaki sözleri ile izah etmektedir: “Sabrın tarifi ve
sınırı, takdire itiraz etmemektir. Şikâyet yollu olmaksızın başa gelen
musibetlerden söz etmek sabra zıt düşmez. Zira Allah Teala, Eyyub
kıssasında: “Biz onu sabırlı bulduk, o ne güzel kuldur. Şüphe yok ki o
Allah’a dönücüdür”22 buyurmuştur. Hâlbuki Eyyub (a.s.)’ın “Başıma
musibet geldi”23 dediği ifadede insanlar için bir çıkış yolu olsun diye Allah
21 Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr el-Kurtubî, (ö.671/1272) el-Câmi’l-
Ahkâmi’l-Kur’an, tah. Ahmed Abdulhalîm, Dâru’ş-Şu’ab, Kâhire, 1372, I, 373. 22 Kur’an, Sâd (38): 44. 23 Kur’an, Enbiya (21): 83.
10
Teala, Onun böyle bir ifade kullandığını bildirmiş (ve bu tarz şeyler
söylemeyi haram kılmamış) tır.” 24 Aksine böyle bir tavır, insanın niyetine
göre bazen tevekkül ve teslimiyet de sayılabilmektedir.25
Dekkâk, yine bu konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de Yusuf (a.s.)
kıssasından bahsedilirken Yakup (a.s.), nefsine karşı sabırlı olacağı
hususunda kendi kendine söz vermiş ve “sabr-ı cemil”, yani artık benim
işim güzel sabra kalmıştır diyerek sabahlamış, fakat daha sonra “Ah… Ah…
Yusuf…” demeden akşam edememişti” demiştir.26
Yani şikâyeti Allah’a sunma hali sabra aykırı bir durum değildir. Hz.
Eyyub ile Yakub’un bu ifadelerinin gerisinde aslında içten içe Allah’tan bir
yardım isteme ve O’na tevekkül söz konusudur. Zira onların başlarına gelen
bela ve musibetlere sabretmeleri ancak Allah’ın yardımı ile olmaktadır.
Yine onlar, bu sıkıntılardan yine Allah’ın yardımı ile kurtulacaklarının da
farkındadırlar.
Bundan başka sabır kavramı, Allah’a güvenip yine O’na dayanmak,
Allah’tan ummak, razı olunacak haller ile acı gerektiren durumları
aralarında fark gözetmeksizin aynı karşılamak,27 nefis ve toplumdan gelen
zararlara göğüs gererek tahammül göstermek, nefse haz veren şeylerden ve
özellikle şehevî duygulardan uzaklaşmak,28 Allah’ın razı olmadığı şeyleri
yapmamak, nefsi telaştan men etmek, nefsin hazlarından mücadele ile
24 Kuşeyri, Risale, 329. 25 Uludağ, a.g.e., 446. 26 Kuşeyri, Risale, 330. 27 Cürcânî, a.g.e., 57. 28 Şehvet, nefsin hoşuna giden her türlü aşırı istek anlamına gelmektedir. Şehveti kırmak
ancak nefsi aç bırakmakla mümkün olmakta olup bunun en kolay yolu ise oruç tutmaktır. Bu sebepledir ki oruç, “İmanın yarısıdır” denilmiştir. Bkz. Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, trc. Dilaver Selvi, Umran yayınları, 2. baskı, İst. 1995, 620.Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed Gazali, İhya-u Ulûmiddîn, trc. Ahmet Serdaroğlu, Bedir yayınları, VI, 125.
11
sıyrılıp uzaklaşmak,29 nefis perhizine devam edip orada sabit kalmak30
olarak da tarif edilmektedir.31 Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed Gazali
(ö.505/1111)’nin sabır kavramı ile ilgili yaptığı tanım da bu tanımlara
oldukça yakındır: Şöyle ki; ona göre sabır, Rahmanî ve şeytanî duyguların
karşılaşması anında Rahmanî duyguların galip gelmesidir. Yani şehvete
zorlayan kuvvet karşısında, dinin gereklerini yerine getirmek için sebat
göstererek nefsin arzularını ve tembelliği terk etmektir.32
Tasavvuf ıstılahında da sabır, salikin Allah’tan başkasına şikâyet
etmek ve inlemekten nefsini tutması olarak anlaşılmış, zahidlerin ve
tasavvuf yoluna sulûk edenlerin en önemli terbiye esaslarından biri olarak
kabul edilmiştir. Ebû Muhammed Rüveym b. Ahmed (ö.330/941) sabrı:
“Şikâyeti ve sızlanmayı terk etmek”33 olarak tanımlamaktadır. Yani sabır,
dinin övdüğü ve teşvik ettiği ahlakî bir sıfat ve ruhî bir kemal ifadesidir.
Böyle bir ahlakî davranışa ise nefsin, emredilen şeylere yönlendirilmesi ve
zorlanması suretiyle ibadetlerin meşakkatine, belalara ve günah dışındaki
zararlara tahammül göstererek ulaşabileceği vurgulanmaktadır.34 Nitekim
Hz. İsa (a.s.)ın da: “Siz sevdiğiniz şeylere, ancak sevmediklerinize
sabretmekle ulaşabilirsiniz” dediği rivayet edilmektedir.35
Bunun yanında sabır kavramı, insanın yaşamı boyunca
karşılaşabileceği bazı özel durumlar ile birlikte kullanıldığında farklı
anlamlar yüklenebilmektedir. Şöyle ki:
29 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İFAV Yayınları, 5. Baskı, İst. 1997, 165. 30 İbrahim Hakkı Erdurûmî, Mârifetnâme, tak. Ahmed Davudoğlu, Temel yayınları, İst.
1981, 765. 31 Bkz. Bursevî, a.g.e., II, 156; Yılmaz, a.g.e., 179-181; Ahmet Önkal, Rasulüllah’ın İslam’a Davet Metodu, Esra yayınları, Konya, 1993, 322.
32 Gazali, a.g.e., IV, 120-125. 33 Kuşeyri, Risale, 325. 34 Bkz. Attâr, a.g.e., 520; Yetik, a.g.e., 205. 35 Mekkî, a.g.e., II, 239.
12
Sabır, nefsanî arzulara karşı gösterilirse sonucu “iffetli olma” olarak
ortaya çıkar. Sabır, zenginliğe karşı olursa “zabtu nefs (nefis hâkimiyeti)”,
zıddına “batar (kibirlenmek, böbürlenmek, kendini beğenmek, aşırı sevinç
halinde bulunmak, azgınlaşmak)”; savaş anında gösterilen metanet şeklinde
olursa “şecaat”, zıddına “cebâdet (korkaklık)”; öfke ve hiddeti yenme
konusunda olursa “hilim, vakar, teenni”, zıddına “tezemmür (saldırganlık)”;
içinde bulunulan zamanın musibet ve felaketlerine karşı olursa “gönül
genişliği”, zıddına “gönül darlığı”; görüp duyduklarını muhafaza
bakımından olursa “kitman (sır tutma)”, zıddına “sırrı ifşa etme”; maddeden
ihtiyaç duyulmayanlara karşı olursa “zühd”, zıddına “hırs ve tamah”; aza
sabrediliyorsa “kanaat”, zıddına “şereh (aşırı gitmek)” olarak tezahür eder.
Bir felakete karşı tahammül ise doğrudan sabrı gerektirmektedir.36
Sabır, bir musibetle karşılaşıldığı andan itibaren söz konusudur.
Aynı zamanda sabır, haramlardan uzak kalmada ve dini emirlere uymada da
gereklidir. Yani insan bela karşısında sabır, nimet karşısında ise şükür
etmelidir.37 Ayrıca hakikatte nimet, beladan daha faziletlidir. Çünkü
sabredildiğinde bela da nimet olmaktadır. Bu anlamda sabır, iyi ve kötü
şeylerin Allah’tan bilinmesi, iyi olanları şükür ile karşılayıp; kötü ve nahoş
görülenlere de rıza hali ile mukabelede bulunulması şeklinde
tanımlanmaktadır.38
Sabır, Türkçe’de tanımlandığı gibi sadece “acı, yoksulluk,
haksızlık… gibi üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan, onların
36 Bkz. Gazali, a.g.e., IV, 126; Taşköprüzâde, a.g.e., II, 643. 37 Muhammed b. İsmail el-Buharî, el-Câmiu’s-Sahîh, neş. Mustafa Deyyib, Dâru İbn
Kesîr, 3. Baskı, Beyrut, 1987, Cenaiz, 32 (II, 82); Ebû’Hüseyin b. Haccâc el-Kuşeyrî el-Müslim, (ö.261/875), Câmiu’s-Sahîh, tah. Muhammed Fuat Abdulbâkî, Dâru’l-İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, trs., Cenaiz, 14 (III, 57).
38 Canan, a.g.e., IX, 185-187.
13
geçmesini bekleme erdemi”39 değil; aksine bu olaylara karşı ilk sadmede
tahammül gösterip, sonra onlardan kurtulmak için çalışmak, gerekli
tedbirleri almak, bağırıp çağırma gibi gereksiz davranışlardan kaçınmak,
ilahi musibetler karşısında isyan etmeyerek musibetlerden ibret alıp, işini,
gücünü, halini ve ahlakını düzeltmek40 gibi çok yönlü anlamları ihtiva
etmektedir.
Allah Teala, nimete şükredilmesini emretmiş ve nimetin artması için
şükrü; fakirliğe sabredilmesini emretmiş ve Allah’a yakınlığın artması için
de sabrı sebep kılmıştır.41 Allah Teala’nın işlendiğinde her bir iyiliğe on
misli karşılık vaat ettiğini ifade eden ayeti kerimesi42 de dikkate alınırsa,
fakirin fakirliğinin acısına sabretmesi sonucu her nefesinde bir hasene
meydana gelmekte ve buna karşılık kişinin fakirliğe sabrının sevabı da
unutulmamalıdır. Nitekim Hz. Peygamber: “Zenginlik, mal çokluğu değil,
gerçek zenginlik gönül zenginliğidir”43 buyurmuşlardır. Yani kişi, ne kadar
dünya malına sahip olursa olsun gönlü bunların sevgisiyle dolu ise, bu gelip
geçici olan şeylerle elde ettiği zenginlik, gerçek zenginlik değildir. Aksine
gönül genişliği, gerçek zenginliği ifade eder. Zira yaşantıdaki fakr ile eşya
sevgisine karşı olan fakra sabretmek, gönül zenginliğine birer sebep olabilir.
Sonuç olarak tasavvufî açıdan daha derli toplu bir tanım yapmak
gerekirse sabır; musibetlerin, ibadetlerin ve haramların zorluklarına karşı
tahammül gösterme konusunda nefse ve şeytana uymak yerine, yalnızca
Allah’a ve O’nun Resulüne tabi olmaktır. Böylece sabır, önce iman edip
39 Türkçe Sözlük, TDK, TTK Basımevi, Ank. 1969, 628. 40 Bkz. İsmail Karagöz, “Kur’an ve Hadislerin Işığında Sabır ve İnsan”, DİD, 38/1, 2002, 5. 41 Ali b. Osman Cüllâbî el-Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh
yayınları, 1. baskı, İst. 1982, 103. 42 “Kim bir iyilik (hasene) ile gelirse; ona getirdiğinin on katı vardır.” Kur’an, En’am (6):
160. 43 Buharî, Rikak, 15 (VII, 171); Müslim, Zekat, 40 (III, 68); Tirmizî, Zühd, 27 (IV, 569).
14
sonra da salih ameller işleme azim ve kararlılığını göstermek ve başarıya
ulaşmak için olumsuzluklar karşısında gerekli dayanma gücünü ortaya
koymaktır. Yani kul olarak zorluklar ve olumsuzluklar karşısında üzerine
düşeni yapmak, paniğe kapılmadan Hakk’a tam olarak güvenip gerekli olan
tahammül gücünü göstermektir.
1.3. Kur`an’da Sabır Anlayışı:
Mutasavvıflarca tahammül edilmesi güç ve katlanılması zor olaylara
karşı sabretme, bağlayıcı ve farz kabul edilmiş olup,44 şükür ile birlikte
değerlendirildiğinde ise imanın diğer yarısı sayılmıştır. Bununla birlikte bu
kavram, Kur`an-ı Kerim’de de takriben yüze yakın ayette zikredilmektedir.
Sabır kelimesi, şükür kelimesi ile birlikte ise “Çok sabredenler ve çok
şükredenler” olarak dört ayette geçer.45 Bu ayetlerde geçen sabır, bazen
bizzat sözlük anlamında, bazen de farklı anlamlarda kullanılmıştır.
“Ey iman edenler, sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin.
Allah, sabredenlerle beraberdir”46, “Sana vahyedilene uy; Allah hükmünü
verene kadar sabret. O, hüküm verenlerin en iyisidir”,47 ayetleriyle sabrı
emreden Allah, “Ey inananlar, sabredin, direnin, savaşa hazırlıklı, uyanık
bulunun”48, “Sabredenleri, doğru olanları, huzurunda gönülden boyun büküp
44 Haramlara sabır farz, kötülüklere sabır nafile, dinin kerih gördüğüne sabır mekruh, haram
ve mahzurlu olan ezaya sabır ise haramdır. Sabrın kısımları için bkz. Mekkî, a.g.e., II, 259; Sühreverdî, a.g.e., 629; Taşköprüzâde, a.g.e., II, 642.
45 Bkz. Kur’an, İbrahim (14): 5; Kur’an, Lokman (31): 31; Kur’an, Sebe (34): 19; Kur’an, Şûra (42): 33.
46 Bkz. Kur’an, Bakara (2): 153; Allah’ın emrini yerine getirmek için O’ndan yardım isteyiniz. Bkz. Kuşeyri, Letâif, I, 138; Bakara: 2/45. ayette “Hz. Peygamber bir sıkıntıya düşünce hemen namaza durur ve bu ayeti okuyarak Allah’a sığınırdı” denilmektedir. Abdullah b. Abbas (r.a.), bir yolculuk esnasında kızının ölüm haberini almış ve “Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin” emri mucibince iki rekat namaz kılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber “Gözümün aydınlığı, namaz sayesindedir” buyurmuştur. Ayette geçen beraberliğin anlamı, “Allah’ın sabır ve namaz sayesinde kullarına dostluk ve yardımın sürekli olmasıdır” şeklindedir. Bursevî, a.g.e., I, 136-272.
47 Kur’an, Yunus (10): 109. 48 Kur’an, Âl-i İmran (3): 200. Sabır ve musâbara arsındaki fark şudur: Sabır, kişinin kendi
nefsine karşı olurken; musâbara, düşmana karşı yapılmaktadır. Kuşeyri, Letâif, I, 309.
15
duranları, Allah için mallarını harcayanları ve seherlerde istiğfar edenleri
(Allah görmektedir)”49 “Hakkı ve sabrı tavsiye edenler…”50 ayetleri ve
benzerleriyle sabreden müminleri, bu vasıflarından dolayı övmektedir.51
“Allah, sabredenleri sever”52, “Allah, sabredenlerle beraberdir”53 ve benzeri
ayetlerle sabredenleri sevdiğini, onlarla beraber olduğunu bildirmekte;
“Sabrederseniz bu, sabredenler için daha hayırlıdır”54, “Sabretmeniz ise
sizin için daha hayırlıdır”55 ayetleri ve benzerleriyle sabrın, hayırlı sonuçlar
vereceğini bildirmektedir.
Sabırlı olmak, peygamberlerin özelliği ve ahlakıdır. Hz. Eyyüb
(a.s.)’ın vasfında56 bütün peygamberlerin sabırlı kimseler olduğunu bildiren
Allah Teala;57 “O halde sen de azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret,
o (nankör)ler için acele etme...”58, “Fakat kim sabreder, affederse şüphesiz
bu, çok önemli işlerdendir!”59 ayetleriyle sabrın, büyük irade sahibi
peygamberlerin yaptığı önemli bir iş olduğunu açıklamaktadır.
49 Kur’an, Âl-i İmran (3): 17. Sabır nefsin hapsedilmesidir. Bkz.Kuşeyri, Letâif, I, 224. 50 Kur’an, Asr (103): 3. İmam-ı Şâfiî, bu sure hakkında “O öyle bir sure ki, eğer insanlara
başka bir sure inmeseydi o yeterdi” demiştir. Bursevî, a.g.e., X. 169; Ubey b. Kâb’dan gelen bir rivayette bu surede geçen iman edenlerden kasıt Ebû Bekr; salih amel işleyen Ömer; Hakkı tavsiye eden Osman; sabrı tavsiye eden Ali denilmiştir. Bkz. Bkz. Kuşeyri, Letâif, III, 764.
51 Bu övgü onların bağışlanmaları ve cehennem azabından korunmaları içindir. (Kur’an, Âl-i İmran (3): 16) Bkz. Bursevî, a.g.e., I, 508.
52 Kur’an, Âl-i İmran (3): 146. 53 Kur’an, Bakara (2): 153; Kur’an, Enfal (8): 46,66. 54 Kur’an, Nahl (16): /126. 55 Kur’an, Nisa (4): 25. 56 Bkz. Kur’an, Sâd (38): 44. Bilgi için bkz. Cürcânî, a.g.e., 57. 57 Bkz. Kur’an, Enbiya (21): 85. “İsmail, İdris ve Zülkifl’i de an. Bunların her biri
sabredenlerdendi. Yani ibadetlerin zorluğu ve sıkıntıları taşımak konusunda sabretmekte kemale ermişlerdi. Çünkü Hz. İsmail, kurban edilmek istenince sabretmiş, babasına “Babacığım emrolunduğun şeyi yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın” (Saffat 37/102) demişti. Ayrıca ekini ve sağılır hayvanı bulunmayan bir şehirde (Mekke’de) ikamete de sabretmişti. Bundan dolayı Cenab-ı Hakk, kendisine ikramda bulunmuş ve sulbünden Hz. Muhammed (s.a.v.)’i getirmiştir. Hz. İdris de belalara sabretmiş; Zülkifl de gündüzleri oruç tutup geceleri namaz kılmak suretiyle ve insanların eza ve cefalarına katlanarak sabır göstermiştir. Bursevî, a.g.e., II, 351.
58 Kur’an, Ahkaf (46): 35. 59 Kur’an, Şûrâ (42): 43.
16
Buraya kadar geçen ayet-i kerimelerde sabır önce emredilmiş, daha
sonra bu emre uyanlar övülmüş, ortaya çıkan bu davranışın insanın tek
başına gerçekleştirebileceği bir durum olmadığı, bunun ancak Allah’ın
yardımı ile olduğu vurgulanmış ve başı ne olursa olsun sabır ile sonuçlanan
her fiilin hayır ve iyilik getireceği vurgulanmıştır. Ayrıca sıkıntı ve musibete
en çok maruz kalan peygamberlerden bir kaçı örnek verilerek bu
peygamberlerin şahsında bütün peygamberlerin güzel sabır örnekleri
sergiledikleri ifade edilmiştir.
Bununla birlikte Yüce Yaratıcı, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamberin
sabrından bahsederken O’na: “Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen
gözetimimiz altındasın”60 şeklinde, diğer peygamberlere ise: “Ey iman
edenler, sabredin ve sabırda yarışın”61 buyurmuştur. Caferi Sadık (r.a.):
“Allah Teala peygamberine sabrı emretti ve sabrın en yükseğini Rasulüllah
(s.a.v.) Efendimize verdi. Çünkü: “Habibim sabret, senin sabrın ancak Allah
iledir”62 buyurarak, onun sabrının kendi nefsi ile değil, Allah’ın yardımıyla
olduğunu bildirmişti”63 demektedir.
Emreden “اصبروا وصابروا ورابطوا (sabredin ve sabırda yarışın,
düşmanlarınıza karşı hazırlıklı bulunun)”64 ayetinin tefsirinde ise ibadet
gözetilerek şunlar söylenmiştir: “Bu aşağıdan yukarıya doğru çıkmaktır.
Sabır, musâbere (sabırda yarışma, iyi sabretme)’nin altındadır. Musâbere,
murâbatanın altında kalır.65 Murâbata, bağlamak anlamındaki rabt kökünden
mufâale vezninde bir kelimedir. Murâbıtlar, atlarını bağlayıp bir tehlike
60 Kur’an, Tûr (52): 48. 61 Kur’an, Âl-i İmran (3): 200. 62 Kur’an, Nahl (16): 27. 63 Sühreverdî, a.g.e., 635. 64 Kur’an, Âl-i İmran (3): 200. 65 Kuşeyri, Risale, 326.
17
zamanı beklediklerinden dolayı onlara bu isim verilmiştir.66 Daha sonra da
kendisini Allah’a ibadet ve tâate vakfeden, her ibadeti gözetleyen kimselere
murâbıt ismi verilmiş ve bu anlam gözetilerek bu ayet-i kerime hakkında:
“Nefislerinizle Allah’a ibadete sabredin. Kalplerinizle Allah uğrunda
belalara sabredin. Sırlarınızla Allah’a iştiyakla bağlanın”67 denilerek sabırda
sebatın önemi vurgulanmaya çalışılmıştır.
Sabrın gerçekten yapılması zor bir davranış olduğu hususunda
Kur’an’da Musa (a.s.) ile Hızır kıssası güzel bir örnek teşkil eder. Hızır’ın
Musa (a.s.)’a: “Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin”68 ve daha
sonra; “İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o
sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim”69 dediği
bildirilmektedir. Bir başka ayette de Peygamber Efendimize hitaben; “Sen
Rabbinin hükmüne kadar sabret; balık sahibi (Yunus) gibi olma”70
buyrulmaktadır. Bu vb. ayetlerde peygamberlerin dahi Allah’ın kendilerine
açmadığı ve iç yüzünü bilmedikleri bir konuda sabredemedikleri
vurgulanmakta71 ve yine “Biz, sabredenlerin karşılığını, yaptıklarının en
güzeliyle vereceğiz”,72 “Sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir”73
66 Murabıtlar: M. 615 yılında Afrika kıtasına yapılan ilk hicretle birlikte temeli atıldığı
söylenen, tarihi seyir içerisinde özellikle Abbasilerin de özgürlükçe politikalarıyla kendine yol bulan, Abdullah b.Yasin liderliğinde önceleri bir sûfî ve zühd hareketi olarak gözükürken, daha sonraları bir devlet disiplini içerisinde gelişen harekete “murabitun hareketi”; kurdukları devlete de “Murabitun devleti” denir. Bkz. Abdulkerim Özaydın, “Abdullah b. Yasin el-Cuzuli”, DİA, İst.,1998, I,142; Mehmet Fatsa, “Tasavvufta Murabitun Hareketi ve Murabıtlar Devleti (1056-1147)” Yeni Dünya, İst. Ağustos, 2000, 34-35.
67 Bkz. Herevî, a.g.e., 20; Tilimsânî, a.g.e., I, 223. 68 Kur’an, Kehf (18): 67. Bu ayetten hareketle bazıları velayetin nübüvvete üstünlüğü
iddiasıyla hataya düşmüşlerdir. Hâlbuki nübüvvet her zaman velayetten üstündür. Çünkü Hz. Musa (a.s.) peygamberdir. Daha fazla bilgi için bkz. Serrâc, a.g.e., 137.
69 Kur’an, Kehf (18): 78 (67-82); Kur’an, Kasas (28): 54. 70 Kur’an, Kalem (68): 48. 71 Bilgi konusunda da sabırlı olmak lazımdır. Zaten Allah’ın, iç yüzünü açmadığı bir
konuda sabırlı davranmaktan başka bir çare de yoktur. Bkz. Bursevî, a.g.e., V, 134-143. 72 Kur’an, Nahl (16): 96. Sabredenlerin yeri ahirette Dâru’s-Selam cennetidir. Bkz. Mekkî,
a.g.e., II, 278.
18
gibi ayetlerle de sabredenlerin, en güzel şekilde mükâfatlandırılacakları
müjdelenmektedir.
Bunun yanında Allah Teala, peygamberine yaptığı; “Sabredenleri
müjdele”74 hitabıyla insanlardan başlarına gelen bela ve musibetlere
sabredenleri müjdelemesini emretmekte; “Eğer sabreder, korunursanız,
onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı beş bin
melekle yardım eder”75 ayetiyle de herhangi bir sıkıntı anında sabredenlere
ilahi yardım vaadinde bulunmaktadır. “Melekler, dünya yurdunun sonu
(cennet) ne güzeldir! Sabretmenize karşılık selam size! (derler)”76 ayetiyle
ise sabredenlerin, ahirette büyük derecelere ulaşacakları bildirilmektedir.
İbn Abbas’ın yaptığı bir değerlendirmede Kur’an’da sabır üç ayrı
boyutuyla ele alınmaktadır. Bunlar: Allah’ın farz kıldığı şeyleri yerine
getirmeye sabır ki; buna üç yüz derece verilir. Allah Teala’nın haram kıldığı
şeylere düşmemeye sabır ki; buna da altı yüz derece verilir. Musibetle
karşılaşıldığı ilk anda sabırdır ki; bunun için ise dokuz yüz derece vardır.77
Çünkü Allah’ın belasına sabır, başka şeylere sabırdan daha zordur. Buna
ancak peygamberler dayanabilir demiştir. 78
Sonuç olarak tasavvufta makam kabul edilen bir haslet olan ve
insanın dışında başka bir mahlûkta da bulunmamaktadır.79 Ayrıca sabır,
73 Kur’an, Zümer (39): 10; Kur’an, Furkan (25): 75; Kur’an, Ahzab (33): 35. 74 Bakara (2): 155. 75 Âl-i İmran (3): 125. 76 Ra`d (13): 24. 77 Mekkî, a.g.e., II, 255. 78 Bunun içindir ki Peygamber (s.a.v.): “Ya Rabbi! Senden, bana dünya musibetlerini
küçültüp kolaylaştıracak bir yakin istiyorum” diye dua etmişlerdir. Tirmizî, Deavat, 79 (V, 526).
79 Meleklerde şehvet yok iken, hayvanlarda da akıl yoktur. Fakat her ikisi insanda bir arada bulunmaktadır. Yani sabır, insana mahsustur. Taşköprüzâde, a.g.e., II, 642;
19
şükür ile birlikte ilm-i bâtın içerisinde yer almıştır.80 Bunun yanında çeşitli
ayetlerin yorumunda diğer bazı makam ve hallerle de ilişkilendirilmiştir.
Sabır penceresinden bakıldığında zaten bu durumun kaçınılmaz olduğu
görülür. Örneğin “Allah Teala, size zahirî ve batini nimetlerini ihsan
etmiştir”81 ayetinin yorumunda, sabır ile rıza makamı arasında bir ilişki
kurularak, ayette geçen zahirî nimetler, afiyet ve zenginlik; batinî nimetler
ise bela ve fakirlik olarak yorumlanmıştır. Belalara ve elde olmayan
nedenlerle karşılaşılan maddi sıkıntılara sabredildiği takdirde böyle bir
tutumun manevî kazanımlara sebep olacağı, bir nimet olarak tecellî
edebileceği ve sonuçta Allah’a yakınlık vesilesi olabileceğinin altı
çizilmiştir.82
Kur’an’da sabır kavramı, daha çok bela ve musibetler karşısında
kuldan beklenen erdemli bir davranış olarak ifade edilirken, bu erdemin
kazanılması bazen emredilmekte, bazen de sonunun hayır getireceği
vurgulanarak övülmekte ve kazanılması özendirilmektedir.
1.4. Hadislerde sabır anlayışı:
Fazileti hakkında pek çok hadis bulunan sabır kavramı, bazı
rivayetlerde iman ile alakalandırılarak izah edilmiştir. Bundan dolayıdır ki:
“Sabrın imanla alakası, başın bedenle alakası gibidir. Nasıl başı olmayanın
bedeni de olmazsa; sabrı olmayanın imanı da olmaz”83 denilmiştir.
Sabrın nur olduğunu bildiren Hz. Peygamber (s.a.v.), inanan bir
kimsenin durumunun olumlu ya da olumsuz haller karşısında her zaman
80 Bkz. Serrâc, a.g.e., 22; Mekkî, a.g.e., II, 261; Sühreverdî, a.g.e., 620; İmam-ı Rabbânî
Ahmed Farukî Serhandî, Mektûbât-ı Rabbânî, trc. Abdulkadir Akçiçek, Cümle yayınları, İst. 1985, 418. Mektup, III, 372.
81 Kur’an, Lokman (31): 20. 82 Bkz. Sühreverdî, a.g.e., 640. 83 Bkz. Mekkî, a.g.e., II, 240; Kuşeyri, Risale, 324.
20
iyilik üzere olduğunu vurgulamış; “Müminin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu,
yalnız mümine verilmiştir. Sevindirici bir işle karşılaşırsa şükreder, o iş
kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü bir işle karşılaşırsa sabreder, kendisi
için hayırlı olur”84, “Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı bir mükâfat
verilmemiştir”85 buyurarak hayrın büyük bir kısmının sabırda olduğunu
ifade etmişlerdir. Yine kendisinden dua isteyen sara hastası bir kadına, bela
ve musibet olarak karşına çıkan olumsuzluklar konusunda sabrın
karşılığının cennet olduğunu şöyle ifade buyurmuşlardır: “Dilersen sabreder
cennete girersin, dilersen dua edeyim, Allah seni bu dertten kurtarsın.”
Kadın: “Ben bayılıp düştüğüm zaman açılıyorum, Allah’a dua et, vücudum
açılmasın” deyince Allah’ın Elçisi, kadına dua etmiştir.86 En üstün amelin
hangisi olduğu sorulduğunda da: “Semahat (hoşgörü) ve sabırdır”87
buyurmuşlardır.
Başın bedene nisbetle öneminden hareket edilerek açıklanmaya
çalışılan sabır kavramı, hadislerde de yine musibet ve sıkıntı ile
ilişkilendirilmiştir. Çünkü bela ve musibetler, hayatın kaçınılmazları ve
olmazsa olmazları durumundadırlar. Zaten her zaman iyilik ve güzelliklerle
sürdürülmesi mümkün olmayan insan yaşamının olumsuzluklardan ayrı
düşünülmesi söz konusu olmamaktadır. Fakat her iyilik ve musibetin de bir
sebebi olmalıdır. Buna göre bela ve musibetlerin ya kulu olgunlaştırmak ya
da günahlarından temizlemek için olduğu düşünülürse, Hz. Peygamber’in
84 Müslim, Zühd, 64 (VIII, 220); Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Çağrı yayınları, İst.
1982, IV, 24. 85 Buharî, Rikak, 20 (VII, 173); Müslim, Zekat, 124 (III, 81); Muhammed b. İsa Tirmizî,
Sünen, tah. Ahmed Muhammed Şâkir ve diğerleri, Dâru’l-İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, trs. Birr, 77 (IV, 373); Ebû Davud Süleymen b. Eş’as, Sünen, Çağrı yayınları, İst. 1981, Zekat, 28, (II, 94); Ebû Abdurrahman Ahmed. b. Şuayb en-Nesâî, Sünen, Çağrı yayınları, İst. 1981, Zekat, 85 (V, 85).
86 Ahmed b. Hanbel, I, 347. 87 Ahmed b. Hanbel, V, 319; IV, 385.
21
“Mümin bir kula isabet eden hiçbir hastalık, tasa ya da daha küçük bir olay
yoktur ki Allah, o musibet ile kulun günahlarından bir kısmını silmesin.”88
“Allah bir kuluna hayır dilerse, onun günahının cezasını dünyada verir”89
sözü daha iyi anlaşılmaktadır. 90
Yine bir rivayete göre; “Kim bir kötülük işlerse onu cezalandırırız”91
ayeti indiği zaman Hz. Ebû Bekir: “Bu ayetten sonra insan nasıl sevinebilir”
demiş, Hz. Peygamber de: “Allah seni bağışlasın Ey Ebû Bekir, hasta
olmuyor musun? Başına bir eziyet, bir sıkıntı gelmiyor mu? Üzülmüyor
musun? İşte bunlar hep günahlarınızın cezasıdır”92 buyurmuştur. Burada ise
bela ve musibetlere karşı sabrın, günahlardan temizleyici olduğu
vurgulanmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), bir başka hadislerinde musibete karşı dua
etmenin önemine dikkat çekerek şöyle buyurmuşlardır: “Kim başına gelen
musibete Allah’ın buyurduğu gibi “`İnnâ lillâhi ve `innâ ileyhi râci`un (Biz
Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz)”93 dedikten sonra; “Allah’ım,
karşılaştığım bu musibet nedeniyle bana sevap ver, bunun ardından bana
hayır ver” diye dua ederse Allah da öyle yapar.”94 Bir kudsî hadiste de:
“Kulum, kendisini bir bela ile sınadığım zaman sabreder, ziyaretçilerine
benden yakınmazsa, etinin yerine daha hayırlı et, kanının yerine daha hayırlı
kan veririm. Onu iyileştirirsem günahından kurtulmuş olarak iyileştiririm,
88 Buharî, Merda, 1 (VII, 2); Müslim, Birr, 52 (VIII, 24); Tirmizî, Cenaiz, 1 (III, 298). 89 Tirmizî, Zühd, 56 (IV, 601); Ahmed b. Hanbel, IV, 87. 90 Başınıza gelen her musibet, ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah çoğundan da
geçer. Kur’an, Şura (42): 30. 91 Kur’an, Nisa: 4/123. 92 Ahmed b. Hanbel, I, 11. 93 Kur’an, Bakara (2): 156. 94 Müslim, Cenaiz, 3-4 (III, 42).
22
rahmetime (cennetime) koyarım”95 buyurulmuştur. Yani kişi her halükarda
sabrının karşılığını alacaktır. Fakat bunun şartı, kişinin kendi kusurlarını
görerek bunlardan vazgeçmesi, nefsin isteklerine boyun eğmemesi,
bulunduğu durumdan şikâyetçi olmadan ve bu olumsuzluktan kurtulmak
için elinden gelen gayreti göstererek Allah’tan yardım istemesidir.
Salikin fiillerindeki kusurları görmesi kulun Hakk’a dönüş ve
teslimiyetinin (inâbe) sıhhati için zaruri bir durumdur. Bu aynı zamanda
tevbe makamının gerçekleşmesi hususunda da elde edilecek önemli bir
haldir. Tevbe ise ancak mücahededeki sadakatle düzgün olur ve kul,
mücahedesinde sabrın bulunmasıyla sadık olabilir. Nitekim Fudâle b. Ubeyd
(ö.?)’den gelen bir rivayette Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Gerçek mücahid, nefsiyle mücahede edendir.”96 Nefisle mücahede, ancak
sabırla mümkündür. Çünkü sabrın en faziletlisi bütün düşünceyi Allah
Teala’ya vererek onunla beraber olmak, kalbî murakabeye devam etmek ve
kalpten dünyevî ve süflî düşünceleri tevbe ile temizleme gayreti içinde
olmaktır.97
Ayrıca, sabır, insanın kaderinin ortaya çıktığı kaza anına rızada da
gerekli görülmüştür. Bir hadisi şerifte: “Kişiye verilen hayırlı şeylerin birisi
de Allah Teala’nın kendisine taksim ettiği şeylere rıza göstermesidir”98
buyurulmuştur. Kişinin karşılaştığı bela ve musibetlerin şiddeti ile ilgili
olarak da Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Biz
peygamberler cemaati, insanların en çok belaya duçar olanlarıyız. Sonra da
95 İmam Malik; Muvatta’da Atâ b. Yesar’dan, Beyhakî’de Ebû Hureyre’den Mevkuf olarak
rivayet etmiştir. Ahmet b. Hüseyin Beyhakî, Şuabu’l-İman, Beyrut, 1990, II, 24. 96 Tirmizî, Fedâilu’l-Cihad, 2 (IV, 165); Ahmed b. Hanbel, VI, 20-22. 97 Tevbenin sıhhatli olabilmesi için gerekli olan temel şart, nefisle yapılan mücadele
konusunda gösterilen sabırdır. Bu noktada tevbe ile sabır kavramları arasında da yakın bir anlam ilişkisi olduğu görülmektedir.
98 Abdülazim Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, Beyrut, 1986, IV/169.
23
bize benzeyen velî ve salih kullardır. Kul, dini durumuna göre belaya duçar
olur. Eğer dininde salâbet (dayanıklılık) sahibiyse belası da ona göre şiddetli
olur.”99 Bu tür belaya uğrayanların yapması gereken ise belayı rıza ile
karşılamak ve sabretmektir.
Sabır konusunda peygamberlerden sonra en çok belaya maruz kalan
velilerin durumu da önemlidir. Çünkü havâs’ın avâm’a göre sabrı biraz daha
farklıdır. Yani onlar, kendilerine keşif yoluyla açılan ilahi tecelliler
karşısında da rıza ile sabır göstermek durumundadırlar.
Hemen belirtelim ki, tevbeden sonraki bir makam olan rıza
makamı,100 avamdan daha çok havâs için bir değer taşımaktadır. Ayrıca bu
makam, sufilerin âdab ve erkânı içerisinde yer almaktadır.101 Allah
Teala’nın tecellilerine rıza, havâs için diğer durumlardan daha önemli
olduğundan dolayı onların, üst bir makama, yani rıza makamına
ulaşabilmeleri ancak sabır ile mümkün olmaktadır. Ayrıca ileri bir düzeyde
bir incelik olarak bazen tecelliye sabretmeye bile hayâ ederler denilir.
Nitekim Ebû Abdullah Nebbâcî (ö.?), bu kimselerin durumunu açıklarken
şunları söyler: “Allah Teala’nın öyle kulları vardır ki; O’nun bütün
takdirlerini rıza ile karşılarlar ve onlara sabretmeye çalışmak bir nevi rıza
göstermemek gibi olacağından, sabretmekten hayâ eder ve her tecelliye
boyun eğer razı olurlar.”102
Bu kimseler, her ne olursa olsun Peygamber’in yolundan giderek
yine de rızayı elden bırakmazlar ve bundan dolayı da mesrur olurlar.
Nitekim İbn Abbas’tan gelen bir rivayette Rasulüllah (s.a.v.); “Rıza
99 Buharî, Merda, 3 (VII, 3); Muhammed b. Yezîd İbn Mâce, Sünen-i İbn Mâce, tah.
Muhammed Fuat Abdulbâkî, Dâru’l-Fikr, Beyrut, trs., Fiten, 23 (X, 132). 100 Sühreverdî, a.g.e., 621; Tilimsânî, a.g.e., I, 225. 101 Serrâc, a.g.e., 14. 102 Sühreverdî, a.g.e., 621.
24
hususunda Allah için yakîn ile (ihlaslı olarak) amel et. Eğer bu olmazsa
sabret, çünkü sabırda büyük bir hayır vardır”103 buyurmuşlardır.
Hadislerde, yerine göre amellerin en üstünü sayılan sabır, ilk anlam
olarak daha çok musibet anında gösterilmesi istenilen bir tavır olarak
anlaşılmıştır. Bununla birlikte sabır davranışının, Allah’ın kaderinin kaza
olarak tecelli ettiği sırada ve ilk sadmede gösterilmesi gerekmektedir.
Rızanın gerçekleşebilmesi ise kişinin iradesi ile ilgili olduğundan, ilk anda
sabır göstermek de rıza ahlakının kuvvetine bağlanmıştır. Ayrıca sabır ile
tevbe arasında da kuvvetli bir bağ olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü insan,
nefsin hoşuna giden davranışlardan uzak durmaya, nefsine yenilmiş ise bir
an önce tevbe ederek tevbesinde de sâdık olmaya sabretmek durumundadır.
1.5. Sabrın Çeşitleri:
İnsan hayatında sabırla karşılanması ve sabredilmesi gereken pek
çok husus vardır. Bunlardan birisi, dini için gerekli olan şeyleri yapmak;
diğeri ise dinin kötü gördüğü şeyleri terk etmektir. Dini hayatın ıslahı, ancak
bedeni ibadete alıştırmakla mümkün görülmekte, dinin kötü gördüğü şeyleri
terk etmek ise nefse muhalefet ile gerçekleşmektedir. Bu açıdan sabrın,
beden ve nefis yönünden değerlendirilmesi mümkündür.104 Bedenin sabrı
daha çok yorucu ibadetlerde bulunmak, ağır işlerde çalışmak, hastalanmak
vs. gibi birtakım fizikî zorluklara tahammül olarak ortaya çıkmaktadır.
Bunlara karşı sabır makbul ise de asıl kabul gören sabır; nefsin arzularına
karşı gösterilen sabırdır.
Aslında sabrın pek çok kısımları vardır. Bunlar içinde, nefsin
isteklerine sabır ve ibadete sabır en önemlileridir. Bütün gayretini mücahede
103 Beyhakî, a.g.e., II, 28. 104 Mekkî, a.g.e., II, 247.
25
gereken şeye yöneltmek, kalbini nefsanî duygulardan, olumsuz isteklerden,
dünyevî süs ve gösterişten temizlemek de sabrın çeşitlerindendir. Afetlere
sabretmek ve feryat etmemek de diğer bir sabır çeşididir. Nefsi kötülüklere
dalmaktan koruyup doğruya yöneltmek; dil, kalp ve bedenle hayır üzere
amel etmek de yine sabır çeşitleri arasında yer almaktadır.
Sabır çeşitlerini, nefsi yaratıcıya ibadet ve takva üzere tutmaya;
insanların eziyetlerine ve çirkin muamelelerine; Allah’ın emirleriyle amel
etmeye, hayırlı amelden sonra onu gizlemeye, anlatmak suretiyle nefsin
alacağı hazza mani olmaya ve övünmeyi terk etmeye; Hakk’a muhalefet
etmeyerek afiyet ve sıhhat haline; musibet ve acıları gizlemeye, bunları
başkalarına şikâyet etmemeye; fakrı gizlemeye; nefsi zillet, tevazu ve
bilinmemeye hapsetmeye; çoluk çocuğundan gelebilecek eziyetlere; kişinin
kendinde zuhur eden kerametleri açıklamamaya, kendisine keşif yoluyla
intikal eden ilahi ikramları başkalarına bildirmemeye sabır olarak da
sıralamak mümkündür.105
Genel olarak bakıldığında ise yukarıda geçtiği üzere sabrı, bedenin
sabrı ve nefsin sabrı olmak üzere iki kısma ayırmanın daha doğru olacağını
ifade etmiştik.106 Yapılan diğer tasnifler ise ileride “Sabredilmesi gereken
hususlar” bölümünde değerlendirilecektir.
a) Bedenle İlgili Konularda Sabır:
Tasavvufta, farzları yerine getirmeye ve haramlardan sakınmaya
sabır farz; fakra ve onu gizlemeye, ilk anında musibete, acılara şikâyet
etmemeye, kendine verilen manevi ihsan ve kerametleri, görmüş olduğu
105 Yapılan bu tasniflerin ayrı ayrı açılımları için bkz. Sabrın kısımları: Mekkî, a.g.e., II,
247. 106 İmam Kuşeyri bu tasnifi şu şekilde yapar: Allah’ın emirlerine, nehiylerine ve nefsin
arzularına sabır. Bkz. Kuşeyri, Letâif, I, 224.
26
ibret ve ayetleri saklamaya, dilini tutmaya sabır ise fazilet olarak
değerlendirilmiştir.107 Öyleyse sabır, görülen yönü itibariyle kulun iradî
fiillerinde ve iradesi dışında kalan bela ve musibet anında olmak üzere iki
alanda gerçekleşmektedir. Bir başka ifadeyle bedenin sabrı iki durumda söz
konusudur:
1) Kişinin kendisinden kaynaklanan bir durumla ilgili olabilir. Şöyle
ki; yorucu ibadetler yapmak ve ağır işlerde çalışmak gibi.108 İbadet, nefse en
ağır gelen hususlardan biridir. Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297/909), kulun yapmak
zorunda olduğu ibadetlerin zorluğuna dikkat çekerek; “Mümin için
dünyadan ahirete gidiş hem kolay, hem basittir. Halkı terk ederek Allah’ın
katında bulunmak (yani emir ve nehiylerine riayet etmek) çok güçtür.
Nefsinden Allah Teala’ya doğru gitmek ise daha çetin ve zor bir iştir. Fakat
bundan daha zor olanı, Allah (ve Onun emirlerini) yerine getirirken
gösterilen sabırdır”109 demiştir.
Allah Teala’ya ibadet etmekle mükellef olan insan, niyetinde
samîmî olmak şartıyla yaptığı her davranıştan sevab alabilmektedir. Öyleyse
o, kendisinden kaynaklanan durumlarda da yine sabra muhtaç olmaktadır.
2) Kişinin iradesi dışında olan durumlarla ilgili sabır ise; hastalık,
açlık, susuzluk, dövülme, düşüp yaralanma, kaza ile karşılaşma, ölüm vb.
durumlarda gösterilmesi gereken sabırdır.110
Kişinin iradesi dışında gerçekleşen hadiselerden en büyüğü elbette
ki ölümdür. Hz. Ali, çocuğu ölen birini ziyaret ederken şöyle demiştir:
107 Bkz. Sühreverdi, a.g.e., 619 108 Bkz. Ahmed b. Hanbel, V, 349-351. 109 Kuşeyri, Risale, 324. 110 Bkz. Ahmed b. Hanbel, I, 178.
27
“Kader üzerinden geçti, sabredersen sevap alırsın. Eğer sızlanırsan kaderi
geri döndürmen mümkün değildir, üstelik günahkâr olursun.”111
Hz. Rumeysa (ö.?) anlatıyor: Kocam Ebû Talha’nın dışarıda olduğu
bir sırada çocuğum öldü. Kalktım, evde bir kenara yatırıp üzerini örttüm.
Ebû Talha geldi. Kalkıp iftarını hazırladım, yemeye başladı. “Çocuk nasıl?”
dedi. “Allah’a hamdolsun çok iyidir, gece şikâyetinden bu yana hiç bu kadar
sakin olmamıştı” dedim. Sonra her zaman yaptığım gibi davrandım. Benden
istediklerini yerine getirdikten sonra dedim ki: “Şu komşularımızın hali
cidden şaşılacak şeydir.” “Ne olmuş onlara?” dedi. “Kendilerine bir emanet
verilmiş idi. O emanet istenip geri alınınca sızlanmaya başladılar” dedim.
“Ne kötü bir şey yapmışlar” deyince ben; “ Bu oğlun da Allah’ın bize bir
emaneti idi, Allah onu bizden geri aldı” dedim. Allah’a hamd etti ve
“Allah’tan geldik, dönüşümüz yine O’nadır” duasını okudu. Sonra
sabahleyin Allah’ın Elçisi’ne gidip olanları anlattı ve O; “Allah’ım
geçirdikleri bu geceyi onlara mübarek kıl” diye dua etti. Daha sonra
Peygamber (s.a.v.): “Kendimi cennete girmiş gördüm. Orada Ebû Talha’nın
karısı Rumeysa ile karşılaştım” demiştir.112
Bu itibarla hiç kuşkusuz sadece ölüm değil, kişinin iradesi dışında
kalan tüm konularda sabretmek gerçekten zordur. Bu sebepledir ki Süfyan
es-Sevrî (ö.161/777), “Amellerin en faziletlisi hangisidir?” sorusuna “Bela
ve imtihan anında sabırdır” cevabını vermiştir.113 Bu durumda da kulun,
isyan halinden uzak durmak şartıyla sabırdan başka yapacak bir şeyi
bulunmamaktadır.
111 Ateş, a.g.e., 304. 112 Ebû Nuaym b. Ahmet b. Abdillah el-İsbahânî, Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtü’l-Esfiyâ,
Mısır, 1933, II, 59. 113 Mekkî, a.g.e., II, 252.
28
Kişinin kendi iradesinden kaynaklanan veya iradesi dışında olan
bela ve musibetlere sabretmesi oldukça zordur. Her ne kadar kişinin iradesi
dahilinde olan olumsuzluklara sabredebileceği düşünülse de, iradesi dışında
olan özellikle de kaza, ölüm gibi hallere sabretmesi, bunları kabullenmesi en
zor olaylardandır. Zaten güç fakat gerekli olan sabrın fazileti de bu yüzden
olmalıdır. Bunlara sabır, kişinin gayreti ve ancak Allah’ın yardımı ile
mümkün olabilmektedir.
b) Nefsin Arzuları Konusunda Sabır:
Sabrın, insanın yaratılışı gereği, nefsin yönelme konusunda arzu
duyduğu günahlara; edâsı nefsine ağır gelen taatlere; Allah’ın kullarını
sınamak için gönderdiği belalara karşı duruşu içeren bir davranış olduğu
unutulmamalıdır. Çünkü sabırdan murat, mücerret anlamda nefsi, yapmakta
ve yapmamakta istek duyduğu şeylerden menetmek değildir. Aksine bir
yönüyle sabır, Allah’tan gelen şeyleri açıkta ve gizlide güzellikle ve rıza ile
karşılamaktır.114 Nitekim Ebû’d-Derdâ (r.a.), “İmanın en kemal noktası,
ilahi hükme sabır ve kadere rıza göstermektir”115 demiştir.
Mutlak anlamda yalan, içki, kumar, zina, faiz, rüşvet, hile vb. dinen
yasaklanan davranışlardan, nefsin arzularından uzak durmak sabırdır ve
sabrı gerektirmektedir.116 Ebû Muhammed Sehl b. Abdullah Tüsterî
(ö.283/896), “Taatların en yükseği, günahlara karşı sabırdır” der.117 Çünkü
nefis, daima kötülüğü emretmektedir.118 Bir defasında Hz. Ali (r.a.): “Ben
114 Bursevî, a.g.e., X. 169. 115 Mekkî, a.g.e., II, 243. 116 Buharî, Rikak, 20 (VII, 173). 117 Mekkî, a.g.e., II, 241. 118 Bkz. Kur’an, Yusuf: 12/53.
29
ve nefsim, koyun ve çobanı gibiyiz. Ne zaman onları bir tarafa toplamaya
çalışsam onlar öbür tarafa yayılmaktadır”119 buyurmuştur.
Yani nefis, fıtratı itibariyle insanı kötülüğe sürüklemeye meyilli
yaratılmıştır. Bu sebeple Allah’ın haram kıldığı şeyler konusunda kul,
bunların hangisinden uzaklaşırsa uzaklaşsın nefsi ona bir diğerini hoş
göstererek onu o kötü davranışa yaklaştırmaya çalışmaktadır. Sonuçta
şeytanın da yardımıyla çoğu zaman ortaya konulan eylemler itibariyle nefis
galebe çalmaktadır ki; bu durumda insanın görevi olumsuzluklara karşı tavır
almak ve sabırla ona yaraşan onurlu bir duruşu ortaya koymaktır.
1.6. Sabredilmesi Gereken Hususlar:
Sabrın değişik açılardan ele alınıp çeşitli alanlarda ayrı ayrı
değerlendirildiğinde bunun, birbirinden farklı gibi görülen, fakat aslında
tamamı kulun kendi nefsinde gerçekleşen ahlakî bir vasıf olduğu aşikârdır.
Genel olarak bakıldığında sabredilmesi gereken şeyleri aslında şu üç başlık
altında toplayabiliriz. Bunlar: Allah’a ibadet ve itaate sabır, haramlara ve
yasaklara karşı sabır, hayatın bir gerçeği olan sıkıntı ve belalara karşı
sabırdır.120 Yukarıda geçtiği üzere bunların ilk ikisi, kulun kendi iradesi ile
yapacağı işlere; diğeri ise kendi iradesi ve eylemi dışında gerçekleşen
kazalarla ilgili sabırdır.121
Konuyu biraz daha açmak gerekirse, sabredilmesi gereken hususları
şu şekilde sıralayıp açıklayabiliriz:
119 Serrâc, a.g.e., 139. 120 Herevî, a.g.e., 20. 121 Ateş, a.g.e., s.302.
30
a) Allah’a İbadet ve İtaate Sabır:
Buna sadece “tâatte sabır” da denir.122 Bilindiği üzere kulun yaratılış
gayesi Allah’a ibadet ve itaattir.123 Bu sebeple kul, ibadetler için sabra
muhtaçtır. Kul, ibadetin ağırlığına ve meşakkatine katlanmalı, yılmamalı,
bıkkınlık ve tembellik göstermeden sabırlı olmalı, nefsinin isteklerine karşı
dikkatli ve ayık bulunmalıdır. Çünkü nefis, Gazali’nin de dediği gibi tabiatı
itibariyle ibadet ve kulluktan hoşlanmaz, baş olmak ister, rubûbiyyet
iddiasında bulunur. Bundan dolayı: Firavun’un: “Ben sizin en yüce
tanrınızım”124 sözüyle açığa vurduğu tanrılık davası, her nefiste gizli olarak
vardır125 denilir.
Tâatte sabır, yapılacak amelden önce, amel sırasında ve sonrasında
olmak üzere değişik aşamalarda gerçekleşir.126 Amelden önce; “Hâlbuki
onlara ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk
etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu”127 ayetiyle;
amel halinde; “Sabredip, Rablerine güvenerek iş görenlerin ecri ne
güzeldir!”128 ayetiyle; ameli bitirdikten sonra da; “Ey iman edenler! Allah'a
itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın”129
ayetiyle açıklanabilir. Yani itaat konusunda kul önce Allah’ın emirlerini
yerine getirmek için sabırlı olmak durumundadır. İnsanın tâat halinde sabır
ile birlikte tevekkül ahlakına sarılması130 ve yalnız Allah’a güvenmesi
122 Tilimsânî, a.g.e., I, 222. 123 Kur’an, Zâriyât (51): 56. 124 Kur’an, Naziat (79): 32. 125 Kuşeyri, Risale, 325. 126 Mekkî, a.g.e., II, 249. 127 Kur’an, Beyyine (98): 5. 128 Kur’an, Ankebut (29): 58. 129 Kur’an, Muhammed (47): 33. 130 Tilimsânî, a.g.e., I, 220.
31
beklenmekte; amelin sonunda ise bu amelin getirilerini iyi kullanmak ve
olumsuzluklardan korunmak için yine sabırlı olması istenmektedir.
Kulluk, içinde bulunulan zamana uygun olarak bazen farzların
ifasında, bazen de kendisiyle farzların koruma altına alındığı sünnete tabi
olma konusunda ortaya çıkmaktadır. Yapılmasında hiçbir zorluk
bulunmayan en hafif sünnetlerin tatbiki bile nefse ağır gelebilir. Bu sebeple
nefis, bazı ibadetlerden tembellik yüzünden hoşlanmazken (namaz gibi);
bazılarından da cimrilik sebebiyle hoşlanmaz (zekât gibi). Kimi ibadetten de
her iki sebepten dolayı hoşlanmaz (hacc gibi).131 Bundan dolayı kulluk,
nefis için zor bir durumdur ve ibadetlere sabır, zorluklara, güçlüklere
sabırdır. Bunun için yüce Allah: “(Allah), göklerin, yerin ve bunlar arasında
bulunanların Rabbidir. Öyle ise O’na ibadet et ve O’na ibadete sabret…”132,
“Ehline (eş ve çocuklarına) namazı emret, sen de o(nun güçlükleri)ne
sabret.”133 “Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin”134 buyurmuştur.
İbadette sabır için önce Allah’ın yardımı, ardından da ibadet için ilim
gereklidir. Çünkü ilmin olmadığı yerde cehalet ve davranışlarda hafiflik söz
konusu olur. Hafiflikten acelecilik ve sabır azlığı meydana gelmektedir.
Hafiflik, nefsin bir sıfatı, hevası ve özelliğidir. Ona ancak sabır ile galip
gelinebilir.135 Böyle olunca da hem ibadet için ilim, hem de ilim için sabır
131 Oruç ibadetinin kişiyi sabrı alıştıran ve sabrı kolaylaştıran bir ibadet olduğu
unutulmamalıdır. Nitekim “Oruç, sabrın yarısıdır” denilmiştir. 132 Kur’an, Meryem (19): 65. 133 Kur’an, Taha (20): 132. 134 Kur’an, Bakara (2): 45. Bu ayeti, Ebû Muhammed Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö.283/896),
“Allah’tan yardım isteyiniz, Allah’ın emrine sabrediniz” şeklinde izah etmiştir. Bkz. İbnu’l-Mulakkın, Tabakâtü’l-Evliyâ, nşr., Nureddin Şerîbe, Kahire, 1986, 232; Kelâbâzî, a.g.e. 144.
135 Cehaletin bir takım sebepleri bulunmaktadır. Nefsin ise bütün kötü ahlak ve sıfatlarının kaynaklarından birincisi hafiflik, ikincisi aşırı istek ve arzudur. Kişinin hafifliği cehaletinden, aşırı arzusu da hırsındandır. Nefis hafiflik durumunda, düz bir yerde bulunan yuvarlak bir cisme benzetilmiştir. Yaratılış ve durumu sebebiyle devamlı hareket halindedir. Hırs halinde ise, kendisini lambanın ışığına atan, onu helak edecek ışıktan
32
gerekli olmaktadır. İbadetin değeri bu hal yakalandığı zaman ortaya
çıkmakta ve bu konuda gösterilen sabır, ardından mükâfat getirmektedir.
Nitekim Ebû Osman Hîrî (ö.298/910): “İbadete verilecek sevabın en güzeli
sabra verilen mükâfat olacak ve onun üstünde bir mükâfat bulunmayacaktır.
Zira Aziz ve Celil olan Allah: “Sabredenleri, amellerinin en güzeline
verdiğimiz ecir ile mükâfatlandıracağız”136 buyurmuştur” der.137
İlahlık iddiasında bulunmanın en büyük olumsuzluk olduğu
aşikârdır. Sabır ahlaklarının en üst makamlarda yaşanması ancak sabrın
Allah ile olmasına bağlı iken; nefsin kötü ahlaklardan uzaklaşması ise ibadet
ve tâate devam etmesine bağlanmıştır. Zira Allah’ın rızası ancak O’nun
emirlerini iradî bir kararlılıkla yerine getirmekle kazanılmakta ve büyük
mükâfatlar böyle elde edilmektedir. Nitekim Ebû İshak İbrahim b. Ahmed
Havvâs (ö.291/903) da asıl sabrın Allah’a ibadet ve itaat için olması
gerektiğini şu sözleriyle ifade etmiştir: “Sabır, kitap ve sünnetin ahkâmı
karşısında gösterilen sebat ve kararlılıktır.” 138
b) Haram ve Yasaklara Karşı Sabır:
Dinin emirlerini yapmaya devam etmek sabır gerektirdiği gibi,
günahlardan uzak durmak, haramlardan korunabilmek için de sabır
gereklidir. Bu, “mâsiyete sabır” olarak adlandırılmıştır.139 Sabrederek dini
yasaklara riayet eden mümin, Allah’a ve peygamberine itaat etmiş ve sevab
kazanmış olur. Sabredemeyen ise haramları işleyerek günaha girer. Kişinin,
sakınmayan ve az bir ışığa kanaat etmeyen kelebeğe benzemektedir. Bkz. Sühreverdî, a.g.e., s.586.
136 Kur’an, Nahl (16): 96. 137 Kuşeyri, Risale, 325. 138 İbnu’l-Mulakkın, a.g.e., 16; Kuşeyri, Risale, 325. 139 Tilimsânî, a.g.e., I, 220.
33
en çok muhtaç olduğu sabırlardan biri de isyan etmemeye sabretmek
olmaktadır. Çünkü isyan, nefsin arzularına uymak demektir.
Nefse en ağır gelen durumlardan bir diğeri de kişinin alıştığı ve
ahlak edindiği birtakım günahlardan vazgeçmeye karşı gösterdiği sabırdır.
Çünkü alışkanlıklarla işlenilen günahlar, yani ahlak edinilen mâsiyetler,
aşırı istek ve arzularla birleşirse nefis güçlenir. Bu alışkanlıklar ise daha çok
yapılması veya terk edilmesi insana kolay gibi görülen bir takım
günahlardan meydana gelmektedir. Gıybet, yalan, riya, içki, zina, yalan vb.
yapılması kolay görülen ve insanı cezbeden bu eylemlere sabır ise daha da
zordur.140
Nimete karşı sabredip, onu Allah’a karşı isyanda kullanmamak
demek olan masiyete sabır konusunda kuldan beklenen, günah işlememesi
ve işlememeye sabretmesi, yaptıklarına tevbe etmesidir. Burada sabır, tevbe
ile birlikte değerlendirilebilir.141 Çünkü tevbe gibi sabır da temizleyicidir.
Nitekim Sehl b. Abdullah Tüsterî: “Sabır bir temizleyicidir. Eşya onunla
temizlenir”142 demiştir. Dolayısıyla da kötü hal ve davranışlara sabreden
insan, günah kirlerinden uzak kaldığı müddetçe, temizliğini korumuş
olmaktadır.
140 Kuşeyri, a.g.e., s.324. 141 Nasıl ki gerçek bir tevbe Allah’a yakınlık konusunda murakabeyi çepeçevre kuşatıyorsa;
yine ihlâsla yapılan bir tevbe de bütün yönleriyle sabır makamını içine almaktadır. Sabrın hakikati işte tam burada; gerçek bir tevbe ile nefsin mutmain oluşunda ortaya çıkmaktadır. Nefsin mutmain oluşu, temizlenmesinden kaynaklamakta; temizlik ise tevbe ile gerçekleşmektedir. Demek ki nefis, tevbe-i nasuh ile temizlenince, kendisinden serkeşliği, azgın tabiatı ve sabır azlığı yok olup gitmektedir. Bu tevbe nefsi kuşattığında onu, tabiatındaki azgınlıktan uysallığa ve yumuşaklığa ulaştırmaktadır. Çünkü nefis, muhasebe ve murakabeyle arınır ve de onun, hevasına uyması sonucunda tutuşan ateşi söner. Mutmainne sıfatını kazanmasıyla da rıza makamına ulaşarak sükûnet ve teslimiyet içinde olur.Bkz. Sühreverdî, a.g.e., s.620.
142 Kelâbâzî, a.g.e. 144.
34
c) Allah’tan Gelen Bela ve Musibetlere Karşı Sabır:
İnsana üzüntü veren ve onun fıtratına uygun olmayan her şey
kötüdür ve bunlara genel olarak bela ve musibet denilmiştir. 143 Şükrün
içeriği daha çok sevinç hali ile dolu iken; sabrın içeriği daha çok gam ve
kederle, bela ve musibetle doludur. Bela ve musibetler ise ya mutlak olur
(küfür ve isyan gibi); ya da mukayyed olur (hastalık gibi). Sabredilmesi
gereken bela ve musibetler mukayyed olanlardır. Zira mutlak olan bela ve
musibetlere sabır olmaz. Bunlara sabır caiz değildir.144
İnsanların başlarına gelen mukayyed bela ve musibetler, tasavvufta
avam, havâs ve havassu’l-havâs145 olarak derecelendirilen insanlar arasında
farklı şekillerde algılanmaktadır. Bu algılama ise daha çok nefsin bela ve
musibetlere karşı durumu ve kazandığı itmi`nan şeklinde tezahür
etmektedir.146 Örneğin:
Avam, Allah’ı zikretmekle mutmainne makamına erişirken, onların
itmi`nandan aldıkları nasipleri, dualarının kabul edilerek rızıklarının
bollaşması, belaların ortadan kalkması şeklinde olur. “Ey itminana ermiş
nefis”147 ayetinde anlatılan itminan bu anlamdadır. Yani avam, belaların def
edilmesini ve rızkın bollaşmasını sağlayacak olanın sadece Allah Teala
olduğunu bilip O’na inanmışlardır.
Havâs ise kazaya rıza, belaya sabır gösteren ihlâs, takva ve sekînet
ehli kimselerdir. Bunlar şu ayetlerde belirtilen özelikleriyle itmi`nana
143 Kurtubî, a.g.e., II, 175. 144 Gazalî, a.g.e., IV, 232; Taşköprüzâde, a.g.e., II, 663. 145 Bkz. Tilimsânî, a.g.e., I, 219. 146 Bkz. Mekkî, a.g.e., II, 247. 147 Kur’an, Fecr (89): 27.
35
ermişlerdir: “Şüphesiz Allah, takva sahipleri ve iyilikte bulunanlarla
beraberdir.”148 “Allah, sabredenlerle beraberdir.”149
Havâstan olan itmi`nan ehli kimseler, ayetlerde geçen Allah ile
beraberlik lafzıyla itmi`nan ve sekînet buldukları halde, bu itmi`nanları tâat
ve ibadetlerini görme haliyle karışık bir şekildedir ve bulanıktır. Aslında
halka helal ve haramı, hak ve batılı öğreten bunlardır. Bunlar, Allah
Teala’nın halk arasındaki hüccetleri ve din davetçileridir. İbn Uyeyne (r.a.):
“Sabrettikleri için biz onları emrimizle halkı hidayete erdiren rehberler
kıldık”150 ayetinin izahında, işin başı olan sabır ile amel ettikleri için biz
onları başkan yaptık demiştir.151
Havâsın içerisinde biraz daha özel bir grup olan havassu’l-havâsa
gelince; bunlar, heybet ve azametinden dolayı sırlarının Allah Teala’ya
itminana güç yetiremeyeceğini bilen kimselerdir.152 Çünkü Allah Teala’nın
idrak olunabilecek nihaî bir sınırı yoktur. “Hiçbir şey O’nun misli
olamaz”153ve “Hiçbir şey O’na denk değildir.”154 Bu kimseler, dini esasları
sağlamlaştırdıktan, ilahi hududu koruduktan ve bu konularda elinden geldiği
kadar hiçbir sünnet bırakmadan hepsini yerine getirmeye çalıştıktan sonra
Allah Rasulü (s.a.v.)’in tâat, ibadet, âdap ve güzel ahlak ile ilgili hoş
hallerini araştırarak, nefislerini Allah Rasulü’ne tam uydurmaya ve onu
örnek almaya çalışırlar ve ona sımsıkı bağlanırlar. Onun yücelttiğini
yüceltir, küçük ve az gördüğünü küçümser ve azımsarlar. Onun beğendiğini
beğenir, beğenmediğini terk ederler. Kul, bu makama (mutmaine) ulaşınca
148 Kur’an, Nahl (16): 28. 149 Kur’an, Bakara (2): 153. 150 Kur’an, Enbiya (21): 83. 151 Kuşeyri, Risale, 329. 152 Taşköprüzâde, a.g.e., II, 645. 153 Kur’an, Şura (42): 17 154 Kur’an, İhlas (112): 4.
36
da başına gelen bela ve musibetler ona zarar vermez. Kazaya tam bir
teslimiyet ile bela ve musibetlere sabretme halini yaşarlar. Zira Allah ve
Rasulü’nü sevmenin de bir bedeli olmalıdır. Bu da kimi zaman bela ya da
musibetle karşılaşmak şeklinde tezahür edebilir.155 Nitekim Rasulüllah
(s.a.)’e gelen bir sahabenin “Yâ Rasulallah, sizi çok seviyorum” demesine
karşılık Allah’ın Rasulü: “O zaman başına gelecek belaya hazır ol”156
buyurmuşlar ve yaptığı bu tercih ile taraf haline gelen sahabenin, bunun
bedeli olarak bazı sıkıntılara maruz kalabileceğine işaret etmişlerdir.
Musibetlere gösterilen sabır neticesinde mutmain olan nefis, masivâ
alakalarından kurtularak sâfîleşir ve insana güzel huylu olma vasfını
kazandırır. Nefsin yumuşaması ve terbiye edilmesi hususunda insana sabır
ahlakını kazandıran musibetlerin ise bir takım sebepleri bulunmaktadır.
İnsanın başına üç sebepten dolayı musibet gelir. Fakat bundan önce
kulun başına gelen dünyevî her bir musibetin durumlarının neler olduğunu
belirtmek yerinde olacaktır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir:
1. Musibet bazen din ile ilgili olmayabilir. Dinin dışında başa gelen her
musibet, kulun dine dönmesine vesile olur. Örneğin yaşanılan bir takım
doğal afetlerden sonra insanların içine düştükleri çaresizlik ve acziyetin,
onların dine dönüşüne neden olduğu görülmektedir.
2. Başa gelen her musibetin daha büyüğünün olması her zaman
mümkündür.
3. Takdirle ilgili boyutuyla karşılaşılması kaçınılmaz olan musibetler.
Geldiğinde ise kul, onu görerek, onu sabırla karşılayıp sonrası için ondan
rahata kavuşmaya çalışmalıdır. Bunun için de musibet zamanlarını iyi
155 Serrâc, a.g.e., 64-95. 156 Tirmizî, Zühd, 36 (IV, 576).
37
geçirmek lazımdır. Ebû’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Sehl b. Atâ Edmî
(ö.309/921), sabrı tanımlarken: “Sabır, musibetler içinde iken en güzel
şekilde edebe riayet etmektir” 157 demiştir. Bu konuda Dekkâk da: “Sabrın
hakikati, belaya hangi şekilde girildiyse o biçimde beladan çıkmaktır”158
değerlendirmesini yapar.
4. Musibet, dünyada başa gelirse, ahirette vuku bulmaz. Şayet ahirette
olsaydı, daha büyük, daha şiddetli olurdu denilir.
5. Sabredildiğinde musibetin sevabı kendisinden daha büyük olur.159
Nitekim bu konuda Ömer b. Abdülaziz: “Allah Teala bir kuluna önce nimet
verip peşinden onu alarak yerine sabır verirse; bu sabır, kendisinden alınan
nimetten daha hayırlıdır”160 demiştir.
Bela ve musibetin sebeplerine gelince; bunlar, Allah tarafından
kullarını imtihan, insanın işlediği hata ve günahlar ile kulun manevi
derecesini yükseltmek için verilirler. Bunlardan ilk ikisi ayet, diğeri hadisi
şerif ile açıklanabilmektedir. Şöyle ki:
1. İmtihan için gelen musibetler: Allah tarafından korku, açlık,
mal, can ve ürünlerden eksiltme, iflas etme, bağ, bahçe, ekin, sebze ve
meyvelerin ürün vermemesi, kuraklık, dolu ve kasırga olması, ölüm ve
benzeri musibetler özgün doğal sebepleri yanında kullarına, onları imtihan
etmek amacını da içerebilir. Bu tür musibetlerin kul için bir imtihan olduğu
şu ayeti kerimede açıkça ifade edilmektedir: “Andolsun ki sizi biraz korku,
açlık, mallardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle imtihan ederiz.”161
157 Kuşeyri, a.g.e., 324. 158 Kuşeyri, a.g.e., 330. 159 Mekkî, a.g.e., II, 303. 160 Sühreverdî, a.g.e., 636. 161 Kur’an, Bakara (2): 153.
38
Musibetler konusunda kula gerekli olan üzerine düşeni yapmak
sabırla onlara karşı durmak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir.
Keza insanlardan gelen ve uzaklaştırması kişinin elinde olmayan eziyet ve
belalarla da karşılaşabiliriz. Halkın bir kimse aleyhinde konuşması, ona
iftira etmeleri, onun hakkını gasp etmeleri gibi durumlarla her zaman
karşılaşılailmektedir. Nitekim iman ve sabrı aynı kategoride değerlendiren
sahabe; “Kişi, eziyete sabretmedikçe onun imanını iman saymazdık”162
görüşünü benimsemiştir. Nitekim; “(Taat ve musibete) sabrı olmayanın
imanı yok hükmündedir” 163 buyurulmuştur.
Eziyetler karşısında insana düşen görev, doğru yolda ilerlerken
“Onların eziyetlerine aldırma, Allah'a güvenip dayan”164 ayeti kerimesi
gereğince sabretmektir. Bunun da peygamberî bir ahlak olduğu165 ve her
konuda Allah’a güvenip dayanmak demek olan tevekkül ile birlikte
değerlendirilerek Allah Teâla’nın, onların sabrı hakkında şöyle dediği ifade
edilmektedir: “Biz, sizin bize yaptığınız işkenceye sabredeceğiz. (Çünkü)
müminler Allah’a tevekkül ederler.”166
2. İnsanın işlediği hata ve günahlar yüzünden gelen musibetler:
Nitekim bir ayeti kerimede; “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle
işlediğiniz (günahlar ve hatalar) yüzündendir”167 buyurulmuştur.
162 Mekkî, bu sözü “alimlerden birisi demiştir ki…” şeklinde nakletmiş ve isim
belirtmemiştir. a.g.e., II, 244. 163 Bkz. Mekkî, a.g.e., II, 240; Kuşeyri, Risale, 324; Hz. Ali, “İman nedir?” sorusuna
imanın temelleri arasında sabrı da sayarak şöyle cevap vermiştir: “İman dört temel üstündedir: Sabır, yakin, adalet ve cihat. Sonra sabrı on makam üzere, ardından yakin, adalet ve cihadı aynı şekilde onar makam üzere vasfetti.” Eğer bu rivayet doğru ise ahvâl ve makâmât konusunda söz edenlerin ilki Hz. Ali’dir. Bkz. Serrâc, a.g.e., 138; Mekkî, a.g.e., II, 239.
164 Kur’an, Ahzab (33): 48; Kur’an, Âl-i İmran (3): 186. 165 Bkz. Kurtubi, a.g.e., I, 372. 166 Kur’an, İbrahim (14): 12. 167 Kur’an, Şûrâ (42): 30.
39
Ayette insanın başına gelen musibetlerin kendi hatalarının sonucu
olduğu beyan edilmektedir. Sehl b. Abdullah Tüsterî: “Sabır, doğruyu tasdik
etmektir. Taatların en yükseği, günahlara karşı sabırdır. Sonra ibadet ve
taate devam etmeye sabır gelir”168 der. Çünkü insan nefsini aşmadan
günahtan uzak kalamaz. Günahlar, kişinin arzu ve istekleri ile sabırsızlığı
sonucu ortaya çıktığından, bir anlamda kişi kendi eliyle kendini zora
sokmakta, kendisini telafisi güç kötülüklerin içine atmaktadır.
3. Kulun manevi derecesini yükseltmek için gelen musibetler:
Kuşkusuz her insanın işlediği salih amel ile ulaştığı bir derecesi vardır.169
İnsan, bu dereceye işlediği salih ameller yanında doğal hayat ortamında
maruz kaldığı musibetlere sabretmesi suretiyle de ulaşabilir. Hz.
Peygamber’in: “Kul, Allah’ın kendisi için takdir ettiği dereceye ameli ile
ulaşamazsa, Allah onun canına, malına veya çocuğuna bir musibet verir, o
da bunlara sabrederse böylece Allah’ın kendisine takdir ettiği mertebeye
ulaşır”170 hadisi bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Kulun, kendisinden uzaklaştırması mümkün olmayan musibetler bu
nevidendir. Bu musibetler, kulun denenmesi ve imanında sadık olup
olmadığının ortaya çıkarılması için Allah’tan gelen imtihanları da içine alır.
Mus'ab b. Sa'd, babasından şöyle naklediyor: “Dedim ki: Ey Allah'ın
Resulü! İnsanlardan kimler en çok belaya uğrar? Buyurdular ki:
“Peygamberler, sonra büyüklükte onlara yakın olanlar. Kişi dindarlığı
nisbetinde belaya maruz kalır. Kim dininde azimli ve sağlam olursa onun
belası da şiddetli olur. Şayet dininde zayıflık varsa, Allah onu da gücü
168 Mekkî, a.g.e., II, 241. 169 Bkz. Kur’an, En’am (6): 132. 170 Ahmed b. Hanbel, V, 272.
40
nisbetinde imtihan eder. Tâ ki o kul, hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye
kadar bela onun peşini bırakmaz.”171
Öyleyse kulun manevi derecesini yükseltmek için verilen bu tür
belalar genellikle ya kulu olgunlaştırmak ya da günahlarına keffâret olması
içindir denilebilir. Bir yakınının ölmesi, malının telef olması, hastalık,
sakatlık vb. sıkıntılarla karşı karşıya gelmesi kul için bu türden birer imtihan
vesilesidir. Bunlara sabır ise sabrın en yüksek mertebesi olmaktadır. Ancak
bu sabır, sözü edilen musibetler öncesinde de, o musibetlere maruz
kalındığında da kulun üzerine düşen görevleri yapmasına, gereken tedbirleri
almasına engel teşkil etmemelidir. Örneğin apandisitli bir hastanın, ben
bunun acısına sabrederim deyip ameliyat v.b. önlemleri almaktan
vazgeçmesi düşünülemez.
d) İnsanların Kötülüklerine Karşı Sabır:
Kur’an-ı Kerim’e göre insanın kötülük yapana misli ile mukabele
etme hakkı vardır. Ancak Allah Teala, yapılan kötülüğün bağışlanmasını ve
sabredilmesini tavsiye etmektedir. Nitekim; “Eğer ceza verecekseniz, size
yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o,
sabredenler için daha hayırlıdır”172 ayeti bu anlamda bir yönlendirme
yapmaktadır.
Binaenaleyh ayette geçen sabır, kötülük yapana aynıyla karşılık
vermek yerine af yolunu tutmak ve bağışlamak şeklinde yorumlanmıştır. Bir
başka ayet-i kerimede aynı yaklaşımı teyid eden bir içerikle: “Bir kötülüğün
cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışırsa, onun mükâfatı
171Tirmizî, Zühd, 57 (IV, 602). 172 Kur’an, Nahl (16) : 26.
41
Allah'a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez”173 buyurulmaktadır. Şüphesiz
bu yaklaşımda da aslolan zulmün tekrarlanması değil önlenmesi, bir yolunu
bulup ortadan kaldırılması ve ıslahıdır. Peygamber (s.a.v.) de: “(İnsanın)
hoşlanmadığı şeylere sabretmesinde çok hayır vardır. Allah’ın yardımı,
sabırla beraber gelir”174 buyurmuşlardır.
Kötülüklere karşı koymak insanın hakkı, hatta görevidir. Ancak
bunun bir usulü ve ahlâkî açıdan yapılabilecek bir değerlendirme biçimi
olmalıdır. Mesela “Kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü
yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin”175
hadisi buna bir ölçü getirmektedir denilebilir. Nitekim Allah Teala,
Kur’an’da kötülüğün affedilmesini176 ve iyilikle ondan uzaklaşılmasını
istemekte ve buna da ancak sabredenlerin muvaffak olabileceklerini
bildirerek; “İyilikle kötülük bir olmaz, Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde
önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir
dost olur. Bu (güzel davranışa) ancak sabredenler; (hayırdan) büyük nasibi
olan kimse kavuşturulur”177 buyurmaktadır.
İnsanların kötülüklerine karşı sabır, aslında peygamberlerin
vasıflarından biridir. Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf (a.s.) ve
babası Yakup (a.s.), bunun en güzel örneklerini yaşamışlardır. Yakup (a.s.),
çocukları sebebiyle karşılaştığı bu üzücü olaylar karşısında sadece Allah’a
güvenmiş ve “… yapacağım (iş), en güzel sabırdır”178 diyerek sabra
yönelmiştir. Zaten Yüce Allah, ilahi musibetler karşısında feryat etmeyip
173 Kur’an, Şûrâ (42): 40. 174 Ahmed b. Hanbel, I, 307. 175 Müslim, Îman, 78 (I, 78); İbn Mâce, Fiten, 19, (II, 238). 176 Bkz. Kur’an, Nur (24): 22. 177 Kur’an, Fussilet (41): 34-35. 178 Kur’an, Yusuf (12): 8-83.
42
nefsini isyandan alıkoyanlar ile bulunduğu halde en güzel bir şekilde sabır
ve sebat eden kimseleri, cennetin kendileri için hazırlandığı muttakiler,
muhsinler179 ve sâdıklar180 olarak nitelendirmiştir.
Yine Zekeriya (a.s.)’ın başına testere vurulduğunda O, öyle bir
inlemiştir ki; Allah Teala ona vahyederek: “Eğer bir kere daha iniltin benim
katıma yükselecek olursa yer ile göğü birbirine birleştiririm”181
buyurmuşlardır.
Hakikaten insanların kötülüklerine sabır çok çetin bir iş olup
herkesin başarabileceği bir davranış değildir. Zira bu peygamberî ahlak,
yine peygambere itaat ile kazanılmakta ve insanlar arasında da tesirli
olmaktadır. Mâlik b. Dinar (ö. 131/748) hakkında anlatılan şu olay ilgi
çekicidir: Kiracısı bulunduğu bir yahudinin, kendisinin evinin kıble tarafına
hela yaptırması ve onun evinin duvarını kirletmesi üzerine yahudinin: Niçin
bu kadar ezaya sabrediyorsun? demesine karşılık, “Onlar öfkelerini yutarlar
ve insanları affederler”182 ayeti gereğince: “Ben Allah rızası için orayı su ile
temizliyor ve sabrediyorum” demiş ve yahudi, onun bu tavrı karşısında
müslüman olmuştur.183
Ancak bu çeşit bir sabır, tepkisizlik olarak anlaşılmamalı aksine,
insanı esas amacına ulaştıran ve neticede hem sözü edilen yahudinin
hidayetine, hem de kötülüğün ortadan kalkmasına vesile olan uygun tavır
olarak görülmelidir.
179 Kur’an, Âl-i İmran (3): 133-134. 180 Kur’an, Bakara (2): 177. 181 Serrâc, a.g.e., 49. 182 Kur’an, Âl-i İmran (3): 134. 183 Attâr, a.g.e., 89.
43
e) Nimetlerin Şükrüne Sabır:
İnsana faydası dokunan maddi ve manevi, iyi ve güzel her şey
nimettir. Gerçek nimet ise ahiret saadetidir. İnsanın musibetler karşısında
sabretmesi, onun görevi olduğu gibi nimetler karşısında şükretmesi de yine
onun önemli bir sorumluluğudur.
Nimetler de musibetler gibi insanlar için bir imtihan vesilesidir.
İnsanın bu imtihanda başarılı olabilmesi için nimetin varlığında da
yokluğunda da sabretmesi gerekmektedir. Yüce Allah, insana verdiği nimeti
ondan geri aldığı zaman kulun çok ümitsiz ve nankör olmasını kınamış,
insana dokunan bir musibeti kaldırıp ona bir nimet verdiği zaman da
şükredeceği yerde “kötülük benden gitti” diyerek sevinip övünmesini, azıp
şımarmasını istememiştir.184
Bu itibarla insanın, musibet karşısında üzgün, ümitsiz ve nankör
olmayıp sabretmesi gerektiği gibi, nimetler karşısında da sevinip övünerek
şımarmaması ve nimetlerin şükrünü sabırla yerine getirmesi gerekir. Çünkü
kendisine verilen nimete şükrederken o nimetle bir isyana dalsa, bu durum o
kimse için bir bela olur.185 Kul, böyle bir durum için de yine sabra muhtaç
olduğundan Allah Teala, buna ancak sabredip salih amel işleyen kimselerin
muvaffak olabileceğini bildirmiş ve böyle olan kimselere mağfiret ve büyük
mükâfat vaat etmiştir.186
Nimetlere sabrın nasıl gerçekleştirileceğine gelince bu, nimeti
verenin Allah olduğunu bilmek, nimetleri meşru yollarda değerlendirmek,
sahip olduğu servetinden fakirin hakkını vermek, sahip oldukları ile övünüp
kibirlenmeyi ve azgınlık etmeyi terk etmek şeklinde olmaktadır. Böyle kötü 184 Bkz. Kur’an, Hud (11): 9-10. 185 Taşköprüzâde, a.g.e., II, 663; Ayrıntılı bilgi için bkz. Mekkî, a.g.e., II, 253. 186 Bkz. Kur’an, Hud (11): 11.
44
davranışlar içerisine girmekse zaten insanın helakine sebep olacaktır.187
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle der: “Bir kimse, nimet vereni bırakıp da nimeti
görürse; böyleleri Allah Teala’ya karşı perdelidirler.”188 Bu perdelenme ise
sonuçta insanı bir takım olumsuz tercih ve davranışlara sevk etmektedir.
Mal, mülk, çocuk, makam, sıhhat ve güven içinde olmak, ahlak, ilim,
sanat vb. dünya ve ahirette sahibine faydası dokunan her türlü nimete
şükrünü edâ konusunda ve onlardan meşru biçimde yararlanma hususunda
da sabretmek, musibetlere sabretmekten daha kolay değildir. Sehl b.
Abdullah Tüsterî: “Afiyete karşı sabır, belaya karşı sabırdan daha zordur”189
derken bu konuya işaret etmek istemiştir. Çünkü nimet içinde bulunan
insan, çoğu zaman fıtratı gereği kendisini diğer insanlardan farklı görür ve
sudaki balık misali nimetin kıymetini bilmez. Serveti ile isyan içerisinde
bulunabilir. Neticede de servetini kaybetmekle karşı karşıya kalabilir.
Bunun yanında imanını ve ahlakını kaybetmesi ise onun kötü fiillerle
meşgul olmasına sebep teşkil edeceğinden, bu durum onun servetini
kaybetmesinden daha büyük bir olumsuzluktur.
Bunun içindir ki; nimetlere sabretmemenin Kur’an’daki adına
“batar” denilmiştir. Yukarıda da geçtiği üzere batar, bir insanın kendisine
verilen nimetler ile azması ve şımarması demektir. Nitekim Allah, pek çok
ayet-i kerimede nimetler içinde şımaran ve azgınlık gösteren nice kavimleri
ve beldeleri helak ettiğini haber vermektedir.190 Yine bu nedenle Allah
187 Bkz. Kur’an, İsra (17): 16. 188 Nûreddin Abdurrahman b. Ahmed Câmî, Nefahâtü’l-Üns Min Hazarâti’l-Kudüs, sad.
Abdulkadir Akçiçek, Sağlam Kitapevi, İst., 1981, 241. 189 Mekkî, a.g.e., II, 253; Sühreverdî, a.g.e., 620. 190 Bkz. Kur’an, Kasas (28): 58.
45
Teala, müminlerden nimetlerle şımaran insanlar gibi olmamalarını
istemektedir.191
Sabredilmesi gereken şeyleri kısaca hayatın bir gerçeği olarak maddî
ve manevî manada her türlü olumsuzluk ve kötülükler, insanı doğruları
yapmaktan engelleyen bağımlılıklar olarak sıralayabiliriz. Bunlar karşısında
sabırla mücadele vermek insanı başarıya, doğruları yapmaya, kötülüklerden
uzaklaşmaya ve de mutluluğa götüren en güvenli yoldur.192 Şimdi bu
konularla ilgili birkaç ayeti kerime ve hadisi şerif zikredelim:
“Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana
çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden
birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz,
muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.”193
“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan
ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine
buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.”194
“O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye
galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin
kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.”195
“İman edip güzel işler yapanları, (evet) muhakkak ki onları, içinde
ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennet köşklerine
yerleştireceğiz. (Böyle iyi) işler yapanların mükâfatı ne güzeldir! Onlar,
sabreden kimselerdir ve yalnız Rablerine güvenip dayanmaktadırlar.”196
191 Bkz. Kur’an, Kehf (18): 47. 192 Bkz. İsmail Karagöz, a.g.m., 5. 193 Kur’an, Âl-i İmran (3): 186. 194 Kur’an, Tahrim (66): 6. 195 Kur’an, Enfal (8): 66. 196 Kur’an, Ankebut (29): 58-59.
46
“Kimin üç kızı olur da onlara sabreder, yedirir, içirir ve giydirirse
bu, onun için kıyamet günü cehennem ateşine karşı perde olur.”197
“Kulumun iki gözünü aldığım zaman şikâyet etmeyip sabrederse, iki
gözüne bedel olarak ona cenneti veririm.”198
“Güçlü kimse, rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman kendisine
sahip olabilendir.”199
1.7. Sabrın Dereceleri:
Tutum ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme anlamına
gelen ihlâs,200 amellerin makbul olabilmesi için her kulda aranılan önemli
bir kalbi ameliyedir ve ilk haliyle amelde bulunması esastır. Sabır
konusunda da insanın, her şeyi Allah’tan bilmesi, zamanın gereklerine ve
içinde bulunulan hale göre Allah’tan sabır dilemesi, Allah için ve Allah’ın
kendisine gösterdiği istikamet doğrultusunda sabretmesi lazımdır. Bu
konuda Zunnûn Mısrî (ö.245/859), sabır olmadan ihlâsın tam olarak
gerçekleşmeyeceğini düşünmektedir.201
Sabrın derecelendirilmesi hakkında Ebû Bekir Şiblî (ö.334/945)’den
gelen şu rivayet, konuya açıklık getirmesi bakımından önemlidir. Ali b.
Abdullah Basri (ö.?), anlatıyor: “Adamın biri İmam Şiblî’nin önünde
durmuş ve: “Sabırlılar için sabrın en zor olanı hangisidir?” diye sormuş,
Şiblî: “Aziz ve Celil olan Allah’ta sabır” demiş. Adam: “Hayır” demiş.
Şiblî: “Allah için sabır” demiş. Adam: “Yine olmadı” demiş. Şiblî: “Allah
ile birlikte sabır” demiş. Adam: “Bu sefer de olmadı” demiş. Şiblî sormuş:
197 İbn Mâce, Edeb, 3, (IX, 446). 198 Buharî, Merdâ, 7 (VIII, 11) ; Tirmizî, Zühd, 46 (IV, 589). 199 Buharî, Edeb, 106 (VII, 86); Müslim, Birr, 107 (VIII, 35). 200 İhlâs, riya ve onun defedilmesi sırasında nefsin ısrarlı arzularına karşı gösterilen güçtür.
Bkz. Muhâsibî, a.g.e., 319. 201 Bkz. Attâr, a.g.e., 189.
47
“Peki hangi şey olduğunu sen söyle?” demiş, Adam: “Allah’tan sabır”
cevabını vermiş, bunun üzerine Şiblî öyle bir sayha ile bağırmış ki, az kalsın
canından olacaktı”202 demiştir.
Sabır gerektiren her konuda sabredildiği sürece kul, Allah’ı her
zaman hatırlamalı ve unutmamalıdır. Bu noktada sabır, derecelere ayrılmış
ve farklı yaklaşımlarla izah edilmeye çalışılmıştır. Bazı mutasavvıflar, Allah
için sabretmeyi meşakkat olarak görürken, Allah ile beraber sabr beka,
Allah uğruna sabr bela, Allah ile sabr vefa ve Allah’tan sabrı ise cefa olarak
değerlendirmişlerdir. Öyleyse sabır; sabır billâh (Allah ile sabır), sabır lillâh
(Allah için sabır), sabır ma`allah (Allah ile beraber sabır), sabır fillah
(Allah’ta sabır) ve sabır ‘anillah (Allah’tan sabır) olmak üzere
derecelendirilebilir.203 Şimdi bu konulara biraz daha açıklık getirmeye
çalışalım:
a. Sabır billâh:
Allah’tan sabır dilemek, sabrın kişinin kendi nefsi ile değil; Allah’ın
yardımıyla olduğunu bilmektir. Yani Allah kula sabır ihsan etmezse, kul
sabrı gerçekleştiremez. Bir ayet-i kerimede: “Sabret, sabrın ancak Allah
iledir”204 buyurulmakta ve bu ayetin yönlendirmesi ile irtibatlı olarak hoşa
gitmeyen bir olayla karşı karşıya kalındığında “Bunu veren Allah, sabrını da
verir” denilmektedir.
Sehl b. Abdullah Tüsterî, sabrı, “Allah Teala’dan bir çıkış kapısı
açmasını beklemektir” şeklinde tanımlarken; “Sabır ve namaz ile Allah'tan
202 Bkz. Serrâc, a.g.e., 48; Kuşeyri, Letaif, I, 87; Risale, 325. 203 Herevî, bu derecelendirmeye sabır ‘alallah’ı da ekleyerek kişinin durumuna göre şöyle
bir sıralama yapar: Sabır lillah, avamın sabrı; onun üstünde sabır billah, havasın sabrı; onun üstünde sabır ‘alallah, ehassü’l-havasın sabrıdır. Bkz. Herevî, a.g.e., 20; Bu derecelerin açıklamaları konusunda bkz. Tilimsânî, a.g.e., I, 223.
204 Kur’an, Nahl (16): 127.
48
yardım isteyin”205 ayetini, “Allah’tan yardım isteyiniz, Allah’ın emrine
sabrediniz” şeklinde açıklamıştır.206 Benzer bir ayet olan; “Allah Teala’dan
yardım isteyin ve sabredin”207 ayetini ise “Allah’ın emrini yerine getirmek
için O’ndan yardım isteyiniz ve Allah Teala’ya karşı edebinizi muhafaza
etmek için sabrediniz” şeklinde izah etmiştir.208
Görülüyor ki sabra insanın tek başına gücü yetmemekte ve her
konuda olduğu gibi bela ve musibetlerin yanında ibadet ve taate de sabrın
ancak Allah’ın yardımı ile gerçekleştirebileceğinin bilinmesi önem
arzetmektedir. Kısaca sabır billah, sabrın yine Allah’ın yardımı ile
olacağının bilinmesi bilincine bağlı bir sabır tarzı olduğu söylenebilir.
b. Sabır lillah:
Allah için sabırdır. Bu da kulun, başka bir gaye için değil, yalnız
Allah’ı sevdiği ve O’nun rızasını kazanmayı istediği için sabretmesidir. Bu
kişiye “sâbir” denilmiştir. Böylelerinde sabırsızlık hali görülmez ve ahlakî
bir tavır olarak da bulunmaz. Fakat zaman zaman kendilerinden şikâyet vaki
olabilir.209 Ebû’l-Kasım b. Hakim’in “Sabret” ve “Sabrın Allah iledir”
ayetleri hakkındaki yorumu konuya ışık tutmaktadır: “Sabret sözü, (emre
itaat anlamında) ibadeti emretmekte (sabır lillah)”; “Sabrın ancak Allah
iledir” ibaresi ise (elde olanı sevme ve razı olma anlamına) ubudiyeti
emretmektedir (Sabır billah). Bir kimse “senin için” mertebesinden “senin
ile” mertebesine yükselirse, o kimse ibadet derecesinden ubudiyet
mertebesine yükselmiş olur”210 Yani insan Allah’ın emri olarak kulluğunu
205 Kur’an, Bakara (2): 45. 206 Bkz. Kelâbâzî, a.g.e., 144; İbnu’l-Mulakkın, a.g.e., 232. 207 Kur’an, Araf (7): 128. 208 Mekkî, a.g.e., II, 242. 209 Serrâc, a.g.e., 49. 210 Kuşeyri, Risale, 324.
49
yerine getirmeye çalışır ve O’nun kullarına tahsis etmiş olduğu bu dereceye
ulaşmak için sabır ve sebat gösterirse; Allah Teala, onun bu gayretini boşa
çıkarmaz ve Allah’ın emri olarak yerine getirmeye sabrettiği ibadet
derecesinden Allah’ı sevdiği için ibadet mertebesi olan ubudiyet derecesine
geçmiş olur.
Tasavvufta sabır billâh, sabır lillah’tan üstün görülmektedir. Çünkü
birincisi ilahi irade ile; ikincisi beşeri irade ile gerçekleşmektedir. Onun için
Rasulüllah (s.a.v.): “Ya Rabbi! Seninle yaşar, Seninle ölürüm”211
buyurmuşlardır.
Bu tür bir sabır anlayışı, özellikle sevgiye dayalı zühd dönemi
mutasavvıflarının göstermiş olduğu sabır anlayışıdır denilebilir. Çünkü
onlara göre kulluk, ne cennet ümidi ne de cehennem korkusu için
yapılmakta; Allah Teala’yı sevip sadece O’nun rızasını kazanmak amacına
matuf olarak ortaya konulmalıdır.
c. Sabır ma`allah:
Hakk’ın yanında O’nun yardımıyla gerçekleştirilen sabırdır. Böyle
bir kişiye “sabbâr” denilmiştir. Bu ise kulun, Yaratıcının din açısından
istediği şeyleri yapması sonucunu doğurmaktadır.
Kul, Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak için
nefsini sabra zorlar. Sabrın farz ve fazilet olma yönlerinden kul, sabırlı
bulunarak riyazet ve mücâhedesine devam etmek durumundadır.212
İnsanların çoğu bu nevi şeylere sabrettiği halde, kalpten mâlayanî şeyleri,
vesvese ve havâtırları defederek gerçek bir murakabe ve kalbi kontrole
sarılmak suretiyle Allah ile beraber olmaya sabretmede zorlanmakta ve hatta 211 Buharî, Tevhid, 13 (VIII, 164); Müslim, Zikr, 59 (VIII, 63); Ebû Davud, Edeb, 101 (IV,
183); İbn Mâce, Dua, 14, (X, 7). 212 Bilgi için bkz. Mekkî, a.g.e., II, 260.
50
bunu yapamamaktadırlar. Bu sebepledir ki Cüneyd-i Bağdâdî: “Mümin için
dünyadan ahirete gidiş hem kolay, hem basittir. Halkı terk ederek Allah’ın
katında bulunmak (yani emir ve nehiylerine riayet etmek) ise çok güçtür.
Nefsinden Allah Teala’ya doğru gitmek daha çetin ve zor bir iştir. Fakat
bundan daha zor olan, Allah (ve Onun emirleri) ile birlikte bulunurken
gösterilen sabırdır”213 açıklamasını yaparak bu manada sabır, “Sızlanmadan
nefsi Allah’la birlikte bulundurmaktır”214 tespitinde bulunmuştur. Dekkâk
ise; “Sabredenler, iki cihanın izzetine ermişlerdir. Zira onlar Allah’ın
beraberliğine kavuşmuşlardır. Cenab-ı Hak: “Allah sabredenlerle
beraberdir”215 buyurmaktadır. Allah’ın beraber olduğu kimseler ise, elbette
iki cihanın şerefine ererler”216 der. Başka bir ayeti ise: “Sabırlılar dünya ve
ahiret izzetine kavuşarak necata erdiler. Çünkü onlar “Allah’la olma”
şerefine nail olmuşlardır. Allah Teâla bunun için: “Şüphe yok ki Allah
sabredenlerle beraberdir”217 şeklinde yorumlar.”218
Bu itibarla Allah ile beraber sabır, sabrın en zor gerçekleştirilen
kısımlarından birisi olarak görülmektedir. Çünkü Allah ile beraber sabreden,
kendisini Allah’ın buyrukları ile amele ve O’nun sevdiği şeyleri yapmaya
vakfederek gerekli sabrı gösterir. Konuya tasavvufî açıdan bakıldığında, bu
durumun sıddıkların sabrı ve yakîn sahiplerinin makamlarının en
yücelerinden biri olduğu görülmektedir. Böyle bir kimse, üzerine bütün
belalar yağsa; yine de sabır konusunda acziyet göstermez, zahirînde ve
213 Kuşeyri, Risale, 324. 214 Attâr, a.g.e., 465. 215 Kur’an, Bakara (2): 153,249. Kur’an, Enfal (8): 46,66. 216 Ateş, a.g.e., 307. 217 Kur’an, Tûr (52): 4. 218 Kuşeyri, Risale, 326.
51
batınında herhangi bir değişiklik meydana gelmez.219 Kulluk görevlerini
aksatmadan yerine getirir. Ebû Osman Hîrî de bu işin zorluğunu ifade
ederek; “Sabbâr, (çok sabreden) kendisini, nefsine güç gelen şeylere karşı
koymaya alıştıran kimsedir” 220 demiştir.
Göstermiş olduğu sabır ve sebatla ibadet derecesinden ubudiyet
dercesine ulaşan insan artık sorumluluklarını yerine getirirken Allah ile
beraber olmakta, O’nun yakınlığını hissetmektedir. İşte nefsin isteklerine
karşı kulluk görevini yerine getirirken sabredilmesi gereken önemli bir
nokta da burada ortaya çıkmaktadır. Dışarıda oynayan çocuğuna her an kol
kanat geren bir annenin, çocuğunun karşılaştığı herhangi bir zorluk anında
onun yardımına koşması gibi her an Allah Teala’nın gözetimi altında
bulunduğunu hisseden bir insanın sıkıntı anında da Allah’ın kendisinin
yanında ve yardımında olduğu bilincine sahip olması, sabretmesi gerekir.
İşte bu tür bir sabır, sonunda Allah’ın da yardımı ile hayırla ve zaferle
sonuçlanacak ve neticede kul için sayılamaz menfaatler ve güzellikler hâsıl
olacaktır. Zira Allah’ın yanında ve O’nun yardımında olduğu inancına sahip
bir insan için başarısızlık aşılamaz bir zorluk değildir.
d. Sabır fillah:
Allah’ta sabır demektir. Allah’ın emir ve yasakları altında gösterilen
sabırdır. İnsan, yaratanına karşı kulluk görevini yerine getirirken birtakım
kötü huy ve vasıflara sahip olabilir ve bu vasıflar kulun ibadet ve tâatını
olumsuz yönde etkileyebilir. İbadete devam etmek ve kötü huyları iyi
vasıflar haline getirmek için ise hiç kuşkusuz sabır gereklidir. Ebû Yezid
Tayfur (Bayezit) b. İsa Bistamî (ö.261/874) veli kimdir? sorusuna: “Veli, 219 Ayrıntılı bilgi için bkz. Serrâc, a.g.e., 49; Kuşeyri, Letâif, III, 765; Sühreverdî, a.g.e.,
620; 220 Kuşeyri, Risale, 325.
52
emir ve nehiy altında sabreden kimsedir” cevabını vermiştir.221 Kannâd
(ö.?)’a sabırdan sorulduğunda ise: “Sabır, yasaklardan kaçınma konusunda
görevini yerine getirmeye çalışmak, emredilen şeyleri devamlı olarak ifa
etmektir”222 demiştir.
Burada sabır fillah kavramının tam olarak anlaşılabilmesi için sabır
ma’allah ile arasındaki farka işaret etmek gerektiği kanaatindeyiz. Şöyle ki:
Allah’ın emrettiklerini yerine getirme ile yasakladıklarından kaçınma
konusunda gösterilen sabra “sabır fillah” denilirken; bu emre uyma ve
yasaklardan da uzak durma hususunda Allah’ın yardımı ile Hak’tan yana
tercihlerde bulunma, O’nunla beraber olma şeklindeki sabra ise “sabır
ma’allah denilmiştir. Anne çocuk örneğinden hareketle, çocuğun annesinin
belirlemiş olduğu sınırlar içerisinde oynaması ve istenilen kurallara uyma
kararlılığına benzer bir tarzda, kulun Allah’ın koyduğu sınırlar ve ölçüler
dahilinde bulunma konusunda gösterilen sabra sabır fillah, annesi ile birlikte
bulunma bilinci ve ona güvencesiyle ortaya konulan sabır misali
gerçekleştirilen sabra ise sabır ma’allah denilir.
e. Sabır ‘anillah:
Allah’tan uzak kalmaya sabırdır. Bunun bazı mutasavvıflar
tarafından cefa olarak görüldüğünü ifade etmiştik.223 Sabır ‘anillah kulun,
sahip olduğu güzel davranışlar ile yapmış olduğu ibadetler neticesinde ve
farzların yanında nafilelerle224 birlikte kazanmış olduğu Allah’a yakınlıktan
uzaklaşmaya maruz kalması durumunda ortaya koyması gereken,
mücadelede göstermesi icab eden sabırdır. Yani bir bakıma bu tür sabır,
221 Bkz. Hucvirî, a.g.e., 334; İbnu’l-Mulakkın, a.g.e., 397. 222 Serrâc, a.g.e., 49. 223 Kuşeyri, Risale, 327. 224 Bkz. Buharî, Rikak, 38 (VII, 179).
53
kulun kazanımlarını kaybetmeme mücadelesi vermesi ve geri gidişe karşı
koymasıdır diyebiliriz. Çünkü kul, ibadet ve tâattaki say-ü gayretiyle Allah
katında bir mertebeye erişmiştir. Ebû Ali Hasan b. Hüseyin Basrî
(ö.110/728), kazanılan bu mertebeler hakkında sabrın önemli olduğunu
şöyle ifade etmektedir: “İnsan fani âlemde birkaç gün sabır edince, ebedi
saadete nail olur.”225 Durum böyle olunca da kazanılmış bir mertebenin
kaybedilmesi söz konusu olduğunda bu nimetin elden gitmemesi için sabır
göstermek gerçekten zordur.
Fakat bütün bunlar yine Allah Teala’nın yardımı ile
gerçekleşmektedir. Zaten kulun hatalardan uzak ve Allah’ın rızasına karşılık
gelecek bir ameli de bulunmamaktadır. Yani hata ve noksanlıklarla dolu bir
insanın, Allah’a tam manasıyla layık bir davranış içerisinde olması mümkün
gözükmemektedir. Bu nedenle kula düşen görev, acziyetinin farkında
olmaktır. Hasan Basrî; “İlahi, bana nimet verdin şükretmedim. Üzerime bela
gönderdin sabretmedim. Şükretmediğim için verdiğin nimeti geri almadın,
sabretmediğim için de belayı daim kılmadın. İlahi, Senden lütuftan başka ne
gelir!”226 diyerek acziyetini ortaya koymakta ve elinden geleni yaptıktan
sonra gerek sabır gerekse şükür için Allah’ın yardımının olması gerektiğini
ifade etmektedir. Bu yaklaşım ise ileride açıklanacağı üzere sabır ve şükrün
sonunun tevekkül olması gerektiğine işaret etmektedir.
1.8. Sabır Kavramının Diğer Kavramlarla İlişkisi:
Sabır, pek çok ahlakî davranışı içerisinde barındıran, onlarla yakın
ilişkileri bulunan bir kavaramdır. Bu kavramın, özellikle zühd ve tasavvuf
dönemi mutasavvıfları tarafından daha çok fark, zühd, rıza, ihlâs ve 225 Attâr, a.g.e., 82. Ayrıca bkz. Muhammed Abdurrauf Münâvî, Feyzü’l-Kadîr fî Şerhi
Câmiu’s-Sağîr, el-Mektebetü’l-Ticâriyyetü’l-Kübrâ, Mısır, 1972, IV, 182. 226 Attâr, a.g.e., 85.
54
tevekkül gibi olumlu yaklaşımlarla227 ilişkili olarak açıklanmaya
çalışıldığını görmekteyiz. Çünkü bu kavramlar, insanın eylemleri dikkate
alındığında sabra en yakın görülen ve her zaman sabırla iç içe olan davranış
biçimleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu yüzden sabır kavramının daha
iyi anlaşılması için kendisine en yakın olan bu kavramlarla birlikte ele
alınması ve onlarla olan ilişkisine temas edilmesi gerekli görülmüştür.
a) Sabır-Fakr:
Fakr, tasavvufta kulun kendisinde bir varlık görmemesi, her şeyini
Hakk’a irca etmesidir.228 Bir başka ifadeyle, her halükârda Hakk’a muhtaç
olma bilincine sahip olma yaklaşımıdır. Zira Kur’an’daki ifadesiyle “Allah
zengindir, siz ise fakirsiniz”229 buyurulmaktadır. İlk anlaşılan yönüyle ise
fakrı, ihtiyaç duyulan şeyin yokluğu anlamında kullanılan bir kelimedir.
Kulun halini Allah’a arz etmesi demek, fakr üzere sabra muhtaç
olması demektir. Ebû Nasr Bişr b. Hâris Hafî (ö.227/841), sabrı
tanımlarken; “Makamların en üstün olanı, kabre kadar fakr üzere sabra itikat
etmektir” der. Yani bu, fakirliğe sabretmeye devam inancını taşımak
anlamına geldiği gibi dünyanın geçici sevgilerine karşı da fakir olmak
anlamına gelebilir. Buradaki sabır ve itikat ise kulun sahip olduğu makamlar
olarak görülmelidir. Konuya tasavvufî açıdan bakıldığında ise fakr, kulun
görevlerini yerine getirmekle kazanmış olduğu makamlarda bulunurken
kendisinde bir varlık hissetmemesidir.
Neticede kul, hangi makamda bulunursa bulunsun fakr üzere yani
mutlak ganînin Allah olduğu ve kendisinin O’na muhtaç bulunduğu
bilincine sahip olarak sabra devam etmek durumundadır. Şayet kendisinde 227 Bkz. Muhâsibî, a.g.e., 547. 228 Uludağ, a.g.e., 184. 229 Kur’an, Muhammed (47): 38.
55
bir varlık görecek olursa, böyle bir durumda amellerinin kendi nefsî arzuları
için olduğunu, Allah’ın rızası için olmadığını bilmelidir.230
b) Sabır-zühd:
Sabır, zühdî yaşantı içerisinde önemli bir yere sahiptir. Kul,
Allah’tan başka her şeyin sevgisini gönlünden çıkardığı ve Allah ile zengin
olmaya çalıştığı zaman sabra ihtiyaç duyar. Dünyanın geçici sevgilerinin
gönlünde yer etmesi, her an için onu gerçek sevgi ve aşktan
uzaklaştıracaktır. Bu itibarla ilk dönem mutasavvıfları zühdî bir yaşantıyı
tercih etmişler ve gerçek sevgi ve aşkı “ilahî aşk” olarak görmüşlerdir. Bu
aşka ulaşanların ise genel olarak zahidlerden daha fazla sabra muhtaç
oldukları görüşünü benimsemişlerdir. Nitekim Ebû Zekeriya Yahya b. Muaz
Râzi (ö.258/871), sabrı en zirvede yaşayanların âşıklar olduğunu ve bunların
zahidlerden daha çok sabır ehli olduklarını şöyle ifade eder: “Âşıkların
sabrı, zâhidlerin sabrından daha çetindir. Acaba aşıklar (hicrana) nasıl
sabrediyorlar!” der ve aşıkların sabrının çok çetin olduğu konusunda
hayretini ifade eder.. 231
Ebû Abdurrahman Hâtem-i Asam (ö.237/851) ise; “Zühdün başı
Allah’a itimat, ortası sabır, sonu ihlâstır”232 der. Yani ona göre sabır, zühd
için gerekli ahlakî bir özellik olup, zühdî bir yaşantı önce Allah’a tevekkül,
sonra sabır, ardından da ihlâs ile kazanılmaktadır. Bu itibarla kişiyi
Allah’tan alıkoyan her neyse, ondan yüz çevirmek ve uzak olmak anlamında
bir duruşu ifade eden zühdî yaklaşım, kuşkusuz sabırla, hem de güçlü bir
sabırla gerçekleşebilir. Bu yüzden zühdü sabırdan, sabrı zühdden ayrı
düşünmek mümkün değildir. 230 Bkz. Hucvirî, a.g.e., 106; İbnu’l-Mulakkın, a.g.e., 109. 231 Bkz. Ebû Nuaym el-Isfahanî, a.g.e., X, 51; Kuşeyri, Risale, 325. 232 Attâr, a.g.e., 328.
56
c) Sabır-İhlâs:
Yine bazı mutasavvıflarının ihlâs konusunu açıklarken sabırdan
destek aldıkları görülmektedir. Zira samimi bir ihlâs, ancak sabır ile
kazanılmaktadır. Bu yolda ihlâsın önemi ise tartışılmazdır. Zunnûn Mısrî:
“Dürüstlük ve sabır olmadan ihlâs tam olarak gerçekleşmez”233 der. Ebû
Muhammed Murtaiş (ö. 328/940) ise amellerin sıhhatli olma şartını sabır ve
ihlâsa bağlayarak; “Bütün muameleler şu iki şeyle sıhhatli hale getirilir:
Sabır ve ihlâs. Muameleler üzerine sabır, muamelelerde ihlâs”234 demiştir.
Samimiyet ve içtenlik, kulun tutum ve davranışlarında sadece ve
sadece Allah’ın rızasını gözetmesi, özün süze, sözün öze uyması, riyakâr ve
ikiyüzlü olmama gibi manalar içeren ihlâsa, amelleri değerli kılan üstün bir
davranış olduğunun idraki içinde ancak sabır ile ulaşılabileceği aşikârdır.
d) Sabır-Rıza:
Kulun elinde olanla yetinmesi, başına gelen olaylar karşısında
Allah’ın kaderine razı olması, ancak sabırla mümkün olmaktadır. Zira
zorluk anında sabırdan daha güzel bir arkadaşın olması düşünülemez. Kul,
sabır arkadaşı ile birlikte rıza ahlakına da sahip olmayı başardığında, burası
salik için bir makam olmaktadır. Nitekim Ahmed b. Hadraveyh (ö.
240/854); “Sabır, zarurette kalanların azığı, rıza ise ariflerin derecesidir”235
der.
Kaderin tecellisi sırasında sabır ve rıza ahlakının birlikte bulunması
esastır. Sabır olmadan rıza gerçekleşmeyeceği gibi, sonu rıza olmayan
sabrın da bir kıymeti yoktur. Bu sebeple kuldan bela anında sabır, kaza
anında da rıza erdemini göstermesi beklenir. Fakat bu erdemler birbirinden 233 Attâr, a.g.e., 189. 234 Attâr, a.g.e., 533. 235 Attâr, a.g.e., 378.
57
ayrı olarak ortaya çıkmazlar. Rıza varsa, sabır da vardır. Yahya b. Muaz, bu
durumu şu şekilde ifade eder: “Bela gelince sabrın hakikati ortaya çıkar,
kader kaza olarak görülmeye başladığı zaman ise rızanın gerçekleri kendini
gösterir.”236 Yani bela geldiğinde sabır ile, kader gerçekleştiğinde de rıza ile
karşılanması gerekir.
Musibetin ilk anında gösterilmesi gereken sabır için Şah Şucâ
Kirmânî (ö. 276/884) bir takım şartlar ortaya koymuş ve bunları da yine şu
şekilde rızaya bağlamıştır: “Sabrın şartı üçtür: “Şikâyeti terk, samimi bir
rıza, kaderin tecellilerini gönül rızası ile kabullenme.”237
Ebû’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Sehl b. Atâ Ednî (ö.309/921),
rızayı ikiye ayırmış238 ve Allah’ın razı olması için kuldan beklenen gayretin
önemine dikkat çekerek kendisi hakkında şu şiiri okumuştur: “Yâ Rabbi!
Razı olasın diye sabredeceğim ve hasret duyguları içinde mahvolacağım,
sabrım beni mahvetse de Seni razı etmem bana kâfidir.”239
Cüneyd-i Bağdâdî ise tasavvufu, içerisinde sabır ve rızanın da
bulunduğu sekiz haslet üzerine bina ederek bunların her birini bir
peygamberle ilişkilendirir ve şöyle der: “Tasavvuf, şu sekiz haslet üzerine
kurulmuştur: Seha (cömertlik), rıza, sabır, işaret, gurbet, sûf giyme, seyahat
ve fakr. Seha İbrahim, rıza İshak, sabır Eyyüb, işaret Zekeriya, gurbet
Yahya, sûf giyme Musa, seyahat İsa ve fakr Muhammed (a.s.)’a aittir.”240
Binaenaleyh kulun, sabır konusunda göstermiş olduğu bütün gayreti,
sadece Allah’ın rızasını kazanmak için olmalıdır.
236 Attâr, a.g.e., 393. 237 Attâr, a.g.e., 404. 238 Rıza, iki kısımdır: Kulun Allah’tan razı olması; Allah’ın kuldan razı olması. Bkz.
Kur’an, Beyyine (96): 8. 239 Bkz. Kuşeyri, Risale, 325; İbnu’l-Mulakkın, a.g.e., 59. 240 Hucvirî, a.g.e., 120. Daha fazla bilgi için bkz. Aynı yer.
58
e) Sabır-Tevekkül:
Bela ve musibetten hemen sonra gösterilmesi gereken ilk tavrın sabır
olduğunu, bunu rızanın takip ettiğini ve tasavvufî anlayışa göre bu iki
yaklaşımın birbirinden ayrı gerçekleşmeyeceğini ifade etmeye çalıştık. Buna
göre işin başı sabır, ortası rıza olmaktadır. Sonu ise yine sabrı elden
bırakmadan tam bir tevekkül anlayışı ile iç içe olmaktır. Bu konuda Cüneydi
Bağdadî (ö.297/909); “Sabrın nihai noktası tevekküldür. O yüzden Allah
Teala, “Sabredenler Rablerine tevekkül ederler”241 buyuruyor”242
demektedir. Çünkü rıza, ihlâs ve tevekkül sabır için önem arzeden üç temel
erdem durumundadırlar.
Görülüyor ki; sabrın ilişkili olmadığı ahlakî bir eylem hemen hemen
yok gibidir. Bu noktada şunu da ifade eldim ki; sabırlı olmak, bela ve
musibetleri olduğu gibi karşılamak, her konuda kayıtsız şartsız Allah’a
güvenip dayanmak tedbirsizlik demek değildir. İnsan bazen öyle olaylarla
karşı karşıya kalır ki, sonucu daha yaşanmadan tahmin edilebilir. İşte bu
gibi durumlarda kişinin her an tedbirli olması, yani tedbiri elden
bırakmaması, onun bu konuda sabrına yardımcı bir davranış olacaktır. Zaten
tevekkül anlayışının içerisinde de tedbir var olduğundan, tevekkülün
yakından ilişkili olduğu sabır konusunda tedbirli olmak kaçınılmaz bir
tutumdur.
İnsan, yaşantısı boyunca olumlu veya olumsuz sabredilmesi gereken
pek çok tavır ve davranışla karşılaşabilir. Ama genel olarak bakıldığında ise
ahlakın sabır boyutunun daha çok bela ve musibetler gibi olumsuzluklar
üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Kişinin durumu ne olursa olsun her
241 Kur’an, Nahl (16): 42. 242 Attâr, a.g.e., 465.
59
zaman ve mekânda sabır ahlakına ihtiyacı vardır. Bu ahlakî erdeme sahip
olabilmek, sağlam ve sağlıklı bir irade gücünün yanında ancak Allah’ın
yardımıyla mümkün olabilir. Fakat insanın, üzerine düşeni yapmadan sabır
gibi çetin bir görevin üstesinden gelmesi ve bunu başarabilmek için yalnız
sabra sarılması yeterli olmamakta, bununla birlikte sabra yardımcı pek çok
ahlakî davranışın da kazanılmış olması gerekmektedir.
Konuya bu açıdan bakıldığında temel ahlakî ilkeler ve yaklaşımlar
arasında yer alan ve tasavvufun olmazsa olmazları arasında bulunan fakr,
zühd, ihlâs, rıza ve tevekkül anlayışlarının sabırla olan ilişkileri son derece
önemlidir. Bu erdemler, sabırsız kazanılamayacağı gibi; sabır da bu
erdemler olmadan gerçek anlamını kazanamaz. Bu nedenle onları erdemli
birer murad ve kişiyi gerçek muradına ulaştıran birer fazilet olarak
tanımlarsak, sabrı da bu yolda dervişi muradına götüren bir yol olarak
görebiliriz. Nitekim bu manada “Sabreden derviş, muradına ermiş”
denilmiştir.
60
İKİNCİ BÖLÜM:
TASAVVUFTA ŞÜKÜR ANLAYIŞI:
1.1. Şükrün Lügat Anlamı:
Şükür kelimesi, “ş-k-r” kökünden türemiş olup övmek, methetmek,
müteşekkir olmak, ödüllendirmek, mükâfatlandırmak, iyiliğe karşı dua
etmek, nankör olmamak, iyilik bilmek, minnettarlık demektir.243
Ayrıca nimetin sahibini hatırlamak,244 iyilik yapanı övmek, nimeti
dile getirmek,245 onu verene karşı saygı ile eğilmek, sevgi ile yönelmek,
itirafta bulunmak, yapılan iyiliğin bilincinde olmak, bundan dolayı memnun
ve hoşnut olmak, bu memnuniyeti ve hoşnutluğu iyiliği yapana karşı onu
memnun ve hoşnut edecek hal, hareket ve fiillerle dile getirmek, iyilik
yapana iyilikle karşılık vermek, hoşnut edeni hoşnut etmek şeklinde de
tanımlanmaktadır. 246
Küfran-ı nimette bulunmayıp; takdis-i nimette olmak, anmak,
hatırlamak, açmak ve izhar etmek anlamları da şükür kelimesine yüklenilen
diğer anlamlar olarak ifade edilebilir. 247 Yine şükür sözünün, kaynağı
itibariyle Arapların, verilen ota nazaran semizliğini fazla gösteren hayvana “
şekûr hayvan, yediği göründü, yemini belli etti, yani semirdi” 248 شكرت الدابة
demelerinden geldiği de ifade edilmektedir.
243 İbn Manzur, a.g.e., II, 344; Tilimsânî, a.g.e., I, 231; Ergin, a.g.e., 1114; İzutsu, a.g.e.,
265; Canan, a.g.e., VIII, 477. 244 Cürcânî, a.g.e., 56. 245 Uludağ, a.g.e., 503. 246 Bkz. Kuşeyri, Letâif, I, 380; Canan, a.g.e., VIII, 478; Ateş, a.g.e., 308. 247 Bkz. Kelâbâzî, a.g.e., 150; Kuşeyri, Risale, 314; Attâr, a.g.e., 834; Sühreverdî, a.g.e.,
639; Mahir İz, Tasavvuf, İst, 1969, 133; Canan, a.g.e., VIII, 475; Yetik, a.g.e., 204; Süleyman Uludağ, “Evrensel Bir Değer Olarak Şükür”, Yeni Dünya, İst. Mart 1999, Sayı: 65, 29; Mehmet Sürmeli, “Şükür Kötülüklere Yardımcı Olmamaktır”, Yeni Dünya, İst. Mart 1999, Sayı: 65, 38.
248 Bkz. Kuşeyri, Risale, 314.
61
Bununla birlikte şükredene “şâkir”; çok şükredene ve şükürden aciz
olduğunu idrak edene de “şekûr”249 denir. Şâkir ve şekûr arasındaki fark ise
şöyle belirtilebilir: Şâkir, ihsanı ve faydası dokunana şükrederken; şekûr,
verilmeyene ve hatta belaya da şükreder. Şâkir, bol bol ihsan edildiği zaman
şükrettiği halde; şekûr, ihsan geciktiği zaman da şükreder.250 Başka bir ifade
ile şekûr, ihsanların yanında sıkıntı, bela, mihnet ve acılara karşı da
şükredebilen kimsedir. Mümin olarak ahiret için çalışanın bu çalışmasına ise
“meşkûr”251 denilmiştir.
1.2. Şükrün Terim Anlamı:
Şükrün tanımına geçmeden önce şükür için gerekli olan kuralların
neler olduğunu ifade etmek yerinde olacaktır.
Şükrün beş temel kuralı vardır. Bunlar: Şükredilene saygı, onu
sevme, onun nimetlerini söyleme, onu övme ve onun sevmediği şeyleri
yapmama şeklinde sıralanabilir.252 Şükrün temeli olan bu beş kuraldan biri
olmadığında şükrün dayanaklarından biri bozulmuş demektir. Kul, ne ile ve
nasıl şükrederse şükretsin, bu kurallara uymak durumundadır. Aksi halde
hakiki manada bir şükürden bahsetmek mümkün değildir.
Bu kurallardan hareketle şükür hakkında pek çok tanım yapılmıştır.
Bu tanımlardaki ortak nokta ise nimeti verenle, nimete ve nimet verilen
kimseye işaret edilmiş olmasıdır.253 Ancak yapılan tanımlarda daha çok
nimeti verene karşı yapılması gerekenler ile nimet verilenin bu durum
karşısındaki tutum ve davranışları ön plana çıkarılmaktadır. Nimetler
249 Cürcânî, a.g.e., 56; Şekûr (çok şükreden), Allah’ın nimetine yine Allah’ın yardımı ile ve
malını O’nun yolunda harcamakla şükreden kimsedir. Kuşeyri, Letâif, II, 335. 250 Kuşeyri, Risale, 315. 251 Bkz. Kur’an, İsra (17): 9; Kur’an, İnsan (76): 22; Mustafa Kara, “Sâyiniz Meşkûr
Olsun”, Yeni Dünya, İst. Mart 1999, 34-35. 252 Bkz. Ateş, a.g.e., 310. 253 Bkz. Herevî, a.g.e., 21; Taşköprüzâde, a.g.e., II, 646.
62
hakkında ise: “Allah'ın nimetini saymaya kalksanız bitiremezsiniz”254 ayet-i
kerimesi uyarınca Allah’ın kulları üzerindeki nimetlerinin sayısız
olduğundan bahsedilmektedir.
Şükür, nimeti veren açısından bakıldığında nimetten evvel, onu
veren (Mün`im)’i görmek;255 nimet içinde nimeti vereni düşünmek, nimeti
ihsan eden Hakk Teâla’yı dil, fiil ve kalp ile tazim etmek;256 yapılan
ihsanları tazim ve itiraf ile Allah Teâla’yı bu ihsanından dolayı senâ
etmek;257 O’nun bahşetmiş olduğu nimetlere karşılık olarak teşekkür
borcunu yerine getirmek; Allah’ın nimetlerini dil ile ikrar, kalp ile tasdik
etmek;258 Hakk’ın bahşetmiş olduğu nimetlerden başkalarını da
faydalandırmak259 şeklinde tanımlanmıştır. Bu konuda Ebû Said Ahmed b.
İsa Harrâz (ö.277/890), nimeti veren ile nimeti dile getirmenin önemi
açısından bir tanım yaparak; “Şükür, nimeti vereni tanımak ve O’nun
yetiştiriciliğini ikrar etmektir”260 der. Şiblî de şükrü; “Nimeti değil, nimeti
vereni görmektir”261 şeklinde ifade etmektedir.
Nimete kavuşan açısından bakıldığında ise şükür, nimeti vereni
düşünüp, nimetini O’na boyun eğerek ikrar ve itiraf ettikten sonra bu
ihsanından dolayı O’na hamd etmek, nimetleri ortaya dökmek, onları
zikretmek ve saymak, nimetlerle Allah Teala’ya itaate yardım sağlamak ve
onlarla masiyete dalmamak;262 kendisine verilen o nimetler ile duygu,
254 Kur’an, İbrahim (14): 34. 255 Bkz. Kuşeyri, Risale, 316; Tilimsânî, a.g.e., I, 232; Uludağ, a.g.e., 503. 256 Bkz. Ateş, a.g.e., 308; Yetik, a.g.e., 204. 257 Kotku, a.g.e., 43. 258 Kuşeyri, Risale, 314. 259 Eraydın, a.g.e., 168. 260 Kelâbâzî, a.g.e., 150. 261 Ebû Nuaym el-Isfahanî, a.g.e., X, 53; Kuşeyri, Risale, 316; Attâr, a.g.e., 645. 262 Sühreverdî, a.g.e., 639.
63
düşünce ve azaları O’nun gösterdiği istikamette kullanmak;263 verilen
nimetlerden başkalarını da faydalandırarak Allah’ın hidayetine tâbi olup
imanın gereklerini yerine getirmek;264 kendini hakir görerek nimeti, onu
sana yöneltene izafe etmek, hak edilmeyen nimete karşılık Allah Teâla’yı
hamd ü senâ etmekten zevk almak265 şeklinde tarif edilmiştir.
Ebû Salih Hamdun b. Ahmed. Ammar Kassar (ö.271/884) şükrü,
kendisini nimetlere layık görmeme açısından değerlendirmiş ve; “Nimete
şükür, nefsini nimette tufeyli (asalak) görmek suretiyle olur” derken.
Cüneyd-i Bağdâdî de benzer bir tanım yaparak: “Şükür, kendini nimete ehil
ve layık görmemendir”266 demiştir.
Şükür hakkında daha derli toplu bir tanım olarak Ebû’l-Leys
Semerkandî’nin tespitiyle şükür; Allah Teâla, bir ihsanda bulunduğu zaman
o ihsanı kimin yaptığını görüp hamd etmek, verdiğine razı olmak, o verilen
şeyin faydası kişi ile beraber bulunduğu ve onun kuvvetini cesedinde
hissettiği müddetçe Allah’a âsi olmamaktır267 tarzında ifade edebiliriz.
Cüneydi Bağdâdî, insanın kendisine yapılan ihsanlara layık
olmadığını ve her ne yaparsa yapsın o ihsanın karşılığı olan bir şükrü yerine
getiremeyeceğini, bununla birlikte verilen nimet ve ihsanları yine verene
karşı kullanmamak gerektiğini vurgulayarak; “Şükür, nimeti kullanarak
Allah’a isyan etmemektir”268 der. Seriyyü’s-Sakatî (ö.257/870) de Cüneydi
Bağdâdî gibi verilen nimetlerin Allah’a karşı kullanılmaması ve günah
yolunda sarf edilmemesi konusundaki görüşünü dile getirme sadedinde;
263 Canan, a.g.e., VIII, 477; Yılmaz, a.g.e., 183. 264 İz, a.g.e., 133; Sürmeli, a.g.m., 39. 265 Bkz. Kuşeyri, Risale, 315-317. 266 Kuşeyri, Risale, 315. 267 Ebû’l-Leys Semerkandî, Tenbîhul Gafilîn Bustanü’l-Ârifîn, trc. Abdulkadir Akçiçek,
Bedir yayınevi, Ank. 1997, II, 519. 268 Kuşeyri, Risale, 315-317.
64
“Şükür, Allah Teala’nın nimetlerinden faydalandığın şeylerle günaha cüret
etmemendir”269 tanımını yapar.
O halde şükür, sadece dil ile gerçekleştirilen bir fiil olmayıp, insanın
bütün azalarını ilgilendiren kapsamlı bir davranış olmakta, insanın tüm
yaşantısında bu ahlakî yaklaşımdan uzak kalması mümkün
gözükmemektedir. Bununla birlikte maddî mânevî, zâhirî bâtınî yönleriyle
bir bütün olan insanın, hayatının her alanında gerçekleştirmesi gerekli olan
şükrü, dilin, kalbin ve bedenin şükrü şeklinde bir değerlendirmeye tâbi
tuttuğumuzda bu konunun sûfîlerce özgün bir tasnifle anıldığını görürüz.
Şöyle ki; dilin şükrüne “evrâd-u ezkâr”; kalbin şükrüne “yakîn ve
istikamet”; âzâların şükrüne de “ibadet ve tâat”270 tanımlaması yapılmış,
dilin şükrünün Hakk’ı anmakla, kalbin şükrünün yakîn bir imanla, azaların
yani bedenin şükrünün ise Allah’a kulluk görevlerinin yerine getirilmesiyle
mümkün olabileceğine vurgu yapılmıştır.
Bilindiği üzere şükür ve şekvâ (yakınma, şikayetçi olma),271
insandan sâdır olan iki tepki türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Şükür
(minnettarlık), tüm ahlak sistemleri içinde önemli bir yer işgal eder. Bu
manada dini açıdan şükür, inancın bir diğer ismidir denilebilir. Bu yönüyle
küfre, şükür noksanlığı olarak bakmak da mümkündür.272 Bu konuda
Kur’an’da şükrün nasıl küfre zıt olduğunu gösteren birkaç ayeti örnek
verelim:
269 Kuşeyri, Risale, 329. 270 Bkz. Canan, a.g.e., VIII, 477. 271 Tilimsânî, a.g.e., I, 219. 272 Bkz. İzutsu, a.g.e., 146; İnsanların başlarına gelen cezaların çoğu, ellerindeki nimetlere şükürlerinin azlığındandır. Bunun sebebi ise nimeti hakkıyla bilmemektir. Bkz. Mekkî, a.g.e., II, 292.
65
“(Mucizeyi görünce Süleyman) dedi ki: Bu Rabbimin keremindendir
ve gayesi beni denemektir. Müteşekkir mi (أأشكر ), yoksa nankör (أم أآفر)
müyüm diye. Her kim şükredici (minnettar) olursa (شكر ), yalnız kendi
canının iyiliği için şükredici kalır ve her kim şükretmezse (آفر ), (bu ancak
kendisi için bir zarardır.)”273 Bir başka ayette “Şayet nankörlük ederseniz,
Allah size hiç karışmaz. O, kullarında küfür görmeyi sevmez. Ama
şükrederseniz, sizde bunun bulunması Onu memnun eder”274
buyurulmaktadır.
Bunun yanında şükür kavramı, küfrün en aşağısı olan Allah’a ortak
koşma ile de ilişkilidir. Nitekim bir diğer ayet-i kerimede; “Tevazu ve içten
içe O’na dua eder, bizi bu tehlikeden kurtarırsan muhakkak minnettar
olacağız dersiniz. De ki: Allah sizi bundan da, her bir beladan da (الشاآرين)
kurtarıyor. Ama siz yine O’na eş koşuyorsunuz (تشرآون )”275 buyurulmuştur.
Şükrü, iman ile ilişkilendiren mutasavvıflar, küfrün zıttı olan iman
nimeti için de şükredilmesi gerektiğini vurgulamışlardır. Sehl b. Abdullah
Tüsterî’ye biri gelmiş ve evine bir soyguncu girdiğini, bütün eşyalarını alıp
gittiğini söylemiş; Sehl de ona: “Allah Teala’ya şükretmelisin. Soyguncu
kalbine girseydi –ki kalp soyguncusu şeytandır- ve tevhit akideni alıp
gitseydi ne yapacaktın”276 diye tesellîde bulunmuştur. Yani bu ifadeyle iman
nimetinin diğer nimetlerden daha önemli olduğu vurgulanmak istenmiş ve
Allah’a ortak koşmak gibi Hakk Teala’nın rızasına uygun olmayan
davranışlar konusunda daha dikkat olunması arzulanmıştır.
273 Kur’an, Neml (27): 40. 274 Kur’an, Zümer (39): 7. 275 Kur’an, En’am: (6): 63-64. 276 Bkz. Kuşeyri, Risale, 316; İbnu’l-Mulakkın, a.g.e., 234.
66
Bu itibarla şirk, nankörlüğün en belirgin tezahürü olarak küfrün
yerine kullanılmaktadır ve şükrün zıddıdır. Yani semantik açıdan da küfranı
nimet, şükrün zıddı olmaktadır. Çünkü Cenabı Hakk, kulluğu yalnızca
kendisine yapan insanların, sahip oldukları nimetlere şükredip; küfür
etmemelerini ister.277 Şükürle Allah’ın nimetlerine bezenen salih insan ise
bu davranışıyla şükür önderleri olan peygamberlere benzemiş olduğu
gibi,278 Allah Teâla’nın “eş-Şekûr”279 isminden de gerekli nasibi almış
olur.280 Bundan da şu sonuç çıkarılabilir:
Şükür, tek yanlı olmayıp karşılıklıdır. Yani Allah’ın ikramına
karşılık şükretme görevi insana düşüyorsa, Allah Teala’nın da bu şükrana
rıza ile mukabelede bulunması söz konusudur.281 Süfyan-ı Servî
(ö.161/777), konuya insana düşen görev açısından bakarak rıza hakkında;
“Rıza, takdir olunanı şükrederek kabullenmektir”282 der.
Rıza makamında asıl olan, önce kulun kendisine verilen nimetlere
karşılık olarak Allah’tan razı olmasıdır. Rızasız bir şükrün gerçekleşmesi
söz konusu olmadığından şükür, rıza makamından üstün sayılmış ve rıza
makamı, şükrün içerisinde kabul edilmiştir.283 Zira şükrün manası, ihsanda
bulunanın nimetini ona boyun eğerek itiraf etmektir. Bu ifadeye göre de
Allah Teala’ya hakikat yolu ile değil, mecaz yolu ile “Şekûr (çok
şükreden)” sıfatı verilmektedir. Bu ise “Allah, kullarının şükrüne sevap
verir” manasına gelir. Sonuçta şükrün karşılığı yine şükür olmaktadır.
277 Bkz. Kur’an, Bakara (2): 172. 278 Bkz. Kur’an, Nahl (16): 20-21. 279 Kur’an, Fatır (35): 30-34. 280 Bkz. Sürmeli, a.g.m., 38. 281 Bkz. Kur’an, Fecr (89): 28. 282 Attâr, a.g.e., 257. 283 Bkz. Ateş, a.g.e., 309.
67
Nitekim “Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür”284 buyrulmuştur. Yani
kötülüğün Allah tarafından verilen karşılığı ve cezası kötülük adını aldığı
gibi; şükre, Allah tarafından verilen karşılığa ve mükâfata da şükür adı
verilmiştir. Bu da Allah’ın rızası ve memnuniyeti anlamını içermektedir.
Şu halde kulun Allah Teala’ya şükretmesi, ihsanını anarak O’nu
medh ü sena etmesi; Hakk Teala’nın kuluna şükretmesi ise ihsanını zikreden
ve nankörlük etmeyen kulunu övmesi, ondan memnun ve razı olması
anlamına gelmektedir.285 Ama sonuçta şükrün ve teşekkürün yararı ve
sevabı Allah’a değil, insana aittir.286 Şükür iyi ve sevap kazandıran bir amel
iken, şekvâ hali ise insanı günaha götüren bir davranış biçimi olmaktadır.
1.3. Kur’an’da Şükür Anlayışı:
Allah Teala’nın kullarına ihsan ettiği nimetler sayılamayacak kadar
çoktur. Her nimetin de kendine göre bir şükrü vardır. Mesela zekâtın aslı ve
hakikati nimetin cinsinden olmak üzere nimetin şükrünü eda etmektir. Çok
oluşu sebebiyle nimetin aslını ve tamamını saymak ise imkânsızdır.
Zahirdeki nimetlerin yanında batındaki nimetlerden de söz edildiğinden bu
gibi şeylerin de kendilerine uygun bir zekâtının olması icab eder. Bu ise
zahirî ve batınî nimetlerin bilinmesi ve tanınması anlamına gelir ki; kul,
Hakk Teala’nın nimetlerin sınırsız olduğunu bilince de kendisine verilen
nimetlerin zekâtı için üzerine şükür vacip olur.287
Bu nedenle Allah Teala, kelamında pek çok defa şükrü emretmiş ve
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, eğer
284 Kur’an, Şûrâ (42): 40. 285 Bkz. Kuşeyri, Risale, 314. 286 Daha fazla bilgi için bkz. İzutsu, a.g.e., 267; Uludağ, a.g.m., 29; Ayrıca bkz. Kur’an,
Bakara (2): 158; Kur’an, İsra (20): 19; Kur’an, İnsan (76): 22. 287 Bkz. Hucvirî, a.g.e., 454; Bursevî, a.g.e., I, 293.
68
siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin.”288 “Allah şükredenlere
mükâfatlarını verir”289 ayetleriyle insanları uyarmış; “Ve hatırlayın ki
Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette
size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım
çok şiddetlidir”290 hitabıyla küfranı nimette bulunanları cezalandıracağı
tehdidinde bulunmuş ve şükredenler için mükâfat olarak nimetlerini
artıracağını vaat etmiştir. Allah’ın nimetlerini artırmasının ise bir sınırı
bulunmamaktadır.291
Şükür, bizzat kendisi şükrü ve sonsuza kadar ziyadeliği gerektiren
bir nimet olduğundan iman ile eş anlamda kullanılarak şükretmeyenin
hakiki manada mümin olamayacağı bildirilmiş; “Eğer siz iman eder ve
şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve her
şeyi bilendir”292 buyurulmuştur.
Bir diğer ayette de dinin özünün şükür olduğu, aslında insanın sahip
olduğu her şeyin kendisine nimet olarak Allah Teala tarafından verildiği
vurgulanmış ve; “Allah, sizi annelerinizin karınlarından hiçbir şey
288 Kur’an, Bakara (2): 172. Cüneyd’in sözü: Şükür, nimetin kuvveti seninle olduğu
müddetçe onu Allah’ın rızası dışında kullanmamaktır. Bkz. Kuşeyri, Letâif, I, 137. 289 Kur’an, Âli İmran (3): 144; Ayetin baş tarafında Peygamberin de bir beşer olduğundan
ve öleceğinden söz edilmektedir. Fakat bu durum karşısında ona inananların dinlerinden geri dönmemesi gerektiği vurgulanmakta ve Allah’a asıl şükrün dinde sebat etmek olduğu bildirilmektedir. Bkz. Kuşeyri, Letâif, I, 282; Bursevî, a.g.e., II, 93.
290 Kur’an, İbrahim (14): 7. 291 Bkz. Serrâc, a.g.e., 20; Şükürle artacak nimet, güzel ahlaklardan bir vasıf, manevi
ilimlerden bir ilim olabileceği gibi, bu nimet kula ahirette veya dünyadan ayrılırken de ihsan edilebilir. Nitekim Allah Teala şükrü, cennet ehlinin ilk sözü ve en son temennileri yapmıştır. “Bize vadini gerçekleştiren Allah’a hamdolsun” (Kur’an, Zümer (29): 74).
292 Kur’an, Nisa (4): 147. ayetle ilgili olarak: “Şükür, iman ile beraber zikredilmektedir. Zira kişi iman ve ardından şükürle cehennemden kurtulur. İman etmeden şükür sahih olmadığı gibi, inkâr edenlerden de zaten şükür kabul olunmaz. İman ettikten sonra da Allah, önceki durumunuza bakarak sizden intikam mı alacak. Allah asla böyle bir şey yapmaz” denilmektedir. Bkz. Kuşeyri, Letâif, I, 380; Bursevî, a.g.e., II, 157.
69
bilmediğiniz bir halde çıkardı. Öyle iken size, kulaklar, gözler ve kalpler
verdi ki şükredesiniz”293 hatırlatması yapılmıştır.
Bundan başka Allah, kendisine “Şekûr”294 ismini uygun görmüş ve
bütün nimetlerin asıl kaynağına ulaşma yolunu da kendisini anmaya ve
şükre bağlamıştır.295 Nitekim Hz. İbrahim (a.s.)’ı: “O’nun nimetlerine karşı
şükrederdi”296 sözüyle; Hz. Nuh (a.s.)’ı da “Şüphesiz o, çok şükreden bir kul
idi”297 buyurarak tebcil ve takdir etmiştir. Hz. Lokman (a.s.) için ise Hakk
Teala: “Andolsun ki Biz Lokman’a, Allah’a çok şükret diye hikmet verdik.
Kim şükrederse ancak kendi fâidesi için şükreder. Kim de nankörlük ederse;
hiç şüphe yok ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, yegâne hamda layık
olan O’dur”298 buyurarak verilen nimetin karşılığının mutlaka şükür olması
gerektiğini bildirmiştir. Allah Teala, nankörlükten uzak olma konusunda da
ana-babaya teşekkürü Kendine şükür olarak kabul etmiş ve; “Bana, ana ve
babana şükret, dönüşün ancak Bana’dır”299, “Bir de Bana şükredin,
nankörlük etmeyin”300 buyurmuştur.
293 Kur’an, Nahl (16): 78. Burada önce kulak zikredilmiştir. Çünkü kulağın idraki gözden
daha çabuk olmaktadır. Yeni doğan bir çocuğun gözlerden önce kulakları çalışır duruma gelmektedir. Bütün bu nimetleri veren ise Hz. Allah’tır. Öyleyse organlar hangi maksatla yaratılmışsa Allah’ın rızası doğrultusunda o maksatla kullanılmalıdır. Bursevî, a.g.e., IV, 477.
294 Bkz. Kur’an, Fatır (35): 30-34. 295 Bkz. Kur’an, Bakara (2): 152; Kur’an, Ankebut (29): 45. ayeti kerimede “Şüphesiz
Allah’ın zikri en büyüktür” buyrulmuş ve böylece şükür, zikir ile birlikte anıldığı için büyük bir ibadet olarak kabul edilmiştir. Mekkî, a.g.e., II, 283.
296 Kur’an, Nahl (16): 121. Bu ve 120. ayeti kerimede Hz. İbrahim’in vasfında bir müminde bulunması gereken temel inanç esasları vurgulanmaktadır: Bunlar: Allah’ı birlemek ve O’na iman etmek, şirk koşmamak, nimetlere şükretmektir. Bkz. Kuşeyri, Letâif, II, 327; Bursevî, a.g.e., IV, 505.
297 Kur’an, İsra (17): 3. Bütün insanlar Allah’a minnet borçludurlar. Çünkü onların hepsi Hz. Nuh’un gemisine binerek boğulmaktan kurtulanların neslindendir. Öyleyse ayetin manası: “Onlar müminlerdi. Öyleyse siz de onlar gibi olun ve atalarınızın izinden gidin.” Şeklinde olmaktadır. Bkz. Kuşeyri, Letâif, II, 335; Bursevî, a.g.e., IV, 519.
298 Kur’an, Lokman (31): 12. 299 Kur’an, Lokman (31): 14. 300 Kur’an, Bakara (2): 152; Yani Allah Teala şöyle buyuruyor: “Benim durumumla
insanlar ve cinlerin durumu ilginç bir manzara arz etmektedir. Çünkü onları ben yaratıyorum, onlar ise başkalarına kulluk ediyorlar. Onları ben rızıklandırıyorum, başkalarına şükrediyorlar:” Bkz. Bursevî, a.g.e., I, 293.
70
Yaratıcısı tarafından kulundan istenen en önemli vazife kulluk
borcunun ifasıdır. Bu da şükür borcunun yerine getirilmesini
gerektirmektedir. Nitekim yukarıda geçtiği üzere şöyle buyrulmuştur: “Ey
iman edenler! Size rızk olarak verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından
yiyin, eğer kulluk edecekseniz Allah’a şükredin”.301
Fakat İblis aleyhi’l-lâne: “Öyle ise ant içerek ben de onları saptırmak
için senin doğru yolunun üstüne oturacağım”302 demek suretiyle Allah’a
ulaştıran yollardan biri olan şükür yolunu kesmeye gayret göstermektedir.
Çünkü onun şu sözü, Allah’a gerçek manada şükredenlerin az olduğunu
ifade etmektedir: “Onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın.”303
Nitekim şükür, önemli bir amel ve kıymetli bir sermaye olmasına
rağmen Allah Teala: “Kullarımdan şükredenler pek azdır”304 buyurarak
hakiki manada şükretmeyi başaranların sayısının fazla olmadığını
bildirmiştir. Öyleyse Allah Teala’nın ihsanları karşısında kula düşen görev,
nimetin gıdası ve kuvveti üzerinde bulunurken ona isyan etmek yerine
şükretmek olmalıdır.
Sonuç olarak Kr’an-ı Kerim de şükrün mahiyeti, insan hayatındaki
yeri ve önemi konularında uyarılarda bulunmuş, hayatın anlamını ve
gayesini teşkil eden imanlı olma ile şükür arasındaki ilişkiye dikkat çekmiş
olup, islam akidesinde ve sûfî yaklaşımında da bu konuya özel bir önem
atfedilmiştir diyebiliriz.
301 Bkz. Kur’an, Bakara (2): 172; Kur’an, Nahl (16): 114; Kur’an, Ankebut (29): 17. 302 Kur’an, Araf (7): 16. 303 Kur’an, Araf (7): 17. 304 Kur’an, Sebe (34): 13.
71
1.4. Hadislerde Şükür Anlayışı:
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatının her alanında şükür ahlakı ile
karşılaşmaktayız. Zira O, bu konuda gerek ilim, gerek dil, gerekse hal ve
amel olarak yaşamı boyunca en güzel ahlakî örnekler sergilemiştir.305
Bilindiği üzere şükür, nimetin artmasına, nimetlere karşı nankörlük
ise elden çıkmasına sebep olmaktadır. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
“Allah’ın in’am ve ihsanını ikrar şükür, onun terki ise küfürdür”306 Yani
nimeti gizlemek, söylememek nimete nankörlük; nimeti göstermek,
söylemek de nimete şükürdür. Şu hadisi şerif de benzer bir anlam ifade
etmektedir: “Allah, bir kuluna nimet verince kulunun üstünde o nimetin
izini görmek ister.”307 Nitekim Allah Teala da Peygamberine: “Rabbinin
nimetini söyle!”308 buyurmuştur.
Peygamber (s.a.v.), şükür erdemini izhar etmek için çeşitli metotlar
geliştirmiş ve uygulamıştır. Bunlardan en önemlisi secde etmektir. Örneğin;
“Rasulüllah, sevinçli bir hadiseyle veya sürur veren bir olayla karşılaşınca
Allah’a şükretmek için secde ederdi”309 denilmiştir.
Geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılıp secde eden ve şükür
hali içerisinde bulunan Allah’ın Rasulü’nde ilgi çekici bir şeyin ne olduğunu
Hz. Aişe’ye soran Ubeyd b. Umeyr (r.a.), ondan şu cevabı almıştır: “Onun
hangi hali ilgi çekici değildi ki? Bir gece bana gelmiş, benimle yatağa
girmiş, cildim cildine değmişti. Sonra bana “Ey Ebû Bekir’in kızı, beni
bırak da Rabbime ibadet edeyim” demişti. “Şüphesiz ki bana yakın olmanı
305 Bkz. Kur’an, Ahzab (33): 21. 306 Ahmed b. Hanbel, IV, 258-375. 307 Tirmizî, Edeb, 54 (V, 123); Ahmed b. Hanbel, II, 311; IV, 438. Nimetin izinden kasıt şükürdür.
308 Kur’an, Duhâ (93): 11. 309 Ebû Davud, Cihad, 174 (III, 9); Tirmizî, Siyer, 25 (IV, 141); İbn Mâce, İkame, 192 (II,
512).
72
tercih ederim” dedim ve kendisine müsaade ettim. Bunun üzerine
Rasulüllah yataktan kalktı, su kırbasının yanına gitti. Abdest aldı, abdest
organlarını bol su ile yıkadı, sonra kalktı namaz kılmaya başladı. Biraz
sonra da ağlamaya başladı. O kadar ki, gözlerinden dökülen yaşlar göğsünü
ıslatmıştı. Sonra rukûa vardı, rukû halinde de ağlamaya devam etti. Sonra
başını kaldırdı, fakat yine ağladı. Sonra ağlaya ağlaya secde etti. Secdeden
başını kaldırdı ve ağlamaya devam etti. Bilal sabah ezanını okumak için
gelene kadar ağladı durdu. Dedim ki: “Yâ Rasulallah! Seni bu kadar ağlatan
şey nedir? Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmedi mi?”
Şöyle buyurdu: “Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Allah bana:
“Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi)
artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok
şiddetlidir!”310 ayetini indirmiş iken nasıl olur da ben böyle yapmam!”311
cevabını vermiştir.
Mümin, dini yaşantısına özen göstermek, Kur’an ahlakıyla
ahlaklanmak, sürekli olarak kendini yenilemek ve geliştirmek
durumundadır. Bu konuda Hz. Peygamber; “Kim bir musibete uğrayınca
sabreder, nimet verilince şükreder, kendisine zulmedilince affeder ve
kendisi zulmedince istiğfar ederse…” buyurunca; “Onun hali nedir?”
sorusuna: “İşte onlar korkudan emin olmuş ve hidayete ulaşmış
kimselerdir”312 cevabını vermiştir. Yine her konuda olduğu gibi şükür
konusunda da Allah’ın yardımının mutlak gerekli olduğunu vurgulayarak:
310 Kur’an, İbrahim (14): 7. 311 Buharî, Teheccit, 6 (II, 41); Rikak: 20; Müslim, Sıfatül Münafikin, 79-81 (VIII, 119);
Tirmizî, Salat, 87 (I, 278); Nesâî, Kıyamül Leyl, 17 (II, 363); İbn Mâce, İkame, 200 (II, 533); Ahmed b. Hanbel, IV, 258-295.
312 İbn Mâce, Edeb, 55 (IX, 456); Beyhakî, a.g.e., IV, 104; Abdurrahman Celâlüddîn Suyutî, el-Câmiu’s-Sağîr, Beyrut, 1981, I/188; Münâvî, VI/8281.
73
“Allah’ım! Seni anmam, Sana şükredebilmem ve Sana ibadetlerin en
güzeliyle yönelebilmem için bana yardım et”313 diye dua etmişlerdir.
Toplumsal açıdan bakıldığında ise insanlar arası ilişkilere büyük
önem veren Hz. Peygamber, insanlara teşekkürü Allah’a şükür sayarak;
“İnsanlara karşı şükran ve minnet hissi taşımayan Allah’a da şükretmez”314
buyurmuşlardır.
Görülüyor ki, insanlara teşekkür etmek de yine şükrün kapsamı
dâhilindedir. Fakat burada önemli olan, asıl fâilin Allah Teala olduğunu
bilmektir. “İfk” hadisesi sonrasında Hz. Aişe (r.a.)’yı temize çıkaran ayeti
kerime indiğinde annesi, Hz. Aişe’ye: “Kocan Rasullah’a teşekkür
etmeyecek misin?” demiş, o ise: “Hayır, ben ancak Allah’a şükrederim”
cevabını vermiştir.315 Annesi ondan müjdeyi getiren olduğu için Hz.
Peygambere teşekkür etmesini insanî bir görev olarak isterken Hz. Aişe, asıl
fâilin Allah olduğunu vurgulamaya çalışmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), risaleti boyunca Allah’a iman konusu
üzerinde titizlikle durmuş, tevhid inancının gönüllere yerleşmesi için büyük
gayretler sarf etmiştir. Bu konuda karşılaştığı zorluklar ile kendisine yapılan
ihsanlara karşı imanı şu iki kelime ile tanımlayarak ifade etmiştir: “Kâmil
bir iman iki kısımdır: Sabır ve şükür.”316
Yine “Hammâd kimlerdir?” sorusuna: “Her halükarda Allah’a
şükredenlerdir”317 diye cevap verirken; Hz. Ömer ve Sevban (r.a.)’ın:
313 Nesâî, Sehv 60 (II, 239). 314 Tirmizî, Birr, 35 (IV, 339); Ebû Davud, Edeb, 11 (IV, 247); Ahmed b. Hanbel, II, 258;
III, 32. 315 Buharî, Enbiya, 19 (IV, 118); Ahmed b. Hanbel, IV, 367. 316 Deylemi, Müsned, 378. 317 Bkz. İbn Manzur, a.g.e., I, 712; Gazali, a.g.e., IV, 156.
74
“Hangi maldan servet edinelim Ey Allah’ın Resulü! sorusuna: “Siz,
zikreden dil ile şükreden bir kalbe sahip olunuz”318 buyurmuşlardır.
1.5. Şükür Çeşitleri:
Şükür, dilin, bedenin ve kalbin şükrü olmak üzere üç kısımdır.319
Aslında bu çeşit bir sınıflandırma, şükrün gerçekleştirildiği yer itibariyledir.
Yoksa bedenin şükrü denildiğinde bunun içerisine hem dil hem kalp dâhil
olmaktadır. Bütün âzâların, kendi yaratılış maksatlarına göre şükrü
gerçekleştirme yolları vardır. Nitekim Bursevî de “Şükür, kulun iç ve dış
tüm organlarını yaratıldığı amaç doğrultusunda kullanmasıdır”320 diyerek bu
ilgiye işaret eder. Örneğin gözün şükrü haramlara bakmaktan sakınmak
şeklinde iken, kulağın şükrü dinen kötü kabul edilen gıybet, yalan vs. sözleri
duymamak şeklinde gerçekleşir321 denilmiştir. Gözünü ve kulağını
haramdan sakınan bir kimse ise aynı zamanda hem nimetin gereğini yerine
getirerek şükretmiş hem de haramlara karşı sabretmiş olur.
Dilin, bedenin ve kalbin şükrüne gelince:
a) Dilin Şükrü:
Allah Teala’yı güzelce sena etmek, O’na çokça hamd ve övgüde
bulunmak, yapılan nimet ve ikramları itiraf edip bunları yaymak, kulluk
tevazu-u içinde mülkün sahibini yaratıklara şikâyet etmemektir.322
Bir rivayette şöyle nakledilmiştir: Rasulüllah (s.a.v.) bir adama:
“Nasıl sabahladın?” diye sordu. Adam: “Hayır içinde” dedi. Allah’ın Rasulü
aynı soruyu ikinci kez sordu ve aynı cevabı aldı. Üçüncüde adam:
318 Tirmizî, Tefsiru Sure, 9 (V, 268); İbn Mâce, Nikah, 5 (V, 189); Ahmed b. Hanbel, V,
278. 319 Cürcânî, a.g.e., 56. 320 Bursevî, a.g.e., I, 293; 321 Bkz. Taşköprüzâde, a.g.e., II, 647. 322 Şükür, şikâyetçi olmama anlamı sabırla aynı anlamı ifade etmektedir. Çünkü sabrın bir
anlamı da şikâyeti terk etmektir. Bkz. Kuşeyri, Risale, 325.
75
“Elhamdülillah, Allah’a şükrolsun, hayır içinde” diye cevap verince Allah
Rasulü: “Senden söylemeni istediğim işte bu idi” dedi. 323 Yani Hz.
Peygamber, kişinin bulunduğu halden memnuniyetini dili ile ifade etmesini
istemiştir. Bir başka hadisi şerifte de aynı konuya temas ederek; “Zikrin en
faziletsi Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka tanrı yoktur), duanın en faziletlisi
de el-hamdülillahi rabbi’l-âlemin (Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd
olsun)’dur.”324 buyurmuştur.
Harrâz, şükrü tanımlarken onu dil ile ifade etmek gerektiğini
vurgular ve “Şükür, nimeti vereni tanımak ve O’nun nimet ve ihsanlarını
ikrar etmektir”325 der. Cüneyd-i Bağdâdî de aynı şekilde; “Şükür, Allah’ın
nimetini dil ile itiraf etmektir” demiştir.
Hakiki manada bir şükrün gerçekleşmesi ancak nimeti vereni anmak
ve onu dil ile övmek ile mümkün olmaktadır. Verilen nimet karşısında
sessiz ve tepkisiz kalmak zaten insanın doğasına pek uygun düşmez. İnsanın
sahip olduğu her yeni nimet, onun sevinçli bir hal içinde bulunmasını
gerektirdiğinden bunu dili ile ifade etmesi de en tabii bir hadise olmaktadır.
b) Bedenin Şükrü:
Kulun vefa ve hizmet ahlakı ile vasıflanması, kendisine verilen
nimetin kuvvetini bedeninde hissettiği sürece ibadet ve taatten geri
kalmaması, bedenin âzâları ile haramlara yönelmemesidir. Ebû Muhammed
Rüveym b. Ahmed (ö.303/915), “Şükür, şükretmek için bütün gücü sarf
323 Beyhakî, a.g.e., 4448-4449. Denilmiştir ki; selef, birbirlerine hal hatır sorduklarında
karşısındakinin Allah’ı anmasına vesile olmakla onun hamd ve şükrüne ortak olmak isterlerdi. Bunun için “bir kimsenin hal hatırı sorulduğunda onun Allah’ın kader ve kazasından hoşnutsuzluğunu belirteceğini ve şikâyetçi olacağını bilirsen sakın ona hal hatır sorma” denilmiştir. Bkz. Mekkî, a.g.e., II, 281.
324 Tirmizî, Deavat, 84 (V, 533); İbn Mâce, Edeb, 55 (IX, 456); Ahmed b. Hanbel, II, 127. 325 Kelâbâzî, a.g.e., 150.
76
etmendir”326 der. Burada şükür kelimesinin yüklendiği anlam, Allah’ın
verdiği nimetle yine Allah’a isyan etmemek şeklinde olmaktadır. Cüneyd-i
Bağdâdî’nin şu tespiti, bedenin sabrı konusunda kişinin nasıl bir tavır
sergilemesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Şöyle ki; Cüneyd: “Dayım
Seriyyü’s-Sakatî bana (bir şey öğretmek suretiyle) faydalı olmak istediği
zaman sual sorardı. Bir gün bana: “Ey Cüneyd, şükür ne demektir?” dedi.
Ben de ona: “Nimetin gıdası bedeninde olduğu müddetçe onu destek
yaparak Allah Teala’ya âsi olmamaktır” cevabını verdim. “Bu hikmet sana
nereden geliyor?” diye sordu. “Senin meclislerinde bulunmaktan”327 dedim
diyerek bu sözüyle şükrün beden ile gerçekleşen ameli boyutunu ortaya
koyarken; Allah’ın nimetlerinin kendisine açıldığı kapıyı dile getirmek
suretiyle de nankörlük gibi bir yanlışa düşmemiş, böylelikle hem kula hem
de Allah’a şükür borcunu yerine getirmiştir.
Demek ki şükrün hakikati, Allah Teala’yı tanımak, Allah’ın kula
bahşettiği bütün nimetleri bilip görerek O’na itaatte kusur etmemek, bedenin
gücünü ve yeteneklerini yine O’nun razı olacağı yolda kullanmak şeklinde
kendini göstermektedir.328 Böylece kul, nankörlükten uzak kalacak,
kendisine yapılan ihsan ve nimetlerin farkında olarak bedenini
olumsuzluklardan uzak tutacak ve böylece bedenî açıdan şükrünü yerine
getirmiş olacaktır.
c) Kalbin Şükrü:
Allah Teala’ya karşı olan hürmet halini muhafaza etmek suretiyle
yine O’nun tecellileri karşısında mâsivâ alâkalarından soyutlanmak şeklinde
326 Kuşeyri, Risale, 315. 327 Kuşeyri, Risale, 317. 328 Bkz. Kuşeyri, Letâif, II, 335.
77
gerçekleşen şükürdür.329 Yani kalbin şükrü denilince, ihsan makamında
bulunurken kalbi muhafaza etmek suretiyle itikâf yapar gibi edebe riayet
ederek gerçekleşen şükür akla gelir.330 Yukarıda geçen “Zikrin en faziletsi
Lâ ilâhe illallah, duanın en faziletlisi el-hamdülillahi rabbi’l-âlemin’dir”
hadisi şerifine göre “Burada şükrün kalbe zuhuru ve bedene galebesi kalbin
şükrüdür” denilmiştir.331 Daha açık bir ifade ile kalbin şükrü, nimetlerin
ancak asıl sahibi olan Allah’tan geldiğinin kalben bilinmesidir.332
Cüneyd-i Bağdâdî, şükrün hem kalp hem de dilde gerçekleşmesini
şükrün farzı olarak değerlendirmektedir.333 Nasıl ki iman, hem dil hem kalp
ile gerçekleşiyorsa; şükür de hem dil, hem de kalbe bağlı olarak ortaya
konulması gereken bir tavırdır diyebiliriz. Bu manada şükür, imanın
olmazsa olmaz bir boyutu olup o iman ile birlikte gerçekleştiğinde değer
kazanan ahlakî bir kemal hali olarak anlam ifade eder.
Dilin, bedenin ve kalbin şükrünün yanında insanların Allah’a olan
ibadet ve tâatları ele alındığında şükür, âlimlerin, âbidlerin, âriflerin şükrü
olmak üzere yine üçlü bir tasnife tabi tutulabilir.334 Yine bir başka tasnifle
şükür, kulun bu konudaki bilgi ve konumuna göre avam ve havasın şükrü
şeklinde iki aşamada değerlendirilmektedir:
1- Avamın şükrü: Dil ile Allah’a hamd ederek, üzerinde bulunan nimetleri
Allah’tan bilip bunu itiraf etmek şeklinde ortaya çıkar. Kul, zaten imanı
sebebiyle zaman zaman nimetlerin Allah’tan olduğunu itiraf etme ihtiyacı
hisseder. Daha çok yeme, içme ve giyecek nevinden olan ve de kendisine
329 Bkz. Attâr, a.g.e., 553. 330 Bkz. Herevî, a.g.e., 21; Kuşeyri kalbin şükrünü; “Kalbin şükrü, bir an bile Allah’ı
anmaktan gafil olmamakla olur” şeklinde izah eder. Bkz. Kuşeyri, Letâif, II, 335. 331 Mekkî, a.g.e., II, 283. 332 Bkz. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağıtım, İst. 1992, 4026. 333 Şükrün farzı, nimeti kalp ve dil ile itiraf etmektir. Sühreverdî, a.g.e., 639. 334 Kur’an’a göre ise bunlar sâlih, mukarrebûn ve âlim sıfatlarında anılmaktadırlar.
78
hayatı boyunca bahşedilen, herkes içi aşikâr olan bu tür nimetler konusunda
ortaya çıkan bu şükür çeşidi umumidir.335 Kul, dil ile bu nimetleri itiraf
ederken, çoğunlukla da ameli ile bunu destekleme gayreti içerisine
girmektedir.
Nitekim bu konuda Ebû Osman Hîrî: “Avam, yiyecek ve giyilecek
nevinden nimetlere şükreder. Havâs, kalplerine gelen feyze (ve vâridata)
şükreder” demiştir.336
2- Havâsın şükrü: Dil ile hamd etmekle beraber bu tür şükürde kulun
kalbinin marifet duygusuna sahip olması ve bütün âzâlarının helal olmayan
şeylerden korunması gerekir. Buna göre de şükür, yaşanılan böyle bir halde
hamd ile iç içe bulunmaktadır diyebiliriz.
Havâsın şükrü, avamın aksine yiyecek ve giyecek olan şeylerle sınırlı
değildir. Havâs, daha çok kalbe gelen feyze şükreder. Dolayısıyla avamın
ulaşamadığı nimetler sebebiyle havâsın şükürleri biraz daha özeldir.
Nitekim Ebû Osman Hîrî’nin, “Yenilen, içilen ve giyilen şeylerle ilgili
şükür umumidir. Velilerin kalplerine gelen (feyiz ve vâridâta) şükretmeleri
ise özeldir”337 sözünden kastettiği budur. Yani avamın şükrü, dil ve amel
yönünden gerçekleşirken, havâsın şükrü ise hem dil, hem amel, hem de kalp
yönünden gerçekleşmektedir.
Ebû Osman, bu görüşüyle halkın şükrü ile seçkinlerin şükrünün
farklılığını ifade etmiştir. Muhammed b. K’ab’ın; “Şükür ameldir”338 sözü
ise Allah Teâla’nın; “Ey Dâvut ailesi! Şükredin. Kullarım arsında şükreden
335 Bkz. Kuşeyri, Risale, 316; Attâr, a.g.e., 501. 336 Kuşeyri, Risale, 316. 337 Attâr, a.g.e., 501. 338 Semerkandi, a.g.e., 519.
79
azdır”339 ifadesiyle yakından ilgilidir. Anlaşılıyor ki; şükreden kullar az da
olsa insanlardan bazılarının hakiki manada şükrü gerçekleştirdikleri açıktır.
Netice olarak şükür denildiğinde âlimlerin sözden ibaret olan lisanî
şükürleri, âbidlerin fiil nevinden olan vasıfları, âriflerin bütün hallerinde
istikamet üzere bulunmaları anlaşılmakta olup, yine şükrün kulun hayata
olumlu ve anlamlı bakabilmedeki bardağın dolu tarafını görmesi
doğrultusunda bir mutluluk psikolojisi ve felsefesinin adıdır diyebiliriz.
1.6. Şükrün Keyfiyeti:
Sabrın dereceleri olduğu gibi şükrün de mertebeleri bulunmaktadır.
Gazali bu mertebeleri ilim, hal ve amel olarak sıralamıştır.340 Bunlara bilgi,
tavır ve davranış da diyebiliriz. Şimdi şükrün gerçekleşmesinde bu
mertebelerin nasıl şekillendiğini görmeye çalışalım:
a) Şükrün Gerçekleşmesinde İlim (Bilgi) Unsuru:
Şükür konusunda ilim denilince zaruri olarak üç ana unsur ortaya
çıkar. Bunlar: Nimet, nimeti veren ve kendisine nimet verilmiş olandır.341
Neyin nimet ve iyilik olduğunu, nimet ve iyiliğin oluş biçimini ve bunun
kaynağını bilmek, yani marifet şükürdür.342 Yani maddî manevî bütün
nimetlerin ve iyiliklerin Allah Teâla’dan olduğunu bilmek, nimetten önce
nimeti vereni düşünmek gerekmektedir.343 Bu manada şükür, kulun
kendisine takdir edilen bütün ihsanları bir nimet olarak görmesidir şeklinde
tanımlanabilir. Çünkü Cenabı Hakk, mümin kuluna ancak hakkında bir
nimet olan şeyi takdir eder. Bu nimet, kulun ya tanıyıp farkına vardığı bir
339 Kur’an, Sebe (34): 13. 340 Gazali, a.g.e., IV, 157. 341 Bkz. Herevî, a.g.e., 21. 342 Taşköprüzâde, a.g.e., II, 646; Ebû Said Ahmed b. İsa Harrâz, “Şükür, nimeti vereni
tanımaktır” der. Bkz. Kelâbâzî, a.g.e., 150. 343 Uludağ, a.g.m., 29.
80
nimet olur veya kendisine takdir edilen ve hoşa gitmeyen bir hal sebebiyle
ileride faydasını göreceği bir nimet olur. Bu durum, o kulu ya bir derece
Allah’a ulaştırır veya günahını tamamen siler veyahut günahlardan bir
kısmına keffaret olur. İşte kul, Rabbinin kendisine nefsinden daha yakın344
ve çok iyilik sahibi olduğunu, onun menfaat ve maslahatını en iyi takdir
ettiğini, kendisine ihsan etmiş olduğu her şeyin bir nimet olduğunu bildiği
zaman gerçekten şükretmiş demektir. Ama her bilgi de nimet olarak
görülmeyebilir.
Mesela bir kimse ecelinin ne zaman olacağını bilmek istese bu, onun
için bir nimet olmaktan çok o kişiye bela olur. Burada nimet olan, ecel
konusunda bilgi sahibi olmamaktır. Kadir gecesinin gizlenmesi, insanların
kalplerinden geçenleri öğrenememe hakkındaki bilgi de böyledir.345 O halde
yukarıda geçtiği üzere Allah Teala, mümin kuluna ancak hakkında bir nimet
olan şeyin bilgisini vermekte ve onun için hayırlı olanı takdir etmektedir.
Kulun bu bilgiye sahip olduğunu bilmesi ise bir anlamda kendisi için bir
lütuftur, dolayısıyla da bir şükür nedenidir.
b) Şükrün Gerçekleşmesinde Hal (Tavır) Unsuru:
Marifetten sonra kalbe doğan rahatlık ve ferahlık durumudur. Nimeti
verene karşı saygılı olmaktır. Bu da bilgi (marifet) gibi bizatihi şükürdür.
Nimete layık olan ve iyilik gören kişinin bundan hoşlanması,
sevinmesi ve ferahlaması, memnuniyetini belli eder bir tavır takınması
gerekir. Nimeti ve kaynağını bilmek ama buna sevinmemek; nimeti kabul
etmemek, onu küçümsemek anlamına gelir.346 Bu durumda şükrün
344 Bkz. Kur’an, Kaf (50): 16. 345 Bkz. Taşköprüzâde, a.g.e., II, 663. 346 Bkz. Sühreverdî, a.g.e., 640; Uludağ, a.g.m., 29.
81
gerçekleşebilmesi nimetin değil, nimeti verenin sevilmesi şartına bağlıdır.347
Nitekim bu konuda İmam-ı Şiblî: “Şükür, nimeti vereni görmektir”348 der.
Bu, nimetin sahibini bilmek demektir. Bu bilgi ile ortaya çıkan sevinç hali
ise kulun kalbinde bir genişlemeye sebep olur ki, bu hal de başka bir şükrü
gerekli kılmaktadır. Bunun dışında bir davranış sergilemek, nankörlük ve
küfran-ı nimette bulunmak olacağından beğenilmez ve kabul görmez. Bir
iyiliğe, bir hayra yani bir nimete ulaşmanın bilgisi insanı sevindireceği gibi
bizatihi o nimetle iç içe olmak da insanı mutlu eder. Bu sevinç ve mutluluk
o nimetin farkına varmanın ve onu takdir etmenin bir tezahürü olarak fiili
bir şükür ifadesi olup, nankörlüğün zıttı bir davranıştır.
c) Şükrün Gerçekleşmesinde Amel (Davranış) Unsuru:
Nimeti verenin maksadına ve arzusuna uygun olarak hareket
etmektir. Rivayet edilir ki; Râbiatu’l-Adeviyye (ö.185/801), bir defasında
Süfyan es-Sevrî de yanında olduğu halde sabaha kadar namaz kılmışlar,
Süfyan, bunu bize nasip eden Allah’a şükredelim deyince o: “Öyleyse
bugün oruç tutalım” demiş349 ve şükrün teşekkür ifadesi bir eylemle ortaya
konulması gereğine işaret etmiştir.
Burada kalp, dil ve azalarla gerçekleşen davranışlar neticesinde
nimeti vereni bilmekten kaynaklanan sevinç hali görülüyor ki kişiyi bu bilgi
ve bilince uygun davranışlara sevk etmektedir. Zaten nimeti vereni bilip
kavuşulan nimetten dolayı sevinç halini yakaladıktan sonra, amel
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Eğer ortada şükür ifadesi olarak bir amel
347 Gazali, bu konuyu padişahın halktan birisine at hediye etmesi örneğiyle açıklamaktadır.
Böyle şanslı bir kişinin üç sebeple sevinmesi gerekir. Şöyle ki: Ata sahip olduğu için, padişah kendisini hatırlattığı için, bu at ile padişaha hizmet etmek gibi bir şeref kendisine nasip olduğu için. Bkz. Gazali, a.g.e., IV, 159.
348 Kuşeyri, Risale, 316. 349 Attâr, a.g.e., 124.
82
gözükmüyorsa, nimete karşı ilk iki hal gerektiği gibi anlaşılmamış buna
bağlı bir davranış sergilenmemiş demektir. Ayrıca kişiden şükrün ifadesi
olan davranışlar sadır olmalıdır ki şükür gerçekleşsin. Yoksa şükre neden
olayla da bağdaşmayan eylemler, yaşanılan durumu anlamsız kılar.
Sözgelimi kendisine iyilik eden bir insana “Ne iyi ettin de bana böyle bir
iyilikte bulundun” diyerek hakarette bulunsa, bu davranış açıklanamaz ve
izah edilemez. Zira ondan beklenen nankörlük değil, kadirşinaslık ve fiili
duruma uygun düşen, teşekkür içeren bir tavır sergilemektir.
1.7. Şükredilmesi Gereken En Önemli Nimetler:
Allah’ın kullarına ihsan ettiği en büyük nimet, iman nimetidir
denilebilir. Sonra gönderilen peygamberler ve Kur’an nimeti gelmektedir.
Yüce Yaratıcının varlık âleminde sayısız nimetleri ve ihsanları olmuş ve
olmaktadır. Nitekim Allah Teala bir ayet-i kerimede “Allah'ın nimetlerini
sayacak olsanız bitiremezsiniz”350 buyurmaktadır. Fakat bu nimetler
içerisinde üç nimet vardır ki, kim onların kıymetini bilmezse, onların
şükrünü ve hakkını zayi etmiş olur.351
Bunlardan birincisi, insanların Allah Teala’nın kudret ve yüceliğini,
mâsiva kirleriyle oluşan perde nedeniyle görememeleridir. Şayet bunlar tam
olarak kullara açılsaydı, bu durumda işleyecekleri bütün isyanlar küfür
olurdu. Çünkü kullar, yapmaya azmettikleri günahlarını hiç eksiltmeden
işlerlerdi. Bunun yanında şayet her şey apaçık olsaydı kullar, mevcut
duruma göre gerçekleşen Allah’a imanları sayesinde elde ettikleri büyük
derecelere sahip olamazlardı. Zira o zaman insanlar, bizzat şahit oldukları
350 Kur’an, İbrahim (14): 34. 351 Daha fazla bilgi için bkz. Mekkî, a.g.e., II, 293.
83
bir şeye iman etmiş olacaklar, Allah’ın varlığı dâhil, ahiret ve benzeri
konulara iman etme gibi bir ihsana nail olmayacaklardı.
İkincisi, insanlardan kaderin ve ilahi ayetlerin gizli tutulmasıdır.
Çünkü bunlar gayba ait sırlardır. Böyle olması kulların iyiliği, din ve dünya
işlerinin düzgün bir şekilde devamı içindir.
Üçüncüsü de ecellerin kullardan gizli tutulmasıdır. Eğer kullar
ecellerini bilmiş olsalardı, hayır ve şer olarak yaptıklarını zerre kadar artırıp
eksiltmezlerdi. Ecellerini bildikleri halde onlardan bir şey yapmalarını
istemek kendilerine çok ağır ve zor gelirdi.
Bunlardan başka, şükredilmesi gereken nimetlerin en önemlileri
olarak şunlar da sayılabilir:
Allah Teala, insanların günahlarını örtüp birbirlerine göstermemiştir.
Herkes birbirinin günahını görmüş olsaydı, aralarındaki ilişkiler daha farklı
olurdu. Câfer-i Sadık (ö.148/757), bu konuda benzer bir yaklaşımla şöyle bir
tespitte bulunur: “Allah Teala üç şeyi üç şeyde gizledi: Rızasını taatta;
gazabını günahta; velisini mümin kullar içinde.”352
Mutasavvıflar da bu konu hakkında birtakım görüşler ileri
sürmüşlerdir. Örneğin Ebû Abdullah İbn Cellâ (ö. 306/918), şükredilmesi
gereken başka bir nimet grubunu şu şekilde ifade etmektedir: “Takva
marifetin şükrü, tevazu izzetin şükrü, sabır musibetin şükrüdür.”353 Yani kişi
marifet ehli olursa “Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar”354 sırrına
mazhar olur ve takva üzere bulunur. Bu ise marifete karşılık bir şükürdür.
Dininde samimi davranır ve onu gerektiği gibi yüceltirse, tevazu ahlakına
sahip olmuş olur. Bu ise izzetin şükrüdür. Karşılaştığı musibetlere ilk anda 352 Mekkî, a.g.e., II, 290. 353 Attâr, a.g.e., 517. 354 Kur’an, Fâtır (35): 28.
84
sabır gösterir ve her şeyi Allah’tan bilerek bunları rıza ile karşılarsa, sabır
ahlakına sahip olur. Bu ise musibetin şükrüdür denilebilir.
Aslında şükür, her ne yapılırsa yapılsın ve nasıl yerine getirilmeye
çalışılırsa çalışılsın içerisinde acziyet barındıran ahlakî bir haslettir. Fakat
bu hasleti kazanmak gerçekten zordur. Kul, bunu başarabildiği zaman
hakkıyla şükretmiş demektir. Ebû Osman Hîrî, “Şükür, şükürden aciz
kaldığını idrak etmektir” 355 derken; Ebû Muhammed Cerirî (ö. 311/923) de
benzer bir tanım yaparak şükrün zirvesini; “Şükürdeki kemal, şükürden aciz
kalma halini yaşamaktır”356 şeklinde ifade eder. Zira her bir şükür, ardından
başka bir şükrü gerektirmektedir.
Bu makama ulaşan bir salikin şükürden kendini aciz hissetmesi
beklenilen bir davranış olmaktadır. Bu itibarla mutasavvıflar, bulundukları
makamlarda kendilerine sorulan sorulara, yaşadıkları hale göre cevap
vermişlerdir. Mesela; Yahya b. Muaz, “Şükrettiğin sürece şükredici
değilsin. Şükrün sonu hayrettir. Çünkü şükür, Allah’ın şükredilmesi lazım
gelen bir nimetidir. Bu da sonsuza kadar böyle devam eder”357 demiştir. Ebû
Ali Ahmed b. Muhammed Ruzbârî (ö.322/933) ise yapılacak her bir şükür
ile sadece Allah’ın nimetinin artacağını ifade ederek “Her organımın bir dili
olsa da bununla verdiğin nimetler için Sana hamd ü sena etsem; bu benim
şükrümün ziyadeleşmesinden çok Senin bana verdiğin nimet ve ihsanının
fazlalaşmasına sebep olurdu. Zira nimete şükretmeyi nasip etmen de bir
nimettir”358 demiştir.
355 Kuşeyri, Risale, 315. 356 Attâr, a.g.e., 592. 357 Bkz. Kelâbâzî, a.g.e., 150; Ebû Nuaym, a.g.e., X, 53; Sühreverdî, a.g.e., 639. 358 Kelâbâzî, a.g.e., 150.
85
İnsana ihsan edilen nimetlerin en büyüğü aslında iman nimetinden
önce akıl nimetidir. Çünkü insan aklı sayesinde değerlidir. Akıl olmayınca
zaten sorumlu da olmaz. İyilik ve kötülüklerin, bela ve musibetlerin, ibadet
ve taatların onun için bir değeri yoktur. Ama insan akıl sahibi olunca hayat
anlam kazanır ve doğru-yanlış, faydalı-zararlı birbirinden ayrılır hale gelir.
Sağlıklı olmak ve yaratıklar içinde kısacası kâinat emrine âmâde kılınmış
olan bir varlık olarak, insan olarak yaratılmış olmak da düşünüldüğünde
şükrü zor eda edilecek büyük bir şeref, büyük bir nimettir. İnsan, fakr,
tevazu, rıza, ihlâs ve tevekkül ile bu ahlakî tavırların bilgisine sahip olunca
da bunlar, gerçekten şükredilmesi gereken birer nimet olurlar. Çünkü bütün
ahlakî erdemler akıl ile bilinir ve anlam kazanır. Aklın zînetlendiği bu
erdemlere sabır ve şükür kumanda ettiğinde ise her şeyin Allah’tan
görülmesi ve kulun kendinde bir varlık görmemesi neticesine ulaşılabilir.
Bu da şükürden aciz kalma halidir ki, aklın bu bilgiye ulaşması da
şükredilmesi gereken bir başka önemli nimetlerden biri olmaktadır.
1.8. Şükür-Hamd İlişkisi:
Hamd kelimesi, nimeti vereni, Onun lütufları ve yüce vasıflarını da
dile getirerek sevgi ile birlikte tazim ve saygı göstermek suretiyle samimi
bir şekilde yapılan ve ululama ifade eden bir övgüdür.359
Hamd, nimeti ve içinde bulunulan hali itiraf etme noktasında kısmen
övgü, kısmen de şükürle birleşir. Hamd, medh’ten daha özel ve şükürden
daha kapsamlıdır.360 Yani hamd, şükürden önce gelmekte ve umumi bir
359 Bkz. Manzur, a.g.e., I, 712; Uludağ, a.g.e., 221; Yılmaz, a.g.e., 185. 360 Sürmeli, a.g.m., 38.
86
mana ifade etmektedir. Bir hadisi şerifte: “Hamd, şükrün başıdır. Allah’a
hamd etmeyen, O’na şükretmemiştir”361 buyurulmuştur.
Hamd ve şükür, kendi aralarında değerlendirildiğinde her birinin
kendine göre bir genişlik alanının bulunduğu göze çarpar. Mesela şükür,
çeşitleri ve sebepleri açısından hamdden geneldir. Hamd ise ilgili olduğu
şeyler bakımından şükürden genel, sebepleri açısından ise şükürden özeldir.
Yani şükür, saygı olarak kalp ile, övgü olarak dil ile, tâat olarak da organlar
ile yapılır.
Şükrün ilişkili olduğu şeyler nimetlerdir. Şükür, sıfatlarla ilişkili
değildir. Mesela hayat, irade, ilim, basar gibi sıfatlarından dolayı Allah’a
şükredilmez. O’nun bu sıfatları övülür. Bunlar şükrün değil, hamdın konusu
içerisindedir. Bu sıfatlarından dolayı Allah’a hamd edildiği gibi, ihsanından
ve adaletinden dolayı da hamd edilir. Oysa şükür, yalnız Allah’ın ihsanına
ve nimetlerine ilişkindir. Şükrün ilişkili olduğu herhangi bir şey ile hamd de
ilişkili olabilirken hamdın kapsadığı bir konu ile şükür ilişkili olmayabilir.
Yani hamdin alanı şükürden daha kapsamlıdır.
Bununla birlikte şükür, bir nimet karşılığı olarak gerçekleşirken;
hamd böyle değildir. Hamdde nimetin yanında darlık zamanlarında da
Allah’ı hatırlama vardır. Nitekim “Kıyamet gününde cennete ilk çağrılacak
olanlar, darlık ve sıkıntı zamanlarında Allah’a hamd edenlerdir”362
buyurulmuştur. Ayrıca bir nimetin şükrü, kendi cinsinden
361 Beyhakî, a.g.e., II, 35. 362 Muhammed b. Abdullah Hâkim en-Nisâbûrî, Müstedrek, Beyrut, 1992, I, 502; Nûruddîn Ali b. Ebî Bekr Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut, 1982, X, 95; Beyhakî, a.g.e., IV, 910; Suyutî, a.g.e., I/434.
87
gerçekleşmektedir. Malın şükrü mal ile, ilmin şükrü ilim ile, sağlığın şükrü
de hastaları arayıp sormakla mümkün olmaktadır.363
Hamd ile şükür arasındaki farkları birkaç madde halinde şöyle
sıralayabiliriz:
a) Hamdedilen bir vasıta ile şükür de yapılabilirken; şükredilen her
vasıta ile hamd edilmez. Çünkü hamd kalp ve dil ile olur, uzuvlar ile olmaz.
Ama şükür her üçüyle de olmaktadır.364
b) Hamd, kalbe ve ruha ait nimet için; şükür, organlara ve hislere ait
nimetler için olur. Kişi bazen şükürden aciz kaldığını bilir ve ne yapacak bir
hareket; ne de konuşacak bir kelime bulabilir. Burada şükür, Ebû Osman
Hîrî’nin ifadesine göre şükürden aciz kaldığını idrak etmek şeklinde ortaya
çıkmaktadır.365 İşte bu yüzden bir nimetin şükrü yine kendi cinsinden
olmaktadır. Mesela kişi, zenginliğine zekât ve sadaka vermekle
şükrederken; iman nimetine böyle bir şükür yeterli olmaz. Bu durumda
insanın elinden gelen, sadece yaratanına hamd etmek olmaktadır.
c) Hamd, Allah’tan bir başlangıç, şükür ise kuldan bir tâbi oluştur.
Hamd, başlangıç itibariyle Allah’ın bahşettiği hayatî ve tabiî lütuflar
sebebiyle O’nu senâ etmeyi, şükür ise verilen nimete mukabele yolu ile
teşekkürü gerektirmektedir. Bu sebeple kul, sûfîlere göre her halükarda
dilinden şükrü, kalbinden hamdı eksik etmemelidir. Nitekim bir hadisi
şerifte: “Cennete ilk davet edilecek olanlar her halükarda Allah’a hamd
edenlerdir”366 buyurulmuştur.
363 Yılmaz, a.g.e., 184. 364 Bkz. Ateş, a.g.e., 311. 365 Bkz. Kuşeyri, Risale, 315. 366 Suyuti, a.g.e., I, 113.
88
Bir rivayete göre Hasan Basrî’ye dediler ki, “Bir adam yirmi senedir
bir köşeye çekilip oturdu ve kimse ile görüşmüyor.” Hasan Basrî, o adama
gitti ve “Niçin halka karışmıyorsun?” dedi. Adam bir meşgalesinin
olduğunu belirterek şunları söyledi: “Verdiğim hiçbir nefes yoktur ki, o
esnada Hakk’tan bana bir nimet ulaşmasın ve benden O’na bir günah
gitmesin. O nimetin şükrü ve bu günahın özrü ve tevbesiyle meşgulüm.”
Bunun üzerine Hasan Basrî: “Böyle hareket et, zira sen benden iyi
durumdasın”367 dedi.
Her zaman hamd ve şükür davranışı içerisinde bulunmak gerektiğini
ve şükrün önemini Ebû’n-Necib Sühreverdî (ö.563/1167), şu beyitleriyle
belirtir ve şükrün en ileri boyutuna işaret eder:
“Şükrünü izhar ettiğim için nice nimet verdin bana.
Bütün işlerime yettin; zâhirine bâtınıma.
Yaşadığım müddetçe ben, Sana şükredeceğim.
Öldüğümde kemiklerim dahi kabirde şükreder Sana”368
d) Hamd, defedilen felaket ve musibet için; şükür ise yapılan
ihsanlar içindir. Bu görüşe göre kul, karşılaştığı bela ve musibetler ile
bunların daha ağır ve tahammül edilemeyecek olanlarıyla bir imtihana
maruz kalmadığından dolayı Allah’a şükretmek durumundadır. Aslında bu
da kulun kendisi için bir ihsandır. Bela ve musibetler, üzerinden alındığında
ise kişi acziyetini hisseder. İşte tam bu noktada hamd devreye girer ve takva
kendini göstererek kulu yaratanına yaklaştırır. 369
Bu itibarla insan, yaşamının her anında ve her halükarda hamd
etmesini bilen ayık bir kalbe sahip olmalıdır. Ayrıca insanın bir nimet ve 367 Attâr, a.g.e., 84. 368 Sühreverdî, a.g.e., 639. 369 Bkz. Kuşeyri, Risale, 318-319.
89
ihsan ile karşılaştığı zaman da nimeti vereni diliyle şükrederek anan,
kalbiyle ise hamd tavırlarını sergileyen bir davranış içerisinde bulunması
gerekmektedir.
90
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TARİKATLAR ÖNCESİ DÖNEMDE SABIR VE ŞÜKÜR
KAVRAMLARINA YÜKLENİLEN ANLAMLAR:
1.1. Zühd Döneminde Sabır ve Şükür Anlayışları:
Zühd dönemi, asrı saadet ile başlayan, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn
dönemleri ile hicri ilk iki asrı da içine alan, tasavvuf kavramının
kullanılmaya başlandığı dönem olarak bilinmektedir.
Bu dönemin en belirgin şahsiyeti hiç şüphesiz Hz. Peygamber’dir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), zühdî bir hayat yaşamayı tavsiye etmiş ve kendisi
de zâhidâne bir hayat yaşayarak bizlere örnek olmuştur. Onun yaşadığı zühd
hayatı ile ilgili birçok hadisi şerif nakledilmiştir. Bu hadisi şeriflere
baktığımızda neredeyse tamamında sabır ve şükür ahlakını görmemiz
mümkündür. Örneğin bir defasında kendisine “Ya Rasulallah, bana öyle bir
amel söyle ki, onu işlediğim zaman beni hem Allah, hem de insanlar sevsin”
denildiğinde; “Dünyaya karşı zahid ol ki, Allah tarafından sevilesin.
İnsanların ellerinde olanlara karşı zahid ol ki, insanlar tarafından
sevilesin”370 buyurmuşlardır.
Bir başka hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Kimin mihnet
ve kaygısı dünya olursa, Allah onun işini dağıtır, fakirliğini gözünün önüne
koyar. Kimseye nasibinden fazla dünyalık verilmez. Niyet ve himmeti ahiret
olanın işini Allah toparlar ve gönlüne zenginlik verir. O, arkasını dönse de
dünya ona gelir.”371
370 İbn Mâce, Zühd, 1 (X, 365). 371 İbn Mâce, Zühd, 5 (X, 374).
91
İbn Abbas (r.a.)’ın rivayet ettiğine göre “Hz. Peygamber (s.a.v.),
peşpeşe birkaç gece aç sabahlar, hane halkı da çoğu zaman akşamları
yiyecek bir şey bulamazlardı. Zaten ekmekleri arpa ekmeğiydi”
denilmektedir.372
“Sabret, çünkü sabırda büyük bir hayır vardır”373 ve “Hiç kimseye
sabırdan daha hayırlı bir mükâfat verilmemiştir”374 sözleriyle sabrı emreden
ve tavsiye eden Hz. Peygamber, yaşantısıyla da güzel sabır örnekleri
sergilemiştir. Hz. Fatıma’ya yaptığı bir tavsiyelerinde: “Allah’ı tanı,
karşında bulursun. Bolluk zamanında Onu an, darlığa düşünce sana yardım
eder”375 buyurmuşlardır. “Allah’ın in’am ve ihsanını ikrar şükür, onun terki
ise küfürdür”376 buyurmakla da nimetlere karşı şükretmek ve bunu dil ile
söylemek gerektiğini vurgulamışlardır.
Kendileri hakkında: “Sabah aksam Rablerinin rızasını dileyerek O'na
yalvaranlarla beraber sen de sabret”377 ayeti nazil olan ve tasavvufî hayatın
ilk nüvesini teşkil eden suffe ashabında da sabır ve şükür örnekleri bulmak
pek tabiidir. Özellikle Mekke döneminde karşılaştıkları zorluklara,
tahammülü zor sabır örnekleri gösteren Allah Rasulü’nün bu yakın
arkadaşları,378 içinde bulundukları yaşam şartlarının bütün olumsuzluklarına
rağmen Hz. Peygamber’i görme ve vahy havasını teneffüs etme nimetine
karşılık şükürsüz kalmamışlardır. Kendilerine yapılan en ufak bir nasihati
bile emir telakki etmişler ve canları pahasına Hz. Peygamber’e sahip
372 İbn S’ad Ebû Abdullah el-Basrî ez-Zührî, Tabakâtü’l-Kübra, Beyrut, 1968, I, 400. 373 Beyhakî, a.g.e., II, 28. 374 Buharî, Rikak, 20 (VIII, 173); Müslim, Zekat, 124 (III, 81); Tirmizî, Birr, 77 (IV, 373);
Ebû Davud, Zekat, 28 (II, 94); Nesâî, Zekat, 85 (V, 85). 375 Ahmed b. Hanbel, I, 307. 376 Ahmed b. Hanbel, IV, 258-375. 377 Kur’an, Kehf, (18): 28. 378 Mekke döneminde en çok musibete maruz kalan sahabelerden Ammar b. Yasir, Süheybi
Rumi, Habbab b. Eret, Bilali Habeşi sayılabilir.
92
çıkmışlardır. Ebû Hureyre, Selamı Farisi, Ebû Zerr, Ebû Musa Eş’ari gibi
meşhur sahabeler hep bu okuldan yetişmiş, yiyecek ve giyecek olarak
Medine halkının Allah Rasulü’ne getirip kendilerine dağıttıklarıyla
yetinmişleridir.379 Bu sahabeler, ibadete düşkünlük, acılara sabır,
mahrumiyetlere katlanma gibi konularda da ashabın önde gelenlerinden
olmuşlardır.
Takva ve ruhanî hayatın esası sayılan zühd, özellikle Hz.
Peygamber’in yakın çevresindeki sahabelerce de ziyadesiyle önemsenen bir
hayat tarzıdır. Örneğin; Hz. Peygamberin; “Çoluk çocuğuna ne bıraktır?”
sorusuna; “Allah ve Rasulü’nü!” diyen Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile; sabredenlere
müjdelenen Allah’ın mağfireti ve rahmeti ile bunları temin eden hidayetin
şükredilmesi gereken bir nimet380 olduğunu belirten Hz. Ömer (r.a.): “Sabır
ile şükür iki binek olsa, hangisine binersem bineyim aldırmam”381 buyurmuş
ve bu iki büyük sahabe, Allah Rasulü’nden alıştıkları bu iki ahlakî erdemin
en önde gelen temsilcileri olmuşlardır. Yine; “Hayrı dört şeyde buldum:
Nafilelerle muhabbet-i ilahiyyeye varmak, takdir-i ilahiyyeye razı olmak,
nazar-ı ilahiyyeden hayâ etmek ve Allah’ın ahkâmını icrada sabır
göstermek”382 diyen Hz. Osman (r.a.), ibadet konusunda sabra büyük ihtiyaç
olduğunu vurgulamış; Hz. Ali (r.a.) da: “Sabır, tökezlemeyen bir binektir”383
buyurarak tıpkı Hz. Ömer (r.a.) gibi sabrın, her zaman ve her yerde güzel
olduğunu ifade etmişlerdir.
379 Sahabelerin hal tercümeleri ve daha fazla bilgi için bkz. Ebû Nuaym İsfahânî, a.g.e.; İbnu’l-Cevzî a.g.e.; Mahmud Ebû’l-Feyz el-Huseynî el-Menûfî, Cemheratü’l-Evliyâ, I-II, Müessesetü’l-Halebî, Kahire, 1967; Abdulvahab Şârânî; Muhammed Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, nşr. Divan Yayınları, İst. 1980; Muînüddin Ahmed Nedvî -Said SAhib Ensarî, Asrı Saâdet, çev. Ali Genceli, Şamil Yayınevi, İst. 1985.
380 Mekkî, a.g.e., II, 241. 381 Bkz.Serrâc, a.g.e., 133; Kuşeyri, Risale, 328. 382 Serrâc, a.g.e., 178. 383 Kuşeyri, Risale, 325.
93
Burada Hz. Peygamber (s.a.v.)’in torunlarından söz etmek de
yerinde olacaktır. Zira O’nun vefatından sonra çok defa zulüm ve eziyete
maruz kalarak sabreden, nimeti vereni görerek ihsanlara şükreden yine onlar
olmuştur.
Hasan b. Ali (r.a.), bir gün Kabe’nin örtüsünün bir kenarına
sarılarak; “İlahi, bana nimet verdin, fakat beni şükreden bir kul olarak
bulmadın. Bana bela verdin, fakat sabreden bir kul olarak bulmadın. Buna
rağmen ne şükretmediğim için nimeti geri aldın, ne de sabretmediğim için
belanın şiddetini devam ettirdin. İlahi, kerim olandan keremden başka ne
beklenir!”384 diye niyazda bulunmuş, bu davranışı ile insanalrın nimet ve
belalar karşısında nasıl bir tavır sergilemeleri gerektiği hususunda örnek bir
davranış ortaya koymuşlardır. Keza Zeynelâbidin (r.a.) da: “Biz, ululuğu
yüce olan Allah’a nimetleri için şükrederiz, verdiği belalar karşısında da
O’na hamd ederiz”385 demiştir.
Dört halife dönemi, Hz. Peygamber’in yaşam biçiminin örnekleriyle
doludur. Bu dönem içerisinde sadece sabır ve şükür değil, her alanda
Allah’ın Resulü’ne itaat ve teslimiyet söz konusudur. Gerek yaşam
biçiminde, gerekse bela ve musibetlere karşı takınılan tavır konusunda olsun
kısacası her konuda hem dil, hem amel, hem de kalp ile Allah Teala’ya tam
bir kulluğa özen göstermeyi önemseyen bir yaklaşım vardır.
Tasavvuf tarihi açısından zühd dönemi içerisinde yer alan tâbiîn
döneminde de sabır kavramı, daha çok bela ve musibetlere karşı
gösterilmesi gereken tavır olarak algılanmış; şükür ise verilen nimetlere
karşı kuldan beklenen ahlakî bir olgunluk ifadesi olarak yorumlanmıştır.
384 Kuşeyri, Risale, 317. 385 Hucvirî, a.g.e., 167.
94
Dört halife döneminde olduğu gibi tâbiîn döneminde de bu iki kavram daha
çok tanımlar yerine ameli yönüyle ifade edilmeye çalışılmıştır.386 Zaten bu
dönemin en belirgin özelliği, konulara teorik yönden yaklaşmaktan çok
pratik olarak yaklaşmayı tercih eder bir tavır sergilemek olarak karşımıza
çıkar.
Korku, hüzün ve sevgiye dayalı zühd mekteplerinin şekillendiği bu
dönemde sabrın, bela ve musibetler ile itaat konularında ön planda olduğu
görülmektedir. Bununla birlikte ve yaygın bir biçimde Allah Teala’ya tam
bir teslimiyet, tevekkül ve kanaat sahibi olmak da ayrıca önemsenmektedir.
Hasan Basrî ilim, amel ve ihlâs kavramlarını, sabırla olan ilişkileri
doğrultusunda izah ederek: “Kişiye lazım olan, faydalı ilim, ihlâsa dayanan
kâmil amel ve sabra dayanan tatminkâr bir kanaattir”387 demiştir.
Zühd döneminde teşekkül eden korku ve hüzün ekolünde, bela ve
musibetler ile ibadetler için gösterilmesi gerekli olan sabır, cehennem
korkusuna dayandırılmış, zühd ve ihlâs kavramları ile de aralarında sıkı bir
ilişki kurulmuştur. Örneğin; bir bedevi Hasan Basrî’ye sabrın kısımlarını
sorduğunda, Hasan Basrî ona şu cevabı vermiştir: “Sabır, iki nevidir. Biri
bela ve musibetler içinde iken gösterilen sabırdır.” Bedevi: “Ama sen
zahidsin, ben senden daha zahid ve daha sabırlı birini görmedim” dediğinde
Hasan Basrî: “Ey bedevi, benim zühdüm tümü ile rağbet, sabrım tamamen
sızlanmadır” demiştir. Bedevi: “Ne demek istedin, çünkü itikadım alt üst
oldu” dediği zaman da Hasan Basrî ona: “Musibet ve taattaki sabrım,
cehennem ateşinden korktuğumu ifade eder. Bu ise sızlanmanın ta
kendisidir. Dünyaya karşı zahid ve isteksiz olmam, ahirete karşı rağib ve
386 Bkz. Ebû Nuaym İsfahânî, a.g.e.; İbnu’l-Cevzî a.g.e.. 387 Attâr, a.g.e., 81.
95
istekli olmamdan başka bir şey değildir. Bu da rağbetin ta kendisidir.
Nasibini ortadan alana (yani cennet ve cehennem için sabretmeyene) ne
mutlu! Bu suretle bu durumdaki kimsenin sabrı halis muhlis Hakk Teala için
olur. Cehennem korkusundan dolayı olmaz. Zühdü ise mutlak surette lütfu
bol olan Hakk için olur, cennete ulaşmak için olmaz. Sıhhatli ihlâsın delili
işte budur ”388 demiştir.
Sevgi ekolünde ise sabır, sevgi esasına bağlanmıştır. Bundan
dolayıdır ki seven sevdiğinin emrine itaat eder ve ibadetlerini yerine
getirmeye sabreder. Nitekim Râbiatu’l-Adeviyye, “Allah’ım, sana
cehennem korkusundan ibadet ediyorsam (taate sabır), beni cehenneme at.
Cennet ümidiyle kulluk ediyorsan, cenneti bana haram kıl. Benim Sana olan
sevgi ve ibadetim, Senin sevilmeye ve kulluğa layık bir mâbud
oluşundandır.” “Seni iki sevgi ile seviyorum: Bira Sana karşı aşk ile
bağlanışımın ifadesidir. Öbürü Senin sevilmeye layık oluşunun içimde
yarattığı sevgidir”389 demiştir.
Gazâlî, onun bu sözlerini şu şekilde yorumlamaktadır: Râbia’nın
bahsettiği iki sevgiden birincisinin hedefi Allah’ın lütuf ve inayetlerine
şükretmektir. İkincisinin hedefi ise, Allah’ın kendisine açılan cemal ve
celâline karşı duygularını anlatmaktadır.”390
Râbiatu’l-Adeviyye, şükür konusunda da yine sevgiden ve
sevdiğinin emrini yerine getirmeden yanadır. Sabaha kadar birlikte namaz
388 Bkz. Hucvirî, a.g.e., 180; Attâr, a.g.e., 81. 389 Attâr, a.g.e., 125. Rabia hakkında daha fazla bilgi için bakılabilir: Margaret Smith, Bir
Kadın Sûfî Râbiâ, çev. Özlem Eraydın, İnsan Yayınları, İst. 1991, 91. 390 Gazali, a.g.e., IV, 266.
96
kılıp, Süfyan’ın bunu bize nasip eden Allah’a şükredelim demesine karşılık
Onun: “Öyleyse bugün oruç tutalım” demesinin başka bir sebebi olamaz.391
Bu dönem içerisinde oluşan ekollerden biri de tevekkül yolunu tutan
İbrahim b. Edhem (ö.161/777), Fudayl b. İyâz (ö.187/803) gibi zahidlerin
yoludur. Bu ekolde de yine sabır ve şükür kavramlarının daha çok
ibadetlerle ilişkilendirildiği görülmektedir.
Bir defasında İbrahim b. Edhem: Allah Teala, “Dua ediniz, kabul
edeyim”392 buyurduğu halde neden dualarımız kabul olunmuyor? sorusuna
şöyle cevap vermiştir: “Allah’ı biliyor, Ona itaat etmiyoruz; Rasulünü
tanıyor, sünnetine uymuyoruz; Kur’an okuyor, onunla amel etmiyoruz;
verdiği nimetleri yiyor, şükretmiyoruz; inananlar için cennetin donatıldığını
biliyor, ona talip olmuyoruz; asiler için cehennemin yaratıldığını biliyor,
ondan kaçmıyoruz; şeytan bize düşmandır, biz ona düşman olmuyoruz;
ölümün varlığını biliyor, hazırlık yapmıyoruz; yakınlarımızı gömüyor,
bundan ibret almıyoruz; kendi kusurlarımıza bakmıyor, başkalarının
kusurlarıyla uğraşıyoruz.”393
Fudayl b. İyâz ise nimeti dile getirmenin, nimete şükür olduğunu
belirterek dil ile şükrün önemine dikkat çeker.394 Nitekim Allah Teala,
Kur’anı Kerim’de Hz. İbrahim, Hz. Nuh ve Hz. Lokman gibi bazı
peygamberleri çok şükreden kullar arasında saymaktadır.395
Sabır ve şükür davranışlarına sahip olanların elde edecekleri
mükâfatlar konusu da zühd dönemde bahis konusu olmuştur. “Sabretmeniz
391 Attâr, a.g.e., 124. 392 Kur’an, Gâfir (40): 60. 393 Attâr, a.g.e., 159. 394 Bkz. Sülemî, a.g.e., 13. 395 Bkz. Kur’an, Nahl (16): 121; Kur’an, İsra (17): 3; Kur’an, Lokman (31): 12.
97
sizin için daha hayırlıdır”396, “Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette
size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım
çok şiddetlidir”397 ayeti kerimelerinde belirtildiği üzere sabrın ve şükrün
sonunun mükâfat olacağı bildirilmiştir. Hasan Basrî şöyle der: “İnsan, fani
âlemde birkaç gün sabredince, ebedi saadete nail olur.”398
Tasavvufun temelini teşkil eden Allah Resulü’nün ve ashabının
zühdî hayatı ile ilgili örneklerin yanında, onların ve daha sonraki
dönemlerde onların yolundan gidenlerin bu doğrultudaki hayat tarzları, daha
çok kılık-kıyafet, yeme-içme, barınma gibi konularda sadeliğe yönelik
tercihleri, dünya nimetlerine karşı şükür olarak kendini göstermiştir. Ayrıca
nafile ibadetlerle meşgul olmak, insanların eziyetlerine karşı tahammül
göstermek, bela ve musibetleri en güzeliyle karşılamak suretiyle de sabır
olarak ortaya çıkmıştır.
1.2. Tasavvuf Döneminde Sabır ve Şükür Anlayışları:
Bu dönem, sûfî ve tasavvuf kavramlarının kullanılmaya başlandığı,
ilk sûfî isimlerinin duyulduğu, hicri II. asrın sonundan, tarikatların ortaya
çıktığı devreye kadar yaklaşık üç buçuk asırlık bir dönemi içine alır.
Tasavvuf, bu dönemde müessese olarak varlığını göstermeye başlamış
bağımsız bir bilim dalı olarak kendini kabul ettirmiştir.
I. ve II. asır mutasavvıflarının ruhî hayatları tetkik edildiğinde,
bunların tam manasıyla zâhid oldukları görülür. Bu mutasavvıflar,
olumsuzluklardan uzak durma konusunda sabretmeye, günah işlemek
yüzünden çekilecek azab ile musibetlerin acılarını gönüllerinde derinden
396 Kur’an, Nisa (4): 25. 397 Kur’an, İbrahim (14): 7. 398 Attâr, a.g.e., 82.
98
hissetmeye çalışmışlar, ömürlerini daha çok hüzünlü ve ağlayarak
geçirmişlerdir.399
Bu dönemde yapılan sabır tanımlarına baktığımızda, yine çoğunlukla
bela ve musibetler üzerine yoğunlaştığını görmekteyiz. Bu tanımların
aralarında küçük de olsa bir takım farklılıkların ve işaret etmek istedikleri
ince manaların gizlenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu ise salikin yaşadığı
halden kaynaklanmakta, herkesin içinde bulunduğu makam ve halin farklı
olduğunu göstermektedir.
Mesela, Hâris b. Muhâsibî (ö. 243/857): “Sabır, bela okuna hedef
olmaktır”400 derken, bir anlamda Hz. Peygamberin “Siz Allah’tan sabır
istediğinizde O’ndan bela istemiş olursunuz ve bela oklarının hedefi
durumunda kalırsınız” hadisinin yorumuna dayandığı anlaşılmaktadır.
Amr b. Osman Mekkî (ö.291/903) ise şöyle der: “Sabır, Allah Teâlâ
ile sebat etmek (O’nun emirlerini yerine getirirken sebatlı olmak), O’ndan
gelen musibetleri sükûnet içinde ve gönül hoşluğu ile karşılamaktır.”401
Mekkî bu sözünde sabrı, ibadet ve taat açısından Allah’ın emirlerini yerine
getirme şeklinde değerlendirerek bunlara sabır gerektiğini belirtmiş, çağdaşı
olan Ebû Hüseyn Nurî (ö. 295/907) de “Sabır, belaya girdiğin zaman, tıpkı
beladan çıktığın zamanki gibi olmaktır”402 sözü ile musibetlere karşı sabırlı
olmayı ve özellikle edebi muhafazayı tavsiye etmiştir.
399 Bkz. Ömer Rıza Doğrul, İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, Ahmet Hâlit Kitapevi, İst.
1948, 49. 400 Attâr, a.g.e., 299. 401 Bkz. Ebû Nuaym el-Isfahanî, a.g.e., X, 296; Kuşeyri, Risale, 325. 402 Attâr, a.g.e., 492.
99
Cüneyd-i Bağdâdî, sabır nedir? sorusuna; “Yüzünü ekşitmeden acıyı
yudum yudum içine sindirmendir” 403 şeklinde cevap vermiş ve yine her
şeyin Allah’tan olduğunu bilerek rıza halinde, edebi koruyarak bela ve
musibetleri karşılamak gerektiğini vurgulamıştır. “Sabır, sızlanmadan nefsi
Allah’la birlikte bulundurmaktır”404 sözü ile de bela anında nefsin istek ve
arzuları yerine Allah’ın istek ve arzularına göre hareket edilmesinin gerekli
olduğu, bunun ise Allah’ın yanında yine O’nun yardımıyla mümkün
olabileceği belirtilmiştir.
Bu dönemin önde gelen ve sabır konusunda en çok söz söyleyen
mutasavvıflardan biri olan Cüneyd-i Bağdâdî, bir defasında kendisine sabrın
ne olduğu sorulduğunda sabrı, rızık ile birlikte değerlendirerek rızık azlığını
musibet olarak görmüş ve; “Sabır, zorluk ve sıkıntı zamanı geçinceye kadar,
rızık sıkıntısına Allah için tahammül göstermektir”405 demiştir.
Ebû Muhammed Ahmed b. Muhammed Hüseyn Cerirî (ö.321/933),
sabrı yukarıda geçen mutasavvıflardan biraz daha farklı algılayarak bir
anlamda kulun, nimetle musibeti birbirinden ayırmadan aynı şekilde
karşılaması gerektiğini vurgulamaya çalışmıştır: “Sabır, kalp sükûn içinde
bulunduğu halde nimetle mihnet arasında fark görmemektir. Tasabbur
(sıkıntı çekerek sabretmek) ise içinde mihnet yükünün ağırlığını hissetmekle
beraber sakin bir şekilde musibetlerle birlikte bulunmaktır”406 demiştir.
Bu dönemde sabır kavramına yüklenen anlamların büyük bir
bölümünü ibadet ve taate sabır oluşturmaktadır. Çünkü insanın başına her
zaman hoşa gitmeyen şeyler gelmeyebilir. Öyleyse zamanları belli olan
403 Kuşeyri, Risale, 324; Ebû Muhammed Cerirî (ö. 311/923): “Sabır, nefsin belada sükun
ve huzur içinde bulunmasıdır” der. Bkz. Serrâc, a.g.e., 48. 404 Attâr, a.g.e., 465. 405 Serrâc, a.g.e., 48. 406 Kuşeyri, Risale, 326.
100
ibadet ve taatle mükellef tutulan kulun, bela ve musibetlerden çok Allah’ın
emir ve nehiyleri konusunda nefsine söz geçirebilmesi için sabra ihtiyacı
vardır. Çünkü ibadetleri yerine getirmek nefse ağır gelen bir sorumluluktur.
Örneğin Bayezit Bistamî “Veli kimdir?” sorusuna, “Veli, emir ve
nehyin altında sabreden kimsedir” der.407 Sehl b. Abdullah Tüsterî ise
müminler içinde salihlerin; salihler içinde sadıkların; sadıklar içinde ise
sabredenlerin az olduğunu ifade eder.408 Yani elest bezminde verdiği sözde
duranların ve bunları yapmaya çalışırken de sabredenlerin az olduğunu
söyler.
İnsanın, ibadet ve taat konusundaki sabrı, kendisi için oldukça
önemlidir. Zira onu Hakk’a yaklaştıracak başka bir davranış da
bulunmamaktadır. İşte bu noktada ibadet ve taatte bulunurken sabır gibi
beğenilen bir ahlakî erdemin değeri daha iyi anlaşılmaktadır.
Buraya kadar ahlakî erdemler içerisinde yer almasının mutlak gerekli
olduğunu vurgulamaya çalıştığımız sabır erdemi hakkında tasavvuf
döneminde yapılan tanımlamalara değinmeye gayret ettik. Tasavvuf dönemi
sûfîlerinin sabırla ilgili tanımlarını ve onların bu konudaki tespitlerini
belirttikten sonra yine onların sabrın dereceleri konusundaki görüşlerine de
yer vermek istiyoruz. Bu konuda en açık bilgiler Şiblî’den gelmektedir.
Şöyle ki; İmam Şiblî’nin, sabırlılar için en zor olan sabrın ne olduğu
hakkında kendisine sorulan sorulara vermiş olduğu cevaplar, aslında sabrın
derecelerini oluşturmaktadır. “Adamın biri İmam Şiblî’nin önünde durmuş
ve: “Sabırlılar için sabrın en zor olanı hangisidir?” diye sormuş, Şiblî: “Aziz
ve Celil olan Allah’ta sabır” demiş. Adam: “Hayır” demiş. Şiblî: “Allah için
407 Hucvirî, a.g.e., 334;İbnu’l-Mulakkın, a.g.e., 397. 408 Bkz. Mekkî, a.g.e., II, 241.
101
sabır” demiş. Adam: “Yine olmadı” demiş. Şiblî: “Allah ile birlikte sabır”
demiş. Adam: “Bu sefer de olmadı” demiş. Şiblî sormuş: “Peki hangi şey
olduğunu sen söyle?” demiş, Adam: “Allah’tan sabır” cevabını vermiş,
bunun üzerine Şiblî öyle bir sayha ile bağırmış ki, az kalsın canından
olacaktı”409 Allah’ta sabır, Allah için sabır, Allah ile birlikte sabır ve
Allah’tan sabır.
Şiblî gibi daha pek çok mutasavvıf bu konulara değinmiş, sabrın
Allah ile ve onun yardımı olmadan kazanılmasının mümkün olmadığını
belirtmişlerdir. Nitekim Amr b. Osman Mekkî de Allah ile sabır konusunda:
“Sabır, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ile sebat etmek, O’ndan gelen
musibetleri sükûnet içinde ve gönül hoşluğu ile karşılamaktır”410 demiştir.
Geçen ifadelerden anlaşılıyor ki, sabır ehli kimseler, hem dünya hem
ahiret saadetini kazanmayı isteyen, bu yolda sabrı kendilerine yoldaş edinen
ve onu bir güç kaynağı olarak kullanan kimselerdir. Zira bu kimseler için
Allah Teala’nın kendileriyle beraber olmasından daha büyük bir nimet
yoktur. Dekkâk şöyle der: “Sabırlılar dünya ve ahiret izzetine konarak
necata erdiler. Çünkü onlar Allah’tan O’nunla olma şerefine nail
olmuşlardır. Allah Teâla bunun için: “Şüphe yok ki Allah sabredenlerle
beraberdir”411 buyurmuştur.”412
Bütün bu açıklamalardan sonra sabrın dinin inanç boyutuyla ilişkili
olduğu açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü emir ve nehiylerle
muhatap olan inançlı kimselerin bu görevleri yerine getirirken sabrın önemi
ve gücünü bilmeleri ve ondan gerektiği ölçüde yararlanmaları icab eder.
409 Bkz. Serrâc, a.g.e., 48; Kuşeyri, Letaif, I, 87; Risale, 325. 410 Ebû Nuaym el-Isfahanî, a.g.e., X, 296; Kuşeyri, Risale, 325. 411 Kur’an, Tûr (52): 4. 412 Kuşeyri, Risale, 326.
102
Çünkü onların bu konudaki başarıları görevlerini yerine getirmeleri,
başarısızlıkları ise emir ve nehiyleri ifada acziyetleri sonucunu doğurur. Zira
iman ehli içinde küfre en yakın olanlar ise Sehl b. Abdullah Tüsterî’ye göre
sabırlı olmayan kimsedir.413 O halde sabır, bir yarısı şükür olmasına karşılık,
imanın diğer yarısını oluşturmaktadır.
Şükür konusuna gelince;
Daha önce de açıklanmaya çalışıldığı üzere şükür, nimeti veren,
nimetin kendisi ve nimet verilen arasında gerçekleşmekteydi. İnsanın bunu
bilmesi, hem kendisine nimeti ihsan eden Yüce Yaratıcıyı, hem verilen
nimeti, hem de nimet karşısında kendi durumunu öğrenmesi açısından önem
arz etmektedir. Tasavvuf dönemine baktığımızda yapılan şükür tanımlarının
daha çok bu üç ortak nokta üzerinde toplandığı görülmektedir.
Nimeti veren açısından şükür; nimet ve ihsanlarda bulunan Cenab-ı
Hakk’ı görerek nimeti unutmak;414 yine nimeti vereni görerek şükürden gâib
olmak;415 hak etmediğin nimete karşılık nimeti ihsan edeni medh-u sena
etmekten zevk almak416 şeklinde tanımlanmıştır.
Nimetin kendisi açısından; nimeti, verene yöneltme olarak
değerlendirilmiş, kulun bu nimete layık olmadığı düşüncesinden hareketle
kendini hakir görerek nimeti, verene izafe etmektir417 şeklinde
tanımlanmıştır.
Nimet verilen açısından bakıldığında ise; şükrün bizzat kendisinin
şükrü gerektiren bir nimet olduğu unutulmamış, kişinin her halinde şükür
içerisinde bulunması gerektiği istenmiştir. Nitekim Hâris Muhasibî
413 Molla Cami, a.g.e., 216. 414 Bkz. Sühreverdî, a.g.e., 639. 415 Bkz. Kelâbâzî, a.g.e., 150. 416 Bkz. Kuşeyri, Risale, 317. 417 Bkz. Kuşeyri, Risale, 315.
103
(ö.243/857): “Şükür, şükreden için Allah’ın ziyade bir nimetidir”418
demiştir.
Nimet verilen kimse açısından şükür, dil, kalp ve bedenle
gerçekleşen bir davranış olmaktadır. Bu durum, tasavvuf döneminde de bu
şekilde algılanmış ve anlatılmaya çalışılmıştır. Dili kötü sözler sarf
etmekten korumak, Allah Teala’yı çokça anmak ve O’nun ihsanlarını
söylemek, insanlara teşekkür etmek dilin şükrü olarak kabul edilmiştir.
Nitekim “Elin, halkın iyiliğine karşılık vermekten kısa kalıyorsa, dilin
teşekkür ile uzun olsun”419 denilmiştir.
Harrâz, yine nimeti dil ile ifade etmek gerektiğini vurgulayarak;
“Şükür, nimeti vereni tanımak ve O’nun nimet ve ihsanlarını ikrar
etmektir”420 derken; Cüneyd-i Bağdâdî de aynı şekilde; “Şükür, Allah’ın
nimetini dil ile itiraf etmektir”421 demiştir.
Bedenin şükrü konusunda Ebû Muhammed Rüveym b. Ahmed
(ö.303/915), “Şükür, şükretmek için bedenin bütün gücünü sarf etmendir”422
ifadesini kullanırken; Cüneyd-i Bağdâdî ise “Nimetin gıdası bedeninde
olduğu müddetçe onu destek yaparak Allah Teala’ya âsi olmamaktır”423
demiştir. Öyleyse buradan şükrün Allah’ın verdiği nimetle yine Allah’a
isyan etmemek olduğu, bedeni O’nun emir ve nehiylerine dikkat ederek
istikamet üzere hareket ettirmenin bedenin şükrü olacağı anlaşılmaktadır.
Ayrıca bedeni meydana getiren her bir azanın da kendine göre ayrı
bir şükrü bulunmaktadır. Örneğin gözlerin şükrü, arkadaşlarında gördüğün
418 Kelâbâzî, a.g.e., 150. 419 Bkz. Kuşeyri, Risale, 317. 420 Kelâbâzî, a.g.e., 150. 421 Bkz. Sühreverdî, a.g.e., 639. 422 Kuşeyri, Risale, 315. 423 Kuşeyri, Risale, 317.
104
kusuru örtbas etmektir. Kulakların şükrü, arkadaşların hakkında duyduğun
kusur ve ayıpları gizlemektir vb.
Kalbin şükrüne gelince, bu konu hakkında Cüneyd-i Bağdâdî, şükrün
hem kalp hem de dilde gerçekleşmesini şükrün farzı olarak
değerlendirmektedir.424 Önemli olan da insanın kalbinin şükür konusunda
tam bir itminan içerisinde bulunmasıdır. Kalpte bu gerçekleşmeyince şükür
sadece dilde kalmakta, bu ise hakiki bir şükürden çok uzak olmaktadır.
Nitekim Muhammed b. Hakim Tirmizî (ö. 255/868): “Şükür, kalbini nimet
veren zata bağlamandır”425 diyerek bunu ifade etmeye çalışmıştır.
1.3. Sabır ve Şükrün Ortak Yönleri:
İnsan, yaşantısını ibadet, musibet ve nimetlerle sürdürmek
durumundadır. Bu üç durumun bazen biri, bazen ikisi, bazen de her üçü bir
arada bulunabilir. Şeyh Ali Ruzbârî (ö.322/933), bunlara Yaratıcıyı anmayı
da ilave eder ve “Kul, şu dört nefesten hâlî değildir: Ya şükrü gerektiren
nimet veya zikri gerektiren mihnet; sabrı gerektiren mihnet veyahut da af
dilemeyi gerektiren hata”426 diyerek dörde çıkarır.
Tasavvufî yaklaşımda endisine “abdü’s-sabr (sabrın kulu-sabır
adamı)” veya “abdü’ş-şükr (şükrün kulu-şükredici)”427 olarak isim verilen
insanın, sabır ve şükürden uzak kalabileceği bir zaman aralığı
bulunmamaktadır. Zaten Kur’an-ı Kerim’de de bu kavramlar bazen tek
başlarına bazen de birlikte kullanılmışlardır. Sabır ve şükür kavramlarının
Kur’an-ı Kerim’de dört yerde birlikte zikredildiğini daha önce belirtmiştik.
Bu ayet-i kerimeler şunlardır:
424 Şükrün farzı, nimeti kalp ve dil ile itiraf etmektir. Bkz. Sühreverdî, a.g.e., 639. 425 Molla Cami, a.g.e., 306. 426 Attâr, a.g.e., 759. 427 Bkz. Sülemî, a.g.e., 24; Kemâlüddin Abdurrezzak el-Kâşânî, Istılâhâtü’s-Sûfiyye, nşr.
Muvaffak Fevzî el-Cebr, Dâru’l-Hikme, Dımaşk, 1995, 58-70.
105
“Andolsun ki Musa'yı da: Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve
onlara Allah'ın (geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket) günlerini hatırlat
diye mucizelerimizle gönderdik. Şüphesiz ki bunda çok sabırlı, çok
şükreden herkes için ibretler vardır.”428
“Ey Rabbimiz! Yolculuk yaptığımız şehirlerin arasını uzaklaştır,
dediler ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onları, ibret kıssaları haline
getirdik ve onları büsbütün parçaladık. Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok
şükreden herkes için ibretler vardır.”429
“Size varlığının delillerini göstermesi için, Allah'ın lütfuyla
gemilerin denizde yüzdüğünü görmedin mi? Şüphesiz bunda, çok sabreden,
çok şükreden herkes için ibretler vardır.”430
“Dilerse O, rüzgârı durdurur da onun (denizin) üstünde kalakalırlar.
Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.”431
İlk iki ayette İsrailoğulları ile Sebe halkının başlarına gelen bela ve
musibetler ile bunlardan ibret alınması gerektiğinden; diğer iki ayette ise
Allah’ın nimet ve ihsanlarından söz edilmektedir.
Bela ve musibetler ile ibadetlere sabretmesi istenilen kulun,
nimetlere karşı nankör olmaması ve şükretmesi lazımdır. Allah Teala’nın iki
ayeti kerimede sabrı ve şükrü bir arada zikrederken denizlerde yüzen
gemileri misal vermesi ilgi çekicidir. Zira Allah’ın nimetleri, insanın büyük
gayretlerle ortaya çıkardığı ve yaşantısında büyük kolaylıklar sağladığı
gemilerden kat kat daha büyüktür. Öyleyse kuldan beklenen, her nimetin
büyük olduğunun bilinmesi ve şükrünün eda edilmesidir.
428 Kur’an, İbrahim (14): 5. 429 Kur’an, Sebe (34) 19. 430 Kur’an, Lokman (31): 31. 431 Kur’an, Şura (42): 33.
106
Bu dört ayeti kerimeye bir penceren bakmaya çalıştığımız zaman
sabır ve şükrün iç içe olduğunu görmekteyiz. Şöyle ki: Bela ve musibetler
ile ibadetlere sabır gösteren bir kul, kendisine yapılan nimet ve ihsanlarla
birlikte karşılaştığı bütün bu durumlara şükrederse, Allah’a karşı şükrünü
hakkıyla yerine getirmiş; bu hal içerisindeyken şükrüne sabrederse sabrı
gerçekleştirmiş olmaktadır. Çünkü musibet, ibadet ve nimetler direkt olarak
Allah Teala ile ilgilidir. Böyle olunca da Allah’tan gelmeleri itibariyle
katışıksızdırlar ve hepsi insanlar için bir hayır taşımaktadırlar.
Sabır ve şükrün katışıksız olması konusunda Ebû Süleyman Darânî
(ö.215/830): “İçinde hiç şer bulunmayan şey, nimete şükür ve belaya
sabırdır”432 der. Yahya b. Muaz ise insanın sahip olduğu sabır ve şükür
erdemlerinin de diğer ameller kadar kıymetli olacağını belirterek şöyle der:
“Yarın ne fakr ne de zenginlik tartılacak, sadece sabır ve şükür tartılacak. Şu
halde fakra sabır, zenginliğe ise şükretmek gerekmektedir.”433
İbrahim Edhem ve Ebû Ali Şakîk Belhî (ö.164/781) arasında geçen
şu konuşma, sabır ve şükrü yine birlikte değerlendirmektedir. Şakîk Belhî,
bu erdemlere sahip olan insanların ameli yönü ile diğer mahlûkattan ayrı
olmaları gerektiğini vurgulamış ve farklı bir boyuta dikkat çekmiştir. Şöyle
ki: Bir keresinde Ebû Ali Şakîk Belhî (ö.164/781) İbrahim Edhem’e;
“Dünyalık geçim işlerinizde haliniz nasıldır?” diye sordu. İbrahim Edhem,
şöyle dedi: Ne zaman bulursak alır yeriz ve şükrederiz. “Bulamadığımız
zaman da sabrederiz.” Bunun üzerine Şakîk: “Horasan’ın köpekleri de böyle
yaparlar” diye karşılık verdi. İbrahim Edhem: “Siz nasıl edersiniz?” deyince
Şakîk şöyle dedi: “Bulduğumuz zaman başkalarına vermeyi tercih ederiz.
432 Attâr, a.g.e., 309. 433 Attâr, a.g.e., 396.
107
Bulmadığımız zaman da şükrederiz” dedi.434 Şüphesiz bu yaklaşım sabır ve
şükürde zirve bir anlayışı ifade eder ve bu durum îsar (kardeşini kendine
tercih etme) anlayışı ile de ilişkilendirilen bir erdem olarak karşımıza
çıkmaktadır diyebiliriz.
Ebû Türâb Nahşebî (ö.245/859), musibet ve ibadeti sabırla, nimeti
şükürle karşıladıktan sonra yaşanılan son hal olan tevekkül konusuna dikkat
çekerek; “Tevekkül, kendini kulluk denizine atıp Rabbine gönül
bağlamandır. Verirse şükreder, vermezse sabredersin”435 şeklinde bir
değerlendirme ile sabır ve şükrün önemini belirtmiştir.
Ahlak modelleri içerisinde sabır ve şükür kadar belki de birbiriyle bu
derce alakalı ve iç içe başka bir erdem bulunmamaktadır. Bu iki tavrın
birbiriyle olan ilgileri yanında daha pek çok ahlakî erdemle de yakından
ilişkisi vardır. Neticede sabrı ve şükrü birbirinden ayrı düşünmeden şöyle
demek mümkün olabilir: Şayet insan sabır gemisine binerse, şükür
denizinde istediği kadar yol alabilir.
1.4. Bir Makam Olarak Sabır ve Şükür:
Bir makam olarak sabır ve şükür konusuna geçmen önce tasavvufta
makam denilince ne anlaşıldığı konusu hakkında kısaca bilgi vermek
yerinde olacaktır.
Kulun gönlünde yaratanı için ayırdığı özel bir yer olduğu gibi; Allah
Teala’nın da kullarına ihsan ettiği bazı yakınlık dereceleri vardır. “Biz insanı
en güzel surette yarattık”436 ayeti kerimesinde belirtildiği üzere en güzel
yaratılışla yaratılan kul, önce Allah’ın yardımı sonra kendi say-ü gayreti ile
434 Molla Cami, a.g.e., 179. 435 Attâr, a.g.e., 384. Kanaatimizce tevekkül tanımı şöyle olmalıdır: Tevekkül, kişinin
elinden geleni yaptıktan sonra gerisini Allah’a bırakması değil; Allah’tan yardım istemesidir. Öyleyse tevekkül amellerin sonunu kapsamaktadır denilebilir.
436 Kur’an, Tîn (95): 4.
108
bu derecelere kavuşabilir. Derece ve mertebe kelimeleriyle de aynı anlamda
kullanılan makam kelimesi, ibadet, uzlet, mücahede ve riyazet gibi
konularda kulun Hakk’ın huzurunda bulunduğu manevi yer olarak tarif
edilir. Aynı zamanda makam, tasavvufta sıkça sözü edilen ve sohbetlerde
çokça adı geçen bir konudur. Daha çok Nakşibendiyye yolunda ruh
makamları, Kâdiriyye yolunda nefis mertebeleri olarak bilinirler. Bazen de
salikin içinde bulunduğu mertebeyi anlatma açısından tevbe, verâ, zühd,
fakr, rıza, sabır, şükür, tevekkül vb. isimler alırlar. Bu ve benzeri
makamlardan birinde bulunan ve bu makamlardan biriyle tanınan sâlike ise
“sâhibi makam” 437 denir.
Bütün makamların ilki tevhid makamıdır. Kur’anı Kerim’de Hz.
Nuh’un (a.s.), kavmine şöyle seslendiği bildirilmiştir: “Ey kavmim, Allah'a
kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur.”438 Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in davetinin ilk başlangıcı da tevhiddir. Muaz b. Cebel’i Yemen’e
gönderirken ona şöyle demiştir: “Onları davet ettiğin ilk şey, Allah’tan
başka ilah olmadığına şahadet etmek olsun.”439
Manevi yolculukta seyr-ü sulûkunu tamamlamak isteyen her salik,440
içerisinde bulunduğu halden bir yukarıdakine doğru sürekli hareket
halindedir. Her yükselişte çeşitli keşif (manevi açılım) ve ilhamlarla
karşılaşması da mümkündür. Her mertebenin ise kendine göre âdâb ve
erkânı bulunmaktadır. İşte bu her bir yükseliş, salik için bir makam ve
437 Bkz. Serrâc, a.g.e., 351. 438 Kur’an, A’raf (7): 59 439 Bkz. Ebû Davud, Akdiye, 5 (V, 51); Tirmizî, Ahkam, 3 (III, 616). 440 Kur’an-ı Kerim’de kadınların da İslam, iman, taat, sıdk, sabır, huşu, tasadduk, oruç,
namusunu koruma ve zikir konularında erkeklerle aynı olduğu vurgulanmakta (bkz. Kur’an, Ahzap (33): 35), cihad dışında bütün konularda erkeklerin muhatap olduğu hükümlere muhatap oldukları belirtilmektedir. Bu bakımdan tasavvufun manevi hayata yönelik hükümleri onları da kapsamaktadır.
109
mertebedir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: “İşte bu, makamımdan
korkan ve tehdidimden sakınan kimselere mahsustur.”441 “(Melekler şöyle
derler:) Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır.”442
Ebû Bekir Vâsıtî (ö.?)’den Hz. Peygamber’in “Ruhlar, saf olmuş
askerler gibidir”443 hadisinin ne anlama geldiği sorulmuş; Vâsıtî de şöyle
cevap vermiştir: “Saf olmak, ruhların muhtelif makamlarda bulunmasını
anlatır. O makamlar da tevbe, zühd, vera, tevekkül, sabır ve
benzerleridir.”444
Unutulmamalıdır ki, makamların tertibi salikin bir makamı geçip onu
terk ettikten sonra ikinciye geçmesi itibariyle değildir. Maddi yolculuğun
duraklarında olduğu türden bir durum manevi mertebeler içinde geçerli
değildir. Örneğin yakaza hali her makamda salik ile birliktedir. Basiret,
irade, azim ve tevbenin durumu da böyledir. Bu makamlar seyri sulûkün ilk
makamları olduğu gibi aynı şekilde sonlarında da bulunması gereken
makamlardır.
Yakîn makamlarının ikincisi olan sabır makamı da böyledir.445 Salik
hiçbir makamda sabırdan vazgeçemez. Örneğin rıza makamı, sabra bağlı
olduğu için sabır üzerine bina edilmiştir. Zaten rızanın sabırsız
gerçekleşmesi düşünülemez. Mutasavvıflar arasındaki ihtilafa göre rıza
makamı veya hali sabır makamından sonra gelen bir hal veya makam mıdır?
şeklinde düşünülecek olursa bu, salikin sabırdan ayrılıp rızaya geçtiği
441 Kur’an, İbrahim (14): 14. 442 Kur’an, Saffât (37): 164. 443 Buharî, Enbiya, 2 (IV, 101); Müslim, Birr, 159-160 (VIII, 40); Ebû Davud, Edeb, 216
(IV, 269). 444 Serrâc, a.g.e., 47. 445 Bkz. Mekkî, a.g.e., II, 239.
110
anlamına gelmez. Ancak sabır makamını kazanmadan önce rıza makamını
kazanamayacağını gösterir.
Salikin seyri sulûkü esnasında yakaladığı bazı mertebeler hakkında
hal mi, makam mı olduğu konusunda ihtilafa düşülmüştür. Bu, şu şekilde
açıklanabilir: Aslında hal ve makam arasındaki fark, makamların kesbî
(kazanılan), hallerin vehbî (verilen) olmasıdır. Ancak bilinmelidir ki haller,
makamların makamlar ise amellerin neticeleridir. Dolayısıyla
mutasavvıflara göre ameli en salih olan, makamı en yüce olandır. Makamı
en yüce olan da hali en zengin ve en iyi konumda olandır.
Makamların bir kısmı, bünyesinde iki makamı birden barındırırlar.
Bazıları ise ikiden fazlasını ihtiva ederler. Diğer bir kısmı da bütün
makamları içerisine alırlar. Tevbe, muhasebe ve havf makamını içine
alırken; tevekkül, tefvîz, işini Allah’a havale etme, istiane ve rıza makamını
da içerisinde bulundurur. Şükür makamı ise imanın bütün makamlarını
içerisine almaktadır ve şükür, iman etmenin zorunlu bir sonucudur.446
Bundan dolayıdır ki şükür makamına makamların en yücesi ve en üstünü
denilmiştir. Bu makam, rıza makamının da üstündedir. Şükür, sabır
makamını da içine alır ve kuşatır, ama sabır şükrü içermez. Şükür makamı,
tevekkül, inabe, tevazu, sevgi, huşu, reca makamlarını da ihtiva eder. Bütün
makamlar şükür makamı içerisinde toplanmıştır. Dolayısıyla makam sahibi
olan salik, ancak bütün makamları kendisinde toplayınca sahib-i makam
adını almaya hak kazanır. Bundan dolayı da imanın iki yarısı vardır. Bir
yarısı sabır, diğer yarısı şükürdür. Sabır da şükrün içerisinde olduğundan
446 İlker Şatana, “eş-Şükrulillah”, Yeni Dünya, İst. Mart 1999, 26-28.
111
imanın tamamı şükre dayanır denilebilir. Fakat Allah Teala, şükreden
kulların çok az447 olduğunu ifade etmektedir.448
Şükür makamı, içerisinde iki ayrı müşahededen meydana gelen iki
ayrı makam barındırmaktadır. Bunlardan en yükseği şekûr (çok şükredici)
makamıdır. Şekûr olanlardan birisi de Hz. Nuh (a.s.)’dır ve hakkında
“Gerçekten o, çok şükredici bir kuldu”449 buyrulmaktadır. İkinci makam ise
kulun dünya ve din işlerinde kendinden aşağıdakilere bakıp haline
şükretmesi durumudur. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:
“Kim, dünya işinde kendisinden daha aşağı olana, dini konusunda da
kendisinden üstün (ileride) bulunana bakarsa; Allah Teala, onu şükreden
sabır ehli kimselerden yazar. Kim de, dünya işinde kendisinden üstün olana,
din işinde ise kendisinden altta (ve geride) olana bakar (da haline aldanırsa)
Allah onu şükreden sabır sahibi yapmaz.”450
Aslında sabır ve şükür, tek başına yaşanılan bir hal sonucu kazanılan
makamlar değillerdir. Diğer bütün makam ve hallerle ilişkileri ve
bağlantıları bulunmaktadır. Aralarındaki bu ilişki sebebiyledir ki nimetin
Allah Teala’dan bilinmesi, bela ve musibetlerin de yine Allah’tan geldiğinin
idrak edilmesi neticesinde kulun ahlakı tek bir noktada toplanır ki bu nokta
tevhiddir. Hemen ifade etmek gerekirse sabır ve şükür erdemlerinin
buluştuğu ortak nokta da tam olarak burasıdır.451 Çünkü tevhid kelimesi
yakîn ifade ettiğinden Hz. Peygamber de konuyu “Sabır, imanın yarısıdır.
447 Kur’an, Sebe (34): 19. 448 Makamların sıralanışı hakkında bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, Tehzîbü Medârici’s-
Sâlikîn Kur’ânî Tasavvufun Esasları, çev. Ali Ataç ve diğerleri, I-III, İnsan Yayınları, İst. 1990, I, 115.
449 İsra (17): 3. 450 Tirmizî, Kıyame, 58 (IV, 665); Beyhakî, a.g.e., III, 74. 451 Bkz. Taşköprüzâde, a.g.e., II, 663;
112
Şükür, imanın yarısıdır. Yakîn, imanın hepsidir”452 şeklinde açık bir
biçimde bize bildirmiştir.
1.5. Fazilet Yönünden Sabır ve Şükür:
Mutasavvıflar, sabır ve şükür makamlarından hangisinin daha
faziletli olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Aslında bu iki
makam arasında bir tercih yapabilmek pek de mümkün gözükmemektedir.
Süfyan es-Sevrî’den nakledilen bir haberde Müslim el-Bıttın (ö.?)’a “Sabır
mı yoksa şükür mü daha faziletlidir” diye sorulmuş; O da konuyu: “Sabır,
şükür ve afiyet bizim için daha sevgilidir” şeklinde ifade etmiştir.453
Tasavvuf mertebelerinin her birinde birbirinden farklı tabaka ve
dereceler mevcuttur. Mesela, iki salik bir makamda aynı seviyede
bulanmayabilirler. Onlardan birisi diğerinden ilim, amel, vecd ve müşahede
yönünden üstün olabilir. Her ne kadar yaşanılan durum esasında bir olsa da
hale ve makama sahip olanların konumlarında bir farklılığın bulunması
tabiidir. Bu farklılık en üst derece olan Allah Teala’yı tanımada da olabilir.
Kaldı ki Allah Teala, bunu şu ayetleri ile ifade etmektedir: “Herkesin
yöneldiği bir yönü (ve gidiş şekli) vardır”454, “De ki, herkes mizaç ve
meşrebine göre amel eder. Bu durumda kimin en doğru yolda olduğunu
Allah bilir.”455
Ancak kitap ve sünnetin zâhirî ifadeleri, sabrın şükürden daha
faziletli olduğunu göstermektedir. Örneğin Kasas Süresi (28): 54. ayeti
kerimede “Onlara sabretmeleri sebebiyle ecirleri iki kat verilecektir”
buyrulmaktadır. Hâlbuki şükredene ecri bir defa verilecektir.
452 Beyhakî, a.g.e., VI, 231. 453 Mekkî, a.g.e., II, 267. 454 Kur’an, Bakara (2): 148. 455 Kur’an, İsra (17): 84.
113
Bir başka ayet kerime olan “Rabbinin makamından (huzurundan ve
hesaptan) korkan için iki cennet vardır”456 ayetine göre ise sabır makamı
havf (korku), şükür makamı da daha çok reca (ümit) makamına
benzetilmektedir. Genelde marifet ehli sufilere göre ilmin amele
üstünlüğünde ittifak ettikleri gibi, ilahi korkunun da ümide üstünlüğünde
ittifak etmişlerdir.457 Sabır da havf makamından bir makam olarak kabul
edilirse; bu durumda sabredenlerin hali faziletçe o makama yakın
olmaktadır. O zaman şükür de reca makamından bir makam olur. Aynı
şekilde şükredenin hali de reca makamına daha yıkın olmaktadır. Nitekim
“Şüphesiz sizin Allah katında en şerefliniz O’ndan en çok korkanınızdır”458
buyurulmaktadır.
Sabrın fazileti konusunda Hz. Ali, sabrı dört yakîn makamının
üstüne çıkarmış ve onları sabrın temel esasları olarak zikretmiştir. Bunlar:
Şevk, şefkat, zühd ve murakabedir. Cehennemden korkan kimse
haramlardan elini çekmelidir. Cennete iştiyak duyan kimse aşırı isteklerden
sıyrılır. Dünyadan gönlünü çeken kimseye (zühd ehli), musibetler hafif
gelir. Ölümü düşünen kimse ise hayırlara koşar”459 der. Hz. Ali, bu dört
makamı sabrın rükünleri olarak kabul etmektedir. Çünkü her birinde sabır
bulunur ve kul, hepsinde sabra muhtaçtır.
Sabrın, şükürden fazilet açısından daha üstün olduğu konusunu
maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1. Makamlar, hallerden üstündür. Sabır ve şükür bazen hal, bazen makam
olurlar. Makamı sabır olan kimsenin hali şükür olur. Bu durumda sabır daha
456 Kur’an, Rahman (55): 48. 457 Bkz. Mekkî, a.g.e., II, 262. 458 Kur’an, Hucurat (49): 13. 459 Bkz. Mekkî, a.g.e., II, 263.
114
faziletlidir. Çünkü o, makam durumundadır. Makamı şükür olan kimsenin
ise sabır hali olur. Bu durumda hali makamı için bir ziyadelik olur. Böylece
sabır, şükür ehli için makamına ziyade bir güzellik kazandırır. (Bu durumun
tersi de düşünülebilir. Ancak sabrın makam oluşu şükre göre daha kuvvetli
görülmüştür.)
2. Şükrü gerektiren şeylere sabır gerektiğinden sabır daha faziletlidir.
3. Sabır ehli bir kimse, şükür ehli bir kimseden daha faziletlidir. Çünkü
sabırda fakr, şükürde zenginlik hali vardır.
4. Sabır, bela anında kendini hissettiren bir makamdır. Bela ehli ise derece
bakımından peygamberlere yakın olan kimselerdir.
5. Allah Teala, şükürde kullarını kendisi ile birlikte zikretmiş, fakat sabırda
sadece Zatı’nı anmıştır: “Biz insana, bana ve ana-babasına şükret diye
tavsiyede bulunduk.”460 “Sadece Rabbin için sabret.”461 “Rabbinin hükmüne
sabret.”462 Yine bir hadiste Allah’a şükür konusunda insanlar da
zikredilmiş; “İnsanlara şükretmeyen, Allah’a şükretmiş olmaz”463
buyurulmuştur.
Burada hemen şu soru akla gelebilir: Sabır ve şükür tavırlarının
yanında bu tavrı sergileyenler arasında bir fark var mıdır? Yani kendisine
bela verilip sabreden bir kulla, nimet verilip şükreden bir kul
düşünüldüğünde bunlardan hangisi daha faziletli olmaktadır?
Selef âlimleri, karşılaştığı belaya sabreden Eyyüb (a.s.) hakkında:
“O, ne iyi kuldu! Daima Allah'a yönelirdi”464 ve ihsanlarına şükreden
460 Kur’an, Lokman (31): 14. 461 Kur’an, Müddessir (74): 7. 462 Kur’an, Tûr (52): 48. 463 Tirmizî, Birr, 35 (IV, 339); Ebû Davud, Edeb, 11 (IV, 247); Ahmed b. Hanbel, II, 258;
III, 32. 464 Kur’an, Sad (38): 44.
115
Süleyman (a.s.) hakkında da yine aynı şekilde: “Süleyman ne güzel bir
kuldu! Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi”465 ayetlerini delil getirerek:
“Sabır ve şükür, ikisi de fazilette eşittir. Çünkü Allah Teala, sabreden bir
kuluyla, şükreden bir kulunu aynı şekilde övmüştür” deseler de;
mutasavvıflar tarafından bu iki ayet-i kerime tek tek incelenmiş sabır
vasfının şükürden daha faziletli olduğu kanaatine ulaşılmıştır.466
Bunun yanında yaşadığı hale göre şükrü afiyet, sabrı bela olarak
algılayan bazı mutasavvıflar, afiyet içindeki şükrü, bela anındaki sabra
tercih etmişlerdir. Bu konuda Mutarrıf b. Abdullah (ö.?) şöyle der: “Afiyet
içinde olup şükretmem bana bela ile yüz yüze gelip sabretmemden daha
sevimlidir.”467 Çünkü afiyet hali selamete daha yakındır. Bunun için
Mutarrıf, şükrü tercih etmiştir. Sabır ise belaya maruz kalanlardan beklenen
bir davranıştır. Fakat Hasan Basrî; “Nice nimet sahipleri vardır ki, şükür ehli
değildir. Nice musibete maruz kalmışlar vardır ki sabredici değildir”468
sözüyle bunu başarmanın zorluğunu ifade etmektedir.
Aslında durum ne olursa olsun gerek nimet ve ihsanlarla karşılaşan,
gerekse bela ve musibetlere maruz kalan insanlardan içinde yaşadığı zamanı
en iyi kullanan ve bulunduğu makamı davranış olarak en iyi sergileyen,
diğerinden daha üstün görülmelidir. Çünkü kişinin davranışlarını en iyi
şekilde ortaya koyması, sadece sabır ve şükür tavırları ile mümkün
olmamakta, bunun yanında beğenilen diğer hasletler ve özellikle de bilgi ile
mümkün olmaktadır.
465 Kur’an, Sad (38): 30. 466 Daha fazla bilgi için bkz. Mekkî, a.g.e., II, 269. 467 Mekkî, a.g.e., II, 285. 468 Mekkî, a.g.e., II, 285.
116
Burada bir hususun ifade edilmesi gerekir: Özellikle insan, hayatında
sabra da şükre de muhtaçtır. Bunları karşıt olarak algılamak yanlış olur.
Gülü dikeninden nasıl ayrı düşünemiyorsak, hayatı da acılarıyla,
sevinçleriyle birlikte yaşadığımızı bilmemiz ve dolayısıyla hayatımızda
sabra da şükre de yer ve ihtiyaç olduğunun bilincinde olmamız gereklidir.
Bir taraftan kaçınılmaz acılara sabırla katlanırken, hayatımızda daha
şükrünü eda edemediğimiz güzelliklerle karşılaşmayı ve neticede her iki
alemde de mutlu olmayı dilemeliyiz.
117
SONUÇ:
Tasavvufta sabır, musibetlere karşı kulun tutumunu gösterir. Şükür
ise Allah’ın nimetlerine karşı gösterilen bir erdem olarak görülmektedir.
Tasavvufun farklı mertebelerinde kazanılan diğer ahlakî özellikler gibi bela
ve ibadetlere sabır ile nimetlere şükür, içlerinde bilgi, his ve tavır öğeleri
taşıyan birer ahlakî vasıfdırlar.
Bilgi, her nimetin Allah’tan geldiğini ve O’nun lütfu olduğunu,
dilerse geri alabileceğini ve geri almamasının kullarına göstermiş olduğu
sonsuz rahmetinin bir eseri olduğunu kabul etmekten ibarettir. His, bu
bilgiyi kalben kabullenme, tavır ise davranış olarak ortaya koymaktır. Bu
durum nimet için sevinç anlamına gelir. Aynı zamanda da veren önünde
tevazu hissini uyandırır. Çünkü nimet, Allah ile kul arasında oluşan bir
bağın tezahürüdür. Tasavvufta ise bu durum sûfî için Allah ile bir olma
anlamı taşımaktadır.
Sabır ve şükür kavramları insanın sahip olması gereken mutluluk
psikolojisinin iki temel öğesi olarak olarak, tarikatlar öncesi dönemde
benzer bir yaklaşımla ele alınmıştır. İnsandan, musibet ve ibadetler
konusunda sabır beklenirken, nimet ve ihsanlara karşı da gerek dil ve
gerekse kalple şükür tavırlarının sergilenmesi istenmiştir. Kimi zaman bu
davranış şekilleri aynı hali yaşayan mutasavvıflarca benzer ifadelerle
tanımlanmıştır. Kimi zaman da içinde bulunduğu veya etkilendiği bir
tasavvuf mektebinin tesiri altında o ekole uygun değerlendirmeler
yapılmıştır.
118
Lütuflara olduğu gibi ibadetler ile bela ve musibetlere de şükretmek
gerekmektedir. Ve şükrün, tasavvufî bir ifade ile hal olmaktan çıkması ve
makam olarak sürekli bir konuma gelmesi esas görülmüştür. Şükrün, bir
makam olduğu ve insan hayatının da nimet-ibadet-musibet üçgeni içerisinde
devam ettiği düşünülürse bunlara karşı şükür, ancak sabır ile mümkün
olmaktadır. Sabır, kuldan beklenilen erdemin kendisi iken, şükür ondan
doğan bir eylem olmakta ve bu iki tavır ancak bu şekilde birbirlerini
tamamlamaktadırlar.
Sabır ve şükür ile ilgili birer ahlakî yaklaşım olarak rıza, ihlâs ve
tevekkülün ön plana çıktığını görmekteyiz. Çünkü bu ahlakî yaklaşımlar da
sonuçta sabır ve şükür gibi daha çok nimet-ibadet-musibet üçgeni içerisinde
yer alırlar. İbadet ve musibetleri içine alan sabır kavramı ile nimet ve
ihsanlara karşı kuldan beklenen şükür, rıza, ihlâs ve tevekkül ile aynı
düzlem üzerinde örtüşmektedirler. Öyleyse kulun karşısına nimet, ibadet ve
musibet nevinden hangisi gelirse gelsin, sabır ve şükür ahlakına sarılarak
bunları rıza ile karşılamalı, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğini bilerek ve
edebini koruyarak ihlâslı davranmalı, gerisi için de Allah’tan yardım
isteyerek tevekkül etmelidir.
Neticede olumluluklara ve olumsuzluklara karşı insandan beklenen
ve onu başarıya ulaştıran, onu mutlu eden davranışların başında sabır ve
şükür gelir. Zira bela ve musibet gibi olumsuzluklar sabır ile karşılanırken,
nimet ve ihsanlar gibi olumlu ve beğenilen eylemlere karşı ise şükür tavrı
sergilenmelidir.
119
BİBLİYOGRAFYA: Ateş, Süleyman, İslam Tasavvufu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İst. 1992. Attâr, Ebû Hâmid Muhammed b. İbrahim Feridüddin (ö.618/1221),
Tezkiretü’l-Evliyâ, trc. Süleyman Uludağ, Erdem yayınları, 2. baskı, İst. 1991.
el-Beyhakî, Ahmet b. Hüseyin b. Ali (ö.458/1066), Şuabu’l-Îmân, I-VIII,
tah. Muhammed es-Saîd el-Bisyûnî, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1410.
el-Buhârî, Muhammed b. İsmail (ö.256/870), el-Câmiu’s-Sahîh, I-VIII,
neş. Mustafa Deyyib el-Buğâ, Dâru İbn Kesîr, 3. Baskı, Beyrut, 1987.
Bursevî, İsmail Hakkı (ö.1137/1725), Rûhu’l-Beyân Tefsiri, iht.
Muhammed Ali Sabûnî, trc. Heyet, Damla yayınları, 3. baskı, İst. 1997.
_______, Büyük Türk Sözlüğü, kontr. Muharrem Ergin, Hayat yayınları,
İst. trs. Câmî, Nûreddin Abdurrahman b. Ahmed (ö.898/1492), Nefahâtü’l-Üns
min Hadarâti’l-Kuds, sad. Abdulkadir Akçiçek, Sağlam Kitapevi, İst. 1981.
Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte, Hadis Ansiklopedisi, Akçağ yayınevi, İst.
1993. Cürcânî, Alib. Muhammed eş-Şerif (ö.816/1413), Ta’rifât, tah. İbrahim el-
Ebyârî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1405. Doğrul, Ömer Rıza, İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, Ahmet Hâlid
Kitapevi, İst. 1948. Ebû Davut, Süleymen b. Eş’as, Sünen, I-V, Çağrı yayınları, İst. 1981. Ebû Talip el-Mekkî, Muhammed b. Ali b. Atiye (ö.386/996), Kûtu’l-Kulûb
fî Muâmeleti’l-Mahbûb, Kalplerin Azığı, trc. Yakup Çiçek - Dilaver Selvi, I-VI, Semerkand Basım Yayın, 2. baskı, Mayıs 2004.
Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İFAV yayınları, 5. Baskı, İst.
1997. Erzurûmî, İbrahim Hakkı, Mârifetnâme, tak. Ahmed Davudoğlu, Temel
yayınları, İst. 1981.
120
eş-Şârânî, Abdulvehab b. Ahmed b. Ali el-Ensârî (ö.973/1565), et-Tabakâtü’l-Kübrâ (Levâkıhu’l-Envâr fî Tabakâti’l-Ahyâr), I-VI, çev. Abdulkadir Akçiçek, Toker yayınları, 1.Baskı, İst. 1968.
Fatsa, Mehmet, “Tasavvufta Murabitun Hareketi ve Murabıtlar Devleti
(1056-1147)” Yeni Dünya, İst. Ağustos, 2000, 34-35. Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (ö.505/1111), İhya-u
Ulûmiddîn, I-V, trc., Ahmet Serdaroğlu, Bedir yayınları, İst. 1975. Hâkim en-Nisâbûrî, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah (ö.405/1014),
el-Müstedrek ‘ala’s-Sahîhayn, I-IV, tah. Mustafa Abdulkadir Atâ, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1990.
Hamidî, Ali b. Emrullah Muhammed, İslam Ahlakı, Hakikat yayınları, İst.
1996. Herevî, Ebû İsmâil Abdullah b. Muhammed El-Ensârî (ö.481/1088),
“Menâzilü’s-Sâirîn”, I, Matbaatü’s-Saade, Mısır, 1908. Heysemî, Nûruddîn Ali b. Ebî Bekr (ö.807/1404), Mecmau’z-Zevâid, I-X,
Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1407. Hıfnî, Abdu’l-Mün’in, Mu’cemü Müstalahâtü’s-Sûfiyye, Dâru’l-Mesîre,
2. baskı, Beyrut, 1987. el-Hucvirî, Ebû’l-Hasan Ali b. Osman (ö.470/1077), Keşfu’l-Mahcûb, haz.
Süleyman Uludağ, Dergâh yayınları, 1. baskı, İst. 1982. İbn Hanbel, Ahmed b. Muhammed (ö.241/855), Müsned, I-IV, Çağrı
yayınları, İst. 1982. İbn Kayyım el-Cevziyye (ö.481/1088), Tehzîbü Medârici’s-Sâlikîn,
Kur’ânî Tasavvufun Esasları, çev. Ali Ataç ve diğerleri, I-III, İnsan yayınları, İst. 1990.
İbn Mâce, Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (ö.275/888), Sünen, I-II, tah.
Muhammed Fuat Abdulbâkî, Dâru’l-Fikr, Beyrut, trs. İbn Manzur, Ebü’l-Fazl Cemâlüddin Muhammed el-Ensârî (ö.711/1311)
Lisânü’l-Arabi’l-Muhît, I-III, haz. Yusuf Hayyat-Nedim Mer’aşlî, Dâru Lisâni’l-Arab, Beyrut, trs.
İbn Sa’d, Ebû Abdullah el-Basrî ez-Zührî (ö.230/845), et-Tabakâtü’l-
Kübrâ, I-VIII, Dâru Sâdır, Beyrut, trs. İbnu’l-Mulakkın, Sirâcü’d-Din Ebû Hafs Ömer b. Ali b. Ahmed el-Mısrî
(ö.804/1401), Tabakâtü’l-Evliyâ, nşr. Nureddin Şerîbe, Mektebetü’l-Hâncî, Kahire, 1973.
121
İbnü’l-Cevzî, Cemâlüddîn Ebû’l-Ferec Abdurrahman (ö.597/1201) Sıfatü’s-Safve, I-IV, tah. Mahmud Fârûhî-Muhammed Kal’acî, Dâru’l-Mârife, 2. baskı, Beyrut, 1979.
el-İsbahânî, Ebû Nuaym b. Ahmed b. Abdullah (ö.430/1039), Hilyetü’l-
Evliyâ ve Tabakâtü’l-Asfiyâ, I-X, Dâru’l-Küttâbi’l-Arabî, Beyrut, Mısır, 1405.
İzutsu, Toshihiko, Kuran’da Dini ve Ahlakî Kavramlar, çev. Selahattin
Ayaz, Pınar yayınları, 2. baskı, İst. trs. Kandehlevî, Muhammed Yusuf, Hayâtü’s-Sahâbe, I-IV, nşr. Divan
yayınları, İst. 1980. Kara, Mustafa, “Sâyiniz Meşkûr Olsun”, Yeni Dünya, İst. Mart 1999, 34-
35. Karagöz, İsmail, “Kur’an ve Hadislerin Işığında Sabır ve İnsan”, DİD, 38/1,
2002, 5-22. el-Kâşânî, Kemâlüddin Abdurrezzak (ö.730/1329), Istılâhâtü’s-Sûfiyye,
nşr. Muvaffak Fevzî el-Cebr, Dâru’l-Hikme, Dımaşk, 1995. el-Kelâbâzî, Ebû Bekr Muhammed (ö.380/990), et-Taarruf li Mezhebi
Ehli’t-Tasavvuf, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’aruf, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh yayınları, 2. baskı, İst. 1992.
Kotku, Mehmed Zahid, Tasavvufî Ahlak, Seha neşriyat, İst. trs. el-Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr (ö.671/1272)
el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’an, I-XX, tah. Ahmed Abdulhalîm, Dâru’ş-Şu’ab, Kâhire, 1372.
el-Kuşeyrî, Ebü’l-Kasım Abdülkerim b. Hevâzin (ö.465/1072), er-
Resâilü’l-Kuşeyriyye, Kuşeyrî Risâlesi, haz. Süleyman Ulu dağ, Dergâh yayınları, 3. baskı, İst. 1991.
_______, Letâifu’l-İşârât, I-III, I. Baskı, Mısır, 1981. Menûfî, Mahmud Ebû’l-Feyz el-Huseynî, Cemheratü’l-Evliyâ, I-II,
Müessesetü’l-Halebî, Kahire, 1967. Muhâsibî, Hâris b. Esed (ö. 243/857)i er-Riâye li-Hukûkillah, Nefis
Muhâsebesinin Temelleri, çev. Filiz Şahin-Hülya Küçük, İnsan yayınları, İst. 1998.
Münâvî, Abdurrauf (ö.1031/1622), Feyzü’l-Kadîr fî Şerhi Câmiu’s-Sağîr,
I-VI, el-Mektebetü’l-Ticâriyyetü’l-Kübrâ, Mısır, 1356. Münzirî, Abdülazim, et-Terğîb ve’t-Terhîb, Beyrut, 1986.
122
Müslim, Ebû’Hüseyin b. Haccâc el-Kuşeyrî (ö.261/875), Câmiu’s-Sahîh, I-V, tah. Muhammed Fuat Abdulbâkî, Dâru’l-İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, trs.
Nedvî, Muînüddin ve Ahmed-Said Sahib Ensarî, Asrı Saâdet, çev. Ali
Genceli, I-VI, Şamil Yayınevi, İst. 1985. en-Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed. b. Şuayb (ö.303/915) Sünen, I-VIII,
Çağrı yayınları, İst. 1981. Önkal, Ahmet, Resûlüllah’ın İslâma Davet Metodu, Esra yayınları,
Konya, 1993. Özaydın, Abdulkerim, “Abdullah b. Yasin el-Cuzulî”, DİA, İst. 1998, I,
142. Öztürk, Yaşar Nuri, Kuran ve Sünnete Göre Tasavvuf, Yeni Boyut
yayınları, İst. 1997. Semerkandî, Ebul Leys, Tenbîhu’l-Gafilîn Bustanü’l-Ârifîn, trc.,
Abdulkadir Akçiçek, Bedir yayınevi, Ank. 1997. Serhendî, İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî, Mektûbât-ı Rabbânî, trc.
Abdulkadir Akçiçek, Cümle yayınları, İst. 1985. Serrâc, Ebû Nasr Abdullah b. Ali et-Tûsî (ö.378/988), el-Luma’, trc. Hasan
Kamil Yılmaz, Altınoluk yayınları, İst. 1996. Smith, Margaret, Bir Kadın Sûfî Râbiâ, çev. Özlem Eraydın, İnsan
yayınları, İst. 1991, 91. es-Suyûtî, Celâlüddîn Abdurrahman b. Ebû Bekr (ö.911/1505), el-Câmiu’s-
Sağîr, Beyrut, 1981. Sühreverdî, Abdu’l-Kâhir b. Abdullah (ö.632/1234), Kitabu Avârifü’l-
Meârif, trc., Dilaver Selvi, Umran yayınları, 2. baskı, İst. 1995. es-Sülemî, Ebû Abdirrahman (ö.412/1021), Tabakâtu’s-Sûfiyye, tah.
Ureddin Şerîbe, Mektebetü’l-Hâncî, 3. baskı, Kahire, 1986. _______, Sülemî Risâleleri, trc. ve nşr. Süleyman Ateş, AÜB, 1981,126. Sürmeli, Mehmet, “Şükür Kötülüklere Yardımcı Olmamaktır”, Yeni
Dünya, İst. Mart 1999, 38-39. Şatana, İlker, “eş-Şükrulillah”, Yeni Dünya, İst. Mart 1999, 26-28. et-Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr (ö.310/922), Câmiu’l-Beyan an
Te’vîli Ayi’l-Kur’an, Mısır, 1954.
123
Taşköprîzâde, İsameddin Ahmet Efendi (ö.968/1561), Mevzûâtü’l-Ùlûm, trc. Kemalettin Mehmed Efendi, 1. baskı, İst. 1313.
Türkçe Sözlük, TDK, TTK Basımevi, Ank. 1969. Tilimsânî, Afîfu’d-Dîn Süleyman b. Ali (ö. 690/1291), Şerhu Menâzili’s-
Sâirîn ile’l-Hakki’l-Mübîn, I-II, nşr, Abdulhafîz Mansur, Emir Matbaası, İran, 1371.
Tirmizî, Muhammed b. İsa (ö.279/892), Sünen, I-V, tah. Ahmed
Muhammed Şâkir ve diğerleri, Dâru’l-İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, trs.
Uludağ, Süleyman, “Evrensel Bir Değer Olarak Şükür”, Yeni Dünya, İst.
Mart 1999, 29-31. _______, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet yayınları, 2.baskı, İst.
1996. Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, I-X, Zeyraveyn-Azim
Dağıtım, İst. 1992. Yetik, Erhan, İsmail-i Ankaravî Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri,
İşaret yayınları, İst. 1992. Yılmaz, Hasan Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar
neşriyat, İst.1994.