modern ÇaĞi anlamak

197
MODERN ÇAĞI ANLAMAK 1

Upload: independent

Post on 19-Nov-2023

0 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

MODERN ÇAĞI ANLAMAK

1

İÇİNDEKİLER

SEKÜLERLEŞMENİN UMULAN SONUÇLARI VE UMULMAYAN SONUÇLARI………………………….………………………..6 DEVLET……………………………………………….............. 22 “BİLGİNİN İSLÂMÎLEŞTİRİLMESİ VE ÇAĞDAŞ İSLÂM DÜŞÜNCESİ” ADLI KİTAPTA ANLATILAN KİMİ ŞEYLER VE BUNLARIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ……………………………………….. 30 BİRKAÇ ÖNEMLİ DEĞİNİ 1………………………………...41 UYGARLIĞIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ…………………..….....….62 BİRKAÇ ÖNEMLİ DEĞİNİ 2……………………..………… 69 “CİNSELLİK POLİTİKASI” İLE, YANİ “KAPİTALİZMİN, KADINLA ERKEĞİN EGEMEN GÜDÜLERİNİ KOVALAMALARININ KENDİ İŞİNE GELECEK SONUÇLAR DOĞURACAĞI BİR ORTAM OLUŞTURMASI” İLE İLGİLİ NOTLAR…………………………………………88 ACIDAN ACISIZLIĞA VE ACISIZLIKTAN HUZURA, YANİ HEDONİZMDEN BUDİZM’E VE BUDİZM’DEN İSLÂM’A… ………………………………………………………………..…..112 MADDECİ ENTELEKTÜELLERİN GERÇEK PSİKOLOJİSİ…………………………………………...…..…118 ŞEYTANIN EN BÜYÜK HİLESİ………………………........ 121 LİBERALİZM: ÖZGÜRLÜK, AMA KİMİN İÇİN?............. 124 İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜ…………………………………….. 126 EVRİM TEORİSİ……………………………………................143 KÖTÜLÜK PROBLEMİ…………………………………….…153 KÜRESEL TOPLUMUN SOSYOLOJİK RESMİ……………156 ZAMAN DERVİŞLİK ZAMANI…………………………..…...158 RİSALE-İ NUR’DAKİ ALLAH’A MÜRŞİTSİZ DÖRT ADIMDA ULAŞTIRAN ACZ, FAKR, ŞEFKAT, TEFEKKÜR YOLU…160 BAZI KUR’ÂN ÂYETLERİ…………………………………….164 BAZI HADİSLER………………………………………………..168

2

ÖNSÖZ

“Bismillah” diyerek söze başlıyorum. Aslında insan için en güvenli olanı dilini tutması, hiç nutuk çekmemesidir. Ben de böyle yapaya eğilimliydim, fakat daha önce bir kitapla nutuk çekmiştim. O ortadayken benim şimdi sessiz kalmam olmazdı. O kitapta üful

kavramını geliştirmiştim ve onu şerre hizmet edecek tarzda yorumlamıştım. Şimdiyse, onu yeniden ve iyiye hizmet edecek tarzda yorumladım. Ama samimî olarak söylemek istiyorum ki, gerçekten daha önce o kavramın sözünü hiç etmemiş olsaydım,

şimdi de etmezdim. Üstelik bu kavram aracılığıyla lâik devletleri teokratik devletlere dönüşmeye zorlama imkânı olmasına karşın (hiçbir materyalist, yani maddeci din edinmeden, çocuk yapmayı önerme veya çocuk yapma hakkını kazanamaz). Ama bir yandan da, bu seküler dünyada dinî hassasiyetle söylenmesi gereken bazı

şeyler olduğunu, bazı konularda (cinsellik politikası gibi) insanların gözünü açmak gerektiğini düşünüyorum (bir de,

günümüzde dine tanınan geniş serbestlikle tatmin olma, yetinme ve böylece, istenmesi gerektiği hâlde, din devleti istemekten

vazgeçme acı gerçeğine dikkat çekmek istiyorum). Ayrıca, hiçbir şekilde yardıma ihtiyacı olmadığı hâlde Allah, dinime yardım edene yardım ederim, demiş. Ben de ilim vasıtasıyla, elbette

becerebildiğim ölçüde, böyle bir yardımda bulunmak ve Allah’ın yardımına mazhar olmak istiyorum. Ama iyi bir şey yapayım

derken kötü bir şey yapmaktan da Allah’a sığınırım. Öte yandan, kendine akıl ve delil ehli diyen, ama daha düzen delilinden

habersiz birçok ateist gördüm ben. Aslında ateistlerin çoğu, aklî nedenlerle değil de, kapitalizmle bağlantılı sosyolojik nedenler bir tarafa, en başta psikolojik nedenlerle peygamberleri yalanlıyorlar. Örneğin, serbest bir yaşam arzuluyorlar ve kendi üzerlerinde bir güç istemiyorlar; alıştıkları haram zevk ve eğlenceleri terk etmek ve ibadet yükü altına girmek istemiyorlar ve bu nedenlerin sonucu

olan ateizmlerini aklın ve kendine karşı dürüstlüğün bir gereği olarak göstermeye kalkışıyorlar. Aslında onlar da ne yaptıklarını

tam olarak bilmiyorlar. Onları kendi hâlleri konusunda aydınlatsak bir şey değişir mi acaba? Kim bilir… Ve inkârın sağladığı fayda gibi gözüken şeylerde aslında faydanın f’si bile yoktur. Çünkü, inkâr görünürde kişiyi serbest ve kolay bir yaşama götürse de, özde, onu sevgisizlik, hâmisizlik ve yok olma düşüncesinden oluşan manevî bir cehenneme hapsederek, onun mutluluğunu

3

elinden alır. Bir ateist bilmelidir ki, mutluluk, hatırlarına dini yalan saydığı şeylerde değil, dindedir. Aslında ateistler benimsedikleri tutumla, uğruna yaşadıkları şeyi, yani mutlu bir yaşamı kendileri sabote ediyorlardır. Öte yandan ahlâka Tanrı’nın hayat verdiği

tezini çürütmek amacıyla başvurulan, ahlâklı ateistlerin de bulunduğu bildirimi, böylelerinin çoğu için konuşacak olursak, onların yaptıkları kötü işlerinin onlara ve kendilerine dışarıdan

bakan kendileri gibilere şeytan tarafından süslü gösterilmesi, yani özde hiç de iyi bir ahlâka sahip olmadıkları gerçeği bir tarafa, çok

az sayıdaki ahlâklı ateistin de, durumları itibariyle iyi hareket etmeleri bir gerekliliktir. Çünkü onlar Tanrı’yı hayatlarından

çıkarınca, insanlar dışında tutunacak bir dalları kalmamıştır. Bir dindar, “Allah bana yeter” deyip insanlardan uzak durabilir, ama

bir ateist bunu yapamaz. Yalnızlıktan kurtulmak ve birtakım başka çıkarlar sağlamak için insanlar arasında bulunmak zorundadır. Eğer onlara şirin görünmese ve iyi davranmasa, onu aralarında

tutmazlar, bu nedenle o bu sıfatları takınır. Ve elbette, bir dindar için konuşacak olursak, Allah’ın dostluğu, ona diğer insanlara

yaltaklanmama ve onlardan uzak durabilme gücünü verse de, bu kendisine onlara kötü davranma hakkını vermez. Hem insanlarla

iyi geçinmek ve onların haklarını gözetmek dinin istediği şeylerdir. Ve dinin; iman, ibadet ve ahlâktan oluşan bir bütün

olduğu unutulmamalı; bunlardan birini bile olsun eksik bırakan kimsenin, sorunlu bir dine sahip olacağı bilinmelidir. Neticede

kısaca söylemek isterim ki, az sayıda ateistte gözlenen iyi ahlâk, ahlâkı Tanrı’nın etkili kıldığı tezini çürütemez. Peki, ahlâkı Tanrı

etkili kılıyorsa, neden ahlâksız dindarlar da var? Bu soruya cevabım, bunların özde dinsiz, imansız olduklarını söylemek şeklinde olmayacak. Çünkü bunu bilemeyiz. Burada olay şu: Böylelerini şeytan Allah’ın rahmetiyle aldatıyordur. Böylece

bunlar, günaha devam etseler de, her günahı işlerlerse de Allah’ın kendilerini affedeceğine inanıyorlardır. Allah elbette ki affedicidir,

ama aynı zamanda adalet edip cezalandırandır, kahredendir. Bunun böyle olduğunu anlamak için, dünyadaki kötülüğe uğrayan

insanlara bakmak yeterlidir. O yüzden Allah’ın rahmetine haddinden fazla güvenmemelidir. Ya da, önce takva elbisesini

giymeli, sonra Allah’ın rahmetini ummalıdır. Doğru olanı budur. Öte yandan, “Şüphesiz Allah, biçimlerinize ve sözlerinize bakmaz, işlerinize ve kalplerinize bakar” şeklinde bir hadis vardır. Çokları bu hadisten, kurtuluş için temiz kalpliliğin yeterli olduğu anlamını

4

çıkarıyor ve kendilerini temiz kalpli gördüklerinden, kendilerini kurtulmuşlardan sayıyorlar. Temiz kalplilerin kurtulacağı doğru olabilir, ama şu da var ki, kalp temizlenmeksizin temiz olamaz.

Başta kötülüğü emreden nefsinin etkisinde olan insan, çok günah işler ve kalbi kararır. İnsanların çoğu bu durumdadır. Kalbini

temizleyebilmesi için insanın önce bu durumunu anlaması, sonra da kalbi arıtacak şeyleri yapması gerekir. Bu şeyler günahlardan sakınmak, iyi işler yapmak, ibadet etmek, Allah’ı zikretmek gibi

şeylerdir. Bunlar aynı zamanda, büyük cihadın da vasıtalarındandır. Küçük cihat, din için yapılan silâhlı savaştır,

büyük cihat ise, insanın kendiyle olan savaşıdır. Bu savaşta amaç, nefse galip gelmek ve onu kontrol altına almaktır. Bilinmelidir ki, nefsiyle savaşmayan başkalarıyla savaşır, nefsini hâkimiyet altına

almaya çalışmayan başkalarını hâkimiyet altına almaya çalışır. Burada, kalplerini temiz bilip amelsiz kurtulabileceklerini

düşünenlere bir şey daha söyleyeceğim: Peygamberler ibadet etmiş, sakınımlı yaşamışlardı. Yani bu tür şeylere ihtiyaç

duymuşlardı. Siz onlardan daha temiz kalpli misiniz ki amele ihtiyaç duymuyor, amelsiz cennete gidebileceğinizi

düşünüyorsunuz? Bununla birlikte bu kitap, bir yönüyle ateistlere aklî bir meydan okumadır (en azından, Tanrı’nın yokluğundan

emin olanları, bu konuda şüpheye düşürmek istiyorum). Ama şunu da belirtmeliyim ki, beni Allah’ın varlığına ikna eden şey

öncelikle aklî deliller olsa da, O’nun varlığından tümüyle emin olmam başka tür bir ispatlamayla oldu. Pascal, “Kalbin kendine

has sebepleri vardır, akıl bunları kavrayamaz” der. Benim Allah’ın varlığını bilmem de bu yolla oldu. Ve beni yalanlayacak kişi,

öncelikle, kırk gün ihlâsla, yani Allah rızasını gözeterek ibadet etmelidir. Ama böylesi bir kırk günün sonunda beni doğrulayan bir sonuç ortaya çıkmazsa, yine de kesinkes çürütülmüş olmam. Zira

yalanlayıcının önce kendi ihlâsının sıhhatini sorgulaması gerekecektir.

5

İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız. (Hz. Ömer) Ilımlı Müslümanların kulakları çınlasın!

SEKÜLERLEŞMENİN UMULAN SONUÇLARI VE UMULMAYAN SONUÇLARI Kapitalizm doğduğundan bu yana insanlığın giderek sekülerleşmesi, plânlı bir olaydır. Efendiler istemiştir böyle olmasını. Onlar sekülerleşmede (dinin, toplumsal süreçlerden tasfiyesinde) kendileri için büyük yararlar görmüşlerdir. Bu yararlara sekülerleşmenin umulan sonuçları diyebiliriz ve bu sonuçların ilki, dünyaperestliğin güçlenmesi ve dünyalığa, zenginlere verilen değerin artmasıdır. İkincisi ise, hedonizmin toplumda kendine yer edinmesi ve egemen yaşam felsefesine dönüşmesidir. Zenginlere verilen değerin artmasıyla, onlar kendilerini önemli hisseder olmuşlardır. Daha önce bir şeye tutulmazken, birdenbire sayılan, gıpta edilen insanlar hâlini almışlardır. Ve dünyalığa verilen değerin artmasıyla da, herkes onun peşine düşmüş; kişisel çıkar avcılığı başlamış ve bu olaydan görünürde toplum, özde zenginler kazançlı çıkmış; neticede, para olarak karşılığının büyük bir kısmı onlarca iç edilecek evrensel bir bolluk oluşmuştur. Hedonizmin egemen yaşam felsefesine dönüşmesiyle de, üretilen ve ticareti yapılan şeyler için şiddetli bir istek doğmuş, bu şiddetli isteği doyurmak için gerekli parayı sağlayacak iş için de şiddetli bir istek doğmuş, böylece insanların tüm enerjisi, üretme ve tüketme işine adanmıştır. Üretim ve tüketimse sistem için her şeydir. Görülüyor ki hedonizm, sistemin üretim ve tüketim problemini çözüyor. Aslında önceleri açlıkla güdülüyordu kitleler, sonradan açgözlülük ve zevk isteğiyle güdülmeye başladılar. Bunun anlamı, hayatta kalmak için çalışmanın yerini, büyük ölçüde, standardı yüksek bir hayat için çalışmanın almasıdır. Ne ki sekülerleşmenin hedonist bir netice doğuracağı ta en başında öngörülmüştür. Kitleler açlıkla güdülürlerken, açlık çektiklerinden,

6

devrime kışkırtılabiliyorlardı, yani tehlikeliydiler, sonradan dünya nimetlerinden daha fazla pay verildi kendilerine, böylece artık kaybedecek daha çok şeye sahip oldular, bu da onların devrimci potansiyellerini öldürdü ve neticede uygitsinci oldular. Demek ki sekülerleşmenin dolaylı bir faydası da, hedonizm üzerinden devrimci potansiyeli öldürmede kendini gösteriyor. Belki bu da sekülerleşmeden umulan sonuçlardan biridir. Sekülerleşmenin umulan sonuçlarından bahsettikten sonra, bir de onun, halkın dünyevîleşmesi anlamını da hesaba katarak umulmayan sonuçlarına bakalım. Bunlar sırasıyla ölme isteği, ahlâksızlaşma ve üful (aslında bu, daha genel bir ifadeyle, devletinki de dahil olmak üzere, dünyevîleşmenin umulmayan bir sonucudur) sorunlarıdır. Sekülerleşmenin umulmayan sonuçlarından birincisi, modern insanın gizli bir ölme isteği tarafından ele geçirilmesidir. Bu gizli ölme isteğinin nasıl oluştuğunu anlatmadan önce, altinsanlaşmadan bahsetmek istiyorum. İnsan, altinsanlaşınca, bu durumda inancını yitirince, ruhsuzlaşır ve bedenin hükmü altına girer. Bedende de iki çeşit itilim vardır: Acıları azaltmaya yönelik olan ve hazları artırmaya yönelik olan. Öyleyse bedenin hükmü altına girmek, bu itilimlere teslim olmak demektir esasında. Bu olaya hayvanlaşma diyenler de vardır. Ama bunun yerinde bir benzetme olduğunu sanmıyorum. Bir defa hayvanlar haz arayışını insanların durumunda olduğu gibi bir yaşam felsefesi hâline getiremezler. Yani zevklenme fırsatı ellerine geçtiğinde zevklenirler, böyle fırsatlar yaratmak için gayret göstermezler. İkinci olarak, hayvanlar, altinsan gibi Yaradan’dan gafil değillerdir. Zira her hayvanın kendi lisanıyla Yaradan’ı zikrettiği dinimiz İslâm’da yeri olan bir gerçektir. Gaflet içinde olsalar bunu yapabilirler mi? Öyleyse altinsanı, kendine has bir kategori olarak almalıyız. O, insandan bir düşüştür. Bu düşüşe, yani altinsanlaşmaya, sadece insan yeteneklidir. İnanç yitirildiğinde ve akıl bedenî itilimlerin hizmetine girdiğinde, altinsanlaşma gerçekleşir.

7

Altinsanlaşmadan ne olduğu anlaşılacak kadar bahsettikten sonra, asıl konuya, yani sekülerleşmenin insanı gizli bir ölme arzusuna ne şekilde esir ettiği meselesine geri dönmek istiyorum. Sorunsuz bir biçimde işlemek için hedonist felsefeyi benimsemiş insanlara ihtiyaç duyan ve bu gibi insanları çoğaltmak için de, toplumda, inanıp inandığı gibi yaşamama olayını “amelî inançsızlık” olarak adlandırırsak, amelî inançsızlığı ve inançsızlığı yaygınlaştıran ve bunun sonucunda ortaya çıkan ve avamdan kimselerin hedonizminin ifadesi olan “hayatımı yaşayacağım” anlayışının sonucunda, bünyesinde üretilen mal ve hizmetlerin satışıyla sevinen kapitalizm, istediğine erişirken, bunun yanısıra beklenmedik bir şey olur. Hedonist insanın haz arayışı, onu acıya düğümler. Şöyle ki, haz isteklerin tatminidir ve birçok şey isteyen insan, diyelim ki istediklerinin biri dışında hepsini elde etti; bu durumda o, elde ettiklerinin hepsini bir kenara atacak, elde edemediği o bir tek şeye dikecektir gözünü, böylece acı çekecektir. Ki çoğunlukla isteyip de elde edilemeyen bir veya birkaç şey bulunur ve bu yüzden acı çekilir. Görülüyor ki istediğini elde edememek acı doğuruyor. Fakat garip bir biçimde istediğini elde etmek de, kısa süreli bir hazdan sonra, acıyla yüz yüze getirir insanı. İstediğin şeyi elde eder, onunla tatmin olursun. Fakat akabinde can sıkıntısı doğar. Can sıkıntısınıysa acı izler. Yani istediğine ulaşsan da, ulaşmasan da sonuç aynı: Acı. Tam burada, altinsanla hedonist insanın bir ve aynı olduğunu söylemek istiyorum. Öyleyse, hedonist insan, bedene ait haz arayışının hükmü altında olduğu gibi, gene bedene ait olan acıdan kaçınışın da hükmü altındadır. Ve haz arayışı acıda sonuçlanınca, acıdan kaçınışın kumandayı ele alacağını görmek zor olmasa gerek. Ve ortada tam da böyle bir durum var. Acıdan kurtulmak isteyen, bunun yanısıra acı çeken bir insandan bahsediyoruz. Bu insan, bir şeylerin ters gittiği, fakat onları değiştiremeyeceği, bu yüzden de yaşadıkça acı çekeceği şeklinde bir hisse yakalanır. Bunun

8

sonucunda da acıdan tümüyle ve sonsuza dek ve en kısa zamanda kurtaracak bir çare olarak, intihar belirir. Bu durumda o ya intihar eder, ya da buna cesaret edemez ve içinde uyanan ölme isteği bilinçaltına kaçarak, orada işlemeye, dolaylı yollardan onu ölüme iteklemeye başlar. Böylece o, sağlıksız, dolayısıyla da ömrü kısaltan yiyecek ve içeceklerden tüketir, atık üreterek çevreyi tahrip eden kapitalist sistem içindeki yerini alarak, çevre yıkımına katkıda bulunur, burada kendi yaşam alanını yok ederek kendi kendini yok etme tutumu vardır aslında, dahası eğlenme ve oyalanma gibi vakit öldürme etkinliklerine sarılır, böylece zamanı hızlandırır ve daha süratli ölür. Doğum günü partisi verir, burada sona bir yıl daha yaklaşmış olmayı kutluyordur aslında. Ortaya çıktı ki, kapitalist sistemin iyiliği için yapılan ve inançsızlıkla amelî inançsızlığı netice veren sekülerleştirme, hedonizm üzerinden, insanı gizli bir ölme arzusuna yenik düşürüyor. Aslında lâikleşen devletler bile, böyle bir arzuya yenik düşmüş durumdalar. Bunu silâhlanmaya yaptıkları astronomik harcamalar belli etmiyor mu? Aslında bu olaya, güç perspektifinden de bakılabilir. Güç mücadelesinde öne geçmek, ya da en azından geri kalmamak için de silâhlanıyor olabilirler. Güç öyle bir şey ki, onun için insanlığın topyekûn mahvı bile göze alınabiliyor. Ama gene de, acıdan kaçınışın etkisiyle ortaya çıkan ve modern bireyler arasında çok çabuk yayılan ölme arzusunun, devletlere de sıçramış olması da bir ihtimaldir. Sekülerleşme, hazzı amaç hâline getirerek sistemin üretim ve tüketim problemini çözdüğünden, kapitalist beyin, sekülerizmin telkinini yapmayı bırakmayacaktır. Bu durumda insanların kurtulması, kendilerine kalıyor. Tanrı’yı reddetmek sizsi sadece altinsanlaştırır. Altinsanlaşınca da bir haz arayıcısına dönüşürsünüz ve hazzı kovalarken, acıya yenilirsiniz ve sonuçta gizli bir ölme arzusu edinirsiniz. Bu arzuysa sizi, ölümü hızlandıran faktörlere tutundurur. Neticede ölümünüz hızlanır ama acı çekerek yaşarsınız.

9

Hem hazzı bir yaşam amacı olarak benimsemek, size küçültücü gelmiyor mu? Yaşam amacınız, Tanrı’yı razı etmek olmalı. Bu amacına ulaşan insanınsa, acıyla bir sorunu olmaz, böylece ölüm ona korkutucu bir kurtarıcı olarak gözükmez. Kapitalizm, işine öyle geldiği için, haz amacını, Tanrı’yı razı etme amacının yerine geçirmiş. Ve bu batıl bir amaç olduğu için, insanı yamultur. İnsanın aldatıldığını anlaması ve yaşamını değiştirmeye karar vermesi, böylece Rabbine doğru bir yol tutması gerekiyor. Ama bu birdenbire olmayacak bir şey olarak gözüküyorsa kişiye, kişi ilk etapta kendini gerçekliği araştırma işine verebilir. Benden öğüt almak isteyen bir hazcıya, gerçekliği araştır, derim. Ve gerçekliğe giden yol aslında Tanrı’ya giden yol değil midir? Ve şu da bilinmeli ki, kapitalist beynin Tanrı’yı reddi güçlü delillere dayanmaz, zaten böyle deliler mevcut değildir, burada söz konusu olan sırf çıkar icabı Tanrı’yı reddetmektir. Tanrı’yı reddetmenin, şüpheli ve ispatlanmamış olanı kesin saymak anlamında bir dogmatizm olmasıysa başka bir meseledir. Ve erkek hazcılaştığında, cinsel haz arayışı onda en önemli mesele hâlini alır. Bu arayış tarafından kadına doğru itilen erkek, onu, onun kendisini istediğinden daha çok istiyordur, ve isteyen, istediği şey elinin altında olan bir şey değilse, onun güdümüne girer. Nitekim bugün, tüm yanlışlığına rağmen, erkek kadının güdümündedir. Ama erkek bu durumu değiştirmek için kadına savaş açmamalı ve şunu bilmeli: Bu problemi, sistemi değiştirerek çözmek gerek. Öte yandan kadının güdümündeki erkek, ona kendini seçtirebilmek için para, makam ve ün gibi şeylere ulaşmaya çalışıyordur. Bu uğurda kapitalistlere hizmetçi oluyordur. Buysa, kapitalist sistemin işlemesine hizmettir son kertede. İş açısından olan bu hizmetin yanısıra, harcama açısından hizmet de vardır. Buradaysa hazcı erkek, kazandığı parayla hazlarına harcama yapar ve bunu yaptığındaysa, sistemin ürettiği mal ve hizmetler satılmış olur. Ama o özellikle cinsel hazza ulaşmak için harcama yapıyordur. Tüm diğer

10

hazlarına yaptığı harcamadan daha fazla bir harcama yapması söz konusudur burada. Görülüyor ki kadına yönelik tutkusu erkeği sistemi işletecek şeylerin yapılması işine koşulmuş bir köleye çeviriyor. Fakat o köleleştiğinin farkında değil. Düşüncesinin cinsel hazza odaklanmışlığı olgusu, onu gerçeği düşünmekten, böylelikle de ortadaki çarpık vaziyeti görmekten alıkoyuyor, onu göremediği için de düzeltmeye yeltenemiyor. Yani o kadınla uyuşturuluyor. Aslında her çeşit hazla uyuşturuluyor, ama daha ziyade cinsel hazla. Aslında onunki gönüllü bir uyuşma. Yani haksızlıkları görecek bile olsa onları gidermek için harekete geçeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Altinsanlaşmış biri için hakkı güç belirler çünkü. O yüzden güçlünün yaptığı her şey ona doğru gözükecektir. İnsanları kandırmak, sömürmek, ezmek gibi ahlâksızlıklar bile. Ve sekülerleşmenin (halkın dünyevîleşmesinin ve dinden uzaklaşmasının) umulmayan sonuçlarının ikincisine gelirsek, ahlâksızlaşma sorununun karşısında buluruz kendimizi. Alev Alatlı şunları söylüyor: “…lâik siyaset felsefesinin de bir inanca ihtiyacı vardır; bu inanç, insanoğlunun akla uygun hareket edebileceği, ahlâk sahibi olabilmek için uzak bir tanrının direktiflerine ihtiyacı olmadığı inancıdır. Gelin görün ki, yirminci yüzyıl, iki büyük dünya savaşı, atom bombası, ekonomik krizler, diktatörlükler vb. felâketlerle insanoğlunun ferasetine duyulan inancı da sarsmayı başarır.” Bu felâketlerden devletler sorumlu tutulsalar da, halkta da tabanını bulmuş gelişmeler olarak görülebilirler bunlar. Nihilizmin evrenselleşmesiyle ilgilidirler. Dünyaperest burjuvaların erki ele geçirmesinden sonra gitgide dünyevîleşilmiş (burjuva devleti, devlet de halkı dünyevîleştirmiştir) ve felâketler çağında, yani yirminci yüzyılda, dünyevîleşme nihilizmi doğurmuş ve nihilizm dünyaya hâkim olmuştur. Bu ortamda, zorunlu hâller dışında o ana dek birbirinin ayağına basmamayı yeğler görünen güçlüler arasında ciddî bir rekabet baş göstermiş, dünyanın tek hâkimi olma tutkusu

11

gözleri kör etmiştir. Nihilist bir ortamda da böyle bir tutkunun doğması normaldir zaten. Şöyle ki, Tanrı’nın kayboluşu, en güçlünün (başın) kayboluşudur ve bu durumda, öteki güç sahipleri için en güçlü (baş) olma olanağı doğar, buysa güç tutkusuna esir olunmasına yol açan bir şeydir. Biri en güçlülük (baş’lık) amaca ulaşıncaya kadar da hiçbir şey kuraldışı değildir. Sonra biri bu amaca ulaşır ve kendi kurallarını diğerlerine dayatır ve kuraldışı şeylerden bahsetmek artık mümkün olur. Nihilizm çağındaki kötülükler, ahlâka Tanrı’nın hayat verdiğine ilişkin bir delildir. Eğer ortaçağdaki kötülüklerle ilgili olarak anlatılanlar bir masal değilse, eğer burada ideolojik bir çarpıtma yoksa, nihilizm çağının kötülük üretmekte ortaçağı geride bırakması, din karşısında deneyci aklın elini zayıflatan bir şeydir. Ama ben yine de ortaçağla ilgili olarak anlatılanları, yeni düzenin kendini yüceltmek adına eski düzene çamur atması olarak görmeye eğilimliyim. Ama eğer her şeye rağmen yanılıyorsam, bu ortaçağ Hıristiyanlarının dininde bir problem olduğunu gösterir. Ya da en azından Hıristiyan din adamlarının dininde bir problem olduğunu. Onların dini, dünyevî çıkar sağlama aracı hâline getirdikleri söylenir. Bu durumda bu söylenene inanmak gerekecek. Çağımız insanının, ki çağımızın kısa sürede ürettiği kötülükler dikkate alınırsa demek ki nihilizm çağından pek de farklı olmayan bir çağda yaşıyoruz ya da öyle görünüyor ki nihilizmden henüz yakayı kurtaramamışız, ahlâkının eski çağların insanlarının ahlâkına göre daha iyi olduğunu söylemekse, görünüşe göre konuşmaktır. Ama burada görünüşe takılıp kalmak olmaz. Özü görmeye çalışmalıyız. Eski devirlerdekinden çok daha güçlü bir devlete sahibiz. Keza eski devirlerdekinden çok daha etkili bir cezalandırma mekanizmasına sahibiz. Bugün suç işleyen birinin yakayı kurtarması eski devirlerde olduğundan çok daha zor. O yüzden suç işleme azalmış. Buysa, günümüz insanının eskinin insanlarından daha iyi bir ahlâka sahipmiş gibi

12

gözükmesine yol açıyor. Ama onun hukukun yasaklamayıp da ahlâk yasasının yasakladığı konulardaki kurala uymaz tavrı, örneğin arkadaşlarını dolandırması, onlara ihanet etmesi, yalan söylemesi, hukuk kurallarının maddî bir yaptırımı olmasa, onları da çiğneyeceğini gösteriyor. Yani onu zapteden şey, maddî ceza korkusu; yoksa ahlâkı iyi falan değil. Kazara, maddî çıkarıyla ahlâkın buyruğu örtüşürse, yani doğru olan şeyi yapmak kolayına gelirse, düzgün iş yaptığı da olur, sonra da temizlik taslar, ama yaptığının doğasına göre konuşacak olursak, bu bir sahtekârlıktır. Evet, nihilizmi hortlatan şey dünyevîleşmedir (Kapitalizmin kurucuları dünyayı istedikleri için, bizim için dünya yaşamından başkası yok, demiş ve dedirtmişlerdir, dünya yaşamıysa sonludur, yani insanın sonsuzluk özlemine yanıt veremez, böylece kapitalist dünyada anlamsızlık egemen oldu, nihilizm doğdu ve ardından yaşamları anlamsızlaşan insanların yaşamlarına, bilhassa yirminci yüzyılda, aşkın olmayan bir tarzda, ideolojiler anlam verdi, insanlar onların gösterdikleri amaçların gerçekleştirilmesi işine kendilerini adayarak içine gömülü oldukları benliklerinden, bir yükten kurtulur gibi kurtuldular.). Nihilist bir ortamda da, güç ve haz (duyusal zevkleri anlatan bu kavramın içine rahatına ve eğlenceye düşkünlük de dahil edilebilir) insanın öncelikli sorunlarına dönüşür. Güçle ilgili olarak, yukarıda söylediklerimi tekrarlarsam: Ortada bir tanrı yoksa, en güçlü (baş) olmak için herkesin eline bir fırsat geçmiş demektir, bu şartlarda değerlerini geri kalana dayatma olanağını ele geçirebilmek için en güçlü (baş) olma mücadelesi patlak verir, bu mücadelede saffını belirlemelisindir, yoksa ayak altında kalacaksındır. Haz ile ilgili olarak da şunları söyleyebilirim: Neticede öleceksen ve dünyaya bir daha gelmeye de yol yoksa, demek ki dünyada bulunuşun, zevklenmen için doğanın sana sunduğu ilk ve son fırsat; öyleyse vakit geçirmeden bu fırsatı değerlendirmeye bakmalısın, dünyadaki günlerinde her

13

şeyden tat almaya, hoşça vakit geçirmeye çalışmalısın. Bunlar güç arayışına ve haz arayışına haklılık kazandıran mantıklardır. Nihilist bir ortamda, hiçbir şeye, bu durumda haz ve güce bile, değer vermeyenler de çıkabilir. Bunlarıysa aldatılmışlık hissi ve yılgınlık kuşatmıştır, neticede intihar ederler ya da cinayet işlerler. Sayıları azdır. Dünyevîleşmenin mantığı sonuna dek izlenecek olursa, nihilizm üzerinden, bunların durduğu noktaya varılır. Evrensel ahlâkın yerine güç ahlâkı ve haz ahlâkının geçmesiyle birlikte, yaşamın amacı iyilik olmaktan çıkıp, güç ve haz olur. Gücünü artırmak ve hazzını artırmak kural hâlini alır. Bu durumda, örneğin haz ahlâkını benimsemiş bir insan, haz ile ilgili çıkarıyla evrensel ahlâkın bir kuralı çatıştığında, felsefesi icabı, haz ile ilgili çıkarını kollayacak, evrensel ahlâkın buyruğunu hiçe sayacaktır. Ve bir defa hazzı ya da maddeyi yaşam amacı hâline getirmiş bir insana, bir daha iyiliği yaşam amacı yaptıramazsanız. Elbette ona din edindirirseniz durum değişir. Din edindiğinde, evrensel ahlâkın taleplerini dikkate almaya da başlayacaktır. Elbette samimî dindar olması şartıyla. Ama modern devletin yaptığı gibi, şiddet ve yolsuzluğu önlemek için dinin propagandasını yapıp da öbür yandan dine en aykırı tavırları sergilemekle olmaz bu. Bu durumda ancak kendin gibi sözde dinî hassasiyete sahip insanlar üretirsin. Erdemden bahsedip erdemsiz işler yaptığın zaman da aynı durum söz konusu oluyor. Böylece sahte erdem anıtlarıyla doluyor ortalık. Bunlar en büyük erdemsizlikleri erdem kisvesi altında yapıyorlar. Buysa genel ikiyüzlüleşmenin (kendini başka türlü göstermenin) bir sonucu ve göstergesidir. Kapitalistler, insanlar azimli bir çalışan ve azimli bir tüketici olsun diye, haz felsefesine haklılık kazandırıcı bir şey olarak sekülerizme, yani dinin, toplumsal süreçlerden bütünüyle tasfiye edileceği ve tümüyle maddî ve dünyevî bir yaşama biçiminin toplumların kaderine hükmedeceği teorisine ve bu teoriyi pratiğe dökme işine sarıldıkları gibi, yolsuzluk ve şiddetin önünü alabilmek için de, dinin

14

propagandasına sarılırlar. Buysa onların çelişkisidir. İki isteklerinin birinden vazgeçmeleri gerek. Zira ikisi birlikte gerçekleşmez. Alev Alatlı’nın dediği gibi, insanoğlunun akla uygun hareket edebileceği, ahlâk sahibi olabilmek için uzak bir tanrının emirlerine ihtiyacı olmadığı kabulü aslında bir inançtır. Hem de yanlış bir inanç. Bununla birlikte insanı iyileştirebilecek olan tek şey inançtır, ama rasgele bir inanç değil, Allah inancı… Şiddetin ve yolsuzluğun önünü almak için dinin propagandasını yaptığında, kapitalist beyin de bu söylediğime farkında olmadan katılır. Ekonomik hayatın kontrolü üzerinden güç sağlayan dünyanın patronları, atalarının zihniyetini korumaktadırlar ve bu atalar, en başta da söylediğim gibi, kendilerine çeşitli yararlar sağlayacağını umarak, sekülerleşme üzerinden inançsızlığın ve amelî inançsızlığın ekimini yaptıklarında, istedikleri sonuçları almışlar; dünya metaı ve işine karşı şiddetli bir istek ve kendilerine saygı doğmuştur. Bunun yanısıra haz değer kazanmıştır. Ama bir süre daha açlıkla güdülmüştür insan. Ta ki (sol) devrim tehdidi ortaya çıkana kadar. O zaman çalışana, üretilen zenginlikten daha fazla pay verilmiş, böylece çalışan, devrimci harekete olan desteğini geri çekmiş, efendileriyle uzlaşmış, kapitalist toplumun bir hissedarı olmuştur. Artık dünya nimetlerinin tadını çıkarmaya bakıyordur. Maddî çıkarını kollamak da haz amacının bir parçası hâline gelmiştir. Ama hazzı amaçlayan insan en istenen yerlerde bile iyiliği gözetmiyordur artık. Kötülük ona daha zevkli, daha eğlenceli geliyordur. Güç de bu ortamda bir değer olmuştur. Onunla ilgili çıkarını kollamak da evrensel ahlâkın gerektirdiği şeyi yapmaktan daha cazip geliyordur. Böylece kendini özellikle yolsuzluk ve şiddette açığa vuran ahlâksızlık önemli bir soruna dönüşmüştür modern dünyada. Böyle olacağı tahmin edilememiştir. Şimdi boş yere dinden kopuk bir ahlâk eğitimiyle bu sorunu çözmeye çalışıyorlar. Bunun böyle çözülemeyeceğini, gerçek çözüm yolunun dine

15

geri dönüşten geçtiğini azbuçuk fark etmiş olmalılar ki, insanların ahlâkını etkilemek amacıyla dinin propagandasını yapıyorlar. Ama ilgilendikleri şey günü kurtarmaktır, yani gerçek bir dindarlığın doğmasını istemiyorlardır, zira böyle bir şey, onlar için daha zararlı sonuçlara gebedir. Hâkimiyetlerini kaybetmeleri gibi. Sekülerleşmenin üçüncü umulmayan sonucu, üfuldur. Üful, materyalizmin bir problemidir. Doğumun, ölmenin başlaması demek oluşu, ölümden, doğumdan sorumlu olanları sorumlu tutmayı haklılaştırır. Bu problem ancak din ile, dinin gerçekliği ile çözülür. Yani gerçeklik, dinin anlattığı gibiyse, ortada üful diye bir problem kalmaz. İlk etapta veya son tahlilde materyalizmi benimsemiş olan lâik devletler, bu problemi hakkaniyetlice, din edinerek, yani din devletine dönüşerek çözebilirler. Çocuk yapmayı önerme hakkı elde edebilmek için lâik devletlerin, din devletine dönüşmekten başka çaresi yoktur. Burada bir zorunluluktan bahsediyoruz, tercihî bir şeyden değil. Öte yandan üful gerekçe yapılarak ebeveyne zarar vermek haklı bir davranış olamaz, her şeye rağmen buna yeltenen, tanrısal cezayı göze almış demektir. Burada, “Üful sorununu Tanrı’nın yardımıyla aşıyorsunuz, ama biz O’nun varolduğundan emin değiliz, öyleyse O’nun varolduğunu ispatlayın” diyebilirler. Diyebilirim ki, Tanrı kendi varlığının yüzde yüz ispatlanmasını kendi engellemiştir. Eğer yüzde yüz ispatlansaydı herkes mecburen O’na inanacaktı ve imtihanın bir anlamı kalmayacaktı. Gene de O’nun varolmasını akla yatkın kılıcı kanıtlar vardır. İlk olarak Ontolojik Kanıt’a bakalım. “Tanrı, düşünülebilen en yetkin varlıktır. O’dan daha yetkini düşünülebilirse O’na Tanrı diyemeyiz. O hâlde, Tanrı, daha yetkini düşünülemeyen, en yetkin varlıktır. Eğer Tanrı’nın varolmadığını düşünürsek, O, en yetkin varlık olamaz. Tanrı, tanımı gereği en yetkin varlık olduğu için, varolmaması tanımıyla çelişir. O hâlde, Tanrı’nın varoluşu,

16

en yetkin varlık olma tanımından zorunlu olarak çıkar. Yani Tanrı vardır.” Bu kanıtlamayı bulan Aziz Anselmus’tur ve buradaki yaptığım alıntı ona aittir. Şimdi de Âlem Kanıtı’na bakalım. “Başlangıcı olan her şey başka bir varlık tarafından ortaya konulmuş olmalıdır. Başlangıcı olan varlıkları geriye doğru sonsuza dek götüremeyiz. Başlangıcı olmayan bir başlatıcıda son bulmak lâzım. Başlatıcının da bir başlatıcısı varsa, onun başlatıcısının da bir başlatıcısı olması gerekir. Başlatıcısı olanların ilki yokluktan başlayamayacağına göre bir varlıktan başlamıştır. Bu varlığın ise (Tanrı’nın) başlatıcısı yoktur.” Bu kanıtlamayı bulan John Locke değilse de, buradaki yaptığım alıntı ona aittir. Şimdi de Gaye Ve Düzen Kanıtı’na bakalım. “Evrendeki her varlıkta bir düzen gözlenmektedir. Bu düzen belli amaçlara hizmet etmektedir. Ne düzen ne de amaç kendi kendine varolamaz. O hâlde, evrene düzen ve amaç veren bilinçli, akıllı, güçlü ve yetkin bir varlık vardır. Bu da Tanrı’dır.” Şimdi de İmkân Delili’ne bakalım. “Bütün yaratılmışların varlığını zorunlu değil mümkün, yani olmaları gibi olmamalarını da aynı derecede imkân ve ihtimal dahilinde görüp buradan tercih ve irade sahibi bir Yaratıcı’ya varırız.” Şimdi de Tasarım Kanıtı’na bakalım. “Tıpkı kolları zamanı belirten bir saati gören birinin onun zamanı göstermek amacıyla bir başkası tarafından yapılmış olduğu sonucunu çıkarması gibi, doğanın gözleminden de onun akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından yapılmış olduğu sonucu çıkarılmalıdır.” Bu kanıtlamayı bulan Voltaire değilse de, buradaki yaptığım alıntı ona aittir. Tasarım Kanıtı’nın başka bir şekli de şöyledir: “Madem varlıklar vardır ve sanatlıdır, elbette ki onların bir sanatçısı vardır.” Ve Rüya Kanıtı’na gelirsek; rüyandaki, gerçeğine ayırt edilemeyecek derecede benzeyen dünyayı senin zihnin kurmuyor mu? Madem zihin gerçek dünya gibi bir dünya

17

kurabiliyor, öyleyse gerçek dünya da bir zihnin ürünü olamaz mı? Eğer o da bir zihnin ürünüyse, bu zihin Tanrı’dan başkasınınki değildir. Benim bulduğum ve Yokluk Kanıtı denebilecek bir başka kanıtsa şöyle: Varolan boşluk ve doluluktan oluşur, boşluk da doluluk da sınırlıdır, birbirlerini sınırlarlar, boşluğun bittiği yerde doluluk; doluluğun bittiği yerde de boşluk başlar, ve iki sınırlı gene bir sınırlı edeceği için, boşluk ve doluluğun birleşimi sınırlı olmalı, öyleyse varolan sınırlıdır, ama bir sınır varsa bir de onun ötesi olmalı, buysa sınırsızlık düşüncesine götürür, öyleyse varolan sınırsız olmalı, ama demin onun sınırlı olduğunu bulmamış mıydık, öyleyse o hem sınırlı hem de sınırsız olmalı, ama aynı zamanda hem sınırlı hem de sınırsız olan bir şey olamaz, demek ki varolan aslında yoktur, bu durumda varolan yoksa, onun varolmadığına karar veren olarak ben varımdır, bense ezelden beri var değilimdir, sonradan meydana gelmişimdir, öyleyse beni bir meydana getiren vardır ve eğer beni meydana getireni de bir meydana getiren varsa, bu sonuncuyu da bir meydana getiren olmalı ve böylece geriye doğru sonsuza dek gitmelidir, ama bu olacak şey değildir, öyleyse beni meydana getiren ezelî bir tanrıda bu geri gidişe son vermeliyimdir. Bu kanıtlar Tanrı’nın varlığı ihtimalini yokluğu ihtimaline göre daha akla yatkın kılıyorlardır. Bununla birlikte Tanrı ile ilgili olarak söylenmiş şu sözü zikretmenin tam yeridir sanırım: Tam kavrayamayacaksın, ama inkâr da edemeyeceksin. Burada akla kapı aralanıyor ama son seçim gene insanın kendine bırakılıyor. İster reddet, ister kabul et. Vicdanın bilir. Vicdanı kabul ettiği hâlde, zalimlik ve büyüklenme dolayısıyla inkâr edenlereyse söyleyecek sözüm yok. Burada en basit ama en çok başvurulan bir inkâr mantığına da değinmek istiyorum. Gözleriyle göremedikleri için, Tanrı’yı reddederler. Ama devlet için veya bir hastalık için aynı şeyi yapmazlar. Devletin işleri ortadadır ve örneğin

18

memurların maaşlarını verir ve tayin yoluyla onları şehir şehir dolaştırır. Ama onu gözümüzle göremeyiz. Fakat böyle olmasına rağmen, onu reddetmeyiz. Keza gribi de göremeyiz, ama belirtilerine, bu durumda yükselen ateşe, boğazdaki yanmaya, burundaki akıntıya bakarak, onun varolduğu sonucuna varırız. Göremediğimiz için onu reddetmeyiz. Görülüyor ki devletin ve bir hastalığın varolduğu bilgisi, çıkarıma dayalıdır. Aynı şeyi Tanrı için de yapmalıyız. Böylece işlerine ve belirtilerine, bu durumda gelen bir kuraklığa, güneşin doğuşuna ve kozmik düzen gibi şeylere bakarak, O’nun varolduğu sonucunu çıkarmalıyız. Sırf kendisini göremiyoruz diye O’nu inkâra gitmemeliyiz. Hem Tanrı’yı görebilseydik, imtihanın ne anlamı olurdu? Yukarıda ortaya konan delillerle bir tanrının varlığına ikna olan, ama onun Allah olduğundan şüphelenenlere de derim ki, Kur’ân’da, indirildiği devirde bilinemeyecek bilgiler vardır. Evrenin genişlediği, yıldızlarının yörüngelerinin olduğu, göğe doğru yükseldikçe oksijenin azaldığı, demirin gökten indirildiği gibi. Bunlar Kur’ân’ın mucizelerindendir ve mucize ise, kullandığı (deneysel yönü de olabilen) delillerin dayandığı varsayımların tartışmalı oluşundan ötürü kesinlik ifade etmeyen aklî ispatlamanın karşısında kesinliği temsil eder. Yani Tanrı kendi varlığının akıl ile yüzde yüz ispatlanmasını engellemişse de, mucize yoluyla bu tür bir ispatlama daima mümkündür. Ve burada bu gibi bir durum söz konusudur. Bir mucizeye şahit olan kimseler için bu bir lütuftur aslında, fakat bu şahitliğe rağmen inkârda ısrar etmekse, çok büyük bir sorumluluk altına girmek demektir. Durum böyleyse, neden baştan bu mucizeleri ortaya getirmeyip de aklî kanıtlamalara gittim? Çünkü onlara da değinmek gerekiyordu. Yani demem o ki, mucizeleri Kur’ân’ın hak kitap olduğunu kanıtlarlar. Demek ki Kur’ân’ı indiren Allah, gerçek ve yegâne tanrıdır. Gücüne delil aranırsa, yarattığı evren ve içindekiler gösterilebilir. Böyle güçlü bir Varlığın hükümranlığında da elbette ki ölüm görünüştedir, bu yüzden

19

de üful bizim için hiçbir sorun yaratmaz (USTANIN EVİN NEDENİ OLUP YIKILMANIN NEDENİ OLMADIĞI DÜŞÜNÜLDÜĞÜNDE, ÜFUL SORUNU SAÇMALAŞIR GİBİ OLUYOR VEYA SORUN OLMAKTAN ÇIKAR GİBİ OLUYOR; ancak cansız bir varlıkla canlı bir varlık arasında bir fark olmalı diye düşünüyor insan; işin doğrusu ben bu konu üzerine düşünüp kesin bir sonuca varamadım). Bir tanrının varolduğunu ve O’nun da Allah olduğunu kabul ediyorsa insan, O’nun buyruğunu tutması gerektiğini de kabul edecektir. Her şeyini borçlu olduğun Rabbine neden kulluk etmeyecek, neden itaat etmeyeceksin ki? Burada kulluk şükran hislerinin bir neticesi olacaktır. Bu söylenenlerden sonra, tek tanrı bulunduğuna, onun da Allah olduğuna ikana olan ama dünya hayatının yaratılmasındaki gayenin ne olduğunu anlamayanlar da çıkabilir? Bu durumda cennetten çıkarılış sorgulanabilir. Cennetten çıkarılmamızın görünürdeki nedeni, Âdem babamızla Havva anamızın Rabbimizin yasağına uymayarak O’na asi olmalarıdır. Ama hiç kimsenin başkasının günahının cezasını çekmeyeceği dinimizin bir kuralı olduğuna göre, bunun asıl nedeni başka olmalı. Ve bu neden, imtihandır. Tanrı, hangimizin daha iyi işler ortaya koyacağını görmek için yaratmıştır yaşamı ve ölümü. İnsan dünyada yaptığı işin niteliğine göre öte dünyada statü edinecektir. Böylece kimse, konumuna itiraz edemeyecektir, çünkü o konumu yaptıklarıyla kendi kazanmış olacaktır. Evet, dünyadaki ameline bağlı olarak ya cennetteki uğurlu makamlardan birini edineceksin, ya da cehennemdeki uğursuz makamlardan birini… Ve evrendeki kötülükten yola çıkarak, Tanrı’nın iyiliğine şüpheyle bakmaya kalkışanlar çıkarsa, deriz ki, evrende iyilik de var. Kötülük Tanrı’nın kötülüğüne delil yapılabiliyorsa haklı olarak iyilik de iyiliğine delil yapılabilir. Ama burada şu bilinmeli ki, burası imtihan dünyası. Burada iyilik ve kötülük bir arada. İmtihan için ikisinin bir arada bulunması gerekiyordu zaten. İmtihan bir

20

şükür, iman, sabır imtihanıdır ve iyilikle insan şükür konusunda; kötülükle sabır konusunda; iyilik ve kötülükle ise iman konusunda sınanır. Bununla birlikte ahlâkî açıdan kötü olan fiil, tavır ve sözlerin varlığıysa, iyi olanlarına bir alternatif oluşturarak, ahlâk imtihanına olanak sağlar. Bu imtihan, seçme özgürlüğü içinde olanaklıdır ve seçme özgürlüğünden söz edebilmek için ortada en az iki şıkkın bulunması gerekir. Böylece iyinin karşısına kötü çıkarıldığında, şık sayısı birden ikiye çıktığı için, seçme özgürlüğünün asgarî şartları oluşmuş olur, bu da ahlâk imtihanı için artık her şeyin hazır olduğu anlamına gelir. Burada, özgürlüğün, ahlâkî sorumluluğu doğuran asıl unsur olarak ahlâk imtihanın olmazsa olmazı olduğunu görmeliyiz. Bugün insanlar, özellikle de inkârcılar, özgürlük kavramına ayrı bir önem ve değer atfediyorlar. Özgür olduklarını kabul ediyorlar ve özgürlükleriyle övünüyorlar. Gerçekten de özgürdürler. Ama özgürlüğün sorumluluk doğuran bir şey olduğunu pek anlayabilmiş değiller sanırım. Böylece küfrü seçtiklerinde, bu onların özgür seçimi olduğu için, cezaya müstahak oluyorlar. Yere göğe sığdıramadıkları özgürlük kavramı hesap günü boyunlarına dolanıp kendilerini boğacak, ama onlar bundan habersizler. Bense diyebilirim ki, keşke özgür olmasaydım. Öte yandan kötülük hakkında söylediklerime şunları da ekleyebilirim: Kötülük olmasaydı iyiliğin değeri ve ne olduğu tam anlaşılamazdı. Kötülükle kıyaslayacaksın ki iyiliği tam anlayasın. Kötüleri göreceksin ki iyilerin kıymetini bilesin. Bununla birlikte kötülerin işinin rast gittiğine ilişkin bir inanış da var toplumda. Aslında bu inanışın dünyada karşılığı yok da değildir. Asıl mesele, Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik etmek veya etmemektir ve bu şahitliği yapmayanların, yapanlardan daha iyi koşullar içinde yaşadığı az rastlanmayan bir gerçek. Bu nedenle böyle birine bakarak nankörlüğe meyledenler bile çıkabiliyor. Ama aslında buradaki yalnız dünya metaını isteyen ve ondan kendine cömertçe verilen kişinin durumu, göründüğünün

21

aksine, aşırı derecede vahimdir. Yalnız dünya metaını isteyene ondan verileceği, ama onun âhirette bir nasibinin olmayacağı gerçeği bir yana, eğer insan doğru yolda değilse, yolunu düzeltsin diye ara sıra musibetlere uğratılır. Musibet insana Rabbini hatırlatan bir şeydir. Ama eğer yanlış yoldaki adamın başına hiçbir musibet gelmediği gibi, işi de rast gidiyorsa, kendini doğru bir şey üzerinde zannedecek ve durumunu değiştirme gereği duymayacaktır, öyleyse Allah onun doğru yolu bulmamasını, canının küfür içinde çıkmasını ve cehennemi boylamasını istiyordur. Demek ki görünenin tersine, böyle biri için gidiş kötüyedir. Çünkü dünyevî işleri rast giderken, beri yandan âhireti kararıyordur; her adımda ateşe biraz daha yaklaşıyordur. DEVLET Devlet, topluma yön veren ve onun üzerinde denetim uygulayan bir aygıttır ve insan, egemenlik, toprak unsurlarından oluşur. Gerçi Yahudi topluluğu, İsrail devleti belirli bir toprak parçasının üzerinde kurulmadan evvel de organize oluş ve hareket ediş tarzından ötürü bazılarınca devlet olarak adlandırılmıştır. Ve devletle çete arasında güç büyüklüğünün dışında bir fark görmeyen düşünce açısından da, her çete topraksız bir devlettir. Özde devletle çeteyi eşitleyen bu bakış açısına göre, devlet güçlü bir çetedir. Yani o yasal oluşuyla çeteden ayrılmaz. Zira yasallığı kendine göredir. Ha bir de, onu tanıyan diğer devletlere göre. Çete bile kendini bunların açısından görerek yasadışı sayıyordur. Çete onları alt etse ve onların yerine geçse, ama onlar özlerini koruyarak varlıklarını sürdürseler, bu kez de onlar yasadışı olacaklar. Bununla birlikte bazı antropologlar devleti, insanın varoluş koşullarından biri sayarlar. Yani bunlara göre insan devletsiz varolamaz. Böyle düşünenler, insana kötü bir doğa yüklüyorlardır. İşin doğrusu nerede devlet otoritesi kaybolsa orada bir şiddet ve kaos ortamı oluştuğuna ilişkin olgu onların bu düşüncesini doğrular niteliktedir. Şiddet ve kaos

22

ortamıysa insanlığın varlığını tehlikeye düşüren bir şeydir. Öyleyse devlet, böylesi bir ortamı ortadan kaldıran, emniyet ve düzen getiren bir şey olarak, insanlığın bekasına hizmet eden yararlı bir varlıktır. Fakat anarşistler bu söylenene katılmayacaklardır. Dünyada devlet otoritesi diye bir şeyin kalmaması hâlinde insanoğlunun varlığını tehdit edecek türden bir ortam oluşacağını kabul etseler bile, onlara göre bu tür bir ortamın sorumlusu, toplumsal insan olacaktır. Şöyle diyeceklerdir: Toplum öncesi bozulmamış insanın değil, toplumun bozduğu insanın işidir kavga. Onlar insanın öz itibariyle (başlangıçta) iyi olduğuna, fakat sonradan toplumsal kurumlar tarafından bozulduğuna inanırlar. Günümüz insanıysa bozulmuşluğu temsil eder. Öyleyse günümüz dünyasında devletin çözülüşü ölümcül bir savaş doğuracaktır. Demek ki bu şartlarda devleti ortadan kaldırmayı istemek, insanlığın mahvını istemektir ve akıllıca bir şey değildir. Öyleyse kurumların bozduğu insan önce ekonomik koşullar değiştirilerek iyicilleştirilmeli (özüne döndürülmeli), sonra da devlet lağvedilmelidir. Böyle yapılırsa devletsiz varoluş barışçıl olacaktır. Ekonomik koşulları değiştirmekse ancak devlet ayarında bir örgüt tarafından gerçekleştirilebilecek bir şey olduğu için, anarşistlerin önce devleti ele geçirmeleri, sonra ekonomik koşulları değiştirme yoluyla insanı iyi olduğu kabul edilen özüne döndürmeleri, sonra da devleti lağvetmeleri makul görünüyor. Böylece ortaya güzel ve iyi bir insanlık manzarası çıkabilir. Ama bu olacak bir şey gibi gözükmüyor. Bir defa, insan ekonomik koşullar değişirse kesin düzelir, denemez. Zira insanın özünün iyi olduğu belli değildir. Üstelik de anarşistler tanrısız bir düzenden yanalar. Ben şahsen, insanın bir tanrı (güç) tarafından korkutulmaksızın ahlâklı olabileceğine inanmıyorum. Bugünün seküler insanı eski çağların seküler olmayan insanından daha ahlâklı gözükse de, bu böyle değildir. Bugünün insanının daha ahlâklı gözükmesinin altında yatan

23

neden, eski zamanlarda devletin elinin her yere ulaşmaması ve cezalandırma konusunda bugünkü kadar etkili ve güçlü olmamasıdır. Hukuksal yasaklarla ahlâksal yasakların örtüştüğü noktalarda sakınımlı gözüküyor günümüz insanı. Yoksa ahlâk yasakladığı hâlde hukukun sessiz kaldığı konularda pekâlâ doğru yoldan ayrılabiliyor ve birilerini dolandırmaktan, aldatmaktan esef duymuyor. Ne de olsa ahlâkî yaptırım hukukî yaptırım gibi maddî değil. Kınanmayı göze alarak ahlâksızlık yapan biri, bir hukuksuzluk ortamında her türlü pisliği yapacağının ipuçlarını verir. Demek ki hâlihazırda hukuk elini kolunu bağlamasa ne fenalıklar yapacak! Bu gerçeğin gösterdiği şey, insanın ahlâklı olabilmek için korku duygusuna ne kadar muhtaç olduğudur. Ve Tanrı korkusundan yoksun olan anarşistlerin devlet erkini ele geçirince despot yüzlerinin ortaya çıkacağına, erki ilelebet bırakmayacaklarına ve yaşadıkça insanları ezeceklerine inanıyorum. Bununla birlikte devletin iyi yanları da, kötü yanları da vardır ve bu olguya bakarak “Devlet hayırlı bir belâdır” demiş Schopenhauer. Özgürlük kısıtlaması, çokları için devletin ilk akla gelen kötülüğüdür. Fakat sınırsız özgürlük çatışma doğuracağı için, özgürlük kısıtlaması yararlıdır ve sorunsuz bir birlikte varoluşun olmazsa olmazlarındandır. Bence devletin asıl kötülüğü, zayıf kimselerin kötü niyetlilerini onlara sağladığı güç ve emniyetle şımartması ve azdırmasıdır. Böylece örneğin kötü niyetli bir kadın, bir sürü erkeği kendine esir edecek, birbirine düşürecek ve yaptığı ahlâksızlık hukukun aldırmadığı şeylerden olduğu için, cezasız kalacak, ve iyiden iyiye cüretkârlaşacak ve küstahlaşacaktır. Ve bu erkeklerin içinden, ondan hesap sormaya kalkışanlar çıkabilecek, ortalık karışabilecektir. Durduk yere sana bir sürü nahoşluk! Devlet güçsüzü güçlendiriyor. Haklı güçlü olmalıdır elbette. Ama haksız zayıfı güçlü kılarsan, zayıfa güçlüyü yedirmenin ötesinde, haklıyı haksıza yedirmiş olursun. Devlet çatısı altında “haksız zayıf” “haklı güçlü”yü yiyor, dedirtip bir devlet

24

düşmanlığının oluşması istenmiyorsa eğer, bu konularda daha âdil ve daha dikkatli davranılmalıdır. Ne ki günümüzün liberal devleti, sermaye sahiplerinin fedaîsi olduğu için, ondan gerçek bir âdalet beklemek safdillik olacaktır. Hele de kadın konusunda. Zira kadın günümüzde bir manipülasyon aracıdır. Erkek onun aracılığıyla uysallaştırılır, tehlikesizleştirilir, kişiliksizleştirilir, köleleştirilir, sisteme vida hâline getirilir. Kadın fitne çıkaracaktır ama kimse buna “dur” demeyecek, diyemeyecektir. Demokrasi denen şeyin amaçlarından biri erkekle kadını eşitlemektir. Elbette görünüşte. Kadınla erkeğin eşitliğinin gerçek anlamı, kadının üstünlüğüdür. Kapitalizm, demokrasi ile görünürde kadını erkekle eşitlerken, aslında onu erkeğin âmiri yapıyor. Böylece onun belirleyici hareketi, kapitalist düzenin gereksindiği değer hareketini tesis ediyor. Babanın, ağabeyin ve kocanın boyunduruğundan kurtarılınca o, medyaca manipüle edilmeye açık hâle geliyor ve böylece kapitalizmin istediği sonuçlar doğuyor onun baba, ağabey ve kocadan özgür; kapitalist beyinden özgür olmayan hareketinden. Kapitalizmin demokrasiye, ondaki özgürlüğe sarılmasının bir diğer nedeni de, üretilenlerin satılabilmesi gerekliliği. İnsanlar özgür olacaklar ki, kalantorlar onlara satış yapabilsinler ve onlar kalantorların sattıklarını satın alabilsinler. Ayrıca kapitalizm, kendi dünya görüşünü yayabilmek için de özgür bir ortam istiyor. Dünya görüşleri kavgasında kendi dünya görüşünün galip geleceğinden emin, zira bu dünya görüşü nefse hitap etmenin yanında, namussuz beyinlerce iyice işlenmiş, mükemmelleştirilmiştir. Ayrıca daha çok medya noktasından ve daha sık ve sürekli pompalanıyordur. Bunun dışında, kapitalizm, demokrasi çerçevesinde, alt kültürlere özgürlük vererek onların gönüllerini fethetmeye, onları yanına çekmeye çalışıyordur. Bu alt kültürlerden olanlar kültürel sorunlarla ilgilendikleri, gerçeğe karşı körleştikleri, varolan iktidar ilişkilerini ciddî olarak sorgulamadıkları sürece onlardan memnundur. Ayrıca

25

bunlar kendi kültürlerinin silâhşorluğunu yapacaklar, kendi aralarında didişip ortak hareket etme yeteneğini kaybedecekler, güçsüzleşecekler, böylece de sistem için daha az tehlikeli, daha az tehditkâr bir hâl alacaklardır. Daha başka nedenlerle de sarılıyordur kapitalist düzen demokrasiye. Örneğin kendini adaletli göstermek için. Bu, kendine olan bağlılığı artıracaktır. Kanun önündeki görünürdeki eşitlik nedeniyle, tahsilsiz kendinin tahsilliyle; fakir kendinin zenginle eşit olduğuna inanıyordur. Buysa halkın itaatini artırıyordur. Ama kapitalizmin demokrasi yaygarasının asıl nedeni, kapitalist egemenin kendini ancak bu düzende tam anlamıyla emniyete alabilmesidir. Demokraside o hükümetin arkasına gizlenir. Bu yüzden halkın, sosyal hayattaki kötü gidişi, kapitalist egemenden habersiz olması nedeniyle, ona bağlaması mümkün olmaz; böylece halk kötü gidişi, kendine ait olduğunu sandığı egemenliği kullanma yetkisiyle donattığına inandığı hükümete veya onu seçen olarak bizzat kendine bağlar, ve sonuçta politik tercihini değiştirerek başkalarını iktidara taşır. Ama gerçek egemen değişmediğinden durum değişmez. Görülüyor ki kapitalist egemen, demokrasi denen gözbağıyla bir körlük yaratarak gözlerden kaçıyor, halkı kendi kendini yönettiğine inandırarak egemenlik ilişkilerinin gerçek anlamda sorgulanmasını engelliyor. Bazıları Batılı devletin kapitalizmin bir kurumu olduğunu ve onun, sermayeye ve onun çıkarlarına fedaîlik yaptığını kabul etmez. Onlara göre devlet, kazanç ve bireysel mutluluk gibi hayat kesitlerinin toplu olarak yaşandığı bir yapılanmayı anlatan sivil toplumla ilişkisi olan, ona karşılık gelen çıkarlar sistemini düzenleyen tarafsız bir güçtür. Ama niyeyse, sistemdeki çoğu düzenleme emeğin aleyhine olacak şekilde yapılır. Emekçiyi görünürde önemserler, ama kazanma ve harcama sürecinde onu istismara yönelik olarak yaptıklarıyla, özde kendisini bir şeye tutmadıklarını, insan yerine konmadıklarını gösterirler. Kendisine azıcık değer veriliyorsa, sistemin ayakta

26

durmasının ve yürümesinin bir aracı olduğundandır. Kurt da kuzuya, kendisini yaşatacak bir gıda olduğu için bu kadarcık değer verir. Ve tüketim kapitalizmine geçtiğimizden ötürü, emekçiye artık, ona başlıca görevini (tüketmek) hatırlatırcasına, “tüketici” diyorlardır. Reklâmcı içinse o, Pavlov’un köpeğidir. Bu ne değer verme! Demokrasi denen kandırma rejiminde, “insan hakları” denerek insana en büyük haksızlıkların yapıldığı, kazıkların atıldığı bu düzende, yönetme yetkisinin halktan izni dairesinde alındığı söylenir. Kapitalist devletlerin kuruluşlarında, göstermelik olarak yapılan şeyleri bir kenara bırakırsak eğer, halkın iradesini soran olmuş mu? Yönetme yetkisini halktan zorla almışlardır onlar, ama bunu halkın kendi isteğiyle verdiğini söylemişlerdir ve söylerler. Halk kendi isteğiyle yönetme yetkisini verse bile, böylece demokrasi oluşsa bile, yine de bu sistem hak değildir. Elbette sistem işletilirken Allah’ın indirdiği rehber alınıyorsa durum başka. Bir sistemi hak yapan unsur, o sistemin tanrısal iradeye göre işlemesidir. Kur’ân’da, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlikle dahi nitelendirilmiştir. Bununla birlikte kâfirleri ve Allah’tan başkasına tapanları usulüne göre hak dine davet etmeliyiz. Davet hikmetle ve güzel öğütle olmalı. Din karşıtı propagandaların varlığınınsa, kendini savunmak adına propaganda silâhından yararlanmayı haklılaştıracağını sanıyorum. Ama canavarlarla kim savaşırsa, kendisinin de canavara dönüşmeyeceğinden emin olmalıdır. Bu yüzden hileyi, yalanı, sahte delili, iftirayı kullanan propaganda türünden kaçınmalıyız. Yani kara propaganda yapmamalıyız. Bunu yaparsak zalimlerden, sahtekârlardan bir farkımız kalmaz. Aslında, harbin hile olduğu söylenir, ve propagandanın psikolojik bir harp olduğu düşünülürse, “kara propagandaya izin var” şeklinde bir yoruma gidilebilir. Ama kara propaganda yaparsan ve yalanın ortaya çıkarsa, güvenilirliğini yitirmez misin? İnsanlar senden uzaklaşmaz mı? Hem doğru, kazanmak için yalana ihtiyaç duymaz.

27

Luther, “Şarap güçlüdür, kral daha güçlüdür, ama doğru hepsinden güçlüdür” demiştir. Doğrunun, kendini gösterme olanağı bulduktan sonra kazanmaktan umudunu kesmesi için herhangi bir neden yoktur. Hak ortaya çıkar ve batıl yok olur. İnsanları gerçeği tasdike zora başvurmaksızın ikna etmeliyiz. Said Nursî de, medenîlere galip gelmenin zorla değil ikna ile olacağını söylemiş. Dinde zorlama olmaması bir tarafa, diyelim ki muarızını güçle teslim aldın. Bu durumda, onun sana karşı nefreti artabilecek ve nefretini göstermezse eğer, nefretini ve küfrünü gizleyen bir münafığa dönüşebilecektir. Oysa ikna yoluyla, düşman kalben kazanılabilir ve dine kazandırılabilir. Dinimizi tanımayanlara onu tanıtmalı, yanlış şekilde tanıyanlara onu doğru şekilde tanıtmalı, onun iyiliğini, güzelliğini, gerçekliğini, akla uygunluğunu herkese göstermeliyiz, böylece insanların ona meyletmesini umabiliriz. Ve devlet konusuna geri dönersek; devletin varolmadığını iddia edenler bile var. Gerekçeleri de onu göremememiz. Onu göremeyiz, zira o düşünsel bir varlıktır. Gelgelelim düşünsel bir varlık olmasına rağmen, duyulur dünyayı ve toplum yaşamını etkiler. Örneğin memurlar her iş günü o istediği için işe giderler. Onun emriyle, tüm tankı, uçağıyla; yani duyulur unsurlarıyla ordu harekete geçer. Teşbihte hata olmazsa, “Tanrı’nın varlığı da bizim için bu dünyada devletin varlığı gibidir” diyebiliriz. Tanrı’yı da duyu organlarımızla algılayamayız, ama işlerini görürüz: O’nun emriyle, bulutlar yağmur yağdırmak için toplanırlar, dahası O, bir sürpriz yapar ve sert kışların yaşandığı bir yörenin bir kışının hafif geçmesini sağlar, vs. Demek ki sırf kendisini göremiyoruz diye bir şeyin varlığını reddetmemiz doğru değildir. Ve devletin en kötü yanının, “güçlü haklı”yı “güçsüz haksız”a yedirmekte görüldüğünü söylemiştim yukarıda. Düzen ve emniyeti sağlayarak, insanlığın devamına hizmet ettiği için yararlı olduğunu da söylemiştim, ki bu onun iyi yönlerinden biridir. Ve onun insanlığın

28

bekasıyla ilgili olan hizmeti çok önemli ve vazgeçilmez olsa da, daha da önemli olanı ve ondan bekleneni, adaleti sağlamaktır. Düzen ve emniyeti sağlayarak insanlığın devam etmesi olayında hayatî bir rol üstlendiği hâlde, adaletten habersizse bir devlet, halkına zulmediyordur. Tıpkı liberal (kapitalist) devletin durumunda olduğu gibi. O, bilhassa ekonomik adaletsizlikleri artırarak sosyal düşmanlığı körüklemiştir. Ayrıca, önceden şiddeti tekeline alarak şiddet yollu çatışmalardan kurtarmış olduğu toplumu, rekabetin doğurduğu manevî bir şiddetin ve derin bir huzursuzluk ve tedirginliğin içine atmıştır. Yukarıda temas edilen ve devleti büyük bir çete olarak kabul eden görüşte haklılık payı vardır. Çünkü devlette çete olma potansiyeli hep vardır. Asıl olarak devletle çeteyi ayıran şey, devletin âdil ve iyi niyetli olması, buna karşı çetenin zalim ve kötü niyetli olmasıdır. Ya da devletle çeteyi birbirinden asıl olarak bu fark ayırmalıdır. Bunu doğru kabul ettiğimizde liberal devletin bir çete olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çünkü o, zalim ve kötü niyetlidir. Onun başlıca amacı, iddia ettiği gibi insanî değildir, bu amaç, iddiasının tersine olarak, her türlü dalavereye, zorbalığa başvurarak Batılı büyük sermayenin çıkarlarını ve sınıfsal hâkimiyetini korumaktır. Evet, devlet olabilmek için, çetenin aksine âdil ve iyi niyetli olmak gerekir. Ama hak devlet olmak için bu da yetmez. Buna ek olarak, tanrısal iradeyi uygulamak gerekir. Bu da, bazılarının sanmak istediği gibi, doğrudan Allah’tan emir almaksızın olmayacak bir şey değildir. Kur’ân’a harfiyen uyduğunda, tanrısal iradeyi uygulamış olursun. Bir son söz olarak da şunu söylemek istiyorum: Allah’ın indirdiğinin devlet idaresi için yetersiz olduğunu söyleyenler var; onlara derim ki, hadi ordan! (Kur’ân’la kapitalist devlet yönetilemez, ancak Kur’ân’dan vazgeçemeyeceğimize göre, kapitalist devletten vazgeçeceğiz.)

29

“BİLGİNİN İSLÂMÎLEŞTİRİLMESİ VE ÇAĞDAŞ İSLÂM DÜŞÜNCESİ” ADLI KİTAPTA ANLATILAN KİMİ ŞEYLER VE BUNLARIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Burada, evvelâ çağdaş İslâmî öğretinin temel ilkelerinden bahseden bir alıntı yapılacak. <<İslâmî öğretinin özünü tevhit oluşturur. Tevhit, küllî bir yapıyı arz eden, Kur’ân ilmidir. Bu ilme, heva ve hevesini ilâh edinmediği için Allah’ın şaşırtmadığı, kulağını ve gözünü mühürlemediği kimseler sahip olabilir. Bu tevhit ya da Kur’ân ilmi, makuldür, yani hiçbir akıldışılığı barındırmaz. Gaybî hususlar vardır, ama bunlar akıldışı olmayıp, akıl üstü yani metafizik âlemle ilgilidir. Felsefî anlamda anlayan bir kalbe, gören bir göze, işiten kulaklara sahip olan kişi, hikmet sahibidir ve çalışmalarının yanısıra sürekli olarak, Rabbim ilmimi artır, diye dua eder. İslâm’ı bilen bir kişi olarak, bilmeyenlerden farklıdır, salih amel işler ve dinini pratiğe geçirir. Dolayısıyla İslâmî öğretinin makullükten sonraki temel özellikleri basitlik ve uygulanabilirliktir. İslâmî öğretide madde ve mânâ birliği sağlanmıştır. Dünya ve âhiret mutluluğu hedeflenir. Âhiret mutluluğunun temini için dünyada fert ve toplum arasındaki denge çok iyi düzenlenmiştir. İnsan çalıştığı oranda başarılı olur, üstelik çalışmalarını da boş ve anlamsız şekilde değil de, toplum ile bütünleşerek yapmalıdır. İslâmî öğreti, değişim içinde sürekliliği vurgular, bu ikisi arasındaki dengeyi kurar, daimî değerlerin olmaması, kaosa ve anarşiye götürür. Aynı zamanda Hz. Muhammed’in (sav) hakkı batıldan ayıran Kur’ân’la gönderilmesi ve herkes için rahmet olması sebebiyle, her zaman ve mekândaki sorunları çözecek şekilde donanmış bir öğretidir. Bu nedenle, İslâm, insanlara yaşanabilecek bir hayat tarzı sunar. Bütün insanlığın barış içinde yaşamalarını öngören ve dosdoğru bir yol olan bu öğretiye sıkı sıkıya

30

sarılmalıyız.>> (Mevlüt Uyanık, Bilginin İslâmîleştirilmesi Ve Çağdaş İslâm Düşüncesi) İslâmî öğretinin temel ilkelerinden bahseden bu alıntıdan sonra, sıra Bilginin İslamîleştirilmesi kavramından bahseden bir alıntı yapmaya geldi. Yapılacak alıntı, bu kavramın ortaya çıkışını hazırlayan koşullardan, bu kavramdan ve Bilginin İslâmîleştirilmesi programından söz ediyor. Fakat öncesinde, şu tespiti yapmak istiyorum: İslâm coğrafyası söz konusu olduğunda, önce İslâmî olan bilgi, düşman güçlerin de etkisiyle, gayri İslâmî bir hâl almış, ancak sonra bu bilgiyi İslâmîleştirme ihtiyaç ve imkânının doğduğu şartlar oluşmuş ve böylece Bilginin İslâmîleştirilmesi kavramı ve bu yönde bir çaba ortaya çıkmıştır. <<Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışıyla, Batılı sömürgeci güçler daha serbest bir sömürücü faaliyet içine girmişler, sömürdükleri Müslüman ülkelerdeki hâkimiyetlerini güçlendirmek ve uzun süreli kılmak için, modernleşme adı altında, kendi kültürlerini ve dünya görüşlerini bu toplumlara benimsetecek şeyler yapmışlardır. Sonrasında bu Müslüman ülkeler siyasal bağımsızlıklarını kazansalar da, Batı’ya olan kültürel bağımlılıkları devam etmiştir. Bu dönemde, Batılı eğitim anlayışına sistemli karşı çıkışlar olmuşsa da, Batılı bilimin başarıları gözleri kamaştırmış; bu bilimin yansız olduğu varsayılmıştır. Oysa bu bilim, Batı’ya has bir gerçeklik anlayışının ve dünya görüşünün ürünüydü, ve bunlar İslâmiyete ters düşen şeylerdi. Mesele aslında, iki ayrı medeniyet arasındaki bir varoluş savaşıydı. İslâmiyette bilgi, Allah’tan kaynaklanan bir şeydi. Oysa Batı, seküler bir bilgiyi esas alıyordu. Bu bilgi üzerine kurulu idarî, hukukî ve dilsel yapıları benimsetmek için Batılılar artarda Müslüman ülkelerde eğitim kurumları açtılar. Bu okullar, fikrî sömürgeciliğin merkezleri oldu. Burada, gençleri Batılı ve Batılılaşmış eğitimcilerin sultasından kurtarmak

31

gerekliliğinin bir görev olarak ortaya çıktığı görülüyor. Bunun gerçekleşmesi ancak, gençlerin İslâmî eğitim, kültür, tarih, ahlâk alanlarında sistemli eğitim almalarıyla mümkün olacaktır. Öyleyse beşerî, tabiî ve sosyal bilimlerde, yeni bir İslâmî yapılanma gerçekleştirilmelidir. Her disiplinin yönteminde, konusunda ve hedeflerinde tevhit ilkesi çerçevesinde yeni düzenlemeler yapılmalıdır. Bunun teknik ifadesi ise, İ. Raci Farukî ve çevresine göre, “Bilginin İslâmîleştirilmesidir.” Bilimde ıslah, kısmî değil bütünsel olmalı; Kur’ân ve Sünnet’e dönüş yapmalıdır; ve onların içindekiler dünyada gerçekleştirilmelidir. Batılılar selefimizin mirasını almış, seküler bir kalıba dökerek, bağlamından koparmışlardır. Bize düşen onlardakini alıp yeniden İslâmî değerlerle şekillendirmektir. Batılı bilgiye yapılacak olan şey: Bazı bölümlerini tamamen atmak; bazı kısımlarını değiştirmek; bazı kısımlarını yeniden yorumlamak; bazı kısımlarını da olduğu gibi bırakarak, yeni bir bilgi oluşturmak, sonra da İslâmî kültür birikimiyle birleştirmektir. Bilginin İslâmîleştirilmesinde öngörülen programa göre, ilk önce, hedefler tespit edilmelidir. Bilginin İslâmîleştirilmesi çabasının hedefi, İslâmiyetin ideallerine göre dürüst ve âdil insan yetiştirmektir. Bir başka ifadeyle, İslâm’ı bir hayat tarzı ve dünya görüşü olarak kabul eden ve bunu hayatta gerçekleştirmeye çalışan kişi yetiştirmektir. Dinî verileri, hayattan soyutlayan seküler bilgi ve seküler etkiyi kabul etmemek gerekmektedir. Bu etkiden kurtularak, kendi geçmiş bilgimizi, hayatımızın bütün safhalarında incelemekle, köklü bir eğitim-öğretim geleneğine sahip olduğumuzun idrakine varacağız. Özellikle kelâmî açıdan canlı bir ruha sahip olan geleneksel eğitim sistemimizi, bugüne cevap verir hâle getirmek bu sayede mümkün olur. Bu faaliyet, ne muhafazakârların dediği gibi, geçmişin bilgisini ölçüt olarak alıp, bugünü değerlendirmekle; ne de Batıcıların dediği gibi, mevcut Batı

32

bilgi ve bilimini tamamen kabul etmekle özdeş kılınabilir, bilakis, bu önce bilgiden ne kastedildiği ve nasıl tasnif edileceği araştırılarak yapılacaktır. Allah-insan-doğa dengesini Kur’ân ışığında çıkartılan küllî bir plân ile yapmak. Yani yüce Allah’ın insanla, insanın diğer insanlarla ve tabiatla olan ilişkilerini yeni metodolojiyle geliştirmek ve bu hususu özümsemek gerekmektedir. Yani Allah ile insan münasebetini farz-ı ayn, diğer münasebetleri ise farz-ı kifaye olarak görmek ve ona göre davranmak. Hayatın tümünü kapsayan bir plân hazırlamak.>> (Mevlüt Uyanık, Bilginin İslâmîleştirilmesi Ve Çağdaş İslâm Düşüncesi) Bu yazının başından buraya dek, İslâmî öğretinin temel ilkelerinden, Bilginin İslamîleştirilmesi kavramından, bu kavramın doğuşunu hazırlayan koşullardan ve Bilginin İslamîleştirilmesi programından bahseden alıntılar yapıldı. Şimdi, bu alıntıların dile getirdiklerinden bazılarıyla ilgili bazı değerlendirmeler yapacak; ayrıca da bunların düşündürdüğü kimi şeyleri ortaya koyacağım. Şu bir dünya gerçeği ki, güçlü olan kendi değerlerini, kurallarını zayıf olana dayatıyor. Zayıf olan da, güce tapan yanının etkisiyle bazen kendisine dayatılan şeylerin yanlışlığını göremiyor ve onları, doğrularmış gibi kabul ediyor. Hattâ kimi zaman, onlara sahiplerinin verdiğinden daha çok önem ve kıymet veriyor. Yani kraldan çok kralcı oluyor. Böyleleriyle tanışık bir toplumun üyeleriyiz. Fakat yanlış, her zaman üstünlüğü elinde tutamaz. O üstünlüğünü kaybedecektir, bu kaçınılmaz. Ve şimdi, tam da böylesi bir dönemin içindeyiz sanırım. Batı, Rönesans’la başlayan, Aydınlanma ile devam eden ve modern çağda kemale eren bir eğilimi izlemiştir. Bu eğilim, Tanrı’nın yerini alma eğilimidir. Böylece Batılılar ortaçağdaki Tanrı-merkezli dünya algısını terk etmişler, onun yerine insan-merkezli dünya algısını geçirmişlerdir. Gerçeğin ölçütü Tanrı iken,

33

birdenbire insan olmuştur. O da herhangi bir insan değil, Batılı insan. Batılı insanın Hıristiyanlığa sırt çevirmesinde, Hıristiyanlığın inanç esaslarının genel itibariyle saçma oluşunun rolü vardır büyük ihtimalle. Üçlü birlik şeklindeki tanrı anlayışı, aklî değildir şüphesiz. Ya da Tanrı’nın oğlunun, insanların aslî günahı affolsun diye çarmıhta can vermesi… Bunlara bir de bilimsel gerçeklerle çelişen İncil’deki bilgiler eklenince, resim tamamlanıyor. Bunlar, Hıristiyanlığın reddi için makul gerekçeler olabilir. Ama bunu yaparken, kendini akıl dini olarak tanımlayan İslâm incelenmeksizin dinlerin toptan reddi ne kadar makul? Burada inancım o ki, Batılı güç sahiplerinin gerçeği aramakla işleri yok. Yani onlar gerçeğin peşinde değiller. Tanrı konusuna yararcı bir gözle bakıyorlar ve O’nun yokluğu, işlerine daha çok geliyor (ancak ara sıra insanları Tanrı ile aldatmaktan da geri durmazlar). Ama onlar Tanrı’yı birdenbire yadsımadılar. Önce deizmle, O’nu, dünyaya ve insana karışmaz hâle getirdiler. Sonra maddenin asıl olduğunu söylediler. Bu maddecilik ise nihilizmi hortlattı. Tanrı tümüyle yadsındı. Böylece göreceli hâle gelen ahlâk, ölümün içine yuvarlandı. Amaçları zaten ahlâkı öldürmekti. Çünkü kurdukları düzen, ahlâk sahibi insanlar istemiyordu. Menfaatini maksimize etmeye çalışan, menfaatten de dünya menfaatini anlayan insanlar istiyordu. Menfaatçi insan neden işlerine geliyor? Çünkü iktisat biliminin bir kabulü vardır: Herkes menfaati peşinde koşarsa, evrensel bir bolluk oluşur. Oluşan bu bolluğun para olarak karşılığının büyük ölçüde, Batılı güç sahiplerinin cebine gideceği öngörülüyordur şüphesiz, ve bu parasal güç artışının, politik güç artışına çevrilmesi ise ilkedir. Ayrıca onlar tek boyutlu, sürprizsiz, tek yönlü davranan, gütmesi kolay, tek tip bir insan istedikleri için de menfaatçileştirmeye gittiler. Hâkimiyet arzusu, Platon’un dediği gibi, dibi delik bir fıçı gibidir. Hiçbir zaman dolmaz. Yani insan hiçbir

34

zaman güce kanmaz. Hep daha çok güç ister. Batı’da iktidara gelen burjuva sınıfı, gücün doğası gereği Batı’ya hâkim olmakla yetinemezdi, dünyaya hâkim olmalıydı. Böylece burjuva sınıfı, her şeyi dünyaya hâkim olmaya yönelik arzusunun hizmetine soktu. Her şeye, bu arzunun gerçekleşmesini destekleyecek bir şekil verildi. Bilhassa da insana. Bu sınıf ve temsil ettiği sistem, demin sözünü ettiğim gibi, menfaatçi, menfaati için ahlâkı hiçe sayan insana ihtiyaç duyuyordu*. Böylece insanı bu şekle sokacak uygun ortam oluşturuldu. Bu insan modeline, “homo economicus” adı verildi. Psikiyatri bile sağlıklı insandan, homo economicus’u anlıyordur. Bilimlerin bile sermayedara hizmet ettiğini varın buradan anlayın. Heidegger’in dediği gibi, artık sadece “güdümbilim” var. Yani, bilim gerçeğin peşinde değil, insanı istenen doğrultuda yönlendirmenin peşinde. Sermayedar sınıfı, Batı dışı coğrafyaları etkisi altına almaya başlayınca, oralarda arzuladığı yaşam biçimine uygun düşmeyen yaşam biçimleri ve bunlardan mesul olan gelenekler ve dinler gördü. Sonra modernleşme adı altında, bu gelenek ve dinleri tahrip etme işine girişti. Açtığı eğitim kurumlarında, Batı medeniyetine hayran, kendi medeniyetini küçümseyen insanlar yetiştirdi. Fakat, herkesi bu hâle getirmeyi başaramadı. Yukarıda da yazdığı gibi, İslâm coğrafyası söz konusu olduğunda, bu duruma bir itiraz yükseldi. Söz konusu durumun yanlışlığını bir şekilde anlayanlar, beşerî, tabiî ve sosyal bilimlerde, İslâmî bir yeniden yapılanma talep ettiler. Bu, Kur’ân ve Sünnet’e göre bilginin yeni bir değerlendirmesini yapmak anlamına geliyordu, ki bunu biz de istiyor ve destekliyoruz. Batılılar selefimizin mirasını almış, seküler bir kalıba dökerek, bağlamından koparmışlardı. Bize düşen onlardakini alıp yeniden İslâmî değerlerle şekillendirmekti. Böylece bilgi İslamîleşecekti. Burada, Batı’da üretilmiş bilgi toptan bir kenara atılmıyordu. Yapılan şuydu: Bu bilginin bazı bölümlerini

35

tamamen atmak; bazı kısımlarını değiştirmek; bazı kısımlarını yeniden yorumlamak; bazı kısımlarını da olduğu gibi bırakarak, yeni bir bilgi oluşturmak, sonra da onu İslâmî kültür birikimiyle birleştirmek. Doğru olanı da buydu zaten. Batılıların zihniyet ve yöntemleri farklı bile olsa, onların da bazı doğru bilgilere ulaşmış olmaları olasıdır. Kendilerinin teknolojik başarılarıysa bir vakıadır zaten. Fakat, şunu unutmamalı ki, onların çıkış noktası sakat. Hayatın yasasını, savaş olarak görüyorlar. Bu, onların halen Darwin’in etkisinde olduklarını gösteriyor. Güçlü oldukları için, zayıfı sömürmelerinin doğal olduğu kanaatindeler. Savaş düşüncesi o derece kafalarında yer etmiş ki, doğa ile ilişkilerini bile bir savaş olarak gördüler. Ona egemen olmaya çalışırken de ona zarar verdiler ve vermekteler. Böylece küresel ısınma ortaya çıktı. Alev Alatlı’nın dediği gibi, aynen doğa gibi bir düşman olarak ve istismar edilecek bir şey olarak gördükleri topluma hâkim olmaya çalıştıklarında da, soykırımların ve toplama kamplarının ortaya çıkmasına neden oldular. Buna rağmen, bilginin düşünümselliği kavramıyla, aynı yanlışta ısrar ettiklerini gösteriyorlar. Bilginin düşünümselliği, bir tür toplum mühendisliğidir. Hatalı, sakat ve hastalıklı ilkelerle yapılan bir tür toplum mühendisliği. İslâmî öğretinin temel ilkelerinden olan tevhit, çok önemlidir. Tevhit ile kastedilen, yukarda yazdığı gibi, Kur’ân ilmidir, yani hikmettir. Hikmetin, hevasını ilâh edinenlere verilmeyeceği açıktır. Ancak Allah’a tümüyle ve samimîyetle teslim olan ve hikmeti talep eden birine, hikmet verilir sanıyorum. Ama elbette kime ve ne zaman hikmet vereceğini sadece Allah bilir. Kur’ân’ın ifadesiyle, kime de hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. İslâmî öğreti makul ve uygulanabilirdir. “Kim bildiğiyle amel ederse, Allahû Teâlâ ona bilmediklerini öğretir” kaidesince de, uygulama arttıkça bilgi artar ve böylece bilgide ve amelde ilerleyiş beraberce devam eder. Bu aynı zamanda, dereceler kazanmaktır. Bununla birlikte

36

âhiret tercih edilmiştir, fakat dünyadan nasibini almak da unutulmaz. Öte yandan Wallerstein, modern dünya sisteminin kökeninin 16. yüzyılda olduğunu söylüyor. Bunu böyle kabul edersek, demek ki o zamandan bu zamana liberal anlayış iktidarda. Bir ara, yani Batı’da sol devrim tehdidi ortaya çıkınca, bu tehdidi bertaraf etme çabasının bir parçası olarak, sosyal politikalara geçilmiştir. Fakat şimdilerde yine, neoliberalizm adı altında, bu dönemin öncesindeki anlayışa bir geri dönüş vardır. Öyleyse, 16. yüzyıldan bu yana dünyada hep para mantığının iktidarda olduğu söylenebilir. Her sistemin kendine göre bir insan modeli vardır. Liberalizmin istediği insansa, dünyacı insandır. Liberalizm din ehlinin de dünyacısını ister. Çeşitli çalışmalarla bu konuda istediği sonuca büyük ölçüde ulaşmıştır da. Liberal ideolojinin şekillendirdiği dünya sistemi, bozuk bir insan modeli ortaya çıkarmıştır. Ama bu bozulmada insanın da hissesi vardır. Çünkü bu ortamda kötüye sevk ediş, silâh zoruyla olan bir şey değildir. Kişi, burada, kötüye davet edilir sadece. Davete icabet ettiğindeyse, kötüyü seçmiş ve bunun sorumluluğunu yüklenmiş olur. Ama elbette herkes bu davete icabet etmemiştir. Bu ortamda, dini muhafaza önemli bir iştir ve bunun gayreti içinde olan nice insan vardır. Allah bu gibilere yardım etsin. Dünyacı din ehli, cennetteki nimetlerin gölgesi hükmünde olan dünya nimetlerinin peşinde, haram-helâl gözetmeden koşarken, bu nimetlerin asıllarından ilelebet mahrum kalma tehlikesinin içine atıyorlar kendilerini. Çıkarcı bir gözle bakıldığında bile, bunlar kendi zararlarına iş yaptıklarından, akılsızdırlar. Ya da bir öte dünya olduğundan ve dünyadaki nimetlerin asıllarının orada olduğundan şüphe ediyorlardır. Onların davranış şekli bizi bu tür bir yoruma götürebilir. Ya da cennet günlerini beklemeye sabırları yoktur ve bu sabırsızlık onları yanlışa sürüklüyordur. Bu sabırsızlığa, yenildikleri nefislerinin

37

üzerlerindeki baskısı da eklenebilir. Yani, dünyaya istekli ve onu derhal kucaklamak isteyen nefislerine söz geçiremiyor olabilirler. Ama yine de dünyamızdaki tüm sorunların temelinde yatan birinci faktör, dünyada, liberal ideolojinin iktidarda olmasıdır. Kendini karşıtlaştırdığı totaliter politik yapıların yaptıracağını baskı ve zorla yaptırmasından farklı olarak istediğini ikna ve kandırmayla yaptıran liberal güç (görülüyor ki kendisi totaliter de olsa liberal de olsa neticede yurttaşın değil devletin dediği oluyor), yerini İslâmî güce bıraksa, yani dünya sistemi İslâmî bir sistem olsa, iktidar koltuğunda oturan liberal ideolojinin yerine İslâm dini geçse, dünya şimdiki sorunlarının çoğundan kurtulacaktır. İnsanlığın derdinin devası İslâm dinidir, mevcut sorunları üreten liberal ideoloji veya onun gibi, insan aklının (hevasının) ürettiği başka herhangi bir ideoloji değil (İslâmî kurallar, insanları barış ve huzur içinde yaşatacak yegâne kurallardır, bu amaca uygun olarak ve insanın fıtratı dikkate alınarak, bu fıtratı ona veren tarafından oluşturulmuşlardır, o yüzden başka kurallarda barış ve huzuru aramak boşunadır). İnsanlığın sorunlarının birçoğu iktidardaki para babalarına kârlı gözüktüğü için çözülmek istenmez, çözülmek istenen sorunlara da liberal dairede çözümler üretildiğinden sonuç alınamaz. Zira liberal felsefe temelden sakattır. Bu sakatlık, Allah’ı ve öte dünyayı yok saymaktan ve dünyayı esas almaktan kaynaklanır. Böylece anlaşılıyor ki, burada Allah’a yönelinmedikçe ve âhiret esas alınmadıkça, her şey aynı kalacak, hiçbir şey değişmeyecek, hattâ işler zamanla daha da kötüye gidecektir. O yüzden ya bu söylediğim yapılacaktır, ya da bir yanlışın içinde bocalamaya devam edilecektir. Buysa, son tahlilde, ne şu an iktidarda olan liberallere ne de onların yönettikleri insanlara yarar. Bu, sadece ve sadece, insanoğlunun kibir ve öç arzusuyla hasta bir düşmanı olan ve insanlardan kendine olabildiğince çok felâket arkadaşı edinmeye çalışan, kovulmuş İblis’e yarar. Ve İblis’in telkiniyle izlenen ve daha önce Batı’da,

38

Pavlusçu Hıristiyanlık yorumunu hâkim kılma şeklindeki operasyonla benzer olan, İslâm coğrafyasında Ilımlı İslâm’ı hâkim kılma operasyonu, ortaya çıkaracağı beklenmedik sonuçlarla, bu operasyonu yapanların elinde patlayabilir. Kapitalizmin çalışma ve tüketim ihtiyacı karşılansın diye, kazanma ve harcamada sorun doğururcu olan haram-helâl gözetme durumunu ortadan kaldırıcı bir şey olarak, öte dünya kurtuluşu için sakınımlı yaşamanın gerekmediği, tövbeyle hemen günahların temizleneceği, tövbeyi bırakmadıktan sonra günaha devam etmekte bir sakınca olmadığı anlayışı insanlara sunularak, iman etme kolaylaştırılmıştır. Zira bu gibi bir anlayışta, insanın cenneti kazanması çok kolay olduğu gibi, dünyayı sevip ona yönelmesinde ve ondan istediği gibi ve sınırsızca yararlanmasında da bir sakınca yoktur. Âhiret şüpheli olsa bile, iman etmek kişiyi dünyada istediği hiçbir şeyden mahrum bırakmadığından ve kişiye ekstra bir yük de yüklemediğinden, ayrıca varolabilecek cenneti kazandıracağından, iman etmek yararlıdır. Bu din yorumu, insanlara çok cazip geldi, zira insanın keyfine göreydi, böylece çokları düşünmeden iman ettiler (ılımlı din, imanın kurtuluşa yeteceğini söyler, bu imansa, amel istemez bir imandır, öte yandan gerçek din ve iman, sistem için daima tehlikelidir, sistem bunları yok etmeyi denemiş ama bunu başaramamıştır, böylece strateji değişikliğine giden şeytan uşakları, gerçek din ve imanın yerine, işlerine gelen biçimdeki sahtelerini geçirmeye çalışıyorlardır, bunlar, gerçek solu, onun yerine, kendilerine bağlı sahtesini geçirerek bitirme stratejisini burada dine karşı kullanıyorlardır). Burada şu düşünülebilir: Bir zaman sonra ortaya öyle bir durum çıkacak ki, ya bu insanlar, kendilerine sunulan ılımlı din anlayışının yanlışlığını anlayıp gerçek dine yönelecekler ve böylece imanlarını doğrultacaklar, ya da birtakım mistik tecrübeler yaşatma yoluyla, onlar gerçek dine yöneltilecekler ve gerçek dine bağlanmaları sonucunda, imanları doğrulacak. Böylece, bazı yararlar umularak

39

uygulamaya konan şeytanî, imanın amel istemezini hâkim kılıp yayma plânı, plân sahibi şeytan uşaklarının aleyhine dönecek ve onlar tarafından sayıca aşırı çoğaltılmış bu çeşit imanın sahipleri, yukarıda bahsedilen şekillerde veya daha başka şekillerde hakikî imanı kazanıp, şeytan uşaklarını bitirecek tarzda davranmaya başlayacaklar, çoklukları gibisinden birtakım unsurların desteğiyle de buna gücü yeten olacaklar. Böylece, şeytan uşakları, kendi kazdıkları kuyuya düşecekler. Bu elbette olabilir. Öte yandan buradaki bugünkü buyruk sahipleri, sanırım deviniyorlar cengi dolap sayan ilke uyarınca, bu yüzden parıldıyorlar hain, din istismarcısı, ahlâksız bir ışıltıyla. Ama, bu görüntünün gerçeği aksettirdiğini düşünen, yapar yanlış. Ne zaman ki pazı yeterince güçlenir, o zaman çıkar ortaya muttaki, dize getirir doğunun aksini. Ve onların stratejisine ödenen bedel, tabanda gözlenen bozuk fiillerdir. Taban içinde gerçeği bilmeyip de böyle olan ve onlara arka çıkan, ancak kendi bozukluğunu ortaya koyar. Ve onlar konusundaki buradaki zannım doğruysa, onlara destek vermemek olmaz. * İstenen ahlâksızlaşma; bencilleşme, açgözlüleşme ve menfaatçileşme (dünya menfaatini gözetmek anlamında) türünden bir ahlâksızlaşmadır. Şiddet ve yolsuzluk ise istenmeyen kötülüklerdir ve çoğu konuda sisteme yarar sağlayan ahlâksızlaşma, bu iki konuda sistem için zararlı ve istenmezdir. Yahut da bunların, belli bir dozu aşması istenmezdir. Şimdiki hâlde ise bu doz aşılmıştır. Şu an bu sıkıntılar uygun noktaya geriletilmeye çalışılıyordur, ama bunda başarı sağlanamıyordur. Çünkü çözüm sağlayacak doğru ve köktenci nitelikteki çarelere başvurulmuyordur. Böylece toplumda şiddet ve yolsuzluk gitgide tırmanıyor ve bu konulardaki memnuniyetsizlik giderek artıyordur. Bazı yararlar umularak ahlâksızlaşmanın fitili ateşlendiğinde, bu tür istenmez sonuçların doğacağı ya da ahlâksızlaşmanın böylesi istenmeyen türlerinin ortaya çıkacağı tahmin edilememiştir. Bununla birlikte, şiddeti konuşursak: Genel olarak şiddetin tırmanışı menfaatçileşmenin menfaat çatışmalarını körüklemesiyle ve rekabetçi bir hayatla ilgili olsa da, kadına

40

yönelik şiddetin tırmanışı, en başta cinsellik politikasıyla ilgilidir. Ekonomik ve politik hesaplarla cinsellik politikasının uygulanmaya başlamasından bir müddet sonra, kadının alçaltılmış, onuru kırılmış oyuncağına dönüşen erkek, reaksiyon olarak kadına şiddet uygulamaya başlamıştır. Yani cinsellik politikasıyla, kadın, birtakım çıkarlar uğruna erkeğin şiddetinin kucağına atılmıştır. Yani çoğu pislik gibi, bu pisliğin sorumlusu da, sözle olmazsa fiille sahip çıktığımız kapitalizmdir. Ve kadının şiddet görmesi olayında bir de, onun, şiddete eğilimli maço erkeği seçiyor olmasının rolü vardır ki bu tarz bir seçimde bulunan kadın, şiddete maruz kalmayı baştan kabul etmiştir zaten. Maçoları çoğaltan şey ise kadının maço erkeği üstün tutup seçmesidir. Kadına derim ki: Seçim yaparkenki kriterlerini değiştir; cismanîyeti anlatan kriterlerin yerine manevîyatı anlatan kriterleri geçir; zira bu yararına olacaktır. Ama öncesinde sen değişmelisin. Manevîyata öncelik verenlerden olmalısın. Öte yandan, birçok kötü ahlâkla birlikte, demin söylendiği üzere, benmerkezlilik ya da bencillik de istenmiş ve elde edilmiştir ama bencillerin bütünleştiği gözlenince, bu olayın mekanizmasının ne olduğu sorusu sorulmuş, ancak bu soruya doyurucu bir cevap verilememiştir. Aslında bu, zor bir soru değildir. Bu soruya cevaben denebilir ki: Bencilleşen ve nefsinin hâkimiyeti altına giren birey, nefse ait üstünlük sağlama, yönetme, hava atma, zevklenme, yararlanma gibi isteklerce, üstünlük sağlanacak, yönetilecek, hava atılacak, zevklenilecek, yararlanılacak şeyler olarak, öteki insanlara doğru itilir. Kendilerine doğru itildiği insanlar da, aynı şeylerce ona ve birbirlerine doğru itiliyordur aynı şekilde. Böylece bu insanlar kötü amaçlarla birbirlerine sokulurlar ve birbirlerinden ayrılamazlar. Böylece de sosyal bir görünüm sergilerler. Bu iyi ve istenir değil, çarpık ve kokuşmuş ilişkilerin âdet hâlini aldığı, berbat bir sosyalliktir. Böylece modern dünyada, ahlâkî yaklaşılması ve muamele edilmesi gereken insanın, acı bir biçimde, bir diğeri için zevk, tatmin ve güç gibi şeylerin aracına çevrildiği görülüyor. BİRKAÇ ÖNEMLİ DEĞİNİ 1 > Orta çağdan bu yana Batı’da yer alan ticaretin gelişmesi, ticarî kentlerin doğuşu, fizyokrasi, keşifler, sömürgecilik faaliyetleri, sanayi devrimi, sol tehdit, eldeki zenginlikten

41

emeğe daha fazla pay verilerek bu sol tehdidin bertaraf edilmesi gibi olaylar, günümüzde dünyaya egemen olan tüketim kapitalizminin oluşumunu hazırlamışlardır. Tüketim kapitalizminde tüketim, ihtiyaçların giderilmesi için yapılan bir şey olmaktan çıkmış, sistemin yaşaması için yerine getirilmesi gereken bir göreve dönüşmüştür. Burada, tüketimin önemi öyle bir noktaya varmıştır ki, tüketmekten yüz çevirmeye kalkışsanız, silâh zoruyla bu etkinliğe geri döndüreceklerdir sizi. Ama iş bu noktaya hiç varmamıştır ve gelecekte de varacak gibi gözükmüyor. Zira insan, isteklerinin kölesi olmaktan memnun gözüküyor ve bu istekler de gözünü sistemin ürettiği mal ve hizmetlere dikmiş durumda. Sistemin ürettiği mal ve hizmetlere gözünü dikmiş isteklerine erişmek için çırpınan insanlar, açgözlülüklerinin de işe karışmasıyla, bu mal ve hizmetler ne ölçüde çoğaltılırsa çoğaltılsın, aynı ölçüde devleşecek bir iştahla gene onlar için çırpınacaklarının garantisini verirler. Bu nasıl bir şeyse, o şeyler için zahmet çekmek, belâlara uğramak, didişmek kendilerine zor gelmiyordur. Bunlar kıyafet, teknolojik alet, ev, araba, rahatlık, cinsel zevk elde etmek, eğlenmek ve yeyip içmek için varolduklarını sanıyorlardır. Bunlardan bir adım önde ve sayıca daha az olanlar ise itibar ve güç peşindedir. İtibar ve güç peşinde olanlardan bir adım önde ve sayıca daha az olanlar ise, bilimle ilgileniyorlardır. Bu sonuncuların çoğu ise, yararsız bilgileri öğrenmekle geçiriyorlardır vakitlerini. Yararlı bilgileri öğrenmekle meşgul olanların çoğuysa, öğrendiğini hayatına tatbik etmiyordur. Azdan az olan en öndekilerse, Kur’ân ve Sünnet’ten öğrendiği yararlı bilgileri hayatına tatbik ediyordur. Ne mutlu bunlara! > Çağdaş ekonomilerin büyüme saplantısı vardır. Her yıl, bir önceki yıla oranla daha fazla mal ve hizmet üretilmesi gerekiyordur. Bu amaca paralel olarak, tüketim de artmalıdır. Toplum, tüketme kapasitesini daima bir önceki seneye göre artırmalıdır. Buysa, ihtiyacı aşan bir tüketim demektir. İhtiyacı aşan tüketimin anlamıysa, savurganlıktır.

42

İktisat Bilimi sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklarla giderilmesi meselesini çözmek için çıkmıştır ortaya, böylece o “tutumluluğun bilimi” olarak tanıtmıştır kendini. Ancak günümüzde kapitalist sistemin ihtiyaçlarıyla uyumlu olarak savurganlığı plânlıyordur. Böylece “tutumluluğun bilimi” olmaktan çıkıp, “savurganlığın bilimi” hâlini almıştır. Burada, bir şeyin, kendi karşıtına dönüşmesi söz konusudur. Hegel bunu görseydi, diyalektik düşünce bir kez daha doğrulandığı için sevinirdi herhâlde. Öte yandan israfı âdet hâline getirmiş tüketim kapitalizmine karşı çıkmamak, onu kendin ve herkes için kabul etmek, kendinle birlikte herkesi devamlı bir günaha zincirlemektir. Devamlı bir günaha, çünkü tüketim kapitalizmi yaşadıkça israf sürecek ve israf günahının topluca işlenmesine ara verilmeyecektir. Hâl böyleyken, israf etmeyin, demek neyin nesi? İsrafçı düzeni benimsemiş birinin bu söylediği, ya çıkarcı niyetlerle, Müslüman görünmek için söylenmiş bir şeydir, ya halkla dalga geçmektir, ya da tam bir cehâlet göstergesidir. > Machiavelli için devleti yöneten kişinin asıl amacı kendi hayatını korumak ve devletin varlığını sürdürmek olmalıdır, gerisi hikâyedir ve bu amaç için her yol meşrudur. Bu amaç için dindar görünen bir dinsiz bile olabilirsin. Ve aslında, böyle olmalısındır. Böylece sermayedar sınıfı, Machiavelli’nin hükümdara verdiği öğüdü tutmuş, kendi varlığını korumaya ve egemenliğini iyi-kötü demeden her yola baş vurarak sürdürmeye çalışıyordur ve özellikle onlar, fazilet kisvesi altında şeytanlıklar sergilemekte Machiavelli’nin sadık ve başarılı bir öğrencisidirler. > Kapitalizmin tarihine bakıldığında, mülkün, varlığını sürdürmenin aracı olmaktan çıkarılıp, iktidar aracına dönüştürüldüğü ve zaman içinde, zenginliği elinde toplayan azınlığın bunun sonucunda iktidarı da elinde topladığı görülür (modern çağ için konuşacak olursak, güç için ekonomi siyaseti izlense de, aslında ekonomi siyasete galiptir, çünkü siyaset, güç uğruna ekonomiyi yönetmeye uğraşırken onun güdümüne girer). Böylece modern dünyada,

43

yegâne değeri güç olan devletler, ekonomik kalkınmayı birinci hedef olarak önlerine koymuşlardır; hesapta zenginleşecek, güçlenecek, en güçlü olacaklardı, ya da daha gerçekçi bir amaçları vardı: Güç mücadelesinde ayakta kalmak. Burada zenginleşme, başkalarını sömürmenin yanısıra dünyalık üretip tüketmedeki artışla olacağı için, dünyalığa fazlaca değer veren, onu tüketmeye çok hevesli, bu amaç doğrultusunda çalışmaya da çok hevesli insanlar oluşturmak gerekiyordu, böylece dünyayı ve içindekileri en değerli kılmak, dünyaperestliği körüklemek için, öte dünyaya olan inanç kademeli olarak yok hükmüne indirildi, buysa hazcı düşünceye haklılık kazandırdı, bunun sonucunda da üretim ve tüketimde bir artış yakalandı. Görülüyor ki devletlerin, özellikle de kapitalizmin merkezindeki devletlerin güçlenme ihtirası yüzünden, insanlar yanlış yola sokuldu. > Wallerstein, dünyaya bir sistemin hâkim olduğunu, bu sistemin adının da kapitalizm olduğunu söyler. Ona göre, dünyanın her köşesine uzanan kapitalist dünya sistemi kültürel, siyasal ve ekonomik açıdan homojen olmaktan çok uzak bulunmaktadır. Aksine dünya sistemi medeniyetler arasında gelişme farklılıkları ve politik gücün ve sermayenin artışındaki temel farklılıklarla karakterize edilir. Modernleşme ve kapitalizm teorilerinin iddiasının aksine, Wallerstein bu farklılıkları sistemin bir bütün olarak gelişmesi ile bertaraf edilebilecek sırf tortular veya düzensizlikler olarak görmez. Bunlar dünyanın merkez, yarı çevre ve çevre olarak bölünmesinde olduğu gibi dünya sisteminin kalıtsal bir özelliğidir. Dünya sistemi teorisi, dünyanın merkez ve çevre olarak bölündüğünü savunur. Ayrıca bunlar arasında yarı çevre olarak adlandırılan ve tanımını diğerleri ile ilişkisine göre kazanan bölgeler de bulunmaktadır. Bu ayrışmada, merkez ve çevre arasında yapısal ve kurumsallaşmış bir işbölümü bulunmaktadır: Merkez, yüksek düzeyde teknolojik ilerlemeye sahip ve ileri düzeyde ürünler üretirken; çevrenin rolü, merkezin

44

temsilcilerine hammadde, tarımsal ürün ve ucuz işgücü sağlamaktır. Merkez ve çevre arasındaki değişim eşit olmayan şartlarda gerçekleşir: Çevre ürünlerini ucuz fiyatlardan satmak zorundadır, fakat buna karşılık merkezin ürünlerini daha pahalı almak zorundadır. Ayrıca, yarı çevre adı ile adlandırılan ve merkeze göre çevre, çevreye göre merkez eğilimi gösteren bir bölge vardır. 20. yüzyılın sonlarında bu bölge Rusya, Çin, Brezilya gibi alanları kapsayacaktır. Bazı durumlarda, çevre ve merkez bölgeler aynı coğrafî alanda çok yakın işbirliği içinde olabilir. Dünya sisteminin başlangıcından itibaren sürekli genişlemesinin bir etkisi şeylerin sürekli metalaşmasıdır, buna insan emeği de dahildir. Doğal kaynaklar, toprak, emek ve insan ilişkileri aşama aşama kendi özgün değerinden soyutlanır ve ona bir değişim değeri belirleyen pazarda metaya dönüşür. Wallerstein’a göre tarif ettiği dünya sisteminin 1945’ten beri egemen gücü Amerika Birleşik Devletleri bu özelliğini kaybetmektedir. 11 Eylül ve ardından ortaya çıkan gelişmeler bunun en son ve en belirgin kanıtıdır. Oysa ki 11 Eylülün, Amerika’nın dünyadaki hâkim konumunu kaybetmeye başladığının bir işareti olmadığı, dünyanın kimi önemli bölgelerine müdahale etmede bunun ona bir bahane sağladığı zaman içinde görülmüştür. Şimdilerde Amerika’nın Arap ülkelerini karıştırması, hâlâ çok güçlü olduğunun başka bir kanıtıdır. Bu söylenenler göz önünde tutularak, Wallerstein’inkine alternatif oluşturacak bir dünya sistemi teorisi şöyle olabilir: Sömürü hâlâ bitmemiştir, ancak emperyalizme dönüşerek gizli bir hâl almıştır ve merkez, yarı çevre ve çevreden oluşan dünya sisteminde, merkez sömürür, yarı çevre ve çevre ise sömürülür. Ancak yarı çevre, çevreye nazaran daha az sömürülür. Ya da aslında, yarı çevrenin sömürülmesi, merkezle yarı çevre arasındaki ve asıl olarak merkezin lehine olan bir ticareti anlatır. Oysa çevrenin sömürüsü, pazar ve emek ve hammadde sömürüsü olarak, tam sömürüdür. Burada hammadde merkezce ucuza alınır, işlenir ve getirilip çevre ülkeye ve ahalisine pahalıya

45

satılır, dahası çevre ülkede emek ucuz olduğundan buraya sermaye gönderilir, daha kârlı bir üretim yapılır, ayrıca en pis sanayi kolları da buralara yollanır ve tabiatın canına okunur. Çevre ülkelerde ne tür bir yönetim şekli olursa olsun (krallık, cumhuriyet vb.), asıl olan, çevredeki idarenin merkeze bağımlı olmasıdır. Burada çevre idaresinin görevi halkını yanıltaraktan halkına bağımsızlık zannı vermek, sömürüye ve gerçek egemene (Amerika ve Avrupa ülkelerine, yani merkez ülkelere), perde olmak, egemenin işlerini yürütmektir. Bunlara karşılık ise çevre idaresinin idarecileri zenginlerler. Çevredeki halkı Müslüman ülkeler söz konusu olduğunda, çevre idarelerinin diğer bir görevi ise, Müslüman toplumlar arasındaki parçalanmışlığı ve düşmanlığı koruyup sürdürmek, olası bir Müslümanlar birleşmesine engel olmaktır. Çevredeki cumhuriyetlerde, kimse Batılı egemene teslim olmadan, iktidara da gelemez siyasete de giremez. Durum böyle olduğundan, buralarda ortada birbirinden farklı birçok parti bulunsa da, sistemi sorgulayan, sistemi değiştirmeyi isteyen hiçbir parti yoktur. Bu ise, görünüşte birbirinden farklı olan bu partilerin, özde birbirinin aynı olduğunu gösterir. Dünya sisteminde çevrede yer alan bir cumhuriyet olan ülkemizin gerçeğinin bu olduğu bilinmeli ve ancak yeni bir bağımsızlık savaşının meselemizi gerçek anlamda çözeceği anlaşılmalıdır. Ama böyle bir savaştan daha çok, Müslüman toplumların birleşmesi hedeflenmelidir. Bunun olabilmesi içinse, öncelikle Müslüman toplumların başlarındaki idarelerin ekserîsinin Batı’nın kuklası olduğu herkesçe öğrenilmelidir. Onlardan kurtulmak ve birleşerek bir güç oluşturmak sonra gelecektir. Öte yandan, merkez devletlerde ise idarenin görevi halkı kandırarak halka kendi kendini yönettiği sanısını vermek, egemeni perdelemek, böylece onun emniyetine ve hâkimiyetini koruyup sürdürmesine yardım etmektir. Dünya insanları, Batılı büyük sermayenin oligarşisi altında yaşayanlar, ama kendilerini özgür sananlar, bir yalanı yaşıyorsunuz, uyanın!

46

> Sanayi devriminden sonra, emekçiler giderek çoğaldı. Onların çalışma ve yaşam koşulları epeyce zordu. Burjuva yanlısı düşünürler, onların kıt kanaat yaşayacakları bir durum içinde tutulmalarını öğütlüyorlardı, böylece karınlarını nasıl doyuracakları dışında bir şey düşünemeyecek, adaletsizlikleri fark edemeyecek ve hâliyle de onları ortadan kaldırmaya yeltenemeyeceklerdi. Tam bu dönemde komünist ideoloji ortaya çıktı ve emekçilere sınıf bilinci verdi. Bunun sonucunda emekçiler, kendilerini burjuva sınıfının karşısına koydular. Onlarla çıkarları çelişiyordu. Bu düzende burjuvalar hâkim, kendileri mahkûmdu. Onlar sömürüyor, kendileri sömürülüyordu. Devlet, yansız bir güç değildi, burjuvazinin ayrıcalığını, bu haksız durumu korumanın ve sürdürmenin aracıydı. Burjuva sınıfının iktidarının devrilmesi tarihsel bir gereklilikti, ancak bu süreç şiddet yoluyla hızlandırılmalıydı ve emekçi sınıfın egemen olacağı, sömürüsüz bir düzen kurulmalıydı. Burada kurtuluş sınıfsaldı. Böylece işçi hareketleri yaşandı ve sınıflar arası çatışma şiddetlendi. Bu durumun kendi aleyhine sonuçlanmasından korkan burjuvazi, sosyal politikayı geliştirdi. Bu politika, iki sınıf arasındaki çatışmayı yumuşatmayı ve sol devrim tehdidini bertaraf etmeyi amaçlıyordu. Neticede liberal devlet, sosyal bir boyut kazandı. Zenginlikten emekçiye daha fazla pay verildi. Bunun sonucunda emekçi, nimetlerle nimetlenme düşüncesini benimsedi, devrim düşüncesini bir kenara bıraktı ve sistemin ortağı oldu. Bireysel kurtuluş düşüncesi ve hedonizmle vuruldu emekçi sınıfı. Bireysel kurtuluş, sınıf atlama umuduydu. Buna göre bir emekçi, zenginleşerek burjuva olabilir ve kendini kurtarabilirdi. Bu şekilde kurtulanların çok az olması bir emekçinin onlardan olma hayâliyle yaşamasına engel olmuyordu. Bu çok azlardan olmak hayâl ediliyordu. Beraberce kurtulma düşüncesi aptalcaydı. Kapitalist sistem, emekçilere sınıf atlama umudu verir, birkaç sınıf atlayan insan örneği sunar. Burada bunlardan olmanın devrim yapmaktan daha zor olduğu

47

emekçilere gösterilebilir ve gerçek kurtuluşun bir sınıf kurtuluşu olduğu onlara anlatılabilir. Ama aslında yapılması gereken, emekçi bireyi sınıf atlama konusunda umutsuzluk içine atmaktır. Bu umutsuzluk, emekçileri, gerçek çıkarlarının bir araya gelip burjuvaziyi devirmekte ve onların elindekini almakta olduğunu düşünen, devrimi hedefleyen bir bütün hâline getirebilir yeniden. Böylece, burjuvazinin, emekçi sınıfının devrimci gücünü yok etme oyunu, ki bu oyun şu ana dek tutmuştur, bozulmuş olur. Fakat burjuvaziyi devirmek emekçiler için bir kurtuluş olamaz. Çünkü onların burjuvaziyle paylaştıkları dünya cenneti fikri sakattır. Bu cennet her iki cephe için de bir maddî doyum ortamıdır. Fakat maddî doyum tek başına insanı mutlu edemez. İnsanın mutlu olabilmesi için ölümden, kazalardan, doğal felâketlerden, diğer insanların fenalıklarından azade olması, manevî doyuma ulaşması gerekir. Ama komünistlerin kuracağı cennette insan bunlardan azade olmayacaktır, manevî doyuma ulaşamayacaktır, bu yüzden de bu cennet sözde bir cennet olacaktır. Burada gerekli olan, öte dünyaya inanmak ve bu sorunların orada çözüleceğini kabul etmektir. Yani insan şöyle düşünmelidir: Gerçek mutluluk cennettedir ve oranın kazanılması Allah’a inanıp iyi işler yapmaya bağlıdır, orayı kazanmak istiyorum, öyleyse Allah’a inanıp iyi işler yapmalıyım. Bu dünyada imtihan için bulunuyordur insan ve hâliyle bu dünya, sefa sürme yeri değildir, burada imtihanın gereği olarak türlü zorluklar vardır, bu zorluklara sabretmek gerekiyordur. Gerçi dünyada nimetler ve bunlarla nimetlenme de vardır, ama bu nimetler dahi dünya imtihanının bir unsurudur. Nimet verildiğinde, nimet verilen kimsenin bunun için şükredip etmediğine bakılıyordur. Nimetlere şükreden, musibetlere sabreden, böylece iyi bir kul olan kimse, kurtulacaktır. > Dünya kapitalizminin insanlara verdiği zararlar: İnsanlar birbiri için rakibe dönüştürüldüğünden, sevgi ve dostluk ölmüş, nefret ve düşmanlık esas olmuş, bu yüzden insanlar

48

birbirine huzur değil, sıkıntı ve ıstırap veriyor; bedene yüklenilip ruh unutulduğundan, Allah’a aç olan ruh doyurulmaksızın da mutlu olunamayacağından, mutsuzluğa esir olunmuş; sade dünya istenip âhiret istenmediğinden, âhirette ateşten başka nasibi olmayanlardan olmak, gerçek hüsrana uğramak çoklarının kaderi olmuş; Allah’a ulaşmayı unutturma yoluyla insan dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemekten ve böylece Allah’a ulaşıp O’nun dostlarından olmaktan, bu en büyük nimet ve memnuniyete ulaşmaktan mahrum bırakılmış… Bunlar bilen için büyük kayıplardır. > Sistem, “Haram-helâl gözetme, istediğin gibi yaşa, böylece mutlu ol” mesajını veriyordur. Yani senden kâfir veya fasık (günahkâr) olmanı istiyordur. Ama bilmelisin ki, kâfirlik de fasıklık da mutluluk değildir. Kâfir veya fasık olursan biraz daha fazla zevklenirsin belki, ama bunu yaparken haram-helâl gözetmediğinden âhiretini yakarsın. Bu kâr mıdır sence? Sen gel sistemin istediği gibi değil, Allah’ın istediği gibi ol. Mutluluk da Allah’ın istediği gibi olmaktadır sadece, başka hiçbir şeyde değil. Bunu uzun ve çetin deneyimlerden sonra öğrenmene gerek yok. Hem bu kadar ömrün olmayabilir. Onun için sen bu söylediğimi gerçek kabul et, Kur’ân ve Sünnet’e tâbi ol, onların içindekileri yaşa ve bir an önce bunun nimetlerini topla. > Bugün insanlara yaşamın amacının mutluluk olduğu fikri benimsetilmiştir ve mutluluk da (bencil) haz ile eşitlenmiştir. Bu hedonist bilinç, sistem tüketime gereksinim duyduğu için verilmiştir insanlara. Herkes hedonist olursa, tüketim artacaktır. Ya da olay aslında şöyle: Sermaye büyümek istiyor ve büyüyebilmek için üretimini artırmak zorunda, fakat üretimini artırırken talep de aynı oranda artmazsa, üretilenler elde kalır, buysa kriz demektir; öyleyse üretim ve talep beraberce artırılmalıdır; talep artışı sağlamanın en kolay yoluysa, topluma hedonizmi pompalamaktan geçiyordur; hedonizmin bu türünde maddeyle doyum amaçlanır, sermayeyse madde üretiyordur, insanlar hedonist olursa, mutluluk aracı olarak maddeye

49

ihtiyaç duyacaktır, böylece sermayenin ürettiğini ondan isteyeceklerdir, sermaye de para karşılığında onlara istediklerini verecektir, böylece ürettiği satılacak, daha çok üretecek, daha çok büyüyecektir, yani neticede her şey sermayenin büyüyüp güçlenmesi için; küresel sermayenin nihaî isteği, dünyanın mutlak hâkimi olmaktır, aslında şu an için de dünyada onun borusu ötüyordur, fakat hâlâ ona haysiyetli bir biçimde karşı duranlar, böylece onu korkutanlar var. O, potansiyel tehdit olarak gördüğü bu grupları da teslim almadan huzur bulamayacaktır. > Bireylerin, maddî çıkarlarını kovalamasının sistemin yararına olacağı, evrensel bir bolluk üreteceği şeklinde bir kabule sahiptir kapitalizm. Bunun için, maddî çıkarcılığı esas alan bir rasyonelliği kitlelere egemen kılmıştır. Bu maddî çıkarcılaşma ise sonradan genel bir çıkarcılaşmayı netice vermiştir. İnsanın genel anlamda çıkarcılaşması ile de, manipülasyonun uygun zemini oluşmuştur. Manipülasyonda, çıkarcılaşmış insana direkt buyruklar verilmez, neyin onun çıkarına olduğu gösterilir ve o da buna uygun davranır. Burada sistemin efendilerinin çıkarına olan şey, bireye kendi çıkarınaymış gibi gösterilir ve aldanan birey başkalarının çıkarını kollar. Direkt buyruk verilse, kendini beğenmişliğinden ve kibrinden yapmayacağı şeyi, indirekt buyrukla çıkarına sanarak yapar. Bu şartlarda çıkarı belirlemek, indirekt buyruk vermektir. Neyin insanların çıkarına olduğunu bugün ağırlıklı olarak, aldığı emirler doğrultusunda, medya belirler. Demek ki medya günümüzde haberdar etme aracı değildir de gütme aracıdır. Medyanın, aldığı emirler doğrultusunda çıkarını belirleyerek güttüğü birey, çıkarı konusunda yanıltılmasa bile, çıkarına göre tercihler yapan biri olarak, çıkarının kölesine dönüşür. Yani onun tercihleri manipüle edilse de edilmese de o çıkarcılığından dolayı özgür değildir. > Asıl zengin, yaşadığı şehri satın alacak kadar parası olan değil ama eline geçen parayla alamayacağı bir şeyi istemeyen kimsedir. Demem o ki yaşadığı şehri satın alacak

50

kadar parası olsa bile bir insanın, elindekiyle satın alamayacağı bir şeyi istiyorsa, o insan fakirdir. Ve istedikleri kazancıyla alınamayacak şeyler olmadıkça, kişi ne kadar az da kazansa zengindir. Ama daha tam olarak zengin, eline geçen parayla ihtiyaçlarını karşılayabilenken, fakir karşılayamayandır. Ne kadar kazandıkları önemli değil. Diyelim ki, aynı miktarda gelire sahip iki kişi var. Bunlardan geliriyle ihtiyaçlarını karşılayabilen zenginken karşılayamayan fakirdir doğal olarak. Demek ki insan her durumda ihtiyaçlarını az tutmaya bakmalı. İhtiyaçları azaltma yoluyla gelir artışı olmaksızın zenginlik artırılabiliyor veya fakirlik azaltılabiliyor bile. Bununla birlikte açgözlülük, ihtiyaçları devleştiren bir şeydir ve eğer insan açgözlüyse, hep elindekinden çoğunu isteyeceği için, hiç huzur bulamayacaktır ve hep fakirlik çekecektir. En pis doyumsuzluk da, açgözlülükten gelenidir. Açgözlü biri dünyaya da sahip olsa doymaz. Ve dedikleri gibi, bu dünyada insanın ihtiyaçlarını giderecek kadar şey vardır, ama açgözlülüğünü giderecek kadar asla. > Kapitalist düzenin bireysellik vurgusu için diyebilirim ki; bireye değer verme ve bireyi, onu baskı altına almaya çalışan güçlere karşı kollama kisvesi altında, meşhur “böl yönet” politikasının bir tezahürünü görürüz. Bugün egemen güçler “böl yönet” politikasını sadece hedefteki ulusu alt kültürlere bölerek güçsüzleştirmekte kullanmıyorlar, bu bölünmeden sonra bile bir bütünlük ve az da olsa bir güç arz eden bu alt kültürleri bireylere parçalamakta kullanıyorlar. Bu yapılınca en son aşamada toplum bireylere parçalanmış oluyor. Bu bireyler de kimseden emir (direkt emir) almayan krallar yahut kraliçeler olduğu için, birbirlerine düşerek ortak hareket etme ve bir güç oluşturma yeteneklerini kaybediyorlar ve böylece toplumun egemen güçlere karşı direnme ihtimali en aza indirilmiş oluyor. Ayrıca gruptan kopartılan birey kapitalizm canavarına kolay av oluyor, yani onun tarafından indirekt buyruklar aracılığıyla kolayca güdülebiliyor. Grubun isteklerinin üst düzeydeki

51

belirleyiciliğinden, kapitalizmce belirlenen kendi isteklerinin üst düzeydeki belirleyiciliği altına girmeye doğru seyreden bir harekettir bu. Bununla birlikte kapitalistler, önce toplumdan, sonra da gruptan kopardıkları bireyleri rekabetin içine attılar. Bunu, rekabetin başarıyı getirdiği söylemini öne çıkararak yaptılar. Ama burada rekabet, başarıyı getiriyor bile olsa, ki burada başarıdan kasıt aslında kapitalistin kazancının artmasıdır, savunulamaz. Çünkü nefreti, düşmanlığı körükler, sevgiyi, dostluğu öldürür. Gerçi rekabete dinimiz, yani İslâm da yer verir, ama hayırlarda olmak kaydıyla. > Bugün, dünyevî çıkarlarını kollamak rasyonellik sayılıyor. Erkle ilgili çıkarsa, özellikle devletler için, birinci dünyevî çıkar ve ekonomide olacakları da bu çıkar belirliyor (daha önce de söylendiği üzere, siyasetin, ekonomiyi yönetmeye çalışırken onun güdümüne girmesi gibi meselenin farklı bir boyutu da var). Bugün devletimiz de (ona bir eleştiri getirmek için onun kuklalığını bir an için unutursak), uhrevî çıkarı hiçe saymış ve dünyevî çıkarını kollamaya çalışıyor. Ve hâl böyleyken, ABD’yi ekonomik ve siyasî çıkarlarını insaniyete yakışmaz şeyler yapmak pahasına koruduğu için kınadığında, ne derece samimî ve inandırıcı oluyor? Güç rasyonalitesinden bu yapılana bakacak olursak, bunun zayıfın güçlüye duyduğu hasetten doğmuş ikiyüzlüce bir çıkış olduğunu söyleyebiliriz. İnsaniyete bu kadar önem veriyorsan, dünyevî çıkar etrafında dönmeyen, insanca bir siyaset izlersin. Ama olması gereken siyaset, uhrevî çıkarı esas alan siyasettir. Bu tür siyaset, dinin rasyonalitesinde vardır ve dinin rasyonalitesiyle inkârın rasyonalitesi çoğu yerde çatışır. Bu rasyonalitelerin birinde akıllıca hareket eden diğerinde aptalca hareket ediyordur ve tersi. Ama dinin rasyonalitesi gerçektir ve inkâr içindeki biri, kendine neyin yararlı olduğundan habersizdir. Daha da kötüsü, kendine yararlı sandığı şey aslında zararınadır. Ve dinin rasyonalitesiyle inkârın rasyonalitesinin örtüştüğü noktalar da vardır ve bu noktalardan biri, güçlenme

52

meselesidir. Dinimiz de dünyaperest akıl gibi (ekonomik, politik ve askerî yönden) güçlenmeyi emreder, ama başkalarını ezmek, sömürmek, nefsini tatmin etmek için değil, düşmanlar karşısında caydırıcı olmak ve din temelli yaşam biçimimiz için uygun bir ortam oluşturmak ve kimsenin bizi ondan zorla koparamaması için (dinimizin güçlenme emri, teknik ve pozitif bilim eğitimini talep eden ve bu eğitime haklılık kazandıran bir şeydir aynı zamanda). Güç amaç değil, araçtır burada. Hem burada dinin meşru saydığı yollardan güçlenmek gerekiyordur, nitekim güçlenmek için emperyalist tavırlar içine giremezsin, inkârcıların büyükleriyse tümüyle bu tavırlarla özdeşleşmişlerdir. Bununla birlikte onlar dünyevî çıkara dayalı siyasetlerine, gerçekçi adını vermişlerdir, oysa en yalancı siyaset budur. > İdeolojiler, nasıl yaşamak gerektiğine dair soruyu cevaplarken dinin hükümlerinden bağımsız hareket ederler, bu yüzden içlerinden semavî dinlerden herhangi birini umursadığını söyleyenler çıksa bile, buna inanmamak ve ideolojilerin özde lâik olduklarını görmek gerekir (onların dinle ilişkisi ancak bir istismar ilişkisi olabilir). Ve hiçbir lâik (dünyevîleşmiş erk isteklisi veya dünyevîleşmiş erk), yaşamı haklılaştıracak bir gerekçeye sahip değildir. Aslında böyle bir gerekçe arayışıyla, insanlığın bir gün ölümü yenerek yazgısını değiştireceğini ve bu şekilde sonsuzluğu elde edeceğini söyleyenler olmuştur. Burada, bunu söyleyenler, başkalarına sıkça yönelttikleri metafiziğe sapmak suçlamasıyla kendileri suçlanabileceklerdir. Ama onları kendi esaslarını çiğnemekle suçlasak bile, bu yaptıklarının özünde bir yaşamı haklılaştırma çabası olduğunu görmeli ve bundan şu sonucu çıkarmalıyız: Demek ki onlara göre de yaşamı ancak ölümsüzlük haklılaştırabilir. Fakat ölümsüzlüğün şimdilik bir düş olarak kalmasını istiyorlardır, çünkü insanları kendi dünyevî hedeflerinin peşinden koşturabilmek için, ortada sonsuz yaşam umudunun bulunmaması gerekiyordur. Bu umudun

53

yeriniyse, mutluluk düşü alır. Ama ideologlara göre bu bir düş değildir, canla başla çalışılırsa ulaşılacak bir hedeftir. Buna yeryüzü cenneti projesi de diyebiliriz. Fakat bugüne dek hiçbir ideoloji dünyada cenneti inşa etmeyi başaramamıştır. Ama içlerinden cehennemî düzenler inşa edenler çıkmıştır. Liberal ideolojinin şekillendirdiği kapitalist dünya da cennet görünümünde bir cehennemdir aslında. Zira onun dahilinde ıstırap ve keder baskın duygudur. Cehennem ıstırap ve kederin baskın olduğu bir yer değil midir? Öyleyse günümüz dünyasında insanlar ateşte yanmasalar bile, acı çektiklerinden ötürü, burayı cehennem sayamaz mıyız? > Komünistlerin “Günümüze kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” varsayımıyla başlamaları onlar için bir dizi güçlük doğuruyor. Bu varsayımın bir gereği olarak, ya insanın bir doğası; üstelik de kötü bir doğası olduğunu kabul etmelidirler, ki bu durumda insan doğasının toplumsal bir kuruluş olduğu yönündeki kendi tezleriyle çelişkiye düşerler, ya da sınıf savaşımının toplumsal yaşamın başlangıcında değil de sonradan ortaya çıktığını onaylamalıdırlar. Birincisine bir bakalım. Eğer çatışma birlikte yaşayışın başlamasıyla ortaya çıkıyorsa, birlikte yaşayış öncesi insan ya barışçıldır, ya sataşkan. Ama eğer barışçılsa, birlikte yaşayışa barışçıl güdülerle geçileceği için çatışma olmayacaktır ve bu çatışmasız ortamın barışa olan desteğiyle de, savaş insanlıktan dışlanmış olacaktır ve bu barış durumu ilelebet varlığını koruyacaktır, ama günümüzde varolan savaş, bu olasılığı saf dışı bırakıyor. Yok eğer birlikte yaşayışı önceleyen insan sataşkansa ya da kötü doğalıysa, bir araya gelişte çatışma kaçınılmaz olacaktır ve bu şekilde oluşan çatışma atmosferinin saldırganlığa olan desteğiyle de, savaş insanlığın değişmezi olacaktır. Komünistler gerçekle daha fazla uyuşan bu ikinci olasılığı savunuyor gözüküyorlar. Ama eğer bunu savunmuyorlarsa (bu durumda sınıf savaşımının birlikte yaşayışın başlangıcında değil de sonradan ortaya çıktığını

54

savunuyorlardır), birlikte yaşayışı önceleyen insanın ne sataşkan, ne de barışçıl olduğu savındadırlar. Yani bu durumda onlara göre birlikte yaşayışı önceleyen insan niteliksiz oluyor. Niteliksiz insan ne demek? Birlikte yaşayışı önceleyen niteliksiz bir insanı kabul etsek bile, birlikte yaşayışın başlamasından bir süre sonra neden kavga da başlıyor? Bu sırf tesadüf eseri olan bir şey mi? (Ya da kavga, özel mülkiyet ortaya çıkınca çıktıysa, neden kavga çıkaran bir şeyi istemiş insan? Bunun kavga çıkaracağını bilmiyorduysa, kavga çıkardığını görünce neden onu terk etmedi? Neden kavga pahasına onu korudu? Demek ki insan kötü. Veya da “Çatışma çıkarlar çeliştiğinden oluyor, çıkarlar uyumlu hâle getirilirse çatışma biter” denirse derim ki insan en azından çıkarları olan bir varlık ve çıkarını korumak için dövüşüyor demek ki ve uzlaşmaya gitmeyle veya feragatle işi yok. Ama burada insanın tümden kötü olduğunu söylemek de istemiyorum, çünkü o kötülüğe olduğu gibi iyiliğe de yeteneklidir ve iyi bir ortamda ve iyi bir eğitimle büyük ihtimalle iyi olacaktır.) Belki de insan yalnızken iyidir de, birileriyle bir araya gelince kötüleşiyordur. Öyleyse insanların bir araya gelmesini engelleyelim, herkes yalnız yaşasın. Yoksa komünistler farkında olmadan bunu mu istiyorlar? İşin doğrusu onlar ne istediklerini bilmiyorlar. Ama bir canavar, ezen bir zorba, zalim bir sömürücü olarak kapitalizmin varlığına dikkat çekerek önemli bir hizmette bulunmuşlardır. Ayrıca kapitalizme karşı düşmanlıkları kışkırttıkları için de takdir edilmelidirler. Böyle ikiyüzlü ve kötü niyetli bir sistem düşman tutulmayı hak ediyor doğrusu. > Birazdan Barabas’la ilgili bir şeyler söyleyeceğim. Marlow’un bir oyun kişisinden esinle kullandığım bu Barabas adı, öncelikle siyonist Yahudi’yi, emperyalist Anglosakson’u, kapitalistin büyüğünü küçüğünü, yani tek kelimeyle bugünün dünyasını şekillendiren maddeci, şeytanî, dünyaperest, entrikacı, yararlanmacı, makyavelist, ateist zihniyetin sahiplerini temsil ediyor. Bu adı ayrıca,

55

onların onlar gibi niyeti bozuk olan düşmanları ve toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan dünyaperestler için de kullanıyorum. Burada, eleştirenle eleştirilen; ezenle ezilen arasında sanılanın tersine özsel hiçbir fark bulunmadığını vurgulamak istiyorum işin doğrusu. Böylece diyelim ki, ezilen dünyaperestin eline ezme olanağı geçti, o da ezecek. Şimdi sıra Barabas’tan bahsetmeye geldi. Bugünün dünyasında hâkim olan zihniyet Barabas’ın zihniyetidir. Onun kimi sahte düşmanları vardır ki, onunla aynı zihniyeti paylaşırlar. Kitleye geldiğimizde, onun zihniyetinin de Barabas’ınkiyle aynı olduğunu görürüz. Bununla beraber, ortak bir zihniyeti paylaşan bu üçlü, statüleri itibariyle birbirlerinden ayrılırlar. Barabas suyun başındadır, egemendir; iktisadî hayatta ne olup biteceğine o karar verir. Onunla aynı zihniyeti paylaşan sahte düşmanlarıysa onun konumuna dikmişlerdir gözlerini. Onların bütün davranışlarını, onu yerinden edip o yere yerleşme arzusu güdüler. Kitle ise üzerine oynanan, egemenlik adına kendisine gereksinim duyulan zavallı bir insan kalabalığıdır olup olancası. Kendi ile aynı zihniyete sahip bu kalabalığa Barabas yüksekten ve gülümseyerek bakar. Zira onların zayıflıklarını avucunun içi gibi biliyordur ve onları gütmek için bildiklerinden alabildiğine yararlanır. Onların doğalarını da iyi tanıyordur −ham insanın tüm ihtirasları kapsayan bir doğa. Kitlenin barındırdığı hayvanî güç lâzımdır Barabas’a, zira en amaçsız kalabalık dahi tesirlidir ve bir yaptırım gücüne sahiptir. Kalabalığın efendisidir Barabas. Onun buyruğu, âdeta Tanrı’nın buyruğudur (Aslında modern kalabalıkların yegâne tanrısıdır Barabas; o, onların ilkel ya da kötülüksever yanlarıdır. Ve onlar, Barabas’ın sözünü dinlerler, yüce Allah’ınkini değil.). Barabas’ın sahte düşmanlarıysa Barabas ile kitlenin arasında bir yerdedirler. Sahte düşmanları diyorum, çünkü onlar ona diş bileseler de onun gibi düşündükleri ve seküler bir anlayışı onunla paylaştıkları için yaptıklarıyla onun ekmeğine yağ sürerler, bu nedenle de gerçek bir tehdit oluşturmazlar onun için.

56

Onun gerçek düşmanı dindir. Çünkü dinin emirleri (israf etmeyin gibi) onun işine gelmeyen, kurduğu düzeni bozacak türden şeylerdir. Kitleler bu emirleri tutacak olsa, Barabas kesin hapı yutar. Bu nedenle o, dine, insan yaşayışına iyi etki etmeyeceği biçimler vermeyi amaçlamış ve bu amacına da büyük ölçüde ulaşmıştır. Bununla birlikte Barabas’ın, onunla kitle arasında yer alan sahte düşmanları da kitleye oynarlar egemen olmak adına; ne ki yetenekleri sınırlıdır onların ve bölük pörçüktürler, bu dağılmışlıkları yüznden de güçsüzdürler. Barabas zehir gibi bir zekâya ya da kurnazlığa sahiptir, düşmanlarının eblehliklerinin farkındadır, ideolojik kamplara ayırmıştır onları, mezheplere ayırmıştır; böylece rahatça denetler ve güder onları, hattâ o hiç karışmasa bile birbirlerine diş bileyen düşmanları birbirlerini kontrol eder, tökezletirler; birbirlerinin kuyusunu kazarlar ve yer bitirirler birbirlerini. Kitleyi oluşturan insanlarsa aymazdırlar; kendilerine uzaktan gösterilen zenginliklere bir gün kavuşacaklarının hayâliyle yaşarlar, Barabas’ın güzel hayat diye tasarlayıp kafalarına çivilediği albenili ama sahte bir hayatın peşinden koşarlar, ta ki düş kırıklıklarına ve kocaman bir boşluğa ulaşıncaya dek. Kitleyi oluşturan insanlar birbirlerini boğazlayan küçük canavarlara benzerler. Barabas onlar için böylesi bir rolü uygun görmüştür ve onlar da rollerini sorgusuz sualsiz kabul etmiş ve sergilemeye koyulmuşlardır. Hedefte duran ve binlerce yarışmacının ona ulaşmaya can attığı, sahte bir parıltıyla parlayan objeyi elde etmek için kıran kırana bir mücadele içine girerler, az sayıda kimsenin güleceği ve artakalanın üzüleceği bir mücadeledir bu, sonuçta öyle de olur, memnun bir avuç insana karşılık hayâl kırıklığına uğramış, isteği boşa çıkmış, yıkımlara av olmuş milyonlarca insan. Yaşamak mücadele etmekmiş. Behey aptallar! Onu mücadeleye çevirirseniz, elbette mücadele olur yaşam. Kitle onuncu sınıf Barabaslar’la doludur, onlar üçüncü veya beşinci sınıf Barabas olmayı arzularlar, ne ki beyinsizlikleri bu arzularını boşa çıkarır onların; kitleyi oluşturanlar içleri hırs ve hasetlikle dolu

57

köylü kurnazlarıdır. Barabas’ın sahte düşmanlarıysa beşinci veya altıncı sınıf Barabas’tırlar, yukarılara tırmanmak için didinirler, birbirlerini yerler, ne ki uğraşları boş bir uğraştır, kimi becerisel, ilkesel ve aklî yetersizlikleri yüzünden yaşamlarının sonuna dek vasat Barabaslar olarak kalacaklardır, elbirliği ederek baş Barabas’ınkine denk bir güç oluşturmadıkları için olacaktır bu. > Eğer ölüm hiçleşmeyse, insan ne yapmalı? Elbette ölmeden önce dünya nimetlerinden alabildiğine yararlanmaya bakmalı. Ama herkes bu nimetlerden gücü ölçüsünde yararlanacaktır. Yani güçsüzsen, avucunu yalayacaksın demektir. Böylece ölümün bir son olduğunu düşünenlerin güçsüzleri için, hiçleşme ve nasipsizlik düşüncesi, sıkıştıran ve aşırı rahatsızlık veren bir şey olarak ortaya çıkar. Ama şu da var ki, ölüm hiçleşme olarak alındığında, bir an gelir, zevkler de unutulur ve bir en son nokta olarak nihilizme varılır. Nihilizm noktasındaysa her şey anlamını yitirir. Yaşam bile. Böylece intihara ve cinayete çok yakın bir yaşayış başlar. Burada insan kendini bir felâketzede ve aldatılmış bir kimse olarak görür, intikama hakkı olduğunu düşünür ve artık kimin kendini aldattığını düşünüyorsa, onun için tehlike arz etmeye başlar. Öte yandan ölüm, hiçleşme olarak değil de sonsuzluğa atılan adım olarak görüldüğünde, onun nasihati de değişir doğal olarak. Haram zevklerden uzak durmak pahasına iyi bir yaşam sürmeye ve iyi bir insan olmaya, âhirete öncelik vermeye, sonsuz mutluluğu hedeflemeye yönelik bir nasihattir bu. Bu nasihate uyanları, bir düş uğruna gerçeklikten vazgeçmekle itham eder bazı maddeciler. Onlara göre, bunlar haklarını arama işini öte dünyaya bırakıyor, egemen iktidarların ekmeğine yağ sürüyorlardır. Böylece egemen iktidarlar bildiğini okuyor, kimse de onlardan hesap sormuyordur. Aslında ezilenlerin birleşip onlardan hesap sorması gerekir. Bunu onlar yapmazsa, kim yapacaktır? Elbette kimse. Ama burada, kendi toplumsal projelerini yaşama geçirmek isteyenlerin çıkarına olan bir

58

gerçeklik resmi çiziliyordur aslında. Öte dünyanın olmadığını, ezilenlerin haklarını burada aramaları gerektiğini söyleyip, kendi projelerini de yegâne doğru çözüm olarak lânse edip, onları bu doğru çözümün gerçekleştirilmesi işine koşmayı istiyorlardır. Yani burada ezilenlerin sonsuz yaşamdan umutlarını kesip komünist projeyi gerçekleştirmek için sınırlı yaşamlarına sarılmaları isteniyordur. Bu, öte dünyadan umudunu kestirme yoluyla insanlara kendi dünyevî amaçlarını kovalatma taktiği ise, komünizmde ve kapitalizmin ideolojisi olan liberalizmde ortaktır. > Çeşitli gerekçelerle intihara karşı çıkılır. İntiharın en büyük felsefî problem olduğunu ileri süren Camus da intihara karşı çıkanlardan biridir. Çünkü ona göre bu davranış yenilmek, saçmaya teslim olmak anlamına gelir. Gelenekler ve modern düşünce ise, toplumun iyiliği için karşıdırlar intihara. İntihar serbest bırakılmış bir davranış biçimi olsa insanlar intiharı normal bir çözüm yolu olarak görür, başları sıkışınca da bu çareye başvururlardı. Çoklarınca bu çareye başvurulması, toplumun varlığını tehdit edecek boyutta bir tehlikeye bile dönüşebilirdi. Şöyle ki, toplumun varolması ve varlığını devam ettirebilmesi, insana bağlıdır. Toplumu oluşturan insanlar artan intiharlar nedeniyle hızla azalmaya başlasa, toplum önce küçülecek, azalma sıfıra kadar devam ederse de, yok olacaktır. Bu olacak bir şey değildir aslında, ama bunun çok düşük olan olma ihtimalini bile ortadan kaldırmak isterler toplumun yaşamasını isteyen güçler. Ve semavî dinler de intihara karşıdırlar, çünkü insan Tanrı’ya aittir ve Tanrı insana intiharı yasaklamıştır. Burada intiharın kötü olmasının asıl nedeni, tanrısal yasaktır. Bu yasağı çiğneyecek kimse, Tanrı’nın vereceği cezayı da göze almış demektir. Ve intiharın, intihar edenin düşmanlarını sevindireceğini, o yüzden kişinin yenilgisiyle düşmanlarını sevindirmemek adına, onlara inat yaşaması gerektiğini söyleyenler de vardır. Ve eğer, intiharı öneren biri varsa, ilk önce kendisinin

59

intihar etmesi istenebilecektir. Ve böyle biri intihar ederse, Kant’a göre, davranışının herkesin için kural olmasını istiyor demektir. Peki intihar bir kural olursa ve çokları bu kurala uyarsa, onun bir kurala dönüşmesinde payı olanlar Tanrı’ya ne hesap vereceklerdir? Onları sonsuz azaptan ne kurtaracaktır? Elbette, Tanrı’nın bağışlaması başka, hiçbir şey. O yüzden intiharı öğütlememeli; yaşamayı öğütlemeli. Bu öğüdün gerekçesi de, Tanrı’nın intihar etmememizi ve yaşama sarılmamızı istemesi olmalı. > Blaise Pascal ilginç bir kişilikti; on iki yaşında geometriyi kendi için yeniden bulmuş, on altı yaşında konik kesitler üzerine bir kitap yazmış ve daha sonraları matematik ve fizik alanındaki birçok keşfiyle “deha” olarak şöhret bulmuştu. O, insanın sefilliğinden bahseder, ama onun kendi sefilliğini kavramasını, büyüklüğünün bir göstergesi olarak görür. Tanrı’yı bilmek ama kendi sefaletini bilmemek ile kendi sefaletini bilmek ama Tanrı’yı bilmemek eşit ölçüde tehlikeli şeylerdi ona göre. Birinci durumda, felsefecilerin gururu ortaya çıkıyordu ve ikinci durumdaysa, tanrısızların umutsuzluğu… Ve kendisinde, mistik bir tecrübe yaşadıktan sonra, filozofların tanrısının değil de peygamberlerin tanıttığı Tanrı’nın asıl olduğu yönünde bir inanış hâsıl olmuştur. Filozoflar, sistemleri ona ihtiyaç duyduğu için bir tanrı kabul ediyorlardı, yoksa ona teslim olmak istedikleri için değil. O yüzden de onu onaylamalarına rağmen onun yaşamlarına el atmasına izin vermiyorlardı. O onaylanacaktı ama hiçbir konuda kendisine inisiyatif verilmeyecekti. Aslında istedikleri şey, tanrılarına tanrı olmaktı. Ama belki de bunu istemiyorlardı; ne var ki yaptıklarıyla, farkında olmaksızın, Tanrı’yı dinsel doktrinlerin güçlü kişiliği olmaktan çıkarıyor, zayıf bir soyutlama hâline getiriyorlardı. Felsefe tarihinde Tanrı’nın kendini bilmediğini, ya da daha doğrusu, bizim bildiğimiz gibi bilmediğini söyleyen tanrıtanır filozoflara rastlamak bile mümkün. Güya Tanrı insan aracılığıyla, onun zihninde kendi farkına varıyormuş. Kendi farkına doğrudan varamayan bir varlığın, kendi

60

farkına doğrudan varabilen bir varlığı (insanı) yaratması mümkün mü? Bir varlık kendinden daha mükemmelini ortaya çıkarabilir mi? Oysa bunların şu şekilde düşünmeleri gerekmez miydi: Sen kendini nasıl biliyorsan, Tanrı da kendini öyle bilir. Bununla birlikte Pascal, Tanrı’nın varlığının aklî kanıtlamaya konu olabileceğine ilişkin şeyler söylemenin yanısıra, tersi şeyler de söylemiştir. Ama görüşü ağırlıklı olarak, Tanrı’nın inanç yoluyla bilineceği yönündedir. O’na inanmayıysa arzu işi olarak görüyordu. Nitekim, “Yalnızca O’nu görmeyi arzulayanlar için yeterince ışık, tam tersi bir konumda olanlar için ise, yeterince karanlık mevcuttur” demiştir. Demek ki Tanrı arzu edeni doğru yola iletiyordu. Ve insan, buradaki arzulamasında tümüyle serbestti ve bu serbestlik, onu sorumlu kılan başlıca etmendi. Bunun dışında, Pascal henüz Tanrı’yı ne onaylamış, ne de reddetmiş kişiler için bir bahis meselesi açar. Buna göre, insan ret ile kabul arasında bir tercihte bulunmalıdır. Eğer yargısını askıya alırsa bu aslında Tanrı’ya karşı seçimde bulunmuş olmak demektir. Bu yüzden açık bir seçim yapmak zorunludur, ve bu seçimde bahse girmeye benzer bir durum ortaya çıkacaktır. Zira kazanmak veya kaybetmek şansa bağlı olacaktır, ve sonsuzluk için oynarsan ve kazanırsan, her şeyi kazanacaksındır. Yok eğer kaybedecek olursan, sadece haram zevklerle zevklenme fırsatını kaçırmış olmaktan kaynaklanan bir kaybın olacaktır. Burada kesin olan sonluluğu, kesin olmayan sonsuzluğa karşı ortaya koymak söz konusuydu. Zaten kumarda risk almadan kazanmak yoktu. Sonsuz olanı kazanmak için sonlu olanı riske etmeliydin. Ticarette risk alabiliyorsan, burada da almalıydın, ve bunu yaparsan, saçma bir şey yapmış olmazdın, tıpkı yarına çıkacağımızın kesin olmamasına rağmen bu olasılık üzerine davranmayı saçma bir şey olarak görmemekte olduğu gibi. Ayrıca Pascal, Tanrı ile hiçlik arasındaki seçimde kazanmanın veya kaybetmenin şansa bağlı olduğunu söylese de, sonsuzluk için oynayıp haram

61

zevklerden uzak durulunca, inancın bulunacağını, bu konuda bizzat Tanrı’nın yardımına mazhar olunacağını da belirtmiştir. Böylece “Çileci bir yaşam sür, Tanrı gerçeği sana belli etsin ve seni dini tasdike ikna etsin” demeye getirmiştir. > Şöhretten mi bahsettin? Herkesçe tanınmak güzel olmalı. Ama ben daha iyisini biliyorum. Rabbim tarafından tanınmıyor muyum? Öyleyse insanlar beni tanımasa da olur. Bununla birlikte Tanrı tarafından tanınmayan hiç kimse yok. Ama bu gerçek insanların şöhreti kovalamalarına engel olmuyor. Demek ki Tanrı tarafından bilinmek onlar için yeterli değil. Ya da meseleyi hiç bu biçimde düşünmemişler. UYGARLIĞIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ Uygarlık, uluslararası toplumsal yaşayışların toplamıdır ve bugün uygarlık denilince akla Batı Uygarlığı gelir. Batılı toplumlar uygarlığın temsilcileridirler ve uygarlaşmayı isteyen Doğulu toplumlar, Batılı toplumları taklit ederler. Düşünce, sanat, ahlâk, siyaset, ekonomi, bilim, teknoloji vb. alanlarında, onların yaptıklarını yapmaya çalışırlar. Bunu başardıkları ölçüde kendilerinden hoşnut olurlar. Ama bu arada, uygarlığın bulunduğu noktaya kendilerinin katkılarıyla geldiğini ileri sürmekten de geri durmazlar. Ve böylesi katkıların kendilerini şereflendireceği beklentisi içine girerler doğal olarak. Ama Batı tarafından temsil edilen uygarlığa katkıda bulunmuş olmak hiç de şereflendiren bir şey değildir. Uygarlık özünde dinî ve ahlâkî bir konudur ve Batı tarafından temsil edilen uygarlığın ahlâkı, ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. İkiyüzlülükten anladığım şeyse, kendini olmadığı gibi göstermektir. Ve ne yazık ki bilimsel ve teknolojik atılım, uygarlığın, din bir yana, ahlâkla direkt bağlantılı bir konu olduğu gerçeğinin üzerini örtmüştür. Artık uygarlık düzeyi, sadece bilim ve teknolojide ve bir düzeye dek de ekonomide bulunulan noktaya göre

62

saptanıyordur neredeyse. Buysa kolay ve lüks bir yaşamın, iyilikçi ve erdemli bir yaşama yeğlenmesi demektir. Bugün Batı’da ve Batılılaşmış dünyada kurumlar da bireyler de ikiyüzlülükle vasıflanmış durumdadırlar. Buralarda kötü kendini iyi, çirkin kendini güzel, eğri kendini doğru, korkak kendini cesur, gayri âdil kendini âdil, gaddar kendini merhametli, ahlâksız kendini ahlâklı olarak gösteriyor. Bu sahtekârca tavrı takınan evvelâ devlet kurumu olmuştur. Machiavelli ile birlikte, din ve ahlâktan sıyrılan siyaset, erdemsizliğini erdem kisvesine sokmak gerektiğini de öğrenmiştir ondan. Böylece evliya görünümlü bir şeytan olup çıkmıştır. Zamanla bu ikiyüzlülük aşağıya da sıçramıştır ve ortalığı evliya görünümlü şeytanlar doldurmuştur. Bunlar iyiyi söyler ama kötüyü yaparlar. Böyle insanları ortaya çıkaran şartların oluşmasında katkısı olmak övünülecek bir şey midir? Machiavelli’den sonra ikiyüzlü olup çıkan ve uyruklarını da ardından sürükleyen Batılı devlet, en büyük yalanı, devletle halkı özdeşleştirdiğinde söyler. Güya egemen halktır. Gerçek idareciler yerine kuklalar seçen halk egemen olabilir mi? Bir süre sonra bu seçim ve demokrasi hokkabazlığını kimi Doğulu devletler de tekrarlamıştır. Ama bunu yapmayan Doğulu devletler de vardır. Bunlar despotizmin temsilcileri olarak gösterilirler Batılılarca ve küçük görülürler. Neyi temsil ettikleri meselesine gelince, demokrasiyi temsil etmedikleri kesindir ve işin aslı bu tür bir iddia içinde de değillerdir. Otoriterdirler ve bunu inkâr etmezler. Yani kendilerini olmadıkları gibi göstermeye çalışmazlar. Bundan şu çıkar ki, kendilerini demokrasi olarak lânse eden Batılı sınıf oligarşilerinin aksine dürüsttürler. Öyleyse Batılı devletlerle onların Doğulu takipçileri dürüstlük erdemine sahip değillerken, birçok Doğulu devlet dürüstlük erdemine sahiptir. Fakat kurum değil de birey dikkate alındığında, dürüstlük erdemi tek başına işe yaramaz. Bir bireyin, erdeminin faydasını görebilmesi için, öncelikle inançlı

63

olması gerekir. İnançsızın iyi işleri boşa gitmiştir son aşamada. Buna karşılık inançlının iyi işleri iyi bir karşılıkla karşılığını görmüştür. Gelgelelim dini olmayan dürüst bir kurumun aksine, dini olan dürüst bir kuruma dürüstlüğünün bu dünyada işlerinin rast gitmesi şeklinde bir fayda sağlayacağını düşünmemek için de hiçbir neden yoktur. Ama gene de bu ikiyüzlü çağda, dürüstlük erdeminin önemini yadsımamalı. Dürüst bir düşman ikiyüzlü bir dosta yeğdir. Zira birincisi sağ gösterip sol vurmaz, oysa ikincisi insanı sırtından vurur. Ve burada şu hemen göze çarpıyor ki “ikiyüzlü dost” sözü kendi içinde çelişkilidir. Çünkü ikiyüzlüden dost olmaz. Ancak iyi zamanınızda onun sizinle iyi geçinmesi, suyunuza gitmesi söz konusu olur. Durumunuz bozulacak olsa size ilk çelmeyi takacak olan da odur. Batı tarafından temsil edilen uygarlık, amaca ulaştıran her yolun meşru olduğu anlayışını bizzat benimsemiş ve insanlara da benimsetmiştir. Bu pragmatist ahlâk anlayışının, yönetimin halktan erdem gerektiren taleplerde bulunması söz konusu olduğunda, sadece söz dinlemezliğe, aldırmazlığa katkısı olur. Örneğin yolsuzluk, adam kayırma reddedildiği, istenmediği hâlde engellenemez. Fakat buna rağmen pragmatizm meyvelerini verir. Bireyler ile sistemin bazı amaçları örtüşür ve bireyler bu amaçları kovalarken sistemin de işine gelen bazı sonuçlar elde edilir. Burada önemli olan şey, sistemin amaçlarıyla bireylerin amaçlarını en üst düzeyde örtüştürmektir. Bunun için sistemin amaçları bireylere kendi amaçları olarak benimsetilir. Böylece bireyler her yola baş vurarak bu amaçları gerçekleştirmeye çalışırlar. Başarılı oldukları ölçüde sistem de başarılı olur. Ve tam da amaçlarına ulaşmak için her çareye baş vurmaları, onları ahlâksız kılar. Sistem iki isteğinin birden gerçekleşmeyeceğini bilmeli. Bireyleri sistemin amaçları peşinden koşturmakla yetinmeli, ahlâklı olmalarını istememelidir. Çünkü bu ikisi bir arada olmaz. Ya da tam aksi istikamete dönmeli ve pragmatizmi

64

erdeme feda etmelidir. Pragmatizm ikiyüzlülüğün bilimidir. Bu yüzden uygar insanların ikiyüzlülüğünde pragmatik bir eğitimden geçmiş olmalarının rolü vardır. Ama bundan daha da fazla, yönetenlerin sahtekârca tavrından etkilenmişlerdir. Onların, söylediklerine ters düşen işler yaptıklarını görmüş ve onları taklit etmişlerdir. Makyavelizmin sistemleştirilmiş biçimidir pragmatizm. Başarı odaklı olan bu öğretide, başarıya ulaştıracak yolların tespiti ve içlerinden en hesaplı olanının seçimi, bilimsel bir çalışmayla gerçekleştirilir. Bu çalışma sonunda seçilen yolun ahlâka uygun olup olmadığı konusu önemsizdir. Önemli olan başarmaktır. Ya da, başarmak amaca ulaşmaksa, önemli olan amaca ulaşmaktır. Amaca ulaşmak için hangi araca başvurduğunuz önemsizdir. Yeter ki bu araç, diğer araçlardan daha maliyetli olmasın. İstenen sonuçları elde ettiren her şey iyi ve yararlıdır. Birçoğu içinde en istenen sonuç ise, Batılı sermayedarın kârının artmasıdır. Öyleyse onun kârını artıran her şey yararlıdır ve istenirdir. Örneğin eşlerin birbirlerini aldatması Batılı sermayedarın kârını artırdığından, bu tüm sosyal zararlılığına rağmen yararlı görülmüş, böylece yazılı ve görsel medya, internet, romanlar, filimler, dizi filimler gibi şeyler kullanılarak yaygınlaştırılıp, baskın kılınmıştır. Hep sosyal zararları olan ama sermayedarca yararlı bu türden durumlar istenir, aranır ve elde edilir. Buysa başarıdır ve başarı, sermayedarın başarısı, her şeydir. Böylelikle başarıyı kolaylaştıran bir şey olduğu için bolca yalan söylenir. Örneğin kapitalist sisteme, insanlar ona sempati duysun, taraf olsun diye, serbest piyasa ekonomisi denir. Oysa kapitalizm kartellerin güdümünde olan bir ekonomik yapıdır. Keza demokrasiye, halkın kendi kendini yönettiği bir rejim, denir, böyle denerek o insanlara sevdirilmeye, benimsetilmeye çalışılır. Oysa demokrasi, bir aldatma rejimidir. Bu rejimde insanlar, seçtiklerince yönetildiklerini, dolayısıyla kendi kendilerini yönettiklerini

65

sanırlar. Oysa hükümetin arkasına gizlenmiş olan oligarktır ülkeyi asıl yöneten. Kötü yönetimin ceremesiniyse seçilmişler çeker. Çünkü onlar göz önündedir. Böylece oligark devrimden bağışık bir biçimde varoluşunu sürdürür. Demokrasi tam bir oyundur. Bir yanda iktidara (aslında kuklalığa) talip partiler, diğer yanda da seçmen kitlesi vardır. Seçimlerde, seçmen kitlesi, iktidara talip olan parti sayısınca parçaya bölünür. Bu parçalar söz düellosu yapar, birbirinin önüne geçmeye çalışırlar. Böylece rekabetçi arzular tatmin olur. Seçimi kazanan partiyi tutan insanlar, partileriyle kendilerini özdeşleştirdikleri için, seçimi bizzat kazanmışçasına bir sevinç ve doyum yaşarlar. Sanki her biri ayrı ayrı başbakan olmuştur. Seçimi kazanan parti ise, kuklalığa seçildiğini unutarak, şımarır ve yüksekten atıp tutmaya başlar. Bu parti, egemenden gelen emirleri uygulamakla görevlidir, buna karşılık kazancı, servetine servet katmak olacaktır. Bu düzen içinde siyasetin anlamı şudur: Yukarıdan gelen emirleri uygula, bu emirlerin sahiplerine perde ol ve cebini doldur. Oligark da bu oyunu dışardan izleyen bir güç olarak, bu kolektif komediye ve yanılsamaya kıs kıs gülüyordur. Oligark için demokrasi ve seçimler, halkı oyalamanın ve aldatmanın araçlarıdır sadece. Bununla birlikte, ekonomiyi kontrol eden her şeyi kontrol eder. Bugün dünya ekonomisi, dolayısıyla da her şey Batılı büyük kapitalistlerin kontrolündedir (oligarkı onlar oluşturur). Yani onlar suyun başındadırlar. Amaçları, hâkim konumlarını yitirmemektir. Bunun için de zenginliğin sistem içinde işlerine gelen tarzda dolaşması gerekmektedir. Yani kendileri arasında… Bunun içinse, sattıkları şeylere olan talebi canlı tutmak zorundadırlar. Talebi canlı tutan şeyse, hedonizmdir. Hedonizmi ise maddeci bilim haklılaştırır. Üstyapıda yer alan diğer bütün şeyler gibi, bilim de ekonomik altyapı tarafından belirleniyordur. Böylece karşımıza maddeci bir biçim edinerek çıkar. Maddeci bilim Tanrı’yı inkâr etmenin yanısıra, ruhu da bedensel bir fenomen olarak açıklıyordur. Buysa, bedenin zevkleri için

66

yaşamanın en doğru şey olduğu sonucunu ortaya çıkarır. Bu sonuç, bilimi dikkate alan herkesi ilgilendiriyordur. Bilim insanlara gerçeğin sözcüsü olarak tanıtıldığı için de, söz konusu sonucu dikkate almayan insan sayısı çok azdır. Böylece çoğu insan, bilimin etkisiyle, hedonist olur. Hedonist olmalarıyla birlikte de, sistemin ürettiği mal ve hizmetlerin birçoğu onlar için satın alınacak şeyler hâline gelir, zira mal ve hizmet tüketimi yoluyla zevk alacaklardır. Bilimsel bir manipülasyonla, insanlara belli bir yaşam felsefesinin nasıl benimsetildiği ve böylelikle sistemin gereksindiği talebin nasıl oluşturulduğu görülüyor burada. Talep probleminin çözülmesi, sistemin ayakta kalabilmesi için yapılması gerekenlerin yapılması konusunu da hâlleder. Şöyle ki, insanın hedonizmini yaşayabilmesi için para kazanması gerekir, para kazanmak içinse, çalışması… İnsanın çalışmasıyla da, sistemin ayakta kalması için yapılması gerekenler yapılmış olur. Ve üretim kapitalizminden tüketim kapitalizmine geçilmesiyle birlikte, görüldüğü üzere, hayatta kalmak için çalışmanın yerini, hedonist bir yaşam sürebilmek için çalışma almıştır. Hayatta kalmak için yine çalışmak gerekir, ama artık çalışmaktaki asıl amaç hayatta kalmak değildir de haz yaşamı sürebilmektir. Aslında kapitalistlerin kârlarını sürekli artırma eğilimi de, tüketim kapitalizmine, dolayısıyla da hedonizme geçişte rol oynamıştır. Şöyle ki, büyük kapitalistler kârlarını artırmak için üretimi artırmışlardır. Böylece bir ihtiyaç fazlası çıkmıştır ortaya. Bu ihtiyaç fazlasının eritilebilmesi için, ihtiyacı aşan tüketim gerekli olmuştur. İhtiyacı aşan tüketimin gerçekleşmesi içinse, insanların obur tüketicilere dönüşmeleri gerekmiştir, bunun içinse, insanlar hedonistleştirilmişlerdir, hedonistleşince arzuları çeşitlenmiş, devleşmiştir. Ekonominin ihtiyaçlarına uygun olarak maddeci bir görünüm kazanan bilim gibi din de, mevcut ekonomik ilişkilere uygun bir hâl almıştır. Nitekim Hıristiyanlık ile

67

Yahudilik dünyevî bir kültürü engellemeyecek, hattâ bu tür bir kültürü haklı çıkaracak, destekleyecek unsurlar edinmişlerdir. Ve İslâmiyet de benzer bir durum içersine sokulmaya çalışılıyordur. Ilımlı İslâm, bu oyunun ve tuzağın adıdır. Ilımlı İslâm’da insan inanır ama inançsızlar gibi yaşar. Yani ortada eylemden soyutlanmış bir iman vardır. Bazıları, eylemi imanın bir parçası sayar ve eylemsiz iman olamayacağını söyler. Ama bu yanlıştır. Fasık denen bir şey vardır. Fasık, inandığı gibi yaşamayan, günahı alışkanlık hâline getirmiş kimsedir. Ve kapitalist sistem, çarklarının dönmesine hizmet ettikleri için fasığı ve kâfiri çoğaltmaya çalışır. Fasık ve kâfir çoğalınca, yani günah engeli ortadan kalkınca, kazanıp harcamada haram-helâl gözetilmez; böylece kapitalizmin çalışma ve tüketme gibi ekonomik beklentileri üst düzeyde karşılanır. Bu beklentiler üst düzeyde karşılanınca da, sistemlerin en ikiyüzlüsü işler ve zenginlik, çoğunluğun zararına olacak tarzda bir azınlığın elinde birikmeye devam eder. Uygarlığın bir unsuru olan ekonomi, uygarlığın öteki unsurları üzerinde belirleyicidir modern çağda. Neden mi? Çünkü ekonomi zenginliktir ve zenginlikse, güç aracı… Kapitalizm söz konusu olduğunda, toplumda üretilen zenginliğin, az sayıda insan arasında dolaşmaya ayarlanmasından söz edilebilir. Buysa, gücün sürekli bu az sayıda insanda bulunması anlamına gelir. Böylece uygarlığın diğer unsurlarına, gücü sağlayan ve koruyan ekonomi biçimine uygun biçimler verilir. Öte yandan yönetilenler, yönetenlerin yalancılığını, ikiyüzlülüğünü, onların geri ahlâkını taklit etmelerini sağlayacak ölçüde fark ederler. Ama onların kukla olduğunu, onları onların arkasındaki Batılı egemenin oynattığını fark edemezler, ve bu sebepledir ki bu gücü başlarından atmaya yeltenmezler. Hoş, bunu bilseler bile, buna yeltenecekleri şüphelidir ya (fakat kapitalistler bu ihtimali göz önünde tutarak hareket ederler). Neticede güç sahiplerinin pragmatizmi, yalancılık ve ikiyüzlülüğü

68

uygarlığın ahlâkının ilkeleri hâline getirmiştir. Hedonizmin, ekonominin felsefî motoru hâline getirilmesiyle birlikte haz da uygarlığın ahlâkının ilkelerinden biri olmuştur. İlkeleri yalan, ikiyüzlülük, haz, yarar ve ayrıca güç olan, ama erdemden dem vuran bir uygarlığın oluşumunda pay sahibi olmakla büyüyeceklerini sanan ve bu yüzden bunu ispatlamaya çalışanların, bu konuyu bir kez daha gözden geçirmeleri gerekir. Asıl olarak dinsel tavrına, ahlâkına göre belirlenmelidir bir uygarlığın ileriliği veya geriliği. Askerî ve politik açıdan güçlü, ekonomik olarak kendine yeten olmanın yanında ve asıl olarak, Tanrı’nın buyruğunu tutan, erdemi yaşayan bir uygarlık ve onu temsil eden devlet ileri sayılmalıdır –devlet göz önüne alındığında, bu devletin idarecilerinin seçimle mi, yoksa başka bir yolla mı işbaşına geldiğine bakılmadan. Ya da, bu özelliklerdeki bir uygarlığı temsil eden ve idarecilerini halkın seçtiği bir devlet, aynı özelliklerdeki bir uygarlığı temsil eden ve idarecilerini halkın seçmediği bir devletten daha ileri sayılmalıdır. BİRKAÇ ÖNEMLİ DEĞİNİ 2 > Agusto Comte, insan düşüncesinin teolojik, metafizik evrelerden geçerek, pozitif bir nitelik kazandığını ve bunun bir gelişme olduğunu söylemiştir. Bu süreci tersine de çevirebiliriz. Yani insan düşüncesi teolojiden, önce metafiziğe, nihayetinde de pozitivizme gerilemiştir. Ortaçağda düşünce teolojikken, Aydınlanmayla metafizik, moderniteyle de pozitivist bir hâl almıştır. Bu süreç, burjuvazinin dünyaya hâkim olma süreciyle birlikte seyreder. Aslında olay, burjuva sınıfının kendi düşüncesini kademe kademe insanlığa benimsetmesi olayıdır. Onlar dünyaperest kimselerdi ve dünyaperestlik materyalizme ve materyalizm de nihilizme gebedir. Yani dünyaperestlik sonuna dek götürülürse, nihilizme varılır. Böylece modern dönemde materyalist zihniyet, postmodern dönemde de nihilist zihniyet hâkim oldu. Postmodern dönem, içinde

69

bulunduğumuz dönemdir. Ama bunun, modernlikten bambaşka ve yeni bir dönem olduğu konusu tartışmalıdır. Bazıları, postmoderlikte, modernliğin radikalleşmesi evresini yaşadığımızı söyler. Bu görüşte haklılık payı var. Çünkü, postmodernizmi karakterize eden nihilizmin tohumları, Rönesans’ta atılmıştır. Rönesans’la, insan Tanrı’nın yerini almaya başlamıştır ve modernliğin anlamı da, bütünüyle burada yatar. Şimdi tekrar Tanrı’nın, insanın yerini alacağını umuyoruz. Bu, modernliğin sonunun geldiğine ilişkin bir umuttur. Fakat, bu konudaki umutlarımız boşa çıkacak bile olsa, nihayetinde kıyamet kopacak, İblis ve orduları yenilecektir. Yani sonuçta zafer, Allah ve taraftarlarının olacak. Zira Allah, bunu vaat etmiştir. O yüzden biz umutsuz değiliz. Örneğin, komünistler umutsuzlar. Çünkü şu an onların düşmanları iktidarda ve hep de iktidarda kalacaklar gibi gözüküyor, devrim olanaksız gözüküyor. Komünistleri umuda, yani Müslümanlığa davet ediyorum. > Demokrasiyi üstün tutuş ve kayıtsız şartsız isteyiş, modernlere aittir. Bu da halka çok değer verildiğinden değil, halkın en iyi aldatıldığı yönetim şeklinin demokrasi olması dolayısıyladır. Burada söz konusu edilen demokrasi, temsilî demokrasidir. Temsilî demokraside halk yönetme yetkisini bir kısım insana devretmiştir, onları seçimle iş başına getirir, bunun anlamı, demokraside egemenliğin halka ait olduğudur. Palavra! Demokrasi, halkı kandırmanın ve oyalamanın aracıdır sadece. Burada halkı, seçilmemiş bir azınlık yönetiyordur aslında. Seçilmişler halka karşı değil bu azınlığa karşı sorumludurlar. > Bugün ip, doğrudan doğruya insanın boynuna geçirilmemiştir, onun soyut bir unsuru olan, nefsin boynuna geçirilmiştir, bu yüzden insanın köleleştirildiği fark edilemez, böylece o özgür görünür ve sanılır, oysa o nefsinin boynuna ipi geçirmiş ve onu istediği yöne çekenin kölesidir. Bu yeni bir yönetim tekniğidir. Bu teknik kendini belli etmez. Açıkça değil, gizlice yönetir insanı. Yani

70

bugünün insanı, özgür görünen bir köledir. Zaaflarından yakalanmıştır. Bu insanı özgür kılacak şey, nefsini terbiye ederek onun boyunduruğundan kurtulmak, böylelikle de, nefsini bağlayarak kendini bağlamış olanın bağını çözerek, mecazen, kendinin efendisi olmaktır. Mecazen; çünkü, insanın sahibi asıl olarak Allah’tır. Böylece bendesi olduğu nefsinin efendisi olanın bendeliğinden kurtulan kişi, tek Allah’ın bendesi olur. Bu, hak bendeliktir. Batıl bendelik ise, Allah’ın dışındaki şeylere kulluktur. Gariptir ki Allah’a bendeliği gururuna yediremeyenler, kula kul olurlar ve bunun ıstırabını çekerler her zaman. Allah’ın üzerimizdeki haklarından biri, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamamızdır. Bu hakkı ihlâl eden kişi, Allah’a eş koştuğu kimselerden zarar görerek suçunun bedelini öder. Allah dışındaki şeylere kulluk; yararlanılmaktır, ıstıraptır. Allah’a kulluksa, sultanlık… > Bazılarına göre Türkiye’nin, bugünün süper gücü olan Amerika’nın yanında yer almaktan başka çaresi yoktur. Niye? Çünkü çıkar bunu gerektiriyordur. Peki bu çıkar İran için aynı şeyi gerektirmiyor mu? İran, Amerika’nın karşısında yer aldığına göre, demek ki gerektirmiyor, veya Amerika’nın karşısında yer almanın bazı riskleri varsa, İran’ın tutumu gösteriyor ki, bunlar göze alınamayacak riskler değil. Bu risklerden korunmak için Amerika’nın yanında yer almak korkaklıkken, çıkar için Amerika’nın yanında yer alındığında, çıkarın, bir İran olamamanın, bu onurlu duruşu sergileyememenin bahanesi, belki de özrü olmasını isterdim. Ama ne yazık ki, bu Amerika’nın yanında yer alma politikası, gururla benimsenmiş ve korkaklıktan çok dünya çıkarını, hâliyle dünyayı; âhiret çıkarına, hâliyle âhirete tercih etmiş olmanın bir anlatımıdır. Dünyayı âhirete tercih etmemizi isteyense asıl olarak İblis’tir. Öyleyse dünyacı bir siyaseti yeğlediğimizde, İblis’in istediğini yapmış oluyoruz. Ve âhireti tercih, âhiret merkezli yaşamayı getirecektir. Ama bu, dünyadan el etek çekmek değildir. Dünya işini de âhiret (din) işine çevirmektir. Örneğin,

71

evlenmeye, şehvetini tatmini değil de, evliliğin sünnet oluşunu gerekçe yapmak gibi. Ve diğer konularda da bu davranış tekrarlanmalı. > Batı’yı gözümüzde büyütmüş, yıllarca onu uygarlığın temsilcisi olarak görmüşüz. Sebep de onun teknoloji ve bilimdeki başarılarının bir sonucu olarak, dünyanın hâkimi olması. Batı’nın teknolojisi, bilimi, zenginliği, gücü bizim dünyaperestleri büyülemiş. Bunlar Batı gibi olmayı istemeye başlamışlar, ama Batı’nın ona hayran kölesi olabilmişler ancak. Batı büyük bir güce sahiptir, fakat dinen, manen, ahlâken çok geridir. Uygarlığın anlamı; ekonomide, siyasette ve askerî güç bakımından iyi durumda olmanın yanında ve asıl olarak dinde, ahlâkta iyi durumda olmaktır. Ekonomik olarak iyi durumda olmak, başka milletlere muhtaç olmamak için; askerî güç bakımından iyi durumda olmak da, düşmanların için caydırıcı olmak ve kendi din temelli yaşam biçimini, onu bozmayı amaçlayan dışsal müdahalelerden koruyabilmen içindir, yoksa bunlar, refah ve güçle büyülenmek, nefsini tatmin etmek, kibirlenmek, başkalarını sömürge yapmak için değildir. Oysa şimdi bizim uygarlık isteyenlerimizin çoğu bu sakat nedenlerle uygarlık istiyordur. Onun için de İblis’in dostu olan Batılılardan farksızdırlar. > Nefiste iktidar tutkusu vardır. Öyleyse Kur’ân’ın emri olan güç kazanma, nefsin de hoşuna giden ve istediği bir şeydir. Ama nefs ile Kur’ân’ın gücü isteme gerekçeleri farklıdır. Nefis bunu, hemcinslerine üstünlük sağlamak, her istediğini almak, kendini tatmin etmek için ve ayrıca herkes kendine kul köle olsun diye ister. Oysa Kur’ân güç kazanmayı, düşmanlara korku salmak, geçim araçları bakımından başka milletlere muhtaç olmamak, kendi yaşam biçimini koruyabilmek, onurlu yaşamak, yönlendirilmemek, bağımsız politikalar geliştirebilmek için ister. Görülüyor ki nefis de İslâm da gücü istiyor, ama ikisinin gerekçeleri başka başka. Ve kim İslâmî olmayan, nefsanî olan gerekçelerle güç kazanmak istiyorsa, hatadadır. Örneğin,

72

ülkesi yabancı ülkelere maddeten muhtaç olmasın, ülkesinde aç insan kalmasın diye ülkesinin zenginleşmesini istemek yerine kendi refahı artsın diye ülkesinin zenginleşmesini isteyen birinin durumu böyledir. Kur’ân ve Sünnet’ten, yani nasstan dolayı güç kazanmak istenmelidir. Bir şeyi nasstan dolayı, yani sırf nassın emri olduğu için isteyip yapmaksa, ihlâstır. Her ne kadar yaptığın şey nassa uygun da olsa, sen bu şeyi nassın emri olduğundan değil de nefsin veya başkası istiyor diye yapmışsan, bu iş artık Allah için olmaktan çıkar ve ihlâsı kaybedersin. Allah ise sadece ihlâsla yapılan işleri kabul eder. Bununla ilgili kudsî hadis şöyledir: “Ben şirkten uzağım. Kim bir amel işler, buna benden başkasını ortak kılarsa, onu ortağıyla başbaşa bırakırım.” Bu kudsî hadis ihlâsın önemini anlatmaya tek başına kâfidir. Ama yine de, bu hadisi destekler nitelikteki bir diğer hadisi daha buraya almakta fayda var: “İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu, ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” İhlâs sahiplerini bekleyen tehlikenin ise, ihlâsı kaybetmek olduğu düşünülebilir. > Liberalizm birey için özgürlük isterken, onun nefsinin istediğini yapmasına izin verilmesini istiyordur. Buna izin verilince, insan nefsinin kölesi olacaktır. Yani liberalizmin istediği özgür insan, aslında nefsinin kölesi olan insandır. Görünüşte özgür, ama özde köle bir insan söz konusudur burada yani. Peki liberalizm neden özde köle, görünüşte özgür bir insan istiyordur? Çünkü nefsin istekleri, kovalandıklarında kapitalizmin yararına sonuçlar ortaya çıkaracak niteliktedir. Örneğin insandaki servet ihtirası, takip edildiğinde, kapitalist dünyadaki maddî zenginliğin artmasına katkıda bulunacaktır ve bu büyüyen zenginlikten aslan payını tabiî ki sermayedar alacaktır. İnsandaki kıskançlıktan ve üstünlük duygusundan kaynaklanan başkasının önüne geçme ihtirası ise, takip edildiğinde, iş verimini ve tüketimi artıracaktır, ki bu yine sermayedarın

73

daha fazla zenginleşmesi demektir, kârının artırması yoluyla. Aslında, nefisteki her isteğin tatmininin biraz paraya bağlı olması, nefsanîliği kapitalizmce yeğlenen bir şeye çeviriyor ister istemez. Çünkü para isteklere ulaşmanın anahtarı olunca, nefsanîlikten, para için sisteme teslim olma hâli doğuyor. Bu teslimiyet çoğunluk tarafından gerçekleştirilince, sistemin çarklarını döndürecek şeyler yapılıyor, böylece sistemin çarkları dönüyor ve sistem hayat buluyor, yürüyor. Demek ki nefsanîlik sistemin psikolojik dayanağıdır. Hattâ onun için, sistemi taşıyan en birinci kolondur, desek abartma yapmış olmayız. Gerçi asgarî ihtiyaçlar dahi sisteme taviz vermeden giderilemez, ama bu tavizler, hiçbir zaman sistemin ayakta kalmasına katkı yapacak, hele hele tüketim kapitalizminin çarklarının dönmesine katkı yapacak büyüklükte değildir. Çoğunluğun tüketici tavrından alır sistem gücünü. Bu çoğunluk kendini asgarî ihtiyaçlarını giderme, fazlasına bakmama dairesine çekse, bu sistem çöker. Yani asgarî ihtiyaçların giderilmesiyle ayakta kalan bir sistem değildir bu. Bu sistem, insandan bundan daha fazlasını bekler ve istediğini alır da ve aldığıyla da yaşar. Öte yandan nefsinin istediğini yapmayı, bu konuda engellenmemeyi isteyen birey, kendi için aynı şeyleri, işine gelmesi dolayısıyla isteyen liberalizmle dostluk ilişkisi içindedir, ona verir desteğini. Bu destek dille olmadığında, fiilledir. Fakat bu durumdaki birey, özgürlükçü liberalizmin aslında kendisi için kölelik istediğini bilmez. Esas olarak liberalizm, birey için özgürlük olsun, derken, birey için kölelik olsun, diyordur. Çünkü nefsin istediğini yapmak özgürlük değil, köleliktir. Nefsinin istediğini yapmadığında, onun boyunduruğundan kurtulduğunda özgür olacaktır insan. Öte yandan liberaller, tüketim kapitalizminin isterlerinden bağımsız konuşamazlar ve tüketin kapitalizminin öncelikli isteri, bireyin çok kazancı kovalaması ve kazandığını biriktirmeyip harcamasıdır. Böylece liberaller insanları yüksek gelirli işi kovalamaya veya birden çok işte çalışmaya veya meşru olmayan, görece

74

kolay yollardan kazanmaya, sonuçta çok para kazanmaya ve kazandığının hepsini son kuruşuna dek en kısa zamanda harcamaya yöneltirler. Onlar insanlardan bekledikleri bu davranış şeklini onların hesabına şu şekilde makulleştirmeye çalışırlar: Mal biriktirdiğinizde, çocuklarınız için çalışmış ve kendinizi onlara feda etmiş olursunuz, çünkü öleceksiniz ve her şeyiniz onlara kalacak, o yüzden biraz bencil olun, çok kazanmaya bakın ve biriktireceğinize harcayın, hayatınızı yaşayın, bir daha hayatınızı yaşama şansınız olmayabilir. Bu felsefeyi benimseyen insanlar helâl-haram endişesi olmadan kazanan ve harcayan makinelere dönüşürler. Bunlar, böyle yapmakla kâr ettiklerini sanırlar, oysa kayıptadırlar, çünkü meşru dairenin dışına çıkarak kazanır ve harcarken, olan, görünüşte akıllılık ederek dünyadan biraz lezzet kurtarmakken, özde kendi âhiretini karartmaktır. Liberaller, bunlara en büyük kazığı tam da bu noktada atarlar. Bunlardan küfür ehli olanların sonu zaten kötü olacaktır, ama kurtulma ihtimali bulunan din ehli olanlar fasığa dönüşecek, kurtulma ihtimallerini kendileri ortadan kaldıracak, putperestlerden bile önce cehenneme atılacaklardır. Bu konudaki hadis şöyle: “Cehennem zebanileri, putperestlerden daha önce fasık kulları cehenneme koyacaklardır. Bunun üzerine o fasık kullar: ‘Bizi puta tapanlardan önce ha?’ diye sorarlar. Onlara ‘Bilenler bilmeyenler gibi olmaz’ denilir. Yani, ‘Siz suçu bilerek ve isteyerek yaptığınız için, bilmeyerek ve istemeyerek yapanların suçu ne kadar büyük olursa olsun, sizden fazla olamaz’ denir.” > Kapitalizm, komünist ideolojiyle ve İslâm diniyle uğraşır, onlarla hep mücadele hâlindedir. Zira onlarda kendine karşı bir tehdit algılar ve hâliyle, ikisinde asıl düşmanlarını görür. Kapitalizmin onlardan duyduğu korku yersiz değildir, çünkü onlardan hangisi gerçek biçimiyle kalabalıkları saracak olsa, kalabalıklar istenen davranışları sergilemez olacak, sistemi yıkacak tarzda davranmaya başlayacaklardır. Onun için komünist ideolojinin ve İslâm dininin gücü kırılmalıdır.

75

Bunun en etkili yolu da, ikisinin de tehlikesiz yorumlarını onların yerine geçirmektir. Bu düşünceyle oluşturulup ortaya sürülmüşlerdir sosyal demokrasi ile Ilımlı İslâm; ve bu ikisi, efendiler hesabına başarı da sağlamışlardır. Böylece komünistler silâhlı devrimi amaçlamaz, Müslümanlar da sakınımlı yaşamaz olmuşlardır. Yani efendilerin istediği gibi… Sınıf çıkarını bireysel çıkarın önünde tutan ve kapitalistleri silâh gücüyle devirmeyi hedefleyen, bunun için elbirliğiyle uğraşan, yani gerçek komünizmi benimseyen insanların bulunması, elbette kapitalistlerin hiç istemedikleri bir şeydir ve kimi araçlarla bu düzlemdeki emekçi sınıfı dağıtılmış, komünizm de demokratik yoldan toplumu değiştirmeyi amaçlar hâle getirilerek amacına zorla ulaşma düşüncesinden uzaklaştırılmış, böylece komünist tehlikenin önü alınmıştır. Bu, fiiliyatta komünist tehdidi bertaraf etmektir, oysa potansiyel olarak bu tehdit daima olacaktır. Keza, İslâm da, ekonomi temelli kapitalist sistemde, israfı, haram kazanmayı, haram yere harcamayı, faizi ve gösterişi yasaklayan ve yetinmeyi, tutumluluğu, özgeciliği, ferâgati, öte dünya merkezli yaşamayı öğütleyen tarafıyla (ekonomiyle ilişkili bu istekler kapitalizmin bu alandaki isteklerine terstir), kapitalizmi işlemez duruma getirmeye adaydır. Onun için bunları etkisiz taleplere dönüştüren, son aşamada bir İslâm şeriatına uymaya gerek olmadığı, imanın kurtuluşa yeteceği anlayışını ortaya çıkaran Ilımlı İslâm, çeşitli araçlarla hâkim kılınarak İslâmî tehdit büyük ölçüde savuşturulmuştur (Hıristiyanlıkta bu, Pavlusçu, şeriata uymanın gerekmediği, imanın kurtuluşa yeteceği şeklindeki Hıristiyanlık yorumu hâkim kılınarak yapılmıştır). Ama komünizmin durumunda olduğu gibi, potansiyel olarak İslâmî tehdit hep varolacaktır. Öte yandan komünistlerle kapitalistlerin kavgası, iki dünyacı grubun kavgasıdır. Aralarındaki fark: Kapitalizmde, bir azınlık, yüksek maddî olanakları asıl olarak kendine ister, komünizmdeyse, herkese eşit maddî olanak sağlanması isteği vardır. İslâm, âhiterçi olmakla ikisinden de ayrılır. Ayrıca İslâm’da, kuralı Allah

76

koyar, diğerlerindeyse, kuralı koyan insandır. Liberalizm de komünizm de moderndir. Her ikisinde de, modernliğin ayırıcı özelliği olan, Allah’ın yerine kendini koyma vasfı gözükür. O yüzden her ikisi de sakattır. İnsana dünya cenneti vaat ederler, ama dünyada da âhirette de insana ıstırap ve hüsrandan başka bir şey sunmazlar. Öte yandan, İslâm’ın, ekonomik bakımdan kapitalizm için ölüm demek olduğu, başka değil, haram kazanmaya ve faize getirilen yasağın, bir faiz kurumu olan bankada çalışmayı istetmeme ve orayla alışveriş yaptırtmama yoluyla, bankacılık sektörünün çökmesine yol açacağı örneğinde görülebilir. Kapitalizm, tüketen ve tüketme olanağını artırmaktan başka bir düşüncesi olmayan, egemenlik ilişkilerini gerçek anlamda sorgulamayan, öte dünyayı ve Allah’ı düşünmeyen insanlar istiyor. Kapitalizmin istediği gibi olursan, o kazanır, sen kaybedersin. Sen yaratanın, sahibin, koruyucun, rızıklandıranın olan Allah’ın istediği gibi ol. Allah’ı, Allah için isteyenlerin durduğu noktaya gelemediysen henüz, Allah’ı cennet nimetleri için isteyenlerin durduğu noktaya da mı gelemedin? Kadınlar, evlatlar, şöhret, şeref, mal mülk türünden şeyler insana sevdirilmiştir. Ama bunlar, mevcut hâlleriyle, cennetteki gerçek nimetlerin gölgesi hükmündedirler. Çünkü onlar gibi kalıcı, üstün değildirler, bunların en çoğuna da ulaşsan hepsini arkanda bırakıp mezara gireceksin. Sen istiyorsan cennetteki gerçek nimetleri iste, onların dünyadaki gölgesini değil. Nimetin gölgesi için kendini yakmaya kalkışıyorsun bir de, sorarım sana, bu akıl kârı mı? Ama sen yine de cennet nimetleri için Yaradan’a kulluk yapanlardan olmakla yetinme. Arzun, Allah’ın dostluğu ve rızası olsun. Şöyle derler: Allah’ın kullarından cehennem korkusuyla kulluk yapan köle kuldur, cennetteki nimetlerin arzusuyla kulluk yapan, tüccar kuldur, sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için, cennette O’nun güzelliğini görme şerefine erişmek için kulluk yapan ise has kuldur. Sen hangi kulluk türünü kendine yakıştırıyorsun? Öte yandan bir de dünyaya kulluk vardır. Dünyanın

77

kullarından bir kısım erkek de, şehvetine kul olduğundan, kadına kuldur. Elbette modern koşullarda. Bu ortamda bu kulluğu üreten şey, kadının yatmaya karar veren taraf olmasıdır. Kadının para kazanan bir kadın olmasıysa burada onun erkek üzerindeki iktidarını pekiştiren bir unsurdur. Peki burada sözü edilen erkekler cinsellik delisi midir ki kadına kul olmuşlardır? Ne yazık ki nefsinin şehvet âfetine yenilmişse bir erkek cinsellik delisidir. > Materyalist felsefeye inanmışsın, o yüzden ölüm yok oluş senin için. Durum böyleyken bir çocuk yapıyorsun. Sonra o çocuk biraz büyüyünce, sana sonunun ne olacağını soruyor. Ona nasıl, ölecek ve yok olacaksın, diyebilirsin? Bunu dersen ve çocuk sana, “Demek ki ben bir felâketzedeyim, bana yazık etmişsin, ne hakla beni dünyaya getirdin?” derse, ona, “Zevklen ve gerisini düşünme” mi diyeceksin? Sana böyle mi dendi? Böyle dendiyse, bu yanıt seni teskin etti mi? Ölecek ve yok olacak olduktan sonra, zevklenmeyi ne yapar kişi! Üstelik ölüm böyle anlaşıldığında, yaşam azaba döner. Böylece “Doğdular, çektiler, öldüler” sözü senin için söylenmiş olur. Sen bu sözün kapsamındakilerden oldun diyelim, nasıl iradesini çiğneyerek bir çocuğu da onlardan yaparsın? Nasıl mı iradesini soracaktın? Buna olanak yoktuysa, onu dünyaya getirme hakkını elde etmen de olanaksızdı. O yüzden onu hiç dünyaya getirmemeliydin. Ona haksızlık ettin. O yüzden o sana diş bilese, yeri midir değil midir? Ama bunlar sapkınların meseleleri. Çünkü hakikatte ölüm bir son değildir. Ölümle, sonsuz yaşam başlar. Bu sonsuz yaşam, dünyadaki ameline göre ya ebedî ıstırap, ya ebedî mutluluk olacaktır. Bir materyalist olarak yaşayıp ölürsen, çaresiz ebedî ıstıraba mahkûm olacaksın. Dünyadan göçünce, artık hiçbir şeye çare yoktur. Çare, bu dünyadadır. Günah yaşamının en uç noktalarına gitmişsen bile, hâlâ geriye dönme şansın vardır. Geçmişe esir değilsin. Tövbe hep bir çıkış kapısıdır. Rabbin tövbeleri kabul edendir, acıyandır. Çok şükür ki O böyle. Allah ile haklı bir şeye dönüşür çocuk yapma olayı. Allah’a inanıyorsan çocuk

78

yapabilirsin. Ve lâik devletin çocuk yapmayı öğütleme hakkı edinebilmesi de, ancak din devletine dönüşmesiyle mümkündür. Varlığını sürdürebilmek için doğumlara ihtiyacı vardır lâik devletin ve artık ya bunun için yalandan din edinir ve kâfirce işlerini sürdürür, ya da dine samimî sarılır, onun emrini tutar ve erdem sahibi olur. Seçim kendisine kalmış. Ve lâik devlet düzelirse, onun çatısı altındaki insanlar da düzelir. Onlar düzelirlerse de mutlu olurlar. Allah’la mutlu olurlar. Allah’sız bir mutluluk düşünülemez zaten. Mutluluk ancak Allah’ladır. Buna kanıt değil mi, dünyaperestlerin bunca zaman kendileriyle mutlu olmayı denedikleri onca şeyle mutlu olamamaları. > Dünyada, dünyanın sefasını sürmek için bulunmuyoruz. Dünya bir imtihan yeridir ve biz, imtihan ediliyoruz burada. Allah’ın bizden beklediği şey, âhireti dünyadan üstün tutmamız ve istememiz. Biz ise, tam tersine, dünyayı âhirete üstün tutuyor ve istiyoruz. Bu istek, nefis ve şeytanın hoşuna gider. Dünyayı üstün tutup isteyen kişiler, nefis ve şeytanın rızasını öne almışlardır. Yani Allah’ı değil, bunları razı etmeye çalışırlar. Ama bunu yapmakla farkında olmadan, âhirette geride kalanlardan olmaya da razı olmuş olurlar. Çünkü ekseriya, dünyada önde olan âhirette geride kalır. Ama elbette bunları söylerken, âhirete inandığını söylediği hâlde onu dünyanın arkasına atanları hedef alıyorum. Yoksa, âhirete inanmayan insan, nihilizme düşmezse, elbette ki dünyaya sarılacaktır. Çünkü onun için bir tek dünya vardır ve başarı da, dünya başarısıdır. Bunlardan dünyada başarıya ulaşanlar için, sonsuz azap karşısındaki avuntu, en azından dünyada istediğini elde etmiş olmak olacaktır. Peki bunu bile yapamamış olanların avuntusu ne olacak? Hiçbir şey. Ama, sonuçta bu iki gurup insan da bedbahttır. Hem de gerçek anlamda bedbahttırlar. Bunu söylerken, dünyadaki bedbahtlığın, âhiretteki bedbahtlığın ancak bir mecazı olabileceğini söylemek istiyorum. Onun için, dünyada bedbaht olmak, âhirette bedbaht olmaya yeğdir. Zira birincisi ne kadar da büyük olsa biticidir, ama ikincisi, hem

79

sonsuz büyüklüktedir hem de hiç bitmez. Ve âhiretteki gerçek bedbahtlığa inanan, kendini bundan korumaya çalışacaktır. Buna inandığını söylediği hâlde kendini bundan korumaya çalışmayan için ne düşüneceğiz? Böyle biri, inanma ve zararın mânâsını anlayamayan, ne söylediğinden habersiz bir delidir veya ilâhî tehdidin masal olduğunu, hiçbir biçimde zarara uğramayacağını düşünüyordur, ama kimi sebeplerle bu düşüncesini gizliyordur. Ya da belki de böylesi, Allah’ın rahmetine aşırı güveniyordur. Ne yaparsa yapsın sonuçta bağışlanacağını, azaptan kurtulacağını, cennete alınacağını düşünüyordur. Yani cennete gitmek için iyi işler yapmasına da, günahlardan sakınmasına da gerek yoktur ona göre. Onu, şeytanın, Allah’ın rahmetiyle aldattıkları grubunda saymak yerinde olur. Hz. Ali demiştir ki: “Hiç çalışmadan cennete kavuşabileceğini zanneden boş bir ümide kapılmıştır. Çalışma ve gayreti ile cennete gireceğini zanneden de (Allah’ın rahmetini unutup kendini yeterli bularak) aldanmıştır.” Yani insan iyi amel işleyecek, günahlardan sakınacak ve ondan sonra cenneti umacak. Ama iyi ameline, günahlardan sakınmasına güvenerekten, kesin kurtulacağını, kendini kurtarma konusunda kendi kendine yeteceğini de düşünmeyecektir. İnsan, ölümün dünya yaşamına bir sınır koyduğunu, ölene kadar istediği her şeyi yapabileceğini, ama muhakkak bir gün bunların tümünden sorulacağını, bunun için iyi şeyler yapıp, kötü şeylerden sakınmanın, yani ölüm sonrasına hazırlık yapmanın kendi iyiliğine olacağını bilerek yaşamalıdır. Ölüm, hesap verme zamanı, gerçek ve bitmez yaşamın başlangıcı olarak alındığında işte bu tür bir nasihat verir insana. Hiçleşme olarak alındığı zaman ise onun nasihati başka türlü olacaktır hâliyle. Bu nasihat ise, iki türlüdür. Birincisi: Ölüm hiçleşmeyse, dünyanın içindekilerle zevklenmeye bak, eğlenmeye bak; bunu sakın erteleme, çünkü ölümün ne zaman geleceği belli olmaz; birden çok değil, bir hayatın var, onu boşa harcama, arzula ve arzuların için savaş. İkincisi: Eğlensen ve zevklensen ne olur ki, sonuçta ölecek,

80

hiç olacaksın, sevdiğin kişi ve şeylerin hepsini arkanda bırakacaksın, bir gün gelecek adın bile unutulacak, bilen için bunlar, yaşamın tadını acılaştıran şeylerdir, aslında varolmak acı çekmektir, o yüzden varolmak bir belâdır, en iyisi varolmamaktır, dünyaya getirilmek kişiye yapılmış en büyük kötülüktür, bundan ebeveyn sorumlu gibi görünse de, aslında onlar da kurbandır, esas olarak onları üremeye kandıran inanç ve düşüncelerle savaşmak gerek, ya da bu bile yapmaya değer bir şey değildir, en iyisi canına kıymak. Bu nasihatlerden birincisi, materyalist ölüm yorumundan gelir. İkincisi ise, nihilist ölüm yorumundan. Materyalizm sonuna kadar götürüldüğünde nihilizme varılır ve böylece nihilizme dönüşen maddecilik, ölüm konusunda nihilizmle aynı şekilde düşünmeye başlar. Materyalizm, potansiyel olarak nihilizmdir. Ve kapitalist sistemin, çalışma ve tüketmeye duyduğu ihtiyaç karşılansın diye, materyalist felsefenin etkisi artırıldı kapitalist dünyada. Materyalizm güçlenince, hedonizm haklılık kazandı ve yaygınlaştı. Çünkü, materyalizmdeki ölüm yorumu, hedonizmi öğütler. Komünizm, öte dünyaya inanmaz hâle getirilecek kişinin komünist projeyi gerçekleştirmek için dünyaya hücum etmesi gibi birtakım yararlar umarak materyalizmi tercih ederken, bu felsefenin bencil hedonizmi teşvik edeceğini, bu şekilde komünist plâna zarar vereceğini sezemedi. Materyalizmin bencil hedonizme olan teşviki, komünist plânı bozan bir şeydir. Çünkü komünizm özgecilik ve fedakârlık ister. Buna göre, gelecek nesillere öncelik verilecek, onların mutluluğu için bugünküler kendilerini ve bugünü feda edeceklerdir. Ama elinde bir yaşamdan başka yaşam bulunmayan biri onu niye başkalarına feda etsin ki? En akıllıcası, kişinin bencil zevkleri için yaşamasıdır. Nitekim emekçiler bugün böyle yapıyorlar. Onlar, daha önce kapitalistler için tehlike doğurmuşlardı. Ama bu, materyalizmle değil, açlık ve sefaletin gücüyle olan bir şeydi. Liberaller ise, materyalizmi güçlendirmenin faydasını görmüşlerdir daha çok. Fakat bu felsefenin nihilizme varıp,

81

şiddet olayları gibi zararlı sonuçlar doğurmasının önünü tam olarak alamamaktadırlar. Ahlâk eğitimi yoluyla ya da daha gülüncü, ahlâk seminerleri yoluyla bu zararlı sonuçlar hafifletilmeye çalışılıyordur, fakat nafile, çünkü ahlâkî ödevler yüklemeyi mutlak olarak haklılaştıran ve ahlâkı etkili kılan ancak Allah inancıdır. Yani nihilizmin olumsuz sonuçları ancak Allah inancı güçlendirilerek ortadan kaldırılabilir. Ama bu, hedonizmi ortadan kaldırarak, sistemin ihtiyaç duyduğu çalışma ve tüketimi problemli bir hâle koyacaktır. Efendiler ise bunun olmasını istemez. Onun için, kendinde ve dönüştüğü nihilizmde türlü kötülükler doğurmasına rağmen, yarar sağladıkları materyalizmi güçlendirmeye devam edeceklerdir. > Emekçilerin gücünü kırma; hedonizm (emekçiyi tüketiciye çevirme) ve sınıf atlama düşüncesiyle, tek emekçi, emekçi sınıfından koparılarak başarıldığı gibi, belki daha etkili olarak, genel oy hakkıyla, yani egemenliğin halkta olduğu kandırmacasıyla başarıldı. Fakat bunlar yapılmasaydı bile, komünizmin başarılı olabilmesi için asıl olarak, komünistlerin nefis terbiyesi yapmaları gerekirdi, ama nefsini terbiye etme noktasına gelmiş birinin, komünizmle işi olmayacağından, komünizm hiç başarılı olamayacak demektir. Bunun istisnası, emekçileri yeniden açlığa mahkûm etmek, hayatta kalmayı yeniden onlar için zor hâle getirmektir. Aç insana her şey yaptırılabileceğinden, aç emekçiler devrim yapabilirler. Ki daha önce bu nedenle sermayedar sınıfı devrim tehlikesini hissetmişti. Ama bundan ders almamış olacaklar ki, vahşi politikalara tekrardan dönüyor gibiler. Kapitalizm, sosyal boyutundan uzaklaşmakla, yeniden kâr maksimizasyonunu esas almakla, mevcut politik ve ekonomik ilişkileri korumak adına az kâra razı olma politikasını terk etmekle, ama özellikle açlığı şiddetlendirip hayatta kalmayı zorlaştırmakla, kendisi için tehlikeyi davet ediyordur. Onların bundan haberi yok mu acaba? Haberleri olmayacağını sanmıyorum. İşin aslı, aşırı şekilde güçlenmiş olması kapitalizme her tehlikeyi

82

atlatabileceğine yönelik bir güven duygusu veriyor olmalı. Kendine bu kadar güvenme! Kitleler çalışmaktan ve tüketmekten bir el çekseler hapı yutarsın. Bu olasılık hiç hesaba katılmıyor herhâlde. Bir devrimin en olabilir ve en gerçekçi yolu, çalışmaktan ve tüketmekten el çekmektir. > Liberalizm, insanın, hırslı ve açgözlülü oluşunu veri kabul etmiştir ve bu duyguların sonuna kadar yaşayabileceği bir ortam oluşturmuştur, böylece barış içinde azla yetinmek varken, insan, çok için mücadeleyi seçmiş, desteğini kapitalizme vermiştir. Komünizm ise ilk etapta fakirlikte insanları eşitlemeyi istemiştir, bunun içinse insanlardan kanaat beklemiştir. Fakat kanaat gibi üstün bir özelliği kişiye kazandırmak dine ait olan bir şeydir. Hâlbuki komünizm dine düşmandır. Bu yüzden de insanları manen eğitememiş ve kaybetmiştir. Rakibi kapitalizminse insanları manen eğitmek gibi bir derdi yoktur, böyle bir şeyin olabileceğine de ihtimal vermez aslında kapitalizm ve manen eğitimli insanları hasta saymaya eğilimlidir. O sadece manen ham insanları tanır ve normal sayar. Manen ham olmak, nefsin egemenliğinde olmak demektir. Liberalizm insandaki nefsi keşfetmiş, böylece insandaki kötülüğü görerek, insan konusunda gerçekçi olmayan bir görüşe sahip komünizme üstünlük sağlamıştır, ne ki liberalizm nefsi kötü olarak değil de neyse o olarak görmüştür, böylece son aşamada o da komünizm gibi yanılmıştır. Oysa nefs kötüdür ve daima kötülüğü emreder. Onun emrinde olan kişinin işleri bozuktur. Böyle biri için bir kendisi, bir de kendi suyuna gidenler iyidir, geri kalanlarsa kötüdür. Burada kişinin her şeyi kendisiyle ilişkisine göre değerlendirmesi hâli vardır. Bu, firavunluktur esasında, kendini her şeyin ölçüsü yapmaktır. Oysa her şeyin ölçüsü yüce Allah’tır. > İnsan beden, nefis ve ruhtan oluşur ve beden ise nefsin veya ruhun etkisindedir. Nefis kötülüğü, ruh ise iyiliği telkin ettiğinden, nefsin etkisinde olan kişi kötü, ruhun etkisinde olan kişi ise iyidir. Ve kişi en başta, nefsin etkisindedir. Nefsin ise kin, öfke, kibir, yalancılık, açgözlülük, iktidar

83

hırsı gibi hastalıkları vardır. Burada bedeni nefsin boyunduruğundan kurtarıp ruhun emri altına sokmak, kişinin istediklerini yapmama yöntemiyle kendiyle savaşması, ibadet etmesi, Allah’ı zikretmesi gibi yollarla olur. Bu şekilde nefis alt edilip beden ruhun egemenliği altına girince, ruha ait olan sevgi, şefkat, hoşgörü, affetme, vs. davranışları sergilenmeye başlanır. Bu süreci yaşamayan insan, nefsinin boyunduruğundan kurtulamayacağı için, onun diğer insanlarla ilişkisi açık olmazsa gizli bir savaşı anlatacaktır. İnsan kendiyle savaşmazsa başkalarıyla savaşır, kendine hâkim olmaya çalışmazsa başkalarına hâkim olmaya çalışır. Büyük cihat, insanın kendiyle savaşıdır ve kişiye düşen bu savaşı yapmak ve nefsine galip gelmektir. Bu şekilde nefsine galip gelen kişi, kâmil insan olacak, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olacaktır. Evrendeki her türlü çirkinlik, kötülük, kâmil insanı elde etmeye ödenen bedeldir. Kâmil insanı elde etmek, bu bedeli ödemeye değerdir. > Bir arkadaşım, ikimizin de imanlı olduğumuzu, ama benim ibadet edip kendinin ibadet etmediğini, aramızdaki farkın ne olduğunu sormuştu. Bu sorunun doğru cevabı şu sanırım: Benim ibadet etmem onun ise etmemesi, benim imanımın güçlü olmasından değildi. Farkımız, benim Tanrı’ya doğru bir adım atmam, onun ise bu adımı atmamış olmasıydı. Ben bu adımı atınca, amelde bulunmam ve çabalamam sonucu Tanrı imanımı güçlendirdi. Yani ben, imanım arkadaşımınkinden güçlü olduğu için ibadete başlamadım, ibadetimden sonra imanım güçlendi ve onunkinden güçlü oldu. > Normalde, hakikatin ne olduğunu bilmeyiz, hakikatin ne olduğuna dair bir inancımız vardır. Kimimiz maddenin hakikat olduğuna inanırız, kimimiz hiçliğin, kimimiz de Allah’ın… Bu inanç, ölümle birlikte bilgiye dönüşür, elbette Allah’a inananların inancının gerçek olması durumunda. Maddeye veya hiçliğe inananların inancı gerçekse, ölünce kişi yok olacağından, maddenin veya hiçliğin gerçek olduğunu bilemeyecektir, çünkü ortada bilinç falan

84

kalmayacaktır. Ve Allah’a inanan biri ölürse ve Allah’ın hakikat olduğuna ilişkin inancı gerçek çıkarsa, inancı bilgiye dönüşmüş olacaktır. Görülüyor ki, müminin inancının bilgiye dönüşmesinin normal yolu ölümdür. Bunun bir de istisnaî yolu vardır, o da, Allah’ın hakikat olduğunu kişinin ölmeden önce bilmesi durumudur. Bu bilme durumuna erişen kişi, ölmeden önce ölmüş olacaktır. > İslâm akıl dinidir, ama yine de cevapsız bıraktığı kimi sorular vardır. Bunun da bir hikmeti vardır aslında. Bizler imtihandayız ve imtihan, asıl olarak iman imtihanıdır ve böyle olduğundan, ortada bir miktar belirsizlik bulunmalıdır. Doğruluğu belli olmayanı tasdik etmeye iman denir. Eğer İslâm bütün soruları cevaplasaydı, onun hakikat üzere olduğu belli olacak, böylece inanma imkânı, dolayısıyla da imtihan sırrı ortadan kalkacaktı. Bu olmasın diye, bazı sorular cevapsız bırakılmıştır. > Zahit, isteklerini dünyadan kesmiş, dünyaya sırt çevirmiş kimsedir. Bazı din ehli kimseler, kendileri böyle yapmamış olduklarından ve hiç de yapamayacaklarını anladıklarından, zahitliğin olanaksız olduğunu, kendilerine zahit diyenlerin de, nasipsizlikten zahit olduklarını, yani zahit olmak zorunda kaldıklarını ve dünya önlerinde eğilecek olsa düşünmeksizin zahitliği bırakacaklarını söylerler. Aslında sözünü ettikleri türde kimseler vardır, ama her zahit böyle değildir. Yani gerçek zahitler de vardır ve bunlar âhiret için dünyayı terk etmişlerdir. Öte yandan bazıları dağda zahitliğin kolay olduğunu, zor olanın şehirde zahitlik olduğunu söylerler. Bu mantığa göre, dünyevî bir yaşamın en şiddetli şekilde yaşandığı bir yerde yaşayan ve zühdü koruyan kimse, en birinci zahittir. Böyle söyleyen ve bizi dağ zahidi görüp bize tepeden bakan bir tanıdığım, kendinin zühdü büyük şehirde koruyabileceğini göstermek için İstanbul’a yerleşti. Sonuç ne mi oldu? Bir müddet sonra esrara başladığını, karıya kıza düştüğünü ve psikolojikman çöktüğünü öğrendik. Bu bize bir ders oldu. Anladık ki, başaran biz değiliz, Allah başartıyor. Yani, ben şehirde zahit

85

olacağım, demek, benliğe kapılmak, Allah’ın yardımı olmaksızın hedefe ulaşabileceğini düşünmek oluyor. Hâliyle bu düşüncenin sonu hüsran oluyor. Allah istemezse, değil şehirde zahit olmak, imanını bile koruyamazsın. Zühdün veya başka herhangi iyi bir şeyin, iyi bir şey olduğunu anlayıp istemek ve bunun için çabalamak bizden, bahşetmek veya etmemek ise Allah’tan. Burada şu da söylenmeli: Bizim kontrolümüzde olan tek şey irademizdir. Biz isteriz ve Allah bahşeder veya etmez. Allah sevdâlısı olmak istiyorsak, yapmamız gereken şey bunu dilemektir. Bazıları, “Duygularımız elimizde değildir, isteyerek sevmeyi başaramayız” derler. Bu, gerçeği tam anlayamamış olmanın söylettiği bir sözdür. Gerçeği daha fazla anlamış biri bilir ki, her şey bir dilek işidir. Dervişlik bile. Ne demiş derviş Yunus? Dervişlik bir dilektir, bilene düğün dernektir. > Hıristiyanların söylediği gibi İblis dünyada hâkimdir, fakat onların inandığının aksine, İblis’in buradaki hâkimiyeti, insan üzerindeki hâkimiyetinin mutlak olmadığı gibi mutlak değildir. Yani dünyada da son sözü söyleyen, gayb âleminde olduğu gibi, neticede yüce Yaradan’dır. Dünyada bir grup kötü insanın gücü ele geçirmesine, kötü işler yapmasına, kötü bir sistem kurup kötülüğü yaygınlaştırmasına izin vermiştir Allah, ama bu imtihan gerçeğiyle ilgilidir. Kötü şeyler arzulamış bir grup insana Allah’ın bu şeyleri vermesi durumu vardır ortada. Ama O, bunları dilediği anda onların elinden çekip alacaktır ve bu kötü şeyleri istemiş olmanın cezasını onlara tattıracaktır muhakkak. Ama zahir ehli, böylelerinin yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını sanır. Bunlar, dünyanın zahirini bilirler, içyüzündense habersizdirler. Âhiret ise bunlar için, en çoğundan, şüpheli ve rahatsızlık verici bir olasılıktır. Bunların dünyadan anladıkları şey mal, para, makam, şan, şeref, kadın, evlat gibi şeylerken, dünya hayatından anladıkları şeyse, sıralanan ve dünyanın nimetleri olarak bildikleri bu şeylerden pay kapma kavgasıdır. Âhiret denen, nimetleri daha üstün ve daha devamlı olan bir yerin ve dünyanın âhiretin tarlası

86

olduğu gerçeğinin bilgisizidirler. Bunların hakikate uyanmasının anlamı, dünyanın yanında bir de âhiretin olduğunu ve asıl yurdun orası olduğunu, oranın dünyada kazanıldığını bilmek olacaktır. Bu bilme gerçekleştiği anda dünya yalan, âhiret gerçek olur. Oysa dünya ehli için şimdi dünya gerçek, âhiret yalandır. > Bazı tarikat ehli, bir mürşide bağlanıp ruh emanetini (ruh, Allah’ın insandaki emanetidir) dünya hayatında Allah’a teslim etmeyenler için öte dünyada kurtuluşun olamadığını söylüyor. Ama, “Cennetin anahtarı, Lâ ilâhe illAllah, sözüdür” diyen bir hadis de vardır. Elbette bu söz dil ile söylenmenin yanında, kalp ile tasdik edilecek; yoksa kurtuluş yine olmaz. Bu iki bilgiyi nasıl uzlaştıracağız? Kur’ân din ehlini üç gruba ayırır: Öndekiler, ortadakiler, arkadakiler. Öndekiler, sevabı çok, günahı az olanlar; ortadakiler, günahı ve sevabı hemen hemen denk olanlar; arkadakiler ise günahı çok, sevabı az olanlar olarak düşünülebilir. Ve öndekiler daha tam olarak, evliyalardır. Yani, dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemiş ve O’na ulaşmış olanlar… Tarikat ehli, öndekiler grubundan olmak isteyenler ve bunun için çabalayanlardan oluşur. Kurtulmak için tek yaptıkları, “Lâ ilâhe illAllah” sözünü dille söyleyip, kalp ile tasdik etmek olanlarsa, sondakiler grubudur. (Bunlar son nefeste, Allah’ın yardımını alma yoluyla imanlarını korumayı umuyorlar mı acaba?) Bu gruplardan hangisinin içinde yer alacağı, büyük ölçüde kişinin seçimine bağlıdır. Ve burada, hiçbir insan bir başkasını seçtiği gruptan ötürü yargılayıp suçlu bulamaz. Bu konuda yargılama ve suçlu bulma bütünüyle, herkesi kendi özgün şartları içinde değerlendirecek olan Allah’a aittir. Ancak öndekiler grubundan olmak isteyen ve bu yolda kendi gayreti ve Allah’ın yardımıyla belli bir mesafe kat eden biri, diğerlerini, öndekiler grubundan olmayı ve bunun için gayret göstermeyi tercih etmeye yazı, söz ve davranışla özendirebilir.

87

“CİNSELLİK POLİTİKASI” İLE, YANİ “KAPİTALİZMİN, KADINLA ERKEĞİN EGEMEN GÜDÜLERİNİ KOVALAMALARININ KENDİ İŞİNE GELECEK SONUÇLAR DOĞURACAĞI BİR ORTAM OLUŞTURMASI” İLE İLGİLİ NOTLAR

“Kadın sevilmek içindir”, bu felsefî yasa, yaygınlaştığı gün gevşeme ve bezginlik kalmaz ortalıkta.

Biricik sebebi, çünkü, bugünkü miskinliğin şudur ki sosyete yok bir yerinde memleketin.

O olmadıkça da insan bu devrime güler! Çoğaldı, varsayınız, her tarafta kulüp ve dernekler...

Aşk hayatında henüz acemi adımlar atan erkek, başarılı olmak ümidiyle çok şey öğrenecek:

Çağının çocuğu olmaya bir kerre önceden hazırlanacak; zekâsı incelecek, azmi artacak duracak.

Giyinmek öğrenecek bir zaman olup, belki... Giyinmek iş mi dersin! Bunda öyle incelikler var ki!..

Gençlik bu incelikleri anlayacak seviyeye gelince görünmeye başlayacak orta yerde rekabet:

On onbeş erkeği birden esir eden kadını kendine bağlamak için, herkes olanca marifetini,

olanca servetini gösterip sunmak fikriyle aman! deyip koşacak, elde yoksa, mal biriktirmeye.

Nedir o serveti Batı dünyasının bankalar dolusu? Elbette olur: Çünkü işliyor balosu:

Kadın eğlenceye düştükçe erkeğin çalışması çoğalmıyor mu?..

Mehmet Âkif Ersoy

...bütün dünyanın acısını çektiği kadın hegemonyası... bir yandan kadının

alçalmanın en aşağı düzeyine indirilmişken bir yandan da iktidarı elde tutması... sizleri tensel zevk üzerinden kölemiz yaparız, diyorlar... kadının

haklardan mahrum edilmesi cinsel ilişki konusunda erkekle aynı haklara sahip olmaması, canı istediğinde erkekle ilişki kurup canı istediğinde

ondan uzak durma, erkek tarafından seçilmek yerine, erkeği kendi arzusuna göre seçme hakkının bulunmayışı, asıl hak mahrumiyetini

oluşturur... kadın bir kez erkeği ele geçirme yollarına egemen oldu mu, bu egemenliği kötüye kullanıp, erkekler üzerinde korkunç bir güç kazanıyor... (bu gücün kendisini göstermesi:) büyük kentlerin

mağazalarının önünden bir geçin, milyonlar gizlidir burada... dükkânların onda dokuzunda erkeklerin kullanması için üretilmiş bir şey bulabilecek

88

misiniz?.. hayatın bütün o lüksü olan ticaret, kadınlarca ayakta tutulmakta, onların istekleri doğrultusunda teşvik edilmektedir... fabrikaların çoğunu

inceleyin; bunların birçoğu kadınlar için gereksiz süs eşyası, mobilya, ekipaj üretip duruyor... milyonlarca insan, köle kuşakları, sırf kadınların

keyif ve kaprislerini tatmin etmek için fabrikalarda mahkûmlar gibi çalışıp çürür... kadınlar kraliçeler gibi insanlığın onda dokuzunu köleliğin

ve ağır çalışma yükünün boyunduruğu altında tutuyor... kadınlar kendilerini korkunç etkiye sahip ince bir tensel arzu nesnesine

dönüştürdüler... erkek bir kadına yaklaşır yaklaşmaz, onun büyüleyici etkisi altında kalıp aklını, şuurunu yitiriyor... tensel arzuyu bile bile tahrik edip ona meydan okuyan bir tarzda bedeni süsleme âdeti gibi bir tavır ve

tutuma (bir toplumun izin vermesi)... kamuya açık alanlarda, yollara kurtkapanı serpmekten başka bir anlama gelmiyor...

Tolstoy

> Karısının geçimini sağlamak normalde erkeğe aittir, bu yüzden evleneceği kişiye, geçimini sağlamayı şart koşuyor diye kadın kınanamaz, bu onun hakkıdır, bu kendini satma değildir. Kendini satma, flörtte ve flört için, karşı tarafta; zenginlik, makam, ün gibi şeyler arandığında ortaya çıkar. > Kapitalizm, yaşadığı büyük bir talep krizini aşmak için, yaptığı diğer bazı şeylerin yanısıra, müthiş bir talep ya da tüketme gücü olduğunu keşfettiği kadını piyasaya çekme işine iyice asıldı, bunu yaparken de, kadının toplumsal durumunu düzeltmeyi amaçladığına ilişkin yalancı söyleme daha fazla sarıldı, kadın tüketici ve emek piyasasına daha fazla çekilip ekonomik bakımdan bağımsız kadın sayısı iyice artınca ve hukuksal zeminde kadın iyice güçlendirilince, bunun sonucunda o, erkekle ilişkisinde inisiyatifi ele aldı ve tüm bunlar başka kimi şeylerle de birleşerek tüketim toplumuna davetiye çıkardı ve kapitalizmin tüketim evresine geçildi, bu noktada hem kadının hem de erkeğin çalışmasından daha fazla randıman alınmaya başlandı, bununla birlikte kadının heveslerine yönelik fuzulî bir üretim kendini gösterdi, erkeğin gayri şahsî harcamaları, yani kadın ve çocuk için yaptığı harcamalar arttı, ve en son manzara: Eşyanın uydusu kadın ve kadının uydusu erkek. Bununla birlikte kadınla erkeğin

89

beraberce çocuklarına uydu olması da vardır. Bu da sistem içinde istenen bir şeydir. Çünkü, tüketimi artırıcıdır. “Çocuğunuzu özgüvenli ve serbest yetiştirin” öğüdü, ebeveyni çocuğa oyuncak yapmak içindir. Ebeveyn, çocuğun oyuncağı olunca, çocuğun her istediği alınır ve böylece, demin de söylediğim gibi tüketim artar. Ebeveynler, bu tip artniyetli öğütleri dikkate almamalıdır. Çünkü bu tür bir eğitim anlayışıyla, ancak nefsinin esiri olan dayanıklı tüketiciler oluşturulabilir. Ve böylesi bir eğitim, çağın böyle insanların çağı olduğu, böyle yetiştirilmeyen çocukların mutsuz olacağı iddiasıyla haklılaştırılmaya çalışılır kimi ebeveynler tarafından. Böyle yetiştirilenlerin sanılanın aksine hep tasalı ve huzursuz olacağı gerçeği bir tarafa, bu haklılaştırmayı yapanlar, böyle yapmakla, dünyayı âhirete tercih ettiklerini gösterirler. Çünkü çocukları için dünya iftiharı, başarısı öngörüyorlardır. Kendileri de kendileri için dünya iftihar ve başarısı öngörmüşlerdir daha önce. Ama birtakım yetersizlikleri onların arkada kalanlardan olmasına yol açmıştır. Böylece bir savunma mekanizması geliştirmişlerdir. Buna göre, kendileri dünya iftihar ve başarısı elde etmelerini sağlayacak ölçüde kötü değillerdir. Böylece örneğin, “Ben siyasetçi olamam, çünkü iyiyim” gibisinden lâflar ederler. > Ticaret ve üretim gibi duraklarda bir müddet bekledikten sonra, tüketim durumuna varan kapitalizm, tümden kudurmuş görünüyor şimdilerde. Henüz üretim basamağındayken, mevcut istihdam açığını kapatmak ve ucuz işgücü sağlamak için, kadınların toplumsal durumlarının iyileştirilmesinden bahseden konuşmalar eşliğinde, onları, onlara kimi hak ve özgürlükler vererek iş hayatına ve piyasaya çeken kapitalizm, onların bu alanlara açılmasıyla birlikte, müthiş bir çalışma azmi ve sahip olma isteği bulunduğunu gördü onlarda. Ayrıca onların bu alanlara açılmasıyla beraber, erkeklerin çalışma azminde de bir yükselme tespit etti. Tüm bunlar olurken, istihdamdaki artış, daha başka faktörlerin de yardımıyla üretimi

90

tırmandırdı. Ne ki ücretlerin düşüklüğü ve pazar sıkıntısı gibi nedenler, eldeki malların kendisine satılacağı bir satınalıcı gücün bulunamamasına yol açtı. Böylece mallarını satamayan üreticilerin bir kısmı iflas etti. İşten çıkarmalar arttı. Yatırımlar geriledi. Ekonomi daraldı. Başlıca nedeni, eksik talep olan bu krizin (1929 krizi) aşılması için, talebin canlandırılması gerekiyordu ve uygulamaya koyduğu politikalarla, talebin canlandırılması işini, devlet üstlendi. Talepteki artış, dışarı kaynaklı olarak emperyalizmle (bu politikayla pazar ihtiyacının yanısıra hammadde ihtiyacı da giderildi); içeri kaynaklı olarak da silâh sanayine yapılan yatırımların yanısıra, kadına ekonomik yaşamda daha etkin bir rol verilmesiyle ve ağırlıklı olarak hizmet sektörüne yapılan yatırımlarla sağlandı. Okullar, hastaneler, yollar yapıldı. Çalışma karşılığında para elde edilen her yerde, kadın nüfusunu artırmaya özen gösterdi devlet. Zaten kadınlar, böylesi yerlerdeki nüfuslarını artırmak yönünde güçlü bir eğilim ortaya koyuyorlardı ve iki tarafın da arzusu bu yönde olduğu için, bu kolayca gerçekleşti. Kadın bunu, şiddetli iktidar arzusu dolayısıyla istiyordu, çünkü çalışıp ekonomik bağımsızlığını elde etmesi durumunda, erkeğe dilediği gibi hükmedebilecekti ve devlet ise bunu, onun, erkeğe baskın olması durumunda onun yaptığı harcamaları artıracağı için istemenin yanısıra, talep etmedeki, kazandığını son meteliğine dek harcamadaki azmi dolayısıyla da istiyordu. Kadının bu azmi, yeni talep krizlerinin ortaya çıkmasına karşı engel teşkil edecek şeylerden birisi olacaktı. Ve bu uygulamaların ardından, istihdamdaki artışa, iç piyasaya akıtılan ücret niteliğindeki paranın artması dolayısıyla, talepteki artış eşlik etti ve buna, ele geçirilen dış pazarlardaki kârlı ticaret de eklenince, ekonomi daralmadan çıkarak yeni bir gelişme sürecine girdi. Ve devlet, buradaki uygulamalarıyla, ki bunların hepsi de kapitalizme kaybettiği sıhhatini yeniden kazandırmaya yöneliktir, pazar ekonomisinin bir kurumundan başka bir şey olmadığını bir kez daha gösterdi ve bunun için ona hiç

91

çekinmeden “kapitalist devlet” diyebiliriz. İdeoloji, politik iktidarı meşrulaştırmaya hizmet eden yanlış fikirler anlamında alındığında, ideolojik bir yönü olduğu hemen görülen ve asıl olarak birtakım kapitalist niyetleri gizleyerek onlara güzel bir ambalaj olmakla görevli olan ve ayrıca pasifleştirici, körleştirici, sürüleştirici bir amaca hizmet eden demokrasiyi bir idare biçimi olarak benimsemiş hâlihazırdaki her devlet, kapitalisttir. Bununla birlikte demokrasi yalanına başvurmaksızın, açık bir despotizmle halkın ve doğanın sömürüsünü organize eden ve bu şekilde dünya kapitalizmine hizmet eden devletler de vardır yeryüzünde, fakat bunlar, yalancı demokrasilerin aksine, kapitalist dünya sisteminde merkezde değil de, yarı çevrede yer alırlar ekseriya. > Bugün kadınlar, kendilerini, kendilerinin onları istediğinden daha çok isteyen erkekler üzerinde egemendirler. Erkeklerin ezici çoğunluğu kadınların oyuncağıdır. Ama sayıca çok az da olsalar, kadınlara üstün gelen erkekler de vardır. Bunlar kadınları çözmüştürler. Bir defa âşık olmazlar. Çünkü aşk erkeği kadın karşısında zayıf ve çaresiz kılar. Kadına, onu istediklerini bile belli etmezler. Sadece onun hayâl ettiği erkeğe benzetirler kendilerini. Onun hayâl ettiği erkeğin nasıl olduğunu nereden biliyorlardır? Bu bilgiye onun zihnini okuyarak ulaşmış değillerdir. Bildikleri şey, genelde kadının nasıl bir erkek istediğidir. Genelde kadının nasıl bir erkek istediğini bilince, herhangi bir kadının nasıl bir erkek istediği de bilinmiş olur. Ve genelde kadın dürüst, alçakgönüllü, merhametli, ağırbaşlı, azsosyal, fedakâr, bilgiç olmayan bir erkek ister. Elbette kadın sözde böyle bir erkek ister. Gerçekte onun istediği erkek (ona üstün gelen erkeklerin de bildiği gibi) sahtekâr, kendini beğenmiş, acımasız, çoksosyal, atılgan, bencil, bilgiçtir. Çünkü o hep böylelerinden hoşlanır ve böyleleriyle çıkar. Bunlara erdemsiz erkek, diğerlerine de erdemli erkek diyebiliriz. Öyleyse kadın erdemli erkeği istediğini söylüyor ama kendini erdemsiz erkeğe veriyordur.

92

Ama burada bir incelik vardır. Bunu kadınlara üstün gelen az sayıdaki erkek iyi bilir. Nedir bu incelik? Kadının yanında erdemin borazancılığını yapacaksın ama erdemsiz davranacaksın. Tıpkı modern siyasetçilerin çoğunluğunun yaptığı gibi. Kapitalist sistemde erdemsizlik gücü getirecektir. Kadın da bunu bildiği için erdemsiz erkeğe boyun eğiyordur. O güçlenecek ve kadın da onun gücünü kendininmiş gibi kullanacaktır. Peki ama kadın neden erdemli erkeği istediğini söyler? Elbette iyi şeyleri istiyor görünmenin prim yaptığı bir ortamda yaşadığı için. Bununla birlikte, kadınların egemenliğinde olmayan az sayıdaki erkek, kadınlardan diğer erkeklere çektirdiklerinin öcünü alıyorlardır âdeta. Nasıl ki kadınlar erkeklerin ezici çoğunluğunu istedikleri gibi kullanıyorlarsa, onlar da kadınları istedikleri gibi kullanıyorlardır. Nasıl ki kadınlar erkeklerin ezici çoğunluğuna kötü davranıyorlarsa, onlar da kadınlara kötü davranıyorlardır. Ve onların bir kısmı kadınları teslim alan kişilik özelliklerine sahipken, bir kısmı da sahip değildir. Sahiplerse sorun yok. Sahip değillerse, sahipmiş gibi yaparlar. Böylece kadına güce götürecek kestirme bir yol olarak gözükürler. Peki kadın erkeklerin ezici çoğunluğuna söz geçirdiği hâlde neden erdemli gözüken erdemsiz bir erkeğin yönetimine girme ihtiyacı hissediyordur? Çünkü daha fazla güç istiyordur. Aslında onun yönetimine girmiyordur, girmiş gibi gözüküyordur, amacı onun etki alanında onun üzerinden etkili olmaktır. Bu onun farkında olduğu amacıdır elbette. Farkında olmadığı amacı, onun çocuğunu doğurmaktır. O, güce erişecek çocuklar doğurtmayı vaat ediyordur. Bu vaat kadını mutlu etse de, partnerinin ahlâksızlığından dolayı mutluluğu bulamaz. Ahlâklı erkeklerse, onun gücüne güç katamayacakları ve ona güce erişecek çocuklar doğurtamayacakları için onu hoşnut edemezler. Her iki erkek türüyle de mutluluğu yakalayamaz neticede o. Fakat aydınlanması durumunda, erdemli erkekle mutluluğu yakalama ihtimali daha büyüktür. Çünkü bu erkek ona saygı

93

duyacak ve iyi davranacak, onu sevecek, onun değer verdiği şeylere değer verecektir, kendinden önce onu düşünecektir, aldatmak ahlâkî olmadığı için onu aldatmayacaktır. Bu tür erkek bir de asosyal ve içekapanıksa, sadakati daha tam olacaktır, çünkü istese de bir başkasını ayarlayamayacaktır. Çünkü karakteri buna engel olacaktır. Yani bu konudaki beceriksizliği onu dizginleyecektir. Oysa erdemsiz erkek insanlarla kolay kaynaşabildiği için, kadınını kolayca aldatır ya da başkası için terk eder. Özetle, kadın mutlu olmak ister, ama erkek seçerken tercihini erdemliden değil de güç uğruna erdemsizden yana kullandığı için, bu erdemsiz de ona değer vermediği ve kötü davrandığı için mutlu olamaz. O tercihini güçten yana kullanmaktan vazgeçerse belki huzur bulur. Ama ona gücü çekici gösteren isteğin içgüdüsel olduğunu öğrenmesi koşuluyla doğal olarak. Ve günümüzde erkek kadın karşısında genel olarak güçsüz düşürüldüğü için, kadın içgüdüsel isteğine uygun ya da güçlü erkek bulmakta zorlanır. Bu yüzden genellikle seçtiği erkek umduğu gibi çıkmaz ve o bir başkasını seçer. Bu bir başkası da, kötünün iyisi olarak gördüğü, eğlenceli erkektir çoğunlukla. Ama onunla da doyumu bulamaz ve sık sık erkek değiştirir. Sanki bu değiştirmeler derdine deva olacak! Bununla birlikte, kadının erkek üzerindeki iktidarının altında da, onun tarafından, onu istediğinden daha çok istenmesi olgusu yatıyordur. Tıpkı tüketiciyi istemeyen ama tüketici tarafından istenen metanın onun üzerindeki iktidarı gibi. > Modern erkekler cinsel arzularının sultası altındadır, onların cinsel arzuları da kadınların sultası altındadır. Buradan şu sonucu çıkarmak zor olmasa gerek: Modern erkekler, kadınların sultası altındadır. > Kadın erkek ilişkilerinin kapitalistleştirilmesiyle beraber cinsel arzusu baskın erkek, onun başlıca nesnesine, yani kadına muhtaç duruma gelmiştir. Kadının bugünkü iktidarının altında bu muhtaçlık durumu yatıyor. Erkek evlense de cinsellik konusunda kadının keyfine tâbi olmaktan kurtulamaz. Çünkü modern devlet, özel alanda

94

bile cinsellik konusundaki inisiyatifini koruyabilmesi için kadını, kolaylıkla kötüye kullanılabilecek bir şeyle, tecavüz gerekçesiyle kocasından şikâyetçi olma hakkıyla ya da gücüyle donatmıştır. > Erkeğin evlenmesi, dilediği vakit cinsel ilişkiye girebileceği ve bu konuda, hiç aç kalmayacağı anlamına gelmez. Zira kapitalist devlet, bu sahaya da el atmıştır. Evlilik dairesinde bile, birleşme inisiyatifinin, kadında olmasını ister. Öyle ki, bunu sağlamak için, karısıyla zorla birlikte olan erkeğe ceza verir (bu tarz bir cezalandırma doğru ve yerinde olmakla birlikte kapitalistlerin buradaki gerçek amaçları kadını korumak değildir de cinsellik politikasını daha işler kılmaktır). Bu yüzden, karısıyla zorla birlikte olmaya yeltenemez erkek. Kadının bu konudaki şikâyetini ikna edici bulmaya ve bunun sonucunda erkekten hesap sormaya fazlaca hevesli olan ilgili mercilerin bu tutumu erkeği kadın karşısında iyice sindirir. Burada kadının eline öyle bir fırsat ve koz geçmiştir ki, o, ortada geçek bir durum olmadan, kafası bir şeye bozulduğunda dahi kocasından bu konuda şikâyetçi olabilecek yahut onu şikâyet etmekle tehdit edebilecektir. Hâl böyle olunca, başının belâya girmesinden ve bunun yanında, bu gibi bir şikâyetin gebe olduğu rezaletli neticelerden çekinen erkek, tecavüze yeltenmeyi geç, karısını tersleyemez bile. Onun suyuna gitmek zorunda kalır. Onun canı istediğinde cinsel ilişkiye girer. Ya da kadın, onun her ilişkiye girmeye yönelik talebinde, buna karşılık bir şey ister. O da, hem onu kızdırmaktan çekindiği hem de cinsel ilişkiye girmek istediği için, kendinden isteneni alır. Bu şey bazen bir takı, bazen de bir ev eşyası olur. Böylece kapitalist düzen, evlilik ilişkisine müdahale ederek de, piyasaya katkı sağlar. Ki bu müdahaledeki amacı, tam da böyle bir katkıya hayat vermektir. Öte yandan ülkemizde, cinsellik politikasının bir gereği olarak yapılmış olan, zinanın suç olmaktan çıkarılması düzenlemesiyle, evli kimseler tüketimi artırıcı mahiyetteki çoklu ilişkilere daha kolay girebilecek, böylece

95

cinsiyetler arasındaki ilişkilerin, sistemin işleyişine ve güçlenmesine olan katkısı artacaktır. > Geçen gün gazetenin birinde bir haber okudum. Aldatmanın ihtiyaç olduğu yazılıydı. Yani aldatmanın çok doğal ve gerekli bir şey olduğu vurgulanmaktaydı. Bu şekilde sadakatin canına okunduğu gibi, aldatan birinin duyacağı suçluluk duygusu da daha doğmadan boğazlanıyor. Aldatmanın ihtiyaç olduğunu söylemekten maksat, aldatmayı teşvik etmek ve yaygınlaştırmak olabilir ancak. Aldatmayı teşvik etmek ve yaygınlaştırmaktan maksat ne olabilir peki? Elbette harcamaların artması; daha fazla kişiyle birlikte olmak, hediye alışverişinde sıçramanın yanısıra, lokantaya, sinemaya, pastaneye daha fazla gitmek demek, dolayısıyla da daha fazla para saçmak demek. Daha fazla para saçmaksa, devlet için daha çok vergi geliri demekken, sermaye için de daha fazla zenginleşmek, dolayısıyla da gücünü genişletmek demek. > Kadın, vücudunu şantaj aracı olarak kullanmaktan vazgeçmelidir. Çünkü böyle yaptığında, erkek tatmini başka kadınlarda aramaya başlar. Böylece kadın, kazanç sağlayayım derken erkeğinin kendini aldatmasına zemin hazırlamış olur. Gerçi erkek, kadınının ilişkiye girmeyi zorlaştırması nedeniyle tatmini başka kadınlarda aramayı kafasına koyarsa, bilmelidir ki, hayat kadınlarını tercih etmediği sürece, zorluk yakasını bırakmayacaktır. Zira tatmin için tercih edeceği kadın, tıpkı kendi kadını gibi vücudunu şantaj aracı olarak kullanacaktır. Sadece hayat kadınları bunu yapmaz. Onlara ücretlerinden başka bir şey vermezsiniz. Bununla birlikte bir erkek erdemi önemsiyorsa, bu çağda onun normal bir kadının gönlünü yapıp onunla beraber olmasının bedeli çok ağırdır. Bu bedeli ödemek istemeyen bu gibi birçok erkek, hayat kadınlarını tercih ediyordur. Çünkü hayat kadınları, normal kadınların aksine, onlardan ruhlarını istemezler. Oysa normal kadınlar onlardan ruhlarını istedikleri gibi, sürekli başka şeyler de isterler. Bazen maddî karşılığı olan, bazen de olmayan

96

şeylerdir bunlar. Sonuçta, bilhassa erdemi önemseyen erkekler, ama öteki erkekler de, normal kadınlarla beraber olabilmek için hayat kadınlarına verdiklerinden daha çok şey verirler onlara. Bu durum kapitalist devletin de işine gelir. Zira o piyasaya daha fazla değerin akmasını ister. Bu isteğiyle uyumlu olarak da, hayat kadınlarına savaş açmıştır. Zira onların yüzünden piyasaya olan değer akışı azalır. Fakat tecavüz olayları artmasın diye de hayat kadınlarını tümden ortadan kaldırmıyorlardır. Onları en uygun sayıda tutmayı politika edinmişlerdir. Gelgelelim burada cinsel tatmin arayışı içindeki erkekleri hayat kadınlarına yönlendiriyor değilim. Onlara evlilik dışı ilişkiler öğütleyemem. Vücudunu şantaj aracı olarak kullanmayacak bir kadınla evlenerek muratlarına erebilirler. Böyle kadınlar, kocalarına karşı kadınlık görevlerinin bilincinde olan inançlı kadınlardır. > Kadının erkek üstündeki iktidarını kaybetmeyip yaşatabilmesi çalışması ve elindeki erkekten ayrılması hâlinde onu bir sonraki erkeğine ulaştıracak kadar para kazanması şartına bağlanmıştır. Hattâ kadının erkek üstündeki egemenliğinden, yasaca tesis edilmiş olan egemenliğinden yararlanmasının yolu bile çalışmaktan, para kazanmaktan geçiyor. Erkeği avucuna almayı arzulayan kadının emeğini, arzusunun gerçekleşmesini çalışıp para kazanmak şartına bağlayarak kullanımı altına almıştır kapitalist. Ama bu, çalışmayan kadınların da erkekler üzerinde, daha sınırlı da olsa, iktidara sahip olduğu gerçeğini değiştirmez. Yatmaya karar veren taraf olduğu sürece, kadın erkeği güder. Erkek kadını yatmaya zorlayamaz. Zira devlet buna izin vermez. Erkek kadını yatmaya ikna etmek zorundadır. Ve bu yolu kullandığındaysa, kadın tarafından belirlenmiş olur zaten. Bununla birlikte kadın erkeği; kapitalist de kadını belirler. Yani görülüyor ki hayatta kadın egemen olsa da, dünyada, büyük patronların ekserîsi erkekse, erkek egemendir. Ama normal erkek değil de şeytanlaşmış erkek…

97

> Cinsel arzu, cinsel ilişkiye girdikçe körelecek bir şey değildir, bilakis şiddetlenir, tıpkı öğün sayısını artırmanın kişinin iştahını kabartması gibi, bunların her ikisi de ancak perhiz aracılığıyla körelir, fakat doktorlar aksini beyan ederler, bunu yapmak zorundadırlar da, zira işverenlerinin işine gelir insanların cinsel ilişkiye girerek bu konuda iyice iştahlanmaları, böylece cinsellik üzerinden ekonomik yapının işleyişi büyük oranda sağlanır, cinsel arzusu güçlü erkek, ki bu özelliği nedeniyle kadın karşısında zayıftır, seçici kadına kendini seçtirmek için gerekeni yapmak zorunda kalır, bunu yaptığındaysa kapitalistin maaşlı kölesidir artık. Bununla birlikte feministler erkeğin güçlü bir budala olduğunu iddia etseler de erkek zekidir ama zekâsını daraltacak bir şeye de sahiptir. Bu şey cinsel arzudur (kadında da cinsel arzu vardır ama erkekteki kadar kuvvetli değildir). O kuvvetlendikçe, inisiyatifi ele geçirdikçe zekâ körelir ve erkek aptallaşır (kadın ile kapitalizm, erkeğin cinsel arzusunu azıştırarak, hem aptallaştırır hem de güçten düşürürler onu). Günümüz dünyası, erkeğin cinsel arzusunun tahrik edildiği, güçlendirildiği, erkeğe galebe çaldırıldığı bir yerdir. Erkek, bu zayıf noktasından yakalanma yoluyla, kendine zararlı, sisteme yararlı işler yapmaya koşulmuştur. Bu gerçeği fark etmediği, cinsel arzusuyla savaşıp onu alt etmediği sürece, kullanılacak ve aradığını bulamayacak, bunun sonucunda da acı bir duygu, aldatılmışlık ve doyumsuzluk hissi yakasını hiç bırakmayacaktır. Bu ortamda o cinsiyetler arası ilişkilerde iplerin kendi elinde olduğunu, erkekegemen bir toplumda yaşadığını sanır sistem içi yanıltma operasyonlarının başarılı olması nedeniyle, ama bu konuda ipler kadının elindedir (Marx ile Engels, kapitalizmin girdiği her yerde öncelikli iş olarak ataerkil ilişkileri çözdüğünü söyler). Erkek, kadın tarafından sürekli küçük düşürülür, bunun sonucunda da bir zaman gelir ki kendine olan saygısını yitirir. Burada erkeğe derim ki, güç, arzularını izlemek değil izlememektir. Cinsel arzunu izlemediğinde gücü hissedecek ve kendine olan

98

saygını yeniden kazanacaksın. Ama bu konuda doyumdan tümüyle vazgeç de demiyorum. Dinin izin vermediği ve alçalmana, kullanılmana neden olacak yollara başvurma. Yoksa evlenmene ve eşinde doyum bulmana kimse engel olamaz. Ve gözlemlersen göreceksin ki flört denen ve şimdilerde evliliğe tercih edilen şey bir ticarettir. Kadın bedenini; erkek ise elindeki olanakları ortaya koyar. Erkeğin sunduğu olanaklardan yararlanırken kadın ona cinsel hizmet sunar. Sonra daha iyi olanaklara sahip bir erkek çıkar kadının karşısına ve o, diğerini bırakıp ona cinsel hizmet sunmaya başlar ve bu böylece sürüp gider ve bu olanlar, nihayetinde kapitalizmin işine yarar. Kadın namusunu ve saflığını; erkek namusunu ve onurunu kaybederken, kapitalizmin cinsellik politikası işler ve sistemin ömrü uzar, gücü artar. > Modern olmayan toplumlarda, kadın, erkeğini seçme özgürlüğünden büyük ölçüde yoksundu. Böylesi toplumlarda birlikteliğin meşru biçimi evlilik olduğu için, kadının kiminle evleneceğine, onun hesabına büyükleri karar veriyordu. Evleneceği kimseyi isteyip istemediğinin kadına sorulması ve istememesi durumunda evliliğin iptali az rastlanır bir durumdu. Buna karşılık modern toplumlarda, kiminle birlikte olacağına veya evleneceğine karar vermekte büyük ölçüde özgürdür kadın. Bu ortamda onun öncelikle makam, zenginlik ya da ün sahibi kimseleri seçtiğini görüyoruz. İkincil olarak da bu şeylere sahip olmamalarına rağmen, bu şeyleri hedefleyen kimseleri seçiyor. Onun bu gibi bir seçim yapıyor olmasının altında, güçlü erkekten ve ikincil de olsa, güçlenmeye istekli erekten çocuk yapmayı bilinçsizce istemesi olgusu yatar. Makam, zenginlik ve ün gücün değişik biçimleridir. Kendilerine sahip olan erkeğin güçlü olduğuna işaret ederler. Kendilerine sahip olmayan ama kendilerini hedefleyen erkeğin de güçlenmeyi istediğine işaret ederler. Birinci tip erkek güçlenmeye yatkın çocuklar doğurtacağı garantisini verirken, ikinci tip erkek, güçlenmeyi hedefleyen çocuklar doğurtacağı garantisini

99

verir. Bununla birlikte kadının, seçtiği bu erkek tiplerinden ille de çocuk yapması gerekmez. O, onları, onlardan çocuk yapacakmışçasına seçer. Bir gün çocuk yapmayı düşünürse, bu tip erkeklerden olacaktır bu. Makamı, zenginliği ve ünü küçümseyen, onlara sırt çeviren erkek tipiyse, kadına oldukça itici gelir. Çünkü bu erkek tipi güçlü olmadığı gibi, gücü küçümsüyordur da. Ama o, politik, ekonomik ve toplumsal açıdan güçsüz olmasına rağmen, manen oldukça güçlüdür. Manen güçlü olan bu erkek tipi, hırssız, kanaatkâr ve alçakgönüllüdür. Buna karşılık öteki erkek tipleri hırslı, açgözlü ve gururludurlar, ve gücün politik, ekonomik ve toplumsal biçimlerini, bu kişilik özellikleri davet eder. > Cinsellik politikasına nasıl geçildi? Kapitalistler, kadının güçlü erkeğe, yani makam, zenginlik veya ün gibisinden şeylerin sahibi olan erkeğe aşırı arzulu olduğunu fark etmişlerdir. Makam, zenginlik veya ün gibi şeylerin peşinden yapılan koşu, kapitalizmin işleyip yaşamasına hizmet ediyordur. Ama erkekler, istenen derecede arzulayıp kovalamıyorlardı bu şeyleri. Öte yandan, erkeğin de kadına karşı aşırı arzulu olduğunu fark etmişlerdir kapitalistler ve kadın-erkek ilişkilerinde gelenekler söz sahibi olduğundan, erkekler kadına kolay ulaşıyor, tatmin oluyorlardı. Yani, evlilikle sorunlarını çözüyorlardı. Burada, onların kadına ulaşmaları zorlaştırılmalıydı. Yani, onlar sistemin yararına işler yaparak kadına ulaşabilmeliydiler. Bu, eş seçmede, inisiyatifin ebeveynden alınıp, kadına verilmesiyle olacaktı. Bu yapıldı ve böylece, kadın, ebeveynin boyunduruğundan kurtarılmış, eşini kendince seçer olmuştu. O bu seçimde ise, erkekte, onun makam, zenginlik veya ün gibi şeylere sahibi olup olmadığına bakıyordu. Erkekler çok geçmeden, kadının eş seçerkenki kriterlerinin neler olduğunu anladılar. Böylece, kendilerini kadına seçtirebilmek için; makam, zenginlik veya ün gibi şeylerin peşinde koşmaya başladılar. Böylece onlar sistemi işletip yaşatacak şeyler yapmaya başlamış, kapitalizmi sırtlarında taşır olmuşlardır. İşte bu cinsellik politikası denen şeydir. Modernlerin, kadın-erkek

100

ilişkilerinde geleneğin egemenliğini kırmaya çalışmalarının arkasında yatan şey, bu politika ve ondan beklenenlerdir. Bu politika, 1929’daki büyük buhrandan sonra başlamış gibi gözüküyor. Ancak, Marx ve Engels, “Komünist Parti Manifestosu” adlı eserlerinde, burjuvazinin, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde ataerkil ilişkilere son verdiğini söylerler. Yani, cinsellik politikasının başlama tarihi daha eski olabilir. > Şiddetin tırmanışta olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bunca medeniyet tafrasına rağmen şiddet niye tırmanıyor? Şiddeti tırmandıran şey ne? Elbette, kadına verilen aşırı özgürlük. Aşırı özgür durumdaki kadın, cinsiyetler arası ilişkilerin seyrini belirleyen konumunda. Yani o artık seçilmiyor, seçiyor. Elbette o seçimini, bazı kriterlere göre yapıyor. Onun için mücadeleye tutuşan talipleri, bu kriterleri denkleştirmeye çalışıyorlar. Tabiî bu arada birbirlerini incitebiliyorlar da. Bu incitme psikolojik olabileceği gibi, fiziksel de olabiliyor. Bu, kadının neden olduğu şiddetin sadece bir yüzü. Olaya başka bir yönden bakarsak, cinsellik erkeğin en zayıf damarıdır. Onu ün, para, makam peşinde sistemin yararına olarak koşarken görebiliriz (o bu yararlı koşu için kadına emireri yapılmıştır). Erkek onları seviyordur, ama daha ziyade kadın onları sevdiğinden ötürü. Onlardan birine ya da birkaçına sahip olabilirse, kendini kadına seçtirebilecektir. Ün, para ya da makam peşinde koşmanın, erkeğin bütün etkinliklerinin büyük bir bölümünü oluşturduğu göz önünde tutulursa, kadının erkeğin yaşamı üzerinde ne kadar belirleyici olduğu gerçeği ortaya çıkar. Bir kadına kendini sevdirmek amacı gütmeyen bir erkek, kendini yaşatacak miktarda parayla yetinebilir. Ama kendini bir kadına sevdirmeyi hedefliyorsa, daha fazlasını kazanmak zorundadır. Görülüyor ki, hâlihazırda erkekle kadın arasında dikey bir ilişki (ast üst ilişkisi) var ve üstte bulunan, kadından başkası değil (kadının erkek üzerindeki iktidarı, erkek onu çıkmaya razı edinceye dek değildir, zira çıkmaya başlamalarından sonra, erkek sevişmek için de kadını razı etmek zorundadır, onu sevişmeye razı etmek için gerekeni

101

yapar ve böylelikle kadının arzusuna göre hareket etmiş olur, yani flört öncesinde de, flört sırasında da iktidar kadındadır). Kadın erkeğe göre daha irrasyoneldir ve rasyonel olan, irrasyonel olan tarafından yönetildiğinde, irrasyonel işler yapacaktır –şiddet uygulamak gibi. Bu, kadının neden olduğu şiddetin ikinci bir yüzü. Son olarak şunu söyleyebilirim ki, kadının gücünü kötüye kullanması, erkekle oynayıp onu bırakması ve erkeğin intikam olaraktan ona şiddet uygulaması bir tarafa, erkek kadına kaptırdığı inisiyatifi yeniden kazanmak için de ona şiddet uygular. Burada tatlı dille yaptıramadığını zorla yaptırmaya çalışıyordur. Şiddetsiz ilişkilerde inisiyatif kadındadır ve şiddet devreye girdiğinde ancak kaybettiği inisiyatifi yeniden kazanır erkek. Ayrıca bugün çocuklar da ebeveynlerinin kontrolünden çıkmışlardır. Bu yüzden onları yeniden kontrol altına almak isteyen ebeveynlerinin onlara şiddet uyguladıklarını görürüz. Şiddet uygularlar, zira şiddet dışındaki yöntemlerin işe yaramadığını görürler. Günümüzde çocuk da haddinden fazla özgürdür ve şiddetin tırmanmasının bir nedeni de budur. Ve görülüyor ki, şiddetin tırmanışı, sadistliğin tırmanışı değildir. Tekrarlarsak, burada, inisiyatifini yitirenin onu yeniden kazanmak için şiddet uygulaması, düşünselliğin yerini duygusallığın almasından, kin ve haset benzeri olumsuz duyguların yürürlükte olduğu irrasyonel bir kültürün topluma egemen olmasından kaynaklanan saldırganlık ve kadın için mücadeleye tutuşmanın doğurduğu bir sürtüşme söz konusudur. > Günümüz dünyasında, bakımlılık kavramını güzellik kavramının yerine geçirmeye çalışıyorlar. Bu gibi bir çaba içinde olanlara göre, bakımsızlık kavramı da çirkinlik kavramının yerini almalı elbet. Kadınlara güzel veya çirkin yakıştırması yerine, bakımlı veya bakımsız yakıştırması yapılmalı. Bununla birlikte, güzellik de çirkinlik de sonradan kazanılmış şeyler değildir, verilmiştirler ve bir ölçüde değişmezdirler. Bir ölçüde diyorum; zira kaza, ameliyat, yaşlanma gibi sebeplerle bu hususta sonradan

102

ortaya bazı değişiklikler çıkabilir. Ama bunlar, yaşlılık dışında, daha nadir gözlenen durumlar olduğu için, göz ardı edilebilir. Öyleyse, çirkin birinin istemekle güzel olamayacağını kabul edebiliriz. Ama bakımsız biri isterse bakımlı olabilir. Çünkü bakımlılık ve bakımsızlık verilmiş değişmezler değildir. Yani bu hususta değişim mümkündür. Bakımlı olmak isteyen birinin yapması gereken şey, paraya kıyıp kozmetik ürünleri almak, onları kullanmak; giyimine dikkat etmek; dahası güzellik salonuna gitmektir. Bakımlı olmak isteyenlere, bakımlı olmak için gerekli olan şeyleri satanlar, güzellik kavramının yerine bakımlılık kavramını ve çirkinlik kavramının yerinde de bakımsızlık kavramını geçirmek isteyenlerdir aynı zamanda. Birileri bakımlı olmak isterlerken onları kalkındırırlar. Görülüyor ki giyim ve kozmetik sektörlerinde üretim yapanlar ve bu sektörlerde üretilenlerin ticaretiyle uğraşanlar, kimi kavramları kendi çıkarlarına olacak şekilde yeniden düzenlemek istiyorlar. Bakımsız birinin kendine bakım yapmasıyla birlikte moralinde bir artış olur, ama berikiler bu olumlu sonuç için kavramlarla oynamazlar, ilgilendikleri şey daha fazla kimsenin bakım yapması ve gelirlerinin artmasıdır. Ancak onlar güzel kavramının yerine bakımlı kavramını, çirkin kavramının yerine de bakımsız kavramını geçirmek isteseler de, bu kavramlar ayrı ayrı kavramlardır ve birbirinin yerini alamazlar. Bir kadın güzel ve bakımlı olabileceği gibi, çirkin ve bakımlı da olabilir. Elbette güzel ve bakımsız olabileceği gibi, çirkin ve bakımsız da… Ve bir kadını diğerinden daha değerli yapan şey ne güzelliği, ne de bakımlılığıdır; güzel ahlâkıdır, dini bütünlüğüdür. İnsanlara görünümüne göre değer biçmek, tıpkı makamına, mesleğine, servetine göre değer biçmek gibi, modern bir hastalıktır. > Kadın, kendini sevemeyecek bir tabiattaki erkeğin sevgisini istiyor, mutluluğunu buna bağlıyor, oysa yanlış ata para yatırıyor. Güçlü bir erkek sevemez. Zira onun kalbinde kendinden başkasına yer yoktur. Kendi dışındakilere ancak heveslenebilir o. Başkaları söz konusu olduğunda denebilir

103

ki, sevgisi hevese dağılmıştır. Çoğu kadının istediği şeylere sahiptir o. Öyleyse kendini neden tek bir kadınla sınırlasın ki? O da zaten bunu yapmaz ve her çiçekten bal alır ve bu çiçeklerin hiçbirine de acıdan başka bir şey vermez. > Cinsel arzunun kökeninde üreme dürtüsü vardır. Son kertede neslin mevcudiyette tutulmasını amaçlayan cinsel arzunun etkilerinden korunma konusunda ne kadar başarılı olsa da kişi, o, onun işlerine bir şekilde karışır. En güçlü duygular arasında yer alır bu duygu. Hattâ modern koşullarda erkeğin duygularının en güçlüsüdür. Öyle olmasaydı, kapitalistlerce kumanda edilen kadınlar erkekleri kumanda edemezlerdi. Cinsel arzu kadının en güçlü duygusu değildir. Onda başka bir duygu en güçlüdür. Kadının egemen arzusu, güçlü erkekten çocuk yapmaya yönelik olandır (kadının en güçlü duygusu da erkeğin en güçlü duygusu da üreme dürtüsüyle ilgilidir, ama kadın belli bir erkek modelinden çocuk yapmayı isterken, erkek kadınla birlikte olmayı ister, daha ziyade de güzel kadınla). Bu örtülü arzu o kadar despottur ki, hiçbir doğum kontrol yöntemi onun yönünü değiştiremez ve kadın güçlü erkeğe sevgi duyar ve onunla flört eder. Güçlü erkekten kastım, iktidar biçimlerinden kimilerini elinde bulunduran erkektir. İktidar biçimleri para, makam, şöhret ve benzeri şeylerdir. Tabiî bunlar iktidarın toplumsal biçimleri olmakla birlikte, onun kişilikte ortaya çıkan belirtileri de vardır. Bunlar bencillik, kendini beğenmişlik, boş bir özgüven, bilgiçlik, kurnazlık, sosyallik, ataklık ve benzeri şeylerdir. Bugünkü tarihsel bağlamda, gücün toplumsal biçimleriyle, tümüyle uyumludurlar bunlar. Yani gücün toplumsal biçimlerine sahip olan ya da olmaya çalışan her erkekte gözlemlenebilirler. Demem o ki, kadının seçtiği erkekten ille de hamile kalması gerekmez. Fakat o, erkeği, ondan çocuk yapacakmışçasına seçer. Ve kadın da erkek de akıl ön plânda olduğu sürece özgürdür, ne var ki nefsin istekleri öne geçince, özgürlük kaybolur. Kapitalist dünya şartlarında, kadında da erkekte de nefsin istekleri öne geçmiş, böylece

104

özgür olmayan hayvanların seviyesine düşülmüştür. Özellikle erkek cinsel arzusu üzerinden, birçok şeyin belirleyiciliğindedir; birçok şeyin mülkü durumundadır. Bugünkü dünya düzeni, sağduyuya değil ama şeytanî bir düşünceye dayanır. Kapitalist, kadınla erkeğe ilişkin bildiklerini, onları bir arada sorunsuzca yaşatacak bir ortam oluşturmak için değil de, tersine, birbirlerini alabildiğine yaralayacakları, rahatsız edecekleri bir ortam oluşturmak için kullanmıştır. Bununla birlikte sağduyuya dayalı bir toplumsal düzen oluşturulacaksa, kadın ile erkeğin özgün niteliklerine temiz bir gözle bakmalı ve buna uygun bir sosyal yapı istemeli. Böylece, kadının erkek üzerindeki erkinin teminatı olan serbest ilişkiler yerine (bu serbestliğin asıl anlamı kadının erkek üzerinde belirleyiciliğidir), flört yerine, evlilik özendirilmeli ve böylece hayata atılır atılmaz insanlar evliliği düşünmeye başlamalı ve fazla gecikmeden evlenmelidirler. Böylece karşı cinsle ilgili yüksek beklentilerin gerçekleşmemesinden kaynaklanan düş kırıklıklarından ve bilhassa erkek adına onur kırıcı olan, kapitalizmin ekmeğine yağ süren batıcı, yıpratıcı ilişkilerden kurtulmak söz konusu olur. Bugün evlilikler mutluluk için yapılıyor ve evlilik özünde sıkıntılı bir olay olduğu için, erkekle kadının egolarının çekişmesine sahne olduğu için, burada mutluluk amacına erişilemiyor ve bunun sonucunda, başkalarında mutluluğu arama yoluna gidiliyor. Boşanmalar, yeni evlilikler birbirini izliyor. Sonuçta, evliliğin doğası her defasında mutluluğu engellediğinden ve bu gerçek fark edilemediğinden, karşı cinsle ilgili olumsuz bir genellemeye gidiliyor: Erkek için bütün kadınlar; kadın için de bütün erkekler fenanın fenası olup çıkıyor ve yalnız bir yaşam seçiliyor. Onun için mutluluk amacıyla evlenmemeli; evliliğin sıkıntılı bir olay olduğu bilinmeli ve başka nedenler (çocuk, yalnızlıktan kurtulma, dinsel ödev vb.) evliliğe neden yapılmalıdır. > Şimdiye dek karşıma hep inatçı, diken dilli, huysuz kadınlar çıktı. Hep bu gibi kadınlara rastlamam, kendime,

105

acaba bütün kadınlar böyle mi, sorusunu sormama neden oldu. Bütün kadınlar böyle idiyse, uysal, tatlı dilli, güzel huylu kadını bulmama olanak yoktu. Eğer bu olanaksız idiyse, hayatımın aşkını bulmaya yönelik arayışlarımı feshetmeliydim. Ve tam bu noktada geriye baktım; bugüne dek yaşadıklarım, hayatımın aşkını bulmaya yönelik arayışlardan başka bir şey değildi. Bunca zaman bir düşü mü kovalamıştım ben? Dahası, bunca zaman hayatımın aşkını bulmaya çabaladıysam, hayatımın aşkını bulmak, benim için bir yaşam amacıydı. Ama kadınların hiçbiri tarafından aşkıma karşılık verilemeyeceği bir gerçek idiyse, yaşam amacım ortadan kalkmıyor muydu? Yaşam amacım olmadan nasıl yaşayacaktım? Tam bu soruyla şakağımdan vurulmuştum ki, Kutsal Kitap’ta, “Sağduyulu kadın, Tanrı’nın bir lütfudur” gibisinden bir ifadeyle karşılaştım. Demek ki, bütün kadınlar inatçı, diken dilli, huysuz değillerdi. Böylece umutlarım yeniden yeşerdi. Bunun üzerine, Tanrı’nın lütfuna mazhar olmamı sağlayacak bir ahlâk edinmeye karar verdim. Fakat sonra düşündüm ki, ideal kadınla ödüllendirilmek için ahlâkımı düzeltmemin, ihlâs ilkesiyle bağdaşır bir yanı olamaz. İyi bir insan olmak için gayret göstermeliydim, ama bu, Allah’ın rızasını kazanmak için olmalıydı. Tabiî ki bu arada iyi bir kadınla ödüllendirilebilirdim, gel gör ki bu, Allah rızası için iyi bir yol tutmamın ikincil bir sonucu olurdu. Dahası, ideal kadını bulmayı bir yaşam amacı olmaktan çıkarmalıydım. Onu bulsam da olurdu, bulmasam da. Bulursam şükrederdim, bulamazsam yakınmazdım. Benim yaşam amacım Allah’ın rızasını, sevgisini, dostluğunu kazanmak olmalıydı. > Allah, kadınla erkeği cennetten çıkarırken, onlara, “Birbirinize düşman olarak hep birlikte oradan inin!” demiştir (İblis de bu hitabın muhataplarından biridir aslında). Yani erkek kadın için, kadın da erkek için anlaşılmaz ve iticidir ilk etapta. Birbirlerinde düşmanca hisler uyandırırlar (Cohen bir şarkısında, kadınla erkek arasında bir savaş var, der; bu, bahsettiğimiz gerçeğin

106

sanatçı şuurundaki yansımasıdır.). Ama soyun devam ettirilmesi zorunluluğu, birbiriyle çelişen bu iki varlığı (kadınla erkek) bir araya getirir. Soyun devam ettirilmesi gerekiyordur, çünkü dünya imtihanı devam etmelidir. Burada, soyun devam ettirilmesi işini, insandaki irrasyonel güçler üstlenmiştir. Çünkü bu iş, insanın rasyonel yanının eline bırakılamayacak kadar önemlidir. Dünyayı aklıyla seyreden biri, zahirdeki çetinliği, korkunçluğu, çirkinliği, beyhudeliği görüp, ürememe kararı alabilir ve çoklarınca aynı kararın alınması, insan soyunun varlığını tehlikeye düşürebilir. Onun tehlikeye düşmesi, aynı zamanda, dünya imtihanının da tehlikeye düşmesidir. Bu türden tehlikelere mahal vermemek için kadınla erkek, kör dürtülerce birbirine itilirler. Bu itilim de, düşmanların beraberliğine yol açar. Ve elbette bu düşmanlığın bir sonu vardır; o da, tarafların barış anlaşması yapmaları. Fakat iki düşman arasında bir barış anlaşması yapılabilmesinin ilk şartı, düşmanların, aralarında, bir düşmanlık bulunduğunun farkında olmalarıdır. Bugün hangi kadına ya da erkeğe sorarsanız sorun, aralarında çetin ve köklü bir düşmanlık olduğunu kabul etmeyeceklerdir. Ama biz bu gerçeği biliyoruz ve doğal olarak, barış anlaşması yapma olanağına sahibiz. Ve bu anlaşma yapıldıktan sonra, kadınla erkek, birbirlerine karşı daha anlayışlı ve alttan alan bir tavır geliştireceklerdir. Böylece de, beraberliklerine eşlik eden itiş kakış ve birbirini yaralama hâlinden geriye eser kalmayacaktır. Fakat yine de, kadınla erkeğin arasındaki barışın tesisinde, birbirlerine karşı duydukları şirk kokan sevgiyi terk etmek ile birlikte, Tanrı’ya, kendi aralarında merhamet ve şefkat tesis etmesi için yaptıkları duanın kabulü asıl rolü oynayacaktır. Öte yandan, İslâm’da kadını küçümsemeye ve ona düşmanlık etmeye yer yoktur. Kadın ve erkek, bir bütünün iki yarısıdır. Biri olmadan diğeri eksiktir. İkisi de tanınması ve saygı gösterilmesi gereken kimi haklara sahiptir; ikisine de ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılamaz. Gelgelelim yazılarımda kadınlara karşı kimi

107

zaman dilimi sivrilttiğimi kabul ediyorum. Bu tutumumun nedeni, günümüzde kadın üzerinden türlü oyunların oynanmasıdır. Öyleyse asıl üzerine gidilmesi gerekenler, onları kirli siyasetlerine alet edenlerdir, ve bunlar da bütünüyle makyavelist olan büyük kapitalistlerdir. > Üremeyi amaçlayan akıldışı unsurların, insan üzerindeki kudretini reddetmek, bu konular üzerinde kafa yoran kimseye, yanlış sonuçlar elde ettirir sadece. Bununla birlikte bugünkü dünya düzeni, dile getirdiğim bu gerçeği fark etmiş olacak ki, koca bir ekonomik ilişkiler ağını, insanoğlunun üremeye belirlenmişliğinin görünen bir neticesinden başka bir şey olmayan cinselliğin üzerine oturtmuş; hem, satışları artırmak için uğraş veren reklâmcılar, cinselliği, cazibe oluşturma stratejilerinin merkezine yerleştirmekle, onun, insan yaşamı üzerindeki güçlü belirleyiciliğine ilişkin düşünceyi doğrulamışlardır. Ekonomi merkezli günümüz dünya düzeninde, cinsellik, ekonominin motoru durumundadır. Burada, erkeğin, kadının kalbini çalması, dolayısıyla da onu cinsel ilişkiye razı etmesi, alınan türlü hediyeler ve girilen türlü roller aracılığıyla oluyor. Onu, aynı şeye, zorla veya baskıyla veya korkutarak da razı edebilir erkek. Ancak, bunun olmaması için, düzen tarafından çeşitli tedbirler alınmıştır. Polis ve hukuk şeklinde beliren bu tedbirler, canla başla, gönül ilişkilerinde inisiyatifi elinde bulunduran tarafı, yani kadını korur ve kollar. Onun aslı olmayan şikâyetlerinde bile (tacize uğradım, tehdit alıyorum gibi), iş sıkı tutulur, erkeğin üzerine yürünüp, ondan hesap sorulur; o korkutulup sindirilir. Erkeğin, çeşitli rollere girip zamanla firavunlaşarak ve çeşitli harcamalar yaparak kadınla beraber olmasını istiyorlardır zira. Bu yol, para kazanıp harcama zincirinin kırılmazlığının garantörüdür çünkü. Kısacası, kapitalist düzen için yaşamsal sonuçları olan bir şeydir. > Allahû Teâlâ’nın; erkeğe, kadına ve İblis’e olan “Birbirinize düşman olarak hep birlikte oradan inin!” hitabı,

108

cennetten inmeye zorlamanın dışında zorlama anlatmaz. Burada, Allah ezelî ilmiyle, kadınla erkeğin, birbirlerine karşı sevgide haddi aşarak, birbirleri için düşmana dönüşme cezasını hak edeceklerini önceden görmüş ve böylece bunu söylemiştir. Kadınla erkeğin sorumluluk çağına geldikleri anda birinci amaçları ideal eşi bulmak olduğu ve Allah’ı razı etmek olmadığı için de, aralarındaki düşmanlık, kendileri belli bir bireye aşkla yönelmeden önce bir ceza olarak erken bir vakitte ortaya çıkmıştır ve bu yüzden, onların arasındaki düşmanlık ta en başta varmış, suçtan önce varmış izlenimi doğar. Oysa bu düşmanlık, suçtan sonra gelir. Suçtan önce gelseydi, bu bir zulüm olurdu. Ama Allah kullarına zulmedici değildir. Burada anlaşılması gereken, söylenenin, “düşman olun” şeklindeki bir emir olmadığı, “düşman olacaksınız” şeklindeki bir önceden haber verme olduğudur. > Farklı insanî üstünlük ölçütleri vardır ve İslâm’ın üstünlük ölçütü, takvadır. Bunu bilen birisi için, İslâm’da kadının erkekten aşağı tutuldu iddiası, boş bir iddiadır. Çünkü, takva kavramının cinsiyetle hiçbir alâkası yoktur. Takva, Allah’a saygı duymak ve O’ndan korkmak demektir. Ve bu duyguların gereği olarak, Allah’ın emir ve yasaklarına uyma konusunda titizlik göstermek ise takvanın meyvesidir. Kim bu konuda daha çok titizse, o diğerlerinden daha yüksektedir. Bu bir kadınsa ve diğerleri erkekse bile. Ve asıl üstünlük ölçütü (takva) yitirildiğinde, birçok değişik ve sahte üstünlük ölçütü ortalığı kaplar. Örneğin günümüzde zenginlik, makam, ün ve kazanovalık gibi farklı ve sahte birçok üstünlük ölçütü vardır. Ve örneğin bunlardan zenginliği üstünlük ölçütü olarak benimseyen kimse, itibarı zenginler arasında arar ve en zengin kimseyi en üstün sayar. Kazanovalığı esas alan kimseyse, itibarı kazanovalar arasında arar ve bu konuda kim en işbitiriciyse, onu en üstün tutar. Ve bir Müslüman eğer itibarı Müslümanlar arasında değil de zenginler arasında arıyorsa, o ya cahildir, ya da bir sahtekâr. Ve asıl üstünlük ölçütünü yitirmişler arasında geçerli olan bir üstünlük ölçütü de vardır ki, Allah,

109

rahmetiyle vermiştir onu insanlara. Bu ölçüt, zekâdır. Diğer üstünlük ölçütlerin aksine zekâ, soyuttur. Böylece, insan, servet ve makam gibi somut ölçütlerce kendinden yukarıda olan kimseleri, zekâya dayanarak kendi altına iter. Kendini onlardan daha zeki gördüğü gibi, zekâyı da asıl üstünlük ölçütü olarak gördüğünden ötürü, onlardan üstün olduğuna inanır. Ve kimse onu bu inancından döndüremez. Bu, sosyal faydaları olan bir inançtır. Bir savunma mekanizması olarak işlev görür ve sosyal çatışmaları azaltır. Bununla birlikte asıl üstünlük ölçütü olan takva, bir insanda diğerlerinden daha çok gibi görünebilir, fakat onun esasında kimde daha çok olduğu, sadece Allah’ın bildiği bir şeydir. Yani kimin kime üstün olduğunun bilgisi bu ölçüt dikkate alındığında, büyük ölçüde gizlenmiştir. Bu da Allah’ın rahmetindendir. Çünkü, böylece takvaca üstün olan kimse yaltaklanmanın ve kıskançlığın hedefi olmaktan korunmuş olur. > Kadının, eş seçerken, zenginlik ve makam gibi güç işareti şeylere bakması, yani gücü baz alması erkek tarafından kınanabilir, ama bu kınamayı yapan erkek, eş ararken güzelliğe öncelik verdiğinde, kınadığı kadının durumuna düşer. Böylesi erkeğin de kadının da tutumu nefsanîdir. Bundan dolayı da ortaya kötü sonuçlar çıkar. Bu konuda doğru tutum, akıllı olup, karşı tarafta ahlâk ve dini bütünlük gibi, hakikaten üstün ve yıkılmaz özellikler aramaktır. Bu gibisine belki nefis ısınmayacaktır, ama kalp ısınacaktır. Nefis çabuk usanır, ama kalp kolayıyla usanmaz, o yüzden kalbinin ısındığına git, yüksek olasılıkla seni tatminkâr ve sağlam ve uzun ömürlü bir ilişkinin beklediğini bilerek. > Kadınlara uyarı ve nasihat olsun diye, Risale-i Nur’dan şu parçayı alıntılıyorum: “Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayanın, kadın tayfası ve onların fitnesi olduğu hadisin rivayetlerinden anlaşılıyor. Evet nasıl ki tarihlerde, eski zamanlarda ‘Amazonlar’ adında gayet silâhşor kadınlardan kurulu bir asker tayfasının harika harpler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de: Bu zamanda zındıka dalâleti, İslâmiyete karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin

110

plânıyla, şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla iman ehline taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını büyük günahlar ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar. Birkaç sene namahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar cehennemin odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakati kaybettiği için, yaradılışça çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasip kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur. Hattâ bu hâlin neticesi olarak o âhirzamanda, bazı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahibsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadîsin rivayetinden anlaşılıyor (bu, şu an içinde bulunduğumuz ve kadının erkek karşısında avantajlı olduğu durumun ardından ortaya çıkacak olan durumdur ki burada erkek kadın karşısında avantajı ele geçirecektir). Madem hakikat budur. Ve madem her güzel, güzelliğini sever ve elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez. Ve madem güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse manen ziyadeleşir. Şükredilmezse değişir, çirkinleşir. Elbette aklı varsa, üstün güzelliğini günahları kazanmak ve kazandırmak ve çirkin ve zehirli yapmak ve o nimeti küfran ile azap sebebi bir surete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak. Ve o geçici, beş-on senelik güzelliği bâkileştirmek için, meşru bir tarzda kullanma ile, o nimete şükredecek. Yoksa ihtiyarlıkta uzun zaman istiskale maruz kalıp, me’yusane ağlayacak. Eğer İslâm terbiyesi dairesinde, Kur’ân âdâbı ziynetiyle o cemal güzelleştirilse; o geçici güzelliğin, manen bâki kalacağı ve cennette hûrilerin cemalinden daha şirin ve daha parlak bir tarzda kendine verileceği hadiste kesinlikle sabittir. Eğer o güzelin zerre miktarı aklı varsa, bu güzel ve parlak ve ebedî neticeyi elinden kaçırmayacak…”

111

ACIDAN ACISIZLIĞA VE ACISIZLIKTAN HUZURA, YANİ HEDONİZMDEN BUDİZM’E VE BUDİZM’DEN İSLÂM’A… Bugün dünyada egemen olan sistemin adı kapitalizmdir. Bu sistem ekonomi temellidir. Bu sistemde ekonominin ayrıcalıklı bir yere sahip olması, onun belirleyiciliğiyle alâkalıdır. Engels’in dediği gibi, modern dönemde tarihe yön veren, ekonomik olgulardır. Bu olguların manipülasyonu, kâr amacıyla yapılmış; ve kârda devamlılığın sağlanmasıyla ve bunun yanısıra, devam eden sömürgecilik faaliyetlerinin bir neticesi olarak ekonomik güç zamanla bir grubun elinde toplanmış; ve bu olay, bu grubun verdiği mücadelelerin de yardımıyla, iktidarın da bu grubun elinde toplanmasına yol açmıştır, ve bu şekilde Batı’da doğan kapitalizm, nihayetinde, küreselleşme denen mücadeleli sürecin tamamlanmasıyla 1990’larda dünyaya neredeyse tümüyle hâkim olmuştur. Bunun anlamı, dünyanın tek bir pazar hâline geldiği ve bu pazarda Batılı büyük sermayenin borusunun öttüğüdür. Batılı büyük sermayeyi temsil eden Çok Uluslu Şirketler, üretim ve ticaretten, yani dünya ölçeğindeki ekonomik faaliyetlerinden yılda 9,5 trilyon dolar kâr elde etmektedirler. Ülkemiz gibi küçük olmayan bir ülkenin iç ve dış borcunun toplamından bile bir hayli fazladır bu miktar ve yıldan yıla artma eğiliminde olduğu gibi, bir birikimin üzerine eklenmektedir. Bununla birlikte söz konusu Çok Uluslu Şirketler’in çok uluslu olmaları birçok yerde faaliyette bulunmalarından ötürüdür ve onlar esas olarak Batı kapitalizmine hizmet ederler. Bununla birlikte kapitalizmin bugünkü aşamada aldığı ad, tüketim kapitalizmidir. Bu adı, tüketim olgusu sistem için en önemli şeye dönüştüğünden ötürü almıştır. Sistemin sahiplerinin amaçladıkları şey, kâr, hep daha fazla kârdır. Bunun için ise mal ve hizmet tüketimi devamlı artmalıdır. Ama, kârını devamlı artırma mantığı daha evvel

112

mal ve hizmet üretimine etki eder. Daha fazla kâr için, daha fazla mal ve hizmet üretmek gerekiyordur. Öyleyse üretim için tüketim yapılacaktır ve üretim artarken tüketim de artacaktır. Evet, kârın artması için üretimin artması, üretimin artması için de tüketimin artması gerekiyordur. Böylece kâr artsın diye üretim ve tüketim artırılır (tüketim, istekleri çoğaltan ve şiddetlendiren hedonist felsefe aracılığıyla artırılır, hedonizmi ise, materyalizm haklılaştırır). İnsandan beklenen, üretim sürecine doğrudan veya dolaylı olarak katılması ve buradan elde ettiği parayla da tüketimde bulunmasıdır. Görünürde kapitalizm tüketim olgusunda, üretenin ve tüketenin çıkarını kesiştirir. Zira tüketim, üretenin de tüketenin de işine gelir. Ama tüketen için konuşacak olursak, o, insanlığı unutulup tüketiciye indirgendiği, maddecileştirildiği, manen küçültüldüğü, âhireti önemsemez kılındığı, hakikî adaleti istemekten men edildiği için kendisinin çıkarınaymış gibi görünen bu durum gerçekte kendisi için çok zararlıdır, hattâ yıkıcıdır. Fakat o bunun farkında değildir. Tüketimi artırma mantığının kendisine yüklediği görevleri ve verdiği biçimi kabullenmiş, ideal biçiminden ve gerçek görevlerinden iyice uzaklaşmıştır. Öte yandan birincil ihtiyacı tüketimin artması olan tüketim kapitalizminin bu ihtiyacına uygun şeyler olur idare, hukuk, sanat, eğitim, sağlık vb. alanlarda. Yani idarî kararların, hukuksal düzenlemelerin, sağlıkla ilgili uygulamaların vb. arkasına, evvelâ kapitalistlerin tüketimin artmasıyla ilgili çıkarları, beri yandan da öteki çıkarları gizlenmiştir. Ancak onların çıkarına olan her ne varsa herkesin çıkarınaymış gibi gösterilir. Bununla birlikte sözü edilen alanlardaki icraatçılar, tüketimin artması mantığının güdümünde, insanı azimli bir tüketiciye çevirecek hedonist bir zihniyetin topluma egemen kılınması olayında üzerlerine düşeni yaparlar. Böylece çoğunluk duyusal zevkleri, konforu ve eğlenceyi içine alan bir haz yaşamını amaç edinir. Bu

113

amaç, kendini edinenleri hem azimli bir iş talibine hem de azimli bir mal ve hizmet talibine çevirir ve böylece onlar, sistemin ihtiyaç duyduğu gibi olurlar. Şöyle ki, insanlar haz istiyordur, bunun içinse onlara para gerekiyordur, böylece para kazandıracak işlere hırsla talip olurlar, bu işlerin yapılması sistemin işleyişine katkıda bulunur, öte yandan da kazandıkları para ile, hedonizmlerini yaşayabilmek için hırsla mal ve hizmet satın alırlar, bu da sistemin tüketim ihtiyacını karşılar ve böylece tüketme, tıpkı çalışma gibi sistemin işleyişine katkıda bulunur. Fakat gariptir ki insanı manipüle etmede kendisinden yararlanılan hedonist felsefe insanları acıya mahkûm eder. Bunun mantığı şöyledir: İsteklerini tatmin etmek hazsa, haz isteyen insanlar haz almak için isteklerini tatmin etmelidirler, fakat tek isteği dışındaki isteklerinin hepsini tatmin etse bile insan, gözünü o tek isteğe dikecek, onu tatmin edemediğine yanacak, diğer tatminlerini unutacak ve sonuçta acı çekecektir ruhsal yapısı gereği; fakat diyelim ki insanın tatmin etmediği hiçbir isteği kalmadı, bu durumda o gene ruhsal yapısı gereği can sıkıntısı duyacak, bu da yeniden acıya yol açacaktır; yani insan hem her istediğini elde ettiğinde hem de istediği şeylerden bir kısmını geç, birini bile olsun elde edemediğinde acı çekecektir, ki genelde bu ikincisi olur ve insan acıdan yakayı hiç kurtaramaz. Hedonizmi onu amaçladığı hazza değil de acıya ulaştırır böylece son aşamada. Demek ki yanlış olan hazzı, dolayısıyla da duyusal zevklere, konfora, eğlenceye yönelik isteklerini tatmin etmeyi amaç hâline getirmek. Budda binlerce yıl önce bunu anlamıştır. Ona göre yaşamın özü acıdır ve acı da insanların sonu gelmez isteklerini kovalamasından doğar. Haz arayışının, üzerine oturtulduğu isteğin mantığı gereği acı ürettiğini anlayan Budda, insanların acıdan kurtulmalarının yolunun isteklerinden vazgeçmekten geçtiğini söylemiştir. Böylece onu anlayıp dinleyenler, kendini asgarî ihtiyaçlarla sınırlamak anlamında, istemekten vazgeçmiş, acıdan

114

kurtulmuşlardır. Topyekûn bir Buddacılık insanlara acısızlığı armağan etmekle kalmaz, tüketmeme ve çalışmama yoluyla kapitalizmi de çökertir. Tüketme ve çalışma kapitalizmi yaşatan başlıca unsurlardır, bunları yapanlar kapitalizm karşıtı bile olsalar onu sırtlarında taşıyorlardır. Bu durumda o sırtımızdan atılmaya lâyık olanı neredeyse hepimizin elbirliğiyle yaşattığı ortaya çıkıyor. Bununla birlikte Buddacılık’ta bulunan şey görüldüğü üzre acısızlıktır. Bundan daha fazlasını istememeli miyiz? Peygamber efendimizin (sav), “Dünyada rahat yoktur” şeklindeki hadisine bakılırsa, istememeliyiz. Fakat huzurun İslâm’da olduğu da söylenir ve bu söylenenin doğruluğuna dair yaygın bir kanaat vardır Müslümanlar arasında. Bu kanaatin olgusal bir karşılığı olmasa, yaygın olarak benimsenmezdi. Bu durumda onu doğru kabul edebiliriz. Öyleyse arayış içinde olan ve acısızlıkla, dolayısıyla da Budizm’le yetinemeyecek olanlar, ki insan bununla yetinemez, bir adımda İslâm’a geçiş yapmalı, huzuru bu dine tâbi olmada aramalıdırlar. Aradıklarını bulmaları umulur. Burada şunu belirtmekte yarar var: İslâm’da Budizm’de olduğu gibi istemekten vazgeçme yoktur. Dua bir bakıma Allah’tan bir şeyler istemektir ve Allah, duamız olmasa önemimizin olmayacağını söylemiştir. Öyleyse Allah’tan isteyeceğiz, ancak olur olmaz her şeyi değil de, istemeye değer şeyleri… Daha doğru olanı ise, âhireti isteyip ora için ciddî çalışmaktır. Resûllullah (sav) şöyle demiştir: “Akıllı kimse nefsini hesaba çekip ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Âciz ve ahmak ise nefsini heva ve heveslerine uyduran, Allah’tan olur olmaz boş şeyler temenni eden kimsedir.” Ve her yönüyle mutluluk ise, yani acısızlık, huzur, neşe ve acı üretmeyen bir hazzın birleşimiyse, dünyada ulaşılacak en üstün ruh durumunu huzur olarak; onu da İslâm’da yakalanacak bir şey olarak belirlediğimize göre, “Ben rahatı cennete yerleştirdim, onu dünyada nasıl

115

bulacaksınız?” şeklindeki kudsî hadiste geçen rahatı, bütünsel mutluluk olarak alırsak, ancak cennette bulunabilecek bir şeydir. Bunu isteyenler ise cenneti elde ettireceği açıklanmış sebeplere sarılmalıdırlar. Evet, görülüyor ki doğru olanı, öte dünyada mutlu olmayı ummak. Çünkü bütün boyutlarıyla mutluluk orada. Bununla birlikte hedonist felsefeyi benimsemek kapitalist dünyada, özellikle medya ve eğitim kurumlarının rol aldığı sistemli bir zihinsel operasyona kurban gitmeyi anlatsa da, bu durum insanı hedonist felsefeyi seçmesindeki sorumluluğundan kurtarmaz. Zira insan özgür bir varlıktır ve modern zihin operasyonlarında zor kullanılmaz, yani burada seçme özgürlüğü gene insandadır. Bu operasyonlardan etkilenen, hazzı yaşam amacı hâline getiren insanların çoğu dinin iyisini, kötüsünü biliyor, böylece sistemin iyisini, onun dine göre kötü olduğunu bildikleri durumlarda seçtiklerinde, özgürlüklerini işletmiş ve sorumluluk altına düşmüş oluyorlar. Hazda yattığı söylenen mutluluğu yaşam amacı hâline getirmiş bir Müslüman ise, Allah’ı razı etme biçimindeki asıl hedefi bir kenara atmıştır. Bunun da ötesinde, anladığı şekliyle mutluluğu Allah’tan isteyeceği yerde, onu mal ve hizmet tüketiminden bekler. Ve malların duyulur nesneler olduğu göz önüne alınırsa, onlardan mutluluğu istemek, Allah’tan istenmesi gereken şeyi maddeden istemek olarak, maddeye tapıcılıktır. Yani şirktir. Görülüyor ki hazda yattığı söylenen mutluluğu yaşam amacı hâline getirmek masum ve sorumluluk gerektirmeyen bir tutum değil. Bu, yanlış olanı bile isteye seçmek olmanın ötesinde, şirkin bağışlanmayacak günahlardan olduğu göz önüne alınırsa, Allah’tan değil de maddeden medet ummak olarak şirktir. Öyleyse mümin bir kimse, her şey gibi hem haz olarak mutluluğu hem de gerçek mutluluğu Allah’tan istemeli ve gerçek mutluluğun da sadece cennette bulunduğunu bilmeli. Ama cennetteki mutluluğa duyduğu isteği, Allah’ı razı etmeye duyduğu isteğin önüne de geçirmemelidir. Böyle yaparsa ne mi olur?

116

İhlâsı kaybeder. Bununla birlikte dünyada rahat olmadığı, rahatın cennette olduğu gerçeğini felsefenin devlerinden Platon da bir şekilde anlamış ve şu sözlerle dile getirmiştir: Küçük bir azınlık bir yana, insanlar için şenlik ve esenlik yoktur. Bu hükmü yalnız şu yeryüzündeki hayatımız için vermekteyim. Çünkü insan, namusluca bir ömür sürerek erişmek istediği iyilikleri ölümünden sonra elde edip en iyi bir sona erebilir. Fakat görüldüğü üzere, Platon, çoğunluk için dünya hayatında yadsıdığı şenlik ve esenliği, yine dünya hayatında, bir azınlık için kabul ediyor. Bu azınlığı ise o, erdemli ve mutlu bir bilgiyi öğrenmiş bilgeler topluluğu olarak belirler. Ve Müslüman Allah dostları da, mutluluğa dünyada eriştiklerini söylerler. Bu iki grubun söylediğinin doğruluğunu öğrenmek, ancak onların durduğu noktalara gelinince olabilecek bir şeydir. Onun için, onlar gibi olmaya gayret göstermeden hemen onların söylediğini yadsımaya gitmemek gerek. Fakat, bu yollara girip de istenen sonucun elde edilememesi, ermişlerin veya bilgelerin yanıldığının veya yalan söylediğinin kanıtı da yapılamaz. Bu yollarda yürüyerek hedefe ulaştığını iddia edenler bulundukça ve bunun kanıtları, onların hâllerinde görüldükçe, bu yollar, yürünmek üzere başkaları için de açık kalacaktır. Böylece, mutluluğu isteyen için, bilgelik ve evliyalık, bunun iki ayrı imkânı olarak gözüküyor (bilgelik ile evliyalığın mutlu edip etmediklerini bilmesem de, hedonizmin acı; Budizm’in acısızlık; İslâm’ın ise huzur olduğunu kişisel tecrübemle biliyorum, ancak Budizm’in acısızlık olduğunu bilmem daha önce Budist olmamdan ötürü değil, çünkü hiç Budist olmadım, ama Budizm’deki gibi istek denetiminde bulundum, bu bakımdan Budizm’i andıran Kinizm’in öğüdünü tuttum ve acıdan kurtuldum). Öte yandan Schleiermacher, insanın nihaî tatmininin ancak Tanrı’da gerçekleştiğini söyler ve onun bu dediği, Müslüman Allah dostlarının söylediğini destekler niteliktedir. Fakat burada şunu belirtmekte yarar var: Allah, hiçbir şeyin aracı olarak

117

görülmemelidir. Mutluluğun bile. Çünkü bu durumda, ihlâs, yani bütün işlerinin Allah için olması, işlediğin amele Allah’tan başkasının ortak yapılmaması hâli yitirilir. Hedef, Allah ve O’nun hoşnutluğu olmalıdır. Bu hedefe ulaşmanın ikincil bir sonucu olacaktır mutluluk. Ama yine de bu mutluluğun, cennette ve Allah’ın yanındaki mükemmel mutluluğun yanında kusurlu kalacağını görmek zor değildir. MADDECİ ENTELEKTÜELLERİN GERÇEK PSİKOLOJİSİ Yaşamın mücadeleden ibaret olduğunu, şu evrende yapayalnız ve sahipsiz olduğumuzu, ölümle birlikte bizim için her şeyin biteceğini düşünen maddeci bir yazarın bu kabulleri, cehennem gibi bir dünya tasavvurunu gerekli kılar. İlk olarak, yaşamın mücadele olarak kabulü, insanları birbirlerinin rakibi yapar. Rakiplerin birbirlerine karşı duygusuysa tiksintidir, nefrettir. Oysa insan sevmeye, sevilmeye, dostluğa ihtiyaç duyar. Sonra olayların ekseriyetle istediği gibi cereyan etmediğini gören insan, kendi aczini duyumsar. Böylece güçlü bir varlığa sığınma ihtiyacı hisseder. Ama maddeci anlayışı benimsediği için, gücüyle aczini giderecek, onu her türlü tehlike karşısında koruyacak bir varlık bulamaz. Öte yandan, ölümün hiçleşme olduğu düşüncesiyle yaşamak hiç de kolay değildir. Çünkü insan hiçleşmeye yaradılışı gereği sıcak bakmaz. Böylece sevgisizlik, hâmisizlik, hiçleşme gerçeği insanın karşısına dikilir. Bu, dünyayı cehenneme çeviren bir gerçektir. İnsan için acı kaçınılmaz hâle gelmiştir. Ama bu duruma rağmen, yukarıda bahsi geçen maddeci yazar, yaşamı olumlar ve insanlara her şeye rağmen yaşamalarını, çocuk yapmalarını öğütler. Maddeci perspektif gereğince, dünya cehennemden farksız bir yerken, o neden yaşamı olumlar ve insanlara her şeye rağmen yaşamalarını, çocuk yapmalarını öğütler? O ölmemek, dediğini yaptırmak ve ünlüyse de, ününü korumak için bu şekilde öğüt veriyordur. Şöyle ki, ona ünü yaşayan

118

insanlar bahşetmiştir. Onlar yaşayacaktır ki onun da ünü yaşasın. Ününü yaşatsınlar diye onlara yaşamayı tavsiye etmelidir. Öte yandan, maddeci anlayışa göre ölümsüzlük, hatırlanmaktır. O ölmemek, yani hatırlanmak istiyordur. Bu yüzden de kendini hatırlayacak insanlara ihtiyaç duyuyordur. Burada hâlihazırda yaşayanlardan ziyade, gelecekte yaşayacaklarla ilgileniyordur. Gelecekte yaşayacaklarca tanınacak ve onların ağzında, belleğinde, kitaplığında bir ad olarak yaşayacaktır. Bunun için de bugünün insanlarına çocuk yapmayı tavsiye eder. Bu çocuklar ona ölümsüzlük garantisi vereceklerdir. Onların ağzında, belleğinde, kitaplığında bir ad olarak süreceği acıdan bağışık yaşam, insanlık yok oluncaya dek bitmemesini istediği şeydir. Bununla birlikte, dediğinin yapılmasını istiyordur o, ve tabiî ki yaşayan insanlara yaptıracaktır dediğini. Ölülere hükmetmesi söz konusu olamaz. Verilecek öğütlerle, güdülecek bir insan topluluğunun varlığı güvence altına alınmalıdır. Öte yandan, o ünlü değilse eğer, ününü korumak gibi bir kaygısı yoktur şimdilik. Ölümsüzlüğü, hükmetmeyi istese bile, öncelikli isteği ünlenmektir. Yaşayan kimseler sayesinde ünlenecektir. Ölüler ün bahşedemez. Bu yüzden insanlara, her şeye rağmen yaşayın, der. Aslında, beni ünlendirmek için yaşayın, demek istiyordur. Gelgelelim onun ünlenme amacı ve –ünlü olması durumundaysa– ölümsüzlük, hükmetme ve ününü koruma amaçları gerçekleşirken, insanlar cehennem gibi bir yerde yaşamaya, acı çekmeye, çocuklar yapmaya, acıyı çocuklarına miras olarak bırakmaya devam edeceklerdir. Burada söz konusu yazarın, onları değil de, kendini düşündüğü, kendi bencil amaçları gerçekleşsin diye, insanların acı çekmeye devam etmelerine aldırmadığı görülüyor. Eğer o iyi niyetli olsaydı, maddeciliği kabul eden insanlara yaşamı olumsuzlamayı, çocuk yapmamayı öğütlerdi. Böylece onun çağrısına uyanlar kendileri acı çekmekle kalır, acıyı kimseye miras olarak bırakmazlardı. Bununla birlikte, dünyayı maddeci kabullerin ışığı altında

119

gören insanlar, alkol ve sigara gibi ömrü kısaltan maddeleri kullanarak, eğlenip oyalanıp ölümle aralarındaki mesafenin kapanma hızını artırmaya çalışarak, atık üretip kendi yaşam alanlarını, dolayısıyla da kendilerini yok ederek, ölümü yaşama yeğlediklerini göstermişlerdir. Maddeci yazarın onları yaşamda tutmaya yönelik bütün çabalarına rağmen onlar, varolmanın acısını defetmek için, ölümü hedeflemişlerdir ve hedeflerine doğru hızla ilerliyorlardır. Gerçi intihar ederek bu tercihlerini alenen göstermiyorlardır. Bunun bir nedeni vardır doğal olarak. O da yaşama arzusunun ölümü onlara korkunç göstermesidir. Bununla birlikte, onların birçoğu maddeci yazarın öğüdünü tuttukları için değil de, kendileri istediği için çocuk yapıyorlardır. Peki cehennem gibi bir yere neden çocuklar getiriyorlardır? Çünkü intikam duygusuyla hareket ediyorlardır. Onların benimsedikleri gerçekliğin icapları açısından konuşacak olursam, kendileri iradelerinin dışında dünyaya getirilmişler, çetin bir yere fırlatılmışlardır. Bunun hesabını kimden soracaklarını bilmiyorlardır. Dünyaya getirilecek masumlardan sormaya kalkışırlar. Gelgelelim yaşamın mücadeleden ibaret olduğunu, evrende sahipsiz olduğumuzu, ölümün hiçleşme olduğunu düşünenlerin problemlerinin hiçbiri inançlı insanın problemi değildir. Zira o yaşamı bir rekabet olarak algılamaz. Rekabete tutuşmadığı, sevdiği, kendisini seven insanlar vardır çevresinde. Zorda kaldığında sığınabileceği, onu her türlü tehlikeden koruyacak, gücüyle aczini giderecek bir Tanrı’sı vardır. Ölüm onun için hiçleşme değil, yeni, sonsuz, zahmetsiz bir yaşamın başlangıcıdır. Dünyaya getirilecek çocuklarsa, cehenneme değil de bir imtihan yerine getiriliyorlardır. Bu imtihan yeri kalıcı yurt değildir. İmtihanın verilmesi durumunda cennet kazanılacaktır. Önemli olan, dünyaya getirilecek çocuğa imtihanı verebileceği bir zemin hazırlamaktır. Bunu yaptıktan sonra, çocuğunun kendisinden hesap sormasından çekinmez insan. Burada maddeci zeminde olduğu gibi, çocuk yapma

120

eyleminin arkasında hedefini şaşırmış bir intikam duygusu bulunmaz. Çocuklar sevgiyle getirilirler dünyaya ve iyi bir dinî eğitimden geçirilmeleri ve vatana, millete hayırlı kimseler olarak yetiştirilmeleri durumunda, şefaatlerine nail olunacak hazinelerdirler. Bununla birlikte, maddeci dünya görüşünü benimseyen herkese, maddeci yazar gibi biz de bir öğüt verelim. İman esaslarını tasdik edin ve cehennemde yaşamaktan kurtulun; sevgisizlik, hâmisizlik, hiçleşme sizin için acı verici bir gerçeği ifade etmesin artık. ŞEYTANIN EN BÜYÜK HİLESİ Satanist bir şair demiş ki: Şeytanın en büyük hilesi, insanları, kendinin varolmadığına inandırmaktır. Peki şeytan niye bu hileye başvurur? Çünkü, insan, onun varolduğunu bilirse, ondan yüz çevirip Rabbine yönelecektir. Şöyle ki, bir insan şeytanın varolduğundan emin olursa, onun varlığını, Tanrı’nın varlığına delil yapacak, böylece onu yaratan olarak Tanrı’nın varlığından da emin olacaktır ve bu olunca da, onun şeytanı adam yerine koymayıp onu terk ederek Rabbine doğru bir yol tutmaması düşünülemez. Şeytan da bunu iyi bildiği için, kendi varlığını gizler. Çoğu satanist bile onun varolduğunu bilmiyordur. Onu, ontolojik olarak varolan bir şey olarak görmüyorlardır da, kötülüğün bir simgesi olarak görüyorlardır. Yani onlar, kendilerini, tanrısız bir dünyada, toplumsal fakat kesinlikle biyolojik olmayan gerekçelerle yasaklandıklarına inandıkları zevkli ve eğlenceli kötülüklere sahip çıkan kimseler olarak görüyorlardır. Yani, onlar, kendilerine göre, gerçekten varolan bir şeytanı, gerçekten varolan bir tanrıya tercih etmiş kimseler değillerdir. Tanrı’nın ve şeytanın varolduğundan emin olup da şeytanı Tanrı’ya tercih etmek, olabilirliği düşük bir şeydir. Varolduklarından emin olmak koşuluyla, Tanrı ile şeytan arasında tercih yapmak durumunda kalıp da şeytanı tercih eden biri, kafayı yememişse, veya nankörün ve zalimin biri değilse, şeytanın

121

başka bir oyununa gelerek, Tanrı’nın merhametinden ümidini kesmiş, istemeye istemeye şeytanı seçmiştir. Ve ben, şeytanın en büyük hilesini ifşa eden şairin, şeytana ait bu, Tanrı’nın merhametinden ümit kestirme oyununa kurban giderek satanist kaldığını sanıyorum, hâlbuki Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez (Aslında, şeytanı kötülüğün bir simgesi olarak gören, onun gerçekte varolmadığına inanan modern satanistlerin aksine şeytanın gerçekte varolduğuna inanmak ne kelime, bunu bilen, üstelik de Tanrı’nın rahmetinden ümidini kesme nedeniyle olmaksızın şeytanı izleyenler de vardır. Bunlar, yasak meyve simgesiyle ifadesini bulan, insanın iyi ve kötüyü bilmekten ve bu anlamda Tanrı gibi olmaktan menedilmesini başka türlü yorumlamış ve bir gizli bilgi öğretisi geliştirmişlerdir. Bunların bir kısmı, şeytanın kendilerine öğreteceği gizli bir bilgiyle tanrı hâline geleceklerine inanırlar. Bir defa, eğer böyle bir bilgi varsa, onu bilen şeytanın tanrı hâline gelmesi gerekmez miydi? Elbette gerekirdi. Ama o, hâlâ zavallılık ve acziyet içindeki şeytandan başka bir şey değil. Hem, örneğin, sırf gizli bir bilgiyi öğrenmekle, bir ülkeye başbakan olabilir miyim? Bunun için, çok sayıda sebebin işbirliği içine girip beni hedefe taşıması gerekir. Sırf gizli bir bilgiyi öğrenmekle de bu sebepler bir araya gelip benim yararıma ittifak yapmaz. Hem bu imkânsız örnek, gizli bir bilgiyi öğrenme yoluyla tanrı olmak ile kıyaslandığında, yine olası görülebilir. Bununla birlikte diğer bir satanist grubuysa, insanı tanrıya çevirecek bir bilginin bulunduğuna ve şeytanın, bu bilgiye sahip olmadığına fakat onun, Tanrı tarafından bu bilginin insana verilmesine taraf olduğuna, Tanrı’nın ise buna taraf olmayarak, insanın iyiliğini isteyen şeytanın aksine onun kötülüğünü istediğine inanırlar. Böylece kötülüklerini istediğine inandıkları Yaratıcı’larına sırt çevirerek, şeytanı dost edinirler. Burada, demin söylediğimi tekrarlarsam: Sırf bir bilgi öğrenilmekle tanrı olunamaz. Böyle bir şeyin olabileceğine inanmak için, akılsız olmak gerekir. İnsan hiçbir biçimde tanrı olamaz.

122

Çünkü aynı anda iki tane mutlağın bulunması imkânsızdır. Hak olanı, insanın Allah’a kulluk etmesi ve bundan gocunmamasıdır. İnsan, Allah’a kulluktan kaçınabilir. Bu durum, Allah’a hiçbir şey kaybettirmez ama insana çok şey kaybettirir. Şu da var ki, insan, Allah’a kulluktan kaçınsa da, itaatten asla kaçınamaz. İsteyerek veya istemeyerek O’na itaat edecektir. İstemeyerek itaatinde, sonsuzluk azabının içinde, bu azaba, Allah’ın takdir ettiği tarzda, acı çekerek, bağırarak ve acısı artsın diye çırpınma olanağı elinden alınmamışsa eğer, çırpınarak tepki verecektir.). Ve “Şeytan falan, bunların hepsi uydurma şeylerdir” diyen kişi de şundan emin olsun ki, böyle söylemekle yalnızca İblis’i kendi ahmaklığına güldürür. Bununla birlikte Allah tarafından, bizim düşmanımız olduğu söylenen ve bizim de onu düşman tutmamız emredilen İblis’in, kovulmasına yol açan olayla ilgili olarak söylenebilecek bir tek şey vardır: O, kibrinden ötürü Tanrı’nın emrini çiğnemiştir ve özür de dilememiş ve kendi muradıyla, insanın azılı bir düşmanı olmuştur. Yani, onu, Allah’tan başkasının önünde eğilmez bir tevhit kahramanı gibi göstermeye çalışmak hatalıdır. O kendine sevdâlıydı ve kendini kendine feda ederek bunu gösterdi. Bununla birlikte, vesveselerle ve nefsin âfetlerini kullanarak insanı şerre sevk etmeye çalışan ve bunda da oldukça başarılı olan ve bir simge olmayıp gerçek bir varlığa sahip olan ve buna söz konusu satanist şairin de şahitlik ettiği İblis’in, ya da ona daha çok yakışan diğer bir adla, İbiş’in, insana olan düşmanlığının hastalıklı bir düşmanlık olduğu ve onun yalnızca kendine felâket arkadaşları aradığı iyi bilinmelidir. Bunu bilenden de ondan yüz çevirmesi, Allah’a yönelmesi ve O’nun sevgisini, dostluğunu ve rızasını kazanmak için yüksek bir çaba içine girmesi beklenir doğal olarak. İnsanlar, patronlarından çekindikleri kadar Rablerinden çekinseler, patronlarının lütuf ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere veya sebeplere sarıldıkları azimle Rablerinin lütuf ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere veya sebeplere sarılsalar ne olur sanki? Bu söyleneni

123

yapsalar, hem muratlarına ererler, hem Tanrı katındaki itibarları artar, hem hakikati örtme ve şirk zulmünden kurtulurlar, hem de Tanrı’nın, insana bahşettiklerine karşılık ondan beklediği kulluğun gereğini yapmış olurlar. Ve şu da bilinmeli ki, bizler, Allah’a kulluk yapalım diye yaratılmışız. Bu yüzden, kulluk yapmayan insan, kulluktan uzaklaşmakla insanlığından da uzaklaşmış olur. Ve genel olarak yaratıkların yaratılmasındaki gaye ise, Allah’ın bilinmesidir. Allah, bilinmek için yaratıkları yaratmıştır. Peki, Allah’ın bilinmeye ihtiyacı mı vardı? İhtiyaç bir çeşit eksiklik olduğundan dolayı, hiçbir eksikliği bulunmayan Allah için böyle bir şey düşünülemez. O, yaratıkları bir muradın neticesi olarak yaratmıştır ve dilerse yok eder. Yani onları yaratmak zorunda değildi. Yani yaratmaya da bilirdi. Ama yaratmayı yeğlemiş. Ve biz varız; ama varolmak zorunda değildik. Buradan, birinin varolmamızı varolmayışımıza tercih ettiği sonucu çıkar ki, bu biri, şanı yüce Allah’tır. LİBERALİZM: ÖZGÜRLÜK, AMA KİMİN İÇİN? Burjuva sınıfının ideolojisi olan liberalizmin öncüsü olan John Locke (1632-1704), doğal hakların mal, hayat, özgürlük hakkı olduğunu, devletin görevinin bu hakları korumak olduğunu, bu hakları ihlâl ettiği takdirde devlete başkaldırılabileceğini söylemiştir. Burada devlete başkaldırma hakkı, burjuvadadır. Ama söz öyle söylenmiştir ki, sanki bu hakka herkes sahiptir. Burada, ikiyüzlü ve aldatmaya dayalı bir siyaset tarzının başlangıcını görüyoruz. Sonra bu siyaset tarzı herkese sirayet edecek, dünya ikiyüzlü ve aldatmacı insanların dünyası hâlini alacaktır. Öte yandan, burada mal, can ve özgürlük koruması derken, asıl olarak burjuvaların mal, can ve özgürlüğünün korunması kastediliyordur. Örneğin, burjuvanınkiyle birlikte emekçinin de malı korunacaktır, ama burjuvanın malı yanında emekçininki maldan sayılmadığından, yani o derece az olduğundan, burada asıl korunacak olan burjuvanın malıdır

124

ve o da emekçilerden korunacaktır. Burada, Marx’ın, kendisine yöneltilen, özel mülkiyeti yok etmek istediğine yönelik suçlamaya karşı verdiği cevap geliyor akla. Cevabı şunun gibi bir şeydi: Şimdiki sistemde, çoğunluk için özel mülkiyet zaten neredeyse yoktur, o bir azınlığın elinde çoğunluğun zararına olarak birikmiştir. Çoğunluğun elinde mülkiyet bırakılması da, onlar sistemi sırtlarında taşıma işi için yaşamlarını sürdürebilsinler diyedir. Gerçi şimdi, emekçileri tüketiciye çevirerek hâlletme plânının bir parçası olarak onlara zenginlikten daha fazla pay veriliyordur, ama açgözlülük doyurulamayacağından ve pek çoğu dünyacı olan emekçiler de manen ham olan herkes gibi açgözlü olduklarından, verilenle doymuyor, daha çoğunu istiyorlardır ve toplumun ürettiği zenginlikten paylarına düşeni artırmaya çalışıyorlardır. Öte yandan can güvenliği de, başta burjuvanın can güvenliği olsa da, emekçileri de kapsar, bu kapsayış da yine benzer bir sebepledir. Yani emekçiler sistemi sırtlarında taşıyabilmek için yaşasınlar diyedir. Onlar ölse sistem de ölecektir. Çünkü sistemi yaşatan kölece işleri onlar yapıyorlardır. Sistemin efendileri, sistemin ayakta kalabilmesi için onlara muhtaçtırlar ve eğer bu muhtaçlık durumu olmasaydı, düşünmeden onları yok ederlerdi. Ve özgürlük ise, gene asıl olarak burjuva içindir, istediği gibi at oynatabilsin diye; sömürsün, ezsin diye; zenginliğinin sefasını dilediğince sürsün diye. Örneğin emekçi de özgürdür, ama o, üretim kapitalizminde olduğuna nazaran bugünkü tüketim kapitalizminde alım gücü daha yüksek olsa da, burjuva gibi örneğin yat alıp onunla geziye çıkamaz. Çünkü emekçi, burjuvaya bu özgürlüğü ve imkânı sağlayan maddî araçlardan yoksundur. Yani burada bu gibi özgürlükler, sözü edilen türden maddî araçlara ve imkânlara sahip olanlar içindir, bunlardan yoksun olanlar için değil. Ama öyle bir konuşulur ki, bu özgürlük sanki herkes için vardır. Görülüyor ki liberalizmde dünya nimetlerinden sınırsızca yararlanma özgürlüğü asıl olarak hâkim sınıf olan burjuva içindir ve bu büyük ölçüde, çok para sahibi olmaya

125

bağlıdır. Onların yaptığı birçok şeyi yapma özgürlüğü yoktur onlar kadar parası olmayanlara. Bunların bunu dert edinenlerinde ve burjuvada ortak olan, dünyayı sevmek ve istemektir. Böyle olunca da, onun nimetleri için birbirine düşerler. Dünyayı sevip isteyen ise asıl olarak onlarda ve onlara hâkim olan nefistir. İki taraf da nefse esirdir. Nefis ise insanı, iyiliğine olmayan, onu cehennemliklerden yapacak işlere sevk eder. Bunlar, kendilerini özgür sanırken, kendilerine çok zararlı bir esareti yaşıyorlardır aslında. Ve nefse esaret, Allah’a kul olmamak anlamına geldiği gibi, O’na düşmanlıktır da. Çünkü Allah nefsi kendine düşman olarak yaratmıştır. Ve insanda nefis bulunmalıydı, çünkü imtihan icabı insandan kötülüklerden sakınması da istenecekti, ama eğer insan kötülüklere itilmeseydi, bu istek anlamlı olur muydu? Olmazdı. Onun için insana kötü şeylere istekli bir nefis verilmiştir. İnsana düşen, onu dinlemeyip yüce Allah’ı dinlemektir. İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜ Giriş <<Özgürlük, Kant’a göre, deney dünyasında kendisine karşılık olan bir gerçekliğin bulunmadığı bir salt akıl kavramı, bir idedir. Buna göre, özgürlük deney yoluyla kanıtlanamaz. Fenomenler dünyasında her şey nedensellik yasalarına göre olup biter. Ancak bu nedensellik kavramı evrendeki bütün olayları açıklayacak nitelikte değildir. İşte Kant, doğadaki nedenselliğin yanısıra bir de özgürlükle olan nedensellik kavramını geliştiriyor ve fenomenler alanında etkisine rastlanan, ama kendisi fenomen olmayan bir nedenselliğin düşünülebileceğini söylüyor. Bu, evrende, nedenler dizisinin kendisiyle başladığı, artık başka bir nedeni olmadığından özgür olan bir ilk nedendir. >> (Bedia Akarsu, Ahlâk Felsefesi) Bu ilk neden, insanın iradesidir. <<Bu iradenin özgürlüğünün, demin de söylediğimiz gibi, deneysel olarak kanıtlanamayacağını söyleyen Kant, bu

126

kavramı, Tanrı ve ölümsüzlük gibi deney dünyasına ait olmayan kavramlar arasına katıyor. Fakat bu kavramlar bilim için değer ifade etmeseler de, ahlâk için vazgeçilmezdirler. Yani ahlâkın insan eylemlerinde bağlayıcılığı olabilmesi için, bu kavramların gösterdiği varlıkların gerçekte varolduğu kabul edilmelidir. >> (Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş) Burada, irade özgürlüğünün deneysel olarak kanıtlanamayacağı, fakat ahlâk ona ihtiyaç duyduğu için, onun var kabul edilmesi gerektiği söyleniyor. Gerçekten de, insanın iradesi özgür olmasa, o yalnızca bir otomat olsa, ondan ahlâkî taleplerde bulunmak saçma olacaktır. Bu yüzden de onun özgürlüğü kanıtlanamasa da, kendisi sorumluluk altına girebilsin ve ondan iyilik talep etmemiz yerinde bir şey olsun diye, onu özgür saymalıyız. Bununla birlikte Kant’ın, nedenler dizisinin kendisiyle başladığı, artık başka bir nedeni olmadığından özgür olan bir ilk neden olarak tanımladığı irade, nedensiz bir ilk nedendir. Tıpkı nedensiz bir ilk neden olan Tanrı gibi. O zaman burada insana, görüldüğü üzere bir yaratıcılık, kendi eylemlerinin yaratıcılığı özelliği yükleniyor. Fakat bunu mutlak bir yaratıcılık olarak almamak gerek. Ben burada, Tanrı’nın insana verdiği özgür iradeye, seçme yetisi diyeceğim. Peki insan gerçekten seçimde bulunmakta özgür müdür? Özgürse, bu deneysel veya akılsal olarak kanıtlanabilir mi? Kant bunun deneysel olarak kanıtlanamayacağını, ama akılla kavranabileceğini söylüyor. Peki ya akılla kanıtlanabilir mi? Bunu araştırmakta yarar var. Bu araştırma işine, insan özgürlüğünün ideal anlamını saptamakla başlayalım. Ama hemen başta şunu söyleyeyim ki, insan özgürlüğünün bu ideal anlamı, Kantçı anlamdaki insan özgürlüğü tanımına karşılık geliyor. 1. İnsan özgürlüğü kavramının olması gereken, yani ideal anlamı. Burada dinin, hukukun ve ahlâkın ortak kavramı olan; onlarca olgusal karşılığı olduğu kabul edilen insan

127

özgürlüğü kavramını ele alcağız. Bu kavramla ilgili olarak ileri sürülmüş görüşlerden daha ziyade iki tanesi bilinir ve bazılarınca bunlardan biri, bazılarınca da diğeri asıl kabul edilir. Bunların ilki, negatif özgürlük anlayışıdır. Bu anlayışa göre, insanın iradî eyleminin önünde hiçbir engel yoksa, bu eylem özgür vasfını hak eder. Pozitif özgürlük anlayışına göreyse, yaşamının kontrolü insanın kendisindeyse, o insan özgürdür. Anlaşılıyor ki, negatif özgürlük anlayışında eylem; pozitif özgürlük anlayışında ise yaşam denetimi esastır. Bunlar, olana göre geliştirilmiş insan özgürlüğü anlayışlarıdır. İnsan özgürlüğünün ne olması gerektiğine bakacak olursak, bir seçme yetisinden bahsetmek durumunda kalırız. Bu öyle bir yeti olmalıdır ki, kullanıldığında, sonuçlar doğuran bir sebep ortaya çıkacak, fakat bu sebep, başka hiçbir şeyin sonucu olmayacaktır. İnsanın özgürlüğü böyle bir şey olmalı. Eğer insan için bu tür bir özgürlük yoksa, gerçek anlamda hiçbir özgürlük de yoktur. Burada mesele şudur: Bu tür bir özgürlük deneysel yöntemle gerçekten gösterilemiyor mu? Ve onun varlığı yahut yokluğu, aklî yöntemle gösterilebilir mi? 2. İnsanın içi ve dışı için determinizmi kabul eden görüşlerde ideal insan özgürlüğü anlayışının oluru. Modern maddecilik ve akılcılık, biri maddeyi, diğeri düşünceyi esas almak bakımından birbirlerinden ayrılsalar da, nedensellik yasasının insanın içine de dışına da egemen olduğu görüşünde ortaktırlar. Buna göre, insanın içinde ve dışında gerçekleşen her olayın bir nedeni olmak zorundadır. Böylece bir olay, bir olayın sonucuyken, başka bir olayın da nedenidir. Ne ki her seçim, bir olayın sonucu olmakla, belirlenmiş olur. Burada görülüyor ki, ideal anlamındaki insan özgürlüğü, bu şartlarda olanaksızlaşıyor. Bu şartlarda, akılcılık, belki özgürlükten vazgeçmesi gerekirken, ondan vazgeçememe yoluna giderek, belirlenimci bir özgürlük anlayışı getiriyor. Buna göre,

128

insanın özgürlüğü, ahlâkî iyi ve kötü arasında bir seçimde bulunmaktır, ancak seçici daima iyi olanı seçeceği için, burada seçim, ahlâkî iyinin belirleyiciliğinde gerçekleşecektir, bu tür bir seçimse, bu durumda özgürlüğün kendisi oluyor. Öyleyse, akılcı felsefeye göre akla uygun davranan biri, ahlâkî iyiyi gözetiyor; böylece de özgürlük dairesinde hareket ediyordur. Modern maddeciliğe göreyse, insanın özgürlüğü, amaca ulaşmak için doğanın saptadığı yolların dışında yollar bulup onlardan yararlanmaktır. Fakat insan amacına ulaşmak için doğanın saptadığından başka yollar bulup onlardan yararlansa da, daha geniş bir pencereden bakıldığında, davranışı iç ve dış gerekliliklere göre olacağı için, ona “özgür” denemeyecek, ama doğal sınırlarının dışına çıkma eğiliminden ötürü, “özgürlük arayan” denecektir. Görülüyor ki, modern maddecilik, insanın içi ve dışı için determinizmi kabul edince, insan için ideal anlamdaki özgürlüğün ortadan kalkacağının, böylece de insan için özgürlüğün bir özleme dönüşeceğinin sezgisiyle, özgürlükten değil de, onun arayışından söz ediyor. Buna karşı akılcılık, özgürlüğü bırakmıyor ve belirlenimci bir özgürlük anlayışı getiriyor. Fakat, özgürlüğün ideal anlamıyla uyuşmayan böylesi bir özgürlük, gerçek bir özgürlük olarak görünmüyor. Burada akılcılık, belirlenimci özgürlük anlayışının yetersizliğinin sezgisiyle, ideal özgürlük anlayışına yaklaşan bir açıklama da getirmiyor değildir hani. Buna göre, kararın, akıl tarafından belirlendiğinde özgür olduğunu iddia eden akılcı felsefe şöyle diyor: İnsan özde akılsa, aklın belirlemesi, insanın kendi kendini belirlemesi oluyor. Yani, insan akıl ise ve onun seçimini de akıl belirliyorsa, o ideal anlamda özgürdür. Ancak, pozitivist aklın ayrı, pragmatist aklın ayrı, idealist aklın ayrı olduğu göz önünde tutulursa, hangi akıl insanın kendisi oluyor? Demek ki insanın kendisi olduğu tek bir akıl yok.

129

Bu şartlarda, akla uygun hareket etmeyi özgürlük sayma konusunda şu söylenebilir: Böylesi bir davranış, akılın belirleyiciliğinde gerçekleştiği için akıllıca sayılabilir. Ve aklın ahlâkî iyiyi yeğlemesine bağlı olarak da, iyi olarak isimlendirilebilir. Fakat, işlemesiyle birlikte, nedeni olmayan, sonuçlar üreten bir neden ortaya çıkaran seçme yetisinden kaynaklanmadığı için, özgürlükle vasıflandırılamaz. 3. Sistem için hem deterministik hem de şansa bağlı davranışları özde veya görünüşte kabul eden görüşlerde ideal insan özgürlüğü anlayışının oluru. Çağdaş bilim, sistem davranışının tümüyle deterministik ya da şans eseri olmak yerine her iki özelliği de bir arada sergilediğini kabul eder. Böylece bir sistem olan evrende şansa da zorunluluğa da yer vardır. Çağdaş bilimin bu görüşüne teistik tanrı anlayışına yakın bir tanrı anlayışına sahip dinlerin mensuplarının ekserîsi kısmen de olsa katılacaktır. Kısmen diyorum, çünkü her şeye egemen bir tanrının hükümranlığında, her şey önceden belirlenmiş olacağı için, şans faktörüne yer olmayacaktır. Fakat meseleye başka bir açıdan bakarsak, evrendeki her şey Tanrı’nın müdahalesine açık olduğundan, oradaki hiçbir şey özgün hareket tarzı içinde ilelebet kalamayacak, Tanrı’nın istemesi ve müdahalesine bağlı olarak özgün hareket tarzının dışına çıkacak, böylece de evreni gözlemleyen insan bunu görüp, şansın da varlığına kanaat getirecektir. Fakat bu insan şansın da Tanrı’nın istemesine bağlı olduğu anlayışına sahipse, şansın varlığının görünüşte olduğunu, gerçekte isteyip yapanın Tanrı olduğunu kabul edecektir. Yani demem o ki, çoğu teistik tanrı anlayışına yakın bir tanrı anlayışına sahip dindar, evrende, çağdaş bilimin sistem davranışıyla ilgili görüşünü destekleyecek şeylerin bulunabileceğini kabul etse de, her şeyi son aşamada Tanrı’nın istemesinin belirlediğini söyleyecektir, böylelikle de şans faktörünü dışlayacaktır.

130

Peki, determinizmin yanısıra şansın varlığı da kabul edildiğinde, bu insan özgürlüğüne ne gibi bir etkide bulunur? Deterministik davranışların gayri özgür; şansa bağlı davranışların da özgür olacağı düşünülebilir mi? Şansa bağlı davranış, şans tarafından belirlenmiş olacak. Bunun anlamı, seçimin bir nedeni olacağıdır. Böylece görülüyor ki, burada insan özgürlüğünün ideal anlamına yer yok. Fakat şans, öbür seçim nedenlerinden biraz farklıdır. Örneğin, belli bir içgüdü, kararımızı belirlediği her durumda, insanı tahmin edilebilir bir doğrultuda hareket ettirecektir. Böylece örnek vermek gerekirse, yaşamını koruma içgüdüsüyle hareket eden biri, denize düştüğünde çırpınmaya; yüzme biliyorsa da yüzmeye başlayacaktır. Onun hastalandığında deva arayacağını da tahmin edebiliriz. Çünkü içgüdüsel hedefi yaşamını korumaktır. Ama şansa dayalı seçimlerde durum biraz farklıdır. Şöyle ki, şanstan kaynaklanan seçimler belli bir doğrultuda gerçekleşmeyecek; birbirlerine nazaran farklılıklar arz edecektir. Benzer durumlarda, benzer seçimlerin gözlenmesi çok ender olacaktır. Yani şansa dayalı seçimler çok çeşitlilik arz ederken, belli bir güdüye dayalı seçimler tek yönlü olacaktır. Buna bakarak, şans tarafından belirlenmiş bir seçim, hiç belirlenmemiş gibi olacaktır, diyebilir miyiz? Burada, davranış nedeninin şansmış gibi göründüğü durumlarda, bunun böyle olmayabileceği şeklinde bir itiraz gelebilir. Şöyle ki, nedeninin şansa tekabül ettiği düşünülen bir davranışta, davranışın şanstan başka bir nedeni olacak, ama o bize gizli olduğu için, ona şans diyeceğiz ve böylece şans adını verdiğimiz ve bize gizli bu nedence belirlenmiş olacağız. Eğer gerçek böyleyse, şanstan bir özgürlük çıkarmak da olacak bir şey gibi gözükmüyor. Burada, iç ve dış determinizmi benimseyenlerin durduğu noktaya geri dönülmüş oluyor. Ayrıca şans diye bir şey gerçekten varsa bile, onun belirleyiciliğindeki seçimlerde, inisiyatifin insanda

131

olmayacağı, şansta olacağı da söylenebilir. Eğer bu itiraz haklıysa, ki haklı gözüküyor, bu şartlarda özgürlüğü olanaklı kılan biricik nedenin şans olduğunu, ama bu durumda da inisiyatifin insandan şansa aktarılacağını, en nihayetinde insanın ideal anlamda özgür olmadığını kabul etmek gerekiyor. 4. Sistem için sadece şansa bağlı davranışları kabul eden nihilist görüşte ideal insan özgürlüğü anlayışının oluru. Nihilist anlayış, evrende tümüyle şansın at koşturduğunu söyler. Şans gerçekte yoksa, görünüşte varsa, seçim birtakım nedenlerle belirlenecek, böylece özgürlüğün ideal anlamına burada yer bulunmayacaktır. Yok eğer şans gerçekten varsa ve her şeye egemense, inisiyatif insandan şansa geçecektir. Böylece de ideal anlamda özgürlüğe gene yer bulunmayacaktır. 5. Evrende aynı zamanda sadece şans; sadece determinizm; hem şans hem de determinizm delilleri görmenin anlamı. Evrende şansa bağlıymış gibi görünen şeyler bulunsa da son aşamada her şeyin Tanrı tarafından belirlendiğini söyleyenler bir tarafa, bir yanda evrende sadece şansa bağlı hareketler görenler, öbür yanda evrende sadece belirlenmiş hareketler görenler, daha öbür yanda da evrende hem şansa bağlı hem de zorunlu hareketler görenler bulunduğuna göre, evrende bu üç görüşü destekleyecek şeyler de varolmalı. Bu gerçekten de acayip bir durum ve eğer bu tanrısal bir ayarlamanın neticesiyse, mutlakgüçlülük ve mutlakbilgililik ve mutlakbüyüklük için delil teşkil eder. 6. Evrenin durumuyla ilgili görüş beyan eden gruplardan üçünün görüşlerini oluştururken dayandıkları şeyler. Evrende kaostan ve başıboşluktan başka bir şey görmeyen nihilizm, bilgide duyu verisini esas almıştır. Duyu verisi bize değişmekte olan bir gerçeklik sunar ve buna bakılarak, “Değişimde olanın değişmez bilgisi olmaz” biçimindeki bir mantıkla, evrene kaos elbisesi giydirilir.

132

Modern maddecilik ise, duyulur dünyanın değişim içinde olduğunu onaylamakla birlikte, yasa fikrine götüren bazı düzenlilikler bulur aklıyla dünyanın nesnelerinde. Böylece değişimin ve kaosun ardında bir değişmezlik ve düzen olduğunu savlar. Teknolojik başarılar modern maddeciliğin bu savını doğrular görünüyor. Mantıken nesnelerin özgün hareket tarzlarını öğrenip bunu istenen doğrultuda kullanmayı başarmak, nesnelerin özgün hareket tarzları varsa mümkün olacak bir şey. Bu başarıldığına göre nesnelerin özgün hareket tarzları olmalı. Çağdaş bilim ise böyle bir şeyi kabul etmekle birlikte, nesnelerin sahip oldukları özgün hareket tarzlarının dışına çıkabileceklerini de kabul eder. Bunu doğru kabul edersek, şunları sorabilir miyiz: Nesnenin belli bir hareket tarzının olması, onu bu hareket tarzı içine yerleştiren bir gücün varlığına kanıt yapılabilir mi? Veya nesnenin özgün hareket tarzının dışına çıkması, bunu isteyen bir sebebin varlığını gerektirir mi? 7. Değişik insan özgürlüğü tanımlarının, ideal insan özgürlüğü tanımına göre değerlendirmesi. İnsanın özgürlüğü ideal anlamında alındığında, bundan, esaret altında da özgürlüğün bulunacağı sonucu çıkar. Esaret altındaki biri, bir şey yapmaya mecbur tutulduğunda, zararına olacağını bile bile, istenen şeyi yapmamayı seçebilir. Büyük olasılıkla kendinden isteneni yapacaktır, ama yapmaya da bilir. Çünkü o özgürdür. Özgür insan, zararına olan şıkkı seçebileceği gibi, yararına olan şıkkı seçmeyebilir de. Çünkü özgürdür. Kendi istediği şeyi de yapmayabilir, özgürlük bunu da kapsar. Bu pencereden, bazı başka özgürlük anlayışlarına bakalım. Daha önce sözünü ettiğimiz pozitif özgürlük anlayışı, özgürlüğü, insanın kendi yaşamını kontrol etmesi olarak tanımlar. Bu özgürlük anlayışına sahip biri, negatif özgürlük anlayışının tersine, istediğini yapmanın her zaman için özgürlük anlamına gelmediğini kabul eder. Örneğin bende alkol bağımlılığı gelişmişse, alkol içme isteğimi

133

tatmin etmem, beni saplandığım batağın içine biraz daha fazla çekecektir. Bu durumda, yaşamımın ipleri başka bir şeyin eline geçmiş olacaktır. Dolayısıyla da özgür olmayacağımdır. Ama aslında, bu anlayış gereği insanın seçimlerine, kendi yaşamına egemen olma isteği yön vereceği için, bir güdüce belirlenmek söz konusu olacak, böylece de ideal anlamda özgürlükten söz edilemeyecektir. Özgürlüğü, doğal ve toplumsal güçlerin boyunduruğundan kurtulma olarak görmeye gelince ise; bu görüşe göre, insanın özgürlüğü, verili değildir, mücadele ile elde edilecek bir şeydir ve onu engelleyen koşulların ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu koşullar, doğanın ve toplumun güçleridir. İnsan doğada hüküm süren yasaları öğrenip bunları kendi çıkarına kullandığı gibi, sosyal gelişimin yasalarını da öğrenip kendi gelişimine yön verecek ve özgürlüğüne kavuşacaktır. Burada, insanın özgürlüğünü engelleyen koşulları ortadan kaldırma, bu şekilde insanlığın yazgısına egemen olma düşüncesi vardır. Bu düşünce, seçimleri belirleyen bir güdü olduğu için de, burada ideal anlamda özgürlük yoktur. Özgürlüğü, isteklerini bastırma olarak görmeye gelinceyse; bu görüşe göre, isteklerden doğan davranışlar, özgür olarak nitelenmeyi hak etmezler. Çünkü istekler, başka bir şeyce belirlenmemek anlamında özgür değillerdir. Böylece isteklerine göre hareket eden biri, isteklerini belirleyen şeylerce belirlenmiş olur. Örneğin bir kebapçının önünden geçerken burnuna gelen koku tarafından kebap yeme isteği uyandırılan ve bu isteğini gidip kebap yiyerek tatmin eden birinin durumunda olduğu gibi. Kebap kokusu, isteği üzerinden ona hükmetmiştir. Bununla birlikte özgürlükle ilgili bu görüş doğru gibi gözükse de, özsel olarak hatalıdır. Çünkü istediklerini yapmasan bile, istediklerini yapmama isteğince güdülenmiş olacaksın ve böylece, değişik bir istek seni belirlemiş olacak ve sonuçta belirlendiğin için, ideal anlamda özgür olmayacaksın. Ayrıca isteğin kendisi bile özgür olsa, seçim onun tarafından

134

belirleniyorsa, nedenli bir seçim söz konusu olacak, böylece de ideal anlamdaki özgürlüğün esamisi dahi okunmayacaktır. Özgürlüğü, koşullara ve yerleşik düzene başkaldırarak kendini gerçekleştirme olarak görmeye gelinceyse; bu anlayıştakiler, kendilerine “özgür ruhlar”, “kendi olanlar” derler. Onlara göre, özgürlüğün anlamı isyandır. Bu isyan, seni uysal koyuna çevirmek için üzerine çullanmış güçlerin karşısında kendin olmayı istemenin çığlığıdır. İstediğin kendin, yakıcı bir gurur, üstün bir nitelik, tehdit edici bir başkalık, büyük bir muzafferiyettir. Sonuçta başarırlı olursan, başkalarının istediği gibi olmamanın, kendi istediğin gibi olmanın memnuniyetini duyacaksın. Burada kişinin seçimlerini, kendim olayım düşüncesi belirlediği için, bu seçimler ideal anlamda özgür değildir. İsyana gelince de; Tanrı ile insan arasındaki ilişkide, insan özgürlüğünün son kalesi bu davranıştır. Yani insan ille de özgürlük diyorsa, zararına olacak şekilde, itaatsizliği seçer. Fakat bu itaatsizlik, özgürlük güdüsüyle yapıldığı için, ayrı bir köleliktir, özgürlük güdüsüne köleliktir. Fakat seçme yetisiyle itaatsizlik seçilmişse, bu özgür bir davranış olacaktır ve bu davranışın asıl olarak ne ifade ettiğini ise ancak sonuçları açısından değerlendirmek gerekir ve burada itaatsizlik, taşınamayacak ağırlıkta bir ceza yükü altına girmek anlamına geleceğinden, dinin rasyonelliği açısından aptalca bir davranıştır. Bir dünya yetkesi karşısında benzer bir tutum sergilemek de, dünya rasyonelliği açısından aptalca bulunacaktır. Bununla birlikte zararına olaraktan özgürlüğe sarılmayı öğütleyen herhangi bir din yoktur. Örneğin İslâm dini insandan, aptalca bir hırsla özgürlüğüne sarılmasını istemez, ondan aklını işletmesini ister, onu doğruya çağırır, kendi yararına olaraktan özgürlüğünü uhrevî çıkarına feda etmesini ister. Özgürlüğünü uhrevî çıkarına feda eden birinin seçimleriniyse artık uhrevî çıkar güdüsü belirleyecektir. Bu kişinin bu şekilde gerçek anlamda özgürlüğü ortadan

135

kalkacaktır belki ama o böylece akıllılık niteliğiyle nitelenmeyi hak edecektir. Hem İslâm dini, kişinin Tanrı’ya kul olmakla, diğer tüm şeylerin kulluğundan kurtulacağını, bir bakıma bağımsız bir birey olacağını söyler –sadece Tanrı’ya bağımlı bağımsız bir birey... Daha önce sözünü ettiğimiz ve liberalizmin özgürlük anlayışına karşılık gelen, negatif özgürlük ise, engellenmeksizin istediğini yapabilen kişinin durumunu anlatır. Burada isteğin özgür olup olmadığı sorgulanmaz. İsteğin özgürlüğü ise, başka bir şeyce belirlenmemesi durumudur. Fakat istek bu anlamda özgür değildir, zira çeşitli unsurlar tarafından belirlenir, bununla birlikte istek, seçimi etkilemeye adaydır, ama seçim onun tarafından ya da başka bir güdü tarafından üretiliyorsa, ideal anlamda özgürlük yoktur. Bununla birlikte negatif özgürlük anlayışına göre, özgürlük sadece insan için değil, hayvan için de söz konusu olabilecek bir şeydir. Şöyle ki, bir kuş, kafesten çıkarılsa uçma özgürlüğüne kavuşacak, istekle uçmaya davranacaktır. Ne var ki o, önündeki engel kaldırıldığı zaman yapmaya davrandığı şeyi yapmamayı seçebilecek olma anlamında özgür olmadığı için, özgürlük onun için ancak mecazî olarak kullanılabilecek bir sözcüktür. Tıpkı akılcı felsefe gibi akla uygun davranıştan söz eden liberal felsefe, onunla farklı bir şeyi kasteder. Bu düşünce, aklın çıkarı gözettiğini söyler. Bir bakış açısına göre dünyevî çıkar ve uhrevî çıkar olmak üzere ikiye ayrılabilecek çıkarın, dünyevî çıkar adını alanı kastediliyordur burada. Akıllıca davranan kişi, dünyevî çıkarına sahip çıkıyordur. Fakat böyle birinin özgürce davrandığı söylenmiyordur. Liberalizmin akılcı davranışının, özgürlükle ilişkilendirilmemesi doğru olmakla birlikte, çıkarcılık sayılması daha doğru olur. Çağımız, insanın davranışına ilke tayin etmede sınır tanınmayan bir dönem olduğu için, insanlar özgürlükten, çeşitli güdüler hesabına, belki de

136

doğru olarak, vazgeçmişlerdir. Bu güdülerin birincisi ise, çıkardır. Seküler bir çağa uygun olarak, bu çıkar, dünyevî çıkar biçimini almıştır. İnsanların çoğu dünyevî çıkara uygun olarak seçim yapmaktadır. Böylece dünyevî çıkarın kölesine dönüşmüşlerdir. Seçme yetisinden kaynaklanan seçimde de çıkara uygun seçenek seçilebilir, fakat çıkar sağlamak amacıyla seçilmez, nedensiz seçilir ve geri kalan seçimlerin tümü çıkarla uyumlu olsa bile, çıkar güdüsüyle davranılmadığı sürece sorun yoktur. Bazen istekle uyumlu, bazen ceza korkusuyla uyumlu, bazen ödül umuduyla uyumlu, bazen feragat duygusuyla uyumlu bir seçim yapılır. Ama seçim onlardan dolayı yapılmaz. Seçimi yapan, seçme yetisidir. Ve bir seçişte, özgürlük bir seçim amacına dönüştürülürse, ulaşılmak istenen yerin tam tersi bir yere ulaşılır. Şöyle ki, özgür seçim sürecinde, özgürlük bir seçme nedeni yapılırsa, seçim bir güdü tarafından belirlenmiş olacak, böylece de söz konusu güdünün esiri olunacaktır. Söz konusu güdü, özgürlük güdüsüdür. Aslında yanlış olanı, özgürlüğü amaç hâline getirmek, yani bir güdüye çevirmektir. Bunu yapmak, özgürlüğü ortadan kaldırmanın yanısıra, semavî dinlerin haklı olması ölçüsünde, özgürlüğe sarılıp sonuna kadar onu bırakmayınca kendini gösterecek isyan yoluyla, insanı, sonsuz cehennem azabı olarak beliren, büyük bir zararın içine atmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Öyleyse insan kendi iyiliği için özgürlük tutkusunu söndürmeli ve gene kendi iyiliği için uhrevî çıkarı esas alan bir akılcılık ve hareket tarzı benimsemelidir. Dinin rasyonelliği böyle söyler. Elbette yine din için, son aşamada, Allah’ı razı etme amacı, sonsuz ıstıraptan kurtulma hesabından ve cennete gitme düşüncesinden önde yer alması gereken, bunlara göre daha önemli ve daha büyük bir şeydir. Cenneti arzulama ve cehennemden sakınma, yani ödülü ve cezayı dikkate alma, fakat ödülün ve cezanın sahibini dikkate almama, bu olacak bir şey midir? Elbette değildir ve insan, ödül ve ceza düşüncesinden geçip; Hakk’ı düşünme, O’nun rızasını ve

137

güzelliğini isteme noktasına gelmelidir. Bu isteyiş, birdenbire olacak bir şey değildir elbette. Önce insan dünyayı ister, ancak cenneti istemenin daha doğru olduğunu anlayınca, cenneti istemeye başlar. Ve daha sonra, Allah’ın güzelliğini istemenin cenneti istemekten daha doğru olduğunu anlar ve Allah’ın güzelliğini istemeye başlar. Aslında bu da bir tür cenneti istemedir, ama en yakınların cennetini, Allah’ın güzelliğinin temaşa edileceği cennet-i hassı istemedir. Rızaya ulaşan, Allah’ın güzelliğine kavuşacaktır. Allah’ın güzelliğini isteme noktasında, Allah’a dünya hayatında ulaşmayı dileme vardır. Arkadakiler, ortadakiler, öndekiler olmak üzere üç gruptur din ehli ve bahsi geçen dileğin sahibi, din ehlinin öndekiler grubundan olmaya talip olmuştur. Diğer iki gruptan birinden olmakla yetinecek olanın aklına şaşarım. Ama elbette ki biz sadece talep eder ve çabalarız, bahşedip bahşetmemek ise yüce Allah’ın bileceği bir şeydir. 8. “Engel” olgusunun her zaman için insanın özgürlüğü kavramıyla ilişkili gözükmesi. Peki davranış her durumda seçime göre midir? Elbette hayır. Seçtiği şekilde davranması engellenen insanın, davranışı seçimine göre gerçekleşmemiş olur. Yani “engel” konusu her zaman için insanın özgürlüğüyle alâkalı gözüküyor. Özgürlük için engel yokluğu gereklidir, ama yeterli değildir. Bu yüzden negatif özgürlük anlayışı, insanın özgürlüğünü aklamak için tek başına yeterli olamaz. Bu özgürlük anlayışı, insanın engellenmeksizin istediğini yapmasını özgürlük sayar, fakat, önce de söylediğimiz gibi, isteğin özgür olup olmadığını sorgulamaz. Önce isteğin özgür olduğunu ispatlamalılar, davranışın özgürlüğü sonraki meseledir. Hem negatif özgürlük anlayışı tek başına benimsendiğinde, özgür sayılmaları gerekecek hayvanların için de cezaî sorumluluk doğar, bir insanı tırmalayan kedinin bu yüzden mahkeme edilip cezaya çarptırılması gerekir. 9. Zahirle uğraşan düşünce ile özle uğraşan düşünce arasındaki ayrım.

138

Hangi konu ele alınırsa alınsın, ele alınan konuya hangi kabuller ve yöntemler ışığında yaklaşılırsa yaklaşılsın, kendilerinden yola çıkılan öncülleri uzak sonuçlarına götürme ile onların yakın sonuçlarıyla yetinme arasındaki; en iç bağlantıları araştırma yerine yüzeysel bağlantılarda takılıp kalma ve gerçek sebepleri bulma yerine görünürdeki sebeplerle doyum bulma arasındaki ayrımdan yola çıkılarak, kavrayıp açıklayan düşünce ikiye ayrılabilir: Zahirle uğraşan düşünce ve özle uğraşan düşünce. Ve bu ayrım tek tek düşünce sistemleri için olduğu kadar, genel olarak düşünce için de geçerlidir ve genel olarak düşünce (sistemler üstü düşünce) için bu ayrımı göz önüne alarak diyebiliriz ki: Zahirle uğraşan düşünce için, örneğin modern insanın, tıpkı diğer dönemlerin insanları gibi, yaşamayı istediğinden daha açık bir şey yoktur, oysa öz ile uğraşan düşünce, modern insanın, gizli bir ölme isteğine yenilmiş olduğunu görür. Öte yandan, tek tek düşünce sistemleri için konuşacak olursak, düşünenler bunlardan hangisini benimsemiş olurlarsa olsunlar, zahire takılıp kalma ile öze inme arasındaki tutum farkına bağlı olarak, ikili bir ayrıma tâbi tutulabilirler: Zahir ehli ve öz ehli. Böylece, örneğin bir zahir ile uğraşan nihilistten ve öz ile uğraşan nihilistten; bir zahir ile uğraşan maddeciden ve öz ile uğraşan maddeciden söz edilebilecektir. Ve elbette genel olarak düşünce söz konusu olduğunda da bir zahir ehli, bir de öz ehli olacaktır. Fakat burada şunu belirtmekte yarar var: Farklı düşünce sistemleriyle ilgili olarak yapılan zahirle uğraşan düşünce ve özle uğraşan düşünce arasındaki ayrım, daha ziyade tutum farkından kaynaklanırken, genel olarak düşünce ile ilgili olarak yapılan aynı ayrım, daha ziyade gerçeği bilip bilmemekle ilgilidir. Şöyle ki, buradaki özle uğraşan düşünce, gerçeği gerçek olarak bilir, oysa buradaki zahirle uğraşan düşünce, sanıları gerçek zanneder. 10. Zahir ehliyle öz ehlinin bazı konularda hemfikir olması.

139

İç ve dış determinizmi kabul eden modern maddecilikle, teknolojiye olan inancından ötürü dış determinizmin varlığı konusunda anlaşır görünen, ama iç determinizmi yadsıyarak insan için özgürlüğü kabul eden bir maddecilik daha vardır ki bu, zahirle uğraşan maddeciliktir. Bu maddecilik türü, zihni maddenin incelmiş biçimi sayar ama madde için kabul ettiği nedenselliği zihin için kabul etmez. Ama, mutlakgüçlü ve mutlakbilgili bir tanrı varsa insan için özgürlük yoktur, görüşünde, özle uğraşan maddecilikle anlaşır ve bu durum, öz ehli ile zahir ehlinin her konuda ayrı düşmediklerini gösteren bir örnektir. 11. İnsanın ideal anlamdaki özgürlüğünün deneysel olarak kanıtlanması konusu. Deneysel olarak, aynı iç ve dış koşulların altında, kişinin iki ayrı biçimde davrandığını gözlemleyebilmemiz gerekir, onun özgürlüğünün varolduğunu söyleyebilmemiz için. Fakat bir defa; zaman eğer mutlak ve nesnel bir şeyse, her deney farklı bir zamanda gerçekleşeceği ve farklı zamanların deneye etkileri farklı olacağı için, aynı deney iki kez yapılamayacaktır. Deneyler ayrı olacağı için de, elde edilen sonuçlar, ilişkisiz olacak; böylece de özgürlüğün olup olmadığı konusunda kanıt yapılacak hiçbir sağlıklı ve gerçek bilgiye ulaşılamayacaktır. Yok eğer zaman öznel ve göreli bir şeyse (zamanın varlığı nesneye, onun hareketine ve bu hareketi algılayıp onu zaman tasarımına çeviren insana bağlıysa), zamanın deneye etkisi olmayacaktır belki, fakat aynı içsel ve dışsal koşulların birebir sağlanamayacak oluşu, yine özgürlük deneyini olanaksızlaştırır. Aynı dışsal koşullar sağlandı diyelim, peki aynı içsel koşullar nasıl sağlanacak? Bu sağlanamaz. Çünkü birinci deneyden ikinci deneye dek insanın duyguları ve düşünceleri değişir. Aslında aynı dışsal koşulları sağlamak dahi zor gözüküyor, çünkü örneğin ikinci deneyde, birinci deneyde olmayan ve fark edilemez bir manyetik alan ortaya çıkmış ve deneyi etkisi altına almış olabilir.

140

İnsanın ideal anlamdaki özgürlüğü deneysel olarak kanıtlanamıyorsa, kendine, deney ve gözlem yöntemini benimsemiş modern bilimi referansa almış olan lâik hukuk, kanıtlanmamış, şüpheli bir kavram üzerinde oturuyor demek ki. İnsan için özgürlük yoksa, suçluluk da yoktur. Çünkü, suçluluk, özgürlük içinde ortaya çıkan bir durumdur. Bu durumda, özgürlük yoksunu insan suçlanamaz, dolayısıyla da cezalandırılamaz, ve elbette ceza korkusuyla insanın denetlenemeyecek oluşu, kargaşayı sonuç verecektir. Öyleyse, insanın özgürlüğü, birtakım yararcı nedenlerle var kabul ediliyor. Böylece görülüyor ki, kendini inançtan arı gören modern bilim ve ondan ilham aldığını, onu referans aldığını söyleyen lâik hukuk gibi şeyler, iddia edilenin aksine, inanç, ve hattâ, dogma sahibidirler. Dolayısıyla dinden pek de farklı değildirler. Hattâ, Müslümanlık göz önüne alındığında, onların din gibi, kendi içinde tutarlılığı ve mükemmelliği olan bir yapı oluşturamayışından hareketle kendilerinin dine ikincil görülmelerini istemek mantığa gayet uygundur. Ama burada modern bilimi referans aldığını söyleyen lâik hukuktan şunu istemeye hakkımız vardır: Ya o, inanç sahibi olduğu için, kendinin de özde dinden farksız olduğunu kabul edecek, ya da kendi ilkeleriyle uyumlu olarak, inançtan yüz çevirecek, özgürlük belirsiz bir konu olduğu için, insana, o özgürmüşçesine muamele yapmayacak, onu cezalandırmayacaktır. Buysa, toplumda suçu patlatır ve insanlığa büyük zararlar verir. Ve bu tür bir durum, insanın özgürlüğüyle ilişkilendirilecek olursa da buna şöyle bir cevap verilebilir: Ceza kaldırıldığında belirecek olan suç patlaması, bir akarsuyun önündeki set kaldırılınca, onun ileriye atılıp yoluna devam etmesi gibidir. Burada, negatif özgürlükle ilişkili bir olay vardır ve negatif özgürlük ise, özgürlük sorununun felsefî çözümü olamaz. Bununla birlikte lâik hukuktan şunu söylemesi

141

de istenebilir: İnsanın özgürlüğü kanıtlanmamış, şüpheli bir şey olsa da, işime öyle geldiği için ve gücüme dayanarak, insanı özgür sayıyorum ve ona, bu kabulüme göre muamelede bulunuyorum. Burada ben lâik hukuka şunu öneriyorum: İslâm’ı kabul et ve özgürlük probleminden ve daha başka problemlerden de (üful gibi) kurtul. 12. İnsanın ideal anlamdaki özgürlüğünün akılsal olarak kanıtlanması konusu. Şans gerçekten varsa ve sistemde sadece şansa bağlı davranışlar gözleniyorsa, bu şartlarda her şeye şans neden olacak, seçme yetisinden kaynaklanan, neden olan ama sonuç olmayan bir seçim ortaya çıkmayacak, böylece de bu şartlarda ideal anlamda özgürlük bulunmayacaktır. Yani burada, ideal anlamıyla özgürlüğün olurunun bulunmadığını söyleyebiliriz. Şansın, determinizmin yanısıra gerçekten bulunduğu bir sistemdeyse, başka şeylerin seçime neden olmadığı durumlarda, şans seçime neden olacaktır. Ne ki seçime şans da neden olsa başka bir şey de neden olsa, seçim nedenli olacağı için, seçme yetisinden kaynaklanacak; sonuç olmayacak ama sebep olacak bir seçim ortaya çıkmayacaktır. Bu durumda burada ideal anlamıyla özgürlüğün olmadığını gösteren bir durum söz konusudur. Tümüyle determinizmin egemen olduğu bir sistemdeyse, her türlü seçim nedenli olacak, böylece de seçme yetisinden, dolayısıyla da onun üreteceği sonuç olmayan bir sebepten söz edilemeyecektir. Bu demek oluyor ki, böylesi bir ortamda, ideal anlamdaki özgürlük kendisine yer bulamaz. Akıl, her üç durumda da, seçme yetisinin, mevcut şartlara uygun düşmediği sonucuna varıyor. Seçme yetisinin bu şartlarda kendine yer bulması ancak tanrısal ve mucizevî bir etkiyle veya ayarlamayla olabilecek bir şeydir. Öyleyse insanın ideal anlamdaki özgürlüğünün, mevcut olması durumunda, Tanrı ile ilişkili bir şey olduğu, rasyonel bir

142

çıkarım oluyor. Ve bu tür bir özgürlük, son bir seçenek olarak, dinî tecrübeden gelen öznel bir kanıtla da, en azından tecrübe sahibi için bile kanıtlanamıyorsa, ona ancak iman edilir, demekten başka bir seçenek kalmıyor geriye. EVRİM TEORİSİ Ateistlerin, yaratılış düşüncesine alternatif olarak ileri sürdükleri evrim düşüncesi, bugün çoklarının inkâra giderkenki dayanakları oluyor. Evrime göre, dünya bugünkü biçimini sıcak bir gaz bulutunun soğuyup katılaşmasıyla almıştır; birtakım fiziksel güçlerin gaz karışımlarını etkilemeleriyle de ilk canlı hücre ortaya çıkmıştır; bu canlı hücreden de karmaşık yapılar, önce hayvanlar sonra da insanlar ortaya çıkmıştır (1). Birçok evrimci için olduğu gibi ünlü evrimci Richard Dawkins için de, canlı türlerini ortaya çıkaran evrim, doğal seçilim yoluyla oluyor. Dawkins diyor ki: Doğal seçilim, doğanın kör saatçisidir; kördür, çünkü ileriyi görmez, sonuçları hesaplamaz, görünen bir amacı yoktur (2). Burada doğal seçilime, “saatçi” diyor o, çünkü doğal seçilim, saat ustasının saat yapması gibi, canlı türleri yapıyor. Ama aynı zamanda Dawkins ona, “kör” diyor. Çünkü o, saat ustası gibi yapma işini bir amacı göz önünde tutarak ve şuurluca gerçekleştirmiyor. Öte yandan Dawkins evrim süreciyle ilgili olarak şunu söylüyor: Bu birikimli süreci yönlendiren etken hayatta kalabilme çabasıdır ve gelişigüzel değildir (3). Demek ki evrim, amaçsız değil. Onun amacı, Dawkins’in söylediği üzere, hayatta kalabilmektir, ki o bunu söylemekle kendisiyle çelişkiye düşüyor gibi görünüyor. Peki evrim bu amacı nasıl edinmiştir? Elbette evrimcilerin buna, rasgele, demekten başka seçenekleri yoktur. Rasgele böyle bir amaç edinmek pek mümkün gözükmese de, hadi diyelim evrim bu amacı rasgele edindi, peki ondan sonra ne olacak? Evrimcilere göre, hayatta kalmayı kolaylaştıracak türden özellikler edinme ve onları yavrulara aktarma ve bu türden birçok

143

yararlı edinimin birikmesiyle de, daha yüksek bir türe dönüşme ve bunun böylece sürüp gitmesi olayı yaşanacaktır. Ama edinilen her özellik yavruya geçer mi? Elbette geçmez. Kalıtımda, baskın özelliklerden ve çekinik özelliklerden, baskın olanların yavruya aktarılma olasılığı yüksek; çekinik olanların yavruya aktarılma olasılığıysa düşüktür. Ama söz konusu olan baskın özellikler bile olsa, onlar mutlaka yavruya aktarılacaktır diye bir kurla yoktur. Öyleyse, edinilen hayatta kalmayı kolaylaştırıcı özelliklerin yavruya geçmesi, rasgele olacaktır. Bu tür özelliklerin edinilmesi de doğarken veya yaşarken olacaktır. Doğarken, rasgele bir edinim; yaşarken de rasgele olmayan, hayatta kalma amacına uygun bir edinim söz konusu olacaktır. Fakat, her iki durumda da edinilen özelliğin yavruya geçmesi, demin de söylendiği üzere, rasgele olacaktır. Görüldüğü üzere, evrimciler ne söylerse söylesinler, evrim sürecinde hâkimiyeti tesadüfe vermek zorunda kalıyorlar son kertede. Öte yandan canlı türlerinin kökenini açıklayan iki ayrı ve rakip teori olarak, evrim ve yaratılış teorilerinin (4) yanında, Dr. Henry M. Morris’in hazırladığı ve dilimize “Yaratılış Modeli” adı ile çevrilen kitapta, türlerin kökenini açıklayan bir başka teoriyle daha karşılaşıyoruz: İlâhî evrimcilik (5). Bu da bir çeşit yaratılış teorisidir. Evrimden yukarıda bahsetmiştik. Yaratılış teorisine göreyse, Tanrı insanı yaratmayı murat etmiş ve gücüyle onu yoktan varetmiştir ve insan beden ve ruh yapısı itibariyle günümüzde nasılsa, yaratıldığı günde de öyleydi ve başka bir canlı türünden gelmesi söz konusu olmadığı gibi, normal şartlarda, yeni bir canlı türüne dönüşmesi de söz konusu olamaz. İlâhî evrimcilik anlayışıysa, insanı Tanrı’nın yarattığını, fakat onu bir anda yoktan varetmeyip, yavaş yavaş evrim süreciyle meydana getirdiğini savunur. Fakat bu düşünce pek makul görünmüyor, çünkü evrim, yaratmanın absürd olan yolu olarak görülüyor ve Tanrı niye makul yolu bırakıp absürd yolu seçsin? Üstelik bu yoldan yaratma, evrim düşüncesinin elini güçlendirecek ve çoklarını Tanrı’yı

144

inkâra götürecektir. Yani çokları cezalık olacaktır. Buysa Tanrı’nın, kullarının kötülüğünü istediği anlamına gelir ki, bunun mutlak iyi Tanrı anlayışıyla bağdaşır bir yanı yoktur. O yüzden tıpkı evrimi olduğu gibi ilâhî evrimciliği de delilleriyle reddetmek gerek. Burada şunu söylemekte yarar var: Bazı tarıtanırlar dahi evrim düşüncesinin yıkıcılığını henüz anlayabilmiş değiller. Bu şöyle ifade edilebilir: Evrimin gerçek olması durumunda, ilâhî evrimcilik yanlıları buna katılmayacak olsalar bile, ortada ne Tanrı, ne kutsal, ne ölümsüzlük, ne hesap, ne de ahlâk kalır. Üstüne üstlük, savaş, yaşamın yasası hâlini alır. Hayatta kalma savaşıdır bu. Güçlü olan hayatta kalmaya daha uygun olacağı için de, hayatta kalma savaşı, güç için savaşa dönüşür. Böylece güç, tek değer olur. Bu sonuçsa, görebilen için tam bir felâkettir. Bunu göremeyenlerse, güya evrime hoşgörüyle bakarak, “Sudan ve çamurdan geldiğimizi söylemek, maymundan geldiğimizi söylemekten daha mı akla uygun?” diyebilmekteler. Bunu söylemek, evrimi de evrimin yıkıcılığını da yaratılışı da anlayamamış olmanın göstergesidir sadece. Bir defa yaratılışla evrim arasındaki fark, bir malzeme farkı değildir. Fark şudur: Evrimde malzeme tesadüfün yönetiminde şekilden şekle girer, oysa yaratılışta, güçlü bir zekâ belli bir amaçla ve bir plân çerçevesinde bu malzemeye şekil verir, bir heykeltıraşın alçıya veya başka bir malzemeye şekil vermesine benzer olarak, ama Tanrı’nın yaratması bununla kıyaslanamayacak ölçüde daha karmaşık ve daha büyük bir olaydır. Sonra, yaratılışta Yaratıcı, insanın özgürlüğüne bazı sınırlar koyar. İnsandan haddini bilmesini ve ahlâkî eylemlerde bulunmasını ister. Bunlar, bir barış ve huzur ve güvenlik ortamı oluşturacak türden şeylerdir. Oysa evrimde, bir başıboşluk vardır. Herkes her şeyi yapmakta özgürdür. Önce de söylendiği üzere, savaş yaşamın kuralıdır. Ahlâk yoktur, ya da tek geçerli ahlâk, güç ahlâkıdır, ki bu da ahlâkın bulunmadığını söylemenin başka bir şeklidir zaten. Herkes güç için birbiriyle boğuşur. Ve bu gibi şeylerden ise,

145

ancak bir savaş ve ıstırap ve güvensizlik ortamı doğar. Kısacası, evrimle yaratılış arasındaki fark ilk olarak, rastlantı ve tasarım arasındaki; ikinci olarak da savaş ve barış arasındaki farktır. Ama bunlardan ikincisiyle ilgili olarak şunu da söylemek gerekir ki evrimin savaş; yaratılışın barış olmasının anlamı daha tam olarak şudur: Evrimde savaş kural, barış istisnaî durumken; yaratılışta barış kural, savaş istisnaî durumdur. Ve bir evrimci bile, redde şartlandığını unuttuğunda, vicdanını ve aklını dinlediğinde, zımnen bile olsa, Tanrı’nın yaratıcılığını doğrulayabiliyor. Birinin, evrim düşüncesini savunduktan az sonra, televizyondaki, tabancasını temizlerken kazara karısını ve çocuğunu vurmuş bir adamın haberini işitince, “Kesin kasıt var bu işte. Bir kişi olsa gene neyse, iki kişi kazara vurulur mu hiç?” diyerek, açıkça bu basit olayın, örtülü olarak da bununla kıyaslanamayacak ölçüde büyük ve karmaşık olan canlı türlerinin meydana gelmesi olayının, bir kasıt, bir zekâ, bir tasarlama olmadan gerçekleşemeyeceğini onayladığına tanık oldum. Dediği şeyle kendisine ters düştüğü ona söylendiği zaman da o suskun kaldı. Elbette verdiğim bu örnek tek başına evrimi çürütüyor değil. Evrimi çürüten bazı güçlükler vardır ve Harun Yahya bunları üç başlık altında topluyor: 1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır. 2) Teorinin öne sürdüğü “evrim mekanizmaları”nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur. 3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır (6). İlk olarak, evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir (7). Ancak, canlı hücresi insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuarlarında bile cansız maddeler bir araya

146

getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir. Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantıyla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapıtaşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; beş yüz aminoasitlik ortalama bir protein için, on üzeri dokuz yüz ellide birdir. Ancak matematikte on üzeri ellide birden küçük olasılıklar imkânsız sayılır (8). Öte yandan, DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda varolması gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır (9). İkinci olarak, evrim teorisinin, evrim mekanizmaları olarak öne sürdüğü iki kavramın da (doğal seleksiyon ve mutasyon) gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığı anlaşılmıştır. Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen doğal seleksiyon mekanizmasına bağlamıştı (10). Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez. Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında “Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz” demek zorunda kalmıştır. Peki bu faydalı değişiklikler nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi dönemindeki ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck’a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin’den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck’a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel

147

değişiklikleri sonraki nesillere aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu (11). Ama Mendel’in keşfettiği ve 20. yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesinlikle yıktı. Böylece doğal seleksiyon tek başına ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu (12). Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930’ların sonlarında, Modern Sentetik Teori’yi, ya da daha saygın ismiyle Neo-Darwinizm’i ortaya attılar. Neo-Darwinizm doğal seleksiyonun yanına faydalı değişiklik sebebi olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi. Bugün de halen dünyada evrim adına geçerliliğini koruyan model Neo-Darwinizm’dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının mutasyonlarla, yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler. Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rasgele bir etki ancak zarar verebilir (13). Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi (14). Üçüncü olarak, evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır. Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden varolan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun

148

dönüşüm süreci içinde sayısız ara türlerin oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir. Örneğin geçmişte, balık özellikleri taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik yaratıklara “ara-geçiş formu” adını verirler. Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca, hattâ milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir (15). Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı hâlde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını gösterir (16). Yani ortada ara türler yoktur ve bu, evrim sürecinin yaşanmamış olduğunu; en eski canlı fosillerinin, şimdiki canlılarla aynı özelliklerde oluşu da, yaratmanın gerçekleştiğini gösterir. Evrim mekanizmaları olarak ileri süren doğal seleksiyon ve mutasyonun evrimleştirici bir yanlarının bulunmaması ve hücre şöyle dursun, hücrenin yapıtaşı olan proteinin rasgele sentezlenme olasılığının derecesinin, matematiksel olarak gerçekleşmesi imkânsız olasılık derecesinin çok altında olması, evrimin olabilirliğini imkânsız hâle getirse de, bunlardan daha açık ve daha somut ve daha güçlü olarak, ara türlere ait fosillerin yokluğu olgusu, evrim teorisini tümüyle çürütür. Evrimciler de bu gerçeği gördüklerinden, ara türlere ait fosillerin varolduğunu söylemişlerdir. Gerçekten böyle fosiller varsa, evrimin gerçekliğini göstermek için milyarlarca olmaları gerekirken değiller, çok azlar demek ki, çünkü yeterli çoklukta

149

olsalardı, evrimciler yaygarayı koparır, bunları incelemeye açar, her yerde sergiler, zaferlerine herkesi tanık ederlerdi. Ama bunu yapamıyorlar. Öyleyse ya yalan söylüyorlar, ya da ellerindeki fosiller, ara türlere değil de özürlü veya mutasyonla bozulmuş canlılara ait. Ya da diyelim ki, gerçekten ara türlere ait denebilecek fosiller var ellerinde. Ancak bunlar, daha önce söylediğimiz nedenlerle, az sayıda olmalı. Ama bunlar milyarlarca olmadıkça, evrimin gerçekliği ispatlanmış olmaz. Fakat, şayet bu tür fosiller gerçekten varsa, varolmalarının da bir hikmeti olmalı. Şöyle düşünemez miyiz? Sapmaya bahane arayan insafsızla gerçeğin peşindeki insaflı birbirinden ayrılmak isteniyor ve sapmaya bahane arayanı ortaya çıkarmak için ara türlere ait denebilecek fosiller bulduruluyor, ama çok sayıda değil, çünkü çok sayıda buldurulsalardı, bu, kendileri sapma eğiliminde olmasalar bile, onlarla birlikte çoğu insanı saptırmak olurdu, böyle bir durumda sapma psikolojik değil, rasyonel olurdu. Yani buradaki şey, sapmaya ve insafsızlık etmeye bir bahane arayan arzu insanına, bunun için cılız bir bahanenin Tanrı tarafından verilmesidir. Böylece böyle biri, aradığını (ara tür fosillerini) bulmuş olur, ama bulduğunun, sayısal yetersizlik sebebiyle, arzuladığı sonucu vermeye yetmediğine bakmaz ve irrasyonel olanı rasyonel kabul eder ve savunur ve böylece o, sapmaya bahane arayan insafsız olarak karşıtından ayırılmış olur. Ve ara türlerin varlığı iddiasıyla ilgili olarak ele aldığımız seçeneklerden hangisi doğru olursa olsun, ortaya çıkan sonuç şudur ki, evrim teorisi kesinkes çürümüştür. O çürüdüğüne ve ilâhî evrimcilik de, daha önce gerekçeleriyle gösterildiği üzere olamayacağına göre (ara tür fosillerinin durumu evrimciliği olduğu gibi ilâhî evrimciliği de çürütür), demek ki bunların alternatifi olan yaratılış düşüncesi doğru. Bilinemezciliğe ise burada yer yoktur, çünkü türleri meydana getirebilecek mümkün yollar olarak sadece sözü edilen üç yol vardır ve bunların dışında da mümkün bir yol yoktur. Bunun için mümkün olmayan yollar düşünmekse, gerçekten uzaklaşmak

150

olacaktır sadece. Ama her şeye rağmen bilinemezcilikte ısrar etmekse, mümkünleri kabul etmemek, çözümün mümkünler dışında olabileceğini düşünmek ve akıl dairesinin dışına çıkmak olacaktır. Ama şunu da söyleyelim ki, evrim ve ilâhî evrimcilik sadece görünüşte mümkündür ve daha önce ortaya getirilen güçlü ve karşı konulamaz gerekçelerle, esas olarak onlar da mümkün olmaktan çıkmıştır. Ve geldiğimiz bu noktada benim iddiam odur ki, yaratılış kuramı kazanmıştır ve artık tartışma Yaratıcı’nın varlığı veya yokluğu etrafında değil, “Nasıl bir Yaratıcı?” sorusu etrafında dönmelidir. Ancak, nasıllıkta, aklın değil, dinin (İslâm’ın) cevabı dikkate alınıp incelenmelidir, çünkü bu cevap, Tanrı’nın cevabıdır ve O’nu O’ndan iyi kimse tanıyamaz. Bununla birlikte yaratılış sadece alternatiflerinin olamayacağı ortaya çıktığından dolayı kazanmamıştır, onun haklılığını gösteren bir dizi özgün kanıt da vardır. Bir Yaratıcı’nın bulunduğunun, dolayısıyla yaratılışın gerçek olduğunu kanıtlarından en güçlüleri tasarım kanıtı ve düzen kanıtıdır. Tasarım kanıtına göre, nasıl ki bir bıçak, bıçak ustası tarafından, kesme amacını gerçekleştirmesi için, bu amaca uygun malzemenin plânlı bir çalışma sonucu dönüştürülmesiyle ortaya çıkmışsa, aynı şekilde bir balarısı da bal üretme amacına yönelik olarak bu amaca uygun malzemenin plânlı bir çalışma sonucu dönüştürülmesiyle ortaya çıkmıştır ve ilkinde dönüştürme işini yapan bıçak ustasıyken, ikincisinde Tanrı’dır. Ve nasıl ki bıçak ustası bilgi, irade ve güç sahibi bir failse, Tanrı da bilgi, irade ve güç sahibi bir faildir. Ve ayrıca, balarısının bıçaktan çok üstün bir eser olması ölçüsünde, Tanrı da bıçak ustasından çok üstün bir ustadır. Düzen kanıtındaysa, dünyadaki düzenden bir düzenleyiciye gidilir. Şöyle ki, bir ekosistem olan dünya çeşitli parçalardan meydana gelmiş bir bütündür. Bu parçaların hususî görevleri vardır ama onların bu görevleri yerine getirmeleri, ekosistemim amacının gerçekleşmesine

151

hizmet eder. Ekosistemin amacı, hayatı muhafaza etmektir ve örneğin bitkiler oksijen üretirken, bu amacın gerçekleşmesine hizmet ederler. Amaç ve düzen ise, amaç saptayan ve düzen veren olmaksızın olamaz. Öyleyse dünya ekosistemine hayatı muhafaza amacını veren ve onu bu amaca uygun olarak düzenleyen biri vardır ve o da Tanrı’dır. Bir Yaratıcı’nın varlığına, dolayısıyla yaratılışın gerçek olduğuna dair kanıtlar ve canlıların ortaya çıkması konusunda, yaratılışın alternatiflerinin olabilirliğinin özde olmaması olgusu, beraberce yaratılışın gerçek olduğunu gösterir ve bu noktada biri evrimin savunuculuğunu yapmaya devam ederse, irrasyonellik içinde çırpınacaktır. Evrimcilik, en başta bir inançtı. Çünkü evrimin gerçekliği belli değildi ve böylece evrimi doğrulayanlar, doğruluğu belirsiz olanı doğrulamakla, iman etmiş oldular. Sonra bir kısım insan evrimi kesin gerçek olarak görmeye başladı. Bu, şüpheli ve kanıtlanmamış olanı kesin saymak olarak, dogmatizmdi: Evrimci dogmatizm. Şimdiyse, Harun Yahya’dan temin edilen güçlü gerekçelerle evrimin gerçek olmadığı ispatlandı. Yani evrim çürütüldü. Onun saçmalığı gösterildi. Bu şartlarda hâlâ evrime inanmak, saçma olana inanmak olarak, bir tür imancılık olacaktır. Bu konumu benimseyecekler çıkacak olursa, onlardan şöyle demelerini isterim: Evrim akla vurulamaz. Böyle diyeler ve aksi istikametten giderek imancı Hıristiyanlıkla buluşalar. Bu arada, şunu söylemek istiyorum ki, entelektüel uğraşıda tarafsızlık olamaz. Çünkü en başa gidildiğinde ve canlılara bir köken arandığında, ilâhî evrimciliği bir kenara bırakırsak, ya yaratılış teorisini kabul edeceksin, ya da evrim teorisini. Ve canlıların kaynağını yaratılış olarak kabul edersen, bu, diğer tüm yargılarına kendine has bir renk verecektir. Evrim için de aynı şey geçerli. Yani burada kişinin en başta tarafını belirlemesi gerek. Ve tarafsızlık da, pratik bakımdan evrimin tarafını tutmak anlamına gelecektir. Çünkü bu durumda, Tanrı’nın yokluğu ihtimali üzerine davranma hâli ortaya çıkacaktır.

152

Evet, entelektüel uğraşıda tarafsızlık olamaz, ama taraf tutan kişi işi fanatikliğe vardırmamalı, gerçeğe karşı körleşip, bazı şeyleri görmezden gelmemelidir. Ve tarafsız görünüp taraf tutmaktansa, dürüstlük adına tarafını belli etmeyi yeğlerim. Bununla birlikte şunu da söylemeli ki, ortaya getirdiğimiz, evrimi yıkan güçlüklerden ötürü, yaratılışçı olmak, bir taraf tutma meselesi olmaktan çıkmıştır artık ve gerçeği onaylamak anlamına gelir. Bu noktada hâlâ evrim yandaşı olmak, önce de söylendiği üzere, irrasyonel bir tutum içinde olmayı anlatacaktır ve gene, daha önce söylendiği üzere, mesele artık “Bir Yaratıcı var mı, yok mu?” meselesi değil, “Nasıl bir Yaratıcı?” meselesidir. Dipnotlar ------------- (1) Vehbi Hacıkadiroğlu, İnsan Felsefesi, s. 13-14, 2000. (2) Richard Dawkins, Kör Saatçi, s. 25, 1986. (3) Aynı eser, s. 55. (4) Harun Yahya, İmtihanın Sırrı, s. 81’de Douglas Futuyama’dan alıntı, 2000. (5) Hazırlayan: Dr. Henry M. Morris, Yaratılış Modeli, s. 15, 1985. (6) Harun Yahya, İmtihanın Sırrı, s. 74, 2000. (7) Aynı eser, s. 74. (8) Aynı eser, s. 76-77. (9) Aynı eser, s. 77. (10) Aynı eser, s. 77. (11) Aynı eser, s. 78. (12) Aynı eser, s. 78. (13) Aynı eser, s. 78-79. (14) Aynı eser, s. 79. (15) Aynı eser, s. 79-80. (16) Aynı eser, s. 80.

KÖTÜLÜK PROBLEMİ “Tanrı iyiyse neden dünyada kötülük var?” sorusu kötülük probleminin temelini teşkil eder ve bazıları bu probleme dayanarak, Tanrı’yı inkâra giderler. Zira onlara göre, kötülük varsa Tanrı yoktur. Ama, “Evrim Teorisi” başlıklı yazımda gösterdiğim üzere, yaratılış teorisinin alternatifleri olamayacağından ve ayrıca yaratılış teorisinin doğruluğuna işaret eden delillerin de katkısıyla, yaratılış teorisi rakiplerine karşı kazanmıştır ve bu noktada, Tanrı’yı inkâr etmek irrasyonel bir tutumu sürdürmek olacaktır. Burada

153

ateistler, kötülük problemine dayanarak, Tanrı’nın iyiliği konusunda kuşku uyandırabilirler ancak. Eğer böyle yapmaya kalkışırlarsa, onlara bazı cevaplarımız olacaktır. Bir defa, dünyada kötülüğün yanında iyilik de vardır. Sorarım, kötü bir Tanrı iyiliği niye yaratsın? Dünyadaki kötülük O’nun kötülüğüne delil yapılacaksa, dünyadaki iyilik de iyiliğine delil yapılabilir doğal olarak. Yoksa Tanrı hem iyi hem de kötü mü? Klasik mantığa göre bu olamaz. O zaman olaya başka bir açıdan bakalım. Farklılıklar zenginliktir ve hayata renk katar, her şey aynı olsaydı monotonluk, sıkıcılık hâkim olurdu. Yani farklılık aynılıktan daha güzeldir ve daha tercih edilesidir. Farklılık ise eşitsizliktir aynı zamanda. Ve birtakım şeylerden eşitsiz bir yapı oluşturulacaksa, bu şeyleri hak ettikleri yerlere yerleştirmek adalet olacaktır. Burada, insan topluluğunun durumundan dem vuruyorum. Yani makbul olan farklılık hatırına eşitsiz bir insan topluluğu oluşturulacaksa, insanları hak ettikleri yerlere yerleştirmek adalet olacaktır. Bu yapılmazsa, onlara haksızlık edilmiş olur ve çokları konumuna itiraz eder. Ama diğer durumda bu itiraz olmayacaktır, çünkü herkes konumunu kendisi kazanmış olacaktır. Hak etmek ise, imtihanla olacaktır. İmtihan ise, özgürlük içinde olanaklıdır. Öyleyse özgür insanlar yaratma ve onları imtihandan geçirme yoluyla oluşturulmalıdır eşitsiz insan topluluğu. Böylece Tanrı, özgür insanlar yaratmış ve onları imtihan meydanına çıkarmıştır. İmtihan bir iman, sabır ve şükür imtihanıdır. Şükür imtihanı iyilikle olacaktır, ama iman ve sabır imtihanı kötülüğe gereksinir. Böylece yangın, deprem, sel gibi doğal kötülükler ve yalan, hırsızlık, ihanet gibi ahlâkî kötülükler yaratılmıştır. Tanrı bunları yaratmıştır, ama bunlardan hoşnut değildir. Çokluk insanın iradesiyle bağlantılı olarak yaratır bunları. Örneğin, bir insanın başkasına ihanetini yaratmışsa, bunu, o insanın istemesine bağlı olarak yaratmıştır ve bu davranıştan razı değildir. Nitekim söz konusu insan özgür olarak kötülüğü istemiş olmasına karşılık günah kazanır. Böyle çokları,

154

örneğin bir şehir halkı günah kazanınca, hâllerini düzeltsinler diye uyarı olaraktan veya günahlarının cezasını tatsınlar diye ceza olaraktan doğal bir kötülük, örneğin deprem onlara isabet eder. Yani doğal kötülük de ahlâkî kötülük de çokluk insanın özgür iradesini kötüye kullanması neticesinde ortaya çıkar. Ve doğal kötülük için konuşacak olursak, imtihan olaraktan ortaya çıkması başka, o ya uyarıdır, ya adalet. Diyelim ki adalettir, peki, bu ceza neden masum çocuklara ve hayvanlara da isabet eder? Eğer depremler ve diğer doğal felâketler gelseydi ve çocuklara ve hayvanlara dokunmayıp sadece günahkârları seçip alsaydı, birinin çocukları ve hayvanları gözettiği belli olurdu. Bu birinin de Tanrı olduğunu anlamak zor olmayacaktır. Böylece Tanrı’nın varolduğu belli olacak, imtihan sırrı ortadan kalkacaktır. Bu olmasın diye doğal kötülükler suçsuzlara da isabet eder. Hem böylesi bir kötülükten zarar gören suçsuzların zararı cennette ödülle telâfi edilecektir. Bunlar, kötülük problemine getirilmiş Müslümanca çözümlerdir. Bu problem bir Müslüman için gerçek bir problem değildir. Kötülüğe dayanarak Tanrı’nın kötülüğü kanıtlamak kolay değildir ve yok olduğu ise, hiç mi hiç kanıtlanamaz. Tanrı adaletli olduğundan kötülük vardır. Kötülüğe itiraz, adalete itirazdır son aşamada. Ve adaleti isteten de, güzellik olmuştur. Güzellik, farklılıkların hâkim olduğu eşitsiz bir yapı talep etmiş, bu yapı da adalet talep etmiş, adalet de imtihan talep etmiş, son olarak imtihan da kötülük ve özgürlük talep etmiştir. Özgürlük ise, birtakım kötülüklerin tercihine yol açmıştır. Bazıları, özgürlüğün, kendisine kötülük bedeli ödemeye değer bir şey olup olmadığını sormuşlardır? Ama bu soruda, özgürlüğün amaç olduğu yanılgısı hâkimdir. Oysa özgürlük bir amaç değildir, adaletin bir aracıdır. Öyleyse soru şöyle mi olmalıdır: Adalet, kendisine kötülük bedelinin ödenmesine değecek bir değerde midir? Buna düşünmeden “evet” derim. Nice insan da böyle diyecektir. Ama asıl soru şudur: Farklılıklar için kötülük bedelini ödemeye değer miydi? Ya da, güzellik için

155

kötülük bedelini ödemeye değer miydi? Ödendiğine göre, demek ki değermiş. Bu, Tanrı’ya güven meselesidir. Ben O’nun doğru ve iyi olandan başka bir şey yapmayacağına inanıyorum. O yüzden kötülük meselesi hangi noktaya taşınırsa taşınsın, benim meselem değildir. Bu mesele hakkında bir şeyler söylemişsem, bu onu mesele edinenler içindir. Onlara yardımcı olmak içindir. Başka bir şey için değil. İnsanlar, Tanrı’nın işlerini sorgulamayı bırakmalılar, çünkü bu O’na karşı bir itimatsızlık göstergesi olmanın yanında, kendini buna ehil ve yetkili görmektir. Soruyorum, insan tüm aczi ve sönük fikriyle böyle bir şeye ehil ve yetkili olabilir mi? Bu soruya olumlu cevap veren, haddini bilmiyordur. Oysa insan haddini bilmelidir. Bir hadis şöyle der: Haddini bilen helâk olmaz. KÜRESEL TOPLUMUN SOSYOLOJİK RESMİ Küresel toplumda, ekonomi başat kurumdur, yani diğer kurumlar üzerinde belirleyicidir. Dünya sisteminde, ekonomik gücü elinde bulunduran grup hâkimdir. Siyaset, bu grubu ve onun çıkarlarını korur ve bu grubun isteklerini yerine getirir, plânlarını hayata geçirir, elbette bunu gizlilik içinde ve çaktırmadan ve ne yaparsa toplumun yararına yaptığı izlenimini vererek yapar. Siyasetin, en insanlık dışı şeyleri insanca gerekçeler göstererek yapmak, kötü olup iyi görünmek gibi ikiyüzlüce bir tarafı da vardır ve bunun genel algılanması ve taklidi sonucu, küresel toplumda bu tür bir ikiyüzlülük kendini baskın kılmıştır. Ekonominin istediği şekilde davranacak insanı yetiştirmekse eğitimin işidir. Siyaset, bu tip eğitimi yerleştirmiştir, bundan sapmaları engeller. Bu eğitimden geçen insanlar, dünyacı hedonistlere dönüşürler, böylece arzulanan ve sistemi işletecek dayanıklı tüketiciler elde edilmiş olur. Bu dayanıklı tüketiciler hedonizmlerini yaşayabilmek için çalışırlar, kazandıkları parayı zevklerine harcarlar ve sistemin çalışma ve tüketim ihtiyacı karşılanır, böylece sistem kendini devam ettirir.

156

Dayanıklı tüketici üretme eğitiminden geçenler, evlilikle de, sistemin devamı için gerekli olan nüfus üretimini sağlarlar ve okullarda almış oldukları eğitimin, çocuklarına ilk vericisidirler, yani çocuklarında dünya hırsını kaşımaya başlayanlar ilkin onlardır. Medya ve iletişim de dünyacılığı güçlendirici bir işlev görür, ayrıca bunlar halka kendi kendini yönettiği yanılgısını vermenin vasıtalarıdır, buna vasıtalık yaparlar ve insanlar kendilerini ekonomik gücü elinde bulunduranların yönettiğini fark edemezler, o yüzden onları değiştirmeye yeltenmezler ve hükümeti değiştirirler. Burada din ise, öte dünyacı insan modelini esas almasıyla, sistemin istediği insan modeline ters, hattâ onun tam zıddı insanlar yetiştirmek istiyordur, eğer din bunu başarırsa, sistem çark edecek, sonra çöküş sürecine girecektir, o yüzden dünyacı insan isteyen veya en azından böyle insanlara ses çıkarmayan bir din yorumuna gidilmeli ve dinin bu yorumu aslının yerine geçirilip hâkim kılınmalıdır, aslında onlara göre en iyisi dini tümden yok etmektir ama vahşi modern yaşamın açtığı ruhsal yaraları sarma işlevi dolayısıyla din kapitalizmin yıktığını yapar ve dengeleyici bir işlev görür, böylece sistemin kendi pisliğinde boğulmamasına, yaşamasına hizmet eder, o yüzden yok edilmemesi daha iyidir. Ama dinin bu yönü, en başta görülememiş, o yüzden din ile ölümüne bir savaşa tutuşulmuştur. Ne ki sonra dinin bu faydası fark edilince, onu yok etmekten vazgeçilmiştir (Selanikli Mustafa’nın, milletlerin dinsiz varolamayacağını söylemesi dine inandığı için değildir, dinin, kapitalizmin yıktığını yaparak milletin varlığını sürdürmesine hizmet etmesi dolayısıyladır). Ama din, öte dünyacı insan isteyen tarafıyla, ki efendilere göre bu onun zararlı tarafıdır, hâlâ savaşılması gereken bir şeydir. Bu anlayışın sonucunda, dinin, bu tarafı masal olmuş bir yorumu, onun yerine geçirilip hâkim kılınmış, böylece din ıslah edilmiştir, yani kapitalizme hizmet edecek bir hâl almıştır. Ya da, bu konuda hedeflenen budur. Evrensel ahlâkın ise sadece adı kalmıştır, varolan ahlâk efendiler için

157

yararcılık, yönetilenler için ise hedonizmdir ve birçok kötülük zevkli şeyler olduğundan, zevki esas alan yönetilenler bu kötülükleri işler dururlar, bunda bir sakınca görmezler, böylece evrensel ahlâka göre kötüdürler. Öte dünyacı olmamak, kötü olmak ise onlara cehennemi hazırlar. Onların bu akıbetinde aslan payının sahibi olan hâkim sınıf ise, böylece onlarınkinden daha şiddetli bir uhrevî cezaya kendini mahkûm eder. Daha şiddetli bir cezaya, çünkü kendileri sapmakla kalmamış, başkalarını da saptırmışladır. Neticede, bu kötü insanlık manzarası, bir tek, kendine olabildiğince çok felâket arkadaşı toplamaya çalışan yaşlı İblis’in yüzünü güldürür. Öte yandan, bu resmedilen insanlık manzarası Batı’ya ve batılılaşmış veya batılılaşma yolundaki yerlere daha uygun düşse de, bazı istisnalar dışında, geri kalan yerlere de uygun düşer. Kapitalist çevre ülkelerde nasıl bir rejim olursa olsun, yönetim, Batılı büyük sermayenin emrindedir. Batılı büyük sermaye, yöneticileri yönetir ve bu gerçek, her zaman için gizlenmez, bazen dile getirildiği olur. Ama bunun anlamını tam kavrayan azdır. ZAMAN DERVİŞLİK ZAMANI Şimdilerde sorun, genelin imansızlığı sorunu değil. İmanın kurtarıldığını düşünüyorum. Ama ne yazık ki imanın genelin amelini iyi yönde etkilemesi, istenen düzeyde olmuyor. İşte asıl sorun bu şu an. Bu sorunun oluşmasında, amele iyi etkide bulunmaz bir iman biçimini (amel istemeyen imanı) hâkim kılma çabalarının da rolü var elbette. Ama kişi, dünyadayken Allah’a ulaşırsa, Allah dostu bir arif olursa, bu sorun kendiliğinden çözülecektir. Çünkü böyle biri, birinci olarak Allah’ı kendinden hoşnut etmeyi ister ve bunun olmasının şartlarından birinin de Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu bilir ve bunu başarmaya çalışır. Yüce Allah da ona bu arzusunu kolaylaştırır. Böylece, iyi amel işlemek, onun her zamanki hâli olur. Böyle birini iyi amel işlemekten, korunmaktan şeytanın hiçbir hilesi koparamaz

158

Allah’ın izniyle. Bu yüzden böyle biri hilekârların şahı şeytan için tam bir baş belâsıdır. Çünkü şeytan onu oyuna getiremez. Amaç, mümini bu hâle getirmek olmalıdır. Demek ki, imanı kurtarma zamanı geride kalmıştır. Artık zaman, arif yetiştirme zamanıdır. Bunun için, Allah’a ulaşmayı dileyip bir mürşide bağlanmak, böylece tasavvufa girmek, en güvenli ve en garantili ve en kolay yoldur. Ama bu yolda ille de mürşitsiz yürümek isteyenler varsa, onlara Said Nursî’nin Kur’ân’dan yararlanarak geliştirmiş olduğu ve metnini aşağıya alacağım acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür yolunu önereceğim. Dört adımlık bu yolda, Allah’a dünya hayatında ulaşmayı dileyişin ardından, ilk adımın dayandığı âyet ve üstadın o adım için söyledikleri kişi tarafından yaşanarak idrak edilecek, sonra bir sonraki adıma geçilecek ve yola aynı şekilde devam edilecektir. Bunu yaparken, bunun yanısıra Kur’ân okumaya da devam etmelidir. Aslında ölene dek Kur’ân okumak gerek. Çünkü yüce Allah’ın kitabı, bir kez okumakla vakıf olunabilecek nitelikte değildir, her yeni okumada kişi onda daha önce farkına varmadığı yeni ve engin anlamlar bulabilir ve bulacaktır da. İyi bir Kur’ân talebesi olmak gerek. Bizler için Kur’ân talebeliğinden daha yüksek bir paye bilmiyorum. Resûlullah (sav) demiş ki, “En hayırlınız Kur’ân-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.” Ariften de Kur’ân talebesini anlıyorum. Yüce Allah’ın kitabına talebe olunmadan, arif, yani Allah’ı tanıyan bir derviş olunamaz zaten. Herkes Kur’ân okumalıdır. Çünkü ondan sorumluyuz. Ondaki yasakları çiğnediğinde, bilmiyordum, diyerek kendini kurtaramaz kişi. Nasıl ki hukuk kurallarını çiğneyince, bilmiyordum, mazereti özür ve bahane olmuyorsa… Hem ilim öğrenmenin her Müslümanın üzerine farz olduğu hadisle sabittir. Ve ilk kez Kur’ân okuyacak kimse, ona önyargıyla, onda hata bulma amacıyla yaklaşırsa, aradığını bulduğunu sanarak ondan uzaklaşacaktır. Bu şekilde Kur’ân onu geri püskürtecektir. Ama Kur’ân’a kim iyi niyetle ve onu anlamak için yaklaşırsa, Kur’ân ona

159

kendini açacaktır. Bunun yanısıra günahlardan sakınmak, ibadet, zikir gibi kalp arıtıcı şeyler yaparak kalbi temizledikçe, Kur’ân’ı anlama da artacaktır. Sanırım Kur’ân-ı Kerim’e muhatap olacak kimseye verilecek en kısa ve en yararlı öğüt şu olacaktır: Kur’ân-ı Kerim’i bir yargıç olarak değil, bir kul olarak oku. RİSALE-İ NUR’DAKİ ALLAH’A MÜRŞİTSİZ DÖRT ADIMDA ULAŞTIRAN ACZ, FAKR, ŞEFKAT, TEFEKKÜR YOLU (Yazan: Said Nursî) (Ey aziz kardeşim, bil ki! İlâhî yardım yoldaşı olan adam, tarikat geçidine girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, tarikat hakikatini, tarikatsız feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, asıl maksat olan ilimlere yüksek ilimler okumaksızın ulaştırıcı bir yol buldum. Çok süratli akan bu zamanın evladına, kısa ve selamet bir yolu ihsan etmek Allah’ın her şeye hükmeden rahmetinin şanındandır.) Zeyl حیم حمن الر بسم هللا الر[Bu küçücük zeylin (ilâvenin) büyük bir önemi var. Herkese yararlıdır.] Cenab-ı Hakk’a ulaşacak yollar pek çoktur. Bütün hak yollar Kur’an’dan alınmıştır. Fakat yolların bazısı, bazısından daha kısa, daha güvenli, daha umumiyetli oluyor. O yollar içinde, kısa anlayışımla Kur’an’dan istifade ettiğim “Acz (acziyet) ve fakr (Allah’a muhtaçlık) ve şefkat ve tefekkür (düşünme)” yoludur. Evet acz dahi, aşk gibi belki daha emin bir yoldur ki; kulluk yoluyla Allah tarafından sevilmeye kadar gider. Fakr dahi, Rahman ismine ulaştırır. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir yoldur ki Rahîm ismine ulaştırır. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir yoldur ki, Hakîm ismine ulaştırır. Şu yol, hafî (gizli) yollar gibi,

160

Letaif-i Aşere (on manevî duyu) gibi on adım değil ve cehriye yolu gibi Nüfus-u Seb’a (yedi nefis mertebesi) yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki dört adımdan ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattır, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenab-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa yolun şartları: Sünnete tâbiiyet, farzları işlemek, büyük günahları terketmektir. Ve bilhâssa namazı şartlarını yerine getirerek kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır. Birinci adıma: “Öyleyse kendinizi temize çıkarmayın, hatasız görmeyin” âyeti işaret ediyor. İkinci adıma: “Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın” âyeti işaret ediyor. Üçüncü adıma: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir” âyeti işaret ediyor. Dördüncü adıma: “Her şey helâk olup gidicidir –O’na bakan yüzü müstesna” âyeti işaret ediyor. Şu dört adımın kısa bir izahı şudur ki: Birinci adımda: “Öyleyse kendinizi temize çıkarmayın, hatasız görmeyin” âyeti işaret ettiği gibi: Nefsini temize çıkarmamak. Zira insan, karakteri ve fıtratı sebebiyle nefsini sever. Belki evvelâ ve bizzât yalnız zâtını sever, başka herşeyi nefsine feda eder. Mabud’a (kendisine ibadet edilen Allah’a) lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mabud’a lâyık bir tenzih ile nefsini ayıplardan tenzih eder ve uzak görür. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine tapar tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında konulan ve Mabud-u Hakikî’nin (hakikî tapılan Allah’ın) hamd ve tesbihi için ona verilen cihazları ve kabiliyetleri, kendi nefsine sarfederek “Baksana şu kendi arzularını tanrı edinen kimseye!” sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu adımda terbiyesi, temizlemesi:

161

Onu temize çıkarmamak, ayıplardan uzak görmemektir. İkinci adımda: “Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın” dersini verdiği gibi: Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Ölümü düşünse, başkasına verir. Bitme ve yok olmayı görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ücret alma ve zevklerden istifade makamında nefsini düşünmek, şiddetle ona sarılmak, nefs-i emmarenin (daima kötülüğü emreden nefsin) gereğidir. Şu makamda terbiyesi, temizlemesi; şu halin aksidir. Yani nefsi unutma içinde unutmamak. Yani zevkler ve ihtiraslarda unutmak ve ölümde ve hizmette düşünmek. Üçüncü adımda: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir” dersini verdiği gibi: Nefsin gereği, daima iyiliği kendinden bilip övünme ve gurura girer. Bu adımda: Nefsinde yalnız kusuru ve noksanlığı ve aczi ve fakrı görüp; bütün güzellik ve olgunluklarını, Fâtır-ı Zülcelal (yüce Yaratıcı) tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, gurur yerinde şükür ve övünme yerinde hamdetmektir. Şu mertebede terbiyesi, “Nefsini maddî ve manevî kirlerden arındıran kurtuluşa erer” sırrıyla şudur ki: Mükemmelliğini kusurlu oluşta, kudretini aczde, zenginliğini fakrda bilmektir. Dördüncü adımda: “Her şey helâk olup gidicidir –O’na bakan yüzü müstesna” dersini verdiği gibi: Nefs, kendini serbest ve bağımsız ve bizzât mevcud bilir. Ondan bir nevi rablık dava eder. Mabuduna karşı düşmanca bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikatı idrak etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: Herşey nefsinde mana-yı ismiyle (Yaradan’dan ayrı, kendine bakan anlamıyla) fânidir, sonradan olmadır, yoktur. Fakat mana-yı harfiyle (Yaradan ile ilişkisinde kazandığı, O’na bakan anlamıyla) ve Sâni’-i Zülcelal’in (her şeyi sanatlı yaratan yüce Allah’ın) güzel isimlerine aynalık bakımından ve vazifedarlık itibariyle şahittir, şahitliği görülendir, varlık sahibidir, mevcuddur. Şu makamda terbiyesi ve temizlemesi şudur ki:

162

Varlığında yokluk, yokluğunda varlığı vardır. Yani kendini bilse, varlık verse; kâinat kadar bir yokluk karanlığı içindedir. Yani şahsî varlığına güvenip Mûcid-i Hakikî’den (gerçek Yaratıcı’dan) gaflet etse; yıldız böceği gibi bir şahsî varlık ışığı, nihayetsiz yokluk karanlığı ve ayrılıklar içinde bulunur, boğulur. Fakat benliği bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî’nin (gerçek Yaratıcı’nın) göründüğü bir ayna olduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı (varedilmişleri, varlıkları) ve nihayetsiz bir varlığı kazanır. Zira bütün mevcudat, güzel isimlerinin cilvelerinin göründüğü yer olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u (varlığı zorunlu olan Allah’ı ) bulan, herşeyi bulur. Hâtime (Sonuç) Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür yolundaki dört adımın izahatı; hakikatın ilmine, şeriatın hakikatına, Kur’anın hikmetine dair olan yirmialtı aded Sözler’de geçmiştir. Yalnız şurada bir-iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: Evet şu yol daha kısadır. Çünki dört adımdır. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e (her şeye gücü yeten ulu Allah’a) verir. Hâlbuki en keskin yol olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mecazî sevgiliye yapışır. Onun geçip gitmesini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî’ye (hakikî sevgiliye) gider. Hem şu yol daha güvenlidir. Çünki nefsin maksadı aşan sözleri ve haddi aşan davaları bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu yol daha umumî (herkese açık) ve büyük bir caddedir. Çünki kâinatı vahdet-ül vücud ehli gibi, daima Allah’ın huzurunda bulunma şuurunu kazanmak için yokluğa mahkûm zannedip, “Lâ mevcude illâ Hû (O’ndan başka hakikî bir varlık yoktur)” hükmetmeye veyahut vahdet-üş şuhud ehli gibi, daima Allah’ın huzurunda bulunduğunun şuuru için kâinatı mutlak unutma hapsinde hapse mahkûm hayâl edip, “Lâ meşhude illâ Hû (O’ndan başka şahit olunan yoktur)”

163

demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gayet açık olarak Kur’an bağışladığından, o da görmezlikten gelip ve mevcudatı (varedilmişleri, varlıkları) kendileri hesabına hizmetten azlederek (serbest bırakarak) Fâtır-ı Zülcelal (yüce Yaratıcı) hesabına hizmet ettirip, Allah’ın güzel isimlerinin görünme yeri ve ayna vazifesinde kullanarak mana-yı harfî (Yaradan ile ilişkisinde kazandığı, O’na bakan anlamı) nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup daima Allah’ın huzurunda bulunma şuuru içine girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır. Özetle: Mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek (serbest bırakarak), mana-yı ismiyle (Yaradan’dan ayrı, kendine bakan anlamıyla) bakmamaktır. (Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma! Onlara tenezzül edip minnet çekme! Onlara yaltaklanıp boyun eğme! Onların arkasına düşüp zahmet çekme! Onlardan korkup titreme! Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir, her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir; her şey onun emriyle hâlledilir. O’nu bulsan, her istediğini buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.) (İman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.) BAZI KUR’ÂN ÂYETLERİ <> “…Bu böyle düzenlenmiştir ki, o mal ve nimetler sizden yalnız zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı olmasın…” (Haşr 7) <> “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de (insanlara) iyilik et…” (Kasas 77) <> “…insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmedesiniz…” (Nisa 58)

164

<> “…Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide 44) <> “Öyleyse kâfirlere itaat etme…” (Furkan 52) <> “Onun için Allah yolunda çarpış…” (Nisa 84) <> “Sizler de onlara karşı gücünüzün yettiği her kuvvetten ve cihat için beslenen atlardan hazırlık yapın. Onunla hem Allah düşmanını korkutursunuz hem sizin düşmanınızı hem de onlardan başka diğerlerini ki onları siz bilmezsiniz, Allah bilir…” (Enfâl 60) <> “Rabbinin yoluna davet et, hikmet ile ve güzel güzel vaaz ile. Onlarla da en güzel olan suretle mücadele et…” (Nahl 125) <> “Her nefis ölümü tadacak…” (Ankebut 57) <> “Şüphesiz biz diriltir ve biz öldürürüz…” (Hicr 23) <> “O ki ölümü ve dirimi takdir edip yarattı…” (Mülk 2) <> “Göğü kendi ellerimizle (kudretimizle) yaptık ve biz (onu) genişletmekteyiz.” (Zâriyât 47) <> “Yıldızların bulundukları yörüngeler için yemin ederim. Bu yörüngelerin hâl ve keyfiyetlerini bilseniz, o vakit bu yeminin ne kadar ağır olduğunu anlardınız.” (Vâkıa 75-76) <> “Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.” (En’am 125) <> “…Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri indirdik…” (Hadid 25) <> “Hiç şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hattâ onun üstünde olanı da misal vermekten çekinmez. Fakat âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler), onun Rablerinden bir hak olduğunu muhakkak ki bilirler. Kâfirler (Allah’a ulaşmayı dilemeyenler) ise: ‘Allah bu misalle ne demek istedi?’ derler. (Allah) onunla birçoğunu dalâlette bırakır, birçoğunu da onunla hidayete erdirir. Ve fasıklardan başkasını dalâlette bırakmaz.” (Bakara 26)

165

<> “Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında üstünlük ve şeref mi arıyorlar? Halbuki, üstünlük tamamen Allah’a aittir.” (Nisa 139) <> “O’nu bırakıp da sadece dişilere tapıyorlar. Böylece de, ancak inatçı şeytana tapmış olurlar.” (Nisa 117) <> “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti…” (Enbiya 22) <> “…gökleri ve yeri altı günde yarattı… …hanginiz daha güzel amel yapacaksınız diye sizi imtihan meydanına çıkarmak için…” (Hûd 7) <> “Hem neyime kulluk etmeyeyim ben, O beni yaratana?...” (Yâsin 22) <> “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 56) <> “…Tuttuk onları azaba da çektik ki geri dönsünler.” (Zühruf 48) <> “Onlar her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra ne tövbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.” (Tevbe 126) <> “Şu hâlde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azaplandırmak ve canlarının inkâr içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe 55) <> “İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak günahlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlara alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i İmran 178) <> “Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmran 14)

166

<> “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir…” (Hadid 20) <> “…(Siz) şu dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz; Allah ise âhireti (arzulamanızı) istiyor…” (Enfâl 67) <> “Kim âhiret ekinini (kazancını) isterse, biz ona kendi ekininde artırmalar yaparız. Kim dünya ekinini (kazancını) isterse, ona da ondan veririz; ancak onun âhirette bir nasibi yoktur.” (Şûra 20) <> İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) “Siz dünya hayatında bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız.” (Ahkâf 20) <> “Sakın şunlar gibi olmayın ki onlar Allah’ı unuttukları için, Allah da kendi öz canlarını kendilerine unutturdu, fayda ve zararlarını bile bilemiyorlar.” (Haşr 19) <> “Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Âhiretten ise, onlar tamamen gafildirler.” (Rum 7) <> “Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer…” (Fâtır 32) <> “…Küfre sapanlarsa zevk edip eğlenmeye bakarlar; davarların yediği gibi yer içerler…” (Muhammed 12) <> “…yeyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Araf 31) <> “De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihat etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.” (Tevbe 25)

167

<> “Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın; sonunda O’na varacaksın.” (İnşikak 6) <> “Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakının ve (sizi) O’na (yaklaştıracak) vesile arayın; O’nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Maide 35) <> “…Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi doğrulayıcı bir efendi; nefsine egemen bir benlik, hayır ve barış sevenlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeliyor.” (Âl-i İmran 39) <> “…ona (nefse) fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur.” (Şems 8-9) <> “Ona (Kur’ân’a), temizlenip arınmış olandan başkası dokunamaz.” (Vakıa 79) <> “Doğrusu Kur’ân, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.” (Zühruf 44) <> “Doğrusu biz size hakkı getirdik, fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.” (Zühruf 78) <> “…Ve sakın o çok aldatıcı (şeytan), sizi (isyana sürüklerken) Allah(’ın affına güvendirmek) ile aldatmasın!” (Fâtır 5) <> “…O (Allah), merhamet etmeyi kendi zatına farz kıldı…” (En’am 12) <> “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar…” (Zümer 53) <> “Allah: Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır…” (Mücadele 21) BAZI HADİSLER <> “Hiç şüphe yok ki, İslâm, kişinin Müslüman olmadan önce işlediği tüm günahları ortadan kaldırır.” <> “Adalet güzeldir. Fakat devlet büyüklerinde olsa daha güzeldir.”

168

<> “Başınızda Habeşli bir köle de bulunsa, Allah’ın kitabına göre hükmettiği müddetçe, onu dinleyip itaat ediniz.” <> “Mümin, iyi niyetli (özverili) olduğu için aldanır. Facir ise, kötü niyetli (acımasız) olduğu için aldatır.” <> “Bizi aldatan bizden değildir.” <> “Bir topluluğun başına geçen kimse onları aldatarak ölürse, Allahû Teâlâ cenneti ona haram kılar.” <> “Dünyada ikiyüzlü, cehennemde (ateşten) iki dillidir.” <> “Bir kimse bilerek zalimin zulmetmesine yardım ederse, Müslümanlıkla alâkası yoktur.” <> “Her insan hata eder, hata edenlerin en hayırlısı tövbe edendir.” <> “Ümmetimden iki sınıf düzelirse, bütün insanlar düzelmiş olur. Bozuldukları vakit bütün insanlar da bozulur. Bunlar da âmirler ve âlimlerdir.” <> “En üstün cihat, zalim bir devlet başkanına karşı hakkı söylemektir.” <> “İnsanlar zalimi görüp, zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın hepsine birden ceza vermesi beklenmelidir.” <> “Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir.” <> “Ey Müslümanlar! Sizden evvelkileri şu hâlleri mahvetti: İçlerinden seçkin biri hırsızlık yapınca onu serbest bıraktılar; güçsüz biri hırsızlık yapınca onu cezalandırdılar.” <> “Siz nasıl olursanız başınıza geçen de öyle olur.” <> “İki Müslüman kılıçlarıyla (silâhlarıyla) birbirinin üzerine yürürse, öldüren de ölen de ateştedir.” “Katilin ateşte olması tamam, ama maktul niye ateşte?” “Çünkü o da kardeşini öldürme hırsıyla hareket ediyordu.” <> “Sizden birinin evine (kötü niyetle) girilirse, Hz. Âdem’in (Habil ve Kabil adlı) iki oğlundan hayırlısı olsun.” (Öldüren Kabil değil, mazlumen ölen Habil olsun.)” <> “Akılca en mükemmeliniz Allah’tan en çok korkanınızdır.”

169

<> “Allah’ı en çok bilen benim, bununla beraber O’ndan en çok korkan da yine benim.” <> “Ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanın.” <> “Helâk edici yedi günahtan sakınınız: Allah’a şirk/ortak koşmak; sihir yapmak; Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek; yetim malı yemek; faiz yemek; düşmana hücum anında savaştan kaçmak; namuslu ve kendi hâlinde mümine kadınlara zina suçlaması yapmak/iftira etmek.” <> “Senin en zararlı düşmanın, nefsindir.” <> “Dünya zikri ile kalplerinizi meşgul etmeyiniz.” <> “Her kötülüğün başı dünya sevgisidir.” <> “Eğer dünya Allah’ın yanında sivrisineğin kanadı kadar değer taşısaydı, tek bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” <> “Allah’ın seni seveceği amel; dünyada züht duygusu içinde olmandır. İnsanların seni seveceği amel ise; elindeki (maldan) artakalanı, onlara vermendir.” <> “İlim öğrenmek her Müslümanın üzerine farzdır.” <> “İlim üç kaynaktadır, geri kalanı fuzulîdir: Muhkem âyetler; yahut, sağlam Sünnet; Kur’ân ve Sünnet’ten müstenbit olan âdil hükümler.” <> “Müminler! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allah’ın kitabı Kur’ân ve O’nun peygamberinin Sünnet’idir.” <> “Kim Kur’ân’ı öne alırsa, Kur’ân onu cennete götürür. Kim de arkasına bırakırsa onu da cehenneme sürer.” <> “Bir kimse ilim öğrenir ve öğrendikleri ile amel ederse Allah ona bilmediklerini de öğretir.” <> “Doymak bilmez iki haris vardır: İlim isteklisi; dünya isteklisi.” <> “İstediğiniz kadar ilim öğreniniz. Allah’a yemin ederim ki siz öğrendiğiniz ilim ile amel etmedikçe ilim toplamakla mükâfat alamazsınız.” <> “Allah için ilim isteyenlerin rızklarını Allah umulmadık yerlerden vermiştir.”

170

<> “Ben ilmi açlıkta koydum. İnsanlar ise onu karın tokluğunda ararlar. Nasıl bulabilirler? İzzeti itaatte ve takvada koydum. İnsanlar ise onu âmirler kapısında ararlar. Nasıl bulabilirler? Zenginliği kanaatte koydum. İnsanlar ise onu mal çokluğunda ararlar. Nasıl bulabilirler? Rahatı cennette koydum. İnsanlar ise onu dünyada ararlar. Nasıl bulabilirler?” (Kudsî Hadis) <> “İnsanların en şerlileri, âlimlere (öğrenmek için değil de), onları yanıltmak (küçük düşürmek) için zararlı konulardan soranlardır.” <> “Ya âlim olun; ya öğrenen olun; ya işiten olun veya seven olun. Sakın beşincisi olmayın helâk olursunuz. Beşincisi ilme ve ilim ehline düşmanlık edenlerdir.” <> “Muhakkak ki Allah, sizin için üç şeye razı olur ve üç şeye razı olmaz. Razı oldukları: Sadece Allah’a kulluk edip O’na şirk koşmamak; hep birlikte Allah’ın dinine sarılmak; Allah’ın emrinde olan yöneticiye itaat etmek. Razı olmadıkları: Boş söz; faydasız soru; israf etmek.” <> “İktisat eden fakir olmaz.” <> “Kanaat tükenmez bir hazinedir.” <> “Müminlerin en hayırlısı kanaatkâr, en fenası açgözlü olanlardır.” <> “Dindarlıkta kendinden daha yukarıda bulunan kişilere bakıp onlara uymaya çalışmak, dünyalık konusunda kendinden aşağıda olan kişilere bakıp Allah’a hamd etmek gerekir.” <> “Kadın ile dört şeyden biri için evlenilir: Malı, güzelliği, asaleti ve dindarlığı için. Sen dindar olanını seç ki, perişan ve sefil olmayasın.” <> “Şükreden kalp, zikreden dil, din ve dünya işlerinde yardımcı olan iyi bir kadın, insanların biriktirdikleri nesnelerin en iyisidir.” <> “Aklın gereği, Allah’a imandan sonra, insanlarla dost geçinmektir.” <> “Sana zulmedeni affet. Sana küsene git. Sana kötülük yapana iyilik yap. Aleyhinde de olsa hakkı söyle.”

171

<> “Resûlullah (sav)’e, ‘En efdal kimdir?’ diye sorulmuştu. ‘Kalbi pak, dili doğru sözlü olan herkes’ buyurdular. Ashab: ‘Doğru sözlünün ne demek olduğunu biliyoruz. Kalbi pak ne demektir?’ diye sordu. Resûlullah (sav) ‘Pak kalp, Allah’tan korkan tertemiz kalptir, içinde günah yoktur, zulüm yoktur, kin yoktur, haset yoktur’ buyurdular.” <> “İyilik, soylu ve dindar kişilerin yanında değerini bulur.” <> “ Merhamet edin, merhamet olunasınız. Affedin, affolunasınız. Yazık, lâf ebesi olanlara. Yazık, günahlara bilerek devam edip, istiğfar etmeyenlere.” <> “Dili ile âlim kalbi ile cahil olana, su ile bedeni yıkayıp temizleyen fakat kalbi temiz olmayana, insanların kusurları ile meşgul olduğu hâlde kendi kusurlarına hiç bakmayana şaşarım!” (Kudsî Hadis) <> “Bir kimse kendisi için sevip istediği bir iyiliği kardeşi (arkadaşı) için de sevip istemedikçe mümin olamaz (imanda olgunluğa eremez).” <> “Yaptığın iyilikten sevinç, kötülükten de üzüntü duyarsan işte sen bu takdirde gerçek mümin sayılırsın.” <> “Size vermekte olduğu nimetlerinden ötürü Allah’ı sevin, beni de Allah beni sevdiği için sevin.” <> “Sizden biriniz ben kendisine çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmaz.” <> “Benim sevgim bir kulun kalbine girerse, Allah onun cesedini mutlaka ateşe yasak eder.” <> “Kişi sevdiği ile beraberdir.” <> “Bir kul kırk gün Allah için halisane amel ve ibadet ederse kalbinden diline hikmet ve irfan kaynakları dökülür.” <> “Ey ademoğlu! Takva sahibi ol, beni tanırsın. Açlık çek, beni görürsün. Yalnız bana ibadetle yönel, bana ulaşırsın. Amelini gösterişten temiz tut, sana muhabbet elbisesini giydireyim. Beni zikretmek için vakit ayır, seni meleklerimin yanında anayım.” (Kudsî Hadis) <> “Allah’ı anmak kalplere şifadır.”

172

<> “Dünya ile vedalaş ve ölüme hazırlan. Bil ki ben bir kulu sevdiğimde, dünyayı ondan uzak tutar ve onu âhiret için çalıştırırım. Ona dünyanın kusurlarını gösteririm; böylece ondan sakınır, cennet ehlinin ameli ile meşgul olur. Ben de bunun üzerine onu rahmetimle cennete dahil ederim. Bir kuluma da sevmezsem, ona beni bıraktırır, onu dünya ile meşgul eder ve dünya ameli için çalıştırırım. Böylelikle ateş ehlinden olur, onu cehenneme dahil ederim.” (Kudsî Hadis) <> “Amel etmeksizin benim cennetimi isteyen kimse ne kadar hayasızdır! İtaatte cahillik yapan kimseye ben nasıl olur da rahmetimle cömert davranırım?” (Kudsî Hadis) <> “Sizi çokluğunuzla azlıktan, ünsiyetinizle yalnızlıktan kurtulayım diye yaratmadım. Yapmaktan aciz kaldığım bir şey için sizden yardım aylım diye de sizi yaratmadım. Bir menfaati ele geçirmek veya bir zararı defetmek için de sizi yaratmış değilim. Bilakis sizi bana sürekli kulluk, çokça şükür, gece ve gündüz beni tesbih edesiniz diye yarattım.” (Kudsî Hadis) <> “Ben bir gizli hazine idim, bilinmemi arzu ettim. (Bilinmem için) varlıkları yarattım, kendimi onlara nimetler vererek sevdirdim. İşte (onlar) böylece beni bilip tanıdılar.” (Kudsî Hadis) <> “Arzım ve semam beni içine alamaz. Lâkin Ben mümin kulumun kalbine girerim.” (Kudsî Hadis) <> “Rahmetim gazabımı geçmiştir.” (Kudsî Hadis) <> “Ben, kulumun (hakkımdaki) zannı üzereyim. Öyleyse kul, benim hakkımda iyi zanda bulunsun ve bir de şu var ki, kulum beni andığı zaman ben o kulumun yanındayım.” (Kudsî Hadis) <> “Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kim bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim de bana yürüyerek gelirse, ben de ona koşarak giderim.” (Kudsî Hadis) <> “Kim Allah’a ulaşmaya muhabbet duyarsa, Allah da onu Kendisine ulaştırmaya muhabbet duyar. Kim Allah’a

173

ulaşmayı çirkin görürse, Allah da onu Kendisine ulaştırmayı çirkin görür.” <> “Sizden biri, kendisine bir musibet geldiğinde, onun yanlışlıkla gelmediğini veya yanlışlıkla musibet gelmeyeceğini bilmedikçe imanın tadını alamaz.” <> “Bir kimse kendisinin Allah katındaki yerini ve konumunu bilmek istiyorsa, Allah’ın kendi yanındaki yeri ve konumunu öğrensin. Zira yüce Allah, kulun kendi katındaki derecesini, kulun kendi nefsinde Allah için belirlediği dereceye göre tayin eder.” <> “İnsan, dünyada kimi seviyorsa, âhirette, onun yanında olacaktır.”

174

HİKMETLİ ŞİİRLER

[Buraya aldığım ilk altı şiirin yazarı Fatih Önder’dir. Sonraki beş şiir

Osman Killi’ye, daha sonraki beş şiir de Ay Doğan’a aittir. Fatih Önder’in, erkek ile Allah arasındaki en büyük engelin, kadın olduğunu

düşündüğünü biliyorum. Bu bir bakıma doğrudur. Ama cinsellik politikası çağında, yani çağımızda, özellikle doğrudur. Şu an çoğu erkek, kadınları,

olması gerektiği üzere ölçülü bir sevgiyle değil de, taparcasına seviyor (bunlar kendilerini kadına adarlar ve bir kendini tek kadına adamak, bir de kendini genel olarak kadınlara adamak vardır ve ilkinde manevî aşk,

ikincisinde şehevî aşk söz konusudur ve şehvet de nefsin bir âfeti olduğundan ikinci durumda esasında kendini nefsine adama ve onu

taparcasına sevme ve onu razı etme çabası söz konusudur ve diğerindeyse, taparcasına sevilen kadını razı etme çabası söz konusudur

ve tabiatıyla, her iki durumda da Allah rızası unutulmuştur) ve bu, sevgide meşru dairenin sınırını aşmak olduğundan, merhametsizce azap

çekiyorlar; put hâline getirdikleri kadın yönünden yiyorlar darbeyi. Benzer olarak, çocuklarını put hâline getiren, çocukları; cemiyeti put

hâline getiren, cemiyet; parayı put hâline getiren de, para yönünden yer darbeyi. Allah’a karşı hak ihlâlinde bulunmanın sonucudur bu. Burada

mesele şudur: Hiçbir şeyi Allah’ı sevmen gereken derecede sevmeyeceksin, ki bu derece, en yüksek derecedir. Yani Allah’ı en büyük sevgiyle ve her şeyden çok seveceksin. Kendinden bile… Nitekim Allah

kitabında, başkasından geçerek hep O’na gönül verin, diye buyurmuştur. Bu buyruğu tut ve Allah’ın istediği gibi ol. Çünkü seven, sevdiğinin

istediği gibi olur. Nasıl ki, kadını seven kadının istediği gibi, sistemi seven sistemin istediği gibi, cemiyeti seven cemiyetin istediği gibi, nefsini seven de nefsinin istediği gibi oluyor. Peki, nefsinin istediği gibi oldun diyelim,

bu sana ne kazandırır? Hiçbir şey kazandırmaz ve tersine, çok şey kaybettirir. Allah’ın istediği gibi olman durumundaysa, kaybın olmaz ve ayrıca sınırsız kazanımın olur, fakat bunları gözün görmez, çünkü senin

Allah’ın istediği gibi olmaktan beklentin O’nun rızası, dostluğu, sevgisi ve güzelliğinden başka bir şey değildir. Hiç bunlar kadar değerli bir şey biliyor musun? Bununla birlikte dileğim şu ki, buraya aldığım şiirlerin yazarı olan Fatih Önder gibi bir gün ben de ilâhî aşkla şereflenirim ve Allah’ın bizden beklediği üzere, O’nu diğer her şeye tercih edenlerden olurum. Son olarak da şunu söylemek istiyorum: Aşk, zahirde irade dışı gelişen bir olay olsa da, özde, öz ehlinin iyi bildiği gibi, bir dilek işidir.

Neredeyse her şey gibi. Ve burada, şiirlerini kitabıma almama izin verdikleri için şiirlerin sahiplerine teşekkür etmeyi bir borç bilirim.]

175

İlâhî Aşk Senin de benim gibi aşkı aramakla mı geçti hayatın? Aşksız hayat boş mu geliyor sana da bana olduğu gibi? Ama ben çok zaman sonra şunu anladım: Boşunaymış o vefasız kadınlarda aşkı aramak –o kendine âşık olan ve bir başkasına âşık olması olanaksız olanlarda… Peki onların veremeyeceği bir şeyse aşk, kimden alacağız onu? Hiç kimseden mi? Yani o aslında yok mu? O, olup olancası bir yalan mı? Elbette değil. Aşkı, onu beğenip bir hasret olarak kalplerimize koyandan iste. Allah’tan iste. Allah aşktır ve aşk tapmaktır. Allah’tan başkasına âşık olmak, O’ndan başkasına tapmak demek. O izin verir mi hiç buna? Öyleyse bırak başkasına tapmayı da O’na tap. Yani O’na âşık ol. Aşkın tek gerçek hedefi vardır ve o da Allah’tır. Ve O’nun dışında aşkına karşılık verebilecek bir varlık da yoktur. Bunu iyi bil ve bir yanlışın peşinde koşarak ömrünü boşa tüketme. O tertemiz ve kutsal aşkı Allah’a özgüle. Yöneltirsen eğer onu bir yaratılmışa ziyan edersin, alçaltırsın. Ama neylersin ki, Mevlâ’yı bulmak için gerekiyormuş Leyla faslından da geçmek.

176

Dişilere Tapanlar Bir zamanlar bir kız sevmiştim O benim hem cehennemimdi Hem de cennetim Onun cehennemim olmasını şimdi anlayabiliyorum da Peki nasıl olduydu o benim cennetim? O bana yetmişti İstemiyordum başka bir şey Şimdi, yazık sana, diyorum kendime Onunla doyum bulduğum için Doyum bulmak doğru değil Bir yaratılmışla, bir faniyle Ama o kız benden yüz çevirmese Hâlâ onunla yetiniyor olacaktım O beni terk edince, bunalıma girdim Sonra, beni bunalımdan çıkardı Allah Peşinden beni Kendine ulaştırdı Şimdi insanların en mutlusuyum Mevlâ’m düştü benim payıma Ve payım bana fazlasıyla yetiyor Ve bildiğim bir şey varsa o da, Kadının, Allah’a ulaşmayı engelleyen engellerin En büyüğü olduğudur Gerçi aşkı kadınla tanırız Ama bir kez onunla olunca Ona dört elle sarılırız Onunla doyum buluruz Ve bu noktada, biz ve bizim gibiler Yaradan’ın, “Dişilere tapanlar!” hitabına muhatap oluruz Artık ya vazgeçeriz bu zulümden, Ya da yanlışta ısrar eder, zalimlerden oluruz Böylece sevdiğimiz kız, bizim için cehennem olur Ve biz, ona tapmayı bırakmayıp Bu hâl üzere ölürsek Şirk üzere öldüğümüzden Gerçek cehenneme de gireriz Eğer sen, istemiyorsan bu kötü akıbeti Ve biraz da insaflıysan, dön bu yanlıştan Tutkunu Allah’a yönelt Ve aşkla, her zaman Allah’ı an

177

Gerçek Ünsiyet Yalnızsın, Allah’a bulmadığın sürece Yalnızlıktan kurtulursun, Allah’ı bulunca Eğer istersen O’na ulaşmayı O seni Kendisine ulaştıracaktır şüphesiz Sana düşen, Önce Allah’a ulaşmayı dilemek Ve sonra, aramaktır bunun için bir vesile Ve bu vesile, mürşid-i kâmildir en başta Nasıl tanırım onu, dersen Derim ki, ahlâkına bak Eğer Fahr-ı Kâinat Efendimiz gibi Kur’ân onun ahlâkıysa Onun eteğine yapış İntisap et ona Ve onun emrini tut Ve sakın kendisinin yanında benliğe kapılma Böyle yaparsan eğer Zararını sen görürsün Yol uzun, insan zayıf, zaman az Sen treni kaçırmamaya bak Ve diyorsan eğer: “Mürşidin gerçeğini ayıramam sahtesinden” Hacet namazı kıl ve Allah’tan sor mürşidini, derim Aslında, ilk etapta yapılması gereken de budur Eğer bu yol sonuç vermezse Göz aramalı, Ahlâkı Kur’ân olan bir mürşidi Neticede, sen halis bir niyetle Allah’a ulaşmayı dile yeter ki Ve O’na doğru birkaç adım at O, hazırlayacaktır Seni Kendisine ulaştıracak sebepleri Ve Kendisine ulaştırarak Dünyanın en mutlu adamı edecektir seni

178

Günah Bir noktadan öte Yaklaşamam sana Allah’ım Çünkü günahkârım Ama, büyük azizler Aynı zamanda büyük günahkârlardır, derler Öyleyse, günahım Bir yakınlaşma vesilesi mi olacak? Ama, böyle dediğime bakarak Günah işlemeye kalkışmasın hiç kimse Çünkü cehalet içinde işlenen günahtır Yakınlaşmaya vesile olanı sanırım O da, hatanı anlaman Ve tövbe etmen kaydıyla Yoksa, günah ancak Yaradan’dan uzaklaştırır insanı Öyleyse yanılmış, Günah insanı Tanrı’ya yaklaştırır, diyen şair Çünkü günah, İnsanı Tanrı’ya yaklaştırmaz, O’ndan uzaklaştırır Ve hattâ koparır

179

Razı Olmam Allah hakikattir, hakikat Allah… İyi ki hakikatsin Allah’ım, İyi ki varsın ve birsin Biliyorum, farkındasın İç dünyamda olanın bitenin Böylece, Senden başkasını Hatırımda tutmamaya yönelik Gayretimden habersiz değilsin Ama bazen, başka şeylere kayıyor düşüncem Bunu fark edince Rahatsızlık duyuyorum Suç işlemiş gibi hissediyorum kendimi Ki suçtur bu, bilene İstemiyorum meşgul olmak Senden başka bir şeyle Senden başka her şeyden Senin için vazgeçen Ahmed’in Ümmetinden olmakla gurur duyuyorum Yakın olmak istiyorum sana Ama geçmişim cesaretimi kırıyor Biliyorsun, günahkârım Hem de günahkârların büyüklerinden Ama buna rağmen umutluyum Çünkü, Senin rahmetinin büyüklüğü Daha büyük günahımdan Senden gayrısı beni razı etmez Allah’ım Çünkü elçin Ahmed’i örnek alıyorum Kâinatı hatırına yarattığın Ahmed’i Selâm olsun Ahmed’e Hamd olsun âlemlerin Rabbine

180

Ada Kendini Allah’a Allah her şeyi senin için yarattı Seni de Kendisi İçin… Böyleyken niye, Allah için değil de Başkaları için olmaya çalışıyorsun? Bu başkaları sevmez seni, Sana vefa göstermez Önce kullanır seni, sonra da kaldırıp atarlar Fakat Allah böyle yapmaz Seven ve vefa gösterendir O O’nun için olursan, O da senin için olur Ama eğer Allah’tan başkasını tercih edersen Gün gelir, pişmanlığın büyük olur Üstelik telâfi de edemezsin hatanı Ahmaklığına yanarsın Cehenneme girmesen de Oradaymışçasına acı çekersin Oradaymışçasına inlersin Öyleyse hemen tercihini düzelt Kendini Allah’a ada Cennette O’nun cemalini görmek için yan dünyada Ve başka hiçbir şey için de yanma

181

Üstünlük Takvada Üstünlük zenginlik ile değildir, ey gafil! Ve ne de makam, ün veya tahsil iledir Bu ölçütlerin hiçbiri asıl değildir İyi bil ki, takvadır asıl üstünlük ölçütü Ve takva, sakınmaktır, günahın büyüğünden de küçüğünden de Üstünlük istiyorsan, giyin takva elbisesini Ama üstünlüğü gaye yapmaya da kalkışma Senin gayen, Hakk’ın rızası olsun Sen O’nu razı ettikten sonra Üstünlük gelir nasıl olsa Ama şunu da bil ki, bu yolda yakışık almaz Getiri-götürü hesabı yapmak Elbette muradın müşahede ehlinden olmaksa Müşahede ehlinin arzusu Allah’tır Korku ve ümit ehli ise cenneti ister Seçimini yap, seçimin çapını ortaya koyacak Ama şaşarım, Allah’ı bilip de O’nu istemeyene Bence Allah’ı istemeyen, O’nu bilmeyendir Öyleyse dünyayı isteyen gibi, Cenneti isteyen de O’nu bilmiyordur aslında Ve düşünülemezse, Allah’ı bilip de O’nu istememek Demek ki bir yanda Allah ehli var, Bir yanda da ehl-i gaflet

182

Gel Davasızlığa Kendini hayırlı bilir, Kötü bilirsin başkalarını Ve her şeyinle övünür, haklı bulursun Her söylediğini, her yaptığını Ama şunu fark etmezsin: Başkaları da aynısını yapıyor Öyleyse, ya herkes iyi, ya herkes kötü Ama doğru değil her ikisi de Ne herkes iyidir, ne herkes kötü Kötüler de var, iyiler de dünyada Ve iyiler, kötü olduklarını anlayanlar arasından çıkar Bunlar, nefsi tanımış, bilmişlerdir Onun kötülüğü emrettiğini Ve dahi bilmişlerdir: O kime hâkimse, o iyi olamaz Sonra savaş açıp nefislerine, kazanmışlardır bu savaşı, İyiliksever ruha boyun eğdirmişlerdir onu, İyi olmuşlardır böylece Sen de onlar gibi ol Nefsin hâkim olduğu kişi iyi olamaz, sırrını iyi anla Nefis, sana da hâkim Öyleyse sen de kötüsün Ve iyi olmak istiyorsan Savaş nefsinle, iyiliksever ruha boyun eğdir onu Ondan sonra iyilik dava et Ama bir gün nefsi yenenlerden olursan Davasızlığın olgunluk olduğunu anlar Kaçınırsın iyilik dava etmekten Ve dahi iddianın her çeşidinden

183

İhlâs Özlü bir biçimde Anlatmak istiyorum sana ihlâsı İhlâs odur ki, yürekten dersin: Allah benden razı olmadıktan sonra Cenneti bile istemem Yine yürekten dersin: Allah benden razı olsun da tek Yerim cehennem olsun Budur işte ihlâs Hâlâ istiyor musun onu? Korkma, iste Büyük bir şey istemek dersen İşte budur Ünlü bir insan olmayı Veya zengin olmayı istemek değil

184

Haşr Kuru toprak Üzerinde hiçbir şey yok, ölü Sonra geliyor su Karışıyor ona Ve kendisine hayat oluyor Üzerinde ürünler bitiyor toprağın Bu ürünler, onun yavrularıdır Ve o da, toprak anadır Yavrulayan bir şeyse Ölü olamaz Tanrı, su ile toprağı diriltti Ve canı da, insana su yaptı Can, insanın toprağına karışır Ve insan söz, eylem doğurur İnsan, bu söz ve eylemlerin anasıdır Tıpkı toprağın Ürünlerin anası olması gibi Her bahar şahit oluyoruz Ölü toprağın su ile yeniden diriltilmesine Demek ki insan da Öldükten sonra yeniden diriltilecek Delildir, Tanrı’nın toprağı diriltmesi İnsanı da ölümünden sonra dirilteceğine

185

Kendini Bilmek İstedin kendini bilmeyi, baktın kendine Ve gördün ki, sen sanatlı bir varlıksın Yani bir esersin Ve sen bir esersen Bir de senin ustan var Senin ustansa Tanrı’dır Böylece kendini bir eser, Tanrı’yı bir usta olarak bildin Bu şekilde, kendini bilmekle Rabbini bilmiş oldun Sonra öğrendin ki ilâhî kelâmdan Tanrı seni kulluk için yaratmış Böylece özünün kulluk olduğunu anladın Ve kul oldun, kendin oldun Evet, kul olmaktır kendin olmak Anladın mı şimdi “kendini bilme”nin, “Kendini bilen Rabbini bilir”in ve “kendin olma”nın anlamını?

186

İlk Sebep Her varlık sonuçsa Ve yoksa, Sonuç verme olayından önce Ortada bir şey Nasıl gerçekleşecek Sonuç verme olayı? Gerçekleşmeyecek Çünkü ortada bir şey yok ki Sonuç versin Böylece hiçlik hâkim olacaktı Ama iş böyle değil Ortada bir şeyler var Demek ki Her varlık sonuç değil Sonuç olmayan bir varlık var Ve o, Sonuç olan varlıkların sebebi, Sebebi olmayan İlk Sebep

187

Gerçek Hürriyet Sanır mısın ki, Allah’ı inkâr etmekle hür olacaksın Hür o kimsedir ki, teslim olur Allah’a Ve kurtulur O’nun dışındaki her şeyin bendeliğinden Ve kişi bunu yapıp anladığında Gerçek hürriyetin Allah’a kullukta olduğunu Yazıklanır, başkalarına kullukla geçen yıllarına Oysa o zamanlar, kontrol kendinde sanırdı Şimdi anladı ki bu bir yanılgıymış Ve iman etmeden insan bunu anlayamazmış

188

Bir Dervişin Hikâyesi Doğum yoluyla geldim dünyaya Herkes gibi Kendimin ve çevremin Farkına vardığımda Her şeyi güzel buldum Ama sonra Durum değişti yavaş yavaş Bilgim arttı Karşılıksız aşkı tanıdım, Hüsranları, başarısızlıkları… Bu, bir bakıma Hayatın sillesini yemekti Sonra sordum kendime: Niye doğdum ki? Bazılarının dediği gibi, Zevkler tatmak için mi? Yoksa, aklımın dediği üzere: Çile çekmek ve ölmek için mi? Eğer bu sonuncusu için doğduysam Ben bir felâketzedeydim Ama sonra, Birçok değişik şey geçti başımdan Harikalar da vardı bunların içinde Ve nihayet Rabbime kavuştum dünya hayatında Her şey yeniden güzelleşti Ve anladım ki, Yaşadığım tüm kötü şeylerin Sorumlusu benmişim aslında Rabbime bazı yanlışlar yapmıştım Bunun cezasını tatmıştım O’nunla ilişkim düzelince, Zulmü ve nankörlüğü bırakınca O da üzerime ceza kamçısı yağdırmayı bıraktı Şimdi biliyorum ki, Allah tüm kulları için En iyisini ister Ve böyle inanmayanın İmanının tam olmadığını Düşünenler bile var

189

Sınanmak başka, Artık emniyette hissediyorum kendimi Gel sen de düzelt Allah’la aranı İşlerin yoluna girsin, emniyete kavuş Yüzün gülsün, mutlu ol Başka türlü de mutluluk yoktur zaten Ne derse desin dünyaperestler Hayat felsefeleri doğru olsaydı onların Mutlu olurlardı Çünkü bu konuda ölçü budur İşte mutlu değiller Demek ki, hayat felsefeleri hatalı Bizim hayat felsefemizse doğru Çünkü mutluyuz Ama mutlulukçu da değiliz Bizim için önce Allah gelir O bizden razı olduktan sonra Acı çeksek de olur Ama O rahmandır Razı olduğu kuluna acı çektirmez Değil mi ki Dalâlettekileri bile Hep acı içinde tutmuyor

190

Hep Daha İyiye Dinden önce Hayat hep daha kötüye doğru gider sanırdım Dinden sonra anladım ki Hep daha iyiye doğru gider hayat Ama aslında Dinden önce Gerçekten de hayat hep daha kötüye doğru gidiyordu Çünkü cehennemeydi gidiş Dinden sonraysa Gerçekten hep daha iyiye doğru gidiyordur hayat Çünkü gidiş cennetedir Ama daha iyisi, Allah’adır gidiş Söyler misin: Var mı Gidilecek bundan daha güzel bir son nokta?

191

Sen Neyin Ehlindensin? Dünya ehli, ehl-i ukba, Allah ehli Ayrı ayrı hüsranları, sevinçleri Dünya ehlinin sevinci, elde etmek dünyayı Hüsranıysa, dünyayı elinden kaçırmak Ehl-i ukbanın sevinciyse, elde etmek cenneti Hüsranıysa, kaçırmak cenneti elinden Allah ehlinin hüsranı Allah’ı kaybetmekte Sevinci, razı etmekte Allah’ı, vuslatta Allah’a Senin sevincin, hüsranın bunlardan hangisinde? Belirleyecek cevabın, sen neyin ehlindensin

192

MEVLÂNA’DAN İKİ ŞİİR

193

Dediklerinin Hepsi Yalan! “Aşk padişahı vefasızdır” diyorlar. Bu söz yalandır. “Senin çektiğin ıstıraplar bitmez, senin keder gecenin sabahı yoktur. Sen gündüzü göremezsin” diyorlar, bu söz de yalan! Aşktan anlamayanlar diyorlar ki: “Aşk için ne diye kendini öldürüyorsun? Beden yok olduktan sonra hayat ve aşk da yok olur, gider.” Bu görüşler de yalan! “Aşk yüzünden gözyaşı dökmen anlamsız, gözünü kapayınca (ölüp gidince), artık sevgiliyi görmek, buluşmak imkânsızdır” diyorlar. Böyle sözler de yalan! Diyorlar ki: “Zaman geçip gitti. Biz de zamanımızı doldurduk. Yaşamımız bitti. Biz ölünce bizim canımız, ötelere gitmez ki!” Bu söz de yalan! Doğru yolu tutmayanlar, aşk yolunda yürümeyenler diyorlar ki: “Kulun Hakk’a varmasına imkân yoktur!” Bu görüş de yalan! Diyorlar ki: “Kula, gönül sırrını açmazlar, lütfedip kulu gönüllere almazlar, yukarılara çıkarmazlar.” Bu düşünce de yalan! “Balçıktan yaratılmış olan insanın, gökyüzünde bulunanlarla, gök ehli ile dostluk kurmasına imkân yoktur” diyorlar. Bu sözler de yalan! Diyorlar ki: “İnsanın tertemiz ruhu, şu topraktan yapılmış olan yuvadan, aşk kanatlarını açıp da havalanmaz, ötelere gidemez.” Bu söz de yalan!

194

Aşk Devleti Ey dünyada gönüller açan, gönüller kazanan aşk devleti! Ey “Allah dilediğini yapar” âyetinin sırına mazhar olan aşk ikbali! Ey aşkın cevrinde, cefasında gizlenen safa ve vefa! Aşk devleti ne de hoş, ne de güzel! Ey candan da daha can olan aşk yüzü, aşk didarı! Ey candan da, yüksek mevkiden de üstün olan aşk devleti! İhlâstan da, gösterişten de kurtuldum da şunu anladım ki: İhlâsın da, gösterişin de canı aşk devletiymiş. Eğer güneş dönüp dolaşırsa, bu onun güçsüz olduğundan, ayrı düştüğünden değildir. Aşk devleti yerden yere konup göçmektedir. Halk her işte “Sonu hayır olsun” der. Bizim sonumuz aşk devletidir. Ben sustum, ağzımı kapadım. Çünkü aşk devleti Allah’a gönül vermiş kişilerin gönüllerinde kanat açtı. Dua zenbil gibidir. Bu varlık, bu devlet ise Mekke dağlarında el açıp yalvaran Halil İbrahim’dir. Fakat aşk devleti duaya bile çıkmaz. Aşk birliktir. Burada iki yok, ya sen varsın, ya aşk, ya da aşk devleti var.

195

BİRKAÇ RUBAİ

196

1. Borçluyuz Allah’a, bunu inkâr etmeyiz Hatırladıkça günahlarımızı, ağlar, inleriz Rabbimiz merhametli olmasaydı ne olurdu acep hâlimiz Üstün gelse keşke korkumuza, kalbimizde sevgimiz 2. Kadını kurtarıp erkeğin boyunduruğundan Kendi boyundurukları altına aldılar Ona âmir olup, onu erkeğe âmir yaptılar Ve şimdi erkekler bunun ıstırabındalar 3. Kadınla erkekten, ille itaat edecek biri Biri diğerine etmezse itaat, boğuşur dururlar Ve hak olanı, kadının itaat etmesi Ama itaat etmemeye yeminli sanki, modern kadınlar 4. Kral yönetmeyecekmiş halkı Halk, kendi kendini yönetecekmiş Tanrı yönetmedikten sonra, kim yönetse aynı İstemelisin öyleyse kul isen, Tanrı’nın hükümranlığını 5. Öfke, nefret, saygısızlıkta çok cömertler Sevgi, saygı, merhamette ise çok cimriler Yasaklamışlar kendilerine iyilik yapmayı “İyilikten maraz doğar, onu es geç” derler 6. Gidelim buralardan, ama nereye Buradan daha güzel bir yerlere Yarle olalı, cennet oldu buralar Gidecek cennetten daha güzel bir yer mi var?

197