dergi 8. sınıf müzik

33
0

Upload: okutman

Post on 08-Jun-2015

4.809 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Dergi 8. Sınıf müzik

0

Page 2: Dergi 8. Sınıf müzik

0

Page 3: Dergi 8. Sınıf müzik

İçindekiler

Atatürk’ün Sanata ve Sanatçıya Verdiği Önem………3

Oğuzoğulları………………………………………………….7

Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk Döneminde Kültür Ve Sanat Anlayışı…………………………………………………………8

Atatürk ve Müzik……………………………………………19

Atatürk, Sanat, Sanatçı ve Resim………………………..22

0

Page 4: Dergi 8. Sınıf müzik

Bir milleti meydana getiren unsurların başında, dil, tarih ve kültür birliği gelmektedir. Bu unsurlar içerisinde en önemli yeri kültür tutmaktadır. Kültür bir milletin geçmişi ile geleceği arasında köprü olan, geçmişten getirdiği birikimleri geleceğe aktaran bir unsur olması bakımından da ayrıca önemlidir. Kültür kavramı ile yüzlerce tarif yapılmaktadır. Bunlar içerisinde kültürün en genel tarifi "Bir milletin bütün hayatını ilgilendiren her şeydir." İşte bu her şey içerisinde sanat ilk sıralarda yer alır.

Lider olmak bir sözüyle veya bir işaretiyle kitleleri peşinden sürüklemek, çok büyük zaferlere imza atmak her insana mahsus bir durum değildir. Mustafa Kemal Atatürk, yok olmak üzere olan bir ulusu yeniden şaha kaldırarak, ona gerçek kimlik ve kişiliğini kazandırması bakımından tarihin yetiştirdiği en büyük liderler arasında ilk sırayı alır.

Atatürk'ü bir çok yönüyle tanıtan, onun hayat anlayışı, liderliği. devlet adamlığı üzerinde duran yüzlerce eser kaleme alınmıştır. Bu eserlerin hemen tamamında Atatürk, çeşitli yönlerden değerlendirilirken onun sanat anlayışı üzerinde de durulur.

Atatürk ve sanat ilişkisini daha iyi değerlendirebilmemiz için, önderin yaşamından,  konuyla ilgili anekdotların anımsanması gerekir. Dergimizin bu

sayısı da Atatürk’ün Sanata ve Sanatçıya Verdiği Önemi içeriyor..

1

Page 5: Dergi 8. Sınıf müzik

ATATÜRK’ÜN SANATA VE SANATÇIYA VERDİĞİ ÖNEM

Atatürk, sanatı seven, sanatçılara değer veren ve onları destekleyen bir devlet adamıdır. Çocukluğundan itibaren sanata ilgi duymuş ve sanatın bazı dallarıyla çok yakından ilgilenmiştir. Gençliğinde şiir ve edebiyata yakınlık duymuş, Namık Kemal'in şiirlerini okumuş ve ondan etkilenmiştir.

Atatürk'ün kaleme aldığı ve 1927 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinde okuduğu "Nutuk" adlı eseri, Atatürk'ün en büyük edebî eseridir. Yazmış olduğu "Oğuz Oğulları" adlı şiir de Atatürk'ün şiir konusundaki yeteneğini sergileyen ve her Türk'ün okuması gereken bir eserdir.

Atatürk, şiir ve edebiyat dışında müziğe de büyük bir ilgi duymuştur. Şarkı ve türküleri dinlemekten büyük bir zevk alan Atatürk, zaman zaman okunan şarkılara eşlik etmiş, oynanan halk oyunlarına katılmıştır. Bazı Rumeli türküleri, onun sesinden notalara dökülmüş ve müzik repertuarımızda yer almıştır.

Atatürk, askerî ataşe olarak Sofya'da görevli bulunduğu dönemde çok sesli müziğe ilgi duymaya başlamıştır. Klâsik müzik konserlerine ve operalara giderek bu müzik türlerini tanıma fırsatı bulmuştur. Cumhuriyetin ilânından sonra, ülkemizde bu müzik türlerinin sevilmesini ve müzik kültürümüzde yer almasını sağlamak amacıyla yapılan çalışmalara önderlik etmiştir. Ülkemizde müzik sanatının gelişmesi için bütün olanaktan kullanmıştır.

Atatürk'ün zamanında yapılmış bazı binaların güzelliği, ülkemizdeki çağdaşlaşma hareketini ifade edebilecek nitelik taşımaktadır. Ayrıca mimarî eserlerin korunmasına verdiği önem de Atatürk'ün mimarîye olan ilgisinin önemli kanıtlarındandır.

Atatürk'ün, tiyatro, bale, edebiyat, heykeltıraşlık, mimarî, resim, müzik gibi sanat dallarıyla ve sanatçılarla ilgilenmesi, onları desteklemesi Atatürk'ün sanatla çok yakın bir ilişki içinde olduğunun göstergesidir.

Atatürk,sanatla ilgili düşüncelerini,Türkiye Büyük Millet eclisindeki  konuşmalarında, Çankaya Köşkünde sanatçılarla yaptığı sohbet ve tartışmalarda belirtmiştir. Atatürk'ün bu konuşma ve tartışmalarda dile getirdiği sanatla ilgili düşünceleri, Türk halkına ileti niteliği de taşımaktadır.

2

Page 6: Dergi 8. Sınıf müzik

Atatürk, sanatın tanımını şu sözlerle açıklamıştır:

"Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu anlatım sözle olursa şiir, ezgi ile olursa müzik, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık olur."

Sanatın, bir toplumun ilerlemesindeki öneminin ve vazgeçilmezliğinin bilincinde olan Atatürk, bu düşüncesini şu sözlerle ifade ediliştir: "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir," "Bir millet sanata önem vermedikçe büyük bir felâkete mahkûmdur," "Dünyada medenî, ileri ve gelişmiş olmak isteyen herhangi bir millet, mutlaka heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir." Atatürk'ün bu sözleri, sanalla ilgili temel düşüncelerini ifade etmesi bakımından önemlidir.

Atatürk'ün sanatçılarla ilgili düşüncelerini ifade ettiği sözleri ise şunlardır:

"Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve uğraşlardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır." "Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız."

Büyük bir sanatsever olan Atatürk'ün gönlünde, müziğin ayrı bir yeri vardı. Bu nedenle millî kültürümüzde önemli bir yer tutan güzel sanatlar içinde müziğe ayrı bir önem vermiştir.

Müziğin önemiyle ilgili düşüncelerini, şu sözleriyle ifade etmiştir:

"Hayatta müzik gerekli değildir. Çünkü hayat müziktir. Müzik ile ilgisi olmayan varlıklar, insan değildirler. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise müzik mutlaka vardır. Müziksiz hayat zaten mevcut değildir: Müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir."

Yapılacak inkılâpların başarıya ulaşmasına, müzik alanındaki gelişmeleri ölçü gösteren Atatürk, bu konudaki düşüncelerini şu sözleriyle ifade etmiştir:

"Osmanlı müziği, Türkiye Cumhuriyeti'ndeki büyük devrimleri söyleyecek güçte değildir. Bize yeni müzik gereklidir. Bu müzik, özünü halk müziğinden alan çok sesli bir müzik olacaktır."

"Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir."

3

Page 7: Dergi 8. Sınıf müzik

Atatürk, müziğin önemle ve öncelikle, modern müzik (çok seslilik) kuralları içinde ele alınmasını istemiştir. Bu konuyla ilgili düşüncelerini şu sözleriyle ifade etmiştir:

"Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir."

Atatürk, Türk müziğinin evrensel müzikteki yerini bir an önce alması amacıyla yapılan çalışmalara önderlik etmiştir. Müzik eğitimi görmeleri için çok sayıda öğrenciyi Avrupa'ya göndermiştir. Ankara'da Musiki Muallim Mektebi ile İstanbul'da Sanayi-i Nefise mekteplerinin açılmasını sağlamıştır.

Bu konudaki düşüncelerini de şu sözleriyle ifade etmiştir:

"Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak bu sayede Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir."

4

Page 8: Dergi 8. Sınıf müzik

"Güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini

istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bunda en çabuk, en önde

götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde

ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir."

5

Page 9: Dergi 8. Sınıf müzik

OĞUZOĞULLARI

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır

Tuna ezelden Türk diyarıdır.

Bilinen tarihler söylememiş bunu

Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,

Dinleyin sesini doğan tarihin,

Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak

Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.

Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,

Avrupa'nın Alplerinde Oğuz torunları

Doğudan çıkan biz, Batıdan yine biz

Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz

Türk sadece bir milletin adı değil,

Türk, bütün adamların birliğidir.

Ey birbirine diş bileyen yığınlar,

Ey yığın yığın insan gafletleri!

Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,

Dünya o zaman görecek hakikat nerede,

Hakikat nerede?

Mustafa Kemal ATATÜRK

6

Page 10: Dergi 8. Sınıf müzik

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ATATÜRK DÖNEMİNDE KÜLTÜR VE SANAT ANLAYIŞI

Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı izleyen yıllardan itibaren Atatürk'ün çabalarıyla gerçekleştirilen geniş kapsamlı reformlar "Atatürk Devrimleri" diye adlandırılır. Her alanda yapılan bu devrimler bir bütündür. Bu bütünlük Atatürk'ün dünya görüşüne, bilim, uygar-lık, kültür ve sanat anlayışına dayanır. Kültür ve sanat alanındaki gelişmeler izlenirken "bütünlük" ilkesinin göz önünde bulundurulması gereklidir. Devrim, hemen hemen her alanı etkilemiş, kendi amacı doğrultusuna çekmiş, onları yeni bir dünya görüşüyle canlan-dırmıştır.

Atatürk dönemindeki tüm yeni oluşumlarda Atatürk'ün başlatıcı, yönlendirici, hızlan-dırıcı varlığı ve gelişimi kıvançla izleyen keskin bakışı görülür. Yine de her sanat dalında devrimci gelişim, kendi ileri hattında sürdürülmekte; bazen biri ötekinden daha çok çaba, özveri, süre getirmekte, dolayısıyla o kesimde devrimin amacı ve tutumu daha açık belir-mektedir.

Cumhuriyet'in ilanından sonra devrimlerin uygulanabilmesi için, saltanat ve hilafetin etkilerinin silinmesi de gerekmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkelerinden biri olan halkçılık ve bunun doğal sonucu olan ulusal egemenlik, kültür ve sanat politikasının karak-terini oluşturuyordu. Bu politikanın ülkenin her yerinde herkese uygulanan bir program ol-ması hedeflenmişti. Bu kültürün yaygınlaşmasındaki en önemli mücadele alanlarından başlıcası eğitim alanıydı. Bu amaca hizmet için öncelikle Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğreti-min Birleştirilmesi Kanunu) çıkarılmıştır. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, öğ-retim ve eğitimin birliğini sağlamış ve bunun yanı sıra medreselerin de kaldırılması gerek-miştir. Kültür alanındaki gelişmelere hız kazandıran önemli bir inkılâp hareketi Arap harf-lerinin yerine yeni Türk harflerinin kabulüdür.

Atatürk'ün tarih ve dil alanındaki çalışmaları kültür alanında son derece önemli etki-ler yapmıştır. Güzel Sanatların tüm kollarında oluşan gelişmeler incelendiğinde, Cumhuri-yet dönemindeki başarılı çalışmalar açıkça belirir. Devlet desteğinin güzel sanatların geli-şimindeki olumlu sonuçları görülür. Güzel Sanatlarla ilgili olarak Atatürk tarafından ifade edilen sözler, Atatürk devrimlerinin bu alana yansımasına ilişkin son derece önemli sapta-maları aktaran birincil kaynaklar olduklarından, bunların başlıcalarına burada yer vermek gerekmektedir:

"Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur."

"Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa şiir, nağme ile olursa musiki, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık olur."

"Bir millet sanattan sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz."

"Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete mahkumdur."

"Sanatkâr, cemiyette uzun ceht (aşırı çalışma) ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır." (1923 Adana)

 

Resim Sanatı Alanındaki Gelişmeler

Cumhuriyet döneminde, resim alanında hızla oluşan gelişmeleri şöyle özetleyebiliriz: Türkiye'de resim Tanzimat'tan beri yapılmaktaydı. Ancak ne ressamlar, ne de onların eserleri tanınmaktaydı. Bunun nedenleri arasında, bu resimlerin sergileneceği sergi salon-larının olmayışı, müzelerin bulunmayışı ve sanat eserlerinin eleştirisini yapacak eleştir-menlerin yetiştirilmeyişi sayılabilir. Cumhuriyet'in ilânından sonra özellikle Cumhuriyet'in Onuncu Yıldönümü kutlamalarıyla beraber bu konularla ilgili yoğun çalışmalar başlatılmış-tır. Plastik sanatlar alanında önemli düzenlemeler yapılmıştır.

Bu çalışmalar sonucunda sanatçılar , hayal dünyalarının sınırlarını zorlamışlar, toplu-mu tanımaya çalışmış, tabiatı ve gerçekleri görmüşlerdir. Resimlerinin konularını Anado-lu'dan, Anadolu insanından, güçleri ölçüsünde tuvallerine aktarmaya çalışmışlardır.

Milli mücadelenin tarihçesini, devrimleri anlatan resimler yaparak, inkılâba hizmet etmişlerdir. Yıllık Plastik Sanatlar Sergileri kurulmuş, en güzel eserlerin devletçe satın alın-

7

Page 11: Dergi 8. Sınıf müzik

ması sağlanmıştır. Alınan bu eserler devlet binalarına asılmıştır. Böylece, sanatçı hem maddî hem de manevî açılardan desteklenmiştir.

Aslında Türk sanatı, minyatür geleneğiyle resmi çoktan tanımıştı. Ondokuzuncu yüz-yılın ilk yarısından itibaren Türk resim sanatı, üç boyutlu yağlıboya resme doğru uzanan bir çizgide ilerlemeye başlamıştır. "Türk Primitleri" diye de anılan ve Enderunlu amatörler-den oluşan ilk kuşağın ardından, Natüralist üslûbu benimsemiş ressamlar kuşağı gelir. Bir-çoğu asker kökenlidir. Bu grup, Türkiye'de geleneği olmayan bir sanat türünün kurucusu-dur. 1883'de Sanayi-i Nefise Mektebi'nin açılması, 1910'da Avrupa sınavlarının başlatılma-sı, 1914'de "Çallı Kuşağı" olarak da anılan Empresyonist üslûpla çalışan kuşağın ardından "Osmanlı Ressamlar Cemiyeti" olarak 1908'de kurulan, 1921'de "Türk Ressamlar Cemiye-ti",1926'da "Türk Sanayi-i Nefise Birliği" ve "Güzel Sanatlar Birliği" adını alan grup, mo-dern sanat akımların temel taşları olarak sanat tarihindeki yerlerini alırlar. Eğitim için Al-manya'ya gidip, geri dönen gençlerin oluşturdukları "Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği" 1928'de kurulmuş olup, çeşitli eğilimleri içinde barındırmıştır. Bu eğilimler arasında Realizm, Ekspresyonizm ve Kübizm sayılabilir. Bu çalışmalar birkaç yıl sürmüştür. 1933'de "D Grubu"nun kurulmasıyla modern sanatın çağa uygun üslûpları da Türk resim sanatının perspektifinden yansımaya başlamış ve özgün arayışlar hız kazanmıştır. Bu noktada Ata-türk'ün şu sözleri son derece anlamlıdır:

"Efendiler! millet, milletin rûh-ı sanat'-ı musiki'si, edebiyat'ı ve bütün bediîyât'ı bu kudsî cidalin ilâhi terânelerini müebbed bir vatan aşkı'nın vecitleriyle daima terennüm et-melidir."

"Efendiler... Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reiscicumhur olabi-lirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız."

".......İnsanlar mütekâmil olmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapa-maz, bir millet ki heykel yapamaz...... İtiraf etmeliyim ki o milletin tarîk-i terakkide yeri yoktur."

Heykel Sanatı Alanındaki Gelişmeler

Türk sanatında heykel geleneği balbal adı verilen mezar heykellerine kadar uzanır. İslâmla birlikte soyutlayıcı bir anlayış benimsenmiştir. Osmanlı döneminde saray ve seçkin bir çevreyle sınırlı kalmış olan heykel zevki, soylu ayrıcalığını aşamamıştır. Batılılaşma, sa-nat zevkini de derinden etkilemiş, Türk toplumuna ve İslâm inanışına aykırı sanatların ba-şında gelen heykele ilgi duyulmaya başlanmıştır. 1871'de C.F. Fuller, Sultan Abdülaziz'in heykelini yapmış ve saray bahçesi dökme hayvan heykelleri ile bezenmiştir. 2 Mart 1883'de Sanayi-i Nefise mektebinde Heykel Bölümü açılmış, 1891'de Mehmet İhsan yurt-dışına heykel eğitimi için gönderilmiştir. 1914-1918 yılları arasında dikilen ilk anıt, Sultan Osman anıtı olmuştur. 1926'da Heinrich Krippel, 1927'de Pietro Canonica yurdumuza ge-lerek, heykel sanatını yönlendirmişlerdir. Cumhuriyet'in ilk birkaç yılında, heykel konusun-da anılmaya değer bir çalışma görülmez. Anıt konusu hep tartışma malzemesi olmuştur. İlk yapılan heykel ve anıtların inkılâba hizmet etmediği, milli duyguları iyi anlatamadığı görülür. Aynı toprak parçasını, aynı tarihi, aynı ülküyü paylaşmayan ve gelecekte de pay-laşmayı düşünmeyen insanların milli mücadele ve inkılâp ruhunu yansıtamayacağı sonu-cuna varılır. Bu nedenle başarısız da olsa, güçleri ölçüsünde abide ve heykellerin Türk sa-natçılara ısmarlanması ve bu yolla sanatçıların maddî ve manevî anlamda desteklenmesi kararlaştırılır.

22 Ocak 1923'te Bursa Şark Sineması'ndaki toplantıda Mustafa Kemal'e de bu konu-daki düşüncesi sorulmuştur. Cevabı heykel sanatının Türkiye'deki geleceği bakımından önemlidir. Bu cevap şöyledir:

8

Page 12: Dergi 8. Sınıf müzik

"Âbidât'tan bahseden arkadaşımızın maksadı heykel olsa gerekir. Dünyada mütemeddin, müterakkî ve mütekâmil olmak isteyen herhangi bir millet behemahal heykel yapacak ve heykeltraş yetiştirecektir. Âbidât'ın şuraya buraya hâtırat-ı tarihiye olarak rekzinin muga-yir-i din olduğunu iddia edenler, ahkâm-ı şer'iyeyi lâyıkıyla tetebbu ve tetkik etmemiş olanlardır. Cenâb-ı Peygamberin din-i İslâm tesisinden bu ana kadar bin üçyüz bu kadar sene geçmiştir. Hazret-i Peygamber'in evâmir-i ilâhiyeyi tebilği esanadında muhatapları-nın kalb ve vicdanında putlar vardı. Bu insanları tarîk-ı Hakk'a davet için evvelâ o taş par-çalarını atmak ve bunları ceplerinden ve kalblerinden çıkarmak mecburiyetinde idi. Haka-yık-ı İslâmiye tamamiyle anlaşıldıktan ve hasıl olan kanaat-i vicdaniye kuvvetli hâdisât ile de teeyyüd ettikten sonra birtakım münevver insanlar'ın böyle taş parçalarına taabbüdü-nü farz ve zan etmek âlem-i İslâm'ı tahkir etmek demektir. Münevver ve dindar olan mille-timiz, terakkinin esbabı'ndan biri olan heykeltraşlığı âzamî derecede ilerletecek ve mem-leketimizin her köşesi ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlâtlarımızın hâtıralarını güzel heykeller'le dünyaya ilân edecektir. Bu işe çoktan başlanmıştır. Meselâ Sivas'tan Er-zurum'a giderken yol üzerinde güzel bir heykele tesâdüf edersiniz... İnsanlar mütekâmil olmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin icab ettirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin tarik-i terakkide yeri yoktur. Halbuki bizim milletimiz, evsaf-ı hakikisiyle mütemeddin ve müterakki olmaya lâyık'tır ve olacaktır."

Kenan Yontunç'un heykel ve abideler konusundaki Atatürk ile ilgili bir anısı şöyledir:

"... 1928 Eylül ayındaki evlenme törenimde Atatürk de bulunmuştu. Bir ara Maarif Vekili Mustafa Necati Bey: 'Paşam, heykeltraş Canonica'ya bütün vilâyetlerimiz için hey-kelinizi yaptıracağız. Bir anlaşmaya varıyoruz' dedi. Söz istedim: 'Paşam, izin verirseniz arzedeyim. Timur'un, Cengiz'in heykelleri yapılmadı. Namları da unutulmuş değildir. Sizin asker dehânız yanında büyük inkılâpçılığınız gelir. İzin verirseniz, sizin heykellerinizi, biz, Türk sanatçıları yapalım. Güzel Sanatların bu dalında bir çok yeniyiz, henüz yetişmedik. İlerde yetişecekler, içlerinden gelecek sevgi ve sizi ebedîleştireceklerdir. Meselâ bizim ediplerimiz, şairlerimiz zayıftır diye bu büyük hamâset destanını D'Annunzio'ya mı yazdı-ralım?' dedim. Ben konuşurken kayınpederim Kâzım Paşa dahil, herkes, Atatürk'ün kızaca-ğından korkarak ondan uzaklaşmıştı. Atatürk, Maarif Vekili'ne: 'Çocuk doğru söylüyor Ne-cati Bey! Bu işi durdurun, bizimkiler yapsınlar' dedi."

 

9

Page 13: Dergi 8. Sınıf müzik

"Güzel sanatlara da alakanızı yeniden canlandırmak isterim. Ankara'da bir Konservatuar

ve Temsil Akademisi kurulmakta olmasını zikretmek, benim için bir hazdır. Güzel

Sanatların her şubesi için Kamutay'ın göstereceği alaka ve emek, milletin insani ve medeni

hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için çok etkilidir."

Müzik Sanatı Alanındaki Gelişmeler

"Klasik Türk Müziği" veya "Türk Sanat Müziği" diye adlandırılan geleneksel Türk mü-ziğinin kökenleri, hemen hemen bütün Osmanlı kurumları ve sanat üslûplarının tersine, Selçuklulardan ve Anadolu beyliklerinden değil, Abbasi, Celayirli ve Timurlu saraylarında-dır. Müzikologlar özellikle Ortadoğu ülkeleri müziklerini İslâm müziği olarak adlandırmak-tadırlar. Cumhuriyet'in kuruluşu ile birlikte, Batı kültür çevresine girme, çağdaşlaşma yo-lunda ciddi adımlar atılmıştır. Ulusal kimlik edinme çalışmaları sürerken, Batı müziği ile beraber yeni ürünler elde edilmeye çalışılmıştır. Osmanlıların Batı (Klasik Batı) müziğiyle

10

Page 14: Dergi 8. Sınıf müzik

tanışmaları diğer bütün alanlarda olduğu gibi, saray aracılığıyla olmuştur. Avrupalı sanat-çılar ülkeye gelip konser vermişlerdir. Saray düğün ve törenlerinde Batı müziğine de yer verilmiştir. Donizetti Paşa Mızıkay-ı Hümayun’un başına getirilmiş ve onu Guatelli Paşa gi-bi birçok Avrupalı izlemiştir. Devrimin en zor uygulandığı alan müzik olmuştur. Var olan müziğin yerini dinamik, bilimsel, çağdaş, ulusal Türk müziğinin alması gerekiyordu.

Atatürk bütün alanlarda çağdaş uygarlığı yakalayabilmek için, bu yeni kültür orta-mında çok sesli bir Türk müziğinin oluşmasından yanadır. Cumhuriyetle birlikte müzik ala-nında şu gelişmeler izlenmiştir: 1916'da İstanbul Maarif Nezhareti tarafından kurulan "Da-rülelhan" 1923’de vilâyete bağlanmış ve "Garp Musikîsi Şubesi" açılıp "yarı konservatuar" durumuna getirilmiştir.

Batılılaşma çalışmalarının hızlandırılmasını isteyen Atatürk'ün direktifleriyle düzenle-meye başlanan en uygun ve tek topluluk "Müzikayı Hümayun"'dur. Çoğunluğu Cumhuri-yetten önce kurulan Makâm-ı Hilâfet mızıkası (Mızıka-ı Hümâyûn) üyelerinden oluşan bir orkestra Osman Zeki Üngör yönetiminde oluşturulmuştur. Bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın çekirdeği söz konusu olan topluluktur. 2 Nisan 1924'de Aynı Or-kestra "Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti" adını alıp, Cumhurbaşkanlığı'na bağlanmıştır. 16 Temmuz 1921'de Ankara'da Maarif Kongresi toplanmış, müzik eğitiminde çağ-daş yaklaşımların gerekliliği tartışılmıştır. 1 Eylül 1924'de Ankara Musikî Mual-lim Mektebi açılmıştır. 1928-1933 yılları arasında bu mektepte öğretmen, orkestra ele-manı ve de askerî bando elemanı yetiştirmeye çalışılmıştır. Bu zorlama okulun eğitim programına zarar vermiştir. Musikî Muallim Mektebi bina ve imkân olarak yetersizdir. Çeşitli dönemlerde eğitim yılları, müfredat ve başarı sınavlarında değişiklikler olmuştur. 1927'de İstanbul Konservatuarı öğretime başlamış ve şark müziği eğitimini sona er-dirmiştir. Anadolu'dan derlemeler yapılmış ve bu derlemeler defter halinde yayınlanmıştır. 12 Aralık 1924'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne bağlı olarak Türki-yat Enstitüsü, 1 Kasım 1927'de Ankara'da Anadolu Halk bilgisi derneği, 18 Tem-muz 1930'da Ankara Etnografya Müzesi ve 19 Şubat 1932'de Halkevlerinin açılmasıyla Türk bestecilerine ulusal motif ve tema malzemeleri sağlanmıştır. Yoğun etnografik ve folklorik çalışmalara girişilmiştir. Batı'daki konservatuarları örnek alan, devlet desteğinde bir konservatuar kurmak için ünlü Alman besteci Paul Hindemith çalışmalara başlamış ve 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuarı hizmete girmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir iş kolu olarak benimsenmeyip küçümsenen müzik, Cumhuriyet'ten sonra en elit tabakalara mahsus çok özel bir alan olarak yerini al-mış, birçok aşamayı başarıyla geçmiştir. Büyük önder Atatürk müzik alanındaki gelişmele-ri yakından takip etmiş, birçok defa konuyla ilgili görüşlerini ayrıntılarıyla aktarmış ve özel olarak müzik ile ilgilenmiştir. Bu konuda kaynaklarda yer alan görüşlerinden bazıları şun-lardır:

"Hayatta musiki lâzım değildir. Çünkü hayat musikidir. Musiki ile alâkası olmayan mahlukat insan değildir. Eğer mevzubahis olan hayat insan hayatı ise, musiki behemehal vardır. Musikisiz hayat zaten mevcut olamaz. Musiki hayatın neşesi, ruhu, süruru ve her şeyidir. Yalnız musikinin nevi sayanı mütalaadır."

"Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istedi-ğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bundan en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musıkisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musıkisinde değişikliği olabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinlenilen musıki yüz ağartacak değerden uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duygular, düşünceler anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri topla-mak, onları birgün önce genel musıki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak; bu yüzeyde, Türk ulusal müziği yükselebilir, evrensel musıkide yerini alabilir."

11

Page 15: Dergi 8. Sınıf müzik

Atatürk 27 Ekim 1922 günü Büyük Zafer'i kutlamak için İstanbul'dan Bursa'ya gelen öğretmenlere Şark Tiyatrosu'ndaki toplantıda şöyle seslenmiştir:

"Hanımlar, beyler! Ordularımızın ihraz ettiği zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı... Gerçek zaferi siz ihraz ve idame edeceksiniz ve behemahal muvaffak olacaksınız. Milletimizin siyasî, içtimaî hayatında, milletimizin fikri terbiyesinde rehber'imiz ilim ve fen olacaktır. Mektep sayesinde, mektebin vereceği ilim ve fen sâyesindedir ki Türk milleti, Türk sanatı, iktisadiyâtı, Türk şiir ve edebiyatı, bütün bedâyii'yle inkişâf eder."

Atatürk'ün 1 Mart 1923'te TBMM Dördüncü dönem açılış konuşmasından:

"Efendiler! Terbiye ve tedris'te tatbik edilecek usûl, malûmatı, insan için fazla bir süs, bir vasıta-ı tahakküm, yahut medeni bir zevk'ten ziyade, maddi hayat'ta muvaffak ol-mayı temin eden, ameli ve kabil-i istimâl bir cihaz haline getirmektir... Ameli ve şâmil bir maarif için hudud-ı vatanın merakiz-i mühimmesinde asri kütüphaneler, nebatat ve hay-vanat bahçeleri, konservatuvarlar, darülmesailer, müzeaalar'la teçhizi icabetmektedir."

8 Ağustos 1928 gecesi, İstanbul'da, Sarayburnu Gazinosu'nda halka Harf Devrimi'ni duyuran Atatürk, orada yeni harfle kaleme aldığı ve Falih Rıfkı'ya okuttuğu yazıda şöyle diyordu:

"Bu gece burada, güzel bir tesadüf eseri olarak Şark'ın en mümtaz iki musıki heyeti-ni dinledim. Bilhassa sahneyi birinci olarak tezyin eden Münire't-ül Mehdiye Hanım sanatkârlığında muvaffak oldu. Fakat benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musiki, bu basit musiki, Türkün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kafi gelmez. Şimdi karşıda me-deni dünyanın musıkisi de işitildi. Bu ana kadar Şark musıkisi denilen terennümler karşı-sında kansız gibi görünen halk, derhal harekete ve faaliyete geçti. Hepsi oynuyor ve şen şâtırdırlar, tabiatın icabatını yapıyorlar. Bu pek tabiidir. Hakikaten Türk, fıtraten şen şâtır'dır. Eğer onun bu güzel huyu bir zaman için fark olunmamışsa, kendinin kusuru de-ğildir. Kusurlu hareketin acı felaketli neticeleri vardır. Bunun fâriki olmamak kabahatti.

İşte Türk milleti bunun için gamlandı. Fakat artık millet hatalarını kanı ile tashih et-miştir. Artık müsterihtir. Artık Türk şendir, fıtratinde olduğu gibi, artık Türk şendir. Çünkü ona ilişmenin hatarnâk olduğunu tekrar ispat istemez kanaatindedir. Bu kanaataynı za-manda temennidir."

30 Kasım 1929. Atatürk ve Emil Ludwig'in diyaloğu şöyle aktarılır:

"Atatürk - Montesquieu'nün 'Bir milletin musikideki meyline ehemmiyet verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olmaz' sözünü okudum; tasdik ederim. Bunun için musıkiye pek çok itina göstermekte olduğumu görüyorsunuz.

Gazeteci - Biz Garplilere göre Şark musıkisinin kulaklarımıza gelen garabeti cihetin-den bahsettim ve dedim ki:

'Şarkın yegâne anlayamadığımız bir fenni varsa o da musıkisidir.'

Gazi, o zaman bu musıkinin Türkçe'de tesmiyesine itiraz ederek şöyle demiştir:

- Bunlar hep Bizans'tan kalma şeylerdir. Bizim hakikî musıkimiz Anadolu halkında işi-tilebilir.

- Bu nağmelerin ıslahiyle terakki ettirilmesi mümkün değil midir?

12

Page 16: Dergi 8. Sınıf müzik

- Garp musikiciliği bugünkü haline gelinceye kadar, ne kadar zaman geçti?

- Dörtyüz sene kadar geçti.- Bizim bu kadar zaman beklemeye vaktimiz yoktur. Bunun için Garp musıkisini almakta olduğumuzu görüyorsunuz."

Tiyatro Sanatı Alanındaki Gelişmeler

Cumhuriyet'in ilanından Atatürk'ün ölümüne kadar geçen ilk on beş yılda tiyatro, devrimlerin halka anlatılıp, benimsetilmesinde önemli roller üstlenmiştir. Atatürk'ün ilgi ve desteği sayesinde tiyatronun bir kamu hizmeti olduğu görüşü yerleşmiştir. Müslüman ka-dınların sahnede yerini alması sonucunda tiyatroların varlıkları tamamlanmış olur. 1930'da çıkarılan Belediye Kanunu sayesinde bir bakıma belediyelere tiyatroların himaye-si görevi verilmiştir. Bu dönemin ilk özel tiyatrosu Milli Sahne, ikincisi Muhsin Ertuğrul'un Ferah Sahnesi olmuştur. 1935'de İstanbul Şehir Tiyatrosu, çocuk temsillerine başlamış, 1934'de Ankara, Milli Musıki ve Temsil Akademisi, 1936'da Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü açılmıştır.

Tiyatronun kurumsallaşma çalışmalarıyla birlikte metin, sahne, dekor, kostüm alan-larında da çağdaşlaşma çabaları sürmüştür. Sahne, sanatçı ve dekor birliğini sağlayan sahne ışığı kullanılmaya başlanmıştır. Tiyatronun her ayrıntısıyla ayrılmaz bir bütün oldu-ğu fikrinin benimsendiğini görmekteyiz.

Sinema Sanatı Alanındaki Gelişmeler

Diğer sanat alanlarının aksine sinema sanatı icadından hemen bir yıl sonra ülkemize gelmiştir (1896-97). Önce Saray'a sonra halka gösterilen sinema filimleri insanları büyüle-miştir. 1908'de Sigmund Weinberg İstanbul'da Cinema Pathé adında ilk sürekli sinema sa-lonunu işletmeye başlamıştır. İstanbul'da aktüalite filmleri çekilmiştir. Sinema filmleri çe-kilmesi için Ordu Sinema Dairesi kurulmuştur. Ayastefanos'taki Rus Abidesi'nin yıkılışını konu alan 150 metrelik filmle Fuat Uzkınay ilk Türk belgesel filmini çekmiştir. 1916'da "Hikmet Ağa'nın İzdivacı" adlı ilk konulu film yapılmıştır. Bu filmi Sedat Simavi'nin Pençe ve Casus'u, Ahmet Fehim'in Mürebbiye ve Binnaz'ı, Fikret Sadi'nin Bican Efendi Vekilharç'ı izlenmiştir. 1922'den sonra sinemada tiyatrocu Muhsin Ertuğrul'un etkisi kendini gösterir. M. Ertuğrul, Kemal ve İpek film adına çalışmıştır. 1931'de ilk sesli sinema filmini yönetmiş-tir. 1930'da sansür uygulamaları başlamış bu nedenle Türk sinemacıları yıllarca özgür ça-lışma ortamı bulamamıştır.

Türk sinemasının hemen hemen dünyayla aynı anda başlayan maratonu zamanla geriden izlemesi gerekmiştir. Bu gerileyişin sebebi hızla gelişen, çok talebi olan ve büyük finansmanları gerektiren sinema sektörü için Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve de özel giri-şimcilerin yeterli sermayeye sahip olmaması sayılabilir. Ayrıca bu alanda eğitim veren ku-

13

Page 17: Dergi 8. Sınıf müzik

rumların olmayışı ve teknolojik eksiklikler de eklenince gerilemelerin nedenleri daha iyi anlaşılacaktır.

 

Müzecilik Alanındaki Gelişmeler

M.Ö. 300 yılında ilk örneklerine rastladığımız koleksiyonculuk ve müzecilik çalışma-larının 17. yüzyılın ortalarından itibaren modern anlamda düzenlemelerle günümüz örnek-lerinin öncüleri olduğunu görmekteyiz. Yurdumuzda eski eser koleksiyonculuğunun ilk ör-neğine Selçuklular'da rastlıyoruz. Osmanlılar zamanında da eski eser toplayıcılığının bir belirtisi olan spoli (devşirme) malzemelerin kullanılışına tanık olmaktayız. Müzeciliğimizin bugünkü durumuna gelince, ana kaynak olan temel düşünceler Atatürk ilkeleriyle sıkı sıkı-ya bağlantılıdır. Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu'nun kültürel birikimini yadsırken, Türkiye Cumhuriyeti'nin yeni kültürel öğelerle desteklenme-sinin zorunlu olduğunu çok iyi biliyordu. Türk Ulusçuluğunu güçlendirmek için toplumdaki ikililiği ortadan kaldırmaya ve Türk Ulusunun Tarihsel kökenini belirlemeye özen gösteri-yordu. Onun izniyle kurulan "Türk Tarih Kurumu" Türkiye'de tarih, arkeoloji ve sanat ile müzeciliğin hızla gelişmesine yol açmıştır. Her devre ait sanat zenginliklerine sahip yurdu-muz Türk müzeleri için sonsuz bir kaynak sunmaktadır. Türkiye'de müzecilik 1846'da Har-biye Nazırı Damat Fethi Ahmed Paşa'nın girişimleriyle başladı. Osmanlı ordusunun çeşitli dönemlerine ait silahların toparlandığı Aya İrini'de, ülkenin her yerinden getirilen eski ya-pıtların da eklenmesiyle Mecmua-i Âsar-ı Atika oluşturulmuştur. 1869'da adı Müze-i Huma-yun'a çevrilmiş olan bu kurumu 1879'da Mahmut Nedim Paşa kaldırmıştır. 1873'de müze Çinili Köşk'e taşınmış ve Osman Hamdi Bey'in müze müdürlüğüne gelmesinin ardından gelişmeler hızlanmıştır. 1908'de müzenin adı Asar-ı Atika Müzesi olarak değiştirilmiştir. Cumhuriyet'in ilânından sonra, hemen her ilde bir müze açılmıştır. Topkapı ve Dolmabah-çe başta olmak üzere tüm eski köşk ve saraylar müzeye dönüştürülmüştür. Ayasofya, Ka-riye, Fethiye gibi Bizans kiliseleri müze yapılmıştır. Eski Şark Eserleri Müzesi, İstanbul Ar-keoloji Müzesi, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Askerî Müze, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi gibi yapıların onarılarak ya da başka binalara taşınmak suretiyle halka hizmet et-meleri sağlanmıştır. Yapılan çalışmalarla müzelerin çağdaş hale getirilmesi plânlanmıştır.

Fotoğraf Sanatı Alanındaki Gelişmeler

İlk kez sekizinci yüzyılda Cebir İbni Hayyam'ın gümüş nitratın kararmasını keşfinden sonra, tarih zamanlarında gelişimini hızla yürüten fotoğrafla Osmanlı 1830'larda tanışmış-tır. Diğer güzel sanat alanlarında olduğu gibi dinsel sebepler sunularak, bu tanışmanın ge-

14

Page 18: Dergi 8. Sınıf müzik

ciktirildiği görülür. Çeşitli gazete ve dergilerde konu ile ilgili yayınlar başlamıştır. Nasıl fo-toğraf çekileceğine ilişkin kitapların dilimize çevirileri yapılmıştır. 1842'de İstanbul'da Mösyo Kompa Beyoğlu'nda fotoğraf çekmeye başlamıştır. 1856'da ilk fotoğrafhane açıl-mış, fotoğraf saray çevresinde de kabul görmeye başlamıştır. İlk Müslüman fotoğrafçılar 1900'lerde çıkmışlardır. 1920'lerde fotoğraf stüdyolarının şubeleri açılmıştır. Cumhuriyet sonrasında fotoğrafçılık alanında gelişmeler olmuştur. Fotoğraf kanunî işlemlerde kullanıl-maya başlanmıştır. Çeşitli fotoğraf yarışmaları düzenlenmiştir. Çeşitli fotoğrafçılık kulüp ve dernekleri kurulmuştur. Cemal Işıksel Atatürk'ün özel fotoğrafçısı olarak çalışmıştır. Uluslararası başarılar elde eden Ara Güler gibi sanatçıların çalışmalarıyla sanatsal fotoğraf terimleri kullanılmaya başlanmıştır. "Fotoğraf", "fotoğraf gibi resim", "fotoğrafa benzeme-yen resim" gibi kavramların tartışılması gündeme gelmiştir.

 

Arkeoloji Alanındaki Gelişmeler

Anadolu'da ilk kazı Troya'da Heinrich Schliemann tarafından gerçekleştirilmiştir (1871). Dörpfeld bu kazıları sürdürmüştür. Almanlar, Pergamon, Priene, Miletos ve Didy-ma'da; Avusturyalılar, Ephesos'ta; Amerikalılar, Sardes'te kazılar yapmışlardır. 1893-94'de yapılan yapılan çalışmalarla özellikle Hitit uygarlığının ortaya çıkarılmasına çalışılmıştır. Makridi Bey ve Hugo Winckler, Boğazköy'de; Sir Leonard, Woollay, Karakamış'ta; John Garstang, Sakçagözü'nde; Von Luschan, Zincirli'de kazılar yapmışlar ve en önemli Geç Hi-tit kentlerini bulmuşlardır.

Türkiye'de arkeoloji, Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk'ün ilgisiyle önem kazan-mıştır. Remzi Oğuz Arık ve H.Z. Koşay'ın Ahlatlıbel ve Alacahöyük'te kazı yapmaları ve Türk Tarih Kurumu'nun kazılara sponsor olması, kazı sonuç raporlarının Kurum'un matbaa-larında basılıp dağıtılması ile sanat tarihine büyük hizmet yapılmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ile Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültelerinde arkeoloji kürsüleri kurulmuştur. Âsar-ı Atika Nizamnamesi ile koruma altına alınan ören yerlerinde birçok kazı yapılmaya devam edilmiştir. Bu kazılarda elde edilen materyalleri korumak için hemen hemen her ilde bir müze açılmıştır. Kazı yapalması izni için gerekli kanunî dü-zenlemeler belirlenmiştir. Kazı izni için Kültür Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Mü-

15

Page 19: Dergi 8. Sınıf müzik

dürlüğü'ne müracaat edilmesi ve Bakanlar Kurulu'nun kararı ile kazı yapılabilmesi karar-laştırılmıştır.

 

Sanat Tarihi İle İlgili Çalışmalar

Atatürk döneminde sanat tarihi alanı ile ilgili muhtelif çalışmalar yapılmış ve bu tür çalışmalar Atatürk tarafından da önemsenerek desteklenmiştir. Ancak, Türkiye'de sanat tarihi öğretimi bağımsız bir dal olarak İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinde 1944 senesinde başlamıştır. 1937-1938 yıllarındaki Sanat Tarihi alanına dair araştırma ve ince-lemelerin muhtevaları ve işlevleri hakkında son derece değerli bilgiler bu dönemle ilgili yapılacak çalışmalara zengin bir kaynak oluştururlar.

 

Halkevleri

Atatürk devriminin ve ilkelerinin yaygınlaştırılıp, kavranabilmelerini sağlamak, Cum-huriyet'in kültür atılımını Milli Eğitimin yanı sıra yürütmek amacıyla Halkevleri kurulmuş-tur. Halkevleri ulusu aynı ülküye bağlı bir kitle örgütü haline getirmek, kültür, düşünce bir-liği sağlamak, ulusal kültür birliği oluşturan kültür öğelerini ortaya çıkarıp geliştirmek, kır-kent, köylü-aydın ayrımı yapmadan herkese eşit hizmet etmeyi amaçlayan bir kuruluştur. Dil-edebiyat, güzel sanatlar, temsil, spor, sosyal yardım, halk dershaneleri, kurslar, kütüp-hane, yayın, köycülük, tarih ve müze şubeleri olmak üzere birçok dalda hizmet vermiştir. Halkevlerinin merkezî yayın örgütü "Ülkü" dergisi dışında yaklaşık 40 kadar yayın organı vardır. 1937-1938 yılları arasında sergi, konferans, gösteri, tiyatro gibi otuza yakın etkinlik halkevleri bünyesinde düzenlenmiştir.

 

Sonuç olarak, tüm bu verilerin ve bilgilerin ışığında şöyle bir değerlendirme yapmak uygun olacaktır:

Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk dönemi kültür ve sanat ortamına baktığımızda çok net, ilkeli, evrensel gerçeklerden kopmayan, ulusal ve kararlı bir kültür ve sanat politikası ile karşılaşıyoruz. Devletin, tüm sanatçılarına maddi ve manevi olarak destek verdiği, kültür ve sanat alanlarında çalışacak donanımlı kişilerin görevlendirildiği, görev alan her kişinin de görevini en iyi şekilde yapmaya çalıştığı görülmektedir.

Kültür ve sanat alanında yapılan tüm çalışmaların bir lüks olmadığı, "bir ulusun medeni, çağdaş seviyeye ulaşmasında en önemli yapı taşının sanat olduğu" genel kabul görmüş ve benimsenmiştir. Sanat bir halk tabakasına ait, bir sınıf göstergesi olmaktan çok halkı birleştirici bir unsur olarak nitelendirilmiştir. Sanatçıların ise aykırı, uç, toplumdan

16

Page 20: Dergi 8. Sınıf müzik

ayrı bir konumda olmayıp, halkla iç içe, konularını özünden alan, aydın, yol gösterici, birleştirici, yaratıcı, ayrıştırıcı, yansıtıcı ve toplumu kendi süzgeçlerinden geçirip, çağdaş bir yorumla değerlendiren kişi kimlikleriyle öne çıkması beklenmiştir. Bunun için sanatçılara Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin imkânları dahilinde tam destek sağlanmıştır.

Günümüzde kültür ve sanat politikaları oluşturulurken, Atatürk Dönemi Türkiyesi'nin kültür ve sanat anlayışının canlılığından ve kararlı tutumundan yola çıkılması gereği açıkça izlenmektedir. Kültür ve sanat konularıyla ilgilenen ya da uğraşan herkesin de Atatürk dönemindeki başarıların arkasında yatan gerçeği ve dönemin ruhunu tam anlamıyla kavrayarak, kendi geçmiş mirasını, kültür ve uygarlık tarihindeki özgün konumunu, hem kendi toplumunun hem de insanlığın ortak çıkarı doğrultusunda değerlendirmesi durumunda günümüz Türkiyesi’nin kültür ve sanat alanlarına yaklaşımında bir tutarsızlığın, yetersizliğin ya da umursamazlığın olamayacağını ısrarla vurgulamak zorunluluğu vardır.

Atatürk ve Müzik

Atatürk insan hayatında müziğin çok önemli bir yeri olduğuna inanıyordu. 14 Ekim 1925'te İzmir Kız Öğretmen Okulu'nu ziyaretlerinde öğrencilerin "Hayatta musiki lazım mıdır?'' sorusuna şu cevabı vermişti :

-"Hayatta musiki lazım değildir. Çünkü hayat musikidir. Musiki ile alakası olmayan mahlukat insan değildir. Eğer mevzuu bahs olan hayat insan hayatı ise, musiki behemehal vardır. Musikisiz hayat zaten mevcut olamaz. Musiki hayatın neşesi, ruhu, süruru ve her şeyidir. Yalnız musikinin nev'i şayan-ı mütalaadır."

Müziğin insan hayatındaki ônemine işaret eden ve dinlenecek müzi^ğin çeşidine dikkati çeken Atatürk, her konuda olduğu gibi Türk Müziği konusunda da yenilikler yapmak istemiştir. Ata'nın Türk Müziği üzerinde yenilikler yapmak istemesinin temel sebepleri şunlardır :

1. Ziya Gôkalp'in Türkçülüğün Esasları eserindeki gôrüşlerinin etkisi:

Ziya Gökalp'in müzik konusundaki görüşlerini Atatürk'ün paylaştığını ve bu görüşler doğrultusunda çalışmalar yaptığım görüyoruz, Gökalp'in Sayın Oransay tarafından tamamı alınan görüşlerinden kısa bölümler şunlardır :

‘'Memleketimizde bunlardan başka yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk Musikisi, diğeri Farabi tarafından Bizans'tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı Musikisi'dir. Türk Musikisi ilham ile vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisi ise taklit vasıtasıyla hariçten

17

Page 21: Dergi 8. Sınıf müzik

alınmış ve ancak usulle devam ettirilmiştir. Bunlardan birincisi harsımızın (kültürümüzün ) ikincisi ise medeniyetimizin musikisidir."

''Etnografya Müzesi bunlardan başka her nahiyedeki lisani savtiyyat (fonetik) ile halk melodilerini (nağmelerini) ya fonograf aletiyle yahut nota usulü ile zapt eder. Demek ki Etnografya Müzesinin behemehal bir fotoğrafçısı, bir fonografçısı ve notacısı bulunmak lazımdır... Koşmalar, türküler ve nağmeler de hakiki saz şairlerinden alınmalıdır."

"İstanbul'da mevcut bulunan Darülelhan, düm-tek usulünün, yani Bizans musikisinin Darülelhanıdır. Bu müessese iptidai unsurları halkın samimi melodilerinde tecelli eden ve Avrupa musikisine tevfikan armonize edildikten sonra asri mahiyet alacak olan hakiki Türk musikisine hiç ehemmiyet vermemektedir".

"Avrupa musikisi girmeden evvel, memleketimizde iki musiki vardı: Bunlardan biri Farabi tarafından Bizans'tan alınan şark musikisi, diğeri eski Türk musikisinin devamı olan halk melodilerinden ibaretti."

"Bugün işte şu üç musikinin karşısındayız : Şark musikisi, garp musikisi, halk musikisi. Acaba bunlardan hangisi bizim için millidir? Şark musikisinin hem hasta, hem de gayr-ı milli olduğunu gördük. Halk musikisi harsımızın, garp musikisi de yeni medeniyetimizin musikileri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde milli musikimiz, memleketimizdeki halk musikisiyle garp musikisinin imtizacından doğacaktır. Halk musikimiz birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve garp musikisi usulünce armonize edersek hem milli hem de Avrupai bir musikiye malik oluruz."

Atatürk'ün Türk Müziği hakkındaki görüşleri ve yaptığı yenilikler Ziya Gökalp'in görüşlerine ve programına çok yakındır. Nitekim 1930 yılında Alman gazeteci Emil Ludwig'le yaptığı görüşmede Ludwig'in doğu müziğiyle ilgili görüşlerine şu cümlelerle itiraz etmiştir :

"Bunlar hep Bizans'tan kalma şeylerdir. Bizim hakiki musikimiz Anadolu halkında işitilebilir. "

Bilindiği gibi Ziya Gökalp müzikolog değildi. Müzikle ilgili bilgiler; köklü bir eğitime dayanmıyordu. Eski Yunan müziğindeki çeyrek seslerle Türk Müziğindeki koma sesleri birbirine karıştırarak, Farabi'yi de işin içine sokarak Türk Müziğini Yunanlılara mal edivermişti. Şayet bizim müziğimiz Yunan kökenli olsaydı bugün dünyanın 1 numaralı müziği olarak her yerde dinlenirdi. Yunanlılar propagandayla bunu sağlarlardı. Müzikolog Muammer Sun, Ziya Gökalp'in iddialarıyla ilgili olarak görüşlerini şöyle açıklamıştır :

''Bu konu çok tartışıldı. Bu müzik bize Bizans'tan geçmemiştir. Araplar da bize hediye etmemişlerdir. Bu musiki bizim insanlarımızın, adı sanı belli insanlarımızın yarattığı musikidir ve musikimizdir. Bizim Klasik Türk Musikimizi Araplara ve Bizanslılara maletme ve bir de Batılılaşmanın etkisiyle alafranga-alaturka kavgası çıkmış, Batılılaşmacılar alafrangacı, "Aman müziğimiz değişmesin,, diyenler de alaturkacı olarak nitelendirilmişlerdir. Baştan itibaren tamamen yanlış ve boşa kürek çekilmiş bir davadır "

18

Page 22: Dergi 8. Sınıf müzik

2. Montesqieu'nün görüşünün etkisi :

Atatürk 1930 yılında Alman gazeteci Emil Ludwig'e, Montesqieu'nün "Bir milletin musikicilikteki meyline ehemmiyet verilmezse o milleti ilerletmek mümkün olmaz'' sözünü okuduğunu, tasdik ettiğini, bunun için musikimize önem verdiğini söylemiştir. 1 Kasım 1934 tarihinde TBMM'ni açış nutkunda Montesqieu'nün görüşüne yakın şu cümleyi söylemiştir :

"Bir milletin yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir."

3. Müzik bilginlerinin olmayışı, sanat seviyesinin düşüklüğü

Atatürk döneminde Türk Müziği konusunda yetişmiş bilginlerimiz yoktu. Mevcutlar kendi kendilerini yetiştirmişti. Darülelhan'ın eğitimi yetersizdi. Sanatçılar genellikle usta-çırak usulüyle yetişiyordu. Bilgisine güvenilir bir müzik bilginimiz olmaması sebebiyle Atatürk Ziya Gökalp'a inanmak durumunda kalmıştı.

Riyaset-i Cumhur Fasıl Heyetinde 1925-1930 yıllan arasında neyzenlik yapmış ve Ata'nın huzurunda defalarca çalmış bulunan Burhanettin Ökte hatıralarında bu durumu şöyle dile getiriyor :

''Musikimizin tarihini araştırdı, doğru dürüst cevap alamadı. Nazariyatını sordu, iki cümleyi yan yana getiremedik. Eserleri tahlil ettirmek istedi, sathından daha derinlere inemedik.

...en büyük mürşit ilimdir, diyen büyük insan bu münevver gençlerimizi tarihte karşısında bulsaydı memlekette ne alafranga-alaturka davası, ne de sanat fukaralığı bulunurdu."

8 Ağustos 1928 gecesi Sarayburnu konserinden sonra Atatürk'ün etkisi büyük olan meşhur nutkunun sebebini de Burhanettin Ökte hatıralarında İtalyan müziği ve Mısır'ın meşhur şarkıcılarından Müniret'ül Mehdiye Hanım'ın konserinden sonra çok zayıf bir Türk saz heyetinin sahneye çıkarak acemice ''sultani yegah" faslını icrasına bağlıyor. Atatürk, sinirli bir şekilde konseri terk etmiş, ertesi gün gazetelerde şu nutku yayımlanmıştır :

" Bu gece burada güzel bir tesadüf eseri olarak şarkın en mümtaz iki musiki heyetini dinledim. Bilhassa sahneyi birinci olarak tezyin eden Müniretü'l Mehdiye Hanım sanatkarlığında muvaffak oldu. Fakat benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musiki, bu basit musiki Türk'ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kafi gelmez. Şimdi karşıda medeni dünyanın musikisi de işitildi. Bu ana kadar Şark Musikisi denilen terennümler karşısında cansız gibi görünen halk, derhal harekete ve faaliyete geçti. Hepsi oynuyor ve şen, şatırdırlar. Tabiatın icabatını yapıyorlar. Bu pek tabiidir. Hakikaten Türk, fıtraten şen şatırdır. Eğer onun bu güzel huyu bir zaman için fark olunmamışsa, kendinin kusuru değildir. Kusurlu hareketlerin acı, felaketli neticeleri Vardır. Bunun fariki olmamak kabahatti"

19

Page 23: Dergi 8. Sınıf müzik

A t a t ü r k , S a n a t , S a n a t ç ı v e R e s i m

İnsan siyasal bir yaratık olduğu kadar, uygar bir yaratıktır aynı zamanda. İnsanın siyasal yaratık olarak düşüncelerinin eseri, Devlettir, uygar duygularının eseri ise sanattır. Devlet ve sanat kavramları birbirine kapalı da değildir. Çünkü ikisinin de ortak kaynağı, temeli ve ülküsü toplum ile ilgilidir. Sanat, gerçeklerini toplum vicdanından alır toplum ile bağlantısını yitirmeksizin, onu aynı ülkü istikametinde yüceltmek için çalışır.

Atatürk, yeni Türk devletine modern devlet örgütleri kazandırırken, yeni Türk sanatına, çağdaş anlamda gelişmesi ve ilerlemesi için, yeni bir espri getirmiş ve yeni bir yol açmıştır. Atatürk, sanatçı gibi ince ruhludur; yaratıcı bir muhayyelesi vardır ve kalbi insanlık duygularına açıktır. Bu özellikleri düşünce ve duygularına hâkimdir. O’nun Büyük Nutkunda ve öteki demeçlerinde başkalarına küfür, hakaret ve iftira yoktur. Yalandan nefret eder ve yalan söylememiş olmakla övünür.

Atatürk’ün, yeni Türkiye’yi geliştirmesinde hâkim olan ruh ve düşünce, sanat düşüncesi gibi, evrensel etkilidir.

Öte yandan güzel sanatları, eğitim, bilim ve kültür devriminin bir parçası olarak görür ve bunu her zaman tekrarlar1. Bu nedenledir ki, lâiklik ilkesini, sanat özellikle resim ve heykel sanatıyla yakından ilgili görür, bu nedenle bu iki sanat dalında gelişmek gereğine inanır ve bu bağlamda İslâmiyetteki tasvir yasağı üzerinde durur ve böyle bir yasağın olmadığını, İslâmiyetin ilk yıllarında puta tapmayı önlemek için getirilen düşüncelerin yanlış yorumlandığını savunarak, yanlış kanıları kırmaya çalışır2. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak, sanat yaşamında gözlenen köklü değişiklikler Atatürk Devrimi diye nitelenen geniş kapsamlı olayın içinde yer aldı. Bu nedenle edebiyat, resim heykel ve müzik alanında ortaya konan girişimleri, kültür devrimi kapsamında görmek gerekiyor. Bu noktada Ferit Celâl Güven’in Ekim 1938 de yazdıklarından hareketle Atatürk’ün sanat ve sanatkâr bakışına ilişkin gözlemlerini aktaran bazı cümlelerini buraya alıyoruz: “... Güzel sanatları, ruhların mürşidi, büyük bir mürebbisi olarak bize izah ederdi. O, sanatkârı ve sanatı, inkılâbın hizmetine, orduları vatan hizmetine çağırdı. O, Türk vatanı üzerinde, asırlarca sanatkârlara mevzu olabilecek, bin türlü bedialar vücuda getirdi. Eğer Türk sanatkârı bu bediadan, bu baş döndürücü mevzuları sadakatle taklit edebilirse kendisinden bekleneni ödemiş olabilir.... O’nun nazarında sanat; şahlanmış,

20

Page 24: Dergi 8. Sınıf müzik

telkin etmek istediğini korkusuz, tereddütsüz yapan sanattı. Sanatta neşe, tazelik, büyüklük, cesaret arardı, kütlelerin müşterek duygularını birden harekete getirmesini bilmeyen sanata kıymet vermezdi...”

Atatürk’ün sanata ve bu arada resme olan ilgi ve alâkası öğrencilik yıllarına kadar iner. Bu hususla ilgili bir alıntıyı Kinross’tan aktarıyoruz: “... Ali Fuat’la dost oldu. Yaz mevsiminde bir hafta sonunu Büyükada’da geçirmeye karar verdiler. Oteller pahalı olduğu için çamlıklarda kamp kuracaklardı.... çevredeki tabiat güzellikleri, mis gibi kokan çamlıklar, parıltılı deniz, yıldızlı gökyüzü kendilerinden geçirmişti onları... bir ara Mustafa Kemal dedi ki: “Fuad, eğer matematiğin üzerinde durduğum kadar şiir ve resim üzerinde de dursaydım, Harbiye’de dört duvar arasında kapanıp, kalmazdım... sabahleyin şafak söker sökmez de resim yapmaya başlardım.”

Sanatkâr, Atatürk için neyi ifade ediyordu? Diğer bir ifade ile Atatürk’e göre sanatkâr nasıl olmalıydı? İşte bu hususla ilgili bazı sözleri:

“Sanatkâr, cemiyette uzun ceht ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.” (1923)

“Hepiniz mebus olabilirsiniz. Vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz. Fakat sanatkâr olamazsınız. “ (1930)

Bu sözler ile sanatın yaratma gücüne dayandığını, bunun da Allah vergisi olarak doğuştan geldiğini belirtiyor.

“Sanatkârlarımızın mütemadi ve feyyaz mesaisinin daima takdirkârı bulunduğumu selâm ve hürmetlerimle beraber cemiyet azasına tebliğ etmenizi rica ederim. “ (1923) Hem bu sözler hem de “sanatkâr el öpmez, sanatkârın eli öpülür.” (1930) sözü açık bir ifadeyle sanatkâra duyulan saygının bir göstergesiydi. Sanatkârı sürekli çalışan, çok verimli ve saygın insan olarak nitelendiren Atatürk, güzel sanatları, Türk ulusunun tarihi bir özelliği olarak görüyor, sanatın yaşamsal özelliğe sahip olduğunu vurgulayarak, ulusal bir ülkü şeklinde nitelendiriyordu. Bu arada sanatçıların işleyecekleri konular için bitmez tükenmez millî sanat hazinelerine yakın ve uzak tarihimize dönemlerine işaret ediyordu.

Sanatı güzelliğin ifadesi olarak nitelerken, ulusların ilerleme yolunda belirli bir yerlerinin oluşmasını resim ve heykel yapmalarına, tekniğin gerektirdiklerini uygulamalarına ve sonuç olarak da insanların olgunlaşmasına bağlar. Güzel sanatların devrimler içindeki konumunu da şöyle ifade eder;

“Güzel sanatlarda muvaffakiyet, bütün inkılâpların muvaffak olduğunun en kat’î delilidir. Bunda muvaffak olamayan milletlere ne yazıktır. Onlar bütün muvaffakiyetlerine rağmen medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla tanınmaktan daima mahrum kalacaklardır”.

Cumhuriyetin onuncu yılındaki söylevinde güzel sanatlara da yer vermiştir. Bu söylevinde Türk milletini yüksek bir insan cemiyeti olarak niteleyerek, onun tarihi vasıfları içinde güzel sanatları sevmek ve onda yükselmenin de bulunduğuna işaret ediyordu.

20 Eylül 1937 de Türkiye, ilk resim galerisine Atatürk’ün eliyle açıldıktan sonra sahip oldu. Galerinin açılışı dolayısıyla sanatkârlara şöyle seslenir. “...Türkün eli işler, gözü güzeli görür, hissî heyecanda olursa, o yalnız kendi milletine değil, cihan kültürüne de

21

Page 25: Dergi 8. Sınıf müzik

örnekler ve şaheserler verecek kudretler gösterecektir.,” Görüldüğü üzere Atatürk, yukarıdaki alıntılarda olduğu gibi bu alıntıda da üzerinde durduğu göze çarpan husus güzel sanatların hem Türk kültürü ve hem de dünya uygarlığı içinde ne denli önemli bir işlev göreceği idi.

Atatürk’ün resimler için durduğunu gösteren pek az kanıt vardır. Örneğin, ressam İbrahim Çallı “Türk milletinin gönlündeki Mustafa Kemal’in portresini yapmama izin verir misiniz paşam?” diye sorduğunda, “madem ki gönüllerde yaşayan Mustafa Kemal’i çizmek istiyorsun, benim modelliğime ihtiyaç yok”, diye cevap verir. Çallı’ya bir portresi yaptırılmasına rağmen, O’nun durup durmadığı kesin olarak belli değildir.

Yakınlık gösterdiği, hatta “sofra”sına davet ettiği ressamlar “bu yüksek sanatkâr” dediği İbrahim Çallı ile, en sevdiği portresini yapan Mihri Müşfik Hanımdır10. Mihri Hanım’ın yaptığı portre, İzmir’e düşmanın arkasından çizmelerinin tozu ile giren, sırtında pelerini ayakta, soldan gelen ışıkla gözleri ışıklar saçan Gazi’yi göstermektedir. Tablo tam bir boy portredir. Ancak, Atatürk’ün bu resim için durup durmadığı belli değildir. Yalnız, O’nun o zamanki hükümet tarafından bir yabancı ressama bir portresi sipariş edilir. Gazi, bu ressama bir süre durmuştur. Portrenin, kimi davetlilerce tam benzemediği belirtilir. Atatürk, bu görüşler karşısında, “olabilir fakat inanır mısınız bu portre bir aralık bana son derece benzemişti. Fakat üstat durmasını bilmedi. Sanatkârlar, kumandanlar gibi durmasını bilmelidirler. Aksi halde, vardıkları muvaffakiyet zümresinden iniş başlar....”11.

“Çirkine tahammül edemiyorum “l2 diyen Atatürk’ün katlanamadığı bir diğer husus da, resimde kahramanlığı yanlış biçimde yorumlamadır. Onu sinirlendiren resim, yerde yatan bir Yunanlının göğsüne, süngüsünü saplayan Mehmetçiği göstermektedir. Tablo, Çankaya’ya bir tanıdığı tarafından gönderilmiştir. “ Ben kana bakamam. Bir tavuğun bile boğazlanmasına tahammül edemem “ diyen bu insanı, baktığı resim, Mehmetçiği küçülttüğü için de yaralar. “Kapatın ve kaldırın şunu ne iğrenç manzara, gönderenin şaşarım aklı perişanına” 13.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, Türk ressamlarının yeni devlet felsefesine içten bir uyum gösterdikleri, yapıtlarını bu doğrultuda verdikleri görülür. Milli bilinci yerleştirme çabaları ve çağdaş bir devletin gerektirdiği toplumsal ve kültürel kurumları oluşturma çalışmaları, bir bakıma Türk sanatçısının yolunu aydınlatmıştır. 1930’larda yapılan Atatürk ve Kurtuluş Savaşı kompozisyonlarında, konuyu simgesel ve alegorik görünümlerle yansıtma çabası ağır basar. Atatürk figürü, bu tür tablolarda, resmin merkezi ağırlığını oluşturmakta, etrafını köylü ve kentli insanlar çevirmekte, bağımsızlık tutkusunun ulusça paylaşıldığını vurgulayan yorumlara öncelik verilmektedir. Bu resimlerde coşku, sevinç, ulu önderin çevresinde halkalanmanın getirdiği değişmez bir mutluluktur. Hemen tümü, bu mutluluğu, kendi açılarından, bir kompozisyonun temel etkinliği olarak işlemişlerdir. Örneğin, Ankara Halkevi’nin düzenlediği Onuncu Yıl İnkılâp Sergisi’ne önemi gereği, bütün sanatçılar katıldılar. Atatürk’ün ilgi ile izlediği, gezdiği sergide, daha çok devrimlerle ilgili konularla Atatürk portrelerine ağırlık verilmiştir.

1924’te Avrupa’ya sanatçıların gönderilmesi, Avrupa’dan dönenlerin Yeni Resim Cemiyeti’nin uzantısı sayılan Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği’ni kurarak modern resmin temelini atmaya çalışması, 1933’te “D Grubu”nun kurulması, aynı yıl ressamlar için “Yurt Gezileri’nin düzenlenmesi, yine 1930’larda kurulan ve amacı, sanat alanındaki tüm çalışmaların “ulusal ülküye uygun olarak yürütülmesine ve yayılmasına, ulusun bu yönden yetişmesine ve yücelmesine” çalışmak olan Ar Genel Direktörlüğü’nün

22

Page 26: Dergi 8. Sınıf müzik

oluşturulması ve güzel sanatlar, kültür açısından önem taşıyan AR dergisinin çıkartılması, Ankara ve İstanbul başta olmak üzere çeşitli kentlerde sergiler düzenlenmesi, Atatürk döneminin sanata ve resme bilinçli olarak koruyuculuk yapmasının kanıtlarıdır.

NOT: 08-12 Aralık 2003 Tarihlerinde Ankara’da Gerçekleştirilen Beşinci Uluslar Arası Atatürk Kongresi’nde Bildiri olarak sunulmuştur.

23

Page 27: Dergi 8. Sınıf müzik

0

Page 28: Dergi 8. Sınıf müzik

1