antİk edebİyati ve dİllerİcdn.istanbul.edu.tr/filehandler2.ashx?f=tabula_01_issuu.pdf · arkaik...
TRANSCRIPT
-
0
-
1
-
2
ANTİK EDEBİYATI VE DİLLERİ
FOUCAULT İLE ANLAMAK
Emre Poyraz*
İnsanları, doğadaki diğer canlılardan ayıran en temel özelliğin düşünmek olduğunu ilkokul
bilgilerimizden zaten biliyoruz. İnsan, düşünen ve düşündüğü şeyleri gerçekleştiren ya da dillendiren
bir canlıdır. Burada, öncelikle ele alacağımız insani faaliyet “dillendirmek” olacak yani
düşünülenlerin karşı tarafa aktarılması için yapılan eylem. Dilin temel tanımına baktığımız zaman;
“Bir çağa, bir gruba, bir yazara özgü söz dağarcığı ve söz dizimi.”1 olduğunu görüyoruz. Burada
verilen tanımlar zaten dilin insana özgü bir faaliyet olduğunu bizlere yeterince anlatıyor. Peki insanlık
için ortak bir dil var mıdır? Kutsal kitaplarda ve bazı Ortadoğu halklarına ait mythoslarda geçen
tanrıların, insanları cezalandırması sonucu insanların, farklı diller konuşmaya mahkum edildiğini
biliyoruz. Tevrat’ta anlatılana göre;
Yaratılış 11, 1-9
1. Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı.
2. Doğuya göçerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler.
3. Birbirlerine, “Gelin tuğla yapıp, iyicene pişirelim.” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift
kullandılar.
4. Sonra, “kendimize bir kent kuralım,” dediler. “Göklere erişecek bir kule dikip, ün salalım.
Böylece yeryüzüne dağılmayız.”
5. Tanrı, insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi.
6. Ve şöyle dedi: “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre
düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar.
7. Gelin, aşağıya inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.”
8. Böylece Tanrı, onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu.
9. Bu nedenle kente Babil adı verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve
onları yeryüzünün dört bir bucağına dağıttı.
Babil, İbranicede kargaşa anlamına gelmektedir. Teolojik olarak insanların farklı diller
konuşmalarının sebebi bu olarak gösterilmektedir. Bilimsel olarak baktığımız zaman işin içine
biyoloji, genetik ve hatta coğrafya gibi dinamiklerin girdiğini görüyoruz.
Fakat aynı dili konuşan toplumlar arasında da dilin kullanımı açısından farklılıklar görülmektedir.
Bunun nedeni gerek etnolojik, gerekse morfolojiktir. Etnolojik olarak baktığımızda; erkek egemen bir
toplumda dildeki söylemin de erkek egemen olduğunu görmekteyiz. Buna en yakın örnek karşı tarafı
aşağılamak için kullanılan argo sözcüklerin hemen hepsinin çoğu dilde cinsiyetçi olmasıdır. Nitekim
bazı İskandinav dillerinde kadın açısından ele alınacak küfürler de vardır ya da Türkçe’de doğru,
düzgün davranmayı işaret eden “adam gibi davranmak” deyimi de bu örnekler içerisinde sayılabilir.
Dilin kullanımındaki morfolojik cinsiyetçiliğe baktığımızda ise özellikle Hint-Avrupa kökenli dillerde
gördüğümüz cinsiyetlerine göre ayrılan isimler göze çarpar. Şu anda yaşayan, konuşulan 145 dilde
cinsiyet ayrımı morfolojik belirleyici olarak kullanılmamaktadır. 84 dilde ise sex-based system denilen
özellikle eril ve dişil ayrım yapan biyolojik ve morfolojik belirleyici mevcuttur.2 Üzerinde çalıştığımız
1 TDK, 2015 2 http://wals.info/chapter/31 erişim tarihi; 28.03.2015
http://wals.info/chapter/31
-
3
Antik Yunanca ve Latince, ölü birer dil olmanın yanı sıra sex-based system denilen dil özelliklerini
tam anlamıyla taşımaktadır. Bahsi geçen bu dillerin morfolojik özellikleri bize aktif olarak
kullanıldıkları dönemin sosyal yapısı hakkında da bilgi verebilir. Örneğin; Latince’ de –a bitimli
isimlerin hepsi femininum iken o dönem, sadece erkekler tarafından yapılan denizcilik, şiir yazmak
gibi işleri niteleyen isimler, –a bitimli olmalarına rağmen Latincedeki bir istisna olarak
masculinum’dur. Çünkü bu isimler erkekliği nitelediği için morfolojik olarak da erkek olmaları
gerekmektedir. Klasik Yunanca’ da da bu durum mevcuttur; erkeklerin yaptığı işleri niteleyen isimler
masculinum’dur. Bu bize bahsi geçen dönemin sosyal yapısı hakkında da bilgi verir. Dilin yaşayan bir
olgu olduğunu düşünürsek ve zaman içerisinde geliştiğini ve genişlediğini var sayarsak söylem antik
dillerin gelişmesinde ve genişlemesinde de oldukça etkili olmuştur. Dil günümüzde olduğu gibi antik
dönemde de iktidar kurma aracı olarak oldukça etkili kullanılmıştır ve iktidar kurma aracı olarak
masum olmamıştır. Antik dönemde dilin iktidar kurma aracı olarak en fazla kullanıldığı ortam
edebiyattır. Arkaik Yunan edebiyatına baktığımız zaman erkek egemen Yunan toplumunun sosyal
yapısının dile ve ardından şiire nasıl yansıdığını kolaylıkla görebiliriz.
Yukarıda bahsettiğimiz durumun en bilindik örneklerinden biri Antik Yunan edebiyatının en
bilinen karakterlerinden olan Pandora için söylenebilir. Hesiodos burada edebi zekasını göstermenin
yanı sıra kadının Antik Yunan dünyasındaki durumunu hem dili kullanarak hem de söylemi kullanarak
bizlere anlatmıştır. Şöyle ki;
ὀνόμηνε δὲ τήνδε γυναῖκα
Πανδώρην, ὅτι πάντες Ὀλύμπια δώματ’
ἔχοντες
δῶρον ἐδώρησαν, πῆμ’ ἀνδράσιν ἀλφηστῇσιν.
αὐτὰρ ἐπεὶ δόλον αἰπὺν ἀμήχανον
ἐξετέλεσσεν,
εἰς Ἐπιμηθέα πέμπε πατὴρ κλυτὸν
Ἀργεϊφόντην
δῶρον ἄγοντα, θεῶν ταχὺν ἄγγελον·
…taktı kadına Pandora adını
bir armağan olarak vermişti meskeni Olympos
olanların hepsi
tamamlayınca bu zorlu, karşı koyulmaz tuzağı
gönderir şanlı baba tanrıların hızlı habercisini
bir armağan olarak Argos-katili Epimetheus’a,
(Çev: Yrd. Doç. Dr. Erman Gören)
Pucci’nin (1977, 98) belirttiği üzere bu etimolojinin oyunbazlığı ve ironisidir. İnsanların
başına gelen “Belalı-armağanlar” (Πημ-δώρα) yerine, herkesten armağan aldığı için “Bütün-
armağanlar” (Παν-δώρα) olarak adlandırılması, yapılan sözcük oyununun boyutlarından birini ortaya
koymaktadır.3 Hesiodos hem ses benzerliklerini ve dilin morfolojik imkanlarını kullanmış hem de
Antik Yunan dünyasının başına en büyük belayı açan kadın olan Pandora’yı insanlığa anlatmıştır. Bir
toplumun edebiyatı o topluma ait sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel verileri bize en açık veren
olgudur. Çünkü edebiyat her zaman belli bir sınıfın, belli bir zümrenin uğraşı olmamıştır. Edebiyat da
dil gibi zaman içerisinde gelişen ve genişleyen bir kavramdır, hatta dilde olduğu gibi zamanına göre
şekil değiştiren bir kavramdır. Dil ve söylem olmadan edebiyat yapmak mümkün değildir.
Cinsiyetçilik ve söylem kavramı olarak Antik Yunan edebiyatında daha acımasız örnekler de
mevcuttur.
3 Erman Gören, “Arkaik Çağ Yunan Şiiri (Hesiodos’tan Pindaros’a)” (2013-2014 Bahar Yarıyılı Ders Notu, 2014), s. 20
-
4
…ὦ φίλ΄ ἐπὶ κρατερὴν τλημοσύνην ἔθεσαν
φάρμακον. ἄλλοτε ἄλλος ἔχει τόδε· νῦν μὲν ἐς ἡμέας
ἐτράπεθ΄͵ αἱματόεν δ΄ ἕλκος ἀναστένομεν͵
ἐξαῦτις δ΄ ἑτέρους ἐπαμείψεται. ἀλλὰ τάχιστα
τλῆτε͵ γυναικεῖον πένθος ἀπωσάμενοι.
verir tanrılar deva niyetine kudretli tahammülü
ne zamanlarda ne kimselerin gelir başına bunlar.
şimdi de sıra bize geldi, inletti kanayan yaramız inim inim,
öbür sefer sıra gelir ötekine, o halde bırakın artık
kadın gibi yaygara etmeyi, dayanın tüm gücünüzle.
(Çev: Yrd. Doç. Dr. Erman Gören)
Arkhilokhos, “kudretli” (κρατερὴν) olarak nitelediği ve belirgin bir şekilde savaşkan erkeğin
erdemleriyle ilişkilendirdiği “dişini sıkma”’nın ya da “tahammülle dayanma”’nın (τλημοσύνη)
karşısına “kadınca feryat”’ı (γυναικεῖον πένθος) koyarak kadın düşmanlığının başka bir boyutunu
dillendirir.4 Yukarıdaki dizelerde de kadına bakışın edebi söyleme nasıl yansıdığını görmekteyiz.
Yazının başında bahsettiğimiz “doğru düzgün” davranmayı işaret eden “adam akıllı davranmak”
söyleminin bir başka versiyonu bu dizlerde saklanmıştır.
Toplumsal aktörler ellerinde bulundurdukları simgesel sermayeye göre içinde yer aldıkları
grup tarafından kabul görürler ve güç sahibi olurlar.5 Yani kadın, elindeki simgesel sermayesi ile antik
dönemde erkek karşısında güç sahibi değildi. Edebiyat, dil ve söylem de bunun çevresinde gelişti ve
genişledi. Bu durum antik dünyada kendisini oldukça göstermekteydi. Foucaultcu söyleme baktığımız
zaman Foucault, söyleme tarihsel ve kültürel bağlamlar çerçevesinde yaklaşır. Tarihin belirli bir
döneminde, belirli bir konuda gerçekleştirilmiş olan bir söylem, söylemde bulunanın, söylemi
oluşturan cümlelerin ifade edilmelerine olanak tanıyan koşulların işlevi olarak değil, söylemi oluşturan
cümlelerin ifade edilmesine olanak tanıyan koşulların işlevi olarak çözümlenmek zorundadır.6
Yukarıda verdiğimiz dizelerin hepsi arkaik dönem Yunan Edebiyatından seçilmiş dizelerdi ve
söylemleri de o dönemin koşullarına göre gelişmişti. Dönemin koşulları düşünüldüğünde yapılan edebi
söylem o dönemin yaygın eğilimlerini yansıtmaktaydı fakat ne olursa olsun buram buram cinsiyetçilik
kokmakta, bu durum bize dönemin edebi eğilimleri hakkında bilgi verdiği kadar dönemin sosyal yapısı
hakkında da bilgi vermektedir. Foucault’un söylem ve özne ilişkisinde; özne tamamen söylemseldir ve
söylemlerde kurucu bir unsur değil söylemler aracılığıyla kurulanın bir unsurudur. Özneyi söylemin
değişken ve karmaşık bir işlevi olarak incelemek gerekir.7 Antik Yunan toplumunda ve edebiyatında,
eserlerde kullanılan isim ve özneler söylemden gelir örneğin “yiğitlik” ibaresi gibi. Bu da yine erkek
egemen bir toplum olan antik Yunan dünyasının erkeğe yüklediği misyonlardan kaynaklanmaktadır.
Tıpkı yazının başında Latince ve Antik Yunan dili için verdiğimiz erkeklerin yaptığı işleri niteleyen
isimlerin masculinum olması gibi çünkü o işler ve meslekler toplum tarafından erkeğe yüklenmiştir ve
isimler de morfolojik olarak öyle şekillenmiştir. Foucault’un öznesi, modern iktidar rejiminin ürünü
olan modern bireyselleşme sürecine ait bir öznedir.8 Her ne kadar burada “modern iktidar” tanımı
4 Erman Gören, “Arkaik Çağ Yunan Şiiri (Hesiodos’tan Pindaros’a)” (2013-2014 Bahar Yarıyılı Ders Notu, 2014), s. 35 5 Semiramis Yağcıoğlu, “Dil Asla Masum Değildir”, DEÜ, Sosyal Bilimler Enst. Dergisi, 2005 6 Özlem Özel Talay, “Michel Foucault’da Dilin Fonksiyonu”, (Yayımlanmamış Yüksek Lisan Tezi, Pamukkale Üniversitesi, 2005) s. 39 7 Ö. TALAY, a.g.y., s. 46 8 Ö. TALAY, a.g.y., s. 48
-
5
yapılmışsa da antik dünyada da durumun farklı olmadığını görmekteyiz. Her bilgininin kendine has
epistemolojik ve kültürel bağlamı vardır, bu alanların içini dolduran söylemin ise süreksizliği söz
konusudur, söylemler art arda gelen olaylar dizisi değildir. Belirli bir çağa hakim olan episteme’ler
insanların algı biçimleri ve düşüncelerine etki ederek söylemlerini şekillendirir.9 Yaşadığımız dönemin
episteme’si ile antik dönemin episteme’si aynı değildir, bu durum edebiyata, şiire de yansımıştır.
Bahsi geçen çağın sosyal yapısını net algılayamama durumumuz bundan kaynaklanmaktadır. Antik
dönemin kendine has episteme’si, o dönem insanlarının algı biçimleri ve düşünceleri ve de buna bağlı
olarak söylemleri vardır. Bu durum dile ait temel bilim dallarından olan gramere ve antik dönem
edebiyatına da yansımıştır.
* İ.Ü. Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 2. Sınıf Öğrencisi
9 Özlem Özel Talay, “Michel Foucault’da Dilin Fonksiyonu”, (Yayımlanmamış Yüksek Lisan Tezi, Pamukkale Üniversitesi, 2005) s. 54
-
6
ANTİKÇAĞ’DA YEMEK KÜLTÜRÜ
Denis Çat*
Canlılar, dünyada var olduğundan beri yaşamlarını sürdürebilmek, büyümek ve gelişmek için,
beslenme en temel ihtiyaçları olmuştur. Bu beslenme ihtiyacından da çok çeşitli ve farklı yemek
kültürlerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Her toplumun, kendine özgü bir yemek kültürü ve mutfağı
vardır. Bunlar zaman içerisinde pek çok değişikliğe uğrayarak gelişme göstermiştir. Tarih boyunca, bu
yemek kültürü birçok değişikliğe uğrasa bile, bazı temel kavramlar hep aynı kalmıştır.
Eski Yunan Toplumunda Yemek Kültürü
Yunan uygarlığında beslenme ete dayanırdı.Yani temel besin kaynakları et idi. Kahramanlar
şölen sahnelerinde genellikle et ve ekmekle beslenirler. Destanlarda beslenme açısından kaz, geyik,
dağ keçisi, yaban domuzu ve tavşana yer verilmiştir. Hayvan kesimleri yemeklerden hemen önce
yapılır. Balıketi ise kahramanlar tarafından pek tercih edilmemiştir. Bunların dışında diğer yenilen
besinler bal, peynir, zeytin, soğan, pancar, nar, elma, armut, incir ve üzümdür.
Arkaik dönemin başlarında Yunanlılar bol miktarda eti sadece şölenlerde görebiliyorlardı. Bu
etler de eskisi gibi şişlere geçirilip kızartılmak yerine bir kazanın içinde kavrularak pişiriliyordu. Bu
nedenle halk taze etten alamadığı proteini domuz jambonu, sucuk, süt, peynir, yumurta ve balıktan
sağlıyordu. Ayrıca bu dönemde beslenme tahıllı yiyecekler ve bazı sebzelere dayanırdı. Arpa unundan
yapılan ve yufka ekmeği olan maza çok ünlü bir yiyecekti. Ekmek ise önceden arpadan yapılırken
daha sonra yerini buğdaya bırakmıştır. Bu dönemde lahana, bezelye, fasulye, pırasa, bakla, ıspanak
vb. sebzeler kullanılmıştır. Yunan mutfağı tüm yemeklerinde zeytinyağı kullanmış, Akdeniz
mutfağına özgü zeytinyağı kullanımı günümüzde bile görülmektedir. Bu dönemde en sevilen meyveler
üzüm, incir ve elmadır. Ayrıca üzüm, şarap yapımında da çokça kullanılmıştır. Eski Yunan
toplumunda şarap tek içecektir ve çok önemlidir. Bu yüzden bağcılık ve şarap üretimi oldukça
fazladır. Değişik türlerde birçok şarapları vardır.
Yunan mutfağı ve sofralarının sadeliğine karşın Pers ve Lydia'lıların mutfak ve sofraları daha
gösterişlidir. Zaman içerisinde ticaretin hareketliliği nedeniyle Yunan mutfağındaki besinlere yenileri
eklenerek çeşitlilik artmıştır. Klasik dönem sonlarında ise Yunan mutfağında değişik tatları karıştırma
eğilimi ortaya çıkmıştır.
Yunanlılar günlük yaşamlarında öğle yemeğine ἄριστον (ariston) ve akşam yemeğine de
δεῖπνον (deĩpnon) derlerdi. Öğle yemeklerinde basit ve hafif şeyler yerlerdi. En önemli öğün aile ve
dostlarla yenilen akşam yemeği yani diğer adıyla "Deipnon"dur. Kahramanlar her öğünde bir masa
etrafında toplanıp sandalyeye oturarak yemeklerini elleriyle yerlerdi. İÖ 7. yüzyıl ortalarında ise
Yunanlılar oturmak yerine Kline denen döşeklere uzanarak yemek yemeye başladılar. Bu geleneğin
Yunanlılara Perslerden geçtiği düşünülmektedir. Böyle uzanarak yemek yemek erkeklere özgüdür.
Kadınlar ise genellikle yemeğini daha önceden oturarak yer, daha sonra uzanarak yemek yiyen
erkeklere hizmet ederdi.
Yunan yeme içme geleneğinin doruk noktasını oluşturan şölenlerde ise sofra adetleri en iyi
şekilde sergilenirdi. Davetler sözlü olarak yapılırdı. Davetli sayısı 7 ile 36 arasında değişirdi. Şölenlere
sadece erkekler katılır, kadınlardan ise sadece dans edenler katılabilir, onun dışında kadınlar asla
şölenlere katılamazlardı. Evin en güzel ve en gösterişli mekânı şölenler için ayrılırdı. Şölenlerde
menüler çok zengin olurdu. Şölene çağırılan konuklar döşeklerine yani kline'lere yerleşmeden önce
evin köleleri onların ellerini ve ayaklarını yıkamalarına yardımcı olurdu. Sonra da köleler konuklara
-
7
yemek boyunca hizmet ederlerdi. Menüde ilk olarak sunulan ordövr tabağı salamura zeytin, baharatlı
balık gibi yemeklerden oluşurdu. Sonra ana yemek olarak balık ve et tabakları gelir, daha sonra
hazırlanan ikinci sofra peynir, çörek, tatlı ve meyvelerden oluşurdu. Sohbet şölenlerde çok önemlidir.
Ayrıca mim, tiyatro gösterileri ve danslarla güzel vakit geçirilirdi. Şölen geç saatlerde biter ve ev
sahibi konuklarına koku şişeciği benzeri armağanlar sunardı.
Yunan sofrasında yemekler için değişik şekil ve boyutlarda çukur, düz tabaklar ve tepsiler
kullanılırdı. Yemekler elle yenildiğinden, herkesin kendine ait bir çatalı ve bıçağı yoktu. Sadece et
servislerinde kullanılan büyük çatal ve bıçaklar vardı. Yunan mutfağında ise yemek pişirmek için sabit
ocaklar vardı, fakat bunların yanında mangal da kullanılmıştır. Pişirme kapları üçayaklı kazan ya da üç
ayaklı çömlek şeklindedir. Çeşitli taslar, toprak kaplar, ızgara, şiş, satır, bıçak, rende ve kepçeler
Yunan mutfağında kullanılmıştır. Mutfak eşyaları genelde duvara asılı şekilde ya da basamaklı raflara
yerleştirilmiştir.
Roma Toplumunda Yemek Kültürü
Roma'da genellikle toprakların büyük bölümünde tahıl yetiştirilir ve beslenme kaynağının
büyük bir bölümünü de tahıl oluştururdu. Bu dönemde kızılca buğday unundan yapılan puls çok ünlü
bir yiyecekti. Yunanlar da Romalılardan söz ederken "Puls yiyenler" derlerdi. Baklagillerin yanı sıra
bazı sebzeler de pırasa, salatalık, kabak, soğan vb. her evin bahçesinde yetiştirilirdi. Bunlara genellikle
zeytinyağı ve su katılarak pişirilirdi. Yemeklere lezzet katsın diye bazı baharatlar da kullanılırdı.
Meyvelerde ise çeşit azdı. İncir, elma, ayva ve erik gibi meyveler vardı. Yunanlıların tanıttığı zeytini
Romanlılar da birçok alanda kullanmışlardır. Romalılar Erken Dönem'de bitkisel beslenmeye önem
vermişlerdir. Etleri ise sadece av dönüşleri ve şölenlerde kullanmışlardır. Yedikleri başlıca etler;
domuz eti, oğlak eti, kuzu eti ve koç etidir. Tavukların ise hem etinden hem de yumurtasından
faydalanırlardı. Protein kaynağı olarak etlerden başka yumurta, süt ve peynir tüketmişlerdir. Fakat
bunlardan en önemlisi peynirdir.
Yoğun üretim ve ticaret beslenmede önemli değişiklikler yaratmıştır. Yoksulların temel
yiyeceği olan puls'un yerini mayalı ekmek almıştır. Fırınlarda değişik şekillerde ve kalitelerde
ekmekler yapılıp halka satılmaya başlanmıştır.
Roma'daki yoksullar için sebze beslenmede çok önemli yer tutmuştur. Zenginler ise sebzeyi
sadece faydaları için önemsedikleri halde onlar için et yine her zaman ön planda kalmıştır. Balık ise
Roma sofrasının başköşesine yerleşmiştir. Balığı her şekilde kullanmışlar (salamura, konserve vb.),
balık dışında diğer deniz ürünlerinden de büyük keyif almışlardır.
Erken dönemden başlayarak Romalılarınen önemli içeceği şarap olmuştur. Çok çeşitli ve
kaliteli şarapları vardır. Romanlılar şarap üretimlerinde Yunanlılardan öğrendikleri yöntemleri
uygulamışlardır. En çok kullanılan bir başka içki ise Mulsum'dur. Mulsum şıra ve mayhoş şarabın bol
miktarda bal ile karıştırılmasından elde edilir. Bal ile ilgili bir içki ise Bal Rakısıdır. Mulsum ve bal
rakısı yemekten önce ordövr ile birlikte alınırdı.
Romalıların günlük yaşamında öğle yemeği günün ana öğünü olmadığı için genelde hafif
yiyeceklerle geçiştirilirdi. Öğle yemeğinde buğday veya arpa ekmeği, sebze ve peynir alışılmış yemek
tarzıydı. Öğle yemeğinin yanında su, ballı su veya seyreltilmiş şarap içilirdi. Apicius’un yemek
kitabında öğle yemeği için ucuz ve faydalı olan fasulye, arpa veya kılçıksız buğday unundan yapılmış
yemek suları ile sebze çorbalarına oldukça fazla yer ayrılmıştı.1 Apicius’un kitabında da belirtildiği
1 Hilary J. Deighton, Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, İstanbul, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, 1999, s. 38
-
8
gibi2 ekmeğin besin sayılmasından önceki dönemde tahıl esaslı olan su ve sütle pişirilen lapalar
binlerce yıl boyunca Akdeniz çevresindeki köy nüfusunun ana yemeği olmuştur.Günün esas öğünü
akşam yemeğiydi ve bu öğünde yemekler yenirken tüm aile bir arada olurdu. Ana öğüne Cena denirdi.
Cena önceden öğle saatlerinde yenirken daha sonra iş hayatının etkileriyle akşam saatine ertelenmiştir.
Dolayısıyla akşam yemeğine Cena denirdi. Başlangıçta Romalılar bir masa başında oturarak yemek
yerken, zamanla Yunanlılardan etkilenerek uzanarak yemek yemeğe başlamışlardır. Uzanarak yemek
yemek sadece rahatlık için değil, kibarlık ve sosyal üstünlük açısından da önemlidir. Kadınlar da ilk
başta otururken zamanla onlar da uzanarak yemek yemeğe başlamışlardır. Romalıların evlerinde
mutlaka bir yemek odası bulunurdu. Zengin ailelerin ise birden çok yemek odaları olurdu. Bunun
dışında bazı evlerde özel şölen salonları da vardı.
Romalılar şölenlerde konuklarını davetiye ile çağırırlardı. Romalılarda Yunanlılardan farklı
olarak kadınlar da eşleriyle birlikte şölenlere katılırlardı. Şölen odalarında uzanmak için letus denen
döşekler olurdu. Konuklar gelince sandallarını çıkarırlar ve kölelere ayaklarını yıkatırlardı. Sonra da
letuslara uzanırlardı. Şölen üç bölümden oluşurdu. Yemek mulsum eşliğinde gustatio / promulsis yani
ordövr ile başlardı. Gümüş tepside sunulan çiğ ya da pişmiş et, deniz ürünleri ve sebzeler vardı. Ana
yemeğe geçmeden önce tepsiler alınır, köleler konukların ellerine kokulu su döker, yemekler elle
yenildiği için sık sık eller yıkanırdı. Yemek sona erince köleler ortalığı temizleyip tatlı, meyve ve
yemişler getirirlerdi. Konukların başları ve ayak bileklerine çiçek çelenkleri konulurdu. Konuklar
kendi aralarında bir başkan seçerler ve o başkan şarabın nasıl yapılıp içileceğini belirler. Daha sonra
iyilik ve sağlık dilekleriyle hep birlikte kadeh kaldırıp şarap içerlerdi. Ev sahibi bunların yanında
konukların hoşça vakit geçirmeleri için çalgıcılar ve dansözler getirtirdi. Aydınlar ise şölenlerini
edebiyatla renklendirmeyi tercih ederlerdi. Onların şölenlerinde Homeros ve Vergilius'tan parçalar ya
da müzik eşliğinde lirik şiirler okunurdu. Fakat bu şölenlerde en önemli olan şey sohbetti.
Romalılar sofra eşyaları olarak en çok pişmiş topraktan yapılan eşyaları kullanırlardı. Daha
sonra madeni eşyalar ve cam eşyalar da kullanılmıştır. Romalılarda şarap ile ilgili kaplar önemli bir
grup oluştururlar. Aynı durum yemek kapları için de geçerlidir. Roma sofrasında tuzluk hiçbir zaman
eksik edilmemiştir. Erken dönemlerde bile kullanılmıştır. Çok nadir olsa da masa örtüsü kullanılmıştır.
Peçete ise çok yaygındır. Yemekleri elleriyle yedikleri için çatal bıçak kullanmamışlardır. Çatal ve
bıçağı sadece servis amaçlı kullanmışlardır. Roma mutfağında tek bir ocak vardı. Yemek burada
pişirilirdi. Bazı evlerde mutfağın yanında bir erzak odası bulunurdu. Mutfakta kullanılan kaplar pişmiş
toprak, taş çinko, demir, bakır, bronz ve camdan yapılmıştır. Bu kaplar kazan, tencere, sahan, tava,
tepsi, kova, çanak, çömlek, testi vb.dir.
En eski kültürlerden olan Yunan ve Roma kültürlerinin beslenme şekillerini, yemek ve mutfak
kültürlerini ve yemek adetlerini incelediğimizde, bazı küçük değişikliler olmasına rağmen temelde
günümüze yansıyan benzer unsurların olduğu görülmektedir.
KAYNAKÇA
1. DELEMEN İ., Antik Dönemde Beslenme, Türk Eskiçağ Bilimleri Enstittüüsü Yayınları, İstanbul, 2003
2. DEIGHTON H. J., Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, İstanbul, 1999
3. DEIGHTON H. J., Eski Atina Yaşantısında Bir Gün,, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, İstanbul, 2005
* İstanbul Üniversitesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 2. Sınıf Öğrencisi
2 Hilary J. Deighton, Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 38
-
9
AZRA ERHAT 100 YAŞINDA
Cana Vilken*
Doğan Çabalar*
2015 yılında 100. doğum yılını kutladığımız, Eski Anadolu uygarlıklarının izini süren “mavi
yolculuk”ları başlatanlardan, hümanist anlayışın ülkemizde yaygınlaşmasına öncülük etmiş, değerli
yazar, arkeolog, çevirmen, düşünür ve klasik filolog Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar adlı eserinde,
“Tutukluevinde yazdığım anılar aslında sana mektuplardı, Gülleylâ. Sen sen olduğun ve benim
küçük yeğenim olduğundan ötürü değil yalnızca, senin simgende bütün bir okuyucu topluluğuna
sesleniyorum… hem sen vardın benim yakınım, hem de öbür, kafamda canlandırdığım tüm gençler.
Sana diyeceğim, onlara diyeceğim vardı.1” diye yazmıştır. Hocamızın bu sözlerinden hareketle,
İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu olarak ilk sayımızda Azra Erhat’ın kendi kitaplarından
yola çıkarak onun öz yaşam öyküsünü, hayat görüşünü ve eserlerini tanıtmaya çalıştık
1915 yılında İstanbul’da dünyaya gözlerini açan Azra Erhat, okul öncesindeki çocukluk
günlerini İstanbul’un korku ve güvensizlik içinde yaşadığı işgal döneminde geçirdikten sonra 1922
yılının sonbaharında ailesiyle birlikte İzmir’e, ardından 1924’te ise babasının işleri dolayısıyla
Viyana’ya taşınır ve ilkokul eğitimini Avusturya’da tamamlar.
Başkasını saymak, sevmek, kendinden önce başkasını düşünmek, almaktan çok vermeyi
önemsemek, gönül kırmamak, cömert davranmak, kendi çıkarlarını ön plana almamak gibi ahlak
görüşlerini daha ilkokul çağındayken bakıcısı Matmazel Nowineil sayesinde benimser ve hayatının
sonuna kadar bu ilkelerle yaşar. Erhat’ın çocukluğunda önemli bir yer tutan Matmazel Nowineil onu
her pazar tiyatroda çocuk oyunları izlemeye götürür.. Bu oyunların daha o yaşında kendisinin sanata
doğru adımını atmasını, sanat yaratıcılığının ne olduğunu sezinlemesini sağladığını söyler.
Viyana'daki Almanca öğrenim veren halk okulu Volksschule'da ilkokula başlar. Almanca’yı
erken yaşta öğrenmesinin getirisini, “Aslında Almanca’yı grameriyle, dil kurallarıyla öğrenmiş
değildim, ama tıpkı ana dilini öğrenen bir çocuk gibi yanlışsız konuşurdum. Ancak iki yıl sonra
Almanca konuşmak fırsatı bulamamış olmuştum. Ne var ki bu dil bilinçaltında olacak canlılığını
yitirmedi ve Ankara’da bir Alman profesörüne yardımcı olarak çalışmam gerektiği zaman gene
yüzeye çıktı ve asıl o sıralarda gelişti.2” sözleriyle vurgular.
Erhat’ın Viyana günleri, 2 yıl sonra babasının işleri dolayısıyla ailenin Brüksel’e taşınmasıyla
son bulur. Belçika’nın kendisi için önemi hakkında, “Ben bugün tutukluyum, çok haksız yere
tutuklu. Suç işlemek şöyle dursun, elli altı yıllık ömrümü insanlık ve özellikle Türkiye diye, yalnız
içinde doğduğum değil, bütün bilincim ve sevgimle kendime yurt, biricik vatan olarak seçtiğim bir
ülkenin kültür hizmetine vermişimdir. Bunca çabanın tutuklulukla sonuçlanması ben yaşta bir
kadını kırabilir, yıkabilirdi. Bugün her şeye karşın en canlı, en güçlü günlerimi yaşıyorsam, bunu
Belçika’da gördüğüm insanlık ve insancıllık eğitimine borçluyum. Daha doğrusu, kendime ülkü
edindiğim hümanizmin ilk tohumlarını bu eğitimden almışımdır.3” der.
Ortaokul eğitimine Belçika’da devam ettiği sırada Fransızca ve Flamanca öğrenmeye başlar.
Brüksel’deki okullarda ezberci bir eğitim görmemiş olması ve buna bağlı olarak Batılı kafanın
üstünlüğü hakkında, “Ezberciliğe hiç yer vermeyen bu öğretim türü kültürümüzün sağlam temeller
üstüne kurulmasına yol açmıştır. Brüksel’de hep duyduğum ve gönülden benimsediğim tümce şu
1 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 210-211 2 Erhat, a.g.e., s. 68 3 Erhat, a.g.e., s. 76
-
10
idi: ‘Kültür insanda her şeyi unuttuktan sonra kalan şeydir.’ On dört yıl çevirisine uğraştığım
Homeros destanlarının on dört dizesini ezbere okuyamam. İnsan dediğin canlı kitaplık değildir,
insan düşünen kafadır, kitabın varlığını bilmeli, gerektiği zaman açıp okumalı, o kadar. Bellek
dediğin papağana yakışır, insana değil.4” görüşlerini dile getirir.
Brüksel’de bir süre çocukluk ve genç kızlık romanlarını okuduktan sonra Alexandre Dumas,
Victor Hugo, Moliere gibi dünyaca ünlü yazarların eserlerini okumaya başlayarak gerçek edebiyat
eserleriyle tanışır. Kitapların önemini, “...anladım ki, insan ne kadar çok dostu olsa da, aslında
yalnızdır, bu özlü yalnızlığı tek paylaşabileceğin dost kitaptır, çünkü sessizce dinler seni, ikili
konuşmayı sessizce sürdürebilirsin kitapla.5” sözleriyle vurgular.
Ortaokulu bitirdikten sonra Erhat, yaşamının büyük serüveni olarak nitelendirdiği, ailesinin
“Ah kızım, senin memleketinde Latince ve Yunancayı ne yapacaksın? Dil öğren, bir mesleğe hazırlan
daha iyi” çıkışlarına aldırmayıp Brüksel’deki Emil Jacgmain Lisesi’nde Latince ve Eski Yunanca
öğrenimine başlar.
Latinceyi ilk öğrenmeye başladığında zorlandığını, sabah akşam çalışsa da gene başarısız
olduğunu söyleyerek, bu işte nasıl başarılı olduğunun gizli anahtarını şöyle verir: “Nasıl başardığımı
anlatayım sana, Gülleylâ: Aşık oldum da öyle. On üç yaşında, boyu bir metreyi aşan bir kızcağız
nasıl bilsin ki dil de yalnız aşkla öğrenilebilir! Viyana’daki anılarım aşk sözcüğüyle dolup taşardı,
ama çevremde sakız gibi çiğnenen kadın-erkek ilişkisiydi o. Sevginin başka alanlara da
dökülebileceğini, hangi alanda olursa olsun her işin sevgiye bağlı olduğunu, başarıya ancak bu
yoldan ulaşıldığını nasıl ve nereden bileyim ben? Öğreniverdim işte.6”
Latince öğretmeni Matmazel Cosyn’e aşık olmasını ve bu sayede entelektüel bilgisinin
artmasını “Cos’a kendini beğendirebilmek için yalnız iyi bir öğrenci olmak yetmez, dünyanın bütün
güzelliklerine açılmak, kitaptan, müzikten, heykelden anlamak gerekirdi. Ona ulaşmak için okul
dışındaki bütün yaşamımızı üstün bir düzeye çıkarmaya çalışırdık. Tiyatro, bale, opera, bütün
sanatların kapısını Cos açmıştır bize. Hümanizmin her görüldüğü, her çiçek açıp filizlendiği yerde
iyilik ve güzellik aşamasını simgeleyen bir kılavuza bağlanmakla, onun yolunda yürümekle varılır,
varılmıştır bir üst düzeye.7” sözleriyle dile getirir.
Eski Yunanca’dan ise şöyle bahseder: “Latince çocuk oyuncağı kalıyordu Yunanca
karşısında, grameri belalı, çekimleri daha da kuralsız ve çetrefil, yazını öyle zengin, öyle çok yönlü
ki, insan bir yandan bu dile vuruluyor, öte yandan da bunca çabaya karşın bir sonuç
alamayacağına kanaat getiriyor. Elimde sözlükler koca koca, karıştırıp duruyor, birkaç satırlık
metni çözmek için akla karayı seçiyordum. Nitekim söylerler ya, Latince Yunanca eğitimi bir çeşit
matematik öğrenimi gibi bir şeydir, kafayı düşünmeye alıştırmak da matematik problemleri kadar
işletici, eğitici.8”
Babasıyla on yedi yıl bir arada yaşayıp da birbirlerini tanıyamamaları üzerine yeğenine şu
öğütte bulunur: “...kim varsa çevrende onu bütünüyle anlamaya çalış, kendini ona bütün olarak
4 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 83 5 Erhat, a.g.e., s. 91 6 Erhat, a.g.e., s. 96 7 Erhat, a.g.e., s. 97-98 8 Erhat, a.g.e., s. 100
-
11
anlatmaya tam bir insan alışverişi kurmaya çalış. Yoksa treni kaçırmış gibi bomboş ve pişman
kalınıyor ortada.9”
1932 yılında Azra Erhat’ın babasının ölümüyle birlikte aile İstanbul’a geri döner. Erhat,
lisenin son iki senesini tamamlamak üzere ailesinden ayrı olarak Brüksel’de arkadaşlarının evinde
geçirir. Liseyi oranın deyimiyle “avec le plus grand fruit”, yani en üstün başarı belgesini alarak bitirir
ve İstanbul’un yolunu tutar.
Türkiye’ye döndükten sonra, kayıt olmak üzere İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne
pullu damgalı diplomalarıyla gittiğinde ilginç bir anısını şöyle aktarır: “....diplomalarımı göstererek
yazılmak istediğimi söyledim. Ama nasıl söylemiş olacağım ki biraz ötede duran uzun boylu, yüzü
pütür pütür bir genç alaycı bakışlarla süzdü beni. Memurun sorularına doğru dürüst yanıt
veremediğimi görünce, yanıma gelip kayıt işlerinde yardımcı oldu bana. Meğer şair Orhan Veli
imiş! Sonraları dostlar arasında katıla katıla anlatırdı o günü. Kalem memuru sormuş: ‘Liseyi
nerede okudunuz?’ Ben de: ‘Beljika’da,’ demişim. Orhan Veli sonraları bana ‘L’Azros” adını
takmıştı, nedenini de şöyle açıklardı: L’(le apostrof) çünkü Beljika’da Fransızca eğitimi gördü, -os
çünkü Yunanca uzmanıdır.’ Orhan Veli, sizlere ömür, bıraktı gitti bizi, ama bu L’Azros adı kaldı
bana, bugün de öyle çağırır beni dostlarım.10
”
Azra Erhat, İstanbul Üniversitesi’nin altın yılları olarak nitelendirdiği dönemde, 1934 yılında
üniversite eğitimine başlar. Hitler Almanya’sından kovulan Yahudi asıllı öğretim üyeleri ve eşleri
Yahudi olan öğretim üyeleri ile söz konusu rejiminin ırk ayrımından tiksinerek görevlerini kendileri
bırakan öğretim üyeleri soluğu Türkiye’de alırlar. Adeta Alman üniversitelerinin bütün otoriteleri
İstanbul Üniversitesi’nde toplanır. Bu otoritelerden biri de Erhat’ın en parlak öğrencisi olduğu ve onu
yaşamında bir dönüm noktası olarak nitelendirdiği Leo Spitzer’dır. Hocasının kendisi için önemini,
“...bilim kapılarını bana açan büyük hocam Leo Spitzer’i sana ne kadar anlatsam, tanımlayamam
ona duyduğum saygı ve sevgiyi. Spitzer yaşamımda bir dönüm noktasıdır, hem geleceğime yön
veren, hem öğretisi ve yöntemiyle o gün bu gün çalışmalarıma damgasını basan bilgindir. Leo
Spitzer olmasaydı ben bugün ben olmazdım, dünya görüşüm bu olmaz, anılarımı da açık seçik bir
dille iletemezdim sana11
…” sözleriyle dile getirir.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Alman biliminde “Geistesgeschichte” denen bir yol ve
yöntemle araştırmaya girişildiğini söyleyen Erhat, bu terimi açıklamaya çalışırken “Geschichte”
kelimesinin tarih anlamına geldiğini ancak, Fransızcada “esprit” ile karşılanan “Geist” sözcüğünün
hiçbir dilde tam karşılığı olmadığını, Türkçedeki “ruh” ve “tin” sözcüklerinin ise verilmek istenilen
anlamı karşılamadığını söyler ve sözlerini şöyle sürdürür, “…dil gerçeklerin yankısıdır, dilin belli
sözcüklerle tanımlamadığı bir değer, bir kavram aslında yok demektir. Acıdır söylemesi, ama
Türk dilinde “Geist” için bir sözcük yoksa, o kavram daha bizde yok demektir. Onun var
olması, gerçekleşmesi için onu yabancı dilden yakıştırma sözcüklerle çevirmeye çalışmak pek bir
işe yaramaz, yaşatmaz, canlandırmaz çünkü kavramı. Dilciden önce düşünürün, daha doğrusu
dilci-düşünürün burada bir görevi vardır, felsefe sorunlarını önce yaşamamız gerekir ondan
sonra dilde karşılığı kendiliğinden gelecektir. bugüne dek pek anlamamışız biz bu gerçeği: Eski
dilden, Arapça’dan, Farsça’dan yeni Türkçe’ye aktarmalar yapıyoruz, çevirmeler kimi tutuyor,
kimi tutmuyor ama bu mekanik çalışma aslında değersizdir. Türkçe düşünmeye çalışmalı,
Türkçe düşünce eserleri yaratmalı, dil ve sözcükler o zaman kendiliğinden doğacak,
biçimlenecektir. Düşünmeye, kendi kendimize özgürce düşünmeye niçin pek yanaşmıyoruz biz?
9 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 105
10 Erhat, a.g.e., s. 133-134 11 Erhat, a.g.e., s. 135
-
12
Bak, Sokrates öncesi filozoflar doğanın karşısına geçmişler, gözlerini açıp kafalarını işleterek
düşünmeye koyulmuşlar, düşün dilini de yaratmışlar böylece. Biz ise bugüne dek hemen de hep
aktarma, özenme, düşünce kalıplarını başkalarından benimseme yolundan ayrılamıyoruz bir
türlü. Çok sıkıştığımız zaman da Türkçe olarak değil Almanca, İngilizce, Fransızca kitaplar
yazıp dışarıda yayımlıyoruz. Böyle bilim, bu yoldan bilim ve düşünce olur mu? Ulusallığı aşıp
uluslararası düzeye varmak istemek iyi, ama özgünlükten yoksun bir ulusallık da, uluslararası
bir varlık da düşünülemez. Geri kalmışlığımızın asıl nedenini burada aramalı. Kendimiz tek
başımıza gözlerimizi açıp bakmaya, bağımsızca kendi kendimizi düşünmeye çalışsaydık,
bugünkü yürekler acısı halimize düşmezdik… Bağımsız olmak önce düşüncede bağımsız olmayı
gerektirir oysa eyleme geçmiş gençlerimiz tek bir bağımsız düşünce dile getirecek durumda
değiller… “Geistesgeschichte” sözünü “düşünce tarihi olarak” çevirelim. Edebiyat bilimi şöyle
bir ilkeden yola çıkmış: Yazılı her eser yazarının özelliklerini yansıtmakla kalmaz, çevresinde
geçerli görüşlerin, davranış ve tutumun da bir yansımasıdır, yani kısaca şu ki, belli bir zamanda
kaleme alınmış belli bir eseri incelemekle o zamanın tüm toplumunu da göz önünde
canlandırabiliriz. Tarih yalnızca tarihçilerin çizdikleri bir süreç değildir yani tarih soyut
değildir, her yazıdan tarihsel bir sonuç çıkarılabilir ve asıl tarihi yansıtan yazarlardır,
şairlerdir, sanatçılardır. Çünkü çevrelerinin gerçeklerini en canlı en sürekli olarak dile getiren
onlardır. O halde bir çağın, bir dönemin portresini çizmek için asıl onlara başvurmalı. Edebiyat
eserlerini yalnız öğretim malzemesi olarak ele almamalı, daha öteye gitmeli, insanın da
toplumunda eğilimlerini, görüşlerini bize anlatacak onlardır çünkü. Dil yalnız insana özgü bir
veri, bir yetidir: Dilden başka aracımız yoktur anlamak ve anladığımızı birbirimize aktarmak
için. Dil ve üslup onlardan yola çıkıp incelendi mi, bütün bir ulusun, bir çağın tutumu
açıklanabilir.12
”
Spitzer’in araştırmalarında on yedinci yüzyılda Fransa’da yaşamış Buffon adlı yazarın “Le
style c’est l’homme” yani “üslup insanın ta kendisidir, insanı asıl yansıtan üslubudur” sözü ve
görüşünden yola çıktığını aktarır ve onun yöntemini şöyle açıklar: “Bir metin alır, herhangi bir
yapıttan çıkarılmış ufak bir parça, o parçanın dilini sözcüklerin yerini, sayısını, daha birçok
ufak tefek özelliklerini incelemekle yazarın bütün tutum ve davranışlarına, dünya görüşüne,
çevresi ile alışverişine varılabilir, derdi. Örneğin La Fontaine’nin bir hayvan masalını dikkatle
okuyup incelersen, on yedinci yüzyıl klasik Fransız yazının tümü üstüne fikir edinebilirsin. Bu
söylediklerim sana çetrefil ve anlamsız görünebilir ama aslında öyle kolaydır ki, aklı başında her
insan bunu yapabilir; okuduğu her yazıya uygulayabilir bu yöntemi… Dikkatle okuyacaksın,
her sözü ayrı ayrı ve metindeki bütün içinde inceleyecek ve yorumlayacaksın, her sözün
anlamına gidecek, dibe inmeler, karşılaştırmalarla sonuçlar çıkaracaksın. Evet, bir kişiyi en iyi
biçimde tanımak için ne konuştuğunu, nasıl konuştuğunu saptayacaksın, sonra düşüne düşüne
kavrayacaksın o kişiyi bir bütün olarak. Dilden yola çıkarak düşünce tarihine varacaksın. Bu
inceleme ve yorumlama işine de “Textinterpreation” diyordu Spitzer; Almanca bir terimle:
Metin yorumlaması. İşte bu yol sonsuz bir yoldur, Spitzer metodunu uygulamakla araştırıcının
varamayacağı erek yoktur. Bu yöntemi her dile uygulayabiliriz. Nitekim Spitzer Türkiye’ye
gelir gelmez bir kelime Türkçe bilmediği halde, birçok ilginç inceleme yaptı. Sözgelimi sokak
satıcılarının çağırışlarını ele aldı, niçin boyaciiiiis, diye bağırıyorlar, neden yalnız Türkçe’de
“güzel müzel, aptal maptal” gibi deyimler var, “yusyuvarlak, kapkara, masmavi” deniyor, sıfat
nasıl yinelenirse zarf oluyor: Yavaş = zarf… Bunlar başka dillerde yok, Türkçe’ye özgü. Türk
12 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 137-138
-
13
dili üzerine neler öğretir bunlar bize, neye, nasıl bir niteliğe belirtidir; dil bilimi çevresinde nasıl
yorumlanabilir…13
”
Erhat, Leo Spitzer’in kürsü başkanı olduğu Roman Filolojisi’ne yazılır ve 2 yıl ondan ders alır.
Bu sırada Spitzer’ın ders saatleri dışında düzenlediği İspanyol Edebiyatı seminerlerine, Dickmann’ın
Latince, Fuchs’un ise Alman edebiyatı derslerine katılır. Bütün bu yan öğretimlerin kendisinin filoloji
bilimine daha hazırlıklı olarak yaklaşma olanağı sağladığını söyler.
1936 yılı Erhat’ın yaşamında dönüm noktası olur. Washington’daki John Hopkins
Üniversitesi’nden teklif alan ve ardından kariyerine orada devam etmeye karar veren Spitzer,
İstanbul’dan ayrılmadan önce, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Klasik Filoloji Bölümü’nü
kurmakla görevlendirilen, Almanya’dan geldiğinden beri de derslerini Türkçe’ye çevirecek birini
bulamayan Prof. Rodhe’ye Azra Erhat’ı “Latince bilen tek öğrencim” diye tanıtır. Prof. George Rodhe
hem Fransızca-Almanca, hem de Latince-Yunanca bilen Erhat’a Ankara’ya gelip kendi derslerini
Türkçe’ye çevirmesini ve asistanı olmasını önerir. Öneriyi kabul eden Erhat, 1 Eylül 1936’da Ankara
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü’nde “mütercim” kadrosunda göreve başlar. O
tarihten, görevine son verildiği 1947 yılına kadar önceleri öğrenci-çevirmen-asistan daha sonra da
doçent olarak bu fakültede çalışır.
İlk asistanlık yıllarındaki gözlemlerinde, Yaşayan Diller ve Arkeoloji bölümlerinde
okuyanların hepsinin bir süre zorunlu Latince dersi almalarına karşın Klasik Filoloji öğrencilerinin de
onlarla aynı seviyede yani Latince ve Yunanca’yı alfabesinden en baştan öğrendiklerini söyleyerek,
“Hepsine de bu iki dilin ne kadar zor geldiğini, elden gelse bırakıp kaçacaklarını hemen anladım.
Yıllar yılı bu böyle gitti, öğrenciler klasik filoloji okumakla nereye varacaklarını, mezun olunca
hayatta nasıl bir yol seçeceklerini, ne olacaklarını pek bilemediler. Öğrenim güçlüğüne gelecek
kaygısı katılınca, en hevesli öğrencilerin yıldığı, başka daha pratik, daha verimli bölümlere kaydığı
görülüyordu. Profesörlerle benim karşılaştığımız başlıca sorundu bu. Öğrencilerin: Sonra ne
olacağız, sorusuna karşılık vermek güç, giderek olanaksızdı. Klasik filolojinin, eski dillerin yararlı,
güzel oluşu, insanı insan etmekte sonsuz erdemler taşıdığı ne denli vurgulansa, bu çocuklara klasik
filolog olun da aç kalın denemezdi ya! Profesör kendimi örnek göstererek öğrenciler arasında
bölüm için propaganda yapmamı da istiyordu. İşte bunu hiç yapamadım ve hemen arkadaş
olduğumuz öğrencilerle konuşmalarımızda Belçika Lisesi’nde gördüğüm klasik öğrenimden
edindiğim mutlu kazancı dile getirmekten ileri gidemedim, kimseye klasik filolojiye girmesi için
öğüt vermeyi göze alamadım. Besbelli burada ödevimiz yalnız Latince ve Yunanca öğretmek değil,
Latince ve Yunanca’nın yararlı, verimli ve anlamlı olacağı ortamı da kurmaktı. Yapılacak iş çok,
çok ve baş döndürücüydü14
” diye yazar.
Rohde, Ankara’ya gelir gelmez, doğru dürüst bir klasik filoloji kitaplığının kurulması için
gerekli yayınları ısmarlar ve profesörün asistanlığını ve çevirmenliğini yapmanın dışında Erhat,
kütüphanede kitapların hepsini numaralamak, kaydını yapmak, sıralamak ve her birinin fişini yazıp
dizmek gibi kütüphaneci, daktilocu, sekreter görevlerinin hepsini de kendisinin yaptığını söyler.
Rohde, klasik filoloji öğrencilerine kütüphanede ve çalışma odasında verdiği derslerin dışında,
fakültenin hemen her bölümünden gelen yardımcı öğrencilere Latince dersleri ve haftada bir de Latin
edebiyatı üzerine konferanslar verir ve Erhat da hocasının tercümanlığını yapar. Bu çeviriler sayesinde
Erhat, yıllarını yurt dışında geçirmesi sonucu bir nebze unuttuğu Türkçe’yi daha iyi öğrendiğini,
Türkçe’nin güzelliğini ve önemini daha iyi anladığını söyler. Erhat, Rohde’nin o yıllarda kendini
13 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 139-140 14 Erhat, a.g.e., s. 162-163
-
14
fakülteye büsbütün vererek, yalnız klasik filoloji hocası olarak değil aynı zamanda üniversite
öğretiminin düzenleyicisi ve yöneticisi, danışmanı olarak da çalıştığını; bir yandan da Latince
öğretiminin liselerde yer alması, böylece öğrencilere bir meslek yolu açılması, ilerisi için bir çalışma
düzeyi kurulması amacıyla bir Latince gramer ve el kitabının hazırlanması için uğraştığını söyler.
Profesörün kendini canla başla Latince ve Yunanca öğretimine vermesini, bu öğretimin başka bilim
dallarını aydınlatmaya yardım edeceğine inanmasından kaynaklandığını düşündüğünü söyler.
Erhat, Ankara’da yaşadığı yıllarda Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Orhan
Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat ve Erol Güney’le yakın dostluklar kurar. Ayrıca Hasan Ali
Yücel’in kurduğu Tercüme Bürosu’nda Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Orhan Burian ve Saffet
Korkut’la birlikte çalışır. Dünya Edebiyatından Tercümeler’in Yunan Klasikleri serisinde,
Aristophanes’ten Barış, Sophocles’ten Electra, Platon’dan Devlet ve Orhan Veli’yle birlikte daha
sonra 1955 yılında yalnız Orhan Veli’nin adıyla yayımlanan Jean Anouilh’dan Antigone’u çevirir.
1947 yılında da daha önce boşanmış olduğu halde, bir Macar’la evli olduğu ve yabancı uyruklularla
evli olanların devlet memurluğu yapamayacakları gerekçesiyle üniversitedeki görevine son verilir.
Oysa asıl hedef, o yıllarda girişilen ve ülkedeki bir çok aydını etkileyen “sol aydın temizliği”dir.
Erhat, üniversiteden ayrıldıktan sonra İstanbul’a döner. 1949-54 yılları arasında Yeni İstanbul
gazetesinde, önce sanat eleştirmeni ve çevirmen, sonraki 7-8 ay da Paris muhabiri olarak görev alır.
Daha sonra Vatan gazetesine geçerek 1956 yılına dek orada çalışır. Gazetecilik yıllarında da çeviri
çalışmalarını sürdürür. Saint Exupery’den Küçük Prens, Colette’den Cicim adlı romanları çevirir.
Ardından 1956’dan emekli olduğu 1975 yılına dek Uluslararası Çalışma Bürosu, Yakın ve Ortadoğu
Merkezi’nde kütüphane memuru olarak çalışır.
1956-1982 dönemi, Erhat’ın yazarlık yaşamının en verimli ve yaratıcı devresi olarak
nitelendirilir. Bu süre içinde, tek başına ve Sabahattin Eyüboğlu’yla birlikte yaptığı çevirileri Yeni
Ufuklar dergisinde çeşitli yazıları, kendi dünya görüşünü, hümanizma anlayışını ve kültür sentezini
sergileyen özgün denemeleri yayımlanır. Ozan A. Kadir’le birlikte, Homeros’un iki büyük eseri Ilias
ve Odysseia’yı çevirir. Ilias’ın 1. cildiyle 1959 yılı Habip Edip Törehan Ödülü’nü, 2. cildiyle de 1961
yılı TDK Çeviri Ödülü’nü kazanır. Odysseia çevirisi ise 1970 yılında yayımlanır. Sabahattin
Eyüboğlu’nun tüm eserlerini “Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler” adı altında derler ve 1981-82
yıllarında yayımlatır. Doktora tezi olan “Sapho Üzerine Konuşmalar”ı Cengiz Bektaş’la birlikte
1978’de tekrar yayına hazırlar.
Azra Erhat 12 Mart 1971 dönemindeki aydın kıyımına takılarak Sabahattin Eyüboğlu, Vedat
Günyol, Magdi Rufer ve Yaşar Kemal’in eşi Tilda’yla birlikte dört ay Maltape Askeri Cezaevi’nde
tutuklu kalır. Dört ay sonra ilk oturumda dostlarıyla birlikte salıverilir. Uluslararası Çalışma Bürosu bu
zor döneminde Azra Erhat’ı destekler ve tutuklanmasından davası sona erip aklanıncaya dek geçen bir
buçuk yıla yakın sürede büroda çalışmadığı halde kadrosunu korur, maaşını düzenli öder.
Yaşamının sonunda kansere yakalanan Azra Erhat, Londra'da tedavi görür ancak hastalıktan
kurtulamaz ve 6 Eylül 1982'de, 67 yaşındayken İstanbul’da hayata gözlerini yumar. Naaşı İstanbul
Üsküdar’daki Bülbüldere Mezarlığı’na defnedilir.
Ölümünden 33 yıl geçmesine karşın görüşleri, duruşu ve yapıtlarıyla aramızda yaşayamaya
devam eden Azra Erhat’ın yaşam öyküsünü elimizden geldiğince aktarmayı denedikten sonra da şimdi
de eserlerine kısaca değinmeye çalışacağız.
-
15
MAVİ ANADOLU (GEZİ YAZISI) (1960)
Kuşağının önde gelen yazarlarından biri olan Azra Erhat, Ustaları Halikarnas Balıkçısı ve
Sabahattin Eyüboğlu’nun yolundan giderek hümanizma ülküsünü yayma, Anadolu kültür varlıklarını
değerlendirme ödevini benimseyerek ilk baskısını 1960 yılında yayımladığı, gezi yazısı türündeki ilk
eseri olan Mavi Anadolu’yu kaleme alır.
Karış karış gezmiş olduğu Anadolu topraklarını hoş ve zarif bir şekilde yazıya döken Erhat,
batı kültürünün temelinin Yunan - Latin ilk çağına dayandığını ve batı düşüncesini temele inmedikçe
kavranamayacağını dile getirir.
O dönemde okullarda Latince ve Yunanca öğretiminin başlaması yönünde atılımlar olduğunu
söyleyerek, “...bilim adamları yaptıkları kazılarla gün geçtikçe artan kültür malzemeleri ortaya
çıkarıyorlar. Atatürk bu malzemeyi kültür olarak benimsememiz için bir çığır açtı, Anadolu’ya
gelmiş geçmiş bütün kültürler bizimdir dedi. Hitit`ten Latin`e kadar Anadolu’nun bütün ilkçağını
aydınlatmak yolunda girişilen araştırmalara olanak sağladı. İstanbul ve Ankara Üniversitesi’nde
eski dil ve arkeoloji bölümleri bu amaçla kuruldu. Türk Tarih Kurumu bu yüzden açıldı...15” der.
Çok fazla engelle karşılaştığını belirterek, Yunan öncesi uygarlıkların incelemesini yapmanın
bir bakıma kolay ancak Yunan- Latin ilk çağının “dalbudak salmış bir edebiyat kaynağı” olduğunu
vurgular. Üniversiteler dışında liselerde de müfredata koyulan Latince ve Yunanca derslerinden
maalesef istenilen verim alınamadığı için, o yıllarda bu programın başarılı olmamasından üzüntü
duyduğunu dile getirip, topraklarımızda yatan bu kültür mirasını “Türkiyeli insanlara kısa yollardan
benimsetmek her Türk aydınının ilk ödevi olmalıdır16” ilkesinden yola çıkarak gezi yazısı yazmaya
başladığını söyler.
İlk olarak 1953 yılında Troya’yı kaleme alır. Bu bölümde Homeros’tan, Ilias’dan bahsetmekle
birlikte o dönemde Troya’nın “trova” ya da “truva” şeklinde yazıldığını fakat bu yazılışın yanlış
olduğunu bu yüzden de doğru şeklinin yazılabilmesi için çabaladığını ve bir gün doğru şekli olan
“troya” yazılışının benimseneceğini umut ettiğini dile getirir.
Çanakkale’yi gezdikçe Ilias’daki dizelerin gözünün önünde canlandığını söyler. İda Dağı’nın
bugünkü Kaz Dağı olduğuna değinir. Helene’nin ise belalı bir güzel olduğundan şöyle bahseder:
“...ister genç olsun ister yaşlı olsun Helene’yi gören her erkeğin ona arzu ile tutuştuğudur. Her
insana birçok sıfatlar takan Homeros bile Helene üzerine yalnız şunu söyleyebiliyor: “yüzüne
bakan ölümsüz tanrıçalara benzetir onu...”17
”
Kitabın devamında ise ilk olarak Gökova’yı anlatmaya başlayıp İzmir’den Halikarnas
Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu, Alev Ebüzziya, Mehmet Eyüboğlu ile birlikte yola çıktıklarını söyler.
İkinci durakları Efes’tir. O dönemde yapılan kazıları anlatır, daha sonra Söke’ye geçerler. Oradan da
Bodrum’a. “Bodrum’da her çağda ünlü evlatlar yetişmiştir18” der ve bunları; Herodotos, Turgut
Reis, Neyzen Tevfik olarak sıralar.
Kitabın sonlarına doğru Kaş’tan ve Kaş’ın görülmeye değer tiyatrosundan bahseder ve
ardından orada 2 hafta geçirdiklerini dile getirir. Daha sonra Fethiye`ye geçerler ve gördüğü tablo
karşısında şaşkınlığa uğrar. Bunu ise şu sözlerle vurgular: “Fethiye yöresindeki Kaya Köyü:
15Azra Erhat, Mavi Anadolu, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979, s. 9 16 Erhat, a.g.e., s. 14 17 Erhat, a.g.e., s. 66 18 Erhat, a.g.e., s. 179
-
16
Rumlardan boşaltılan bu köy yağmalanmış dört bin hanesi ile bir hayalet şehir gibi dikiliyor
karşınıza.19
”
MAVİ YOLCULUK (GEZİ YAZISI) (1962)
Erhat, Mavi Anadolu eserinin ardından, bir nevi devamı niteliğinde sayılan, 1962 yılında
yayımladığı Mavi Yolculuk ile gezi yazısı türüne devam eder.
Eserinde yapmış olduğu beş mavi yolculuğunu paylaşır bizlere ve ilk olarak Halikarnas
Balıkçısı’nı anlatarak başlar yazısına. Onu, çok az olduğunu düşündüğü aydınların arasında saydığını
söyler. Bodrum’a her gelişlerinde dükkanlardan, evlerden insanların nasıl koşup geldiklerini ve onların
Halikarnas Balıkçısı’nın eline nasıl da sarılarak öpmek istediklerini anlatır.
Ardından, başladığı mavi yolculuğunda ilk duraklarından biri olan Akdeniz kıyılarında
insanlığımızın güzelim kumsalların doğal koşullarına uyum sağlayamamış olmasından dem vurur.
Uzun süre önce gelmiş olduğu Karakuyu için “adı kadar çirkin bir yer olmuş20” der ve ekler; “...ne
bir yeşillik, ne bir çiçek, ne bir iskele, ne bir rıhtım... denizin mavisi bile solmuş. İnsana
yakışmaz...21” diyerek gördüğü manzara karşısında üzüntüsünü dile getirir ve yoluna devam eder.
Daha sonra ulaştığı, haritalarda “Kerme Körfezi” diye adlandırılan körfeze Bodrumluların
“cova” dediğini söyler. Balıkçıya göre ise “cova”, “Gökova”nın kısaltmasıdır. Cova’yı şöyle anlatır
bizlere: “Cova`ya ilk gelen, denizin maviliğine şaşar. Ömrümde bu kadar mavi bir deniz
görmedim.22” Mavinin bütün tonlarını dile getirdikten sonra ise dünya dillerinin yoksulluğunu anlayıp
aniden sessizliğe bürünür. “Cova mavisine gelin bundan sonra isim aramayalım. Cova Mavisi
diyelim. Öyle bir sevinç mavisidir ki bu, ressamı ressam, sanatçıyı sanatçı, insanı insan etmeye
yeter23
” der.
ECCE HOMO (İŞTE İNSAN) (DENEME) (1969)
Mavi Anadolu ve Mavi Yolculuk gezi yazılarının ardından bir deneme kaleme alan Erhat,
yetişmiş olduğu Batı kültürü üzerindeki bilgisini ve hümanist dünya görüşünü 1969 yılında
yayımlanan “Ecce Homo (İşte İnsan)” adlı kitabında dile getirir. İlk çağ, ara çağ ve bizim çağ şeklinde
parçalara böldüğü denemesinde insanın insan olma yolundaki adımlarını anlatır.
Erhat, “İnsanım, seni sana söylemek istiyorum, sen kimsin?24” diyerek başladığı Ecce
Homo’nun ilk çağ kısmında beden ile ruh kavramlarını, kadınla erkeği irdeler.
Ara çağ bölümünde ise, ilk olarak “kadın insan mıdır?25” diye sorar. İnsanların yasakları
kendilerinin koyduğunu, kuşkularını kendisinin uydurduğunu, tabularını kendisinin kurduğunu dile
getirir bizlere.
Homeros’la yola çıkıp Platon’un insan anlayışına değinirken uçsuz bucaksız bir düşünce
denizine ulaştığını fark ettiğini söyler ve ekler satırlarına: “Ecco Homo’yu bana sevgi yazdırdı.26”
19 Azra Erhat, Mavi Anadolu, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979, s. 320 20 Azra Erhat, Mavi Yolculuk, Çan Yayınları, İstanbul 1962, s. 29 21 Erhat, a.g.e., s. 29 22 Erhat, a.g.e., s. 58 23 Erhat, a.g.e., s. 59 24 Azra Erhat, Ecce Homo, Can Yayınları, İstanbul, 2003, s. 13 25 Erhat, a.g.e., s. 83
-
17
MİTOLOJİ SÖZLÜĞÜ (1972)
Titiz bir çalışma ve çabanın ürünü olarak 1972 yılında yayımlanan Mitoloji Sözlüğü adlı
eserinde Erhat, son derece karmaşık olan, aslında özünün Akdeniz çevresindeki uygarlıkların yazılı
eserleri ile bu yerlerdeki sözlü geleneklerin ortaya çıkmış bir bütününe dayandığını söylediği, Yunan
ve Latin mitolojisinde geçen isimleri alfabetik olarak ayrıntılarıyla yalın bir biçimde tek tek anlatır ve
kitabın sonundaki soy tablolarıyla da eserini zenginleştirir. Erhat, efsaneleri, hem bilimsel bir gözle
incelemeye, hem de dünya yazın ve sanatındaki yerlerini, eşsiz bir esin kaynağı olarak tüm
değerleriyle canlandırmaya çalıştığını söyler. Bu yolda, Batı kaynaklı tek bir mitoloji kitabını
çevirmektense, kendi olanağıyla, kendi yazılı kaynaklarımızdan yararlanıp dilimizdeki çevirilerden de
geniş çapta faydalandığını belirterek, bu anlamda Mitoloji Sözlüğü’nün bir antoloji niteliği de
olduğunu ve alçak gönüllü bir üslupla eserin bir deneme olarak kabul edilmesini istediğini ve
eksikleriyle yetersizlikleri olduğunu bildiği halde yayımlamaya giriştiğini söyler ön sözünde. Eser,
Erhat’ın geniş bilgi ve kültürünün son ürünü, ustaca yazarlığının en yüksek aşaması olarak
nitelendirilir.
MEKTUPLARIYLA HALİKARNAS BALIKÇISI (MEKTUP) (1975)
Halikarnas Balıkçısı’ndan kendisine gelen mektuplardan derlediği Mektuplarıyla Halikarnas
Balıkçısı adlı yapıtını 1975’te yayımlar. “Sende bütün insaniyeti seviyorum. Sen dünyanın bana
verdiği mükâfatsın…” diye seslenir Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Azra Erhat'a. Nerede olurlarsa
olsunlar, yirmi yıldan fazla, Balıkçı'nın ölümüne değin, sayfalar, defterler dolusu mektuplar gidip gelir
aralarında. Dünyalarını mektuplarıyla da paylaşan, kendilerini mektuplarıyla da açan bu iki dost, iki
âşık, iki arkadaş, birbirini kuşatan, besleyen, destekleyen enerjileriyle gürül gürül akarlar birbirlerine.
Coşku dolu, arzu dolu, öfke dolu, aşk ve şefkat dolu satırlarda insan yaşamını sarmalayan zaman ve
mekan ruhunu anlamaya ilişkin tartışmalarıyla bizi de içlerine alırlar. Sanatın ve bilginin ışığıyla
aydınlanan bir ilişkiden bize kalan mektuplarda okuduğumuzda ise: "insan olmak ve dünyaya
tutunmak... Nedir 'insan olmak?.. Nedir 'bu dünyaya tutunmak?” sorularının cevaplarını bulabiliriz.
SEVGİ YÖNETİMİ (DENEME) (1978)
1978 yılında yayımlanan Sevgi Yönetimi adlı denemesi Erhat’ın, 1970-1978 yılları arasında
bazıları basılmak üzere gazete ve dergilere; bazıları hiç basılmamış olan; bazıları da bildirilerde
sunulmak için yazılmış çalışmalarından oluşur. İlk bölüm olan ‘Yazın, Kültür, Düşünce’de 28, ikinci
bölümdeyse ‘Kişiler, Önsözler, Konuşmalar’de 23 başlık bulunur.
İlk bölümde yazarın Forum, Yeni Ufuklar ve Cumhuriyet gibi gazete ve dergilerde yayımlanan
bir çok konudaki görüşlerini yansıtan yazıları yer almaktadır. Eleştiri, soru sormanın önemi,
hümanizm, aydınlar, politika, özgürlük, mutluluk, kültür, kültürsüzlük, sevgi, sevgisizlik, arkeolojik
kalıntıları koruyup değerlendiremeyişimiz, müze hırsızlıkları, ahlak, umut, gençlik, tiyatro, dil, Türk
kadınının bilinçlenmesi gibi konulara değindiği yazılarında Erhat’ın özgün ve aydın bakışı her aklı
başındaki okuyucu kitlesi tarafından kolaylıkla anlaşılabilir ve onun bu önemli yazılarından biz,
hepimizin kendimize önemli dersler çıkarmamız gerektiğini düşünmekteyiz.
İkinci bölümde ise Anadolu’daki gezilerine yönelik gözlem ve anıları ile çağdaşlaşma,
uygarlık ve Atatürk üzerine düşünceleri dışında, Halikarnas Balıkçısı, Hasan Ali Yücel, Sabahattin
Eyüboğlu, Yaşar Kemal, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Nurullah Ataç ile olan anı ve anlatımlarından
derlediği yazılarına yer verir. İlkin Yahya Kemal ve Yakup Kadri’nin ileri sürdükleri, “Akdeniz
26 Azra Erhat, Ecce Homo, Can Yayınları, İstanbul, 2003, s. 243
-
18
Uygarlığı” görüşünden sonra Atatürk’ün önerisiyle savunulan “Anadolu’daki bütün kültürler
bizimdir” tezini benimseyen görüşü dile getirir. Ardından da aralarında Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, Prof.
Dr. Macit Gökberk, Prof. Dr. Mebrure Tosun, Prof. Dr. Sevim Tekeli, Prof. Dr. Ekrem Akurgal gibi
önemli konuşmacıların bulunduğu “I. Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu Sempozyumu”nun
bildirilerinin özetiyle kendi yorumunu ve bir dahaki sempozyumda incelenmesi kararlaştırılan
konulara değinir ve belki de bugün bile günümüzde gündemde olmayan ve ibret almamız gerektiğini
düşündüğümüz diğer konuşmacıların değindikleri konuları ve düşüncelerini şöyle özetler: “Son otuz
kırk yıllık süre içinde klasik düşünce verilerine ve klasik kültüre eğilerek ülkemiz için bundan pay
çıkarma yollarının arandığı başka konuşmacılarca belirtildi…27” Ayrıca Erhat’ın sempozyumda
sunduğu “Klasik Kültürün Türkiye’ye Yararları” başlıklı çalışması da yazarın konuyla ilgili
görüşlerinin adeta bir özeti niteliğinde olmasıyla göze çarpar. Bildirisinde çeviri etkinliği, Latince
öğrenimi ve klasik dillerin bilim kollarına yardımı olmak üzere 3 ana konu üzerine eğilir. Sevgi
Yönetimi’nin son yazısında ise, ilkinden bir sene sonra, yani 1977’de gerçekleştirilen II. Klasik Çağ
Araştırmaları Kurumu Sempozyumu’ndaki işlenen önemli başlıklardan Türkiye’nin özgürlük,
demokrasi ve din eğitimi sorunlarının incelenmesi üzerinde durur.
1973 yılında Cumhuriyet’te yayımlanmış “Değişmeyen Değerler” isimli yazısında
Yunancanın Türkiye’deki yeri ve Yunanca-Türkçe arasında yakaladığı uyumu şu sözlerle dile getirir:
“Yunancanın dile gelme hakkı vardır Türkiye’de, çünkü Anadolu’da doğmuş, bizim de nimetlerini
paylaştığımız bu topraklar üstünde yaşayıp gelişmiştir. Homeros gibi bir ozanımızı vermiştir
uygarlığa. Üstelik de inanır mısınız, Homeros’u çevirirken kardeş diller gibi geldi bana Yunanca ile
Türkçe, birinden diğerine aktarma öylesine kolay ve doğal doğal oluyordu… Gönül ister ki
topraklarımızdan nice nice taşların üstünde yazılar çıkan Türkiye’de daha çoklarımız bu dili
öğrenelim eskisini kitaplarda okuyup yenisini dillerde duyup anlayalım. Ve hele Atatürk’ün öneri
ve isteklerine tam uyarak, Rum asıllı yurttaşlarımızla aramızda hiç bir ayrıcalık gözetmeyelim.28
”
Yayımlanmamış olanların arasındaki “Söz ve Silah Üstüne” adlı yazısında aydının tek
silahının “söz” olduğunu belirterek şunlar söyler: “Aydın o insandır ki, çevresinde gördüğü
bozuklukların en ufağından en büyüğüne kadar, hepsine için için üzülür, sonra da hepsini akıl
süzgecinden geçirip nedenlerini aramaya çalışır, bununla da kalmaz, yolda yürürken adım başında
gözüne ilişen balgamlara, çöplere, kaldırım çöküntülerine de, siyasal ve toplumsal bozuklukların
hepsine bir çare düşünmeye çabalar. Aklın gücüne inanır ve bu inancı oranında atılgan, yürekli,
iyimserdir, çare bulunacağına ve uygulamasının da sağlanacağına güvenir. Öte yandan da,
alabildiğine rahatsız ve şüphecidir, hazır formüllerin, dogmalaşmış yöntem ve kuralların
geçerliğine, yararlığına inanmaz, her durum ve soruna kendi koşulları ve gerçekleri içinde bir
çözüm yolu aramaya girişir. Dünya bir iğneli fıçıdır onun için, şu yoldan çıkayım, yağmurdan
kaçayım derken doluya tutulabileceğini de pekala bilir.29”
Türkiye’de kökleşmesini özlediği hümanizma akımına ustaları Halikarnas Balıkçısı ve
Sabahattin Eyüboğlu’nun yolundan yürüyerek öncülük eden Azra Erhat,1976 yılında Cumhuriyet’te
yayımlanan “Senlik Benliği Nidelim…” adlı yazısında, hümanizmanın Batı’da ana karnına düşmeden
birkaç yüzyıl önce bizim halk geleneğinde var olduğunu, günümüze kadar hiç kopuksuz süregeldiğini
ve bugün de aramızda canlı bir saygınlık olarak yaşadığını söyler. Buna örnek olarak da, televizyonda
halk ozanları üzerine gördüğü programda on beş kadar ozanın değişik konularda söyledikleri doğmaca
dizeleri çok beğendiğini ve onların bu başarılarının da ustalarına dayanmaları ve onları sevmelerinden
27 Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 338 28 Erhat, a.g.e., s. 95 29 Erhat, a.g.e., s. 72
-
19
kaynaklandığını belirterek: “Nazım Hikmet olmadan bir Ruhi Su düşünülebilir mi? İnsan aydın ve
sanatçı olarak bir kişiye kendine örnek etmek zorundadır, eğer bir yol tutmuş, o yolun yolcusu
olmak istiyorsa. Kişi kendi kendine yetişmez, hele soyut öğretileri papağan gibi yinelemekle hiç bir
bilince varamadığı gibi, hiç bir eylemi de başarılı bir sonuca erdiremez. Bir kişide o düşüncenin de,
eylemin de örneğini görecek ve bilinçli sevgi yolunda kendisinden vere vere bulacaktır kendini.
Yoksa kendine baka baka bir Dorian Grey olmaktan öteye gidemez… Hümanizma bir duygu işi
değildir, hele bir bilgi işi hiç değildir. Ama Batı’da uyanış döneminin aydınları ve sanatçıları Antik
örnekleri özümseyerek gelişmişler, insan olmuşlar. İnsan olmanın başka yolu yok mu? İlle de eski
Yunana bak kim diyor sana? Ama bir düşünceyi simgeleyen bir kişiye uyarak bir geleneği
sürdürmeye bak. O kişiyi aşmayacak mısın, elbette insan insanı aşar, çağlar akar ırmaklar gibi,
insanlık da tümüyle gelişir. Ne var ki bir taş üstüne bir taş koyarak yükselir yapılar. Altındaki taşı
yıktın, yapı mı yapabileceksin?30” sözleriyle görüşlerini belirtir.
1970 yılında “Forum” dergisinde yayımlanan “İnsan Ne Zaman Mutlu, Ne Zaman Özgür” adlı
yazısında, “...insancılık bir mutluluk sorunudur. Yani ancak mutlu olduğu zaman insan olur.
Üstelik hümanizma ya da insancıllık eğilimi gösteren kuram ve öğretilerin asıl amacı ve son ereği
insanın mutluluğunu sağlamaktır…. Mutluluğu insanlık oldum olası özlediği halde, yüz binlerce yıl
boyunca onu bu dünyada aramadı, bu yaşamın ötesinde, havalarda göklerde, cennet yada tanrı
dediği bir hayal aleminde aradı durdu. Mutluluğu yeryüzünde arayan bir tek dönem vardır bizim
haberini aldığımız çağlar arasında, o da Yunan ve Latin ilkçağı denilen dönemdir. Tanrıları
insanlara benzetmiş bu dönem, insanlara kıyas fazla bir kafa üstünlüğü de tanımamış onlara, olsa
olsa insanlardan daha güçlüdürler demiş. Öyle bir dönem ki, madde olarak bildiği insana da
hakkını vermeye çalışmış. Beden ruh ayrılığı gütmemiş o dönem, onun için de insana bir çeşit
gelişme sağlamış. İlkçağ insanı mutluluğunu işte bu uyumlu, tutarlı gelişmelere borçludur. 31” der.
Kasım 1973’te Ankara Sanatseverler Derneği’nde yaptığı ve kısaltılmış halinin Türk Dili
Dergisi’nin 1974 yılındaki sayısında yayımladığı “İki -total- insan: Halikarnas Balıkçısı ile Sabahattin
Eyüboğlu” adlı çalışmasında Nusret Hızır’nın yaptığı total insan tanımını şöyle verir: “Total insan
kültür çevresinin (infra ve superstructure’ü ile) bütün elemanlarından etkilenen, fakat aynı
zamanda onları etkileyen ve böylece kendini ve çevresini değiştiren yani çevresiyle diyalektik bir
alışverişte bulunan insandır.32”
Yazının devamında, Ege kıyıları bilimi, tarihi, arkeolojisinin Batı bilimince çizildiğini ve söz
konusu kıyıların Yunan uygarlığının ilk merkezi olarak tanımlandığını ancak sonradan görüş açısının
Ege’den Yunanistan’a kaydığını belirten Erhat, Yunan uygarlığının on dokuzuncu yüzyıl şairleriyle
bilginlerinin duygusal yanlışlıklara ve haksızlıklara yol açan görüşleri sayesinde yalnızca
Yunanistan’a mal edilmesine Halikarnas Balıkçısı’nın tercüman-rehberlik yaparken nasıl tepki
verdiğini ve onun antik kentlerdeki o dimdik duruşu ve gür sesiyle dağa karşı, insanları tanık alarak
nasıl da haykırdığını söyle yazar: “Hayır, diye bağırır, Yunan Mucizesi yüzyıllardan bu yana Batı
biliminin sandığı ya da savunduğu gibi -kendi deyimiyle Hellenistan’dan- doğmuş değildir, Yunan
Mucizesi diye bir şey yoktur, Ege Mucizesi vardır. Felsefe burada doğmuş ve gelişmiştir…33”
1975 yılında Yeni Ufuklar’da yayımlanan “Tercüme Bürosu” adlı çalışmasında, kendisinin
kurumdaki çalışma yıllarını anlattıktan sonra kurumun kuruluş, gelişim, izlediği yöntem ve
30 Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 158 31 Erhat, a.g.e., s. 55-56 32 Erhat, a.g.e., s. 213 33 Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 218
-
20
gerçekleştirdiği işleri üzerinde durur. 1958 yılına kadar devlet eliyle çevirtilip yayımlanan klasik
eserlerin sayısının 965’e ulaştığını belirterek bundan sonra Hasan Ali Yücel’in bakanlıktan ayrılması
ve ilk kadronun dağılmasıyla kurumun gerileme ve duraklama dönemine girdiğini vurgular. Bine
yakın eserin çevirisinin 1939 yılında Hasan Ali Yücel başkanlığında ve 27 üyelik Tercüme
Kadrosunun kurulmasıyla sistemli bir çaba ve çalışma sonucunda gerçekleştirildiğini söyler.
KARYA’DAN PAMFİLYA’YA MAVİ YOLCULUK (GEZİ YAZISI) (1979)
Erhat’ın 1979 yılında yayımlanan Karya’dan Pamfilya’ya Mavi Yolculuk adlı eseri, Halikarnas
Balıkçısı'nın başlattığı, Sabahattin Eyüboğlu'nun adını koyduğu ve sürdürdüğü Mavi Yolculuk akımı
üzerine yazdığı üçüncü ve son eserdir. Kitapta, Bodrum’dan Antalya yöresine, eski adlarıyla
Karya'dan Pamfilya'ya Mavi Yolculuk'u izlemekle kalmayıp, Mavi Yolculuk deyiminin ardındaki
düşünceyi, doğayı yaşamayı, imece düşüncesinin bir başka uygulanışını yansıtır. Ülkemizin en güzel
yörelerini, tarihi, arkeolojik ve turistlik yerlerini, dünü ve bugünüyle, fotoğraflar, krokiler, ayrıntılı
haritalarla zenginleştirerek anlatır.
TROYA MASALARI (1981)
Çocuklara Çanakkale yöresinin söylencelerinin Azra Erhat tarafından anlatıldığı ve onlara
Anadolu destanlarını sevdirme çabasının ürünü olan Troya Masalları 1981 yılında yayımlanır.
Ülkemizi tanıma, tarihimize sahip çıkma ve saygı duyma bilincinin gelişmesine yardımcı
olacak bir kaynak niteliğindeki kitabın girişinde, Çanakkale Boğazı’nın söylenceleri ve Troya’nın
bulunuşu; sonrasında da ünlü Paris ve Helene söylencesiyle başlayan destan bölümü yer alır.
OSMANLI MÜNEVVERİNDEN TÜRK AYDININA (ELEŞTİRİ) (2002)
Ölümünden 20 yıl sonra 2002 yılında ilk kez yayımlanan Osmanlı Münevverinden Türk
Aydınına adlı eserinde Erhat, Zeus'tan ateşi çalan ve bedelini de ödeyen Prometheus'la aydınların
ortak bir kaderi paylaştıklarına değinir. İnsanoğlunun kaderini değiştiren Prometheus’un, kendi
kaderini değiştiremediğini ve bin yıllardan günümüze uzanan sorunun içeriğinin de pek değişmediğini
söyler. Eserinde, “Aydın' kimdir?, Aydın olmak nedir?” soruları üzerine eğilir. Aydının kimilerine
göre halkın anlamadığı insan, kimilerine göre de halkı anlamayan insan olduğunu söyler. Yaşamını
Anadolu kültürünün aydınlanmasına adayan Erhat, Mustafa Kemal'in 'Bursa Söylevi’nden yola
çıkarak, Osmanlı münevverinden Türk aydınına uzanan süreci, hem ışığı hem de gölgeleriyle tartışır.
Erhat yapıtında, akademik titizliği, coşkulu üslubu, yaklaşım perspektifi ve durumları anlama çabasını
bütünleyen sezgileriyle ufuk açıcı bir yaklaşım sergiler.
GÜLLEYLÂ’YA ANILAR (ANI) (2002)
Azra Erhat, 12 Mart askeri darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından
1971’de tutuklandıktan sonra 4 ay Maltepe Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldığı süre boyunca yeğeni
Gülleylâ’ya mektuplar halinde anılarını yazmaya başlar. İleride bu anıları tamamlayıp En Hakiki
Mürşit adı altında bir kitap yayımlamayı düşünür, ancak buna ömrü yetmez. Gülleylâ’ya yazarken bir
yandan da günümüz Türk gençliğine seslenmeye çalışır. Gençliğimizin üzerine almasını temenni
ettiğimiz şu satırları paylaşarak çalışmamıza son veriyoruz.
-
21
Ulus üzerine: “Bir ulus, ulus olarak bir birlikse tarih ve edebiyat yaratabilir, ulusal benliği,
birliği varsa ve bu benliği, birliği bir tek dil ile yansıtabiliyorsa vardır.34
”
Zenginlik üzerine: “Beni herkes çok zengin bilir, Gülleylâ, bırak öyle bilsinler, meteliğim
yoktur, ama edindiğim dostlar, kazandığım sevgi paha biçilemez değerdedir, bu varlığı hiçbir
zenginliğe değişmem.35
”
İnsanları sevme üzerine: “Ben ölen bütün sevdiklerimi yitik saymadığım gibi , yaşayanlar
arasında onların yerini tutacak başka yakınlar edindim kendime. Yeter ki insanları hiç
tükenmeyen bir sevgi ile sevesin.36
”
Değerli kadın üzerine: “Değerli kadın erkek kadındır, erkeğe asalak olmayan, bağımsız ve
özgür insan”37
Öğrenme üzerine: “...insan bir şeyi ancak başkalarına aktardığı zaman gerçekten öğrenir,
dinlemek, algılamakla değil, çalışmak ve vermekle yaratıcı olabilir insan38
”
Mutluluk üzerine: “Mutluluğunu insan kendi yapar. Asıl mutluluk da başkalarını mutlu
etmektir. Ona çalıştın, hele de başardın mı, senden güçlü, senden mutlu insan yoktur39
”Kültür üzerine: “....kültürün başı sonu, başlangıcı bitimi yoktur, insan bir kültürün içinde
doğar; anasının ağzından duyduğu ninniden tut da, her gün içinde yaşadığı çevreden gelen algılar,
etkilerle beslenir ömrü boyunca. Kendi ulusal kültüründen başka kültürlerle de alışverişe girebilir,
onlardan da bir şeyler alıp faydalanabilir, zenginleşebilir. Ne var ki bir insana kültürlü diyebilmek
için, o insanın taşıdığı kültürün bilincine varması gerekir40
”
Bilim üzerine: “...bilim insanın yaşayabilmek için giriştiği çabada kendisine yol gösteren
bilgilerin tümüdür.41
”
Türkiye’nin klasik kültürü Batı’dan neden olduğu gibi alamayacağı üzerine: “Batı’nın erdem
anlayışı. Elbette ki insan değerleri ve demokrasi süreci bu ana kavrama dayanır. Erdem kavramı da
Batı’ya klasik kaynaklardan gelir. Yunan-Latin uygarlığı, kültürü vs. Bizim için işin bir sakıncalı
yönü, klasik değer ölçülerine Batı’da dinsel bir gelişimin katıldığı ve çağdaş uygarlığın
Hristiyanlıktan soyutlanamayacağı sorunudur. O yüzden olduğu gibi almaya, özümsemeye olanak
yoktur.42
”
* İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 2. Sınıf Öğrencisi
*İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 3. Sınıf Öğrencisi
34 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 81 35 Erhat, a.g.e., s. 150 36 Erhat, a.g.e., s. 151 37 Erhat, a.g.e., s. 169 38 Erhat, a.g.e., s. 155 39 Erhat, a.g.e., s. 129 40 Erhat, a.g.e., s. 130 41 Erhat, a.g.e., s. 132 42 Erhat, a.g.e., s. 115
-
22
AZRA ERHAT BİBLİYOGRAFYA1
Azra Erhat Bibliyografyası, Prof. Dr. Güler Çelgin’in 1996 basımı Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan – Latin
Dil ve Edebiyatlarına İlişkin Türkçe Yayınlar Bibliyografyası adlı eserinden derlenmiştir.
1 – Eski Yunan – Latin Dilleri
A- GRAMER, METİN KİTAPLARI, SÖZLÜKLER
ROHDE, G. - A. ERHAT – SAMİM SİNANOĞLU, Latin Dili Grameri, Morfoloji Birinci Kısım,
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya: Fakültesi Klasik Filoloji Enstitüsü No. 2, Ankara, 1943.
B- İLGİLİ ESERLER
ERHAT, A., "Klasik Kültürün Türkiye'ye Yararları", [Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu] I.
Simpozyum: Klasik Çağ Düşüncesi ve Çağdaş Kültür, Ankara, 2-4 Şubat 1976, bas. haz. SUAT
SİNANOĞLU - F. ÖKTEM - C . TÜRKKAN, Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu, Ankara, 1977, s.
111-118 [s. 117-118: tartışma].
2- Eski Yunan – Latin Edebiyatları
b- ANSİKLOPEDİLER VE SÖZLÜKLER
ERHAT, A., Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi Yayınları, Büyük Fikir Kitapları Dizisi: 18, İstanbul,
1972; 2. bas.: İstanbul, 1978; 3. bas.: İstanbul, 1984; 4. bas.: İstanbul, 1989; 5. bas.: İstanbul, 1993.
c- ÇEVİRİLER
Zincire Vurulmuş Prometheus, çev. A. ERHAT- S. EYÜBOĞLU, Bilgi Yayınları: 59, Tiyatro Dizisi:
17, Ankara, 1968.
ALKAIOS, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 400-403
ANAKREON, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 412-413
ARISTOPHANES, "Akharnai'lılar", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, S. 451-452.
Barış Oyunları (Komürcüler), çev. S . EYÜBOĞLU - A. ERHAT; Barış, çev. A. ERHAT; Lysistrata,
çev. S. EYÜBOĞLU - A. ERHAT, Hürriyet Yayınları: 109, Büyük Klasikler: 18, Yunan Klasikleri :
9, İstanbul, 1975.
Kadınların Savaşı (Lysistrata), çev. S. EYÜBOĞLU - A . ERHAT, Remzi Kitabevi Yayınları, Yunan
ve Latin Klasikleri: 9, İstanbul, 1966; 2. bas.: İstanbul, 1988.
"Kurbağalar", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 457-462.
Kuşlar, çev. A. ERHAT- S. EYÜBOĞLU, Remzi Kitabevi Yayınları, Yunan ve Latin Klasikleri: 8,
İstanbul, 1966; 2. bas.: İstanbul, 1988.
ARKHILOKHOS, “Elegia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ.; Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 394-397.
"Şiirler", çev. A. ERHAT, Tercüme 4, 25, 1944, s. 2-4.
1 Güler Çelgin, Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan – Latin Dil ve Edebiyatlarına İlişkin Türkçe Yayınlar Bibliyografyası, Ege Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 127
-
23
"Eski Yunan Şairlerinden Parçalar", çev. A ERHAT, Tercüme 6, 34-36, 1945, s. 281 [Sımonides'ten,
Menandros'tan, Diogenes Laertios'tan]
"Kandaules ile Gyges", çev. A, ERHAT, Tercüme 2, 10, 1941, s. 287-288.
"Karun ile Solon", çev. A. ERHAT, Tercüme 2, 10, 1941, s. 289-291
"İşler ve Günler", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 371-379.
HOMEROS, “Akhilleus Hektor'un Ölüsünü Babası Priamos'a Geri Veriyor", çev. A. ERHAT,
Tercüme 5,. 29-30, 1945, s. 360-369.
İlyada, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Sander Kitabevi Yayınları, [2. bas.], İstanbul, 1967; 3. bas.:
İstanbul: 1975; 4. bas.: İstanbul, 1981; 5. bas.: Can Yayınları, Büyük Dünya Klasikleri, İstanlbul,
1984; 6. bas.: İstanbul, 1992; 7. bas.: Can Yayınları, İstanbul, 1993.
İlyada Kitap I-IV, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, seri: 1, No. 9,
İstanbul, 1958-1962.
“İlyada'dan" çev. A. ERHAT- A. KADİR, Türk Dili XXXVIII, 322 (Çeviri Sorunları Özel Sayısı),
1978, s. 179- 183.
Odysseia, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Sander Yayınları, Yüz Büyük Eser Dizisi: 2, İstanbul, 1970; 2.
bas.: İstanbul, 1978; 3. bas.: İstanbul, 1981; 4. bas.: Can Yayınları, Büyük Dünya Klasikleri, İstanbul,
1984; 5. bas.: İstanbul, 1987; 6, bas.: İstanbul, 1992; 7. bas.: İstanbul, 1994.
"Lirik şiirler. Halk Turküleri", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30. 1945, s. 380-389
“Daphnis ile Khloe'den", çev. A. ERHAT, Tercüme 2, 12, 1942, s. 459-461.
MIMNERMOS, "Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 392-393.
Devlet III, çev. A. ERHAT, M.E.B. Yayınları, Dünya Edebiyatından Tercümeler, Yunan Klasikleri:
34, İstanbul, 1944; 2. bas. İstanbul, 1960
“Kriton'dan Bir Parça”, çev. A. ERHAT, Tercüme '1, 4, ' 1940, s. 307-311.
Şölen. Sevgi Üstüne - Lysis. Dostluk Üstüne, çev. A. ERHAT - S. EYÜBOĞLU, 'Remzi Kitabevi
Yayınları, Yunan ve Latin Klasikleri: 1, İstanbul, 1959; 2. bas. İstanbul, 1961; 3. bas. İstanbul, 1972;
5. bas.: İstanbul-1992.
SAPPHO, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 404- 411.
"Sappho", çev. A. ERHAT – O. V. KANIK, Tercüme 6, 34- 36, 1946, s. 227.
"Sappho'dan Şiirler", çev. A. ERRAT, Tercüme 4, 19, 1943, s. 1-5. 1.
Elektra, çev. A. ERHAT, M.E.B. Yayınları, Dünya Edebiyatından Tercümeler, Yunan Klasikleri: 4,
İstanbul, 1941; 2. bas.: Ankara, 1946.
"Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 398-399.
TYRTAIOS, "Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 390-393.
-
24
"Catilina'ya Karşı Birinci Nutuk", çev. A. ERHAT, Tercüme 4, 23, 1944, s. 267-279.
"Vergilius'u Yolcu Ederken", çev. A. ERHAT – O.V. KANIK, Tercüme 6, 34-36, 1946, s. 283
'Tercüme Bürosu", şu eserde: A. ERHAT, Sevgi