antİk edebİyati ve dİllerİcdn.istanbul.edu.tr/filehandler2.ashx?f=tabula_01_issuu.pdf · arkaik...

49
0

Upload: others

Post on 08-Feb-2020

18 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • 0

  • 1

  • 2

    ANTİK EDEBİYATI VE DİLLERİ

    FOUCAULT İLE ANLAMAK

    Emre Poyraz*

    İnsanları, doğadaki diğer canlılardan ayıran en temel özelliğin düşünmek olduğunu ilkokul

    bilgilerimizden zaten biliyoruz. İnsan, düşünen ve düşündüğü şeyleri gerçekleştiren ya da dillendiren

    bir canlıdır. Burada, öncelikle ele alacağımız insani faaliyet “dillendirmek” olacak yani

    düşünülenlerin karşı tarafa aktarılması için yapılan eylem. Dilin temel tanımına baktığımız zaman;

    “Bir çağa, bir gruba, bir yazara özgü söz dağarcığı ve söz dizimi.”1 olduğunu görüyoruz. Burada

    verilen tanımlar zaten dilin insana özgü bir faaliyet olduğunu bizlere yeterince anlatıyor. Peki insanlık

    için ortak bir dil var mıdır? Kutsal kitaplarda ve bazı Ortadoğu halklarına ait mythoslarda geçen

    tanrıların, insanları cezalandırması sonucu insanların, farklı diller konuşmaya mahkum edildiğini

    biliyoruz. Tevrat’ta anlatılana göre;

    Yaratılış 11, 1-9

    1. Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı.

    2. Doğuya göçerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler.

    3. Birbirlerine, “Gelin tuğla yapıp, iyicene pişirelim.” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift

    kullandılar.

    4. Sonra, “kendimize bir kent kuralım,” dediler. “Göklere erişecek bir kule dikip, ün salalım.

    Böylece yeryüzüne dağılmayız.”

    5. Tanrı, insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi.

    6. Ve şöyle dedi: “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre

    düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar.

    7. Gelin, aşağıya inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.”

    8. Böylece Tanrı, onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu.

    9. Bu nedenle kente Babil adı verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve

    onları yeryüzünün dört bir bucağına dağıttı.

    Babil, İbranicede kargaşa anlamına gelmektedir. Teolojik olarak insanların farklı diller

    konuşmalarının sebebi bu olarak gösterilmektedir. Bilimsel olarak baktığımız zaman işin içine

    biyoloji, genetik ve hatta coğrafya gibi dinamiklerin girdiğini görüyoruz.

    Fakat aynı dili konuşan toplumlar arasında da dilin kullanımı açısından farklılıklar görülmektedir.

    Bunun nedeni gerek etnolojik, gerekse morfolojiktir. Etnolojik olarak baktığımızda; erkek egemen bir

    toplumda dildeki söylemin de erkek egemen olduğunu görmekteyiz. Buna en yakın örnek karşı tarafı

    aşağılamak için kullanılan argo sözcüklerin hemen hepsinin çoğu dilde cinsiyetçi olmasıdır. Nitekim

    bazı İskandinav dillerinde kadın açısından ele alınacak küfürler de vardır ya da Türkçe’de doğru,

    düzgün davranmayı işaret eden “adam gibi davranmak” deyimi de bu örnekler içerisinde sayılabilir.

    Dilin kullanımındaki morfolojik cinsiyetçiliğe baktığımızda ise özellikle Hint-Avrupa kökenli dillerde

    gördüğümüz cinsiyetlerine göre ayrılan isimler göze çarpar. Şu anda yaşayan, konuşulan 145 dilde

    cinsiyet ayrımı morfolojik belirleyici olarak kullanılmamaktadır. 84 dilde ise sex-based system denilen

    özellikle eril ve dişil ayrım yapan biyolojik ve morfolojik belirleyici mevcuttur.2 Üzerinde çalıştığımız

    1 TDK, 2015 2 http://wals.info/chapter/31 erişim tarihi; 28.03.2015

    http://wals.info/chapter/31

  • 3

    Antik Yunanca ve Latince, ölü birer dil olmanın yanı sıra sex-based system denilen dil özelliklerini

    tam anlamıyla taşımaktadır. Bahsi geçen bu dillerin morfolojik özellikleri bize aktif olarak

    kullanıldıkları dönemin sosyal yapısı hakkında da bilgi verebilir. Örneğin; Latince’ de –a bitimli

    isimlerin hepsi femininum iken o dönem, sadece erkekler tarafından yapılan denizcilik, şiir yazmak

    gibi işleri niteleyen isimler, –a bitimli olmalarına rağmen Latincedeki bir istisna olarak

    masculinum’dur. Çünkü bu isimler erkekliği nitelediği için morfolojik olarak da erkek olmaları

    gerekmektedir. Klasik Yunanca’ da da bu durum mevcuttur; erkeklerin yaptığı işleri niteleyen isimler

    masculinum’dur. Bu bize bahsi geçen dönemin sosyal yapısı hakkında da bilgi verir. Dilin yaşayan bir

    olgu olduğunu düşünürsek ve zaman içerisinde geliştiğini ve genişlediğini var sayarsak söylem antik

    dillerin gelişmesinde ve genişlemesinde de oldukça etkili olmuştur. Dil günümüzde olduğu gibi antik

    dönemde de iktidar kurma aracı olarak oldukça etkili kullanılmıştır ve iktidar kurma aracı olarak

    masum olmamıştır. Antik dönemde dilin iktidar kurma aracı olarak en fazla kullanıldığı ortam

    edebiyattır. Arkaik Yunan edebiyatına baktığımız zaman erkek egemen Yunan toplumunun sosyal

    yapısının dile ve ardından şiire nasıl yansıdığını kolaylıkla görebiliriz.

    Yukarıda bahsettiğimiz durumun en bilindik örneklerinden biri Antik Yunan edebiyatının en

    bilinen karakterlerinden olan Pandora için söylenebilir. Hesiodos burada edebi zekasını göstermenin

    yanı sıra kadının Antik Yunan dünyasındaki durumunu hem dili kullanarak hem de söylemi kullanarak

    bizlere anlatmıştır. Şöyle ki;

    ὀνόμηνε δὲ τήνδε γυναῖκα

    Πανδώρην, ὅτι πάντες Ὀλύμπια δώματ’

    ἔχοντες

    δῶρον ἐδώρησαν, πῆμ’ ἀνδράσιν ἀλφηστῇσιν.

    αὐτὰρ ἐπεὶ δόλον αἰπὺν ἀμήχανον

    ἐξετέλεσσεν,

    εἰς Ἐπιμηθέα πέμπε πατὴρ κλυτὸν

    Ἀργεϊφόντην

    δῶρον ἄγοντα, θεῶν ταχὺν ἄγγελον·

    …taktı kadına Pandora adını

    bir armağan olarak vermişti meskeni Olympos

    olanların hepsi

    tamamlayınca bu zorlu, karşı koyulmaz tuzağı

    gönderir şanlı baba tanrıların hızlı habercisini

    bir armağan olarak Argos-katili Epimetheus’a,

    (Çev: Yrd. Doç. Dr. Erman Gören)

    Pucci’nin (1977, 98) belirttiği üzere bu etimolojinin oyunbazlığı ve ironisidir. İnsanların

    başına gelen “Belalı-armağanlar” (Πημ-δώρα) yerine, herkesten armağan aldığı için “Bütün-

    armağanlar” (Παν-δώρα) olarak adlandırılması, yapılan sözcük oyununun boyutlarından birini ortaya

    koymaktadır.3 Hesiodos hem ses benzerliklerini ve dilin morfolojik imkanlarını kullanmış hem de

    Antik Yunan dünyasının başına en büyük belayı açan kadın olan Pandora’yı insanlığa anlatmıştır. Bir

    toplumun edebiyatı o topluma ait sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel verileri bize en açık veren

    olgudur. Çünkü edebiyat her zaman belli bir sınıfın, belli bir zümrenin uğraşı olmamıştır. Edebiyat da

    dil gibi zaman içerisinde gelişen ve genişleyen bir kavramdır, hatta dilde olduğu gibi zamanına göre

    şekil değiştiren bir kavramdır. Dil ve söylem olmadan edebiyat yapmak mümkün değildir.

    Cinsiyetçilik ve söylem kavramı olarak Antik Yunan edebiyatında daha acımasız örnekler de

    mevcuttur.

    3 Erman Gören, “Arkaik Çağ Yunan Şiiri (Hesiodos’tan Pindaros’a)” (2013-2014 Bahar Yarıyılı Ders Notu, 2014), s. 20

  • 4

    …ὦ φίλ΄ ἐπὶ κρατερὴν τλημοσύνην ἔθεσαν

    φάρμακον. ἄλλοτε ἄλλος ἔχει τόδε· νῦν μὲν ἐς ἡμέας

    ἐτράπεθ΄͵ αἱματόεν δ΄ ἕλκος ἀναστένομεν͵

    ἐξαῦτις δ΄ ἑτέρους ἐπαμείψεται. ἀλλὰ τάχιστα

    τλῆτε͵ γυναικεῖον πένθος ἀπωσάμενοι.

    verir tanrılar deva niyetine kudretli tahammülü

    ne zamanlarda ne kimselerin gelir başına bunlar.

    şimdi de sıra bize geldi, inletti kanayan yaramız inim inim,

    öbür sefer sıra gelir ötekine, o halde bırakın artık

    kadın gibi yaygara etmeyi, dayanın tüm gücünüzle.

    (Çev: Yrd. Doç. Dr. Erman Gören)

    Arkhilokhos, “kudretli” (κρατερὴν) olarak nitelediği ve belirgin bir şekilde savaşkan erkeğin

    erdemleriyle ilişkilendirdiği “dişini sıkma”’nın ya da “tahammülle dayanma”’nın (τλημοσύνη)

    karşısına “kadınca feryat”’ı (γυναικεῖον πένθος) koyarak kadın düşmanlığının başka bir boyutunu

    dillendirir.4 Yukarıdaki dizelerde de kadına bakışın edebi söyleme nasıl yansıdığını görmekteyiz.

    Yazının başında bahsettiğimiz “doğru düzgün” davranmayı işaret eden “adam akıllı davranmak”

    söyleminin bir başka versiyonu bu dizlerde saklanmıştır.

    Toplumsal aktörler ellerinde bulundurdukları simgesel sermayeye göre içinde yer aldıkları

    grup tarafından kabul görürler ve güç sahibi olurlar.5 Yani kadın, elindeki simgesel sermayesi ile antik

    dönemde erkek karşısında güç sahibi değildi. Edebiyat, dil ve söylem de bunun çevresinde gelişti ve

    genişledi. Bu durum antik dünyada kendisini oldukça göstermekteydi. Foucaultcu söyleme baktığımız

    zaman Foucault, söyleme tarihsel ve kültürel bağlamlar çerçevesinde yaklaşır. Tarihin belirli bir

    döneminde, belirli bir konuda gerçekleştirilmiş olan bir söylem, söylemde bulunanın, söylemi

    oluşturan cümlelerin ifade edilmelerine olanak tanıyan koşulların işlevi olarak değil, söylemi oluşturan

    cümlelerin ifade edilmesine olanak tanıyan koşulların işlevi olarak çözümlenmek zorundadır.6

    Yukarıda verdiğimiz dizelerin hepsi arkaik dönem Yunan Edebiyatından seçilmiş dizelerdi ve

    söylemleri de o dönemin koşullarına göre gelişmişti. Dönemin koşulları düşünüldüğünde yapılan edebi

    söylem o dönemin yaygın eğilimlerini yansıtmaktaydı fakat ne olursa olsun buram buram cinsiyetçilik

    kokmakta, bu durum bize dönemin edebi eğilimleri hakkında bilgi verdiği kadar dönemin sosyal yapısı

    hakkında da bilgi vermektedir. Foucault’un söylem ve özne ilişkisinde; özne tamamen söylemseldir ve

    söylemlerde kurucu bir unsur değil söylemler aracılığıyla kurulanın bir unsurudur. Özneyi söylemin

    değişken ve karmaşık bir işlevi olarak incelemek gerekir.7 Antik Yunan toplumunda ve edebiyatında,

    eserlerde kullanılan isim ve özneler söylemden gelir örneğin “yiğitlik” ibaresi gibi. Bu da yine erkek

    egemen bir toplum olan antik Yunan dünyasının erkeğe yüklediği misyonlardan kaynaklanmaktadır.

    Tıpkı yazının başında Latince ve Antik Yunan dili için verdiğimiz erkeklerin yaptığı işleri niteleyen

    isimlerin masculinum olması gibi çünkü o işler ve meslekler toplum tarafından erkeğe yüklenmiştir ve

    isimler de morfolojik olarak öyle şekillenmiştir. Foucault’un öznesi, modern iktidar rejiminin ürünü

    olan modern bireyselleşme sürecine ait bir öznedir.8 Her ne kadar burada “modern iktidar” tanımı

    4 Erman Gören, “Arkaik Çağ Yunan Şiiri (Hesiodos’tan Pindaros’a)” (2013-2014 Bahar Yarıyılı Ders Notu, 2014), s. 35 5 Semiramis Yağcıoğlu, “Dil Asla Masum Değildir”, DEÜ, Sosyal Bilimler Enst. Dergisi, 2005 6 Özlem Özel Talay, “Michel Foucault’da Dilin Fonksiyonu”, (Yayımlanmamış Yüksek Lisan Tezi, Pamukkale Üniversitesi, 2005) s. 39 7 Ö. TALAY, a.g.y., s. 46 8 Ö. TALAY, a.g.y., s. 48

  • 5

    yapılmışsa da antik dünyada da durumun farklı olmadığını görmekteyiz. Her bilgininin kendine has

    epistemolojik ve kültürel bağlamı vardır, bu alanların içini dolduran söylemin ise süreksizliği söz

    konusudur, söylemler art arda gelen olaylar dizisi değildir. Belirli bir çağa hakim olan episteme’ler

    insanların algı biçimleri ve düşüncelerine etki ederek söylemlerini şekillendirir.9 Yaşadığımız dönemin

    episteme’si ile antik dönemin episteme’si aynı değildir, bu durum edebiyata, şiire de yansımıştır.

    Bahsi geçen çağın sosyal yapısını net algılayamama durumumuz bundan kaynaklanmaktadır. Antik

    dönemin kendine has episteme’si, o dönem insanlarının algı biçimleri ve düşünceleri ve de buna bağlı

    olarak söylemleri vardır. Bu durum dile ait temel bilim dallarından olan gramere ve antik dönem

    edebiyatına da yansımıştır.

    * İ.Ü. Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 2. Sınıf Öğrencisi

    9 Özlem Özel Talay, “Michel Foucault’da Dilin Fonksiyonu”, (Yayımlanmamış Yüksek Lisan Tezi, Pamukkale Üniversitesi, 2005) s. 54

  • 6

    ANTİKÇAĞ’DA YEMEK KÜLTÜRÜ

    Denis Çat*

    Canlılar, dünyada var olduğundan beri yaşamlarını sürdürebilmek, büyümek ve gelişmek için,

    beslenme en temel ihtiyaçları olmuştur. Bu beslenme ihtiyacından da çok çeşitli ve farklı yemek

    kültürlerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Her toplumun, kendine özgü bir yemek kültürü ve mutfağı

    vardır. Bunlar zaman içerisinde pek çok değişikliğe uğrayarak gelişme göstermiştir. Tarih boyunca, bu

    yemek kültürü birçok değişikliğe uğrasa bile, bazı temel kavramlar hep aynı kalmıştır.

    Eski Yunan Toplumunda Yemek Kültürü

    Yunan uygarlığında beslenme ete dayanırdı.Yani temel besin kaynakları et idi. Kahramanlar

    şölen sahnelerinde genellikle et ve ekmekle beslenirler. Destanlarda beslenme açısından kaz, geyik,

    dağ keçisi, yaban domuzu ve tavşana yer verilmiştir. Hayvan kesimleri yemeklerden hemen önce

    yapılır. Balıketi ise kahramanlar tarafından pek tercih edilmemiştir. Bunların dışında diğer yenilen

    besinler bal, peynir, zeytin, soğan, pancar, nar, elma, armut, incir ve üzümdür.

    Arkaik dönemin başlarında Yunanlılar bol miktarda eti sadece şölenlerde görebiliyorlardı. Bu

    etler de eskisi gibi şişlere geçirilip kızartılmak yerine bir kazanın içinde kavrularak pişiriliyordu. Bu

    nedenle halk taze etten alamadığı proteini domuz jambonu, sucuk, süt, peynir, yumurta ve balıktan

    sağlıyordu. Ayrıca bu dönemde beslenme tahıllı yiyecekler ve bazı sebzelere dayanırdı. Arpa unundan

    yapılan ve yufka ekmeği olan maza çok ünlü bir yiyecekti. Ekmek ise önceden arpadan yapılırken

    daha sonra yerini buğdaya bırakmıştır. Bu dönemde lahana, bezelye, fasulye, pırasa, bakla, ıspanak

    vb. sebzeler kullanılmıştır. Yunan mutfağı tüm yemeklerinde zeytinyağı kullanmış, Akdeniz

    mutfağına özgü zeytinyağı kullanımı günümüzde bile görülmektedir. Bu dönemde en sevilen meyveler

    üzüm, incir ve elmadır. Ayrıca üzüm, şarap yapımında da çokça kullanılmıştır. Eski Yunan

    toplumunda şarap tek içecektir ve çok önemlidir. Bu yüzden bağcılık ve şarap üretimi oldukça

    fazladır. Değişik türlerde birçok şarapları vardır.

    Yunan mutfağı ve sofralarının sadeliğine karşın Pers ve Lydia'lıların mutfak ve sofraları daha

    gösterişlidir. Zaman içerisinde ticaretin hareketliliği nedeniyle Yunan mutfağındaki besinlere yenileri

    eklenerek çeşitlilik artmıştır. Klasik dönem sonlarında ise Yunan mutfağında değişik tatları karıştırma

    eğilimi ortaya çıkmıştır.

    Yunanlılar günlük yaşamlarında öğle yemeğine ἄριστον (ariston) ve akşam yemeğine de

    δεῖπνον (deĩpnon) derlerdi. Öğle yemeklerinde basit ve hafif şeyler yerlerdi. En önemli öğün aile ve

    dostlarla yenilen akşam yemeği yani diğer adıyla "Deipnon"dur. Kahramanlar her öğünde bir masa

    etrafında toplanıp sandalyeye oturarak yemeklerini elleriyle yerlerdi. İÖ 7. yüzyıl ortalarında ise

    Yunanlılar oturmak yerine Kline denen döşeklere uzanarak yemek yemeye başladılar. Bu geleneğin

    Yunanlılara Perslerden geçtiği düşünülmektedir. Böyle uzanarak yemek yemek erkeklere özgüdür.

    Kadınlar ise genellikle yemeğini daha önceden oturarak yer, daha sonra uzanarak yemek yiyen

    erkeklere hizmet ederdi.

    Yunan yeme içme geleneğinin doruk noktasını oluşturan şölenlerde ise sofra adetleri en iyi

    şekilde sergilenirdi. Davetler sözlü olarak yapılırdı. Davetli sayısı 7 ile 36 arasında değişirdi. Şölenlere

    sadece erkekler katılır, kadınlardan ise sadece dans edenler katılabilir, onun dışında kadınlar asla

    şölenlere katılamazlardı. Evin en güzel ve en gösterişli mekânı şölenler için ayrılırdı. Şölenlerde

    menüler çok zengin olurdu. Şölene çağırılan konuklar döşeklerine yani kline'lere yerleşmeden önce

    evin köleleri onların ellerini ve ayaklarını yıkamalarına yardımcı olurdu. Sonra da köleler konuklara

  • 7

    yemek boyunca hizmet ederlerdi. Menüde ilk olarak sunulan ordövr tabağı salamura zeytin, baharatlı

    balık gibi yemeklerden oluşurdu. Sonra ana yemek olarak balık ve et tabakları gelir, daha sonra

    hazırlanan ikinci sofra peynir, çörek, tatlı ve meyvelerden oluşurdu. Sohbet şölenlerde çok önemlidir.

    Ayrıca mim, tiyatro gösterileri ve danslarla güzel vakit geçirilirdi. Şölen geç saatlerde biter ve ev

    sahibi konuklarına koku şişeciği benzeri armağanlar sunardı.

    Yunan sofrasında yemekler için değişik şekil ve boyutlarda çukur, düz tabaklar ve tepsiler

    kullanılırdı. Yemekler elle yenildiğinden, herkesin kendine ait bir çatalı ve bıçağı yoktu. Sadece et

    servislerinde kullanılan büyük çatal ve bıçaklar vardı. Yunan mutfağında ise yemek pişirmek için sabit

    ocaklar vardı, fakat bunların yanında mangal da kullanılmıştır. Pişirme kapları üçayaklı kazan ya da üç

    ayaklı çömlek şeklindedir. Çeşitli taslar, toprak kaplar, ızgara, şiş, satır, bıçak, rende ve kepçeler

    Yunan mutfağında kullanılmıştır. Mutfak eşyaları genelde duvara asılı şekilde ya da basamaklı raflara

    yerleştirilmiştir.

    Roma Toplumunda Yemek Kültürü

    Roma'da genellikle toprakların büyük bölümünde tahıl yetiştirilir ve beslenme kaynağının

    büyük bir bölümünü de tahıl oluştururdu. Bu dönemde kızılca buğday unundan yapılan puls çok ünlü

    bir yiyecekti. Yunanlar da Romalılardan söz ederken "Puls yiyenler" derlerdi. Baklagillerin yanı sıra

    bazı sebzeler de pırasa, salatalık, kabak, soğan vb. her evin bahçesinde yetiştirilirdi. Bunlara genellikle

    zeytinyağı ve su katılarak pişirilirdi. Yemeklere lezzet katsın diye bazı baharatlar da kullanılırdı.

    Meyvelerde ise çeşit azdı. İncir, elma, ayva ve erik gibi meyveler vardı. Yunanlıların tanıttığı zeytini

    Romanlılar da birçok alanda kullanmışlardır. Romalılar Erken Dönem'de bitkisel beslenmeye önem

    vermişlerdir. Etleri ise sadece av dönüşleri ve şölenlerde kullanmışlardır. Yedikleri başlıca etler;

    domuz eti, oğlak eti, kuzu eti ve koç etidir. Tavukların ise hem etinden hem de yumurtasından

    faydalanırlardı. Protein kaynağı olarak etlerden başka yumurta, süt ve peynir tüketmişlerdir. Fakat

    bunlardan en önemlisi peynirdir.

    Yoğun üretim ve ticaret beslenmede önemli değişiklikler yaratmıştır. Yoksulların temel

    yiyeceği olan puls'un yerini mayalı ekmek almıştır. Fırınlarda değişik şekillerde ve kalitelerde

    ekmekler yapılıp halka satılmaya başlanmıştır.

    Roma'daki yoksullar için sebze beslenmede çok önemli yer tutmuştur. Zenginler ise sebzeyi

    sadece faydaları için önemsedikleri halde onlar için et yine her zaman ön planda kalmıştır. Balık ise

    Roma sofrasının başköşesine yerleşmiştir. Balığı her şekilde kullanmışlar (salamura, konserve vb.),

    balık dışında diğer deniz ürünlerinden de büyük keyif almışlardır.

    Erken dönemden başlayarak Romalılarınen önemli içeceği şarap olmuştur. Çok çeşitli ve

    kaliteli şarapları vardır. Romanlılar şarap üretimlerinde Yunanlılardan öğrendikleri yöntemleri

    uygulamışlardır. En çok kullanılan bir başka içki ise Mulsum'dur. Mulsum şıra ve mayhoş şarabın bol

    miktarda bal ile karıştırılmasından elde edilir. Bal ile ilgili bir içki ise Bal Rakısıdır. Mulsum ve bal

    rakısı yemekten önce ordövr ile birlikte alınırdı.

    Romalıların günlük yaşamında öğle yemeği günün ana öğünü olmadığı için genelde hafif

    yiyeceklerle geçiştirilirdi. Öğle yemeğinde buğday veya arpa ekmeği, sebze ve peynir alışılmış yemek

    tarzıydı. Öğle yemeğinin yanında su, ballı su veya seyreltilmiş şarap içilirdi. Apicius’un yemek

    kitabında öğle yemeği için ucuz ve faydalı olan fasulye, arpa veya kılçıksız buğday unundan yapılmış

    yemek suları ile sebze çorbalarına oldukça fazla yer ayrılmıştı.1 Apicius’un kitabında da belirtildiği

    1 Hilary J. Deighton, Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, İstanbul, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, 1999, s. 38

  • 8

    gibi2 ekmeğin besin sayılmasından önceki dönemde tahıl esaslı olan su ve sütle pişirilen lapalar

    binlerce yıl boyunca Akdeniz çevresindeki köy nüfusunun ana yemeği olmuştur.Günün esas öğünü

    akşam yemeğiydi ve bu öğünde yemekler yenirken tüm aile bir arada olurdu. Ana öğüne Cena denirdi.

    Cena önceden öğle saatlerinde yenirken daha sonra iş hayatının etkileriyle akşam saatine ertelenmiştir.

    Dolayısıyla akşam yemeğine Cena denirdi. Başlangıçta Romalılar bir masa başında oturarak yemek

    yerken, zamanla Yunanlılardan etkilenerek uzanarak yemek yemeğe başlamışlardır. Uzanarak yemek

    yemek sadece rahatlık için değil, kibarlık ve sosyal üstünlük açısından da önemlidir. Kadınlar da ilk

    başta otururken zamanla onlar da uzanarak yemek yemeğe başlamışlardır. Romalıların evlerinde

    mutlaka bir yemek odası bulunurdu. Zengin ailelerin ise birden çok yemek odaları olurdu. Bunun

    dışında bazı evlerde özel şölen salonları da vardı.

    Romalılar şölenlerde konuklarını davetiye ile çağırırlardı. Romalılarda Yunanlılardan farklı

    olarak kadınlar da eşleriyle birlikte şölenlere katılırlardı. Şölen odalarında uzanmak için letus denen

    döşekler olurdu. Konuklar gelince sandallarını çıkarırlar ve kölelere ayaklarını yıkatırlardı. Sonra da

    letuslara uzanırlardı. Şölen üç bölümden oluşurdu. Yemek mulsum eşliğinde gustatio / promulsis yani

    ordövr ile başlardı. Gümüş tepside sunulan çiğ ya da pişmiş et, deniz ürünleri ve sebzeler vardı. Ana

    yemeğe geçmeden önce tepsiler alınır, köleler konukların ellerine kokulu su döker, yemekler elle

    yenildiği için sık sık eller yıkanırdı. Yemek sona erince köleler ortalığı temizleyip tatlı, meyve ve

    yemişler getirirlerdi. Konukların başları ve ayak bileklerine çiçek çelenkleri konulurdu. Konuklar

    kendi aralarında bir başkan seçerler ve o başkan şarabın nasıl yapılıp içileceğini belirler. Daha sonra

    iyilik ve sağlık dilekleriyle hep birlikte kadeh kaldırıp şarap içerlerdi. Ev sahibi bunların yanında

    konukların hoşça vakit geçirmeleri için çalgıcılar ve dansözler getirtirdi. Aydınlar ise şölenlerini

    edebiyatla renklendirmeyi tercih ederlerdi. Onların şölenlerinde Homeros ve Vergilius'tan parçalar ya

    da müzik eşliğinde lirik şiirler okunurdu. Fakat bu şölenlerde en önemli olan şey sohbetti.

    Romalılar sofra eşyaları olarak en çok pişmiş topraktan yapılan eşyaları kullanırlardı. Daha

    sonra madeni eşyalar ve cam eşyalar da kullanılmıştır. Romalılarda şarap ile ilgili kaplar önemli bir

    grup oluştururlar. Aynı durum yemek kapları için de geçerlidir. Roma sofrasında tuzluk hiçbir zaman

    eksik edilmemiştir. Erken dönemlerde bile kullanılmıştır. Çok nadir olsa da masa örtüsü kullanılmıştır.

    Peçete ise çok yaygındır. Yemekleri elleriyle yedikleri için çatal bıçak kullanmamışlardır. Çatal ve

    bıçağı sadece servis amaçlı kullanmışlardır. Roma mutfağında tek bir ocak vardı. Yemek burada

    pişirilirdi. Bazı evlerde mutfağın yanında bir erzak odası bulunurdu. Mutfakta kullanılan kaplar pişmiş

    toprak, taş çinko, demir, bakır, bronz ve camdan yapılmıştır. Bu kaplar kazan, tencere, sahan, tava,

    tepsi, kova, çanak, çömlek, testi vb.dir.

    En eski kültürlerden olan Yunan ve Roma kültürlerinin beslenme şekillerini, yemek ve mutfak

    kültürlerini ve yemek adetlerini incelediğimizde, bazı küçük değişikliler olmasına rağmen temelde

    günümüze yansıyan benzer unsurların olduğu görülmektedir.

    KAYNAKÇA

    1. DELEMEN İ., Antik Dönemde Beslenme, Türk Eskiçağ Bilimleri Enstittüüsü Yayınları, İstanbul, 2003

    2. DEIGHTON H. J., Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, İstanbul, 1999

    3. DEIGHTON H. J., Eski Atina Yaşantısında Bir Gün,, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, İstanbul, 2005

    * İstanbul Üniversitesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 2. Sınıf Öğrencisi

    2 Hilary J. Deighton, Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 38

  • 9

    AZRA ERHAT 100 YAŞINDA

    Cana Vilken*

    Doğan Çabalar*

    2015 yılında 100. doğum yılını kutladığımız, Eski Anadolu uygarlıklarının izini süren “mavi

    yolculuk”ları başlatanlardan, hümanist anlayışın ülkemizde yaygınlaşmasına öncülük etmiş, değerli

    yazar, arkeolog, çevirmen, düşünür ve klasik filolog Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar adlı eserinde,

    “Tutukluevinde yazdığım anılar aslında sana mektuplardı, Gülleylâ. Sen sen olduğun ve benim

    küçük yeğenim olduğundan ötürü değil yalnızca, senin simgende bütün bir okuyucu topluluğuna

    sesleniyorum… hem sen vardın benim yakınım, hem de öbür, kafamda canlandırdığım tüm gençler.

    Sana diyeceğim, onlara diyeceğim vardı.1” diye yazmıştır. Hocamızın bu sözlerinden hareketle,

    İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu olarak ilk sayımızda Azra Erhat’ın kendi kitaplarından

    yola çıkarak onun öz yaşam öyküsünü, hayat görüşünü ve eserlerini tanıtmaya çalıştık

    1915 yılında İstanbul’da dünyaya gözlerini açan Azra Erhat, okul öncesindeki çocukluk

    günlerini İstanbul’un korku ve güvensizlik içinde yaşadığı işgal döneminde geçirdikten sonra 1922

    yılının sonbaharında ailesiyle birlikte İzmir’e, ardından 1924’te ise babasının işleri dolayısıyla

    Viyana’ya taşınır ve ilkokul eğitimini Avusturya’da tamamlar.

    Başkasını saymak, sevmek, kendinden önce başkasını düşünmek, almaktan çok vermeyi

    önemsemek, gönül kırmamak, cömert davranmak, kendi çıkarlarını ön plana almamak gibi ahlak

    görüşlerini daha ilkokul çağındayken bakıcısı Matmazel Nowineil sayesinde benimser ve hayatının

    sonuna kadar bu ilkelerle yaşar. Erhat’ın çocukluğunda önemli bir yer tutan Matmazel Nowineil onu

    her pazar tiyatroda çocuk oyunları izlemeye götürür.. Bu oyunların daha o yaşında kendisinin sanata

    doğru adımını atmasını, sanat yaratıcılığının ne olduğunu sezinlemesini sağladığını söyler.

    Viyana'daki Almanca öğrenim veren halk okulu Volksschule'da ilkokula başlar. Almanca’yı

    erken yaşta öğrenmesinin getirisini, “Aslında Almanca’yı grameriyle, dil kurallarıyla öğrenmiş

    değildim, ama tıpkı ana dilini öğrenen bir çocuk gibi yanlışsız konuşurdum. Ancak iki yıl sonra

    Almanca konuşmak fırsatı bulamamış olmuştum. Ne var ki bu dil bilinçaltında olacak canlılığını

    yitirmedi ve Ankara’da bir Alman profesörüne yardımcı olarak çalışmam gerektiği zaman gene

    yüzeye çıktı ve asıl o sıralarda gelişti.2” sözleriyle vurgular.

    Erhat’ın Viyana günleri, 2 yıl sonra babasının işleri dolayısıyla ailenin Brüksel’e taşınmasıyla

    son bulur. Belçika’nın kendisi için önemi hakkında, “Ben bugün tutukluyum, çok haksız yere

    tutuklu. Suç işlemek şöyle dursun, elli altı yıllık ömrümü insanlık ve özellikle Türkiye diye, yalnız

    içinde doğduğum değil, bütün bilincim ve sevgimle kendime yurt, biricik vatan olarak seçtiğim bir

    ülkenin kültür hizmetine vermişimdir. Bunca çabanın tutuklulukla sonuçlanması ben yaşta bir

    kadını kırabilir, yıkabilirdi. Bugün her şeye karşın en canlı, en güçlü günlerimi yaşıyorsam, bunu

    Belçika’da gördüğüm insanlık ve insancıllık eğitimine borçluyum. Daha doğrusu, kendime ülkü

    edindiğim hümanizmin ilk tohumlarını bu eğitimden almışımdır.3” der.

    Ortaokul eğitimine Belçika’da devam ettiği sırada Fransızca ve Flamanca öğrenmeye başlar.

    Brüksel’deki okullarda ezberci bir eğitim görmemiş olması ve buna bağlı olarak Batılı kafanın

    üstünlüğü hakkında, “Ezberciliğe hiç yer vermeyen bu öğretim türü kültürümüzün sağlam temeller

    üstüne kurulmasına yol açmıştır. Brüksel’de hep duyduğum ve gönülden benimsediğim tümce şu

    1 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 210-211 2 Erhat, a.g.e., s. 68 3 Erhat, a.g.e., s. 76

  • 10

    idi: ‘Kültür insanda her şeyi unuttuktan sonra kalan şeydir.’ On dört yıl çevirisine uğraştığım

    Homeros destanlarının on dört dizesini ezbere okuyamam. İnsan dediğin canlı kitaplık değildir,

    insan düşünen kafadır, kitabın varlığını bilmeli, gerektiği zaman açıp okumalı, o kadar. Bellek

    dediğin papağana yakışır, insana değil.4” görüşlerini dile getirir.

    Brüksel’de bir süre çocukluk ve genç kızlık romanlarını okuduktan sonra Alexandre Dumas,

    Victor Hugo, Moliere gibi dünyaca ünlü yazarların eserlerini okumaya başlayarak gerçek edebiyat

    eserleriyle tanışır. Kitapların önemini, “...anladım ki, insan ne kadar çok dostu olsa da, aslında

    yalnızdır, bu özlü yalnızlığı tek paylaşabileceğin dost kitaptır, çünkü sessizce dinler seni, ikili

    konuşmayı sessizce sürdürebilirsin kitapla.5” sözleriyle vurgular.

    Ortaokulu bitirdikten sonra Erhat, yaşamının büyük serüveni olarak nitelendirdiği, ailesinin

    “Ah kızım, senin memleketinde Latince ve Yunancayı ne yapacaksın? Dil öğren, bir mesleğe hazırlan

    daha iyi” çıkışlarına aldırmayıp Brüksel’deki Emil Jacgmain Lisesi’nde Latince ve Eski Yunanca

    öğrenimine başlar.

    Latinceyi ilk öğrenmeye başladığında zorlandığını, sabah akşam çalışsa da gene başarısız

    olduğunu söyleyerek, bu işte nasıl başarılı olduğunun gizli anahtarını şöyle verir: “Nasıl başardığımı

    anlatayım sana, Gülleylâ: Aşık oldum da öyle. On üç yaşında, boyu bir metreyi aşan bir kızcağız

    nasıl bilsin ki dil de yalnız aşkla öğrenilebilir! Viyana’daki anılarım aşk sözcüğüyle dolup taşardı,

    ama çevremde sakız gibi çiğnenen kadın-erkek ilişkisiydi o. Sevginin başka alanlara da

    dökülebileceğini, hangi alanda olursa olsun her işin sevgiye bağlı olduğunu, başarıya ancak bu

    yoldan ulaşıldığını nasıl ve nereden bileyim ben? Öğreniverdim işte.6”

    Latince öğretmeni Matmazel Cosyn’e aşık olmasını ve bu sayede entelektüel bilgisinin

    artmasını “Cos’a kendini beğendirebilmek için yalnız iyi bir öğrenci olmak yetmez, dünyanın bütün

    güzelliklerine açılmak, kitaptan, müzikten, heykelden anlamak gerekirdi. Ona ulaşmak için okul

    dışındaki bütün yaşamımızı üstün bir düzeye çıkarmaya çalışırdık. Tiyatro, bale, opera, bütün

    sanatların kapısını Cos açmıştır bize. Hümanizmin her görüldüğü, her çiçek açıp filizlendiği yerde

    iyilik ve güzellik aşamasını simgeleyen bir kılavuza bağlanmakla, onun yolunda yürümekle varılır,

    varılmıştır bir üst düzeye.7” sözleriyle dile getirir.

    Eski Yunanca’dan ise şöyle bahseder: “Latince çocuk oyuncağı kalıyordu Yunanca

    karşısında, grameri belalı, çekimleri daha da kuralsız ve çetrefil, yazını öyle zengin, öyle çok yönlü

    ki, insan bir yandan bu dile vuruluyor, öte yandan da bunca çabaya karşın bir sonuç

    alamayacağına kanaat getiriyor. Elimde sözlükler koca koca, karıştırıp duruyor, birkaç satırlık

    metni çözmek için akla karayı seçiyordum. Nitekim söylerler ya, Latince Yunanca eğitimi bir çeşit

    matematik öğrenimi gibi bir şeydir, kafayı düşünmeye alıştırmak da matematik problemleri kadar

    işletici, eğitici.8”

    Babasıyla on yedi yıl bir arada yaşayıp da birbirlerini tanıyamamaları üzerine yeğenine şu

    öğütte bulunur: “...kim varsa çevrende onu bütünüyle anlamaya çalış, kendini ona bütün olarak

    4 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 83 5 Erhat, a.g.e., s. 91 6 Erhat, a.g.e., s. 96 7 Erhat, a.g.e., s. 97-98 8 Erhat, a.g.e., s. 100

  • 11

    anlatmaya tam bir insan alışverişi kurmaya çalış. Yoksa treni kaçırmış gibi bomboş ve pişman

    kalınıyor ortada.9”

    1932 yılında Azra Erhat’ın babasının ölümüyle birlikte aile İstanbul’a geri döner. Erhat,

    lisenin son iki senesini tamamlamak üzere ailesinden ayrı olarak Brüksel’de arkadaşlarının evinde

    geçirir. Liseyi oranın deyimiyle “avec le plus grand fruit”, yani en üstün başarı belgesini alarak bitirir

    ve İstanbul’un yolunu tutar.

    Türkiye’ye döndükten sonra, kayıt olmak üzere İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne

    pullu damgalı diplomalarıyla gittiğinde ilginç bir anısını şöyle aktarır: “....diplomalarımı göstererek

    yazılmak istediğimi söyledim. Ama nasıl söylemiş olacağım ki biraz ötede duran uzun boylu, yüzü

    pütür pütür bir genç alaycı bakışlarla süzdü beni. Memurun sorularına doğru dürüst yanıt

    veremediğimi görünce, yanıma gelip kayıt işlerinde yardımcı oldu bana. Meğer şair Orhan Veli

    imiş! Sonraları dostlar arasında katıla katıla anlatırdı o günü. Kalem memuru sormuş: ‘Liseyi

    nerede okudunuz?’ Ben de: ‘Beljika’da,’ demişim. Orhan Veli sonraları bana ‘L’Azros” adını

    takmıştı, nedenini de şöyle açıklardı: L’(le apostrof) çünkü Beljika’da Fransızca eğitimi gördü, -os

    çünkü Yunanca uzmanıdır.’ Orhan Veli, sizlere ömür, bıraktı gitti bizi, ama bu L’Azros adı kaldı

    bana, bugün de öyle çağırır beni dostlarım.10

    Azra Erhat, İstanbul Üniversitesi’nin altın yılları olarak nitelendirdiği dönemde, 1934 yılında

    üniversite eğitimine başlar. Hitler Almanya’sından kovulan Yahudi asıllı öğretim üyeleri ve eşleri

    Yahudi olan öğretim üyeleri ile söz konusu rejiminin ırk ayrımından tiksinerek görevlerini kendileri

    bırakan öğretim üyeleri soluğu Türkiye’de alırlar. Adeta Alman üniversitelerinin bütün otoriteleri

    İstanbul Üniversitesi’nde toplanır. Bu otoritelerden biri de Erhat’ın en parlak öğrencisi olduğu ve onu

    yaşamında bir dönüm noktası olarak nitelendirdiği Leo Spitzer’dır. Hocasının kendisi için önemini,

    “...bilim kapılarını bana açan büyük hocam Leo Spitzer’i sana ne kadar anlatsam, tanımlayamam

    ona duyduğum saygı ve sevgiyi. Spitzer yaşamımda bir dönüm noktasıdır, hem geleceğime yön

    veren, hem öğretisi ve yöntemiyle o gün bu gün çalışmalarıma damgasını basan bilgindir. Leo

    Spitzer olmasaydı ben bugün ben olmazdım, dünya görüşüm bu olmaz, anılarımı da açık seçik bir

    dille iletemezdim sana11

    …” sözleriyle dile getirir.

    On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Alman biliminde “Geistesgeschichte” denen bir yol ve

    yöntemle araştırmaya girişildiğini söyleyen Erhat, bu terimi açıklamaya çalışırken “Geschichte”

    kelimesinin tarih anlamına geldiğini ancak, Fransızcada “esprit” ile karşılanan “Geist” sözcüğünün

    hiçbir dilde tam karşılığı olmadığını, Türkçedeki “ruh” ve “tin” sözcüklerinin ise verilmek istenilen

    anlamı karşılamadığını söyler ve sözlerini şöyle sürdürür, “…dil gerçeklerin yankısıdır, dilin belli

    sözcüklerle tanımlamadığı bir değer, bir kavram aslında yok demektir. Acıdır söylemesi, ama

    Türk dilinde “Geist” için bir sözcük yoksa, o kavram daha bizde yok demektir. Onun var

    olması, gerçekleşmesi için onu yabancı dilden yakıştırma sözcüklerle çevirmeye çalışmak pek bir

    işe yaramaz, yaşatmaz, canlandırmaz çünkü kavramı. Dilciden önce düşünürün, daha doğrusu

    dilci-düşünürün burada bir görevi vardır, felsefe sorunlarını önce yaşamamız gerekir ondan

    sonra dilde karşılığı kendiliğinden gelecektir. bugüne dek pek anlamamışız biz bu gerçeği: Eski

    dilden, Arapça’dan, Farsça’dan yeni Türkçe’ye aktarmalar yapıyoruz, çevirmeler kimi tutuyor,

    kimi tutmuyor ama bu mekanik çalışma aslında değersizdir. Türkçe düşünmeye çalışmalı,

    Türkçe düşünce eserleri yaratmalı, dil ve sözcükler o zaman kendiliğinden doğacak,

    biçimlenecektir. Düşünmeye, kendi kendimize özgürce düşünmeye niçin pek yanaşmıyoruz biz?

    9 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 105

    10 Erhat, a.g.e., s. 133-134 11 Erhat, a.g.e., s. 135

  • 12

    Bak, Sokrates öncesi filozoflar doğanın karşısına geçmişler, gözlerini açıp kafalarını işleterek

    düşünmeye koyulmuşlar, düşün dilini de yaratmışlar böylece. Biz ise bugüne dek hemen de hep

    aktarma, özenme, düşünce kalıplarını başkalarından benimseme yolundan ayrılamıyoruz bir

    türlü. Çok sıkıştığımız zaman da Türkçe olarak değil Almanca, İngilizce, Fransızca kitaplar

    yazıp dışarıda yayımlıyoruz. Böyle bilim, bu yoldan bilim ve düşünce olur mu? Ulusallığı aşıp

    uluslararası düzeye varmak istemek iyi, ama özgünlükten yoksun bir ulusallık da, uluslararası

    bir varlık da düşünülemez. Geri kalmışlığımızın asıl nedenini burada aramalı. Kendimiz tek

    başımıza gözlerimizi açıp bakmaya, bağımsızca kendi kendimizi düşünmeye çalışsaydık,

    bugünkü yürekler acısı halimize düşmezdik… Bağımsız olmak önce düşüncede bağımsız olmayı

    gerektirir oysa eyleme geçmiş gençlerimiz tek bir bağımsız düşünce dile getirecek durumda

    değiller… “Geistesgeschichte” sözünü “düşünce tarihi olarak” çevirelim. Edebiyat bilimi şöyle

    bir ilkeden yola çıkmış: Yazılı her eser yazarının özelliklerini yansıtmakla kalmaz, çevresinde

    geçerli görüşlerin, davranış ve tutumun da bir yansımasıdır, yani kısaca şu ki, belli bir zamanda

    kaleme alınmış belli bir eseri incelemekle o zamanın tüm toplumunu da göz önünde

    canlandırabiliriz. Tarih yalnızca tarihçilerin çizdikleri bir süreç değildir yani tarih soyut

    değildir, her yazıdan tarihsel bir sonuç çıkarılabilir ve asıl tarihi yansıtan yazarlardır,

    şairlerdir, sanatçılardır. Çünkü çevrelerinin gerçeklerini en canlı en sürekli olarak dile getiren

    onlardır. O halde bir çağın, bir dönemin portresini çizmek için asıl onlara başvurmalı. Edebiyat

    eserlerini yalnız öğretim malzemesi olarak ele almamalı, daha öteye gitmeli, insanın da

    toplumunda eğilimlerini, görüşlerini bize anlatacak onlardır çünkü. Dil yalnız insana özgü bir

    veri, bir yetidir: Dilden başka aracımız yoktur anlamak ve anladığımızı birbirimize aktarmak

    için. Dil ve üslup onlardan yola çıkıp incelendi mi, bütün bir ulusun, bir çağın tutumu

    açıklanabilir.12

    Spitzer’in araştırmalarında on yedinci yüzyılda Fransa’da yaşamış Buffon adlı yazarın “Le

    style c’est l’homme” yani “üslup insanın ta kendisidir, insanı asıl yansıtan üslubudur” sözü ve

    görüşünden yola çıktığını aktarır ve onun yöntemini şöyle açıklar: “Bir metin alır, herhangi bir

    yapıttan çıkarılmış ufak bir parça, o parçanın dilini sözcüklerin yerini, sayısını, daha birçok

    ufak tefek özelliklerini incelemekle yazarın bütün tutum ve davranışlarına, dünya görüşüne,

    çevresi ile alışverişine varılabilir, derdi. Örneğin La Fontaine’nin bir hayvan masalını dikkatle

    okuyup incelersen, on yedinci yüzyıl klasik Fransız yazının tümü üstüne fikir edinebilirsin. Bu

    söylediklerim sana çetrefil ve anlamsız görünebilir ama aslında öyle kolaydır ki, aklı başında her

    insan bunu yapabilir; okuduğu her yazıya uygulayabilir bu yöntemi… Dikkatle okuyacaksın,

    her sözü ayrı ayrı ve metindeki bütün içinde inceleyecek ve yorumlayacaksın, her sözün

    anlamına gidecek, dibe inmeler, karşılaştırmalarla sonuçlar çıkaracaksın. Evet, bir kişiyi en iyi

    biçimde tanımak için ne konuştuğunu, nasıl konuştuğunu saptayacaksın, sonra düşüne düşüne

    kavrayacaksın o kişiyi bir bütün olarak. Dilden yola çıkarak düşünce tarihine varacaksın. Bu

    inceleme ve yorumlama işine de “Textinterpreation” diyordu Spitzer; Almanca bir terimle:

    Metin yorumlaması. İşte bu yol sonsuz bir yoldur, Spitzer metodunu uygulamakla araştırıcının

    varamayacağı erek yoktur. Bu yöntemi her dile uygulayabiliriz. Nitekim Spitzer Türkiye’ye

    gelir gelmez bir kelime Türkçe bilmediği halde, birçok ilginç inceleme yaptı. Sözgelimi sokak

    satıcılarının çağırışlarını ele aldı, niçin boyaciiiiis, diye bağırıyorlar, neden yalnız Türkçe’de

    “güzel müzel, aptal maptal” gibi deyimler var, “yusyuvarlak, kapkara, masmavi” deniyor, sıfat

    nasıl yinelenirse zarf oluyor: Yavaş = zarf… Bunlar başka dillerde yok, Türkçe’ye özgü. Türk

    12 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 137-138

  • 13

    dili üzerine neler öğretir bunlar bize, neye, nasıl bir niteliğe belirtidir; dil bilimi çevresinde nasıl

    yorumlanabilir…13

    Erhat, Leo Spitzer’in kürsü başkanı olduğu Roman Filolojisi’ne yazılır ve 2 yıl ondan ders alır.

    Bu sırada Spitzer’ın ders saatleri dışında düzenlediği İspanyol Edebiyatı seminerlerine, Dickmann’ın

    Latince, Fuchs’un ise Alman edebiyatı derslerine katılır. Bütün bu yan öğretimlerin kendisinin filoloji

    bilimine daha hazırlıklı olarak yaklaşma olanağı sağladığını söyler.

    1936 yılı Erhat’ın yaşamında dönüm noktası olur. Washington’daki John Hopkins

    Üniversitesi’nden teklif alan ve ardından kariyerine orada devam etmeye karar veren Spitzer,

    İstanbul’dan ayrılmadan önce, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Klasik Filoloji Bölümü’nü

    kurmakla görevlendirilen, Almanya’dan geldiğinden beri de derslerini Türkçe’ye çevirecek birini

    bulamayan Prof. Rodhe’ye Azra Erhat’ı “Latince bilen tek öğrencim” diye tanıtır. Prof. George Rodhe

    hem Fransızca-Almanca, hem de Latince-Yunanca bilen Erhat’a Ankara’ya gelip kendi derslerini

    Türkçe’ye çevirmesini ve asistanı olmasını önerir. Öneriyi kabul eden Erhat, 1 Eylül 1936’da Ankara

    Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü’nde “mütercim” kadrosunda göreve başlar. O

    tarihten, görevine son verildiği 1947 yılına kadar önceleri öğrenci-çevirmen-asistan daha sonra da

    doçent olarak bu fakültede çalışır.

    İlk asistanlık yıllarındaki gözlemlerinde, Yaşayan Diller ve Arkeoloji bölümlerinde

    okuyanların hepsinin bir süre zorunlu Latince dersi almalarına karşın Klasik Filoloji öğrencilerinin de

    onlarla aynı seviyede yani Latince ve Yunanca’yı alfabesinden en baştan öğrendiklerini söyleyerek,

    “Hepsine de bu iki dilin ne kadar zor geldiğini, elden gelse bırakıp kaçacaklarını hemen anladım.

    Yıllar yılı bu böyle gitti, öğrenciler klasik filoloji okumakla nereye varacaklarını, mezun olunca

    hayatta nasıl bir yol seçeceklerini, ne olacaklarını pek bilemediler. Öğrenim güçlüğüne gelecek

    kaygısı katılınca, en hevesli öğrencilerin yıldığı, başka daha pratik, daha verimli bölümlere kaydığı

    görülüyordu. Profesörlerle benim karşılaştığımız başlıca sorundu bu. Öğrencilerin: Sonra ne

    olacağız, sorusuna karşılık vermek güç, giderek olanaksızdı. Klasik filolojinin, eski dillerin yararlı,

    güzel oluşu, insanı insan etmekte sonsuz erdemler taşıdığı ne denli vurgulansa, bu çocuklara klasik

    filolog olun da aç kalın denemezdi ya! Profesör kendimi örnek göstererek öğrenciler arasında

    bölüm için propaganda yapmamı da istiyordu. İşte bunu hiç yapamadım ve hemen arkadaş

    olduğumuz öğrencilerle konuşmalarımızda Belçika Lisesi’nde gördüğüm klasik öğrenimden

    edindiğim mutlu kazancı dile getirmekten ileri gidemedim, kimseye klasik filolojiye girmesi için

    öğüt vermeyi göze alamadım. Besbelli burada ödevimiz yalnız Latince ve Yunanca öğretmek değil,

    Latince ve Yunanca’nın yararlı, verimli ve anlamlı olacağı ortamı da kurmaktı. Yapılacak iş çok,

    çok ve baş döndürücüydü14

    ” diye yazar.

    Rohde, Ankara’ya gelir gelmez, doğru dürüst bir klasik filoloji kitaplığının kurulması için

    gerekli yayınları ısmarlar ve profesörün asistanlığını ve çevirmenliğini yapmanın dışında Erhat,

    kütüphanede kitapların hepsini numaralamak, kaydını yapmak, sıralamak ve her birinin fişini yazıp

    dizmek gibi kütüphaneci, daktilocu, sekreter görevlerinin hepsini de kendisinin yaptığını söyler.

    Rohde, klasik filoloji öğrencilerine kütüphanede ve çalışma odasında verdiği derslerin dışında,

    fakültenin hemen her bölümünden gelen yardımcı öğrencilere Latince dersleri ve haftada bir de Latin

    edebiyatı üzerine konferanslar verir ve Erhat da hocasının tercümanlığını yapar. Bu çeviriler sayesinde

    Erhat, yıllarını yurt dışında geçirmesi sonucu bir nebze unuttuğu Türkçe’yi daha iyi öğrendiğini,

    Türkçe’nin güzelliğini ve önemini daha iyi anladığını söyler. Erhat, Rohde’nin o yıllarda kendini

    13 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 139-140 14 Erhat, a.g.e., s. 162-163

  • 14

    fakülteye büsbütün vererek, yalnız klasik filoloji hocası olarak değil aynı zamanda üniversite

    öğretiminin düzenleyicisi ve yöneticisi, danışmanı olarak da çalıştığını; bir yandan da Latince

    öğretiminin liselerde yer alması, böylece öğrencilere bir meslek yolu açılması, ilerisi için bir çalışma

    düzeyi kurulması amacıyla bir Latince gramer ve el kitabının hazırlanması için uğraştığını söyler.

    Profesörün kendini canla başla Latince ve Yunanca öğretimine vermesini, bu öğretimin başka bilim

    dallarını aydınlatmaya yardım edeceğine inanmasından kaynaklandığını düşündüğünü söyler.

    Erhat, Ankara’da yaşadığı yıllarda Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Orhan

    Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat ve Erol Güney’le yakın dostluklar kurar. Ayrıca Hasan Ali

    Yücel’in kurduğu Tercüme Bürosu’nda Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Orhan Burian ve Saffet

    Korkut’la birlikte çalışır. Dünya Edebiyatından Tercümeler’in Yunan Klasikleri serisinde,

    Aristophanes’ten Barış, Sophocles’ten Electra, Platon’dan Devlet ve Orhan Veli’yle birlikte daha

    sonra 1955 yılında yalnız Orhan Veli’nin adıyla yayımlanan Jean Anouilh’dan Antigone’u çevirir.

    1947 yılında da daha önce boşanmış olduğu halde, bir Macar’la evli olduğu ve yabancı uyruklularla

    evli olanların devlet memurluğu yapamayacakları gerekçesiyle üniversitedeki görevine son verilir.

    Oysa asıl hedef, o yıllarda girişilen ve ülkedeki bir çok aydını etkileyen “sol aydın temizliği”dir.

    Erhat, üniversiteden ayrıldıktan sonra İstanbul’a döner. 1949-54 yılları arasında Yeni İstanbul

    gazetesinde, önce sanat eleştirmeni ve çevirmen, sonraki 7-8 ay da Paris muhabiri olarak görev alır.

    Daha sonra Vatan gazetesine geçerek 1956 yılına dek orada çalışır. Gazetecilik yıllarında da çeviri

    çalışmalarını sürdürür. Saint Exupery’den Küçük Prens, Colette’den Cicim adlı romanları çevirir.

    Ardından 1956’dan emekli olduğu 1975 yılına dek Uluslararası Çalışma Bürosu, Yakın ve Ortadoğu

    Merkezi’nde kütüphane memuru olarak çalışır.

    1956-1982 dönemi, Erhat’ın yazarlık yaşamının en verimli ve yaratıcı devresi olarak

    nitelendirilir. Bu süre içinde, tek başına ve Sabahattin Eyüboğlu’yla birlikte yaptığı çevirileri Yeni

    Ufuklar dergisinde çeşitli yazıları, kendi dünya görüşünü, hümanizma anlayışını ve kültür sentezini

    sergileyen özgün denemeleri yayımlanır. Ozan A. Kadir’le birlikte, Homeros’un iki büyük eseri Ilias

    ve Odysseia’yı çevirir. Ilias’ın 1. cildiyle 1959 yılı Habip Edip Törehan Ödülü’nü, 2. cildiyle de 1961

    yılı TDK Çeviri Ödülü’nü kazanır. Odysseia çevirisi ise 1970 yılında yayımlanır. Sabahattin

    Eyüboğlu’nun tüm eserlerini “Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler” adı altında derler ve 1981-82

    yıllarında yayımlatır. Doktora tezi olan “Sapho Üzerine Konuşmalar”ı Cengiz Bektaş’la birlikte

    1978’de tekrar yayına hazırlar.

    Azra Erhat 12 Mart 1971 dönemindeki aydın kıyımına takılarak Sabahattin Eyüboğlu, Vedat

    Günyol, Magdi Rufer ve Yaşar Kemal’in eşi Tilda’yla birlikte dört ay Maltape Askeri Cezaevi’nde

    tutuklu kalır. Dört ay sonra ilk oturumda dostlarıyla birlikte salıverilir. Uluslararası Çalışma Bürosu bu

    zor döneminde Azra Erhat’ı destekler ve tutuklanmasından davası sona erip aklanıncaya dek geçen bir

    buçuk yıla yakın sürede büroda çalışmadığı halde kadrosunu korur, maaşını düzenli öder.

    Yaşamının sonunda kansere yakalanan Azra Erhat, Londra'da tedavi görür ancak hastalıktan

    kurtulamaz ve 6 Eylül 1982'de, 67 yaşındayken İstanbul’da hayata gözlerini yumar. Naaşı İstanbul

    Üsküdar’daki Bülbüldere Mezarlığı’na defnedilir.

    Ölümünden 33 yıl geçmesine karşın görüşleri, duruşu ve yapıtlarıyla aramızda yaşayamaya

    devam eden Azra Erhat’ın yaşam öyküsünü elimizden geldiğince aktarmayı denedikten sonra da şimdi

    de eserlerine kısaca değinmeye çalışacağız.

  • 15

    MAVİ ANADOLU (GEZİ YAZISI) (1960)

    Kuşağının önde gelen yazarlarından biri olan Azra Erhat, Ustaları Halikarnas Balıkçısı ve

    Sabahattin Eyüboğlu’nun yolundan giderek hümanizma ülküsünü yayma, Anadolu kültür varlıklarını

    değerlendirme ödevini benimseyerek ilk baskısını 1960 yılında yayımladığı, gezi yazısı türündeki ilk

    eseri olan Mavi Anadolu’yu kaleme alır.

    Karış karış gezmiş olduğu Anadolu topraklarını hoş ve zarif bir şekilde yazıya döken Erhat,

    batı kültürünün temelinin Yunan - Latin ilk çağına dayandığını ve batı düşüncesini temele inmedikçe

    kavranamayacağını dile getirir.

    O dönemde okullarda Latince ve Yunanca öğretiminin başlaması yönünde atılımlar olduğunu

    söyleyerek, “...bilim adamları yaptıkları kazılarla gün geçtikçe artan kültür malzemeleri ortaya

    çıkarıyorlar. Atatürk bu malzemeyi kültür olarak benimsememiz için bir çığır açtı, Anadolu’ya

    gelmiş geçmiş bütün kültürler bizimdir dedi. Hitit`ten Latin`e kadar Anadolu’nun bütün ilkçağını

    aydınlatmak yolunda girişilen araştırmalara olanak sağladı. İstanbul ve Ankara Üniversitesi’nde

    eski dil ve arkeoloji bölümleri bu amaçla kuruldu. Türk Tarih Kurumu bu yüzden açıldı...15” der.

    Çok fazla engelle karşılaştığını belirterek, Yunan öncesi uygarlıkların incelemesini yapmanın

    bir bakıma kolay ancak Yunan- Latin ilk çağının “dalbudak salmış bir edebiyat kaynağı” olduğunu

    vurgular. Üniversiteler dışında liselerde de müfredata koyulan Latince ve Yunanca derslerinden

    maalesef istenilen verim alınamadığı için, o yıllarda bu programın başarılı olmamasından üzüntü

    duyduğunu dile getirip, topraklarımızda yatan bu kültür mirasını “Türkiyeli insanlara kısa yollardan

    benimsetmek her Türk aydınının ilk ödevi olmalıdır16” ilkesinden yola çıkarak gezi yazısı yazmaya

    başladığını söyler.

    İlk olarak 1953 yılında Troya’yı kaleme alır. Bu bölümde Homeros’tan, Ilias’dan bahsetmekle

    birlikte o dönemde Troya’nın “trova” ya da “truva” şeklinde yazıldığını fakat bu yazılışın yanlış

    olduğunu bu yüzden de doğru şeklinin yazılabilmesi için çabaladığını ve bir gün doğru şekli olan

    “troya” yazılışının benimseneceğini umut ettiğini dile getirir.

    Çanakkale’yi gezdikçe Ilias’daki dizelerin gözünün önünde canlandığını söyler. İda Dağı’nın

    bugünkü Kaz Dağı olduğuna değinir. Helene’nin ise belalı bir güzel olduğundan şöyle bahseder:

    “...ister genç olsun ister yaşlı olsun Helene’yi gören her erkeğin ona arzu ile tutuştuğudur. Her

    insana birçok sıfatlar takan Homeros bile Helene üzerine yalnız şunu söyleyebiliyor: “yüzüne

    bakan ölümsüz tanrıçalara benzetir onu...”17

    Kitabın devamında ise ilk olarak Gökova’yı anlatmaya başlayıp İzmir’den Halikarnas

    Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu, Alev Ebüzziya, Mehmet Eyüboğlu ile birlikte yola çıktıklarını söyler.

    İkinci durakları Efes’tir. O dönemde yapılan kazıları anlatır, daha sonra Söke’ye geçerler. Oradan da

    Bodrum’a. “Bodrum’da her çağda ünlü evlatlar yetişmiştir18” der ve bunları; Herodotos, Turgut

    Reis, Neyzen Tevfik olarak sıralar.

    Kitabın sonlarına doğru Kaş’tan ve Kaş’ın görülmeye değer tiyatrosundan bahseder ve

    ardından orada 2 hafta geçirdiklerini dile getirir. Daha sonra Fethiye`ye geçerler ve gördüğü tablo

    karşısında şaşkınlığa uğrar. Bunu ise şu sözlerle vurgular: “Fethiye yöresindeki Kaya Köyü:

    15Azra Erhat, Mavi Anadolu, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979, s. 9 16 Erhat, a.g.e., s. 14 17 Erhat, a.g.e., s. 66 18 Erhat, a.g.e., s. 179

  • 16

    Rumlardan boşaltılan bu köy yağmalanmış dört bin hanesi ile bir hayalet şehir gibi dikiliyor

    karşınıza.19

    MAVİ YOLCULUK (GEZİ YAZISI) (1962)

    Erhat, Mavi Anadolu eserinin ardından, bir nevi devamı niteliğinde sayılan, 1962 yılında

    yayımladığı Mavi Yolculuk ile gezi yazısı türüne devam eder.

    Eserinde yapmış olduğu beş mavi yolculuğunu paylaşır bizlere ve ilk olarak Halikarnas

    Balıkçısı’nı anlatarak başlar yazısına. Onu, çok az olduğunu düşündüğü aydınların arasında saydığını

    söyler. Bodrum’a her gelişlerinde dükkanlardan, evlerden insanların nasıl koşup geldiklerini ve onların

    Halikarnas Balıkçısı’nın eline nasıl da sarılarak öpmek istediklerini anlatır.

    Ardından, başladığı mavi yolculuğunda ilk duraklarından biri olan Akdeniz kıyılarında

    insanlığımızın güzelim kumsalların doğal koşullarına uyum sağlayamamış olmasından dem vurur.

    Uzun süre önce gelmiş olduğu Karakuyu için “adı kadar çirkin bir yer olmuş20” der ve ekler; “...ne

    bir yeşillik, ne bir çiçek, ne bir iskele, ne bir rıhtım... denizin mavisi bile solmuş. İnsana

    yakışmaz...21” diyerek gördüğü manzara karşısında üzüntüsünü dile getirir ve yoluna devam eder.

    Daha sonra ulaştığı, haritalarda “Kerme Körfezi” diye adlandırılan körfeze Bodrumluların

    “cova” dediğini söyler. Balıkçıya göre ise “cova”, “Gökova”nın kısaltmasıdır. Cova’yı şöyle anlatır

    bizlere: “Cova`ya ilk gelen, denizin maviliğine şaşar. Ömrümde bu kadar mavi bir deniz

    görmedim.22” Mavinin bütün tonlarını dile getirdikten sonra ise dünya dillerinin yoksulluğunu anlayıp

    aniden sessizliğe bürünür. “Cova mavisine gelin bundan sonra isim aramayalım. Cova Mavisi

    diyelim. Öyle bir sevinç mavisidir ki bu, ressamı ressam, sanatçıyı sanatçı, insanı insan etmeye

    yeter23

    ” der.

    ECCE HOMO (İŞTE İNSAN) (DENEME) (1969)

    Mavi Anadolu ve Mavi Yolculuk gezi yazılarının ardından bir deneme kaleme alan Erhat,

    yetişmiş olduğu Batı kültürü üzerindeki bilgisini ve hümanist dünya görüşünü 1969 yılında

    yayımlanan “Ecce Homo (İşte İnsan)” adlı kitabında dile getirir. İlk çağ, ara çağ ve bizim çağ şeklinde

    parçalara böldüğü denemesinde insanın insan olma yolundaki adımlarını anlatır.

    Erhat, “İnsanım, seni sana söylemek istiyorum, sen kimsin?24” diyerek başladığı Ecce

    Homo’nun ilk çağ kısmında beden ile ruh kavramlarını, kadınla erkeği irdeler.

    Ara çağ bölümünde ise, ilk olarak “kadın insan mıdır?25” diye sorar. İnsanların yasakları

    kendilerinin koyduğunu, kuşkularını kendisinin uydurduğunu, tabularını kendisinin kurduğunu dile

    getirir bizlere.

    Homeros’la yola çıkıp Platon’un insan anlayışına değinirken uçsuz bucaksız bir düşünce

    denizine ulaştığını fark ettiğini söyler ve ekler satırlarına: “Ecco Homo’yu bana sevgi yazdırdı.26”

    19 Azra Erhat, Mavi Anadolu, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979, s. 320 20 Azra Erhat, Mavi Yolculuk, Çan Yayınları, İstanbul 1962, s. 29 21 Erhat, a.g.e., s. 29 22 Erhat, a.g.e., s. 58 23 Erhat, a.g.e., s. 59 24 Azra Erhat, Ecce Homo, Can Yayınları, İstanbul, 2003, s. 13 25 Erhat, a.g.e., s. 83

  • 17

    MİTOLOJİ SÖZLÜĞÜ (1972)

    Titiz bir çalışma ve çabanın ürünü olarak 1972 yılında yayımlanan Mitoloji Sözlüğü adlı

    eserinde Erhat, son derece karmaşık olan, aslında özünün Akdeniz çevresindeki uygarlıkların yazılı

    eserleri ile bu yerlerdeki sözlü geleneklerin ortaya çıkmış bir bütününe dayandığını söylediği, Yunan

    ve Latin mitolojisinde geçen isimleri alfabetik olarak ayrıntılarıyla yalın bir biçimde tek tek anlatır ve

    kitabın sonundaki soy tablolarıyla da eserini zenginleştirir. Erhat, efsaneleri, hem bilimsel bir gözle

    incelemeye, hem de dünya yazın ve sanatındaki yerlerini, eşsiz bir esin kaynağı olarak tüm

    değerleriyle canlandırmaya çalıştığını söyler. Bu yolda, Batı kaynaklı tek bir mitoloji kitabını

    çevirmektense, kendi olanağıyla, kendi yazılı kaynaklarımızdan yararlanıp dilimizdeki çevirilerden de

    geniş çapta faydalandığını belirterek, bu anlamda Mitoloji Sözlüğü’nün bir antoloji niteliği de

    olduğunu ve alçak gönüllü bir üslupla eserin bir deneme olarak kabul edilmesini istediğini ve

    eksikleriyle yetersizlikleri olduğunu bildiği halde yayımlamaya giriştiğini söyler ön sözünde. Eser,

    Erhat’ın geniş bilgi ve kültürünün son ürünü, ustaca yazarlığının en yüksek aşaması olarak

    nitelendirilir.

    MEKTUPLARIYLA HALİKARNAS BALIKÇISI (MEKTUP) (1975)

    Halikarnas Balıkçısı’ndan kendisine gelen mektuplardan derlediği Mektuplarıyla Halikarnas

    Balıkçısı adlı yapıtını 1975’te yayımlar. “Sende bütün insaniyeti seviyorum. Sen dünyanın bana

    verdiği mükâfatsın…” diye seslenir Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Azra Erhat'a. Nerede olurlarsa

    olsunlar, yirmi yıldan fazla, Balıkçı'nın ölümüne değin, sayfalar, defterler dolusu mektuplar gidip gelir

    aralarında. Dünyalarını mektuplarıyla da paylaşan, kendilerini mektuplarıyla da açan bu iki dost, iki

    âşık, iki arkadaş, birbirini kuşatan, besleyen, destekleyen enerjileriyle gürül gürül akarlar birbirlerine.

    Coşku dolu, arzu dolu, öfke dolu, aşk ve şefkat dolu satırlarda insan yaşamını sarmalayan zaman ve

    mekan ruhunu anlamaya ilişkin tartışmalarıyla bizi de içlerine alırlar. Sanatın ve bilginin ışığıyla

    aydınlanan bir ilişkiden bize kalan mektuplarda okuduğumuzda ise: "insan olmak ve dünyaya

    tutunmak... Nedir 'insan olmak?.. Nedir 'bu dünyaya tutunmak?” sorularının cevaplarını bulabiliriz.

    SEVGİ YÖNETİMİ (DENEME) (1978)

    1978 yılında yayımlanan Sevgi Yönetimi adlı denemesi Erhat’ın, 1970-1978 yılları arasında

    bazıları basılmak üzere gazete ve dergilere; bazıları hiç basılmamış olan; bazıları da bildirilerde

    sunulmak için yazılmış çalışmalarından oluşur. İlk bölüm olan ‘Yazın, Kültür, Düşünce’de 28, ikinci

    bölümdeyse ‘Kişiler, Önsözler, Konuşmalar’de 23 başlık bulunur.

    İlk bölümde yazarın Forum, Yeni Ufuklar ve Cumhuriyet gibi gazete ve dergilerde yayımlanan

    bir çok konudaki görüşlerini yansıtan yazıları yer almaktadır. Eleştiri, soru sormanın önemi,

    hümanizm, aydınlar, politika, özgürlük, mutluluk, kültür, kültürsüzlük, sevgi, sevgisizlik, arkeolojik

    kalıntıları koruyup değerlendiremeyişimiz, müze hırsızlıkları, ahlak, umut, gençlik, tiyatro, dil, Türk

    kadınının bilinçlenmesi gibi konulara değindiği yazılarında Erhat’ın özgün ve aydın bakışı her aklı

    başındaki okuyucu kitlesi tarafından kolaylıkla anlaşılabilir ve onun bu önemli yazılarından biz,

    hepimizin kendimize önemli dersler çıkarmamız gerektiğini düşünmekteyiz.

    İkinci bölümde ise Anadolu’daki gezilerine yönelik gözlem ve anıları ile çağdaşlaşma,

    uygarlık ve Atatürk üzerine düşünceleri dışında, Halikarnas Balıkçısı, Hasan Ali Yücel, Sabahattin

    Eyüboğlu, Yaşar Kemal, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Nurullah Ataç ile olan anı ve anlatımlarından

    derlediği yazılarına yer verir. İlkin Yahya Kemal ve Yakup Kadri’nin ileri sürdükleri, “Akdeniz

    26 Azra Erhat, Ecce Homo, Can Yayınları, İstanbul, 2003, s. 243

  • 18

    Uygarlığı” görüşünden sonra Atatürk’ün önerisiyle savunulan “Anadolu’daki bütün kültürler

    bizimdir” tezini benimseyen görüşü dile getirir. Ardından da aralarında Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, Prof.

    Dr. Macit Gökberk, Prof. Dr. Mebrure Tosun, Prof. Dr. Sevim Tekeli, Prof. Dr. Ekrem Akurgal gibi

    önemli konuşmacıların bulunduğu “I. Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu Sempozyumu”nun

    bildirilerinin özetiyle kendi yorumunu ve bir dahaki sempozyumda incelenmesi kararlaştırılan

    konulara değinir ve belki de bugün bile günümüzde gündemde olmayan ve ibret almamız gerektiğini

    düşündüğümüz diğer konuşmacıların değindikleri konuları ve düşüncelerini şöyle özetler: “Son otuz

    kırk yıllık süre içinde klasik düşünce verilerine ve klasik kültüre eğilerek ülkemiz için bundan pay

    çıkarma yollarının arandığı başka konuşmacılarca belirtildi…27” Ayrıca Erhat’ın sempozyumda

    sunduğu “Klasik Kültürün Türkiye’ye Yararları” başlıklı çalışması da yazarın konuyla ilgili

    görüşlerinin adeta bir özeti niteliğinde olmasıyla göze çarpar. Bildirisinde çeviri etkinliği, Latince

    öğrenimi ve klasik dillerin bilim kollarına yardımı olmak üzere 3 ana konu üzerine eğilir. Sevgi

    Yönetimi’nin son yazısında ise, ilkinden bir sene sonra, yani 1977’de gerçekleştirilen II. Klasik Çağ

    Araştırmaları Kurumu Sempozyumu’ndaki işlenen önemli başlıklardan Türkiye’nin özgürlük,

    demokrasi ve din eğitimi sorunlarının incelenmesi üzerinde durur.

    1973 yılında Cumhuriyet’te yayımlanmış “Değişmeyen Değerler” isimli yazısında

    Yunancanın Türkiye’deki yeri ve Yunanca-Türkçe arasında yakaladığı uyumu şu sözlerle dile getirir:

    “Yunancanın dile gelme hakkı vardır Türkiye’de, çünkü Anadolu’da doğmuş, bizim de nimetlerini

    paylaştığımız bu topraklar üstünde yaşayıp gelişmiştir. Homeros gibi bir ozanımızı vermiştir

    uygarlığa. Üstelik de inanır mısınız, Homeros’u çevirirken kardeş diller gibi geldi bana Yunanca ile

    Türkçe, birinden diğerine aktarma öylesine kolay ve doğal doğal oluyordu… Gönül ister ki

    topraklarımızdan nice nice taşların üstünde yazılar çıkan Türkiye’de daha çoklarımız bu dili

    öğrenelim eskisini kitaplarda okuyup yenisini dillerde duyup anlayalım. Ve hele Atatürk’ün öneri

    ve isteklerine tam uyarak, Rum asıllı yurttaşlarımızla aramızda hiç bir ayrıcalık gözetmeyelim.28

    Yayımlanmamış olanların arasındaki “Söz ve Silah Üstüne” adlı yazısında aydının tek

    silahının “söz” olduğunu belirterek şunlar söyler: “Aydın o insandır ki, çevresinde gördüğü

    bozuklukların en ufağından en büyüğüne kadar, hepsine için için üzülür, sonra da hepsini akıl

    süzgecinden geçirip nedenlerini aramaya çalışır, bununla da kalmaz, yolda yürürken adım başında

    gözüne ilişen balgamlara, çöplere, kaldırım çöküntülerine de, siyasal ve toplumsal bozuklukların

    hepsine bir çare düşünmeye çabalar. Aklın gücüne inanır ve bu inancı oranında atılgan, yürekli,

    iyimserdir, çare bulunacağına ve uygulamasının da sağlanacağına güvenir. Öte yandan da,

    alabildiğine rahatsız ve şüphecidir, hazır formüllerin, dogmalaşmış yöntem ve kuralların

    geçerliğine, yararlığına inanmaz, her durum ve soruna kendi koşulları ve gerçekleri içinde bir

    çözüm yolu aramaya girişir. Dünya bir iğneli fıçıdır onun için, şu yoldan çıkayım, yağmurdan

    kaçayım derken doluya tutulabileceğini de pekala bilir.29”

    Türkiye’de kökleşmesini özlediği hümanizma akımına ustaları Halikarnas Balıkçısı ve

    Sabahattin Eyüboğlu’nun yolundan yürüyerek öncülük eden Azra Erhat,1976 yılında Cumhuriyet’te

    yayımlanan “Senlik Benliği Nidelim…” adlı yazısında, hümanizmanın Batı’da ana karnına düşmeden

    birkaç yüzyıl önce bizim halk geleneğinde var olduğunu, günümüze kadar hiç kopuksuz süregeldiğini

    ve bugün de aramızda canlı bir saygınlık olarak yaşadığını söyler. Buna örnek olarak da, televizyonda

    halk ozanları üzerine gördüğü programda on beş kadar ozanın değişik konularda söyledikleri doğmaca

    dizeleri çok beğendiğini ve onların bu başarılarının da ustalarına dayanmaları ve onları sevmelerinden

    27 Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 338 28 Erhat, a.g.e., s. 95 29 Erhat, a.g.e., s. 72

  • 19

    kaynaklandığını belirterek: “Nazım Hikmet olmadan bir Ruhi Su düşünülebilir mi? İnsan aydın ve

    sanatçı olarak bir kişiye kendine örnek etmek zorundadır, eğer bir yol tutmuş, o yolun yolcusu

    olmak istiyorsa. Kişi kendi kendine yetişmez, hele soyut öğretileri papağan gibi yinelemekle hiç bir

    bilince varamadığı gibi, hiç bir eylemi de başarılı bir sonuca erdiremez. Bir kişide o düşüncenin de,

    eylemin de örneğini görecek ve bilinçli sevgi yolunda kendisinden vere vere bulacaktır kendini.

    Yoksa kendine baka baka bir Dorian Grey olmaktan öteye gidemez… Hümanizma bir duygu işi

    değildir, hele bir bilgi işi hiç değildir. Ama Batı’da uyanış döneminin aydınları ve sanatçıları Antik

    örnekleri özümseyerek gelişmişler, insan olmuşlar. İnsan olmanın başka yolu yok mu? İlle de eski

    Yunana bak kim diyor sana? Ama bir düşünceyi simgeleyen bir kişiye uyarak bir geleneği

    sürdürmeye bak. O kişiyi aşmayacak mısın, elbette insan insanı aşar, çağlar akar ırmaklar gibi,

    insanlık da tümüyle gelişir. Ne var ki bir taş üstüne bir taş koyarak yükselir yapılar. Altındaki taşı

    yıktın, yapı mı yapabileceksin?30” sözleriyle görüşlerini belirtir.

    1970 yılında “Forum” dergisinde yayımlanan “İnsan Ne Zaman Mutlu, Ne Zaman Özgür” adlı

    yazısında, “...insancılık bir mutluluk sorunudur. Yani ancak mutlu olduğu zaman insan olur.

    Üstelik hümanizma ya da insancıllık eğilimi gösteren kuram ve öğretilerin asıl amacı ve son ereği

    insanın mutluluğunu sağlamaktır…. Mutluluğu insanlık oldum olası özlediği halde, yüz binlerce yıl

    boyunca onu bu dünyada aramadı, bu yaşamın ötesinde, havalarda göklerde, cennet yada tanrı

    dediği bir hayal aleminde aradı durdu. Mutluluğu yeryüzünde arayan bir tek dönem vardır bizim

    haberini aldığımız çağlar arasında, o da Yunan ve Latin ilkçağı denilen dönemdir. Tanrıları

    insanlara benzetmiş bu dönem, insanlara kıyas fazla bir kafa üstünlüğü de tanımamış onlara, olsa

    olsa insanlardan daha güçlüdürler demiş. Öyle bir dönem ki, madde olarak bildiği insana da

    hakkını vermeye çalışmış. Beden ruh ayrılığı gütmemiş o dönem, onun için de insana bir çeşit

    gelişme sağlamış. İlkçağ insanı mutluluğunu işte bu uyumlu, tutarlı gelişmelere borçludur. 31” der.

    Kasım 1973’te Ankara Sanatseverler Derneği’nde yaptığı ve kısaltılmış halinin Türk Dili

    Dergisi’nin 1974 yılındaki sayısında yayımladığı “İki -total- insan: Halikarnas Balıkçısı ile Sabahattin

    Eyüboğlu” adlı çalışmasında Nusret Hızır’nın yaptığı total insan tanımını şöyle verir: “Total insan

    kültür çevresinin (infra ve superstructure’ü ile) bütün elemanlarından etkilenen, fakat aynı

    zamanda onları etkileyen ve böylece kendini ve çevresini değiştiren yani çevresiyle diyalektik bir

    alışverişte bulunan insandır.32”

    Yazının devamında, Ege kıyıları bilimi, tarihi, arkeolojisinin Batı bilimince çizildiğini ve söz

    konusu kıyıların Yunan uygarlığının ilk merkezi olarak tanımlandığını ancak sonradan görüş açısının

    Ege’den Yunanistan’a kaydığını belirten Erhat, Yunan uygarlığının on dokuzuncu yüzyıl şairleriyle

    bilginlerinin duygusal yanlışlıklara ve haksızlıklara yol açan görüşleri sayesinde yalnızca

    Yunanistan’a mal edilmesine Halikarnas Balıkçısı’nın tercüman-rehberlik yaparken nasıl tepki

    verdiğini ve onun antik kentlerdeki o dimdik duruşu ve gür sesiyle dağa karşı, insanları tanık alarak

    nasıl da haykırdığını söyle yazar: “Hayır, diye bağırır, Yunan Mucizesi yüzyıllardan bu yana Batı

    biliminin sandığı ya da savunduğu gibi -kendi deyimiyle Hellenistan’dan- doğmuş değildir, Yunan

    Mucizesi diye bir şey yoktur, Ege Mucizesi vardır. Felsefe burada doğmuş ve gelişmiştir…33”

    1975 yılında Yeni Ufuklar’da yayımlanan “Tercüme Bürosu” adlı çalışmasında, kendisinin

    kurumdaki çalışma yıllarını anlattıktan sonra kurumun kuruluş, gelişim, izlediği yöntem ve

    30 Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 158 31 Erhat, a.g.e., s. 55-56 32 Erhat, a.g.e., s. 213 33 Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 218

  • 20

    gerçekleştirdiği işleri üzerinde durur. 1958 yılına kadar devlet eliyle çevirtilip yayımlanan klasik

    eserlerin sayısının 965’e ulaştığını belirterek bundan sonra Hasan Ali Yücel’in bakanlıktan ayrılması

    ve ilk kadronun dağılmasıyla kurumun gerileme ve duraklama dönemine girdiğini vurgular. Bine

    yakın eserin çevirisinin 1939 yılında Hasan Ali Yücel başkanlığında ve 27 üyelik Tercüme

    Kadrosunun kurulmasıyla sistemli bir çaba ve çalışma sonucunda gerçekleştirildiğini söyler.

    KARYA’DAN PAMFİLYA’YA MAVİ YOLCULUK (GEZİ YAZISI) (1979)

    Erhat’ın 1979 yılında yayımlanan Karya’dan Pamfilya’ya Mavi Yolculuk adlı eseri, Halikarnas

    Balıkçısı'nın başlattığı, Sabahattin Eyüboğlu'nun adını koyduğu ve sürdürdüğü Mavi Yolculuk akımı

    üzerine yazdığı üçüncü ve son eserdir. Kitapta, Bodrum’dan Antalya yöresine, eski adlarıyla

    Karya'dan Pamfilya'ya Mavi Yolculuk'u izlemekle kalmayıp, Mavi Yolculuk deyiminin ardındaki

    düşünceyi, doğayı yaşamayı, imece düşüncesinin bir başka uygulanışını yansıtır. Ülkemizin en güzel

    yörelerini, tarihi, arkeolojik ve turistlik yerlerini, dünü ve bugünüyle, fotoğraflar, krokiler, ayrıntılı

    haritalarla zenginleştirerek anlatır.

    TROYA MASALARI (1981)

    Çocuklara Çanakkale yöresinin söylencelerinin Azra Erhat tarafından anlatıldığı ve onlara

    Anadolu destanlarını sevdirme çabasının ürünü olan Troya Masalları 1981 yılında yayımlanır.

    Ülkemizi tanıma, tarihimize sahip çıkma ve saygı duyma bilincinin gelişmesine yardımcı

    olacak bir kaynak niteliğindeki kitabın girişinde, Çanakkale Boğazı’nın söylenceleri ve Troya’nın

    bulunuşu; sonrasında da ünlü Paris ve Helene söylencesiyle başlayan destan bölümü yer alır.

    OSMANLI MÜNEVVERİNDEN TÜRK AYDININA (ELEŞTİRİ) (2002)

    Ölümünden 20 yıl sonra 2002 yılında ilk kez yayımlanan Osmanlı Münevverinden Türk

    Aydınına adlı eserinde Erhat, Zeus'tan ateşi çalan ve bedelini de ödeyen Prometheus'la aydınların

    ortak bir kaderi paylaştıklarına değinir. İnsanoğlunun kaderini değiştiren Prometheus’un, kendi

    kaderini değiştiremediğini ve bin yıllardan günümüze uzanan sorunun içeriğinin de pek değişmediğini

    söyler. Eserinde, “Aydın' kimdir?, Aydın olmak nedir?” soruları üzerine eğilir. Aydının kimilerine

    göre halkın anlamadığı insan, kimilerine göre de halkı anlamayan insan olduğunu söyler. Yaşamını

    Anadolu kültürünün aydınlanmasına adayan Erhat, Mustafa Kemal'in 'Bursa Söylevi’nden yola

    çıkarak, Osmanlı münevverinden Türk aydınına uzanan süreci, hem ışığı hem de gölgeleriyle tartışır.

    Erhat yapıtında, akademik titizliği, coşkulu üslubu, yaklaşım perspektifi ve durumları anlama çabasını

    bütünleyen sezgileriyle ufuk açıcı bir yaklaşım sergiler.

    GÜLLEYLÂ’YA ANILAR (ANI) (2002)

    Azra Erhat, 12 Mart askeri darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından

    1971’de tutuklandıktan sonra 4 ay Maltepe Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldığı süre boyunca yeğeni

    Gülleylâ’ya mektuplar halinde anılarını yazmaya başlar. İleride bu anıları tamamlayıp En Hakiki

    Mürşit adı altında bir kitap yayımlamayı düşünür, ancak buna ömrü yetmez. Gülleylâ’ya yazarken bir

    yandan da günümüz Türk gençliğine seslenmeye çalışır. Gençliğimizin üzerine almasını temenni

    ettiğimiz şu satırları paylaşarak çalışmamıza son veriyoruz.

  • 21

    Ulus üzerine: “Bir ulus, ulus olarak bir birlikse tarih ve edebiyat yaratabilir, ulusal benliği,

    birliği varsa ve bu benliği, birliği bir tek dil ile yansıtabiliyorsa vardır.34

    Zenginlik üzerine: “Beni herkes çok zengin bilir, Gülleylâ, bırak öyle bilsinler, meteliğim

    yoktur, ama edindiğim dostlar, kazandığım sevgi paha biçilemez değerdedir, bu varlığı hiçbir

    zenginliğe değişmem.35

    İnsanları sevme üzerine: “Ben ölen bütün sevdiklerimi yitik saymadığım gibi , yaşayanlar

    arasında onların yerini tutacak başka yakınlar edindim kendime. Yeter ki insanları hiç

    tükenmeyen bir sevgi ile sevesin.36

    Değerli kadın üzerine: “Değerli kadın erkek kadındır, erkeğe asalak olmayan, bağımsız ve

    özgür insan”37

    Öğrenme üzerine: “...insan bir şeyi ancak başkalarına aktardığı zaman gerçekten öğrenir,

    dinlemek, algılamakla değil, çalışmak ve vermekle yaratıcı olabilir insan38

    Mutluluk üzerine: “Mutluluğunu insan kendi yapar. Asıl mutluluk da başkalarını mutlu

    etmektir. Ona çalıştın, hele de başardın mı, senden güçlü, senden mutlu insan yoktur39

    ”Kültür üzerine: “....kültürün başı sonu, başlangıcı bitimi yoktur, insan bir kültürün içinde

    doğar; anasının ağzından duyduğu ninniden tut da, her gün içinde yaşadığı çevreden gelen algılar,

    etkilerle beslenir ömrü boyunca. Kendi ulusal kültüründen başka kültürlerle de alışverişe girebilir,

    onlardan da bir şeyler alıp faydalanabilir, zenginleşebilir. Ne var ki bir insana kültürlü diyebilmek

    için, o insanın taşıdığı kültürün bilincine varması gerekir40

    Bilim üzerine: “...bilim insanın yaşayabilmek için giriştiği çabada kendisine yol gösteren

    bilgilerin tümüdür.41

    Türkiye’nin klasik kültürü Batı’dan neden olduğu gibi alamayacağı üzerine: “Batı’nın erdem

    anlayışı. Elbette ki insan değerleri ve demokrasi süreci bu ana kavrama dayanır. Erdem kavramı da

    Batı’ya klasik kaynaklardan gelir. Yunan-Latin uygarlığı, kültürü vs. Bizim için işin bir sakıncalı

    yönü, klasik değer ölçülerine Batı’da dinsel bir gelişimin katıldığı ve çağdaş uygarlığın

    Hristiyanlıktan soyutlanamayacağı sorunudur. O yüzden olduğu gibi almaya, özümsemeye olanak

    yoktur.42

    * İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 2. Sınıf Öğrencisi

    *İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 3. Sınıf Öğrencisi

    34 Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 81 35 Erhat, a.g.e., s. 150 36 Erhat, a.g.e., s. 151 37 Erhat, a.g.e., s. 169 38 Erhat, a.g.e., s. 155 39 Erhat, a.g.e., s. 129 40 Erhat, a.g.e., s. 130 41 Erhat, a.g.e., s. 132 42 Erhat, a.g.e., s. 115

  • 22

    AZRA ERHAT BİBLİYOGRAFYA1

    Azra Erhat Bibliyografyası, Prof. Dr. Güler Çelgin’in 1996 basımı Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan – Latin

    Dil ve Edebiyatlarına İlişkin Türkçe Yayınlar Bibliyografyası adlı eserinden derlenmiştir.

    1 – Eski Yunan – Latin Dilleri

    A- GRAMER, METİN KİTAPLARI, SÖZLÜKLER

    ROHDE, G. - A. ERHAT – SAMİM SİNANOĞLU, Latin Dili Grameri, Morfoloji Birinci Kısım,

    Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya: Fakültesi Klasik Filoloji Enstitüsü No. 2, Ankara, 1943.

    B- İLGİLİ ESERLER

    ERHAT, A., "Klasik Kültürün Türkiye'ye Yararları", [Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu] I.

    Simpozyum: Klasik Çağ Düşüncesi ve Çağdaş Kültür, Ankara, 2-4 Şubat 1976, bas. haz. SUAT

    SİNANOĞLU - F. ÖKTEM - C . TÜRKKAN, Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu, Ankara, 1977, s.

    111-118 [s. 117-118: tartışma].

    2- Eski Yunan – Latin Edebiyatları

    b- ANSİKLOPEDİLER VE SÖZLÜKLER

    ERHAT, A., Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi Yayınları, Büyük Fikir Kitapları Dizisi: 18, İstanbul,

    1972; 2. bas.: İstanbul, 1978; 3. bas.: İstanbul, 1984; 4. bas.: İstanbul, 1989; 5. bas.: İstanbul, 1993.

    c- ÇEVİRİLER

    Zincire Vurulmuş Prometheus, çev. A. ERHAT- S. EYÜBOĞLU, Bilgi Yayınları: 59, Tiyatro Dizisi:

    17, Ankara, 1968.

    ALKAIOS, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 400-403

    ANAKREON, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 412-413

    ARISTOPHANES, "Akharnai'lılar", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, S. 451-452.

    Barış Oyunları (Komürcüler), çev. S . EYÜBOĞLU - A. ERHAT; Barış, çev. A. ERHAT; Lysistrata,

    çev. S. EYÜBOĞLU - A. ERHAT, Hürriyet Yayınları: 109, Büyük Klasikler: 18, Yunan Klasikleri :

    9, İstanbul, 1975.

    Kadınların Savaşı (Lysistrata), çev. S. EYÜBOĞLU - A . ERHAT, Remzi Kitabevi Yayınları, Yunan

    ve Latin Klasikleri: 9, İstanbul, 1966; 2. bas.: İstanbul, 1988.

    "Kurbağalar", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 457-462.

    Kuşlar, çev. A. ERHAT- S. EYÜBOĞLU, Remzi Kitabevi Yayınları, Yunan ve Latin Klasikleri: 8,

    İstanbul, 1966; 2. bas.: İstanbul, 1988.

    ARKHILOKHOS, “Elegia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ.; Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 394-397.

    "Şiirler", çev. A. ERHAT, Tercüme 4, 25, 1944, s. 2-4.

    1 Güler Çelgin, Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan – Latin Dil ve Edebiyatlarına İlişkin Türkçe Yayınlar Bibliyografyası, Ege Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 127

  • 23

    "Eski Yunan Şairlerinden Parçalar", çev. A ERHAT, Tercüme 6, 34-36, 1945, s. 281 [Sımonides'ten,

    Menandros'tan, Diogenes Laertios'tan]

    "Kandaules ile Gyges", çev. A, ERHAT, Tercüme 2, 10, 1941, s. 287-288.

    "Karun ile Solon", çev. A. ERHAT, Tercüme 2, 10, 1941, s. 289-291

    "İşler ve Günler", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 371-379.

    HOMEROS, “Akhilleus Hektor'un Ölüsünü Babası Priamos'a Geri Veriyor", çev. A. ERHAT,

    Tercüme 5,. 29-30, 1945, s. 360-369.

    İlyada, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Sander Kitabevi Yayınları, [2. bas.], İstanbul, 1967; 3. bas.:

    İstanbul: 1975; 4. bas.: İstanbul, 1981; 5. bas.: Can Yayınları, Büyük Dünya Klasikleri, İstanlbul,

    1984; 6. bas.: İstanbul, 1992; 7. bas.: Can Yayınları, İstanbul, 1993.

    İlyada Kitap I-IV, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, seri: 1, No. 9,

    İstanbul, 1958-1962.

    “İlyada'dan" çev. A. ERHAT- A. KADİR, Türk Dili XXXVIII, 322 (Çeviri Sorunları Özel Sayısı),

    1978, s. 179- 183.

    Odysseia, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Sander Yayınları, Yüz Büyük Eser Dizisi: 2, İstanbul, 1970; 2.

    bas.: İstanbul, 1978; 3. bas.: İstanbul, 1981; 4. bas.: Can Yayınları, Büyük Dünya Klasikleri, İstanbul,

    1984; 5. bas.: İstanbul, 1987; 6, bas.: İstanbul, 1992; 7. bas.: İstanbul, 1994.

    "Lirik şiirler. Halk Turküleri", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30. 1945, s. 380-389

    “Daphnis ile Khloe'den", çev. A. ERHAT, Tercüme 2, 12, 1942, s. 459-461.

    MIMNERMOS, "Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 392-393.

    Devlet III, çev. A. ERHAT, M.E.B. Yayınları, Dünya Edebiyatından Tercümeler, Yunan Klasikleri:

    34, İstanbul, 1944; 2. bas. İstanbul, 1960

    “Kriton'dan Bir Parça”, çev. A. ERHAT, Tercüme '1, 4, ' 1940, s. 307-311.

    Şölen. Sevgi Üstüne - Lysis. Dostluk Üstüne, çev. A. ERHAT - S. EYÜBOĞLU, 'Remzi Kitabevi

    Yayınları, Yunan ve Latin Klasikleri: 1, İstanbul, 1959; 2. bas. İstanbul, 1961; 3. bas. İstanbul, 1972;

    5. bas.: İstanbul-1992.

    SAPPHO, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 404- 411.

    "Sappho", çev. A. ERHAT – O. V. KANIK, Tercüme 6, 34- 36, 1946, s. 227.

    "Sappho'dan Şiirler", çev. A. ERRAT, Tercüme 4, 19, 1943, s. 1-5. 1.

    Elektra, çev. A. ERHAT, M.E.B. Yayınları, Dünya Edebiyatından Tercümeler, Yunan Klasikleri: 4,

    İstanbul, 1941; 2. bas.: Ankara, 1946.

    "Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 398-399.

    TYRTAIOS, "Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 390-393.

  • 24

    "Catilina'ya Karşı Birinci Nutuk", çev. A. ERHAT, Tercüme 4, 23, 1944, s. 267-279.

    "Vergilius'u Yolcu Ederken", çev. A. ERHAT – O.V. KANIK, Tercüme 6, 34-36, 1946, s. 283

    'Tercüme Bürosu", şu eserde: A. ERHAT, Sevgi