ankara barosu felsefe kulübü - konferanslar dizisi - ii · 2010-05-06 · 2 ankara barosu felsefe...

210

Upload: others

Post on 02-Jan-2020

17 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

1

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

ANKARA BAROSUFelsefe Kulübü

Konferanslar Dizisi - II

Ankara BarosuAnkara, 2009

2

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Ankara Barosu Yayınları1000 Adet bastırılmıştır.

Ankara, 2009ISBN 975-6037-28-8

Telif Hakkı© Ankara Barosu, 2009

Bu eserin telif hakları Ankara Barosu’na aittir.

Bu yayınla ilgili olarak 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’ndan doğan hür türlü hak saklıdır. Tanıtım için yapılacak alıntılar dışında Ankara Barosu’nun yazılı izni alınmadan çoğaltılamaz.Bu kitapta belirtilen görüşler katılımcılara ait olup, Ankara Barosu bunlardan dolayı herhangi bir sorumluluk kabul etmez.

Ankara Barosu Bilgi ve Belge Merkezi tarafından kataloglanmıştır. [email protected] / [email protected]

İletişim Adresi:Ankara Barosu BaşkanlığıAnkara Adalet Sarayı Kat:5(06100) Sıhhiye / ANKARATel : 0.312 310 55 26Faks : 0.312 309 22 37E-Posta : [email protected] : www.ankarabarosu.org.tr

Tasarım ve BaskıTeknoform Basım Yayım Hizmetleri0.312 478 03 55www.teknoform.web.tr

3

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

İçindekiler

Önsöz 5

Hangi Vatanı Sevmek 9Tanıl Bora

Dünya Bize Düşman, Biz De Dünyaya 43Ayşe Hür

Geçmişle Gelecek, Nefretle Adalet Arasında 85Prof. Dr. Turgut Turhanlı

Hakim Milletten, Milletin Hakimiyetine Yol Var Mı? 131Dr. Ahmet İnsel

Dostlara Hakim Davranılır, Düşmana Kanun Uygulanır 171Mithat Sancar

4

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - IIÖNSÖZ

Felsefe Kulübümüzün düzenlediği birinci aşama felsefe konferanslarının konusu daha ziyade klasik felsefeyle ilgiliydi. Bu kitapta yer alan ikinci aşama konferanslar ağırlıklı olarak tarih, siyaset, tarih felsefesi, siyaset felsefesi ve hukuk felsefesi ile ilgili.

Bu kitapta yer alan konferanslar da, gerek konu, gerekse içerik olarak en az birinci aşama konferanslar kadar ilgi çekici. Dahası hem felsefenin ve hem de ifade özgürlüğünün amacına ve işlevine uygun olarak sarsıcı, provokatif ve meydan okuyucu. Hemen hepsi, var olan kanaatlere ve önyargılara karşı saldırgan. Bu içerikleri itibariyle kimileri için son derece rahatsız edici ve hatta incitici olabilir.

Onun için bu kitapta yer alan görüş ve düşünceleri okuyanların, kendileri ve bu görüş sahipleri dahil olmak üzere, hiç kimsenin, hakikat tekeline sahip bulunmadığını, önünde hazır olda durulacak hiçbir görüş ve düşünce olmadığını iyi bilmeleri gerekir. Bunu bilenler ve içselleştirenler, kuşkusuz bu görüş ve düşünceleri mutlak doğru olan görüşler, düşünceler ve tespitler olarak değil, gerek felsefenin, gerekse ifade özgürlüğünün amacına ve işlevine uygun olarak sağlıklı bir kuşkuyla, yani masum okuyacaklardır.

Böyle okumayanların ve düşünceden korkanların bu kitapta yer alan görüş ve düşüncelerle hiçbir ilişkisi yoktur! Onlara tavsiyemiz bu kitabı okumamaları ve şimdilik Sokrates öncesi filozoflardan Ksenephanes’in aşağıdaki dizelerini okumakla yetinmeleridir:

Tanrılar açmadılar her şeyi, Ta başından bizlere,Zamanla ve arayarak bir şeyleri öğrenebilelim, Daha iyi bilebilelim diye.Ama tam doğru olan bilgiyi hiç kimse edinememiştir,Edinemeyecektir de, İsterse Tanrılar hakkında olsun, Sözünü ettiğim bütün şeyler hakkında olsun isterse,

5

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - IIÇünkü rastlantıyla söyleyiverecek bile olsa, insan,Nihai gerçeği kendisi bilemezdi;

Bilgimizin tümü, örülmüş bir oranlamalar ağından başka bir şey değil de ondan.

Başta bu kitapta yer alan konferansların düzenlenmesindeki emeği ve katkısı için Baromuzun Felsefe Kulübü Başkanı Sevgili Gürbüz Özaltınlı olmak üzere, Felsefe Kulübü’nün diğer üyelerine, kendilerini bizlere ilgiyle ve zevkle dinleten, bizi düşünmeye ve sorgulamaya yönelten Sayın Tanıl Bora’ya, Sayın Ayşe Hür’e, Sayın Ahmet İnsel’e, Sayın Turgut Tarhanlı’ya, Sayın Mithat Sancar’a, konferanslara dinleyici olarak katılanlara sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, bu kitabın herkese, hepimize yararlı olmasını diliyorum.

Saygılarımla.

Av.V.Ahsen CoşarAnkara Barosu Başkanı

6

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

7

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - IIANKARA BAROSUFelsefe Kulübü

1. Toplantı

HANGİ VATANI SEVMEK

Tanıl Bora

20 Nisan 2007Ankara Barosu Kültür Merkezi

8

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

9

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

AV. VEDAT AHSEN COŞAR : Sevgili Meslektaşlarım,

Hepinize iyi akşamlar diliyor, sizleri sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Bu konferansı düzenleyen Felsefe Kulübümüzün değerli başkanı, sevgili Gürbüz ÖZALTINLI’ya, Kulüp üyesi arkadaşlarıma ve elbette az sonra büyük bir keyifle dinleyeceğimiz Sayın Tanıl BORA’ya içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Çalkantılarla sarsıntılarla dolu, savaş hali durumlarının, fiili savaşların yaşandığı, terörün her çeşidinin ortalıkta gezindiği, Lukacs’ın özlü deyişiyle Tanrı’nın terk ettiği fakat onun çığırtkan havarilerinin ortalıkta cirit atmayı sürdürdüğü parçalanmış bir dünyada yaşıyoruz.

Kendi işiyle uğraşmayan, uğraşacak bir işi veya uğraşmaya değecek bir işi bulunmayan, kendisiyle uğraşması, kendisine emek vermesi, kendisini düzeltmesi gerektiğinin ayırtında olmayan, onun için de başkalarıyla, başkalarının özel yaşamıyla uğraşan, yani dedikodu yapan, başkalarının işine burnunu sokan, kendi ayıplarını bir yana bırakıp başkalarının ayıplarını arayan, yerel veya ulusal, ırksal veya dinsel konulara aşırı ilgi gösteren, salt bu referanslardan hareket eden, böylece kendinden kaçan, böyle olduğu için ya başkasının sırtına binen, ya da başkalarıyla gırtlak gırtlağa gelen, solcusunun kendisini en solcu saydığı, sağcısının başkalarını sağcı saymadığı, inanç sahibinin başkalarını tam inançlı kabul etmediği, kimilerinin vatanı sevmeyi sadece kendi tekelinde gördüğü, kimilerinin kendisi gibi düşünmeyenleri düşman saydığı, kimilerinin hakikat tekeline kendilerinin sahip olduğunu sandığı, hem kendisine ve hem de başkalarına kırmızı çizgiler koyan sığ insanların çokça bulunduğu, daha birkaç gün önce Malatya’da yaşandığı gibi farklı olana, yani ötekine yaşam hakkının tanınmadığı bir ülkede yaşıyoruz.

Böyle bir ülkede sanırım en zor şey, “Hangi Vatanı Nasıl Sevmek” gibi konular üzerinde konuşmak. Onun için Sayın Tanıl BORA’nın işi zor, hem de çok zor. Kendisine kolaylıklar diliyorum.

10

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Sevgili Meslektaşlarım,

Vatanı sevmenin, yani yurtseverliğin dili yüzyılı aşkın bir süredir bir halkın özgürlüğünü ayakta tutan siyasi kurumlara ve yaşam tarzına duyulan sevgiyi, yani Cumhuriyet sevgisini güçlendirmekte ya da yardıma çağırmakta kullanılmış ve halen de öyle kullanılmaktadır.

Vatanı sevme konusunda yurtseverler kadar iddialı olan ve hatta vatanı sevmeyi sadece kendi tekellerinde gören milliyetçilerin dili ise -şimdi batıdan ihraç edilen her şeyden çok rahatsız olan milliyetçilerimiz bunun ne kadar farkındadır bilmiyorum ama- 18.yüzyıl Avrupa’sında bir halkın kültürel, dilsel ve etnik birliğini ve homojenliğini savunmak veya güçlendirmek üzere biçimlendirilmiştir.

Cumhuriyetçi yurtseverliğin düşmanları; tiranlık, despotizm, baskı ve yozlaşma iken, milliyetçiliğin düşmanları; kültürel kirlilik, heterojenlik, ırksal karışma, toplumsal, siyasal ve entelektüel bölünmedir.

Milliyetçiler için öncelikli değer, halkın manevi ve kültürel birliğidir. Yurtseverler için birincil değer, demokratik cumhuriyet ile bu cumhuriyetin sağladığı özgür yaşam tarzıdır. Yurtseverliğin özünde sevecen ve cömert bir sevgi; milliyetçiliğin özünde ise, kayıtsız şartsız bir sadakat, itaat ya da dışlayıcı bir bağlanma vardır. Yurtseverlik ortak özgürlük aşkıdır; onun için hem ahlaken savunulabilir bir şeydir ve hem de zamanımızın var olan pratiklerinin bir yansımasıdır.

Her toplumda olduğu gibi bizim toplumumuzda da adaletsizliğe uğramış, haksızlığa uğramış insanları savunan, ortak çıkarlar için hareket eden yurttaşlar vardır. Onların varlığı ve tutumları bize erdemin ve yurtseverliğin imkanlarını gösterir. Cumhuriyetçi yurtseverlik zaman içinde demokrasi yönünde evrilmek ve evrensel değerlere sahip çıkmak suretiyle kendisini geliştirmiş iken, ülkemizde de örnekleri görüldüğü üzere, milliyetçilik yerel

11

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

kalmış, kendi kapalı sınırlarının içine fikren ve fiziken hapsedilmiş bir ülkenin savunuculuğunu yapmıştır ve halen de yapmaktadır.

4 Temmuz konuşmasında Abraham Lincoln şunları söylüyor; “Bu insanlarla atalarımızın aynı kanı taşımasından öte şeyler paylaşıyoruz. İçimizden yarısı belki aynı atadan gelmiyor, onlar Avrupa’dan gelmiş insanlar. Almanlar, İrlandalılar, Fransızlar, İskandinavyalılar. Uzaklardan gelmişler ve buraya yerleşmişler, kendilerini her şeyde eşit görmüşler. Bu insanlar, eğer tarihlerindeki kan bağlarının peşinden giderek bugünlerin izlerini sürmek isterlerse, burada hiçbir şey bulamazlar. Kendi şanlı dönemlerine geri dönemedikleri gibi, bizden bir parça da olamazlar. Ama onlar, Bağımsızlık Bildirisine bakacak olurlarsa, eskilerin, bütün insanların eşit yaratıldıklarını kayıtsız şartsız kabul ediyoruz dediklerini görecekler ve o günlerde öğretilen ahlak duygularının, onların insanlarla ilişkilerine ışık tuttuğunu, orada bütün ahlak ilkelerinin temelinin yattığını, bunun sanki bildirgeyi kaleme alan insanların kanından kan, etinden et taşıyormuş gibi hak iddialarında bulunabileceklerini ve esasen böyle olduklarını anlayacaklardır. Yurtsever ve özgürlük aşığı insanların yüreklerini birleştiren, bildirgedeki elektriği taşıyan tel, tüm dünya insanlarının zihinlerinde, özgürlük aşkı var oldukça bu yurtsever yürekleri birbirine bağlayacaktır.”

Lincoln’ün bu konuşmasına yer vermemin nedeni; bu konuşmanın insanları ırkın ve dinin darlığından kurtaran ve yurtsever bağlılığın milli güç tapınmasıyla bağını koparan ve tam anlamıyla siyasal ulus tanımını ortaya koyan bir içerik taşıması ve benim yurtseverlik anlayışımla örtüşmesidir.

“Amerikan Demokrasisi” isimli kitabında Tocquville, bu yurtseverlik anlayışını “yasaların yardımıyla ve hakların kullanılmasıyla büyüyen ve sonunda bir anlamda kişisel çıkarla karışan, rasyonel bir yurtseverlik” olarak tanımlıyor. Ve bu yurtseverliğin kişinin doğduğu yere bağlılıktan doğan yurtseverlikten daha az ateşli, daha az cömert, ama kesinlikle daha yaratıcı ve daha kalıcı olduğuna işaret ederek şunları söylüyor; “Ülkesinin refahının kendi refahı üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu anlayan bir kişi, hukukun bu refahın üretilmesine katkı

12

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

yapmasına imkan sağladığını bilir ve ülkesinin esenliğinden önce kendisine yararlı bir şey ve sonra da kendi yarattığı bir şey olarak bir çıkarı olduğunu bilir.”

Evet! Tocquville’in işaret ettiği gibi kamusal hayata doğrudan katılım, yurttaşın kendisini Cumhuriyetin parçası olarak hissetmesi için elde kalan tek ama tek yoldur. Esasen yurttaşlık ruhu siyasal hakların kullanılmasının sonucudur.

Sevgili Meslektaşlarım,

Günümüzde çağdaş, demokratik ve çok kültürlü toplumlarda makul ölçülerde yakalanmaya çalışılan denge, Michael Walzer’in belirttiği gibi sivilliğin, yani medeni yanın ağır bastığı bir sivil tutum ve yurttaşlık erdemi dengesidir. Eğer dengeyi yurttaşlık erdemi, yurtsever ve siyasal eylemlilikten yana oluşturmak istiyorsak, bütün medeni/sivil tutum ve hoşgörü pahasına yapabileceğimizin bilincinde olmamız gerekir. Ülkemiz bağlamında demek gerekir ki; Milliyetçi söylem, yoksullar, işsizler, şaşkın aydınlar, çöken orta sınıf üzerinde eskiden beri çok etkilidir. Onun için milliyetçiliği, hem entelektüel ve hem de siyasal olarak göğüslemek özellikle sol açısından acil bir gerekliliktir. Genelde yurttaşlık duygusunun ve vatan aşkının yerine dayanışma ruhunu koyan ve onun için yurtseverliği bugüne kadar ihmal eden sol entelektüellerin, milliyetçiliğe göğüs germeye gücü yeten, özgürlüğe bağlı bir sol yurtseverlik anlayışı geliştirmeleri, bunun için de yurtseverlik geleneğini eleştirel olarak yeni baştan değerlendirmeleri gerekir.

Hepinize saygılar sunarım.

TANIL BORA : Herkesi selamlıyorum ben de, iyi akşamlar diliyorum. Aslında benim görevsizlik kararı vermem gerekir, çünkü Değerli Başkan aslında gayet derli toplu bir tebliğ sundu hatta belki benim öngördüğümden daha akademik sağlamlığı olan bir tebliğ sundu ama bu saatten sonra görevsizlik kararı veremeyiz, elimizden geldiği kadarıyla buradan devam etmeye çalışalım.

13

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

KATILIMCI : …

TANIL BORA : Eyvallah. Benim zaten terminolojiye bu kadar gücüm yeter.

Tekrar iyi akşamlar, ben esas olarak yurtseverlik kavramı ile milliyetçilik kavramı arasındaki farklılığı ve bunlar arasındaki gerginliği açmaya çalışacağım yani, esas konuşmanın odağında bu olacak. Onun için aslında öncelikle dileğim özellikle yurtseverlik teriminin alıştığımız, medyadan, gündelik siyasetten alıştığımız yerleşik kullanımlarını bir an unutup, benim anlatmaya çalışacağım soyut tanımıma kulak vermeniz. Doğrusu ve sahicisi budur diye değil, anlatmaya çalışacağımı anlamak açısından, bu konuşmanın alet kutusunu edinmek açısından.

Yurtseverlik kavramı, aslında bir kavram olmaktan önce bir duygu olarak, çok halis muhlis yalın naif bir terim olarak dilimizde olan bir kelime. Kavram olmaktan, bir siyasi fikir olmaktan önce bir duygu olarak ve bununla, bu naif anlamıyla yurtseverlikten kastedilen aslında insanın içine doğduğu, sosyalleştiği, dilini konuştuğu, çocukluğunu yaşadığı, büyüdüğü yerle ilgili bir sevgi, oraya olan bir bağlılık. Hatta birçok önemli edebiyatçı insanın bu anlamda sahici vatanının, sahici yurdunun kendi çocukluğu olduğunu söyler. Çünkü, aslında herkesin en fazla bağlı olduğu, yurdu olarak konumlandığı yer kendi çocukluğudur. Çocukluğunu yaşadığı yer, oradaki yaşantı, oradaki deneyim. Ama burada bile, bu salt duygusal, naif diyeceğimiz/diyebileceğimiz yurtseverlik tanımında dahi yurtseverlikle milliyetçilik arasında bir açı ortaya çıktığını görebiliyoruz, o da şu sevme kelimesinde düğümleniyor gibime geliyor, çünkü sahici yani otantik yurtseverlik esas olarak yurdunu sevmekle meşguldür. Sevgi orada çok fazla ağır basar ve yurdunu sadece bir harita olarak, bir logo olarak ya da çitle çevrilmiş kendisine ait bir arazi olarak değil, işte ırmaklarıyla, nehirleriyle, ormanlarıyla bilhassa coğrafyasıyla, somut coğrafyasıyla sever ve buna somut vatana ilişkin bir dikkati, bir rikkati vardır –eski kelimeyle bir özeni, bir hassasiyeti- vardır. Milliyetçilik açısından yurt soyut bir haritadır aslında; bizim olan yer, sahip olunan yer, sevmekten çok sahip olmanın öne çıktığı bir yer, bir harita, bir logo, çitle çevrilmiş bir arazi parçası,

14

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

sanki herhangi bir arazi parçası. Bence burada dahi bu net ayrımı belirgin görebiliyoruz. Hatta biraz uç bir örnek vereyim. Türk Milliyetçiliği, Türkçülük bağlamında daha uç bir örnek vereyim. Nihan ADSIZ’ın, Türkçülüğün atası Nihal ADSIZ’ın bir sözü var; “Elde vuruşkan bir millet olduktan sonra, vatan her yerde bulunur.” der. Yani vatan, Anadolu, orası, burası çok önemli değil. “Elde vuruşkan bir millet olduktan sonra vatan her yerde bulunur.” Bu bile çok temel bir ayrım, duygusal düzeyde bir yere, bir yurda sevgi ve ilgi ile bakmak, orayı sadece bir harita, bir logo olarak değil sadece bir coğrafya olarak görmek. O sıcaklık ve o sıcaklığın olmadığı sahip olunan yerle ilgili hırs. Burada dahi çok net bir ayrım aslında kendini gösteriyor. Ama salt duygusal düzeyde değil bizim konuştuğumuz yurtseverlik. Yurtseverlikle salt bu duygusal, naif düzlemi kastetmiyoruz. Bu haliyle bu bir duygudur, duygusal bir şeydir.

Bir de bundan öte bir siyasal fikir olarak yurtseverlik var ve bu ciddi geleneği olan bir düşünce, yani siyasal düşünceler tarihinde en az 200 yıllık, daha eski bir tarihi olan bir siyasi fikir yurtseverlik. Çok ciddi bir fikir ve pek çok modernliğin ve aydınlanmanın şafağında ortaya çıkan bir çok önemli fikirle akrabalığı olan, onlarla alışverişi olan bir fikir. İnsan hakları düşüncesiyle yakından ilgili, demokrasi fikriyle yakından ilgili, cosmopolitanizmle yakından ilgili milliyetçilikten çok farklı olarak ve özellikle tabii Sayın Başkan’ın söylediği gibi Cumhuriyetçilikle çok yakından akraba bir fikir yurtseverlik. Çünkü sahici, otantik anlamıyla deyim, yurtseverlik; esas olarak bir toplumun kendini toplum olarak kurması fikrini ifade eder.

Bir toplumun dediğiniz gibi daha önceki yönetim biçimlerine, tiranlara ve her türlü vesayet ve velayete karşı kendi kaderini, kendi eline alma iradesini, kendini bir toplum olarak kurma iradesini ifade eder her şeyden öte, en yalın tanımıyla. Bu bakımdan yurtseverliğin “Biz”i, yurtseverliğin biz dediği ve kendini özdeşleştirdiği topluluk, kendi cemaati olduğu biçimiyle kutsanan ve kabul edilen bir topluluk değildir. Yurtseverliğin Biz’i; yani her ne yaparsa yapsın, sırf bizden olduğu için bağrımıza basacağımız bir Biz değildir. Belirli değerler etrafında, o toplum olma iradesi ve o irade etrafında tasarlanan değerlere bağlılığıyla ölçülen bir Biz’dir o, öyle tartılan bir Biz’dir. Buna bağlı

15

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

olarak da yurtseverliğin her zaman ileriye dönüktür bakışı. Kendini geleceğe dönük bir toplum tasarımı ile birlikte düşünür. Nasıl bir toplum olmalıyız? İyi toplum nasıl olur? Bunun farklı cevapları olabilir. Yani liberal yurtseverlikten bahsedebiliriz, cumhuriyetçi yurtseverlikten bahsedebiliriz, sosyalist yurtseverlikten bahsedebiliriz. Ama sonuçta kendince bir iyi toplum tasarımı. Biz nasıl bir toplum olmalıyız, hangi değerlerle yürümeliyiz? Bu ölçüyle tartılan bir Biz’dir yurtseverliğin Biz’i ve bu değerleri benimsemeyen, o erdem, o cumhuriyetçi erdem fikriyle bağlı olmayan insanlar soyu, sopu ne olursa olsun o Biz’e çok dahil olmazlar, öyle sayılmazlar. Ya da salt atadan, dededen gelme bir Biz aidiyeti Cumhuriyetçi yurtsever bir Biz’e dahil olmanın bir güvencesi, garantisi değildir. Buna bağlı olarak yurtseverliğin aidiyet ve sadakat bağlarını ve kutsallık anlayışını da sekülerleştirdiğini söyleyebiliriz. Yurtseverlik peşin bir sadakat istemez kimseden. Yurtseverlik bu sözünü ettiğim Cumhuriyetçi değerler etrafında bir mutabakat varsa, o değerlerle yürünüyorsa ona sadakat ister, o değerlere sadakat ister. Peşin sadakat, koşulsuz sadakat, ne olursa olsun Biz’e, salt o Biz olmaktan kaynaklanan sadakat onun için yeterli değildir. Kutsallık anlayışını da sekülerleştirdiğini söyledim. Kutsallık ve sekülerlik aslında paradoksal görünen bir ikili ama sadakatten söz ediyorsak, bir Biz duygusundan söz ediyorsak, bir illa kutsal demesek bile buna Patosla ilgili, coşkuyla, duyguyla ilgili bir motif olacak işin içerisinde. Yurtseverliğin bu anlamdaki kutsallığı seküler bir kutsallıktır. Yani sorgulanamaz, tartışılamaz, her koşulda biat edilecek, itaat edilecek bir kutsal değer tanımaz. Kendi tanımladığı Cumhuriyetçi değerlere sadakat lehine ölçülen bir kutsallığı vardır onun. Ve geçmişine baktığı zaman, kendi değerler manzumesine baktığı zaman da bu düşüncenin gerçekleştiği tarihsel deneyimler onun için en değerli, en gönül titreten deneyimlerdir. Özellikle de hemen hemen bütün yurtseverlik tecrübelerine baktığınız zaman, ulusal meclis deneyimleri örneğin; yani bir toplumun kendi kaderini eline alma, kendisini bir toplum olarak kurma iradesini gösterdiği, o inisiyatifi eline aldığı deneyimler. En değerli deneyimler bunlardır çoğunlukla. Ya da buna benzer, kendini bir toplum olarak kurma iradesi ve bir iyi toplum tasarımı, nasıl bir toplum olmalıyız etrafındaki tartışmayı önemsemek, o arayışı önemsemek, o deneyim etrafında, o tarihsel deneyim etrafında toparlanmak ve bir biz oluşturmak. Bunun tarihteki canlı

16

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

deneyimleri, başarılı deneyimleri referans noktalarıdır yurtseverlik açısından. En değerli tarihsel referans noktaları bunlardır ve dediğim gibi buna uygun bir kutsallık, seküler bir kutsallık anlayışı -paradoksal bir ikili olarak kullanıyorum bunu- hakimdir burada. Ve geleceğe dönük olduğunu unutmamak lazım, yani yurtseverlik referansını geride, tarihten beri kesintisiz bir şekilde geliyor olmakta değil, geleceğe doğru birlikte ilerliyor olmakta görür, esas önemsediği budur. Geriye değil daha çok ileriye bakar. Referansını ileride görür, bu anlamda ütopik bir fikirdir. Ütopiği biz günlük dilde genellikle küçümseyici anlamda kullanmaya yani olmayacak iş anlamında kullanmaya yatkınız. Oysa ütopya çok muhterem bir fikir. Ütopya olmadan bir fikrin yeteri derinliğe, tutkuyu hak eden bir zenginliğe kavuşması çok zordur ve yurtseverliğin bir ütopyası vardır. İşte o Nasıl bir toplum olmalıyız cevabına bağlı olarak bir ütopyası vardır ve onu güdüleyen onun heyecanını oluşturan o ütopyadır aslında. Milliyetçilik bahsine geçerken bir su içmekte fayda var.

Şimdi aslında Milliyetçilikle yurtseverlik arasındaki ayrımın bence çok iyi billurlaştığı bir nokta Milliyetçiliğin yurtseverlikten farklı olarak bir doğallık mitosuna sahip olması. Yurtseverlik doğal bir toplum haline, ya da doğal bir şeye genel olarak güvenen bir fikir değil. Yani dedim ya Biz’i olduğu biçimiyle, her nasılsak öyle kabul eden ve Biz diye onunla gururlanan bir fikir değil. Toplumun olduğu gibi olan, nebat gibi, su gibi, hava gibi doğal bir varlık olduğunu düşünen bir yaklaşım değil yurtseverlik. Toplumun kurulan, bir takım değerler, hedefler etrafında kurulan ve yeniden kurulan, her nesilde belki yeniden kurulan bir organizma olduğunu, canlı bir organizma olduğunu, iradi bir varlık olduğunu düşünür yurtseverlik. Milliyetçiliğin yurtseverliğe karşı aslında maalesef gücünü de oluşturan özelliği doğallık mitosu. Toplumun, milletin doğal bir varlık olduğu, ezelden beri gelip, çok eski tarihlerden beri gelip bugüne kadar uzandığı, kesintisiz bir oluş içerisinde, bir doğal varlık olduğu inancı ve toplumun iradeyle kurulan, değiştirilen, değiştirilebilir bir varlık olduğu fikrine direnir. Biliyoruz ki son 200-300 yılın tarihinde milletler milliyetçiliğin bu şekilde söylediği kadar doğal olgular değil. Milletler kuruldular, kuşkusuz fol yok yumurta yokken kurulmadılar, rasgele bir kuruluş değildi bu, belirli bir tarihsel deneyimin neticesinde,

17

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

belirli bir tarihsel birikime dayanarak kuruldular ama kuruldular şu veya bu biçimde. Anayasaları yapıldı, onlara bir nizam verildi, bir milli dil geliştirildi, pek çok yerel lehçe derlenerek, toparlanarak, içlerinden biri öne çıkarılarak. O doğrultuda bir milli müfredatla nesiller ard arda eğitildiler. Milliyetçilik son 200 yılın, sadece son 200 yılın değil insanlık tarihinin belki gördüğü en güçlü, en nüfuz edici, en etkili propaganda aygıtını oluşturdu, milli eğitim açısından, politika açısından, milli sınırlar oluşturuldu, milli pazarlar kuruldu ve böyle çok kapsamlı bir tarihsel süreç içerisinde milletler kuruldular, oluştular. Bugünkü biçimlerden farklı türlü de kurulabilirlerdi ama şu veya bu biçimde kuruldular. Yurtseverlik bunda bir tuhaflık, bir terslik görmez. Yurtseverlik fikri zaten toplumun insanlar tarafından tasarlanarak, üzerine tartışılarak, şu veya bu yönde yönlendirilerek kurulan ve insanların bizzat bunu yaptığı bir yapı olduğunu düşünür ve bunda bir terslik değil tam tersine insana özgü olan yapıcı, dünyayı, kendini ve doğayı değiştiren beşeri etkinliğin bir yansımasını görür orda. İnsan eyleminin, politik eylemin bir yansımasını görür. Ters bir şey değildir bu. Bu milliyetçiliği rahatsız eden bir şeydir. O milletin doğal, zaten olduğu gibi, kendiliğinden olan bir vaka olduğunu ve karşı konulamaz bir vaka olduğunu söylemeye yatkındır ve toplumun ve milletin de kurulan ve yeniden kurulabilecek, başka türlü kurulabilecek bir yapı olduğunu kabul etmek istemez. Bu dediğim gibi onun gücünü de oluşturuyor, çünkü bu konforlu bir kimlik sağlıyor. Sizin ayrıca düşünmeniz, eğlemeniz, tercihlerde, tavırlarda bulunmanız gerekmiyor. Millet zaten ezelden beri gelip ebede giden bir kutsal varlık olarak sizi formatlamış. İşte o milliyetçiliğin yine çok sevdiği bu genetik şifre yönünden mecazlar var ya, bir genetik şifre var ve zaten orada yazılı sizin ne olduğunuz, kimliğiniz, temel özellikleriniz, misyonunuz hatta. O sizi formatlamış, sizin kaderinizi belirlemiş bir anlamda ve dolayısıyla hani politikadan bile azadesiniz, her şeyden azadesiniz, siz olduğunuz biçimiyle değerli ve üstünsünüz. Bu konforlu bir kimlik fakat işte bu toplumun kurulan, inşa eden insanın kaderinin kendi elinde olduğu yolundaki o büyük aydınlanmacı fikirle aslında çelişen bir fikir. Zaten bu milliyetçiliğin bir başka tarihsel karakteriyle bağlantılı bir nokta. Milliyetçi ideoloji dini ideolojilerle rekabet ederek tarih sahnesine çıktı. Kimi zaman dinle açıkça çatışarak onun yerini aldı kimi örneklerde, kimi örneklerde dini uyarladı, adapte etti, dini

18

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

millileştirerek onun kisvesi içerisine girdi, kimi örneklerde de başka tür özgün eklemlenmeler oluştu. Ya da bizzat dini kimlik, millilik kisvesine girerek bu uyarlanmayı gerçekleştirdi. Ama farklı tarihsel örneklerle de olsa her durumda dini ideolojiyi ikame eden, onun yerini alan bir ideoloji oldu milliyetçilik ve onla rekabeti içerisinde yine paradoksal bir ikili kullanacağım, bir seküler din olarak kurumlaştı, yani milliyetçi ideoloji modern dünyanın dini olarak zaten bir çok araştırmacı, siyaset bilimci tarafından tanımlanmıştır bugüne kadar, boş bir tanım değil bu. Çünkü onun kutsallık tanımı da yurtseverliğin bu seküler olduğunu söylediğimiz tanımından farklı olarak basbayağı modern din hürriyeti taşır. Yurtseverliğin coşkulu, heyecanı, o aidiyet ve sadakat duygularının üzerine kurduğu değerler, tartışılabilir, sorgulanabilir değerlerdir. O değerlere uygunlukla ölçülen değerlerdir, eleştirelliğe açık değerlerdir. Milliyetçiliğin ki böyle değildir. Milliyetçilik peşin ve mutlak sadakat ister ve zaten kendisini o sadakati, o rızayı sürekli talep ederek, onun teftişini yaparak, sürekli o rızanın teftişini yaparak meşrulaştırır ve kurar. Ve Türkiye örneğinde de aslında bunu görebiliriz, ama Türkiye’ye özgü değil birçok yerde, dini kalıpların içeriğinin, dini rituellerin, ibadetlerin, ululama, yüceltme söylemlerinin içeriğinin milli sembollerle doldurularak uyarladığını görürüz. Bu anlamda da bu seküler din tanımını hak eden bir ideolojidir. Yani bu tanımın isabetli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla da onun kutsallık anlayışı, ya da onun patos dediğimiz; heyecanla, duyguyla, tutkularla ilgili boyutu, eleştirel, seküler bir nitelikten bir hayli uzaktır, dinselliğe çok benzeyen bir rıza ve sadakat ister, mutlak, peşin sadakat ister. Belirli değerlere uymayla ölçülmeksizin peşin ve her koşulda biat ister. Yurtseverliğin geleceğe dönük, ileriye bakan bir fikir olduğunu söyledik. Çünkü bir ütopyası vardır, bir toplum nasıl olmalıdır ile ilgili bir fikri, bir derdi vardır ve dolayısıyla ileriye bakar. Geçmişteki başarıları, kendini bir toplum olarak, bir millet olarak kurma deneyiminin hatıralarıyla böbürlenmekten çok bugüne ve geleceğe bakar. Milliyetçi ideoloji ise o sadakat, o peşin sadakat anlayışına bağlı olarak gözü geçmişte bir ideolojidir. Kendi geçmişindeki, eski tabiirle mefahirle, övünçlerle meşguldür çok fazla ve o övünçleri zaten o zaruri ve peşin sadakati sürekli teftiş etmek ve talep etmek üzere kullanır ve sürekli kan bedeli hatırlatır, yine bizim çok iyi bildiğimiz gibi. Kan dökülmüş olmasını her türlü argümanı susturan,

19

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

her türlü tartışmayı peşinen engelleyen bir bedel olarak ileri sürer. Toplum ona sunulan bir ufukla yönlendirilmez de, geçmişte ödenmiş ona borçlu olduğu bir kan bedeli ile sürekli kayıt altında tutulur. Bu da çok temel bir fark. Yani geleceğe bakmak, geçmişe bakmak ve geleceğe bir anlamda borçlu olmakla, geçmişe borçlu olmak arasındaki fark.

Daha tekinsiz bir kavram olarak ırkçılığa da değinmek lazım bu anlamda. Biz ırkçılığı milliyetçilikten çok ayrı bir yerde duran bir olgu olarak, çok uç bir olgu olarak düşünmeye yatkınız ve genellikle de ırkçılığı biyolojik ırkçılıkla kayıtlı, salt biyolojik ırkçılık anlamında düşünmeye yatkınız. Oysa ırkçılık salt biyolojik ırkçılık değildir. Yani salt kafatası ölçümleri, antropomorfik dediğimiz tanımlar, temiz soy çizgileri, kan bağları aramak anlamında bir ırkçılık vardır kuşkusuz en uç noktada, biyolojik anlamda ırkçılık. Ama ırkçılık salt bu değildir. Irkçılık aslında özcülük olarak, özcülük diye Türkçeleştirebileceğimiz bir kavramın daha uçlaşmış, belirgin bir biçimi. Eğer bir insan topluluğunu bütün diğer insan topluluklarından özsel olarak ayırt ediyorsanız, yani onun doğuştan edindiği bir takım özelliklerin, ya da ona atfettiğiniz kimliğin başka insan topluluklarıyla kıyas edilemez, biricik, salt ona özgü, bambaşka olduğunu söylüyor ve bu temelde yüceltiyorsanız onu, öylesine geçişsiz bir ayrımcılık kuruyorsanız, yani insanların değiştiremeyeceği artık, onların alınlarına yazılı bir kimlikle damgalıyorsanız bu aslında ırkçılığa açılan bir penceredir. Özcülük dediğimiz yöne. Yani insanların kendi iradeleriyle, politik tavırlarıyla, seçişleriyle, yönelimleriyle değiştiremeyecekleri, illa biyolojik temelde tanımlamanız gerekmez, bunu kültürle tanımlıyor olabilirsiniz, coğrafyayla tanımlıyor olabilirsizin, sınıfsal bir temelde tanımlıyor olabilirsiniz. Bugün Avrupa’da gördüğümüz türden, özellikle Avrupa’nın daha müreffeh ülkelerinde gördüğümüz türden bir tür sınıfsal ırkçılık, refah şovenizmi, böyle de tanımlıyor olabilirsiniz. Ama sonuçta bunu başka insan topluluklarıyla özsel bir ayrım olarak kuruyorsanız, yani onları yapısal olarak başka, insan ortak paydasının artık ikincilleştiği, insan ortak paydasını ehemmiyetsiz kılacak derecede önemli bir temel bir fark olarak koyuyorsanız bu da ırkçılıktır. Dolayısıyla milliyetçi ideoloji bu doğal, organik toplum tasarımına sürekli yatırım yapması, insan topluluklarının kendilerini, kendi iradeleriyle biçimlendirmelerine

20

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

değil de doğal oluşlarına, ezelden beri sürekli bir çizgi olarak devamlılıklarına vurgu yapmakla ırkçılığa her zaman açık bir pencere tutar. Arada çok yüksek bir duvar yoktur. Hayli dayanıksız bir çit olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Milliyetçiliğin aynı zamanda ne yazık ki gücünü oluşturan bir yanı olduğunu söyledim doğallık mitosunun. Bir çok milliyetçi yazar, düşünür bu motifi çok işlerler. İnsanların, insan topluluklarının çok eski çağlardan beri, henüz devlet biçimini dahi almamış, sürüler halinde yaşadıkları, doğaya ve hayvanata karşı çok savunmasız oldukları zamanlarda dahi kendilerini savunmak, sürüyü savunmak, yiyecek bulmak için gösterdikleri yaşama refleksi, hayatta kalma refleksi var ya, eski bir antropolojik veri olarak. Millet fikrinin ta oraya kadar uzandığını, yani bir toplumun, bir insan topluluğunun kendini savunma, hayatta kalma güdüsüne dayandığını ve onun kadar dayanıklı bir temel insani form olduğunu söylerler ve milletin de ta işte o sürüye, kabileye dayanan, onun yaşama refleksine dayanan, onu beka kaygısına ve bunun için her şeyi göze alma iradesine dayanan gücünün devamının modern biçimi olduğunu söylerler milliyetçiliğin. Dolayısıyla da mesela hiç sakınmadan refleksten, milli refleksten söz ederler. Milli duygularla gösterilen tepkilerin insanın eli ateşine değdiğinde irkilerek çekmesi kadar doğal, başka türlüsü düşünülemeyecek ve o kadar da meşru davranışlar olduğunu söylerler. İşte insanın bu refleksine, güdüsel varlığına, hani iradi, kendi tercihleriyle belirlenen, aklıyla belirlendiği, duygularının da aklıyla birlikte yoğrulduğu yanına değil, güdülerine, reflekslerine, ilkel yanına hitap etmek gibi bir gücü var milliyetçiliğin. Dediğim gibi kimi milliyetçiler bunu severek de kullanıyorlar. Bunun o derece ölümsüz, o derece temel, o derece asli bir duygu olduğunu, o derece vazgeçilmez bir duygu olduğunu söyleyerek yapıyorlar bunu ve bunu sahiplenmeseler bile milliyetçi ideolojinin yönelimlerinin hep bu yana hitap etmek olduğunu görebiliyoruz. Reflekse, güdüye hitap eden yanı olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz ve bu da yine milliyetçiliğin ırkçılığa çok kolay açılan kapıları olduğunu bize gösteren, hatırlatan bir cephesini oluşturuyor.

Dediğim gibi soyut, kavramsal bir temelde bir şeyler söylemeye çalıştım. Yurtseverlik bu pirupak biçimiyle benim milliyetçilikten ayırt etmek üzere, ayırt etmek için tanımlamaya çalıştığım bu pirupak biçimiyle hiç var oldu

21

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

mu? Bunun cevabını vermek zor ve galiba bu saflığıyla pek fazla var olduğunu söyleyebiliriz. Belirli tarihsel anlarda var olmuştur. Mesela Fransız Devrimi’nin ilk safhaları, kimi safhaları açısından böyle olduğunu söyler bu konuda çalışan birçok araştırmacı. Ulusal kuruluş süreçlerinin kimi aşamalarında, evrelerinde, ulusal kurtuluş mücadelelerinin kimi evrelerinde bu ruhun, bu yurtseverlik damarının güçlü bir şekilde attığını görebiliriz, söyleyebiliriz ama milliyetçilikle yurtseverlik arasında her zaman gerilimli ve haşin bir rekabet olmuştur ve çoğu tarihsel örnekte milliyetçiliğin sonuçta yurtseverliği asimile ettiğini, deforme ettiğini söyleyebiliriz. Yani milliyetçi ideolojinin burada çizmeye çalıştığım temel karakteristikleri yurtseverlik ışığını deyim boğmuştur çoğu kez. Onun terminolojisini, onun değerlerini, onun ufkunu gasp etme potansiyeli, gücü bir hayli fazladır milliyetçi ideolojinin. Çoğu ülkenin, çoğu ülkede ulusal hareketlerin, milliyetçi ideolojilerin, ulus devlet deneyimlerinin tarihine baktığımız zaman bunu söyleyebiliriz. Ama bu olmuş bitmiş bir süreç değil. Bütün her örnekte, her tarihsel örnekte milliyetçilikle yurtseverlik arasında sürekli bir gerilimden söz edebiliriz. Her somut milliyetçi akım, yani her ülkede ana akım olarak hüküm süren milliyetçi ideoloji, yurtseverlikle milliyetçilik arasında bir gerilimle beslenir aslında ve sürekli böyle bir rekabet vardır. Yurtsever bir kanadı da vardır her milliyetçi ideolojinin, her ülkedeki somut milliyetçi akımın, milliyetçi bir kanadı da vardır. Kimi tarihsel dönemlerde kimi örneklerde birinin veya ötekinin daha ağır bastığını söyleyebiliriz. Ama toplamda, tarihsel deneyimin toplamı diye bir şeyden söz edebilirsek ya da bir ortalamasını alabilirsek dediğim gibi esas mesele milliyetçiliğin yurtseverliği deyim yerindeyse asimile etmesidir. O’nun sloganlarını, O’nun parlaklığını, O’nun heyecanlarını da gasp etmesi ve kendi dünya tasavvuruna, kendi ideolojik yapısına eklemlemesidir.

Şimdi Türkiye’ye gelecek olursak ki gelmemizde fayda var, burada Türkiye’de bunun çok, iyice belirgin olduğunu söyleyebiliriz bence. Türkiye’de de ana akım milliyetçilik olarak söz edelim. Yani aslında hiçbir yerde tek monoglob bir milliyetçilikten söz edilemez. Milliyetçiliklerden söz etmek çok daha doğru. Farklı milliyetçi akımlar var çünkü. Ama biz milliyetçiliğin ana akımı diyelim, ortalaması diyelim. Yani hem resmi milliyetçilik ideolojisini kapsayan

22

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

bir tanım olarak, hem popüler milliyetçilik olarak tanımlayabildiğimiz yani ortalama illa doktrinler siyasi bir milliyetçi bilinçle buluşması gerekmeyen, gündelik, ortalama, sıradan, popüler denen milliyetçiliği de kapsayan bir genel tanım olarak düşünelim. Şimdi burada da biz yurtseverlik ve milliyetçilik arasındaki gerilimi çok sıcak bir şekilde görebiliyoruz. Cumhuriyetin ilk başından beri, hatta Cumhuriyet arifesinden, milliyetçilik fikirlerinin ilk ortaya çıktığı zamandan, Osmanlı vatanperverliği tartışmalarından, ilk Türkçülük tartışmalarından, milliyetçilik tartışmalarından beri bu gerilimi görebiliyoruz. Bu iki kutup arasında, yurtseverlik ve milliyetçilik kutbu arasında daha güçlü çeken kutbun, çok belirgin bir şekilde güçlü çeken kutbun milliyetçilik kutbu olduğunu görebiliyoruz. Bu çok ihtiyatlı bir şekilde oraya adım atayım, sizin sahanız ama yani hukuk anlamında, gerek Anayasa hukuku anlamında, gerek daha ayrıntılı hukuk yasama alanında da bunun örneklerini görebiliriz. Örneğin Türk kimliğinin, vatandaş kimliğinin tanımlarına baktığımız zaman orada yurtseverlik anlayışına cevaz veren kimi tutanaklar bulabiliyoruz ki yurtseverliğin milleti vatandaş topluluğudur, ondan öte herhangi bir tanım, herhangi bir etnik, kültürel, toplumsal, ahlaki, dinsel göndermesi yoktur yurtseverliğin millet tanımının. Vatandaş topluluğudur o kadar. Resmi Türk tanımımızın böyle olduğunu biliyoruz fakat bu resmi Türk tanımını görelileştiren ona mutlaka dini, etno-kültürel bir içerik atfeden pek çok yasama pratiğini de biliyoruz. Bizim mesela 1934 İskan Kanunu bunun çok bilinen örneklerinden biri. Sonra bizzat Erken Cumhuriyet döneminin –bence bu çok tipik, çok aydınlatıcı bir örnek- büyük hukuk, kurucu hukuk insanlarından, önemli Adalet Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt’un yazılarında kullandığı bir ayrım var biliyorsunuz. Kanun Türkü-Öz Türk ayrımı. Yani kanunlar nezdinde Türk olduğunu hasbelkader sineye çektiğimiz ama hakiki Türk olmadığını bilmediğimiz bir takım vatandaşlardan söz eder hep yazılarında Mahmut Esat Bozkurt. Esas olarak tabii gayrimüslim azınlıkları kasteder ama bu tanım, bu güne kadar yaşayan bir tanım bu biçimiyle olmasa da. Kanun Türkü, yani kanun nazarında Türk ama biz onun Türk olmadığını biliyoruz anlamında Kanun Türkü ve Öz Türk. İşte ya da daha taze bir tanımı bunun, oradan buraya daha net bir çizgi çekebiliriz, Sözde Vatandaş terimi. Sadece Türklüğü değil vatandaşlığı dahi hani zan altında ya da sözde ithamı

23

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

altında bırakan tanımlar. Milli müfredatımıza baktığımız zaman yine erken Cumhuriyet tarihinden bu günlere kadar Türk Tarih Tezine baktığımız zaman ki Türk Tarih Tezi resmen tedavülden kalksa bile temel misyonlarıyla ders kitaplarında hala geçerli olmayı sürdürüyor. Orada etno-kültürel tanımlı yani vatandaşlık tanımıyla hiç iktifa etmeyen buna hiç de niyeti olmayan bir millet tanımının geçerli olduğunu görebiliriz ve bu başlı başına zaten yurtseverliğin ruhunu öldüren bir tanım. Bir temel nokta. Dolayısıyla bugün çoğu zaman Türkiye’de de yurtseverlik lafzı, yurtseverliği kavram olarak, kimlik olarak benimseyenlerin de önemli bir çoğunluğu, işte bu sahih anlamıyla diyelim, otantik anlamıyla yurtseverliğe bir hayli uzaklar aslında. Aslında onlarda pekala milliyetçiliği savunuyorlar, farklı bir şey söylemiyorlar. Duygusal düzlemde de böyle. Yani bu yurtseverliğin naif duygusal düzleminde de böyle, bir siyasal fikir olarak, bir siyasal misyon olarak yurtseverlik anlamında da böyle.

Buradan yine bir hassas konu olarak ve son zamanların çok pek çok insanı şaşalatan konusu olarak ulusalcılık bahsini de çok kısaca girmek uygun olabilir. Ulusalcılık, yakın zamana kadar, bir üç-beş sene öncesine kadar tahminen aşağı yukarı şöyle bir anlamda kullanılıyordu; sağda konumlanan, yani milliyetçi muhafazakar olarak tanımlanan cenahta tanımlanan, dini içeriği, dini imaları bir hayli güçlü olan milliyetçilik anlayışından kendisini ayırt etmek için ulusalcılık terimi yeğleniyordu birincisi, genel olarak da sağda olmayan, sağ politik geleneklerin dışında bir milliyetçilik arayışına tekabül ediyordu, toplumun daha orta sınıf, şehirli, tahsilli, laik zümrelerinin benimsediği milliyetçilik anlayışının ifadesi idi ve en azından lafzen yurtseverliği benimseyen ve milliyetçilikten ayırt etmeye yani ırkçı göndermeleri olan etno-kültürel temelde tanımlanan bir milliyetçilikten kendini ayırt etmek gibi bir itinayı ifade ediyordu. Kaba taslak, ana hatlarıyla. Kabaca son 3-5 yıldır, yani bir milat koyamayız tabii aslında daha uzun zamandan beri mayalanarak, şöyle bir 10-15 yıldan beri mayalanarak ama son 3-5 yılda netleşerek bir hayli önemli bir değişim geçirdiğini gördük bu ulusalcılık söyleminin. Bence en önemlisi bu ırkçı ve etno-kültürel imalardan kaçınma özeni ortadan kalktı. Bu ayıp olmaktan çıktı. Yani işte Türklükle kastedilenin artık hiç de Türkiye Cumhuriyet Devletine vatandaşlıkla bağlı olmakla kayıtlı

24

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

olmadığını görüyoruz. Bu her türlü şan ve geçmiş imasıyla, etnik imalarıyla ırki göndermeleriyle çok gönül rahatlığıyla hiç sakınmadan kullanılabildiğini görüyoruz. O anlamda bir ar perdesi yırtıldı. Bu çok önemli bir değişim, onun ötesinde çok bütünlüklü bir siyasal programdan söz etmek zor, ama şu özellikle de tanımlayabileceğimizi düşünüyorum; yerleşik ulusalcı söylemi, yurtseverliğin özellikle geçmişe değil geleceğe baktığını söyledim ya, milliyetçi ideoloji ise hep gözünün geçmişte olduğunu, işte o milli mefahirle övünmek, kan bedelinin hesabını sormak sürekli, bununla belirlendiğini söyledim. Bir de bu özellik çok belirgin bir şekilde gösteriyor kendini ulusalcı söylemde. Bir tür tarihsel asr-ı saadet İslami tabirle. Altın çağa angaje olmuş ve o altın çağın özelliklerini, o altın çağın tekerrürünü işte milli mücadele döneminin ve onun arifesinin koşullarını sürekli yeniden keşfetmek ve o dönemin maneviyatını, o dönemin hissiyatını yeniden çağırmak. Sürekli bu motifi işleyen ve buna bağlı olarak da hiçbir güncel meseleyi aslında hiçbir meseleyi kendi somut, özgül bağlamı içerisinde göremeyen, konuşamayan ve tartışamayan. Sürekli o asr-ı saadete olan göndermelerle her şeyi anlamlandıran, geçmişe tutulmuş bir söylem olarak gösteriyor kendini ve bundan kaynaklanan o asr-ı saadet olarak yücelttiği geçmişin bir milli mücadele, bir milli beka süreci, mücadelesi olmasından kaynaklanan bir muazzam yüksek tansiyonu var. Bütün meselelere, bütün somut, güncel, siyasi, toplumsal, ahlaki meseleleri öyle bir hıyanet ve beka davası ajitasyonu içerisinde, tansiyonu içerisinde ancak anlamak ve öyle anlamlandırabilmek gibi bir harareti var. Ama bence en önemlisi artık o kadar hararetli olmasa da yine de genellikle sahip çıktığı, lafzen bağlılığını iddia ettiği yurtseverlikten, yurtseverliğin hakiki anlamından çok uzağa düşmüş olması özellikle de her şey bir yana dediğim gibi bu ırkçı ve etno-kültürel göndermelerden sakınmamasıyla, bununla ilgili bunu ayıp ve tehlikeli sayma gibi bir temel etik ölçüden uzaklaşmasıydı. Çok uzatmadan belki şunu ekleyerek bitirebilirim sözlerimi. Farklı milliyetçiliklerden söz ettim.Yurtseverlik ve milliyetçilik arasındaki bence çok temel, sadece bence değil tarihsel örnekleri itibariyle, tarihsel mirası itibariyle de çok temel, çok ciddi bir ayrımdan söz ettim. Bugün görüyoruz ki bu ayrım çok geçerli bir ayrım değil aslında. Yurtseverlik ve milliyetçilik arasında çok özensiz bir geçişkenlik var. Milliyetçiğin özellikle ırkçı yönelimleriyle, ırkçı tekinsizliğiyle tehlikeli

25

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

sayıldığı durumlarda dahi kendisini ondan biz öyle değiliz, sadece yurtseveriz demekle çok rahat ayırabiliyor, ayırabildiğini düşünüyor insanlar. Oysa geçişler çok yoğun ve yine oysa yurtseverliğin milliyetçilikten çok köklü, çok ciddi bir tarihsel ayrımı var. O ayrımın kendimizi bir toplum olarak kendi kaderini eline alan, kendi geleceğini kurmaya muktedir bir toplum olarak göreceksek, böyle bir şeye niyetimiz varsa o ayrımı çok ciddiye almak gerektiğini, bu konuda her ne kadar titiz olursa az olduğunu düşündüğümü son olarak tekrarlamak istiyorum. Ben burada izin verirseniz bitireyim, sanırım karşılıklı konuşma, soru-cevapla da devam etme fırsatımız olacak.

Teşekkür ederim.

AV. ÖMER ÇIRPAN : Şimdi Atatürk fotoğraf olarak orada, ama sadece fotoğraf olarak kalmamalı. Hem kalbimizde, hem ruhumuzda olması gereken bir düşünce olarak içimizde olmalı diye düşünüyorum. Atatürk ilkelerinden bir tanesi de Milliyetçilik, yurtseverlik değil. Laikliği nasıl tartışıp yerine başka bir kavram koyamıyorsak, Milliyetçilik kavramı için de başka bir şey koyamıyoruz. İlkelerinden bir tanesi olduğu için bahsediyorum. Ha ben burada size karşı tebliğ sunacak zamana veya konuma da sahip değilim. Tebliği siz sundunuz. Sadece şunu söylemeye çalışıyorum. Safiyane olarak yurtseverlik nerede olmuş, nerede uygulanmış, bunun belirli bir karşılığını hiçbir yerde göremedik ama Osmanlı Devleti’nin yok olduğu döneme geldiğimiz zaman bir yurtseverlik kavramı üzerinde durmaya çalıştılar. İşte Rum’uyla, Ermeni’siyle, Arap’ıyla adına ne koyarsanız koyun bunun adına yurtseverlik demeye çalıştılar ve sonuç Sevr oldu. Bugün safiyane olarak ben de yurtseverim diyebilirim çünkü Milliyetçilik kavramı zaten yurtseverlik kavramını da kapsayan bir unsur, bir ilke. Ama çevreme baktığım zaman diğer ülkeler yurtsever değiller, kendi yurtlarını severek hareket etmiyorlar. Onların akımları Milliyetçilik akımları. Ama bu sizin anlattığınız anlamda milliyetçilik. Atatürk Milliyetçiliği değil. Onlar faşizan anlamda milliyetçiler. Kendi unsurlarının dışında, kendi milletlerinin dışındakilere yaşam hakkı tanımıyorlar. Amerika da olsun, Almanya da olsun, İsrail’de olsun. Onlar faşizan milliyetçiler, Atatürk milliyetçisi değiller. Ama Türkiye’de ki durum

26

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

farklı. Yurtseverlik kavramını safiyane olarak içinde barındıran bir Atatürk Milliyetçiliği var. Sadece söylemek istediğim bu. Teşekkür ederim.

TANIL BORA : Teşekkür ederim. Evet birbirimizin söylediğini anlayabiliriz ama birbirimize katılmamız zor görünüyor. Onun için ben de size haldır haldır laf yetiştirmeye çalışmayayım. Ama bir şeyi söylemek isterim. Yani tekrar yapmadan şunu hatırlatmak isterim. Tipik milliyetçi bakış açısı bütün ulusal toplumları, bütün toplumları homojen olarak görmek. Monoglob olarak görmek. İşte Amerikalılar, Türkler. Böyle bakmak zorunda değiliz ve böyle de değil gerçekler. Her toplumda, yani Türkler üst başlığı altında tanımladığımız topluluk içinde, çok farklı kimlikler, yönelimler tercihler yaşıyor, çok farklı görüşler yaşıyor. Kimlikler derken etnik anlamda kimlikleri kastetmiyorum kaldı ki o anlamda da farklı kimlikler yaşıyor olabilir. Ayrı mesele. Çok farklı yönelimler yaşıyor. Yani bir mesela Alman Ulusu dediğimiz zaman sizin Alman Ulusu şöyle yapıyor dediğiniz işle, cenk halinde onunla cebelleşme halinde pek çok farklı siyasal akım, hareket, toplumsal grup olduğunu görebiliyorsunuz. Türkiye için de aynı şey geçerli. Bu çok temel bir ayrım, yani milliyetçi bakış açısı bunu çok homojen bir biçimde görür ve Türkler deyip geçer. Türkler deyip geçmemek, oradaki farklı tercihlere, farklı yönelimlere, farklı toplumsal akımlara dikkat kesilmek. Esas ona bakmak ve ilerlemenin hani geleceğimizin anahtarını oradaki dinamiklerde görmek. Bu çok temel bir fark. Mutabık kalacağımız ama çok önemli bir fark.

AV. ÖMER ÇIRPAN : Teşekkür ediyorum size.

KATILIMCI : Sayın meslektaşım, yurtseverliğin nerede görüldüğünü söyledi de şimdi tabii hafızalarımız bizi yanıltmaz, yani bu bir gerçeklik. II.Dünya Savaşında Rus haklarının vatanseverliğini hatırlayalım. Hitler’in o faşist orduların dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde bütün Rus hakları ölümü pahasına o orduya karşı direndiler ve vatanlarını canla başla savundular. Peki ben buna da karşıyım. Olması gereken dünya severlik iken niçin yurtseverlik, niçin vatanseverlik. Yani olan Dünya değil miydi? Yurt var mıydı dünyadan önce?

27

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

TANIL BORA : Biliyorsunuz işte “vatanim ru-yi zemin milletim nev-i beser” sözü var Tevfik FİKRET’in. O da işte Osmanlı’nın çöküş döneminde, yeni Türkiye’nin şafağında bu dizeyi ortaya koymuş. Bu aydınlanmanın ortaya çıktığından beri çok iddia olarak var. Ben de doğrusu hani dünyanın neresinde görülmüş diyerek bunu geçersizleştirilebileceğini düşünüyorum. Bu bir idealse, doğru bulduğumuz bir fikirse, bunun herhangi bir yerde tatbik edilmemiş olması, bizi onu değerli saymaktan ona gözümüzü dikmekten alıkoyamaz. Zaten yurtseverliğin dediği gibi evrenselciliğe ve enternasyonalizme açılan bir kapısı vardır. Yurtseverliğin o Cumhuriyetçi idealleri dediğimiz ve bunun dediğim gibi farklı yorumları olabilir. Liberal, sosyalist ya da sosyalizan çeşitli farklı biçimlerde Cumhuriyetçi yönelimleri olabilir. Orada konan, yani Nasıl bir toplum olmalıyız bize verilen cevaplar bütün dünyada, bütün toplumların nasıl olması gerektiğine ilişkin verilen cevaplardır. Evrensel cevaplardır bunlar. Yurtseverler onları kendi sosyalleştikleri ve kendi anayasal birliktelikleri ile kendilerini bir toplum olarak kurdukları toprakta o tarihsel deneyim içinde gerçekleştirmeye çalışırlar ama aslında bunu bütün insanlık için isterler ve dünyanın başka bir yerinde bununla ilgili bir kıvılcım gördükleri zaman ondan da heyecanlanırlar ve onu da kendilerinin sayarlar. Bu anlamda yurtseverliğin evrenselciliği ve enternasyonalizmi lüks, gayr-i mümkün sanan bir ufku yoktur aksine ondan da gıda alabilen, gıda almaya açıktır, böyle bir ufku vardır. Hilmi Ziya Ülken, önemli bir fikir insanı, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, 1930’larda yazdığı bir kitapta insani vatanperverlik kavramını kullanmıştı, kitaba da bu başlığı vermişti. Ona göre yurtseverlik, yeni Türkiye’nin deneyimi de bu anlamda insanlığa katılarak ve insanlığın bir parçası olarak onu yükseltmenin ve aynı zamanda bu deneyimle bizzat yükselmenin yoluydu ve hümanizmin değerleriyle yurtseverliğin değerlerini kopmaz bir şekilde iç içe gören, o zamanın fikriyatında da aslında böyle bir damar yok değil di. Zayıf bir damar ama pekala olan bir damardı. Hilmi Ziya Ülken herhangi bir adam değil ve tek başına değil. Bunu işte Hasan Ali YÜCEL’in ki metinlerini okuduğumuz zaman da bunu görebilirsiniz. Dediğim gibi hakim fikir değil, zayıf ama hiç yok da değil.

28

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

KATILIMCI : Hocam Hrant Dink’in cenazesinde gördüğümüz olgu bir yurtseverlik mi değil mi? Bir de şunu söylemek istiyorum, Malatya’daki şüphelilerin baş aktörü bugün şunu söyledi; “Vatan için öldürdüm” dedi. Bu mudur vatanseverlik?

TANIL BORA : Yani cevabı sizin sorunuzda saklı.

AV. AYDIN ERDOĞAN : Sayın Tanıl Bora’ya çok teşekkür ediyorum. Bizim manevi zenginleşmemize, bilgi dağarcığımızın zenginleşmesine katkıda bulunduğu için. Ben yurtseverlik kavramının da milliyetçilik kavramı gibi sorunlu olduğunu düşünüyorum. Yani şeyi söylediniz, insan ortak paydası. Yurtseverlik kavramı yurt sınırları için de bir insan ortak paydası getiriyor doğru. Ama sınırların ötesinde ortak insan paydasının önüne engeller koyuyor. Dolayısıyla insan ortak paydası dediğimiz zaman bütün insanlığı kavrıyor. Ama yurtseverlikte sınır söz konusu ve onun ötesindeki ötekileştiriyor bir anlamda. Tabii milliyetçilik çok daha farklı. Yani tarihsel süreç içerisinde, kurucu ideoloji olarak bir dönemde geçerli olan milliyetçilik başka bir dönemde geçerliliğini kaybetmiş oluyor. Yani kurucu ideoloji olarak Türkiye’de olan milliyetçilik 1900’lü asırda iki kez dünyayı kana buladıktan sonra artık bugün ciddi bir biçimde sorgulanmak durumundadır. Milliyetçilik arındırmayı içerir. Milliyetçi olarak tarif etmediğiniz şey, kabul etmediğiniz, içeriye almadığınız şeyi dışlarsınız. Milliyetçilik ötekini dışlıyor ve çatışma unsuru olarak gündeme geliyor. Eğer bir toplum ilerlemeyi, gelişmeyi hedefliyorsa milliyetçilikten kurtulmak durumundadır. Bizim önümüzdeki bugün ciddi sorun bu. Ben açıkçası refah ırkçılığı, coğrafya ırkçılığı ile yurtseverliğinde çok yakın kavramlar olduğunu düşünüyorum. Yani belirttiğiniz kavramlar olduğu için. Bunları açıklar mısınız biraz daha?

TANIL BORA : Önce ilk temel savınızla ilgili bir şey söyleyeyim. Şu ayrımı yapmaya çalışıyorum. Hani o ısrarla biraz da belki yadırgatacak, bir şekilde otantik anlamından söz ediyorum ya yurtseverliğin. Bu aslında Fransız Devrimi öncesinde ve sonrasında kullanıldığı anlamıyla ve bütün dünyaya oradan esin verdiği anlamıyla yurtseverlik. Bu otantik anlamıyla yurtseverlik

29

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

henüz milliyetçilikle buluşmamışken henüz çok farklı bir milliyetçilikten asri bir ayrım taşıyan bir öze sahip. Fakat bu çok geçici bir tarihsel deneyim ve ben de konuşmamda hep yurtseverliğin milliyetçilik tarafından asimile edildiğini hep söyledim. Yani onun tarafından deyim yerindeyse ona el konduğunu. Dolayısıyla da yurtseverlikle milliyetçilik arasında aşılmaz bir duvar yok. Bu anlamda hemfikirim söylediğinizle. Ama yurtseverlik fikrinin milliyetçilik tarafından tüketilemeyen ve gasp edilemeyen bir cevheri de yok değil. Onu görmezden gelmemek lazım ve onu eklemleyerek, onu geliştirerek anlatılabilecek bir şeyler var diye düşünüyorum. Yani o bakımdan büsbütün heba edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yani o zorluğun elbette farkındayım. Milliyetçilikten yalıtmanın çok ciddi zorlukları, yani en azından gündelik, yerleşik siyasal söylemler içerisinde bunu yapmanın, bu netleşmeyi sağlamanın ciddi zorlukları olduğu ortada. Bir bununla ilgili bir şey söyleyeyim. İkincisi toplumların sağılmak açısından, düşman ve tehdit algısına dayalı tasavvur dünyasından çıkmak ve özgüven kazanmak ve gerçekten kendi kaderlerini ellerine alacak o cevheri elde etmek bakımından milliyetçilikten kurtulması mealinde bir şey söylediniz. Ben de aynı fikirdeyim. Bu anlamda şöyle bir tartışma da var aslında. Bu uzun zamandır pratik bir tartışma değil henüz. Pratik bir siyasal tartışma değil, teorik bir tartışma ama önemli bir tartışma. Lüks bir tartışma değil. Bir tür ikinci sekülerlik devriminden söz ediyor kimi düşünürler. Yani birinci sekülerleşme din ile siyasetin, din ile devletin ayrışmasıydı. Devletin din referansından özerkleşmesi idi. İşte kimi düşünürler ikinci sekülerleşmenin yani aydınlanma devriminin bir devamı, zorunlu bir devamı olarak ikinci sekülerleşmenin gerçekleşmesi gerektiğini, devletin, devletlerin, siyasetin ve devletlerin milli referanstan özerkleşmesi gerektiği fikrini öne sürüyorlar. Kutsallıktan arınmanın, sorgulanamaz aşkın değerlerin insanları güdülemesinden kurtulmanın gerçek anlamda aydınlanmanın zorunlu bir basamağı olarak önümüzde durduğu fikrini öne sürüyorlar. Dediğim gibi lüks ve fuzuli olmayan çok önemli bir tartışma. Affedersiniz bir pas daha var o pası da değerlendirmek isterim. Özellikle refah şovenizmi meselesi bence çok önemli. Dünyanın kaybedenlerinin milliyetçiliği ile dünyanın kazananlarının milliyetçiliği arasındaki farkı anlamak bakımından bence kilit bir kavram bu. Dünyanın müreffeh hani globalleşme sürecinin kazananı olan, ülkelerinde ve

30

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

toplumsal sınıflarında sadece top yekun ülkelerinde değil, o ülkelerin sınıfsal yapıları içerisinde kazananların milliyetçiliği kendisini refah şovenizmi olarak gösteriyor. Şu anlamda refah şovenizmi. Hani bir medeniyet başarısı olarak, kültürel, toplumsal ve iktisadi gelişmeyi başarmış olmanın kültürel değerleriyle, tarihsel geçmişiyle, manevi mirasıyla o refahı meydana getirebilmiş olmanın ayrıcalıklılığına sahip çıkmak, dolayısıyla kültürel bir boyutta kazanıyor burada. İşte örneğin Avrupa uygarlığını, Amerikan uygarlığını bu anlamda yüceltmek ve dünyanın bunu başaramamış buna şu veya bu nedenle ehil olmayan coğrafyalarını, nüfuslarını dışlamak. Onlarla arasına aşılmaz duvarlar koymak, siyasi anlamda, coğrafi anlamda. Bunun en belirgin, en fanatik ifadesi İtalya’da 10-15 yıl önce ortaya çıkan ve hala bir şekilde varlığını başka biçimlere girse de sürdüren bu Leganord, leganonbarda partileriydi. Lonbardiya Birliği, kuzey birliği. Aslında bu bizim memleket içerisinde ilginç çağrışımlar çıkar sayabileceğimiz bir biçimde İtalya’nın kuzeyini, Avrupai bir geçmişe sahip olan, Rönesans’ın içinden doğduğu, modern, şehirli bir hayatın hüküm sürdüğü, endüstri kültürünün geliştiği, sanayileşmiş ve Avrupa’ya her zaman daha açık küresi ile, Kuzey İtalya ile işte barbar, köylü, kara kuru, gariban, sufli, Avrupa’ya uzak, mafya falan gibi yozlaşmış yapılara bulaşmış, güney İtalya arasında bildiğimiz anlamda etnik değil, bildiğimiz anlamda ırkçı değil ama basbayağı açık bir ayrımcılık yapıyorlardı. Bu işte sınıfsal ırkçılığın çok temel bir tezahürü. Bugün de mesela kendini asla olarak düşünmese de ya da kimi zaman açıkça kendisini gururla ırkçı olarak tanımlayan örnekleri de var, örneğin kürtlerle ilgili bu tür çok güçlü önyargıların ve ayrımcılığın hüküm sürdüğünü görebiliyoruz. Sınıfsal bir ırkçılık olarak kendisini gösterebiliyor bu. Bu sadece top yekun dünyanın zengin, müreffeh ülkelerine değil, zengin müreffeh bölgelerine ve kesimlerine ya da ondan pay alamayan ama o payı alamamayı kendisine layık görmekle birlikte, kendi konumuna layık görmekle birlikte o servetten o maddi zenginlikten pay alamayan kesimlerin hıncını dökmesini sağlayan bir ırkçılık biçimidir bu. Bu modern ya da belki post modern ırkçılık biçimi.

KATILIMCI : Biraz önce milliyetçiliğin çok konforlu bir kimlik olduğunu söylediniz. Tam burada bir şey sormak istiyorum. Şu son zamanlarda

31

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

katillerimiz var. Kendilerini milliyetçi olarak tanımlıyor. Nedense bunların hepsi yoksul çocukları. Acaba bu yoksul çocukları şu milliyetçilik gibi bir işin arkasında kendilerini iyi mi hissediyorlar ya da sınıfsal meseleyi mi çözüyorlar? Bu konuda görüşünüzü rica ediyorum.

TANIL BORA: Aslında bu konuda da evet söylenecek birkaç sey var. Şöyle bir ayrım yapmak lazım bence. Milliyetçiliğin iki ayrı toplumsal tabanda farklı dinamiklerle, farklı iki ayrı ideolojik dinamiklerle beslendiğini söyleyebiliriz. Yani alt sınıflarda, mutsuz sınıflarda ve orta sınıflarda. Her ikisi de çok kabaca tabii, çok kabaca şunu da yapabiliriz. Bu yoksul sınıflar nezdinde kabaran milliyetçilik daha ziyade, ısrarla toptancı ifadelerden kaçınıyorum, daha ziyade milliyetçi muhafazakar olarak tanımlanan dalgayı besliyor, orta sınıflarda kabaran duygu ise daha ziyade ulusalcı olarak tanımlanan dalgayı besliyor. Sanırım şöyle temellendirebiliriz. Toplumun yoksulları açısından gerçekten milliyetçilik bir tür konforlu tutumun ideolojisi. Aynı zamanda kendi yoksulluklarının biriktirdiği hıncı ifade etmenin bir stratejisini sağlıyor onlara. Yani bütün dünyada maruz kaldığı haksızlıklar, gadre uğraması vs. kendi kaderleri, kendi durumları ile ilgili yoksulluklarını projekte etmelerini sağlıyor. Bir de şöyle bir tabiii ki bu sadece psikolojik olarak açıklanabilecek bir olgu değil. Aynı zamanda Türkiye’de milliyetçi muhafazakar olarak tanımladığımız ideolojinin, ana akımını MHP’nin oluşturduğu ama onla sınırlı olmayan milliyetçi muhafazakar ideolojinin güçlü bir taşralı damarı var zaten kendi kuruluşundan itibaren. Yani milliyetçi muhafazakar taşralı muhafazakarlığa hitap eden, onun yoksulluk duygularını, bütün kaygılarını ifade eden bir reaksiyonel damarı var. Bunun bir tarihsel sürekliliği var. Bu ekilen biçilen bir tarla. Bu doğrudan doğruya otomatik, psikolojik bir otomatizimle açıklanamaz. Böyle hissediyor, bu durumda dolayısıyla buraya meylediyor. Elbette böyle bir zemin var fakat bu zemini ekip biçen, bunu bereketli kılan bir ideolojik doktrinrasyonlar da var onu yıllardan beri süren ve şunla da bağlantılı kurmak lazım. Türkiye’de bu milliyetçi muhafazakar söylem on yıllar boyunca esas olarak ajitasyonunu anti-komünist temelde gerçekleştirdi. Yani işte komünizm tehlikesine karşı, komünizmle ifade edilen yozlaşmaya, işgale, bozulmaya karşı bir ajitasyon yürüttü ve o zamanlar da hatırlarsak komünizmle kastedilen

32

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

sadece gerçekten komünizm değil di; mini etekte, rock-ın roll’da, pop müzikte, kızların işte kamusal hayata serbestçe katılmaya başlamasa da komünizm başlığı altında çizilen öcünün parçasıydı. Dolayısıyla anti-komünist hıncın çok rahatlıkla buraya transfer olduğunu görebiliyoruz. Modern zamanın bu her türlü yozlaşma olarak görülen, kimisi gerçekten yozlaşma olarak görülebilecek o hızlı dinamiği, işte televizyonlar, ahlakın sükut ettiği programlar, işte milli kültürün yabancılaşması diye tasvir edilen olgular vs. bütün bunlar o yıllardan beri antrenere edilmiş, ekilmiş, biçilmiş bu hız mekanizmasının üzerine oturuyor. 1970’lerin iç savaş mantığı ve ideolojisi pekala bu zeminde tekrar kendini gösterebiliyor. Bu sizin söylediğiniz cümle açısından. Bir de işte bu özellikle ulusalcı dalgayı beslediğini düşündüğüm orta sınıfların, Türkiye’deki tahsilli, şehirli, laik orta sınıflarının duyduğu bir yeni tedirginlik var. Onlar da bence kendi elit konumlarını yitirme kaygısını çok şiddetli bir şekilde hissediyorlar. O Malatya’daki yurttaki çocuklar; Ogün Samast’ın kaybedecek fazla bir şeyi yok. Orta sınıfların kaybedecek bir şeyleri var. Maaşları, mülkleri illa olmasa bile toplumda elit konumunu hak ettiklerine dair kendi tahsil ile en azından hak ettiklerine dair bir talepleri var ve bu anlamda en azından kariyer beklentileri var kaybedecek. Ve bunun özellikle 2001 krizinin çok önemli bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Öncesinde de gelen bir tedirginlikti bu işte globalleşme olarak tanımladığımız toplam altüst olma sürecinin getirdiği bir tedirginlik. İşte 2001 krizinin yol açtığı erozyon ve sarsıntı hiçbir şeyle kıyas edilemez. Onun arkasından bu zümreler toplumdaki elit konumlarının da hak ettikleri kariyerlerinin de tehdit altında olduğunu hissettiler ve onlar kendi beka kaygılarını bu ulusal beka kaygısı söylemine transfer ediyorlar ve dediğim gibi bu da milliyetçi muhafazakar damarı değil de ulusalcı tabir ettiğimiz damarı besleyen bir sınıfsal rezerv oluşturuyor.

SUNA UZDANOĞLU: Aslında çok kısa bir soru soracağım ben. Milliyetçiliğin geçmiş ve geçmişte dökülen kanlarla beslendiğini söylediniz. Doğru. Ben şöyle bir şey düşünüyorum; aslında milliyetçilik denen hadise bugün de feci bir şekilde kanla besleniyor. Acaba öyle mi ya da onu soracağım? Çok basit örnek şu; Aslında milliyetçilik kendi cinayetlerine adeta bizim aklımızla dalga geçer bir şekilde sahip çıkıyor. Şöyle bir örnek vereceğim; Hrant Dink cinayetinde

33

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

cinayetin kendi anatomisi, aşağılıklığı, katliam olması, iğrençliği bir kenara iki gün sonra bir kenara atıldı ve milliyetçiler tarafından tekrar söylüyorum aklımızla dalga geçer bir şekilde şu argüman hemen ortaya atıldı “kardeşim, hepimiz neden Ermeni’ymişiz, ben ermeni değilim” Şimdi bu aslında aklımızla dalga geçer bir şekilde bu cinayete sahip çıkmak. İki; Malatya’daki katliamdan eminim ben bir hafta on gün sürmez, şu anda belki başlamıştır, ya kardeşim sen de şimdi orada elinde hacla niye dolaşıyorsun, milletin anası ağlamış, yoksulluktan, sen gidip orada ne misyonerlik yapıyorsun. Şimdi bu iki örnekle şunu söyleyebilir miyiz? Milliyetçilik tabii ki geçmiş ve dökülen topraktaki kanla, ama bugün de ciddi biçimde kanla ve katliamla, cinayetle besleniyor ve gazetelerde hemen flaş haber ama arkasından bir hafta on gün, bir ay, iki ay derken bir bakıyorsunuz ki cinayetleri çok güzel biçimde tekrar altını çizerek söylüyorum, aklımızla dalga geçer biçimde o cinayetlere sahip çıkıyorlar. Böyle mi acaba?

TANIL BORA : Eyvallah, aslında bunu bir soru olmaktan ziyade, bir tür katkı, konuşmayı sürdürmek gibi düşünelim. Zaten temel meşruiyet kaynağı ve temel işte patos yani heyecan ve tutku kan bedeli olduğu zaman bir bunun yenilenmesini çağırıyorsunuzdur. Yani yurtseverliği, bu anlamda yurtseverliği işte, vatanı sevmeyi, milliyetçiliği kanıtlamanın, tekrar göstermenin yaşatmanın bilinen ve en muteber yolunun o olduğunu söylüyorsunuzdur. Marşlarımızdan birinde var hatırlayan olur. “Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti” İrfanla kurmaklığımızdan da hatırlanmaya ihtiyacı var ama o çok heyecanlı bir şey olarak düşünülmüyor. Bir de tabii şey ayrı mesele, kanla, irfanlanın bir solukta sayılması nasıl bir şey onu tartışmaya girmiyorum ama; kanla, irfanla kurmaktan hareketle bu söylediğinize dair yapılacak önemli çıkarsamalar var.

KATILIMCI : Sunumuzdan dolayı teşekkür ediyorum sayın Bora. Şimdi genel soyutlamalar yaptınız, ülkemiz özgülünde de kısmen değerlendirmelerin oldu ama belki zaman darlığından dolayı tam anlamıyla girilemediğini düşünüyorum. Zaman kısıtlaması olduğunu düşünüyorum. Şimdi birkaç şey sormak istiyorum şu nedenle; Şimdi milliyetçilik kavramı var, ulusalcılık kavramı var, yurtseverlik kavramı var. Benim gözlemime göre, artı milliyetçilik

34

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

kavramı belki faşizm kavramının utangaç biçimde dile getirilmesi gibi geliyor bana. Özellikle faşizmin II.Dünya savaşı sırasında, dünya halklarına yaşatmış olduğu tahribatlar nedeniyle, artık hiç kimse açıkça kendisini faşist, faşizm diye nitelemesi pek olası gözükmüyor. Diğer yandan özellikle bu milliyetçi kesimdeki besleyen dalganın yoksullar olduğunu, ulusalcı dalganın ise nispeten orta sınıflara tekabül eden bir durum olduğunu söylediniz. Diğer gözlemim ise şu, ulusalcı olduğunu söyleyen, kamuoyunda bilinen isimler, isimlerini söylemeye gerek yok, geçmişte sol hareketlerin, hatta Marksist hareketlerin teorisyenleri olduğunu söyleyebiliriz. Doğru veya yanlış. Şimdilik yeni çıkış noktaları ulusalcılık. Yurtseverlik ise bugün adı Türkiye Komünist Partisi olan bir yasal partinin yurtsever cephe adıyla bir örgütlenmesi olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda şu tespite acaba katılabilir miyiz; Yani milliyetçilik görüntüsü belki faşizmin utangaç biçimde önümüze geldiği konum itibariyle belki bir Fransız Devriminde aynı etki yoktu ama, faşizmin belki utangaç biçimde söylenmiş türü, ulusalcılığın sol görüntülü diğer bir milliyetçilik akımı olduğu, yurtseverliğin ise nispeten daha sola yakın, ileriye yönelik belki daha sosyalizan bir günümüz koşullarında Türkiye’si için söylüyorum bir anlayış olduğu söylenebilir mi? Çünkü örneklerde de verdiğiniz. Demin bir arkadaşımız da Sayın Cengiz arkadaşımız Rus örneğini verdi. Bunu genişletebiliriz. Rusya’da belki Tito’nun örgütlediği direniş de bence bir yurtsever hareketti, Enver Hoca’nın Arnavutlukta İtalya’ya karşı mücadelesi de bence yurtsever bir hareketti. Geçmişte özellikle sol dalganın, Sovyetler Birliği’nin etkisiyle yükselmiş olması da bu tür hareketleri besledi. Günümüzde tabii bu dalganın kesilmesi nedeniyle o dediğimiz şeyler ortaya çıktı. Milliyetçi Hareket Partisi ismini zikrettiniz, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ismi bilindiği üzere Franko’nun partisinin ismidir. Hitler’in partisinin ismi Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi. Sosyalizm kelimesi var. Hatta bizim fakültede ünlü bir hocamız Kurt Karaca adıyla yazdığı bir kitapta milliyetçi toplumcu Türkiye kavramını kullanmış ve dokuz ışık üzerine bir inceleme yapmıştır. Çünkü toplumculuğun sosyalizmin öz Türkçesi olduğunu Nasyonalizimin de ulusalcılık olduğunu biliyoruz. Çok toparlayarak söylüyorum, sorularımı net olarak yöneltiyorum. Acaba dediğim şekilde nasıl ki günümüzde ana hatlarıyla sol emeği, sağ sermayeyi temsil ediyorsa ana hatlarıyla acaba günümüzde gelindiği koşul itibariyle milliyetçilik

35

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

faşizmin utangaç biçimi olabilir mi? Ulusalcılık söylemi sol görüntülü, daha bir milliyetçilik, daha utangaçça dile getirilen, ne derece doğru bilemiyorum ılımlı faşizm olabilir mi? Yurtseverlik biraz daha sosyalizan, biraz daha ileriye yönelik bir kavram olabilir mi? Teşekkür ediyorum.

TANIL BORA : Üçüncü sorunuzu ihmal etmeme izin verin, çünkü çok tekrar olacak, çünkü o konuda söyledim ne düşünüyorum. Şimdi burada faşizm meselesi; bir kere en korkutucu olan bence şu. Dediniz ya, faşizmin daha mahcup bir biçimi. Birincisi faşizmle irtibatlandırılabilecek, ya da nasyonal sosyalizmle irtibatlandırılabilecek sözlerin, görüntülerin, arayışların, sembollerin ayıp olmaktan çıkması gibi bir eğilim var ve bu çok korkunç bir şey. 1,5 sene önce 2 sene önce çok tartışılmıştı ya Hitler’in Kavgam’ının bayağı best-seller olması. Ben birçok üniversitedeki öğretim üyesi olan arkadaşlarımın deneyimlerinden, aktardıkları deneyimlerden biliyorum ki birçok öğrenci söz alarak derslerde işte, hocam Kavgam’da okudum Hitler böyle diyor, siz öyle diyorsunuz ama Hitler’de Kavgam’da böyle diyor gibi, Hitler’in Kavgam’ının bile, daha ayıp bir şey ne olabilir hayatta bilemiyorum, onun dahi bir referans, yani bir hesaba katılabildiği bir iklim. Bu çok korkutucu bir şey. Bir de daha korkutucu olan işte mahcubiyet ifadesini kullandınız, bunun, bunda mahsur görmeyen, bunu faşizm olarak düşünmeyenlerin çok fazla olması ve burada da şu problem kendisini gösteriyor. Faşizm bir insanlık suçudur, çok tehlikeli, çok korkunç, çok kötü bir şeydir fikri acaba ne kadar yaygın? Faşist dendiği zaman; bir şeye, bir duruma, bir tavra bu ne derece rahatsız edici oluyor? Bu beni çok endişelendiriyor. Ki bu bence bir ortak medeniyet kazanımı. Faşizmin ayıp olarak kodlanmış olması ve bunun da ayıp bir şey olduğuna dair belki yüzeysel bir yargı var insanda bugün ama çok yüzeysel bir yargı bu. Yani sadece faşist lafının kötü bir şey olduğunu bilmekten ve kendisine böyle hitap edildiğinde buna kızmaktan kaynaklı bir refleks niteliğinde bir tepki ama faşizm nedir? Galiba eksiğimiz bu faşizmin ne olduğunu ve faşizmin kötü bir şey olduğunu anlatmak gibi bir sorun var çünkü ar perdesinin yırtılmış olması dediğimiz şey yani Kavgam’ın pekala okunabilir, referans yapılabilir bir kitap gibi düşünülmesi, buradaki temel mesele bu gibime geliyor. Faşizmin ne olduğunu, faşizmin sadece zamanında İtalya’da, Almanya’da görülmüş

36

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

bir hadise olmadığını, faşizmin bugünün toplumları için güncel bir tehdit, Türkiye ya da başka bir ülke için güncel bir tehdit olduğunu ve toplumsal dinamiklerinin olduğunu ve ne yapıldığı zaman, hangi manzaraların bize faşizmi hatırlatan manzaralar olduğunu tane tane anlatmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum ben. Esas mesele bu. Çünkü siz bunun faşizm olduğunu tespit ettiğiniz ve söylediğiniz zaman bu kimseyi ırgalamıyorsa, sadece faşizmin iyi bir şey olduğunu düşündükleri için değil, ki onlar da var, Türk Nasyonal Sosyalistleri terimini kullananlar da var bugün internette, bunlarda var ama bunu ama faşizmi olumlu bir şey olarak düşündüğü ve bunu sakladığı için değil, faşizm ne alakası var diye düşündüğü için bunu üzerine almayanların çok fazla olduğu bir ortamda bunun neden kötü olduğunu anlatmaya ihtiyaç var bence. Çünkü kendiliğinden kötü olarak bilinmiyor. Ben sorudan zade durumdan görev çıkarttım, yani cevaptan zade durumdan görev çıkarttım. Onlara çok fazla girmek istemedim çünkü kuşkusuz toptancı bir şekilde konuşmamak gerekir ama gerçekten bugün hem milliyetçi dalganın, hem ulusalcı söylemin, birçok belirtisi, birçok söylemi, yönelimi, top yekun, derli toplu bir faşizmle damgalamak belki fazla olacaktır. Ama çok güçlü faşizan yönelimler içeriyor. Bu tespitinizi temel olarak ben de paylaşıyorum. Top yekun bir şey söylemiyorum kesinlikle. Dediğim gibi pek çok söylem, pek çok sembol, özellikle o düşmanlaştırma, şiddetli demagoji, sürekli tekrarlar, bunlar pratiğin temel özellikleridir. bir şeye takmak mesela, iki slogana, iki-üç düşman figürüne takmak ve sürekli onları tekrarlamak. Bu çünkü Goebbels’in, Nazilerin büyük propaganda Bakanı Goebbels’in propagandaya atfettiği çok özel bir önem var. O aklı ve genel olarak intelekti yani; zeka, akıl, fikir, yazı. Bu tür şeyleri propagandanın düşmanı olarak görüyor ve insanların aklına değil duygularına, hatta güdülerine hitap etmek gerektiğini ve buna propagandanın muktedir olduğunu ve propaganda dışı tartışma, konuşma biçimlerinin insanların o güdülerine indirgeyecek, güdülerinin ortaya çıkacak niteliği bozacağını söylüyor. Yani akıl bizi bozar diyor. Amiyane söyleyecek olursak. Mesela bunun özellikle ulusalcı söylemde çok belirgin olduğunu görüyoruz. Bu damgalayıcı, karalayıcı, sürekli tekrara, sürekli aynı formülleri yineleyerek, susturma, şeytanlaştırma söylemi. Bu çok belirgin bir faşizan belirti örneği. Başka belirtiler de söyleyebiliriz. Ana hatlarıyla katılıyorum ona. Onun için

37

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

durumdan görev çıkararak devam ettim.

KATILIMCI : Sizin konuşmanızın ortalarında belirttiğiniz bir şey vardı. Geçişlilikle ilgili. Milliyetçilikle, yurtseverlik arasındaki geçişlilik. Ya da bu çok sert bir duvarla ayrılmıyor. Hilmi Ziya ÜLKEN’den de bahsederken de benim aklıma gelen başka bir eseri Aşk Ahlakı diye bir eseri. Aşk Ahlakı diye bir kitabını okumuştum. Oradan gelen bir tespitiyle, doğru algıladımsa, sosyolojideki bu hareketliliğin, bu geçişliliğe zaten müsaade ettiğini, ilkelerin süreç içerisinde sosyal sarkacın konumuyla gidip geleceğini düşündüren bir ifadeydi. Şimdi arkadaşlar işte ulusalcılık, milliyetçiliğe yakın, işte oradan oraya geçişlilik var ya da şu anki bu faşizan yapıyı utanarak söylemek, utanarak Kavgam’ı söylemesi gerekirken açık açık referans gösteriliyor, bütün bunlardan aslında sürecin çok fazla dengesizlik içinde olmadığını görmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Fazla mı iyimser bilmiyorum ama. Sosyal sarkacın bir şekilde standarda ya da insan hakları varsa eğer böyle kavramlar, ya da çatının altında herkes yıkıldığında yok olacak gibi bir kural varsa dünyada bu kuralı gündeme getirebilecek biçimde yurtseverliğe doğru bir gidişatın olduğunu düşünüyorum. Çok yavaş bile olsa. Ama irin varken de onu patlatmadan ya da onu yaşatmadan faşizmi ya da milliyetçiliği yaranın iyileşmesi diye de bir şeyden söz edemeyiz sosyal anlamda diye düşünüyorum. Bilemiyorum doğru anlattım mı şeyleri ama. Bu ilkeler süreç içerisinde sosyal çalkalanmalar sonucunda ortaya çıkabilecek ilkelerdir. Hani bir gün Kavgam’da -rezalet bir şey, nasıl böyle düşünebilirsin- -işte faşizm kötüdür- ü algılayabilecek insanlar.

TANIL BORA : Ben anladığım kadarıyla mukabele etmeye çalışayım. Ben özellikle dünyanın çalkantı dönemlerinde, hep bu türlü konuşmalardan şunu hatırlamamız gerekiyor, iyi bir zamanda yaşamıyoruz, dünyanın iyi bir zamanında yaşamıyoruz. Toplumsal eşitsizliklerin her düzeyde alabildiğine derinleştiği bir zamanda yaşıyoruz, toplumsal yarılmaların çok derin olduğu, bütün dünya çapında ülkeler arasında ve ülkeler içinde olduğu bir zamanda yaşıyoruz ve işte modernleşme, endüstrileşme öyle insanlık dışı bir tempo kazandı ki insanlar dünyadaki yerlerini anlamlandırmak, ki biz ne yapıyoruz,

38

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

nereye gidiyoruz konusunda çok zorlandıkları, zorlanacağı bir zamanda yaşıyoruz ve buna çok insanların bu durumlarını çok tuzu kuru bir şekilde tarif edemeyiz. İşte tutunamayanlar, beceremeyenler, kaybedenler de işte milliyetçiliğe tutunuyor demek çok tuzu kuru bir açıklama. Dolayısıyla da bu durum da ve milliyetçiliğin de bu durumda gerçekten işte bu zorlaşan dünyada sadece hayatta kalmak, geçinmek anlamında değil, hayatın anlamını açıklamak anlamında da zorlaşan bir dünyada çok konforlu, çok rahat bir kimlik olduğunu hep söylüyorum ve bu kolaylık çok kolay onun alt edilemeyecek ve bizi çok kolay iyimser kılamayacak bir güç kazanmasını sağlıyor. Bir de unutulmaması gereken şöyle bir nokta var; Milliyetçiliğin güçlenmesi, politikanın içinin boşalması, politik etkinliğin zayıflamasıyla bence çok doğrudan bağlantılı. Şimdi Türkiye’de depolitizasyondan söz ediyoruz ya çok uzun zamandır. Aslında sadece Türkiye’de değil bütün dünyada çok güçlü bir depolitizasyon söz konusu. İşte siyasal partilerin hepsinin birbirine benzediği, ideolojisizleştiği, yani dünyayı açıklamaya ve değiştirmeye dönük büyük iddiaların çok zayıfladığı, kan kaybettiği, güç kaybettiği bir zaman ve politikanın yerini medya alıyor, halkla ilişkiler stratejileri alıyor, iktisadi süreç giderek politik tercihlerin dışında kendi kendine döner hale geliyor. Politikanın alanı gitgide daralıyor artı politika bir de itibarsızlaşıyor. Türkiye’de bu çok net, politik etkinlik hem ürkülen hem de itibarsız görülen bir etkinlik. Politikanın içi boşalıyor ve artı zemini boşalıyor. Bu geçmenin ise şöyle bir özelliği var, şöyle bir şansı var; kendisi de pekâlâ politik bir ideoloji olmasına karşılık politika üstü bir değerler sistemi olarak sunulma şansına sahip. Dikkat ederseniz mesela bir milli dava olarak tanımladığımız zaman politika dışı sayılıyor. Yani politik ayrımların, politik tartışmaların artık geçersizleştiği, çok açık artık hepimizin biat edeceği bir konu haline geliyor. Yani milliyetçilik hem kendisi politik bir ideoloji hem de kendisini politika dışı, politikaya neredeyse alternatif bir fikir olarak sunuyor. İşte cinayet malum korkunç Hrant Dink cinayeti sonrasında, hani milli duygularla işlenmiş bir iş olduğu zaman hani bunun politika dışı, doğal bir olgu haline gelmesi gibi. Bu anlamda milliyetçiliğin anti-politik diyebileceğimiz, yani politikanın altını iyice boşaltan bir işleyişi var. Ve olmayan politikayı ikame ediyor aslında ve milliyetçilikle uğraşmakta ona laf yetiştirmekten ziyade her meseleyi kendi içinde altını doldurarak yürütülecek

39

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

bir politikaya, yani politikanın yükselmesine, politikanın içerik kazanmasına ve canlanmasına bağlı bence. Ama bu bakımdan çok iyimser bir zamanda değiliz.

AV. GÜRBÜZ ÖZALTINLI : Süremiz tamamlandı gibi, yani çok zorunlu değilse dilerseniz yorduk Tanıl Beyi bitirelim burada. Yukarıda da kokteylimiz var, ayaküstü de sohbetimiz olur.

TANIL BORA : Bir soru daha alalım, son olsun.

AV. GÜRBÜZ ÖZALTINLI : Peki öyle yapalım.

AV. SATILMIŞ ALTINOK : Şimdi ben birde şunu söylemek istiyorum. Burada bir de devlet-kişi ilişkisine bakmak gerekir diye düşünüyorum. İnsani değerler yerine devleti kutsadığımızda her türlü insanı, hukuku da hiçe sayabilirsiniz, insan haklarını da hiçe sayabilirsiniz, demokrasiyi de hiçe sayabilirsiniz ve bunu kendinize hak görebilirsiniz. Yani bu açıdan bakmak lazım, milliyetçiliğin en olumsuz yönlerinden biri de olarak düşünüyorum ben, bunu da ilave etmek istedim. Bir de Aydın Bey’in söylediği bir şey vardı ona katılamıyorum, sizin anlattığınız tanıma göre, ulusalcılık değil de yurtseverlikte, coğrafi sınırlarla belirlenmiş diye bir şey söyledi yurtseverlik, insani değerler nerede kalacak dedi. Bence tam tersini düşünüyorum. Yurtseverlikte insani değerleri de ele alabilirsiniz, çünkü ileriye dönük bir bakış açısı olduğu için ortak insani değerleri de yurtseverliğin içine alabiliriz diye düşünüyorum ben. Bunu da belirtmek istedim.

TANIL BORA : Bu da cevap, kifayeti müzakere edebiliriz. Cevap vermek gerekmiyor. Teşekkür ederim. Sağ olun.

40

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

41

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - IIANKARA BAROSUFelsefe Kulübü

2. Toplantı

DÜNYA BİZE DÜŞMAN,BİZ DE DÜNYAYA

Ayşe HÜR

28 Nisan 2007Ankara Barosu Kültür Merkezi

42

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

43

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

AYŞE HÜR : Hoş geldiniz. Çok özür dilerim, istemeyerek geç kaldım. Ankara’nın yabancısıyım, yanlış bir adres almışım sonuçta kavuştuk. Biraz da gerildim tabii bu yoğun arama telaşı içersinde. Beni davet ettiğiniz için öncelikle çok teşekkür ediyorum, Onur verdiniz, çok mutlu ettiniz. Bilmiyorum sizleri buraya geldiğinize değecek bir konuşmayla karşılayabilecek miyim? Çünkü biraz başlığımı seçerken bu kadar geniş kapsamlı bir konuya daldığımı fark etmemiştim. Size sanıyorum o yapılan duyurularda bir parça dünya bize biz dünyaya karşı gibi kendini hem anlatan hem anlatmayan bir başlık seçmişiz. Aslında benim aklımda bir parça bu komplo teorilerinin, komploculuk zihniyetinin Türk milli kimliğinin oluşturulmasındaki rolü gibi bir alt başlık vardı. Sonra buna değinirken, bunun arka planına gitmek gerektiğini düşündüm derken uzun bir konuşma hazırladım. Ama sonra bunun söyleşi formatında bir toplantı olduğunu öğrendim. Demek ki konu başlıklarını açtıktan sonra sizin katkılarınızla ilerlemem daha doğru olacak.

Şimdi, öncelikle darbe arifesinde bir atmosferde toplandığımızı hissediyorum. Hepimizin bir parça gergin ve endişeli olduğunu tahmin ediyorum. Ben en azından gece üçe dörde kadar televizyonlarda neler oluyor bitiyor diye izlemeye çalıştım. Belki çoğunuz da böyle geç yattınız bu gece. Buraya buna rağmen gelmeniz bence çok hakikaten beni çok mutlu etti, çok mahcup etti. Çok teşekkür ediyorum. Dün gece yaşadığımız olay bende hakikaten tam bir de javu etkisi yarattı. Yaşım 51. 1960 ihtilaline giden dönemi çocuk olduğum halde hatırlıyorum. Urfa’daydık. Annem babam öğretmendi. Annem de sol eğilimli bir hanımdı. Oradan oraya sürgün edilen bir aileydik. O yıllarda darbe olsa diye bekleyen bir aileydi. Öyle hatırlıyorum o zamanki psikolojiyi. Sol eğilimli oldukları halde çok mutlu olmuştu bizimkiler askerlerin müdahalesini duyunca. Halbuki ben aklım erdiği zamanlarda yaşadığım darbelerin hiç mutlu olaylar olmadığını çok iyi anladım. Bugün de ilk kez dün gece yine aşamadık mı bu tehlikeyi diye düşündüm. Yaşadığımız bu gerilim tam benim konumla örtüşen bir şey aslında. Yani ordunun siyaset yaşamına bu kadar çabuk dahil olabilmesinin çok güçlü bir alt yapısı var Türkiye’de. Endişelerle dolu bir toplumuz. Korkularımız var. Bütün dünyanın bize düşman olduğunu

44

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

düşünüyoruz. Her an bizim birliğimize, bütünlüğümüze, kimliğimize yönelik çok ciddi bir saldırı bekliyoruz. Böyle olduğu bir dönemde de güçlü bir koruyucu, baba figürü olarak devlet ve onun elinde silahı olan abisi veya mahallenin güçlü delikanlısı rolündeki ordunun müdahalesinden sevinç duyuyoruz.

Şimdi Türk ulusal kimliği niye bu kadar kırılgan, niye bu kadar endişelerle dolu, niye bu kadar yaralı, niye bu kadar kuşkucu diye baktığımızda, bunun kökenlerini bulmak için Osmanlının son dönemine kadar gitmek gereğini düşünüyorum. Milli kimliğin oluşmaya başladığı bir dönem olarak Osmanlı’ya gitmenin çok mantıklı bir boyutu var ama bizim tarih yazımımızda, Osmanlının son dönemi ile Cumhuriyet arasındaki devamlılık konusu üzerinde çok durulmadığı için sanki o dönemde yaşananlar oraya ait şeylermiş, daha sonrakiler apayrı parametreler üzerine kurulmuş olaylar, olgularmış gibi düşünülür. Halbuki bu gün yaşadığımız gerilimler tümüyle, o çöküş döneminde başlayan bir yaralanma hali üzerine yaşanıyor. Milli mücadelenin başındaki Sevr anlaşmasıyla ilgili olarak belleklere yerleşen çok ciddi bir bilgi ya da algı var: Batılı ulusların, emperyalist ulusların veya emperyal güçlerin bizi (ki bu ‘biz’ in kim olduğunu da analiz etmeliyiz) parçalara bölmek, bölerek yok etmek istediği şeklindeki o kadim bir korkumuz o dönemde ortaya çıkıyor.

Örneğin son zamanlarda sıkça gündeme gelen Pontus’un yeniden kurulması meselesi yine o döneme ait bir sorunsal. Daha sonra İslamcı çevrelerde ortaya çıkan “İttihat Terakki’nin Cumhuriyeti kurması, Halifeliği kaldırması Haçlı Siyonist komplosudur” şeklindeki komplocu inanışın da kökü o dönemdedir. Bunlar günümüze kadar yoğunlaşarak üst üste katmanlar halinde komplocu bir zihniyet yapısı oluşturmuştur. “ABD Türkiye’ye Ilımlı İslam Cumhuriyeti rolü biçti, bunun ardı şeriat devletidir”, “ABD Bağımsız Kürt Devleti’ni kurmaya çalışıyor” veya “Yabancılar petrol ve bor kaynaklarımızı çıkarmaya izin vermiyor” türü olanları hızlıca geçiyorum. Ama, İsrail bayrağındaki iki beyaz çizginin Tevrat’taki “Nil’den Fırat’a kadar uzanan Arz-ı Mevud” yani

45

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

“Vaat Edilmiş Topraklar” söylencesini sembolize ettiğine inananlar, epeydir İsrail’in GAP bölgesinde gizli gizli toprak satın aldığını iddia ediyorlar. Hatta geçtiğimiz yıl bir parti başkanı yaklaşık 2 bin İsrailli kadının Şanlıurfa’daki İtalyan Hastanesi’nde doğum yaptığını, kimliklerinde doğum yeri olarak da Türkiye-Şanlıurfa yazan bu çocukların büyüyünce Urfa yöresine gelip yöreyi ele geçireceklerini söyleyerek konuyu TBMM’ye taşıdı. Valilik şehirde İtalyan Hastanesi olmadığı, olmayan bir hastanede doğum yaptırılamayacağı, Türk vatandaşı olmayan şahıslara arazi satılmadığı gibi yabancılara doğum belgesi verilmediği cevabını verdi ancak, ne bu cevap ne de MİT, Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve kadastro müfettişlerinin bölgede yaptığı araştırmalar içleri rahatlatmamış olmalı ki, Anayasa Mahkemesi yabancılara toprak satışı kararını iptal etti.

İstanbul’da bir araştırma çalışması dolayısıyla çok alt kesimlerde yaygın olduğunu gördüğüm bir komployu da aktarıyım. Fener Rum Patrikhanesi’nin etrafındaki mülklerin özel kişiler tarafından satın alındığına ve buranın AB desteğiyle Vatikan benzeri bir oluşum yapılacağına dair bir komplo teorisinin çok yaygın bir şekilde mülk sahibi olsun olmasın bölgede yaşayan insanlar arasında büyük endişe yaratacak şekilde canlı tutulduğunu gördüm ve çok şaşırdım. Özetlersem, her Türk vatandaşı, ülkemizi, dinimizi ve milletimizi bölmeye yönelik gizli, açık, sivil, dini, rasyonel irrasyonel, her türlü yıkıcı faaliyet karşısında daima uyanık olmak zorunda hissediyor. Bakıyorsunuz bir hatip bu kalıp cümleyi radikal İslam tehlikesine karşı Türkleri teyakkuza çağırmak için kullanıyor. Başka bir yerde başka birisi bölücü faaliyetleri bu kez etnik kimlik tanınması talepleriyle ilintilendiriyor. Bu tehlikelerin arasında esnek bir hiyerarşi var. Dünya konjonktürü kadar, ülke içi gelişmelere bağlı olarak, bazıları öne çıkıyor, bazıları gözden düşüyor. Örneğin bugün Avrupa Birliği asli bölücü rolü görüyor. Ama maruz kaldığımız tehdidin, içi boş bir tehdit olmadığını, hayata geçtiğini göstermek için Avrupa Birliği ile zoraki ilişkiler, Kürt sorunu, Kıbrıs, yeterli inandırıcılıkta olmadığı zaman bu sefer toplumsal bilinçaltımızın derinlerindeki katmanlara hitap ediliyor ve kendi milli varlığımıza dönmemizi sağlayabilecek bir tema mesela misyonerlik faaliyetleri gündeme getiriliyor.

46

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Sonuçta böyle bir zihni tıkanma içerisindeyiz. Ama bunlar nereden geliyor diye baktığımız zaman, komplo teorilerinin ortaya çıkışı 19.yüzyılın sonuna kadar götürülebilir ama en büyük ivme 1970’lerden itibaren yaşandı. Bu patlama, globalleşen dünyada fazla bilgi bombardımanı altında kalan, değişik uyaranların etkisi altındaki insanların bilgileri bir araya getirmekte zorlandığı, karmaşıklaşan bu bilgi örüntüsünü anlamlandırmakta zorlandığı bir dönemde kendisi için bazı referans noktaları aramasının bir sonucu. Antropologlar komplo teorileri ile mantık-öncesi inançlar arasında benzerlik kuruyorlar. Tıpkı ilkel insanların içinde yaşadıkları dünyayı anlamlandırırken yaptıkları gibi, globalleşen, karmaşıklaşan, doğrudanlıktan ve tekdüzelikten hızla uzaklaşan bir dünyada çeşitlenen bilgi bombardımanı altında, çetrefil yapıları, kurumları ve bunlar arasındaki çok yönlü ilişki ağlarını anlamlandırmada zorlanan bireye, bunları kendi küçük grup ilişkileri çerçevesinde kişiselleştirme imkânı veriyor. Bir kere iddialarının bilimsel kıstaslarla kanıtlanması ya da reddedilmesi mümkün olmadığından kolaylıkla ortadan kalkmıyorlar. Kitlelerin hükümetler, holdingler, dinî cemaatler, medya gibi aktörlere karşı duydukları kuşkucu tavır bu ilgiyi güçlendiriyor.

Örneğin Türkiye’de yaşayan biri ekonomik, siyasal ya da toplumsal anlamda ülkesini, dolayısıyla da vatandaş olarak kendisini üzen bir olayla karşılaştığında: “Bize kötü bir şey yapılıyor, bu kötü bir şeyin bir açıklaması olmalı, bunun bir modeli olmalı…” diyor ve o modeli gidiyor, dönüyor tarihin belli bir döneminde Armageddon’da, Sevr’de, Pontus’ta, İsrail’in kuruluş öyküsünde falan buluyor. Fakat bu bağı boş bir zihniyet alanında kurmuyor, zaten çok mümbit bir toprak var komplocu düşünce üreten merkezler açısından. Bu toprağı anlamak için Osmanlının son dönemlerinden itibaren Batı ile aramızdaki bir çeşit aşk ve nefret ilişkisine bakmak gerekiyor.

Batıyı hem aşılması gereken, hem de ulaşılması gereken, kıskançlıkla izlenen bir model olarak görme, onu bir türlü aşamayacağını bilmenin getirdiği ya da aşamadığını görmenin getirdiği bir rahatsızlık duygusu ile sürekli onu reddediş içinde olmanın getirdiği ikili tutum içerisinde gelişmiş veya oluşmaya başlamış Türk milli kimliği. Osmanlının son dönemlerine baktığımız zaman Batıyı önce anlamaya çalışmayan, onu görmezden gelen bir elit kesimi görüyoruz.

47

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Daha sonra savaşlarda ve silah teknolojisinde geri kalmaya başladığı zaman, onu mutlaka aşması gerektiğini hissederek Batıya ilk kez işte elçiler gönderiyor, işte 1790’larda Avusturya’ya bir sefir gönderiyor. Ratıp Efendi, son derecede akıllı, gözlemci bir adam. Diyor ki “Batıyı Batı yapan, sadece teknik gelişme değil. Burada bir de fikir özgürlüğü var, demokrasi diye bir şey var. İnsanlar konuşuyorlar, tartışıyorlar, birbirlerinin fikirlerini dinliyorlar, siyaset yapıyorlar. Batı’dan bunu da almamız lazım bizim”. Ama bu Osmanlı eliti açısından çok anlam ifade etmiyor. Onlar şimendiferler getiriyorlar, vapurlar getiriyorlar, güzel binalar yapıyorlar, Dolmabahçe sarayını inşa ediyorlar, modernleşmek için demiryolları yaptırıyorlar, Bağdat demiryolu anlaşmasını yapıyorlar. Böyle yüzeysel modernleşme çabaları ile Batının o düzeyine yetişebileceklerini düşünüyorlar. Halbuki, Batı’nın teknolojik gelişmişlik düzeyi onun toplumsal, ekonomik ve kültürel ortamından kopuk değil. Aksine teknoloji ile kapitalizm arasında, sınıf mücadelesi arasında, sömürgecilik ve emperyalizm arasında doğrudan bir bağ var. Aynı şekilde Reform’dan Rönesans’a, demokratikleşmeden siyasi partilerin oluşumuna kadar uzanan bir yelpaze var. Batı’dan kısa yoldan öğrenilenlerle eski düzeni ihya etmeye soyunan seçkinler, bu projeyi halkın onayını almadan tepeden inmeci şekilde uygulamaya kalkışınca dönemin Batılılaşmacı münevverleri de halkın gözünde Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası romanında hicvettiği Bihruz Bey gibi alafranga züppelere dönüşüyorlar.

Halkta Batıya karşı bir küçümseme ve uzaklık duygusu yeşerirken, Entelijansiya henüz giyim kuşamla, müzikle, Fransızca konuşmakla, Alafranga sohbetler yapmak, yemekler yemekle, Batılı olmanın güzel bir şey olduğunu düşünüyorlar. Bu dönemdeki edebiyata bakarsak -ki edebiyatı ben milli kimliği oluşturan kurucu unsurlardan biri olarak çok önemsiyorum, yani bir dönemi anlamak için sadece siyasi belgelere bakmak, gazetelere bakmak ya da işte diplomatik yazışmalara bakmak çok yeterli olmayabiliyor. Orada edebiyatın içerisinde çok önemli ipuçları var. O dönemin insanı neyi nasıl algılıyor şeklinde- örneğin Şemsettin Sami’nin eserlerinde veya Halit Ziya Uşaklıgil’in eserlerinde Batı medeni, saygı duyulacak, bize yabancı ama yine de özenilecek bir unsur olarak yer alıyor. Fakat bir sevgi ilişkisi yok arada. Mesafeli, belli bir bakış var.

48

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

1908’den sonra, 1908 devrimiyle birlikte bazı reformlar yaparak Batı tarzı bir yönetim sistemine geçtiğini düşünen İttihat Terakkiciler Batıdan bu yaptıkları için yeterince takdir görmeyeceklerini anlayınca ilk şok yaşanıyor. Bu takdir görmeme somut olaylarla acı bir şekilde ortaya çıkıyor. Trablusgarp ve Balkan Savaşlarıyla Batı Osmanlı ülkesinde olup biten o modernleşmeci çabaları çok da önemsemediğini gösteriyor ve bütün uluslararası teamülleri zorlayarak Trablusgarp’ı elimizden alıyor. ‘Elimizden” derken imparatorluk jargonu ile konuşuyorum, yoksa Trablusgarp’ın Osmanlı’nın elinde olması bir hak mıydı da bu kadar büyük haksızlığa uğradık duygusu yaşandı konusu ayrı. İş Trablusgarp’la da bitmiyor ve Balkan Savaşları ile imparatorluk küçülmeye başlıyor. O dönem milliyetçilik akımlarının da güçlenmeye başladığı bir dönem. Yani çift taraflı bir ilişki var. Batı bölmeye çalışmıyor ama o topraklarda, Batıda filizlenmiş uluslaşma düşünceleri için çok mümbit bir alan var ve oradaki topluluklar, etnik, dinsel ve dilsel gruplar, artık emperyal çerçevenin (hele de Osmanlı İmparatorluğu’nun içte nasıl zayıf olduğunu bildikleri için) geleceği için bir güvence sağlamadığını bildiklerinden başlarının çaresine bakmaya başlıyor. Yunanlılar bu konuda başı çekmişlerdi bildiğiniz gibi. Daha 1820’lerde bağımsızlıklarını koparmışlardı. Bulgarlar, Arnavutlar derken Payitahtta Batı ile ilk kez ciddi bir yüzleşme yaşanıyor. “Batı, demek ki bizi sevmiyor, bizi bölmek istiyor, bizi parçalamak istiyor” fikri ilk kez o zaman zihinlere yerleşmeye başlıyor. Bu da biraz Batıda olup bitenlere çok uzak olmakla ilgili. Hep söylerler, Namık Kemal Paris’e gitmiştir, Marx’la yan yana kafelerde oturmuşlardır ama hiçbir zaman tanışmamışlardır diye. Veya mesela Tevfik Fikret, terekesindeki kitaplarına bakıldığı zaman üç beş Batılı yazar dışında bir çeşitlilik yoktur. Yani Osmanlı aydını o yıllarda Batı’daki fikir dünyasındaki gelişmelerden pek haberdar değildir. Bu yüzden de o milliyetçilikle ilgili gelişmeleri de çok algılayamamıştır, ne olup bittiğini algılayamamıştır. Dolayısıyla, imparatorluğun aslında çok doğal olan parçalanma sürecini hep ihanet paradigması içine yerleştirmiştir. Balkan Savaşlarından sonraki dönemi milli kimliğin Türklük temelinde inşasının başladığı geçiş dönemi olarak adlandırmak mümkün. Bu dönemde gerek siyasi kadroların gerekse edebiyatçıların Batıya ilişkin tavırlarında önemli bir farklılaşma başlıyor. Bu dönemin en tipik edebi temsilcilerinden Hüseyin

49

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Rahmi ilk romanlarında Osmanlı, Türk, Rum, Ermeni, Frenk gibi tanımları hümanist bir bağlamda kullanırken örneğin 1899’da yayınlanan Metres adlı romanındaki bir kahraman ‘Ben Şarklıyım. Avrupa adetlerine gösterdiğim hayranlığa bakma, bu halim dıştadır, bende o kadar medeni Avrupalı havası yoktur” derken, Balkan felaketi sırasında yazdığı Cadı’da “Bu memlekette üstün ve başarılı yaşamak için Türk’ten başka şey olmak gerekiyor. Yurdumuzda Alman, İngiliz, Fransız, Rus üstünlüğü her şeye söz geçirmesi her gün bizi biraz daha kaplayarak boğuyor” diyor. Bu dil Batı’nın artık bizi geliştiren değil, bizi engelleyen bir güç olarak algılanmaya başladığını gösterir. Balkan yenilgisinin acısını en derinden hissedenlerden biri olan Ömer Seyfettin’e göre Türkler medeniyet yollarını açmışlar, Batılılar, Hıristiyanlar ise Türklere hainlik etmişlerdir. Bu dönemin özelliklerinden biri de Batı düşmanlığı ile gayrimüslim azınlık düşmanlığının artık örtüşmeye başlaması. Yani eleştirilen Batı mı yoksa Hıristiyanlık mı, ya da azınlıklar mı anlaşılamaz haldedir. Ömer Seyfettin bu konuda müthiş sert bir dil kullanır. Örneğin Primo Türk Çocuğu, O’nun çok meşhur bir hikayesidir, orada öyle analojiler öyle metaforlar kullanır ki artık hakarete varan ifadelerle hem Batı, hem de Batının uşağı olarak nitelendirdiği Yunanlık, Rumluk, Bulgarlık gibi kavramlar azınlıkların düşman olarak ve Batının işbirlikçisi olarak kurgulanması hikayenin omurgasını oluşturur. Ama bir yandan Ömer Seyfettin’de bile, Ermenilerin, Yunanlıların, Bulgarların bir millet olabilme hasleti kıskançlığa yol açar. Biz niye Ermeni gibi değiliz, niye Rum gibi değiliz, niye Yahudi gibi değiliz diye sorar. Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri Destanını yazdığı dönem budur. Tam Batıdan kazık yemiş ciğeri parçalanmış bir İslam entelektüelinin tepkisidir bu şiir:”Nerede gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı/dedirtir yırtıcı his yoksulu sırtlan kümesi/varsa gelmiş açılıp mahbesi Yahudi kafesi” yani Batı en kötü bir imge olarak artık zihnimize nakşedilmiştir.

Peki, bu dönem Batı ile ilişki böyledir ama Doğu’yla iyi midir? Doğu’yu seviyor mudur Osmanlı aydını derseniz, orada da problem vardır. Türklerin Doğu ile Batı arasında kalmışlığı o dönemden kalma bir durumdur zaten. Çünkü Osmanlı emperyal bir bakış açısına sahiptir. Bir emperyal yapı aslında

50

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

tebaasını oluşturan toplulukları sevmek durumunda değildir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Habsburgları da kimseyi sevmemiştir herhalde. Sevme sözü çok burada anakronik, bağlam dışı yani münasebetsiz bir laf ama bir anlamda o dönemde payitaht ile çevre arasındaki ilişkileri anlamakta kolaylık sağlar diye kullanıyorum. Osmanlı Doğuya bir parça üstten bakar, hani Batı’nın emperyalist projesini anlatmakta çok kullanılan ‘Beyaz Adam’ın yükümlülüğü” lafı vardır. Osmanlı da Doğu’ya, Batı’nın Osmanlıya baktığına benzer bakar. Orayı medenileştirmek gerektiğini düşünür. Gerçi bu böyle bir Batı oryantalizmi gibi yılların bilgi birikimine dayanan çok sistematik, kurumsallaşmış bir bilgi değildir. Ama yine de yeterlidir Doğu’yu yönetmek için. İşte oraya, Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuad Paşa, Cevdet Paşa, Mithad Paşa gibi önemli entelektüel devlet adamlarını gönderir. Demiryolu götürür, aşiret mektebi açar, oranın çocuklarını alır o aşiret mekteplerinde okutur. Amacı Arabistan’ı medenileştirmektir, modernleştirmektir.

Ben son yıllara kadar Osmanlı’nın Doğu’yla ilişkisi Batıyla ilişkisi kadar belki belirleyici olmadı diye düşünüyordum ya da en fazla onun kadar etkiledi diye düşünüyordum. Ama şimdi bu son yaşadığımız olaylarda bunun da çok çok önemli bir bileşen olduğunu düşünmeye başladım. Türk kimliği bir şekilde kendini sürekli ihanete uğramış olarak tanımlıyor ya, bu Araplarla ilişkili tarihimizde çok somutlaşıyor. Arapların milliyetçilik hareketlerinin Osmanlı aydınlarını Balkanlardaki olaylardan daha çok sarstığını düşünmeye başladım. Çünkü Balkanlar’da Arnavutlar dışında kalanlar Hıristiyan idiler. Dolayısıyla davranışlarını ‘ihanet’ olarak adlandırmakla birlikte anlamak daha mümkündü. Halbuki Araplarla İslam ortak paydası vardı. Bu ortak paydadan dolayı hiç ayrılıkçı davranışlar içinde olacakları umulmuyordu. Hatta Abdülhamit döneminde Araplar neredeyse kurucu unsur haline getirilmeye çalışıldı, Araplarla ilişkilerimiz ihya edilmeye çalışıldı. Ama Araplar aynen Balkanlar ülkelerindeki gibi milliyetçilik akımlarına kapıldılar. Bunu Osmanlının anlaması imkansızdı. ‘Sırtımızdan hançerlendik’ retoriği bu dönemin ürünü olarak ortaya çıktı.

51

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Mesela bunun edebiyata ve entelektüel dünyaya yansımalarını Ahmet Haşim’e karşı tavırlarda görmek mümkün. Ahmet Haşim biliyorsunuz Arap kökenli, Bağdat doğumlu bir yazar, ama bütün hayatı boyunca anılarında veya onun üzerine çalışan Beşir Ayvazoğlu’nun eserlerinde görülür ki, Arap olmaktan dolayı çok taciz edilmiş bir yazardır. Hem Osmanlı’nın geçiş döneminde yaşamıştır, hem de Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamıştır bu tacizi. Mesela Ahmet Haşim, Çanakkale savaşına ihtiyat zabiti olarak katılır. Ancak hükümet, savaşı uzaktan takip eden şair ve yazarları savaş destanı yazmaları için Çanakkale’ye gönderirken, onunu gibi savaşı bizzat yaşayan birini yok sayar. Yakup Kadri’ye göre, Çanakkale’ye gönderilen heyet Türkçülerden oluşmuştur, Haşim ve Süleyman Nazif aslen Türk olmadıkları için davet edilmemişlerdir. Yahya Kemal dahi, Haşim’le rekabetinde, onunla ömür boyu süren yarı açık yarı gizli çekişmesinde O’ndan hep “Arap Haşim” diye söz eder. Onu taciz edenler arasında Nazım Hikmet, Sadri Ertem gibi solcular da vardır. Mesela Nazım Hikmet Resimli Ay’da yayınlanan Ahmet Haşim’le ilgili şiirinde “Atlas yakalı sarhoş sofralarında Bağdatlı bir dilencinin çaldığı saz”, “sarhoş sofralarında Arabistan fıstığı satanlar”, “Bağdadi şaklaban” gibi ifadeler kullanıyor. Bütün bunlar çok açığa çıkmamış, hep gizlenmiş bir yanımızı düşündürüyor. Arap düşmanlığı Türk kimliğinin en az irdelenen yanı. Örneğin sol bu konuya hiç eğilmemiştir. Yani bir çeşit sanki meşruiyeti bile vardır Arap düşmanlığının, çünkü Araplar daha geridir, hatta bugün yaşadığımız laiklikle ilgili sorunlar oradan bize taşınmıştır diye bakılır. Kim olduğunu hatırlamıyorum ama 1937’lerde bir cumhuriyet dönemi bakanının “Türkler Orta Asya’dan gelirken 500 km daha yukarıdan geçselerdi, tarihimiz çok daha değişik olacaktı” şeklinde bir yazıklanması vardır. Fakat 500 metre aşağıdan geçmiş yolumuz ve İslamiyet ile birlikte oluşmuş Türk kimliği, bunu kabul etmek pek çok kişiye zor geliyor.

Bu Batı ile gerilimli ilişki, Doğu’ya tepeden bakış derken Milli Mücadele dönemine doğru giderken Batı ile ilişkilerimizde bugüne kadar etkisi süren çok derin travma yaratan olay, biliyorsunuz Sevr Antlaşması. Bu benim çok önemsediğim problematik bir olay. Sevr meselesini çözmeden Türk kimliğinin sağlıklı bir hale gelmesi çok zor gibi görünüyor bana. Neden

52

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

derseniz, Bu hem o dönemden bakıldığında Batı’nın yaptığı işler arasında hakikaten kötü bir örnek, hem de bugün yaşadığımız pek çok olayı açıkladığı sanılan bir şablon işlevi görüyor. Bu şablon ne derseniz, büyük devletler aralarında toplanıyorlar, oturuyorlar ve bir coğrafya hakkında karar veriyorlar ve belli politikaları uygulamaya koyuyorlar. Sonuçta bu bir şekilde başarıya ulaşamıyor ama bu plan hiçbir zaman masadan kalkmıyor. Yani Batı, 80 yıldır aynı tip planları ne yapıp edip uygulamaya koymak için uygun fırsat kolluyor. 1990’larda Süleyman Demirel’in güncellemesiyle bizim jargonumuza giren “Sevr’in yeniden diriltilmesi” paranoyasını bir kalıp düşünce olarak iyi bir yapı-sökümüne uğratmamız gerekiyor. Şimdilik derinleşmiyorum ama eğer soru sorarsanız Sevr neydi? Nasıl gündeme gelmişti, neleri hedefliyordu, sonunda ne oldu diye merak ederseniz, sorular bölümünde tartışırız. Ama bunun çok önemli bir tıkanıklık meselesi olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Bu Sevr handikabı atlatıldıktan sonra Cumhuriyet döneminde Batı ile ilişkiler yeniden tanımlandı. Tabi çok zor bir şeydi bu tanımlama. -Bu arada fark ettim ki, konuları birbirine ekledim büyük bir hızla gidiyorum. Siz de beni durdurmuyorsunuz ama arada aralar verebiliriz. Öyle yaparsanız da hiç rahatsız olmam çünkü samimi bir sohbet olmasını diliyorum.- Kemalizm’in paradoksu Batı’ya karşı bir anti-emperyalist savaşla kurulduğu iddiası idi ki ben buna iddia diyorum, çünkü böyle bir şey yoktu hakikaten. Yedi düvele karşı falan savaşmadık. Bilindiği gibi emperyalist ligin o yıllardaki lideri İngiltere’nin esas derdi sömürgelerine giden Hindistan Yolu’nun ve onun başlangıç noktaları olan Boğazlar ve Süveyş Kanalı’nın güvenliğini sağlamaktır. Bu yüzden de sıcak denizlere inme hayali kuran Rusya’ya karşı Kıbrıs ve Mısır hariç, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü Birinci Dünya Savaşı’na kadar desteklemiştir. Bu politika Osmanlı İmparatorluğu Almanya ile ittifak halinde Birinci Dünya Savaşı’na girince radikal olarak değişir. 1917’de Rusya’da Bolşevik Devrimi olunca da iş Osmanlı topraklarını paylaşmaya kadar götürülür. Başını “Türklerin barbar, Hellenler’in ise medeni olduğuna” yürekten inanan Lloyd George’un çektiği ekip Süveyş Kanalı’nın ve Hindistan Yolu’nun güvenliğini sağlama işini Venizelos gibi bir Batı hayranının başta olduğu Yunanistan’a aktarmayı önerir ve Yunanlıların Anadolu çıkarması başlar. Ama o dönemini birincil kaynaklardan ya da

53

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

belgelerden incelerseniz, aslında Batılı emperyal güçlerle yüz yüze hemen hemen hiç çarpışma olmadığını görüyoruz. Sadece Ege’de Rumların bulunduğu yerlerde Yunanlılarla yaşanan çatışmalar var. Onlar da çok ufak tefek şeyler. Kilikya Bölgesinde Fransızlarla birlikte gelen Ermenilerle yaşanan bazı çatışmalar var. O da 1915–16 tehcirinden dolayı oradan gönderilmiş adamların geriye dönüp intikam almak ya da mal ve mülklerini geri almak için yaptıkları saldırılar. Bir de Doğu’da Ermenilerle yaşanan çatışmalar var ki o da yine aynı sözünü ettiğim tehcir olayının bir devamı. Hatta emin değilim ama galiba Enver Ziya Karal “Nerede bir Ermeni ya da Rum meselesi varsa, orada bir Milli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmuştur” der. Onun dışında büyük devletlerle olan ilişkiler aslında diplomatik düzeyde gerçekleşmiştir. Ta ki İngilizler İstanbul’u işgal edene kadar ki o işgal bile esas olarak Batılı devletlerin kendi aralarındaki bir çatışmanın sonucudur, İstanbul’u ele geçirmek Fransızlarla İngilizler arasında bir yarışma konusudur ve İngiliz devlet kurumları arasında çok ciddi tartışmalar sonucu alınmıştır. Sömürge Bakanlığı başka bir şey söylemiştir, Savaş Bakanlığı başka bir şey, Winston başka bir şey söylemiştir. Fakat ondan sonra da Fransızlarla ilişkiler barışçıl bir şekilde çözülmüştür. İtalyanlar zaten Yunanlıların çıkartıldığı yerlerde gözleri olduğu için önce Yunanlılarla çatışmışlar sonra da taslarını taraklarını toplayıp gitmişlerdir. Hatta İtalyanlar giderken bizim Refet Bele falan gibi Milli Mücadelenin kahramanlarını gemileriyle Antalya’ya taşımışlardır. Sanki siz bu İngilizlere gününü gösterin gibilerden. Fransızlar Antep’ten Adana’dan çekilirken beş altı tane uçak bırakmışlardır, büyük ölçüde mühimmat bırakmışlardır.

Ama bizde anti-emperyalist bir mücadele vermiş gibi bir retorik egemendir. Batı’ya karşı olma üzerine kurulmuştur Cumhuriyet. Batı düşmandır, yani ötekidir. Çok kullanmadığım bir terim ‘öteki’ ama tarihin her döneminde ‘öteki’ diye bir şey vardır. Elbette ‘öteki’ diye bir şey olacaktır da. O dönemin kurucu ötekisi Batı ama bir yandan da ulus, laiklik, cumhuriyet gibi tamamen Batı düşüncesinin terimleri ve kurumlarıyla yeni bir devlet, yeni bir düzen kurmaya kalkmıştır Mustafa Kemal ve ekibi. Sonuçta bu paradoksu çözmek için Ziya Gökalp’in hars ve medeniyet ayrımına, kültür ve medeniyet

54

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

ayrımına sığınmıştır. Yani medeniyet evrenseldir ve kültür yereldir, özeldir. Biz kültürümüzü koruyalım medeniyeti bir şekilde ucundan paylaşmamızda bir mahzur olmaz demiştir Kemalistler. Halbuki şunu gözden kaçırmıştır. Medeniyet ve kültür dediğimiz şey ya da Batı medeniyeti ve Batı kültürü denilen şey birbirinden kopuk kavramlar değildir, ikisi birbiriyle etkileşim içerisinde oluşmuştur. Yani Batı’da eğer bugün bir gelişme düzeyi, eğer özendiğin, beğendiğin, almak istediğin bir yapı, bir gelişkinlik, bir değerler manzumesi varsa; o belli bir tarihsel bir sürecin sonucudur. Feodalitenin, burjuvazinin doğuşunun, dünya ticaretinin, kapitalist birikimin, Reformun, Rönesansın sonucudur. Sanayi devrimini, bilimsel teknolojik devrimi, işçi sınıfı mücadelesini birbirinden ayırıp da Batı medeniyeti-Batı kültürü veya Türk medeniyeti veya evrensel medeniyet tarifleri yapmak hakikaten zayıf bir noktasıdır Ziya Gökalp milliyetçiliğinin. Ama Mustafa Kemal bunu bir ölçüde kullanabileceğini düşünmüştür, bu kavramsallaştırmayı bir kaldıraç olarak kullanmıştır ve Batı ile ilişkilerini siyasi düzlemde asgariye indirmiş, ama dörtnala Batı tarzı devrimler yapmaya başlamıştır. Ölçü sistemlerinden takvime, giyim kuşamdan alfabeye, hukuk sisteminden laikliğe uzanan değişiklikler. Bunlardan murat hem bir yandan Osmanlıdan beri aşk ve nefret ilişkisi içerisinde olduğu Batıya yetişmek, bir yandan da Doğudan tümüyle kopmaktır. Yani ikili bir yanı vardır bu devrimlerin ve sonuçta Mustafa Kemal’in o meşhur sözüyle “biz bize benzeriz” diye tabir edilen ve hakikaten bize benzeyen bir yapı ortaya çıkmıştır. Gerçi diyeceksiniz ki; kim kime benzemez, herkes kendisine benzer elbette. Bu da ileride mazeret olarak kullanılan bir tespittir. İşte “demokrasiye geçiş için acele etmemiz lazım çünkü bizim çok özel kendimize has koşullarımız var” ya da “şunu yapmak için acele etmemiz lazım çünkü biz çok farklı bir coğrafyada yaşıyoruz, farklı stratejik konumuz var” gibi. Sonuçta, “biz bize benzeriz” denirken, yine de medeniyetle Batı arasındaki ilişkiyi ulusal kimlikte bağdaştırmak problematik bir alan olarak kalmıştır. Bunu da Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi, özünde hakikaten saçmalıktan öte bir şey olmayan garip bir formülasyonla yapmaya çalıştı Kemalizm. Fakat o sırada o hep Batıya karşı duyulan düşmanlık ve Doğu’ya hiç bir zaman değmemek, Doğu’yla temas kurmamak için gösterdiği aşırı çaba Cumhuriyeti içine kapanmaya mecbur etti. O sırada

55

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

biliyorsunuz ekonomik anlamda da buna da çok müsait bir ortam vardı. 1929 Büyük Buhranı gibi, içeri dönmenin, kendi kendine yetmenin kendi yağıyla kavrulmanın çok da rasyonel koşullarının olduğu bir dönemdi. Kendi içimize döndük ve kimseyle temas kurmadan, sadece birbirimize bakarak, sadece birbirimizden bilgilenerek, beslenerek yaşadığımız bir dönem geçirdik. Bu 1950’lere kadar sürdü. Aslında Mustafa Kemal’in ölümüyle birlikte farklılaşma başlamıştı, ama yine iç dinamiklerden çok dış dinamiklerin, örneğin Sovyetler sisteminin kurulmasının, onun karşısında Batı bloğunun yanında bir müttefik olarak daha demokratik bir Türkiye’ye ihtiyaç duyması gibi etkenlerle Türkiye’de daha demokratik bir yapı gelişmeye başlarken, Batı ile ilişkiler farklı bir şekilde kurgulanmaya başladı. Kore savaşı mesela Batının artık o kadar da düşman olmadığı, onun yanında ölmeye gidilebileceğini gösterdi bizim insanlarımıza. Gittiler, Kunuri’de tercüman olmaması nedeniyle geri çekilin denildiği halde geri çekilmedikleri için 700 şehit vererek Batı’yla yeniden buluşmayı, yeniden halvet olmayı becerdik. Sonuçta biliyorsunuz Nato’ya girişimiz bu Kore Savaşıyla birlikte oldu. O sırada Marshall yardımları, Truman Doktrini gibi Avrupa’yı Sovyet Bloğuna karşı güçlendirme projeleri kapsamında olmak üzere, Yunanistan ve Türkiye çok büyük yardımlar almıştı. O sırada Batı’dan yağan mali yardımlarla Türk tarımı şekil değiştirmeye başladı, 1500 olan traktör sayısı birden 3–5 yıl içerisinde 50 bine çıktı. Türk köylüsü de sevmeye başladı Batıyı. Amerika artık daha dost görünüyordu insanlarımıza derken, bu sefer Türk kimliğinin 3. dünya ülkeleriyle, eski sömürgeler ülkeleriyle çatışması başladı. Çünkü Batı’yla iyi ilişkiler kurmak eski sömürgelerini görmezden gelmeyi gerektiriyordu. Gittik, Bandung Konferansına katılmadık. Bağlantısızlar hareketini önemsiz gördük, küçük gördük. Veyahut Cezayir meselesinde Cezayir’e destekleyeceğimize, Fransa’nın yanında yer aldık. Böylece dünyanın diğer kısımlarıyla aramızda bir mesafe oluşmaya başladı.

Bu arada söylemeyi unuttum, halkın yoksul kesimleri ve aydınlar Batı ile barışırken İslami kesim içerisinde Jakoben diye tanımladıkları Cumhuriyetle hesaplaşmaya yönelik bir cesaret ortaya çıktı. İlk kez İslamcı aydınlar

56

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Cumhuriyeti Batı ile ilişkisi bağlamında eleştirmeye bu dönemde başladılar. Ama yine de bu çok net bir tavır değildi. Bazı İslamcı yazarlara bakıyorsunuz mesela Ali Kavaklı gibi yazarlar “temizliği emreden İslam ama temiz olan Avrupalı” diyor. Hala o dikotomi sürüyor. Yani birinin bir şeyi vaaz eden ve birinin uygulayan olduğu düşüncesi ve uygulamanın daha önemli olduğuna dair bir itiraf var burada. Ya da Minyeli Abdullah o sırada yazdığı eserlerde İngiliz, Fransız ve Yahudilerin İslam’a karşı bir komplo içerisinde olduğu fikrini işlemeye başlıyor veya işte Peyami Safa- ki Hıristiyan-İslam çatışmasını eserlerine taşıyan bir kişidir- Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nda İtalyan bir tip vardır. O bağnazdır, kötüdür, yerli tiplemeler daha olumlu kişilerdir, daha sevecendir, daha dürüsttür, daha doğrudur. Bunun o dönemdeki en büyük sıçraması Necip Fazıl’da yaşanıyor. O artık bugün Oksidentalizm diye tarif edilen, yani Batı’nın Doğu’yu şaşaa, debdebe, şehvet despotizm gibi kavramlara sıkıştıran yaklaşımlarının tam karşıtı olan bir fikir akımının, Garbiyatçılığın temellerini atıyor. Necip Fazıl’ın eserlerinde yavaş yavaş bunun kodları ortaya çıkıyor ve kendi sözcükleriyle “Batıyı karbon olmaya mahkum bir kopya”, yok olmaya mahkum bir fesat yuvası” olarak tanımlamaya başlıyor. Bu noktadan sonra Batı düşmanlığının ağırlık merkezi İslamcı veya - muhafazakar entelijansiyanın fikir dünyasına doğru kayıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi daha ortada örnekler var o dönemde, ama onlar biraz Doğu’nun da Batı’nın gelişkin olduğu yanların hakkını vererek bir çeşit sentez oluşturmaya çalışıyorlar. Ama hepsinin kafasında altında şöyle bir şey var: Doğu özü itibariyle Batı medeniyetinden üstündür…

Bunlar yaşanırken 1964’e geliriz ve 1964 yılı çok önemli bir yıldır. Bizim Kıbrıs meselesinden dolayı batıyla ikinci veya üçüncü veya beşinci kez bir tokuşmamızın miladıdır. Johnson mektubunun o son derece kaba üslubu, birdenbire sağcısı da solcusu da halkı da entelektüeli de devlet yöneticisi de olsun herkeste batıya karşı yeniden bir öfke ve tepki doğurur. Bu sırada Vietnam Savaşı başlar. Vietnam Savaşında Amerika’nın çirkin yüzü biraz daha ortaya çıkar, teşhir olur. O sırada İstanbul’a gelen 6. Filo’yu kovalamaya çalışanlar arasında sadece solcular yoktur, İslamcılar herkes yerini almıştır. Bu dönem edebiyatı da bu duyguların bir aynasıdır. Hem artık Batılı hem

57

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

onun işbirlikçisi sayılan Rum, Ermeni, Yahudi tiplemeleri gibi azınlıkları temsil eden karakterler Türk edebiyatının içerisinde hep kötü, hep ahlaksız, hep hafif tipler olarak sunulur. Mesela Kemal Tahir’de batı düşmanlığı artık nefret çizgisindedir. Mesela Yorgun Savaşçı’da Doğu’nun aslında Batı’dan ne kadar üstün olduğunun teorisi yapılmakla kalmaz, Batı artık orada tümüyle mahkum edilmiştir. Sapkındır Batı, ahlaksızdır, korkaktır. Mesela Devlet Ana’da öyle bir şövalye tiplemesi vardır ki o adam her şeyiyle kötülüğün tecessüm etmiş halidir.

Hasan İzzettin Dinamo, mesela 1960’ların sonuna doğru yazdığı eserlerinde batı düşmanlığını artık bugünkü temaları da hatırlatacak şekilde günceller. Mesela Patrikhane, O’nun romanlarında artık Patrikhane bir fesat yuvasıdır. Kötülüklerin kotarıldığı ve imal edilmeye başladığı yerdir. 70’lere gelindiğinde artık bunun içine yeniden sol damar girer. 70’ler biliyorsunuz artık 68 Avrupasındaki sol uyanışın yarattığı anti-emperyalist söylemin yeniden ivme kazandığı, canlandığı bir dönem. Ve orada artık hem sol damardan, hem de Amerika’nın haşhaş ekim yasağından kaynaklanan bir gerginlikle Türk kimliğinin karşısında Batı hep onu zora koşan, onun çıkarlarının tersine davranan bir unsur olarak tanımlanır.

1974 Kıbrıs bunalımı Batıyla bir başka bir gerilim yaratır. Bu sefer Batı bizim işte yavru vatanı kurtarmamıza engel olmaya çalışandır veya Birleşmiş Milletler kararıyla ya da Avrupa Konseyi’nin kınama kararlarıyla karşımızda duran bir settir. 1980’ler biliyorsunuz, 12 Eylül darbesi dolayısıyla tekrar Batı düşmanlığının yeniden coştuğu bir dönemdir ki, bu son derecede haklı bir tepkidir. Yani burada bu ana kadar söylediklerimin içerisinde Türk kimliğinin bir marazlı durumu olduğundan söz ederken Batı’nın kusursuz olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Batı sürekli hatalar yapmıştır, Türk kimliği de buna karşı bir reaksiyon göstermiştir diye de bakmak mümkün buna. Fakat asıl sorun buradadır. Yani Türk kimliğinin sürekli kendini tanımlarken bir şeye göre konumlanmak zorunda kalmış olması zaten marazlı durumu yaratan unsurdur. Batı hiç bir zaman kendi kimliğini oluştururken, Türk kimliğine,

58

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Arap kimliğine veya Afrikalı kimliğine göre kurgulamaz kendini. O’nun umurunda değildir yaptığı eylemlerin başkaları üzerinde yarattığı etkiler. O kendi stratejisini geliştirir. Türk kimliğinin problematik yanı kendini sürekli bir aynaya bakarak tanımlama ihtiyacı duyması, kendi dışında olan her şeyi kendisine yönelik yapılmış şeyler olarak algılamasıdır. Mesela Sevr nedir derseniz, Britanya’nın birinci amacı Osmanlıyı parçalamak değildir. O’nun derdi sömürgelerine giden Hindistan yolunu güvence altına almaktır. Ama biz şöyle düşünürüz; İngiltere’de doğu bürosunda ya da İngiltere Dış İşleri Bakanlığı’nın bir masasında bazı adamlar oturmuş biz Osmanlı’yı nasıl parçalara böleriz diye düşünüyor. Hayır, bazı şeyler bir yan ürün olarak ortaya çıkar.

Türk kimliği hep Batıdan gelen eylemlere göre kendini tanımlamıştır. Önceleyen bir kimlik değildir, bir şeye karşı cevap veren bir kimliktir. 1990’lara geldiğimizde de yeni bir mesele bulacaktır. PKK meselesinden dolayı, Avrupa Birliği’nin bizi parçalamak istediğine dair bazı ipuçları bulmuşuzdur. Lüksemburg Zirvesi’nde yaşadığımız bazı gerilimler vardır. Türkiye’nin demokratik açıdan falan filan kriterlere uymadığını söyleyerek bizi dışarıda bırakmak istemişlerdir. O sırada PKK ile ilişkileri Avrupa’nın, bizim yönetici elitlerin anlamlandırması çok zordur. Halkın da anlamlandırması çok zordur.

Sonuçta öyle bir noktaya varır ki, tam burada işte Edward Said’in, meşhur Şarkiyatçılık kitabını yayınlaması yeni bir kavramsallaştırma evresine sokmuştur bizi. Kitap aslında 1978’de yayınlandı ama bize biraz geç gelmiştir o dalga. Orada şarkiyatçılık söylemine sıkı sıkıya sarılır Türk kimliği. Batıdan gelen her türlü eleştiriyi, kötü davranış ya da sözü veya kendisi ile ilgili her türlü açıklamayı Şarkiyatçılık paradigması içerisinden okumaya. ‘Bizi ötekileştirmeye çalışıyorlar’, ‘bizi şöyle görmeye çalışıyor, bizi böyle tanımlamaya çalışıyor der” ve artık kimseyi dinlemez hale gelir. İçine kapanır, bu kendi içinde kapanma kimliği sağlıksız da olsa güçlendirir. Tam bu dönem aynı zamanda globalleşme ile birlikte dış dünyadan gelen

59

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

uyaranların son derece karmaşıklaştığı ve giriftleştiği bir andır ve o sırada gerçekten modernleşme sürecinde ayağımız tökezler. İşte ekonomik krizler falan derken tekrar büyük bir travma: ‘Ne oluyor bize? Birileri bize bir şey yapmaya çalışıyor, yoksa biz böyle kötü durumda olmazdık. Çünkü biz geçmişte görkemli bir imparatorluktuk, çok büyük bir imparatorluktuk. Bizim başımıza ne geldiyse zaten başkaları yüzünden geldi ve biz bir türlü bu çukurdan çıkamıyorsak bunun nedeni tepemize basan bir şeylerin olmasıdır’ der ve burada artık siyasal bir yorumla yetinmez. Tam komplo teorileri dediğimiz bu abuk sabuk kitaplar o zaman ortaya çıkar. Mesela bazı isimler okuyayım: Agharta Elektromanyetik Savaş Başladı, Kıyametin Gizli Tarihi, Kızıl Tarikat, Siyon Bilgelerinin Protokolleri, Kurukafa ve Kemik Tarikatının Gizli Tarihi, Derin Dünya Devleti, Gizli Doktrinin Küresel Efendileri. Bunların yazarları arasında eski solcular, sosyal demokratlar da var. Bunların bir kısmı muhafazakâr-milliyetçi-İslamcı çevrelere ait yayınevlerinde yayınlanmışlar. Kaynak olarak kullandıkları yabancı yazar veya siyasetçilerin çoğu aşırı sağ, faşist veya Yahudi düşmanı çevrelere mensup. İleri sürdükleri tezlerin tamamı Ortadoğu’daki kökten dinci İslamcı çevreler ile Amerika ve Avrupa’daki neo-nazi ve aşırı sağ çevrelerden kopyalanmış veya esinlenmiş tezler. Bir çeşit okültizm diyorum ben buna, gizemcilikle birleştirilerek altta bir siyasi katman var, tarihten gelen bilgiler var. Üstünde de globalleşmenin getirdiği şaşkınlık içerisinde dünyayı anlamlandıramamanın şaşkınlığı.

Bu gerçi sadece bize has bir şey değil yani bugün Amerika’ya gittiğiniz zaman Amerikan toplumu içerisinde de çok vardır komplolara inanan. Orada da tartışılır, Pearl Harbour bir komplo muydu? Nasıl oldu da o kadar gelişmiş uyarı sistemlerine rağmen Japon saldırısını önleyemedik. Atom bombasını atmak için bir gerekçe olarak mı Pearl Harbour baskınında gafil avlanmış gibi göründüler diye yedi tane komisyon kurmuşlardır. Yedisi ayrı sonuçlar çıkarmıştır. Sonuçta anlaşılmıştır ki bürokratik kademeler arasında bir yanlış anlama vardır. Onlar denizden gelecek bir baskın bekliyorlardır, sabotaj bekliyorlardır torpidolarla, ama hava saldırısı gelmiştir, gafil avlanmışlardır. Ama bu konu yine kapanmamıştır. 11 Eylül ile ilgili spekülasyonlar var ama Pearl Harbour daha tipiktir. Çünkü komplo teorilerinin şu yanına da işaret

60

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

eden bir şeydir: Hepsi de palavra değildir komplo teorilerinin. Yani zaten handikaplarından biri de işin o. Bazısı doğrudur. Bazısının ardında hakikaten endişe ettiğimiz o örüntü, o teşkilat, o kötü niyetli gruplar vardır. Mesele bütün olan biteni o mantık silsilesi içerisinde görmenin patolojisi, ona dikkat çekmek için söylüyorum. Yoksa Watergates skandalı da bazıları için komploydu. Bilmem kaç sene sonra onun ne kadar sağlam verilere dayandığı, doğru olduğu hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığı ortaya çıktı. Sonuçta dünyanın diğer yerlerinde de var, Brezilya’da, Latin Amerika ülkelerinde de var kimliğini dış düşmana karşı tanımlama eğilimi. Ama dış düşmanın içselleştirilmesi meselesi bizde çok yoğun yaşanan bir şey.

İşte Trabzon bölgesinde 150 tane Rum kalmış diyelim. Bu 150 Rum’u hakikaten Yunan istihbaratı geliyor, 1990’ların sonunda alıyorlar bu çocukları Atina’ya götürüyorlar, Avusturya’ya götürmüşler, eğitmişler. Neden çünkü Yunan milliyetçileri de bizimkilerden daha az garip değil. Her yerde böyle enteresan tipler var. Ama garip olan şu, Pontus’ta 1,5 milyon Rum varken 1920’lerde kurulamayan Pontus Devleti’nin 150 tane Rum’dan dönme ile kurulacağını düşünmek patolojik. Karadeniz’in dağlık yörelerinde yaşayan bir grup olduğunu haber alan antropolog arkadaşlarımız hevesle gitmişlerdi o köylere. Dilleri artık ne Rumca’ya ne Lazca’ya, ne Türkçe’ye benziyormuş. Yepyeni bir dile dönüşmüş. Orada böyle izole şekilde yaşayan birkaç köyün toplanıp bir Pontus Devleti kuracağını düşünmek gerçekten hastalıklı bir duruma işaret ediyor. Yoksa tarihin bir döneminde Pontusla ilgili bazı hayaller olduğunu bilmek, bunların üzerine konuşmak değil. Gerçekten de vardı böyle düşünceler. Kurmaya da çalıştılar. Ama olmadı. O geçti, o tarihin bir döneminde kaldı. Sevr yalan değildi, yanlış değildi. Hakikaten böyle planlar vardı. Hakikaten de Damat Ferit Paşa gitti Sevr’e. O imzalamadı gerçi onun ekibi imza koydu, tam 433 tane maddesi vardı Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili. Hakikaten bir parçayı Ermenilere verdiler, bir parçayı Kürtlere verdiler ama imzacı devletler bile bu anlaşmayı meclislerinde onaylatamadılar. Meclis-i Mebusan kapandığı için zaten Osmanlı onaylamadı. Ankara hiçbir zaman onaylamadı. Amerika başından beri karşı çıktı onaylamadı. Yani o dönemde bile bir sürü tartışmalara neden olmuştu. Yani tarihsellik diye bir boyut

61

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

olması gerekirken Türk milli kimliğinin problemi tarihin belli bir döneminde olan şeyi aynen alıyor, hiçbir şeyi değişmemiş gibi, koşullar aynıymış gibi alıyor ‘kes-yapıştır’ yapıyor. Hatta şöyle kahvehane muhabbetleri vardır, bilirsiniz, “Ooo İngilizler öyle on senelik değil yüz senelik planlar yaparlar…” Doğrudur hakikaten 100 senelik plan yapıyordur belki 200 senelik. Ama o plan, aynı plan değil yani biraz daha farklı bir plan yapıyor İngiliz İstihbaratı şimdi. Amerikan İstihbaratı o günkü gözlükle bakmıyor bugün. Bambaşka bir paradigmayla bakıyor. Bu belki daha tehlikeli, daha kötü bir sonuca götürecektir bizi, doğrudur, ama aynısı değil. Burada benim hep bu korkunç konuşmamda, öyle diyeyim, aldım başımı gidiyorum oldu, birçok bağlantıyı belki çok net kuramadım ama, belki tartışırken sorularınız üzerine kurarım. Problematik olan şey, geçmişteki o şanlı dönemi alıp onu bir gelecek tahayyülü haline getirmekte ve o şanlı geçmiş ile muhayyel şanlı gelecek arasındaki durumu, çöküntü alanını korkunç bir travma alanı olarak algılamakta yatıyor. Sürekli şikayet, sürekli yakınma ve öfke içerisine giriyor oluşumuz sorunlu. Halbuki bütün ulusların, bütün imparatorlukların tarihi böyle gelişmiştir. Yani Roma İmparatorluğu da yok, Britanya İmparatorluğu da yok, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da yok ortada. Geçenlerde bir gazetede yapılan tartışmada, gerçi kötü bir noktaya vardı ama, Ömer Taşpınar mealen diyordu ki: “Amerika bile gerçek bir emperyalist ülke gibi davranamıyor. Çünkü kamuoyuna karşı hesap vermek zorunda kalıyor”. Kimse o eski şanlı günlerini yaşayamıyor. Şimdi Türk kimliği bu geçmiş şanlı döneminin tarihe gömülmesinin suçlusunu bulursa, sanıyor ki gelecekte onun öyle olmasını engelleyen suçluyu da bulacak. Halbuki suçlular bir değil artık. Hepimiz, herkes suçlu artık. Suçsuz kimse yok. Biz geleceğimizi kurarken artık daha çok şeyi göz önüne almak zorundayız. Çünkü globalleşen bir dünyada daha karmaşık ilişkiler içerisindeyiz ve daha öngörülmez bir dünyadayız. Keşke Sevr modeli, keşke Pontus modeli keşke, Haçlı Siyonist komplosu denilen şeyleri alıp da bir model olarak önümüze koysak da orada başımıza gelen felaketlerin derslerini bulsak da felaketleri önleyebilsek! Maalesef mümkün değil. Bence Türk milliyetçi, muhafazakar ve İslamcı kesiminin kafasında 19. yüzyılın sonunda Batı’nın ‘Doğu Sorunu” diye tanımladığı sorunun tekrar ortaya çıktığı şeklinde bir yanılsama var. Amerika’nın Büyük Orta Doğu

62

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Projesi bazı çevrelerde, geçmişte atamadığımız adımları şimdi atabileceğimiz şeklinde bir yanılsama yarattı. Bir çeşit rövanş alma fırsatı olarak görülüyor bu içinde bulunduğumuz kargaşa dönemi.

Sonuçta öyle bir noktaya vardık ki, sıkı AB yanlısı bilinen TESEV bile “Avrupa’da Kant’ı Aramak” diye rapor yayınladı. İma ettiği şey, AB’nin ahlaki açıdan zaaf içerisinde olduğu, çifte standartlı davrandığı. Kant biliyorsunuz Ahlak Teorisinin kurucusudur ve benim de çok önem verdiğim bir düşünürdür. “Avrupa’da Kant’ı Aramak” diye başlık attığınız zaman umudunuzu kesmişsiniz demektir. Bunun altında Batı’yı bir bütün olarak görmek yanılgısı yatıyor. Batı TESEV’in de, solcunun da sağcının da, İslamcının da gözünde monoblok bir yapı. Halbuki Batı çok çeşitli aslında, çok farklılaşmış ve dinamik. Mesela AB örneğini alırsanız, AB içinde bir entelektüel tartışma yürüyor. Eleştiriler var. Vatandaşlık tanımıyla ilgili, çok kültürlülük ile ilgili, demokratikleşme ile ilgili. Mesela çok kültürlülük projesinin bir kurtuluş projesi olmadığı konuşulmaya başladı. Çok kültürlülüğün tersinden ürettiği ırkçılığı ürettiği tartışılmaya başladı. Ama biz bunların hepsine çok yabancıyız. Sadece devlet düzeyinde veya yönetsel organlar düzeyinde bakıyoruz Avrupa ile ilişkimize.

Bu arada Doğu ile ilişkilerimize tekrar dönmeye herhalde gerek yok, Recep Tayyip Erdoğan hükümeti belki ona biraz yeni bir içerik kazandırmaya çalıştı ama benim kafamda bile hakikaten Arap imgesi hala çok bulanıktır. İtiraf ediyorum. Bu kadar kafa yorarım, tarihsellik içerisinde de bakmışımdır konuya ama hala gerçekten mesafeliyimdir. Oradan o ilişkilerin bize ne katacağını hala çok net kurgulayamam kafamda. Ama hiç bir zaman da tabi ‘Arap’ın yalellisi’, ‘Arap yağı bol bulunca orasına burasına sürermiş” türü laflar etmem. Yani en azından bu noktadayım ama böyle bir terminolojinin, bir retoriğin sol gruplar arasında da Kemalist gruplar arasında da çok yaygın olduğunu biliyorum. Çok utanç verici bir yanımızdır bizim bu. Ünlü şarkıcımız Tarkan’a Ortadoğu ülkelerinden biri ödül vermeye kalkmış, ben Ortadoğulu değilim demişti. Bir İslamcı şair çıkmıştı İslamiyet’in çöl bedevisi Araplara değil, Türklere daha çok yakıştığını söylemişti, yani hepimizin böyle içinde hortlamaya hazır bir

63

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

şey vardır, Araplarla ilişkili bir hassas nokta, bir mesafe vardır.

Fakat yine de sonuçta orayla ilişkilerde bu dediğim gibi Ak Parti hükümetinin yarattığı yeni etkileşim alanını çok olumlu buluyorum. Doğu Konferansı kapsamında Orta Doğu ülkelerine yapılan seyahatler çok olumlu şeylerdir, ama dünyanın diğer kısımlarını çok tanımıyoruz ve kaale de almıyoruz. Afrika diye bir kavram örneğin bizim kafamızda yok. Afrika bizim için boş küme. Yani dünyanın pek çok topluluğu için öyle, onu da kabul etmek gerekir. Bir Darfur olayı bizim henüz gündemimize girmedi bile, yani orada olanlar ki vahşetin dik alası yaşanıyor, soykırım denilecek düzeyde bir katliam yaşanıyor, girmedi. Onun dışında Latin Amerika yeni yeni belki sevmeye başladığımız bir coğrafya. Oradaki solcu hükümetler sayesinde.

Komploculukla bitirmek istiyorum yani bu komploya bu kadar yatkın olmanın nedenleri üzerine bir parça düşündüm. Yani bunun psikolojik, sosyolojik, tarihsel açıklamaları var gerçekten ama sonuçta hep bir anlamlandırma çabası yapılan, bilgiden uzaklaştıkça insan yaptığı anlamlandırmalar böyle garip şekillerde oluyor. Onun için bunu da çözmenin ve bu zihniyet durumundan çıkmanın yollarını aramak gerektiğini düşünüyorum. Onu da daha çok bilgilenmekte, daha çok tarih okumakta, daha çok dünyaya açılmakta görüyorum. Bu bağlamda globalleşmenin faydası olduğunu düşünüyorum. Yani komplocu düşünce tarzımızın bir çeşit mutasyona uğrayacağını umuyorum. Dünya ile daha çok buluştukça, zenofobik yanımızın bir noktada kırılacağını düşünüyorum. Ama herhalde daha çok konuşmamız gerekiyor bu yanımızın üzerinde. Şimdilik burada bırakayım. Siz sorularla belki daha somutlaştırmamı sağlarsınız.

KATILIMCI : Avukat Ömer Çırpan.

AYŞE HÜR : Memnun oldum.

AV. ÖMER ÇIRPAN : Ya şimdi, siz konuşmacısınız, ben burada dinleyiciyim. Ben de karşı bir tebliğ sunmak isterdim size ama.

64

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

AYŞE HÜR : Sunun.

AV. ÖMER ÇIRPAN : Bir kaç tane temel noktayı söylemek istiyorum katılmadığım özellikle. Birincisi Kurtuluş Savaşını biz emperyalistlere karşı verdik. Bu belki İngilizler, Fransızlar cephede karşımızda yoktu, ama onların uşaklığını yapanlar vardı. Tıpkı Çanakkale Savaşında biz İngiliz, Fransız zırhlılarını biz deniz altında batırırken Anzaklarla, Hintlilerle, Kuzey Afrika’dan getirilenlerle savaştığımız gibi, karşımıza da Yunanlıları, Ermenileri koymuşlardı. Ama asıl güç onların arkasındaki İngiltere, Fransa, Amerika, Birleşik Devletleri idi. Birincisi bu. İkincisi. Sevr’de bir paranoyadan bahsettiniz. Gerçekten sömürgelerine gitmek, o yolu güvenli bir halde tutmak, herhangi bir problem yaşamamak olsaydı; kendilerine zaten kul köle olan, kukla hükümet olmaya hazır olan Vahdettin’e, Damat Ferit’e bırakırlardı, tek kişiyle uğraşırlardı. İstedikleri gibi de geçer giderlerdi Anadolu’dan. İstedikleri gibi kullanırlardı. Ama Sevr Anlaşmasıyla sizinde söylediğiniz gibi sekize böldüler. Arasında ciddi bir fark var yani. Sekiz kişi farklı insanla uğraşmak zorunda bıraktılar kendilerini. Bu Kurtuluş Savaşı ile ilgili önemli olarak söyleyeceğim nokta buydu. Ha bunu bir de ben söylemiyorum. Yani siz Kurtuluş Savaşınızda sömürü düzenine karşı, emperyalistlere karşı mücadele verdiniz, biz de bunu örnek aldık diyen insanlar var, devletler var. İşte Hindistan’da Bugandi oldu, Yugoslavya’da sizin bağımsızlık mücadeleniz bizim örneğimizdir, bizim başlangıç noktamızdır diyen Tito oldu, Kuzey Afrika’da her ne kadar o anki yönetim Fransızların yanında yer alsa da Cezayir’deki ayaklanmada örnek aldıkları, emperyalizme karşı verilen mücadelede örnek aldıkları ülke Türkiye Cumhuriyetiydi. Atatürk’ün, Mustafa Kemal’in vermiş olduğu mücadeleydi. Bir şu paranoya yaklaşımına geleceğim. Ben hani paranoya dediğim zaman maddi gerçeklerle hayal ürünü olan bazı şeyleri birbirine karıştırmamak gerektiğine inanıyorum. Şimdi hep çevik kuvvet gelip Türkiye’ye konuşlandığı zaman, birileri kalkıp işte orada bak Kürt Devleti kuracaklar dikkat edin buna dedikleri zaman birileri de kalkıp bu paranoyadır dedi. Ama aradan zaman geçti ve gördük ki hakikaten orada adı konmamış olsa bile ki adı da kondu bence, orada bir Kürt Devleti kuruldu. Bugün Diyarbakır’da veya işte Türkiye’nin güneyindeki bir takım topraklarda hak iddia edebilecek cürette olan bir Kürt Devleti kuruldu.

65

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Devamında şunu söylemeye çalışıyorum, işte dediniz Urfa’daki Yahudilerin aldığı topraklar bu çok da farklı değil. kendilerine tampon bölge oluşturmaya çalışıyorlar veya tarihteki kimlikleri veya bir takım ideallerinin çok da önemi yok. İran’la aralarında bir tampon bölgeyi çalıştırıyorlar. Belki Kuzey Irak’taki yaklaşımlarını da o bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Tapu kayıtlarını incelemek gerekiyor. Tapu kayıtlarını incelerseniz,

AYŞE HÜR : İncelediniz mi siz?

AV. ÖMER ÇIRPAN : İnceledim, onun için

AYŞE HÜR : Gördünüz mü, buldunuz mu?

AV. ÖMER ÇIRPAN : Evet, evet var. Yani bire bir gidip İsrail vatandaşı birisi almamış olabilir. Yani burada Masonik örgütler olabilir, Siyonizmin uzantıları olabilir, isimlerin derinlemesine indiğiniz zaman ilişkiler bire bir ortaya çıkıyor. Veya daha ötesini söyleyeyim, insanlara işte Didim’de İngilizlerin kurmuş oldukları emlakçiler, satış yapan emlakçiler Türklerden fazla, hatta orada öyle siteler var ki; kapılarında “Türkler Giremez” ibaresi yazıyor dediğiniz zaman insanlar böyle şaşırabiliyorlar ama gidip kendi gözünüzle gördüğünüz zaman bunun paranoya olmadığını, gerçek olduğunu maddi bir gerçek olduğunu da görebiliyorsunuz.

AYŞE HÜR : Ben lafınızı balla keserek, başkalarının da sormak isteyeceğini düşünerek şöyle mi anlayayım: Bazı şeyler bir paranoya değildir diyorsunuz ve bunlara dair örnekler veriyorsunuz. Ama ilk temel itirazınız Kurtuluş Savaşı ile ilgiliydi, bir başka itirazınız daha varsa başlık olarak söyleyin hepsine birden cevap vermeye çalışayım.

AV. ÖMER ÇIRPAN : Yani, temel olarak pek çok aykırı düşüncem var ama sizin görüşlerinize de saygı duyuyorum,

AYŞE HÜR : Rica ederim, tartışalım diye buradayız.

AV. ÖMER ÇIRPAN : Bunlarda sizin görüşleriniz. Sadece başlangıç olarak birkaç tane şeyi söylemeye çalıştım, çok da vakit almak istemiyorum. Teşekkür ederim.

66

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

AYŞE HÜR : Rica ederim. Şimdi anti-emperyalist bir savaş mıydı meselesine gelirsek, anti-emperyalist savaş demek için, önce bu savaş nasıl başladı, savaşan taraflar kimlerdi diye bakmamız lazım değil mi? Nasıl girdik biz savaşa, ne oldu da Sevr Anlaşması’nın nesnesi olduk? Bir kere bir tarafta Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu var. Karşı tarafta da Fransa, Britanya İmparatorluğu ve Rusya Çarlığı. Şimdi gördüğümüz kadarıyla her iki tarafta da emperyal güçler konuşlanmış. Yani bir taraf emperyal öteki mazlum ülke değil. Peki savaşa nasıl girdik? Bizim İttihat Terakki Fırkamızın akıl hocası üç tane adam, hadi Cemal Paşayı biraz kenarda tutalım, Talat Paşa ve Enver Paşa dünyada birileri bir şeyleri paylaşıyorlar biz niye bundan yararlanmayalım dediler. Bu hikayeyi uzun uzun anlatmama bilmiyorum gerek var mı? Ama önce gittiler İngilizlerle görüştüler, olmadı çünkü İngilizler o sırada İttihat Terakki’nin niyetine güvenmiyorlardı. Bunun çok uzundur hikayesi. 1876 Bulgar olaylarından gelen bir antipati vardır Osmanlı’ya karşı. Ortada monoblok bir İngiliz tavrı yoktur özetle Osmanlıya karşı. Fakat sonuçta şöyle bir noktaya varmışlardır. Bunların böyle devrim mevrim yapmaya niyetleri yok biz bunları çok gördük demişlerdir. Hakikaten Jön Türkler falan İngiltere’ye gitmişlerdir. Bütün ne yapmak istiyorsun dedikleri zaman, adamların hep yapmak istediği Osmanlı İmparatorluğunu ihya etmektir, İngiliz zihniyeti içerisinde bunda böyle devrimci bir yan görmemiştir ve İttihat ve Terakki’ye de geldiği zaman ona da öyle fazla aman ne halleri varsa görsünler, artık kendi başlarının çaresine baksın derler. İttihat Terakkiciler Fransa’ya giderler, Fransa’dan da bunlara nişan takarak gönderirler. Rusya’ya giderler. Enver Paşa askeri yardım uğruna Sakız Adasını vermeyi vaat eder. Çar Nikola’nın savaşa karşı bir tutumu vardır, içe kapanmacı biri olarak bu teklife sıcak bakmaz. Bu arada Kayzer II. Wilhelm çok heveslidir Pan-Germana oluşturmaya. İslamı kullanarak Orta-Doğu’ya, hatta Afrika ve Asya içlerine kadar Alman etki alanını yaymayı hayal etmektedir. İngilizlerin nasıl Mısır’ı varsa benim de bir Osmanlı İmparatorluğum olsun der ve böyle bir ilişki içerisinde biz savaşa gireriz. Vakit almamak için anlatmıyorum, Goben ve Breslau zırhlılarının nasıl alelacele donatılıp Karadeniz’e gönderildiğini, o sırada Almanya’dan gelen 5 milyon Mark’ın Romanya ve Bulgaristan üzerinden gelmesini nasıl

67

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

dört gözle beklediklerini hatırlamak yeterli. Yani ortada, emperyalist bir paylaşım savaşından nemalanmaya çalışan bir zihniyet vardır. Ama yanlış ata oynamıştır. Almanlar maalesef sandıkları kadar güçlü çıkmamıştır, Bulgarlar cepheden erken çekildikleri için Enver Paşa da orduların büyük bir kısmını Turan İmparatorluğu kuracağım diye Irak Cephesinden Kafkasya’ya, Bakû’ye kaydırdığından savaşı kaybetmişizdir biz. Her kaybedenin başına gelen bizim başımıza gelmiştir. Yani bunda şaşılacak bir şey yoktur. O dönemde Trianon Anlaşması ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da parçalara bölünmüştür. O günden sonra Macaristan bir daha hiç ihya olmamıştır. Ama bu kaçınılmazdır. İmparatorluklar bölünmeye mahkumdur. Yani buna dair onlarca teori vardır. Wallerstein’a göre öyle bir sınır, bir imparatorluk ordusunun bir mevsim içinde gidip de dönebileceği bir büyüklükten daha fazlasını kontrol edemez, parçalanır. Osmanlı İmparatorluğu da parçalanma sınırlarına gelmiş bir büyüklükteydi, o geniş toprakları yönetemez haldeydi, pek çok bölgede asayiş sorunları vardı, yolsuzluklar vardı, ekonomik anlamda zaaf içindeydi, artı milliyetçilik diye bir şey zuhur etmişti. Böyle bir ortamda bir de savaşa girdi. Eh geçmiş olsun.

KATILIMCI : …

AYŞE HÜR : Kimden aldınız Anadolu’yu? Heredot’un Yedinci Kitabı’nı açın, M.Ö. 5. yüzyıl yazarıdır, orada Ermenilerin Anadolu’ya nasıl geldiklerinden bahseder. Siz öyle bir tarif ettiniz ki Ermeniler uzaydan gelmiş yabancılar orada bir şeyler yapmaya çalışıyor. Tarihsellikten hiç kopmamak lazım. Ermenilerle çatışmamızın arka planı dediğimiz gibi tehcirdir, tehcirin arka planı Ermeni ve Türk milliyetçiliğidir, bunları birbirinden koparak, ayırarak yorumlayamayız. Bir şey daha söylediniz, paranoya diye tarif ettiğimi bazı şeyleri ve bunun aslında paranoya olmadığını görmemiz gerektiğini söylediniz ve Kuzey Irak örneğini verdiniz, değil mi yanlış hatırlamıyorsam.

KATILIMCI : Evet

AYŞE HÜR : Şimdi Ömer Bey şöyle düşünün Türk milliyetçiliği ne kadar meşru ise, yani bir meşruiyeti varsa, Ermeni milliyetçiliği de, Rum milliyetçiliği de, Arap milliyetçiliği de, Kürt milliyetçiliği de aynı meşruiyete sahiptir.

68

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

KATILIMCILAR : Ama bizden kimsenin toprak talebi yok…

AYŞE HÜR : Var var bizim de var Kerkük’e Musul’a gitmek isteyenler var, Hayır hayır, ben de anladım gerginlik yaratmak istemediğinizi, tamam yani cevap vermeyeyim mi? Tabii ki, ama ben yine bu noktada bir şey söylemek ihtiyacı hissediyorum. Çok haklısınız, lütfen hatta gelin burada konuşun diyeceğim.

KATILIMCI : Estağfurullah ben konuşmacı değilim, ben bugün dinleyiciyim.

AYŞE HÜR : Tamam oldu. Ama ben şunu çok iyi anladım benim burada bir hegomonik bir duruşum var, sizden yüksekte oturuyorum, mikrofonum var. Kadir-i Mutlak her şeyi bilen biri gibi duruyorum ama sadece tesadüfen buraya oturmuş bir insanım. Ben de sizin orada oturup size böyle bir cevap verebilirdim. Sizi çok iyi anlıyorum, aslında. O kadar iyi anlıyorum ki. Ama bu ne biliyor musunuz, tarih dışı bakıştan kaynaklanıyor. Yani olayları tarihsel bağlamından kopardığınız zaman birden anlamsız geliyor. O Kuzey Irak’ta olan şey düşmanca gibi geliyor. Halbuki onun içinden baktığın zaman, o diyor ki; “Benim bu en doğal hakkım. Ben bir türlü ulus devletimi kuramadım” diyor. Ben bunu garip karşıladığımı birçok yerde söylüyorum. Hatta bir yerde laf ettim, Kürtlerin ulus-devletlerini kurmaları, adeta Freudyen bir takıntı dedim, epey kızdılar bana. Hatta yanımda oturan Tanıl Bora kulağıma eğilip, o söz çok ağır kaçtı demişti. Yani demem odur ki, benim milliyetçiliğin hiç bir türünü desteklemem, olumlamam mümkün değil. Ben bir toplumun kölelikten ulus-devlete kadar her aşamayı ille yaşaması gerektiğine inanmıyordum. Ulusçuluk Kürtler açısından mutlaka yaşanması gereken bir evre. Diyorlar ki; “Ben ulus devleti mutlaka kurmalıyım, geç kalmış da olsam kurmalıyım, büyük devletler bana ihanet etti, Mustafa Kemal sözünü tutmadı, sonunda bir tek ben kuramadım.” diyor. Bilmem buna katılır mısınız? Hakikaten de bir tek Kürtler ulus-devletlerini kuramamışlardır. Şimdi içinde bulundukları duygu durumu, ulus-devletlerini kurmak ihtiyacı ve zorunluluğu içerisinde olmalarını uluslararası komplo olarak değerlendirmek doğru mu? Bir halkın 80-90 yıllık mücadelesi ve saplantısı diyelim. Onun bir sonucu, bunu illa bir komplo olarak açıklamanız anlamsız. Komplo olsaydı şimdiye kadar çoktan

69

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

kurulurdu.

KATILIMCI : Aslında komplo olduğu için kurulamıyor. Çünkü …

AYŞE HÜR : Birileri engelleyenler mi diyorsunuz?

KATILIMCI : Yugoslavya örneğini düşünün …

AYŞE HÜR : Komplodan kastınızı tabi biraz açarsınız daha iyi açıklayabilirim.

KATILIMCI : …

AYŞE HÜR : Hanımefendi ‘kışkırtma’ veya ‘oyun’ lafları, özür dileyerek, affınıza sığınarak söylüyorum, son derece oryantalist bir yaklaşım. Yani şunu kastediyorsunuz: O toplulukların kendi iç dinamikleri yoktur, kendi öz algıları yoktur, kendi tarihleri yoktur, kendi talepleri yoktur. Onlar ancak birileri dürterse, kışkırtırsa, akıllarına iş sokarsa talepte bulunurlar, ayaklanırlar… Ama bakın, aynı Türk kimliği nasıl kendini bir Türk ulus devleti içerisinde var etmek için mücadele verdiyse ben onu anti-emperyalist değildi dedim, ama sonuçta bir mücadeledir. Çok ciddi bir siyasi mücadeledir. Kongreler açısından bakarsınız, siyasi hareketlerin tasfiyesi açısından bakarsanız çok ciddi bir mücadeledir. Ama anti-emperyalist, savaş yanı zayıftır. Açın Kazım Özalp’in anılarını, bilir misiniz Kazım Özalp kimdir? Ege Bölgesindeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini örgütleyen adam, veya Hacı Muhittin Çarıklı, İttihat Terakki’nin Ege Katib-i Mesullerindendir, onların anılarını okuyun. İngilizlerle paslaşa paslaşa yürütmüşlerdir bu mücadeleyi, ilişkiler gayet yumuşaktır. Rumlarla çatışmışlardır. Onu da bilmiyoruz, onun da belgesi yoktur, yani şu kadar asker öldü, şu kadar yaralı vardı gibi. Bütün Kurtuluş Savaşında kaç şehit verildiğini biliyor musunuz? 9.000 diyor Genel Kurmay rakamları. Buraya nerden geldim? Hatırladım, Türkler nasıl ulusal mücadele verdiyse, Kürtler de vermiştir diyecektim. Ama biri başarılı olmuştur, diğeri olamamıştır. Onun sancısını yaşıyoruz şimdi.

KATILIMCI : ….

AYŞE HÜR : Yok, ama ben hanımefendin ‘Kaşınma’ lafına da değinmek istiyorum. Milliyetçiliği biz hep, Pandora’nın Kutusu gibi görüyoruz. Bir kere

70

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

açıldı mı, sonsuz kötülükler gelir arkasından diye bakıyoruz. Ben de buna yürekten katılıyorum. Benim kafamdaki çözüm hiç bir zaman küçük küçük ulus devletler kurulması değil. Çünkü bunun sonu feodal beyliklere kadar gider. Oradan da mahallelere kadar bölünmek gerekebilir. Ben kozmopolit dünya vatandaşlığından yana biriyim ve hakikaten hiç etnik, milli, dinsel kimlikler üzerine kurgulanmış bir dünya tasarlamıyorum. Amma velakin, bizim bunu yok saymamızla, kötü bir şey diye tanımlamamızla iş hallolmuyor. Milliyetçilik çok güçlü bir damar ve kökleri 17. yy’ın sonlarına kadar falan götürülür. Balkanlar, Herder diye bir Alman filozofunun tanımladığı romantik milliyetçilik akımının yeşerdiği bir alandır. Sırplarda 1800’lerde başlamıştır, çok ciddi olarak Osmanlıya karşı tutum. Yunan milliyetçiliği biliyorsunuz devletini 1830’larda kurmuştur. Arnavutlar geç kalanlardır, Bulgarlar geç kalanlardır. Amma velakin Balkanlar milliyetçilik duyguları açısından son derece mümbit bir coğrafyadır ve sizin tabirinizle kaşımaya falan gerek yoktur. Kendi doğası itibariyle çok zaten canlıdır bu duygular. Tito tersine bir şey yapmaya çalışmıştır, benim kozmopolitan vatandaşlık dediğim o kavramı uygulamaya çalışmıştır ve fakat Tito’nun ölümünden hemen sonra Yugoslavya dağılmıştır. Yani ben bu terminolojiyi kullanmayı yanlış buluyorum.

KATILIMCI: Ben çok kısa konuşacağım, Akif Kurtuluş ismim. Şimdi burada yani hassas bölgelerde gezinen bir sunum yaptınız. Bir kere bizim doğrusu isterseniz bu üçüncü parti felsefe kulübünün bu üçüncü etap seminerleri de böyle hassas konular üzerinden gidecek. Ben bundan çok sevinç duyduğumu söylemeliyim. Ama bu salondaki tartışma üslubuna dair bir iki cümle etmek istiyorum. Şimdi burada sizin sunumunuza katılıyor olmak, huşuu içinde katılıyor olmak ile sizin bu sunumunuza katılmamak bir başka kimlik ifadesi olsun istemem. Çünkü biz bir kere sizin, ben kendi payıma sizin çalışmalarınıza vakıf birisiyim. Sizin terminolojinizi biliyorum, sizi okuyan birisiyim. Ama burada oturduğumuz yerden sizin bir fikrinize katılmadığımızı söylemek şüphesiz hakkımız ama bunu da iyi niyetle kullanalım ve bunu böyle bir lüks içinde olmaya dair bir teklifte bulunmak istiyorum. Katılıp katılmamaktan öte sizin sunumunuzda açmanızı istediğimiz sorular var ise onun üzerinde duralım. Yoksa kimse burada size katılmak veya katılmamak değil, değer bulup bulmamak, sizden faydalanıp faydalanmamak için burada. Bu da tabii

71

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

ki size dair bir şey değil, salonda biz konuklarımıza, meslektaşlarıma ve yurttaşlara bunu söylüyorum. Çok teşekkür ederim.

AYŞE HÜR : Efendim, çok şövalyece bir şey olarak görüyorum tutumunuzu ama hakikaten ben şu ana kadar hiç rahatsız olmadığım gibi tam konuyu açma fırsatı veren katkılar diye düşündüm. Bir de çok özür dilerim, ben kötü bir sunum yaptığımı düşünüyorum. Çünkü yazarken insan hakikaten daha kontrol edebiliyor düşünce akışını. Ben çok da tecrübesiz bir insanım böyle geniş kitleler karşısında hele sizin gibi seçkin bir kitle karşısında neredeyse ilk kez neredeyse konuşuyorum. Bir insicam olmamış olabilir. Fakat umuyordum ki siz sorularınızla bana kapalı kalan yerleri açma fırsatı verirsiniz. Şu ana kadar da ben son derece güzel gidiyor diye düşündüm, merak etmeyin yani hiç taciz olmadım, çok mutlu oldum aksine. Buyurun efendim?

KATILIMCI : Soru sormak taciz midir?

AYŞE HÜR : Yok yok espri olarak söylüyor. Lütfen beni ‘taciz’ ediniz.

KATILIMCI : Kendim ufak tefeğim ama sesim geliyor herhalde.

AYŞE HÜR : Evet efendim.

KATILIMCI : Geliyor. Gerçi konumuzla direkt ilgisi yok ama konuşmaya başlarken, darbe arifesi dediniz. Bu ne demek? Darbe arifesi diye bir şey olur mu?

AYŞE HÜR : Dün geceden söz ettim, Genelkurmay’ın açıklamasından…

KATILIMCI : Hayır ama darbe böyle açık açık gelmez. Hayır hayır açık açık gelmez darbe. Bir gece ansızın geliverir.

AYŞE HÜR : Şimdi efendim ben Türkiye’nin en önemli sorunun bu otoriterlik, demokratiklik ilişiğinde yattığını düşünüyorum. Ben Türkiye’nin sürekli bir darbe arifesinde yaşadığını düşünen bir insanım, öyle diyeyim size. Ordunun rolü, konumu, müdahil olma biçimi, orduya duyulan sempati, onun kökleri açısından.

KATILIMCI : Tamam, anlıyorum. Fazla vaktinizi almayayım diye devam ediyorum. Bir de dediniz ki ordu siyasete niye katıldı, ordu siyasete müdahale

72

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

etmedi koruması gereken kavramlar için tavrını koydu. Herhalde burada anlaşıyoruz.

AYŞE HÜR : Yok anlaşmıyoruz.

KATILIMCI : Anlaşmıyor muyuz? Anlaşmayı ümit ederdim.

AYŞE HÜR : Anlaşmıyoruz. Şimdi efendim şöyle söyleyelim. Sizin şu sorunuz bana bir şeyi hatırlattı. Sürekli cumhuriyetin kuruluş felsefesi diye bir tabir kullanılıyor ya. Nedir diyorum bu cumhuriyetin kuruluş felsefesi? Diyorlar ki Cumhuriyetimiz demokratik, laik, hukuk, sosyal hukuk devletidir. Peki diyorum ne zaman mesela ne zaman demokratik olmuş diyorum cumhuriyet? Kuruluşunda mı demokratik olmuş diyorum. Kem küm ediyorlar. Ama diyorlar mesela 1925’te diyorlar Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası diye bir şey kurdu Mustafa Kemal. Bunu geçenlerde bir tarih profesörü konuşmasında söylüyor. Bilir misiniz o dönemini cumhuriyetin bilmiyorum hani ona göre biraz daha açımlayarak konuşmam lazım belki. Halbuki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası denilen oluşum, Mustafa Kemal’e muhalefet eden bir grup paşanın kurduğu bir parti. Yani birileri başlarını kaldırmaya cesaret etti. Ama hemen ardından Şeyh Sait isyanıyla ilişkilendirildiler ve derhal kapatıldılar. Ondan sonra 1926’da İzmir Suikasti diye bir komplo ki tam bizim komplo teorilerinin hasıdır, Kazım Karabekir’i, Rauf Orbay’ı, İttihat Terakki’den Milli Mücadele’ye aktarılan kadroların çoğu asılmış, hapse atılmış, siyasi hayatları sonlandırılmıştır. Peki nerede şimdi demokrasi? Bu sefer Cumhuriyetçi Serbest Fırka deneyimi vardı derler. 1930’da Mustafa Kemal’e bir Avusturyalı gazeteci sorar “ Avrupa’da siyaset çoğullaşıyor siz niye yapmıyorsunuz” mealinde sorular sorar. Mustafa Kemal hemen gelir Fethi Okyar’ı çağırtır ki kendisi Şeyh Sait İsyanı’na yeterince sert tepki göstermediği için eleştirilerek hükümetten düşürülmüştür, o sırada Paris büyükelçisidir. Fethi Okyar’a der ki Mustafa Kemal, “hemen bir parti kuruyoruz”. Ege Bölgesi’nde mitingler falan filan derken, ne oluyor der Mustafa Kemal. Onu da hemen derdest kapatırlar. Üç ay sürer ömrü. Ondan sonra da 1946’ya kadar biliyorsunuz ikinci bir partimiz olmamıştır. İstiklal Mahkemelerini unutmamak lazım. Değil mi? Binlerce kişinin vatana ihanet başlığı altında suçlandığı, yargılandığı, mahkum edildiğini unutmamak lazım.

73

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Onun dışında gizli açık baskıları hiç unutmamak lazım. 1935’e kadar Mustafa Kemal bütün milletvekillerini bizzat seçer. Zaten seçimler iki derecelidir.

Laiklik meselesi ise en problematik alanlarından biridir cumhuriyetin. Biliyorsunuz, Milli Mücadele sırasında Osmanlı laikliğinden geri adım atılarak, Kürtler, Çerkezler, Lazlar gibi Türk olmayan unsurların Türklerle birliği için İslam dini sonuna kadar kullanılmıştı. Mesela, Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal’i karşılayan Seymen Alayı’nda özel giysileri ve ayinleriyle Nakşibendiler, Sadiler, Rifailer, Kadiriler, Mevleviler, Bayramiler ve Bektaşiler bulunuyordu. İlk mecliste tek gayri Müslim üye yoktu, buna karşılık 403 üyeden 85’i dini eğitim almış kişilerdi. Meclisin başkanlık kürsüsünün arkasında “birbirinize danışınız” anlamına gelen dinsel bir yazı vardı. Meclisin ilk yasalardan biri dinsel nedenlerle çıkarılan Men-i Müskirat yani İçkiyi Yasaklama Kanunu idi. Bugünkü anlamıyla laiklik çok sonra şekillendi.

Sosyal hukuk devleti meselesini geçiyorum. Sosyal lafı çok yenilerde ortaya çıkmıştır. Hukuk ise İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükun Kanunlarıyla vs. hiç bir zaman gündeme gelmemişti. Özür dilerim çok vulgarize ederek cevap veriyorum size. Aslında ayıp ediyorum. Benim başkalarına ettiğim bir söz vardır: Tarihi talan etmemek lazım derim. Şu anda ben tarihi talan ediyorum, yani en azından söylem düzeyinde. Ama bana birazcık itimat edersiniz diye düşünüyorum da böyle kestirmeden söylüyorum. Ama tersini söylerseniz kendi pozisyonumda ısrarcı olmazdan evvel sizi dinlerim, tartışırım o konuyu. Şimdi diyorsunuz ki ordu bunları korumak için müdahil olmak zorunda kaldı. Değil mi?

KATILIMCI : Evet.

AYŞE HÜR : Ne olduğunu ben anlamış değilim gerçekten. Bu ülke maalesef hanımefendiciğim bizim düşündüğümüz gibi bir insan topluluğunu barındırmıyor. Bu ülke insanları için din önemli bir bileşen, kimliklerinin önemli bir parçası. Biz bunu ister kabul edelim, ister etmeyelim. Biz Jakoben aydınlar olarak dinin kitlelerin afyonu olduğunu düşünelim…

74

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

KATILIMCI : …

AYŞE HÜR : Evet törensellik açısından hele düşünürsek, evet, motifler evet doğrusunuz, yani törensel anlamda, seremoniler anlamında bizim hiç hiç düşünemeyeceğimiz kadar önemli. Bu her ülkede böyledir. Mao bile güya eski düzenin sembolizmini reddetmiştir. Sonra gidip kendi sarayını eski Çin İmparatorlarının sarayının düzeninde kurmuştur. Kızıl Meydana bir baktığınız zaman aynı sembolizmi görürsünüz. Zaten hiç bir zaman hiç bir toplum bir önceki zihniyet kalıplarını, semboller dünyasını birden terk edemez. Zihinsel örüntüler, hep ilmek ilmek, mutasyona uğraya uğraya bir öncekinin gelişmesi, değişmesi şeklinde oluşur. Şimdi Mustafa Kemal Atatürk’ün gelip de din yoktur falan demişliği de yoktur zaten, böyle bir şeyi de demiş değildir…

KATILIMCI : Din olgusu olduğu gerçek, din olgusu, yani laikliği kabul etmek zaten dini yadsımak diye bir amacımız da yok. O halde yani dinin var olması laikliğin olmadığını ya da olmayacağını göstermez.

AYŞE HÜR : Şu andaki fark ne? Müdahaleyi gerektiren size göre durum neydi?

KATILIMCI : Valla size göre bu anlaşılmıyor mu hanımefendi?

AYŞE HÜR : Valla anlaşılmıyor. Ben hakikaten anlayamadım. Yaşar Büyükanıt ne görüyor da, oradan gece uykusu kaçıyor da, 23:00’de bildiri yazıyor ben gerçekten anlamadım.

KATILIMCI : Valla ben de sizin anlayamadığınızı anlayamadım. Özür dilerim, o zaman.

AYŞE HÜR : Zaten güzelliği burada değil mi? Hayatta hepimiz anlaşsaydık, aynı şekilde düşünseydik ne tatsız bir dünya olurdu. Tarikatlar hep vardı bu topraklarda ve bu tarikatlar Osmanlı’da sosyal ilişkiler ağına dahildi. Yeniçeri Ocağını da kontrol ederdi, gündelik hayatı da. Yani daha etkindiler. Cumhuriyetin ilk yıllarında da etkindiler. Milli Mücadele’de tarikatlarla işbirliği yaparak mobilize ettik insanları. Ben açıkçası din dışı bir insanım. Bunları söylerken, dini grupların içinden konuşmuyorum, onları olduğu gibi

75

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

kabul ederek konuşuyorum.

KATILIMCI : Ben başka bir tarafa, başka bir şey soracağım.

AYŞE HÜR : Başka taraftaysa o zaman ben beyefendiye küçük bir cevap vereyim.

KATILIMCI : Buyurun, tamam.

AYŞE HÜR : Çok haklısınız yani Mustafa Kemal hakikaten o dönemin lider kadrosu içerisinde hakikaten çok seçkin, çok özel bir yere sahip. Weber’in sosyolojisinde karizmatik liderlik vardır ya, hakikaten Mustafa Kemal bu liderliği hakkıyla karşılayan karizması son derece yüksek bir insan. Ama yani şimdi sözüm meclisten dışarı, son derece de pragmatist. Siyasi anlamda da pozitivizmden aldığı güçle, her şeyin doğrusunu bildiğine, bu ülkeyi kendisinin adam edeceğine inanan bir şahsiyet. Ama iyi ve kötü yanlarıyla ortaya koyduğu içinde yaşadığımız Türkiye. Yani memnun olduğumuz şeyler de o dönemden geliyor, olmadığımız şeyler de o dönemden geliyor. Dediğiniz doğru. Neden ona karşı ciddi bir muhalefet olmamış? Neden karşı koyuşlar olmamış? Neden sağlıklı biçimde eleştirilmemiş? Bunların cevabını vermek çok zor. Kazım Karabekir mi dediğiniz gibi alternatif olacaktı ona, Rauf Orbay mı olacaktı? Onun çapında adam, muhalif yok. Sınıfların olmadığı bir toplumda, yani siyasetin sınıflar üzerinden yürümediği, aksine devlet gibi bir üst yapı kurumu içerisinde yürütüldüğü bir toplumda ancak bu olurdu. Kişisel çatışmalar bazında giderdi ve orada da hakikaten akıllı olan, zeki olan, donanımlı olan, karizmatik olan, acımasız olan bu mücadeleyi kazanırdı. Yani bütün hastalıklarımız bence sosyo-ekonomik yapımızdan gelen hastalıklar. Bu toplumda siyaset sınıflardan bağımsız, Marksist terminoloji anlamında söylemiyorum bunu. Bir burjuvazi yok öncelikle. Batı’da serbest fikirler nereden çıkmıştır, kim desteklemiştir onları? Aydın niye bizde eleştirel değildir? Çünkü tercüme odasından yetişmiştir, memur takımından adamdır ve maaşını devletten alır. Bu mu eleştirecek devleti? En fazla devleti nasıl adam ederim diye düşünür. Yoksa düzeni değiştirmek gibi bir hedefi yoktur. Öyle bir felsefesi yoktur. Felsefe kulübü düzenliyordu değil mi bu toplantıyı? O zaman bir iki kelam da felsefeden edelim.

76

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

KATILIMCI : ...

AYŞE HÜR : Felsefe yoktur mesela. Osmanlı entelijansiyasını ayakta tutan, felsefe nedir, devleti nasıl kurtarırız? Hep tabiptir bunlar. Sosyal tabiplerdir, içtimai tabipler. Yani böyle bir gelenekten geliyoruz, Mustafa Kemal’in yerinde olsam ne yapardım? Ben daha demokratik olmaya çalışırdım diye düşünüyorum. Çünkü onu yapacak dehası, yeteneği, donanımı vardı, karizması da vardı. Evet, çok özür diliyorum, arkadaki genç arkadaşım çok uzun süredir söz bekliyor.

KATILIMCI : Rica ederim, ben zevkle dinliyorum.

AYŞE HÜR : Buyurun.

KATILIMCI : Ben güncel politikayla ilgili bir şey sormayacağım, çünkü şey 21. yüzyılda ordunun muhtıra verdiği bir ülkede politikadan konuşmak bence abes bir şey.

AYŞE HÜR : Vallahi katılıyorum.

KATILIMCI : Onun için bu konuda hiç konuşmayacağım. Sadece utanç duyuyorum onun için başka bir şey soracağım. Sizin Türk aydınıyla ilgili yaklaşımınız tarihsel çerçeveye oturturken batı karşısındaki durumuna göre Türk aydınının, orada ben bizdeki, sizi de bir aydın olarak memnuniyetle kabul ediyorum.

AYŞE HÜR : Estağfurullah.

KATILIMCI : Ama hep bir şey var orada, ortaya çıkan bir karakteristik özelliği var bizdeki düşünen insanın, yani bizim karşılaştığımız, okuduğumuz, dinlediğimiz insanların, çözüm yok. Çok iyi tespitler var, çok akıllıca, çok birikim, yani bilgi akıyor ama hep bir durum tespiti. Çok zekice durum tespitleri, ama toplumun önünü açmıyor, aydın odur, topluma yön gösterecek, maalesef bu bizim aydının en büyük zaafı bu.

AYŞE HÜR : Evet, lafazanızdır, yani lafları çok güzel yaparız.

KATILIMCI : Sizde de bugün gördüğümü hoş görünüze sığınarak belirtmek durumundayım. Yani, inanılmaz bir bilgi yığını ve çok güzel hani zekice

77

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

yorumlara rağmen, bir türlü o beklenen, ya tamam bunlar yaşandı, böyle oldu, böyle oldu, şu gitti şu geldi, Serbest Fırka gitti şöyle, da yani ne diyorsunuz. Ama yani bu aydın meselesi toplumun önünde onu itici güç, onu yöneten, mesele o, bu bazı ben sizin bazı...

AYŞE HÜR : Bizde yani akademisyenlikle, sizin o tanımladığınız o sivil yani aktivist arasındaki o bir kopukluk var yani bizde, çok haklısınız aslında.

KATILIMCI : Söylemek istediğim de şey şu aslında iki cümleyle, bu batı karşısındaki hep bir şeyden söz ettiniz, ayna metaforundan. Bu toplumun kendisini inşa ederken kendi dinamikleriyle değil de aydını dahil batıya bakarak, bir şeyden inşaya gittiğini yanlış yada doğru öyle olduğunu söz ettiniz. Mesela ben hep şeyi düşünmüşümdür, kökenine doğru geri gitmeye kalkmışımdır, kendi kendime yani bu ne zaman başladı, böyle bir perspektif, batıya olan böyle bir perspektif aydında ne zaman başladı diye geri gidiyorsunuz. gittik, gittik işte en son Jön Türkler, biraz daha geri gidiyorsunuz işte Tanzimat, Mithat Paşalar belki işte hukuk falan, Tanzimat Fermanı, biraz daha geri geldiğimizde III. Selim civarı belki Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ve matbaanın gelişi oralarda artık şeyi kaybediyorum, bu batıya hayranlığın izini. O, o günden bugüne gelen bir perspektif, yani bu öyle sabahtan akşama cumhuriyetle gelen bir şey ya da 30 yıllık 40 yıllık bir şey değil. Necip Fazıl’a da, başkalarına da o gün gelen o yıllarda gelen bir şey değil. Bir şey olmuş yani bu bir geç kalma psikolojisi galiba, yani o moderniteyi fark etme, o zamandan beri gelen bir mağlubiyet psikolojisi var galiba, geri kaldık, geç kaldık, yetişemedik...Mesela dolayısıyla hani, ben mesela sizin ve sizin gibi fikir üreten insanların bunu bu tespit yerine, bu tespitten kalkarak böyle bir yüz elli yıla yayılan bir gerçeklik üstüne ne diyebileceklerini merak ediyorum. Yani, evet böyle bir şey var tamam, bunu hepimiz görüyoruz. Nedir, Ne olabilir? Sonra mesela bir küçük soru da şu; Oryantalizmden söz ettiniz 78’de yayınlanmış, Türkiye’de 82’de çevriliyor ilk kez, ama çevrilmeden hiç 1980’te kitabı Fransızca’dan okuyup Boğaziçi Üniversitesi’nde konferans veriyor bununla ilgili, uzun bir konferans. Şimdi, orda da pek şey yapmadınız galiba, tasvip etmemişsiniz, anladığım kadarıyla. Türkiye’de hakim klişenin bunu da alıp işte ne oluyorsa, işte oryantalistler bunlar. Bizim düşmanlarımız.

78

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

AYŞE HÜR : Ya evet oryantalizmin bize o yeniklik, mağlubiyet söylemini çok meşrulaştırdığını ve şey rasyonalize ettiğini düşünüyorum.

KATILIMCI : Fakat ben, bitiriyorum, bitiriyorum, son cümleyi söylüyorum. Bana hep şöyle geliyor bu mevzu, yani Said’in yaptığı da galiba şu soruya cevap bulmaktı. Dünya neden başka türlü değil de tam da şu anki gibi? Yani dünya neden başka türlü değil de, medeniyet ya da ekonomi ya da sömürü her neyse, niye tam da 1978’deki gibi sorusuna verilmiş en güzel cevaplardan biri o kitap. Dolayısıyla bence o kitabı böyle okumak daha makbul olabilir. Teşekkür ederim.

AYŞE HÜR : Anladım ben sizin dediğinizi, ama onun biliyorsunuz temel izleği Batı bizi izledi, gözledi, kaydetti ve bunu bizi yönetmek için tabii sonuçta da geri bıraktırmak için kullandı o bilgiyi şeklinde özetlenebilir. Ben bakılan, izlenilen, gözlenilen niye oldum diye sormak yerine niye bana bakıyorlar diye kızmak garip değil mi? Senin Doğu olarak Batı’ya bakmanı engelleyen bir şey mi vardı? Hiçbir engel yoktu, efendim..

KATILIMCI : …

AYŞE HÜR : Doğrudur, yani sürekli, evet ama dikkat edin Batı size bakmayı yasaklamıyor. Mesela benim tesadüfen keşfettiğim bir seyyah vardı. Marco Polo ile aynı tarihte Rabban Şauma adlı bir Nasturi keşişi Pekin’den Kubilay’ın Sarayı’ndan Kutsal Topraklara yani Kudüs’e doğru yola çıkar. Bağdat, Nasturilerin Katolikosluğunun merkezidir. Marco Polo da İtalya’dan Pekin’e doğru yola çıkar. İkisi de Sarı Irmak’ın yakınlarında bir yerlerde birbirinin yanından geçerler. Biri Kubilay’ın sarayına gider. Bilmem kaç yıl yaşar orada. Rabban Şauma ise Konstantinapolis üzerinden Avrupa’ya gider. O da bir günlük yazar. Marco Polo da bir günlük yazar. Siz Rabban Şauma’nın adını duydunuz mu bugüne kadar? Çünkü Rabban Şauma bir tane yazmış günlüğünden, onu bir yere koymuş, sonra da kaybetmiş. Marko Polo ise anlatmış, yazmış, bastırmış, çoğaltmış. Şimdi bu bana çok tipik gelir. Doğulu ve Batılı diye bir şey var. Ben bunu aşağılayıcı bir şey olarak da görmüyorum. Farklı zihniyet örüntüleri var. Mesela dine bakışları da ayrıdır. Batı Tanrısı insandır. Olimpos’ta yaşar, içki içer, eğlenir, aşk yaşar, kıskançlık kavgası yapar, fesatçıdır, tuzaklar kurar. Doğu’nun tanrısının nerede yaşadığı bilinmez.

79

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Göksel bir varlıktır, her yeri kapsar ama hiç görünmez. Hiçbir zaafı yoktur.

KATILIMCI /AV. GÜRBÜZ ÖZALTINLI : Özür dilerim. Benim bu son söylenenlerden şüphem var. Siz de bir izin verir misiniz? Size bir cevap verebilir miyim? Yani siz çok erken cömertçe katıldınız bence arkadaşın söylediklerine, yani olabilir ben üzerinde çok düşündüğüm için cevap veriyor değilim ama daha söylerken yadırgadım. Türkiye’de aydın tipolojisinin o kadar misyondan kopuk, o kadar tespit yapan ama sonra kendini çeken bir tipoloji olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Yani oldukça da belki de kendini o bile söylenebilir lüzumundan fazla politize etmiş olduğu dönemler vardır. Yönlü bir aydındır. Yönsüz değildir, cebinde çözümleri olduğunu varsayan bir aydındır. Sorun yani galiba yanlış yerde tespit ediyor, Türkiye’deki aydının bu misyon duygusundan kendini topluma yol gösterme, bu sorunları çözme duygusundan kopartmış olmasından falan kaynaklanmıyor. Şimdi sizden sonra gelecek insanlardan söz ettiği için bu cevabı verme ihtiyacı duydum. Hakikaten burada, altı konferans yapılacak bu altı konferansın da katılımcılarını takip ediyordur arkadaşımız. Mesela bunlardan en çarpıcı göz önündeki örneği Murat Belge’dir. Mesela çok bilinen en popüler isim olduğu için. Neredeyse namlunun ucunda yaşayan insanlardır. Yani Türkiye’de aydın tipine bakıp çözümle sorunu olmayan bir tipoloji tarif etmek haksızlıktır, yanlıştır. Bu aydın toplumla buluşamamıştır, çok ciddi, bu cumhuriyetin kuruluş problemleriyle ilgili olarak çok ciddi baskıya maruz kalmıştır, dışlanmaya maruz kalmıştır. Yani Türkiye’de bir aydın tipi tarif edilirken bence bakılması gereken ve söylenmesi gereken sözler pek bunlar değilmiş gibi geliyor bana. Burada bir aydın savunması için falan da söylemedim bunları ama

AYŞE HÜR : Yok anladım. Çok haklısınız, Jakoben olduğu için hep aydınlatma misyonu kendine biçmiştir ve iyi bildiğini söylemiştir, hatta haddinden fazla ama arkadaşımızın dediği bence o değil.

KATILIMCI : Hatta gereğinden fazla…o zaman yanlış anlamam var kesin sonuç…

AYŞE HÜR : Evet ben de öyle anladım ama entelektüelin görevi yol göstermek değildir. Bakın entelektüel ile aydın arasında hakikaten en önemli ayrım, belki

80

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

kamusal bir sorumluluğu vardır belki entelektüelin ama entelektüel örgütçü değildir. Entelektüel soru sorandır, tabulara meydan okuyandır, sorulmayanı veya örtülmeye çalışanı açmaya çalışandır. Soruları da evrenseldir, aydın daha yerel sorular sorar. Bence çok şey beklemek ve beklememek açısından her ikinize de katılıyorum ama entelektüel ve aydın ayrımını da çok iyi yapmak lazım.

KATILIMCI : Ama ben size bir şey söyleyeyim mi, siz yazılarınızdan takip ediyorum, sizin duruşunuzda bu tür tartışmalar, çatışmalar ve çözüm sorunu, çözüm alanı beni ilgilendirmez diyen bir geri çekilen, böyle bir duruşunuz olduğunu düşünmüyorum. Yani diyelim bir Gündüz Aktan’la bir polemik yazınız, yani oldukça projelerin çözüm iddialarını taşıyan çözüm alanlarının da içindesiniz, yani bunun böyle çok dışında bu beni zaten ilgilendirmiyor diyen, öyle

AYŞE HÜR : Ama ben şahsi almadım arkadaşın eleştirilerini …

KATILIMCI : Hayır ben size dair bir savunma da değil bu.

AYŞE HÜR : Anladım.

KATILIMCI : Yani Türkiye’de bu aydın tipinin, veya arkadaşımızın deyimiyle entelektüel tipinin asıl yaygın ve cari olan entelektüel tipi olduğu fikri bana çok inandırıcı gelmedi.

AYŞE HÜR : Evet, aynen öyle. Bu çok doğru bir nokta. Özür dilerim, gevezeliğime yenildim. Ama bakın Cumhuriyet tarihi hakikaten budur. Siyaset yasaklandığı için ve siyaset alanları tıkandığı için aydın hep siyasi misyon üstlenmek zorunda hissetmiştir kendini ve teori yapmaya kalkmıştır. Dediğiniz gibi tepesine de sert bir şekilde binince de ezilmiştir, korkmuştur. Hiçbir şey yapamaz olmuştur sonuçta. Ama asıl siyasetin alanıdır o sizin tarif ettiğiniz şey. Fakat ben sizi şöyle anladım: ‘Öyle bir yere parmak basmalısın ki, sen bu analizi yaptın Türk milli kimliğinin böyle bir patolojik bir hali var ise, bu hali çözecek noktaya işaret et.’ Ben öyle algıladım bir parça dediğinizi.

KATILIMCI : Jakoben bir yaklaşım hangi ülke için olursa olsun ben yalnızca Türkiye için söylemiyorum sıkıntılı bir yaklaşımdır.

81

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

AYŞE HÜR : Evet. Önce bir mıntıka temizliği yapmamız lazım. Arkadaş da çok haklı. Hala mı bu aşamadayız ki habire okuyalım tartışalım diyor.

KATILIMCI : Özgürlükler gibi bir sorunumuz var. En temel mesele herhalde özgürlükler sorunu. Evet tabi bu özgürlükler sorununun zehirlemediği yer yok tabi.

AYŞE HÜR : Bir cevap vermek istiyorum beyefendiden kopya çalarak. Dediği gibi her şey pek Jakobence yapıldı. Bu tabiri çok seviyoruz ve yani kastedilen çok hızlı ve radikal biçimde olması ve sosyal duyarlıkları veya gerçekleri göz ardı edilerek yapılması. Yoksa herhalde bu salonda 80 yıl boyunca bazı şeylerin hala halledilmemiş olmasından hoşnut olan yoktur. Dediğim şu: Laiklik konusunda her şey o kadar hızlı, o kadar gereksiz bir radikallikte oldu ki, hiç bir şey hallolmadı. Sonuçta bir çeşit süngere hep parmağını bastırmak durumundasın. Parmağını kaldırdığın an puff diye yükselen bir şey var. Çünkü modernleşemedik, çünkü o sizin hoşunuza gitmeyen bazı kesimleri sekülerleştirecek bir gelişme yaşanmadı. Sosyolojik bir vaka bu. İstediğiniz kadar şikayet edin. Silah hep elinizde olmak zorunda bundan sonra anlatabildim mi?

KATILIMCI : Bir şey söyleyebilir miyim? Şimdi Ayşe Hanım. Bu kokteylimiz biraz da bu toplantı böyle bitemediği için yapıyoruz, yukarıda sohbet devam ediyor yani burada bitmez yoksa ben size söyleyeyim.

AYŞE HÜR : Çok teşekkür ederim, efendim. Şey çıraklık dönemimi sizinle yaptığım için beni bağışlarsınız inşallah ileride büyüyünce daha iyi bir konuşmacı olmaya çalışacağım. Ben teşekkür ederim size. Sağ olun, varolun…

82

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

83

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - IIANKARA BAROSUFelsefe Kulübü

3. Toplantı

GEÇMİŞTE GELECEK,NEFRETLE ADALET

ARASINDA

Prof. Dr. Turgut TURHANLI

12 Mayıs 2007Ankara Barosu Kültür Merkezi

84

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

85

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

OTURUM BAŞKANI/AV. GÜRBÜZ ÖZALTINLI : Değerli Konuklar, Sayın Tarhanlı sağ olsun bizi kırmadı davetimize olumlu cevap verdi. Yoğun çalışmalarına rağmen İstanbul’dan geldi aramıza. Yine darbeden bu yana biraz azalarak da olsa bu toplantıları sürdürebiliyoruz. Biraz daha mı azaldık diye bakıyorum salona bir önceki toplantımızda Ayşe Hür buradaydı, daha farklı alıştığımızın dışında bir tarih yorumuyla karşılaştık, onu dinledik. Onu dinlemeden bir gün önce, bence Türkiye’nin kaderinde çok ciddi etkileri olan ve gittikçe, zaman geçtikçe anlaşılacak olan bir olay yaşanmıştı. Bunu hepimiz biliyoruz. Geleneksel iktidar odağı, ben bu terimi yakıştırıyorum, iktidar dağılımında, Türkiye’deki iktidar dağılımında her zaman merkezde duran ses, sürece el koydu, çok etkili bir şekilde el koydu. İki haftadır Türkiye’de daha önceki rutinle, yani dört buçuk yıllık siyasi süreçle, ritimle hiç bağdaşmayan, o ritme, o tempoya son derece aykırı bir altüst oluş yaşandı. Parlamentonun neye ne kadar muktedir olduğu, parlamentonun iktidar dağılımında nasıl bir yer işgal ettiği, herhalde yeniden sorgulanabilir oldu. Yani alıştığımız, sanal bir dünyadan mı uyandık demek lazım bilmiyorum. Türkiye’deki gerçek iktidar dağılımını bize hatırlatan bir süreç yaşıyoruz, iki haftadır bunu yaşıyoruz. Bu dönemde, hakikaten buraya, davetimize olumlu cevap vererek gelen konuşmacılara, akademisyenlere özellikle teşekkür etmek gerekir. Yine buraya, bu konferanslar için gelen, ilgi gösteren size, bu topluluğa teşekkür etmek isterim. Çünkü az da olsa, cılız da olsa böyle bir ilginin ihtiyaç duyduğumuz cesareti beslediğini düşünüyorum. Çünkü çok zor bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Ana akımın dışında, Türkiye’de boğucu olduğunu düşündüğüm ana akımın dışında, kendine yer açmaya çalışan, ses vermeye çalışan bir pencere yaratmaya çalıştığımızı düşünüyorum, çok zor bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Bunu söylemek güç geliyor, ama bunu da söylemek lazım; -ama benim bireysel kendi bakış açımdır, sebeplerini de tartışma bölümünde eğer mümkün olabilirse, tartışmalar o tarafa doğru akarsa söylemek isterim, şimdi değil ama- umutsuz da bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Bir iş yapılırken o işi yapanların umutsuzluk taşımasının ne kadar kötü, tehlikeli olduğunu biliyorum, ama bunu da buradan söylemek sanırım dürüstlük gereği. Ben çok umutlu, iyimser bir yerde durmuyorum. Daha önce, bu konferanslar başlamadan önce, ilk iki

86

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

dönem katılan arkadaşlarımız varsa bilirler, bu kürsüye çıkıp konuşmacıdan önce, o başlıkla ne kadar bağdaşabileceğini de fazla düşünmeden bir takım konuşmalar yapıyordum ben. Bu hakikaten topluluğun belli bir başlığı bilerek, konuşmacıyı bilerek, o konuşmacıyı o başlığın yarattığı çağrışımlar çerçevesinde dinlemek amacıyla buraya gelmiş olan topluluğun ve o konuşmayı hazırlayan, buraya gelen konuğumuzun, konuğumuzla o topluluğun ilişkisine bir müdahale gibiydi neredeyse. Özellikle de konferansçıdan önce yapıldığı için bu konuşma biraz da dikkat çalıyordu. Bunu dinleyiciler, katılımcılar arasında olumlu bulanlar da vardı, olumsuz bulanlar da vardı. Benim nihai fikrim bunun çok olumlu olmadığıdır. Çünkü hakikaten hukukçu terimiyle düşünecek olursak -biraz uzatıyorum ama keseceğim-, bir akit oluşuyor burada, yani biz bir ilan yapıyoruz, çağrı yapıyoruz. Konuşmacı bilinen bir kişi oluyor, bir başlık seçiyor, o başlık muhakkak gelenlerin kafasında bir çağırışım, bir vaat yaratıyor. Dolayısıyla gelenler ben bu başlık altında bu konuşmacıyı dinlemeye geldim diyorlar, konuşmacı bu başlık altında size bir şey sunacağım diyor, biz o akdin arasına, ondan önce söz alarak, biraz da rol çalarak katılmış oluyoruz. Bu dikkat kaymaları tartışma bölümünde de kendini gösteriyordu zaten. Konuşmacıya yöneltilen tepkiler ve sorular kadar, bizim yaptığımız konuşmalara da tepkiler ve sorular yöneltiliyordu. Onun için ben bu umutsuzluğuma dair argümanlarımı, Türkiye’nin bugününe dair bakış açımı kapsamlı bir şekilde sunma yanlısı değilim. Ben sizi İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Hukuku dersleri veren Profesör Turgut Tarhanlı ile baş başa bırakacağım. Elinizde bulunan özgeçmişte kendisiyle ilgili yeterli bilgi yer alıyor. Kendileri Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin kurucusudur, Yönetim Kurulu Üyesi’dir. 1995 yılında Uluslararası Af Örgütü Türkiye’de canlandırılmaya çalışılırken kendileri onun yerel kurucu grubunda yer almıştır. Birleşmiş Milletlerin 50.Kuruluş Yıldönümü’nde, İtalya’da yapılan, Halkların Birleşmiş Milletleri Toplantısı’na Türkiye’yi temsilen katılmıştır. Bu tür akademik çalışmalarının yanı sıra 10 yılı aşkın süredir Radikal Gazetesi’ndeki köşesinden, yazılarından da tanıyoruz kendisini, bizi kırmadığı için, bu çalışmaya katıldığı için, bir bakıma da bu ezici havada nefes almaya çalışan dar bir alana katkı verdiği için teşekkür ediyor ve kendilerini buraya davet ediyorum. Buyurun Sayın Hocam.

87

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Sayın Başkan, Ankara Barosu’nun değerli üyeleri, değerli konuklar, bu açılışta sarf ettiğiniz nazik sözler için çok teşekkür ederim. Umarım sözlerinize layığımdır, umarım söylediğiniz çerçeve içerisinde bugün burada uygun bir tartışma yapmaya elverişli bir çerçeve çizebilirim. Sadece bir küçük ek yapmak isterim, hayatımın büyük bir kısmını benden çaldığı için onu göz ardı edemiyorum. 2002 yılından bu yana Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanlığını yürütüyorum. Bu küçük hususu da sadece biraz akademik bir tavrın gerçekle olan belki obsesif ilişkisi, biçimi olarak değerlendirmenizi rica edeceğim.

Bana bugün verilen konu daha önceki ilişkilerimiz çerçevesinde, özellikle bu çalışmayı Ankara Barosu bünyesinde yürüten değerli baro mensupları ve hukuk araştırmacısı dostlarımın da önerisiyle ve işbirliğiyle geçmiş, gelecek, bugün yani bir zaman faktörü ve bunu özellikle nefret ve adalet ikilemi içerisinde değerlendirmek, kısacası belki tarihin hukukla olan bağlantısı, tarih ve hukuk, zaman ve hukuk, dün, bugün ve gelecek, bunların hepsi soyut kavramlar, ama bütün bunların hayatımızda çok önemli bir yer işgal ettiğini sanırım hepimiz kabul ediyoruz. Tabii bunu yaparken sadece soyut, zaman ve gerçek, zaman ve hukuk gibi kuramsal bir sunuş değil, aynı zamanda bunun özellikle de geçmişteki acılar, bugün süregelen veya gelmeyen, ama varlığı dile getirilen, dolayısıyla hukukun bu bağlamda nasıl bir adalet anlayışı veya adalet yaklaşımı içerisinde bu konuyla ilgilenmek durumunda olduğu gibi, aynı zamanda bir problematik çerçevesinde, bir sorunsal çerçevesinde değerlendirilmesi de bu toplantının hazırlık safhasında yaptığım görüşmeler içinde üzerinde mutabık kaldığımız bir husustu. Tabii bu başlık altında zannediyorum, Türkiye’nin kendi hesabına, kendi payına çıkartabileceği ve tartışmaya sunup masa üstüne koyacağımız çok konu var. Ben özel olarak Türkiye’nin belli sorunlarını alıp, masa üstüne yatırmak niyetinde değilim, ama tabii ki bunları da kapsayacak bir bakış açısını, özellikle de adalet yaklaşımları çerçevesinde bugünün ve iki temel adalet yaklaşımı bağlamında değerlendirmek düşüncesindeyim, ama tartışma kısmında sorularınız olur veya görüşleriniz olursa onları da ayrıntılı olarak tartışma imkanı bulabileceğimizi tahmin ediyorum.

88

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Konuşmamın bir alıntıyla başlamak istiyorum. Bu alıntı, bugün hayatta olmayan ama Türkiye’nin yetiştirdiği, uluslararası alanda da adı bilinen, hatta son yıllarda, son yıllarını büyük ölçüde yurt dışında Türkiye’yle bağını koparmadan ve Türkiye’yle olan tarih çalışmalarını koparmadan, Türkiye tarihine ilişkin çalışmalara olan ilgisini de söndürmeden sürdüren bir tarihçi Stefanos Yerasimos’a ait. Yerasimos’un bundan yaklaşık bir beş yıl kadar önce, 2002 yılında, Toplumsal Tarih Dergisi’nin Eylül 2002 sayısında, Toplumsal Tarih Dergisi’nin bir makalesinde, yine bu çerçevede, yani tarih ve hukuk bağı tartışması, bunun doğurduğu problemlerle ilgili bir tespiti, bir gözlemi, bir düşüncesi yer aldı, bunu sizlerle paylaşarak başlamak istiyorum. Bu belki bir tür epigraf gibidir. Bunu bir makalenin, bir kitap başlığının başında yer alabilecek bir alıntı olarak kabul edin. Ben doğrudan doğruya o tema üzerinde durmamakla birlikte, zannediyorum bu sunuşla ilgili olarak da kendisine atıfta bulunmamın yararı var. Bir tarih ve hukuk çelişkisi bu. Ben şimdi bu alıntıyı aynen okuyorum: “Hukukun amacı bir şeyi kanıtlamak, tarihin ki ise izah etmektir. Hukuk yargılar, oysa tarih değer yargısından uzak durur. Temel amacı bir neden sonuç ilişkisi içerisinde olayları, gerçeklere mümkün olduğu kadar yaklaşarak göz önüne sermek ve değer yargısını okuyucuya bırakmaktır. Bu durumda hukuk, tarihin verilerini kullanır, ancak bunun için kendisinden bağımsız olarak var olan bir tarih yazımı gereklidir. Aksine tarih yazımı hukuk kavramlarını kullanmaz ve tarih hukukun yardımcı bir öğesi, bir alt dalı değildir. Dolayısıyla kavram kargaşasından kurtulmak için yapılacak ilk iş tarihsel düşünce sistemini, hukuksal düşünce sisteminden ayırmaktır. Başka bir deyişle hukuksal endişelerden ve art düşüncelerden bağımsız bir tarih yazmaktır.” Tabii Stefanos Yerasimos tarihçi olduğu için o durduğu yerden, hukuku bu şekilde görüyor. Aslında bu, bugünün öyle zannediyorum ki belli adalet yaklaşımları çerçevesinde de değer taşıyan bir yaklaşım biçimi, bir düşünce tarzı, dolayısıyla bu görüşün hukuki cephesinde de bunun belli bir aksinin olduğunu düşünüyorum. Sadece tarihçilerle sınırlı, tarihçilere özgü veya tarihçilere hap olmuş bir görüş olarak da değerlendirilmemesi gerekir. Bizim hukukta özellikle tarih ve hukuk ilgisi, bağı ve buna bağlı doğabilecek bütün tartışmalar, bunun türevi olabilecek tartışmalar da aslında öncelikle

89

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

söz konusu olan bir zaman faktörüdür belki. Çünkü özellikle hukuk ama özellikle pozitif hukuk zaman faktörünü hukukun etkisi, gücü itibariyle çok dikkate alır, önemser. Dolayısıyla ilişkilerimizin tanımlanmasında eğer hukukun tanımlarına ihtiyaç duyuyorsak, hukukun kural kalıpları içindeki tanımlarına ihtiyaç duyuyorsak, bu pozitif hukuk yaklaşımı içerisinde bir zaman faktörlü ilişkilerin gerçekleştiği dönemde var olan hukuk biçiminde ortaya koymaya çalışır. Bu pratik bir anlamda sonuçtur. Ama aynı zamanda bu pratik hedeflerin, pratik amaçların, pratik bir çözüm bulma kaygısının ötesinde, o dönemde yaşayan ilişkilere, hakim hukuk kurallarının da o döneminin iradesi olarak aynı zamanda o ilişkilere duyulan bir saygı olarak da ortaya çıkabilir. Ama tabii zaman içinde değişimle karşı karşıya kalabiliriz, ilişkilerimizde bir değişim olabileceği gibi hukuk kurallarında da bir değişim olabilir. Dolayısıyla hukukun zannediyorum müşkül sorunlarından biri; geçmişte kabul edilmiş, uzun zaman önce kabul edilmiş bir hukuk kuralının ya da hukuk kurallarının bugün uygulanması ve dolayısıyla yorumlanmasıyla ilgili olduğu kadar, bir başka hukuki problem yine zamanla bağı itibariyle geçmişte gerçekleşen birtakım olayların hukuken değerlendirilmesinde bugün ama geçmişe bakarak nasıl değerlendirilebileceği gibi bir sorunun yükü altında bugün nasıl bu değerlendirmenin yapılacağı konusudur. Dolayısıyla iki farklı açıdan da bakabiliriz. Hem hukuk kuralını geçmişte kabul edilmiş, yürürlüğe girmiş bir hukuk kuralını bugün nasıl uygulamak meselesi, artı bugün geçmişe bakmak ama hukuka değil olaya bakmak konusunu nasıl değerlendirmek gerekir düşüncesi. Burada tabii ben Stefanos Yerasimos’un karşı cephesinde, hukuk cephesinden bakan bir insan olarak zannediyorum sizlerin çoğunluğunuzun hukuk camiası içinde olmasından hareketle şunu belki rahatlıkla söyleyebilirim; hukuk aslında büyük cesaret sahibi değerlendirmelere kapı açan bir alandır, çünkü dünya üzerindeki her şeyi tanımlama arzusu vardır, hedefi vardır, bu ihtirasla bakar ilişkilere. Dolayısıyla bugün, hatta bir düşünürümüzün, söylediğini aktarmam gerekirse; “güneşin altında var olan her şeyin hukuki bir tanımı vardır, hatta güneşin kendisinin bile” böyle bir hukuki tanımının olduğunu söyleyebilirim. 1967 ve 1980, 79 yılında, 80’lerde yürürlüğe giren iki Birleşmiş Milletler antlaşması uzay ve gökcisimlerinin tanımlarını da verir. Dolayısıyla güneşin kendi de

90

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

dahil ve evrenimizde var olan hemen her şeyin, nesnenin ve varlığın ve ilişkinin hukuken bir tanımı da var. O zaman dolayısıyla tarihi olaylara yönelik olarak da böyle bir yaklaşım içinde bulunmak şüphesiz insanlığın tartışması, değerlendirmesi, dikkat nazar-ı sarf etmesi gereken bir konu. Ancak tabii buradaki yaklaşımı nasıl gerçekleştirmek durumundayız. Sanıyorum burada iki önemli husus karşımıza çıkıyor, bu gerçekle ilgili. Gerçek tırnak içinde gerçek. Ama gerçeğe hukuk açısından bakmakla, hukuk dışından bakmak birbirinden farklı olabilir ve bu bir yol ayrımı olabilir. Yani benim biraz önce hukukun nihai hedefi olarak ilişkilerimizi tanımlaması ve ortaya çıkabilecek uyumsuzlukları giderme konusunda bu tanımlardan yararlanma arzusu işte bu noktada önemli bir yol ayrımına gelmiş demektir. Çünkü biz ilişkileri, olayları, belli davranış biçimlerini hukuken tanımlayabiliriz, hukuk bunları tanımlamıştır çünkü veya yorum suretiyle buna bir anlam verebiliriz ama bu çabamız, bu yürüttüğümüz muhakeme tarzı belli hukuki kalıplar ve çerçeve içinde gerçekleşecektir, referanslarımız bunlar olacaktır. Fakat öte yandan bu hukuki araçlar dışında da biz o ilişkileri ayrıca tanımlayabiliriz. Bunun mutlaka hukuki referanslarla olması da gerekmeyebilir. Hatta belki başka inceleme alanlarının sağladığı araçlardan yararlanarak tanımlayabiliriz. O zaman gerçeklikle bu iki farklı yaklaşım biçimi arasında nasıl bir bağ kurmamız gerekiyor? Bu çünkü iki ayrı yola bizi, bir yol ayrımı olduğu için iki ayrı yola yöneltecektir. İşte burada hukuki gerçekle, hukuk dışındaki gerçek konusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Tabii aslında bir hukuk düzeni içinde yaşamanın asıl amacı bu iki farklı gerçekliği örtüştüren bir düzenin kurularak veya ilişkilerimizi bu düzende gerçekleştirerek, kısacası hukukun aslında mevcut ilişkilerimizi veyahut mevcut davranış biçimlerimizin yansıdığı bir kurallar manzumesi olması, bir davranış kuralları, davranış kodları çerçevesi çizmesidir asıl olan, fakat bu hiçbir zaman da gerçekleşmez bildiğimiz gibi. Gerçi belki buna yaklaşılabilir, değişik derecelerde yaklaşılabilir veya değişik derecelerde uzağında kalınabilir ama hedef bir anlamda da budur. Dolayısıyla ben bugünün Türkiye’siyle ilgili olarak da aslında aynı çerçevede bir mesafe kaybı ve mesafeyi daraltma veya uzaklaştırma anlamında bir gerilim yaşadığımız düşüncedeyim, o bakımdan bugünü de yani konjonktürel olarak karşı karşıya kaldığımız sorunlar bakımında da aynı mücadelenin yeniden baş gösterdiği,

91

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

bildiğimiz bir tarzda veya tanıdığımız belli biçimlerde baş gösterdiği düşüncesindeyim. Şimdi bu çerçevede konuya yaklaşırken sözünü ettiğim yaklaşım biçiminin tabii ki modernizm içerisinde yani devlet, devletin hukuku, hak kavramı ve ilişkilerimizin bu temel unsurlar içerisinde değerlendirildiği bir biçimde tartışılması gerektiğini düşünüyorum ve o çerçevede tartışılmayı, tartışmayı hedefliyorum. Böyle bakınca tabii bunun özellikle 20.yüzyıl içerisinde, tabii henüz 21.yüzyıldan birkaç yıl aldık fakat 21.yüzyılı tanımlayabilecek durumda olduğumuzu düşünmüyorum fakat 20.yüzyıla baktığımız zaman bu modernizm anlayışı içerisinde hukuk, devlet ve hak kavramı bağlamında önemli bir gelişmenin olduğunun altını çizmek gerekir 20.yüzyılda. Ancak bu 20.yüzyılının ilk yarısının değil de ikinci yarısının tanımlanabileceği bir gelişimdir. O da hak kavramı bağlamında, insan hakları kavramı. İnsan hakları kavramının 20.yüzyıl, 2.Dünya Savaşı öncesi dönem bakımından oy ilişkileri, bir devlet düzeni içerisinde veya devlet düzeni dışında uluslararası düzende ilişkilerimizi tanımlayacak bir güce, niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Her ne kadar Fransız Devrimi böyle bir gelişme sağlamışsa da eşitlik, kardeşlik ve dolayısıyla özgürlük fikrini ön plana iterek bu devletin kendi düzeni içerisinde söz konusu olan bir tartışmadır, öyle bir siyasi gelişimin ürünüdür, ama 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren söz konusu olan gelişme bundan çok daha farklıdır. Çünkü devletin içindeki gelişmeyi hak kavramı bağlamında yine önemsemektedir ancak bunun meşruiyet kaynağını devletin kendi düzen sınırları içinden çekip almıştır, uluslararası düzenin meşruiyet kavramı içinden, yeniden yeşerterek, büyüterek devletin iç düzenine yöneltmeyi benimsemiştir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, ikinci yarısı, 20.yüzyılın hak kavramının uluslararası hukuktan meşruiyetini, uluslararası hukuk düzeninden meşruiyetini alan bir biçimde geliştirildiği bir anlayışa sahiptir. Bu çok radikal bir dönüşümdür, çok radikal bir biçimde farklılaşmıştır, hak kavramının tanımı itibariyle ve sadece onunla sınırlı da değil, devletin egemenlik yetkileri ve egemenlik kavramının çerçevesi itibariyle de çok farklılaşmıştır. Çünkü egemenlik kavramı törpülenmiştir. Törpülenmiştir karşısında bir başka güç, hak kavramıyla ilgili bir başka güç devlet iktidarının temellerini aldığı, devlet hukuk düzeninin dışında bir alandan

92

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

kaynaklanmaktadır. Ama bu da kendi iç çelişkileri, iç tezatları olan bir gelişimdir aslında çünkü o uluslar arası hukuk düzenidir, son tahlilde yapı taşlarını devletlerin oluşturduğu bir hukuk düzenidir. O zaman iş bu çelişkili noktaya çıkarabileceği aksaklıklar ve farklı gerilimler, farklı kutuplara bu meşruiyet söylemini çekmeye yönelik bir mücadeleyi dikkate almamızı gerektirecektir yani bir dikensiz gül bahçesine girmiş değilizdir ama sorunlar sürebilir ve sürmüştür de nitekim. Şimdi bu açıdan bir belki bu gelişmeyi çok güçlü bir biçimde iten, bunun itkisi olan bir tarihi vaka, 2.Dünya Savaşı sonrası, hatta başlangıç eşiğidir, 2.dünya savaşı sonrası Nazi Almanya’sı siyasi liderlerinin yargılanması konusunda ortaya çıkar. Bu kişiler yargılanmak durumundadırlar. Ama neye göre yargılanacaklardır? Nazi Almanya’sı hukuku onların yargılanması için elverişli değildir, elverişli yetki kuralları sağlamaz, çünkü onlar hukuka uymuşlardır o anlamda baktığınız zaman, Nazi Almanya’sı hukukuna. Peki başka devletlerin iç hukuklarına göre bir yargılama yapılması mümkün müdür? Yani müttefiklerin hukuku mesela. Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Sovyetler Birliği o dönemde, Britanya, diğer devletler. Bu da mümkün değil, çünkü geleneksel yetki kuralları ışığında baktığımız zaman meydana çıkan olaylar itibariyle bunların belki bir kısmı bakımından yetki kuralları içinde, ülkesel yetki itibariyle, Fransa da veya diğer Avrupa ülkelerinde bir takım yargılamaya esas oluşturabilecek hukuk kuralları bulabilirsiniz, ama bu top yekun ve ortaya çıkabilecek suçların genel karakteri itibariyle, profili itibariyle hukukun buna elverişli olabilmesi anlamına da gelmez. Ne yapacaksınız o zaman? Nasıl bir yargılama zemini yaratmak durumundasınız? Bu mükemmel bir yargılama değil, onun altını çizmek istiyorum, böyle bir iddiada da değilim ama o şartlar içerisinde, o veriler içinde onu nasıl gerçekleştireceksiniz? İşte bu uluslar arası hukuk düzeninden hareketle meşruiyetin sağlanmaya çalışıldığı anlayış farklılığının başlangıç hattı olarak belirir. Çünkü yargılamaya esas oluşturacak olan o Nürnberg yargılamaları Nürnberg Mahkemeleri’nin özünde böyle bir meşrulaştırma çabası vardır. Bu kişiler bir uluslar arası hukuku ihlal etmişlerdir. Bu tabii egemenlikle doğrudan doğruya bağlantılıdır, çünkü egemenliğin tezahürü olan siyasi iktidarın kendi ülkesi üzerinde kullandığı yetkileri itibariyle kırmızı hatlar artık çizilmektedir. O siyasi iktidar sonsuz değildir, sınırsız değildir,

93

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

belli sınırlara uymak durumundadır, meşruiyetini kabul ettirebilmesi için ve dolayısıyla gönüllü bir uygulamayı, gönüllü bir düzeni sağlayabilmesi için. Bu açıdan bakıldığı zaman işte hak kavramının uluslar arası hukuktan hareketle, Türkiye iç düzeni, ülke iç düzeni içerisindeki görünümü, tanımı farklılaşır, Türkiye’de de bu yansır. 45 yılının Birleşmiş Milletlere Türkiye’nin üyeliğinin tartışıldığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi salonunda müzakere onay kanununun -o tarihte meclis bir kanunla onaylanıyordu uluslararası antlaşmaları- görüşüldüğü oturumlarda, Ağustos 1945’tir bu ve Türkiye’de tek parti rejiminden kopan bir Demokrat Parti nüvesi oluşmuştur, henüz parti kurulmuş olmasa bile. Onun temsilcilerinden Adnan Menderes, çok ilginçtir bu Menderes’in sonraki icraatı bakımından belki tartışılacak hususlar konusunda bir zemin sağlar mı ondan hiç emin değilim hatta sağlamadığı düşüncesindeyim ama o dönem, bu dünya düzeninin görülüp tartışılması bakımından Adnan Menderes’in yorumu çok erken, önemli ve isabetli bir yorumdur. Bugün bile hala geçerliliğini koruduğunu söyleyebilirim, İnsan Hakları Hukuku bakımından. Şunu söyler Adnan Menderes; bugün artık evet güzel dünya güvenlik sistemi Birleşmiş Milletler ile, Güvenlik Konseyi’yle vesaire kuruluyor, dolayısıyla dünya devletlerinin de güvenliği ve uluslar arası barış ve güvenlik, Birleşmiş Milletler yetkisi içerisinde, onun gözetiminde yürütülecek ama Birleşmiş Milletler Sistemi’nin hedefi sadece de bu değildir der. Peki nedir? Aslında bu güvenliğin sağlanması için o yapı taşlarının, dünya düzeninin yapı taşlarının devletler olduğu gerçeğini dikkate almalıyız ve devletlerin kendi düzeni içerisindeki tam temsili olma karakterinin yani hükümetlerin tam temsili olması, tam temsili yapılar ve kendi vatandaşlarının hukukuna olan riayetin ölçüsü düzeyinde bir dünya düzeni kurulmasının söz konusu olduğunu dikkate almalıyız der. Bu çok önemli bir tespittir o gün, o tarih açısından ve bu günde. Tabii bunun algılaması da zaten onun önemli bir tespit olduğunu ortaya koyar çünkü meclis birbirine girer, bu sözler üzerine. Bu sözlerin bir suçu yok aslında, bugün her an gerçek veya sahte bir biçimde duyduğumuz sözler; temsili hükümet, halkın iradesine duyulan saygı vesaire. Ama o zaman için bu ciddi bir muhalif yorum olarak yorumlanır ve sıra kapaklarında bağırış çağırış, kürsüye yürümeler vesaire, tutanaklara baktığınız zaman görürsünüz onu, 15 Ağustos falan olması lazım, 1945 yılının meclis

94

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

zabıtlarında. Sonuçta böyle bir düzen anlayışı söz konusu. Şimdi tabii bunu kendi iç çelişkileri itibariyle ama hak kavramını da dikkate alarak dolayısıyla zaman hukuk ilişkisi içinde düşündüğümüz zaman, hak kavramının özellikle altının çizilmesi gerektiği kanısındayım belli bir yaklaşım biçiminin vurgulanması bakımından. Bugün insan hakları konusunda, hakların korunması konusunda politikalar söz konusu, farklı politikalar. Bunu ikiye ayırmamız gerekir, ikiye ayırmamız gerekir çünkü reel politik içerisinde yani devletlerin güç ve çıkara bağlı ilişkileri içinde de insan hakları politikasıyla karşı karşıya kalabiliriz ve devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde bunu görmemiz mümkündür ancak, bunun dışında bir insan hakları politikasıyla da karşılaşabiliriz. Uluslararası hukuk literatüründe bu, uluslararası insan hakları hukuku literatüründe iki farklı terimle adlandırılıyor. İngilizcede “human rights violence” ya da .... biçiminde tanımlanır. Tam Türkçede bunların bu kadar basit bir biçimde karşılığını bulmamız kolay değil. Hemen açıklamaya ihtiyacımız var. Yani bir tanesi insan hakları politikasıdır. Fakat “human rights violence” dediğiniz zaman sizin uyguladığınız politikaların insan haklarının güçlendirilmesine yönelik olması gerekir düşüncesiyle bunun altını çiziyorsunuz. Dolayısıyla bunlar aslında iki farklı, ikisi de insan hakları politikasıdır, birisi insan hakları lehine olma karakterini güçle vurgular ama diğerinin böyle bir kaygısı yoktur, o hasmı hedef alır, orada söz konusu olan hasmın insan hakları politikası karşısında zayıf düşebileceği yumuşak karnının bu alanda olabileceği düşüncesidir, dolayısıyla o da real politik içinde bir, aslında bir güç ilişkisi içinde değer taşıyan bir araçsallaştırılmış insan hakları politikasıdır. Bunun en tipik örneğini –ben yazılarımda da temas etmişimdir sık sık- mesela 1980’li yılların Amerika Birleşik Devletleri Ronald Reagan’ın insan hakları söylemidir, Sovyetler Birliği’ne karşı, sosyalist bloka karşı, güçlü bir araç olarak bunu dış ilişkilerinde kullanmıştır veya ikili ilişkilerde de görürsünüz, insan hakları konusunda yüklenmenin karşı tarafta yaratacağı belli bir tahribat olacağı düşünülebilir, devletler arası ilişkiler bakımından, çünkü karşı taraf bu konuda zafiyet içindedir, buna karşı durabilecek durumda değildir eğer güç ve çıkar temelinde bir politika yürütüyorsanız bu da onlardan birinin aracı olabilir tabii. Benim tabii bu çerçevede tarihe bakarken belli acıları bugün nefretten adalet anlayışı

95

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

ekseninde dönüştürmeye yönelik bir çabayı, bir adalet yaklaşımını tartışırken bunlardan sonuncusu değil, bundan önceki açısından konuya bakmamız gerektiğini herhalde söylememe gerek yok tahmin ediyorum, yani bir insan haklarına yönelik bir politika, sanıyorum bu çerçevede daha bizim açımızdan öncelikli bir konudur, altının öncelikle çizilmesi gerekir. Şimdi bu yaklaşımı ben, bu genel hatları çizdikten sonra, bir adalet yaklaşımı bağlamında, o başlangıçta altını çizdiğim ve bana da önerilen konu bağlamında nasıl dillendirebiliriz, nasıl tartışmaya sunabiliriz, nasıl açabiliriz? Yani tarih ve bugün nefretten adalete bir dönüştürücü çaba içinde nasıl değerlendirilebilir? Burada zannediyorum hepimizin aşina olduğu bir adalet yaklaşımı ile bunun karşısındaki bir adalet yaklaşımının tartışılması gerekiyor. Daha doğrusu ben böyle bir adalet yaklaşımının bu çerçevede önemli bir sorunları dile getirmekte veya sorunları karşılıklı olarak güç ilişkilerine prim vermeden dile getirmekte yararlı olduğunu düşünüyorum, şu adını koymak gerekirse; ceza adaleti yaklaşımı içerisinde, bir hukuk düzeninin, bir kamu düzeninin bozulması biliyorsunuz bir hukukun ihlalidir, bir hukuk kuralının ihlalidir dolayısıyla bunun eski hale dönüştürülmesi için bir çaba gösterilmesi gerekir. İşte bu da aydınlanma çağından bugüne gelen bir süreçte insanların bir üçüncü otoriteye, güce teslim ettikleri düşünülen bir kamu otoritesinin gerçekleştireceği bir çabadır. Bu adalet, ceza adaleti kuramı ve adalet yaklaşımları çerçevesinde denkleştirici adalet olarak tanımlanan bir yaklaşım biçimidir ve bugün Türkiye’de uygulanan hukuk, dünyanın hemen tümünde karşımızdaki hukuki uygulamalar, farklı hukuk geleneklerine mensup ülkelerde bile olsa aslında denkleştirici adalet uygulamalarıdır. Yani burada söz konusu olan nedir? Bu aslında çok geçmişi yüzyılları, bin yılları bulan bir yaklaşımdır, kimi Aristo’ya kadar götürebilir, onun adalet yaklaşımında da bunu bulabilirsiniz yani bir taraf bir başka tarafa, bir insan bir başka insana yönelik yapılmaması gereken bir eylem gerçekleştirmişse, maddi veya manevi bu mağdur üzerinde bir eksilmeye yol açmış demektir veya hayatını kaybetmeye yol açmış demektir, onun çevresinde de bu eksilmeye yol açmış demektir. O zaman adalet anlayışı, denkleştirici adalet anlayışı bir biçimde ortaya çıkmış o eksikliği gidermek çabası içerisindedir. O eksikliği kapatmak, o açığı kapatmak durumundadır. Bunu eski hale iade yoluyla yapabilirsiniz. Yapamazsınız telafisi imkansız bir

96

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

zarar ortaya çıkmış olabilir. O zaman ne yapacaksınız? O zaman döneceksiniz faile, faile bakacaksınız ve fail üzerinde bir şey yapmanız, ona bir muamele de bulunmanız gerekecek ki aynen eski hale iade etme imkanına sahip olmamanın sonucunda bu eksikliğin faturasını giderebilesiniz. Özgürlüğü bağlayıcı ceza anlayışının çok birincil, meşrulaştırma zemini budur ve hatta bunu biraz daha ileri götürerek şunu söylemek mümkün, o failin acı çekmesini sağlamanız gerekir. Yani onun cezalandırılması, onun acıya mahkum edilmesidir. O’nun çekeceği acı mağdurun çektiği acıyla orantılı olması gerekir. Bu da aydınlanmanın sağladığı bir ölçülülük, orantılılık, bugün insan hakları hukukunda da olan, hakların sınırlandırılmasıyla ilgili de karşımıza çıkan bir değerlendirmedir. Yani acının ölçülülüğü, neyle ölçülülüğü? Kayıpla olan ölçülülüğü veya orantılılığı meselesi. Bu tabii başlangıçta söz konusu değildi insanlık tarihinin, daha sonra ortaya çıkan bir gelişmedir. Bu sayede peki mağdur gerçekten tatmin olmuş mudur? Yani sistem onda meydana gelen bu eksilmeyi gidermiş sayılacak mıdır? Sayılmalı mıdır? Bu varsayılır. Denkleştirici adalet sistemi içerisinde, bugün dünyada da, büyük ölçüde ülkemizde de yaygın olan adalet anlayışı içerisinde bu varsayılır. Yani mağdur bir varsayım olarak adalet sisteminin uygulaması sonucu ortaya çıkan bu tablo karşısında o kendinde meydana gelen veya yakınlarında meydana gelen o eksilmenin giderildiğini kabul etmek durumundadır, bu sistemin işlemesi sonucu. Şimdi bu yaklaşımın karşısında, bu çok genel hatlarıyla açıkladığım denkleştirici adalet yaklaşımının karşısında son çeyrek yüzyıldır çok güçlü bir biçimde başka bir adalet söylemi belirdi. Türkiye’de de gerek medeni hukuk anlamında gerek ceza hukuku alanında buna ilişkin küçük yasal değişikliklerle bu tür bir adalet anlayışının uygulanmasına ilişkin bir gelişmenin olduğunu görüyorum. Hatta buraya gelmeden önceki günlerde Ankara Barosu’nun web sitesini izlediğimde bu konuyla ilgili orada da bilgiler olduğunu, sizlerin de bu konuda baro olarak çalışmalarınız olduğunu gördüm. Kast ettiğim onarıcı adalet mekanizması. Şimdi ben bu iki alana ilişkin adalet yaklaşımlarının farklılıklarının üstünde durarak başlangıçta ortaya koyduğum problematiği deşmeye çalışacağım ve sonra da bir kısa sonuca varıp bu sunuşumu bitireceğim. Onarıcı adalette söz konusu olan temel karakteristik ne o zaman? Öncekinin yaklaşımı dışında. Öncekine yeniden dönelim,

97

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

denkleştirici adalet yaklaşımı. Denkleştirici bir adalet yaklaşımı içerisinde sistem bir mağduriyetin meydana gelmesi halinde, bu devletten kaynaklanabilir veya tamamen yatay bir ihlal biçiminde de ortaya çıkabilir, dikey ihlal olabilir, yatay ihlal olabilir. Yani bireyler arası ilişkilerde, tüzel kişiler arası ilişkilerde de ortaya çıkabilir. Bir ihlalin, bir hukuka aykırılılığın, bir yapılmaması gerekenin yapılmış olması sonucu ortaya çıkan durumu aslında devletin hukuk düzenine ve onun varlığına yönelik bir nihai hedefi itibariyle onun hukuk düzeni sonuçta hukuk ve devlet ilişkisi bağlamında düşünecek olursak onun varlığına yönelik olarak değerlendirir. Dolayısıyla denkleştirici adalet anlayışı içerisinde bütün adalet sistemi mekanizması, devlet makamları ya da kamu makamları veyahut devlet aygıtları ile fail olduğu şüphesi olan kişi arasındadır. Aktif aktörler bunlardır, bu ilişki içerisinde ve dolayısıyla o eksilmeyi meydana getirmekte fail olduğu şüphesi olan kişinin bu konumunun tespit edilmesi zaten işi bitirecektir ve biraz önce sözünü ettiğim mekanizma o yönde işleyecektir. Bu tabii büyük ölçüde usule bağlı bir mekanizmadır, yani hukuk usulüne bağlı bir mekanizmadır, hukukidir, hukuki tanımlarla değerlendirilir ve profesyonelleşmiş bir mekanizmadır. Dolayısıyla profesyonel olmadığınız ölçüde bu mekanizmanın içerisinde bulunmamanız, bulunamazsınız veyahutta profesyonel yardım alarak bu mekanizmaya dahil olmanız gerekir. Peki böyle bir ilişkinin diğer cephesi, yani mağdur nerededir? Mağdur elbette ki bu sistem içerisinde değerlendirilecektir, mağduriyetinin görülebilmesi açısından ama mağdurun bu mekanizmanın işlemesini, özellikle faille ilişkisi bağlamında dönüştürmeye, değiştirmeye yönelik bir katkısı da söz konusu değildir. Dolayısıyla mağdur bu ilişkinin pasif süjesi, edilgen öznesidir. Aktif, etkin özneler devlet aygıtları ve faildir, ikisi arasındadır ilişki. Failde çok belirlemede dönüştürücü bir etkiye sahip olmaz, ama bir gerçekliğin tespiti veya olmadığının kanıtlanması bağlamında rol sahibi olabilir. Şimdi diğer adalet yaklaşımına dönecek olursak, orada söz konusu olan devletin hukukunun ihlalinden önce, bir başka şey, ilişkiler ortamının zedelenmesi olarak, suç kavramını veya mağduriyeti görmeye çalışır. Hangi ilişkiler? Tabii ki öncelikle bireysel ilişkiler. Yani mağdurun kendisi veya çevresi, failin kendisi veya çevresi veya mensup oldukları sosyal gruplar açısından ilişkiler, sosyal ilişkiler ortamı. Dolayısıyla mağduriyete yol açan

98

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

eylem bu iletişimi ve ilişkiyi bozmuştur, önceliği hukuka aykırılık değildir. Sosyal zeminde ilişkilerin ve iletişimin bozulmasıdır. O zaman öncelikle bunun tespit edilmesi gerekecektir. Çünkü bunun onarılması aslında hukukun ihyasına oranla çok daha zordur. Hukukun ihyasına ilişkin bir adalet sistemi varsayımlara bağlı olarak gelişir, burada varsayıma bağlı olarak gelişemezsiniz çünkü zihinlerde yaşar mağduriyet, iletişim ve ilişkiler itibariyle. Dolayısıyla kalkış noktası itibariyle çok farklı ve ağır mağduriyetleri eşit yaparak kalkış noktasını tespit etmemiz gerekecektir. İkinci bir nokta, aradaki farklılığı vurgulamak bakımından üstünde durulabilecek, denkleştirici bir adalet anlayışı içerisinde, öncelikle belli bir gerçeğin tespitine bağlı olarak ithamla sonuçlanan bir aşamaya varmanız gerekir. Yani siz suç işlemekle itham ettiniz ve dolayısıyla o suçun işlendiğinin ilanıyla sonuçlanan bir ilk aşamayı tamamlamanız gerekir. Bu da hukuki elbette. Denkleştirici adalet açısından böyle bir yaklaşımda bulunmak durumundayız. Bu tabii günümüzde ulusal hukuk olabilir, uluslararası hukuk olabilir yani kanunilik ilkesi açısından bakacak olursanız böyle bir gelişmenin varlığını biliyoruz. Ancak burada onarıcı adalet yaklaşımının karşı tartışma zemini, karşı argümantasyonu ve karşı meşrulaştırma söylemi şöyle gelişiyor; kusur mutlaka hukukla tanımlanmayabilir, yani sadece, sadece ve sadece, mutlak suretle hukukla tanımlanmayabilir. Hukuk dışındaki diğer faktörleri de dikkate almanız gerekir. Neler olabilir? Ahlaki olabilir, sosyal olabilir, ekonomik olabilir. Bu diğer faktörlerinde dikkate alınması gerekir. Tamamen hukukun dışında değil. Bunları da hukuki bir tanıma paralel olarak değer verilmesi, dikkate alınması ve dolayısıyla sadece bir suç olarak tanımlanan veyahut bir mağduriyete yol açan eylemi gerçekleştirmiş olmakla tanımlanan failin itham edilmesiyle sınırlı kalmayıp, onun aynı zamanda bu ithama konu olan sorumluluğu üstlenebilmesi, bir nedamet halinde olmanın sonuçlarını ortaya dökebilmesi, ortaya koyabilmesi, kendisine bu anlamda bakabilmesi ve mağdura bu anlamda bakabilmesi ve mağdurun ona bakabilmesi, dolayısıyla iletişim ve ilişki zeminin bu çerçevede de gerçekleştirilebilmesinin sağlanması gerekir, görüşünü savunur onarıcı bir adalet yaklaşımı. Dikkatinizi çekerim bunların hepsini birer yapıtaşı olarak adım adım daha sonradan tarihe bakarken kullanmamız gerektiğini söyleyeceğim dolayısıyla bir tür böyle bir

99

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

duvarın tuğlaları gibi, ama güçlü olabilir, zayıf olabilir bu tabii şartlarını bizim belirleyebileceğimiz bir husus.

Üçüncü bir karşılaştırma yapmak istiyorum bu çerçevede; iki hasım tarafın yer aldığı bir süreçte suçlanmaya sabitlenmek denkleştirici bir yaklaşımın adalet yaklaşımının bakışıyla yani savunma, iddia ve savunma, suçlanmaya yönelik veya karşı tarafın savunmasıyla bunu bertaraf etmeyi, savuşturmayı ortaya koyan bir çaba içinde olması tipik bir denkleştirici adalet yaklaşımıdır zaten geleneksel hukuk uygulamasında hepimizin de bildiği bir yaklaşım, hukuk fakültelerinde de öğretiyoruz. Ancak onarıcı adalet yaklaşımı böyle bir çarpışma ve çekişme zeminini ön planda tutmuyor. Yani bu sürecin bir çekişme zemini, eski tabirle nizalı kaza dediğimiz böyle çekişmeye bağlı, bir yargısal anlayış içerisinde değil, başka bir şeye odaklanmayı gerektirdiğinin altını çiziyor. Bu iletişime dayalı bir süreçte sorunun çözümüne odaklanmak. Yani suçun tanımına odaklanmak değil, sorunun çözümüne odaklanmak. Suçun tanımıyla sorun çözümlenmemiş olabilir, yani denkleştirici adalet sisteminin tıkır tıkır işlemesi, failin cezalandırılması ve cezanın infazı süreci tamamlamıştır ama sorun çözümlenmemiştir aslında. Dolayısıyla sorunu nasıl çözümleriz? Bu dolayısıyla pür, saf bir biçimde mutlaka bir yargısal mekanizmanın işleyişiyle çözümlendiğinin kabul edilmesi gereken bir süreç olmayabilir. Bir diğer tespit bu anlamda karşılaştırmanın ön planda olduğu, son iki tespit daha var, onların altını çizeceğim ve daha sonra bir sonuca bağlayacağım. Mağdurun kenarda durduğu, failin çözüme katkısının aranmadığı bir ilişkide sadece failin itham edilmesi, bu denkleştirici adalet yaklaşımının karşılaştırmaya esas dördüncü karakteri ve bunun karşısında aynı konuya ilişkin onarıcı bir adalet yaklaşımı. Mağdurun etkin, failin çözüme yönelik sorumlu olduğu bir ilişkide, asıl maddi ve manevi hasara yol açan eylemin günışığına çıkarılması, kişilerin değil ama eylemin ön plana çıkartılması. Türkiye’nin veya başka ülkelerin, tarih ve hukuk ekseninde tartıştığı, bizim de çok yoğun biçimde tartıştığımız, bu konuda canlara malolduğu tartışmalarda dikkat ederseniz, eylem ön planda değildir, bunun ayrıntısına sonuncu karşılaştırmayı da yapıp geçmenin daha yararlı olacağını sanıyorum. Son karşılaştırma bu adalet yaklaşımları bağlamında ve dolayısıyla

100

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

tarih ve hukuk ilişkisini değerlendirmemizdeki sonuncu araç; iki taraftan birinin kaybı, diğerinin kazancı şeklinde bir sonuca varılması, denkleştirici adaletin yaklaşımı budur. Çekişmeli yargı ilişkisi de böyle bir ilişkidir. Dolayısıyla bir kayıp ve kazanç ya da algılamaların bu biçimde gerçekleşmesi. Şimdi acaba iki tarafta kazanabilir mi sorusunun sorulması, yani bir tarafın mutlaka kaybetmesi üstüne inşa edilmemiş bir adalet yaklaşımı mümkün müdür? Onarıcı adalet yaklaşımı bunun mümkün olabileceği düşüncesindedir. Dolayısıyla her iki tarafında kazancının geliştirilmesine olanak taşıyan, işte “kazan kazan” diye belki bugün yani iki tarafın da konumunu belirleyecek bir biçimde, kayıp ve kazan değil ama “kazan kazan” yani iki tarafın kazancını ortaya koyabilecek. Bu kazançta bir maddi şartlar itibariyle tanımlanması gerektiğini söylemiyorum. Bu kazanma, tarafların bu süreçten kazanmış hissederek kendisini çıkmasının, çok farklı ilişki ve iletişime bağlı sonuçları var. Aktif olarak bir mağduriyete yol açmış taraf ile, mağduriyetin konusu, hedefi olan yani mağdur olan taraf arasında aslında böyle bir ilişki içinde bulunmanın ortaya çıkardığı bir öz kaybı, sosyal psikolojide ve adalet psikolojisinde ortaya konulur, bir öz, güven kaybı, güç kaybı. Sadece kendinize olan güç kaybınız veya güven kaybınız değil ilişkilerdeki güven kaybı. Dolayısıyla ilişkilerdeki güven kaybının taraflardan birinin belli bir mekanizmanın işlemesi sonucu adalet mekanizmasının işlemesi sonucu tesis edildiğini varsaymak ama diğer tarafı göz ardı edip, ihmal etmek, böyle bir iki taraflı kazanım sonucunu elde tutan bir yaklaşım olmaktan uzak kabul edilir bu yaklaşım biçimi içerisinde. Şimdi bu bütün bu karşılaştırmalı, benim çok temel olarak, her birisinin üzerinde çok geniş literatürün olduğu bu başlıkların sadece üstlerine basa basa ilerlemeye çalıştım, beş altı basamaktan yararlanarak tarihi bir sorunun veya geçmişteki bir mağduriyet nedeninin bugünkü hukuk yaklaşımı, adalet yaklaşımı çerçevesinde değerlendirilmesinde pozitif hukukun sınırları ötesinde bir yaklaşımın esas alınması gereğinin sanıyorum hayati bir önemi var. Niçin önemi var? Çünkü burada zihinlerde yaşayan, belleklerde yaşayan bir sorunla aslında, mağduriyet konusuyla aslında karşı karşıyasınız. Bunun faili veya faili olduğu şüphesi var olan taraf üzerinde, denkleştirici geleneksel bir adalet yaklaşımı içerisindeki çabaları arttırdığınız ölçüde, o taraf tamamen bu tavra uygun bir biçimde kendisinin öyle bir fail

101

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

konumunda olmadığı savunusunu ön plana iten bir yaklaşımla karşı çabaya girecektir, bu tartışmasızdır. Çünkü yaklaşım böyle bir yaklaşım, öyle bir yaklaşımı doğuracaktır. Bunda başarılı olabilirsiniz veya olmayabilirsiniz veya karşı taraf bunu kabul edebilir, evet sorunluyum diyebilir. Böyle diyorsa belki sorun yok ama yine de sorun vardır. Örneğin; İkinci Dünya Savaşı’nın mağduriyete yol açan taraflarından en başta geleni kabul edilen Almanya’nın liderlerinin, Nazi Almanyası liderlerinin yargılanmaları Nürnberg’de sorunu çözmüş müdür? Çözmemiştir. Neyi çözmemiştir? Mesela … sorununu çözmemiştir … dediğimiz nihai çözüm Yahudilerin, işte çingenelerin, gaylerin, sosyalistlerin ama öncelikli Yahudi ırkın Avrupa’dan temizlenmesi sorununun yarattığı mağduriyeti çözmemiştir. Sosyal bilimciler bu sorunun ne zaman çözümlenmeye başladığını söylerler biliyor musunuz? 1960’ların başlarında İsrail’in Adolp Alhman’ı Arjantin’den kaçırıp, çünkü Alhman bu nihai çözüm projesinin mimarı olan zattır Nazi Almanya’sında ama o savaş hercümerc içerisinde de ülkeden kaçıp, Arjantin’de işte otomotiv işiyle uğraşan Ricardo Clement adıyla yaşayan bir kişi olarak hayatını sürdürürken İsrail ajanlarınca kaçırılır Arjantin’den, İsrail’e getirilir. Denkleştirici bir adalet anlayışı içerisinde yargılanır, hiçbir denkleştirici adalet aslında kuralının var olmadığı bir hukuk düzeni içinde. Niye? Yetki açısından baktığınız zaman zannediyorum çok iyi takdir edersiniz, niçin yargılanır Adolp Alhman işte Yahudilere karşı temizlik, Avrupa’nın temizlenmesi mücadelesini gerçekleştirmedeki sorumluluğu nedeniyle. Güzel, peki İsrail yargısı onu yargılamaya yetkili midir bu çerçevede? Ülke bakımından baktığınız zaman; hayır İsrail, İsrail diye bir devlet yoktur 2. Dünya Savaşı’nda, ülke bakımından yetki ne kelime, kişi bakımından; yoo İsrail devleti olmadığı için İsrail vatandaşlarının dolayısıyla maruz kaldığı bir mağduriyet değildir o tarihte. Peki fail açısından; tabii failde değildir. Peki nasıl yargılayacaksınız? Yani iki yargı yetkisine esas oluşturabilecek, hukuki, elinizde argümantasyon var; birisi ya evrensel yargı yetkisi anlamında bir yetkiye dayanacaksınız, Nürnberg Mahkemeleri’nin yaptığı ya da tamamen işi Yahudilerin kıyımı olarak görüp, ona bağlı olarak etnik temelde tanımlayacaksınız. İsrail hukuk camiası ikiye ayrılır; bir kısmı tamamen, bunun bir Yahudilere yönelik suç olduğunu, diğer taraf ise soykırım denen insanlığın düşmanı olarak yayınlanan, bugün evrensel

102

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

nitelikte yargı yetkisine de konu olan soykırım gibi, insanlığa karşı suçlar gibi, savaş suçları gibi, işkence gibi suçların faillerinin de yargılanabileceği -eğer ülke hukukun da buna imkan tanınıyorsa- bir kanaldan yargılanması gerektiğini savunurlar, çok ciddi çarpışır bu tezler, sonuçta bu öne geçer. Ama Yahudilerin bir mağduriyet ruh halinden çıkmaya başlamasının kilometre taşı işte bu yıllar olur. Nürnberg Mahkemeleri değil aslında ve daha sonra da bu başka bir biçimde size konuşmamın başında belirttiğim bir hak politikasıyla, yeni insan hakları politikası ama, insan haklarının korunmasına yönelik bir hak politikası değil insan hakları politikasının … sürekli canlı tutulması anlamında, … geçmişinin sürekli canlı tutulması anlamında bir insan hakları politikasının İsrail’in 67’deki Altı Gün Savaşı ardından 70’li yılların başlarındaki hani saldırgan dış politika uygulamasıyla birlikte geliştiği bir süreçte de hep canlı tutulur ve büyütülmeye çalışılır o insan hakları politikası. Bugün de halen bu devam ediyor, geçen yılki Lübnan Savaşı da, İsrail’in Lübnan’a yönelik müdahalesi de … tarafından tamamen böyle açıklandı; biz mağdur olmamak için başkalarını mağdur etmek zorundayız dedi, bu işte tipik bir insan hakları politikasıydı, insan haklarına yönelik bir politika değildi ama insan hakları politikasıydı. Demek istediğim yani Nürnberg uygulaması denkleştirici bir adalet anlayışı çerçevesinde her ne kadar dönemi için ileri bir adım olsa bile o denkleştirici adalet mantığı içerisinde çözümü sağlamamıştır, belli yaptırımlar öngörmüştür ama çözüm sağlanmamıştır. Bugüne kadar da bu çözümü bulunmamanın, çözüme ulaşamamanın sorunlarıyla karşı karşıya kalmış oluyoruz. O zaman yapılması gereken, tabii ki bir reçete sunmak durumunda değilim, böyle bir reçete sunulamaz ama en azından yaklaşım biçimlerinde savunma ve iddia konumları yerine eyleme odaklanmış, eylemin ne olduğunun ortaya çıkarılması, bu tarihçilerin tabii ki altını çizeceği bir husustur ama sonrası sadece tarihle ilgili değildir çünkü tarih bu anlamda hukuktan da destek almak durumundadır. Eylemin ne olduğu, fakat eylemin ne olduğu üzerine yapılacak tahlillerin ya da tartışmaların iki tarafın birbirine saygı ekseninde geliştireceği bir eksende, bir ortamda gerçekleştirilebilmesine çalışmak ve bunu mutlaka bir ithamla sonuçlanmayacağının peşinen kabulüyle böyle bir ekseni kurmak büyük önem taşıyor. Bunun onarıcı adalet yaklaşımı bağlamında birkaç cephesi daha var ki üzerinde durulması ayrıca

103

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

hem hukukçular hem sosyal bilimcilerce önem taşıyan bir cephedir bu, bu iletişimin 1- yüzleşme etkisi yaratması, yüzleşme kavramının irdelenmesi, 2-bir giderim yani telafi etme, telafinin anlamı, nasıl giderileceği ve dönüştürme yetkisi. Dolayısıyla yüzleşme etkisi, telafi etkisi ve dönüştürücü etkisi. Dönüştürücü etkisi de tarafların kendi benliklerindeki dönüştürmeyi sağlama etkisidir. Buradan hemen Türkiye’nin son üç ayının çok sıcak, hararetli ve acı bir belki de biçimde sonuçlanan vakasına dönmek isterim; Hrant Dink’in öldürülmesine konu olan yazısı, Agos Gazetesi’ndeki. Hrant’ın o gazetedeki yazı dizisinde Ermeni Cemaati’ne, özellikle de Türkiye sınırları dışında yaşayan Ermeni Cemaati’ne kanınızdaki sizi zehirleyen o Türk imgesini kanınızdan atın demesinin anlamı aslında tam da bu dönüştürücü, onarıcı adalet anlayışı biçimde yorumlanmaya elverişli bir telkinden ibaretti. Niye? Çünkü, bu iletişim ve ilişkiden yoksun bir adalet anlayışı, sizin karşıdakine olan husumetinizi tamamen kayıp-kazan ekseninde belirlediği için aynı zamanda kendinizi de kirletir, kendiniz de kirlenirsiniz ve kendiniz de öz benliğinize olan gücünüzü kaybedersiniz, dolayısıyla Hrant Dink’in yakarışı aslında, kendinize olan özgüveninizi bulun, bunu bir Türk imgesiyle kanınızı zehirleyerek ama Türk’ün zehirlemesiyle değil kendi kendinizin kanını zehirleyerek inşa etmekten çıkın yani denkleştirici bir bakışla değil, onarıcı bir bakışla bu geçmişinizi değerlendirin simgesi. Bu tabii çok rehavet, yani denkleştirici bir bakışla kendi kimliğinizi tanımlamak çok rehavete sevk edicidir, kolaydır çünkü, başkasına göre kendinizi tanımlamak çok kolaydır çünkü kendinizi tanımlamıyorsunuzdur orada, başkasını tanımlıyorsunuzdur, bu çok kolay bir iştir. Ve başkasını şeytani olarak tanımlamak kendinizin şeytanın karşıtı olarak tanımlanmanızın da kapısını açar. İşte Hrant Dink’in söylemeye çalıştığı buydu aslında. Dolayısıyla bunu da biz onarıcı adalet yaklaşımı bağlamında, kuramsal olarak dönüştürücü bir etki olarak kabul ediyoruz. Ben bu noktada sanıyorum yeterince uzun ve sabrınıza da fazlasıyla da güvendim, ilginiz için çok teşekkür ederim, o bakımdan eğer sorularınız olursa veya görüşleriniz olursa tartışma kısmında bunlara da memnuniyetle katılmak isterim.

KATILIMCI : Konuşmanızın henüz daha başında gerçeğin hukuki tanımıyla

104

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

tarihsel tanımı arasındaki farklılığa işaret ettiniz.

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Ama, hukuk dışı.

KATILIMCI : Evet hukuk dışı diyelim, ama hani konuşmanızın ağırlığı da tarihsel düzeyde olduğu için özellikle onu söylemek istedim ve arzu edilenin de aslında bu ikisinin ya da, arzu edilenin bunların örtüşmesi olduğunu söylediniz, belki mümkün değil ama arzu edilen budur dediniz. Şimdi onarıcı adalet anlayışı kullanılan bir hukuk sisteminde bu gerçekten mümkün mü, birinci sorum bu. İkincisi Uluslararası Adalet Divanı’nın Bosna kararına ilişkin. Burada mahkeme tarihsel gerçekliği, gerçekten ne şekilde yorumladı ve daha sonra ortaya çıkan karar adalet idesini nasıl etkiledi? Bir diğer soru, son sorum; ölüm cezası söz konusu olduğunda, bu denkleştirici adalet anlayışında denkleştirmeye ilişkin varsayımsal kabul aslında bir bakıma olumlu bir rol oynamıyor mu?

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Onu biraz açar mısınız, ne anlamda olduğunu, görüşünüzü anlamak açısından.

KATILIMCI : Yani şu şekilde denkleştirmeye herhangi bir ölüm vakasında diyelim ya da bir ceza davasında, tabii bu sorum ölüm cezasının geçerli olduğu bir hukuk sistemi için geçerli, burada uygulanması istenen ölüm cezası denkleştirici adalet anlayışı uygulandığı için ortaya bir denkleştirme çıkıyor ve bu denkleştirdiğine dair varsayımsal bir kabul içeriyor. Zaten sizin söylediğiniz de bu, işte buradaki varsayım ölüm cezasının uygulanmaması açısından ve hukukun, insan haklarının bugün geldiği nokta açısından olumlu bir işleve sahip değil mi? Bilmem açık oldu mu? Teşekkür ederim.

PROF. TURGUT TARHANLI : Teşekkürler, sanırım cevaba geçebilirim hemen. Şimdi isterseniz sondan başlayayım. Ölüm cezasının mesela Amerika Birleşik Devletleri bu konudaki infaz yöntemleriyle çok meşhurdur biliyorsunuz yani ve eyaletlere bağlı olarak gerçekleştirilen ölüm cezasının infaz biçimlerinde farklılıklar vardır. Fakat tabii ki bu bir denkleştirici

105

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

adalet uygulamasıdır o açıdan da baktığımız zaman. Bunu gerçekleştirirken tabii eyaletten eyalete değişir, mutlak değil bu, yaygın değil o anlamda ama değişik biçimlerde de uygulanıyor. Mesela elektrikli sandalye ile infaz edilen ölüm cezalarında böyle uygulamalar olduğunu biliyorum, bununla ilgili Amerika’daki gözlemlerimden ve tartışmalardan, o kişinin yani infaz edilecek, cezası infaz edilecek elektrikli sandalyede elektrik vermek suretiyle infaz edilecek kişinin, infazının gerçekleştirileceği sırada arka tarafta onun, yani ön tarafta infazın, kapalı bir odada yapılıyor, o kapalı bir odanın arka tarafında aynen buradaki işte o kumanda odaları veya çevirmenlerin olduğu odalar gibi mağdurun yakınlarının oturacağı sandalyeler koyup, 2-3 sıra, bizzat o mağdurun yakınlarına infazın gerçekleştirilmesi, onlar kabul ediliyorlar, yani başka halka açık, umuma açık bir şey değil bu, sadece mağdur ve kimse yakınları onun hukuken de belli bir dereceye göre belirlenmesi mümkün, oturuyorlar, sandalyeleri var ve o karşıdaki onlara acı veren kişinin, yok oluşunu, yani hayatını kaybediş sürecini izliyorlar. Şimdi belki bu açıdan bakarsanız hakikaten o söylediğiniz anlamda denkleştirici olmaya yani kendi duydukları acıyı o adamın veya kadının çektiği acıyı çok somut biçimde ve yakında izleyerek de, onlara böyle bir fırsat verilerek gerçekleştirilmeye çalışıldığını söylemek mümkün belki denkleştirme açısından. Şimdi bu tartışılır tabii, yani bu şekilde seyrettirme olmasa bile ki, bizim de yakın tarihimize kadar, 50’li yıllara kadar, Osmanlı’da da uygulanan infazların yerine getirildiği Sultan Ahmet Meydanı’nda bu infazlar gerçekleştirilirmiş, ben bizzat tanık olmadım o yıllara yetişmediğim için, ikinci yarısında çocuktum gerçi, ailemde bana idamı, infazı izletmedi dolayısıyla bir şey söyleyemeyeceğim. Denkleştirme bu anlamda yani eğer mağdurun yakınlarının bir tür acısının başka bir acıyı onlara göstererek veya acının varlığını önlerine sunarak sağlanması olarak tanımlıyorsak olabilir ama bu değil aslında, bunun olmadığını söylememizin nedeni karşı söylemin bunun bu olmadığına ilişkin güçlü argümanlar ortaya koyması, yani onarıcı yaklaşımın, çünkü işte mesela bundan çok daha büyük bir ölçekte 2.Dünya Savaşı uygulamasında da idamlarla da karşılaştık ama o ortaya çıkan tablo hiçbir biçimde bunun denkleştirmediği biçiminde bir tabloydu. Yani bir başka şeyin ortaya konulması, tabii suçun konusuyla ilgili olarak yani nedir o mağduriyete yol açan eylem, bu vakadan vakaya değişebilir,

106

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

dolayısıyla o konudaki aslında çözüm nedir? Çözüm taraflardan birinin yok edilmesi midir? Yoksa çözüm aslında başka bir şey midir? Bu şüphe üzerine kurulan bir yaklaşımla bunun inşa edilmeye çalışılması kaygısıdır, onarıcı yaklaşımda. Şüphesiz tabii ben mükemmel bir sistemdir ve diğeri de berbat bir sistemdir gibi öyle mutlak siyah veya beyaz ayrımı içinde davranmak istemiyorum. Ama çelişkilerin olabildiğince azaltılması ve özellikle de tarafların tümünün aktif olarak içinde yer alabilmesi ve birbirlerinin dillerini duyabilmeleri yani bir failin, mağdurun üzerinde yarattığı etkiyi görmeksizin bunun cezasını ödemesi aslında onu neyle karşı karşıya bırakmaktadır sorusudur bu. Bugünün örneğin ceza infaz rejiminde de büyük ölçüde bu yönde bir uygulamanın ön plana geçtiğini görüyoruz.

Sondan başladık bari sondan başa doğru gideyim sırayla. Bosna kararı. Bosna kararı da tipik bir denkleştirici adalet uygulamasıdır aslında yani pozitif hukukla sınırlıdır, pozitif hukuk sınırları içerisinde tanımlamıştır ve pozitif hukuku yani 1948 soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılmasına dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin soykırıma yol açan, soykırım tanımına uygun eylemlerin, dolayısıyla tasnifin, o eylemlerin suça uygun bir biçimde tasnifinin, hukuka göre tasnifinin sonucu ortaya çıkmıştır. Yani tipik bir denkleştirici yaklaşım içinde hareket edilmiştir orada da. Ama buna rağmen mesela -tabii bu Uluslar arası Adalet Divanı’nın işleyişiyle, yetki kurallarıyla ilgili bir husus- fakat Bosna sorununda onarıcı bir yaklaşımı ön plana çıkardan ve 90’ların ortalarından bu yana bunun uygulanmasına çalışılan birçok mekanizma da var. Yani tarafları birlikte görmeye çalışan ve birlikte onların varlığını ön planda tutmaya çalışan ve mağduriyeti birlikte gidermeye çalışan çünkü, Bosna sorunu -ben savaş sırasında da iki kez gittim Bosna’ya, yani yakından da görme imkanı buldum- bu sadece bir hukuka aykırılık ve savaş değil, başka bir şeyin gösterilmesi sonucunu doğurdu, sadece Bosnalılara değil dünyaya ve bizlere de gösterdi bunu. Siz böyle bir çatışmanın başlaması öncesi, toplu bir yaşama hali içinde, işte şehirlerinizde, komşularınızla, iş hayatınızda yaşarken bir anda belli bir işte eşiğin aşılmasıyla –onun orada çözülmesi gerekiyor- birbirinizin hasmı nasıl olabilirsiniz? Ve bu ailelere kadar varıyor, mesela eşini terk edip giden kadınlar, adamlar sırf farklı etnik

107

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

gruplar, Hırvat erkek, Sırp kadın veyahut Boşnaklarda da var, çok sayıda da değil Boşnaklarda ama işte din farkı nedeniyle fakat farklı dinden evlilikler de var. Oralarda bile bu tür etkilerle karşı karşıya kaldınız, yani evlilik ilişkisinin bile böyle bir sosyal çatışma nedeniyle çözülebileceği bir travma. Bu nasıl olabilir? Yani insanlık böyle bir şeye nasıl geçebilir? Yani orada bunu kolaylaştıran ne? Nedir aradan çıkan ki bir anda siz birbirinizin hasmı ya da işte o hukuktaki … (insan insanın kurdudur) haline dönebiliyorsunuz. Bunun tabii sadece taraflardan birini ya da suçlu olarak tanımladığımız tarafı cezalandırmanın ötesinde bir başka iletişimi kurmaya yönelik yollarla anlaşılmaya çalışılmasıdır önemsenen ve bunu kurmanız için aslında kendi belliğinizi bile reddettiğiniz bir takım yollara başvuruyorsunuz. Mesela bugün Republica Sırbska yani Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin o Sırp özerk yönetimi ile Bosna Herkes Hırvat Sırp Federasyonu diğer yapı arasında. Otomobillerin plakalarını ayırt edemiyorsunuz, ayırt edememe ihtiyacı doğuyor. Mesela bu başlangıçta bu şekilde bu yapıyı kurmak için, hani bu iletişim midir? Bu aslında iletişimsizliğe işaret eder, çünkü farklılığınız yoktur orada ama o farklılığı ortadan kaldırmak ihtiyacı içindesiniz ki iletişim kurabilesiniz, bu iletişim değildir aslında. Kendinizi ortadan kaldırmak, yani benliğin inkarıdır aslında. Dolayısıyla bunu ama sadece yasal bir mekanizmayı çalıştırarak benliğinizin inkarıyla bir çözüme ulaşmış olmuyorsunuz, bu çözüm değil çünkü. O anlamda baktığınız zaman Bosna Hersek kararı Uluslararası Adalet Divanı’nın çözümle ilgili değildir ve çözüm hedefi de, beklentisi de yoktu zaten dünyada da doğrusunu isterseniz. Çünkü burada söz konusu olan mahkemenin devletler arası yargılama da dünya sistemi içerisinde taraflardan birinin acaba devlet olarak bir soykırım suçunu işlemekten sorumlu tutulup tutulamayacağı meselesiydi. Mahkeme bir şeye işaret etti yalnız -bu önemlidir ama o ölçüde de bence dikkatle izlenmesi gerekir- koruma yükümlülüğünü ihlal etti dedi Sırp yönetimi. Bu bir terimdir, 2002 yılında uluslar arası hukuk terminolojisine girdi. Yani koruma sorumluluğu. Koruma sorumluluğu çünkü şöyle bir şey bütün devletler kendi ülkesindeki insanları koruma sorumluluğu altındadır bu yüzyılları bulan devlet olma yetkisinin bir sonucudur, himaye. Ama 2000’li yılların yeniliği şu 2004-2005’ten itibaren çok yeni; eğer bir devlet kendi ülkesindeki insanların haklarını yeterince koruyamıyor ve

108

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

onlara inanılmaz bir ıstıraba yol açıyorsa o zaman birilerinin –uluslar arası toplum- bunu korumaya soyunması gerekir ve müdahale etmesi gerekir. Bu çok, mahkeme buna işaret etti dikkatinizi çekerim, yani genel olarak. Çünkü bir mahkeme tarafından bu şu anda kullanılmış durumdadır ve uluslar arası hukukun beyanı niteliğindedir Uluslararası Adalet Divanı kararları, uluslar arası müdahale anlamında. Ama kim bunu gerçekleştirebilir? Bu güce sahip olan devlet. Bu güce sahip olan devletlerin hepsi bunu gerçekleştirme konusunda meşruiyet bakımından nasıl değerlendirilebilir burada ciddi tartışmalarla yüzleşebiliriz. Mahkeme’nin işaret ettiği, dolayısıyla Sırp yönetimi bakımından böyle bir sorumluluk, bu sorumluluk açısından pozitif hukuku değerlendirerek –bunu siz sormadınız ama ek olarak bunu da dikkate almamız gerektiği kanısındayım- tabii denkleştirici bir akıl yürütmeyle 48 Sözleşmesi bağlamında şu eylemde sorumludur, bu eylemde sorumsuzdur dedi. Biraz da kolay, kolayı seçti doğrusunu isterseniz. Çünkü Serebleniska vakasının çok net, tartışmasız özellikle orada görevli Hollanda Tugayı’nın da kendi ülkesinde Hollanda’da bu tür bir soruşturmaya, adli değil idari bir soruşturmaya konu olması vesaire bakımından ayyuka çıkmış bir vakaydı ve uydu fotoğraflarıyla, şusuyla, busuyla. Orada da çok ayrıntısına girmek istemem, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere dünya sisteminin de nasıl sorumlu olduğunu da dikkate almak gerekiyor ayrıca. Onarıcı adalet bağlamında acaba o gerçekliğin hukuk dışı ve örtüşmesi mümkün müdür? Hukuk dışı ve hukuki gerçek mümkün olabilir mi? Evet amaç bu aslında, yani olabildiğince hukukun tanımladığı gerçekle, hukuk dışındaki gerçek ilişkilerin görülmeye çalışılması, yani fail mağdurun ne kadar mağdur olduğunu görmeden bir cezayla karşı karşıya kalıyorsa şayet ve bunun infazına girişiliyorsa şayet o zaman orada bir aslında neyin gerçekten var olduğunu sormamız gerekir açıklıkla. Ha bu mutlaka gerçekleşir mi? Çaba budur, bunu gerçekleştirebilecek ehil insanlara ihtiyaç var ve tabii bu ehil insanlar sadece hukuk profesyonelleri de değil aynı zamanda. Diğer disiplinlerin de bu konuda bir katkı sunmasına ihtiyaç var. Bunun çünkü, bugün hafıza (memory) çalışmaları mesela sosyal bilimlerde çok önemli yer işgal ediyor, bunlar üzerine çalışan insanlar böyle bir yaklaşımda bulunması gerekir veya sosyal psikoloji konusunda çalışan insanlar burada katkıda bulunması gerekir.

109

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Başka bir takım disiplinleri ilgilendiren konularda o tür destekler alınması gerekir. Yani olabildiğince hukuk dışı gerçeğin de bu alana, bu iletişim ilişkisine, eksenine katkı sağlamaya çalışılması. Bilmiyorum sizin sorularınızı cevaplayabildim mi?

Siz mi şey yapıyordunuz, peki hanımefendi izin istedi son anda.

KATILIMCI : Ben ilk önce bir takdim eden konuşmacı çok olumsuz duygulara sahibim dedi. Ben ilk kez katılıyorum bu toplantıya hangi konuda olumsuz duygulara sahip önce onu sormak isterim. Gitti mi? O zaman o soruyu iptal edelim.

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Gelebilir herhalde tekrar.

KATILIMCI :Gelecekse tamam ona sorarız. Ben hukuk tartışmalarının bu kadar teorik olmasına her zaman karşıyım. Çünkü burada artık halka konuşuyorsunuz şu andan itibaren, halkın anlayacağı şekilde anlatmak durumundasınız. Ben halkım, ben şu anda aile danışmanıyım ve halkı temsil ediyorum. Biraz önce ne denildi, diğer meslekler katkı yapmalıdır diye, katkı yapıyoruz işte. Şimdi ben konuyu şöyle anladım. Nefret ve adalet. Yani adalet, suçluya adalet sağlamak anlamı taşıyorsa nefret otomatikman doğacaktır. İnsan Hakları tartışmaları bizde, hukukçular tarafından maalesef aldığımız izlenim bu; suçlunun insan hakları olarak algılanıyor, mağdurun bu alanda insan hakları var mı yok mu hiç tartışılmadı, önce bunların bir tartışmaya açılması lazım. Hakimler karar veriyor, ben hakimlerimizin aslında karar vermeden önce psikolojik testlerden geçmesi taraftarıyım. Sağlıklı insan düşüncesinin ne olduğunu biliyor mu bilmiyorlar mı ilk önce onların testlerinin yapılması lazım. Şimdi karar veriyorlar, Avrupa’da da aynı şekilde karar veriliyor, yüksek ceza gerektirmeyen konularda kamu hizmeti veriliyor. Avrupa’da bu kamu hizmeti cezası verildiği zaman o suçlunun canına ot tıkanıyor aslında kamu hizmetinde. Çok ağır işler veriliyor, bizde ise basına yansıdığı tarzıyla…

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Yani meslekten men vesaire onu mu

110

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

kast ettiniz?

KATILIMCI : Meslekten men değil, kamu da yani hapse 6 ay sokacağı yerde, kamuda, kamuya yararlı bir işte görevlendiriyor. Ama bu görev çok ağır, kimsenin yapmayacağı, kanalizasyon işleri, mahallenin işleri, kaldırım işleri yani çok ağır işlerde sadece boğaz tokluğuna çalıştırılıyor ve yani uykuya dar düşecek şekilde canına ot tıkanıyor aslında ve bir daha da o cezayı yapamıyor zaten. Ama bizde kararlar aynen şu şekilde, basına yansıdığı şekilde; hayatında hiç kuaföre gitmemiş bir kadın, kuaföre gitmeme cezası alıyor, hayatında hiç kahvehaneye gitmeyen bir erkek kahvehaneye gitmeme cezası alıyor. Efendim evinde oturmaktan çok mutlu ve mesut bir kadın, kocasına, aile çocuklarına şiddet uygulamış, kadınlar da şiddet uyguluyor ve efendim evden hiç çıkmama cezası alıyor belli bir süre için. Şimdi bunları biz okuduğumuz zaman işte bu sizin başlığınıza geliyoruz, nefret ve adalet ve biz adalete nefret duymaya başlıyoruz. Şimdi ben bu konulardaki görüşlerinizi almak istiyorum bu bir, ikincisi acaba hukukçularımızın şeref, haysiyet, onur kavramlarında bir boşluk mu var ben bir de onu öğrenmek istiyorum. Bir Anayasa hukukçusuna soruyorum; hırsızın şerefi, haysiyeti olur mu diyorum, çünkü şeref, haysiyet içi boş kelimeler değildir, hırsızlık yapılıyorsa artık burada bir şerefsizlik söz konusudur bizim, halkın anlayışına göre, ama Anayasa hukukçusu bana kalkıp gayet rahat diyebiliyor ki; evet efendim hırsızın da şerefi, haysiyeti vardır, tazminata hükmedilir. Lütfen ben halk olarak ve danışmanlık verdiğim insanlar olarak, hukukçularla bizler arasında, psikolojik olarak, düşünce olarak çok ciddi farklar mı var, yoksa burada algılamalar da bir eksiklik mi var, bunları nasıl giderebiliriz, bunları görüşmek istiyorum. Teşekkürler.

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : İsterseniz, siz sorunun muhatabı sissiniz çünkü, bütün soruların değil ama, tekrar etmeye ihtiyaç var mı?

OTURUM BAŞKANI : Esas olarak sanıyorum, umutsuzluğumu söylediğim üzerine. Şimdi Turgut Beyin sunuşu, o kavramsal çerçeve benim umutsuz olduğum süreç üzerine yapacağım konuşmalardan oldukça ayrı bir çerçeve yani şimdi ben sözü alıp şunları söylemem lazım. Şu aktüel, siyasi

111

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

süreçlerin, öne çıkmış, kendini hissettiren siyasi dinamikleri tartışmam lazım, meydanlara baktığım zaman başkalarının gördüğünden daha farklı neler görüyorum bunları konuşmam lazım, orta sınıfın Türkiye’de kentli orta sınıfın aslında modernist projenin gerçek müşterisi sahibi olması gerekirken batılı değerlere ne kadar kapandığını, otoriter bir devlet arayışına doğru yöneldiğini, belki bunu farkında bile olmadan yaptığını, bunları konuşmam lazım. Bu konferansçının sunuşundan çok ciddi bir zemin kayışını getirir. Onun için bunu yapmak istemiyorum, gündemin bozulmasının sorumlusu olmak istemiyorum ama ben o kadar bayrağı gördüğüm zaman, asıl o zaman, o kürsülerde yapılan konuşmaların yani hakikaten yüzbinlerce insanın önünde kürsüye çıkan 3.sınıf ajitatör gazetecileri dinlediğimiz zaman asıl o zaman tehlikenin farkında mısınız demek geliyor içimden. Bu çok şey bir tartışma, yani şu anda zemin kayar, belki bu söylediklerim bile bu zeminin kaymasına yol açar. Bu kadar söyleyeyim ben.

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Evet şimdi teorik eğer olmuşsa tabii özür dilerim sizden özellikle ama şöyle de tabii bu kavramları geliştirirken, hem davet eden arkadaşlarımla yaptığımız görüşmelerde hem de son tahlilde davet eden kurumun Ankara Barosu olması gerçeğini de dikkate alarak, yani belli bir hukuki altyapının olması gerektiğini tabii ki düşündüm. Kaldı ki tabii yani hepimiz farklı yerlerde konuşabiliyoruz mesela Ziraat Odaları’nca çağrılmış olsaydım o zaman zannediyorum hukukilik niteliği daha farklı olabilecek bir konuşma yapma yani zümre itibariyle düşünebilirdik. Dolayısıyla ama yine de eğer olabildiğince kuramsalsa tabii herkesle iletişim içinde olmak isteyen bir kişi olarak bundan rahatsızlık duyarım, bunu bilmenizi de isterim.

Adalet sınırlı mıdır? Yani sadece suçlu ya da sanıkla mı tanımlanmalı ve dolayısıyla onun hakları bakımından mı? Yok tam tersi aslında. Yani şöyle tam tersi derken; sanığın haklarının dikkate alınması önemlidir, neden önemlidir, çünkü sanığın devlet aygıtlarınca kamu otoritesinin eline geçirilmiş olması o sanık olan kişiyle o devlet otoritesi arasında asimetrik bir ilişkinin varlığına delalet eder. Yani bu asimetrik ilişki güce bağlı olarak belirlenmiş bir ilişkidir. Devlet aygıtı yani kamu otoritesi buna yetkili bile olsa güçlüdür ve

112

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

dolayısıyla siz sanık olarak her tür şerefsizce suçu işlemiş olabilirsiniz, o ayrı bir konu ama o devlet aygıtının sizin üzerinizde uygulayabileceği muamele onu tanımlayacaktır. Biz dolayısıyla onu tanımlamak, onu nasıl tanımlayacağımız sorusunu burada sorduğumuz içindir ki sanığın haklarını gündeme getiriyoruz. Türkiye Anayasa Mahkemesi son günlerde bir kararıyla çok ön plana geçti, bundan 5-6 sene önce bir başka kararı eğer bir başka yönde sonuçlanmış olsaydı aynı derecede ön plana geçecek miydi bilmiyorum ama Türkiye dışında veya çok iyi olmayan bir biçimde ön plana geçeceğini söyleyebilirim. Bu şunla ilgili, buradaki büyük katılımcı grubu zannediyorum hatırlayacaktır; Şartlı Salıverme Kanunu, 2000’li yılların başlarında kabul edilen Af Kanunu diye yansıdı kamuoyuna vesaire tartışıldı. Bu Anayasaya aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi önüne giden bir kanun ve orada yüzlerce, yüzlerce diyebilirim evet 200’ün üstünde, bunların büyük bir kısmı da bir maddesinden hareketle –sizin sorunuza geleceğim buradan hareketle, biraz teknik tarafı ama onu söylemek zorundayım- bu kanunun bir maddesinin özellikle rahatsızlık verdiği, eşitlik konusunda rahatsızlık verdiği gerekçesiyle bunu Anayasa Mahkemesi önüne götürdüler, başka gerekçeler de vardı. O da şuydu; bu kanun kapsamına, işkence veya kötü muamele veya birtakım gayri insani muamele gibi birtakım eylemleri gerçekleştirmiş kamu görevlilerinin mahkum olmuşlar veya haklarında dava açılmış olması halinde dahi kanun kapsamına alınmaması kabul ediliyordu. Yani onlar cezalarını çekecekti, infaza devam edilecekti ve haklarında soruşturma açılmışsa bu yargıda devam edecekti. Emniyet Genel Müdürlüğü buna şiddetle karşı çıkıyordu, kanun hazırlanırken. Mecliste kulis yapıyordu o dönemlerin Emniyet Genel Müdürü. Bu olamaz, böyle bir şey olamaz, çünkü kanun kapsamına siz, mesela vahşiyane bir his sevkiyle birini öldürmekten sorumlu tutulmuş kişileri almışsınız, yani onların ceza infazına bir kesinti gelecek, askıya alınacak, tahliye edilecekler veya haklarındaki duruşmalar askıya alınacak vesaire. O zaman bu eşitliğe aykırıdır gerekçesiyle, şimdi Anayasa Mahkemesi’nin önüne geldi bu iş. Anayasa Mahkemesi’nin 11 yargıcı var. 11 yargıçtan 5’i Emniyet Genel Müdürü’nün görüşü doğrultusunda görüşler ortaya koydular, 6 yargıç o görüşe katılmadı dedi ki; işkence suçu farklı nitelikte bir suçtur, diğer suçlardan ayrı bir niteliği vardır. Neden ayrı bir

113

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

niteliği vardır bunu açıklamadı gerçi. Gerekçede yok. Dolayısıyla güvenlik görevlilerinin, çünkü işkence suçundan sorumlu olabilmek için de güvenlik görevlisi olmanız gerekiyor. O zaman adi bir suç olarak da iki Türkiye vatandaşı da birbirine işkence yapabilir ama bu işkence suçu oluşturmaz, başka bir suçun alanı içine girer. Dolayısıyla o güvenlik görevlilerinin bu suçtan ötürü kanun kapsamında şartlı tahliyeye tabi tutulmamaları eşitlik ilkesinin ihlâli anlamına gelmez farklı nitelikte, farklı statüde olan kişilerin işlediği suçlardır. Şimdi yalnız burada beş tane Anayasa Mahkemesi niteliğindeki bir mahkemenin üyesi, şu görüşü ortaya koydular, sanığın hakları meselesi; bu suçu işleyen güvenlik görevlileri bunu, suçun delillerini ortaya çıkarmak için, suç faillerini bulmak için, kamu düzenini sağlamak için gerçekleştirmektedirler. Dolayısıyla onlar adi bir suç işlemiş kişiyle aynı görülemez. Bir Anayasa Mahkemesi yargıcı bu işkenceden ötürü mağdur olmuş insanları dikkate alarak, onların haklarını dikkate almak yükümlülüğü içinde olan bir Anayasa Mahkemesi yargıcı, böyle bir hükme nasıl varabilir kendi muhalefet şerhinde bile. Bu Anayasa’ya da aykırı, Anayasa’da da yazmıyor, Anayasa’da hakimler, Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun karar vermek zorundadırlar. Anayasa Mahkemesi yargıçları bundan muaf değildir. Onlar da hukuka uygun olarak ve Anayasa’ya uygun olarak karar vermek zorundadır. Ama 5 yargıç, demokrat bir ülkede o 5 yargıç görevini kaybeder aslında, sandalyeleri altlarından çekilir çünkü, Anayasa’ya aykırı, hukuka aykırı, kanuna aykırı verdikleri muhalefet şerhi. Çünkü o asimetrik ilişkiyi güç ağırlık merkezinde tanımlıyorlar, hak merkezinde değil, güç merkezinde tanımlıyorlar. Biz eğer ilişkilerimizi eğer güce göre tanımlayacaksak, o zaman, hukuka ve o mahkemeye ne ihtiyacımız var ki eğer öyleyse. Dolayısıyla sanığa odaklanmanın nedeni bu güç merkezinde o güçlü olanın çok da gücünü belirleyici kılmaması için, o kaygıyladır. Yoksa sanığın kaşı gözü için değildir. Ama tabii bugünün anlayışı bu da denkleştirici bir bakıştır o açıdan baktığınız zaman, mağdurun da görülmesini istiyor. Yani onarıcı bir adalet yaklaşımı failin haklarını koruduğu kadar mağdurun da haklarının da dikkate alınması için o iletişimi kurmaya çalışır. Ama bu sadece sistem önünde de değildir, yani bunlar ikisi de sistemin aynasına bakarak görülmek istemezler. Onarıcı yaklaşımda fail mağduru da görmek zorundadır, yaptığı işin sonucunu

114

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

görmek zorundadır, önemli olan esas bu. Tabii bir mağdur için özellikle ceza alanında en ürkütücü şey, suça maruz kalmış bir insanın o kendisine bu acıyı veren insanı görmemesi meselesidir. O içindeki –psikologların bu teşhisi-yani o acıyı, o travmayı büyütmenin yegane nedenidir. Hatta şeylerde bile, saplantılarda bile, belli böyle sizin fobileriniz varsa ne bileyim böcekten korkarsınız, şunu tutamazsınız ne bileyim şeftaliye elini süremezsiniz falan bildiğim kadarıyla bazı tabip arkadaşlarımdan insanların bu tür fobilerde bile önce o korkusuyla yüzleştirilmeye çalışıyorlar, yani biraz onarıcı adalet yaklaşımı da sizi bu karşınızda, size bu mağduriyeti veren insanla sizin yüzleşmeniz, sizin kendi … bu travmayı aşmanızın da aslında zamanda bir zeminini hazırlamanın başlangıcı olarak gelebilir. Tabii sadece yüzleştirmek, bu olmaya da bilir, zorlayamazsınız. O zaman işte başka yolları da düşünmeniz gerekiyor. Buna ilişkin literatürde bu çerçeve söz konusu. O bakımdan size katılıyorum yani mağdur da sanıkla birlikte sistem önünde görülebilmeli, onun hakları da görülebilmeli. Bugünlerde işte son yıllarda, Türkiye’de de barolarda da bildiğim kadarıyla mesela mağdur hakları merkezleri de kuruluyor vesaire. Bunun bir, bir siyasi kaygıdan hareketle de ortaya konulmaması lazım. Yani sanıklar çok fazla ön planda, bunların hepsi işte uğursuz, şerefsiz insanlardır. Şunu kamu düzenini bozmak için, şuna bu zararı vermek için musibet toplum kesimleridir, o zaman niye bunların haklarını koruyalım da mağduru görmeyelim dolayısıyla biz de bir mağdur hakları merkezi açalım ve mağdura da vurgu yapalım. Bu değil tabii kastettiğim çünkü o zaman bu defa iş serpilip öbür tarafa kayıyor yanı o dengeyi, o ince bir ayar, buna nasıl söylemek mümkün olabilir, şöyle söyleyebiliriz; yani adilane bir ayar, bir ince ayar yapma zeminini kaybetmiş oluyoruz. Bu çerçevede sanıyorum diğer sorunuza da bir cevap vermiş oluyorum. Yani haklı olabilirsiniz yani hırsızlık yapan bir insan, birini mağduriyete sokan bir insanın, davranışlarına bu biçimde yön vermeyen bir insana oranla bir takım eksiklikleri, bir takım sorunları vardır ki böyle bir şeye yöneliyor. Nitekim onarıcı adalet anlayışı şöyle bir gerçekten de, yani büyük ölçüde kabul edilen bir gerçekten de hareket ediyor; failler aslında geçmişin mağdurlarıdır gerçeğinden. Yani mazlumun zulmü belki halk deyişiyle söylemek gerekirse, böyle bir gerçektende, buna ilişkin çünkü saha çalışmaları, birtakım diğer

115

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

buna ilişkin kuramsal çalışmalarda çok veri var literatürde. O bakımdan da belki failin aynı zamanda tanımlanmaya çalışılması, sadece hukuken değil, hukuk dışı yaklaşımlarla onun geçmişi bakımından, yani mağduriyetin aslında nasıl başka mağduriyetlere yol açabileceğini görmek bakımından da önemli. Bu açıdan bakarsanız tabii, bunlar birey-birey ilişkisi bakımından çok daha net görülebilen ilişkiler. Ama toplumsal sorunlar açısından bakarsanız şayet, nasıl bakacaksınız, onlar da bireyler toplamı sonuçta ama, toplumsal açıdan baktığınız zaman çünkü sadece bireysel sorumluluklar değil, toplumsal kurumların, siyasi kurumların aslında sorumluluğu gündeme geliyor, basının sorumluluğu gündeme geliyor, basının manşet atması gündeme geliyor, siyasi partilerin, siyasi parti temsilcilerinin dilleri, söylemi ön plana geçiyor yani eğer çözmeye çalışıyorsak bir şeyi ya da iletişimi kurmaya çalışıyorsak bunlara hepsine hakim olmak, bir adalet mekanizmasına hakim olmaya oranla çok zor bir iş aslına bakarsanız, toplumsal nitelikli sorunlar bakımından. Dolayısıyla bu değişkenlerin tümünde bir ortaklık, hemzemin yaratma çabası içine girmeniz gerekecek ki bu da bir politika meselesi aslında sonuçta. Umarım tatmin edici olmuştur. Arkada hanımefendi istemişti sizden önce.

KATILIMCI : Şimdi ben biraz önceki konuya ilişkin şöyle bir bakış açısının esasında olması gerektiğini düşünüyorum. Öncelikli olarak failin, mağdurun, toplumun ve devletin suçun karşısında konumlanış hali. Bu haliyle de bu af konusu mesela Türkiye’de çok gündeme gelen, sıklıkla gündeme gelen bir şeydir. Şimdi üç türlü de suç olduğunu düşünerek ya da en azından üçünü var sayarak, bir devlete karşı suçlar, topluma karşı ya da insanlığa karşı suçlar bir de bireye karşı, şahsa karşı suçlar olarak tanımlıyoruz. Şimdi mesela gördüğümüz genel olarak Türkiye’de devletin şahsa karşı suçlarda çok kolay af çıkarabildiği. Yani esasında işte tam da burada mağdurun hakkı ne oluyor bu anlamıyla onu düşünmek gerekiyor. Şimdi şahsa karşı suçlara af geldiği takdirde, direkt olarak toplumda mağdur olan taraf, daha doğrusu toplumdan bağımsız olarak mağdur olan bireyin kendisi esasında adaletin gerçekleşmediğini görüyor ve böyle düşünüyor ve dolayısıyla adalete karşı da bir güven sorunu yaşıyor. Şimdi biraz önce sizin söylediğiniz çok doğru bir şeydi. Yani çok bizim uzun yıllar boyunca tartıştığımız çok da üzerinde

116

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

düşündüğümüz bir şeydi. İşkence yapan bir polisin affedilmesi acaba devletin yetkisi içinde midir? Yani hani evet elbette herkes sonuç itibariyle yetkiyi devlete vermiş durumda cezalandırma anlamında, hukuk toplumu olduğumuz için ama, insanlığa karşı suç işleyen birisini affetmek ya da şahsa karşı suç işleyen birisini affetmek acaba devletin yetkisinde midir? Ya da devlet kendisi çok rahatlıkla böyle bir şeyi parlamentodan geçirerek uygulamış olması esasında hukuki midir? Yasaldır elbette ama hukuki midir? Ya da genel anlamda düşündüğümüz zaman adaletli midir, ya da adalete uygun mudur? Öncelikle bu. Sonra şeyi de görüyoruz, devlete karşı işlenen suçlarda kesinlikle af yok, mesela devlet kendisine karşı işlenen suça karşı çok daha katı ve affa asla izin vermiyor ama şahsa karşı olan suçlarda affı gündeme getirebiliyor. Acaba bunu devlet anlamında düşündüğümüzde adalet doğru işliyor mu bu haliyle? Bunu sormak istemiştim.

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Teşekkür ederim, tabii şeyde yani o şartlı salıverme kanununda dahil edilmemişti onu biliyorsunuz, onda bir tereddüt yok yani değil mi? Anayasal bir teşebbüs var, yürütme de var, yargıda bunu haklı bulan itiraz yoluyla Anayasa’ya aykırılık talepleri yönünde, başvuruları yönünde var, yani yargı teşkilatında var tabii en üst mertebede Anayasa Mahkemesi’nin 5 yargıcı yönünde nezdinde var. Bu ciddi bir husustur tabii, hukuk sosyolojisi açısından baktığınız zaman işkencenin Türk toplumunca mütehammil karşılandığı eski tabirle yani tolerans olabileceği belli bir meşruiyet gerekçesiyle, bir tartışmayı ortaya koyar hani buna bir sonuca böyledir demek istemiyorum ama böyle bir tartışmayı ortaya sunar en azından. Çünkü böyle bir tartışmanın aslında özü sizin söylediğiniz şu; farklı menfaatler arasında hukuk düzeni bir değerlendirme yapar, sürekli olarak hukukta bu karar alma süreci içerisinde hep bu farklı menfaatleri tartıyoruz, biri diğerinden daha ağır geliyor, bir diğerinden daha ağır geliyor ve ona ağırlık veriyoruz ve dolayısıyla böyle bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz. Bunun en aşırı örneği … diyorlar İngilizcede yani tik tak tik tak tik tak diye kurulmuş çalışan bir bomba, sabotaj amacıyla bir yere konulmuş, o bomba çalışıyor, nereye konulduğunu bilmiyorsunuz, senaryo olarak. Fakat o bombanın nereye konulduğunu bildiği şüphesi güçlü olan

117

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

bir kişiyi ele geçiriyorsunuz, şimdi acaba güvenlik kuvvetleri o kişiyle olan ilişkisinde nasıl bir muamele tarzı içinde olacaktır? Bu zamana bağlı bir iştir sonuçta onun patlaması meselesi. Bu dünyanın her yerinde ama mesela Britanya’da, İsrail’de, İspanya’da, Türkiye’de de Emniyet Teşkilatında da bu tür tartışmaların sunulduğunu ben değişik toplantılarda duydum. Yani böyle bir durumda şimdi o kişi işkence yasağı, paradigmasını çözmek için mesela hep bu senaryoyla karşılaşırsınız. 11 Eylül’den bu yana bunu global ölçekte karşımıza çıkarıldığını görüyoruz. O Guantanoma örneği, işte … uygulaması, ABD’deki vatanseverlik kanunu uygulamaları vesaire. Bunların hepsi bu tik tak çalışan bomba senaryosunun global ölçekte karşımıza çıkartıldığı bir hale soktu hepimizi, tüm dünyayı. Ne yapacaksınız? İşte burada iki menfaat karşı karşıya geliyor; toplumsal menfaat, bireysel menfaat. Bireysel menfaat işkence yapılmaması gereği üzerine inşa ediliyor, toplumsal menfaat o bombanın patlayıp mağduriyete, can-mal kaybına yol açılmamasını esas alıyor.İlk bakışta tabii ki gözden çıkarmanız gerekiyorsa bir kişiyi gözden çıkarmanız her zaman için hep nümerik bir değerlendirme çerçevesinde daha cazip gelebilir, yani birazcık bir kişiyi sıkıştırırsınız ve kamusal bir menfaat elde edersiniz. Peki ya elde edemezseniz? O kişinin çünkü gerçekten bir bilgiye sahip olduğunu bilmiyorsunuz. O kişi gerçekten bilmiyor olabilir, biliyor olabilir, söylemiyordur. Biliyordur, söylemiyordur ve uyguladığınız muameleye karşı bünyesi iktifa etmeyebilir, hayatını kaybedebilir. Hiç ilgisi yoktur ve gerçekten bilmiyordur, bu muameleye maruz kalabilir, hiç ilgisi yoktur, bilmiyordur ve bu nedenle hayatını kaybedebilir veya söyleyebilir. Altıda bir şansınız var, başka seçeneklerde eklenebilir buna, Rus Ruleti gibi. Peki sonuç? Aslında neyi tanımlıyoruz, kendimizi tanımlamaya çalışıyoruz, yani burada söz konusu olan kendimizin tanımlanmasıyla ilgili bir değerlendirme olduğu içindir ki, İsrail’de bu tartışıldı üstelik Parlamento Komisyonları ve Anayasa Mahkemesi düzeyinde İsrail Özel Güvenlik Güçleri’nin, yani mutedil fiziksel baskı, adı bu yani hukuk terminolojisinde böyle geçiyor, mutedil fiziksel baskı, bu konumda olan, dediğim gibi bu sabotaj örneği, senaryosunda maruz kişilere karşı mutedil fiziksel baskı uygulanabilir. İşte İslam-i Cihad, Hamas vesaire o intihar bombacıları, şunlar, bunlar ve bu tür uygulamalar. Sonradan bunu reddettiler ama 80’ler ve 90’ların ilk yarısında İsrail’de bu

118

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

hukuk içinde yer aldı, hukuk profesörleri kabul etti, Harward’da falan dersler veren İsrailli hocalar, Kudüs İbrani Üniversitesi’nin profesörlerinden, hukuk profesörlerinden bir hukuk profesörü dedi ki; bu bir toplumsal meşru müdafaa halidir dedi. Toplumsal, meşru müdafaa hali. Fakat sonradan geri adım atmak ihtiyacını hissettiler ve bunu mesela Prof. … bir yazısında şöyle der; bu evet bir toplumsal bir meşru müdafaa hali olarak tanımlanabilir ama aslında bu kaygan ve meyilli bir zemindir, toplumca üstüne bastığımız zaman da yuvarlanıp gidebileceğimiz, o kendini tanımlama yaklaşımı, bağlamında bunu söylemek mümkün, bunu söyleyebilmiştir. Ama işte 11 Eylül sonrası bu dersler var olmasına rağmen mesela Amerika’da işkencenin hakim kontrolünde yapılması tartışması hukukçularca ortaya konuldu, yani hakim kontrolünde belki hanımefendi hakimlerden söz etmişti, yani hakimler orda, hakimlerin kişisel karakterinin profili itibariyle değil ama sistemin bir parçası olarak buna katılmaz. İşte bunu dolayısıyla tabii dikkate almak durumundayız. Siz farklı suç tasnifleri itibariyle devletin af veya şartlı salıverme yani affa, merhamete bağlı tutumunun farklı olduğunu söylüyorsunuz, evet böyle bir, özel olarak bunu araştırmış biri değilim ama okuduklarım sonucu ben de bu tür gözlemlerin, tespitlerin yapıldığını biliyorum. Zannediyorum devlete yönelik suçlar tanımının kapsamının düşürülmesi lazım. Bir suçun devlete yönelik olarak ortaya çıkmasının iki nedeni vardır; uluslar arası hukuk açısından baktığınız zaman bu ülkesel bütünlüktür … denilen mesela, ülke bütünlüğü meselesidir, tanınmış bir devlet açısından söylüyorum, ikincisi de siyasi bağımsızlık meselesidir. Yani egemenlik ve bağımsızlık karakteristiklerini ortadan kaldırabilecek elverişli şartlara sahip bir eylemle karşı karşıyaysanız tabii ki bunu önler, önlemek durumundasınız, bütün devletler de bunu yapar. Ama bunu önlemenin biçimi konusunda da tabii ki başka standartlar da var, onlara uymak da durumundasınız dolayısıyla. Türkiye’deki sorun devlete karşı suçlar yelpazesinin genişliği ve muğlaklığı konusundadır. Mesela 301.madde de, çok tartışılan 301.madde de devlete karşı suçlar tanımı içinde yer alan bir maddedir. Bunun içerisindeki Türklük tanımını bizzat o maddenin gerekçesine baktığınız zaman, Türkiye’yle hiç ilgisi olmayan bir etnik topluluğun aşağılanması olarak da meşrulaştırıldığını görüyoruz. Bunun o zaman Türkiye Devleti ile nasıl bir bağını kuracaksınız,

119

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

bu anlamda nasıl bir bağını kuracaksınız? Öte yandan etnik temelde kurduğunuz bu bağın, Türkiye ulus devlet olarak kabul ediliyorsa şayet, etnik temelde bunu tanımlamıyorsa şayet, o zaman etnik Türk tanımı dışındaki Türkiye’de yaşayan insanlar bakımından bunun yarattığı sonuç bu defa 216.maddenin kapsamına da girebilir, yani toplumun belli bir kesimi ile diğer kesimi arasındaki çatışma meseleleri. Dolayısıyla bunun yani söylediğinizi ben şu şekilde kabule şayan buluyorum böyle bir tartışma da yani, devlete yönelik suçlar tasnifinin yelpazesinin düşünülüp taşınılması yeniden ve bunun gerçekten bu tasnife uygun bir alan içerisinde elverişli şartlara sahip suç tanımlarıyla yeniden ortaya konulması gereği.

KATILIMCI : … bu böyle yani devlete karşı suç işliyor, varsayımı var ve bu çocuklar devlete karşı suç işlediği için ceza alıyorlar ve bu af yasasından ya da şartlı salıverme yasalarından yararlanamıyorlar. Ama acaba iki tane 18 yaşındaki lise ya da üniversite öğrencisinin böyle bir elverişliliği var mıdır? Devlete karşı suç işlemek, ya da devleti tam da dediğiniz gibi, bölmek ya da sistemi, rejimi değiştirmek gibi bir elverişliliği var mıdır? Yoktur. Dolayısıyla bu kadar geniş bir yelpazede tutarsanız devlete karşı suçları, olmayacak bir sürü insan da hakikaten hem bu anlamıyla devlete karşı suç işlediği için işte F tipi cezaevlerinde falan yaşamak veya tecrit edilmek durumunda kalır, ya da bu şartlı salıverme yasasından esasında en çok yararlanması gereken, iki tane eyleme gittiği için cezaevinde 12 yıl yatan çocuklar da, gerçekte yararlanması gereken, şartlı salıvermeden yararlanması gereken çocuklar da yararlanamazlar.

KATILIMCI : Sevgili hocam, 7 yıl sonra size burada soru sormak hakikaten insana onur veriyor. Bu hususta da baromuza teşekkür ediyorum. Tabii soracak o kadar çok soru var ancak benim iki tane sorum olacak. Bunlar genelde uluslar arası ilişkiler boyutunda olacak. Bunlardan birincisi; ülkemizi son zamanlarda epey sıkıntıya sokan sözde ermeni soykırımı iddiaları. Bu iddialarda işte Türkiye’den toprak talebi var, Türkiye’den ermeni soykırımının tanınması talepleri var, burada, Amerika’da, Fransa’da yani dünyanın birçok ülkesinde dile getiriliyor…

120

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Kanunlar

KATILIMCI : Kanunlaştırılıyor, senatolarından, parlamentolarından geçiriliyor. Burada Türkiye’den istenilen kendilerince denkleştirici adalet mi yoksa onarıcı bir adalet mekanizması mı? Yani tanımakla iş bitiyor mu yoksa toprak verin, para verin, tazminat verin boyutunda. İkinci sualimde biraz evvel dile getirdiniz, eski Yugoslavya hususunda işte Clinton döneminde NATO’nun oraya müdahale etmesi, bazı durumlarda uluslar arası güçlerin bu şekilde davranışını, davranma hakkını kendilerinde bulabilmeleri. Bu bazı basın organlarında, işte dergilerde, gazetelerde dile getiriliyor. Öyle bir sürece gelindiği vakit bizim güneydoğumuzdaki meseleyi de bu şekilde dikkate alarak bir müdahale için kendilerinde hak bulabilir mi bu uluslar arası güçler? Böyle bir gidişat söz konusu mu? Bu hususta görüşlerinizi öğrenmek istiyorum hocam, teşekkür ediyorum.

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Teşekkür ederim,

AV. AYDIN ERDOĞAN : Ben Aydın Erdoğan, son meslektaşımın sorusundan hareketle önce onu söyleyeyim. Geçtiğimiz günlerde Gürbüz’ün konuşmasında söylediği ve çok da rahatsız olduğunu belirttiği gelişmelerden birisi Genel Kurmay tarafından yalanlanmayan ve internette yer alan bildiridir. Bildirinin sonunda Ne Mutlu Türküm demeyene düşmandır diyor. Dolayısıyla şimdi yurttaşların bir bölümünü bu argümanı ki bu herhangi bir yasa metninde geçen bir yurttaşlık yükümlülüğü falan değil, askerlik yükümlülüğü gibi, vergi yükümlülüğü gibi bir yurttaşlık yükümlülüğü ya da mecliste milletvekili yemini gibi, yargıç yemini gibi, avukat yemini gibi bağlayıcı bir kavram değil, öyle bir laf var ama. Şimdi bunu demeyen, kendisini öyle hissetmeyen düşman sayıldığı takdirde az önce Yugoslavya meselesinde de söylediğiniz gibi eğer düşman ilan edilirse böyle kendisini tanımlayanlar ve düşmana karşı yasalarla da tanımlanmış eylem biçimleri var. Mesela silahlı eşkıya ile şeyde derki; silahlı eşkıya düşmandır, yani silahlı eşkıya cephede çatışma halindeki düşmandır. Şimdi yurttaşların bir bölümünün böyle

121

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

tanımlanması halinde ve bunun gerektirdiği davranışlarla da karşılaştığı takdirde bir koruma yükümlülüğü, devletin korunma yükümlülüğü ne hale gelmiş olur? Bu konudaki düşüncelerinizi ve buna bağlı olarak da bildirinin…

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Devletin yurttaşlarını koruma yükümlülüğü?

KATILIMCI : Tabii, koruma yükümlülüğü ne duruma gelmiş olur biri bu, ikincisi Anayasa’nın egemenlik tanımı şöyle; Anayasa, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir der. Ama açıklamalarınızdan artık şu sonuca varabiliyorum; insan hakları kavramı egemenliği sınırlandıran, uluslar arası geçerliliğe sahip, egemenliğin sınırlandırılmasını meşrulaştıran, gerektiği yerlerde güç kullanımını da meşrulaştıran bir uluslar arası hukuk kavramı. Bu, bunun yanı sıra egemenliği sınırlandıran başka da birçok şey var. Örneğin biz gümrük birliğine girdik ve gümrük tarifelerinin düzenlenmesini o tarifelerin düzenlendiği masada oturmadığımız halde, yani orada bir söz hakkımız, oy hakkımız olmadığı halde Avrupa Birliği organlarını devretmiş durumundayız biri bu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinin yani egemenliğin üç erkinin de faaliyetlerini denetleyebiliyor, alanına girdiği takdirde. Şimdi bu gelişmelerin ışığında Avrupa Birliği süreci de ayrıca işliyor tabii. Bazı ülkeler İtalya diğerleri egemenliğin sözleşmelerle uluslar arası organlara devredilebileceğine dair düzenlemeler yapıyorlar, böyle bir düzenleme gerekli değil midir artık? Gerçi 90.madde var ama 90.maddenin bunu tam olarak karşılamadığı kanaatindeyim. Bu konuda görüşlerinizi almak istiyorum, bir de az önce hanımefendinin sorusundan hareketle bir şey ilave etmek istiyorum o da şu; mağdurun haklarının korunması üzerine kurulmuş bir sistem vardır ve bu devletin zor gücünü kullanmasıyla desteklenmiştir. Eğer mağdura verilen zarar suç olarak tanımlanan bir durumu oluşturuyorsa ceza yargısı dahil işler, işte kolluk güçler hepsi işler, parasal bir mağduriyetse bunun tazmin yükümlülüğüne ilişkin kurallar işler ama burada mağdurları yeterince tatmin etmeyen bir şey varsa o da devletin bu süreçteki insani olmayan davranışıdır. Aslında bütün bu sistem mağduriyeti önlemek üzere

122

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

düzenlenmiştir ama öyle işlemektedir ki karakola giden mağdur oradaki aşağılamadan dolayı, karşı karşıya kaldığı davranışlardan dolayı mağduriyeti katlanmaktadır ve mağduriyetinin giderilmesi için orada olduğunu unutur hale gelmektedir ve onun adalet duygusu tatmin edilememektedir. Bu da sürecin sanıyorum insani işlememesinden kaynaklanıyor, teşekkür ediyorum hocam.

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Ben teşekkür ederim, şimdi sizin sorunuzla başlamak gerekirse, ermeni soykırımı iddialarının tanınması konusu dünya ülkelerindeki ve ABD’deki ve Avrupa’da diğer ülkelerdeki gelişmeler karşısında burada bir denkleştirici bir adalet bakışıyla mı bunlar ortaya konuluyor yoksa bir onarıcı bakışı mı dediniz. Bir kere şunu söyleyeyim, bu Fransa’daki parlamentonun bir kanadı tarafından kabul edilen kanun veyahut diğer ülkelerde, 17 kadar ülke zannediyorum yanlış hatırlamıyorsam böyle parlamentolarınca kanunlar veya kararlar kabul ettiler, bu yaklaşım tipik bir denkleştirici adalet yaklaşımıdır. Yani Ermeni … veya diğer ülkelerde gerçekleşen o devletler aracılığıyla yürüyen tartışma. Niye? Çünkü mağdur, o tırnak içinde mağdur ve tırnak içinde fail konumlarının ortaya konulması ve eylemlerin bu kanaldan tanımlanmasına odaklanmıştır. Yani fail kimdir sorusuna odaklanmıştır, Türkiye’ye yönelik olarak. Osmanlı’nın çöküş dönemindeki bir takım işte 1915 ve sonrası olaylar, 15-18 dönemi büyük ölçüde. Şimdi buna odaklanmış olmak denkleştirici bir bakıştır tabii ki, yani. Failin kim olduğunun tespit edilmesi, dolayısıyla bu anlayış içerisinde de failin sorumluluğunun mağdur olduğu ortaya konulan, ileri sürülen kişilere veya topluluklara yönelik olarak giderilmesi için, neyse giderilmesi için söz konusu olan, o giderimin ortaya konulması. Artık bugün o olayların sorumlularına erişemeyeceğimiz için kişisel anlamda bir cezalandırma gibi bir şey söz konusu olamayacağından, o zaman başka bir giderim, başka bir telafi yolunu yine aynı denkleştirici yaklaşım içinde ortaya koymanız istenmekte. Bu böyle ama Türkiye’nin resmi olarak, yani yıllardır resmi olarak ortaya koyduğu yaklaşım nasıl? O da denkleştirici adalet yaklaşımı, yani ters yönden ama, konumu itibariyle hayır, ben fail değilimdir, çünkü fail olmamı gerektiren eylemler aslında fail olmamı sonuçlayacak bir biçimde nitelenemez, tanımlanamaz.

123

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Çünkü onun gerekçesi şuydu der. Yani Türkiye’nin yaklaşımı da denkleştirici bir yaklaşımdır, tipik bir denkleştirici yaklaşımdır. Üstelik fail olmadığı konusundaki o savunma mekanizmasını bir siperde durmak biçiminde ortaya koymaya çalışır yani etki almaması için olabildiğince kendinize siper kazarak arkasında durmanız. Ama bu siper o kadar derin kazılmıştır bu denkleştirici anlayışla ki bu defa içinden çıkamıyorsunuz. Çok derin bir siper halini almıştır bu, boyumuzu çok aşan bir derin siper. O zaman neye ihtiyaç var, mesele konuyu bir kere bu hukuki söylem dışında tartışmaya ihtiyaç var her şeyden önce ve bunu bugün başka ülkelerde tartışmak değil, Türkiye’nin bugün Türkiye ülkesinde yaşayan kesin rakamların konusunda belki bir şey söyleyemem ama 70-80 bin civarında olduğu tahmin edilen Ermeni azınlık var, etnik anlamda. Eğer bunlarla arasında, bu toplulukla arasındaki yani Türkiye devlet kurumlarını, aygıtlarını ve temsilcilerini kast ediyorum ilişki ve iletişimde böyle bir mağduriyetin o kanaldan gelen ki söylüyorlar bu tür bir mağduriyetin kendi geçmişlerinde var olduğunu, bizzat kendileri bir fiil yaşamış olmasalar bile bunu dile getiren, temsilci niteliğinde olabilecek işte dini cemaatlerde, sosyal cemaatlerde olan insanlar var. O zaman öncelikli olarak bugün Türkiye’de yaşayan bir topluluğun eğer böyle bir mağduriyet, adını hukuken koymanız önemli değil bir mağduriyet varsa bu mağduriyetin bir biçimde nasıl giderileceği konusunda bir iletişimin zannediyorum önemli olduğunu düşünmemiz lazım. Çünkü bir ülke düşünün ki ülke üzerinde yaşayan insanların, genel nüfusa oranı çok küçük bile olsa mağdur olduğunu söylüyorsa bunu dinlemeniz gerekir her şeyden önce yani işitilmesi gerek. Hukuken ne olması gerektiği meselesi değil, zaten çok denkleştirici bir adalet yaklaşımı işi çapraşık bir hale sokmaktadır, mesele odur çünkü. Eyleme odaklanmıyorsunuz, çünkü bir takım eyleme odaklandığınız zaman eylemler dünya üzerindeki herkesin rahatsız olabileceği nitelikte eylemler olabilir. Yani bir insanın öldürülmesi dünyanın bütün ülkelerinde öldürülüş nedeni ne olursa olsun acı verici bir eylemdir, öyle kabul edilmesi gerekir bunun görülebilmesi açısından. Dolayısıyla ben Türkiye’ye yönelik ama Türkiye’nin kendini tanımlama biçimini de tamamen bir denkleştirici adalet mekanizması içinde olduğu düşüncesindeyim. Bunun dışında, bu doğrusunu isterseniz gerilimden kurtulmak için bulunmaya çalışılan yolların da yine aynı anlayış

124

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

için de aynı mantıkla bulunmaya çalışılması gibi işte Uluslararası Adalet Divanı modeli, uluslar arası hakemlik tahkim yolunun bulunması gibi çok katı ve uluslar arası ve üstelik karşısında tamamen o tanımlarla hareket etmeniz gereken ve uluslararası mekanizmaların da bu girdaptan bu gerilimden çıkartmada çok yardımcı olmayacağı kanısındayım.

Yugoslavya müdahalesi veya Türkiye’deki güneydoğuda olan, özellikle PKK’yla olan mücadele vesaire, onu kastediyorsunuz tahmin ediyorum değil mi? Güneydoğu derken onu kastediyorsunuz.

KATILIMCI : …. uluslararası camia, bu Avrupa olabilir, bir müdahale olabilir mi? Bunu dillendirenler var bazı yerlerde de … PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Şimdi insan hakları konusu bugün artık devletin egemenliğinin temsili olan bir konu kabul edilmediği için bu konuda ulusal yetki bağlamında, yani bu benim içişlerime dahildir gerekçesini ileri sürerek karşı durmak mümkün değil. Ama neye karşı? Sözle yapılan birtakım müdahalelere karşı olarak, protestolara karşı, kınamalara karşı. Bu bütün devletler için eşit olarak böyle, yani sadece Türkiye’ye yönelik olarak değil. Dolayısıyla bir rahatsızlık nedeni varsa şayet, şu veya bu ülkede belli bir konuyla ilgili ya da bu tür birtakım bilgiler yansıyorsa basın yoluyla vesaire buna yönelik müdahaleler olabilir bu egemenliğin ihlali de sayılmaz. Ama sizin söylediğiniz bundan öte de bir durum, yani burada bir kuvvet kullanarak müdahale meselesi. Bunu kolaylaştıran bir hukuki gerekçe yok doğrusunu isterseniz ama hukuk dışı bu tür bir fiile durumla karşı karşıya kalınır mı kalınmaz mı buna bir şey diyemem doğrusu. Hani kalınması gerektirebilecek bir durum olduğu kanısında değilim ama sonunda ABD’nin Irak’a yönelik müdahalesinin de fiili bir durum olarak gerçekleştiğini gördük. Ha buradan hareketle böyle bir müdahaleye de bir hatırlatmada mı bulunmak istiyorum, hayır böyle bir şey söylemek istemiyorum ama yani çok olasılıklara bağlı, geleceğe yönelik bir değerlendirme olduğu için böyle bir ihtimal görmüyorum. Ne hukuken ne hukuk dışı bir gerekçe görmüyorum doğrusunu isterseniz. Ama biraz önce üzerinde durduğum o sorumluluk, yani devletin koruma

125

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

sorumluluğu … meselesi bu tür sömürülere açılabilir mi? Bunlar tabii aslında hukukun ötesinde güç ilişkilerine bağlı. Yani daha çok uluslar arası ilişkiler ve siyaset bilimi bağlamında değerlendirilmesi gereken belki tahlilleri ortaya çıkarabilir o bakımdan o alan benim alanım değil, oraya girmek istemem, uluslararası politika bağlamında.

KATILIMCI : …. hiç olmadığı bir şekilde oy pusulasında bağımsız adaylarla gösterilmesi mecliste büyük bir ittifakla kabul edildi diyor, bu şekilde biz soyutlanıyoruz diyor bu soyutlanma … takdirde bu soyutlanma daha da derinleşerek gidecek …

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : O tabii şu şöyle bir sorunu ortaya çıkartıyor bence, yani Türkiye’deki ülke barajını kast ediyorum, son siyasi gelişmeler onun bir türevi çünkü, esas sorun o; ülke barajının yüksekliği meselesi. Ülke barajının yüksekliği meselesi benim, bir gazetedeki yazımda da geçen günlerde yazdım, temsili olma vasfını tartışılır hale getirmeye başlıyor, hem meclisin, hem hükümetin. Esas problem budur. Yani bu çok ciddi bir sorundur, bu açıdan baktığımız zaman, çok ciddi bir sorundur çünkü egemen devletlerin ülkedeki halkı temsil etme vasfına sahip olmasıdır önemli olan. Sahip etmiyorsanız o zaman işte asıl daha büyük bir tehdidi kamu düzeni bağlamında ortaya çıkarabilirsiniz, yani çıkmasına zemin hazırlamış olursunuz. Bunlara ilişkin de uluslar arası standartlar var onu da belirteyim. Şimdi diğer sorular açısından sizin dile getirdiğiniz ki sizinkine de eklemlenen bir soruydu o anlamda baktığınız zaman yurttaşlara, devletin yurttaşlara karşı şimdi tabii yani devletin yurttaşlara karşı yükümlülüğü; genel, eşit, nesnel bir yükümlülüktür. Bunun belli nitelemelerle ayrıştırılmaması, tasnif edilmemesi gerekir, yükümlülüğün yerine getirilmesi ya da getirilmemesi konusunda. Tabii bu direkt olarak genel kurmayın bildirisinde belki bu şekilde ifade edilmiyor ama algılar önemli, çünkü bu bir aslında hukuki metin değil. Güç ilişkileri zemininde ortaya çıkan bir tutumun sonucu. Yani hukuki bir ilişki zemininde ortaya çıkmış bir tutum değil, bilakis. Güç ilişkileri zemininde ortaya konulmuş bir dilin ifadesi. O açıdan baktığımız zaman verdiği algılar da bu biçimde olmak, oluyor tabii ki. Verdiği algılar içinde sizin dile getirdiğiniz

126

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

o ayrışma algısı var tabii yani, o açıdan baktığınız zaman ama bunun o zaman hukuken değerlendirilmesi mümkün müdür? Ben de böyle bir karşı soru belki sorabilirim yani Türkiye hukuku acaba böyle bir girişimi hukuken değerlendirebilmeye elverişli ve ehil midir?

KATILIMCI : Yani hukuk izin verir de güçler izin vermiyor. Yoksa orada işlenen bir suçtur tabii.

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Süremiz bitiyor galiba.

KATILIMCI : Özür diliyorum şimdi saat 4 buçuk ve siz havaalanına yetişemeyebilirsiniz sizin lehinize bir bölme yapıyorum.

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Son soruyu da ben tabii isterseniz bırakalım çünkü tam, tamamlamış olalım.

KATILIMCI : Bırakalım, yetişemeyebilirsiniz, uçağınızın saati açısından.

PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Sizin sorduğunuz egemenlik bugün mutlak değildir dediniz, evet yani bireyin hakları kavramı bağlamında mutlak değildir uluslararası standartlar çerçevesinde ama dünya üzerindeki mevcut tüm devletler bakımından da eşit sınırlamaları dikkate alarak mutlak değildir diyorum. Yoksa bir asimetrik ilişkinin devletlerin egemenliği konusunda olduğunu söylemek istemiyorum, o anlamda eşit olarak aynı çerçevededir. Bir küçük sorunuz daha vardı sanıyorum. O gerçi şeyle ilgiliydi, bana yönelik değildi de galiba hanımefendinin sorusuna yönelik bir yorumla ilgiliydi. Mağdur, mağduriyetle ilgili. Çok teşekkür ederim, bu fırsatı verdiğiniz için, bu sorularınız için.

127

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

128

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

129

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - IIANKARA BAROSUFelsefe Kulübü

4. Toplantı

HAKİM MİLLETTTEN,MİLLETİN HAKİMİNE

YOL VAR MI?

Dr. Ahmet İNSEL

26 Mayıs 2007Ankara Barosu Kültür Merkezi

130

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

131

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

GÜRBÜZ ÖZALTINLI - FELSEFE KULÜBÜ BAŞKANI : Sayın Konuklar…. sizleri daha fazla bekletmeyelim, Hocamızın değerli zamanını daha fazla almayalım, ben hemen Sayın İnsel’i davet ediyorum Bu 4. Konferansımız. Sayın İnsel sunuşunu yaptıktan sonra tartışma bölümümüz olacak, Buyurun Sayın İnsel

DR. AHMET İNSEL :

Davetiniz için teşekkür ederim. Ankara Barosu Felsefe Kulübünün düzenlediği seminer, konuşma, tartışma dizisinin dördüncüsü bu. Bundan öncekilerle bir bütünlük arz edeceğini tahmin ettiğim bir konu üzerine konuşmak istiyorum. Demokratik hukuk anlayışında asli konulardan bir tanesi, bildiğiniz gibi “eşitliktir”. Yalnız kanun önünde, kanunlarla tanımlanmış bir eşitlik değil, aynı zamanda insanların, yurttaşların diğer yurttaşlarla, yurttaş topluluğu ile ilgili tasarımındaki bir eşitliğe dayandığında bu ilke gerçeğe tekabül eder. Kanunların ötesinde, toplumun kendini eşit yurttaşlar, eşit insanlar olarak tasarladığı zaman eşitlik bir dinamik haline dönüşür. Tabii, burada eşitliği iktisadi olarak tanımlamıyorum. İktisadi eşitlik insanların gelir düzeyleri bakımında eşitlik olması anlamına gelir ki, bu başka bir toplum tasarımıdır. Burada bahsettiğim eşitlik, insanların, yurttaşların kendilerini kanuni hakları itibariyle sosyal, kültürel konumları itibariyle siyasal olarak eşit görmeleri, eşit tahayyül etmeleridir. Bu inanç üzerinde yükselen bir toplumsal tasavvur, demokratik bir toplumun en önemli saç ayaklarından birisidir. Burada hemen şunu da belirteyim, eşit olarak tasarlamak, herkes aynı görüştedir, benim söylediklerimle diğerlerinin söyledikleri arasında doğruluk açısından fark yoktur, dolayısıyla her şey doğrudur, ne olursa olur anlamında, post-modern diyebileceğim bir eşitlik anlayışı değil burada söz konusu olan. Elbette bir değer hiyerarşisine tekabül eden bir anlayış insanların kafasında, yurttaşların kafasında olacaktır, olmalıdır. Bir değer hiyerarşisi olmalıdır, doğru ve yanlış hiyerarşisi olmalıdır, iyi ve kötü hiyerarşisi olmalıdır ama bu iyi ve kötü hiyerarşisinin doğru ve yanlış hiyerarşisinin ötesinde toplumdaki yurttaşların statüleri itibariyle, etnik kimlikleri itibariyle, dini kimlikleri itibariyle, bölgesel kimlikleri itibariyle veyahut zümresel aidiyetleri itibariyle kendilerine siyasal

132

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

planda, kurumsal planda, hukuki planda bir mutlak üstünlük atfetmemeleri ilkesi, temel bir ilkedir. Bu ilke bütünüyle gerçekleşmemiş olabilir ama siyasal gidişata, siyasal mücadelelere yön veren asıl asli ilke bu olduğu zaman demokrasi dinamiktir. Çünkü hiçbir toplum bu söylediğim ilkeyi mutlak biçimde gerçekleştiremeyebilir. Gerçekleşmesi istenir ama gerçekleşmeyebilir; gerçekleşmez de. Toplumların tarih boyunca sürekli evrileceklerdir ama önemli olan bu ilkenin bir ideal olarak toplumda asli mobizasyon, hareketlenme, siyasal toplumsal hareketlenme ilkesi olarak canlılığını koruyor olmasıdır.

Lafı böyle dolaştırmamın nedeni, Mithat Sancar’la ve bu seminer dizisini düzenleyen arkadaşlarla konuşmaya ne başlık koyalım diye düşünürken önerdiğim, “Milleti Hâkimeden Milletin Egemenliğine Gidiş Türkiye’de Gerçekleşiyor mu?” konusuydu. Milleti Hâkime kavramı üzerinde durmaya çalışacağım. Çünkü göstermeye çalışacağım gibi 1.5 yüzyıllık hâkim millet anlayışının tasfiyesi sürecinde biz maalesef toplumsal tasavvurda ve bunun kurumsal uzantılarında, kanuni uzantılarında “hâkim millet” anlayışını hâlâ bütünüyle tasfiye edemedik. Bunu, aynı zamanda, imparatorluktan çıkışın bütünüyle gerçekleşmemiş olmasının bir işareti olarak algılayabiliriz.

İmparatorluk düzeninden, imparatorluk anlayışından, imparatorluk anlayışı içinde toplumsal, siyasal tasavvurlarını oluşturmuş kuşakların bize aktardığı dünyadan zaman itibariyle, kuşak itibariyle daha çok uzak değiliz. İmparatorluk, 1920’ler başında sona erdi, dağıldı. 1918 sonrasında fiilen dağıldı fakat bunun kabulü işte dediğim gibi Cumhuriyet’e geçiştir ve bu daha üzerinden 1 yüzyıl geçmemiş bir süreçtir. Dolayısıyla insanlık düşünce tarihinde bu tür büyük tasavvurlar, topluma damgasını vuran büyük tasavvurlar 10 yılda, 20 yılda, 30 yılda birden bire buharlaşıp uçmazlar ve etkilerini uzun bir dönem devam ettirirler. Size bunun bir örneğini Fransız Devriminden vereceğim. Fransız Devrimi 1789’da Bastille’deki hapishane şatonun ele geçirilmesiyle, ayaklanmayla, 14 Temmuz Paris Ayaklanmasıyla simgesel olarak başladı ama Fransız Devrimi’nin esas etkisini gösterdiği tarihler 1790-1791 sonrasıdır. Robespiyer ve arkadaşlarının idamının ardından, normalizasyon ve konsolidasyon 1794’den itibaren başlar. Fransız Devrimi’nin cumhuriyet

133

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

ilkesinin gerçekten Fransız toplumunun bilincine kazınması, bunun artık geri dönüşsüz bir ilke olduğunun kabul edilmesiyse ondan neredeyse 1 yüzyıl sonra gerçekleşti. 1875’de, yani Paris Komününden 4 yıl sonra 3. Cumhuriyet dediğimiz cumhuriyetin kabul edildiği Kurucu Mecliste 1 oy farkla cumhuriyet kabul edildi. Bakın, üzerinden 80 sene geçmiş, çok büyük bir toplumsal kopuş olarak kendini ifade etmiş, büyük bir çatışma, iç savaş, Vande Halkının katledilmesi, Devrimin kendi evlatlarının başını alması, terör yönetimi dediğimiz Jakoben yönetiminin Ulusal Selamet Komitesi yönetiminin darbesi, Kilise’nin mallarına bütünüyle el konulması, aristokrasinin mallarına el konulması, arkasından Napolyon Bonapart’ın yeniden tesis ettiği bir imparatorluk. Napolyon’un “cumhuriyetçi imparatorluğu”nun Avrupa’ya yayılması ve Rusya’daki yenilginin ardından düşüşe geçmesi, İmparatorluğun lağvedilmesi, ama monarşiye geçilmesi, yeniden 1848’de cumhuriyete geçilmesi; 1851’de Marks’ın tabiriyle “küçük Bonapart’ın yaptığı darbe ile” yeniden tam monarşik olmayan, Bonapartist olarak siyasal literatürde tanımlanan bir tür vesayet rejimi 1851-1870 arasında ve sonra Komün. Büyük bir iç savaş yeniden, çok kanlı bir biçimde sonuçlanan bir iç savaş, Almanya karşısında yenilgi, Almanya’ya 1870 Savaşındaki yenilgi ve bunun ardından 1875’de Cumhuriyet onaylanıyor. Nasıl? Mecliste 1 oy fark ile. 3. Cumhuriyet kuruluyor. Bildiğiniz gibi bu 3. Cumhuriyet, Almanya karşısında Fransa’nın ikinci kez yenilmesinin akabinde 1940’dan itibaren birden bire bir tür otoriter cumhuriyet olarak da Vichy Hükümeti tarafından otoriter cumhuriyet olarak da, parlamentonun fesh edildiği, bir eski mareşalin kendini “devletin şefi” ilan ettiği, biraz bizim 1980-1982 arasındaki rejime benzeyen bir rejim tesis etti. Bu dönemde devletin adı, Fransız Cumhuriyeti değil, Fransız Devleti oldu. Kurtuluş mücadelesi sonrasından tesis edilen rejim, 4. Cumhuriyet denen rejim yeniden cumhuriyete dönüyor. Gördüğünüz gibi, Fransa gibi cumhuriyet fikrinin, Fransız Devriminin üç ilkesinden ikisi olan eşitlik ve kardeşlik fikrinin bu derece tartışıldığı, bu derece yoğun mücadelelere, toplumsal mücadelelere neden olduğu, ileri ve geri adımların atıldığı bir toplumda, cumhuriyet fikri ve onun yanında, eşitlik fikri, yurttaşların eşit olma fikri o kadar kolay ve hızlı yerleşmemiş. Çünkü o eski zihniyet, statü toplumu zihniyeti yani insanların statülerinden itibaren haklara sahip olmaları anlayışı

134

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

etkisini uzun dönem sürdürüyor. Bunlar içinde doğulan statüler, bölgesel statüler olabilir, zümre statüleri olabilir, bazı durumlarda dini aidiyetlere ait statüler olabilir. Statü toplumlarından çıkıp demokratik, eşit bireyler toplumuna geçiş süreci kurumsal olarak gerçekleşse bile, kanunlar nezdinde gerçekleşse bile, gerçek hayatta o kadar çabuk gerçekleşmiyor. Bunun çabuk gerçekleştiği yer neresidir? Dünya tarihinde bunun gerçekten çok çabuk gerçekleştiği yerlerden birisi, belki en önemlisi “Amerikan Devrimidir”. Çünkü Amerikan Devrimi, varolan bir toplumsal kalıtım üzerine inşa edilmedi. Amerikan Devrimi, -Kızılderililerin tasfiye edilmesini, öldürülmesini, yok edilmesini bir tarafa bırakırsak- aristokrasiyle mücadelenin üzerine inşa edilmedi. “Bakir topraklar” olarak ilan edilen topraklar üzerine Avrupa’daki dini baskıdan kaçan Protestanlar ağırlıklı olarak, ülkelerindeki büyük açlık felaketinden kaçan katolik İrlandalılar, arkasından İtalya’daki siyasal baskıdan kaçan anarşistler veya Polonya’da Rusların baskısından kaçan Polonyalılar geldi. Bir baskıdan kaçan insanların oluşturduğu ve bir aristokrat temele, varlığa, geleneğe karşı tepkiyle, onu yıkmak için mücadelenin verilmediği bir toplum Amerikan Toplumu. Tarihsiz bir toplum bir cephesiyle, bu çok doğru değil ama en azından bulunduğu coğrafya itibariyle tarihsiz bir toplum, Burada gerçekten bir tür siyasal ideal anlamda “yurttaş eşitliği” kavramının daha güçlü biçimde yerleştiğini görüyoruz. Aynı zamanda hemen belirtmem gerekir ki, Amerika’da sosyolojik olarak bildiğimiz gibi bir yurttaş vardır ki, diğerlerine ikinci sınıf yurttaş olarak, hakları itibariyle olmasa bile konumu itibariyle bakar. Bu meşhur “Wasp” dediğimiz Anglosakson, Protestan, beyaz insan yurttaşdır. Bunların Latino kökenli, İspanyol kökenli olanlara, zencilere yönelik bakışlarını kırmak ta Martin Luther King’in öldürülmesine kadar sürmüş bir mücadeledir ki, hâlâ da bitmiş, bütünüyle bitmiş bir mücadele değil.

Osmanlı coğrafyasında 1.5 yüzyıldan beri devam eden bir eşitlik mücadelesi var. Eşitlik fikrinin yeşermesi ve bu fikrin toplumda çalkantılara yol açması söz konusu. Bildiğiniz gibi 1856 Fermanı’nın en önemli özelliklerinden bir tanesi, “tebaalara”, -o zaman vatandaş, yurttaş kavramı yok- tebaalara, devlet nezdinde eşitlik tanındığının ilan edilmesiydi. Bu, aynı zamanda bir söz olarak

135

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Osmanlı İmparatorluğunun siyasal tahayyül dünyasında, toplumsal tahayyül dünyasında çok ciddi bir dönüşüme tekabül ediyordu. Nitekim uygulamada bunun o kadar rahat olmadığını göreceğiz. Millet sisteminin oluşturulmasıdır bu aynı zamanda. İşte Hıristiyanların, Yahudilerin, Ortodoksların, Katoliklerin kendi özerk cemaatlerine sahip olmalarıdır. 1860’larda ciddi bir tartışma var. Âli Paşa’nın, Fuat Paşa’nın vasiyetnamelerinde, padişaha sundukları layihalarda bu dikkatle dile getirilir. Tartışma, “Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünü korumak istiyorsak, devletin dinler nezdindeki tarafsızlığını gündeme getirmemiz lazım” fikriyle ilgilidir. Bu çok açık bir biçimde 1860’larda o zamanın sadrazamları olan, güçlü yöneticileri olan Âli Paşa’nın, Fuat Paşa’nın, Jön Türklerin, Namık Kemal’in bunu başka bir biçimde dile getirdiğini biliyoruz, Genç Osmanlıların çok ciddi bir biçimde tartıştıkları bir fikirdir. Aslında bir tür laiklik tanımı yapılır 1860’larda. Adına laiklik denmiyor ama İmparatorluğu kurtarmak için devletin dinler nezdinde tarafsız olması, devletin bir dine ait olmaması fikri bu. Bunun ifadesi, milleti hâkime anlayışının aslında kağıt üzerinde uygulamasının lağvedilmesidir. Bildiğiniz gibi Osmanlı İmparatorluğunda milleti hâkime Sünni Müslümanlardan oluşurdu. Bütün Müslümanları kapsar demek yanlıştır çünkü Aleviler bu milleti hâkimiye içinde yer almazlardı. Osmanlı İmparatorluğunda Alevilerin bu hâkim millet tarafından ciddi biçimde baskıya maruz bırakıldığını biliyoruz. Alevileri kendinden saymadığını, bir münafıklık, heteredoksi olarak tanımlandığını biliyoruz.

Milleti Hâkime anlayışı Osmanlı İmparatorluğunun bu tarihe kadarki siyasal, toplumsal tasarımında çok güçlü biçimde yer alan bir anlayış. Bu tabii, esas olarak devşirme sistemiyle olsun, İmparatorluğun yönetici kadrolarına doğuşu itibariyle milleti hâkimiyete ait olmayan unsurların en üst düzeyde yönetici olmalarını engelleyen bir şey değil çünkü onlar ancak o milleti hâkime standardını kabul edip, döndükleri zaman ancak yükselebiliyorlar. 1850’lerden itibaren ise Osmanlı İmparatorluğunda bu milleti hâkime anlayışının sönümlenmesi, azalması veya kurumsal olarak en azından kağıt üzerinde ortadan kalkmasıyla işte o zaman açık biçimde Ermeni ve Rumların dinini değiştirmeden İmparatorluk içinde yönetici kadrolarda yer almaya

136

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

başladığını görüyoruz. Ama tabii bu Islahat Fermanı’ndan türeyen kanunlar seviyesinde belki bir ölçüde uygulanabiliyor. Fakat toplumsal tahayyülde bir şok etkisi yaratıyor. Bir anda Sünni Müslüman nüfus kendini diğerleriyle eşit konumda görmek zorunluluğunu hissetmeye başlıyor.

Kanımca, 1850’lerde başlayan Osmanlı İmparatorluğundaki etnik çatışmaların birkaç belirleyeninden bir tanesi, Sünni Müslüman nüfusun milleti hâkime ayrıcalıklarının elinden kısmen alınmasına karşı gösterdiği tepkidir. Bu çatışmalar elbette sadece bununla açıklanmaz. Esas olarak Balkanlarda yükselen milliyetçilik dalgasının elbette başat bir etkisi vardır. Ulus devletlerin fetişleştirilmesinin etkisi vardır ama örneğin, 1870’lerden itibaren başlayan ve 1895’de bunun artık zirve noktasına vardığı ve giderek Anadolu’da taşrada gerginlik yaratmaya başlayan olgulardan bir tanesi Sünni-Müslüman eşrafla eşit konumda kendini görmeye başlayan Ermeni unsurların veyahut bölgesine göre Rum unsurların gerginliğidir. Bu gerginlik küçük vakalar olarak ilk başta kendini gösterir 1870’lerde. Çok küçük vakalar olarak gösterir ama o dönemin kroniklerini dikkatli bir biçimde okursanız, daha doğrusu biraz teleolojik biçimde 1895 Adana Vakasına, 1909 Kıyımına ve 1915’den geriye dönük baktığınızda, aslında oralarda buna giden toplumsal ruh halini, bunun işaretlerini, kilometre taşlarını görebiliriz.

Bu milleti hâkime anlayışının aslında esas, açık biçimde biraz Fransız Devrimini andırır biçimde yıkılması teşebbüsü, II. Meşrutiyettir, 1908’dir. II. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle, “kardeşlik” kavramının o dönemde bütün imparatorluk unsurları içinde çok ciddi bir heyecan yarattığını biliyoruz. Bu heyecan aynı zamanda oluşan yeni parlamentoya seçmenlerin eşit biçimde, kontenjanlarla falan değil, eşit biçimde temsilcilerini göndermesi üzerine dayalı bir seçimi gündeme getiriyor. Bu seçim gündeme geldiğinde şöyle bir endişenin ortaya çıktığını görüyoruz. Eski milleti hâkime unsurları arasında, “yahu tamam, bunlar da oy verecekler ve parlamentoda bunlar da bulunacak ama ya parlamentoda bunlar çoğunluğu elde ederlerse” endişesi başlıyor. Hüseyin Cahit Yalçın’ın, 25 Ekim 1908’de yani 1908 Devriminin üzerinden ancak birkaç ay geçtikten sonra , Tanin’de yayınladığı bir yazısı var. “Ya

137

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

gayrimüslim unsurlar seçime daha fazla katılırlarsa” endişesi bu. Çünkü eşit millet talebi esas onları heyecanlandırıyor. Milleti hâkime unsurlarının eşitlik talebi olamaz, onlar ellerinden bir zümre ayrıcalığını kaybettikleri için bu konuda mobilize olamazlar, siyasal olarak onları bu konuda mobilize etmek mümkün değil, asıl mobilize olacak olanlar eşitlik talebinde olan Alevilerdir, onların pek öyle siyasal iddiası yok o sırada. Esas olarak, gayrimüslim azınlıklar bunu talep edecekler diye bir endişe başlıyor. Ve “Milleti Hâkime” başlıklı bir yazı yazıyor. Bu yazıyı Ahmet Yıldız’ın “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” başlıklı kitabındaki ekten aldım. Tanin’deki yazıda şöyle diyor: “İstanbul’da Osmanlı unsurunun birleşmesi ne kadar kuvvetli ümitler beslersek besleyelim, bugün bir vakayı hakikiye şeklinde binlerce misali ile gözlerimizin önünde durduğu için muhakkak olarak biliyoruz ki, bu devletin bekasını Müslim unsuru kadar isteyen ve çalışan yoktur. Bugün şu devleti kendisini yalnız Müslim unsura mâl ediyor”. Birinci iddia, bu devletin bekası Müslim unsurların esas talebidir, gayrimüslim unsurlar eşitlik talebi adı altında aslında bağımsızlık ve devleti parçalamak istiyorlardır. Devlet ve Müslim unsurlar bir tarihsel ittifak içindedirler, varoluş ittifakı içindedirler. İkincisi, Hüseyin Cahit şöyle devam ediyor: “Medeni milletlere layık usulü idare altında yaşayacağız”, seçimler yapılacak, parlamento seçilecek, hükümet parlamento tarafından belirlenecek. Meşruti monarşi rejimi 1908’de öngörülen. “Binaleyn hüküm ve nüfuzu kendi elimizde tutalım demek anasırı* gayrimüslimi kendimizle müsavi addetmeyelim, onlara hukuku siyase vermeyelim, canımızın istediğini icrâ ederek gayrimüslimlerin haklarına tecavüz edelim manasıyla tefsir edilmemelidir”. İkinci değerlendirme: geçmişte böyle yapıyorduk, onlara siyasi hak, hukuk vermiyorduk, canımızın istediğini icrâ ediyorduk, gayrimüslimlerin haklarına tecavüz ediyorduk, gayrimüslimleri kendimizle eşit saymıyorduk, hüküm ve nüfuzu elimizde tutuyorduk. Bunun artık modası geçti, yürürlükte olmayacak olan bir düşünce. Dolayısıyla şimdi hüküm ve nüfuzu elimizde tutacak ama görünüşte bunları yok edecek bir çözüm bulmak gerekir. Sorun, diyor Hüseyin Cahit aynı yazısında, “Osmanlı Müslümanları bu seçimlere çok daha az katılım gösteriyorlar, göstereceklerdir, gösterme tehlikeleri vardır.” Çünkü onlar önce nasıl olsa nüfus çoğunluğuna haiziz rahatlığından hareket edeceklerdir ve siyasal olarak bir örgütlenme

138

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

gelenekleri olmadığı için, bütünüyle bunu devlete bıraktıkları için, böyle bir siyasal mobilizasyona da çok yatkın değillerdir. Fakat nasıl olsa nüfus olarak çoğunluğuz rehaveti içinde olmalarını eleştirirken şöyle diyor: “Parlamentoda gayrimüslim unsurların gerek addeden, gerek addeden olmayıp da biz yani Müslimlerin, Türklerin aramızdaki tefrikaya nispeten bize üstün, faik, zül edecek olurlarsa ne yapacağız?”. Çok açık bir biçimde burada, bir gayrimüslim unsurlar ve Müslim unsurlar çatışması, kardeşlik fikriyatı içinde ifade edilen 1908 Devriminin arkasında yatan milleti hâkime endişesini dile getiriyor.

Hüseyin Cahit’in yazısının sonunda, bütün açıklığıyla bir hâkim millet ve onun devleti zihniyetini dile getirdiğini görüyoruz. Yorum yapmak yerine alıntı yapmak, O’nu konuşturmak belki daha iyi. “Bu memleketi Türkler zaptetti, fethetmek için yaptıkları fedâkarlıklar tarihin en hayretbaş sayfalarını, en parlak mefahirini teşkil eder. Sui idareyle Türklerin kuvvetine helal gelince”, bu sui idarenin ne olduğunu pek iyi bilmiyorum tabii, “sui idareyle Türklerin kuvvetine helal gelince memleketin büyük kısmını ellerinden kayıp ettiler. Osmanlı namı altında yaşayan Musevilere, Ermenilere, Rumlara, Bulgarlara, hasıla bütün anasırı gayrimüslimiyeye dahil müsavat, adalet, hürriyet kaideleri dairesinde muameleyi uhuvetkerane gösterirler Türkler”, şimdi hiçbir zaman kendileri unutmazlar, “Türklüğü yıkacak, hükümetin rengini Türk ve Müslim hükümeti olmaktan çıkaracak emelleri kalplerinden, eğer varsa silmeye kendilerince cesaret görmelidirler, ondan sonra bizim auşumuhadetimize*, endişesiz biçimde atılmalıdırlar bizim korumamız altına kendilerini bırakmalıdırlar, bizden korkacakları yoktur”. Ne var ki, korkacakları yokturdan sonraki cümle bence bu korkmayla ilgili şeyi çok iyi ifade ediyor:“Yalnız onlar bizi kalplerinin temizliğine inandırmalıdırlar, çünkü ne denirse densin memlekette milleti hâkime Türklerdir ve Türkler olacaktır.” Yazının son cümlesidir bu.

Böyle bir anlayış sadece Hüseyin Cahit’e özgü değildir. Benim gördüğüm kadarıyla 1908 Devrimini izleyen birkaç ay içinde, yani Balkan Savaşlarının daha başlamadığı, Trablusgarp’ın kaybedilmediği, dolayısıyla o klasik Türk yakın tarihinde vurguladığımız Balkan ve Trablusgarp travması dediğimiz

139

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

olgunun daha yaşanmadığı bir dönemdeyiz., Diyebilirsiniz ki, Bulgaristan travması var, Romanya travması var, Sırp travması var, Yunan travması var, Girit travması var, en önemlisi Girit travması var. Evet, bunlar doğru ama o daha büyük son travmaların yaşanmadığı bir dönemde, devleti kaybediyoruz, toprakları kayıp ediyoruz fikrinin perçinlenmediği bir dönemdeyiz daha.

Burada şunu belirteyim: milleti hâkimenin karşısında milleti mahkume tabirini kullanmıyor Osmanlılar. Örneğin, çoğunlukla o dönemde kullanılan tabir, ”sair milletler” yani diğer milletler. Diğer taraftan İttihat Terakki’nin 1908‘in hemen öncesi ve sonrasında en yakın müttefiki Taşnak Partisiydi. 1911-1912’ye kadar da bu yakınlık devam etmişti. Fakat aynı zamanda görüyoruz ki, aslında devletin yeni yöneticilerinin kafasında çok ciddi biçimde devleti gayrimüslim unsurlar ele geçirecekler ve milleti hâkime devletsiz kalacak endişesi var. Buradaki “Türkler” tabiri, etnik vurgusu olan bir tabir ama her seferinde sınırları değişiyor. “Milleti hâkime Türklerdir” dediği zaman bunların içine diğer bütün Türk olmayan Sünni Müslümanlar kimi zaman dahil, kimi zaman değil. Milleti hâkime Müslüman Osmanlılardır dese Hüseyin Cahit 1908’de bunun içine Sünni Kürtlerin dahil olduğunu çok açık biçimde söyleriz ama diyor ki “milleti hâkime Türklerdir ve bu memleketi de Türkler zaptetti”. Dolayısıyla milleti hâkime anlayışında egemen olan Sünni Müslüman Osmanlı kimliği giderek Türkçe konuşanları ifade ediyor. Türk etnik kökenine de vurgu yaparak kendini ifade ediyor. “Milleti hâkime Türklerdir ve Türkler olacaktır”.

Buradan hareket ederek 1920’lerdeki, 1930’lardaki etnik temizlik girişimlerini sadece bir devlet politikası olarak değil aynı zamanda bir toplumsal tabanı olan bir tepki olarak ele alabiliriz. Eşitliği, kendi zümre veyahut Osmanlı anlamında millet ayrıcalığının elinden alınması olarak gören kesimin endişesi ve karşı tarafta bu endişenin beslediği büyük güvensizlik. Elbette diğer taraftan gayrimüslim unsurlar içinde, Ermenilerin içinde, Rumların içinde ve Müslim olmakla beraber bu Türklük vurgusunun ön plana çıkmasıyla beraber Kürtlerin içinde şüpheye dayalı bu bakışın egemen olmasına karşı kendini ayırmak, bu dışlamadan kendini bir başka yapıya, siyasal yapıya çekerek kendini buradan ayırmak eğilimi de doğacaktır. Bu eğilimin doğması, “milleti

140

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

hâkime Türklerdir ve Türkler kalmalıdır, bunun gerekleri yapılmalıdır, bu bir devlet kurtarma operasyonudur, dolayısıyla bunlar meşrudur, yapılanlar, insani değildir ama meşrudur, istemezdik ama yapmak zorundaydık” fikrini gündeme daha yüksek bir biçimde, daha güçlü biçimde getirecektir.

1930’lara gelelim.Bir alıntı yapacağım. 1933’de Kadro Dergisinde yayınlanmış bir makale. Makalenin yazarı öyle çok ırkçı, Türkçü olmakla ön plana çıkmış bir kişi değil, Burhan Asaf Belge. Sonra Demokrat Partili olmuş ve Yassıadada yargılanmış, 1963’de yanılmıyorsam af ile çıkmış bir kişi. Burhan Asaf Belge 1933’de, “Almanya’daki Yahudi aleyhtarlığı umarız ki, bizimkilere bir ders olur”, diyor. Yıl 1933, Almanya’da Nazi yönetimi yeni iktidara gelmek üzere veya gelmiş. Devam ediyor: “ Türk kadar misafirperver olmak için Türk kadar tarih içinde efendi millet olmuş olmak lazımdır. Fakat her misafirliğin sonu ya evdekilere karışmak yahut misafirliği uzatmamak değil midir?”. Birinci terim “efendi millet”. Burada “efendi milleti” terbiyeli millet anlamında da isterseniz yorumlayabilirsiniz ama herhalde o anlamda değil, efendi millet. Burhan Asaf herhangi birisi değil. Nihal Adsız’dan alıntı yapıyor olsam, zaten ırkçıdır dersiniz, ama Burhan Asaf öyle değil. Daha “establishment”, daha yüksek devlet politikalarına, yüksek devlet kadrolarına yakın birisi sonuçta. Sonuç olarak bu zihniyet, yani “efendi millet”, “hâkim millet” anlayışı ortadan kalkmış değil.

Hâkim millet kavramının ortadan kalkmadığının birkaç örneğini vererek bu sunuşu bitirmek istiyorum. Böylece arada birkaç yere projektör tutarak sizin kafanızda bir şey canlandırmaya çalışıyorum, bunun karşı örneklerini elbette bulabiliriz. 2007’de Dünya Gazetesinde Hrant Dink’in ölümünü izleyen birkaç gün sonra bir yazı. Dünya Gazetesi bu, Yeni Çağ falan değil: “Merhamet, sadakat ile beslenir, sadakat merhameti güçlendirir, sadakat ve merhametin birlikte yürümesi için bu topraklardan beslenenlerin bu coğrafyanın ekmeğini yeyip suyunu içenlerin bütün tarih boyunca Türk Milletinin inanç değerlerinin sevgi kuşatması altında bu milletin bağrına bastıklarının sadakatini istiyorum”. “Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarıyla ortaya çıkılmasını “milletle boy ölçüşmeye kalkışmak” olarak tanımlıyor. “Çünkü bunları ifade edenler

141

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

de milletin unsurları olduğuna göre, millet ile boy ölçüşmeye kalkışmak hem de Türkiye’ye bölücülüğü ve ihaneti sokmak için yapılmış kasıtlı bir davranış olarak görüyorum”. Bu son bölücülük lafını bir tarafa bırakalım, “milletle boy ölçüşmeye kalkıyor” sözünün üzerinde duralım.Bir millet var, bu millet “hepimiz Ermeniyiz” lafını kendine karşı bir ihanet olarak ifade ediyor, sadakat talep ediyor, sadakat karşısında merhamet öneriyor. Bu tam bir hâkim unsur davranışıdır. Merhamet dediğimiz andan itibaren zaten kendinizi bir üst konuma koyuyorsunuzdur. Bunun biraz daha medeni ifadesi, merhamet demezsiniz “hoşgörü” dersiniz. “Ben hoşgörülüyüm” dediğiniz andan itibaren, “ben sizin bu görüşlerinizi veya bu duruşunuzu hoş görüyorum yani göz yumuyorum, ona izin veriyorum ama izin vermeyebilirim de” anlamına gelir. Bir üst astını hoş görür, ast üstünü hoş göremez, hoş görmek bir üstlük ifadesidir, üstlük yetkisidir.

Bütün bunlardan hareket ederek şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de hâkim millet anlayışı, Tanzimat’a karşı, Islahat Fermanı’na karşı çok ciddi dile getirilmemiş bir tepkiyi için için beslemektedir. Ben gençliğimde niçin solcuların, Kemalistlerin önemli bir bölümünün Tanzimat’a bu kadar nefretle baktıklarını anlamaya çalışırdım. Ben de çok kızardım solcu olduğum için. Hâlâ sosyalist olduğumu iddia ediyorum ama o zamanın solculuğu içinde diyelim, pek anlayamazdım Tanzimat’ın bu denli eleştirilmesini. Çünkü sonuç olarak eşitlik önerisini getiriyor. O zaman emperyalizme, kapitülasyonlara, Batı’ya teslim olmak üzerinden bu tepkiyidile getirirdik. Sonra yavaş yavaş anladım ki ama bunu ancak 5-10 sene önce anladım, kapitülasyonların olumsuz sonuçları, Osmanlı İmparatorluğunun ekonomisinin birden bire güçlü ekonomiler karşısında çaresiz kalmasının falan yanında, bu olumsuz tepkinin bir boyutu da bu Tazminat münafıklığının aslında biz hâkim milletin haklarını elinden almış olmasıdır. Bakın, 2001 yılı, 1856’nın üzerinden 1.5 yüzyıl geçmiş, Semerkant diye bir dergide buldum bu yazıyı. Varlığını bilmiyordum doğrusu, araştırırken çıktı. Yazıda şöyle deniyor: “Tanzimatçılar yeni bir Osmanlı milleti oluşturmak için yüzyılların geleneği, tebaa ve reaya Müslüman ve gayrimüslim ahali arasındaki farkları kaldırırken sadece Hıristiyan Avrupa’nın gözüne girmeye çalışmışlardı. Görünüşte günümüzün yaklaşımı ile çok demokratça olan bu

142

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

hareketleriyle aslında Müslüman ahaliyi gayrimüslimlerin tasallutu altına düşürmüşlerdi. Ahmet Cevdet Paşa Tanzimat Fermanının yayınlanmasından sonra halkın, ‘babalarımızın ve dedelerimizin kanlarıyla kazanılmış olan mukaddes haklarımızı bugün kayıp ettik, İslam milleti hâkim millet iken böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Ehli İslam’a bu, ağlayacak ve matem tutacak gündür’ diye feryat ettiğini yazar ama bu feryadı duyacak kimseler yoktur”.

2001 yılındayız, beklenti hâlâ aynı beklenti. Bütün bu değişimlerin demokratikleşme belası adı altında getirilen işlerin hepsinin aslında “kılıç gücüyle” elde ettiği haklarının milleti hâkimenin elinden alınması, daha doğrusu elinden alınması da değil, diğerlerine de verilmesine karşı tepki. Elinden alınan bir hak değil esas olarak, sair milletlere de o hakların verilmesi söz konusu. Hani elinden alınsa hakları, diyelim ki oy verme hakkına sahip olmayacaklar diğerleri olacaklar, bu teki anlaşılır. Ama öyle de değil. Eşit haklara sahip lunmasına karşı bir tepki bu. Bununla bitirmek istiyorum. Sonuç olarak Türkiye’de demokratikleşmeye karşı çok ciddi bir toplumsal kuşku var. Sadece siyasal partiler seviyesinde, sadece devlet katmanları seviyesinde değil, toplumsal katmanlar seviyesinde de var bu. Derin Anadolu’nun eşrafında, derin Anadolu’nun kasabalarında demokratikleşmenin eşitlik boyutuna karşı duyulan endişenin temel motivasyonunu hâlâ “milleti hâkime, hâkim millet, efendi millet” statüsünün ayrıcalıklarını veyahut haklarını diğerleriyle paylaşmamak arzusu olduğunu düşünüyorum. Bu arzu, açık biçimde, bugüne kadar Gayrimüslim unsurlar hakkında dile getirildi. “Varlık vergisi” bu anlayışın en belirgin örneğidir. Vergi konusunda din bazında oluşmuş eşitsizlik. Cumhuriyete en aykırı ilkelerden birisidir., Artık günümüzde bu zihniyet Gayrimüslimlerin tasallutu altında olan ehli İslam Türkiye’sinden bahsetmesi mümkün olmayacağına göre Gayrimüslimlerin yabancı olduklarını ifade etmektedir. Baskın Oran bunu birçok kez dile getirdi, Türkiye’de “yargı diline” bile girmiş olan tabirler vardır. Öyle sıradan bir idare mahkemesinde değil, Yargıtay seviyesinde yargı diline girmiş olan ifadeler vardır. Bunlardan biri, “yerli-yabancılar” ifadesidir. Diğeri “yabancı vatandaşlardır”. Yabancı vatandaşlar veyahut yerli-yabancılar Türk İslam hâkim milletinin üyelerinin

143

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

bu Gayrimüslim azınlıkları görme biçimini tüm çıplaklığıyla dile getirirler. Size küçük bir anekdot anlatacağım. Birkaç yıl önce bir iş vesilesiyle tanıdığım bir genç kadınla konuşuyordum. Evli olduğunu söyledi, kendisi çok düzenli namaz kılıyor ama aynı zamanda örtülü değil. Halk Partisine oy verdiğini söyledi. Hayat tarzı, giyimi kuşamı itibariyle şu anda kendini tehdit altında hissedenlerden. Eşinden bahsetti, çocuğundan bahsetti, “eşim yabancı dedi”.. “Buraya mı yerleşti” dedim, “evet, beraber oturuyoruz” dedi. “Ne zaman geldi, yerleşti” dedim, “buralı” dedi. Ben o zaman “yabancı buralı, epeyden beri o zaman, annesi, babası yerleşmiş”dedim, “yok, yok onlar hep buralılar” dedi. “Eşiniz ne” dedim, “Rum” dedi, Türk vatandaşı. Rum ama eşini yabancı olarak tanıyor. Bana eşini yabancı olarak sunuyor ve başkasını değil, köken itibariyle İstanbul’un en eski yerlilerinden olan T.C vatandaşı eşini,yabancı diye sunuyor

Toplumsal tahayyül seviyesinde ele aldığımız zaman Türkiye’de en ciddi sorunumuzun eşitlik olduğunu söyleyebiliriz. Bu sadece iktisadi planda değil, sadece işçilerin ve zenginlerin arasındaki eşitsizlik değildir. İktisadi eşitsizlik evrenseldir. Türkiye’ye özgü değil, bütün dünyada kapitalist toplumlarda, sınıflı toplumlarda olan bir eşitsizliktir. Karşısında mücadele edilmesi gereken, canla başla mücadele edilmesi gereken bir eşitsizliktir. Burada başka bir eşitsizlik var. Toplumsal tasarımda ve bunun kanunlara yansıyan, kararnamelere, uygulamalara yansıyan yanlarıyla tasarlanmış bir eşitsizlik var. Bu eşitsizlik, yakın döneme kadar Kürtleri içermiyordu. Devlet nazarında demiyorum, toplum nazarında Kürtleri içermiyordu. Toplumun nezdinde Müslümanlık önemliydi ama benim korkum bundan sonraki hakim milet temizliğinin bu kez Kürtleri kapsayacak olması. 1870’lerde bahsettim ya, küçük olaylar, o küçük olaylar 30 sene, 40 sene sonra başka bir olay olarak onun ön işaretleri olarak gelen olaylar olabiliyorlar. Olmaları kaçınılmazdır anlamında söylemiyorum, olabiliyorlar, sondan bakıp da geriye okuduğumuz zaman olabildiklerini görebiliyoruz o küçük olayların. Hâkim millet olmak için bir hâkim olmayan unsurun olması lazım. Hâkim millet anlayışı aynı zamanda bir ayrıcalık talebidir. Bütün Türkiye nüfusu Türk Sünni olduğu zaman hâkim millet anlayışının işlevi kalmaz. Çünkü zümre ayrıcalığını karşısında göstereceğiniz

144

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

unsur ortadan kalkar. Eğer Hrant Dink cinayeti sonrasında Ermenilerin yaşadığı huzursuzluk devam eder ve kalan 50-60.000 Ermeni’nin büyük bölümü Rumlar gibi Türkiye’yi terk ederlerse, -maalesef bunu bir ihtimal olarak kafamızdan çıkarmamamız lazım-, Gayrimüslim unsurların kalmadığı yani artık ehli İslam’ın hiçbir biçimde Gayrimüslim unsurların tahakkümü altında olacağı endişesini taşımanın hiçbir nedeninin kalmadığı bir yerde, “bu milleti Türkler kurdu, bu milletin efendisi Türklerdir” iddiasının bu sefer dini değil etnik boyutuyla çalışabileceğini düşünebiliriz.

Eşitlik ilkesini benimsememiş bir toplumsal tahayyül her zaman ona karşı ayrıcalığını ifade edecek bir farklı zümre yaratacaktır. Eğer bu farklı zümre toplumun içinde bulunmazsa, bu enerji bir toplumsal taşkınlık biçiminde diğer ülkelere, civar toplumlara doğru akar. Türkiye’de bu noktada değiliz ama Türkiye’de hâkim millet anlayışının Sünni Müslüman unsurdan sadece Türk unsuruna kayması sürecinin küçük işaretlerini, anlamlı işaretlerini görüyoruz. Bu çerçevede ben hâlâ imparatorluk zihniyetinden bütünüyle çıkamamış olmamızın sancılarını bugün çok açık biçimde yaşadığımız kanısındayım. Teşekkür ederim.

İsterseniz, sorularınız varsa onlarla devam edelim., Buyurun.

KATILIMCI : Çok fazla detaya girmekten asıl, bütünü bir türlü göremiyoruz. Bakın, Amerika’da temel bir söz vardır, Türkiye’ye de geçmiştir: “eğitim insanları eşit kılar”. Bunu bildiği için de en alt düzeyde 12 yıllık eğitimi mecburi kılmıştır ve 12 yıllık eğitimin yapmayana sınır orada “güle güle” der, “bu ülkede yaşayamazsın” der. Ondan sonra eşitlik iddiasına başlar. 50 ayrı milleti bir çatı altında toplamıştır, herkes şunu söyler: “efendim, Portekiz asıllıyım ama Amerikalıyım”, “İngiliz asıllıyım ama Amerikalıyım” yani Amerikalı olmak o kadar üst düzeyde bir sıfata gelmiştir ki, insanlar doğal olarak önce Amerikalı olduğunu vurgularlar. Ama Türkiye’de kendi ülkende, kendi vatandaşın olarak o kadar alt seviyelerde yaşarsın ki, sonunda Türk olduğunu söylemek biraz hani “nasıl yutsam” der gibi bir ifadeye bürünür, bu birinci nokta.

145

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Eşitler arasında eşitlik tartışması yapılır, kör kütük cahilin “ben seninle eşitim” deme hakkı yoktur, Türkiye daha bunları tartışmaya açmadı. Avrupa Topluluğuna girmek için uğraşılıp durulan bir ülkede biz Avrupa Topluluğuna girdiğimiz anda bize ne denecek biliyor musunuz, henüz ne basın ne hukuk bunları tartışmıyor? Ben Hacettepe Üniversitesi yani dünyanın birinci sınıf üniversitelerinden mezun bir insan olarak Avrupa Topluluğuna girdiğim anda en az 2 yıl Avrupa Müktesebatına uygun bir eğitimden geçmek zorundayım. Eşitlik tartışmasını vurgularken önce kör kütük cahil toplumların eşitlik iddiasında olup olamayacaklarının tartışmasını yapmak lazım, önce buradan başlamak lazım. Tanrı ne diyor? “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Ne biçim hüküm veriyorsun, seni bundan dolayı sorguya çekeceğim” diyor. önce bunları tartışmamız lazım. Siz ne diyorsunuz?

DR. AHMET İNSEL : 1789 Devrimi yapıldığında Fransa’da okuma-yazma oranı % 10 civarında idi. Amerikan Devrimi yapıldığında, ondan 20 sene öncedir, okuma-yazmada aşağı yukarı % 8 civarındaydı ama eşitlik fikrini onlar o dönemde ortaya getirdiler, şimdi getirmediler.

KATILIMCI : Şu andaki durum?

DR. AHMET İNSEL : Ama şu andaki durumla alakası yok, onlar eşitlik ilkesini o gün yürürlüğe koymaya çalıştılar. Amerikan Devrimi eşitlik ilkesini bugün gündeme getirmedi. Amerikan Devriminin temelini oluşturan eşitlik ilkesi 1788’de Anayasa’nın ilk maddesi olarak gündeme geldi. “İlke olarak” diye altını çiziyorum.,Bir ilkenin bütünüyle uygulanır olmasından bahsetmediğimi belirttim. Toplumun bu ilke hedefiyle mobilize olup olmadığından bahsettim. Eşitlik ilkesini Fransız Devrimi, Amerikan Devrimi ve Sovyet Devrimi en ön plana koyarlar. Modern tarihte üç büyük devrim var, Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi, Sovyet Devrimi. Biraz daha geriye giderseniz, Cromwell ve İngiliz Devrimi var tabii, bir burjuva devrimi olarak ele almak lazım ama biraz daha farklı biçimde. Eşitlik ilkesini bu devrimler gündeme getirdiklerinde cahil ile bilgilinin arasında eşitlik olmaz diye getirmediler. Eşitliği her yurttaşa indirgenmiş bir eşitlik olmak üzere getirdiler. Diyeceksiniz ki, Fransa’da

146

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

kadınlara yurttaşlık eşitliği 1945’de verildi, oy hakkı olarak, doğrudur. 1800’lerde Fransa’da oy hakkının sınırlı olduğu bir seçim sistemi vardı. Ama bütün o toplumlarda eşitlik ilkesi çerçevesinde her zaman bir toplumsal mobilizasyon oldu. 1830 Devrimi oldu, 1848 Devrimi oldu, 1870 Komün Hareketi oldu. Toplumu hep istim üzerinde tutan, canlı tutan, toplumu bir yere götürmeye çalışan esas idealdi bunlar. Bugün cahil olanla cahil olmayanın eşit olmayacağı yer, bilgi kurumlarıdır örneğin. Üniversitede, ilkokulda, bilenle bilmeyen eşit olamaz. Onun da kıstasları vardır. Üniversitede iktisat bölümünde ilkokul mezunu bir kişiye “siz iktisat konusunda cahilsiniz” demem . “Bilgisizsiniz” derim. O alanda eşitlik talep edemez elbette. Ama siyasal planda kimse kimseye “cahil” demek yetkisine sahip değildir.

Tıp eğitimi görmemiş bir kişi sağlık konusunda üfürüyorsa bir doktor ona “şarlatan” der ve haklıdır ama siyasal planda Avrupa Birliğine girelim mi girmeyelim mi veya idam cezası kaldırılsın mı, kaldırılmasın mı gibi sorulara okur-yazarlar mı karar verecek, okur-yazar olmayanlar mı karar verecek fikrini tartışamayız. Toplumdaki asli siyasal kararlar, teknik kararlardan bahsetmiyorum, asli siyasal kararlar söz konusu olduğunda kimin cahil olmadığını tespit edecek bir mercii varsa, orası demokrasi olmaz, orası ya aristokrasi olur, ya orası meritokrasi olur, teknokrasi olur, mollalar cumhuriyeti olur ama demokrasi olmaz. Elitler yönetsin yani bilenler yönetsin, bilenler karar versin dediğimiz zaman bir kesimde varsaydığımız bir ayrıcalıktan hareketle mutlak karar alma yetkisini ona vermiş oluruz. Bu ilahi bir dokunuşla seçilmiş bir monarkın yetkisinden çok farklı değildir.

Eğitimin demokratikleşmede katkısı olacağı fikrine katılıyorum. Bilgilenme demokratikleşmenin bir güçlendiricisi ve taşıyıcısıdır ama siz şunu derseniz, “biz önce herkesi eğitelim, cahil kalmasın ondan sonra eşit haklar verelim” derseniz zaten baştan onlar üzerinde sizim tahakkümünüz için eğitim hakkı talep ediyorsunuz demektir.

KATILIMCI : Hocam, bir de eğitim okur-yazar olmakla herhalde, bilinçli

147

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

olmak olarak kabul edilmiyor mu?

DR. AHMET İNSEL : Cehalet dediğimiz olgunun nesnel kıstası bu modern dünyada okumuş olmaktır. Ama bir Sufi şeyhinin okumuş olup olmaması değil, onun bir hikmete vakıf olması cahil olmadığının göstergesiydi. Bizim modern toplumumuzun cehalet kıstası okumuş olup olmamak. Bilinç dediğiniz olguya gelirsek, onu zaten hiçbir zaman nesnel bir biçimde değerlendiremeyiz. Nedir ki bilinç? Nasıl ölçülür? Siz benim bilinçli olduğuma nasıl karar verirsiniz? Ben nasıl karar veririm? Ancak kendi bilincimle karar veririm. Bu ise kendimi bir yargı mevkiine koymak anlamına gelir. Sizi yargılamak mevkiine. Siz bir ortaokul öğrenciyseniz ve ben öğretmensem, bunu yapacak bir yetkim var. Orada bir hiyerarşi var, onu tartışmıyorum. Bir bilen var, bir de öğrenen var. İmtihan da yaparım, “sen bilmiyorsun da” derim, ama “bilinçsizsin” diyemem, “bilmiyorsun” derim, “öğreneceksin” derim, “olmamış” derim. Eğitim gerçekten önemlidir ama insanları biz eğitip sonra eşit kılacağız demek, biz o insanların üstündeyiz demektir. Elbette bir çaba göstereceğiz insanların özgürleşmesi için eğitimin önemli olduğuna inanıyorsak. Ivan İliç, insanların özgürleşmesi için eğitim değil, eğitimsizliğin önemli olduğunu vurgular; çünkü “bu eğitim özgürleştirici değil” der. Çünkü bu eğitim sistemi bir hâkimiyet düzenidir, baş eğme düzenidir. “Çocukların 5 yaşında her gün sabahtan akşama kadar bir sıra üzerinde oturmaya zorlanmaları gayri tabidir, ancak böyle yoğun bir disiplin olursa ondan sonra 25 yaşında “gık” demeden, sabah 09:00 akşam 17:00 bütün ömür boyunca işe giderler” der. Eğitilmek böyle bir şeydir aynı zamanda,

KATILIMCI : Terbiye etmek yönü de vardır,

DR. AHMET İNSEL : Terbiye etmek yönü de vardır.

KATILIMCI : Ben Hanımefendi’nin sorusundan hareketle bizim devlet iktidarı, devletin bekası kavramına bakışımız, sizin yazılarınızda da sıklıkla gördüğüm gibi, siyasal alanı katı bir biçimde devlet iktidarı alanından ayırmaya ya da devlet alanını korumaya yönelik refleksleri harekete geçiriyor.

148

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Benim için demokrasi, eğitim meselesinde olduğu gibi yani cahille bilgiliye indirgediğimizde, haklar alanı kesin tanımlara ihtiyaç duyar ama imtiyaz alanı bu tür muğlaklara ihtiyaç duyar. Çünkü imtiyaz alanlarını yeşerten bu tür bireylerin konumlanamama halleridir, buradan beslenir. Benim için demokrasi, bulunmadığım hatta talep etmediğim, ihtiyaç duymadığım alanlarda o ihtiyacı duyanlar için ne söylediğim ile ilgilidir. Yani bunu Hrant Dink’in ölümünde hepimiz yaşadık yani Emre Kongar’ın çıkıp da “O, bize emanetti, biz O’nu koruyamadık” demesinde bile, sizin az önce söz ettiğiniz yerleşik zihniyet açığa çıkıyor. Bu yüzden bence belli olaylar gelecek açısından ipuçları verebilir dediniz, beni şu dönem en çok korkutan, özellikle bu orta sınıf imtiyaz reflekslerinin bence, Kemalizm başlığı altında hem hâkim Müslüman unsurları hem etnik unsurları bir şekilde dışlayan merkezle tanımladıkları, imtiyaz alanına sıkışmış bir mücadeleye dönüştü. Seçim sonrasında diyelim ki AK Parti iktidara geldiğinde bu, şimdiki, çok demokrasi için mücadele eden görünen refahını, imtiyazlarını paylaşmak istemeyen alanlarda az önce sözünü ettiğiniz türden tek bir Türk unsurunun hâkim olduğu karışık bir ortama sürüklenme olasılığımız ne? Ben bu gidişatın kamusal alanının tamamen küçülerek devletin güçlendirildiği, hâkim Anglosakson, hâkim Amerikan çizgide bir gidişata işaret ettiğini düşünüyorum ya da seziyorum. Böyle bir imtiyaz ve haklar alanından baktığınızda cumhurbaşkanlığı seçimi ve şimdi, 22 Temmuz’daki seçimi bana biraz bu tür reflekslerin çok daha net, açık bir biçimde ortaya konacağı bir süreç gibi geliyor. Siz ne dersiniz? Biraz belirsiz bir soru oldu yani biraz spekülatif bir şey oldu ama?

DR. AHMET İNSEL : AKP, tabanı itibariyle, siyasi tavrı itibariyle Türk-İslam hâkim millet unsurunu bütünüyle temsil etme yetkilerine sahip bir partidir. AKP’nin Türk-İslam hâkim millet anlayışı açısından hiçbir sorunu yok. Mükemmel biçimde hatta belki otantik biçimde AKP bunu temsil eder, edebilir. Burada ciddi olan sorun, biraz evvel söylediğim gibi bu hâkim millet anlayışında zaman içinde yaşanan daralmadır. Etnik Türk alanına daralmasıdır. Türkiye’de iki hâkim millet anlayışı olduğunu söylememiz gerekir. Birincisi toplumda yaygın olan, o biraz evvel bahsettiğim genç kadının kocasıyla ilgili bakışına yansıyan bir hâkim millet anlayışı vardır. Gayrimüslimleri esas olarak

149

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

yabancı olarak görür. Türkiye, Türklerindir lafını kafasında hemen olumlu bir algılamaya oturtarak bunu Türk-İslam içinde algılayan bu zihniyet. Bir de, daha dar bir hâkim millet anlayışı var tabii, bir hâkim zümre anlayışı dememiz gereken bir anlayış o, milletten artık zümreye geçen bir yapı. Kendini elit olarak gören, devletin kurucucu olarak gören bir zümre bu Dünyanın hiçbir yerinde “bu devletin sahipleri vardır” lafı kullanılmaz. Devletin sahibi ne demek? Devletin sahipleri ya bütün ulustur ve dolayısıyla o, parçalanmaz bir sahiptir, bütün yurttaşlardır ya da bir kısmıdır. Ben sahibim dediğinizde aynı zamanda başka birisinin o nesnenin sahibi olmadığını söylemiş olursunuz. Sahiplik, hukukçusunuz benden daha iyi bilirsiniz, bir alan, sınır çizilerek tanımlanır. Ya da kamu mülkiyeti türünde bir sahiplikten bahsediyorsanız eğer bu kimsenin sahip olmadığı, ortak bir mülkiyettir. Devletin sahipleri olduğunu iddia eden zihniyet işte o, bir hâkim zümre zihniyetidir, millet diyemeyiz artık orada ona. Çünkü sadece etnik veya dini temelli olmaktan daha dar bir temele kendini oturtmuştur. Bu sivil-askeri bürokrasi ve çevresiyle, kendini cumhuriyet eliti olarak tanımlar. Elit olarak kendini tanımlamak kötü bir şey değildir. Bir cumhuriyet elitizmi her zaman eleştirilecek bir şey değildir ama elitlik üzerinden hak talep ettiğiniz andan itibaren iş değişir. Bir elit dinamizminin olması, sanatçılar, bilim adamları, şairler, ressamlar veyahut dini elitlerin toplumsal alanda ön planda tutulmaları doğaldır. Toplumlar zaten böyle harekete geçerler. Toplumsal dinamik, tarihsel dinamik böyle bir şeydir. Kimileri ileri çeker, kimileri geri çeker. Ama hak, imtiyaz talep etmek ve imtiyazın dokunulmazlığını talep etmek ve bu dokunulmazlık alanlarına girildiğine dair bir his, his oluştuğu andan itibaren de şiddetli bir tepki, “bunlar” diye ifade edilen, “bunlar devleti ele geçirecekler”, “bunlar hayat tarzımıza son verecekler” gibi” ifadelere dönüştüğü andan itibaren, orada bir zümre oluşumu vardır ve bir hâkim zümre anlayışı vardır. Bu hâkim zümre nasıl kendini yeniden üretir, bunun mekanizmaları nelerdir? Bunları ciddi bir sosyolojik analizle inceleyebiliriz. AKP, bu anlamda Türk-İslam hâkim unsuru açısından, hâkim anlayışı açısından hiç aykırı değildir. Hatta bütünüyle uygundur. Milliyetçilik konusunda belki hâkim zümreyle arasında fark vardır ama esas olarak hâkim zümre, AKP’yi “bunlar” cephesinde gördüğü için bugün çatışma yaşanmaktadır. Yoksa hâkim millet anlamında bir çatışma yoktur.

150

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Hâkim millet anlamında bizim yaşayabileceğimizasli çatışma , inşallah öyle bir şey olmaz, potansiyel olarak Kürtlerledir. Olabilecek en büyük çatışma Türkiye’de, hâkim millet zihniyetinin varacağı nihai çatışma, imparatorluktan çıkışın son çatışmasıdır bu. Çok ağır bedelli, herkes için çok ağır bedelli bir çatışma olabilir.

Eğer AKP seçimleri kazanırsa da ben, çok büyük bir gerilim olacağını zannetmiyorum çünkü o anlamda bir çatışma toplumda sürüp gidecektir ve bu uzun sürecek bir zümreleşme çatışmasıdır. AKP, tabii bu anlamda radikal, inançlı, siz biraz evvel onunla başladınız, onunla bitirmek istiyorum, kendisi için demokrasi talep etmekle yetinmeyen, kendisini doğrudan ilgilendirmemekle beraber başkaları için bir ilke olarak demokrasiyi talep eden bir zihniyete, bir toplumsal beklentiye tekabül etmediği için esaslı bir handikapı var. Hâkim zümreye karşı demokrasi mücadelesinin tutarlı ve onların elini kolunu bağlayacak biçimde yapılabilmesi için demokrasinin sadece AKP seçmen tabanının talepleriyle sınırlandırılmaması gerekir. AKP’nin, çoğunlukta olduğu zaman kendi işine yarayan rejimin gayri demokratik cephelerini kendisinin değiştirmesi gerekir. O zaman hâkim zümrenin elinde argümanı kalmaz, fiziki direnişe geçer mi? O biraz zor olur.

KATILIMCI : Milleti hâkime kavramının şu olaylarla bağdaşması veya çelişmesi düşünülebilir mi efendim? Birincisi devşirme usulüyle gelen sistem, ikincisi III. Selim ile başlayan reform hareketleri, üçüncüsü 1839 Gülhane Hattı Hümayunu, üçüncüsü Kırım Savaşı 1853, dördüncüsü yabancı ülkelerin Osmanlı İmparatorluğunun içişlerine,

DR. AHMET İNSEL : Esas orada Islahat Fermanını da belirtmek gerekir.

KATILIMCI : Etkin bir şekilde karışmalarından doğan problemler, yavaş yavaş gelirsek Âli Paşa, Ziya Paşa, Mithat Paşa, Namık Kemal, Şinasi’ye Türkiye’de Kemalistler mi daha yakındır yoksa onun karşıtları mı daha yakındır? Onu takip edelim, Balkan Savaşının çıkması acaba 1870’lerde o tehlikeyi sezenleri

151

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

haklı mı gördü yoksa haksız mı çıktılar? Sadece Balkan Savaşları değil, bütün İmparatorluğun parçalanması? Dördüncüsü, bir söylem var Resmi Tarih Tezinde, Osmanlı, engin bir hoşgörü ile Gayrimüslimlere ve diğer tebaaya asırlarca yönetme becerisini göstermiştir. Bu söylemle ne derece bağdaşır? Buna benzer olaylardan rica ediyorum, küçük bir değerlendirme yaparsanız,

DR. AHMET İNSEL : Devşirmelerle ilgili, biraz evvel söyledim, devşirmelik kurumunun yürürlükte olduğu dönemde etnik aidiyetin yönetici kadrosunda hiçbir önemi yoktu. Çok sembolik bir Türk çağrışımı var. Osmanlı’nın Ertuğrul Gazi üzerinden oluşturduğu bir uzak Türklüğe referans var. 0 da esas olarak 19. Yüzyılda daha fazla ortaya çıkan bir olgu. Hâkim millet Sünni Hanefi olduğu için devşirmeler de elbette buna intisap etmişler. Kimi zaman gönüllü veya zorla. Çoğunlukla gönüllü kişiler bunlar. Tanzimat ve özellikle Islahat Fermanından önceki dönemde zaten eşitlik talebi falan olabilecek bir toplum zaten olamazdı o klasik Osmanlı düzeninde. Şeyh Bedreddin gibi eşitlikçi tınıları yüksek bir toplumsal hareket istisnadır. Bir yerde havas vardır, bir yerde reaya vardır ve yönetenlerle yönetilenler arasında bir eşitlik zaten tahayyül edilen bir şey değildir. O kadar değildir ki, bakın Patrona Halil Sultanı devirmiştir, Sultan yoktur ve Patrona Halil 2-3 gün İstanbul’da at sırtında sultan gibi dolaşır, “siz sultan oldunuz” dediklerinde şunu söyler “biz, reayayız, sultan olamayız, bizim yerimize buraya sultan olacak kişi de ilk elde benim kellemi alacaktır”. Çünkü bilir ki, sultan olacak olan kişinin ilk başta yapacağı şey, kendisinin sultan olmasını sağlayan o ayaktakımını, sultanın kellesini almış ayaktakımını ortadan kaldırmaktır. Oyunun kuralıdır neredeyse bu. Böyle bir içselleştirme vardır. Buna karşılık 19. Yüzyılda artık yavaş yavaş bunun değiştiğini görüyoruz, Tanzimat Fermanıyla, Islahat Fermanıyla esas olarak. Buna karşılık, yükselen ulusal hareketler ve talepler var. İlk isyan Yunan’dan önce Sırp İsyanıdır ve bunun aynı zamanda bir Batı kışkırtması olarak algılanmasıdır. Bundan sonra Batı devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili talepleri, girişimleri, müdahaleleri, Osmanlı İmparatorluğundaki gayrimüslimlerin bu devletleri kendilerinin hamisi olarak görmeleri, dolayısıyla milleti hâkime unsurları tarafından yabancılar tarafından himaye edilen unsurlar olarak daha fazla algılanmaları, bütün bunlar elbette var. Fakat unutmayalım, çağ değişmiştir.

152

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Osmanlı kendini Avrupa’da görüyor. Osmanlı Çin’de olsaydı veyahut Orta Asya’da olsaydı büyük ihtimalle çağın değişmesinin etkilerini çok daha geç duyabilirdi ama çağ değişmiştir ve Osmanlı ülkesi de o çağın içindedir. Avrupa devletler dünyasının bir üyesi olduğu Kırım Savası sonrasında tescil edilmiş bir ülke. Avrupa’nın ciddi bir gücü aynı zamanda, çok dikkate alınan bir gücü. Şimdi böyle olduğunuz zaman Avrupa’daki gelişmelerden de etkilenmemeniz mümkün değil. Tocqueville’in söylediği bir söz vardır: “modernitenin en büyük dinamiği halkların, orta sınıfın eşitlik talebidir”. Bu Amerika için söylenmiştir 19.yüzyıl birinci yarısında. Dünyayı altüst eden en büyük dinamik insanların eşitlik talebidir, koşulların eşitliği talebidir. Burjuva toplumunun en büyük ideali koşulların eşitliğidir. Osmanlı’nın engin hoşgörüsü olarak algılanan olgu, elbette hoşgörüydü. Ama İstanbul’da yolun kenarında bir gayrimüslim bir yeniçeri ile hatta bir Müslüman’la karşılaştığında ona yol verme zorunluluğunu içeren bir hoşgörüydü bu. Gayrimüslimlerin giyebilecekleri elbiseleri ayırmayı, onların evlerinin Müslimlerin evlerinden daha yüksek olmasını yasaklamayı, gayrimüslimlere ibadethane inşası için izin vermeme hakkını içerir. Böyle bir toplumsal yapının eşitlik talebinin geliştiği bir dünyada sürdürülebilmesi elbette mümkün olamazdı. İmparatorluklar çağı kapanıyordu. dolayısıyla Balkan Savaşları kayıp edilmeseydi, şu olmasaydı, bu olmasaydı, ne olabilirdi ki, en sonunda bütün imparatorlukların sona erdiği gibi gene de imparatorluklardan çıkardık. Önüne geçilemez bir olgu bu. Belki sınırlarımız Balkanlarda biraz daha ileride olurdu, başka yerde daha geride olurdu ama yeni Osmanlı imparatorluğunu kurmamız elbette mümkün değildi, artık o çağ kapanmıştı. Türklerle Kürtlerin beraberliğinin en büyük nedeni hâkim millet unsuru olarak Sünni Kürtler ve Sünni Türklerin, hâkim millet unsuru olarak dağılan İmparatorluk içinde ittifaklarını sürdürmeleriydi. KATILIMCI _ AV. ÖMER ÇIRPAN : Şimdi Türkiye’deki hâkim millet kavramını az çok anladım sizin anlattığınız kadarıyla. Dünya üzerinde ulus devletler var, bu hâkim millet anlayışı diğer ulus devletlerde de var mı? İkinci soru şu; Fransa’daki, Amerika’daki eşitlik kavramı üzerine konuştuk, bunların anlattığı eşitlik kavramı, anayasalarına koydukları eşitlik kavramı acaba evrensel değerler üzerine kurulmuş olan bir eşitlik kavramı mı yoksa kendilerine has

153

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

farklı bir eşitlik kavramları mı var? Bunu neden soruyorum; çünkü Fransızlara bakıyorum, işte Cezayir’de katliam yapıyorlar, Amerikalılara bakıyorum, kendi vatandaşlarının burnu kanasın istemiyorlar ama Irak’ta 700.000 insanı öldürebiliyorlar, Afganistan’da istedikleri operasyonu yapabiliyorlar veya işte, Sarkozy, kendisi de bir Macar göçmeni ama diyor ki “göçmenlerden bir tanesi suç işlerse, ben bunu kapının önüne koyarım” diyor seçim propagandasında. Veya Amerikalılara bakıyorum, Güney Amerikalıların yoğunlukla yaşadığı New Jersey’de felaket olduğu zaman çok da fazla ilgilenmiyorlar, herhangi bir tepki göstermiyorlar. Eşitlik kavramı da hakikaten bunların anayasalarında Fransız Devriminden sonraki dönemde işte, 3. Cumhuriyet ile beraber kabul edilen eşitlik kavramı farklı bir şey mi, yoksa biz mi yanlış anlıyoruz? Evrensellik anlamında eşitlik bu mu? Teşekkür ediyorum.

DR. AHMET İNSEL : Bu soruyu sorduğunuz çok iyi oldu. Bunun birkaç kere altını çizmeye çalıştım ama yeteri kadar çizmemişim demek ki. Eşitliğin gerçekleşmesinden söz etmedim. Bir toplumsal dinamik ve beklenti olarak eşitlik hareketinin toplumdaki itici güçlerden biri olduğunu ve özellikle toplumsal muhalefetin eşitlik üzerinden sürekli kendini ifade ettiğini bu toplumlarda belirttim. Hiçbir toplum gerçek anlamda eşit değil bugün. Belki hiçbir zaman eşit olmayacak. Ama toplumda bu eşitlik karşıtı ilkeler egemen olmaya başladığı zaman oluşan karşı tepkinin büyüklüğü veya küçüklüğü ile ilgili benim söylediğim. Bunun dinamizm yaratmasıyla ilgili. Amerika Irak’ta yüzbinlerce insanın ölmesine neden olan bir ülke. Amerikan askerlerini denizaşırı bir yerde savaşıyor. Aynı zamanda Amerika’da bu eşitlik idealini taşıyan önemli bir kitle de bunu açık biçimde protesto ediyor. Belki 2008 seçimlerinde bu kitlesel katliama dönüşmüş savaşı başlatanların iktidarına son vermeyi tasarlıyor. Benzer bir deniz ötesi, sınır ötesi operasyon yapsa Türkiye, buradan benzer bir muhalefetin çıkıp çıkamayacağını bilmiyorum. Fransa’da Cezayir Savaşı sırasında buna açık biçimde direnen Komünist Partisi teşkilatı içinde veyahut gençlik örgütleri içinde çok geniş bir kesim vardı. Cezayirlilerle beraber direndiler. Ne Fransa’da, ne Birtanya’da ne Amerika’da, herkesin eşitliğin hüküm sürdüğünü söyleyebiliriz. Ama toplumsal dinamikler, beklentiler, ilkeler bu yöndedir. Bu bir mücadeledir. Bu mücadelelerin

154

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

dinamizmi bu yönde ise eğer eşitlik ilkesi çalışır. Bir küçük örnek vereceğim: 1952 Eğitim Yönetmeliğini okursanız orada Türk asıllı olmayan kişilerin Lozan’da öngörülen azınlık okulları dışındaki okullarda Türkçe, coğrafya ve tarih dersi veremeyeceklerini yazıyor. Bugün hâlâ yürürlükte bu yönetmelik. Eğer Ermeni veya Yahudi iseniz eğitim fakültesinden mezun olmuş olsanız da bu okullar dışındaki bir okulda bu dersleri veremiyorsunuz.

KATILIMCI : Kimse mahkemeye başvurmuyor mu?

DR. AHMET İNSEL : Bunu ben bilmiyordum İstanbul İnsan Hakları Derneği Başkan Yardımcısı Türk Ermenisi, Fransa’da uzun yıllar yaşamış bir arkadaşım var. O söyledi bana bunu, yönetmeliği de gösterdi. Bunun hakkında dava açılması için sizin mağdur durumda olmanız lazım. Bu hakka sahip mağdur durumda olmanız lazım. Yani eğitim fakültesinin ilgili bölümünden mezun olmanız lazım. Dolayısıyla bunu birisinin tasarlayıp baştan eğitim fakültesine girip onu bitirip, ondan sonra müracaat etmesi lazım. Şu anda herhalde o mağduriyeti ispatlayacak kimse yok.Bunun yanında fiili durumlar da var. Türkiye’de niçin üniversiteler dışında gayrimüslim bir yurttaşı devlet memuru olarak bulamayız sorusunu ben hep yıllardan beri sorarım. Klasik Türk Kemalist, “demokrat” tavrıyla yanıt, “onlar, yani gayrimüslimler özel sektörde zaten bizden daha fazla para kazanıyorlar”dır.

KATILIMCI : Kayserililer de onun için,

DR. AHMET İNSEL : Kayseri’den yine birkaç tane vali falan çıkıyor hiç olmazsa. Biliyorsunuz kanun ve yönetmelik seviyesinde bunun hiçbir engeli yok. Buna müraccat eden ve bu imtihanları kazanmakla beraber sözlüden reddedilen kişiler olduğunu sonra öğrendim, sözlüden reddediliyorlar.

Eşitlikle ilgili bitireyim. Hâkim millet anlayışı diğer uluslarda da var. WASP’tan bahsettim biraz evvel, beyaz, Anglosakson, Protestan. Bu beyaz, Anglosakson ve Protestan elbette zencileri bugün dahi eşit olarak görmüyor.

155

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

KATILIMCI : Affedersiniz, Martin Luter King… İstanbul’a geliyor ve Türkiye’de geçirdiği dönem için WASP teröründen sonra neredeyse “güvenli bir cennette hissetim” der.

DR. AHMET İNSEL : Tabii, çünkü Türkiye’de zencilerle ilgili bir sorun yok.

KATILIMCI : Hayır ama dikkat edin, bahsettiğimiz figüre yeryüzündeki en önemli Siyah figüre,

DR. AHMET İNSEL : Zenci yok, onun için bir sorun da yok. Ben Almanya’ya veya Fransa’ya giden Türklerin, “yahu, burası zenci işgali altında” diye ilk defa tepki verdiklerini yakından biliyorum. Metrodaki zenci yoğunluğundan tarif edemedikleri bir rahatsızlık duyduklarını yakinen biliyorum.

KATILIMCI : Yanlış anlaşılmaz herhalde “siyah turistlerden aldık” derler mesela.

DR. AHMET İNSEL : Benim söylemek istediğim, onun için ısrarla vurguluyorum, Türkiye’de de kanunlar nezdinde eşitliğin gerçekten olduğunu, Amerikan kanunlarına benzer eşitliklerin olduğunu söyleyebiliriz. Amerika’daki aykırı pratikleri, toplumsal pratikleri söyleyebiliriz. Irkçılığın zamanında kurumsallaştığı bir ülke Amerika. Buna rağmen o kurumsallaşmayı yıkabilecek bir toplumsal dinamik de var. Fransızlar için ayrıca bakmak lazım, İngilizler için ayrıca bakmak lazım, bunların tarihlerine bakmak lazım. Ama hâkim millet anlayışıyla ilgili bu toplumlardaki ile bizdeki arasında ciddi bir fark olduğunu belirtmemiz gerekir. İngiltere’de 1850’lerin 2. yarısındaki çok ünlü muhafazakâr bir başbakan Yahudi’dir hem de ismi Yahudiliğini saklamayacak biçimdedir, Disraeli.

Osmanlı İmparatorluğunda bu olabilirdi belki. 1880-1890’larda belki sadrazam olamazdı ama bakan olabiliyordu Ermeniler, Rumlar. Devletin en üst kademesine kadar gelme şansına belki sahip olamazlardı ama zaten o da

156

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

çok beklenir bir şey değil.

Fransa’da bugün bir cumhurbaşkanı adayı eğer Yahudi ise, seçilme şansının az olacağını insanlar söylerler. Doğru mu bilmiyoruz, daha denenmedi. Ama Yahudi başbakan oldu Fransa’da, hem de 1936’da.

Türkiye’de ise hiç söylenmeyen fakat ciddi biçimde bilinen bir etnik- dini simgeler üzerinden oluşmuş bir işaretleme var. Bu, elbette Sünni, Hanefi alanda kaldığı zaman çok anlamlı olmayabilir. Biraz evvel Türk İslam hâkim milletinin aslında tipik partisi AKP derken de biraz bunu ifade ettim. 2002’de bir tane Alevi milletvekili yok AKP grubu içinde. Az değil 368 milletvekilinden oluşuyordu bu grup. Türk-İslam hâkim millet anlayışı böyle bir şeydir.

KATILIMCI : Hocam, öncelikle bu şekilde bizi bilgilendirdiğiniz için teşekkür ederim. Tabii, soracak bir çok soru var, Sarkozy hususunda biraz yanıt verdiniz, Sarkozy’nin menşei de tartışılıyor, ama geçen gün gazetede dikkatimi çekti, Fransa’nın en prestijli bakanlığı olan Adalet Bakanlığına Arap asıllı bir şahsı tayin etmiş, işte 15 bakanın yarısına yakınını bayanlardan tercih etmiş, bu hususlar da tartışılıyor tabii. Gine Ermenilerin devlet dairelerinde görev alamaması hususunda, ancak bizim mesleğimiz avukatlık mesleği, kamu hizmeti, İstanbul’da bildiğim kadarıyla birçok avukat Ermeni vatandaşımız var.

DR. AHMET İNSEL : Var ama devlet memuru değil ki avukat. Maden Mühendisleri Odası da kamu hizmeti görüyor. Orada da bir engel yok oda başkanı seçilmeye. Ben devlet memurundan bahsediyorum,

KATILIMCI : Evet, o şekilde, saf memur olarak ben de bilmiyorum,

DR. AHMET İNSEL : Memur var, üniversitelerde var, sağlık veyahut diğer sektörlerde üniversitelerde var,

KATILIMCI : Benim sormak istediğim soru şu; Afet İnan’ın Medeni Bilgiler

157

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

kitabında Atatürk’ün ifadesiyle deniyor ki “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti” denir diye bir ifade var, keza 1921 Anayasasında sizin de dediğiniz gibi Kürtlerin de Türklerin de hâkim millet kabul edildiği yönünde bir çok hükümlerden yoruma gidebilir, Ademi Merkeziyetçilik, bölgesel yönetim gibi kavramlar. Ancak Cumhuriyetin bu döneminde Atatürk’ün yine 1933 yılında “Ne Mutlu Türküm diyene” ifadesi var ki, bugün bunları Güneydoğu’da, Doğu’da dağlar taşlara yazdığımız için hatta Erbakan dahi siz “Türküm dersiniz, o da Kürdüm, ne mutlu Kürdüm” der diye buna bir eleştiri de getirmişti. Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde gerçekten, Atatürk Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye Milletine Türk Halkı denir ifadesi ile bu iki hâkim milleti kabul edip “Ne Mutlu Türküm” diyerek de bunu ortadan mı kaldırdı? Yani bunlar birbiriyle çelişiyor mu? Bunun değerlendirilmesini istiyorum. Yine bir sorum şu olacak: Osmanlı İmparatorluğu 3 kıtaya hüküm etmiş, 11- 12 milyon metre karelik bir alana hüküm etmiş bir imparatorluk, bu İmparatorluk sınırlarından şu an itibariyle 35-40 civarında devlet ortaya çıkmış,yine devletin verilerine göre Türkiye’de şu anda 20’in üzerinde etnik grup yaşıyor yani çok çeşitlilik var, çok büyük bir mozaik var, bu mozaiğin içerisinde bir grubun çıkıp, bir zümrenin çıkıp hâkim millet kavramına sığınması ne kadar başarı sağlar yani uzun vadede diyorum bunu, kısa, orta belki olabilir? Yine, 27 Nisan’da zannedersem bilgisayar, internet ortamında verilen Genelkurmay’a muhtırasında “şunları şunlar yapmayanlar düşman kabul edilecektir” deniyor, bunu nasıl yorumluyorsunuz yani halkı, kendi halkını bu şekilde yorumlaması, bu şekilde değerlendirmesi bu zümre dediğimiz kavramla değerlendirilebilir mi? Sahiplenme kavramıyla değerlendirilebilinir mi? Teşekkür ediyorum Hocam.

DR. AHMET İNSEL : Cumhuriyeti kuranlar açısından bu gerginlik zaten ciddi bir çatışma unsuru oldu bildiğiniz gibi. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasıyla Cumhuriyet Halk Fırkası arasındaki gerginliklerden bir tanesi bu kimlik sorunuyla ilgilidir. Çok fazla dile getirmeyiz ama yakından baktığımız zaman sadece Mustafa Kemal’in Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına 1927 Nutkunda şöyle bir şey der: “kendilerine muhafazakâr deselerdi bir

158

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

şey demezdik ama kendilerine terakkiperver dediler ama muhafazakâr bir partidir”. Muhafazakâr da gericilik ve irtica olarak yorumlasnır. Aslında orada tartışılan esas sorun, kimlik sorunudur. Bu devleti oluşturan vatandaşların kimliğini nasıl tanımlayacağız. Terakkiperverciler, yeni Osmanlıcı kimlik diyebileceğimiz bir kimlik tanımı eğiliminde olanlardan oluşuyor. Başarılı olabilir miydi bilmiyorum ama yeni Osmanlıcı diyebileceğimiz bu kimlik, farklı dinsel ve etnik unsurları ön plana çıkarmayan, Osmanlı tebaasından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına ayırım yaratmadan geçiş sağlama eğilimi olan bir bakış tarzı. Cumhuriyet Halk Fırkasına giderek hâkim olan eğilim ise bir ikilem içeriyor. Türklüğü, Türk tabirini, bir vatandaşlık bağı olarak tanımlayıp bunu “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına Türk denir” olarak ifade ediyor. Tabii, burada ortaya otomatik olarak dil seviyesinde bir sorun çıkıyor. Çünkü ondan evvel kimseye “Türk” denmiyor olsaydı, sorun olmazdı. ABD kurulmadan önce kimseye “Amerikalı” denmiyordu., Eğer Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, ondan evvel Türk denmeseydi kimseye, o zaman sorun olmazdı. Fakat Türk aynı zamanda bir etnik ve kültürel, aidiyeti temsil eden bir kavram. Bu iki anlamı üst üste getirdiğiniz zaman kaymalar kaçınılmaz olarak olacaktır. Zaten burada, o kaymayı sağlayan, ikili anlamayı sağlayan olgu Cumhuriyetin adıdır. Cumhuriyetin adı “Türk Cumhuriyeti” değil, cumhuriyetin adı “Türkiye Cumhuriyetidir”, bir coğrafya adıdır. Fransa’da cumhuriyetin adı “Fransa Cumhuriyeti” değildir, “Fransız Cumhuriyetidir”. Yani bizim devlet olarak adımız aslında, bu çok kimlikli yurttaşlık kavramına daha uygun bir ad, bir coğrafya adıdır. Türkiye bir coğrafyadır. Türkiye, Türklerin yaşadığı yer dersiniz, orada yaşayanlar da Türk olurlar ama Türk tabirinin orada kullanılması bu ikili anlama kapıyı her zaman açık bırakan bir şey. Nitekim, kanunlarımızda, özellikle 1920 sonrası, 1930’larda kanunların içine bir de açık biçimde “Türk kökenli” kavramını koyarsanız, ki koyduk o zaman, vatandaşlık bağıyla Türklük ve Türk kökenlilik gibi iki ayrı konumu aynı yapı içine sokmuş olursunuz. Bu nedenle zaten iki yere de çekilebilecek, iki yönde de kullanılabilecek bir esnek tasarım olan “Ne Mutlu Türküm Diyene” özdeyişini Diyarbakır, Bitlis veya Hakkari’de yolun kenarına yazdığımız zaman zaten bir sorun olduğunu kabul etmiş oluyoruz. Gayrimüslim okullarının müdür yardımcısı Türk vatandaşı olacaktır yazmaz bizim mevzuatımızda, “Türk kökenli” olmasını ister. Bu

159

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

tanımı getirdiğiniz andan itibaren Türk kökenlilik diye bir kanuni ayırım yaratılmış demektir. Bu 1950’lere kadar subay imtihanlarında, harp liseleri, askeri liseler giriş imtihanlarında da yapıldı. Sonradan bunu kağıt üzerinde kaldırdılar. Dolayısıyla sadece toplumsal tahayyülde yer almayan, kanunlarla destekelenen bir ayrımcılık yürürlüktedir. Büyük ihtimalle Fransa’nın göbeğindeki bir köylüye Marsilya’da yaşayan Fransız vatandaşı olmuş bir Mağripli için “bu Fransızdır” deseniz, bakar bakar “o Mağripli’dir ” der. Onu Fransız görmez. Ama yasalar seviyesinde Mağrip veya Fransız kökenlilik diye bir kavram yoktur. Fransız anne ve babadan doğan çocuklar Fransız vatandaşı olurlar gibi Vatandaşlık Yasasında ifadeler elbette var ama Fransız‘ın “Fransız kökeninden” olanı ve olmayanını ayıran uygulamalar kağıt üzerinde yoktur. Almanlar da var biliyorsunuz kan bağıyla ilgili vatandaşlık hakkı. Ne kadar da sorun olduğunu ve hangi romantik kültüralizmden kaynaklandığını biliyoruz.

Etnik farklılıklar Türkiye’de ciddi biçimde var. Bunların büyük bir bölümü Türk-Sünni kimliği içinde yani bu Türk kimliğinin bir de Sünnilikle de bağlantısı var kaçınılmaz olarak. Bu Sünni kimliği içinde eritildiler. Önümüzdeki dönemde Kürtlerle ilgili bir toplumsal çatışma ortaya çıkarsa büyük ihtimalle bu etnik gruplar ilk başta, hâkim konumda olan Türklerin yanında yer alırlar fakat aynı zamanda kendi etnik vurgularını da daha fazla gündeme getirirler. Nitekim, 1950-1960’larda bilmediğimiz fakat bugün giderek artan biçimde, Çerkeslerin Çerkesliğini, Abazaların Abazalığını, Boşnakların daha az olmakla beraber Boşnaklıklarını dile getirdikleri, bu kimliklerini sahiplendiklerini görüyoruz.

KATILIMCI : Ben öncelikle hukukçu da değilim, siyaset bilimci de değilim, hekimim, biraz cahilim o yüzden öğrenmek için, çok aydınlandım, teşekkür ederim, birçok şeyi burada yeni duydum. Eşitlik gibi soyut bir kavramın yaşam pratiğinde karşılık bulması için daha başka bir vurgular yapmak gerekiyor mu? Örneğin, bu toprakların derdi ne? Niye hâkim millet olma derdi var? Megaloman ruhumuz mu var? Nedir derdimiz, biz niye hep hâkim millet olmak istiyoruz? Arkasında acaba bir hâkim ekonomik sınıflar mı var, başka bir hâkim düşünce mi var? Örneğin, bir açık ameliyatta hangi ırktan olursa olsun, ırk kavramı da neyse, bütün hekimler aynı işi yaparlar, aynı

160

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

neşteri paylaşırlar, eşittirler. Ben diyorum ki acaba biz, bu topraklar sanayi devriminden geçmediği için eşit paylaşım, eşit işi de yapamadığı için, örneğin bir Ermeni, bir Kürt bir otomobil fabrikasında işte, aynı tornavidayı sıkıyor ve buradan çıkarken aynı paylaşımda çıkıyorsa bunların hâkim olma derdi var mıdır? Yani bu toprakların sanayi devriminden geçmemişliğinin hâkim millet olmasıyla bir ilişkisi var mı?

DR. AHMET İNSEL : Dediğiniz çok önemli, çünkü örneğin bu hâkim millet anlayışının kısmen kırıldığı alanlar var Osmanlının son döneminde. Örneğin, işçi sendikaları, çok dar alanda olsa da işçi sendikaları vardı. Tramvay işletmeleri, elektrik idaresi gibi yerlerde işçi birlikleri vardı, sendikaları vardı ve burada emekçiler gerçekten o hâkim millet anlayışının çok ötesinde farklı bir beraberlik içindeydiler. Selanik Türkiye işçi sınıfı tarihi açısından çok önemli bir yerdir, sendikal hareketler, işçi hareketler açısından, burada gerçekten hâkim millet falan filan işine girmeden o söylediğiniz sınıfsal beraberlik yaşanıyordu. Çünkü orada başka bir sınıfa karşı beraber olabiliyorlardı.

KATILIMCI : (Mikrofonsuz katılım)

DR. AHMET İNSEL : Evet, elbette, sanayinin, özellikle o dönemin sanayisi, şimdiki sanayi gibi değil, o dönemin sanayisinin bir ortaklaşma, ortak birlikte olma, birlikte çalışma, iş bölümünü devam ettirme, sürdürme talebi vardı. Türkiye’de sanayi devriminin geç gerçekleşmesi, sınırlı olmasının çok ciddi etkileri var sosyolojik olarak. Bu İran için, bir dizi Ortadoğu toplumu için de geçerlidir. Kültürel boyutları da var bu işin. Siz “niye hâkim millet olmak istiyoruz” sorusunu sorarken bir konuya değinmeyi unuttuğum aklıma geldi. “Biz buraları kılıç gücüyle zaptettik” yani bu ülkeleri biz zaptettik fikrinin olduğu “zapt edilmiş” ülkeler üzerinde bizim hükmümüzün yürüdüğü fikrini modern toplumlarda bulamayız. Yani bugün bir Alman Almanya’yı zaptettiği topraklar olarak tanımlamaz. Bir Rus Rusya’yı zaptettiği topraklar olarak tanımlamaz. Amerikalı tanımlayabilir, ama onlar da sorunu “burası bakir topraklar” deyip halletmişler. Aslında zaptettiler. İspanyollar, İspanya’yı zapt edilmiş topraklar olarak tanımlamaz. Modern devletlerden bahsettim, İsrail çok suni bir devlet.

161

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Yunanistan, Yunanistan’ı zapt edilmiş topraklar, Bulgaristan, Bulgaristan’ı zapt edilmiş topraklar olarak tanımlamaz. Belki birkaç istisna vardır Afrika’da veya Güneydoğu Asya’da. Fakat biz bu toprakları fethettik, zaptettik fikrini bugün bir övünç kaynağı olarak sunuyoruz. Çünkü zaptettik ve öyle tanımlıyoruz,

KATILIMCILAR : (Mikrofonsuz katılım)

DR. AHMET İNSEL : Fetih çok eski bir şey olduğu için, sonuçta bunun bugün devam etmesi gerekmezdi. Çalışarak, üreterek edinilmiş bir hâkim millet anlayışı yerine, zaptederek, gâza yoluyla edinilmiş bir hâkim millet ayrıcalığı üzerine inşa edilmiş bir tahayyülümüz var. Gâza yoluyla kazanılmış bir hak ve ayrıcalığa işaret ediyor bu hâkim millet anlayışı. Ben dünyada hiçbir ülke bilmiyorum, en büyük kentinin, yıllarca başkenti olmuş kentinin her yıl fethini kutlasın. 1953’den beri yapıyoruz bunu. Osmanlı böyle bir şeyi tahayyül edemezdi. Biz ise Fethin 500. Yılından beri her yıl Fethi kutluyoruz. Bu kutlama, aynı zamanda bizim elimizden buraları alırlar korkusunun da işaretidir. Niçin bu kadar korkuyoruz? Pontus devleti kurulacak denince herkes inanıveriyor. Patrikhane ekümenik olarak Fener’de bir bağımsız devlet kuracak deyince Türk Halkının önemli bir bölümü hemen inanıyor, böyle bir tehlike vardır diyor, generaller bile inanıyorlar...

KATILIMCI : (Mikrofonsuz katılım)

DR. AHMET İNSEL : Gâza onlara daha tabii, meslek olarak daha uygun belki. Misyoner faaliyetlerine karşı inanılmaz bir endişemiz var, misyonerler Türkiye’yi bölecekler ve bu Türkiye’nin parçalanmasına yol açacak diye bakıyoruz. Ben hâlâ toplumun önemli bir kesiminin bilinçaltında o “Sevr Paranoyası” denen olgunun gerçekten çalıştığını, “dikkat etmezsek bu memleketin asıl sahipleri buraları bizim elimizden alır”, fikrinin için için yaşadığı kanısındayım.

KATILIMCI : Egemen halk durumunu tarihsel bir geçmişle şu anki durumunu

162

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

anlattınız. Bence bir nokta eksik kaldı yani sadece süre mi olumlu etkileyecek bu olayı? Yani örneğin bir ülkenin ne yapması gerekiyor? Halkın, sokaktaki insanların yani bunu yıkmak için bizlerin ne yapması gerekiyor? Yani bu konuya hiç değinmediğinizi fark ettim de, onun için. Teşekkür ederim.

DR. AHMET İNSEL : Evet, doğru. Burada ben daha çok sorunun çerçevesini, boyutlarını çizerek betimlemeye çalıştım. Tayyip Erdoğan’a bu soruyu sorsanız, 10 yıl boyunca % 10 büyürsek bu sorun çözülür diyecektir kendi gözünden. Niye Flamanlarla Valonlar 30.000 Dolarda birbirlerinin gözünü oyuyorlar sorusunu pek açıklayamıyoruz tabii o zaman. Felaket tellallığı yapmadan bu durumun sürdürülemezliğini, bunun ne anlama geldiğini belirterek bir karşı ideolojik çıkış ve onu tamamlayan bir karşı bilgilendirmenin yapılması gerekiyor. Bunun doğal mecrası, Türkiye’de sosyal demokratik ve sol partiler olmak gerekir. Aslında Batı dünyasında muhafazakârların bir kısmı da böyle bir yaklaşıma karşı çıkmayabilirler ama Türkiye’de bunun doğal mecrası sosyal demokrasidir ve soldur. Türkiye’de solun önemli bir bölümü, sosyal demokratların ciddi bir bölümü bu hâkim millet ideolojisinden, o ideolojiyi besleyerek kendilerine zümre ayrıcalıklarını üretenlerin aleti olmaktan, -korkular politikası dedi içinizden birisi-, korkular politikasını üretmekten veya ona alet olmaya teşni olmaktan kurtulamadıkları için, bu karşı ses yok. Bu bir toplumsal mücadeledir. Biraz evvel bahsettiğim gibi başka ülkelere gökten zembille inmedi demokrasi. Bunun taşıyıcıları oldu. Eğitim müfredatları tabii bu konuda çok içler acısı bir durum Türkiye’de ve son 1-2 yıldan beri belki bazı değişiklikler yapıldı ama ilkokul ve ortaokullardaki sosyal bilimler alanında müfredat biraz evvel çizdiğim tabloyu bütünüyle besliyor. Hatta onun ana kaynağı bu. Sadece geçmişten gelen ve zaman içinde unutulacak bir şey olsaydı, süreç içinde unutulur derdim ama öyle değil. Aktif olarak üretilen bir zihniyet dünyası bu ve belki 30 yıl öncesine nazaran şimdi daha da aktif biçimde üretilen bir zihniyet dünyası. Bu da ciddi bir ideolojik karşı mücadele, bu hâkim millet anlayışının içerdiği toplum anlayışına karşı bir mücadele gerektiriyor. Cumhuriyet Halk Partisi bunu yapmıyor. Yapması gereken kurumlardan bir tanesi, yeganesi değil ama sosyal demokrat olarak önde geleni o olması gerekir. Ama şu anda Cumhuriyet Halk Partisi bu yeniden üretim

163

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

işlevinin bir katmanı olarak çalışıyor.

KATILIMCI : (Mikrofonsuz katılım)

DR. AHMET İNSEL : Elbette doğal değil. Sosyal demokrat olmak böyle bir duruşa tekabül eder. İktisat politikalarında farklı olmaya değil sadece ama bu siyasi halklar, eşitlik konusunda aktif olmaya tekabül eder. CHP cumhuriyetçi olduğunu iddia ediyor ama somut olaylar karşısında son dönemde aldığı tavırlar bunun pek öyle olmadığını gösteriyor.

KATILIMCI : Türkiye Cumhuriyetine modernizmin ithali boyunca bize giydirilmiş siyasi kimlikler var. Yani tebaadan yurttaşa geçerken bu, toplumun kendi iradesi dahilinde gerçekleşen bir olay değildi. Yurttaş olalım diyerek yurttaş olunmadı; jakoben bir hareket halinde olmuş, gerçekleşmiş bir olay. Ancak günümüzde yani bu Kemalist paradigmayla dincilik tehdidi arasına sıkışmış bir siyaset gözlemliyoruz, aynı zamanda moderniteden post-moderniteye doğru evrilen, gelişen yani küreselleşen bir dünyada moderniteden post-moderniteye evrilen bir kimlik krizi de var. Bu kimlik krizi Türkiye’ye mahsus bir durum değil. Avrupa ülkeleri çok yoğun bir şekilde yaşıyor bunu. Yani bir Paris’i düşündüğünüzde işte, bir Cezayirliyi, bir Fransız’ı, bir Türk’ü, bir Amerika’yı aynı platformda, aynı popülasyon içerisinde yaşatmak, daha geniş, daha açılımcı yani çok kimlikli ve çok kültürlü bir platform sağlamakla elde edilebilecek bir şey.

Türkiye’deki modernitenin kimlik tasarımı belli etnik köken ve belli dini kökenler üzerinden gerçekleştiği için çok geri kafalı kalan bir anlayış. Günümüzdeki siyasal kimlik konstrüksiyonunda iki tane temel şey var. Biri coğrafi anlayış, coğrafi bağlılık, diğeri siyasal aidiyet. Kemalist paradigmanın içinden sıyrılıp bu post-moderniteye dayalı bir kimlik anlayışını inşa edebilecek bir sosyal ve siyasal platform göremiyoruz. Türkiye aslında bu kimlik krizini kendi içinde yenileyerek sürekli yaşıyor ve Avrupa ülkelerinde yaşanan krize göre çok daha keskin bir şekilde yaşıyor. Bu konudaki yorumunuzu ve eğer uygun gördüğünüz bir çıkış yolu varsa onu merak ediyorum ben. Teşekkür

164

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

ediyorum.

DR. AHMET İNSEL : Biraz uzun olacak, ben çok basit, kısa bir şey söyleyeyim. “Ulus-devlet” kimliğiyle belirlenmiş olan bir kimlik ğinkrizinin birçok devlette yaşandığını görüyoruz. Özellikle nüfus hareketliklerinin yoğunlaşması, gidiş-gelişlerin artması, karma toplumların oluşması ve diğer taraftan da üst kimliklerin eskisi kadar diğerlerini bastırmaya ve yok etmeye gücünün yetmemesi bunun nedenleri arasında sayılabilir. 19. Yüzyılda Fransa’da Brötonlar, Alzaslorenliler, Provanslılar, ayrı dil konuşan insanlardı. Zorla okullarda anadillerini konuşmaları yasaklanarak, büyük bir baskıyla Fransızca koşan Fransız yapıldılar. 19. Yüzyılda model buydu. 20. Yüzyılın sonuna gelindiğinde bu modeli uygulamak artık mümkün değildir. Dünyanın bu kadar birbiriyle haberli olduğu bir yerde bunu uygulamak mümkün değildir. Ancak cazibeyle ve gönüllükle ortaklık aidiyetini sağlıyabilirsiniz.

Türkiye’de ben, Avrupa Birliği’ne üyelik girişiminin böyle bir üst çekim gücü, Türkiye kimliklerini, Türkiye’deki farklı kimlikleri beraberleştirecek bir üst çekim gücü, bunu da bir “Türkiyelilik” kimliği üzerinden yapabilecek bir çekim gücü olabileceği inancındaydım. Şimdi o tıkanmış durumda. Dolayısıyla bunun yerine ne olabilir? Doğrusu, bu durumda bilemiyorum çünkü bir cazibe yaratmanız lazım, ya zor ya cazibe. Zor, mümkün değil, bu dünyada hiç mümkün değil ayrıca mümkün de olsa arzulanır bir yöntem değil. Bugün Türkiye’nin geldiği noktada, eğer bunu zorla yaparsanız 1915’i bir daha yaparsınız. Zorla yapılması ve nihai sonuç alınması 1915’in bir daha, bu sefer Kürtlerle yapılmasıdır. Ttehcir kendine göre bir çözümdü ve sadece tehcir yapılmadı bildiğiniz gibi, zorunlu mübadeleler, Bulgarlarla zorunlu mübadele anlaşması, Rumların 1914 öncesinde Ege’den korkutularak kaçırılması, Celal Bayar’ın başında olduğu operasyonlar, sonra zorunlu mübadele, sonra yavaş yavaş Gayrimüslimlerin Türkiye’yi terk etmesi için gösterilen aktif çabalar, Varlık Vergisi, Trakya Olayları, 6-7 Eylül Olayları, 1964 ... bütün bunlarla %99’u Müslüman Türkiye kuruldu. Son dalga olarak, Ermenilerin yavaş yavaş Türkiye’yi terk etme eğilimlerinin Hrant’ın öldürülmesinden sonra yeniden gündeme gelmesi, bütün bunlar bir sorunu zor yoluyla çözmek yöntemleriydi.

165

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Kürtler söz konusu olduğunda zor yoluyla çözme yöntemini Gündüz Aktan dile getirdi: “eğer Irak’ın Kuzeyinde bir Kürdistan kurulacaksa, dolayısıyla Kürtlerin de anavatanları olacaktırve biz bu sorunu bu durumda nasıl çözeceğimizi geçmişteki gibi biliyoruz” dedi.

KATILIMCI : (Mikrofonsuz katılım)

DR. AHMET İNSEL : Hep o Türk kelimesinin üzerindeki ikili anlam üzerine inşa ediliyor, sıkıştırırsanız “o” değil der falan. Cazibe üzerine inşa etmek başka bir şey bunu ve şu anda o cazibe üzerine inşa etme noktasında tıkanmış durumdayız. Avrupa Birliği ulvi bir şeydir falan filan diye söylemiyorum. Bu başka bir şey de olabilir, demokratik, eşit, özgür bir Türkiye kuracağız hep beraber diye kalkışan bir büyük hareket olsa, onun üzerine de inşa edebiliriz. Bir sosyal demokrat parti kendini ulusalcı olarak ilk baştan tanımlıyorsa bunun üzerine inşa edemez, onun taşıyıcısı olamaz. Geriye bu sefer İslami tınıları ağır basan bir partinin bunu inşa etmesini bekliyorsunuz, onun da biraz evvel bahsettiğim başka handikapları var. Gerçekten dini boyutlarından arınmış bir muhafazakâr parti haline dönüşebilirse AKP, bir müddet sonra belki bunun muhafazakâr biçimde inşasına yol açabilir. Çünkü bu beraberlik illa devrimci ve demokrat, ilerici biçimde olmayabilir, daha muhafazakâr, Amerikan cumhuriyetçilerinin inşa ettiği biçimde de bir kimlik inşası yapabilirsiniz: Muhafazakar bir üst kimlik inşası yapabilirsiniz. Şu anda tam bir çalkantı noktasındayız.

KATILIMCI : Ben tam bu noktada sizin anlattığınız konularla ilgili, son değindiğiniz konularla ilgili soru soracaktım, daha fazla sizi de yormamak için açıklayacağım şeylerden şu an imtina ediyorum. Ben, önümüzdeki yılları nasıl değerlendirdiğinizi yani bir aydın olarak Türkiye’nin geleceğini önümüzdeki bir 20-30 yılı nasıl gördüğünüzü merak ediyorum. Çünkü hâkim millet söyleminin tabii, bir dili de var ve bu dil hani bizim milliyetçilik anlayışımız ırkçı değil, dışlayıcı değil diyor ama bunu bütün tonlar hep aynı şekilde ifade ediyor yani milliyetçiliğin herhangi bir yerinde duran bütün kesimler bu şekilde ifade ediyor yani böyle de bir söylemi var. Genelkurmay da bile

166

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

ifadesini bulan, “düşmandır ve düşman kalacaktır”, ondan önce biliyorsunuz, işte Mersin’deki o bayrak olaylarında sözde vatandaş tanımı. Türkiye’de bir faşizm tehlikesi var mıdır ciddi boyutta ve Türkiye’nin önümüzdeki 20-30 yılını nasıl değerlendiriyorsunuz, nasıl görüyorsunuz, bir tahmininiz var mı? Onu merak ediyorum.

DR. AHMET İNSEL : Yok!. Bir tahminim yok. Bunu sorudan kaçmak için söylemiyorum, bilmiyorum ne olacağını. Öyle bir çalkantı noktasındayız ki, sallanmalar birden bire denetimden de çıkabilir ve alabora olma durumunda artık devletin sahibi konumunda olanlar kendilerinin de denetlemeyeceği bir yerde, bir durumda kendilerini bulabilirler çünkü alabora olma durumları böyle bir durumdur. Bir yerden sonra iş rayından çıkar ve hiç beklenmedik aşırılıklara gidebilir, denetlenmeyecek aşırılıklara gidebilir. Sırplar, Boşnaklarla ilgili girişimlerine başladıklarında sonucun bu olacağını herhalde tahmin etmiyorlardı.

Bunu derken böyle bir varsayımın da olduğunu belirteyim. Bu da artık bizim ufkumuzda mümkünler arasındadır. Türkiye’nin Sırbistan olması bizim ufkumuzda mümkünler arasındadır. Az bir ihtimaldir ama bugün Türkiye’nin ufkunda bir ihtimaldir, dikkate almamız gereken bir ihtimaldir. Bunun tam tersi gelişmeler de elbette olabilir. Bu yönde olan gelişmelerin şimdilik daha çok küçük işaretlerini görüyoruz. Bunlar birikerek bizim dışımızdaki gelişmelerle beraber, Irak’taki gelişmelerle beraber bu işi hızlandırabilirler. Ben, gene de, Avrupa Birliğinin de ciddi bir sorumluluğu ve yükümlülüğü olduğunu düşünüyorum. Avrupa Birliğine doğru evrilen bir Türkiye’nin bu riskleri daha rahat defedeceği kanısındayım. Bu % 100 güven vermez. Çok aşırı bir şey söyleyeyim: Avrupa Birliği’ne girmek için bugün “Doğu’nun da bir hattan sonrasını verelim, zaten bize burası yeter, o zaman da bizi Avrupa Birliği’ne alırlar” diyen ciddi bir kesimin Batı’da olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Türkiye’nin birlik ve beraberlik içinde gitmesi için bir güvenli hedef gibi gözüken Avrupa Birliği, bazı sallantı ve çalkantı dönemlerinde, son tahlilde “yahu tamam biz Avrupa Birliği’ne girmek istiyorsak bu yükümüzü, çok fazla çocuk doğuran falan, o kesimi bırakalım, küçük Asya onların olsun, biz uzak

167

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Avrupa’ya dahil olalım” diye de söyleyebilirler. Bunu söylerken Avrupa Birliği perspektifi % 100 barış projesidir Türkiye açısından demiyorum. Eğer Avrupa Birliği geniş biçimde kucaklayan bir tavrı olursa başka olur ama çatışmalı bir biçimde olursa, Türkiye’nin içindeki çatışmalarda bir nihai sığınak olarak bir kısım insan bunu tasarlayabilir. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.

168

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

169

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - IIANKARA BAROSUFelsefe Kulübü

5. Toplantı

DOSTLARA ADİL DAVRANILIR, DÜŞMANA KANUN UYGULANIR

Mithat SANCAR

09 Haziran 2007Ankara Barosu Kültür Merkezi

170

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

171

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

AV. GÜRBÜZ ÖZALTINLI - FELSEFE KULÜBÜ BAŞKANI : Değerli Konuklar, 6 konferanslık bir dizi olarak planlanmıştı, onun duyurularını, ilk 6 konferansı bir arada konuları ve konuşmacıları duyurduğumuz duyuruları görenler bugün burada Murat Belge’nin konuşmacı olarak hazır bulunacağını hatırlayacaklardır. Ancak bu mümkün olmadı. Murat Belge çok yoğun işleri nedeniyle programımıza uyamadı, mazeret bildirdi. Yerine, 6. Konferansçı olarak konferansını sunacak olan Mithat Sancar Hocamız konferans verecek kendi konusunu. Böylelikle bu konferans dizisi planlandığı gibi 6 konferans olarak değil, 5 konferans olarak gerçekleşmiş ve bitmiş olacak.

Mithat Sancar Hocamıza ayrıca bu konferans dizisinin gerçekleştirilmesi konusunda gösterdiği çabalar, bize verdiği destek için teşekkür etmek isterim. Çünkü hakikaten konuşmacılarla tek tek temas kuran, bu programın baştan sona, konu başlıklarıyla hazırlanmasında emeği geçen Hocamız Mithat Sancar’dır. Kendisini Birikim Dergisi’ndeki yazılarından, günlük gazete yazılarından ve akademik dünyadan tanıyoruz. Şimdi kendisini davet ediyorum, buyurun Sayın Sancar.

MİTHAT SANCAR: Teşekkürler. Önce çok iyi bir program, çok iyi bir faaliyet oldu, çok başarılıydı, teşekkürler için ayrıca teşekkür ederim, iltifatlar için de. Gürbüz’ün bu konuda baştan beri nasıl istekle çalıştığını ve Baro Yönetiminin de destek verdiğini yakından biliyorum, ben de kendilerine çok teşekkür ediyorum, çok anlamlı bir faaliyetti, umarım hepimize önemli şeyler katmıştır ve bundan sonra benzer faaliyetler içinde bize bir ilham vermiştir.

Şimdi son, Konferansımızın başlığı “Dostlara Adil Davranılır Düşmana Kanun Uygulanır”, nereden çıktı bu başlık? Tabii, biraz sansasyon kültürü bizde hani çok kabul gören, prim yapan bir kültür biliyorsunuz, başlıkları seçerken de sadece bu tür konuşmalar için, paneller için değil, gazetelerde de başka yerlerde de dikkat çeken formüller bulmak istiyoruz, yani pazarlanma gücü olan başlıklar. Nedir bu, nereden geliyor? Önce onu söyleyeyim, sonra bununla bağlı kalmayacağımı zaten fark edeceksiniz bu açıklamadan sonra. Bu bir Latin Amerika halk deyişidir, Latin Amerika’da halkın değişidir “Dostlara

172

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

adil davranılır, düşmana kanun uygulanır”. Kendi hukuk pratiklerini en iyi ifade eden ironiyle de karışmış bir deyiştir. Aslında bunu Latin Amerika’nın çok önemli bir özelliği olarak görüyorum, siyasal kültürü özelliği olarak görüyorum. Latin Amerika’yı sadece, daha doğrusu Latin Amerika dediğimiz de bazı bölgeleri kapsamıyor coğrafya açısından. Mesela Meksika’yı kapsamıyor, ama hepsini bir arada Latin Amerika veya işte bütün bu bölge olarak düşünürsek Zapatistaların lideri Markos için duyduğum en güzel değerlendirmelerden birini Elvardo Galenayo yapmıştı. Yıllar önce Gökkuşağı Koalisyonu diye bir toplantı yapmışlardı, Kiapasta’da dağlarda, dünyadan hemen hemen bütün ülkelerden önemli aydınlar, işte toplumsal hareket liderleri vesaire katılmıştı, çok önemli bir zirveydi, Türkiye’den de katılım olmuştu. O toplantıya katılan Galenayo daha sonra bir yazı yazmıştı, ben de çok beğenmiştim, o yazıyı çevirmiştim, Türkçe’de yayınlandı. Neydi Markos’u bu kadar karizmatik kılan diye sorup duruyorum kendime diyor Galeyano, sonra fark ettim ki Markos’un farklı olan yanı, ironisi. Bir defa çok güçlü bir ironi yeteneğine sahip, bu en zor meseleleri bile çok daha rahat anlatmasını mümküm kılıyor, en zor şartlarda, en ağır konular, en iyi ironiyle anlatılabilir. Çünkü bizim yaşadığımız ortamın ve şartların ne kadar ağır olduğunu bilmem anlatmaya gerek var mı, belki bazıları bunu yeterince ağır bulmuyor olabilir, ama galiba bir kriz havası içinde yaşadığımızı kimse inkar edemez. Bunu çok ciddi anlatmak kriz havasını ağırlaştırır, bulutları daha da karartır. Bu nedenle olabildiğince bir parça ironiyle götürmeye çalışacağız. Markos için söylediği ikinci şey, yani bunu tamamlayan Galenayo’nun “sadece en ciddi meseleleri çok ince bir ironi zekasıyla işlemekle kalmıyor, bir de kendi kendisiyle dalga geçmesini de becerebiliyor ki, bu çok daha önemli bir özelliktir” diyor. Böyle bir lider dünyada bu kadar yankı uyandırmış bir hareketin lideri, son yıllarda çıkmış en çarpıcı hareket ve figür. O kadar kendiyle dalga geçebiliyor ki, şimdi bizler acaba artık bunu iyice unuttuk mu? Bizde de var. Biliyorsunuz, ama 12 Eylül öncesinin Gırgır Dergisini bilenler bilir, buradaki yaş ortalaması küçük değil, o nedenle muhtemelen herkes aynı zamanda yaşamıştır, adım adım ironinin sadece cinsel espriye yerini bıraktığı, dolayısıyla toplumsal sorunları kendimizle de dalga geçerek işleme şansımızı kendi ellerimizle yok ettiğimiz bir kültürün içerisinde yaşıyoruz. Her şey çok gergin konuşuluyor, benim

173

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

şimdi yüz ifadem de eminim, gergindir. Bunu nasıl rahatlatacağız ve nasıl bir ironi de katarak bu ağır sorunları konuşacağız, onları deneyeceğiz bakalım. Bu peşinen, kimse gerilmesin, isteyen istediği gibi konuşsun, konuşurken lütfen sadece gülümsemeye çalışsın, karşısında dost veya düşman değil, kendisini dilemeye hazır bir insan olduğunu düşünsün.

Şimdi dost-düşman ayırımından başlamışken oradan devam edelim. Tabii dostlara adil davranılır, düşmana kanun uygulanır denirken, işte hukukun nasıl yozlaştırıldığını anlatmaya çalışıyorlar. Eğer sizin tarafınızdansa istediği kadar ağır ihlâller yapsın ona adil davranılır, yani ona ceza, sıkıntı, yargılama falan yoktur. O, adaletli bir şekilde muamele görür, ama eğer düşmanınızsa kanundaki hükümler en sert şekilde uygulanır. Bilmem bir örnek vermek gerekir mi ya da birçok örnek ya da Türkiye’nin her günü örnek verilebilir. Mesela, en sonda söyleyeceğim şeyi başta söyleyelim, sonlara doğru, Genelkurmay Başkanlığı durmadan bildiri yayınlıyor biliyorsunuz, tehditler yapıyor, işte mesela son, son açıklama “vay kitlesel tepki refleksi” bunu herhangi bir örgüt yapsın, insan hakları alanında çalışan veya muhalif görünen hemen 216’dan yargılanır. Çünkü halkı kin ve düşmanlığa tahrik, üstelik ciddi ve yakın tehlike de oluşturuyor yani. Böyle bir şey için kimsenin harekete geçtiği, geçmeye düşündüğü olamıyor. Çünkü Genelkurmay’a adil davranılır, yani kanun uygulanmaz sonuçta. Biraz daha geriye gidelim, 27 Nisan Muhtırası çok açık biçimde Anayasa’ya aykırıdır, Anayasa’ya aykırı bir girişimdir, ama hiç kimse hukuksal mekanizmaları işletmeyi düşünmemiş, aklından geçirmiş belki, ama kimse buna teşebbüs etmemiş. Başka örnekler de verebiliriz. Yani hani böyle açıkça ihlâllerin olduğu durumlarda eğer bu ihlâli yapan bizim dostumuzsa, tırnak içinde, ona hukuk uygulanmaz. Şöyle düşünün; Devlet Su İşleri Genel Müdürü kalktı, “Türkiye’de terör olayları arttı, hepimiz sokağa çıkmalıyız ya da hükümet laikliğe aykırı davranıyor, bütün suları keseceğim” dese, bunun Genelkurmay’ın açıklamasından konu ve hukuksal açıdan hiçbir farkı yoktur, onu söyleyeyim yani Devlet Su İşleri Genel Müdürü neyse bu Genelkurmay da aşağı yukarı odur, Diyanet İşleri Başkanlığından farklı değil hukuksal konumu. Bunların hiçbiri böyle bir açıklama yapamaz, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü aslında, galiba Başbakanlığa da bağlı değil, ama Başbakanlığa bağlı

174

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

olan başka bir birimler, Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü, yani onlar çıksalar böyle bir muhtıra yayınlasalar bir gün sonra hepsi hakkında işlem yapılır, tereddütsüz yapılır, gerekli kurallar uygulanır, harfiyen uygulanır, ama Genelkurmay yapınca hiçbir sorun olmuyor.

Sonra bunu içerik olarak tartışmaya başlayan hukukçuların da içinde olduğu geniş bir kitle var, “elbette yapacak” diyorlar, o zaman da şunu düşünüyorsunuz: “evet, eğer siz böyle yaparsanız gerçekten dostlara adil davranılır düşmana hukuk uygulanır” sözünün de gereğini yerine getiriyorsunuz, bunun açık anlamı da “hukuk yoktur”. Yani hukukun olmadığı bir ortamı siz kendiniz kabul etmiş oluyorsunuz. Çünkü hukuk, gücün sınırını oluşturmak üzere modern dünyada oluşturulmuş bir biçimdir, içeriği de önemlidir, ama bir de biçim olarak hukuk dediğimiz bir şey vardır. Yani hukuku biçim ve içerik olarak, form ve içerik olarak ikiye ayırdığımızda, biçim olarak hukuktan söz edebilmemiz için modern dünyada iki önemli şartın gerçekleşmesi gerekiyor. Bu hukukun herkese, kuralın muhatap aldığı herkese istisnasız uygulanması gerekiyor. Eğer kural kendi içinde ayrıca istisna taşımıyorsa tabii. Bu birinci şartıdır ve “biçimsel eşitlik” dediğimiz şeydir, hukuk devleti olmanıza gerek yok, kanun devleti olmak iddiasındaysanız bile, onda bile bu şart yoksa hukukunuz yoktur. İkinci şart, “geçerliktir”, yani hukuk aynı buna bağlıdır, hukuku hukuk yapan çeşitli şartların olduğu hukuk felsefesi teorilerinde uzun uzun tartışılır, ben onlara girmeyeceğim, ama şunu herkes kabul eder, Hukuk Başlangıcı derslerimizden de az çok biliriz, hukuktan söz edebilmemiz için “geçerlilik gücüne” sahip olması gerekiyor, bunun içinde arkasında bir müeyyide aygıtı vardır vesaire, vesaire. Eğer bu geçerli değilse, ortada gene hukuk yoktur. Peki, ne oluyor o zaman? Şimdi Türkiye’ye baktığımızda hukuk geçerli mi? Evet, belli konularda geçerli, kime? Düşmana. Ee, başka alanlarda? Geçerli olmayabilir. Bunu herkes de kabul edebiliyor. Neye göre? Eğer sizin istediğiniz amaçlara uygun bir hareket için hukuk dışına çıkılıyorsa, o zaman hukukun dışına çıkmayı da kabul ediyorsunuz, doğru buluyorsunuz, bunu baht sayıyorsunuz. İşte o zaman da hukukun olmadığı bir dünyayı yaratmış oluyorsunuz. Hukukun olmadığı dünyanın adı, “gücün hukukunun egemenliğidir”. Bu da Orta Çağ hukukudur, yumruk hukukudur, kimin gücü varsa hukuku o koyar. 12 Eylül

175

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

yönetimi gibi darbelerde öyledir biliyorsunuz, 12 Eylül’den sonra çıkarılan ilk bildiriyi hatırlıyor muyuz bilmiyorum, 1961 Anayasası yürürlükte, ancak Milli Güvenlik Kurulunun çıkaracağı bir bildiri Anayasa ile çelişiyorsa bu bildiri “Anayasa değişikliği” olarak kabul edilir, kanunlarla çelişiyorsa “kanun değişikliği” olarak kabul edilir. Çünkü demek ki “ben ne dersem hukuk odur” mantığı öyledir. Orta Çağda da böyleydi, bizim örneğini yaşadığımız darbe dönemlerinde, dünyanın başka ülkelerinde yaşanan darbe örneklerinde de böyledir. Şimdi acaba gerçekten o dönemlerden farklı bir yerden mi geçiyoruz? Yine, “benim dediğim fiilen hukuk geçersiz kılsa bile o geçerlidir” anlayışının yaşandığı bir dönemden mi geçiyoruz? Bunu ciddi olarak sorgulamamız gerekiyor. Bunun sonuçları çok ağırdır. Bunun sonuçlarının ne olduğunu da ertelemeden nasıl olsa söyleşidir, bir sistematik içinde hareket etmeye gerek görmüyorum, kendimi bununla bağlı saymıyorum, böyle bir baskıyı hissetmek istemiyorum, öyledir. Peki, Orta Çağda yumruk hukukunun sonucu neydi? Hepinizin bildiği bir kavram ya da duyduğunuz bir kavram, “feodal anarşiydi”. Hobbes’un “insan insanın kurdudur” sözü bu döneme bakılarak oluşturulmuş bir önermedir. Yani gücün, gücü yetenin başkalarını ezdiği ve sürekli olarak hem gündelik hayatta, hem de topluluklar arasında fiziksel çatışmaların olduğu bir dünyadır, feodal anarşidir. Feodal anarşiyi ortadan kaldırmak için gücü ehlileştiren, gücü evcilleştiren, onu bağlayan bir hukuk olarak ortaya çıktı modern dünyada hukuk, henüz içeriğine gelmiyorum. İçeriği gayri adil olabilir, istemediğimiz hükümler içerebilir, ama biçim olarak hukuk, modern hukuk bu işlevi görmek üzere üretilmiştir, önemli işlevlerinin başında bu geliyor, anarşiyi ortadan kaldırmak. Birincisi: gücün belirleyiciliğini olabildiğince engellemek. İkincisi: gücün belirleyiciliğine belli mekanizmalarla sınırlar koymak. Güç yine belirleyici olabilir, ama bunun yolları vardır, çıplak şiddet, fiziksel kaba kuvvet değil diyelim, araya ekonomik gücünüz var, egemen sınıf işte sizsiniz, siz taleplerinizi kabul ettiriyorsunuz, ama mekanizmalara da uyuyorsunuz, belirliyorsunuz veya yoksul kesimin temsilcileri olarak daha güçlü bir mücadele ortamına sahipsiniz, böyle bir gücünüz var, uğraşıyorsunuz, taleplerinizi kabul ettiriyorsunuz, onları hukuka tescil ettiriyorsunuz. İşte, hukuka tescil ettirdiğiniz şeyin geçerli olabileceğine inanmıyorsanız, bu mekanizmaları, yani barış için de taleplerinizi kabul ettirme düşüncesini de bir süre sonra

176

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

yavaş yavaş terk ediyorsunuz. İşte toplumsal barış ile bir form olarak hukuk arasındaki ilişki burada çok daha net görülebilir.

Şimdi burayı bir paranteze alıp daha sonra tekrar döneceğim, ama dost-düşman hikayesinden başlamışken, öğrencilerimin iyi bildiği bir konuya, benden ders alan arkadaşlarımın iyi bildiği bir konuya bir parça değinmek istiyorum. O da aslında siyasetin bizatihi bu kavram üzerine kurulduğu toplumların sürekli bir olağanüstü hal yaşamak zorunda kalmalarıdır. Ne demek istiyorum, şunu demek istiyorum; eğer siyasetin kendisini dost-düşman ayırımı üzerine kurarsanız ki, böyle yapan düşünürler var, kim onları da söyleyeceğim. O zaman sürekli bir olağanüstü hal yönetiminin varlığını da istemiş olursunuz veya bunu kaçınılmaz kılarsınız. Önemli bir isim, 1900’lerin ilk yarısında yaşamış, daha doğrusu önemli eserler üretmiş, 1985’de ölmüş bir isim, Carl Scmith. Siyaset bilimcisi, kamu hukukçusu, Alman. Çok önemli bir akademisyen, bilim adamı, ama aynı zamanda kötü bir ünü var. Kötü ünü de şu; Nazilerin hukuk ve devlet teorisinin mimarlarından olmasıdır. Siyaset teorisinin de önemli taşlarını o koymuştur. 1920’lerin sonlarında yazdığı “Siyasal Kavramı” diye bir kitap vardı, Türkçeye yeni çevrildi, önemli bir kitaptır gerçekten, bu dünyayı tanımak, anlamak için, hem global düzeyde, hem de ulusal düzlemlerde dünyayı anlamak için, hele Türkiye’yi anlamak için çok yararlı olabilir okunması, Betis Yayınlarından çıktı, birkaç ay önce çıktı. O, bazı kavramların ancak kendilerine özgü ayırımlarla tanımlanabileceğini ve bağımsız bir varlık ya da disiplin olarak kurulabileceğini söylüyor. Mesela, estetikten söz edebilmek için bir kavram çiftine ihtiyacımız var, bu kavram çifti olmasa estetik olmaz, bir disiplin olarak estetik olmaz, nedir o? Güzel ve çirkin. Etik ya da âhlak dediğimiz alanın var olabilmesi için bir kavram çiftine ihtiyacımız var. Bunlar yoksa o zaman özgül anlamda bir âhlak da yoktur. Bu kavram çifti de onlar iyi, ötekiler kötü. İktisat için de aynı şey geçerlidir. İktisadın var olabilmesi için iki kavrama ihtiyacımız var, bir kavram çiftine ihtiyacımız var, verimlilik ve verimsizlik, bunları çıkarın iktisat çöker, başka disiplinlerin oyuncağı ya da yan uğraş alanı haline gelir. Aynı şey siyaset için de geçerlidir, siyaseti eğer gerçekten var etmek istiyorsak, siyasalın varlığını kurmak, siyasalı kurmak istiyorsak, aynı şekilde bir kavram çiftine ihtiyacımız var, bu da “dost

177

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

ve düşman” kavramıdır. Ve şöyle devam ediyor “siyaset düşmanı tanımlama veya dost ile düşmanı birbirinden ayırma faaliyetidir. Bundan vazgeçtiği anda siyaset ortadan kalkar. Dost ve düşmanın olmadığı bir yerde siyaset olmaz. Dolayısıyla eğer siyasetin var olmasını istiyorsanız, siyaseti kurmak, inşa etmek istiyorsanız, bu ayırımı kabul etmek zorundasınız. Zaten devlet de ancak bu tür bir siyaset kavramı üzerine kurulabilir. Bu kavramı çekin, devlet de yok olur, devlette ortadan kalkar. Oysa devlet, bizim en büyük ihtiyacımızdır” diyor. “Yani devlet olmazsa, hayatımızın da anlamı olmaz, ne bireysel, ne ulusal anlamda bir kimlik ve varlık edinemeyiz” diyor. Şimdi buradan hareketle tabii, Naziler için çok elverişli bir kuramdı bu, hakkıyla da uyguladılar, Gerçekten harfiyen uyguladılar diyebiliriz, hem içeride, hem de dışarıda. Carl Scmith’in en büyük eleştirileri, bugünkü ortamı bize çağrıştırabilir, “parlamentarizm ve liberal hukuk devletine yönelikti eleştirileri. Liberal hukuk devleti ve parlamentarizm devletin özünü boşalttı diyordu. Neden? Çünkü siyaseti yozlaştırdı, siyasette uzlaşmalar ve barışçıl mekanizmalar yaratırsanız, siyaseti sadece bunlar üzerinden kurmaya çalışırsanız, siyaset kavramı çöker. O zaman devleti de özü boşalmış bir oyuncağa dönüştürürsünüz. O da devlet olmaz. Çünkü devlet, ancak güçlüyse devlettir. Devleti bu şekilde evcilleştiren bütün yaklaşımlar tehlikelidir, hem toplumların hayatı için tehlikelidir, hem bireylerin hayatları için tehlikelidir. O halde ne yapmamız gerekiyor? Siyaseti bir defa dost-düşman ayırımı üzerine kurmamız gerekiyor, siyasetin temel faaliyeti dostu düşmandan ayırmaktır. Peki, Latin Amerika halk deyişindeki noktaya da bağlayacağız oradan, bunu yaptınız, ne yapacaksınız, tanımladınız, siyasette dost-düşman ayırımı esastır dediniz, orada durmayacaksınız tabii, eğer birileri düşmansa buna uygun yöntemler geliştirmeniz gerekiyor onlarla mücadelede. Siyasetin içeriğini belirleyen şey de, bu tanımdan sonra, “sürekli mücadeledir”. Ancak bu mücadele bizim bildiğimiz günlük dilde kullandığımız mücadeleden farklıdır Carl Scmith’de. Çünkü Almanca “kampt” diye bir kelime ile ifade ediyor, mücadele odur, ama aynı zamanda “krickdir” de diyor, bu da“savaştır”. Ve bu savaş hem içeride hem dışarıda olması gereken şeydir. Peki, siyaset en çıplak özünü nasıl gösterebilir? En şiddetli çatışmalar içinde gösterebilir. Dolayısıyla devletin özünü anlayabilmek için de, siyasetin çıplak özünü görebilmek için de savaş, en elverişli ortamdır.

178

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Şimdi bir defa eğer dost-düşman ayırımını yapacaksanız, devletin de buna göre donanması gerekiyor, düşmana herhangi biri gibi davranamaz. İçeride vatandaş da olsa, yurttaş da olsa, eğer düşman kategorisindeyse anayasal haklardan yararlanması düşünülemez. Artık o fiilen yurttaş statüsünün dışarısına çıkarılmıştır, esasen insan statüsünün dışına da çıkarılmıştır. Ona karşı ne yapmamız gerekiyor? Ona karşı elinizden gelen bütün araçlarla baskı uygulamanız gerekiyor, başka çareniz yok. Bu baskının peki sonu var mı? Hayır, bu baskı düşmanı tasfiye için gerekli noktaya kadar gider, bunu yapmak zorundasınız. İçeride düşmanı bitirmişseniz devletin varlığı ortadan kalkmaz, ondan sonra başka bir şey yapmak zorundasınız. Uluslararası alanda da devlet varlığını, ancak ve ancak düşman tanımı üzerinden sürdürebilir diyor. Bütün bunları birebir O’nun cümleleriyle aktarmıyorum, ama mantık budur.

Şimdi bunu uygulayın bakalım 1933-1939 arası yıllara, sonra 1939-1945’e. 1933-1939 yılları, Nazilerin iktidara geldiği tarihten II. Dünya Savaşını başlattıkları tarihe kadar olan dönemde öncelikle yaptıkları şey “toplumu dost ve düşman olarak ayırmaktı.” Önce düşman olarak kimleri belirlediler? Siyasal muhalifleri belirlediler. İlk toplama kampları ne Yahudiler için, ne çingeneler için kurulmuştur. İlk toplama kampları komünistler ve sosyalistler için kurulmuştur. Öncelikle onları toplamışlardır, pek çoğu uzun süre oralarda tutulmuştur, bir kısmı öldürülmüştür, büyük bir kısmını da yurtdışına sürmüşlerdir. Yani bir kısmına kaçmaları için izin vermişlerdir ya da yolu açmışlardır, bir kısmı zaten kaçmıştır, birkaç ay içinde o, 1910’ların, 1920’lerin Avrupa’sında en güçlü işçi hareketine, en güçlü örgütlü toplumsal muhalefetine sahip, en güçlü komünist partisine sahip ülkesinde muhalefet “sıfırlanmıştır”. Gerçekten öyleydi biliyor musunuz bilmiyorum ama 1918’de bir devrim girişimi vardır ve sadece devrim girişimi ile kalmadı yani 1917’den sonra en yakın ihtimal olarak bir sosyalist hareketin gücünü gösterebileceği en yakın ihtimal olarak Almanya olarak görülüyordu, güçlü bir sendikal örgütlenme vardı, komünist partisi o dönemde çok güçlüydü, parlamento da bazen 2. veya 3. parti durumundaydı falan. Hepsini çok insafsız bir sindirme ve tasfiye hareketiyle ortadan kaldırıyorlardı. Sonra düşman tanımı yeni bir anlam kazanıyordu, toplumun ırk sağlığını ya da halkın ırk sağlığını bozacak

179

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

bütün unsurlar buna dahil ediliyordu. Irkın ıslahı ya da ırkın sağlığını koruma kanunu çıkarılıyordu. Bunların hepsi adım adım yapıldı, birden yapılmadı.

Faşizm nasıl gelir, bu tür soykırımlara nasıl gidilebilir, çok daha kötü olaylar nasıl yaşanabilir? Bütün bunlar, gerçekten bu dönem iyi bir ders malzemesi sunar bize. Birebir karşılaştırmak değil niyetim, ama madem dost, düşman ayırımından ve başlıktaki bu ifadeden başladık, o zaman bunu biraz anlatmakta fayda var. Tehlikenin farkında mıyız diye sürekli söyleniyor, o tehlikenin acaba hangi boyutları var, gözden kaçırdığımız boyutları var mı, bu konuda söyleşiyi derinleştirmek için bu örnekleri anlatıyorum, yoksa Türkiye birebir o dönemi yaşıyor anlamında anlamayın bunu. Sonra başka düşman tanımları gerekiyordu, zaten böyle bir yönetimi kurabilmek için, ayakta tutabilmek için sürekli bir tehlike kavramına ihtiyaçları vardır. Sürekli bir tehdit kavramına ihtiyaç vardır. Bu tehdit kavramı homojen bir toplum yaratmak için de en önemli araçlardır. Belli bir kesimi bu tehdide karı birleştirdiğinizde gücünüzü çok daha sağlam kurabilirsiniz, politikalarınızı daha sağlam yürütebilirsiniz. Onun için toplumda tehdit unsurlarını tespit ve ilan etmek zorundasınız, önce komünistlerdi, çünkü onlar Almanya’yı satacaklardı, onlar bir dış düşman ile ilişki içerisindeydiler, Sovyet komünizmi ile, bunlar devrim yapacaklardı, her demokrat hareket böyle algılandı o dönemde. Sonra eğer bir ırk üstünlüğüne dayalı bir yönetim kurmak istiyorsanız tabii, kendi ırkınızın üstünlüğünü iddia etmeniz yetmiyor, birde aşağı ırkları tespit etmeniz gerekiyor, tehlikeli ırkları veya ırkın sağlığını tehdit edecek unsurları tespit etmeniz gerekiyor. Sanıldığı gibi sadece Yahudiler değildi hedef, aynı zamanda dediğim gibi çingenelerdi, eşcinsellerdi ve özürlülerdi. Bütün bunlara Yahudilere yapılanların aynısı yapıldı. Mesela, Yahudiler için doğrudan doğruya toplama kampları kurulmadı, adım adım gidildi, onu anlatmaya çalışıyorum, eğer baştan beri böyle yapılsaydı, belki başka türlü anlatmamız gerekecekti ama şöyle yapıldı; bunları ayırmak lazım toplumdan, nasıl ayıracaksınız, herkes fark etsin, göğüslerine sarı yıldız, Davut yıldızı dediğimiz yıldız takma zorunluluğu getirildi, niye, işte bunlarla ilişki kurulmasın, işte alışveriş yapılmasın, soyutlansınlar, ama bir kere başlamışsanız böyle bir ideolojiyle yola koyulmuşsanız ve gücü de ele geçirmişseniz bu orada durmaz. Başka örnekleri de var, ama bu örneklere

180

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

şimdilik ihtiyacımız yok, Nazi dönemini anlatmak yeter. O da yetmedi çünkü bu şekilde engellemek mümkün değil karışmayı, “getto” uygulamasına geçtiler, bütün Yahudileri toplayıp, toplumdan tamamen uzaklaştırıp bir arada yaşamaya zorlamak, ama eğer sizin için bunlar gerçek tehlike ise ve sadece kendi ülkeniz için değil, dünya için de tehlike ise, çünkü dünya egemenliği peşinde koşuyor Naziler, üstün ırkın sadece Almanya’yı değil, bütün dünyayı yönetmesini istiyorlar. Öyleydi programları. O zaman gettolar da yetmiyor ve orada duruyorlar, ölüyorlar, çoğalıyorlar, yaşıyorlar sonuçta, hepsini ortadan kaldırmak gerekiyor, eğer gerçekten tehlike olarak tanımlamışsanız gideceğiniz son nokta mantıksal olarak budur. Eğer gücü var, böyle bir ideolojiye sahip bir yönetim yeterince gücü varsa, uluslararası şartlar, konjonktür elverişli ise bu noktaya gider. Her modern devlette bu noktaya gider. Onu engelleyen faktörler elbette çıkar, vardır, hepsi gider demiyoruz, ama bu şartlar varsa hepsi potansiyel olarak Nazilerin yaptığını yapabilir. Ne yaptılar? Toplama kamplarından gaz odalarına ve fırınlara geçtiler, yani yok etmek zorundasınız, tehlikeliyse, hastaysa, bu genetik olarak böyleyse iyileştirilemez bir şeydir bu, iyileştirilemeyen insana ne yapacaksınız? Bir tehlike odağı olarak gördüğünüz grupları, eğer bu genlerinde varsa, bu tehlikenin kaynağı genlerindeyse yapacağınız bir tek şey vardır, gücünüz yeterse, ortadan kaldırmak, başka türlü olmuyor. Onlarda öyle yaptılar, denediler ve 6 milyon insanı gaz odalarında yaktılar. Peki, özürlülere ne yaptılar? Özürlüler de tehlikeliydi, Almanya ırktaşı, saf ırktan olup olmadığına bakılmaksızın bir kısmı kısırlaştırıldı, bir kısmı gönüllü ötenaziye zorlandı, ötenazinin ilk uygulamaları da buradan çıktı. Aklınıza gelebilecek pek çok melanet bu ırkçı ideolojinin tutarlı bir şekilde uygulanması için şartlara sahip olduğunu gören Nazi yönetiminin mirasıdır bugüne. Çok, daha önceleri de vardır, ama bu dönemde gücün, bütün bunları hayata geçirmeye yeteceği bir ortam yakalandığı için pek çok melanetin fiilen hayata geçirilmesine de bu dönemde tanık olundu. Ötenazi tartışması da oradan geliyor, gen araştırmaları da oradan geliyor. Pek çok özürlü kobay olarak kullanıldı, canlı kobay olarak. Binlerce, yüz binlerce Yahudi toplama kamplarında tıp laboratuarlarında incelendi, yok edildi. II. Dünya Savaşının dehşet sayfalarından biri de sırf bu iş için Japonya’nın kurduğu bir adadır, Japonya da aynı ideoloji ile hareket etti ve Japonya bir adayı tamamen tıbbi

181

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

araştırmalarda canlı kobay kullanmak üzere inşa etti. İronik bir şekilde tıp biliminin bugün pek çok ilerlemesi o döneme borçlu olur, çünkü hiçbir doktorun arayıp da bulamayacağı, sapık doktorun arayıp da bulamayacağı imkanları buldular. Demek istediğim şu; eğer siz düşmanı bu kadar net ve açık tanımlamışsanız, çok açık ve büyük bir tehlike kaynağı olarak görmüşseniz ve böyle de yansıtmışsanız, gücünüz yeterse bu noktaya savrulabilirsiniz. Buna dikkat! Yani bu mutlaka her toplumda olur demiyorum, ama büyük ölçüde oraya kadar gidebilir. Hele çekişmeler keskinleşirse, kutuplaşmalar derinleşirse, bunun o noktaya kayması ihtimali vardır.

Başka bir örnekten tehlikenin başka bir boyutuna dikkat çekmek istiyorum; o da Ruanda’dır. Sürekli, sistematik ırkçılığı, milliyetçilikle birlikte ırkçılığı işlerseniz, Ruanda’daki gibi devletin kendi imkanlarıyla Nazilerde olduğu gibi bir imhâ mekanizması ya da aygıtı kuramıyorsanız, o zaman bir süre sonra toplumun sizinle hareket edeceğini bildiğiniz kısmını ayaklandırırsınız diğerlerini kesmek için, Ruanda’da böyle oldu. Ruanda’da 1993 Nisan’ından 100 gün kaçtı, 1993 Nisan’ı, 100 gün hesaplayın işte, 100 günde 800.000 insan öldü. Toplama kamplarında değil, silahlarla değil, ateşli silahlarla değil, “Ruanda Oteli” filmini izleyenler bilir, orada nereden ithal edildiği konusunda tartışma olan on binlerce pala getirilmişti, on binlerce pala ile yüz binlerce insan kesildi. O dönem ile ilgili bir uluslararası mahkeme var biliyorsunuz, Ruanda için kurulan uluslararası ceza mahkemesi tutanaklarında yer alan bilgilerdir, ayrıca Ruanda’da kurulan mahkemelerde var, onlardan da benim bizzat okuduğum pek çok tutanakta şu ifadeler var; kurbanların bir kısmı kendilerini öldürmeye gelen işte, hani Tutu’ların palayla öldürmesinler de, bizi kurşunla öldürsünler diye onlara kurşun parası verdiklerini yazıyorlar, evet, katillerini bizi kurşunla öldürün diye kurşun parası ödüyorlar. Mesela, pek çok yerde daha ilkel, ilkelden kastım daha az gelişmiş, bu tür modern imkanların olmadığı toplumlarda ne hâl alabilir, onu anlatmaya çalışıyorum, Naziler, gelişmiş bir sanayi ülkesini yönetiyorlardı, bütün demiryolu ağlarıyla bütün o, mükemmel aygıtları kurabilecek donanımları vardı, onlar en az sürede en az masrafla en çok insanı nasıl öldürebilirizi hesaplıyorlardı, Ruanda da benzer şey oldu, ama daha ilkel şartlarda. Mesela, yine tutanaklarda okuduğumuz ve çok da bilinen

182

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

bir örnek, şimdi bir köyü basıyorlar ya da bir yerleşim bölgesini, tutuyorlar, hepsini öldürecekler, çocuk, kadın, erkek demeden hepsini öldürecekler, ellerinde silah yok yani ateşli silah yok, palalar var, yoruluyorlar öldürmekten, bir süre sonra ne yapıyorlar biliyor musunuz? Kalanların yani mola verecekler, dinlenecekler, kalanların önce ayaklarını kesiyorlar kaçamasınlar diye ondan sonra dinleniyorlar, sonra dönüp kesiyorlar.

Şimdi eğer bu nefret ideolojilerini bu şekilde yaygınlaştırırsanız birileri sizin mutlak tehdidiniz, düşmanınız olarak sunulursa ve giderek ırkçılığa benzer bir atmosferde bir tehlikenin genetik bir kaynağı olduğunu da iddia ederseniz, toplumsal mutlaka buraya gelir demiyorum ama buraya gelebilir. Hiç kimse Ruanda’da da bu kadar geniş çaplı bir katliamın olacağını hesaplamıyordu, ama günde kaç kişinin öldüğünü hesaplayın, bir günde 8.000 insan öldürülüyor, kaçtır nüfusu, toplam nüfusu o zaman 8.000.000’du. 8.000.000 insanın % 10’u 10 gün içinde bu şartlarda öldürülüyor.

Şimdi eğer dost-düşman üzerinden giderseniz, bu ayırımları mutlaklaştırırsanız, kuşkusuz sözlerle tartışma ortamını yok ederek önce vurmaya, önce bastırmaya çalışırsınız. O bir adımdır, bir başlangıçtır. Kimsenin kimseyi dinleme tahammülünün kalmadığı, karşısındakini mutlak bir tehlike, çok tehlikeli bir düşman gözüyle bakmaya başladığı anda bu yollar açılmış. Nereye gider bilemeyiz, buraya gidip gitmeyeceğini söyleyemeyiz, ama buradan çok çok uzakta olduğumuzu, bunların çok uzak yerlerde, sadece filmlerde, sadece tarih arşivlerinde yer alan olaylar olduğunu da asla düşünmemiz gerekiyor. Yani tehlikenin kaynağı diye bir şey söz konusuysa tehlikenin farkına varmak gerekir gibi bir söylem söz konusuysa tehlikenin başka boyutlarını da görmek zorundayız.

Şimdi buradan tekrar dönelim, başka şeyler anlatmaya çalışalım, aslında belki de çok konuştum, onun için ben susabilirim, sizin sorularınızla devam edebiliriz, yarım saat olmuş, biraz daha devam edelim. Devam edelim mi?

KATILIMCI : …(mikrofonsuz)

183

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

MİTHAT SANCAR : Sonra onu da anlatacağım, tabii, onu da anlatırım, şöyle de söylenebilir; tabii, Tutsiler girdikten sonra şöyle oldu, 100 gün sürdü, sonra Uganda’da üstlenmiş, Tutsi gerilla hareketi girdi ve iktidarı devir aldı. O dönemde tahminlere göre yaklaşık 200.000 insan o hengame içinde intikam için öldürüldü Hutilerden bu sefer. Bu seferki yönetim de kendi taraftarlarının linç edilmelerine göz yumdu. Cevat hatırlattı, iyi etti, nefretin mağduru da biranda zalim yapabileceğinin iyi bir örneğidir. Hepsinin temelinde şu var: nefreti bu kadar derinlere çekmişseniz ve düşman-dost üzerine kurmuşsanız, mağdurun da zalim olmasını teşvik etmişsiniz, ona o zemini hazırlamışsınız demektir. Evet, Tutsilerle ilgili yargılamalar da var uluslararası ceza mahkemesinde, Tutsilerin de tabii, rakam gerçekten bilemiyorum, toplam 800.000 insanın öldüğü biliniyor. Bunların bir kısmı Tutsiler kurtulduktan ve iktidarı devir aldıktan sonra, yalnız şunu söyleyeyim arkadaşlar, yanlış anlaşılmasın Huti-Tutsi çekişmesi değildi bu sadece. Madem bu konuya girmişiz, biraz daha bilgi verelim, bütün bu olaylar dünyayı ve olayları daha iyi görmemizi sağlayabilir, yardım edebilir.

Olaylar nasıl başladı, çok uzun süren bir Hutu egemenliği var, aslında Hutular, çoğunluk, Tutsiler azınlık, önce Tutsilerin egemenliği vardı, sonra bu sömürgecilikten geçişten sonra sömürgeciliğe karşı mücadele ettiği için ayrıca prestiji olan Hutular ilk seçimlerde iktidara geldiler doğal olarak ve en büyük argümanları da işte, sömürgeciliğe karşı direnişmiş ve zafer kazanmış, bağımsızlığı sağlamış güç olmalarıydı. İktidara geldikleri anda Tutsilere karşı yaygın bir ayrımcı politika izlemeye başladılar. Tutsiler çok eğitimli, Hutular daha az eğitimli, çiftçi, köylü ve ağırlıklı falan. Tutsi nüfusunun büyük bir kısmı sürüldü, komşu ülkelere sürüldü, sonra tabii, gerilla hareketi başladı Tutsilerin. Tutsi nüfusu sadece Ruanda’da yaşamıyordu, ayrıca komşu ülkelerde işte, Tanzanya’da, Uganda’da falan da var. Daha sonra Tutsiler direnişe başladılar ama uluslararası toplum ve komşu devletlerin Afrika Birliği Örgütünün baskısıyla bu çatışmaları sona erdirmek gerektiği noktasında görüşmelere başladılar. Ne sadece Tutsiler Tutsilerden ibaretti ne Hutular Hutulardan ibaretti. Tutsiler içinde, Tutsilerin bu hareketini destekleyen çok sayıda Hutu aydın, demokrat

184

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

insan vardı. Bunların girişimiyle ortak bir Hutu-Tutsi demokratik yönetimi kurulsun diye görüşmeler yapılıyordu, anlaşma imzalandı, artık bunu hayata geçirmek zaman işiydi, o arada o olay gerçekleşti, nedir o? Devlet Başkanının uçağı tam ineceği sırada Ruanda’da, başkentte hava meydanında iniş sırasında yerden fırlatılan bir roketle patlatıldı ve Devlet Başkanı öldü. Olayın hemen ardından, o ünlü radyodan çağrılar başladı “herkes sokağa” diye ve birden bütün Hutu milisleri askerin de yardımıyla sokaklara daldılar, öldürülenlerin % 30-40’ı Hutu demokratlarıdır yani öldürülen Tutsiler değildir sadece. Ruanda Oteli filminde de zaten bu, belli ölçülerde anlatılıyor. Dolayısıyla böyle bir hareket başladığında Tutsileri sadece Tutsi olduğu için Tutsileri öldürmekle kalmadılar aynı zamanda ortak bir demokratik hükümet kurma talebini savunan Hutulu geniş bir demokratlar çevresini de hedef aldılar. Dediğim gibi rakamlar çok net değil ama en az ölenlerin % 30’u Hutulu muhaliflerdir, böyle bir durum da var.

Evet, sonra işte Tutsiler katliamın sonlarına doğru girdiler ama bu seferde Cevat’ın hatırlattığı olay oldu, 200.000 civarında insan yargısız bir şekilde sokaklarda intikam amaçlı öldü. 14 yıldır, 13 yıldır bunun üstesinden gelmeye çalışıyor Ruanda, çok zor, çok çok zorlanıyorlar, her sokakta bir katil, hapishaneler dolu, ondan sonra barışmak kolay mı zor mu, tecavüzler, aklınıza gelebilecek her türlü çirkinlik yaşanıyor, bütün savaşlar böyledir. Yani savaş başladığı anda her şey mubah hale geliyor. İşte, Yugoslavya da gözümüzün önünde duruyor.

Şimdi sonuçta nefret ideolojilerinin bu milliyetçilikten ırkçılığa çok çeşitli varyasyonları içerir, …. Türkiye gibi gerilimlerin çok çeşitli faylar üzerine oturtulabileceği ülkelerde bu şerbetliliği bir güvence gibi düşünememek gerekiyor. Peki, burada işte hani hukuk, devlet vesaire ne yapabilir? Aslında hani bu iki örneğin ortası da var yani biri çok az gelişmiş bir ülke, biri çok gelişmiş bir ülke, ortası Balkanlardır neredeyse. Devlet güçlerinin sivil güçlerle birlikte bir iç savaşı nasıl alevlendirebileceğini çok canlı olarak orada görebiliriz. Kimileri tabii, bütün bunlara uluslararası komplo diyebilir mi? Diyemez aslında çünkü verdiğim iki örnekte uluslararası komploya çok az müsaittir.

185

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Naziler dönemi hele bir uluslararası komploya hiç müsait değildir yani birileri Almanya’nın içini karıştırıp da orada böyle bir olay yaratmış değillerdir. Aynı şey elbette, dış güçlerin oyunları olmakla birlikte, egemenlik savaşları olmakla birlikte Ruanda uzun süredir dış güçlerinde çok ciddiye aldığı bir ülke değildir çünkü artık ne dünya siyasetinde stratejik olarak bir rolü vardır ne de dünya ekonomisinde bir rolü vardır. Dolayısıyla kendi başına bırakılmışlık hali daha belirgindir, bu kendi başına bırakılmışlık hali içerideki nefretlerin içerideki iktidar oyunlarında alet olmasını daha kolaylaştırmıştır.

Şimdi tabii, bütün bunlar için ne yapılabilir, neler yapılabilir, işte hukuk burada nasıl bir işlev görebilir, bir defa şunu söyleyelim, hukuk devleti talepleri biraz önce demokrasi sınıfı genç siviller hareketi tarafından düzenlenen Meclis Parkında, Milli Egemenlik Parkında bir ders verdim, orada söylediklerimi de bir parça tekrar edebilirim, modern devlet herhangi bir devlet değildir, bu içinde yaşadığımız devlet. Bu, belki uzun uzun anlatmaya hiç gerek olmadan Thomas Hobbes’a başvuruyla çok iyi açıklanabilir, Thomas Hobbes buna “ejderha” diyor, “leviatan” diyor yani çok çeşitli kolları, bacakları, bir sürü gözü, arkada gözü, önde gözü var yani her yere ulaşabilir bu devlet. Elinde silahlı aygıtları var yani çok tehlikeli bir şey. Tamam, o Orta Çağın feodal anarşisini ortadan kaldırdı büyük ölçüde ama kendisi büyük bir güç haline geldi, ne yapabiliriz buna karşı? İşte, Thomas Hobbes’a karşı “lok” diye bildiğimiz önermedir bu. Bu devlete bu leviatanı evcilleştirelim, kurallara bağlayalım, bu kurallara herkes uysun ama en başta devlet uysun ki, bu yarattığımız güç gerçekten bize hizmet etsin, aksi taktirde evde bir aslan beslediğimizi düşünün yani bir süre sonra bu aslanla oyun oynamanız kolay değil, ne kadar evcilleştirebilirseniz tehlike o kadar azalır, ne kadar az evcilse her an sizi yiyebilir yani ya da başka bir hayvan tasarlayın, yabani ve güçlü, kolay evcilleşmeyecek. Şimdi hukuk bir form olarak, hukuk, esasen bu sınırları çizmek için ortaya çıkmıştır. Daha önce olmayan bir kavramı “hak” kavramını da hukuka katmıştır modern dünya öncesinde hukuk düzenlerinde, bunlar geleneksel hukuk düzenleri olabilir, öyledir zaten hak kavramı yoktur, yükümlülüktü, kuralların getirdiği şey esas yükümlülüktür. Hak kavramıyla birlikte biçimsel eşitliğin kabul edilmiş olması son derece önemli bir kazanımdır. Ve modern hukukun bir özelliği vardır.

186

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

İhlâllere karşı mekanizmalar kurmuştur. İhlâller kimden gelebilir? İhlâller toplumdan gelebilir. Bunlara “suç” adı verilir veya “haksız fiil” adı verilir. Bunları telafi etmenin yolları kolaydır, kolay bulunabilir yani kurduğumuz yargı mekanizması ve kapatma mekanizmaları yani hapishane veya dışlama mekanizmaları ya da ıslah, tırnak içinde, mekanizmalarıyla bunları kolay yapabilirsiniz. Fakat modern hukuka en büyük tehdit tek tek bireylerin hak ihlâli değildir, hukuk devleti kavramı da bu fikirle ortaya çıkmıştır. Modern devlette hukuka en büyük tehdit en güçlü olandan gelir. En güçlü, en fazla ihlâli yapabilendir potansiyel olarak. Dolayısıyla bütün kamu hukuku, bu kaygı bu temel üzerine kurulmuştur, en güçlünün ihlâlini önlemek üzere kurulmuştur. İdari yargı da bunun için kurulmuştur. Kısmen anayasa yargısı, o çünkü yeni bir şeydir. Kamu hukukunun temeli budur. En güçlüye karşı güvence oluşturmaktır. Şimdi en güçlünün ihlâline karşı hukukun yapabileceği bir şey genellikle yoktur eğer en güçlü çok kararlıysa. O nedenle modern hukukun öyle çok kırılgan yanı da vardır. Kontrol altına almak istediğiniz silahlı gücün, bu Polis ve asker olur, ihlâlleri söz konusu olduğunda eğer bunlar sistematik ve kararlıysa herhangi bir hukuksal mekanizmayla sonuç almanız çok zordur. Hukuk devletinin yerleşmesi en güçlünün ihlâline karşı da işleyecek mekanizmalar kurmaya bağlıdır. Eğer bunu kuramıyorsanız hukuk devleti, sadece ne zaman vardır? Güçsüze karşı vardır.

Tekrar baştaki ve Konferansın başlığındaki slogana dönmüş oluyoruz. Sizin en masum hareketiniz bile istenirse ağır bir suç haline dönüştürülür, apaçık ağır bir ihlâl olan başka davranışlar güçlülerden gelmişse hiçbir şekilde dokunulmaz. Peki, bunun sonuçları ne oluyor? Bunun sonuçları sadece siyasal değildir arkadaşlar, sadece siyasal mekanizmalarla sınırlı değildir bunların etkileri. Şimdi Türkiye toplumuna bir bakarsanız, belki en iyi laboratuarlardan biridir bu onun için, başka yerlerde yazılarda, söyleşilerde de dile getirmiştim, başka programlarda da, bir defa toplumun hukuk âhlakını bozmuş olursunuz yani bir tür hukuksal açıdan âhlaksız bir toplum yaratırsınız. Bunun açık yansıması şudur; hangi toplumsal ilişki alanında olursa olsun, kim gücü elinde bulunduruyorsa ihlâl hakkını da kendinde doğal bir imkan olarak görebiliyor. Bu mafyalaşma şeklinde olabileceği gibi devlet dışı örgütleri, meslek örgütlerinin,

187

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

herhangi bir derneğim, Tabip Odasının, Baronun her şeyin yönetiminde de olabilir. Eğer yaptığım, benim gücüm varsa yaptığım ihlâl yanıma kâr kalacak, halk deyimiyle diyelim cesaretini alabiliyorsanız bu genel atmosferden giderek yaygınlaşır. Her alanda hukuka ve haklara saygı istisna haline gelir, şiddet ve kaba kuvvetle hak temini kural haline gelir. Ben bir örnek vermiştim Hukuk Gündemi Dergisinde, bir söyleşide de söylemiştim, o zamanlar Batıkent’te çok feci bir olay yaşanmıştı, bir genç kız sevgilisiyle anlaşıp ailesinin bireylerini kendisine dışarı çıkma izni vermedikleri için öldürmüştü, ben bunu herhangi bir devlet organının yargısız infazla yarattığı meşruluk zemininden veya gücü eline geçirenin hukuku tanımama zihniyetinin en küçük çapta bile nasıl yeniden üretilebileceğine ilişkin bir örnek olarak vermiştim. Hâlâ öyle görüyorum, pek çok yerde de öyledir yani bu meşruiyetin bir şekilde yaygınlaşması toplumsal ilişkiler alanını çok tehlikeli bir biçimde bozar, zehirler. Daha makro düzeye bakarsak aslında “hakemlik mekanizmalarının” yani uyuşmazlıkların adil bir biçimde çözebileceğine inandığımız tarafsız organların varlığı meşruiyet çerçevesinde hareket etmemizi teşvik eder. Yokluğu kendi hakkınızı haklı olduğunuzu iddia ettiğiniz konuları başka zeminlerde takip etmeye teşvik eder sizi. Toplumsal düzlemde de böyledir, hukuktan koptuğunuz anda sınırlarınız belirsizleşir örneğin, linç son derece meşru hale gelir, öyledir bugün Türkiye’de biliyorsunuz yani linçin de meşru olduğu bir zemin yaratırsınız, bir süre sonra buna karşı başka mekanizmalar gelişir, düşman-dost ayırımını derinleştikçe bulabileceği her imkanla birbirini tasfiye etmeye hazır iki savaşçı kamp yaratmış olursunuz.

Türkiye’de hukuk devletinin önündeki en büyük engel silahlı bürokrasidir. Silahlı bürokrasi, silahın ucunu gösterdiği her yerde “istediğimi yaparım” anlayışına sahiptir ve Türkiye’de hukuk devletinden sapmaların temelinde bu anlayış yatıyor. Silahın ucunu gösterdiği yerde mahkeme kararları farklı olabiliyor, silahın ucunu gösterdiği yerde ağır cinayetler bile takipsiz kalabiliyor, silahın gücünü gösterdiği yerde en ağır anayasa ihlâlleri bile tepkisiz kalabiliyor. Silahın gücünü bu kadar meşrulaştıran bir anlayış, silahın gücünü başka kesimlerin de kutsamasına elverişli bir zemin lazım diyor. Daha öncede söyledim, en ağır ihlâl tehdidi ve potansiyeli silahlı aygıtlardadır.

188

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Onları sadece tabii, silahlı aygıtlarla sınırlı değil, bütün iktidar mekanizmaları değişen derecelerde bu potansiyele, ihlâl potansiyeline sahiptirler. Dolayısıyla silahın gücüyle istediğini yaptırma anlayışı yaygınlaştıkça toplumsal barış da o kadar kırılgan ve o kadar tehdit halinde hale gelir demek istiyorum. O nedenle eğer toplumsal barış istiyorsak en sert tartışmalarımızı bile şiddet dışı yollarla halletmek imkanı veren bu çağdaş mekanizmalara yani hukuk devleti ve demokrasi mekanizmalarını izlemek gerekiyor, onları savunmak gerekiyor.

Ben bugün konuşmamda bir başka şey söyledim, kamu hukuku esas hangi tehditleriyle ve hangi temel üzerine kurulmuştur, onu söyledim, bir başka şey daha var tabii, şimdi bir zamanlar asistanken hukuk tahlillerine daha fazla kafa yoruyordum. Şimdi, hukuku form ve biçim olarak ayırımı var, dedim ya mesela, Marksist hukuk teorisi ilgilendiriyordu bizi, işte hukuka gelen sınıfların ne kadar yansıtır iradesi, hangi toplumsal güçler, hangi toplumsal dinamikler hukukun oluşumunu nasıl belirler, hukuk nasıl işler falan diye düşünürken ee, tabii ben hiç meyil etmedim mesleğin başından da öncesinden de hukuk devleti ve demokrasi gibi taleplerin burjuva, işte özentiler olduğunu, değersiz olduğunu hiçbir zaman savunmadım, hep tam tersini yazdım, solun bunlarla ilişkisinin zayıflığını ve sağlıksızlığını da yazdım, 1990’ların başında da ancak o zamanlar daha fazla yazmaya başlamıştım, hep yazdım ama şimdi şeyi görüyorum yani bizim kamu hukukçusu olarak işimiz giderek yani esas işimizden uzaklaşıyoruz, belki yani bütün bunlar hakikaten bir “kamu hukuk giriş dersinde” anlatılacak şeyler ama biz bu tür konferanslarda bunları büyük bir enerjiyle ve ciddiyetle tartışıyoruz, anlatıyoruz, sebebi de açık çünkü Gustava Pruk* diye bir filozof vardır hukuk felsefesi hocasıdır, çok değerlidir, Alman, önemli bir hukuk felsefesi profesörüdür, tabi hukukçuydu ve Naziler iktidara gelmeden önce hukukun bir biçim olarak o kadar önemli olmadığını, önemli olanın içerik olduğunu, adalet olduğunu, adil olamayan hukukun pek de değerli olmadığını falan söylerdi. Doğru da görülüyor fakat 1945’den sonra en adaletsiz hukuk kuralı bile keyfiliğe küçücük bir sınır oluşturduğu için değerlidir demeye başladı. Şimdi biz de hani çok eleştirdiğimiz 1982 Anayasası’nı ve hatta Türk Ceza Kanunu ve dahi Terörle Mücadele Kanununu lütfen uygulayın yani ciddi olarak uygulayın hani hukuka uyulsun, ne bileyim,

189

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

216 uygulansın deme noktasına geldik. Aslında bunda üzülecek bir şey yok, sadece şunu görmemiz gerekiyor; hukukun ortadan kalktığı ortamlarda kaba kuvvet nihilizmi zorunlu olarak egemen olur. O zaman hukuk devleti talebinin, demokrasi talebinin ne kadar devrimci bir talep olduğunu, altını çizerek söylüyorum, bu şartlarda daha iyi görürsünüz. Yine, bugün verdiğim örneği tekrar edeyim ve onunla bitireyim artık, Marks, bütün bunlarla uğraştı aslında, çok da iyi bilinmiyor galiba, benim çalışmalarımda çok başlardan beri çok yararlandığım 3 tane kitabı var, bu “Fransa’da Sınıf Savaşları” ve Louis Bonapart’ın 18 Bruneli kitaplarında, çok değerli tahliller yapar, çok güzel kamu hukuku açıklamaları yani tahlilleri vardır orada. Ve Fransız Devrimi bağlamında burjuvaziyi, burjuva egemenliğini eleştirirken şeyi de söyler, insan hakları aslında tabii, insan haklarını içerik olarak, ideolojik olarak eleştirdiği başka kitapları da var, yazıları da var, tabii onları yok saymıyoruz ama hangi bağlamda eleştirdi onlara hiç girmiyorum, Yahudi sorunu mesela bunun çok önemli bir kaynağıdır o eleştirilerin ama şunu söylüyordu kısacası; bunlar, bu değerler, insan hakları gibi işte, anayasacılık gibi yani bizim hukuk devleti diye tercüme edebileceğimiz gibi değerler bir kere ortaya atıldıkları anda iktidarda olanlar için artık tehlikeli kavramlardırlar. İktidarda olanlar kendilerini bunlarla meşrulaştırmaya kalktıklarında Bumerang gibi dönüp kendilerini vurabilir. Artık basın özgürlüğü burjuvazinin değil proletaryanın talebidir, artık düşünce özgürlüğü ancak işçi sınıfı buna sahip çıkarsa vardır gibi devam ediyor, yanımda kitap yok, aktarırdım size. Yani şunu söylemeye çalışıyorum Marks’tan hareketle, bizim “sol” çevrelerde uzun süre küçümsenen bu kavramların ne kadar önemli olduğunu, belki o zamanlar unuttuğumuz bu kaynaklarla tekrar hatırlayarak tekrar tekrar vurgulamamız gerekiyor. En geniş demokratlar cephesinin ancak iç barışa da, toplumsal barışa da ve toplumsal adalete de giden yolu açabileceğini görerek. O nedenle demokratlardan oluşan güçlü bir demokrasi hareketinin çok yaşamsal bir önemi var, “sol” bunun mutlak surette en temel bileşeni olmak zorundadır. Buradan uzaklaşan her hareketin biraz önce saydığım o karanlık tabloya bizi bir parça daha yakınlaştırdığını görmemiz gerekiyor, tekrar tekrar onu hatırlatayım.

Benden şimdilik bu kadar, eğer sorular varsa ki, mutlaka vardır oradan devam

190

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

edelim.

5 dakika ara verelim mi, Başkan, reji, yapmıyoruz, tamam. Arka taraftan arkadaşımız söz istedi, buyurun. İsminizi rica edeyim,

AV. İSMAİL VARGÜN : Hocam, konuşmanızın bir yerinde “hak” kavramı modern hukukla gelmiştir dediniz, yanılmıyorum değil mi?

MİTHAT SANCAR : Tabii, doğrudur.

AV. İSMAİL VARGÜN : Bunu biraz açar mısınız? Yani bundan önce diğer mesela yani biraz bana oryantalist bir tez gibi veya tespit gibi geldi de, bir noktada açıklarsanız sevinirim.

MİTHAT SANCAR : Şöyle düşünün, tabii yani oryantalist gibi gelmesin arkadaşlar, bir ayırım yapalım, onu da aynı belirginleştirelim; bazı kurumların oksidente ortaya çıktıklarını biliyoruz yani biz bunu isteyelim istemeyelim, modern kurumlar, modernleşme süreci Batı’nın taklidi olmak zorunda değil ama şimdi içinde yaşadığımız örgütsel yapı Batı’da ortaya çıkmıştır. Kullandığımız hukuk kodlarının hepsi Batı’da ortaya çıkmıştır. Ben birde bunu şöyle ayırmayı tercih ediyorum her zaman, vurguluyorum da, Batı’da ortaya çıkmak Batılı olmak anlamına gelmez arkadaşlar. Bunlar batı’da ortaya çıktığı zaman Batı’nın kültürünün temel taşıyıcılarına karşı ortaya çıktı, büyük toplumsal mücadeleler için ortaya çıktı. Mesela, Fransız Devrimi eğer dönem noktasıysa hak kavramında Fransız Devriminin yeminli düşmanları kimlerdi? En başta Kiliseydi, değil mi yani cephede Kilise vardı. Peki, Batı kültürü dediğimiz şeyi, bugün o Batıcılık hani bölgeleri sanki birer homojen özneymiş gibi kuran anlayış nasıl yorumlar bunu? Hem Batı’da hem Doğu’da, Doğu’da reddetmek isteyenler bu kavramları, “bunlar Batı’nın icadıdır” der, Batı da Doğu’yu dışlamak isteyenler “bunlar bizde ortaya çıktı, onlara asla uymaz, orada kuramazlar” diyorlar. Dolayısıyla ikisi de bana göre asla tarihsel ve şöyle diyeyim açıkçası, Materyalist bir bakış açısı değildir, metafiziktir yani coğrafyalara homojen özne niteliği biçen bir şeydir.

191

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Gelelim oryantalist olmadığını şuradan anlatmaya çalışıyorum, modernleşme süreçlerinde çatışan güçler vardır, bu güçler yani durup dururken bütün toplum uzlaştı da, bütün Batı uzlaştı da “hadi gelin modernleşelim” demedi, “hadi gelin insan haklarını ilan edelim” demedi, kaç tane devrimle oldu, hepsi de öncü hareketlerdi. Kilise, Hıristiyanlık yani ya da Katolik ağırlıklı dinsel kaynak Batılılık kültürünün temeli olarak hem Doğucular hem Batıcılar tarafından ilan edilir. Oysa insan hakları mücadelesinde toplumsal güçler vardı ve onlar için durum açıktı. Haklılık karşısında, hak talebinin karşısında kim duruyor? Aristokrasi. Aristokrasi, bu Batıcılara göre de, Doğuculara göre de Batı kültürünün temel direklerinden, ki duruyordu? Kilise. Bütün bunlarla mücadele ettiler, hak kavramı böyle ortaya çıktı. Bu oryantalist değildir. iktidara karşı, o anda iktidarı kim temsil ediyorsa ona karşı mücadele içinde ortaya çıkmış bir kavramdır.

Şimdi Orta Çağ ile kıyaslayarak söylüyoruz, hak kavramı, hiçbir coğrafyada, hiçbir kültürde yaptırım gücüne bağlanmış bir talep imkanı olarak yoktur. Bunun arkasındaki mekanizmalar modern hukukla ortaya çıkmıştır. İyi mi olmuştur? Onu daha açmak istemiyorum, bana göre hak kavramının bir sürü olumsuz yanı vardı, ona hiç girmeyelim yani dediğim gibi hani kamu hukukçuları olarak bizleri bu tür spekülasyon zevkinden mahrum bırakıyor Türkiye, yoksa ben şimdi hak kavramıyla ilgili pek çok eleştiri yazmıştım yani eleştirilecek yanları olduğunu düşünüyordum, bunları yazıyordum falan ama ondan vazgeçtim, yanlış anlarlar çünkü hakka çok ihtiyacımız var. Bakın, zaten hak da gereksiz bir şeydir diye tutup oradan çıkarıp bize karşı kullanabilirler ama hak, bireyselleştirici bir şeydir. Dayanışma yaratan bir kavram değildir. Ondan önceki toplumsal formasyonlarda yükümlülükler ve ihsanlar vardır. Sizin bir imkanınız olabilir, bu imkanınız ama bir yaptırım gücüyle desteklenmiş bağımsız bir hareket imkanı değildi. Modern hukuk bunu bir mekanizma içinde yarattı, o nedenle öyledir.

KATILIMCI : …

192

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

MİTHAT SANCAR : Batı kültürünün değil, Batı’daki toplumsal gelişmelerin ve mücadelelerin ürünüdür. Siz ne yaparsanız yapın bugün dünyada modernlikle tanışmamış bir ülke yoktur. Bu, orada ortaya çıktı, orada ortaya çıkması oralı olduğu anlamına gelmez. Grunich’in çok önemli bir sözü vardır “hiçbir doktrin doğum şartlarına indirgemez, hiçbir doktrin doğum yeriyle özdeşleştirilemez” yani hepsinin eğer gerçekten demin söylediğim gibi, bakış açımıza bağlı. Mesela, başka kurumlar başka yerlerde ortaya çıkmış olabilir ama orada ortaya çıkmış olması o kültürün ürünü olduğu anlamına gelmez. Kültür nedir arkadaşlar? Kültürün temel bileşenleri nedir? Gelenek, din, başka? Sayabilirsiniz, ben iki tane şey saydım, Batı kültürünün geleneğini Aristokrasi, dinsel temelini Kilise temsil ediyordu, hak kavramına direnenler de bunlardı. Bunlara karşı savaşanlar da ve bunlara karşı hak talebini kabul ettirenler de yerleşik Batı kültürüne karşı mücadeleyle yaptılar bunu, bu kadar açık benim için. Anlatabildim mi şimdi?

Buyurun, isim lütfen,

UMUT KALMAK/HUKUKÇU : Ben bu tartışmayla ilgili aslında, bu vatandaş için devlet, devlet için vatandaş, devlet için kul tartışmasına götürüyor sanıyorum bizi. Eskiden herkes devlet içindi şimdi biraz olsa, biraz bile olsa devlet vatandaş için olmak durumunda. Tabii, eskiden birde yani kul hakkı, özellikle kul kavramı üzerinde şekilleniyordu bence, tabii, bu topraklar anlamında konuşuyorum ve vergi veren bir bireydi. Sizinde dediğiniz gibi yükümlülükler ve ihsanlar söz konusuydu ama halktan beklenen sadece vergi vermesiydi, halk da zaten tepkisini çok baskı olduğu zamanlarda isyan ederek, olmadığı terk ederek o coğrafyayı gösteriyordu bir şekilde.

Benim sorum aslında Nazi dönemiyle olacaktı ama tartışma, zaten siz de değindiğiniz kültürün bileşenleri din ve geleneklerdir diye ama Nazi döneminde Nazilerin dinle ilişkisi nasıldı acaba? Yani bu, nasıl kullandılar ya da nasıl kullanmadılar. Çünkü çok ünlü bir papazın sözü vardır, hatırlarsınız siz de.

193

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

MİTHAT SANCAR : Tabii, tabii. Söyleyeyim yani hem ulusal düzlemde hem papalık ile ilişkileri açısından bir defa Hitler de yazılarında Naziler de politikalarında bunu hiç saklamadılar, hiç de din taraftarı değiller, bir defa ciddi bir ateizm vardı yani dinsizlik vardır, öyle din ile ilişkileri tamamen araçsaldır ve dini de bu çerçevede kullanmak için her şeyi yaptılar. Kilise de buna itaat etti, çok cılız, sessiz tepkiler dışında Kilise buna itaat etti. Yalnız bu itaatin bir temeli vardı, bu ittifakın bir temeli vardı, Papalık, Roma yani Vatikan Nazilere komünizme karşı büyük bir güç olarak baktı, komünizm tehlikesini engelleyecek güç olarak baktı bunlara. O nedenle Papalık da içerideki uzantıları da, din adamları da Kilise de Alman Kilisesi de hiçbir zaman Nazilere karşı olmadılar, tek tük var tabii karşı olanlar ama hiçbir zaman bu sistematik bir şekilde olmadı ve hatta ciddi bir direnişte yok. Bu Latin Amerika’da “kurtuluş teorisi” diye bir akım var, ona şimdi hiç girmeyeyim, sonra söylerim, eğer merak edilirse, mesela, size bir film önerebilirim, benim çok zevkle yani çok yararlanarak, pardon zevkle izlenemez o film, yararlanarak izlediğim ve öğrencilerime de hep izlettiğim bir film var, Kosta Gavros’un “Amen” filmidir. Bence bu konuda yapılmış en çarpıcı filimdir, Vatikan’ın bu oportonist tavrını ve Sovyetler Birliğine karşı Nazileri bir umut, bir güç olarak gören yaklaşımını sadece onun değil, o dönemde dünyadaki bütün diğer büyük güçlerin de uzun süre komünizme karşı büyük bir bela doğuyor anlayışıyla soykırımın başladığını, uygulandığını bildikleri halde sessiz kalmaları söz konusu o dönemde. Yani Kilise hem içeride hem dışarıdan Savaşın sonuna kadar Nazilere karşı tavır almadı. Ve Hitler, yanılmıyorsam 1970’lere kadar Kilise’den atılmadı yani şimdi kiliseden atılma diye bir şey var, aforoz diye bir şey var, Vatikan O’nu çıkarmadı. Bilmem başka bir şey istiyor musunuz söylememi?

Buyurun, Aydın Bey,

AV. AYDIN ERDOĞAN : Mithat Hoca gülümseyin dedi, kendisinin gülümseyeceğini sanıyordum ben, ama kendisi hiç gülümseyemedi çünkü bir karabasan anlatıyordu, ben zaman zaman dönüp arkadaşlarıma bakıyorum yani gülen de, gülümseyen de pek yok.

194

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Arkadaşlar, gerçekten bir karabasan bu yani bu Toplantının başlığını ben sordum bizim Felsefe Kulübü Başkanı Gürbüz Arkadaşıma, “Mart ayında belirlendi” dedi, biliyorsunuz 27 Nisan’da Genelkurmay’ın Muhtırasında bir düşman tanımı vardı yani bu konu, konuşma da düşman tanımı üzerinde gelişti. Ama Mart ayında belirlenen konu başlığının bu kadar oturuyor olması ondan önce başlayan düşmanlaştırma, yok etme süreciyle ilgili olduğunu düşünüyorum yani Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra bu Felsefe Kulübü bu programı yaptı, sanıyorum onun etkisiyle. Orada, o katilin Türk Bayrağı önünde törenle karşılanmasını izlemiştik. Arkasından İstanbul’da cenaze töreninde “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” diyenlere karşı gelişen tepkileri izlemiştik. Ve daha sonra yine düşman tanımlaması üzerinde tehlike ve tehdit tanımlaması üzerine gelişen mitingleri izledik. Mitingler sürerken yeniden düşman tanımı yapıldı, 2 gün öncede yeniden düşmana karşı nasıl tepki gösterilmesine ilişkin bir komut verildi.

Şimdi Sivas’ı yaşamış, Kahraman Maraş’ı yaşamış, Çorum, bir önceki Sivas’ı tekrar yaşamış bir ülkenin insanları olarak, siyaset kurucu olarak yani birinci derecede siyaset kurucu olarak ortaya çıkan bürokrasinin yaptığı bu tanımlamaların üzerinde dikkatle durmak gerekiyor, “nereye gidiyoruz?” Gerçekten bu tablonun karşısında gülümsemek oldukça zor.

Milliyetçilik düşmanlaştırmayı içerisinde taşıyor yani burada iki milliyetçiliği birlikte söylüyorum, çatışan iki milliyetçilik bu topraklar üzerinde. Bu ancak bir düşmanlaştırma siyaseti üretir, düşmanlaştırma da yoklaştırmayı getirir. Ondan sonra düşman tarifini yaparsınız, düşmana karşı nasıl davranılacağı yasal bir durumdur yani yasa ile tanımlanmış bir hukuksal durumdur. Askeri Ceza Kanununda bu tarif edilir der ki “silahlı düşman, silahlı eşkıya düşmandır”.

Şimdi değerli arkadaşlar, yani bu tablo açıkçası Türkiye’de aydın, demokrat insanların gerçekten de Mithat Hocamın söylediği gibi ne ile karşı karşıya, daha doğrusu nasıl bir sorumlulukla karşı karşıya olduklarını çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Biz, eğer bir Ruanda’yı yaşamak istemiyorsak bugünden hepimize düşen çok iş var.

195

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

Buradan hareketle bizim Felsefe Kulübü’nün de ne kadar işlevsel, yaşamla ne kadar ilintili bir iş yaptığını da söylemek istiyorum. Eğer yaşamla bu kadar ilintili olmasa bu kadar izleyiciyi bulamazdık, buna da çok seviniyorum, Baromuz adına, bu işe emek veren arkadaşlar adına. Ama sevinmek yetmiyor, daha fazla bir şey yapmamız gerekiyor. Ben bunu eklemek istedim, teşekkür ediyorum.

MİTHAT SANCAR : Ben teşekkür ediyorum,

KATILIMCI : Pardon, bu açıklamalara bir soru eklemek istiyorum çünkü Aydın bir soru sormadı, konuştu. Sizin açıklamalarınızın en sonuna sıkışarak geçen bir konu var ve bence çok önemli, “sol kimlik” konusu. Şimdi, hakikaten faşizan, otoriter bir dönüşümün işaretleri var yani bu böyle olur mu olmaz mı bunu bilmiyoruz ama böyle bir işaretin olmadığını söylemek hakikaten siyaset kavramlarından, siyasal dinamiklerden, süreçlerden çok habersiz olmayı gerektirir ya da çok kör bir taraf olmayı gerektirir, gidiş öyle bir gidiş. Ama dikkat çeken şu var; bu gidişin toplumsal desteği ağırlıklı olarak kendisini sol kimlik içerisinde tanımlamakta sakınca görmeyen kesimlerden geliyor yani çok kolay ellerine bayrakları alabiliyorlar, Orduyla, 3 defa darbe yapmış, 3 defa ciddi darbe yapmış Orduyla, belli ki aralarında çok ciddi bir problem yok, dolayısıyla özgürlük kavramlarıyla çok fazla sorunları yok, başka tehditler, başka işaretler gördüklerindeki korkuları, hassasiyetleri çok daha önde. Yani şunu söylemek istiyorum; bir tuhaf sol kimlik inşası var Türkiye’de ama bunu böyle söyleyip bırakmak lazım. Ben de soru soracağım dedim ama Aydın’ı geçeceğim galiba, bu hakikaten Türkiye’nin ya da Murat Belge’nin yazılarında zaman zaman değinirdi, “Alman tipi modernizmin” Almanya’da, Japonya’da, Türkiye’de olduğu gibi bir aristokratik kolonyalist egemene karşı bir özgürlükçü hareketin getirdiği bir modernizm değil de tam tersine çözülmekte olan otoriter bir devletin yeniden inşası üzerinden bürokratik sınıf eliyle kurulan modernizm özelliği midir bu solun böyle tanımlanması, solun kendini bu tür hassasiyetler üzerinde oluşturması yoksa daha da geriye giden kökleri vardır? Ta, Markismize kadarda gidip hatta buradan bir Markissizm eleştiri bile

196

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

getirebilir miyiz? Çünkü benim kuşağımın Markist arkadaşlarıma baktığımda bunların bir kısmı 12 Eylül Darbesiyle birlikte liberalleştiler, özgürlük ve birey denen kavramı keşif ettiler, o, ağır cemaatsal örgütlerin içinden çıktılar ciddi bir sosyalist kültür eleştirisi içinden geldikleri sosyalist kültüre dönük eleştiri ürettiler ve bunlar tabii, o dönemin bölünmesinde bir taraftı, döneklikle de suçlandılar vesaire, böyle insanlar çıktı. Bir kısmı da o dönemin Markistlerinin ciddi milliyetçi oldular yani MHP gibi bir kurum içerisinde kendini ifade ediyor olmayabilirler ama milliyetçi kavramlarla duyarlılıklarla aralarında bir problem olmadığı anlaşıldı, çok rahatlıkla bu tür gösterilerin tabanını oluşturabiliyorlar. Şuraya getireceğim lafı, sol, kendini özgürlükler, devlet tipi bunlar üzerinde tanımlamadı ta Marksizme kadar. Bir ekonomik projedir ağırlıklı olarak sol, sınıf terimleriyle konuşur, iktidar denen olgunun kendisiyle fazla sorunu yoktur, iktidar denen olgunun burjuvaziden işçi sınıflarına devir edilmesi öncelikli meselesidir, bunun hatta yönteminin şiddet içereceğine dair bir meşruiyet vardır sol ideolojinin içerisinde. Dolayısıyla kendini sınıf kavramı üzerinde tanımlayan, inşa eden, ekonomik bir gelişme vaat eden, verimliliği kapitalizmden çok daha başarılı bir şekilde sağlayabileceği iddiasına dayanan ideoloji bu haliyle özgürlükler sorununu aslında önemsememiştir. Dolayısıyla bir genetik problemi vardır bana sorarsanız solun ve bugünde bu faşist proje kendini gösteren, ne kadar başarılı olacağı bilinmeyen faşizan gidişe karşı maalesef, sol dediğimiz kesim, kendini sol olarak niteleyen kesim direnmeyi bir tarafa bırakalım, destekçi durumda. Buna ne diyorsunuz? Bakın, soru sordum işte. Ama sol, sağ kavramının,

MİTHAT SANCAR : Yok, yok, tamam. Yani iyi şeyler, eğer sabrınız devam ediyorsa pek çok şey,

KATILIMCI : Bir şey,

MİTHAT SANCAR : Yok, yok şimdi rica ediyorum bakın, soru soruldu cevap vereceğim, yok söz vermiyorum. Efendim söz vermiyorum, söyleyeceksiniz, bekleyin.

197

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

KATILIMCI : Sabrı..

MİTHAT SANCAR : Ama sabır da, biraz dışarıda dolaşın gelin! Yani şimdi birkaç şey söyleyeceğim, evet, biraz dolaşın, çay için gelin. Ondan sonra şimdi pek çok şeyi çağrıştırdı, çok önemsediğim konular olduğu için bir 15 dakikadan fazla konuşma ihtimalim vardır, var mı sabrımız o kadar?

KATILIMCILAR : …

MİTHAT SANCAR : Yok, ara veremeyiz yani dağılır, toparlayamayız. Şimdi bakın, bu sadece bize özgü değil, biraz ferahlatır mı bizi bilemem, ben size Carl Smith’ten söz ettim, uzun süredir Carl Smith dünyada çeşitli çevrelerde çokça işlenen ve ilgilenilen bir isim ve son Smithciler var. Şimdi ne âlâka diyeceksiniz ama var, Son Smithciler, şimdi o mantığı alın, içine başka değerler koyun, mesela ırk yerine işte, cumhuriyet koyun, ırk yerine başka bir şey koyun kullanın ve bunlar “son” olarak “sol” diye biliniyorlar. Sadece o değil globalleşmenin getirdiği bazı tehditler de var, ulusal sol bir parti olarak bizde kurulmadı ilk önce, geçen seçimlerde Almanya’da kuruldu, sosyal demokratlardan kopan Lafonten ile Doğu Almanya’yı yöneten Sed’in devamı olan PDS birleştiler, sol parti adını koydular ve bunlar ortaya çıkar çıkmaz da adlarını “ulusal sol” dediler. Ulusal sol politikalar onların ilk çıktıkları zamanki programlara baktığınızda mesela, Yeşillerin liberal mülteci politikasına karşı çıkıyorlar, niye, popülist bir yanı da var? Oy toplamak için tehdit oluşturan kesimlere karşı onlar da bir şeyler söylüyorlar yani sağ oyları sağ kitleyi çekmek için böyle bir söylemleri oldu. Şimdi bu genetik bir şey midir? Onu tartışabiliriz, bu modernleşme süreciyle ilgili çok kısa bir şey söyleyeceğim, bu benim çok çalıştığım bir konudur yani doçentlik çalışmamdır aslında, ta, işte 7-8 yıl önce yazdığım Alman modernleşme sürecinin hukuk devletini nasıl ürettiği, nasıl yansıma olduğunu, büyük ihtimalle birkaç ay sonra, bu yılın sonlarında o da yenilenmiş haliyle İletişim Yayınlarından çıkacak. Evet, bir etkisi var, modernleşme sürecine geç girmiş olmamın, ne demek istiyoruz? Batı modernleşmesi üç temel model etrafında ele alınır, biri İngiliz modernleşme modelidir, biri Fransız modernleşme modelidir, diğeri de Alman modelidir. En doğal gelişeni

198

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

İngiliz modelidir, büyük bir devrime de ihtiyaç kalmamıştır orada, sürekli bir çatışma vardır, 1100-1200’lü yıllardan başlayıp işte, parlamentonun üstünlüğü hukukun üstünlüğü gibi kavramlarla gelişen bir mücadeledir bu ve özgürlükleri işte, liberalliği, solun da sahipleneceği bir şekilde üretebilmiştir. Bir de liberal sol teriminden rahatsız olmamak gerekir arkadaşlar. Neden rahatsız olmamak gerektiğini söyleyeceğim sizlere. O zamanlar zaten liberalizm solun kendisi idi yani sol esasen liberalizm yani sınırlı devlet işte, imtiyazların tasfiyesi, eşitlik solun daha sonra Marksizmle programlaşan yaklaşımlarının asgari talepleri Marksizmden önce liberal hareketle zaten yaşama geçmişti yani sonuçta o, Orta Çağ düzeninin imtiyazlarını, baskıcı yapılarını reddeden, toplumun siyasal hayatı belirleyen bir özne olarak görülmesi gerektiğini söyleyen yaklaşımın üzerine yükselmiştir sonrasında. Kimi ütopist olmuştur kimi işte, tırnak içinde, bilimsel olmuştur ama sonrasını şimdi bırakıyoruz bir kenara. Neden böyle bir yapı üretti? Fransa, yine alttan mücadelelerle ciddi bir devrimci mücadele ile yıkabildi, modernleşme sürecinin önündeki engelleri böyle tasfiye etti. Burada da iki kavram, İngiltere’de “Rule of Law” yani hukukun üstünlüğü, Fransa’da “insan hakları” neyse işte insan hakları, zaten Fransızca isimleri bile telaffuz edemezken kavramları haddimi aşarak, gülmeyin, insan hakları kavramı temel oldu.

Almanya, bunların ikisinden de geç uluslaşmış, geç sanayileşmiş ve modernleşmiş ülkeydi. Sorun neydi? Sanayi Devrimi İngiltere’de 1600’lerin sonunda 1700’lerin başında, Fransa’da ondan 60-70 belki 100 yıl kadar sonra ve Almanya’da ondan da 100 yıl sonra olabildi. Şimdi modernleşme süreci bir yandan altta kapitalist üretim ilişkileri gelişiyor, kendi hukukunu istiyor yani feodal yapının tasfiyesini istiyor, hukuksal güvenlik istiyor, çeşitli mekanizmalar gerektiriyor, Max Weber’in* dediği gibi ”kapitalizm saat gibi işleyen bir hukuk ister” görecek önünü yani eğer siz, işte büyük servetler yatırıyorsanız … bütün bunların kalkması gerekiyordu. Fransa’da devrimle İngiltere’de parçalanmış devrim süreciyle, yani kademeli devrim süreci oldu, Almanya’da ise kapitalizm gelişirken buna uygun hukuk kuracak kapitalistler yoktu. Almanya’nın büyük kaderi kapitalizmi kapitalistlersiz, demokrasiyi demokratlarsız kurmak zorunda kalmasıydı. Türkiye de buna çok benziyor. Sorun; şimdi kapitalizmi

199

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

kuracak, kim kuracak? Altta kapitalist ilişkiler gelişiyor üstte monarşi var hatta mutlak monarşi, bir ara buna aydınlanmış despotluk dediler. Tek yol vardı; bürokrasi tepeden bütün hukuku düzenliyor. Toplum modernleşti, büyük bir bürokrasi aygıtı kurdular 1700’lerin başlarından itibaren, büyük reformlar yaptılar ama bir burjuva liberal özgürlük hareketiyle değil. Bürokrasi oturuyor, bunların çeşitli adları var; birinci bilmem Haldınberg Reformu, ikinci bilmem ne reformu, memur reformu, bilmem ne, bilmem ne! Alttan bir talep, bir güç yok ama üstten düzenleniyor. Şimdi tam bu noktada dediğim gibi yani uzun uzun anlatabilirim, lütfen eğer uzarsa uyarın beni, oraya geliyorum. Şimdi bakın oraya geliyorum; Almanya bunu kurduğu zaman özel hukukunu geliştirdi, kamu hukukunu bir kenara bıraktı. Kapitalizm özel hukuk istiyordu. Kamu hukuku ve özgürlükler olmadan kapitalist bir alt yapı kurma çabaları. Buna karşı sermaye gücü artan burjuvazi iktidardan pay istedi, olmadı ayaklandı ve tarihindeki tek devrim girişimi bu anlamda burjuvazinin 1848’de oldu. 1848’de de korktu, parçalandı, yenildi. Neyden korktu? Çünkü artık alttan gelen bir sınıf vardı, devrim sözü tehlikeli hale gelmişti, Marks’ın deyimiyle; o yukarıdakiyle uğraşacağı zaman onu aşağıdan ayağından tutup çekeceğinden korktu bir sınıf vardı. Şimdi böyle olunca Almanya 1848’de de olmadı, 1871’de birliğini sağladı, 1914’e kadar bu şekilde gitti. Burada demokratlarda hiç kuşkusuz devrim hareketi içinde yer alıyorlardı ama sınırlıydı. Özgürlük talebi en fazla liberal özgürlükler için, solda çok daha radikal devlet gücünü ancak zorla elde edebileceği bir noktaya savruldu Almanya da. Yani özgürlük kavramı ile o liberal taleplerle çok rahat harmanlanamadı, olmadı. Otoriter bir bakış, otoriter bir toplum düzeni toplumun bütün unsurlarını etkisi altına aldı. Bu paradigma içinden topluma baktığınızda sol da olsanız, sağ da olanız çok değişmiyor. Almanya’da da her zaman mesela ordunun çok belirleyici konumu olmuştur 1945’e kadar yani savaş bitinceye kadar. 1848’de bir sloganları vardı devrim karşıtlarının; “…” böyle uyaklı olduğunu göstermek için Almanca söyledim, “Demokratlara karşı tek çare askerlerdir” diye. Şimdi bu 1848’de üretilmiş bir slogandır ve bu yapı devletin ancak sınırlı açılımı, hiç parlamenter deneyimi yok Almanya’nın, 1918’e kadar parlamenter deneyim yok, parlamento batının çok kısıtlı bir karikatürüdür batı modelinin. Solda bu çerçeve içinde aslında uzun süre hep iktidarı, bu otoriter zihniyet içinde senin dediğin,

200

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

iktidarda personel değişikliğine odaklandı. Yani ben bu yapı üzerine kendi devletimi kurarım, Marks’ın çok eleştirisi vardı buna, Engels’in daha da fazlaydı eleştirisi vardı Almanya’da. Hoş hani yekpare değildir tarihi, bizim hiç bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz kadar güçlü, belki de gördük bizim 1960-70 yıllarımızın 1960-80 arası yılları hatırlatan bir 1918-30 dönemi var Alman solunun ama orada da şimdi dediğim gibi çok çok uzun girmeye gerek yok. Benzer şey Türkiye’de de var. Devlet mistik bir güç gibidir, siyasetin eksenidir, siyasetin merkezidir. Devlet üzerinden oynarsınız, devlet üzerinden ancak kendinizi gerçekleştirebilirsiniz. Birde bunu Almanya’da Hegel’e varan Alman romantizmi ile pekişen milliyetçilik ve kutsal devlet anlayışına bağladığımızda çok daha iyi anlaşılıyor bizim siyasal zihin zeminimizin nereden beslendiği. Şimdi Türkiye’de de benzer bir şey var, devlet eliyle modernleşme, bürokratik aygıtların tepeden modernleşmesi. Bu çerçevede oluşan bütün siyasal akımlar sağ ve sol, bir-iki istisna hariç hepsi devlet ekseninde siyaset zihniyeti ile gelişmişlerdir. Güvenceler devleti işgal etmek üzerindendir, zenginlik devlet kaynaklarını veya devlet gücünü kullanarak rant elde etmek içindir, ancak böyle oluşturulabilir. Kim gelirse kadrolaşmıştır, kim gelirse! Hiç bana sorarsanız AKP bunlar içinde çok abartılıyor ama ben geçenlerde ısrarla tekrar birkaç bakanlıktaki kadrolaşma, kadro değişimlerini falan araştırdım, en sınırlı kalanlarından birisi diyebilirsiniz. Yani çok yaptı ama Türkiye’de bunun ne kadar yaygın olduğunu görmek için diğer dönemlerdeki kadrolaşmalara bakın. Solda biliyorsunuz işte 1950-60 öncesini bile bırakalım 1960’dan sonra çok ciddi bir cuntacılığa oynama söz konusudur solda da ve yine Kemalizm’in bir tür gizli, derin besleyici kaynak olarak görüldüğü bir zihinsel yapıya sahiptir. Bu Fransız etkilenmesi diyebileceğimiz bir yapı. Yani cumhuriyet kimliklerin yurttaşlıkta eşitlendiği dolayısıyla kamusal alanın da bununla tanımlandığı kimliklerin özel hayata bırakıldığı bir toplum projesi. Sol bunu kötü niyetle, iyi niyetle her neyse devraldı, sol dediğimiz kesimin geniş bir tabanı ve tabii bir ciddi şey daha var, anti emperyalist mücadele mitosu var, Ayşe Hür’le söyleşiyi izleyenler iyi hatırlayacaklardır ona hiç girmeyeyim zaten, bütün bunlar solun iki şey ekseninde hani kendini tanımlaması gibi bir darlık yarattı. Bir defa devlet her zaman işgal edilecek ve ancak onun üzerinden projelerin hayata geçirilebileceği çok güçlü bir odak mistik bir güç olarak kafalarda vardır,

201

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

devletin çekirdeği ordudur, orduyu ele geçirirseniz, orduyu yanınıza çekerseniz darbe yaparsınız. Tehdit neyse ne ona karşı. Bir tek şey daha söyleyeyim ondan sonra bitireyim. Immanuel Wallerstone’ın güzel bir devrim tasnifi var. Devrim nedir? Dünyayı değiştiren bir şeydir ve genellikle devrim dünyayı iyi yönde değiştiren bir şey olarak anlaşılır. Yani devrim kavramı hep böyle kalmıştır kafalarımızda. Dünya tarihinde bana göre bu tanıma uygun iki tane devrim vardır diyor Wallerstone; bunlar 1789 ve 1917 değildir. 1848 ve 1968’dir. Dünya bugün bu kadar kötü ise bunlarda iktidarı personel değişikliği olarak algılayan ve bu sınırlı kalıplar içinde siyaseti kurumsallaştıran iki devrimin büyük günahı vardır; 1789 ve 1917. Şimdi çok provokatif bir tespittir ben bunun ayrıntılarına girmek için söylemedim b u örneği. Yani tartışmayı buraya çekmek için değil, ben provoke etmek için söylemiyorum sadece zihinlerde biraz daha provokasyon olsun diye, yani burada olmasın diye söyledim. Çok ciddiye aldığım bir tespittir, 1848 Alman devrimini kast etmiyor, 1830’dan 1848’e kadar Avrupa’nın tamamını Macaristan’dan Belçika’ya her yerde sarsan ve alttan gelişen devrim dalgasını söylüyor. 1789’un kitleselleşmesi 1848’de oldu. Yani özgürlük, eşitlik, dayanışma 1789’da değil esas olarak 1848’de ve o geniş dışlanmışlar, yoksullar bunlara sahip çıktığında mümkün oldu. Çartist hareketin, şimdi oradan sol niye bağlantılı değil görelim diye söylüyorum bu örneği. Çartist hareket biliyorsunuz bu dönemin çok öne çıkan İngiliz İşçi Hareketi koalisyonunun adıdır ve adları da bir şarttan geliyor, taleplerini ilan etmişlerdi o dönemde. Çart, şart işte her neyse. Bu şarta baktığınızda 7 tane talep vardır yanlış hatırlamıyorsam, 6 ya da 7. Hiçbirinde ücretlerle sosyal güvenlikle ilgili bir şey yok, hepsi özgürlüklerle ilgili. Çartist Hareket parlamentoyu bütün kesimlere açacak genel oy hakkının yaygınlaşmasını istemiştir, basın düşünce örgütlenme özgürlüğünü istemiştir ve işçiler bunun için ayaklanmıştır. O sefalet koşullarında bile Çartist Hareket, yani bunları başka yerlerde talep etmediler demiyorum zaten 1848 devrimlerinden sonra sosyal hakların temelleri de atılmıştır ama düşününki bütün o muhalif güçleri toplayacak işçi örgütleri taleplerini demokrasi, özgürlük üzerine kuruyorlar kendileri bununla idare ediyor. 1848 onun için gerçekten devrimcidir. Tek tek ülkeleri değil ama bütün dünyada zihniyeti bir şekilde sarsmıştır, değiştirmiş değildir. 1968’e girmeye bile gerek yoktur, yakın zamanda yaşadığımız

202

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

özgürlüklerin o tutucu, kasvetli dünyanın kalıplarını hem batıda hem bizde kıran ama sonrasında iktidar olmayan, iktidar olmadan dünyayı değiştirebilen hareketlerdir bunlar. Ve sol budur. Yani eğer biz değerleri bir yerde arayacaksak önce 1848’e sonra 1968’e bakmalıyız diyorum. Buyurun efendim. Hanımefendi sabrınız taştı, lütfen nutkunuzu çekin.

KATILIMCI : Efendim beni kovaladınız ama ben yine geri geldim,

MİTHAT SANCAR : Aaa estağfurullah ben sizi kovalamadım.

KATILIMCI : Sensiz yapamıyorum bak yine geri geldim şarkısını söyleyerek geldim. Şimdi,

MİTHAT SANCAR : Şöyle gelin, yavaş yavaş, yok yok kalın orada.

KATILIMCI : Şimdi dediniz ki konuşamaya başlarken Aydın Bey’in de dediği gibi; gülümseyin dediniz. Ben ne zaman gülümseyeceğimi bekliyordum, hiç gülümseyemedim. Kapkara bir tablo çizdiniz, bunları zaten çoğu genel hatları ile hepimizin bildiği şeyler idi. Günümüzde ne yapılabilir, insan esas yani hukuk mekanizmaları ne kadar güzel olursa olsun neticede insan kalitesine dayanıyor sorun. Bizler de insan olarak gerçekten kalitemizin çok düştüğü kanısındayım. Şiddeti seviyoruz, çıkarcıyız, benciliz. Bizden bir şey olmaz yani açıkça söyleyeyim.

MİTHAT SANCAR : Biz adam olmayız mı?

KATILIMCI : Adam olmayız diyemiyorum, ama adam oluruz demek için de ne demek lazım onu bilmiyorum ve cevabını sizden bekliyorum. Yani bir şey, somut bir şeyler söyleyin. Hiç açıkça bir şeyler, güncel bir şeyler söyleyin.

MİTHAT SANCAR : Of çok zor soru soruyorsunuz.

KATILIMCI : Çok kolay anacığım.

203

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

MİTHAT SANCAR : Çok zor bir soru gerçekten.

KATILIMCI : Ama yani gerçekten bu yaşanılan olaylar eli kulağında belki bizde de yaşanacak. Fakat yani, ben bilemiyorum size bırakıyorum.

MİTHAT SANCAR : Valla bende ne diyeceğimi bilemiyorum, şu kadarını belki söyleyebilirim. Türkiye 80 yılın yol ayrımındadır bu doğru. Bazıları bunu cumhuriyetin yıkılma tehlikesi olarak algılıyor, bazıları ise artık değişimin bir şekilde karşısında duran güçlerin de zayıflayacağı bir süreç olarak algılıyor. Kriz zamanları her iki seçeneğe de açıktır. Türkiye derin bir krizden geçiyor, bu iki seçenek de mümkündür. Yani ben ikisini de, şöyle diyeyim; otoriter ve baskıcı bir yönetime dönme ihtimalini de, daha özgürlükçü, daha demokratik bir ülke yaratma ihtimalini de eşit görüyorum. Bunu belirleyecek pek çok faktör vardır, ama bir şeyi belki bizler kendi hayatlarımızda yerleştirirsek farklıya düşman gözüyle bakmayı ret edersek, mesela en büyük güce karşı koyma, itiraz etme gücünü gösterirsek bu bir erginlik olacaktır. Yani Türkiye toplumunun demokratik rüşt aşamasına geçmesi anlamına gelecektir. Şimdi siz haksızı, yanlışı mesela çok basit ölçütlerle diyelim şekli hukuk ölçütleriyle ölçmeyi bırakıp başka amaçlarla meşrulaştırmaya çalışırsanız şansınız azalır. Dileyelim buradaki her hukukçu Genel Kurmay’ın dün yaptığı çağrının ben başkan da burada, çok açık söylüyorum kimseyi zor durumda bırakmak istemiyorum, bütün örgütlerin, en başta hukuk örgütlerinin çok açık tavır koyması gerekiyor. Bunu ilan etmesi gerekiyor. Hiç kimsenin tek başına kahramanlık yapmasını dayatacak şartlar oluşturulmamalıdır. Herkes ses çıkarırsa kimse tek başına kalma korkusu yaşamaz. Bu çok tehlikeli bir çağrıdır. Benim en büyük korkum herhangi bir yerde bu terör ve şiddet olayları dışında kitlesel tepki, tırnak içinde, nedeniyle aynı mahallede yaşayan bir şehirde birlikte yaşayan insanlardan birinin ölmesidir. Bunun olması halinde ben gibi Polyanacı olmasa bile yapısında iyimserlik olan bir insanın söyleyebileceği fazla bir şey kalmıyor. Bu ihtimalde bende hani büyük ölçüde susar ve kaderimizin ne olacağını beklerim derim, yani bu noktaya varmaması için. Bu noktaya varmamamsı için her türlü düşmanlaştırıcı söyleme ve tahrik açıklamalarına

204

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

herkesi, eğer bunu istemiyorsanız, eğer kan dökülmesini istemiyorsanız, eğer birbirimizi boğazlamak istemiyorsak kaşı çıkmak gerekiyor. Genel Kurmay’ın böyle bir açıklama yapmaya nasıl hakkı olabilir? Terörle mücadele eksik ne yetkisi vardır? On yıllardır hangi imkanı, hangi fiziksel, hangi hukuksal imkanı elinden alınmıştır? Neden başkalarının ayağa kalkmasını istiyor? Ne istiyor? Bunu sormamız gerekiyor. Bütün bunları hiç olmamış gibi sayarsak, gözümüzü kapatırsak o zaman tehlike vardır. Cidden hakikaten hani bu kadar asık suratlı bir insan olduğumu sanmıyorum, derslerimi izleyen arkadaşlarım bilirler ama ben de ancak bu kadar gülümseyebiliyorum şimdi. Daha fazla iyimser olmak, yalnız tabii bunu yaparken çok rast gele yapmadığımı da söyleyeyim, Albert Camus’nun çok sevdiğim bir sözü vardır; “Eğer gerçekten karamsarlığı üreten şartların dibine kadar giderseniz, orada umudu çok daha güçlü yaratma şansınız vardır. Bazen bunu çok çıplak göstermeniz umudu ve şansı nerede arayacağınızı daha iyi gösterebilir size” dediği için bazen tablonun ne kadar karanlık olduğunu anlatmak da korkutmak ve moral bozmak için değildir, umudu daha sağlam ve derin aramak içindir. Özgür söyle.

ÖZGÜR BEY : İşte bütün bu açıklamalar olayları falan da düşünürseniz, patlamaları falan nasıl görüyorsunuz? Batsın bu dünya diyen grubun elinde daha yapacakları olabilir mi? Böyle bir endişeniz var mı?

MİTHAT SANCAR : Kim, ordunun mu?

ÖZGÜR BEY : Evet.

MİTHAT SANCAR : Buna çok uzun cevap verebilirim aslında, hani reklama girer diye söylemeyeyim ama bir-iki yerde de yazdım, şimdi de yazdım çıktı bir-iki dergide. Çok uzun söylemek istemiyorum ama ben Türkiye’de daha kötüsünün olabileceğini ihtimal dışı görmüyorum. Yani eğer kast ettiğiniz doğrudan yönetime el koymak ise bu Türkiye’de ihtimal dışıdır diyemem. Ama Türkiye’de 1960’dan bu yana darbelerin tipolojisi ve yapısı ve şartları incelendiğinde şunu söyleyeyim size; 1960’da farklı işte, bir açık kesime dayanan açık bir programı olan bir darbe söz konusuydu. Ordunun iktidara

205

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

gelebilmesi için iki önemli şey var, iktidara doğrudan el koyması için iki önemli şart olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri; 1960 böyle değildi eksikti, 12 Eylül bu söyleyeceğim şartların ikisini de taşıyor: bir; toplum adına siyaset üstü bir güç olarak hareket ettiğini göstermesi için uygun şartların varlığı, buna 1970’lerde yönetemeyen demokrasi deniyordu 3. dünya ülkeleri için. Demokrasi tıkandığında ordu darbe yapar, tıkanıklıkları açar, çekilir gider. Öyleydi. Latin Amerika’da da benzer örnekler var ama Türkiye’de 12 Eylül ile Latin Amerika’da darbeler arasında bir fark vardır. Yönetemeyen demokrasi teorisini, tezini en iyi uygulayan Türkiye Silahlı Kuvvetleri olmuştur 12 Eylül’de. Neden? Çünkü gerçekten bir kriz vardı, öyle görünüyordu, açılamıyordu parlamenter mekanizmalar, tıkanmıştı, şiddet vardı. Hepsi bir arada ordunun tek kurtarıcı olarak görülmesini teşvik eden şartları yaratmıştı. Öyle de görüldü zaten. Latin Amerika’da ise yönetemeyen demokrasiden çok kaos ve güvenlik ihtiyacı esas alındı. Şimdi orada da kaosun, kaotik bir durumun yani yönetilemeyen toplum tezinin işlendiği bir durum söz konusuydu. Şimdi bu durumda ordunun el koyması için birinci ihtimalde yönetemeyen demokrasi ihtimalinde demokrasinin tıkanmış olması, gerçekten kriz yaşıyor olması o demokratik mekanizmaların ve ordunun iktidara gelip bu sistemi yenileyeceği bir durumun olması gerekiyor yani kapsamlı bir değişim programına sahip olması gerekiyor. Anlatabiliyor muyum? Diğerinde ise artık toplumdaki bölünme, çatışma ve kargaşa öyle boyutlara varmıştır ki ancak bir diktatörlük yani otoriter bir yönetim bunu engelleyebilir, yani Hobbes tezi. Şimdi Türkiye’ye bakalım; 12 Eylül bu ikisini içeriyordu o nedenle başarılı bir programdır 12 Eylül kendi açısından. 28 Şubat-27 Nisan sürecinde ise bu artık değişti. Açık kaotik bir durum yok, yönetemeyen demokrasi yok. Ne vardı 28 Şubat’ta? Tehdit oluşturan güç vardı. Bunun için yönetime doğrudan el koymak açıklanabilecek bir tutum değildir. Başka mekanizmaları devreye soktu. Yani benim negatif iktidar dediğim engelleme iktidarını devreye soktu. Yönetime doğrudan el koyma biçimlendirme iktidarını kullanmak demektir, pozitif iktidardır bu. 28 Şubat’ta münhasıran neredeyse engelleme iktidarı, yani istemediği güçleri defetme ama sonra yönetime doğrudan el koymayı gerektirecek kapsamlı bir program olmadığı için genel hükümetlere kendi programının ihtiyaç duyulan noktalarını kabul ettirdi, dayattı. Kısmen

206

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

biçimlendirme iktidarını kullandı. 27 Nisan’a bakalım. Sebep ne olacak? Kriz yok, demokratik kriz yok. Çünkü seçim kararı alınmış bir ülkede demokratik mekanizmaların işlemediğini hiç kimse iddia edemez. Kriz varsa da bu sistemin kendi kendine ürettiği bir kriz değildi, dışardan müdahalelerle yaratılmış bir krizdi. Bıraksanız, sistem kendi kendine işlese hoşunuza gitsin gitmesin cumhurbaşkanını seçecekti, zamanında gidecekti. Yani demokrasinin yönetememesi gibi bir durum yok burada. İkincisi toplumun birbirine düştüğü kaotik bir durum da yok. O zaman bunları yaratmak gerekiyor. Eğer kapsamlı bir iktidar hedefiniz varsa. Bir; demokrasiyi krize sokacaksınız, iki; toplumda kutuplaşma ve gerginliği tırmandıracaksınız. İki nedenle yönetemeyen demokrasi ve kaos ihtimali güvenlik kaygısını ön plana çıkaracaksınız ondan sonra tek kurtarıcı olarak siz görüleceksiniz. Ama dikkat edin; yönetemeyen demokrasi tezi yoktur ordunun, bu sistemle bu ülke yönetilmez demiyor, bundan daha iyi bir anayasa kendisi için olamaz. O halde şimdi bir başka tezle ortaya çıkmak zorunda. Bu ülke demokrasiyle yönetilemez. Yönetemeyen demokrasi değil, demokrasi ile yönetilememe. Nitekim Cumhuriyet Mitinglerinde duyduğumuz sloganlarda, sonrasında yaygınlaşan söylem de artık demokrasiyle yönetilemeyiz. O halde ciddi bir risk var ortada; ordu gelirse uzun süre kalmak zorundadır. Artık bundan sonra 12 Eylül gibi işte bir süre kalıp çekilmek söz konusu değildir. Uzun süre yönetimde kalan bütün ordular zorla, yıpranarak ve prestij kaybederek çekilmişlerdir. Arjantin de bunun örneğidir, Brezilya da, Şili de bunun örneğidir. Türkiye’de ordu şimdiye kadar gücünü korumayı birde darbelerde uzun süre kalmamaya borçludur. İkinci bir neden var, şimdi bunun bir başka yüzü var, bu tahlilin. Yani bu durumda bu strateji oraya doğru gidiyor dışardan baktığımızda. Öyle değil mi? Yani kriz yaratılıyor, sistem işlemez hale geliyor ve gerginlik tırmanıyor. Ve bunu da yapan belli, yani hangi çevrelerin yaptığı açıkça görülüyor, tırmandırmayı. Bu doğrudan el koyma stratejisinin işaretleri olabilir ama ordunun Türkiye’de en büyük korkusu toplumun küçümsenmeyecek bir kesimi ile doğrudan doğruya karşı karşıya gelme ihtimalidir. Şimdi eğer bu gerginlik tırmanır ve seçim sonuçları da bir şekilde tanınmazsa artık yapılacak darbe bir Afrika’daki darbeler gibi bir partinin, bir grubun, bir hizbin darbesi olmak zorundadır. İşte bu Türkiye’de ordu için şimdiye kadar ortaya çıkmamış

207

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

bir durumu işaret eder. Bana sorarsanız yeniden toplumu bir bütün olarak arkasına alma manevrası gibi okuyabileceğimiz son bildiride de bu yönde bir adım vardır ama ben tekrar söyleyeyim; Türkiye’de şu anda tabii en tehlikeli durum yaşanıyor, terör eylemeleri maalesef canımızı yakıyor, bu ortamın beslenmesine katkı sunuyor. Öte yandan ordunun da bu iki uçtan doğrudan yönetime gelme hazırlıkları sürüyor ama eğer işler biraz daha ileri noktaya gelirse sadece terör bahane edilerek, güvenlik bahane edilerek rahatsız kesimlerin susturulabileceğini sanmıyorum. Çünkü Türkiye’de herkesin aklında, karnında yer alıp da açıkça sormadığı sorular var. Bu yöntemlerle eğer bitecek idiyse 24 yıldır, 23 yıldır niye bitmiyor? Niye? Yani ne gerekiyor, bir ordunun daha fazla ne yapması gerekiyor? Şimdi dolayısıyla ancak biz kurtarabiliriz söylemi de boşlukta kalabilir, terörle mücadele konusunda kendine biçtiği misyon ve başarı sorunu da tartışılabilir. Bunlar tartışmaya açıldığında ayrıca tabii seçim sonuçlarına karşı eğer bir hamle olursa toplumun belli bir kesimi doğrudan karşıya alma ihtimali de yükselir ve bana göre bütün hazırlıklar doğrudan yönetime el koyma yönünde işlemesine rağmen, öyle görünmesine rağmen tarihinde hiç karşılaşmadığı bir başarısızlık riskiyle karşı karşıyadır darbenin. Bir darbe girişiminin başarısızlık riskiyle karşı karşıya olduğu dönemdir. Ben bu süreçte % 50-% 50 şansla iki yöne savrulma ihtimali olduğunu söyledim. Eğer darbe olursa bu Türkiye için artık 12 Eylül gibi de olmayacak, Latin Amerika ülkeleri gibi olacak tahminim. Çünkü hadi kuralım yeniden demokrasiyi, çekilelim. Ne yapacaklar yani? 82 Anayasasından başka ne yapacaklar? Yani ne olacak? Neyi yapacaklar? Tehlike diyelim İslami tehlike, şeriat tehlikesi. Ne yapacaksınız? On binlerce, yüz binlerce insanı hapishanelere mi koyacaksınız, öldürecek misiniz? Kürtler tehlike, demokratlar tehlike, özgürlük diyen herkes tehlike, hepimiz tehlike. Yani sizleri bilmem ben tehlike yani şimdi artık ben çok konuştuğum için tabii orada konuşanlar da var kendileri bilirler. Hepsi tehlike! Ne yapacaklar bunları? Ne yapacaklar? Nasıl terbiye edecekler bu toplumu? Bu durumda ben ikinci ihtimalin gerçekten şartlar çok zor olduğu için, ikinci ihtimalin gelişmesini daha yüksek bir durum olarak görüyorum o da bütün bunlara rağmen bunlar tutmazsa bu son yüksek manevralar, sonrası pek yok, o kadar tırmandırırsanız bir tek nokta kalıyor, ona ulaşmazsanız geri çekilmek zorundasınız. Veya tepetaklak düşersiniz. Benim

208

Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II

tahminim seçimlerden sonra ordunun şimdiki mevcut durumundan aşağıya düşmemek için yeni uzlaşma manevralarına meyil edeceğidir. Aksi takdirde sistem içinde ordunun gücü daha ciddi bir şekilde azaltılabilir, böyle bir demokratik yeniden düzenleme ihtimali yüksektir. Düşük değildir en azından. Buyurun efendim. Bu son sorudur.

KATILIMCI : … dayanarak soruyorum. Dostlara adil davranılır, düşmana kanun uygulanır. Ben dost muyum, düşman mıyım onu tespit etmek istiyorum.

MİTHAT SANCAR : Konuşun bakalım önce. Yüzünüze bakarak anlayamam ki.

KATILIMCI : Şimdi ben aile danışmanıyım, yıllardır Türk aile sistemini inceliyorum ve bir kitap yazıyorum ölmeden önce.

MİTHAT SANCAR : Ne? Ölmeden önce mi?

KATILIMCI : Yani şaka bir tarafa. Hukuk beni dost mu düşman mı tespit edecek onu demek istiyorum. Şimdi bir bölümünde Türk erkeğinin şu, şu, şu sorunları var, Türk kadınının şu sorunları var, işte Türk aile sistemi şurada aksıyor gibi psikolojik, sosyolojik ve tıbbi açılımlar getiriyorum. Şimdi burada Türk sözcüğünü kullanmış olmam doğal olarak ülkemi inceliyorum, yani başka erkekleri veya başka kadınları incelemeyeceğime göre Türk unvanı kullanıyorum. Şimdi Türk Ceza Yasasının 216. maddesine göre ben halkı kendime düşmanlığa mı sevk ederim? Yoksa bu benim fikir özgürlüğü kavramım içinde midir?

MİTHAT SANCAR : Yok. Niye böyle bir soru sordunuz hiç gerek yok. Siz sadece Türk erkeği dediğinizde karşınızda bir düşman ve ona karşı tahrik yaptığınız bir şey yok yani ama bütün kadınlar erkekleri öldürsün derse olur, derseniz olur korkarız ama yani şimdi onu derseniz 216’yı düşünebiliriz ama bu haliyle bir şey yok.

KATILIMCI : Tamam en önemli kısım buydu çok teşekkür ederim.

MİTHAT SANCAR : Evet teşekkür ediyoruz.