yalÇin kÜÇÜk
Post on 04-Apr-2018
259 Views
Preview:
TRANSCRIPT
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 1/77
YALÇIN KÜÇÜK/ Kayıp Yahudiler:Varmış & Neredeler & Yoksa bizde mi -(TAMAMI)
Cuma, 16 Kasım 2012 03:45
Rivka Gönen’in kitabı (I)
Rivka Gönen, ben “Gönen” diyorum, “Rıfka” da olabilir, yitik kabilelerin peşine düşmüş, Deniz
Hakyemez çevirmiş, biz “Deniz Hakan” biliyoruz; pek güzel, “c’est votre vie” demiyorum ancak
tarihimizi, coğrafyamızı, haklarımızı tanımak mı istiyorsunuz ve “korkmayın” diyorum. Pek güzel,
Hageveret Gönen, uzun araştırmalarının sonucunu, “takip” daha uygundur, anlatmaya, “M.S. 883
yılında bir gün Kuzey Afrika’da, Tunus’un Kayravan kentinde Danlı Eldad adında biri çıktı ve bu kentinYahudileri’ne son derece ilginç ve heyecan verici bir öykü anlattı” cümlesi ile başlıyor, on yitik
kabileden ilk haber işte budur. “Dan” ise ondan biridir. Harika, ben de başlıyorum; bilmek, dil
bilmektir, bilmek sözcük bilmektir, bilmek isim bilmektir, bilmek ek bilmektir ve bilmeyenler
cahildirler. Devamla, Osmanoğlu ile Osmanlı ve hatta Osmanist ile Osmaniski aynıdırlar; Selçuklu ile
Selçukid’i de birbirinin yerine geçerler ve geliyoruz, “Danlı” ile Danoğlu’nu aynı sayıyoruz. Güzel asıl
şöyle başlıyorum: “Azalea, from Greek, meaning ‘dry’. The name of a flower, so called because it
thrives in dry, sun-baked soil. Azalea and Azalia are variant forms.” Bunu, koğuşta mevcutlu, çok
önemli bir “The Complete” sözlükten aktarıyorum. Demek “Azalya” bir Yahudi adıdır ve biz “Açalya”
diyoruz. Güneş yanığı görünüşünü ayrıca not ediyorum.
İsimler arasında
Nereden nereye, daha önce işaret etmiştim, Selanik’te İtalyanlar’a yakın olanlar “z” harfini “ç”
söylüyorlar ve böylece “Açalya” veya “Açelya” ile karşılaşıyoruz. İbrani asıllı aileler taşıyorlar ve biz de
omuzlarımıza alıyoruz. Ve bir daha alıyorum, 2012 Miss Turkey seçilen Açelya Samyeli Danoğlu,
Almanya’da doğup büyümüş; bana da “bravo”, Azalia Samieli Danlı’yı buldum, yitik idi ve çıkardık,
“kraliçe” yapmış durumdayız. Bu karakter “y”, Slav dillerinde “u” söyleniyor, i-grec de biliyoruz,
“iyrek” de diyoruz, ne mükemmel “fit”, artık “fitness” sözcüğünü bakkallar da biliyorlar ve “kızımız,
maşallah hiç saklamıyor”, bir seferad güzelidir. Genellikle onlardan seçiyorlar.
Gönen etütleri
Hanım demektir, Hageveret Rivka biliyor mu, bilmiyorum; “Gonen” İsrailoğulları’nda yeni bir isimdir
ve çok az kullanıyorlar ve biz de Manisa ile Balıkesir’e yakın “Gönen” kasabasına sahibiz, İbrani
asıllıları çoktur. Manisa’dan Kenan Evren, Hilmi Özkök ve en taze olarak Bülent Arınç, aslı Buland Ar-
enç olabilir, çıktılar. Sonuncusunun ailesinin Etiyopya’dan gelmiş olması ihtimal dahilindedir; orada
“Falaşa” diyorlar.
Bu soyadı ile Okay Gönensin’i biliyoruz, Cumhuriyet’te birlikte çalıştık, çok parlaktı ve şimdi ararsanız,
ya Yakup’un kapısında ya da akepe’nin önündedir, yazı konuları topluyor; Cumhuriyet karşıtı ve
Ergenekonculara, bizlere, düşmandır, artık pek saklamıyor. Bir diğeri Profesör Emre Gönensay, büyükişverenlere iktisat öğretirdi, Tansu Çiller zamanında dışişleri bakanı oldu; cumhuriyet düşmanlığını
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 2/77
görmedim, temenni etmiyorum. Efendi’dir ve İbrani asıllı olmasını zenginliğimiz sayıyorum. Ne var,
demek Gönen Hanım’dan öğreniyoruz, hep bizim memleketlerde, coğrafyamızda kaybolmuşlar.
Yitik kabile doktrini
Devam edeceğim, sancak bu “last tribe” ne demek, nasıl kaybolmuşlar, çok kısa durmak istiyorum. Birkez iki kesin hükme işaret edebiliriz. Bir, “Yahudilik” mi, “Musevilik” mi, altındır, elmastır, pırlantadır,
milyon yıl toprağın altında kalsa, üzerlerinde bir çizik dahi kalmaz; böyle bir hüküm var, gerçek mi,
hurafe mi, önce mesele budur. İki, dillerini hiç bırakmazlar; “yitik kabile” doktrini işte bunlara
dayanmaktadır. Gonen de takibe çıktığında bu heyecanda idi; buldukları heyecanını azaltmasa da,
Hageveret Gonen’i tekzip etmektedir. Buradayız.
Güzel ve güzel bir çalışma, İbrani kaynakları kullanan Beki Adams’tan aktarıyorum, şudur: “Bu yüzden
Babil sürgünü sırasında, M.Ö. 537-538 Yahudiler arasında Tevrat bilgisinde bir düşüş olmuştur. Hatta
Babil Talmudu’ndaki ifadeye göre, Tevrat, Filistin bölgesinde tamamen unutulmuştur.” Bir not,
“Filistin” ile şimdiki Israel anlatılıyor; doğrudur, elli yıllık sürgünde, dinlerini unuttular. Kaybolanlardadin kaybı düşünebiliyoruz.
Güzel, Christ, Yahudi idi, ama İbrani bilmiyordu, adı Hristo idi ve miladi yüzüncü yılda Yahudiler’in
büyük tarihçisi, kendisine Josephus Flavius diyor ve Elence yazıyordu. İskenderiye Yahudileri,
Josephus bunlardan birisi idi, Yunanca konuşuyorlar ve Septuagint okuyorlardı, bu Elence yazılmış
Eski Ahid’tir. Ve hepsi budur.
Yahudiler & Tarifler
Bir de marrano’lar var, bunlar İberik Yarımadası’nda Katolik olanlara verilen addır; sonra tekrar
Yahudi oldular. Güzel ancak, Miriam Bondian, Carl Gebherdt’e dayanarak bunlar için, “Catholicwithout belief and a Jew without knowledge, but in will a Jew” demektedir. Bunlar inançsız Katolik ve
bilgisiz Yahudiler idiler ve kendilerini Yahudi görüyorlardı. İşte hepsi buradadır.
Yerushalim’in Amsterdam üzerine çalışması da pek yararlıdır, bir dönemde Seferad, Eşkenazi ve
Romanyot Yahudiler’e, geniş Türkiye topraklarındaki Yahudiler demektir, bir de “Levanten”
Yahudilerin, “Türk” anlamında kullanıyorlar, eklendiğini görüyoruz. 1580 yıllarında Venedik, Türk
Yahudileri’ni kabul ediyordu ve Venedik’te başlarında sarıkları Yahudi olarak yaşıyorlardı. Peki
içlerinde ne var, herhalde “dinleri var, imanları yok” formulasyonu burada pek isabetlidir. Öyle
görüyorum.
Sabetayistlerimiz mi, “evde Yahudi, sokakta müslüman” tarifini pek çok kez işaret etmiş olduğumu
hatırlıyorum. Ne yazık, burada Yirmiyahu Yovel’in “The Marranos” çalışmasını hatırlama ve
hatırlatmanın çok yeridir; “The Other Within”, İçimizdeki Öteki başlığını da seçmişti. İberik
Yarımadası’nda Hıristiyan olmuşlardı, ancak “gizli Yahudilik” yaptıkları için yakılıyorlardı. Profesör
Yovel, Yahudilik için, cesaretle ve inatla yaşadıklarını, ancak pek de Yahudi olmadıklarını ısrarla
yazmaktan geri kalmamaktadır. Çok acı ve işte tarih ve tarihleri budur, diyorum.
***
Ne acı, eylülist diktatoryada, hapiste, açlık grevinde ölen, dönmeyen, darağacında öldürülen genç
arkadaşlarımı hatırlıyorum. Onların dirençlerine, çelik iradelerine, hedeflerine bağlılıklarına hep
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 3/77
hayran kaldım, anılarını pek yüksek tutuyorum. Ama inançları mı, ne kadar sığdı, ne kadar parçalı ve
karışıktı, Portekiz’de yakılanlar gözümün önüne geliyor. Ve işte tarih budur, tekrarlıyorum; aklımızı
açıyor. Bizi acı ile zenginleştiriyor.
Beğenme yolum
Çeviriyi yapan Deniz Hakan, alias Deniz Hakyemez de aileden solcu; annesi ile babası, babası
hapisteyken evlenmişler. Dedesi Süleyman Üstün’ü tanımıştım, müthiş bir öğretmen örgütçüsüydü,
müthiş bir Türkiye İşçi Partili oldu, o tarihlerden hatırlıyorum, Tkp ve Maden-İş’i seçti, yine müthişti
ama artık pek çok karşı karşıya idik, yaptığımız savaştı. Ama şimdi yaşamıyor, sevgi ile yazıyorum.
Ancak Deniz, bana asistan olmak istediğinde bilmiyordum, pek yeni öğrendim; bütün bunları çevirinin
dilini çok beğendiğim için not ediyorum. Demek benim beğenme yolum budur.
Yalnız beğenmediğim yanlar da var, dilimizde “İbranice” şeklinde bir sözlük olamaz, ya “İbranca” ya
da “İbrani”, bu çok tekrarlanan hatadır ve kabul edemeyiz. Ayrıca “Romanyot” türü teknik kullanışları
kabul etmek durumundayız ve bunun yerine “Rum Yahudisi” anlamayı pek zorlamaktadır. Biz busözcüğü daha çok Yunani ya da Elen karşılığı kullanıyoruz; bana göre “Rum” sözcüğünü seçmek, aileye
fazla bağlanmak ve fazla “solcu” olmaktır. Burada duruyorum.
***
Gonen Hanım’ın kitabının aslı İngilizce, bende var, okumuştum, burada yok, karşılaştıramıyorum.
Ancak Türkçe çevirisi çok güzel, karışık hiçbir cümle ile karşılaşmıyoruz ve devam ediyorum. Peki
neredeler, bazen Musa’nın üzerinde tutulan Ezra, Fırat’ı aşarak Arzaret’e vardıklarını haber veriyor.
Buradan kayıp Yahudiler’in Arzaret’te olduklarını öğrenmiş oluyoruz.
Kayıp Yahudiler
Güzel, yalnız “Arzaret” neresi ki, “hiç bi yer” mi, iki açıklama ile bölümü bitiyorum. Bir, Yahudilik için
Fırat çok önemli ve kutsaldır; Tevrat, Erez İsrael’i iki nehir arasında, Nil ve Fırat, tarif ediyor. Yalnız bu
kadar değil, İbrani’nin kökü “Heber”, İngilizce Hebrew, Fransızca Hebrev, Rusça Evrey, bizim dillerimiz
“İbran”, Fırat’ı aşmak, aşağıya inmek anlamına da geliyor. Demek ki Fırat’ı bir aştılar, Yahudi oldular,
bir aştılar, kayboldular. Öyle mi, hiç olmazsa bakınız, Kafkas, Dağıstan, Tatar Yahudi resimleri bu
kitaptadır. Ben ise bizi ilgilendiren Çerkez İbranileri’ni henüz yazmadım, yazmak istiyorum, Halep’in
en geniş ailesi Sabuniler’den başlayabilirim. Çocukluğumda bana “Sabuniler’in Yalçın’ı” dendiğini
hatırlıyorum. Annemin dedesi Ahmet Sabuni’nin Çerkez Ethem ile birlikte hareket ettiğini kitap
yaparak beni kötülemek de istemişlerdi, bakarız. Sakıncasını görmüyorum.
Bozulan sözcükler
Sözcükler bozulurlar, biz “evlenmek” diyoruz, saçmadır; biz Türkler’de eskiden ev mi vardı ki, aslı
“erlenmek” olmalıdır, öyledir ve bozulmuştur. Rusça’da evlenmeyi, “vidti za muj” olarak söylüyoruz,
“erkeğin arkasına geçmek” demektir. Bozulurlar ve Rivka Gonen Ezra’nın verdiği bu sözcüğün aslının
“Eretz Aheret” olduğuna işaret ediyor, “İbranice Eretz Aheret sözcüklerinin bozulmuş halidir”
demektedir ve makul görünüyor. “Ahar” İbrani’de “başka” anlamına geliyor, “Eretz Ahar”, başka ülke
demektir. Demek başka ülkelere dağılmışlar, devam etmek üzere burada bitiriyorum.
İsrael’in sayanları
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 4/77
Yemen’de varlar, bir bölümü döndüler, Etiyopya’dan dönenlere Falaşa diyorlar ve İsrael istihbarat
örgütleri üzerine yapılan İsraeli araştırmalarda, Kabul çarşısında her dükkanda “mossad için bir sayan
var” tesbitini bulmuştum, “sayan”, İbrani’de yardımcı anlamındadır. Afgan’da kaybolanlardan da
zengin Afganlar, İsrael’e gittiler. Yalnız hepsinden bize de düşenler olduğunu biliyoruz.
Kürtler mi, Paris’te Kürdoloji tahsil ederken, İsrael’de iki yüz elli bin Kürt Yahudisi olduğunuöğrenmiştim; genelkurmay başkanları ve bakan çıkardılar. Bize kalmadı mı, olur mu, bir örnek,
dostum Musa Anter Yahudi idi ve saklamazdı, Çanakkale’de kısa bir sürgünlüğü var, anılarında
sinagoga devam ettiği yazılıdır. Ve “anter” ile “antman” aynı sözcüktür, Yahudiler taşıyorlar. Ben ise
devam ediyorum.
“Ç” karakterini nasıl bilirsiniz
Bizde de noktalar var, “o” için, “u” için nokta koyuyoruz, aslı “Buland”, bülent’e çeviriyoruz, “yüce”
demektir ve aslı “Gul”, çiçek ve özel manada gül’dür, noktalıyoruz. “Ç” de İbrani’de nokta ile yapılıyor,
ama artık kaldırıldı, biz noktasız “ç“ karakterine sahibiz.
İbrani, Hertzel’dir, Herzl de olur, Selanik’te İtalyanlar’a yakın olanlar “tz” veya “z” karakterini “ç”
söylüyorlar ve biz “h” karakterini söylemeyi sevmiyoruz, “Amet” diyoruz. Böylece “Erçel” adını
buluyoruz.
Kökleri Milas ve Selanik’tedir, “Tziller” veya “Ziller” doğrusudur ve biz “Çiller” diyoruz. Bir de “Gazze”
ve “Gaza” ve oradan gelenlere Gaz-i tabir ediyoruz. Böylece Gazi Erçel ve Tansu Çiller’i biliyoruz. Birisi
Merkez Bankası’na başkan ve diğeri hem dışişleri bakanı ve hem başbakan oldular. Doğaldır, fıtraten,
onlara ayrılmıştır.
Herzel’i, siyonizm’in örgütleyicisi olarak hatırlıyoruz. Adı, gazel veya “geyik” anlamındadır. Sevi veyaZvi ile aynı manadadır.
Behzat Ç. nam polis şefini hiç izlemedim. Benziyorlar mı, bilemiyorum
Sol partilerin Balyoz yorumu ne
MÜTHİŞ BULUŞ! İNGİLİZCE KONUŞMANIN SIRRI ÇÖZÜLDÜ. NASIL MI? TIKLAYIN!
ERKEKLERE ÖZEL SINIR TANIMAYAN BİTKİSEL KARIŞIM TIKLAYIN !
27.09.2012 19:58
Karakter boyutu :
________________________________________
Sol partiler Balyoz Davası'nı ve mahkeme kararını BirGün'e değerlendirdi. İşçi Partisi bilindiği gibi
Balyoz'un bir tertip olduğunu söylüyor ve ABD'nin bu yolla TSK'yı tasfiye etmek istediğini belirtiyor.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 5/77
BirGün gazetesinin haberinde, genel olarak, söz konusu davanın egemenler arası "deve güreşi"
olduğu ve adil yargılama hakkının ihlal edildiği tespitlerine yer verildi. İşte o haber:
Emekli ve muvazzaf askerlerin yargılanmasıyla Türkiye tarihine geçen, 250’si tutuklu 365 sanığın
yargılandığı Balyoz Davası’nda karar önceki gün açıklandı.
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri
Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ve eski 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ı
önce 'ağırlaştırılmış müebbet'e ardından da 'darbeye teşebbüs' olduğu gerekçesiyle 20'şer yıl hapse
mahkum etti.
Mahkeme Heyeti, Orgeneral Bilgin Balanlı, Koramiral Abdullah Can Erenoğlu, Tümgeneral Gürbüz
Kaya, MHP Milletvekili emekli Korgeneral Engin Alan, emekli Orgeneral Ergin Saygun ve emekli Albay
Cemal Temizöz'ün de aralarında bulunduğu 78 sanığa ise 18'er yıl hapis cezası verdi. Davada yalnızca
34 kişi beraat etti.
Sol partiler söz konusu davayı ve mahkeme kararını değerlendirdi. Genel olarak, söz konusu davanın
egemenler arası "deve güreşi" olduğu ve adil yargılama hakkının ihlal edildiği tespitlerine yer verildi.
İşte o değerlendirmeler:
ÖDP Eş Genel Başkanı Alper Taş:
Hukuki manada tartışmalı bir karar olduğunu düşünüyoruz. Bunun iki boyutu var. Birincisi, zaten bu
kararı veren mahkemeler tartışmalı. Özel yetkili mahkemeleri, hukuktan daha çok siyasi bakış açısıyla
karar veren mahkemeler olarak görmek gerekiyor. Bizzat kararın sahibi mahkemeler tartışmalı olduğu
için, bu mahkemelerin verdiği kararlar da tartışmalı.
İkinci olarak da mahkeme sürecinde adil yargılama sürecinin işletilmediğine dair birçok örnek var.
Buradan baktığımızda bu kararın tartışmalı bir karar olduğu fikrindeyiz.
Sonuç itibariyle memleketteki darbelerin kaynağını kişilerde aramaktan çok, darbelerin sermaye
devletinin ve emperyalizmin istekleri doğrultusunda gerçekleştiğini görmek lazım. Hem emperyalist
güçler, hem de Türkiye sermayesinin bugünkü konjonktürde darbe seçeneğini düşünmedikleri
ortadadır. Ama sınıf mücadelesinin, sosyalizmin gelişime bağlı olarak egemen sınıfların bu toplumsal
muhalefete, sosyal uyanışa yine darbelerle yanıt vermeyeceği gibi bir gerçeklik söz konusu değil. O
yüzden darbe gerçekliği kişilerden daha çok onun arkasındaki ekonomik, sosyal, sınıfsal bağlam
içerisinde ele alınmalı. Örneğin bugün devrimci sosyalist bir hareketin aşağıdan yukarıya geliştiğikoşullarda, tıpkı 60'larda, 70'lerde olduğu gibi sosyal uyanışın arttığı bir konjonktürde egemen
güçlerin, emperyalizmin darbe seçeneğini hiç düşünmeyeceği gibi bir durum söz konusu olamaz. Biz
sosyalistler, devrimciler olarak darbeci bir anlayıştan her zaman uzak kaldık. Bu anlayışın sonuç
üretmediğini, tersine işleri daha da zora soktuğunu, toplumun dokusunu bozduğunu, siyasal ve
toplumsal hayatı alt üst ettiğini düşünüyoruz.
Darbeyle hesaplaşmak, onu üreten siyasal, iktisadi koşullarla hesaplaşmakla olur. Bugün12 Eylül
Darbesi'yle nasıl hesaplaşıldığı ortadadır. Şu an artık darbecilik egemen sınıfların tercihi değildir. Ordu
içinde AKP rejimine karşı bir tür darbe teşebbüsü içerisinde olan bir kesim söz konusu olmuştur. Ama
bunlar, bu konuda yaptıkları girişimlere ne uluslar arası destek, ne sermaye desteği ne de toplumsaldestek bulabilmişlerdir ve bu girişimlerinin karşılığı olmadığını görmüşlerdir.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 6/77
Yeni bir rejimin tahkimatı için bu davalar kullanılıyor. Balyoz Davası yeni bir ordu yapılanması için de
kullanıldı. YAŞ toplantısı öncesi tutuklananlar bırakılıyor, bırakılanlar tutuklanıyor, böyle süreçler
yaşandı. Yeni bir ordu yapılanması amaçlandı. Ordu kademesi içerisinde AKP kendine bağlı yeni bir
komuta kademesi oluşturmak, yeni bir rejim inşa etmek için bu davaları kullandı. Yeni bir rejimin
inşası doğrultusunda özellikle Türkiye'nin yeni yerinin Avrasyacı bir yerde mi batıcı bir yerde mi
olması gerektiği tartışmasında, Türkiye'nin yerinin Çin, Rusya hattı olmasını isteyen tüm kesimler
tasfiye edildi. Türkiye'nin batıcı, emperyalist, kapitalist blokla yeniden tahkimatını sağlayan bir pratik
yaşandı. Ilımlı İslam rejiminin de oluşturulması amaçlandı. Dolayısıyla bu davalar, hukuki davalar
olmaktan çok, yeni bir ordunun ve yeni bir rejimin inşasına dönük davalardır.
Bu operasyonlar, devletin kontrgerilla özelliğine dönük operasyonlar da değildir. Devlet aygıtı el
değiştirdi. Devletin yeni kanadı eski kanadı tasfiye etti. Eski kanat da eski tarzlarla direnmeye çalıştı.
Biz nerede durduk, biz ne eski devlet düzeninin ne de yenisinin yanında yer aldık. AKP rejimine karşı
mücadele temel önemdedir ama AKP rejimine karşı mücadeleyi eski devleti savunma formatına
sokmak doğru değildir, devrimci bir tarz değildir. Yeni bir rejim inşa etmemiz, eşitlikçi ve özgürlükçübir temelde Türkiye'yi yeniden kurmamız gerekliliği önümüzde görevdir.
BDP Milletvekili Ertuğrul Kürkçü:
Bu davada iki şeyden şüphe etmiyorum. Birincisi darbe teşebbüsü olduğundan hiç şüphe etmiyorum.
İkincisi de bu mahkemede adil bir yargılama olmadığından hiç şüphe etmiyorum. Bu süreç, egemenler
arasında yaşanan bir deve güreşi olarak gerçekleşti. Özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde görülen bu
davalarda düşman ceza hukuku prensipleri uygulandı. Adil yargılama olmadığı iddialarının şüphe
edilecek bir tarafının olmadığı kanaatindeyim. Ancak darbe teşebbüsü olduğu da en az bunun kadar
şüphe götürmez. 2000'den başlayarak bu tutuklanmaların olduğu ana kadar, bir hükümet darbesi,askeri zorlama yoluyla idareyi ele geçirme konusunda pek çok birbirini besleyen girişimler oldu. Bu
girişimlerin uluslar arası ve iç koşullar açısından başarıya ulaşamadığını görüyoruz.
Bizim konuşmamız gereken şey şu: yaşananlar bir darbe girişimiyle hesaplaşmak bakımından, kendisi
başka bir vesayet peşinde koşan bir rejimin bir işe yaramadığını gösterdi. Askeri vesayeti tasfiye
ettiğini söyleyen AKP, yargı-polis vesayeti altında başka bir rejim oluşturuyor. Bu arada pek çok suçsuz
insanın da hakkının yendiğini söyleyebiliriz. Bu dava AİHM'de çok tartışılacak.
Burada, faili meçhuller, köy yakmalar, JİTEM faaliyetleri vb. halka karşı işlenmiş suçların cezasız
bırakıldığını, ama egemenlerin birbirine karşı hamlelerinin hukuk yoluyla tasfiye konusu olduğunu da
görüyoruz. Bu iki egemen kutbun dışında kalan halk kesimleri ve onların siyasi sözcüleri olarak, adil
bir yargı, demokratik bir rejim için siyasi mücadelemizi sürdürmemiz, bu çatışan tarafların yanında
siyaseten asla yer almadan kendi yolumuzu açmamız gerekir. Bizler, halkın kendi iktidarını ve
adaletini kurma mücadelesine devam edeceğiz.
EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan:
Balyoz davası ya da buna benzer darbe girişimlerinin yargılandığı davalar, bugün açısından sembolik
bir duruma gelmiştir. Sonuç itibariyle AKP iktidarı, ideolojik olarak kendisine yönelik darbelere ilişkin,
bundan sorumlu tutulan kişilere ilişkin bir yargılama süreci, ya da yargılamadan öte bir hesaplaşmasüreci yürütmektedir. Oysa demokrasiden bahsetmemiz gerekirse, halka karşı, emek ve demokrasi
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 7/77
güçlerine karşı işlenen suçlar kapsamında bir bütün olarak darbeler sisteminin yargılanması gerekir.
Ama bugün geldiğimiz noktada, Balyoz Davası, Ergenekon, tüm bunlara baktığımızda, bu davalar
muhaliflere gözdağı vermenin bir aracı haline getirilmiştir.
Yargının işleyiş sürecindeki hukuksuzluklar hukukçuların değerlendireceği konulardır, ama siyaseten
değerlendirilmesi gereken şey, bu yargılamaların demokrasiye bir katkı sağlayıp sağlamadığıdır. Buaçıdan baktığımızda demokrasiye bir katkı sağlamadığını görüyoruz.
Egemen olan sistemin tehlikeye girdiklerini gördükleri anda bunu tekrar yapmaya çalışacaklardır.
Sonuçta bugün açısından baktığımızda AKP yargı sisteminden askeri alana kadar kendi statükosunu
pekiştirmiş durumdadır. Ben bundan sonra hiçbir askerin darbe yapmaya kalkışmayacağını
düşünmüyorum. Belki AKP'ye darbe yapmaya kalkışmayabilirler. Emekçi halk kitlelerine dönük, işçi
sınıfına, demokrasi güçlerine dönük darbe mantığıyla antidemokratik uygulamaların bugün açısından
da devam edeceğini düşünüyorum.
TKP Merkez Komite:
Balyoz Davası olarak anılan yargılama sürecinde dün açıklanan karar, ülkemizde yargının iktidarın
baskı aygıtına dönüşmüş olduğunun yeni bir örneğidir. Dün Silivri'de açıklanan karar AKP eliyle
ülkemizde adaletin katledildiğini bir kez daha göstermiş, Türkiye halklarının adalete olan özlemini
biraz daha artırmıştır.
Ülkemiz AKP iktidarı boyunca, özellikle polis ve yargı eliyle, iktidara teslim olmayan toplumsal
kesimlerin esir alındığı, bu vesileyle iktidarın uygulamalarından rahatsızlık duyan milyonlarca kişi
üzerinde baskı oluşturmayı amaçlayan pek çok uygulamaya tanıklık etmiştir. AKP iktidarını korumayı
ve kuvvetlendirmeyi esas alan bu kararlarla ülkemizde hukuk ve adalet katledilmektedir.
Ergenekon, KCK, Devrimci Karargah, Balyoz ve Oda TV davaları isimleriyle anılanlar başta olmak üzere
AKP iktidarı süresince devam eden pek çok yargılamanın hukuki değil siyasal davalar olduğu açıktır.
En temel evrensel hukuk kurallarının bile uygulanmadığı özel mahkemelerde süren bu davaların
hukuki meşruiyetleri yoktur.
Dün açıklanan kararla, AKP’nin, iktidarı boyunca süreklileştirdiği, yargı eliyle toplumu baskı altında
tutma stratejisinde yeni bir aşamaya geçilmiştir. Bu kararın yakın geleceğimizde önemli siyasal
sonuçları olacağı açıktır. Dış politikada olduğu gibi içeride de sıkışan, halk desteğini yitirmeye başlayan
AKP iktidarının çıkarları gözetilerek verilen bu karar İkinci Cumhuriyet iktidarını kurtarmaya
yetmeyecektir.
Evrensel hukuk ilkeleri bir yana akıl, mantık ve vicdan açısından karşılığı olmayan kararlar almak
zorunda kalınması AKP iktidarının gösterilmeye çalışıldığı gibi sağlam bir zemine sahip olmadığının
önemli bir işaretidir.
Türkiye Komünist Partisi, adaletin hüküm süreceği, eşit, özgür ve bağımsız bir ülke için AKP iktidarına
karşı mücadelemizi kararlılıkla ve büyüterek sürdürecektir.
Ezilen halklarımızı, emekçileri, gençleri, aydınlarımızı AKP iktidarının halk düşmanı tüm
uygulamalarına karşı sesimizi yükseltmeye, mücadelemizi ortaklaştırmaya çağırıyoruz. (BirGün/
Sevgim Denizaltı)
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 8/77
Odatv.com
O iddialar gerçek mi
MÜTHİŞ BULUŞ! İNGİLİZCE KONUŞMANIN SIRRI ÇÖZÜLDÜ. NASIL MI? TIKLAYIN!
ERKEKLERE ÖZEL SINIR TANIMAYAN BİTKİSEL KARIŞIM TIKLAYIN !
27.09.2012 15:08
Karakter boyutu :
________________________________________
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Wikileaks belgelerinde yer alan bir iddiayı gündeme getirerek,
“Kendi ülkesinin çıkarlarını değil, başka ülkelerin çıkarlarını koruyan bir Başbakan bu ülkenin, Türkiye
Cumhuriyeti'nin Başbakanı olamaz” dedi.
Kılıçdaroğlu iki gün sürecek “CHP Ortak Çalışma Toplantısı”nın açılışında yaptığı konuşmasında,
Wikileaks belgeleri ile ilgili olarak çok önemli bir kitap yayımlandığını söyledi. Kılıçdaroğlu'nun
bahsettiği kitap Odatv genel yayın yönetmeni Barış Pehlivan ve Odatv haber müdürü Barış
Terkoğlu'nun çıkardığı, Wikileaks belgelerinin yer aldığı "Sızıntı" kitabıydı.
Toplumun o kitabı yeteri kadar görmediğini, belgeleri de yeteri kadar değerlendiremediğini savunan
Kılıçdaroğlu, “Bugün geldiğimiz noktada bir gerçeğin ortaya çıkması için, bir gerçeğin halk tarafından
çok daha iyi bilinmesi için, bu hükümetin, Türkiye Cumhuriyeti'nin çıkarlarına hizmet eden bir
hükümet olmadığını bilmesi için bu kitaptan bir belgeyi açıklayacağım” dedi.
AĞIR İDDİALAR İÇEREN O BELGE
6 Haziran 2003 tarihli bir Wikileaks belgesini açıklayacağını belirten Kılıçdaroğlu, şöyle konuştu:
“ABD'nin o dönem ki Ankara Büyükelçisi Robert Pearson bir kripto gönderiyor ABD'ye. Kitabın 178.
sayfasında bu kriptoyu aynen okuyorum; Generaller için söylüyor, 'AKP'den seçilmiş Recep Tayyip
Erdoğan'ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır' yani generaller AKP'den seçilen Tayyip
Erdoğan'ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır. 'Erdoğan çok güçlü bir müttefikimizdir,
Generallerin bu tutumu Amerikan menfaatlerinin korunması açısından engelleyicidir. Orgeneral Hilmi
Özkök'ün sadakatli duruşu sahiplenilmelidir. Muhalif orgeneraller, Orgeneral Hilmi Özkök'ün çizgisine
itiraz etmektedirler. Erdoğan, kendisine desteğin devamı halinde ABD'nin bir müttefiki olarak,
Ortadoğu ve Irak dahil olmak üzere Türk hava sahasını, kara ve demiryolları ile Mersin ve İskenderun
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 9/77
limanlarını kullanımımıza açacağını taahhüt etmektedir. Ancak Türk ordusundaki üst rütbeli subaylar
tarafından sürekli engellenmek istenmekteyiz'.
Bu arada karşı çıkan generallerin isimleri de veriliyor. Şöyle bitiriyor kriptoyu; 'Bu bakımdandeğerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır'. Tabii
Türkiye'de. 'Bu konu Recep Tayyip Erdoğan ile paylaşılmış olup, gereğinin değerlendirileceği hakkında
olumlu değerlendirmelerin yapıldığı ve yapılacağı teyidi alınmıştır.”
Son okuduğu kısmın çok önemli olduğunu savunan Kılıçdaroğlu, “Türkiye'de orduyu geriletmek,
ABD'nin çıkarlarını korumak için çok önemli bir medya yapılanmasına ihtiyaç olduğunun, bunun da
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile paylaşıldığı ve gereğinin değerlendirileceği hakkında, olumlu
değerlendirmelerin yapılacağının teyidinin alındığının” söylendiğini ileri sürdü.
“BU BELGE DOĞRU MUDUR, YANLIŞ MIDIR?”
“Cami avlusunda halk ozanının naaşını istismar edebilirsiniz, ettiniz de” diyen Kılıçdaroğlu, “Ama ben
Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a bu belgenin içerdiği konuları açıkça sormak istiyorum. Bu belge doğru
mudur, yanlış mıdır? Bu belge dolayısıyla sen o taahhütleri kimden izin alarak verdin?” ifadelerini
kullandı.
Kılıçdaroğlu, şöyle devam etti:
“Kendi ülkesinin çıkarlarını değil, başka ülkelerin çıkarlarını koruyan bir Başbakan bu ülkenin, Türkiye
Cumhuriyeti'nin Başbakanı olamaz. Halkımın görmesini isterim, kalkıyorsunuz, konuşuyorsunuz kendi
ülkenizin çıkarlarını değil, başka bir ülkenin çıkarları için o ülkeye söz veriyorsunuz. Buna hukukta ne
denir? Takdirini milletime bırakıyorum. Kendi ülkesini, kendi ülkesinin çıkarlarını korumayan adama
'hain' denir. Belgeler gündeme düştüğünde, belgeleri yayınlayanlara en ağır hakaretlerde bulunmuştu
Recep Tayyip Erdoğan. Sonra medya, büyük ölçüde sesini kesti, konuşmadılar, yazmadılar, ürktüler,korktular. Korkmayan tek organ var, tek makam var, tek kurum var, onun için 'cesur olun' diyoruz, o
da CHP'dir. Korkmayacağız. Gideceksin, söz vereceksin, sonra döneceksin milletin önünde, 'ben
milletimi seviyorum, milletimin çıkarlarını savunuyorum'. Kusura bakma sen bu ülkenin çıkarlarını
savunmuyorsun. Herhalde Amerikan Büyükelçisi kalkıp da Amerika'ya yanlış bilgi vermez, 'teyidi
alınmış' diyor. Bu ne demektir, 'konuştuk, evet' demektir. Ne yapacak, 'bir medya yapılanmasına
ihtiyaç duyuyoruz' diyor.”
Bu belgenin medyanın içine düştüğü durumu çok iyi açıkladığını ileri süren Kılıçdaroğlu, “Türkiye'nin
çıkarlarının kime hizmet ettiği, bu hükümetin kime hizmet ettiği çok iyi anlaşılıyor. Demek ki biraz ileri
gittiler ki beyzbol sopasıyla ders verildi, 'bir dakika, fazla ileri gitme' dediler. Geldiğimiz nokta budur.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 10/77
O nedenle CHP'lilere, bu ülkenin yurttaşlarına, yurtseverlere büyük görev düşüyor. Aç kalabilir, yoksul
olabiliriz, sorunlarımız olabilir ama hiç bir zaman bir başka ülkenin taşeronluğuna soyunmadık,
soyunmayacağız. Böyle bir anlayış olabilir mi? Kendi iktidarını başkalarına borçlu olan kişi ülkesine
hizmet etmez. Başkasının atına binen kişi sanır ki ben hedefime gidiyorum. Atın sahibi ıslık çaldığında
at sahibine gidecektir, o da üstünde. Geldiğimiz nokta budur” diye konuştu.
"DAHA FAZLA ÇALIŞACAĞIZ"
Yeni yasama yılında tüm CHP'lilere büyük görevler düştüğünü belirten Kılıçdaroğlu, Meclis'in tatil
olduğu dönemde partisinin milletvekillerinin çalışmasından memnun olduğunu dile getirdi.
CHP olarak daha fazla çalışacaklarını ifade eden Kılıçdaroğlu, şunları kaydetti:
“Bundan sonra daha fazla çalışacağız ki Türkiye'yi aydınlığa çıkaralım. Türkiye'nin yeni bir iktidara,
yeni iklime, yeni bir söyleme, yeni bir ekonomi politikasına ihtiyacı vardır. Ülkeyi seven, cebini değil,
ülke için mücadele eden, ülkenin çıkarlarını savunan, bütün dünyadaki devletlerle dost olan, düşman
yaratan değil dost kazanan bir yönetime ihtiyacımız var. Onun için her zamankinden daha fazla CHP
iktidarına bu ülkenin ihtiyacı var. Kırılanı, döküleni onaracağız. Gönlü kırılanın gönlünü alacağız,
umutsuz olana umut vereceğiz. Hiçbir yurttaşımız arasında ayrım yapmamaya ahdettik, ahdimize de
özen göstereceğiz. Türkiye'nin en karanlık dönemlerinde her zaman CHP iktidar olmuştur ve
Türkiye'yi aydınlığa çıkarmıştır. Şimdi geldiğimiz süreç bize yeni bir görev yüklüyor, bu görevinbilincinde çalışmalarımızı yoğunlaştıracağız.”
Kılıçdaroğlu'nun konuşmasının ardından toplantı basına kapalı olarak devam etti.
Öte yandan aralarında Deniz Baykal'ın da bulunduğu bazı milletvekilleri ile parti meclisi üyelerinin
toplantının açılışına katılmadıkları dikkati çekti.
Odatv.com
» Tüm erkeklere özel doğal mucize kapsülü
YALÇIN KÜÇÜK/ Hürriyet satıldı Berberoğlu atıldı Çekirge sıçratıldı-(TAMAMI)
31 inecek
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 11/77
Administrator tarafından yazıldı. Cuma, 08 Haziran 2012 03:37
Aydın Doğan’ın Fatih Çekirge’yi Hürriyet’in başına getirmesi imkansızdır, Doğan’a en ağır sözler Cem
Uzan’dan gelmişti; Doğan bunları “küfür” sayıyordu, Çekirge ol tarihte, Cem Uzan gazetesinin, Star,
başındadır. Doğan, Çekirge’yi gazeteye de sokmak istemiyordu, Ertuğrul Özkök’ün ısrarı üzerine aldı,
önce sadece internet işlerine verildi, önemsizdir. Oradan Hürriyet’in başına sıçratıldı, Hürriyet’in
satıldığının kanıtıdır. Ve ben Hürriyet’in satıldığında ısrar ettim, artık ayan beyan ortadadır. Sevindimmi, hayır; Kant iyiyi istemenin bizatihi iyi olduğunu yazıyordu ve ben, daha kötüyü istemenin de kötü
olduğunu ekliyorum.
Akepe’nin gazetesi: Hürriyet
Kim aldı, 28 Mayıs 2012 tarihli Hürriyet’te, başlıkta Fatih Çekirge’nin yazısı şudur: “Başbakan ve eşi
stattakilere karanfil atıyordu. Bir delege sordu: ‘Acaba kaç kişi var?’ Manzarayı gösterip cevap verdim:
Baksanıza şu sevgi seline... Bu sevgi zorla olur mu? Görkemin, sevginin, sayısı, kaçı olur mu?” Bir
sosyalist kongre için yazılabilecek coşkulu bir şiirdir, pek güzeldir. Ve ben bu edebiyatı okur okumaz,
“Bizim Fatih’i yine sıçrattılar” dedim, yazacaktım, geciktim ve şimdi tamamlıyorum. Artık Hürriyet,
akepe’nindir ve ben bunu, yakın zamanlarda “atılan manşetlerden ve müthiş Erdoğan reklamlarından
çıkarıyordum. Hürriyet, Menderes döneminin iktidar gazetesi “Zafer” olmuştur ve başına bir Çekirge
kondurulmuştur. Güzel ve bu Çekirge, son demlerde bütün gecelerini, Erdoğan’ın yüksek
“danışmanları” ile, Mücahit Aslan başta, geçiriyordu. Pek güzel ve şimdi Cem Uzan’ın gazetece
yöneticiliğinden, Erdoğan’ın yayın yönetmenliğine geçiyordu. Yaşama bir sosyalist olarak başlayan
Fatih’e “bravo” diyorum. Ayrıca ekliyorum, “iyi yetişmiştir”; çok meşhur bir hocası vardı, yakinen
biliyorum.
Erdoğan’ın yayın direktörü
Tanıtımını bizim Sabancılar’ın gelini Vuslat yapmış, Sabancılar’ı tanırım, Adana’ya, Erozanlar’a gelin
giden Teyzem, Hacı Ömer’i, epinyme, omzunda iple hamallık yaparken hatırlıyordu. Biz de Hacı Ömer,
mahdumu Sakıp’la, Kemal’le, Soğukoluk’ta poker oynardık, maşallah hızlı zenginleştiler, Kayseri’den
geldiler.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 12/77
Seromoni için birinci sayfaya değil, on üçüncü sayfaya bakılmasını tavsiye ediyorum, Vuslat Sabancı,
Çekirge ile Doğan Hızlan’ı kollarından tutuyor, yakalamış, artık ne de olsa Adana sıcaklığını
duymuştur.
Enis ise ötelenmiştir. Ne kadar üzgün ve kırgın bir hali var, göz yaşlarımı tutuyorum. Fikret Ercan
sessizdir, idari işleri seviyordu; Fatih Çekirge, yeni adıyla Yayın Direktörü’dür. Bir kolunu Sabancı ve
diğerini İslamcı sermaye tutmaktadır. Ve Erdoğan’ı kutluyorum, daha münasibini bulabileceğini
sanmıyorum. Yalnız çabuk batırabilir; dualarını eksik etmemesi yerindedir. Demek ki iyilik istiyorum.
Ben yayın yönetmenlerinin eskisini severim
Satış-alış, à la manière Aydın Doğan, söz etmiştim, ve “satacaksınız”, kızınızı vereceksiniz, ama eliniz
içinde kalacaktır, ne kadar kalır, bilemiyorum. Ancak kıymet-i harbiyesini görmüyorum ve kamuflaj
için de gereklidir. Ve Enis Dostum artık bir Yalova Kaymakamı olarak oradadır. Ama üzülmemeli, güzel
lokantalar bizi bekliyor ve ben yayın yönetmenlerinin eskisini seviyorum, güzel şarap tadı veriyorlar.
Tahsil dönemi
İzmirli’dir, Ertuğrul’un Hürriyet’e sızdırmasında “İzmirli” etkisi büyüktür. Çekirge de, Nuray Başaran ile
İsmail Küçükkaya’nın elinden tutmuştu, elim sende oynadılar, İzmir Oyunu, diyoruz. Sonra Küçük
Fatih benim elime geldi, Türkiye İşçi Partisi’nde, Ankara’da, Yalçın Küçük’ün rahle-i tedrisinden geçti.
Behice Boran - Yalçın Küçük ayrımında ise, bu aslında Türkiye Komünist Partisi - “Millici” Sosyalistler
bölünmesiydi, Yalçın Küçük ile birlikte kaldı ve Türkiye Komünist Partisi’ni reddetti. Herhalde
hayatındaki tek red budur. Reddi sevmiyor.
**
Okumayı-yazmayı orada öğrendi, “Sosyalist İktidar” Dergisi’ni kurduk, Fatih yazı işlerindedir.
Yetiştiriyorduk. Şimdi yazılarında ayrıntıya düşkünlük görülüyor, ben “aşk, devrim ve bilim
ayrıntıdadır” diyordum, ayrıntıyı görmesini öğrendiler. Yalnız sadece ayrıntıyı değil, aşkı da tahsil etti,
Nur’u severdim, güzel kızdır, Türkiye İşçi Partisi ve Sosyalist İktidar’da bizimle beraberdi ve evlendiler.
Nur ve Fatih’in bir çocukları var; ikinci red mi, bilmiyorum, Nur’dan gelmiş olabilir ve Nur’un şimdi en
lüks mağazalardan birinin yöneticisi olduğunu duyuyorum. Yalnız herhalde fakir ve mücadele dolu
günlerini arıyordur. Hep oradayım.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 13/77
İmambayıldı & Patlıcan
Bilimsel olarak ve modellerle bakıyorum. Satılmış olduğunu görmüştüm ve doğru çıkmıştır. Bundan
sonrası ayrıntıdır ve Hürriyet’imiz artık islami sermayenin elindedir. Doğru, Tayyip Erdoğan
başbakanlık sonra en çok bunu istiyordu, tebrik ediyorum. yalnız imambayıldı aldığını düşünebilir ve
patlıcan çıkabilir, “dikkat dikkat” diyorum.
Yedikat iniş
İlk gidecek olan Sedat Ergin’dir ve Sedat da bunu hissetmiş görünüyor, güzel yazılar çıkarıyor. Bir yer
buluruz, ilk gazetesi Cumhuriyet şimdi çok geride, Sedat’ın da sağında, amma olabilir, “why not” veya
“pourquoi pas”, lafımızdır. Çok ilginç, her ikisini de aynı dönemden tanıyorum, emeğim var.
Yükseliyorlar ve iniyorlar; ancak biz gelinceye kadar indikleri yer yine de yüksektir. Bizde iniş yedi
kattır ama korkmasınlar, sevgimiz daimidir. Bir iyilik yaparım.
**
Böylece bitirmiş oluyorum.
Ama maalesef bütün yazılarımı bitiriyorum.
Son Güncelleme: Pazar, 10 Haziran 2012 19:22
YALÇIN KÜÇÜK/ Basın masın & Nokta mokta-(TAMAMI)
Administrator tarafından yazıldı. Çarşamba, 06 Haziran 2012 03:24
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 14/77
Genç gazeteci iken sanki sempatizanımızdı, ciddi sayardım, 12 Mart Günleri idi, geçti. Sonra 12 Eylül
Zamanı’nda Büyükelçi Strauss-Hupe, pek yaşlı Amerikan büyükelçisi, matbuatta kadrolaşmayabaşladı. Hasan Cemal ilktir, Yasemin Çongar, Ufuk Güldemir, Sedat Ergin ilk paket oldular. Zamanla
Sedat en öne geçti; artık Washington’ın derin-devlet görüşü olarak okuyordum, Milliyet’in başına
gelmişti. Taraf’ın tanıtım ve propagandasını üstlendi, “bakın ne var” deyip, Taraf’tan bir gün sonra
Milliyet’te Taraf’ı veriyordu, Washington “öyle istiyor” diyor ve öyle düşünüyordum. Mehmet Ali
Birand ile birlikte Ergenekon’un müddei umumii oldular, Ordu’ya ve bize düşmanlık yaydılar.
Milliyet’i öyle kullandı, o kadar öyle ki, çok başarılı gazetecileri bozdu, adliye muhabiri Gökçen, polis
muhabiri Tolga, müthiş araştırmaları ile İlhan Selçuk’un o bombaları önce Danıştay’a ve sonra kendi
başına attığını ispatladılar; Sedat Ergin’i kestim. Yakın zamanda içime doğdu, baktım, Washington
derin-devleti değişiyordu ve Sedat dönüyordu, şimdi okuyorum. Arkadaşlarıma haber verdim,
anladım ki bir tek okuyucusu yokmuş ve artık Sedat’ın dağıtımını yapıyorum. Son zamanlarda sürekli
bugün Sedat’ta “bakın ne var” diyorum. Sedat artık aslına dönmüş ve yine bir Türkiye İşçi Partisi
sempatizanı olmuştur. Sedat’ı ve kendimi kutluyorum.
Bölünen Türkiye ile Erdoğan
Bir, Council of Foreign Relations tarafından yazılan raporu tanıttı; güçlü ve politika çizen Dış İlişkiler
Konseyi, Erdoğan’ın iyi başlamakla birlikte çok kötü götürdüğünü tespit ediyordu, Sedat bunu netlikle
aktardı. Washington’da, modern sözcükle, derin-devlet, Erdoğan’ın önünün kapandığını duyuyordu,
Sedat duyurdu. Dünya dönüyordu.
İki, Erdoğan’ın, sanatçı ve “yarım porsiyon aydın” kelamı nedeniyle başına bela olurlar yazısını
döşüyordu, güzel. Üç, 1 Mayıs ve 19 Mayıs yığınsal hareketlerinden etkilenmişe benziyor ve
“büyüyerek devam edecektir”, haber ediyor, ağırdır. Dört “bayram açılımı” ile “Türkiye’yi ikiyebölüyorsun”, bunu yazmaktan geri kalmıyor. Sedat, akepe ve Erdoğan’ın ülkeyi bölmekte olduğu
inancındadır. Bunları düşünecek çapı var, ama bunları yazması yenidir.
Sular ısınırken
Aydınlık’ta Deniz Hakan’ın “CFR” üzerine denemeleri, “essay”, tam bir uyum içindedir. Bir tesadüf,
aynı gündedir; Washington şu anda Ordu’nun tabanının çok hareketli olduğunu görüyor ve bir
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 15/77
ısınmadan çekiniyor. Erdoğan’ın yolu, Time kapağı ile “Erdoğan’s Way” daha da ısındırmaya
mahkumdur. Amerikan derin-devleti buradadır. Sedat da bunları uçurmaktan çekinmemektedir.
Satılmış gazetenin gazetecisi
Bir yeni kavram önerebilir miyim, alış-veriş à la Aydın Doğan, kızı veriyor ancak evde tutuyor;
Sözcü’yü Erdoğan’ın bir filial’i olarak görüyorum. Holding’in kızlarından birisidir.
Bir, Hürriyet’in satılmış olduğuna hiçbir kuşkum yok, şu anda en çok akepe yanlısı gazetedir. Enis’e
acıyorum, Washington’da Ahu’ya, “bundan sonra gazetecilik yapmam” demiş ve hâlâ neden duruyor,
anlamıyorum. Hürriyet mi, satılmıştır, ancak Aydın Doğan’ın bağı sürmektedir. Berberoğlu göbekbağını kesmemekle kendi kendini kötülemektedir.
Gül’lü reklam ajansı
İki, Milliyet ve Vatan, Aydın Doğan’ın filial’ıdırlar, her iki gazetede de kapıcılar dahi değiştirilmedi,
böyle satış bilmiyoruz. Sedat ve Ertuğrul yönetimlerinde manşetler ortak planla “atılırdı”, çeşitleme
yaparlardı. Şimdi de Milliyet ve Hürriyet haberleri merkezi planla veriliyor; çeşitlemeleri var.
Okuyoruz. Hayır, yanlış oldu, okumuyoruz.
Üç, Amerikan derin-devleti, henüz akepe’den vazgeçmiyor, ancak Gülcü’dür. Milliyet de şehevi
Gülcü’dür. 23 Mayıs tarihli birinci sayfayı tavsiye ediyorum, artık sürmanşet magazine ayrılmıştır.
Gül’ü güllemişler, saçları simini, gümüşi, yüzü Gül’e çok az benziyor, maşallahı var, “Gül yeni dünya
liderleriyle”, müthiş pi-ar diyebiliriz. Twitter’ı, facebook’u, vesair yerleri görecekmiş, Silikon Vadisi’ne
gidermiş; çok üzücüdür. Eskiden Walt Disney’e götürüyorlardı. Şimdi Silikon Vadisi’ne götürüyorlar,
binaları ve güzel sekreter kızları var. Yazan çocuk da Milliyet’te müdürmüş, Türkçe yazmıyor, telgraf
çekiyor.
Ciner, Mübariz, Kalkavan, Gülen
Hürriyet de Gülcü, ancak Erdoğan’dan çok çekiniyor; bir İslamcı-akepe holdinge satılmış olduğunu
tekrarlıyorum. Hürriyet hâlâ iddianameleri tefrika ediyor, gizli tanıkları “yiyoruz”, cevapların zerresini
bile yazamıyor. Yaptıkları bize düşmanlıktır, kayıt düşüyorum.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 16/77
a- Güzel, şimdiki zamanda Türk matbuatı yeni bir devrim yapmıştır. Sürmanşet, “başlık üstü” daha
doğrudur, magazin oldu, artık başlarının üstünde dedikodu satıyorlar. 23 Mayıs’ta Hürriyet’in
dedikodusu Haber-Türk’ün sahibi Ciner’in Kasımpaşa’yı satın aldığıdır. “Beşiktaş” yapacakmış, İhsan
Kalkavan ile Mübariz Mansimov yönetime girmişler. Güzel, bundan sonra iş bana düşüyor.
b- Benim “Haberci” kitabımda, sürpriz değil, Mübariz de yer alıyor; Mübariz, Deniz Akkaya için kavga
edince, polisten kurtarmaya gelenlerin başında İhsan Kalkavan vardı. “Bir yerde İhsan Kalkavan varsa,
Fethullah Gülen de vardır” ifadesi işte burada geçmektedir. Mübariz de Gülen’i sevenler arasındadır
ve Ciner, Gülen’e kulüp olmaktadır. Başkanı “yeni bir taraftar kitlesi” yaratmak istediklerini açıklıyor.
Fenerbahçe’de bozguna uğradılar.
c - Mübariz, Rusya’da büyük Yahudi sermayesinin adamıdır, İbrani asıllı olmasını yüksek ihtimal
sayabiliriz. Bir süre önce, 50 milyon koyup Beşiktaş’ı almak istedi, arkadaşı Aziz Yıldırım tavsiye
etmedi, Süleyman Seba ve Yıldırım Demirören karşı çıktılar. Gülen’i Beşiktaş’ta da püskürtmüşlerdi;
Kasımpaşa ikinci hamle olmalıdır.
d- Haber-Türk, en Fethullahi televizyondur. Samanyolu geride kalıyor. Ciner, Efendisi’ne kulüp alıyor,
kayda geçiriyorum.
Tarikatlar ile magazin el ele
Marx, din için yığınların afyonu demişti, istemeyi kaldırması ve iradeyi yok etmesi anlamındadır.
Yalnız, kitabi dinlerde mantık vardır ve tarikatlar, know-nothing getirmektedir, beterdir. O halde ve
tabii, oligarşi-tüsiad, tarikat istemektedir. Ama gelir dengesizliğine, işsizliğe, köleliğe artık yetmiyor,
kütleler ısınıyor; magazin, hazzı, sevişen zenginleri seyretmeye bağlamaktadır. Röntgenci sürüleri
üretiyorlar; geniş yığınlar, aşklarını, “bir gecelik birlikte” olanlarda yaşıyorlar. Az geldi, dozajı
yükseltiyorlar, başlarının üstüne aldılar. Şöyle de söyleyebilirim, artık magazin orji’dir; OECD, magazin
olmazsa Türkiye patlar, demişti. Raporu var ve şimdi tarikatlar ile magazin el eledir ve yoksul yığınlarasıl afyonu buldular.
Yok hükmünde gazeteler
Efendim, Sovyetler’den kalma milli bayram törenlerini kaldırdık, çok güzel. Peki, Türkiye’de bir tek
“köşeci” yok mu; törenler Roma’dan, Bizans’tan, Katolisizm’den ve Fransa’dan gelmedir ve artık
Türkiye’de bir tek gazeteci yaşamamaktadır. Fransız milli bayramı 14 Temmuz’da, Champs-ElyséesBulvarı’ndaki geçitler, uçaklar, eski muharipler; neler yok ki, hepsi var. Biz, bayramları Avrupa’dan
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 17/77
alırız; yazık yazık, bunları yazacak bir gazeteci, bir köşeci çıkmamaktadır. Ya bilgisiz ya yüreksizdirler,
bana göre hem bilgisiz ve hem yüreksizdirler. Ve bittiler.
**
Bana göre nokta mokta ve boktadırlar.
Parazit de diyebiliriz. Çünkü artık okuyanları da yoktur; ama para alıyorlar. Bunu, hak edilmemiş gelir
tarif ediyorum.
Kıyam kokusu
Amerikan derin-devleti ise, Türkiye’den bir kıyam kokusu almış görünüyor ve Sedat Ergin bize de
koklatıyor. Yalnız kıyam, bir, kalkışma anlamındadır ve bir de ölümden sonra dirilişi ifade ediyor; bu
daha çok kıyamet’tedir. Güzel, ben de bu bilgileri Sedat için veriyorum; ne de olsa eski
sempatizanlarımız arasındadır. Kitabımıza göre kıyamette dirilirler.
Son Güncelleme: Cuma, 08 Haziran 2012 19:14YALÇIN KÜÇÜK/ Güngör’ün babası İlber Hoca’ya ikinci
ikaz-(TAMAMI)
Administrator tarafından yazıldı. Salı, 05 Haziran 2012 03:03
Kitabın adı “Saf ve Bakir Anadolu Çocuğu”, adını beğenmedim, Güngör’e uymuyor. En büyük
zenginlerle, Vitali Hakko, Sakıp Sabancı ve özellikle Vehbi Koç, dost denmez ama “yakın arkadaştır.”
Güngör bana göre gerçek bir halk çocuğudur. Türkiye’nin sevindirici paradokslarından birisi olarak
görüyorum; “ben solcu değildim, ama sol çevrenin adamı olarak bilinirdim” diyor ki, kalbi hep kıt
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 18/77
gelirli Ayşe Teyze için çarpmıştır ve çarpmaktadır. Pek çok solcuya tercih ederim, güzel yemekleri
sever, pahalı yemekleri pek güzel yazan bir adamdır; belki ekonomiden çok yemek yazılarını
seviyorum, belki de kıskanıyorum. Tüsiad’ı ele aldığı zaman, tüsiad bir esnaf derneği idi,
modernleştirdi; tüsiad’ı sevmem, emekçilere, laisizme ve hatta Cumhuriyet’e karşıdır ama Güngör
işini iyi yapmaktadır. Bu kitap, harikadır.
Tiyatrolar içindeki gençlik
Kendisini yazmıyor, daha çok İstanbul-Ankara arasında mekik dokuyor, yaşadığı dünyayı resmediyor,
çok çalışmışlar; Haşim Akman ile beraber, okuyanı, son 50 yılın tiyatrolarında, lüks lokantalarında,
devlet dairelerinde gezdiriyor. Güngör, 1955 yılında Ankara’da fakülteyi bitirmiş, ben o sırada
İstanbul’da liseyi geride bırakmıştım; Ankara’da çalışmaya başlamış, fakat İstanbul’a gelir, tiyatroları
gezermiş, ne yazık, karşılaşmadık. Taksim’de Muammer Karaca, Galatasaray’ın biraz daha aşağısında
Ses Opereti ve Galatasaray’a çok yakın Küçük Sahne; bunları bileceksiniz, bunları duyacaksınız,
Güngör’ün nehir söyleşisinde hepsini buluyoruz.
Ne güzeldi Pera, liseli ben, bazen bir günde üçüne birden giderdim, Güngör, Toto Karaca’yı Taksim’de
yazıyor, Cem’in annesidir, ben Ses’te biliyorum; Toto, sahnenin arkasından sesini duyuruyordu, bizler
çılgınca alkışlardık, dans eder, gider, alkışlarla tekrar getirirdik. Atlas Sineması’nda, üç merdiven
yukarda, Haldun Dormen’in Küçük Sahnesi vardı, bilet zor bulunurdu, kibar insanlar giderdi, ben “ismi
ile müsemma” kaçırmazdım. Güngör sanıyorum, eksik yazıyor, Haldun, liseli belleğim beniyanıltmıyorsa, Heyecan Başaran’a, female, Hamlet oynatmıştı, “olay” olmuştu. Kâmuran Yüce ve
Cahit Irgat oynardı, sol solu çeker, Cahit çok yakışıklıydı, oyunu güçlü olmasa da, severdik. Mina
Urgan’ın kocası olarak biliyoruz, sonra ayrıldılar.
Güngör’ün nehri
Behice Boran bana bir kez, “üç çirkin kız, üç yakışıklı erkeğe aşık oldular ve Küllük’ten çıkmadılar”demişti. Güzin, Abidin Dino’yla, Halet Çambel, Nail Çakırhan’la ve Mina, Cahit Irgat ile evlendiler.
Behice Hanım mücadeleye yan çizen kızları sevmezdi, ama yine de Mina’yı hep sevgiyle anıyordu.
Peki, hoş, beni sardı, Güngör’ün nehrine daldım, taşırıyorum ve derhal çıkıyorum.
Çocukları sanatçı olan ebeveynler
Çok çalışıyor ve hâlâ sürdürüyor; bana göre kızı Elif içindir, New York’ta Columbia’da hukuk okumuş,New York barosuna giriş sınavını geçmiş, Güngör bunu kıvançla anlatmıştı. Baroya sınavla giriliyor ve
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 19/77
New York barosuna girmek, servet kapısını açmaktır. Ama Elif Hanım açtığı kapıyı kapatmış, resim
yapmaya ve ressam olmaya karar vermiş; herhalde bir süre Güngör desteklemek zorundaydı, şimdi
nasıl bilmiyorum. Ama bunu seviyorum, şimdi bize avukat çok gerekli olsa da, Güngör’ü bir ressamın
babası olarak bilmeyi seviyorum. Yakışıyor. Güzel ana-babaların çocukları sanatçı olmalıdır, benim
saplantılarımın arasındadır.
Devlet Planlama Teşkilatı’ndan anılar
Eşi Nuran ile Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı’nda birlikte çalıştık, Uzun vadeli Planlar
Şubesi’nde, ben küçüktüm ama başında idim. Güngör, mükemmel araştırma yapmış, biz, 27 Mayıs
Devrimi’nin bu mühim kuruluşuna ilk giren meslek memurlarıydık; sınav yaptılar, beni yine birinci
yazıyor. Bu birincilikten bıktım, Silivri’de önemli davaların hep başına koyuyorlar, bir gün kurtulurum
sanıyorum. Hep birlikte kurtulacağımız günler yakındır. Biliyorum.
Güngör’ü planlamadan evlendirdik, orada sevişmedik, daha doğrusu ben sevmedim, biz meslek
memuru idik, planlamayı çok ciddiye alıyorduk ve Güngör dışarıdan geldi, şüpheyle karşılıyorduk.
Ayrıca çok sevimliydi, herkesle kolay ilişki kuruyordu; biz ihtilal yapmış bir kuşaktık, daha ciddi
bakıyorduk. Bu nedenle benim asıl dostluğum, ben planlama’dan ayrıldıktan sonradır.
Biz meslekten idik, Süleyman Demirel bizim yanımızda, Turgut Özal, Süleyman Bey’in arkasında,
yedek subay” uzmandılar. Ben planlama işini çok seviyordum, ancak 1965 seçimi iki sürprizle geldi,
Süleyman Bey başbakan oluyordu ve Türkiye İşçi Partisi on beş milletvekili ile Meclis’e giriyordu.
Tarihimizin en çelişkili, yaratıcı ve coşkulu dönemidir. Ama Turgut Özal’ın müsteşar olacağını duyduk,
her ikisiyle de çalışmayı reddettim. Güngör’ün Demirel ve Özal ile birlikteliği Planlama’da başladı; asıl
yetişme yeridir.
Milliyet’in başında
Milliyet’in başına geliş epizodu çok ilginç, okunmasını tavsiye ediyorum. Abdi İpekçi öldürülünce,
Ercüment Karacan, Güngör’ü bulmuş, “Güngör, ben gazetenin yüzde 20’sini Aydın Doğan isminde bir
iş adamına sattım” demiş, Karacan’ın çok küfürlü bir dili var. Bu “isimde” iş adamını Güngör, Vehbi
Bey’e sormuş, “ben tanımıyorum” Vehbi Bey’in cevabıdır; Güngör önce buna inanmıyor ve sonra
inanmaktadır. Ben ise Koç’un Doğan’ı o zamana kadar tanımadığına hiç inanamıyorum. Ve burada
duruyorum. Güngör, iki patronlu Milliyet’in başındadır.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 20/77
Güngör, “Aydın Bey’i destekleyen de İnan Bey idi” yazıyor ve ben “bu kadar değil” diyorum. İnan
Kıraç, Koç Otomotiv’in başında, bir ara “Murat” yaptılar ve baş bayii Aydın Doğan’dı ve çok kazandılar.
Güngör bilmiyordur ve Rahmi Koç ikisini de sevmiyordur. Okuyoruz, sayfa numarasını vermiyorum.
Karıştırmak daha hoş oluyor.
Bir başka vesileyle, “İhsan Kalkavan nerede ise, Fethullah Gülen de oradadır” demiştim ve devam
ediyorum. Eğer İnan Kıraç’ın Cumhuriyet Gazetesi’nde parmağı varsa, Aydın Doğan’ın eli de oradadır.
Güzel ama uzattım, bitiriyorum.
İlber Ortaylı’nın dikkatine
Güngör bir kez bana babasını anlatmıştı, bir kitabımda yazmak istedim, belgeleri gönderdi, yalnız
Silivri’ye bir-iki ve git-gel nedeniyle yapamadım. Şimdi Nehir’de var. Babası İsmail Hakkı, Mülazim-i
Sani, Trablusgarp’ta gönüllü savaşmış; Güngör, bilgiyi veriyor: “Milli Savunma Bakanlığı’ndaki
dosyasına göre, babam, Beylerbeyi Sarayı Muhafız Taburu’ndayken Harbiye Nezareti tarafından
Umur’u Şarkiyat Dairesi, Teşkilat-ı Mahsusa emrine verilmiş.” Çok güzel, işte bu, İlber Hocam’a ders
olsun, Murat Bardakçı’ya takılıp tarih yazmak İlber Hocam’a hiç yakışmıyor; Aydınlık’ta, “Teşkilat-ı
Mahsusa: Bir Türk İhtilal Örgütü” yazısı ile üzüntülerimi ifade etmiştim. Şimdi uyarıyorum; yazılı ve
belgeli, Teşkilat-ı Mahsusa vardır. Artık biliyoruz ve tarihimizin içindedir ve zenginliktir, diyoruz.
Dayım Orhan Yanıç, İskenderun’da uzun yıllar cehepe ve sonra belediye başkanlığı yaptı; yakın
zamanlarda bir sohbetimizde, Hatay’ın kurtuluşunu konuşuyorduk. Dedemi, en büyük çetenin
komutanı, anlatırken, “babam Teşkilat’tandı” dedi; önemsemez görünerek, “nasıl biliyorsun”diye
sormuştum. Cevabı “kendisi söyledi” olmuştu; varlar ve Kurtuluş Savaşı’nın tabanı olduklarını
düşünmek durumundayız.
İsmail Hakkı’nın hikayesi
İsmail Hakkı’nın hikayesi beni çok heyecanlandırmıştı, yalnız sadece Teşkilat-ı Mahsusa bağı nedeniyle
değil; Güngör’ün babası, Mustafa Kemal Samsun’a çıkmadan çok önce Ankara’ya varıyor, 14 Şubat
1919 tarihindedir. Tabii gizli bir hüviyeti var ve adı çok şaşırtıcı, “Mustafa Kemal Efendi”, Güngör bu
belgeyi de yayınlıyor. Çok güzel, ama ne yazık bitiremiyorum. Demek uzun bir nehirdir.
Neden mi, Güngör’ün babası İsmail Hakkı’yı Çanakkale’de, Muhafız Bölüğü’nde görevli iken,
Ankara’da tutmuyorlar; Güngör’ün bir açıklaması var, Güngör’e bırakıyorum. Ama gerçek şudur,
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 21/77
İsmail Hakkı, söz uygunsa, Düzce’ye sürülmüştür ve biz de Güngör’ün doğum yerini öğrenmiş
oluyoruz. Savaşın dışındadır.
Gizli tarih
Şimdi bitiriyorum, Gizli Tarih’i açıyorum ve bir, Kut-ul Amare Kahramanı Halil’i; iki, Kafkas Kahramanı
Vehib’i; üç, Batum Kahramanı Nuri’yi Kurtuluş Savaşı’na almadılar. Dört, Medine Kahramanı Fahri’yi
aldık, emr-i vaki yapmıştı ve hemen Kabil’e gönderdik. Beş, Çerkez kardeşleri pek idare edemedik.
Altı, almadıklarımız, Kastamonu’dan çevirdiklerimiz çoktur. Bu kadar, Kurtuluş Savaşı başlarken,
böylece bu incelemeyi bitirmiş oluyorum. Güngör’ün babasının öyküsünü bu nedenle önemli
bulmuştum, şimdi yazabiliyorum.
**
Güzel, peki ne demek istiyorum; çok açık, Kurtuluş Savaşı’na başlayanlar kazanacaklarından çok
emindiler. Öyle başlıyorlar ve işin başında seçiyorlar. Heyecan verici bir sonuç ve tartışılmasını
öneriyorum.
Güngör’ün Nehir’inden anılar
Son nokta, hep “Güngör” dedim, Güngör Uras’tan bahsediyorum. Bu nehirden çok söz etmek
istiyorum; başkaları bir yana, İstanbul’u ve Ankara’nın lokantaları var. Çok güzel yazıyor, katılmadan
duramam, İstanbul’da Rejans’ı ve bir de Atlantik’i unutmuş görünüyor. Atlantik, galiba Ağa Camii’nin
karşısında bir yerde idi, İstiklal Caddesi’ne girmek zordu, çok kalabalıktı, ilk kez sosisli sandviç yiyoruz,
hardallı, Arjantin bardakta bira, ayaktaydı, modernite sayılıyordu, bir damla votka ilave edebiliyorduk,
ben ikiyi seviyordum. Sallana sallana Kabataş Lisesi’ne giderdik, votkalı bira kokulu ağzımızla erkek
olurduk.
**
Yatılıydık, kayıkçıya 25 kuruş verirdik, bizi Feriye’nin önünden alır, bir kürek çeker indirirdi, sadece
telli duvarı geçerdik. Ortaköy iskelesindeyiz, yukarıda Mösyö Mordu’nun kahvesi var, arkadaşlarım
pişti oynarlardı ve ben bilardo tutkulusuydum. Şimdi Mosyö Mordu’nun kahvesinin yerinde bir
tekstilci çalışıyor; nereden mi biliyorum, Güngör’ün çalışma dairesinin karşısındadır. Küçük, eski bir
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 22/77
İstanbul evi, üst kata merdivenle çıkılıyor. Güngör, merdivenleri de kütüphane yapmış, kitabının
kapağında, en üstte benim kitaplarım görünüyor. Başladığımız yerdeyiz.
**
Uzattım.
Uzattım ama fırsat buldukça Güngör’ün nehrinde kürek çekmek istiyorum. Çok sevdiğimi
saklamıyorum.
Son Güncelleme: Çarşamba, 06 Haziran 2012 18:42YALÇIN KÜÇÜK/ Les juges avaient peur: Benden
neden korkuyorsunuz? Korkuyorsunuz-(TAMAMI)
Administrator tarafından yazıldı. Cuma, 01 Haziran 2012 03:56
Birincisi Collette Beaune’a ait, Fransız’dır; 2009 yılında çıkan “Jeanne d’Arc” kitabında var, “yargıçlar
korkuyordu” anlamındadır. Jan Dark’ı yargılayan yargıçların korktuğunu not ediyor. Bu arada
ekliyorum, Jan’ın yakılması Bedrettin’in asılmasından on beş yıl kadar sonradır. İkincisi benim,
Silivri’de, 13 No’lu Mahkeme’nin yargıçlarına soruyordum. Üçüncüsü, “korkuyorsunuz” ise,
pekiştirmedir. Önce mikrofonu kestiler, sonra mahkeme dışına buyur ettiler; “korkuyorsunuz” diyor
ve tekrarlıyordum. Çok mu tekrarladım, bilemiyorum, ama 16 celse huzurda olmama cezasını layık
gördüler. Tabii çoktur, ama iki cürüm arkadaşımı, Ali ile Serdar, müebbeden duruşmadan çıkardılar;
artık adaletin kestiği parmak budur, diyoruz. Bel gibi kesici ve sünnet misli acıtıcıdır. Halimizi sual
edenlere selam ediyorum.
Cahiller çoğaldılar
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 23/77
Artık cahilliğimizi bilgiçlik yapıyoruz, “izdiham” sözcüğünü yeni yetme televizyoncular çok seviyorlar,
“kalabalık” demektir, bilmiyorlar. “Arbede”, kavga-gürültü veya itiş-kakış, eski dilimizde var ve
“muvazzaf”, vazifede olan, görevli ve maaşlı kişi ve subay anlamındadır. Fransızca officier de carrière
deniyor ve daha geçen hafta “muvazzaf” bir korgeneralimiz, şimdi Silivri’de çokturlar, “Hocam
kürsüye yaklaştığınızda çok korkuyorlar” demişti, demek ki hissedilir bir titreşim var. Doğrudur, yalnız
her doğruyu anlamıyorum.
Toplu davaya şahsi tanık
Yenidir yeni, “gizli” tanık dinleyecektik, kimliklerini bilemiyoruz, bu bilmemek hali, on üçüncü yüzyılda
bir Engizisyon icadıdır, amma sorabiliyorduk. “Aman Allah”, Montesquieu de, ben acizleri de
söylüyoruz, despotizmi, ister gizli ister aşikar, ister müsteşar ve ister profesör, cahilleri ile tarif
ediyoruz ve bu kadarı görülmemiştir. Yedik. Şimdilerde önümüze geldikçe, tanık yiyoruz, tatları
yoktur.
Sonra açıklara sıra geldi, Mahkeme Başkanı Hasan Hüseyin Özese sormamızı sınırladı, tanıklar adımızı
okumazsa soramayacaktık. İtiraz ettik, tanık şahsa özel değil, davaya ait olup bizimki toplu davadır,
dedik. Olmadı, ancak benim adım hep okunuyordu, idare ediyorduk. Demek ki, korku duvarını
aşıyordum. Aşırıyordum.
Konferans arasında görülen dava
Sonra meşhur istihbaratçımız Bülent Orakoğlu geldi, müthiş ve müthiş, “ben şu televizyondayken” ve
“ben şu gazeteye konuşurken”, demek mühim bir adamdır. Ama “kaynak” mı, sanki kaymak ve
kendisi kaynaktır, çünkü sadece “içgüdüsel kanaatlerini” söylemektedir. Kanaatlerini ve analizlerini
dinliyorduk. Hiç böyle sıkıcı bir konferans dinlememişimdir. Bayıldılar.
Bu büyük istihbaratçı açıldı ve yayıldı ve bu arada benim İngilizler’e bağlı olduğumu söyleyiverdi,
zamanı geldi, söz için kolumu kaldırdım, görmediler ve ısrar ettim. Bir öğleden önce İngiliz bağım ifşa
edilmiş, ancak öğleden sonra Orakoğlu, “yok, demedim” demişti ve Mahkeme Başkanı
hatırlamıyordu. Galiba heyetten bir yargıç bildi ve ben kürsüye yaklaştım, havada beş ölçekli bir
deprem vardı. Vukuatı hülasa etmiş oldum.
Silivri’nin meşhur tanık yemeği
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 24/77
Sürülmüştüm, ama lüksümüz yerinde, sürgün mevkiinde ekrandan seyredebiliyoruz, buna tam
teşekküllü mahkeme diyoruz; sevgili arkadaşım, müdafiim, Yiğit Akalın şöyle bir dokunuverdi,
avukatların sorgusu kesilmemişti ve Bülent Bey sözünü kabul etti. “Ben bunu işte öyle söyledim” dedi,
bu anlama geliyordu, tutanaklara geçirdik. Güzel, şimdi Silivri’de tanık yiyoruz ve hep geçiriyoruz.
Korku & Türk-Israel bağı
İngiliz casusu olmadığımı anlatacağım, Bülent Bey, “gizli bir Türk-Israel antlaşması biliyor musunuz.”
Başlıyorum, ama büyük istihbaratçı artık dilsiz, siyonizmi biliyor, mossad’ı çok iyi analiz ediyor, ama
sesi yok, “cevap vermiyorum” demekten çekiniyor ve çok gergindir. Hakim ise “bunu sorma”
buyuruyor, ben 1996 tarihini, arkasından bunu imzalayan Başbakan Erbakan’ı açıklamak istiyorum.
Güzel, bu sırrı kim ifşa etti ve kim karşı çıktı, televizyonlar şahittir. Birincisi Yalçın Küçük ve ikincisi
Şevket Kazan ve imkansızdır. Yanıt olarak “konuşma”, “mikrofonu keserim” diyorlar, manzara-i
umumiye bu merkezdedir. Türk-Israel bağını çıkaranın İngiliz bağı olmaz, kanıt var mı kanıt, işte
buradayız.
Uğur Mumcu katledildi, Eşref Bitlis öldürüldü, Turgut Özal yok oldu, artık Türkiye benim için
tehlikelidir; nereye gitmeli, “İngiliz bağım” var, iltica demek isabetlidir. İngiltere’de beni tanıyanlar
çok, Paris’te hiç yok ve ben Paris’e gittim, bunu da söyleyerek İngiliz casusu kanıtlarını sormak
istiyorum. Mümkün mü, “mikrofonu kesin” ve “korkuyorsunuz” nidaları arasında su-petimi alarak
dışarıyı bulabildim. Hiç konuşamadım. Ve benden neden korkuyorlar, bilemiyorum. Ama korktuklarınıbiliyorum.
Şeytana pabucunu ters giydirmek
Hata benim, yıllar önce bir Askeri Mahkeme hem beni mahkum etmiş ve hem de “sanık Yalçın Küçük
şeytana pabucunu ters giydirecek kadar kıvrak zekaya” sahiptir demişti. Herhalde bunu ciddiye
alıyorlar. Ama ben almıyorum.
Herhalde şeytan görmüş oluyorlar. Galiba artık ben de oluyorum.
İç savaş & Dış savaş
O zamanlar mı, Batı Avrupa’da Hıristiyanlık, Türkler tarafından kuşatılmış olduğuna inanıyordu, çokkorktukları mutlaktır. Tarikatlar ve sapkınlık yaygındı, nerede ise her köyden bir peygamber çıkıyordu.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 25/77
Fransa İç ve Dış Savaşı birlikte yaşıyordu; Jan Dark bir kahramandı, ama peygamber olduğuna
inananların eksik olmadığını da biliyoruz. Bir siyasi mahkemede yargılandı, Jan korkmuyordu,
yargıçları korkuyordu. Burada kuşkumuz yoktur.
Ve ne kadar bugünkü Türkiye’yi hatırlatıyor; ülke tarikatlar tarafından kuşatılmıştır. İç Savaş’ın pek
çok cephesi var ve yönetenler bir Dış Savaş’ı arar durumdadır. O halde, Silivri bir siyasi yargılamadır,
tarihe göre, yönetenler korkarlar. Biz korkmuyoruz ve onlar korkuyorlar. Korkuları artıyor ve muradım
işte budur.
Tanıklar da korkarlar
Bu mahkeme Tuncay Güney’in İstanbul Emniyeti’ne duhulü ile başladı, Mart 2001 tarihindedir.
Güney, İbrani Darum’un Türkçesi’dir; emniyete bir fesat attı. Taha Koru aldı, Nisan-Mayıs 2001, fesadı
medyaya bastı ve yaydı; Darum’um devam ettiricisi oldu ve Silivri’de tanıktır. Ama gelmiyor, herhalde
korkuyor. Demek tanıklar da korkarlar; ama acep Taha Koru benden mi korkar, bilemiyorum. Bildiğim
very fearful bir hali olduğudur. Olur, insanlık hali, diyoruz.
Bu nedenle, “korkma Koru”, çağırıyorum, Allah koruyucudur. Çünkü şu anda ben oynamıyorum,
sakatlandım, ancak yine de temkinli olmak gerek, çünkü hep bir şeytanlık yapıyorum.
Zatına “corner-ist” diyoruz, kornerci, kornerden atarlar, kornerde yazarlar, köşededirler. Ve tavsiyem
var, güvenlikten akit alsınlar, “Y.K. konuşmayacaktır” ve yoksa hali perişandır. İkazımızdır.
Bir de direndiğim rivayetini duydum. İnsan direnen hayvandır, o halde bana hayvan diyorlar.
Bilemiyorum, hatırlamıyorum. Ama olsa olsa içgüdüseldir.
YALÇIN KÜÇÜK/ Dam dilimizi de yediler-(TAMAMI)
Administrator tarafından yazıldı. Çarşamba, 30 Mayıs 2012 05:29
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 26/77
Lise yıllarımda, İstanbul’da ne güzel esnaf lokantaları olurdu, pek küçüktüler, müthiş lezzetli,
garsonları garson doğar ve garson ölürlerdi, “abime pilav üstü kuru” bağırırlardı, ama ben en çok
“beye bir baş ver” siparişine gülerdim ve “baş hazır, al başını” ocaktan gelen cevaptır. Şimdi hem
yanıyorum ve hem seviniyorum, yangınım Cumhuriyete ve sevincim kendimizedir, hep duyuyoruz;
“bana bir tanık bul, az tacizci olsun” ve masamızda cevabı var, “tacizci hazır, üç tacizi var”,
getiriyorlar. Önce parça parça ediyoruz ve sonra yiyoruz. Son işimiz, Cumhuriyeti utandırarak tanıkları
yemektir ve bunu çöküşten düşüşe yaklaştıkları haberi olarak alıyorum. Sevincimiz buradan geliyor.
Daha çocukluğumdan karpuzcuları hatırlıyorum, “karpuz, karpuuz, seç seç al, bıçak üstüne”, tanıkların
içlerinde nurlusu aylısı var, bize kesilmiş veriyorlar, damdayız ve ne yazık, sadece masa üstüne
yatırabiliyoruz. Böylece soyut yiyebiliyoruz, bulduğumuz budur.
Gizli kindar
Bir tanık verdiler, “gizli tanık” dediler, Marksist-Leninist Parti’denmiş, inanacak olursak, içlerinde 30
yıl kalmış, ama dilini de bilmiyordu, “emek verdim” işareti budur. Bir polis çırağına benziyordu, otuz
yıl içinde kalmış, “eylem yapmış,” ama dilini bozmuşlar, yüzünü çizmişler ve şimdi sadece kin
kusuyordu. Fakat ben, bu kin ile, kin içinde ve kendi içinde, otuz yıl nasıl yaşamış buna şaşıyordum.
Gizli tanık demek zor; yalnız “gizli kindar” çok uygundur ve bir model kuruyorum.
Ve bu akepe’ye geliyorum, artık ayan-beyan ortada, Tanzimat’tan bu yana bütün tarihimize, bütün
kahramanlarımıza, bütün aydınlarımıza sadece nefret duymuşlar ve bunu nasıl gizlemişler, müthiş
merak ediyorum. Nasıl insanlar, müthiş insanlar, “eşi menendi yok” diyoruz ve bir fenomen, üzerinde
çalışma gereği duyuyorum.
Bir kez “ancien régime” dedim, Kemalist Cumhuriyete “ancien”, eski dilimizde “sabık” ve “köhne”
karşılıkları var, köhne bakıyorlar ve kendilerininkine “Yeni Türkiye” demeye başladılar. Şimdi ne
yaparlarsa yeni’dir ve sadece böbürleniyorlar; en son Yeni Damları’nı görücüye çıkardılar. Anlaşıldı,
“Özel Yetkili Mapusane” kurmuşlar ve meddahlarına açtılar ve ben “sizin olsun” diyorum. “Yeni
Hapishaneler” sizlere layıktır. İnsansızdırlar, Tanrı’larından sadece kin öğrenenlere uygundurlar.
İnsanlara ve insanlığa aykırı damları yaptılar. İnsanlıkları bu kadardır.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 27/77
Taşlaşmışların zulümhanesi
Bunlarınki hapishane değil, zulümhanedir; insansızlaştırılmış her yeri zulümhane tabir ediyoruz.
Bunların bir tek kuruluş ve işletme hedefi var, insanı insandan soyutlamaktır ve bu nedenle taşı ve
çimentoyu bol kullanıyorlar. Meddahları ve maaşlarıyla taşlaşmışlar; taşlar taşları görünce bayılıyorlar
ve övmekle bitiremiyorlar.
Modernmiş, bizimkilerde aptesane kokardı, pek nemlidirler, durduk yerde ıslanırdı, ayağımıza,
bacaklarımıza içlik çekmeden yapamazdık, linyit yakardık ve dumanında yaşardık, kömür kokardık,
kırık camlardan giren kar serpintilerini yorgan bilirdik, ancak kapı altından buraya geldiğimizde,
“evimiz” sayardık, sıcaklığını duyardık. Ve bütün bunlar bizimdir, alın meddahlarınızı, sizin olsun, alınzulümhanelerinizi, verin bize köhne damlarımızı; b.k kokusu tercihimizdir. Tekrarlıyorum.
***
Şimdi “mahkum kabul” lafını bulmuşlar, herhalde hastanelerin “hasta kabul” tabirinden almışlar;
demek, girerken hasta sayıyorlar. Eskiden “kapı altı” diyorduk, ilk girdiğimiz yerdir ve kayıtlar yapılırdı.
Görüş için yan yana camlar vardı ve yer genişçe idi ve başta burada “hoş geldin” dayağı çekilirdi, sırttaodun kırmak esastır. Ben de yetiştim, görüş yerine aldılar, dayakçılar daldılar, sopaları var, aç kurt
hırsındalar, anladım, ama adını sonradan öğrendim, İlyas Öztürk Astsubay beni bilirmiş, beni
severmiş, dayakçıları durdurdular. Bu tecrübem eksiktir.
Damlarda insan olmak
Kapı altı bizim için çok tehlikelidir ve çok korkarız. Koğuşa geldiğimizde içimizi bir sıcaklık kaplar,gerçekten evimize geldiğimizi düşünürüz. Köhne damlarda koğuşlarımızı hep süsleriz. Süslersek
insanlığımızı ve yaşadığımızı anlarız. İnsan mı, süslenen yaratıktır. Ben insanım.
Ben insan olduğuma en çok Ürgüp’te, yerin yedi kat altına indiğimde şaşırmış ve sevinmiştim, inişi çok
zordur ve korkarsınız, ama herkese tavsiye ediyorum. İlk Hıristiyanlar hayatta kalmak için yerin yedi
kat dibini kazmışlar; buna şaşmıyorum. Ama her katta süs var. İnsana hayranlık duyuyorum. İnsan
doğduğuma seviniyorum. Damlarda insan olmak var.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 28/77
***
Eylemler olur, gelirler, alırlar ve bizleri hallaç pamuğu misli atarlar, çoktur, bir defasında pek alçak bir
yere tıktılar, pencere metruk bir yere, bir pisliğe açılıyordu. Koğuştan birisi “hoş” idi, pislik farebahçesidir, fareleri ekmekle pencereye çağırıyordu, seviyordu; fare-severmiş, ben sevmem ve fareleri
sevenleri “biraz” fare sayıyorum. Devamı var, koğuş akıyordu, üzerimize tık tık düşüyordu, yorgan
yerine leğen ve kova kullanıyordum, bulabiliyordum. Üst kattan geliyordu, tuvalet üst katın
tuvaletinin tam altındaydı, normaldir. Olur ya, üst kattaki ile aynı zamanda, senkronize, tuvalete
girecek oluyorduk, o zaman altımızdan çıkan kadar başımıza düşüyordu, başka çaremiz yoktu. Bu
duruma iktisat bilimindeki ilerlemeler üzere “win-win” diyoruz ve ben orada kendimi şimdikinden
daha insani duyuyordum. Şimdi bu “Yeni Türkiye” damlarında durdukça kirlendiğimi biliyorum ve
“verin-alın” diyorum.
Duvarlardaki suretler
Duvarlar budur.
İnsanlar duvarlarında Tanrı’yı ararlar ve bulurlar. İnanmayanlar kadını ararlar ve sararlar. Tanrı da,
kadın da ısıtıcıdırlar ve biri diğerini aratmamaktadır. Tanrı da kadın da damlardadırlar. Buluyoruz.
***
En çok çiçek ve en çok yeşil isteriz.
Düşmandırlar. “Yeni Türkiye” çiçeğe ve yeşile düşmandır.
Beton bahçeyi sulamak
Acımasız alay ediyorlar, “bahçe” diyorlar. Bir damla yeşili olmayan, dört yüksek ve beton ve beyaz
duvarla çevrili yere, sadece Yeni Türkiye’de “bahçe” denmektedir. Açılış ve kapanış saatleri vardır.
Sonlarına yaklaşıyoruz.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 29/77
Ben çok erken yatarım ve çok erken kalkarım, ancak “bir yumurtayla...” yapamam, çiğ yumurta
yasaktır. Yemek ve oturma yerimi yıkarım, temizlerim, spor da oluyor. Fatih Hilmioğlu Hocam, İnönü
Üniversitesi’nin pek çok başarılı ve pek çok Atatürkçü Rektörü, bir tutkusu var, her gün “bahçeyi
sulamaktadır.” Eski adı havalandırma idi ve ben hâlâ havalandırma diyorum ve Hocam, her gün, bir
iğne deliği kadar yeşili olmayan yeri “bahçe” sanmakta ve yıkamaktadır. Su toz-savar’dır, ama “bahçe”
demektedir. Doğru, bu Yeni Türkiye’de biz hepimiz tuhafız. Pek doğru, “biz hepimiz tuhafız.” İfşa
ediyorum.
Zulalara operasyon
Sık sık “operasyon yeriz”, gelirler, bazen prangalar vururlar, duvara döneriz, her yerimizi ararlar,
maksat “zula patlatmaktır,” saklı olanı bulmaya çalışırlar. Zulada sevgili mektupları dışında en değerli
olan demir, metal parçalarıdır, öldürücü şiş yapılır, biz “rezistans” imal ederiz. Lambadan elektrikle
çekeriz, bağlarız, su teknemize atarız, çıkan buhardır ve buhar hayatımızdır. Yemek yaparız, yıkarız,
yıkanırız. Her atıldığımız yerde zulamızı ararız; ustalarımız var, idamlık bir Cihan bilirim, sanki doktor,
günlerce duvara tık tık vururdu, zulalarımızı bulurdu. İşte hayatımız budur.
***
Ben neden iyimserim, ben neden güvenliyim, çünkü damda yettim. Orada insan çok çok güçlüdür ve
çok çok icatçıdır. Ben, bir mahalle çocuğuyum ve iki, damların çocuğuyum. Buluruz ve yeneriz.
***
Köhne damlarda havalandırmalarımız çok genişti ve belki eski film veya hapishane dizilerinden
biliyoruz, en önemli işimiz volta atmaktır. Bu sözcük, “volta”, İtalyanca’dan geliyor, bütün dillerde var,
Oxford Dictionary of English Etymology, “a kind of dance” diyor ve aslında bir dans olarak yapılması
gerekmektedir. Dönüşler çok önemlidir, sertçe, ayaklar üzerinde bir yükselmek gerek, çiftler birbirine
bakacaklar, bir flamingo dansı düşünülebilir, sevgi icap etmektedir. Sert sevgi, damcı aşkıdır.
Eski damlarda havalandırma çok önemlidir. Volta kesilme ve volta kesenlerin şişlendiği pek çok
söylenmektedir. Ben görmedim. Ancak elleri arkada, popolarında, bizim köylü-solcularımızın halidir
ve voltayı da rezil ettiler.
***
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 30/77
Köhne mapuslarda hapishane ağaları ve ünlülerle volta atmak çok önemlidir. Bunu yapanlar kıdem
alırlar, ben istemezdim, çünkü bir paradoks, sadece havalandırmada tek başıma volta atarken
“insansız” kalıyordum. Ama hiç bırakmadılar.
Eski damda açlık grevi
Çok başarılı bir açlık grevi yapmıştık, idare, orada da beni “Bir Numara” sayıyordu. Voltadayım,
yalnızım, birisinin gelmesinden korkuyorum, Halkın Kurtuluşu’ndan Elvan’ı severdim, biliyor ve geldi,
başladı. Açlık grevinden önce hapishane ikiye ayrılmış, büyük çoğunluk “pasifist-pasifist” demişler,
bizi, Türkiye İşçi Partililer’i öyle sayarlardı, greve “katılmaz” demişler ve Elvan “katılır” görüşünü
savunmuş, kazanmıştır. Anlatmak istiyor, ben istemiyorum; benim istediğim sadece bir damla insansızkalmaktır. Erkeklerden boğuluyorum.
Marx, Engels, Lenin diyor ki
Ama kararlı, anlatacak, anlatıyor, bitmiyor, çıldıracağım, ama sevdiğim bir çocuktur. Efendim, Marx şu
şu çalışmalarında şunları söylemiş ve buradan Yalçın Küçük’ün açlık grevine katılacağı çıkıyormuş ve
Engels’in de aynı yöne işaretleri varmış. Lenin ise Yalçın Küçük’ün açlık grevine katılacağı konusundaçok daha net ve açıklayıcıdır. Anlatıyor, benden aferin bekliyor, ben ise boğuluyorum, sonunda ağzımı
açtım. Bak Elvan, Marx beni tanımaz, Engels benden büyüktür, Lenin’e yetişemedim, bu söylediklerin
bilimsel açıdan doğru değildir. Doğru olan, yaptığınızın bir serserilik olduğudur ve ben de bir
serseriyim ve sizlere katıldım. Hepsi budur. Üzüldü, gitti. Ben insansızlaştım.
Açlık grevinin gerekliliğine hiç inanmadım ve inanmam. Ama gençliği hiçbir zaman yalnız bırakmadım.
Sonunda bu açlık grevinde “öldüm,” dünya radyoları öldüğümü duyurmuşlar, zincire bağlayıp
Haydarpaşa’ya götürmüşler, doktorlar “x” yazmışlar, sonra bir kenara atmışlar. Bir ara uyandığımıhatırlıyorum. Çok bağırdım, “bana serum, bana serum...” Sonra mı, işte hayattayım. Serumu çok
severim. İnsanların yaşama dönmek için çıldırdıkları zamanlar var.
Bir hayat biçimi
Voltaya mecburuz. Çünkü koğuşlarda yerimiz yoktur. Benim bir damımda ranzadan başka alandan
mahrumdum. Yer altındaydım, bana bir ranza düşüyordu, çalışıyor, yatıyordum. Misafirlerimi ranzada
karşılıyor ve derslerimi ranzada veriyordum. Bir hayat biçimidir.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 31/77
***
Devrim bu sözü hatırlıyor. Yeni Türkiye’ye geldiğimde “baba bir hayat biçimidir” demiştin dedi ve beni
rahatlattı. Mühendis, binalar yeni ve sağlam, ekledi. Güzel, this is my life; galiba sevmeye başlıyorum.
C’est ma vie.
Malta’da dünya
Malta, ad, eskiden mapushanelerde, koridorlara “malta” diyorduk. İki türlü malta var, küçük malta,
bir sıra koğuşların önündedir ve büyük maltalarda iki yanda koğuşlar bulunmaktadır. Pek çok damda
akşam yemeğinden sonra büyük maltada volta atılabilmekteydi, bir saat sürüyordu. Kışın kömür
dumanı olsa da çok güzeldir, insanlar insanları görmektedir. Kışın voltayı daha uzun atarız. Voltada
döne döne, birbirimize dünyayı anlatırız.
***
Ulucanlar’da farklı zamanlar her iki koğuşta da, “dört” ve “beş” no’lu koğuşlar, yattım; beş, yirmi
kişilikti ama o dönemde Kürt topluyorduk, doksan beşi bulduk, bizlere ranza verilirdi, ben Murat’la,
şimdi bdp milletvekili Murat Bozlak’la yan yana yatıyordum. Ama ne yatmak, bizler hariç, vardiya
usulü uyku vardı, ama sabaha kadar volta atılıyordu. Tabii, lambalar açıktı ve yine tabii, mışıl mışıl
uyuyordum. Çünkü Marx, Engels ve Lenin’in bu yönde de işaretleri vardı. Sağlığa mecburum.
Damlar tanık bekler
Başa dönüyorum. Bizim son zamanlarda tanık yediğimizi duymuşlar ve Fehmi Koru, Avrupalar’a
kaçmış, bekliyorduk. Önemlidir; bu Ergenekon Plot’unu İstanbul Emniyeti’ne atan Tuncay Güney idi,
Mart 2006 ve mossad bağı çok güçlüdür. Bu plot’u, matbuat ve televizyona atan ise Koru’dur,
birbirinin devamı sayıyoruz. Kaçmakta hakkı var. Biz yeriz.
Ama yine de gelebilir. Havalar iyidir.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 32/77
Yalnız bana sorarsa, bizim dam’lar tercih edilebilir. Ben seviyorum ve tavsiye ediyorum. Bizim dam
Koru’ya uygundur.
***
Peki “Yeni Türkiye” mi, yeni olanı güzel değil ve güzel olanı yeni değil. Eşyanın tabiatına aykırıdır. Bitti,
diyorum.YALÇIN KÜÇÜK/ Abide-i Hürriyet Tezleri (I) Uzun 31 Mart’ın sonuna doğru-(TAMAMI)
Cuma, 13 Ocak 2012 08:05
Büyük reformatör Mithat Paşa’nın kemikleri ülkeye getirildiğinde, 1951 yılıydı, Adnan Adıvar
Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmıştı; “Yıldız Mahkemesi bir cinayeti ortaya çıkarmamış, bizzat kendisi
bir cinayet işlemiştir”, demişti; vecizdir. Bir nazire yapabilir miyim, bu mahkemeler, Beşiktaş, Silivri ve
Çağlayan mahkemeleri, bir korkaklar imparatorluğu kurmak için motor olarak kuruldular; şimdi
kurucuları bir korku zindanına düştüler. Silivri, bir darbeyi ispatlamak için icat edilmiş ve ancak, birdarbe komedisi olabilmiştir. Fakat yalnızca komedi değil, bir trajedi seyrediyoruz. Trajediyi, uçuruma
gidişi önlenemez bir trende, kurtulmak için ters yönde koşan bir insanın haline benzetiyorum. Ve
iktidarı, bir tutsaklıktan kurtulmak için sürekli tutuklayan bir yaratık olarak tarif edebiliyorum. Hem
acıklı ve hem müthiş, gözlerimin önündedir.
Hasta adam
Ne güzel bulmuşlar, l’homme malade, “hasta adam” demişler, işte budur. Akepe bir homme malade
olup, uzun 31 Mart dönemini tamamlamak üzeredir. Tutuklama tuzağına düşmüştür, “hasta adam”
olmakla, tutukladıkça zayıflamaktadır ve muhasımları süratle gençleşmektedir. Bir Atina trajedisi
okuyoruz.
‘Ara rejim’in sonu
Bunu, uzun 31 Mart’ın sonunu, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek durumundayım, ilk haber veren
Ertuğrul Özkök olmuştu. Ertuğrul “Ara Rejim” demişti, “Ara Rejim Çuvallıyor” yazısı 21 Nisan 2011
tarihlidir. Ertuğrul Özkök bu önemli fıkrasında, akepe dönemi için, “postmodern bile değil, arkaik bir
ara rejimdir” teşhisini koyuyordu; bunu, 31 Mart’tan daha karanlık olarak anlayabiliriz.
Şunları ekliyor, bir, “ve bu ara rejim fena halde çuvallamaktadır.” Teşhisi şudur, “dikişleri atmakta,
hiçbir yırtığı yama tutmamaktadır.” Bir bitişi haber veriyor, “İkinci Cumhuriyet” başlamadan bitmişe
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 33/77
benzemektedir. Ertuğrul katkısını, “Üçüncü Cumhuriyet” özlemi ile bitiriyor, demek şimdi daha
ciddidir.
Cumhuriyet müdafaası
Aynı yıl benim “toslama ve foslama” tespitim var, “foslama” ile “çuvallama” sözcüğünü eş anlamdasayabiliriz; bu kabiliyeti zayıf ve cahiliye’den kalma ekip dış politikada her gün bir taşa çarpıyordu. Bir
Ancien Régime psikozuna girdiler, bize Ancien Régime mensupları ve artıkları olarak davranıyorlar.
Fransızca’dır, “İdare-i Sabık” ya da “Eski Rejim” diyebiliriz; Tuncay Özkan bunu ilk kez ortaya attığım
zaman, “ağızlarına laf verdin” deyip bana kızmıştı; doğru, başta Gül, hepsi hem sevindiler, hem
sahiplendiler.
Bu önemli kavramın, Ancien Régime kavramını Tocqueville’e borçluyuz, devamcısı bir diğer kavram
Bolşevik Devrimi’nden hemen sonra ortaya çıkmıştı. “Hvost” dediler, hvostizm, “khostizm” olarak Batı
dillerine girdi. Rusça’da bu iki sözcüğün ilki “kuyruk” ve ikincisi “kuyrukçuluk” olmaktadır. Kuyrukları
Silivri’ye topluyorlar; Kemalist Cumhuriyeti savunanlar kuyrukturlar ve artık hukuk yoktur, sadece
kuyruk depoları mevcuttur.
Kemalizm’in doğum sancıları
Uzun yıllar ayrı düşmüştük, Ertuğrul ile geçen yıl buluştuk. Benim Kemalizm’in Dönüşü, 15 Kasım 2011
tarihlidir, bu gericilik bütün yanlışlarımızı siliyor; Kemalizm’in yeniden doğum sancılarını yaşıyoruz.
Doğum soldadır ve yaşamak için sol olmak zorundadır.
Şimdi bugüne geliyorum, Türk Ordusu, hem Kemalist olduğunu sanıyor ve hem de sol zorunluluğu
anlamamakta ısrar ediyordu, tarihi yanılgısıdır. Bu yanılgının iki vargısını biliyoruz; bir, yüksek
komutanlar “Kemalizm’e ihanet ettiler” ve iki, “kurmay sınıfı, sınıfta kaldı”. Güzel, bunlar varsa, geriye
ne kalıyor, sormuyorum ve akepe’yi iktidara Yüksek Komutanlar’ın getirdiği tespitimizi tekrarlamakla
yetiniyorum.
Panteon: Abide-i Hürriyet
Tarihe dönüyorum, Mithat Paşa, Abide-i Hürriyet’te yatıyor; Enver Paşa, yetiştirmesi Hareket Ordusu
Komutanı Mahmut Şevket Paşa, hep, Abide-i Hürriyet tepesindedirler. Son Osmanlı’da panteon idi;
Cumhuriyet’in panteonu olmadı, ben kitaplarımda kuruyorum. Anıtkabir sadece Anıt Kabir’dir.
Panteon eksik kalıyor.
Güzel, peki, Abide-i Hürriyet şu anda nerede; kırpılmıştır ve yerine Çağlayan Adliyesi’ni yaptılar.Hürriyet karşıtlığının bundan daha renkli ispatı olabilir mi, şimdi hürriyetperverler yargılanıyor.
Silivri’den kalkıyor, 1.5 x 1.5 metre hücrelerde, beşimiz bir arada, cezaevi aracı ile Abide-i Hürriyet’e
gidiyoruz. Müdafaa ettiğimiz hürriyet’tir ve Paşa’nın yanındayız.
Korku muhakemesi
Abide-i Hürriyet için yeni “tezler” hazırlamış bulunuyorum, biri ve ilki, “Yakın Tarihimizde Dört Korku
Muhakemesi” başlığını taşıyor, özetlemek istiyorum. Bir, Mithat Paşa, Abdüllaziz’i Meşruti idarenin
engeli olarak görmüştü, Abdüllaziz’i indirip Murat’ı çıkarmıştı; ama Murat akli dengesini yitirdi; bunun
üzerine Abdülhamit’i çıkardı. Beş yıl sonra Hamit, “beni de indirir mi” kuşkusuna kapıldı, “Yıldız
Muhakemesi” işte bu korkunun eseridir. İki, Millet Meclisi’nin açılmasında ve Cumhuriyet’in
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 34/77
kurulmasında, İttihatçılar da vardı. Ya isyan ettiler ya da öyle düşündük, 1925-1926 İzmir ve Ankara
Mahkemeleri, bu tespitten sonra oldu. Şeyh Sait İsyanı ve Mahkemeleri de buradadır. Ali Fuat
Paşa’nın, Kazım Paşa’nın, Doktor Nazım’ın, Cavit’in kendilerini değil, korkularını buluyoruz. Üç, 1951
yılında TKP Davaları, 1953 Milliyetçiler Derneği, 1954 Millet Partisi Davaları var, burada bırakıyoruz.
Dört, akepe’yi iktidar yapan, Türk Silahlı Kuvvetleri’dir, 3 Kasım 2002 tarihlidir. Aynı gün GenelkurmayBaşkanı Özkök oyunu verdi ve Washington’a uçtu, desteğini orada açıkladığını hatırlıyoruz. Aynı tarih,
“Ergenekon” denilen davaların hazırlıklarının başlangıcı da oluyor; Silivri bir tasfiyehane olarak
hazırlanmıştı, öyle de kullanıldı. Çok güzel, Mithat Paşa’nın Yıldız Mahkemesi, Hamit’in iktidarından,
1876 yılındadır, beş yıl sonra, 1881’de açılmıştı. Bu davalar da, Akepe Hükümeti’nden, 2003 tarihlidir,
beş yıl sonra, 2008’de başlıyordu; ne tesadüf! Ancak, çıkarabildiğim tesadüfler daha çoktur, yazarım.
Türk Ordusu’ndaki Israel
Pek güzel, İlker Paşa kükredi, içi yandı, hepsini biliyoruz; sevdiğimiz bir Paşa’dır, ancak aynı zamanda
akepe’nin de yolunu açan, eninde sonunda, iktidarını destekleyen bir Yüksek Komutan’dır. Bir, benher kanaldan seslendim, “yargılama yeri Askeri Mahkeme’dir” dedim; Hakim Albay Zeki Üçok içerden,
“Komutanım sarı ineği vermeyin” dediler ama verilmiştir. İki, Kozmik Odalar, Seferberlik Dairesi İlker
Paşa’nın zamanında açılmıştır. Üç, Binbaşı Ahmet, Birinci Ordu’ya bilirkişi yapılmıştır; suçlamak için
seçildiğini biliyoruz.
Neden mi, Sabetayizm araştırmalarımdan sonra, Israel’e ulaştım, “Israel Türkiye’de Israel’de daha
güçlüdür” teoremi artık her yerde biliniyor; OdaTv iddianamesinde dahi var. Bir, Fethullahi Tarikat,
hem Yaşar Paşa ve hem de İlker Paşa’ya İbraniyet iddiasıyla karşı çıktı, yüksek komutan olmalarını
önlemek istediler. “Bilirkişi” olarak karşı çıktım, siper oldum. İki, Israel en çok Türk Ordusu’nda
güçlüdür. Üç, akepe, öncelikle Israel’in ve Tüsiad’ın hükümetidir ve Yüksek Komutanlar buna uydular.Hepsi budur ve geride bırakıyorum.
Arkadaşlar arasında
Ertuğrul’a dönebilir miyim, bu yazısını beğenmiştim, çok sevdiğim bir başka yazısı daha var. Bir
yazısında, “hiç Yahudi bir sevgilim olmadı” diyor ve gözyaşı döküyordu. Çok üzülmüştüm, teskin
edememiştim, şimdi haber veriyorum, “olmuştur, olmuştur, bilememiştir” diyorum. Benden yardım
isterse, bulur ve söylerim. Arkadaşlık görevi sayıyorum.
Bir yerlere geliyoruz. Bir yerlere geliyoruz. Arkaik ve karanlık bir devri geride bırakıyoruz.
YALÇIN KÜÇÜK/ Abide-i Hürriyet tezleri (II) Kaos ya da OS.R.K. davası-(TAMAMI)
Salı, 17 Ocak 2012 04:35
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 35/77
Her ülkeden kadın-erkek, kahramanlığa özenenler hep Jan Dark olurlar. Engizisyon Jan Dark’ı
müebbede mahkum etmişti, hakimler koğuşunda ziyarete gittiler, üzerinde erkek giysisi vardı, canları
sıkıldı, üstelik “konuşuyorum” dedi, cezasını odun üzerinde yakılmaya çevirdiler. Yanarken, Je
m’attends à mon Seigneur, “Tanrımı bekliyorum” diyordu, korkusuzdur. Ancak bu dönemi yazan
Collette Beaune, yeni çıkan pek güzel çalışmasında, les juges avaient peur, demektedir; yargıçları
korkuyordu. İçleri pek karanlıktı, bir kaos diyebiliriz. Fransızca etimolojik sözlük, “ténébreuse”, tasvir
ediyor, kopkoyu karanlık; korkakların icat ettiği ve korku çıkaran ve çoğaltan bir kuyudur. Kaos,
korkunun ve karanlığın yatağıdır; Akepe, kaos yaratmak zorunda ve durumundadır.
Her yer kokuyor
Kimyadan önce simya ve kosmos’tan evvel kaos varlar. Öte yandan cahiliye’nin kabl-el islam
olduğunu biliyoruz. Demek ki, Yunaniler kaos’u ve Muhammediler cahiliye’yi buldular. Öyleyse kaos
bir tür cahiliye olup biz şimdi “pırt” diyebiliyoruz ve Türkiye’dedir. Son icatlarıdır; ama lügatler var,
“o.u.uk” yazıyorlar. “Gaz” da tabir ediyorlar, her yerde kokusu var.
Çelikten tutsaklar
Güzel bir özete yaklaştık, kaos, kosmos’un zıttıdır ve şimdi mahkemelik olanlar ile dışardakiler
arasında benzer bir zıtlık görüyoruz. Mahkemelikler hiç korkmuyorlar; zamane tutsaklar 12 Mart 1971
ve 12 Eylül 1980 sanıklarına hiç benzemiyorlar. Ol tarihte yiğitler, idam sandalyesini tekmeleyenler
çoktular; ancak korkaklar, dönekler ve bülbüller de vardılar. Yalnız bu en son esirler, çelikten çıktılar,
içlerinde bir tek ama bir tek düşen ve eğrilen olmadı, en çok mahkemede kılıç oldular; “seyf” de
diyoruz, “seyfiye” buradan çıkıyor ve akepe’yi Beşiktaş’ta, Silivri’de ve şimdi de Abide-i Hürriyet’te
yendiler ve yeniyorlar.
Abide-i Hürriyet yolunda
Büyük Reformatör Mithat Paşa, Abide-i Hürriyet’te yatıyor, Hamit’in cülusunun beşinci yılında, bir
darbe ve cinayetle suçladılar. Yıldız’da ve Çadır Mahkemesi’nde soruyordu; peki, Valide Sultan’a sual
ettiniz mi, “hayır”; peki, Başmabeyinci Fahri ne dedi, “mühim değil”; cevaplar hep bu haldeydiler.
Korkusuz Paşa bunun üzerine, “acayip, siz bizi idam cezası ile hüküm etmişsiniz”, böyle haykırdılar;
hâlâ devleti düşünmektedir, “ne hacet”, neden bizi burada topluyorsunuz, bu masarif neden, hükmü
vermişsiniz. Merkezi mahkeme var, kendi kaoslarına inanıyorlar. Silivri’den Abide-i Hürriyet’e iki saat
çekiyor, Soner, Barış Terkoğlu, Coşkun, Sait ve ben bir hücredeyiz, her tarafımız kapalı. Askerler iyi,
ama hücrede çantalarımıza yer yok, askerler koridorda bekliyorlar. Barış yüksek sesli, arada bağırıyor,
“yandık, havalandırma”, biraz sonra bir daha, “donduk, havalandırma”, askerler iyi, bir yanıyor bir
donuyoruz. Abide-i Hürriyet’e yaklaşınca, Paşa’nın sesini duyuyoruz, “acayip, siz bizi müebbet ile
mahkum etmişiniz”, bu masrafı anlayamıyoruz.
Ancien Régime
Güzel ve bir, benim çok önem verdiğim “Ancien Régime” tebliğimi, 01.04.2011 tarihinde, On Üçüncü
Mahkeme’ye sunmuştum. Ol tarihte Köksal Şengün reis idi, refleksif korkuyorlar, konuşturmak
istememişti; ben de, “benden ne kadar korkuyorsunuz” demiştim, halbuki şirin bir çocuk olmakla tatlı
dilliyimdir. Başlayınca “devam” diyorlar, ayrıca anlattım, Köksal Beyefendi’ye ayrıca büyük sevgim
vardı. Baştimar Köyü’nden ve Baştimar Ailesi’nden geliyordu, Türkiye Komünist Partisi’nin yiğityöneticilerinden Zeki Baştimar, Ailesi’nin büyüğüdür, üstü kapalı anlatmıştım. Anlaşmıştık, yine güzel,
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 36/77
tebliğim matbuata yansımıştı; Ertuğrul Özkök’ün önemli yazısı, “Ara Rejim Çuvallıyor” bundan sonra
ve 21.04.2011 tarihindedir. Tarih düşmüş oluyorum.
Burada iki devlet teorimize giriş var, buluş Tocqueville’indir; biz Türkiye’de, Kemalist Cumhuriyet,
artık “ancien”, eski, kadim ya da sabık oldu, bunun için yakalanıyoruz. Pek güzel, yalnız bizim
yaşadığımız Cumhuriyet’te yaptıklarımız suç değildir, bunlar ise “yeni” rejimlerinde bizehükmediyorlar; tebliğin özeti budur. Amma ve lakin, özü bırakıp, Zekeriya Öz’ü alıp -Gül, Arınç bayram
yaptılar- bize “Eski Türkiye” dediler, benim icadımdır.
Gayri iradi talebem
Parantezle devam ediyorum, internette “döndürdüler”, hâlâ dönüyordur; Tayyip Erdoğan’ın “on
hocası” listesi vermişlerdi, İdris Küçükömer, Necip Fazıl... Ben de varım; günahlarım çoktur ve itiraf
ediyorum. 10 Ocak 2011, Hurşit Paşa Hazretleri’nin tutuklandığı gün, oradaydım, yine “şeytani bir
amel” ile, önceden uyarmıştım, grubunda söylediği şudur: “Çeteler, mafya, darbeciler, diktatörler,
andıçlar eski Türkiye manzarasıdır. Yeni Türkiye artık ileri demokrasiye, hukuk devleti anlayışıyla,sivilleşmeyle şekilleniyor.” Demek, benim gayri iradi talebem de bu sınıfı geçtiler ve “çok şükür”
diyorum.
Kaos’a ve Abide-i Hürriyet’e dönebilir miyim, Ocak ayı başında, orada, Çağlayan’da idik, bu kez On
Altıncı’da, dava mankeni olduğum için geziyorum, kaos’u da açıkladım ve kaos sözcüğünün bir de
kıyamet karşılığında kullanıldığını gösterdim. Bravo gayri iradi talebeme, on gün geçmedi, hızlanmış
ve öğrenmiş, öyle anlıyoruz. Yine Grubu’nda, taraftarlarının önünde, “bunların tarzı kıyamet siyaseti”
diyordu; bu ne korku Ya Rabb, Yüce Gök, ikinin biri olmuş, muhalifleri kıyamet yaratıyormuş, işte
buradayız. Korku yaratıcıları, korku süjeleri oldular.
Kaos’tan kıyamete
Yalnız bir nokta var, bizi kaos yaratmakla hükmetmek istiyorlar ama ceza kanunda mevcut değil,
şimdiye kadar hiçbir ceza davasında, mahkeme kararında yoktur. Bununla ilgili hiçbir içtihada
rastlamıyoruz; böyle mühim bir cürümü, yakın zamanda bir İlhan Cihaner ve iki, OdaTv ve benim için
uydurmuşlar. Kıyamet işte bu olmalıdır.
Diktatorya hukuku
Peki, biz ne yapıyoruz, Latince çalışıyoruz, nullum crimen, nulla poena, sine lege; kanunda yazılı
değilse, suç ve ceza olamaz, Roma’dan beri bu böyledir. Bunun Türkçesi, Ceza Kanunu’nda “kanununaçıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez” şeklindedir. Demek ki, diktatoryanın
hukukunu, daha doğrusu hukuksuzluğunu bulmuş durumdayız. Uydurukçudurlar.
Derin karanlık
Bitti, artık kaos’tan çıkabilirim ve bir, The Oxford Handbook of Criminology - 2007, koğuştadır ve
hemen aktarıyorum, şöyle: “A number of criminologists and others are beginning to prophesy a new
apocalypse in which anomie will flourish on such a massive scale that entire societies will dissolve
into chaos and lawlessness.” Demek harika, kısaca, bazı kriminologlar, “yeni bir kıyamet” kehanetinde
bulunuyorlar ve sonu, kaos ve kargaşa’dır, mahşer de diyebiliriz. Çok çok açık, biz “kıyamet”
çıkarıyoruz; öyleyse şerren hükmedebilirler. İşte derin karanlık, budur.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 37/77
Kaos ile gaz
İki, Dictionnaire Étymologique, chaos için, “espace immense et ténébreuse”, diyor. Çok büyük boşluk,
karanlık anlamındadır, ama bu ilk anlamıdır; ikinci anlamı ise “gaz” olmakla öğrenmiş oluyoruz. Üç, La
Russe du XXe Siécle, 1927 tarihlidir, “gaz” için, “mot créé par van Helmont qui l’a tiré du grand
chaos”, açıklamasını yapıyor. “Chaos”, savant, ulema bir sözcüktü, halk anlayamıyordu, ElenceChaos’dan “gaz” sözcüğünü çıkarttı, on yedinci yüzyılda oldu. Bulduk ve devam ediyorum.
Dört, The Oxford Dictionary of English Etymology’de, van Helmont, “I have called that spirit gas, as
being not far removed form the chaos of ancients”, ifadesine yer veriyor. Van Helmont bu sözcüğü
icat ile, eskilerin kaos’a yakın bir sesle “gas” dediğini telaffuz etmektedir. İngilizler “gas” diyorlar, ben
Mahkeme’de, İngilizce ve Fransızca’da “ch” yazıldığını, Rusçası “haos”tur, ifade ederek, kaos,
tekrarlayarak, “gas” ses ve sözcüğüne varmayı önerdim. Yaptım; kaos, gaz ve gazdır, sonuca gelmiş
oluyoruz. Fonetik planda ayrıdırlar.
Suç pırtlamak
Beş, Tahsin Saraç’ın güvenilir Büyük Sözlük’ü koğuştadır ve Fransızca “gaz” için, Türkçe “gaz”, bu bir
ve iki, barsak gazı, osuruk, avoir des gaz, karşılığını vermektedir. Çok çok hoş, demek kaos o.u.uk olup,
biz “pırt” yaparak suç işliyoruz. Akepe’yi devirme teşebbüsümüz pırttandır ve tövbe ediyorum,
akepe’yi yaşatmak üzere, pırtlamamayı öneriyorum.
Bir pırtlık can
Mautner’in, A Dictionary of Philosophy, chaos’u açıklarken, genellikle zararsız bir butterfly, kelebek,
uçarsa, bazen, trigger a tornado, bir hortuma neden olabilir, diyor. Bir küçük kımıldanış ile kosmos
kadar büyük bir kuyuda, çok karanlıktır, bir hortum patlıyor, neler olmaz, Yüce Gök akepe’yi korusun,diyorum. İddianameye göre müstear isim de pırt’tır, bir daha hiç kimseye müstear, “ödünç” isim
önermemeyi taahhüt ediyorum. Ayrıca gerek de yok, bunların kodamanlarından birisi, “bizi top ve
tankla götüremiyorlar” deyu övünüyordu. Artık anladık, bir pırt yetiyor ve o kadar. Bir pırtlık...
YALÇIN KÜÇÜK/ Abide-i Hürriyet Tezleri (III) Lombrosyen kriminoloji Silivri’de (TAMAMI)
Salı, 24 Ocak 2012 03:34
Delil sonradan gelir, aslında gelirse gelir, gelmezse de olur, çünkü delile ihtiyaç yoktur, önce “suçlu”
vardır. Soner, Abide-i Hürriyet’te “Benim evime girdiklerinde ellerinde bir tek delil yoktu,” demişti ki,
çok doğrudur. Hiçbirimizin evine veya evlerine girerken ellerinde delil yoktur. Bir suçlu alıyorlar,
virüslerini atmışlar, ne varsa alıp götürüyorlar, burada aradıkları havadır, medyakratları içindir, Sedat
Ergin, Mehmet Ali Birand için, aldıkları havayla “cani” yaratacaklar. Biliniyor, ceza muhakemeleri
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 38/77
kanunu mimarlarından olduğu rivayet edilen, Profesör B. Öztürk, ki İlker Paşa’nın delil-sevmez
mahkemelerde yargılanmasında ısrarlıdır, kitabında, “bugün uygulamada hâlâ, büyük ölçüde sanıktan
delile sistemi geçerliliğini muhafaza etmektedir,” demektedir. Bu, işte budur, Cesare Lombroso daha
önce ve daha yukarıdadır. Fransızca “criminel-né” ve İngilizce “born criminal” tarif ediyordu,
“doğuştan cani” anlamındadır ve şimdi biz Silivrililer, tarifli, by definition, suçluyuz. Silivri’de delil mi,
beş para değeri yoktur, ben bunu görüyorum ve hep söylüyorum. Silivri’de mantık yoktur. “Bitti,”
diyoruz.
Kemalizmi savunma suçu
Yahudiler’i hatırlatabilir miyim, on birinci yüzyılda, ilk Haçlı Seferleri, Kudüs’te Yahudileri de
kurtarmak içindi, ama Batı Avrupa’da yakaladıkları yerde öldürüyorlardı, çünkü tarif icabı, méchant,
kötüdürler. Büyük Veba’da, 1347 tarihindedir, buldukça yaktılar. Çünkü kötüdürler, tarifleri var.
İspanya’da, Engizisyon’da yaktılar, çünkü méchant-né, “born evil” sayıyorlar ve devam ediyor. Tarifli
suçlu kim, tımarhanelerde, hapishanelerde, doktorluk yapan Lombroso da, suçlunun tarifini bulmak
istiyordu. Şimdi Lombroso’dayız, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaydı, hiç ırkçı değil, hatta “light”solcu da diyebiliriz, cani örnekleri üzerine çalıştı. Cani mi, “à ses yeux”, gözünde, suçlu değil, le
criminel est un malade, bir hastadır. İtalyan Lombroso’nun kriminolojinin kurucusu olduğundan hiç
şüphe yoktur, tariften suçlu peşindeydi. İstatistik disiplininin zayıf olduğu bir zamanda yola çıktı ve
şimdi Silivri’ye geldi. Ve şimdi, Kemalist cumhuriyete sahip çıkanları, seçtiklerini, les malades, hasta
sayıyorlar ve topluyorlar. Aslında hasta, hasta toplamaktadır.
Suçlu tarifi
Cani Adam, Homme Criminel, kitabında, 1887 tarihli, çok sevimli bir örneği var, une chatte d’Angora,
Ankara kedisi, çok sevimli, çok yumuşak, bebelerine çok iyi bakıyor. Ancak, yaşlanınca çirkinleşiyor;hizmetçi onu beslemiyor. Kedi de işte o zaman bebelerini yiyor. Les conditions indépendantes de la
volonté, önleyemez, iradesiz, cani kedidir. Bir de at var, tavşan yüzlü, kemerli burunlu ama
veterinerler ve Lombroso kitabını Fransızca çevirisinde méchant ya da rouge diyor, kötüdür, kriminal
bir at diyebiliyoruz. “Rogue” sözcüğünü ise biliyoruz, belleğim beni yanıltmıyorsa, Başkan Clinton,
Suriye, Kuzey Kore, İran gibi ülkeler için kullanıyordu, serseri’dirler, kötülük yaparlar; demek, Bill
Clinton da Lombrosyen kriminolojiye inananlardandır. Atavist’tirler. Köklerine bağlılar; bir küme, bir
aşiret, bir parti, ama suçludurlar.
Tarifli sanık
Fatih Hilmioğlu hocamızın işi çok zor, İnönü Üniversitesi rektörü iken, Jandarma Umum Komutanı
Şener Eruygur Malatya’ya gelecek olmuş, yemek yemişler, ancak gittikleri lokantaya yakın bir yerde -
yakın ama diyelim yirmi kilometre- kitapçı misyonerleri öldürmüşler; iddianamede var, méchant,
kötü, laik, cumhuriyete bağlı, cani parmağının olmadığını ispat zorundadır. Anlatamıyor, çünkü by
definition, tarifli, sanıktır. Silivri’de en kaba Lombrosyen kriminoloji işlemektedir. Bu Lombrosyen
canlı, yıllardır Silivri’de gerçek anlamda malade ve tarifli suçludur, hiçbir delili yok, ciddi hasta,
içeridedir. Bunlar “suçlu” değil, öncelikle Ankara kedisi soylu, tavşan yüzlü, kemerli burunludur. Ayağa
dahi kalkamayan Levent Ersöz Paşa, à ses yeux, insan değildir ve tarifleri var. Damgalıdır, Kemalist’tir,
içeridedir ve kinleri taşmaktadır.
Kriminal talimat
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 39/77
Devamla, Lombroso, fahişelerin aklı kıt kadınlardan çıktığını buluyor, “Criminal Woman, The
Prostitute and the Normal Woman” kitabında, İngilizce’ye bu şekilde çevrilmiş, buna ilaveten, “The
lower jaw of female criminals and still more of prostitutes is heavier than of the normal woman”,
cani kadınların alt çenelerinin normal kadınlarınkinden daha ağır olduğunu yazıyor ve fahişelerde ise
alt çene daha da ağırdır. Özetle, cani kadınlar ve fahişeler çok akılsızlar; bana gelince, kadın
olmadığımdan emin olsam da, Lombroso’ya göre, artık pek ahmak olduğuma inanmak zorundayım.
Çünkü ben bir Lombrosyen fahişeden daha ahmağım, siz bakmayın televizyonlarda devamlı program
yapmama, çok aranmama, Mehmet Ali Birand’ın, Fatih Altaylı’nın hayatlarında en büyük izlenme
katsayısını benimle yaptıkları programlarda almalarına, ben bir fahişeden daha ahmak birisiyim.
Neden mi, çünkü söyleyeceklerimi televizyonlarda söylemem, Barış Pehlivan’ı getirttiririm, attırırım
bir talimat, Barış attırır makineye, polis girer ve bulur, frengili kadınlar misli bizi toplarlar. Bu defa işte
böyle toplandık. Artık vesikamız dahi var.
Nerede o eski mahkemeler
Nerede o eski mahkemeler, onlar işkence yapardı, biz de söylerdik; şimdi mertlik kalmadı, “attır birvirüs, ya da doldur bir cd, hepsi tamam ve bunları çürütmek imkansızdır. Ama yine de, geçen gün
olağanüstü bir gösteri seyrettik, Ülgen Hukuk Bürosu’ndan genç hukukçu Serkan Günel harikaydı. 13
numaradaydık, 51 no’lu cd’den konuşuyorduk. Levent Göktaş Albay da tarifli ve damgalı suçludur;
pkk’yla çok savaşmış, Özel Harp’ten üç çok yüksek madalyası var. Sahte bir 51 numarası olmuş, ikide
bir dilekçe yazıyor, “aman iyi saklayın” diyor, içeridedir. Serkan ne mi yaptı, polislerin benden de geri
olduklarını gösterdi, şaştık kaldık.
Tiyatro
Albay, savcı, hepsi beraberler, bürosunu basmışlar, ancak benden beter polisler her tarafta kameraolduğunu unutmuşlar, kayıtları Serkan’da. İki polis, bir odaya girmiş, 51 numarayı buluvermişler,
konuşuyorlar, üzerinde parmak izleri var, inanılmaz bir şov idi. Polisler ne kadar rahat koyuyorlar ve
buluyorlar... Ben hiç olmazsa burada bir tahliye bekledim; ahmak olduğum kesin, beş saat bekledim
ve bekledik. Sonunda, pek çok karar çıkardılar, 51 numara için yeniden “araştırma” kararı verdiler ve
bu arada Hurşit Paşa’yı da yeniden tutukladılar; Ankara’ya yazıp hangi derneklere üye olduğunu
öğrenecekler, buradan, hükümeti, devleti vesaireyi devirmeye ulaşacağız. Demek, delil değil,
uzatmalar peşindeyiz.
Kutsal Emanetler
İlker Paşa’nın burada kalmasını isteyen Profesör Öztürk, sanıktan delile gitmekte olduğumuzu ileri
sürüyor. İnanmak mümkün değil, Lombrosyen kriminolojide delil yoktur. Bir kez atılmış virüs,
doldurulmuş cd’ler var, ilahidirler, kutsaldırlar. Mahkeme Başkanları Kutsal Emanetler’e iyi bakıyorlar,
biz dokunamıyoruz.
‘Fitne’ aydınlığı
Bitiriyorum, yalnız, yanlış anlaşılmak istemiyorum. Cesare Lombroso önemlidir, kriminolojinin
kurucusu sayıyoruz. Bu konuda, “Who’s Who in Jewish History” ile hemfikirim. Lombroso “laid the
foundation of modern criminology” demektedir. Kurucudur, “born criminal” ile başladıysa da, sonra
daha ciddi alanlara geçti; ceza işlerinde reformlar düzenledi. Güzel, ilaveten, “he became interestedin the Zionist movement”, Siyonizm’e ilgi duyan bir Yahudi olduğunu da öğreniyoruz.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 40/77
Peki, “bitti”, Yahudilik’le açıldıysa, benim Fitne’yi ihmal edemiyoruz; Menachim Begin, nam-ı diğer
“terörist”, 1977 yılında “Ergun” ile, “teşkilat” demektir, iktidara geldi; kalmak için ise, hem Yargıtay’ı
ve hem de Genelkurmay’ı zapt etti, yazmışım, uyarmak istiyordum. Demek duramıyorum.
Odatv delilleri
Tarifliyiz, ben ayrıca, dava mankeni, evlerimize girmişler, almışlar, almışlar, delil bulacaklar. Çok hoş
bulduklarından birisi de şudur: “29 Nisan’da biz bunları Kemal Bey’e söyledik: ‘Kemal Bey, bu
referanduma iyi asıl,’ dedik, asılmadı. Bu bir anayasayı değiştirme komisyonudur, demiştik; bu,
hakimleri, hakim teminatını ortadan kaldırma işidir, dedik. İnanmadı Kemal Kılıçdaroğlu bizim
sözümüze.” Bu sözler bana ait, televizyona kadar çıkmışım, polisler oradan çözmüşler, odatv delil
klasörü ikidedir.
Bu kadar da değil, Kemal Kılıçdaroğlu’na “Meclisin içinde tahkikat komisyonu kurdular, istediklerini
tutukluyorlar,” haberini de verdim. Yıl 1960, Nisan ayında artık meclis mahkemedir. Bunu da
söylemişim. Ancak bu Kemal, Silivri yargıçlarından daha duyarsızdır. O kadar ve hepsi bu kadar, şimdigerçekten “bitti” diyebiliyorum.
Akp’nin bir tübitak’ı var
Fakat bunu söylemeden kesemiyorum, Ülgen Hukuk Bürosu çok iyi bir iş yaptı, odatv’ye çok dosya
koymuşlardı, hepimizi bu dosyalarla topladılar. Ülgen, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Amerika’dan
mükemmel raporlar aldı; atmışlar, hep virüs atmışlar, attıkları virüsün adı Trojan’dır, “Truva” demek
oluyor. Müthiş Truva’lar, atınca zapt ediyor, Soner Yalçın’ın, diğerlerinin, Barış’ların haberi yok,
bilgisayarı ellerine geçiriyorlar, istediklerini yazıyorlar ve söyletiyorlar. Biz bu raporlara çok sevindik,
mahkemede demonstrasyonunu da izledik, hemen çıkarız; ama o kadar kolay değil, Beşiktaş’ın
tübitak’ı var, şimdi oraya attıracaklar.
Zapt edilmiş adam: Kemal Kılıçdaroğlu
Bize yararı yok, ama yine de sevindim, çünkü anladım ki, Fethullahi ekip bir Trojan da Kılıçdaroğlu’na
atmış, artık zapt edilmiş bir adamdır. İlker Paşa yetmez, Yaşar Paşa’yı da Silivri’ye göndermek
istemektedir. “İlker Paşa tutuksuz olsun,” buyuruyor, ama “hükümete andıç olmaz,” deyi bağırıyor.
Truva atlı; ancak eskiden atın içindeydi, şimdi Truva Kılıçdaroğlu’nun karnındadır, oradan konuşuyor.
YALÇIN KÜÇÜK/ Abide-i Hürriyet Tezleri IV İsim misim - Kitap mitap (TAMAMI)
Perşembe, 02 Şubat 2012 03:25
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 41/77
Abide-i Hürriyet Tezleri’nin sonuncusuna gelmiş bulunuyorum, her zaman tekrarladığımız hikayedir.
Hıristiyanlar bir Yahudi’yi yakalamışlar, dövüyorlar, öldürecekler; etraftan koşmuşlar, “yapmayın”
demişler, “öldüreceksiniz adamı”, zavallı Yahudi’yi... Hıristiyanlar “evet, evet, öldüreceğiz” cevabını
vermişler; peki, ama neden; “çünkü bizim İsa’yı öldürdü”. Doğru, çok güzel, “ama bu, iki bin yıl
önceydi”. Cevap hazırdır; “olsun, biz yeni işittik.” Aşikar, Akepe’nin ve Tayyip Erdoğan’ın,
Cumhuriyet’e karşı, “yıkıcı” diyebiliriz, yeni ve aşırı hücumlarında “yeni bi şi” hiç yoktur; ama
anlaşılıyor, yeni duymuşlar ve alayını toplamışlar. Yeni olan sadece şudur, doğrudan doğruya
Kuruluş’u ve Kurtarıcı’yı hedef alıyorlar ve bizden alma, benden “kapma” “Yeni Rejim” diskuru ile,
Ancien Régime karşılığıdır, birleştiriyorlar. Yalnız gittikleri yer “Cahiliye” Devri’dir, çünkü artık
tümden, isim misim, kitap mitap tanımıyorlar. Bildiklerini unutmuşlar.
Cahiliye rejimi
Büyük suçlarımız var, kabul ediyorum. Oda’dayız, bir kısmımız cehepe’yi etkilemişiz, Silivri’den
milletvekili adayı çıkarmışız, az ama yine de yapmışız; bu, bir’dir. İki, kitap işine karışmışız, başkalarına
yazmışız veya işte bi şi yazmışız, cürüm’dür. Üç, birbirimize yeni isim bulmuşuz, İbrani isimlerseçmişiz, açıkça sabetayist isimlere yönelmişiz; idamlık değiliz, pek yakınız. Başta Ahmet Hakan ve
Ertuğrul Özkök söylediler, herkesler şaştı kaldılar; böylesine bilgisizlik görülmemiştir. Abdullah Gül ve
Tayyip Erdoğan, bana olmasa da sözlerime çok güveniyorlar ve güvenirler; acele ettikleri kesindir,
haber veriyorum, gittikleri yön “yeni” değildir. Cahiliye Rejimi’dir. Buradalar. Çok çok eskiye döndüler.
Hayır dönüyorlar. Dönüş başlamış görünüyor, yönleri, geriye doğrudur. Güzel ve kuraldır; geriye
dönenler birbirine düşerler. Önce birbirini yerler. Düşüşe başladılar.
Yazarlar ile isimleri
Onomastique alanımdır, icat etmedim, Türkiye’de geliştirmeye çalışıyorum. Bir, Mehmet Akif’in adı
“Ragif” idi, pide veya yufka anlamındadır, belki ailesi bir yazara yakışmayacağını düşündüler, “Akif”
yaptılar. Kolaydır, r’yi atıyoruz, aslında sevmiyoruz, “ırıza” veya “urus” söylüyoruz; linguistik’te “g” ile
k’yi ayıramayız, “Akif” buluyoruz. Güzel, “Ragif”, Karadeniz’in kuzeyinde kullanılan bir isimdir;
Mehmet Akif de, Refik Halit Karay ile akraba düşer, oralıdır, demek istiyorum.
Bu usuldür, Kürt Kemal derlerdi, “Kemal Göğceli” de olabilir, ama bunlardan yazar olmuyor ve “Yaşar
Kemal” yapıyoruz. Yapmak zorundayız, Ceyhun Göbekli ise olmaz ve “Demirtaş Ceyhun” yapıyoruz,
benim çok sevgili arkadaşımdı, yaptık, büyük yazarımız olmuştur. Demek ki, bu bir tür yasadır ve
zorunluluktur; Marx öğretisine göre, irademizin üstündedir. Uyuyorlar.
Diller arasındaki geçişler
Dilimizin, ağzımızın da zorunlulukları var, işim yok gücüm yok, kimse uğraşmıyor, ben çalışıyorum.
Ağzımız, h’yi sevmiyor, bazen de yabanıl a’ları, e’ye çeviriyoruz, kimseler bulamadılar, Köprülü Fuad
yanıltmıştı. Aslı Farisi “Hemrah”, birlikte ve yol sözcükleri, “yoldaş” anlamındadır. İki h’yi atıyoruz, ben
değil, dilimiz ikinci a’yı “e” yapınca, “emre” oluyor ve yoldaş anlamındadır. İspatların ispatıdır, Tapduk
Emre, “Tapduk Yoldaş” demektir; güzel ve burada durmuyorum. “Har” İbranice’dir ve alıyoruz, h’yi
atıyoruz, “ar” ve bazen “er” buluyoruz; İbrani, “dağ” olup, “siyon” manasına da geliyor, “müthiş”,
kendi kendime diyorum. Demek bizdeki “ar” ve er’in siyon anlamı da var.
Sahne isimleri
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 42/77
Çılgın bir anneden doğmuş, bir kez okumuştum, “deli deliyi sever” diyorlar, Aysel Gürel, “yalnız Yalçın
Küçük’ün programlarını izliyorum” diyormuş, Aysel’den doğma, ama adı fazla ileri, Kamile Suat
Ebrem, buradaki “ebr” sözcüğünü “İbrani” olarak anlıyorum ve Müjde Ar’dan söz ediyorum. “Ar”, “er”
de olabilir, son derece isabetlidir. Şimdi arkadaşım Ercan Karakaş ile evlidir ki, çok çok münasiptir.
Müjde, merttir, resimleri canlısından güzeldir. Bir zamanlar bizim Arif, Azmi ile birlikte Çiçek Bar’da
otururduk, iddianamede hep “biz” sözcüğünü soruyorlar, “örgütü açıkla” diyorlar. Biz, Güzel Arif,
Amele Erol, Demirtaş Ceyhun idik, şimdi Arif ile ikimiz kaldık. Bu arada itirafımdır, Müjde’ye sevgim
var, bilim yapıyoruz, anlayışla karşılamasını umuyorum.
Sinema sektöründe sabetayistler
Güzel, tarihe giriyorum, bizde sinema sektörünü İsmail Cem İpekçi Ailesi kurmuştur; sabetayizmin
Karakaşi kolundan gelirler. Demek ki, sinemada sadece sabetayistler yükselirler, adı “Kirkor
Cezveciyan”, Kenan Pars yaparlar. Tüm eğlence sektörü buradadır, Aysel Gülaçar’dan olmaz;
yapacaksın “Seda Sayan”. Pek güzel, “Sayın”, Mossad’ta yardımcı iş yapanları tarif ediyor,
kutluyorum. Çok iyi bulmuşlar, artık yüksekliğin sınırı yoktur. Görüyoruz.
Avram var, “Ulu Baba” veya “Yüce Baba” demektir, “ulu”, yüce, “soy” isimleri ile ilgileniyorum. Ersoy
veya “Ulusoy” görünce, avdır, takip ediyorum. İsabetlidir, bunlar “sonradan olma” ama Beren’in asil
olduğunu sanıyorum, “Beren” adını sadece Macar Yahudiler taşırlar ve biz ile Ermeniler “saatçi” deriz,
çok nadir sözlüklerimde, “saat” soyadının da Yahudiler’e ait olduğunu tespit edebiliyorum. Beren
Saat’e, sendeki güzellik beş para etmez, sende bu ad ve soyadı ile, bendeki bu araştırma olmasa
diyorum. Yüksekliğin zirvesindedir, daha fazlasını göremiyorum.
Hollywood Yahudi imparatorluğu
Küçük parantez, Hollywood ise tümüyle bir Yahudi imparatorluğudur. Oyuncuları hep Eşkenaz,
Polonya ve Rus asıllı Yahudiler’den seçerlerdi. İsimlerini değiştirirlerdi, zorunluydu.
Müstear isim
Atilla Olgaç ile beraberdik, severdim, biz savaşırdık, bu arada Atilla’ya mukayyet olurdum, “Kıbrıs’ta
çok Rum öldürdük” demişti, uçmuş, bilmez, aksine tanıklık yaptım. Bakırköy’de savcı Ali Çakır,
“Hocam kardeşim Sait’i yazar yap” dedi, aldım, Sait’i “Sadi” yaptık, İbraniyet’te yüce bir addır, Çakır’ı
kendilerine bıraktık, “Çakıran” dedik, yükselteceğiz. Ama Odalık Örgütü’nde boşluk varmış, Nagehan
Hanım, ansızın demek olup, ansızın anladı, “kod” ve “şifre” adlarıyla başladı; aldılar ve on bir aydır
buradadır. Büyük bir kindir, Cahiliye Devri’ni yaşıyoruz.
Sağ-sol tartışması
Ne örgüt, ne örgüt; üst katımızdalar, Şık-Şener kardeşlerimiz otururlar, bizi hiç sevmiyorlar, sanki biz
getirdik; Abide-i Hürriyet’te de ayrıldılar, sağda oturuyorlar; Fransız Meclisi misli, biz soldayız, oradan
kalmadır, bize “solcu” diyorlar. Hanefi Avcı da sağda oturuyor, soruyormuş, “ayıp olur mu”, neden
olsun, “otuz yıldır Yalçın Küçük’ü takip ediyorum” diyor, bak Allah’ın işine, Avcı’yı avlayıp benim
örgüte koydular. Bir de bir Beyefendi geldi, Mahkeme’de, polis müdürü, Müyesser Yıldız’ın kocası
imiş, sağ tarafta oturuyor, “Hocam hatırladınız mı, hani bir toplantınızı yasaklamıştım”, işte biz böyle
bir örgütüz.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 43/77
Peşimdeki polis müdürleri
Behice Boran, güle güle bana anlatmıştı, mahkemenin kapısında, sevimli bir genç, ikisi de tutuklu,
“Hocam hatırladınız mı”, nasıl hatırlarım, en sonunda, “Hocam, hani Partinizi basmıştık”, Behice
Hanım’ın gülüşünü hiç unutmuyorum; “aman evladım, o kadar çoktunuz ki.” Ben de peşimdeki polis
müdürlerinin sayısını hiç bilmiyorum, Ama çok garip, hepsine biraz sevgim var, galiba maçyapıyorduk. Rakip takımdaydılar.
Gündüz Aktan’dan Özal’a hediye
Turgut Özal’ın “La Turquie en Europe” kitabı var, başbakan iken yazmıştı. Benim de 2005 baskılı
“Fatih” kitabım mevcuttur. Burada “Gündüz Aktan ve arkadaşları, Özal adını silerek bu kitabı kendi
adlarıyla yayımlayabilirler” diyorum. Bir de şunu ekliyorum. Bu kitabın “Toynbee ve Yalçın Küçük’e
dayandığından kuşku duyamayız”. Peki, kime ne, Özal’ın kitabı Yalçın Küçük yazımıdır; hem
söylüyorum, hem şikayet etmiyorum. Bunlar ve benzerleri çoktur, buradan bir örgüt çıkarmak ise
Cahiliye’ye dönmektir. Bu Cumhuriyet’i çökertiyorlar. Asıl böyle çökertmek istiyorlar.
Anı yazarları
Erdoğan bunu da öğrenirse, “çaldılar” der mi, bilmiyorum. Bir, Nutuk, “19 Mayıs 1919 tarihinde
Samsun’a çıktım” yollu başlıyor, edebidir. Falih Rıfkı’nın dahli olduğu rivayetlerine sahibiz. İki, Celal
Bayar’ın “Ben de Yazdım” tarih-anılarının, Kemal Tahir’in kaleminden çıktığında ısrar edilmektedir.
Doğrusu şudur, hiçbir yerde büyük adamlar anılarını kendileri yazmıyorlar. Diğer yandan, biz
üniversite profesörleri, asistanlarımızın tezlerine önemli ölçüde katılırız. Bundan sonrası ise
utandırıcıdır, bu büyük Cumhuriyet’e yakışmamaktadır.
Musa ile Harun kavgası
Çökertmiyorlar, çöküyorlar, Akif Beki, birisi Musa ve diğeri Harun, demişti ve şimdi Musa, Harun’u
sildi, atıyor. Az kaldı, Karabulut Kemal, Harun’u kurtarmak için çırpınıyor, Nil’de boğulmak üzeredir.
Habib-i Abdullah, Taha Kıvanç, nam-ı diğer Fehmi Koru, hayli müteessir olmalıdır; kapıda teslimiyet
var. Ve ey bilgisiz polisler, Taha Kıvanç da müstear ya da “ödünç” bir addır, Kuran’ın yirminci
suresindeki “ta” ve “ha” harflerinden çıkıyor. Harflerden isim çıkarmaya, isimlerde uğur ya da
kutsallık bulan tarikata ise “Hurufilik” diyoruz. İbrani sufizm kabala’ya çok yakındır ve sabetayizm ise
kabala’dan çıkmıştır. Buradayız ve artık yine “bitti” diyebilirim.
Çöküşün ayak sesleri
Abdullah Beyefendi’nin, birden hatırladım, bana bir mektubu vardı, Milliyet, tam-birinci sayfa
yayımlamıştı, “ben sabetayist değilim” diyordu. Olabilir, böyle giderse, yakın zamanda “ben
Çankaya’da oturmuyorum” da demesi mümkündür. Olur, gidicidirler ve biz kalıcıyız. Çökmek için
kavgaları var.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 44/77
YALÇIN KÜÇÜK/ Işık Paşa’nın vizyonu-(TAMAMI)
Cuma, 09 Eylül 2011 02:57
Sosyalizm mi, iki bileşeni var. Bir, rasyonalizm veya akılcılık ve iki, iştirak veya ortaklık. Akılcılıktan hiç
ayrılmıyorsanız, hep “hakiki mürşit ilimdir” diyorsanız ve hep her emelde ortaklık peşinde iseniz, hiç
kuşku yok, “sosyalistsiniz” ve her daim “jandarma biz sosyalistiz” diyebilirsiniz, kutluyorum. Ve ben
ortaklığı pek seviyorum, ne hoş, çocukluğumda köyümüzün yaşlıları, “Abacılı” köyü, şimdi yarısından
çoğu Şam’da, beni hep “ortak” der, severdi. Ne yazık, pek az gitmişim, ama hep ortaklık peşindeyim,
hep ortaklık veya ortak arıyorum. Işık Paşa Hazretleri ile de aramda bir ortaklık arıyordum ve buldum;
ikimiz de gazi’yiz. Ve “gaza” adamıyız, demektir. “Gaza” mı, bir kişilik yapıcısıdır, başka insan
olursunuz, çıkamazsınız. Işık Paşa’nın da, benim de gazi kimliklerimiz ve maaşlarımız var. Mustafa
Kemal de gazi’dir ve “Büyük Gazi” diyoruz. Ben Küçük Gazi’yim.
Ordu Düşmanları
Ne çok seviyorum, kırk bin kişilik bir savaşçı ordu bana, “kabadayı profesör asteğmen” adını
takmışlardı. Askerlerimi çok seviyordum, dokundurtmuyordum, sonra beni Yeşil Hat’ta sürdüler,
hattın hemen ilerisine “düşman” diyoruz, çadırlarda kalıyoruz, hapishanede, Paris’te, sınırda, hiç
bırakmıyorum, her sabah koşuyorum. Hat’ta tarlamsı bir yer vardı, askerlerimiz mayın döşüyordu,
ben ise yaşamı hep sınırda oynamak sayıyordum, mayın tarlasında seke seke koşmayı pek çok
seviyordum. Peki, benim askerlerim mi, mehmetçik’tir; onlar, küçük Mehmetler, sabah döşüyorlar,
akşam basıyorlar ve havada parçaları uçuşuyor sonra topluyoruz. Peki, ordu düşmanları savaşmayı ne
sanıyorlar, ne ahmak ordu düşmanları var. Şimdi ordu düşmanları ahmaklardan oldular.
Yakınları “şeyhim” derler, Kemal Baytaş, Sözcü’de ordu üzerine “çok vahim bir oyun oynanıyor” diyor
ve “başta medya, sözde aydın, yazar, çizer gafiller” sayıyor, bu oyunun içindedirler. Bunlar mı, ordu
düşmanlığı için “analarını satarlar”; kimler mi, isimleri ve tercüme-i halleri defterimde yazılıdır.
Hesaplarını ödetmeye hazırlanıyorum.
TSK’nın İrade Beyanı
Tabii, aykırı düşünüyorum ve şimdi ifşa ediyorum, Işık Paşa Hazretleri’nin konuşmasını bu “analarını
satanlara” ben sızdırdım, şeytanca bir iş olmasını istedim, aykırı oldum, sızdırıverdim. Çok iyi
yaptığımı, Gazi Işık Paşa “noktasına kadar arkasındayım” dediği zaman bir kez daha anladım. Hepsini
tekrar tekrar verdiler, çok önemli bir konuşma ve bir ordu vizyonu’dur. Bu nutuk ile Türk Ordusu,
“milletin ordusuyuz” diyor ve “bizi yenemediniz” sloganını atıyordu, “varız”, böyle devam etmektedir.
Ne mi yaptım, işleri analarını satmak olanları bu kez ben sattım. Pazardadırlar.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 45/77
Cumhuriyet’in Yasası: 35. Madde
Peki, ne için, ne yapabilirim ki. İsmet Paşa’dan söz etmek istiyorum, çocuktum, politikayı nasıl
yaptığını izliyordum, hitabetini takip ediyordum. Çankaya’da bir Bayar vardı, “Baer” aslı olabilir,
“İsrael’in zaptına çıktığımız” şu hafta açıklayabilir miyim, Alyans İsraelit’te okumuştu. Paşa devletin
tepelerine böyle bir “ümmi” hiç gelmemişti, buyurdular. Arabi “üm”, ana demektir, “ümmi”, anadan,
“anadan doğma”dır ve pek bilgisiz anlamındadır. Ben şimdi İsmet Paşa Hazretleri’nin izindeyim,
chp’nin başında bu kadar “ümmi” birini ilk defa görüyorum. Gorbaçov Kemal’den Ümmi Kemal’e… İç
hizmet yasasından 35. maddeyi çıkaracak ve Silahlı Kuvvetler’in iktidarı almasını önleyecek; Ey Yüce
Gök, “ne yaptık da bize bu ceza” diyorum, Kemal Karabulut bir cezadır. Fethullah Gülen’den mülhem,
Deniz Baykal ile Önder Sav’ın marifetidir ve temizlik işi, Gürsel Tekin’i unutmadan, bu ikilinin
omuzlarındadır.
Peki, Gazi Işık Paşa ne buyurdular, silah arkadaşları ile hasbıhalinde, “35. maddeyi kaldır da bilmem
neyi koy, ister koy, ister koyma, biz Silahlı Kuvvetler olarak bunun için varız”, dediler. İzninizle, “Gazi”
olduğumu söylemiştim, daha önce “aynen öyle” yazmıştım, şimdi asıl balyoz başlarına inmiş
olmaktadır ve şaşırmışlar, “aa, bu aynı ordu” diyorlar, hop oturup, hop kalkıyorlar. Bir oturup bir daha
kalkmayabilirler. Şimdi bekliyoruz.
Güzel, biraz dinsel politikaya girmek zorundayım. Girip hızla çıkıyorum. a, Katolizmde günah çıkarma
var; b, Bolşevikler bunu aldılar, oto-kritik yaptılar; c, Katolizm’de papaz ile günahkar arasındadır,
Sovyetler bunu gösteriye dönüştürdüler, konferans salonlarına taşıdılar; d, onur kırıcıdır, kişiliği
ezicidir. Bizim sol bu manasızlığı asimile etti ve “özeleştiri” dediler. Bizden Kürtler’e geçti ve insanlığa
aykırıdır. Işık Paşa’nın diskur’unda özeleştirinin ve tabii, itirafın zerresini görmedim; sorumlu
vazifeşinas, güvenli bir komutanın eksiklikleri eksiksiz olarak sayması var. Her ciddi kurumda yapmak
durumundayız.
Clausewitz ve İrade Savaşı
Düzeltmeye işaret ettim, savaşa dönmek istiyorum. Yine Yeşil Hat’ta idik, çadırımızdayız. Savaş
başkadır, her savaş aynı zamanda liderlik savaşıdır, zamanla rütbeleri unutuyoruz, yemek masamız
yuvarlak, sohbetimiz yerinde. Bir üsteğmenimiz var, biraz sonra, havayı da bulunca, leblebileri alıyor,
“bu senin, bu senin” diyor ve ağlıyordu. Nedeni basit; kaçmış, birliğini bırakmış, korkmuş ve
arkadaşları korumuşlar, yoksa divan-ı harptedir. İyi ki korumuşlar, benim güzel üsteğmenlerinden
birisidir, savaşta çok güzel üsteğmenler gördüm, “kabadayı profesör asteğmen” olduğum için beni
pek sever ve sayarlardı. Savaşlar liderlik savaşlarıdır. Tekrarlıyorum.
Işık Paşa çok isabet etmişler, kaçarlar ama ben ekliyorum, “az kaçıyorlar”. “Şeyhim” Baytaş da teyitediyor, bu kadar kötülenen bir ordu için çok az kaçıyorlar. Ben “Birinci Ergenekon Seferinin” çıkışında
söylemedim mi, Levent Göktaş Albay’ım önermediler mi, “çık komutanlar askeri vurduruyor de”
demediler mi, son 13 kayıpta, Hürriyet’te Enis Berberoğlu, Genelkurmay’ın hareketi anlatan
açıklamasını sansür etmedi mi, bir “sivil toplum” heyetinin, kayıpları komutanlara yükleyen
açıklamasını yayınlamadı mı, bunlar varsa çok az kaçıyorlar. Savaşmak mı, eninde sonunda, ülke
sevgisi ve heyecanına bağlıdır.
Halefi Necde Paşa Hazretleri’ne dönüyorum, tabii, Bilgin Paşa’ya ve Aslan Paşa’ya da hitap ediyorum,
Akademi’de Karl von Clausewitz’i okudunuz mu, okutuyor musunuz? “La Guerre” ya da “Harp
Üzerine” bir harikadır, belleğim beni yanıltmıyorsa, Şiar Yalçın’ın çevirisi var, güvenebiliriz. Savaş’ınbüyük teorisyeninden ilk planda öğrenilecek olan ikidir ve bir, savaş düşman tarafın iradesini esir
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 46/77
almak üzere yapılan bir mücadeledir; Işık Paşa, Türk Ordusu’nun iradesinin esir edilemediğini
göstermiştir. Tam tersine, düşman tarafın iradesi parçalanmak üzeredir. İki, savaş her noktada ve her
adımda ihtimaliyet ile iç içedir. Savaşta her orduda yanlış hedefe sıkmak var, kendi kendini vurmak
var.
Medya: Cahiller Ordusu Peki, ne diyeceğiz, bu tiv’cilere, gazetecilere “ümmi” ordusu mu, analarını sevenler mi diyeceğiz. Biz
Kıbrıs çıkartmasında kendi zırhlı gemimizi bombalayıp batırmadık mı, Ege’de Amerikalılar bizim
donanmayı bombalamadı mı, Afganistan’da Amerikalılar kendi askerlerini vurmadılar mı; savaşlar
bunlarla doludur. Ey cahil düşmanlar, size diyorum, demek ki Komutan, güvenle, ciddiyetle, yanlışları,
eksiklikleri açıklamaktadır; biraz utanma diliyorum.
Önümüzdeki İki Yol
İsmet Paşa’ya tekrar geliyorum, Kurtuluş Savaşı başlarındayız, ihtiyat zabiti savaşa gidiyor. Paşa’nın bu
sözü pek bilinmiyor; zabite, “Harb’e mi gidiyorsun, bil ki halk senin düşmanındır”, diyor. Ben çok
severim, sanki Yaban’da Yakup Kadri bunu yazıyordu; Işık Paşa, “namerde malzeme verdik” yolluyanıyordu ve “içimizde hainler var” deyi haykırıyor. Sanki başka diyarda bir ordudur ve Doğu
Perinçek’in, “içerde kuşatılmış ordu” nitelemesi az kalmaktadır. Şimdi ordu yabandır. Ve iki aşamalı
bir yol var, okuyorum, a, sessiz ve/veya dilsiz çalışma; b, düşmanı yaban yapmak; yol budur. Ben
biliyorum ve devam ediyorum.
YALÇIN KÜÇÜK/ Işık Paşa’nın Devamı-(TAMAMI)
Pazartesi, 12 Eylül 2011 02:39
Taş mı düştü, yoksa düşen Işık Paşa mı? Ama olan oldu, Tayyip Bey artık eski ve güzel dilimizle,
“müeddep” dili buldu, eskiden “Bakanım Ali” çığırıyordu, “Genelkurmay Başkanım” diyordu; pek garip
bir “pazarlama” ağzıyla konuşuyordu. Ne düştü, ama düşen düştü, Paşa Hazretleri’nden “mesai
arkadaşım” demekle, Paşa’nın dersleri üzerine konuşmayı “ahlaki” bulmaktadır. Hepimizin “emniyet”
dilimizle, “susma hakkını” kullanmaktadır. Güzel bir noktadayız ve buradan Işık Paşa’nın Devamı’na
devam ediyorum. Necdet Paşa Hazretleri devamındadır.
Hemen Netanyahu’nun yapamadığını yaparak başlıyorum, “özür diliyorum”, henüz takvimli yazılara
başlamadan araya girdiğim için affımı talep ediyorum; çünkü ben şeytanca yazıyorum. Görülmeyeni
görüyor, söylenmeyeni söylüyorum. Bir, bana Ahmed-i Nejat aradı, “çek oğlum yol kenarına, bir çift
laf edelim” dedik… İşte buna, bu söze, 74 milyonu inandırırsınız ama ben bunun dışındayım. Peki,
arayan Ajda Pekkan mı, söz ola… Ve “cepten mi” konuşuyorlar, bir devlet adamının bir adamı vardır,
adamı adamını arar, saat tespit ederler. Tabii konuşmuşlardır, başka zamandadır ve yol kenarına
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 47/77
durma, sağlık nedeniyledir. Kriz var; “vah vah, yine mi…” Bunu ben diyorum. Kenara çekilmesi
“balyoz” işidir.
Özlemişim, Aziz Nesin’İ yükseltiyorum, spiker kızların yüzde doksanı dokuzu ahmak, fıkra yazarlarının
yüzde doksan sekizi aptaldır. Geriye kalanları mahkemelere saklıyorum ve bir, Nimet Çubukçu, hem
de başbakan yardımcısı olacaktı, olamadı. Bir de boşandı ve peki neden olamadı; şeytan diyor ki,Emine Gülbaran Erdoğan engellemiştir. İki, Ömer Çelik bakan olacaktı, olamadı; Emine Hanım var,
frene basmakta, Tayyip bey durmaktadır. Eşinin sözünü dinleyen adamdır. Aptallara ve ahmaklara
kafalarını çalıştırmaları için malzeme veriyorum; ama yok ki…
Emniyette bir Tayyip Erdoğan
Tabii, “itiraf” yok, Işık Paşa Hazretleri vulgar dile kaymış, “özeleştiri” yok, komutan vizyonu ve
direktifleri var. Her büyük komutan eksiklikleri cüretle ve dürüstlükle söyleyen subaydır. Şunlar
açıklamalarıdır: “Irak hududuna filan siviller bakacakmış. Arkadaşlarım burada. Nasıl bakarlar
arkadaş? Tümen komutanım burada. Gülüyoruz, gülüyorsunuz. Hala çıkıyorlar, ‘50 bin kişi alacağım’,
‘sivil teşkilat kuracağım’. Efendim, Avrupa Birliği istiyormuş. Böyle bir sıkıntı var, fazla kulak asmayınız,herkes işine baksın.” Çok güzel, ben iyi yaptım, eski arkadaşlarım, şimdi Fethullah Gülen’in kulları,
Hürriyet-başı Enis Berberoğlu ile Haber-Türk başı Yiğit Bulut’u çatlatmak üzere bunu sızdırdım.
Teğmen’den, Ast-subay’dan Orgeneral’e kadar, “gülüyorsunuz” ve “gülüyoruz”. Akepe konuşsun,
“herkes işine baksın” ve bakarken unutmamak gerek, casusları var. Artık dilsiz konuşma çağındayız.
Paşa bütün bunları Tayyip Erdoğan’a söylemiş ve ben burada araya giriyorum. Işık Paşa’ya, Bilgin
Paşa’nın şimdi Şura Üyesi, tutuklanmayacağı sözü gelmişti ve sözlerinde durma alışkanlıkları
olmadığını yazmıştım. Güzel, Paşa’ya Tayyip Erdoğan’ın cevabı şudur: “Bir siyasetçi olarak beraber
çalıştığımız bir yerde mesai arkadaşım olarak şu anda bunu değerlendirmesini yapmayı özellikle ahlaki
bulmuyorum.” Buluyordu, Deniz’e kaset çıkınca, Atina’da, Enis Berberoğlu kasetini uzatıyor ve TayyipBey “çok ahlaki” konuşuyordu. Artık Enis’i pişman etmek benim boynumun borcudur; şimdi başına bir
Paşa-Taş düşmüştür. Erdoğan susma hakkındadır. Daha emniyettedir.
Ordu’nun Yeni Vizyonu
Bu Ordu’ya yeni vizyondur, peki bu memlekette hukuk yok mu, Işık Paşa da, “ben sık sık hukuka
saygılıyız diyorum” buyuruyorlar, seleflere İlker Paşa, Yaşar Paşa da söylüyorlardı, “adalete
güveniyoruz” diyorlardı. Ben bu sözün manasını bir türlü anlamıyordum, her televizyonda, “askeri
mahkeme” deyü bağırıyordum.
Ulusal Kanal’ın belki de en güzel filmi, “Vardiya Bizde” hanım ve beylerinin “adalet bu mu”
türküleridir, anlamıyoruz. Şimdi Işık Paşa açıklıyor, “bunun anlamı şu: biz enayi değiliz.” Devamışudur, “bize karşı olanlar da hukuka saygılı olacaklar.” Ve olacaklar, “bir gün mutlaka” diyoruz.
Vardiya sabırsızlanmaktadır.
Vizyon’da şu da var: “Bir de sözleşmeli er diye bir şey çıktı. Bizim teklifimiz, arzumuz falan değil tabii.
Biz herkese eşit süreli tek tip askerlik istiyoruz.” İstiyoruz ve eklemektedir, “biz milletin ordusuyuz, biz
kimsenin paralı askeri değiliz.” Ancak ne yazık, “bize karşı olanlar” milletin ordusundan korkmaktadır.
Sınıra Fethullah polislerini ve içeriye paralı askerleri koymak istemektedirler. Fakat taş düştü, nazik
oldular.
Işık Paşa dersinin bir sonucu da şudur; artık bir yerde, bir konuda tam bir “dizici kız” oldum ve “amainanamıyorum” diyorum. Işık Paşa Hazretleri, Tayyip Erdoğan’ı hemen her noktada tekzip ettiler.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 48/77
Söylediklerinin hepsinin gerçek dışı olduklarını öğrendik, doğru olan “ordu ile bir savaşları var” ve
şimdi susma hakkını kullanmaktadır. Emniyet’tedir.
30 Ağustos Resepsiyonu
Devamını görüyoruz. Necdet Paşa Hazretleri ayağının tozu ile Abdullah Gül’ü toz duman ettiler.
Müthiş, Çankaya Köşkü’nde bir insan 30 Ağustos kabulü için açıkça, “komutan istedi” diyebiliyor,nerede ise ben, şeytan, inanacaktım. Gülen-gazetesi Hürriyet’te Enis ve Gülen-HaberTürk’te Yiğit
sevinçle yaydılar. İkisinin de mumu 6 Eylül Salı’ya kadar sürdü. Necdet Paşa’nın Tayyip Erdoğan’ın
başkomutan olma hevesini bozmak için buna razı olduğunu öğrendik, imkansızdır, geçici bir ödün
saymak durumundayız.
Bir uçtan diğerine fırlamamayı ve Yaşar ve İlker Paşalar’a haksızlık yapılmamasını öneriyorum. Bir,
Yaşar Paşa’nın Genelkurmay Başkanı olmasını önlemek için Fethullah Gülen’in nasıl saldırıya geçtiğini
unutamayız, sabetayizmi çıkardılar, ben göğüslemiştim. Haberci’de var. Şimdilik duruyorum. İki, İlker
Paşa’nın Kudüs’te ağlama duvarını ziyareti nedeniyle Gülen nasıl hücum etti, ben karşı çıktım,
mossad-mit işi idi. Kudüs’e giden hepimiz bir kez ağlama duvarına gideriz. Özetle, ikisi de ülkelerinebağlıydılar, sadece İsrail ile Washington’u çok önemsiyorlardı ve düşük-yoğunluklu Kemalist oldular.
Işık Paşa, Ordu’yu kemalizm’e çevirdi, büyük katkısı budur ve Necdet Paşa derinleştirmeye çalışıyor.
Necdet Paşa, ilk izlenimlerim beni yanıltmıyorsa, “politika kurma” yolundadır, eksikliğini duyuyorduk.
Akep Likud’tur
Güzel, Paşa Hazretleri’ne arzım var, evde çalışma masasının üstünde “Haberci” ve Karargah’ta “Fitne”
olmalıdır; büyük tevazu ile yazıyorum, artık Fitne’yi okumayan bir subayı kabul edemiyorum. a) Likud,
“Birlik” demektir, kuruluşunda “Ergun” veya “İrgun” var, “Teşkilat” demektir. “Ezel” Ergun, Zwei
Leumi sözcüklerinin baş harfidir, Ulusal Askeri Teşkilat anlamındadır. Terörist idi, 1977 yılında iktidar
oldular. Önce yargıyı ve sonra Genelkurmay’ı aldılar, Fitne’de var. Akepe, Likud modelidir; Tel-Aviv, A.Gül’ü İbrani bilmektedir, ayrıntıları Fitne’de var. Wikileaks belgeleri gösteriyor, Washington-İsrael
bağlantıları açısından Gül’e güvenmektedir. Akepe’nin kuruluşunda İsrael bağlantısını Gül’ün kurduğu
kesindir. Şimdi Star’da olan Nasuhi Güngör’ün kitabı doğrudur. Gül, son sözde-İsrael yaptırımları için,
sadece Washington’a ağladılar, “zevahiri kurtarın” dediler. Özetle buradayız.
Anayasa Resepsiyona Karşı
Necdet Paşa, tedbir almış görünüyor, hem Gata’da ve Harbiye’de, Gül ve Erdoğan’a aleyhte bir
tezahüratın önünü kestiler, Harbiye’de duvarlara nasıl davranılacağı üzerine yazılar koydular, başta
Gata Komutanı, Atatürk vurgusu yaptılar. Harbiye’de teğmenler ve veliler, Atatürk’ü çok alkışladılar.
Paşa “aziz milletine”, “bağrınızdan çıkan biz evlatlarınıza inanın ve güvenin” dediler. Yeni dönemdir.
Şu işe bakınız”, 7 Eylül 2010 tarihinde, Işık Paşa komutandır, Başbakanlıktan Genelkurmay’a bir yazı
gelmiş, bundan böyle 30 Ağustos tebrikatı “TBMM Başkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı”
tarafından alınacakmış, müthiş. Tayyip Bey bir yazı ile kendisini “Başkomutan” yapıyor. İnanılmaz bir
ölçüsüzlük ve aşırı hırs kullanımı diyebiliriz. Çok güzel, İsrael’e bir buçuk savaş ilan etmişler,
Bodrum’dan çıkamıyor, herhalde hasta ve bir de başkomutan olmak istiyor, herhalde bebeler misli,
“Atam, sen kalk da ben yatam,” demek durumundayız.
Gül’e gelince, acı acı gülüyorum. Bir, anayasa, “Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
manevi varlığından ayrılamaz” ve yine anayasa, 52. Cumhurbaşkanı “TBMM adına Türk SilahlıKuvvetlerinin başkomutanlığını temsil eder” demektedir. Her iki madde de, başkomutanlığın Meclis’in
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 49/77
manevi varlığına bağlı olduğu kesindir. Öyleyse, başkomutanlık ile cumhurbaşkanlığının ve Gül’ün
hiçbir bağlantısı yoktur. Çok çok açıktır, bunlara göre, başkomutanlık sadece ve sadece Meclis’tedir ve
sadece “manen” öyledir. Gül’ün çok uzağındadır. Bu nedenle, Tayyip Bey’in yazısı yanlıştır, ancak “az
biraz” doğrudur ve amma, Başvekalet hukukçuları, Meclis’e ve/veya başkanına bağlanmadan, Tayyip
Bey’in orada durmasının imkansızlığını görmüşler, demektir. Genelkurmay Başkanı’ndan başka hiç
kimse Karargah’ta dikilemez, buraya geldik. Dikilme hükümsüzdür.
Ayrıca her iki madde, tarih arkeolojisine giriyor. Bir, Türkiye’de Meclis bir savaş meclisi idi; iki, o
Meclis bir başkomutan atamıştı; üç, o başkomutan aynı zamanda cumhurbaşkanı işi yapıyordu; dört,
Mustafa Kemal diyorlardı. Hepsi budur. A. Gül’ün “komutan önerdi” sözü ise, tamamen gerçek dışıdır.
Komutan’ın yaptığı, Tayyip Erdoğan’ın orada dikilmesini önlemekten ibarettir, buraya kadar
doğrudur. Devamı yoktur, diyoruz.
Nasıl da gidiyor, a, Üçüncü Ordu’da yapılan büyük manevradan kaçan Gül değil mi, “ben Saldıray
Paşa’yı sevmem” deyip tatbikatı izlemeyen birisi orada dikilemez, nettir. b, Aslan Paşa, aslan ise, Nisa
Hanım’ın “önünde saygı duruşu yapamaz” ve bunu husumete çeviren birisinin, “ben başkomutan
olamam” demesini beklemek ise çok isabetlidir. Bitirmiş oluyorum. Gül’ü bir daha orada görmemeyi
umuyorum. Bu bir şakadır, Işık Paşa, “gülüyoruz, gülüyorsunuz” demiştir, diyoruz.
Silivri’den yazıyorum, sınıflarımı birinci geçtim, üniversiteye birinci girdim, birinci çıktım. Bu nedenle
her davada beni “bir no’lu” yapıyorlar, iki numaralı Ergenekon Davası’nda da “bir numarayı” bana
verdiler. Klasörler’de Yaşar Paşa Hazretleri’nin telefon dinlemesi de var, Paşa, Abdullah Bey için, “asıl
tehlikeli O’dur” diyor ve bir de “İngilizce bilmiyor, gak guk ediyor” yollu ekliyor. Şahidiyim.
Küçük Ek: Pek sevdiğim, pek büyüğüm, güzel insan, devrimci, sosyalist, soyadı benzerim, 27 Mayısçı
Sami Küçük Albay’ımı kaybetmişiz. Büyük üzüntü duydum, ailesine, devrimcilere sevgileri mi
yazıyorum.
YALÇIN KÜÇÜK/ Kozinoğlu Kaşif Beyy-(TAMAMI)
Cuma, 25 Kasım 2011 04:43
Yılmaz Özdil’inki pek edebi idi, “Kaşif”, biliyorlar mı, artık “fıkra” okuma kabiliyetimi kaybettim. Ne
yazık onomastique çalışmalarım için gerekiyor, Hürriyet’i sadece ölüm ilanları için alıyorum,
İbraniler’de diaspora gerçekten seçilmiş, ölüm ilanı şarttır. Paris’te de ihmal etmedim, Fransızca “faire
part” derler, “bildirmek” anlamındadır, bizde Türkçe bilmez birisi “paylaşmak” olarak Türkçeleştirmiş,
şimdi hiç bildirmiyoruz, hep “paylaşıyoruz”. Çok hoş, halkımız et alamıyor, Turgay Ciner televizyonda
hurafe satıyor, üç zamanda kırk birinci zengin olmuş, biz hep paylaşıyoruz. Ama ben artık Hürriyet’te
paylaşacak, “faire part” edecek “hiç bişi” bulamıyorum, Yılmaz Özdil ilaçtır, artık fıkra okumuyorum.Binbaşı Kozinoğlu son ziyaretlerinden birinde, Özdil bildiriyor, kız kardeşine, “ölürsem beni babamın
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 50/77
kucağına koyun” demiş, bundan ölümü duyduğunu anlıyoruz. Bizde bir tür var, zamanı gelince ölüm
kokusu duyarız ve bazen ölümle yarışırız. Yazdıklarından “duymuş” ve “yarışmış” sonucunu
çıkarıyoruz. Kesindir.
Öteki devlet
Haymana Zindanı’nda Doğu ile beraberdik, ölümü duyduk, bir süre ölümle yattık. Mit’in bizi ortadan
kaldıracağı haberleri çok yaygındı; ben ise Temren’den “cenaze töreni yapılmamasını” istedim,
Nilüfer’e, kimselere haber verilmeden Köye götürmelerini ekledim. Ne tuhaf Türkiye, şimdi
Kozinoğlu’nun ölümüne, o zamanki Mit Müsteşarı Şenkal Atasagun ile beraber yanıyoruz. Birlikte
yanmak, tek yanmaktan daha iyidir. Atilla Albay ve Yüzbaşı Ataman’dan öğrendiklerim şunlardır:
“Beni neden tutukladılar”, en çok bunu söylüyordu. Bunu bazen “devlet bunu bana neden yaptı”
şeklinde ifade ediyordu; ah Koca Kozinoğlu, demek benim “iki devlet” teorime pek inanmıyordu.
Yapan, Kaşif Kozinoğlu’nun bildiği değildir ve okuduklarım ile duyduklarımdan bir “Teşkilat-ı
Mahsusa” kokusu alıyorum; bunlarda, mensuplarında, bu tür saflıklar vardır, biliyorum.
Kozinoğlu’nun savunması
Öldüreceklerine inanıyordu, az da olsa ölmeme ihtimali görüyordu, böyle zamanlarda en çok söylediği
ise, “Yalçın Hoca başlayacak, arkasından ben, darmadağın edeceğiz” ve 22 Kasım’ı bekliyorduk. Yan
yana oturmayı planlıyordum, o halde ilk celsede, el konulan savunmasını istemek ve savunmasını
sürdürmek sorumluluğumdur. Üzücü ama, sorumluluk sorumluluktur ve buraya gelmiş durumdayız.
Herhalde sadece Aydınlık’a gönderdiğini düşünemeyiz, Atilla Albay ve Ataman Yüzbaşı “yatıyor-
kalkıyor, sarı kağıtlara yazıyordu” diyorlar. Yarsuvat Hukuk Bürosu, Hüseyin Yarsuvat, Mit’in ve
Kozinoğlu’nun avukatıdır; buraya yazıp verdiği notların bin sayfa kadar olduğu tahmin edilmektedir.
Güvendiği başka kimselere de not gönderdiğini tahmin edebiliriz; Ailesi’ne bunları toplamak
düşmektedir. Hepsinin vereceklerinden hiç şüphe duymuyorum.
Ölümcül karar
Peki öldürdüler mi, ilaç, zehir vesaire ise hiç gerekli değil; ama öldürdüler. Fethullahi Hücreler böyle
öleceklerini biliyorlardı ve muhtemelen Kaşif Bey’in yaptıkları ve bildiklerinden de haberdardılar. Kaşif
Bey, odatv makinelerinde buldukları “gizli” belgelerin kendisine ait olmadığını hem savcıya, hem de
yargıca söylemişti; tutuklayacaklar. Bu “gizli” belgelerden odatv’nin de haberi yoktu ve hiçbir yerde
yayımlanmamıştı, suç yoktu; ama ölümcül karar vardı.
Rüzgar değişti
Yüksek kamu görevlilerini öldürmenin en kestirme yolu tıkamaktır; yargıç karşısına çıkarmaktır. Geçen
hafta boyunca Hurşit Paşa’yı dinledik, her açıdan mükemmeldi, kutladım; hukukçularının katkılarını
gördüm, Köksal Bayraktar Hocam’a, “rüzgarını duydum” dedim. Paşa sürekli hesap sordu, kişilik
haklarına saldıranları hedefine koydu, içindeki yara hepimizindir. Bu arada geçerken not ediyorum,
buralarda başka bir hava esmektedir. Öncesinde genç subaylar çıktılar, Necdet Paşa’ya maruzatım
var, mükemmeldirler; buraya az gelmişler, daha çok göndermek gerekmektedir. Daha çok
tutuklanırlarsa Ordu değişecek ve gelişecektir, bunu görüyorum; duruşmaları muvazzaf hakim
subayların vazifeten izlemeleri zaruretine işaret ediyorum. Rapor yazmak verimlidir.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 51/77
Öteki devlet
Yalnız hem Hurşit Paşa ve tabii hem de teğmenler zindanda tecrübe kazandılar, içlerindeki yaraları
gömebildiler. Yalnız Kaşif Bey misli bir yüksek görevliyi parmak izi alınırken veya kelepçe takılırken
düşünmek zordur; Yök Başkanı Kemal Gürüz parmak izinden geldiğinde, nezarethanede beni görünce,
sarılıp hüngür hüngür ağlamıştı, zor teskin etmiştim. Beni bulmaları, kuvvetli saymalarındandır, birdefasında Metris’ten Silivri’ye nakilde, elleri kelepçeli, Engin Aydın, dayanamadı ve kaybettik, “devlet
bunu bana nasıl yapar” diye, bana yaslanarak hüngür hüngür yanmıştı. Levent Albay da ağladı ama
onu saymıyorum, Albayım hep ağlarmış; bunları ve kendimi biliyorum. Böyle durumlarda havayı
dağıtmak için hemen “tiyatro” oynuyorum, pek yapamam ama işe yarıyor; birine, Ataman Dostumuz
rastlamış, “Ergenekon Kazanında Kurbağa” kitabında varmış, tahlil edeceğim ol tarihte değinmeyi
planlıyorum. Ve artık bitiriyorum. Bu, bir devletin diğerini öldürme usulüdür. Şüphe duymuyorum.
Duruşma yaklaşmıştı, sıkılmıştır ve kalbi sıkışmıştır; Fethullahi Hücreler’in bunu bildiklerini biliyorum.
Bir, Kaşif Bey bunların kendisinden çıkmadığını söyledi, tekrarlıyorum, dinlemediler. İki, Mit’te bir
bilgisayar sistemi ve herkesin bir şifresi var, ancak bu şifre ile sadece kendi alanını görebiliyorlar.Hakan Fidan’ın başında olduğu Mit, resmi bir yazı ile savcılığa, Kozinoğlu’nun bu belgeleri görmesinin
imkansız olduğunu yazmış durumdadır. Ama savcılık mahkemeye çıkarmadı, çıkarsalar tahliye
olacaktı; demek ölümünü istediler. Ve Mit, aynı savcılığa bir yazı daha gönderdi, “biz bu belgeleri
inceledik ve mensubumuz Kaşif Kozinoğlu’nu akladık” yazdılar. Savcılık mahkemeye vermedi, verse
tahliye olacaktı; demek ölümünü beklediler. Hepsi budur, duaları ölümlerimiz içindir, öyle mesut
oluyorlar. Sadece öbür devlet değiller, aynı zamanda “ötekiler” diyoruz. Cumhuriyet’e kindardırlar.
Teşkilat-ı Mahsusa
Ne hoş tesadüf, “Özel Örgüt” demektir, Taşkilat-ı Mahsusa’dan söz ediyorum; Kaşif Bey oğluna “Özel”adını koymuş. Bir takım ahmak solcular, bizde çokturlar, ve daha ahmak Kürtler, Teşkilat-ı Mahsusa’ı
bir proto-Mit sayıyorlar. Çok geniş bir alanda bir ihtilal örgütü idi. Kaşif Bey’in çalıştığı iç Asya’da,
Hindistan’da, Mısır’da yeni bir imparatorluk için dolaştılar, hem istihbarat ve hem de kuvvet derleyip
yetiştirmek için çalıştılar. Sonunda Anadolu ve Trakya’da Cumhuriyet’in kuruluşuna dayanak oldular.
Her yerde kurtuluşun kıvılcımını ateşlediler; her yerde vardılar, Çerkez Ethem, Kılıç Ali, muhtemelen
Annem’in babası Osman Yanıç, bunlardandı, “Küçük Zabit” diyoruz, şimdiki “Astsubay” karşılığıdır. Ve
Kaşif Bey ile Teşkilat-ı Mahsusa’yı, özel örgüt, hatırlıyoruz.
Devrimci dönem
Doğu’dan bir mektup aldım, zaman zaman postayla da mektuplaşıyoruz, yüksek moralli ve coşkulu
yazıyordu. Ama üzüldük de, Atilla Albay hasta oldu, Ataman atlattı. Doğu bana, “herkesin birbirine
hakkını helal edeceği bir döneme girdik” diyor ve ekliyor, “hepimiz ruhen buna hazırız”. Doğru,
hazırız, ancak yeneceğiz, girdiğimiz dönem devrimci’dir. Doğu da bu görüşte, ben yalnızca
helalleşmeyi erken buluyorum. Şimdi Devrim’i bekliyoruz. Ve Kaşif Bey, pek de plansız görünmeyen
ölümü ve açıklamalarıyla bekleme zamanını pek çok kısaltmış oldu, güle güle, diyoruz.
Kozinoğlu Kaşif Bey, bir öğretmenin oğlu, güle güle. Ve hey hey heyy.
YALÇIN KÜÇÜK/ Kemalizm’in dönüşü-(TAMAMI)
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 52/77
Salı, 15 Kasım 2011 04:35
Dönemeçteyiz ve dönüşü görebiliyorum. “İki Devlet” teorisi belki de gözümü ve görüşümü açıyor.
Kemalizm’in dönüşü dönemine girmiş durumdayız. Birbirimize anlatıyorum.
Ötekilere hiç anlatmıyorum, anlamaları imkansızdır; ben imam-hatip mekteplerinin anlamayı ortadan
kaldırdığına inananlardanım. Ayrıca öğrenme kabiliyetini de yok etmektedir. Yalnız ve tabii burada dar
anlamda i-h mekteplerini kastetmiyorum, tüm mektepler “aynen öyledirler”. Hapisteyiz, “T” ve “Z”
gazetelerini almaya mahkumuz, yazarlarının yazdıklarını anladıklarını sanmıyorum ve biz de hiç
anlayamıyoruz. Bir tek ve her gün “Kemalizm’i yendik” tamtamları yapıyorlar; burada da, büyükleri,ilk işaretleri bizden aldılar. Ben tamtamlara devam etmelerinden yanayım. Sürdürmeleri isabetlidir;
meslekleri, kafalarını indirip kaldırıp tekrar üzerinedir. Biliyoruz.
Kemalizm’in doğuşu
Doğuşu otuzlu yıllarda oldu ve bir şanssızlığı ile bir şansını yazabiliyorum. Avrupa’da demokrasiye
inanan kalmamıştı ve İtalya ile Almanya’da faşizm yükseklerde dalgalanıyordu, şanssızlıktır. Ancak,
Amerika ile Sovyetler ve hatta faşist Almanya büyük şantiyelerdi, yapmak ve yönetmek esastır.
Kemalizm yapıcı ve yöneticidir.
Atatürkçülük ile Kemalizm’i tam özdeşleştiremeyiz, ancak İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde,
Atatürk ilgisi gerilemişti; Harbiye derslerinde pek geçmediğini biliyoruz. Ellili yılların ikinci yarısında ise
hem Atatürk’e ve hem de Kemalizm’e yöneliş başlamıştı, ama zayıftır. Yönelişten daha çok, “arayış”
diyebilirim. Yalnız Şahane Altmışlı yıllarda doğum sancısını yaşadık. Ama çok daha güçlü bir rüzgar ile
karşılaştık.
Kemalizm’e ihanet
Sosyalizm uzaya ilk çıkan oldu ve Castro ile Che Guevara sanki vakumdular, çekiyorlardı. Bir yandan
da Ho Şi Minh ve diğer yanda Abdul Nasır; Kemalizm sosyalizmin gölgesinde kalmıştı. Gençlerimiz
hızla başlarına koydukları kalpakları acele ile çıkardılar, Deniz Gezmiş’in parkası, parkadan çok, birdönemdir. Bugün yaşadıklarımız, o hep yaşamak istediğim çağa tepkidir; islamizasyon ve köleleştirme,
oligarşi’nin politikası olmuştu. Ordu islami çekici tutarken kendisinin İslamlaşmayacağını sanıyordu,
saflık diyebilirim; İspanya’da Katolizm’e dönen Yahudiler, hem Musevi ve hem de İsevi oldular. Kural
budur. Kemalizm en büyük ihanetini yaşadı. Buraya geldik.
Çöküşe davetiye
Ve akepe hem 12 Eylül’ün devamı, hem de ürünü olmuştur. Büyük sermaye, ordu ve kurucu parti
chp’nin işidir; bütün kapıları açtılar ve her türlü kolaylığı verdiler. Ama islam her türlü yönetme
yeteneğinden yoksun olduğunu ispatlamış durumdadır; tam toslama ve tam foslama içindedir.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 53/77
Türkiye’yi büyük felaketlerle karşı karşıya getirdiğini görüyoruz; sırması dökülmüştür ve kısırdır.
Akepe her gün kaos peşinde görünüyor ve galiba bu, islamın doğasında var.
Sol rüzgar
Bunları yazmak mı, hiç de önemli değil, doğa ve toplum ve pek deneyimli halk duymaktadır. Ben deduyuyorum. Bir de şu var, Mustafa Kemal çok şanslıdır; yalnız doğmakta olan Sol Kemalizm’dir. Bunu
görüyorum, mengene işte böyle sıkıştırmaktadır.
Tepeden çökerttiler. Yerden ve soldan dönüyor. Artık yenilmeyecek bir güç görüyoruz. “İki Güç”
dönemine giriyoruz ve sıcaklığını duyuyorum. Çıkıyoruz ve aşıyoruz.
On yedinci yüzyılda Fransa’da Colbertizm, Avrupa’da Merkantilizm, Büyük Bunalım’dan sonra
Amerika’da Keynesianizm yapıcı ve yönetici oldular. Akepe ise derin bir buhran, şiddetli bir nöbet ve
uzun bir 31 Mart’tır ve dönüş, hem ihtiyaç, hem de şarttır. İşaretleri var ve biz de varız.
Son Güncelleme: Perşembe, 17 Kasım 2011 20:33YALÇIN KÜÇÜK / Ergenekon’dan İktidara (TAMAMI)
Çarşamba, 18 Mayıs 2011 07:06
Ergenekon’dan İktidara
Ergenekon’dan bir tek çıkış var: iktidar. Diğer bütün kapılar kapanmış ve “tahliye” artık bir seraptır,
birinci hüküm budur. Tahliye mi, şimdi sözcüğün en has anlamında bir hayaldir; hem büyüklerin, hem
çocukların hayalidir, demek istiyorum. Bunu da ilave ediyorum; Mehmet Ali Birand’ın “Otuz İkinci”
Gün programında -Tekvin’deki “Genesis” de diyebiliriz, adı budur- sanıyorum Binbaşı Erol
Mütercimler, “Ordu gelirse otuz yıl çıkmaz diyorlar” demişti ve ben de “Otuz yıl Cumhuriyet’e yapılantahribatı telafi etmeye yetmez” kelamında bulunmuştum. Alt yazıdan başlayarak beni “darbeci”
saydılar, hiç alınmadım; ama bu dünyaya “devrimci” doğdum, artık öyle yaşıyorum. Doğrudur,
Cumhuriyet’i bir çöle çevirdiler, köleler ve esirlerin yurdudur. Öyleyse, tahliye bir esaretten diğerine
bir yoldur ve bu durumda tek yol iktidardır. Başlıyoruz.
Yahudiler’in çok rahatlatıcı bir kapıları var; büyük felaketleri “günahlarımızın kefareti” biliyorlar ve
kitaplarına bu gözle bakacak olursak, devamlı “günah” arayışındalar, sanki define avcısıdırlar. Belki
araştıra araştıra bana da bulaşmış olmalıdır; biz hangi günahları işledik, hep bu soruya geliyorum.
Günahlarımız çoktur.
Şahane Altmışlı Yıllar
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 54/77
Peki, yaşamak mı, eğer yaşı uyuyorsa, “Altmışlı” yıllarda yaşamaktır, bazen “Şahane Altmışlı Yıllar”
diyorum. Yaşamamışlarsa, hiç yaşamamışlardır. Herkes çok yüksekti, hepimizin boyu uzamıştı,
hedefimiz büyümüştü, en güzel çocuklarımız bu on yılda çıktılar ve biz hepimiz daha güzeldik. Ancak
bir, “düşman” yarattık; çok doğrudur, Carl Schmitt ile birlikte tekrarlıyorum, “politika” düşman
yaratmaktır. İki, yaraladık. Üç, etkisizleştirmedik, “bertaraf” etmedik; büyük günah budur. Yaralayıp
bırakmak, boynumuzu uzatmaktır. Uzattık, bıraktık; günahımızdır.
Çetin Paşa ile, öyle anlaşılıyor, çıkışımız aynı, 1960 yılında ve Paşa Harbiye’den ve ben Mülkiyeden
çıkmıştık. İbrahim Paşa, Fırtına, bizden iki yıl sonra olmalıdır, Şükrü Paşa da yakında dönemlerden,
hem Harbiye’yi hem de Mülkiye’yi bilmek durumundadır. Harbiyeliler 21 Mayıs 1960 tarihinde
yürüdüler ve ben bundan bir haber aldım. Benim “Devrimci” tarifimde de var; dağlar kadar büyük
kayaların kılcal damarlar kadar ince yarıklarında, ölmekle yaşamak arasındaki çiçeğin titreşiminden
haber çıkarandır; “devrimci” demek istiyorum.
Bütün Türkiye sallanıyordu, gençlerimiz denetleyemediğimiz uç’lara çıktılar; sarsıyorlardı, iktidarı hiç
düşünemiyorlardı; “biz” Behice Boran ile Yalçın Küçük, diyelim, güçleri frenlemeye çalışıyorduk; ama
biz de “Kürtler vardır” diyorduk, demeye hükümlüydük. Bunu diyorduk ama büyük politik deha TuranGüneş, bundan dolayı, “Yalçın, Kürtleri tutuyorsanız bitersiniz, ama asıl tutmazsanız bitersiniz”
demişti. Trajik bir haldeydik, yetiştirdiğimiz gençler bize “pasifist-oportunist” sıfatını yakıştırdılar. Tren
uçuruma gidiyordu, görüyorduk; ama “biz” ancak trenin içinde ters yönde koşuyorduk. Yalnız yine de
çok güzel günlerdi, bunları bilerek, bir daha ve bin defa yaşamak istiyorum. Hep hazırım.
Doğan Avcıoğlu’nun Yolu
Bu bölüm ise ahmaklar üzerinedir; “cunta” veya “darbe” dediler ve çok zaman yazıları “Doğan
Avcıoğlu” adını koydular. Ahmaklar Avcıoğlu’nun yapılması gereken en doğru işi denediğini
bilmiyorlar. İki yol vardı; Tip, “sosyalist devrim” ve tabii “iktidar” diyordu ve bunun karşısına “millidemokratik devrim” yolu çıkıyordu. Mihri Belli, Doğu Perinçek, yakında kaybettiğimiz Halit Çelenk,
Deniz Gezmiş, Mahir Çayan yeniden bir deneme yapan Ertuğrul Kürkçü bu yolda idiler. Doğan, bu iki
yolu birleştiren adamdır, bu sözü kullanmıyorum, istenirse “Allah’ına kadar” Marksisttir,
diyebiliyorum. Mükemmel bir devrimci, çok büyük bir öğretmen, çok kibar bir dosttur.
Yetiştirdiklerinden Hasan Cemal, son yıllarında, “sadece Yalçın Küçük ile beraber olmaktan
hoşlanıyordu” yollu yazmıştı. Oğlumuz dünyaya gelince “Devrim” adını koyan Doğan’dır. Demek
bunları yazacak kabiliyet ve gücüm var.
Benim 12 Mart’ta, Büyük Tevkifat’ta, bir-iki sıyrık dışında fazla darbe almamam bir iki yılı İngiltere’de
geçirmemden kaynaklanıyor, “sovyetoloji” çalışıyordum. Ve gelir gelmez, Haziran 1970, Avcıoğlu’na
“fırladım”, Devrim Dergisi’nin kapısını Gülseli açmıştı, daha sonra eşi oldu. “Fırtına gibi girdin” derdi,
Hasan Cemal de bir odada olmalıdır, çok sert tartıştık. Ne tartıştık; ben Doğan Avcıoğlu’na “yapma,
Doğan” demedim, “Doğan, tutamazsın” dedim, hepsi budur. Çok konuştuk, bazı ahmaklar ve cahiller
iyice bilmek zorundadırlar. Kürt Meselesi’ni konuştuk, Doğan, “burada hareket serbestimiz yok” dedi,
Ordu ile iktidara geliyordu ve Ordu her türlü çözüme karşı çok hassastı. Bu bir, Doğan, hiç kimseden
daha az Marksist değildi ve Parti’nin iktidarı aldıktan sonra kurulabileceğini düşünüyordu; hoş
Bolşevik Parti de iktidardan sonra kurulmuştur, ekliyorum.
Ama asıl eklemek istediğim şudur; Doğan Ordu’ya gitmedi, Ordu Doğan’a gelmiştir. Yine ilave
ediyorum, Ordu’nun tahrik edildiği, yoldan çıkarıldığı sözleri ahmaklara aittir; hareket halindeydi,
iktidara susamıştı, yükseklerde idi, bir program peşindeydi, Avcıoğlu bunu hazırlamıştır. Pek çoktoplantıda tartışılmıştır. Program son çözümlemede Tip-Mdd karışımıdır, bilmek zorundayız.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 55/77
Sonraki on yılını daha iyi hazırlamaya ayırdığını söyleyebilirim, yetmişli yıllarda çıkardığı büyük kitaplar
sadece hazırlıktılar. Ve Ecevit’i hiç önemsemiyordu; mavi dalgası kısa sürdü, yetmişli yılların ikinci
yarısında bir şiddetli iç savaş’ın içine düştük. Günde yirmi kişi katlediliyordu, aydınlarımızın kreması
yok ediliyordu, mahalleler bölünmüştü, bizden tarafta “Direniş Komiteleri” vardı, silahlı kadınlarımız
sabahlara kadar nöbet tutuyordu. İşte ikinci büyük günahımız buradadır, böyle bir durumda tek yol
iktidardır. Ve biz gaflet içindeydik. Elimizi soğuk sudan çıkarıp sıcak suya daldırmadık.
Dönebilir miyim ve tekrar edebilir miyim; bir “Avcıoğlu Konspirasyonu” yoktur, Ordu’nun başarısızlıkla
sonuçlanan bir iktidar denemesi var. Bütün Arap Dünyası tazelenmişti, Mısır, Suriye ve Irak anti-
emperyalist olmuşlardı, Afrika yenileniyordu. Deneyimli ve zinde Türk subayları bunun dışında
kalamamaktadır. Türk gericiliği ise bundan bir tek ders çıkarmıştı, “never again”. 12 Mart Darbesi işte
bir kazıma karşı-hareketidir. Kazıma için 27 Mayıs’ı tersine çevirmeyi denediler. “Bir daha asla”
dediler.
Ama rüzgar ektiler, fırtına biçtiler.
Bir güzel söz var, “faşizm, iktidarı alamamanın cezasıdır” diyorlar ve ben “almamanın”,
düşürememenin kefaretidir, diyorum. Ve bunu ilk defa söylemiyorum, en geç 1976 yılında, yazarıolduğum Cumhuriyet’te “geliyor” deyi bağırıyordum. “Türkiye’de faşizmin temeli İslam’dır” sözü de
bana aittir. Haberci’de vardır; ve bu kadar değil, Behice Boran’ın daha sonra hem Uğur Mumcu’ya ve
hem bir başkasına “biz yanlıştık, Yalçın doğru idi” dediğini biliyorum. Beni bırakıp kuşku duyanlara
gitmişti. Yalnız kalmıştım; DİSK, ne yazık, kendi ellerimizle çökertilmişti. Ancak bir avuç arkadaşım ile
bir dergi çıkarttık ve adına “Sosyalist İktidar” dedik. Tarihimizde adı iktidar olan tek dergidir. Demek,
iktidar çığlığı atıyorduk ve bir tür kaçık muamelesi görüyorduk. Doğrudur ve eksiktir; biz hepimiz
“kaçıktık”, çünkü büyük bir aymazlık içinde iktidarı Kenan Evren’e bırakıyorduk. Kenan evren bir
kefarettir.
Neredeyiz
Şimdi iki sonuca gelmiş durumdayız. Bir, Tayyip Erdoğan bulunmuştur ve getirilmiştir. Önceleyenleri
var, ancak, islamizasyon ve osmanizasyon Türk Ordusu’nun bulduğu çare ve doktrindir. Solu ve aydını
yok etmek ve akıllarınca Kürt hareketini nötralize edebilmek için buldukları tek çare İslamdır. 12
Mart’tan 12 Eylül’e kadar Washington ile Türk büyük zenginleri bunu başardılar. İsrael buradadır;
şimdi açıklayabilirim; benim “İsrael Türkiye’de İsrael’den daha güçlüdür” sözü ile kastım budur. Ve
şudur, İsrael’in en güçlü olduğu iki kurumdan birisi Hürriyet Gazetesi ise, ikincisi Türk Silahlı Kuvvetleri
oldular. Ve Akepe ile Tayyip Erdoğan bir vesile idi, İsrael ve Türk Ordusu ve Tüsiad’ın marifetidir,
demek istiyorum.
Öyleyse neredeyiz; Kemal Kılılçdaroğlu, Diyarbakır’dan yıllardır cehepeli olanları bir çukura atıp,
Barzani’nin adamı, bir cehepe düşmanı, bir Washington muhibbi Sezgin Tanrıkulu Abdulla’yı
milletvekili yapmaktadır. Demek ki, Kılıçdaroğlu bir atını vuran kovboydur. Güzel, Kılıçdaroğlu’nun
ihanetine uğramış Diyarbakır Cehepe İl Başkanı Mesut Doğan yakında bir açıklama yaptı;
Diyarbakır’da lojmanlarda oy veren 4 bin subay var, diyordu. Bunların dördü cehepe’ye, 996 adeti
mhp’ye ve üç bini akepe’ye oy verdiler. Bu istatistiği Türk Ordusu’na borçluyuz ve “İşte Paşam ahval-i
umumiye budur”, diyoruz. Bundan önceki seçimden söz ediyorum, geride kaldı, seviniyorum.
İki, Kılıçdaroğlu, Washington ile Tel-Aviv’in en büyük keşfidir. “Ben Kemal’im” diyor; adama
sormuşlar, “adın ne” demişler, cevap gelmiş, “mülayim”; buna “bre sert olsa ne çıkar” karşılığını
vermişler. Çok biliyoruz ve şu adama bakın, “ben hesap uzmanıyım, hesap bilirim” buyuruyor. Şu sözebakın, hesap uzmanı olarak İslamcılardan alıp milletvekili tayin ettiği Bülent Kuşoğlu, “tekke ve
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 56/77
zaviye” açmak üzere meydandadır. Ve sıkılmıyor Kemal Bey, dolaştıkça ihaneti daha çıplak görüyoruz.
Şimdi Selvi/Zİlfi Hanım’ı almış, “ben Kemal’im, ben Kemal’im, ben… ben...” deyip dönüyor. Yazık,
giderek bu ihaneti Deniz Baykal ile Önder Sav’a yazmamak için kendimi tutuyorum ve Selvi/Zilfi
Hanım yerine Nükhet Duru’yu tavsiye ediyorum.
Tüm zamanlarını boş geçirmiş; henüz Türkiye’de bir Başbakan Yardımcısı’nın, hele hele akepe’den
birisinin, mail kullanarak torpil istemeyeceğini öğrenememiş. Önümüzde bir çocuk Kemal var. Başka
ne var; birisi “bel” edebiyatı yapıyor ve diğeri “ben-rap” söylüyor, manzara-i umumiye işte budur.
Sonuçta hem bitiyoruz, hem bitiriyorum.
İktidara Davet
İslami politika tükenmiş ve cehepe çökmüştür.
Kapıda yeni bir iktidara davetiye var.
İslamcı siyaset tükenmiştir ve cehepe bir ihanet ile çökmüştür; çökertilmiştir, diyebiliyorum. Bir
boşluk var. Devam ediyorum, “La kitabe” ve “illa” benim kitaplarım, diyorum. Sadece benim kitaplarımda
yazılıdır; “31 Mart” gerici iktidarının kuruluşunda da Silahlı Kuvvetler işbirlikçileri rol aldılar. Ve yine
Silivri-Çatalca’dan gelen “gönüllü” Ordu ile devrildiler. Şimdi aynı yerdeyiz.
Şimdi geriye bakıyorum; iyi ki Ergenekon var, bulup çıkaranlara şükran duymaya başlıyorum. Silahlı
Kuvvetler’in aslına, 12 Mart öncesine dönüşünde “devrimci” ve istenirse “karşı-devrimci” hareketler
etkili oldular. Yavaş yavaş Ordu’ya dönüyoruz.
Ve hala “Balyoz”; şimdi başlarına “balyoz” inmektedir, görüyoruz. Balyozlar iktidara hedeflenmiş
haldedir. Çoğunu uzun zamandır Silivri’ye topladılar; okudular ve iktidarın teori ve pratiğini
öğrendiler. Bir tek susamışlıkları eksiktir. Veriyoruz.
Ekliyoruz, aydın her yerdedir. 21 Mayıs’ta, İzmit’te, Doğu Kitabevi’nde kitaplarımı imzalamak içinoradayım. Ben yoksam, engel çıkarsa, damgam oradadır. Ve sevgilerimle.
Son Güncelleme: Çarşamba, 25 Mayıs 2011 00:06YALÇIN KÜÇÜK/ Kozinoğlu tespitlerine göre:
Tayyipland’e karşı Alamanya-(TAMAMI)
Cuma, 16 Aralık 2011 04:16
Erdoğan’ın son Almanya seferi, fiyasko olmuştur. Bir, sefer için Die Welt, Erdoğan’ı, “Almanya’da
yaşayan üç milyon Türk’ün patronuymuş gibi konuşmakla” suçluyordu. İki, Die Tageszeitung ateş
püskürüyordu; yayınladığı yazı, “önemli olan birinin ne söylediği değil, aynı zamanda bunu, kimin
söylediğidir” yollu başlamaktadır
Daha kısa, ama daha açık formüllerle söyleyebiliriz, Binbaşı Kaşif Kozinoğlu’nun Aydınlık notlarıbeklendiği ve görüldüğü üzere ayrıntılı ve geniştirler; “Hoca’ya” olanlar ise hedefe yöneliktirler. İki
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 57/77
tespit ile başlayabilirim; bir, “Almanya 2. Deniz Feneri Davası” açmak üzere hazırlığını tamamlamış
görünmektedir. Bundan Tayyip Erdoğan önemli ölçüde zarardide olacaktır, Erdoğan içindedir. İki,
“MİT/PKK Oslo görüşmelerini Almanlar açıkladı” ve herhalde devamı ve daha fazla bilgi
bulunmaktadır. Güzel, Binbaşı Kozinoğlu’nun bu haber-tespitleri bir harbi işaret etmektedir ve ben
burada aktarmaları, Kaşif Bey’in el yazısına sadık kalarak yapmış bulunuyorum. Önemlidir.
Önemli olan bir de şudur, gerçekten böyle bir savaş var mıdır; bu soru, Binbaşı Kozinoğlu’nun hem
Aydınlık’a, hem de bana vasiyetlerinin doğruluğunu da sınama anlamındadır. Bu nedenle kısaca
üzerinde durmak zorundayız; daha önce Aydınlık’ta yazmıştım, Turk polis şefleri, Ankara’da, Amerikan
Büyükelçiliği’ni ziyaretle, “Ergenekon” dedikleri dosya ve davalar hakkında “briefing” yaparak, bütün
sanıkların mahkum edilecekleri konusunda Amerikan Hükümeti’ni ikna etmeye çalışmışlardı. Bir de,
Amerikan kayıtlarına göre, the briefers emphasized that no other country has been offered such a
detailed brief, böyle güzel bir briefing’i başka hiçbir devlete yapmadıklarını anlatıp övünmüşlerdi. Bu
iftihar edilen briefing’e dönmek istiyorum.
Alman vakıfları
Bir paragraf var, sonuna doğru, Turk polis şefleri, ellerinde Chp lideri Baykal’a verilen rüşvetin
delillerinin olduğunu söylüyorlar. Bu paragrafın sonunda, daha önce işaret ettim, Turk polis şefleri
Amerikan Hükümeti’ne çok çok yüksek bir komutanın -“muvazzaf” diyoruz ve bende “adı mahfuzdur”
ilave ediyorum- ailesi efradı hakkında sexual activities ihtiva eden fotoğraf ve belgeler elde ettiklerini
bildiriyorlar, okuyoruz. Bu iki müthiş ifşaatın arasında yazılı olan ise şudur: “they had also found
information that seemed to implicate the Newman and Adenauer Foundations”. Güzel, Amerikan
İngilizcesi’nden Türkçe’ye çevirecek olursam, Turk Polis Şeflerinin, Amerikan Hükümeti’ne, Alman
Newman ve Adenauer vakıflarını da bulaştıracak, to implicate, ve tabii Ergenekon’a bulaştıracaklar,
bilgilere ulaştıklarını haber verdiklerini öğreniyoruz. Hiç kuşkusuz, şimdi öğrenenler daha çoktur,çünkü Tayyip Erdoğan duramadı, yakın zamanda Alman Vakıfları’nın CHP ve PKK ile işbirliği halinde
olduklarını ifşa ediverdi; sonra geri aldı, ama hep duymuş olduk.
Alman Hükümeti’nin şiddetle tekzip ettiğini hatırlıyoruz, kaldı ki, “her şey Wikileaks’tedir” yollu bir
atasözümüz var, Almanlar da biliyorlar.
Bilgi kaynaklarım
Şunu da ekleyebilirim, araştırma yapan birisiyim, kaynaklarımın sıhhati konusunda sezgilerim oluştu;
Ecevit’in, Kurucu Paşalar’ın “Musul Vasiyeti” konusundaki pek gizli sohbeti bana ulaştığında, büyükkayalar arasından kıvrıla kıvrıla akan bir su getirmişti. Hiç şüphe etmedim; eksik olmasınlar, Bülent
Bey hemen teyit ettiler. Buna şunu ekliyorum: Kaşif Bey’in Aydınlık ve bana bıraktığı bilgi ve
tespitlerin, esas olarak, doğru olduklarına güveniyorum; sezgilerim ve bilgilerim bu yöndedir ve
bıraktıkları, benim tespitlerim ile tam uyum içindedir.
Bülent Bey ve Kaşif Bey göçtüler, ancak Kaşif Bey’in bana emanet ettikleri arasında şu son yirmi
günde ortaya çıkanların haberleri de mevcuttur. Bir, “Ve çok yakında Tayyibi AKP eliyle bitireceklerdir.
(1. Hedefleridir)”. Yazısına dokunmuyorum; demek ki, Binbaşı Kozinoğlu bizi, şimdilerde herkesin
Akepe içinde “çatlak” dediği hadise ile ilgili olarak haberdar etmişti. Buradayım.
Alman büyükelçileri ile görüşen Akepeliler
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 58/77
Kaşif Binbaşı’nın bana yazdığı haberler arasında şu da yer alıyor: “ABD Büyükelçileri ile olduğu gibi
Almanya Büyükelçileri ile görüşen AKP’liler var.” Tabii, burada Akepe geçiyor; Binbaşı bana, “Tayyibi
şahsi olarak hedef almış” devletlerden, büyük devletlerden söz ediyor. Net bir “liste” gönderdiler,
ileriye bırakıyorum.
Harp dönemi
Demek harp var, çok geniş bir cephededir. Erdoğan’ın son Almanya seferi, tam bir cenk ve tam bir
fiyasko olmuştur. Bir, sefer için Die Welt, Erdoğan’ı, “Almanya’da yaşayan üç milyon Türk kendisine
aitmiş ve onların patronuymuş gibi konuşmakla” suçluyordu. İki, Die Tageszeitung ateş püskürüyordu;
yayınladığı yazı, “önemli olan birinin ne söylediği değil, aynı zamanda bunu, kimin söylediğidir,” yollu
başlamaktadır. Kasap vejetaryen; Porsche sürücüsü çevreci; sağır, müzik eleştirmeni olamaz; bunlara,
“Erdoğan da Almanya’da yaşayan Türkler’in inandırıcı ve güvenilir bir avukatı değil” ilavesi ile
Almanya reddetmektedir. Süddeutsche Zeitung ise, Almanya’daki Türk işçilerin ellinci yıl
kutlamalarına davet edilen Erdoğan’ın yaptığı konuşmalara pek çok şaşırmış ve kızmış görünüyor ve
“Peki bu açıklamaların 50’nci yıl kutlamalarıyla ne ilgisi var; Erdoğan gürültü patırtı ile Berlin’de birşey elde edemeyeceğini biliyor” diyor; çok ağır olduğunu kabul etmek durumundayız. Öyleyse
Kozinoğlu’nun sözünü ettiği savaşta, Almanlar’ın çok mesafe kazandıklarına inanmak durumundayız.
Alman politikası
Almanlar’ın bir Türkiye, Afrika tarihleri var. İki kez, duvarlarını yıkmak istediler, birinci ve ikincisinde
perişan oldular. Birincisinde Türkiye’ye çok güvendiler, o kadar öyle ki, Türkiye’ye “Enverland”
dediler; şimdi, Amerikalılar’ın Tayyipland’i olarak gördüklerinden hiç şüphe duyamayız. Washington
için Türkiye artık bir Tayyip Country’dir; Almanya’nın buna razı olmasını bekleyemeyiz. Ben artık Kaşif
Binbaşı’nın, İç Asya’da görevdeyken çok önemli Alman İstihbaratçılar ile temas halinde olduğunainanıyorum.
Esir ile hedef
Tam burada, Deniz Hakan’ın son yazısı çok zamanlı oldu, Washington Post ve The Economist’e
işaretle, “her iki yayın da, Erdoğan’ın Arap Baharı konuşmasındaki tutumunu ve füze kalkanını kabul
etmesini, bu görüşmenin ardından kendini affettirme çabası olarak yorumlamaktadır” diyordu.
Toronto Görüşmesi’nde ve çok güzel, Washington Post’un söz konusu yazarı Davos Vakası’ndaki
moderatör Ignatius’tur; Toronto’da Tayyip Erdoğan’ın Obama’ya teslim olduğunu haber veriyor.
Hürriyet, Ignatius’un söylediklerini, Türkiye’nin, artık Amerika’nın kısa yol’u olduğu şeklinde
çevirmişti, herhalde “kestirme” demek daha isabetlidir. Ignatius, Obama’nın Erdoğan’la bu yıl 13 defa
konuştuğunu da açıklıyor ki, kendi bakanı ile bu kadar görüştüğünü düşünemeyiz. Türkiye, teslim
olmuştur; artık durmamam gerekiyor; Binbaşı Kaşif, bana bıraktığı notlarında, Rusya için de, “Tayyibi
şahsi olarak hedef almışlar” da yazıyor. Erdoğan’ı “hedef almış” büyük devletler listesi Almanya ile
başlıyor; “şahsi” kelimesi vurgulanmaktadır.
Herhalde devam etmek zorundayım. Binbaşı Kaşif Kozinoğlu, bana, “aldığım bir habere göre” diye
başlayıp uyarısını yaptıktan sonra şu tespiti göndermişti: “MİT/PKK Oslo görüşmesini Almanlar
açıkladı. Devamı var, Almanların elinde yazılı protokol var.” Demek, notlarına rağmen yaşayacağını
ümit ediyordu. Güzel, güle güle Binbaşım, bana da “devamı var” demek düşüyor. Farisi, men
umidvarım, diyoruz.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 59/77
Son Güncelleme: Cumartesi, 17 Aralık 2011 22:48YALÇIN KÜÇÜK/ Binbaşı Kaşif Bey: Akepe’de fitne
var ve ‘Tayyib’in bitişi-(TAMAMI)
Çarşamba, 21 Aralık 2011 05:51
Kozinoğlu Binbaşı’nın bana emanet ettiği ifade, verdiği önemli bilgileri burada yazmama ilaveten,
“TAYYİB’in bitişini hızlandırır” idi ve deneyimli analizci “her şeyi hızlandırır” demeyi de ihmal
etmiyordu, “hızlandırır” sözcüğü tekrardır. Tabii, “fitne” sözcüğü bana ait, Arabi ve İslami dillerimizdevar, aslı İbrani “milhama” olup, Hazreti Ömer tarafından “fitne” ya da “fitna” olarak Arapçalaştırıldı.
Ömer’in İbrani olduğunu ve tekellüm ettiğini biliyoruz. Şu noktaya gelebiliyoruz, Arap ve İslam tarihi
“fitne” üzerinedir; “iç savaş” demektir, savaşın yoğunluğu değişebiliyor ve akepe’de açığa çıkmış
durumdadır. Mhp’den Devlet Bahçeli ve Chp’den Kemal Kılıçdaroğlu, bu fitnede “birtaraf” oldular ve
muhtemelen “bertaraf” olmak istiyorlar, bilemeyiz. Kaşif Bey’in, tabii ölümünden önce benim için
hazırladığı notlarında, taraf’lar yazılıdırlar. Açıklamak durumundayım. Peşrevi var.
Enverland&Tayyipland
Önce Seymour Hersh’ten söz etmek istiyorum, güzel bir Yahudi’dir -bir diğeri Chomsky’dir- Hersh,
şimdi çok büyük bir gazeteci, diaspora’da her Yahudi’nin “iki sadakati” olduğu tespitini Hersh’e
borçluyuz. Tabii, ben Türkiye bir diaspora’dır diyebiliyorum; sabetayizm çalışmalarımda sadakati teke
indirme kaygısı önemlidir. Güzel, söze dalıp Hersh’i kaybetmek istemiyorum, yakın zamanda,
Musul’da, Barzani-Israel askeri ilişkilerini ortaya çıkarmıştı; pek güzel, devam ediyorum. Hersh,
Amerika’da kendisiyle mülakat yapan bir televizyoncuya, bu bilgiyi Alman istihbaratından aldığını
fısıldamıştı. Bu televizyoncu da, hanım olduğunu açıklayabilirim, benim kulağıma söylemişti; ikisine de
teşekkür ediyorum. Demek ki, Almanya, Washington’dan çekindiği için, Türkiye ve Ortadoğu’da
derinden çalışmaktadır, bunu ihmal edemeyiz. Ve Enverland’in, Tayyipland olmasından pek
rahatsızdır; “acımız ortaktır” diyebiliyoruz.
‘Tayyibi bitirecekler’
Hatırlatma olabilir, ama genişleterek aktarıyorum, Binbaşı Kaşif’in, Yalçın Küçük’e, pek çok kısa
emanetinde asıl paragraf şudur: “ALMANYA, İSRAİL, FRANSA, İRAN, RUSYA ve ÇİN, Tayyibi şahsi
olarak hedef almışlar. Ve çok yakında Tayyibi AKP eliyle bitirecektir (1. Hedefleridir).” Buradaki “eliyle
bitirecektir” cümleciğinin öznesini Almanya olarak anlamamız isabetlidir ve şimdi Kaşif Kozinoğlu’nu
istihbaratçıdan daha çok “analizci” kabul etmeyi öneriyorum.
Savaşlar
Ricardo ve Marx’tan öğrendik, düzlüklere bakmayız, sapmalara “takılırız”; bir, Muhsin Yazıcıoğlu’nuncenazesine Devlet Başkanı Demirel, Genelkurmay Başkanı Başbuğ, Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit,
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 60/77
birlikte katıldılar. “Hoppala!” İki, Taceddin Dergahı, kuruluşu itibariyle yehud-amiz bir yer idi, bu
sözcüğün icadı bana aittir, “hakaret-amiz” olabilir ve burada, Doğu Yoldaş beni affetsinler, Karay
Mehmet Akif, Yehud Kamil Paşa’nın, sadrazam, torunu Hikmet Bayur, Yehud Ahmet Ertegün’ün
babası Münir, birlikte “İstiklal Marşı” yazdılar. Yine “hoppala!” Bu dergah ile Muhsin Yazıcıoğlu’nun
ne ilgisi var; bütün kuralları aşıp Taceddin’e koydular. Üç, “yoksa yoksa” diyorum, Sivas’ta
pakruduniler var, burada susuyorum ve susuyorum. Akepe’nin devr-i hükümetinde, Trabzon, Malatya
ve İstanbul’da Hıristiyanlar öldürüldüler ve Yazıcıoğlu’nun kaybından sonra durmuş olmalıdır, “aynen
öyle” diyorum.
Hıristiyanlara yönelik çok talihsiz cinayetlerde, Alperen Ocakları’na bir bağ çıkarıyorlar ve Alperenler’i
Yazıcıoğlu’na yazıyorlar. Peki, ben de artık dilimin altındaki baklayı çıkarıyorum; eğer, Ankara’da
komşum idi, Muhsin Yazıcıoğlu bir suikasta kurban gittiyse, büyük bir Hıristiyan devletini ihmal
edemem, düşünürüm. Kimsenin bu akepe devrinde, serçe avlar misli Hıristiyan cinayetlerine göz
yummasını bekleyemeyiz. Şimdi susma yerindeyim.
Kozinoğlu’nun analizleri
Güzel, Kaşif Bey’in Yalçın Küçük’e emanetlerine, peşrev -aslı “pişrev” olup, önde-giden, hatta “forvet”
anlamındadır- yapmış oluyorum. Şöyle tanımlayabilirim, Israel’e asıl yakın olan Erdoğan değil,
Fethullah olup, müşrün-ileyh de Abdullah Gül’ün çok yakını olur. İkisini birlikte düşünmek ve hiç
ayırmamak yerindedir. Öyle değil mi, şike tertibi ile birçok futbol yöneticisinin, yüzlerce yıl hapislere
konma işinde, Fethullah, Gül, “T” ve “Z” gazeteleri birlikte oldular. Demek Kaşif Bey’in analizleri,
ölümünden sonra doğrulanmaktadır. Neden öldü ki, çok iş yapardık, öyle dediğini duyuyordum.
Parantezi uzatıyorum, Gürsel Kılıçdaroğlu ihanetiyle cehepe yenileştirilirken, Fikri Sağlar’ı da
yenileştirdiler; hiçbir şey bilmiyor, Fethullahi televizyonların bülbülüdür, uyduruyor; Tayyip Bey,Dolmabahçe’de Büyükanıt’a türbansızlık sözü verdi. Tayyip Bey, önünün kesilmesini tümüyle buna
bağlıyor; Fethullah Bey’in rolünü inkar edemeyiz. Erdoğan aday ararken, “ya ben, ya Abdullah” diyen
Bülent Arınç’tır; demek fitnenin, başkaldırının tarihi eskilere gitmektedir. Güzel, Erdoğan’ın bu
kurulumda çok zayıf olduğunu tekrarlıyorum. Yine de, “Dengir Mir Mehmet Fırat intikam için
(Tayyip’ten) hazırlanıyor” ibaresini ekliyorum. Emanettir.
Ordu hedefleridir
Pişrev’de son adımımız şudur; işte bu Abdullah Gül, Almanya’ya ayak basar basmaz, Yazıcıoğlu’nun
ölümünü ortaya attı ve “keçileri” harekete geçirdi, “hoppala” demiyorum. a) Almanya’ya mesaj
veriyordu. b) Burada hedefleri Ordu’dur, ancak Necdet Paşa’yı bırakıyorlar. Biz ve ben hedeflerinibiliyoruz ve her zaman, “it’s right or wrong, it is our army” diyoruz. Bu Ordu bizimdir ve her fırsatta
bizleri hapse atsa da, çakallara karşı savaşımız var. Takipteyiz, Yazıcıoğlu’nun taraftarlarının, “şunu da
bulduk, Gül’e veriyoruz” demelerini not ediyoruz. Gül, sanki özel yetkili mahkemede bir savcıdır; ama
moralleri bozulmak üzeredir. Peki, güzel, peşrev çekmiş haldeyim, sırada Binbaşı Kaşif Bey var,
başlıyorum.
Kurulu tuzak
Bir, Binbaşı Kaşif Bey’in, Yalçın Küçük’e emanetinden, bir küçük paragraf alıyorum: “B. Arınç’ın tüm
açıklamaları A. Gül tarafından Tayyib’e kurulan TUZAKTIR”. Müthiş değil mi; bütün bunlar, yeni şike
yasasının veto edilmesinden ve Arınç’ın, “ben Erdoğan’a biat etmemiş adamım” hitabetinden
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 61/77
öncedir. Ve “biat” sözcüğünü de bilmemektedir; Arabi bir sözcük, ama hiçbir zaman islami değildir.
Devellioğlu sözcüğünden “el sıkışma” anlamını öğreniyoruz.
Araya giriyorum, Sağlık Nazırı Recep Akdağ da ekiptendir, öyle düşünebiliriz, doğru veya yanlış, right
or wrong, ellerinde bir rapor var, Tayyip Bey için iyimser görünmüyorlar. Adını vereceğim dördü de,
“iyi” demediler, evde yatsın buyurdular. Bunlardan birisi Recep Akdağ, 14 Aralık’ta, saat 14.00 Cnn-Haber’de, “kanser diyorlar, Hacettepe’de tedavi için kat hazırlandı, diyorlar, dedikodu” demekle,
durumun ciddi olduğunu dahi haber verdiler. Herhalde Başbakanlık uyarmıştır, bu haberi kaldırdılar.
Fethullah Bey ise, Aydınlık’tan öğrendiğime göre, geçmiş olsun dahi demediler; kızgınlığını “T” ve “Z”
kodlu ceridelerden öğreniyoruz.
Gül-Erdoğan savaşları
Kaşif Bey’in Yalçın Küçük’e emanetinde, bir paragraf da şudur: “B. ARINÇ ve GÜL ortaklaşa, Tayyib’i
aradan çıkarıp, Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlığı paylaşacaklar. Başta C. Çiçek, Sağlık Bakanı, F.
Gülen vb. Bazı AKP’liler böyle istiyor.” Müthiş değil mi, bana gönderdiği haberlerde, Oda’da,Mahkeme’de, yan yana oturacaktık; inanılması zor bir ölüm, hepsi doğru çıkıyor. Faillerde fiilerde bir
tek şaşma göremiyoruz. Sona erdirirken bir ifşaat da ben yapabilir miyim, bunları yazarken Gizli Tarih,
Haberci, Çöküş, Fitne kitaplarımı okudum ve çalıştım. Bu kitapları sık sık çalıştığımı saklamıyorum, çok
yararlanıyorum. Hersh, Chomsky, Gül sayfaları çok çok iyidir; güzel, ancak unutmaksızın ekliyorum,
bunları ben yazmıştım. Ve hem “güle güle” diyorum ve hep sağlıklar diliyorum; sağlık, güzeldir.
YALÇIN KÜÇÜK/ İlker Paşa’nın Açılımı (I)-(TAMAMI)
Pazartesi, 15 Ağustos 2011 16:07
İlker Paşa’nın Açılımı (I)
Bir dönemeçte miyiz; doğru, “turn left” tabelası yok, amma, izinleriyle, ben “sert viraj” işaretini daha
doğrusu alametlerini görebiliyorum. Pek çokturlar ve her gün çoğalıyorlar. Bir yüksek komutan ile bir
sefir-i kebir bir araya gelmişler, belki de getirildiler ve mühim meseleleri konuşmuşlar, bir büyük
gazetede yayımlandı, belki de yayımlattılar, tabii kıyamet diyemeyiz. Fakat pek yenidir, umur-u
adiyeden sayamayız. İlker Paşa Hazretleri’ni tebrik ediyorum, selefleri misli Fenerbahçe Ordu Evi’ninsakin evlerinde erken yokluğu seçmediler, müdahale halindeler. Büyükelçi Şükrü Elekdağ ise,
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 62/77
izinleriyle, beni şaşırtmadılar, ulusal ve aynı anlamda bağımsız Türkiye mücadelesinde durmak-bilmez
yerindedirler. Gençleştiklerini görüyorum. Bir sade kıyam halindeler.
Ne konuştular ya da ne söylediler, bunu tartışmak istiyorum. Öncelikle, bir araya gelmeleri dahi çok
önemlidir, görmezlikten gelemeyiz. Peki, söylediklerinde “yeni” var mı, söyleşmeleri çok önemlidir,
ihmal edemiyorum. Paşa’nın söylediklerinde “Terör Örgütlerinin Sonu” nam çalışmasına göre pek çok
yenilik ve açılım var. Ama açık mı ve tatminkar mı, Ambasadır Elekdağ’ın hiç tatmin olmadıklarını
okuyabiliyoruz. Ne yazık tartışmada bir crescendo asla bulamıyoruz ve sonu, başına göre çok daha
karışıktır. Açmak durumundayım. Tartışmalarının tonu ikinci sayfada birincisinden daha düşüktür.
Yükseltmek istiyorum ve başlıyorum.
Bir, akepe iktidara gelmedi, getirilmiştir. 3 Kasım 2002 bir seçim değil, darbedir. Bunu ol tarihte ilan
etmiş olduğum hatırlardadır. Akepe yüksek komutanların icadıdır.
İki, seçim günü, 3 Kasım, bir Genelkurmay Başkanı’nın uçağa binip Washington’a gitmesi çok çok kötü
bir alamet idi, gününde buna dikkat çekmiştim. Bir darbe işareti olarak okudum. Şimdi Genelkurmay
Başkanı Özkök’ün bu Washington gezisinde, “Ergenekon” denilen darbe planını görüştüğünü
düşünüyorum. Bu tertip 2002 damgalıdır.
Üç, darbeyi tüsiad ile yüksek komutanlar iç içe yaptılar. Bunları bugün söylemiyorum, Kasım ve Aralık
tarihinde, ilk akepe hükümeti ortaya çıkınca, bunun, yüksek komutanların “otuz yıldır aradıkları ekip
olduğunu” söyleyen benim. Yüksek komutanlar, tüsiad, Aydın Doğan bunun içindedir, tabii,
cehepe’nin eli mahsulüdür. Cehepe anayasayı değiştirerek Erdoğan’ı Meclis’e sokmuş, bir hükümet
hediye etmiş ve 2007 seçimlerine girmemiştir. Bunları da ilk defa söylemiyorum, cehepe 2007
seçimlerine ve 2010 referandumlarına girmedi; her ikisini de, zamanında, televizyon programlarından
ilan ettim, seçime ve referanduma çağırdım, gelmediler. Kayıtlıdır, Erdoğan’ın bir aktör olmadığını ve
senaryo olduğunu tekrarlıyorum.
Dört, 2001 devalüasyonu yapılmışken, kanunen 2004 varken, 2002 yılında seçim ihanettir, darbedir
ve sorumlularını biliyoruz. Yüksek komutanlar, akepe için bu usulsüz seçimi desteklediler. Sedat Ergin
başroldedir.
Beş, Başbuğ – Elekdağ mülakatında ana mesele bölücülük olmuştur, güzel; zindanda yazıyorum,
belleğime dayanıyorum, yanılmak istemiyorum, 2008 yılında Milli Güvenlik Kurulu “BarzaniDevleti’ni” resmen kabul etti. O tarihe kadar fiili durum vardı, ele alacağım, işte asıl bölücülük budur.
Bu pek vahim ve pek tehlikeli kararın ordu içinde bir ve iki numaralı sorumluları Büyükanıt ile Başbuğ
oldular. İlker Paşa’nın bu meşum yerden henüz tam uzaklaşmadığını görüyorum.
Türk Ordusu’nun Barzani Devleti’ni kabulü bir İsrael politikasıdır. İsrael Darbesi, 1993 Çiller Hükümeti
ile başlamaktadır.
Altı, akepe bunun devamıdır. Akepe, Washington ve Tel-Aviv işidir. Musul’da “Barzani”, Büyük İsrael
Projesi içindedir. Suriye’de Esad’ı düşürmek, bu büyük projenin en önemli halkası durumundadır;
Washington – Tel-Aviv – F. Gülen – Aydın Doğan – Tayyip Erdoğan buradadırlar. Esad’ı düşürmek,İsrael’i yaymak anlamındadır. Gülen-Erdoğan bu iştedirler.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 63/77
Bundan sonra Diyarbakır’ın eklenmesini çocuk işi sayabiliriz. Çok güzel, bunu da yeni söylemiyorum,
“Musul’u almazsanız, Diyarbakır’ı verirsiniz” deyu deyu on yıldır bağırıyorum. Musul üzerine Büyük
Kurtarıcı’nın vasiyeti ve bu bapta İlker Başbuğ – Yalçın Küçük tartışması var.
Yedi, birinci Ergenekon çıkışında televizyon televizyon gezdim, “hedef ordu’dur” dedim, kanıtlar
verdim. İlker Paşa Hazretleri inanır oldu, sonra Erdoğan’a güvenmeyi seçti, buraya gelmiş
durumdayız. Verdiler.
Sekiz, trafik davasına trafik mahkemesi, basın davasına basın mahkemesi bakıyor; darbe ile
suçlanıyorlar, askeri mahkeme bakamıyor. Yaşar Paşa başta idi ve arkasından İlker Paşa geldiler ve
mahkemeleri verdiler. Bu Ordu’yu vermek anlamındadır. Verdiler, içimiz yanıyor.
Dokuz, Hava Kuvvetleri hukuk müşaviri Albay Zeki Üçok müdahale etti, davaları aldı; sonunda komplo
kokan davalar ile tutuklandı. Genelkurmay Hukuk Müşaviri Hıfzı Paşa davaları vererek kurtulma
politikası izledi, bu bir teslimiyet yolu idi ve en sonunda Hıfzı Paşa, tek şahit ve destekçisi Kemal
Kılıçdaroğlu olan bir tertip “dava” ile tutuklanma ile karşılaştı. Çok acıdır. Hıfzı Çubuklu Paşa’ya Gülen-
Erdoğan Partisi’nin freninin patlak olduğunu anlatamadım, benim eksikliğimdir.
On, ben şu anda akepe’ye teşekkürlerimi sunuyorum. Bize bir Ordu veriyor. Tutuklamalara biraz daha
devam edebiliriz, “sol-kemalist” bir Ordu doğum sancısındadır. Demek buradan geçmek zorundaydık,
“şükran” diyorum.
İlker Paşa Hazretleri’nin konuşmalarının en doğru yanı, Işık Paşa Hazretlerine verdiği destektir.
Mülakatın en can alıcı noktasını burada buluyorum. Güzel, peki, Işık Paşa ne diyor; yaptıkları ne
anlamdadır, bunu soruyorum. Şimdi buradayım.
Akepe’nin çöküşünü görüyorum. Nasıl mı, başka bakıyorum ve çöküşü orada buluyorum. Masada-tek
halden moral ve sağlık alamadı ve sokağa çıkamadı, sadece iftar edebildi.
Bir, sadece şu söylendi, “tek oturdu, bakın ne güzel oturdu.” Görünüşe göre, “koskoca” insanların bu
kadar çocuklaşmaları, çökmekte olduklarını görmelerindendir. Hepsi güzel oturdular.
İki, “Burkay geldi, Burkay” ve şarkı sözü dahi yazamayan birisini şair bile yaptılar. Tanırım, birlikte
politika yaptık, Kemal Burkay’dan ne köy olur, ne kasaba. Tepe tepe kullanabilirler. Kemal Bey kısa bir
süre sonra Stockholm’e döner, tükenmiştir ve rahatı oradadır. Akepe bir şarkı sözü yazarına
düşmüştür.
Üç, Türkiye’nin en islamist-osmanist gazetesi Hürriyet’tir ve A. Doğan Hürriyet’i F. Gülen’e teslim etti.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 64/77
Türkiye’nin en hurafeci-tarikat yanlısı televizyonu Haber-Türk’tür ve T. Ciner, gazetesini F. Gülen’e
verdi. Gülen bir jingoist’tir, daha çok tutuklama, sıfır tahliye ve Suriye’ye savaş istemektedir.
Gazeteleri ve televizyonları, Hürriyet ve Haber-Türk dahil, Erdoğan’ı artık zayıf buluyorlar. Çöküşten
korkuyorlar, halleri budur.
Dört, kitap okumaz-gazete almaz Kılıçdaroğlu Ordu düşmanı çizgisini sürdürüyor. Gülen-akepe ise
tutuklamaya mahkumdurlar, güçlü görünmek zorundalar. Toprak kayıyor, görüyoruz.
Işık Paşa Hazretleri’nin, Kuvvet Komutanları Ceylanoğlu, Aksay ve Yiğit Paşa Hazretleri ile çıkışları işte
bu zamandadır, çok çok zamanlı oldu. Bana Cemal Paşa Hazretleri’nin Adnan Menderes’e hitaben
yazıp Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e bırakarak İzmir’e çekilmelerini hatırlatıyor. Cemal
Paşa ol tarihte Kara Kuvvetleri Komutanı idi ve çok kısa bir zaman sonra devlet başkanı olarak
döndüğünü biliyoruz.
Işık Paşa Hazretleri’nin söylediği şudur: “Ey Ordu’m, ben ve silah arkadaşlarım yapamıyoruz. Bizim,
kişisel planda, böyle bir hazırlığımız yoktur. Ey sevgili silah arkadaşlarımız, bizi affediniz. Size
güvenimiz tamdır.” Bunu söylediler ve müthiş onurlu hareket ettiler. Bize de onur ve güven verdiler.
Bir, Tocqueville de yazıyor, Fransız Devrimi’ni hiç kimse beklemiyordu ve Lenin, Bolşevik
Devrimi’nden kısa bir süre önce, “inşallah 50 yıl sonra”, diyordu.
İki, Cemal Paşa veya Cemal Ağa’yı kimse bilmiyordu, 29 Nisan’da Ordu ve polis tarafından sarılmıştık,
hala nasıl aklıma geldi bilmiyorum, bağırmamız gerekiyordu, birileri “ya ya ya şa şa şa Cemal Paşa çok
yaşa” deyu bağırdılar, hemen yer-gök inledi. Hepsi budur.
Üç, 11 Eylül 1980 tarihinde akşamüzeri Bebek Oteli’nin önündeydik, Demirtaş Ceyhun, Amele Erol,
bütün arkadaşlar oturuyorduk, orada otururduk. Rejisör Tunca Yönder geldi, “Yalçın tanklar çıkmış”
dedi, akşamüzeri Meclis’i sardılar. Edirne’yi açık bıraktılar, Ahmet Kaçmaz, Behice Boran çıktılar.
Bebek Oteli’nde tankların ve arkadaşlarımızın çıkışını izliyorduk.
Bu mu, Ankara ve İstanbul’da zırhlı birliklerin işidir ve şimdi birkaç filo da gerekebiliyor, uçuyorlar.
Mezar kenarından ıslık çalarak yazıyorum, abartmamak gerek, önemli olan Ordu’nun birliğidir. Burada
Akepe’ye güveniyoruz. Elinden geleni yapıyor.
Aziz Nesin çok güzel anlatırdı, bölükte komutanla anlaşamamışlar, Mehmet’i çağırmışlar, sormuşlar,
“oğlum aşık kime derler”, cevabı Aziz bey çok güzel söylerdi. “Komutanım” demiş, “kızı istersin,
verirler, evlenirsin; vermezler, aşık olursun.” Bu işe, aşk, sonradan olan bir iştir. “Ah yüce gök”, şu
Kemal Kılıçdaroğlu kuluna biraz akıl ve biraz bilgi ihsan eyle diyorum. Madde 35, kızı aldıktan sonra işe
yarıyor, tülden duvaktır. Hepsi bu kadar amma ve lakin, “demokrasi” şartını iyice koymak gerek,
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 65/77
çünkü Türk Ordusu hep demokrasi bozulunca iktidarı alıyor ve programa ihtiyaçları var. İşin raconu
budur.
Devam edeceğim, insanlık hapishaneyi çok geç keşfetti, eskiden sürgün vardı. Bonaparte, Dreyfus,
Lenin, Mithat Paşa sürgüne gittiler, “Şeref” Vapuru ile bir vapur genç subayı sürgüne göndermiştik.Tarihimizde çok ünlüdür.
Peki, “şeref “ mi, Sirkeci’den çıkınız, İttihat ve Terakki günlerindesiniz, Meseret Oteli’ni ve kahvesini
geçiniz, Osmanlı’nın son günlerindeyiz, çöküyoruz. Sol tarafta Bab-ı Ali var, şimdi vilayettir, devam
ediniz, İran Sefareti’nden sağa dönünüz, ilerde “pembe” bina var, İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi
idi. Bir ara Cumhuriyet Gazetesi orada idi, işte o caddenin adı Şeref’tir. Şeref Vapuru ve genç
zabitlerin adınadır. Şerefleri var.
Tarih mi, ben ütopyacıyım, çok hayal kuruyorum. Taksim Meydanı’nı çok büyütüyorum, artık adı
“Hasdal Meydanı” olmuştur. Kızılay Meydanı’nı çok açıyorum, artık adına “Silivri Meydanı” diyoruz.
Deniz havasına ihtiyacımız var.
27 Mayıs’ta Silivri Meydanı’ndaydık. Temren ile el ele idik. İnsanlar oradalar, hepsi öpüşüyorlar ve
“sen oyna … , sen oyna … “ diyorlar ve oynuyorlar. Ben böyle kalabalık, böyle çoşku, böyle mutluluk
bir daha hiç görmedim. Mutluluk mu, özlemdir.
Devam ediyorum.
YALÇIN KÜÇÜK/ İlker Paşa’nın açılımı (II)-(TAMAMI)
Cuma, 19 Ağustos 2011 02:13
Şair-i Azam Abdülhak Hamid, insan-ı muazzam bir şahış idi. Ailesi sıkıntılı, söyleyemiyorlar, dedikodu
ayyuka çıkmış, sonunda aile meclisinde bir zat-ı cesur cüret etmiş; “Üstad-ı azam, Lüsyen Hanım
aldatıyor” demiş, kızararak oturmuş. Üstad vakur, hiç renk vermemiş, “bakarım” buyurmuş. On beş
gün sonra, aile meclisi toplanmış, “baktım” ile başlamış, müthiş bir heyecan, “aslı yokmuş”.
Duymuşlar ve pek sevinmişler, “Lüsyen’e sordum” demiş. Ve çok güzel, Ambasador Elekdağ çok
merak ediyor, “Paşa, pkk’ya karşı çok başarılı olduk buyuruyorsunuz, neye dayanıyorsunuz”
soruyorlar ve Paşa, “Rand Corporation raporu var, yazıyor” diyorlar. Peki, ben ne diyorum, “Rand
Lüsyen Hanım’dır.” Söylediğim öz olarak budur.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 66/77
Paşa’nın söylediği ise şudur: “TSK’nın PKK terörüyle mücadelede başarılı olduğunu kitabımda, Türkiye
dışında yapılan bilimsel ve saygın çalışmaya dayanarak açıkladım.” Çalışmayı yapanın “Rand”
olduğunu açıklıyorlar, cia’ya araştırma yapan bir tür yan kuruluş olarak kabul ediliyor. Buradan
Amerika ve cia’nın; Türk Ordusu’nun mücadelesinden memnun olduğunu anlıyoruz. Washington,
Türk Ordusu’nun içine kapanmasını ve Barzani’ye dokunmamasını istemektedir. Başarılı bulması pek
tutarlıdır.
Bilgisiz Mücadele
İlker Paşa’nın şu açıklamasını da aktarmak istiyorum: “1992’de Kuzey Irak harekatı çok önemlidir. O
zaman Pkk’nın Kuzey Irak’taki hareketi çok önemlidir. O zaman Pkk’nın Kuzey Irak’taki güçlerini
Osman Öcalan kontrol ediyordu ve TSK’ne karşı çok yanlış bir taktik uygulamıştı.” Bunu okurken çok
üzülüyorum, hem gerçeklerle ve hem de benim bilgilerimle net bir şekilde çelişiyor. Çok hoş, Devlet-i
Türki, demek arada sırada bir Kemal Burkay buluyor ve vakit geçiriyor; 1992 yılındaki Burkay, Osman
Öcalan’dır. Pek yazık, bu bilgilerle mücadele sürüyor. “Ölmüşüz de haberimiz yok” diyorum.
Bir, ol tarihte, pkk’da bir iç mücadele vardı, Mehmet Şener isyan etmişti, öldürüldü. Öcalan bana,
“Hocam şunlara bakın” diyordu, bazı liderlerden söz ediyordu, “Ferhat’ı benim yerime geçireceklerdi,
Kamışlı’ya bir muzaffer komutan olarak soktular” diyordu. Galiba kod adı buydu, “şimdi bana Ferhat’ı
öldürmem için yalvarıyorlar” şeklinde sürdürmüştü. Osman’dan hep “zavallı” olarak söz ederdi.
Öcalan, Osman’ın Türk Devleti ile bağlantılı olarak hareket ettiğini düşünüyordu. Burada kızgınlıkla
Mehmet Ali Birand’dan bahsediyordu. Bu kadar ve Mehmet Ali’ye sağlıklar diliyorum.
Sınır Ötesi Yenilgisi Güzel, İlker Paşa Hazretleri’nin kaynaklarına dönmek istiyorum, uzun incelemelerim var, artık kitap
içinde yayımlama zamanı gelmiştir. Bunu erteleyerek İlker Paşa’ın asıl meselesi ve hatta en esaslı
açılımına dönmek istiyorum. Mesele şudur, Paşa Hazretleri’ne göre, 2003 yılında Amerikan Kuvvetleri
ile Irak’a girmek imkanı vardı, görememek büyük kayıptır ve İlker Paşa çok hayıflanıyor. Buradayız.
Ben çok şaşırıyorum ve çok üzülüyorum, çünkü burada çok çok büyük bir mesele var. Şudur,
gerçekten böyle bir imkan var mıydı, daha açık not edebilirim, Amerika Türk kuvvetlerini Kuzey Irak’ta
görmeyi hiç düşündü mü? Ben hiç düşünmediğini düşünüyorum. Daha açık ifade edebilirim, Amerika
açısından Türk askerleri, Irak’ta persona non grata idi ve Türk subaylarının başına çuval geçirilmesinibunun en kaba ifadesi sayabiliriz.
Bir, Büyükelçi Elekdağ, böyle bir imkanı ciddiye almaz görünüyor ve Paşa Hazretleri’ne, “ayrıca
Amerikalılar Türk askerine dar bir arazi şeridi veriyordu” diyor. İlker Paşa’nın cevabı, iki, şudur: “Biz bu
bağlamda Amerikalılar’la hemen hemen bir anlaşma noktasına gelmiştik”. Çok çok güzel, “hemen
hemen” ve bir “anlaşma noktasına” gelmişiz, ve, üç, bu anlaşma olsaydı, “Türkiye-Irak sınırında biz bir
hat” çizecektik. Ama olmadı, dört, “sonradan ikinci bir tezkere geldi” ve “ Irak’a bir tugay yollayacağız,
denildi … amma istemediler”, Paşa’nın bilgisi budur. Ne yazık, bu bilgilere dayanarak herhangi bir
kayıp ve bu nedenle hayıflanmak için bir neden bulamıyoruz.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 67/77
Musul Suikastleri
Peki, izinleriyle, tarih yazımına katkıda bulunabilir miyim; A. Öcalan, Umum Jandarma Komutanı Eşref
Paşa’nın, Türkiye’nin Irak sınırından yukarda bir hat çizmek istediğini düşünüyordu. Bana, “Hocam
duvar örecek” diyordu; bu bir’dir. Ve iki, Eşref Bitlis’in uçağı 17 Şubat 1993 tarihinde düştü ve ben
“Eşref Paşa düşürüldü” yazdım. Aynı haftadadır.
Üç, Uğur Mumcu, Ocak 1993 tarihinde, Mossad’ın Barzani’ye silahlı eğitim verdiğini yazdı, 24 Ocak
1993 tarihinde öldürüldü. Dört, demek Ocak ve Şubat aylarında iki şehidimiz oldu ve Nisan 1993
tarihinde Devlet Başkanı Özal yok edildi. Özal da, Musul’un alınması için tutturmuştu, “bir basıp, iki
almak” istiyordu. Üçü de öldürüldüler ve eğer öldürüldülerse, Musul yoluna gittiler.
Peki, ama İlker Paşa’nın açılımında, kitabında yeni olan iki nokta var; bir, “Musul’a girilmelidir” ve iki,
“Amerika önemli değildir”, biraz bulutlu olsa da bunları çıkarabiliyorum. Ve İlker Paşa’yı korumayaalıyorum ve öneriyorum.
Musul Vasiyeti
Tarih yazımına devam etmek zorundayım; burada Paşa Hazretleri ile münazaramız var. Bendeleri,
Büyük Kurtarıcı’nın İsmet Paşa’ya “Musul’u al, İsmet” ve İsmet Paşa’nın da yerine geçen Bülent
Ecevit’e, “Bülent, Bülent, Büyük Atatürk alamadı, bana al, dedi, ben sana diyorum, al” dediler. Bu sır
bana söyledin, ben açıkladım, Bülent Ecevit beni doğruladı, çok güzel oldu, tarihimizin bir sırrını açmış
olduk. Televizyon ve yazılı basında çok büyük bir ilgi uyandırdı, buradayız.
Münazaramız şudur, Paşa bana cevaben, “biz ciddi bir ülkeyiz, antlaşma imzalanmıştır, sadığız”
dediler. Ben İlker Paşa Hazretleri’ne, “bu cumhuriyet antlaşmaları yırtarak kurulmuştur” dedim. Ve
sona yaklaşıyoruz.
Bülent Bey bu sırrı, o zaman başbakan yardımcısı idi, Amerika’dan “Musul’u alın” teklifi gelmişti,
arada-bir böyle teklif yaparlar ve çok heyecanlanmıştı, “Amerika’ya güvensem, hemen” dediler.
Benim söyleyeceğim ise ikidir ve bir, artık Amerika bu tekliflerden çok uzaktır. Amerika Kuzey Irak’ı
artık Türkiye’ye kapatmıştır. İki, “kim korkar hain kurttan” ve devam ediyoruz.
Sona Doğru
İlker Paşa’ya bu kaynaklarla hiçbir yere gidemeyeceğini hatırlatmak durumundayım; Yalçın Küçük’ü,
İsmet İmset’i, Vamık Volkan’ı okumadan, bilgisiz Amerikalılar ile hep yanlış yazan akepe tandaslı
Metin Heper’e dayanarak sağlıklı sonuçlara ulaşamaz. Kaynak ve kaynak diyorum, biz kaynağız, biz
hep Dışişleri Araştırma ve İstihbarat Daire yöneticisi, Şam Büyükelçisi Cenk Duatepe’yiz.
Cenk mi, Dışişleri Bakanı ve benim pek yakın arkadaşım Hikmet Çetin “bunlar iki bacanak …” derdi ve
durmazdı. Devlet terbiyemiz var, işlerimizi yaparken, Cenk’i pek severdim, birbirimizi hiç görmezdik.
Ama Cenk, Temren’e çok güvenirdi, “torba torba dolar götürüp Barzani’ye verirdim” diyormuş, bizim
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 68/77
aile sırlarındandır. Böylece, Yüksek Komutanlar’ımıza bildikleri sırları ifşa etmiş oluyorum. Çöküşün
sırları elimizdedir.
Çöküş mü, yaklaşınca, dış gezilere pek önem veriyorlar. Menderes Irak gezilerine çok erken
başlamıştı, Moskova’ya çıkacağını açıklamıştı ki, düştü. Tayyip Bey mi, yüzde elli imiş! Ankara’daduramıyor, Avrupa çağırmıyor, Kıbrıs, Bakü alkış toplamaya çalışıyor. Artık Suriye de yok ve sırada
Somali var, “Ah bende Gazze olsa” diyor. İçerde, çıkamıyor...
Çünkü çöküş kapıdadır. Çöküş yüzündedir.
YALÇIN KÜÇÜK/ İlker Paşa’nın açılımı (III)-(TAMAMI)
Pazartesi, 22 Ağustos 2011 03:01
Başkan Mao’nun en çok nesini seviyorum? Ben bir sovyetoloğum, bu alanda inceleme yazan ülkede
ilk ben oldum. Rusya’da sosyalizmi bir “türkü” sayıyorduk, Türkiye Komünist Partisi’nden ayrıydık,
kendi kafamıza güveniyorduk; bağımsız bir aklımız var. Yalnız Sovyetler’de ücret makasınınaçılmasından çok rahatsızdım, emek-değer yasasına güvenmiyordum, sosyalist insandan
uzaklaşıyorduk. Altmışlı yılların sonunda Mao “kültür devrimi” ile çıktı, bir insan düzelticisi olarak
gördüm, başarılı olamadı, ama ben düzeltmenin hala peşindeyim. Silivri’de ve Hasdal’da hepimiz
kendimizin kültür devrimi’ni yapıyoruz. Halk’a dönüyoruz.
Görmediğim hapishane kaldı mı, Sinop'a yetişemedim, Sansaryan Han’a yetiştim. Hapiste nevresimi
yıkamak zorunda kalacağımı hiç düşünemedim, çok zordur, bir istida yazdım, idareyi inandıramadım.
Temren, gözleri biraz yaşlı, “Yalçın neden yıkıyorsun; al al, at - tanesi otuz liraymış”; bağırıyor…
Temren ile aramızda doktrin farkı var, biz kültür devrimindeyiz. Burada, bizim için pek ilahi olanemekçi halkımız türünden yaşıyoruz. Ne güzel, halkımıza yaklaşıyoruz, çamaşırlarımızın en kirli
yerlerini kendimiz çitiliyoruz. Biz profesörüz, biz paşayız, biz gazeteciyiz ve öğrenciyiz, ama biz burada
halklaşıyoruz. Ve bu nedenle bizi buraya tıkanlara şükranlarımı yazıyorum. Halk-misli yaşamak ve halk
için okumak, aklımızı bağımsızlaştırmak sevinçtir.
İlker Paşa’nın yanlışları
İlker Paşa’nın açılımından uzaklaşıyoruz, doğrulara dayanmıyor ve “1999’da yakaladığımız örgüt
başını…” diyor ki, gerçekten çok uzaktır. Abdullah Öcalan’ı biz yakalamadık, “Sam Amca” yakaladı ve
Türkiye’ye verdi. Washington yakaladığını Hükümet’e değil, Genelkurmay’a bildirdi ve Hükümet’te
Bülent Ecevit ve Mesut Yılmaz vardılar, istemediler. Haklı oldular.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 69/77
Hangi başarı, Amerika Lüsyen Hanım’dır; ve şimdi Kürtler’imiz, (a) Kürteli’nde hegemondurlar,
istedikleri zaman istedikleri eylemi yapıyorlar; (b) bütün engelleri aşıp milletvekili çıkarabiliyorlar; (c)
büyük sermayeyi ve büyük medyayı arkalarına aldılar. Yeni bir dönemdeyiz. Paşa Hazretleri, “silahlı
kanat gerekirse Öcalan’ı dinlemeyebilir” diyorlar ki, yakıştıramıyorum. Ve Paşa Hazretleri, “artık
kanat-manat yoktur” diyorum, bir merkez var.
İlker Paşa, “Murat, Cemil ve Duran…” sayıyor, bazen Ali-Haydar’ı da ekliyor; hepsini bilirim, hepsini
tanırım, Kaytan, Siyasal’da Öcalan’ın sınıf arkadaşı idi, bitirdi, şiire meraklı bir Alevi’dir. Tabii Mustafa
Karasu da öndedir, politik açılımları yapıyor; bana “Hocam, chp gençlik kollarında yetiştim” demişti,
bu “yeni-durum” bu ekibe aittir. Bdp artık sadece çoluk çocuktur, parmak kadardırlar, ciddiye
aldıklarını sanmıyorum. Ben mi, hiç ama hiç önemsemiyorum.
Öcalan’a sevgi ve bağlılıkları yüksektir, ancak kırgınlıkları da var, uzun olmayan bir zamanda ve ikiaşamalı olarak Öcalan’ın serbestleştirilmesi vazgeçilmez hedefleridir. Öcalan’dan aldıkları iki ilke var,
bir, İsrael ile savaş, iki, Barzani’nin liderliğini kabul etmemek. İlker Paşa ise, Yaşar Paşa ile birlikte,
Barzani Devleti’ni kabul ettiler, bu, hiçbir çözüm kapısı bırakmamak anlamındadır. Doğru, “Elekdağ
Mülakatı”, hem Barzani ve hem Washington açısından, “Terör Örgütlerinin Sonu” kitabına göre daha
ılımlıdır, ama hala Barzani ve Washington’a bağlıdır. Bir yere gidemeyiz.
Yüksek komutanlar ile akepe işbirliği mi?
İlker Paşa’nın apoletinin üzerinden konuşabilir miyim, Genelkurmay’a, Yeni Erkan-ı Harbiye-i
Umumiye Reis’ine dönerek şunu söyleyebilirim, “bu bilgiler ile çıkmaz sokaktasınız”, mesele budur.
İlker Paşa ve Genelkurmay, akepe ile Erdoğan’a çok yakın duruyorlar, “düz alanda polis” açılımı da bu
yakınlığı sürdürme anlamındadır. Güzel ve acı, ben Habur Skandalı’nın bir “Ordu-işi" olduğuna pek çok
kez işaret etmiştim, İlker Paşa bunu 1993 yılı Milli Güvenlik Kurulu kararı olduğunu da açıklıyor. Türk
Genelkurmayı’nın yasasızlığı bu kadar sevmesi, beni çok rahatsız ediyor. Şimdi Genelkurmay alt sınırı
“sözde” terör örgütü üyeliği olan bir “erteleme” kanunu tertibine başlamak durumundadır. Habur, bir
Ordu-akepe kanunsuzluğu idi ve kanun yolu var. Bu yola “giriniz” diyorum.
Kürtçe hakkında kısa bilgi
Şimdi Kitap’a geliyorum, Paşa “dil olarak Kürtçe, Farsça’nın etkisinde kalmıştır” diyor ki saçmadır. Ben
sürgünde, Paris’te Kürdoloji tahsili de yaptım, dil bilimine tutkunum. Hint-Avrupa dili var, bunun birkolu Hint-İran dilleridir, Kürtçe, “Kırmanci” diyebiliriz, Farsça türü Hint-İran dillerinde bir koldur. “Ez
spas dikim”, deriz ve Kırmanci’dir; İraniler “men teşekkür mikonam”, diyorlar; biz ise “ben teşekkür
ederim” söylüyoruz ki, üçü de aynı yapıdadırlar. Kırmanci, Sorani’den ayrı olarak bazı dillerle
karışmıştır. Bizim dilimize gelince, İç Asya’dan çıkınca, uzun yüzyıllar İran Platosu’nda yaşadık ve
Farsça’nın sömürgesi olduk. Misal mi, baba tarafım Türkmendir, şimdi pek çok sözümüzün Farisi
olduğunu çıkarıyorum, köylü-büyüklerim bana “yal-çin” diyorlardı, “gül-çin” ile aynı yapıdadır; “çin”,
“çindan” fiilinden geliyor, “çiçek toplayan” ve “vazo” anlamındadır. Türk Dil Kurumu pek çok zaman
uydurmaktadır ve yalçın’ın “kaya” ile bir ilgisi yok, “yol” veya “parıltı” ve “şavk” ile “ışık” toplayan
demektir. Bu arada, Cuma günü Silivri’de, babası arkadaşım Şahin Mengü’ye de söyledim, “Nevşir”
yoktur ve yeni spikerin adı Nuşin’dir ve biz sömürgeyiz. Eklemiş oluyorum.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 70/77
İlker Başbuğ liberalizmi biliyor mu?
İlker Başbuğ, Kitap’ta bir de şunu yazmış durumdadır: “Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu duruma
bakılınca, Türkiye’de uygulanan yolun ve stratejinin liberal demokrasi olduğu söylenebilir. Liberal
demokrasinin birinci şartı, devletin vatandaşlığa dayalı ulusalcılığı esas almasıdır.” Ve ne yazık, her iki
cümle de kökten yanlıştır, siyaset teorisinde bunlara rastlamıyoruz. Bildiğimiz, “liberalizm”, Liberal
Parti ile tarih olmuştu; Lloyd George ile sonunu bulduk. Her türlü devlet müdahalesi ve işine karşıdır,
Thatcher-Reagan gericiliği ile tekrar duyar olduk. Varsa eğer, “liberal demokrasi” devletin yoksullara
süt vermesine dahi karşıdır.
İlker Başbuğ’un akepe’li kaynakları
Kaynak sorununa geliyoruz, Paşa Hazretleri, Elekdağ Mülakatı’nda, “Ben bu konuda Profesör Metin
Heper’in görüşleri ile aynı paraleldeyim” diyorlar ve bu ifade “ben akepe’yi tutarım” anlamındadır. Ne
çok bağlılık duyuyor. Yıllar önce “İlker Paşa’nın Kaynakları” incelemesini yapmıştım, incelememde
Paşa Hazretleri’nin Heper’i kaynak göstermesini eleştirmiştim, ama hala Kitap’ta atıflarının Heper’e
olduğunu görüyorum, bu hal çizgi dışıdır. Paşa, “liberal demokrasi” ve “asimilasyon” türü büyükyanlışlarını Metin Heper’e dayandırıyor, çok üzücüdür. Böylece Paşa Hazretleri’ni vikaye etmiş
oluyorum.
Metin, Odtü’de hoca olduğum zamanda asistandı, terbiyelidir, çalışkandır, muhafazakardır, şimdi
akepeli’dir ve büyük ölçüde bilgi zafiyetindedir. Eşi Handan, Temren’in en yakın arkadaşlarından
birisidir, çok severiz, Cumhuriyet Mitingleri’ni hiç kaçırmaz; demek ki, “biz kırk kişiyiz, birbirimizi
biliriz”. Demek İlker Paşa’yı bu bilgisizlik girdabından çıkaramıyoruz. Çünkü Metin Heper ile paralel bir
çizgidedirler.
Subaylar için Musul doktrini
Bitiriyorum, Paşa’nın Genelkurmay Harp Tarihi tarafından yazılan “Ayaklanmalar” cildini okumamışolmasını affedemiyorum. Paşa’dan, Kitap’tan aktarıyorum, “Musul’a sahip olan bir Türkiye,
Ortadoğu’daki gelişmeleri yönlendirebilecek bir güç olabilirdi” diyorlar. Güzel, ben cevaben, bir,
“Musul’u kolay verdik, Hatay’ı kolay aldık” ve iki, Musul’u almazsak, Diyarbakır’ı veririz” diyorum.
Beştaş oynamamayı tavsiye ediyorum.
Kitap’tan alıyorum: “Musul sorunu sırasında patlak veren Şeyh Sait ayaklanması, Türkiye’yi hem
diplomasi masasında güç duruma düşürmüş, hem de askeri ve ekonomik olarak da zayıflatmıştı.”
Öyleyse hayal kırıklığımı not ediyorum; a, Şeyh Sait isyanı Hükümet’in elindeydi. b, Kürtler Musul’un
alınmasını istiyorlardı, c, Musul’u hediye ettiğimiz 1926 yılında İngiltere bir iç savaş yaşıyordu. d,Mumcu, Bitlis ve Özal son Musul Şehitleri oldular. Titreyerek kendimize dönmemizi öneriyorum. Kürt
Meselesi vardır ve düğümü Musul’dadır diyorum.
Murat, Cemil, Mustafa, Ali Haydar ve Duran ne açıyorlar, henüz göremiyorum. Bir, Şerafettin Elçi bir
Kürt münevveridir, Karakusunlar’daki villaya sık sık gelirdi, konuşurduk ve Barzani’ye yakındır. İki,
Altan Tan, Melik Fırat’ın yardımcısı idi, Paris’te görüşürdük, pkk’ya uzaktı ve nakşibendi’dir. Üç,
Öcalan, Ertuğrul Kürkçü hakkında olumlu bir fikre sahip değildi, aldılar. Aldıkları ve açtıkları nedir,
henüz göremiyorum. Dört, Gülen-Erdoğan ikilisinin Suriye kumarı çökerse, pkk Suriye’ye daha güçlü
dönmek üzeredir ve işte bunu görüyorum.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 71/77
Asimilasyon üzerine
İlker Paşa Hazretleri yine bir ümmiye dayanarak, Osmanlı’da asimilasyon yoktu, diyorlar. Bedihidir ve
söylenmesi fuzulidir, emperyal devletlerde asimilasyon olmamaktadır. Roma’da, Britanya’da ve bizde
yoktu; asimilasyon doğal olur ve kimse engelleyememektedir. “Benzeme” ve “benzetme” anlamında
bir sözcük Amerika’da çoktur. Amerika’da olana “melting pot” diyoruz, gelenleri bir tencerede
eritiyor, birbirine benzetiyorlar. Geçenlerde bir televizyonda on saniye Profesör Cemal Kafadar’ı
gördüm, Profesör Mehmet Öz’ü daha çok görüyoruz, “My God”, ne kadar birbirlerine benzemişler,
sanki bir kazandan geçmişler. Çok güzel, ben Yale’de okuyordum, baktım, asimile olacağım,
engellemek imkansızdır, kaçtım.
Çok azdık, “Türkiye Cumhuriyeti” kurduk, bulduklarımızı türkifiye etmeye mecburduk, İbraniyet’ten,
Çerkeziyet’ten, Kürdiyet’ten “Türk” yaptık, zordaydık. Bizim Kürtler hem türkifiye ve hem kemalize
oldular, detürkifikasyon artık zordur. Kötü olan zorla asimilasyondur ve ne yazık, yaptık ve ama buna
karşı biz solcular, Türkiye İşçi Partisi olarak –Türk ve Kürt, İbrani ve Ermeni– hep birlikte karşı çıktık,
“Kürt halkı vardır” dedik. Ben yine orada idim.
Ve şimdi kültür devrimi kamplarındayız.
Kirlerimizi kendimiz yıkıyoruz.
Kamptaki ve dışarıdaki Paşalar’a kemalizm’den, sol-kemalizm’den, soldan korkmamalarını yazıyorum.
Korktukları yeter ve önümüzde yeni bir dönem var. Bunun için kamptayız.
YALÇIN KÜÇÜK / Balyoz’a Karşı Balyoz (I): Fırtına (TAMAMI)
Cuma, 03 Haziran 2011 06:25
Balyoz’a Karşı Balyoz (I): Fırtına
Köyde imam idi, rejim değişti, Meclis’te Başkan oldu; Meclis Başkanları ağır olurlar, seçimde
konuşmazlar, ama ne yazık, bu, ancien régime’de kaldı ve konuşuyor. “Generallerin başına balyoz
vuruyoruz”, haykırıyor ve herhalde 27 Mayıs’tadır ve ben Mehmet Ali Şahin’in adını veriyorum. 27
Mayıs Bayramı’ndalar ve uçuyorlar, Koramiral Kadir Sağdıç’a iki müebbet vurmuşlar; sekiz yüksek
rütbeli subayı, çoğu paşadır, 27 Mayıs Devrimi’nin yıldönümünde, Beşiktaş’a çağırmışlar, Demirören-
Karacan’ların Milliyet’indeki, “29 general tutuklu, 6’sı daha tutuklanabilir” haberi ile bayram
sevincindeler. Devrim’in intikamı var, uzatmalı 31 Mart Günleri’ndeyiz. 28 Mayıs’lı ceridelerde sevinç
çoktur.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 72/77
Biz koğuştayız –ben, Sadi ve Emre – 27 Mayıs akşamındayız, hem kutluyoruz, hem de
değerlendiriyoruz. Tv’den küçük bir haber sızıyor; çağırılan paşalar raporlular, 27 Mayıs’ta
gitmeyecekler, sevindirmeyecekler; ancak Işık Paşa haber etmiş, “gidin” demiş ve 27 Mayıs’ta Paşalar
Beşiktaş’talar. Biz mütalaa ediyoruz, ben, nam-ı diğer Şeytan, “Işık Paşa Hazretleri benim Abdülhamit
tahlilimi biliyorsa, tutuklama yoktur” diyorum, tabii şeytan-işi değil ve ilim’dir. Vah vah, ol gece tüm
cerideler tevkif müzekkeresi kesmişler, Demirören- Karacan’lardan Milliyet altı paşayı Hasdal’a sevk
etmiştir. Aynı aileden Vatan, 27 Mayıs davetine icap etmeyen Bilgin Paşa Hazretleri için, bir intikam
birinci sayfası hazırlamış durumdadır ve Bilgin Paşa’nın resminin yanına “Savcı bu belgeyi soracak”
hükmünü asmış, “sürmanşetten” veriyorlar. Manşet’e eskiden kol düğmesi ve bir de “başlık”
diyorduk, bayramlarını başlık üstü kutluyorlar. Pişman olmamaları için duacıyım, dualarımı eksik
etmiyorum. Esir aldılar, dua ediyorum.
Bunlar, Sedat Ergin’ler, Mehmet Ali Birand’lar, Vatan basanlar, Engizisyon’larda şahittirler. Ve öyle bir
belge yoktur ve bunlar, Sedat’lar, Mehmet Ali’ler, olmayan cephaneleri bulurlar, başka şeyleri yok,
fişek fışkırtırlar ve Vatan basanlar, olmayan belge ile mahkum ederler. Eğer insanlarımız bugün
Silivri’de, Hasdal’da dolu ise, bu şahitlerin de sayesindedir.
Sayelerinde ve buralarda zinde bir İttihat ve Terakki havası var. Bendeleri ise, 27 Mayıs’ta gizliden
çıkmıştım, Kızılay’da idim, Çetin Paşa’nın çok sevdiği bir sözcükle, sanki “mahşer”,
böyle kalabalık görmedim, böyle halay görmemiştim. “Sen oyna Menderes, sen oyna” diyorlardı, hem
söylüyorlar hem de oynuyorlardı. Bir ara Cemal Ağa geçti, ihtilale baş olmuş, herkes oynuyordu,
kimse kimseyi bilmiyordu, herkes herkesi “vatandaş” biliyordu. Soyuttular, soyunmuşlar ve ben o
zaman da, şimdi de dans bilmiyordum. Tahkikat Komisyonu’ndan kurtulmuştum, Temren’le havayı
kucaklıyorduk, sevinçliydim. Bugün mü, o günden biraz daha gencim, Farisi’de “zinde” diyoruz,Kürtler “zindi” söylüyorlar, “dinç” demektir, “canlı” anlamında kullanıyorlar.
Fırtına’nın Balyozu
İbrahim Paşa, Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına, “ben niçin burada bulunduğumu,
İddianame’ye göre, anlamış değilim,” diyor, yazısı bende, Silivri’de var. İddianame’de, “şüpheli Halil
İbrahim Fırtına Balyoz oluşumunun Hava Kuvvetleri yöneticisi konumunda kanaatine varılmıştır”
cümlesi mühimdir. Bozuk bir Türkçe’dir ve söylediklerine pek inanmadıkları kanaatindeyiz. Paşa,
“benim yapmadığım, etmediğim, içinde bulunmadığım bir şeyi, yani doğru olmayan bir şeyi
doğruymuş gibi gösteren iddianame kurgusudur” demektedir. Doğrudur, hiçbir eylem, hiçbirkonuşma, hiçbir imza yoktur; “cd” var, efendim, “cd” var, ama imzası yok; “al sana bir cd” ve bir
Ordu’yu tasfiyeye yetmektedir. Öyle söylüyorlar ve göreceğiz, görecekler, göstereceğiz. Buradayız.
Devamla, “benim bu planı”, Paşa Silivri’de ve bağırıyor, “kaleme alıp hazırladığım kesin bilgisi, hangi
gerekçelere, hangi kanıtlara dayanılarak ifade edilmiştir,” bağırıyor, bağırıyoruz,
bağırıyorlar. “Benim yazdığımı gören mi var, rapor mu etmiş, bilen mi var da söylemiş, benim elimden
çıkan bir şey mi var?” İşte balyoz budur ve inmektedir.
(Yarın devam edecek...)
YALÇIN KÜÇÜK / Balyoza karşı balyoz II: Çetin (TAMAMI)
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 73/77
Pazartesi, 06 Haziran 2011 13:02
Şeytanca
BALYOZA KARŞI BALYOZ II: ÇETİN
Yalçın Küçük
Artık akepe kendi kendini tutuklamaktadır.
Engizisyon sendromuna tutulduk, laf üzerine iş tutuyoruz. “Darbe” sonunda bir kanserojen tümör
oldu, kabına dar gelmektedir. Patlamaya yakın duruyor.
Silivri Mahkemeleri’ne en büyük balyoz ise Çetin Paşa’dır; zoru uygulayanlar her defasında
tutuklandıklarını sandılar; Paşa, “vazife başına” dedi, koştu ve balyozu ezdi, balyozsuz kaldılar. Biz de
duruş’un bir “vuruş” oluşunu unutmuştuk, kavuştuk; balyoza balyoz çıkardık, bu aşamadayız.
Paşa Hazretleri’nin, “İddianamem” nam-ı eserinden şu paragrafı aktarmadan edemiyorum: “Bu arada
beni televizyonlarda izleyip vücut dilimden suçlu olduğumu keşfeden, aklından zoru olanlar bile çıktı.
Televizyonun bir ‘ballı-çiçekli’ hanımının, televizyondaki rahatlığımdan dehşete kapıldığını söylemesi
de ‘vücut dili’ falcılığına tüy dikti, diyebiliriz.” Çok güzel, mükemmel, bir, bu bir “falcılık”
yargılamasıdır, tekrar ediyorum, Engizisyon’u tekrarlıyoruz. İki, balyoz müdafilerinden Üstad Hasan
Fehmi Demir ile Yiğit Akalın, birlikte, şu formülasyonu Mahkeme’ye verdiler: “Bütün davalar, medya,
siyaset ve emniyet sacayağı ile inşa edilmektedir”. Ve gerçekten, “ballı-çiçekli” Hanım, Memdali
Birand, Cüneyt Özdemir bu davada ayaktalar, Sedat ile Ruşen son demlerde korku ile geri çekildiler,
ama hâlâ eğer “dava” diyorsak, omuzlarındadır. Bunlar mı, geceleri cephane fışkırtıyorlar,
gündüzleriyse kin kusuyorlar; bunların kinleri var, mahkemeye ihtiyaç yoktur, diyebiliyoruz. Peki, var
mı, yoktur ve dehşet içindeler. Artık her hafta bir manga paşaya el koymaya tutukludurlar.
Tutukludurlar.
Çetin Paşa, aynı balyoz kitabında, hemen ileride bir yerde, “o zaman daha komplonun çapını
kestiremediğim için” diyor, zamanlıdır; bu ibareyi, başında, bütün Ergenekon’un, tüm Balyoz’un, en
azından kısmen, Silahlı Kuvvetler desteği ile yürütüldüğünü göremeyişinin kabulü olarak anlamak
durumundayız. Paşa, bu aşamada pek naif kaldığı için, televizyondan Uğur Dündar’ın bir sorusuna
“eşkiyanın ne yapacağı bilinmez” cevabını vermemişti, öyle işaret ediyorlar ve ben pek çok
üzülüyorum.
Çünkü, Silivri’de ilk tutuklamadan çıktığımda, 2009 yılının hemen başındaydık, çağrıldığım her
televizyonda, esas hedefin, Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu, inandırıcı bir şekilde açıklamıştım. Pek
yazık, o zamanki Genelkurmay Başkanı İlker Paşa Hazretleri’nin anladığı ve kavradığı izlenimini de
edinmiştim; demek, Çetin Paşa, bunu anlamaktan çok uzaktaydı, buraya gelmiş durumdayız.
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 74/77
Paşa’dan bir aktarma daha yapmak istiyorum, amma önce, çok kısaca, devlet felsefesine uğramak
zorundayım. Devlet mi, eninde sonunda, bir zor halidir, güç yaratır, eline alır ve zor kullanır; bu
nedenle devlet lâ-hukuki bir realitedir, esası zordur ve zor ile var. Peki, güzel mi, devlet zoru ise,
öncelikle, bir kimseyi alıp bir yere kapatmakla başlamaktadır; güzel ve şimdi, devletin esasına girmiş
oluyoruz. Bu da güzel, yalnız, devleti devlet yapmaya, ne kadar yaygın olursa olsun, polis yetmez;
devlet illa askeri’dir. Bu ise çok daha güzel, çünkü Devlet-i Türki’de her kim kapatılıyorsa, kapatıcı zor,
evvela ve ahiren, askeri’dir; bu açıklıktayız. O halde, esasen ve son analizde, askeri asker
hapsetmektedir; bunu Hasdal’da, Silivri’de, kampta – İttihat ve Terakki devrinde, Hasdal ile Silivri, Çin
Duvarları ile birbirinden ayrılmıyordu – tüm paşalara ve tüm subaylara arz ediyorum. Haliniz ve
halimiz budur ve maruzatımdır, yazıyorum.
Şimdi, aktarıyorum: Yüksek Komuta Kademesi’nin “kendisini Balyoz’un dışında tutma gayreti, cılız
birkaç açıklama dışında, seminerin gerçek yüzünü aydınlatıcı hiçbir gayretin sarf edilmemesine; içi boş
retoriklere sapmak yerine, konunun kamuoyunu tatmin edecek bir şekilde, kapsamlı olarak
araştırılması için bir türlü adım atmayışına kırılmadım desem, yalan olur”. Yine pek güzel, demek ki
“Ciheti Askeriye” işbirlikçi idi ve Paşa kırılmıştı ve ben de bu kırılmaya “sevinmedim dersem” yalan
olur ve babam bana yalanı yasaklamıştı; bu nedenle, pek sevindim, diyorum. Çünkü “Kırılmış Paşa”
kendini öne attı; söz uygunsa “düşman mevzilerine” hep koştu, esir düşmekten korkmadı, ve
harekatın seyrini değiştirdi, işte asker budur. Ve bugün Türk Silahlı Kuvvetleri sancı içindedir; öyleyse
Çetin Balyoz’a borcumuz var.
Devam ediyorum, İbrahim Paşa buradan devam ediyor, müdafi balyoz’u mükemmeldir, “Oraj Planı
denilen iftira” ibaresini kullanıyor, yerim olsa bir manifesto değerindeki balyozunu hep almak
istiyorum. Bunun yerine, İbrahim Fırtına’nın avukatları Hasan Fehmi Demir ile Yiğit Akalın’ın
sunuşlarını üçüncü “Balyoz” olarak sunmak üzereyim; İbrahim Paşa, “bu komployu yapan,” diye
başlıyor, “gerçek darbeci, gerçek cuntacı ve gerçek teröristlerin” hesap vereceklerinden emingörünmektedir. Bu kadar değil, İbrahim Paşa, manifestosunu, “ihanet cevabını mutlaka bulmakta ya
da almaktadır” sözü ile vermektedir; içerideki işbirlikçilerin, bundan, kendilerine de pay ayırmalarını
öneriyorum. Tutuklamaya yardım-yataklıktan mesuldürler, unutmak yoktur. İsimlerini biliyoruz.
Peki “Paşa” mı, Farisi “Padşah” sözcüğünün dimunitifi, bu görüş yaygındır ve tekrarlıyorum. O halde
“Küçük Sultan” kabul ediyoruz, amma Kamus-i Türki, aslının “Baş Ağa” olduğunu yazıyor,
mümkündür, her dilde “p” ve “b”yi birbirinden ayırmıyoruz; ağa’yı ise “aa” ve giderek “a” söyleme
eğilimindeyiz. Güzel, yalnız, hem “ağa” ve hem “han” Moğolca olmakla, İran’da yüksek sıfatlar olarak
kullanıyorlar; “ağa” beyefendi, “han” ve türevi “hanm” hanımefendi anlam ve kullanımdadırlar.
Uzattım, ama mecburum, buradan hareketle, Paşa eşleri için, “Paşahan” sözcüğünü uydurmuşdurumdayım. Kabulünü diliyorum.
Paşahan Nilgül, Nilgül Doğan ve diğer Paşahan’lar, bu komployu yırtıyorlar. Sevgilerimi yazıyorum, ve
Tagore’nin bir sözünü, her büyük adamın arkasında lambayı tutan birisi var, diyordu, hatırlayarak,
Silivri ve Hasdal’daki bütün paşaları, paşahanlarından dolayı kutluyorum. Vardiyadadırlar.
Silivri 3 Haziran 2011YALÇIN KÜÇÜK / Balyoza Karşı Balyoz III: Demir (TAMAMI)
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 75/77
Cuma, 10 Haziran 2011 02:27
Balyoza Karşı Balyoz III: Demir
Artık yeni bir rejimde yaşıyoruz, pek yazık, bunu kabul etmek durumundayız. Silivri’de, İbrahim
Paşa’nın davası sırasında, hukukçuları Fehmi Demir ile Yiğit Akalın, “artık muhalif olan, iktidar
tarafından potansiyel tehlike sayılan herkes,” her zaman ve bir sabah ansızın “terörist veya örgüt
yöneticisi” olabilmektedir, her an tutuklama garantilidir. Ülke, milli piyango satıcılarının “sana da
çıkabilir” nameleri ile yaşıyor ve şimdi herkes birbirine “sana da vurabilir” sözcüklerini fısıldıyor, nasıl
ve neden bilmek imkansızdır. Bir gün bir adam, kimdir, necidir, baran mıdır, nedir, meçhuldür;nereden aldığı bilinmez cd veya klasör çuvalları ile Beşiktaş’a düşerse, artık yangın başlamıştır, derhal
ve derhal, o andan itibaren artık “şüpheli” listesine alınmış bir kısım insanlarımızın “onur ve
saygınlıklarını zedelemeye yönelik yoğun bir kampanya” başlamış demektir. Memdali Birand, Sedat
Ergin, Cüneyt Özdemir, Ruşen Çakır hazır kuvvettirler, üzerlerine her türlü karayı fışkırtmaya başlarlar.
Demir ve Akalın bu oyun için, “medya, siyaset ve emniyet sacayağı ile inşa edilmektedir” diyorlar.
Yazarken utanıyorum.
Faşist Hukuk ve Silivri
Dava mı, “delilden sanığa ulaşma” ilkesine dayanırdı, artık yoktur ve bütün mesele, bir takım“şüpheli” icat etmek ile başlamaktadır. Ne kadar güzel ve güzelin bu kadar uyumlu olması çok acıdır,
Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İbrahim Fırtına, kendi sunuşunda, “sanki kalıtsal olarak ihtilal,
devrim, darbe gibi hastalıklı bir yapının mensupları olarak gösteriliyoruz” diyordu. Demir ve Akalın,
hemen hemen aynı zamanda “daha Bismarck döneminde filizlenen ‘düşman ceza hukuku’ Nazi
Almanyası döneminde tahkim edilmiş ve doksanlı yıllarda Alman hukukçusu Günther Jacobs
tarafından geliştirilmiştir” açıklamasını veriyorlar, işte şimdi hem burada ve hem Silivri’deyiz. Buna
göre önce “tehlikeli” insan buluyoruz, sonra bunu “kişilikten çıkmış” yapıyoruz ve sonra bunlardan,
“bir insan olarak onur ve hak sahibi olma vasfını” alıyoruz. Tabii, ben “alıyoruz” diyorum; Memdali
Birand, Sedat Ergin, Cüneyt, Ruşen bana iş bırakmıyorlar. Çok çalışıyorlar, “medya, siyaset, emniyet”
üçgeninin bir ayağındadırlar, hiç çekinmiyorlar çünkü davaları var. Bizimle davalıdırlar, normalfışkırtamıyorlar ve sadece kara fışkırtma işinde otoritedirler, haber veriyorum.
Öte yandan, ben de, habire “Lombroso Nazariyesi” diyorum, Cesare Lombroso, suçu ırsiyete
bağlıyordu, Demir ve Akalın’ın kullandıkları “tehlikelilik” hali, ırsi bir durum, diyordu. Şimdi ceza
teorisyenleri, bu nazariyeyi faşist sayıyorlar. Ancak Lombroso Nazariyesi faşist olmakla beraber, daha
esaslıdır, The Oxford Handbook&Criminology, The Lobrosian School primarily emphasized individual
constitutional factors, Lombrosyan Okul’un suç işlemede bireye ait yapısal faktörleri ön plana
çıkardığına işaret etmektedir. Ne güzel ve ne yazık, bu işaret de, İbrahim Paşa’nın bu dava ile
kendilerinin “hastalıklı bir yapının mensupları olarak” görüldükleri tespiti ile tam uyum halindedir.
Dahası var, Üstad Fehmi Demir ile arkadaşımız Yiğit Akalın da “düşman ceza” yargılamasına parmak
basmışlardı, demek, Silivri’deyiz ve faşizm kitaplarına dönmüş durumdayız. Kanıt yok, şüpheli ve
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 76/77
tehlikeli icat ediyoruz, cd’ler imal ediyoruz, basıyoruz, alıyoruz ve Memdali ile Sedat’a veriyoruz,
Cumhuriyet’e bağlılıkları şüphelidir.
Sürekli Dava Teorisi
Pek güzel, nerede o eski mahkemeler, iddianame yazılır, okunur, gün verilir, başkanlar yargılar,
iddialar belli, deliller yazılıdır, ama artık bu yoktur. Şimdi “ömür biter cd ve klasör bitmez”dönemindeyiz. Demir ve Akalın şunları söylediler: “İddianın teksifi ilkesine tamamen aykırı olarak, bir
kısım delillerle dava açıldıktan sonra, her üç beş oturumdan birinde, yeni kanıtlar bulunduğu
belirtilerek davaya yeni klasörler eklenmekte ve bu şekilde davaların adeta sür git istendiği
görülmektedir. Bu yöntemin, aynı zamanda zayıflayan kamuoyu desteğini canlandırma yöntemi
olarak da kullanıldığı anlaşılmaktadır.” Evet, ne müthiş, ilk balyoz ezildi mi, derhal, Gölcük’te bir tahta
zemin yarılıyor ve altından bir cd çıkarılıyor ve içinde yok yoktur. Memdali hazırdır ve zaman geliyor
bu etkisizleşiyor mu, Eskişehir’de bir ağaçta bir cd yakalanıyor ve Memdali Birand hazırdır, başlıyor ve
hiç sıkılmıyor. Harp Akademileri Komutanı Bilgin Paşa’nın tutuklanması üzerine, bir akşam, büyük bir
şehvetle ve fışkırta fışkırta bu cd’den bölümler okumuştu, Silivri’de, mapusta dinlerken yüzümün
kızardığını hatırlıyorum. Memdali kızarmıyor.
Nerede eski mahkemeler, verirlerdi polise, verirdi elektriği, hepimiz gül biri hangi darbeyi yaptığımızı
söylerdik, şimdi bu şansa sahip değiliz. Çok yazık, işkence yoksunu paşalar, şimdi bunda benim imzam
yok, bunu ilk defa görüyorum, bu cd sahte, şüpheli deyip deyip duruyorlar; cevap ise Lombrosyan’dır,
“sizde ağır suç şüphesi görüyoruz” ve ekliyorlar, yatın yattığınız yerde, hepsi budur. Gülüyoruz ama
şimdi yeni çıktı, bir Bön Kemal var, Çetin Paşa, “Ama” Muhalefet Partisi Lideri diyor, ben “Ordu
Düşmanı” ilan etmiştim, “kımıldamayın, kışlada sakin olun, adaletin tecellisini bekleyin” diyor ve ben
de “emrin olur” diyorum ve “sen işine bak”, bunu da ekliyorum. Bunları söyleyen mi, torunu Duru’dan
bir hafta uzak kaldığında üzüntüsünden, nerede ise, ağlayan adamdır. Tabii, adam’dır.
Hukukun tükenişi
Yazık, S. E. Cornell ve H. M. Karaveli tarafından Eashington’da 2008 yılında hazırlanmış bir rapor var,
elimizde, Onur Öymen duyurmuştu. Sonuçta, üç senaryo yazıyorlar, bir, akepe iktidarda, iki,
KIlıçdaroğlu lider olmuş, iktidarda veya akepe ile koalisyonda, üç, Işık Koşaner iktidar olmuş, diğerleri
yoklar, hayatları güven altındadır. Peki, şimdi ne olacak, Işık Paşa’yı darbeden yargılayacaklar mı;
öyleyse bu davanın temelinde ya bilgisizlik ya da çok kötü bir niyet var. Var ki, İbrahim Paşa,
sunuşunda, Silahlı Kuvvetler manevra yapar, hep oyunlar düzenler, simülasyonlar oynar demektedir,
bunu not ediyorum ve istenirse her gün beş dava açılabileceğini söylemek istiyorum. Ve artık,
istemeden de olsa, bu dersi bitiriyorum.
Peki sonuç mu, Demir ve Akalın, “ceza hukuku, yargının, siyasetin ve toplumun transformasyonu
amacı ile kullanılan siyasi bir araç haline dönüşmüştür” diyorlar; demek bir adem-i hukuk haliyle karşı
karşıyayız, artık hukukun bittiğini görmek durumundayız. Ortada pek yargılama iddiası da yok, yapısal
olarak suçlu, bir büyük aileyi, aile olduklarını bir yerde selamlaşmalarından, aynı yerde
görülmelerinden, hatta ve hatta telefonla dahi konuşmalarından, zaman zaman daha da ileri giderek
internetleşmelerinden anlıyoruz, tenkil etmek en büyük hedef ve işimizdir. Şimdi Silivri’de bununla
meşgulüz.
Güzel, bütün bunlardan hayırlı bir ders çıkarıyor muyuz; benim çıkardığım iki ders var. Bir, artık bu
memlekete hukukçudan çok, bilgisayar uzmanı gereklidir, çünkü Silivri’de en geçerli akçe, bu alanda
uzman olmaktır, çok şükür, Ülgen Hukuk Bürosu’ndan Hüseyin Ersöz arkadaşımız, Demir&Demir’denYiğit Akalın birer mühendis olmuşlar, sahte cd, bindirme telefon mesajı, çatlak disk vesaireyi hemen
7/29/2019 YALÇIN KÜÇÜK
http://slidepdf.com/reader/full/yalcin-kuecuek 77/77
anlıyorlar, işimiz bunlarladır. Genç Teğmen Çelebi de uzun tutukluluk döneminde bu alanda kendisini
pek yetkinleştirdi, polisin bir telefondan diğerine mesaj yükleme oyunlarını çözdü ve kurtuldu, gitti.
İşte iş budur. Başı dertte olanlar, avukata değil mühendise, diyorum. Kurtuluş buradadır.
İki, Cumhuriyet Ailesi Reislerine, çocuklarını bilgisayar fakültelerine göndermelerini şiddetle tavsiye
ediyorum. Çünkü Silivri’de en çok sahte kayıt çözüyoruz. Gerçi çözüme her zaman itibar etmiyorlar,ama yine de en güvenilir iş olarak görüyorum.
Şimdi sonun sonundayız, a, mahkemeler de bitişi biliyorlar ve mahkeme izlenimini vermek için hakiki
dgm olmak istiyorlar. Düne kadar savcıdan ve yargıçtan beşe beş, üçe üç çıkarıyorlardı ve şimdi savcı
da ve yargıç da bire iki karalıyorlar, sanki artık adalet dağıtıyorlar. Ve, b, artık akepe, Gülen, Erdoğan
planlı, hazırlıklı, içten patlamalı, tertipli, kolaylıkla bastırılabilir bir darbe’ye kaldılar. Başka türlü
kalamayacaklarına inanıyorlar, tahrik ve yığma bunun içindir, önlerinde 23 hedefi var. Buna ben
“preemptive strike” adını veriyorum, bazen “devrim-kıran” da diyorlar. Derler, çuval değil ki…
top related