ahmed mâhir efendinin el muhkem fî şerhi'l hikem adli eseri
TRANSCRIPT
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI
TASAVVUF BİLİM DALI
AHMED MAHİR EFENDİ’NİN EL MUHKEM Fİ ŞERHİ’L - HİKEM ADLI ESERİ (İLK 100 SAYFA)
Yüksek Lisans Tezi
Hüseyin KARACA
İSTANBUL, 2006
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI
TASAVVUF BİLİM DALI
AHMED MAHİR EFENDİ’NİN EL MUHKEM Fİ ŞERHİ’L - HİKEM ADLI ESERİ (İLK 100 SAYFA)
Yüksek Lisans Tezi
Hüseyin KARACA
Danışman:
Prof.Dr. Mustafa TAHRALI
İSTANBUL, 2006
ÖNSÖZ
İnsanın en mühim vazîfesi Rabbini tanımak, sonra da bu tanımanın derecesine
ve kıvâmına göre O’na kullukta bulunmaktır. Ubûdiyyet yolunda yolun âdâb ve
erkânını öğreten, Rabbimizi bize tanıtan klavuz ve rehberler de peygamberlerdir.
Nebilerden sonra insanlığı aydınlatma, beşere rehberlik yapma görevi ise yine nebilerin
mîrâsçısı olan ulemâ ve evliyânın omuzlarındadır.
Eser veren, te´lîf sâhibi velîler ve mürşidler ise daha ayrı bir yere sâhiptirler.
Bunlar, sadece yaşadıkları asır ve zamânın değil ilâ yevmi’l-kıyâme insanlığa rehber
olmak, insanoğlunun geçtiği-geçeceği patikaları dikenlerden arındırmak, geriden
gelenlere yol açmak gibi bir işçiliğin temsilcileridir. Ehl-i tevhîd gibi bir evrensel
kümenin alt kümesi olan mürşidler, bir alt kümeye bu üst, kapsayan, kuşatan, evrensel
kümeden devşirdiklerinden nasipler sunarlar. Bu bazen bir eserle bazen bir tek söz ile
olur. Ama mutlaka her birisinin insanlığa verdiği erdemler vardır.
“Söz uçar yazı kalır” meselinde anlatıldığı üzere sûfîler tecrübî birikimlerini
gelecek kuşaklara aktarmak, sahîh duruşun adını koymak adına yaşadıkları hakîkatleri
yazıya geçirmişlerdir. Sûfî literatürü bu şekilde meydana gelmiştir..
Aslında bu durum bütün ilim dalları için geçerlidir. Fakat diğer dallardan farklı
olarak tasavvufun “hâl”i dert edinen bir kaygıya sâhip olması, kayda geçen ilmin,
“aslından neleri muhâfaza ettiği” veya “özünden neleri götürüp nelere açık kapı
bıraktığı” konusunu gündeme getirmiştir. Tasavvuf denilince “mutlak zikir kemâline
masruftur” kāidesine göre doğru tasavvufun cevâbını verecek kaynak ve literatürün
etkinliği ve yetkinliği önem arzetmektedir.
Her ilimde o ilmi kapsayan muhît kitaplar vardır. Her sayfası her cümlesi
yüzyıllar boyu biriktirilen, damıtılan, damıtıldıkça güçlenen, güçlendikçe te’sir sahasını
genişleten bir tasavvuf terbiyesinin üsâresi konumunda olan bazı eserler vardır. “İhyâ”
kendi devrinde bu şümûlü yakalayan bir ansiklopedik şâhikadır. Aynı frekanstan
II
seslenen bazı büyük tasavvuf önderleri sayılabilir. Mevlânâ, İbn.Arabî, Yunus popüler
kültür unsurlarının da katkısıyla gündemde ön sıralarda görünmektedir.
“Namazda Kur’an’dan başka bir kitâp okumak câiz olsaydı el-Hikem
okunûrdu”1 şeklinde kendisine önem atfedilen, sâhip olduğu husûsiyetlerle bu övgüyü
hak eden, gerek muhtevâsındaki sağlam kurgu, gerekse doğru tasavvufu adres
göstermesi sebebiyle tüm dünyâda dikkatle okunmuş - okunmakta olan, üzerinde
defâlarca şerhler yazılmış bir eser olan “el-Hikemü’l-Atâiyye” de bu nevi kitaplardandır.
Hacminin küçük olmasına rağmen muhtevâsının derinliği karşısında bu kadar şerhin
yazılması eserin müellifi İbn Atâullâh İskenderî’nin duruş yeri ve mevkiini anlatması
bakımından önemlidir.
“İbn Atâullah, İslâm âleminin siyâsî iktisâdî ve ictimâî yönden en bunalımlı
dönemlerinden birinde yaşamış ve toplumu canlı tutan ma’neviyyat büyüklerinden birisi
olmuştur.”2 Yazdığı eserler bugün de insanlığın ma´neviyâtını zenginleştirmeye devâm
etmektedir. Şâzelî geleneğinin mühim sîmâlarından olan İbn Atâullâh İskenderî’nin bu
mühim eseri sadece kendi tarîkat çevrelerinde değil bütün herkes tarafından okunmuş
ve takdîr edilmiştir. Bu takdîr ve kabûlün göstergesi, eserin sâdece Şâzelî geleneğine
bağlı olanlar tarafından değil, her kesimden zevât tarafından hem de defâlarca
şerhedilmesi sayılabilir.
İşte böyle velûd bir eserin anlaşılmasına mâtuf yapılan şerh çalışmalarından biri
de Türkçe olarak Ahmed Mâhir Efendi’nin kaleme aldığı “el-Muhkem Fî Şerhi’l-
Hikem”dir.
Ahmed Mâhir Efendi’nin şerhinin ilk yüz sayfasını ele aldığımız çalışmamız
merkezde el-Hikemü’l-Atâiyye etrafında yapılmış bir tasavvuf klasiği sayılabilir. Temel
el-hikem olsa da tasavvufî birikimi Osmanlı coğrafyasının içinde nasıl özümsendiği ile
alakalı da bir çok ayrıntı şerhte görülecektir. Şerhi okuyan, hem tasavvufun ana
1 ).لو جازت الصالة بشيء غير القرآن، لجازت بحكم ابن عطاء اهللا 2 Yılmaz, Sevim, (2001) İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin Tasavvuf Açısından
Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi
III
konularına muttalî’ olacak, hem de Türk hars ve medeniyeti içinde özellikle bir tarîkat
bahçesi olan Osmanlı topraklarında tasavvufun âlim ve mütefekkirler seviyesinde nasıl
seviyeli bir şekilde ele alındığını kavrayacaktır.
el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem, kanaatimizce bir “tasavvuf ve terimler
ansiklopedisi” çalışmasıdır. Hikem-i Atâiyye’nin güçlü mesajı yanında Osmanlı
tasavvufî hayatının sûfî düşüncesini özümsemiş ve içselleştirmiş, hatta kendi renk ve
kıvamını ona katmış, o bedîî üslubu el-Muhkem’i şümûllü bir tasavvuf klasiği haline
getirmiştir.
Selçulu-Osmanlı asırlarının tasavvuf laboratuarına kazandırdığı yeni buluş ve
teknikler meyânında tekke ve tarîkat dünyâsıyla renklenen, yeni manevralar kazanan
tasavvuf kültürü, sadece sadırlarda yaşananlarla değil satırlara aktarılanlarla, satırlardan
sadırlara nüfûz eden irşâd bereketleriyle de bir özge yere sâhiptir. Bu bağlamda velûd
Osmanlı coğrafyasının bu coğrafyada yetişen ve başka örnekler yetiştiren te’lîf
geleneği yeterince keşfedilmiş değildir. Vâkıa asır çalışmaları, dönem ve şahıs
çalışmaları yapılmaktaysa da bunlar deryâda katre cinsindendir. Temennîmiz, katrelerin
feyyâz bir ivme ile daha da artması, sâdece Osmanlı dönemi değil Tanzîmât bakiyesi
Hasta Adam devrinin hiç de hasta olmayan sıhhatli te’lifâtının da adamakıllı bugüne
aktarılabilmesi yönündedir. Biz bu çalışmamızda yukarıda sözü edilen muhît bir
külliyâtın arkeolojik kazısını yaptığımız kanaatindeyiz.
Ahmed Mâhir Efendi’nin şerhi yazdığı dönem Osmanlının son dönemleridir.
Son yüzyılın Batılılaşma cereyânlarına rağmen toplumu ayakta tutma işlevini sürdüren
tasavvufî reflekslerimiz hâla velûd kâlemlerce sadırlardan satırlara geçiriliyordu.
Tasavvuf Târîhî literatürünü târîhsel mâcerâsında inceleyenler inkırâz yıllarına düşen
müellefâtı gözden geçirseler siyâsî idbâra ma’kûsen mütenâsip bir bereketi
yakalayacaklardır. muhtelif akım ve te’sîrlerle yalpalanan tanzîmât sonrası zamân
diliminde -Cumhuriyetin ilk yılları dâhil- Türk dilinin Tasavvuf etrâfında kalem
oynatan münevverlerimizce bütün revnaklığıyla işlendiği, tarâvetini muhâfaza ettiği bir
IV
gerçektir. el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem, Türk Dili ve Edebiyatına kazandırdıklarıyla bile
haklı bir övgüye lâyıktır.
Gönüllerde asırlarca yoğrulan sûfî ıstılâhları bu şerhte edebî bir çeşni ile
sunulmuştur. Şârihin nazma vukūfiyyeti ve şâir hassâsiyeti şerhin rüchâniyyetinde
önemli bir ipucudur. el-Hikemü’l-Atâiyye gibi, veciz bir Arapça, dolambaçlı bir üslup
ile yazılmış eseri hem nesir olarak hem nazmen başarıyla Türkçe’ye çevirmesi, konu
sonlarında gerek dîvân şiirinden gerek Arap ve Fars şiirinden beyitleri isâbetli bir
şekilde seçmesi Ahmed Mâhir Efendi’nin bu şerhini farklı kılmıştır. Şiir şerhte
tasavvufa âdetâ yedirilmiştir.
Şiirsel bir üslupla da şerh bizzat başka bir şerhe ihtiyâç duymamış değildir.
Fakat bu, “el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem”in anlaşılması imkânsız bir şerh olduğu
anlamına gelmez..
Osmanlıca diye ta’bîr edip, saray dili şeklinde anlaşılmaz bir dil halinde
gördüğümüz Osmanlı asırlarının Türkçesi, en özgün eserlerini tasavvufun eliyle
kazanmıştır. Dil hassâsiyetimizin kolaycı bir zihniyetin zebûnu olması, el-Muhkem gibi
nice kıymetli eserlerin gün yüzüne çıkmasına fırsat ve imkân vermemektedir.
Tezimiz üç bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde el-Hikemü’l-Atâiyye
müellifi İbn Atâullâh İskenderî’nin hayâtı ve eserleri ele alınmıştır.
Birinci bölüm el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem şârihi Ahmed Mâhir Efendi’nin
hayatı ve eserleri incelenmiştir.
İkinci bölümde el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’(ilk yüz sayfa) şekil ve muhtevâ
yönünden, eserin edebi değeri, dil,.şerhin kaynakları vb . yönlerden tanıtılmıştır.
Üçüncü Bölümde el-muhkem fî şerhi’l-hikem’de belli başlı tasavvufî konular ele
alınmıştır.
Dördüncü bölümde de el-muhkem fî şerhi’l-hikem’in tahkîk, tahrîclerle ilk yüz
sayfasının metni bulunmaktadır.
V
Daha evvel el-Muhkem’le alâkalı daha çok edebî unsurları ön plana çıkaran bir
yüksek lisans tezi yapılmıştır. 3 Fakat tasavvufî mesaj ve birikimin bizzat terâziye
konması el-Muhkem’in bir de bu şekilde tahkîkli-tahrîcli incelemesinin yapılması elzem
hâle gelmiştir. Biz el-Muhkem’in sadece ilk yüz sayfasının değerlendirdiğimiz
tezimizde, bu büyük okyanus içinde küçük bir adayı keşfetmenin haz ve lezzetini
duyuyoruz. Bir adanın bu şekilde ele alınması netîcesinde aldığımız idrâk ve hakîkat
karşısında, ulaşamadığımız öbür adacıkların bâkir îcâdlarına göre yerimizi ve
duruşumuzu biliyoruz. Anladıklarımız anlatamadıklarımızın, hissettiklerimiz hissedip
de hissettiremediklerimizin, bulduklarımız bulamadıklarımızın bir penceresidir. Bu
küçük menfezden bakıp o büyük zirvenin ihtişâmına hayran olmak isteyenler için bir
örnek sunabildiysek ne mutlu..
Tasavvufî bakımdan eseri incelediğimiz yerlerde el-Muhkem’den alıntı yaparken
sayfa numarasını metin içinde koymayı uygun gördük. Her iktibâsta ayrıca altta dipnot
vermenin görsel bakımdan okumayı zorlaştıracağını düşündük. Alıntı yaptığımız el-
Muhkem’in sayfa numarasını asıl matbû basımdaki sayfa numarasına göre verdik.
Hikmetlerin başında matbû baskıda olmayan hikmetlerin numaralarını koyduk.
Böylece ilk yüz sayfada kırk dokuz hikmetin metin ve şerhi verilmiş oldu
Eserde âyetlerin nerede geçtiği yazılmadığı için âyet numaralarını verdik.
Kaynağı belli olmayan hadîs-i şeriflerin kaynaklarını bulduk. Bulamadığımız bir iki
hadîs-i şerîf bulunmaktadır.
Şâiri belli olmayan şiirleri tesbît etmeye çalıştık. Tercümesi verilmeyen Farsça
Arapça şiirleri tercüme ettik.
Tezimizde kelime yazımlarında A. Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve
Şerhi’ni (Haz.Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın) esâs aldık. Eserin sonuna şârih Ahmed
Mâhir Efendi’nin bizzat kendi yaptığı fihristin ilk yüz sayfayı kapsayan bölümünü de
ilâve ettik.
3 Önemli, Tahsin,(1989) El-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem Kitabında Geçen Dînî, Tasavvufî, Harsî Istılâh
Tâbirler Konusunda Bir Lügat Denemesi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü , Yayınlanmamış
Yüksek Lisans tezi
VI
Bu çalışmamızda gerek ders içi, gerek ders dışı ortamlardaki seminer ve
konuşmalarıyla kendilerinden istifâde ettiğim, ufuk açıcı yönlendirmelerde bulunan
hocalarım Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, Prof. Dr.Hasan Kâmil Yılmaz’a; Farsça
şiirlerin tercümelerinde katkısını esirgemeyen Doç. Dr. Necdet Tosun’a teşekkürü bir
borç biliyorum.
Bu tezin hazırlanmasında, bütün aksatmalarımıza rağmen hep umutla, şevkle
devâm mesajı vererek bizi yüreklendiren, olumsuz şartlarda bile teşvikten geri
durmayan, mütevâzı´ ve hoşgörülü yaklaşımıyla hemen her konuda yardıma koşan,
velhâsıl bu tezin hazırlanmasında belki de en birinci sebep olan, değerli hocam Prof. Dr.
Mustafa Tahralı’ya ayrıca müteşekkirim. O olmasaydı tezimiz.bu seviyeye kesinlikle
gelemeyecekti.
Ayrıca tezin yazım-tashîh ve dizgisinde, meşgûliyetlerinin arasında yardımdan
geri durmayan, eseri sürekli okuyup teşviklerde bulunan eşime de teşekkür borçluyum.
Gayret bizden, tevfîk Allah’tandır.
Hüseyin KARACA
İstanbul, 2006
VII
KISALTMALAR
a.g.e. :Adı Geçen Eser
a.g.md : Adı Geçen Madde
Bkz: :Bakınız
Bn :bin
Böl. :Bölüm
Bsy. :Baskı yeri yok
c. :Cilt
Çev. :Çeviren
DİA: :Diyanet İslam Ansiklopedisi
el-Muhkem: :el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem
h. :Hicrî
Haz. :Hazırlayan
İst. :İstanbul
k.s. :kuddise sirrûh
nr. :Numara
ö. :Ölüm Târîhi
r.a. :radıyellâhu anhü
s. :sayfa
s.a.v. :Sallallahu aleyhi ve sellem
Sad. :Sadeleştiren
VIII
Sy. :Sayı
Thk. :Tahkîk eden
trc. :Tercüme
trs: :Târîhsiz
TTS: :Tasavvuf Terimleri Sözlüğü
TTVDS: :Tasavvuf Terimleri Ve Deyimleri Sözlüğü
vb: :Ve Benzeri
vd: :Ve devamı
IX
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ…………………………………………………………………………….I
KISALTMALAR………………………………………………………………….VII
İÇİNDEKİLER……………………………………………………………………..IX
GİRİŞ ………………………………………………………………………………1
İBN ATÂULLÂH İSKENDERÎ’NİN HAYÂTI VE ESERLERİ............................1
1.Hayâtı……………………………………………………………………....1
2. Eserler……………………………………………………………………..2
2.1.el-Hikemü’l-Atâiyye …………………………………………………...3
2.2. el-Hikemü’l-Atâiyye’nin Şerh ve tercümeleri……………………5
2.3. el-Hikemü’l- Atâiyye’nin Türkçe Şerh veTercümeleri ………….6
1.BÖLÜM……………………………………………………………………………8
AHMED MÂHİR EFENDİ, HAYÂTI VE ESERLERİ ……………………………8
1.1.Hayâtı…………………………………………………………………….8
1..2.Eserleri…………………………………………………………………..8
2. BÖLÜM…………………………………………………………………………..10
EL-MUHKEM Fî ŞERHİ’L-HİKEM’İN TAHLÎLİ(İLK 100 SAYFA) …………..10
2.1.El-Muhkem’in Şekil Ve Muhtevâ Yönünden Tanıtılması …………....10
2.2.Şerhin Edebi Değeri, Dili ……………………………………………...12
2.3.Şerhin Kaynakları ……………………………………………………….13
2.3.1. el-Muhkem’de Kur’ân Âyetleri…………………………………13
2.3.2 El-Muhkem’de Hadîs-i Şerîf’ler ………………………………..15
2.3.3 El-Muhkem’de Hz.Peygamberin (S.A.V.) Vasıfları……………..17
2.3.4. Arapça, Farsça,Türkçe Şiirler,Türkçe Deyim ve Atasözleri ……18
X
2.3.5. Sahabe-Tâbiîn–Sûfî Sözleri , Evliyâ Menkıbeleri …………….. 19
3.BÖLÜM…………………………………………………………………………….21
EL-MUHKEM Fî ŞERHİ’L-HİKEM’DE BELLİ BAŞLI TASAVVUFÎ KONULAR 21
3.1. İman -Amel İlişkisi……………………………………………………… 21
3.2. Tevhîd-i Ef’âl - Tevhîd-i Sıfât - Tevhîd-i Zât………………………….22
3.3 Amel- Hâl İlişkisi …………………………………………………………24
3.4 Amellere Güvenmek ………………………………………………………25
3.5. İbâdetlere Güvenmek……………………………………………………...29
3.6 Vakit ……………………………………………………………………… 44
3.7. Namaz……………………………………………………………………...46
3.8. Amellere Etkisi İ’tibâriyle Dünyâ Sevgisi ………………………………48
3.9. Havf Ve Recâ ……………………………………………………………..50
3.10.İhlâs ...............................................................................................………..62
3.11. Kerâmet …………………………………………………………………..70
3.12 Sohbet……………………………………………………………………..77
3.13. Hayâ……………………………………………………………………...87
3.14. Cezbe – Ârif…………………………………………………………….89
3.15. İlim – Cehl ……………………………………………………………….89
3.16. Ayne’l-yakîn - İlme’l-yakîn - Hakkal-yakîn ………………………..91
3.17. Hicret…………………………………………………………………….92
3.18. İnfak ……………………………………………………………………...94
XI
3.19. Mürşid ……………………………………………………………………96
3.20.Nefes ……………………………………………………………………...97
3.21. Kurb - Bu’d ……………………………………………………………... 98
3.22. Hâtif……………………………………………………………………..101
3.23. Uzlet……………………………………………………………………..102
3.24. Tedbîr …………………………………………………………………...106
3.25. Nefs ……………………………………………………………………..107
3.26. Tevekkül ………………………………………………………………..113
3.27. Taleb ……………………………………………………………………116
3.28. Basîret …………………………………………………………………..120
3.29. Zaman…………………………………………………………………...124
3.30. Tevâzu´………………………………………………………………….125
3.31. İstidlâl,…………………………………………………………………..125
3.32. Hayret…………………………………………………………………... 131
3.33. Üveysîlik………………………………………………………………...132
4. BÖLÜM ……………………………………………………………………………133
“EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM” METNİ ………………………………….....133
Mukaddime………………………………………………………………..133
1. Hikmet ……………………………………………………………......136
2. Hikmet ………………………………………. ………………………138
3. Hikmet ………………………………………………………………..140
4. Hikmet ………………………………………………………………..142
XII
5. Hikmet ...……………………………………………………………...144
6. Hikmet ………………………………………………………………..146
7. Hikmet ………………………………………………………………..150
8. Hikmet ………………………………………………………………..152
9. Hikmet ………………………………………………………………..156
10. Hikmet ………………………………………………………………..157
11. Hikmet ………………………………………………………………..159
12. Hikmet ………………………………………………………………..165
13. Hikmet ………………………………………………………………..168
14. Hikmet ………………………………………………………………..171
15. Hikmet ………………………………………………………………..174
16. Hikmet ………………………………………………………………..178
17. Hikmet ………………………………………………………………..181
18. Hikmet ………………………………………………………………..184
19. Hikmet ………………………………………………………………..186
20. Hikmet ………………………………………………………………..187
21. Hikmet ………………………………………………………………..189
22. Hikmet ………………………………………………………………..191
23. Hikmet………………………………………………………………...193
24. Hikmet ………………………………………………………………..194
25. Hikmet ………………………………………………………………..196
26. Hikmet ………………………………………………………………..198
27. Hikmet ………………………………………………………………..199
28. Hikmet ...………………………………………………………….......200
29. Hikmet ………………………………………………………………..201
30. Hikmet………………………………………………………………...202
31. Hikmet ..………………………………………………………………205
32. Hikmet ………………………………………………………………..207
33. Hikmet ………………………………………………………………..209
34. Hikmet ………………………………………………………………..212
XIII
35. Hikmet ..………………………………………………………………214
36. Hikmet ………………………………………………………………..216
37. Hikmet ………………………………………………………………..218
38. Hikmet ………………………………………………………………..220
39. Hikmet ………………………………………………………………..222
40. Hikmet ………………………………………………………………..223
41. Hikmet ………………………………………………………………..226
42. Hikmet ………………………………………………………………..227
43. Hikmet ..………………………………………………………………230
44. Hikmet ………………………………………………………………..232
45. Hikmet ………………………………………………………………..234
46. Hikmet ………………………………………………………………..236
47. Hikmet ………………………………………………………………..239
48. Hikmet ………………………………………………………………..240
49. Hikmet ………………………………………………………………..242
El-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’in - Fihristi (ilk yüz sayfa) …………………...243
SONUÇ………………………………………………………………………..246
BİBLİYOGRAFYA………………………………………………………….. 249
1
GİRİŞ
İBN ATÂULLÂH el-İSKENDERÎ
1.Hayâtı:
Ebû’l-Abbâs (Ebû’l-Fazl) Tâcûddîn b. Muhammed b. Abdilkerîm b. Atâillâh eş-
Şâzelî el- İskenderî (ö. 709/1309). İskenderiye’de doğdu. Mısır’ın fethinden sonra
buraya yerleşen Benî Cüzâm kabîlesine mensûptur. Dedesi Abdülkerîm İskenderiye’de
tanınmış bir Mâlikî fakîhi olup İbn Atâullâh’ın Letâifül-Minen’deki ifâdelerinden
anlaşıldığına göre şiddetli bir tasavvuf muhâlifi idi. İbn Ferhun, onun Zemahşerî’nin el-
Mufassal ve et-Tehzîb adlı eserlerini ihtisâr ettiğini, ikinci esere yedi ciltlik bir şerh
yazdığını söyler. İbn Atâullah, Nâsiruddin İbnü’l-Müneyyir’den fıkıh, Muhyiddîn el-
Mazuni’den nahiv, Şerefüddîn Abdülmü’min ed-Dimyâtî’den hadîs ve Muhammed b.
Mahmûd el-İsfehâni’den felsefe, mantık kelâm tahsîl etti. Fıkıh âlimi olarak tanındığı
bu yıllarda tasavvufa karşı iken Şâzelîyye tarîkatının pîri Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin
hâlîfesi Ebû’l-Abbâs el-Mürsî ile tanıştı ve onun sohbetlerine devâm etmeye başladı.
Muhtemelen şeyhinin izniyle va’az ve irşâd için gittiği Kāhire’ye yerleşti. Burada
çevresinde Tabakātu’ş-Şâfiiyye müellifi Sübkî’nin babasının da katıldığı geniş bir
cemaat oluştu. Aynı yıllarda Mısır’da bulunan İbn Teymiyye ile İbn Atâullâh ve
mürîdleri arasında çıkan yoğun tartışmalar İbn Teymiyye’nin hapse atılmasına yol açtı.
İbn Atâullâh mürşidi Ebû’l-Abbâs el-Mürsî vefât ettiği zamân (686/1287) Kāhire’de
bulunuyordu. Hayâtının bundan sonraki dönemini Kāhire’de geçiren İbn Atâullâh 13
Cemâziyelevvel 709’da (19 Ekim 1309) Medrese-i Mansûriyye’de vefât etti ve Karefe
mezarlığına defnedildi. 1
İbn Atâullâh el-İskenderî, Şâzelîyye tarîkatının Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî ve
hâlîfesi Ebû’l-Abbâs el-Mürsî’den sonra üçüncü büyük hâlîfesidir. Letâifül-Minen adlı
eserindeki ifâdelerden babasının Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî ile görüştüğü anlaşılmaktadır.
1 Kara, Mustafa, İbn Atâullah el-İskenderî, DİA, XVIV, s. 336
2
Kendisinin Şâzelî ile görüşmüş olması târîhen mümkün ise de bu konuda kaynaklarda
bilgi yoktur. 2
2.Eserleri:
1.Letâifü’l-Minen: Müellifin çeşitli tasavvufî konulardaki görüşlerini
açıkladığı geniş bir mukaddime ile Ebû’l-Abbâs el-Mürsî ve Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî’nin
hayât ve menkıbelerinin anlatıldığı on bölümden meydana gelmektedir. Şâzelîyye
tarîkatına dâir en eski eser olma niteliğini taşıyân Letâifü’l-Minen’in çeşitli baskıları
yapılmıştır.3
2. et-Tenvîr fi iskâti’t-tedbîr. Tevekkül ve teslîmiyyet konularının ele alındığı
bu eserde muhtelif zamânlarda basılmış olup son olarak Mûsâ Muhammed Alî ve
Abdulâl Ahmed tarafından inceleme ve notlarla birlikte yayımlanmıştır. (Kāhire 1973)4
3. Miftâhu’l-felâh ve mişbâhu’l-ervâh. Zikir, hâlvet, tevhîd, ma’rifet gibi
konuları ihtivâ eden eser Abdulvehhab eş-Şâ’rânî’nin Letâifu’l-Minen adlı eseriyle
birlikte basılmış (Kāhire 1331), ayrıca Muhammed Azb tarafından da
yayımlanmıştır.(Kāhire 1933)5
4. Tâcûl-arûs el-hâvî li tehzîbi’n-nüfûs. İbn Atâullâh’ın va’azlarından ve
mürîdlerine tarîkat âdâbına dâir nasîhatlerinden meydana gelen eseri Ebû’l-Vefâ et-
Taftazânî et-Tuhfe fi’t-tasavvuf, en-Nebze fi’t-tasavvuf, et-Tarîku’l-câdde ilâ neyli’s-
sa’âde” adları ile kaydeder. Eser et-Tenvîr fî iskāti’t-tedbîr’in içinde yayımlanmıştır.
(Kāhire 1345)6
5. el-Kastu’l- mücerred fi ma’rifeti’l- ismi’l müfred . Allâh kelimesi, Allâh’ın
zât, sıfât, esmâ ve ef’âli hakkında kelâmî tarzda bir eserdir. (Dımaşk 1990) Müellifin
2 İbn Atâullâh el-İskenderî’nin hayâtı ve yaşadığı dönemle ilgili geniş bilgi için Bkz. Yılmaz, Sevim, (2001) İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin Tasavvuf Açısından Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi s.1-29 3 Kara, a.g.md. 4 Kara, a.g.md 5 Kara, a.g.md 6 Kara, a.g.md
3
Allâh’ın ismi konusundaki görüşleri İbn Teymiyye tarafından tenkîd edilmiştir. Eseri
Maurice Gloton Traite sur le nom Allâh adıyla Fransızca’ya çevirmiştir. (Paris 1981)7
6. Unvânü’t-tevfik fi âdâbi’t-tarîk. Ebû Medyen el-Mağribî’nin “yaşamın
lezzeti dervişlerle sohbettir.” anlamındaki beyitle başlayan şiirinin şerhi olup Ahmed er-
Rifâî’nin el-Burhânü’l- müeyyed adlı eseriyle birlikte basılmıştır.( Beyrut 1408)8
7. el-Münâcâtü’l-Atâiyye. Tevekkül, teslîmiyet konusunu işleyen otuz altı
beyitlik münâcât Paul Nwyia’nın el-Hikemü’l Atâiyye neşrinin sonunda (Beyrut 1972
s.208-229) Fransızca tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır. 9
8. el-Vasiyye ile’l-ihvân bi’l-İskenderiyye. İbn Atâullâh’ın 694 (1295) yılında
Kāhire’den İskenderiyye’deki mürîdlerine gönderdiği vasiyyetnâmesi Letâifü’l-Minen
neşirleri sonunda yayımlanmıştır.10
İbn Atâullah el-İskenderî’nin diğer ba’zı eserleri şunlardır: Risâle fi’l-
Kavâidi’d-Dîniyye, Mevâ’iz, Hizbü’n-Necât, Risâle fi’t-Tasavvuf, Hizbu’n-Nûr ve
Tamâmu’s- Sürûr. (Brockelmann, GAL, II. 143-144). el- Murakkā ile’l-Kudsi’l-Ebkā,
Muhtasaru tehzîbi’l-müdevvene ve Usûlü mukaddemetu’l-vusûl adlı eserleri ise
günümüze ulaşmamıştır. 11
2.1. el-Hikemü’l-Atâiyye:
“İbn Atâullâh’ın tasavvufun hemen hemen bütün temel konuları ile ilgili
görüşlerini yansıtan ve yaklaşık 300 kadar hikmetli sözünden meydana gelen eserin çok
sayıda şerhi ve tercümesi bulunmaktadır.”12
İbn Atâullâh’ın tezimizi ilgilendiren eseri el-Hikemü’l-Atâiyye’dir.
7 Kara, a.g.md. 8 Kara, a.g.md 9 Kara, a.g.md 10 Kara, a.g.md 11 Kara. a.g.md. 12 Kara , a.g.md.
4
“Şark ve Garp İslam âleminde büyük bir alaka toplayan bu eser hicri yedinci
asırda en revnaklı çağını yaşâyân Şâzelî tarîkatı ocağının ahlâk ve irfân muhîti içinde
yetişen Tâcüddîn Atâullâh’ın adını tasavvuf târihinde ebedîleştirmiş, birçok âlim ve
mutasavvıf tarafından şerh ve îzâhları yapılmıştır.”13
“İbn Atâullâh’ın mürşidi Ebû’l-Abbâs Mürsi’ye takdim ettiği eserde tasavvufî
hayât ve düşüncenin en tartışmalı konuları çok dikkatli bir üslûpla özlü bir şekilde
anlatılmıştır. “Taleb şân değildir, asıl şân iyi edeple rızıklanmandır.” “Seni vehim kadar
yöneten bir şey yoktur.” “Başlangıcı parlak olanın sonu da parlaktır.” gibi ba’zı
hikmetler birer cümleden ibâret olduğu hâlde bir kaç cümle veya birkaç satırla anlatılan
konular da vardır. Havf- recâ, kabz-bast, heybet-üns, cem-fark gibi tasavvufî hâllerin
tanıtıldığı eserde namazla melâmetin, zühdle ma’rifetin, vahdet-i vücûtla vahdet-i
şuhûdun, kerâmetle istikāmetin, ubûdiyyetle rubûbiyyetin .... anlamları ve ilişkileri
üzerinde de durulmuştur. (...) Eserde kulluk ve dervişlik psikolojisinin son derece güçlü
bir üslupla özetlenmesi sebebiyle daha sonraki yüzyıllarda sûfîler arasında “Namazda
Kur’ân’dan başka bir kitâp okumak câiz olsaydı el-Hikem okunûrdu.”14 sözü yaygınlık
kazanmıştır.”
“El-Hikemü’l-Atâiyye’de yeni bir tasavvufi yorum ve yaklaşım yoktur;15
müellifin yaptığı şey, önceki sûfîlerin geliştirdiği yorum ve tefekkürü Arapça’nın bütün
imkânlarını kullanarak şiirle nesir arasında bir üslûpla özlü cümleler hâlinde ortaya
koymaktan ibârettir. Eserde yer alan hadîslerin büyük çoğunluğu sahîh hadîs
kitâplarında bulunmaktadır. Müellifin ayrıca tasavvuf klasiklerinden de istifâde ettiği
kesin olmakla birlikte bunların hiçbirinin adından söz etmemiştir. Hikmetlerden birini
okurken akla gelebilecek sorular daha sonraki hikmetle cevaplandırılmış, böylece esere
13 Atâullah İskenderâni, el-Hikemü’l-Atâiyye.(trc. Saffet Yetkin) Ankara Üniversitesi basımevi, 1963, tecüme edenin önsözünden.. 14 ).لو جازت الصالة بشيء غير القرآن، لجازت بحكم ابن عطاء اهللا 15 Biz bu görüşe katılmıyoruz. Çünkü El-Hikemü’l-Atâiyye bir önceki klasik eserlerin kopyası değildir. Konular benzer olabilir fakat konunun ele alınış biçimi, kısa sözle çok ma’nânın anlatılması gibi hususlar göz önüne alındığında El-Hikemü’l-Atâiyye’nin özgün bir yapıya sâhip olduğu görülecektir.
5
bir bütünlük kazandırılmıştır.” “İbâdet ve tâat gibi konuların özlü ve etkili bir şekilde
anlatılması eserin tasavvufi çevrelerin dışında da ilgi görmesini sağlamıştır.16
2.2.El-Hikemü’l- Atâiyye’nin Şerh ve Tercümeleri:
“75 kadar şerhi bulunan el-Hikemü’l-Atâiyye böylece İbnü’l-Arabî’nin
Fusûsu’l-Hikem’i gibi üzerinde en çok şerh yazılmış olan eserler arasında yer almıştır.
En tanınmış şerhleri şunlardır:”17
İbn Abbâd er-Rundî (ö.792/1390), Ğaysu’l-Mevâhibi’l-Aliyye fi Şerhi’l-
Hikemi’l-Atâiyye (Kāhire 1358/1939, 1390/1970, 1988), Ahmed er-Zerruk, el-
Futûhâtu’r-Rahmâniyye (Tripoli 1969; Kâhire 1986) ,Müttakî el-Hindî, en-Nehcü’l-
Etemm fî Tebvîbi’l-Hikem (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp. Ulu Camii, nr
1683) Muhammed Abdurraûf el-Münâvi, ed-Dürerü’l-Cevheriyye fî Şerhi’l-Hikemi’l-
Atâiyye (İ.Ü. Ktp. Ay nr. 943) , Ahmed el-Kuşaşî , el-Kelimâtü’l-Vüstâ fî Şerhi Hikem-i
İbn Atâ (Îzâhu’l- Meknûn, 1, 413; 2, 300; Ziriklî, 1, 228) , Abdullâh Eş-Şerkāvî, el-
Minehu’l- Kudsiyye Ale’l-Hikemi’l-Atâiyye (Ğaysu’l- Mevâhib kenarında, Kāhire 1358-
1939) , İbn Acîbe, Îkāzu’l- Himem fî Şerhi’l- Hikem (Beyrut ts.)18
El-Hikemü’l-Atâiyye üzerinde aynı konuya dâir hikmetleri bir araya getiren
böylece eseri bölümlere ayırıp yeni bir şekle sokarak okuyucunun ondan daha çok
faydalanmasına imkân sağlayan çalışmalar da yapılmıştır. Bu tür çalışmaların en eski
örneği, Şâzelî şeyhi Ahmed ez-Zerruk tarafından Tebvîbü’l-Hikem adıyla ortaya
konmuştur. (İÜ. Ktp. Ay nr. 1093,3331)
Zerruk eseri “ilim , tövbe, ihlâs , salât , uzlet , humûl , riâyetü’l- vakt, zikir ,
fikir , zühd , fakr, riyâzetü’n- nefs, havf, recâ, sabır, teslîm, âdâbu’d-duâ, zikr-i hafî
16 Kara, Mustafa, el-Hikem-i Ataiyye, DİA, XVII, s.502 17 Bu şerhlerin bir listesi için bk. Tasavvufi Hikmetler:Hikem-i Ataiyye |trc.Mustafa Kara| , tercüme edenin girişi, s.73-85) 18 Yılmaz, Sevim, (2001) İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin Tasavvuf Açısından Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi,
6
sohbet, tama’, tevâzu, istidrâc, vird, vârid, merâtibü’s- sâlikîn, kabz, bast, envâr, kurb,
baz’u hasâisi’l- ârif, teferrüs, istidlâl, va’az, şükür” başlıklı bölüme ayırmıştır.19
2.3.el-Hikem-i Atâiyye’nin Türkçe Şerh ve Tercümeleri
Eser ilk defa Ali Urfî Efendi (ö. 1887) tarafından Türkçe’ye çevrilip şerh
edilmiştir. (İÜ. Ktp TY nr 849) Daha sonra Kastamonulu Ahmed Mâhir Efendî (ö.
1942) el-Muhkem fî Şerhi’l-Hikem (1-2, İstanbul 1323) her hikmetin Arapça metni ve
tercümesi ile manzûm çevirisini verdikten sonra açıklamasını yapmıştır. Bu
açıklamâlarda tasavvufa dâir kitaplardan ve özellikle eserin şerhlerinden istîfâde edilmiş
her hikmetin sonunda konu ile ilgili Arapça Farsça ve Türkçe bir beyit kaydedilmiştir.20
Bu konuda geniş bilgi tezimizde yer alacaktır.
Mustafa Enver Efendi’nin de (ö. 1909) eser ile ilgili bir tercümesi bulunmakta
olup kitap henüz basılmamıştır. Saffet Kemâleddin Yetkin tarafından el-Hikemü’l
Atâiyye adıyla yapılan Türkçe tercüme ise (İstanbul 1950) hikmetlerin metin ve
anlamlarıyla açıklamalarını ihtivâ etmektedir. Eseri hazırlarken İbn Abbâd er-Rundî ve
Şerkāvi şerhlerinden faydalandığını belirten mütercimin (bk. s. 2-3) Ahmed Mâhir
Efendinin şerhinden hiç söz etmemesi dikkat çekicidir.”21
Biz, bu tercüme üzerinde yaptığımız araştırmada tercümenin altında yapılan
yorumların isim verilmeden el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’den aynen alındığını, yer yer
sadeleştirmeye gidildiğini gördük.
Diğer Türkçe tercümeler şunlardır:
Orhan Parlak ve Cemil Çiftçi, Hikmetler Kitabı (İstanbul 1981).
Mustafa Kara, Tasavvufî Hikmetler adıyla (İstanbul 1990).
19 Kara , Mustafa, a.g.md. Bibliyoğrafya için madde sonuna bakınız. 20 Kara, el-Hikemü’l-Atâiyye ,DİA 17/502 21 Kara a.g. mad.
7
Beşiktaş Yahya Efendi dergâhı son postnişini Abdulhay Efendi’nin (Öztoprak
|ö. 1961|) eser üzerine yaptığı sohbetlerde tutulan notlar da Velîler Sofrası adıyla
yayımlanmıştır.
Victor Danner eseri İbn Atâullah’s Sûfî Aphorisms adıyla İngilizce’ye (Leiden
1973) Annemarie Schimmel Texte zum nachdenken ibn Ata Allâh Bedrangnisse sind
Teppiche voller Gnaden adıyla Almanca’ya (Freiburg 1987) çevirmiştir.
Paul Nwyia, ibn Ata Allâh et la naissance de la confrerie Sadilite adlı eserinde
“Nil kıyılarında oluşan en son sûfî harikası” diye nitelediği el-Hikemül-Ataiyye’yi geniş
bir incelme yazısı, tenkitli metin ve Fransızca tercümesiyle birlikte
yayımlamıştır(Beyrut 1972).22
22 Kara a.g.md. 503. , Aşkar, Mustafa, Tasavvuf Târîhi Literatürü , Ankara 2001 s. 96-98. Geniş bilgi için bkz. İbn Ataullah Bkz. Sevim Yılmaz, İbn Atâullah el-Hikemül-Ataiyye Adlı Eserinin Tasavvuf Açısından Değerlendirilmesi (Y. Lisans) dan E. Cebecioğlu, AÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2001 s. 142-149
8
1..BÖLÜM
AHMED MÂHİR EFENDİ, HAYÂTI, ESERLERİ
1.2.Hayâtı
Ahmed Mâhir Efendi, Ballıklızâde,(1860-1922) Babası Seyyid hâfız Mehmed
Saîd, dedesi Hâfız Mehmed Nûreddîn’dir.Bağlı bulunduğu âile aslen Kastamonulu olup
Ballıklı Efendizâde lakabıyla tanınmıştır. Ahmed Mâhir şeyh ve âlim Ahmed
Hicâbî’den icâzet aldı.(1300/1882-83). Kendisi de ders okutarak bir çok talebeye icâzet
verdi.1901’de İstanbul’a gitti. Abdurrahman Paşa’nın himâyesinde istinâf mahkemesi
üyeliği ve çeşitli yerlerde hâkimlik yaptı. Bir süre şûrâ-yı evkāf başkanlığında bulundu.
1908’den itibâren siyasi hayâta geçerek Meclis-i Meb’ûsânda yedi yıl, Büyük Millet
Meclisi “birinci”23 devresinde de iki yıl millletvekilliği yaptı. Meclis-i Meb’ûsân’da
bulunduğu sırada geçici reislik ve birinci reis vekilliği gibi görevlerde bulundu. emekli
olduktan sonra şehremâneti müşâvirliğine ta’yîn edildi. Dârü’l-fünûn İlâhîyat
Fakültesinde ve Medresetü’l-vâizîn’de on üç yıl tefsîr ve kelâm okuttu. İstanbul
pâyesini, ikinci rütbe mecidi ve üçüncü rütbe Osmânî nişânlarını aldı. Ayrıca Sultan
Reşâd tarafından kıymetli bir kürk, ferâce, çok değerli bir tesbîh ve iki adet saatle
ödüllendirildi. Görevli olarak Medîne-i Münevvere’ye ve Rumeli’ye seyahatler yaptı. 4
Eylül 1922’de Kastamonu’da vefat etti.24
2.2.Eserleri:
1.el-Muhkem fî Şerhi’l-Hikem.
23 Abdülkerim Abdulkādiroğlu’nun DİA’de yazdığı maddede sehven olsa gerek, ikinci meclis ifâdesi geçmektedir. Doğrusu birinci mecli olacaktır. 24 Abdulkādiroğlu, Abdülkerim, Ahmed Mâhir Efendi Ballıklızâde, DİA, II, s.98 Geniş bilgi için .bkz. Önemli, Tahsin,(1989) El-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem Kitabında Geçen Dînî, Tasavvufî, Harsî Istılâh Tâbirler Konusunda Bir Lügat Denemesi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü , Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi
9
Eserin bibliyografik künyesi: el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem,Tâcüddîn Ebu’l-Fazl Ahmed’den tercüme, matbaa-i Ahmed İhsân, İst. 1323, (1905) , 1.c, 292 s, 2.c,294-628 s; 25×17, 20×12 cm. 25
En hacimli eseri olup İbn Ataullah İskenderî’ye ait el-hikemü’l- Atâiyye’nin
şerhidir. Asıl eserde bulunan 321 hikmet, Arapça asılları ve tercümeleri verildikten
sonra oldukça geniş bir şekilde açıklanmıştır. Bu açıklamalar tasavvufî, dînî remizler
ve ta’bîrler bakımından çok zengindir.Eser iki cilt hâlinde basılmıştır.(İstanbul 1323,
628 sayfa)26
2.Hutbe Mecmuâsı: Türkçe bir mukaddimeden sonra yetmiş iki Arapça
hutbeden meydana gelen eserin (İstanbul 1316, 87 sayfa) bir yazma nüshası Millî
Kütüphâne’dedir.(06 Mil A 4987, 48 varak)27
3.el-Fâtiha fi tefsîri’l-Fâtiha: Müellifin tefsîr dersi notlarından ibâret olup
basılmıştır. (İstanbul 1331, 69 sayfa)28
4.Mu’cizât-ı Kur’âniyye: Kitabın birinci kısmı yazarın 1324-1325 (1908-
1909) yıllarında gazetelerde yayınlanmıştır. Makālelerinden meydana gelmiş olup
basılmıştır.(İstanbul 1328, 280 sayfa). Aziz Demircioğlu’nun kütüphânesinde bulunan
müellif hattıyla 278 sayfa olan ikinci kısım ise henüz basılmamıştır.29
5.Hâtırât: Günlük hâtıralarını yazdığı doksan üç yapraklı bir eser olup torunu
Ali Binkaya’nın özel kütüphânesinde mevcûttur. Ahmed Mâhir Efendi kendi
döneminde üslûbunun güzelliği ve hitâbetteki üstün başarısıyla dikkat çekmiştir.30
25 Bu künye için bkz. M.seyfettin Özege, Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler kat. İst. 1975, c.3, s.1201,sıra No, 14161(kıs.özege Kat.) Keşfü’z-Zünûn zeylinde sadece bu eser vardır. C.2 s. 444 26 Abdulkadiroğlu, DİA, II, s.98 27 Abdulkadiroğlu, DİA, II, s.98 28 Abdulkadiroğlu, DİA, II, s.98 29 Abdulkadiroğlu, DİA, II, s.98 30 Abdulkadiroğlu, DİA, II, s.98
10
2. BÖLÜM
EL-MUHKEM Fî ŞERHİ’L-HİKEM’İN TAHLÎLİ (İLK 100 SAYFA)....31
2.1. el-Muhkem’in Şekil ve Muhtevâ Yönünden Tanıtılması:
el-Hikemü’l-Atâiyye, Arapça ibâre yönüyle oldukça ağır bir eser olduğu için bir
çok şerhi yapılmıştır. El-Muhkem fî şerhi’l-Hikem yapılan şerhlerin bir özeti, bir
toparlayıcısı gibidir. Bir şerh nasıl olur sorusu bu şerhte cevabını bulmuştur dense
sezâdır.
Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de şu tarz bir şerh yapmıştır. Evvelâ el-
Hikem’in Arapça ibâresi verilmiş, hemen altına hikmet’in Ma’nâsı, nesir olarak
Türkçe’ye aktarılmıştır. Ma’nâsı verilen hikmet, daha sonra şârihin bizzat kendi
tasarrufu dahilinde nazmen Türkçe’ye çevrilmiştir. Ahmed Mâhir Efendi’nin
Türkçe’ye olan hâkimiyeti, tasavvufun diline olan nüfûzu eserin bu kısımlarında ortaya
çıkmaktadır. Şârih, şerhini Kur’ân Tefsîri dersleri verirken yazdığını söylemektedir. (
Bkz. Mukaddime.) Bir eseri nesir olarak tercüme etmenin nazmen tercüme etmeye
nazaran kolay olduğu bilinmektedir. Ahmed Mâhir Efendi nazma da nesre de
vukūfiyyet kesbetmiş bir şârih olarak önemlidir. Nesir Arapça ve Farsça tamlamaların
çokça kullanıldığı bir tercümedir. Nazmen yapılan tercüme kanaatimizce daha sâde ve
anlaşılır şekildedir.
31 İstanbul, .1323, Matbaa-i Ahmed İhsân
11
Mesela 4. hikmetin şerhi yapılırken nesir olarak şu şekilde tercüme verilmiştir:
“Ey mürîd-i sâlih tedbîr-i umûr-i dünyâdan kendini müsterîh kıl zîrâ tedbîr vâbeste-i
irâde ve takdîr-i ilâhî olduğundan gayrın kendisiyle senden dolayı kāim olduğu şey ile
sen nefsin için kıyâmı iltizâm etme.” (el-Muhkem s. !2) Aynı metin şiir dilinde şu
kalıba girmiştir:
“Terk edip tedbîrini ol müsterîh
Emr-i gayri etme cânâ iltizâm”( (el-Muhkem s.12 )
Şiir lisanında daha anlaşılır olduğu bu örnekte görülmektedir.
Nazmen tercüme’den sonra îzâh kısmı gelmektedir. Şerhin iskeleti bu
bölümdür.
Ahmed Mâhir Efendi metindeki tasavvufî kavram ve ıstılahları tek tek
açıklamakta, mübhem îfâdeleri açarak kafadaki suallere cevaplar vermektedir. Şerh bu
şekilde âyet ve hadîsler, şiirler, sûfî sözleriyle zenginleştirilmiş bir yorum bütünlüğü
içinde devâm ettirilmiştir.. Yer yer de sûfî menkıbeleriyle de süslenen îzâh kısmı netîce-
i hikmet başlığı altında “kıssadan hisse” denilebilecek bir üslupla kısaca özetlenmiştir..
Daha sonra da konuya uygun divân edebiyâtından seçilmiş Türkçe beyitler veya Arapça
ve Farsça beyitlerle îzâh kısmı son bulmaktadır.. Bu beyitler îzâhı yapılan mevzûyu
toparlaması bakımından oldukça isâbetli seçilmiştir. Meselâ yine 4. Hikmet’in sonunda
Şeyh Gâlib’in:
“Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdânındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır” (el-Muhkem s. 12 )
beyti iktibâs edilmiştir ki bütün söylenmek istenilen mesaj bu beyitle
verilmiştir.
el-Hikemü’l-Atâiyye’nin bir özelliği de hikmetler arasındaki konu bütünlüğüdür.
Bir sonraki hikmet bir önceki hikmetin açıklaması veye onun tamamamlayıcısı
durumundadır. Bazen vuzûha kavuşmayan bir hikmet bir sonraki hikmette değil de
12
sayfalar sonra gelen bir hikmette açıklanmaktadır. Bu yüzdendir ki el-Hikemü’l-
Atâiyye’yi tebvîb esâsına göre tekrar te’lif edenler olmuştur.
Aynı konuya dâir hikmetleri bir araya getiran böylece eseri bölümlere ayırıp
yeni bir şekle sokarak okuyucunun ondan daha çok faydalanmasına imkân sağlayan
çalışmalar da yapılmıştır. Bu tür çalışmaların en eski örneği, Şâzelî şeyhi ez-Zerruk
tarafından Tebvîbü’l-Hikem adıyla ortaya konmuştur32
Kanaatimizce el-Hikem gibi eserlerin ilk yazıldığı şekliyle okunup incelenmesi
daha uygundur.Mevlânâ’nın Mesnevî’si, İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem ve Fütuhât-ı
Mekkiyye’si nasıl kendi içinde bir bütünlük arzediyorsa el-Hikemü’l-Atâiyye de böyle
anlaşılmalıdır.Zîrâ bu tür eserlerde ilhâm unsuru, keşf ve mükâşefe ile bilgiye ulaşma
metodu göz ardı edilmemelidir. Sûfîler, Kur’ân’dan devşirilen kırıntılarla eser kâleme
aldıklarını belirtmişlerdir.33
Kur’ân Cebrâil’in tertibi üzere yazılmıştır, nüzûl sırasına göre değil. Sûfî
müellefâtı bu bakışla ele alınırsa daha isâbetli verimler alınacak, subjektif gibi görünen
ba’zı spekülasyonlar da böylece vuzûha kavuşacaktır. Ahmed Mâhir Efendi’nin şerhi
tebvîb esâsına göre yazılmış bir şerh olmasa da genel tasavvufî bakış açısıyla konuları
mercek altına aldığı için bir bütünlük arzetmektedir.
32 Kara, Mustafa, el-Hikemü’l-Atâiyye DİA XVII s.502. .İÜ Ktp.AY, n.1093,3331 33 Bkz.A.Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, İst.1999, c.I, Mukaddime, s.3: “Fakir derim ki, Fususu’l-Hikem’in Kelâmullâh gibi iki hâssıyyeti vardır. (Bakara 2/26) Yani okuyanların bir kısmı hidâyete vasıl olur, bir kısmı da dalâlete düşer. Kur’ân-ı kerim bu hâssıyyeti câmi olmakla berâber onu mütâlaa ve kırâat eden kimseyi men etmek câiz değildir. Zîrâ Kur’ân mihekktir; altın ve bakır ayrılmak için gelmiştir. Fusûs’l- Hikem dahi öylece bir mihekktir..” . “Bu kitâb-ı münif (Fusûs) ... serâpâ asl-ı hakîkîden kulûb-i enbiya aleyhimü’s-selâma münzel olan maarif ve hikem-i ilâhîyyeden ibâret, ve ehl-i takyîd ve erbâb-ı ukûlün bilmediği ve idrak edemediği hakāyık ile mâlâ-mâldir.”s. I,II
Mevlânâ’nın Mesnevi’si için de durum böyledir: “Mesnevî, birinci derecede tasavvufi bir eser olmakla berâber bir çok âyeti direkt veya dolaylı olarak açıklamış hatta bu yüzden “Mağz-ı Kur’ân” diye de meşhur olmuştur.”Bkz. Hüseyin Güllüce, Kur’ân Tefsîri Açısından Mesnevi, İst.1999, Önsöz, s.12 (Basılmış Dr. Tezi, Ötüken Yay.;
Mevlânâ, Mesnevî’ye yazdığı Mukaddime’de kendi eserini “Keşşâfu’l-Kurân” ve “Mahz-ı İlham-ı Rabbânî” olarak görür.bkz. Mevlânâ, Mesnevi-i Şerîf , Nahifi Trc. Haz Amil Çelebioğlu, İst. 2000. s.56,( M.E.B Yayınları)
13
Şerhte, Hikmet’lerin başına numara koyulmamıştır. Biz, tezimizde, ilk yüz
sayfanın metnini bugün kullanılan harflerle verirken her hikmetin başına bir numara
verdik.
2.2.Eserin Edebî Değeri ve Dili
el-Muhkem fî şerhi’l-Hikem bir tasavvuf klasiği olmanın ötesinde edebi neşve
veren de bir eserdir. Türkçenin imkânları sûfî bakış açısıyla sonuna kadar
kullanılmıştır. Sağlam cümle kurguları, Türkçe deyim ve atasözlerin mevzûya uygun
serpiştirilmesi göze çarpmaktadır.
Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’in “mukaddime”sinde adete bir üslûp peşrevi
vermiştir. Mukaddime, şârihin bundan sonra söyleyeceklerinin bir fısıltısı bir
müjdecisidir.
Târîhte pek az şârih şerhettiği esere yaklaşabilmiş pek nâdir kısmı da ana metni
aşabilmiştir. Şerhlerin ana metinlerin anlaşılmasında ne kadar ehemmiyeti hâiz olduğu
açıktır. Ba’zı eserler bilmece gibidir. Şârihler bu bilmecenin düğümlerini çözen şifre
çözücüdürler. Şerh olmadan anlaşılmayan okunamayan eserler bu kısımdandır. İbnü’l-
Arabî’nin Fusûs’u şerhlerin klavuzluğu olmadan kaç kişi tarafından anlaşılmıştır. El-
Muhkem, sâdece el-Hikemü’l-Atâiyye’nin şifrelerini çözen bir anahtar kitap
değildir, aynı zamânda onu tamamlayan bir yeni te’lîftir.
2.3.Şerhin Kaynakları
Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de el-Hikemü’l-Atâiyye üzerine yapılan daha
önceki şerhlerden faydalanmıştır. Ama hangi kaynaktan neyi aldığını belirtmemiştir.
Genel çerçevede şerhte en çok kullanılan doneler, Kur’ân âyetleri, Hz.Peygamberin
sözleri, evliyâ menkıbeleri (Özellikle Şâzelî geleneğine ait rivâyetler), Arapça deyim ve
atasözleri, Farsça Arapça ve Türkçe şiirler sayılabilir.
2.3.1 el-Muhkem’de Kur’ân Âyetleri
14
El-Hikemü’l-Atâiyye’nin İslâm coğrafyasında çok okunması ve
okutulmasındaki temel etken doğru tasavvufu, sünni sûfîliği muhtevî bulunmasıdır.
Risâle-i Kuşeyrîyye , İhyâ, Taarruf, Riâye nasıl doğru tasavvufa adres gösterilip
referans alındıysa el-Hikem de aynı nokta-i nazardan kabûl görmüştür. Sapmalardan
eğriliklerden arındırılmış tasavvuf kültürü ancak Kur’ân ve Sünnet kaynaklı olmalıdır.
El-Hikemü’l-Atâiyye bu yönüyle âyetlere yer veren bir eserdir. Hatta el-Hikem
(dolayısıyla onun şerhi olan el-Muhkem) bir nev’i iş’arî tefsîr bile sayılabilir. Müellif
İbn Atâullah’ın ve şârih Ahmed Mâhir Efendi’nin referans aldığı âyetlere yüklediği
anlamlar başlı başına bir sûfî tefsîr yaklaşımıdır.
Bilindiği gibi mutasavvıflar da nev’-i şahsına münhasır bir tefsîr ekolü
oluşturmuşlardır.
“Tasavvuf ilmi, gerek kaynağının Kur’ân ve sünnet olması gerekse tefsîrdeki
iki usûle ( rivâyet ve dirâyet) ilâveten geliştirip kullandığı İş’arî metod açısından tefsîr
ilmiyle irtibâtlıdır.”34 İş’arî tefsîr denilen bu sûfî ekolü Kur’ân’ın okunup
anlaşılmasında büyük bir katkı sağlamıştır..
El-Hikem’in şerhi olan el-Muhkem’e de sünnî tasavvufun temsilcisi
denebilir. el-Muhkem’de (ilk yüz sayfa) şârih 59 âyete yer verilmiştir.
31. Hikmette Talâk suresi 7. âyetin tefsîri iş’arî bir bakış açısıyla verilmiştir.
Âyet evvelâ rivâyet yönüyle ele alınmış, sonra el-hikem’de belirtilen esâs üzerine
tasavvufi bir yorumla tefsîr edilmiştir.
32. Hikmette En’âm süresi 91. âyeti sebeb-i nüzûlü verildikten sonra tasavvufi
bir tarzda ele alınmıştır. Türkçe meâl verilirken de tasavvufî yaklaşım sergilenmiştir:
" ذرهم في خوضهم يلعبون قل الله ثم
“Allâh de bundan sonra abede-i mâsivâyı havz-ı hevâlarında oynar oldukları hâlde terk
et” (Enâm, 6/91)” (el-Muhkem s.68 ) 34 Yılmaz, Hasan Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, İst.1997, s. 59, 2.Baskı; bu konuda ayrıntılı bilgi için bakz. Süleyman Ateş, İş’arî Tefsîr Okulu Ankara 1974, Güllüce, a.g.e.
15
Ayete nazmen de şöyle meâl verilmiştir:
“Ey mürîd Allâh de et terk-i sivâ
Oynasın havzında varsın zî-hevâ” (el-Muhkem s.68 )
Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’e yazdığı mukaddimede tefsîr dersi verirken
bu dersleri tasavvuf hakîkatlarıyla renklendirmek, nûrlandırmak maksadına ma’tûf, bu
ihtiyâca binâen “hikem-i atâiyye”yi tercüme ve şerh ettiğini yazmaktadır. Buradan
anlıyoruz ki, Kur’ân’ın anlaşılmasında tasavvufun mühüm bir rolü vardır. Kur’ân’ın iyi
tefsîr ve yorumu biraz da sûfî düşünceden nasipli olmaya bağlıdır. Tasavvufu
bilmeyenler tefsîr yapamaz demiyoruz. Fakat tasavvuf Kur’ân’ın bütüncül
anlaşılmasında bize önemli katkılar sağlayacaktır.
Özellikle günümüz meâl ve tefsîr çalışmalarının tasavvufun engin
literatüründen beslenmesi elzemdir. Kalıplarda kalan, öze nüfûz edemeyen meâl ve
tefsîr çalışmalarının yavanlığı ortadadır. Gönüllere hitâb edecek bir Kur’ân hermonotiği
sûfî kaynaklarla barışık olan hermonotik olacaktır.
2.3.2.El-Muhkem’de Hadîs-i Şerîf’ler.
El-Muhkem’in ilk yüz sayfasında (49 hikmet) otuz yedi hadîs-i şerîf tesbit ettik.
Ahmed MâhirEfendi hadîslere yer yer iş’arî yorumlar getirmiştir. Bu hadîslerin çoğu
sahîh hadîs kitaplarında mevcûttur. Nitekim bu hadîslerin tahrîcini yapmış
bulunmaktayız. Kaynaklarını bulamadığımız hadîsler yok değildir. Hz. Peygamber’e
atfen söylenilen sözler el-Muhkem’de bazen lafız olarak değil de Türkçe tercümesiyle
verilmiştir. Türkçe olarak geçen bazı hadîslerin kaynağını bulamadık.
“..Mutasavvıfların kullanmış olduğu hadîs malzemesinin hadîs metodolojisinin
ışığı altında ele alınıp kritik edilmesi dînin doğru anlaşılmasında da yardımcı
olacaktır..” 35
35 Yıldırım, Ahmed; Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadîslerdeki Dayanakları; Ankara,2000; Önsöz, XI, Basılmış Dr. Tezi,Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Bu eser sahasında önemli bir boşluğu doldurmuştur.
16
Bilindiği gibi mutasavvıfların hadîslere bakış açısı muhaddislerden farklıdır.
Muhaddislerin zayıf veya mevzû’ dediği îfâdelere sûfîler pekâlâ hadîs diyebilmektedir.
“Çünkü muhaddisler hadîsleri hıfz ve rivâyet için belli titizliklerle öğrenip
naklederken mutasavvıflar hadîsleri bir irşâd vesilesi ve ahlâkî öğüt şeklinde
değerlendirmişler ve hadîs rivâyetinde özellikle sened konusu üzerinde pek fazla
durmamışlardır. Mutasavvıflardan ba’zılarının eserlerinde görülen zayıf ya da mevzû’
hadîslerin varlığının sebebi budur.”36
“.... Mesnevî ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye gibi âlim mutasavvıflar tarafından
te’lif edilen tasavvuf eserlerinde kullanılan hadîslerin büyük bir ekseriyeti mu’teber
hadîs kitaplarında yer almakta ve hadîs âlimleri tarafından kabûl edilmiş bulunmaktadır.
Bir kısmı ise “Küntü kenzen mahfiyyen..” hadîs-i kudsîsi gibi ba’zı hadîsçilerin
tenkîdlerine rağmen tasavvuf ehlince “keşfen” sahîh kanaatiyle asırlardır kullanılmakta
devâm etmiştir. İşte bu nev´i hadîs veya hadîs-i kudsîleri “mevzû” (uydurma v.s.gibi)
ta’bîrlerle reddetmek yerine ba’zı hadîsçilerin yaptığı gibi hadîs ilminde
kullanılabilecek daha nüanslı değerlendirme yoluna gitmek böylece bunların İslam ilim
ve kültüründeki yerini vukûf ve isâbetle tesbît edip “ma’nâ”larını anlamak ve muhâfaza
etmek yolunu tercîh etmek, İslâm ilim ve düşüncesinin yeniden incelenmeye başladığı
devrimizde, İslâmî ilimler arasında olması gereken “bütünlük” bakımından daha verimli
neticeler verecektir.”37
“Sûfîler iş’arî tefsîr ile meşgûl olduğu gibi hadîsleri iş’arî metodla
şerhetmekten de uzak kalmamışlar ve bu alanda oldukça verimli çalışmalar
sûfîlerin kullandığı hadîsler değerlendirilmiş, hadîslerin geçtiği kaynaklarla berâber hadîslerin tahrîcini yapılmıştır. Daha evvel İzmirli İsmâil Hakkı ile Şeyh Safvet Yetkin arasında cereyan eden bir tartışma da bu konuya ışık tutacak mâhiyettedir. Bkz.Ahlak Ve Tasavvuf Kitaplarındaki Hadîslerin Sıhhati;İzmirli İsmail Hakkı-Şeyh Safvet; Tenkitli neşir:İbrahim Hatiboğlu İst.2001, Dârul hadîs yay. 36 Yılmaz, a.g.e. s.60 37 A.Avni Konuk; Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi,( Hz. Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın) İst.1999, c.I;
s.8; Takdim”3. Basım. ÎFÂV yayınları.
17
yapmışlardır. Bilhassa kırk hadîs şerhi kapsamında bir çok mutasavvıf eser kaleme
almıştır. Bu da hadîs tasavvuf ilişkisi bakımından önemli birliktelik sağlamıştır.”38
Sûfilerin çokça mürâcaat ettikleri hadîslerden biri olan “ Kim nefsini bilirse
Rabbini bilir” hadîs-i şerifi şöyle yorumlanmaktadır: “ من عرف نفسه فقد عرف ربه 39 hadîs-i şerîfînin mantûk-ı münîfince ma’rifet-i ilâhîyyeyi müstelzim olan ma’rifet-i
nefsten murâd da meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilerek izâlesine gayretle husûl-ı kemâl ve
şuhûd-ı nûr-ı zi’l-celâldir. (el-Muhkem s.70)
Niyyet hadîsi olarak bilinen meşhûr hadîs de el-Muhkem’de 45.Hikmette
şerhedilmiştir. Tercüme şu şekildedir.
“Her kimin niyyeti Cenâb-ı Hâllâk-ı cihâna ve resûl-i zîşâna muhâceret ise onun
hicreti şüphesiz Hüdâya ve Resûl-i Kibriyâya ve her kimin maksadı muhâceret-i
istihsâl-i dünyâ ve tezevvüc-i mer’e-i hüsnâ ise onun hicreti de muhâceret ettiği dünyâ
ve mer’e-i hüsnâyadır.” (el-Muhkem s.93)
Nazmen tercümesi de şiir diliyle isâbetli bir hadîs tercümesidir.
Bak hadîs-i şeh-i kevneyne teemmül eyle
Ne buyurdu o keremkânı taakkul eyle
Niyyeti Hak ve Resûl-i Hak olan hicretle
Bulur Allâh ile Peygamberi bu niyyetle
Hicreti devlet-i dünyâya zen-i hüsnâya
Her kimin olsa bulur niyyeti üzre vâye
Anla bu kavl-i imâm-ı Rusüli hoş ey dil
Kıl tefekkür onu sen oldun ise ger âkıl (el-Muhkem s.93)
2.3.3 El-Muhkem’de Hz.Peygamberin (S.A.V.) Vasıfları
38 Bkz. Yılmaz, Hasan Kâmil, Tasavvufî Hadîs Şerhleri ve Konevi’nin Kırk Hadîs Şerhi, İst.1990, İFAV 39 el-Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, II, 262. (Kim nefsini bilirse Rabbini bilir)
18
Ahmed Mâhir Efendi şerhte Hz. Peygamber’den bahsederken çok müeddeb bir üslûp kullanmış, O’nu tavsîf eden ta’birlerde adeta bir üslûp dersi vermiştir. Örneklere bakalım.
“Refref- süvâr âlem-i lâmekân aleyh-i salavâtu’r- Rahmân Efendimiz
hazretlerinin..” (el-Muhkem s.11)
“Seyyidü’l-enbiyâ mahrem-i esrâr-ı kibriyâ Efendimiz hazretleri (el-Muhkem
s.14)
İcâbet-nümâ-yı duâ-yı ümmet aleyhi ekmeli’t-tahiyyât Efendimiz hazretleri
(el-Muhkem s.16)
Seyyidü’l-enbiyâ Efendimiz (el-Muhkem s.18)
Şefî-i ümmet Efendimiz hazretleri.. mücîbü’d-daavât hazretleri (el-Muhkem
s.18)
Bülbül-i bâğ-ı belâğ Efendimiz (s.a.v) hazretleri (el-Muhkem s.60)
Edîb-i bezm-i ilâhî Cenâb-ı Risâlet Penâhî Efendimizin (el-Muhkem s.63)
Nebiyy-i âhiru’z-zamân Efendimiz hazretleri.. (el-Muhkem s.69)
Şifâsâz-ı merîz-i ümmet aleyh-i ekmeli’t-tahiyyât Efendimiz hazretleri (el-
Muhkem s.88)
Hayru’l-beşer Cenâb-ı Peygamber Efendimiz hazretleri.. (el-Muhkem s.92)
Taraf-ı eşref-i Peygamberî…(el-Muhkem s.20)
Hakîm-i İlâhî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem hazretleri…(el-Muhkem s.20)
2.3.4. Arapça, Farsça, Türkçe Şiirler, Türkçe Deyim Ve Atasözleri
Ahmed Mâhir Efendi şerhte her hikmetin sonunda o konuya uygun beyitler
iktibâs etmiştir. İlk yüz sayfada hikmetlerin sonunda on dört Farsça, yedi Arapça, yirmi
altı Türkçe beyit bulunmaktadır.. Ayrıca konu aralarında yeri geldikçe Arapça- Farsça
19
şiirlere yer vermiştir. Bu beyitlerin kime ait olduğu şerhte belli değildir. Sâdece
Sa’dî’ye ait birkaç Farsça, Rabîatü’l-Adeviyye’ye ait iki yerde Arapça münâcât, sâdece
bir yerde Azîz Mahmûd Hüdâî’ye ait Türkçe bir beyit açıkça îfâdelendirilmiştir. Geri
kalan manzum ibârelere her hangi bir kayıt düşülmemiştir. Biz bulabildiğimiz kadarıyla
bu beyitlerin kime âit olduğunu tesbît etmeye çalıştık.
Şerhin bir başka özelliği de Türkçe dilinin imkânlarının serbest bir şekilde
kullanılmasıdır. İlk yüz sayfada tesbit ettiğimiz ba’zı atasözü ve deyimler şunlardır:
“Göz nerede ise gönül de oradadır” (el-Muhkem s. 33)
“Nefsin canı var, tutmaya ne ziyânı var.” (el-Muhkem s.56 )
“..âlemde bu herkese nasîb olur devlet olmadığına ...” (el-Muhkem s.95 )
“Yâri ağyârsız istemek gülü hârsız istemek kabîlinden olmakla muhâldir.” (el-Muhkem s. 58)
2.3.5. Sahabe-Tâbiîn – Sufî Sözleri , Evliyâ Menkıbeleri,
Ahmed Mâhir Efendi şerhte konulara genişlik kazandırması bakımından ba’zı
menkıbelere yer vermiştir. İlk yüz sayfada adı geçen sahabe-tâbiîn ve sûfîler,
hikmet’lere göre şöyle bir sıra ta’kîb eder.
2. hikmetin şerhinde Şeyh Şâzelî, 3.hikmetin şerhinde Bâyezid Bistâmî,
4.hikmetin şerhinde Sehl b. Abdullah et-Tusterî, Şeyh Ebû’l-Hasen Şâzelî, 5.hikmetin
şerhinde Hârûn Er-Reşîd’e ait bir menkıbe, 6. hikmetin şerhinde Şeyh Şâzelî, Ebû’l-
Abbâs el-Mürsî, 8.hikmetin şerhinde Ebû’l-Abbâs İbnü’l-Arifîn, Ebû’l-Hayr,
Muhammed el-Esfencî 10. hikmetin şerhinde da Rabîatü’l-Adeviyye, 11. hikmetin
şerhinde Ebû Setre el-Abbâs, İbrâhim bin Edhem, Eyyûb Sahtıyânî, Bişr Bin Hars,
Veysel Karânî(Tâbiîn), sahâbeden Hz. Ömer, Hz. Ali; 12.hikmetin şerhinde Hasan
Basrî, Sehl et-Tusterî, Peygamberlerden Hz.İsa’ya ait iki menkıbe, sahâbeden Ebû’d-
Derdâ, Abdâl ile alakalı bir menkıbe;
20
13. hikmetin şerhinde Ahmed bin Hanbel, Ahmed bin el-Havârî, Ebû
Süleyman Dârânî, 15. hikmetin şerhinde. Cüneyd Bağdâdî, Bâyezîd, Hâllâc, İbn Atâ,
İbn Arabî;
18. hikmetin şerhinde Mevlânâ, Sa’dî, Ebû Osmân; 20. hikmetin şerhinde
“Urefâdan Bir zât” kaydıyla bir menkıbe anlatılmıştır..Bu menkıbe İbn Atâullâh’ın
Kitâbü’t-Tenvîr adlı eserinden alınmıştır.
22. hikmetin şerhinde Abdulhâlık Gucduvân, 24. hikmetin şerhinde Ebû Hafs
Kebîr, Sehl Bin Abdullah et-Tusterî, 29. hikmetin şerhinde Ebû Hafs Kebîr, Cüneyd
Bağdâdî, 33. hikmetin şerhinde İmâm Şâfiî, İsimsiz bir Zühhâd-ı Benî İsrâil; 36.
hikmetin şerhinde Ebû Hafs Kebîr, Cüneyd Bağdâdî, Ebû Süleymân Dârânî, Yusuf
(A.S); 38. hikmetin şerhinde Azîz Mahmûd Hüdâî 40. hikmetin şerhinde Cüneyd
Bağdâdî, Hars Muhâsibî , 41. hikmetin şerhinde Atâ Horasânî, Vehb Bin Münebbih,
42. hikmetin şerhinde Yahyâ bin Muaz, Abdulaziz, Ebû Tâlib Mekkî; Sahâbelerden İbn
Mes’ûd, Ebû Saîd el- Hudrî, Ebû Hüreyre, Selmân
44. hikmetin şerhinde Rabîatü’l-Adeviyye, Sahabeden Hz. Ömer
45. hikmetin şerhinde Bâyezîd Bistâmî, Ebû Süleymân Dârânî, Şiblî; 46.
hikmetin şerhinde Yusuf b. Hüseyin Razi, Süfyân-ı Sevrî, Sehl b. Abdullah et-Tusterî,
48. hikmetin şerhinde Ebû Süleymân Dârâni, Ma’rûf-ı Kerhî, Ebû Abdullâh Kureşî ‘ye
âit menkıbeler anlatılmıştır.
21
3. BÖLÜM
EL-MUHKEM Fî ŞERHİ’L-HİKEM’DE BELLİ BAŞLI TASAVVUFÎ
KONULAR
Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de tamamen bir tasavvuf metodolojisi ile
meseleleri ele almıştır. Biz, el-Muhkem’in ilk yüz sayfasında yer alan bazı tasavvufî
terim ve ıstılâhları daha önceki tasavvuf klasiklerine de gitmek sûretiyle incelemeye
çalıştık.. Îmân ve amel konularına başta yer verdik. Çünkü eser amel ve amele ilişkin
sûfî reflekslerine ilişkin önemli detayları içermektedir.
3.1. Îmân-Amel İlişkisi
Kelâm ilminin temel konularından olan îmân-amel ilişkisi tasavvufî
kaynaklarda da ele alınmıştır.
“Îmân Hz Peygamberin Allâh’tan alıp bize haber verdiği zarûrî olarak bilinen
husûsları tasdîk etmektir. Eş’arîlere göre îmân kalbin bir fiili ve tasdîkidir. Yani bir
tasdîkinden ibârettir. Maturîdîlere göre îmân kalbin tasdîki ve dilin ikrârından ibârettir.
Ancak kalbin tasdîki esâstır. Dilin ikrârı ise bazı zarûrî hâllerde sâkıt olabilir. İkrâh ve
cebr durumunda olduğu gibi. Hadîs âlimleri ve selefe göre îmân kalb ile tasdîk dil ile
ikrâr, beden ve organlarala amel etmekten ibârettir. Buna göre amel, îmândan bir
cüz’dür. Mu’tezile , Havâric ve Zeydiyyenin görüşü de böyledir.40
Kelâbâzî şöyle demektedir. “Sûfîlerin büyük çoğunluğuna göre îmân, ikrâr,
amel ve niyyetten ibârettir. Buradaki niyyet sözü tasdîk ma’nâsına gelmektedir.”
Kelâbâzî, Matüridî olduğu hâlde bu kanaati benimsemektedir. Zîrâ sûfîliğe uygun düşen
görüş budur.”41
Ahmed Mâhir Efendi de “amel”i îmânın temel rüknü olan “tasdîk”e delîl
olarak görmektedir. Amel ve ikrâr tasdîkin bir göstergesidir. Aslolan tasdîktir, fakat bu
tasdîkin vâr olup olmadığını biz, zâhire bakarak anlarız. Dolayısıyla ameller ve ibâdetler
40 Kelâbâzî, a.g.e. s. 117 (Hazırlayanın dipnot açıklaması) 41 Kelâbâzî, a.g.e. s. 118
22
imânın ikrârıdır. Aynı zamanda îmânın mevcûdiyetine bir vâsıtadırlar: “Hükümrân-ı
kulûb olan ahvâl dâimâ vücûh ve zevâhirde rûnümâ-yı âsâr olduğundan şerîat-i
mutahhara ikrâr ve a’mâli hakîkat-i îmân olan tasdîk-i kalbîye delîl etmiş ve sohbet ve
muhabbeti arzû olunan bir kimsenin ahvâl-i bâtınesine şevâhid-i zâhiresiyle istidlâl
olunagelmiştir.” (el-muhkem s.63)
Kalpteki tasdîkin alâmeti de, ilâhî emirleri ve Rasûlüllâh’ın sünnet-i
seniyyesini dikkate alıp yaşamaktır:
“Erbâb-ı sülûk emmâre bi’s-sû’ olan nefslerinin iğrâz ve âmâlinden dâimâ
basîret üzerine olmalıdır ki zevâhir-i ahvâli bırakıp da serâir-i kulûbun salâhını îhâm
eden ef’âl ve a’mâl sebebiyle esîr-i dâm-ı desâis ve hıyel olmasın. Çünkü bu hâl
sûretsiz sîreti, kışırsız lübbü, lafızsız ma’nâyı taleb kabîlindendir ki bîmeâldir. Bir
kimse ki kalben ma’rifetullâh ve muhabbet-i Resûlullâhı iddiâ ettiği hâlde kavlen ve
fiilen evâmir-i ilâhîyyeye imtisâl ve nevâhî-i sübhâniyyeden içtinâb ve sünnet-i
risâletpenâhîye temessük ve i’tisâm etmezse elbette o müddaî نحن أبناء الله وأحباؤه 42 nazm-
ı celîline mâsadak bir kezzâb-ı düzeh-i müstehaktır” (el-muhkem s.64)
3.2. Tevhîd-i Ef’âl - Tevhîd-i Sıfât - Tevhîd-i Zât
Sûfîler İslâm dîninin Allâh’a îmân konusunda koyduğu esaslardan kalkarak
kendi düşünceleri ve halleri doğrultusunda tevhîd meselesine yeni îzâhlar getirmişlerdir.
Onların tevhîd ve vahdet görüşlerini çeşitli tasniflere tâbi tutmak mümkündür.43
Tevhid-i zât, Tevhîd-i sıfât, Tevhîd-i esmâ ve Ef’âl. Allâh zât, sıfât isim ve
filleri yönünden bir tanedir, eşi benzeri yoktur. Allâh birdir sözü bu üç tevhîdi de içine
alır44.
Tevhîd-i Zat ile birlikte “tevhîd-i sıfât” ve tevhîd-i ef’âl’e yükselmek ma’rifet
sayesinde meydana gelir. 45
42 Mâide, 5/18(Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilileriyiz.) 43 Kara, Mustafa, Tasavvuf Ve Tarîkatler Târihi , İst. 1985 s. 317 44 Kara, a.g.e s. 317
23
39. Hikmetin şerhinde Ahmed Mâhir Efendi bu konuyu ele almıştır:
“Cenâb-ı Kird-gâr kendisiyle berâber hiçbir şey mevcût olmadığı hâlde vardı. Yine hâlâ tahtkâh-ı tahakkuk-ı sübhânîsinde öylece hüküm-fermâdır.46 (el-Muhkem s. 81)
Nazmen tercümesi de şöyledir:
“Vâr idi Allâh yok idi eşyâ
Öylece el’ân oldu hükümrân” (el-Muhkem s. 81)
Mevcûdât Allâh’ın fiileri, Allâh’ın fiilleri de Allâh’ın sıfâtları, Allâh’ın sıfâtları
da Allâh’ın Zâtının tecellîsinden ibârettir. Buna göre Allâh’ın fiilleri mükevvenât ile,
Allâh’ın sıfâtları Allâh’ın fiilleri ile, Allâh’ın Zâtı da Allâh’ın sıfâtları ile gizlenmiştir.
“Ekvân ve âsârdan ibâret olan şu kârhane-i kudret ef’âl-i rabbâniyyenin ve
ef’âl-i rabbâniye de sıfât-ı sübhâniyyenin ve sıfât-ı sübhâniyye de Zât-ı hâl-i Hazreti
İlâhîyyenin âyine-i tecellîyâtıdır. Şu hâlde ef’âlullâh ekvân ve âsâr ile ve sıfâtullâh
ef’âl-i Kird-gâr ile ve Zâtullâh da sıfât-ı kudsiyet-desâr ile müstetir ve mütehaccibtir.”
(El-Muhkem s. 81)
Tecellî-i Zât olanlar fenâ makāmına erenlerdir. Bunlar vücûd-ı ilâhîden başka
hiçbir şey görmezler:
“İrtifâ-ı hacb-ı ekvân ile tecellî-i ef’âle mazhar olan bir sâlik ekvân ve âsârda
ef’âlullâhtan başka bir şey göremeyeceği gibi irtifâ-ı hacb-ı ef’âl ile tecellî-i sıfâta
masdar olan bir mürîde de ef’âlullâhın muktezâ-yı esmâ ve sıfât olduğundan başka bir
şey müşâhede edemez. İrtifâ-ı hacb-i sıfât ile tecellî-i Zâta nâil olan ashâb-ı fenâ ise
mustağrak-ı bahr-i vahdet ve fenâ-yı etemm ile sergerdân-ı sahrâ-yı vuslat olup bunların
âlemde vücûd-ı ilâhîden başka hiçbir mevcûd dîde-i Hak-bînîlerine meşhûd olamaz.”
(El-Muhkem s. 81)
45 Eraydın, Selçuk, Tasavvuf Ve Tarîkatler, İst. 1981, s. 152 46 Bkz. Keşfü’l-Hafâ,II, 130-131
24
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre tevhîd erbâbının hakîkî muvahhid olabilmesi
Tevhîd-i Zât mertebesine ulaşabilmesıne bağlıdır:
“Şu merâtib-i sülüsenin birinci derecesine tevhîd-i ef’âl, ikincisine tevhîd-i
sıfât, üçüncüsüne tevhîd-i Zât ıtlâk olunup erbâb-ı tevhîdin muvahhid-i hakîkî olması
ancak üçüncü derecenin husûlüne mutevakkıftır ki iş bu hikmetin hakîkati zâhir ve
nümâyân olsun.” (El-Muhkem s. 81)
Bu hâli zevketmek de yine tevhîd-i Zât mertebesindeki âriflerin işidir:
“Çünkü Cenâb-ı Perverd-Kârın cemî-i eşyâ yok iken vâr olmasını ve el’ân da
yine şu arş-ı tahakkuk-ı ilâhîsinde hükümrân bulunmasını zevk etmek tevhîd-i Zât ile
muvahhid olan urefânın hâlidir.” (El-Muhkem s. 81)
3.3 Amel- Hâl İlişkisi
Ahmed Mâhir Efendi amellerin hâllerin bir neticesi olduğunu ifâde etmekte,
hâllerin güzelliğinin de amelleri güzelleştireceğini söylemektedir.
49.Hikmet’in tercüme ve şerhinde konu ile alakalı şunlar anlatılmaktadır:
“A’mâlde güzellik ahvâlde güzeliğin netîcesi ve hüsn-i ahvâl de kulûb-i ârifîne
nâzil olan makāmât ile tahakkukun semeresidir” (el-Muhkem s. 99)
“Hüsn-i a’mâl şurût-ı ve âdâb-ı meşrûası vech ile mâni’-i kabûl olan riyâ ve
kayd-ı mâsivâdan hâlî olduğu hâlde îfâ olunan ibâdâttır. Hüsn-i hâl ise hazz-ı âcil ve
sevâb-ı âcil ile mukayyed olmayarak mücerred muktezâ-yı ubûdiyyet olmak sûretiyle
îfâ edilen ibâdet de kalbin iktirân ettiği ihlâs ve zühd ve takvâ ile ihtisâs gibi hâlâttır.
(el-Muhkem s.99)
“İlim-Amel-Hâl Bütünlüğü” konusunda Ahmed Mâhir Efendi hâlin ilimden
doğduğunu, hâlin de ameli netice vereceğini belirtmiştir.
“….makāmât-ı mezkûreden her mertebe de ilim-amel-hâl şu üç meziyet ve
kemâl bulunmak iktizâ eder. Çünkü ilim hâli, hâl de ameli intâc edeceğinden
25
bunlardan biri noksân olsa silsile-i terakkî munkatı’ olur. Nasıl ki şecere mevcûd
olmayan yerde ağsân, ağsân bulunmayan şecerede meyve olmazsa zemîn-i kalbe şecere-
i irfânı ğars etmeyen mürîd de gusn-i hâl ve gusn ile tahakkuk etmeyen kimse de
semeredâr-ı a’mâl olamaz. (el-Muhkem s.100)
3.4 Amellere Güvenmek
Amel , fiil, iş, eylem, hareket, davranış demektir. Şerîat ve tarîkat gereği olarak
yapılan her işe ve tâate amel denir. Amel dînî, ahlâkî ve rûhî fiillerin hepsini kapsar.
Bildiğini uygulama alanına koyana âmil, koymayana amelsiz denir. 47
A’mâl, filler, işler demektir. İnsanların beden ve kalpleriyle işledikleri işler.
Oturmak, kalkmak, namaz, hacc bedenin; sevmek, iyi niyyet, samîmîyet veya bunların
zıtları nefret, kötü maksat ve riyâ kalbin fiilleridir. Bedenin fiillerine a’mâl-i cevârih,
kalbinkine a’mâl-i kulûb denir. Tasavvufun konusu a’mâl-i bâtıne yani ef’âl-i kulûbtur. 48 Zîrâ Allâh kalbe ve onun fiilerine bakar, bedenlere ve servete bakmaz.49
Tasavvuf bâtın ilmi olsa da sûfîler şerîatın emrettiği amel ve ibâdet
mükellefiyetini çok önemsemişler, zâhiri amellerde gevşek olanları kınamışlardır.
Tevhîdin en ileri ma’rifet noktasını yakalayan mutasavvıflar amelî îcâpları yapmanın
ciddîyetine dâir bir çok malzeme de bırakmışlardır. Zühd ve takvâ yolunda kitâp ve
sünnetin emirlerini yaşamak konusunda hiç kimse sûfîlerin eline su dökememiştir. Öyle
kılı kırk yaran bir amel hassâsiyeti göstermişlerdir ki her şeyde Allâh Teâlânın fazl ve
lutfunu aramışlar, her türlü inâyet ve tevfiki ondan bilmişler, nefse en ufak bir kapı
aralamamışlardır. Şirkten arındırılmış sâfî bir kulluk da zâten böyle bir titizlik
neticesinde gerçekleşir. Gizli şirk olarak tavsîf edilen riyâ konusunda sûfîlerin
gösterdiği ciddîyet ve titizlik, tasavvufî eserlerde çokça işlenmiştir.
Tezimize konu olan İbn Atâullah da bu hassâsiyeti gösteren sûfîlerdendir. el-
Hikem’de dağınık olarak yerleştirilmiş fakat birbirini destekler mâhiyette bu konuda bir
47 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst.1991 s. 46 48 İbn.Hâldun, Şifâu’s-sâil, s. 5, 18 49 Müslim Birr, 10
26
çok hikmet bulunmaktadır. Hikem-i Atâiyye’nin şerhi olan el-Muhkem Fî Şerhi’l-
Hikem’de de şârih Ahmed Mâhir Efendi bu konuyu “etrâfını câmi’ ağyârını mâni’ bir
şekilde ele almıştır.
Tasavvufta amelin önemine dâir Necmüddin Kübrâ’nın “Usûl-i Aşere’sindeki
şu îfâdeler sûfîlerin bu konuda ne kadar dikkatli olduklarını gösterir mâhiyettedir.
“Ma’nevî makāmlara çıkan merdivenin ayağı amel-i sâlihtir. Ayaksız merdiven
ile bir yere ulaşmak mümkün olmadığı gibi amelsiz de bir mertebeye ulaşılamaz. Çünkü
o ilâhî bir emirdir. Onun emrini yapmayan ona ulaşamaz. Bu konu tasavvufta çok
önemlidir ve bir çok mürîdin yarı yolda kalmasına sebep olmuştur. Amel ve ibâdete
önem vermeyenler bir alâka ve ilgiden kendini kurtarsa bile bin tanesiyle karşı karşıya
kalır. Onun için şöyle bir söz vardır: Malını seven meftûn, çoluk çocuğunu seven
mağbûn, hâlini seven mecnûn olur.”50
Mevlânâ da amelin gerekliliğini şöyle ifâde etmektedir.
“Tâat ve amel ile meşgûl ol. Ta son nefesine kadar bu yoldan ayrılma.”51
Ahmed Mâhir Efendi amelin ta’rîfini şöyle yapmaktadır:
“Emr-i dîne taalluk eden evsâf-ı beşeriyye biri insânın zâhirine ve a’zâ ve
cevârihine diğeri bâtınına ve kulûb ve serâirine müteallik olmak üzere iki kısım olup
evvelkisine a’mâl ikincisine ukûd tesmiye olunmuştur. A’mâl de evâmir-i ilâhîyyeye
muvâfık veya muhâlif olmak sebebiyle kezâlik iki kısım olup evvelkisine tâat ikincisine
ma’siyyet. Ukūd da hakîkate muvâfakat veyâhut muhâlefet cihetiyle iki kısım olup
birincisine îmân ve ilim ikincisine nifâk ve cehil ıtlâk olunmuştur. Şu aksâmdan zâhir-i
insâna taalluk edenleri tefekkuha ve bâtıne taalluk eyleyenleri tasavvuftur” (el-Muhkem
s.74 )
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre Hakk’a giden yolda nefsin engellerini aşmak, şehvetlerden kurtulmak ve menzil-i maksûda varmak için amellere sarılmalıdır.
50 Kübrâ, Necmüddîn , Usûl-i Aşere trc.Mustafa Kara , Tasavvufî Hayât İst. 1996 s.65 51 Mevlânâ, Mesnevî, 1/1890
27
“Sâlik-i râh-ı Hüdâ olan kimseye akabât-i nefsâniyye ve mehâlik-i
şehevâniyyeden ufûl ve ser-menzil-i maksûd olan haclegâh-ı vuslata duhûl için kesret-i
a’mâl ve tasfiye-i ahvâl lâzım”“ (el-Muhkem s.21)
Bir başka hikmetin şerhinde de Allâh’tan başkası (Mâsivâ) için yapılan her şeyi
elinin tersiyle itebilmenin önemi vurgulanmıştır. “Ârif-i Rabbâni Süleymân Dârânî (ö.
215/830) hazretleri de “Ben iki salât ile duhûl-i cennet beyninde tahyîr olunsam, cennet
benim, namâz Rabbimin rızâsı tahtında olduğuna mebnî rızâ-yı ilâhîyi rızâ-yı nefsime
tercîh ile namâzı ihtiyâr ederim” dedi. (el-Muhkem s.94)
Burada cennete girerken bile amele ve namaza yapılan vurgu yapıldığı
görülmektedir. Sûfîler görüldüğü gibi şerîatın emrettiği yükümlülüklere karşı çok
hassas yaklaşmışlardır.
Ahmed Mâhir Efendi, takdîri Cenâb-ı Hak tarafından belirlenmiş rızık
konusunda koşuşturmanın, gayret etmenin, ibâdetle ve amel ile bağlantısı olmazsa, kalp
gözünü körelteceğini anlatmaktadır:
“Ey sâlik-i tarîkat; ezelen senin için mazmûn olan rızk-ı makdûrde ictihâd ve
gayret ve senden matlûb olan amel ve ibâdette tekâsül ve rehâvet; amâ-yı basîretine
delâlet eder bir keyfiyyettir.” (el-Muhkem s.7)
Ahmed Mâhir Efendi, rızık konusunda çalışan kimselerin meşkûr ameller ve
kazançlı bir ticaret (Ticâret-i Len Tebûr) için neden çalışmadıklarına dâir bir hadîs-i
şerîfi nakletmektedir:
“seyyidü’l-enbiyâ mahrem-i esrâr-ı kibriyâ Efendimiz hazretleri “Nasıl insanlardır şunlar ki müfsidîni şeref ve meziyyetle tavsîf ve âbidîni istihfâf ederler. Ve Kur’ân-ı Kerîm’in hâl ve hevâlarına muvaffak olan ahkâmıyla âmil ve hevâ ve heveslerine muhâlif olan cihetlerden müteâmî ve câhil ve binâenaleyh kitâbullâhın bir kısmına mü’min ve diğer kısmına kâfir olurlar. Kader-i makdûr ve ecel-i ma’lûm ve rızk-ı maksûm gibi sa’y ve içtihâdsız idrâk olunacak umûr için sa’y ve gayret ederler de cezâ-yı mevfûr ve a’mâl-i meşkûr ve “ticâret-i len tebûr”52 gibi sa’y ve içtihâda
Fâtır, 35/29”(Allâh'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz تجارة لن تبور 52rızıktan (Allâh için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler)
28
mutavakkıf olan şeylerde terk-i sa’y ve himmet ederler.” buyurmuşlardır. (el-Muhkem s. 14 )
Ahmed Mâhir Efendi sâliklerin amellere sarılmanın çokça ibâdet yapmanın
Haktan gelen nûrların bolluğunu celbettiğini, dolayısıyla bol bol nûrlarla garkolmak
isteyen hakîkat yolcularının amellere doyamadıklarını anlatmaktadır:
“Erbâb-ı hakîkat evâhir-i hâllerinde a’mâl-i zâhirede ihtiyâr-ı kıllet ve mamafî
kesret-i a’mâlden nâşî vefret-i envâr arzûsuyla evâil-i hâle de temennî-i avdet ederler.”
(el-Muhkem s.24)
Kulun amellere muvaffak olması Allâh’ın o kulu sevmesinin, O’nun râzı
olmasının bir neticesidir. Allâh sevdiği kula amel sevgisi verir. Kulun amellerde
muvaffak olması da tamâmen Allâh’ın rızâsına bağlıdır:
“Çünkü Cenâb-ı Hak o sâliki sever ve sâlik de ehl-i irâdeden olursa mensûf
olduğu hâlde ibkā ile berâber onu a’mâl-i sâlihaya tevfîk ve cemî-i a’mâlini rızâ-i
sübhâniyyesine tatbîk eyler.” (el-Muhkem s.24)
“Rızâ-yı ilâhî ancak takdîr-i sübhânîsine rızâda olup sâlike muktezâ-yı
ubûdiyyet-i mukadderât-ı samedânîyesinden her ne ki zuhûra gelirse onu ayn-ı ni’met
bilerek ne zehârif-i mevkate-i hayâta meyl ve muhabbet ne de keşf ve kerâmâta ihâle-i
nazar-ı himmet etmek lâzım gelirken a’mâl ve ef’âlde terakkiyât-ı dünyevîyye ve
mükâşefât-ı ma’neviyye gibi bir takım ilel-i gâiyye arzû eylemek alîmün-bizâti’s-sudûr
olan Hak Teâla Hazretlerine karşı kıllet-i hayâ ve sû-i edepten neş’et eylediğinden
elbette gayr-i makbûldur.” (el-Muhkem s.55)
İbn Atâullah sekizinci hikmette Rabbi tanıma O’nu bilme ile müşerref olan
kulun yaptığı amelin Allâh’ın fazl ve lütfuna göre çok değersiz, hep hatalı ve kusurlu
olduğunu ibâdetin ubûdiyetin mukaddimesi olduğunu bildirmektedir. Ahmed Mâhir
Efendi bu hikmeti enfes üslûbuyla şu şekilde tercüme etmektedir:
“Rabb-i izzet işbû ma’rifeti ancak kendini sana bildirmek ve seni neşvedâr-ı
feyz-i tecellî ve inâyet etmek için açtı. Bilmez misin ki bu taarrufun mu’tî ve fâili zü’l-
fazli’l-azîm olan Allâh, ve a’mâl-i zâhirenin muhtî ve âmili senin gibi bir abd-i pür
29
günâhkâr şu hâlde fazl-ı rubûbiyyet olan ma’rifetle tekaddüme-i ubûdiyyet olan ibâdet
nasıl kābil-i kıyâs olur?” (el-Muhkem s.21)
Mevlânâ Mesnevî’de bu konuda şöyle demektedir:
“Allâh için hizmette bulun; halkın kabûl edip etmemesiyle ne işin var senin! 53“Biz yokuz. Varlıklarımızı, fâni suretle gösteren, vücûd-ı mutlak olan sensin.Biz
aslanlarız; ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri,
hamleleri rüzgârdandır, rüzgarın tesiriyledir.”54
“Hareketimiz de varlığımız da senin vergindir. Varlığımız senin icadındır.İn’am
ve ihsan lezzetini bizden esirgeme!Bize, bizim işlerimize bakma; kendi ikramına, kendi
cömertliğine bak!”55
3.5. İbâdetlere Güvenmek
İbâdet kelimesi lügat olarak kulluk etmek, boyun eğmek, ma’nâlarına
gelmektedir.56 Tasavvufta ise sâlikin seyr u sülûkünü tamamlamak için gösterdiği
çabadır.57
Büyüklerden biri “ İbâdet vâcip olan şartlara riâyet ederek, Allâh’ın mükemmel
kıldığı vazîfeleri yerine getirmektir.” demiştir. Vâcibin şartına uygun olarak ibâdetten
maksat karşılık beklemeden vazîfeyi îfâ etmek ve bunu bir lutuf olarak görmek, hatta
sâdece Allâh’ın hakkı olan şeyi düşünerek bu lütfu bile görmeyecek şekilde kendinden
geçmektir. “Şüphesiz Allâh mü’minlerin canlarını ve mallarını satın almıştır”(Tevbe
9/111) âyetinde belirtildiği gibi karşılık istememek amel eden kul üzerinde Allâh’ın
hakkıdır.58
53Mevlânâ, Mesnevî, VI,845
54 Mevlânâ, , Mesnevî 1/625 55 Mevlânâ, Mesnevî, 1/625 56 İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, c.ııı s. 272; Asım Efendi, Kāmus tercemesi c.1 s.1199 57 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü İst. 1991, s.237 58Yılmaz, Sevim, (2001) İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin Tasavvuf Açısından
Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi
30
“Ameli ile dünyâlık isteyene Allâh istediğini verir, ancak o kimsenin ahirette
nasibi yoktur. Ahireti isteyene de mükâfatını verir” (Hud 11/15–16; İsra 17/18–20).
Tahânevî de ibâdetin, Cehennem korkusu veya cennet arzusu, Sâdece Allâh’ın
emri olduğu için, Allâha karşı, aşk, şevk, heybet ve celâl duygusu için yapıldığını
zikreder.59
Ebû Hasan eş-Şâzelî : “Ubûdiyet, Allâh’ın emirlerine ittibâ etmek,
yasaklarından kaçınmak, şehvetleri terk etmek ve şuhûd ıyânı dilemektir” der.60
Tasavvuf târîhinin mühim sûfî müelliflerinden Kuşeyrî, er-Risale’sinde amel
konusunu ihlâs ile iritibatlandırarak anlatmıştır: Ona göre amele güvenmemek ihlâs
alâmetidir. Makbûl bir amel de ihlâslı amel olduğuna göre yaptığı ameline güvenen
kimse ihlâslı bir mü’min değildir.
“Zünnun Mısrî demiştir ki: Şu üç şey ihlâs alâmetidir. Kişinin nezdinde halkın
övmesi ve yermesi eşit olmak, amelde ameli görmeyi unutmak (Çalışmak fakat
çalışmaya kıymet vermemek) , amelin âhirette sevâb gerektirdiğini unutmak”.61
“Ebû Osman: ”Dâimâ Yaratanın lutfuna bakıldığı için yaratılanı (ameli ve
insanları) görmeyi unutmaktır”. demiştir. 62
Kuşeyrî riyâ bahsinde de amele güvenmemenin önemine işâret etmektedir:
“İbn Nüceyd demiştir ki: Nezdinde amellerinin riyâ, hâllerinin iddiâ olduğunu
müşâhede etmeyen hiçbir kimsenin ibâdetteki derecesi saf duruma ulaşamaz. (Aslında
kulun ameli ve hâli riyâdan uzak olmalı ameli değil ameli yaratanı görmeli. Ameli
kendine değil O’na izafe etmeli amel ve hâli kendine nisbet etmeyi riyâ saymalıdır.” 63
59 Tehânevi , Keşşâf, s.1, s.947 60 İbn Iyâd, Ahmed b. Muhammed eş-Şâfiî, el-Mefâhiru’l-Aliyye Fi’l-mmeâsiri’ş-Şâzelîyye mısır 1993 s.85 61 Kuşeyrî; Kuşeyrî Risalesi, trc. S.Uludağ ist.1991 3.baskı s.354 : Sühreverdî, Avârifül-Maarif. Trc.H.Kâmil Yılmaz-İrfan gündüz .İst. 1993 s.92 62 Kuşeyrî, a.g.e. s. 355 63 Kuşeyrî, ag.e. s.342
31
Melâmet ehli riyâ ile ucbu Hakk’a giden yoldaki en büyük engeller olarak
görür. Bunun rûhi yükselmeye ve ma’nevî kurtuluşa engel olduğunu vurgular.64
“Onlardan (Sûfîlerden) bir kısmına marifet rüzgârı eser, bunun üzerine iş bitti
zannederler, o noktaya saplanıp kalırlar. Tasavvuf yolunda, gurûra sevkeden bu
hususları bilen sâlikler, ona göre davranırlar, Allâh da onların makāmını yüceltir. Bu
durumda olanlar, üzerlerine gelen feyizlere, kerâmetlere, keşiflere, marifetlere iltifât
edip, onlara dayanarak râhata kavuşmayı bile denemezler. Kulluğa devâm ederler, yine
devâm ederler, yine devâm ederler. Böylece Allâh'a yaklaştıkça yaklaşırlar. Gerçek
tasavvuf erbâbının hâli, bu "kulluk" tan başka birşey değildir. Yolda giderken,
makāmları vuslat sanıp orada takılıp kalmak gurûrdur, aldanıştır.”65
Sa’dî’nin şu beyti de konuya açıklık getirmektedir.
“Günâhkâr-ı endîşe-nâk ez Hudâ, Besî bihter ez âbid-i hod-nümâ”
(Allâh’tan korkan günâhkar kendini gösteren ve beğenen abiden çok daha
iyidir.) 66
Hucvîrî, Keşfü’l-Mahcûb adlı eserinde îmânın ma’rifet-ikrar ve amelden
oluştuğunu anlattığı bahsinde konuyla ilgili şunlara yer vermektedir:
“Amel sâhipleri ma’rifet olmaksızın mücerred amelle cennete girmezler. İmdi
buradan ma’lûm olur ki tâat emn için illet olarak gelmemiştir. Nitekim Resûlullâh s.a.v
buyurur: Hiçbirinizi ameli kurtaramaz. Ya Rasûlellah seni de mi diye sorulunca Evet
beni de amelim kurtaramaz. Meğer ki Allâh rahmetine gark ede diye cevâb
vermişlerdi.”67
64 Uludağ, Süleyman. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ist. 1991. s.496 65 Cebecioğlu a.g.e. gurûr maddesi. 66 Hucvîrî, .a.g.e s. 144 67 Hucvîrî, Keşfu’l-Mahcûb, Hakîkat Bilgisi. Trc. S.Uludağ. İst. 1996 2.baskı s.422
32
Hucvîrî konuyla ilgili şunları yazmaktadır:“Şibli’nin şöyle dediği nakledilir:
“Hiçbir vakit tahâretin âdâbından bir edebi bile terk etmedim. Onun için bâtınımda
(bend, zann) ucb ve kendini beğenme hâli meydana gelmedi.”68
Ahmed b. Hanbel ihlâs nedir diye sorulunca “ İhlâs, amellerdeki âfetlerden
hâlas olmaktır.” demiştir.69
“Malik b. Dînâr şöyle demiştir. “Bana göre amellerin en sevimlisi amellerdeki
ihlâstır.” Bunun sebebi şudur. Bir amel ancak ihlâs sayesinde amel olur. Bedene göre
rûh ne ise amele göre ihlâs da odur. Rûhu olmayan bir beden cansız bir maddeden
ibârettir. İhlâssız amel de hebâ olmuş bir iştir. İhlâs bâtınî ameller nev’inden, tâat ise
zâhiri ameller nev’indendir. Zâhirî ameller bâtınî amellerle tam hâle gelir.” 70
Sühreverdî, melâmet bahsinde ihlâs ile ilgili olarak şöyle der:
“Kul amellerine kesb nazarıyla bakacak ve nefsine bir şeyler izâfe edecek
olursa tefrikada, herşeyi Hakk'a izâfe edecek olursa cem'dedir.”
“ Amelleri yabancı duygu ve düşüncelerden arıtma ma’nâsındaki ihlâs
melâmetîlerin hâli, ihlâsı da hâlis kılma gayreti sûfîlerin hâlidir. İhlâsı hâlis kılma işinde
de saf ve temiz bir ihlâsa sahip olmak ancak ihlâsın yabânî duygulardan temizlenmesi
neticesinde elde eilir. Bu ise kulun her türlü şekil ve kāideden kurtulması ibâdet ve
amellerin kendi gayreti ile yerine getirdiğini düşünmekten uzaklaşması varlığını bile
Cenâb-ı Hakk’ın elinde görerek kendini aradan çıkarması aksine Hakk’ın varlığında
kendi varlığını yitirerek hiçbir şeyde kendi varlığının bulunmadığını bilmesi (fenâ) ve
hâlini başkalarından saklama durumundan da kurtulması demektir. Bu durum sûfî
hâlinin ardından gelen ondan daha yüksek bir mertebedir.”71
68 Hucvîrî, .a.g.e s. 428 69 Hucvîrî a.g.e s. 217 70 Hucvîrî .a.g.e. s. 185 71 Sühreverdî, a.g.e s. 94
33
Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ’sında Hasan Basrî’nin şöyle dediğini
nakleder.: “Ebedi ve sonsuz olan cennet şu birkaç günlük amelin değil iyi niyyetin
karşılığıdır.”72
Buna göre niyyet-amel münasebeti de önemlidir. Niyyetin iyi olması sağlam
olması makbûl bir amel için gereklidir.
Şeyh Ebû Hasan Harakānî “.Onun huzuruna varınca kalbimi çağırdım. O da
geldi. Daha sonra îmân, yakîn, akıl ve nefs de geldi kalbi bu dördünün ortasına koydum.
Yakîn ihlâsı, ihlâs da ameli yanına aldı ve böylece Hakk’a erdim.”73
“Amelim en yüce veya en basit emelime beni ulaştırır, diye vehmeden kimse
yolunu kaybetmiştir. Zîrâ Nebi (s.a.v) “Ameli kimseyi kurtaramaz” buyurmuştur. İmdi
korkulardan kurtaramayan bir şey, umulana nasıl ulaştırır., sâdece Allâh’ın lutfuna bel
bağlayanın vuslata ermesi ümîd olunûr.”74
Hayru’n-Nessâc da ihlâs-amel dengesine vurgu yapmıştır: “İhlâs amelin
kabûlüne esas olan şeydir”.75
Attâr, Ruveym’in şu sözünü naklederek amele güvenmemenin gerekliliğini
belirtmiştir: “Amelde ihlâs, amele bedel olmak üzere iki cihânda herhangi bir karşılığa
göz dikmemendir.”76
Tezkiretü’l-Evliyâ’da geçen Ebû Osman Hîrî’nin şu sözü ihlâsın da dereceleri
olduğunu, amele güvenmemenin havassın ihlâsı olduğunu vurgulamaktadır: “İhlâsta
nefsin hiç birt şekilde payı yoktur. Böylesi ihlâs avâmın ihlâsıdır. Havâssın ihlâsı ise
üzerlerine icrâ ve tatbîk edilir. Yaptıkları tâatler onlarla ve irâdeyle değildir. Onlar
72 Attâr, Feridüddîn , Tezkiretü’l-Evliyâ, trc. S.Uludağ İst. 1991 s. 82 73 Attâr a.g.e s. 697 74 Attâr , a.g.e. s. 593 75 Attâr a.g.e. s.562 76 Attâr a.g.e. s. 506
34
bunun çok uzağında ve dışında kalırlar. Tâatleri gözlerine hiç görünmez. Bunu hiçbir
şey saymazlar.”77
Kelâbâzî de amel konusunda titizlikle duran sûfîlerdendir. Ruveym’den
naklettiği ihlâsa dâir şu sözler amelin ihlâslı olması gerektiğine parmak basmaktadır.
“İhlâs yaptığın işi görmemen ve ona değer vermemendir.” 78
Ebû Ya’kûb Sûsî şöyle demişitr. “Hâlis amel odur ki meleğin haberi olmaz ki
sevâbını yazsın şeytanın haberi olmaz ki bozsun, nefsin haberi olmaz ki onu vesîle
yaparak kendini beğensin.”79
“Horasan dervîşlerinden bir grup Ebû Bekir Kahtâbî’yi ziyarete gelmişlerdi.
Ebû Bekir onlara : “Şeyhiniz Ebû Osman size neyi emretmektedir, dedi. Onlar da . “
Çok amel ve ibâdeti . Fakat amelinizin kusurlu olduğunu da hiç aklınızdan çıkarmayın,
diye emir vermektedir, dediler. Ebû Bekir : “Yazık! Ameli yaratanı görerek amelden
gâip olmayı emretmiyor mu, dedi.” 80
Yunus’un şu beyitleri de ne kadar mânidârdır:
“Başında aklı olan ücretle amel etmez,
Hûrîlere aldanmaz göz ile kaştan geçer”
Fuzûlî’nin beyitleri de konuyu hülâsa etmektedir.
Yok bende bir amel sana şâyetse âh eğer
A’mâlime göre vere adlin cezâ bana.
“Câhil kimseler, sâhib olduğu îmân ile gurûra kapılır. Kendini kurtuldum sanır,
amelinin kabûl edilip edilmediğini düşünemez. Allâh, onun düşündüğünün zıddına bir
hüküm sahibidir. İşte bunları düşünecek olursak, hangi hâlde olursak olalım, gereğinden 77 Attâr a.g.e. s. 502 78 Kelâbâzî, Taarruf trc. Doğuş Devrinde Tasavvuf . Süleyman Uludağ ist. 1992 s. 149 79 Kelâbâzî a.g.e. s.149 80 Kelâbâzî a.g.e. s.149
35
fazla güven hissine kapılmamak gerekir. Ancak Allâh'dan ümîdvâr olmamak da
günahtır. Bu durumda bir kulun, Allâh karşısında hafv ve recâ arasında (korku ve ümîd)
duygularla dolu olması gerekir.”81
Mevlânâ’ya göre makbûl ibâdetin ölçüsü o ibâdetten zevk almaktır: “Tanrıyı
anışımın ma’kûl olması Tanrı rahmetindendir. Âdeta istihâze olan kadının namaz
kılması gibi bir rûhsattan ibârettir. Onun namazına nasıl kan bulaşmışsa senin Tanrıyı
anışını da benzetiş ve zannediş bulaşmış! Kan pistir ama bir parçacık su ile temizlenir.
Fakat içte öyle pislikler vardır ki: Tanrının lütûf suyundan gayrı bir şeyle arınmaz ibâdet
eden kişinin gönlünden eksilmez.”AmellerAllâh’ın kullara bir vergisidir, armağanı bir
lütfudur.82
“Kullara ibâdet edin diye emrettimse bir kâr, bir fayda elde edeyim diye değil,
kullara ihsanlarda bulunayım diye” Ne güzel ibâdet ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor;
fakat bir parçacık bile tat yok. İbâdet kabuktan ibâret, içi yok; cevizler çok, ama içleri
boş.İbâdetin netice vermesi için zevk, tohumun ağaç olması için iç gerek!83
İbn Atâullah’ın Hikem’inde üzerinde durduğu – şârihlerin de uzun uzadıya îzâh
ettiği – konulardan biri de ibâdet konusudur. İbn Atâullah namaza ayrı bir önem
atfetmiştir.
İbâdetiyle vâr olmak isteyen kişi “ene’l-Abd” diyen kişidir. Kendisine ikinci vücût
veren kişidir. Ene’l-Hakk diyen ise tevâzu’ göstermektedir.
Mevlânâ bu konuda şu güçlü tesbîti yapar:
“Nihâyet bu “Ene’l-Hak” demeyi herkes büyük da’vâdır zanneder. “Ene’l-Abd”
da’vâsı büyüktür. “Ene’l-Hak” da’vâsı azîm tevâzu’dur. Zîrâ ben abd-i Hudâyım
diyen kimse iki mevcût isbât eder. Birisi kendisi için diğeri Hudâ içindir. Fakat “Ene’l-
Hak” diyen kimse kendisini yok edip ve ber-hevâ eyleyip “Ene’l-Hak” der. Ya’nî “ Ben 81 Cebecioğlu, a.g.e. Mekr maddesi. 82 Mevlânâ, Mesnevî, II,3394-3396 83 Mevlânâ, Mesnevî, II,3394-3396
36
yokum Hep O’dur. Hudâ’dan başka mevcût yoktur, Ben külliyen adem-i mahzım ve
hiçim “ der. Bu makāmda tevâzu’ ziyadedir. Şu kadar ki halk anlamıyorlar.84
Şeyh Gâlib’in “el-Muhkem”de yer alan şu beyti Mevlânâ’nın yolunda giden bir
Mevlevî şeyhinin konuya bakışını özetler mâhiyettedir.
“Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır” (el-Muhkem s. 13 )
Gerçek varlık O’dur. Dolayısıyla yapılan ibâdetler de tâatler de hep O’nun
varlığına karşı bir varlık iddiâsıdır. İbn Atâullah 11.Hikmette Allâh’ın varlığı
karşısında varlık iddiâsı taşımamanın gerekliliğine vurgu yapmaktadır:
“Ey talebkâr-ı sünbüle-i ibâdet olan insân! Tohum-ı vücûdunu arz-ı hamûle
defneyle! Yani bî-nâm ve nişân ol. Zîrâ hâk ile yeksân olmayan habbe nâbit olursa da
nâfi’ olmaz. ( el-Muhkem s.27)
Amellerine ibâdetlerine güvenen kimse ibâdetlerine vücût vermek istemektedir.
Bu da Cenâb-ı Hakka karşı bir saygısızlıktır.
Hikem-i Atâiyye’de İskender Atâullah’ın eserin ilk hikmetine amele
güvenmenin afetlerini anlatarak başlaması ilginçtir.
Eserin ilk hikmetinin bu konuya tahsis edilmesi aslında tasavvufi geleneğin
amel-istikāmet–ihlâs dengesini nasıl dikkate aldığını isbat eder mâhiyettedir. Hatâya
düşme durumunda recânın noksân oluşu, amel ve ibâdete güvenmenin alâmetidir
Hikmeti, Mâhir Efendi şu şekilde tercüme etmiştir. “Vukū-ı meâsî ve vücûd-ı zelel
zamânında noksân-ı recâ ve emel, iğtirâr-ı tâat ve i’timâd-ı amel etmenin
alâmâtındandır” (el-Muhkem s. 6 )
Nazmen tercemesi de konuyu şiir diliyle toparlayıcı mâhiyettedir:
“İ’timâd-ı tâate oldu delîl
84 Mevlânâ, Fih-i Mâ Fîh s. 43
37
Ma’siyet vaktinde noksân-ı recâ” (el-Muhkem s. 6 )
İbn Atâullah’a göre ibadete güvenmemek esastır. İnsanın ameline bel bağlaması
ibâdeti nefsine mâl etmesi demektir. Bu da Allâh’tan uzak kalmış olmanın îfâdesidir.
Makbûl olan amellerimiz sâdece Allâh’ın lutfuyla kabûl görmektedir.
İbâdetlerin rûh ve anlam kazanması için ihlâs sırrına ulaşmış olması
gerekmektedir.
“A’mâl-i zâhire suver-i kâimedir. Onun ervâhı sırr-ı ihlâsın onda
bulunmasıdır.”( el-Muhkem. s.25)
Ameller sırf Allâh için yapılır. Bir karşılık görmek için değil. Mâhir Efendi el-
Muhkem’de Rabîa-i Adeviyye’nin şu sözünü nakletmektedir:
“Tâcü’l- muhadderâtü’l-islâmiyye Rabîa-i Adeviyye(ö.185/801) kuddise
sırrûhâ hazretleri bu hakîkata işâretle “Ey şeb-i tarîk-i ibtilâda niyâz-i nihân ile istimdât
eden bîçâregâna medet-res-i inâyet olan Yezdân! Ben sana şevk-i cinân ve havf-i nîrân
ile ibâdet etmedim. Ancak îfâ-yı vezâif-i ubûdiyyet ettim”85 diyerek münâcât-ı kâzı’l-
hâcâtta bulunmuştur.” (el-Muhkem s.93)
İbn Atâullâh’a göre “İbâdetlerin değişiklik arzetmesi de hâl vâridlerinin çeşitli
olması sebebiyledir. Kişi içinde bulunduğu hâleti rûhiyyeye göre değişik ibâdetlere
yönelmektedir.” Ahmed mâhir Efendi’nin bu durumu şu veciz îfâdelerle anlatır:
Ecnâs-ı a’mâlin tenevvu’u ahvâl-i kalbiyye ve vâridâtı ma’neviyyenin
tenevvu’undan nâşîdir. (el-Muhkem s.23)
İbâdetlerin farklı oluşundaki sır da bu hikmette anlatılmaktadır:
“A’mâl-i zâhire ahvâl-i bâtınaya tâbi’ ve onun âsârı olduğundan vâridât-ı
ahvâl-i bâtınede mütenevvi’ bulunduğundan müktezayât-ı ahvâl olan a’mâl bizzarûre
85 Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, trc. Süleyman Uludağ, , İst.1991, Giriş, s.43 (İbn Teymiyye’den naklen)
38
tenevvu’ etmiştir. Binâen aleyh ibâdette meyl-i kalbî gözetilmelidir. Ferâiz ve vâcibât
zâten taht-ı teklîf ve zimmette olduğundan onda meyl-i kalbî aranılmazsa da a’mâl-i
sâirede iktizâ-yı tabîata ve isti’dât-ı hüviyyete bakılmalıdır. Ba’zı sâlik olur ki salâttan
aldığı lezzeti siyâmdan ba’zısı da bilakis salâttan alamaz. Ba’zısı vecd ve semâ’ı ve
ba’zısı da erbâb-ı hakîkat ile sohbet ve ictimâ’ı rehnümâ-yı seyr ü sülûk etmiştir.” (el-
Muhkem s.23)
Fakat bu inceliği herkes anlayamaz. Bu yüzden sâlikin elinden tutacak bir
mürşide ihtiyaç vardır. Tasavvufun görevi de bu noktada devreye girmektedir zâten.
“Kişilerin fıtrî kabiliyetlerine göre ma’nevî gelişmelerine imkân sağlamak.” Kişisel
gelişim tekniklerinin revâçta olmadığı kadîm zamânlarda Tasavvuf terbiyesi insanın
psikolojik hassâsiyetleri ile aynı frekansı paylaşan ibâdet ve sülûk şekillerini birleştirip
bir davranış modeli ortaya koymayı başarmıştır. Tekkelerin, dergâhların icrâ ettiği
fonksiyon budur. İbâdetin severek yapılması, kişinin iç dünyâsında potansiyel olarak
bulunan hassâsiyetlerin şuûr hâlinden kuvve hâline çıkarılmasıyla, yani iç dünyâmızın
rağmına olmayan da’vet ve irşâd refleksleriyle mümkündür. Mürşid mürîdin iç
dünyâsında meknûz olan namaz hakîkatini gün yüzüne çıkaran kâşiftir. Şeyh mürîdin
hayâline sarmalanan muhabbet kırıntılarından en büyük aşk olan ilâhî aşkı avlayan
kişidir.
“Şeyh ile mürîd arasında fıtrî bir bağ olmalı ve bir karakter benzerliği
bulunmalıdır. Bu da te’sîri artırır. Nitekim : “Rûhlar toplu cemaatlerdir.Birbiriyle
tanışanlar ülfet ederler. Tanışmayanlar etmezler.86 buyurulur. Şeyh ve mürîdlerin
istifâdesi bu fıtrî münâsebete bağlıdır.”87
Şeyh arayan kişinin hem karakterine uygunluk açısından hem de şeyhin
sıfatları açısından dikkatli davranması gerekir. Nitekim : “Kişi arkadaşının dîni üzeredir.
O halde kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin.”88 hadîsinden anlaşıldığına göre
normal arkadaşlık için belli bir dikkat gerekiyor. ..elbette şeyh ile mürîd arasında
86 Buhârî, Enbiyâ, 2; Müslim, Birr 159 87 Yılmaz, Hasan Kâmil , Tasavvuf Meseleleri , İst.2004 s. 92 88 Ebû Dâvûd, Edeb, 19; Tirmizî, zühd, 45
39
meydâna gelen te’sîr ve sevgi bundan daha kuvvetli olacağı için daha bir özen
gerekmektedir.”89
İç dış bütünlüğü olmadan yapılan her türlü ibâdet yavandır. Tasavvuf geleneği
yavan değil samîmî yapılan ibâdetin da’vâsındadır. Bütün velîler, sûfîler, müstakim bir
ehl-i sünnet anlayışı ile ibâdetlerini Hakk’a yaklaşma vesilesi yapma adına kılı kırk
yaran bir titizlik sergilemişlerdir.
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre ibâdet irâde işidir. Zorlamayla ibâdet yapılmaz.
Sevilerek yapılan tâat irâdenin hakkı verilerek yapılan tâattir. Dolayısıyla ibâdetlerde
şekil ile irâdeyi buluşturmak durumundayız.
“Vâridât-ı ahvâl ise kulûb-ı sâlikînde ahlâk-ı hamîde îcâb eden maârif-i
rabbâniyye ve esrâr-ı sübhâniyyeden hâsıl olur. Zîrâ ba’zı vâridât vardır ki kalb-i
mürîdde heybet ba’zısı da üns ve şetâret diğeri kabz öbürü bast ve daha bunlar gibi
ahvâl-i muhtelife iktizâ eder.” (el-Muhkem s.24)
İnsanın hem hayra hem de şerre karşı bir yönüyle istîdat ve temâyülü vardır.
İnsan, kalbinin sesini dinleyip hayra teveccüh etmeli ve evrâd ü ezkârla sürekli kalbinin
derinliklerine doğru yönelmelidir. İşte bu buluşmayı yaptıracak olan rehber mürşittir.
Bu noktaya vurgu yapan Ahmed Mâhir Efendi şöyle anlatmaktadır:
“A’mâl-i zâhirenin vâridât-ı bâtınaya şu irtibâtı sebükhân-ı mekteb-i sülûk olan
sâlikân için ma’lûm olamayacağından ve hilâf-ı meyl-i kalbî işlenilen a’mâl ise mûcib-i
melâl ve ibâdette melâl de sebeb-i inkıtâ-ı tecellî-i melik-i müteâl olacağından ashâb-ı
sülûk artık gidilmez bir tarîk-ı nâ-hem-vâre sapmamak ve beyhûde iştiğâl etmemek
üzere lâ-cerem bir mürşid-i kâmilin irşâdına ve müsterşidin de isti’dâtına ihtiyâç
vâreste-i ihticâc olur. (el-Muhkem s.24)
Namazların belli vakitlerde farz olmasındaki hikmet de bu konuyla alakalıdır.
“Salavât-ı mefrûzanın erkân-ı ma’lûme ve ef’âl-i muhtelife-i mahsûsa üzerine
olmasındaki hikmet de işte budur. Bu sebepten dolayı mürşid-i tecellîhâne-i âlem
89 Yılmaz, a.g.e. s.92
40
sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri ihyâ-yı leyl edenlere râhat ettikleri
kadar ibâdet, ibâdet ettikleri kadar râhat etmelerini ve her nev’i ibâdette melâl his
olunduğu zamânda da diğer ibâdete intikāl eylemelerini emretmişlerdir.” 90 (el-
Muhkem s.24)
Bu yaklaşım aslında dînin temel bir konusuna vurgu yapmaktadır. Fıtrî
olmayan her türlü ibâdete dâir zorlamayı insan kabûllenmek istemez. Dînimizde insanın
yapabileceği mükellefiyetler emredilmiştir. Aşırılıklar konusunda i’tidâl (adâlet) çok
mühimdir. Kişiler yapamayacakları sorumluluklarla muhâtap kılınırsa bu, usanç getirir.
Bu da inancın zayıflamasına sebep olur. Halbuki mü’mine düşen, yakîne ermiş bir
îmâna sahip olmaktır. Tasavvufta dervişliğe kabûl edilecek kşilerde, “tasavvufî usûl ve
âdâbı kaldırabilecek kābiliyetin olup olmadığı şeyhler ve mürşidler tarafından dikkate
alınmıştır.
Kalbin meyline ters yapılan zorlama ibâdete usançlık getirir. İbâdetlerde
usanmak sıkıntı ise Allâh’ın tecellîlerinin lutuflarının kesilmesine sebebiyet verir. Bu
yüzden tasavvufta herkesin farklı sülûk basamakları, farklı irşâd şekilleri, başka vird
gelenekleri vardır. Özünde Kur’ân ve Sünnet’e bağlı olmak kaydıyla değişik zikir ve
virdlerin olması bu hassâsiyetin neticesidir.
Tasavvufun gâyesi insanı tahkîkî îmâna ulaştırmaktır. Bütün sûfîler gerek
yazdığı eserlerde gerek şeyh mürîd şeklinde pratik tarîkat uygulamalarında hedef olarak
hep yakînî ma’rifeti yakalamak istemişlerdir.
Hakk yolunda giden yolculara seyr ü seferlerinde ârız olabilecek her türlü
hastalık ve virüse karşı geliştirilmiş antivirüs programıdır her bir sûfi eseri.. Kulluk
adına başa gelebilecek sistem çökmelerine karşı ubûdiyet hâfızamızı koruyacak,
yaptığımız işleri, biriktirdiğimiz amel-i salihi beyhûde yitirmemek kaybetmemek için
tasavvuf, bir yardımcı, sistem koruma programıdır.
90 Benzer rivâyet için bkz. Neseî, Kıyâmü’l-leyl, 61
41
Sûfî düşüncesinde ne olursa olsun orjinali muhâfaza etme esâstır. Taklîd ve
ikinci el ta’bîr edilebilecek hiçbir uygulama tasvîb edilmez. Kulluk mu, tam tevhîd
anlayışı ile , ibâdetler mi tam tefvîz ile teslîmiyet ile olmalıdır.
Tasavvufta, her türlü dünyevî menfaat ve engelleri Hakk’ın rızâsına giden
yolda elinin tersiyle itebilen bir sâlik, ma’rifet fırınında pişmiş bir mü’min modeli
ortaya konmak için çaba sarfedilmiştir. Dolayısıyla hem inanç bağlamında hem de
ibâdetler bakımında kalitenin çıtası yüksek tutulmuştur.
Kısaca ihlâsa ermek diye ta’rîf edebileceğimiz bu husus tasavvuf literatüründe
çokça işlenmiştir. Hakîkî ihlâs sâhibi olmak ise kolay değildir. İdeal mü’min (Muhlis)
olmanın da ba’zı ciddî adımları, belli başlı aşılması gereken mertebeleri vardır. Her
şeyde “tevhîdi” “bulmak”, “görmek”, yakalamak, hep tevhîd eksenli bir yaşayış içinde
kulluğu icrâ etmek tasavvufta temel endîşedir. Bu endîşeyi neticeye ulaştıracak temel
dinamikler vardır.
Tasavvufta ne ibâdetsizlik, laubalilik, ibâhîlik veya şerîatın emirlerine karşı
lâkaytlığa izin verilmiş, ne de kendi yaptığımız amellere güvenme konusu tervîc
edilmiştir. Sûfî bu anlamda ne, taabbudî mükellefiyetlerden âzâde başıboş bir kimse, ne
de yaptığı iyiliklerin kıldığı namazların gurûru ile sarhoş bir zâhittir. Çünkü Rabbin
rızâsını kazanmak yine Rabbin lutfunun bir tezâhürüdür. Mü’minin amelinin neticesi
değil.
Ahmed Mâhir.Efendi amel-i sâlihe güvenenleri iki kısma ayırıyor. Biri
“âbidîn-i zahidîn”, diğeri “mürîdîn-i sâlikin”.
Âbidlerin ve zâhidlerin ameline i’timâdı cennete girmek, orada ebedi ni’metler
ermek, azâb-ı ilâhîden kurtulmaya yöneliktir.
Ahmed Mâhir Efendi şerhte evvelâ neyin doğru olmadığını îzâh ettikten sonra
doğru olanı anlatmaktadır. Def’-i mazarratı celb-i menfaatin önüne koymaktadır. Metod
olarak bu çoğu müellif ve şârihin kullandığı bir yoldur. Bir hakîkati evvelâ ne olmadığı
ile ele almak, onun ne olduğunu bütünüyle isbatlamaz. Fakat yaklaşık olarak bir tanım
42
verir. Dolayısıyla amele güvenmek zikredilirken aslında amele güvenilmemesi
gerektiği vurgulanmış olmaktadır.
Ashâb-ı îkān’ın isâbetliliğini isbat sadedinde iki zümrenin görüşlerine yer
verilmiştir.
Yakîne ermiş kişilerin başarısı hangi noktadadır? Onlar her şeyde Allâh’ı fâil
ve müdebbir gördüklerinden kendilerini mahzar-ı esmâ saydıklarından amele güvenme
tehlikesine düşmezler. Bu hassâsiyetin onların hayâtına yansıması ise ne tam bir recâ
nede tam bir havftır. Günâha düştüğü hâlde ümid şımarıklığına girme, ardından yine
meâsîye dalma böylece önlenmiş olmaktadır. Bunun yanında ibâdetlerinin kabûl
olmaması korkusuyla aşırı tedirginlik tefrîtinin önüne de geçilmiştir.
Şârih, hikmetin neticesi olarak da sâlikleri yüksek gayeye yönlendiriyor. Hedef
“hakîkat”e kavuşmaktır. Ameller ise “esbâb-ı adiyedir. Çünkü ibâdetler Allâh’ın lutfu
yanında hiçtir. Cennet cemâli tecellîlerin yeri (tecellî- hâne-i cemâli) olarak Allâh’ın
fazl ve inâyetinin bir neticesidir. Cehennem de celâlî tecellîlerin yurdu (dâr-i celâlî)
olarak adâletin muktezasıdır.
Ahmed MâhirEfendi amele güvenmenin değil Allâh’ın lutfuna bel bağlamanın
önemini anlatmak için bu hikmetin şerhine bir de menkıbe koymuştur:
“..müddet-i hayât-ı medîdesini halvethâneyi ibâdette geçirmiş olan bir zâhid-i
isrâîlînin inde’l-muhâsebe cümle-i ibâdâtı ni’met-i vücûda mukābele edemiyeceği ve
diğer ni’metler ise şükrü îfâ olunamamış bulunduğu hâlde kalacağı için mücâzâtına emr
ve fermân-ı hümâyın-ı ilâhî şeref-sudûrunu müteâkib zâhid-i mûmâileyhin kendisinin
medâr-ı fevz ve necâtı mücerred Cenâb-ı Hakk’ın mahz-ı lutf ve âtıfeti olduğunu
teyakkun ile ilticâgâh-ı bîçâregân olan urvetu’l-vuskâ-yı fazl-ı samedânîye temessük ve
taalluk etmekle girîbân-ı zimmetini dest-i muâheze ve mesûliyetten hâlâs edebileceği”
(el-Muhkem s. 7 ) anlatılmıştır.
43
Amele güvenmeme, fazl-ı ilâhîye tefvîz-i umûr etme meselesinde örnek
alacağımız model Hz.Peygamberdir. “Sana hakkıyla kulluk yapamadık ey Ma’bûd)91
hadîs-i şerîfi bu anlamda “ubbâd-ı ümmete bir dershâne-i hikmet, zühhâd-ı millete
nümûne-nümâ-yı ibrettir”. (el-Muhkem s. 8 )
En fazîletli amellere örnek olması bakımından Ahmed Mâhir Efendi hadîs-i
şerîfe dayanarak, tefekkürü göstermektedir.
“Etkıyâ-ı ashâb-ı Resûlullâhtan ârif-i esrâr-ı kibriyâ Cenâb-ı Ebû’d-Derdâ
radiyallâhu anhü Efendimizin zevce-i muhteremelerine müşârun ileyhin efdal-i a’mâli
suâl olunduğu vakitte “O sadef-i dersaâdet âlâ-i ilâhîyyede fikret idi.” cevâb-ı hikmet
nisâbını vermiştir.” (el-Muhkem s.33)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre amellerle mertebeleri geçme, Allâh’ın rızasını
ikinci plana atıp nefsânî amelleri Allâh’ın rızasına tercih etmek demek olduğu için
mu’teber değildir..
“Ekvân ile iştiğâli mükevvinden kendisini iğfâl ve işgâl eden hiss-i âdî erbâbı
ise tedvîr-i âsiyâb için isti’mâl olunan hayvân kabîlindendir. Kezâlik âbidînin ibâdâtı
da ekvân kabîlinden olup onda vech-i hak gözetilmeyerek rü’yet-i halk ile meşûb olursa
ibâdât-ı mezkûre de beyne’l-ekvân seyir ve devrândan ibâret olacağından şer’an
mezmûm ve eğer ki a’mâl, müşâhede-i nefs ile riyâdan hâlis ve mücerred kast-ı
mükâfât-ı ilâhîyye ve neyl-i merâtib-i uhrevîyye ve makāmât-ı aliyye ile mütehassıs
olarak inde’ş-şer’ makbûl olursa da şu mesûbât matlûbe-i mahsûsada cümle-i ekvândan
olduğu cihetle tâlibi inde’l-ârifîn yine melûmdur. Çünkü ekvân her ne kadar ba’zısı
a’mâl-i sâliha gibi envâr görülürse de umûmiyyet i’tibâriyle ağyâr ve a’mâl ile tahsîl-i
merâtib ve istihsâl-i mevâhib de rızâ-yı Hak üzerine a’mâl-i nefsâniyyeyi îsâr demek
olduğundan sâkıtu’l-i’tibârdır. Binâen aleyh ibâdet ve ubûdiyyeti huzûzât-ı âcile ve
metâlib-i ‘âcileden tahlîs ve Cenâb-ı Hakk’a tahsîs ile abdullâh ve müntehâ-yı seyr ve
91 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, II,184; Hâkim, Müstedrek; IV,629; Beyhakî, Şua’bu’l-Îmân, I,183
44
irtihâli huzûr-ı Rabb-i müteâl ederek mütehakkık sırr-ı 92 ففروا إلى الله olmak lâzımdır ki
himâr-ı rehâya müşâbehetten rehâyâb olunabilsin. (El-Muhkem s. 92)
3.6 Vakit
İbnü’l-Vakt, Arapça, vaktin oğlu demektir. Tasavvufta geçmiş ve gelecek
endişesinden kurtulmuş, şimdiki ânı yaşayan sûfî'ye ibnu'l-vakt denir. Sûfî ta’bîrlerinin
dışında olmak üzere, bu ifâde, zamanın uyarına giden, vaktin îcâblarına göre hareket
eden, mizaç ve tabîata göre söz söyleyen, müsamahakâr kişiler için kullanılır. İbnû'l-
vakt, hâlin kullandığı kişidir.93
Harâbât ehline düzâh azabın anma ey zâhid
Ki bunlar ibn-i vakt olmuş gam-ı ferdâyı bilmezler. Hayalî94
Cüneyd r.a.. “Korkusuz olması ve havfı bulunmaması velînin sıfâtlarındandır.
Zirâ korku ilerde başa gelecek olan nâhoş bir şeyi gözetlemek veyâ gelecekte elden
kaçacak olan hoş bir şeyi beklemektir. halbuki velî ibn vakttir. Vaktin oğludur. Sadece
içinde bulunduğu hâli düşünür. Onun geleceği yoktur ki bir şeyden korklması bahis
konusu olsun. Onun korkusu ve havfı olmadığı gibi ümîdi ve recâsı da yoktur. Zira recâ
husule gelecek olan hoş bir şeyi veya zail olacak olan nâhoş bir şeyi beklemektir. Bu ise
hâlde değil vaktin ikinci parçasında yani gelecekte olur.” demştir.95
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre insanların ibâdet yapabilmeleri için kendilerini boş
vakit şartına bağlamalarını nefislerinin ahmak oluşunun bir göstergesidir. “Ey tâlib-i
hakîkat ibâdâtını vakt-i ferâgatin vücûduna te’hîr ve ihâle etmen nefs-i emmârenin
ruûnâtındandır.” (el-muhkem, s.50)
Nazım diliyle çevirisi de pek isâbetlidir.
“Hamâkattir ferâgat vaktine amâlini ta’lîk” (el-muhkem, s.50)
92 Zariyât, 51/50 Allâh’a firâr ediniz 93 Cebecioğlu, a.g.e. İbnü’l-Vakt maddesi 94 Cebecioğlu, a.g.e. İbnü’l-Vakt maddesi 95 Hucvîrî, a.g.e.s. 333
45
Bu ahmaklığın sebebi de dünyâ hayâtını âhiret hayâtından üstün görmektir: “Zîrâ
o şu ta’lîk evvelâ iştigâl-i dünyevîyyeyi a’mâl-i uhrevîyye üzerine takdîm ve îsâr ve
“Onlar dünyâ hayâtını âhiret hayâtına tercîh ediyorlar . Hâlbûki âhiret daha hayırlı ve
daha kalıcıdır.”96 nazm-ı celîlince saâdet-i ebediyyeyi te’hîr ile hayât-ı fâniyyeyi
ihtiyârdır.” (el-muhkem, s.50)
Ahmaklığın ikinci sebebi de henüz gelmemiş olan mevhum gelecek düşüncesiyle
şimdiye, hâle ehemmiyet vermemek, ömrü zâyi’ etmektir: “Sâniyen vücûd-ı maktû’
olmayan ferâgat ve istikbâle tesvîf-i a’mâl ile izâa-i nakd-i hâl ve tazyî-i a’mârdır. (el-
muhkem, s.50)
Ahmaklığın üçüncü sebebi de şudur: Boş vakitte niyyet karârında durmaz. İdeal
kaybolur. İstenen iş yapılamaz. Dolayısıyla fırsat geçirilmiş olur. Fikir kuvveden fiile
geçemez: “Sâlisen vakt-i ferâgatte za’f-i niyyet ve tebeddül-i azîmet cihetiyle a’mâl-i
sâlihaya adem-i muvaffakiyyet yüzünden ifâte-i fırsat ve imâte-i efkârdır. (el-muhkem,
s.51)
Tasavvufi düşüncenin İbnü’l-vakt olma düsturu bu hikmet ile pekiştirilmiştir.
Mü’min fırsatları değerlendiren insandır. İlerde yaparım düşüncesi şimdi yapılacak
vazifeleri ihmal etmek demektir. Hâlbuki ânı değerlendiren bir kişi aslında geleceğe de
sağlam tohumlar atmaktadır.
Ahmed MâhirEfendi hikmetin şerhinin sonuna konuyu tamamlayıcı “Gelecekte
yaparım diyenler helâk oldular”97 hadîs-i şerîfi ile “Hayır te’hîr edilmez” hikmetli
sözünü koyarak âdetâ meseleyi özetlemiştir.. Konu sonundaki iktibâs edilen şiir de
hikmette anlatılmak istenen mesaja uygundur:
‘Neylersen eyle elde iken fırsatı koma
Ed-dehru lâ yüsâidü yevmen ale’l-vusûli.” (el-Muhkem s.51 )
Bugünün işini yarına bırakmama önemlidir.
96 A’lâ 87/17 97 Farklı lafızlarla rivâyet için. Bkz.Deylemi, el-Firdevs, 2420; Hatîb el-Bağdâdî , Târîhu Bağdat, 5936
46
İmâm-ı Rabbânî de Mektûbât’ında “Gelecekte yaparım diyenler helâk oldular”
hadîs-i şerîfiyle irtibatlı şunları yazmıştır: “Bugünkü ömrü vehm ve hayâl için harc
etmek ve hayâl olan şeyleri ele geçirmek için, mevcûd olanları elden kaçırmak çok
çirkin bir işdir.” Vakit sermâyesi gerekir ki en uygun işe sarfedile. Bu mensûbiyet ister
ki lüzumsuz muzahrefat işleri sonraya bıraktıra. 98
3.7. Namaz
“Namaz kelimesi Farsça olup, Arapça'sı "salât'tır. Namaz, İslâm'ın temel
şartlarından biridir. Allâh âşıkları devâmlı namazdadırlar. Yani, namazın dışında da,
sanki namazın içinde imiş gibi Allâh'ı tefekkür hâlinde, O'nunla birlikteliği ve huzuru
"nerede bulunûrsanız bulunun O, sizinle beraber (ma'a) dir" (Hadid/4) âyetini şuûr
haline getirmişlerdir. Sûfîler, bu doğrultuda olmak üzere, namazı beş espiri ile algılarlar:
1. Maddî bedenin namazı: Farz ve nâfile namazlar, 2. Nefsin namazı: Nefsin kötü
isteklerinden sıyrılmak, rûhaniyyette mesafe almak, 3. Kalbin namazı: Allâh ile huzuru
ve murâkabeyi devâm ettirmektir, 4. Sırrın namazı: Sır deryasına dalmak, mâsivâ ile
uğraşmamak, 5. Rûhun namazı: Fenâ fillah ve bekā billah'a varmakla olur. Namaz, sırf
dış şekliyle değil, içteki derin boyutuyla (huşu) bir şey ifâde eder. Sûfîler bu konuda
alabildiğine derinleşmişler ve ona önem vermişlerdir.99
Kuşeyrî, namaz konusunda titizlik göseren sûfîlere örnek olması bakımında şunu
anlatır: “Naklederler ki Abdülvâhid felç olmuştu. Namaz vakti gelince abdest almaya
ihtiyaç duydu ve burada kim var diye bağırdı. Kimseden cevâp alamayınca namaz vakti
geçecek diye korktu. Onun için Ya Rab zincirimi çöz ki abdest alayım sonra bana yine
dilediğini yap dedi. Derhal sıhhate kavuştu. Abdestini aldı. Fakat sonra tekrar yatağa
düştü ve eski hâlini aldı.100
“Derler ki: Allâh Teâlâ beş şeyi beş yere koymuştur. İzzeti tâate, zilleti günâha,
heybeti gece namazına, hikmeti boş karına, zenginliği kanaate yerleştirmişti. Onun için
izzeti tâatte arayınız.”101
98 İmâm Rabbânî, Mektûbâtı Rabbânî (trc.A.Akçiçek) , İst.1996 c.1 s.315 ; 133. Mektub. 99 Cebecioğlu, a.g.e. Namaz maddesi. 100 Kuşeyrî, a.g.e. s. 567 101 Kuşeyrî, a.g.e s. 300
47
Hucvîrî ye göre “Namaz öyle bir ibâdettir ki mürîdler ve tâlibler baştan sona
kadar Hakk’ın yolunu onda bulurlar. Makāmları orada keşfolunûr.102
Resulullah “göz aydınlığım namazda kılnmıştır” buyurmuşlardır . yani benim
bütün rahatım namazdadır demek istemişlerdir.103
Mevlânâ, “Kalp huzûru olmadıkça namaz namaz olmaz buyuran o büyükler
büyüğünün haberini dinle.”104 demektedir.
Mevlânâ Fih-i Mâ Fîh’te namaz hakkında şöyle demektedir: “Namaz yalnız bu
sûretten, şekilden ibâret değildir; bu, namazın kalıbıdır. Çünkü; bu namazın başı, sonu
bellidir. Başı ve sonu olan her şey ise kalıptır. Tekbir namazın başı, selâm ise onun
sonudur. Bunun gibi şahâdet de yalnız dilleri ile söyledikleri şey değildir. Onun da başı
ve sonu vardır. Sesle, sözle söylenebilir. Sonu ve başı olan her şey sûret ve kalıptan
ibâret olur. Onun rûhu benzersiz ve sonsuzdur; başı sonu yoktur. Bu namazı Nebîler
bulmuşlardır ve bunu ortaya çıkaran Nebî : “Benim Allâh ile bazı vakitlerim olur ki o
zaman, oraya ne bir Allâh tarafından gönderilmiş Peygamber ve ne de Allâh’a en yakın
bulunan bir melek sığar.” buyuruyor. O halde namazın rûhunun (öz) sadece, bu
görünüşünden, şeklinden ibâret olmayıp; belki istiğrak, kendinden geçiş olduğunu,
bilmiş olduk. Çünkü bütün sûretler dışarıda kalır, oraya sığmazlar. Katıksız, sırf mânâ
olan Cebrâil bile oraya sığmaz.”105
Ahmed Mahir Efendi, ibâdetler konusunda kişilerin meyillerinin dikkate
alınmasını belirtmiştir. Bazı kişiler namaz ile bazıları da oruç ile derinleşebilir. Farz ve
vâciplerde mecbûrî mükellefiyetlerden sonra nâfile vb. ziyâde tâatlerde mürîdler
kābiliyetine göre değerlendirilmelidir.
“..ibâdette meyl-i kalbî gözetilmelidir. Ferâiz ve vâcibât zâten taht-ı teklîf ve
zimmette olduğundan onda meyl-i kalbî aranılmazsa da a’mâl-i sâirede iktizâ-yı tabîata
ve isti’dât-ı hüviyyete bakılmalıdır. Ba’zı sâlik olur ki salâttan aldığı lezzeti siyâmdan
ba’zısı da bilakis salâttan alamaz. Ba’zısı vecd ve semâ’ı ve ba’zısı da erbâb-ı hakîkat
ile sohbet ve ictimâ’ı rehnümâ-yı seyr ü sülûk etmiştir. (el-muhkem. s.24) 102 Hucvîrî, a.g.e s. s. 437 103 Hucvîrî a.g.e s. 438 104 Rifâî, a.g.e. s.59 386.beyit 105 Mevlânâ, Fîh-i Mâ fîh s.19,20
48
Namaz bedenî ibâdetlerin en fazîletlisidir.
“efdal-i ibâdât-ı bedeniyye olan salâta…. (el-muhkem. s.35)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre namaz “günâhların pisliklerinden kalplerin
temizlenmesi ve gayb kapılarının insana açılmasıdır.”
Hikmetin nazmen tercümesi şöyledir:
“Namaz eyler günâhtan kalbi tathîr
Eder bâb-ı guyûbu feth ve teshîr” (el-Muhkem. s. 225 )
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre namaz o kadar önemlidir ki cennet talebinin bile
önüne geçmektedir. “Ârif-i Rabbâni Süleymân Dârânî (ö. 215/830) hazretleri de “Ben
iki salât ile duhûl-i cennet beyninde tahyîr olunsam, cennet benim, namâz Rabbimin
rızâsı tahtında olduğuna mebnî rızâ-yı ilâhîyi rızâ-yı nefsime tercîh ile namâzı ihtiyâr
ederim” dedi (el-Muhkem. s. 93)
3.8. Amellere Etkisi İ’tibâriyle Dünyâ Sevgisi
Hikem-iAtâiye’de (dolayısıyla onun şerhi olan el-Muhkem’de) dünyâ sevgisinin
bulaştığı her türlü amel ve ibâdet zemmedilmiştir. Dünyâ ve dünyâlığa ait ne varsa
kalpten atılmalıdır. Dünyâdan arınmış bir kalpten yapılan ameller makbûldür.
“Dünyâ dediğimiz şu güzergâh-ı sûret mezraa-i âhiret olmak üzere müteşekkil
bir dâr-ı mihnettir. Nûşu nîş, şarâbı serâb, ni’meti nikmettir. Her ferd-i insân dâr-ı ihsân
olan âhirette a’mâl-i dünyevîyyesinin muktezâsı üzere mücâzât ve mükâfât görebilmek
için bu mihnetsarâ-yı ibtilâya gelmiş ve silsile-i ihtiyâcâtın menât-ı kemâli olan dâire-i
tabîatta istihsâl-i metâlib-i tâmme adem-i muvaffakiyetinden dolayı dûçâr-ı ekdâr
olduğu hâlde kalmış bir esîr-i şehvettir.” (el-Muhkem.59)
“Dünyânın dâr-ı ekdâr ve ağyâr ve ukbânın dar-ı bekā ve envar olmasındaki
hikmet mü’minini fenâdan bekāya da’vet ve ni’met-i ebediyye ve müşâhedât-ı seniyye
için celb-i nazar-ı dikkattır (el-Muhkem s. 59 )
49
“Zühd büyük bir makāmdır. Zâhid bütün dünyâyı gönlünden çıkarmış adam
demektir. Yapılan amellerin miktarları yapanların gönüllerine göredir. Zahidlerde
görülen ameller görünüşte az olsa da hakîkatte çoktur. Râğıplerde görülen amel çokça
görülse bile azdır.. Çünkü zâhidler ihlâsı bozucu âfetlerden kurtulmuşlardır. Râğipler ise
dünyâ muhabbetinden kurtulamadıkları için görünüşte çokça, ibâdetlerde bulunsalar bile
dünyâya muhabbetleri dolayısıyle bu ibâdetleri azdır. İmâm Alî : “Bir ameli yerine
getirmek için göstereceğiniz ihtimâmdan ziyâde amelin kabûl edilmesi için ihtimâm
ediniz” buyurmuştur.”106
El-Muhkem’de 48. Hikmet’in şerhi bu konunun güzel bir îzâhıdır.
“Tarîk-i dünyânın kalbinden bürûz eden amel az, ve râğib-i mâsivânın
gönlünden zuhûr eyleyen amel de çok olmadı.
Merâtib-i a’mâl kulûb-i a’mâlin ahvâliyle takdîr olunûr. Zühd ve takvâ ile
ittisâf edenlerin amelleri zâhirde kalîl olursa da hakîkatte kesîr ve celîl ve tâlib-i dünyâ
olanların amelleri zâhirde kesîr olursa da hakîkat nokta-i nazarından kalîl olur. Çünkü
zühhâd mâdem ki tarîk-i dünyâ ve râğib-i rızâ-yı Rabbu’l-ibâddır. Riyâ ve tasannu’ gibi
ihlâsı izâle eden âfât-ı dîniyye ve a’vâz-ı dünyevîyyeden tahlîs-i a’mâl edecekleri
cihetle ibâdetleri nûr-ı ihlâs sebebiyle her hâlde münevver ve makbûl olur da teveffür ve
tekessür eder. Râğib-i dünyâ olanların amelleri ise ağrâz-ı dünyevîyye ve a’vâz-ı
beşeriyyeden hâlî olamayacağı cihetiyle şüphesiz merdûd ve derece-i kabûle vâsıl
olamayan a’mâl kesîr olursa da sâkıtu’l- i’tibâr olacağından elhak kalîl ve ma’dût olur.
(el-Muhkem s.98)
Ahmed Mâhir Efendi bu konuda iktibâslarda bulunmuştur: “Şîr-i merdân-ı Hüdâ Cenâb-ı Aliyyu’l-Murtazâ Efendimiz: “A’mâlinizin
vâsıl-ı hedef-i kabûl olması için yine amel etmek sûretiyle ihtimâm edin zîrâ takvâ ile
berâber derece-i kabûle vâsıl olan amel bir vakitte kalîl olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hâllâk-
ı cihân nûr-i ihlâsı ve adem-i riyâyı mutazammın olduğu cihetle mü’minîn ve
106 İskenderî, Atâullah-ı, el-Hikemü’l-Atâiyye (çev.Saffet Yetkin) Ankara 1963 s.33 Saffet Yetkin’in bu el-Hikem çevirisi ve şerhi kanaatimizce el-Muhkem’in çoğu yerde tekrârı mâhiyetindeir. Hattâ cümleler bile aynıdır. Fakat çevirenin el-Muhkem’e hiç vurgu yapmaması ilginçtir.
50
muvahhidînin zikrini kesretle tavsîf ederek ذآروا الله ذآرا آثيرا يا أيها الذين آمنوا ا 107 ve zümre-
i münâfikînin zikrini riyâ ve süm’adan ve adem-i ihlâstan nâşî kılletle ta’rîf buyurarak
buyurmuştur” dedi. Ulemâ-yı ashâb-ı Resûlullâhtan 108 يرآؤون الناس وال يذآرون الله إال قليال
İbn-i Mes’ûd hazretleri de “Bir âlim-i zâhidin iki rek’at namazı ile âhirü’d-dehr
müteabbidîn-i müçtehidînin ibâdâtından hayırlıdır.” buyurdu. Ba’zı ashâb-ı kirâm sadr-
ı tâbiînde bulunan müteabbidîne hitâben “Sizin amel ve içtihâdınız ashâb-ı Resûlullâhın
ibâdetlerinden ziyâde ise de yine onlar ziyâde zâhid ve müttakî olduklarından dolayı
sizden hayırlıdır” der idi. Ârif-i Rabbânî Ebû Süleymân Dârânî (ö.215/830) hazretleri
Gavsu’s-sulehâ Ma’rûf Kerhî’nin(ö. 200/816) “Erbâb-ı tâat Cenâb-ı Hakk’a ibâdette
nasıl kudret hâsıl ederler.” suâline “Gönüllerinden dünyâ ile hubb-ı dünyâyı ihrâç ile
cevâbını verdiğini” ve a’mâl-i dünyâdan bir emel onların kalbinde olduğu hâlde secde
etmiş olsalar rehîn-i sıhhat olamaz.”109 dediğini hikâye buyurmuştur. Ebû Abdullâh el-
Kureşî hazretleri dahi “Ba’zı nâsın urefâdan bir zâta ibâdet ediyorsam da hâlâvetini
bulamıyorum diyerek ettiği şikâyet üzerine ârif-i müşârun ileyhin cevâben: senin
yanında iblîs-i pür-telbîsin kızı olan dünyâ vardır. Bir peder elbette kızını hânesinde
ziyârete gelecektir. O hâne de senin kalbindir. Şeytânın kalbe duhûlü de müstelzim-i
fesâd olacağında şüphe var mı?” kelâm-ı hikmet encâmını ityân ettiğini rivâyet
eylemiştir. (el-Muhkem s.99)
Ahmed Mâhir Efendi konu sonunda Mevlânâ’dan şu beyitleri aktarmak sûretiyle konuyu toparlamıştır. جيست دنيا از خدا غافل بدن
110 نى قماش ونقره وفرزند و زن
3.9. Havf Ve Recâ
Havf, lügatta korku, endîşe, harb, kıtâl, ilim ve dirâyet demektir.111 Recâ ise emel,
ümîd etme anlamındadır.112 Gelecekte elde edilmesi umulan iyi bir şeyden veya başa
gelmesinden endişe edilen kötü bir şeyden ileri gelen korku. Allâh korkusuna
“havfullah veya haşyetullah denir. Kimi cehennemden ve oradaki azâbtan kimi Allâh’ın
107 Ahzâb, 33/41 “Ey îmân edenler Allâh’ı çokça zikredin” 108 Nisâ, 4/142 “O münâfıklar insânlara riyâ gösterirler ve Allâh’ı da çok az zikrederler” 109 Attâr, a.g.e. s. 352 110 Mevlânâ. “Dünyâ nedir? O hüda’dan gafil olmaktır; Kumaş, gümüş, evlat ve kadın değil midir.” 111 İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.IX, s.99 : Âsım Efendi, Kāmûs Tercümesi, c. III s. 579 112 Cürcânî, Ta’rîfât, s.74
51
gazabından kimi de Allâh’ın kendisinden korkar. Allâh’ın zâtından korkmak âşıkın
ma’şûkunu üzmesinden ve rahatsız etmesinden korkması gibi bir korkudur. Âriflerin
korkusu böyledir. 113
Diğer bir ta’rîfe göre havf, yasaklanan şeylerden ve günâhlardan utanmak ve bu
husûsta üzüntü duymak demektir. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle der: "Ben, Allâh'tan en
çok korkanınızım.” Ebu'l-Kasım el-Hakîm, korkuyu rahbet ve haşyet olmak üzere ikiye
ayırır: Rahbet sahibi korkunca kaçacak delik arar ve Allâh'tan gayriye sığınır; haşyet
sahibi ise Allâh'a sığınır.114
Havf, Allâh'ın kahrından korkarak dinde sâbit olmaktır.115
Havf (korku) gelecekle ilgilidir. Çünkü insan ya başına hoşlanmadığı bir şeyin
gelmesinden, ya da arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar. Kulun Allâh'tan
korkması, Allâh'ın kendisini dünyâ ve ahirette cezalandırmasından korkması şeklinde
olur.116
Recâ , Arapça ummayı, ümîd etmeyi ifâde eden bir kelime. Allâh'tan ümîd
kesmeme. "Allâh'ın rahmetinden ümîd kesmeyiniz" (Zümer/53) âyetine göre, Allâh'tan
ümîd kesmek büyük günahlardandır. Bu, kalbin hoşlandığı bir şeyi beklemesinden,
râhatlık ve ferâhlık duyma halidir. İnsanın geçmişle ilgili düşüncelerine zikir ; hâlle
ilgili olanlara vecd, zevk, idrâk ; gelecekle ilgililere intizâr, tevekkül ; hoşa gitmeyen
türden ise havf ve işrâk; hoşa giden türden ise recâ ve irtiyâh denir. Allâh'ın lütfuna nâil
olma düşüncesi, recâ duygusunun doğmasına sebep olduğu gibi, tersi de havf
duygusuna neden olur. Kul, ideal olarak bu iki duygu arasında bulunmalıdır. Recâ'nın,
gelecekle ilgili olması, temennî ile aynı anlama gelmesini çağrıştırıyorsa da, ikisi
arasında fark vardır: Temennî, oyalayıcıdır, sahibini çalışmaktan alıkoyar, recâ ise;
113 Uludağ .Tasavvuf Terimleri sözlüğü, ist. 1991s. 213 114 Cebecioğlu, a.g.e. haşyet mad. 115 Cebecioğlu. a.g.e Havf maddesi
116 Kuşeyrî, a.g.e s. 26.
52
bunun aksinedir. Bu yüzden temenni makbûl değildir. "Şeytan, insanı ümniyye yani
temennilerle oyalar." şeklindeki âyet (Hacc/2) bu hususu te'yid eder. Recâ,
dünyâlık istemekle yorumlandığı gibi, Allâh'ın cemâlini müşâhede etmeyi isteme,
şeklinde de, düşünülmüştür. Tâatta güzellik, recâ'nın belirtisidir, denmiştir.117
Avammın murakabesi, Allâh'tan korkmak (havf) iken, havassınki Allâh'tan ümîd
etmektir (recâ)118
Lece’ de havf ile alâkalı konulardandır. “Arapça'da kale’ye vs. sığınmak,
güvenmek ma’nâlarına gelen bir kelime. Tam bir (doğru) recâ ile Allâh'a yönelmek, bu
kelimenin terminolojik anlamını verir. Serrâc'a göre, bu terimin açıklaması şöyledir:
insan aczini, fakrini ve mahviyetini anlayıp, bunun bilincine sahip olur, ayrıca, bütün
nimetlerin O'ndan geldiğini farkederse, O'ndan başka gidilecek bir kapı bulunmadığını
anlar ve sadakatle O'na yönelir. İşte bu, sığınma (lece')'dır.119
Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i şeriflerde korku ve ümîd arasında bulunmaya teşvik
eden hükümler vardır: "Allâh'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Şüphesiz ki Allâh
bütün günahları affeder. Çünkü o çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir. " (ez-Zümer,
39/53).
"O muttakîler Rabblerine, azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ
ederler. kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infâk ederler. " (Secde,
32/16).
Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır:"Müminler Allâh'ın azap ve
azabının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet'i ümîd etmezdi. Kâfirler de Allâh'ın
rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun rahmetinden ümîd
kesmezdi." 120
117 Cebecioğlu, a.g.e. recâ maddesi. 118 Cebecioğlu, a.g.e. murâkabe maddesi. 119 Cebecioğlu, a.g.e.lece’ maddesi. 120 Müslim, Tevbe, 23
53
“Hikmetin başı Allâh korkusudur.”121
Hz. Peygamber hastalanan Hz. Ömer’in ziyaretine gitmişlerdi. Ona “Ey Ömer!
Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordular. O da “Ey Allâh’ın Rasûlü! Korku ile ümîd
arasındayım. Şöyle ki bir taraftan Allâh’ın rahmetini umarken diğer taraftan da O’nun
azabından korkuyorum” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Bu iki duygu herhangi
bir müslümanın kalbinde biraraya gelirse Allâh ona umduğunu verir ve onu
korktuğundan da emin kılar” buyurdular 122
Hz. Ebubekir şöyle buyurmuştur: “Gördüğünüz gibi Allâh Teâlâ bir rahmet
(genişlik) âyetinin yanında bir azap (şiddet) âyeti, bir azap âyetinin yanında da bir
rahmet âyeti indirmiştir. Bundan maksat da mü’minin havf ile recâ (korku ile ümîd)
arasında bulunup Allâh’tan hak dışında birşey istememesi ve elleriyle kendisini
tehlikeye atmaması gerektiğini vurgulamaktır” 123
Recâ, Kalbin hoşlandığı bir şeyi beklemesinden rahatlık ve ferahlık
duymasıdır.Kişinin kalbindeki duygu ve düşünceler geçmişle veya hâlle veyâhut da
gelecekle ilgili olur. Bu duygu ve düşünceleler geçmişle ilgili ise zikir ve tezekkür, hâlle
ilgili ise vecd, zevk ve idrâk, gelecekle ilgili ise intizâr ve tevekkü, hoşa gitmeyen
türden ise havf ve işrâk, hoşa giden türden ise irtiyâh ve recâ adını alır. 124
Muhâsibî, havf ve recâ’ya “Mükâfât ve cezânın büyüklüğünü yeterince
bilmekle” varılabileceğini nakletmektedir.125
Serrâc havfı üçe ayırmıştır. Birincisi büyüklerin havfı, Allâh havfı îmâna yakın
olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer inanıyorsanız onlardan değil benden
121 Keşfu’l-Hafâ 1/507 122Kenz II/145
123 Kenz II/144
124 Gazâlî İhyâ IV, 139
125 Muhâsibî, er-Riâye (Trc. Abdülhakîm Yüce. Kalp Hayâtı,) İzmir 1997 s.58
54
korkun” (Âli İmrân 3/175). İkincisi, Mutavassıtların havfı: “Rabbinden korkanlar için
iki cennet varadır (Rahmân55/46) âyetinde anlatılan havftır. Üçüncüsü: Avâmın havfı:
“Yüreklerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği günden korkarlar”(Nûr, 24/37)
âyetinde anlatılan havftır. Avâm bu âyette zikredildiği gibi Allâh’ın gazabından ve
ikābından korkan kimselerdir.126
Gazâlî, insanın irâdesinde olan bütün şeyleri hazırladıktan sonra sevdiğini
beklemesine recâ demektedir.127
Ebû’l-Kāsım Hakîm “ Bir şeyden korkan ondan kaçar.Azîz ve celîl olan
Allâh’tan korkan ise O’na kaçar, O’na sığınır demiştir.
Kelâbâzî, Sehl Tusterî’den şunu nakletmektedir: “Korku erkek, ümîd ise
dişidir.” demiştir. Bu şu demektir: Bu ikisinin birleşmesinden îmânın hakîkatleri doğar. 128
“Ebû Ali Dekkāk (r.a). şöyle demiştir. Korkunun havf, haşyet ve heybet gibi
çeşitli mertebeleri mevcûttur. Havf îmânın şartındandır. Bunun muhkem kaziyesi yani
isbâtı Allâh Teâlanın “eğer mü’min iseniz benden korkunuz (Âli İmrân 187) buyurmuş
olmasıdır. Haşyet ilmin şartındandır. Allâh teâlâ bu konuda “Allâhtan ancak âlim olan
kullar korkar (Fâtır 35/28)” buyurmuştur. Heybet ma’rifetin şartıdır. Allâh Teâlâ “Allâh
sizi kendinden sakındırmaktadır (Âli İmrân 3/28)buyurmuştur. Nûrî “Hâif Rabbinden
Rabbine kaçan zâttır” demiştir.129
“Hırka hususunda işâretlerin en iyisi şu sözdür: Hırkanın beli sabırdan iki yeni
havf ile recâdan, iki yanı kabz ile bastan, kuşağı nefse muhâlefet etmekten, yakası
sıhhatli yakînden pervâzı ihlâstan îmâl edilmiştir.” 130
126 Serrâc,Ebû Nasr Abdullah b. Ali et-Tusterî, el-Lüm’a Mısır 1960, s.89 127 Gazâlî, İhyâ c. IV, s.74 128 Kelâbâzî, Ta’arruf trc. Doğuş Devrine Tasavvuf İst.1992 s.148 129 Kuşeyrî , a.g.e s. 263- 265 130 Hucvîrî, Keşfu’l-Mahcûb trc. Süleyman Uludağ, Hakîkat bilgisi , İst. 1996 s.137
55
Yahyâ b. Muâz’a “ey Şeyh, senin makāmın recâ makāmıdır. Muâmelen ise
korkanların hareket biçimidir. Şöyle dedi.”Evlâdım şunu iyi bil. Ubûdiyeti ve kulluğu
terk etmek dalâlettir. Havf ve recâ îmânın iki ayağı ve direğidir. Şu halde îmânın
rükünlerinden bir rükne sıkı bir şekilde sarılan bir kimsenin sapıklığın içine düşmesi
imkânsızdır. Havf hâlinde bulunan hicrânda ve firkatta kalma korkusundan ibâdet eder.
Recâ hâlinde olan ise vuslat ümîde ederek ibâdet eder. Şayet ibâdet mevcûd olmazsa ne
havf ne de recâ sıhhatli olur. İbâdet hâsıl olursa şu havf ve recâ bütünüyle ibâreden ve
sözden ibâret kalır.bir yerde ki ibâdet etmek lâzımdır orada ibârenin ve sözün hiçbir
faydası olmaz.131
Cüneyd r.a.. “Korkusuz olması ve havfı bulunmaması velînin sıfâtlarındandır.
Zirâ korku ilerde başa gelecek olan nâhoş bir şeyi gözetlemek veyâ gelecekte elden
kaçacak olan hoş bir şeyi beklemektir. Halbuki velî ibn vakttir. Vaktin oğludur. Sadece
içinde bulunduğu hâli düşünür. Onun geleceği yoktur ki bir şeyden korklması bahis
konusu olsun. Onun korkusu ve havfı olmadığı gibi ümîdi ve recâsı da yoktur. Zira recâ
husule gelecek olan hoş bir şeyi veya zail olacak olan nâhoş bir şeyi beklemektir. Bu ise
hâlde değil vaktin ikinci parçasında yani gelecekte olur. … Bu söz hakkunda avâm
şöyle bir şey tasavvur eder. “Ne havf ne de reca ne de hüzün bulunmayınca bunları amn
hali ta’kîp eder. Halbuki bu durumda emn de mevcût olmaz. Zira emn gaybı
görmemekten ve ve vakitten yüz çevirmekten neş’et eder. Bu ise beşerî bir rü’yeti
bulunmayanların ve sıfâtla sükûn bulmayanların vasfıdır. Havf ve reca emn ve hüzün
bütün bunlar nefsin hazlarına râci’ ve âit hususlardır. Nefsşn bu gibi nasip ve hazları
fânî olunca rızâ kulun sıfatı hâline gelir.”132
İmâm Şâfiî’nin şu sözleri “recâ” hâlini anlatmaktadır.
131 Hucvîrî, a.g.e. s. 223 132 Hucvîrî, a.g.e.s. 333
56
“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven
yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca,
affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”133
Sühreverdî, havf ve recâ ile alakalı şu âyete vurgu yapar. “Cenâbı Hakk “Sizden
önceki kitâb verilenlere de size de Allâhtan korkun diye tavsiye ettik” (Nisâ 4/131) “
buyurmuştur. Bu âyet-i kerîme Kur’ân’ın mihveridir. Çünkü her şey bunun etrâfında
döner.134
Zünnûn Mısrî “Allâh’ı gerçek ma’nâda seven kişi, havf, kalbini sulamadığı
sürece muhabbet kadehinden içemez “ demiştir.135
Şâh el-Kirmânî “ Recânın alâmeti güzelce itâat ve ibâdet etmektir. “ dedi. Recâ
celâl tecellîleri cemâl gözüyle görmektir”136
Necmüddîn Kübrâ “Yavrunun (İşe yeni başlayan sâlik) kanatları havf –recâ,
orta yaşlının kanatları kabz-bast, ihtiyarın kanatları ise üns –heybettir” demektedir. 137
Hem korkan hâif , hem ümîd eden râcî İslâm makāmındadır. Havf ve recâ sahibi
çocuktur. Çünkü havf ve recâ ilmin meyve ve netîceleridir.138
Attâr, Ebû Osman Mağribî’den şu sözü nakleder.: “ Havf atına binen
ümîdsizliğe recâ atına binen atâlete düşer. O yüzden gâh onun , gâh bunun üzerinde gâh
da ikisi arasında bulunmalıdır.” Attâr, Ebû Muhammed Cerîrî’den şu sözleri
nakletmiştir: “Recâ, zâhidlerin, havf tenbellerin yoludur.” 139
133 İmâm eş-Şâfiî, Dîvânu’l-İmâm eş-Şâfiî s.100; ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 1/150.
134 Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif , trc. H.Kâmil Yılmaz-İrfân gündüz, Tasavvufun Esâsları, ist.1993 s. 619 135 Sühreverdî, a.g.e s. 619 136 Sühreverdî a.g.e s. 620 137 Kübrâ, Necmüddîn, Fevîhü’l-Cemâl , (terc. Mustafa Kara, Tasavvufî hayat) İst. 1996 s.123 138 Kübrâ , a.g.e. s. 128 139 Attâr a.g.e s.783
57
Mevlânâ da eserlerinde havf ve recâ bahsine yer vermiştir. “Peygamberler
dediler ki: “ye’se düşmek hatâdır. Cenâb-ı Hak’ın rahmeti fazlı ve ihsânı sonsuzdur.
Böyle bir ihsan sahibinden şüphelenmek yakışmaz. Eliniz, rahmet terkisinde olsun.”140
“Cenâb-ı Hak ümîdsizlerde kendine ibâdetten yüz çevirmesinler ister. Onlar da
Hakk’ın ibâdetiyle şereflensinler ve tâatiyle meşgûl bulunsunlar ister. Tâ ki onlar da bir
ümîdle ümîdlensinler ve bir zaman o ümîdin ardından koşsunlar.
Hakk’ın merhameti herkese şâmil olduğundan Hakk diler ki rahmeti iyiye de
fenâya da ışık tutsun. Emir veyâ esîr herkes ümîd ve korku ile Haktan çekinsin.
Bu havf ve recâ korku ve ümîd gayb-ı ilâhînin perdesidir ki herkes bu perdenin
ardında beslenip yetişir. Ümîd ve korku perdesini yırttığın zamân gayb bütün
gösterişiyle meydana çıkar.141
Mevlânâ, kendisine “Biz hayr ettiğimiz ve amel-i Sâlih işlediğimiz vakit
Hakdan ümidvâr olsak ve mükâfât umsak acabâ bize zarar verir mi yoksa vermez mi”
diye sorulunca cevâben şöyle demektedir: “EyvAllâh, ümîd etmek lâzımdır.Îmân işte bu
havf ve recâdır. Birisi bana suâl etti ki: “Recâ hoştur, fakat bu havf ne oluyor?” Ona
şöyle cevap verdim.:Sen bana recâsız bir havf ve havfsız bir recâ göster; Ve mâdem ki
yekdiğerinden ayrı değildirler, niçin sorarsın? Meselâ birisi buğday eker, elbette buğday
çıkmasını recâ eder. Ve onun zımnında da sakın bir mâni’ ve bir âfet zuhûr etmesin diye
hâif olur. eğer ümid-vâr olur ve mükâfâta ve ihsâna muntazır bulunûrsa elbette o işte
daha ziyâde hâhişi ve ve cidd ve cehdi olur. Ve o tevakku’ onun kanadıdıdr. Kanadı her
ne kadar ziyâde kavî olursa uçması da daha ziyâde olur. ve eğer nâ-ümîd olursa kâhil
olup ondan bir iş ve tâat zâhir olmaz. Nitekim hasta acı ilâcı içip on tâne tatlı lezzeti terk
eder. Eğer onda sıhhat ümîdi olmasa idi o acı ilâcı içmeye nasıl tahammül
edebilirdi?”142
“Mâdem ki “O her gün bir tecellîdedir.”(Rahmân 55/29) âyet-i kerîmesi
mûcibince her bir lahzada yüz bin renk görünür. Eğer yüz bin tecellî etse aslâ birbirine 140 Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf , Manzûm Nahifî terc. Haz. Âmil Çelebioğlu, İst.2000 c..III, s. 549; 2940-2942.beyitler. 141 Rifâî, Ken’an, Şerhli Mesnevî Şerîf, İst.2000 s. 529, 142 Mevlânâ, Fîh-i Mâ Fîh, (Terc.A:Avni Konuk Yayına haz. Selçuk Eraydın) .İst.2001, s.72
58
benzemez. Nihâyet sen dahî bu saatte Hakk’ı âsâr ve ef’âl içinde görüyorsun ve her
lahza türlü türlü müşâhede eyliyorsun. Zîrâ bir fiil bir fiile benzemiyor. Meserret
vaktinde başka tecellî ve havf ve recâda böylece başka tecellî..”143
İbn Arabî’ye göre de âlemin yaratılışında “havf ve recâ” vardır: “Ba'dehû,
bilelim ki, muhakkak Hak Teâlâ kendi nefsini "Zâhir" ve "Bâtın" olmakla vasf eyledi.
Binâenaleyh, âlemi, gaybımız ile bâtını, ve şehâdetimiz ile zâhiri idrâk etmemiz için,
âlem-i gaybi ve şehâdeti îcâd eyledi. Ve kendi nefsini rızâ ve gazab ile vasf etti:
Binâenaleyh âlemi havf ve recâ sâhibi olarak îcâd eyledi. Böyle olunca biz onun
gazabından korkarız ve rızâsını recâ ederiz:144
Ahmed Mâhir Efendi 153. hikmetin şerhinde “umut ve recâ kapısının açılmasını
istiyorsak Ondan bize gelenleri görmemizi ve tasavvur etmemizi; Korku ve havf
kapısının açılmasını istediğimiz zaman ise bizden O’na olanları müşâhede etmemizi”
istemektedir..
“Ey sâlik-i tarîk-i sedâd, Cenâb-ı Rabbü’l-ıbâdın senin için bâb-ı recâyı feth ve
küşâd etmesini murâd ettiğin vakitte Ondan sana vâsıl olan ni’am-ı lâ tühsâ-yı ilâhiyeyi
Ve bâb-ı Havfı açmasını arzû ettiğin zamandada senden Ona karşı sudûr eden ma’âsî ve
ahvâl-i rediyyeyi tasavvur ve şuhûd et. (el-Muhkem s.272 )
Ahmed Mâhir Efendi Cenâb-ı Hakk’a hüsn-i zann etme konusunu işlerken recâ
konusuna değinmiştir.
“Emr-i uhrâda hüsn-i zan da; her ehl-i îmânın işlediği a’mâl-i sâlihanın merfû-ı
kabûlgâh-ı Hüdâ ve mukābilinde nâil-i ecr ve cezâ olacağına kaviyü’z-zan ve gâlibu’r-
recâ bulunmasıdır. Bu da teksîr-i ibâdât ve tevfîr-i a’mâl-i sâlihâtı îcab eyler.” (el-
Muhkem s.88
En güvenilir recânın Allâh’a olan recâ olduğunu Yahya bin Muâz’ın şu sözüyle
ifâde etmiştir:
143 Mevlânâ a.g.e. s. 105 144 Konuk, Ahmed Avni, Fusûs’l-Hikem Ter cüme ve Şerhi, c.1, s.160, Âdem Fassı
59
“Binâenaleyh ecille-i tâbiînden Yahya bin Muâz (ö. 258/871) hazretleri: “Bir
mürîdin faâlün limâ yürîd hazretlerine olan recâsı recâların evsakı ve hüsn-i zannı da
zunûn-ı vâkıanın esdakıdır.” buyurdu” (el-Muhkem s.88)
“Ben kulumun bana olan zannının yanındayım” anlamındaki hadîs-i şerif de
Allâha iyi bir recâ ile yönelen kimsenin ahirette bu recâ zannıyla mukābele göreceğini
anlatmaktadır.
Sûfîler insan-ı kâmil olma yolunda yürüyen kişilerdir. Mutlak kemâl Allâh’a ait
olduğu için recâların O’na yöneltirler. O’ndan bekler, O’ndan tadar, O’ndan doyarlar.
O’na olan güvenleri tamdır.
“Kemâl-i hakîkî ise mutlaka mûsıl-ı menâfi ve dâfi’-i mazarrat ancak muhibb-i
muhsinîn olan Hâlıku’l-kâinâtın olduğunu teyakkun ile hüsn-i zan etmek ve mâsivâllâha
iltifât eylememektir.” (el-Muhkem s.87)
Bu yüzden bu yolda yürüyenler, günah işleseler de hemen recâ hâli onları
kaplar tekrâr O’na yönelirler. “Şeytan seni dürtecek olursa Allâh'a sığın; doğrusu O,
işitendir, bilendir” (Fussılet, 41/036] ayetinde anlatılan hâl Hak yolunda yürüyen kişiye
rehber olur.
Ahmed Mâhir Efendi recâyı günâh işlendiği zaman kişinin ümîdsizliğe
kapılmaması, Allâh Teâlânın rahmetine güvenmesi anlamında kullanmaktadır.
“ma’siyetin vukū-ı zamânında recâ ve emniyyetlerine ne de ibâdet vaktinde
havf ve haşyetlerine noksân târî olur. (el-Muhkem s.7)
Havfı da ibâdet esnasında gösterilecek titizlik, dikkat ve huşû’ ma’nâsında
değerlendirmektedir.
Yakîne ermiş kişiler ise Havf ve recâ dengesini koruyanlardır. Onlar ne yaptığı
amele güvenip Allâh’ın rahmetini ikinci plana atar, nefsini ön plana çıkarır; ne de
amelde haşyeti huşû’yu ıskalarlar.
Havf- recâ dengesini kuranlar şerhte “fenâ fi’z-zât ashâbı”, “şinâverân-ı bahr-i
vahdet”, “ iki cenâh seyr ü sülûk eyleyen fârisân-ı meydân-ı vuslat” olarak
vasıflanmaktadır.
60
“..fenâ fi’z-zât ashâbından olduklarına mebnî mahâll-i zuhûru bulundukları
ahvâlin topuna tasrîf-i hak cereyân-ı kazâ nazarıyla bakarak her iki hâlde de şinâverân-ı
bahr-i vahdet ve havf-ı recâyı iki cenâh seyr ü sülûk eyleyen fârisân-ı meydân-ı
vuslattır.”(el-Muhkem s.7)
Bu anlamda “ashâb-ı îkānı” biz “beyne’l-havf ve’r-recâ” içinde yaşâyânlar
olarak tanımlayabiliriz.
Ahmed Mâhir Efendi kerem-recâ ilişkisi bağlamında Allâh’ın Kerîm ismine
vurgu yapmaktadır. “Kerîm, bir mücrimi kudretyâb-ı cezâ olduğu vakitte âfî ve bir şeyi
va’dettiği hâlde vâfî ve i’tâsı müntehâ-ı recâ üzerine âlî ve mikdâr-ı atâ ile mahâll-i
i’tâya gayr-ı mübâlî olan ve kendisinden gayriye ref’-i hâcete râzı ve dûçâr-ı cefâ
olunduğunda itâb ederse de müstaksî olmayan ve bâb-ı lutf ve ihsânına ilticâ edenleri
me’yûs ve bî-ilâç ve vesâil ve şüfeâya muhtâç etmeyen kimsedir.” (el-Muhkem s.84)
Cehennemden korkmak cennete gitmek için uğraşmak ihlâsa mâni’ bir
durumdur.
“Makāmât-ı inzâlde tahakkukun ma’nâsı da taraf-ı ma’nevî-i ilâhîden peyderpey
tevârüd eden vâridât-ı ulûm ve maârif-i sübhâniyyeyi kalbin ihâta ve ihtivâsı şevk-i
cinân ve havf-ı nîrân meyl-i mâsivâ ve hâtıra-i da’vâ gibi mâni-i ihlâs olan ahvâli terk
ve tecrîdde temekkün ve istivâsıdır.” (el-Muhkem s.99)
Ahmed Mâhir Efendi aynı konuda Rabîa-i Adeviyye’nin sözüyle konuya
genişlik getirmiştir:
“Tâcü’l- muhadderâtü’l-islâmiyye Râbia-i Adeviyye(ö. 185/801) kuddise sırrûhâ
hazretleri bu hakîkata işâretle “Ey şeb-i tarîk-i ibtilâda niyâz-i nihân ile istimdât eden
bîçâregâna medet-res-i inâyet olan Yezdân! Ben sana şevk-i cinân ve havf-i nîrân ile
ibâdet etmedim. Ancak îfâ-yı vezâif-i ubûdiyyet ettim”145 (el-Muhkem s.92)
el-Muhkem’de havf ile alakalı, şu tesbîtler de bulunmaktadır:.
145 Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, trc.Uludağ, Süleyman, İst.1991, Giriş, s.43 (İbn Teymiyye’den naklen)
61
“Havf, istikbâlen husûle gelecek bir emrin tevakku’ ile hâsıl olacağından emr-i
mezkûr eğerçi mahûf olursa havf ve mahbûb olursa recâ meydana gelir. (el-Muhkem s.
161)
Erbâb-ı safâ için havf u recâ;
1.Hevâcis-i Şeytâniye ve şehevât-ı nefsâniyeye tebaiyetle icrâ edilen bunca cürm
ü isyânı tahatturdan
2.İbtidâ-yı mevcûdiyetten hâl-i hâzıra değin hayz-i husûlde cilve-ger-i zuhûr olan
nice nice eltâf-ı bî-girân-ı Yezdânı tasavvurdan neş’et eden iki hâl lâzımu’l-i’tinâdır.
Havf u recâ mîzan-ı selâmetin iki kefe-i tevâzün-nümâsı olup onun muhâfazası
dâimâ muhâfaza-i mesâvât ile hâsıl olacağı vâreste-i beyândır.Kefe-i havfın kefe-i
recâyı tevâzünden iskāt eder sûretle tedennîsi mûcib-i küfr ü hırmân ve kefe-i recânın
kefe-i havfa galebesi müstevcib-i haybet ve hüsrândır. (el-Muhkem s. 272)
Hâl-i recânın hâl-i havfa bir dereceye kadar gâlib olması muktezâ-yı
irfândır.Hazreti Îsâ’nın hâl-i recâları gâlib olduğundan dâimâ beşûş ve şâdân ve Cenâb-
ı Yahyâ’nın havf u haşyetleri ziyâde idüğünden mütemâdiyen giryân ve nâlân idi. (el-
Muhkem s. 272-273)
Ümîd ve emânî, havf ve hırasânı îcâb eden sıfât-ı ilâhiyenin muktezâ-yı şuhûdu
olarak kalb-i insân üzerine taakkub eden iki hâldir. Sırât-ı ilâhiyede tevâfüt olmadığı
gibi şuhûdunda da tehâlüf olmadığından havf ü recâda tefâvütü îcâb eden her şuhûd
elbette nâkıstır. Bu iki hâlde mertebe-i kemâl ise mîzânın keyfiyetini ve ve tâirîn-i
cenâheyn gibi yekdiğerini ağdırmayarak husûle gelen istivâ ve i’tidâldir.
Erbâb-ı hakîkat tâat-ı fevkal’ade ile berâber kemâl-i havf u heyecâna mastar
oldukları gibi irtikâb-ı ma’sıyetle berâber ümid ü recâya mazhariyetten de hiçbir vakitte
hâlî olmamışlardır. Şu kadar ki havfın recâya gâlib olmasından ziyâde , recânın havfa
galebesi recâyı mültelzim olan rahmet-i ilâhiye havfı îcâb eden gasb-ı sübhânî üzerine
sâbık olmasından dolayı hâiz-i rüchân olabilir. Fakat ümîd ü recâya kapılıp da mekr-i
ilâhîden emîn olmak nasıl mûcib-i hüsrân ise, havf-ı Rabbânîye mağlûb olarak Rahmet-i
Rahmâniyeden kat’’-i ümîd etmek de öylece müstevcib-i hırmândır. (el-Muhkem s. 605)
Haşyete mukārin olmayan ulûm ile ittisâf edenler ukbāca hâiz-i mevkî-i imtiyâz
olamayacakları gibi hakîkaten ulemâdan olmak meziyetini de ihrâz edemezler. İclâle
mukterin olan havftır. Ba’zıları “ta’zîm ile berâber iclâldir. Bazıları da havf mea’l-
62
ameldir” dedi. Hayru’l-ulûm haşyetullahı müstelzim ve müsteshib olan ilm olup bu da
ilm-i nâfîdir. (el-Muhkem s. 439)
3.10 İhlâs
İhlâs, gösterişi bırakmak, tâatta, ibâdette samimi olmak ma’nâlarını ihtiva eden
Arapça bir ifâde. Kalbi, safasına keder veren şeyden kurtarmak. Tam bir doğrulukla
kullukta bulunmak. Amellerinde, Allâh'tan başkasından karşılık beklememek demektir.
Sıdk ile ihlâs beyninde fark şudur ki, sıdk; asıl ve evveldir. İhlâs fer'dir. Ve bir farz dahi
İhlasın amele duhûlden sonra olmasıdır".146
İhlâs , bir işi sırf Allâh için, O'nun rızası için yapmaktır. Muhlis (ihlâsa erdiren)
Allâh, muhlas (ihlâsa erdirilen) ise kuldur. Kişinin, işinde Allâh'tan gayriyi görmez hale
gelmesi, İhlâsın en son noktasıdır.
“Muhlis kendi irâdesi ve gayreti ile ihlâsa kavuşan kimsedir. Muhlas ise
muhlisliğe ilâveten Allâh tarafından kendisine ihlâs bahşolunan zâttır.”147Kur’ân-ı
Kerîm’de peygamberlerin ihlâsına dâir : “Şüphesiz o ihlâsa erdirilmişti. (Muhlas) ”
(Meryem,19/51) buyurulmaktadır.
Allâh'ın mahlûkların amellerinden murâdı ancak kendi rızâsına müteveccih olan
ihlâsdır. Âyet-i kerîmelerde buyurulur: "(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb'ı sana hak
olarak indirdik. O halde sen de dîni Allâh'a has kılarak ihlâs ile kulluk et!.."
(Zümer,39/2) "De ki: Ben, dîni Allâh'a has kılarak ihlâslı bir şekilde O'na kulluk
etmekle emrolundum." (Zümer, 39/11)
“İblîs: dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de
yeryüzünde onlara (günâhları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım."
"Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ!.." (Hicr, 39-40) âyette ifâdesini
bulduğu gibi şeytân, ancak ve ancak ihlâsta gevşeklik gösterenlere yanaşmaktadır ve
146 Cebecioğlu, a.g.e. İhlâs maddesi 147 Kuşeyrî, a.g.e. s.354
63
onları sapıtmaktadır.. "Elbette benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir te'sîrin
olmayacaktır. (Zîrâ onları) koruyucu olarak Rabbin yeter." (el-İsrâ,17/ 65)
Hadîs-i kudsîde buyurulur: "İhlâs, benim sırlarımdan (öyle) bir sırdır (ki), onu
kullarımdan (ancak) sevdiğim kimsenin kalbine emânet ederim. Onu (ecir defterine)
yazmak için bir melek ve ifsâd etmek için de bir şeytân ona (ihlâsa) muttalî olamaz." 148
Hz. Peygamber s.a.v. de “Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel yeter”149 buyurmuş,
amellerin ihlâs ile kabûl olacağını bildirmiştir.“Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin;
zira Allâh, sadece amelin hâlis olanını kabûl eder
Kurtulanlar ihlâs sahipleridir.. Bu durum, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle
anlatılır:"(Azâbdan) ancak Allâh'ın hâlis kulları istisnâ edilecek..." (Sâffât, 37/40)
İhlâs ibâdetleri saflaştırıp kirlerden arındırır.
Gazâlî, ihlâs bahsinde ihlâsın , ameli, tıpkı sütün süt oluşunun , kan ve
pislikten arınmış bulunması gibi, amellerin hâlis olması da Allâh rızâsından başka her
şeyden uzak kılınmasına bağlı olduğunu zikretmiştir “Kendisine başka bir şeyin
karışması düşünülen bir şeye o başka şey karışmamış ise işte buna “hâlis” derler. Bu
sâfî ve karışıksız işe de ihlâs derler. Allâh Teâlâ, "Size onların (hayvanların) karnındaki
işkembe pisliği ile kan arasından hâlis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından âfiyetle
geçer." (Nahl, 16/66) buyurmuştur. Şüphesiz ki sütün hâlis ve sâfî olması kan sidik ve
pislik gibi inekten çıkan herhangi bir şeyin ona karışmış olmamasıdır. Şirk ise ihlâsın
zıddıdır.150
Kuşeyrî, ihlâsa dâir şunları nakleder: “Sehl b. Abdullah’a “nefse en ağır gelen
şey nedir ? diye soruldu. Şöyle cevâp verdi. “İhlâs, çünkü nefsin ihlâsta nasîbi
yoktur.”151
148 Deylemî, el-Müsned 3/187 149 Beyhakî, Şua’bü’l-îmân 5/342; ed-Deylemî, el-Müsned 1/435. 150 Gazâlî, İhyâ, c. 4 s. 680 151 Kuşeyrî , a.g.e. s. 355
64
Hucvîrî de “Mâlik b. Dînâr’dan şu sözleri kaydeder: “Amellerin en sevimlisi
amellerdeki ihlâstır. Bunun sebebi şudur. Bir amel ancak ihlâs sâyesinde amel olur.
bedene göre rûh ne ise amele göre ihlâs da odur. Rûhu olmayan bir beden cansız bir
maddeden ibârettir. İhlâssız amel de hebâ olmuş bir iştir. İhlâs Bâtınî amelle nev’inden,
tâat ise zâhirî ameller nev’indendir. Zâhirî ameller bâtınî amellerle tam hâle gelir. Bâtınî
ameller de zâhirî amellerle değer kazanır. Şöyle ki bir kimse bin sene candan ihlâslı olsa
ihlâsla amel etmediği sürece ihlâsı ihlâs olmaz. Diğer bir kimse bin yıl zâhir ile amel
etse amelini ihlâsa rabtetmediği sürece ameli amel olmaz.” 152
Sühreverdî , “İhlas ancak amele girdikten sonra meydana gelir. Ameli her türlü
yabancı duygu ve düşüncelerden arınma işlemidir.” demektedir. 153
Ebû Zür’a , Ebû Osman el-Mağribî’nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir. “İhlâs
ufacık da olsa içinde nefsin payı bulunmayan bir ameldir.”154
Niyyeti hâlis olmayanın kulluğu Allâh için olmaz. Çünkü Allâh Teâlâ bizi amel
ile emrettiği gibi ihlâs ile de emretmektedir:”oysa kendilerine dîni yalnız Allâh’a hâlis
kılarak Allâh’ı birleyenler olarak Allâh’a ibâdet etmeleri..
emredilmiştir.”(Beyyine98/5)155
Ebû Bekir Dakkāk der ki: Her insanın ihlâsındaki eksikliği, amelinde ihlâsını
görmesidir. Allâh Teâlâ bir kulun ihlâsını riyâ ve kendini beğenmeden hâlis kılmak
murâd ettiği zamân ihlâsından ihlâsını görme keyfiyetini iskāt eder. O zaman kul muhlis
(ihlâsa sâhip olan) değil, muhlas (ihlâsa sâhip kılınan) olur.” 156
Necmüddîn Kübrâ da şöyle der: “Gerçek ihlâs ameldeki ihlâsı daha
görmemektir. Bu hâl ise ancak Hakta fenâ ve ileri derecede cezbe hâli ile meydaba gelir
ki buna da “fenâ-yı kâmil veyâ “ihlâs-ı tâm” ismi verilir.157
152 Hucvîrî, a.g.e.s 185 153 Sühreverdî, a.g.e. s. 94 154 Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif , Tasavvufun Esasları terc. (H:Kâmil Yılmaz, İrfân gündüz) s. 92 155 Sühreverdî, a.g.e. s. 266 156 Kuşeyrî, a.g.e s. 354 157 Kübrâ, a.g.e s. 46
65
Fevâihü’l-Cemâl’de de bu konu şöyle işlenmektedir: “İhlâslı ve samîmî ol
dostum. Şâyet ihlâs üzere isen kesinlikle kendini ihlâs makāmında görme.Çünkü bu
ihlâsın için bir şâibedir ve böylece şeytân iç dünyâna girer. İhlâsını da ihlâsa tâbi’
tut.”158
Hazret-i Îsâ, kendisine hâlis amelden soran havârîlerine şu cevabı verdi: "Allâh
için amel edip de bundan ötürü Hakk rızâsından başka bir arzusu bulunmayan şahsın
yaptığı amel, hâlis ameldir." Dolayısıyla ihlâs, amellerin başta riyâ olmak üzere her
türlü mânevî kirlerden temiz olmasıdır. Zîrâ riyâ, ihlâsı bulandıran ve onu yok eden en
büyük ve tehlikeli müessirdir. Amellerine riyâ karıştıran kimse, gizli şirke düşmüş olur
ve azâba dûçâr kılınır. Bâyezîd-i Bistâmî’: sînemize “ Ey Bâyezîd! Bizim hazînelerimiz
makbûl ibâdet ve hoş hizmetlerle doludur. Eğer bizi diliyorsan bize bizde olmayan bir
şey getir diye seslendiler. Ben Yâ Rab! Sende bulunmayan şey nedir? Dedim: Bîçârelik,
acz, ihtiyâç, zavallılık, miskinlik ve zillet..159
Kelâbâzî, Cüneyd Bağdâdî’nin şöyle dediğini nakleder: “İhlâs hangi konuda
olursa olsun Hakk’ın rızâsına uygun düşen iştir.”160
Hucvîrî, Ahmed b. Hanbel’den şu sözü nakleder: “İhlâs amellerdeki âfetlerden
halâs olmaktır””161
Mevlânâ da ihlâsa dâir Hz.Ali’yi örnek vermekte ve düşmanına karşı takındığı
tavrı ihlâs olarak yorumlamaktadır.
“Kıl Alî’den meşk-i ihlâs-ı amel
Hakk idi ol şîr-i Hakk içün emel”162
“Ameldeki ihlâsı Ali’den öğren, O Allâh aslanını hilelerden temizlemiş. Hz.Ali
gazâda bir yiğidi alt etti ve kılıcını çekip üstüne yürüdü. O mağlub kişi,
peygamberlerin ve velîlerin iftihârı olan Ali’nin yüzüne tükürdü. 163 Tükrük ayın bile
baş eğdiği ay gibi güzel yüzüne geldi. Bunun üzerine Hz. Ali, elinden kılıcı attı ve
yiğitle döğüşmek hızını gevşetti. Yiğit bu harekete ve bu yersiz merhamet ve affa
158 Kübrâ, a.g.e. s. 102 159 Attâr, Ferîdüddîn, Tezkiretü’l-evliyâ s.215. 160 Kelâbâzî, a.g.e. s. 149 161 Hucvîrî, a.g.e. s 217 162 Mevlânâ, Mesnevî, (Çelebioğlu) 1/3830, s. 884 163 Rifâî, a.g.e. s. 548
66
şaşırıp kaldı. Dedi ki: “Üzerime keskin kılıcını çekmiştin. sonra neden indirdin ve
canımı bağışladın.?”164
Hz. Ali buyurdu ki: “Ben kılıcı Hakk’ın rızâsı için vururum. Hakk’ın bendesiyim.
Nefsimin bendesi değil. Hakkın aslanıyım, hevâ ve hevesin değil. Muhârebede “Attığın
zaman sen atmadın.Allâh attı..”(Enfâl 7/17) sırrına mazharım. Ben kılıcın kendisiyim.
Kılıcı vuran ise ilâhî güneştir. Ben nefsimin vârını yoğunu yoldan kaldırdım.; Allâh’tan
gayrısını yok bildim.Gazâda döğüşürken bir nefsânî hâl zuhûr eder olunca kılıcı kınına
koymayı münâsip gördüm. Tâ ki ismim Allâh için seven ve dileğim Allâh için
buğzeden olsun. Ben tamâmen Cenâb-ı Hakk’a âidim, başka hiç kimseye âit
değilim..165
Osmanlı dönemi önemli sûfîlerinden olan Hüdâî de şöyle der:
“Bir gün eser bâd-ı ecel
Ten bâğına verir halel
İhlâs ile eyle amel
İnsâfa gel insâfa gel”
Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de ihlâs-ı tevhîd ta’bîrini kullanır. Hâlis
tevhîdi, gerçek tevhîdi anlatan bu ta’bîr el-Muhkem’deki orijinal tespitlerden biridir.
“..mâsivâllâh, adem-i mahz olup hazretullâha nisbetle min-haysü zâta hâiz-i vücûd
olmadığı ve hâiz-i vücûd olsa ihlâs-ı tevhîde münâfi şeriket ve isneyniyyet lâzım
geleceği ittifâk-ı girde-i ârifîn ve mecma-i aleyh-i muhakkikîndir. İhlâs-ı tevhîd
mâsivâllâhtan bilkülliyye nefy-i vücûd eylemek ve kelime-i tevhîdi ( Allâhtan başka
mevcûd yoktur) ma’nâsıyla tasavvur etmekle hâsıl olup bunu da آل شيء هالك إلا
أال آل kelâm-ı ilâhîsiyle “şâir-i sihr-âferîn-i Arab Cenâb-ı Lebîd’in en doğru sözü 166وجهه
شيء ما خال اهللا باطل
آل نعيم ال محالة زائل و
164 Rifâî, a.g.e. s. 548 165 Rifâî, .a.g.e s. 560 166 Kasas, 28/88 (Allâh’ın dışında her şey yok olacaktır.)
67
meâlindeki hadîs-i risâlet penâhî167 te’yîd eder. Bu tevhîd hazîz-i mecâzdan
zirve-i hakîkate suûd ile âlemde Allâh’tan başka hiçbir mevcûd görmeyen hâssu’l-
havâssın tevhîdidir. Hakîkat-ı tevhîd de budur.” (el-Muhkem, s.40 )
Ahmed Mâhir Efendi, el-Muhkem’in “Onuncu hikmet”inde ihlâs hakkında
geniş ma’lûmât vermiş, ihlâsın derecelerini anlatmıştır:
“A’mâl-i zâhire suver-i kâimedir. Onun ervâhı sırr-ı ihlâsın onda bulunmasıdır.
(el-Muhkem s. 25 )
“İhlâs ihtilâf-ı ahvâl-i nâs ile muhtelif olup her bir abdin ibâdetinde ihlâsı
ubûdiyyetteki derece ve makāmına göredir. Zümre-i ibâd ve ebrârdan olan âmilînin
müntehâ-yı mertebe-i ihlâsı a’mâl-i vâkıaları celî ve hafî riyâdan muvâfakat-ı hazz-ı
nefs ve hevâdan sâlim olmaktır. Bu zümre-i nâciyenin Cenâb-ı Hakk’a karşı ettikleri
perestiş ve ibâdet muhlisîne mev’ûd olan ve ecr ve sevâbı taleb ve vaîd-i hâlitîn olan
azab ve ikâbtan ve sû-i hesâbtan herab için olup bu da 168 إياك نعبد nazm-ı celîlinin
tahkîkînden ve rü’yet-i nefs ve ibâdete i’timâd etmek bâkî olduğu hâlde yalnız sezâvâr-ı
rubûbiyyet olan ibâdette halkı nazardan iskātın ta’mîkinden ibârettir. Kâfile-i erbâb-ı
zevk ve muhabbetin ihlâsı ise a’mâl-i vâkıaları taleb-i sevâb ve herab-i ikâb için
olmayıp mücerred Cenâb-ı Hakk’ın şâyeste-i şân-ı ulûhiyyeti olan iclâl ve ta’zîm için
olmasıdır. Mamafi bunda da nefse nisbet-i ibâdet meşmûmdur. İşte tâcu’l-muhadderât-ı
ilâhîyye Râbiatü’l-Adeviyye (ö.185/801) hazretlerinin münâcâtında “Yâ Rabbi ben
sana dâr-ı celâlîn olan cehennemin havf-ı ihrâkından ve tecellîhâne-i cemâlin olan
cennetin iştiyâkından için ibâdet etmedim” buyurması işbû ihlâs-ı muhibbîni îzâh eden
kelîmât-ı kudsiyyedendir. (el-Muhkem s. 26 )
“İhlâsın bir üçüncü derecesi daha olup ancak tâife-i ârifînin mukarrabînine
mahsûstur. Bunların ihlâsı ibâdât ve tâat ve harekât ve sekenâtlarında kendileri için aslâ
havl ve kuvvet ve vücûd ve kudret görmeksizin a’mâl-i vâkıada infirâd-ı vâcibü’l-
vücûdu müşâhede etmek ve ibâdette illet-i ğâiyye tasavvur etmemektir. İşte bu makām-ı
167 Buhari, Rikāk,29; (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih trc.Ankara 1981c.10 s.38) (İyi biliniz ki Allâh’tan başka her şey bâtıldır, devâmsızdır. Ve her ni’met de zevâle mahkûmdur.) 168 Fâtiha, 1/5 (Ancak sana kulluk ederiz.)
68
ihlâsın mâ-bihi’s-sıhhati olan mak’ad-i sıdk ve yakîn ve sevâü’s-sebîl-i muvahhidîn-i
ârifîn olup binâenaleyh bir mürîd için vâreste-i vücûd olarak وإياك نستعين 169
nazm-ı celîli ile tahakkuk ancak bu makām ile tahâlluka vâbestedir. İhlâsın bu makām-ı
ârifîni ile mertebe-i muhibbîni miyânesindeki fark şu vecihlerdir.” (el-Muhkem s.26 )
Muhibbînin ibâdeti Allâh için, ârifinin ubûdiyyeti Allâh iledir. Amel-lillâh ise
mûcib-i mesûbet, amel-billâh mûcib-i kurbettir. Amel-lillâh tahkîk-i ibâdeti, amel-billâh
tashîh-i irâdeti mûcibtir. Amel lillâh na’t-ı âbidîn, amel-billâh vasf-ı kâsidîndir. Amel-
lillâh ahkâm-ı zevâhir ile, amel-billâh esrâr-ı zamâir ile kıyâmdır. (el-muhkem s.26)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre ihlâs ibâdetlerin kabûlüne sebeptir. İhlâssız amel,
rûhsuzdur. Ma’nâsı olmayan lafızdır:
“Her âbidin ihlâsı suver-i kâime-i ibâdâtının ervâhıdır. Rûh-ı ihlâs ile hâiz-i
hayât olan ibâdât vücûd-ı kabûle ehliyet ve îcâb-ı takarrube salâhiyyet kesb eder.
İhlâssız a’mâl ise ervâhsız eşbâh, meânîsiz elfâz gibi olmakla derece-i i’tibâr ve
meziyyetten sâkıttır. Onun için ba’zı meşâyıh amel ihlâs ile, ihlâs havl ve kuvvet ve
vücûd ve kudretten teberrî ile tashîh edilmelidir buyurmuştur. (el-muhkem s.26)
Ahmed Mâhir Efendi Muallim Nâcî’den iktibâs edilen şu beyitle de konuyu
toparlamıştır:
“Hak-perestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir
Bir nefes ayrılmadım tevhîdden Allâh bir” . (el-muhkem s.26)
Ahmed Mâhir Efendi nesir olarak “Bidâyeti parlak olanın nihâyeti de parlak
olur.” veyâ nazmen de “Evvelî parlak olan âhiri de parlak olur.” şeklinde tercüme ettiği
28.hikmet’in şerhinde, sülûke başlayan mürîdin, “başta ne ise sonda da o olacağını,
sâlik’in hayâtının sonuna kadar ihlâstan ayrılmamasının, onun müstakîm olarak kabûl
edilmesinde önemli bir ölçü olduğunu vurgulamaktadır:
169 Fatiha,1/5 (Ancak senden yardım dileriz.)
69
“İşrâk-ı bidâyetin ma’nâsı mürîd-i sâdıkın her türlü ibâdât ve her nevi evrâd ve
tâat ile evkātını tezyîn ve ta’mîr ve buna tamâmıyla musâberet ederek tecellîhâne-i
kalbini envâr-ı ezkâr ile tenvîr etmesidir. İşrâk-ı nihâyetin ma’nâsı da devâm-ı ibâdet ve
husûl-ı ihlâs ile cüybâr-ı feyz-i Rabbânî ve enhâr-ı tecellî-i sübhânînin kalb-i sâlikte alâ-
vechi’l-etemm feyzânı ve Cenâb-ı Hak ile sâlik arasına haylûlet edip de zuhûr-ı nûr-i
ma’rifete hicâb olan kudûrât-ı nefsâniyyenin zevâl ve seyrânıdır.” (el-Muhkem, s.62 )
Ahmed Mâhir Efendi, Onbirinci hikmetin şerhinde de şöhretin ihlâsı
zedelediğini, mütevâzı olmanın ise ihlâsa muvâfık bir davranış olduğunu anlatmaktadır:
“Ey talebkâr-ı sünbüle-i ibâdet olan insân! Tohum-ı vücûdunu arz-ı hamûle
defneyle! Yani bî-nâm ve nişân ol. Zîrâ hâk ile yeksân olmayan habbe nâbit olursa da
nâfi’ olmaz.” (el-Muhkem,s. 27)
“Hamûlun ma’nâsı hâk gibi vaz’ ve zillet, ve defn-i vücûddan murâd, terk-i
esbâb-ı sît ve şöhrettir. Hatta beyne’n-nâs iştihârdan sonra da ihtiyâr-ı sülûk olunsa yine
iltizâm-ı tevâzu’ adem-i rü’yet-i nefs vâcib olur. Zîrâ türâb gibi zelîl olmayan gönülde
nebât-ı hikmet bitmez. Tahte’l-arz medfûn olmayan dâne nâbit olsa bile nâfi olamaz.
Evvel-i sülûkünde ve bidâyet-i hâlinde esbâb-ı şöhrete münhemik olan sâlik, nihâyet-i
emrinde pek az felâh bulur. Çünkü ihlâsın derece-i tahakkuku hamûlun mertebe-i husûlü
ile mütenâsiptir.(el-Muhkem,s. 27)
“Ârif-i Rabbâni Eyyûb-i Sahtiyâni hazretleri de: “Ancak Cenâb-ı Hâlika sâdık
olan abd-i hâlis mekânının bilinmemesiyle mesrûr olan kimsedir.” demiştir. Bana
vasiyyet buyurun diyen bir racüle Bişr bin Hars (ö.227/841) hazretleri: “Nâm ve şânını
ihmâl ve met’ûmâtını helâl et” cevâbını vermiştir. Ba’zı ârifîn: “Beyne’l-halk ma’rûf
olmaklığı seven kimse neşve-i uhrâ hâlâvetini bulamaz” buyurmuştur” (el-Muhkem,
s.28 )
“Şân ve isti’lâya muhabbetin ve intişâr-ı şöhretin en büyük mazarratı sermâye-
i saâdet olan ihlâs-ı ibâdeti ihlâl etmesidir. Zîrâ إلا عبادك منهم nazm-ı 170 المخلصين
170 Sa’d, 38/83 (Ancak ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnâ.)
70
celîlince bâis-i fevz ve felâh olan ihlâs muâmelât-ı halktan ihrâc-ı halk etmektir” (el-
Muhkem, s.28 )
Ahmed Mâhir Efendi ihlâsı kazandıran sebeplere sarılmanın kerâmet peşinde
koşmaktan daha hayırlı olduğunu söylemektedir:
“İnsânın riyâ, sû’-i hulk, müdâhene, hubb-i riyâset ve câh gibi uyûb-i
nefsâniyyesine vâkıf olarak riyâzat ve mücâhede ve ibâdetle onu izâleye himmet ve
esbâb-ı ihlâsı istikmâle gayret eylemesi hafâyâ-yı kader ve letâif-i iber, esrâr-ı ilâhîyye
ve maârif-i ledünniyye kerâmât-ı kevniyye ve mükâşefât-ı kalbiyye gibi guyûb-ı
melekûtiyyeti şuhûd ve ma’rifetten (İzâle-i uyûb muktezâ-yı taleb-i sübhânî ve keşf-i
guyûb ise mübteğâ-yı emel-i nefsânî olduğu için) elbette hayırlıdır.” (el-Muhkem, s.70)
3.11. Kerâmet
“Kerâmet, ikrâm, kerem, lütuf ve ihsân demektir. Mü'min bir kulda harikulade
hâlin zuhur etmesine "kerâmet" adı verilir. Ehl-i sünnet ulemâsı kerâmetin hak
olduğunda müttefiktir. Kerâmet ehli, amel-i sâlih sâhibi, inançlı bir mü'min olmalıdır.
İnancı olmayan insanlarda görülen olağan üstü hâllere kerâmet değil, istidrac, sihir veya
mekr adı verilir.
Peygamberlerin gösterdikleri olağanüstü şeylere ise mûcize denir. Ancak mûcize
peygamber tarafından hasımlarla çekişme, münâzara sırasında peygamberliğini te’yîd
için gösterilir. Peygamber istediği zaman mu’cize izhârına muktedirdir ve mûcizenin
izharı vâcibdir. Kerâmetin ise gizliliği, yâni izmârı gereklidir. Mûcize de, kerâmet de
bütün fiiller gibi Allâh'a âittir.171
Sûfîler genellikle kerâmeti kevnî ve hakîkî olmak üzere ikiye ayırırlar. Kevnî
kerâmet, bâzı olağanüstü hâller göstermektir. Havada uçmak, denizde yürümek,
gönülden geçeni bilmek gibi. Hakîkî kerâmet ise ilim, ma'rifet ve ahlâkla ilgili
olağanüstü bir mazhariyettir. Mürîdlerin hâllerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve
bilgisiyle, iffet ve mehâbetiyle etkili olup, insanlardaki kötü huyları giderip iyi huylar
kazandırmaktır. Bu tür kerâmete ilmî ve mânevî kerâmet de denilir. Sûfîlerin îtibâr ettiği
kerâmet bu tür kerâmettir. Halkın îtibâr ettiği ise kevnî kerâmettir. Halk şeyhinde veya 171 Cebecioğlu, a.g.e kerâmet mad.
71
velîlerde o tür kerâmetler görmek ister. Sûfîler ise onun bir "mekr-i ilâhî" olmasından
korkarlar.172
Bâzı sûfîler kerâmeti, kendilerine mânevî yolda engel ve hicab olarak
görürler ve bunun bir mekr-i ilâhî olmasından endişe duyarlar. Nitekim mürîdleriyle
berâber bir tenezzühe çıkan Ebû Hafs Haddâd'ın gönlünden şöyle geçer: "Keşke bir
koyunum olsa da misafirlerime onu kesip ikrâm etsem." Bu düşünce gönlünden geçer
geçmez, dağdan bir ceylan koşarak gelir ve başını Haddâd'ın dizine koyar. Bu hâli gören
Haddâd ağlayarak: "Kendimi niyâzı istidrâc olarak kabûl edilen Fir'avn durumuna
düşmüş sandım." der.”173
“Tasavvuf mâ-verâe'l-akl bir ilimdir. Felsefe ve mantık gibi tamamen akla
dayanan aklî bir ilim değildir. Akıl-üstü, kalb ve vicdân ilmidir. Nasıl kelâm ilmi, dînî
nasların şerh ve yorumunda aklı bir araç olarak kullanırsa, tasavvuf da keşf ve ilham
denilen bilgi kaynağından yararlanır. "Tasavvuf akıl-üstü bir ilimdir," derken
tasavvufun tamamen akıl dışı ve mantığı olmayan bir ilim olduğu anlaşılmamalıdır.
Çünkü tasavvufta da birçok şey akılla ifâde edilir. Fakat tasavvuf pür-akılcı bir ilim
değildir. Tasavvuf aklı aşan bir ilim oluşu sebebiyle "kerâmet" gibi husûsî durumlar arz
eder. Kerâmet velîlerde görülen ve taraf-ı ilâhîden verilen özel bir hâldir.” 174
Tasavvufta kerâmet değil istikāmet esastır. Bu yüzden sûfîler “en büyük
kerâmet, istikāmettir..." demişlerdir.
“Sûfiler, kerâmet göstermeyi bir kadının aybaşı kanı (hayzu'r-ricâl) gibi çirkin ve
kaçınılması gereken bir durum olarak görürler. Olgunlaşmamış, henüz olgunluk yolunda
ileryen, irşâd seviyesine ulaşamamış, kişeler de, hayız halinde sayılır. İrşâd ehliyetini
kazanınca artık er kişiler olurlar (rical). Bu mânâda olmak üzere, olgun kadınlara da,
racül yani er kişi denir.”175
172 Cebecioğlu, a.g.e kerâmet mad. 173 Cebecioğlu, , a.g.e kerâmet maddesi.
174 YILMAZ, H. Kamil , Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar; İst. 1997, s.21
175 Cebecioğlu, a.g.e. Hayzu'r-ricâl” maddesi
72
Sehl b. Abdullah Tüsterî -kuddise sirrûh- şöyle derdi: “Kerâmetlerin en
büyüğü kötü huyları, iyi huylarla değiştirmektir. Kerâmet, oyalansnlar diye ağlayan
çocuklara verilen bir haşhaştır. Bunu büyük velîler değil, küçükleri ister. Bununla onlar
oyalanır.176
Beyazid-i Bestâmî şöyle anlatır: Bir gün Dicle nehrine vardım. Dicle'nin iki
yakası, bana yol vermek için birleşti. Ben: And olsun ki, ben, buna kanmam. Zira öte
tarafta sandalcılar bir adamı yarım akçeye geçiriyorlar. Otuz senelik ömrümü yarım
akçeye verip ziyân etmem. Bana Kerîm lâzım, kerâmet değil!177
Bâyezîd-i Bestâmî'ye dediler ki: Su üzerinde yürüyormuşsun! O: Bir çöp de
su üstünde yüzer. Havada uçuyormuşsun! Kuşlar da havada uçar. Bir gecede tayy-i
mekânla Kâbe'ye gidip geliyormuşsun! Bir cin de bir gecde Hindistan'dan Demâvend'e
gidiyor. O halde, erler için önemli olan nedir? Hak Teâlâ'dan başka kimseye gönül
bağlamamak!...178
Bâyezîd-i Bestâmî yolda yürürken, arkasında bastığı yerlere basarak
yürümeye çalışan bir genç gördü. Bir yandan da: -Şeyh, adım adım böyle takip edilir,
diyordu. Bâyezîd-i Bestâmî'nin üstünde bir kürk vardı. Genç: -Ey Şeyh, şu kürkünün
bir parçasını bana ver ki sendeki bereket ve feyizler, bana da ulaşsın, dedi. Beyazid: -Şu
postu ve kürkü değil, bizzat Bâyezîd'in derisini giysen; Beyazıd'ın yaptığını yapmadıkça
hiçbir faydasını göremezsin, dedi.179
“İmam-ı A'zam Ebu Hanîfe ilk zamanlarında yün elbise giyer, uzleti tercih eder
ve münzevî bir hayat yaşardı. Bu minval üzere günleri geçerken, bir gün rüyasında
176 Kuşeyrî, a.g.e s: 49
177Attar, a.g.e , s: 217
178 Attâr , a.g.e. s. 235-236
179 Attâr, , a.g.e. s: 224
73
gördüğü Peygamber Efendimiz, ona: -Senin halk arasında olman gerekli, sünnetimin
ihya edilmesinin sebebi sen olacaksın! buyurdu. İşte o zamandan itibâren inzivâ
hayâtını terk etti. Bir daha hiç pahalı elbise giymedi. Kendisini Peygamber Efendimizin
sünnetini tahkîk ve neşr etmeye verdi.”180
“Ebu Süleyman Dârânî der ki: -Nice zaman kalbime, sûfîler tâifesine mahsus
nükte ve hikmetler düşer. Nefsimin beni aldatmasından korktuğum için Kitâb ve
sünnette, bunların sıhhatine delâlet eden iki âdil şâhid bulmadıkça onları kabûl
etmem.”181
“Harrâz şöyle der: Muhlisler mürîd değil murâddırlar. Mevlâları bunları seçmiş,
onlar üzerindeki ni’meti tamamlamış, onlar için kerâmet hazırlamış, onlardan istek
(taleb)'i kaldırmıştır. Sırf ictibâ, kulun kazanmasına bağlı değildir. Bu, murad (istenen),
mahbûb (sevgili)'un hâlidir. Kulun çalışması olmadan, Allâh nimetini kendiliğinden,
hibe olarak da verir.”182
Şu beyitler de kerâmet konusunda aydınlatıcı sözlerdir.
Gerçek bu söz yarenler,
Gördüm demez görenler,
Kerâmete erenler,
Gizli sirrin açar mi? (Üftade )
“Hararet nârdadır, sacda değildir,
Kerâmet hırkada, taçda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.” “Hacı Bektâş-ı Velî”
180 Hucvîrî, a.g.e. s: 126 181Kuşeyrî', a.g.e. s: 94 182 Cebecioğlu, a.g.e. ictibâ maddesi.
74
“Ârifin hâlini ta’rîf ne hâcet,
Efsâne sözlerden eyle feragat.
Nerdedir, bir göster, sâhib-kerâmet?
Ali çokdur, Şâh-ı Merdân bulunmaz.” Türâbî
Mekr de “hile, tuzak anlamında Arapça bir kelimedir.. Allâh'a isyan yolunda
olmakla birlikte, nimetlerin devâm etmesi. Veya su-i edeb üzere olmakla birlikte
Allâh'ın nimetlerinin kesilmemesi, yerli yersiz kerâmet gösterisine kalkışmak. Kur’ân-ı
Kerim'de Allâh, "Nefsinizi tezkiye ediniz, hanginizin takvâ sahibi olduğunu, Allâh çok
iyi bilir" (Necm/32). "Onlar tuzak kurarlar, Allâh da kurar, halbuki Allâh, tuzak
kuranların en hayırlısıdır" (Al-i imran/54). "Onlar bir tuzak kurarlar, halbuki onların
farkına varmadıkları şekilde, biz de tuzak kurmaktayız" (Nemi/50). Peygamberler,
makāmlarının yüksekliklerine rağmen Allâh'ın mekrinden korkarlar. Mekr, açıkta
görünenin aksine, gizli kalan bir durumdur. Bunun ne olduğundan, kimse emin ve
ma'lûmât sahibi değildir. Câhil kimseler, sâhib olduğu îmân ile gurûra kapılır. Kendini
kurtuldum sanır, amelinin kabûl edilip edilmediğini düşünemez. Allâh, onun
düşündüğünün zıddına bir hüküm sahibidir. işte bunları düşünecek olursak, hangi halde
olursak olalım, gereğinden fazla güven hissine kapılmamak gerekir. Ancak Allâh'dan
ümîdvâr olmamak da günahtır. Bu durumda bir kulun, Allâh karşısında hafv ve recâ
arasında (korku ve ümîd) duygularla dolu olması gerekir. 183
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre mürîdler ve sâlikler keşf u kerâmet ve sırlara
kavuşmak için amellerine güvenir.
Her iki zümreyi de “hakîkat” terâzisinde tartan Ahmed Mâhir Efendi onların
merdûd veya mezmûm olacakları hükmünü çıkarmıştır. Çünkü amele güvenmek her iki
kısım için nefse pay çıkarmak fiileri ve amelleri nefsin kudretine vermek demektir ki bu
tasvib edilecek bir durum değildir. Böyle kimseler kınanır. Bu , “nefsi rü’yet ve efâl ve
a’mâli ona nisbetten neş’et ettiği için gayr-ı makbûl ve ehli dâimâ melûmdur.” (el-
Muhkem s.7)
183 Cebcioğlu, ag.e. mekr. maddesi..
75
Buradan şunu anlıyoruz ki yaptığı amel karşısında cenneti garanti gören
cehennemden uzaklaşmayı uman kimse ile hasenâtının neticesinde keşf u kerâmet
bekleyen arasında fark yoktur. Bu zahid olmuş sûfî olmuş fark etmez. Nefis fâil olarak
görüldüğü müddetçe sonuç aynıdır.
“İnsânın riyâ, sû’-i hulk, müdâhene, hubb-i riyâset ve câh gibi uyûb-i
nefsâniyyesine vâkıf olarak riyâzat ve mücâhede ve ibâdetle onu izâleye himmet ve
esbâb-ı ihlâsı istikmâle gayret eylemesi hafâyâ-yı kader ve letâif-i iber, esrâr-ı ilâhîyye
ve maârif-i ledünniyye kerâmât-ı kevniyye ve mükâşefât-ı kalbiyye gibi guyûb-ı
melekûtiyyeti şuhûd ve ma’rifetten (İzâle-i uyûb muktezâ-yı taleb-i sübhânî ve keşf-i
guyûb ise mübteğâ-yı emel-i nefsânî olduğu için) elbette hayırlıdır (el-Muhkem s. 70)
“Çünkü ibâdetle keşf-i guyûb arzûsuna düşmek ubûdiyetle istihsâl-i rızâ-yı ilâhî
etmeye münâfî olur. Ve hamyâze-i kerâmete mübtelâ olan gönül de zevk-i vuslattan
mahrum olur. İnsân-ı kâmile lâzım olan ise tâlib-i kerâmet olmak değil râğib-i istikāmet
olmaktır. Zîrâ kerâmet matlûb-ı ibâd, istikāmet matlûb-ı Rabb bî-endâd olduğundan
muvâfık-ı rızâ-yı ilâhî olan istikāmet mutâbık-ı rızâ-yı abd-i mübâhi bulunan kerâmete
tercîh olunmalıdır ki vazîfe-i ubûdiyyet tamâmiyle îfâ olunmuş ve husûl-i istikāmet
içinde meâyıb-i nefsâniyeye vukûf ve izâlesine himmet edilmelidir ki tâ ki âfâttan safâ-
yı a’mâl kudûrâttan negâ-yı ahvâl hâsıl olmakla mir’ât-ı zâttan gubâr-ı cehl ve gurûr
müntefî, ve silsile-i vâridâttan mevâdd-ı şurûr munkatı’ olmuş olsun.” (el-Muhkem s.
70)
el-Hikemü’l-Atâiyye’de kerâmet konusu şu hikmette anlatılmaktadır.
“Himem-i sâbıka Cenâb-ı Kird-gâr’ın mukedderât-ı sübhânîyyesi esvârını hark
ve tahrîb edemez.” (el-Muhkem s.10)
“Burada himmet-i sâbıkadan murâd, eşyâda biiznillâhi Teâlâ müessir olan kuvâ-
yı nefstir ki evliyâ-ı ârifîne nisbetle kerâmet ve sâhir ve âin gibi gayra izâfetle istidrâc
ve ihânet olur. (el-Muhkem s.10)
76
“Himmetin kerâmet veyahut istidrâc ve ihânet sûretiyle hısn-i hasîn-i takdîre
te’sîri olmazsa himmet-i âdiyyenin mukadderât-ı ezeliyyeye karşı ne hükmü olabilir?
Binâenaleyh bu hikmet hikmet-i sâbıkayı ta’lîl gibidir. Sûr bir şehri düşmandan
muhâfaza için yapılmış dâiren-mâdâr müstahkem bir duvar demek oduğundan esvârın
akdâra izâfeti müşebbeh bihin izâfeti kabîlindendir. (el-Muhkem s. 11)
Kerâmet tavsîfi karşısında velîlerin takındıkları edepli tavırlara bir örnek olarak
Ahmed Mâhir Efendi şu hikâyeyi anlatır:
“Ebû’l- Abbâs İbnu’l- Arîfin hikâye-i âtiyesi şu hikmeti tamâmıyla îzâh eder.
Maskıt-i ra’si Sikliya ve mevtıni Bağdât; sinni doksân râddesini mütecâviz, henüz
efendisi kendisini bi’l-iltizâm âzâd etmemiş Ebû Hayr denilmekle meşhûr diyâr-ı
mağribte muammerîni islâmdan bir racül olup bunun vücûdunu tamamıyla cüzzam
illeti müstevlî olduğu ve taaffun etmek iktizâ ettiği hâlde bi’l-akis kendisinden mesâfe-i
baîdede olursa da râhia-i misk istişmâm olunûrdu. Râvi-i müşârun ileyh bu zât-ı âli
kadre mülâki olan bir kimsenin âhiren onun su üzerinde batmıyarak namaz kılmakta
olduğunu gördüğünü söylemesi bundan sonra da mazanne-i kirâmdan Muhammed El-
Esfencî hazretlerini baras illetine mübtelâ olarak müşâhede eylemesi üzerine kemâl-i
hayretle müşârun ileyh hazretlerine hitâben “ey seyyidü’s-sâdât Cenâb-ı Hâliku kâinât
bu belâya mahâl olacak a’dâsından gûyâ kimse bulmadı mı ? kim siz zümre-i evliyâ-yı
kerâmet-i simâttan olduğunuz hâlde onunla sizi mübtelâ etti” dediğini müşârun ileyh
hazretleri cevâben “sükût et sû-i edeb etme” zîrâ ben hazâin-i ihsânât-i ilâhîyyeye
matla’ kılındığımda mesâib ve belâyâdan ziyâde eşref ve efdal hiçbir ni’met-i
ilâhîyyeye tesâdüf etmediğim için bu hâli ben istedim de öyle hâsıl oldu . eğer sen
seyyidü’z-zühhâd kutbı’l- ibâd imâmu’l- evtâd olan zât-ı irfân-nihâdı Tarsusta vâki’ bir
cebelin ğârında mübtelâ olduğu illetten dolayı vücûdundaki etlerin ve derilerin
dökülmekte ve göz göz olmuş olan bedenin her tarafından kanların ve irinlerin akmakta
ve sinekler ve karıncaların vücûdunu devr ve tavâf etmekte olduğunu ve gecenin
hulûluyle berâber yine bu hâle ve zikr-i Melik-i Müteâle ve şükr-i câlibu’n-nevâle
kanâat etmeyerek kendisini demir zincirlere şedd ü bend ile kıblegâh-ı hakîkate
müteveccihen sabaha kadar oturmak üzere bulunduğunu ve âmme-i ömrünü bu sûretle
77
geçirdiğini görse idin acaba ne der idin” buyurmuş olduğunu hikâye etti. (el-Muhkem
s.23)
3.12 Sohbet
Sohbet, arkadaşlık musâhiplik dostluk ahbaplık yoldaşlık ve mürîdlik ma’nâsına
gelir .184 “İki veya daha çok kimse arasında karşılıklı olarak dostça, arkadaşça yapılan
konuşma, hasbihal, musâhabe.“Allâh’a gönül veren insanların bir araya gelip her an
O’nunla berâber olduklarını bilmenin edebi ve huzûru içinde, şeylerinin veya
aralarından ehil birinin yönlendirmesiyle yaptıkları ârifâne söyleşme ve hâlleşme:”185
“İlk sûfîler sohbete büyük önem verir, tasavvufî bilgileri ehil ve hevesli
gördükleri muhiblerine özel sohbetlerle aktarır eğitim ve öğretimde sohbeti esâs
alırlardı. Sohbette istifâde edilen sûfîye “Şeyh-i Sohbet” istifâde edene “Sâhib” denirdi.
Sohbetin zıddı uzlet ve halvettir. Ba’zı sûfîler ve tarîkatlar önceliği uzlete ve halvete
bazıları ise sohbete verir. Mevlevilikte ve Nakşîbendîlikte sohbet bir tarîkat esâsıdır.”186
Tasavvufta sohbetin önemini, Kelâbâzî’nin eseri “Taarruf’u nasıl yazdığını
anlattığı şu cümlelerden anlıyoruz: “Bu kitâbı tasavvuf konusunda ehliyetli olan bir çok
âlimin kitâbını inceledikten ve tasavvufun hakîkatini bilenlerin menkıbelerini
araştırdıktan ve sûfîlerle sohbet ederek kendilerine sorular sorduktan sonra te´lîf
ettim”187
“Sohbetten maksat sırf Allâh için kurulan dostluk ve dava arkadaşlığıdır.
(Sohbet-i fillâh, uhuvvet-i lillâh)bazı sohbetler ilaç gibi (şeyh ile olan ) bazıları gıdâ gibi
(Din kardeşiyle) bazıları mikrop gibidir(Fâsık ve ve fâcirlerle) 188
“Sohbet üç kısımdır. 1.Üst (mâfevk) olanlarla sohbet .Aslında bu sohbet değil
hizmettir. 2.Ast (Mâdûn) olanlarla sohbet. Bunda metbû olanın tâbî olana şefkat ve
184 Kuşeyrî, a.g.e s. 468 (Uludağ, Dipnot) 185 Misâlli Büyük Türkçe Sözlük (Kubbealtı Lügatı) Sohbet maddesi. 186 Uludağ, TTS s. 436 187 Kelâbâzî, a.g. e. S. 49 188 Kuşeyrî, a.g.e s. 468
78
merhametle tâbî olanın da metbû olana hürmet ve itâatle muâmele etmesi îcâb eder.
3.Emsâl ve akrân olanların yekdiğeri ile sohbet. Bu nev’i arkadaşlık îsâr ve fütüvvet
esâsı üzerine kurulur.” 189
“Mûsil-i hakîkat bulunan (hakîkate eriştirecek olan) turuk-ı aliyyeden her birinin
hizmet ve sohbet nâmıyle iki rüknü vardır” “190
Bâyezid Bistâmî’ye “Bulmuş olduğun şeyi ne ile buldun” diye sorulunca Ulu ve
yüce Allâh’la güzel sohbette bulunarak ve ıssız yerlerde bile edebe riâyet ederek”
demiştir.191
Yahyâ b.Muâz “Sohbetin sermâyesi ve esâsı samîmiyet ve rahat
münâsebettir.”192 demiştir.
“Mürîdin şeyhi ile sohbet ederek pek çok hayırları elde etmesi mümkündür.”193
Muhakkak ehli ile sohbet etmek bâtındaki kapalı gözenekleri açar. Sohbetle
insan hâdiselerin hakîkatini kavrar. Güçlüklerin nasıl aşılacağını öğrenir.194
Ebû Abdullah Antâkî, “Doğru insanların sohbetinde bulunduğunuz zaman
doğru olun. Çünkü onlar kalp câsusudur (...) onlardan hiçbir şey gizleyemezsiniz...”195
“İnsanın tek başına halvet ve uzlette yaşaması yanında kötü arkadaşın
bulunmasından hayırlıdır. Kişinin iyi ve temiz arkadaşlarla birlikte olması ise uzlette tek
başına yaşamasından hayırlıdır.”196
Ebû Osmân Mağribî ““Fakirle düşüp kalkmaktan el çekip zenginlerle sohbeti
tercîh edeni rûhî ve kalbî ölüme ve körlüğe mübtelâ kılarlar.”197 Sohbetten sorulunca
189 Kuşeyrî, a.g.e s. 468 190 Misâlli..a.g. sözlük (Tâhir Olgun’dan). 191 Hucvîrî, a.g.e. s 480 192 Hucvîrî, a.g.e. s 482 193 Sühreverdî, a.g.e s.123 194 Sühreverdî, a.g.e s. 531 195 Kelâbâzî, a.g.e s.56 196 Sühreverdî, a.g.e s. 536
79
dedi ki:” İyi bir sohbet odur ki senin olan şeyi Müslüman kardeşlerinin istifâdesine
sunar onların olan şeye tamah etmez onlardan gelen cefâya katlanırsın. Onlara karşı
insaflı davranır onlardan insâflı davranmalarını beklemez onlara itâat eder onları
kendine tâbî bilmez onlardan sana gelen her şeyi ve iyiliği büyük görür ve çok sayar.
Senden onlara ulaşan her şeyi ve iyiliği gâyet az ve pek önemsiz sayarsın.”198
“Ebû Bekr Saydalânî : Hakk ile sohbet ediniz. Buna gücünüz yetmezse Hakk
Teâlâ ile sohbet edenlerle sohbet ediniz ki onlar vâsıtasıyla Hakk ile sohbetin feyzi size
de ulaşsın.” demiştir. 199
“Şiblî “Allâh Teâlâ ile sohbet üç kısımdır. Allâh’ın lütfunu kendi kusûrunu ve
halkın mâzeretini görmek. Halkı mâzur gör.Çünkü mahlûkāttan sâdır olan her şey
Hakk’ın irâdesi ile olur. Bütün kâinât O’nun kudreti ve hükmü altında mecbûr bir
vaziyettedir. Kendi kusûrunu gör ki Hakk’ın lütfunu yâd etsin” demiştir. 200
Tasavvuf Edebiyâtımızda sohbet ile ilgili bir çok şiir-beyit vardır. Kendi
târihimizde tekke ve tarîkatların tasavvufun kültürümüze yansıması bakımından bu
örneklerin çokluğu önemlidir.
Erzurumlu Emrah’a göre Allâh Dostlarının konuşması sözleri büyük bir iksirdir:
İksir-i âzamdır nutk-ı ehlullâh
Yek nazarda hâki kimyâ ederler
Hakk’ın esrârından anlardır âgâh
Velâkin sûrette ihfâ ederler.
Yûnus’un şiirleri başlı başına bir değerdir:
“Sûfîlere sohbet gerek, Ahîlere ahret gerek
Mecnûnlara Leylâ gerek, bana seni gerek seni”
197 Attâr, a.g.e. s. 782 198 Attâr , a.g.e s. 783 199 Câmî, Abdurrahmân, Nefehâtü’l-Üns Haz. S.Uludağ-M.Kara İst.1998 s. 329; Kuşeyrî, a.g.e s. 473 200 Câmî, a.g.e. s. 220
80
“Âb-ı hayatın çeşmesi âşıkların visâlidir
Sohbeti aşk ile eder, susamışları yakmaya
Aşk mı derim ben ona Tanrının uçmağın seve
Uçmak hod bir tuzaktır eblehler canın tutmağa”
Tezimize konu olan Hikem-i Atâiyye şârihi de sohbet konusunu işlemiştir.
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre, nefsin ayıplarını bilme yollarından biri de sohbet ehli
sâdık bir arkadaştır. Çünkü böyle bir dost, kişinin amelî noksânlarını kemâle çıkarır.
Aynı zamanda ayıp hâllerini giderir.
“Meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilmek için dört esbâb gösterilmiştir…İkincisi sadîk-i
sadûk ve refîk-i halûktur ki musâhabet-i cân-fezâ ve irşâdât-ı hakîkat-pîrâsıyla
musâhabân ve ahillâsını nevâkıs-ı a’mâlden kemâle ve meâyıb-ı ahvâlden hayyiz-i
zevâle çıkarırlar. Muhabbet ve refâkatleri iğrâz-ı nefsâniyyeden hâlî olmayan ihvân-ı
zamân ise mûcib-i suâl olmaz.” (el-Muhkem s. 70 )
Ahmed Mâhir Efendi sohbet konusunu, Hikem-i Atâiyye’deki “Hâli ve yaşayışı
kişiye feyz ve hamle vermeyen, kāl ve sözü Allâh’a götürmeyen kimse ile sohbet
edilmemesine dâir olan” 46. hikmeti,
ال تصحب من ال ينهضك حاله وال يدلك على اهللا مقاله
“Ey tâlib-i hakîkat! Hâli sana feyz-efzâ-yı terakkî, ve makāli Cenâb-ı Hakk’a
delâlet-nümâ-yı telâkî olmayan kimse ile hem-bezm ünsâ-üns-i sohbet olma.”, (El-
Muhkem s.94) nazmen de
“Sakın şol şahıs ile hem-bezm-i sohbet olma ey dervîş
Özü feyz-âver-i himmet sözü Allâh’a dâll olmaz” (El-Muhkem s.94) şeklinde
tercüme etmiştir.
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre sohbet, tarîkatlerin önemli bir gördükleri bir
usûldür. Hakk yolunda giden sâliklerin Bir şeyhe intisab ile, onun mürîdi olmak
81
anlamında bir “mürşid-i inâbeti” bir de “sohbet şeyhi” vardır. Sohbetin mânevî
faydaları , yüksek menfaatleri bulunmaktadır. Bu yüzden tarîkat erbâbı sohbet üzerinde
ısrârla durmuşlardır.
“Tarîkat-ı aliyyenin usûl-i müttehizesinden biri de sohbettir. Öteden beri her
sâlik-i râh-ı Hüdânın bir mürşid-i inâbeti olduğu gibi bir de şeyh-i sohbeti bulunmuştur.
Zîrâ sohbetin fevâid-i ma’neviyye ve menâfi’-i seniyyesi olduğu vâreste-i reyb ve
gümân ve evvel ve âhir erbâb-ı tarîkat onun üzerinde müstemirru’l-cereyândır.” (El-
Muhkem s.94)
Sohbetin en önemli faydası belki en büyüğü de sohbete katılanların hâl ve
harekâtının mânen ilerleyebilmesi geliştirilebilmesidir. Sohbette konuşulan kelimelerin
sözlerin de Allâh’a kılavuzlar mâhiyette olması gerekmektedir. Hâl ve kâl i’tibâriyle
kişiyi terakkî ettirmeyen sohbetten hayır gelmez.
“Fevâid-i sohbetten biri ve belki ekberi hâlen ifâza-i himmet ve makālen
Cenâb-ı Hakk’a delâlettir.” (El-Muhkem s.94)
Sühreverdî’ye âit şu sözler de Mâhir Efendi’nin kanaatini te´yîd eder
mâhiyettedir. “İnsanın tek başına halvet ve uzlette yaşaması yanında kötü arkadaşın
bulunmasından hayırlıdır. Kişinin iyi ve temiz arkadaşlarla birlikte olması ise uzlette tek
başına yaşamasından hayırlıdır.”201
“Evliyâullâhın serfirâzı Yûsuf bin Hüseyin Râzî (ö. 304/916) hazretleri bu
hakîkata işâretle “Maâsinin topu bende mevcûd olarak huzûrullâha varmak zerre kadar
belki zerreden kemter tasannu’ ile Cenâb-ı Hakk’a mülâkî olmaktan daha hayırlıdır”202
buyurmuştur.
Sohbette samîmî olmak esâstır. Her türlü tasannu’ ve yapmacıklıktan arınmış
bir sohbet sohbettir. Ahmed Mâhir Efendi bununla alakalı bazı iktibâslar yapmıştır:
201 Sühreverdî, a.g.e s. 536 202 Attâr, a.g.e , s.411,
82
“Ba’zı urefânın kendisine esdikāsından birine işâretle “Filan kimse seni pek
ziyâde seviyor ve her ân medh ü senânızda bulunuyor” diyen bir kimseye cevâben:
“Bilirim o benim dostumdur fakat adâveti maktû’ olan şeytâna günde bin defa mülâkat
etmek onunla bir kere hem-bezm-i sohbet olmaktan o benim için müdârâ ve ben onun
için tasannu’ etmek mahzûrundan nâşî daha ehvendir.” buyurmuş olduğu da mahkîdir.”.
(El-Muhkem s.95).
“Süfyân-i Sevrî (ö.161/778) aleyhi rahmetü’l-Bârî hazretleri “Nâs ile
muâşeret-i dâimede bulunan âdem müdârâya ve müdârâ yüzünden riyâya mecbûr
olacağından süllem-i terakkîde vâsıl-ı mertebe-i kusvâ olamaz.” buyurdu. (El-Muhkem
s.95)
Sohbet arkadaşlığı yapılacak kimseler, hâli madden ve mânen nümune kabûl
edilecek, parmakla gösterilecek örnek kişiler olmalıdır. Kendileriyle arkadaşlığa lâyık
kimseler sözüyle sazıyla dünyevî ve uhrevî saâdeti netîce verecek fazîlet ve mârifet
ehli kimseler olmalıdır:
“Hem-inân-ı refâkat ve musâhabet olacak zevât ise ahvâli sûrî ve ma’nevî
nümûne nümâ-yı imtisâl, akvâli dünyevî ve uhrevî menfaat-bahş-ı saâdet ve kemâl olan
ashâb-ı fazl ve ma’rifettir”. (El-Muhkem s.96)
Ahmed Mâhir Efendi, Sehl bin Abdullah et-Tusterî’nin sözünden yola çıkarak,
kendisiyle sohbet edilmeyecekler listesinde, şân şöhret peşinde olanları, gafletine esîr
nüfûzlu kimseleri, dalkavuk kurrâ’ları ve câhil mutasavvıfları saymaktadır:
“Sehl bin Abdullah et-Tusterî( ö.273/886) hazretleri de ikbâl ve gafletle
muttasıf müteneffizîn ve kurrâ-i müdahinîn ve cehele-i mutesavvifîn ile muhâsabeti
nehy etmiştir. İllet-i nehy ise bunlarla musâhebetin mûcib-i menfaat olmaktan ziyâde
müstelzim-i mazarrat olmasıdır.” (El-Muhkem s.96)
Ahmed Mâhir Efendi şu beyti iktibâs ederek de sohbetin önemini vurgulamıştır. “Akla mağrûr olma Eflâtûn-i vakt olsan eğer
83
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mektep ol”203 (el-Muhkem s. 96 )
47. Hikmette Ahmed Mâhir Efendi Hikem-i Atâiyye’deki ربما آنت مسيئا فاراك
ibâresini “Ey sâlik-i tarîkat ba’zı kere sen منكاالحسان منك صحبتك الى من هو اسوأ حاال
isâetkâr olabilirsin fakat senden daha ziyâde sû-i hâl ile muttasıf bir kimse ile sohbet o
isâeti sana ihsân ve mükerremet gösterir.” (El-Muhkem s.97) şeklinde tercüme etmiştir.
Nazmen Tercümesi de şöyledir:
“İsâet üzere de olsan yine mâ-dûn ile sohbet
Edip tezyîn-i sû-i hâlin ihsân gösterir elbet” (El-Muhkem s.97)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre sohbette aslolan kişinin kendinden olgun fâzıl
kimselerle sohbet etmesidir. Bu şekildeki sohbetten ancak istifâde umulur. Kişinin
kendi emsâlleriyle olan sohbeti menfaat ve mazarrat noktasında eşittir. Fakat kendinden
manevî olarak aşağıda bulunan kimselerle yapılan sohbet büyük zararlar içermektedir:
“İnsân kendinden ziyâde erbâb-ı fazl ve kemâle iktirân etmelidir ki istifâde ve
istihsâl-i fâide etsin. Akrân ve emsâliyle musâhabet menfaati mûcib olmazsa da
mazarratı da müstevcib olmaz. Lâkin hâlen ve makālen mâ-dûnu olan kimselerle
hembezm-i ünsâ-üns-i sohbet olmak pek büyük mazarratı müstelzim olacağını işbû
hikmet isbât ediyor. (El-Muhkem s.97)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre aşağı mertebede bulunanların zarar
vermesindeki sebep, altta olanların üsttekilere yaranmak için onların ayıplarını onlara
söylememeleri, onların hep kemâlatını yüzlerine söylemeyi âdet edinmeleridir. İkbâl
kadehiyle sarhoş olan yukarıdaki kimseler de nefislerini okşayan bu durum karşısında
yerinde sayarlar. İlerleyemezler. Bu ise ma’nevî terakkîlerin ve feyizlerin gelmesine
mâni’ bir durumdur. Aynı zamanda bu, bütün hatâların yanlışların başı mesâbesindenir:
“Çünkü mâ-dûn dâimâ uyûbunu setr ve ihfâ ve kemâlini izhâr ile mâ-fevkini memnûn 203 “Nefi”. Soykut, Hilmi, Unutulmaz Mısralar. İst.1968, s.310
84
etmeye çalışır. Sermest-i câm-ı ikbâl olan mâ-fevk ise nefsine hüsn-i zannı bir kemâl
olmakla müteaccib-i a’mâl ve kāni’-i ahvâl olup kalır. Bu ise mâni’-i terakkî ve füyûzât,
üssü’l-esâs-ı hatîâttır. (El-Muhkem s.97)
Ahmed Mâhir Efendi sohbetin feyizli olan kısmını, başka ifâdeyle ilim irfân
sâhibi kimselerle olan sohbeti iki kısma ayırmaktadır: Bunlardan birincisi, müsterşidin
(Mürşid arayan, irşâd edilmek isteyen kimsenin) mürşidiyle olan sohbeti anlamında
“sohbet-i irâde”dir. Bunun bazı şartları vardır. Bu şartların en önemlisi, hepsini özetler
mâhiyette olanı da müsterşidin mürşidi karşısında, tasavvufta çok kullanılan ta’bîrle
“Gassâlın elindeki meyyit” misâli mürşidine tam teslîm olmasıdır. Onun her dediğini
yapması onun emrinden çıkmamasıdır. Feyizli bir sohbet ancak bu şekilde mümkün
olabilir.
“Ashâb-ı irfân ile sohbet de iki kısımdır. Biri sohbet-i irâde diğeri sohbet-i
teberrüktür. Sohbet-i irâde bir müsterşidîn mürşidiyle olan sohbetidir ki bir takım şurûtu
câmi’ olup hülâsası müsterşid olan kimsenin mürşidine karşı gassâl elinde meyyit gibi
olmasıdır. (El-Muhkem s.97)
İkinci kısım sohbet de “Sohbet-i teberrük”tür. Sâhibin(sohbete iştirak eden,
mürîdin) kendisine sohbet eden şeyhinin meslek ve meşrebini taklîd etmesi, O’nun gibi
giyinmesi, konuşması onun gibi hareket etmesi anlamında O’na benzemeye
çalışmasıdır. Bu tür sohbet ehli için benzemedeki isâbet, sohbetin de istifâdesi anlamına
gelmektedir. Çünkü Hz. Peygamber “Kim bir kavme benzerse onlardandır”
buyurmuştur. Mürîd de mürşidine banzemek isteyeceği için ne kadar O’nu iyi taklîd
ederse o kadar sohbetten feyiz alabilecektir:
“Sohbet-i teberrük ise şurût ile mukayyet olmayıp yalnız sâhib olan kimsenin
maksadı mashûbunun meslek ve meşrebinde olmak ve onun ziyy ve kıyâfet ve vaz’ ve
hareketini takınmak sebebiyle 204من تشبه قوما فهو منهم mantûkunca âsâr-ı teşebbüh ve
teberrükten hissedâr-ı feyz ve fütûhât olmaktır.” (El-Muhkem s.97)
204 Ebû Dâvud, Libâs, 4; Müsned, II ,50 “Kim bir kavme benzerse onlardandır.”
85
Sohbetlerde kaçırılmaması gereken nokta her türlü maddî mânevî zararın
olmamasıdır. Birbirine uyumlu olmak birbirini rahatsız etmemek de sohbetin
şartlarındandır. Ayrıca sohbetler meşrû şeyler etrâfında yapılırsa câizdir. Yoksa meşrû’
olmayan sohbetler zâten her türlü feyizden mahrûmdur:
“Fakat her iki sohbette de sûrî ve ma’nevî mazarattan vâreste olmak hükmü
şart-ı kâide-i i´tilâf ve dâire-i meşrûa hâricinde sohbet ve muvânesetin câiz olamayacağı
da vâreste-i iştibâh ve ihtilâftır.” (El-Muhkem s.97)
Ahmed Mâhir Efendi, konu ile alakalı Mevlânâ’dan “Hakîm bir zâttan
hikmet talebinde bulun ki onun himmetiyle sen de görür ve bilir bir adam olasın.”
anlamındaki şu beyitleri iktibâs etmiştir:
205تا ازو آردى تو بينا و عليم * طالب حكمت شو از مرد حكيم
Burada hakîm zâttan taleb edilen hikmetten kasıt herhalde onun sohbetinden müstefîd
olmaktır.
37. Hikmetin şerhinde de “nefsinden râzı olmayan bir câhille arkadaşlık
yapmanın, nefsinden râzı olan bir âlimle arkadaşlık yapmakdan daha hayırlı” olduğunu
anlatan hikmetin şerhinde sohbet ve arkadaşlık yapılacak kimselerin nefsinden râzı
olmayan kişiler olduğunu, velev ki ilim sahibi de olsa nefsinden râzı olan kişilerin
sohbet edilecek arkadaşlık edilecek kimseler olmadığını îzâh etmiştir:
“Ey âkıl-ı nefsinden râzı olmayan bir câhil ile musâhabet, bir âlim-i
hodbîn hem-bezem sohbet olmaktan senin için elbette hayırlıdır. Zîrâ âlim-i hodbîn için
hangi ilm-i nâfi’ ve rızâ-yı nefsini terk ile ehl-i yakîn olan câhil için nasıl cehl-i muzırr
olur.” (El-Muhkem s.78)
Nazmen Tercümesin de şöyledir.
205 “Mevlânâ”, Bkz. Tâhir Büyükkörükçü, Hakîkî Vechesiyle Mevlânâ ve Mesnevî, Konya, 1959, s.138 “Hakîm bir zattan hikmet talebinde bulun ki onun himmetiyle sen de görür ve bilir bir adam olasın.”
86
“Rızâ-yı nefsini terk eyleyen câhil ile sohbet,
Olur hayr âlim-i hodbîn ile sohbetten
Nasıl âlim olur nefs-i leîminden olan râzı,
Teberrî eyleyen câhil olur mu nefse hizmetten” (El-Muhkem s.78)
Ahmed Mâhir Efendi bütün rezâletlerin nefsin dediklerine râzı olmaktan
dolayı meydana geldiğini, bu yanlışa da çoğunlukla zâhirî ilimlerle uğraşan kendini
beğenmişlerin düştüğünü, sohbetten umulan faydanın kemâlâtı elde etmek ve hâlen
yükselmek olduğunu, nefsine mağlûb ulemânın da bu hareketiyle kendilerinde varlık ve
vücût gördüklerinden ötürü düştükleri büyük cehâletten de yakalarını kurtaramadıkları
için hâl bakımından câhil durumuna düştüklerini bu seviyeye inen bir kimsenin de
sohbetinin fayda vermeyeceğini anlatmıştır:
“Hikmet-i sâbıkada ümm-i rezâilin ancak rızâ-yı nefsten ibâret olduğu beyân
olunup bu da ekser ulûm-ı zâhiriyye ile ittisâf eden hodperestânda hükümrân olduğuna
ve fâide-i sohbet ise istifâde-i kemâl ve istizâde-i hâl olup ulemâ-yı mezkûre her ne
kadar ittisâf-i ilm etmişler ise de kendilerine vücûd vermek gibi bir büyük cehilden
tahlîs-i girîbân edemiyerek hâlen câhil kalmak sebebiyle sohbetleri hiçbir vakitte fâideyi
müstelzim olamayacağına..” (El-Muhkem s.78)
Ahmed Mâhir Efendi câhil kimsenin tevâzu’ ve meskenet ile hareket ettiği
için nefsini her dâim sorguladığını, böylece Rabbinin rızâsını tahsîl etmekle hâl
i’tibâriyle âlim olduğunu, sohbetin feyzi ve insibâğı vesilesiyle onunla sohbet edenin de
bu hâlden istifâde edeceğini belirtmiştir.
Bu yüzden yakîn sâhibi bir câhil âlim olarak, kendini beğenmiş âlim de câhil
olarak isimlendirilmiştir. Buradan çıkan sonuç da kendini aşmış nefsine yenilmemiş bir
cahil ile sohbetin kendini aşamamış bir âlim ile yapılan sohbetten daha verimli ve
feyizli faydalı olduğudur.
87
“..bir câhilse kemâl-i tezellül ve meskenetle bi’l-ittisâf nefsini dâimâ ittihâm ve
tahkîr ve bu vecihle istihsâl-i rızâ-yı Rabb-i Habîr eylemekle hâlen âlim ve tabîatın
sirâyeti ve sohbetin sirkati cihetiyle onun şu hareketi musâhibinin de istifâdesi
müstelzim bulunacağına mebnî işbû hikmette bir âlim-i hodbîn câhil ve bir câhil-i zi’l-
yakîn, âlim-i kâmil mesâbesinde olduğunun beyânıyla öbürünün sohbeti berikinin
musâhabetinden daha hayırlı olacağı ityân olunmuştur.” (El-Muhkem s.78)
Yunus’un beyitleri meseleyi tam îzâh eder mahiyettedir:
“Erenlerin sohbeti, arttırır marifeti
Cahilleri sohbetden, her dem süresim gelir
Miskin Yunusun canı, dört tabiat içinde
Aşk ile can sırrına pinhân varasım gelir”
3.13. Hayâ
Hayâ utanma, kınanma endişesi sebebiyle nefsin bir şeyi yapmaktan veya
yapmamaktan sıkılmasıdur. İki türlü hayâ vardır. 1.Tabiî hayâ mahrem yerlerin
açılmasındam insanın utanması gibi 2. Dînî hayâ. Allâh’tan korkan bir mü’minin günah
işlemekten utanmasıdır.206
Hz.Peygamber hayâ konusunda şöyle buyurmuştur:
“Allâh’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allâh’a karşı gerektiği ölçüde
hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına
alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından dûr etmesin! Âhireti dileyen, dünyânın sûrî
güzelliklerini bırakır.. işte kim böyle davranırsa, o Allâh’tan hakkıyla hayâ etmiş
sayılır.”207 “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!”208
“Îmân yetmiş şu kadar şûbeden ibârettir, hayâ da îmândan bir şûbedir.”209
206 Uludağ. TTS. S. 214 207 Tirmizî, Rekāik 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/387. 208 Buhârî, enbiyâ 54, edeb 78; Ebû Dâvûd, edeb 6; İbn Mâce, zühd 17. 209 Müslim, îmân 57-58; Nesâî, îmân 16.
88
İbn Atâullah, Hikem-i Atâiyye’de “mâsivâllâha meyletmenin Allâh’a karşı haya
eksikliğinden kaynaklandığını anlatmaktadır. el-Muhkem’de de Ahmed Mâhir Efendi
hayâ ile ilgili hikmetin şerhinde konuyla ilgili hikmetteki “mâsivâllâha meyl ve
muhabbetin Haktan kıllet-i hayâdan nâşî bir keyfiyet..” (el-Muhkem s. 55) olduğu
hakîkatini güzel bir anlatımla îzâh etmiştir:
“Rızâ-yı ilâhî ancak takdîr-i sübhânîsine rızâda olup sâlike muktezâ-yı
ubûdiyyet-i mukadderât-ı samedânîyesinden her ne ki zuhûra gelirse onu ayn-ı ni’met
bilerek ne zehârif-i mevkate-i hayâta meyl ve muhabbet ne de keşf ve kerâmâta ihâle-i
nazar-ı himmet etmek lâzım gelirken a’mâl ve ef’âl de terakkiyât-ı dünyevîyye ve
mükâşefât-ı ma’neviyye gibi bir takım ilel-i gâiyye arzû eylemek alîmün-bizâti’s-sudûr
olan Hak Teâla Hazretlerine karşı kıllet-i hayâ ve sû-i edepten neş’et eylediğinden
elbette gayr-i makbûldur.” (el-Muhkem s. 55)
Hayâ, nefis tezkiyesinde başarılı olan bir kişinin “hüsnü ve ziyâdeyi ve
kemâl ve saâdeti mûcib olan ahlâk-i îmân” sıfâtlarındandır.
“Tathîr-i kalbe tezkiye-i nefse nâil olan mürîd-i selîmü’l-vicdân mehâsin-i
sıfât ile ittisâf ederek tevâzu’ ve huşû’ ta’zîm liemrillâh ve şefkat alâ halkillâh hıfz-ı
hudûd ve heybet havf ve tezellül ve haşyet ihlâs ve rızâ rü’yet-i minnet gibi âsâr-ı
hamîdeye mazhariyetle hâiz-i mevki-i irfân ve beyne’n-nâs re’fet merhamet leyyin ve
murâfakat sea-i sadr ve şefkat hükm ve siyânet tahammül ve nezâhet vüsûk ve emânet
teennî ve âtıfet vekar ve sehâ cûd ve hayâ beşâşet ve nasîhat gibi hüsnü ve ziyâdeyi ve
kemâl ve saâdeti mûcib olan ahlâk-i îmân ile müşârun bi’l-benân olur. (el-Muhkem s.
75)
Hayânın olmayışı kişinin kötü sıfâtlarının füruâtındandır:
“Sıfât-ı mezmûmenin kibr ve ucb riyâ ve süm’a hıkd ve haset ve hubb-ı câh-ı
müslim ve hubb-ı mâl gibi rezâil-i ahlâk üssü’l-esâsı, ve buğz ve adâvet isti’zâm-ı
ağniyâ ve istihkâr-ı fukarâ, terk-i tevekkül ve vüsûk, ve hafv-ı zevâl-i kader ve
menzilet, şuhh ve buhl ve tûl-ı emel, fahr ve batar, gıll ü gış, tasannu’ ve mubâhât,
müdâhane ve kasvet, fezâzat ve gılzet, cefâ ve gaflet, acele ve hiddet, dıyku’s-sadr ve
89
kıllet-i merhamet, zevâl-i hayâ ve terk-i kanâat, taleb-i uluv ve taleb-i riyâset gibi
keyfiyyât-ı deniyye ve ahlâk-ı rediyye onun furûudur.” (el-Muhkem s. 75)
3.14.Cezbe – Ârif
Ahmed Mâhir Efendi cezbe ehli ile âriflerin farklarını şöyle anlatmaktadır.
“Gerçi zümre-i ârifîn de ehl-i şuhûd gibi ehl-i cezbeden iseler de ahvâl-i
vâkılarında şiddet-i temekkünlerinden dolayı cezbe ve aşk ehl-i şuhûdda olduğu gibi
zevâhir-i hâllerinde zâhir ve nümâyân olmaz. Bu sebepten dolayı erbâb-ı hakîkat ehl-i
sülûkun nihâyeti ehl-i cezbenin bidâyeti olduğuna kāil oldular. Cezbe cihetinden a’zam-
ı nâs enbiyâ ve mürselîn olduğu da nigâşte-i sahîfe-i haberdir.”(el-Muhkem s. 66 )
3.15. İlim – Cehl
Ahmed Mâhir Efendi ilimden anlaşılması gereken mânânın da ne olduğunu
anlatmaktadır. O’na göre hakîkî ilim varlık iddiâsını yok etmek, hakîkî vücûd olan
Allâh Teâlâ’yı isbât etmektir. Yokluğun değil varlığın arkasında koşan ilim sâhibi
hâriçte âlim olsa da hakîkatte câhil, ilmi de mânevî bakımından faydasız ve şerrin ta
kendisidir.
“Çünkü ilimden murâd mahv-i vücûd ile Vâcibü’l-Vücûdu isbât etmektir. Bir
ilim ki mahvdan ziyâde vücûd îrâs eder. Mevsûfu olan zât her ne kadar âlim ise de şu
hakîkate câhil, ve ilmi ma’nen şerr-i mahz ve gayr-ı nâfi’dir.” (El-Muhkem s.78)
Bunun tam tersi de cehâlet için geçerlidir. Vücut iddiâsı taşımayan câhil zâhirde
câhil olsa da hâl ilmine vâkıf olduğundan cehâleti hatta faydalıdır. Çünkü ilm-i kāl ilm-
i hâlin delîlidir. Ahmed Mâhir Efendi burada çok güçlü bir mantık kurgusuyla
meseleyi özetlemektedir. Şöyle ki: delîl medlûlu ile değerlidir. Medlûlü olmayan delîle
i’tibâr edilmez. Buna örnek olarak da beden ile rûh ,ilişkisini göstermektedir. Nasıl ki
rûh bedene göre daha kesindir. Beden rûhla kāim olduğu hâlde rûh bedenle kāim olmak
mecbûriyetinde değildir. İşte ilm-i hâl de ilm-i kāl’e göre rûh mesâbesindedir. Kāl
olmadan hâl tahakkuk edebilir. Fakat hâl olmadan kāl tahakkuk edemez. Dolayısıyla kāl
adamları olan ulemânın sohbetleri hâl adamları olan yakine ermiş câhillere göre bir
değer ifâde etmez:
90
“Bir cehl ki mahv-ı vücûdu istilzâm eder. Onun mevsûfu zâhirde câhil olursa da
ilm-i hâle âlim demek olduğundan cehli bu cihetle müfîd ve nâfi’dir. Bir de ilm-i kâl
ilm-i hâlin delîlidir. Bir delîl ki medlûlu olmayan o rûhsuz beden gibidir. Fakat bedensiz
rûhun tahakkuku muhakkak idiğinden rûh mesâbesinde olan ilm-i hâl de beden
mesâbesinde bulunan ilm-i kâlsiz tahakkuk eder de nâfi’ olur.” (El-Muhkem s.79)
Cehâlet sûfîlere göre büyük günâh sayılır.
“İşte bu tahakkuk şecere-i îkān ve irfânın semeresi hilafı ise muâraza-i hüküm
ve zamân olup nezd-i sûfîyyûnda a’zam-ı zünûb-ı hâssa olan cehil ve nâdânînin
netîcesidir.” (El-Muhkem s.50)
37. Hikmetin şerhinde de “nefsinden râzı olmayan bir câhille arkadaşlık
yapmanın, nefsinden râzı olan bir âlimle arkadaşlık yapmakdan daha hayırlı” olduğunu
anlatan Ahmed Mâhir Efendi sohbet ve arkadaşlık yapılacak kimselerin nefsinden râzı
olmayan kişiler olduğunu, velev ki ilim sahibi de olsa nefsinden râzı olan kişilerin
sohbet edilecek arkadaşlık edilecek kimseler olmadığını îzâh etmiştir:
“Ey âkıl-ı nefsinden râzı olmayan bir câhil ile musâhabet, bir âlim-i hodbîn
hem-bezem sohbet olmaktan senin için elbette hayırlıdır. Zîrâ âlim-i hodbîn için hangi
ilm-i nâfi’ ve rızâ-yı nefsini terk ile ehl-i yakîn olan câhil için nasıl cehl-i muzırr olur.”
(El-Muhkem s.78)
Nazmen Tercümesi de şöyledir:
“Rızâ-yı nefsini terk eyleyen câhil ile sohbet,
Olur hayr âlim-i hodbîn ile sohbetten
Nasıl âlim olur nefs-i leîminden olan râzı,
Teberrî eyleyen câhil olur mu nefse hizmetten” (El-Muhkem s.78)
91
3.16. Ayne’l-yakîn - İlme’l-yakîn - Hakka’l-yakîn
el-Muhkem’de 38. Hikmetin şerhinde bu konu ele alınmıştır. “Ey basîret-i dâr-ı
ma’rifet, şua’-ı basîret sana Cenâb-ı Hakk’ın kurbiyyetini ve ayn-ı basîret de vücûd-ı
ilâhîyyesinden dolayı senin ma’dûmiyyetini ve hakk-ı basîret ise senin ne vücûd ve
ne de ademini belki vücûd-ı sübhânîyi irâe ve işhâd eder.” (el-Muhkem s. 79 )
Nazmen Tercümesi de şöyledir.
“Nûr-ı akl eyler sana işhâd-ı kurb-ı Kird-gâr
Varlığından yokluğunda nûr-i ilm eyler haber
Nûr-i Hakta Zât-ı Pâk-i Hakkı işhâd eyleyip
Varlığından yokluğundan eylemez izhâr-ı eser” (el-Muhkem s.79 )
Ahmed Mâhir Efendi yakîn derecelerini şöyle anlatmaktadır:
“Şua’-ı basîretten murâd nûr-ı akıldır ki ondan ilme’l-yakîn ile ve ayn-ı
basîretten murâd nûr-ı ilimdir ki ondan ayne’l-yakîn ile ve hakk-ı basîretten murâd nûr-
ı haktır ki ondan hakke’l-yakîn ile ta’bîr olunûr.” (el-Muhkem s. 79 )
İlme’l-yakîn ukalâ’ya, mahsûstur:
“Şua’-ı basîret nûr-ı akıl ile nefislerine nazar ederek Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ilâhî
ve ihâta-i kayyûmiyyet-i sübhâniyyesiyle kendilerine karîb olduğunu müşâhede eden
ukalâya..” (el-Muhkem s.79 )
Ayne’l-yakîn ulemâ’ya mahsûstur:
“ayn-ı basîret; nûr-ı ilim ile nefslerinin vücûd-ı samedânîyede mahv ve nabûd
olduğunu anlayan ulemâya..” (el-Muhkem s.79 )
Hakka’l-yakîn âriflere mahsûstur:
92
“hakk-ı basîret; nûr-ı Hak ile Zât-ı pâk-i Hakk-ı şuhûd ile âlemde Allâh’tan gayrı
mevcûd müşâhede edemeyen mütehakkıkîn-i urefâya mahsûstur. (el-Muhkem s.80)
3.17. Hicret
Hicret: Arapça, ayrılık demektir. Beden ülkesini terkedip, rûhlar âlemine göçü
anlatan bir terim. Yerilen huyları terkedip, övülen huyları elde etmek de, "hicret" olarak
tanımlanır.210
el-Hikemü’l-Atâiyye ve onun şerhi olan el-Muhkem’de 44. Hikmetin şerhi ile bir
sonraki 45. hikmet tasavvufun hicrete bakış açısını özetlemektedir.
“Ey tâlib-i hakîkat! Bir kevnden diğer kevne rıhlet edip durma ki bir çok
yürüdüğün hâlde müntehâ-ı intikāli yine ayn-ı mebde’-i irtihâli olan değirmen hımârı
gibi olursun. Belki ekvândan mükevvin-i cihân ve cihâniyân olan Rabbü’l-âlemine
intikāl et. Zâten müntehâ-yı ekvân da o Rabb-i Ğafûr olduğu vâreste-i reyb ü
gümândır.” (el-Muhkem s.91 )
Nazmen Tercümesi:
“Sakın bir kevnden bir kevne rıhlet eyleyip durma
Hurta hûn-i âsâ kim eder bir noktada devrân
Velî ekvândan kıl irtihâl ol Hâliku’l-kevne
O Rabbu’l-izzedir çün müntehâ-yı cümle-i ekvân” (el-Muhkem s.91 )
Buna göre muhâcir ekvândan ( varlık aleminden) Mükevvin’e intikāl eden
hicret eden kişidir.
“Ehl-i fenâ ekvânı mükevvinde ve kâmil-i şuhûd olan ashâb-ı bekā mükevvini
ekvânda müşâhede edenlerdir. Ekvân ile iştiğâli mükevvinden kendisini iğfâl ve işgal
eden hiss-i âdî erbâbı ise tedvîr-i âsiyâb için isti’mâl olunan hayvân kabîlindendir.
Kezâlik âbidînin ibâdâtı da ekvân kabîlinden olup onda vech-i hak gözetilmeyerek 210 Cebecioğlu a.g. e. Hicret md.
93
rü’yet-i halk ile meşûb olursa ibâdât-ı mezkûre de beyne’l-ekvân seyir ve devrândan
ibâret olacağından şer’an mezmûm..” (el-Muhkem s.91 )
“el-Hikemü’l-Atâiyye”de 45.hikmette hicret hadîs-i şerîfi ele alınmıştır. Şerhte
de hicret hadîs-i şerîfi vukûflu bir şekilde şerhedilmiştir. Tasavvufî hadîs şerhleri içine
girebilecek bir yaklaşım sergilenmiştir..
45.hikmet şöyledir:
“Ey sâhib-i nazar! Hayru’l-beşer Cenâb-ı Peygamber Efendimiz hazretlerinin
“Her kimin niyyeti Cenâb-ı Hâllâk-ı cihâna ve resûl-i zîşâna muhâceret ise onun hicreti
şüphesiz Hüdâya ve Resûl-i Kibriyâya ve her kimin maksadı muhâceret-i istihsâl-i
dünyâ ve tezevvüc-i mer’e-i hüsnâ ise onun hicreti de muhâceret ettiği dünyâ ve mer’e-i
hüsnâyadır.”211 ma’nâsını mütezammın olan fermân-ı risâlet penâhîlerine îm’ân-ı nazar
et de hadîs-i şerîf-i nebevîlerini fehm ve idrâk ve akıl ve şuûrun var ise durmayıp bu
makāl-ı hikmet- meâli teemmül ve istidrâk eyle ! (el-Muhkem s.92 )
Hadîs-i şerîfi şiir diliyle şöyle tercüme edilmiştir.
Bak hadîs-i şeh-i kevneyne teemmül eyle
Ne buyurdu o keremkânı taakkul eyle
Niyyeti Hak ve Resûl-i Hak olan hicretle
Bulur Allâh ile Peygamberi bu niyyetle
Hicreti devlet-i dünyâya zen-i hüsnâya
Her kimin olsa bulur niyyeti üzre vâye
Anla bu kavl imâm-ı Rusüli hoş ey dil
Kıl tefekkür onu sen oldun ise ger âkıl (el-Muhkem s.93 )
211 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy,1; Müslim, İmâre 155, Ebû Dâvud, Talâk 11, Neseî Taharet, 59; İbn Mace, Zühd,56.
94
Ahmed Mâhir Efendi hikmetler arasında irtibat kurarak hadîsin yorumuna
geçmektedir.
“Bu hikmet, hikmet-i sâbıkanın tetimmesidir. Mutazammın olduğu hadîs-i şerîf
de de hikmet-i sâbıkadaki ekvândan mükevvine lüzûm-i irtihâle dâir olan fıkra-i ahîreye
tenbîh ve işâret vardır.Hadîs-i şerîf-i mezkûru Fârûk-ı A’zam Hazreti Ömer rivâyet edip
matlai olan 212 عمال بالنيات وإنما لكل امرئ ما نوى الاcümleleri burada tayy olunmuştur. Bu
cümlelerin ma’nâsı “A’mâl vâbeste-i niyyettir ve her insân için hâsıl da niyyet ettiği fiil
ve harekettir.” Bundan anlaşilıyor ki hüsn-i kabûl hüsn-i niyyete menût ve amel niyyetle
meşrûttur. Şu hâlde hicretten murâdı Hâlıku’l-ibâd ve Resûl-i nübüvvet-nihâd olan
kimse ekvândan mükevvine irtihâl etmiş olur ki maksad ve matlûb da budur. Ve bu da
hadîs-i şerîf-i mezkûrda musarrahtır. Maksad-ı muhâcereti şu iki matlab-ı aksânın gayrı
olan kimse ise beyne’l-ekvân dâir, ve ekvân ile bâkî ve sâir olup onun fırka-i ûlâya
ihsân olunan zevk-i vuslat ve kurbiyyetten nasîbi olamaz. İşte mevzi-i i’tibâr ve
teemmül de burasıdır ve bu da hadîs-i şerîfte musarrah olmayıp huzûz-ı nefsâniyyeden
olan dünyâ ve mer’e-i hüsnâ ile müşârun ileyhtir. Binâenaleyh sâlik-i tarîkat her
hâlikârda âlî himmet olup haktan gayrıye iltifât etmemesi..(gerekmektedir.) (el-Muhkem
s. 94 )
3.18. İnfak
“Harcama, karşılıksız yardım demektir.. Tasavvufta, Hakk yolunda malı ve
canı seve seve fedâ etmektir.”213
31. Hikmet infâk konusunu ele almıştır.
“Ehl-i kudret sea-i hâlince infâk etsin demek olan 214 لينفق ذو سعة من سعته
nazm-ı celîlinin ma’nâ-yı işâretiyle murâd, vâsıl-ı vahdethâne-i Rabbu’l-ibâd ve rızkı
212 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy,1 213 Uludağ, Süleyman, TTS. s. 248
214 Talak,65/7
95
dar kılınan kimse 215 ومن قدر عليه رزقه ma’nâsına cümle-i Kur’âniyyesinin mantûk-ı
münîfinden müstefâd da sâlik-i tarîk-i Rabb-i endâd olanlardır.” (el-Muhkem s.67 )
Nazmen Tercümesi de şöyledir.
“Ehl-i kudret vüs’at-i hâlince infâk eylesin
Böyle emretti Hüdâ bundan murâdı vâsilîn
Bulunduğundan eylesin infâk rızkı dar olan
İş bu fermânıyla da ma’nâ ricâl-i sâlikîn” (el-Muhkem s.67 )
Ahmed Mâhir Efendi evvelâ âyetin tefsîrini vermektedir.
“Cümle-i ûlânın ma’nâsı erbâb-ı servet ve samândan olan zevc sea-i hâl ve
iktidârı derecesinde zevce-i mutallaka-i murziasını infâk etsin. Cümle-i sâniyenin “men”
kelime-i şartiyyesinin cevâbı olan 216 فلينفق مما آتاه الله cümle-i cüz’iyyesinin
mülâhazasıyla berâber ma’nâsı vüs’at-ı rızka mâlik olmayıp da emr-i intiâşta zarûret
çekenlerde zevce-i mutallıka murzıasını Cenâb-ı Hak ihsân buyurmuş ise ondan infâk
eylesin demektir. (el-Muhkem s. 67 )
Bu hikmette Ahmed Mâhir Efendi’nin ta’bîriyle “vâsıl-ilellâh olanlarla henüz
sâlik-i tarîk-i hakîkat-i iktinâh bulunanların ahvâl-i vâkıalarına işâret olunuyor.” (el-
Muhkem s. 67 )
Sûfîler dünyâyı boşamış kimselerdir. Vuslat ehli belli makāmları geçtikleri için
onlar istedikleri kadar tasarruf ederler.
“Çünkü zümre-i vâsilîn tatlik pîrezen-i dünyâ ile sicn-i rü’yet-i ağyârdan fezâ-
yı vesîatü’l-enhâ-yı tevhîde çıktıkları vakitte nazar-ı istifsâr-ı irfânları mesâfesi tevessü’
etmekle şu sea-i hâlden ashâb-ı isti’dât ve kemâli istedikleri gibi infâk ve telattuf ve
âlem-i tahakkuk ve taayyünlerini arzû ettikleri vecihle tedbîr ve tasarruf ederler. (el-
Muhkem s. 67 )
215 Talak,65/7 216 Talak, 65/7 Allâh’ın ona verdiğinden infâk etsin
96
İşin başındaki sâlikler ise henüz nefsin tuzaklarından kurtulamadıkları için
onlar da kendi iktidârlarına göre “hâl”lerinde tasarruf edebilirler.
“Fırka-i sâlikîn ise henüz makdûru’r- rızk-ı ilim ve irfân ve muzîk-i hayâlât ve
rüsûmda esîr-i dâm-ı nefs ve şeytân olduklarından onlarda derece-i iktidâr ve
taayyünlerine göre bâzil-i nakd-i hâl ve âlem-i husûsîlerinde hükümrân-ı ef’âl olurlar.”
(el-Muhkem s.67 )
3.19. Mürşid
Mürşid, doğru yolu gösteren, uyaran, irşâd eden demektir. Gerçek mürşid Hz.
Muhammed (s.)'dir. Diğer mürşidler, O'nun ma’nevî mîrâsını elde etmeğe muvaffak
olmuş kişilerdir. Cürcânî, mürşidi, doğru yolu gösteren, sapıklıktan önce Hak yola ileten
kişi, olarak tanımlar. Tasavvufî terim olarak, tarîkat lideri anlamına da gelir. Aynı
anlamda olmak üzere postnişin, şeyh, seccâdenişin, ifâdeleri de kullanılır. Mürşid olan
kişinin, Allâh'ın ahlâkını tahakkuk ettirmiş olması, yani, en azından fenâ makamına
ulaşması şarttır.Her mürşid, kâmil olmayabilir. Bu yüzden mürşidin kâmil olmayanları
da bulunabilir. Mürşidin en makbûlü, hem "kâmil" (kendi olgun), hem de mükemmil
başkasını olgunlaştırandır217
el-Hikemü’l-Atâiyye aslında bir mürşidin vasıflarını etraflıca ortaya koyan bir
kitaptır. Onun şerhi olan el-Muhkem de farklı konulara serpiştirilmiş olarak bir
mürşidin özelliklerini anlatmaktadır. Bununla beraber bazı yerlerde mürşide direk vurgu
yapılmıştır.
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre Mürşid, nefsin tuzaklarını kişiye gösteren bir
vesîledir. Mürşid olmadan kâmilen kişi nefsinin hilelerinden emin olamaz. Ahmed
Mâhir Efendi bunu şöyle anlatmaktadır:
“Meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilmek için dört esbâb gösterilmiştir. Birincisi
mürşidîn-i kâmilîndir ki dâmen-i inâbet ve irşâdlarına sarılan müsterşidîni tarîk-i
Hakk’a hidâyet ve meâyıb-ı nefsâniyye ve mehâlik-i şehevâniyyeye irâe ile istikmâli
217 Cebecioğlu, a.g.e. mürşid maddesi
97
esbâb-ı kemâl ve ma’rifet ederler. Kendileri muhtâc-ı irşâd olan müteşeyyihîn bu bâbta
bâis-i işkâl olmaz.” (el-Muhkem s.71 )
3.20.Nefes
Nefes, soluk, hafif rüzgâr, uzun söz, mühlet, bolluk, genişlik anlamlarını ihtiva
eden Arapça bir kelimedir. Kâşânî'ye göre bu, gaybden gelen latifeler sebebiyle,
kalplerin rahatlamasıdır. Bu, seven (muhib)'in sevilen (mahbûb) ile ünsiyetidir. Nefes
sahiplerinin, hallere sahip olan kişilere göre, daha saf ve daha hassas oldukları
kaydedilir. Sahib-i vakt, mübtedi iken, nefes sahibi müntehidir. Hal sahibi ise, bu
ikisinin arasındadır. Haller, ortalar, nefesler, terakkinin nihayetidir.Vakitler, kalp ehline;
haller, rûh erbabına; nefesler ise, sırlar ehline mahsustur. Nefes, Bektaşîlerde, genellikle
hece vezniyle yazılmış ilâhîlere denir. Nefesler, şu konularda olur: Övme, yerme,
mersiye aşk, zaman. Alevîler nefese, deyiş veya âyet de derler. 218
Ahmed Mâhir Efendi nefesle alâkalı hikmeti şöyle tercüme etmiştir.
“Ey sâhib-i nefes! Enfâs-ı Ma’bûde-i hayâtiyyenden izhâr ettiğin her bir nefeste
mukaddiru’l-enfâs olan Hak Teâlâ Hazretlerinin hakkında bir emr-i mukadderi vardır ki
onu elbette icrâ ve imzâ eder.”(el-Muhkem s.56)
Nazmen Tercümesi de şu şekildedir:
“Teneffüs ettiğin her bir nefes Hakk’ında ey sâlik
Tecellîgâh-ı takdîr kadîm-i Rabb-i izzettir.” (el-Muhkem s. 56)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre “Enfâs zurûf-ı ekdâr-ı rabbu’n-nâstır. Her bir
nefeste ni’met ve beliyyet, tâat ve ma’siyetten her ne ki takdîr olmuş ise elbette onu
Cenâb-ı Hak izhâr ve ibrâz edecektir. Enfâs insâna vedîa olunmuş bir emânettir. Çünkü
sermâye-i ömür ve mâye-i izz u saâdettir. (el-Muhkem s.56)
Nefesler Allâh’ın büyük bir lütfudur insana.. Dolayısıyla bu nefesleri O’nun
rızâsı dışında kullanmamak lâzımdır. 218 Cebecioğlu , a.g.e nefes maddesi..
98
“..enfâsın tedbîr-i umûr-ı dünyâ bâbında medâr-ı cereyân olması da onu rızâ-ı
ilâhî hilâfında istihlâkın mûcib-i mücâzât olacağını isbât eylemiştir. Şu hâlde sâlik-i
müeddep her nefeste muhâfaza-i edep ve murâkaba-i Rab eylemelidir ki cemî-i
enfâsında tarîk-ı Hakk’a rehrev ve ashâb-ı enfâs-ı kudsiyyeye peyrev olabilsin. İşte bu
cümle-i kudsiyyesinin ma’nâsıdır (el-Muhkem s.57) 219 الطرق الى اهللا تعالى بعدد انفاس الخال ئق
3.21. Kurb - Bu’d
Kurb, Arapça, yakınlık anlamındadır. Kelime ezelde, yani rûhlar âleminde,
Allâh ile kul arasında geçen ahde uymayı ifâde eden, bir ta’bîrdir. Kulun Hakk'a yakın
olması, müşâhede ve mûkâşefe iledir. Allâh'tan gayrisiyle de Allâh'tan uzak olur. Kurb
hakkında, kalb yoluyla sevilene duyulan yakınlıktır, denmiştir. İki türlü kurb vardır. 1-
Nâfilelerle olan kurb: Beşerî sıfatların sona erişi, ve beşer üzerinde Allâh'ın sıfatlarının
zuhûru. Bu durumda beşer, uzaktakileri duyar ve görür hâle gelir. Buna, beşerî
sıfatların, Allâh'ın sıfatlarında fânî olması da denir. İşte bu, nâfileler ile elde edilen
kurbdur. 2- Farzlarla olan kurb: Kulun, nefsi de dâhil olmak üzere, her şeyin şuurundan
tamamen fâni olmasıdır. Artık onun nazarında, Hakk'ın vücûdundan gayri, hiçbir şey
kalmaz. Bu, farzların semeresi olarak ortaya çıkan fenâ halidir. Özet olarak ifâde etmek
gerekirse; kurb, Allâh'a itâat ve kullukla elde edilir. Kurbün mukābiline, bû'd (uzaklık)
denir. İbn Arabî, bu ikisi hakkında şu tanımı yapar: Bû'd, kulun muhalefetlerde ikāmet
etmesi; kurb, Kābe kavseyn’in hakîkatına da denir.220
Bu’d da Arapça uzaklık anlamına bir kelime. Kulun Allâh'tan uzaklaşması ki bu,
emir ve nehiylere uymamakla olur. Hak'tan uzak kalanlara "bâ'id" denir. Bu'd'un
mukābili "kurb" tur.221
Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de çoğu yerde Allâh’a yakınlaşmanın (kurb)
ehemmiyetine vurgu yapar. Aynı şekilde O’ndan uzaklaştıracak (bu’d) her türlü engel,
tuzak ve desîselere karşı dikkatimizi çeker. Bunlara örnek olarak şu tesbitleri
aktarabiliriz.
219 “Allâh’a giden yollar mahlûkâtın nefesleri adedincedir Bu cümle Necmüddin-i Kübrâ’ya (ö. 618/1221) âittir. Bkz. Kübrâ, Necmüddîn Kübrâ, Usûlu Aşere, (Haz. Mustafa Kara, “Tasavvufî Hayât” İst. 1996, s. 33, II. Baskı. Dergâh yay. 220 Cebecioğlu a.g. e. Kurb. md. 221 Cebecioğlu a.g. e bu’d mad.
99
“Zîrâ mukaddiru’l- umûr olan hakîm-i mutlak hazretleri tedbîri mahsûs-i
ulûhiyyet ve tevekkül ve tefvîzi muktezâ-yı ubûdiyyet eylediğinden tedbîr ile ihtisâs
etmek isteyen abd-i pür-taksîr terk-i vazîfe-i ubûdiyyet ve teaddi-i hükm-i rubûbiyyet ile
kaza-yı ilâhîye mudâfaa ve kader-i ezeliye münâzaa etmiş olur ki bâis-i helâk ve hüsrân
ve sebeb-i bu’d ve hicrândır” (el-Muhkem s.12)
“..îmân ve tâat ve huşû’ ve haşyet gibi ayn-ı ubûdiyyet olan sıfât-ı
mahmûdeden hurûc ve tecerrüd, müstevcib-i kurbet değil bilakis müstelzim-i bu’d ve
del’alettir.” (el-Muhkem s.74)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre hicret maksadı Haktan başkası olan da
kurbiyyetten nasîbini alamaz.
“Maksad-ı muhâcereti şu iki matlab-ı aksânın gayrı olan kimse ise beyne’l-
ekvân dâir, ve ekvân ile bâkî ve sâir olup onun fırka-i ûlâya ihsân olunan zevk-i vuslat
ve kurbiyyetten nasîbi olamaz” (el-Muhkem s.93)
Mâsivâya muhabbet de bir Haktan uzaklık eseridir:
“Ve mâsivâllâha meyl ve muhabbetin Haktan kıllet-i hayâdan nâşî bir keyfiyet
ve mâsivâllâhtan umûd-ı atâ etmekliğin de mu’tî-i hakîkîden gaflet ve muktezâ-yı
bu’diyyettir” (el-Muhkem s.54)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre bir kimsenin ihtiyâçlarını Rabbine değil de halka
arzetmesi bu’d alâmetidir.
“Bir abd-i sâdıkın ma’bûd-ı hakîkîsine karşı mahlukâttan hiçbir kimseye arz-ı
ihtiyâç etmemesi edeb-i ubûdiyyet ve hükm-i kurbiyyet ve Cenâb-ı Hakk’a kurbiyet de
mâsıvâllâhtan bu’diyyet iken bârigâh-ı ihsân-ı ma’bûdu bırakıp da bâb-ı abde ilticâ ve
temennî-i i’râz-ı dünyâ etmek fa’âlün limâ yürîd hazretlerinden gaflet ve semere-i hicâb
ve bu’diyyet olduğundan mezmûm ve metbûldur”. (el-Muhkem s.55)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre ibâdetler Allâh’a yaklaşmak içindir.
100
“Çünkü ibâdet husûl-i kurbet ve ma’rifet içindir. Madem ki bir nev-i ma’rifet
hayyiz ârâ-yı husûl ve envâr-ı tecellîyyât deyriçe-i kalbe fürceyâb-ı dühûl oldu.” (el-
Muhkem s.21)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre bir kimse tehlîye ve tehallî ile nefsinin
tuzaklarından kurtulursa Allâh’ın yakınlığını elde etmiş olur:
“ Eimme-i sûfîyye şu sıfât-ı mezmûmeden hurûc ve tecerrüd ve evsâf-ı
mahmûde ile ittisâf tahakkuka tehallî ve tahâllî ve ta’bîr-i aherle tezkiye ve tahliye ıtlâk
ederler. Bu iki emr-i meslûk elhak hakîkat-i sulûk olup bununla tahakkuk eden sâlik için
gayri hakāik-i ubûdiyyet tahakkuk edeceğinden ve ribka-i rukyet-i nefs-i emmâreden
tahlîs-i girîbân eyleyeceğinden ona kurb-ı sübhâni me’vâ-ı ma’rifet ve huzûr-ı rabbâni
mesvâ-yı vuslat olarak vâsıl-ı sem’-i cân ve cinânı olan nidâ-yı ma’nevî-i ilâhîye mûcib
ve müstelzim-i bu’diyyet olan hazz-ı nefsi terk ile huzûr-ı hazrete karîb olur da a’mâl-i
ahyâr ile mahzûz ve gerd-i vebâl ve evzârdan mahfûz kalır.” (el-Muhkem s.75)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre îmân ve tâat ve huşû’ ve haşyet gibi ubûdiyetin
gereklerini yapmamak, yakınlığı değil Allâh’a uzaklığı netîce verir.
“Ve salâh-ı kalbin husûlü ise sıfât-ı mezmûmeden tecerrüd ve tahâllî ile olup
ibâre-i hikmetteki münâkız-ı ubûdiyyet olan evsâf-ı beşeriyye ile murâd da işbû sıfât-ı
mezmûmedir. Yoksa îmân ve tâat ve huşû’ ve haşyet gibi ayn-ı ubûdiyyet olan sıfât-ı
mahmûdeden hurûc ve tecerrüd, müstevcib-i kurbet değil bilakis müstelzim-i bu’d ve
del’alettir.” (el-Muhkem s.74)
“Elhâsıl kurb ve hazret, ma’rifet-i nefs-i deniyyeye ve izâle-i ahlâk-i rediyyeye
vâbeste ve bu’d ve mehcûriyyet rukyet-i nefse ve ittibâ-ı hevâ ve hevese peyvestedir.”
(el-Muhkem s.76)
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre “Muhibbînin ibâdeti Allâh için, ârifinin
ubûdiyyeti Allâh iledir. Amel-lillâh ise mûcib-i mesûbet, amel-billâh mûcib-i
kurbettir.” (el-Muhkem s.26)
101
3.22. Hâtif:
Hâtif, Arapça bir kelimedir. Gizliden gelen ses ki, ses sahibi görülmez.. Gaibden
gelen, sâlikin kalbinde ortaya çıkan ve onu Hakk'a davet eden ses.”222
Ahmed Mâhir Efendi konu ile alakalı şu tesbitleri yapmaktadır.
“Hâtif,kalb-i sâlike hakîkat-ı ilâhîye cihetinden lisân-ı hâl ile nidâ edici
demektir. Bir sâlik seyr-i sülûkunda meşhûd-ı dîde-i cân ve cânân olan maârif-i ilâhîye
ve tecellîyât-ı sübhâniyyenin matlab-ı a’lâ ve maksad-ı aksâ olduğunu i’tikâd ederek
tevakkuf- nümâ-yı kanâat olursa füyûzât-ı Samedânîyyeye nihâyet olmayıp matlûb-ı
ma’nevî ve mahbûb-ı hakîkî daha ileride olduğu kalb-i sâlike ilhâm ve lisân-ı hâl ile
i’lâm olunûr.” (el-Muhkem s.53 )
el-Muhkem’de hâtif ile alakalı bir de menkıbe anlatılmaktadır:
“Urefâdan bir zâtın esbâbı terk ile günde yalnız iki dilim ekmek kendisine
verilip meşakkat-i esbâb ve taab-ı taayyüşten bu suretle hâlâs olarak ferîhu’l-hâl
müsterîhü’l-bâl olduğu hâlde yaşamaklığı arzû ettiği ve ba’de berhe mine’z-zamân
ma’lûm olmayan bir sebeple hapishâneye idhâl ve günde iki dilim ekmek kendisine i’tâ
olunduğu ve bu hâlin temâdîsi üzerine husûle gelen daceret bir vakitler kendisine
mescûniyyetin esbâb-ı ma’neviyyesini taharrîye mecbûriyet hâsıl etmekle sem’-i
ibretine ilkā olunan şu nidâ-ı hâtifi: “Ey kulum sen benden günde iki dilim ekmek
isteyerek ta’b-i taayyüşten istifrâğ ve ihtiyâr-ı genc-i ferâğ etmedin mi? Ben de
matlûbunu is’âf ve ni’met-i ferâğı sana ithâf ettim.” Mûmâileyhi hemen irşâd ve vâki’
olan talep ve ihtiyârından dolayı istiğfâr ile Cenâb-ı Fâil-i Muhtârdan istirşâd etmesini
müteâkib bâb-ı mahpes küşâd ve oradan hurûc ile nâil-i murâd olduğu “Kitâbü’t-
Tenvîr”223 hikâye ve tasvîr ve netîce-i hikmet böyle bir misâl-i ibret iştimâl ile îzâh ve
tefsîr olunmuştur.” (el-Muhkem s.52 )
222 Cebecioğlu , TTVDS, hâtif maddesi.. 223 “Et-Tenvîr fî ıskâtı’t-tedbîr” İbn.Ataullahın Tevekkül ve teslimiyet konularından bahseden bir başka eseridir.. Musa Muhammed Ali ve Abdulâl Ahmed tarafında tahkîkli basılmıştır. Kahire,1973
102
3.23. Uzlet
Uzlet, “halka karışmamak, onlardan ayrı yaşamak, inzivâya çekilmek. Günâha
girmemek, daha çok ve daha ihlaslı ibâdet etmek içintoplumdan ayrılıp ısız ve kimsesiz
yerlere çekilmek,tek başına yaşamak. Buna halvet, inzivâ, vahdet adı da verilir. Toplum
içinde bulunmaya, ihtilât, muhâleta, hiltat denir. Mutasavvıfların uzletten maksatları
ihtiyaçtan fazla toplumda kalmamak, laklakıyatla zaman geçirmemek, boş zamanlarda
bir köşeye kûşe-i inzivâya çekilerek ibâdet ve tefekkürle zamanı
değerlendirmektir.Fakat bazı dervîşler ömür boyu toplumun dışında kalmışlar, çilehâne
ve mağaralarda yaşamışlardır. Şerden ve şerlilerden uzak durmak farz uzlet, fuzûldan ve
fuzûlîlerden uzak kalmak fazilet olan uzlettir. 224
Eşrefzade’nin beyitleri güzel bir uzlet ta’rîfidir.
Uzlet ehli doğru gider cennete
Uzlet ehl uğramaz hiç mihnete
Uzlet ehlidir sevip hem sevilen
Sen bu uzletten kaçarsın pes neden (Eşrefzâde)
“Birçok sûfiye göre sâlik halkın içinde iken onlardan ayrı olmalı, zâhiren halk
ile, bâtınen Hak ile olmalı. Ârif hiltatta iken uzlette, celvette iken halvette, kâin iken
bâin, karîb iken garîb, ferşiî iken arşî, arzî iken semâvî olmalı.225
Kur'ân'da uzleti anlatan bazı ayetler şunlardır: "Sizi ve Allâh'tan gayrı
çağırdıklarınızı terkediyorum" (Meryem/46), "Onları ve tapmakta olduklarını
terkediniz" (Kehf/16). Uzletin karşıtı ihtilât, halka karışmayı ifâde eder. Uzlet
uygulaması, hayat akışı içerisinde küçük zaman dilimlerinde iç murâkabe, iç muhasebe
için yapılır.226
“Uzlet tıpkı bir ölü gibi halkla berâber yaşamaktan inzivâ ve halvet yolu ile yüz
çevirmek demektir. Uzlet iki sebepten dolayı yapılır. Mürîd ya halkın şerrinden kaçar
veya kendinin onlara zarar vermesini önlemek için onlardan ayrılır . İkinci yol daha
224 Uludağ, TTS , s.498 225 Uludağ, TTS , s.498 226 Cebecioğlu, a.g. e Uzlet maddesi
103
iyidir. Çünkü insanın kendi nefsi için kötü zan beslemesi başkaları için kötü zan
beslemesinden daha iyidir.
Gel beri gel mâsivâdan uzlet et
Ba’dehû Mevlâ ile var sohbet et.227
Zünnûn-ı Mısrî “uzlet ne zaman sıhhatli olur dediklerinde “kişi nefsiyle uzlet
hâlinde ve ona yabancı bulununca “ demiştir. 228
“Cerîrî’ye uzletin ne olduğu sorulmuş. O da “ uzlet kalabalık arasına girmek
fakat Hakk’ı bırakıp halk ile meşgûl olmasın diye sırrı korumak, nefsi günâhtan
uzaklaştırmak, sırrı kalbi Hakk’a bağlamaktır” demişti.”229
“Halvet, uzlet, inzivâ, yalnızlık, tek başına yaşamak, topluma karışmamak,
ihtilat halinde olmamak. Ne bir meleğin ne de diğer herhangi bir kimsenin bulunmadığı
bir hâlde ve yerde Hakk ile sırren mânen konuşmak, rûhen sohbet etmek. Mâsivâdan
ilgiyi kesip tamâmen Allâh’a yönelmek kendini ibâdete vermek”230 demektir.
Halvet ve uzlet aynı kavramlar gibi görülse de bunlar birbirinden farklıdır.
“Sühreverdî, bu farka şöyle işâret eder:“Halvetin uzlet olmadığı ileri sürülmüştür.
Halvet toplumdan ve insanlardan uzak bir köşeye çekilmek, uzlet ise neftsen nefsin arzû
ve istelklerinden Allâhâtan başkası ile meşgûl eden her şreyden kaçmak ve bunları terk
etmek demektir. Halvette vücût çokluğu uzlette ise vücût azlığı vardır. Genellikle
halvette toplumdan maddî bir ayrılış, uzlette ise mânevî ve şuûrî bir ayrılış vardır.”231
el-Muhkem’de 12. Hikmetin şerhinde “Şehsuvâr-ı kalbe mizmâr-ı tefekkür ve
hayrete bi’d-duhûl at oynatmak için nâstan uzlet kadar hiçbir şey nâfi’ ve müfîd
olmadı.” (el-Muhkem s.32 )ma’nâsına gelen, “nazmen de
“Âlem-i fikret içinde cevelân etmek için
Uzlet âsâ olamaz kalbe müsâid bir hâl” (el-Muhkem s.32 ) şeklinde tercüme
edilen uzletle ilgili hikmet “uzlet” konusunu ele almaktadır.
227 Kübrâ, a.g.e s. 54 228 Attâr, a.g.e s. 191 229 Kuşeyrî, a.g.e s. 241 230 Uludağ, TTS s. 206 231 Sühreverdî a.g. e. S. 529
104
Şerhte de insanlarla çokça birlikte olmanın, nefsî hastalıklara yol açtığı, uzlet
ile kalbin bu hastalıklardan kurtulduğu ve ilâhî tecellîlere açıldığı anlatılmaktadır:
“Ahlâk-ı rediyye ve tabâyi-i deniyye ki emrâz-ı nefsâniyyeden tahliye-i kulûb ve
tasfiye-i esrâr etmek her mürîd-i müsterşid için lâzımdır ki şâhid-i dilârân-ı tecellî onda
cilveger-i zuhûr olsun. Bu emrâzın esbâb-ı zuhûru ise sohbet-i ezdât, esâret-i i’tiyâd
havâ-yı nefse inkıyâd ile berâber nâs ile kesret-i muhâletat ve âlem-i his ve şehâdete
devâm-ı taalluk ve münâsebettirEvvelemirde şu esbâbın esâsından izâlesi nâstan uzlete
ve sûret-i müdâvâtı Cenâb-ı Hakk’ı fikrete mütevakkıftır. Uzlet olmadıkça “göz nerede
ise gönül de oradadır” meselince kalb dâimâ âlem-i his ve şehâdetin mubsırât ve
mahsûsâtını tefekkür ile müşteğıl ve âlem-i gayb ve melekûtun müşâhedât ve
tecellîyâtından gâfil olur. Bu sebepten dolayı “bir sâat tefekkür yetmiş senelik ibâdât-ı
mütetavviadan hayırlı olduğu”232 haberde vâki’ olmuştur. Meydân-ı fikrette cevelân
olmak isteyen ibtidâ-yı emirde nâsdan i’tizâl etmelidir. . (el-Muhkem s.33 )
Ahmed Mâhir Efendi uzlet ve fikret ile ilgili sufîlerin sözlerinden nakiller
yapmıştır.
“Etkıyâ-ı ashâb-ı Resûlullâhtan ârif-i esrâr-ı kibriyâ Cenâb-ı Ebû’d-Derdâ
radiyallâhu anhü Efendimizin zevce-i muhteremelerine müşârun ileyhin efdal-i a’mâli
suâl olunduğu vakitte “O sadef-i dersaâdet âlâ-i ilâhîyede fikret idi.” cevâb-ı hikmet
nisâbını vermiştir. Kudvetu’t-tâbiîn Hasan Basrî (ö. 110/728) hazretleri “murâkabe ve
fikret hasenât-ı mütefekkirîni kabâih-i sıfâtından ayrı olarak gösterir bir mir’ât-ı
hakîkattır. Bu fikret âyât ve mesnûât-ı ilâhîyede olduğu vakitte celâl ve ceberrût-ı
sübhâniyyeyi, ve celâl ve ceberrût-ı sübhâniyye de tefekkürde âlâ-yı celiyye ve niam-i
hafiyye-i samedânîyyeyi ıttılâa sebep olmakla ondan gönülde bir takım ahvâl-i seniyye-i
tecellî efzâ-yı tevârüd ve emrâz-ı kalbiyyenin de artık bilkülliyye zevâliyle âfiyet-i
ma’neviyye olan istikāmet nev-be-nev rûnümâ-yı tezâyüd olmaya başlar” buyurdu.
Merfûun mele-i a’lâ Hazreti İsâ Efendimiz de “Kavli zikir ve samtı fikir ve nazarı ibret
olan kimse için ne saâdettir. Tahkîk-i nâsın en zekîsi nefsini dâimâ muhâfaza eden ve
inkızâ-yı müddet-i ömürden sonrası için amel edendir” der idi.” (el-Muhkem s.33 )
232 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 30
105
Bizzat uzlet maksud değildir. Tefekkür ve halvete vesîle olduğu için uzlet
benimsenir. Yoksa tek başına uzlet tehlikelerle doludur. İçi boş bir uzlet faydadan çok
zarar verir. Uzletin verimli olması ise sırf uzletle değil uzlet içindeki fikret(Tefekkür)
iledir.
“Tabîat sâriyye sohbet sârika olduğuna göre rezâil-i ahlâk ve zemâim-i
ahvâlden tecerrüd edebilmek için ancak ihtilât-ı nâstan tecerrüd ile olur. Fikret
olmadıkça da ebvâb-ı tecellîyât ve meyâdîn-i müşâhedât feth ve küşâd olunamaz.
Binâenaleyh gencine-i guyûb olan kulûbun emrâz-ı nefsâniyyeden tahliyesi ancak
uzletle ve envâr-ı maârif ve tecellîyât-ı rabbâniyye ile tahliyesi de fikretledir”. (el-
Muhkem s. 33 )
“Şu hâlde maksûd-ı aslî fikret olup uzlet ise ona vesîledir. Bir uzlette ki fikr-i
ilâhî yoktur, onun menfaatinden ziyâde mazarratı çoktur. Uzletin vesîle-i fikret olduğu
dört esâs-ı tarîkatın biri olan hâlveti mutazammın olmasındandır. Mütebâki üçü ise
samt, cû’, seherdir.” Külliyyet-i devâ’ tahakkuk-ı velâ bu derdin ictimâ’ıyla hâsıl olur.
Onun için Sehl bin Tusterî( ö.273/886) kudsise sirrûh hazretleri bilkülliyyet hayrın
hısâl-i erbaa-i mezkûrede ictimâ’ına kâil oldu .” (el-Muhkem s. 33 )
Uzletten kasıt rûhbanlık değildir. Faydadan çok zarara verecek kişilerle oturup
kalkmakdolayısıyle kulluk gereklerine lâyıkıyla yönelememek kaygısıyla uzlet yapılır.
Yoksa rûhbanlığa teşvik yoktur.
“Netîce-i hikmet erbâb-ı sülûkü rûhbâniyyete da’vet değildir. Belki sohbetleri
fasıl ve gaybet ve muhabbetleri hiciv ve mezimmet ve ihlâsları müdâhane ve riyâ ve
ihtisâsları mücâvele ve cefâ, i’timâdları rehîn-i zevâl, i’tikâdları bî-mağz bî-meâl,
infâkları tasannu’ ve nifâk, ittifâkları tekellüf ve şikâk, ibâdetleri taklîd ve âdet, ve
âdetleri takayyüd ve esâret kabîlinden olan ebnâ-yı vakt ve ihvân-ı zamân ile ihtilâttan
mücânebeti tavsiye ve nasîhattır.” (el-Muhkem s. 33 )
“Vâsıl-ı makām-ı bekā billâh” olan ârifler için uzletin de halvetin de kesretin
de ihtilâtın da pek önemi olamaz. Çünkü bunlar vahdet ve kesret vb. ile mukayyed
değillerdir:
106
“Ama tasfiye-i kulûb ve tecellîye-i esrâr ile vâsıl-ı makām-ı bekā billâh olan
ârif-i dilâgâh için ef’âl-i mahlûkât, ef’âlullâh ve bilcümle eşyâ ve kâinât mezâhir-i esmâ
ve sıfât-ı âlihe olduğuna ve âlemde gayrullâh olarak hiçbir şey meşhûd-ı dîde-i Hakk-
bîn ârifâneleri olmadığına mebnî bunlar uzlet ve muhâletat, vahdet ve kesret ile
mukayyed olmayıp bezm-i muhâletatta zevk âver-i uzlet âlem-i kesrette hükümrân-ı
melik ve vahdet olmak bu zümre-i cem’u’l-cem’ safâya mahsûs bir mukaddes
keyfiyyettir. İşte sîret-i Resûlullâh da bundan ibârettir.” (el-Muhkem s.33 )
3.24. Tedbîr
Tedbîr, işi idâre, etmek, sonunu düşünerek bir iş yapmak gibi anlamları bulunan,
Arapça bir kelime. Hayırlı olduğunu bilmekle bir şeyin sonu üzerinde düşünmek. İşleri,
sonlarını bilmek suretiyle yapmaya çalışmak . Allâh hakîkî tedbîr sahibi, kul ise
mecazen tedbîr sahibidir. Takdîre yapışmanın, tedbîri terkten ziyâde, en yüksek tedbîre
sırtı dayamak şeklinde yorumlanması gerekir. Avâmımın maddî tedbîri ile, havâssın
mânâdaki tedbîri arasında, önemli nitelik farkı vardır. Sûfîyyenin tedbîri terkeylemek
sözünden, avammın anladığı ma’nâdaki tedbîri terketmek anlaşılmalıdır. Zira sûfî, Hz.
Peygamber (s) in yolundan giden ve O'na sımsıkı bağlı kalan kişidir. O'nun tavsiye ve
öğretisine rağmen, tedbîr'den uzak kalması düşünülemez. "Kim Allâh için olursa (yani
Onun rızasını kazanmak üzere çabalarsa), Allâh da onun lehinde (yani umurunu üzerine
alır) olur" hadîsi, kanaatimizce bir tür tedbîri içermektedir. Biz sûfiyyenin tedbîri
terkden, neyi anladıkları üzerinde biraz daha düşünmek ve yorum yapmak gerektiğine
inanıyoruz ki, tedbîr her halükârda esastır, terkedilmez. 233
el-Muhkem’de tedbîr konusu şöyle işlenmiştir.
“Ey mürîd-i sâlih tedbîr-i umûr-i dünyâdan kendini müsterîh kıl! Zîrâ tedbîr
vâbeste-i irâde ve takdîr-i ilâhî olduğundan gayrın kendisiyle senden dolayı kāim
olduğu şey ile sen nefsin için kıyâmı iltizâm etme.” (el-Muhkem s.12 )
233 Cebecioğlu a.g. e. Tedbîr md.
107
Hikmetin nazmen tercümesi şöyledir.
“Terk edip tedbîrini ol müsterîh
Emr-i gayri etme cânâ iltizâm “(el-Muhkem s.12 )
Şeytânın vesveselerine karşı tedbîr şöyle olur: “kesret-i zikr ve devâm-ı
mürâkabe ile kalb-i alîlden onu tahliyeye ve envâr-ı tevhîd ile de tahliyeye tedbîr ister .”
(el-Muhkem s.12 )
Tedbîrsizlik tedbîr değildir.
“Tamâmıyla terk-i tedbîr etmek değildir. Belki hükm-i takdîrden gaflet-i
külliyyeyi müstelzim olan ve tûl-ı emel hükmünü alan tedbîri terk etmektir . Hatta
denildiğine göre emr-i intiâşi te’mîn ve esbâb-ı hayât olan 234 التدبير نصف المعيشة
kuvâ-yı tabîiyyeyi muhâfaza ve tersîn için vech-i Sehl üzere tedbîr-i umûr-i maîşet
muvâfık-ı hikmet ve şerîattır. Şu kadar ki erbâb-ı hakîkat tedbîrin bu derecesini de
tecvîz etmiyorlar hatta Sehl bin Abdullah et-Tusterî( ö.273/886) hazretleri nâsın ayş ve
safâsını tekdîr eden ihtiyâr ve tedbîri terk edin buyurmuşlardır. Şeyh Ebû’l-Hasen eş-
Şâzelî (656/1258) hazretleri de eğer ki tedbîr zarûrî ve lâzım ise tedbîr etmemek için
tedbîr edin demişlerdir.
“Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdânındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ve gümânındır”235 (el-Muhkem s.13 )
3.25. Nefs
Nefs, Arapça bir kelime olup çok sayıda ma’nâları ihtivâ eder: Rûh, akıl, insanın
bedeni, ceset, kan, azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir şeyin cevheri, hamiyyet, işkence,
ukûbet, arzu, murâd. Tasavvufî olarak Kâşânî'nin ifâde ettiği gibi, kendisinde irâdî
234 Tedbîr maîşetin yarısıdır. 235 Gâlip Dede. Şeyh Gâlip Divânından Seçmeler, (Haz. Abdülbâki Gölpınarlı) İst. 1994, s. 24
108
hareket, his, ve hayat kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir. Kötülüğü emreden
ma’nâsında anlaşıldığı gibi, Allâh tarafından insana üflenen ve rûh-i Rahmânî, ilâhî ben
mânâsına da kullanılmıştır Bu kelime, Kur'ân'da sekiz ayrı ma’nâda
kullanılmıştır: Nefsine hâkim olmak: Arzu ve isteklerine veya öfkesine hakim olmak,
sabretmek demektir.
Nefisle mücâdele, dünyevî muharebeden güçtür: Burada, Tebûk seferinden dönen Hz.
Peygamber (s)'in "Küçük cihâddan, büyük cihâda (Ramazan ayındaki oruç) döndük"
sözlerine telmîh vardır. İnsanın nefsini terbiye etmesinin, kontrol altında tutmasının zor
olduğuna, bu söz ile işâret edilir.236
İbn Atâullâh İskenderî ‘ye göre bütün ma’sıyetlerin, gafletlerin sebebi neftsen
râzı olmaktır.Bütün tâat ibâdet ve iffetin menşei de neftsen râzı olmamaktır.
“Her bir ma’siyet ve gaflet ve şehvetin üssü’l-esâsı nefs-i emmâreden râzı olmak
ve bilcümle tâat ve intibâh ve iffetin menşe-i asliyesi nefs-i emmâreden râzı
olmamaktır.” (el-Muhkem s. 76 )
Ahmed Mâhir Efendi 36.hikmeti nazmen şöyle tercüme etmiştir:
“Rızâ-yı nefstir aslu’r-rezâil
Onu ittihâm etse ümmü’l-fezâil” (el-Muhkem s. 76 )
Nefsle alakalı şunları kaydetmektedir:
“Cemî-i sıfât-ı mezmûmenin esâsı rızâ-i nefs ve bilcümle evsâf-ı mahmûdenin
menşe-i aslîsi adem-i rızâ-yı nefs olduğu teslîm gerde-i ârifîn ve ittifâk yâfte-i erbâb-ı
yakîndir. (el-Muhkem s. 76 )
“Sevgi ve rızâ gözü hiçbir kusûru göremez, rızâ gözü, ayıplara karşı kördür”
anlamındaki şiirle konuyu açan Ahmed Mâhir Efendi nefse rızâ gözüyle bakmanın
nefsin kötü taraflarını görmeyi engelleyeceğini dolayısıyla rızâ-yı ilâhînin elde
edilemeyeceğini belirtmiştir.
236 Cebecioğlu , TTVDS, nefs maddesi..
109
“Nefs-i emmâreden rızâ 237وعين الرضى عن آل عيب آليلة medlûlunca uyûb ve
mesâvî-i vâkıasından iğmâz-ı ayn ve gafleti ve adem-i rızâ 238ولكن عين السخت تبدى المساويا
mefhûmunca ahvâl-i rediyyesinin tefekkud ve tecessüsüyle isnâd-ı töhmeti îcâb
edeceğinden ve rezâil-i nefsten gaflet tahtkâh-ı kalbi cünûd-ı şehvete pâmâl-i gâret
ettirerek umrân-i tehâllî ve ma’rifetten dûr ve nefse isnâd-ı töhmette dâimâ onu tasfiye
ve terbiye ile derece-i kemâle bi’l-îsâl hâiz-i zevk-i huzûr eyleyeceğinden rızâ-i nefs,
adem-i rızâ-yı ilahî, rızâ-yı ilâhî adem-i rızâ-yı nefsten ibâret olmuştur. (el-Muhkem s.
77)
“Çünkü rızâ-yı nefs gafleti, gaflet şehveti, şehvet ma’siyeti mûcib, ve adem-i
rızâ-i nefs, nefsine isnâd-ı töhmetle intibâh ve basîreti basîret de def’-i şehvet ve iffeti,
iffet de tâati müstevcibtir.” (el-Muhkem s. 77)
Nefse muhâlefetle ilgili pek çok söz olduğunu belirten şârih, Ebû Hafs Kebîr,
Ebû Süleymân Dârânî ve Cüneyd Bağdâdî’nin sözlerini nakletmiştir.
“Nefs-i emmâreye dâimâ isnâd-ı töhmetle rızâsının hilâfında hareketi tavsiye
eder bu bâbta pek çok kelimât-ı tasavvufiye görülmüştür. Bu cümleden Ebû Hafs Kebîr(
ö. 260/8749 hazretleri “ Aled-devâm nefsini ittihâm ve cemî-i ahvâlde rızâsının hilâfına
kıyâm etmiyen kimse mağrûr ve nâpâk ve nefse ihâle-i nazar-ı i’tibâr ve a’mâlini
istihsân ve istikrâr eden kimse de helâk olur” . Seyyidü’t- tâife Cüneyd Bağdâdî
(ö.297/909) hazretleri de “Nefs-i emmâre her ne kadar tâat-i ilâhîyede inkiyâd ve tâat
gösterir ise de yine adem-i emniyyet lâzımdır.” buyurdu.” (el-Muhkem s. 77)
“Ârif-i Rabbânî Ebû Süleymân Dârânî(ö.215/830) hazretleri de “Lemha-i
ebsârda bile nefs-i emmâreye emniyyet ve i’tibâr etmedim” dedi. Elhâsıl desâis-i nefs
bilinmedikçe nefâis-i rûh elde edilemez. Desâisin topu rızâ-yı nefste nefâisin cemîsi de
hilâf-ı rızâ-yı nefstediri. Ve billâhi’t-tefvîk. (el-Muhkem s. 77)
237(Sevgi ve rızâ gözü hiçbir kusûru göremez,"Rızâ gözü, ayıplara karşı kördür.) (Fakat Kem göz, kin ve nefret gözü bütün kirli çamaşırları ortaya serer, kusurları araştırır." Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s.10; Dîvânü’ş-Şâfiî, s.91. Bu şiir Kuşeyrî’de Sohbet bahsinde geçmektedir. Bkz. Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyrîyye, Tahk.Maruf Zerrik.Ali Abdulhamid Ebû’l-Hayr. (Dâru’l- Hayr) İkinci Baskı. Beyrut. 1416/1995 s.295. 238 Kuşeyrî, a.g.e.s.295
110
33. hikmetin şerhinde de nefsin ayıplarının dört kişi sayesinde bilineceğini
ifâde etmektedir. Bunlardan ilki, mürşid-i kâmildir. Bunlar, kendilerine bağlananları
Hakk yoluna kılavuzlarlar. Nefsi şehvetlerin tehlikelerini gösterirler. Kemâle giden
yolda mürîdleri mârifete erdirirler. Tabi bu kısım mürşidler mürşid-i Kâmillerdir. Yoksa
kendisi irşâda muhtaç “müteşeyyih”ler değil:
“Meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilmek için dört esbâb gösterilmiştir. Birincisi
mürşidîn-i kâmilîndir ki dâmen-i inâbet ve irşâdlarına sarılan müsterşidîni tarîk-i
Hakk’a hidâyet ve meâyıb-ı nefsâniyye ve mehâlik-i şehevâniyyeye irâe ile istikmâl
esbâb-ı kemâl ve ma’rifet ederler. Kendileri muhtâc-ı irşâd olan müteşeyyihîn bu bâbta
bâis-i işkâl olmaz.” (el-Muhkem s. 70)
Nefsin ayıplarını kişiye gösteren ikinci kısım “Sâdık Dostlar” ve “ahlâkı olgun
arkadaş”lardır. Bunlar arkadaşlıklarıyla hakîkati gösterir, kişinin ihlâsını amelî
eksikliklerden kurtarır ve hâlî ayıplarını giderirler..
“İkincisi sadîk-i sadûk ve refîk-i hâlûktur ki musâhabet-i cân-fezâ ve irşâdât-ı
hakîkat-pîrâsıyla musâhabân ve ihlâsını nevâkıs-ı a’mâlden kemâle ve meâyıb-ı
ahvâlden hayyiz-i zevâle çıkarırlar. Muhabbet ve refâkatleri iğrâz-ı nefsâniyyeden hâlî
olmayan ihvân-ı zamân ise mûcib-i suâl olmaz.” (el-Muhkem s. 70)
Nefsin ayıplarını kişiye gösteren üçüncü kısım, ayıpları araştırıp soran
düşmanlardır. Kişi böyle kimseler her zaman ayıpları araştırığı için kişi dâimâ yanlış
yapmamak için tetikte durur. Dolayısıyla ahlakını eleştiri okalrına karşı düzeltme
yolunu tutar.
“Üçüncüsü cüst-cû-yı meâyıb eden a’dâdır ki bunlar dâimâ adâvet ettikleri
zevâtın meâyıbını tasvîr ve nevâkısını teşhîr edeceklerinden ve onların sihâm-ı lisân-ı
fasl ve mezimmetlerine hedef olmamak için dâimâ o ahvâl-i mezmûme ve sıfât-ı
ma’yûbenin izâlesi iltizâm olunacağından zümre-i a’dâ mu’terizun-aleyhlerinin tehzîb-i
ahlâk ve tasfiye-i ahlâkına ihyâ-yı müdâhene etmeden ziyâde hizmet etmiş olurlar. Hatta
İmâm Şâfiî (ö.204/819) hazretleri: “Dostundan ziyâde düşman benim için hayırlıdır.
Çünkü dost meâyıbımı setr ve ihfâ edeceğinden beni nâkıs bırakır. Düşmanım ise
111
nevâkısımı izhâr eyleyeceğinden beni hayyiz-i kemâle getirir.” buyurmuştur. (el-
Muhkem s. 71)
Nefsin ayıplarını kişiye gösteren dördüncü kısım ise insanların arasına
karışmaktır. Çünkü bir kimse inanlar arasında kemâlâtını yükseltmek, noksânlarını
gidermek ister. Bu sâyede iyiliği kötülüğü kişi mukāyese eder:
“Dördüncüsü ihtilât-ı nâstır. Zîrâ insân benî nev’inde gördüğü kemâlâtı
istihsâle, nevâkısını izâleye çalışmak muktezâ-yı tabîat-ı beşeriyyedir. Âlemde hiçbir
kimseye tesâdüf olunmaz ki ilmin kemâl, cehlin noksân olduğunu bilip de hatta kendisi
cehl ile muttasıf olduğu hâlde câhil denildiğinde yine eser-i infiâl göstermesin.
Binâenaleyh bed-siriştan-ı zamân dahî hüsn-i ahlâkın meftûnudur. Şu hâlde insân
ihtilâtı nâs ile iyiliği fenâlığı yek diğerinin zıddıyla bilmukāyese terk-i mesâvi ve celb-i
mehâsine meyl ve muhabbet edeceğinden ihtilât-ı nâsta esbâb-ı tezkiyeden ma’dûddur.
Hatta Hazreti Lokmân’a “Edebi kimden öğrendiniz” suâline “Edepsizlerden öğrendim
çünkü onların edepsizliğinden müteessir oldukça edebe mülâzım oldum” cevâbını
vermiştir.” (el-Muhkem s. 71)
Ahmed Mâhir Efendi bu dört kısımdan birinci kısmın ( Mürşid-i Kâmil’in
bulunması durumunda diğerlerine lüzûm olmadığını bir kıssa naklederek anlatmıştır.
“Şu dört hâl gerçi esbâb-ı tezkiyeden ise de fakat birincisi mevcût olduğu hâlde
mütebâkîsine lüzûm görülemez. Kıssa-i âtiye mürîde taleb-i guyûbtan ziyâde izâle-i
uyûbun lüzûmunu isbât eder hikâyât-ı latîfedendir. Zühhâd-ı Benî İsrâilden biri
behresine yalnız altı gün iftâr etmek şartıyla tamam yetmiş sene sâim olur. Bir gün
Cenâb-ı Hakk’a, şeyâtînin nev’-i benî âdemi ne sûretle iğvâ ve izlâl ettiklerini
göstermesini istidâ ve istifsâr ve bu duâda ilhâh ve ısrâr ederse de eser-i icâbet
göremediğinden bir kere de dönüp bâri kendi hatîâtımı ve Ma’bûd-ı zîşânımla bu abd-i
perîşânı miyânesindeki zünûb ve seyyiâtımı bilmiş olsam daha iyi olur diyerek istiğfâr
eder. Bunun üzerine derhâl Melik-i Müteâl hazretleri zâhid –i mûmâileyhe şu ahîren
vâki’ olan kelâm ve istiğfârının yetmiş senelik ibâdetinden daha ziyâde makbûl, dergâh-
ı Gaffâr olduğu ilhâm ve nûr-ı basîretini açarak İblîs-i mel’anet-âyîn ile onun avenesi
112
olan şeyâtînin nev’-i benî âdeme sûret-i iğvâsını ve bunların keyd ve mekrinden tahlîs-i
girîbân edecek ancak verı’-ı leyyin olan ehl-i îmân olduğunu irâe ve i’lâm
eylemiştir.”(el-Muhkem s.72 )
Ahmed Mâhir Efendi konu sonuna iktibâs ettiği şu beyitlerle de nefsin ayıplarını
görmenin en büyük irfân olduğunu anlatmış bulunmaktadır.
“Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olmaz
Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz”239 (el-Muhkem s.72 )
Ahmed Mâhir Efendi sülûk ehlinin nefs-i emmârenin aldatmalarına karşı dikkatli
olmalarını belirtmektedir.
“Erbâb-ı sülûk emmâre bi’s-sû’ olan nefslerinin iğrâz ve âmâlinden dâimâ
basîret üzerine olmalıdır.”(el-Muhkem s.64 )
“Ey âkıl! Nefsinden râzı olmayan bir câhil ile musâhabet, bir âlim-i hodbîn-i
hem-bezm-i sohbet olmaktan senin için elbette hayırlıdır.” (el-Muhkem s.78 )
Ahmed Mâhir Efendi sûfîlerin inceliklerine bir örnek olarak cennet talebinin
bile bir nefs tuzağı olduğunu isbât sadedinde şu sözü nakletmiştir:
“Ârif-i Rabbâni Süleymân Dârânî (ö. 215/830) hazretleri de “Ben iki salât ile
duhûl-i cennet beyninde tahyîr olunsam, cennet benim, namâz Rabbimin rızâsı tahtında
olduğuna mebnî rızâ-yı ilâhîyi rızâ-yı nefsime tercîh ile namâzı ihtiyâr ederim” dedi.”
(el-Muhkem s.94 )
Nefsin irâde ve ihtiyârına kendini kaptırmayan kimseler ancak hakîkate
ereceklerdir.
“Nefsini dâire-i ihtiyârdan iskât eden erbâb-ı hakîkattır.” (el-Muhkem s.95)
239 Talip. (ö.1118/1706) İskender Pala, Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi, İst.1995, s.289; M.Naci, Osmanlı Şâirleri, Haz.Cemal Kurnaz, Ankara 1995, s.326; Bu eserde “bilmek gibi” ibâresi yerine “bilmek kadar” ibâresi kullanılmıştır.
113
3.26. Tevekkül
“Tevekkül, Arapça, vekîl edinme, güvenme anlamında bir kelime. Gerekli
tüm çabayı sarfederek, her türlü, tedbîri aldıktan sonra, işi tam bir inançla Allâh'a havâle
etme, yani, deveyi bağladıktan sonra Allâh'a emânet etmeye, tevekkül denir. Tevekkül
bir kalp amelidir. Seri es-Sakatî tevekkülü "güç ve kuvvetten sıyrılmak", İbn Mesrûk
"hükümlerdeki kazâ cereyânına tam anlamıyla teslîm olmak" diye ta’rîf ederken, onu
ihsan makāmında bulunma şartına bağlayıp, muhsinlerin tevekkülünü, işi Allâh'a
döndürmekten ibâret görenler de vardır. Tevekkül'de esas olan, kalbin ıstırapsız
olmasıdır. Istırap halindeki kalpte tevekkül olmaz. Tevekkül makāmındakilerin bir
kısmı, Allâh'ın huzurunda, ölü yıkayıcısı elindeki ceset gibi durur. Allâh'a tevekkül
edenin yâveri Hak'dır.”240
İşin başında Hakk’a dönen, hep O’nu düşünen mürîd amellerine güvenmez
Haktan medet umar, O’na tevekkül ederse başarılı bir şekilde sülûkünü tamamlamış,
kurtuluşa ermiştir. Bir mürîd sülûkünün başında tevekkül sâhibi olursa Allâh onun
nihâyetini âkıbetini emin kılar.
“Her mürîd-i sâdık için bir bidâyet bir de nihâyet vardır. Bidâyet-i hâl-i sülûk
nihâyet-i hâl-i vusûldur. Cenâb-ı Hakk’a rücû ve a’mâl-i ma’lûlesine i’timâd etmeksizin
Haktan istiâne ve ona tevekkül ile tashîh-i bidâyet eden mürîd nihâyet sülûku olan hâl-i
vusûlde rücû ve inkıtâdan emin olarak me’mûnü’l-âkıbe ve mashûbu’n-necât olur.” (el-
muhkem s.61
Hakk’a giden yolda Allâh’tan değil de başkalarından meselâ nefsinden yardım
isteyen, nefsinin inâyetine güvenen yarı yolda kalır:
“Ba’zı ulemânın “Her kim vuslat- ilallâh Allâh’ın gayrıyla olduğunu
zannederse mehcûr olur. Her kim ibâdette nefsinden istiâne ederse nefsine havâle
olunûr.” buyurması da cümle-i ahîreyi te’yîd eder.” (el-muhkem s.61)
240 Cebecioğlu , TTVDS, tevekkül . md.
114
“mürîd-i sâdık bidâyet ve nihâyetinde belki cemî-i hâlâtında mütevekkilün-
alallâh müstaînun-billâh olmak ve kendinde havl ve kuvvet ve ubûdiyyet ve ibâdete
kudret görmemek lâzımdır. İşte kavâid-i sülûkun mübnâ aleyhi olan esâs tarîkat da
budur. (el-muhkem s.62)
Allâh´a hüsn–i zann beslemek de O’na güvenip tevekkül etmenin gereğidir:
“Bu hüsn-i zan havâss-ı ibâda mahsûs olan sûretle tahakkuk etmediği hâlde
avâm-ı nâsın mevsûf olduğu sûretle olsun husûlü lâzımdır ki vazîfe-i ubûdiyyet îfâ
edilmiş addolunsun. Cenâb-ı Hakk’ın vasf-ı celîline nazarla hâsıl olan ve zümre-i
havâssa mahsûs bulunan hüsn-i zannın semeresi muhabbet-i rabbü’l-ibâd ve ona
tevekkül ve sıhhat-i i’timâddır.” (el-muhkem s.87)
Tecrîd durumunda olan mürîd için tevekkül lâzımdır:
“Bâb-ı tecrîdde kıyâmın alâmeti 241 من حيث لا يحتسب merzûkiyyetle mesrûr ve
şâdân ve hasbe’l-kader o merzukiyyet muteazzer olursa da Cenâb-ı Hakk’a olan
tevekkülle yine mütmainnu’l-vicdân ve devâm-ı ibâdet ve ubûdiyyetle tecellîyâb-ı feyz-
i yezdân olmaktır.” (el-muhkem s.9)
Tevekkül muktezâ-yı ubudiyettir:
“Zîrâ mukaddiru’l- umûr olan hakîm-i mutlak hazretleri tedbîri mahsûs-i
ulûhiyyet ve tevekkül ve tefvîzi muktezâ-yı ubûdiyyet eylediğinden tedbîr ile ihtisâs
etmek isteyen abd-i pür-taksîr terk-i vazîfe-i ubûdiyyet ve teaddi-i hükm-i rubûbiyyet ile
kaza-yı ilâhîye mudâfaa ve kader-i ezeliye münâzaa etmiş olur ki bâis-i helâk ve hüsrân
ve sebeb-i bu’d ve hicrândır.” (el-muhkem s.9)
Bir kimse ihtiyâçlarını Allâhtan ister O’na tevekkül ederse Allâh onun
müşkülâtlarını giderir:
241 Bkz. Talâk 65/2-3. “Kim Allâh’a karşı gelmekten sakınırsa Allâh ona sıkıntıdan çıkış kapıları açar. Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.”
115
“Şol mürîd-i sâdık ki ihtiyâcât-ı beşeriyye ve havâyic-i külliyesini Cenâb-ı
Hakk’a tefvîz ve her hâl ve muhâlde dârü’l-emân-ı ilâhîyesine ilticâ ve her bir emrinde
lutf-i sübhânîsine tevekkül ederse müsehhilü’l- umûr olan Allâh da onun cemî-i
müşkilâtını teshîl ve baîdü’l-husûl olan her matlabını takrib ve asîru’l-husûl olan her
maksadını teysîr ile şol mürîd-i hodbîn ki ilim ve dirâyetine güvenir. Ve havl ve
kuvvetine i’timâd eder.” (el-muhkem s.61)
Tevekkülü terk etmek zemmedilen sıfâtlardandır:
“Sıfât-ı mezmûmenin kibr ve ucb riyâ ve süm’a hıkd ve haset ve hubb-ı câh-ı
müslim ve hubb-ı mâl gibi rezâil-i ahlâk üssü’l-esâsı, ve buğz ve adâvet isti’zâm-ı
ağniyâ ve istihkâr-ı fukarâ, terk-i tevekkül ve vüsûk, ve hafv-ı zevâl-i kader ve
menzilet, şuhh ve buhl ve tûl-ı emel, fahr ve batar, gıll ü gış, tasannu’ ve mubâhât,
müdâhane ve kasvet, fezâzat ve gılzet, cefâ ve gaflet, acele ve hiddet, dıyku’s-sadr ve
kıllet-i merhamet, zevâl-i hayâ ve terk-i kanâat, taleb-i uluv ve taleb-i riyâset gibi
keyfiyyât-ı deniyye ve ahlâk-ı rediyye onun furûudur.” (el-muhkem s.75)
Her zaman ve zeminde Allâh’a tevekkül ile dolu olmak tarîkat esâslarındandır.
“Hülâsa; mürîd-i sâdık bidâyet ve nihâyetinde belki cemî-i hâlâtında
mütevekkilün-alallâh müstaînun-billâh olmak ve kendinde havl ve kuvvet ve ubûdiyyet
ve ibâdete kudret görmemek lâzımdır. İşte kavâid-i sülûkun mübnâ aleyhi olan esâs
tarîkat da budur.” (el-muhkem s. 62)
Ahmed Mâhir Efendi konuyu tamamlayan şu beyitle tevekkülü adeta
özetlemiştir.
“Sâl keşti-i umûrun bahr-i tevekkülde ak
Aç badbân-ı himmetin yan gel de seyre bak”242 (el-muhkem s. 62)
242 Şairi belli değil. Bkz. “E.Kemal Eyüboğlu, Şiirde ve Halk dilinde Atasözleri ve Deyimler, İst. 1975, c.II, s.415”
116
3.27. Taleb
Taleb, istek, heves, aday olmak demektir. Tasavvufta matlûbu bulmak ve
murâda nâil olmak için onu araştırmaktır..243
Tâlib, Arapça, taleb eden, isteyen demektir. Tasavvuf okuluna kaydını
yaptırma durumundakilere tâlib denir. Tasavvufta, hedefe ulaşana kadar dört dereceden
söz edilir: Tâlib, mürîd, sâlik, vâsıl. Tâlib ilk derecedir. Tâlib eskiden hemen tasavvuf
okuluna alınmaz, önce, bir süre durumu incelenirdi. Bazen işin altından kalkıp
kalkamayacağını denemek üzere, hazırlık dersi yaptırılır bu aşamada başarılı olanlara,
esâs ders verilirdi. Günümüzde görüldüğü gibi, bir kişinin paçasından, kolundan tutup
zorla, gönüllü gönülsüz tasavvuf yoluna sokulmazdı. Sülûka kabûl ediliş, çok ciddî bir
konu idi. Bu sebeple, "men talebe ve cedde vecede" (isteyen ve bu isteğinde ciddî olan
hedefe ulaşır) denmiştir. Yine bir isteklinin, tasavvufa girmeyi arzu etmesi durumunda,
ona sünnet üzere bir istihâre yapması tavsiye edilir, istihâredeki ma’nevî işârete göre,
tarîkata kabûl edilir veya edilmezdi.244
Matlûb olmak tâlib olmaktan aranan kişi olmak arayan kişi olmaktan iyi
olmakla berâber taleb iyidir. Talebi olmayanın matlûbu yoktur demektir. Tâlibten
maksat Tâlib-i Hak veya Tâlib-i tarîk-i Hak’tır. İnsanlar üç kısımdır. Vâsıllar, sâlikler,
(Tâlibler) mukîmler. Sâlikler iki kısımdır: Hak Tâlibleri. Melâmîler ve sûfîler Cennet
tâlibleri Zâhidler. Fukârâ, hâdimler âbidler245
“Tâlib olan tutar mürşid elini,
Hakk’a verir ol dem can ü dilini,
Tığbend ile bağlar mürîd belini,
Mürşidin pendini tutmak sezâdır.” 246
243 Uludağ, TTS , s. 467 244 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Ve Deyimleri Sözlüğü, Tâlib maddesi. 245Uludağ, TTS , s. 467 246Mehmed Ali Hilmi Dede Baba
117
Şeyh Ebû Ali Dekkāk şöyle demiştir. “Allâh Teâlâ Dâvûd (a.s)a şunu
vahyetmişti. Beni taleb eden birini gördün mü ona hizmetçi ol” 247
İmâm Ebû Bekr Muhammed b. Hüseyn b. Fürek der ki:” İstikāmetteki sin
harfi taleb ifâde eder. Kendilerini tevhîd üzere bulundurmasını sonra kālû belâ’daki
ahidlerinde devâmlı kılmasını , İslâmın koyduğu sınırlara riâyet etmelerini nasîb
etmesini sûfîler Hakk Teâlâdan taleb eylediler.”248
Eşrefzâde´nin şu beyitleriyle talebi anlatır.
“Eğer tâlib isen iş böyle gerek
Eğer kâzib isen ko çekme emek
Odur tâlib Hakk’ı isteye dün gün
Gerekmez halk ile almak u vermek” 249
“Vuslata eren müsterîh olur. Halbûki tâlib için istirâhat bahis konusu değildir.
Hz. Peygamber (s.a.v) “iki günü yekdiğerine eşit olan aldanmıştır.”buyurmuştur. Ona
tâlib olanların iki günü müsâvî olsa açıktan açığa aldanmış olur.”250
Cemâlüddîn Muhammed Bâklincâr (k.s.) “Tâlib o kimsedir ki onun matlûbu
kadîm zâtın zuhûrundan başkası olmaya. Ve bundan başka her şeyin vücûdu nazarında
imkânsız ve bâtıl ola” demiştir. 251
Ahmed Mâhir Efendi 22. hikmetin şerhinde taleb konusunu ele almıştır. İbn
Atâullâh İskenderî’ye göre “Allâh’tan bir şey istemek O’na bir töhmettir. O’nu istemek
O’ndan gaybettir.O’ndan başka bir varlığı arzû etmek O’ndan olan hayâ ve utanmanın
azlığındandır. O’ndan başkasından bir şey istemek ise Allâh’a karşı bir uzaklığın
ifâdesidir.”
247 Kuşeyrî, a.g.e. s. 366 248 Kuşeyrî, a.g.e. s. 352 249 Uludağ, TTS , s. 467 250 Hucvîrî, a.g.e s. 318 251 Câmî, a.g. e s. 407
118
“Ey tâlib-i hakîkat! Senin Cenâb-ı Melik-i Vehhâbtan bir ni’meti talebin ona
isnâd-ı töhmet ve şuhûd-ı Zât-ı Ehadiyyetini istemekliğin de ondan hükm-i gaybettir.
Ve mâsivâllâha meyl ve muhabbetin Haktan kıllet-i hayâdan nâşî bir keyfiyet ve
mâsivâllâhtan umûd-ı atâ etmekliğin de mu’tî-i hakîkîden gaflet ve muktezâ-yı
bu’diyyettir. (el-Muhkem s.54 )
Hikmetin nazmen tercümesi de şöyledir.
“Taleb bir ni’meti Haktan ona isnat töhmettir.
Talebkâr-ı huzûr olmak da ondan hükm-i gaybettir.”
Hayâsızlıktır Allâh’ı koyup meyl eylemek gayre
Sivâdan arzû-yı matlab etmek de ne gaflettir. (el-Muhkem s.54 )
Ahmed Mâhir Efendi’ye göre sâlikin Allâh’tan talebi dört türlüdür.
1.Allâh’tan talep,
2.Allâh’a talep,
3.Allâh’tan gayrı talep,
4.Allâh’ın gayrîden taleptir.
Bunların dördü de illetli ve çürüktür. Edeb noktasında sağlam değildir.
“Bir sâlik-i ilâhî için tasavvuru kâbil olan talep dört vecih üzerine olup dördü
de hakîkat nokta-ı nazarından medhûl ve edeb-i ubûdiyyete karşı ma’lûldur. Onlar da
Allâh’tan talep, Allâh’a talep, Allâh’tan gayrı talep, Allâh’ın gayrîden taleptir”. (el-
Muhkem s. 54 )
Ahmed Mâhir Efendi birinci kısım talebin (Allâh’tan taleb) neden
ayıplandığını şöyle anlatır.
119
“Birincisi; sâlik Hak Teâlâ Hazretlerinin mukaddirü’l- umûr ve hâliku’l- hayrât
ve’ş-şurûr olduğunu ve i’tâsı vâreste-i iğrâz ve ihsânı ârî ani’s-süâl ve’l- a’vâz
bulunduğunu bildiği hâlde talepkâr-ı emel olmak Hakk’a muktezâ-yı adem-i vüsûk /55
ve emniyyet ve isnâd-ı töhmet olduğundan dolayı medhûldur.” (el-Muhkem s. 55)
“İkincisi kâinât-ı merâyâ-yı vücûd-i ilâhîsi olduğu cihetle her nereye bakılsa
meşhûd-ı dîde olacak o nûr-ı zât idiğinden ve böyle bilâ-tebeddül velâ-tegayyür el’ân
kemâkâne olan ma’bûd-ı hâzırı talebe kalkışmak ise münâfî-i huzûr ve Haktan
gaybûbeti iktizâ eder bir keyfiyet olduğundan ma’lûldur.” (el-Muhkem s. 55 )
“Üçüncüsü, rızâ-yı ilâhî ancak takdîr-i sübhânîsine rızâda olup sâlike muktezâ-yı
ubûdiyyet-i mukadderât-ı samedânîyesinden her ne ki zuhûra gelirse onu ayn-ı ni’met
bilerek ne zehârif-i mevkate-i hayâta meyl ve muhabbet ne de keşf ve kerâmâta ihâle-i
nazar-ı himmet etmek lâzım gelirken a’mâl ve ef’âl de terakkiyât-ı dünyevîyye ve
mükâşefât-ı ma’neviyye gibi bir takım ilel-i gâiyye arzû eylemek alîmün-bizâti’s-sudûr
olan Hak Teâla Hazretlerine karşı kıllet-i hayâ ve sû-i edepten neş’et eylediğinden
elbette gayr-i makbûldur.” (el-Muhkem s. 55 )
“Dördüncüsü, bir abd-i sâdıkın ma’bûd-ı hakîkîsine karşı mahlukâttan hiçbir
kimseye arz-ı ihtiyâç etmemesi edeb-i ubûdiyyet ve hükm-i kurbiyyet ve Cenâb-ı
Hakk’a kurbiyette mâsıvâllâhtan bu’diyyet iken bârigâh-ı ihsân-ı ma’bûdu bırakıp da
bâb-ı abde ilticâ ve temennî-i i’râz-ı dünyâ etmek fa’âlün limâ yürîd hazretlerinden
gaflet ve semere-i hicâb ve bu’diyyet olduğundan mezmûm ve metbûldur.”(el-Muhkem
s. 55 )
Gerçek taleb Allâh’ın emirlerini içeren taleptir:
“lâ-vechi’t-taabbüd ve’t-teeddüb olmayan ve evâmir-i ilâhîyeye itâati ve izhâr-ı
fakr ve hâceti mutazammın bulunmayan talebin gerek halka gerekse halka mütaallık
olsun inde’l-muvahhidîn el-mütecerridîn câiz olmayacağını isbâttır. Zîrâ onlara göre
irâde ve ihtiyâr, ihtiyâr-ı Cenâb-ı Perverd-gârdır. Taleb sizin bu zümre-i fâniyyeye göre
ayn-ı taleb ve taleb-i fâni hükm-i vâkiyye nazaran sû-i edeptir. Bu meseleyi kıssa-i
âtiyye pek güzel tasvîr eder. “(el-Muhkem s. 55 )
120
Ahmed Mâhir Efendi konu ile alakalı bir de menkıbe anlatmaktadır:
“Bir gün ser-halka-i hâcegân kutb-i Gucduvân Abdulhâlık (ö. 575/1179 veya
595/1199) hazretlerinin huzûr-ı lâmiu’n-nûr-ı ârifânelerinde bulunan bir mürîd-i
mübtedî yevm-i kıyâmette kendisi cinân ile nîrân arasında tahyîr olunûrsa cinân-ı câmi’
hazz-ı nefsânî olduğu için terk ve idbâr ve nîrânı muhâlif-i rızâ-yı nefs-i insânî
bulunduğu için arzû ve ihtiyâr edeceğini arz ve beyân etmesi üzerine mürşid-i müşârun
ileyh hazretleri mürîd-i mûmâileyhe hitâben: “Ey dervîş, nîrândan evvel sükûtu ihtiyâr
et ibrâz-ı irâde-i hodbînâne ile izhâr-ı sû-i edep eyleme. Cennet, Cenâb-ı Kird-gâr’ın
tecellîhâne-i cemâli, cehennem ise dâr-ı celâlî olup kulunu bu iki hânenin birinde
bulundurmakta fâil-i muhtâr ve mürîd-i sâdık ise meslûbu’l-irâde ve’l-ihtiyârdır.”
buyurdu. (el-Muhkem s.56)
Konu sonundaki “Efendinin tercihi ve iradesi olmaksızın bir işi yapma. Ey
kulluğu ikrâr etmiş kişi! Efendinin tercihi olan yerde kullar için nasıl tercih olabilir”
anlamındaki farsça şiir de konuyu tamamlamaktadır.
3.28. Basîret
“Basîret, öngörü, gaflete düşmeden ve duygulara kapılmadan ileriyi ve
gerçekleri isâbetli olarak görme yeteneği,252 idrâk, firâset, kalb gözü ile görüş demektir.
Tasavvufta, kudsiyyet nûru ile nûrlanmış kalbin kuvveti olan basîret, Hakk'ın doğruya
erdirmesi ile perdeyi açar, bu şekilde eşyânın hakîkatleri ve içleri görülür. Buna, kudsî
kuvvet denir. Bu, nefse nisbetle göz mesabesindedir. Nefis, o göz ile eşyanın zâhirini ve
dış şekillerini görür. Göze nisbetle basar ne ise, kalbe nisbetle basîret de odur. Gözlerin
görmesine sebep olan ve görme kuvveti denilen rü'yet nûruna basar denildiği gibi,
kalbin görmesine sebep olan ve lisanımızda kalb gözü de denilen idrâk edici kuvvete,
özellikle bunun zekâ, fetânet ve firâset adı verilen ve bir emr-i zâhir ve bâtına dikkat ve
nüfûz ile gereği gibi idrâk eder bir derecede açık ve parlak olması haline de basîret
denir. Bu da ilâhî bir nûrdur. Aynı şekilde maddî göz ile meydana gelen ve görmek
denilen tam ve kâmil idrâke basar denildiği gibi, kalp gözü ile hâsıl olan tam ve kâmil
idrâke, ma'rifet-i mütehakkıka ve yakîniyye de basîret denir. Bundan başka beyyineye, 252 Uludağ, TTS s. 85
121
hüccet ve burhâna, şahide ve dikkat ve îmân ile ibret alınacak hidâyet sebeplerine de
basîret denir. Zira bunlar idrâk edici güçleri takviye eder, basîret ve tabassura sebep
olur. Bu ma’nâya göre basîret, evvelki ma’nâlara da şâmil olur. Çünkü basîretin kendisi,
en büyük hüccet, en büyük şâhid ve beyyine, en büyük medâr-ı ibâdettir. Ve onsuz hiç
bir şey idrâk olunamaz. 253
İbn Atâullâh İskenderî’ye göre rızık için çalışıp da amel ve ibâdette tembellik
göstermek basîretin körelmesine sebep olur.
5. Hikmetin ma’nâsı bunu ifâde eder. “Ey sâlik-i tarîkat; ezelen senin için
mazmûn olan rızk-ı makdûrde ictihâd ve gayret ve senden matlûb olan amel ve ibâdette
tekâsül ve rehâvet; amâ-yı basîretine delâlet eder bir keyfiyyettir. (el-Muhkem s.13 )
Nazmen Tercümesi de şöyledir.
“Rızk-ı mazmûnda gayretle ibâdette kusûr
Oldu kör olduğuna dîde-i kalbin bürhân” (el-Muhkem s.13 )
Rızık için çalışıp da amel ve ibâdette tembellik göstermek basîretin
körelmesine sebep olur. fakat Allâh’ın emirlerinde gevşeklik göstermemek şartıyla rızık
için çalışmakta beis yoktur. Böyle bir çalışma basîretin kaybolmasına yol açmaz.
“Şu hâlde iltizâm-ı meşakkat ve evâmir-i ilâhîyede kusura mukarenetsiz taleb-i
esbâb-ı maîşet intimâs-ı basîrete delâlet etmeyeceği gibi muhâlif-i şerîat ve münâfi-i
tarîkat de olamaz. Çünkü rızâ-yı Cenâb-ı Rezzâkı tahsîl edenler için rızık da mahsûldur.
(el-Muhkem s.14)
Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de basîret körlüğünün Rabbânî sırları
müşâhede edememe, ma’rifet nûrlarınıa kavuşamama olarak tecellî ettiğini
anlatmaktadır.
“Basîret; basar umûr-ı mahsûseyi idrâk ettiği gibi umûr-ı ma’kûle ve
ma’neviyyeyi idrâk eden çeşm-i kalbtir. Onun intimâs-ı nûru esrâr-ı rabbâniyyeyi 253 Cebecioğlu, TTVDS, Basîret maddesi.
122
müşâhede ve envâr-ı ma’rifeti sübhâniyyeyi mükâşefeden mehcûriyyet olup buna
müebbet amâ-yı kalb ıtlâk olunduğundan ve muvakkaten ahvâl-i sûriyeyi adem-i
rü’yetten ibâret olan amâ-yı basîre de kābil-i kıyâs olmadığından Cenâb-ı Ğafûr لا تعمى
buyurmuştur. (el-Muhkem s.14 ) 254الأبصار ولكن تعمى القلوب التي في الصدور
“Amâ-yı hakîkî” görme ni’metinden uzaklaşmak veya görmemek veya kör
olmak değildir. Allâh´ın istediği tâati terk etmek sonucu basîretin kaybolmasıdır
körlükten anlaşılması gereken.
“Amâ-yı hakîki ni’met-i basardan mahrûmiyyet olmayıp belki matlûb-ı ilâhî
olan tâati terk ile intimâs-ı basîret olduğuna” delâlet ettiği gibi .. (el-Muhkem s.14
Aynı şekilde Allâh’a duâ edip de duâsının kabûl olmadığını gören kişinin
Allâh’ın va’di karşısındaki şüphesi de basîret körlüğüne yol açar.
“Ey sâlik-i hakkānî, zamânı muayyen olursa da yine emr-i mev’ûdun adem-i
vukūu seni sıdk ve va’d-i sübhânîde reyb ve iştibâha düşürmesin. Zîrâ bu iştibâh
cumûd-i ayn-i basîrete ve humûd-ı nûr-i serîrete sebep ve günâh olur.” (el-Muhkem
s.19)
Ahmed Mâhir Efendi, basîreti, nefsin bitmek tükenmek bilmeyen aldatmalarına
karşı uyanık olma anlamında da kullanmıştır.
“Bu hâlde erbâb-ı sülûk emmâre bi’s-sû’ olan nefslerinin iğrâz ve âmâlinden
dâimâ basîret üzerine olmalıdır ki zevâhir-i ahvâli bırakıp da serâir-i kulûbun salâhını
îhâm eden ef’âl ve a’mâl sebebiyle esîr-i dâm ve hıyel olmasın. Çünkü bu hâl sûretsiz
sîreti kışırsız lübbü lafızsız ma’nâyı talep kabîlindendir ki bîmeâldir.” (el-Muhkem s.64)
Ahmed Mâhir Efendi bir de “basîret nûru”nun açılmasından bahseder.
“Melik-i Müteâl hazretleri zâhid-i mûmâileyhe şu ahîren vâki’ olan kelâm ve
istiğfârının yetmiş senelik ibâdetinden daha ziyâde makbûl, dergâh-ı Gaffâr olduğu
ilhâm ve nûr-ı basîretini açarak İblîs-i mel’anet-âyîn ile onun avenesi olan şeyâtînin 254 Hacc, 22/46 Ne var ki onlarda kör olan gözler değil asıl kör olan sinelerindeki gönüllerdir.
123
nev’-i benî âdeme sûret-i iğvâsını ve bunların keyd ve mekrinden tahlîs-i girîbân edecek
ancak verı’-ı leyyin olan ehl-i îmân olduğunu irâe ve i’lâm eylemiştir.” (el-Muhkem
s.72)
Nefisten râzı olmamak, nefsi her zaman yargılamak, hesâba çekmek, kişinin
uyanmasına ve basîretinin açılmasına vesîle olur. Basîret de şehvetten kurtulmayı ve
iffetli olmayı iffet de tâati netîce verir.
“Çünkü rızâ-yı nefs gafleti, gaflet şehveti, şehvet ma’siyeti mûcib, ve adem-i
rızâ-i nefs, nefsine isnâd-ı töhmetle intibâh ve basîreti basîret de def’-i şehvet ve iffeti,
iffet de tâati müstevcibtir.”(el-Muhkem s.76)
Ahmed Mâhir Efendi şua’-ı basîreti ilme’l-Yakîn, ayn-ı basîret ayne’l-yakîn,
hakk-ı basîreti de hakka’l-yakîn ma’nâsında kullanmaktadır.
“Şua’-ı basîretten murâd nûr-ı akıldır ki ondan ilme’l-yakîn ile ve ayn-ı
basîretten murâd nûr-ı ilimdir ki ondan ayne’l-yakîn ile ve hakk-ı basîretten murâd
nûr-ı haktır ki ondan hakke’l-yakîn ile ta’bîr olunûr.” (el-Muhkem s.79)
“Şua’-ı basîret”, “ukalâya”, “ayn-ı basîret” “ulemâya”, “hakk-ı basîret”
“mütehakkikîn-i urefâya” hâstır.
“Şua’-ı basîret nûr-ı akıl ile nefislerine nazar ederek Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i
ilâhî ve ihâta-i kayyûmiyyet-i sübhâniyyesiyle kendilerine karîp olduğunu müşâhede
eden ukalâya, ve ayn-ı basîret; nûr-ı ilim ile nefslerinin vücûd-ı samedânîyyede mahv ve
nabûd olduğunu anlayan ulemâya, ve hakk-ı basîret; nûr-ı Hak ile Zât-ı pâk-i Hakk’ı
şuhûd ile âlemde Allâh’tan gayrı mevcûd müşâhede edemeyen mütehakkikîn-i urefâya
mahsûstur.” (el-Muhkem s.80)
Ahmed Mâhir Efendi “Onlarda kör olan gözler değil, asıl kör olan sinelerindeki
gönülleridir.”(Hacc, 22/46) âyetine dayanarak ebedî olan âhiret saâdetini bırakıp bir
günlük dünyâ rahatına dalmanın da basîret körlüğüne yol açtığını anlatmaktadır:
124
255" لكن تعمى القلوب التي في الصدورلا تعمى الأبصار و فإنها"
hükm-i ilâhîsine mâ-sadak olmakla netîcesi ve saâdet-i ebediyye-i sermediyyeyi devlet-i
yekrûze-i dünyâya değişerek mahmûr-ı câm-ı ikbâl ve hevâ olmak da dîde-i basîretin
amâ-yı ma’neviyyeye dûçâr olduğunun delîl-i alenîsidir.” (el-Muhkem s.-90)
Ahmed Mâhir Efendi basar ve basîret arasındaki farka da şöyle temâs
etmektedir.
“Basar; kendi dâire-i hissiyyesi ile mahdûd ve mukayyet olduğundan yalnız
eşkâl-i hâriciyye ve sûret-i kâimeyi ibsâr ve ihsâs edebilir. Basîret ise eşkâl-i hâriciyye
ve suver-i kâimenin mâbihi’z-zuhûr ve’l-kıvâmı olan nûr-ı ilâhîyi müşâhede eder. His
ve şehvetin hâricindeki ma’neviyyâtı rü’yet dîde-i kalbe verilmiş bir keyfiyettir. Amâ-yı
sûri bu âlem-i sûreti şuhûda nasıl mâni’ ise amâ-yı ma’neviyyede vech-i hakîkati
müşâhededen öyle mâni’dir. Kuhl-i mâzâga’l-basarla dîde-i cânı tenvîr etmek mücerrred
şu dâire-i teklîfi de terk-i hubb-i mâl ve melâl ve mihrâb-ı melekûta tevcîh-i vech-i ikbâl
eylemekle hâsıl olabileceğine mebni 256 ومن آان في هـذه أعمى فهو في اآلخرة أعمى
âyet-i celîlesinde daha hâne-berdûş-ı teklîf iken amâ-yı mâder-i zâd-ı ma’neviyyeden
sâha-i temâşâ fezâ-yı âlem-i bînâyıya çıkılması emir ve fermân buyurulmuştur. (el-
Muhkem s.89-90)
“Haktan önce göz iste, daha sonra görülecek olanı (dîdârı) iste. Çünkü Dost,
gözü olanın önünde cilve eder ve görünür” ma’nâsındaki Farsça şiir de konuya şiirsel
bir açılım sağlamaktadır.
3.29. Zaman
Zamân, Türkçede de aynı mânâda kullanılan Arapça bir kelime. Hakîmlere
göre, Atlas feleğinin hareketinin sayısına zaman denir. Sultan anlamında da kullanılır.
Kâşânî'ye göre, indiyye mertebesine izafe ve nisbet edilen ân-ı dâime zaman denir.257
255 “Onlarda kör olan gözler değil, asıl kör olan sinelerindeki gönülleridir Hacc, 22/46 256 İsra, 17/72“ Kim bu dünyâda gerçekleri görmede kör ise âhirette de kördür 257 Cebecioğlu, a.g.e Basar md.
125
“Mezheb-i tahkîke göre umûr-ı vehmiyyeden olan ezminenin makām-ı
Ehadiyyete taalluku yoktur. Çünkü zamân dediğimiz mikdâr-ı hareket-i âsumân; bir
mütegayyirin diğer mütegayyire nisbetinden ibârettir. Meselâ mütegayyir olan insânın
müddet-i hayâtı mütegayyir olan küre-i arzın şems-i münîr etrafındaki hareket-i
devriyyesi ile mukâyese etmek zamândır. Dehr denilen müddet-i medîde de bir
mütegayyirin bir sâbite meselâ mütegayyir olan şu devr-i zamânın kadîm ve sâbit olan
mebâdî-i âliyyeye ya’ni sıfât-ı sübhâniyyeye nisbetinden ibârettir. Cenâb-ı Hâlık lem-
yezel hazretleri ise ezelîdir. Ezel dediğimiz de kadîmin kadîme, yâni sıfât-ı ilâhîyenin
zât-ı sübhâniyyeye nisbetinden hâsıldır. Binâen aleyh ezelde zamân olmadığı gibi lâ-
yezâlde de şu nisbet-i ezeliyyeye nazaran zamân ve zamânın ahkâmından bulunan âsâr
ve ekvân yoktur. Şu hâlde Allâh cemî-i eşyâ yok iken vâr olduğu gibi el’ân da yine
olduğu hakîkat üzerine bâkîdir. (el-Muhkem s. 82 )
3.30. Tevâzu´
Alçak gönüllülük. İnsanın nefsini Hakk´ın huzûrunda kulluk mevkiine
koyması.Halka karşı şefkatli olması, kibir ve gurûrlu olmaması. Hakk karşısında
eğilmek hakkı kabûllenmektir. 258
Ahmed Mâhir Efendi tevâzu´nun hakîkatine ulaşmanın sırrını vermektedir:
“Bir mürîd-i sâdık hakîkat-ı tevâzua revzen-i kalbinde nûr-ı müşâhedenin lem’a-
nisâr-ı zuhûr olduğu vakitte vâsıl olur. Çünkü bu hâlde nefs-i gerden-firâz-ı vâsıl-ı
makām-ı niyâz olarak Hakk’a da halka da mahv-ı âsâr ve sükûn ve hecc ve gubâr ile
mutî’ ve intibâ’-sezâ olur.”(el-Muhkem s. 80 )
3.31. İstidlâl,
“İsbat-ı vâcip başka bir ifâdeyle Allâh'ın varlığını delîllendirme konusu, başta
kelâm ilminin olmak üzere felsefenin ve filozofların en önde gelen konularındandır.
Meselâ, İslâm felsefesinde el-Kindî'den (252/266) başlamak üzere; Farabî (339/950),
258 Uludağ, TTS s. 485
126
İbn Sînâ (428/1037), İbn Rüşd (595/1198) gibi büyük İslam filozofları, Allâh'ın
varlığını çeşitli delîllerle ispatlama yoluna gitmişlerdir.259
İsbat-ı vâcip konusuyla Selefiyye de ilgilenmiştir. İbn Teymiyye (728/1382) İbn
Kayyim el-Cevziyye (751/1350) ve İbnü'l-Vezir (840/1436), bunlardan bazılarıdır.
Allâh'ın sonsuz kudretini ve hikmetinin eseri olan mahlukatın bazı sırlarını inceleyen ve
bu yolla isbat-ı vâcip yapan,"el-Hikme fi mahlukāti'llah" eserinin müellifi Gazzalî
(505/1111) ile İbn Hazm (456/1064) da aynı konu ile derinden ilgilenmiştir 260
“Allâh'ın varlık ve birliğinin isbatı konusuna "isbat-ı vâcib" denmesinin sebebi,
Allâh'ın varlığıyla birlikte birliğini de isbat etmeyi kastetmekten dolayıdır. Zira Allâh'ın
varlığını kabûl ettikleri halde birliğini inkâr e-den ve ona şirk koşan pek çok insan
vardır.”261
Kelâmcıların delîlleri: Hudus Delîli, İmkân Delîli, Gaye ve Nizam Delîli,
Kabuf-i Âmme Delîli ,İlm-i Evvel Delîli; İslâm Filozoflarının delîlleri, Hudus Delîli,
İmkân Delîli, Gaye ve nizam Delîli, İlk Sebep, İlk İllet Delîli, Hareket Delîli, Ekmel
Varlık Delîli;
Batı Düşüncesinde Allâh'ın Varlığına Dâir Delîller: Ontolojik Delîl (Varlık
Delîli)Kozmolojik Delîl,Gaye ve Nizam Delîli, Ahlâk Delîli.262
İslâm âlimlerinin çoğunluğu isbât-ı Bârîde akıl ve istidlâl yolunu tutmuştur.
Cürcânî “Ma’rifetullah ancak istidlâl ile kemâle erer.”263 der.
Allâh´ın tanınması (ma’rifetullah) taşıdığı karakter sebebiyle duyularla mümkün
olmamaktadır. Bununla berâber duyuların bu konuda hiçbir rolü yoktur denemez. İbn
Melkā “Allâh Teâlâ’nın fiilleri eserleri ve mahlûkātı vâsıtasıyla tanınması bir insanın
arkadaşını gözleriyle müşâhede ederek tanımasından daha tam ve daha kâmildir.”der. 264
Fârâbî (v.339/950)de felsefî bakış açısıyla şöyle der: “Allâh’ı mahlûkātı sâyesinde
259 Şimşek, M. Sait, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, İsbât-ı Vâcip maddesi.
260 Bekir Topaloğlu, İslâm Kelamcıları ve Filozoflarına Göre Allâh'ın Varlığı (İsbat-ı Vâcip), Ankara, . s. 16).
261 Gölcük, Şerafeddin.- Toprak,Süleyman, Kelam, s. : 126-127. 262 Gölcük, a.g.e s. 127-132 263 Bekir Topaloğlu, a.g.e s. 133 264 Topaloğlu, Bekir, a.g.e s. 16
127
bilişimiz O’nu bizzat tanımış olsaydık elde edebileceğimiz bilgiden daha çok şâyân-ı
i’timâttır265
“Bir kısım islâm alimlerine göre insan iç ve dış alemde Allâh'ın varlığını
gösteren bir takım delîller üzerinde durup, düşünüp böylece Allâh'ın varlığına ve
birliğine ulaşır. Gerçi Allâh Tealâ duyularla doğrudan doğruya idrak edilemez. Ancak
duyularımız Allâh'ı tanıyacak olan aklımıza malzeme temin eder. İnsan duyularıyla
yaratılmış olan şeyleri algılayıp kainattaki ahenk ve nizamı kavrar, aklıyla da bu belirti
ve izlerden hareketle yaratıcının varlık ve birliğine ulaşmaya çalışır.”266
“Klasik kelâm kitaplarımız insan için bilgi edinme vâsıtalarını üçe inhisâr
ettirir: Selîm hâsseler, sâdık haber, ve akıl. Sofiye buna bir dördüncüsünü ilâve
etmişleridr.:Keşf.”
İsbât-ı Vâcip metodlarından biri de keşftir. Nefsimizi her türlü arzû ve
isteklerden temiz tutar bütün ma’nevî kābiliyetlerimizi samimiyet ve ısrarla Allâh’a
tevcîh edersek aradaki perdeler kalkar, hakîkati olduğu gibi görürüz. Buna isbât değil
ma’rifet demek daha doğru olur. Sofiye bu görüşünü te’yîd için Kur’ân-ı Kerîm’den
delîller getirmiştir. (Enfâl), 8/29. (Ankebût29/69), (Bakara 2/282).Gazâlî’nin
(505/1111) akıl ve istidlâl yolunu yıllarca denedikten sonra bundan vazgeçip kalp
iklimine girdiği keşif ve ilham yolunu tuttuğu ma’lûmdur. İbn Arabî, Râzî’ye yazdığı
mektupta şöyle der:” Allâh Teâlâ aklın istidlâl ve tefekkürü vâsıtasıyla tanınmaktan
münezzehtir. Onun müşâhede ile tanımak isteyen aklî istidlâlden uzak durmak
mecbûriyetindedir.” “Senin öğreneceğin tıp ilmi sadece hastalıklar dünyâsında
geçerlidir. Hastalık bulunmayan bir aleme göçersen bu ilimle kimi tedâvî
edeceksin?”267
“Bir kısım islâm alimlerine göre insandaki Allâh inancı fıtrî olduğu için Allâh'ın
varlık ve birliğine dâir delîller aramaya ihtiyaç yoktur. Fıtratı bozulmamış ve rûhu hasta
olmayan her insan Allâh'ın var ve bir olduğunu kavrar. Bu konudaki delîller sadece
265 Topaloğlu, a.g.e s. 130 266 Gölcük, a.g.e s. 127 267 Topaloğlu, a.g.e s. 135
128
insanı uyarmak, içindeki varlığı ve birliği hususunda mevcûd olan zaruri bilgiyi
geliştirmek içindir.”268
Burada İslâm tasavvufunun istidlâl metodu özetlenmiş durumdadır.
Sûfîlerin benimsediği keşfin tenkîd edilen tarafı şahsî olması, herkesi
bağlamamasıdır.
“İbn Melkâ tasavvufî bir meyille şöyle der. Allâh’ın varlığı en kâmil ve en tam
bir vâr oluştur. Fakat zuhûr ( apaçık oluş) bazılarına göre hicâb teşkîl eder. Nasıl ki
göz önce zayıf ışıkları sonra da alıştıkça daha kuvvetlisini görebiliyorsa insan rûhu da
ilâhî âlemin varlıklarını yavaş derece derece idrâk edebilir.”269
Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de el-Hikemü’l-Atâiyye’de İbn Atâullâh
İskenderî ‘nin hikmetlerini açıklamakla kalmamış aynı zamanda isbât-ı Vâcip
konusunda tasavvufun genel bakış açısını da özetlemiştir. Eşyâ ile Hakkı istidlâl Hakk
ile eşyânın istidlâline göre kıymetsiz ise demek ki isbât-ı Vâcip konusunda keşf esâsı
kabûlleniliyor demektir. Esâs olan o’dur.
”Eğerma’şûktan olmazsa muhabbet aşıka,
Âşığın uğraşması ma’şûka kavuşturamaz asla!”
diyen şâir aslında isbât-ı vâcibin Vâcibü’l-Vücûd olan Allâh’tan başlayarak olması
gerektiğini ifâde etmektedir.
30. Hikmette de Cenâb-ı Hakk ile eşyâya ve eşyâ ile Cenâb-ı Hakk’a istidlâl
arasında bûn-ı baîd olduğu”nu anlatmaktadır
“Cenâb-ı Kibriyâ ile vücûd-ı mâsivâya ve mâsivâ ile vücûd-ı kibriyâya istidlâl
eden şu iki fırka beyninde bu’d-i azîm oldu.” (el-Muhkem s.65 )
Hikmetin nazmen tercümesi de şöyledir:
“Vücûd-ı Hak ile ekvâna istidlâl eden âkıl
O ekvânı delîl-i Hak edenden oldu çok fâzıl
268 Gölcük, a.g. e. s.126 269 Topaloğlu, a.g. e s. 131
129
Vücûd-ı Hak ile eşyâya istidlâl eden şol zât
Verip Hakk’a vücûdu eyledi isbât-ı mevcûdât
Vücûd-ı Hakk’a âsârıyla istidlâle kalkışmak
Onun mahcûbu olmaktan gelen bir hâldir mutlak
Aceb gâib mi kim muhtâc-ı istidlâl ola Mevlâ
Baîd olmuş mu hiç tâ ki ona mûsil ola eşyâ” (el-Muhkem s.65 )
İbn Atâullâh İskenderî ‘ye göre dolayısıyla şârih Ahmed Mâhir Efendi’ye göre
istidlâl gâib olan içindir. Halbuki Allâh gâib değildir. Bu yüzden isbât-ı vâcip varlıktan
varlığı Yaratana doğru bir seyr takîp edemez. Haktan halka gelinmelidir . Bu
kısımdakilere “murâdân” denir. Tasavvufun tervîc ettiği kısım bu kısımdır.
Sûfîler bu konuda iki kısımdır. Mürîdîn ve murâdân.
“Fırka-ı şâkire murâdân ve mürîdîn ta’bîr-i âherle meczûbîn ve sâlikîn
namlarıyla iki kısma taksîm olunmuştur. (el-Muhkem s. 65 )
Hak ile halka istidlâl edenler ise “murâdân”dır. Meczûblar da denilir. Bunlar
her şeyde O’nu gördüklerinden O’nu isbat lüzûmu duymazlar: Allâh’ı ma’rifet nûruyla
bilirler. Dışardan delîle ihtiyaç duymazlar.
“Birinci kısım ki murâdân ve nâm-ı âherle meczûbîndir. Bunlar taraf-ı
ma’nevî ilâhîye ibtidâen cezb olunurlar ise ehl-i şuhûd ba’de’s-sülûk meczûb olurlar ise
ârifîn ıtlâk olunurlar. Bu fırka-i nâciyenin âlemde vücûd-ı ilâhîyeden başka bir mevcûd
dîde-i hak-bîn ma’rifetlerine meşhûd olmadığından ve bunlara vech-i kerîm-i ilâhîsiyle
Cenâb-ı Hak müvâcehe buyurarak gönüllerine kazf-i nûr-ı ma’rifetle kendini bildirmiş
olduğundan bunlar ancak vücûd-ı ilâhî ile mevcûdâta bi’l-istidlâl 270ال موجود اال هوdeyip
dururlar.”(el-Muhkem s. 65)
270 (Allâh’tan başka hiçbir mevcûd yoktur)
130
“Cenâb-ı Hak ile vücûd-ı halka istidlâl eden kimseye hakîkat-ı vücûdun vasf-ı
kıdemle ittisâf eden Vâcibü’l-Vücûda mahsûs olduğu ma’lûm ve meşhûd oldu da
vücûd-ı mevhûm-ı ekvânın vücûd-ı ma’lûm-ı Yezdândan müstefâd olduğunu isbât etti.”
(el-Muhkem s.65 )
Halktan Hakka varmaya çalışanlar, Halk ile Hakka istidlâl edenler ki bunlar
“mürîdîn” diye vasfediliyor. .
“İkinci kısım mürîdin ve nâm-ı âher ile sâlikîndir. Bu fırka-i sâdıka hâl-i
sülûklarında rü’yet-i ağyâr ve şuhûd-ı âsâr sebebiyle Cenâb-ı Kird-gâr’dan mahcûb ve
pîş-gâh-ı nazarlarında meşhûd ve zâhir olan ancak ekvân olmak cihetiyle vücûd-ı Hak
merhûn-ı gencine-i guyûbtur.Bu cihetle müşârun ileyhim hazerâtı evvelemirde vücûd-ı
Hakkı göremediklerinden nâşî vücûd-ı halk ile Hakk’a istidlâl ve mechûl olan eşyâyı
ma’lûm-ı bî-iştibâh olan Hâliku’l-eşyâya ve ma’dûm olan ekvân-ı Vâcibü’l Vücûd olan
Yezdâna ve emr-i hayâlî olan âlem-i zâhir ve celî olan mülk-i allâme delîl-i zîbâl ittihâz
ettiler. (el-Muhkem s. 66)
“Halk ile vücûd-ı Hak üzerine istidlâl ise Cenâb-ı Melik-i Müteâle adem-i
vüsûlden nâşîdir. Yoksa o Âlimü’ş-şehâde ve’l-gayb ne zamân gâib oldu ki eşyâ-ı
hâzıra ile onun vücûduna insân istidlâl ve o
من حبل الوريدالينا أقرب
271ne vakit baîd oldu ki âsâr-ı garîbe onun bârigâh-ı ehadiyyetine erbâb-ı hicâbı îsâl
etsin. (el-Muhkem s.65 )
Ahmed Mâhir Efendi tasavvufun İsbât-ı Vücût anlayışını aşağıdaki satırlarda anlatmıştır:
“Bunların bu zehâbı vücûd-ı hicâb ve vukûf-ı esbâb ve adem-i vusûl ve iktirâb
sebebiyle olduğundan ve fırka-i murâdân ise âlemde Vâcibü’l-Vücûddan başka bir
mevcûd görmeyip cemî-i mevcûdâtı vücûd-ı Rabbânîden müstefâd görerek Hak ile
271 Kaf 50/16“Biz ona şâh damarından daha yakınız”
131
halka istidlâl eylediklerinden şu iki fırka beynindeki bûn baîd ve fark azîm sâbit ve
nümâyân oldu. Şu kadar ki ehl-i şuhûdun istidlâli hâl-i cezbede olmayıp hâl-i sahv ve
ifâkatte olduğu gibi delîl-i aklî ve nazar-ı fikrî ile olmayıp mücerred vücûd ve sübûd-ı
eşyâ vücûd ve sübût Hâliku’l-arz ve’s-semâ’ ile olduğunu mülâhaza iledir. Çünkü eşyâ
için vücûd yok ki. Vücûd-ı Hâliku’l eşyâya mûsıl vuzûh ve zuhûr yok ki nûru’l- arz
ve’s-semâ’yı mûzıh ve muzhir olsun. Bir de delâil ve berâhîn gâib ve matlûb içindir.
Hâzır ve meşhûd için değildir. Zîrâ meşhûd vuzûh-ı şuhûd sebebiyle ihtiyâc-ı delîlden
müstağnî olduğuna mebnî onu ma’rifet ibtidâen tavsîl-i vesâil i’tibâriyle kesbî olursa da
bilâhare bedâhate avdetle yine zarûrî olur. Şu hâlde zâtında vuzûhu sebebiyle bir hâdis
delîlden müstağnî olursa muhdis-i hakîkî daha ziyade müstağnî ani’d-delîl olmaz mı?
(el-Muhkem s. 66 )
Ahmed Mâhir Efendi konu sonuna Hüdâî’nin şu beytini iktibâs ederek adeta
sûfî düşüncesinin hülâsasını vermiştir.
“Zuhûru perde olmuştur zuhûra
Gözü olan delîl ister mi nûra”272 (el-Muhkem s. 66 )
3.32. Hayret
“Hayret, şaşkınlığı ifâde eden Arapça bir kelime. Hayret, Allâh hakkında hırslı
olmakla, ümîdsiz olmak arasında bir duraktır. Aynı şekilde, korku ve rızâ, tevekkül ve
recâ arasında bir duraktır. Hayret, derin düşünce ve Allâh huzurunda, hakîkat ehlinin ve
âriflerin kalplerine gelen bir hâldir. Hayret, Allâh'ın gücüne, sun'una, hikmetine, karşı
duyulan aşırı bir arzûdur. Yaşanmadıkça bilinmez.” 273
Ahmed Mâhir Efendi hayret’in mârifetin bir netîcesi olduğunu Hz.Peygamberin
de Allâh’tan hayret’ini artırmasını taleb ettiğini belirmektedir:
272(Aziz Mahmuûd Hüdâî), Bkz. Konuk, c.IV, Fusûsu’l- Hikeme Yapılan Ba’zı İtirazlar, Selçuk Eraydın. 273 Cebecioğlu, a.g. e. Hayret md.
132
“..hayret de netîce i ma’rifet bulunduğundan duâ-i Nebevîde 274 ’vâki فيك رب زدني تحيرا
olmuş..” ve müellif-i hakîm hazretleri [İbn Atâullâh İskenderî ] de şu hikmetin
nihâyetinde izhâr-ı veleh ve hayret eylemiştir(el-Muhkem s. 48 )
3.33. Üveysîlik
“Üveysîlik, bir şeyhe bağlanıp resmî sülük görmeyen, ancak Hz. Peygamber (s)
veya bir velînin rûhunun etkilemesiyle terbiye ve irşâd olanlar. Veysel Karanî'nin adıyla
anılmasının nedeni, Veysel Karanî'nin Hz. Peygamber (s)'i görmemiş olmasına rağmen,
gıyâben O'nun terbiyesinden geçmesidir.275
“Evliyâullahtan bir zümre vardır ki tarîkat şeyhlerinin büyükleri onlara
Üveysîler derler. Onların zâhirde pîrlere ihtiyâçları olmamıştır. Zîrâ onları Hazreti
Risâlet s.a.v inâyet kucağına vâsıtasız terbiye etmiştir. Nitekim Üveys Karnî’yi de
böyle terbiye etmiş. Ve yetiştirmiştir. Bu ulu bir makām ve yüce bir pâyedir. Bu
mertebe değme bir zâta müyesser olmaz. “Bu Allâh’ın bir lütfudur, onu dilediğine
verir”(Mâide5/54)276
Ahmed Mâhir Efendi de bu konuda Veysel Karanî ile ilgili hadîs-i şerîfi uzun
uzadıya naklettikten sonra şunları yazmaktadır:
“Zâhir hâlde mülâkât-ı Nebeviyyeden mehcûr olmuşlarsa da bâtın hâlde
murâkaba-i dâime ile nâil-i zevk-i huzûr olduklarından böyle bilâ vâsıta vâsilînin
mesleklerine tarikât-ı Üveys ıtlâk olunmuştur. (el-Muhkem s.32)
274 “Yâ Rabbi, benim senin Hakk’ında olan hayretimi tezyîd eyle”. Bu hadîs-i şerîf “Fusûs Şerhi”nde de geçmektedir. Bkz. Konuk.ag.e. c.IV, s.236 275 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Ve Deyimleri Sözlüğü , üveysîlik md.
276 Câmî, Nefehâtü´l-Üns, s. 86, bkz: Attâr, Ferîdüddîn a.g. e. s 68
133
4. BÖLÜM
“EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM” METNİ 277
Mukaddime:
ن الرحيمبسم الله الرحمـ
Eylerim hamd ü sipâs-ı bîkıyâs
Hazreti Hâllâk-ı nev’-i Âdeme
Söylerim hem de selâm-ı bîgerân
Seyyidü’l- kevneyn fahr-i âleme
Ba’dezâ : Hikem-i Atâiyye ki her cümlesi birer beytü’l- arûs-i irfân olmakla
mısdâk-i celîl-i
278 her fıkrası serâvîl-i anberîn-i belâğata(Rahman 55/70) حسانفيهن خيرات
bürünmüş hakayık-ı ledünniyyeye haclegâh-ı furkan bulunmakla 279آاد أن يكون قرآنا
vasf-ı tebcîline bi-hakk’ın şâyândır.
Öyle bir tarz-ı dil-ârâ-yı insicâmı, öyle bir üslûb-ı bedî’ intizâmı
mütezammındır ki lemha-i ibtisâr-ı irfâna tesâdüf eder etmez şâhid-i dilnişîn-i meânîye
277 (1323 İSTANBUL BASKISININ İLK YÜZ SAYFASI)
278 (Onların da içinde güzel huylu hanımlar vardır. 279 ( [Neredeyse Kur’ân gibi])
134
istivâgâh-ı zuhûr olmak üzere te’sîs edilmiş ya bir binâ-yı muallâ-yı avârif , yâhud
sultân-ı selâtin-i vahdete tahtgâh-ı tecellî ittihâz buyrulmak maksadıyla tezyîn olunmuş
bir sarây-ı mücellâ-yı maârif olduğu tahakkuk eder.
Zîrâ bâlâ-yı rengînterîn mebânîsi, matla’u’l-envâr-ı vâridât, zemîn-i hikmet-
karîn meânîsi, üssü’l-esâs-ı sânihât. Taksîmât-ı manzûde-i dâhiliyyesi, nümûne-nümâ-
yı etvâr-ı tarîkat. Tanzîmât-ı meşhûde-i hâriciyyesi şirâze-bend-i ahkâm-ı şerîât olarak
sûret-yâb-ı vech-i hakîkattır.
Her revzen-i hizâneti’l- esrâr-ı fesâhati, birer küngüre-i kâh-ı terakkî ve teâlî, her bâb-ı faslu’l-hitâb-ı belâğati birer medhâl-i fazâil ve meâlî olduğundan bilcümle kümmelîn-i mutasavvifîn onun âsitân-ı [ 4 ] feyz âşiyânında rûhsûde-i istifâza, cemî’-i muhakkikīn-i ârifîn onun meydân-ı belâğ ve beyânında rûmâl-i ilticâ ve istifâdedir.
Böyle bir mecelle-i esrâr ve dekāyıkın kemâ-yenbağî tercüme ve şerhine ve
ebkâr-ı efkâr-ı mücmelesinin mufassalen bast ve îzâhına tünd-bâd-ı nevâib-i dehr-i dûn
önünde muktezâ-yı tâlî’-i vâjgun yuvarlana yuvarlana hazîz-i
acz ve ibtihâle girîve-i perişâni-i ahvâle sukût eden bir karîha-i hezârân cerîhadan
mütereşşih sözlerin kâfil olacağı nasıl tasavvur olunabilir? Şu kadar ki kemâli derk ve
istihsâl edilemeyen bir şeyin tamâmı terk ve ihmâl olunmak câiz olamayacağına mebnî
kitâb-ı mezkûru tecellîgâh-ı füyûzât-ı ilâhîye olarak taayyün etmiş bulunan Ramazân-ı
mağfiret-nişânlarda min-gayri haddin şerefyâb-ı iştiğâli olduğum tefsîr-i Kur’ân
derslerini hakaik-i tasavvufiyye ile de tenvîr etmek maksadıyla mütâlaa esnâsında
nazmen ve nesren şerh ve tercümeye muvaffâkiyet el verdiğinden iş bu “el-Muhkem”
nâmıyla benâm kılınan “Şerh-i Hikem” sahâif-i beyzâ-yı meânî üzerinde cemâl-
efzâ-yı sutûr ve sertâc-ı selâtîn-i cihân tâcidâr-ı meâlî-efşân hâmî-i maârif ve hüner
hâlîfe-i celîl seyyidü’l-beşer şehriyâr-ı bî-müdânî es-Sultan el-Gâzî Abdülhamîd hân-ı
sânî efendimiz hazretlerinin gülzâr-ı ulûm ve meâlî ıtlâkına sezâvâr olan asr-ı terakkî-
hasr-ı hümâyûnlarına ezhâr-ı füyûzâtına ve şukûfehâ-yı terakkiyâtına lâhika-pîrâ-yı
neğamât olmakla nûrun-alâ-nûr oldu.
Maksad hûşe-çin-i harman-ı füyûzâtı olduğum ehl-i hakîkatin kelimât-ı
âliyâtını sâha-i sutûr-i sâfilâta nakş ve ihrâc ile dekāik-i mazmûnesinin mütâlaa-i cemâl-
135
i meâlinden az çok istinâre ve istifâde edecek ashâb-ı insâf ve urefânın zikr-i cemîline
mazhariyetle iktisâb-ı hayât-ı sâniye etmektir. Erbâb-ı fazl ve kemâl indinde müsellem
olduğu üzere büyüklük bu gibi nâciz eserlere nazar-endâz-ı nevâziş olmaya mâni’
olamayacağı ve ulviyyet-i sahîha ise ashâb-ı acz ve noksânı tahtie olmayıp belki onların
hatîâtını tashîh ve nevâkısını ikmâl etmek gibi bir meziyet olduğu derkâr, ve böyle
güzergâh-ı hîçîde mevzûundan kat’-ı nazarla gubâr-âlûd-ı perîşânî olan bir hazefpâre-i
mesâîye tenezzülen evc-i bâlâterîn-i şeref ve fazîletten atf-ı lehâza-i tahsîl ve takdîr
edivermek de erbâb-ı kemâlin esâsen aliyyü’l-a’lâ olan makām-ı ilim ve irfânlarını değil
tenzîl bir kat daha i’lâ ve tebcîl edeceği müstağnî-i kayd-ı tezkârdır. Binâenaleyh
burhân-ı kemâl-i noksânım olarak görülecek noksân-ı kemâlden dolayı serd-i i’tizâra [5
] âcet olmadığı zannında bulunduğumdan ol bâbta hâme-rân-i tasdî’ olmaktan intihâ ve
yalnız ehl-i fazîletin ve erbâb-ı irfân ve hakîkatin afv-ı hatâ-pûşânelerine ilticâ ile
kelâm-ı
280آند درآار درويشان دعايي * مكر صاحب دلي روزي برحمت
beyt-i Sa’dî’siyle miski’l-hitâm eylerim.
رب هب لي حكما وألحقني بالصالحين
281 واجعل لي لسان صدق في الآخرين
El-fakîr es-seyyid Hâfız Ahmed Mâhir Bin Seyyid Hâfız Muhammed Saîd Bin
Es-seyyid Hâfız Muhammed Nûreddîn el-Kastamônî el-arîf bi-Ballıklı Efendizâde.
280 Şâyed gönül sâhibiysen bir gün rahmet eder sana. Ola ki bir duâ dervîişler hakkında işe yarar. 281Ey Rabbim bana hüküm ver ve beni sâlihler arasına dahil eyle ve gelecek nesiller içinde iyi nâm bırakmayı hayırla anılmayı bana nasib eyle. Şua’râ 26/83-84
136
EL-MUHKEM Fî ŞERHİ’L-HİKEM
بسم الله الرحمـن الرحيم
1.Hikmet:
من عالمة االعتماد على العمل نقصان الرجاء عند وجود الزلل
Ma’nâsı:
Vukû-ı meâsî ve vücûd-ı zelel zamânında noksân-ı recâ ve emel, iğtirâr-ı tâat
ve i’timâd-ı amel etmenin alâmâtındandır.
Nazmen Tercümesi:
İ’timâd-ı tâate oldu delîl
Ma’siyet vaktinde noksân-ı recâ
Îzâh:
Evrâd u ezkâr, ibâdât ve tâat gibi a’mâ l-i sâlihaya i’timâd edenler, biri âbidîn-i
zâhidîn, diğeri mürîdîn-i sâlikîn olmak üzere iki kısım olup birinci kısmın ibâdete
i’timâdı cennât-ı âliyâta dühûl ve onda ni’met-i ebediyyeye vusûl ile istihsâl-i saâdet ve
azâb-ı ilâhîden necât içindir.
İkinci kısmın i’timâdı da hicâb-ı zuhûr-ı dîdâr olan estâr-ı mâsivâyı keşf ile Ka’be-i hakîkate vâsıl ve cilve-bahş-ı kulûb olan mükâşefât-ı gaybiyye ve esrâr-ı ilâhîye hâsıl olmak içindir. [ 7 ]
137
Her iki i’timâd da erbâb-ı hakîkat nazarında merdûd ve mezmûm ve bu
keyfiyet nefsi rü’yet ve efâl ve a’mâli ona nisbetten neş’et ettiği için gayr-ı makbûl ve
ehli dâimâ melûmdur.
Hâiz-i kasabu’s-sebk-i irfân olan ashâb-ı îkān ise mâhiyet-i mec’ûlelerinde
i’timâda şâyân bir hâl görmedikleri ve harekât ve sekenâtlarında fâil-i hakîkî ancak
Vâcibu’l-Vücûd hazretlerini müşâhede eyledikleri cihetle kendilerini mazhar-ı esmâ ve
sıfât-ı mütezâdde-i sübhâniyye görerek ne ma’siyetin vuku-ı zamânında recâ ve
emniyyetlerine ne de ibâdet vaktinde havf ve haşyetlerine noksân târî olur. Bunlar fenâ
fi’z-zât ashâbından olduklarına mebnî mahâll-i zuhûru bulundukları ahvâlin topuna
tasrîf-i hak cereyân-ı kazâ nazarıyla bakarak her iki hâlde de şinâverân-ı bahr-i vahdet
ve havf-ı recâyı iki cenâh seyr ü sülûk eyleyen fârisân-ı meydân-ı vuslattır. Şu hâlde,
Cenâb-ı Rabbu’l- ibâd-ı bî endâda i’timâd na’t-i ârifân-ı sırr-ı tevhîd ve ondan gayriye
istinâd ise vasf-ı gâfilân-ı râh-ı tecrîd ve tefrîttir.
Netîce-i Hikmet- erbâb-ı sülûku uluvvi himmete da’vet ibâdete i’timâd ile
mahrûm-ı hakîkat olmaktan sıyânet olup yoksa vuslat-ilellâh için esbâb-ı âdiye olan
a’mâl-i sâliha da tezhîd ve a’mâl-i sâliha ile iktisâb edeceği ahvâl-i hasenede teşkîk ve
terdîd değildir.
İbâdet ve ubûdiyyetin ğaniyyün anil-âlemin olan ahsenü’l- hâlikîn hazretlerinin
lütuf ve âtıfetine karşı değeri ve dâire-i vücûb ve îcâbta yeri olmadığından tecellî-
hâne-i cemâli olan cennet ve ni’meti mübteğâ-ı fazl ve inâyet ve dâr-i celâlî olan
cehennem ve nikmeti muktezâ-yı adâlettir. Hatta müddet-i hayât-ı medîdesini
halvethâneyi ibâdette geçirmiş olan bir zâhid-i isrâîlînin inde’l-muhâsebe cümle-i
ibâdâtı ni’met-i vücûda mukābele edemiyeceği ve diğer ni’metler ise şükrü îfâ
olunamamış bulunduğu hâlde kalacağı için mücâzâtına emr ve fermân-ı hümâyın-ı ilâhî
şeref-sudûrunu müteâkib zâhid-i mûmâileyh kendisinin medâr-ı fevz ve necâtı mücerred
Cenâb-ı Hakk’ın mahz-ı lutf ve âtıfeti olduğunu teyakkun ile ilticâgâh-ı bîçâregân olan
urvetu’l-vüskā-yı fazl-ı samedânîye temessük ve taalluk etmekle girîbân-ı zimmetini
dest-i muâheze ve mesûliyetten hâlâs edebileceği hayru’l-beşer sallallâhu aleyhi ve
138
sellem hazretlerinden eserde rivâyet-yâfte-i sahîfe-i haber olmuştur. İşte o nûr-ı ayn-ı
âlem sallallâhu [ 8 ] aleyhi ve sellem Efendimizin
282ما عبدناك حق عبادتك يا معبود
buyurması da ubbâd-ı ümmete bir dershâne-i hikmet, zühhâd-ı millete nümûne-
nümâ-yı ibrettir.
Cürmünü mu’terif ol tâate mağrûr olma
Ki şifâhâne-i hikmette sakîm isterler
2. Hikmet:
وإرادتك األسباب مع ، إرادتك التجريد مع إقامة الله إياك في األسباب من الشهوة الخفية
إقامة اهللا إياك في التجريد انحطاط عن الهمة العلية
Ma’nâsı:
Ey muhâtab Cenâb-ı Rabbu’l-erbâb seni bu âlem-i hikmette pâbend-i alâik ve
esbâb olarak istihdâm ve istiksâb ettiği hâlde hâişker-i terk ve tecrîd ve inzivâgîr-i tefrîd
olmak, mücerred nefs-i hıyel-perdâz-ı denâetin şehevât-ı hafiyyesinden bir şehvet ve
cezbe-i Rahmân seni alâik-i mâsivâdan tecrîd ederek husûsiyyet-i mahsûsa ile
mutmainnü’l-vicdân eylediği hâlde mütemessik-i ezyâl olmak da medâric-i mi’râc-ı
tecellîyâttan tenezzül ve inhitât-ı himmettir.
Nazmen Tercümesi:
İkāme ettiği hâlde seni esbâb içinde Hakk
Talebkâr-ı tecerrüd olduğun bir gizli şehvettir
Tecerrüdle dahî âlî iken kadrin senin elhak
282 (Sana hakkıyla kulluk yapamadık ey ma’bûd. Taberâni, Mu’cemü’l-Kebîr, II,184; Hâkim, Müstedrek; IV,629; Beyhakî, Şua’bu’l-Îmân, I,183
139
Tevessül eylemek esbâba da tenzîl-i himmettir
İzâh:
Esbâb,, menâfi-i dünyevîyyenin mâbihi’t-tevassülü olan eşya ve emvâlden,
tecrîd de şu esbâb ile adem-i iştiğalden ibârettir. Esbâpta ikāme olunmaklığın alâmeti,
esbâb-ı zâhiriyyenin teheyyü’ ve husûlü ve muânât-ı esbâb zamânında selâmet-i
dîniyyenin vücûdu. Ve tesebbüb ve iktisâb ile emvâl-i nâsa tama’ ve hırsın inkıtâı ve
mamafi mütesebbibin vazaif-i ubûdiyyet-i zâhire ve vecâib-i ahvâl-i bâtınadan da adem-
i iştiğâlidir. [ 9 ]
Bâb-ı tecrîdde kıyâmın alâmeti 283 من حيث لا يحتسب merzûkiyyetle mesrûr ve
şâdân ve hasbe’l-kader o merzukiyyet muteazzer olursa da Cenâb-ı Hakk’a olan
tevekkülle yine mütmainnu’l-vicdân ve devâm-ı ibâdet ve ubûdiyyetle tecellîyâb-ı feyz-
i yezdân olmaktır.
Bir mütesebbin taleb-i tecrîd etmesinin şehevât-ı hafiyyeden olmasının hikmeti
feyz ve hayr ihtiyâr-ı ilâhîde olduğu ve irâde-i ilâhîyenin murâd-ı mürîde muvâfık olup
olmadığı da gayr-ı ma’lûm bulunduğu hâlde dâire-i taayyün-i vâkıadan çıkmayı ve
mücerred olmayı arzu etmek gibi perde bîrunluğa cesâret mücerred-i nâstan inkıtâ’ ve
infisâl ve Cenâb-ı Hakk’a takarrub ve ikbâl perdesi altında mukbil-i âlem ve mu’tekid-i
ümem olmak fikr-i hafiyyesinden neş’et etmiş nefsâni bir keyfiyyet olmasıdır.
İnden-nâs mukbil olmak ise derecât-ı âliyâta teâliden, ekseri erbâb-ı tecrîde avk
ve te’hir ettiği için urefâ bunun semm-i kâtil olduğuna kātil olmuşlardır. Bir
mütecerridin hâişker-ı esbâb olmasının inhitât-ı himmet olduğunun illeti de tecrîd-i
Hakk’a taalluk demek olup havâss-ı muvahhidîn ve hâss-ı ârifîne mahsûs olduğu hâlde
halka rücû’ ve temelluk demek olan ve ehl-i intikāsın hâli bulunan esbâba tevessülle
makām-ı havâssı menâzil-i ehl-i intikāsa değişmek gibi ihtiyâr-ı denâet olunmasıdır.
Çünkü himmet hâlât-ı kalbiyyeden bir keyfiyyet olup müteallakına nisbetle kesb-i
ulviyyet ve denâet eder. 283 Bkz. Talâk 65/2-3. “Kim Allâh’a karşı gelmekten sakınırsa Allâh ona sıkıntıdan çıkış kapıları açar. Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.”
140
Netîce-i hikmet, sâlik-i râh-ı Hüdâ olan erbâb-ı basîret, taayyün-i ezelîsine
intizâr ve tahakkuk-ı lâyezâlîsine ihâle-i nazar-ı i’tibâr ederek ikāme olunduğu
makāmda kāim ve mukadderât-ı ilâhîyeye rızâda dâim olup metrûk-i esbâb olmadıkça
terk-i esbâb ve dâire-i esbâbdan çıkarılmadıkça ihtiyâr-ı tecrîd etmemesidir.
اهللاير فيما اختاره الخ 284Hatta ba’zı erbâb-ı hakîkat hikâye buyuruyor ki:
Bir çok seneler esbâbı terk ve ihtiyâr-ı tecrîd ettim. Fakat yine avdet ettim. Sonra beni
esbâb terk ve tecrîdi zuhûr etti bir daha avdet mukadder olmadı.
Bir gün Şeyh Şâzelî(ö. 656/1258) hazretlerinin huzûr-ı pür-reşâdlarına
gönlümde ulûm-i zâhire ile meşgûliyet ve nâs ile muhâlledât mâni-i vuslat olduğunu
bi’t-tasavvur âzim-i tecrîd olduğum hâlde dâhil oldum. Şeyh-i rûşen-zamîr suâl
etmeksizin bana hitâben: Ulûm-i zâhirede hâiz-i nisâb-ı kemâl olan bir zât terk-i iştiğâl
ve hizmet ve sohbetimiz için tecrîd-i hâl [ 10 ] etmekliği isti’zân etmiş idi. Ona
cevâben olduğunuz hâl üzere kalınız eğer ki bizden nasîbiniz var ise o hâsıl, Cenâb-ı
Mukaddiru’l-umûrun takdîr ettiği de min gayr-i tağyîr size vâsıl olur dedim
buyurduktan sonra yüzüme bakarak sıddîkînin şânı ve urefânın muktezâ-yı irfânı redd ü
kedd etmemektir diyerek keşf-i esrâr-ı zamîr ve kalb-i müsterşidânemi gubâr-ı reyb ve
iştibâhtan tathîr etti.
İşte bu zümre-i ârifîni 285 هم القوم ال يشقى بهم جليسهم senâ-yı nebevîsi ile i’lâ
eden kāid-i gurra’l-muhaccelîn sallallâhu aleyhi ve sellem hazretlerinden: “Bir maksadı
ta’kîb etmeyiniz zîrâ mürâcaatsız zuhûra gelir ise onda tevfîk-i ilâhîye karîn, mürâcaatla
hâsıl olursa onda mahrûm-i muîn olursunuz.” ma’nâsı câmi’ mervî olan hadîs-i şerîf de
bâb-ı rızâya mülâzemeti isbât eder şevâhid-i celîledendir.
“İrâde etse bir emrin taalluk-i fethine Nâbî
Ona etrâf nâ-me’mûlden esbâb olur peydâ”
3. Hikmet: 284 (Hayır Allâh’ın istediği şeydir.) 285Onlar öyle bir topluluktur ki onlarla berâber oturan şakî olmaz. Tirmizî, Daavât, 129; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 252,359,383
141
دارسوابق الهمم ال تخرق أسوار األق
Ma’nâsı:
Himem-i sâbıka Cenâb-ı Kird-gâr’ın mukedderât-ı sübhânîyyesi esvârını hark
ve tahrîb edemez.
Nazmen Tercümesi:
Ne kadar olsa müessir-i himmet
Yine sûr-i kaderi hark edemez
Îzâh: Burada himmet-i sâbıkadan murâd, eşyâda biiznillâhi Teâla müessir olan
kuvâ-yı nefstir ki evliyâ-ı ârifîne nisbetle kerâmet ve sâhir ve âin gibi gayra izâfetle
istidrâc ve ihânet [ 11 ] olur. Öteden beri nazar vâki’, sihir gerçek denilmesinin ve
bir hadîs-i nebevî ile te’yîd olunmasının hikmeti ashâb-ı anzâr ve sehhârda istidrâc ve
ihânet sûretiyle bir takım te’sirât-i nefsâniyye görülmesidir. Şu hâlde sihir ve nazar,
sebeb bî- eserdir. Müesir-i hakîki ise sihir ve nazar değil sihir ve nazarın vücûdu
vaktinde ancak Hâliku’l-hayr ve’ş-şer hazretleridir. Himmetin kerâmet veyahut istidrâc
ve ihânet sûretiyle hısn-i hasîn-i takdîre te’sîri olmazsa himmet-i âdiyyenin mukadderât-
ı ezeliyyeye karşı ne hükmü olabilir? Binâen aleyh bu hikmet hikmet-i sâbıkayı ta’lîl
gibidir. Sûr bir şehri düşmandan muhâfaza için yapılmış dâiren-mâdâr müstahkem bir
duvar demek oduğundan esvârın akdâra izâfeti müşebbeh bihin izâfeti kabîlindendir.
Netîce-i Hikmet-erbâb-ı sülûkü mezheb-i cebr- i mahza davet değildir Zîrâ
cebr-i mahz ahkâm-ı şer’iyye ve tekâlîf-i ilâhîyeyi iskāt edeceğinden tecvîz olunamaz.
Belki ashâb-ı irfânın makām-ı vahdete vüsûlleri için istilzâm-ı şevk ve gayrettir ki bu
makām onlara hâlvethâne-i hakîkat olduğundan zuhûr-ı hakîkatte de hükm-i şerîate
mahal olmadığından cebr ve hayret ve iskât-ı izâfât bu hâlde ayn-ı irfân ve mahz-ı
vuslat olmak sûretiyle câiz ve ibâdet; artık libâs-ı külfetle değil zevk ve lezzet yüzünden
bâriz olur. Refref-süvâr-ı âlem-i lâmekân aleyh-i salavâtu’r-rahmân Efendimiz
hazretlerinin şehevât-ı nefsâniyye ve hevâcis-i şeytâniyyeden rehâyâb olmak için ihtisâ
142
ile tecerrüdyâb-ı mâsivâ olmaklığı isti’zân eden etkâ-yı ashâb-ı peygamberî Ebâ Zer
Gıfârî’ye cevâben 286 يا ابا ذر اختص اوزر جف القلم buyurmaları da bu hikmet-i celîleyi
te’yîd eden berâhîn-i kātıadandır.
Ma’nâ-yı hadîs: Kâlem-i a’lâ murâdât-ı ilâhîyeyi ümmü’l- kitâb irâdeye terkîm
ve tahrîr ederek korudu. Yani olacak oldu. İster ihtisâ et ister terk eyle ya Ebâ Zer
demektir.
Sultânu’l-ârifîn nâm-ı dibâce-i evsâfının ünvân-ı kemterîni olan Bâyezid
Bistâmi Hazretlerinin evliyâullâh zinâ eder mi? diyen bir mürîd-i müsterşide
-cevâbını vermesi de bu gülzâr-ı hikmetin nev 287 وآان أمر الله قدرا مقدورا
bâve-i berâhînindendir
“Cebr olmayıp irâde-i cüz’iyye olsa da
Kim fi’lini muhâlif-i hükm-i kader eder.”
[ 12 ]
4. Hikmet:
به غيرك عنك ال تقم به لنفسك التدبير فما قام أرح نفسك من
Ma’nâsı:
Ey mürîd-i sâlih tedbîr-i umûr-i dünyâdan kendini müsterîh kıl! Zîrâ tedbîr
vâbeste-i irâde ve takdîr-i ilâhî olduğundan gayrın kendisiyle senden dolayı kāim
olduğu şey ile sen nefsin için kıyâmı iltizâm etme.
286 Buhârî, Nikâh 8; Nesâî, Nikâh 4, “Yâ Ebâ Zer , senin mukadderâtını yazan kâlemin mürekkebi kurumuştur. Şu hâl üzerine sen ister hadımlaş, ister bırak müsâvîdir.” Ahmed MâhirEfendi bu hadîste Ebû Zer’in ihtisâ isti’zânını naklediyor. Buhari’de aynı mevzû Ebû Hüreyre rivâyetiyle vârid olmuştur..Bkz. Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve şerhi, Ankara 1975, c.11 s.255.
287 Allâh’ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir. Ahzap, 33/38
143
Nazmen Tercümesi:
Terk edip tedbîrini ol müsterîh
Emr-i gayri etme cânâ iltizâm
Îzâh: Bilcümle mükevvenât âsâr-ı tekvîn; ve cemî-i mevcûdât ma’rûz-ı vücûd-
ı rabbu’l- âlemîn olunca takdîr-i rab bî-endâda karşı tedbîr-i ıbâd bir emr-i fuzûli gayr-ı
ma’kûl ve muhâlif-i hâl-i zevi’l-ukūl olmaz mı ? Zîrâ mukaddiru’l- umûr olan hakîm-i
mutlak hazretleri tedbîri mahsûs-i ulûhiyyet ve tevekkül ve tefvîzi muktezâ-yı
ubûdiyyet eylediğinden tedbîr ile ihtisâs etmek isteyen abd-i pür-taksîr terk-i vazîfe-i
ubûdiyyet ve teaddi-i hükm-i rubûbiyyet ile kaza-yı ilâhîye mudâfaa ve kader-i ezeliye
münâzaa etmiş olur ki bâis-i helâk ve hüsrân ve sebeb-i bu’d ve hicrândır. Bu vesvese-i
şeytanı mücerred harîm-i harem-i hâs-i rahmâniyye tevcîh-i vech-i hakkāni eden
sâlikânı yoldan çıkartmak ve tedbîr-i emr-i fâni ile yolunu vurmak için bir emr-i nefsâni
olduğundan kesret-i zikr ve devâm-ı mürâkabe ile kalb-i alîlden onu tahliyeye ve envâr-ı
tevhîd ile de tahliyeye tedbîr ister .
Netîce-i hikmet, tamâmıyla terk-i tedbîr etmek değildir. Belki hükm-i
takdîrden gaflet-i külliyyeyi müstelzim olan ve tûl-ı emel hükmünü alan tedbîri terk
etmektir . Hatta 288 التدبير نصف المعيشة denildiğine göre emr-i intiâşi te’mîn ve
esbâb-ı hayât olan kuvâ-yı tabîiyyeyi muhâfaza ve tersîn için vech-i Sehl üzere tedbîr-i
umûr-i maîşet muvâfık-ı hikmet ve şerîattır. Şu kadar ki erbâb-ı hakîkat tedbîrin bu
derecesini de tecvîz etmiyorlar hatta Sehl bin Abdullah et-Tusterî( ö.273/886)
hazretleri nâsın ayş ve safâsını tekdîr eden ihtiyâr [ 13 ] ve tedbîri terk edin
buyurmuşlardır. Şeyh Ebû’l-Hasen eş-Şâzelî (656/1258) hazretleri de eğer ki tedbîr
zarûrî ve lâzım ise tedbîr etmemek için tedbîr edin demişlerdir.
“Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdâ’nındır
288 Tedbîr maîşetin yarısıdır.
144
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır”289
5. Hikmet:
دليل علي انطماس البصيرة وتقصيرك فيما طلب منك إجتهادك فيما ضمن لك
عنك
Ma’nâsı:
Ey sâlik-i tarîkat; ezelen senin için mazmûn olan rızk-ı makdûrde ictihâd ve
gayret ve senden matlûb olan amel ve ibâdette tekâsül ve rehâvet; amâ-yı basîretine
delâlet eder bir keyfiyyettir.
Nazmen Tercümesi:
Rızk-ı mazmûnda gayretle ibâdette kusûr
Oldu kör olduğuna dîde-i kalbin bürhân
Îzâh: Rızıkta zımân ا من دآبة في األرض إال على الله رزقها وم 290nass-ı
celîlinin delâlet ettiği üzere tafazzul ve ihsân sûretiyle kefâlet-i yezdândır.
Taleb-i amel ve ubûdiyette 291 وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدون âyet-i kerîmesinin
isbât ettiği vecihle ibâdı mevlâ-yı bî-endâdına îsâl eden evrâd ve ezkâr ve ibâdât ve
tââtin bâis-i hilkat ve 292 وأن ليس للإنسان إلا ما سعى nazm-ı celîlin mubteğâsı üzere
muktezâ-yı mevcûdiyyet olmasıdır. Şu hâlde abde lazım olan, Hüdâya hizmet ve
ubûdiyyet. Cenâb-ı Mevlâya düşen i’tâ-yı ecr ve inâyet olduğu hâlde terk-i vezâif-i
matlûbe ile emr-i hakîkînin şân-ı ulûhiyyetine düşen umûra tecâvüz ve mâ ya’nîyi
bırakıp da mâlâya’ni ile iştigâl intimâs-ı nûr-ı basîrete dâll olmaz mı? Basîret; basar
umûr-ı mahsûseyi idrâk ettiği gibi umûr-ı ma’kûle ve ma’neviyyeyi idrâk eden çeşm-i
kalbtir. [ 14 ] Onun intimâs-ı nûru esrâr-ı rabbâniyyeyi müşâhede ve envâr-ı ma’rifeti
289 Gâlip Dede. Şeyh Gâlip Divânından Seçmeler, (Haz. Abdülbâki Gölpınarlı) İst. 1994, s. 24 290 Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allâha âit olmasın. Hud, 11/6 291 Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım. Zariyât 51/56 292 İnsana ancak çalıştığı şey vardır. Necm, 53/39
145
sübhâniyyeyi mükâşefeden mehcûriyyet olup buna müebbet amâ-yı kalb ıtlâk
olunduğundan ve muvakkaten ahvâl-i sûriyeyi adem-i rü’yetten ibâret olan amâ-yı
basîrede kabil-i kıyâs olmadığından Cenâb-ı Ğafûr
لا تعمى الأبصار ولكن تعمى القلوب التي في الصدور 293 buyurmuştur. Bu âyet-i celîle “amâ-yı hakîki ni’met-i basardan mahrûmiyyet
olmayıp belki matlûb-ı ilâhî olan tâati terk ile intimâs-ı basîret olduğuna” delâlet ettiği
gibi ba’zı eserde Cenâb-ı Hâllâkın “ey kulum bana itâat et de sen hakkında hayırlı olan
şeyi bana öğretme yani onu bilirim” buyurduğu da zeyyûr-i sahîfe-i haber olmuştur.
Gerçi aslah-ı umûr, Allâh üzerine vâcib değilse de her fi’linde binlerce
maslahat ve hikmet olduğu da derkâr ve binâen aleyh ibâdı hakkındaki her takdîri
müstecmi-i menâfi-i bîşumâr olacağı bedîdârdır. Bu sebeptendir ki seyyidü’l-enbiyâ
mahrem-i esrâr-ı kibriyâ Efendimiz hazretleri “Nasıl insanlardır şunlar ki müfsidîni
şeref ve meziyyetle tavsîf ve âbidîni istihfâf ederler. Ve Kur’ân-ı Kerîm’in hâl ve
hevâlarına muvaffak olan ahkâmıyla âmil ve hevâ ve heveslerine muhâlif olan
cihetlerden müteâmî ve câhil ve binâen aleyh kitâbullâhın bir kısmına mü’min ve diğer
kısmına kâfir olurlar. Kader-i makdûr ve ecel-i ma’lûm ve rızk-ı maksûm gibi sa’y ve
içtihâdsız idrâk olunacak umûr için sa’y ve gayret ederler de cezâ-yı mevfûr ve a’mâl-i
meşkûr ve “ticâret-i len tebûr”294 gibi sa’y ve içtihâda mutavakkıf olan şeylerde terk-i
sa’y ve himmet ederler.” buyurmuşlardır.
Netice-i hikmet, ibâdullâhı istikmâl-i esbâb-ı intiâşta atâlete da’vet değildir
belki ibâre-i hikmetteki ictihâd kelimesinin meşakkati mütezammın olan Ma’nâsına
nazaran onları Rezzâk-ı ibâda ubûdiyyet ve ibâdeti tamamıyla bırakıp da emr-i maîşete
hasr-ı evkat etmekten men’ ile izâle-i gaflettir.
Şu hâlde iltizâm-ı meşakkat ve evâmir-i ilâhîyede kusura mukarenetsiz taleb-i
esbâb-ı maîşet intimâs-ı basîrete delâlet etmeyeceği gibi muhâlif-i şerîat ve münâfi-i
tarîkat de olamaz. Çünkü rızâ-yı Cenâb-ı Rezzâkı tahsîl edenler için rızık da mahsûldur.
293 Hacc, 22/46Ne var ki onlarda kör olan gözler değil asıl kör olan sinelerindeki gönüller. Fâtır, 35/29”(Allâh'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz تجارة لن تبور 294rızıktan (Allâh için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler)
146
Fakat vâsıl-ı rızk-ı maksûm olanların rezzâk-ı ibâda vâsıl olmaları lâzım
gelmez. Binâen aleyh umûr-ı dünyevîyyede içtihâd ve gayretle istihsâl-i rızk-ı maksûme
çalışanlar umûr-ı uhrevîyyede de [ 15 ] sa’y ve himmetle tahsîl-i rızâ-yı rezzâk edip
hem rızkı hem de rezzâkı elde ederek câmiu’l-ciheteyn olsalar daha ziyâde mes’ûd ve
bahtiyâr olmazlar mı ? Buna kıssa-i âtiyye ne güzel bir misâl-i ibret-nümâdır.
Bir gün Hulafâ-i Abbâsiyenin reşîdi olan Hârun er-Reşîd (ö.193/809)
câriyelerini cem’ ve celb ederek hazînesinde mevcût olan girânbahâ leâlî ve huliyyât ve
mücevherât-ı nâdiretu’l-emsâli bi’l-irâe içinden her biri beğendiğini almasını emr ve
tebşîr eder.
Bunlar iktisâm-ı mücevherât ile uğraştığı sırada muhabbet-i müşârun ileyhi
hazîne-i kalbinde cevher nâyâb gibi saklıyarak onunla müteselliye olan bir câriye-i
hüsnâ da nezd-i Hârûn’a gelip durduğunda hâlîfe-i müşârun ileyhin mûmâ ileyhâya
hitâben “Sen niçin beğendiğini almıyorsun” buyurması üzerine o meftûne-i muhabbetin
“Benim beğendiğim ancak zât-ı sâmi-i velîyyü’n-niamîleridir. Ben de Efendimizi
aldım” cevab-ı hikmet-i iktinâhı müstelzim rızâ-yı hilâfetpenâhi olarak kendisini harîm-
i harem-i hâss-ı vuslata takrîb ve bilcümle mevcûd hazîneyi mûmâileyhâ için mevdû’-i
dest-i nasîb etmiştir. Ne çare ki dünya ‘âcil âhiret âcil olduğundan ve ‘âcili bırakıp da
âcili istihsâle çalışmak ise kütah-bînân sûret olanlar için muhâlif-i hükm-i tabîat
bulunduğundan ba’zı urefâ “Cenâb-ı Hak bizim için âhireti zâmin ve müstashib ve
bizden dünyayı tâlib olsa idi ne olurdu” diyerek temennide bulunmaktan çekinmemiştir.
اطالب ديدارحاجي بره آعبه وم
295 اوخانه همي جويد وما صاحب خانه
6. Hikmet:
ال يكن تأخر أمد ا لعطاء مع اإللحاح في ا لدعاء موجبا ليأ سك فهو ضمن لك اإلجابة فيما يختاره
لك ال فيما تختاره لنفسك وفي الوقت ا لذي يريد ال في الوقت الذي تريد 295 Hacı kabe yolunu tâlib, ben de dîdâr-ı Hüdâyı tâlibim. O haneyi ben de sâhib-ihaneyi arıyorum.
147
Ma’nâsı:
Ey tâlib; duâda ilhâh ile berâber zamân-ı ‘atânın te’hîri senin ye’s ve te’sîrini
mûcib olmasın [ 16 ] zîrâ Cenâb-ı Mücîbü’d-daavât icâbeti senin muhtârın olan şeyde
değil senin için ihtiyâr ettiği yerde ve senin murâd ettiğin anda değil kendi irâde
buyurduğu zamânda zâmin ve müteahhittir.
Nazmen Tercümesi:
Devâm üzere duâ eyler iken dergâh-ı yezdâna
Teahhuru mûcib-i ye’s olmasın hiç vakt-i i’tâda
Fakat bir vefk-i kâm olmaz kabûlu çünkü zâmindir
İrâde ettiği anda murâd ettiği eşyâda
Îzâh:
Muktezâ-yı ubûdiyyet, mes’ûdiyyeti abd kendi irâdesinde değil irâde-i
Ma’bûdda aramaktır. Zîrâ avâkib-i umûr hakîm-i mutlak olan Rabb-i Gafûr hazretlerine
ma’lûm olduğundan ve bidâyet ve sûrette görülen hâlet, âkibet ve hakîkatteki keyfiyyeti
tebdîl edemeyeceğinden sûret-i müstekrehede meşhûd olan çok hâl mahbûb ve
müstahsen olarak arz-ı endâm ve libâs-ı mahbûbiyette görülen pek çok âmâl istilzâm-ı
netâic-i vehâmet-encâm edebilir. İşte Cenâb-ı Hakk’ın
و شر لكم وعسى أن تكرهوا شيئا وهو خير لكم وعسى أن تحبوا شيئا وه 296 nazm-ı celîli bu hikmeti
te’yîd eden bir delîl-i cemîldir. Duâda ilhâh ile berâber âyine-i şâhid-i icabet olan
zamân-ı atânın teahhuru mûcib-i ye’s ve fütûr olmamâlıdır. Madem ki ادعوني أستجب
297va’d-i kerîmiyle mucîbü’d-daavât hazretleri icâbeti taahhüt buyurmuştur. Eser-i لكم
icâbetin teahhur ve bilakis tekaddümünde de başkaca hikmet ve maslahat olacağı teykîn
olunmamâlıdır. Tabîb-i hâzık hastanın istediği gibi değil illetin iktizâ eylediği vecih ile
296Sizin sevmediğiniz şeyler Hakk’ınızda hayr olabilir, hayır gördükleriniz de şer olabilir. Bakara, 2/216 297 Bana duâ edin ben de cevap vereyim. Ğâfir, 40/60
148
tedâvî eder. Hakîm-i mutlak hazretleri de bu şifâhane-i hikmette ma’lûl-i ahvâl-i
tabîiyye ve marîz-i ağrâz-ı nefsâniyye olan kullarının duâlarına tedâvi kabîlinden olan
icâbetin âsârını onların istediği şeylerde değil onların menfaatine kendi ihtiyar ettiği
yerde, onların murâd ettiği vakitte değil kendi irâde buyurduğu zamânda izhâr eder.
İsti’câl-i ibâd takdîr-i ilâhîyi ta’cîl ve isti’hârı da te’hîr etmez
Onun için Ebû’l-Hasen eş-Şâzelî (656/1258) hazretleri “Mürîd-i sâdık olan
kimse umûr-ı mümkineden bir emri ihtiyâr etmemelidir ve ihtiyâr olunmak lâzım ise
adem-i ihtiyârı ihtiyâr ve bu muhtârdan ondan da lâzım olan firârdan ve her bir hâl-i
gayr-ı kârrdan Cenâb-ı [ 17 ] Fâil-i Muhtâra ilticâ ve firâr etmelidir.” buyurmuştur.
ختار وربك يخلق ما يشاء وي hatta esîr-i 299 ففروا إلى الله إني لكم منه نذير مبين 298
pister nâmizâcı olan Ebû’l-Abbas Mürsî (686/1287) hazretlerinin ıyâdesine gelmiş bir
kimsenin 300عافاك ا لله يا سيدي hitâbıyla istifsâr-ı hâtır etmesine karşı sukût
eylemesi bu cümle-i duâiyenin üç defa tekrar olunmasını bâdî olduğundan şeyh-i
müşârun ileyh hazretleri gayrı sabredemiyerek âid-i mûmâileyhe cevâben “Senin
istediğin âfiyeti ben istemem. Benim âfiyetim şu mübtelâ olduğum hâlettir. Zîrâ tabîb-i
kulûb-i âlem Habîb-i Ekrem hazretleri Cenâb-ı Şâfi-i hakikîden sâil-i âfiyet olmuş iken
feth-i Hayber’de Yahûdiyye-i Hayberiyyenin huzûr-ı saâdete bi’t-tesmîm takdîm edip
tenâvül buyurdukları kuzu etinin avdet-i te’sîrâtıyla pirâye bahş-ı gülşen-i sarây-ı cemâl
ve çâr-ı erkân-ı dîn-i mübîn ve yârân-ı celîlü’ş-şân seyyidül mürselîn olan çihâr-ı yâr-i
güzîn hazerâtı da âfiyet talebinde bulundukları hâlde her biri bir sûretle bâde-nûş-i
şerbet-i şehâdet olarak humhâne-i bekāya kadem-endâz-ı irtihâl oldular. Eğer ki âfiyet
istersen âfiyet bahş-i marîz-i ma’siyet olan Allâh’ın istediği âfiyeti iste.”
buyurmuşlardır. 301
İcâbet-nümâ-yı duâ-yı ümmet aleyhi ekmeli’t-tahiyyât Efendimiz hazretleri de
“Bir kimse ism veyâhut katîa-i rahm için duâ eylemedikçe Cenâb-ı Hak onun duâsını
298 Rabbin dilediğini yaratır dilediğini seçer. Kasas, 28/68 299 Allâh’a firâr edin. Zâriyât, 51/50 300 Allâh sana afiyet versin şifâ versin 301 İbn.Abbad Niffezi Rundî, Gaysu’l-Mevâhibü’l-Aliyye Fî Şerhi’l-Hikemi’l-Atâiyye trs. s.3
149
icâbetle mes’ûlunu is’âf veyâhut mes’ûlu kadar zünûbu hatt ve mesâibi ondan
keffeder.”302 buyurmuştur.
Netîce-i Hikmet, şerâitına riâyet ile ref’-i dest-i tazarru’ ve daavât eden her dâî
için mutlaka icâbetin husûludür. Fakat emr-i icâbet vedîa-i dest-i meşiyyet olduğu için
mes’ûl-i med’uvvun hayırlı olmadığına mebnî adem-i icâbeti de ba’zen ayn-i icâbet
veyahut dâr-ı âhirete muvâfıkı hikmet ve maslahat olur. Hatta ba’de’l-ba’s huzûrullâha
götürülmüş olan bir kula hitâben Cenâb-ı Hakk’ın “Ben sana cemî-i havâyicini bârigâh-ı
ulûhiyetime arz et benden gayriye arz-ı ihtiyâç etme buyurmadım mı” itâb-ı azamet-
penâhîsine karşı o muhâtab-ı ilâhî de “Evet yâ Rabbi ben de ihtiyâcâtımı münâcât-ı
mütevâliye ile îsâl-i hedef-i icâbet ettim idi.” diyerek ba’zı duâsının kabûl olunmadığını
işrâb etmesi ve erhamü’r-râhimîn hazretleri de tekrar “Ben senin her duâna icâbet ve her
recânı kabûl etmiş ve ba’zısının eser-i icâbetini hasbe’l-hikme bu rûz-i hesâba te’hîr
ederek [ 18 ] senin için idhâl eylemiş idim. Şimdi onu al da karîru’l- ayn-i ibcâl ol”
buyurması üzerine o muhtâc-ı inâyet eser-i icâbet olarak gözler görmedik ni’metleri
müşâhede ettiği anda “Nolaydı her ettiğim duânın eser-i icâbetini dünyâda görmeyip de
burada göreydim” diyerek beyân-ı teessüf ve izhâr-ı telehhüf eyleyeceği zeyyür-i sahîfe-
i ahbâr olmuştur.
Şu hâlde isti’câl-i icâbet muvâfık-ı hikmet olmayacağı gibi her dâînin duâsını
isti’câl etmedikçe hedef-i icâbete vâsıl olacağı da dehân-ı hakāik-i beyân-ı
risâletpenâhîden şeref sudûr eden hadîs-i şerîfte beyân buyurulmuştur.
Enîn-i müznibîn, tesbîh-i âbidînden ziyâde mahbûb-ı rabbu’l-âlemîn olduğuna
dâir hadîs-i nebeviyyeye bakılır ise dâînin mahbûbiyyeti de bazen teahhur-i icâbeti ve
mağzûbiyyeti ise bilakis kabûlde sür’ati îcâb ediyor. Bu bâbta ba’zı ehâdîs-i şerîfe de
rivâyet-yâfte-i kütüb-i mu’teberedir. Bu sebeptendir ki seyyidü’l-enbiyâ Efendimiz
إن ا هللا يحب الملحين في الدعاء
302 Tirmizi, Da'avat 126, (3568) Münziri, Muhtasar-ı Sahih-i Müslim, Kitabu’d-Duâ, 8, (Thk.Dr.Mustafa Deybü’l-Biğa) Dımeşk, 1417;
150
303 buyurmuşlardır. Şerâit-i duâya gelince ba’zısı olur ki ma’lûm olmaz ve ma’lûm
olmayan şart da îfâ edilemeyeceğinden duâda eser-i icâbet de görülmez. Ba’zısı ise şefî-
i ümmet Efendimiz hazretlerinin “Bir kimse ki me’kûlâtı meşrûbâtı melbûsâtı ef’âl ve
harekâtı harâm olduğu hâlde duâ ediyor bu hâlde onun duâsı nasıl kabûl olur”304
meâlindeki hadîs-i şerîfinde ve ba’zısı da mücîbü’d-daavât hazretlerinin
nazm-ı münîfinde beyân buyurulmuştur. Binâen 305 أمن يجيب المضطر إذا دعاه ويكشف السوء
aleyh ba’zı ârifînin “Cenâb-ı Hak bir kulunu icâbet-i duâya muvaffak etmek isterse ona
ıztırârı tevfîk eder.” buyurması nazm-ı münîf-i mezkûra mübtenîdir.
306وقد ينفيه أصحاب ا لضال ل ** وللدعوات تأثير بليغ 7.Hikmet:
قدحاوقوع الموعود وإن تعين زمنه لألا يكون ذالك ال يشككنك في الوعد عدم
لنور سريرتك في بصيرتك إخمادا
[ 19 ]
Ma’nâsı:
Ey sâlik-i hakkānî, zamânı muayyen olursa da yine emr-i mev’ûdun adem-i
vukūu seni sıdk-ı va’d-i sübhâniyyede reyb ve iştibâha düşürmesin. Zîrâ bu iştibâh
cumûd-i ayn-i basîrete ve humûd-ı nûr-i serîrete sebep ve günâh olur.
Nazmen Tercümesi:
Çıkmazsa da ger fiile yine va’d-i muayyen
Sıtkında gümân etme ki kalbin kala pür-nûr 303 Allâh duâda ısrâr edenleri sever.Suyuti, Camiü’s-Sağîr, 2, 1876; Tecrîd-i Sarîh trc. c.4, s.137 304 Müslim , Zekat, 65, Tirmizi Tefsiru’l-Kur’ân,3 305 Neml, 27/62 “O nesneler mi üstün yoksa, çaresiz kalıp yalnız kendisine yalvaran insanın duâsını kabûl edip sıkıntısını gideren .. Allâh mı?” 306 “Duâlarda çok etkili bir te’sîriyyet vardır, ashâb-ı dalâl onu kabul etmese de.’
151
Îzâh: Va’d-i ilâhî Kur’ân-ı Hakîm’de 307 أجيب دعوة الداع إذا دعان fermân-ı azîmiyle
duâya icâbet olunacağının beyân buyurulması gibidir.
Şu hâlde her duânın vâsıl-ı hedef-i icâbet olacağı Cenâb-ı Rabbu’l-ibâdın
va’dinde hulf etmeyeceği cihetle lâzım gelirse de bu icâbet nezd-i ilâhîde ma’lûm olan
ba’zı esbâb ve şurûta muallak olmasından ve muallakun aleyhin de adem-i husûlunden
nâşî va’d-i sübhâni hayyiz-i fiile çıkmayabilir. Fakat mev’ûdun lihikmetin adem-i
vukûu sıdk-ı vaadde de müessir olup da muhill-i selâmet-i vicdân olan şekk ve gümânı
iktizâ edemez. Bu bâbtaki tafsîlât hikmet-i sâbıkanın îzâhâtında beyân olunmuştur.
Yahut va’d-i ilâhî menâm, veya lisân-ı melek yâhut rahmânî ilhâm sûretiyle de
olur. Va’dinde hulf etmesi ayn-ı kerem olduğu için tecvîz olunabilirse de va’dinde hulf
etmesi asla câiz olmayan Ekremü’l-Ekremîn hazretleri evliyâ-yı kirâmından bir zâta şu
suver-i sülüse-i mezkûreden biriyle va’dettiği ve zamân-ı incâzı da taayyün buyurduğu
hâlde emr-i mev’ûdun adem-i vukûu sıdk-ı va’d-i sübhânîde yine mûcib-i reyb ü
gümân olmamalıdır.
Zîrâ zamân-ı incâzın teahhurundaki maslahat zamânda vâbeste-i dest-i kudreti
olan Hâliku’l-kâinât hazretlerinin muktezâ-yı ilim ve irâdeti olduğundan ilm-i hâdis-i
insân onu ihâtada âciz ve sergerdân olur. Binâen aleyh mev’ûdun leh olan zâta lâzım
olan hâl ve şânı hemen sıdk-ı va’d-i ilâhîye îmân ve emr-i mev’ûdun hayyiz ârâ-yı
zuhûr olmaktaki tekaddüm ve teahhuruna ayn-ı hikmet olmak üzere ihâle-i nazar-ı
im’ân ederek haysiyeti bilmek ve âdâb-ı ubûdiyyeti muhâfaza etmek olup bu vecihle
nûr-ı i’tikādı reyb ve gümândan [ 20 ] ârî ve âyine-i vicdânı gubâr-ı şekk ve zandan
berî olduğu hâlde her şeyi nazar-ı ibretle görenler ise selîmü’l-basîre ve münevverü’s-
serîre olurlar. Bi’l-ilhâm va’d-i ilâhîyi muayyenu’z-zamân olarak i’lâm eden evliyâ-yı
kirâmın ahîren keşf ve beyân-ı vâkıalarının adem-i zuhûru da bu kabîldendir. Hatta bu
hakîkat bâis-i hilkat-ı kâinat aleyh-i efdalu’s-salavât Efendimiz’den zuhûr etmiştir.
Şöyle ki:
307 Bakara, 2/186 (Bana duâ edenin duâsına cevâb veririm)
152
Feth-i Mekke-i Mükerreme sûre-i fetihte va’d ve tebşîr ve taraf-ı eşref-i
Peygamberîden bu bişâret karîben rûnümâ-yı âyine takdîr olacağı gazve-i Hudeybiye de
livâü’l-hamd-i Muhammedî tahtında ictimâ’’ eden ashâb-ı şecâat-meâb-ı kirâma evvelce
beyân ve takrîr olunduğu hâlde iş bu sene de fetih ve zafer âyine-i teessürde cilveger
olamayarak sene-i âtiyyeye teahhur etmiştir. Gerçi bu keyfiyyet-i mukaddere zâten
nusret ve şehâdetten biri nasîb olmadıkça dönmemek ve her suretle ahz-ı mevkî-i sebât
etmek üzere sipahsâlâr-ı ılliyyîn seyyidü’l-mürselîn hazretlerine bey’at etmiş olan
ashâb-ı rıdvânın kulûbunda pek ziyâde mûcib-i teessür olmuş ise de o sırada
Hudeybiyede taht-ı imzâya alınmış olan muâhedenâmeden sonra feth-i mev’ûde kadar
esbâb-ı fütûhât-ı mütevâliyeyi teshîl edecek bir takım vâkıât-ı müstakbeleyi nazar-ı
hakîkat-bîn-i Muhammedîlerine el’ân Hakîm-i İlâhî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem
hazretleri şu emr-i med’uvvun binlerce hikmet ve maslahatı câmi’ olan teahhurundan
dolayı sıdk-ı va’d-i sübânîde zerre kadar şüphe buyurmamışlardır. Ve hakîkat-ı hâle
tamâmıyla vâkıf olamayan teşne-dilân fevz ve nusretin teessürât-ı kalbiyyelerini daha
bidâyetinde iken hüsn-i netîceyi göstermekte olan mukaddemât-ı fütuhâtın tebşîr-i
netâiciyle izâleye çalışmışlardır.
“Ona sundu ezel sâkî-i kudret câm-ı irfânı
Ona tertîb olundu bezm-i dünyâ meclis-i ukbâ”
8. Hikmet:
فال تبال معها أن قل عملك إذا فتح لك وجهة من التعرف
عليك ألم تعلم أن التعرف هو مورده إليك لك إال وهو يريد أن يتعرف فإنه ما فتحها
مورده عليك واالعمال انت مهديها إليهواين ما تهديه إليه مما هو
[ 21 ]
Ma’nâsı:
153
Ey sebükhân-ı mekteb-i irfân-ı fermân-fermâ-yı zemîn ve âsumân hazretleri!
Ğâyet-i metâlib-i seniyye ve nihâyet-i me’reb-i aliyye olan maârif-i ilâhîyeden bir
kapıyı senin için fetih ve küşâd ettiği vakitte kıllet-i amele gayri ehemmiyet verme! Zîrâ
Rabb-i izzet işbû bâb-ı ma’rifeti ancak kendini sana bildirmek ve seni neşvedâr-ı feyz-i
tecellî ve inâyet etmek için açtı. Bilmez misin ki bu taarrufun mu’tî ve fâili zü’l-fazli’l-
azîm olan Allâh, ve a’mâl-i zâhirenin muhtî ve âmili senin gibi bir abd-i pür günâhkâr
şu hâlde fazl-ı rubûbiyyet olan ma’rifetle tekaddüme-i ubûdiyyet olan ibâdet nasıl kābil-
i kıyâs olur?
Nazmen Tercümesi:
“Taarruftan sana bir bâb açınca Hazret-i Mâlik
Mübâlât etme artık kıllet-i a’mâle ey sâlik
Sana ol bâbı ancak fâtihu’l- ebvâb olan Mevlâ
Bilinmek hikmetinden nâşî açtı şüphesiz cânâ
Onun mu’tîsi Hakk bilmez misin sen mehdî-i âmâl
Hediyyen ile senin artık nasıl sayan olur efzâl
Îzâh: Sâlik-i râh-ı Hüdâ olan kimseye akabât-i nefsâniyye ve mehâlik-i
şehevâniyyeden ufûl ve ser-menzil-i maksûd olan haclegâh-ı vuslata duhûl için kesret-i
a’mâl ve tasfiye-i ahvâl lâzım olup binâen aleyh mücâhedât-ı meşrûanın devâm ve
temâdîsi sebebiyle hasbe’l-beşeriyye uhde-i ubûdiyyete terettüp eden evrâd-ı vâkıa ve
a’mâl-i zâhire-i nâfileden ba’zısında kusûr ve kesel vâki’ oluvermesi şiddetle
müstelzim-i hüzün ve elem ve belki müstevcib-i ye’s ve gam olacağından ve bu yüzden
husûle gelecek tesvîlât-ı şeytaniyyenin te’sîriyle bilkülliye terk-i mücâhede ve riyâzet
etmek de 308 خلق اإلنسان عجوال nazmının mâsadakı olan insanın muktezâ-yı hükm-i tabîatı
olduğundan ve hâlbuki o mücâhede-i mütemâdiye ile en az evvel merâtib-i tecellîyât
308 Metinde âyet yukarıdaki şekilde yazılmıştır.doğrusu: İsrâ, 17/11 “İnsan aceleci olarak yaratılmıştır.”
وآان اإلنسان عجوال
154
olan tecellî-i efâl gibi bir nev’-i ma’rifetullâh hâsıl olup bu sırada vâki’ olacak ye’s ise
ribh-i ibâdet olan ma’rifetullâhı değil sermâye-i ubûdiyyet olan ibâdâtı dahi mahv
edeceğinden bu hikmet berâ-yı irşâd-ı sâlikîn zeyyûr-ı sahîfe-i tebyîn olmuştur. Çünkü
ibâdet husûl-i kurbet ve ma’rifet içindir. Madem ki bir nev-i ma’rifet hayyiz ârâ-yı husûl
ve envâr-ı tecellîyyât deyriçe-i kalbe fürceyâb-ı dühûl oldu.
Şu hâlde, işbû fazl-ı ilâhîye esbâb-ı âdiyye kabîlinden olan a’mâl-i zâhireden
ba’zısının îfâ olunamamasından dolayı şiddetle teessür, şehrâh-ı terakkîde ye’s [ 22 ] ve tekeddür neden lâzım gelsin? Bir de kıllet-i ibâdet ba’zı kere binlerce senelik tâate
muâdil olan ibtilâ ve ma’siyetten ve maraz ve illetten nâşî de olabilir. O mübtelâ-yı
hikmet dûçâr olduğu bu ma’siyeti müessir-i hakîkî olan Allâh’tan bilir ve ibtilâsını ayn-ı
ibâdet ve âfiyet ve belki daha hayırlı olduğuna kesb-i ma’rifet ederse kıllet-i a’mâl-i
zâhireye gayri nasıl mübâlât eder?
Netîce-i Hikmet husûl-i ma’rifet vaktinde sukūt-i ibâdet değildir. Belki
hediyye-i ulûhiyyet olan ma’rifetullâha nazaran tekaddüme-i ubûdiyyet olan ibâdetin
ehemmiyeti olmadığını isbattır. Zîrâ ibâdet her ne kadar çok olursa olsun âbide ait.
Ma’rifet her ne derece az olursa da fazl-ı seyyiddir. Kezâlik Ma’bûd ibâdet-i âbidinden
müstefîd olmayıp hediyye-i Ma’bûd olan ma’rifetten ise âbid müstefîz olur. Bir de
ihlâssız ma’rifet olmaz. İhlâsa mukârin olmayan a’mâl ise beyhûde iştigâldir.
Binâenaleyh matlab-ı a’lâ ma’rifet ve ibâdet her ne kadar az olursa da ma’rifetsiz tâatten
efdal ve makbûl-i rabb-i izzettir.
Bir sâlike ma’rifet hâsıl olmaya başladığı zamânda amelden ziyâde ona
ihtimâm ve onunla iştigâl ve dâimâ huzûr-ı kalb ile Cenâb-ı Hakk’a tevcîh-i vech-i ikbâl
etmek lâzımdır. Bu sebepten erbâb-ı hakîkat evâhir-i hâllerinde a’mâl-i zâhirede ihtiyâr-
ı kıllet ve mamafî kesret-i a’mâlden nâşî vefret-i envâr arzûsuyla evâil-i hâle de
temennî-i avdet ederler. Kezâlik bazen ibâdette hazz-ı nefs olup hazz-ı nefs ile
müşevveş olan ibâdette gayr-ı makbûl ve ma’rifet ise hazz-ı nefsten mahfûz olduğundan
makbûldur. Bir hasta-i nevmîdin hâli buna pek güzel bir misâl olur. Çünkü o hasta esîr-i
pister enîn oldukça mükeffiru’s- seyyiât rafîu’d-derecât olduğu hâlde meşakkete nefsi
tahammül etmediğinden yine iâde-i âfiyetle icrâ-i ibâdât ve tâat etmek arzûsuna düşer
155
hâlbûki o hasta kendisinde hazz-ı nefs olmayan bir ibâdet içerisindedir. Bu hâlde ibâdât-
ı zâhireye mübâlâta mahâl kalır mı ? Hatta bir hadîs-i kudsîde “Cenâb-ı Hakk’ın ben
kulumu mübtelâ ettiğim vakitte ıyâdesine gelenlere iştikâ etmezse ondan akdimi çözer
yani âfiyeti ihsan ve şedâid-i hastalığı ile erimiş ve noksân bulmuş olan etinin ve
kanının yerine hayırlı et ve kan halk eyler ve a’mâl-i sâlihini de istînâf ederim”309
buyurduğu rivâyet olunmuştur. [ 23 ]
Ebû’l- Abbâs İbnu’l- Arifin hikâye-i âtiyesi şu hikmeti tamâmıyla îzâh eder.
Maskıt-i ra’si Sikliya ve mevtıni Bağdât; sinni doksân râddesini mütecâviz, henüz
efendisi kendisini bi’l-iltizâm âzâd etmemiş Ebû Hıyâr denilmekle meşhûr diyâr-ı
mağribte muammerîni islâmdan bir racül olup bunun vücûdunu tamamıyla cüzzam
illeti müstevlî olduğu ve taaffun etmek iktizâ ettiği hâlde bi’l-akis kendisinden mesâfe-i
baîdede olursa da râhia-i misk istişmâm olunûrdu. Râvi-i müşârun ileyh bu zât-ı âli
kadre mülâki olan bir kimsenin ahîren onun su üzerinde batmıyarak namaz kılmakta
olduğunu gördüğünü söylemesi bundan sonra da mazanne-i kirâmdan Muhammed El-
Esfencî hazretlerini baras illetine mübtelâ olarak müşâhede eylemesi üzerine kemâl-i
hayretle müşârun ileyh hazretlerine hitâben “ey seyyidü’s-sâdât Cenâb-ı Hâliku’l-
kâinât bu belâya mahâl olacak a’dâsından gûyâ kimse bulmadı mı ? kim siz zümre-i
evliyâ-yı kerâmet-i simâttan olduğunuz hâlde onunla sizi mübtelâ etti” dediğini
müşârun ileyh hazretleri cevâben “sükût et sû-i edeb etme” zîrâ ben hazâin-i ihsânât-i
ilâhîyeye matla’ kılındığımda mesâib ve belâyâdan ziyâde eşref ve efdal hiçbir ni’met-i
ilâhîyeye tesâdüf etmediğim için bu hâli ben istedim de öyle hâsıl oldu . eğer sen
seyyidü’z-zühhâd kutbı’l- ibâd imâmu’l- evtâd olan zât-ı irfân-nihâdı Tarsusta vâki’ bir
cebelin gârında mübtelâ olduğu illetten dolayı vücûdundaki etlerin ve derilerin
dökülmekte ve göz göz olmuş olan bedenin her tarafından kanların ve irinlerin akmakta
ve sinekler ve karıncaların vücûdunu devr ve tavâf etmekte olduğunu ve gecenin
hulûluyle berâber yine bu hâle ve zikr-i Melik-i Müteâle ve şükr-i câlibu’n-nevâle
kanâat etmeyerek kendisini demir zincirlere şedd ü bend ile kıblegâh-ı hakîkate
müteveccihen sabaha kadar oturmak üzere bulunduğunu ve âmme-i ömrünü bu sûretle
geçirdiğini görse idin acaba ne der idin” buyurmuş olduğunu hikâye etti. 309 Benzer rivâyetler için Bkz. Tecrid trc. c.12 s.66, 181
156
انفاسهم ببرآات نفعنا اهللا 310
“Cân verip cânâna ermektir kemâli âşıkın
Vermeyen cân i’tirâf etmek gerek noksânına
[ 24 ]
9. Hikmet:
لتنوع واردات األحوال تنوعت اجناس االعمال
Ma’nâsı:
Ecnâs-ı a’mâlin tenevvu’u ahvâl-i kalbiyye ve vâridâtı ma’neviyyenin
tenevvuundan nâşîdir.
Nazmen Tercümesi:
Tenevvu’ etmeseydi dilde ahvâl
Tenevvu’ eylemezdi cins-i a’mâl
Îzâh:
Vâridâtın ahvâle izâfeti sıfatın mevsûfuna izâfesi kabîlinden olduğu için
vâridât-ı ahvâlden maksat ahvâl-i vâridedir. Vâridât-ı ahvâl ise kulûb-ı sâlikînde ahlâk-ı
hamîde îcâb eden maârif-i rabbâniyye ve esrâr-ı sübhâniyyeden hâsıl olur. Zîrâ ba’zı
vâridât vardır ki kalb-i mürîdde heybet ba’zısı da üns ve şetâret diğeri kabz öbürü bast
ve daha bunlar gibi ahvâl-i muhtelife iktizâ eder. A’mâl-i zâhire ahvâl-i bâtınaya tâbi’
ve onun âsârı olduğundan vâridât-ı ahvâl-i bâtıneda mütenevvi’ bulunduğundan
müktezayât-ı ahvâl olan a’mâl bizzarûre tenevvu’ etmiştir. Binâen aleyh ibâdette meyl-i
kalbî gözetilmelidir. Ferâiz ve vâcibât zâten taht-ı teklîf ve zimmette olduğundan onda
meyl-i kalbî aranılmazsa da a’mâl-i sâirede iktizâ-yı tabîata ve isti’dât-ı hüviyyete 310 Allâh, onların nefeslerinin bereketlerinden bizi istîfâde ettirsin.
157
bakılmalıdır. Ba’zı sâlik olur ki salâttan aldığı lezzeti siyâmdan ba’zısı da bilakis
salâttan alamaz. Ba’zısı vecd ve semâ’ı ve ba’zısı da erbâb-ı hakîkat ile sohbet ve
ictimâ’ı rehnümâ-yı seyr ü sülûk etmiştir. A’mâl-i zâhirenin vâridât-ı bâtınaya şu irtibâtı
sebükhân-ı mekteb-i sülûk olan sâlikân için ma’lûm olamayacağından ve hilâf-ı meyl-i
kalbî işlenilen a’mâl ise mûcib-i melâl ve ibâdette melâl de sebeb-i inkıtâ-ı tecellî-i
melik-i müteâl olacağından ashâb-ı sülûk artık gidilmez bir tarîk-ı nâ-hem-vâre
sapmamak ve beyhûde iştiğâl etmemek üzere lâ-cerem bir mürşid-i kâmilin [ 25 ] irşâdına ve müsterşidin de isti’dâtına ihtiyâç vâreste-i ihticâc olur. Salavât-ı mefrûzanın
erkân-ı ma’lûme ve ef’âl-i muhtelife-i mahsûsa üzerine olmasındaki hikmet de işte
budur. Bu sebepten dolayı mürşid-i tecellîhâne-i âlem sallallâhu aleyhi ve sellem
Efendimiz hazretleri ihyâ-yı leyl edenlere râhat ettikleri kadar ibâdet, ibâdet ettikleri
kadar râhat etmelerini ve her nev’i ibâdette melâl his olunduğu zamânda da diğer
ibâdete intikâl eylemelerini emretmişlerdir. 311
ان العال حدثنى وهى صادقة
312 فيما تحدث ان العز فى النقل
10. Hikmet:
وجود سر اإلخالص فيها االعمال صورة قاءمة وارواحها
Ma’nâsı:
A’mâl-i zâhire suver-i kāimedir. Onun ervâhı sırr-ı ihlâsın onda bulunmasıdır.
Nazmen Tercümesi:
Suver-i kāime oldu a’mâl
311 Benzer rivâyet için bakz. Nesei, Kıyâmü’l-leyl, 61 312 Konuştuğu zamân doğru konuşan Alâ, bana gerçek izzet ve şerefin nakilde olduğunu söyledi.
158
Rûhdur onda vücûd-i ihlâs
Îzâh: İhlâs ihtilâf-ı ahvâl-i nâs ile muhtelif olup her bir abdin ibâdetinde ihlâsı
ubûdiyyetteki derece ve makāmına göredir. Zümre-i ibâd ve ebrârdan olan âmilînin
müntehâ-yı mertebe-i ihlâsı a’mâl-i vâkıaları celî ve hafî riyâdan ve muvâfakat-ı hazz-ı
nefs ve hevâdan sâlim olmaktır. Bu zümre-i nâciyenin Cenâb-ı Hakk’a karşı ettikleri
perestiş ve ibâdet muhlisîne mev’ûd olan ecr ve sevâbı taleb ve vaîd-i hâlitîn olan azab
ve ikābtan ve sû-i hesâbtan herab için olup bu da 313 إياك نعبد nazm-ı celîlinin
tahkîkînden ve rü’yet-i nefs ve ibâdete i’timâd etmek bâkî olduğu hâlde yalnız sezâvâr-ı
rubûbiyyet olan [ 26 ] ibâdette halkı nazardan iskātın ta’mîkinden ibârettir. Kâfile-i
erbâb-ı zevk ve muhabbetin ihlâsı ise a’mâl-i vâkıaları taleb-i sevâb ve herab-i ikâb için
olmayıp mücerred Cenâb-ı Hakk’ın şâyeste-i şân-ı ulûhiyyeti olan iclâl ve ta’zîm için
olmasıdır. Mamafi bunda da nefse nisbet-i ibâdet meşmûmdur. İşte tâcu’l-muhadderât-ı
ilâhîye Râbiatü’l-Adeviyye (ö.185/801) hazretlerinin münâcâtında “Yâ Rabbi ben sana
dâr-ı celâlîn olan cehennemin havf-ı ihrâkından ve tecellîhâne-i cemâlin olan cennetin
iştiyâkından için ibâdet etmedim” buyurması işbû ihlâs-ı muhibbîni îzâh eden kelîmât-ı
kudsiyyedendir.
İhlâsın bir üçüncü derecesi daha olup ancak tâife-i ârifînin mukarrabînine
mahsûstur. Bunların ihlâsı ibâdât ve tâat ve harekât ve sekenâtlarında kendileri için aslâ
havl ve kuvvet ve vücûd ve kudret görmeksizin a’mâl-i vâkıada infirâd-ı vâcibü’l-
vücûdu müşâhede etmek ve ibâdette illet-i gâiyye tasavvur etmemektir. İşte bu makām-ı
ihlâsın mâ-bihi’s-sıhhati olan mak’ad-i sıdk ve yakîn ve sevâü’s-sebîl-i muvahhidîn-i
ârifîn olup binâenaleyh bir mürîd için vâreste-i vücûd olarak وإياك نستعين 314
nazm-ı celîli ile tahakkuk ancak bu makām ile tahâlluka vâbestedir. İhlâsın bu makām-ı
ârifîni ile mertebe-i muhibbîni miyânesindeki fark şu vecihlerdir. Muhibbînin ibâdeti
Allâh için, ârifinin ubûdiyyeti Allâh iledir. Amel-lillâh ise mûcib-i mesûbet, amel-billâh
mûcib-i kurbettir. Amel-lillâh tahkîk-i ibâdeti, amel-billâh tashîh-i irâdeti mûcibtir.
Amel lillâh na’t-ı âbidîn, amel-billâh vasf-ı kāsidîndir. Amel-lillâh ahkâm-ı zevâhir ile,
amel-billâh esrâr-ı zamâir ile kıyâmdır. 313 Fâtiha, 1/5 (Ancak sana kulluk ederiz.) 314 Fatiha,1/5 (Ancak senden yardım dileriz.
159
Netîce-i Hikmet- her âbidin ihlâsı suver-i kāime-i ibâdâtının ervâhıdır. Rûh-ı
ihlâs ile hâiz-i hayât olan ibâdât vücûd-ı kabûle ehliyet ve îcâb-ı takarrube salâhiyyet
kesb eder. İhlâssız a’mâl ise ervâhsız eşbah, meânîsiz elfâz gibi olmakla derece-i i’tibâr
ve meziyyetten sâkıttır. Onun için ba’zı meşâyıh “amel ihlâs ile, ihlâs havl ve kuvvet ve
vücûd ve kudretten teberrî ile tashîh edilmelidi” buyurmuştur.
“Hak-perestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir
Bir nefes ayrılmadım tevhîdden Allâh bir”315
[ 27 ]
11. Hikmet
إدفن وجودك في أرض ا لخمول فما نبت مما لم يدفن ال يتم نتاجه
Ma’nâsı:
Ey talebkâr-ı sünbüle-i ibâdet olan insân! Tohum-ı vücûdunu arz-ı hamûle
defneyle! Yani bî-nâm ve nişân ol. Zîrâ hâk ile yeksân olmayan habbe nâbit olursa da
nâfi’ olmaz.
Nazmen Tercümesi:
Vücûdun tohumunu arz-ı hamûle eyle defn ey dil
Ki medfûn olmadan nâbit olan dâne müfîd olmaz
Îzâh:
Hamûlun ma’nâsı hâk gibi vaz’ ve zillet, ve defn-i vücûddan murâd, terk-i
esbâb-ı sît ve şöhrettir. Hatta beyne’n-nâs iştihârdan sonra da ihtiyâr-ı sülûk olunsa yine
iltizâm-ı tevâzu’ ve adem-i rü’yet-i nefs vâcib olur. Zîrâ türâb gibi zelîl olmayan
gönülde nebât-ı hikmet bitmez. Tahte’l-arz medfûn olmayan dâne nâbit olsa bile nâfi
315 Muallim Nâcî,
160
olamaz. Evvel-i sülûkünde ve bidâyet-i hâlinde esbâb-ı şöhrete münhemik olan sâlik,
nihâyet-i emrinde pek az felâh bulur. Çünkü ihlâsın derece-i tahakkuku hamûlun
mertebe-i husûlü ile mütenâsiptir. Binâenaleyh her sâlike esbâb-ı şöhretten tehâşî, ve
ihmâl-i zikr ile istînâs-ı halktan tecâfî lâzımdır. Şu kadar ki makām-ı bekā-billâh ser-
menzil-i seyr-ilellah olduktan sonra irâde-i ilâhîyeye intizâr olunûr. İsterse Cenâb-ı Fâil-
i Muhtâr abd-i bî-ihtiyârını ihfâ, dilerse izhâr eder. Çünkü nefs-i insâniyyenin huzûzât-ı
şehevâniyyesini terk ile semâ’hati ve ihtiyâr-ı adem-i şöhreti de hubb-i câh ve îsâr-ı
iştihârdan neşet eden bir keyfiyyet ve münâkız-ı de’b-i ubûdiyyettir. Onun için Ebû
Setre el-Abbas kuddise sirrûh rabbu’n-nâs hazretleri: “Her kim zuhûru severse o bende-
i zuhûr ve her kim hafâya muhabbet ederse o abd-i hafâdır. Ve her kim Abdullâh olursa
Cenâb-ı Hakk onu izhâr etsin ihfâ etsin nezdinde müsâvi olur.” buyurmuştur. Kutb-i
Ekrem İbrâhim [ 28 ] bin Edhem hazretleri de: “Muhibb-i şöhret olan Allâh’a sâdık
olamaz.” Ârif-i Rabbâni Eyyûb-i Sahtiyâni hazretleri de: “Ancak Cenâb-ı Hâlika sâdık
olan abd-i hâlis mekânının bilinmemesiyle mesrûr olan kimsedir.” demiştir. Bana
vasiyyet buyurun diyen bir racule Bişr bin Hars (ö.227/841) hazretleri: “Nâm ve şânını
ihmâl ve met’ûmâtını helal et” cevabını vermiştir. Ba’zı ârifîn: “Beyne’l-halk ma’rûf
olmaklığı seven kimse neşve-i uhrâ hâlâvetini bulamaz” buyurmuştur.
Şân ve isti’lâya muhabbetin ve intişâr-ı şöhretin en büyük mazarratı sermâye-i
saâdet olan ihlâs-ı ibâdeti ihlâl etmesidir.
Zîrâ 316 إلا عبادك منهم المخلصين nazm-ı celîlince bâis-i fevz ve felâh olan ihlâs
muâmelât-ı halktan ihrâc-ı halk etmektir. İnsana nisbetle evvel-i mahlûkât ise nefs-i
insâniyye olup onu nazardan iskāt edebilmek ancak hamûl ile olduğundan ba’zı
evliyâullâh şerîat nazarında mübâh fakat enzâr-ı umumiyede müstekreh görülen ba’zı
ahvâl-i tabîiyyeyi iltizâm ile hakkındaki hüsn-i zann-ı nâsı izâleye çalışmışlardır.
İbâdet-i rabbâniyyeye hasr-ı nefs eden meşhûr bir âbid-i sâihi emîr-i asrı işiterek
ziyâretine geldiği vakitte emîrin kendisini istisğâr ve istihkār etmesini istilzâm eder bir
suretle bakla tenâvülü ile iştiğâl ve zâir-i zîşânının hüsn-i zannını muhavvil infiâl
316 Sa’d, 38/83 Ancak ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnâ.
161
eylemesi317 de bu kabîldendir. Hatta eimme-i sûfîyye kulûb-ı ibâda taalluk eden illet-i
hubb-i câha müdâvât için zâhir şerîatte terki evlâ olan bir takım eşyâyı dahi isti’mâl ve
ityân ve sâlikîn için tecvîz ederek onlara da işlemesini emir ve beyân etmişlerdir.
Mezanne-i kirâmdan bir zâtın hamama dâhil ve elbisesi altına nâsın fâhir-i
siyâbından hâriçten görülebilir sûrette bir libâs lâbis olarak onun serika olduğunu işrâb
eder vecihle mütehayyirâne yürümesi üzerine nâsın görüp onu üzerinden alâ- melei’n-
nâs çıkartması ve beyne’l-halk hamam hırsızı nâmıyla iştihâr etmesi de mebhûsun anhin
emsâlindendir. Bu bâbta pek çok ehâdîs-i şerîfe de sübût-yâfte-i kütüb-i mu’teberedir.
İşte hayru’l-beşer hazreti Peygamber Efendimizin
318لابره رب اشعث اغبر ذي طمرين تنبو عنه اعين ا لنا س لو اقسم علي اهللا
hadîs-i şerîfiyle, Muâz bin Cebel hazretlerinin rivâyet ettiği şu
وإن اهللا يحب االتقياء االخفياء الذين اذا بالمحاربة وإن من عادى وليا هللا فقد بارز اهللا إن يسيرا من الرياء شرك
مصابيح الهدى يخرجون من آل غبراء مظلمة لم يدعوا ولم يعرفوا قلوبهم غابو لم يفتقدوا واذاحضروا
319 [ 29 ] hadîs-i hikmet-redîfi bu cümledendir. Hadîs-i evvelîn ma’nâsı, saçları
perîşân yüzleri pürgubâr iki eski libâsa mâlik enzâr-ı nâsta hakîr çok kimse vardır ki
ism-i ilâhîyeye yemîn ederlerse onları yemînde Cenâb-ı Hakk elbettte bâr kılar yani
istediklerini verir.
Hadîs-i sânînin ma’nâsı: “Tahkîk-i riyâdan azı bile şirktir. Ve bir kimse ki
evliyâullâhtan bir velîye karşı ibrâz-ı adâvet ederse şüphesiz Cenâb-ı Hakk’a karşı bi’l-
muhârebe mubâreze etmiş olur. Cenâb-ı Mevlâ ğâib oldukları vakitte aranılmayan ve
hâzır oldukları zamânda da’vet olunmayan ve bilinmeyen etkıyâ-yı ahfiyâyı muhakkak
sever. Onların gönülleri mesâbîh-i hidâyettir ki onlar her tozlu topraklı karanlık
mahâlden sernümâ-yı hurûc olurlar.” demektir.
317 Gazzâlî, İhyâ’da Riyâ bahsinde buna benzer bir menkıbe anlatmıştır.Bakla lafzı orada geçmemektedir.Bkz. gazzâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn; (Trc. Ahmed Serdaroğlu) İst. Trs. c.3, s.661; 318 Müslim, Birr, 40; Tirmizi, Menâkıb, 54; (Müslim Fezailü’s-sahabe 225, ( 2542) 319 Tirmizi, Nüzür, 9; İbn Mâce, Fiten,16. Gazzâli bu hadîsi İhyâ’da yine Riyâ bahsinde ele alır.”Yesiran” lafzı yerine “ednâ” lafzı kullanılmıştır. Bakz. Gazzâli, a.g.e. s. 642; Bu hadîsin tahrici için Bkz. Ahmed Yıldırım, a.g.e. s. 145.
162
شه آمان مبرآه خالستهر بي
320 شايد آه بلنك خفته باشد
Birinci hadîs-i şerîfin râvisi hazreti Ebû Hureyre olup müşârun ileyh Veysel
Karni isminin zikr-i cemîlini mütezammın ve bu zât-ı âlînin ulüvv-i derecesine tenbîh
ve işâreti muhtevi olan diğer bir hadîs-i şerîfi rivâyet ettiği sırada demiştir ki: “Ba’zı
ashâb-ı kirâm ile berâber nezd-i risâletpenânhîde bulunuyor idik. Hayru’l-beşer Hazreti
Peygamber Efendimiz “Yarın muhakkak ehl-i cennetten bir adam sizinle berâber namaz
kılacaktır.” buyurdular. Kendi kendime o adamın ben olmaklığımı tama’ ve arzû ettim.
Ertesi günü Cenâb-ı risâlet meâb Efendimizin hâlf-i saâdetlerinde namaz kılıp cemaat
dağılıncaya kadar da mescitte meks ederek kendileriyle yalnız kaldım. O sırada izâr
yerine bez parçasına bürünmüş yamalı bir ridâ giymiş bir siyah adam göründü. Gelip
elini Hazreti Resulullâhın eli içine koydu. Ve nâil-i rütbe-i şehâdet olması için duâ
istedi. Cenâb-ı Rasül-i Kibriyâ Efendimiz de ona şehîden irtihâl etmesi için duâ
buyurdular. Biz bu esnâda o kimseden râiha-i miskiyye istişmâm ediyor idik. Yâ
Rasulallâh o buyurduğunuz adam bu mudur dedim “evet budur ve benî fülânın
kölesidir” dediler. Ya Nebiyyallâh onu satın alıp da âzâd buyursanız olmaz mı dedim.
Cevaben buyurdular ki: Cenâb-ı Hakk onu mülûk-i cennetten kılmak istiyorsa benim
için onu iştirânın imkânı nerededir. Yâ Ebâ Hüreyre, ehl-i cennetin mülûk ve sâdatı
vardır. İşte bu zenci de onlardan biridir. Yâ Ebâ Hüreyre, Cenâb-ı [ 30 ] Mevlâ
ibâdından saçları perîşân yüzleri pür-ğubâr karınları kesb-i hâlâlden aç kalmış olan ve
ekâbirle görüşmek isteyince kendilerine izin verilmeyen ve nisâ-i mütene’ımâta tâlip
olduklarında nikâh olunmayan gıyâblarında aranılmayan ve hâzır olduklarında da’vet
olunmayan ve göründükleri zamân manzaralarından hoşlanılmayan ve hastalıklarında
ıyâdet ve vefât ettiklerinde haklarında şehâdet edilmeyen asfiya-ı ahfiyâyı ve ebriyâ-yı
kerâmet-ihtivâyı sever. Bunu işiten ashâb-ı kirâm taraflarından: “Ya Rasûlallâh
onlardan birini bize ta’rîf buyursanız” denildiğinde aleyh-i ekmeli’t-tahiyyât Efendimiz:
320 (Şeyh Sadiden) :Her meşeliği(ormanı) boş sanma. Ola ki içinde uyuyan bir kaplan vardır.(Yani gafil olma)
163
“ işte o Veysel Karnî’dir (ö.37/657) dediler . “Veysel Karnî nasıl zâttır” diye suâl
olunduğunda “koyun yüzlü kızıl saçlı iki omzunun arası geniş, kāmeti mu’tedil gâyet
sarı benizli, çenesini göğsüne dayamış gözünü mevzi’-i sücûduna dikmiş, sağ elini sol
elinin üzerine koymuş Kur’ân azîmü’ş-şân okur. Nefsinin hâline ağlar. İki köhne
kaftana mâlik kendisine i’tibâr olunmaz. Sûftan izâr sûftan ridâ giyer ehl-i arz içinde
meçhûl ehl-i semâ’ beyninde ma’lûm Cenâb-ı Hakk’a kasem etse yemîninde onu Hakk
bâr kılar. Dikkat ediniz sol omuzunun altında beyaz bir lem’a vardır. Âgâh olunuz ki
kıyâmet koptuğunda ibâdullâha cennete giriniz denilir. Veysel Karnîye ise sen dur da
şefâat et buyrulur. İmdi Rabîa ve Mudar kabilelerinin adedince müstahakk-ı nîrân
olanlar hakkında şefâati makbûl-i sübhânî olur. Ey Ömer ve Ali eğer ona mülâkî
olursanız sizin için istiğfâr etmesini ondan taleb ediniz ta ki Cenâb-ı Gaffâru’z-zünûb da
sizi mağfiret etsin” 321buyurdular.
Ba’zı hadîs-i âharda “ona benden sonra her kim mülâkî olursa selâmımı ona
teblîğ etsin” vâki’ oldu.
Bir zamân sonra müşârun ileyhimâ hazreti Üveys’e mülâkatı ve kendisinden
kim olduğunu suâl ettiklerinde “koyun çobanı ve bir kavmin ücretli hizmetkârıyım”
cevâbını verdi ve ismini sakladı. Müşârun ileyhimâ ismini sorduklarında da Abdullâh
yani Allâh’ın kulu dedi. Vâlidesinin tesmiye ettiği ismi suâl olununca cevâptan imtinâ’
etti. Müşârun ileyhâ Cenâb-ı Rasûl-i müctebânın hakkındaki tavsîfât-ı nebeviyyelerine
hikâye ve kendisini tanıdıklarını ifâde eylemeleri üzerine hazreti Üveys “ihtimâl ki
başka biridir” dedi. Müşârun ileyhimâ hazreti [ 31 ] seyyidü’l-mürselîn Efendimiz
“senin sol omzunun altında bir lem’a olduğunu bize haber verdi aç da görelim”
dediklerinde artık onu göstermekten başka çâre bulamadı. Binâenaleyh ondan taleb-i
duâ ve emr-i nebeviyyeyi îfâ ettiler. Bundan sonra Fârûk-ı A’zam kendisiyle aralıkta
mülâkât etmesini ve orasının mev’ıd-i telâkî olmasını teklîf ettiğinde hazreti Üveys “yâ
emîre’l-mü’minîn senin ile benim aramda mev’ıd-i telâkî yoktur. Bu günden sonra da ne
ben seni bileyim ve ne de sen beni bil” cevâbını verdi. Ba’demâ gütmekte olduğu
develeri ashâbına iâde ile çobanlıktan vazgeçti.
321 Müslim, Fedailüs-Sahabe, 6298
164
Müslim-i şerîfte vâki’ olduğu üzere hadîs-i celîl-i mezkûr bilhassa hazreti
Ömer’e hitâben ve beyân olunan mülâkâtta müşârun ileyh hazretlerinin zamân-ı
hilâfetinde ve irtihâl-i dâr-ı bekā buyurdukları senede îfa-yı hacc-ı şerîf için Mekke-i
Mükerremeye teşrîflerinde Arafât-ı mükeffiru’s-seyyiât civâr-ı mağfirat-medârında
vâki’ olmuştur. Hazreti Üveys oradan Irak’a giderek Abdullah bin Seleme hazretlerinin
rivâyet ettikleri vecihle İrân üzerine vukū’ bulan gazavâttan Azerbaycan gazâsında
bulunduktan sonra esnâ-yı avdette yolda ikmâl-ı enfâs-ı ma’dûde ile rûh-ı akdesi tâir-i
âlem-i kudsî olduğuna mebnî defn olunmak üzere nüzûl eylediğini müteâkib kazılmış
kabir yerden nebeân eder su ve tahabbut olunmuş kefen hâzır görünmekle gusul ve
tekfîn olunarak namazı ba’de’l-edâ oraya defn olunmuş ise de ahîren bir ay ziyâret
taharrî olunduğundan hiçbir eser görülememiş ve ba’zı rivâyete göre yine hazreti
Ömer’in zamân-ı hilâfetinde bir ay gazâ-i guzâti ehl-i Yemenle Medîne-i Münevvere’ye
gelip oradan Irak’a azîmet ve zamân-ı hilâfet-i Murtazâ’ya kadar muammer olarak
müşârun ileyh hazretleri ile vak’a-i Sıffînde dahi bulunup ihrâz-ı şeref-i ma’iyyet ve
şehîden irtihâl-ı dâr-ı âhiret etmekle kenâr-ı Fırat’a defn olunup bilâhere kabr-i enverleri
de gayb olduğundan müddet-i hayâtlarında olduğu gibi hâl-i memâtlarında da ihtifâ ve
hamûl- i saâdetleri hükümfermâ olmuştur.
Hazreti Üveys’in kadrini i’lâ eden hadîs-i risâletpenâhide müşârun ileyhin bir
vâlideleri olup ona da ziyade muti’ ve berr olduğu dahi ba’zı rivâyette ziyâde kılındı. 322Müşârun ileyh asr-ı risâletpenâhînin evâhirine yetişip vâlidelerine kemâl-i itâat ve
inkıyâtlarından nâşî sehli’l-husûl olan mülâkât-ı seniyye-i Muhammediyyeye zâhirde
muvaffak olamadıklarından tâbiî add [ 32 ] olundular. Ekmel-i ashâb-ı kirâm olan
Fârûk-ı A’zam ve Aliyyü’l-Murtazâ radiyallâhu anhümâ hazerâtı ise tâbiînden efdal
olmakla şu hâlde onların hazreti Üveysten duâ ve istiğfâr taleb etmeleri ve o bâbtaki
emr-i nebevî bizzat Cenâb-ı Risâlet -meâb Efendimiz’den Ömer’e götürmekte olan bir
zâta: (Ey birâder duâna bizi de kat ) hitâb-ı müstetâbı vâki’ olmasına göre tâlib-i duânın
mefdûl ve dâînin efdaliyyetini îcâb etmeyip belki duâ-yı sâlihîni iğtinâm etmenin
istihbâbına işârettir. Hazret-i Üveys tecemmül ve sûrete aslâ mübâlât etmemeleri ve
resâset-i ziyy ve kıyâfetleri cihetiyle zâhir-bînân ve kec-nazarân taraflarından bazan 322 Müslim, Fedailüs-Sahabe, 6297
165
istihkār da olunûrlar idi. Zâhir hâlde mülâkât-ı Nebeviyyeden mehcûr olmuşlarsa bâtın
hâlde murâkabe-i dâime ile nâil-i zevk-i huzûr olduklarından böyle bilâ vâsıta vâsilînin
mesleklerine tarikât-ı Üveys ıtlâk olunmuştur.
جون اويس صاحب قرانيقرنها بايد آه تا
323 يا رن يا جو سلمان بنده ءي از فارس خيزد
12. Hikmet
يدخل بها ميدان فكرة ما نفع القلب شيء مثل عزلة
Ma’nâsı:
Şehsuvâr-ı kalbe mizmâr-ı tefekkür ve hayrete bi’d-duhûl at oynatmak için
nâstan uzlet kadar hiçbir şey nâfi’ ve müfîd olmadı.
Nazmen Tercümesi:
Âlem-i fikret içinde cevelân etmek için
Uzlet âsâ olamaz kalbe müsâid bir hâl
İzâh:
Ahlâk-ı rediyye ve tabâyi-i deniyye ki emrâz-ı nefsâniyyeden tahliye-i kulûb ve
tasfiye-i esrâr etmek her mürîd-i müsterşid için lâzımdır ki şâhid-i dilârân-ı tecellî onda
cilveger-i zuhûr olsun. [ 33 ] Bu emrâzın esbâb-ı zuhûru ise sohbet-i ezdât, esâret-i
i’tiyâd havâ-yı nefse inkıyâd ile berâber nâs ile kesret-i muhâletat ve âlem-i his ve
şehâdete devâm-ı taalluk ve münâsebettir.
323 (Üveys-Veysel Karani- gibi bir sahip-kıran(zamanın manevi sahibi) çıkması için Karen gibi köy-yahut asırlar geçmesi- lazım. Selman-ı Farisi gibi vefalı bir bendenin Faris-Şiraz-dan çıkması için de nice dostlar lazım ? (Başka ifadeyle: Nice Karenden sahip-kıran bir Veysel, nice Faris’li dost arasından da bir Selman zor çıkar)
166
Evvelemirde şu esbâbın esâsından izâlesi nâstan uzlete ve sûret-i müdâvâtı
Cenâb-ı Hakkı fikrete mütevakkıftır. Uzlet olmadıkça “göz nerede ise gönül de
oradadır” meselince kalb dâimâ âlem-i his ve şehâdetin mubsırât ve mahsûsâtını
tefekkür ile müşteğıl ve âlem-i gayb ve melekûtun müşâhedât ve tecellîyâtından gâfil
olur. Bu sebepten dolayı “bir sâat tefekkür yetmiş senelik ibâdât-ı mütetavviadan hayırlı
olduğu”324 haberde vâki’ olmuştur. Meydân-ı fikrette cevelân olmak isteyen ibtidâ-yı
emirde nâsdan i’tizâl etmelidir.
Tabîat sâriyye sohbet sârika olduğuna göre rezâil-i ahlâk ve zemâim-i ahvâlden
tecerrüd edebilmek için ancak ihtilât-ı nâstan tecerrüd ile olur. Fikret olmadıkça da
ebvâb-ı tecellîyât ve meyâdîn-i müşâhedât feth ve küşâd olunamaz. Binâenaleyh
gencine-i guyûb olan kulûbun emrâz-ı nefsâniyyeden tahliyesi ancak uzletle ve envâr-ı
maârif ve tecellîyât-ı rabbâniyye ile tahliyesi de fikretledir.
Etkıyâ-ı ashâb-ı Resûlullâhtan ârif-i esrâr-ı kibriyâ Cenâb-ı Ebû’d-Derdâ
radiyallâhu anhü Efendimizin zevce-i muhteremelerine müşârun ileyhin efdal-i a’mâli
suâl olunduğu vakitte “O sadef-i dersaâdet âlâ-i ilâhîyede fikret idi.” cevâb-ı hikmet
nisâbını vermiştir. Kudvetu’t-tâbiîn Hasan Basrî (ö. 110/728) hazretleri “murâkabe ve
fikret hasenât-ı mütefekkirîni kabâih-i sıfâtından ayrı olarak gösterir bir mir’ât-ı
hakîkattır. Bu fikret âyât ve mesnûât-ı ilâhîyede olduğu vakitte celâl ve ceberrût-ı
sübhâniyyeyi, ve celâl ve ceberrût-ı sübhâniyye de tefekkürde âlâ-yı celiyye ve niam-i
hafiyye-i samedânîyyeyi ıttılâa sebep olmakla ondan gönülde bir takım ahvâl-i seniyye
tecellî efzâ-yı tevârüd ve emrâz-ı kalbiyyenin de artık bilkülliyye zevâliyle âfiyet-i
ma’neviyye olan istikāmet nev-be-nev rûnümâ-yı tezâyüd olmaya başlar” buyurdu.
Merfûun mele-i a’lâ Hazreti İsâ Efendimiz de “Kavli zikir ve samtı fikir ve
nazarı ibret olan kimse için ne saâdettir. Tahkîk-i nâsın en zekîsi nefsini dâimâ
muhâfaza eden ve inkızâ-yı müddet-i ömürden sonrası için amel edendir” der idi. Şu
hâlde maksûd-ı aslî fikret olup uzlet ise ona vesîledir. Bir uzlette ki fikr-i ilâhî yoktur,
onun menfaatinden ziyâde mazarratı çoktur. Uzletin vesîle-i fikret olduğu [ 34 ] dört
324 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 30
167
esâs-ı tarîkatın biri olan hâlveti mutazammın olmasındandır. Mütebâki üçü ise samt,
cû’, seherdir. Külliyyet-i devâ’ tahakkuk-ı velâ bu derdin ictimâ’ıyla hâsıl olur. Onun
için Sehl bin Tusterî( ö.273/886) kuddise sirrûh hazretleri bilkülliyyet hayrın hısâl-i
erbaa-i mezkûrede ictimâ’ına kāil oldu .
Netîce-i hikmet erbâb-ı sülûkü rûhbâniyyete da’vet değildir. Belki sohbetleri
fasıl ve gaybet ve muhabbetleri hiciv ve mezimmet ve ihlâsları müdâhane ve riyâ ve
ihtisâsları mücâvele ve cefâ, i’timâdları rehîn-i zevâl, i’tikâdları bî-mağz bî-meâl,
infâkları tasannu’ ve nifâk, ittifâkları tekellüf ve şikâk, ibâdetleri taklîd ve âdet, ve
âdetleri takayyüd ve esâret kabîlinden olan ebnâ-yı vakt ve ihvân-ı zamân ile ihtilâttan
mücânebeti tavsiye ve nasîhattır.
Müşârun ileyh İsâ Efendimizin “Mevtâ ile mücâleset etmeyin ki gönüllerinizde
olmasın.” dedikleri vakitte “mevtâ kimlerdir” denilerek edilen istîzâha “dünyâya
muhabbet ve zînet-i dünyâ olan ahvâl-i fâniyyeye rağbet edenlerdir” buyurması ve
sultân-ı enbiyâ Efendimiz hazretlerinden dahi
“ehl-i gafleti rü’yet ve erbâb-ı betâlet ve kasvetle muhâletattan mutahassıl da’f-
i yakîn kadar ümmetim için korktuğum bir şey yoktur”325 meâlindeki
ضعف اليقين اخوف ما اخاف على امتى
şu hadîs-i şerîfin şeref-sudûr etmesi bu bâbtaki müddeâ-yı isbât eden şevâhid-i
celîledendir. Buna dâir ba’zı urefânın hikâye ettiği muhâvere-i âtiyyede ibret-i azîmeyi
câlibtir. Ârif-i mûmâileyh diyor ki “kıblegâh-ı hakîkate teveccüh etmiş abdâl-ı irfân-ı
iştimâlden bir zâta tarîk-i hakîkat ve Hakk’a rehnümâ-yı vuslat nedir? Dedim. Abdâl,
“mahlûkāttan kat’-ı nazar-ı muhabbettir.” Ben “niçin” dedim. Abdâl “zîrâ onlara nazar
ayn zulmettir” dedi. Ben “cemiyyet-i beşeriyye içinde bulunduğum için onlarla
muhâletat zaruridir”. Abdâl, “kelâmlarını istimâ’ etme ki ayn-ı kasvettir.” Ben “onlarla
mukâleme de zarûrîdir.” Abdâl “bâri muâmelede bulunma ki muâmeleleri hüsrân ve
vahşettir.” Ben “onların içinde olduğum cihetle muâmelede lâzımdır.” Abdâl “bâri 325 Buhârî, et-Târihü’l-Kebîr, V,264;Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, IX, 401, Beyhaki, Şua’bü’l-İman,I,63; Heysemî,mecmaü’z-Zevâid, I,107;Bezzâr, Müsned, I, 190. (ümmetimin yakîn za’fiyetinden korkuyorum
168
hemdem-i sükûn ve hareket olma ki helâk ve hasrettir.” Ben “muktezâ-yı beşeriyyet ve
maiyyettir.’ Abdâl “öyle ise senin zâtın nazar-ı laibîn istimâ-ı kelâm-ı câhilîn ve
muâmele-i battâlîn ve refâkat-i hâlikîn ile muttasıf ve müteayyin ve gönlünde
mâsivâllâh ile mutehakkık ve mutmain olduğu hâlde bir kere de lezzet-i ibâdet[ 35 ] ve sırr-ı ubûdiyyet bulmak mı arzû ediyorsun? Heyhât!” dedi. Binâen alâ-zâlik uzlet
tarîk-i hidâyete sâlik ve zühd ve takvâya münhemik muhabbetleri humhâneyi hubb-i
fillâhın neşve-i ferahfezâsı sohbetleri ashâb-ı Resûlullâhın üsve-i feyz nümâsı kulları
327ın ma’nâ-yı الشفقة على خلق اهللا hadîs-i şerîfini müfessir fiilleri 326الدين النصيحة
münîfini mükarrir olan mü’minîn-i muvahhidîn ve ashâb-ı vecd ve yakîn ile ihtilâttan
mücânebet demek değildir. Zîrâ bu mücânebet muhâlif-i hükm-i şerîat ve hikmettir. İşte
buna ibâdette cemiyetin ve efdal-i ibâdât-ı bedeniyye olan salâtta cemâatin meşrûiyyeti
de büyük bir delîl ve hele âyet-i 328 الصادقين يا أيها الذين آمنوا اتقوا الله وآونوا مع
kerîmesi şâhid-i bî-adîldir. Mamafî şu ihtilât olunacak fırkayı ta’yîn ve
mücâlesetlerinden hazer edilecek tâifeyi temyîz ve tebyîn de erbâb-ı sülûke ve bidâyet-i
hâle göredir.
Ama tasfiye-i kulûb ve tecellîye-i esrâr ile vâsıl-ı makām-ı bekā billâh olan
ârif-i dilâgâh için ef’âl-i mahlûkāt, ef’âlullâh ve bilcümle eşyâ ve kâinât mezâhir-i esmâ
ve sıfât-ı âlihe olduğuna ve âlemde gayrullâh olarak hiçbir şey meşhûd-ı dîde-i Hakk-
bîn ârifâneleri olmadığına mebnî bunlar uzlet ve muhâletat, vahdet ve kesret ile
mukayyed olmayıp bezm-i muhâletatta zevk âver-i uzlet âlem-i kesrette hükümrân-ı
melik ve vahdet olmak bu zümre-i cem’u’l-cem’ safâya mahsûs bir mukaddes
keyfiyyettir. İşte sîret-i Resûlullâh da bundan ibârettir.
329و بتخانه آدامست اى آج نظران آعبه * مهر مكرر ز آثزت روزن نشودا
13. Hikmet: 326 “Din nasîhattan ibârettir.” Buhârî, Îmân,43; Müslim, Îmân, 95; Ebû Dâvud, Edeb,59; Tirmizi, Birr, 17; Neseî, Bey’a,31, 41; Dârimî, Rikâk, 41; İbn Hanbel, Müsned; I, 351.” 327 “şefkat Allâh’ın yarattıklarınadır’ 328 Tevbe, 9/119 (Ey îmân edenler Allâh’tan korkun ve doğrularla berâber olun) 329 (Pencere çokluğundan güneş çoğalmadı. Ey eğri bakışlılar, Kabe ve puthane de ne oluyor !)
169
أم آيف يرحل إلى اهللا وهو مكبل بشهواته آيف يشرق قلب صور األآوان منطبعة في مرآته
أم آيف يرجو أن يفهم دقائق أم آيف يطمع أن يدخل حضرة اهللا وهو لم يتطهر من جنابة غفالته
األسرار وهو لم يتب من هفواته
[ 36 ]
Ma’nâsı:
Âyine-i vicdân suver-i ekvân ile muzlim ve gubâr âlûd-ı isyân iken nasıl
mücellâ ve infilâk ârâ-yı irfân olur? Yâhut şehevât-ı nefsâniyye ve huzûzât-ı hayvâniyye
ile mükebbel ve pâbend-i tûl-i emel iken ser-menzil-i vuslat ve haclegâh-ı vahdete nasıl
yol alır? Yâhut hades-i kübrâ-yı şehevât ve cinâyet-i gaflâttan tathîr-i zât etmediği hâlde
huzûrullâha duhûl ve müşâhede-i cemâle vusûlu acaba nasıl ümîd eder? Yâhut hefevât
ve maâsi üzerine ısrâr edip dururken idrâk-i dekāik-i esrârı ve fehm-i hakāik-i ahrârı ne
vecihle recâ eyler?
Nazmen Tercümesi:
İntibâ-ı suver-i halk ile müzlim vicdân
Nûr-ı Hakk onda ne keyfiyetle olur berk-i efşân
Yol alır mı acabâ Hakk’a esîr-i şehvet
Olmayan pâk ola mı dâhil bezm-i hazret
Fehm-i esrâr-ı ilâhîyi nasıl eyler ümîd
Tarîk-i tevbe olan abd-i günâhkâr-ı anîd
Îzâh:
Sükûn ve hareket nûr ve zulmet gibi ictimâ’-ı zıddeyn muhâl olduğundan ve şu
hikmette mezkûr olan eşyâda yek diğerine zıt olup ictimâ’ı mümkün olamayacağından
hikmet-i mezkûredeki her cümle taaccübü mutazammın kelime-i istifhâm ile tasdîr
170
olunmuştur. Zîrâ nûr-ı îmân ve yakîn ile kalbin işrâk ve letâfeti ağyâr ve ekvâna meyl ve
i’timâttan nâşî kalbe müstevlî olan zulmet ve kasâvete ve kat’-ı akabât-ı nefs ve hevâ ile
seyr ilellâh sicn-i tabîatta i’tikāl-i heves ve esâret-i hubb-i câha nezâhet-i kalb ve
tahâret-i vicdânı müstevcib olan duhûl-i huzûr-ı hazret, hicâb ve hasreti istilzâm eden
şehvet ve gaflete ve semere-i zühd ve takvâ olan fehm-i dekāik-i esrâr min gayr-i kasdin
vâki’olursa da maâsi üzerinde ikbâb ve ısrâra elbette münâkız ve münâfîdir. Mâsivâya
meyl ve muhabbetle arzû-yı feyz ve ma’rifet-i nûr ile zulmeti bir arada cem’ etmeyi 330temennîye benzer ki muhâldir. “Pâdişâh konmaz saraya hâne ma’mûr olmadan”
pâbend-i heves ve şehvet olan kimse mümkün müdür ki seyr ilellâhın fezâ-yı
nâmütenâhîsinde reh-neverd-i ser-menzil-i vuslat olsun. “Hakk’a yol almaz imiş dest-i
tabîatte esîr” hades-i sûri ile muhdes olan kimseyi şerîat-ı mutahhara mesâcid ve
cevâmia duhûlden men ederse hades-i hakîki olan gaflettten gayr-ı mutahhar bulunan
gâfilîni hükm-i hakîkat bezm-i gâh-ı vahdete ve huzûr-ı hazrete vusûlden nasıl men’
etmez? [ 37 ]
“Âşinâ-yı ezelî yâr-i kadîm isterler” dekāik-i esrâr zühd ve takvâ ile tenvîr-i
efkâra vâbeste olunca mükibb-i menâhi ve musırr-ı melâhi olan nâpâk onu nasıl fehm ve
idrâk edebilir? 331 واتقوا الله ويعلمكم الله (Bakara 2/282)
Bir gün ekâbir-i ümmetten Ahmed b. Hanbel(ö.241/855) ile Ahmed b. Ebi’l-
Havâri(ö.246/860) mülâkât ederler. İmâm-ı müşârun ileyh İbnü’l-Havâriye hitâben:
“Üstâz-ı zîşânın Ebû Süleymân’dan(ö.215/830) işittiğin bir kıssa varsa hikâye
buyursanız da hissedâr olsak” buyurur. İbnü’l-Havâri (ö.230/844) de hikâye edeceği
kıssanın ibtidâen garâbetine işâret ederek “Sübhânallâh” demelerini iltimâs ettikten ve
müşârun ileyh de bilâ-acep uzunca “sübhânallâh” dedikten sonra şöylece ifâde-i
mesmûât eder: “Üstâz-ı zîşânım Ebû Süleymân Dârânî (ö.215/830) hazretleri nüfûs-i
nâtıka-i insâniyye, terk-i melâhî ve âsâm üzere sâbit ve berdevâm olursa âlem-i
melekûtta devr ve hareket ve cevelân ve seyahât ederek bir muallimin semere-i ta’lîmi
330 Şemseddin Sivâsî. “Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan.”, Büyük Türk Klasikleri.Ötüken.İst. 1986, c.IV, s. 328. (Mehmet Demirci, İbadetlerin İç Anlamı; Tasavvuf dergisi, sayı:3 s.11’den naklen) 331 (Allâhtan korkun Allâh sizi biliyor
171
olmaksızın nâil olacağı tarâif-i hikmetle ashâbına avdet eyler” buyururlar idi. Bu
hakîkati Cenâb-ı İmâm-ı âlî-neseb istimâ’ etmekle vecd âver-i tarab olup
makāmlarından üç kere kalkıp yine oturarak daha dâr-ı islâmda bundan a’ceb bir kelâm
işitmediklerini beyân ve âlim-i ümmî unvân Aleyhi Salavâtu’r-Rahmân Efendimizin
ما لم يعلم من عمل بما يعلم ورثه اهللا علم
332hadîs-i şerîfini de makām-ı teslîmde ityân buyururlar.
“Skender seyr isen de sedd-i nutk et pîş-i kâmilde
Aristo-yı hakîkat-bîne nakl-i mâcerâ olmaz”333
14. Hikmet:
او قبله او بعده الحق فيه فمن راىالكون ولم يشهده فيه او عنده الكون آله ظلمة وإنما اناره ظهور
بسحب اآل ثار االنوار وحجبت عنه شموس المعارف دفقد اعوزه وجو
Ma’nâsı:
Cemî-i mükevvenât mahz-ı adem ve zulmet olup ancak tecellî-i Hüdâ-yı bî-
endâd onu inâre ve îcâd etti. Her kim mükevvenâtı görür de mükevvenât ile berâber
veya mükevvenâttan evvel veya sonra Cenâb-ı Hâliku’l-kâinâtı müşâhede etmez ise
şüphesiz vücûd-ı envârdan mehcûr ve sehâb-ı ekvân ve âsâr ile şümûs-ı maârif-i
ilâhîyede ondan mahcûp ve mestûr oldu. [ 38 ]
Nazmen Tercümesi:
Zulmet- âbâd idi iş bu ekvân
Etti izhâr onu nûr-ı Yezdân
332 Aclûnî , Keşfu’l-Hafâ, II, 265 ; Ebû Nuaym Hilye, X, 15. (Kim bildiği ile amel ederse Allâh ona bilmediklerini mîrâsçı kılar) 333 İbnü’l-Emin’e âit bu beyit kaynaklarda farklı şekilde okunmuştur. Ahmed Mâhir Efendi ilk mısrayı “Skender-seyr isen” şeklinde yazmıştır Diğer eserlerde “Skender-hâl isen de” diye de geçmektedir. Bkz. İskender Pala, Divan Şiiri Sözlüğü. İst.1999 s.32
172
Âlemi rü’yet edip de onda
Görmeyen Hakk’ı dahî her yanda
Şüphesiz berk-i vücûd-ı envâr
Onu fevt ettiği artık derkâr
Neyyir-i evc-i semâ’-yı irfân
Ebr-i âsâr ile ondan pinhân
Îzâh: Adem, zulmet, vücûd, nûrdur. Vücûd-ı mutlakla müfesser olan kevn
zâtına nazarla adem muzlim, ve Cenâb-ı Hakk’ın tecellîgâh-ı nûru ve âyine-i zuhûru
olmak cihetiyle vücûd müstenîrdir. Şu hâlde ekvâna mevcûd demek mazhariyyet
alâkasıyla mecâz ve mevcûd-ı hakîki ise âlemde ba’zısı Hâliku’l-kâinât ba’zısı
mümkinât ile kāim müteaddit vücûd olmadığından ve vücûd-ı vâhid-i hakîki ancak zât-
ı vâcibü’l-vücûd olduğundan Cenâb-ı Hâlık bi-enbâz olur. Mümkinâtın mevcûd
olmaklığının mânâsı vücûdun mümkinât ile kāim olması demek olmayıp belki bizâtihî
kāim ayn-ı zât Vâcibü’l-Vücûd olan ve mebde’-i âsâr-ı hâriciyye ile müfesser bulunan
vücûd-ı hakîkîye mümkinâtın bir nev-i taallukla müntesib olmasıdır. Ve şu taallukta
kābız ve bâsit, rahîm ve kâhir gibi esmâ-i ilâhîye-yi mütakābilenin muktezâsı vechile
mütehâlifetu’l-isti’dâdât olan ve suver-i ilmiyye-i sübhâniyye ile tefsîr edilen a’yân-ı
sâbite üzerine tecellî-i ilâhî zamânında hayyiz-ârâ-yı husûl ve keyfiyyet-i tecellî ise
ancak Âlimü’s-sırr ve’l-hafâyâ hazretlerine ma’lûm olup efrâd-ı zevi’l-ukūl için
mechûldur.
Binâenaleyh Zât-ı Vâcibü’l-Vücûda lâzım olup bi’l-isti’dât yekdiğeriyle
mütehâlif olan işbû a’yân-ı sâbite tecellîyât-ı ilâhîye için mezâhir ve vücûd-ı ilâhî ile
sıfât-ı sübhâniyede alâ-hasebi’l-isti’dât a’yân-ı mezkûrede zâhir olduğundan a’yân-ı
mezkûre ihtilâf-ı isti’dâdâttan dolayı işbû âlem-i kevn ve fesâtta yekdiğerine muhâlif
olarak ibrâz-ı taayyün ve sûret ve mevcûdât-ı vâkıadaki kesrette isti’dâdât-ı mezkûrenin
ihtilâf ve kesretinden neş’et etti. İşte buna gösterişleri muhtelif merâyâ-yı
müteaddideye karşı duran bir şahsın merâyâ-yı mezkûrede vâki’ isti’dâdâtın iktizâsına
göre muavvec ve müstakîm ve tavîl ve arîz ve cesîm ve sağîr ve muhtelifü’l-elvân
173
olarak görünmesi [ 39 ] ve mamafîh şahs-ı mezkûrun işbû evsâfın topundan ârî ve
vâreste bulunması bir misâl-i sûrîdir. Vücûd-ı hakîkî-i ilâhî her ne kadar vâhid ise de
ınde’t-tecellî cemî’-i ekvân-ı mevcûda üzerine münbesittir. Fakat bu inbisât ekvân-ı
mevcûdede hulûl ve ihtilât ile olmayıp belki zuhûr iledir. Vücûd-ı hakîkî ki Zât-ı
Vâcibü’l-Vücûddur. Ekvâna mevcûd ıtlâk etmek o vücûd-ı hakīkīye ekvânın taalluk
etmesi cihetiyle ve mazhariyet alâkasıyle mecâz olup her ne zamân bu taalluk munkatı’
olmuş olsa ekvâna artık ne hakîkaten ne de mecâzen mevcûd ıtlâk olunmak sahîh
olabilir.
Hülâsa-ı kelâm ekvân-ı mevcûde mazhariyyet şartıyle a’yân-ı sâbiteden ibâret
olup her hâlde kendileriyle kāim-i vücûd olmadığına mebnî alâ-vechi’l-hakîkat mevcûd
ünvânını ihrâz edemediklerinden ezelen ve ebeden ma’dûm ve hakîkat-ı hâlde zulmet
oldular. İşte bu mutasavvıfenin 334األعيان الثابتة ما شمت رايحة الوجود buyurmaları bu
sebepten nâşîdir. Şol kimse ki ekvânın vehmi ve hayâli olan vücûdunu görmekle
mükevvinü’l-ekvân olan Vâcibü’l-Vücûdu müşâhededen mehcûr olursa onun mihr-i
münîr-i ma’rifet dîde-i ibtisârından sehâb-ı âsâr ile elbette mestûrdur. Rü’yet-i ekvân ile
müşâhede-i mükevvinü’l-ekvândan mahcûb olmayanlar da derecât-ı sülûke göre
muhtelif oldular. Ba’zıları mükevvin-i zîşânı kable’l-ekvân rü’yet ederek müessir ile
âsâra istidlâl ba’zıları da ba’de’l-ekvân müşâhede edip âsâr ile müessir-i hakîkîye
ihticâc ettiler. Bunlardan diğer bir fırka da mükevvini ekvân ile berâber görmekle ibrâz-
ı müessir-i irfân eylediler. Fakat şu maiyyet eğerçi maiyyet-i ittisâl ise bunlar Cenâb-ı
Hakkı ekvânda, maiyyet-i infisâl ise ekvân indinde müşâhede ettiler demektir. Şu kadar
ki ibâre-i hikmette mezkûr olan zurûf-ı ezmine ve emkine de cümle-i ekvândan
olduğuna mebnî zurûf-ı zamâniyye ve mekâniyyenin gayri zurûf-ı müttesiadır وهو معكم
tebşîr-i ilâhîsinin tazammun ettiği mukârenet ve mücâmeat dahi cevherin 335أين ما آنتم
cevhere ve arazın araza mukāreneti kabîlinden olmayıp belki mebde-i hakîkinin zü’l-
mebde’ ile maiyyet ve mücâmaattan ibâret olmakla ve bu bâbta hayyiz ve mevzı’ ve
mahâl ve mekânın dahli de bulunmamakla yalnız te’sîr ve teessürle müfesserdir.
Maiyyet-i ittisâl ve maiyyet-i infisâlden de lügaten mefhûm olan maâni murâd
334 (A’yân-ı sâbite vücûd kokusu koklamamıştır.) 335 Hadid, 57/4 (Nerede olursanız olun Allâh sizinle berâberdir)
174
olunamaz. Zîrâ bu maâni-i lügaviyye de cümle-i ekvândan [ 40 ] olup mücerred bu
kelimât elfâz ve ibâre ile esrâr-ı ma’neviyye ve ahvâl-i zevkiyeyi fehm-i erbâb-ı sülûke
takrîb için ihtiyâr olunmuştur.
Elhâsıl, bu hikmet ma’reke-i ârâ-yı ulemâ-yı a’lâm olan vahdetü’l-vücûd mes’ele-i dakîkasından ibâret olmakla bundan ziyâde ifâdeye havsala-i hâme-i tertîl kudretyâb tafsîl olamaz. 336 اين المعروض من الوجود المفروض
ى الكون وهم او خيالآل ما ف
337او عكوس في المرايا او ظالل
15. Hikmet:
سبحانه ان حجبك عنه بما ليس مما يدلك على وجود قهره
بموجود معه
Ma’nâsı:
Ey mürîd-i mürtâb Cenâb-ı Hakk’a nisbetle hâiz-i vücûd olmayıp zulmet-
âbâd-i adem olan ekvânın sana müşâhede-i sübhâniyyeden hicâb olması vücûd-ı kahr-i
ilâhîyeye dâll bir delîl-i bî-irtiyâbtır.
Nazmen Tercümesi:
Sana Haktan bu kevn bî-vücûdun olması hâcib
Vücûd-ı kahrına ol Hâlıkın elbette bürhândır
Îzâh:
Hikmet-i sâbıkada beyân olunduğu vecihle mâsivâllâh, adem-i mahz olup
hazretullâha nisbetle min-haysü zâta hâiz-i vücûd olmadığı ve hâiz-i vücûd olsa ihlâs-ı 336 Ortaya konulan (ideler alemi) nerede konması gereken gerçek varlık alemi nerede. 337 Mevlânâ Câmi,“Kâinâtta ne varsa hepsi vehim ve hayâldir. Ya aynalardaki akislerdir ya da gölgeler gibidir.”. Bkz. Soykut, Hilmi; Unutulmaz Mısralar, İst. ( Sönmez Neşriyât)1968, s. 28; Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatlar, İst.1981, s. 120
175
tevhîde münâfi şeriket ve isneyniyyet lâzım geleceği ittifâk-ı girde-i ârifîn ve mecma-i
aleyh-i muhakkikîndir. İhlâs-ı tevhîd mâsivâllâhtan bilkülliyye nefy-i vücûd eylemek ve
kelime-i tevhîdi 338 ال موجود اال اهللا ma’nâsıyla tasavvur etmekle hâsıl olup bunu da
kelâm-ı ilâhîsiyle “şâir-i sihr-âferîn-i Arab Cenâb-ı Lebîd’in en 339آل شيء هالك إلا وجهه
doğru sözü وآل نعيم ال محالة زائل ** أال آل شيء ما خال اهللا باطل
meâlindeki hadîs-i risâletpenâhî340 te’yîd eder. Bu tevhîd hazîz-i mecâzdan zirve-i
hakîkate suûd ile âlemde Allâh’tan başka hiçbir mevcûd görmeyen hâssu’l-havâssın
tevhîdidir. Hakîkat-ı tevhîd de budur. Bir de bu[ 41 ] tevhîdden evvel birinci mertebede
avâm-ı mü’minîn için ve ikinci mertebe de havâss-ı sâlikîn için birer tevhîd daha vardır.
Avâmın tevhîdi 341ال ا له اال اهللاkelime-i tayyibesi 342 ال معبود اال اهللا ma’nâsıyla
tasavvur edilerek evsân ve esnâm gibi Ma’bûd ittihâz olunan bir takım ilâhe-i bâtıla
nefy ve Ma’bûd-ı bil-hakk Cenâb-ı Hâlik-ı Mutlak isbât olunmaktır. Hevâ ve heves-i
nefsâni ise erbâb-ı hevâ için tebeiyyette derece-i Ma’bûdda olup tevhîd-i mezkûr ile de
nefy olunamadığından bu tevhîd şirk-i hevâ mahzûrundan sâlim olamaz. Havâssın
tevhîdi kelime-i müşârun ileyhâ343 المقصود اال هللا ma’nâsıyla tasavvur olunarak Ma’bûd-i
bilhakkı tevhîd ile berâber maksûd-i hakîkî olduğu da isbât ve makâsıd-ı sâire nefy ve
tecrîd olunmaktır.
Gerçi muvahhid nefy-i makâsıd-ı sâire ile 344 هر جه مقصود تست معبود تست
kaziyyesinin mâ-sadakı olmaktan mütecerrid olursa da mâsivâllâhtan nefy-i vücûd
etmediğine mebnî şirk-i vücûddan mütehâllıs olamaz. Hâlbûki vücûd mebde-i kemâlât
olduğundan Cenâb-ı Hüdâya; ve adem, menşe-i nevâkıs ve hatîât olduğundan mâsivâya
mahsûs olup ayn-ı Zât-ı İlâhî olan vücûdu adem-i sırf olan mâsivâya teşmîl etmek وجودك
müfâdınca da pek büyük bir hodbinliktir. Hatta ba’zı ârifîn-i 345ذنب ال يقاس عليه ذنب آخر
338 Allâhtan başka mevcûd yoktur 339 Kasas, 28/88(Allâh’ın dışında her şey yok olacaktır. 340 Buhari, Rikak,29; (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih trc.Ankara 1981c.10 s.38) (İyi biliniz ki Allâh’tan başka her şey bâtıldır, devamsızdır. Ve her ni’met de zevâle mahkumdur.) beyt-i hikmet bedîdîdir” 341 (Allâhtan baş ka ilâh yoktur) 342 (Allâhtan başka ma’bûd yoktur 343 (Allâh’tan başka maksûd yoktur) 344 (Maksûdun neyse Ma’bûdun da O’dur.)
345 (Senin vücudun bir günâhtır ki diğer bir günâh ona kıyas olunmaz) Bkz. Konuk, a.g.e. c. IV, s.61
176
muhakkikîn-i kirâm hazerâtı: “Deymûmiyyet-i ilâhîyenin ihâtâsından ve kayyûmiyyet-i
sübhâniyyenin müşâhedesinden tahakkuk eden ahvâl-i ma’neviye sebebiyle mâsivâllâhı
görmekten ebâ ettiler.” dedi.
Netîce-i hikmet mâsivâllâh yani bilcümle mükevvenât adem-âbâd zulmet
olduğu hâlde mükevvinü’l- kâinât hazretlerinden mâni’ ve hicâb olması ve her ferd-i
insânın mevhûm-ı mevcûd-nümâ olan şu ekvân için vücûd olmayıp vücûd-ı hakîkî
ancak Vâcibü’l-Vücûd hazretlerine mahsûs olduğu hâlde yine nazarlarında ekvândan
başka hiçbir şeyin meşhûd olmaması Ve Hüve’l- Kāhiru fevka ibâdihî hazretlerinin
346zümresinden olan avâm-ı nâs hakkındaki kahr-ı sübhânisinin أولـئك آاألنعام بل هم أضل
delîli olduğuna işârettir. İşte âlemde Cenâb-ı Hakktan başka mevcûd-ı hakîki
olmadığından bu bâbta galeyân-ı sekr ve feverân-ı şevk ve zevk ile Seyyidü’t-tâife
Cüneyd Bağdâdî’nin (ö.297/909) ليس في جبتى سوى اهللا
347Ve Sultânu’l-ârifîn Bâyezîd Bistâmî’nin (ö.234/848 ; 261/874) سبحان ما اعظم
kelimât-ıانا الحق ve sermest-i rahîk-i safâ Mansûr-ı Hâllâc’ın (ö.309/921 [ 42 ] 348شأنى
ârifâneleri gibi aynu’l- hayât-ı irfândan teraşşuh etmiş pek çok sözler de vardır. Hatta
İbn-i Atâ’ (ö.369/979): “Ehl-i irfâna göre ekvân subût-i ehadiyyet-i ilâhîyeye karşı
mâsivâllâhın zâten vücûdu olmadığından ve bir şeyin fikdânı da vücûdundan sonra
mütasavver olduğundan vücûd ile de fikdân ile de mevsûf olamaz. Varsa hicâb-ı vehm
aradan kalkmış olsa fikdân-ı a’yân üzerine aynu’l ıyân vâki’ ve nûr-ı îkān lâmi’ olurdu
da vücûd-ı ekvân bütün bütün mestûr kalırdı.” buyurarak mesele-i vahdet-i vücûdu bast
ve tafsîl eylemiştir. Kudvetü’l- muvahhidîn Şeyh-i Ekber Muhyiddîn (ö. 638/1240)
hazretleri de tecellîyât-ı sülüse ki tecellî-i ef’âl ve tecellî-i sıfât ve tecellî-i zâttan
ibârettir. Ona işâret buyurarak “her kim halkı mastar-ı ef’âlullâh görürse fâiz-i necâh ve
mazhar-ı sıfâtullâh müşâhede ederse hâiz-i irfân ve âgâh ve mahz-ı adem olduğunu
anlarsa vâsıl ilellâh olur” buyurmuştur. Şeyh müşârun ileyh hazretlerinin Kelimât-ı
Kudsiyye’sindeki dekāika vâkıf olamayan ba’zı a’lâm o muhyi’ş-şerîa ve’d-dîni
vücûdiyye-i mülhidîne ilhâk ederek tekfîrine kadar cür’etyâb olmuştur. Hâlbûki fırka-i
346 A’râf, 7/179(Bunlar hayvanlar gibidirler belki onlardan daha aşağıdadırlar. 347 (Cübbemin içindeki Allâhtan başkası değildir.) 348 (Kendimi tenzîh ve tesbîh ederim, benim şânım ne yücedir.)
177
dâlle-i mezkûreye göre vahdet-i vücûd Hak Teâlâ hazretlerinin bi cemî-i eczâihî
âlemden ibâret olmasından ve hâricen müteayyen ve mevcûd ve müstakil olmamasından
ve Hakk’ın efrâd ve eczâ-i âleme nisbeti külli-i tabîînin efrâdına olan nisbeti kabîlinden
bulunmasından ibarettir. Bunların şu fikr-i sakîmine göre âlem Allâh, Allâh âlemdir.
Âlemden gayri Allâh denilmek için bir şey mevcûd değildir işte bu mezheb sırf küfür ve
ilhâd ve vâreste-i i’tikāttır. Cenâb-ı Şeyhin kabı ise bu misillû terahhâtu küfriyyeden
müteâlî ve kadr-i celîlleri inde’l-ârifîn pek âlîdir. Çünkü bu mezhebi hazreti Şeyh
“Risâletü’l ma’rife”de red ve iptâl etmiştir. Şu kadar ki müşârun ileyhin Fütûhât-ı
Mekkiyye’de Cenâb-ı Hakk’a vücûd-ı mutlak ıtlâk etmesi ve ba’zı mu’tekitleri de
vücûd-ı mutlaka ma’kûlât-ı sâniyeden olan vücûd-ı âmme hamledip bu ma’nâca vücûd-ı
mutlakın hâriçte vücûdu olmamasından dolayı Hakk Teâlâ hazretlerinin de hâriçte
tahakkuk etmesi için ezelen ve ebeden vücûd-ı mezâhirin lüzûmuyla kıdem-i âleme kâil
olması müşârun ileyh hazretlerinin fırka-i mezkûreden addettirmiştir. Hâlbûki müşârun
ileyh kitâb-ı mezkûrda hudûs-i âlemi ve kıdem-i Rabbu’l-enâmı ve vücûd-ı mutlaktan [
43 ] murâd-ı Vâcibü’l- Vücûd hazretlerinin bizâtihî mevcûd olmasından ve bir şeye
ma’lûl olmadığı gibi felâsife ıstılâhınca emr-i îcâbı mutazammın olan ma’nâca bir şeyin
illeti de olmamasından ibâret olmadığını isbât ve tasrîh etmiştir. Bununla berâber
Rezzâk-ı benî âdem hazretleri Sâni’ ve fâil-i âlem olduğuna mebnî ma’nâ-yı
lügaviyyece âlem için illet olması ve ma’nâ-yı ıstılâhîce illet olmaması da ayrıca ihtiyâr-
ı sübhânîyi isbâttır. Şu hâlde nerede mezheb-i sultânu’l-muvahhidîn hazret-i Muhyiddîn,
nerede zu’m-i bâtıl –ı vücûdiyye-i mülhidîn ?
فقد ترقى عن الحجاب* من ابصر الخلق آا لسراب
بالابتعاد والاقتراب * الى موجود يراه رتقا
هناك يهدىالىالصواب * ولم يشاهد به سواه
349وال مشير الى الخطاب* فال خطاب به اليه
349 Varlıkları serap gibi gören perdeyi aşar.uzaklık ve uyakınlık kalkar. Tek gördüğü bir varlığa doğru yükselir. O’ndan başka bir şey görmez. İşte orada gerçek doğruya erer. Artık orada ona ne birhitap mükellefiyet ne de o hitabı gösteren vardır.
178
16. Hikmet:
يء وهو الذي أظهر آل ش ، آيف يتصور أن يحجبه شيء
وهو الذي ظهر بكل شيء ، آيف يتصور أن يحجبه شيء
آيف يتصور أن يحجبه شيء وهو الذي ظهر في آل شيء
وهو الذي ظهر لكل شيء ، آيف يتصور أن يحجبه شيء Ma’nâsı:
Bir şeyin Cenâb-ı Kird-gâra hâcip olacağı nasıl tasavvur olunûr ki her bir şeyi
o mazhardır. Bir mevcûdun Cenâb-ı Perverdigâra mâni olacağı nasıl tahayyül olunûr ki
her bir mevcûd ile o zâhirdir. Bir mükevvenin Cenâb-ı Settâra sâtir olacağı nasıl
tevehhüm olunûr ki her mükevvende o peydâdır. Bir mümkinin Cenâb-ı Fâil-i muhtâra
hâil olacağı nasıl hâtıra getirilir ki her bir mümkin için o hüveydâdır. [ 44 ] Nazmen
Tercümesi:
Nasıl mahcûb olur bir şey ile Hakk
Odur izhâr eden eşyâyı ancak
Nasıl mestûr olur bir şeyle kādir
Odur herşey ile peydâ ve zâhir
Nasıl hâil olur bir şey Hüdâ’ya
Odur zâhir-i mezâhir cümle sâye
Nasıl hâcip olur Mevlâ’ya ekvân
Odur her şey için her dem nümâyan
179
Îzâh:
Cenâb-ı Perverd-gârın cemî-i eşyâyı izhârı, âlem, zulmet-i ademde iken işrâkı
nûr-ı vücûd ve ifâzai vücûd etmesiyle olduğundan lâ-cerem eşyânın zuhûru nûru’l-
ekvân olan Hazreti Hakk’ın eşyâda zuhûruyla oldu. Mâdem ki zuhûr-ı Hüdâ zuhûr-ı
eşyâya mevkūfun aleyh ve sebeptir. Bir şeyin izhâr olunmasında izhâr edenin hafâsını
değil zuhûrunu müfîd olmak lâzım gelir iken izhâr olunan bir şeyin mazharına hâcip
olup da onun adem-i zuhûr ve hafâsını îcâb etmesi artık müstahil olmaz mı? Cenâb-ı
Hakk’ın a’yân-ı sâbite-i ilmiyyesi olan eşyâ-yı ma’dûmeyi işrâk-ı vücûd ile izhâr
etmesine bir misâl-i mahsûs göstermek lâzım gelse eşkâl ve elvânı muhtelif olan bir
takım şişelerde âfitâb-ı âlem-ârânın inşirâkı ve bu inşirâk sebebiyle rengârenk bir çok
elvânın sath-ı zemin üzerine in’ikâsı irâe olunabilir. Çünkü nûru’s- semâ’vâtı vel arz
olan Allâh âfitâb-ı cihân-tâba ve eşyâya nûr-ı vücûd etmesi de âfitâbın muhtelifü’l-elvân
olan şişelerde inşirâkına ve muhtelifü’l- isti’dât suveri ilmiyye-yi ilâhîye olan a’yânı
sâbitede o muhtelifü’l-elvân bulunan şişelere ve ekvânın muhtelifü’l- ahkâm ve’l-ânâr
olarak hayyiz-i zuhûru vücûda gelmesi de şişelerde ki elvân-ı muhtelifenin sath-ı
zemîne düşmesine mümâsildir. Ekvân sath-ı zemine düşen elvân kabîlinden olduğu
nazarı dikkate alındığında ayn-ı zât-ı ilâhî olan vücûd-ı sübhâninin bilâ taaddüd nûr-ı
âfitâb gibi muhakkık ve muzhır-ı halk olduğu ve ekvânın elvân-ı muhtelife gibi
mevhûm olup vücûd-ı ilâhî ile hayyiz-i zuhûra geldiği ve muhtelifü’l- elvân nûru mer’î
âfitâbta olmayıp mahâll-i inşirâkı olan şişelerden neş’et ettiği gibi taaddüd-i vücûd da
Zât-ı baht-ı ehadiyyette olmayıp mezâhir-i tecellî-i samedânî olan muhtalifü’l- ahkâm
a’yân-ı sâbite-i ilmiyyede idüğü ve nûrun vücûdu hakîkî ve levnin vücûdu zıll-i hârici
kabîlinden bulunduğu tahakkuk eder. Elvân-ı muhtelife-i mün’akise [ 45 ] nûr ile
levnden ibâret olan iki ciheti câmi olduğu gibi ekvânı mevcûde de biri misâli nûr olan
mebde’e , diğeri timsâli levn olan mâhiyete nâzır iki ciheti hâizdir. Cihet-i ûlâya
hakîkat ve rubûbiyyet, cihet-i sâniyeye mahlûkiyyet ve ubûdiyyet ıtlâk olunûr. Bu cihet-
i sâniye imkân-ı sırf ve mahz-ı ubûdiyyet makāmı olduğundan ve emr-i teklîf ve
tena’um ve ta’zîb bu cihete nâzır olup ıstılâhı sûfîyyeden de bu cihete makām-ı fark
ıtlâk olunduğundan bir kimse bu makāmdan انا الحق demiş olsa küfür ve ilhâd ve
cihet-i ûlâ hakîkat ve rubûbiyyet makāmı olup bir sâlikin bu makāma nisbetle انا الحق
180
demesi ise hak ve tevhîd-i Rabb-i bî-endâd olur. Binâenaleyh عالم همه از است 350diyenler levn-i farka 351 عالم همه استsöyleyenler nûr-ı cem’e nazar etmişlerdir.
Şu hâlde mevcûd-ı hâricî câmi-i vücûb ve imkân ve mazhar-ı esrâr-ı مرج
bir cevher-i gencine-i hubb-i Yezdândır. Nasıl 352” يلتقيان بينهما برزخ لا يبغيان البحرين
olur da bir gevher gencinesini mahcûb eder? Şu hâlde Cenâb-ı Kayyûm-ı Kādir
bilcümle eşyâ ile zâhir olduğu için م سنريهم آياتنا في اآلفاق و في انفس 353 nazm-ı celîli
müpteğâsı vechile vücûd-ı ilâhîyeyi fırka-i müstedillîn eşyâ ve âsâr ile isbâta kalkıştılar.
Hakk Teâlâ hazretlerinin eşyâda zâhir olması ehl-i şuhûda göre zâtıyla, ehl-i hicâba göre
mehâsin-i esmâ ve sıfâtıyladır.
Çünkü bunların nazarında eşyâ meânî-i sıfâtın tafsîli olan meânî-i esmâ-i
sübhâniyyenin mezâhir ve mecâlîsi olduğuna mebnî ehli izzette Cenâb-ı Hakk’ın “ المعز
ehl-i zillette المذل hayvanâtta المحيي emvâtta المميت vakt-i ihsân ve atâda المعطي
zamân-ı men’ ve adem-i i’tâda االمانع ifâza-yı fazl vaktinde الكريم icâbet-i duâ zamânında
esmâ-i hüsnâ-yı الضار النافع teslît-i mazarrat ve îrâs-ı menfaat buyurduğunda , المجيب
şerîfesinin tecellîyâtı zuhûr edecektir.
Cenâb-ı Fâtıru’s-semâ’vâtın bil-cümle mükevvenât için zuhûrunun ma’nâsı da
her bir mükevven için bir tecellî-i mahsûs ile tecellî buyurarak ona ma’rûf ve Ma’bûd ve
والشجر يسجدان الشمس والقمر بحسبان والنجم354 âyet-i kerîmesi delâletince âbâ-i ulviyye ve ümmehât-i süfliyye için mahdû’
ve mescûd ve 355 وإن من شيء إال يسبح بحمده ولـكن ال تفقهون تسبيحهم
[ 46 ]
350 âlem heme ez ost, (Âlem O’ndandır.) 351 “âlem heme ost” (Âlem O’dur.) 352 Rahman, 55/19-20” (O iki denizi salıverdi.birbirine kavuşurlar. Fakat aralarında bir engel bulunduğundan birbirinin sınırını aşmazlar.) 353 Fussılet, 41/53“Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyâda gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz.” 354 Rahmân, 55/5-6“ Güneş ve ay bir hesap ile hareket ederler. Yıldızlar ve bitkiler hep secdededirler.” 355 İsrâ, 17/44 “Hiçbir şey yoktur ki Allâha hamd ile tenzih etmesin. Ne var ki siz onların bu tenzih ve takdislerini anlayamazsınız.”
181
nazm-ı celîli sarâhatince cemî-i mevcûdâtın elsine-i hâliye-i takdîs ve teşekkür
ile müsebbeh ve mahmûd olmasıdır.
356 فشاهد وجهه في آل ذرة* مرآت حسن شاهد ماست جهان
17. Hikmet
وهو الظاهر قبل وجود آل شيء ، آيف يتصور أن يحجبه شيء
آيف يتصور أن يحجبه شيء وهو أظهر من آل شيء
آيف يتصور أن يحجبه شيء وهو الواحد الذي ليس معه شيء
آيف يتصور أن يحجبه شيء وهو أقرب إليك من آل شيء
يتصور أن يحجبه شيء ولواله ماآان وجود آل شيءآيف
أم آيف يثبت الحادث مع من له وصف القدم ، ياعجبا آيف يظهر الوجود في العدم
Ma’nâsı:
Kâinât Zât-ı baht-ı Ehadiyyeti çeşmân-i hakîkat-bînânı ma’rifetten mahcûb
edeceği nasıl tasavvur olunabilir ki? A’yân henüz râhia-i vücûd etmeksizin zâhir olan o
bedîü’l-arz ve’s-semâ’vâttır. Mevcûdât Cenâb-ı Vâhidü’s- sıfâtı enzâr-ı ibret-disâr
hakîkatten mestûr edeceği nasıl tahayyül olunûr ki? Herşeyden ziyâde zâhir ve hüveyd
olan o Fâtıru’l- kâinâttır.
Mümkinât kıblegâh-ı hakîkate tevcîh-i vech-i ubûdiyyete mâni’ olacağı nasıl
tevehhüm olunabilir ki? Hiçbir mevcûd vücûd-ı zâtiyyesine nisbetle hâiz-i vücûd
olmayan vâhid-i hakîkî o Vâcibü’l-Vücûttur.
Mükevvenât hacle-gâh-ı vahdete kadem-nihâde-i vuslat olmaya hâil olacağı
nasıl hatıra getirilir ki? Sana herşeyden ziyâde yakın olan o müfîdü’l- hayr ve’l-cûddur.
356 “Mahbûbumuzun hüsnüne âyine bu âlem Her zerrede o vechini gösterdi demâdem” Bkz. Konuk, a.g.e. İst. 1997 c.II s.225
182
“Muhtesât Ka’betullâh kudretini istârı mestûriyet altında bırakacağı nasıl zan
olunabilir ki? Onun eğer ki vücûd-ı ilâhîyesi olmasa idi bilcümle ekvân rehînü’z-zevâl
fayha ezelden sahrâ-yı lâyezâle çıkmaz idi.
En ziyâde şâyân-ı hayret ve sezâvâr taaccüb olan cihet ayn-ı zât-ı Kird-gâr olan
nûru’l envârı vücûd zulmet-âbâd adem olan eşyâda nasıl ıyân ve zâhir ve herdem rehîn-i
adem olan hâdis-i mevcûd-ı mevsûf na’ti kadem bulunan Hâllâk-ı âlemle ne kevne sâbit
ve bâhir oluyor bilmem [ 47 ]
Nazmen Tercümesi:
Nasıl mahcûb olur bir şey ile Hak?
Odur herşeyden evvel zâhirü’l-Hak.
Nasıl mestûr eder Mevlâyı ekvân?
Odur herşeyden azhar hem nümâyân.
Nasıl mâni’ olur eşyâ Hüdâya ?
Odur te’sîr eden arz u semâya.
Nasıl hâil olur Allâh’a âlem?
Odur herşeyden akreb sana herdem.
Nasıl ihfâ eder Hâllâkı hâdis?
Vücûd-ı âleme zîrâ o bâis .
Değil mi hayrete şâyân şu demde?
Nasıl zâhiri vücûd olmuş ademde?
Ne keyfiyyet ile sâbittir âyâ ?
183
Kadîmullâh ile mevhûm eşyâ .
Îzâh.
Cenâb-ı Hakk’ın herşeyden evvel zâhir olması, ez-Zâhir ism-i şerîfinin ezelen
ve ebeden tahakkuk etmesinden nâşîdir. Çünkü zuhûr-ı ilâhî Cenâb-ı Hak için zâtî ve
gayri müktesebtir. Ve bir başka şeyden müstefâd olmadığı gibi ma’lûl de değildir.
Zuhûr-ı ekvân ise Vâcibü’l- vücûd hazretlerinin sıfât-ı zuhûr ile tecellîsinden neş’et ile
meydân-ı vücûda gelmiştir. Bu hâlde Hâliku’l-eşyâ hazretleri herşeyin vücûdundan
evvel zâhir olmaz mı? Cenâb-ı Rabbu’l-âlemînin herşeyden ziyâde zâhir olması
vücûdun herhâlde ademden ziyâde zâhir olmasından ve zuhûr-ı zâtî zuhûr-ı arazîden ve
zuhûr-ı mutlak zuhûr-ı mukayyedden ve zuhûr-ı dâim zuhûr-ı munsarimden ziyâde kavî
bulunmasından nâşîdir. Hak Teâlâ hazretlerinin şiddet-i zuhûr ile berâber ukūl ve
idrâkâtın kendisinden mehcûr olması hafâsından nâşî olmayıp belki şedîdü’z-zuhûra
zaîfu’l- ebsâr olanların taab-âver nazar olamadığından içindir. Nasıl ki şeb-pere denilen
yarasa kuşunun geceleyin görüp de gündüzün görememesi nehârın hafâsından için
olmayıp bi’lakis zaaf-ı basarından nâşî hayra- bahş-ı uyûn olan nûr-ı âfitâb-ı nevvâre ve
şiddet-i zuhûr-ı nehâra tahammül edememesinden dolayıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bize
bizden ziyâde yakın olması sübût-ı kayyûmiyyet ve ihâta-i deymûmiyyetinden için olup
fakat şu yakınlık ehl-i şuhûda göre zâtıyla ve ehl-i hicâba göre ilim ve kudret ve
irâdesiyledir. Vücûd-ı Mevlâ bâis-i vücûd-ı eşyâ olmasına nazaran erbâb-ı müşâhede
vücûd-ı Hüdâya vücûd-ı eşyâ ile değil belki vücûd-ı Hüdâ ile vücûd-ı eşyâya istidlâl
ederek 357أولم يكف بربك أنه على آل شيء شهيد nazm-ı celîlinin ma’nâ-yı hakîkîsiyle
tahakkuk [ 48 ] etmişlerdir. Vücûd nûr ve adem zulmet ve kadîm Hak ve hâdis bâtıl
olup bunlar yek diğeriyle ictimâ’ı gayr-ı kābil mütazâddîn oldukları hâlde bi’l-ictimâ’
ademde vücûd nasıl zâhir ve kadîm ile hâdis ne vecihle sâbit olduğu müstelzim-i hayret
olduğundan ve hayret de netîce i ma’rifet bulunduğundan duâ-i Nebevîde 358 رب زدني
vâki’ olmuş ve müellif-i hakîm hazretleri de şu hikmetin nihâyetinde izhâr-ıتحيرا يك
357 Fussılet, 41/53(Rabbinin herşeye şâhit olması yetmez mi? 358 “Yâ Rabbi, benim senin Hakk’ında olan hayretimi tezyîd eyle”. Bu hadis-i şerîf “Fusûs Şerhi”nde de geçmektedir. Bkz. Konuk.ag.e. c.IV, s.236 “Yâ Rabbi, benim senin Hakk’ında olan hayretimi tezyîd eyle
184
veleh ve hayret eylemiştir. Zâhir ve meşhûd mazhar ve mevcûd ancak Cenâb-ı
Vâcibü’l- Vücûd olmaktan nâşî mevcûdâtın Hak Teâlâ hazretlerine zarfiyyet ve
mahâlliyyeti lâzım gelmez . Meselâ bir şey almak için el açmak veyâhut almamak için
kapamak sâhib-i yed’in ilim ve irâdesine vâbeste ve ilim ve irâde o fetih ve kabz-ı yede
bi’t-tasarruf peyvestedir. Fakat yed ilim ve irâdenin zarf ve mahâlli değildir.
Binâenaleyh ittihâd da lâzım gelmez.
دوست نزديكتراز من بمنست
يبتر آي من ازوى دورموين عج
جه آنم با آه توان آفث آه اه
359در آنار من ومن مهجورم
18. Hikmet
ما ترك من الجهل شيأ من اراد ان يحدث في الوقت غير ما اظهره اهللا فيه
Ma’nâsı:
Âyine-i şuûnât-ı ilâhîye olan zamânda âsâr ve tecellîyât-ı sübhâniyyenin gayri
bir şey ihdâs ve îcâd etmeyi murâd eden kimse cehlden hiçbirşeyi terk etmedi.
Nazmen Tercümesi:
Cehilden etmedi bir şeyi terk ol kimse âlemde
Hılâf-ı cilve-i Yezdân’ı ihdâsı murâd eyler
Îzâh: Sûfîyyûne göre vakt ile murâd mukadderât-ı ilâhîyeden bilâ-ihtiyâr
tesâdüm-efzâyı [ 49 ] tesâdüf olunan ahvâl-i vâkıadır. Müşârun ileyhimin 360الوقت سيف 359 Sa’dî Şirazî. “Dost bana benden daha yakındır. Ne acaib ki ben ondan uzağım. Ne yapıp ne diyebilirim ki; Dost benim yanımda, kucağımda oysa ki ben ondan uzağım.”
185
demeleri seyf müsâdim olduğu şeyi kātı’ olduğu gibi cereyân-ı kazâ ve kazâ-yı Hüdâ
i’tibârıyle vakitte tesâdüm ettiği şeye gâlip olacağına ve kezâlik bir seyf-i sârim gâyet
leyyin ve nerm olan eşyâyı kat’etmediği gibi vakit de kendisinde tecellî-nümâ-yı zuhûr
olan ahkâma karşı huşûnet göstermeyerek gerdân-dâde-i rızâ olan müsteslimîni helâk
etmeyeceğine işârettir.
Çünkü ahkâm-ı zamâna karşı durmak gâyet şiddetli akıntıya karşı göğüs
vererek tek kürek bir kayıkla yol almayı temennî etmeye benzer ki muhâl ve müstelzim-
i ahvâl vehâmet-i meâldir. Hatta “vakit kendisine müsâit olanlara vakit münâkit olanlara
makt olur”dediler.
Zîrâ bir mürîd vakte mün’akid olup da istilzâm-ı makt etmek Ebû’l-vakt
olmaklığı arzu eylemek ve vakte müsâit olmak ise ahkâmına tebeiyyetle bir veledin
babasına karşı olan hâl ve hareketine takınarak ibnü’l-vakt olmak demek olduğundan ve
insânın necât ve saâdeti de şüphesiz ibnü’l-vakt olmakta idiğinden tercümân-ı esrâr-ı
kayyûm-ı Mevlânâ Celâleddîn Rûmi Efendimiz 361صوفي ابن الوقت باشد اى رفيقmısrâ-i
hakîmesinde tâbi-i hükm-i zamân olanları senâ buyurmuşlardır.
Bu kârhâne-i dâd ü sitâdda ahvâl-i fâniyye mukâbilinde ahvâl-i bâkiyye
istihsâli sermâye-yi ubûdiyyet olan vakte mutevakkıf olması ve sermâyesiz pazar bey’
ve şirâda bulunanlar ise
اى تهى دوست رفته در بازار
ترسمت بر نياورى دستار
beyt-i Sa’di’yânesince dûçâr-ı hüsrân olacağının derkâr bulunması vakte nakit süsü verdirmekle 362 الوقت نقدde denilmiştir. Hükm-i zamâna inkiyâd ve hilâfına hareketten içtinâb ahvâl-i câriye-i umûmiyyede olup bi-hasebi’ş-şer’ evâmir-i ilâhîyeye imtisâl ve nevâh-i samedânîyyeden tahvîl ve vech-i ikbâl de ayrıca inkıyâd-ı hükm-i zamân olduğunu فان الدهر هواهللاال تسبوا الدهر ”363 hadîs-i şerîfi isbât eder. Binâenaleyh
360 (vakit kılıçtır) 361 Sûfî İbnü’l vakt olmalı ey dost.. 362 Vakit nakittir. 363 Buhârî, “Edeb”,101; Müslim, “Elfâz, 4 ;Müsned, V, 299, 311“Dehr’e sövmeyin, çünkü dehr Allâh’tır
186
364زمانه فهو جاهل من لم يعرف حكم
cümle-i hikemiyyesi bu hikmetin ta’bîr-i âherîdir.
Netîce i hikmet : Bir sâlik-i tarîkat mezmûm-ı şerîat olmayan ahvâl-i bedeniyye
ve vâridâtı kalbiyyesinde ihtiyâr-ı hüsn-i edeb ve vukū-ı intikāle kadar ahvâl-i
mezkûrede inkıyâd-ı rızâ-yı Rab eylemesi muktezâ-yı hükm-i ubûdiyyettir. Kabz ve
bast üns ve vahşet gibi ahvâl-i kalbiyye musarrifü’l- kulûb olan Hakk’ın yed-i kudret ve
tasrîfinde olup bunlardan bir hâlin zuhûrunda [ 50 ] iltizâm-ı rızâ-yı müteâl ile diğer
hâle intikāli yine onun tasrîf ve kazâsından beklememek sû-i edeb ve cehâlettir. Hâiz-i
nisâb-ı kemâl ve irfân Ebû Osmân(ö. 298/910) hazretleri: “Kırk senedir Cenâb-ı
Hakk’ın beni ikāme ettiği hâlden istinkāl ve diğer bir hâle naklinden de infiâl
etmedim.”365 buyurdu.
İşte bu tahakkuk şecere-i îkān ve irfânın semeresi hilafı ise muâraza-i hüküm
ve zamân olup nezd-i sûfîyyûnda a’zam-ı zünûb-ı hâssa olan cehil ve nâdânînin
netîcesidir.
م ما آنت جاهال االيا لكستبدي
366 ويأتيك باالخبار من لم تزود 19. Hikmet :
من رعونات النفس االعمال على وجود الفراغ احالتك
Ma’nâsı:Ey tâlib-i hakîkat ibâdâtını vakt-i ferâgatin vücûduna te’hîr ve ihâle
etmen nefs-i emmârenin ruûnâtındandır.
Nazmen tercümesi:
364 “Kim ki kendi zamânının hükmünü bilmezse cahildir.” 365 Kuşeyrî, Risale, (Haz. Trc. Süleyman Uludağ. Kuşeyrî Risalesi, İst. 1991, s. 141, 3. Baskı 366“Günler senin câhil olduğunu ortaya çıkaracak . Ve sana azık olarak bir şey getirmediğin, hazırlanmadığın şeyleri haber verecek”
187
Hamâkattir ferâgat vaktine amâlini ta’lîk
Îzâh: Ruûnet bir nev’i hamâkattir. Mânî-i visâl-i umûr-i dünyevîyye ile iştigâl
eden bir sâlik müstevcib-i rızâ-i mülk-i müteâl olan a’mâli kûşe-nişîn ferâgat olduğu
zama’nâ ihâle ve ta’lîk etmesi tesvîlât-ı şeytâniyye kabîlinden olduğu için bi’l-vücûh
hamâkattir. Zîrâ o şu ta’lîk evvelâ iştigâl-i dünyevîyyeyi a’mâl-i uhrevîyye üzerine
takdîm ve îsâr ve قىبل تؤثرون الحياة الدنيا والآخرة خير وأب ”367 nazm-ı celîlince saâdet-i
ebediyyeyi te’hîr ile hayât-ı fâniyyeyi ihtiyârdır. Sâniyen vücûd-ı maktû’ olmayan
ferâgat ve istikbâle tesvîf-i a’mâl ile izâa-i nakd-i hâl ve tazyî-i a’mârdır. Sâlisen vakt-i
ferâgatte za’f-i niyyet ve tebeddül-i azîmet cihetiyle a’mâl-i sâlihaya adem-i
muvaffakiyyet yüzünden [ 51 ] ifâte-i fırsat ve imâte-i efkârdır. İşte şu hikmeti
hikem-i münîfi pek güzel isbât 369الخير ال يأخر hadîs-i şerîfiyle 368 هلك المسوفون
etmiştir.
‘Neylersen eyle elde iken fırsatı koma
370 الوصول على يوما ال يساعد الدهر
20. Hikmet :
من حا لة ليستملك فيماسواها فلو ارادك الستعملك من غير اخراج التطلب منه ان يخرجك
Ma’nâsı
Ey muhâtap! Dînî ve dünyevî iştiğâl ettiğin bir hâlden senin onun gayrısında
isti’mâl için ihrâc etmesini Cenâb-ı Vehhâb’tan taleb etme! Zîrâ irâde-i ilâhîyesine
tevâfuk etse idi seni ondan min-gayri ihrâc isti’mâl ve rızâ-yı sübhâniyyesine muvâfık-ı
a’mâle tevfîk ve îsâl ederdi.
Nazmen tercümesi :
367 A’lâ 87/17 “Onlar dünyâ hayâtını âhiret hayâtına tercîh ediyorlar . Hâlbûki âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır. 368 Gelecekte yaparım diyenler helâk oldular Deylemi, firdevs,2420,Hatîb el-Bağdad Târihu Bağdat 5936, bkz. Mektûbât-ı Rabbânî 133.Mektup 369 “Hayır te’hîr edilmez” 370 Felek (zaman) bugün müsaade ediyor fakat bir gün gelir müsaaede etmez.
188
Talebkâr-ı hurûc olma tahakkuk ettiğin hâlden
Murâd etse seni Mevlâ bila-ihrâc eder a’mâl
Îzâh : Bir sâlik ittisâf tahassus ettiği san’at gibi dünyevî ve taleb-i ilim gibi
dînî bir hâlden âik-i vuslat olduğunu tevehhüm ile talebkâr-ı hurûc ve a’mâl-i âhere
hâhişker-ı vülûc olmamalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak o sâliki sever ve sâlik de ehl-i
irâdeden olursa mevsûf olduğu hâlde ibkā ile berâber onu a’mâl-i sâlihaya tevfîk ve
cemî-i a’mâlini rızâ-i sübhâniyyesine tatbîk eyler. Hikmet-i sâbıka da beyân olunduğu
üzere irâde-i ezeliyye-i ilâhîyeye karşı ihtiyâr-ı a’mâl evâmir-i Rabbâniyyeye muhâlefet
ve nevâhî-i sübhâniyyeden adem-i mücânebet olmamak şartıyla muâraza-i hükm-i
zamân ve müsâdeme-i ihtiyâr-ı Melik-i Mennân olduğundan muvâfık-ı edep ve
ubûdiyyet olamaz. Belki hüsn-i edep ve de’b-i merbûbiyyet ihtiyâr-ı ilâhîyeyi kendi
ihtiyârı üzerine îsâr ve mutahakkık olduğu hükm-i tecellî ile rızâyâb-ı tesellî olarak [ 52
hükm-i celîline ihâle-i nazar-ı i’tibâr etmektir. Urefâdan bir zâtın 371والعاقبة للمتقين [
esbâbı terk ile günde yalnız iki dilim ekmek kendisine verilip meşakkat-i esbâb ve taab-ı
taayyüşten bu suretle hâlâs olarak ferîhu’l-hâl müsterîhü’l-bâl olduğu hâlde yaşamaklığı
arzû ettiği ve ba’de berhe mine’z-zamân ma’lûm olmayan bir sebeple hapishâneye idhâl
ve günde iki dilim ekmek kendisine i’tâ olunduğu ve bu hâlin temâdîsi üzerine husûle
gelen daceret bir vakitler kendisine mescûniyyetin esbâb-ı ma’neviyyesini taharrîye
mecbûriyet hâsıl etmekle sem’-i ibretine ilkā olunan şu nidâ-ı hâtifi: “Ey kulum sen
benden günde iki dilim ekmek isteyerek ta’b-i taayyüşten istifrâğ ve ihtiyâr-ı genc-i
ferâğ etmedin mi? Ben de matlûbunu is’âf ve ni’met-i ferâğı sana ithâf ettim.”
Mûmâileyhi hemen irşâd ve vâki’ olan taleb ve ihtiyârından dolayı istiğfâr ile Cenâb-ı
Fâil-i Muhtârdan istirşâd etmesini müteâkib bâb-ı mahpes küşâd ve oradan hurûc ile
nâil-i murâd olduğu “Kitâbü’t-Tenvîr”372 hikâye ve tasvîr ve netîce-i hikmet böyle bir
misâl-i ibret iştimâl ile îzâh ve tefsîr olunmuştur.
“Mülkünde tasarruf eder keyfe mâ yeşâ
371 A’râf, 7/128 “Âkıbet muttakîlerindir” 372 “Et-Tenvîr fî ıskâtı’t-tedbîr” İbn.Ataullahın Tevekkül ve teslimiyet konularından bahseden bir başka eseridir.. Musa Muhammed Ali ve Aabdulal Ahmed tarafında tahkîkli basılmıştır. Kāhire,1973
189
İsterse kevni yok eder isterse vâr eder”373
21. Hikmet :
آشف لها اال ونادتههواتف الحقيقة الذى تطلب امامك وال ما ارادت همة سالك ان تقف عندما
تبرجت ظواهر المكونات اال ونادتك حقائقها إنما نحن فتنة فال تكفر
Ma’nâsı:
Rehrev-i bezm-i vahdet olan bir sâlikin içtihâd ve himmeti mükâşefât-ı vâkıa
ve tecellîyât-ı lâmiasında tavakkuf nümâ-yı kanâat olursa ona hemen havâtıf-ı hakîkat:
“Durma talebkâr-ı visâli olduğun mahbûb-ı hakîki ileridedir.” diyerek lisân-ı hâl ile nidâ
eyler.Ve zevâhir-i mükevvenât zînet-i ebleh-firîbânesiyle arz-ı dârât ederse sana derhâl
onun hakāık-ı mündemicesi: “Biz fitne-i ibtilâ-âmiz ve dâhiyye-i maslahat engîziz.
Bizim nakş-ı [ 53 ] erjengiyânemize bakıp da meftûn ve ma’yûb ve müşâhede-i dîdâr-ı
ma’rifetten mahcûb olma!” diyerek nidâ-yı ma’nevî ile çağırır.
Nazmen Tercümesi:
Bir makāmda sâlikin etse tevakkuf himmeti
Hâtıf-i hak durma git matlûbun öndedir ona
Zâhiri dünyânın eylerse eğer arz-ı cemâl
Bâtını biz fitneyiz aldanma aslâ der sana
Îzâh: Hâtif, kalb-i sâlike hakîkat-ı ilâhîye cihetinden lisân-ı hâl ile nidâ edici
demektir. Bir sâlik seyr-i sülûkunda meşhûd-ı dîde-i cân ve cânân olan maârif-i ilâhîye
ve tecellîyât-ı sübhâniyyenin matlab-ı a’lâ ve maksad-ı aksâ olduğunu i’tikâd ederek
tevakkuf- nümâ-yı kanâat olursa füyûzât-ı Samedânîyyeye nihâyet olmayıp matlûb-ı
ma’nevî ve mahbûb-ı hakîkî daha ileride olduğu kalb-i sâlike ilhâm ve lisân-ı hâl ile 373 Ziyâ Paşa; Terci-i Bend,( Ahmed Badi, armağan, Divan Şiirinde Atasözleri ve Deyimler, Basılmamış Trakya Ü.projesi,Haz. Prof. Dr. Süreyya Beyzadeoğlu.
190
i’lâm olunûr. Zevâhir-i mükevvenâtın teberrücünden murâd teshîr-i halk ve ikbâl-ı nâs,
sea-i hâl ve zuhûr-ı havârık-ı bî-indirâs gibi vakt-i tecellîde zuhûra gelen mehâsin-i
imtihân perverâne ile istihsâl-i meyl-i mürîddir.
Bu sırada hakāık-ı bâtıne lisân-ı hikmetle fitne-efzâ-yı ihtibâr ve dâhiyye-
nümâ-yı imtihân olan sûret-i hasene-i zâhireye bakıp da aldanmamasını ve mi’râc-ı
terakkiyât-ı ma’neviyyede mürîdi men’ ve te’hîr edecek olan şehevât vehîmetü’n-
nihâyâta takılıp bağlanmamasını ve kuhl-i غ البصر وما طغى ما زا 374 ile tenvîr-i dîde-i cân
ve
وال تمدن عينيك اال ما متعنا به ازواجا منهم زهرةا الحيوة الدنيا
375den istihsâl-i feyz ve irfân ederek refref-süvâr-ı âlem-i lâmekân ve vâsıl-ı bezm-gâh-ı
kurb-ı yezdân olmasını esrâr-ı müsterşidîne ilkā ve ifhâm eder.
İbâre-i hikmetteki 376ا إنما نحن فتنة فال تكفر cümlesi hark-ı esbâb ve âdetle
mücerred esbâba müstenid olan sihr miyânesindeki fark-ı azîmi ta’lîm ve enbiyâ ile
onlara tebeiyyet edeceklerin saâdet hâlini ve sehare ile sihirlerine iktidâ edenlerin
vehâmet-i istikbâlini tefhîm hikmetine mübtenî olarak arz-ı Bâbil’e inzâl olunan Hârût
ve Mârût [ 55 ] lisânından hikâyeten Kitâb-ı Hakîmde vâki’ نحن فتنة فال حتى يقوال إنما
.âyet-i kerîmesinden muktebestir 377تكفر
“Nûr-ı Zât-ı Hakkı hakkıyla şuhûd et ey gönül
Bunda yârin görmeyen yârın dahî a’mâ imiş”
374 Necm, 53/17 375 Tâhâ, 20/131 Onlardan ba’zı çiftlere kendilerini imtihân etmek için iğreti hayâtın süsü olarak sunduğumuz ni’metlere gözlerini dikme. 376 Bakara, 2/102“(biz bir imtihân aracıyız, sakın küfre sapma) 377 Bakara,2/102“ O iki melek demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı.”
191
22. Hikmet:
طلبك منه اتهام له
وطلبك له غيبة منك عنه
نهوطلبك لغيره لقلة حيائك م
وطلبك من غيره لوجود بعدك عنهMa’nâsı:
Ey tâlib-i hakîkat! Senin Cenâb-ı Melik-i Vehhâbtan bir ni’meti talebin ona
isnâd-ı töhmet ve şuhûd-ı Zât-ı Ehadiyyetini istemekliğin de ondan hükm-i gaybettir.
Ve mâsivâllâha meyl ve muhabbetin Haktan kıllet-i hayâdan nâşî bir keyfiyet ve
mâsivâllâhtan umîd-ı atâ etmekliğin de mu’tî-i hakîkîden gaflet ve muktezâ-yı
bu’diyyettir.
Nazmen tecrümesi:
Taleb bir ni’meti Haktan ona isnat töhmettir.
Talebkâr-ı huzûr olmak da ondan hükm-i gaybettir.
Hayâsızlıktır Allâh’ı koyup meyl eylemek gayre
Sivâdan arzû-yı matlab etmek de ne gaflettir.
Îzâh :
Bir sâlik-i ilâhî için tasavvuru kābil olan taleb dört vecih üzerine olup dördü de
hakîkat nokta-ı nazarından medhûl ve edeb-i ubûdiyyete karşı ma’lûldur. Onlar da
Allâh’tan taleb, Allâh’ı taleb, Allâh’tan gayrıyı taleb, Allâh’ın gayrîden talebtir.
Birincisi; sâlik Hak Teâlâ Hazretlerinin mukaddirü’l- umûr ve hâliku’l- hayrât
ve’ş-şurûr olduğunu ve i’tâsı vâreste-i iğrâz ve ihsânı ârî ani’s-süâl ve’l- a’vâz
bulunduğunu bildiği hâlde talebkâr-ı emel olmak Hakk’a muktezâ-yı adem-i vüsûk /55
ve emniyyet ve isnâd-ı töhmet olduğundan dolayı medhûldur.İkincisi kâinât merâyâ-yı
192
vücûd-i ilâhîsi olduğu cihetle her nereye bakılsa meşhûd-ı dîde olacak o nûr-ı zât
idiğinden ve böyle bilâ-tebeddül velâ-tegayyür el’ân kemâkâne olan Ma’bûd-ı hâzırı
talebe kalkışmak ise münâfî-i huzûr ve Haktan gaybûbeti iktizâ eder bir keyfiyet
olduğundan ma’lûldur.
Üçüncüsü, rızâ-yı ilâhî ancak takdîr-i sübhânîsine rızâda olup sâlike muktezâ-
yı ubûdiyyet-i mukadderât-ı samedânîyesinden her ne ki zuhûra gelirse onu ayn-ı
ni’met bilerek ne zehârif-i mevkate-i hayâta meyl ve muhabbet ne de keşf ü kerâmâta
ihâle-i nazar-ı himmet etmek lâzım gelirken a’mâl ve ef’âl de terakkiyât-ı dünyevîyye
ve mükâşefât-ı ma’neviyye gibi bir takım ilel-i gâiyye arzû eylemek alîmün-bizâti’s-
sudûr olan Hak Teâla Hazretlerine karşı kıllet-i hayâ ve sû’-i edepten neş’et
eylediğinden elbette gayr-i makbûldur.
Dördüncüsü, bir abd-i sâdıkın Ma’bûd-ı hakîkîsine karşı mahlukâttan hiçbir
kimseye arz-ı ihtiyâç etmemesi edeb-i ubûdiyyet ve hükm-i kurbiyyet ve Cenâb-ı
Hakk’a kurbiyet de mâsıvâllâhtan bu’diyyet iken bârigâh-ı ihsân-ı Ma’bûdu bırakıp da
bâb-ı abde ilticâ ve temennî-i i’râz-ı dünyâ etmek fa’âlün limâ yürîd hazretlerinden
gaflet ve semere-i hicâb ve bu’diyyet olduğundan mezmûm ve metbûldur.
Netîce-i Hikmet:Alâ-vechi’t-taabbüd ve’t-teeddüb olmayan ve evâmir-i
ilâhîyeye itâati ve izhâr-ı fakr ve hâceti mutazammın bulunmayan talebin gerek halka
gerekse Hakk’a mütaallık olsun inde’l-muvahhidîn el-mütecerridîn câiz olmayacağını
isbâttır. Zîrâ onlara göre irâde ve ihtiyâr, ihtiyâr-ı Cenâb-ı Perverd-gârdır. Talebsizlik bu
zümre-i fâniyyeye göre ayn-ı taleb ve taleb-i fâni hükm-i vâkiyye nazaran sû-i edeptir.
Bu meseleyi kıssa-i âtiyye pek güzel tasvîr eder.
Bir gün ser-halka-i hâcegân kutb-i Gucduvân Abdulhâlık (ö. 575/1179 veya
595/1199) hazretlerinin huzûr-ı lâmiu’n-nûr-ı ârifânelerinde bulunan bir mürîd-i
mübtedî yevm-i kıyâmette kendisi cinân ile nîrân arasında tahyîr olunûrsa cinân-ı câmi’
hazz-ı nefsânî olduğu için terk ve idbâr ve nîrânı muhâlif-i rızâ-yı nefs-i insânî
bulunduğu için arzû ve ihtiyâr edeceğini arz ve beyân etmesi üzerine mürşid-i müşârun
ileyh hazretleri mürîd-i mûmâileyhe hitâben: “Ey dervîş, nîrândan evvel sükûtu ihtiyâr
193
et ibrâz-ı irâde-i hodbînâne ile izhâr-ı sû-i edep eyleme. Cennet, Cenâb-ı Kird-gâr’ın
tecellîhâne-i cemâli, cehennem ise dâr-ı celâlî [ 56 ] olup kulunu bu iki hânenin birinde
bulundurmakta fâil-i muhtâr ve mürîd-i sâdık ise meslûbu’l-irâde ve’l-ihtiyârdır.”
buyurdu.
اى آهدارى ببندآى اقرار* آاربى اختيار خواجه مكن
378بند آانرا باختيار جه آار * هر آجا اختيار خواجه بود
23. Hikmet:
ما من نفس تبديه اال وله قدر فيك يمضيه
Ma’nâsı:
Ey sâhib-i nefes! Enfâs-ı Ma’dûde-i hayâtiyyenden izhâr ettiğin her bir nefeste
mukaddiru’l-enfâs olan Hak Teâlâ Hazretlerinin hakkında bir emr-i mukadderi vardır ki
onu elbette icrâ ve imzâ eder.
Nazmen Tercümesi:
Teneffüs ettiğin her bir nefes hakkında ey sâlik
Tecellîgâh-ı takdîr kadîm-i Rabb-i izzettir.
Îzâh: Enfâs zurûf-ı ekdâr-ı rabbu’n-nâstır. Her bir nefeste ni’met ve beliyyet,
tâat ve ma’siyetten her ne ki takdîr olunmuş ise elbette onu Cenâb-ı Hak izhâr ve ibrâz
edecektir. “Nefsin canı var. Tutmaya ne ziyânı var” sözü enfâs-ı ma’dûde-i
insâniyyenin zurûf-ı mukadderât-ı sübhâniyye olmasından dolayıdır. Enfâs insâna vedîa
olunmuş bir emânettir. Çünkü sermâye-i ömür ve mâye-i izz ü saâdettir.
378 (Efendinin tercihi ve iradesi olmaksızın bir işi yapma. Ey kulluğu ikrâr etmiş kişi! Efendinin tercihi olan yerde kullar için nasıl tercih olabilir.)
194
İnkıbâzı memât, inbisâtı hayâttır. Ahkâm ve ekdâr-ı ezeliyye-i ilâhîyenin
cüz’iyyât-ı umûr ibâdı istiğrâk ve bunun topu da min-cihetin hukûk-ı ilâhîyeyi istilzâm
eylemesi hukûk-ı mezkûre için enfâs-ı insâniyye ile kıyâmı, ve enfâs-ı mezkûreden rûz-ı
cezâda suâl ve isti’lâmı iktizâ etmiş ve enfâsın tedbîr-i umûr-ı dünyâ bâbında medâr-ı
cereyân olması da [ 57 ] onu rızâ-yı ilâhî hilâfında istihlâkın mûcib-i mücâzât olacağını
isbât eylemiştir. Şu hâlde sâlik-i müeddep her nefeste muhâfaza-i edep ve murâkaba-i
Rab eylemelidir ki cemî-i enfâsında tarîk-ı Hakk’a rehrev ve ashâb-ı enfâs-ı kudsiyyeye
peyrev olabilsin. İşte bu 379 الطرق الى اهللا تعالى بعدد انفاس الخال ئق cümle-i kudsiyyesinin
ma’nâsıdır.
380 االعلى اليك رسائل من الملئ * تامل سطور الكائنات فإنها
24. Hikmet:
يقطعك عن وجود المراقبة له فيما هو مقيمك فيه ال تترقب فروغ االغيار فان ذالك
Ma’nâsı:
Ey mürîd-i safâ-gerdâr, tehâcüm eden ağyârdan ferâğat-i kalbe intizar etme zîrâ
bu intizâr Cenâb-ı perverd-gârın seni ikāme ettiği evrâd ve ezkârda devâm-ı
murâkabeden istidbâr eder.
Nazmen Tercümesi:
İntizâr etme ferâğ-ı ağyârdan
Tâ ki dûr olmayasın dildârdan
Îzâh :
379 “Allâh’a giden yollar mahlûkâtın nefesleri adedincedir” Bu cümle Necmüddin-i Kübrâ’ya (ö. 618/1221) âittir. Bkz. Kübrâ, Necmüddîn Kübrâ, Usûlu Aşere, (Haz. Mustafa Kara, “Tasavvufî Hayât” İst. 1996, s. 33, II. Baskı. Dergâh yay. 380 Kâinâtın satırlarını düşün; çünkü orada mele-i a’lâdan sana gelen mektuplar vardır.”
195
Ağyârdan murâd ekserî ekdâr-ı dünyâ sebebiyle kalb-i mürîde vârid olup
şuhûd-ı Mevlâ ve huzûr ve safâya hâil olan zulumâttır. Bundan tamâmıyla ferâğat
husûlunü terakkub vazîfe-i ubûdiyyette teahhuru îcâb edeceğinden câiz olamaz .
Cenâb-ı müsebbibü’l-esbâbın hasebü’t-takdîr esbâbtan bir sebepte ikāme buyurduğu
mürîd-i sâdıka vâcib olan onun hakkını kendinde me’mûl olan ikinci bir vakti terakkub
etmemektir. Çünkü bu tarakkup mürîdi vakt-i evvelde mütehakkık olduğu hükm-i ilâhî
ile kıyâmdan avk ve te’hîr ve vecîbe-i zimmet-i ubûdiyyeti tesvîl eyleyeceğinden hilâf-ı
matlûb-ı müteâldir. [ 58 ]
Zîrâ, yâri ağyârsız aramak gülü hârsız istemek kabîlinden olmakla muhâldir.
Hatta Ebû Hafs-ı Kebîr (ö. 260/874) hazretleri: “Dervîş-i sâdık ancak hükm-i zamân ile
mütehakkık olandır. Eğerçi hükm-i zamândan onun işgâl edecek bir hâl zuhûra gelirse
ondan da tavahhuş ve tevakkî etmelidir.” dedi.
Sehl b. Abdullâh e’t-Tusterî( ö.273/886) hazretlerî de: “Ufûl-i şems ile zulmet-i
leyl hulûl ettiği vakitte kemâl-i selâmetle hukūk-ı leylî edâ ve nefs-i emmâresine
nasîhat-i lâzimeyi îfâ edebilmek için zamân-ı hâli iğtinâm etmek ve nehâra intizâr
etmemek lâzım gelir.” der idi. Kezâlik müşârun ileyh hazretleri: “Dervîş-i sahîh hangi
zamânda müsterîh olur.” suâline “İçinde bulunduğu vakit ve zamândan başka vakit ve
ân tasavvur etmediği vakitte müsterîh olur.” cevâbını verdi. Binâenaleyh ونبلوآم بالشر
âyet-i kerîmesini İmâm-ı Begavî,( ö. 516/1122) şiddet ve rehâ, sıhhat ve 381والخير
sakam, gınâ ve fakr ile ba’zıları da mahbûb ve mekrûh ile tefsîr ederek “Cenâb-ı
Yezdânın şer ve hayr ile ibâdını müptelâ etmesi bir abdin mazhar-ı hayr olduğunda
şükrünü masdar-ı şer olduğu zamânda da sabrını ihtiyâr etmek hikmetine mübtenîdir.”
dediler.
“Değildir âlem-i âzâd ki hengâme-i âlem
Cihânda herkesi bir gûne derde mübtelâ buldum.”
381 Enbiyâ, 21/35 Biz sizi iyilikle ve kötülükle imtihân ederiz
196
25. Hikmet:
مستحق وصفها وواجب نعتها فى هذه الدار فانها ما ابرزت اال ماهو ال تستغرب وقوع ا الآدار ما دمت
Ma’nâsı:
Ey mürîd-i evvâb şu mihnet-hâne-i ızdırâb olan dünyâda dâim oldukça vukû-ı
ekdârı istiğrâb etme! Zîrâ pîre-zen-i dünyâ ancak sıfât-ı zâtiyyesinin lâyıkı ve tabîat-ı
zarûriyyesinin lâzımı olan keyfiyyeti izhâr etti.
Nazmen Tercümesi:
Olma mustağrib-i âlâm ve nikam
Dâim oldukça bu dâr-ı gamda
Hayyiz-i fi’le çıkan dert ve elem
Hükm-i haktır ezelî âlemde [ 59 ]
Îzâh : Dünyâ dediğimiz şu güzergâh-ı sûret mezraa-i âhiret olmak üzere
müteşekkil bir dâr-ı mihnettir. Nûşu nîş, şarâbı serâb, ni’meti nikmettir. Her ferd-i insân
dâr-ı ihsân olan âhirette a’mâl-i dünyevîyyesinin muktezâsı üzere mücâzât ve mükâfât
görebilmek için bu mihnetsarâ-yı ibtilâya gelmiş ve silsile-i ihtiyâcâtın menât-ı kemâli
olan dâire-i tabîatta istihsâl-i metâlib-i tâmmeye adem-i muvaffakiyetinden dolayı
dûçâr-ı ekdâr olduğu hâlde kalmış bir esîr-i şehvettir.
Ef’âl ve a’mâli ise hevâ ve hevese muhâlefet veyâhut muvafakattan ibâret bir
keyfiyettir. Şu iki hâl dâire-i turuk veyâ ef’âlde vücûd-ı mahbûb ve matlûb-ı veyâhut
vukû-ı mekrûh ve mağdûbu iktizâ ve istikmâl edeceğinden lâ-cerem dünyâ-yı bî-vefâ
vicdân-ı mekârih ve mazarra ve bu sebeple vukû-ı âlâm ve ekdâra mahâl olmak üzere
yaratılmış bir hayâlhâne-i ibtilâdır. Binâenaleyh hayyiz-i zuhûra gelen umûrun topu
köhne dünyânın vasf-ı müstehakkı ve na’t-ı vâcib-i bi’l-hakkıdır. Dünyânın dâr-ı ekdâr
197
ve ağyâr ve ukbânın dar-ı bekā ve envar olmasındaki hikmet mü’minini fenadan bekāya
da’vet ve ni’met-i ebediyye ve müşâhedât-ı seniyye için celb-i nazar-ı dikkattır.
Bu da ancak mekârih-i dünyâya tahammül ve şehevât-ı nefsâniyyeden
tecerrütle olabileceğine mebnî bülbül-i bâğ-ı belâğ Efendimiz (s.a.v) hazretleri:
382حفت ا لجنة بالمكاره وحفة ا لنار بالشهوات
buyurdu. İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretleri de: “Henüz mahlûk olmayan bir
keyfiyeti taleb eden kimse it’âb-ı nefs ederse de merzûk olamaz” buyurması üzerine “O
nedir yâ imâm”: suâline “dünyâda râhattır” cevâbını verdi. Ebû Türâb (en-Nahşebî) (ö.
245/859) hazretleri: “İnsân istihsâli mümkün olmayan üç şeye muhabbet eder ki
beyhûde ihtiyâr-ı meşakkattir. Nefse muhabbet eder. O hevâ-yı nefs içindir. Rûha
muhabbet eder. O Allâh içindir. Mala muhabbet eder. O verese içindir. İstikmâli kābil
olmayan iki şeyi de taleb eder. Biri ferâh diğeri râhattır. Hâlbûki bunun ikisi de ahvâl-i
cennettir.” dedi.
Ba’zı hükemâ “Eğer ki dünyâ mekârih üzerine binâ olunmasaydı ...................
menâfi elbette........... olurdu.”383 dedi. Ba’zı büleğâ da “ Dâr-ı metâlif ve meâtıpta
selâmet [ 60 ] arayan mezâhif-i hayyât ve akârib üzerine temerruğ eden kimseye
benzer” dedi. Şu hâlde mürîd-i sâdıka lâzım olan sabır ve metânettir ki tâ ki şâhid-i
dilârâm-ı ma’rifet burka küşâ-yı feyz ve tecellîyât olsun. Fârûk-ı A’zam’ın bir racüle
kelâm-ı âtîsi bu bâbta ne büyük bir ders-i ibrettir. “Eğer hakkındaki hükm-i kader mürûr
eder. Fakat me’cûr olursun. Şikâyet edersen emr-i ilâhî yine yerini bulur. Şu kadar ki
me’zûr olursun.”
عزذى الجالل درفقرست زانكه * مالل اين وبكذار با فقر صبرآن
382 Cennet zorluklarla, cehennem şehvetlerle kuşatılmıştır” 383 okunamadı.
198
384 دوتو بينى اندر غنا تا بفقر * دوتو روزى فقررا آن امتحان
26. Hikmet
وال تيسر مطلب انت طالبه بنفسك ماتوقف مطلب انت طالبه بربك
Ma’nâsı:
Ey mürîd! Müsteînen-billâh tâlibi olduğun maksad taassür ve bizzat ta’kîb
ettiğin matlab teyessür etmez.
Nazmen Tercumesi:
Tavakkuf eylemez bir maksat-ı aksâ ki âlem de
Onun sen avn-i Yezdân ile oldun tâlibi ey dil
Dahi şol matlab-ı a’lâ ki bizzat eyledin ta’kîb
Husûlü hayyiz-i imkânda sehl olmaz olur müşkil
Îzâh: Buradaki matlab metâlib-i dîniyyenin ve mercii dîn olan makāsıd-ı
dünyevîyyenin topuna şâmildir. Şol mürîd-i sâdık ki ihtiyâcât-ı beşeriyye ve havâyic-i
külliyesini Cenâb-ı Hakk’a tefvîz ve her hâl ve mahalde dârü’l-emân-ı ilâhîyesine ilticâ
ve her bir emrinde lutf-i sübhânîsine tevekkül ederse müsehhilü’l- umûr olan Allâh da
onun cemî-i müşkilâtını teshîl ve baîdü’l-vusûl olan her matlabını takrib ve asîru’l-husûl
olan her maksadını teysîr eyler. Şol mürîd-i hodbîn ki ilim ve dirâyetine güvenir. Ve
havl ve kuvvetine i’timâd eder. Onu azizün züntikām hazretleri kendi hâline bırakarak
mahrûm ve mahzûl ve metâlib ve me’rebinden mehcûr ve melûl eyler. [ 61 ]
384“Değil mi ki Allâh indinde izzet fakirliktedir. Fakirliğe sabr et ve bu hüzünden geç.Bir günde fakirliği iki kat imtihan et. O zaman fakirlikteki zenginliği iki kat görürsün.”
199
“Bir kimse değil sırr-ı kaderden âgâh
Mâni’ de mu’tî de Cenâb-ı Allâh
Lâzımsa da esbâba tevessül etmem
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh.”
27. Hikmet:
النجح فى النهايات الرجوع الى اهللا فى البداياتعالمات من
Ma’nâsı:
Seyr u sülûkte Allâh’a rücû, hâl-i vusûlde emn ve felâhın alametlerindendir.
Nazmen Tercumesi:
Sülûkünde Hüdânın emrine tâbi’ olan sâlik
Olur hâl-i vusûlünde emînü’l-âkıbe dâim
Îzâh: Her mürîd-i sâdık için bir bidâyet bir de nihâyet vardır. Bidâyeti hâl-i
sülûk nihâyeti hâl-i vusûldur. Cenâb-ı Hakk’a rücû ve a’mâl-i ma’lûlesine i’timâd
etmeksizin Haktan istiâne ve ona tevekkül ile tashîh-i bidâyet eden mürîd nihâyet
sülûku olan hâl-i vusûlde rücû ve inkıtâdan emîn olarak me’mûnü’l-âkıbe ve
mashûbu’n-necât olur.
Bunu müeyyid olmak üzere ba’zı ehl-i tahkîk: “Haktan rücû eden kimse vuslat
hâsıl olmaksızın ancak tarîkından rücû eder eğer ki ser-menzil-i maksûda vâsıl olsa idi
rücû etmezdi” buyurmuştur. Bir mürîd ki hâlini vech-i meşrûh üzerine tashîh etmezse
nihâyet-i hâlinde zuhûr-ı hicâb ile feyz-i ilâhîden munkatı’ ve geldiği yola ric’at-i
kahkariyye ile râci’ olur.
200
Ba’zı ulemânın “Her kim vuslat- ilallâh Allâh’ın gayrıyla olduğunu zannederse
mehcûr olur. Her kim ibâdette nefsinden istiâne ederse nefsine havâle olunûr.”
buyurması da cümle-i ahîreyi te’yîd eder.
Hülâsa; mürîd-i sâdık bidâyet ve nihâyetinde belki cemî-i hâlâtında
mütevekkilün-alallâh müstaînun-billâh olmak ve kendinde havl ve kuvvet ve ubûdiyyet
ve ibâdete kudret [ 62 ] görmemek lâzımdır. İşte kavâid-i sülûkun mübnâ aleyhi olan
esâs tarîkat da budur.
“Sal keşti-i umûrun bahr-i tevekkülde ak
Aç bâdbân-ı himmetin yan gel de seyre bak”385
28. Hikmet:
اشرقت نهايته من اشرقت بدايته
Ma’nâsı:
Bidâyeti parlak olanın nihâyeti de parlak olur.
Nazmen Tercümesi:
Evvelî parlak olan âhiri de parlak olur.
Îzâh:
İşrâk-ı bidâyetin ma’nâsı mürîd-i sâdıkın her türlü ibâdât ve her nevi evrâd ve
tâat ile evkātını tezyîn ve ta’mîr ve buna tamâmıyla musâberet ederek tecellîhâne-i
kalbini envâr-ı ezkâr ile tenvîr etmesidir. İşrâk-ı nihâyetin ma’nâsı da devâm-ı ibâdet ve
husûl-ı ihlâs ile cûybâr-ı feyz-i Rabbânî ve enhâr-ı tecellî-i sübhânînin kalb-i sâlikte alâ-
vechi’l-etemm feyezânı ve Cenâb-ı Hak ile sâlik arasına haylûlet edip de zuhûr-ı nûr-i
ma’rifete hicâb olan kudûrât-ı nefsâniyyenin zevâl ve seyrânıdır. Her hangi sâlik
385 Şaiiri belli değil. Bkz. “E.Kemal Eyüboğlu, Şiirde ve Halk dilinde Atasözleri ve Deyimler, İst. 1975, c.II, s.415”
201
bidâyet-i sülûkunda kalîlu’l- içtihâd olursa nihâyet-i emrinde işrâk-ı nihâd hâsıl edemez
ve ona bâb-ı füyûzât küşâd olunsa da hakkıyla meftûh olamayacağından devâm ve
bekāsından emin olunamaz yâhut işrâk-ı bidâyet Cenâb-ı Mevlâya rücû ve ilticâdan ve
işrâk-ı nihâyet de husûl-i vusûl ve devâm-ı tecellî-i Hüdâdan ibârettir.
386 سند من مفتح االبواب * هرآسى را سند بوديك باب
[ 63 ]
29. Hikmet
ماستودع فى غيب السرائر ظهر فى شهادة الظوافر
Ma’nâsı:
Gencine-i serâir ve kulûba vedîa olunan maârif ve envâr a’zâ ve cevârihte zâhir
ve âşikâr olur.
Nazmen Tercümesi:
Serâirde olan bâtın
Zevâhirde olur zâhir
Îzâh: Her şeyin zâhiri unvân-ı bâtın olduğuna “ve eserrahû serîrahû” üzerine
delâlet ettiğine mebnî işbû hikmet hâl-i sâliki ve kalb-i sâlikte mütecellî olan mezîd-i
mütedâriki mübîn bir tibyân-i hakîkattir.
Hükümrân-ı kulûb olan ahvâl dâimâ vücûh ve zevâhirde rûnümâ-yı âsâr
olduğundan şerîat-i mutahhara ikrâr ve a’mâli hakîkat-i îmân olan tasdîk-i kalbiyye delîl
etmiş ve sohbet ve muhabbeti arzû olunan bir kimsenin ahvâl-i bâtınesine şevâhid-i
zâhiresiyle istidlâl olunagelmiştir. Hatta Ebû Hafs Kebîr (ö. 260/874) hazretleri edîb-i
bezm-i ilâhî Cenâb-ı Risâlet Penâhî Efendimizin bir racüle işâret sûretiyle: 386 Herkese delil olarak bir kapı yeter.Benim senedim ise kapılar açandır.
202
“Eğer ki şu adamın kalbi Allâh’a karşı hâşi’ olsa idi a’zâ ve cevârihi de hâdı’
olurdu.” 387buyurduklarını delîl ittihâz ederek “Hüsn-i edeb-i zâhir hüsn-i edeb-i bâtının
âyinesidir.” der idi. Müşârun ileyh hazretleri kıt’a-i Irâk’ı teşriflerinde ziyâret-i
seniyeylerine giden Seyyidü’t-tâife Cenâb-ı Cüneyd Bağdâdî (ö.297/909)ashâb-ı
müşârun ileyhi pek ziyâde mutî’ ve münkād gördüklerinde “ Yâ Ebâ Hafs ashâb-ı
kirâmınızı bir pâdişâha yakışır sûrette te’dîb ve terbiye buyurmuşsunuz” hitâbına
müşârun ileyh hazretleri “Ya Cüneyd öyle değil lâkin ashâbımın âdâb-ı zâhireleri âdâb-ı
bâtınelerinin unvân-ı haşmet nişânıdır.”388 cevâbını verdi.
Bu hâlde erbâb-ı sülûk emmâre bi’s-sû’ olan nefslerinin iğrâz ve âmâlinden
dâimâ [ 64 ] basîret üzerine olmalıdır ki zevâhir-i ahvâli bırakıp da serâir-i kulûbun
salâhını îhâm eden ef’âl ve a’mâl sebebiyle esîr-i dâm-ı desâis ve hıyel olmasın. Çünkü
bu hâl sûretsiz sîreti kışırsız lübbü lafızsız ma’nâyı taleb kabîlindendir ki bîmeâldir. Bir
kimse ki kalben ma’rifetullâh ve muhabbet-i Resûlullâhı iddiâ ettiği hâlde kavlen ve
fiilen evâmir-i ilâhîyeye imtisâl ve nevâhî-i sübhâniyyeden içtinâb ve sünnet-i
risâletpenâhiye temessük ve i’tisâm etmezse elbette o müddaî 389 نحن أبناء الله وأحباؤه
nazm-ı celîline mâsadak bir kezzâb-ı düzeh müstehaktır 390أفرأيت من اتخذ إلهه هواه eğer
ki bu müddaî bâtınen iddiâsına muhâlif hâl ve hareketle muttasıf ve zâhiren de cadde-i
i’tidâlden münharif ise o hâlde gayri şüphesiz ekzeb ve hâl ve kāli şirk ve nifâka akreb
olmakla ondan Cenâb-ı Hakk’a istiâze olunmak lâzımdır.
تعصى االله وانت تظهر حبه
ا لعمرى فى القياس بديعهذ
حبك صادقا ألطعته آان لو
387 Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, II, 130. Bu hadîsi Kuşeyrî “Huşu” bahsinde nakletmiştir..Bkz. er-Risale.(Arapça) s. 144; trc. s. 284 388 Kuşeyrî, a.g.e. s. 286, trc.(Uludağ) s. 458 389 Mâide, 5/18(Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilileriyiz. 390 Casiye, 45/23(Hevâ ve hevesini ilâh edinenleri gördün mü?
203
391ان المحب لمن يحب مطيع
30. Hikmet
المستدل به عرف الحق الله فاثبت المر من وجود اصله شتان بين من يستدل به ومن يستدل عليه
و متى بعد حتى تكون االثار هى والسدالل عليه من عدم الوصول اليه اال ف غاب يستدل عليه
تى توصل اليهال
Ma’nâsı:
Cenâb-ı Kibriyâ ile vücûd mâsivâya ve mâsivâ ile vücûd-ı kibriyâya istidlâl
eden şu iki fırka beyninde bu’d-ı azîm oldu. Cenâb-ı Hak ile vücûd-ı halka istidlâl eden
kimseye hakîkat-ı vücûdun vasf-ı kıdemle ittisâf eden Vâcibü’l-Vücûda mahsûs olduğu
ma’lûm ve meşhûd oldu da vücûd-ı mevhûm-ı ekvânın vücûd-ı ma’lûm-ı Yezdândan
müstefâd olduğunu isbât etti.
Halk ile vücûd-ı Hak üzerine istidlâl ise Cenâb-ı Melik-i Müteâle adem-i
vüsûlden nâşîdir. Yoksa o Âlimü’ş-şehâde ve’l-gayb ne zamân gâib oldu ki eşyâ-ı
hâzıra ile onun vücûduna insân istidlâl ve o
من حبل الوريدالينا أقرب
392ne vakit baîd oldu ki âsâr-ı garîbe onun bârigâh-ı ehadiyyetine erbâb-ı hicâbı îsâl
etsin [ 65 ]
Nazmen Tercümesi:
Vücûd-ı Hak ile ekvâna istidlâl eden âkıl
O ekvânı delîl-i Hak edenden oldu çok fâzıl
391 “Râbiatü’l-Adeviyye”. (Allâha isyan edip durduğun hâlde O’nun muhabbetinden dem vuruyorsun..Kasem ederim ki bu anlaşılır gibi değil!Eğer muhabbetinde sadık olsaydın O’na itaat ederdin; Çünkü seven sevdiğine itâat eder) 392 Kaf 50/16“Biz ona şâh damarından daha yakınız
204
Vücûd-ı Hak ile eşyâya istidlâl eden şol zât
Verip Hakk’a vücûdu eyledi isbât-ı mevcûdât
Vücûd-ı Hakk’a âsârıyla istidlâle kalkışmak
Onun mahcûbu olmaktan gelen bir hâldir mutlak
Aceb gâib mi kim muhtâc-ı istidlâl ola Mevlâ
Baîd olmuş mu hiç tâ ki ona mûsil ola eşyâ
Îzâh:
Nev’-i benî âdem, evvel-i neş’et ve mebde’-i hilkatinde cehl ile mevsûm ve
ona eşyâ bilcümle gayr-ı ma’lûm idi. Muzîk-i rahm-ı mâderden hâiz-i hükm-i
-oldukları hâlde sahrâ-yı vesîatü’l 393 ه أخرجكم من بطون أمهاتكم ال تعلمون شيئاوالل
enhâ-yı vücûda gelmişler. Ve ba’zıları 394 وجعل لكم السمع والأبصار والأفئدة
simât-ı ni’met-i ilâhîyesinden hûşe-çîn-i ma’rifet olarak inâyet-i mahsûsa ve velâyet-i
mümtâze ile muhtâr-ı sübhânî ve bende-i hâs-ı semedânî olmuşlardır. Bu lutf-ı bî-
imtinân işbû fırka-ı irfân için nisbet ve kurbet-i ma’neviyye hâsıl ettiğine ve bu da en
büyük şükür ve mahmideti müstelzim olduğuna mebnî Cenâb-ı Hak âyet-i kerîme-i
mezkûreyi 395 لعلهم يشكرون ile nihâyet buldurmuştur. Bu fırka-ı şâkire murâdân ve
mürîdîn ta’bîr-i âherle meczûbîn ve sâlikîn namlarıyla iki kısma taksîm olunmuştur.
Birinci kısım ki murâdân ve nâm-ı âherle meczûbîndir. Bunlar taraf-ı ma’nevî
ilâhîye ibtidâen cezb olunûrlar ise ehl-i şuhûd ba’de’s-sülûk meczûb olurlar ise ârifîn
ıtlâk olunûrlar. Bu fırka-i nâciyenin âlemde vücûd-ı ilâhîyeden başka bir mevcûd dîde-i
hak-bîn ma’rifetlerine meşhûd olmadığından ve bunlara vech-i kerîm-i ilâhîsiyle Cenâb-
ı Hak müvâcehe buyurarak gönüllerine kazf-i nûr-ı ma’rifetle kendini bildirmiş
393 Nahl, 16/78(Allâh sizi hiç birşey bilmezken annelerinizin karnından çıkardı 394 Mülk, 67/23 Allâh size kulak, göz ve kalp verdi 395 İbrahim, 14/37 Umulur ki şükrederler.
205
olduğundan bunlar ancak vücûd-ı ilâhî ile mevcûdâta bi’l-istidlâl 396ال موجود اال هوdeyip
dururlar. Gerçi zümre-i ârifîn de ehl-i şuhûd gibi ehl-i cezbeden iseler de ahvâl-i
vâkılarında şiddet-i temekkünlerinden dolayı cezbe ve aşk ehl-i şuhûdda olduğu gibi
zevâhir-i hâllerinde zâhir ve nümâyân olmaz. Bu sebepten dolayı erbâb-ı hakîkat ehl-i
sülûkun nihâyeti ehl-i cezbenin bidâyeti olduğuna kāil oldular. Cezbe cihetinden a’zam-
ı nâs enbiyâ ve mürselîn olduğu da nigâşte-i sahîfe-i haberdir. [ 66 ]
İkinci kısım mürîdin ve nâm-ı âher ile sâlikîndir. Bu fırka-i sâdıka hâl-i
sülûklarında rü’yet-i ağyâr ve şuhûd-ı âsâr sebebiyle Cenâb-ı Kird-gâr’dan mahcûb ve
pîş-gâh-ı nazarlarında meşhûd ve zâhir olan ancak ekvân olmak cihetiyle vücûd-ı Hak
merhûn-ı gencine-i guyûbtur.
Bu cihetle müşârun ileyhim hazerâtı evvelemirde vücûd-ı Hakk’ı
göremediklerinden nâşî vücûd-ı halk ile Hakk’a istidlâl ve mechûl olan eşyâyı ma’lûm-ı
bî-iştibâh olan Hâliku’l-eşyâya ve ma’dûm olan ekvân-ı Vâcibü’l Vücûd olan Yezdâna
ve emr-i hayâlî olan âlem-i zâhir ve celî olan mülk-i allâme delîl-i zîbâl ittihâz ettiler.
Bunların bu zehâbı vücûd-ı hicâb ve vukûf-ı esbâb ve adem-i vusûl ve iktirâb
sebebiyle olduğundan ve fırka-i murâdân ise âlemde Vâcibü’l-Vücûddan başka bir
mevcûd görmeyip cemî-i mevcûdâtı vücûd-ı Rabbânîden müstefâd görerek Hak ile
halka istidlâl eylediklerinden şu iki fırka beynindeki bûn baîd ve fark azîm sâbit ve
nümâyân oldu. Şu kadar ki ehl-i şuhûdun istidlâli hâl-i cezbede olmayıp hâl-i sahv ve
ifâkatte olduğu gibi delîl-i aklî ve nazar-ı fikrî ile olmayıp mücerred vücûd ve sübûd-ı
eşyâ vücûd ve sübût Hâliku’l-arz ve’s-semâ’ ile olduğunu mülâhaza iledir. Çünkü eşyâ
için vücûd yok ki. Vücûd-ı Hâliku’l eşyâya mûsıl vuzûh ve zuhûr yok ki nûru’l- arz
ve’s-semâ’yı mûzıh ve muzhir olsun. Bir de delâil ve berâhîn gâib ve matlûb içindir.
Hâzır ve meşhûd için değildir. Zîrâ meşhûd vuzûh-ı şuhûd sebebiyle ihtiyâc-ı delîlden
müstağnî olduğuna mebnî onu ma’rifet ibtidâen tavsîl-i vesâil i’tibâriyle kesbî olursa da
bilâhare bedâhete avdetle yine zarûrî olur. Şu hâlde zâtında vuzûhu sebebiyle bir hâdis
delîlden müstağnî olursa muhdis-i hakîkî daha ziyade müstağnî ani’d-delîl olmaz mı?
396 (Allâh’tan başka hiçbir mevcûd yoktur)
206
“Zuhûru perde olmuştur zuhûra
Gözü olan delîl ister mi nûra”397
31. Hikmet:
السائرون اليه) ومن قدر عليه رزقه (الواصلون اليه) لينفق ذو سعة من سعته(
Ma’nâsı:
[ 67 ] Ehl-i kudret sea-i hâlince infâk etsin demek olan لينفق ذو سعة من سعته 398 nazm-ı celîlinin ma’nâ-yı işâretiyle murâd, vâsıl-ı vahdethâne-i Rabbu’l-ibâd, ve
rızkı dar kılınan kimse ma’nâsına cümle-i Kur’âniyyesinin 399 ومن قدر عليه رزقه
mantûk-ı münîfinden müstefâd da sâlik-i tarîk-i Rabb-i endâd olanlardır.
Nazmen Tercümesi:
Ehl-i kudret vüs’at-i hâlince infâk eylesin
Böyle emretti Hüdâ bundan murâdı vâsilîn
Bulunduğundan eylesin infâk rızkı dar olan
İş bu fermânıyla da ma’nâ ricâl-i sâlikîn
Îzâh:
Bu âyet-i kerîme mutallaka ve çocuğunu murzia olan kadınları zevc-i
mutallıkın mûsir olsun mu’sir olsun infâk etmesi şer’an lâzım olduğuna dâirdir. Cümle-i
ûlânın ma’nâsı erbâb-ı servet ve samândan olan zevc sea-i hâl ve iktidârı derecesinde
zevce-i mutallaka-i murziasını infâk etsin. Cümle-i sâniyenin “men” kelime-i
397(Aziz Mahmut Hüdâî), Bkz. Konuk, c.IV, Fususu’l- Hikeme Yapılan Ba’zı İtirazlar, Selçuk Eraydın. 398 Talak,65/7 399 Talak,65/7
207
şartiyyesinin cevâbı olan 400 فلينفق مما آتاه الله cümle-i cüz’iyyesinin
mülâhazasıyla berâber ma’nâsı vüs’at-ı rızka mâlik olmayıp da emr-i intiâşta zarûret
çekenlerde zevce-i mutallıka murzıasını Cenâb-ı Hak ihsân buyurmuş ise ondan infâk
eylesin demektir.
Fakat burada vâsıl-ilellâh olanlarla henüz sâlik-i tarîk-i hakîkat-i iktinâh
bulunanların ahvâl-i vâkıalarına işâret olunuyor. Çünkü zümre-i vâsilîn tatlik pîrezen-i
dünyâ ile sicn-i rü’yet-i ağyârdan fezâ-yı vesîatü’l-enhâ-yı tevhîde çıktıkları vakitte
nazar-ı istifsâr-ı irfânları mesâfesi tevessü’ etmekle şu sea-i hâlden ashâb-ı isti’dât ve
kemâli istedikleri gibi infâk ve telattuf ve âlem-i tahakkuk ve taayyünlerini arzû ettikleri
vecihle tedbîr ve tasarruf ederler.
Fırka-i sâlikîn ise henüz makdûru’r- rızk-ı ilim ve irfân ve muzîk-i hayâlât ve
rüsûmda esîr-i dâm-ı nefs ve şeytân olduklarından onlar da derece-i iktidâr ve
taayyünlerine göre bâzil-i nakd-i hâl ve âlem-i husûsîlerinde hükümrân-ı ef’âl olurlar.
401مور در خانه خود حكم سليمان دارد
[ 68 ]
32. Hikmet:
وار المواجهة فاالولونوالواصلون لهم ان اهتدى الراحلون اليه بانوار التوجه
قل الله ثم ذرهم في خوضهم يلعبوندونه لالنوار وهئالء االنوار لهم النهم هللا اللشئ
Ma’nâsı:
Erbâb-ı seyr ve rıhlet envâr-ı teveccüh ile mazhar-ı hidâyet oldu. Ashâb-ı
vuslat ise envâr-ı müvâcehe-i sübhâniyye ile hâiz-i şeref ve saâdettir. Fırka-i ûlâ
400 Talak, 65/7 Allâh’ın ona verdiğinden infâk etsin 401 Evindeki karınca Süleyman hükmündedir.
208
muhtâc-ı envâr fırka-i sâniye mâsivallâhtan münselik ve Hak ile mutahakkık
olduklarından envâr onlar için sâbit ve berkarârdır. Ey mürîd
-Allâh de bundan sonra abede-i mâsivâyı havz قل الله ثم ذرهم في خوضهم يلعبون
ı hevâlarında oynar oldukları hâlde terket.”402
Nazmen Tercümesi:
Buldu envâr-ı teveccühle Hüdâ
Hakk’a rıhlet eyleyen ehl-i safâ
Vâsilîne oldu envâr-ı şuhûd
Mukteza-yı feyz-i Mevlâ-yı Vedûd
Râhilîn-i envâra hâdim oldular
Vâsilîn-i envâr lâzım oldular
Çünkü mahsûs-ı Hüdâdır vâsilîn
Onlar olmaz mâsivâllâha karîn
Ey mürîd Allâh de et terk-i sivâ
Oynasın havzında varsın zî-hevâ
Îzâh:
Envâr-ı teveccühten maksad ibâdât ve muâmelât ve riyâzât ve mücâhedât ile
kulûb-ı sâlikînde tecellî efzâ-yı zuhûr ve rehnümâ-yı vüsûl olan envâr-ı ma’rifettir.
Envâr-ı müvâceheden maksûd ezelen havâss-ı ibâdı hakkında hüküm fermâ-yı cereyân
olan irâde-i ilâhîye ve inâyet-i sübhâniyyeden dolayı hazreti ilmiyye-i samedânîyyeden
teveccüh efzâ-yı ikbâl olan envâr-ı cezbe ve muhabbettir.
Fırka-i ûlâ vesîle-i husûl-ı makāsıd ve muhtâcun ileyhi metâlib olduğu için
envârın mülâzımı fırka-i sâniye ise nûru’l- arz ve’s-semâ’ olan Cenâb-ı Mevlâ ile
müstağnî ani’l-eşya ve meczûb-ı kibriyâ olduklarından nâşî envâr onların lâzımıdır.
402 Enâm, 6/91
209
“Allâh de ya’ni envâr ve ağyâra meyl etme bundan sonra abede-i mâsivâyı havz-ı
hevâlarında [ 69 ] oynar oldukları hâlde terk et işâretini mutazammın olan 403 قل الله
âyet-i kerîmesi “taraf-ı sübhânîden hiçbir şey nev’-i beşer üzerine inzâl olunmadı”
diyerek nüzûl-i Tevrât ve Kur’ânı inkâr eden kavm-i Yehûda karşı Cenâb-ı Hakk’ın
Nebiyy-i âhiru’z-zamân Efendimiz hazretlerine “kitâb-ı Tevrâtı inzâl eden hazretullâh
olduğunu söyledikten sonra “sen onları güft-gûy-ı bî-ma’nâlarında terk et”404 fermân-ı
samedânîsini hâvi olan nazm-ı Kur’ândan muktebestir. Tevrâtın taraf-ı ilâhîden nüzûlü
kavm-i Yehûdca da kābil-i inkâr olmadığı hâlde şiddet-i adâvet ve sevk-i hiddetle onun
nüzûlünü dahi inkâr eden ahbâr-ı Yehûddan Mâlikî böyle bir kizb-i sarîhi ihtiyâr
ettiğinden dolayı kavmi hıbriyyetten ya’ni hahamlıktan azl ile yerine Ka’b bin Eşref’i
nasb etmiş oldukları bu âyet-i celîlenin sebeb-i nüzûlü olarak beyân buyrulmuştur.
Binâen aleyh iş bu nazm-ı celîlin ma’nâ-yı işârisindeki adem-i mülâhaza-i ağyâr ile
efrâd-ı tevhîd-i hasîsa-i vâsilîn olan hakka’l-yakîn ve rü’yet-i mâsivâ ise havz ve la’b
olduğundan sıfât-ı mahcûbîndir. Ma’ma’fi fırka-i hâizîn ve lâibînin şirzime-i mahcûbîn
olduğunu
وآنا نخوض مع الخائضين 405 ve 406 في شك يلعبونبل هم âyet-i kerîmeleri de
isbât eder.
33. Hikmet:
خير من تشوفك الى ما حجب عنك من الغيوب تشوفك الى ما بطن فيك من العيوب
Ma’nâsı:Ey mürîd; sende mebtûn olan uyûbu ma’rifete himmet ve teşevvüfün,
senden mestûr olan guyûba ikbâl ve teveccühünden daha hayırlıdır.
Nazmen Tercümesi:
Talebkâr-ı guyûb olmaktan elbet
403 Enam,6/91(Allâh de....) 404 Enam 6/91 405 Müddessir, 74/45 Bizler dalâlete dalanlarla berâber dalâlete giriyoruz 406 Duhan 44/9(Bilakis onlar bir şüphenin içinde oynaşıp duruyorlar.
210
Uyûb-ı zâtını bilmek güzeldir
Îzâh:
İnsânın riyâ, sû’-i hulk, müdâhene, hubb-i riyâset ve câh gibi uyûb-i
nefsâniyyesine [ 70 ] vâkıf olarak riyâzat ve mücâhede ve ibâdetle onu izâleye himmet
ve esbâb-ı ihlâsı istikmâle gayret eylemesi hafâyâ-yı kader ve letâif-i iber, esrâr-ı ilâhîye
ve maârif-i ledünniyye kerâmât-ı kevniyye ve mükâşefât-ı kalbiyye gibi guyûb-ı
melekûtiyyeti şuhûd ve ma’rifetten (İzâle-i uyûb muktezâ-yı taleb-i sübhânî ve keşf-i
guyûb ise mübteğâ-yı emel-i nefsânî olduğu için) elbette hayırlıdır. Çünkü ibâdetle
keşf-i guyûb arzûsuna düşmek ubûdiyetle istihsâl-i rızâ-yı ilâhî etmeye münâfî olur. Ve
hamyâze-i kerâmete mübtelâ olan gönül de zevk-i vuslattan mahrum kalır. İnsân-ı
kâmile lâzım olan ise tâlib-i kerâmet olmak değil râğib-i istikāmet olmaktır. Zîrâ
kerâmet matlûb-ı ibâd, istikāmet matlûb-ı Rabb bî-endâd olduğundan muvâfık-ı rızâ-yı
ilâhî olan istikāmet mutâbık-ı rızâ-yı abd-i mübâhi bulunan kerâmete tercîh olunmalıdır
ki vazîfe-i ubûdiyyet tamâmiyle îfâ olunmuş ve husûl-i istikāmet içinde meâyıb-i
nefsâniyeye vukûf ve izâlesine himmet edilmelidir ki tâ ki âfâttan safâ-yı a’mâl
kudûrâttan nekā-yı ahvâl hâsıl olmakla mir’ât-ı zâttan gubâr-ı cehl ve gurûr müntefî, ve
silsile-i vâridâttan mevâdd-ı şurûr munkatı’ olmuş olsun. Nasıl ki
من عرف نفسه فقد عرف ربه
407 hadîs-i şerîfînin mantûk-ı münîfince ma’rifet-i ilâhîyeyi müstelzim olan
ma’rifet-i nefsten murâd da meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilerek izâlesine gayretle husûl-ı
kemâl ve şuhûd-ı nûr-ı zi’l-celâldir.
Meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilmek için dört esbâb gösterilmiştir. Birincisi mürşidîn-
i kâmilîndir ki dâmen-i inâbet ve irşâdlarına sarılan müsterşidîni tarîk-i Hakk’a hidâyet
ve meâyıb-ı nefsâniyye ve mehâlik-i şehevâniyyeye irâe ile istikmâl esbâb-ı kemâl ve
ma’rifet ederler. Kendileri muhtâc-ı irşâd olan müteşeyyihîn bu bâbta bâis-i işkâl
olmaz.
407 el-Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, II, 262. (Kim nefsini bilirse Rabbini bilir
211
İkincisi sadîk-i sadûk ve refîk-i halûktur ki musâhabet cân-fezâ ve irşâdât-ı
hakîkat-pîrâsıyla musâhabân ve ahillâsını nevâkıs-ı a’mâlden kemâle ve meâyıb-ı
ahvâlden hayyiz-i zevâle çıkarırlar. Muhabbet ve refâkatleri iğrâz-ı nefsâniyyeden hâlî
olmayan ihvân-ı zamân ise mûcib-i suâl olmaz.
Üçüncüsü cüst-cû-yı meâyıb eden a’dâdır ki bunlar dâimâ adâvet ettikleri
zevâtın meâyıbını tasvîr ve nevâkısını teşhîr edeceklerinden ve onların sihâm-ı lisân-ı
fasl [ 71 ] ve mezimmetlerine hedef olmamak için dâimâ o ahvâl-i mezmûme ve sıfât-
ı ma’yûbenin izâlesi iltizâm olunacağından zümre-i a’dâ mu’terizun-aleyhlerinin tehzîb-
i ahlâk ve tasfiye-i ahvâline ahibbâ-yı müdâhene etmeden ziyâde hizmet etmiş olurlar.
Hatta İmâm Şâfiî (ö.204/819) hazretleri: “Dostundan ziyâde düşman benim için
hayırlıdır. Çünkü dost meâyıbımı setr ve ihfâ edeceğinden beni nâkıs bırakır. Düşmanım
ise nevâkısımı izhâr eyleyeceğinden beni hayyiz-i kemâle getirir.” buyurmuştur.
Dördüncüsü ihtilât-ı nâstır. Zîrâ insân benî nev’inde gördüğü kemâlâtı istihsâle,
nevâkısını izâleye çalışmak muktezâ-yı tabîat-ı beşeriyyedir. Âlemde hiçbir kimseye
tesâdüf olunmaz ki ilmin kemâl, cehlin noksân olduğunu bilip de hatta kendisi cehl ile
muttasıf olduğu hâlde câhil denildiğinde yine eser-i infiâl göstermesin. Binâenaleyh
bed-siriştan-ı zamân dahî hüsn-i ahlâkın meftûnudur. Şu hâlde insân ihtilâtı nâs ile
iyiliği fenâlığı yek diğerinin zıddıyla bilmukāyese terk-i mesâvi ve celb-i mehâsine
meyl ve muhabbet edeceğinden ihtilât-ı nâsta esbâb-ı tezkiyeden ma’dûddur. Hatta
Hazreti Lokmân’a “Edebi kimden öğrendiniz” suâline “Edepsizlerden öğrendim çünkü
onların edepsizliğinden müteessir oldukça edebe mülâzım oldum” cevâbını vermiştir.
Şu dört hâl gerçi esbâb-ı tezkiyeden ise de fakat birincisi mevcût olduğu hâlde
mütebâkîsine lüzûm görülemez. Kıssa-i âtiye mürîde taleb-i guyûbtan ziyâde izâle-i
uyûbun lüzûmunu isbât eder hikâyât-ı latîfedendir. Zühhâd-ı Benî İsrâilden biri
behresine yalnız altı gün iftâr etmek şartıyla tamam yetmiş sene sâim olur. Bir gün
Cenâb-ı Hakk’a, şeyâtînin nev’-i benî âdemi ne sûretle iğvâ ve izlâl ettiklerini
göstermesini istid’â ve istifsâr ve bu duâda ilhâh ve ısrâr ederse de eser-i icâbet
göremediğinden bir kere de dönüp bâri kendi hatîâtımı ve Ma’bûd-ı zîşânımla bu abd-i
perîşânı miyânesindeki zünûb ve seyyiâtımı bilmiş olsam daha iyi olur diyerek istiğfâr
212
eder. Bunun üzerine derhâl Melik-i Müteâl hazretleri zâhid –i mûmâileyhe şu ahîren
vâki’ olan kelâm ve istiğfârının yetmiş senelik ibâdetinden daha ziyâde makbû-ı dergâh-
ı Gaffâr olduğunu ilhâm ve nûr-ı basîretini açarak İblîs-i mel’anet-âyîn ile onun avenesi
olan şeyâtînin[ 72 ] nev’-i benî âdeme sûret-i iğvâsını ve bunların keyd ve mekrinden
tahlîs-i girîbân edecek ancak verı’-ı leyyin olan ehl-i îmân olduğunu irâe ve i’lâm
eylemiştir.
“Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olmaz
Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz” 408
34. Hikmet:
اليه اذهو لو حجبه شئ لستره ماحجبه يس بمحجوب وانما المحجوب انت عن النظرالحق ل
لو آان ساتر لكان لوجوده حاصر وآل حاصر لشئ فهو له قاهر وهو القاهر فوق عباده
Ma’nâsı:
Ey mürîd, Cenâb-ı Hayy-yı Mecîd mahcûb değildir. Ancak sen ona nazardan
mahcûpsun zîrâ onu eşyâdan bir şey mahcûp etse hâcip olan elbette sâtir ve settâru’l-
uyûb için de sâtir olsa o da vücûd-ı ilâhîsini şüphesiz hâsır olurdu. Her bir hâsır da
mahsûrunu kāhirdir. Hâlbûki ibâdının fevkinde kāhir ancak zü’l-celâl olan Melik-i
Kādir’dir.
Nazmen Tercümesi:
Değil mahcûb-ı eşyâ hazreti Hakk
Ona mahcûb-ı nazardan sensin ancak
408 Tâlib. (ö.1118/1706) İskender Pala, Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi, İst.1995, s.289; M.Naci, Osmanlı Şâirleri, Haz.Cemal Kurnaz, Ankara 1995, s.326; bu eserde “bilmek gibi” ibaresi yerine “bilmek kadar” ibâresi kullanılmıştır.
213
Eğer olsaydı Hak mahcûb-ı eşyâ
Hicâbı setr ederdi onu zîrâ
Onun için varsa mefrûz olsa sâtir
Olur sâtir-i vücûd Hakkı hâsır
Olur kāhir olan bir şeyi hâsır
Hüdâdir hâlbûki âlemde kāhir
Îzâh:
Ayn-ul iyân zuhûr olan Hak Teâlâ Hazretleri mevsûf-i hicâb ve mestûr
değildir. Hicâb ile ittisâf eden ancak sıfât-ı nefsâniyye ile mevsûf olan insândır. O
Yezdân-ı bî-zevâle vuslat talebinde bulunan bir müsterşid-i hakîkat evvel- emirde sıfât-ı
[ 73 ] nefsâniyye ve kesâfet-i tabîiyyesinden berâet etmeledir ki vâsıl-ı haremsarâ-yı
vahdet olabilsin. Vâcibü’l-vücûd olduğu için Hak Teâlâ Hazretlerine hicâb muhâl, insân
ise ma’dûm mevcûd-nümâ olduğuna mebnî melzûm-i hicâb ve zevâldir. Zîrâ Cenâb-ı
Hakk’a bir şey hicâb olsa onu hâcib olan sâtir ve sâtir olan da mestûrun tahtessetr
inhisârını bi’l-istilzâm vücûd-ı ilâhîyeyi hâsır ve her bir hâsır da mahsûrunu kabza-i
tasarruf ve taht-i hükmünde tutarak kāhir olacağından Vâhid-i Kahhâr Hazretlerinin و وه
.nass-ı celîli mantûk-ı münîfine münâfî olur 409القاهر فوق عباده وهو الحكيم الخبير
Nass-ı mezkûredeki fevkıyyet mekân olmayıp fevkıyyet-i mekânet ve
celâlettir. Hicâbın melzûm-i setr olması sebebiyle Cenâb-ı Hak için mustahil bulunması
uzamâ ve mülûkun muktezâ-yı azamet ve şân olarak ittihâz ettikleri hicâb ve hâcib
kendilerine hicâb-ı naks etmediği gibi mahcûbiyyetinde Hak Teâla Hazretlerine muhâl
olmayacağına dâir tevehhüm olunabilecek hâtırayı def’ edeceğinden bu bâbta işkâl
lâzım gelmez.
409 Enam, 6/18 (O kulları üzerine kahirdir.)
214
İşte ayn-ı hicâb olan ademle mahz-ı zuhûr olan vücûd beyninde nisbet
bulunmadığı hâlde fa’âlün limâ yürîd Hazretleri dilediği kimseden murâd ettiği vecihle
irâde buyurduğu zamânda hicâb-i ademiyyeti ref’ ederek o bahtiyârın dîde-i hak bînini
nûr-ı şuhûd ile tenvîr ve rü’yet-i dîdâr ile takrîr eder de sıfât-ı hicâbtan kendisinin
mukaddesiyyetini ve sıfât-ı mezkûre ile ancak ibâdın mevsûfîyyetini bildirir.
410 ليس آمثله شيء وهو السميع البصير
“Hayra çeşmetti beni berk-i rehi tutmuş meğer
Mehre karşı olma nâmihribân âyineyi”
35. Hikmet:
لعبوديتك لتكون لنداء الحق مجيبا ومن اخرج من اوصاف بشريتك عن آل وصف مناقض
حضرته قريبا
[ 74 ]
Ma’nâsı:
Ey mürîd-i lebîb münâkız-ı ubûdiyyet olan evsâf-ı beşeriyetten tecerrüd et ki
nidâ-yı Hakk’a mücîb ve huzûr-ı hazrete karîb olasın .
Nazmen Tercümesi:
Rezâilden tecerrüd etmedikçe bir zamân ey dil
Mücîb-i da’vet-i Hak hem karîb-i hazret olmazsın
Îzâh:
Emr-i dîne taalluk eden evsâf-ı beşeriyye biri insânın zâhirine ve a’zâ ve
cevârihine diğeri bâtınına ve kulûb ve serâirine müteallik olmak üzere iki kısım olup
410 Şura, 42/11 (O hiçbir şeye benzemez. O Semî’ ve Basîr’dir.)
215
evvelkisine a’mâl ikincisine ukûd tesmiye olunmuştur. A’mâl de evâmir-i ilâhîyeye
muvâfık veya muhâlif olmak sebebiyle kezâlik iki kısım olup evvelkisine tâat ikincisine
ma’siyyet. Ukūd da hakîkate muvâfakat veyâhut muhâlefet cihetiyle iki kısım olup
birincisine îmân ve ilim ikincisine nifâk ve cehil ıtlâk olunmuştur. Şu aksâmdan zâhir-i
insâna taalluk edenleri tefekkuha ve bâtıne taalluk eyleyenleri tasavvuftur.
Külliyyet-i insân şu iki kısımdan ibâret olup şu kadar ki ahvâl-i zâhire bizzarûre
ahkâm-ı bâtınaya tâbîdir. Çünki iklîm-i vücûdun pâdişâhı olan kalbe cünûd ve raiyyet
kabîlinden olan a’zâ ve cevârihin tebeiyyet ve itâati muktezâ-yı kânûn-ı hilkattir.
Ve bu ma’nâya: “Vücûd-ı insânda bir et parçası vardır ki salâhı salâh-ı vücûdu,
fesâdı fesâd-ı vücûdu müstelzim olup o da kalb-i sanevberî’ş- şekldir.” 411 ma’nâsını
mutazammın olan
هي القلبإذا صلحت صلح الجسد آله، وإذا فسدت فسد الجسد آله، أال و: أال إن في الجسد مضغة
hadîs-i şerîfi de delâlet efzâ-yı hüccettir. Ve salâh-ı kalbin husûlü ise sıfât-ı
mezmûmeden tecerrüd ve tahâllî ile olup ibâre-i hikmetteki münâkız-ı ubûdiyyet olan
evsâf-ı beşeriyye ile murâd da işbû sıfât-ı mezmûmedir. Yoksa îmân ve tâat ve huşû’ ve
haşyet gibi ayn-ı ubûdiyyet olan sıfât-ı mahmûdeden hurûc ve tecerrüd, müstevcib-i
kurbet değil bilakis müstelzim-i bu’d ve del’alettir.
Sıfât-ı mezmûmenin kibr ve ucb riyâ ve süm’a hıkd ve haset ve hubb-ı câh-ı
müslim ve hubb-ı mâl gibi rezâil-i ahlâk üssü’l-esâsı, ve buğz ve adâvet isti’zâm-ı
ağniyâ [ 75 ] ve istihkâr-ı fukarâ, terk-i tevekkül ve vüsûk, ve hafv-ı zevâl-i kader ve
menzilet, şuhh ve buhl ve tûl-ı emel, fahr ve batar, gıll ü gış, tasannu’ ve mubâhât,
müdâhane ve kasvet, fezâzat ve gılzet, cefâ ve gaflet, acele ve hiddet, dıyk-ı sadr ve
kıllet-i merhamet, zevâl-i hayâ ve terk-i kanâat, taleb-i uluv ve taleb-i riyâset gibi
keyfiyyât-ı deniyye ve ahlâk-ı rediyye onun furûudur. Şu usûl ve furûun menşe-i aslîsi
ise nefs-i emmâreye vücûd vererek kaderini ta’zîm ve emrini terfî’ ile emrâz ve
ağrâzına rızâ göstermekten ibârettir ki küfr-i kâfiri ve nifâk-ı münâfıkı ve isyân-ı âsîyi
411 Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Musâkāt, 107; İbn Mace Fiten, 14; Darimi, Büyû’; 1.
216
istilzâm ve a’nâk-ı ibâdı ribka-i ubûdiyyetten istihrâç eden bu hâl-i mefsedet-i meâldir.
Bu bâbta çâre-i hasen ve tedâvî-i müstahsen mücerred riyâzet ve mücâhede ile
münâkız-ı ubûdiyyet olan ahvâlden bit-tezekkî sıfât-ı beşeriyyeti sıfât-ı melekiyyete ve
ahlâk-ı şeyâtîni evsâf-ı mü’minîne ve tabâyi-i behâimi ahvâl-i rûhâniyyîne tebdîl
etmektir.
Bu sûretle tathîr-i kalbe tezkiye-i nefse nâil olan mürîd-i selîmü’l-vicdân
mehâsin-i sıfât ile ittisâf ederek tevâzu’ ve huşû’ ta’zîm liemrillâh ve şefkat alâ halkillâh
hıfz-ı hudûd ve heybet havf ve tezellül ve haşyet ihlâs ve rızâ rü’yet-i minnet gibi âsâr-ı
hamîdeye mazhariyetle hâiz-i mevki-i irfân ve beyne’n-nâs re’fet merhamet leyyin ve
murâfakat sea-i sadr ve şefkat hükm ve siyânet tahammül ve nezâhet vüsûk ve emânet
teennî ve atûfet vekar ve sehâ cûd ve hayâ beşâşet ve nasîhat gibi hüsnü ve ziyâdeyi ve
kemâl ve saâdeti mûcib olan ahlâk-i îmân ile müşârun bi’l-benân olur.
Eimme-i sûfîyye şu sıfât-ı mezmûmeden hurûc ve tecerrüd ve evsâf-ı mahmûde
ile ittisâf-ı tahakkuka tehallî ve tehâllî ve ta’bîr-i âherle tezkiye ve tahliye ıtlâk ederler.
Bu iki emr-i meslûk elhak hakîkat-i sulûk olup bununla tahakkuk eden sâlik için gayri
hakāik-i ubûdiyyet tahakkuk edeceğinden ve ribka-i rukyet-i nefs-i emmâreden tahlîs-i
girîbân eyleyeceğinden ona kurb-ı sübhâni me’vâ-ı ma’rifet ve huzûr-ı rabbâni mesvâ-yı
vuslat olarak vâsıl-ı sem’-i cân ve cinânı olan nidâ-yı ma’nevî-i ilâhîye mûcib ve
müstelzim-i bu’diyyet olan hazz-ı nefsi terk ile huzûr-ı hazrete karîb olur da a’mâl-i
ahyâr ile mahzûz ve gerd-i vebâl ve evzârdan mahfûz kalır. Bu sebeptendir ki
mahfûziyyet evliyâ-yı kirâma, ma’sûmiyyet enbiyâ-i izâma mahsûs olmuştur.
Mahfûziyyetin ma’nâsı zümre-i mahfûzîn olan evliyâdan zünûbun cevâz-ı
vukûuyla [ 76 ] berâber onda ısrâr olunmayarak tevbe ve istiğfâra mülâzemettir.
Ma’sûmiyyet ise zünûbun asla kast olunmamasından ibâret olmakla hasîsa-i
nübüvvettir.
Elhâsıl kurb ve hazret, ma’rifet-i nefs-i deniyyeye ve izâle-i ahlâk-i rediyyeye
vâbeste ve bu’d ve mehcûriyyet rukyet-i nefse ve ittibâ-ı hevâ ve hevese peyvestedir.
217
“Hevâ-yı nefsten sermâye-i izzettir istiğnâ
Azîz olmazdı Yûsuf çekmese dâmen-i Zelîha’dan”412
36. Hikmet:
الرضاء اصل آل معصية وغفلة وشهوة الرضاء عن النفس واصل آل طاعة و يقظة وعفة عدم
منك عنها
Ma’nâsı:
Her bir ma’siyet ve gaflet ve şehvetin üssü’l-esâsı nefs-i emmâreden râzı
olmak ve bilcümle tâat ve intibâh ve iffetin menşe-i aslîsi nefs-i emmâreden râzı
olmamaktır.
Nazmen Tercümesi:
Rızâ-yı nefstir aslu’r-rezâil
Onu ittihâm ise ümmü’l-fezâil
Îzâh:
Cemî-i sıfât-ı mezmûmenin esâsı rızâ-i nefs ve bilcümle evsâf-ı mahmûdenin
menşe-i aslîsi adem-i rızâ-yı nefs olduğu teslîm gerde-i ârifîn ve ittifâk yâfte-i erbâb-ı
yakîndir.
Nefs-i emmâreden rızâ 413وعين الرضى عن آل عيب آليلة medlûlunca uyûb ve
mesâvî-i vâkıasından iğmâz-ı ayn ve gafleti ve adem-i rızâ
412 Koca Râğıp. Bkz. Nâci, a.g.e. s. 250.
413(Sevgi ve rızâ gözü hiçbir kusûru göremez,"Rızâ gözü, ayıplara karşı kördür.) (Fakat Kem göz, kin ve nefret gözü bütün kirli çamaşırları ortaya serer, kusurları araştırır." Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s.10; Dîvânü’ş-Şâfiî, s.91. Bu şiir Kuşeyrî’de Sohbet bahsinde geçmektedir. Bkz. Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyrîyye, Tahk.Maruf Zerrik.Ali Abdulhamid Ebû’l-Hayr. (Dâru’l- Hayr) İkinci Baskı. Beyrut. 1416/1995 s.295.
218
اولكن عين السخت تبدى المساوي 414 mefhûmunca ahvâl-i rediyyesinin tefekkud ve
tecessüsüyle isnâd-ı töhmeti îcâb [ 77 ] edeceğinden ve rezâil-i nefsten gaflet tahtkâh-
ı kalbi cünûd-ı şehvete pâmâl-i gâret ettirerek umrân-i tehâllî ve ma’rifetten dûr ve nefse
isnâd-ı töhmet de dâimâ onu tasfiye ve terbiye ile derece-i kemâle bi’l-îsâl hâiz-i zevk-i
huzûr eyleyeceğinden rızâ-i nefs, adem-i rızâ-yı ilahî, rızâ-yı ilâhî adem-i rızâ-yı nefsten
ibâret olmuştur.
Çünkü rızâ-yı nefs gafleti, gaflet şehveti, şehvet ma’siyeti mûcib, ve adem-i rızâ-
i nefs, nefsine isnâd-ı töhmetle intibâh ve basîreti basîret de def’-i şehvet ve iffeti, iffet
de tâati müstevcibtir. Nefs-i emmâreye dâimâ isnâd-ı töhmetle rızâsının hilâfında
hareketi tavsiye eder bu bâbta pek çok kelimât-ı tasavvufiye görülmüştür. Bu cümleden
Ebû Hafs Kebîr( ö. 260/8749 hazretleri “ Aled-devâm nefsini ittihâm ve cemî-i ahvâlde
rızâsının hilâfına kıyâm etmiyen kimse mağrûr ve nâpâk ve nefse ihâle-i nazar-ı i’tibâr
ve a’mâlini istihsân ve istikrâr eden kimse de helâk olur” ve ma’sûm oldukları hâlde
Kerîm İbn-i Kerîm Cenâb-ı Yûsuf bin Ya’kûb-ı Hâlîm وما أبرئ نفسي إن النفس ألمارة
nazm-ı celîl medlûlunce “ Nefs nefîs nübüvvet-penâhîlerinden beyân-ı adem-i 415بالسوء
emniyyet buyurur ise nefs- i deniyye ile ittisâf eden bir zâta artık rızâ-yı nefse tebeiyyet
nasıl câiz olur” der idi. Seyyidü’t- tâife Cüneyd Bağdâdî (ö.297/909) hazretleri de
“Nefs-i emmâre her ne kadar tâat-i ilâhîyede inkiyâd ve tâat gösterir ise de yine adem-i
emniyyet lâzımdır.” buyurdu.
Ârif-i Rabbânî Ebû Süleymân Dârânî(ö.215/830) hazretleri de “Lemhatü’l-
ebsârda bile nefs-i emmâreye emniyyet ve i’tibâr etmedim” dedi. Elhâsıl desâis-i nefs
bilinmedikçe nefâis-i rûh elde edilemez. Desâisin topu rızâ-yı nefste nefâisin cemî’si
de hilâf-ı rızâ-yı nefstedir. Ve billâhi’t-tefvîk.
“Kendi aybın görmeye âyine gayrın aybıdır
Halka ta’n etme hele bir kere var görsün seni.”
37. Hikmet:
414 Kuşeyrî, a.g.e.s.295 415 Yusuf,12/53“Ben nefsimi temize çıkarmam çünkü nefis devamlı kötülüğü emreder
219
وال تصحب جاهال ال يرضى عن نفسه خير لك من ان تصحب عالما يرضى عن نفسه فاى علم
واى جهل لجاهل ال يرضى عن نفسه لعالم يرضى عن نفسه
[ 78 ]
Ma’nâsı:
Ey âkıl! Nefsinden râzı olmayan bir câhil ile musâhabet, bir âlim-i hodbîn ile
hem-bezem sohbet olmaktan senin için elbette hayırlıdır. Zîrâ âlim-i hodbîn için hangi
ilm-i nâfi’ ve rızâ-yı nefsini terk ile ehl-i yakîn olan câhil için nasıl cehl muzırr olur.
Nazmen Tercümesi:
Rızâ-yı nefsini terk eyleyen câhil ile sohbet
Olur hayr âlim-i hodbîn ile sohbetten
Nasıl âlim olur nefs-i leîminden olan râzı
Teberrî eyleyen câhil olur mu nefse hizmetten
Îzâh: Hikmet-i sâbıkada ümm-i rezâilin ancak rızâ-yı nefsten ibâret olduğu
beyân olunup bu da ekser ulûm-ı zâhiriyye ile ittisâf eden hodperestânda hükümrân
olduğuna ve fâide-i sohbet ise istifâde-i kemâl ve istizâde-i hâl olup ulemâ-yı mezkûre
her ne kadar ittisâf-i ilm etmişler ise de kendilerine vücûd vermek gibi bir büyük
cehilden tahlîs-i girîbân edemiyerek hâlen câhil kalmak sebebiyle sohbetleri hiçbir
vakitte fâideyi müstelzim olamayacağına ve bir câhilse kemâl-i tezellül ve meskenetle
bi’l-ittisâf nefsini dâimâ ittihâm ve tahkîr ve bu vecihle istihsâl-i rızâ-yı Rabb-i Habîr
eylemekle hâlen âlim ve tabîatın sirâyeti ve sohbetin sirkati cihetiyle onun şu hareketi
musâhibinin de istifâdesi müstelzim bulunacağına mebnî işbû hikmette bir âlim-i
hodbîn câhil ve bir câhil-i zi’l-yakîn, âlim-i kâmil mesâbesinde olduğunun beyânıyla
öbürünün sohbeti berikinin musâhabetinden daha hayırlı olacağı ityân olunmuştur.
220
Çünkü ilimden murâd mahv-i vücûd ile Vâcibü’l-Vücûdu isbât etmektir. Bir ilim
ki mahvdan ziyâde vücûd îrâs eder. Mevsûfu olan zât her ne kadar âlim ise de şu
hakîkate câhil, ve ilmi ma’nen şerr-i mahz ve gayr-ı nâfi’dir.
Bir cehl ki mahv-ı vücûdu istilzâm eder. Onun mevsûfu zâhirde câhil olursa da
ilm-i hâle âlim demek olduğundan cehli bu cihetle müfîd ve nâfi’dir. Bir de ilm-i kâl [
79 ] ilm-i hâlin delîlidir. Bir delîl ki medlûlu olmayan o rûhsuz beden gibidir. Fakat
bedensiz rûhun tahakkuku muhakkak idiğinden rûh mesâbesinde olan ilm-i hâl de beden
mesâbesinde bulunan ilm-i kâlsiz tahakkuk eder de nâfi’ olur.
عبادت باخالص نيت نكوست
416 جه ايدزبى مغز يوسفوآرنه
38. Hikmet:
شعاء البصيرة يشهدك قربه منك وعين البصيرة يشهدك عدمك لوجوده وحق البصيرة يشهدك
وجوده ال عدمك والوجودك
Ma’nâsı:
Ey basîret-i dâr-ı ma’rifet, şua’-ı basîret sana Cenâb-ı Hakk’ın kurbiyyetini ve
ayn-ı basîret de vücûd-ı ilâhîyesinden dolayı senin ma’dûmiyyetini ve hakk-ı basîret ise
senin ne vücûd ve ne de ademini belki vücûd-ı sübhânîyi irâe ve işhâd eder.
Nazmen Tercümesi:
Nûr-ı akl eyler sana işhâd-ı kurb-ı Kird-gâr
Varlığından yokluğunda nûr-i ilm eyler haber
416 Halis niyyetle ibadet makbuldür.Yusuf gibi bir öz olmayınca ondan ne hasıl olacak.
221
Nûr-i Hakta Zât-ı Pâk-i Hakkı işhâd eyleyip
Varlığından yokluğundan eylemez izhâr-ı eser
Îzâh: Şua’-ı basîretten murâd nûr-ı akıldır ki ondan ilme’l-yakîn ile ve ayn-ı
basîretten murâd nûr-ı ilimdir ki ondan ayne’l-yakîn ile ve hakk-ı basîretten murâd nûr-ı
haktır ki ondan hakke’l-yakîn ile ta’bîr olunûr. Şua’-ı basîret nûr-ı akıl ile nefislerine
nazar ederek Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ilâhî ve ihâta-i kayyûmiyyet-i sübhâniyyesiyle
kendilerine karîp olduğunu müşâhede eden ukalâya, ve ayn-ı basîret; nûr-ı ilim ile
nefslerinin vücûd-ı samedânîyyede mahv ve nabûd olduğunu anlayan ulemâya, ve hakk-
ı basîret; nûr-ı Hak ile Zât-ı pâk-i Hakkı [ 80 ] şuhûd ile âlemde Allâh’tan gayrı
mevcûd müşâhede edemeyen mütehakkıkîn-i urefâya mahsûstur. Sâlik-i râh-ı Hüdâ olan
bir kimsenin kalbi tecellîgâh-ı envâr-ı ilâhîye olduğu vakitte ondan bu ibâret ile ta’bîr ve
bu ibârâtın mutazammın olduğu makāmdan her biri üzerine bir takım fevâid ve semerât
terettüp etmekle ber-vechi-âtî takrîr olunûr.
Bir mürîd-i sâdık hakîkat-ı tevâzua revzen-i kalbinde nûr-ı müşâhedenin lem’a-
nisâr-ı zuhûr olduğu vakitte vâsıl olur. Çünkü bu hâlde nefs-i gerden firâz-ı vâsıl-ı
makām-ı niyâz olarak Hakk’a da halka da mahv-ı âsâr ve sükûn ve hecc ve gubâr ile
mutî’ ve intibâ’-sezâ olur.
Şu hâlde nûr-ı akıl ile kurb-ı sübhânî münkeşif ve mertebenin ehl-i murâkabe ve
istihyâ ile muttasıf olmakla işbû ittisâf makām-ı mezkûrun netîce ve fâidesi olur. Nûr-i
ilim ile de her bir mevcûdun vücûd-ı Hakta ma’dûmiyyeti ve vücûd-ı hakîkî ancak
Cenâb-ı Hakk’a mahsûs olup mâsivâllâhın vücûdu zill ve âriyet olduğunun hakîkatı
münkeşif ve bu makāmın ehli istinâd ve istinâs edecek âlem de hiçbir şey göremeyerek
tefvîz ve tevekkül ve rızâ ve istislâm ile muttasıf olmakla bu ittisâf da iş bu makāmın
fâide ve netîcesidir. Nûr-ı Hak ile bizzat Zât-ı mukaddese-i ilâhîye münkeşif ve bu
inkişâfın ehli dehlîz-i bekā-billâh olan fenâ-yı kâmile bi’l-vusûl vücûd-ı hakkānîde fenâ
ve istihlâk ve kendi vücûd ve ademinden lâ-idrâk ile muttasıf olmakla iş bu fenâ-yı
etemmde bu makāmın hasîsasıdır. Sâlikân-ı râh-ı Hüdâ için matlab-ı a’lâ olan makām-ı
bekā bu fenâ-yı etemmin husûlünden sonra hâsıl olacağına mebnî ashâb-ı fenâ Hak ile
222
halktan mahcûb olurlarsa da erbâb-ı bekā ne Hak ile halktan ne de halk ile Haktan
mahcûb olurlar. İşte bu makām-ı enbiyâ-yı fihâm için mertebe-i risâlet ve evliyâ-yı izâm
için derece-i irşâd ve hidâyettir. Sûfîyyûn-ı kirâm hazerâtı makām-ı 417 قاب قوسين
fenâ ile ve makām-ı 418 أو أدنىyı bekā ile tefsîr ettiklerinden; ve fenâya nisbetle bekā,
nübüvvete nisbetle risâlet derecesinde olup her hâlde eşref-i derecât ve efdal-i makāmât
bulunduğundan Hazreti Hüdâyî(ö.1038/1628) kuddise sirrûh bu hakîkata işâretle:
“Kâb-ı kavseyni geçip eriş sarây-ı vahdete
Sırr-ı “ev ednâ” Hüdâyî cümleden a’lâ imiş”
[ 81 ] 39. Hikmet:
آان اهللا وال شيئ معه وهو اآلن على ما عليه آان
Ma’nâsı:
Cenâb-ı Kird-gâr kendisiyle berâber hiçbir şey mevcût olmadığı hâlde vardı.
Yine hâlâ tahtkâh-ı tahakkuk-ı sübhânîsinde öylece hüküm-fermâdır.419
Nazmen Tercümesi:
Vâr idi Allâh yok idi eşyâ
Öylece el’ân oldu hükümrân
Îzâh: Ekvân ve âsârdan ibâret olan şu kârhane-i kudret ef’âl-i rabbâniyyenin ve ef’âl-i rabbâniye de sıfât-ı sübhâniyyenin ve sıfât-ı sübhâniyye de Zât-ı hâl-i Hazreti İlâhîyenin âyine-i tecellîyâtıdır. Şu hâlde ef’âlullâh ekvân ve âsâr ile ve sıfâtullâh ef’âl-i Kird-gâr ile ve Zâtullâh da sıfât-ı kudsiyet-desâr ile müstetir ve mütehaccibtir. İrtifâ-ı hacb-ı ekvân ile tecellî-i ef’âle mazhar olan bir sâlik, ekvân ve âsârda ef’âlullâhtan başka bir şey göremeyeceği gibi irtifâ-ı hacb-ı ef’âl ile tecellî-i sıfâta masdar olan bir mürîde de ef’âlullâhın muktezâ-yı esmâ ve sıfât olduğundan başka bir şey müşâhede edemez. İrtifâ-ı hacb-i sıfât ile tecellî-i Zâta nâil olan ashâb-ı fenâ ise mustağrak-ı bahr-i
417 Necm, 53/9 418 Necm, 53/9 419 Bkz. Keşfü’l-Hafâ,II, 130-131
223
vahdet ve fenâ-yı etemm ile sergerdân-ı sahrâ-yı vuslat olup bunların âlemde vücûd-ı ilâhîden başka hiçbir mevcûd dîde-i Hak-bînlerine meşhûd olamaz. Şu merâtib-i sülüsenin birinci derecesine tevhîd-i ef’âl, ikincisine tevhîd-i sıfât, üçüncüsüne tevhîd-i Zât ıtlâk olunup erbâb-ı tevhîdin muvahhid-i hakîkî olması ancak üçüncü derecenin husûlüne mutevakkıftır ki iş bu hikmetin hakîkati zâhir ve nümâyân olsun. Çünkü Cenâb-ı Perverd-Kârın cemî-i eşyâ yok iken vâr olmasını ve el’ân da yine şu arş-ı tahakkuk-ı ilâhîsinde hükümrân bulunmasını zevk etmek tevhîd-i Zât ile muvahhid olan urefânın hâlidir. Bunlara göre hacb-i ef’âl ve sıfât-ı mürtefi’ ve tecellî-i Zât münkeşif olduğundan Zât-ı baht-ı ilâhîden başka âlemde hiçbir şey meşhûdları değildir. Bu makāma vâsıl olamayanlara göre hacb-i âsâr ve ef’âl ve sıfât hâil [ 82 ] şuhûd-ı Zât olduğundan آل يوم هو في شأن 420 sırr-ı hüveydâ ve bunlar ancak mâverâ-yı hicâb da بل هم في لبس من خلق جديد 421 tecellîyâtından sahbâ-nûş-ı safâ olurlar. Mezheb-i tahkîke göre umûr-ı vehmiyyeden olan ezminenin makām-ı Ehadiyyete taalluku yoktur. Çünkü zamân dediğimiz mikdâr-ı hareket-i âsumân; bir mütegayyirin diğer mütegayyire nisbetinden ibârettir. Meselâ mütegayyir olan insânın müddet-i hayâtını mütegayyir olan küre-i arzın şems-i münîr etrafındaki hareket-i devriyyesi ile mukāyese etmek zamândır. Dehr denilen müddet-i medîde de bir mütegayyirin bir sâbite meselâ mütegayyir olan şu devr-i zamânın kadîm ve sâbit olan mebâdî-i âliyyeye ya’ni sıfât-ı sübhâniyyeye nisbetinden ibârettir. Cenâb-ı Hâlık-ı lem-yezel hazretleri ise ezelîdir. Ezel dediğimiz de kadîmin kadîme, yâni sıfât-ı ilâhîyenin zât-ı sübhâniyyeye nisbetinden hâsıldır. Binâen aleyh ezelde zamân olmadığı gibi lâ-yezâlde de şu nisbet-i ezeliyyeye nazaran zamân ve zamânın ahkâmından bulunan âsâr ve ekvân yoktur. Şu hâlde Allâh cemî-i eşyâ yok iken vâr olduğu gibi el’ân da yine olduğu hakîkat üzerine bâkîdir.
اين تعين شد حجاب روى دوست
422جونكه بر خيزد تعين جمله اوست
40. Hikmet:
غيره فا لكريم التخطاه اآلمالال تتعد نية همتك الى
Ma’nâsı:Ey sâhib-i âmâl, himmet-i âli’l-âlini Mevlâ-yı müteâlin gayriye
tecâvüz ettirme! Zîrâ Kerîm olanı âmâl tehtıye etmez.
420 Rahman, 55/29“O her gün bir şe’ndedir 421 Kaf, 50/15“Onlar bu yeniden yaratılıştan dirilmeden şüphe içindedirler 422 “Bu taayyün âlemi Dost-Allâh’ın-yüzünü göstermeyen bir perde oldu. Taayyünü aradan çıkarırsan görürsün ki her şey O’dur.”
224
Nazmen Tercümesi:
Hüdâdan gayre etme arz-ı ahvâl
Kerîmi çün tecâvüz etmez âmâl [ 83 ]
Îzâh: Uluvv-i himmet ashâbı ekremü’l-ekremîn olan Allâh’tan gayriye arz-ı
hâcât etmez. Kerîm olmayan kimsenin ef’âl ve a’mâli muallel bi’l-ağrâz olduğuna
mebnî mercî-i âmâl olamaz. Çünkü kerem ivazsız garazsız ehline lâyık olan eşyâyı ifâde
etmektir.
İvaz ve garaz maddiyyât ile ma’neviyâttan eamm olduğu için mahmûdiyyet ve
memdûhiyyet ümîdinde olmamak da muktezâ-yı keremdir. Hayır ve şerrini farketmeyen
bir tıfl-ı nevzâdın eline bıçak vermek ifâde-i mâyenbeği olmadığından münâfî-i
Kerîmiyyettir. Kerem, vakt-i itâatle zamân-ı cinâyeti de fark ve temyîz etmez. Lütuf ve
ihsân-ı ilâhî de en ziyâde
متى زدت تقصيرا تزد لى تلطفا
423لتقصير استوجب الفضلاآأنى با
neşîdesince günâhkârân-ı ümmet için kıblegâh-ı ümîd olup zünûb-ı ibâd ile
münkatı’ ve muallel bi’l-ağraz olmadığından ve her fi’l-i ilâhî ve takdîr-i rabbânîsinde
ise binlerce hikmet ve maslahat mündemiç olduğundan âlemde ale’l-ıtlâk Allâh’tan
gayrı Kerîm yoktur. Ef’âlde ağrâz fâile raci’ ve kemâlini müstelzim olan ahvâl olup
ondan gayrın istifâdesi sebebiyle tebeddül etmez . Cenâb-ı Fa’âl ise zâtında sıfât-ı
kemâl ile muttasıf ve simât-ı nakstan mukaddes olduğuna mebnî ef’âli muallele bi’l-
ağrâz olmak cihetiyle istikmâl-i bilgayr gibi münâfi-i şân-ı ulûhiyyet olan noksândan
berî ve müteâldir. Emr-i intiâşını te’mîn için icrâ-yı san’at ve başkasını da ondan
müstefîd eden kimse fi’li garazla muallel olan fâile ne güzel bir misâldir. Fakat bir fi’lde
hikmet ve maslahat fâiline müteallık ve istikmâlini müstelzim olmayıp bilakis doğrudan
doğruya ondan müstefîd olanlara âit olduğundan, imdi fâil-i muhtâr hazretlerinin
423 Benim taksirim arttıkça senin bana lütfun artıyor . Sanki ben o taksirle ihsanı vacip kılıyorum
225
mahlûkātı hakkında her fi’li hâiz-i nisâb-ı hikmet ve her takdîrî müstelzim-i hayr ve
maslahat olmak ayn-ı kemâl olmuştur. İşte bu mebhas bir tabîb-i hâzıkın esir-i pister
emrâz olan bir hastayı tedâvîsi ve ona tertîb-i muâlecâtı sûretiyle tasvîr olunabilir.
Çünkü netîce-i tedâvî olan sıhhat ve terk-i tedâvîden tevellüd eden mazarrat tabîbe değil
hastaya râcîdir. Tabîb ne sıhhat-i marîz ile müstekmil ve ne de mazarrat-ı mütevellide
ile mütezarrır ve münfâildir. Ancak kemâl-i tabîb hastaya illetin hâlen ve istikbâlen
isti’dât ve iktizâsına göre icrâ-yı müdâvât ve tertîb-i muâlecât etmektir. Emrâz-ı
nefsâniyye-i insâniyyeye ef’âl-i hasene ve a’mâl-i sâliha muâlecâtıyla icrâ-yı müdâvât
eden Hakîm-i [ 84 ] Mutlak hazretleri de devâ-yı a’mâle dikkat ve ihtimâm ile maraz-ı
ma’siyetten şifâyâb-ı tecellî olan ibâdının sıhhat-ı ma’neviyyesinden müstefîd olmadığı
gibi terk-i tedâvî-i a’mâl sebebiyle maraz-ı müzmin ma’siyetten şifâ, ve netîce-i illet
olan mevt-i hakîkî ve nîrân-ı hicrândan rehâ bulamayan mücrimînin mazarratından da
mütezarrır olmayıp bu bâbta nef’ ve zarar ancak ibâdullâha râci’dir. Binâenaleyh iki
cihetinde esbâbını irâe ile kudret-i bâliğa-i samedânîyye ve hikmet-i bâhire-i
sübhâniyyesini isbât eden feyyâz-ı mutlak hazretlerinden başka Kerîm olmadığı derkâr
ve ondan gayriye ref’-i hâcât etmek de nâbecâ olmadığı artık âşikâr olur. Seyyidü’t-tâife
Cüneyd Bağdâdî (ö. 297/909) Hazretleri “Kerîm seni arz-ı hâcete muhtâç etmeyendir.”
Hars Muhâsibî (ö.243/857) hazretleri de “Kerîm, ihsân edeceği kimse hakkında mübâlât
eylemeyendir.” Mutasavvifînden ba’zıları da “Kerîm, ümîd-i müemmilîni hâib
etmeyendir” dediler. Gerek şu târifi ve gerek bu bâbta nigâşte-i sahâif-i beyân olan
kelimâtı ta’rîf-i âtî câmi’dir.
Kerîm, bir mücrimi kudretyâb-ı cezâ olduğu vakitte âfî ve bir şeyi va’dettiği
hâlde vâfî ve i’tâsı müntehâ-ı recâ üzerine âlî ve mikdâr-ı atâ ile mahâll-i i’tâya gayr-ı
mübâlî olan ve kendisinden gayriye ref’-i hâcete râzı ve dûçâr-ı cefâ olunduğunda itâb
ederse de müstaksî olmayan ve bâb-ı lutf ve ihsânına ilticâ edenleri me’yûs ve bî-ilâç ve
vesâil ve şüfeâya muhtâç etmeyen kimsedir.
Şu evsâf-ı celîle ile ittisâf eden Allâh’tan başka âlemde kim tasavvur olunabilir.
Şu hâlde âmâl-i müemmilîn ekremü’l- ekremîn olan Rabbü’l-âlemîni tahtie etmek lâyık
olur mu? Şu kadar ki münâfî-i ubûdiyyet olup halka câiz olmayan arz-ı hâcât hâl-i
226
talebte Cenâb-ı Hâlık’tan gafletle alâ vechi’l-i’timâd vâki’ olan mürâcattır. Yoksa
mahlûkât-ı ilâhîyeyi esbâb ve vesâil-i eltâf ve inâyât-ı rabbâniyye tanıyarak neyl-i
matlûb da ancak i’timâd-ı hâliku’l-ibâda olduğu hâlde halka ref’-i hâcet ne münâfî-i
ubûdiyyet ne de muktezâ-yı gaflettir. Belki âlemin bir kâr-gâh-ı hikmet olduğuna mebnî
muvâfık-ı maslahattır.
“Tehâlüf sûretâ mâni’ değildir vahdet-i asla
Olur bir şâhtan serh ve sefîd ve hâr ve gül peydâ”
[ 85 ] 41. Hikmet:
هو له واضعا فكيف يرفع غيره ما آان ال ترفعن الى غيره حاجة هو موردها عليك
عن نفسه فكيف يسطيع ان يكون لها من غيره رافعا من ال يستطيع ان يرفع حاجة
Ma’nâsı:
Ey mürîd-i âgâh sâiki ancak Allâh olan bir hâceti mâsivâallâha ref’etme . Zîrâ
vâzıı Hak olan bir şeyi mahlûk nasıl râfi’, nefsinden ref’-i hâcete kādir olamayan bir
kimse gayrîden ne vecihle dâfi’ olur .
Nazmen Tercümesi:
Ref’-i hâcet etme gayre kim onu mûrid Hüdâ
Vâzıı Hâllâk olan bir şeyi ref’ etmez sivâ
Kendisinden ref’-i hâcet etmeye âciz olan
Gayrîden mümkün mü olsun ref’ine kudret-nümâ
Îzâh: Bir hâcet ki onu inzâl eden Allâh ola elbette mâsivâllâh onu râfi’ olamaz.
Çünkü aksâm-ı tevhîdden biri de âlemde Allâh’tan gayrı fâil olmadığını isbât ile tevhîd-
i efâl olduğu için vâzıı Allâh olan bir şeyin râfii mâsivâllâh olmak muhâl olur. Ezcümle
ekmel-i mevcûd olan insân, nefs herşeyden mukaddem olduğu hâlde acz ve ibtihâlinden
nâşî kendisinden bir hâcetin def’ine muktedir olamazsa gayriden o hâceti ref’ etmesi
nasıl tasavvur olunûr? Binâenaleyh bir muhtâca arz-ı ihtiyâç etmek şân-ı ukelâ olamaz.
227
Nerde kaldı ki erbâb-ı sülûk ve tevhîde sezâvâr ola. Ba’zı mutasavvıfîn “Mâsivâllâha
i’timâd etmek dâim ve berkarâr olmayan eşyâya iğtirâr etmektir. Her ân ve zamân
dâimü’l-fazl ve’l-ihsân olan dâim ve kadîm ise ancak Hâllâk-ı cihân olduğundan i’timâd
ve istinâd ancak o Yezdân-ı bî-zevâle şâyândır.” dedi. Âlim-i rabbânî Atâ’ Horasânî
hazretleri dahî Vehb bin Münebbih (ö. 110/728) (r.a) hazretlerine bi’l-mülâkât bir ay
ezber bir hadîs-i muhtasar taleb ettiğinde müşârun ileyhin Hazreti Dâvud’a vahy olunan
kelimât-ı kudsiyye-i âtiyyeyi îrâd ettiğini hikâye buyurdu. Yâ Dâvud! İzzet [ 86 ] ve
celâlîm hakkı için bir insânın mahlûku bırakıp da benden istimdâdını ve sıdk-ı i’tikādını
bilir isem cemî-i kâinât ibrâz-ı keyd ve adâvet ederlerse de yine ben ona necât ihsân
ederim. Yâ Dâvud! Azamet ve kemâlim hakkı için bir kimse de benim bârıgâh-ı
izzetimi terkedip de bâb-ı gayre ilticâ ve istinâd ederse onun dest-i i’tisâmından cemî-i
esbâb-ı vesâili kat’ ederek onu vâdi-i helâke uğratıp dûçâr-ı hızlân ve hüsrân eylerim.
Binâenaleyh insâna Cenâb-ı Hakk’a vüsûk ve i’timâdı terk ile bilâ-mûcib şer’i zül suâli
ihtiyâr istihkār-ı nefsi mutazzammın olduğu için harâm olmuştur.
“Etmez tarîk-i Hakta olan halka serfurû
Eğmez minâre kâmetini bâd eserse de”424
42. Hikmet:
ان لم تحسن ظنك به الجل وصفه فحسن ظنك به الجل معاملته معك فل عودك اال حسنا وهل اسدى اليك اال مننا
Ma’nâsı:
Ey mürîd-i muhsin! Ahsenü’l hâlikîn hazretlerine vasf-ı sübhânîsinden dolayı
hüsn-i zan etmezsen bâri seninle muâmele-i cemîlesinden nâşî olsun zannını güzel eyle
zîrâ sana ancak âdet ettiği ihsân ve inâyet ve îsâl ve isdâ eylediği niam bî-nihâyettir.
Nazmen Tercümesi:
Kemâlinden için ger eylemezsen hüsn-i zan Hakk’a 424 “Râtıp Ahmed Paşa.” Bkz. Şinasi, Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye, Süreyya Beyzadeoğlu. İst. 2003, s.132.
228
Cemâlinden için gel bâri kıl zannın güzel câna
Sana ihsândan özge etmedi bir şeyi çün âdet
Dahi ni’metlerinden gayrı bir şey etmedi isdâ
Îzâh: Cenâb-ı Ma’bûda zannı tahsîn makāmât-ı ehl-i yakînden ma’dûddur. Bu
bâbta erbâb-ı tevhîd, hâssa ve âmme nâmıyla iki kısma ayrılır. Birinci kısım, zât-ı
hazret-i [ 87 ] ilâhîyeye nuût-ı seniyye ve sıfât-ı kemâliyye ile muttasıf olduğundan
dolayı hüsn-i zan eden hâssadır. İkinci kısım kemâl-i niam ve şumûl-i fazl ve kerem-i
ilâhîde kendilerini mustağrak gördüklerinden nâşî hüsn-i zan eden âmme-i nâstır. Şu iki
makām beynindeki fark ve ashâbı miyânesindeki tefâvüt makām-ı sânîde mûcib-i havf
ve hirâs olan tegayyür ve inkılâb makām-ı evvelde mevcûd olmamasıyla zâhir ve
nümâyândır. Çünkü makām-ı evvelîn ashâbı sıfât-ı kemâliyye ve nuût-i celâlîyye ile
mevsûf olan Rabbu’l-ibâdın ma’rifetiyle mütehakkık ve gönülleri envâr-ı yakîn ile
münevver ve mutmain olduğundan nüfûs-ı sâkinelerinden vücûd-ı töhmete mahâl ve sû-
i zanna mecâl olamaz. Makām-ı sâni erbâbı ise mertebe-i tevhîd-i ef’âli henüz terakkî
edemediklerinden ve ef’âlullâhta da her an vukū-ı televvün ve ihtilâftan nâşî kuvâ-yı
rûhâniyyelerinin tahammül edemiyeceği ahvâlin hayyiz ârâ-yı zuhûr olması da
muktezâ-yı esmâ-i ilâhîye olduğundan bu makāmda Cenâb-ı Ahsenu’l-hâlikîne sû-i
zannı müş’ir olan havâtırdan tamâmıyla berâet ve selâmet tasavvur olunamaz. Kemâl-i
hakîkî ise mutlaka mûsıl-ı menâfi ve dâfi’-i mazarrat ancak muhibb-i muhsinîn olan
Hâlıku’l-kâinât olduğunu teyakkun ile hüsn-i zan etmek ve mâsivâllâha iltifât
eylememektir. Bu hüsn-i zan havâss-ı ibâda mahsûs olan sûretle tahakkuk etmediği
hâlde avâm-ı nâsın mevsûf olduğu sûretle olsun husûlü lâzımdır ki vazîfe-i ubûdiyyet
îfâ edilmiş addolunsun. Cenâb-ı Hakk’ın vasf-ı celîline nazarla hâsıl olan ve zümre-i
havâssa mahsûs bulunan hüsn-i zannın semeresi muhabbet-i rabbü’l-ibâd ve ona
tevekkül ve sıhhat-i i’timâddır. Ve muâmele bi’l-mücâmele-i sübhâniyyeye nazaran
hüsn-i zannın netîcesi ise şükr-i ni’met ve fazl- ı ilâhînin tevârüdüne teşevvüf ve
intizâr-ı ma’rifettir. İş bu hüsn-i zan ya emr-i dünyâda yâhut emr-i uhrâda olur. Emr-i
dünyâdaki hüsn-i zan insânın muvâfık-ı takdîr olan mekāsıt ve menâfi’ini müteşebbis-i
esbâb olsa da olmasa da er geç Cenâb-ı Hakk’ın halk-ı takdîr edeceğine vâsık ve
229
müteyakkın ve hele zamân-ı nevâib ve vakt-i mesâibte daha ziyâde mutmain olmasıdır.
İşte bu hüsn-i zan insâna râhat-ı beden ve bâl, ve emniyyet-i hâl ve istikbâl îrâs eder.
Emr-i uhrâda hüsn-i zan da; her ehl-i îmânın işlediği a’mâl-i sâlihanın merfû-ı
kabûlgâh-ı Hüdâ ve mukābilinde nâil-i ecr ve cezâ olacağına kaviyü’z-zan ve gâlibu’r-
recâ [ 88 ] bulunmasıdır. Bu da teksîr-i ibâdât ve tevfîr-i a’mâl-i sâlihâtı îcab eyler.
Binâenaleyh ecille-i tâbiînden Yahya bin Muâz (ö. 258/871) hazretleri: “Bir mürîdin
fa’âlün limâ yürîd hazretlerine olan recâsı recâların evsakı ve hüsn-i zannı da zunûn-ı
vâkıanın esdakıdır.” buyurdu. Abdüllazîz hazretleri “Hâllâk-ı cihân-ı âferîn hazretlerine
hüsn-i zan, olacak ve olmayacak gibi evhâmdan kat’-ı nazar etmekten ibârettir.” dedi.
Hüsn-i zannın en lâzım olan zamânı hâl-i ihtizârdır. Çünkü “Her kimse Cenâb-ı Hakk’a
ancak hüsn-i zan ederek vefât etmeye çalışsın”425 ma’nâsını mutazammın hadîs-i şerîf-i
enver rivâyet yâfte-i sahâif-i haber olmuştur. Hazreti Câbir’in rivâyet ettiği hadîs-i
şerîfte de من استطاع منكم ان ال يموت اال وهو يحسن الظن باهللا فليفعل şeref-vârid olmuş ve bu kavl-
i nebeviyyeyi müeyyid taraf-ı risâletten داآم فأصبحتموذلكم ظنكم الذي ظننتم بربكم أر من
.âyet-i kerîmesi de tilâvet olunmuştur 426الخاسرين
Ebû Tâlib Mekkî (ö. 386/996) hazretleri eâzım-ı ashâb-ı Resûlullâhtan İbn
Mes’ûd Radıyellâhu Teâlâ anhın yemîn ederek bir emel ki insân onda Cenâb-ı Rabbu’l-
ibâda hüsn-i zan ederse elbette onu o Hâlık-ı bî-endâd ihsân eyler. Çünkü hayır onun
yed-i kudretindedir. Mâdem ki ona bu hüsn-i zannı i’tâ buyurmuştur. Me’mûlünü de
ihsân buyuracağı şüphesizdir. Zîrâ kendisine hüsn-i zan olunan Zât-ı ecell ve a’lâ o
hüsn-i zannın tahkîkîni murâd eden Hak Teâlâdır.” buyurduklarını hikâye eylemişlerdir.
Şifâsâz-ı merîz-i ümmet aleyh-i ekmelü’t-tahiyyât Efendimiz hazretleri lütfen
iâde buyurdukları bir hasta-ı nevmîde “Cenâb-ı Hakk’a olan zannın ne yoldadır” suâl-i
saâdet meâbı ve hastanın da “Hüsn-i zandır Yâ Resûlellâh” cevâbı üzerine “ Her nasıl
istersen öyle zannet zîrâ meded-res-i bîçâregân olan Cenâb-ı Yezdân kulunun zannı
katındadır.” tesellîsiyle 427 أنا عند ظن عبدي بي hadîs-i kudsiyesini ber-âverde-i beyân
425 Ebû Dâvud, Cenâiz,13; İbn Hanbel, Müsned, III, 293, 320, 330, 390, 345. 426 Fussılet, 41/23“İşte Rabbiniz Hakk’ında beslediğiniz kötü bu kötü zandır ki sizi mahvetti oyüzden de hüsrana uğrayanlardan oldunuz. 427 Buhârî, Tevhîd, 15; Müslim, Zikir, 19, 21. “Ben kulumun bana olan zannının yanındayım
230
etmiş olduklarını Ebû Saîd el-Hudrî (radıyellâhu anhü) rivâyet ve “”hüsn-i zan hüsn-i
ibâdetten neş’et eyleyeceğine” dâir bir hadîs-i şerîfi de Ebû Hüreyre hazretleri hikâyet
eylemiştir. Cenâb-ı Selmân’ın kıt’a-i âtiyesi de ne güzel hüsn-i zannı musavvir bir
vesîka-i belîğadır.
لحسنات والقلب السليم من ا* وفدت على الكريم بغير زاد
428 اذا آان الوفود علىا لكريم *وحمل الزاد اقبح آل شيئ
[ 89 ]
43. Hikmet:
لا تعمى فإنهاالعجب آل العجب ممن يهرب ممن ال انفكاك له عنه ويطلب ماال بقاء له معه
ن تعمى القلوب التي في الصدورالأبصار ولك
Ma’nâsı:
En ziyâde taaccüb ve hayret kendisinden infikâkı kābil olmayan Allâh’tan
hârib ve asla bekāsı tasavvur olunmayan mâsivâllâhı tâlib insândandır. Zîrâ bu hâlet
amâ-yı hakîkînin zâtında ebsâra târî olmayıp belki sudûrda mevdû’-ı dest-i kudret olan
kulûba tareyân etmekte olmasından neş’et eder bir keyfiyettir.
Nazmen Tercümesi:
Taaccüb şol kişiden ki kaçar evvel Rabb-i dâimden
428 “Kerîm olan Allâh’ın huzûruna hasenât ve kalb-i selîm azıklarından yoksun olarak gittim. Çünkü Kerîm olanın huzuruna azık taşımak kadar kabih bir şey olamaz.” (Kerîm olan Allâh’ın huzûruna hasenât ve kalb-i selimden mahrum olarak azıksız çıktım. Zîrâ Kerimin yanına gelenlerin azık taşıması ahmakça bir iştir.)
231
Olur sonra talebkâr-ı fenâ-yı bî-bekā hayfâ
Amâ-yı kalbi eyler iş bu hâlet şüphesiz isbât
Kör olmaz çünki göz zâtında lâkin kalb olur a’mâ
Îzâh:
Cenâb-ı Hak bize bizden yakın olup 429 وهو معكم أين ما آنتم nazm-ı celîli
mübteğâsınca kābil-i infikâk olmadığı ve evvel ve âhir merci’ ve müntehâmız وأن
ك المنتهىإلى رب 430 sırr-ı sübhânîsince onun bârigâh-ı ehadiyyeti olduğu hâlde kesâfet-i
tabîiyyemizi tezyîd edecek şehevât-ı nefsâniyyeye inhimâk ile huzûr-ı ilâhîsinden hârib
ve dûr ve vücûd-ı hakîkî-i semedâniyyenin zıll-i hayâlîsi olup her ân آل
431misdâkınca hâlık ve gayr-ı bâkî olan mâsivâyı tâlib ve neşve-iشيء هالك إلا وجهه
sahbâ-yı vahdetten mehcûr olmak mücerred
لا تعمى الأبصار ولكن تعمى القلوب التي في الصدور فإنها432 hükm-i ilâhîsine mâ-sadak olmakla netîcesi ve saâdet-i ebediyye-i sermediyyeyi
devlet-i yekrûze-i dünyâya değişerek mahmûr-ı câm-ı ikbâl ve hevâ olmak da dîde-i
basîretin amâ-yı ma’neviyyeye dûçâr olduğunun delîl-i alenîsidir. Basar; kendi dâire-i
hissiyyesi ile mahdûd ve mukayyet olduğundan yalnız eşkâl-i hâriciyye ve sûret-i
kāimeyi ibsâr ve ihsâs edebilir. Basîret ise eşkâl-i hâriciyye ve suver-i kāimenin
mâbihi’z-zuhûr ve’l-kıvâmı olan nûr-ı [ 90 ] ilâhîyi müşâhede eder. His ve şehvetin
hâricindeki ma’neviyyâtı rü’yet dîde-i kalbe verilmiş bir keyfiyettir. Amâ-yı sûri bu
âlem-i sûreti şuhûda nasıl mâni’ ise amâ-yı ma’neviyyede vech-i hakîkati müşâhededen
öyle mâni’dir. Kuhl-i mâzâga’l-basarla dîde-i cânı tenvîr etmek mücerrred şu dâire-i
teklîfî de terk-i hubb-i mâl ve melâl ve mihrâb-ı melekûta tevcîh-i vech-i ikbâl
eylemekle hâsıl olabileceğine mebnî ومن آان في هـذه أعمى فهو في اآلخرة أعمى
429 Hadid, 57/4“Nerede olursanız olunuz o sizinle berâberdir 430 Necm, 53/42“Elbette son durak Rabbinin huzûru olacaktır 431 Kasas, 28/88“Allâh’tan başka herşey helâk olur 432 Hacc, 22/46 “Onlarda kör olan gözler değil, asıl kör olan sinelerindeki gönülleridir
232
433 âyet-i celîlesinde daha hâne-berdûş-ı teklîf iken amâ-yı mâder-i zâd-ı
ma’neviyyeden sâha-i temâşâ fezâ-yı âlem-i bînâyıya çıkılması emr ü fermân
buyurulmuştur.
نخست ديده طلب آن بس انكهى ديدار
434 ولو ا البصار ازانكه جلوه آند يار بر ا
44. Hikmet:
ال ترحلن من آون الى آون فتكون آحمار الرحى يسير والمكان الذى ارتحل اليه هو ا الذى ارتحل
وأن إلى ربك المنتهىمنه ولكن ارتحل من ا الآوان الى المكون
Ma’nâsı:
Ey tâlib-i hakîkat! Bir günden diğer güne rıhlet edip durma ki bir çok
yürüdüğün hâlde müntehâ-ı intikāli yine ayn-ı mebde’-i irtihâli olan değirmen hımârı
gibi olursun. Belki ekvândan mükevvin-i cihân ve cihâniyan olan Rabbü’l-âlemine
intikāl et. Zâten müntehâ-yı ekvân da o Rabb-i Ğafûr olduğu vâreste-i reyb ü gümândır.
Nazmen Tercümesi:
Sakın bir kevnden bir kevne rıhlet eyleyip durma
Hurta hûn-i âsâ kim eder bir noktada devrân
Velî ekvândan kıl irtihâl ol Hâliku’l-kevne
O Rabbu’l-izzedir çün müntehâ-yı cümle-i ekvân
Îzâh: 435 وأن إلى ربك المنتهى cümle-i hikemiyyesi aynen Kur’ân-ı azîmü’ş-
şândan muktebes [ 91 ] bir emr-i cemîl ve bilcümle kâinâtın er geç merci’ ve
433 İsra, 17/72“ Kim bu dünyada gerçekleri görmede kör ise âhirette de kördür 434 “Haktan önce göz iste, daha sonra görülecek olanı (dîdârı) iste. Çünkü Dost, gözü olanın önünde cilve eder ve görünür.”
233
müntehâsı Cenâb-ı Hak olduğuna bir delîl-i bî-adîldir. Çünkü vücûd-ı izâfîden ibâret
olan âlem zıll-i hâllâk-ı nev’-i benî âdemdir. Zıllin vücûdu zât-ı zî-zıllin vücûduna delîl
olduğu gibi zıll-i ilâhî olan âlem de zât-ı vâcibü’l- vücûda mûsıl bir bürhân-ı celîldir.
Nûr-ı vücûd-ı Hak mezâhir-i kevniyyede ne derece zâhir olmuş ise ancak zuhûru
nisbetinde ma’rûz-i ma’rifet olup hakîkat ve hüviyyeti cihetiyle ma’lûm
olamayacağından Cenâb-ı Hak min-vechin ma’lûm ve min-vechin mechûl kalmıştır.
Ma’lûmiyyeti mukayyedâtta zuhûru ve mechûliyyeti ale’l-ıtlâk tecellîyâtta lâtenâhîsi
i’tibârıyla olup mertebe-i ahîre, zât-ı ehadiyyete mahsûs olan ve hak kendisinde
hüviyyet-i mutlaka-i zâtiyyesiyle kāim olmakla غني عن العالمين 436 sırrının
tecellîgâhı bulunan mertebe-i lâ-taayyündür. Şu ıtlâk zâtı i’tibârıyle Cenâb-ı Hak idrâk
olunamasa da a’yân-ı mümkinâtta nûr-ı vücûdun zuhûr ve imtidâdı cihetiyle idrâk
olunûr. Nasıl ki nûr-ı vücûd-ı mutlak bihasebi’z-zuhûr i’tibârât-i mezâhirle mahdût ve
mukayyed olmuş ise ilm-i beşer dahi onu idrâk ve ibsârda merâtib-i i’tibâriyye ile
mahdûd ve mukayyed olmuştur. Meselâ taayyünâta hasr-ı nazar edenler yalnız ekvânı,
ve suver-i kāime-i eşyâda tecellî-nümâ-yı zuhûr olan vücûd-ı ehadiyyeyi müşâhede
eyleyenler mücerred vech-i mükevvini görürler. Bir sâlik ki ekvân ile mükevvini
mütelâzım ve müşterek görürse hakîkat-i Vâhideyi zü’l-vecheyn olarak müşâhede etmiş
olur. Şol insân-ı kâmil ki cemî-i ekvânın hakîkat-i vâhide ile müteayyen lâkin sırr-ı
Ehadiyyetin niseb ve izâfât ile mütekesser olduğunu bilirse şüphesiz o kimse ârif-
billâhtır. Ehl-i fenâ ekvânı mükevvinde ve kâmil-i şuhûd olan ashâb-ı bekā mükevvini
ekvânda müşâhede edenlerdir. Ekvân ile iştiğâli mükevvinden kendisini iğfâl ve işgal
eden hiss-i âdî erbâbı ise tedvîr-i âsiyâb için isti’mâl olunan hayvân kabîlindendir.
Kezâlik âbidînin ibâdâtı da ekvân kabîlinden olup onda vech-i hak gözetilmeyerek
rü’yet-i halk ile meşûb olursa ibâdât-ı mezkûre de beyne’l-ekvân seyir ve devrândan
ibâret olacağından şer’an mezmûm ve eğer ki a’mâl, müşâhede-i nefs ile riyâdan hâlis
ve mücerred kast-ı mükâfât-ı ilâhîye ve neyl-i merâtib-i uhrevîyye ve makāmât-ı aliyye
ile mütehassıs olarak inde’ş-şer’ makbûl olursa da şu mesûbât matlûbe-i mahsûsada
cümle-i ekvândan olduğu cihetle tâlibi inde’l-ârifîn yine melûmdur. Çünkü ekvân [ 92 ] her ne kadar ba’zısı a’mâl-i sâliha gibi envâr görülürse de umûmiyyet i’tibâriyle ağyâr 435 Necm, 53/42“Elbette son durak Rabbinin huzûru olacaktır 436 Ali İmran, 3/97(Allâh bütün âlemlerden müstağnîdir
234
ve a’mâl ile tahsîl-i merâtib ve istihsâl-i mevâhib de rızâ-yı Hak üzerine a’mâl-i
nefsâniyyeyi îsâr demek olduğundan sâkıtu’l-i’tibârdır. Binâen aleyh ibâdet ve
ubûdiyyeti huzûzât-ı âcile ve metâlib-i ‘âcileden tahlîs ve Cenâb-ı Hakk’a tahsîs ile
abdullâh ve müntehâ-yı seyr ve irtihâli huzûr-ı Rabb-i müteâl ederek mütehakkık sırr-ı
ى اللهففروا إل 437 olmak lâzımdır ki himâr-ı rehâya müşâbehetten rehâyâb olunabilsin.
Tâcü’l- muhadderâtü’l-islâmiyye Râbia-i Adeviyye(ö. 185/801) kuddise sırrûhâ
hazretleri bu hakîkata işâretle “Ey şeb-i târîk-i ibtilâda niyâz-i nihân ile istimdât eden
bîçâregâna medet-res-i inâyet olan Yezdân! Ben sana şevk-i cinân ve havf-i nîrân ile
ibâdet etmedim. Ancak îfâ-yı vezâif-i ubûdiyyet ettim”438 diyerek münâcât-ı kāzı’l-
hâcâtta bulunmuştur.
“Yâ Rab hemîşe lütfunu et rehnümâ bana
Gösterme ol tarîki kim gitmez sana bana.”439
45. Hikmet:
، فمن آانت هجرته الى الله ورسوله فهجرته الى الله وانظر الى قوله صلى اهللا عليه وسلم
فهجرته الى ما هاجر إليه يتزوجها ورسوله، ومن آانت هجرته الى دنيا يصيبها أو امرأة
قوله عليه السالم وتأمل هذا االمر ان آنت ذا فهمفافهم
Ma’nâsı:
Ey sâhib-i nazar! Hayru’l-beşer Cenâb-ı Peygamber Efendimiz hazretlerinin
“Her kimin niyyeti Cenâb-ı Hâllâk-ı cihâna ve resûl-i zîşâna muhâceret ise onun hicreti
şüphesiz Hüdâya ve Resûl-i Kibriyâya ve her kimin maksadı muhâceret-i istihsâl-i
dünyâ ve tezevvüc-i mer’e-i hüsnâ ise onun hicreti de muhâceret ettiği dünyâ ve mer’e-i
437 Zariyât, 51/50 Allâh’a firâr ediniz 438 Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, trc.Uludağ, Süleyman, İst.1991, Giriş, s.43 (İbn Teymiyye’den naklen) 439 “Fuzûlî.” Bkz. Fuzuli Dîvânı, Haz. A.Gölpınarlı. İst. trs. 3.baskı. s.10; Tarlan, Ali Nihat; Fuzûli Divanı Şerhi, Ankara 1985, c.I, s.22
235
hüsnâyadır.”440 ma’nâsını mutezammın olan fermân-ı risâlet penâhîlerine îm’ân-ı nazar
et de hadîs-i şerîf-i nebevîlerini fehm ve idrâk ve akıl ve şuûrun var ise durmayıp bu
makāl-ı hikmet- meâli teemmül ve istidrâk eyle !
[ 93 ]
Nazmen Tercümesi:
Bak hadîs-i şeh-i kevneyne teemmül eyle
Ne buyurdu o keremkânı taakkul eyle
Niyyeti Hak ve Resûl-i Hak olan hicretle
Bulur Allâh ile Peygamberi bu niyyetle
Hicreti devlet-i dünyâya zen-i hüsnâya
Her kimin olsa bulur niyyeti üzre vâye
Anla bu kavl imâm-ı Rusüli hoş ey dil
Kıl tefekkür onu sen oldun ise ger âkıl
Îzâh:
Bu hikmet hikmet-i sâbıkanın tetimmesidir. Mutazammın olduğu hadîs-i şerîfte
de hikmet-i sâbıkadaki ekvândan mükevvine lüzûm-i irtihâle dâir olan fıkra-i ahîreye
tenbîh ve işâret vardır.Hadîs-i şerîf-i mezkûru Fârûk-ı A’zam Hazreti Ömer rivâyet edip
matlai olan 441 وىعمال بالنيات وإنما لكل امرئ ما نالاcümleleri burada tayy olunmuştur.
Bu cümlelerin ma’nâsı “A’mâl vâbeste-i niyyettir ve her insân için hâsıl da niyyet ettiği
fiil ve harekettir.” Bundan anlaşilıyor ki hüsn-i kabûl hüsn-i niyyete menût ve amel
niyyetle meşrûttur. Şu hâlde hicretten murâdı Hâlıku’l-ibâd ve Resûl-i nübüvvet-nihâd
olan kimse ekvândan mükevvine irtihâl etmiş olur ki maksad ve matlûb da budur. Ve bu
440 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy,1; Müslim, İmâre 155, Ebû Dâvud, Talâk 11, Neseî Taharet, 59; İbn Mace, Zühd,56. 441 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy,1
236
da hadîs-i şerîf-i mezkûrda musarrahtır. Maksad-ı muhâcereti şu iki matlab-ı aksânın
gayrı olan kimse ise beyne’l-ekvân dair, ve ekvân ile bâkî ve sâir olup onun fırka-i ûlâya
ihsân olunan zevk-i vuslat ve kurbiyyetten nasîbi olamaz. İşte mevzi-i i’tibâr ve
teemmül de burasıdır ve bu da hadîs-i şerîfte musarrah olmayıp huzûz-ı nefsâniyyeden
olan dünyâ ve mer’e-i hüsnâ ile müşârun ileyhtir. Binâenaleyh sâlik-i tarîkat her
hâlikârda âlî himmet olup haktan gayrıye iltifât etmemesi ve şâir-i irfân-ı müessirin
وآل ما قد خلق اهللا وما لم يخلق
442محتقر فى همتى آشعرة فى مفرقى
“ beytinin mazmûnuyla mütehakkık olması iktizâ eder. Hatta “Bana vasiyet
buyurunuz” diyen bir racüle kemterîn nâmı Sultânu’l- ârifîn olan Bâyezîd Bistâmi
hazretleri “Eğer sana arştan tâ ferşe kadar bütün dünyâ ihsân ve i’tâ olunûrsa da yine
mâsivâllâhı murâd etme” buyurdu. Ârif-i Rabbâni Süleymân Dârânî (ö. 215/830)
hazretleri de “Ben iki salât ile duhûl-i cennet beyninde tahyîr olunsam, cennet benim,
namâz Rabbimin rızâsı tahtında olduğuna mebnî rızâ-yı ilâhîyi rızâ-yı nefsime tercîh ile
namâzı [ 94 ] ihtiyâr ederim” dedi. Şeyh Şiblî (ö. 334/945) hazretleri de: “Her ne
kadar 443 وآلوا واشربوا ile ekl ve şürbü emir ve fermân buyurmuş ise de yine Hayru’l-
Hâkimîn hazretlerinin mekrinden hazer üzere olmak lâzımdır. Çünkü ekl ve şürbün
zâhiri ikrâm ve i’tâ ise de bâtını imtihân ve ibtilâ olmakla sâlik yine terk-i ekl ve şürb ile
güzelce imtihân vererek ma’nen mustağrak-ı en’âm ve tecellî olmalıdır.” dedi.
“Tecellî neşvesin ehl-i şikem idrâkı kābil mi
Behişt andıkça zâhid ekl ü şurbün lezzetin söyler”444
46. Hikmet:
ال تصحب من ال ينهضك حاله وال يدلك على اهللا مقاله 442 Allahın yarattığı ve yaratmadığı her şey, benim himmetimde başımdaki saç kadar önemsizdir. (Hiç birine bel bağlamam) 443 A’râf, 7/31ا (Yiyiniz içiniz.Fakat isrâf etmeyiniz.) 444 “ Râğıp”. Pala, İskender, Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi. İst. 1995 s.276
237
Ma’nâsı:
Ey tâlib-i hakîkat! Hâli sana feyz-efzâ-yı terakkî, ve makāli Cenâb-ı Hakk’a
delâlet-nümâ-yı telâkî olmayan kimse ile hem-bezm ünsâ-üns-i sohbet olma.
Nazmen Tercümesi:
Sakın şol şahıs ile hem bezm-i sohbet olma ey dervîş
Özü feyz-âver-i himmet sözü Allâh’a dâll olmaz
Îzâh:
Tarîkat-ı aliyyenin usûl-i müttehizesinden biri de sohbettir. Öteden beri her
sâlik-i râh-ı Hüdânın bir mürşid-i inâbeti olduğu gibi bir de şeyh-i sohbeti bulunmuştur.
Zîrâ sohbetin fevâid-i ma’neviyye ve menâfi’-i seniyyesi olduğu vâreste-i reyb ve
gümân ve evvel ve âhir erbâb-ı tarîkat onun üzerinde müstemirru’l-cereyândır.Fevâid-i
sohbetten biri ve belki ekberi hâlen ifâza-i himmet ve makālen Cenâb-ı Hakk’a
delâlettir. Çünkü safâ-yı hâli musâhibini inhâz, ve mütemessik-i zeyl-i istikāmet ve
te’sir-i makāli muhâtabını vahdethâne-i ilâhîye sevk ve delâlet eden zevât, himmeti
Cenâb-ı Hakk’a müteallık ve râci’ kalbi alâik-i mâsivâdan munkatı’ ve havâic-i zarûriye
[ 95 ] sinde bârigâh-ı ehadiyyete mültecî ve umûr-ı vâkıasında tecellî-i rubûbiyyete
mütevekkil olup nef’ ve zararın Hâlikı Rabbu’n-nâs olduğunu derk ile nâsı nazar-ı
i’tibârdan ve kendisinin masdar-ı ef’âl-i ilâhîye bulunduğunu teyekkun ile de nefsini
dâire-i ihtiyârdan iskāt eden erbâb-ı hakîkattır. Bunların a’mâli muktezâ-yı şer’-i
münevver üzerine cârî, ve ifrât ve tefrîtten ârî olduğu için ibâdât- ı müstehabbe ve
nevâfil-i mendûbeleri kesîr olmazsa da yine sohbetleri me’mûnu’l-gâile ve mahmûdu’l-
âkıbe ve fevâid-i dîniyye ve dünyevîyyeyi câlibedir. Çünkü sohbet sârika ve tabîat
sâriyedir. Mashûb olan zâtın tamâmı ahlâk-ı hamîde ve kemâl-i sıfât-ı cemile ile ittisâfı
“Âlemde bu herkese nasîb olur devlet olmadığına mebnî” şart olmayıp belki ahvâl-i
mezkûrede sâhibi fevkinde ona ifâde-i kemâl edecek derecede olmak kâfîdir. Bu sıfât
ile mutehakkık olmayan mutasanniîn ise muâmele-i zâhirede ibrâz-ı mucâmeleden
başka bir işe yaramadıkları cihetle sohbetleri değil mûcib-i menfaat belki müstelzim-i
238
mazarrat olacağına mebnî onlardan ihtirâz etmek ve gûşe-gîr-i mücânebet olmak
lâzımdır. Evliyâullâhın serfirâzı Yûsuf bin Hüseyin Râzî (ö. 304/916) hazretleri bu
hakîkata işâretle “Maâsinin topu bende mevcûd olarak huzûrullâha varmak zerre kadar
belki zerreden kemter tasannu’ ile Cenâb-ı Hakk’a mülâkî olmaktan daha hayırlıdır”445
buyurmuştur. Ba’zı urefânın kendisine esdikāsından birine işâretle “Filan kimse seni
pek ziyâde seviyor ve her ân medh ü senânızda bulunuyor” diyen bir kimseye cevâben:
“Bilirim o benim dostumdur fakat adâveti maktû’ olan şeytâna günde bin defa mülâkāt
etmek onunla bir kere hembezm-i sohbet olmaktan o benim için müdârâ ve ben onun
için tasannu’ etmek mahzûrundan nâşî daha ehvendir.” buyurmuş olduğu da mahkîdir.
Çünkü hubb-i medih ve bu’z-i zem ile insân mecbûl ve muhâfaza-i memdûhiyyet için
tasannu’ ve izâle-i esbâb-ı mezmûyyet maksadıyla tezyîn ve irâe-i hüsn-i hâl etmek de
bi’t-tab’ me’mûl olup bu da habt-ı ameli ve mahv-ı müstakbeli îcâb ve i’dâd ettiğinden
bu misillû erbâb-ı müdâhene ve riyâdan ashâb-ı ihlâs pek ziyâde tehâşi etmişlerdir. Bu
sebeptendir ki Süfyân-i Sevrî (ö.161/778) aleyhi rahmetü’l-Bârî hazretleri “Nâs ile
muâşeret-ı dâimede bulunan âdem müdârâya ve müdârâ yüzünden riyâya mecbûr
olacağından süllem-i terakkîde vâsıl-ı mertebe-i kusvâ olamaz.” buyurdu. Ba’zı hükemâ
gazab ve rızâ, tama’ [ 96 ] ve hevâ zamânlarından her birinden başka başka hâl ve
hareket ibrâz eden kimse ile hubb ü muvâhâtı “Çünkü şu ahkâm-ı mütegayyire asıl
muvâhâtı de tağyîr edeceğinden” tecvîz etmemiştir. Sehl bin Abdullah et-Tusterî(
ö.273/886) hazretleri de ikbâl ve gafletle muttasıf müteneffizîn ve kurrâ-i müdahinîn ve
cehele-i mutesavvifîn ile muhâsabeti nehy etmiştir. İllet-i nehy ise bunlarla muhâsebetin
mûcib-i menfaat olmaktan ziyâde müstelzim-i mazarrat olmasıdır. Hem-inân-ı refâkat
ve musâhabet olacak zevât ise ahvâli sûrî ve ma’nevî nümûne nümâ-yı imtisâl, akvâli
dünyevî ve uhrevî menfaat-bahş-ı saâdet ve kemâl olan ashâb-ı fazl ve ma’rifettir.
“Akla mağrûr olma Eflâtûn-i vakt olsan eğer
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mektep ol”446
445 Attâr, Ferîdüddîn , Tezkiretü’l-Evliyâ, (trc.Uludağ, Süleyman, Evliyâ Tezkiresi), İst.1991, s.411, II. Baskı 446 “Nefi”. Soykut, Hilmi, Unutulmaz Mısralar. İst.1968, s.310
239
47. Hikmet:
نت مسيئا فاراك االحسان منك صحبتك الى من هو اسوأ حاال منكربما آ
Ma’nâsı:
Ey sâlik-i tarîkat ba’zı kere sen isâetkâr olabilirsin fakat senden daha ziyâde sû-
i hâl ile muttasıf bir kimse ile sohbet o isâeti sana ihsân ve mükerremet gösterir.
Nazmen Tercümesi:
İsâet üzere de olsan yine mâ-dûn ile sohbet
Edip tezyîn-i sû-i hâlin ihsân gösterir elbet
Îzâh:
İnsân kendinden ziyâde erbâb-ı fazl ve kemâle iktirân etmelidir ki istifâde ve
istihsâl-i fâide etsin. Akrân ve emsâliyle musâhabet menfaati mûcib olmazsa da
mazarratı da müstevcib olmaz. Lâkin hâlen ve makālen mâ-dûnu olan kimselerle
hembezm-i ünsâ-üns-i sohbet olmak pek büyük mazarratı müstelzim olacağını işbû
hikmet isbât ediyor. [ 97 ] Çünkü mâ-dûn dâimâ uyûbunu setr ve ihfâ ve kemâlini
izhâr ile mâ-fevkini memnûn etmeye çalışır. Sermest-i câm-ı ikbâl olan mâ-fevk ise
nefsine hüsn-i zannı bir kemâl olmakla müteaccib-i a’mâl ve kāni’-i ahvâl olup kalır. Bu
ise mâni’-i terakkî ve füyûzât, üssü’l-esâs-ı hatîâttır.
Ashâb-ı irfân ile sohbet de iki kısımdır. Biri sohbet-i irâde diğeri sohbet-i
teberrüktür. Sohbet-i irâde bir müsterşidîn mürşidiyle olan sohbetidir ki bir takım şurûtu
câmi’ olup hülâsası müsterşid olan kimsenin mürşidine karşı gassâl elinde meyyit gibi
olmasıdır. Sohbet-i teberrük ise şurût ile mukayyet olmayıp yalnız sâhib olan kimsenin
maksadı mashûbunun meslek ve meşrebinde olmak ve onun ziyy ve kıyâfet ve vaz’ ve
240
hareketini takınmak sebebiyle 447من تشبه قوما فهو منهم mantûkunca âsâr-ı teşebbüh ve
teberrükten hissedâr-ı feyz ve fütûhât olmaktır. Fakat her iki sohbette de sûrî ve ma’nevî
mazarattan vâreste olmak hükmü şart-ı kâide-i i’tilâf ve dâire-i meşrûa hâricinde sohbet
ve muvânesetin câiz olamayacağı da vâreste-i iştibâh ve ihtilâftır.
طالب حكمت شو از مرد حكيم
448 تا ازو آردى تو بينا و عليم
48. Hikmet :
ما قل عمل برز من قلب زاهد وال آثرعمل برز من قلب راغب
Ma’nâsı:
Târik-i dünyânın kalbinden bürûz eden amel az, ve râğib-i mâsivânın
gönlünden zuhûr eyleyen amel de çok olmadı.
Nazmen Tercümesi:
Az olmaz şol amel ki menşe-i zühd ve reşâdettir
Çok olmaz şol amel de menba’ı dünyâya rağbettir.
Îzâh:
Merâtib-i a’mâl kulûb-i a’mâlin ahvâliyle takdîr olunûr. Zühd ve takvâ ile
ittisâf [ 98 ] edenlerin amelleri zâhirde kalîl olursa da hakîkatte kesîr ve celîl ve tâlib-i
dünyâ olanların amelleri zâhirde kesîr olursa da hakîkat nokta-i nazarından pek kalîl
olur. Çünkü zühhâd mâdem ki târik-i dünyâ ve râğib-i rızâ-yı Rabbu’l-ibâddır. Riyâ ve
tasannu’ gibi ihlâsı izâle eden âfât-ı dîniyye ve a’vâz-ı dünyevîyyeden tahlîs-i a’mâl
edecekleri cihetle ibâdetleri nûr-ı ihlâs sebebiyle her hâlde münevver ve makbûl olur da 447 Ebû Dâvud, Libâs, 4; Müsned, II ,50 Kim bir kavme benzerse onlardandır. 448 “Mevlânâ”, Bkz. Tahir Büyükkörükçü, Hakîkî Vechesiyle Mevlânâ ve Mesnevi, Konya, 1959, s.138 “Hakim bir zattan hikmet talebinde bulun ki onun himmetiyle sen de görür ve bilir bir adam olasın.”
241
teveffür ve tekessür eder. Râğib-i dünyâ olanların amelleri ise ağrâz-ı dünyevîyye ve
a’vâz-ı beşeriyyeden hâlî olamayacağı cihetiyle şüphesiz merdûd ve derece-i kabûle
vâsıl olamayan a’mâl kesîr olursa da sâkıtu’l- i’tibâr olacağından elhak kalîl ve ma’dût
olur. Şîr-i merdân-ı Hüdâ Cenâb-ı Aliyyu’l-Murtazâ Efendimiz: “A’mâlinizin vâsıl-ı
hedef-i kabûl olması için yine amel etmek sûretiyle ihtimâm edin zîrâ takvâ ile berâber
derece-i kabûle vâsıl olan amel bir vakitte kalîl olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hâllâk-ı cihân
nûr-i ihlâsı ve adem-i riyâyı mutazammın olduğu cihetle mü’minîn ve muvahhidînin
zikrini kesretle tavsîf ederek 449 يا أيها الذين آمنوا اذآروا الله ذآرا آثيرا ve zümre-i
münâfikînin zikrini riyâ ve süm’adan ve adem-i ihlâstan nâşî kılletle ta’rîf buyurarak
يذآرون الله إال قلياليرآؤون الناس وال 450 buyurmuştur” dedi. Ulemâ-yı ashâb-ı Resûlullâhtan
İbn-i Mes’ûd hazretleri de “Bir âlim-i zâhidin iki rek’at namazı ile âhiri’d-dehr
müteabbidîn-i müçtehidînin ibâdâtından hayırlıdır.” buyurdu. Ba’zı ashâb-ı kirâm sadr-
ı tâbiînde bulunan müteabbidîne hitâben “Sizin amel ve içtihâdınız ashâb-ı Resûlullâhın
ibâdetlerinden ziyâde ise de yine onlar ziyâde zâhid ve müttakî olduklarından dolayı
sizden hayırlıdır” der idi. Ârif-i Rabbânî Ebû Süleymân Dârânî (ö.215/830) hazretleri
Gavsu’s-sulehâ Ma’rûf Kerhî’nin(ö. 200/816) “Erbâb-ı tâat Cenâb-ı Hakk’a ibâdete
nasıl kudret hâsıl ederler.” suâline “Gönüllerinden dünyâ ile hubb-ı dünyâyı ihrâç ile
cevâbını verdiğini” ve a’mâl-i dünyâdan bir emel onların kalbinde olduğu hâlde secde
etmiş olsalar rehîn-i sıhhat olamaz.”451 dediğini hikâye buyurmuştur. Ebû Abdullâh el-
Kureşî hazretleri dahi “Ba’zı nâsın urefâdan bir zâta ibâdet ediyorsam da hâlâvetini
bulamıyorum diyerek ettiği şikâyet üzerine ârif-i müşârun ileyhin cevâben senin
yanında iblîs-i pür-telbîsin kızı olan dünyâ vardır. Bir peder elbette kızını hânesinde
ziyârete gelecektir. O hâne de [ 99 ] senin kalbindir. Şeytânın kalbe duhûlü de
müstelzim-i fesâd olacağında şüphe var mı?” kelâm-ı hikmet encâmını ityân ettiğini
rivâyet eylemiştir.
جيست دنيا از خدا غافل بدن
449 Ahzâb, 33/41 “Ey îmân edenler Allâh’ı çokça zikredin” 450 Nisâ, 4/142(O münâfıklar insânlara riyâ gösterirler ve Allâh’ı da çok az zikrederler 451 Attâr, a.g.e. s. 352
242
نى قماش ونقره وفرزند و زن 452
49. Hikmet:
فى مقامات االنزالحسن االعمال نتائج حسن االحوال و حسن االحوال منا التحقق
Ma’nâsı: A’mâlde güzellik ahvâlde güzeliğin netîcesi ve hüsn-i ahvâl de kulûb-
i ârifîne nâzil olan makāmât ile tahakkukun semeresidir.
Nazmen Tercümesi:
Menşe-i hüsn-i ameldir hüsn-i hâl
Hüsn-i hâlde oldu âsâr-ı kemâl
Îzâh: Hüsn-i a’mâl şurût-ı mahsûsa ve âdâb-ı meşrûası vech ile mâni’-i kabûl
olan riyâ ve kaydı mâsivâdan hâlî olduğu hâlde îfâ olunan ibâdâttır. Hüsn-i hâl ise hazz-
ı ‘âcil ve sevâb-ı âcil ile mukayyed olmayarak mücerred muktezâ-yı ubûdiyyet olmak
sûretiyle îfâ edilen ibâdette kalbin iktirân ettiği ihlâs ve zühd ve takvâ ile ihtisâs gibi
hâlâttır. Makāmât-ı inzâlde tahakkukun ma’nâsı da taraf-ı ma’nevî-i ilâhîden peyderpey
tevârüd eden vâridât-ı ulûm ve maârif-i sübhâniyyeyi kalbin ihâta ve irtivâsı şevk-i
cinân ve havf-ı nîrân meyl-i mâsivâ ve hâtıra-i da’vâ gibi mâni-i ihlâs olan ahvâli terk
ve tecrîd de temekkün ve istivâsıdır. İşte şu ahvâl-i sülüse hülâsa-i menâzil-i sâlikîn ve
netîce-i merâtib-i ârifîn olmakla makāmât-ı mezkûreden her mertebe de ilim amel hâl şu
üç meziyet ve kemâl bulunmak iktizâ eder. Çünkü ilim hâli, hâl de ameli intâc
edeceğinden [ 100 ] bunlardan biri noksân olsa silsile-i terakkî munkatı’ olur. Nasıl ki
şecere mevcûd olmayan yerde ağsân, ağsân bulunmayan şecerede meyve olmazsa
zemîn-i kalbe şecere-i irfânı ğars etmeyen mürîd de ğusn-i hâl ve ğusn ile tahakkuk
etmeyen kimse de semeredâr-ı a’mâl olamaz.
“Ameller meyve-i ahvâl oldu ağsân
Topu eşcâr-ı irfândan nümâyân”
452 Mevlânâ. “Dünya nedir? O hüda’dan gafil olmaktır; Kumaş, gümüş, evlat ve kadın değil midir.”
243
EL-MUHKEM FÎ ŞERHİ’L-HİKEM’İN - FİHRİSTİ (İLK YÜZ SAYFA)453
ا الول من المحكم شرح الحكمفهرست الجلد
Sayfa. Konu.
6. Ma’siyet zamânında noksân-ı recâ i’timâd-ı amelin alâmeti olduğu hikmeti
8 Esbâb içinde mukîm olan bir mürîdin tecrîd istemesi şehvet-i hafiyeden ma’dûd
olduğu hikmeti ve ba’zı fıkralar
10. Himmet-i müessirenin suver-i kaderi hark edemeyeceği hikmeti
12. Takdîre îman ile tedbîr meşakkatinden müsterîh olunacağı hikmeti
13. Celb-i erzâkta gayretle ibâdette kusûr nur-ı basîretin intimâsına delîl olduğu
hikmeti ve ba’zı kıssalar
14. Duâda ilhâh ile berâber eser-i icâbetin teahhuru mucib-i ye’s olmak lâzım
gelmeyeceği hikmeti
15. Va’d-i ilâhî–i muayyenin adem-i adem-i vukūu mûcib-i şekk ve ve
iştibâholmak lâzım gelmeyeceği hikmeti
16. Bâb-ı ma’rifet feth olunduğu vakitte kalb-i amele artık mübâlât edilmek lâzım
gelmeyeceği hikmeti ve bir kıssa-i garîbe
24. Vâridâtın tenavvuundan nâşî a’mâlin mütenevvi’ olduğu hikmeti
27. Vücudun arz-ı hamûle defn olunması lüzûmu hikmeti ve bazı fıkra-i
tasavvufiyye ve üveys el-Karnî kıssası
34. Uzlet kadar bir şeyin sâlike mûcib-i menfaat olmayacağı hikmeti ve bir kıssa-i
acîbe
35. Kalbin nasıl münevver ve ne yolda cenâb-ı Hakk’a râhıl ve ne vecihle huzûr-ı
Rabbânîye dâhil olacağı hikmeti
37. Ekvânın topu zulmet olup onu Cenâb-ı Hakkın zuhûru inâre ettiği hikmeti
453 Bu fihrist, Ahmed Mâhir Efendi tarafından yapılmıştır. El-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’in 1.cildinin (İstanbul, .1323, Matbaa-i Ahmed İhsân) sonunda bulunan 1.cilt fihrisinin ilk yüz sayfasına âit bölümüdür.
244
40. Hakk’a nisbetle mevcûd olmayan ekvânın sâlike hicâb olması kahr-ı ilâhîye delîl
olduğu hikmeti ve mesele-i vahdet-i vücûd
43. Eşyânın Cenâb-ı Hakk’a hicâb olamayacağı hikmeti, ve isbât-ı vücûd-ı ilâhî
mes’le-i hakîmânesi
46. Vücûd-ı ilâhînin hiçbir şey ile mahcûb olmayıp erbâb-ı basirete nümâyân olduğu
hikmeti
48. Cenâb-ı Hakk’a zamânda izhâr ettiğinin gayri bir şey ihdâs etmeye çalışan
kimsenin pek câhil olduğu hikmeti
50. Vakt-i ferâğate te’vîk-ı amel muktezâ-yı hamâkat olduğu hikmeti
51. Mürîdin bulunduğu hâlden hurûc etmeği taleb etmesi muvâfık-ı maslahat
olmadığı hikmeti
52. Bir sâlikin vâsıl olduğu makām ile kanaat etmemesinin ve dünyânın zâhirine
bakıp da aldanmamasının lüzûm-ı hikmeti
54. Haktan taleb Hakk’ı ithâm ve Hakk’ı taleb O’ndan gaybet, ve gayriyi
taleb eser-i kıllet-i hayâ ve gayriden taleb haktan mûcib-i bu’diyyet olduğu hikmeti
56. Her nefeste insân için bir kazâ-yı ilâhî olduğu hikmeti
57. Kalbin ağyârdan ferâğatine intizâr edilmek lâzım olduğu hikmeti
58. İnsân dünyâda oldukça vukū-ı ekdârı istiğrâb etmemek lâzım geleceği hikmeti
60. İnâyet-i ilâhî ile matlûb olan âmâlin elbette hâsıl olacağı hikmeti
61. Bidâyette Hakk’a rücû nihâyette mûcib-i felâh olacağının alâmeti olduğu
hikmeti
62. Bidâyeti parlak olanın nihzyeti de parlak olacağı hikmeti
63. Serâire tevdî’ olunan envârın zevâhirde nümâyân olacağı hikmeti
64. Cenâb-ı Hakk ile eşyâya ve eşyâ ile Cenâb-ı Hakk’a istidlâl arasında bûn-ı baîd
olduğu hikmeti
لينفق ذو سعة من سعته( ) .66 âyet-i kerîmesiyle, ( )عليه رزقهومن قدر âyet-i
celîlelerinin tefsîr-i tasavvufîsi hikmeti
68. Râhılûn ile vâsılûn arasındaki fark neden ibâret olduğu hikmeti
69. Guyûptan ziyâde uyûba nazar etmek lâzım geleceği hikmeti
72. Cenâb-ı Hakk mahcûb olmayıp ancak O’nu şuhûddan insânın mahcûb olduğu
hikmeti
245
73. Evsâf-ı beşeriyyeden çıkılmadıkça huzûr-ı ilâhîye karîb olunamayacağı hikmeti
76. Her ma’sıyetin aslı nefs-i emâreden râzı olmak olduğu hikmeti
77. Nefsinden râzı olmayan bir câhil ile sohbet bir âlim-i hodbîn ile sohbetten hayırlı
olduğu hikmeti
79. Nûr-ı basar Hakk’ın kurbunu ve basîret de insânın ademini ve hakk-ı basîret
Hakk’ın
vücûdunu işhâd ettiği hikmeti
hikmeti آان اهللا وال شيئ معه وهو اآلن على ما عليه آان“ .81
82. Kerîmi âmâl tehtıe etmeyeceği ve kerîm ne demek olduğu hikmeti
85. Cenâb-ı Haktan gayrîye ref’-i hâcât etmek câiz olmayacağı hikmeti
86. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına hüsn-i muâmelesinden dolayı hüsn-i zann edilmek
lâzım geleceği hikmeti
89. İnsân kendisinden infikâkı mümkün olmayandan hârib ve kendisiyle bekāsı
olmayan tâlib olmasının şâyân-ı taaccüb olduğu hikmeti
90. Beyne’l-ekvân dolaşıp duramayarak mükevvinü’l-ekvân olan Hakk’a irtihâl
etmenin lüzûmu hikmeti
92. Cenâb-ı Risâlet-meâb Efendimizin فمن آانت هجرته الى الله ورسوله ، hadîs-i şerîfi
hikmeti
94 Hâli ifâde-i hakîkat ve makāli cenâb-ı Hakk’a delâlet etmeyen kimse ile sohbet
câiz olmayacağı hikmeti
96. Sû-i hâl ashâbıyla sohbet insâna fenâlığı ihsân göstereceği hikmeti
97. Kalb-i zâhidden zuhûr eden amelin az, ve tâlib-i dünyânın kalbinden bürûz
eyleyen amelin çok olmadığı hikmeti ve ba’zı fıkrât-ı tasavvufiye
99. Hüsn-i a’mâlin netâic-i hüsn-i ahvâl ve hüsn-i ahvâl de semere-i makāmât-ı
inzâl olduğu hikmeti
246
Sonuç
el-Hikemü’l-Atâiyye’nin şerhlerinden biri olan el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem
Ahmed Mâhir Efendi’nin kaleminden tasavvufun ana konularını ele alan kapsamlı bir
tasavvuf klasiğidir. Temelde Şâzeli tarîkatının el kitabı durumunda olan el-Hikemü’l-
Atâiyye’nin her kesimden zevât tarafından okunup benimsenmesi, üzerinde bir çok kere
şerhler yazılması bu kitabı tasavvufun ana kitaplarından biri hâline getirmiştir. Bu
kitapta cevâmiü’l-kelim denilebilecek ifâde ve tesbitlerle hem inanç hem de amelî bir
çok konuda dînin temel dinamikleri tasavvufî bir bakış açısıyla hikmetler hâlinde
toparlanmış adeta özetlenmiştir.
Denilebilir ki üç yüz küsür (tezimize konu olarak da kırk dokuz ) hikmet sanki
bütün sûfî reflekslerini kuşatıcı bir mantıkî örgüye sâhiptir. Dolayısıyle böyle hacim
olarak küçük fakat ma’nâ ve mefhûm olarak ciltler dolusu idrâklere gebe bir hikmet
kitabının şerhi de o kitabın değerinde bir kıymete hâiz olacaktır.
Ahmed Mâhir Efendi’nin el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem fazlasıyla bu liyâkatin
sâhibidir.
Tezimizde el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’in ilk yüz sayfasının metnini, tahkîkli
ve tahriçli bir şekilde incelemiş bulunmaktayız. Matbû baskıda verilmeyen âyet
numaraları, hadîs-i şerîf kaynakları tesbît edildi. Şâiri belli olmayan şiirlerin şâiri
mümkün olduğu kadar bulunmaya çalışıldı. Arapça ve Farsça şiirler tercüme edildi.
Bu şekilde elle tutulabilir bir metin ortaya koyduğumuz inancındayız.
Tez çalışmamızda el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’in ilk yüz sayfasındaki tasavvufî
konuları incelemeye çalıştık. Bu konuları ele alırken sadece Ahmed Mâhir Efendi’nin
tesbîtlerini değil daha önce bu konularda tasavvuf klasiklerindeki ilgili bahislerdeki
tesbîtleri de incelememize ilâve ettik. Böylece kavramlar bağlamında bir ansiklopedik
kavram çalışması yapılmış oldu.
el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’de başka konular da vâr olmakla berâber biz şu
konularda değerlendirme yapmayı uygun gördük. “İman -Amel İlişkisi, Tevhîd-i Ef’âl-
Tevhîd-i Sıfât- Tevhîd-i Zât , Amel- Hâl İlişkisi , Amellere ve İbâdetlere Güvenmek ,
247
Amellere Etkisi İ’tibâriyle Dünyâ Sevgisi, İbâdetler , Namaz, Vakit, Havf ve Recâ,
İhlâs, Kerâmet , Sohbet ,Hayâ, Cezbe – Ârif, İlim–Cehl, “Ayne’l-yakîn”- “İlme’l-
yakîn” – “Hakka’l-yakîn” , Hicret, İnfak, Mürşid, Nefes, Kurb-Bu’d , Hâtif,
Tevekkül, Tevâzu’, Uzlet, Nefs, Tedbîr, Zaman, Basîret, İstidlâl, Üveysîlik, Hayret,
Taleb.”
Bu kavramları incelerken gördük ki el-Muhkem’de sâdece ıstılah anlamları
verilmemiştir. Aynı zamanda bu ıstılâhlar güzel bir üslûpla da nâzenîn bir Türkçe ile de
sunulmuştur. Tasavvuf zâten bir incelikler iklîmidir. Mürşidler hâl ve kālleriyle, sûfî
müellifler de kalemleriyle bu inceliği yaşayan-yaşatan kimselerdir. el-muhkem’de bu
inceliğe âit işçiliği görmekteyiz.
Tasavvufî hakîkatler bizâtihî güzel, fakat bu güzelliği “güzel” ifâde etmek, bediî
bir şekilde dillendirmek de ayrı bir güzelliktir. el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’ işte bu
müstesnâ güzellikler antolojisinden biridir.
Ahmed Mâhir Efendi kısa ve özlü hikmetleri şerhederken aslında ayrı bir hikmet
kitabı te’lîf etmiştir. el-Hikemü’l-Atâiyye’nin gizemli sırlarını çözerken, akıcı
hikmetleri şerhederken aslında yepyeni bir “Hikemü’l-Atâiyye” yazmıştır denilebilir.
Hatta bizzat kendisi başka bir şerhe ihtiyaç duymuştur dense sezâdır.
Târihte pek çok eser şerh olmadan anlaşılamamıştır. Bazı şerhler vardır ki asıl
“eser” o şerhle berâber anılır olmuştur. Bu o şerhin ne kadar güçlü olduğunu
göstermektedir. İşte el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem de o güçlü şerhlerden biridir. Hikem-i
Atâiyye kadar apayrı bir hikmetler kitabı etkileyiciliği görmekteyiz bu şerhte.
Bu etkileyiciliğin arka planında hem el-Hikemü’l-Atâiyye’nin kendi sağlam
omurgası olduğu kadar, Ahmed Mâhir Efendi’nin hâlis niyyeti de bulunmaktadır. Bu
eseri tefsîr dersleri verdiği esnâda Ramazân ayında sahûr vakitlerinde yazmıştır.
Buradan anlıyoruz ki Kur’ân’ın iyi anlaşılması için doğru tasavvufu işâretleyen
kilometre taşlarının iyi bilinmesi gerekmektedir. Tasavvufsuz bir Kur’ân tasavvuru
eksiktir.
Bu mânâda el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem bir nev’î iş’arî tefsîr modelidir de aynı
zamanda. Kısmen de olsa ba’zı âyetlerin yorumlarına baktığımızda sûfî düşünce
eleğinden geçirilmiş tahlîlleri görmekteyiz.
248
Aynı şekilde hadîs-i şerîflerin açıklanmasında da bir sûfî hassâsiyeti
gösterilmiştir ki tasavvufî hadîs şerhleri kategorisine girebilecek tesbît ve yorumlar bu
şerhte fazlasıyla yer almıştır. (Bkz. niyyet hadîsi. el-Muhkem s.93)
Kanaatimizce bu şerhin de bir şerhi yapılmalıdır. Biz bu çalışmamızla ilk yüz
sayfanın derinliğinden çıkarabildiğimiz incileri sunmaya çalıştık. Eserin tamamı (iki
cilt, 628 sayfa) incelendiğinde ortaya muhteşem bir tasavvuf külliyâtı çıkacağı
şüphesizdir. Bu yüz sayfalık himmetimizle, bu külliyâtın ilk merdivenlerine tırmanmış
bulunmaktayız.
249
BİBLİYOGRAFYA
Kur’ân-ı Kerim Ve Türkçe Anlamı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, . 1987
A. Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, (Haz.Mustafa Tahralı-
Selçuk Eraydın) İst.1999, c.I,
Abdulkadiroğlu, Abdülkerim, Ahmed MâhirEfendi Ballıklızade, DİA, II, s.98
Abdülbâkî, Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres li elfâzı’l- Kur’âni’l-Kerîm trs.
Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I,
Ahmed Badi, Armağan, Divan Şiirinde Atasözleri ve Deyimler, Basılmamış
Trakya Üniversitesi Projesi, Haz. Prof. Dr. Süreyya Beyzadeoğlu.
Aşkar, Mustafa, Tasavvuf Târîhi Literatürü , Ankara 2001
Ataullah İskenderâni, el-Hikemü’l-Atâiyye.(trc. Saffet Yetkin) Ankara
Üniversitesi basımevi, 1963
Ateş, Süleyman, İşari Tefsir Okulu, Ankara 1974
Attâr, Ferîdüddîn , Tezkiretü’l-Evliyâ, (trc.Uludağ, Süleyman, Evliyâ Tezkiresi),
İst.199
Büyük Türk Klasikleri. Ötüken.İst. 1986, c.IV
Büyükkörükçü,Tahir; Hakîkî Vechesiyle Mevlânâ ve Mesnevi, Konya, 1959
Cânân , İbrahim, Hadîs Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte. Trs.
Cebecioğlu, Ethem , Tasavvuf Terimleri Ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara, 1996
250
Demirci, Mehmet, İbadetlerin İç Anlamı; Tasavvuf dergisi, sy, 3
E.Kemal Eyüboğlu, Şiirde ve Halk dilinde Atasözleri ve Deyimler, İst. 1975,
c.II, s.415”
Eraydın, Selçuk, , Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatlar, İst.1981,
Fuzuli Dîvânı, Haz. A.Gölpınarlı. İst. trs. 3.baskı.
Gazzâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn; (Trc. Ahmed Serdaroğlu) İst. trs. c.3,
Gölcük, Şerafeddin.- Toprak,Süleyman, Kelam, Kelâm .trs.
Güllüce, Hüseyin, Kur’ân Tefsiri Açısından Mesnevi, İst.1999,
Hucvîrî Keşfü’l-Mahcûb, trc. Süleyman Uludağ Hakîkat Bilgisi, İst. 1996
2.baskı )
İbn. Hişam el-Ensari, Şerhu Katru’n-Nedâ ve Bellü’s-Sadâ, Te’lif:
Muhammed Muhyiddin Abdulhamid. trs. ysz
İzmirli İsmail Hakkı-Şeyh Safvet, Ahlak Ve Tasavvuf Kitaplarındaki
Hadîslerin Sıhhati; Tenkitli Neşir: İbrahim Hatiboğlu, İst. 2001, Dâru’l- Hadîs yay.
Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve şerhi, Ankara 1975,
Kara, Mustafa, İbn Atâullah el-İskenderî, DİA, XVIV,
Kara, Mustafa, el-Hikem-i Atâiyye, DİA, XVII,
Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyrîyye, Tahk.Maruf Zerrik.Ali Abdulhamid Ebû’l-
Hayr. (Dâru’l- Hayr) İkinci Baskı. Beyrut. 1416/1995
Kuşeyrî, Risale, (Haz. trc. Süleyman Uludağ. Kuşeyrî Risalesi, İst. 1991,
Kübrâ, Necmüddîn Kübrâ, Usûlu Aşere, (Haz. Mustafa Kara, “Tasavvufî
Hayât” İst. 1996, s. 33, II. Baskı. Dergâh yay.
251
Mevlânâ, Mesnevi-i Şerîf , Nahifi Trc. Haz Amil Çelebioğlu, İst. 2000. M.E.B
Yayınları
Münziri, Muhtasar-ı Sahih-i Müslim, (Thk.Dr.Mustafa Deybü’l-Biğa) Dımeşk,
1417;
Muhâsibî, er-Riâye,Trc. Abdülhakim Yüce İzmir 1997
Naci, Muallim, Osmanlı Şâirleri, Haz.Cemâl Kurnaz, Ankara 199
Önemli, Tahsin,(1989) El-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem Kitabında Geçen Dînî,
Tasavvufî, Harsî Istılâh Tâbirler Konusunda Bir Lügat Denemesi, gazi Üniversitesi
sosyal bilimler Enstitüsü , Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi
Pala İskender, Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi, İst.1995
Pala, İskender, Divan Şiiri Sözlüğü. İst.1999
Pala, İskender, Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi. İst. 1995
Rifâî, Ken’an, Şerhli Mesnevî-i Şerîf İst. 2000 ikinci baskı
Soykut, Hilmi; Unutulmaz Mısralar, İst.) 1968, Sönmez Neşriyât
Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif (trc. H.Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz Tasavvufun
esasları)) İst. 1993
Şâmil İslâm Ansiklopedisi. İlgili maddeler
Şeyh Gâlip Divânından Seçmeler, (Haz. Abdülbâki Gölpınarlı) İst. 1994,
Şinasi, Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye, Haz. Prof. Dr. Süreyya Beyzadeoğlu.
MEB. İst.2003
Tarlan, Ali Nihat; Fuzûli Divanı Şerhi, Ankara 1985, c. I-II-III
252
Topaloğlu, Bekir, İslâm Kelamcıları ve Filozoflarına Göre Allâh'ın Varlığı
(İsbat-ı Vacip), Ankara, 1995
Uludağ , Süleyman , Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst. 1991
Yıldırım, Ahmed; Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadîslerdeki Dayanakları;
Ankara, 2000
Yılmaz, Hasan Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, İst. 1997
Yılmaz, Hasan Kâmil, Tasavvufî Hadîs Şerhleri ve Konevi’nin Kırk Hadîs
Şerhi, İst. 1990, İFAV
Yılmaz, Hasan Kâmil, Tasavvuf Meseleleri , İst.2004
Yılmaz, Sevim, (2001) İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin
Tasavvuf Açısından Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi