acılar denizi 2015 04 24 ekli
DESCRIPTION
Değerli Kardeşlerim 2008-2009 geçişinde yeni yılınızı kutlarken, büyük devlet ile küçük devlet arasındaki önemli bir ölçütü ve Ermeni olaylarına bizzat tanık olanların (ve ailemin) gözüyle bir değerlendirmeyi ve bu olaylara çeşitli şekillerde müdahil olanların kimliği ile ilgili bir yazı göndermiştim. İlk gönderdiğim yazı, 2014 Nisanı’nda Amerika’daki malum oylamalar ile ilgili olarak tekrar ele alınarak yeni bilgilerle okuyuculara gönderildi. Ne yazık ki 2015 yılına gelindiğinde, tehcir olayının 100’cü yılında, dünya, Ermeni sözde soykırımını birer birer parlamentolarından geçirmeye ve tarihin er kirli iftirasını Türk ulusuna atma hattat kabul ettirme gayreti içine girmiş bulunmaktadırlar. Her 24 Nisan’da ısıtılan bu acılı çorbayı ister istemez yemek zorunda olanlar ve bir de tarafsız inceleyenler anlayabilecektir. Yeterince araştırmacı yetiştiremeyen ülkeler, haklarını uluslararası arenada elde etmekte zorlanırlar. Bu nedenle 24 Nisan ülkemizin boynunda kılıç gibi asılmaktadır.TRANSCRIPT
1
Acılarla yoğrulmuş bir tarih: Türk- Ermeni çatışması
Prof. Dr. Ali Demirsoy, 24.04.2015
Büyük devlet olmanın ölçütü sadece ekonomisi mi?
Yoksa insanlarının kişilikli davranışı mı?
Büyük devlet büyük devlet dediğimizde, çoğunluk, coğrafik
büyüklüğünü, nüfus büyüklüğünü, ekonomisinin büyüklüğünü, tarihteki
etkisini ve benzer özelliklerini göz önüne alırız. Bugün isterseniz başka
bir ölçütü alalım; bakalım daha önceki tanım ve yargıları tamamlıyor mu?
Yazılarda avam dilinin kullanılmasına hiçbir zaman sıcak bakmadım.
Ancak her halde dil haznem yeterli gelmedi ki, açıklayacağım durumu
tanımlaması bakımından yine de bir avam sözcük olan “yalakayı” kullanmak zorunda kaldım.
Büyük ülkeler olarak tanımlanmış, Amerika, İngiltere, Almanya,
Rusya, Çin, Fransa gibi ülkelerde, bugün ya da tarihlerinin her hangi bir
döneminde, halkının bir kısmı Türkçü diye tanımlanmış mıdır? Bildiğim
kadarıyla bu ülkelerin hiç birinde böyle bir tanım yoktur. Türkleri sevenler
ya da sevmeyenler vardır. Ancak bunlar Türkiye’nin yalakaları, tetikçileri,
provokatörleri, kışkırtıcıları, ajanları olmamıştır; böyle bir tanım büyük
devletlerin literatüründe yoktur.
Tarihimize baktığımızda Tanzimat’tan bu yana, bu ülkede, özellikle
aydınlar arasında “İngiliz yanlısı, Amerikancı, Almancı, Fransız yanlısı,
Rus yanlısı, Çin yanlısı; yerine göre Maocu, Marksist, Kapitalist, Liboş,
say sayabildiğin kadar” bizim dışımızdaki ülkeleri, ekonomik modelleri,
kategorileri temsil eden ya da savunan bir kesim türemiş, türetilmiş.
Demokrasiye geçtikten sonra da iktidara gelen partileri, bu devletlerin el
2
altından destekledikleri ve organize ettikleri yönetimler olarak görüyoruz
(bazen de damgalıyoruz). Gelişmiş ülke olarak bildiğimiz ülkelerde acaba
bu partiyi Türkler başımıza getirdi, bu yönetimi Türkler seçtirdi diye bir
kavram halk arasında var mıdır? Bu nasıl aşağılık bir durum ki, ağzımızı
açar açmaz, bir insanı ya da bir yönetimi, bu ülkenin dışındaki bir ülkenin
ya da bir modelin uzantısı olarak görüp, suçlamaya kalkışıyoruz. Pekâlâ,
gerçekte durum bu söylediğimiz gibi mi? Gönül istiyor ki hayır densin.
Ancak Tanzimatçılara (İngiliz-Fransız), Jön Türklere (Fransız),
İttihatçılara (Alman) bakıyoruz, her birinin bizim dışımızdaki ülkelerle
göbek bağı var ve model bizim dışımızdaki bir ülke. Bu kesimlerin hizmet
ettiği ülke de –bilinçli ya da bilinçsiz- bizim dışımızdaki bu ülkeler.
Osmanlı Türkçesinde “bilmem ne ülkesinin Muhipbanı” (yani körü körüne
seveni) diye bir terim var. Bu bir ülke ve halkı için ne kadar aşağılayıcı bir
sıfat. Dünyada Türk Muhipbanı diye bir kesim tanımlanmış mı? Cemiyet-i
Muhipban-ı Amerikiyyan (Amerika’yı her şeyi ile sevenler cemiyeti), İngiliz Muhipleri
Cemiyeti (İstanbul’u İşgal eden İngilizleri sevdirme cemiyeti) diye kuruluşlar acaba
büyük ülke diye tanımlanan ülkelerde kurulmuş mudur?
Cumhuriyet kuruldu, Atatürk durumu gördü ve bu yalaka grubun
göbek bağlarını belirli bir süre kesti. Kişilikli, aydın ve gerçek milliyetçi bir
kesimin egemen olmasını sağlamak için gerekli kurumların temelini attı;
vicdanı hür, fikri hür bir nesil yetiştirmenin yolunu açacak tüm önlemleri
aldı. Ancak ömrü vefa etmedi. Ölümünü izleyen günden itibaren sürü
tersine döndü ve Atatürk’ün tamamen temizleyemediği bu kesim yeniden
yeşermeye başladı. Çocuğunu –bu ülkenin sorunlarını çözerek diğer
çocukların da gitmezliklerini ortadan kaldıracağına- yabancı ülkede
okutan, yabancı ülkede yüksek lisans yapmayı finanse eden, orada iş
kurmasını ve çifte vatandaşlık edinmesini, olmaz ise vatandaşlığını
değiştirmesini onaylayan (burada suçlanması gereken kesim ailelerden
çok görevlerini yerine getirmeyen yönetimlerdir); eğitim modeli
3
dendiğinde, Amerikan eğitimini anlayan, bütün dünyanın bugün hayran
olduğu özgün eğitim modelini (Köy Enstitülüleri Modelini) ağır ithamlarla
bitiren, mezunlarını komünist vs. gibi sıfatlarla damgalayan; ekonomik
model dediğinde kapitalist sistemi; insan hakları dendiğinde Amerikan-
Avrupa anlayışını benimseyen; müzik ve sanat dendiğinde yine batı
zevkini ön plana alan; ağzını açtığında –kendi halkını görmezlikten
gelerek- Avrupalı bize ne der diye söze başlayan; batı ağzıyla konuşan;
her söze “bizden adam olmaz” diye başlayan; akademik yükseltme için
yabancı bir ülkenin dilini bilmeyi birinci koşul koyan; akademik yükseltme
için yabancı bir dille yazılmış dergilerde yayın yapmayı ve yabancı
dergide yayın yapmayı ölçüt koyan; özgün daktilo klavyesini (F klavye),
terk edip yabancı bir dilin klavyesini (Q klavye) kullanan; dilindeki tamam
kelimesi yerine “okey” diyen; hoşça kal yerine “bay bay” diyen; ticaret
hanelerinin adlarını yabancı dildeki kelimelerden seçerek koyan;
herhangi bir uygar hizmeti kendi halkına layık görmeyip de “sonra
turistler bize ne der diye” bu olumsuzluğu düzeltme yoluna giden;
bununla da yetinmeyip, batının her zaman üçüncü dünya ülkeleri için
sinsi sinsi hazırlamış olduğu yıkıcı planların gizli ya da açık Truva atları
olmayı üstelen bir kesimin egemen olduğu toplumların gelişmiş toplumlar
ve gelişmiş ülkeler olduğunu söyleyemeyiz. Esasında bu yalaka ve
işbirlikçi kesim hep vardı; biraz tarih okunduğunda bu kesimin kimlerden
oluştuğunu anlamak ve yaptığı tahribatları görmek mümkün. Doğan
Avcıoğlu’nun “Milli Kurtuluş Tarihi” adlı kitapları okumak bile bu kesimi
anlamak için yeterli.
İşte büyük devlet ile küçük devlet arasındaki bir kriter de bu olmalı;
eğer böyle bir kriter siyaset tarihinde yok ise, bu yazı ile birlikte bu kriter
siyaset tarihine eklenmeli.
Büyük devlet unvanı, genel bir tanımla kendisi olan; yani düşünce
sistemi özgür ve kendi uygarlığı içinde kendi modelini geliştiren bir halkı
4
olan; başka inançların, ekonomik modellerin, yönetim modellerinin körü
körüne esiri olmayan; başka ülkelerin ve yönetimlerin sözcüsü olmayan,
onların yönlendirmesini doğru analiz edebilen, başkalarının modelini
kopya edeceğine, kendi özgün modelini geliştiren; başkaların modelini
hep örnek gösterme yerine kendi geliştirdiği modellerle övünebilen
kişilikli, gerçek aydın kişilere sahip olmayla kazanılıyor.
Gelişmemiş ülke sıfatı ise–aydın diye adlandırılmış olsalar dahi-
kişiliksiz, yalaka, ülkesinin ve halkının çıkarlarını ikinci plana alan, bu
nedenle hep alınıp satılabilen, belirli bir çıkar sağlamak ya da bir unvan
ya da kariyer alabilmek için birilerinin sözcülüğünü yapan, bunun için her
fırsatta ülkesini kötüleyen ya da ona zemin hazırlayan, duruma göre
yakınan insanların cirit attığı ülkeler oluyor. Bir taraftan bakın Yakındoğu
coğrafyasına, diğer taraftan bakın büyük devlet olarak tanımlanmış
ülkelerin yapısına, bu tanımlara uymayan bir ülke var mı?
Ermeni olaylarının ortaya çıkışı, uygulanışı, sonuçları bağımsız
tarihçilerin inceleyeceği bir konudur; ancak bu konuda bu günkü
tartışmaların seyri, esasında, Tanzimat’tan başlayarak günümüze kadar
uzanan bir tarihsel yapılanmanın bir daha gözler önüne serilmesi ve en
önemlisi yaklaşık iki yüz yıldır görmemezlikten geldiğimiz “içimizdeki
birilerinin nitelikleri” üzerindeki yorganı kaldırarak –bu ve buna benzer
olaylardaki- gerçek yüzleri bir daha görebilmemiz açısından önemlidir.
Ermeni olayı özgür ve evrensel düşüncesi olanların yargılayacağı tarihsel bir olaydır
Bu yazı ermeni olaylarını anlamaya katkıda bulunacak bazı bilgileri
içerdiği için önemli taşımaktadır. Bu satırların yazarı Erzincan’ın
Kemaliye eski adıyla Eğin ilçesinin bir köyünde doğmuş, orada büyümüş
ve Ermeni olaylarına gözleriyle tanık olmuş, müdahil olmuş bir nesli
dikkatle dinleyen bir bilim adamının kaleme aldığı bir yazıdır. Kasaba ve
5
köylerinin büyük bir kısmı 1915 tarihinde önce neredeyse yarı yarıya ya
da bir bölü üç oranında Ermenilerden oluştuğu söylenebilir. Her ne kadar
Ermeni kalkışmasının tarihi 1800’lü yılların ortalarına kadar uzanıyorsa
da, Eğin’de Ermeniler ile Müslümanlar arasında ciddi bir çatışmanın
olmadığı biliniyor. Ermeniler, taş işleri, yapı işleri ve kuyumculuk başta
olmak üzere sanatkâr, üretici; bir kısmı Fransa ve Amerika ile doğrudan
ticaret yapacak kadar dışarıya açık, dil bilen hatta yabancı ülkelerde
eğitilmiş; çeşitli çalgı aletlerini (keman ve klarnet başta olmak üzere)
çalabilin; dokuma sanatını geliştirmiş bir halk. Eğin’in mimarisine çok
büyük katkıları olduğu açık. Mimari dergilere geçmiş olan Eğin evlerinin
ustalarının önemli bir kısmının Ermeni olduğu bilinmektedir; yabancı
ülkelerden getirmiş oldukları çiçeklerle bezendirdikleri havuzlu, sekili
bahçelerinin peyzajı bilimsel çalışmalara konu olmuştur. Kiliselerinin
yapımına Müslüman halkın parasal olarak yardım ettiği, kasabaya
yapılan yolları önemli ölçüde parasal olarak destekleyen Ermeni bir
halkın kol kola, ustaca bir yaşamı yürüttüğü bir kasaba. Bugün uygar
dünyanın ulaşmak istediği çok inançlı, çok toplumlu, huzur içinde
yaşayan bir birliktelik. Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi Eğin’de de
yıllarca önce bu uygarlık sağlanmış. Her iki kesim de bu huzurlu
birliktelikten önemli yararlar elde etmişler. Benim babamın lakabı
“Kuyumcu Mehmet”; çok iyi bir kuyumcuymuş; Ermeni ustaların yanında
yetişmiş; yaptıkları antika olmuş, birçok kuyumcu çırak yetiştirmiş; bugün
Ankara’da bile bu çırakların çırakları olarak hizmet veren göz ardı
edilemeyecek sayıda sanatkâr var. Bununla da kalmamış; köydeki
kilisede piyano çalınırmış; önemli günlerde Müslümanlar da kilisedeki bu
şölenlere katılırmış. Fransa’da Sorbon’da hukuk tahsili ve doktorası
yapmış bir Ermeni diğer Ermeni çocuklarla birlikte isteyen Müslüman
çocuklara, bu arda babama derseler; hatta Fransızca dersleri vermiş.
6
Eğin, bu gün 16 ili kapsadığı söylenen ve Ermenilerce hayal edilen
Batı Ermenistan’ın baş şehri olarak düşünülmüş ve bugün de bu hayalin
sürdürüldüğü söylenmektedir.
Dedem “Sarıbey” lakabı ile bilinen Hüseyin Sabri, Arapça, Farsça
ve Fransızca biliyormuş, Üçüncü Ordu Komutanının danışmanlığını
yapmış; Elazığ, Harput ve Eğin başta olmak üzere birçok yere posta
teşkilatı kurmuş. Ancak en önemli özelliği iyi bir “Bektaşi” olması ve bu
aydın yapısı nedeniyle de birçok olay hakkında dikkatli not tutmuş
olmasıdır. Hatta ne zaman kar ya da yağmur yağdığını bile not etmiştir.
Eve, birçoğu el yazması olan çok sayıda kitap toplamıştır.
Ermeni olayları, dedem Hüseyin Sabri Beyin Posta Müdürü olduğu
sırada patlak veriyor. Her ne kadar geçmişte yani 1800’lerin ortasından
beri, çeşitli kışkırtmalar nedeniyle yer yer (Van başta olmak üzere)
Ermenilerin küçüklü ve büyüklü saldırıları olduğu ve bu saldırılar sonucu
onlarca hatta binlerce Müslüman’ın öldürüldüğü ve Osmanlı güvenlik
güçlerinin kendi tabası olan bir kesimi yani Müslümanları koruyamadığı
ve katledilmelerini önleyemediği bilinmesine karşın, esas Ermeni olayları
olarak bilinen en kapsamlı kalkışma 1915 yılında ortaya çıkmıştır.
Ortaya çıkış nedenleri, bu halk düşmanlığının yaratılmasından
yarar bekleyenlerin kimler olduğu, kimlerin kalkışmaya destek olduğu,
kimlerin alet olduğu hemen hemen tarihi belgelerle her iki kesim
tarafından yani Müslümanlar ve Ermenilerce bilinmektedir. Bu konuda
fazla ayrıntılı bilgi vermeye de gerek yoktur. Ortada kendi halkını dahi
saldırılardan koruyamayacak kadar zayıflamış bir Osmanlı yönetimi, dört
bir taraftan saldıran ve Osmanlıyı bölme planları yapan Emperyalist
ülkeler ve içte arkası ardı kesilmeyen isyanlar ve bu arada Anadolu’ya
saldıran askerlerin içerisinde (özellikle Rusya ve Fransa ordusunda) yer
alan Osmanlı Tabasından Ermeniler; bu kargaşalıktan çıkar uman ve her
7
türlü kötülüğü yapmaya hazır büyük bir çapulcu takımı bulunmaktadır.
1915’in görünen manzarası bu.
Osmanlı, Galiçya (1914), Kafkasya (1914), Çanakkale (1915),Van
(1915), Suriye-Filistin (1915), Hicaz-Yemen, Irak (1915) Cephelerinde
vuruşurken, yöreyi iyi bilen, Türkçeyi iyi konuşan, bu topraklarda yetişmiş
Ermeni gençleri, Rusların ve o sırada Osmanlı Meclisinde milletvekili
olan Ermeni milletvekillerinin rehberliğinde Doğu Anadolu’ya saldırtılıyor.
Türkçe konuştukları ve yöreyi iyi bildikleri için çok güçlü bir tehdit
oluşturuyorlar.
1914 yılında seferberlik ilan ediliyor. Ermeni halkının yarısı Rus
tarafında, yarısı Anadolu’da kalıyor. Bu tarihte Van belediye başkanı bile
Ermeni’ydi.
Aslında Anadolu Ermenilerin önemli bir kısmı, Fatih’in kurduğu
Ortodoks kilisesine değil, Erivan Ortodoks kilisesine bağlıydılar. Yani
göbek bağıyla İstanbul’a değil, Erivan’a bağlıydılar.
Osmanlı ne yapabilirdi? Yakın zamanda 11 milyon km kare
toprağını yitirmiş; 780.000 km kareye sıkışmış; bu da yetmiyormuş gibi
bunun 380.000 km karesinin de Ermenilere verilmesi talebiyle karşı
karşıya kalmıştı (Prof. Dr. Yusuf Sarınay’dan sözlü). Osmanlı, bu
bölgede (diğer bölgelerde değil) yaşayan Ermeni halkı yine kendi
toprakları içinde; ancak daha güvenli olan bir yere göndermeye (tehcire)
kalkıştı. Tehcir kararı alınırken (1915), Osmanlı Meclisinde 13 Ermeni
asıllı milletvekili vardı ve bunların kayda geçen itirazları da olmamıştı
(Prof. Dr. Hikmet Özdemir’den sözlü). Bu insanları sınır dışına (bugün
birçok yerde yaşandığı gibi) sürgün etmiyordu; sadece ülke içinde yer
değiştiriyordu. Ancak o gün toprakları içinde bulunan bu yerlerin kısa bir
zaman içinde elinden çıkacağını tahmin etmemişti. Dolayısıyla tehcir, bir
zaman sonra sanki sınır dışına sürülmüş gibi görülmeye başlandı.
8
Tehcire gönderilenlerin malı, geri döndüklerinde almaları için, bir
tutanakla kayda geçiriliyor ve bir nüshası da kendilerine veriliyordu.
Ancak bu bölgeyi terk edenler o denli büyük katliamlara karışmışlardı ki,
buralara geri dönemediler. Ancak İstanbul’a yerleşenlerin önemli bir
kısmı mallarının bu tutanaklarla geri alabildiler.
Tehcir süreci, sözlü ve belgeli tarihe göre bir faciadır. Önemli
katliamlar ve rezillikler yaşanmıştır. Nitekim Osmanlı yönetimi, bu tehcir
sırasında kötü davranan, soygun yapan 1673 subay ve asker hakkında
soruşturma açmış, cezalandırmış; bunlardan 57’sini idam cezasına
çarptırmış; 3’ünü infaz etmiştir.
Nitekim Talat Paşa tuttuğu günlüğünde bu tehcirin yeteneksiz
insanların yönetiminden dolayı zarar olarak faiziyle birlikte geri
döndüğünü yazar.
Daha sonra İngilizler tarafından ittihatçılar Ermeni Katliamı
suçlamasıyla tutuklanıp Malta’ya sürüldüler. İki yıl boyunca süren
soruşturmada ve yargılamada, İngiliz Kraliyet Başsavcılığı, Osmanlı
arşivlerinin yanı sıra Mısır’da, Irak’ta, Kafkasya’da katliama kanıt aradı;
ancak bulamadı... Başsavcılık, “eldeki kanıtlarla” Malta’daki Türklerden
hiçbirinin Ermeni katliamı gerekçesiyle cezalandırılamayacağını İngiliz
Hükümeti’ne bildirdi. Bunun üzerine İngiliz Hükümeti, tutuklu Türkleri
serbest bırakmak zorunda kaldı... Dava bile açmadılar.
Ermeni kalkışması daha doğrusu katliamı, 1915 yılında başta
Erzurum olmak üzere aynı zamanlı birçok ilde başlatılıyor. Taşnak
Teşkilatı’ndan emir alan Ermeni çeteleri kadın, kız, yaşlı, çoluk çocuk
demeden öldürmeye başlıyorlar. Evlerini yakıyor; mallarını talan
ediyorlar. Osmanlı Ordusu, bir taraftan düşmanlarla bir taraftan içteki
çetelerle uğraştığından ve zaten güçsüz olduğundan, son yüzyılda
olduğu gibi bu sefer de tabasını bu saldırılardan ve katliamdan yetirince
koruyamıyor. Bu nedenle doğuda ailesinden birkaç kişiyi bu katliamda
9
yitirmemiş hiç kimseyi göremezseniz. Bu nedenle de bu bölgelerdeki en
ağır hakaretlerden biri, bir insana “Ermeni, Ermeni gavuru ya da Ermeni
uşağı-çocuğu (tığası ya da dığası)” demektir. Hâlbuki bu aşağılama
Anadolu’nun batısında yoktur.
Kalkışma ve katliam yaygınlaşınca, Erzurum’dan posta müdürü
Dedem Hüseyin Sabri Bey’e gizli bir şifreyle telgraf geliyor: “Burada
Ermeniler, Taşnak Teşkilatı, katliama başladı sizde de olabilir dikkatli
olun”. Dedem bu telgrafı yetkili yerlere gizlice bildiriyor; ancak iki halkın
birbirine girmemesi için ulu orta duyurmuyor. Daha sonra aynı anlamda
bir telgraf daha geliyor. Dedem yine aynı uyarıları yapıyor. Daha sonra
durumu anlatan bir telgraf daha geliyor; bu sefer yardımcısı, bu telgrafın
içeriğini herkese sızdırıyor ve bunun üzerine Müslüman kesimde büyük
bir tepki doğuyor; aklıselim insanlar önlemeye çalışsa da yapısı itibariyle
vurdukırdıya yatkın çapulcu sayılacak bir kesim hatırı sayılır sayıda
Ermeni öldürüyorlar (tam doğruyu yansıtmasa da Barbaros Baykara’nın
Şırzı Köprüsü romanı bu olayları yansıtmaktadır). Osmanlı güvenlik
güçleri bu şiddeti önleyemiyor.
Daha sonra 1966-1977 yıllarında Erzurum Atatürk Üniversitesinde
görev yaptım. Mesleğim ve alışkanlığım gereği Doğu Anadolu’da sık sık
gezilere çıktım. İlgi alanlarımdan biri, bu bölgede savaşa katılmış, Ermeni
olaylarından zarar görmüş ya da Ermeni olaylarına şu ya da bu şekilde
karışmış yaşı ileri olan görgü tanıklarının anılarını dinlemek olmuştur.
Hepsinin anlatımı ya da öyküsü farklı olsa da ana fikri aynıydı. Ermeniler
kanlı bir kalkışmayı başlatmış, ardından askeri güçler bastırmak için
gelmiş; sürgün yaşanmış. Sürgün sırasında da bin bir rezalet ve sıkıntı
yaşanmış.
Erzurum ve civarı illerde hemen hemen bir aile görmedim ki
geçmişte ailesinden birini (bu, çocuk, kadın ya da yaşlı da olabilir) ya da
ailenin kendisinin dışındaki bireylerinin tümünü Ermeniler katletmemiş
10
olsun. İyi de bugün burada Ermeniler niye kalmamış sorusuna hiç kimse
net bir yanıt vermedi, veremedi ve sadece –birlikte yaşasaydık ne iyi
olurdu duygusunu belli ki hala taşıyarak- acı bir gülümseme ile yetindiler.
Belli ki Artin’in de Mehmet’in de kemiklerinin sızladığını hissediyorlardı…
Galiba Anadolu’nun özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun
birçok yerinde (Hacin, Van, Maraş, Elazığ) benzer olaylar cereyan etmiş
olmalı ki; herkesin Tehcir olarak bildiği Ermenilerin hem kendileri hem de
Osmanlı Ordusu için güvenli olacak yerlere sevk kararı alınıyor. Batı
Anadolu’da böyle bir karar uygulanmıyor.
Güvenlik güçlerinin (özellikle Hamidiye Alaylarının) korumasında
sevk başlıyor. Ermeniler günlük kullanabilecekleri eşyaları ve değerli
eşyalarını ya yanlarına alıyorlar ya da güvenli bir yere gizliyorlar
(çoğunluk gömüyorlar) ya da güvendikleri Müslüman komşularına teslim
ediyorlar.
Konvoylar yola çıkıyor. Örneğin Erzurum’da konvoyun bir ucu
Ilıca’da iken (Erzurum merkezden yaklaşık 15 kilometre uzakta) şehirdeki
konvoyun çıkma işlemi devam ediyor. Doğal olarak bu kadar büyük bir
konvoyun korunması yeterli güvenlik gücü istiyor; Osmanlı belli ki
yeterince güvenlik gücü tahsis edemiyor; en azından düzenli ordu
mensuplarını gönderemiyor.
Bundan sonrasını ailesi ile birlikte bu konvoya katılan; ancak yolda
ailesini yitiren ve bin bir zorluk içerisinde Eğin’de bir kümese sığınan 17
yaşındaki Sophi’den (ya da Sophie) dinleyelim. Sophi Erzurum’da zengin
bir ailenin kızı, ailesi ile bu sevke katılıyor. Değerli eşyalarını
Erzurum’daki evlerinin içinde bulunan tandırın arkasındaki duvara
gömüyorlar. Jandarmalar çok iyi davranmasa dahi, insan onurunu
incitecek fazla bir şey yapmıyorlar. Ancak Erzincan’a girerken (büyük bir
olasılıkla Sansa Boğazı’nda) ve daha sonra Erzincan çıkışında (büyük bir
olasılıkla Kemah Boğazı’nda) karanlıkta, kendi aralarında Türkçe
11
konuşmayan insanların saldırısına uğruyorlar ve değerli eşyalarını
kaptırıyorlar; genç kızların bir kısmının ırzına geçiliyor; bir kısmı da
öldürülerek Karasu’ya atılıyor. Jandarmalar bu saldırıları önleyemiyor.
Soldan sağa: Ali Demirsoy, Kardeşim Ayten Güven, Safiye, Yeğenim Mustafa Haşim Demirsoy,
Oturan, Amcamın kızı Nilüfer Karacagil, yeğenim Hatice Betül Demirsoy
Sophi, ailem tarafından kurtarılıyor. Adı Safiye’ye çevriliyor; uzun
süre ailemin yanında “Safiye Bibi” sıfatıyla kalıyor ve sonunda köydeki bir
insanla evlendiriliyor; kendi ailesi oluyor. Safiye Bibi, ölümüne yakın bu
olayları anlattı ve bana, “bana büyük yardımlarınız oldu, size borçluyum;
Erzurum’da Yağmur Dere Mahallesine git, ….duran panjurlu evin içine
gir, tandırın arkasına taraf olan duvara doğru bir bucuk adım at; toprağı
bir metre kaz; bir küpün içen konmuş ailemizin takılarını bulacaksın.
Onları al ve ananın helal sütü gibi kullan” dedi. Erzurum Atatürk
Üniversitesi’nde çalışırken lojmanlarımıza bakan bir kapıcı vardı,
Kahraman Efendi. Kendisine sordum, Erzurum’da Yağmur Dere
Mahallesi var mı? diye. Var hocam dedi; niye oraları soruyorsun ki; oralar
çok makbul insanların oturduğu yerler değildir. Pek ala Kahraman Bey,
…. yanında panjurlu bir ev var mı? Var hocam dedi. Ben 13 yıl
Erzurum’da kaldım ve o mahalleye ayak basmadım. Çünkü ağlayanın
malı gülene hayır etmez (bu cümleyi unutmayın, özellikle Ermenilerden
özür dileyenler).
12
Benzer olayı Bulgaristan’da yaşadım. Almanya’dan 1975 yılında
Türkiye’ye dönerken, gümrük girişinden Leva bozdurarak kupon
almadığım için benzin alma hakkım olmuyormuş ve yolda da benzin bitti;
bir petrol istasyonunda çakılı kaldım. Ne olacağımı bilmeden ser sefil
beklemeye başladım; gece yarısı kelli felli olan birisi geldi; oldukça net bir
Türkçe ile konuşmaya başladık. Durumu anlattım, o zamanlar doçenttim,
mesleğimi, çalıştığım yeri, dünya görüşümü vs çay içerken konuşma
içerisinde ayrıntılı olarak anlattım. Sonunda adam bana, ben buranın
yetkilisiyim; sana istediğin benzini vereceğim. Ancak seninle biraz daha
özel konuşmam gerekiyor dedi. Geçmişini anlatmaya başladı. Erzurum
Ermeni’siymiş ve Erzurum’un birkaç zengin ailesinden birine
mensupmuş. Bu sevk sırasında paralarını ve özellikle altınlarını
Erzurum’da saklamışlar. Ailenin hiç birinin Türkiye’ye girme hakkı
yokmuş. Bana dönerek: Bu kadar süredir buralarda bulunuyorum; yoldan
geçenlerin hemen hiç birini gözüm kesmedi; ilk defa güvenebileceğim bir
izlenim bırakan bir insana rastladım. Erzurum’da da çalışıyorsun. Şimdi
ben bu altınların yerini sana söyleyeceğim. Bu altınları çıkarıp, yarısını
sen alacaksın; onlar sana ananın sütü gibi helal olsun; geri kalan yarısını
da bana getireceksin dedi. Bir anda neye uğradığımı şaşırdım. Bir ara
toparlanarak Safiye Bibi’nin öyküsünü anlattım ve bunu
yapamayacağımı; bana yerini de söylememesini rica ettim. Anlayışla
karşıladı ve bana bazı hediyeler verdi. Bugün olsa yerini öğrenir miydim?
Emin değilim…
Sevk Eğin’deki Ermenilere de uygulanmış. Galiba güneye daha çok
da Lübnan’a gönderilmişler. Bu sevk sırasında da benzer olaylar
yaşanmış. Hamidiye Alayları ve yine çapulcu, ekşiye takımı sevk alayına
saldırarak hem katliam yapmışlar hem de yağma yapmışlar.
Dedem Hüseyin Sabri, bu zorunlu sevke yollanan bazı Ermenilere
gidecekleri yere sağlam ulaşabilmeleri için yardımda bulunmuş ve hatta
13
onlara altın lira olarak destekte bulunmuş. Onlara: “Bizim her zaman sizin
bilgi ve sanatınıza ihtiyacımız olacak; bu ülkeyi birlikte imar edeceğiz
demiş”. Bu yardımı alanlardan biriyle daha sonra tanışma fırsatım oldu.
Paris’in ve Marsilya’nın iki büyük elmas mağazasının sahibi, Türkçe
söylenişi ile Davut, kendi dillerinde David Şükrü. Dedem onun gideceği
yere sağlıklı ulaşması için elinden geleni yapıyor. İşleri iyi gitmiş olmalı ki,
önemli bir elmas tüccarı oluyor. Yıllar sonra Kemaliye’de evimizi ziyaret
ederek bir süre kaldı; dedemin oturduğu köşe minderine kapanarak
ağladı. Vaftiz edildiği yıkık kilisenin içinde uzun süre donuk gözlerle
dolaştı, herhalde papazın oturduğu yer olmalıydı, dizlerini yere koyarak
uzun süre öyle kaldı. Babam ve ben ne orada ne de sonra hiçbir şey
sormadık. Anasıyla su suladığı bağa gittik, otları ve ağaçları sevdi; ancak
içi oyulmuş asırlık bir dut ağacının içine girerek öyle kala kaldı; belli ki bu
ağacın çevresinde ya da içinde diğer çocuklarla oyunlar oynamıştı.
Fransa ve Amerika ile doğrudan ticaret yapan, dünyaca ünlü Eğin
halılarını ve mensucat satan, Eğin’i dünyaya açan, o günkü konuşmalar
arasında sadece herhalde lakabı “Pilavlar” olarak aklımda kalan bir
Ermeni iş adamının “Bakik” denen mevkide yıkılmış ve ancak o haliyle
bugün birçok şehrimizde bile çok zor görünecek bir saray yavrusunun
içinde epeyi dolaştı. Belli ki anıları vardı. Bize dönüp: Bu adam
yaşasaydı, dünyanın zenginlerinden biri de Eğin’de oturuyor olacaktı
dediğini anımsıyorum. Bahçesinin peyzajı için Paris’ten bitkiler getirtirmiş;
evinde piyano çalınırmış; kapının girişinden itibaren insan boyu
şamdanlar ve duvarlarda tablolar bulunurmuş. Böyle bir kapışmanın
Doğu Anadolu’nun ekonomisini ve sanatsal gelişimini ne ölçüde
etkilediğini bugün daha iyi anlıyorum…
Babam beni okuturken hem sağlık hem de maddi acıdan çok zor
durumlara düştü. Ortak bir dostumuz, bu durumu bizim bilgimiz dışında,
bir rastlantı olarak David Şükrü’ye aktardığında: “Benim ve bütün ailemin
14
şu anda yaşıyor olmasını Sarıbey Sülalesine borçluyuz. Ancak kilisede
alınmış bir yeminimiz vardır”: “Biz ne olursa olsun Taciklere
(Müslümanlara) hiçbir zaman yardım edemeyiz. Bu nedenle (babamı
kastederek) Mehmet’e yardım edemeyeceğim” diyor. Belli ki birileri bu
intikamı milli bir hedef olarak koymuş.
Kemaliye’de komşu köyde asıl adının ne olduğu bilinmeyen, konan
bir Türkçe ad ve bir de “Hoppana” olarak bilinen takma adla tanınan bir
bayan da Safiyi Bibi ile benzer acıları yaşamış; sığındığı evin insanlarına
sadakatle hizmet etmiş ve onları ailesi olarak görmüştü; ev sahibi aile de
onun acısına belli ki ortak olmuş ve ona ailenin bireyi gibi davranmıştı.
Ancak tehcir sırasında, delikanlı olan iki oğlunu, Erzincan civarına
geldiğinde Bayburt’a göndereceklerini söyleyerek ondan ayırmışlardı. Bu
kadın yarım yüzyıl, çocuklarım yaşıyor mu, ne olur onları bulur musunuz,
bir kere yüzlerini göreyim ondan sonra öleyim diye gözyaşı döktü.
Uzaklara bakarak öldü…
Erzurum’da asistan olduğum 1966 yılında bu kargaşalığı yaşayıp da
anımsayanların yaşı 55-60’dan aşağı değildi. Bu sefer tanıdığım acı
çekenlerin kimliği Türklerdi. Her biri bir diğerinden acı olan çeşit çeşit
öyküler anlattılar. Meslektaşım, o zaman botanik asistanı olan Orhan
Özbay’ın babasınınkini anlatmadan geçemeyeceğim.
“Erzurum’da kalkışma başlayınca, sokaklar silah sesleri ile inlemeye
başladı, evlerden acı çığlıklar yükseliyordu. Annem, babam, kız kardeşim
ve 5 yaşlarında olan ben, alt katta mereğin içindeki otların içine
saklandık. Büyük bir çarpma sesi duydum ve hemen akabinde Ermenice
bazı küfürlerle birlikte (komşularımız Ermeni olduğu için küfürlerini
kısmen biliyordum) yanımda bazı hışırtı ve garip sesler duydum. Çok
yakınımdan bir süngü zemine kadar girmişti. Sesler kesildi; otların
arasında epeyi bir süre sessizce bekledim ve daha sonra çıktım. Kapı
kırılmıştı, sokaktan acı kadın, çocuk ve insan sesleri geliyordu. Otları
15
deliler gibi kaldırmaya, daha doğrusu eşelemeye başladım; önce anamı,
daha sonra babamı ve en sonunda da kız kardeşimi kanlar içinde
gördüm; ölmüşlerdi. Otları kaldırıp anamım yanına yattım; vücudu
sıcaktı; ona sarıldım; ağlayamıyordum; çünkü ses çıkarmaktan
korkuyordum; ağzım dilim kurumuş, dilim âdete keçeleşmişti. Akşam
karanlığı basarken, anamın vücudu da soğumuştu. Onu son olarak terk
ettim. Sokakta koşmaya başlamıştım; ilk defa gözümden yaş o zaman
gelmeye başladı; sesim de kısık olsa bile çıkmaya başlamıştı; deliler gibi
koşuyor; hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Teyzemin evine gidip onun bağrına
sığınmak istiyordum. Eve girdiğimde teyzem ve kuzenlerim merdivenin
basamaklarından sarkmış durumda kanları hala damlıyordu. Biraz daha
uzaktaki amcamın evine koştum; evi bulamadım; herhalde korkudan
şaşırdım diye düşündüm; ancak alevler ve yanık kokuları beni kendime
getirdi; mahalle yakılmıştı. Onları bir daha göremedim… Dünyada
kimsem kalmamıştı. Karanlıkta, ağlayarak, titreyerek, çılgınlar gibi
dağlara doğru koştum. Ailemin zaman zaman eğlenti için (piknik için)
götürdüğü değirmenler bölgesindeki boğaza ulaştım; birkaç gün
kovuklarda sadece kuru kuru hıçkırdım; çünkü gözyaşım bitmişti.
Saklanarak şehre doğru yanaşmaya başladım; sokakta Türkçe
sesler geliyordu. Cesaretimi toplayıp ortaya çıkınca, jandarmalar beni
alıp güvenli bir yere götürdüler. Anasız, babasız, akrabasız bir yaşam
sürdüm. Acım hiç dinmedi; rüyalarım benim için birer kâbus oldu; çoğu
zaman uyumaktan bile korktuğum oldu; hiçbir zaman katıla katıla
gülemedim… Anamın, babamın, kız kardeşimin, teyzemin, amcamın,
kuzenlerimin; çeşme başında su kavgası yaptığımız, çeşitli oyunlar
oynadığımız Artin’in, Hacaturun, Kirkor’un; bize yemiş ikram eden
analarının yüzlerini artık hayal meyal hatırlıyorum…”
Bütün bunları niye anlatıyorum diye merak etmiş olabilirsiniz. Bu
konuda birkaç söz söyleme hakkını kendimde buluyorum; çünkü resmi
16
tarihin dışında bizzat benim edindiğim ve ailemin tanık olup bana
aktardığı bilgi ve gözlemler var. Bu nedenle Hüseyin Sabri Dedemi ve
Safiye Bibiyi anlattım. Onlar bu olayları kendi pencerelerinden görebilen
canlı tanıklarıydı. Ben ve benim kuşağım, bu acıyı bizzat bire bir yaşamış
insanları tanıma fırsatını yakalamış, onlarla konuşma şansını bulmuş bir
kuşak olduğu için, geç kalınmış olsa bile, yine de bir kısım olayları
gelecek kuşaklara iletme şansını yakalamıştır. Benzer öyküleri
kitaplardan okumakla birçok bilgiyi alabilirsiniz; ancak alınması gereken
duyguyu bizzat yaşayanların gözlerinin içine bakarak edinebilirsiniz. Her
iki kesimi dikkatle dinleyen son kuşak olarak bu insanların gözlerinin
içindeki acıları “ne yazık ki utanarak, acıyarak” ibretle gördüm. Bugün
istesek de bu olayları yaşayan insanları karşımıza alıp konuşma
şansımız artık yok.
Nerden biliyorsunuz bugün Ermenilerden özür dileyen bir kesimin
de benim gibi aileden gelen tanıklarının ve bizzat “yaşanan”
gözlemlerinin olmadığını? Dedelerinin ve babalarının onlara ilettikleri
belki de bizzat katıldıkları bu insanlık dışı kanlı olaylardan dolayı özür
dilemek erdemini duymuş olabilirler; bu durumda “ailelerinin kefaretini
ödemek için” bu kesimin özürleri haklı görülebilir…
Her beladan çıkarılması gereken bir ders olduğunu da
unutmayalım. Geçmişte ister kendi irademizle ister kışkırtma ile bu acı
öyküyü yaşadık. Ancak bu topraklar hala benzer toplulukları bağında
birlikte barındırmaktadır. Benzer olayları yeniden yaşamaya izin
vermeyelim. Ancak durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. İç ve dış
kışkırtmalar, beceriksizlikler, yönetim aksaklıkları, dini ve ırksal
bağnazlıklar sanki bizi benzer öyküye doğru sürüklemektedir. Bu
topraklar üç büyük dinin ve onların alt gruplarının, kıtalar arası köprü
olması nedeniyle 72 milletin vatanı olmuştur. Çeşitli odun parçalarının
sıkıştırılmasıyla oluşturulan tahtanın yekpare tahtaya göre daha sağlam
17
ve dayanıklı, daha estetik olduğunu biliyoruz. Dileriz bu toprakların
insanları bir daha geçmişteki hataya düşmezler.
Bütün bu anlatılanların ışığı altında, bugün çok sıcak bir gündem oluşturan “Ermenilerden ya da birilerinden özür dileme” hoş görülebilir mi?Sanırım dört kesimin Ermenilerden özür dilemesi hoş görülmeli. Bunlar:
1. Dört bir tarafta savaşmasına, askerleri perişan durumda olmasına
karşın yine de tabasını (Ermenileri, Türkleri, Sünni Müslümanların
dışındaki Müslümanları vd) yeterince koruyamadığı, Hamidiye
Alaylarının insafına bıraktığı, eşkıyaların, çapulcuların saldırılarından
koruyamadığı için Osmanlı’nın o günkü –Alman denetimindeki-
yönetimi.
Kaldı ki bu sevk sırasında, hiçbir saldırı bile olmasa, yiyeceklerini ne
kadar yanlarına almış olurlarsa olsun, kıtlık içerisinde kıvranan bir
ortamda yine büyük ölçüde telef olacaklardı.
2. Yüz yıllarca Osmanlı egemenliğinde dilini, dinini, ticaretini serbest
yapan; her çeşit yönetimde yer alabilen, Mutana (ayrıcalıklı) Azınlık
olarak tariflenen Ermenilerin, yabancıların kışkırtmasına kanarak, bir
gün önce halay tutmuş, aynı masada yemek yemiş, benzer gelenek
ve görenekleri olan Müslüman komşularını, yaşlı, çocuk, kadın
demeden katleden; sadece Müslümanları değil, bu ülkede o güne
kadar Müslüman halk ile uyum içerisinde yaşayan ve uyum
içerisinde yaşamayı sürdürmeyi arzu eden kendi halkındaki
insanların da suçsuz yere yer değiştirmesine ve öldürülmesine
zemin hazırlayan Ermeniler.
3. Çıkar için milletleri, dinleri, ırkları, birbirine düşüren; ayırımcılığa
sürükleyecek her hareketin arkasında duran, kışkırtan ve daha
18
sonra da piposunu tüttürerek, uygarlıktan, insanlıktan, insan
haklarından, kardeşlikten dem vuran emperyalist ülkeler ya da
kesimler.
4. Hiçbir tarihi bilgiye dayanmadan, olayları bire bir incelemeden,
dünyadaki karalama kampanyasına kapılanları, belirli lobilerin
etkisine girenleri, belirli kaynaklardan fonlananları, bu karalamayı
bazı unvanları ve payeleri almak için yapanları bir tarafa bırakırsak
(bunlar halkını ve vicdanlarını çıkar için satan kesimi temsil eder), bu
gün özür dileyen –vicdanlı- başka bir kesimin olduğunu da
söyleyebiliriz. Resmi kayıtlardan Ermenilerin sevkine ilişkin emirler
bilinmesine karşın, öldürülme emrine ilişkin tek bir resmi kayıt
mevcut değildir (böyle bir kayıt bulunmuş olsaydı zaten dünya ayağa
kalkacaktı). Bu nedenle resmi bir katliam için elimizde resmi bilgi
yoktur diyebiliriz. Ancak çok sayıda Ermeni’nin öldüğü de bir gerçek.
Kim öldürmüş bunları? Hamidiye Alayındaki emir dinlemez fanatik
insanlar ve eşkıya, çapulcu, soyguncu takımı. Bu gün özür dileyenler, vicdan azabı çekiyor olmalılar ki, belirli bir riski de göğüsleyerek Ermenilerden özür diliyorlar. Çünkü babalarının ve dedelerinin, Ermenileri yollarda nasıl katlettiklerin ilişkin çok sayıda anılarını dinlemiş olmalılar.
Türk ulusundan bir gün özür dilemesi gereken bir kesim de var mı? 1. Yıllarca Anadolu insanını aşağılayıp, hor gören; yatırımlarını
bugünkü Türkiye sınırları dışındaki topraklarda yapmış; Anadolu
insanını dini istismarın ve aşiretlerin pençesine bırakmış; Hamidiye
Alayları ile Sünni kesimin dışındaki insanlara eziyet etmiş ve Ermeni
kalkışması sırasında tabasının hiçbir katmanını koruyamayan
19
Osmanlı yönetimi ve belki bugün onlara kol kanat geren “Osmanlıcı”
olarak bilinen kesim
2. Emperyalist ülkelerin kışkırtmalarına kanarak, yıllarca iyi bir işbirliği
içinde yaşamış Müslüman komşularını katleden Ermeniler ve onların
çocukları.
3. Çıkarları için dünyanın dört bir tarafında yaptıkları gibi, her türlü
ayırımcılığı tezgâhlayan, tetikleyen ve destekleyen, halkları birbirine
düşman eden, kırdıran; sonra da karşılarına geçip suçlu ilan eden
emperyalist egemen güçler. Bunlar Ermenilerin de Türklerin de
katledilmelerinin birinci dereceden suçlularıdır.
4. Yeterince araştırmadan, özellikle kendi dininden diye, yapılacak
araştırmaların önünü kapatacak tarzda ve nitelikte,
parlamentolarından soy kırımı kararı ve yasası çıkaranlar. Bu
kararlarla gerçeğin araştırılmasını yasa yorganı ile örtmeye
çalışanlar.
4. Paye edinmek, belirli yerlerden proje desteği altında menfaat sağlamak, dünyadaki lobilerin takdirini kazanmak, her türlü çıkar ilişkisini ön plana alarak, tarihi gerçekleri yeterince bilmeden sadece bir kesimin acısını dile getirmeyi aydın tavrı olarak sunduğunu zanneden (henüz kanı kurumamış Kıbrıs ve Karabağ katliamlarında tek bir söz söylememiş; tepki göstermemiş); yeterli kanıt ve araştırmaya dayanmayan bu beyanları ile Türk Ulusunun Ermeni politikalarının geleceğini şu ya da bu şekilde çıkmaza sokacak, zarar verecek kesim. Yani çıkarcı özürcüler…
5. Bugüne kadar dünyanın dört bir tarafını tarayıp, bilimsel araştırmalar
ve yayınlar yapması gereken, her ortamda gerçeği dünya
kamuoyuna etkin bir şekilde duyuramayan üniversitelerimiz.
20
6. Çok sayıda şehit vermesine ve içlerinde Ermeni meselesini
inceleyen ve derli toplu yayınlar yapan birkaç uzman yetiştirmesine
karşın, dünya kamuoyunu yeterince ikna edemeyen dış politikadan
sorumlu bakanlığımız (ya da bakanlıklarımız).
7. İster ülke içinde ister ülke dışında (bizim dışımızdaki ülkelerde),
halkların birbirine düşman olmasına zemin hazırlayan kökten dinciler
ve ırkçılar.
8. Türk ulusunun bilimsel açıdan gelişmesine ayak bağı olan ve kendi
inancı dışındaki inançları görünürde kabul etmesine karşın hiçbir
zaman benimsemeyen bağnaz dinciler; ırkçılığı milli bir korunma gibi
sunarak ulusun içindeki çeşitli kesimleri bir birine düşman eden ve
bu yüzden bir türlü gelişmenin birinci koşulu olan huzur ortamının
oluşmasına fırsat vermeyenler. Böylece bu ülkeyi kendi kararlarını
verebilecek ve savunabilecek; başkalarını iç içlerine karıştırmayacak
yetkinliğe ve güce ulaşmasına mani olanlar.
Ancak eski anlayışın devam ettiğine ilişkin son zamanlarda yine
güçlü gözlemler bulunmaktadır. Bir bayan milletvekilimiz “Ermenilerden
özür dileyenlere taviz verdiği için” Cumhurbaşkanının bu tutumunu yanlı
olarak değerlendirmiş ve bu durumu ailesinde “olası bir Ermeni
bulunmasına” bağlayan bir açıklamada bulunmuştur. Birkaç gün
içerisinde cumhurbaşkanlığından böyle bir şey olmadığını, bunun
hakaret olarak değerlendirildiğini belirten bir açıklama yapılmıştır. Böyle
bir söz düellosu bile uygar bir ülke için ürkütücü olmuştur. Çünkü –
cumhurbaşkanının doğru bir tavır koymuş olduğunu onaylamamız söz
konusu olmasa bile- bu ülkedeki bir insanın etnik kökeninden dolayı
taraflı ve kasıtlı davranacağını peşinen kabul etmek ve suçlamak pek
doğru görülmüyor. Ancak savunma saldırıdan daha vahim. Çünkü bunu
bir hakaret olarak kabul ederim diyor. Yani bir insanın ailesinden birinin
21
başka bir etnik kökenden olması aşağılatıcı bir durum mu? Nerede kaldı
cumhurun başkanı olmak? Bu cumhurbaşkanı aynı zamanda bu ülkede
yaşayan Ermenilerin de cumhurbaşkanıdır ve o kitleye de en az bizim
kadar saygılı olmak, koruyucu olmak zorundadır. Neresinden bakarsanız
bakın yüzyılların yönlendirmesinden kurtulamıyoruz…
Türk milliyetçiliği Anadolu’da doğan bir hareket değildir (Yusuf
Akçura). Balkanlardan bize yapılan itiş kalkışın ürünüdür. Bu nedenle
Türk milliyetçiliğinde başlangıçta batının yönlendirmesi yatar. Aslında
Türk milletçiliği, kendini tanıma ve tarif etme gereksinmesinden
doğmamıştır. Türk milliyetçiliğinin güçlenmesi Ermeni olaylarının da
sertleşmesine neden olmuştur.
Tarihe doğru bakalım…Yeniköy Anlaşması ile Paris Anlaşmasının metnine (gizli)
bakarsanız, bir yönetimin, yani Osmanlının birbirinin tam zıddı olan bu iki
anlaşmaya imza atmasını bir rezillik olarak görebilirsiniz. Paris
anlaşmasına hiçbir dahli olmayan Amerika’nın başkanı Wilson davet
edilmiş; fotoğraf çektirilirken de tam ortaya oturtulmuş. Bu andan itibaren
Ermeni sorunu Amerika’ya ciro edilmiştir. Nitekim Wilson Amerika’ya
döndükten sonra Doğu Anadolu’da kurulacak devlet ile ilişkin Ermeni
isteklerine, bu haritaya mühür basıp, bir çeşit onaylayarak olur vermiştir.
Bu tehcirden kurtulan ve Amerika’ya sığınanlar, arşivlerdeki belgelerden
ziyade yaratmış oldukları öykülerle (bir kısmı gerçek bir kısmı abartılmış)
Amerikan halkını yıllarca etkilediler; zehirlediler.
Türkiye bu sırada tabiri caiz ise uyudu. Tarih bölümlerinin
mezunları iş bulamadıkları için, en düşük puanla öğrenci aldılar ve kural
olarak dil bilmeyen öğrencilerle tarihçi yetiştirilmeye çalıştılar. Bu
donanımla hiçbir uluslararası arşiv yeterince taranıp, gerçekçi belgeler,
zamanında ortaya konamadı. Yani meydan acı çekmiş Ermenilerin
22
insafına bırakıldı. Ünlü bilim adamı Pasteur’ün “bir katliamdan sağ
kurtulan varsa, gerçeği hiçbir zaman tam öğrenemezsiniz” dediği
bilinmektedir (Prof. Dr. Hikmet Özdemir’den)
Yaşanan tüm sürgün ve tehcirler, buna Türklerin Balkanlardan
Anadolu’ya sürülmesi de dâhil, insanlık suçlarıyla ve acı öykülerle
örülmüştür. Buna kimsenin itirazı olamaz. Kaldı ki bu tehcirlerde acı
çekmiş sağ kurtulanlar, en acı anılarını ve zaman zaman sanal
duygularını da katarak anlattıkları için gerçeği hiçbir zaman hiç kimse
öğrenemeyecektir.
Böyle bir karmaşık olayı, özellikle Büyük Dünya Harbi (1. Dünya
Savaşı) olaylarını değerlendirirken, ırklara, milletlere, ülkelere, dinlere,
cemaatlere göre yola çıkarsanız yolun sonunu göremezsiniz. Benim ölüm
bana, senin ölün sana; benim acım bana, senin acın sana diyemeyiz. Bu
coğrafyada herkes o dönemde ıstırap çekti. Bu ıstırabı her kesimin
hissetmesini sağlamamız gerekiyor. Beş milyon insanı yitirdikten sonra
haksız yere ülkemize saldıran askerleri bile bağrına basıp, “bu topraklar
artık sizin de anavatanınız, bu çocuklar bizim de çocuklarımız” diyen
Atatürk; aslında evrensel bir hoşgörünün örneğini veriyordu. Ne yazık ki
şu anda kin ve nefretle yetiştirilmiş bir karşı grup; ne olup bittiğinden ne
olup biteceğinden haberi olmayan bu tarafta başka bir grup var.
Son yıllarda bu konuda Türkiye tarafından çalışmalar başlatılmıştır.
Ancak başka bir tuzağa düşmek üzereyiz. Bu sorunları sivil toplum
örgütlerince ve bir de 2014 yılında yasayla düzenlenen ve özel yetkilerle
donatılan MİT aracılığıyla çözme gibi bir yola girmiş gibi görünüyoruz.
Eğer çözme işini sivil örgütlere ve MİT gibi devletin bazı kurumlarına
verirseniz, meşruiyet sorunu çıkar. Bunu sadece alacağı kararlarla Büyük
Millet Meclisi çözmelidir.
Bu soruna resmi olmayan çözüm önerileri; ne şiş ne kebap yansın
23
Hep aynı dert “Cahillik”: Osmanlı tarihi belirsizliklerle doludur. Çünkü
Osmanlı, insanını okutmaya önem vermemiştir. Bu nedenle savaşa
katılanlar ne günlük tutabilmişlerdir ne de ailelerine, eşlerine ve
tanıdıklarına mektup ya da ayrıntılı mektup yazarak durumu ve
duygularını anlatabilmişlerdir. Çoğunluk bir alayda tek bir okuyup yazan
ya varmış ya da yokmuş; onu da mecburen yazıcı yaparlarmış. Benim
babam alayında tek okuyup yazan olduğu için alayın yazıcısı olmuş.
Alayın girdisi ve çıktısını ve bir de çok acil durumlarda arkadaşlarının bir
iki cümle ile er mektubunu yazayım derken, derli toplu anıları ve
duyguları anlatan bir mektubun ya da belgenin yazılması belli ki
olanaksız hale geliyormuş. Bu nedenlerle savaşlarda neler olup bittiğini,
insanlar nasıl acılar çektiğini, duygusal dünyalarını tam olarak
öğrenemiyoruz. Öğrendiklerimiz sadece askeri nedenlerle tutulan bazı
belgelerle sınırlı. Aynanın arkasında neler oldu, onları hiçbir zaman
öğrenemiyoruz. Bu dönemde bu nedenle yazılan birkaç mektup tarih
açısından altın değerini taşıyor.
Savaştan dönenler, savaş anılarını anlatsa da, bu bilgileri yazılı not
haline getirmediğimiz için, bu notların gelecek kuşaklar için çok önemli
olduğunun bilincini taşıyanlar az olduğu için, anlatılanlar kuşaktan
kuşağa ya silikleşiyor ya da abartılı bilgilerle aslından saptırılıyor. Bizim
tarihimiz, resmi (ordunun) rakamlar ile gittikçe abartılan “mit” tarzında
öykülerden oluşmaktadır. Durum böyle olunca da tarihimizi
yabancılardan öğreniyoruz. Çanakkale Savaşı’nın ayrıntılarını
Anzaklardan öğreniyoruz. Çünkü Çanakkale arşivi araştırıcılara sınırlı
sayıda açılmış durumdu. Bir kişi ancak galiba 200 belgeye bakabiliyor.
Ermeni tehcirinde yaşanan acı olayları, belli ki daha iyi eğitilmiş
Ermeniler çoğunluk birey birey yazmışlar. Biz ise ölülerimizi sadece
tesadüfen bulduğumuz toplu mezarlardan öğreniyoruz. Dolayısıyla bir
24
sürü haklı-haksız suçlamalar karşısında “biz yapmadık” demekle
yetiriyoruz.
Sarılması olanaksız bir acı yaşandı; çözüm ne?Bazen alacak verecek defterini muhasebeyi tamamlamadan
kapatmak taraflar için daha iyi olabilir. Türk-Ermeni çatışması da böyle
görünüyor. Ancak yine de:
Ermenilerin önemli bir kısmının anavatanı tarihsel olarak bu
topraklardır. Evleri, dükkânları, tarlaları, bahçeleri vardı. İmparatorluğun
gözde azınlıklarıydılar. Türklerle yakın ilişkileri vardı. Bu ilişkiler düzgün
olarak yürütülebilseydi bu ülkenin kaderi çok daha iyi olacaktı.
Siyasi kararsızlıkların tetiklediği din-ırk kıskacıyla kısa bir zaman
içinde birbirlerine düşman edildiler. Kol kola halay çektikleri meydanlarda
birbirlerinin gırtlağına sarıldılar. Birinin soluğu kesildi; diğeri ise bitap
düştü. Zaman geriye çevrilemeyeceğine göre olsa olsa defteri kapayıp
yeni bir sayfa açmak gerekir.
Malını satıp ya da yanına alıp bu ülkeyi terk edenler mal talebinde
bulunamazlar. Ancak isterlerse “Osmanlı” değil Türkiye Cumhuriyetinin
vatandaşlık hakkını talep edebilirler. Cinayet ve katliam olaylarına
karışmamışlara bu hak verilmelidir.
Malını tutanakla devlete teslim edip, daha sonra geri almışlarsa,
bunlar da sadece vatandaşlık hakkı için talepte bulunabilirler.
Malını tutanakla devlete teslim etmiş; ancak geri alamamış olanlar:
Hala devletin elinde olanları alabilmeli; eğer devlet tarafından satılmış ise
bu malların da bedelini geri alabilmelidir.
Malını komşusuna emanet etmiş ve geri alamamış ise, bunların da
devletçe geri verilmesi sağlanmalıdır. Dolaylı olarak “bilmeden, kasıt
olmadan” Ermeni malını almış olanların bedeli “yapılan ek yatırımlar
hariç” asıl sahibine şu andaki mal sahibince ödenir.
25
Bu koşullarda ve Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlığını kabul
edenler anavatanlarına kavuşurlar. Bu niyeti ve yaklaşımı siyasi bir
kaldıraç gibi kullanmak isteyenlere bu hak verilmez.
Ermenistan ile sınır kapıları açılır; ekonomik bağlantılar güçlendirilir;
serbest dolaşım hakkı her iki tarafa da verilir.
Kutsal yerler ve vakıflar hiçbir koşul ileri sürülmeden Ermeni
cemaatine geri verilir. Kiliseden camiye ya da tersi camiden kiliseye
döndürülen tapınaklar için anlaşma zemini aranır. Anlaşma
sağlanamadığı durumlarda kışkırtmaları ortadan kaldırmak için bu
mekânlar her iki cemaatin de yararlanacağı alanlara ya da mekânlara
çevrilir.
Gerek Ermeniler ve gerekse diğer din mensupları gerekirse bu
dinlerin içindeki mezhepler arasındaki ezeli sürtüşmeyi ortadan kaldırmak
için devletin dini kimliği tümüyle ortadan kaldırılır. Sözde değil, özde
laikliğe geçilir. Böyle bir adil düzene geçiş ilk olarak vergi düzenlemesi ile
yapılır. Öyle ki:
Hiçbir vatandaş başka bir dindeki kişinin dini giderlerini, binasını,
eğitimini, memurunu, ücretlisini karşılamak zorunda bırakılmaz. Din için
devlete vergi ödenmesi tümüyle ortadan kaldırılır. Bu ödenti yasalarla ve
yönetmeliklerle cemaatlere bırakılır. Bu, farklı dinlerdeki insanlar için
değil, aynı din içindeki insanlar için de geçerli kılınır. Öyle ki bir kişi kendi
dininden hizmet almak istemiyorsa, kendi dininin bina, eğitim, memur,
ücretli, hizmetli ve diğer giderlerine katılmayabilir. Gerek devlet gerekse
cemaatler tarafından kişiler dini giderler için ödeme yapmaya
zorlanamaz. Bu kişilerin hakları ve güvenlikleri devlet tarafından titizlikle
sağlanır.
Dini eğitimlerin tümü cemaatlere bırakılır. Devlet yaygın öğretimin
hiçbir aşamasında dini eğitimle ilgili bir düzenleme yapamaz. Dini hizmet
almak isteyenler bedelini öder. Devletin hiçbir kademesinde dini
26
hizmetler için bir kadro bulunmaz. Eğer anlaşma sağlanırsa bu
eğitimlerin cumhuriyetin temel ilkelerine aykırı olmaması için dini
mensuplardan oluşan ve devletin de temsil edildiği bir kurul tarafından
sadece denetlenebilir.
Mezarlıklar onarılır ve sahiplerine geri verilir
Yapılabildiği kadarıyla, arşivlere de bakılarak, nüfus kütükleri
yeniden güncelleştirilir.
Her iki tarafın ölenleri için ortak bir anıt yapılır ve belirli bir gün
“Günahlardan Arınma Günü” olarak ilan edilerek ortak olarak törenle
anılır.
Bütün bunlardan sonra zamanı geriye döndürebilseydim ne olmasını isterdim.
Keşke sözünü hiç sevmem. Çünkü bir insanın aptallığını ortaya
koyan bir kelimedir. İş işten geçmeyi simgeler. Zamanında yapılmamış
bir işin, verilmemiş bir sevginin, yaşanmamış bir aşkın, alınması gereken
bir dadın zehre dönüşmesini ifade eder.
Ermeniler, Rumlar, Süryaniler bu toprakların en eğitilmiş, sanata,
yatkın, üretici, çalışkan ve müziğe, edebiyata, politikaya, devlet
yönetimine en yatkın unsurlarıydı. Binlerce defa keşke diyorum, keşke
kalsaydılar, bu ülkenin sanatına, üretimine, edebiyatına, müziğine,
estetiğine, tarımına, yapılaşmasına binlerce yıl yaptıkları gibi katkı
vermeye devam etselerdi. Ne olurdu yani mahallemizde ya da
köyümüzde çan çalan bir kilise, iki üç dili konuşan çocuklarımız, aynı
coşkuyla kutladığımız bayramlarımız olsaydı. Acılarımızı ve
sevinçlerimizi paylaşsaydık. Sanat, edebiyat, müzik gelenek ve
yetenekleri ile bize destek olsaydılar. Şehirlerimiz ve konutlarımız daha
estetik ve yaşanabilir olsaydı. Bir bütünün ayrılmaz parçaları olsaydık,
keşke…
27
İç politikada siyasilerimizce hoş görünmek için sürekli gündeme
getirilen Dersim Harekâtı ve Ermeni Olayı sonunda olumsuz meyvesini
vermeye başladı. Yaklaşık 1,5 milyarlık Katolik dünyasının lideri Papa,
daha sonra 450 milyon insanın temsilcisi olan Avrupa Parlamentosu
Ermeni Soykırımını 2015 Nisanında kabul etti. Hem de ilk soykırımı
yapan millet damgasıyla. Bunun sonu gelecektir. Oturacağımız
uluslararası her masada bu dosyalar önümüze konacaktır. En yetkili
yöneticilerimizin meydanlarda uluorta Dersim soykırımından üstü açık ya
da kapalı dem vurması batı dünyasında yankılanmıştır. Yarın 1938’de
Dersim’de soykırım uygulayan bir millet, 1915’de haydi haydi soykırım
uygulamıştır demelerine hazırlıklı olun. Bir defa adınız çıkmaya görsün,
bu topraklarda yaşanmış her etnik çatışma ve sürtüşme korkarım ki
hanemize soykırım olarak yazılmaya çalışılacak. Tarih ve diplomasi
bilincinden yoksun, ağzına geleni söyleyen yöneticilerden ne yazık ki bu
ülke büyük darbe almıştır. Sayın yöneticilerimizin bu kararlar bizi
bağlamaz, yok hükmündedir diyerek geçiştirmeleri de doğrusu dünya
diplomasi tarihine geçecek niteliktedir.
Sonuç: Ben böyle bir özre “Ermenilerden Özür Dileme Kampanyasına” kesinlikle katılamayacağım. Hiç kimsenin benim ve
ülkemin adına özür dilemesine de izin vermeyeceğim. Çünkü ailem ve
bildiğim kadarıyla bu gün mensubu olmaktan hep gurur duyduğum
Türkiye Cumhuriyetinin ilk günden bu yana yönetimi ve bu cumhuriyeti
kuran değerli insanların hiç biri bu kalkışmanın ne tetikleyicisi ne
destekleyicisi ne de bastıranı olmuşlardır. Aydın, araştırıcı ve benzer
kimlikler arkasına sığınarak, küçük çıkarları için, batının bitmeyen bu hain
isterisine alet olanların tüm sinsi girişimlerine karşın, deneyimli Türkiye
Cumhuriyeti bu tuzağa düşmeyecektir. Tarihin doğduğu ve serpildiği bu
topraklar, 72 milletin anavatanı olarak tarihteki yerini hep koruyacaktır.
28
Prof. Dr. Ali Demirsoy
24.04.2014
Birinci yazı: 01.01.2009
Dip Not: Hamidiye Alayları, 1915 Ermeni sürgünü ve o zamanki Türk ordusunu yöneten Alman subayların teklifiyle gündeme gelmiştir. Çünkü Osmanlı ordusu; İttihat ve Terakki tarafından Alman genelkurmayının yönetimine bırakılmıştı. Bu yönetimin çekirdeği 42 kişilik Alman subay heyetinin başında bulunan Limon von Sanders’ti. Rusların zayıflatılması amacıyla, Ermenilerin içeride iyice etkisizleştirilmesi için sürülmeleri bu Alman heyetinin planıdır. Bu sürgünün yürütülmesi, 2. Abdülhamit tarafından büyük bir çoğunluğu Sünni Kürtlerden ve az bir kısmı da Sünni Türkmenlerden oluşturulmuş Hamidiye Alaylarına verilmiştir. Kemal Süphandağ kitabında bunu açıkça belirtiyor: 'Ezidi (Yezidi), Alevi, Şii ve Dürziler müracaatlarına rağmen Hamidiye Alaylarına kabul edilmemişlerdir. Hamidiye Alaylarının da zulmüne uğramışlardır.
Yol boyunca özellikle ve Osmanlı Jandarmasının kontrol edemediği yerlerde Kürt aşiretleri Ermeni köylerini basıyor, mallarını yağmalıyordu, Osmanlı Devletinin normal askeri kuvvetleri ise Ermenileri korumaya çabalıyordu. Bunun için Kemal Süphandağ'ın sunduğu belgelere bakılabilir (Sayfa: 342, 345 vb.)
Sunuş yazısı:
Değerli Kardeşlerim2008-2009 geçişinde yeni yılınızı kutlarken, büyük devlet ile küçük devlet
arasındaki önemli bir ölçütü ve Ermeni olaylarına bizzat tanık olanların (ve ailemin)
gözüyle bir değerlendirmeyi ve bu olaylara çeşitli şekillerde müdahil olanların kimliği
ile ilgili bir yazı göndermiştim.
İlk gönderdiğim yazı, 2014 Nisanı’nda Amerika’daki malum oylamalar ile ilgili
olarak tekrar ele alınarak yeni bilgilerle okuyuculara gönderildi.
Ne yazık ki 2015 yılına gelindiğinde, tehcir olayının 100’cü yılında, dünya,
Ermeni sözde soykırımını birer birer parlamentolarından geçirmeye ve tarihin er kirli
iftirasını Türk ulusuna atma hattat kabul ettirme gayreti içine girmiş bulunmaktadırlar.
Her 24 Nisan’da ısıtılan bu acılı çorbayı ister istemez yemek zorunda olanlar ve bir
de tarafsız inceleyenler anlayabilecektir.
29
Yeterince araştırmacı yetiştiremeyen ülkeler, haklarını uluslararası arenada elde
etmekte zorlanırlar. Bu nedenle 24 Nisan ülkemizin boynunda kılıç gibi asılmaktadır.
Aslında 24 Nisan bu ülkenin yabancılara ve suçlulara taviz verme günüdür. Dersim
harekatını meydanlarda sürekli ısıtarak gündeme getirip, onu bir soykırım gibi
gösterme gayreti içine girmiş yöneticilerin ülkeyi buraya getireceği akil adamlar
tarafından biliniyordu. Şimdi yöneticilerimizin bu ipsiz sapsız açıklamalarını gündeme
getirerek, Ermeni soykırımını parlamentosunda geçirmiş ülkeler bize sormazlar mı?
Dünyada büyük bir savaş ve çatışma henüz yokken, aynı dinden ve büyük ölçüde
aynı soydan gelen kendi insanına 1938’de soykırımı yapmış bir ülke, 1915 yılında
Birinci Dünya Savaşı gibi her yerin kana bulandığı bir zamanda, farklı dinden ve
soydan gelen insanlara soykırım uygulamaması için inandırıcı bir neden olabilir mi?
Dışişlerimiz sert yanıt verdi, bu karar bizi bağlamaz, yok hükmündedir gibi suya tirit
açıklamalar ile olsa olsa gözü kapalı oy verenleri kandırabiliriz. Bu kararlarla bizden
hiçbir şey alamazlarsa da saygınlığımızı aldıkları açıktır…
Yetmiş iki milletin kardeşçe bir arada saygı ve sevgiyle yaşaması dileğimle
saygılarımı sunuyorum…