aannttii--kkaannsseerr · sayfa 2 hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle...

27
www.altinicizdiklerim.com Sayfa 1 A A n n t t i i - - k k a a n n s s e e r r yeni bir yaşam tarzı David Servan-Schreiber Özgün Adı: Anticancer: A New Life Style Varlık Yayınları, 1. Basım 2008 328 Sayfa ARKA KAPAK “Hepimizin içinde atıl kanser hücreleri var ve her birimiz onlarla savaşabilecek bir bedene sahibiz.” Dr. David Servan-Schreiber, sinirbilim dalında yaptığı öncü çalışmalarla daha otuz yaşında ünlü olmuştur. Derken beyin kanseri olduğunu öğrenir ve hayatı değişir. Alternatif tıp araştırmalarına başlar ve psikiyatri bölümünde öğretim üyesi olduğu Pittsburgh Üniversitesi’nde Entegre Tıp Merkezi’ni kurar. Bu kitap, onun hem doktor hem de kanser hastası olarak yaşadığı deneyimlerin bir ürünü. Kendi öyküsünü ve karşılaştığı vakaları anlattığı bölümlerin yanı sıra, kansere ve kanser mekanizmalarına tamamen bili msel ve tıbbi açıdan odaklanan bölümler de içeriyor. Özellikle beden - kanser ilişkisini; çevre kirliliğinin yarattığı zararlardan kaçınmak, kanserin yayılmasına yol açan yeni kan damarlarının oluşumunu durdurmak için alınacak önlemleri ve beslenme, duygusal yaşam, fiziksel etkinlik gibi faktörlerin, bedenin kendini hastalığa karşı savunmasında hayati bir rol oynayan bağışıklık sistemi üzerindeki etkilerini açıklıyor. Servan- Schreiber geleneksel tıbbın ameliyat, radyoterapi, kemoterapi gibi yöntemlerini göz ardı etmiyor, ancak bunların yanı sıra, kanseri kontrol altında tutmak için doğal savunma mekanizmalarını harekete geçirmenin —ve daha önemlisi— kanserden topyekun kaçınmanın yollarını gösteriyor. “Bilimsel tıbbın tek sorunu yeterince bilimsel olmaması, diye düşünmüşümdür hep. Modern tıp ancak, doktorlar ve hastaları doğanın şifa gücü aracılığıyla işleyen bedenle zihnin kuvvetlerinden yararlanmayı öğrendikleri zaman gerçekten bilimsel o lacaktır.” Prof. Ren Dubos, Rockefeller Üniversitesi, New York, ABD İlk antibiyotiğin kaşifi, 1939 - İlk Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi’ni başlatan kişi, 1972 GİRİŞ Bedenimin kanserden korunmasına nasıl yardım edebileceğimi anlayabilmek için aylarca araştırma yapmak zorunda kaldım. Öğrendiğim şey şuydu: Hepimizin içinde atıl kanser hücreleri var ve her birimiz tümörlerin oluşumuyla savaşabilecek bir bedene sahibiz. Doğal savunma mekanizmalarımızı kullanmak hepimize düşen bir iş. Diğer kültürler bunu bizimkinden çok daha iyi yapıyorlar. Batı’nın başına bela olan kanserler —örneğin meme, kolon ve prostat kanseri— Asya’da 7 ila 60 kat daha az görülmekte. Bununla birlikte, istatistiklere göre kanser dışındaki hastalıklar yüzünden elli yaşına varmadan ölen Asyalıların prostatında da Batılılardaki kadar kanser öncesi mikro -tümörler bulunuyor.Onların yaşam tarzının bir yönü, bu tümörlerin gelişmesini engelliyor. Öte yandan, Batı’ya yerleşmiş olan Japonlarda kanser oranı, bir - iki kuşak içerisinde bizimkine yetişiyor. Bizim yaşam tarzımızın bir yönü, bu hastalığa karşı savunmamızı zayıflatıyor.

Upload: others

Post on 06-Feb-2020

5 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 1

AAnnttii--kkaannsseerr yyeennii bbiirr yyaaşşaamm ttaarrzzıı

DDaavviidd SSeerrvvaann--SScchhrreeiibbeerr

ÖÖzzggüünn AAddıı:: AAnnttiiccaanncceerr:: AA NNeeww LLiiffee SSttyyllee

VVaarrllııkk YYaayyıınnllaarrıı,, 11.. BBaassıımm –– 22000088

332288 SSaayyffaa

AARRKKAA KKAAPPAAKK

“Hepimizin içinde atıl kanser hücreleri var ve her birimiz onlarla savaşabilecek bir bedene sahibiz.”

Dr. David Servan-Schreiber, sinirbilim dalında yaptığı öncü çalışmalarla daha otuz yaşında ünlü

olmuştur. Derken beyin kanseri olduğunu öğrenir ve hayatı değişir. Alternatif tıp araştırmalarına başlar

ve psikiyatri bölümünde öğretim üyesi olduğu Pittsburgh Üniversitesi’nde Entegre Tıp Merkezi’ni

kurar.

Bu kitap, onun hem doktor hem de kanser hastası olarak yaşadığı deneyimlerin bir ürünü. Kendi

öyküsünü ve karşılaştığı vakaları anlattığı bölümlerin yanı sıra, kansere ve kanser mekanizmalarına

tamamen bilimsel ve tıbbi açıdan odaklanan bölümler de içeriyor. Özellikle beden-kanser ilişkisini;

çevre kirliliğinin yarattığı zararlardan kaçınmak, kanserin yayılmasına yol açan yeni kan damarlarının

oluşumunu durdurmak için alınacak önlemleri ve beslenme, duygusal yaşam, fiziksel etkinlik gibi

faktörlerin, bedenin kendini hastalığa karşı savunmasında hayati bir rol oynayan bağışıklık sistemi

üzerindeki etkilerini açıklıyor.

Servan-Schreiber geleneksel tıbbın ameliyat, radyoterapi, kemoterapi gibi yöntemlerini göz ardı

etmiyor, ancak bunların yanı sıra, kanseri kontrol altında tutmak için doğal savunma mekanizmalarını

harekete geçirmenin —ve daha önemlisi— kanserden topyekun kaçınmanın yollarını gösteriyor.

“Bilimsel tıbbın tek sorunu yeterince bilimsel olmaması, diye düşünmüşümdür hep. Modern tıp ancak,

doktorlar ve hastaları doğanın şifa gücü aracılığıyla işleyen bedenle zihnin kuvvetlerinden

yararlanmayı öğrendikleri zaman gerçekten bilimsel olacaktır.” Prof. Ren Dubos, Rockefeller Üniversitesi, New York, ABD

İlk antibiyotiğin kaşifi, 1939 - İlk Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi’ni başlatan kişi, 1972

GİRİŞ

Bedenimin kanserden korunmasına nasıl yardım edebileceğimi anlayabilmek için aylarca araştırma

yapmak zorunda kaldım.

Öğrendiğim şey şuydu: Hepimizin içinde atıl kanser hücreleri var ve her birimiz tümörlerin

oluşumuyla savaşabilecek bir bedene sahibiz. Doğal savunma mekanizmalarımızı kullanmak hepimize

düşen bir iş. Diğer kültürler bunu bizimkinden çok daha iyi yapıyorlar.

Batı’nın başına bela olan kanserler —örneğin meme, kolon ve prostat kanseri— Asya’da 7 ila 60 kat

daha az görülmekte. Bununla birlikte, istatistiklere göre kanser dışındaki hastalıklar yüzünden elli

yaşına varmadan ölen Asyalıların prostatında da Batılılardaki kadar kanser öncesi mikro-tümörler

bulunuyor.Onların yaşam tarzının bir yönü, bu tümörlerin gelişmesini engelliyor. Öte yandan, Batı’ya

yerleşmiş olan Japonlarda kanser oranı, bir-iki kuşak içerisinde bizimkine yetişiyor. Bizim yaşam

tarzımızın bir yönü, bu hastalığa karşı savunmamızı zayıflatıyor.

Page 2: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 2

Hepimiz kanserle savaşma yetimize zarar veren söylencelerle yaşıyoruz. Örneğin birçoğumuz,

kanserin öncelikle yaşam tarzımızla değil de, genetik oluşumumuzla bağlantılı olduğuna inanıyoruz.

Oysa araştırmalara baktığımızda, bunun tersinin doğru olduğunu görebiliriz.

… Bu çalışma, yaşam tarzının kansere yakalanmakta temel bir rol oynadığını gösteriyor. Kanser

üzerine tüm çalışmalar aynı konuda mutabık: genetik faktörler kanserden ölüme en fazla % 15

oranında katkıda bulunuyor. Kısacası, genetik kader diye bir şey yok. Hepimiz kendimizi korumayı

öğrenebiliriz.

Hemen belirtmemiz gerekir ki, bugün kanseri iyileştirebilecek hiçbir alternatif yaklaşım yoktur. Batı

tıbbının geliştirdiği şu geleneksel yöntemlere başvurmadan kanseri tedavi etmeye çalışmak tamamen

mantıksızdır: ameliyat, kemoterapi, radyoterapi, imünoterapi ve çok yakında, moleküler genetik.

Aynı zamanda, yalnızca bu katışıksız teknik yaklaşıma dayanarak bedenimizin tümörlere karşı

korunma konusundaki doğal yetisini göz ardı etmek de tamamen mantıksızdır. İster hastalığı önlemek,

ister tedavilerin faydalarını artırmak için olsun, bu doğal korunmadan yararlanabiliriz.

Bu kitabın ilk bölümü kanser mekanizmaları hakkında yeni bir görüş sunuyor. Bu görüş, bağışıklık

sisteminin temel ama hala pek bilinmeyen işleyişine, tümör gelişiminin temelindeki iltihaba

[enflamasyon] yol açan mekanizmaların keşfine ve yeni kan damarlarından beslenmesini önleyerek bu

tümörlerin yayılmasını durdurma olasılığına dayanıyor.

Bu yeni bakış açısından dört yeni yaklaşım doğuyor. Herkes bunları uygulamaya koyup, hem bedenini

hem de zihnini kendi anti kanser biyolojisini yaratmaya yönlendirebilir. Bu dört yaklaşım şunlardan

oluşuyor:

(1) Çevremizin, 1940’tan bu yana gelişerek şimdiki kanser salgınını besleyen dengesizliklerinden

korunmak;

(2) beslenmemizi, kanseri teşvik eden unsurları azaltıp tümörlerle etkin biçimde savaşan en yüksek

sayıda bitkisel kaynaklı bileşenleri dahil edecek şekilde ayarlamak;

(3) kanserde rolü olan biyolojik mekanizmaları psikolojik yaraların beslediğini anlamak ve onları

iyileştirmek;

(4) bedenimizle, bağışıklık sistemini harekete geçirip tümör geliştiren iltihabı azaltacak bir ilişki

kurmak.

İstatistiklerden Kaçmak

Onkoloji gibi bir alanda, iki şey sürekli değişir: geleneksel tedavi ve bu tedavinin etkisini

güçlendirmek için her birimizin yapabileceği şeyler.

İstatistikler bilgi verir, hüküm giydirmez. Amaç, kansere yakalandığınızda ve kaderle savaşmak

istediğinizde, eğrinin uzun kuyruğunda yer alacağınızdan emin olmaktır.

California’daki Commonweal Merkezi’nin hazırladığı türden belli programlara katılan hastalar,

kanserlerinin sorumluluğunu üstlenmeye, bedenlerine ve geçmişlerine daha iyi uyum sağlayarak

yaşamaya, yoga ve meditasyon yoluyla ruhen huzur bulmaya ve kanserle savaşan yiyecekleri tercih

edip, gelişmesini teşvik edenlerden kaçınmaya çalışıyorlar. Bu kişilerin tarihçesi, aynı kansere

yakalanan ve aynı gelişme safhasında olan ortalama insandan iki ya da üç kat uzun yaşadıklarını

gösteriyor.

Page 3: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 3

Gerçekten de, hastalıkları hakkında daha iyi bilgi edinen, bedenlerine ve zihinlerine özen gösteren ve

sağlıklarını düzeltmek için ihtiyaç duydukları şeyi elde eden insanlar, bedenin kanserle savaşacak

yaşamsal işlevlerini harekete geçirebiliyorlar.

Öteki grup için, Dr. Ornish tam bir fiziksel ve ruhsal sağlık programı hazırladı. Bu insanlar bir yıl

boyunca takviyeli (antioksidan E ve C vitaminleri, selenyum ve günde bir gram omega-3) vejetaryen

diyetle beslenip, spor (haftada 6 gün, 30’ar dakikalık yürüyüş), stres yönetimi çalışmaları (yoga

hareketleri, soluma egzersizleri, zihinsel imgeleme ya da aşamalı gevşeme yaptılar ve haftada bir saat

süreyle aynı programdaki diğer hastalarla birlikte bir destek grubuna katıldılar.

Yaşam tarzında hiç değişiklik yapmayan ve yalnızca hastalığın düzenli gözetimiyle yetinen 49

hastadan 6’sı, kanseri kötüleştiği için prostatını aldırmak, sonra da kemoterapi ve radyoterapi görmek

durumunda kalmıştı. Buna karşılık, fiziksel ve ruhsal sağlık programını izleyen 41 hastadan hiçbiri, bu

tür tedavilere başvurmak zorunda kalmamıştı.

Uyumu şu basit dörtlüde bulmuşlardır: kanserojen maddelerden arınma, anti kanser diyet, yeterli

fiziksel etkinlik ve duygusal huzur arayışı.

Kanserin Zayıf Yanları

Kanserin pençesindeyken, bedenin tamamı savaş halindedir. Kanser hücreleri gerçekten silahlı çeteler

gibi davranır, yasa tanımazlar. … Örneğin birkaç bölünmeden sonra ölme zorunluluğundan kurtulurlar.

“Ölümsüz”leşirler. Çevrelerindeki —yer sıkışıklığından paniğe kapılarak— çoğalmayı kesmelerini

söyleyen dokulardan gelen işaretleri görmezden gelirler. Daha da kötüsü, salgıladıkları özel maddelerle

bu dokuları zehirlerler. Bu zehirlerse, komşu bölgelere zarar verme pahasına kanserli hücrelerin

yayılmasını daha da fazla teşvik eden yerel bir iltihap yaratır. Son olarak, ikmal yapmak için ilerleyen

bir ordu gibi, yakınlardaki kan damarlarını ele geçirirler. Onları çoğalmaya ve yakında bir tümör haline

gelecek şeyin büyümesi için gerekli oksijen ve besinleri sağlamaya zorlarlar.

Bazı koşullar altında, bu vahşi çeteler bozguna uğrar ve tehlikeli olmaktan çıkarlar: 1) bağışıklık

sistemi onlara karşı seferber olduğunda; 2) beden, o olmadan ne büyüyebilecekleri ne de yeni bölgeleri

işgal edebilecekleri iltihabı yaratmayı reddettiğinde; 3) kan damarları çoğalmayı ve büyümek için

gereksindikleri takviyeyi sağlamayı reddettiğinde. Bunlar, hastalığın hakimiyeti ele geçirmesini

engellemek için güçlendirilmesi mümkün olan mekanizmalardır. Tümör bir kez yerleştiğinde, bu doğal

savunuların hiçbiri kemoterapinin ya da radyoterapinin yerini tutamaz. Ancak bedenin kansere karşı

direnişini tam olarak harekete geçirmek için, geleneksel tedavilerin yanı sıra onlardan da

yararlanılabilir.

Kansere Karşı Çok Özel Unsurlar

İnsanlardaki doğal katil hücreler de farklı türde kanserli hücreleri, özellikle de sarkoma, meme, prostat,

akciğer ya da kolon kanseri hücrelerini öldürebilirler.

Meme kanseri olan ve on iki yıl boyunca takip edilen 77 kadın üzerinde yapılan bir araştırma, bu

hücrelerin iyileşme açısından ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. İlk olarak, teşhis sırasında her bir

kadının tümöründen alınan örnekler, kendi doğal katil hücreleriyle birlikte geliştiriliyordu. Bazı

hastaların doğal katil hücreleri, doğal canlılıkları gizemli bir biçimde kösteklenmişçesine tepki

vermiyordu. Bazılarında ise bu hücreler tam tersine ciddi bir temizlenme sürecinden geçiyor, bu da

bağışıklık sistemlerinin etkin olduğunu gösteriyordu. On iki yıl sonra, incelemenin sonunda, doğal

katil hücreleri laboratuarda tepki vermeyen hastaların neredeyse yarısı (% 47’si) ölmüştü. Öte yandan,

mikroskop altında bağışık sistemleri etkin görünen hastaların % 95’i hala yaşıyordu.

Page 4: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 4

Başka çalışmalarda da benzer sonuçlara ulaşıldı: Doğal katil hücreler ve diğer akyuvarlar mikroskop

altında ne kadar az aktif görünürse, kanser de o kadar hızlı ilerliyor, metastaz şeklinde vücudun her

yerine o kadar hızlı yayılıyor ve on iki yıl sonra hayatta kalma ihtimali o kadar azalıyordu. Bu nedenle

bağışıklık hücrelerinin canlılığı, tümörlerin büyümesini ve metastazların yayılmasını engellemekte çok

önemli görünmektedir.

“Doğa’nın Ders Kitaplarımızı Hiç Okumamış Olması

Vücudun kaynakları ve hastalıkla baş etme potansiyeli, günümüz bilimi tarafından hala sıklıkla hafife

alınıyor. … “Olağan” bir bağışıklık sisteminin olağandışı görevleri yerine getireceğine ne derece

güvenebiliriz?

Bu sorunun yanıtı, kanseri yenme yeteneğimiz bakımından çok önemli unsurlar olan bağışıklık

hücrelerimizin savaşçı ruhunda yatıyor. Canlılıklarını uyarabilir, ya da en azından, onları yavaşlatmayı

kesebiliriz. “Mighty Mouse”lar herkesten daha başarılı oluyor, ama her birimiz akyuvar hücrelerimizi,

kansere karşı ellerinden geleni yapmaları için “dürtebiliriz”. Birçok araştırma, insanların bağışıklık

hücrelerinin şu durumlarda asker gibi kıyasıya savaştığını gösteriyor: 1) kendilerine saygı

gösterildiğinde (beslendiklerinde, toksinlerden korunduklarında); 2) komutanları soğukkanlılığını

koruduğunda (duygularına hakim olup, ağırbaşlı davrandığında).

Doğal katil hücreler de dahil olmak üzere, bağışıklık hücresi etkinliği konusundaki çalışmalar, sağlıklı

beslendiğimizde, çevremiz “temiz” olduğunda ve fiziksel etkinliğimiz (yalnızca beynimizi ve

ellerimizi değil) tüm bedenimizi kapsadığında, bu hücrelerin en iyi şekilde çalıştığını göstermektedir.

Bağışıklık hücreleri duygularımıza karşı da duyarlıdır. Çevremizdekilerle aramızda neşe ve bağlantı

duygusunun baskın olduğu duygusal durumlarda olumlu bir tepki verirler. Bağışıklık hücrelerimiz,

nesnel açıdan yaşamaya değer bir hayatın hizmetindeyken sanki çok daha iyi seferber olmaktadırlar.

“Kanser: İyileşmeyen Bir Yara” İltihabın Çift Yüzü

Bedeni Ele Geçiren Bir Truva Atı

Son yıllarda, kanserin bir Truva atı gibi bedeni kuşatıp mahvetmek üzere bu onarma sürecinden

yararlandığını öğrenmiş bulunuyoruz. İltihabın çift yüzü budur: yeni dokunun oluşmasına yardım

ederek iyileştirmesi gerekirken, kanserin gelişmesini teşvik edecek şekilde saptırılabilir de.

İyileşmeyen Yaralar

Modern patolojinin —hastalık ile dokuları etkileyen süreçler arasındaki ilişkiyi inceleyen bilimin—

kurucusu olan Rudolf Virhov, büyük bir Alman doktordu. 1863’te, birçok hastanın tam da bir darbe

aldıkları noktada ya da bir ayakkabının veya bir iş aletinin sürekli sürtündüğü yerde kanser

geliştirdiğini gözlemlemişti. Mikroskop altında, kanserli tümörlerin içinde çok sayıda akyuvarın

bulunduğunu fark etmişti. Bunun üzerine, kanserin yolunda gitmeyen bir yara onarma girişimi olduğu

hipotezini ileri sürmüştü. Fazlasıyla anlatıya dayalı, neredeyse fazlasıyla şiirsel olan tanımlaması,

hiçbir zaman ciddiye alınmamıştı. Yüz otuz yıl kadar sonra, Harvard Tıp Fakültesi’nden Patoloji

Profesörü Dr. Harold Dvorak, bu hipotezi yeniden ele aldı. “Tümörler: İyileşmeyen Yaralar” başlıklı

bir makalede, Virchow’un özgün kuramını destekleyen güçlü argümanlar sundu. Bu makalede, doğal

olarak oluşan iltihabın harekete geçirdiği mekanizma ile kanserli tümörlerin oluşumu arasında şaşırtıcı

bir benzerlik bulunduğunu gösterdi.

Tıpkı bağışıklık hücrelerinin doku bozukluklarını onarmak için hızlanmaları gibi, kanser hücrelerinin

de gelişmelerini sürdürmek için iltihap yaratmaları gerekir. Bu amaç uğruna, yaraların doğal

onarımında gördüğümüz yüksek derecede iltihabın aynısına yol açan maddeleri —sikotinler,

Page 5: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 5

prostaglandinler ve lökotriyenler— bol miktarda üretmeye başlarlar. Hücrelerin —bu kez, kanser

hücrelerinin— çoğalmasını teşvik eden kimyasal gübre işlevini görürler. Büyüyen tümörler kendilerini

geliştirmek ve çevrelerindeki bariyerleri daha geçirimli hale getirmek için bu maddelerden

yararlanırlar. Yarattıkları iltihap sayesinde, komşu dokulara nüfuz eder, kan dolaşımına sızar, göç eder

ve metastaz denilen uzak kolonileri oluştururlar.

Kanserin Özündeki Kısır Döngü

Lezyonların normal yoldan iyileşmesi örneğinde, iltihaba yol açan kimyasal maddelerin üretimi doku

yenilendiğinde durur. Kanserde ise bu maddeler sürekli üretilir.

Tümörler iltihap yangınına körükle giderek, bir başka bozukluk daha yaratırlar. Yakınlardaki

bağışıklık hücrelerini “silahsızlandırırlar”. Basit terimlerle ifade edersek, enflamatuar faktörlerin aşırı

üretimi, çevredeki akyuvarların düzenini bozar. Doğal katil hücreler ve diğer akyuvarlar etkisizleşir.

Savaşmaya bile çalışmadıklarından, tümör gelişir ve gözle görülecek kadar büyür.

Bir tümörün ardındaki itici güç büyük oranda, kanser hücrelerinin başarıyla yarattıkları kısır döngüdür.

Tümör bağışıklık hücrelerini iltihap üretmeye teşvik ederek, bedenin kendi gelişimi ve çevredeki

dokuların istilası için gerekli yakıtı oluşturmasını Sağlar. Tümör ne kadar büyükse, o kadar fazla

iltihaba neden olur ve kendi gelişmesini o kadar iyi sürdürür.

Bu hipotez, Science dergisinde incelenen yakın tarihli çalışmalarla yeterince doğrulanmıştır. Kanserler

yerel iltihabı kışkırtmakta başarılı oldukça, tümörün daha fazla saldırganlaştığı ve uzak mesafelere

daha iyi yayılarak en sonunda lenf boğumlarına ulaşıp metastaz yarattığı kanıtlanmıştır.

İltihabın Ölçülmesi

Bedenin temeldeki kronik iltihap durumu, sağlığı belirleyen birincil etken gibidir. Bu, iltihap ciddi

görünmediğinde ve eklem ağrısı ya da kardiyovasküler hastalık gibi saptanabilir işaretler vermediğinde

bile geçerlidir.

Kanserin Kara Şövalyesi Kanser hücrelerinin gelişmesi ve yayılması büyük ölçüde tümör hücrelerinin salgıladığı tek bir

enflamatuar faktöre dayalıdır. Bu bir çeşit kara şövalyedir ve yokluğunda tümörler çok daha kırılgan

hale gelir. Bu faktöre verilen ad Nükleer Faktör-kappa B’dir (NF-kappa B) ve üretilmesinin önlenmesi,

çoğu kanser hücresini bir kez daha “ölümlü” kılar. Ayrıca metastaz yapmalarını da engeller.46 NF-

kappa B faktörünün kanserde oynadığı anahtar rol bugün öyle iyi belirlenmiştir ki, North Carolina

Üniversitesi’nden Profesör Dr. Albert Baldwin Science dergisinde şu sonuca varmıştır: “neredeyse her

kanser önleyicisi bir NF-kappa B inhibitörüdür.”

Aslına bakılırsa, birçok doğal yaklaşım bu anahtar maddenin enflamatuar etkisini durdurabilir. Science

dergisinde aynı makalede, biraz da ironiyle, tüm ilaç sanayisi günümüzde NF-kappa B inhibitörü

ilaçlar ararken, ona karşı etkili olduğu bilinen moleküllerin piyasada zaten yaygın olarak bulunabildiği

belirtilmektedir. Makalede bu moleküllerden yalnızca düşük teknoloji ürünü olarak nitelendirilen

ikisine değiniliyor: yeşil çayda bulunan “kateşinler” ve kırmızı şarapta bulunan “resveratrol”. Aslında,

yiyeceklerde bu türden pek çok molekül bulunur ve bazıları daha da etkindir.

Stres: Yangına Körükle Gitmek

Enflamatuar maddelerin birdenbire aşırı üretilmesinin kanserden söz edilirken nadiren değinilen bir

nedeni, psikolojik strestir. Her duygusal patlama, her panik ya da öfke hissi, (“savaş ya da kaç”

hormonu olarak bilinen) noradrenalinin ve kortisolün salgılanmasını başlatır. Bu hormonlar, kısmen

dokuların onarımı için gereken enflamatuar faktörleri uyararak, bedeni olası bir yaraya hazırlar. Bu

Page 6: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 6

hormonlar aynı zamanda, atıl duran ya da kendini çoktan belli etmiş olan kanserli tümörlerin

gübresidir.

Kanserin İkmal Hatlarını Kesmek

Bir Donanma Cerrahının Sezgisi

Folkman’a göre, bir fark çok belirgindi: farelerdeki tümörlerin içine sızmış kan damarları bulunurken ,

cam tüpte tecrit edilmiş tiroitteki tümörlerde bu damarlar yoktu. Bu gözlem onu şu olası sonuca

götürdü: kanserli bir tümör kan damarlarını kendi kullanımı için saptırmayı başaramazsa, kesinlikle

büyüyemez.

Kafasını bu hipoteze takan Judah Folkman, cerrahi çalışmalarında bir sürü olumlu delil buldu.

Ameliyat ettiği kanserli tümörlerin hepsi aynı özelliği sergiliyordu. Sanki çok çabuk üretilmişçesine,

bol miktarda kırılgan ve çarpık kan damarıyla bezeliydiler.

Folkman çok geçmeden, insan saçı kadar incecik, kılcal adı verilen minik kan damarlarıyla temas

halinde olmaması durumunda, hiçbir canlı hücrenin hayatta kalamayacağını anladı. Kılcal damarlar

gerekli oksijeni ve besinleri getirip, hücre metabolizmasının atıklarını götürürler. Kanser hücreleri de

besinlerini içeri getirtip atıklarını dışarı yollamalıdırlar. Tümörlerin hayatta kalabilmesi için de, kılcal

damarların içlerine derinlemesine nüfuz etmesi gerekir. Ancak tümörler çok hızlı büyüdüklerinden,

yeni kan damarları çabucak üretilmelidir. Folkman bu olguyu “anjiyogenesis” diye adlandırdı

(Yunanca damar anlamına gelen anjiyo ile doğum anlamına gelen genesis’in bileşimi).

Kan damarları genellikle istikrarlı bir altyapıdır. Çeper hücreleri çoğalmaz ve belli durumlar dışında,

yeni kılcal damar yaratmazlar. Yeni kan damarları, yaraların onarılması gerektiğinde ve adet

döneminden sonra gelişir. Bu “normal” anjiyogenesis mekanizması kendi kendini sınırlar ve sıkı

kontrol altındadır. Doğal yollardan sınırlanmış olması, çok kolay kanayacak kırılgan damarların

yaratılmasını önler. Kanser hücreleri büyüyebilmek için, bedenin yeni damarlar yaratma kapasitesini

gasp ederler. Folkman, kanserli hücrenin büyümesini durdurmak için, kan damarlarını gasp etmesini

engellemenin yeterli olacağı sonucuna vardı. Kanser hücreleri yerine onların kan damarlarına

saldırarak, bir tümörü kurutup gerilemesini sağlamak bile mümkün olabilir...

Çölü Geçmek

Judah Folkman üst üste deneyler yaparak yeni kanser kuramının kilit kavramlarını oluşturdu:

1. Mikro tümörler kendilerini besleyecek kan damarlarından oluşan yeni bir ağ yaratmadan tehlikeli

kanserlere dönüşemezler.

2. Bunu yapmak için, damarları kendilerine yaklaşıp yeni dallar sürmeye zorlayan, “anjiyogenin” adlı

bir kimyasal madde üretirler.

3. Vücudun geri kalanına yayılan yeni tümör hücreleri —metastazlar— ancak kendileri de yeni kan

damarlarını çekebildikleri zaman tehlikeli olurlar.

4. Büyük birincil tümörler metastazların kökenidir. Ancak sömürgeci bir imparatorlukta olduğu gibi,

bu uzak bölgelerin yeni kan damarlarının gelişmesini durduracak bir başka kimyasal madde —

“anjiyostatin”— üreterek fazlasıyla önemli hale gelmesini önlerler. (Bu da birincil tümör ameliyatla

alınır alınmaz metastazların birdenbire gelişebilmesinin nedenini açıklamaktadır).

Bilimci meslektaşlarının yeterince kanıt gördükten sonra gerçeği kabul edebileceklerine duyduğu

inancı hiç yitirmedi. Herhalde Schopenhauer’in şu deyişini düşünüyordu: Her büyük hakikat üç

evreden geçer. Önce gülünç düşürülür, sonra şiddetli bir saldırıya uğrar ve en sonunda gerçekliği

kabul edilir. Folkman, yeni damarların gelişmesini engelleyebilecek etkenlerin varlığını kanıtlamak

Page 7: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 7

için uğraşıp durdu.

Olağanüstü Bir Keşif

Folkman daha sonra anjiyostatinin, farelere aşılanan insana özgü üç kanser de dahil olmak üzere,

birçok kanser türünün gelişmesini durdurabileceğini göstermeyi başardı. Bilimsel ve tıbbi çevreleri çok

şaşırtacak şekilde, yeni kan damarlarının yaratılmasının engellenmesi, kanserin kendisinde bile

gerilemeye neden oluyordu. … takviyeden yoksun kalan tümörler büzülmeye başlıyordu. Mikroskobik

boyuta indiklerinde, tamamen zararsız hale geliyorlardı. Ayrıca, anjiyostatinin hızla büyüyen kan

damarlarını hedef aldığı ve mevcut damarları hiç etkilemediği gösterildi. Kemoterapi ve radyoterapi

gibi geleneksel kanser tedavilerinin aksine, bedendeki sağlıklı hücrelere saldırmıyordu.

İkmal hatlarına saldırarak düşmanı kontrol altına alabiliyorsak, tümörün yeni damarlar yaratma

girişimlerini boşa çıkaracak uzun vadeli tedavileri de tasarlayabiliriz demektir. Askeri stratejide olduğu

gibi, bu tedaviler kemoterapi ve radyoterapi benzeri daha kesin darbelerle birleştirilebilir. Ama uzun

vadeli planlama, ilk tümörün ortaya çıkmasına, ilk tedavilerden sonra nüksetmeye ve ameliyattan sonra

metastazların olası alevlenmesine karşı koruma sağlayacak bir “atıl tümörler tedavisi”ni düşünmeyi

gerektirir.

Anjiyogenesisi Durduran Doğal Savunmalar

Kanser, tek bir müdahale türüne nadiren boyun eğen çok boyutlu bir hastalıktır. AİDS’in üçlü

tedavisinde olduğu gibi, etkili olması için birkaç yaklaşımın birleştirilmesi gerekir.

Şu da var ki, anjiyogenesisin kontrol altına alınması kanser tedavisinde merkezi bir önem taşımaktadır.

Mucize ilacı beklemenin alternatifi olarak, anjiyogenesis üzerinde güçlü bir etkisi olan, yan etkisi

bulunmayan doğal yaklaşımlar vardır. Geleneksel tedavilerle mükemmel biçimde birleştirilebilecek

söz konusu yaklaşımlar şunlardır:

1) özgül diyet uygulamaları (son zamanlarda birçok doğal antianjiyogenesis yiyecekler keşfedilmiştir

ve bunların arasında bilinen yenilebilir mantarlar, bazı yeşil çaylar, baharat ve otlar da vardır)

2) yeni kan damarlarının gelişmesine doğrudan neden olan iltihabın azaltılmasına katkıda bulunacak

her şey.

Aslında, bağışıklık sistemimizin doğal olarak yararlanabileceği gedikleri vardır. Savunma sistemimizin

ön cephelerindeki —doğal katil hücreler de dahil olmak üzere— bağışıklık hücrelerimiz, kanserleri

sürekli olarak filizlenme aşamasında yok eden güçlü bir kimyasal donanma gibidir. Tüm olgular bu

sonucu desteklemektedir; değerli bağışıklık hücrelerimizi güçlendiren her şey, aynı zamanda

kanserli tümörlerin büyümesini de engeller. Toplamda, bağışıklık hücrelerimizi uyararak, iltihaba karşı

(beslenme, fiziksel egzersiz ve duygusal denge yoluyla) savaşarak, anjiyogenesis sürecine müdahale

ederek, kanserin yayılmasını baltalamış oluruz. Geleneksel tıbbi yaklaşımlara paralel olarak,

bedenimizin kaynaklarını güçlendirebiliriz. Bunun için ödenecek “bedel”, daha bilinçli, daha dengeli

ve sonuçta daha güzel bir yaşam sürmektir.

ANTİKANSER ÇEVRE

Kanser Salgını

Zengin İnsanların Hastalığı

İlk harita şaşırtacak kadar net: aynı yaş gruplarında görülen meme, prostat ve kolon kanserleri,

Page 8: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 8

sanayileşmiş dünyaya, özellikle de Batı ülkelerine özgü hastalıklar. ABD ve Kuzey Avrupa’da, Çin,

Laos ya da Kore’ye göre dokuz kat, Japonya’ya göre ise dört kat fazla kanser vakası var.

Dünya Sağlık Örgütü’nün Genel Direktörü, Uluslararası Kanser Araştırmaları Merkezi’nin raporuna

yazdığı giriş yazısında şu sonuca varmıştı: “Kanser vakalarının % 80’e varan bir bölümü yaşam tarzı

ve çevre gibi dış faktörlerden etkilenmiş olabilir.” Aslında, kansere karşı savaşta Batı tıbbının en

büyük başarısı, sanayileşmiş ülkelerde mide kanserinin neredeyse yok olmasıdır. 1960’lı yılların tüm

tıp öğrencileri her dahiliye koğuşunda mevcut olan bu ciddi ve yaygın kanserle üzücü bir biçimde

tanışmışken, bugün tıp fakültelerinde hemen hemen hiç sözü edilmeyen bir hastalıktır, bu. Mide

kanserlerinin kırk yıl içinde yok oluşu, yiyeceklerin daha iyi dondurulmasına ve nitratlarla tuza dayalı

muhafaza yöntemlerinin daha az kullanılmasına bağlanmaktadır: katışıksız “çevresel” bir müdahaledir

bu.

Hipokrat’tan Ayurveda’ya dek eski tıp geleneklerinin çoğunda köklü bir kavram olan

“detoksifıkasyon”, bugün mutlak biçimde gereklidir.

Sigara içmeyin. Size tavsiye edebileceğimiz tek şey bu. Doğru; tütün ve akciğer kanseri dışında, belli

bir yiyeceğin ya da belli bir yaşam tarzı veya mesleğin belli bir kanseri başlattığına dair çok az kesin

delil bulunmakta. Ama korunmaya hemen başlamamızı doğrulayacak kadar güçlü tahminler var.

Üstelik korunmak için çok büyük bir çaba da gerekmiyor.

20. Yüzyılda Bir Kırılma Noktası

Son elli yıl içinde, üç büyük etken çevremize feci zararlar verdi.

1. Arıtılmış şeker tüketimimizin büyük ölçüde artması

2. Tarım ve hayvan yetiştirme yöntemlerimizin, sonuç olarak da yiyeceklerimizin değişmesi

3. 1940’tan önce var olmayan çok sayıda kimyasal ürüne maruz kalmamız.

Bunlar rivayet edilen değişimler değil. Bu üç olgunun kanserin yayılmasında büyük bir rol oynadığına

inanmak için her türlü nedenimiz var. Kendimizi korumak için, önce bunları anlamaya çalışmalıyız.

Geçmişteki Yiyeceklere Dönmek

Genlerimiz hala avcı-toplayıcı olduğumuz binlerce yıl önceki gelişimlerinin izlerini taşıyor. Zamanla

atalarımızın çevresine, özellikle de yiyecek kaynaklarına uyarlandılar ve o zamandan bu yana pek

değişmediler. Bedenimiz bugün de, avlanma ve toplama ürünlerini yediğimiz zamanlardakine benzer

şekilde beslenmeyi bekliyor. Bu diyet pek çok sebze ve meyveden, arada bir de vahşi hayvanların

etinden ve yumurtasından oluşmaktaydı. Temel yağ asitleri (omega-6 ve omega-3) ile çok az şeker

arasında bir denge kuruyor ve un içermiyordu. (Atalarımızın tek arıtılmış şeker kaynağı baldı. Hububat

yemezlerdi.)

Bugün Batı’da yapılan beslenme araştırmaları, kalorimizin %56’sının, genlerimiz geliştiği sırada var

olmayan üç kaynaktan geldiğini ortaya koyuyor:

— arıtılmış şekerler (şeker kamışı, pancar, mısır şurubu, meyve şekeri, vb.)

— beyazlatılmış un (beyaz ekmek, beyaz makarna, beyaz pirinç, vb.)

— bitkisel yağlar (soya, ayçiçeği, mısır, trans-yağlar)

Ne var ki bu üç kaynak bedenimizi çalışır durumda tutmak için gereken proteinler, mineraller, ya da

omega-3 yağ asitleriden hiçbirini içermez. Öte yandan bunlar kanserin gelişmesini doğrudan

körüklemektedir.

Kanser Şekerle Beslenir

Page 9: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 9

Alman biyolog Otto Heinrich Warburg, kanserli tümörlerin metabolizmasının büyük ölçüde glikoz

tüketimine bağlı olduğuna dair keşfiyle, Nobel Tıp Ödülü’ne layık görülmüştü. (Glikoz, çözümlenmiş

şekerin vücuttaki şeklidir.) Aslına bakılırsa, kanseri saptamak için yaygın biçimde kullanılan PET

taramaları sadece vücudun içinde en çok glikoz tüketen bölgeleri ölçer. Eğer bir bölge fazla şeker

tüketimiyle öne çıkıyorsa, nedeni büyük olasılıkla kanserdir.

Şeker ya da beyaz un tükettiğimizde —bunlar “glisemik endeksi” yüksek gıdalardır— kan şekeri

düzeyi hızla yükselir. Vücut hemen glikozun hücrelere girmesini mümkün kılacak dozda insülin

salgılar. İnsülin salgılanmasına, IGF (insülin-like growth factor-1 / insülin-benzeri büyüme faktörü-1)

denilen bir başka molekülün serbest bırakılması eşlik eder. Bu molekülün rolü, hücrelerin büyümesini

teşvik etmektir. Kısacası, şeker dokuları besler ve daha hızlı büyümelerini sağlar. Ayrıca, insülin ile

IGF’nin bir başka ortak etkisi de vardır: enflamasyon faktörlerini teşvik ederler; bunlar da hücrelerin

büyümesini teşvik eder ve tümörler için gübre işlevini görür.

Günümüzde, insülin zirveleri ile IGF salgısının yalnızca kanser hücrelerinin büyümesini değil, ayrıca

komşu dokuları istila etme kapasitesini de doğrudan uyardığını biliyoruz. Dahası, araştırmacılar

farelere meme kanseri hücreleri zerk ettikten sonra, farenin insülin sistemi şekerin varlığıyla

uyarıldığında kanser hücrelerinin kemoterapiye daha az tepki verdiğini ortaya koydular. Vardıkları

sonuç, kansere karşı artık yeni bir ilaç türünün, yani kandaki insülin zirvelerini ve IGF’yi azaltacak

ilaçların gerekli olduğuydu.

Bu yeni molekülleri beklemeden, her birimiz tükettiğimiz arıtılmış şeker ve beyaz un miktarını

şimdiden azaltabiliriz. Beslenmede sadece bu iki faktörü azaltmanın bile kandaki insülin ve IGF

düzeyi üzerinde hızlı bir etkisi olduğu ortaya konmuştur. Bu azaltmanın daha sağlıklı bir cilt gibi

ikincil etkileri de olacaktır.

Şeker patlamasının, bedenimizdeki insülin ve IGF patlamasıyla bağlantılı olması nedeniyle kanser

salgınına katkıda bulunduğuna inanmak için sağlam nedenlerimiz var. … Şeker düzeyin düşük olan

Asya diyetleriyle beslenenlerde, çoğu sanayi ülkesine özgü şeker düzeyi yüksek olan arıtılmış

yiyeceklerle beslenenlere kıyasla, hormonal nedenli kanserler on kat daha az görülmektedir.

Bütün tıp literatürü aynı yönü işaret ediyor: Kanserden korunmak isteyenler, işlenmiş şeker ve

beyazlatılmış un tüketimlerini azaltmalıdırlar. Bu, kahveyi şekersiz içmeye alışmak anlamına gelir.

(Çayda şekerden vazgeçmek daha kolaydır).

Buğday kökenli şekerlerin soğurulmasını yavaşlatmak için, çok tahıllı (yulaf, çavdar, keten tohumu,

vb. karışımı) ekmek yemek de çok önemlidir. Fırıncıların daha yaygın olarak kullandıkları, kan şekeri

düzeyini çok daha fazla yükselten kimyasal maya yerine geleneksel maya (“ekşi hamur”) ile yapılmış

ekmek seçilebilir. Aynı nedenle, beyaz pirinçten kaçınıp, onun yerine glisemik endeksi daha düşük

olan esmer ya da beyaz basmati pirinç tercih edilmelidir. Sebze ve kuru sebzelerin (fasulye, bezelye,

mercimek) yenmesi daha iyidir.

Bunların glisemik endeksi çok daha düşük olduğu gibi, güçlü fito-kimyasalları da kanserin

gelişmesiyle adım adım savaşır.

Yüksek Glisemik Endeks (kaçının) Düşük Glisemik Endeks (tercih edin)

Şeker: beyaz ya da esmer, bal, akçağaç,

früktoz, dekstroz şurupları Doğal şeker özleri: agav nektarı, stevya (Pasifik bitkisi),

ksilitol, mor salkım, bitter çikolata (> %70 kakao)

Page 10: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 10

Beyaz/beyazlatılmış unlar: beyaz ekmek,

beyaz pirinç, çok pişirilmiş beyaz

makarna, muffin, açma, poğaça, ayçöreği

Karışık tam tahıllar: Çok tahıllı ekmek ya da mayalı

(“ekşi hamur”) ekmek, tam taneli ya da basmati veya tai

pirinci, al dente makarna ve şehriye (tercihen çok tahıllı),

kinoa, yulaf, darı, kara buğday

Patates, özellikle patates püresi (ender

bulunan Nicola cinsi hariç) Mercimek, bezelye, fasulye, tatlı patates, yer elması

Cornflakes, Rice Krispies (ve kahvaltıda

yenen diğer beyazlatılmış ya da

tatlandırılmış tahıl gevrekleri)

Yulaf lapası (porridge), müsli, Ali Bran, Special K.

Reçel ve jöle, meyve kompostosu, şurup

halinde meyve

Doğal halinde meyve: özellikle kan şekeri düzeyinin

normale inmesine yardım eden yabanmersini, kiraz,

ahududu (gerekiyorsa tatlandırmak için agav nektarı

kullanın)

Tatlandırılmış içecekler: sanayi ürünü

meyve suları, sodalar

Limon, kekik, adaçayı aromalı su, kanserle doğrudan

savaşan yeşil çay (şekersiz, ya da agav nektarıyla)

Yemekler dışında alkol Günde bir öğün, bir kadeh şarap

Sarımsak, soğan, taze sarımsak:

bunlar yiyeceklere katıldığında insülin zirvelerini azaltır

Şekerlemelerden ve iki yemek arası atıştırmaktan kaçınmak şarttır. Yeme aralarında kurabiye (ya da

şeker) yenirse, insülinin yükselmesini hiçbir şey engelleyemez. Ancak bunlar başka yiyeceklerle —

özellikle sebze ya da meyve lifleri, ya da zeytinyağı veya organik tereyağı gibi iyi yağlarla—

birleştirildiği takdirde şekerin özümlenmesi yavaşlar ve insülin zirveleri azalır. Aynı şekilde, soğan ya

da sarımsak, yaban üzümü, kiraz ve ahududu gibi bazı yararlı yiyecekler de şekerindeki yükselmeyi

azaltır.

Danaların ve Tavukların Kötü Beslenmesi

Doğal döngüde, inekler otların en gür olduğu ilkbaharda doğum yapar ve yaz sonuna kadar aylarca süt

üretirler. Bahar mevsiminde otlar, omega-3 yağ asitleri bakımından özellikle zengindir; dolayısıyla bu

yağ asitleri, meralarda yetiştirilmiş ineklerin sütün- de ve süt türevlerinde —tereyağı, krema, yoğurt ve

peynir— yoğunlaşmış olur. Omega-3’ler, benzer şekilde otla beslenen danaların etinde ve (tahıl

yerine) otla beslenen tavukların yumurtasında da bulunur.

1950’lerden itibaren, süt ürünleri ve dana eti talebi öyle çok arttı ki, hayvan yetiştiricileri süt

üretiminin doğal çevriminde kestirme yollar arayarak, 750 kiloluk bir danayı beslemek için gereken

otlak alanını küçültmek zorunda kaldılar. Böylelikle meralar terk edildi ve yerini hayvan yetiştirme

çiftlikleri aldı. Hayvanların temel besinleri haline gelen mısır, soya ve buğday, neredeyse hiç omega -3

içermez. Bu yiyecekler tam tersine omega-6 bakımından zengindir. Omega-3 ve omega-6 yağ asitleri,

insan vücudu tarafından üretilemediği için “elzem” diye nitelendirilir. Sonuç olarak, bedenimizdeki

Page 11: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 11

omega-3 ve omega-6’ların miktarı, doğrudan doğruya yediğimiz yiyeceklerin içerdiklerine dayanır.

Yiyeceklerimizdeki omega-3 ve omega-6 yağ asitlerinin miktarı ise, yediğimiz dana ve tavukların ne

tükettiğine bağlıdır. Eğer ot yiyorlarsa, sağladıkları et, süt ve yumurtalar omega-3 ve omega-6’lar

bakımından mükemmel biçimde dengelidir (1/l’e yakın bir denge). Eğer mısır ve soya yiyorlarsa,

vücudumuzdaki dengesizlik 1/15, hatta 1/40’a varacak kadar yüksektir.

Bedenimizde bulunan omega-3 ve omega-6’lar, bedensel işlev1erimizi kontrol etmek için sürekli

rekabet halindedirler. Omega-6’lar, yağların depolanmasına yardımcı olur ve hücrelerin sertleşmesini,

pıhtılaşmayı, ayrıca dış saldırıya tepki olarak iltihabı teşvik ederler. Doğumdan itibaren yağlı

hücrelerin üretilmesini kamçılarlar. Omega—3’ler ise tam tersine, sinir sisteminin geliştirilmesine

katılır, hücre zarlarını daha esnek hale getirir ve iltihabı azaltırlar. Yağ hücrelerinin üretimini de

sınırlarlar. Fizyolojik dengemiz büyük ölçüde, bedenimizdeki omega-3’ler ile omega-6’lar arasındaki

dengeye, dolayısıyla da beslenmemize bağlıdır. Görüldüğü kadarıyla son 50 yıl içinde en çok değişen

şey de, yiyeceklerimizdeki bu denge olmuştur.

Son olarak, ottan mısır-soya bileşimine geçilmesinin bir başka sakıncalı yan etkisi daha vardır. Hayvan

kaynaklı besinlerimizin kansere karşı yararlı olabilecek çok nadir öğelerinden biri, CLA (konjüge

linoleik asit) adı verilen bir yağlı asittir. … CLA, esas olarak peynirde bulunur; ama yalnızca, söz

konusu peynir otla beslenen hayvanların sütünden üretilmişse. Kısacası, ineklerin, keçilerin ve

kuzuların beslenme tarzını altüst ederek, kansere karşı sunabilecekleri tek yararı yok etmiş olduk.

Basit Bir Gastronomik Çözüm

Antik zamanlardan beri yetiştirilen bir bitki olan keten tohumu, Romalıların yediği “Yunan

ekmeği”ndeki katkı maddelerinden biriydi. Görüldüğü kadarıyla keten tohumu, tüm bitki aleminde

omega-6’dan çok (3 kat fazla) omega-3 içeren tek tohumdur. Hayvanlar keten tohumu (gereğince

pişirildikten sonra) yediklerinde, besinlerinin sadece %5’ini oluştursa bile, bu tohum et, tereyağı,

peynir ve yumurtanın içerdiği omega-3’ü büyük oranda artırabilmektedir.

Yiyecekleri Toksinlerden Arındırmak

Her ülkede kanser oranı ile et, soğuk et ve süt ürünlerinin tüketimi arasında doğrudan bir bağlantı

vardır. Bunun aksine, bir ülkenin beslenme tarzı sebze ve kuru sebzeler (bezelye, fasulye, mercimek)

bakımından ne kadar zenginse, kanser oranı da o kadar düşüktür.

Hayvanlar üzerine çalışmalar ve insanlar üzerine epidemiyoloji araştırmaları kanıt oluşturmasa da,

beslenmemizin dengesini altüst ederek bedenlerimizde kanserin gelişmesi için en uygun koşulları

yarattığımızı işaret eden güçlü deliller sunmaktadır. Kanser gelişiminin büyük ölçüde çevredeki

toksinlerle kamçılandığını kabul ediyorsak, kanserle savaşabilmek için yediklerimizi toksinlerden

arındırmakla işe başlamamız gerekir.

Bu tartışılmaz deliller yığını karşısında, işte size kanserin yayılmasını yavaşlatmak için basit

tavsiyeler:

1. Şeker ve beyaz unu çok az tüketin: bunların yerine tatlandırıcı için Agav nektarı, makarna ve

ekmekler için çok tahıllı un kullanın, ya da geleneksel mayayla (ekşi hamur) yapılmış ekmekleri tercih

edin.

2. Tüm hidrojenize bitkisel yağlardan —“trans yağlar” (ki bunlar tereyağıyla yapılmamış hamur

işlerinde de bulunur)— ve omega-6 ile yüklü tüm hayvansal yağlardan kaçının. Zeytinyağı iltihabı

teşvik etmeyen mükemmel bir bitkisel yağdır. Omega-3 bakımından dengeli olan tereyağı (margarin

değil) ve peynirin de iltihaba katkısı olmayabilir. Omega-3’ler oda beslenmiş ya da yiyeceklerine keten

Page 12: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 12

tohumu katılmış hayvanlardan elde edilen organik ürünlerde bulunur. Bedenimizin hastalıkla

savaşmasına yardımcı olmak için bu lipidlere sistematik olarak öncelik vermeliyiz.

Hasta Bir Gezegende Sağlıklı Yaşayamayız

ABD’de, Hastalık Kontrol Merkezi’nden araştırmacılar her yaştan Amerikalıların kanında ve idrarında

148 toksik kimyasal maddenin varlığını tespit etmişlerdir.

Şeker tüketimindeki sıçrama ve omega-6/omega-3 orantısındaki hızlı bozulma gibi, bu toksik

maddelerin çevremizde ve bedenimizde ortaya çıkışı da çok yeni bir olgudur. O da II. Dünya

Savaşı’yla başlar. Sentetik kimyasal maddelerin yıllık üretimi 1930’da bir milyon tonken, günümüzde

iki yüz milyon tona yükselmiştir.

Pek çok kanserojen madde yağda birikir; sigara dumanından çıkan —bilinen kanserojenlerin en

saldırganlarından biri olan, katkı maddelerindeki son derece toksik benzo[a]piren gibi—maddeler de

buna dahildir. Son elli yıldır Batı’da en çok artış gösteren kanserler arasında, yağ içeren ya da yağla

çevrili dokulardaki kanserler yer almaktadır: meme, yumurtalık, kolon, lenfatik sistem.

Bu kanserlerin bazıları bedende dolaşan hormonlara duyarlıdır. Bunlar “hormon bağımlısı” diye

nitelendirilir. Bu yüzden hormon karşıtı ilaçlarla tedavi edilirler — meme kanserinde Tamoxifen, ya da

prostat kanserinde anti-androjenler gibi. Hormonlar kanserin gelişmesinde nasıl etkili olurlar?

Hücrelerin yüzeyindeki belirli reseptörlere bağlanarak, anahtarın kilidi açması gibi bir etki yaratırlar.

Söz konusu hücreler eğer kanserliyse, hormon da yıkıcı biçimde büyümelerine izin veren zincirleme

reaksiyonları başlatır.

Çevredeki pek çok kirletici “hormon bozucu”dur. Yani yapıları insandaki belli hormonların yapısını

taklit eder; böylece kilitlerin içine girip onları anormal biçimde harekete geçirebilir. Aralarından

birçoğu östrojenleri taklit eder. Devra Lee Davis onlara “kseno-östrojen” adını vermiştir (“yabancı”

anlamına gelen Yunanca xeno sözcüğünden). Birtakım ot ve böcek ilaçlarıyla taşınarak, kesim

hayvanlarının yağına çekilir ve orada birikirler. Ama kimi ksenoöstrojenlerin kaynağı da yalnızca

belirli plastikler ve sanayi atıklarının düzenli olarak maruz kaldığımız bazı yan ürünleridir. Hatta

güzellik ve ev ürünlerinde de bol miktarda bulunurlar.

Harvard’ın epidemiyoloji bölümü, 91.000 hemşire üzerinde on iki yıl boyunca yaptığı uzun erimli bir

araştırmada, menopoz öncesi dönemde günde bir öğünden fazla kırmızı et yiyen kadınlarda meme

kanseri riskinin, haftada üç kereden az yiyenlere kıyasla iki kat fazla olduğunu gösterdi. Demek ki

sadece kırmızı et tüketimi azaltılarak meme kanseri riski yarı yarıya azaltılabilirdi. Avrupa’da, 10

farklı ülkede 470.000’den fazla insanı takıp eden büyük EPIC araştırması,kolon kanseri konusunda da

aynı sonuca vardı: Çok fazla et tüketen insanlarda bu risk, günde 20 gramdan az yiyenlere göre iki kat

fazlaydı. (Omega-3 bakımından zengin olan balığın düzenli tüketimi ise, riski yarı yarıya azaltıyordu.)

Et yemenin getirdiği riskin, etteki hayvan yağında depolanmış organoklorinli kirleticilere bağlı olup

olmadığı bilinmiyor; çünkü soğuk etlerde koruyucu olarak kullanılan bileşikler de bilinen kanserojen

maddelerdir. … Risk kısmen, çok fazla et yiyenlerin, neredeyse tümü sebzelerden oluşan anti kanser

yiyecekleri çok daha az tüketmelerine de bağlı olabilir.

Kesin olarak bilinen şeyse, et ve süt ürünlerinin (ayrıca besin zincirinin tepesindeki büyük balıkların),

insanları bulaşıcılara açık bıraktığı bilinen maddelerin % 90’ını oluşturduğudur. Bunların arasında

diyoksin, PCB’ler ve yıllardır yasaklanmış olmalarına karşın çevrede kalan bazı tarım ilaçları da

Page 13: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 13

bulunmaktadır. Sebzelerin ette bulunan bulaşıcı maddelerin yüzde birini içerdiği ve organik sütün

sıradan sütten daha az etkilendiği çok açıktır.

Tarım ilaçları çevredeki toksinlerin başlıca kaynağıdır.

Epidemiyologlar “Emin” Olduklarında...

“Bugün genel olarak kabul edildiği gibi, kanserlerin sorumlusu çoğunlukla çevrenin maruz kaldığı

maddelerdir.” Tütün bunların yaklaşık %30’unu oluşturur. Geride kalanların çoğu hakkında resmi bir

açıklama yoktur. Kanser insanda genellikle 5 ila 40 yıl arasında gelişir.

Değişimin Önündeki Engeller

Kanser ile —omega-6 bakımından çok zengin ve toksik kimyasallarla yüklü— hayvansal yağlar

arasında, kanser ile tütün arasındaki kadar kesin bir bağlantı kurulamamıştır. Sigara içenlerin kanser

riskindeki artış yaklaşık 20 ila 30 kattır.141 Hayvansal yağların dengesizliği ve toksik etkisi nedeniyle

kanser riskindeki artış ise, incelemelere ve ne derece maruz kalındığına bağlı olarak 1,5 ila 8 kat

civarındadır. Ancak hayatı tehdit eden bir hastalık söz konusu olduğunda, bu kesinlikle göz ardı

edilemez.

Üç Detoks İlkesi Kendimizi kanserden korumak için, çevredeki toksik faktörlere maruz kalışımızı sınırlayabiliriz. Zaten

tespit edilmiş olanlar ya da çok şüpheliler arasından, bana en fazla ilişkili görünen ve en kolay

değiştirilen üç tanesini seçtim:

1. Arıtılmış şeker ile beyaz unun aşırı tüketimi (bunlar hem iltihabı hem de insülin ve IGF (insülin-like

growth factor / insülin benzeri büyüme faktörü) aracılığıyla hücrelerin büyümesini kamçılar).

2. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana tarım ve hayvancılık yöntemlerinin dengesizleşmesinden dolayı

margarinde, hidrojenize bitkisel yağlarda ve hayvansal yağlarda (et, süt ürünleri, yumurta) bulunan

omega-6’ların aşırı tüketimi.

3. 1940’tan itibaren çevrede görülen ve hayvansal yağlarda biriken kirleticilere maruz kalınması.

Kanserin gelişmesini teşvik eden iltihaptan büyük ölçüde, burada sıralanan ilk iki faktör sorumludur.

Bu detoks sürecinin ilk adımı, çok daha az şeker, beyaz un ve hayvansal yağ yemekle ve organik

etiketi taşımayan yiyeceklerin miktarını azaltmakla başlar. Organik olmayan yiyeceklerin tamamen

bertaraf edilmesi gerekmez, ama bunlar beslenmemizin temeli değil, arada bir yenen şeyler olmalıdır.

Yanında biraz sebze bulunan bir biftek yerine, zaman zaman ana yemek olarak bir tabak sebzenin

içinde (omega-3 bakımından iyi dengelenmiş) azıcık eti tahayyül etmeliyiz. Hintliler, Vietnamlılar ve

Çinliler böyle yapıyorlar.

Toprağın Başına Ne Gelirse, Toprağın Çocuklarının Başına da O Gelir

Ortalama bir Hintli yılda 5 kg et tüketmekte ve benzer yaşlarda bir Batılıya göre daha sağlıklı

yaşamaktadır. Bir Amerikalıyı doyurmak içinse 123 kg —yani Hintlinin tükettiğinden 25 kat fazla— et

gereklidir. Hayvan ürünlerini üretme ve tüketme biçimimiz gezegeni mahvediyor. Her şey, bunun aynı

zamanda bizi de mahvetmeye katkıda bulunduğunu işaret ediyor.

KANSERİN NÜKSETMESİNDEN ALINACAK DERSLER

TARIM İLAÇLARINDAN EN ÇOK VE EN AZ ETKİLENEN MEYVE VE SEBZELER

En çok etkilenen meyve ve sebzeler (organik

olanları tercih edin)

En az etkilenen meyve ve sebzeler (kökeni daha

az önemli)

Page 14: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 14

MEYVELER SEBZELER MEYVELER SEBZELER

Elma biber Muz Brokoli

armut kereviz portakal karnabahar

şeftali yeşil fasulye mandalina lahana

nektarin patates greyfurt mantar

çilek ıspanak kavun bezelye

ananas, marul karpuz kuşkonmaz

kiraz salatalık erik domates

ahududu kabak kivi soğan

üzüm balkabağı yaban üzümü mango

papaya

patlıcan turp

avokado

Çoğu hasta gibi ben de bilgi edindikçe kafamın daha çok karıştığını hissediyordum. Beni muayene

eden her doktor, okuduğum her bilimsel makale, baktığım her web sitesi, şu ya da bu yöntemin lehinde

ciddi, ikna edici argümanlar sunuyordu. Nasıl seçecektim? Sonuçta bana doğru gelen şeyi ancak kendi

içime dönerek “sezebildim”.

Mümkün olduğunca çok sayıda kanser hücresini yok etmek için, ameliyatın ardından bir yıl

kemoterapi görmeye karar verdim. Karşımdaki istatistikleri alt etmeye çalışmak için bilimsel literatüre

de o dönemde daldım. Bu kez mesajı almıştım “arazim”le ciddi olarak ilgilenmek zorundaydım.

Anti-kanser Yiyecekler

Yeni Gıda Tıbbı

Tibet İlkesi

Ancak aynı kentte, geleneksel Tibet tıbbının öğretildiği bir tıp fakültesi, Tibet bitkilerinden ilaç imal

eden bir fabrika ve hastalarını benim bildiklerimden tamamen farklı yöntemlerle tedavi eden Tibetli

doktorlar da vardı. Onlar insan bedenini bizim bahçe toprağına baktığımız gibi muayene ediyorlardı.

Orada hastalığın çoğunlukla bariz olan belirtilerini değil de, arazinin kusurlarını, bedenin hastalığa

karşı kendini savunmak için ihtiyaç duyduğu şeyi arıyorlardı. O bedenin, o toprağın, hastayı yardım

istemeye yönelten sorunla kendi başına yüzleşebilmesi için nasıl güçlendirileceğini anlamaya

çalışıyorlardı.

Hastalığı hiç böyle düşünmemiştim ve bu yaklaşım beni çok şaşırtıyordu. Üstelik Tibetli

meslektaşlarım, bedeni “güçlendirmek” için bana tümüyle esrarengiz ve muhtemelen etkisiz görünen

çarelere başvuruyorlardı. Akupunkturdan, meditasyondan, kaynatılmış otlardan ve sıklıkla da

beslenme tarzının düzeltilmesinden söz ediyorlardı. Benim kafamdaki kıstaslara göre, bunlardan

Page 15: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 15

hiçbirinin etkili olamayacağı çok açıktı. En fazlası bunlar hastayı biraz rahatlatıp, kendine iyilik

yaptığını düşünerek oyalanmasını sağlayabilirdi.

Elli Araştırmacı ve “Nutrasötikler”

Birkaç yıldır tüm ilaç endüstrisi, tümörlerin büyümek için gereksindikleri yeni kan damarlarının

oluşumunu durdurabilecek yeni sentetik moleküllerin peşindeydi. Bu makalede, Stockholm’deki

Karolinska Enstitüsü’nden Yihai Cao ve Renai Cao (“Tsao” diye okunur) adlı araştırmacılar ilk kez,

(sudan sonra dünyanın en çok tüketilen içeceği olan) çay gibi sıradan bir gıdanın, mevcut ilaçlarla ayni

mekanizmaları kullanarak anjiyogenesisi durdurabildiğini gösterdiler. Günde iki ila üç fincan yeşil çay

bunun için yeterliydi.

Gerçekten de epidemiyolojik verilerin tümü bunu doğruluyordu. En yüksek ve en düşük kanser

oranının görüldüğü nüfuslar arasındaki temel fark, yiyecekleriydi. Asyalılarda meme ya da prostat

kanseri oluştuğunda, tümör genellikle bir Batılınınki kadar saldırgan olmuyordu. Aslında, yeşil çayın

bol miktarda içildiği her yerde kanser vakaları daha azdı. Beliveau ilk kez, birtakım yiyeceklerdeki

kimyasal moleküllerin güçlü anti kanser unsurlar olup olmadığını düşünüyordu.

Tohum ve Toprak

Kanseri azami düzeyde destekleyen gıdasal koşullar —Batılı diyetlerde olduğu gibi— bir araya

geldiğinde bile, 10.000 kanserli hücreden bir taneden azının dokuları istila edebilecek bir tümör haline

gelmeyi başardığı düşünülür. O halde bu kanser tohumlarının ekildiği toprak üzerinde etkili olarak,

gelişme olasılıklarını kayda değer biçimde azaltmak mümkündür. Bedenlerinde Batılılar kadar çok

sayıda mikro-tümör bulunan, ama bunların saldırgan kanserli tümörlere dönüşmediği Asyalılarda

meydana gelen şey de herhalde budur. Organik bir bahçede olduğu gibi, toprağın yapısını kontrol

ederek yabani otları kontrol etmeyi öğrenebiliriz: Onları besleyen “destekleyicileri” sınırlayıp,

büyümelerini durduran “köstekleyicileri” bol miktarda takviye edebiliriz.

İlaç İşlevi Gören Yiyecekler Doğada, sebzeler saldırı karşısında ne savaşabilir ne de kaçabilirler. Hayatta kalabilmek için,

kendilerini bakterilere, böceklere ve kötü havaya karşı koruyabilecek güçlü moleküllerle donanmış

olmaları gerekir. Bu moleküller, potansiyel saldırganların biyolojik mekanizmaları üzerinde etkili olan,

mikroplara, mantarlara ve böceklere karşı koyma özelliklerine sahip fito-kimyasal bileşenlerdir.

Bitkinin hücrelerini nemden ve güneş ışınlarından koruyan antioksidan özelliklere de sahiptirler

(antioksidanlar, hücrenin narin mekanizmaları oksijenin aşındırıcı etkilerine maruz kaldığında,

hücresel “paslanma”yı engeller.)

Yeşil Çay Doku İstilasını ve Anjiyogenesisi Bloke Eder

Örneğin, özellikle nemli iklimlerde yetişen yeşil çay, kateşin adı verilen çok sayıda polifenol içerir.

Bunlardan biri olan epigalokateşin galat, ya da EGCG, kanserli hücrelerin yeni kan damarları

oluşturmasını engelleyen en güçlü gıda moleküllerinden biridir. Siyah çay yapımında gerekli olan

mayalanma sırasında yok edilir, ama mayalanma sürecinden geçmeyen, dolayısıyla “yeşil” kalan çayda

bol miktarda mevcuttur. İki-üç fincan yeşil çayın ardından, kanda büyük oranda EGCC bulunur. Bu

madde, her hücreyi kuşatan ve besleyen kılcal damarlar aracılığıyla tüm bedene yayılır. EGCG bu

hücrelerin yüzeyine yerleşir ve komşu dokuya kanserli hücreler gibi yabancı hücrelerin girmesine izin

veren sinyali başlatma işlevini gören anahtarları (“reseptörler”) bloke eder. EGCG yeni damarların

oluşturulması için emir veren reseptörleri de bloke edebilir. Reseptörler EGCG molekülleri tarafından

bir kez bloke edildiklerinde, kanserli hücrelerin enflamatuar faktörler yoluyla gönderdiği, “dokuyu

istila et ve tümörün gelişmesi için gereken yeni damarları oluştur” emrine artık tepki vermezler.

Page 16: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 16

Yeşil çay, bedeni toksinlerden de arındırır. Karaciğerdeki, kanserojen toksinlerin bedenden daha çabuk

atılmasına izin veren mekanizmaları harekete geçirir. Farelerde meme, akciğer, boğaz, mide ve kolon

kanserine neden olan kimyasal kanserojenlerin etkisini engellediği gösterilmiştir.

Son olarak, Asyalıların diyetinde yaygın biçimde mevcut ol diğer moleküllerle birleştiğinde —örneğin

yeşil çay soyayla birleştirildiğinde— ECGC’nin etkisi daha da çarpıcıdır. Harvard’daki Gıda ve

Metobalizma Laboratuarı, birlikte alınan yeşil çay ve soya bileşiminin, ikisi ayrı ayrı alındığında

ortaya çıkan koruyucu etkileri artırdığını göstermiştir.

Soya Tehlikeli Hormonları Bloke Eder

Batılı kadınlarda doğal ve kimyasal östrojenlerin bolluğu, bilindiği kadarıyla meme kanseri salgınının

temel nedenlerinden biridir. Bunun içindir ki, günümüzde menopoza giren kadınlara hormon tedavisi

büyük bir ihtiyatla önerilmektedir. Soya fito-östrojenleri biyolojik olarak, kadınlardaki doğal

östrojenlerin yalnızca binde biri kadar etkindir. Meme kanserinin nüksetmesini önlemek için yaygın

biçimde kullanılan Tamoxifen adlı ilaçla aynı şekilde etki ederler. Kandaki varlıkları, bedenin

östrojenler tarafından aşırı uyarılmasını azaltır ve sonuç olarak östrojen bağımlısı tümörlerin

büyümesini yavaşlatabilir. Bununla birlikte, soyanın meme kanserine karşı koruyucu etkisi resmi

olarak, ancak onu ergenliğinden itibaren tüketen kadınlarda gösterilmiştir. Tüketimin yetişkinlikte

başlaması durumunda soyanın kansere karşı koruyucu etkisi kanıtlanmamıştır. Soya isoflavonlarından

biri olan genistein, prostat kanserinin gelişmesini kamçılayan erkek hormonlarına çok benzediğinden,

aynı koruyucu mekanizma düzenli olarak soya tüketen erkeklerde de çalışır.

Meme kanserli bazı hastalara soya bazlı ürünleri tüketmemeleri tavsiye edilmiştir. Oysa gerçekte, bu

konuda bilimsel literatürdeki uzlaşı, tavsiye edilmeyen yüksek dozda takviyelerle yapılan birtakım

deneyler dışında, soyanın meme kanserine tehlikeli bir etkisi olmadığını işaret etmektedir. Soyanın

düzenli olarak (her gün) tüketilmesi ksenoöstrojenlerin tehlikeli etkilerini azaltabilir; özellikle de soya,

(yeşil çay, yeşil sebzeler gibi) anti kanser maddeler bakımından zengin bir diyete dahil edildiğinde ve

yiyeceklerdeki normal miktarlarla yetinildiğinde (isoflavon takviyelerinden kaçının).

Daha özgül bilimsel verilen beklerken, gıda maddelerinin güvenliğinden sorumlu Fransız kurumu

AFSSA, meme kanseri geçirmiş kadınların soya tüketimini ılımlı miktarlarla sınırlamalarını (günde bir

soya yoğurdu ya da bir bardak soya sütü) salık veriyor.ı 59 Öte yandan, gıda takviyesi olarak satılan

konsantre isoflavon

Zerdeçal Güçlü Bir Anti-Enflamatuardır

Özellikle etkili olan bir başka dikkate değer bileşim de Asya’dan geliyor. Bu kez şaşırtıcı özellikleri

olan bir baharat söz konusu: Zerdeçal (Hint safranı).

Hintliler günde ortalama 1,5 ila 2 gr zerdeçal tüketirler (¼ ila ½ çay kaşığı). Zerdeçal kökünden elde

edilen sarı toz, sarı renkli körideki temel baharattır. Aynı zamanda, anti-enflamatuar özellikleri

nedeniyle Ayurveda tıbbında en sık kullanılan malzemelerden biridir. Başka hiçbir gıda malzemesinin

bu kadar güçlü bir anti-enflamatuar etkisi yoktur. Bu etkiyi yaratan temel molekül kurkumindir.

Laboratuarda, bu molekül çok sayıda kanserin gelişmesine ket vurur: örneğin kolon, böbrek, mide,

göğüs, yumurtalık kanseri ve lösemi gibi. Anjiyogenesiste de bir rolü vardır ve kanserli hücreleri

(“apoptosis” adı verilen bir hücre intiharı süreciyle) ölmeye zorlar.

Zerdeçal, büyük mutfak geleneklerinin, ayrı ayrı öğelerin tüketimine kıyasla sağladığı yararlara harika

bir örnek oluşturur. Tayvan’da, araştırmacılar kanserli tümörleri zerdeçalla tedavi etmeyi

denediklerinde, sindirim sistemince çok kötü özümsendiğini keşfettiler. Gerçekten de —köride her

zaman olduğu gibi— kara biberle karıştırılmadığında, zerdeçal bağırsak bariyerini geçemez.

Page 17: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 17

Karabiber vücudun zerdeçal emilimini iki bin kat artırır. Hint bilgeliği yiyecekler arasında doğal

yakınlıklar bulmakta modern tıbbın fazlasıyla önüne geçmiştir.

Kendi kanserim hakkında bilgi ararken, şu en çok korkulan glioblastoma gibi saldırgan beyin

tümörlerinin bile, bir yandan zerdeçal tüketilerek uygulanan kemoterapiye karşı daha savunması

olduklarını öğrendiğimde şaşırmıştım.

Houston’daki Aggarwal ekibine göre, zerdeçalın olağanüstü etkisi büyük oranda, kanserin kara

şövalyesine yani kanser hücrelerini bedenin savunma mekanizmalarına karşı koruyan NF-kappaB’ye

doğrudan zarar verebilmesine bağlı görünmektedir. Tüm ilaç endüstrisi, kanseri teşvik eden bu

mekanizmayla savaşabilecek zehirli olmayan molekülleri arıyor. Zerdeçalın güçlü bir NF-kappaB

düşmanı olduğu artık biliniyor. Hint mutfağında iki bin yıldır her gün kullanılması, tamamen zararsız

olduğunun kanıtıdır. Zerdeçal, hayvan proteinlerinin yerini tutan ve yukarıda sözünü ettiğimiz

genisteini sağlayan soya ürünleriyle birlikte de tüketilebilir; genistein vücudu toksinlerden arındırıp

anjiyogenesisin kontrol edilmesine yardımcı olur. Bir fincan da yeşil çay katarsanız, hiçbir yan etkisi

olmaksızın, kanseri geliştiren temel mekanizmaları kontrol altında tutacak güçlü bir karışım elde

edersiniz.

Bağışıklık Sistemini Uyaran Mantarlar

Japonya’da şitake, maitake, kawaratake ve enokitake mantarları temel yiyeceklerdendir. Bunlar artık

kemoterapi tedavisi sırasında hastalara verilmek üzere hastanelerde de bulunmaktadır.

Beliveau’nun laboratuarında, farklı mantarların meme kanseri hücrelerine karşı yararları tetkik edildi.

Yararlı olanlar yalnızca Asya’daki mantarlar değildi. İstiridye mantarı gibi bazıları, kanserin hücre

kültürlerinde gelişmesini neredeyse tamamen durdurabiliyordu.

Yiyeceklerin Sinerjisi

Yeni Delhi’deki Tıp Fakültesi’nden araştırmacılar, hiç kuşkusuz büyük Ayurveda tıp geleneğinden

etkilenerek, belli yiyecek bileşimlerinin vücudu kanserojen maddelerden korumak için ne derece

sinerji içinde hareket edebildiklerini gösterdiler. Dişi farelerin bilinen bir kanserojen madde olan

DMBA’ya kronik biçimde maruz kalmaları, %100’ünde meme kanserine yol açıyordu. Bu, sağlıklı

yiyeceklerde yaygın biçimde bulunan belirli maddeler verilmediği sürece oluyordu. Test edilen gıda

maddeleri şunlardı: (organik olarak yetiştirilen tahıl ve sebzelerde, ayrıca balık ve kabuklu deniz

ürünlerinde bulunan) selenyum; (ıspanakta, fındıkta, cevizde, bademde, tam tahıllarda ve bazı maden

sularından bulunan) magnezyum; (çoğu sebze ve meyvede, özellikle turunçgiller ve yeşil sebzelerde,

ayrıca lahana ve çilekte bulunan) C vitamini; ve (tüm parlak renkli meyve ve sebzelerde, ayrıca

yumurtada bulunan) A vitamini. Kanserojen maddeyle birlikte bu öğelerin yalnızca birini alan farelerin

yarısında bir tümör oluşuyordu. Bu maddelerin ikisini aynı anda alanların yalnızca üçte birinde kanser

oluşuyordu. Üç öğenin birleştirilmesi durumunda, hasta farelerin oranı beşte bire; dördünü birden

tüketenlerde ise onda bire iniyordu. İstatistiklerin gösterdiği gibi, bu fareler sadece sıradan

yiyeceklerde bulunan öğelerin bir bileşimini tüketerek, %100 kansere yakalanma riskinden % 90

kurtulma olasılığına geçiyorlardı. Bu çarpıcı fark büyük olasılıkla, kanserin ilerlemesine katkıda

bulunan mekanizmaları yavaşlatmaya ya da durdurmaya çalışan farklı besin bileşikleri arasındaki

sinerjinin bir sonucudur. Bu sinerjik bileşimci yaklaşım, tam da Isaiah Fidler’ın önerdiği terapi

türüdür.

Kanserle Savaşan Bir Sebze Kokteyli

Her gün, her öğün, bedenimizi kanserin istilasına karşı şu yollardan savunacak yiyecekler seçebiliriz:

— vücudumuzu kanserojen maddelerden arındırarak

— bağışıklık sistemimizi destekleyerek

Page 18: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 18

— tümörün büyümesi için gerekli olan yeni damarların gelişmesini durdurarak

— tümörlerin gübre işlevi gören iltihaplanmayı yaratmasını önleyerek

— komşu dokuları kuşatmalarını mümkün kılacak mekanizmaları bloke ederek

— kanserli hücreleri intihara yönelterek

Gıda Tavsiyeleri Geleneksel Kanser Tedavisinde Neden Hala Yer Almıyor?

“Doğru Olsaydı, Bilirdik” Kansere karşı bir ilacın, insanlar üzerinde yürütülen deneylerin yeterli görüldüğü aşamaya kadar

geçerlilik denetimi yapılarak onaylanması, beş yüz milyon ila bir milyar dolara mal olmaktadır. Taxol

gibi görece önemsiz bir anti kanser ilacın bile patent sahibi şirkete yılda bir milyar dolar getirdiği

düşünülürse, böyle bir yatırım doğru görünür. Öte yandan brokoli, ahududu ya da yeşil çayı yararlarını

kanıtlamak için bu tür tutarların yatırılması mümkün değildir, çünkü bunların patenti alınamaz ve

satışları ilk yatırımın maliyetini asla karşılamaz. Yiyeceklerin kansere karşı yararlarına ilişkin insan

araştırmaları, yapılsalar bile, asla ilaç araştırmalarıyla aynı ayarda olmayacaklardır. Daha yaygın ve

mali bakımdan makul olan hayvan araştırmaları, doğru yönü bulmamıza yardım edebilir. Ancak fareler

üzerinde yapılan çalışmaların insanlar hakkında hiçbir şeyi kanıtlamadığına dair yaygın görüş ne yazık

ki doğrudur.

Günlük anti kanser yiyecekler

Yeni bir Standart Tabak

anti kanser diyet esas olarak, zeytinyağı (ya da keten tohumu yağı) veya organik tereyağı, sarımsak,

otlar ve baharatla birlikte sebzelerden (ve kuru sebzelerden) oluşur. Et ya da yumurta ihtiyaridir.

Tabaktaki ana yemeği oluşturmaz. Fazladan bir tat olsun diye orada yer alır. Bu, tipik bir Batı

yemeğinin (ortada büyük bir parça et ve kenarda birkaç sebze) tam tersidir.

Tahıllar: Çok tahıllı ekmek, Tam pirinç, Kinoa, Bulgur.

Yağlar: Zeytinyağı, Organik tereyağı

Hayvansal proteinler: (ihtiyari) Balık, Organik et, Organik yumurta

Ot ve baharat: Zerdeçal, köri, kekik, biberiye sarımsak

Sebze+meyve+ kuru sebze proteini: Nohut, mercimek, fasulye, tofu

Yeşil çay

Tümörlerin büyümesi ve metastazlar için gerekli yeni damarların oluşumunu azaltan kateşinler ve

özellikle epigallokateşin gallat-3 (EGCG) dahil olmak üzere, polifenoller bakımından zengin olan yeşil

çay, aynı zamanda güçlü bir antioksidandır (karaciğerdeki enzimleri harekete geçirerek vücudu

toksinlerden arındırır) ve kanser hücrelerinin apoptosis yoluyla ölümünü kolaylaştırır. Laboratuarda,

radyoterapinin kanserli hücreler üzerindeki etkisini artırır.

Dikkat: siyah çay mayalanmıştır; polifenollerin büyük bölümünü yok eden bir süreçtir bu. Oolon çayı,

yeşil çayla siyah çay arasındaki bir tür orta karar mayalanmaya tabi olmuştur. Kafeinsiz yeşil çay ise

hala tüm polifenollerine sahiptir.

Japonların yeşil çayı (Senşa, Giyokura, Matça, vb.) EGCG bakımından Çinlilerin yeşil çayından daha

da zengindir.

Page 19: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 19

Kateşinlerini serbest bırakması için yeşil çay en az 5 ila 8 dakika —tercihan 10 dakika—

demlenmelidir.

Kullanım tavsiyeleri: 2 gram yeşil çayı bir demlikte 10 dakik demleyin ve bir saat içinde için (bu süre

aşıldığında, yararlı polifenolleri kaybolur). Günde 6 fincan için.

Dikkat: Bazı kişiler yeşil çaydaki kafeine duyarlıdır ve saat 16.00’dan sonra içerlerse uykuları

kaçabilir. Bu durumda kafeinsiz yeşil çay içilebilir.

Zerdeçal ve Köri

Zerdeçal (körinin bileşenlerinden biri olan sarı toz), günümüzde bilinen doğal anti-enflamatuarların en

güçlüsüdür. Kanserli hücrelerde apoptosisin başlamasına ve anjiyogenesise ket vurulmasına da katkıda

bulunur. Laboratuarda, kemoterapinin etkililiğini artırır ve tümörlerin büyümesini yavaşlatır.

Dikkat: Beden tarafından özümlenmesi için, zerdeçal karabiberle karıştırılmalıdır. İdeal olanı, ayrıca

yağda (tercihan zeytin ya da keten tohumu yağı) çözünmesidir. Dükkandan alınan körideki zerdeçal,

toplam karışımın ancak % 20’si kadardır. Bu nedenle doğrudan zerdeçal tozu almak daha iyidir.

Kullanım tavsiyeleri: ¼ çay kaşığı zerdeçalı ½ çay kaşığı zeytinyağı ve bir tutam karabiberle karıştırın.

Sebzelere, çorbalara, salata soslarına katın. Birkaç damla agav nektarı acımsı tadını giderebilir.

Zencefil

Zencefil kökü de güçlü (örneğin, E vitamininden daha güçlü) bir anti-enflamatuar ve antioksidandır.

Bazı kanser hücrelerine karşı etkilidir. Ayrıca yeni kan damarlarının oluşumunu azaltmaya katkıda

bulunur. Demlenmiş zencefil, kemoterapi ya da radyoterapinin sebep olduğu bulantıyı hafifletmeye de

yardımcı olur.

Kullanım tavsiyeleri: Rendelenmiş zencefili kızartma tenceresi ya da tavada pişen sebze karışımına

katın. Ya da meyveleri misket limonu suyu ve rendelenmiş zencefilde marine edin (daha tatlı olmasını

isteyenler biraz Agav nektarı ekleyebilirler). Demleme: küçük bir zencefil parçasını dilimleyip 10 ila

15 dakika kaynar suda tutun. Sıcak ya da soğuk olarak içilebilir.

Yapraklı sebzeler Lahanalar (Brüksel ve Çin lahanası, brokoli, karnabahar, vb.) güçlü anti-kanser moleküller olan

sülforafan ve indo-3-karbinoller (13C) içerir. Sülforafan ve 13C’ler, bazı kanserojen maddeleri

toksinlerden arındırabilir. Kanser öncesi hücrelerin habis tümörlere dönüşmesini engeller. Ayrıca

kanserli hücreleri intihara teşvik eder ve anjiyogenesisi durdurabilir.

Dikkat: Lahana ve brokoliyi kaynatmaktan kaçının. Kaynatmak sülforafan ve I3C’leri yok edebilir.

Kullanım tavsiyesi: Üstünü kapatıp kısa süre buharda pişirin ya da biraz zeytinyağıyla kızartma tenceresinde hızla çevirin.

Sarımsak, Soğan, Pırasa, Taze sarımsak, Çin Sarımsağı

Sarımsak en eski şifalı bitkilerden biridir (İÖ 3000 yılından kalma Sümer tabletlerinde sarımsak

reçeteleri bulunmuştur). Louis Pasteur sarımsağın anti-bakteriyel özelliklerini 1858’de gözlemlemişti.

I. Dünya Savaşı sırasında sarımsak, yaraları sararken enfeksiyonları engelleyebilmek için yaygın

olarak kullanılırdı. II. Dünya Savaşı’nda da antibiyotiksiz kalan Rus askerleri tarafından çok fazla

kullandığından, sarımsağa “Rus penisilini” denilirdi.

Page 20: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 20

Bu familyanın (soğangiller) sülfür bileşikleri, çok fazla kızartılmış etlerde ve tütünün tutuşması

sırasında oluşan nitrosaminlerin ve n-nitroso bileşiklerin kanserojen etkilerini azaltır. Kolon, meme,

akciğer ve prostat kanserinde, ayrıca lösemide apoptosisi (hücre ölümü) teşvik eder.

Epidemiyoloji araştırmaları, en çok sarımsak tüketen insanlarda daha az böbrek ve prostat kanseri

görüldüğüne işaret etmektedir.

Dahası, tüm soğangiller kan şekeri düzeylerinin denetlenmesine yardım eder; bu da insülin ve IGF

salgısını, dolayısıyla kanserli hücrelerin gelişmesini azaltır.

Kullanım tavsiyesi: Rendelenmiş sarımsak ve soğan biraz zeytinyağında hafifçe kızartılıp, buharda

pişmiş ya da tavada kızartılmış sebzelerle karıştırılarak içine köri ya da zerdeçal eklenebilir. Salataya

karıştırılarak ya da çok tahıllı ekmek ve organik tereyağı (ya da zeytinyağı) ile yapılan bir sandviçte

çiğ olarak da tüketilebilir.

Karoten Bakımından Zengin Sebze ve Meyveler

Havuç, yerelması, tatlı patates, kabak, balkabağı, domates, hurma, kayısı, pancar ve tüm parlak renkli

—turuncu, kırmızı, sarı, yeşil— meyve ve sebzeler. İçerdikleri A vitamini ve likopenin, bazıları (beyin

gliyomaları gibi) özellikle saldırgan olan birkaç türde kanserli hücrenin gelişmesine ket vurma

kapasitesi kanıtlanmıştır.

Lutein, likopen, fıtoen ve kantaksantin, bağışıklık hücrelerinin çoğalmalarını teşvik eder ve tümör

hücrelerine saldırma kapasitelerini artırır. Doğal katil hücreleri daha saldırgan hale getirir.

Domates ve Domates Sosu

Domatesteki likopenin, haftada en az iki öğün domates sosu tüketen prostat kanserli erkeklerde yaşam

süresini uzattığı gösterilmiştir. Dikkat: İçerdikleri likopenin serbest kalması için domatesler pişirilmelidir. Ayrıca, zeytinyağı domatesin daha iyi özümlenmesini sağlar.

Mantarlar Şitake, maitake, enoki, krimini, portobello, istiridye ve kayın türünden mantarların tümü, bağışıklık

hücrelerinin çoğalmasını ve etkinliğini teşvik eden polisakaridler ve lentinian içerir. Bu mantarlar

Japonya’da sıklıkla bağışıklık sistemini desteklemek için kemoterapinin tamamlayıcısı olarak

kullanılmaktadır (maitake ve kayın mantarları bağışıklık sistemi üzerinde herhalde en belirgin etkiyi

yaratmaktadır).

Otlar ve baharat

Biberiye, kekik, mercanköşk, fesleğen, nane, ıtırlarını borçlu oldukları terpen familyasının uçucu

yağları bakımından çok zengindir.

Bunlar kanserli hücrelerde apoptosisi teşvik eder ve komşu dokuları kuşatmak için ihtiyaç duydukları

enzimleri bloke ederek yayılmalarını azaltırlar. Biberiyedeki karnosol de güçlü bir antioksidan ve anti-

enflamatuardır. Bazı kemoterapilerin etkililiğini artırma kapasitesi kanıtlanmıştır.

Maydanoz ve kereviz, apigenin içerir; bu, apoptosisi teşvik eden ve Gleevec adlı ilacınkine benzer bir

mekanizmadan yararlanarak anjiyogenesisi bloke eden bir anti-enflamatuardır.

Omega-3’ler

Yağlı balıklarda (ya da kaliteli saf balık yağlarında) bulunan uzun zincirli omega-3’ler iltihabı azaltır.

Page 21: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 21

Hücre kültürlerinde, çok çeşitli tümörlerde (akciğer, meme, kolon, prostat, böbrek, vb.) kanserli

hücrelerin büyümesini geciktirir. Tümörlerin metastaz şeklinde yayılmasını azaltmaya da yarar.

İnsanlar üzerinde yapılan pek çok araştırma, en az haftada iki kez balık yiyenlerde birkaç kanser

riskinin çok daha düşük olduğunu göstermektedir. Dikkat: balık ne kadar büyükse (örneğin orkinos, ama özellikle köpekbalığı ve kılıçbalığı), besin zincirinde o kadar yukarıdadır ve okyanus dibinde bol miktarda bulunan cıva, PCB’ler ve diyoksinle o kadar kirlenmiştir. En iyi yağlı balık kaynakları istavrit ve sardalye (omega-6 bakımından çok zengin olan ayçiçeği yağında değil

de zeytinyağında muhafaza edilmesi koşuluyla, konserve sardalye dahil) gibi küçük balıklardır. Somon da iyi bir omega-3 kaynağıdır ve kirlenme düzeyi hala kabul edilebilir. Dondurulmuş balıklar muhafaza süresi içinde yavaş yavaş içerdikleri omega-3’leri kaybederler.

Keten tohumu, kısa zincirli bitkisel omega-3 ve lignan bakımından zengindir. Bu fitoöstrojenler,

kanserin gelişmesini teşvik eden hormonların zararlı etkisini azaltır. Düzenli keten tohumu

kullanımının prostat tümörlerinin büyümesini kayda değer biçimde yavaşlattığı bulgulanmıştır.

Probiyotikler

Bağırsaklar normalde, sindirime yardımcı olan ve düzenli bağırsak hareketlerini kolaylaştıran “dost”

bakteriler içerir. Bunlar bağışıklık sisteminde önemli bir dengeleyici rol de oynarlar. Bu bakterilerin en

yaygın olanları laktobasillus asidofilus ile laktobasillus bifıdustur.

Bu probiyotiklerin kolon kanseri hücrelerinin büyümesine ket vurduğu kanıtlanmıştır. Bağırsak

hareketlerini kolaylaştırmadaki etkileri, bağırsakların yiyeceklerdeki kanserojen maddelere maruz

kalma süresini azaltarak kolon kanseri riskini de düşürür. Böylelikle probiyotikler toksinlerden

arınmada da bir rol oynarlar.

Organik yoğurtlar ve kefir, probiyotik kaynaklarıdır. Soya yoğurdu genellikle probiyotiklerle

zenginleştirilmiştir. Bu değerli bakteriler lahana turşusu ve kimçide de bulunur.

Son olarak, kimi yiyecekler probiyotiktir, yani probiyotik bakterilerin çoğalmasını teşvik eden früktoz

polimerleri içerirler. Örneğin sarımsak, soğan, domates, kuşkonmaz, muz ve buğday gibi.

Kırmızı Meyveler Çilek, ahududu, böğürtlen, yabanmersini ve yaban üzümü, ellajik asit ve çok sayıda polifenol içerir.

Bunlar kanserojen maddeleri yok edici mekanizmaları uyarır ve anjiyogenesise ket vurur.

Antosiyanidinler ve proantosiyanidinler de kanserli hücrelerde apoptosisi kolaylaştırır.

Kırmızı meyveler, meyve salatalarına ya da ara öğün yiyeceklerine kan şekerini yükseltmeden taze,

tatlı bir tat verir. Kırmızı meyvelerin dondurulması anti kanser moleküllere zarar vermediğinden, kışın

taze yerine donmuşları tüketilebilir.

Turunçgiller Portakal, mandalina, limon ve greyfurt, anti-enflamatuar flavonoidler içerir. Kanserojen maddelerin

karaciğer tarafından arındırılmasını da teşvik eder. Mandalina kabuğundaki flavonoidlerin

—tanjeritin ve nobiletin— beyin kanseri hücrelerine girdiği, apostosis yoluyla ölümlerini

kolaylaştırdığı ve komşu dokuları istila etme potansiyellerini azalttığı gösterilmiştir. (Kabuğunu

kullanacaksanız, mutlaka organik mandalinaları tercih edin.)

Nar Suyu

Narsuyu Fars tıbbında binlerce yıldır kullanılmaktadır. Antienflamatuar ve antioksidan özellikleri gibi,

(diğerleri arasında), en şiddetli biçimlerinde bile prostat kanserinin gelişmesini epeyce azaltma

Page 22: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 22

kapasitesi de doğrulanmıştır. İnsanlarda, nar suyunun her gün tüketilmesi yerleşmiş bir prostat

kanserinin yayılmasını % 67 oranında yavaşlatır.

Kırmızı Şarap

Kırmızı şarap, şu ünlü resveratrol da dahil olmak üzere pek çok polifenol içerir. Bu polifenoller

mayalanma yoluyla dışarı çıkar; dolayısıyla şaraptaki konsantrasyonları üzüm suyuna göre çok daha

fazladır. Üzümün kabuğu ile çekirdeklerinden elde edildiği için, beyaz şarapta daha az polifenol

bulunur. Şarabı muhafaza etmek için kullanılan yöntemler onu oksijenden korur; bu da resveratrolün,

polifenollerinin çoğunu kaybetmiş olan yaş ya da kuru üzümde olduğu gibi hızlı oksidasyona maruz

kalmaması anlamına gelir.

Resveratrol, sağlıklı hücreleri yaşlanmaya karşı koruduğu bilinen (sirtuin adlı) genler üzerinde

etkilidir. NF-KappaB’nin etkisini engelleyerek kanserin üç aşamalı gelişimini —başlangıç, gelişme,

yayılma— de yavaşlatabilir.

Kullanım tavsiyesi: Bu sonuçlar günde bir kadeh kırmızı şarap tüketiminden sonra elde edilenlere

benzer konsantrasyonlarda gözlenmiştir (kanserde artışa neden olabileceğinden, günde bir kadehten

fazlası tavsiye edilmez). İklimin nemli olduğu Burgonya bölgesinin şarabı (Pinot Noir), resveratrol

bakımından özellikle zengindir.

Bitter Çikolata

Bitter çikolata (%70’in üzerinde kakao) belli sayıda antioksidan, proantosiyanidin ve pek çok polifenol

içerir (bir parça çikolatada, bir kadeh kırmızı şaraptakinden iki kat fazla ve bir fincan gereğince

demlenmiş yeşil çaydaki kadar polifenol bulunur). Bu moleküller kanserli hücrelerin büyümesini

yavaşlatır ve anjiyogenesisi sınırlar.

Günde 20 gramlık tüketim (bir tabletin beşte biri), kabul edilebilir miktarda kalori verir. Sağladığı

doyum çoğunlukla bir şekerleme ya da tatlıya göre daha fazladır ve iştahı kesmekte daha etkilidir.

Glisemik endeksi (kan şekeri düzeyini yükseltip zararlı insülin ve IGF zirvelerine yol açma kapasitesi)

hafif, beyaz ekmeğe göre çok daha düşüktür. Dikkat: Çikolatanın sütle karıştırılması kakao moleküllerinin yararlı etkilerini yok eder. Sütlü çikolatadan kaçının. Kullanım tavsiyesi: Yemekten sonra (yeşil çayla birlikte) birkaç parça bitter çikolata.

Anti-kanser Zihin

Zihin-Beden Bağlantısı

Araştırmalara göre, meme kanseri teşhisi konan kadınların büyük bir bölümü, bu hastalığın —kürtaj,

boşanma, çocukların hastalanması ya da çok bağlı oldukları bir işi kaybetme gibi— büyük bir stres

sonucu ortaya çıktığı kanısındadır. Doktorlar da uzun süredir psikolojik stresi kanserle

ilişkilendiriyorlar. İki bin yıl önce Romalı hekim Galien, depresif insanların bu hastalığı geliştirmeye

özellikle eğilimli olduklarını gözlemlemiştir.

Hücre bozukluğu şeklindeki kanser “tohumu”nun saptanabilir bir kanserli tümöre dönüşmesi genellikle

10 ila 40 yıl arası bir zaman alır. Sağlıklı bir hücrede bu tohum, ya anormal genler yüzünden, ya da

daha yaygın olarak radyasyona, çevredeki toksinlere veya sigara dumanındaki bonzo(a)piren gibi diğer

kanserojen maddelere maruz kalındığı için oluşur. Bu kanser tohumunu kendi başına yaratabilecek

herhangi bir psikolojik etken şimdiye kadar tespit edilmemiştir.

Bununla birlikte, psikolojik stres bu tohumun geliştiği toprağı derinlemesine etkiler. Tanıdığım

hastaların çoğu, Bernard gibi kanser teşhisi öncesindeki aylar ya da yıllarda özellikle stresli bir dönem

Page 23: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 23

geçirdiklerini hatırlıyorlar. Stres genellikle korkunç bir çaresizlik duygusu yaratan sıkıntılardan

kaynaklanır. Birçoğumuz çözümsüz görünen kronik bir anlaşmazlıkla ya da boğucu zorunluluklarla

karşı karşıya kalmışızdır. Bu durumlar kanseri başlatmaz, ama 2006’da Nature’da yayımlanan bir

makalede gözlemlendiği gibi, bugün artık bunların tümöre daha hızlı gelişme olanağı sağladığını

biliyoruz. Kansere katkıda bulunan etkenler öyle çok ve birbirinden öyle farklıdır ki, kimse bu hastalık

için kendini suçlamamalıdır. Yine de, kanser teşhisi konmuş bir kişi, farklı bir yaşam sürmeyi

öğrenerek tedavisine katkıda bulunabilir. Benim yapmak zorunda kaldığım şey de buydu.

Psiko-Nöro-İmmünolojinin “Hareketli Beyni”

Bugün stresin kanserin gelişmesi üzerindeki etkilerini çok daha iyi anlıyoruz. Stresin vücuttaki

enflamatuar tepki gibi “acil durum” sistemlerini harekete geçiren hormonların salgılanmasına yol

açarak, tümörlerin gelişmesini ve yayılmasını kolaylaştırdığı artık biliniyor. Stres aynı zamanda

sindirim, doku onarımı ve bağışıklık sistemi gibi “beklemeye alınabilecek” bütün o işlevleri de

yavaşlatıyor.

Nörolojik ve bilinçdışı stres reflekslerini harekete geçiren bu kimyasal maddeler, bağışıklık hücreleri

üzerinde de etkili olur. Akyuvarların yüzeylerinde stres hormonlarının varlığını saptayan ve kan

dolaşımında bu hormon düzeylerinin dalgalanmasına göre tepki veren reseptörler vardır. Bu hücrelerin

bazıları, enflamatuar sitokin ve kemokinleri serbest bırakarak tepki verir. Doğal katil hücreler

noradrenalin ve kortizol tarafından bloke edilir ve virüslere ya da anormal öncül kanser hücrelerine

saldırmak yerine edilgen bir biçimde kan damarlarının çeperlerine yapışık kalırlar.

Bağışıklık Hücreleri ve Yaşama İsteği Dr. Herberman ayrıca, Washington dolaylarında Candace Pert’in Ulusal Kanser Merkezi’ndeki

laboratuarına yakın olan kendi laboratuarında, kanserle psikolojik olarak daha iyi yüzleşebilen meme

kanserli kadınlarda aktif doğal katil hücrelerin, depresyona girip çaresizliğe kapılanlara kıyasla sayıca

daha fazla olduğunu ortaya koydu. 2005’te, Iowa Üniversitesi’nden Dr. Susan Lutgendorf, bu

sonuçları yumurtalık kanseri olan kadınlarda da doğruladı. Sevildiğini ve destek gördüğünü hisseden

ve moralini yüksek tutan kadınlarda doğal katil hücrelerin sayısı, kendini yalnız, terk edilmiş ve

duygusal bakımdan perişan hissedenlere kıyasla daha fazlaydı.

Her şey, bağışıklık sisteminin akyuvarlarının —doğal katil hücreler, T ve B lenfositler— çaresizlik

duygusuna, yani hastalığı yenmek için hiçbir şey yapılamayacağı kanısına ve ardından yaşama

arzusunun yitirilmesine karşı özellikle duyarlı olduklarını işaret ediyor. … Fare —ya da kişi— hayatın

artık yaşanmaya değmeyeceği duygusuyla teslim olduğunda, bağışıklık sistemi de silahlarını bırakır.

Candace Pert’in tanımladığı gibi, bunlar gerçekten de aynı “beyin”in iki özelliğidir.

Buna karşılık yaşama isteğine yeniden kavuşmak, çoğu kez hastalığın gidişatında kesin bir dönüm

noktasının habercisidir.

Geçmişten Gelen Yaraları İyileştirmek

Bir inceleme, bu tür duygusal ve psikolojik zorluklarla boğuşan kadınlarda meme kanseri riskinin

dokuz kat fazla olabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, kanserden kaçınmaya gayret ederken çaresizlik

psikolojisiyle savaşmak elzemdir.

Çaresizlik Duygusu Travmatiktir “Travma”, hastanın beyninde acı ve derin bir iz bırakan bir şok (ya da bir dizi şok) için kullanılan

terimdir. Hayatın normal gidişatı içinde yaşanan küçük zorluklar ya da başarısızlıklar, kişiyi birkaç

Page 24: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 24

gün rahatsız edebilir, ama beyin “şifa” yetisine sahiptir. Tıpkı küçük bir yaranın iz bile bırakmadan

kapanması gibi, beyin de duygusal yaraları iyileştirecek doğal bir mekanizmaya sahiptir. Bu yaralar

kalıcı bir iz bırakmaz ve genellikle hem olgunlaşmaya hem de kişisel gelişime saik oluştururlar.

Duygusal yara içimizdeki derin yaşamsal süreçleri de etkiler. Tıpkı derideki bir kesiğin onarım

mekanizmalarını harekete geçirmesi gibi, psikolojik bir yara da stres tepkisi mekanizmalarını devreye

sokar: kortizol, adrenalin ve enflamatuar faktörler salgılanır ve bağışıklık sisteminde bir yavaşlama

olur. Nature Cancer Reviews ve Lancet dergilerinde yayımlanan makalelerde gösterildiği gibi, bu

psikolojik stres mekanizmaları kanserin gelişip yayılmasına katkıda bulunabilir.

Ne var ki, iyileşmemiş travmalar kişiyi asılsız bir güçsüzlük duygusuna geri götürür. Geçmişte belki de

gerçek olan bu güçsüzlük, şimdiki zamanın gerçek bir yansıması değildir. Hastanın bu

yanılsamayı fark etmesini sağlamak, terapinin anahtarıdır.

(**) EMDR’nin etkililiği, bu satırları yazdığım sırada, on sekiz kontrollü çalışma ve altı meta-analiz

tarafından büyük ölçüde onaylanmıştır. Öte yandan, dikkatin göz hareketleriyle (ya da EMDR’de

kullanılan başka tekniklerle) uyarılması yoluyla travmatik anıların hızla iyileşmesini sağlayan

mekanizma henüz tam olarak açıklığa kavuşturulmamış olsa da, birçok hipotez sinirbilim

araştırmalarında etkin biçimde irdelenmektedir.

Yaşam Gücüyle Yeniden Bağlantı Kurmak

Stresten ne pahasına olursa olsun kaçınmak imkansızdır. Ama yapılabilecek şey, gerginlikleri düzenli

olarak boşaltmaktır. Deneyimler sayesinde, stresin üzerimizden —su gibi— akıp gitmesine izin

vermeyi öğrenebiliriz.

Eski Çincede “düşünce” sözcüğü için kullanılan imge iki karakterden oluşur: “beyin” ve “kalp”. Eski

Çin felsefesi zihinsel faaliyeti akılla duygunun kaynaşması olarak görürdü. Modern tıp bilimi bunun

yalnızca şiir değil, bedenin işleyişine dair derin ve yararlanılabilir bir sezgi olduğunu kanıtladı.

Bedenin Bütün Beyinleri

Aslında kalp, bir tür küçük, yarı-özerk beyin oluşturan 40.000 1 sinir hücresiyle donatılmıştır. Bu sinir

hücreleri sayesinde kalp, kafatasının içinde barınan esas beyinle sıkı bir ilişki halindedir. Bazı

kardiyologlar ve sinirbilimciler bütünleşmiş bir “kalp-beyin sistemi”nden bahsederler.

Sonuç olarak, kişinin bütün dürtüleri, arzuları, kararları, kendine özgü bir biçimde çevresindeki yaşamı

sürdürmeye çalışan bu moleküllerin işleyişinin dış tezahüründen ibarettir ve bunlar da söz konusu

işleyişi etkiler. “Sağlık” ise, bütün bu alışverişler arasındaki dengenin bir sonucudur. Uyumlu bir genel

titreşim; belirli bir organ içinde yer almayan, ama bütün bu etkileşimlerden ortaya çıkan bir “ruh”tur.

Şimdiki Zamanda Kendine Odaklanmak

Üçgenin ortaya çıkmasına yardım eden dengeyi korumanın yollarını herkes öğrenebilir. Son beş bin

yıldır, Doğu’nun —yoga, meditasyon, tai çi, ya da çikung gibi— tüm büyük tıbbi ve ruhsal

gelenekleri, her bireyin kendi iç varlığının ve bedensel işlevlerinin dizginlerini ele geçirebileceğini

öğretiyor. Bu, sadece zihni yoğunlaştırarak ve soluğuna odaklanarak başarılabilir. Bugün pek çok

inceleme sayesinde biliyoruz ki, bu hakimiyet stresin etkisini azaltmanın en iyi yollarından biridir.

Ayrıca kişinin fizyolojisinde uyumu yeniden oluşturmanın ve sonuç olarak, bedenin doğal savunmasını

kamçılamanın da en iyi yollarından biridir.

Fizyolojiye hakim olma sürecinde ilk adım, dikkatini toplayıp içeri çevirmeyi öğrenmekten ibarettir.

Page 25: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 25

Joel ve “Maymun Zihni” Gerçekte neredeydi acaba, görüldüğü kadarıyla ne işyerinde ne de evdeydi. Dikkatini ne konuştuğu

veya yazıştığı kişilere, ne de oğluna verebiliyordu. Dolayısıyla, bu uçucu etkinlik deneyimi içi boş bir

“tampon bölge”de yaşamaya benziyor olmalıydı. Doğu geleneklerinde buna “maymun zihni” denir. Bu

haldeyken, kişinin düşünceleri, kafesinin içinde sağa sola sıçrayan tedirgin maymunlar gibi, her yöne

gider.

Pozitif dikkat, dokunduğu her şeye iyi gelen bir kuvvettir. Çocuklar, köpekler, kediler, çoğunlukla

bunu bizden daha iyi bilirler. Belli bir amaç gütmeden, yaptıkları bir resmi, buldukları bir kemiği ya da

bahçede yakaladıkları bir fareyi bize göstermek için yanımıza gelirler.

Kabat-Zinn, kişinin her gün kendi başına zaman geçirmesinin “radikal bir sevgi edimi” olduğunu

ısrarla belirtiyor. Tek başına gerçekleştirilecek bir arınma ritüelini her zaman tavsiye eden büyük

şaman geleneğinde olduğu gibi, bu düşünce dolu yalnızlık, bedenin içindeki şifa güçlerini uyumlu hale

getirmenin temel koşuludur.

Soluk: Biyolojinin Kapısı

Yoga, meditasyon, çikung ve modern Batı yöntemlerinde, kişinin benliğine açılan kapı solumadır.

Sırtınız dik olarak, Tibetli üstat Sogyal Rinpoch’nin “vakur” duruş dediği konumda rahatça oturarak

başlayın. Bu konum, burun deliklerinden boğaza, oradan bronşlara, son olarak —geri dönmeden

önce— akciğerlerin dibine inen hava akışına tam bir hareket özgürlüğü verir. Yoğun bir dikkatle,

yavaşça iki derin nefes alarak gevşemeyi başlatın. Bir rahatlama, hafiflik ve esenlik duygusu

göğsünüze ve omuzlarınıza yerleşecek. Bu egzersizi tekrarladıkça, soluğunuzun dikkatiniz tarafından

yönlendirilmesine izin vermeyi öğreneceksiniz. Gevşerken, zihninizin altından geçen dalgalarla alçalıp

yükselerek su üstünde yüzen bir yaprak gibi olduğunu hissedebilirsiniz. Dikkatiniz her soluk alışınıza

ve verilen uzun soluğun bedenden nazikçe, yavaşça, zarifçe ayrılışına sonuna kadar eşlik eder, ta ki

ince, zor algılanabilir bir soluktan başka bir şey kalmayana dek. Sonra bir duraklama olur. Bu

duraklamada gitgide daha derinlere dalmayı öğrenirsiniz. Bedeninizle en mahrem teması çoğunlukla

orada kısa bir süre kaldığınızda hissedersiniz. Alıştırma yaptıkça, kalbinizin yıllardır bıkıp usanmadan

yaptığı gibi çarparak yaşamı sürdürdüğünü hissedebilirsiniz. Sonra da duraklamanın bitiminde, küçük

bir kıvılcımın kendi başına parlayarak yeni bir soluma döngüsünü başlattığını fark edersiniz. Daima

içinizde olan ve bu dikkat ve gevşeme süreci sayesinde belki de ilk kez keşfettiğiniz yaşam

kıvılcımının ta kendisidir bu.

Soluma, hem bilinçli zihne kıyasla tamamen özerk olan (sindirim ya da kalp atışları gibi, soluma da biz

onu düşünmesek bile süregelir), hem de irade tarafından kolayca denetlenebilen yegane vücut içi

işlevdir. Beynin tabanında yer alan solunum kontrol merkezi, duygusal beyin ile bedendeki bağışıklık

sistemini de içeren organlar arasında sürekli değiş tokuş edilen tüm moleküllere duyarlıdır. Solumaya

dikkat etmek insanları bedenlerindeki yaşamsal süreçlerin nabzına yakınlaştırır ve bilinçli düşünceye

bağlar. Neyse ki, bütün bunların gerçekleştiğini görmek ve yararlanmak için “inanmak” şart değildir.

Yoga ve meditasyon gibi egzersizlerle bedende olup bitenler arasındaki ilişkiyi ölçmenin tamamen

nesnel bir yolu vardır.

Mantra ve Tesbih Duası

2006’da, Ohio Üniversitesi ile ABD’deki Ulusal Sağlık Enstitü’nden Julian Thayer ve Esther

Sternberg adlı araştırmacılar, Annals of the New York Academy of Sciences’ta biyolojik ritimlerin

dalga büyüklüğü ve değişkenliği konusundaki tüm çalışmalarla ilgili bir inceleme yayımladılar.

Vardıkları sonuca göre, değişkenliği çoğaltan her şey sağlık açısından pek çok yararla ilişkilidir.

Özellikle de şunlarla:

Page 26: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 26

—bağışıklık sisteminin daha iyi işlemesi

—iltihabın azalması

—kan şekeri düzeylerinin daha iyi denetlenmesi

Bunlar, kanserin gelişmesini engelleyen üç temel faktördür.

Tüm Meditasyonlar Birleşiyor

En eski içsel farkındalık öğretisi yogadır. Sanskritçede “yoga”, birlik ve iç huzuru uğruna bedenle

zihni birleştirme amaçlı bir çalışmalar kümesi —her kişide doğuştan var olan “üst varlık”a giden,

yol— demektir. Bu gelenek, tek bir yol olmadığı ilkesini öne çıkarır. Aksine, her kültür ve her birey

kendine en iyi uyan yolu bulmalıdır. Bu alıştırmaların merkezindeki ortak nokta, dikkati geçici olarak

dış dünyadan koparıp seçilmiş meditasyon konusuna yeniden odaklanmaktır.

Anahtar unsur, dikkatin kontrolüdür. Dikkatin titizce denetlenmesi sayesinde, bu yolların her biri

bedenin biyolojik ritimlerinin entegrasyonunu ve uyumlu işleyişini destekleyen aynı iç tutarlılık haline

girme olanağını sunar.

İşin püf noktası ne belirli bir tekniktir, ne de belirli bir uygulama biçimi. Kanseri iyileştirebilecek bir

sır, büyülü bir parola yoktur. Tantrik yogada bedenin tüm enerjisini tam olarak hizaya getirebilecek bir

pozisyon bulunmamaktadır. Bedenin kuvvetlerini seferber etmek için elzem görünen şey, içimizde

sürekli titreşen yaşam gücüyle temasımızı her gün —içtenlikle, cömertçe ve sükunetle— yenilemek ve

onu saygıyla selamlamaktır.

Korkuyu Etkisiz Hale Getirmek

Kanserle savaşmayı öğrenmek, içimizdeki yaşamı beslemeyi öğrenmek demektir. Ama bunun ille de

ölüme karşı bir savaş olması gerekmez. Bu öğrenimi başarmak; hayatın özüne dokunmak, onu daha da

güzelleştiren bir tamama ermişlik ve huzur bulmaktır.

Yaşamak

Bugün “kanser” sözcüğü ölümle eşanlamlı değil artık. Ama gölgesini çağrıştırıyor. Benim için olduğu

gibi, birçok başka hasta için de bu gölge hayatımızı ve hayatta ne yapmak istediğimizi, düşünme

fırsatıdır. Ölüm günümüzde geriye haysiyetle, dürüstçe bakabileceğimiz şekilde yaşamaya başlama

fırsatıdır. O gün huzur içinde veda edebileceğimiz şekilde... Bu gerçekçi tutuma, kansere

yakalandıktan sonra kendilerine verilen istatistiklerin çok ötesinde hayatta kalmış olan hemen herkeste

rastladım: “Evet, öngörülenden önce ölebilirim. Ama daha uzun yaşamam da mümkün. Ne

olursa olsun, bundan böyle hayatımı olabildiğince iyi yaşayacağım. Olacaklara hazırlanmanın en iyi

yolu bu.”

Anti-kanser Beden

Birkaç çok basit sır, bedenimizle bu yeni ilişkiye geçişi kolaylaştıracaktır.

Düzenli olarak ve her yerde egzersiz yapın. İlk adım, çok fazla egzersize ihtiyacımız olmadığını kabul

etmektir; önemli olan onu alışkanlık haline getirmektir. Meme kanseri araştırmaları, haftada iki ila beş

saat normal hızda bir yürüyüşün nüksetmeyi önlemekte güçlü bir etkisi olduğunu gösteriyor.

Kolay faaliyetleri deneyin. Yoga ya da tai çi gibi bedeni yavaşça uyaran egzersizler, durumları ne

olursa olsun neredeyse tüm kanser hastaları tarafından yapılabilir. Daha zorlayıcı faaliyetler kadar

Page 27: AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil

www.altinicizdiklerim.com Sayfa 27

etkili olduklarını gösteren bir inceleme yoktur, ama bedenle ve onun enerjileriyle özenli bir teması

korurlar.

Sonuç

Kanser tehdidi altındaki kişilere yardım etmek, bize artık sağlığımızı destekleyecek bir çevre

sağlayamayan yaralı gezegenimizi kurtarmak için hangi esasları aklımızda tutmalıyız? Bu kitapta

sunduğum ve kendimi korumak için her gün kullandığım fikirler, üç noktada özetlenebilir:

— içimizdeki “arazi”nin önemi

— bilincin etkileri

— doğal güçlerin sinerjisi

İçimizdeki “Arazi”nin Önemi

Tibetli meslektaşlarım, belirli bir hastalığı belirli bir müdahale ya da ilaçla tedavi eden Batı tıbbının bir

kriz durumunda son derece etkili olduğunu gönülden kabul ediyorlar. Apandisit için ameliyat, verem

için penisilin, akut alerjik reaksiyon için epinefrin sayesinde, bu tıp her gün pek çok hayat kurtarıyor.

Ama kronik bir hastalıkla uğraşırken de sınırlarını hemen belli ediyor.

Kanserin gelişme mekanizmalarına ilişkin son keşifler de bizi benzer bir sonuca götürmektedir. Kanser

tam anlamıyla kronik bir hastalıktır. Tüm çabalarımızı tümörlerin taranıp tedavi edilmesine

odaklayarak kanseri yok etmemiz pek olası değildir. Burada da “arazi”yle ilgilenmemiz gerekir. Dünya

Kanser Araştırmaları Fonu’nun 2007 raporunda vurgulandığı gibi, bedenin savunma mekanizmalarını

güçlendiren yaklaşımlar, aynı zamanda önleyici ve tedavi edici temel katkılardır. Doğal süreçlere

dayandıkları için, önlem ile tedavi arasındaki sınırı yok ederler. Bir yandan hepimizin içinde taşıdığı

mikro tümörlerin gelişmesini engellerler (önlem); diğer yandan ameliyat, kemoterapi ya da

radyoterapinin kanserin nüksetmesini önlemekteki yararlarını artırırlar (tedavi).

Bu açıdan bakıldığında, bizler paradoksal olarak Batı tıbbının muhteşem başarılarının kurbanıyız.

Ameliyat, antibiyotikler, radyoterapi olağanüstü ilerlemelerdir; ama bunlar bizi bedenin kendi şifa

gücünü hafife almaya yöneltiyor. Yine de hem tıbbi ilerlemelerden hem de bedenin doğal

savunmalarından yararlanmak —sizi ikna etmiş olduğumu umuyorum— mümkündür.

Bilincin Etkileri

Her birimiz korunmak ve kendimize bakmak için kanser konusundaki bu bilgi devriminden

yararlanabiliriz. Ama bunun için ilk olarak bir bilinç devrimi gereklidir. Her şeyden önce, içimizdeki

yaşamın değeriyle güzelliğinin bilincine varmalıyız. Ona dikkat edip, bize emanet edilen bir çocuğa

bakıyormuş gibi ilgi göstermeliyiz. Bu bilinç fizyolojimize zarar verip kanseri teşvik etmekten

kaçınmamıza yardımcı olur. Yaşam gücümüzü besleyen ve destekleyen her şeyi benimsememizi

sağlar.