› pdf › dem-sayi-5.pdf ah! şahit olmak ne zor şey insan kendi gerçeğine …yıllara meydan...
TRANSCRIPT
Sayfa | iii
Çok değerli dem okurları,
Bu derginin dem’lenmesinde emeği olan ve çalışmalarını bizimle paylaşan, başta dergi yönetim ekibi ve
çalışmaları yayınlanan arkadaşlarımız olmak üzere, bizlerden desteğini esirgemeyen Hüseyin Şahin’e, Ahmet
Öztürk’e, İsmail Özdemir’e, Orhan Güneş’e, Fatma Ulu’ya, H.Ömer Aytekin’e, Burçin Yağız’’a, Duran Yarar’a,
Tevfik Rüştü Akbaş’a, Necip Yavuz’a ve ismini burada anmayı unutmuş olabileceğimiz tüm arkadaşlarımıza,
ve ayrıca dem dergisinin çıkmasında desteklerini hep hissettiğimiz bankamız Üst Yönetimine çok teşekkür
ederiz.
Fotoğraf: Rabia Dursun
Editör’ün Notu…..
Merhaba, Merhaba, Merhaba, Merhaba,
Yağmurlu bir gecenin koynundan nöbeti güneşe
devretmeye hazırlanırken karanlık, bir kutup
yıldızı gelip karşıma dikiliyor. Gülümsüyor ama
gülmeden yavaş yavaş oturup heybesini
aralıyor ve bir müzik açıyor içinden: Estas Tonne
gitarın tellerini ayna yapıp yüzüme tutarken bu
senin İnternal F(l)igth’ın diyerek başlıyor
konuşmaya:
Yanımızdan akıp giden hayatın ne kadar
içindeyiz? Bırakınız hayatı kendimizin bile hangi
ücrasına sığındık acaba, diye soralım? Soralım
çünkü bizim, bize en doğru soruları sorduracak
kelimelere ihtiyacımız var.
Ya cesaret?
Bir rüzgâr, serkeşliğimizi inadına yüzümüze
haykıran delilerimizi çekti aramızdan. Sonra
çocuklar çekildi sohbetlerimizden ve sonra
nasihatlerini alıp gitti büyüklerimiz.
Artık yalnızız!
Kendi mum’umuzun ışığında tek başınayız, baş-
larının ışığı da ürkütüyor bizi. Yalnızlaştıkça
içimiz de parçalanıyor, içimiz parçalanarak
çoğalıyor ve o parçalarda kayboluyoruz.
Tüm bunlardan arda kalan sözlerimiz, ancak
başkalarının kullanabileceği ölçüde değerli,
yazık ki kimse hakikate komşu olmak istemez…
Bizi büyütecek sabrımız nerde?
Evet, eşyanın da bir hukuku var insanla
arasında. Ama o hukuka “en büyük darbeyi ona
sahip olmak için en kısa yolu ve en hızlı bineği
seçenler vuruyor…”
……….
Durmuyor, bardaktan boşalırcasına konuşuyor.
“Umuttan bahset biraz da!” diyerek istemeden
de olsa çıkışıyor, sözünü kesiyorum kutup
yıldızının.
Yanıma iyice yaklaşıp, müziğin sesini kısıyor ve
sessizce kulağıma eğilip şöyle diyor:
Hüznünü kaybetme ve neyin büyümesini
istiyorsan onu besle!
İÇİNDEKİLER
Editör’ün Notu ………………………………………………………………………………………………………………………………..…..….………….. iii
F-84W…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………..….……………5 Erhan ORHAN
En Güzel Silah Müzik…………………………………………………..……………………………………………………………..………………….6 Yasin DEDEBEKİROĞLU
Bakkal Mustafa……………………………………………………………………………………………………………………………..………………….………8 Harun SELVİ
Sen Aşk’sın (Şiir)……………………………………………………………………………………………………………………………..……………………13 Seher YILDIRAN Söyleşi : Üzeyir Yiğit İle Çay Üzerinden Hikayesini Konuştuk.................14 dem
Gazzeli Bir Çocuğum (Şiir) .……………………………………………………….………………………….………….……....….20 Aygül DEMİRBAŞ
Film: “IN TIME (Zamana Karşı)”……………………………………………………………………..……………………….……….. 21 Ahmet Çağrı GÖKALP
Dizimdeki Dermansızlık Bu Yaşın Alameti Değil….……….………….….23 Furkan ORUÇ Bâki …………………………………………………….…………………………………………………….………………………………..…………….…………………………..24 Ekrem ŞAHİN
Biter (Şiir) …………………………………………………….…………………………………………………….……………………………….…………………………..26 Serkan BOZKIR Kuş Fotoğrafçılığımın Sebeb-i Hikâyesi…………….……………………………………………..27 Arif BİRSEN
Arka Kapak Şiiri: Su ……………………………………………………………………………..………………………….……..…..…………………………………………………………………………..28 Talip TOSUN
Kapak Fotoğrafı: Özgür ÖZOĞUL
Yönetim
Fatih BOZ
Editör/Dizgi
Talip TOSUN
Yazarlar Kurulu
Hüseyin TUNÇ
Fatih BOZ
Harun SELVİ
Talip TOSUN
Yasin DEDEBEKİROĞLU
Sosyal Medya
Büşra Yağmur YILDIZ
BASKI
Kurumsal İletişim
Müdürlüğü
Yazılarınızı PaylaYazılarınızı PaylaYazılarınızı PaylaYazılarınızı Paylaşabilirsinizabilirsinizabilirsinizabilirsiniz
Bankamız çalışanları olarak
kültür, sanat ve edebiyat üzerine
çalışmalarımızı
dem’de
paylaşıyoruz
KÜNYE
Sayfa | 5
F-84W Sene 1985-86. Büyük amcam yurtdışındaki
eğitimine devam ediyor, tatillerde yurda
dönüyordu. Uzaktaydı ya bende büyük amca
sevgisi gelişmemiş henüz ama ben dört gözle
bekliyordum. Mesele tamamen duygusaldı. Adam
yurtdışında… Herhalde bana bisküvi lolipop şeker
getirecek değildi. Kendime gazı öyle vermiştim ki,
hayal sınırlarımı zorluyordum…. Pilli robotlar,
uçaklar vs vs.. Bir kere benim rütbem yüksekti, ben
ilk yeğendim... Tabi ki ağır olacaktı hediye.
Amcam o sene bana bir saat getirdi. Siyah plastik
Casio marka bir saat. Moral sıfırın altında.
Çocuğum, tabi ki bu hediyeyi beğenmeyeceğim.
Amcaya surat yapıyorum falan.
Neyse öyle çok tripcan bi çocuk değildim. Saati
kullanmaya başladım. Hediyeyi beğenmemiştim
ama seksenbeş yılı için aslında kıymetli bir hediye
olduğunu kullanmaya başladıktan sonra anladım.
Çünkü bir –iki sene oldu olmadı bu saat moda oldu.
Bendeki havayı görecektiniz. O saati herkesten
önce takan kişiydim. Hava atıyordum saatimle. O
zaman için çok fonksiyonlu bir saatti. Bir kere saat
dijitaldi, kronometresi vardı, alarmı vardı ki en
baba özelliği buydu. Sırf, ortamda çalsın diye
kurardım. Çalınca da safa yatar “aaa benim
saatmiş panik yapmayın” falan derdim. Başka
birinde de aynı saat varsa cümlem hazır; “Senin ki
F91- W modeli.. Benimkisi F84-W modeli… Benim
modelden Türkiye’de yok” (sanırsın Nasa dizaynı)
Afilliydim yani, amcamın aldığı o beğenmediğim
sa-atiyle… sağolasın amca!
Ben 80’ler çocuğuydum. O zamanlar insanlar
tüketim zombisi değildi. Her
istediğimiz satın alın(a)mazdı.
Bizler basit bir saatle hava
atıyorduk, kanaatkârdık. Oyunlarımız,
oyuncaklarımız ya bedavaydı ya da bedavadan
biraz pahalıydı. Her gördüğümüzü istemez, her
meyveyi yiyemezdik. Muz, yılbaşı meyvesiydi
mesela. Elma, armut neyimize yetmiyordu. O
zamanlar “kivi nedir?” diye sorsalar “bir tür çivi
herhalde” derdik. Kışın çocuklar banyoyu evin en
sıcak odası oturma odası olduğundan leğende
yaparlardı. Oda spreyimiz; yanan sobanın üzerine
koyduğumuz portakal/mandalina kabuğuydu.
Biliyor musunuz o zamanlar aile fertleri birbiriyle
muhabbet ediyordu. Ne garip değil mi?
Sonradan öğrendik bizden öncekilerin bizden de
çok sıkıntılarla büyüdüğünü. Bir kalemi 2-3
kardeşin paylaştığını, şinanayın altında gözleri
bozma pahasına ödev yapıldığını. Evde tek önlük
tek yaka olduğu için okula giden iki kardeşten
birinin öğlenci birinin sabahçı yazıldığını.
“Biz ne zorluklar yaşadık be kardeşim” demeyelim.
Tamam da. Günümüzün bacaksızları biraz
abartmıyor mu? Geçen sene babası tekne
alamadığı için ağlama krizine giren çocuğu
hatırlıyor musunuz? Maket tekne değil, bildiğin
tekne…
Aranızdan “Çocuğun ne suçu var. O çocuğun her
dediğini yapan ebeveynin suçu yok mu” diyenler
olacaktır. O ebeveynin paradoksu şu;
-Bilinçli olup çocuğun her istediğini almazsan,
çocuk arkadaşlarında televizyonda görecek canı
çekecek…
Erhan
ORHAN
Fotoğraf;
Furkan
Oruç
Sayfa | 6
Savaş, güç elde etmek adına çoğunlukla egoların
tatmin edildiği, en nihayetinde suçsuz insanların
zarar gördüğü bir yıkımdır. Bunun yansıması
olarak, insanlık bir yaşam mücadelesi vermektedir.
Verilen mücadelenin en başında beslenme,
barınma ve sağlık ihtiyaçları gelmektedir. Savaşın
Türk Dil Kurumunun sitesinde yer alan tanımında;
“Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek
giriştikleri silahlı mücadele, harp, cenk” ve 1978
tarihli Halkbilim Terimleri Sözlüğünde “Bir
toplumun başka bir topluma, isteğini benimsetme
amacıyla tüm olanakları ve güçleriyle yaptıkları
düzenli saldırı” bilgileri yer almaktadır.
Savaş ortamında yaşamış, büyümüş ve o ortamda
yaşamını sürdüren insanların psikolojisini
anlamamız ve analiz etmemiz mümkün değil.
Ülkemizin son zamanlarda yaşadığı terör olayları
ve darbe girişimleri savaşın ne denli zor olduğunu
bir nebze olsun bizlere hatırlattı. Yaşanan olaylar
(keşke toplum olarak hep farkında olabilsek)
bizlere insan olmanın, birlik olmanın ne kadar
önemli olduğunu bir kez daha acı bir şekilde
hatırlatmış oldu. Bu sıkıntılı dönemlerden biraz
olsun rahat sıyırılabilmemize yardımcı olacak
şeylerden birisi hiç şüphesiz müzik. Önceki
yazılarımda bahsettiğim gibi müzik derde deva,
ruha şifadır. Serin bir sonbahar, göl kenarında hafif
bir esintide oturduğunuzu hayal edin. Bir tarafta
çayınızı yudumlarken, diğer taraftan gün batımını
izliyor ve sakin melodiler dinliyorsunuz. İşte
burada düşünceleriniz salınıp gidiyor, ruhunuz
nefes alıyor öyle değil mi? Peki neden insanlar
birbirine sürekli saldırıyor, neden her taraf kan
revan içerisinde.
Bu insan ne sebeple düşüncelerini emanet
kutusuna bırakır gibi bırakıyor? Artık bu durumun
hastalıklı ve bedenlerine hapsolmuş ruhlarından
kaynaklandığını düşünüyorum.
Müziğin evrenselliğinden sürekli bahsediyoruz,
aldığımız her nefesin kendine özgü melodileri
olduğunu anlatıyoruz. Bu kişilerin, toplulukların
veya toplumların bir tedaviye ihtiyaç duyduğunu
ve müzikle büyük bir yol kat edileceğine
inanıyorum. İnsanoğlu olarak bizler birikimlerimizi
sürekli maddiyat temelinde yapıyoruz. Yaşamın
merkezine koyduğumuz şeyler hep ihtimaller
üzerine kuruluyor. Bu durum maalesef insanlığa
korkuyu ve güvensizliği pompalıyor. Bu, psikolojik
savaşın ta kendisi. Evvela benliğimizdeki bu savaşı
bitirmeliyiz. Bireyler olarak bizim yapacağımız ilk
hamle çevremize özellikle de çocuklarımıza
sevgiyi, saygıyı, umut etmeyi aşılamak. Eksikliğimiz
budur.
Sevdiğiniz bir sanatçıyı dinlemeye gittiğinizde
gözünüze çarpacak ilk şey, herkesin birbirine
tanıdık gözlerle bakıyor olması ve samimi bir
ortamın oluşmuş olmasıdır. Kimse mutsuz değildir
ve sanatçı bir ev sahibi edasıyla müziğini ikram
etmektedir. Herkes aynı duyguları paylaşmak için
oradadır. Sese kulak verin hüznü, umudu hissedin.
Aklınızla kalbinizin kesiştiği o ince çizgiyi yakalayın.
Yaşam bize dönüm noktalarıyla dolu bir yol sunar.
En Güzel
Silah
“Müzik”
Yasin DedebekiroYasin DedebekiroYasin DedebekiroYasin Dedebekiroğlulululu
Sayfa | 7
Bu yolda doğru yürümek de, eğri yürümek de
elimizde. Umut var olunuz.
Sizlerle ilk defa bu sayıda bir konser anımı
paylaşacağım. Ağustos ayı içerisinde Cem Karaca,
Barış Manço, Erkin Koray gibi isimlerle çalışmış
“Kurtalan Ekspres” grubunun konserine katıldım.
Ve konserde son verdim kalbimin işine parçasıyla
tanınan “Seyyal Taner” sahneye misafir oldu. En
çok etkilendiğim nokta bugün 66 yaşında olan Bas
Gitarist, Barış Manço’ nun yakın dostu ve
Gülpembe eserinin bestecisi Ahmet GÜVENÇ’ in
enerjisi oldu. Gitarıyla bütünleşerek adeta tek
vücut oldu. Yıllara meydan okumak böyle bir şey
olmalı. Sabırla, umutla, emekle kazanılan o güzel
alkışlara paha biçilemez sanırım. Konser bitiminde
ekiple tanışmak için kulis çıkışını bekledim. Ve her
biriyle kısa bir sohbet etme, fotoğraf çektirme
fırsatı buldum. Kendilerine tekrar teşekkür
ediyorum. Buradan ulaşmak istediğim netice;
müzikte yabancılaşmanın olmadığı, insanları bir
araya getiren ve dostane ilişkiler kurabileceğiniz
bir ortam oluşturduğudur. Müzik cinsiyet, ırk, din,
sosyal statü, yaş gözetmeksizin kapılarını herkese
açar. Bu dünya hepimizin ve bu dünyada birlikte
yaşamayı öğrenmemiz gerek.
Bu sayıda savaşın yarattığı keşmekeşi, insanlığa
yaşattıklarını anlatmayı hedefleyen savaş karşıtı
albümlerden ve şarkılardan bahsedeceğim.
İlk olarak, 2003 yılında yayınlanan Mor ve Ötesi
isimli rock grubu tarafından bestelenen “Savaşa
Hiç Gerek Yok” albümü. ABD'nin Irak'a yönelik
saldırısına tepki olarak, Bülent Ortaçgil, Aylin
Aslım, Athena, Vega, Feridun Düzağaç, Koray
Candemir, Nejat Yavaşoğulları şarkıya ses verdi-
ler.
Youtube üzerinden ilgili video klibi izleyebilirsiniz.
“Savaşa Hiç Gerek Yok”
1971 Ocak ayında Yusuf İslam (Cat Stevens)
tarafından “Teaser and the Firecat” isimli albüm
yayınlandı. Bu albümde tüm zamanlara hitap
edecek türde bir şarkı “Peace Train” (Barış Treni)
bulunuyordu. John Lennon'un "Give Peace A
Chance", Barry McGuire'ın "Eve of Destruction" ve
Dire Straitsin "Brothers in Arms" şarkıları ile birlikte
tarihin en ünlü savaş karşıtı şarkıla-rındandır.
Müslüman olduktan sonra adını Yusuf İslam olarak
değiştiren Stevens, şarkısı için bir konuşmasında
şunları söylemiştir; "Yazmış olduğum Peace Train,
milyonların yürekleri aracılığıyla gürüldeyerek
esmeye devam eden bir mesajdır. İnsanların,
umutlarının tekrar yükselmesini hissetmeye
ihtiyacı vardır. Bir insan ve bir Müslüman olarak
insanları barışçıl çözümlere çağırmaya bir
katkımdır."
Sevgiyle kalın.
Görüş, öneri ve eleştirileriniz için
Sayfa | 8
O gün, o serin ve yağmurlu pazar
sabahının ilk saatlerinde,
üstümü örten yorganı bir elimle
kaldırıp hafifçe araladığımda,
kendimi tuhaf, tarifi imkansız bir mutluluğun
içinde bulmuştum.
Bahçedeki dut ağacının dallarından, sararmış
yapraklarından süzülerek odama dolan cılız
güneş ışığı da o an, tıpkı bir kandil gibi ruhumu
aydınlatmış, beni ışıklar içinde yüzen lâtif bir
varlığa dönüştürmüştü adeta.
Mutluydum.
Mutluydum mutlu olmasına da, benim bu birden
bire ortaya çıkıveren mutluluğumun asıl sebebi,
o sakin ve huzurlu pazar sabahının getirdiği
büyüleyici güzellik kadar, yasemin ve ıhlamur
kokan sokağımızın bakkalının o gün, tam da o
gün yapacağını duyurduğu büyük fiyat
indirimiydi aslında.
Aslında o gün, benim gibi tek gözlü bir evde
yaşayan, üstelik kıt kanaat geçinen sefil bir
öğrenci için bundan daha güzel bir haber,
bundan daha güzel bir gelişme de olamazdı.
Ama işte o sırada, emektar bakkalımızın bu bir
kaç gün içinde kapanıp gidecek olmasını
“Ömer Muaz’a”
düşünmek de beni kedere
boğmuş, tasfiye edilen mallarını
ucuza alabilecek olmanın
getirdiği mutluluğumu bir anda
yok etmiş, beni derin bir kaygının, acı ve tatlı bir
çok hatıranın da içine sürüklemişti….
Bindokuzyüzdoksanlı yılların sonlarına doğru,
önce marketlerin, ardından süpermarketlerin
acımasız rekabetine dayanamayarak kapanan
bir çok bakkal gibi, sokağımızdaki Balkan
Bakkaliyesi de bu rekabetten nasibini almış, bir
çok müşterisini kaybetmiş, semtimizin nere-
deyse her bir köşesinde açılan ve üstelik büyük
bir hızla yayılan bu devasa market zincirlerine
karşı amansız, acımasız bir rekabetin içinde
bulmuştu kendisini.
Bu dönemde, bakkalımız Hacı Osman Amcanın
uyguladığı kendine özgü satış teknikleri ve
ustaca manevralar, Balkan Bakkaliyesi’nin bu
tehlikeyi de atlatmasına imkan tanımış, şiddetli
esen fırtınanın mümkün olduğunca az bir hasarla
geçip gitmesini sağlamıştı.
Öyle ki Hacı Osman Amca bile bu dönemde
verdiği mücadeleden her laf açıldığında;
“3.Balkan Harbi zaferi bu yeğenim!” diye büyük
bir gururla söze başlar, Zortaş adlı marketi
BAKKAL
MUSTAFA
Harun SELVİ
Sayfa | 9
sokaktan nasıl da püskürttüğünü, nasıl da
karşısında dayanamayıp bir ceylan gibi kaçıp
gitmek zorunda kaldığını sokağımızın o rutubet
kokulu kahvehanesinde bizlere ballandırarak
anlatıverirdi.
İkibinaltı yılının sonlarına doğru gelindiğinde ise,
artık yaşı iyice ilerleyen Hacı Osman Amcamızın
da ne bakkalda duracak tâkati, ne de hevesi
kalmış, nihayet, uzun yıllar sonra aldığı bir
kararla bakkaliyenin idaresini çocukları Mustafa
ile Murtaza’ya bırakmıştı.
Murtaza’nın henüz daha yaşının küçük olması,
ortaokula
gitmesi ise
bütün bu
ağır yükün
Mustafa’nın
sırtına bin-
mesine yol
açmış, ama
aynı zaman-
da, Mustafa
Abi’nin
‘Bakkal
Mustafa’
ünvanını
kazanmasına da vesile olmuştu. Üstelik o gün,
Hacı Osman Amcanın o mavi önlüğünü sırtına ilk
geçirdiği günün sabahında, ihtiyar babasının
nasihatlerini dinleyip iki gözü iki çeşme
ağladığında, “Bakkal Mustafa” olmanın sadece
bir meslek sahibi olmak anlamına gelmediğini de
kavramış, fakirin gözetilmesinin, açın
doyurulmasının da bu mesleğin bir parçası
olduğuna inanmıştı Mustafa Abimiz.
Ve işte o günden sonra da, Bakkal Mustafa abi
de artık her sabah istisnasız, tıpkı babası Hacı
Osman Amca gibi önce dükkanın önünü bir
sulayıp süpürmüş, sonra yine her zamanki gibi
dükkanın camlarından aşağıya plastik top
filelerini sarkıtmış, küçük mavi tüpleri, boş kola
kasalarını, elma, patates, portakal ve limon
sandıklarını, mangal kömürü torbalarını, 5
litrelik pet su bidonlarını, cips paketlerine ait
rengarenk reyonları ve o büyük dondurma
dolaplarını sokağın kaldırımına çıkarmış, sabahın
erken saatlerinde bırakılan ve üzeri kalın bir
bezle örtülen bir kasa dolusu taze ekmeği de
dışarıdaki camekanlı ahşap ekmek dolabına
yerleştirmişti.
O yıllarda, sokağımızın neredeyse her sakini,
evinin hemen her ihtiyacını Bakkal Mustafa’dan
temin eder, kuru fasülyesinden pirincine,
nohutundan mercimeğine kadar tüm bak-
liyatları, toz
şeker, çay,
yumurta, ya-
rabandı, kib-
rit, çengelli
iğne, gaz yağı,
tuz, çamaşır
suyu, dikiş ip-
liği, don las-
tiği ve arap
sabununa va-
rıncaya kadar
aklınıza gele-
bilecek he-
men her şeyi
veresiye alır, ay başında ödenmek üzere Bakkal
Mustafa Abinin o meşhur kara kaplı defterine
yazdırırdı.
Benim ise okula gittiğim günlerde, sabahın o ilk
saatlerinde dükkana her girdiğimde, burnuma
inceden çarpan deterjan kokularıyla birlikte,
bakliyat çuvallarından, bisküi paketlerinden,
peynir ve zeytin tenekelerinden, taze ekmek,
tahin helvası, lokum kutuları, kolonya şişeleri,
sabun kalıpları ve gazete kağıtlarından yayılan
türlü kokular, bu bakkalın eskimiş ahşap
raflarından, rutubetli döşemelerinden, sarar-mış
ve boyası dökülmüş dolaplarından yayılan
kokularla birleşir, çocukluğumun o horoz şekerli,
leblebi tozlu günlerine götürür, sanki hiç
Sayfa | 10
büyümemişim ve sanki hayatımda hiç bir şey
değişmemiş gibi beni oracıkta öylece bekletirdi.
Kapı eşiğinde beklediğim tam bu sırada, Bakkal
Mustafa Abinin usulca yanıma yaklaşıp "İbo
hayırdır " diye sormasıyla birlikte ise, işte o
zaman da birden kendime gelir, bu beni
çocukluğumun tatlı hatıralarına götüren
hayaline veda ederdim....
Bakkal Mustafa Abimiz muzip ve neşeli biriydi.
Örneğin dükkandan içeriye girip her sigara
almak istediğimde, tıpkı bir Maraş dondurmacısı
gibi sigarayı bana doğru önce bir uzatır, tam
elimi uzatıp almak istediğim de hooop yukarı
kaldırır, sonra bir kez daha uzatır, ama bu sefer
de vermez diğer eline aktarırdı. İçimden bir “la
havle” çekip şöyle son bir hamle yapmak
istediğimde ise, bu kez de sigarayı önce belinin
arkasından, sonra bacaklarının arasından
dolandırıp hızla yukarı fırlatır, ardından o iri ve
hantal cüssesinden beklenmeyecek bir çeviklikle
zıplayıp uzanarak fırlattığı bu sigarayı havada
yakalardı. Ama en sonunda mutlaka, benim o
melül ve mahzun bakışlarımdan etkilenir, “yav
şaka İbo’cum şaka” diyerek gönlümü alır,
özellikle o son plonjon hareketinden duyduğu
derin pişman-lıkla üzülüp sırtımı sıvazlar ve bu
kez gerçekten ama gerçekten sigarayı bana
uzatırdı.
Ben ise tam o sırada, tezgahın hemen üstünde
duran eski teraziyi, o da olmadı köşedeki levyeyi
kapıp oracıkta Bakkal Mustafa Abinin kafasına
geçirmeyi isterdim ama, şu veresiye defterinin
kırk yıllık hatırı, şu "Mustafa Abicim sonra
öderim" cümlesinin arkasında yatan acı
gerçekler, beni bu düşüncelerimden hızla
uzaklaştırır, çizilen karizmamı, yerlerde sürünen
itibarımı bir kenara bırakır, içimden gizlice
saydırmakla yetinirdim. İşte o an, sergilediğim
bu mûnis ve mütevekkil tutum, Bakkal Mustafa
Abinin de hoşuna gider, O'nun o küçük burjuva
hayallerini harekete geçirir, gizli kompradorluk
hevesini de tatmin ederdi.
Bir de basit bir radyo pili almak istediğim
zamanlarda, “Pahalısından mı vereyim İbo
Efendi ?” diye önce nazikçe bir soru sorar, beni
ucuzuna tenezzül etmeyen zengin biri
havalarına sokar, gizlice gururumu okşardı. Bu
sorusuna, “yok abi normal” diye cevap verdiğim
de ise çoğu kez, etrafına yüksek mütevazilik
ödülü dağıtan biri gibi kendisine de bundan pay
çıkarır, böylelikle de, hem ucuz da olsa malını
satmış olmanın verdiği haklı gururla kendisiyle
övünür, hem de, ucuza yönelen tercihimden
yola çıkarak kendisinde tuhaf, anlamsız bir
üstünlük görürdü.
Bense böyle durumlarda bu kez farklı davranır,
pirinç çuvalının içindeki metal küreği kapıp önce
Mustafa Abinin ağzına sokmayı, sonra bir tur
çevirip o altın sarısı dişlerini damaklarından
Sayfa | 11
ayırmayı düşünür, ardından aynı küreği bu kez
bir fırın küreği gibi ileri geri ittirip, en sonunda da
çenesinden teğet geçecek şekilde sağdan sola
doğru bir kavis çizmeyi ve Mustafa Abinin o lanet
olası ağzını tam ortasından ikiye ayırmayı hayal
ederdim.
Ama o an, ben bu hayali kurarken Mustafa Abi
de boş durmaz, kasanın hemen karşısındaki
duvara monte otuzyedi ekran Grundıg
televizyonunda seyrettiği
Cüneyt Arkın filmini
düşünür, "daha ne
bekliyosun İbo " dercesine
gözlerimin içine bakar ve o
kahrolasıca pilleri alarak bir
an evvel çekip gitmemi
isterdi. Üstelik o sırada bir
tahsildar, toptancı yada
müşteri gelse bile istifini
bozmaz, yerinden kımılda-
maz, seyrettiği filmin en
heyecanlı yeri olan kovala-
maca sahnesinin de bitme-
sini beklerdi.
Keyfi yerine geldiğinde ve
mesela peynir istendiğinde
ise, önce önlüğünün kolla-
rını kıvırıp hafifçe yukarı
kaldırır, elini peynir teneke-
sine daldırıp bir kalıp peynir
çıkarırdı. Sonra peynirin
kenarından bir parça kese-
rek bıçağının sivri ucuna takar, müşterisine
doğru yavaşça uzatır ve tatmasını sağlardı. Daha
sonra da peynir kalıbını bir yağlı kağıdın üzerine
bırakır, bir kısmını keser ve baskülünde tartardı.
Bütün bu merasimin ardından ise Bursa işi
bıçağın kenarına yapışmış peynir kırıntıları da dil
atılarak yalanır, böylelikle de, peynir kesme
bıçağı da sterilize edilir ve gerekli hijyen
sağlanırdı.
İkna kabiliyeti de bir hayli yüksekti Mustafa
Abinin.
“Yapılan araştırmalara göre” diye gayet ciddi
söze başlar, örneğin şu elinde görülen pilin
normal pillere göre en az on kat daha fazla uzun
ömürlü olduğunu anlatır, kaşla göz arasında
müşterisini ikna eder ve en pahalı olan pili o
zavallıya aldırırdı. Ya da biip marka kireç
önleyicinin, biip marka kireç önleyiciye göre
bilmem kaç kat daha fazla
etkili olduğunu söyler,
Madonna’nın bile bu kireç
önleyiciyi kullandığı
iddiasında bu-lunur,
müşterilerin bilinç altına
derinlemesine nü-fuz
ederek en inatçı ola-nını
dahi ikna etmeyi ba-
şarırdı.
Bakkalda bulunmayan bir
şey sorulduğunda ise asla
“yok”, “bizde bulunmaz”
gibi şeyler söylemez, “kal-
madı, ama yarın gelecek”
tarzında müşterisine ümit
veren, tekrar uğramasını
telkin eden cevaplar ve-
rirdi Mustafa Abi. Hani
“Lorenzonun yağı var mı
Mustafa Abi?” diye sora-
cak olsanız, “olmaz mı,
ama az önce bitti” diye
cevap verir, sanki aslında varmış da yoğun talep
sonucu tükenmiş gibisin-den de bir hava
estirmeyi ihmal etmezdi dükkanda. Ya da
örneğin süt kalmamışsa eğer, “ayran verelim
abla ayran” der, ayranın aslında sütten ne kadar
da çok faydalı olduğunu, şu sıcak yaz günlerinde
ne kadar da iyi gideceğini, sütün aslında öyle
zannedildiği kadar da iyi bir şey olmadığını
anlatır, konuyla ilgili şöyle kısa bir nutuk çeker,
müşterisini bir güzel aydınlatırdı.
Sayfa | 12
Mustafa abi aynı zamanda tam bir ekmek arası
tutkunuydu.
Bazen öğlen vakti acıktığında, bir limon sandığını
yada gaz yağı tenekesini ters çevirip üzerine eski
bir gazete kağıdı serer, dumanı tüten taze bir
ekmeği de alır ortasından ikiye bölerdi. Bu
ekmeğin arasına kimi zaman pas-tırma, helva,
beyaz peynir ve kavurma, kimi zaman da kaşar
peyniri, salam, sucuk ve yumurta doldurur, kâh
ekmeğinden ısırır, kâh da çayından bir fırt çekip
aç karnını doyururdu. Kimi zaman da canı
çektiğinde kendisini tutamaz, küçük bir
tencerede haşladığı fiyonk makarnaları,
zeytinyağlı dolmaları yada bir sahan dolusu acılı
menemeni
bütün bir ek-
meğin arasına
boşaltır, taze
ekmeğin kena-
rıyla kapların di-
bini sıyırır, daha
sonra da “şlip,
şlip” sesleri çı-
kararak par-
maklarını yalar-
dı.
Dükkanda yu-
murta kolileri-
nin bulunduğu
köşede,
mermer tezgahın hemen üstündeki bölümde,
ızgaraları kararmış, eski bir de tost makinesi
bulunur, onun hemen yanındaki ahşap zeminde
de içinde erimiş yağ topağı bulunan kirli bir
margarin kasesi dururdu. Pelteleşmiş yağ
topağının tam merkezinde ise yere kırkbeş
derecelik açıyla bakan bir de bıçak bulunur, bu
bıçakla alınan nebâti margarin yağı kimi zaman
kaşarlı, kimi zaman da sucuklu tostların üstüne
sürülürdü.
Mustafa Abinin küçük tüpte sucuklu yumurta
yaptığı günlerde ise keyfine diyecek olmaz, ağzı
kulaklarına varırdı. O gün, kulplu bakır tavaya
doğradığı neredeyse bir kangala yakın ve yüzde
yüz malak etinden mamül fermente sucuğun
üzerine yedi sekiz tane yumurta kırar, kısık
ateşte belli bir süre pişirir, üzerine de bir tutam
acılı Maraş biberi serperdi. Daha sonra da tıpkı
bir pötibör bisküvisini çaya batırırmış gibi
davranır, o muhteşem sucuklu yumurtadan
aldığı lokmayı şöyle bir eliyle tartar, bir su
bardağının içindeki demli çayına bandırıp
olabildiğince hızlı bir şekilde ağzına atardı. En
sonunda da mutlaka, karnının artık doyduğunu
belli eder ve göbeğini sıvazlar, içtiği ikibuçuk
litrelik pet şişedeki kolanın da etkisiyle şöyle bir
geğirir, o an
içinizde ağzının
ortasına kürekle
vurma hissi uyan-
dıran bu eylemin-
den sonra da, açma
kapağının hemen
altındaki şifreyi
otuzikisek-sene
gönderirdi.
Ve işte böylece de,
hayatı bir rüzgar
gibi önünde sürük-
leyen zaman da
hızla akıp geçiyor,
bakkal Mustafa A-
biyle geçen günle-
rimiz birer hatıraya dönüşüyordu.
Şimdi, şu serin ve yağmurlu pazar sabahının ilk
saatlerinde, bakkalımızın camına asılan "Kiralık
Dükkan" ilanını hatırladığımda, bütün bu
hatıralar yerinden fırlayıp bir ok gibi kalbime
saplanıyor, boğazımdan aşağıya inen dikenli bir
tele dönüşüp ruhumu sarıyordu.
Sokağımızdaki bakkalın kapanmasıyla, çocukluk
günlerimizden kalan bir mekan daha tarihe
karışacak, bir büyülü zaman dilimi daha hayal
olacaktı.
Sayfa | 13
SEN AŞK’SIN
Güneşin uçsuz bucaksız raksıyla,
Çamlıca’dan bakıyorsun bu sabah da,
Öyle tepeden tepeden…
Saçların, tozpembe rüzgârlarla savrulurken,
Efsunlu gözlerindeki bu kibir de neden?
Asilik en çok sana yakışır,
En çok sen varsın şairlerin sana ram dillerinde,
En çok sen sevilirsin yüreklerde, özlemlerde,
Hep sen söylenirsin destansı dizelerde...
Yuşa’dan da, Fatih’ten de bakışın bir başka,
Eğilmez başın asla, hiçbir aşka.
Cihan âşık, cihan sana pervane,
Surlarından, Topkapı’ndan, Eminönü’nden,
Irk, dil, din gözetmeden,
…………….
Kollarını açarsın da,
Yüz vermezsin cân-ı gönülden.
Duymazdan gelirsin senin için atılan vaveylaları
Buğulu bakışlarından mahrum eylersin de,
Vakarın dilden dile dökülsün istersin.
Bu şımarıklık belli ki âşıklarından,
Bu süzülüş belli ki tarihinden, sevdalılarından...
Öyle bir gülümse, öyle bir gülümse ki;
Sımsıcak sarıl sana âşık dostlara.
Sen İstanbul’sun,
Sen Sevda’sın,
İlmek ilmek tarih kokan duvarlarınla.
SEHER YILSEHER YILSEHER YILSEHER YILDIRANDIRANDIRANDIRAN
Fotoğraf: Özgür Özoğul
Sayfa | 14
ÜZEYİR YİĞİT
ile
Çay
üzerinden
hikayesini
konuştuk.
Fotoğraflar: Mustafa Kılıç
Söyleşi: Talip Tosun
Dem’ini suyundan başka kaba koyarlar çayın
fakat ikisi bir kaba dökülünce içilmeye hazır
çay olur. Tek başına bir tat yoktur; biri hep bir
diğerini öne çıkarır ve o diğerinde yok olur. Bu
yüzden başkasını tanıyamayan kendini de
tanıyamaz… Çıkarın kelimelerinizi, benim
dediğiniz kavramlarınızı, sevdanız yahut
kavganızı neyiniz varsa, bir başkası olmadan
ifade edebilir misiniz onları? Böyledir işte
ama insan kendini de tanımak istemez…
Olmasa da olur belki ama olmazsa tadımız da
olmaz dediğimiz alışkanlıklarımız var.
Bunlardan birisi de hiç şüphesiz içtiğimiz çay.
Biraz da abartarak söylersek; sabahın aydınlık
müjdesi, akşamın yorgunluk tesellisi onunla
gelir.
“İnsan, ister bir arkadaşı olsun ister bir işi
olsun bir süre sonra onunla ister istemez
özdeşleşiyor” diyor Üzeyir abi. Sonra ekliyor;
“seveceksin ve emek edeceksin… Sevmeden
yaptığın iş sırıtır.”
Bu sayımızda işinde dem’ini almış bir
büyüğümüz, Üzeyir abimiz ile konuştuk.
Söyleşi için kendisinden randevu
istediğimizde o kadar yoğundu ki iş yerinde
konuşma imkânı bulamadık. Biz de kendisini
iş çıkışı personel servimize davet ettik.
Sağolsun, bizi kırmadılar ve iki akşam iş çıkışı
servis yolculuğumuz boyunca biz sorduk,
Üzeyir abi de cevapladı. Bize hem kendi
dünyasını açtı hem de basit ama hayatın
mihengi noktaları olan değerlerimizi tavsiye
etti. Buyurun, bir çay da siz alın.
Üzeyir abi bize kendini anlatabilir misin?
Nerelisin, Albaraka’da nasıl ve ne zaman
çalışmaya başladın?
1966 Afyon doğumluyum. Askerden geldikten
sonra 1989 yılında İstanbul’a geldim.
Perpa’nın su tesisat işlerinde çalıştım. Sonra
Afyona döndüm. Eniştem İstanbul’da idi ben
de ramazanda eniştemleri ziyarete gelmiştim.
Eniştem bana iş araştırmış, kendilerini
ziyaretim esnasında Albaraka çalışır mısın
dedi. Ben de Albaraka’yı bilmiyordum,
“Albaraka nedir?” diye sordum, o da tam
olarak bilmediğinden “banka gibi bir şey”
dedi. Banka kelimesini duyunca biraz cazip
geldiğinden dolayı “peki” dedim, “olursa
memmun oluruz” dedim. 1989’un haziran
ayının onbeşinde de Albaraka’ya girdim.
Benim Albaraka’ya girişim de şöyle oldu:
genel müdürlükte çaycı olarak çalışan Konyalı
bir arkadaş Konya şubesine geçince onun
yerine ben, çaycı olarak işe aldılar.
Genel müdürlükte biraz çalıştıktan sonra
Ümraniye şubesi açıldı, beni de BİM’in
tahsilat işlemlerine bakmam için Ümraniye
şubesine gönderdiler. Ümraniye şubede dört
Sayfa | 15
yıl bu işi yaptıktan sonra BİM’in tahsilat
işlemlerini genel müdürlüğe aldılar ve ben de
tekrar genel müdürlüğe geldim ve iki yıl da
burada yine aynı işlemleri yaptım. Sonra BİM
işlerini bankamız yapmayı bıraktı ve ilgili
servisi de kapattılar. Servis kapanınca bana
“çaycılık işine döner misin?” dediler tabi
yaptığım iş olduğu için ben de kabul ettim ve
çaycılık işine altı yıl sonra tekrar geri döndüm.
Yani askerden geldikten bir sene sonra
yirmiüç yaşında Albaraka da işe başladım.
Kısmetmiş o günden bu güne çalışıyoruz.
Askerden önce köyünde köy işlerinde hiç
çalışmadınız mı? Tarım, hayvancılık gibi.
Yok. Tarımı, hayvancılığı babam yapmış ama
ben yapmadım. Ben inşaatın kaba işlerinde ve
sıva işlerinde çalıştım. Çatıdır, demirdir,
duvardır, kalıp işlerinde çalıştım…
Ne kadar süre çalıştın bu işlerde?
Askerden önce onyedi yaşlarımda sonra üç
dört yıl çalışmışım. Afyonda o zaman
müteahhitler bir işi aldı mı temelden alıp
çatıya kadar bitirirdi. İlk başlarda amele
olarak başladım herkes gibi sonra usta olarak
çalıştım, her işte de böyledir, önce amele
olarak başlarsın sonra usta olursun.
Albaraka’da eski binada hangi katlarda
çalıştın?
Eski genel müdürlük binasında çalışmadığım
kat hemen hemen kalmadı. Genel müdürlük
katında uzun bir süre çalıştım.
Hangi genel müdürlerle çalıştın?
Yalçın (Öner) bey ile çalıştım, ilk genel müdür
Yalçın Bey’di. Ondan sonra Osman Akyüz Bey
ile çalıştım. Osman Bey’den sonra da bir
arada Kuveyt Türk’ten gelip birkaç ay
çalıştıktan sonra giden bir genel müdür vardı
şimdi ismini hatırlayamadım, onunla çalıştım.
Sonra rahmetli Adnan Bey ile çalıştım. Adnan
Bey’in son zamanlarına doğru aşağı katlara
gittim.
Çaycıların o zamanlar da nöbetleri var mıydı
peki? Sabah erkenden gidip tüm katların
çaylarını demleme nöbeti? Kaçta
kalkıyordunuz nöbete gitmek
için?
Şimdi olduğu gibi o zamanlarda
çaycıların sabah nöbeti vardı.
Genel müdürlük Mecidiye-
köy’deydi benim evim karşıda
(Anadolu yakasında) Çekmeköy
Taşdelen’de. Nöbet günlerimde
sabah beşte kalkıp altı arabasına
biner saat yedide genel
müdürlükte olurdum. Personel
saat sekiz buçuk dokuz gibi
geliyordu, onlar gelene kadar tüm
katların çaylarını demlemiş
oluyordum. Mesai başladıktan
sonra da müdürler tarafından sipariş verilen
çay servisleri yapılıyordu sonra da çalışanların
sabah çaylarını servis yapıyorduk, böyle işte…
Bildiğiniz gibi 2010 yılında bankamızın genel
müdürlüğü Ümraniye’deki yeni binasına
taşında. Uzun yıllar eski binada çalıştınız,
2010 yılından beri burada yeni binada
Sayfa | 16
çalışıyorsunuz. Bir karşılaştırma yapacak
olursak eski bina ile yeni bina arasındaki
çalışma şartları nasıl?
Yeni binada personel alımından dolayı
katlardaki kişi sayısı artı, benim katımda
seksene yakın kişi var. Tabi
toplantı falan olduğu
zaman bu sayı doksan-yüz
olabiliyor. Bu da çalışma
şartlarını zorlaştırıyor, tek
kişiyi zorluyor…
Çalışma ortamı açısından
ne dersin?
Eski genel müdürlükteki
çay ocakları genişti, daha
rahat çalışabiliyorduk.
Burası eskisine göre biraz
daha dar, dar olduğu için
rahat hareket edemiyor-
sun. Plan proje böyle
yapılmış, nasip böyle imiş.
Yapılmış bir yeri bundan
sonra değiştirme imkânı
var mı yok mu bilmiyorum
tabi.
Günde kaç defa çay servisi yapıyorsunuz?
Günde dört servis defa çay servisi yapıyoruz
ama servis harici olarak birim müdürlerimizin
misafirleri oluyor onların çaylarını servis
ediyoruz. Ben onüçüncü katta çalışıyorum,
katımda üç adet müdürlük var, bilhassa
Strateji müdürlüğü benim katımda strateji
müdürlüğünün işi gereği dışardan misafirler
oluyor ona göre de çay servisimiz artıyor.
Dolayısıyla yoğun bir tempoyla çalışıyoruz
akşama kadar.
Hangisini daha bir severek yapasın; çay,
kahve, bitkisel çaylar?
Albaraka başladığımdan beri ben işe
gitmesem demedim. İnsan severek çalışıyor-
sa başarılı olabilir. Hepsini seviyorum ama çay
servisi yaparken kahve istendiği zaman elimiz
ayağımıza dolaştığı da oluyor, bazen de böyle
olur, olsun. Tek kişi çalıştığımız için elimizden
geldiğinin en iyisini yaparak yetiştirmeye
çalışıyoruz. Çayı da
kahveyi de severek
yaparım ben.
Size göre iyi bir çay
yapmanın formülü
nedir?
Çayın iyi olması lazım
öncelikle, sonra çay
rutubetli yerde kalma-
mış olması lazım, çayın
kuru olması lazım. Çay
otunun iyi olmasının
yanında suyun da iyi
olması lazım. Soğuk
veya kireçli su ile iyi
çay olmaz. İyi bir çay
için suyun iyi kayna-
ması lazım ayrıca.
Çay demlerken
bankadaki dem
demliklerine ne kadar
çay otu atıyorsunuz?
Bizim demlikler büyük olduğundan dolayı bir
demliğe üç su bardağı çay otu atıyoruz. Bir
demlikten ortalama kırk-kırkbeş küçük çay
bardağı çay çıkabiliyor. Bir kilo çay otundan
sekiz demlik dem yapılır ve toplamda
üçyüzelli’ye yakın küçük bardak çay çıkar. Bu
da bizim günlük yaptığımız çaydır.
İyi bir dem için çayın kaç dakika beklemesi
gerekir?
İyi bir dem için çayın yirmibeş-otuz dakika
beklemesi lazım. Demlenen çay ise bir saat ile
bir buçuk saat içerisinde tüketilmesi gerekir
Sayfa | 17
yoksa çayın tadı kaçar, çay çaylıktan çıkar
yani.
Çalışma hayatınız boyunca çok çay içiyor
dediğiniz kimse oldu mu?
Yok. Çok çay içiyor diyebileceğim kimse
görmedim ama çay içmesem başım ağırıyor,
çay içtikten sonra işe daha iyi adapte
oluyorum diyen arkadaşları gördüm.
Herhangi bir çalışanın kendi birimindeki tüm
arkadaşları ile her gün görüşme imkânı
olmuyor ama çaycılar günde en az dört defa
herkesi görüyor. Dolayısıyla herkesle
muhabbet etme imkanı veya bazen şakayla
takılmalar da oluyor mu?
Tabi ki, katındaki herkesle görüşme imkânın
oluyor. Çay dağıtma esnasında ayaküstü kısa
muhabbetler veya şakayla takılmalar da
olabiliyor bazen. Zaten herkesle konuşacak
olsanız işinizi yapamazsınız. Herkesle bir
dakika muhabbet etseniz tek seferde en az bir
saat muhabbet etmeniz gerekir.
Yirmiyedi yıllık çalışma hayatınızın yirmibir
yılını çaycı olarak çalışmışsınız. Bunca yıllık
beraberlikten dolayı çay ile kurmuş
olduğunuz bir ünsiyet bir bağ oluşmuş mu?
Yani kişinin en sevdiği bir eşyası yahut bir
uğraşısı gibi bir bağ?
Tabi ki insan, ister bir arkadaşı olsun ister bir
işi olsun çalıştığı süre boyunca onunla ister
istemez özdeşleşiyor. Çünkü Mevla’m insanı
öyle bir şekilde yaratmış ki, insan denizde
çalışsa denizle özdeşleşiyor, havada çalışsa
hava ile özdeşleşiyor. Ayrıca rabbim kime
rızkını nerden nasip ettiyse oraya karşı bir
sevgi oluşturuyor. Tabi, sevgi olmasa bir işi
hakkıyla yapamasın, sevgi ve emek;
seveceksin ve emek edeceksin, emeksiz
yemek olmaz. Sevmeden yaptığın iş sırıtır.
Bu sırıtma çaya da yansır mı?
Yansır, her şeye yansır. Sevgisiz yapılan bir
şeyin tadı olmaz. Zaten şu an ki dünyayı kana
bulayan şeyin birincisi sevgisizlik ikincisi de
inançsızlıktır. Bu bağ olmadan her şey
negatiftir.
Çay yaparken veya çay ocağında çalışırken
şarkı söyler misin?
Bazen. İnsanın hüzünlendiği zaman veya
neşelendiği zamanları oluyor, bu zamanlarda
çay ocağında bazen söylüyorum. Tabi ki
kimseyi rahatsız etmeden, bir şeyler söylerim.
Ne söylersin? Şarkı, türkü?
Türkü veya güzel bulduğum şarkıları söylerim.
Arabesk müziği genel de sevmem ama içinde
güzel şarkılar da var onları da söylerim. Tüm
müzik şekillerinden hoşuma gidenleri
söylerim. Şuan aklıma Barış Manço’nun
“unutma ki dünya fani” şarkısı geldi, bu
şarkıyı severim, zaman zaman da söylerim.
Evde müzik dinler misin?
Evde müzik dinlemem, şarkı türkü dinlemem,
basit dizileri izlemem. Haber izlerim. Şuan
Suriye ve Irak’ta olanlar ülkemizi çok
yakından ilgilendiriyor, o haberleri takip
ederim. Bunun yanında siyasetle sporla
Sayfa | 18
ilgilenmem. Bazen dini konularla ilgili
programları izlerim.
Hafta sonu bir günün nasıl geçiyor? Özellikle
uğraşmayı sevdiğiniz bir iş var mı?
Sabahları hafta içinden farklı değil. Sabah
namazdan sonra kahvaltı yapıyorum.
Kahvaltıdan sonra eş, dost, akrabalardan
düğün, nişan davetiyesi gelmişse veya
tanığımızı ziyaret edeceksek, yine
yakınlarımızın cenazesi varsa cenazesi o işlere
bakarım. Bir de biz inşaat işlerinden
geldiğimiz için evde tamir edilmesi gereken
bir yer varsa o tamirleri yaparım. Herhangi bir
işim yoksa oturup Kur’an okurum. Dini
konularla ilgili kitap okurum. Bazen de
çocuklar, baba gel gezelim derler onlarla
gezmeye giderim.
Kur’an ezberiniz var mı? Bir de dini konularla
ilgili kitap okurum dediniz şuan eliniz de
hangi kitap var?
Kur ’andan namaz sureli dışında bir ezberim
yok. Küçükken ezberimiz olmadığından şimdi
yok. Elimdeki okuduğum kitaba gelince,
Diyanetin hazırladığı “Kur’an’dan Öğütler”
kitabı şuan elimde.
Bazen çocuklarla gezerim dediniz.
İstanbul’da en çok nereleri seversiniz?
Özellikle sevdiğiniz bir yer var mı?
Özellikle sevdiğim bir yer yok fakat
İstanbul’da Eyüp Sultan’ın olduğu yer, Fatih
Caminin olduğu yerleri seviyorum. Eyüp’te
bazen sabah namazına gittiğimde oradaki
atmosfer benim hoşuma gidiyor bana lezzet
veriyor. Mesela, Sultan Ahmet te çok güzel
ama Eyüp’te almış aldığım manevi havayı
orada pek alamıyorum çünkü Sultan Ahmet’in
oralar manevi havadan çıkmış ta sanki
turistlerin gezdiği yerler olmuş…
Çay’a geri dönersek, çalışırken şimdiye kadar
kimsenin üzerine çay döktün mü? Veya bu
tarz sakarlıkların oldu mu?
İşe girdiğim zamanlarda Arap Müfettişler
gelmişti Mustafa Latif Topbaş Bey ile toplantı
halindeyken nescafe servisi yaparken
müfettişlerden birisinin üzerine nescafe
dökmüştüm. Müfettiş, ben servis yaparken
beni görmemiş olmalı ki bardağı tam
masasına koyarken o anda eliyle bardağa
çarptı ve nescafe pantolonun yanına döküldü.
Hemen dökülen kahveyi temizledik ama
kahve de dökülmüş oldu bir defa. Fakat gerek
Mustafa Bey gerekse müfettişler ikaz
anlamında bir şey demediler. Hatanın
tamamı bende değil ama servis yaparken bir
uyarı yapmış olsaydım belki nescafe
dökülmezdi... Böyle bir olay yaşamıştım
aklımda kalan ender işlerden birisi işte.
Bunca yıllık çaycılık yapıyorsunuz, çayınızı
sevmediğini veya çok sevdiğini söyleyen
oldu mu?
Sayfa | 19
Bunca zaman geçmiş çaylarımı seven de
olmuş olabilir, sevmeyen de olabilir fakat ben
tenkit edilmeye açık birisi olduğum için bana
söyleyebilirler. Birkaç defa çayı
beğenmediğini söyleyen oldu fakat onlar
örneğin açık çay içiyorlarmış ama ben
bilmiyordum koyu çay götürmüşüm, bu
durumu onlar söyledikten sonra açık çay
götürdüm problem kalmadı. Şu anda da
arkadaşların yüzde doksandokuzu çaylarımın
güzel olduğunu söylüyorlar?
Sizin yüzünüze mi söylüyorlar, duyuyor
musunuz?
Çayın güzel olduğunu yüzüme söyleyenler
oldu. Yalnız, genelde insanoğlunun
fıtratından kaynaklı olarak güzel şeyleri söyle
eğilimi yoktur ama kötü olduğu zaman hemen
söylenir. Çaylarımla ilgili olduysa da sert bir
eleştiri ile de karşılaşmadım hep nezaketle
söylediler…
Çalışma hayatın çoğunu yönetici katında
çalışmışsınız. Yöneticilerimiz en fazla
ne içerler? Çay mı, kahve mi?
Yöneticilerimiz çayı daha çok içerler.
Yemekten sonra ise kahve isterler.
Çay makineleri var biliyorsunuz, bir de sizin
yaptığınız şekliyle çay ocakları var. Sizin
yaptığınız şekliyle mi çay güzel olur yoksa
çay makinesinde yapılan çaylar mı?
Ocakta yapılan çaylar daha güzel olur. Çay
makinelerinde çayın demi aynı kazanın içinde
olduğundan çay suyu ile birlikte dem de
kaynıyor. Böyle yapılan çay acılanır, iyi olmaz.
Çay ve kahve nasıl içilir.
Çay olsun kahve olsun bunlar keyif işi, onun
için aç karnına içilmez tok karnına içilir. Bunlar
hazmı kolaylaştırır, sakinleştirir ama aç
karnına içtin mi zarar verir…
Bize tavsiyeniz nedir?
Sabretmek, şükretmek, çalışmak, azmetmek.
Evet, azimli olmak lazım.
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben Teşekkür ederim.
Sayfa | 20
Aygül DEMAygül DEMAygül DEMAygül DEMİİİİRRRRBBBBAŞAŞAŞAŞ
Gazzeli Bir Çocuğum
Sınıfımda gül demetleri, gonca gonca kurumuş
Ensemde soğuk namlu, Vicdanın
mı kurumuş…?
Gazzeli bi çocuğum, bu kadarı yeter mi?
Yüreğimde delikler, o kefenler örter mi?
Acıyı pişirdiniz, aş diye yedirdiniz
Güneşi vurmaz mermi, gün doğmaya korkar mı?
Anne ben de ölürsem, bu savaşlar biter mi…?
Gazzeli bi çocuğum… prangalı yollarım
Özgürce koşmak için dar vakitler kollarım.
Dumanı üstünde şehrin, kan tütüyor geceler
Hangi vakit dokunsan annem zikri heceler
Bir boyun büküklüğü doğuştandır ülkemde
Bana dik dur dediler, geçer bunlar dediler
Ölüm gelip geçiyor bahçemizden oysaki
Bir mülteci kampından daha ne isterim ki
Gazzeli bir çocuğum, selam olsun âleme
Dumanı siper ettim bu ufacık sineme
Yerde kalmazmış ahım bir gün dönermiş dünya
Annem diyor eyvallah, elbet büyüktür Allah
Gazzeli bir çocuğum. La ilahe illallah…
Perdeler aralanır, dünyayı görür gözüm
Bir vicdan çığlığıdır, kimseyi vurmaz sözüm
Acıları katmerle, sofralarımızı kur.
Bir Gazzeli çocuğum, gel şimdide beni vur…
Sayfa | 21
A
IN TIME (ZAMANA KAR≈I)
Bir an için hayal edelim, dünyada paranın
yerini zaman alsın. Nasıl mı? Mesela ekmek
alırken bir türk lirası yerine ömrümüzden beş
dakika verdiğimizi düşünelim. Ya da bir ev
sahibi olmak için hayatımızdan on yıl. Aynı
şekilde çalıştığımızda ise günlük yirmisekiz
saat kazandığımızı varsayalım. Nasıl olurdu
acaba? Konu ömrümüz olunca daha mı dikkat
ederdik nefes alışımıza, daha iyi bir hayat mı
yaşardık? Yoksa har vurup harman mı
savururduk…
Biz bunları düşüneduralım Andrew Niccol bu
fikri kaleme alarak senaryolaştırsın hatta
başrollerini Justin Timberlake ve Amanda
Seyfried’a vererek bir film haline getirsin. In
Tıme. 2011 Amerikan yapımı olan bilim kurgu
aksiyon türündeki bu film “zaman” üzerinden
kurulu bir kapital sistemi anlatmaktadır. Film
25 yaşından sonra fiziksel bir yaşlanmanın
olmadığı ve insanların ömürlerinin kollarında
bulunan sayaca bağlı olan bir dünyada
geçmektedir. Bu sayaç ise sabit olmayıp gider
ve gelirlerine göre artıp azalmaktadır. Kısaca
alışverişte, maaşta, ödemelerde sayacı yani
hayatını kullanman gerekmektedir. Ayrıca
zamanınızı istediğinizle ya da zorla alan birine
devredebiliyorsunuz. Bunu da sadece
kollarınızı bir birine değdirerek
gerçekleştirebiliyorsunuz. Ya sayaç 0 olursa
işte o zaman ölüyorsunuz.
Diğer yandan filmde, toplum katı sınıflara
ayrılmış ve alt sınıftan üst sınıfa geçmek çok zor
bir hal almıştır. Zengin ve fakir arasında uçurum
bulunmakta fakirler günü gününe
yaşamaktayken, zenginler adeta ölümsüz bir
durumdadır.
Böyle bir dünyada Will Salas'ın (Justin Timber-
lake) başından geçen hikâye anlatılır. Salas
toplumun en alt sınıfında annesi ile birlikte günü
birlik yaşamaya çalışan bir işçidir. Günün birinde
annesinin ölmesi ve barda 100 yılı aşkın zamanı
olan biriyle tanışmasıyla hayatı değişmeye başlar.
Bu tanıştığı kişi zaten aklında soru işareti olan
sisteme karşı Salas’ı daha da isyankâr hale getirir.
Tanıştığı kişi gece zamanın hepsini Salas’a
devrederek son dakikalarında intihar eder ve
ölüme olan hasretini gidermeyi başarır. İntihara
kimse inanmaz ve Salas, artık bir katil olarak
gözükmektedir. Polislerden kaçmanın yolunu ise
daha yüksek sınıflara gitmekte bulur ve en üst
sınıfa girmek için yola çıkar. Aklında, sadece
polisten kaçmak değil aynı zamanda sistemi
yıkabilecek düşünceler de dolaşmaktadır.
Filmin bundan sonrası klasik bir Hollywood filmi
gibi seyir eder. En üst sınıfta tanıştığı kişi Sylvia
olur. Sylvia’nın babası ise sistemin ene üstünde
kötü adamdır. Salas bu sebeple Sylvia’yı doğduğu
ve büyüdüğü en alt sınıfa kaçırır ve onunla
yakınlaşmaya başlar. Artık Sylvia da fakirlerin
durumunu görür onlardan yana yani babasına
karşı durmaya başlar.
Ahmet
Çağrı
GÖKALP
Sayfa | 22
Salas’ı durdurmak için işini fazlasıyla
önemseyen zaman Raymond Leon’un peşine
düşer. Leon’da en alt sınıfta doğup
büyümesine rağmen sisteme olan inancı ve
güveni daha
doğrusu siste-
min ona verdiği
görevi en iyi
şekilde yapma-
ya çalışmakta-
dır.
Raymond Leon
ve savunduğu
sistem hiçbir
şe-kilde taviz vermemekte-dir. Buna karşı
Salas ve Sylvia fakirler için bir şeyler yapmaları
gerektiğini düşünürken bunun yolunun
hırsızlık olduğuna karar verirler ve zaman
bankalarını soyup içerdeki zamanları fakir
insanlara dağıtarak sisteme karşı bir
ayaklandırma oluşturmaya başlarlar. Filmin
sonunda tabi ki iyi taraf kazanmakta ve polis
ile Sylvia’nın babası kaybetmekte ve sistem
yıkılamamaktadır. Salas ve Sylvia’ya gelince
onlar, hırsızlığa devam ederek çaldıklarını
fakirlere dağıtmaya devam etmektedirler…
Filmde benim nazarı dikkatimi celbeden iki
nokta oluştu. İlki oluşan sistem. Bu film gibi
yapılan çoğu filmde azınlıkta olan zengin bir
kesim dünyayı yönetir. Çoğunluk ise fakir olup
sömürülür. Ve bir ütopya olarak sömürülen
kısım isyan eder ve düzeni değiştirir. Her
filmde bunu işlenmesi hatta gerçek hayatta da
vuku bulması insanın aklına “acaba
âdemoğlunun geninde güçsüz olduğunda
sömürülmeye karşı tepki gösterememe mi
bulunmakta” sorusu gelmekte. Evet, insanlar
toplu yaşamalarından dolayı yönetilmeye
muhtaçlar lakin iktidardaki kişinin ya da
sistemin yozlaşmasına karşı toplum içi
dinamiklerin duyarsız kalması neyle
açıklanabilir? Eğitimsizlik, güçsüzlük, filmde-
ki gibi zamansızlık, hayatını devam ettirme
içgüdüsü ya da hepsi. Ya da daha olgu, alışma,
duyarsızlaşma. Öldürülmek istenen bir
kurbağanın yavaş yavaş ısıtılan suda kaynatılıp
öldürülmesi gibi… Ta ki birinin çıkıp “bu su ısını-
yor/(alışıyoruz) çıkmamız lazım” demesini bekler
gibi. Her şeyi görüp bilip
anlatıp ama hiçbir şey
yapmamak sadece bekle-
mek başka bir olguyla
anlatılamıyor bence.
Diğer bir nokta ise filmin
zeminini oluşturan zaman
kavramı. Film de her şey
zamanla orantılı her daki-
kanın her saniyenin hesabı
yapılmakta, çünkü sahip olduğun ve olacağın her
şey kolunda yazılı olan ‘zaman’. Filmi izlerken,
insanların kollarında belirli olan zaman için neler
yaptığını izledikçe, bizler sahip olduğumuz
‘zaman’ın limiti belirsiz, son nefesimizden sonra
bir anımızın bile olup olmadığını bilmediğimiz bu
dünyada sahibi olduğumuz en kıymetli şeyi ne
kadar kolay harcadığımız sonucuna vardım. En
hızlı en kolay vazgeçtiğimiz şey ömrümüz. Hepi-
miz ne gereksiz şeylere zaman harcamışızdır
dönüp arkamıza baktığımızda. Zamanı bu kadar
hor kullana-bilmemizin bence tek ve yegâne se-
bebi bize verilen zamanın belirsiz olması. Bir gün
öleceğimizi biliyoruz ama daima aklımızı hiç
ölmeyecek gibi yaşamak isteyen tarafı kazanıyor
ve hayatımıza bu tarafın isteklerine göre devam
ediyoruz… Belki de iyi yapıyoruz bu sayede insan
olmanın verdiği güzellikleri, hayattan zevk almayı
hata yapabilmeyi başarıyoruz. Ve hatalarımızdan
ders çıkarmayarak aynı hataları yapmayı (!)
Aslında zaman kavramının ne kadar karmaşık,
bizlerin zamana ne kadar çok anlam yüklediğini
ve zamandan ne kadar çok beklentimiz olduğunu
da yazmak isterdim; zaman’ın düz bir çizgi halinde
mi yoksa tren yolları gibi her makasta farklı
kaderlere sürüklercesine mi aktığını. Lakin bana
ayrılan yerin sonlarına gelmekteyim bu sebeple
zaman olgusu ile ilgili farklı filmler izlemek
isteyenler için iki tavsiyem var:
Mr. Nobody (Bay Hiçkimse) ve Predestination
(Kader). İyi Seyirler…
Sayfa | 23
FFFFurkan ORUÇ
Elli beş ekran hayatlarımız vardı. Sade, küçük
ama bi o kadar derin anlamlı yaşanılası
hayatlarımız. Rengârenk misketlerimiz vardı
anlamlar yüklediğimiz ve her bir tanesi uğruna
kavgalar ettiğimiz. Kavgalarımız vardı
yüreğimizle ettiğimiz tıpkı sevdalarımız
hasretlerimiz gibi; asla karşımızdakinin canını
acıtmak, kan dökmek niyetinde olmadığımız.
Çocukluğumdan bu yana bakıyorum da ne
kadar hızlı bir değişimin içindeyiz. Doğru ya da
yanlış değil payımıza düşen; biraz eksiklik, biraz
yalnızlık ve fazlasıyla huzursuzluk. Dünya
değişmiş fark edemedim, ülkem değişmiş,
ailem, çevrem, belki ben değiştim fark
edemedim. Yoksa biliriz de susar mıyız?
Zamane yaşantılarına bakıyorum da,
çocukluğumuz da bize öğretilenlerin şu anda ne
kadar da azı yaşanıyor ya da biz ne kadar da
azını yaşatıyoruz. Her şeye erişmek ulaşmak ne
kadar da kolay. Bu fazlalık, bu tüketim çılgınlığı?
Nasıl da hızla tüketiyoruz. Bu bolluk bereketten
midir sizce? “Bir şeyin bolluğu sayıyla değil
bereketle olur” derdi dedem. Onca varlığın için
de körlük, onca kalabalığın için de yalnızlık…
Haklıymış. Emek yorgunu babalarımızın
annelerimizin saate aldırmadan sürdürdükleri
kapı önü çay sohbetleri evet, fazla bilimsel ve
akademik değil belli ki, ama öyle içten öyle
samimi öyle değerli. Birbirlerini kırmak, kin
tutmak da yoktu en iyisini hep en fazlasını ben
bilirim kavgası da... Kavgalara bile polis
karıştırılmazdı. Karakolluk olunmazdı, zabıtlar
tutulmazdı. En fazla bi söz dalaşı. Çocuklarda,
saç çekmek ve hayvan adları saymak en ağır
küfürdü lugatlarında. Çocukluk iste... Ama hiç
ötekileştirmedik birbirimizi ve hep saf ve içten
duygularla sahiplendik.
Ve büyümek, yaşla değil değişim ve kayıpla
olurmuş onu öğrendik. Güzel olan ne çok şeyi
yitirmek üzereyiz. Sokak oyunları, eksiğini
tastamam edecek vefalı komşuları, varlığıyla
bile seni mutlu edebilecek o arkadaşlıkları.
Hepsi birer değer ve hepsinin eksikliği bir yıkım,
huzursuzluk. Bu değişim çarkı hep işleyecek
bilirim. Bu gelişim bu ilerleyiş bu teknoloji ve
tüketim çılgınlığı. Peki, bunların ne kadarının
farkındayız?
Hayatın neresinde duruyoruz şuan? Her
uyandığımızda o gün ne lazımsa o karakteri
giyiyoruz. Kuşandığımız, kuşattığımız kendimize
ne kadar da yakışıyor, aynada baktığımız bizden
olmayan her bişeye ne kadar da yakıştırdık ne
kadar da güzeliz. Hangimiz binlerce karaktere
sığdırmadık ki kendimizi. Ne lazımsa o olduk ne
iyi geliyorsa ve ne yapılması gerekiyorsa. Kim
anladı gerçekten bizi ve kimi anlayabildik
gerçekten. Hepimiz doğuştan yetenekliyiz
aslında doğuştan oyuncu…
Keşke her değişim ve gelişim bir değer kaybına
yol açmasa. Olmasa keşke…
Bu keşkelerin ayağıma düşürdüğü dermansızlık,
biliyorum bu yaşın alameti değil…
Dizimdeki Dermansızlık Bu Yaşın Alameti Değil
Sayfa | 24
Fotoğraf: Özgür Özoğul
Bâki
Gözlerini giriş kapısının üstündeki çini
işlemelerle süslenmiş şirket logosundan
ayırmadan, mermer merdivenlere doğru ilerledi.
Güneşin şavkıyla parıldayan ve gözleri
kamaştıran merdivenin ilk basamağına besmele
çekerek bastı. Bu refleks duyduğu manevi
hissiyattan ziyade, yaşlı teyzelere has bir
terennümmüş gibi iğreti bir dudak kıpırtısıyla
çıktı ağzından. Girişi merdivenle yükseltilmiş ana
kapıya ulaşmak için derin bir nefes aldı. Camiyi
andıran bir kubbeyle üstü örtülen bu binanın,
işyerinden çok dini bir yapıya benzediğini
düşündü. Ana kapıdan içeri adımını atarken bu
denli yüksek bir kapının altında ezildiğini hissetti.
İçeriyi adımını atar atmaz kendisini karşılayan ve
neredeyse tavana kadar yükselen mekânın
tenhalığıyla ürperdi. Alanı çepeçevre saran ayrı
bölümlerden sanki herkes kafasını uzatmış onu
seyrediyordu. Odaların pencerelerini süsleyen
turuncu ve mavi renkli camlar tavandan giren
ışığa rengini veriyor ve bedeniyle beraber giriş
holünü rengârenk boyuyordu.
Üst kata ulaşmak için kristal trabzanlı
merdivenlere yöneldiğinde daha önce fark
edemediği asansörü gördü. Çalıştığından bile
endişe ettiği bu tarihi asansörün girişi,
botanik bahçesinde sarmaşıklarla yapılmış
giriş takları kadar süslü gözüküyordu. Süslü fakat
metal yorgunluğu ve soğukluğu içinde…
Akordiyon şeklindeki parmaklıkları iki eliyle
birbirinden ayırıp adımını temkinli bir şekilde
attı. İçeriye girdiğinde, aynı şekilde parmaklıkları
ortada birleştirip tedirginliğine şahitlik edecek
bir bakış ararken buldu kendini. Sonra eski
radyoların ışıklı düğmelerine benzer bir tuşa
basıp tanımsız bir yığın metal sesin ürpertisine
bıraktı kendini.
Binanın sanatsal görkemine zıt bir sadelik içinde
koridorda yürümeye başladı. İçindeki ilk iş günü
heyecanı topuk seslerinin ritmini bozuyor ve bu
ses koridor boyunca yankılanıyordu. Haftalar
önce mülakata geldiği odanın önünden geçip
koridorun sonunda yer alan kapıdan içeri girdi.
Hemen karşısında ahşap çıtalarla muntazam
şekilde bölünmüş cam bloğu, oda
penceresinden ziyade büyük bir dükkân vitrinini
anımsatıyordu. Aynı şekilde camın önünde
duran masa ve onu tamamlayan sandalye de bir
ofis malzemesinden çok antika dükkânında
bekleyen objelere… Bir fotoğraf karesini andıran
Ekrem
ŞAHİN
Sayfa | 25
Fotoğraf: Mustafa Kılıç
ve bu zamana ait olmayan eşyalar odanın
boşluğunu alması için konulan aksesuarlara
benziyordu. Dokunulduğunda çiçekleri kapanan
naif bitki edasıyla sandalyeyi tutup itinayla
oturdu. Üzerindeki takım elbiseyi göz
perdesinden kaldırabilse, bir zaman makinesi
içinde yüzyıl öncesine döndüğüne yemin
edebilirdi. Elinde tuttuğu cep telefonunu, sigara
paketini saklayan ergen çocukların
utangaçlığıyla cebine yerleştirdi. Ortamın
iklimini bozar endişesiyle dizüstü bilgisayarını
çıkarıp masaya koymaya imtina ediyordu.
Kariyeri boyunca ulaşmak için hayal ettiği
koltuğa oturabilmenin rahatlığıyla yaslandı. Mor
kadife kaplı koltuk kolçaklarını avuçlarıyla sıkıca
kavrayıp içini dolduran başarı hissinin hazzına
bıraktı kendini. Elleriyle okşadığı bu koltuğa ve
bu makama gelebilmenin gururu kapladı
bedenini. Kibir dolu duyguların ılık
dokunuşlarına bıraktı vücudunu. İlk defa günaha
dokunacak ellerin tedirginliğiyle…
Sandalyesinin boyunu yükseltmek için elini
attığında oturağın alt kısmında dar ve uzun bir
hazneye sıkıştı eli. Çıkarmak için hamle
yapmadan önce parmaklarına dokunan bir
kâğıdın merakı aldı zihnini. Elini acılı ve yavaş bir
hareketle çıkarıp yerinden kalktı. Sandalyeyi
yana doğru çevirip haznenin içindeki kâğıdı
dışarı çıkardı. Dosya kâğıdı ebatlarında ve aharlı
kâğıt renginde eski bir zarftı bu.
Yüzyıllar öncesinden posta kutusunda
unutulmuş bir mektup bulmanın heyecanı sardı
bedenini. Ellerinin titremesine engel olamıyor ve
katlanmış kâğıtlara dokunmaya kıyamıyordu.
Değişik renk ve kalemlerle yazılmış bir liste
duruyordu karşısında. Arapça veya Osmanlıca
harflerle başlayan sekiz on satır sonra Türkçe
harflere dönüşen bir isim listesi…
Eski harflerle yazılmış ilk kâğıt yıpranmış
vaziyetteyken altlarda yer alan ve Türkçe
isimlerin yer aldığı bölüm daha yeni bir görüntü
taşıyordu. İsimler ve hemen karşısında iki farklı
tarih…
En sonda yer alan bir mektup taşıdığı karşılaştığı
bu bilinmezliğe ait soruların da cevaplarını
taşıyordu. Bu yüzyıllık şirkette koltuğa oturan ilk
kişi adını, işe başladığı tarihi ve işten ayrıldığı
tarihi yazıp bir zarfa koyduktan sonra, ilk oyunu
başlatan kişi olarak sandalyenin altındaki
hazneye bırakıvermişti. Yüzyılladır süren bu
küçük oyunda şimdi sıra kendisine gelmişti. Belki
kimileri hiç tesadüf bile etmeden yıllarca görev
yaptı bu sandalyede. Kimileri ise ansızın
gidişleriyle veda tarihlerini not düşmeye vakit
bulamadı. Kâğıtların çevrelerindeki
derkenarlarla, el yapımı süslü çiçeklerle,
geleceğe gönderilen selam ve nidalar arasında
bu koltukta bir ömür geçirmiş onlarca isim…
Sandalyeye otururken içini kaplayan ve benliğin
büyük hazzını yaşatan o gurur şimdi ateş olmuş
bedenini yakıyordu. İçini dolduran bu kibre ilahi
bir mektupla anında cevap verilmişti. Var
olmanın ve kendini var etmenin kıvancı yokluk
deryasının naif uyarısıyla yıkılıyor geriye sadece
içinde beslediği egonun sancıları kalıyordu.
Kendisinden ve isminden utanıp, bu koltuk
saadetinin fanilik tapusu sayılabilecek
mektubun son satırına adını ve işe giriş tarihin
yazdı…
Sayfa | 26
Fotoğraf: Rabia Dursun
BİTER
Yakalar bir yerde, tutar boynundan;
Dünyalar uçar, gider…
Dalmışken ufuğa alır koynundan;
Rüyalar kaçar gider…
Hasret; ebede dek, kavuşmaksa yok
Yakıcı özlem biter,
Ölüm gelir birden, saplanır bir ok,
Korkulan elem biter…
Yol; sonsuzluk yolu, ona varınca
İnişsiz yollar iner,
Etrafı belirsiz kollar sarınca,
Açılan kollar iner…
Gelir Lokman Hekim derman vermeye;
Birden dermanlar biter…
Açılır o ferman kabre girmeye;
Gayrı, fermanlar biter…
Serkan BOZKIR
Sayfa | 27
Fotoğraf: Arif Birsen
Kuş Fotoğrafçılığımın Sebeb-i Hikayesi
Afyon'da İmaret Camisi'ni bilmeyen yoktur. Ve yaşı en az ben kadar olup Afyon'da nane şekeri satıp
isimlere mani söyleyen rahmetli "Naneci Dede" yi bilmeyen de yoktur.
Ortaokul zamanlarıydı, Şemsettin Karahisari Orta Okulu'ndan tipik bir Afyon kış soğuğunda ders
bitiminde okuldan eve doğru gitmek için çıktım. Neden bilmem, Kurtuluş Caddesi'ne ulaşınca yönümü
değiştirip İmaret Camisi'ne doğru gittim. Avlunun yan tarafında Gedik Ahmet Paşa'nın cami külliyesiyle
beraber yaptırdığı hamamın çatı kısmında soğuktan büzüşen güvercinlere bizim Naneci Dede
cebindeki kese kağıdından buğday-arpa çıkarıp veriyordu. "Dede yok mu bize mani?" dedim.
"Kuşlardan sonra sıra sende" dedi.
Güldüm, güvercinleri yemledikten sonra boynuna taktığı küçük heybeden bana bir nane şekeri verdi.
Soğuğun da etkisiyle nane şekerini bir çırpıda hüpletirken:
"Dede, önce niye kuşlara mani söyleyip yemledin" dediğimde bir kuşlara birde caminin önünden geçen
asfalt yola bakıp:
"Kuşların zikrini ademoğlu duysaydı, sokakta arlarından yürüyemezlerdi" dedi.
Sonra bana dönüp "Neydi senin adın soyadın?" dedi.
"Arif, Arif Birsen" dediğimde yine kuşlara bakıp "Birsen olsun gari" deyip manisini bitiriverdi:
" İnsan, her zaman,
Arar bir yaren
Benim yarenim,
Bir Allah, bir sen"
"Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her
biri kendi duâsını ve tesbihini bilir. Allah onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilendir." Nûr Sûresi/41.Ayet
Arif BArif BArif BArif BİRSENRSENRSENRSEN