1453 dergisi 18. sayı

132

Upload: hadiep

Post on 28-Jan-2017

328 views

Category:

Documents


16 download

TRANSCRIPT

Page 1: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 2: 1453 Dergisi 18. Sayı

Baskı - CiltP

(0212)

Renk Ayrımı / CTPB

Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir.

Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARIİstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.

Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüNurten ŞAFAK TOPCU

Yayın KuruluMüjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL,

Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Altay ÜNALTAY, Yaylagül CERAN, Ferudun AY, Gülsüm SEZGİN

Sanat YönetmeniAydın SÜLEYMANZADE

Grafik Tasarım Şükran KUMRAL

FotoğraflarErsin ÇETİNTAŞ, Alp ESİN, Abdurrahman DOĞAN

Reklam KoordinatörüMustafa YALMAN

Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili)

İletiş[email protected]

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına SahibiAhmet SELAMET

Genel Yayın Yönetmeni Nevzat KÜTÜK

Yayın Danışma KuruluProf. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI,

Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ, Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU

Yayın KoordinatörüFatih YAVAŞ

SAYI 18 / 2013BU BİR SÜRELİ YAYINDIR

PARA İLE SATILMAZ

YAYIN

YÖNETİM

YAPIM KÜLTÜR A.Ş.

Page 3: 1453 Dergisi 18. Sayı

BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA

GEÇİŞİN AKTÖRLERİ Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ

MAHYACILAR Prof. Dr. İsmail KARA

18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI

ESNAFI Dr. Ergin ÇAĞMAN

MİNİATÜRK SOMUNCU BABA

AJANDA

ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF Prof. Dr. Suraiya FAROQHI

KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER...Fulya İBANOĞLU

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL

ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI Ferudun AY

BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET Sennur SEZER

MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE

Söyleşen: Esra ERKAL

OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR Doç. Dr. Bayram NAZIR

KAYMAKÇI PANDOSöyleşenler:

Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL

İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI

Adnan ÖZYALÇINER

OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK

Dr. Mustafa DUMAN

İSTANBUL MEKANİSTANBUL KİTAPÇISI

İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ Söyleşen: Fatih YAVAŞ

ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVRENProf. Dr. Ahmet KALA

KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK

VE İCÂZET USÛLÜDoç. Dr. Fatih ÖZKAFA

130

126

118

112

100

9286

7870

6254

4638

3226

181012

8

Page 4: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 5: 1453 Dergisi 18. Sayı

sı, geleneği ve Ahiliğe de yer verilerek konunun etraflıca ele

alınması amaçlandı. Bu konuda belediyemizin özveriyle çalı-

şan, kaliteli işlere imza atan kurumu İSMEK üzerine bir söyleşi

gerçekleştirildi. Konusunda uzman kalemlerin ele aldığı ma-

kalelerden oluşan yeni sayımızı sizlere sunmaktan mutluluk

duymaktayız.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak sözlerime son

verirken, dergimizin bu sayısına katkıda bulunan kıymetli

araştırmacılara ve derginin yayınında emeği geçen tüm mesai

arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim.

Teknolojinin gelişmesi ve ihtiyaçlarımızın değişmesi sebebiyle

eskiden kullanılan pek çok eşyaya ya da hizmete bugün gerek

duymadığımız; ihtiyaç duyduklarımızın ise artık farklı yöntem-

lerle yapıldığı aşikârdır. Örneğin artık günlük hayatımızda bir

bakırcıya, tesbih ustasına veya yorgancıya ne kadar ihtiyaç du-

yuyor veya ne kadar rastlıyoruz?

Zamanla yok olmaya yüz tutan, nesillere aktarılmadığı takdir-

de sadece kitaplarda kalacak kültürel değerlerimiz hakkında

farkındalık oluşturmak amacıyla 1453 İstanbul Kültür ve Sanat

Dergisi’nin bu sayısı “İstanbul’da Zanaatkârlar” konusuna ay-

rıldı. Dosyada zanaat ve zanaatkarlığın yanı sıra esnaf lonca-

TAKDİM

Page 6: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 7: 1453 Dergisi 18. Sayı

esnaf” başlıklı yazısı, İsmail Kara’nın mahyacıları, folklor uz-

manı Mustafa Duman’ın yorgancıları, Fulya İbanoğlu’nun

sahafları, Fatih Özkafa’nın hat sanatındaki meşk ve icazet

usûlünü konu edindiği makalelerle oldukça zengin bir sayı

hazırlama gayretinde olduk.

Günümüzde unutulmaya yüz tutmuş pek çok sanatın ve za-

naatın yeniden hayat bulmasında önemli katkıları bulunan

İSMEK’i yakından tanımak amacıyla İBB Genel Sekreter Yar-

dımcısı İbrahim Kapaklıkaya ile bir mülakat gerçekleştirdik.

Ünü yurt dışına ulaşmış, bugün kahvaltı denince İstanbul’da

akla ilk gelen isim olan Kaymakçı Pando ile Beşiktaş’taki

minik dükkânında bir söyleştik. Kaymakçılıktan esnaf ilişki-

lerine, mahalle hayatına kadar pek çok şeyden dem vurdu-

ğumuz Pando Sestako’nun renkli sohbetini dergimizin sayfa-

larında bulabilirsiniz.

19. sayımızın hazırlıklarını sürdürdüğümüz bugünlerde, 2014

yılının sizlere güzellikler getirmesini temenni ediyoruz.

1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin elinizde bulunan

18. sayısında İstanbul’un tarihinde sanat, sosyal yaşam, eko-

nomi gibi pek çok açıdan önemli bir yeri olan, kentin büyük

kesimini oluşturan “zanaatkarlar”ı konu aldık.

Özellikle Tanzimat dönemi yapılan çalışmalar sonucu

zanaatkârların sadece mahallelerinde, kendi halinde faaliyet

gösteren esnaflar olmadığı, bilakis kurdukları lonca teşkilatı

sayesinde devlet kurumlarıyla ilişkiler kurup taleplerini ve

şikâyetlerini ilgili yerlere iletebilen, büyük etki alanlarına sa-

hip oldukları ortaya çıkmıştır.

“İstanbul’da Zanaatkârlar” başlığını taşıyan bu sayımız;

Emin Nedret İşli ve Ömer Durmaz’ın ortaklaşa kaleme aldı-

ğı, Babıâli’nin Ressamları: Zanaat’tan Tasarım’a Geçişin Ak-

törleri isimli, basın-yayın dünyasının vazgeçilmez emekçileri

ressamların (bugünkü deyişle illüstratörlerin) zaman içinde-

ki serüvenini konu edinen makaleyle başlıyor. İstanbul’da-

ki sosyal hayat üzerine çalışmaları olan Suraiya Faroqi’nin

“Çiçek satıcıları: çiçek ve çiçeksever arasında bağlantı kuran

Kültür A.Ş.

SUNUŞ

Page 8: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 9: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 10: 1453 Dergisi 18. Sayı

19’uncu yüzyıl sonundan 20’nci yüzyılın sonuna kadar kitabevleri,

matbaalar, gazete idarehaneleri, mücellitler, kırtasiyeciler, klişeciler velhasıl

Babıâli Türk basınının kalbi olmuştur.

Eskiden yayınların hazırlandıkları yer, aynı zamanda basıldıkları yerdi.

Babıâli’deki yayınevleri, gazeteler ve matbaalar, kurum içinde görevli ya da

kendilerine dışarıdan iş üreten çizerlerle çalışırlardı. Çizgiyle yapılabilecek

her iş onlardan istenirdi.

Emin Nedret İŞLİ*, Ömer DURMAZ **

ZANAAT’TAN TASARIM’A GEÇISIN AKTÖRLERI

Page 11: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 12: 1453 Dergisi 18. Sayı

12

BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ

ler kadar, klasik resim yapan devrin isim yapmış ressamla-rı, resim hocaları da Babıâli’de boy gösterdi. Yurtdışından hakkâk diye isimlendirilen zanaatkârların getirildiği ya da yabancı dergilerdeki illüstrasyonların kopyalanıp kullanıl-dığı uzunca süren bir geçiş döneminden sonra, sınırlar çizil-meye, mesleğin çerçevesi belirmeye başladı. Babıâli kendi ressamlarını yetiştirir hale geldi; kuşaktan kuşağa geçen bir gelenekten söz etmek mümkündü artık. 1950’lere gelin-diğinde taşlar yerine oturmuş, alan uzmanlıkları oluşmuş, mesleğin erbabları çoktan devrin ünlü simaları arasına

girmişti. 1960’lardaysa Türkiye’nin dünya ile kurduğu ilişkilerle Babıâli de değişmiş, eğitim kadroları ve müfredatları gelişen okullarla zana-attan tasarıma geçiş tamamlanmış-tı, uluslararası değerleri amaçlayan bir üretim başlamıştı.

Babıâli ressamları, gazeteler pla-zalara taşınıp basın–yayın dünya-sı Cağaloğlu’nu terk edene kadar önemini korudu; baskı teknoloji-lerinin gelişip bilgisayarlı üretimin başlaması; illüstrasyon, grafik tasa-rım, karikatür, çizgi roman, tipografi gibi disiplinlerin ayrımının derinleş-mesiyle yavaş yavaş azalıp Babıâli hâtıralarında yaşamaya başladılar.

Babıâli’nin Tarihi

19’uncu yüzyılda Osmanlı İmpa-ratorluğu’nun yönetim merkezi Babıâli, aynı zamanda Türk basını-nın da merkezi ve kalbidir. Divan-yolu üzerindeki Sultan Mahmut Türbesi’nden başlayıp Sirkeci mey-danına kadar kavisli bir şekilde inen bu cadde, bir orta noktada kırılır. Bu orta nokta Babıâli denilen, yani Osmanlı sadrazamlarının konağı, yönetim yeri olan, aynı zamanda da Paşakapısı denilen, valilik bi-nasını orta merkez olarak alır. Sul-tan Mahmut Türbesi’nden, yani Divanyolu’ndan, köşeden başlayıp valiliğin uç noktasına, yani köşe noktasına kadar olan kısma eskiden Mahmudiye Caddesi adı verilmek-te, valilikten aşağı ve Sirkeci’ye ka-

Bir zamanlar basın–yayın dünyasının merkezi ‘Babıâli’ için çalışan, ‘ressam’ olarak anılan sanatkârlar vardı; gazetelerin, dergilerin, yayınevlerinin ve matbaaların gündelik görsel ihtiyaçlarına hızlı çözümler üretirlerdi. Basın–yayın dünyamızın güzel yazı, çizgi ve resimleme işleri bu deneyimli zanaatkârların elindeydi. Günü-müz grafik tasarımcılarının ‘öncüleri’ diyebileceğimiz Babıâli ressamları, uzun yıllar görsel belleğimizi şekil-lendirip zanaat’tan tasarım’a geçişin aktörleri oldular.

Özellikle 1970 öncesinin gazetele-rinin, dergilerinin sayfalarına ya da kapaklarına göz atarsanız, çizgi ve resimle oluşturulan görselliği fark edersiniz. Bugün rahatlıkla fotoğ-rafla oluşturulabilecek bir görselin yerine, o dönemlerde illüstrasyonun tercih edilmesinin türlü nedenleri vardı: Bir kere fotoğraf çekmek, bas-mak ve matbaa için uygun hale ge-tirmek daha maliyetli idi; fotoğrafçı bulmak da pek mümkün değildi. Hele konuya uygun görseli fotoğraf-la oluşturmak zaman alıyordu. Baskı teknolojilerinin yetersizliği, konuya uygun görselin hızla üretilmesi zo-runluluğu gibi nedenler, basımı fo-toğrafa göre daha kolay olan illüst-rasyonun tercih edilmesinin başlıca nedeniydi.

Hem okur için; karikatür, illüstras-yon ve kaligrafi ile oluşturulan gör-sellik daha albenili, nükteli ve sami-mi olabiliyordu. Haliyle Babıâli’de çizere, ressama talep fazlaydı. Faz-laydı fazla olmasına ama, matbuatın gelişmesinin önündeki engeller, ci-han harpleri, ekonomik çalkantılar, grafik tasarım eğitimini verebilecek kurumların yokluğu yetersizliği ba-sın-yayın ressamlarının tanımı belli bir meslek grubunu oluşturmasının önündeki ciddi sorunlardı. Dola-yısıyla mesleki disiplinin oluşması zaman aldı. 1800’lerin sonlarından itibaren bileği kuvvetli alelade kişi-

“Şimdiye kadar bizde mecmua kapaklarını yapmakta olan Cevad Bey kadar muvaffak olmuş ressamımız yoktur (...)”

“Kapak Ressamımız Cevad Şakir Bey” Resimli Ay, Mayıs 1924, No: 4, Syf 26

* Sahaf ** Akademisyen

Page 13: 1453 Dergisi 18. Sayı

13

BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ

dar olan kısmına da Babıâli denmektedir. Fakat bu iş 1934 yılında değişir. Osman Nuri Ergin yeni sokakların isimlendirilmesi ile ilgili görevlendirildik-ten sonra Sirkeci’den valiliğe kadar olan bölüme Ankara Caddesi, valilikten sonra Sultan Mahmut Türbesi, yani Divanyolu’nun başlangıç kısmına kadar olan yere de Babıâli Caddesi adını verir. Bu isimlendirmeye çok sinirlenen Reşat Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisi’nin “Ankara Caddesi” maddesinde bunu sert bir dille, ağırca eleştirir.

19’uncu yüzyılın sonundan, 1870’lerden itibaren bu caddede kitapçılar yer almaya başlar. Yüzyıl sonlarında bu kitapçılar önemlerini ve sayılarını çoğal-

tarak caddenin Türk basın–yayın dünya-sının en önemli merkezi haline gelmesini sağlarlar. 19’uncu yüzyıl sonundan 20’nci yüzyılın sonuna kadar kitabevleri, matba-alar, gazete idarehaneleri, mücellitler, kır-tasiyeciler, klişeciler velhasıl Babıâli Türk basınının kalbi olur. Reşat Ekrem Koçu “Büyük şehrin, dolayısıyla Türkiye’nin fikir ve sanat merkez meşheri, İstanbul basının beşiği, bir politika kanalı, alimler, müte-fekkirler, müellifler, muharrirler, artisler güzergâhıdır. İstanbul’un büyük kitapçıları, en büyük kırtasiye mağazaları, mücellitleri, klişe atölyeleri, ilanat büro ve şirketleri, ga-zete ve mecmua bayileri, birkaç büyük mat-baa, gazete ve mecmua idarehaneleri, bu caddenin iki kenarı boyunca sıralanmıştır” diye tanımlar Ankara Caddesi’ni.

Babıâli basınının ayrıntılı bir tarihi yazıla-mamıştır. Nitekim Türk basınının eskilerin-den ve Babıâli’yi en iyi bilenlerden Münir Süleyman Çapanoğlu da “Basın tarihimiz yazılamamıştır” der… Henüz Babıâli tari-hi detaylarıyla yazılmamışken, Babıâli’nin görselliğini oluşturan sanatkârların renkli dünyalarının da incelendiği söylenemez. Oysa bu zanaatkârların çizgileri; on yıllar boyunca dimağımızı şekillendirmiş ve toplumu biçimlendiren dönüştürücüler-den biri olmuştur.

Babıâli’de Farklı Bir İşkolu

Eskiden yayınların hazırlandıkları yer, aynı zamanda basıldıkları yerdi. Babıâ-li’deki yayınevleri, gazeteler ve matbaalar, ku-rum içinde görevli ya da kendilerine dı-şarıdan iş üreten çizerlerle çalışırlardı. Çizgiyle yapılabilecek her iş onlardan is-tenirdi. Karikatürden kapak resmine, gü-zel yazıdan afişe kadar geniş bir alanda zikzak çizenleri de vardı, bir–iki alanda öne çıkıp ünlenenleri de. Bu kişiler, o dö-nem için ‘ressam’ olarak ifade edilen, as-lında görev tanımı tam da belirlenmemiş sanatkârlardı. Daha çok yaptıkları iş üze-rinden adlandırılırlardı; matbaa ressamı, kartpostal ressamı, kartvizit ressamı, afiş ressamı, kapak ressamı gibi; tabii bir de

Türk Grafik Sanatının üstadı ressam İhap Hulusi tarafından resimlenenler.

Page 14: 1453 Dergisi 18. Sayı

14

BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ

ressamların yaptığı işi sonlandırıp baskıya hazırlayan ya da ressamların yapması gereken işleri de yapmak durumunda kalan çinkograflar ve klişeciler vardı.

Basın–yayın dünyasının kalbi Babıâli’nin görselliğini inşa eden bu ressamlar, iç içe girmiş kurum ve yapıların arasında, kısa sürede ken-dilerine farklı bir yer edinip önemli bir meslek grubunu oluşturdular. Sanatkâr kişilikleri ve üretimlerindeki zenginlik; öne çıkmalarını, bel-leklerde iz bırakmalarını sağladı. Babıâli, çok okunmak, çok satmak gibi türlü nedenlerle bu kişilerin maharetlerine başvuruyordu. Bu yüzden uzun yıllar Babıâli’nin en yüksek maaşlı çalışanları gazeteci–yazarlar değil geniş anlamıyla çizerler olmuştur. Hızlı üretmek ve tüm yayının

“Bir zamanlar merhum Sedat Simavi’nin de ressam olarak emek verdiği Babıali’nin resimle meşgul en eski kıymeti, 1889 yılın-da İstanbul’da doğmuş olan ressam Münif Fehim’dir.”

“Meşhur Simalariyle Babıali: 6, Ressam Münif Fehim”, Hayat Dergisi, Fikret Arıt, 1960’lar, Syf 32

görselliğini inşa etmek mecburiyetinde olduk-larından ağır bir işçilikleri vardı. Üstelik hemen hepsi gazete ve dergilerin yanı sıra yayınevle-rine, reklam sektörüne çalışmakta; başlık ya-zısı, ilan, afiş, kapak, ambalaj, logo gibi grafik eserler üretmekteydiler1.

Sanat tarihçilerinin, tarih araştırmacılarının, iletişimcilerin hep yararlandığı ama yapanını çoğu zaman fark etmedikleri, önemsenmedik-leri bu kişilerin hayat hikâyeleri, Geç Osmanlı ve özellikle Erken Cumhuriyet döneminin gör-sel dünyasına ışık tutuyor ve derinlemesine araştırılmayı bekliyor. Osmanlı’dan günümü-ze Türk sanat tarihinin araştırılmamış, yazılıp üzerinde durulmamış pek çok noktası var; Babıâli’nin ressam zanaatkârlarının öyküleri de bunlardan biri.

Babıâli Ressamları

Kimler kimler yoktu ki aralarında!? İlk anda akla gelen isimlerden bazıları: Ebüzziya Tevfik, Ant-ranik, Hattat Halid, Arif Hikmet, Ressam Filip, Çinkograf Mehmet Usta, Ahmet Nazmi Bey, Ahmet İhsan Tokgöz, Celal Esat Arseven, İzzet Ziya Turnagil, Nazmı Ziya Güran, Feyhaman Duran, Hamid Aytaç, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Arif Dino, Kenan Temizan, Naci Kalmukoğlu, Sedat Simavi, İhap Hulusi Görey, Münif Fehim Özarman, Kenan Dinçman, Ramiz Gökçe, Rı-fat Cevdet Akçiz, Sunusi Bey, Hayri Bey, Ömer Nuri Bey, Mazhar Nazım Resmor, Cemal Nadir Güler, Sabiha Rüştü Bozcalı, Hayrettin Çizer, Ratip Tahir Burak, Mazhar Apa, Tarık Uzmen, Behçet Safa, Ercüment Kalmık, Ferit Apa, Ali Suavi Sonar, Tahsin Öztin, Abidin Dino, Agop Arad, Necmi Rıza Ayça, Orhan Omay, Atıf Tuna,

Cemal Akyıldız, “Babıali Yokuşu”nda 1960’larda kullanıldığı atölyenin yerine yapılan yeni binanın aynı katının penceresinde.

Page 15: 1453 Dergisi 18. Sayı

15

BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ

“Yaptığım resimleri gören devrin tanınmış şahsiyet-leri, beni elimden tutup Babıali’ye getirdiler (...)”

“Ramiz Gökçe’den Hatıra-lar”, Üstatlarımız Cem ve Ramiz, 1959, Syf 52

Şevki Çankaya, Sururi Gümen, Cemal Gör-key, Bedri Kökten, Nezih İzmiroğulları, Tur-han Selçuk, Avni Ekener, Selçuk Önal, Firuz Aşkın, Gevher Bozkurt, Mehmet Tekdal, Şahap Ayhan, Suavi Süalp, Mustafa Aslı-er, Mesut Manioğlu, Bedri Koraman, Etem Çalışkan, Samim Utkun, Ayhan Akalp, Ay-han Işık, Ayhan Erer, Fikret Akgün, Öztürk Serengil, Çetin Aşki Özkırımlı, Faruk Geç, Vâlâ Somalı, Galip Bülkat, Sait Maden, Oral Orhon, Suat Yalaz, Abdullah Turhan, Cemal

Akyıldız, Güngör Kabakçıoğlu, Yalçın Çetin, Mehmet Aksel, Yücel Köksal, Berç Toroser, Cemal Dündar, Gürbüz Azak, Kemal Borteçin...

Özellikle 1920–1960 arasında çizerlik yapıp da çizgi roman, karikatür, ka-pak, reklam, sinema afişi yapmayan yok gibidir; gelen hiçbir teklifin redde-dilmediği dönemler. Bugün sanat–tasarım camiasında ismi olan, saygı ve itibar gören ressam ya da grafik tasarımcıların 1960 öncesinde hayli popü-ler çalışmaları olduğu, bugünden bakarak anlamaya çalışmanın mümkün olmayacağı girift dönemler2.

Dolayısıyla Babıâli’nin gelişim süreci içerisinde türlü türlü dönemleri oldu, her dönem kendi özellikleri açısından ressam profilini de beraberinde ge-

Page 16: 1453 Dergisi 18. Sayı

16

BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ

tirdi. Örneğin başlangıçta Hamid Aytaç, Arif Hikmet, Halid gibi hattatları da, Halikarnas Balıkçısı adıyla bildiğimiz Ce-vat Şakir Kabaağaçlı gibi edebiyatçıları da çizer yönleriyle görmek mümkün. Babıâli’nin kendi zanaatkârlarını yetiş-tirene kadar, sanat eğitimi almış Öztürk Serengil, Ayhan Işık gibi oyunculardan; Nazmi Ziya Güran, İzzet Ziya Tur-nagil, Ercüment Kalmık, Feyhaman Duran gibi tablolarıyla ünlü ressamların da çizgisine başvurduğu anlaşılıyor.

Çoğu zaman geçinmek gibi anlaşılabilir nedenlerle, kısa süreli de olsa Babıâli’nin yolunu tutanlar, görsel iletişim tarihimizde anonim bir görsel dilin oluşumuna etki ettiler. Aslında sadece geçim sıkıntısıyla bakılabilecek bir mesele de değil bu. Piyasa, sanatı ve beklentileri ister istemez be-lirliyor, daha doğrusu normalleştiriyor; üreticilerin farklı mecralarda var olmasını, taklit ya da intihali meşrulaştı-ran bir sonucu olabiliyor bu çokluğun. Aynı çizerin devlet erkânının istiflediği kanonik ve siyaseten Türkçü bir tablo-sunu da görebiliyorsunuz piyasa işi erotik bir çalışmasını da3.

Babıâli ressamları, basın–yayın hayatımızın en başından 1970’lere kadar ağırlığını korudu, 1990’lara gelinceye dek de etkisini sürdürdü. Türkiye’nin tarihinde bu kadar uzun süre sahne alan bir dönemin üretim yoğunluğu azımsa-namaz; görsel hafızaya, ana akım görsel dile etkisi yadsı-namaz. Dolayısıyla Babıâli’nin zanaatkârlarının görsel dö-kümü bu pek de bilinmeyen dönemlere farklı açılardan yaklaşmamızı sağlıyor.

DİPNOTLAR:1 CANTEK, Levent; “Basın Ressamlarının Kitabı”, Birgün Kitap, 18.06.2011, İstanbul, Yıl 4, Sayı 103, Syf 4.2 a.g.y.3 a.g.y.

Page 17: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 18: 1453 Dergisi 18. Sayı

18

BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER

Page 19: 1453 Dergisi 18. Sayı

19

BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER

MAHYACILARProf. Dr. İsmail KARA*

Mahyacılık sanatı maharet, cesaret ve dayanıklılık isteyen ince ve zor bir meslekti. Mahya şeklini veya yazısını bazı teknikleri kullanarak dikkatlice çizmek veya yazmak, sonra cami ve minarelerin yükseklik ve aralıklarına göre planlamak, bu plana göre kandillerin üst yatay halattan aşağıya sarkıtılacak iplerdeki konumlarını, aralık ölçülerini, adetlerini ve renklerini de gösteren şemalar çizmek ilk esaslı işti.

Page 20: 1453 Dergisi 18. Sayı

MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA

20

Mahya Camii

Page 21: 1453 Dergisi 18. Sayı

21

MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA

* Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

Kandillerde, Ramazan gecelerinde, bayram akşamlarında camilerin, türbelerin içini-dışını, hususen minare, şerefe ve kubbeleri aydınlatmak, mum alayları ve fener alayları eşliğinde mümkünse bütün şehri ışığa/nura boğmak ve bir cümbüşe, bir şehrayine çevirmek İslâm dünyasında er-ken teşekkül etmiş yaygın “ihya” gelenekleri arasında yer alıyor. Burada maddî ve mânevî karanlıklardan (küfür ve zulümâttan) uzaklaşarak ışık/ziya/nur etrafında ibadetle hayatı, dinî zevkle hüznü, sevinç ve neşe ile eğlenceyi ya-kınlaştırmak ve çocukla yaşlıyı, zenginle fakiri, efendi ile hizmetçiyi aynı hisler etrafında birleştirmek istikametinde kuvvetli bir fikir ve irade var gibi gözüküyor. Hele günün akşamla birlikte bittiği, yatsıdan sonra herkesin uykuya dal-dığı, sokak ve mahallelerin derin bir sessizliğe büründüğü eski yaşama tarzı hatırlanırsa…

İslâm dünyasının hemen her tarafında bir şekilde var olan bu türden gelenekleri bir tarafa bırakıp mahyaya; camilerin içini ve dışını estetik, anlamlı kandillerle, resim ve yazılarla donatma ve aydınlatma adetlerine intikal ettiğimizde bu-nun Müslüman Türklere hatta Müslüman İstanbul’a mah-sus hoş bir gelenek, dinî hayatın hissiyatı yüksek bir parçası olduğunu hatırlamak gerekecektir. O kadar ki Yahya Kemal, Mütareke yıllarının ümitsizliklerle dolu İstanbul’unda, mah-yaların yanmasının, bir ecnebinin gözünde estetik vasıflar-dan öte siyasi mânalar da kazanarak birdenbire adeta bir istiklâliyet ve aidiyet meselesi halinde tezahür ettiğini ede-bi bir üslupla anlatır:

“Mütareke’nin ilk senesi [1919], eli bayraklı Yunan taşkınlığı, yapılacak her âlâyiş gibi yapılmayacak her nümayişi yapmış, İstanbul’u yâr u ağyâre bir Yunan şehri olarak göstermeğe çalışmış, bizim gibi ecnebilerin gözlerini de uzun bir müddet Elenizmos’un tütsüsüyle bulandırmıştı.

O senenin Ramazanı geldi. Bir gece Rumları tanıyan ve bizi seven bir ecnebi ile Moda’daydım. Karşıdan İstanbul, mahyalariyle, minarelerin şerefelerindeki kandilleriyle görünüyordu. O ecnebi bu manzaraya baktı; ‘bu şehir Türktür ve Türk olmasa insaniyet güzelliğinden bir âlem kaybeder!’ dedi. Bu heyecanından biraz sonra da bu muazzam mahya ve kandil nümayişi karşısında ha-tırına gelen bir mülahazayı söyledi: ‘Rumlar bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere baş vurmadılar, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk emlâkini de maviye beyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız. Lâkin bu akşam ne sizin ne de hükümetinizin tertibi, eseri olarak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamamiyle gösterir’. Hakikaten İstanbul’un o gece nümayişi, o senenin bütün çirkin nümayişlerini söndürmüştü”1 .

Bugün mahya denince öncelikle veya sadece Ramazan ge-celerinin akla gelmesi yaygın kullanım dolayısıyladır. Yoksa

kandil geceleri başta olmak üzere padişahın doğum veya cülûs yıldönümü, yakın zamanlarda İstanbul’un fetih yıldö-nümü, vakıf haftası, camiler haftası, Cumhuriyetin ilânının yıldönümü gibi sebeplerle camilerde kandil asıldığı, mahya kurulduğu malumdur.

Işık mı, Şekil mi, Yazı mı?

Mahyanın, iki minare arasına gerilen ipler üzerinde kandil-lerle yapılan şekiller veya yazılan yazılar şeklinde tanımlan-ması yanlış olmamakla beraber eksiktir. Çünkü yine Rama-zanlarda ve mübarek gecelerde iç mahya, zemin mahyası, gezdirme mahya, taraklı mahya başta olmak üzere kaftanla-ma, kandil/fener uçurtma gibi mahya kavramı içinde müta-laa edilen başka aydınlatma, ihya etme ve şenlik biçimleri-nin olduğunu da biliyoruz.

Mahya ile ilgili hemen bütün kaynakların, deneme yazı-larının şöyle veya böyle tekrarladığı yahut aynen / sade-leştirerek aktardığı bilgiler büyük ölçüde Ahmet Rasim’in Manâkıb-ı İslâm’daki şu metnine dayanmaktadır:

“Şehrimizde her çocuk mâh-ı sıyâmı [oruç ayını] minareler arası-na gerilen mahiye [mahya] takımlarından der-hâtır eder.

Cevâmi‘de ibtida [camilerde önce] minare tesis eden Hazreti Mesleme’dir. (…)

Leyâli-i muazzezede [mübarek gecelerde] minareler arasında kurulan mahiyeler veya mahyaların devr-i Sultan Ahmed Han-ı evvelde [1603-1617] icad edildiği mütevatirdir. Hatta rivayât-ı vâkıaya göre Fatih Cami-i şerifi müezzinlerinden Hattat Hafız Kefevî namında bir zat gayetle musanna‘ [sanatlı] bir çevre işle-miş ve o zaman arz-ı atebe-i ulyâ eyleyerek karîn-i mahzûziyet-i seniyye [padişahın huzuruna arzetmesiyle sultanın memnuniye-tine sebep] olması üzerine bu işleme gibi hutût ve müressemâtın [hat ve resimlerin] âdâb-ı müstahsene-i diniyemize muvafık olmak şartıyle Ramazan gecelerinde minareler arasında icrası ferman buyurulmuştur. Mahiyecilerimizin bild[irdi]klerine göre bu sanatı ıslah ve tensîk ve lâzime-i maharete tevfîk eden, bir zamanlar Süleymaniye Cami-i şerifi mahiyecibaşılığında bulun-muş olan Abdüllâtif namında biri imiş.

Usulden olduğu üzere mahiye halatıyle yedeklerin ipleri ve kan-dillerin tertip ve tanziminde medhali olduğu söylenen mahiye minaresindeki boncuk denilen kıvrık ipler, velhasıl bocurgat ta-kımı nısf-ı ahîr-i Şabanda [Şaban ayının ikinci yarısında] gerilir. Şehrimizde ilk mahiye Sultan Ahmet Cami-i şerifinde kurulmuş olduğu rivayetine nazaran dahi cami-i mezkürun tarih-i hitam-ı inşaatı olan 1026 sene-i hicriyesi [1617] bu sanat-ı güzîde için mebde [başlangıç] ittihaz edilebilir”2.

Anahatlarıyla doğru olan bu bilgilerin tashih edilecek veya ilâvede bulunulacak bazı tarafları var: İlim adamı ve danış-man Hans Dernschwam’ın 1554’te bizzat gördüğü İstanbul mahyalarını tasvir etmesi3 ve 1578’de İstanbul’a gelen Al

Page 22: 1453 Dergisi 18. Sayı

MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA

22

man gezgin Schweigger’in seyahatnamesinde, iki minare arasında kandillerle kurulmuş güzel mahyayı (tasvir mi yazı mı olduğu tam belli olmayan bu mahya çevre veya hilal’e benziyor) resmeden bir gravürün bulunması Osmanlılar-daki ilk mahya tecrübelerinin tarihini biraz daha geriye çekmeyi gerektiriyor. Aynı şekilde Sultan III. Murad’ın Re-biülevvel 996/Şubat 1588 tarihli bir emrinde Mevlid kan-dilinde, Regaip ve Berat kandillerinde olduğu gibi minare-lerin kandillerle donatılmasını istediği tarihlerde kayıtlıdır. Bu bilgiler çerçevesinde Sultan I. Ahmed zamanına nisbet edilen ilk mahya kurmanın muhtemelen mütekâmil bir mahyaya, belki ilk yazı denemelerine işaret ettiği düşünü-lebilir. Bazı kaynakların Sultan I. Ahmed devrine odaklı bu bilgiyi Sultan Ahmed Camii’nin açılışıyla ilişkilendirmesi de muhtemelen o güne kadar görülmemiş derecede mükem-mel, çok ve etkileyici bu görkemli açılış mahyalarıyla alakalı olmalıdır.

Sultan III. Ahmed’in saltanat yıllarında (1703-1730) sadra-zam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın, Ramazan gecele-rinde mahya kurma geleneğini İstanbul’daki çifte minareli bütün büyük selâtin camilerine teşmil ettiği bilinmektedir.

Burada hem yeni talepleri karşılamak hem de siyasî mer-kezin görünür yüzünü artırmak istikametinde bir iradenin olduğu söylenebilir. Onun zamanında Süleymaniye, Sulta-nahmet, Valide Sultan (Eminönü, Yeni Cami), Anadolu ya-kasında ilk defa olmak üzere Üsküdar (Yeni) Valide Sultan camilerine ilaveten Ayasofya, Eyüp, Fatih, Bayezit, Şehza-de ve Sultan Selim camilerinde de mahya kurulması irade edilmiş ve gerçekleştirilmiştir. Hatta bu irade üzerine kısa olmaları dolayısıyla mahya kurmaya pek elverişli olmayan Eyüp Camii minarelerinin yenilendiğini de biliyoruz.

Mahya ve mahyacılık mesleğinin ilham kaynağı ve merkezi hep İstanbul olmuştur. Ona İstanbul’a mah-sus bir zevk ve meslek hatta bir şehir tasavvuru ve şeh-rayin dense yanlış olmaz. Edirne ve Bursa camilerin-de mahya kurulması İstanbul’dan sonradır. Büyük bir ihtimalle İstanbul’un topoğrafyasının verdiği görünürlü-lük imkânlarının ve payitaht oluşunun da burada önemli bir etkisi vardır. Vakıf kayıtlarında görüldüğü üzere za-man zaman İstanbul mahyacılarından fikrî ve fiilî des-tek alan Bursa Ulucami ve Edirne Selimiye camisinin

XVI. yüzyıl sonlarında İstanbul’u ziyaret eden Schweigger’in seyahatnamesinde bir mahya çizimi-gravürü de yer alıyor. Yazıdan ziyade resme benzeyen ve mahyayı iki ayrı caminin minaresi arasına kurmak gibi hayali/kurgusal özellikler de taşıyan bu mahya eldeki en eski çizim-kayıt-lardan biri olarak önemini muhafaza ediyor.

Page 23: 1453 Dergisi 18. Sayı

23

MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA

kendi mahyacıları da olmuştur. Bunların dışında mahyacı-lar davet üzerine Âsitane’den yola çıkarak Kahire’ye kadar gitmiş fakat rivayetlere göre kendilerine ve mesleklerine uygun minare bulamamışlardır. Yine davet üzerine Ana-dolu şehirlerinden Konya’yı, Eskişehir’i (Reşa-diye Camii), Bolu’yu (Bayezit Camii), Çanakkale’yi (Umurbey Camii) bel-ki bir iki yeri daha kısa ömürlü ziyaretlerde bulunmuş ve mahya kurmuşlar.

Mahya kurulan camilerin bu işe tahsis edilmiş vakıfl arı ve gelirleri olmakla beraber bizzat padişahın ve sarayın mah-ya geleneğiyle, kurulan mahyaların muhtevası ve kalite-siyle, halkın hissiyatı ve iştirakiyle yakından ilgilendiklerini, ayrıca Ramazandan önce zeytinyağı takviyesi ve nakdî tah-sisatta bulunduklarını gösteren belge ve bilgilere sahibiz. Bu anlamda mahyaların padişah ve devletle halkın arasın-da doğrudan veya dolaylı bir iletişim kanalı, bir maneviyat, güven ve rahatlık telkin etme imkânı, bir memnuniyet ve tatmin vasıtası olarak işlediği söylenebilir.

Mahya açısından birinci sırada olan cami coğrafî konu-mu, mimarî imkânları ve vakıfl arı itibariyle Süleymaniye

Camii’dir. Rüyet-i hilal yani Ramazan hilalinin görülmesin-den sonra ilk kandil yakılan yer de Süleymaniye olur, İstan-bul halkı ertesi günün Ramazan olduğunu buradan anlar, şükürlere kapanır, sevinç gözyaşlarına boğulurdu. Peşisıra Sultanahmet, belki Yeni Cami, sonra Eyüp, Fatih, Ayasofya, Nusretiye (Tophane), Üsküdar Yeni Valide… Mahya konu-sunda bütün haşmetleri ve naz u niyazlarıyla arz-ı endam ederler. Edirne için Selimiye, Bursa için Ulucami tartışmasız ilk akla gelen camilerdir.

Minareler arasında veya tek minareli camilerde minare şerefesi ile kubbe alemi arasında kurulan mahyaya “dış mahya”, caminin içinde ana kubbenin yarıçapının iki nok-tası arasında, umumiyetle kıbleye yönelen cemaatın bakış yönüne göre veya kubbeden sarkıtılarak kurulan mahyaya ise “iç mahya” denirdi. Kaynakların verdiği bilgilere göre Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye, Nuruosmaniye ve Hekimoğlu Ali Paşa camilerinin iç mahyaları etkileyici ve meşhurmuş.

“Kaftanlamak” veya “kaftan giydirmek” ise minare külahın-dan şerefeye veya minare papucuna kadar minareleri dikey bir şekilde ve birkaç hat halinde inen kandillerle donatmak-tır. Kaftanlama bazen minare ile birlikte veya tek başına ana kubbe ve yan kubbeler üzerinde de uygulanırdı. Elimizde bu türün güzel örneklerini gösteren fotoğrafl ar ve çizimler bulunmaktadır. Zaten tek minareli camilerde uygulanabi-lecek en estetik mahya kaftan giydirmekti. Minarenin şe-refesi ile kubbenin alemi arasına eğimli halatlar üzerinde kandil döşeyerek de aydınlatma yapılıyordu ama muhte-melen daha sınırlı uygulanıyordu. Dr. Rıfat Osman’la Süheyl Ünver’in eserlerinde çizimlerini gördüğümüz ve anlaşıldığı kadarıyla (sadece veya ilk defa) Edirne’de uygulanan, şere-felerden yana doğru uzatılan ve kandillerle donanmış sırık-larla destekli ağ biçiminde veya ters kubbe tarzında daha istisnai ve enteresan kaftan giydirme şekilleri de vardır.

Mahyacılar

Mahyacılık sanatı maharet, cesaret ve dayanıklılık isteyen ince ve zor bir meslekti. Mahya şeklini veya yazısını bazı teknikleri kullanarak dikkatlice çizmek veya yazmak, sonra cami ve minarelerin yükseklik ve aralıklarına göre planla-mak, bu plana göre kandillerin üst yatay halattan aşağıya sarkıtılacak iplerdeki konumlarını, aralık ölçülerini, adetle-rini ve renklerini de gösteren şemalar çizmek ilk esaslı işti. (Elimizdeki yazma bir mahya defterinde bu çizim, yazı ve şemaların çok güzel örnekleri bulunmaktadır)4. Ardından hayli teferruatlı malzemesini hazırlamak, cami avlusunda kısmen tecrübe etmek ve nihayet farklı mevsimlerde iki şerefe arasında kurup uygulamak, bilgi ve tecrübeden öte yüksekliklerden korkmama ve bünyevî dayanıklılık da isti-

Yazma mahya defterindeki iki mahya çizimi ve açılımları. Ana üst halattan aşağıya sarkan ipler üzerindeki kalın noktalar kan-dillerin yerleştirileceği yerlere, renkleri de kandilin dışının hangi renge boyanacağına işaret etmektedir.

Page 24: 1453 Dergisi 18. Sayı

MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA

24

yordu. Karlı, yağmurlu, rüzgârlı havalarda minare şerefe-si gibi yüksek ve dar bir yerde, gece şartlarında bir saate yakın bir zaman aralıksız çalışarak kalmak her bünyenin katlanabileceği cinsten bir iş değildi. Hava şartları kandil-lere konan su, zeytinyağı ve fitilin yanma süresini ve daya-nıklılığını etkilediği için mevsimlerin özellikleri de hesaba katılmak zorundaydı. Ayrıca tek şerefeli minareler arasın-da mahya kurmak sözkonusu olduğunda alt halatı kontrol edebilmek için kubbe üstünü ve çatıyı da kullanmak gere-kiyordu.

Musahipzade Celal daha ince ve zor işlere de temas ediyor:

“(…) Her kandilin makaralı ipine vurulan düğümlerin sayısına göre kandilleri istenilen şekilde sırasına yerleştirmek suretiy-le sülüs ve celî bir yazı resmetmek kolay bir şey değildir. Çünkü mahyacı minareden mahya halatına kandilleri sallandırırken düğümlerin hesabını şaşırmamak zorundadır. Bir kandili bir dü-ğüm eksik veya fazla salıverse mahya karmakarışık olur. Halbuki bu mahyalarda hiçbir zaman böyle bir hata görülmemiştir”5.

Cami ve külliyelerin vakıfl arına bağlı olarak çalışan mahya-cılar umumiyetle her cami için bir kişidir, maaşlı olmadıkları anlaşılan bir kalfası ve iki çırağı (çoğunlukla evladı) ve cami görevlilerinden yardımcıları olur. Son mahyacılardan İrfan

Efendi’nin ifadeleriyle söylersek; “En esaslı iş mahyacıdadır. Kalfaların, çırakların da ayrıca vazifeleri vardır; kalfa yedek çeker, ip açar. Çırağın biri kandil yakar, biri de tezgâha kan-dil taşır. Netice itibariyle bir mahya dört beş kişi tarafından kurulur”6. Sadece Ramazanda mahya kurmakla meşgul olan, onun dışında caminin mahya odasında zaman zaman çırakları yetiştiren, bir sonraki sene için hazırlıklar yapan, (maliye mümeyyizliği, icra memurluğu gibi yüksek memu-riyetler dahil) farklı meslekler icra eden ustalar da vardı. Sü-heyl Ünver’in anlattığına göre mahyacılık sanatını geliştir-miş ustalardan Abdüllâtif Efendi (öl. 1877) birçok mesleği birlikte icra eden hezarfen bir adammış:

“Abdüllâtif Efendi yalnız mahyacı değil aynı zamanda millî bir sanatımız olan gümüş divit yapan bir sanatkârdır. Nuruosma-niye Camii’nin müezzinbaşılığını yapmıştır. İmarette aşçıbaşılığı da varmış. Gençliğinde çok kuvvetli olduğundan pehlivanlık da yaparmış. Gayet nâtıkalı bir adam olarak da maruf imiş”7.

Efdalüddin Bey’in8 ve Necdet İşli’nin tesbitlerine göre “mahyacı” kaydı vakfiyelerde en erken 1188 (1774-75) ta-rihli Ayasofya Camii vakfiyesinde geçmektedir. Daha eski tarihli vakfiyelerde görülen “siracî”lik mesleği ise cami kan-dilleri ve mumlarının hazırlanması ve yakılmasıyla ilgilenen kişiler için kullanılmaktadır.

Kaftanlamak veya kaftan giydirmek minare külahından şerefeye veya minare papucuna kadar minareleri dikey bir şekilde ve birkaç hat ha-linde inen kandillerle donatmaktır. Kaftanlama bazen minare ile birlikte veya tek başına ana kubbe ve yan kubbeler üzerinde de uygulanır. Zaten tek minareli camilerde uygulanabilecek en estetik mahya kaftan giydirmekti. Dr. Rıfat Osman’la Süheyl Ünver’in eserlerinde çizimle-rini gördüğümüz ve (sadece veya ilk defa) Edirne’de uygulanan, şerefelerden yana doğru uzatılan ve kandillerle donanmış sırıklarla destekli ağ veya çift ters kubbe tarzında daha estetik kaftan giydirme şekilleri de var. Üst sırada ise mahyalarda kullanılan şekillerden fıskıye, çiçek, ayyıldız, ok-yay, köprü resimleri görülüyor.

Page 25: 1453 Dergisi 18. Sayı

25

MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA

Mahyacılık umumiyetle babadan oğula geçer, eski tabirle evladiyet usulüyle devam eden bir meslektir. Bununla be-raber mesleğin oğula veya bir kişiye geçmesi için Vakıflar idaresinde mahyacıların da katıldığı bir imtihan yapılırdı. Yılda bir ay ve kandil geceleri başta olmak üzere sadece bazı gecelerde çalıştıkları için maaşları çok cüzî kalırdı. Bazı camilerde mahyacılara tahsis edilmiş, mahya levazımatı-nın da muhafaza edildiği odalar bulunurdu. Mahyacıların bu odalarda veya evlerinde, çok kullanılan fitilleri hazır-lamak başta olmak üzere yıl boyu yaptıkları hazırlıklar ve halatlar, teller, kandil kutuları, boncuk halkaları, makara, şamandıralarını tamir ve yenileme çalışmaları da olurdu. (Mahya levazımatına umumi bir ad olarak bocurgat denir). Kandillerde kullanılan zeytinyağı başta olmak üzere mahya levazımatı da vakıflar tarafından karşılanırdı. Süheyl Bey’in kaydına göre “bir mahyaya beş okka kadar yağ gider. Süleymaniye’nin mahya yağı 857 okkadır”9.

Eski harfli mahyalarda kullanılan hat türü umumiyetle sü-lüstür. Az sayıda rik‘a denenmişse de mahya için estetik ve okunaklı bulunmamıştır (Günümüze intikal etmiş fotoğraf ve çizimlerde rik‘a örneklerine tesadüf ediliyor). Talik de çok nadir olarak kullanılmıştır. (Latin harflerine geçildikten sonra nerede ise tamamen dik/batone yazı tarzı hakimdir).

Mahyacılar arasında hem resim hem de hat kabiliyeti olan ustalar vardı. Bunlar kuracakları mahyaları kendileri çizer ve yazarlar, tasdik için de yetkili kişiye gösterirlerdi. Mah-yacının böyle bir kabiliyeti ve kapasitesi yoksa yapılacak şey bilen birine çizdirmek, bir hattata yazdırmaktı. Bazen bir hattatın yazısını taklit ettiği veya doğrudan bir hattatın yazdığını kendi şartlarında çizip uyguladığı da olur. Mahya yazısını veya çizimini mahyacı önce kareli kâğıt üzerinde çi-zer ve ardından uygular. Süheyl Ünver’in anlattığına göre;

“Eski tarihlerde mahyacı saraydan gönderilen inci ile kırmızı veya yeşil atlas üzerine mahyayı yazar, bu yazılmış numune sa-raya gönderilir, beğenilirse çevre iade olunur ve minareler ara-sında kurulurmuş. [II.] Abdülhamit devrine kadar mahyacılar bir gün evvel çevreyi verirlermiş, muvafıktır denirse o mahyayı kurar ve ertesi akşam saraya giderlermiş. Mahyaların mühim bir kısmı 1327’ye [Sultan Abdülhamit’in hal edildiği 1909 yılına] kadar resimdir. Ondan sonra vecizedir [yazıdır]”10.

Minare aralıkları ve yükseklikleri mahya yazısının tek, çift (hatta elektrikle mahya kurmaya geçildikten sonra) üç satır halinde yazılmasının imkânı açısından hesaba katılır. Tek satır en çok tercih edilendir. Bayazıt Camii ve Bursa Ulu Ca-mii minare aralıklarının uzaklığı dolayısıyla tek satır halinde en uzun mahya yazılarının kurulduğu camilerdir. Bayazıt’ta kurulan “Re’sü’l-hikmeti mehâfetullâh” ve Ulucami’de ku-

DİPNOTLAR:1 Yahya Kemal, “Kandiller yanarken hasbihal”, İleri, 10 Mayıs 1921; Eğil Dağlar, İstanbul, MEB Yay., 1988, s. 114-15.2 Ahmet Rasim, Menâkıb-ı İslâm, İstanbul, Mahmud Bey Matbaası, 1326, kısm-ı sânî, s. 413-14. Balıkhane nazırı Ali Rıza Bey, ilk mahya tarihini 1019 [1610] olarak vermektedir; age, s. 194.3 “30 Temmuz 1554’te Türkler İstanbul’da oruç tutmaya başladılar. 29 Temmuzda da ayı [hilali] görmüşler. Ramazanın başladığından herkesin haberi olsun diye diğer zamanlarda ezan okudukları cami ve mescit minarelerine kandiller astılar, yağmur ve rüzgâr zarar vermesin diye de üstlerini kapladılar. Bu kandilleri akşam olunca yakıyorlar. Bütün gece yanıyor” (Hans Dernschwam, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, çev. Yaşar Önen, Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., 1992, s. 118).4 Yazma mahya defterinin tıpkıbasımı, içindeki çizimler ve çözümleri için bk. Göklere Yazı Yazma Sanatı, İstanbul, 2010 Kültür Başkenti Yay., 2010, s. 103-15. 5 Musahipzade Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul, İletişim, Yay., 1992, s. 118.6 bk. “Mahyacılar” (Dolmabahçe mahyacısı Nazmi Efendi ile röportaj), haz. Nazım Hafız, İstanbul’da 15 Gün, Türkiye Turing ve Otomobil Kulübü, 1-15 Şubat 1932, sene: 1, s. 1-2.7 A. Süheyl Ünver, Mahya Hakkında Araştırmalar, İstanbul, Eminönü Halkevi Neşriyatı, 1940, s. 9.8 Efdalüddin Bey, “Âyin”, İslâm-Türk Ansiklopedisi’nden aktaran M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri, II, 388. 9 A. Süheyl Ünver, age, s. 15.10 A. S. Ünver, age, s. 8.

rulan “Hakk’ın rızasını kazan”, “Muhtaç olana el uzat” yazı-ları, tahmin edileceği üzere tek satır halinde çok az camide uygulanabilir.

Mahyaların yazımı, çizimi ve kurulması için gereken mal-zeme gündüzden hazırlanır ama kurulmaya yatsı ezanıyla başlanır ve teravihten çıkan cemaatın tamamlanmış aydın-lık mahyaları görmesi arzulanırdı. Bir-iki saat civarında bir vakit aldığı için camilere yakın olan ve teravihe gitmeyen halk ile kadınlar ve çocuklar pencerelerden, avlulardan sü-reci takip eder ve ortaya ne tür yazı veya çizim çıkacağını merakla izler, beliren unsurlara göre tahminlerde bulunur-du. Sermet Muhtar Alus takip sırasındaki hoş konuşma ve atışmalardan bazılarını aktarmaktadır:

- Davlumbazlara bak, yandan çarklı vapur yapıyor!

- Onlar tekerlek ayol, top arabası olacak!

- Nargileye benzeteceğim amma!

- O mekruh şeye ne lüzum, mis gibi kule! Çörçöp!... Teneşir tahtası resmediyor!

- Ha şunun köprü olduğunu anlama!

Dört asrı aşkın bir zamandır mahyalar Ramazanı bekliyor, Ramazanlar da mahyayı arıyor. Müslüman İstanbul ise asır-lardır her ikisine de âşina ve meftun…

Page 26: 1453 Dergisi 18. Sayı

KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA

26

Page 27: 1453 Dergisi 18. Sayı

27

KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA

Osmanlı kaynaklarına göre icâzetname geleneği ilk defa Zeynüddin Abdurrahman ibnü’s-Sâiğ (ö. 1442) tarafından başlatılmış olup asırlarca titizlikle muhafaza edilmiştir. İcâzetnameler genellikle Arapça olduğu gibi Osmanlı Türkçesi’yle yazılmış olanlarına da rastlanmıştır. Meselâ Kebecizâde Mehmed Vasfi Efendi’nin (ö. 1831) tespit edilen birkaç icâzetnamesi Osmanlı Türkçesi ile yazılmıştır. (Derman, 1997: 496-497) İcâzet metninde genellikle salât ü selam ve dua ifadelerinden başka, icâzeti (yani imza yetkisini) alan kimsenin adı ve icâzeti veren hocanın adı ile onun hocasının adı yer alır. Bazen bu silsile zikri birkaç kuşak geriye kadar da götürülebilir.

Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA*

Page 28: 1453 Dergisi 18. Sayı

KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA

28

İlim tahsilinde olduğu kadar sanat terbiyesinde de usûle riayetin önemi tartışılmaz. Bir konuda istenen neticeye ulaşabilmek için sadece çalışmak yetmez; aynı zaman-da usûl ve kavaide uygun hareket etmek de gerekir. Söz konusu olan gelenekli sanatlar ise yerleşmiş kuralları muhafaza gayreti çok daha büyük ehemmiyet kazanır. Bu durumda hem klasikleşmiş kaideleri ve nispetleri ko-rumak hem kabul görmüş olan malzemeyi tercih etmek hem de hâl ve harekâtını sanatın ruhuna mutabık kılmak lâzımdır.

Son zamanlarda gelenekli sanatlarımızın yeniden canlan-ması ve revaç bulmasıyla birlikte, her meşrepten eşhasın bu sanat dallarına da merak sardığına şahit olunmaktadır. Pek tabii bu bir zenginliktir, ancak ders veren hocaların iş-lerini eskiye nazaran biraz daha zorlaştırmaktadır; onlara yeni mesuliyetler yüklemektedir. Çünkü bir medeniyete vukûfiyeti zayıf olan kimselerin moda vb. saikler sebebiyle, sadece o medeniyete has olan bir sanat dalına yönelmeleri durumunda karşılaşabilecekleri pek çok zorluk vardır. Bil-hassa içinde bulunduğumuz çağın aceleci, zamanı dar ve çabuk netice bekleyen nesline sabrı ve yavaş yavaş ilerle-meyi öğretmek hakikaten müşkildir.

Doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim menşeine dayandığı için İslâm medeniyetinin en köklü sanat dalı sayabileceğimiz hat sanatı, gelişimini nasıl ki ağır ağır sürdürerek yaklaşık 13 asır gibi uzun bir müddet içinde kemâle yaklaştıysa bu sanatta ilerlemeye çalışan bir kimse de hayatını bu mesle-ğe vakfettiği takdirde ancak belli bir mesafe katedebilece-ğinin idrakinde olmalıdır.

Öğrenme yöntemlerinin kısaca “meşk usûlü” şeklinde va-sıflandırıldığı ve esasında bununla, sayısız kaideden teşek-kül eden bir “kurallar hiyerarşisi”nin kastedildiği zaman içinde anlaşılan bu büyük sanat, çabucak öğrenivereceğini zanneden bazı heveskârlarını bir dehliz gibi içine çektikçe çeker ve nihayet onda “fena”ya erişilmedikçe de muvaffak olunamayacağını öğretir. Bu sebeple, bu uzun yola girmek isteyenlerin evvelâ gözlerini korkutmakta fayda olacağı aşikârdır. Aksi takdirde bu sanat uğruna her şeyini feda edemeyecek olanlar için harcanan emek ve vakit zayi ola-caktır. Öyleyse usûle riayet noktasındaki önemli vazifeler-den biri hocaya düşmektedir. Hoca, kendisine her müraca-at edeni değil; ferasetini ve tecrübesini kullanarak sadece doğru kişileri talebe olarak seçmek durumundadır. Kabili-yeti, kavrayışı, azmi, sabrı, sebatı zayıf olan kişiyi mümkün olan en hızlı şekilde tespit ederek ona göre kararını vermeli ve vaktini boş yere tüketmemelidir. Çünkü hat meşk etmek

isteyen herkes hakikaten bu sanatı çok sevdiği için veya bu sanatta yeteneğinin olduğu keşfedildiği için bu yolu seç-memektedir. İnsanları bir işe sevk eden sayısız sebep ola-bilir; mühim olan, niyeti sıhhatli ve kabiliyeti yeterli olan cevheri sezebilmektir.

Halis bir niyetle sanat yoluna girip kendisini teslim eden ta-lebe şayet hocasından kabul görürse artık sadece harflerin muvazenesi hususunda değil; aynı zamanda hayatının her safhasında dengeyi sağlayabilmek için çalışacaktır. Çünkü sanat baştan başa dengedir, âhenktir, ölçüdür ve sanatkâr kendi hayatına bunları ne kadar iyi tatbik edebiliyorsa ese-rine de o kadar iyi yansıtacaktır. Aksi halde ortaya çıkan ça-lışma yapmacık olmaktan öteye geçemeyecek; dolayısıyla “eser” vasfını, hele hele “şaheser” hüviyetini asla kazana-mayacaktır.

Gelenekli sanatların eğitiminde müptedîlerin; yani bu yola yeni koyulanların meraklı, ihtiraslı, iştiyaklı sualleri çoğu za-man cevapsız bırakılır. Böylelikle onlara, her şeyin bir anda öğrenilemeyeceği fark ettirilmek istenir. Çünkü zorlanma-dan, emek harcanmadan elde edilen şeyin kadr ü kıyme-ti bilinmez ve zaman, birçok soru işaretini zaten sessizce ortadan kaldırır. O halde bir hat talebesinden beklenen, klasik tabirle ifade edecek olursak “ğassâl elindeki meyyit gibi” olmasıdır. Eğer böyle kâmil bir teslimiyet olur; azim ile hüsn-ü niyet de birleşirse tevfik ve inayet kapısı aralanmış sayılır.

Klasik eğitim sisteminin içinde yetişen eski hattatların, meşklere çıkartma yaparlarken talebeye pek izahatta bu-lunmadıkları rivayet edilir. Çünkü talebe anlayışlı, zeki ve kabiliyetli ise zaten yapılan çıkartmadan hatalarını fark edecektir. Öyle bir talebe değilse de, ne kadar izahat ya-

Hattat Karahisarî, Topkapı Sarayı Müzesi

* Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi, Hattat.

Page 29: 1453 Dergisi 18. Sayı

29

KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA

pılırsa yapılsın bir faydası olmayacaktır. Zira, hâlden anla-mayan kālden de anlamayacaktır. Detayları görebilmek, hazır malûmata konmayıp dikkatlice tetkik edebilmek ve nihayet kendi çabasıyla esrarı keşfedebilmek bu sanat-ta fevkalâde mühim bir hassadır. Tarihte öyle istisnaî du-rumlar görülmüştür ki; hiçbir hocadan temeşşuk etmediği hâlde ekol olacak çapta hattat olmuş şahsiyetler söz konusudur. Ancak hat sanatında kendi kendi-ne talim etmek, tavsiye edilen bir yöntem değildir. Hz. Ali’nin (r.a.) adeta manifesto mahiyetini ka-zanmış düsturunu tekrarlayacak olursak; “hat, hocanın öğretişinde gizlidir; yazının kıvamı çok yaz-makla sağlanır; devamı ise İslâm dini üzere olmaktır.” (Serin, 2008: 352) İşte hat sanatıyla ilgili usûl, âdâb, erkân vs. ne varsa, efradını câmi, ağyârını mani’ olan bu veciz ifadede mevcuttur.

Anlaşılan o ki; doğru hocanın se-çilmesi de talebe üzerine düşen sorumlulukların başında geliyor. Bu şart yerine getirildiği takdir-de talebe diğer şartları sağlamak için gayreti elden bırakmamalıdır. Günümüzde sıkça yapılan hata-lardan biri, en kısa süre zarfında icâzet almayı hedef edinmektir. Gerçi, şöhret sahibi olmak, mad-deten köşeyi dönmek gibi gaye-leri ön planda tutanların yanında icâzete hak kazanma arzusu çok daha masum kalmaktadır.

Temeşşuk safhasında karşılaşılan yaygın hatalardan biri de, meşk ettiği yazı çeşidinde henüz mü-rekkebatın ortalarına dahi gelmemiş olan talebenin, bu yazıdan sonra hangi yazı nevini meşk edeceğini sorması-dır. İnsanın geleceğe yönelik bazı planlar yapması normal olmakla birlikte, önündeki işte belli bir mesafe kat etme-den bir sonraki safhanın hayallerini kurmaya başlaması, neticeye çabucak ulaşıverme heveskârlığından başka bir şey değildir. Yine bazı yeniyetmeler, uzun meşk yolculu-ğunu tamamlamadan ve henüz klasik estetik seviyeye yak-laşamadan klasik ötesi, sıra dışı ve olağanüstü tasarımlar yapma arzusuna düşmektedirler. Böyleleri arasından nasi-

hat ve tavsiye dinlemeyecek kadar sabırsız olanları, hilkat garîbesi kabîlinden öyle “modern yaklaşımlar” ortaya koy-maktadırlar ki; bu sözde yorumları ancak “ucûbe” olarak tavsif etmek icap eder.

Çok yazmak, kalemi elden bırakmamak, eslâfın yazılarını dikkatlice incelemek, malzeme-yi ıslah etmek, ders geçmek için değil; öğrenmek için meşk yaz-mak gibi hususiyetler bu sanatta muvaff ak olmak için elzem olan şartlardandır. Kalem Güzeli adlı eserde hattatlığın şartları arasın-da; istidat ve kabiliyet sahibi ol-mak, meşk ve talim görmek, harîs olmak, doğru anlayışlı olmak, ki-birsiz ve azimli olmak, iyi ve bol malzeme kullanmak, çok yazmak, çok yazı mütalâa etmek gibi mad-deler sıralanmıştır. (Yazır, 1981: 122-128) Ayrıca, tatbikatıyla meş-gul olduğu sanatın nazariyatını ve tarihini bilmek de çok mühim; ama bir o kadar ihmal edilen me-selelerdendir. Bir kere her şeyden evvel sanat ıstılahına vâkıf olmak gerekir. Hoca bir harfi yahut hare-keti tarif ederken bazı tabirler kul-lanır da talebe bunları anlayamaz-sa bir sonraki meşkte aynı hataları tekrar yapacak demektir. Yine sık-ça yapılan vahim hatalardan biri, meşkine çıkartma yaptıktan sonra hocaya “devamını yazayım mı” diye sormaktır ki; hoca “geç” de-meden ona bu psikolojik tazyikin yapılması, çok büyük usûl hatala-rındandır.

Bilindiği gibi, klasik hat eğitimine, sülüs “Rabbiyessir” du-asının yazılmasıyla başlanır. Ancak günümüz ictimaî haya-tında Lâtin yazısı kullanıldığı için, hüsn-i hat meşk etmek isteyenlere birçok hoca, Osmanlı dönemindeki günlük kul-lanım yazısı olan rık’a meşk ettirdikten sonra talebeyi sülüse geçirmektedir. Rık’a temeşşuku esnasında talebenin bu sa-nata yatkınlığının olup olmadığı da anlaşılmaktadır. (Özka-fa, 2010: 115-118) Beş-altı ay veya en fazla bir yıl içinde rık’a yazısını tamamlamaya muvaff ak olan talebe, henüz harf-leri bile meşk etmeden önce sülüs hattının en mütekâmil

Hattat Karahisarî, Topkapı Sarayı Müzesi

Page 30: 1453 Dergisi 18. Sayı

KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA

30

örneklerinden olan “Rabbiyessir” ibaresini satıra dizmeye başlar. Bu durum hakikaten ilginç bir eğitim metodu ola-rak örnek gösterilebilir. Lâkin uzun bir yola başlayan kim-senin lisanıyla da hâliyle de dua etmesi kabîlinden sayılan bu dua meşkinin bereketiyle tarih boyunca nice hattatlar yetişmiştir…

Talebe aynısını yazmak için günlerce karalama yaptıktan sonra, klasik malzemeler kullanarak bu dua meşkini yazıp hocasına gösterir. Hoca da harflerin altına “çıkartma” ya-parak hatalara dikkat çeker. Talebe Rabbiyessir meşkini en güzel şekilde yazıncaya kadar bu böyle devam eder. Ne

zaman ki hocası beğendi; artık elifba harflerinin ilk yarısını yazmasını talebeden ister. Böylelikle “müfredat ve mürek-kebat meşkleri” denilen “harflerin münferid yazılışları ve birbirleriyle birleşme şekilleri” birer birer çalışılır.

Büyük hattatlar tarafından hazırlanmış olan ve “meşk mu-rakkaı” denilen kaynaklar, bu dönemde sürekli mürâcaat edilen çok kıymetli nümûnelerdir. Birkaç yıl süren müfredat eğitiminden sonra tamamına “mürekkebat meşkleri” deni-len ve genellikle “elfiye kasidesi” olarak bilinen metin satır satır çalışılır. Zaten bu safhada talebe, kelimelerin satırda duruş yerlerini, kürsülerini, yani satır nizamını öğrenir. Tale-be bu meşkleri de tamamladıktan sonra yazıda epey mesa-fe kat’etmiş ve yazının inceliklerini büyük ölçüde kavramış olur. Bir müddet daha büyük üstadların şaheser mahiye-tindeki yazılarından bazılarını takliden yazmaya çalıştıktan sonra, hocasının tavsiyesiyle, meşhur bir hattatın güzel bir yazısını aynen taklit eder. Hoca bunu beğeninceye kadar yazdırır. Bazen aynı yazıyı talebesine kırk kereye varıncaya kadar yazdıran hocalar bile olur. Nihayet talebenin güzel yazdığına kanaat getirince hoca bu yazının altına hatt-ı icâze denilen yazı çeşidiyle icâzetname metnini yazar.

Osmanlı kaynaklarına göre icâzetname geleneği ilk defa Zeynüddin Abdurrahman ibnü’s-Sâiğ (ö. 1442) tarafın-dan başlatılmış olup asırlarca titizlikle muhafaza edilmiş-tir. İcâzetnameler genellikle Arapça olduğu gibi Osmanlı Türkçesi’yle yazılmış olanlarına da rastlanmıştır. Meselâ Kebecizâde Mehmed Vasfi Efendi’nin (ö. 1831) tespit edi-len birkaç icâzetnamesi Osmanlı Türkçesi ile yazılmıştır. (Derman, 1997: 496-497) İcâzet metninde genellikle salât ü selam ve dua ifadelerinden başka, icâzeti (yani imza yetki-sini) alan kimsenin adı ve icâzeti veren hocanın adı ile onun hocasının adı yer alır. Bazen bu silsile zikri birkaç kuşak ge-riye kadar da götürülebilir. Böylelikle talebe “hattat” sıfatını

almış olur ve artık o da aynı süreçlerden geçen başka biri-sine aynı usûl ile icâzet verebilir. İcâzetler çoğu zaman bir merasim ile verilir. Bu merasimlere başka üstadlar da katılıp taklit yazının altına ikinci veya üçüncü bir metin daha ilâve ederek icâzeti tasdik edebilirler.

İcâzet müessesesinin yozlaşmadan yüzyıllardır süregelme-si sayesinde hem hat sanatı geleneklerinden kopmamış, bozulmamış ve sürekli gelişmiştir hem de zor bir eğitimden sonra ancak hak ederek aldıkları icâzet ile hattatlar itibar kazanmışlardır. Ayrıca, icâzeti olmayanların elinde bu sana-tın farklı hüviyetler kazanmasının önüne geçilmiştir. Batıda ortaya çıkmış birçok sanat akımının tesiriyle, ülkemizdeki batılılaşma merakının neticesinde mimari, tezhip, tezyinat gibi gelenekle bağlantısı çok güçlü sanat dallarımız bile yozlaşmış iken, hat sanatındaki usta-çırak ilişkisi ve icâzet müessesesi, bu sanatın asil duruşunun baltalanmasına ve kendi içindeki tekemmülün sekteye uğramasına mani ol-muştur.

Klasik usûlden taviz verilmeksizin günümüze kadar gelen bu sistemin, modern eğitim kurumlarına aynen taşınması elbette ki oldukça zordur. Bu yüzden, geleneksel sanatlar

Prof. Dr. Uğur Derman Davut Pektaş Ali Toy

Page 31: 1453 Dergisi 18. Sayı

31

KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA

bölümü olan güzel sanatlar fakültelerinden ayrı olarak, bir-çok özel kurs meşk usûlüne dayalı geleneksel hat eğitimi vermeye devam etmektedir. Ancak fakülte bünyelerinde benzer bir eğitim verilmesi de bir o kadar zaruridir. Çünkü bu okullarda uygulamanın yanında teorik eğitim de verile-rek öğrencilerin sanat tarihi, sanat felsefesi, tasarım ilkeleri vb. birçok ders ile altyapılarını sağlamlaştırmaları gerek-mektedir. Titizce hazırlanmış bir program, zengin içerikle donatılmış bir müfredat ve alanlarında uzman olan kaliteli bir eğitim kadrosu olduğu zaman, klasik usûlden fazla taviz vermeden başarılı öğrenciler yetiştiren modern eğitim ku-

rumları olabilir ve vardır da. Çünkü önemli olan, ne yapmak istediğini bilmek, bunu yapabileceğine inanmak ve bunun için samimiyetle çalışmaktır.

Diğer sanat dalları için de yönteme bağlılık büyük önem arz eder. Her sanatın kendine mahsus yüzlerce, hattâ bin-lerce ıstılahı olduğu gibi birer de öğretim yöntemi vardır. Hat sanatı gibi köklü geleneklere sahip bir sanat dalında da harfiyyen uyulmadığı takdirde verim alınması çok zor olan kaideler bulunur. Talebe, bunların bir kısmını henüz ilk meşklerine başlarken öğrenir; bir kısmı ise ona zaman içerisinde zerkedilir. Böylelikle, bizzat yaşayarak ve sindire-rek sanat usûlü de meşk ettirilmiş olur.

Usûl ve âdâb ile hareket etme mesuliyeti elbette sadece talebeye münhasır bir husûsiyet değildir. Ana-babanın evlâdı üzerinde hakkı olduğu gibi, evlâdın da ana-baba üzerinde hakkı vardır. Hoca-talebe ilişkisinde de benzer bir durum söz konusudur. Meselâ; hoca çok kaprisli olursa ta-lebesine öğreteceği en iyi şey, kaprisin nasıl yapılacağıdır. O halde talebe için sabır ne kadar gerekliyse hoca için de o kadar lâzımdır. Yani; usûle ve hakkāniyete riâyet karşılık-lıdır. Hasıl-ı kelâm; başarı, yöntemin sıhhatine bağlıdır ve usûlsüzlük vüsûlsüzlüktür.

KAYNAKÇA

Derman, 1997: M. Uğur Derman, “Hattat”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 16, İstanbul, s. 493-499.

Özkafa, 2010: Fatih Özkafa, “İstanbul ve Hat Sanatı (Istanbul and The Art of Calligraphy)”, Bir Fotoğrafın Aynasında İstanbul’un Meşhur Hattatları (Through The Mirror of A Picture Eminent Calligraphers of İstanbul), İstanbul, s. 111-124.

Serin, 2008: Muhittin Serin, Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, İstanbul.

Yazır, 1981: M. Bedreddin Yazır, Medeniyet Âleminde Yazı ve İslâm Medeniyetinde Kalem Güzeli, c. 1-2, Ankara.

Mehmet Özçay

Page 32: 1453 Dergisi 18. Sayı

32

ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ

Page 33: 1453 Dergisi 18. Sayı

33

ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ

ÇİÇEK SATICILARI:

Prof. Dr. Suraiya FAROQHI*

18. yüzyılın İstanbul çiçekçileri, 2013 yılının sonunda niye gündeme gelsin?

Bu mütevazı esnafın geçimi, bugünlerde Osmanlı tarihçilerini bir hayli meşgul

eden bir soru ile bağlantılıdır: 18. yüzyılın ilk yarısında, özellikle 1718 ile

1760’lı yıllar arasındaki dönemde gerçekten –hiç değilse hali vakti yerinde

olan çevrelerde- tüketimde bir artış sözkonusu mudur? Yoksa kaynakların

çoğalması ve dönemin yazarlarında sıkça görülen ‘tüketim aleyhtarlığı’ bu

konuda yanıltmış olabilir mi? Terekeler üzerinde sistematik ve karşılaştırmalı

çalışmalar, bu soruna ileride hiç değilse kısmi bir açıklık getirebilir.

Page 34: 1453 Dergisi 18. Sayı

34

ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ

Osmanlı minyatürlerine bakıldığında, saray ve konaklarda toplantı düzenlendikçe o zamanın tabiriyle şükûfe deni-len çiçeklerin vazo içinde düzenlenip odaların süsü olarak kullanıldığı görünmektedir.1 Ayrıca Evliya Çelebi, büyük bir olasılıkla IV. Murad zamanında meydana gelen fakat şimdi-ye kadar resmi belgelerde izi bulunamayan meşhur asker ve esnaf alayını anlatırken, katılan bazı kişilerin çiçeklerle süslendiklerini anlatmıştır; özellikle meşalecilerin, meşale-lerinin içine sümbül, lale ve benzeri çiçekleri koyduklarını belirtmiştir.2 Oysa bu çiçeklerin nereden ve nasıl tedarik edildiğini anlatan kaynaklarımız çok fazla değildir.

17. veya 18. yüzyılın şartları altında taze çiçeklerin uzun mesafeler üzerinden getirilemediği açıktır. Bu nedenle İstanbul’da tüketilen çiçeklerin kaynağı olarak bir yandan Boğaz kenarındaki bahçeler, diğer yandan kara surlarının

dışındaki araziler düşünülmelidir. Zira o dö-nemin idari yapısı çerçevesinde İstanbul değil Eyüp kasa-basına bağlı olan bu alanlar, tamamen kırsal bir karakter taşıdığını kadı sicilleri gibi kaynaklardan anlamaktayız. Bu bölgedeki bahçelerde yetişen çiçeklerin, 18. yüzyılın son çeyreğinde ve belki daha da öncesinde sur içi İstanbul’un-daki çiçek pazarına gittiği belgelenmiştir. O dönemde İstanbul’da kalan Floransalı seyyah Domenico Sestini, Mısır Çarşısı’na yakın bir çiçek pazarından söz etmektedir. Anla-şılan o dönemde, Osmanlı Sarayı devletin ileri gelenlerine çiçek göndermekle kalmamış, halktan maddi imkânları olanlar da birinin ziyaretine gittiklerinde hediye olarak çi-çek götürmüştür.3 Saray’ın dağıttığı çiçeklerin çoğunun, pazardan değil, hasbahçelerinden geldiği varsayılabilir. Fakat saray’la bağlantısı olmayanlar, kendi bahçelerinden

satışı narhla düzenlenmiştir. Araştırmacılar tarafından bir kaç kez ele alınan bu liste İstanbul kadı si-cillerinde bize kadar gelebilmiş ve yakın bir geçmişte artık yayınlanmıştır.7

Bu listeden hareketle lale piyasasının biraz bugünkü orkide piyasasına benzediği anlaşılmaktadır. Zira en ucuzundan en pahalısına kadar her çeşidin varlığı görülmektedir. Ara-larında adı Al Boşnak olan ve Kasımpaşalı Mahmud olarak bilinen bir çiçekseverin yetiştirdiği bir tür bulunmaktadır. Çiçekle ilgili risalelerde adı geçtiği halde narh fiyatı sadece 1 akçedir ve Rûhü’l-kulûb diye adlandırılan ve yetiştiricisi Veli Efendi diye bir kişi olan bir başka çeşidin de bu fiya-ta satılması gerektiğini okumaktayız.9 Öte yandan Nîze-i Rummânî denilen türün fiyatı, narh defterine göre 50 gu-

çiçek götürmedikleri sürece çarşıdan çiçek almış olmalıdır. Konumuz ise ‘hobi’ olarak lale yetiştiren ve bazen yeni tür-lere adını veren Osmanlı ekâbiri değil, piyasaya dönük çi-çekçilik yaparak geçinenler olacaktır.4

Süs bitkilerinin üretiminde uzmanlaşmış çiftliklerin işleyişi hakkındaki bilgimiz pek az olmakla birlikte tereke listele-rinde zaman zaman bu tür işletmelerin varlığı belgelenmiş-tir.5 Değerli çiçek yetiştirenlerin, normal olarak bir Osmanlı ekâbirinin himayesinde çalışıp çalışmadıkları da çok açık değildir; fakat pek çok elit üyesinin bizzat lale yetiştirerek konunun uzmanı olması, bu tür patronaj ilişkilerinin yay-gın olduğunu düşündürmektedir. Nitekim hiç değilse lale yetiştirenlerin aralarında müsabaka düzenlemiş ve lalenin makbul ve makbul olmayanı hakkında risale dahi yazmış-lardır.6 Zaten bu nedenle, daha 1138 (1725-26) yılında lale

* İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi.

Page 35: 1453 Dergisi 18. Sayı

35

ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ

Surname-i Hümayun adlı eserde nahılcıların lale ile geçidi.

Page 36: 1453 Dergisi 18. Sayı

36

ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ

ruş olmuştur; ancak başka hiç bir çiçeğin bu düzeye çıkma-dığını da gözden çıkarmamalıyız.10 Eğer 18. yüzyıl boyunca sıkça göründüğü gibi bu hesaplarda da 1 kuruş 120 akçeye tekabül ettiyse, en ucuz ile en pahalı laleler arasındaki oran 1: 6000 olmuştur. Ancak bu tür hesaplar, alıcı ve satıcının bu narhlara uydukları takdirde geçerli olmaktadır. Oysa zengin koleksiyoncuların yoğun olduğu bir piyasada olup bitenleri takip etmek her zaman kolay olmamaktadır.

Bu durumda belirlenemeyen bir tarihte İstanbul kadısına hitaben yazılan ve içinde sarayın ser-şükûfecisi olan Şeyh Mehmed’in adı geçen “Çiçek Fer-manı” bize bazı ilginç ayrıntılar sunmuştur. Ser-şükûfecinin, sa-ray için çiçek tedarikinden so-rumlu bir görevli olup çiçekçi esnafına emir verme yetkisine sahip bir görevli olduğunu an-lamaktayız.11 Her padişahın dö-neminde birer ser-şükûfecinin atanıp atanmadığı açık değildir; fakat Sultan İbrahim zamanında (1640-48) oldukça prestijli olan bir Mevlevi dervişinin bu göreve getirildiğini görmekteyiz; aynı ki-şinin daha önce reis’ül-küttaplık dahi yaptığı kayıtlıdır.12 Çiçek Fermanı’nın girişinde İstanbul sakinlerinin öteden beri latif ta-biatlarından ötürü çiçek sevdik-leri belirtilmiş ve ayrıca bu zevk ‘kudret-i ilahiyyeyi temâşa’ gibi dinsel olan bir tutum ile ilişki-lendirilmiştir. Bu nedenlerle İstanbul’da oturan pek çok kişi, kendini lale yetiştirme zevkine kaptırmıştır. Tarihi belirle-nemeyen bir geçmişte lale fiyatları ölçülü imiş; hatta arzın çokluğundan olsa gerek, lalelerin ticari değeri adamakıllı düşmüş ve bu çiçekler ucuz fiyata alınıp satılır hale gelmiş-tir.

Oysa padişah ve sarayının İstanbul’a gelişiyle durum, kö-künden değişmiştir. Zira fermanın ifadesiyle ‘asayış ve em-niyyet’ artmış ve halk, eskisinden daha rahat bir duruma gelmiştir. Metinde hiç tarih geçmediği halde bu olayları tarihlendirmemiz mümkündür. Sarayın yaklaşık elli yıl bo-yunca Edirne’de bulunduktan sonra İstanbul’a dönmesi, 1703 yılına rastlamaktadır. Hatta II. Mustafa (1695-1703) tahtını kaybettikten sonra yerine gelen III. Ahmed (1703-

30), bundan böyle İstanbul’da oturacağını taahhüt etmek zorunda kalmış . Bu talebin hiç değilse kısmen geçim der-dine düşmüş olan İstanbul esnafından kaynaklandığı bilin-mektedir.13

Saray Edirne’ye taşındıktan sonra elitten gelen talebin çok azalması bir yana, 17. yüzyılın son yılları sürekli savaşlar yü-zünden, İstanbul halkı için gerçekten zor olmuştur. Fakat yeni yüzyılın ilk yıllarında savaşların bitmesiyle ve sarayın eski başkente yeniden yerleşmesiyle hem alıcılar çoğalmış, hem de harcayabilecekleri para mikdarında bir artış mey-

dana gelmiş olmalıdır. İçinde yaşadığımız bu dünyada herhangi bir resmi belgede ‘tebaanın refahı’ndan söz edilirse şüp-heci olmakta yarar vardır; fakat anlatı-lan nedenlerle Çiçek Fermanı’nda dile getirilen bu iddianın doğru olduğu varsayılabilir. Bu durumda çiçeklere rağbet artmıştır. Ayrıca bugünkü araş-tırmacıların ‘Lale Devri’nin Osmanlı modernleşmesi tarihinde özel bir öne-me sahip olduğunu pek kabul etme-dikleri veya hiç değilse bu savı şüphe ile karşıladıkları halde bu dönemde çiçek resimlerinde veya -- hiç değilse --ressamların yaptıkları resimlere imza atma alışkanlığında bir artış olduğu be-lirgindir.14

Çiçek Ferman’ına göre bu durumda bazı insafsızlar çiçek fiyatlarını kat kat arttırdıklarından artık III. Ahmed narh koymak gerekliliğine iyice inanmış bulunmaktadır. Burada konu edinen narh defterinin halen elimizde olan ve

aynı kadı sicilinde yer alan narh listesinin aynısı olduğunu tahmin etmek mümkündür. Maalesef elimizdeki metin narhtan önceki müzakere ve pazarlıklara değinmemekte-dir; oysa daha önce gördüğümüz gibi en ucuz ve en pahalı lale arasındaki fark 1: 6000 olduğuna göre, bu fiyat farkının ‘kendiliğinden’ oluştuğunu düşünmek pek akla yakın de-ğildir.

Çiçek Fermanı’nda ancak İstanbul kadısının ve ser-şükûfecinin tüm çiçekçi esnafını toplaması ve bundan böyle kendilerine bildirilen listeye göre satış yapmalarının menfaatleri icabı olduğunu bildirmesi gerektiği söylen-miştir. Narhı ihlal edenlerin cezaları ise dönemin özel ko-şullarını yansıtmakta, zira yakalananların İstanbul’dan uzak

Tercüme-i Hadis-i Erbain kitabı lake cildi, İstanbul’da Lale Zamanı Kitabı s. 75

Page 37: 1453 Dergisi 18. Sayı

37

ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ

yerlere sürüleceği ilan edilmektedir. Hâlbuki 18. yüzyılda Osmanlı başkentinin fazla kalabalık olduğu ve göçlerin ön-lenmesi gerektiği gibi varsayımlar – gerçekçi olsun olmasın - İstanbul elitini sık sık meşgul etmiştir.15 Bu durumda ge-çimini ancak elitin sayesinde sağlayabilen bir esnaf tipinin İstanbul’dan sürüldüğü vakit kendine yeni bir meslek bul-mak zorunda kalacağı açıktır. Ancak elimizde olan belge uygulama konusunda bilgi içermediğinden bu tehditlerin sıkça gerçekleştiğini veya daha çok ‘kağıt üzerinde’ kaldığı-nı bilememekteyiz.

18. yüzyılın İstanbul çiçekçileri, 2013 yılının sonunda niye gündeme gelsin? Elinizdeki kısa metinden anlaşılacağı gibi bu mütevazı esnafın geçimi, bugünlerde Osmanlı tarih-çilerini bir hayli meşgul eden bir soru ile bağlantılıdır: 18. yüzyılın ilk yarısında, özellikle 1718 ile 1760’lı yıllar arasın-daki dönemde gerçekten – hiç değilse hali vakti yerinde olan çevrelerde – tüketimde bir artış sözkonusu mudur? Yoksa kaynakların çoğalması ve dönemin yazarlarında sık-ça görünen ‘tüketim aleyhtarlığı’ bizi bu konuda yanıltmış olabilir mi? Terekeler üzerinde sistematik ve karşılaştırma-lı çalışmalar, bu soruna ileride hiç değilse kısmi bir açıklık getirebilir. Ancak şu sıralarda daha dolaylı kriterler kullan-maktan başka bir seçeneğimiz olmadığından mütevazı ve hatta bazen ciddi bir lüks tüketim maddesi olan çiçekleri yetiştiren ve pazarlayan esnafın varlığı ve 18. yüzyılda belki de yaygınlaşması bizi Osmanlı elitin tüketim alışkanlıkları konusunda daha fazla soru sormamıza teşvik edebilir.

DİPNOTLAR:

1 Zeynep Tarım Ertuğ bu konuya çeşitli çalışmalarında değinmiştir. 2 Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsyonu –Dizini, cilt 1, yayına hazırlayanlar Robert Dankoff, Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı (Istanbul, 2006), s. 267.

3 Domenico Sestini, Beschreibung des Kanals von Konstantinopel, des dasigen Wein-, Acker- und Garten-Baues und der Jagd der

Türken, çev. C. J. Jagemann (Hamburg, 1786); Gül İrepoğlu, Lâle: Doğada, Tarihte, Sanatta (İstanbul, 2012), s. 89.

4 Yıldız Demiriz, Osmanlı Çiçek Yetiştiriliği (İstanbul, 2009).

5 Ahmet Hezarfen, “18. Yüzyılda Lale Yetiştirenler,” Tarih ve Toplum, 137 (1995), s.300-302.

6 Demiriz, Osmanlı Çiçek Yetiştiriciliği, s. 37-49.

7 Mal ve hizmetlerin satış fiyatlarının kamu otoriteleri tarafından saptanmasıdır. Narhlar, taban ve tavan fiyatların belirlenmesi şeklinde hem üreticiyi, hem de tüketiciyi korumaya yöneliktir.

8 M. Akif Aydın v. b.(yayına hazırlayanlar), İstanbul Kadı Sicilleri İstanbul Mahkemesi 24 Numaralı Sicil (H. 1138-1151/1726-1738) (İstanbul: İSAM, 2010), s. 165-170. Araştırmalara gelince bkz. İrepoğlu, Lâle, s.89 ve orada adı geçen edebiyat.

9 Aydın v. b., 24 Numaralı Sicil, s. 170; Demiriz, Osmanlı Çiçek Yetiştiriciliği, s. 52, 75. Sayılmayacak kadar çok olan lale isimlerinin birer dökümü için bkz. Demiriz, Osmanlı Çiçek Yetiştiriciliği, s. 52-86 ve İrepoğlu, Lâle, s. 80-84.

10 Bu lalenin iki resmi için bkz. Demiriz, Osmanlı Çiçek Yetiştiriciliği, s. 28 ve 29.

11 Aydın v. b., 24 Numaralı Sicil, s. 120.

12 İrepoğlu, Lâle, s. 27.

13 Rifa’at A. Abou-El-Haj, The 1703 Rebellion and the Structure of Ottoman Politics (Istanbul, Leiden,1984).

14 Selim Karahasanoğlu,“Osmanlı Tarihyazımında “Lale Devri”: Eleştirel bir Değerlendirme,” Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar 7 (2008), s. 129-44 ve orada konu edilen literatür. Çiçek ressamları için bkz. Yıldız Demiriz, Osmanlı Kitap Sanatında Natüralist Üslupta Çiçekler (İstanbul, 1986), s. 383-85.

15 Bu konuda artık gelişkin bir edebiyat vardır; bkz. Betül Başaran, Between Crisis and Order: Selim III, Social Control and Policing in Istanbul at the End of the Eighteenth Century, (Leiden, baskıda).

16 Hülya Canbakal, “Consumption in Ottoman Manastir (Bitola) and Manisa: a long term perspective”, Workshop on Ottoman Consumption in a Comparative Perspective, AHRC International Network, Global Commodities, Istanbul, Turkey: Istanbul Bilgi University 2011. Araştırmacı, 18inci yüzyıl tüketimiyle kapsamlı bir çalışma hazırlamaktadır.

Page 38: 1453 Dergisi 18. Sayı

38

OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN

Osmanlılarda yorgan yüzleri, genellikle, kadife, atlas,

ipek ve ketenden yapılır ve üzerlerine çeşitli motifl er

işlenirdi. Bazı değerli yorganlar da, değerli taşlar, altın

ve gümüş tellerle bezenirdi. Bu değerli yorganlar,

saraylarda, zenginlerin konak ve evlerinde kullanılırdı.

Halk ise tahta kalıplarla kumaşa basılan motifl erin

bulunduğu basma ya da yazma yüzlü yorganlar

kullanırdı.

Dr. Mustafa DUMAN*

OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE ISTANBUL’DA YORGANCILIK

Page 39: 1453 Dergisi 18. Sayı

39

OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN

Page 40: 1453 Dergisi 18. Sayı

40

OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN

Osmanlı Döneminde İstanbul’da Yorgancılık

Orta Asya Türk boylarında yorgan örtünmeye yaradığı gibi, yorgan yapım tekniği ile, yani iç ve dış parçaları arası yün, pamuk doldurularak dikilen kumaş elbiseler de giyiliyor-du. Bu elbiselere bugün Orta Asya halklarında rastlıyoruz. Anadolu’da yaşayan Oğuz ve Türkmen boylarında da kulla-nıldıklarını görmekteyiz.

Türklerde, özellikle Anadolu’da yerleşik düzene geçtikten sonra, yorgancılık sanatının geliştiğine tanık olmaktayız. Daha doğrusu bir zanaattan sanat çıkarmasını bildi yor-gancılarımız. Bu gelişimi Selçuklu ve Osmanlı dönemlerin-den kalan çeşitli belgelerden izleyebiliyoruz. Osmanlı dö-neminde, İstanbul’da yorgancılar, esnaf loncaları arasında “yorgancıyan esnafı” olarak yer almakta idi.

R. Grafton, 1545 yılında, Londra’da yayınlanan Seyahatna-mesi’nde Türk yorganlarını şöyle anlatmaktadır:

“Yorganlar büyük, yün, üzeri kadife ve ipek kaplı. Çarşafları keten ve üzeri iğne işi ile işli. İş o kadar sık ki keten görün-müyor.”1

Osmanlı döneminde, ordu sefere çıkmadan önce, veya savaşlardan sonra kazanılan zaferleri kutlamak için ya da şehzadelerin sünnet düğünlerinde veya başka olaylar ne-deniyle düzenlenen şenliklere esnaf da katılır ve “esnaf alayları” şeklinde resmi geçitler yapılırdı. Bu törenlerde es-naf alayları padişahın ve diğer devlet büyüklerinin önlerin-de sanatlarını göstererek geçerlerdi. Geçen esnaf alayları içerisinde yorgancı ve hallaç esnafı da bulunurdu.

Sultan III. Murad’ın şehzadesi Mehmed (III.)’in sünnet düğü-nünde, İstanbul’da, At Meydanı’nda [Sultanahmet Meyda-nı] düzenlenen ve 52 gün 52 gece süren şenliklerde geçen esnaf alaylarında yorgancılar da vardı. Bu şenlikleri anlatan ve minyatürlerle tesbit ederek değerli bilgilerin zamanımıza kadar ulaşmasını sağlayan Surname-i Humayun adlı eserde, esnaf alaylarında geçenler sayılırken yorgancıların da yer al-dığını okumaktayız. Minyatür şeklinde yapılmış resimlerini görmekteyiz.2 Bu şenliğe tanık olan yazarların anlattıklarına göre:

“Yorgancılar, sırmalı elbiseler içinde yüz delikanlıyı sırmalı yataklara yatırmış ve üzerlerine sırmalı yorganlar örtmüş olarak geçmişler ve umumun dikkat ve alâkasını çekmişler-di.”3

1582 şenliklerinin Alman tanığı Nicholas von Haunolth’un yazdığına göre, esnaf alaylarında geçen esnafların bayrak-ları vardı. Şilte, yorgan ve yastık yapanlar iki renkli altın sim-li kumaştan bir bayrak taşıyorlardı.4

1623 yılında, III. Ahmed’in, şehzadeleri için düzenledi-ği sünnet düğününde geçen esnaf alaylarında yorgan-cılar da vardı. Yorgancıların verdikleri hediyeleri Vehbi, Sûrnâme’sinde şöyle anlatmaktadır: “Bunların arkasından yorgancılar yürüdü. Araba üzerinde kurdukları dükkânlarını binlerce süs püsle öyle süslemişler, altın çözgü telli yorgan ve işleme ve bezemeyle kaplı kumaşlarla öyle bezemişler ki aşırı derecedeki süsünü nitelemek dilin haddi olmadığı gibi kalemin becerebileceği bir iş de değildir. Süs bakımın-dan hepsine üstünlük sağladıkları gerçek, şenlik yönünden öteki meslek erbabını gölgede bıraktıkları muhakkaktı… Bunlar Sultan’ın bakışıyla şeref kazandılar ve beş yüz sek-sen dirhem ağırlığında bir gümüş leğen ibrik, iki yüz on beş dirhem gümüş tepsi, yüz elli beş dirhem bir kapaklı gümüş tas, firengi atlas ve bürümcük üzerine işleme ‘dört adet çok kıymetli yorganı’ düğün hediyeleri olmak üzere görevli bu-lunanlara teslim ettiler ve Sultan’ın şölen sofrasında karın-larını doyurup ağırlandılar.”5

Hallaçlar ve yorgancılar, esnaf alaylarında genellikle ayrı ayrı geçmekte idiler.6

Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde yazdığına göre, IV. Murad’ın emriyle, 1637 yılında, Bağdat seferi’ne çıkılma-dan önce düzenlenen esnaf alaylarında geçenler arasında hallaçlar ve yorgancılar da vardı. Evliya Çelebi, hallaçların, tahtırevanlar üzerinde, o günün dilinde “penbe” olarak ad-landırılan pamukları atarak geçtiklerini anlatmıştır.7

Evliya Çelebi, hallaçları anlattıktan sonra sözü yorgancılara getirir:

“Esnaf-ı Yorkancıyan: Dükkân 105, neferat 400, pirleri Kâmil-i Hindî’dir. Enes ibn Mâlik belin bağladı. Hazret-i Osman’da olan Hazret’in kerimeleri Rukıyye ve Ümmü Külsûm ve Hazret-i Ali’de olan bint-i Resûl Fatımatü’z-Zehrâ’nın cihaz-larına hıdmet etmiş Kâmil-i Hindî’dir kim yorkancıların pi-ridir. Kabri Yemen diyarında şehr-i Cüble’de yatır. Bu şehir hali Mekke’ye karibdir. Bu yorgancılar dahı tahtırevanlar üzre dükkânların atlas ve dibâ ve sereng ve hârâ yorkanlar ile zeyn edüp cümlesi müsellah ubûr ederler.”8

Eski Osmanlı belgelerinden 1640 Tarihli Narh Defteri’nde, yorgancıların kullandıkları ham ve atılmış pamukların, yor-gan yüzü olarak kullanılan bez ve kumaşların özellikleri, yorgan yapımında kullanılacak pamuk miktarı, boyuna, as-tarına, kalitesine göre yorgan fiyatları belirtilmiştir.9

Osmanlılarda yorgan yüzleri, genellikle, kadife, atlas, ipek ve ketenden yapılır ve üzerlerine çeşitli motifler işlenirdi. Bazı değerli yorganlar da, değerli taşlar, altın ve gümüş tel-

* Dr. İç Hastalıkları Uzmanı - Halk Kültürü Araştırmacısı

Page 41: 1453 Dergisi 18. Sayı

41

OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN

lerle bezenirdi. Bu değerli yorganlar, saraylarda, zenginle-rin konak ve evlerinde kullanılırdı. Halk ise tahta kalıplarla kumaşa basılan motiflerin bulunduğu basma ya da yazma yüzlü yorganlar kullanırdı. Bu kumaşları hazırlayan meslek sahipleri “basmacılar” ve “yazmacılar” gibi ayrı meslek dal-larını oluştururlardı. En iyi basma ve yazma yorgan-yastık yüzleri, İstanbul’da, Kandilli ve Üsküdar’da yapılırdı. Tokat, Kastamonu ve Bartın’da da yorgan yüzleri üretiliyordu.10

Abdülaziz Bey, Osmanlıların âdet, merasim ve tabirlerini anlattığı eserinde, İstanbul’da kullanılan yorganlar hakkın-da bilgi vermektedir. Onun anlattıklarına göre, Osmanlı-larda, İstanbul’da oturan zengin ve kibar kişiler değerli yorganlar kullanırdı. Halkın kullandığı yorganlar ise kumaş olarak hemen hemen her şeyden yapılırdı. Yorganlar daha çok yazmadan olurdu. En tanınmışı “Kandilli Yazması” idi.

1720 yılında düzenlenen Sultan III. Ahmed’in şehzadeleri sünnet şenliği, yorgancılar esnaf alayı geçidinde.

Page 42: 1453 Dergisi 18. Sayı

18. yy’da tasvir edilmiş sünnet yatağı.

Page 43: 1453 Dergisi 18. Sayı

43

OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN

Ayrıca Üsküdar, Samatya, Kadıköy ve Rumelihisarı yazma-ları da vardı. Yazma yorganların bir kısmı el yazması olarak fırça ve kalemle basit tezgâhlarda yapılırdı. Bir kısmı da fab-rikalarda basmalar gibi üretilirdi. Sarı ve siyah dallar basılı “Kıbrıs Basmaları” da o zamanlar kullanılan basmalardandı.

Kıymetli yorganlar, düz şal ve telli ipekten yapılırdı. “Sevai” denilen ipekliden ve “ kutni” denilen değerli bir kumaştan yapılanları da vardı. Bazen de yorganlar, “diba”, “serenk” ve “buhara” denilen eski tür ipeklilerden yapılırdı. İstanbul’da, değerli yorganların yapılışında, atlas üzerine kasnakta can-fes veya suzeni, lahuraki veya buharalı üzerine gergefte, el-van ipekle çiçekli dallar işlenirdi. Bu motifler arasına sırma veya pul konurdu. İşleme yorganların nakışlarına, “sarma”, “tırtıl”, “yatırma”, “atkı”, “hesap”, “kanaviçe” gibi adlar verilirdi. Bazı yorganlar som sırma ipekle işlenmiş “ abani” denilen sarı işlemeli yorganlardı ki bunlara “darphane işi” denirdi. Bu yorganların bazıları, işlemelerinde elvan ipek, sırma tırtıl ve altın pul kullanılan çok süslü ve değerli yor-ganlardı.

Eski İstanbul’da bazı yorganlar düz kumaştan yapılırdı. Bu yorgan-ların yüzleri ya pamukla beraber dikilir ya da yorgan yüzü üzerine kaplanırdı. Halkın kul-landığı yorganlar adi basmalardan yapıldığı gibi bazen da ayrı ayrı basma parçaları bir araya getirilir ve dikilir, çok parçalı yorganlar üretilirdi. İstanbul’da, Galata’da dokunan kalın bir basma bu işlerde kullanılırdı. Yazın kullanılan yorganlar düz beyaz ketenlerdendi. Çivitle boyanan kumaşlardan da yorgan yapılırdı. Bu yorganlara “çivit yorgan” denirdi. Ucuz oldukları için halk arasında rağ-bet görürlerdi. 11

Osmanlıların 18. yüzyıldaki örf ve adetlerini anlatan M. de M. D’ Ohsson, o zamanlar Müslümanların karyola ve süslü yataklar kullanmadıklarını yazar. Karyola yerine yatakların sofalara veya yerden biraz yüksek olan peykelere serildi-ğinden söz eder. Yataklar, yorganlar ve yastıklar gündüzleri toplanır ve odalardaki büyük dolaplara konurdu. Bu dolap-lar, bugün de evlerimizde bulunan ve “yüklük” adı verilen bölmelerdir. Şilteler yün veya pamukla doldurulmuştur. Yorganlar da ucuz veya pahalı kumaşlardan yapılır ve içleri ince olarak pamukla doldurulur. Üzerlerine yorgan çarşafı kaplanır.

Evde hasta varsa hastanın yatağı sofaya serilir ve gündüz kaldırılmaz. Değerli kumaşlardan hazırlanan lohusa yatak-ları da doğumdan bir hafta önce serilir ve doğumdan sonra 40 gün serili kalır. Lohusanın kırkı çıktıktan sonra toplanır.

D’Ohsson’a göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda hanedan mensuplarının yani padişahın, şehzadelerin, sultanların ve haremdeki diğer kadınların sabit ve süslü yatakları vardı. Haremde bir kadın hamile kaldığı zaman onun odasındaki tüm eşya ile yatak ve yorganlar da yenilenirdi.12

Osmanlı dönemi saray yastıklarının yüzleri genellikle ipek olurdu. Kenarları gümüş ya da altın kaplamalı gümüş tel-lerle çevrilirdi. Bu alanda 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar en güzel örnekler verilmiştir.

Osmanlı döneminden kalan değerli yastıklar incelen-diğinde, çok büyük bir işçilik ve sanat örneği oldukları

anlaşılır. Örneğin, günümüzde, Münih’te, Bernheimer Koleksiyonu’nda bulunan bir ipek yastık, 17. yüzyılda,

Bursa’da yapılmıştır. Yastığın üzerine işlenmiş çeşitli çiçek motiflerinin yanı sıra, yazılar da vardır. Yazılar

yastık üzerine işlenmiş olan eşit büyüklükteki ku-tulara yazılmıştır. 1731 yılında, Abdi Paşa ta-

rafından İsveç Kralı’na armağan edilen bir yastık da kumaşı ve işlenişi açı-sından değerli bir sanat eseri olarak

günümüze kadar gelmiştir. Bu yastık, ipek, pamuklu ve ipek brokat kumaşlar-

dan yapılmış, üzerine çiçek figürleri işlenmiş ve bu figürler gümüş tellerle çevrelenmiştir. Yas-

tıklar genellikle dikdörtgen şeklinde olur. Kare şek-linde olanları da vardır. 13

Günümüzde İstanbul’da Yorgancılık

Gelişen teknoloji ile seri olarak üretilen yatak, yorgan ve yastıklar yavaş yavaş geleneksel elişi yatak, yorgan ve yas-tıkların yerini alıyor. Bu nedenle son yıllarda geleneksel yor-gancılık sanatı gerilemeye başladı. Eskiden büyük kentlerin ana caddelerini süsleyen “Diken İğne”, “Altın İğne” tabelalı yorgancılar artık ara sokaklara kaymış ve sayıları azalmış durumda. Elişi olarak yapılan yatak, yorgan ve yastıkların daha pahalıya mal olması da bu durumun ortaya çıkmasın-da etkili olmuştur. Günümüzde azalmakla beraber, gelinle-rin çeyizlerine kadife, ipek ve saten kumaşlardan yapılmış yorganlar konması geleneği sürmektedir. Bu yorganların motifleri özenle seçilmekte ve işlenmektedir. Halk arasında lohusa ve sünnet yorganları bazı geleneklere uygun olarak halen kullanılmaktadır.

Yorganlar, tek kişilik, çift kişilik yorganlar olarak hazırlanır. Beşik çocukları için “beşik yorganları”, daha büyük çocuklar için de “çocuk yorganları” yapılmaktadır. Yorganlar büyük-lüğüne göre 3-4 kg. pamuk, 4-5 m. kumaş ve 4-5 m. astar-dan oluşur.

Page 44: 1453 Dergisi 18. Sayı

44

OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN

Yorgancılık sanatının en önemli çalışmalarından birisi yor-gan yüzlerine yapılan motiflerin seçilmesi, tebeşirle kumaş üzerine çizilmesi ve motifler boyunca iğne ile dikilerek şe-killerin ortaya çıkarılmasıdır. Bu motifler eskiden her yor-gancı ustasının kendi becerisine göre bulup çıkardığı mo-tiflerdi ve ustanın sanat gücünü, kendisine özgü buluşunu yansıtırdı. Son zamanlarda ise yorgan desinatörleri tara-fından hazırlanan motif çizimleri kullanılmaktadır. Yorgan motifleri, yorgancılık sanatının tarihsel gelişimini gösteren eski motifler yanında, bölgelere göre değişen motifler ola-rak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin: “gül”, “güneş”, “karan-fil”, “yıldızlı beş lale”, “yonca”, “zırhlı baklava”, “Sultan Selim

lale”, “batırmalı mekik”, “çerçeve”, “fırıldak”, “tavus kuşu”, “bülbül”, “dallı yonca”, “papatya”, “dörtlü S parke”, “menek-şe”, “batırmalı çift kare” ve daha bir çok motif. Bazı motifler de geometrik şekillerden alınmadır. Günümüzde de özel-likle çeyiz olarak dikilen yorganların yüzüne gelin-güvey adları işlenmektedir.

Yorgancıların İstanbul’da Mesleki Örgütlenmeleri

Yorgancılar, İstanbul’da, 20. yüzyılın başlarında “Çarşıyı Kebir Döşemeci ve Yorgancı Esnafı Cemiyeti” adı altında örgütlenmişlerdi. Daha sonra bu meslek örgütü “Dersaa-det Yorgancılar Cemiyeti” adını aldı. Bu örgüt Cumhuriyet döneminde “İstanbul Yorgancı Hallaç ve Döşemeciler Der-neği” adı altında yeniden yapılandı.

1956 yılında, “İstanbul Yorgancı ve Hallaç Esnafı Sanatkârları Derneği” kuruldu. Kurucusu Üsküplü Hüdai Bukağılı’dır. İs-tanbul yorgancıları, 1993 yılına kadar bu dernek içerisinde örgütlendiler. 1993 yılında, yasa gereği “İstanbul Yorgancı

ve Hallaç Esnafı Sanatkârları Odası” kuruldu. Daha doğru-su, dernek sanatkârlar odasına dönüştü. Odanın 1993 yı-lında, İstanbul’da, 961 kayıtlı üyesi bulunuyordu. İstanbul Yorgancı ve Hallaç Esnafı Sanatkârları Odası’nın ilk başkanı yorgancı ustası Celalettin Akyüz’dür.

İstanbul yorgancıları mesleki örgütlerinin yanı sıra “Güzel İstanbul Yorgancı ve Hallaç Küçük Sanat Kooperatifi” adıy-la bir kooperatif kurdular. Bu kooperatifin çalışmaları çer-çevesinde yurt dışındaki çeşitli sergilere katıldılar. Ödüller aldılar.

İstanbul’da, yorgancı esnafı sanatkârları derneklerine ve odasına uzun yıllar başkanlık yapan Celalettin Akyüz, 1959 yılında, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Eisenhower’e, üzerine Eisenhower’in portresi işlenmiş bir yorgan hediye etti. Yorganı Eisenhower adına Başkonsolos Robert G. Mil-ner aldı ve Akyüz’e 3.8.1960 tarihli bir teşekkür mektubu verdi. Celalettin Akyüz , 1973 yılında da Almanya Başbakanı Willy Brand’a, üzerine Brand’ın portresi işlenmiş bir yorgan hediye etmiştir. Akyüz’ün yorgan yüzüne işlediği Atatürk portresi günümüzde, Kapalıçarşı’daki Yorgancılar Odası merkezinde, duvarda asılıdır. 14

Eskiden esnaflar Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında yapı-lan resmi geçitlerde yer alırlardı. Örneğin, İstanbul’da, 1933 yılında, Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Şenlikleri’nde ve 1970 yılında, Cumhuriyet Bayramı’nda yapılan resmi geçitlerde yorgancı esnafı da yer almıştır.

İstanbul’da, 1994 yılında düzenlenen “Kanuni Sultan Süley-man Sergisi” için hazırlanan yorgan koleksiyonu İstanbul’da,

İstanbul Yorgancılar Odası Nazım İnce (Dr. M. Duman Arişi 2011)Yorgancı Celalettin Akyüz (M. Duman Arşivi - 1978)

Page 45: 1453 Dergisi 18. Sayı

45

OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN

Dedeman Oteli’nde sergilenmiştir. Bu koleksiyondaki yor-ganlar çok beğenilmiş ve sergi bitiminde Altı Nokta Körler Vakfı yararına satışa sunulmuş, kısa bir sürede tümü satıl-mıştır. 15

2010 yılında, İstanbul Yorgancı ve Hallaç Esnafı Sanatkârları Odası başkanlığına seçilen Nazmi İnce oda başkanlığını İs-tanbul’daki yorgancıların duayeni Celalettin Akyüz’den devralmıştır. Nazmi İnce günümüzde de bu görevi sürdür-mektedir. Onun verdiği bilgilere göre, İstanbul Yorgancı ve Hallaç Esnaf Sanatkârları Odası olarak örgütlenmiş olan yorgancılara 2012 yılında çeyizciler de katıldı. Artık yorgan-cılıkla birleşen hallaçlık mesleğini yürüten kalmadığı için odanın adı “İstanbul Yorgancılar ve Çeyizciler Odası” olarak değiştirildi. Odaya katılan çeyizci sayısı yirmi oldu. Odanın merkezi Kapalıçarşı’da, Yorgancılar Caddesi, Mektep Sokak 4 numaradadır. Odada daimi bir yorgan sergisi de bulun-maktadır.

Oda başkanı Nazmi İnce’nin anlattığına göre, günümüz-de, İstanbul’da 250 oda üyesinin mesleklerini sürdürdük-leri 250 yorgancı dükkânı vardır. 1993 yılından bugüne İstanbul’un nüfusu neredeyse iki katına çıktığı halde odaya kayıtlı üye sayısı 250’ye düşmüştür. Bu rakamlar, gelenek-sel Türk yorgancılık sanatının son yirmi yılda ne kadar ge-rilediğini açıkça göstermektedir. Yorgancılığın giderek yok olan meslekler arasına katılmaması için hem devlet, hem de ilgili sivil toplum örgütleri vakit geçirmeden önlemler almalıdır.

DİPNOTLAR

1. Tülay Reyhanlı, İngiliz Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul’da Hayat, (1582-1599), Ankara, Ağustos 1983, s. 87.

2. Metin And, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları, Ankara, 1982, s. 234.

3. Hilmi Uran, Üçüncü Sultan Mehmet’in Sünnet Düğünü, İstanbul, 1941, s. 39.

4. Nicholas von Haunolth, Neuwe Cronica Türckisher Nation, Ed: Johannes Lewenklaw, Frankfurt am Main, 1590, s. 468-515’den naklen: Metin And, A.g.e. s. 259.

5. Vehbi, Sûrnâme, Sultan Ahmet’in Düğün Kitabı, (Hazl. Mertol Tulum), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, Kasım 2008, s. 284-285.

6. İstanbul’da hallaçlık konusu için bkz: Mustafa Duman, “Hallaçlık”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt:3, İstanbul, 1994, s. 531-532.

7. Mehmet Arslan, Türk Edebiyatında Manzum Surnâmeler (Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri), Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara, 1999, s. 442-444.

8. Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıll, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1-6. Kitaplar I. (Hazl: Robert Dankoff - Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Eylül 2011, s. 319.

9. “Yorgancılık Sanatı ve Yorgancılar”, www. EVSİAD com.

10. Ingrid Biniok, “Osmanische Stoffe und Kostüme”, Türkische Kunst und Kultur aus Osmanischer Zeit, Band:2, 2. erw. Auflage, Werlag Aurel Bougers, Reclinghausen, 1985, s. 240-256.

11. Abdülaziz Bey, Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri, (Yay. Hazl: Kazım Arısan-D.Arısan Günay), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2000, s. 199-200.

12. M. de M. D’Ohsson, (Çev: Zerhan Yüksel), 18. Yüzyıl Türkiye’sinde Örf ve Adetler, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, [1973], s. 113-115.

13. Ingrid Biniok, A.g.y. s. 254-255.

14. Geleneksel Türk yorgancılık sanatının bugünkü durumu ile ilgili bilgileri ve bazı görsel malzemeyi, İstanbul Yorgancı ve Hallac Esnafı Odası eski Başkanı Celalettin Akyüz, 10 Ocak 1994 tarihindeki görüşmemizde vermiştir. 1932 doğumlu olan Akyüz’ü, 26 Ağustos 2013 tarihinde kaybettik. Mekânı Cennet olsun. Geleneksel Türk yorgancılığı konusunda daha fazla bilgi ve görsel malzeme için bkz: Mustafa Duman, Geleneksel Türk Yorgancılık Sanatı, Heyamola Yayınları, İstanbul, Eylül 2007, 135 s.

15. Hürriyet, 11 Mayıs 1994, s. 2

Page 46: 1453 Dergisi 18. Sayı

46

KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU

Page 47: 1453 Dergisi 18. Sayı

47

KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU

KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR,

O DA SAHAFTAN GEÇER...Fulya İBANOĞLU*

“Sahaf” (Sahhaf şeklinde kullanımı esas olanıdır. Ancak söyleyişteki ağırlık

sebebiyle zaman içinde sahafa dönüşmüştür), Arapça anlamı itibarıyla sayfa

alıp satan demek. Matbaanın İslam coğrafyasına girişine kadar, müstensihlerin

sayfalara, kâğıtlara elle yazarak çoğalttıkları kitapları sattıkları için kendilerine

“varrakûn” denilen bu esnaf grubu, kitapla ilgili pek çok malzemenin

ticaretinden yazımına kadar pek çok süreci yürütmekle birlikte bugün

gündelik hayatta kitap alıp satan kimse için kullandığımız “kitapçı” tabirine

karşılık gelmekte. Osmanlı’da ise bu mesleği icra edenler için “varrak” yerine

çoğunlukla “sahhaf” denilmiş.

Page 48: 1453 Dergisi 18. Sayı

48

KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU

Page 49: 1453 Dergisi 18. Sayı

49

KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU

İnsanla Kitab’ın yolculuğu birlikte başlıyor. Âdem, yeryü-zünde nefes almaya başladığı andan itibaren Kitab’ın da muhatabı. Yol, insanoğlunun kaderini Kitab’a rabtetmiş sanki. Öyle bir yolculuk ki, yolda olabilmek, iki refikin bir-biriyle kurduğu ünsiyete, muhabbete bağlı. Ne kadar uzak-taysa insan Kitab’tan, o kadar yalnız ve mutsuz. Zira yol ar-kadaşına rağmen bir yolculuk düşünülemiyor.

Bu inanç üzerine kurulu bir dünyanın müntesipleri olarak, kitap merkezli bir hayat inşa etmeye çalışmışız asırlardır. Kitab’ı yani yolu anlamak üzere gös-terilen her çabada, kalbe düşen her anlam, harflere kâğıda dökülmüş, say-falar sayfaları takip etmiş; varlığın dört, beş, altı, belki yedi boyutu, kâinatın sa-yısız rengi tasavvurumuzun, tahayyül gücümüzün meyveleri olarak sadırlar-dan satırlara süzülmüştür.

Kitapla şekillenen bu dünya tasavvu-runda, kitabın kitap oluncaya kadar ge-çirdiği evreler ve sonrası pek çok ilime, sanata konu edilmiş; yazısı çizisi, cildi, tezyini bambaşka âlemlere açılan ka-pılar haline gelmiştir. Sadırlardaki, sa-tırlarda hayat bulup iki kapak arasında cem’ edilince de macera devam etmiş, kitabı tedavüle sokan, muhafazasını sağlayan, bir biçimde okuyucuyla bu-luşturan, alım satımını gerçekleştiren farklı mesleklerden zanaatkârlar doğ-muştur. İslam beldelerinin hemen hep-sinde mevcudiyeti söz konusu olan, Osmanlılarda 15. yüzyıldan beri kendi-lerine “sahaf” denilen zanaat grubu işte bunlardan biri. Onlar kendilerine mahsus loncaları, ritüelle-ri, yasaları olan bir esnaf topluluğu.

“Sahaf” (Sahhaf şeklinde kullanımı esas olanıdır. Ancak söy-leyişteki ağırlık sebebiyle zaman içinde sahafa dönüşmüş-tür), Arapça anlamı itibarıyla sayfa alıp satan demek. Mat-baanın İslam coğrafyasına girişine kadar, müstensihlerin sayfalara, kâğıtlara elle yazarak çoğalttıkları kitapları sat-tıkları için kendilerine “varrakûn” denilen bu esnaf grubu, kitapla ilgili pek çok malzemenin ticaretinden yazımına kadar pek çok süreci yürütmekle birlikte bugün gündelik hayatta kitap alıp satan kimse için kullandığımız “kitapçı” tabirine karşılık gelmekte. Osmanlı’da ise bu mesleği icra edenler için “varrak” yerine çoğunlukla “sahhaf” denilmiş.

Kâğıtla sahafların yakınlığı böyle başlamıştır denilebilir ve bu nedenden olsa gerek yüzyıllardır devam eden gelenek-le tek başına bir kâğıt dahi sahaf için binlerce, milyonlarca sayfanın, kitabın habercisidir.

Sayfaların risalelere, kitaplara dönüşmesi esnasında İslam dünyasında kitapla ilgili sanatlar ve ilimlerle meşgul kimse-lerin saray, cami, medrese üçgeninde temayüz etmesi sa-hafların genellikle bu üç mekanın yakınlarında yer edinme-lerine sebep olmuş. Bağdat, Kahire, Şam, Kurtuba, İstanbul

gibi kurucu şehirlerde özellikle medre-selerin çevresinde talebelere ve hoca-lara kitap temin eden, ders takrirlerine yönelik bazı metinleri çoğaltan sahaf-ların bir araya gelmeleri buralarda ki-tap eksenli çarşıları ortaya çıkarmıştır. Sadece kitap yazan, alıp satanlar değil, mürekkepçi, ciltçi, divitçi, kâğıt aharla-yan, müzehhibler, hattatlar ne kadar kalem erbabı varsa bu çarşılarda ye-rini almıştır. Böylece sahaflara gelen-ler hem sanatkârların sanatlarından istifade etmiş hem sohbet halkalarına katılarak pek çok meseleyle ilgili gö-rüş alışverişinde bulunmuşlar, mevcut kitapları tetkik ederek ilmî hayatlarını daha da zenginleştirmişler. Mesela Arap edebiyatının meşhur kalemlerin-den El-Cahız’ın (ö.255/869) Basra’daki sahaf dükkanlarını kiralayıp buralarda-ki kitapları tetkik ederek ilmî birikimini temin ettiği söylenmektedir. İslam dü-şünce tarihinin mühim simalarından İbn Nedim’in (ö. 438/1047) de sahaf-larda yetiştiği rivayet edilmektedir.

Osmanlı dönemine gelindiğinde, sahaflarla ilgili ilk res-mi belge 16. yüzyılın başlarına, 1504 yılına tesadüf ediyor. Medreselerin kuruluşu Bursa döneminde olmasına rağmen burada ve daha sonraki payitaht Edirne’de kitap satıcıları ve mekânlarıyla ilgili neredeyse kayıtlarda hiçbir şeye rastlan-mamakta. İstanbul sahaflarıyla ilgili en eski kayıt ise 1519 tarihli.1 Buna göre o tarihlerde Kapalıçarşı’da sahafların var-lığını tespit etmek mümkün. İlk dönemler değilse bile daha sonraki senelerde çarşının kitapla dolup taştığı, pek çok sa-haf dükkânının açıldığı belgelerden ve seyahatnamelerden anlaşılmakta. Hatta Evliya Çelebi’nin verdiği rakama göre 16. asrın sonlarında çarşıda 60 sahaf dükkânı var. Ancak arşiv belgeleri bu sayının 50 civarında olabileceğine işaret ediyor.

* Araştırmacı

Şiir Mecmuası’nın lake cildi, İstanbul’da lale Zamanı Kitabı s.71

Page 50: 1453 Dergisi 18. Sayı

50

KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU

İstanbul sahafları 1894 depremine kadar çarşı içinde var-lıklarını devam ettiriyorlar. Deprem sonrası Bayezid Camii civarında Hakkaklar Çarşısı olarak adlandırılan yerde kendi-lerine mekân tahsis edilmiş. Ancak bu arada Tunuslu Fes-çiler Hakkaklardaki yerlerini bırakıp Bedesten’e yerleşince, Kapalıçarşı’nın tadilatından sonra sahaflardan bir kısmı eski yerlerine dönmüş bir kısmı da burada kalmayı tercih etmiş-ler. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar Bedesten’de sahafların bir kısmı icra-yı faaliyet etmişler, inkılâpla birlikte çarşıdan çe-kilmeye başlamışlar, I. Dünya Harbi’nde ise sadece Hakkak-lar Çarşısı’ndaki sahaflar kalmıştır.2

Matbaanın kullanımı sahaflığın çehresini oldukça değiştiri-yor elbette. Yıllarca neredeyse tek nüsha bir yazma eserin etrafında dönüp duran arayışlar, bekleyişler yerini yüzlerce

matbu eserin Osmanlı coğrafyasında yaygınlaşmasına bı-rakıyor. Yeni okulların açılmasıyla kitaba duyulan ihtiyacın nispeten artması da sahaflığın seyrini epeyce etkiliyor. 18. asrın sonlarında çoğunluğu İstanbul’da olan sahaflar artık hem yazma eser bulundurmaya hem matbu kitap alıp sat-maya başlıyorlar. Hatta kimi sahaflar kitap yayıncılığı da ya-parak, kitapçı-yayıncı hüviyeti kazanıyorlar.

Sahafların bu dönüşümüne rağmen hemen her kitabın ticaretini de yapmadıkları kaynaklarda zikredilmekte. Mü-teferrika baskılarını ve Mühendishane’de okutulan ders kitaplarını satarlarken, Kitap isimli kıymetli eserin yazarı Necip Âsım’ın aktardığına göre, mesela uzun bir zaman Ahmet Mithat’ın tiyatro, roman türü eserlerini bulundur-mamayı tercih etmişler. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde ise artık çok sayıda dinî basma eser, tarih ve edebiyatla ilgili kitaplar, halk hikâyeleri sahaf tezgâhlarında yerlerini almıştır. 3

Bu arada bahsedilmesi gereken bir önemli husus da sa-haflığın Müslümanlar tarafından icra edilir bir zanaatken, bir tür kitapçılık-yayıncılık halini aldıktan sonra özellikle İstanbul’un gayrimüslim nüfusunun çoğunluğunun ya-

Sahaflar Çarşısı İbrahim Müteferrika büstü.

Sahaflar Çarşısı

Page 51: 1453 Dergisi 18. Sayı

51

KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU

Sahaflar Çarşısı

Page 52: 1453 Dergisi 18. Sayı

52

KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU

şadığı Beyoğlu ve Galata’da yine gayrimüslimlerce açılan sahaf-kitapçılardır. Bunlar dinî kitaplar ve yazmalar bulun-durmaktan çok ilmî eserler ve yabancı dillerde romanlar satmayı tercih etmişlerdir.

İlginçtir, Osmanlı coğrafyasında savaşlar sürerken de özel-likle İstanbul’daki sahafların bir kısmı hayatiyetlerini sür-dürmeye çalışmışlar. Mesela Ali Emirî Efendi’nin Dîvan-ı Lügati’t Türk kitabının Sahaflar Çarşısı’nda bir tesadüfle bulup almasının tarihi 1917’dir. Yine meşhur Raif Yelkenci I. Dünya Savaşı’nda ayağından sakatlanıp İstanbul’a dönünce 1919’de çarşıdan bir dükkân almış vefat edinceye kadar da burada nice kitap muhibbine ev sahipliği yapmış.4

Sahaflar, Cumhuriyet’in ilanından sonra da Hakkak-lar Çarşısı’ndaki yerlerinde 1950’deki yangına kadar kitaba hizmete devam etmişlerdir. Çarşı, geçirdiği yangında çok ciddi zarar görmüş; asırların biri-kimi yazmalar, belgeler, resimler bu yangın-la bir toz bulutuna karışmış. Çarşı 1952’de tadilat geçirmiş, 1981’de İstanbul Beledi-yesi tarafından bugünkü haliyle tanzim edilmiş. Ancak 17.-18. asırlardaki gibi yazma eser satışının yoğunluğu artık gerilerde kalmış, çoğunlukla matbu eserlerin alım satımı çarşıyı başka tür bir ıssızlığa sevk etmiştir.

Savaşların, depremlerin, yangınların vurduğu İstanbul’da yazmalar gittikçe azalırken, tekke ve zaviyelerin 1925’te kapatılmasıyla buralardaki yazmaların yurda dağılması sa-haflığın serencamında bambaşka bir tesir icra etmiş. Fuad Köprülü tarafından Anadolu karış karış aratılarak bu eserle-rin pek çoğu Ankara’ya toplatılmış, tasnif edilip kütüphane-lere konulmuşsa da pek çoğu tekrar keşfedilmek üzere kim bilir hangi zamanı beklemiştir. 1950’lerin sonlarına doğru bu yazmalar kitapseverlerin ve tabii Batılı aydınların günde-mine yeniden girmiş. Bir kısmı güzel tesadüflerle İstanbul sahaflarında yeniden gün yüzüne çıkınca sahaflığın hare-ketlenmesine de neden olmuş. Ayrıca saray erkânına, ilmiye veya kalemiyeden kimselere ait bazı kitapların çeşitli vesile-lerle el değiştirmesi, sonra da bu insanların vefatıyla başka-larına satılan kütüphanelerinin sahaflar aracılığıyla ilim dün-yasına tekrar kazandırılması piyasayı canlandırmıştır. Ancak bu da çok uzun sürmemiş 80’lere gelindiğinde Çarşı’da artık kıymetli eser bulmak güç hal almıştır.5

Aslında kitapla bu kadar hemhal olmuş bir medeniyet için “ıssızlığın” ya da “geri dönüşü olmayan kaybedişlerin” söz konusu edilmesi doğru değil. Nitekim son on yıllar içinde

sahaflar ve kitaplarla daha sıkı bir ilişki kurulma gayreti gözlerden kaçmıyor. Özellikle Kadıköy, Beyoğlu ve Beya-zıt civarında bir araya gelen sahaflar, sahiplerince bin bir güçlükle toplandığı halde mirasçıları tarafından çöplere, evlerin rutubetli bodrumlarına, okkaya terk edilen binlerce kitap, resmî-gayriresmî belge ya da fotoğrafı kitapseverler-le tekrar buluşturuyor.

Kâtip Çelebi’yi belki de Kâtip Çelebi yapan İslam coğrafya-sındaki neredeyse bütün sahafları ge-

zip oralardaki kitapları tetkik etmesi-ne bağlı. Bugün için umulan, tekrar böylesine bir iştiyakın kitap muhip-leri içinde dirilmesini temin edecek sahafların varlığıdır. Bu diriliş sahaf-lığın ve sahafın düşünce tarihimizde neye tekabül ettiğinin/edebileceği-nin hem sahaf hem sahaf müşterisi tarafından fark edilmesiyle olacaktır.

Sahaf sadece kitap alıp satan bir tüccar değildir. Zira Osmanlı dev-rinde neredeyse ulema sınıfından biri gibi kendisine itibar edilir, ço-ğunlukla müderris, kadı, hoca sını-fından çıktığı görülürdü. Bugün için ise sahafın pek çok ilim ve sanattan haberdar, belki bunlardan birkaçın-da behresi olan, Türkçe’nin zengin-

liklerine hâkim, Arapça ve Farsça bilen, Osmanlı coğrafya-sında konuşulan yazılan diğer dillere aşina, kitabı tanıyan, ona değer biçebilen, ilgilisini doğru kitaba yönlendirebilen kimseler olması arzu edilmekte. Nadir bir eser gördüğünde onu tanıyabilen, kitaba ev sahipliği yapmayı dünya üzerin-deki esas gayesi gören, ihtiyaç sahibine karşılığını hiç dü-şünmeden ulaştırmayı kendisine bir borç bilecek sahafların varlığı bu umudu pekiştirmekte.

DİPNOTLAR1 İsmail Erünsal, Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar , İstanbul 2013, Timaş Yay., s. 69.

2 Ömer Faruk Yılmaz, Tarih Boyunca Sahhaflık ve İstanbul Sahhaflar Çarşısı, İstanbul 2005, İstanbul Sahhaflar Derneği, s. 31.

3 Erünsal, Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar, s. 83, 87.

4 Ahmet Güner Sayar, Sahhaf Raif Yelkenci, İstanbul 2012, Kubbealtı, s. 49.

5 Yılmaz, Tarih Boyunca Sahhaflık ve İstanbul Sahhaflar Çarşısı, s. 119.

Müteferrika Baskısı Târîh- i Râşid

Page 53: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 54: 1453 Dergisi 18. Sayı

54

MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL

Page 55: 1453 Dergisi 18. Sayı

55

MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL

Söyleşen: Esra ERKAL*

MÜCELLID RAFET GÜNGÖR ILE

CILT SANATI ÜZERINE

..

..

Vefa’da kitaba dost, vefalı bir yaren, cilt ustası Rafet Güngör’le cilt sanatı üzerine sohbet ettik. Rafet Güngör bir

mücellid, eski eserlerin patolojik restorasyonu ve bakımı konusunda 40 yılı aşkındır emek harcıyor. Cilt kenarlarında

kullanılan ebru yapımından, hat sanatına kadar ciltçiliğin dokunduğu sanatlarla da uğraşmış. Son devrin büyük

hat üstadlarından Hattat Hamid Aytaç’tan ders almış. Bir eserin hattının hangi döneme ait olduğunu anlamak için Aklam-ı Sitte’yi bilmek gerektiğini düşünüyor Rafet Usta.

Vefa’daki cilt atölyesi duvarlarını geleneksel sanatlarımızın ustalarından örnekler süslüyor. Süleymaniye Cilt Evi’nde

saatler öyle hızlı aktı ki… Kitabın muhtevasının cildine nasıl yansıdığını, yıllarını bu sanata vermiş, patolojik kitap incelemesi yapan, yüzlerce eserin restorasyonunu yapmış

bir Usta’dan dinledik.

Page 56: 1453 Dergisi 18. Sayı

56

MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL

Rafet Güngör, Dünya tarihinin en büyük cilt eserini orta-ya çıkarmasıyla gündeme geldi. Afganistan’da yazılan 2,5 metre boyundaki Dünya’nın en büyük Kur’an-ı Kerim’inin ciltlemesini yapan Rafet Usta, Kültür Bakanlığı kanalıyla kendisine ulaşan Afganistan’ın Nadirhan sülalesinden Hacı Seyyid Mansur El Nadiri’nin bu özel teklifini Kur’an hizme-ti olduğu için kabul etmiş. Afganistan’ın Herat Bölgesi’ne İstanbul’dan cilt gitmesi, cildin menşeine cilt yapılması Ra-fet Güngör’ü heyecanlandırıyor. “Mesleğimin zekâtı” dediği bu proje Türkiye’deki cilt ustalığının geldiği noktayı da bize gösteriyor. Rafet Usta 2,5 metre uzunluğunda, 1,5 metre genişliğindeki dev cildin şemse, salbek, köşebent, göbek, zencerek, köşebent tasarım ve uygulamasını, bölgede yaz-ma eser ciltleri üzerine yaptığı detaylı araştırmalar sonucunda hayata geçirdi ve Türk sanat tarihine önemli bir not olarak düştü.

Bizler de cilt sanatının dününü ve bu-gününü bu kıymetli ustadan öğren-mek istedik.

Cilt sanatına yıllarınızı vermiş birisi-niz. Bu sanata nasıl başladınız?

Çanakkale Bigalı’yım. 1969 sene-sinde Süleymaniye Kütüphanesi’ne memur olarak girdim. Süleymaniye Kütüphanesi’nin Hafız-ı Kütüp mü-dürlerinden Halit Dener Bey, ben de böyle bir şeyler görmüş olacak ki beni İslam Seçen Bey’in yanına, yani cilt ve patoloji servisine verdi. Bu serviste 20 bayan 4 erkek çalışıyorduk. Güzel ça-lışmalar yaptık orada.

O dönemde Türkiye’de ciltçilik nasıldı?

Kültür Bakanımız Rıfkı Danışman’dı. Müsteşarımız Osman Saraç Bey’di. Allah rahmet eylesin çok duyarlı bir insandı. Hatta Türkiye’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Bey’i hacca götüren Osman Saraç Bey’dir. Bu vesileyle kültür işlerimiz derinleşti. Arap ülkeleriyle bir yakınlık başladı o dönem-lerde. Oradan ciltçiler buraya geliyor, buradan oraya gidi-yordu. Mesela Filistin, Gazze’deki Halidiye Kütüphanesi’nin hem müdürü hem memurları bize geldiler üç ay süreyle bizden cilt kursu aldılar. Bir alışveriş, bir kültür mübade-

lesi vardı yani. Hatta bazı arkadaşlarımız da İtalya’ya gidi-yorlardı, İtalya Venedik’te kitap hastanesi var, yani güzel bir çalışma ortamı vardı. Çünkü gerçekten bu işe şiddetle ihtiyaç var idi. Halen de var. Ama üzülerek söyleyeyim şu anda bahsettiğim ne enstitü kaldı, ne cilt servisi kaldı, ne patoloji servisi kaldı. Bunun bir gün bir yerden patlak ve-receğini düşünüyorum. Çünkü biz bir payitahtın üzerine oturan bir milletiz, bir devletiz. Padişahlarımızın içinde 6 tanesi kütüphane sahibi biliyorsunuz. Süleymaniye, Sultan Süleyman’ın Kütüphanesi, Sultanahmet Kütüphanesi, Ab-dülhamid Han’ın Yıldız Kütüphanesi, II. Mahmud’unki keza öyle hangini sayayım. Sultanlardan başka veziriazamların da kütüphaneleri var; mesela Köprülü, Atıf Efendi, Ragıp

Paşa... O zaman İstanbul’un nüfusu 500 bin yani. Şimdiki gibi 15 milyon değil. Her kütüphaneye de bir mü-cellid atanmış. Bugün Bulgaristan’ın nüfusu 10 milyon hem Sofya’da hem de Filibe’de kitap hastanesi var. Bizim komşumuz Suriye’nin nüfusu nedir? 10 milyon nüfusu var. Burada da kitap hastanesi var. Maalesef günümüzde İstanbul’da bir kitap hastanesi yok. Kültür Bakanlığı’nın ve Unesco’nun davetlisi olarak 1989 senesinde Şam’a gittim. Cilt atölyesi Hafız Esat Kütüphanesi’nde kuruldu. Orada 10 bayan 10 erkek öğrenci yetiştirdim. Şu an hâlâ devam ediyor orası.

Cilt yapmaya başlamadan önce dik-kat ettiğiniz belli başlı unsurlar ne-ler?

Öncelikle kitabın orijinaline sadık ka-larak restorasyonunu yapmak bizim derdimiz. Osmanlı döneminde yazılmış bir esere Selçuklu cildi yapamazsınız. İran Safavi cildi yerine Memlük cildini kullanamazsınız. Her dönemin kendine ait bir sitili var. Bunlara vakıf olmak gerekir. Osmanlıca’yı, Arapça’yı da bilmek gerekir. Çünkü bizim eserlerimiz bu dil üzerine yazılmış. Önce kitabın kaç yılında yapıldığına bakarsınız. Diyelim ki 1883. O dönemin sanatkârlarının bir kitap ekolü var bir sitili var biz buna uy-mak durumundayız. Bir eser Osmanlıca yazıldıysa biz buna o dönemin cildini yapmak mecburiyetindeyiz. Bunun ace-miliği olmaz, şakası olmaz. Bir eser Memlük cildiyse tutup buna Selçuk cildi yapamayız biz.

Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevi sırasında cilt sanatında gelmiş olduğu noktaya dair Rafet Güngör’e verilen bonservis (1981).

* Yazar

Page 57: 1453 Dergisi 18. Sayı

57

MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL

Japon kağıdı kullanılarak restorasyonu yapılan el yazması eser.

Page 58: 1453 Dergisi 18. Sayı

58

MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL

O ciltlerdeki farklılıklar nereden kaynaklanıyor?

Her ülkenin kendine has bir coğrafi şekli var, kültür farkla-rı var. Birbirlerinden de etkilenmişler aynı zamanda tabii. Mesela Aksaray’daki Valide Sultan Camii’ne bakınız, bir de Süleymaniye’ye bakınız, Nuruosmaniye’ye bakınız. Biri-si Barok birisi tam klasik Osmanlı Şark sanatlarını yansıtır. Ama Mısır’a gidin sitil farklıdır. İran’a gidin orası da farklı-dır. Mesela İsfahan’daki, Tebriz’deki sanat eserleri de yaba-na atılır cinsten değil. Kütahya’ya, İznik’e gelen ustaların menşeine bakıyorsunuz o taraflara dayanıyor. Nasıl güneş doğudan doğup batıdan batıyorsa ilim de aynı böyle ol-muş. Ebru mesela İran’dan gelmiş bir sanattır. Ama bu işin başlangıcı ne zaman derseniz, Mir İmad diye bir hattat var doğunun Picassosu. Mir Ali hakeza öyle. Bu zatların yazıları o dönemde taklit ediliyormuş. Ne yapalım da bu taklidin önüne geçelim demişler. Ebruyu icat etmişler. Bir Ebru yap-tınız mı onun bir ikincisini yapmak aşağı yukarı mümkün değil yani. Velhasıl bizim sanatlarımızın detayını bilerek bu işin içine girmek lazım. Dünyada iki meslek vardır acemiliği

yoktur. Biri tıp, biri kitaptır. Misal verecek olursak; “halaga-semavati vel ard” diye bir ayet var. Burada Arapça yazılan “halaga”’daki ha’nın üstünde bir nokta vardır. Arapça’da “yarattı” demektir. Kitabı tamir ederken, restorasyon yapar-ken bu noktayı kaldırırsanız, “halaga” (noktasız) “tıraş etti” manasına gelir. Neticede bir noktadır ve bu işler de bir nok-ta kadar hassastır. Bazı kitapların hiç kapağı olmuyor. Biz onlara yeni ama devrine göre kapak yapıyoruz. Ama asıl işi-miz kitabın orijinaline sadık kalarak aslını muhafaza ederek restorasyonunu yapmak. Birinci işimiz bu. Kitabın kapağı hiç yoksa zamanla tahrip olmuş, şekli şemaili değişmişse o zaman ketebesine, yazıldığı hat şekline ve hangi lisanda yazıldığına bakıyoruz.

Tamiri mümkün olmayacak derecede yıpranmış bir yaprağın restorasyonunu nasıl yapıyorsunuz?

Bunu soracağınızı biliyordum. Birkaç kitabı buraya çıkar-dım. Dünyada bu işte büyük çalışmalar var. İsterim ki bunlar bizim ülkemizde olsun. Japonlar bu işin üzerine eğilmişler

Kağıdın az olduğu dönemlerde, alimler sayfa kenarlarındaki boş kısımlara kitapla ilgili notlar düşermiş. Bu şekilde ayrı bir kıymet kazanan el yazma kitabı incelerken.

Page 59: 1453 Dergisi 18. Sayı

59

MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL

Japon kâğıdı denilen bir kâğıt icat etmişler. Aslında bir nevi kâğıt kaynağı yapıyoruz. Bu gördüğünüz eserin tamir ol-madan önceki halini görseydiniz elinize alamazdınız. Ona-rıldı artık. Şimdi bu hayat kazandı. Bir eser kurtardık yani.

Yenmiş, çürümüş yaprakları kâğıda yedirerek kurtardınız yani? Patoloji servisi diye boşuna denmemiş yani kitapların hayatını kurtarıyorsunuz.

Evet, bu sebeple tıbbi terim kullanılmış olabilir. Bu kâğıdın da kendine has özellikleri var; sıfır rutubetli bir kâğıt ve ipek. İpek ve pamuktan imal ediliyor. Bunun için ömrü de çok uzun.

Burada bazı eski kitaplar görüyoruz ama hayret pek yıpranmadan nasıl böyle kalabilmiş?

Kâğıt aharlama sistemi diye bir sistem vardır. Mesela tah-taya vernik sürdüğünüz zaman ne vazife yapıyorsa ahar yaptığınız zaman da kâğıt aynı duruma bürünür. Yani kâğıt mukavemet kazanır. Zaten hamuru, kumaş, pamuk ve ni-

şastadır. Öz maddesi budur. Sonradan 1800’lerde kavak ağacı yani ahşap da giriyor işin içine. Son 20 -30 seneden beri de plastik girdi kâğıdın içine. Kuşe kâğıt dediğimiz kâğıtta plastik vardır, dayanaklı değildir. Aharlama sistemi bildiğimiz yumurta akıyla yapılır. Sarısı girmez bunun içine. Şap karıştırılır bir kere sürülür, kurutulur bir daha sürülür. Yani kâğıdın dokunuş şekline göre yapılır. Bazı kâğıt var-dır ki aharlıdır ama çok incedir. Ona bir kat sürersiniz. Ama kâğıt kalınsa ona iki- üç defa sürersiniz. Hem yazıyı kavra-ması yönünden faydası vardır hem de ömrünün uzun ol-ması yönünden faydası vardır. (Burada el yazma eski bir kitapta mürekkebe dokunmamızı istiyor.)Bakınız yazıya do-kunun.

Tırtıklı gibi.

Evet, bu nedir biliyor musunuz? Zırhtır. İnsanlar kitap yaz-ma hususuna çok kafa yormuşlar. Hatta geçen akşam din-ledim Süleymaniye Camii’ni anlattı bir hoca, eskiden ca-miler gaz lambasıyla aydınlatılırmış. Mimar Sinan onu öyle ayarlamış ki; bir balonu caminin içine bırakıyorsun o balon caminin bir yerine kadar çıkıyor fakat daha yukarı çıkmı-yor. İs odasına doğru gidiyor. Gidip oraya yapışıp kalıyor. İşte is, is odasında birikiyor. Hattatlar biriken isi kazıyıp bir çömlek ya da bir kap içine koyuyorlar asmalardan elde edilen suyu da koyuyorlar. Hacca giden surre alaylarındaki develerin boynuna takıyorlar. Bir iki ay hayvanın boynun-da takılı kalıyor. Yani bir nevi tereyağı çıkıyor. Böylece, yaz-ma eserlerde kullanılacak mürekkep üretiliyor. Manevi bir tarafı da var, Kabe’ye gitmiş oluyor, hacı mürekkebi olmuş oluyor. Bunu da genelde Kur’an yazmalarında kullanıyor-lar. Kitaplarda kullanıldığı da oluyor tabii. Hatta derler ki bayramlarda hattatların birbirlerini ziyaretlerinde en güzel hediye hacı mürekkebidir. Yani binlerce senedir kitaplarla

uğraşılmış, bir emek verilmiş, bir sistem oluşturulmuş, sü-zülmüş bizim önümüze kadar gelmiş. Bir kişi fikir üretiyor ortaya çıkarıyor, bir kişi yazıyor, bir kişi kâğıdını aharlıyor, bir kişi mürekkebini ayarlıyor diğer bir kişi cildini yapıyor, diğer bir kişi tezhibini yapıyor. Bir kitap böyle kolay elde edilmiyor. Hattatlar, müzehhipler, mücellidler hepsi bir zin-cirin halkasıdır. Zarf mazrufsuz, mazruf da zarfsız olmaz.

Restorasyonunu yaptığınız eski eserlerden birine örnek verir misiniz?

Ben Suriye’de çalıştığım zaman Unesco’nun üzerinde ti-tizlikle durduğu dünyada bazı eserler vardı. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan el Kanun fi’t-Tıb gibi eserlerdir

Hayvan figürlü Barok tarzı cilt örneği.El yazma kitap örneği

Page 60: 1453 Dergisi 18. Sayı

60

MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL

bunlar. Tarihi Demescos diye bir eser var Suriye’de. Şam tarihini anlatıyor. Bu esere 430 yılında başlanmış 470’de bi-tirilmiş. Dünyanın en eski yazma nüshası. Hicri tarihle söy-lüyorum. Bu eserin restorasyonunu biz yaptık ve bu eser şu anda ilim adamlarının kaynak olarak gösterdiği tek eser.

Klasik bir cildin belli başlı bölümleri nelerdir? Ciltlerde-ki motifler farklılık arz ediyor, dönemine göre mi deği-şiyor? Nasıl bakmalıyız?

Şemse, köşebend, salbek, ön kapak, zencirek, şiraze, sırt ve tığ gibi bölümlerdir.

Motifleri de örneklerle göstermek istiyorum. Bakınız bu Ha-tayi bir motif. İlk Hatayi cilt Doğu Türkistan’da yapılmaya başlanıyor. Orada şehrin ismi Hatay’dır. Bu sebeple Hata-yi motif denir. Çiçeklerin stilize ediliş şekline denir Hatayi motif. Çeşitli motifler vardır. Mesela Rumi motif, İran’da hayvan figürlerinin işlendiği ciltler var çeşit çeşit. Hat sana-tıyla ilgili yazılar var, bunların numunelerini de göstermek istiyorum size. Kalıpları var bunların. Hanefi mezhebinde hayvan figürleri kullanılması caiz görülmemiş ulema tara-fından. Bizde bu yüzden bunu kullanmamışlar. Ama İran’da kullanılmış. Bizde Kur’an yapılıyorsa Kur’an’dan ayetler koymuşlar. Eğer kitap; tefsir, hadis gibi konulardaysa buna da ayet ya da hadis kullanmış. Çeşitli cilt ya da şekilleri var. İlk defa kâğıdın Doğu Türkistan’da Mani dinine mensup Türkler tarafından yapıldığını bugün ilim adamları da kabul

ediyorlar. Orada başlamış. İlk yapılan ciltlerde iki tahta ara-sında sırtı bağlanarak yapılmış. Bu şekilde muhafaza edili-yormuş. Kitap çoğaldıkça, ihtiyaç arttıkça ciltçilik bir sanata bürünmüş. Tabii yüzyıllar içerisinde gerçekleşmiş. Bizde klasik tarzda kullanılan deri sahtiyan keçi derisidir. Kitabın mukavemetine göre deri kullanılır, tıraşlama yapılır. Kita-bın kalınlığı çok önemlidir. Dikkat ederseniz bu küçük kitap olduğu için buna mikleb kullanmıyorum. Bakın biraz daha büyük bir kitap, buna mikleb kullandım. Mikleb kitabın mu-hafaza edilmesinde, yıpranmamasında çok önemlidir. Cilt yapılırken saman kâğıdıyla yapılan sıfır rutubetli mukavva kullanılır ki haşarat gelmesin. Haşaratın gelmemesi için de ayrı formüller vardır yani.

Kütüphane raflarındaki kitaplar yıllarca orada duruyor, bakım nasıl yapılıyor?

Haşaratlar kurtçuklar larva dediğimiz yumurtaları bırakır kitaplara. Kışın kış uykusuna yatarlar yazın hepsi canlanır. Kütüphanelerin, kitapların periyodik bakımlarındaki temiz-lik aslında bunlar içindir de. Kitap ele alınır, açılıp bir sirke-lenir. (Uygulamalı gösteriyor) Böyle yapıldığı zaman kitabın içindeki larvalar dökülür. Temiz bezlerle, yumuşak fırçalarla tozları alınır. Kitap elden geçmiş olur yani. Kapağı kopmuş, miklebi kopmuş kitaplar ciltlenmek üzere ayrılır.

Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Rafet Güngör bizim için cilt süslemelerinde kullanılan mevcut kalıplarından örnek baskılar hazırladı. Kücük resimde; ebrulu mikleb örneği,

Page 61: 1453 Dergisi 18. Sayı

61

MÜCELLİT RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL

Page 62: 1453 Dergisi 18. Sayı

62

ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA

Ahi Evren’in tasavvuf felsefesinde, tasavvuf ile iktisadi üretim arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. Sırf iktisadi üretimle meşguliyet, Allah’ı unutturabilir, ancak iktisadi üretim yapmadan da insan medeni ihtiyaçlarını karşılayamayacağından iktisadi üretimden de kaçınmak mümkün değildir. İşte Ahi tasavvuf felsefesi bu iki zarureti telif ederek yeni bir sentez oluşturmuştur.

ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN

MESLEK ERBABININ ILK PIRI VE SEYHLERIN SEYHIAHI EVRENProf. Dr. Ahmet KALA*

Page 63: 1453 Dergisi 18. Sayı

63

ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA

Page 64: 1453 Dergisi 18. Sayı

64

ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA

Mevlana ile aynı dönemde Selçuklu Anadolu’sunda yaşa-yan Ahi Evren, önce Selçuklu ve İslam dünyasını sonra da dünyayı dönüştürecek Anadolu sanayi devrimini başlat-mıştır. İslam tasavvufu ile birlikte meslek öğrenme ve iş kurma sistemi olan Ahi Teşkilatını kurmuş ve geliştirmiş-tir. Bu nedenle yüzyıllar boyunca Anadolu iş dünyasının, meslek erbabının daima hayırla andıkları ilk meslek piri/şeyhidir. Ahilik yolunda meslekte şeyhlik makamına erişen şeyhlerin şeyhidir.

Ahi Evren 1171 yılında Selçuklu Azerbeycan’ın Hoy şehrin-de doğmuştur. Doksan yıla yakın ömrünün sonunda 1261 yılında Anadolu’yu işgal eden Moğollara karşı Ahi Teşki-latı şeyhi olarak savaşırken Kırşehir’de şehit düşmüştür. Kırşehir’de kendi kurduğu Ahi Evren Vakfı Dergâhı’nın ha-ziresinde medfundur. Yüzyıllar boyunca olduğu gibi bugün de Anadolu iş ve meslek erbabı her yıl Ekim ayının ikinci haftasını Ahilik haftası olarak kutlamaya devam etmektedir.

Ahi Teşkilatı, Ahi Evren, Tasavvuf Felsefesi

Ahî teşkilâtı, fütüvvet teşkilâtını model alarak Selçuklu Sul-tanı 1. Gıyasettin Keyhüsrev’in daveti üzere 1204 yılında Anadolu’ya gelen Ahî Evren tarafından Selçuklu Anado-lu’sunda kurulmuştur.

Ahî teşkilâtı kurulmadan önce de “Ahî” isimli Fütüvvet fik-rini benimsemiş Türk Sufilerin Orta Asya’da, daha sonra da Anadolu’da mevcut olduklarını kaynaklar kaydetmektedir-ler. Hatta bu kişilerin liderliğinde küçük serbest fütüvvet birliklerine benzer birliklerin de önceleri var olduklarına dair kaynaklarda bazı ipuçları vardır.

Ancak bu tür serbest birliklerinin ve “Ahî” isimli Türk sufile-rin, yahut Türk kültür muhitinde aldıkları isimle “Ahî” isimli “derviş” veya “şeyh”lerin fütüvvet teşkilâtı modeline göre kurulmuş merkezi, bürokratik ve hiyerarşik bir teşkilât oluş-turmaları Ahî Evren tarafından gerçekleştirilmiştir.

Ahî Evren’in hayatı ve fikirlerini tahlil ederek Ahî teşkilâtının kuruluşu, gayesi, fütüvvet teşkilâtına benzerliği ve farklılık-ları ana hatlarıyla ortaya konulabilir.

Destani-Menkıbevi ismi Ahî Evren olan şeyh Nasır’üddin Mahmud bin Ahmet el-Hoyi, adına düzenlenen vakfiyesin-de geçen ismi ise “pir-i piran şeyh Nasruddin Ahî Evren”dir.

İsmine yapılan ekten de anlaşılabileceği gibi, Azerbeycan’ın Hoy şehrindendir. 566/1171-659/1261 yılları arasında ya-şamıştır.

Ahî Evren, çocukluğunu ve ilk tahsil devresini Azar-beycan’da tamamlayıp gençlik dönenimde 1190-1202 yılları arasında Horosan ve Maveraünnehir’e gidip büyük üstadlardan dersler almıştır.

Yirmiye yakın eser kaleme alan Ahi Evren’in eserlerinden devrinin önemli ilimlerini tahsil ettiği anlaşılmaktadır. Özel-likle tefsir, hadis, kelam, fıkıh, tasavvuf gibi ilimlerle birlikte tıb ve felsefe sahasında da eserler vermiş, İbn-i Sina, Suhre-verdi, el-Maktul ve Razi’nin eserlerini çok iyi okuyup incele-miş, İhvanü’s-safa Risaleleri’nden geniş ölçüde eserlerinde yararlanmış, Selçuklu ricalinin talebi üzere, İbn-i Sina gibi bazı alimlerin eserlerini Farsçaya da çevirmiştir.

Bu çokdisiplinli alanlarda verdiği eserlerinden de anlaşıldı-ğı gibi Ahi Evren 1190-1202 yılları arasında aldığı medrese eğitiminde, dini bilimlerin yanında, felsefe ve tıb eğitimi de almıştır. Tasavvuf eğitimini pekiştirmek için sufiliğe başla-yıp derviş olmuş, Ahmet Yesevi’nin sufiliğe kabul şartı ge-reği tasavvufi terbiye alabilmek için de dericilik mesleğini öğrenerek ustalık derecesine yükselmiştir.

Bu tahsil döneminin sonunda önemli idarecilerin yardım-cılığını yaptığı da anlaşılmaktadır. Konevi’ye yazdığı bir mektubunda belirttiği gibi 596/1199 yılında Büyük Selçuk-lu Devleti’nin önemli şehirlerinden Herat’da “Kazi’l-Kuzat” Fahrüddin Razi’nin hizmetinde bulunup, böylece fıkıh bil-gisini arttırdığı gibi, devlet idaresi ve idare hukuku alanla-rında tecrübeler edinmişti.

Tasavvufî terbiyeyi Horasan’da ve Türkistan bölgesin-de ilk Türk mutasavvıflarından olan Ahmet Yesevi’nin (ölm.562/1166), talebelerinden aldı. Tasavvuf terbiyesini almak için başvurduğu Ahmet Yesevi dervişlerinin tekke/zaviyelerinde müritliğe kabul edilmek için meslek sahibi olma kaidesi gereği debbağlık mesleğine girdi. Tasavvuf-meslek ilişkisi burada dikkatini çekmiş ve benimsemiştir. Daha sonra kurduğu Ahi Teşkilatı’na giriş kaideleri arasın-da yer alan, Ahiliğe girip İslam tasavvufunu öğrenebilmek için aynı zamanda meslek sahibi olmak kaidesini Ahmet Yesevi’nin tasavvuf öğretisinden almıştır. Bu anlamda Ah-met Yesevi’nin tasavvuf-meslek ilişkili tasavvuf öğretisi ile tarikatının hiyerarşik örgütlenme modeli, Ahiliğin, Ahilik Teşkilatı’nın temel kaynakları arasında yer alır.

Aldığı tasavvuf eğitimini, tasavvuf terbiyesini geliştirmede diğer önemli bir gelişme de Ahi Evren’in 1202 yılında Hicaz bölgesine ve oradan Bağdat’a gitmesidir. 1202-1204 yılları arasında yer alan bu dönemde, Ahi Evren Abbasi Halifesi

* İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, İktisat Tarihi ABD Başkanı. İktisadî ve Sosyal Tarih Araştırmaları Merkezi Müdürü.

Page 65: 1453 Dergisi 18. Sayı

65

ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA

Nasır Li-Dinillah öncülüğünde doğup gelişen Fütüvvet ta-savvufunu öğrenmek için 1202 yılında önce Hicaz bölgesi-ne ve oradan da Halifenin yanına Bağdat’a gitmiş, Fütüvvet şalvarını giyerek fütüvveti benimsemiş mutasavvıflarla ta-nışmıştır.

Fütüvvetin öncü mutasavvıfları arasında olup İbnü’l-Arabi’nin Fütühat el-Mekkiyye isimli eserinde meşhur sûfilerden birisi olarak kaydettiği Evhaüddün Kirmani (ö.635 /1237) ile Hicaz’da Hac seyahatinde tanışmış ve kendisini şeyh edinerek, intisap etmiştir.

“Menakıb-ı Evhaü’d-din-i Kirmani” adlı eserde belirtildiğine göre, tanıştıran kişi Razi’nin talebelerinden Tacüddin Mu-hammed el-Urmevi olup, tanıştırılan Ahi Evren, “danişmen-i Rumi”(Anadolu bilgini) olarak takdim edilmişti.

Bu ifadelerde de yer aldığı gibi artık Ahi Evren İslam dün-yasında, bir Anadolu bilgini olarak ünlenmiş bulunuyor-du. Ahi Evren bu dönemde, bu ilim irfan merkezinde ilmi alanlarda kendisini daha da geliştirirken, tasavvuf alanın-da hocası/şeyhinin yanında fütüvvette şeyhlik derecesine ulaşmıştır.

Bu devrede Fütüvvet öğretisi ile birlikte fütüvvet teşkilatı-nın kaidelerini, hiyerarşik yapısını ve işleyişini de öğrenen Ahi Evren, Ahi teşkilatını kurarken fütüvvet teşkilatı ve kai-delerini temel almıştır.

1204 yılında Selçuklu tahtına çıkan 1. Gıyasettin Keyhüsrev (1204-1211), tahta çıkışını Halifeye bildirmek üzere Hoca-sı olan Sadruddin Konevi’nin babası Mecdüddin İshak’ı Bağdat’a elçi olarak gönderdi. Buna karşılık Fütüvvet Teş-kilatının kurucusu Abbasi Halifesi Nasır li-dinillah (1180-1225) sultanı Fütüvvete davet etti.

Sultan daveti kabul ettiğini bildirip Fütüvvetin önde ge-lenlerini Fütüvveti anlatmak ve fütüvvet şalvarını giyerek fütüvvet teşkilatına girmek üzere Anadolu’ya davet etti. Bağdat’tan aynı yıl (1204) Hacca giden Sultanın elçisi dö-nüşte Bağdat üzerinden Anadolu’ya gelirken, Sultanın da-vetine icabet ederek Sultan’a Fütüvvet şalvarını giydirmek, Ahiliği Anadolu’da anlatmak üzere, Ahi Evren’in de içinde olduğu Fütüvvetin ileri gelenlerinden oluşan heyeti de ya-nına alarak Anadolu’ya döndü.

Heyette bulunan Ahi Evren, şeyhi Evhaüddin Kirmani, Ebu Cafer Muhammed el-Berzai ve Endülüslü büyük mutasav-

Page 66: 1453 Dergisi 18. Sayı

66

ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA

vıf ve mütefekkir Muhyiddin Arabî ve birçok meşayih ve bilginlerle birlikte geldi, bütün Anadolu’yu gezerek Fütüv-veti anlattı. Sultan’a Fütüvvet şalvarı giydirildi. 1204 yılı so-nunda başlayan Anadolu’daki bu İslamı tebliğ ve fütüvveti anlatma faaliyeti 1205 yılı boyunca da devam etti.

Bu devrede Fütüvvetin ileri gelen şeyhlerinden olduğun-dan “şeyh” lakabıyla anılan Ahi Evren bir yıl boyunca Sel-çuklu Anadolu şehirlerinde halka İslamı tebliğ etti, tasavvuf ve fütüvveti öğretti. Ahi Evren’in tasavvuf-fütüvvet öğreti-sini Anadolu halkı Ahilik olarak benimsendi.

Ahî Evren’in Anadolu’da oldukça geniş fikrî-siyasî faaliyet-lerde bulunabilmesi, bu sıralarda Selçuklu tahtında bulu-nan I. Gıyasettin Keyhüsrev (1192-1196, 1205-1211), sonra da bu Sultan’ın iki oğlu olan tahta geçiş sırasıyla, I. İzzed-din Keykavus (1211- 1220) ve I. Alaaddin Keykubat (1220-1237)’ın destek ve himâyeleriyle olmuştur.

Ahî Evren teşkilâtçı düşüncelerini de anlattığı fikrî sahada çok sayıda eser kaleme aldı. Bu eserlerden on yedisi, de-ğerli araştırıcı Mikâil Bayram tarafından ilim alemine tanı-tılmıştır.

Ahî Evren bu eserlerinden üçünü I. Alaaddin Keykubat’a, ikisini de bu Sultan’ın komutanlarından Celaleddin Karatay ve Seyfeddin Tuğrul’a ithaf etmişti.

Ahî Evren eserlerinden bazılarını “siyasetname” türünde kaleme almıştı. Özünde “fütüvvet fikri”ni ihtiva eden bu tür eserler özellikle sultanlara ve devletin ileri gelenlerine öğüt niteliğinde, yapılması ve yapılmaması gerekenleri anlatmak için yazılır, devlet idarecileri tarafından da bu tür eserlerin devrin sayılı bilginlerince kaleme alınması teşvik edilirdi.

Nitekim Ahî Evren’in bildiğimiz kadarıyla üç eserini devri-nin Sultanı ve ileri gelen devlet adamlarına ithaf etmesinin önemli nedenlerinden birinin, ricalin kendisinden bu tür eserler vermesini istemelerinin bir nişânesi olarak görebi-liriz.

Diğer bir ifadeyle Ahî Evren’in teşkilâtla ilgili fikirle-ri devrin devlet adamlarınca da destekleniyordu. Ahî Evren’in teşkilâtçı fikirlerinden özellikle iktisadî hayatın teşkilâtlandırılmasıyla ilgili fikirleri konumuz açısından önemlidir. Zira Anadolu’daki Selçuklu devletinin siyasî ida-

Page 67: 1453 Dergisi 18. Sayı

67

ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA

recilerince de desteklenen bu fikirler Ahî teşkilâtının felse-fesini ve iktisadi alanda kümelenme modeli teorisinin nü-vesini oluşturmuşlardı.

Ahi Teşkilatının İktisadi Üretim ile Tasavvuf Felsefesi İlişkisi: Ahilik Okulu

Ahi Evren’in tasavvuf felsefesini şöyle özetleyebiliriz;

Meslek, hem meslekte hem de İslam tasavvufunda şeyhlik mertebesine erişmiş olan mürşidden öğrenilmelidir. Böy-lece insanlar, mürşidinden din ve meslek öğrenip, iktisadi faaliyette bulunup kendinin ve insanların ihtiyaçlarını gide-rirken dünyada varoluş nedenini, Allah’ın varlığını daha iyi kavrayacaklardır.

Mürşidi olmayanlar ise varlığın anlamını düşünmeden ve anlamadan dünyevi heva ve heveslerine kapılarak bu faa-liyetlerle meşgul olup Allah’ı unutma tehlikesi içindedirler.

Ahi Evren bu ana fikri işlediği fütüvvete dayalı tasavvu-fi eserler kaleme aldı. Medreselerde, hangâhlarda, tekke ve zaviyelerde bu fikre dayalı tasavvufa dair dersler verdi. Mesleki eğitim, üretim ile tasavvuf arasında ilişki kurarak ve

bunu eserlerinde işleyerek, talebelerine anlatarak Ahi Ta-savvuf Felsefesi okulunu kurdu, Ahilik felsefesini geliştirdi.

Bu ana tasavvufi fikirleriyle ilgili olarak kısaca “Tabrisa” ola-rak bilinen “Tabsiretü’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehi” adlı eserinde şöyle demektedir;

“Dünyadaki varlıklar dört çeşittir. Bunlar: Madenler, bitki-ler, hayvanlar ve insanlardır. Madenlerden süs eşyası, para ve yakacak olarak, bitkilerden yiyecek, meyve ve ilaç olarak hayvanlardan binek ve besin olarak, insanlardan ise bazen nikahlamak, bazen ücretle çalıştırmak ve diğer bazı işlerde yararlanılır. Cenab-ı Allah, bütün bu anlamları şu bir ayetle ifade ediyor, “Eşler, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yı-ğınlar, çayıra salınmış atlar, davar sürüleri ve ekinler hep in-san için bezendi. İşte bunlar hayatın geçici faydalarıdır”. (Al-i İmran Süresi, 3/14)

“Kişinin bu dünyevi zevklere yönelişi Kuran-ı Kerim’de “heva” diye adlandırılmıştır. “Fakat kim rabbinin huzurundan korkup nefsini heva ve hevesten alıkoyarsa cennet onun varacağı yer olacaktır” (Nazihat Suresi, 80/41)

Kişinin zevk ve isteklerinin kaynağı olan eşyayı elde etmek ve istifade edilir hale getirmekle uğraşması cihetine gelince: Bu

Page 68: 1453 Dergisi 18. Sayı

68

ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA

çeşitli meslek ve sanatların usulleri birçok hile ve tuzakların sanat ve kurallarından ibaret olup insanlar dünyaya geliş ve gidişlerini anlam ve mahiyetini düşünmeksizin onunla meş-gul olmaktalar. “Allah’ı unuttular, Allah da onu kendilerine unutturdu. İşte onlar fasık kimselerdir” (Haşr Suresi, 60/19).

Böyleleri çöl ortasında bineğine yem ve su tedariki ile uğra-şıp didinirken esas gayesi olan Kabe’yi tavaf etmeyi unutup, kafile geçip gidince de çöl ortasında aç ve susuzluktan ölerek yılan ve haşereye yem olan hacı adayına benzerler. “Ey mü-minler size Allah yolunda savaşa çıkın denince yere çöküp kal-dınız. Yoksa dünya hayatını ahirete tercih eder mi oldunuz” (Tevbe Suresi, 9/38)”

Ahi Evren kendine ait bu satırlarda, iktisadi faaliyette bu-lunan insanın dünyada varoluş nedenini unutmadan bu faaliyetini devam ettirmesi gerektiğini Kur’an’dan örnekler vererek ortaya koymaktadır.

Ahi Evren’in tasavvuf felsefesinde, tasavvuf ile iktisadi üre-tim arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. Sırf iktisadi üretim-le meşguliyet, Allah’ı unutturabilir, ancak iktisadi üretim yapmadan da insan medeni ihtiyaçlarını karşılayamayaca-ğından iktisadi üretimden de kaçınmak mümkün değildir. İşte Ahi tasavvuf felsefesi bu iki zarureti telif ederek yeni bir sentez oluşturmuştur.

Fütüvvet teşkilâtı iktisadî hayatın düzenlenmesiyle ilişki-li bir teşkilât değildi. İktisadi hayatın da düzenlenmesini amaçlayan Ahi Teşkilatı idi. Bu teşkilat Ahî Evren’in fütüv-vet teşkilâtını model alarak devletin desteğiyle İslam anla-yışına göre iktisadî faaliyetleri belirli bir düzen-organizas-yon içinde yürütmek üzere kurduğu teşkilâttı. Ayrı ve farklı bir teşkilât olup kurucusuna atfen ismine “Ahî Teşkilâtı” denilmişti.

“Ahî teşkilâtı” Selçuklu döneminde ve daha sonra da Os-manlı döneminde iktisadî hayatın bütün kollarına ve dev-let bürokrasisinin de dahil olduğu mesleklere kadar nüfuz etmiş bir teşkilâttı.

Barkan, aralarında “Ahî”lerin de yer aldığı “kolanizatör der-viş” ismini verdiği, müteşebbislerin, çiftçilik ve sair meslek-lerle ilgilerini şöyle anlatıyor; Bu dervişlerin “yalnız toprak açıp, taşını buğdayını arıtıp bağ ve bağçe yetiştirmekle kal-mayıp, gayet iyi cinslerde meyve ağaçları limon, portakal ve gül bahçeleri yetiştiren mahir bağçivanlar, değirmen arkı ve binası inşa eden, kuyu kazıp su çıkaran ve araziyi sulamasını bilen muktedir mühendisler olduğu da anlaşıl-maktadır.

Ahi dervişler tarım üretimindeki bu maharetlerini, Ahi Ev-ren ile birlikte şehirde sınai-ticari mesleklere de uygulaya-rak birçok yeni meslek geliştirmiş, kurmuşlardı.

Ahî Evren eserinde tarım ve ticaret sektörleri daha önce ör-gütlenmiş olsalar da özellikle tarıma dayalı sanayi makine-leri üretimi başta olmak üzere sanayi üreticilerinin mesleki birlikler halinde örgütlenerek üretimi ve verimliliği arttıra-bileceklerini belirtmekteydi.

Ahi Evren’e göre sanayi üretim birlikleri öncülüğünde, sa-nayi, tarım ve ticaret sektörlerinin birbirleriyle ilişkili halde yeniden örgütlenmesi gerekiyordu. Bunun için de devletin gerekli iktisadi kanuni düzenlemeleri yapması gerekiyordu.

Böylece Ahi Evren’in teorisi, öğretileri ve uygulamaları ile çiftçilik ve tüccarlık yapan “Ahî”lerin yanında sanayi üretim birlikleri kurarak teşkilatlanan sanayici Ahiler de ortaya çık-maya başladı.

“Ahî’lerin devlet bürokrasisinde yer almaları ise Abbasiler-den beri eski fütüvvet geleneğinin bir devamıydı.

Ahilerin Kadınlar Kolu Teşkilatı: Ahi Bacılar Teşkilatı

Ahi teşkilatı bir çatı teşkilat olup, bu teşkilatın kadınlar ko-luna Ahi Bacılar Teşkilatı denilmektedir. Ahi Bacılar teşki-latının kurucusu Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı’dır. Fütüvvet Ahilik tasavvuf felsefesini benimserler.

Ev ekonomisi içinde, pazara yönelik üretim yaparlar. Anadolu’da bacılar tarafından ev ekonomisi faaliyeti içinde birçok yöresel kilim, halı, iplik, kumaş dokuma, el işleri ge-liştirmişlerdir. Ev ekonomisi kapsamında kadınlar tarafın-dan üretilen ürünler pazarda önemli paya sahiptir.

Ahi Teşkilatını-Felsefesini Yaymak Üzere Kurulan Ahi Lakaplı Vakıflar

Ahiler, Anadolu’nun her yerinde Ahi lakaplı vakıflar kur-muşlardı. “Ahi Mesud Vakfı” gibi adlarla Ahi lakabı da kul-lanılarak Ahiler tarafından kurulan bu vakıflar, ticaret yol-ları üzerinde, ıssız yerlerde buraları şenlendirmek üzere ve özellikle şehirlerde sanayi ve ticaret merkezlerinde meslek erbabına, tüccara, yolculara, misafirlere ve halka Ahi felse-fesini, Ahi teşkilatını anlatmak ve yaymak üzere Ahiler tara-fından kurulan vakıflardı.

Önde gelen Ahi bacılar tarafından kurulan vakıflara Ahi Ana Vakfı deniyordu. Ahi Baba’lar bilinen öncü Ahilerdir ve birçok Ahi Baba vakfı vardır. Ahi Babaların kadınlar kolun-

Page 69: 1453 Dergisi 18. Sayı

69

ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA

daki yerini Ahi Ana’lar temsil etmekteydi. Ancak Ahi Ana’lar üzerinde mevcut literatürde yeterince durulmamıştır.

Ahi vakıflarının en önemli faaliyeti Ahilik okuluna mensup şeyh ve müritleri vasıtasıyla bulundukları bölgede kurduk-ları vakıf, tekke ve zaviyeler Ahi tasavvufunu-felsefesini an-latarak Ahiliği yaymaktı.

Ahiler tarafından kurulan Ahi lakaplı vakıflar ile Ahi Evren tarafından Kırşehir’de kurulan Ahi Evren Vakfı’nı ve Ahi Evren vakfını temsilen diğer şehirlerde kurulan Ahi Evren vakıfları birbirinden farklı vakıflar olup bunları birbiriyle ka-rıştırmamak gerekmektedir.

Tespit ettiğimiz Ahi lakaplı vakıflar listesini, vakıfların bu-lundukları yerleri ve kurucularını tablo olarak ayrı bir eser-de yayınlamış bulunuyoruz.1

Bu tablo Ahilikle ilgili çok önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ahilerin Selçuklu döneminde Ahiliği, Ahi teşkilatını yaymak üzere Anadolu’da kurdukları Ahi lakaplı vakıfların oldukça yaygın olduğunu tesbit etmiş bulunuyoruz.

Selçuklu döneminde Anadolu’nun her köşesinde, şehir ve kırlarında birçok Ahi vakfının kurulduğu görülmektedir. Tablodan izleyebildiğimiz Anadolu’daki Ahi Vakıflarının, Selçuklu’dan sonra Beylikler döneminde varlığını koruya-rak ve sayıları artarak Osmanlı dönemine inkital ettiklerini tespit ediyoruz. Osmanlı fetihleriyle birlikte Ahiliğin Ege-Akdeniz’e, Çanakkale üzerinden Edirne ve Marmara bölge-sine yayıldığını da tespit etmekteyiz.

Bu tablo yine aynı eserde yer alan Ahi Evren Vakıfları tab-losu ile birlikte değerlendirildiğinde Ahilikle beraber sana-yileşmenin Anadolu’da yayılma haritasını da elde etmek-teyiz.

Buna göre sanayi devrimi Kayseri’den başlayarak Konya, Kırşehir üçgeninde iç Anadolu’da ortaya çıkmış, buradan Denizli üzerinden Batıya, Trabzon üzerinden Karadeniz’e, Erzurum ve Diyarbakır üzerinden Doğuya doğru yayılmış-tır.

Bugün de bu İç Anadolu Bölgesi, Anadolu KOBİ’lerinin, ge-lişerek sanayi şirketlerine dönüşmeye başladığı çekirdek sanayi alanını oluşturmaktadır.

DİPNOT:1 KALA (2012), ss.37-48.

KAYNAKLAR:

- Barkan, Ömer Lütfi; (1942-1); “Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeleri” Vakıflar Dergisi, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı 2, 1942, ss. 279-386.

- Bayram, Mikâil; Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1990.

- Kala, Ahmet (1998); İstanbul Esnaf Birlikleri ve Nizamları-1, İstanbul Külliyâtı-I, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Araştırmaları Merkezi Yayınları no.15, İstanbul 1998.

- (2012); Debbağlıktan Dericiliğe, Zeytinburnu Belediyesi Yayınları, İstanbul 2012.

- (1990-1); “Fütüvvet ve Ahiliğin Doğuşu”, Türk Dünyası Araştırmaları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, Sayı 56, Nisan 1990, ss. 273-282.

Page 70: 1453 Dergisi 18. Sayı

70

18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN

Dr. Ergin ÇAĞMAN*

DENIZ ULASIMI VE KAYIKÇI ESNAFI

Page 71: 1453 Dergisi 18. Sayı

71

MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA

İstanbul’da deniz taşımacılığı; yolcu, yük, emtia ve sebze ve meyve nakli açısından çok önemliydi. Devlet, konuya hem hizmet veren kayıkçılar hem de yolcular açısından dengeli yaklaşmakta ve kadimden konulmuş olan kurallara riayet edilmesini istemektedir.

Page 72: 1453 Dergisi 18. Sayı

72

18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN

İstanbul, Karadeniz ve Akdeniz’den gemilerle; Trakya, Bal-kanlar ve Anadolu’dan kervanlarla gelen ve şehrin hayatı ve faaliyetleri için vazgeçilmez ürünlerin boşaltıldığı muaz-zam büyüklükte bir antrepo gibiydi. Bahçekapı’dan Balat’a kadar Haliç’in güney kıyıları boyunca belirli ürünlerin yüz-yıllar boyunca teslim edildiği iskeleler sıralanmaktaydı. Şehre gelen mallar rastgele herhangi bir iskeleye boşal-tılmazdı. Kural olarak devlet hesabına sefer yapan tekne-ler asıl İstanbul kıyılarına yanaşmaktaydılar. Galata kıyıları daha çok Avrupa teknelerinin alanı olmasına rağmen Türk ve Rum tekneleri de bu kıyıya Galata’daki devlet depoları-na konulacak maddeleri bırakmak üzere geliyordu. Bunlar yağ kapanı, buğday antreposu, maden ve odun depolarıy-la Kasımpaşa ve Tophane tersaneleri ile cephanelerine yö-nelik diğer malzemelerin konuldukları depolardı1.

İstanbul’da deniz, sadece uzak bölgelerden gerekli olan malların taşınması açısından değil, Anadolu

yakasıyla yolcu ve yük taşımacılığı yapılma-

sı bakımından da önemliydi. Bu amaçla birçok iskele oluş-turulmuştu. Osmanlı döneminde İstanbul iskeleleri arasın-da işleyen deniz vasıtaları pereme, kayık ve mavnaydı. 16. yüzyılda ve 17. yüzyıl başlarında en çok kullanılan deniz va-sıtası “peremeler”dir. Kayık ise 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İstanbul sahillerinde çok yoğun olarak kullanılan bir vasıtaydı. Kayıklarla yolcu taşındığı gibi zahire ve eşya taşındığı da olurdu. Mavna daha çok eşya ve zahire nakliya-tı için kullanılırdı. İstanbul iskeleleri arasında sürekli olarak irtibat ve nakliyat olmakla birlikte en önemli trafik hatları şöyle idi:

1. Mudanya: Yolcu ve zahire nakli için İstanbul’un en uzun deniz yollarından biriydi. Bu hatta işleyen peremeler hem İstanbul hem de Mudanya iskelelerine bağlıydı. 1578’de işleyen peremelerin 10 tanesi İstanbul’a, 7 tanesi de Mudanya’ya bağlı olarak çalışmaktaydı. 17 adet pereme-den fazlasına müsaade edilmezdi.

2. Üsküdar: 1565 yıllarında işleyen 2 hassa pereme vardı. Fakat özel olarak işletilen peremelerin de olma ihtimali

yüksektir.

* Akademisyen

Page 73: 1453 Dergisi 18. Sayı

73

18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN

3. Galata-Eminönü: Bu iki iskele arası işlemekte olup İstanbul’un en işlek hatlarındandı.

4. Muhtesib Çardağı-Haliç

5. Muhtesib Çardağı-Boğaziçi

Bunlar ana hatlar olup bunların dışında ikinci dereceden birçok hat bulunmaktaydı2. 18. yüzyılın sonlarında İstanbul sur kapısı iskelelerindeki toplam kayıkçı sayısı 1100’e, kayık sayısı ise 600’e yakındı. İstanbul’da genel olarak kayık sayısı

ise 1677 yılında 1366, 1728 yılında 2483, 1802 yılında ise 4245 idi3. İskelelerin

getirilen mallara göre fonksiyonu vardı. Buna göre hangi iskeleye hangi kayık veya gemilerin yanaşabileceği belliydi. Buğday gemileri Unkapanı’na, pirinç ve arpa gemileri İhti-sab İskelesi’ne yanaşabiliyordu. Fakat ihtiyaca binaen ba-zen bu kuralların dışına çıkılabiliyordu. Mesela İstanbul’da-ki meyve kıtlığının önlenmesi için meyve getiren gemilerin, teamüllerin aksine Üsküdar, Tophane, Galata ve Eyüp iske-lelerine yanaşmasına müsaade edildiği vakidir4.

Şehir hayatında pazar kayıklarının önemli rolü vardı. Bun-lar büyükçe, sağlam yapılı ve sekiz-on sıra kürekçi oturağı bulunan, kimi zaman da bir-iki direği ve basit yelken do-nanımı olan gemi türü idi. Pazar kayıkları Boğaz köylerinin ve Asya yakasında bulunan semtlerin, İstanbul’un çarşı-pa-zarlarıyla bağlantısını sağlamaktaydı. Bu kayıkların bazıla-rı o köylerde ikamet eden zenginler tarafından vakfedil-mişti. Fakat kayıkların çoğu geçimini bunlardan sağlayan özel kişilere aitti. Pazar kayıkları 19. yüzyıl sonlarında bile Boğaz’da çalışmaya devam etmekteydi. Fakat ulaşımın so-kağa yönelmesiyle birlikte pazar kayıkları da fonksiyonları-nı yitirip ortadan kayboldular. 19. yüzyıl ortasından itibaren Şirket-i Hayriye ve Haliç Şirketi’nin vapurları da binlerce kü-rekli teknenin sonunu getirmiştir5.

Yolcu taşımak üzere tasarlanmış gemilerin yanı sıra tulum-ba, kazma, ip ve diğer yangın söndürme gereçleriyle dona-tılan gemiler de vardı ve bunlar yangın esnasında olaya en yakın iskeleye gidiyorlardı.

Page 74: 1453 Dergisi 18. Sayı

74

18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN

İstanbul’da işleyen deniz vasıtaları genel olarak altı, dört ve iki kürekliydiler. Bu vasıtalarla yapılan taşımacılık dışında, geçmişte ve günümüzde dünyanın hemen her tarafında yapılan dolmuş sistemi de mevcuttu. Üsküdar ile İstanbul arasında işleyen peremeler 12 kişi alacak kapasitede idi. Dolmuş yapanlardan bazıları zaman zaman fazla kazanç sağlamak amacıyla nizama aykırı olarak bu sayının üstünde yolcu taşımaktaydılar6.

Üsküdar iskelelerinin kayıkçılarına Eminönü’nde bir böl-ge tahsis edilmişti. Bu bölgede başka kayıkçıların yanaşıp yük ve yolcu almalarına müsaade edilmiyordu. Söz konu-su kayıkçılara imtiyazlı davranılmasına gerekçe olarak da Üsküdar iskelesi kayıkçılarının sefer vukuunda miri deve, katır, cephane ve tersane kerestesi taşınması hizmetleri-ni yapmaları gösteriliyordu. Kayığı kullanan müşterilerin herhangi bir eşyasının kaybolması ve kayıkçıların bulması durumunda eşya, esnafın kethüdasına ve bu yolla müş-teriye teslim ediliyordu. Bu durum, söz konusu Üsküdar iskelesi kayıkçılarının güvenirliğini gösteriyordu. Yolcu-ların gümrüğe tabi oldukları halde gereğini yapmadıkları eşya ve mallar için kontrol de yapıyorlardı. Bu sebeplerle devlet, Üsküdar kayıkçılarına tahsis edilen bölgede başka kayıkçıların faaliyette bulunmasına müsaade etmiyordu. Kayıkçıların7 da diğer esnaf gibi birbirlerine kefil olmaları ve nizamlarını muhafaza etmeleri gerekiyordu. 1743 tari-hinde, kefilsiz olduğu ve işinde usta olmadığı halde kayık-

çılık mesleğini icra etmek isteyen şahısların faaliyetlerinin engellenmesine dair hüküm yayınlanmıştı8. 1757 tarihli bir belgeye göre, hak etmediği halde aracılar kullanarak kayık-çı esnafının yöneticiliğine gelen ve kayıkçı esnafına yakış-mayacak hareketlerde bulunan şahısları esnafa dâhil eden kişilerin faaliyetlerinin önlenmesi isteniyordu9. Diğer esna-fın olduğu gibi zaman zaman kayıkçı esnafının da sayımları yapılır ve birbirlerine kefaletleri tescil olunurdu. Böylece ehil olmayanların kayıkçı esnafına karışarak mesleği boz-malarına engel olmaya çalışılırdı10. Sayım yapılmasının se-beplerinden biri de göç yasağına rağmen İstanbul’a gelip yerleşilmesinin önüne geçmek istenmesiydi. Esnafın meri nizamının hilafına davrananlar, yönetici konumunda olsa bile görevden alınabiliyordu. 1785 yılında nizama aykırı davranan kayıkçı esnafının kethüda vekili görevden alın-mış; fakat mesleğini aynı yerde icra etmeye devam etmesi üzerine yapılan şikâyet, şahsın başka bir bölgede çalışaca-ğına dair taahhütte bulunmasıyla neticelenmişti11.

Kayıkçıların kayıklarını iskelelerde istedikleri bölgeye demir atıp beklemeleri kurallara aykırıydı. Kayıklar ancak kendile-rine tahsis edilmiş olan iskelelerde bekleyebiliyor ve yolcu alabiliyordu. Buna aykırı faaliyetlere izin verilmiyordu12. Daha önce de belirttiğimiz gibi kayıklara kapasitesinin üzerinde yolcu alımına da izin verilmiyordu. İstanbul Balık-pazarı İskelesi’nde bir çift piyade kayığa altı kişiden fazla, iki çift kayığa ise on iki kişiden fazla yolcu alınmaması ge-

Eminönü’nde kayıkçılar

Page 75: 1453 Dergisi 18. Sayı

75

18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN

rekirken bir çift kayığa on kişi, iki çift kayığa da on altı kişi alınması üzerine ilgili esnaf şikâyet edilmişti. Bu durumun kayıkların batmasına ve boğulmalara sebebiyet vereceği gerekçesiyle ahali mahkemeye müracaat etmiş ve kayıkçı-ların bunu itiraf ve bir daha tekrarlamayacakları beyanıyla konu halledilmişti13. 1761 tarihli bir belge bize kayıkçıla-rın çalışma usulleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. Buna göre Üsküdar İskelesi kayıkçıları, aralarında yürürlük-te olan kurallara riayet edeceklerini, taşradan yabancı ka-yık alınarak çalıştırılmayacağını, içlerinden biri ölmedikçe yeni kayıkçı almayacaklarını, Büyük iskele başında bulunan balamar rabt ettikleri taşı tecavüz ederek kadın ve erkek müşterilerin yakalarına yapışıp kayıklarına almayacaklarını ve içlerinden nizama aykırı hareket eden olursa kethüda ve ihtiyar ustaları marifetiyle içlerinden uzaklaştıracaklarını ve nizama aykırı hareket edenleri korumayacaklarını beyan etmekteydiler14. 1779 yılında İstanbul, Boğaziçi ve Eyüp’te bulunan bütün iskelelerin ve iskele kethüdalarının isimleri tek tek zikrediliyor ve kayıkçı esnafının ücret ve yolcu ta-şıma esasları kendilerine hatırlatılıyordu. Yine esnafın ve kethüdalarının birbirlerine kefaletleri tescil olunarak ni-zama aykırı hareket edenlerin şayet Müslüman ise kaleye, gayrimüslim iseler küreğe vaz olunmayı kabul ettikleri bil-diriliyordu15.

Sebze ve meyve ticareti, üretim bölgelerinde olduğu kadar, taşıyıcı ve İstanbul’da perakendeci olmak üzere çok sayı-da insanın geçim kaynağını teşkil etmekteydi. Bu ticaretin gündelik hayatın içinde ihmal edilemeyecek kadar önemli bir yeri vardı16. Sebze ve meyvelerin İstanbul’a taşınmasın-da deniz taşımacılığının rolü büyüktü. Fakat bu ürünleri Anadolu’dan İstanbul’a getiren kayıkçılarla diğer kayıkçılar arasında iskele kullanımından dolayı problemler çıkabili-yordu. Mesela, 1742 yılında Maltepe, Pendik ve Kartal’dan getirdikleri bazı sebzeleri kayıklarla taşıyan şahıslarla Üskü-dar kayıkçıları arasında, yanaşacakları iskeleler hususunda anlaşmazlık çıkmış ve sebze taşıyan kayıkçılara, Üsküdar kayıkçılarının yanaştığı iskeleye yanaşmamaları konusun-da tembih edilmişti17. Taze meyve olarak belirtilen ve İs-tanbul dışından kayıklarla gelen armut, erik, ceviz, parmak, Amasya üzümleri daha çok Gemlik, Değirmendere, Katırlı, Bozburun ve civarından; elma ve kestane ise Bursa ve Kara-deniz bölgesinden geliyordu. Bu ürünler gelip Sebzehane önüne sevk ediliyordu. Kavun ve karpuz ise Eminönü’ne sevk edilip pazarbaşı, bölükbaşı ve esnafın ustaları tarafın-dan narh-ı cari üzere satın alınarak yaş yemiş esnafına da-ğıtımı yapılıyordu18.

Meyve ve sebze satışı ile ilgili önemli problemlerden biri de sebze ve meyveleri getiren kayıkların iskelelere gece yana-şarak manav ihtikârcılarının malları satın alması ve sebze-cilere pahalıya satması sonucu sebzecilerin yeterince mal alamaması; buna bağlı olarak fiyatların yükselmesiydi19. Bakkal ve manav esnafı da zaman zaman aynı yönteme başvuruyordu. Bu iki esnaf grubu, birbirlerinin sahasına te-cavüz ettikleri gibi bazen de diğer esnafın alanlarına mü-dahale ederek onlara tahsis edilen malları satmaya kalkışı-yordu. İstanbul’a civar bölgelerden genellikle kayıkla gelen sebzeler doğrudan sebzehaneye gelip sebzeci esnafının kethüda ve ihtiyarları vasıtasıyla dağıtımı yapılır ve esnaf tarafından da cari fiyat üzerinden satılırdı. Fakat kanuna mugayir olarak bazı bakkal, manav, muhtekir ve madrabaz taifesinin Eminönü ve sair istedikleri yerlerde mahzenler kurup gelen sebzeleri kayıklardan satın alarak mahzen ve dükkânlara sakladıkları ve cari olan narha riayet etmeye-rek halka yüksek fiyata sattıkları anlaşılmaktadır. Bunun neticesinde esnaf ve ahali zarar görmekteydi. Bu sebeple söz konusu şahısların faaliyetlerinin önlenmesi isteniyor-du20. Benzer şekilde 1791 yılında Eminönü Valide Sultan Camii civarında manavlık yapan beş manav esnafı, gece-leyin kayıklarla gelen sebzeleri satın alarak dükkânlarında stoklamış, hem meslektaşlarına hem de halka narh-ı ca-risinden (cari fiyatından) daha yüksek fiyata satmışlar ve bu husus şikâyet konusu olmuştu. Neticede bu şahısların Bozcaada’ya sürülmesine karar verilmişti21.

Görüldüğü gibi İstanbul’da deniz taşımacılığı; yolcu, yük, emtia ve sebze ve meyve nakli açısından çok önemliydi. Devlet, konuya hem hizmet veren kayıkçılar hem de yolcu-lar açısından dengeli yaklaşmakta ve kadimden konulmuş olan kurallara riayet edilmesini istemektedir. Bu sebeple zaman zaman diğer esnafın olduğu gibi kayıkçı esnafının da sayımları yapılmaktaydı. Böylece hariçten bu mesleğe girmek isteyenler engellenmiş oluyordu. Alınan tedbirler sayesinde yolcu hakları da korunmak isteniyordu. 19. yüz-yıla kadar klasik işleyiş devam etmiş, bu yüzyılın ortaların-dan itibaren Şirket-i Hayriye ve Haliç şirketi vapurlarının devreye girmesiyle birlikte kürekli tekneler fonksiyonlarını yitirmişlerdir.

Page 76: 1453 Dergisi 18. Sayı

DİPNOTLAR:1 Robert Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul, C.1, Mehmet Ali Kılıçbay-Enver Özcan (Çev.), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, S. 172-174.

2 Cengiz Orhonlu, “Osmanlı Türkleri Devrinde İstanbul’da Kayıkçılık ve Kayık İşletmeciliği”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.16, Sayı 21, 1966, S. 110-111.

3 Nejdet Ertuğ, Osmanlı Döneminde İstanbul Deniz Ulaşımı ve Kayıkçılar, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001, S. 202-203.

4 Ertuğ, a.e., S. 211.

5 Wolfgang Müller-Wiener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı, Erol Özbek (Çev.), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1988, S. 77.

6 Orhonlu, a.e., S.118-122

7 Basılmamış Atik Şikayet Defterleri, S.199-200, Hüküm No. 84/367/2

8 Ahmet Kala (Proje ve Yayın Yönetmeni), İstanbul Ahkam Defterleri-İstanbul Esnaf Tarihi, C.1, İstanbul: İstanbul Araştırmaları Merkezi Yayınları, 1997, S.15, Hüküm No: 1/83/379

9 Kala, a.e., C.1, S.151-152, Hüküm No:4/170/524

10 İstanbul Kadı Sicilleri, İstanbul, D.24, S.98

“Defter oldur ki: sâdır olan fermân-ı âlî mûcebince Âstâne-i sa‘âdetde sevâhil-i bahrde mecmu‘ iskelelerin piyade ve mavna ve balıkcı ve at kayığı ta‘bîr olunur kayıkların adedi ve ashâbının verü’esâsının ve aylakcı ta‘bîr olunur ustalarının ve hâm dest olan şâkirdlerinin ism ve şöhretleridir ki ber vech-i âtî zikr olunur ...” 5 Ramazan 1140 (15 Nisan 1728)

11 İstanbul Kadı Sicilleri, İstanbul, D.53, S.48

12 Kala, a.e., C.2, S.110, Hüküm No:7/376/1171

13 Kala, a.e., C.2, S.114-116, Hüküm No:7/306/948

14 Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Cevdet Belediye, No. 4406

“ ... fimâba‘d Üsküdar’da vâki‘ kayıkhânelerde taşradan ecnebi kayık çekilmemek ve biri fevt olmadıkca yeniden kayıkcı zam olunmamak ve Büyük iskele başında vâki‘ balamar rabt itdikleri taşı tecâvüz idüb ricâl ve nisânın yakalarına yapışub kayıklarına idhâl içün müzâheme olunmamak ve içlerinden nizâma muhil hareket idenler kethüdâ ve ihtiyârları ma‘rifetiyle tard ve ihrâc olunmak ve içlerinden bu nizâma râzı olmayub hilâfına hareket idenleri himâye ve ketm ü ihfâ ider olursa ol dahî tard ve ihrâc ve fîmâba‘d bir dahî iskeleye duhûl itmemek şurûtuna cümlesi râzı ve ta‘ahhüd ve birbirlerine ism ve şöhretleriyle kefîl ve

kefâletleri tescîl ve mümzâ defter olunub bu nizâm-ı müstahseneye rabt olduğu mübâşir ta‘yîn olunan Mustafa Haseki kulları iltimâsıyla huzûr-ı âlîlerine i‘lâm olundu. Bâki ferman hazret-i men lehü’l-emrindir. Fî Zilka‘de 1174 (27 Haziran 1761)

15 Kala, a.e., C.2, S.307-308, Hüküm No:9/359/1323

16 Mantran, a.e.,S. 186-188.

17 Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Cevdet Belediye, No: 2511

“Ma‘rûz-ı dâ‘î-i devlet-i aliyyeleri budur ki

Şehzâde vakfından Maltepe ve Pendik ve Kartal re‘âyâlarından İstanbul’da Gümrük iskelesi kurbunda vâki‘ iskeleden hıyar ve kabak ve badıncan getüren kurâ-i mezkûr re‘âyâları üsküdar kayıkçıları ile ba‘de’t-terâfu‘ min ba‘d Üsküdar kayıkçılarına â’id olan iskeleye ve kayıkları ...hıyar ve kabak ve badıncan kayıkları yanaşmayub ve önüne küfecilerimiz virmeyüb re‘âyâ-yı mezbûrun kayıkları Üsküdar kayıkları iskelesi ile İstanbul Ağası iskelesi mâ beyninde olan Çöplük iskelesine yanaşub mahsûllerini ol mahalde bey‘ itmek üzre râzılar olub bu vech üzre beynleri tevfîk ve kat‘-ı nizâ‘ eyledikleri huzûr-ı âlîlerine i‘lâm olundu. Ferman men lehül emrindir. Fî 26 Cemâziye’l-evvel sene 1155 (29 Temmuz 1742)”

18 Kala,a.e., C.2, S. 143-144, Hüküm No: 8/110/343

19 İstanbul Kadı Sicilleri, İstanbul, D.29, s. 51-52.

“… sebzenin kesreti ve cûdunda ziyâde behâ ile füruhtunun neş’eti tefahhus olundukda sebzeci esnâfı cevâblarında işbu manav tâ’ifesinin muhdes dükkân ve mahzenleriyle … manav tâ’ifesi gelen sefîneyi gece ile boşaldub ve ihtikârlarıçün hufyeten iştirâ ve muhdes olan dükkân ve mahzenlerine cem‘ idüb tevzî‘-i vakte gelince şey’-i kalîl kalub sebzeci sebzeyi mezbûrlardan ziyâde behâ ile iştirâ ile ibâdullâha füruht idüb bu vechile ziyâde behâyı iktizâ eylediğinden … Fî 19 Safer sene 1181 (17 Temmuz 1767)”

20 Kala,a.e., C.2, S. 125-126, Hüküm No: 8/37/116

21 Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Cevdet Belediye, No: 675

“… kapu kethüdâsı İsmail Ağa kulları mübâşeretiyle ihzâr olunan Eminönü iskelesinde Valide Sultan Câmi‘-i şerîfi nerdübanı ve beyninde manav … kimesneler mahzarlarında ….manavlık ticâretine kanâ‘at itmeyüb Eminönü’ne kayıklarla leylen gelen bi’l-cümle sebzevâtı hilâf-ı emr-i âlî iştirâ ve dükkânlarına vaz‘ ve ihfâ ve narh-ı cârîsinden ziyâde behâya esnâfımız vesâ’ireye bey‘ ve ihtikâr ve ibâdullâhı ızrâr adet-i müstemirreleri olduğu … Fi 4 Zilka‘de sene 1205 (5 Temmuz 1791)”

76

18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN

Page 77: 1453 Dergisi 18. Sayı

77

18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN

Page 78: 1453 Dergisi 18. Sayı

78

OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR

Doç. Dr. Bayram NAZIR*

Osmanlı esnafının muhatap olduğu cezalardan biri de, rencide

edilecek şekilde çarşı pazarda dolaştırılmaktı. Malı teşhir edilen esnaf,

gerek kendi camiası içinde, gerekse tüketici nezdinde ciddi bir itibar

kabına uğramaktaydı.

Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah ve sadrazam

olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir denetim altında

tutarlardı. Fatih Sultan Mehmed bazen resmi olarak, bazen de tebdil-i

kıyafetle, yani kıyafet değiştirerek Unkapanı’ndaki, Kapalıçarşı’daki

esnafı sık sık dolaşarak, devletin koyduğu kanunlara uyulup

uyulmadığı kontrol etmişti.

Page 79: 1453 Dergisi 18. Sayı

79

OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR

Page 80: 1453 Dergisi 18. Sayı

80

OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR

Osmanlı esnafı, işlediği suçlardan dolayı, çeşitli müeyyide-lere tabi tutulmuştur. Osmanlı hukukunda, esnafı ilgilendi-ren cezaları çeşitli bölümlere ayırmak mümkündür. Buna göre, bedenî cezalar başlığı altında idam, uzvun kesilmesi ve dayağı sayabiliriz. Malî cezalar ise para cezalarıydı. Ha-pis, sürgün, zincire vurma, kürek cezasını, hürriyeti bağlayı-cı cezalar olarak ele almak mümkündür. Manevî cezalar ise, suçlunun tekdir edilmesi, azarlanması ya da nasihat yoluyla ikaz edilmesi ile teşhir edilmesi şeklindeki cezalardı1.

Biz burada yukarıda anılan suçlardan birkaçına değineceğiz.

1. Hileli Mal Üreten Esnaf Çarşı ve Pazarda Teşhir Edilirdi

Osmanlı esnafının muhatap olduğu cezalardan biri de, ren-cide edilecek şekilde çarşı pazarda dolaştırılmaktı. Mesela ekmeğin dirhemini belirlenen narha aykırı bir şekilde dü-şüren ve bu yolla haksız kazanç elde eden fırıncının aldığı cezalardan biri buydu. Böylece toplum içinde rencide olan

esnafın caydırılması hedefl enir, suçun tekrarının önüne ge-çilmeye çalışılırdı.

Osmanlı esnafına uygulanan teşhir cezası, muhatabı olan esnafı oldukça etkilemesi beklenen ve caydırıcı yönü ağır basan bir cezaydı. Malı teşhir edilen esnaf, gerek kendi camiası içinde, gerekse tüketici nezdinde ciddi bir itibar kabına uğramaktaydı. Aynı zamanda bu ceza, söz konusu esnafın ticaretini de olumsuz yönde etkilemekte ve bu du-rumdaki kişilerin toplum içinde sahtekâr esnaf olarak ta-nınmalarına yol açmaktaydı2.

2. İhtiyaç Fazlası İş Yeri Açanların Dükkânları Kapatılırdı

Dükkân kapatma cezasının en sık uygulandığı durumlar, ih-tiyaç fazlası işyerlerinin açılması haliydi. Öncelikle, fazla iş-yerlerinin tespiti yapılırdı. Mevcut dükkânlarda olduğu gibi yeni açılanlarda da yapılan uygulama, bu dükkânların def-terlere kaydedilmesiydi. Böylece hangi işyerinin nizama

* Gümüşhane Üniversitesi Öğretim Üyesi

Page 81: 1453 Dergisi 18. Sayı

81

OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR

uygun olarak açıldığı, hangisinin kaçak olduğu belirlen-miş olurdu. Kayıtlı olmayan işyerleri kaçak sayılmaktaydı. Kaçak işyerlerine herhangi bir müsamaha gösterildiğine dair örneklere rastlanmamaktadır. Yine belirlenen yerler dışında, esnafın mesleğini icra etmesi veya kapalı iken dükkânını yeniden açması da suçtu. Çevreye rahatsızlık vermek, mesleğin prensiplerine aykırı hareketlerde bu-lunmak, işyerini maksadının dışında gayri meşru işlerde kullanmak gibi suçlarda dükkân kapatma veya meslekten ihraç cezası uygulanmıştır3.

3. Çevreye ve Halka Zarar Veren İş Yerleri Kapatılırdı

Çevreye ve halka rahatsızlık veren işyerlerinin de kapat-ma cezasına tabi tutuldukları ile ilgili yaygın örnekler arasında, bozahaneler gelmekteydi. Bu kapsamda, bazı bozahaneler, içki sattıkları için ve buralara uygunsuz ki-şilerin girmesi dolayısıyla fitne yuvası haline geldikleri-

ne hükmedilerek kapatılmışlardı. Yine, cami yakınlarında faaliyet gösteren bozahanenin müdavimleri, fazla gürültü yaparak cami cemaatini rahatsız ettiklerinden, söz konusu bozahanenin kapatılması için fetva verilmişti4.

4. Fitneye Sebep Olan Esnaf Meslekten İhraç Ediliyordu

Kadı tarafından esnafa, bazı durumlarda meslekten çıkar-ma cezasının verildiği olmuştur. Meslekten ihraç edilmeyi gerektiren suçlar arasında, iş yapmamak, esnafın ödemesi gereken vergilere iştirak etmemek, fitneye sebebiyet ver-mek, sahtekârlık yapmak, ahlaksızca davranışlar sergile-mek ve diğer esnafa kötü sözler söylemek gibi durumlar yer almaktaydı. Burada dikkati çeken husus, ahlaksızlık yapmanın ya da kötü söz söylemenin esnaf için meslekten çıkarma gerekçesi olmasıydı5.

Page 82: 1453 Dergisi 18. Sayı

82

OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR

5. Kaçakçılık Yapan Esnafın Malına El Konurdu

Özellikle İstanbul’a getirilmesi gereken zahirenin daha çok para kazanmak maksadıyla, dışarıya götürülerek yabancı tüccarlara fazla fiyata satılması, önemli bir suç olmanın ya-nında, sıkça görülen bir yolsuzluktu. Böyle zamanlarda za-hireyi satan esnaftan, parası geri alınarak yabancı tüccarlara iade edildikten sonra, zahireye de devlet tarafından el ko-nulurdu. Yine gemileriyle İstanbul’a zahire getirmekle gö-revli tüccarın mala yabancı maddeler katmasından dolayı, gemileri Tersane-i Âmire’de bağlanırdı6. Geçici olduğu an-laşılan bu ve benzeri cezalarla, zahire kaçakçılığına ve hileli mal satma işine bulaşan esnafın caydırılmasına çalışılırdı.

6. Fırıncılara Verilen Cezalar

Osmanlı Devleti’nde en fazla kontrolü yapılan ürün ekmek ve et idi. Nitekim I. Abdülhamid, devlet adamlarına hitaben kendi eliyle kaleme aldığı bir emirde, “Her şeyden önemli olan et ve ekmektir” demekteydi. Ekmek Osmanlı arşiv bel-gelerinde “nân-ı aziz” olarak geçmektedir.

a. Padişahlar Fırınları Denetliyordu

Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah ve sad-razam olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir

denetim altında tutarlardı. Fatih Sultan Mehmed bazen resmi olarak, bazen de tebdil-i kıyafetle, yani kıyafet de-ğiştirerek Unkapanı’ndaki, Kapalıçarşı’daki esnafı sık sık dolaşarak, devletin koyduğu kanunlara uyulup uyulmadı-ğı kontrol etmişti. 1774-1789 yılları arasında Osmanlı tah-tında bulunan I. Abdülhamid de sık sık esnafı denetleyen padişahlardandı. Sultan I. Abdülhamid, tebdil-i kıyafet ede-rek fırınlara gider, ekmeğin ağırlığını, rengini, içine konan maddeleri kontrol ederdi.

b. Fırının Önünde Asılan Fırıncılar

Eğer ekmek kanunnamede belirtilen gramajın altındaysa fırıncının kafasına suçlu olduğunu belirten tahta bir külah geçirilir veya para cezası verilirdi. Gramajda meydana ge-len yüzde 5 oranındaki sapmalar beşerî bir yanılma olarak görülüp ekmekçi esnafına herhangi bir ceza uygulanmaz ancak sapmalar bu oranı aştığı zaman ekmekçiler ikaz edi-lirdi. Eğer devletin belirlediği gramaja aykırı tutumlar tek-rar ederse ceza uygulanmaya başlanırdı.

Ekmek sıkıntısına veya ekmekteki yolsuzluklara karşı alı-nan en sert önlem fırın işletmecisi veya çalışanlarının iş-yerlerinin önünde asılmasıydı. 21 Mart 1772’de III. Mustafa Vezneciler’de bir ekmekçinin tezgâhtarını başkalarına ibret

Kapalıçarşı

Page 83: 1453 Dergisi 18. Sayı

83

OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR

olması için astırmıştı. 8 Mart 1774’te de Kaymakam Süley-man Paşa Vefa Meydanı’nda bir ekmekçiyi idam ettirmişti.

c. Sultan I. Abdülhamid’in Dokunaklı Bir Yazısı: Ekmeği Görsen Ağlarsın

Osmanlı tarihinin en ilginç hükümdarlarından biri olan I. Abdülhamid esnafı en çok denetleyen padişahlardandı. I. Abdülhamid döneminde savaşlar ve yangınlardan dolayı İstanbul halkı büyük sıkıntı çekmişti. Sultan sık sık tebdil-i kıyafetle şehri dolaşır, denetimleri bizzat yerinde yapardı. I. Abdülhamid dolaştığı fırınlarda gördüğü aksaklıkları yet-kililere hitaben bizzat kendi eliyle yazdığı emirlerde belirti-yor, numune olarak aldığı ekmekleri rengi ve gramajlarına bakılması için kaymakama, yani sadrazam vekiline gönde-riyordu.

Abdülhamid’in yazdığı emir çok dokunaklıydı: “Yapılan ekmekleri yiyip helâk olanların haddi hesabı yoktur diye konuşulur. İstanbul’da nân-ı azizi görsen, billâhi ağlarsın. İnsan değil köpek yemez. Bilirim savaş vakitleri böyle... Yi-yenler hastalanır. Bari yalnız darı olsa, bu kadar olmaz. Tersane’den verdiklerine bakla, nohut tanesi gibi sair şeyleri karıştırıyorlar”7 .

d. Ekmeği Yeterince Pişirmeyen Fırıncı Kulağından Duvara Çivilenirdi

Esnafın kulağından duvara çivilenerek cezalandırılması, çok sık karşılaşılan bir ceza yöntemi değildi. Ancak yine de nizama aykırı iş yapan fırıncıların kulaklarından duvara mıhlandıkları olmuştur. Bu ceza, daha çok sadrazamın be-raberindekilerle kola çıkması esnasında uygulanmaktaydı. Bu konu ile ilgili bir telhiste sadrazam, tebdil-i kıyafetle şeh-ri gezerken, fırınların çıkardıkları ekmeğin kalitesini kontrol ettiğini, bir fırında gördüğü ekmeklerin yeterince pişkin olmadığını, cezalandırmak ve başkalarına ibret olmak üze-re, fırıncıyı kulağından dükkânının duvarına çivilediğini söylemektedir. Osman Nuri Ergin de, bozuk veya eksik ek-mek çıkaran fırıncıları dükkânlarının önünde kulaklarından duvara çivilemek suretiyle cezalandıran sadrazamlar bu-lunduğunu belirtmektedir. Yine Tarih-i Askerî-i Osmani’de, sadrazamın haftada bir kere olsun, tebdil çıkıp halka gö-rünmeyi ve hiç olmazsa bir-iki ekmekçiyi dest-gâh başında kulağından mıhlamağa mecbur olduğu belirtilmektedir.

Kulağından duvara çivileme cezası, fırıncılara has bir ceza olarak değerlendirilebilir. Bu toplumun temel beslenme aracı durumundaki ekmekte meydana gelebilecek istis-marların, ciddi sonuçlar doğurabileceği endişesinden kay-naklanmaktaydı. Bu ceza, aynı zamanda devletin beslenme meselesine verdiği önemin de bir göstergesiydi8.

DİPNOTLAR:1 Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı Hukuku Adalet ve Mülk, İstanbul 2008, s. 338- 343; Mehmet Demirtaş, Osmanlı Esnafında Suç ve Ceza, s. 291.

2 Demirtaş, aynı eser, s.298-299; Bayram Nazır, Dersaadet’te Ticaret, İstanbul 2011.

3 Demirtaş, aynı eser, s. 300.

4 Tahsin Özcan, Fetvalar Işığı Altında Osmanlı Esnafı, İstanbul 2003, s.151; Demirtaş, ayı eser, s. 303.

5 Demirtaş, aynı eser, s. 309-310.

6 Salih Aynural, İstanbul Değirmenleri ve Fırınları Zahire Ticareti (1740-1840), İstanbul 2002, s. 48; Demirtaş, aynı eser, s. 313.

7 Erhan Afyoncu, Kanunlara Uymayan Fırıncılar İbret Olsun Diye Fırınlarının Önlerinde Asılırlardı, 17 Ekim 2010 Bugün Gazetesi.

8 Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, C.I, s. 384; Demirtaş, aynı eser, s. 319.

Simitçi Esnafı

Page 84: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 85: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 86: 1453 Dergisi 18. Sayı

86

İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER

Adnan ÖZYALÇINER*

İstanbul esnafı arasındaki dayanışmanın bir örneği “çırak”lıktan “kalfa”lığa, “kalfalık”tan “usta”lığa geçişte düzenlenen “peştamal kuşatma” ya da “peştamal kuşanma” adı verilen görkemli bir törendir.

Bir meslekte çırak olarak başlayan çocuk kalfasıyla ustasının çıraklık süresini doldurduğuna, işi öğrendiğine karar verişiyle bir sınav geçirirdi. Aynı meslekten olanların karşısında verilen bu sınavdan sonra kalfalığa geçen çırağa şed (peştamal) kuşatılırdı.

ISTANBUL’DAESNAF DAYANISMASI

Page 87: 1453 Dergisi 18. Sayı

87

İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER

Page 88: 1453 Dergisi 18. Sayı

88

İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER

* Araştırmacı

İstanbul’daki esnaf dayanışması, öncelikle aralarındaki ör-gütlülük temeline dayanmaktadır. Bu örgütlülük Selçuk-lular döneminin yarı dinsel örgütlenmesi biçimindedir. Bu örgütlere XVII. yüzyıl sonlarına kadar “tarik-i fütüvvet” (mertlik tarikatı) ya da “tarik-i hirfet” (esnaflık, zanaat ta-rikatı) denirdi. XVIII. yüzyılda bu örgütlerin yerini loncalar almıştır. Bu örgütlerin kurucuları gedik sahibi (yetkili olan) ustalardı. Kimi loncaları da işyeri sahipleri (hamamcılar gibi) kurardı. Lonca kurmak, o işte çalışanların sayısına bağlıydı. Bağımsız lonca kurmaya sayısı yetmeyen esnaf, iş bakımından benzeri olan bir loncaya “yamak esnafı” ola-rak bağlanırdı. Paşmakçılar, kavaflar, çizmeciler, terlikçiler Pabuççu Esnafı Loncası’nın yamakları sayılırdı. Hamamcılar ya da Akdeniz Kaptanları gibi işyeri sahiplerinin kurduğu patron loncalarına bu işlerde çalışan yoksul esnaf yamak olarak katılırdı. Örnek vermemiz gerekirse Akdeniz Kap-tanları Loncası’nda pereme-kayık marangozları, kayıkçılar, mavnacılar yamak olarak yer alıyordu.

Bu tür bir dayanışma içinde hiçbir esnafın açıkta kalmadığı bir düzen oluşturulmuştu. Bu düzen, dükkân sayısı ya da dükkânın devri bakımından da sıkı sıkıya korunurdu. Bu konuda İstanbul Ansiklopedisi’nden (R. E. Koçu) şu bilgiyi aktarabiliriz:

“İstanbul’da 200 terlikçi dükkânının bulunduğu XVII. yüz-yıl ortasında ne yeni bir terlikçi dükkânı açılabilir, ne de bu dükkânlardan biri kapanabilirdi. Hatta dükkânlar hüviyet de değiştiremezdi. Yani Çemberlitaş’ta bulunan bir terlik-çi dükkânı Çarşıkapı’ya nakledilemezdi. Böyle bir nakil için devlet izni şarttı. (...) Gedik sahibi ölünce dükkân veya ima-lathane o işin başında bulunmak, çalışmak şartı ile evladına (çocuklarına) kalırdı. Evladı yok ise veya baba mesleğini terk etmiş ise o gedik mahlul (sahipsiz, devlete kalmış) sayılır, ta-rik-lonca tarafından (esnaf örgütünce) kendi başına dükkân veya imalathane sahibi olmaya layık bir kalfaya devrolu-nurdu. Eski gedik sahibinin mirasçılarına, işi terk etmiş ev-ladına da dükkânda veya imalathanede kalan malın âlât ve edevatın (araç gerecin) değer bedeliyle gediğe takdir edilen bir peştamallık bedeli ödenirdi.”

Peştamal Kuşatma

İstanbul esnafı arasındaki dayanışmanın bir örneği “çırak”lıktan “kalfa”lığa, “kalfalık”tan “usta”lığa geçişte de görülür. Bu “peştamal kuşatma” ya da “peştamal kuşan-ma” adı verilen görkemli bir törendir. Burada özellikle çı-raklar arasında bir ayrım gözetilmediğini, zengin yoksul ayrıcalığının bulunmadığını belirtmemiz gerekir. Böyle bir düzenin getirdiği dayanışma, bir alt derecedeki esnafın bir

Page 89: 1453 Dergisi 18. Sayı

89

İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER

üst derecedekine olan saygısı, ona itaatiyle sürmüştür. Bu konuda Evliya Çelebi, şehzadeliğinde kuyumcu çırağı olan Kanuni Sultan Süleyman ile ilgili ilginç bir öykü anlatır:

“İstanbul’da Unkapanı’nın iç yüzünde Konstantin adlı bir Rum kuyumcu vardı ki Sultan Süleyman’ın ustasıydı. Bir gün Konstantin, çırağı şehzadeye kızmış, “sana bin değnek vuracağım” diye yemin etmişti. Şehzadenin anası, Sultan Süleyman’ın suçunu affettirmek için Konstantin’e bin altın göndermiş, usta da o altınları alıp ondan saç teli kadar ince beş yüz tel çektirmiş ve Sultan Süleyman’ı falakaya yatırarak çıplak tabanlarına bu tellerle iki defa vurarak yemininden kurtulmuş.”

Bu yüzden olmalı, bir zanaata, mesleğe girerken çırak ço-cuk velisi tarafından ustasına “eti senin kemiği benim” sö-züyle teslim edilirdi. Böylece işe çırak olarak başlayan ço-cuk kalfasıyla ustasının çıraklık süresini doldurduğuna, işi öğrendiğine karar verişiyle bir sınav geçirirdi. Aynı meslek-ten olanların karşısında verilen bu sınavdan sonra kalfalığa geçen çırağa şed (peştamal) kuşatılırdı. Ustanın kendi be-linden çözüp çırağına bağladığı peştamal bir tür diploma sayılırdı. Peştamal kuşatma töreni, bir tekke ayini gibi çeşitli aşamalardan, dualardan soru-cevaplardan oluşur. Sonun-da yeni kalfaya “harama bakmaması, yalan söylememesi, haram yememesi, haram giymemesi, haram içmemesi, ekmek-tuz hakkına ihanet etmemesi, ihtiyarları hor gör-memesi, uluların önünden gitmemesi, sabretmesi, taham-mül etmeyi bilmesi, bir koy koymadığı yere el uzatmaması, emanete hiyanet etmemesi, kanaat (yetinme) sahibi olma-sı” konusunda öğütte bulunulur, bunların “kulağına küpe olması” için kulağı çekilirdi. Tören, kalfanın ensesine atılan bir tokatın arkasından: “Gafil olma, gözünü aç, gün akşam-lıdır” özdeyişiyle sona ererdi. Peştamal kuşanan kalfa eski işyerinde çalışmasını sürdürürdü. Uygun bir gedik bulun-duğundaysa gerekli parayı öder, kendi birikimi yoksa bunu örgütünden borç alarak karşılardı. Bu arada bir sınavdan daha geçirilip yeniden peştamal kuşatılıp “çırak çıkartılır”dı. Usta olarak görev yapması örgütünün onayına bağlıydı. Bu konuda sınavdan sonra ustasının beline bağladığı şedin bir ikincisi “sağ koltuğu altından sol omzu üstünden geçirile-rek hamaylı tarzında” bağlanırdı. İkinci şed bağlandığın-da törene katılanlar: “Yürü Allah yardımcın olsun, postun (dükkânın) mübarek olup kazancın helal olsun!” diye dua ederlerdi. Tören, yeni ustanın törene katılanlara verdiği zi-yafetle son bulurdu.

Ahmet Rasim, ilk baskısı 1898’de yapılan “Hamamcı Ülfet” romanında kadınlar hamamı natırının ustalığa geçiş töreni-ni neşeli bir biçimde anlatmıştır:

“Hamamcı hanım diğer hamamcı hanımlarla beraber orta-ya çıktı. Ma’rufe’yi çağırdı. El yüz öpüştüler. Ondan sonra en yaşlı bir hamamcı hanım, natırın sırmalı bohça içinde getir-diği sırmalı peştamalı (Sabriye’nin hediyesi) okuyup üfleyip Ma’rufe’nin beline sardı. Ma’rufe bunun ardından tekrar el, yüz öpüştü, sonra Sabriye ile diğer mesleğin ileri gelenlerinin sedirlerini dolaşıp etek öptü. Sıracılar (çalgıcılar) başlamıştı. Çengiler zil vurarak ortaya atıldılar”.

Ardından yeni ustaya verilen armağanlar, kendi işinde ba-şarılı olması için bir destek, bir dayanışma örneğidir. Bu ar-mağanların çoğu mesleği ile ilgilidir: “Tek taşlı bir yüzük, yukarısı elmaslı yıldız, altı akik bir küpe, tasması ipek işleme arusekli (yeşil sedefli) bir ceviz nalın, biri gümüş, üçü sarı pi-rinç, bakır, bafon (gümüş görüntüsü veren bakır-nikel-çin-ko karışımı, aslı fakfon), tas (hamam tası)”. Hamamcı hanım yeni ustasına yeni giyecekler de almıştır. Çünkü onun iyi giyinmesi kendi hamamının saygınlığını arttıracaktır.

Reşat Ekrem Koçu “Tarihte İstanbul Esnafı” kitabında “çırak çıkarma”larda verilen armağanları, yapılan bağışları şu sa-tırlarla dile getiriyor:

“Fütüvvetnamelerde tesbit edilmiş esnaf geleneklerince, çı-raklıktan kalfalığa peştamal kuşanan bir çırak oğlanın baba-sı, velisi, tarik-lonca mutfağına bir bakır sahan yahut bir bakır tas veya maşrapa, ustalığa peştamal kuşanan kalfa da bir bakır sini yahut bir bakır tencere veya kazan verirdi.

Verilen o bakır eşyanın bir kenarına da bağış yapanın ve us-tasının adı ve bazen de bağışın tarihi yazdırılır, hakkettirilirdi.

Bizim hırdavatçılar eline düşmüş bazı bakır kap kacak üstün-de gördüğümüz birkaç kaydı nakledelim: Bir bakır maşrapa-da: ‘Berber İsmail Bin Mehmet min şakirdanı berber Hasan Usta, sene 1008 (1600),’

Bir sitilde: ‘Vakfı el hac Mustafa el-Üsküdarî, sene 1094 (1683)’.

Her tarafı nakışlı iki metre çapında büyük bir sofra sinisinde: ‘Sa-raçlar kethüdası Kocafesli dinmekle maruf Ömer Usta’nın lonca vakfıdır, sene 1224(1809).’ Yüzü tamamen çiçek nakışlı olan bu gayet kıymetli bakır sini, ayrıca yapıcısı olan Mehmet Usta adın-da bir bakırcı ustasının da imza yerinde adını taşıyordu.

Çoğu zamanların ünlü bakırcı ustalarının isimlerini de taşı-yan esnafın lonca vakfı bakır takımları Meşrutiyetin ilanında loncalar kaldırılıp dağıtılırken şunun bunun tarafından aşırıl-mayanlar maliyeye devredildi, fakat sanat kıymetleri maale-sef takdir edilemedi, hurdacılara devredilip paraya tahvil edildi, aslında ise yerleri bir müze olmalıydı.

(...)

Page 90: 1453 Dergisi 18. Sayı

90

İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER

Sadece esnaf loncalarının o vakıf eşyasıyla bir muhteşem “Türk Bakır Eşya Müzesi” kurabilirdik. Şimdi ne kadar dövün-sek faydasız.”.

Evliya Çelebi, kuyumculardan söz ederken gençliğin-de kuyumculuk zanaatını öğrenmiş olan Kanuni Sultan Süleyman’ın Kuyumcular Loncasına 10.000 sahan, 500 ka-zan ile tencere ve de diğer bakır kap kacak vakfettiğini (ba-ğışladığını) yazmaktadır.

Dayanışma Sandıkları

İstanbul’daki esnaf örgütleri uzun süre dayanışma sandığı olarak da görev yapmışlardır. Bu esnaf arasındaki maddi dayanışmanın bir örneğidir. Bu konuda Reşat Ekrem Koçu “Tarihte İstanbul Esnafı” kitabında şunları yazıyor:

“Her esnaf zümresinin bir yardımlaşma sandığı vardı. Bu sandık tariklerde şeyh ile nakibin, loncalarda da kâhya ile yiğitbaşının nezaret ve sorumluluğu altında bulunmuştur. Esnaf sandıklarının gelir kaynakları şunlardır:

1- Çırağın kalfalığa, kalfanın ustalığa peştamal kuşatmala-rında çok eski gelenek icabı ustaların verdikleri “mürüvvet” paraları.

2- Çırak, kalfa ve ustaların keselerinin tahammülü derece-sinde ödemeye mecbur oldukları haftalık yahut aylık aidat.

3- Tarikler zamanında ikraz edilen (borç verilen) paradan faiz alınmamıştı. Loncalar zamanında ikraz edilen paralar-dan alınan yüzde bir faiz.

4- Zengin esnafın vasiyetnamelerle sandığa bıraktığı para-lar.

Page 91: 1453 Dergisi 18. Sayı

91

İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER

Gezi ve Kamplar

Esnaf arasındaki manevi dayanışma da yıllık toplu gezilerle güçlendirilirdi. Koçu bu gezilerin yazlık kamplar biçimin-de olduğunu, en az bir iki gün sürdüğünü, bazı esnafların daha aralıklı olmakla birlikte daha uzun süre yazlıklara ça-dır kurduğunu yazar. Terlikçiler, kimi zaman on yılda bir, Beykoz çayırında 15-20 gün kalırlarmış. Esnaf erkeklerinin İstanbul’da kendi aralarında kışın yaptıkları yemekli top-lantılar da, bu yazlık geziler gibi “harifane-arifane-erfane” adıyla anılır. “Kenzül-İştiha” çevirmeni Ahmet Cavit, masra-fı ortak olan bu tür toplantıların adının “ehli hıref” (sanat sahibi) sözcüğünden halk dilinde bozularak oluştuğunu yazar. Anadolu’da erfene-gezek diye anılan bu tür toplantı-ların ortak parayla yapılışını Ahmet Cavit “Her sakaldan bir tel ile bir yere biraz akça (para) cem ederler (toplarlar)” diye tanımlar.

Tarihte esnaflar arasındaki bu sıkı örgütlenmenin araların-da nasıl bir dayanışmayla kopmaz bir bağlılık sağladığını bize açıkça göstermektedir.

5- Varis bırakmadan ölen zengin esnafın yine vasiyetname-lerle sandığa bıraktığı emlakinin geliri.

6- Hiç umulmayan yerlerden “tayyarat” adı verilen bağışlar.

Tariklerin sonra loncaların, gelenek olarak esnaf tarafından verilmiş, vakfedilmiş ve zamanla toplana toplana büyük bir kıymet almış demirbaş bakır takımları vardı; kazanlar, sahanlar, tencereler, tavalar, siniler, güğümler, ibrikler, maşrapalar, bunlar peştamal kuşanma törenlerinde verilen ziyafetlerde esnafın toplu olarak yaptığı kır gezintilerinde kullanılırdı.

Halkın yaptığı düğünlere de birkaç günlüğüne kiraya verilir-di. Bu bakır takımların kiraları da sandığın tayyarat gelirin-den birini teşkil ederdi.”

Page 92: 1453 Dergisi 18. Sayı

92

İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ

Page 93: 1453 Dergisi 18. Sayı

93

İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ

Söyleşen: Fatih YAVAŞ*

ISMEK ÜZERINE SÖYLESI

İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE

İSMEK, bugün yetiştirdiği çok sayıda zanaatkar sayesinde sadece unutulmaya yüz tutan zanaatlarımızın canlandırılmasına değil, aynı zamanda kursiyerlerine meslek edindirerek istihdam sağlamaya konusunda da büyük katkı sağlamaktadır.

Geliştirdiği eğitim modeliyle yurtdışında da dikkat çeken ve Avrupa’dan Afrika’ya kadar pek çok ülkeye bu sistemi ihraç eden İSMEK üzerine İBB Genel Sekreter Yardımcısı İbrahim Kapaklıkaya ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bu söyleşiyle, her semtte hızla yükselen ve büyük rağbet gören İSMEK’in bir hobi merkezi olmanın ötesinde bir kurum olduğunu göreceksiniz.

Page 94: 1453 Dergisi 18. Sayı

94

İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ

1453 Dergisi: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi ola-rak röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için size teşekkür ederiz. Öncelikle bize İSMEK’in tarihçesinden ve kuruluş amacından bahsedebilir misiniz?

İ. Kapaklıkaya: İSMEK, Sayın Başbakanın İstanbul Büyük-şehir Belediye Başkanı seçilmesinden hemen sonra onun önerisiyle başlatılan bir projedir. 1996 yılında az sayıda kurs ve öğrenciyle hayata geçirilen proje, her geçen yıl hem öğ-renci sayısı hem de branş sayısıyla giderek artan bir grafik çizmiştir.

İSMEK projesinde öncelikli maksat, yetişkin eğitimi dediği-miz örgün eğitimden çıkmış, yaygın eğitim alabilecek yaş-larda olan kesimlere mesleki nitelikler kazandırmak, aynı zamanda özellikle ev hanımlarının ev dışında da kendileri-ne faaliyet alanları bulabilmelerini ve sosyalleşebilmelerini sağlamaktır.

İSMEK’teki kursları da iki bölüm içinde değerlendirmek la-zım. Birincisi, ilk defa başlayanlara yönelik çalışmalar, eği-timler; ikincisi de ihtisas merkezleri dediğimiz belli eğitim aşamasını geçmiş, artık ustaca eserler vermeye başlamış kursiyerlerin çalıştıkları kurslarımız ihtisas merkezlerimiz-dir. Buradan çıkan ürünler artık tamamen sanat eseri nite-liğindedir.

Bu merkezlerde nasıl bir eğitim veriliyor ve eğitimler kursiyerlere hangi alanlarda getiriler sağlıyor?

Kültürel değeri olan ve piyasaya da hitap eden ürünler-dir aynı zamanda. Ben geçenlerde İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin “Yaşayan Selçuklu Mirasımız” sergisinde bizim hocalarımızın ve kursiyerlerimizin eserlerinden de epeyce gördüm. Ayrıca, Sayın Başkan’ın ve diğer üst düzey yöne-ticilerin yabancı heyetlerine verdiğimiz hediyeler de hep İSMEK’ten ürünlerdir. Çünkü hepsi çok kaliteli. Övünerek veriyoruz onları.

İSMEK kurslarının bir başka yönü de, birinci aşamada olsa bile, verdiğiniz eğitimin insanlara doğrudan gelir kayna-ğı kazandırabilecek hale gelmesidir. Mesela, nikâh şekeri yapma kursu var. Nikâh şekeri yapma kursunun daha bi-rinci ayında öğrenciler sipariş almaya başlıyor. Nihayetinde nikâh şekeri yapması çok zor bir şey değil ama malzemeyi nereden alacağını, nasıl yapacağını, hangi tür ve modelleri üretebileceğini öğrendiği için insanlar çevrelerinden kısa zamanda sipariş almaya başlıyorlar. Makine nakışı kursun-da bir sürü hanım sipariş usulü çalışıyor. Konfeksiyonda da, elişinde de bu şekilde. Kursu tamamlayanların bir kısmı işyerlerini açıyor, bir kısmı evinden o işi yapmaya devam ediyor. Yani ekonomiye de ciddi katkı sağlıyor İSMEK kurs-ları. Kursiyerler sosyal çevre içinde kendilerine yeni arkadaş

* Yazar

Page 95: 1453 Dergisi 18. Sayı

95

İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ

Page 96: 1453 Dergisi 18. Sayı

96

İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ

grupları ve birlikteliklerini, eğitimlerini sürdürebilecekle-ri insanlar da kazanmış oluyorlar burada. Yani sadece bir meslek öğrenip gitmiyorlar. Bu manada İSMEK benzeri ol-mayan bir halk üniversitesi niteliğindedir.

Benzer alanlarda eğitim veren farklı kurumlar olması-na rağmen İSMEK’in karşılaştığı yoğun rağbetin neden kaynaklandığını düşünüyorsunuz?

İSMEK’te bir defa sistematik bir yapı oluşturulmuş durum-da ve sistem çalışıyor. İnsanlar geldikleri zaman bütün bi-rimlerde aynı hizmet kalitesini görebiliyorlar. İSMEK’te ça-lışanlar, yöneticileriyle, ara yöneticileriyle tamamen burada bir iş yapmaktan öte, bir hizmet olduğu kanaatiyle çalışıyorlar. Dolayısıyla aşkla, ken-di gönüllerini de ortaya koyarak çalışıyorlar. Böyle olunca ortaya hem gerçekten nite-likli bir eğitim çıkıyor hem de kaliteli bir eğitim ortamı çıkıyor. Yani özellikle Fatih, Alibeyköy, Gaziosmanpaşa, Ümraniye gibi muhafazakâr kesimin yoğunlukta bulundu-ğu yerlerde çoğu ev hanımı ilk defa evinden çıkıyor, ilk defa bu vesileyle sosyal-leşmeye ve bir resmi eğitim kurumu-

na gidip eğitim almaya başlıyor. Güvenmediği için başka ortamlara ne eşinin gönderdiği ne de kendisinin gitmek istediği insanlar. O ortamı, o güveni verebiliyoruz biz. Bu sebeple İSMEK diğer benzeri eğitim kurumlarından daha çok ilgi görüyor. Halk eğitim kurslarında -evet o da daha sistematik bir yapı ama- gittiği zaman belki daha soğuk bir ortamla karşılaşıyor kursiyerler fakat burada öyle değil, bu-rada bir aile havasıyla karşılaşıyorlar. Kendi inançlarına ve yaşam tarzlarına saygı gösterildiğini ve korunduğunu gö-rüyorlar, onun için geliyorlar.

Geçenlerde bir İSMEK kursumuzda Arapça kursumuza de-vam eden hanımefendilere sordum “Ne yapa-

caksınız Arapça’yı?” diye. Birisi “Eşim tekstil işi yapıyor, onunla beraber çalışacağım” dedi.

Öteki, “Merakımdan geldim, Arapça kitap-lar okumak istiyorum” dedi. Bir diğeri ise “Ben sadece burada bulunmak istiyorum” dedi. İşte bu bizim için çok önemli. Bu tür değişik talepler eğitimin daha cazip hale

gelmesini sağlıyor ve verilen eğitimin öne-mini ve değerini de gösteriyor aynı zamanda.

Bu nedenle kurslar düzenli halde tek-rarlanabilir halde yürüyor.İsmek Katı Sanatı hocası Hatice Uçar’ın katı eseri.

Sultanahmet Küçükayasofya’daki Cilt Kursu Prof. Dr. İslam Seçen ve öğrencileri

Page 97: 1453 Dergisi 18. Sayı

97

İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ

daki amaçları doğrultusunda isabetli adımlar attığını gös-termektedir.

Geleneksel sanatlarımızın kurslardaki eğitimle kalmaması, sanatların yaşamasına katkı sağlayacak ne varsa, branşlarıy-la ilgili destekleyici seminerlerle, etkinliklerle, dergilerle des-teklenmesi de İSMEK olarak bizim asli görevlerimizdendir.

Ayrıca, hem yaşayan sanatçılarımızı taltif etmek, onlara-hak ettikleri değeri vermek hem de kursiyerlerimizi moti-ve edip en iyi eğitimi almaları amacıyla bu sanatlarla ilgili eğitimlerin alanlarında uzman kişiler tarafından verilmesini sağlıyoruz. Bu manada pek çok üstat sanatçı, ya eğitmeni-miz ya da danışmanımız olarak İSMEK bünyesinde hizmet vermektedir.

İSMEK olarak merkezlerinizde verdiğiniz eğitimler dı-şındaki faaliyetlerden bahsedebilir misiniz?

Yaptığımız çalışmaları eğitim yılı sonunda çoğunlukla Feshane’de düzenlenen genel sergi ile halkımızın beğenisi-ne sunuyoruz. Kendi bünyemizde çıkardığımız “El Sanatla-rı” dergisi de, Türkiye’de alanında tek dergi olma özelliğini taşıyor. Sadece bu dergi bile İSMEK’in kurum olarak yaptığı

işe verdiği önemi göstermektedir. Ayrıca seminerler de veriyoruz. Eğitimlerimiz nasıl vatandaşlarımızın talebi doğrultu-sunda oluyorsa, seminerlerimiz de va-tandaşlarımızın talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda oluyor. Kursiyerlerimizin %80’e yakını bayan. Seminerler hem kur-siyerlere yönelik hem de halkımıza yöne-lik oluyor. Kursiyerlerin seminerleri kendi mekânlarında, diğer seminerler kültürel mekânlarda gerçekleştiriliyor. Bu semi-nerler içinde Aile İçi İletişim ve Sevgi Dili, Kanserde Erken Tanı Teşhis ve Tedavi, Ev Kazaları vb. konular ele alınıyor.

Bunun dışında çeşitli ülkelere eğitim da-nışmanlığı da sağlamaktayız.

İSMEK’in yaptığı yurtdışı eğitim danış-manlıklarından bahsedebilir misiniz?

İSMEK’te kurduğumuz sistem geliştikçe çok daha farklı alanlarda da hizmet ver-meye başladı. Türkiye’nin, Osmanlı’nın kaybolmaya yüz tutmuş eski el sanat-larını ve kültürünü bir şekilde yeniden

Tabii bu noktada eğitmenlerimizden de bahsetmek gere-kiyor. Öğretmenlerimizin hepsi Milli Eğitim’de eğitim ve-rebilecek nitelikte olduğu belgelenmiş insanlar. Ayrıca, biz onları, bizim sistemimize uygun olup olmadığını mulakat-larla belirledikten sonra alıyoruz. İnsan eğitimi yaptığımız için kaliteli öğretmenlerle çalışıyoruz. Ve performans siste-mi olduğu için insanlar kalitelerini ortaya koyabiliyorlarsa devam ediyorlar.

İSMEK’in geleneksel sanatlara ve şehrin kültür hayatına yönelik çalışmalarından bahsedebilir misiniz?

Kurslarımızda hüsn-i hat, ebru, kalem işi, kâtı, minyatür, tezhip, sedef gibi geleneksel sanatlarımızın öğretimine özel bir önem vermekteyiz. Bu sayede unutulmaya yüz tutan sanatlarımızı gündeme getirerek halkın hafızasında yeniden canlanmasını ve geniş kitlelere tanıtılmasını sağ-lıyoruz.

Ayrıca bu sanatları yeni eserlerle halkın dikkatine yeniden sunabilecek uzmanların, icracıların yetişmesine ve sanat-çıların keşfedilmesine vesile olarak kültürümüzün devam-lılığı ve gelişmesini sağlamak için hizmet ediyoruz. Hem kurslarımıza olan yoğun talepler hem de sene içerisinde yaptığımız sergilere olan ziyaretçi katılımı İSMEK’in bu yol-

İsmek öğrenci işleri

Page 98: 1453 Dergisi 18. Sayı

98

İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ

canlandırmayı ve yaşatmayı da yeniden gündeme getirdi. Ve bu sene itibariyle 220000 öğrenciye 110 branşta eğitim veren sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın en büyük halk üniversitesi haline dönüştü.

İngiltere’yle de İSMEK tarzı mesleki eğitim yöntemleri ko-nusunda işbirliği yapıyoruz zaman zaman. Avrupa’nın diğer ülkeleriyle de işbirliği yapılıyor. Bu çerçevede yapılan çalış-malar bir model olarak aynı zamanda birçok ülkeye ihraç ediliyor. Özellikle Afrika’daki ülkelerde, halkın gelir kaynağı temin edebilmesi, kendi geçimini sağlayabilecek meslekler öğrenebilmesine ihtiyaç bulunan ülkelerde İSMEK modeli tutan bir model haline gelmeye başladı. Biz oralarda hem model danışmanlığı yapıyoruz sistemin kurulmasına ilişkin olarak hem de aynı zamanda “eğiticilerin eğitimi” dediği-miz eğitimi vermek üzere oradan eğiticiler çağırıyoruz. On-lar belli sürelerde burada kalıyorlar hem sistemi hem işleyiş tarzını öğreniyorlar. O çerçevede de gittikleri ülkelerde de sistemi başlatabiliyorlar. Böyle bir faydası var

Kursiyerlerinizden bugün İSMEK bünyesinde hoca olarak devam eden ustalar bulunuyor mu?

Pek çok kursiyerimiz de bugün İSMEK’te hoca olarak hizmet vermektedir. Zaten üniversite mezunudur, zaten pedagojik eğitimi vardır. Bizim branşlarımızda uzmanlığı yoksa onlar ihtisas sınıfına kadar geçtikten sonra, belli bir noktadan sonra bizde hocalık yapmaya başlayabilirler. Bu konuda ba-yağı titiz davranıyoruz.

İslam Seçen ve Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın Geleceğin Ustaları Yarışması sergisi’nde cilt dalında 1. ödülü alan İsmek kursiyeri Mustafa Köksal’ın eseri üzerine sohbet ederken.

Page 99: 1453 Dergisi 18. Sayı

99

İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ

Page 100: 1453 Dergisi 18. Sayı

100

İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER

Ferudun AY*

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE

ISTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI

.

Page 101: 1453 Dergisi 18. Sayı

101

İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER

Evliya Çelebi, esnaf olarak nitelediği zanaatkârlardan hareketle

İstanbul zanaat ve zanaatkârları hakkında bilgi vermekle kalmaz,

bu kesimi oluşturan kişilerin kimler olduğunu da günümüz

araştırmacılarına aktarır.

Sulta

n III

. Ahm

ed’in

şeh

zade

leri

sünn

et ş

enliğ

i, N

akka

ş Le

vni (

1720

)

Page 102: 1453 Dergisi 18. Sayı

102

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY

Evliya Çelebi, aslen Kütahyalı olup İstanbul Unkapanı’nda doğmuştur. Devrin en önemli hocalarından İslam ve Os-manlı ilim sanatları, Kur’ân okuma ve musiki alanında eği-tim alır. Sesi çok güzel olan Evliya Çelebi, IV. Murat’ın ya-nında nedim ve musahip olur. Türk ve İslam tarihinin bu büyük seyyahı hakkında Avrupa seyyahlarının hayatlarını da iyi bilen bir araştırmacı olarak Robert Dankoff şöyle der: “Büyüyüp olgunlaşırken, sonsuz mesabesinde bir merakla başkentin (İstanbul’un) bütün yönlerini araştırdı ve aynı zamanda Kanunî Sultan Süleyman’ın çok uzaklara kadar yayılmış fetihlerinin hikâyelerini ve rivayetlerini âdeta içti... Bu kitap, İslam edebiyatının –belki de Dünya edebiyatının- en uzun ve en ayrıntılı seyahat kitabıdır. ” der. (Dağı, 2009, s. 91,92).

Evliya Çelebi, öykü anlatıcı, güzel sesi ve kıratı ile Kur’ân okuyucu ve müezzin olarak Sarayda yaşamaya başlar. IV. Murat ve onun yapmış olduğu toplantılara iştirak eden devrin bilgilerini Seyahatname’sinde yazar. Adeta eserin-de devrinin küçük bir İstanbul tarihini kâğıda aktarır. IV. Murat’ın İstanbul’a olan sevgi ve tutkusu seyyahın işini kolaylaştırır. Padişah bir ferman yayınlar ve bu fermanında İstanbul’un nesi varsa bilmek istediğini anlatır. Bahsetmiş olduğumuz bu fermanı Evliya Çelebi İstanbul esnaflarını anlattığı bölümlerin sonunda ordu-yı humâyûn alayının tamamlanması sonrasında aynen kendisi şöyle aktarır: “Bu Osmanoğlu padişahında, başka hakanlarda, Fağfur, Çin ve Mâhan’da, Horasan ve Hindistan’da böyle deniz gibi bir alay ne olmuştur ne olacaktır. Ancak Sultan IV. Murat Han’ın fermanıyla ve içinden gelen emriyle böyle bir ordu-yı humâyûn alayı olmuştur.” (Çelebi, 2013, s. 425). Evliya Çelebi, padişahın ilgisini ve kendisindeki bu seyyahlık za-naatını değerlendirerek günümüze değeri ölçülemeyecek bir eser bırakır. Bizler de bu çalışmadan hareketle eserin dönemine ait İstanbul zanaat ve zanaatkârları hakkında bilgi sahibi olabilmekteyiz.

Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nin iki yüz yetmişinci bö-lümünde 17. yy İstanbul’u zanaat ve zanaatkârlarına de-taylıca yer verir. Ordu-yı humâyûn alayının geçişi esna-sında tanık olduğu bu bilgileri, İstanbul esnaf- zanaat ve zanaatkârlara aşina bir lisan ile eserine aktarır. Bunda “Ba-basının zanaatkâr olmasının, Evliya’nın el sanatlarına ve zanaatkârlara ilgi duymasını güçlendirdiği ve estetik yö-nünü geliştirdiği görüşü hâkimdir.” (Şark, 2011). İstanbul esnafını hakkında yapmış olduğu sınıflandırma ve vermiş olduğu esnaf başlıkları ile de zanaat, zanaatkâr ve esnaf sözcüklerine tanım ve içerik olarak hâkim olduğunu göster-mektedir. Eserin yüz yetmişinci bölümünde genelde esnaf1

olarak bahsettiği zanaatkârlar ile ticaret yapanları neden bir isim ile zikrettiği daha net anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi birbiri ile ilişkili olan zanaat, zanaatkâr ve ticaret erbabını aynı isim içinde esvaf olarak tanımlar. Bu tespitten hareket-le esnaf başlıkları içinde kimlerin zanaatkâr ve hangi zanaat türüne ait olduğunu anlamak için esnaf grubu olarak ad-landırılan isimlerin alt başlıklarının incelenmesi gerekmek-tedir. Araştırmamızda bölüm başlıkların da yer alan tacirler ile zanaatkâr sınıfının içeriğine bakarak, kimlerin dönemin zanaat ve zanaatkâr sınıfına girdiğini bulabilmekteyiz.

Seyahatname’nin birinci cilt, iki yüz yetmişinci bölümün-de Evliya Çelebi esnaf zanaat ve zanaatkârlarını şöyle an-latmaya başlar: “İstanbul’un dört mevleviyet2 yerinde ne kadar bin dükkân, ne kadar yüz bin esnaf askeri var ise onları kanun ve kuralları, pir-perverleri ile yollu yolunca padişah fermanı üzere (büyük ordu-yı hümayun için hepsi 57 bölümdür ve 100 adet esnaf alaylarıdır) esnaf alayları ile önderlerinin gömülü olduğu diyarlar ile bildirir.” (Çelebi, 2013, s. 303).

Evliya Çelebi, esnaf olarak nitelediği zanaatkârlardan ha-reketle İstanbul zanaat ve zanaatkârları hakkında bilgi vermekle kalmaz, bu kesimi oluşturan kişilerin kimler oldu-ğunu da günümüz araştırmacılarına aktarır. Esnafları anlat-tığı bölümde, kendi devrinde yaşayan zanaatkâr ve ticaret hanecileri ayniyle kayıt altına alır: “Önce Padişah fermanı üzere İstanbul’un dört mevleviyetinde olan bütün sanat sahipleri 57 bölüm olup tamamı 1100 sınıf sanat sahibi geçide hazır oldular... Bismillah ile önce...” (Çelebi, 2013, s. 303). Evliya Çelebi, 1100 sanat sahibinin geçide hazır oldu-ğunu ifade ederek Padişahın emri ile bir araya gelindiğini ve kayıt altına alındığını da bizlere anlatır. (Dağı, 2009).

Evliya Çelebi’nin sırasıyla bölümlerde bahsettiği zanaatkârlar:

Çavuşan zanaat ve zanaatkârları (birinci bölüm). Balta-cılar ve beldaran3 lağamcıbaşı esnafı: Dağ delen ve kaya kesici olarak adlandırılırlar. Görevleri yüksek bir dağ veya delinecek bir kale varsa dibine girerek zanaatlarını sergile-yip yolları açmaktır.4

Ordu Mollası zanaat ve zanaatkârları (üçüncü bölüm). Yazıcılar esnafı: Dükkânları 400, neferleri 500 olup, pazar-da ve sadrazam kapısında arzuhal ve mektup yazma zanaa-tı görevi yaparlar. Sahaflar esnafı: Dükkânları 50, nefer 300 olup, zanaatları ulema hizmetçileri olarak kitap süslemesi yapmak. Cenaze peykleri:5 Ölü yıkayıcı yani şehit yıkayıcı

* Yazar

Page 103: 1453 Dergisi 18. Sayı

103

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY

Sulta

n III

. Ahm

ed’in

şeh

zade

leri

sünn

et ş

enliğ

i, N

akka

ş Le

vni (

1720

)

Page 104: 1453 Dergisi 18. Sayı

104

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY

Page 105: 1453 Dergisi 18. Sayı

105

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY

esnafı: Nefer 4 bin, pirleri Amr-ı Ayyardır. Bu esnafın İslam ordusunda işleri şehitleri ve kimsesiz garipleri yıkayıp gö-merler.

Çok Gerekli Hekimbaşı Esnaf zanaat ve zanaatkârları (dördüncü bölüm). Göz Hekimleri esnafı: Dükkân 40, ne-fer 80, eski zaman pirleri Hz. Musa döneminde bir Yahudi hatunu idi. Bu topluluk tahtırevanlar üzere dükkânlarını çeşit çeşit kıymetli giysilerle süsleyip sürme kutuları, türlü türlü milleri, nice çeşit gözle ilgili aletler ile dükkânlarını süsleyip bazı hasta adamlara ilaç ederek geçerler. Macun-cular esnafı: Dükkân 200, nefer 500, çok eskiden pirleri Fisagores-i Tevhidi idi... Bu macuncu taifesi, tahtırevan-lar üzere dükkânlarını macun küpleri, hokkaları gümüş hokkalar ile süsleyip yardımcıları tunç havanlar içinde besbase (macis)6 , kebabe, tarçın karabiber, kakule hav-lan, havlıcan, udülkahr ve zencefil gibi baharatları dövüp macun ederler. Cerrahlar Esnafı: Dükkân 400, nefer 700, pirleri Ebu Ubeyd-i Kassab’dır, Selman-ı Pak belini bağla-dı, kabri Lahsa’dadır. Bunlar silahlı olup tahtırevanlar üzere dükkânlarını diş çıkaracak kerpeten (kerpeten), mengene küsküler testere, bıçkı, minşar7, malafa eğeler, daha nice bin türlü cerrah aleti ile işyerlerini süsleyip bazı adamların kollarını, başlarını, ayaklarını timar eder şeklinde geçerler.

Deva içecekleri esnafı: Dükkân 500, nefer 600, pirleri süfyan-ı Sevr-i oğlu Tıb Ali’dir, kabri Yemen’dedir. Bu top-luluğun çoğunlukla dükkânları Sultan Bayezıd’de Hoca Paşa yakınında Meydancık Mahallesi’nde ve Galata’dadır. Bu esnafın işleri sığırdili otu, hindiba8, köknar, nane, zater9

gibi otların öz suyunu çıkarırlar. Diğer otlardan da özsular çıkararak çeşit çeşit şişelerle dükkânlarını süsleyip geçerler. Savaşlarda bu ilaçlar çok gerekli olduğundan gaziler bun-larda metalarını göstererek pür-silah geçerler.

Şifa yağları esnafı: Dükkân 80, nefer 115, pirleri Abdüs-samed Zeyyat Basrevi’dir, Selman kemerini bağladı... Bu esnafın işleri bademden, servi kozağından, cevizden, fın-dıktan, fıstıktan ve başka şeylerden yağlar çıkartıp damlalık şişelerin içine koyup tahtırevanlar üzere dükkânlarını süs-leyerek halka yasemen yağı, sümbül yağı, gül yağı, reyhan yağı ve kule misk yağları saçarak geçerler.

Çiftçi Başı zanaat ve zanaatkârları (beşinci bölüm). Mey-ve ağacı aşılamacıları esnafı: Nefer 500. Bunlar ümmetin Salihlerinden bir alay adamlardır ki her ağacın seçkininden birer yeni filizleri meyvesiz ağaçlara aşılarlar ki o ağaç sulu meyve verir. Hatta bir üzüm asmasında yirmi tür üzüm fi-lizi aşılayınca yirmi tür üzüm verir. Dut ağacında da öyle aşılamalar edip yedi sekiz tür lezzetli dut olur. Pirleri Baba

Reten’dir. Bunlar da renk renk giysiler ile tabla tabla mey-veleri başlarında getirip halka dağıtarak ellerinde aşılama fidanları, bıçkılar, keserleri ve diğer aletleri ile geçip dua ederler.

Ekmekçiler Esnafı zanaat ve zanaatkârları (altıncı bö-lüm). Ekmekçilerin piri Hz. Adem’dir... Sanatkârlar arasında Selman-ı Pak’in kemer bağladığı üçüncü pirdir, bu ekmek-çi sanatının çok esnaf yamağı vardır, hesapsız askerdir. Bu ekmekçilerin dükkânları 999, nefer 10 bin, bunlar arabalar üzeri ekmekçi dükkânları yapıp kimi hamurkârlık eder, kimi ekmek pişirip seyircilere ufak ekmek üleştirirler. Tahtıre-vanlar, arabalar, kızaklar üzere hamam kubbesi kadar üstü çörek otlu, susamlı has beyaz ekmekler yaparlar ki her biri ellişer kantar gelir ekmeklerdir. Kızaklar üzere olan ekmek-leri 70-80 çift camus (camuş- camuz) çeker nice böyle bü-yük ekmek yaparlar. Fakat bunların fırında pişmesi müm-kün değildir. Yeri hendek gibi yarıp üstlerini kül örtüp dört tarafını ateşle çevirip yavaşça pişirirler, görmeye değer. Dükkânlarında beyaz ramazan pideleri, somunlar, lavaşa, yufka ekmek yaparlar. Büyük ekmeklerin birkaçını Alay Köşkü dibinde padişah huzurunda yağma ettirirler, zira İstanbul mollası evine uzak mesafede olduğundan götür-mesi müşkildir.

Yeniçeri ekmekçileri esnafı: İşyeri birdir, nefer 300, hepsi acemi oğlanlarıdır, Yeniçeri ocağına tayin verir başkasına vermezler. Yoksullara siyah fodla verirler, ancak gayet lez-zetlidir. Bu iş yeri eski odalar ile acemi oğlanlar arasında büyük bir işyeridir. Bir çorbacı, bir fodla10 kâtibi, yedi adet meram matçı, yedi adet mutemetleri, bir ekmekçi başısı, bir kethüdası bölükbaşları vardır. Bunlar da arabalar üzeri dükkânlarında ekmek yaparak, un eleyerek büyük ekmek-leri sırık hamallarına getirtip iki tarafta olan seyircilere ek-mekler dağıtarak hepsi sivri külahlı acemi oğlanları tepe-den tırnağa saf saf olup ekmekçi başı fodla11 kâtibi, çorbacısı peş peşe ihtişamla geçerler, sivri külahlı tuhaf askerdir. (Çe-lebi, 2013, s. 315). Detaylı olarak vermese de kısaca nefer ve dükkân sayılarını vererek ekmekçi zanaatı ve zanaatkârları da kayıt altına alınır. Bunlar, Çörekçiler, börekçiler, gevrek-çiler, kahiciler12, gurabiyeciler (kurabiyeciler), simitçiler, ka-dayıfçılar, şehriyeciler, lokmacılar, gözlemecilerdir.

Değirmenciler Esnafı: Adet 985 nefer 9800. Bu topluluk ekmekçilere yamaktır, tepeden tırnağa silahlı olup nice bin değirmen beygirlerini Tuna geçti kınalayıp arabalar üzere değirmenler yaparlar. Araba tekerlekleri döndük-çe değirmen çarhları tekerleklere dokunup dönerek un öğütür. (Çelebi, 2013). Ayrıca su değirmenlerinde çalışan zanaatkârlardan da bahsedilir. Su değirmeni azlığı sebebiy-

Page 106: 1453 Dergisi 18. Sayı

106

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY

le bu zanaatkârları pek bilenin olmadığı bilgisi de aktarılır. Un elekçileri esnafı: İşyerleri değirmenler ve fırınlardır. Ço-ğunlukla Mısır fellahlarıdır. Buğday çalkalayıcı: Bunların da iş yeri değirmen ve fırınlardır. İşlerinde o kadar ustalaşmış-lardır ki karışmış olan arpa, buğday, çavdar, mercimek ne varsa ayırırlar. Zanaatları unluk buğdayları ayırmak, asker-ler için beslenen atların yemlerini temizlemektir. Kalburcu-lar: At derilerinden kalbur yaparlar. Elekçiler: At kılından ve pekten elek yaparlar. Güllaççılar: Seyishanelerde13 güllaç yapar ve satarlar. Peksimetçiler ve peksimet emini: Büyük ağalık olarak görülür. İş yerleri Galata, Yeniköy ve Kuruçeş-me’dedir.

Karadeniz Gemicileri Esnafı zanaat ve zanaatkârları (yedinci bölüm). Karadeniz gemiciler tayfası şayka ve ka-ramürseller inşa edip tepeden tırnağa silahla donatılan as-kerlerden olup ordu-yı humâyûn geçiş töreninde hazır olan zanaatkârlardandır. Sayıları toplam 2 bin neferdir. Bunların içinde başlıca zanaat ve zanaat sahipleri: Kalafat üstüpüsü bükücüleri, dükkânlarda keten üstüpülerini katran ile bük-me zanaatıdır. Gemiciler esnafı içinde yar alan Marangoz-lar, bunların da belli bir dükkânı yoktur. Ancak Galata’da, Tophane’de ve lonca yerlerinde çalışan gemi ustası ve mi-marıdırlar. Urgancılar, dükkânları Galata hendeği, Tersane ardı ve Okmeydanı’ndadır. Zanaatları, cankurtaran, guma-na14, palamar, hurma lifi ve kendirden ısparçana15 mürsel halat adlı katranlı halatlar imal ederler. Yelkenciler, Bezciler esnafına benzerler ancak bunlar çeşit çeşit gemileri yel-kenlerle donatırlar. Tulumbacılar, Çam direklerini büyük burgularla delerek tulumba ederler. Yaptıkları bu zanaatın faydası ise geminin deniz dalgalarında zarara görmesi ne-ticesinde armozları16 açılıp yaralansa batma derecesine ge-lince hemen bu tulumbaları geminin farklı yerlerine koyup suyu boşaltırlar.

Kasaplar zanaat ve zanaatkârları (beşinci bölüm İstanbul’da 999 dükkândır. Bütün neferleri 1700 ve pirleri Kassab-ı Cömerd’dir. Bu meslektekiler koyun, keçi, büyük-baş ve diğer bütün hayvanların kesimi yaparak halkın et ve süt ihtiyacını giderme görevini üstlenirler. Kasaplık zanaatı da aralarında mekân, dal ve inanışlarına göre ayrılır.

Sığır Kasapları, Yahudi Kasapları, Mandıracılar, koyun celep-leri17. Evliya Çelebi süt ürünleri üreticilerini de kasaplardan bahsettiği zanaatkârlar sınıfına ekler ve kayıt altına alır. Bu zanaat grubundakiler: Çoban, camus18 sütçüleri, koyun sütçüleri, peynirciler, kaymakçılar, tereyağcılar, yoğurtçu-lar, teleme peynircileri19, iç yağı mumcuları, bal mumcula-rı20. Evliya Çelebi, bahsetmiş olduğumuz zanaat sahiplerini “Bahadır Çoban Esnafı” olarak adlandırır. Hepsi de çeşit çe-şit silahlarla donatılmış ve usta birer cengâver savaşçıdırlar.

Geleneksel yemek, başçı (kelle) aşçıları esnafı (on bi-rinci bölüm), 90 dükkân ve 500 neferdir. Zengin ve itibarlı bezirgânlardan oluşan koyun celepleri, sığır pastırmacıları, tutkalcılar21, Koyun ciğercileri22, Arnavut çevren esnafı23, iş-kembeciler, sirkeciler, turşucular. Her biri bir diğerinin ta-mamlayıcısıdır. Askeri kıyafet olarak aynı tarza da giyinirler.

Rahmanın rahmeti, çok gerekli aşçılar esnafı (on ikinci bölüm), 555 dükkân 2000 neferden oluşmaktadır. Bu za-naat sahipleri tertemiz ve pak elbiseler giyerler. Savaş ve barış zamanında yemek yapmakla zanaatlarını gösterirler. Çeşit çeşit faydalı ve bereketli yemekler yapmaktalar. Her yemek dükkânının şeyhi ve tarzı var. Belli başlı zanaat ve zanaatkârları: Vezir çaşnigir24 aşçıları esnafı25, zerdeciler26, kebapçılar ve köfteciler, biryancılar, dolmacılar, hardalcılar, sütlü aşçıları, salatacılar, sucukçular, hoşafçılar27, şerbetçi-ler28, yaya cüllapcılar (gülsuyu), sıcak paludeciyan29- palu-deciler esnafı, sıcak ve baharatlı şerbetçiler30, bademli köf-teciler31, mahlebciler32, ağdacılar33, üzüm değirmencileri34 ve karcı başları bu grup zanaatkârlar içinde yer alır ki bun-ların görevi de hareme, padişah mutfağına ve helvahaneye kar temin ederler.

Evliya Çelebi helvacı ve balıkçı zanaatkârlarını (on dör-düncü bölüm) birlikte verir. İlk olarak helvacılardan bahse-dilir. Başlıca usta zanaatkâr helvacılar: Bîrûn (dışarı) helva-cıları35, tablacı helvacılar36, akideciler37, Galata şekercileri

esnafı38. Balıkçılar esnafını ise kendi içinde balık emini, balık pişiricileri, balık ağcıları ve denizciler esnafı olarak sınıflar. Bütün bu zanaat sınıfını verirken bir de şahit olduğu balık pişiricileri ve helvacı esnafının padişahın huzurundan ge-çişleri sırasında yaşadıkları “siz önce gidersiniz, biz önce gideriz” tartışmasını anlatır. Bu tartışma esasında tatlı bir atışmaya dönüşür ve seyahatnamede tarihe not edilir.

Umenâ-yı Sultanî (çarşı eminleri) esnaf ve zanaatkârları: Eminler39, sırmakeşler40, esirci bezirgânları41, kalcılar ve keh-leciler42 ve gümüş arayıcılar.

Osmanlı Devleti için hayati öneme sahip kılıççılar esnafı on sekizinci bölümde genişçe yer alır. Kılıççılar, Galatasaray yerinde çıkan Eski İstanbul demiri madenini Kireç kapısı önünde deniz kıyısında yaparlar. Bu zanaat kendi içinde zırhçı başı43, mızrakçı başı44, hançerci ve bıçakçı45, kalkan-cı46, bıçak kıncısı47 ve sağrıcılar48 olarak adlandırılan zanaat-lardan oluşmakta.

Ateş saçan tüfekçiler (on dokuzuncu bölüm), Unkapa-nı’nda bir arada bulunan zanaatkârlardır. 400 dükkân ve 1000 neferden oluşurlar. Demir kaynakçıları, kundakçılar49,

Page 107: 1453 Dergisi 18. Sayı

107

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY

vezneciler50, tüfek kesecileri51, tabancacılar, tüfek açıcılar52, tüfek fişekçileri, havai fişekçiler, barutçular, tüfek fitilcilerin-den oluşur.

Ateş saçan demirci (yirminci bölüm) zanaatkârları demi-re kızgın ateş ile şekil veren güçlü ve bir o kadar da zana-at sahibidirler. Nalkesen demirciler, mıhçılar, çivici yani egserciler53, teraziciler, eğeciler, keserciler, testereciler, burgucular, gemciler, temrenciler54, kilitçiler, üzengiciler, makasçılar, nalçacılar55, demir yüksükçüler56, iğneciler at nalbantçıları yer alır.

Kazancıbaşı esnafı (yirmi ikinci bölüm), Fatih Sultan Mehmet Han tarafından yapılmış olan Unkapanı ile Ayazmakapısı’nın iç yüzünde bir iş yeridir. 900 dükkân ve 4000 neferden oluşmaktadır. Saf bakırdan ve demirden ka-zan ve tencereler yaparlar. Kendi içlerinde bakır sızırıcılar57, dükkân ehli cam ve kristal tasçılar58, çarkçılar59, kazan tacir-leri60 ve kalaycılar61 olarak adlandırılırlar.

Zergeran yani kuyumcu başı esnaf ve zanaatkârları (yir-mi üçüncü bölüm). 3000 dükkân ve 5000 nefer oluşmakta-lar. Bu zanaatı İstanbul zanaatkârları Trabzon tahtgahı ve Rum Kostanta’dan öğrenirler. Bu zanaatkârlar içinde öne çıkan zanaat isimleri: Cevahir bezirgânı62, incici, cevahir ku-yumcuları63, saatçiler, sikkezan başı64, damgacı başı65, kuyu-cular ehl-i kıblesi (bilirkişisi), darphaneciler, nazırlar emini, gümüşhaneciler, rumatçılar66, saf altın ve gümüş tizapçılar (kezzapçılar) elmas tıraşçıları, hakkaklar67, mühür kazıcılar68, gümüş mühür ve tılsım kazıcılar, kuyumcu kalemkârları69, demir telçekenler70, potacılar71, boracılar72, cıvacılar73, sarı pirinç borucuları, çeşitli divitçiler74 ve bıçak kıncılarıdır.

Dökmecibaşı esnafı (yirmi dördüncü bölüm), tunç sahan-lar, tunç taslar, kalay düğmeler, kalay kopçalar ve kurşun berber kösereciler76. (Çelebi, 2013)

Yaycı başı (yirmi beşinci bölüm) esnaf zanaatkârları, okçu başı, zemberekçiler, zingirciler77 ve matrakçılardan78 oluşur.

Hayyatlar yani terziler esnafı (yirmi altıncı bölüm), Fatih Sultan Mehmed Han tarafından Arslanhane’ye bitişik inşa edin mekânda bulunurlar. 3000 dükkân ve 5000 neferle-ri bulunmaktadır. Kendi içlerinde Dolamacılar79, Pamuk hallaçları80, kadın takyacıları81, kavukçular, kellepuşçu82, yorgancılar, zincef ütücüsü83, gömlekçiler, tülbentçiler, yağlıkçılar84, örücüler85, cüllahlar86, gazzazlar87, Yahudi ibri-şimciler88, iplik düğmecileri89 olarak yer alırlar.

Evliya Çelebi bazı esnaf dallarını da kısaca vererek, zanaat ve zanaatkârların dönemi hakkında günümüzü aydınlatır.

Haymenci (çadırcı) zanaatkârlar (yirmi yedinci bölüm) iplikçi ve çadır kolancılarından oluşmaktadır. Nakışlı seyre değer nakşı kitabeleri üzerine giydirilerek haymen zanaa-tını sergilerler. Kürkçü zanaatkârlar (yirmi sekizinci bölüm) kurt, sığır koyun, oğlak, keçi, karaca, ayı vb hayvan derile-rini terbiye ederler. Bu zanaatkârlar içinde de dal mevcut-tur. Samur kalpakçıları, samur bezirgânları, kuş ve başka hayvan avcıları, parsçıbaşı90 ve aslancılar kethüdası91 olarak adlandırılır.

Ahiler yani debbağlar esnaf ve zanaatkârları (yirmi do-kuzuncu bölüm). Bu esnaflar çok çetin ve her biri ejderha gibidirler. Ellerine hırsız veya suçlu düşse kanuna teslim et-mezler yâda ellerinden kurtulamaz. Görünüş ve heybetleri-ni terbiye amaçlı kullanırlar. Suçluya köpek pisliği ezme işi verip mecburen tövbe ettirip temizlerler ve bir iş sahibi ya-parlar. Hatta Evliya Çelebi’ye göre bu debbağların tamamı bir yere birikip padişaha kafa tutsalar tahttan indirip çıkara-bilirler. Yalın ayak başı kabak olan bu debbağlar padişahın huzurundan feraceleri, sahtiyandan gürzleri ve topuzları ile “Aşa aşa” diye bağırarak geçerler. Ahiler zanaatı içindeki dallar ise debbağların yamağı sağrıcılar, güdericiler, tirşeci-ler, keçe ve külah yapan keçeciler, keçeden tek parça Mani-sa yağmurluğu yapan tülbent börkçüleri, yeniçeri keçecile-ri; at çulu, kolan, püştüvan ve başka sanatlı eşya zanaatkârı mutafçılar bu zanaat grubunda yer almaktadır.

Pabuççu ve dikiciler (otuz birinci bölüm). 3400 dükkân ve 4000 neferden oluşmakta ve bu zanaatkârlar Mercan çar-şısında yedi bekârhanede vardır. Sekiz bin silahlı pabuççu bekâr da orada ikamet eder. Paşmakçı kavaflar ise Çerkez fillârı ve renk renk pabuç yaparlar. Evliya Çelebi’ye göre en insafsız esnaf grubudur. Müşteriyi terletir ve ardından da “gidiyi ey yaktım” diyerek keyiflenirlermiş. Bu esnaf grubu ise: Çizme ve pabuç dikicilerden olan dikici atarlar, rengârenk çizme diken çizmeciler, tomakçılar92, mestçiler, terlikçiler, eski pabuç toplayıcı olan kavaf eskicileri ve ta-mircilerinden oluşmaktadır.

İnce zanaat gerektiren sanat, kanaat ehli olan atarlık93 (otuz üçüncü bölüm). Attarlık zanaatı da kendi içerisinde amberci, buhurcu, fincancı ve fincan tamircileri, çömlekçi, kibritçi, kibrit yağcıları, badem yağcısı, şişeciler, eyvaycı (çi-niciler), ispeçeran (deva otçuları), kahveci atarlar ve Yahudi attarlar olarak ayrılır. Evliya Çelebi, atarlar hakkında en zen-ginlerin Tahtakale, Mahmutpaşa Çarşısı ve hanında Yahu-dilerin olduğunu kaydeder.

Berberler esnafı (otuz dördüncü bölüm). Dükkânları çeşit çeşit camlar ile sarı pirinçten leğen ve ibrikler ile nice Al-

Page 108: 1453 Dergisi 18. Sayı

108

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AYSu

ltan

III. A

hmed

’in ş

ehza

dele

ri sü

nnet

şen

liği,

Nak

kaş

Levn

i (17

20)

Page 109: 1453 Dergisi 18. Sayı

109

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY

man ustaları tarafından dükkânlarını süsleyip, bellerinde pak ibrişim ve altınlı peştamalla güneş parçası berber ci-vanları olan zanaatkârlardır. Belli başlı ustalık alanları: Sün-netçi berberleri, yaya berberleri, ustura çırakçıları, ustura kuyrukçuları94, sarıkçılar95, tellaklar, natırlar96, çamaşırcılar, lekeciler97 ve nureci yani hırızmacılardan98 oluşurlar.

Cihan nakkaş99 zanaatkârları (otuz altıncı bölüm). Bu za-naat ustaları kendi aralarında zerkübyan (altın dövücüler), altın yaldızcılar, ciltçiler, sahaflar, kâğıtçılar, mukavva kubur- divitçiler, remilci (kumcu) ve mektupçular, mürekkepçiler, ressam nakkaşlar, ressam falcılar100, oymacılar101, padişah düğünü nakılcıları102, alıcı ve balıcılar103, yastık basmacılar104, çit basmacılar105, sırma nakışçılar106 ve yağlıkçı nakkaşlar107 olarak cihan nakkaşları ismi altında sınıflandırılır.

Evliya Çelebi’nin nefer ve dükkânlarını kayıt altına aldığı alt zanaat dallarını da içinde barındıran belli başlı zanaatkârlık isimlerini kısaca verir: Yeni bedesten cemaati108, Doğrama-cılar109, Çalıcı mehteranlar yani zurnacılar110, Mimar ma-rangozları111, Hanende-mutrip ve rakkaslar112 ve bozacı113 zanaatkârları ve ordu-yı humâyûn alayının tamamlanma-sıyla esnaf alayının geçişi son bulur.

Evliya Çelebi esnaf alayının geçişini ve bitimini tarihi tanık-lığı ile şöyle anlatır: “Her esnaf alaylarıyla şeyhlerini, yar-dımcı, kethüda, duacıları, çavuşları ve ağalarını alaylarıyla şenlikler ederek hanelerine her esnaf ağalarını koyup pa-dişaha hayır dualar edip herkes evlerine giderler... Allahu Taalâ, peygamberlerin Efendisi hakkı için yerden ve gökten gelecek bütün afetlere karşı korusun ve dünyanın sonuna kadar ömrünü uzatsın. Allah’a hamdolsun ki İstanbul’da olan bütün esnafı 57 bölüm üzere saydık. Hepsi bölüm bö-lüm mehter haneleriyle geçtikleri bölümleri tamam oldu.” (Çelebi, 2013, s. 425). Evliya Çelebi’nin yukarıdaki ifadele-rinden de anlaşılmaktadır ki, gördüklerini ve şahit olduğu zanaatkârların diyaloglarına yer vererek günümüze akta-rılmak üzere yazıya alır. Bizlerin araştırması neticesinde za-naat ve zanaatkârlığın İstanbul esnaf tarihinde nasıl bir yer tuttuğu ve değişim geçirdiğini de gözler önüne sermekte-dir. Ne acıdır ki Seyahatname’de karşılaştığımız birçok mes-lekler yok olmuş ve günümüzde ismi dahi unutulmuştur. Umut ediyoruz ki Seyahatname’deki İstanbul zanaat ve zanaatkârlar bir şekilde olması gerektiği gibi canlanır ve günümüze kadar bu bilgileri aktarma gayesine cevap ver-miş oluruz.

Page 110: 1453 Dergisi 18. Sayı

110

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY

DİPNOTLAR1 Esnaf: Yaptıkları işlere göre işlere ayrılmış olan, kazançları sermayeden ziyade çalışmaya ve beden gücüne dayanan zanaatkârlara ve küçük ticaret sahiplerine verilen ortak isim. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt 1, Kubbe Altı Yayınları, 1. Basım, 2006, s.3792 Üst seviyede müderrislik payesi veya bir kadının görev yaptığı bölgedir. Kökü efendi- sahip anlamından gelmektedir.3 Beldaran: Farsça –an çoğul eki alan sözcük beldar kökündeki anlamı askeri harekât sırasında yolları açıp düzelten görevlidir. Beldaran, dağ geçitlerini korumakla görevli kimseler olarak tarif edilir. Misalli Büyük Türkçe Sözlük s.3234 İstanbul Esnafları başlığı altında vermiş olduğumuz bilgilerin tamamının temelini “Çelebi, E. (2013). Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi (1. Baskı b., Cilt 1). (Y. D. Seyit Ali Kahraman, Dü., & Y. D. Seyit Ali Kahraman, Çev.) İstanbul, Yapı Kredi.” adlı eserin incelenmesi neticesinde verilmiştir5 Peyk: Haber ve mektup taşıyan kimse. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt 3, Kubbealtı Yayınları, 1. Basım,2006, s.25006 Bu bitki küçük Hindistan cevizi ağacının tohumlarının üstünü saran zara denmektedir. Kokusu kuvvetli ve tadı oldukça yakıcıdır. İçerisinde ağır miktarda esans ve uçucu yağ bulunmaktadır. Üzerini saran bu kılıf şeklindeki zarın kurutulması ile kullanılmaktadır7 Testere, bıçkı.8 Kumluk veya kumsal yerlerde kendiliğinden yetişen, yaprakları salata gibi yenen, bir cinsinin kök tozu kahveye karıştırılan, kökü ve yaprakları hekimlikte kullanılan bitki, güneyik.9 Halk arasında sater diye bilinen, kekik cinsinden güzel kokulu bir ot.10 Eskiden imaretlerde, fakirlere, medreselerde talebelere ve görevlilere, yeniçeri ocaklarında askerlere dağıtılan, kepekli undan yapılmış, pide şeklinde yassı ekmek (sarayda ayrıca saraylılar içinde yapılırdı). Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt 1, Kubbealtı Yayınları, 1. Basım, 2006, s.972.11 Eskiden imaretlerde fakirlere, medreselerde talebelere ve görevlilere, yeniçeri ocaklarında askerlere dağıtılan, kepekli undan yapılmış pide şeklinde yassı ekmek.12 Kahi: Üç köşeli kuru poğaça, bir nevi simit. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt 2, Kubbealtı Yayınları, 1. Basım 2006, s.151513 Seferde yeniçerilerin erzak ve eşyalarını taşıyan ağırlık beygiri. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt 3, Kubbealtı Yayınları, 1. Basım 2006, s.276314 Gemide kullanılan kalın ipler.15 Birbirine dolanmış ve sarılmış zincir görevi üstlenen ipler.16 Güverte tahtalarının yan yana vaz olunmalarından dolayı beyinlerinde hasıl olan aralıklardan her biri.17 Kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimseler.18 Su sığırı veya mandadır.19 Çoğunlukla Arnavut halkından oluşurlar. Sırıklar üzerine ikişer üçer yüz kese yoğurtları bağlayıp omuzlarında gezdirerek satarlar.20 Çeşit çeşit oyma kâğıtlar ile nakışlı bal mumları yapar ve satarlar.21 Bu tutkalcılar başçılardan koyun paçası aldıkları için kellecilere yamaktırlar. Başçıların piri olmakla birlikte tutkalda yaparlar.22 Bu ciğerciler Arnavut, Ohri, Gorice, ve Horpuştalı’dır. Koyun ciğeri satarlar.23 Ciğer, dalak, böbrek pişirip satarlar. Adlarından da anlaşılacağı zere Arnavut’turlar.24 Saraylarda, büyük dairelerde yemek işinden sorumlu olan ve yemeklerin tadına bakan kimseler.25 İstanbul’da her dükkânda bulunur. Gelen müşteriye getirdiği yemekten “Bismillah” der ve müşteriye sunar. Bu bir nevi İstanbul esnafı kanunudur. İstanbul’a mahsustur.26 Çoğunlukla Arnavut’tur. Şekerli pirinç tatlısı zanaatkârlarıdır.27 Çeşit çeşit meyvelerden hoşaf yaparlar.

28 Tiryaki, fış fış, imam ve tarçınlı hacı şerbeti yapıp satarlar.29 Kış günlerinde azim kazanlar ile palude pişirirler.30 Bunlar evlerinde yaptıklarını satan şerbet zanaatkârlarıdır.31 Birer karış ipliklere cevizi ve bademi paludeyi gayet koyu edip cevizi, bademli ipleri paludeye batırıp bademli antep köfterine benzeyen şekilde yapıp satılan ceviz ve badem köftesi.32 Dükkânları olmayan zanaatkârlar. Havanlarda döğüp şeker veya bal ile pişirilen bir tür yayla otu.33 Büyük kazanlarla kaynatılarak yapılan ve çoğunlukla Türkmenlerin zanaatı olan bir macundur.34 Bütün aşçıların muhtaç olduğu, insanlar tarafından büyüktaşların çevrilmesi ile öğütülerek yapılır.35 170 dükkan ve 400 neferdirler. Pişmaniye, sabuni, tajine, beyaz, mahice, kırma badem, samasa ve keten helvası yaparlar. 36 Türlü türlü tahinden reşideyi, can gülü asidiyi, suasmlı, cevizli ve fıstıklı helva yaparlar.37 70 dükkân ve 200 neferden oluşmakta. Misk ve amber kokulu, yıllarca bozulmayan akide şekeri yaparlar.38 Sakız Rumu olarak adlandırılan Frenklerden oluşurlar. Fıstıklı, cevizli, bademli, suasamlı, envayi çeşit şekilde ve tatlı şeker ürünlerini ustalıkla üretirler.39 Birçok esnaflık alanında kendilerine verilen malları satmak veya muhafaza etmek görevleridir.40 Kalcı, çekiçci, çekici,haddeci, makkabcı, dolapçı, fırıncı ve tavlayıcıdan oluşan 100 işyeri ve 400 nefere sahiptirler.41 Zanaatları gaza malıyla gelmiş veya yağmalanmış esirleri, köleleri ve cariyeleri süslayip satmak. 42 Kalcılar, Yahudiler’den oluşur ve darphanede çalışırlar. Kehlecilerde darphanede ki görevi telkesiciliktir.43 40 nefer ve dükkândan oluşmakta. Çeşitli adlarda adlandırılan örneğin kerevke, kabartı, Dağıstanlı ve kumuki zırhları yaparlar. 44 Çeşitli süngüler, hıştlar, cıdalar, çentmeler, kargılar, mızraklar, sünceler, harbeler, Sinanlar, gürgenzenler ve binlerce sivenler yaparlar.45 Piyadelere hançer ve bıçak yaparlar.46 Nahçivan demirinden düzülmüş cilalı büyük kalkanlar üretirler.47 Çeşitli bıçak ve onlara ait muhafaza eden kınları yani kılıflarını üretirler.48 Kılıççıların yanında yamak olup kılıcın elle tutulan dolgun kısmını yaparlar.49 Tüfeklerin ahşap kısmını yapıp süsleyenler.50 Eski usul tüfeklerin haznesine barutun doldurulması boynuzdan yapılan honi.51 Barut konulan keseler.52 Paslı tüfekleri parlatıp onaran haneler.53 Bunların ekseriyatı divriği Ermeniler’inden olmakta.54 Okun ucundaki sivri demir (peykan) (Hayri Bilecik, Mat 2006, s. 3109)55 Ayakkabı veya atların ayaklarına takılan demiri yapan ustalar.56 Terzilerin parmağını koruması için yapılan yüzük.57 Ham bakır veya hurda bakır eriticiler.58 Cam ve kristal tas imal ediciler.59 Bakır kap cilalayıcılar.60 Hepsi de Lazlardan oluşan usta bakır toplayıcı ve ayırıcılarıdır. Aynı zamanda bakır tacirleridir.61 Yeni ve eski bakır kazan, kap kacakların parlatılmasını sağlarlar.62 Cevher alım ve satım da usta kimseler.63 Rum, Yahudi ve Ermenilerden oluşan cevher esnaflık zanaatını en iyi şekilde yapanlar. 64 Metal üzerine figür veya yazı kazıyan zanaatkârlar.65 Kuyumcu ve değerli mücevher dökümü yapanların, mallarını getirdiği ve oranlarını ölçerek cevherlerini test edip değerini belgeleyen zanaatkârdır.66 Kuyumcu ve saatçilerdeki çer çöpü süpürüp gümüşçüye satan kişiler. 67 Akik, Seylan, zümrüt ve firuze ve yeşim taşlarına şekil verirler.

Page 111: 1453 Dergisi 18. Sayı

111

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY

68 Vezir ve yüksek rütbelilerin mühürlerini kazıyıcı zanaatkârlar.69 Kuyumcular ve cevahirlerin mallarına güzel yazı ve sanatlar ile şekil ve gösteriş veren zanaatkârlar.70 Boyna takılan çeşitli zincir zanaatkârlarıdır.71 Altınların eritilmesi için topraktan yapılan derviş külahı şeklindeki zanaattır.72 Ateşle gümüş ve benzeri değerli madenleri birbirine ustalıkla zarif bir şekilde yapıştıran zanaatkârlar.73 Cıvayı potalar içinde pişirip içine varak altınları koyarak beyaz kuruş hal aldırırlar. Daha sonra ataş üzere kılıç, hançer ve bıçaklara sürterek altın yaldızlı hal aldırırlar. 74 Gümüş ve pirinçten yapılan yazı yazmaya yarayan uç.75 Metal bir halka ve çengelden oluşan araç76 Kurşun ile zımparayı bir yerde karıştırıp yuvarlak kösere yapıp berberler usturalarını keskinleştirdiği alet.77 Okçu yüzüğü yapanlar.78 Savaş oyunu ile savaşmayı öğreten ve savaşta oklarla yapılacak zanaata sahip kişiler.79 Giysinin üzerine giyilen kolsuz bir nevi üstlüktür.80 Kadınlar için ferace, elbise ve çakşırlar gibi elbise dikenler.81 Kadıların başına yapılan yaldızlı ve süslemeli takke.82 Bir nevi başörtüsüdür. Bu zanaatı daha çok Rumlar icra etmektedir. 83 Mantar şeklindeki mermer üzerinde atlaslı zincef ve ütülü âlim giysileri yaparlar. 84 Tel duvak veya havlu şeklinde örtü yapan zanaatkârlar. 85 Şal, tülbent, hara, atlas ve ihram örücüler.86 Bez dokuyucular.87 Cümle gazzaz ve yüncülerin piridir. Değerli kumaşları süsleyenler.88 Kalın iplik ve ipek iplik büken zanaatkârlar.89 Trabzon işi ipek düğmeleri süsleyip işleyen zanaatkârlar.90 Leopar ve panter türü hayvan derisi zanaatı ile uğraşanlar.91 Aslancılar kâhyası anlamına gelmektedir.92 Bir tür kalın ve ağır çizme ustaları.93 Aktarlık, baharat ve güzel kokuların satıldığı veya satan kişiler.94 Ustura sapı ve kuyruğu yaparlar.95 Çoğu dilsizdirler. Divan ehli mecevheze, selimi, kallavi, perişani, kubadi, katibi ve azami sarıklar sararlar.96 Kadınlar hamamında hizmet eden kişiler.97 Kumaş temizleyiciler. Kumaşlardaki lekeleri ustaca temizleyen zanaatkarlar.98 Burna takılan süs amaçlı halka.99 Renkli resim ve tezyinat yapan sanatkâr, kitapları resimleyen, kap ve sayfalarını süsleyen, mimari eserlerin tavan ve duvarlarını, çinileri ve toprak kapları vb.lerini resim ve şekillerle bezeyen süsleme ustaları. 100 Eski ustaların sihirli ve beğenilmiş ketebeli kalemleriyle iri İstanbul tabağı üzerine yazılmış resimleri dükkânlarında dizerler ve gelen geçenlerden bir akçe karşılığı fal açanlar.101 Bu oymacılar, dervişlerden hezarfen, çelebi, hünerli yetkin ustalardır ki makasla sihirli oymalar yaparlar.102 Gelin evine götürülen, süslü yapma çiçeklerle donatılmış mumdan süs ağacı. Dükkânları Aksaray, Tahtakale ve Odunkapısı’ndadır.103 Bayramlarda yeşil mumdan papağan ve beyazdan kumru yaparlar.104 Renk renk boyalar ile nakışlı yastık diken ve bansan zanaatkârlar.105 Çoğunlukla Tokat ve Sivas Ermenileri, Acem ve Hintli basmacılardan oluşurlar. Yorgan yüzleri, çarşaf ve perdeler basarlar.106 Devletin ileri gelenlerine sırmalı yastık, minder, perde, dik dik ve abiyeler, şekabentler, eğerler, teğeltiler ve atlas üzere cibindilik işlerler ki görenlerin aklı gider.

107 Çeşit çeşit bezler üzere siyah kalem ile yağlık, çarşaflar, yastıklar ve peşkirler üzerine zanaatlarını nakşederler. 108 İçinde kıymetli eşyaların ince zanaatla yapılıp satıldığı yerler.109 Bünyesinde sedefkâr, hilci, kaçıkçı nalıncılar ve zer-destecileri barındıran zanaatkârlar.110 Mehteranı oluşturan ve semtlere göre isim alan çalgıcılardan oluşan zanaatkârlar.111 Mimari adına işçisinden ustasına ve yapı denetimine kadar mimariyi oluşturan bütün zanaat sahiplerini içine alan zanaatkârlıktır.112 İstanbul’un dört mevleviyet yerinde okuyucu, sazcı, çalgıcı, dansçı, Pişekâr, tefçi, güldürücü taklitçiler ve oyuncular var ise bu zanaatkârlar içinde yer alırlar.113 Bozacılar erbabı çoğunlukla Tatar ve Çingenlerdir. Çeşit çeşit yaprak ve baharatlar ile dükkânlarını süsleyip darı hamurunu hafif ekşiterek, çok hafif alkollü, şekerli tatsız, mayhoş olarak sunulan içecek. Bozacılar zanaatlarını icra ettikleri mekân ve bölgeye göre tat farkı ve isim alırlarmış. Bu bozacı esnafının ismi altında bal suyu, rakıcı vb. diğer içecek zanaatkârları da Seyahatname’de yerini alır.

KAYNAKÇAÇelebi, E. (2013). Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi (1. Baskı b., Cilt 1). (Y. D. Seyit Ali Kahraman, Dü., & Y. D. Seyit Ali Kahraman, Çev.) İstanbul, Yapı Kredi.

Çelebi, E. (2013). Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi (1. Baskı b., Cilt 2). (Y. D. Seyit Ali Kahraman, Dü., & Y. D. Seyit Ali Kahraman, Çev.) İstanbul, Yapı Kredi. (Türk Dil Kurumu Kolektif, 2011)

Dağı, Y. (2009). Çağının Sıradışı Yazarı Evliya Çelebi (1. Baskı b.). (N. Tezcan, Dü.) İstanbul: YKY.

Hayri Bilecik, M. T. (Mat 2006). Misalli Büyük Türkçe Sözlük (2. Baskı b., Cilt I). İstanbul: Kubbealtı.

Hayri Bilecik, M. T. (Mat 2006). Misalli Büyük Türkçe Sözlük (2. Baskı b., Cilt II). İstanbul: Kubbealtı.

Hayri Bilecik, M. T. (Mat 2006). Misalli Büyük Türkçe Sözlük (2. Baskı b., Cilt III). İstanbul: Kubbealtı.

Özay, Y. (2009). Evliya Çelebi Seyahatname’sinde İstanbul’un Tılsım-larının Hikâye Edilişi. Milli Folklor (81), 54-63.

Şark, ü. Ç. (2011). Sorularla Evliya Çelebi İnsanlık Tarihine Yön Veren 20 Kişiden Biri (1.Baskı b.). (M. Cengiz, Dü.) Ankara: Hacettepe Üniversitesi.

Tezcan, N., & Tezcan, M. (2011). Evliya Çelebi (1. Baskı b.). (N. Tezcan, & M. Tezcan, Dü) Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı.

Türk Dil Kurumu Kolektif. (2011). Türkçe Sözlük (11. Baskı b.). Ankara: Türk Dil Kurumu.

Page 112: 1453 Dergisi 18. Sayı

112

BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER

BİR DÜĞÜN:

ÜÇ YEMEKSennur SEZER*

BİR DÜĞÜN:

Sennur SEZER*

Page 113: 1453 Dergisi 18. Sayı

113

BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER

Yüz yazısı gelin yüzünün süslenmesine verilen addır. Önceden renk renk tellerle yapılırken son dönemde elmas yapıştırmalarla yapılmıştır. Yüz yazısının ertesi, yani cuma günü, paça günü’dür. Paça günü, gelinin evliler topluluğuna katılma törenidir.

Düğünde (yüz yazısı, velime günü) verilen yemekte düğün çorbası, düğün eti, pilav ve zerdeden oluşanına “kaba yemek”, bu yemeklere sebze ve börek eklenenine “ince yemek” denirmiş.

Page 114: 1453 Dergisi 18. Sayı

114

BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER

Eski İstanbul düğünleri, üç ziyafet demekti: Velime günü (Yüzyazısı), Paça Günü, Askı Altı Ziyafeti. Nikâh, Gelin Ha-mamı ve Kına Gecesi ikramlarını, (ayrıca ev halkının yemek-leri, gelinle damada birlikte olacakları gece için hazırlanan özel yemeği) bu ziyafetlerden ayrı tutuyoruz elbet. Bu yemeklerin yapılması (o dönemde ayarlı ocaklar, düdük-lü tencere, mutfak robotu, mikser, elektrikli fırın, elektrikli su ısıtıcı, derin dondurucu ve buzdolabı da olmadığından) emek verecek kişilerin artmasını gerektirirdi. Bu yedek kuv-vet evlerde becerikli eş dost, akraba, konaklarda ahbap ya da akraba konaklarının aşçı yollaması ya da aşçıların, hiz-metlilerin hemşerileri ve eski emektarlarla tamamlanırdı.

Nikâh gelinin evinde kıyılırdı. Nikâhın Arabi aylardan Mu-harrem ve Safer aylarına rastlatılmaması gerekirdi. Nikâh günü olarak perşembe, olmazsa pazartesi tercih edilirdi. Kız tarafı oğlan tarafıyla nikâh gün ve saatini kararlaştırır, iki taraf da yakın akrabalarına ve ahbaplarına çağrı mektup-çukları yollarlardı.

* Yazar

Antoine Ignase Malling’in 1819’da yayınladığı Voyage Pittoresque de Constantinople isimli kitabında resmedilen gelin alayı.

Nikâh sabahı damat süslü bir sepete yerleştirilmiş güzel şişelerle şuruplar, kaselerle bergamut, sakız gibi macunlar (kaşık tatlısı, çevirme), şekerler, damla sakızı kahveye katı-lacak kakule gibi ikram malzemelerini bir hizmetliyle, kız evine yollardı. Damat nikâhın kıyıldığı eve gelmez, nikâhta bulunmazdı. Nikâhta, vekili bulunurdu. Gelinin vekili de ko-nakta bulunur, gelinin olurunu alırdı. Nikâh vekillerin imam karşısında beyanı ile kıyılırdı. Nikâh ertesi, gelin dışarı ve-rilecekse çeyizlerinin damat evine götürülmesi hazırlıkları başlardı. Nikâh akdinden sonra sıra kadınlarca yüz yazısı denen ve halk arasında velime cemiyeti adı verilen düğüne gelirdi. Yüz yazısı gelin yüzünün süslenmesine verilen ad-dır. Önceden renk renk tellerle yapılırken son dönemde el-mas yapıştırmalarla yapılmıştır. Düğün mutlaka perşembe gününe rastlatılırdı. Yüz yazısının ertesi, yani cuma günü, paça günüdür. Paça günü de düğünün devamıdır. Gelinin evliler topluluğuna katılma törenidir. Düğün ziyafetleri ge-linin altında oturduğu askının kaldırıldığı pazartesi günü gelinin akrabalarına verilen askıaltı ziyafetiyle biter.

Page 115: 1453 Dergisi 18. Sayı

115

BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER

Sultan III. Ahmed’in şehzadeleri sünnet şenliği, Nakkaş Levni (1720)

Page 116: 1453 Dergisi 18. Sayı

116

BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER

Düğün gelinin yaşayacağı evde yapılırdı.

O dönemde düğünler evlerde yapılırdı. Konaklarda kadın ve erkek misafirlerin ağırlanacağı bölümleri ayarlamak ve hazırlamak daha kolaydı. Ama normal evlerde de gelinin yatak odası ayrılır, (sergi odası denilen çeyiz gösterme oda-sı zorunlu durumlarda bu odaya kurulur) gelin de askı de-nilen kumaş çardak altında, kadınların ağırlanacağı odada oturur, isteklerini yanı başında oturan, çoğu yaşıt yakınına fısıldardı.

Eski ahşap evlerin katlarında odaların kapıları genişçe bir hole açılırdı. Böylece düğünlerde (ve mevlit, taziye, hacı tehniyesi gibi törenlerde) en küçük, “nohut oda bakla sofa” evlerde bile, oda kapıları açılarak geniş bir alan elde edilirdi.

Abdülaziz Bey’e göre, gelinin oturacağı köşeyi düzenlemek için bu işle uğraşan ve askıcı denen kimseler çağrılırmış. Askıcı, yardımcılarıyla odanın sağ köşesine iki ağaç direk dikermiş. Bu direkler genellikle insan boyundan uzun olur-muş. Direklerin üzerlerini rengârenk iyi cins şallarla özel bir şekilde sarar, gelinin arkasına gelecek duvara büyük kıy-metli bir şal asar, sonra renk renk şallarla bu yerin üstüne kubbe şeklinde kırmalı bir tavan yapar, direklerle tavanın çevresini ve arkayı çeşitli renklerde yapma çiçeklerle süs-lermiş. (Leyla Saz anılarında 50 yıldır direklerin ve tavanın şallar yerine kurdeleler ve çiçeklerle süslendiğini yazar.) Bu gelin köşesinin girişine gümüş tellerle işlenmiş beyaz ipek bürümcük kırmalı bir perde asılıp iki yandan kaldırılırdı. Askının iç arka duvarına gerilen şalın ortasına sırma işle-meli kese içinde Mushaf-ı Şerif ile kırmızı tülle bağlanmış nazarlık (mazı, şap, sarımsak, çörek otu) ve varsa Lihye-i Şerif asılırdı. Bu köşeyi boş bırakmamak için gelinin elbise-lerinden biri o köşeye konur, üstü örtülürdü. Üzeri kırmızı kadife kaplı, kısa ayaklı ufak bir iskemle de köşenin önüne konur, sonra karşı köşeye de bir “nahıl” yerleştirilirdi. Oda-nın süslenmesine ve bu köşenin düzenlenmesine pazartesi günü başlanır, aynı gün bitirilmesine çalışılırdı. Çünkü eğer bitirilmemişse salı günü iyi sayılmadığı için bir hafta sonra-ki pazartesi günü tamamlanırdı. Oda, gününe kadar kapalı tutulurdu.

Yüz yazısı denilen süsleme biçiminin, sim işlemeli renk-li kadife gelinliğin, gelinin köşede oturmasının ve askının Sultan Abdülaziz döneminde (1861–1876) yavaş yavaş tav-sayarak sürdüğünü, Sultan II. Abdülhamid dönemi (1876–1908) ortalarında son bulduğunu da söylemek gerekli.

Eski İstanbul düğünlerindeki ziyafetlere ve yemek listele-rine şimdi bir göz atabiliriz. Düğünde (yüz yazısı, velime günü) verilen yemekte düğün çorbası, düğün eti, pilav ve zerdeden oluşanına “kaba yemek”, bu yemeklere sebze ve börek eklenenine “ince yemek” denirmiş.

Pilav ve zerde pişirilmesinin pratik bir yanı olduğunu dü-şünebiliriz. O dönemde pilav haşlama pilav olarak pişiril-mektedir. Yani pirinç haşlanmakta, sonra üstüne tereyağı kızdırılarak dökülerek demlendirilip servis yapılmaktadır. Zerde de haşlanmış pirince safran ve nişasta, şeker eklene-rek yapılır. Pilavla zerde hazırlığı sanırım birleştirilmektedir.

Asıl hayran olunması gereken paçanın düğün ertesine yetiştirilmesidir. Görevli “bacılar” sabaha kadar pişirirler yemeği. Paça günü için geline “paçalık” denilen ağır bir el-bise diktirilirdi. Paça gününe yalnızca evli kadınlar katılırdı. Düğüne çağrılı herkes bu güne de çağrılı sayılırdı. Gelin yü-zünde tek elmas yapıştırmayla katılırdı bu yemeğe.

Paça gününde sofralarda çorba ve limon bulunmazdı. Sof-rada damadın gönderdiği varsayılan terbiyeli paça bulu-nur. Bir de damadın gönderdiği kaymak. Kaymak sofraya büyük ve değerli bir tabakla (genelde Çin malı, yeşil, mer-tebani denilen türde) getirilirdi. Tüm misafirlerin önlerin-de istedikleri kadar kaymak alabilmeleri için süslü tabaklar bulunurmuş. Bu tabakların içinde dövülmüş şeker ve tatlı kaşığı bulunurmuş. Paçaya başka yemek eklenir miymiş, hangi yemek uyum gösterirmiş paçaya bu konuda bir bil-giye ulaşamadım.

Askı altı ziyafeti ise, geline verilen değeri göstereceğinden seçkin yemeklerin mevsim uyarınca düzenlenmesinden oluşurdu, kuşkusuz.

Page 117: 1453 Dergisi 18. Sayı

117

BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER

Page 118: 1453 Dergisi 18. Sayı

118

KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL

Söyleşenler: Nurten Şafak TOPCU • Esra ERKAL

İSTANBUL’DA BİR LEZZET

KAYMAKÇI PANDOKaymakçı Pando, Beşiktaş Çarşısı’nın orta yerinde bulunan küçük bir dükkân. Burası adım başı açılan simitçi dükkânlarına inat mavi çerçeveli vitrini, mermer masaları, süt kazanıyla yıllara meydan okuyor. İstanbul’da sayıları tek tük kalan mandıracılık geleneğinin temsilcilerinden olan Pando Sestako’nun dükkânı, sabahları kahvaltı verilen, kaymak, bal, yumurta satılan “organik” bir alan. Dillere destan kaymağıyla meşhur Pando Usta çarşının en eskisi. Osmanlı döneminde İstanbul’a göçen dedeleri mandıracılığa burada devam edince babasından bayrağı devralan Pando Usta olur. Sütle maharetini buluşturduğu kaymak öyle meşhur olur ki yurt dışındaki turizm şirketleri bile İstanbul’a gidilince uğranılması gereken güvenilir mekânlardan olduğunu salık verirler.

Page 119: 1453 Dergisi 18. Sayı

119

BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ

Page 120: 1453 Dergisi 18. Sayı

120

KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL

New York Times, Wallpaper, Tripadvisor okurlarının bile duyduğu Pando Usta’yı ziyaret etmek, sütle yaptığı bu za-naatı dergimize taşımak istedik. Çarşıdaki dükkânların değişimine aldırmayan “eski”yi korumaya çalışan 89 ya-şındaki Pando Usta’yı işinin başında bulduk. Güler yüzlü iki yardımcısı müşterilerle ilgilenirken biz mermer masalardan birinde onunla sohbete koyulmuştuk bile. Sekiz yıldır yanla-rında çalışan Seyhan Hanım’a “kızım” diye hitabından, eşi Yuhanna Hanım’ın dükkâna girmesiyle oluşan sıcak atmos-ferden yıllardır ayakta kalmayı başaran bu mekânın anah-tarının “sevgi” olduğunu anlamıştık aslında. Modern olmak istemeyen, her lafın başında eskiye gönderme yapan Pando Usta’nın keyifli sohbetine kulak vermeden önce; söyleşi bi-timinde biz ânı fotoğraflarken, mavi çekmeceden çıkartılan eski, dijital olmayan, bir fotoğraf makinesinin de bize şahit-lik ettiğini söylemeden geçemeyeceğiz.

Beşiktaş semtindeki serüveniniz nasıl başladı?

1925 doğumluyum. Yaşım oldu 89. Burada arka sokakta bir evde doğdum. TRT 1 röportaj yaptı. Doğduğum evi çek-

tiler. Ben de hep kasetleri var. Yunanlıların kaseti var, baş-kalarının kaseti var. Yemek kontrolleri yapılan kasetler var. Hepsini saklıyorum. Alıyorum, bırakmıyorum. Burada doğ-duk büyüdük. Baba evimiz tabii. İneklerimiz, mandıramız vardı. Yoğurt yapıyorduk burada. Sonra burası dağıldı sara-yın yanında Lale Bahçesi var oraya mandıra kurdular. Tabi biz ufaktık ama biliyoruz. Oradan süt gelirdi burada bol bol yoğurt yapılırdı. Tepsi yoğurtları, vanilyalı yoğurtlar, bebe yoğurtları, başka renk yoğurtlar yapıyorduk. Kendimize göre yapıyorduk bir şeyler.

O zamanlar “gerçek” yoğurtlar vardı yani…

Hayvanlar farklıydı. Şimdiki hayvanlar değişik. Bir sağılıyor, 30 kilo süt veriyor. Eskiden bir hayvan 10-15 kilo süt verirdi ama başka türlüydü. Zaman içinde değişiyor tabii.

Hayat geçip gidiyor. Eskiden burada Yıldız’da Harp Akade-misi vardı. Polis okulu vardı. Ihlamur tarafında Kur’an kur-su vardı. Hepsiyle ilgimiz vardı. Kilolarca süt gelirdi. Arttığı zaman dökmek yoktu. Çağırırdık Kur’an kursunu telefon

* Yazar

Page 121: 1453 Dergisi 18. Sayı

121

KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL

ederdik. “Gel 4 tepsi yoğurt var” yahut “30 kilo süt var”, “Ne istiyorsan onu al”, “Yoğurt istiyorsan yoğurt al süt istiyorsan süt al”, “Amca sütlaç yapacağız süt de alalım mı?”, “Kaç kilo şeker lazım?”, “Al 3 kilo da şeker al” derdik. Eskiden böy-leydi. Biz tedarikçiydik de. Bakma şimdi zaman çok değişti.

Çocuktum saraya yoğurt süt veriyorduk. Bir gün babamın peşine gittim. Para almaya gidiyorduk. Şöyle boşluk gibi bir yerden geçiyoruz. Bir adam gördüm. Bana işaret ede-rek yanına çağırıyor. Sordu “Kime geldin?”. Konuşmadım tabii, 6-7 yaşındayım. Başımı okşadı. Babam sordu sonra “Neredeydin?”. “Bir adam çağırdı”, dedim. “O kimdi bili-yor musun?” dedi. “Bilmiyorum”, dedim. “Atatürk’tü” dedi. Okulun son sınıfında da 13 yaşındaydım. O öldüğü zaman katafalkıyla bütün okullar buradan geçti. Demek istediğim o zamandan beri buradayız hayat böyle geçip gidiyor.

30 sene evvel, 40 sene evvel harp okulunda talebelik yap-mış biri buraya geliyor mesela; “Biz burada talebeydik, kur-may olduk paşa olduk emekli olduk sen daha buradasın”

diyor. Gelene de eskiyi hatırlatıyoruz. Biz de eskiyi hatırlı-yoruz. Hayat bu…

Zaman geçip gidiyor yaşım oldu 89. Bu benim baba mes-leğim. Benim mesleğim başkaydı aslında. Esas ben torna-cıydım. Demir torna. Ülker Bisküvi Fabrikası’nın kalıplarını yapıyordum. Sabri Ülker Almanya’dan bir fırın resmi getirdi bana gösterdi ona bir fırın yaptım. Son ustam Macardı, Mo-ronkay. Askere yollamıyorlardı. Diyorlardı hem burada ça-lış hem para hem askerlik. Ben de kabul etmedim. Şubeye gittim. Durumu anlattım. “Askerlik yapayım gerekirse çalı-şırım”, dedim. Yarbay vardı bir tane. Giderken bana uğra dedi. Uğradım, bana bir zarf verdi. Gittiğin yere bunu ver dedi. Tabura bölüğe ayrıldık. Beni arıyorlar buluyorlar. Zarfı

verdim. “İçinde ne var biliyor musun?” diyorlar. Kapalı zarf ne bileyim. Meğer askerliği kabul ettiğim ve istediğim için bana bir nişan hazırlamışlar. Hemen taktılar. Ben askerliği kabul ettim istedim. Başkası olsa yatardı orda. 3 sene as-kerlik yaptım. O zamandan beri onbaşıyım. Bütün alay beni tanıyordu. Hayat…

Tornacılıktan kaymakçılığa geçişiniz nasıl oldu?

Kardeşlerim vardı okuyorlardı Boğaziçi Üniversitesi, Robert Kolej’inde. Pederim de bana dedi, bak bunlar okuyor, se-nin mesleğin ağırdır. Sen burada dur onlar da sana yardım ederler. Bıraktım mesleği geldim buraya.

Askerden geldikten sonra mı?

Tabii askerden geldikten sonra. O zamandan beri burada-yım.

Ne zamandan beri dükkânın adı Kaymakçı Pando?

Pando benim. Müşteri koydu buranın adını aslında. İnter-nette her yerde Kaymakçı Pando diye geçiyor. Resim çekti-riyorlar getirip veriyorlar. Duvarına as diyorlar. Zamanla iliş-kiler gelişti. Aslında kendiliğinden oldu. Biz bir şey yapmış değiliz. İnsan ilişkileri buraya getirdi.

5-6 dil biliyorum ilkokul mezunuyum. Benim hanım da Fransız okulundan mezun. Yabancılar geliyor şurdan bur-dan anlaşıyoruz. Arapça da az çok biliyorum. E Türkçe’yi de öğrendim. Mesela Amerika’dan mektuplar geliyor. Türkçe’ye çevirdik duvara astık. Çeşitli kurumların tavsiye-leri geliyor. Ne yiyorsanız burada rahat rahat yiyebilirsiniz diye tavsiyeler geliyor. Cama yapıştırıyoruz amblemlerini. Japonlar yazıyor, Almanlar yazıyor, Amerika yazıyor.

Mesela bundan 15-20 gün evvel birileri burada kahval-tı yapıyor. İki kişi de dışarıda ayakta bekliyor. Oturun de-dim, niye ayakta bekliyorsunuz? “İçeriyi bekliyoruz” dedi. Başkonsolosmuş gelen kişi. Milletvekili gelen çok. Okuyan kızlar babalarını getiriyorlar muhabbet ediyoruz. “Nerden geldin ne yapıyorsun?”

Yıllardır müşterilerinizin sizi tercih etme sebebi bunlar belki de?

Konuşmasını biliriz, durmasını biliriz, bakmasını biliriz kı-zım. Bir aile geldi bir gün. Çoluk çocuk, karı koca. Bayan dedi ki; “Amca kocamdan izin aldım sana sarılacağım”. E bunlar neden oluyor. Bizi biliyorlar. Geçen de hanımın biri, bak bana bu nazarlığı taktı (gösteriyor).

Page 122: 1453 Dergisi 18. Sayı

122

KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL

Peki sizden sonra…

Yok kızım, medeniyet bitti, insanlık bitti, zor.

Çarşının çehresi sürekli değişiyor, bir dükkân kapanıyor biri açılıyor…

Kalabalığı görüyorlar, herkes bize gelecek sanıyorlar. Mal sahiplerinin de gözünü açıyorlar. Kiraları artırıyorlar. O ka-dar dekor yapıyorlar bir sürü de masraf ediyorlar. Karşılığını görmüyor. Çekip gidiyor. Her şey göründüğü gibi değil zor oluyor.

Sütünüzü nereden alıyorsunuz?

Süt çiftliği yok. Biraz manda sütü geliyor tencere-ye koyuyoruz. Yetmedi mi paket alıyoruz. Eskiden burada kaymak yapıyorduk. Şimdi başka yerde ya-pılıyor.

(Duvardaki çerçeveyi gösteriyor) Şurada bir çerçeve var. Hocalar beni aldı Kemerburgaz’a gittik. Bu çer-çevede gördüler eski usul yoğurt yapılışını omuz-larda sandıklar böyle. İlle bundan yoğurt yapacağız. Benden yapmamı istediler. Kırmadım. Yoğurt nasıl yapılıyor, nasıl kaynıyor öğrenmek istediler. Onun kitabı da var. Süt Uyuyunca Ne Olur…

Bundan yedi sekiz ay evvel bir Vali beni arıyor. Ken-disini tanıttı. “Pando, yoğurt bayramını kutlayacağız, gel”, diyor. “Seni aldırayım” diyor… Demek istediğim arıyorlar soruyorlar. Yabancılar geliyor ellerinde kâğıtla. Kâğıtta be-nim adım yazıyor. “Burası mı?” diyorlar. (Duvarlarda asılı duran, hakkında haber çıkmış gazete ve dergileri gösteri-yor. Onları bize kısaca anlatıyor.)

Bir gün Mudanya’dan bir hanım geldi sabah erkenden. Kes-tane, benim hanıma bir etol, bana da birkaç çorap koymuş. “Sırf sizi görmek için geldim buraya” diyor. Hediyelerini verdi, kahvaltı etti, feribota yetişmek için çıktı. Böyle şeyler oluyor…

Sizden sonra kaymak tarifi unutulacak mı?

Yapılıyor, şimdi marketlerde satılıyor. Kaymak değil ki on-lar. Zaman değişti süt desen süt değil yoğurt desen yoğurt değil. Çok zor kızım. İnsanlık, medeniyet değişti gitti.

Ben şu arka sokakta doğdum. Rum vardı, Ermeni vardı, Türk vardı, Bulgar vardı. Kadınlar kapıya çıkar birbiriyle muhab-bet ederdi. O, ona bir şey verir, o, ona bir şey atardı. Akşam saat 5 oldu mu herkes sesi keserdi. Yaşlı bir Rum vardı. 5’ten sonra flüt çalardı. Karısı da “Haydi herkes sesi kesti seni bek-liyor” derdi. Balkona çıkar flüt çalardı. Herkes onu dinlerdi.

Sokağın başında iki çocuk dururdu. Kimseyi geçirmezlerdi. “Oturun burada siz de dinleyin onlar rahatsız olmasın” der-lerdi. Medeniyet böyleydi eskiden. Zor ne yapalım dünya böyle…

Zaman değişiyor. Dünya değişiyor, insanlık değişiyor kızım. Her şey değişiyor. Eskiden torbalarını taşıyanlara yardım ederdik. Şimdi çocuğa diyorsun yardım et. “Senin elin yok mu?” diyor. Her şey zaman göre değişti. Eski okul çocuk-ları başka. Şimdi 5 yaşındaki çocuğun ver eline telefonu, istediği şeyi bulsun sana. Biz yapamıyoruz. Değişti her şey.

Bilgisayarlar var, televizyonlar var. Sana öğretiyorlar. Çok değişti. Her şey değişti…

Eskiden esnaflarla ilişkileriniz nasıldı?

Herkes hürmet ederdi birbirine. İki esnaf birbiriyle çekişti mi, yaşlı bir adam vardı ona giderlerdi. Mahkeme gibi. “Sen ne yaptın? Ne istiyorsun sen? Ne oldu sana?” diye sorardı. Sonra onlara derdi: “Sen böyle yap, sen şöyle yap”. Sonra “Haydi işinize gidin” derdi. Eskiden Akaretler’de Polis Kara-kolu ve bir de mahkeme vardı. Mahkemede görevli reis her gün gelir burada bir kahve içerdi. Bir gün dükkânda bir şey oldu, mahkemeye gittik. “Bak” dedi, “Bir dahaki sefer böyle bir şey olursa sizi atarım içeriye. Dinlemem sizi.” İnsanların görüşü böyleydi. Adam her gün gelip kahve içiyordu ama bu kelimeyi sarf etti. Bir doktor hanım vardı, yanında da bir komiser Zeki Bey vardı, Belediye oydu. Gezerdi. “Burada ya-tan var mı?” diye sorardı. Yataklara bakardı, ellere, tırnakla-ra bakardı. Her şey böyleydi. Doktorun yan tarafında bakkal vardı. Bakkal vitrinine yoğurt koyunca, doktor yanına gitti: “Efendi bu ne?”, “Yoğurt”, “ Karşıda ne var?”, “ Yoğurtçu dükkânı”, “Nasıl koyuyorsun sen bunu buraya? Sende bin tane çeşit malzeme var, buna mı kaldın? Sen çok ayıp edi-yorsun” demişti.

Page 123: 1453 Dergisi 18. Sayı

123

KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL

Eskiden böyleydi. Kuyumcular saat 7’de kapatırdı. Bakkal-lar 8’de kapatır, fırınlar, sütçüler 11’de kapatırdı. Böyle bir sıra vardı. Pazar günleri ruhsatla açabiliyorduk. Herkes ka-palıydı. Fırıncıların ve bizim (sütçülerin) Pazar ruhsatımız vardı. Pazar günleri açardık, çalışırdık. Bakkal makkal yok kapalı. O zaman böyleydi. Başka türlü sıraydı ama o kadar da kalabalık yoktu. Rastgele eczane açmak filan da yoktu. Aralarında belli mesafe olması gerekirdi. Burada zaten iki eczane vardı. Solda Nail Bey’in eczanesi, bir de hanım ecza-cı vardı. Şimdi dolu var. Zaman geçtikçe her şey başka bir hal alıyor. Balıkesir’e gittim kaymak yaptım, Afyon’a gittim kaymak yaptım. Diyarbakır’a gittim kaymak yaptım. Bazen Afyon’dan geliyorlar bize anlat diyorlar. Ama benim anlat-tığım gibi yapmıyorlar, bozdular. Bir kaymak 36 saat ister. Bir günde hoop kaymak yapıyorlar.

Deniz Müzesi’nin orada Nuri Demirağ Uçak Fabrikası vardı. Serencebey’de köşkü vardı. İnekleri vardı. Pederi çağırırdı. “Gel, ineklere bir bakalım” derdi. Giderdik. “Öğleden son-ra fabrikaya gel, birer kahve çay içeriz” derdi. Ortaköy’de ilaç Fabrikası’na (Pfizer) da köşklere de cam kâsede yoğurt yapıp götürüyordum. Hürriyet Gazetesi’ne yoğurt veriyor-dum, günde 200 kâse. O zaman daha büyük yerimiz vardı. Süt kaynatma yeri başkaydı. Süt yoğurt yeri başkaydı. Ayrı odalar vardı. O zaman koyun sütü ve başka sütler de gelirdi.

Bakın burada görüyorsunuz. (Duvarda asılı çerçeveli fotoğ-raflara bakıyoruz) Yoğurdu mayalamadan önce altına ateş koyuyorsun. Daha yavaş soğuyor. Kaymağı daha güzel olu-yor. Yoğurdu mayalamadan önce altına ateş koydun mu, közü de ona göre olur. Onun 4 saat vakti var. Mayasının ya-vaş yavaş gelmesi lazım. Maya vakti gelince ateş de bitmiş oluyordu zaten. Sonra ateşten alıyorduk. Temizliyorduk altını.

Hafta sonu yoğun oluyor mu burası?

Cumartesi-Pazar işler yoğun oluyor. İki tane hanım var ya-nımızda çalışıyor. Cumartesi-Pazar onların kızları da geli-yor. İngilizce biliyorlar. Benim hanım Fransızca biliyor. Hele bir tane kızımız var. Çinliler geliyor, Koreliler geliyor, onlar-dan kelime öğreniyor. Bu hangi kelimedir bir yere yazıyor. Onları o kelimelerle karşılıyor. Görsen onlar da şaşırıyor. Kızlarımız gelince burası değişiyor.

Biz sohbetimize devam ederken arada çay ikram edili-yor. Bu çayı da 8 yıldır Pando Usta’nın yanında çalışan Seyhan Hanım’ın Rize’den kendi elleriyle topladığını öğ-reniyoruz. Her şey doğal diyerek içiyoruz çaylarımızı…

Artun Ünsal’ın Süt Uyuyunca Türki-ye Peynirleri isimli kitabından (YKY)

Beşiktaş’taki “sütçü” dostumuz Pan-do Sestako’dan eski İstanbul mandı-ra tarzı kaymak yapılışının tarifi:

Önce halis manda sütü, temiz bir tülbentten geçirile-rek bakır bir kazana alınır ve ateş üzerinde kaynayın-caya kadar pişirilir. Kaynayan süt daha sonra “tava” denilen bakır leğenlere bir kapla ya da kepçeyle “köpürte köpürte”, yani üzeri göz göz olacak gibi aşağıdan yukarıya kaldırılarak dökülür. Eğer aşağı-dan yukarıya dökülmezse, kaymağın yüzü düz olur. Leğenlerin bakır olması önemlidir: Bakır kap harareti eşit şekilde yayar. Ayrıca, alüminyum leğenler gibi, pişen sütün dipte siyah kabuk bağlamasına yol aç-maz. Kaymak leğenlerine dökülen kaynamış süt 12 saat bekletilir. Sıra kaymağın ateşte pişirilmesine gelir. Izgaralar üzerine yerleştirilen tavaların altına orta hararette maltız konur. Minik kok kömürlü mal-tızların yerini günümüzde aygazlı ısıtıcılar aldı ama, maltızın ısıtması bir başkadır. Tekerlekli maltız tava-nın altına sokulduktan sonra, tavanın arka tarafı pi-şip kıvamına geldikçe, yavaş yavaş öne çekilir. Kıva-ma gelen kaymak toplanır, yarım ay şeklinde kesilir. Maltızdaki ateşin tavı kadar, kesme işlemi de sabır ve maharet ister. Öteki tavalarda aynı işlem tekrarlanır. Ve pişen kaymak soğumaya bırakılır. Eğer mevsim yazsa, vantilatör çalıştırılarak kaymağın serinde beklemesi sağlanır. Ertesi sabah, tavalardaki sert kaymak toplanır, bıçakla kesilir, elle rulo yapılıp tep-silere yerleştirilir. Kaymak tüketime hazırdır.”

Burayı değiştirmek istemedim diyorsunuz, neden?

Büyük iş olduğu zaman iş karışır. Zor olurdu. İki kişi, üç kişi takip etmek başka 5-6 kişi takip etmek başka. Onun için en iyisi böyle. Bu masalar Osmanlı zamanından kalma. Mer-merler de orijinal. Kapıları da orijinaline göre yaptırdık.

Bize zaman ayırdığınız çok teşekkür ederiz…

Sağolun, kızım bugün de geçti günümüz… Hayat… İnsan-lık olsun huzur olsun, başka her şey boş, Dünya bu…

Page 124: 1453 Dergisi 18. Sayı

124

KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL

Page 125: 1453 Dergisi 18. Sayı
Page 126: 1453 Dergisi 18. Sayı

126

İSTANBUL MEKÂN

İstanbul Kitapçısı, bir kentin izini sürme merakında olanla-rın vazgeçilmez uğrak yeri olan bir kitapçıdır. Bu anlamda, İstanbul konulu kitap ve sesli-görüntülü ürünleri, hediye-lik eşyaları, İstanbul ve ilişkili konularda Türkçe ve başta İngilizce olmak üzere yabancı dillerdeki pek çok eseri bu-rada bulmak mümkündür.

“İstanbul’a ait her şey İstanbul Kitapçısı’nda!” sloganıyla hizmet veren İstanbul Kitapçısı, Topkapı, Beyoğlu, Süley-maniye, Vefa ve Kadıköy şubelerinden sonra, 6’ncı şube-sini Eminönü Kâtip Çelebi İskelesi’nde açtı. Bu leb-i derya

mekân, içinden İstanbul geçen yayınları kitapseverlerle buluşturduğu gibi ayrıca günün koşturmacası içinde so-luklanmak isteyenlere nefis Galata manzarası karşısında bir yorgunluk kahvesi içme imkânı ve Hediyem İstanbul markasıyla sunulan hediyelik eşyalardan alışveriş imkanı da sunmaktadır.

İstanbul’u tanımak isteyenlerin yanı sıra araştırmacıların ve meraklı okurun da ilk adresi olan İstanbul Kitapçısı, Emi-nönü şubesiyle İstanbullulara yepyeni bir kitap-kahve me-kanı kazandırmıştır.

İSTANBUL KİTAPÇISI - EMİNÖNÜ

Page 127: 1453 Dergisi 18. Sayı

İSTANBUL MEKÂN

127

Page 128: 1453 Dergisi 18. Sayı

128

BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER

Somuncu Baba olarak tanınan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Hacı Bayram-ı Velinin

de hocasıdır. Bursada kaldığı dönemde fırında somun pişirip halka ücretsiz dağıttığı

için somuncu baba olarak anılmaktadır. Malatya Darende’ye sonradan yerleşmiştir.

1412 yılında Darende’de vefat etmiştir. Kabri buradadır. Türbe kısmı caminin içinde

kalmıştır. Türbede Şeyh Hamid-i Veli ve oğlu Halil Taybi yatmaktadır. 1640 yılında

yapılan külliye geniş bir avlunun ortasındadır. Cami kısmı kareye yakın dikdörtgen

planlı olup üzeri yedigen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür. Cami içindeki türbenin

hemen arkasında bulunan kayadan çıkan memba suyu, aynı kaya oyularak, kanalla

kapı girişinin sağındaki doğal şadırvana aktarılmıştır ve abdest almak için kullanıl-

maktadır.

SOMUNCU BABA

Page 129: 1453 Dergisi 18. Sayı

129

Timaş Yayınları

İstanbul, 2013

1. Basım

584 sayfa

Heyamola Yayınları

İstanbul, 2010

1. Basım

136 sayfa

OSMANLILARDA SAHAFLIK VE SAHAFLAR İsmail E. ERÜNSAL

Eski, yeni kitaplar; romanlar, divanlar, şuarâ tezkireleri, sözlükler arasından bir kitabı bulup çıkar-manın tadını bilenler bilir. O sebeple kimileri sadece baskısı olmayan kitapları temin etmek için uğrasa da, bir kitabı keşfetmenin ne büyük bir zevk olduğunu bilenlerin vazgeçemediği yerlerdir sahaf dükkânları.

Okuma kültürü açısından önemini korusa da eski ihtişamlı günlerini arıyor bugünlerde sahaflar. O eski günlerin sahaflarını merak edenler için yepyeni bir kitap raflardaki yerini aldı. “Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar”ismiyle okuyucuyla buluşan kitap, Prof. Dr. İsmail E. Erünsal’ın uzun yıllara ya-yılan araştırmalarının mahsulü.

Kitap, müstakil bir meslek grubu olarak sahaflığı işleyen ilk çalışma olma özelliğini taşıyor. Sahaflı-ğı, Ortaçağ İslam dünyasındaki yerinden Osmanlı’daki gelişme süreçlerine kadar detaylı bir şekilde ele alıyor. Sahafların ekonomik durumları, çalışma usulleri, kitap temin süreçleri hakkında bilgiler veriyor; “kitap fiyatları yıllar içerisinde nasıl seyretmiştir”, “kitabın fiyatını belirleyen etkenler neler-dir”, “sahafların müşterileri kimlerdir” gibi sorulara belgelerle cevap veriyor.

İlgilisi için büyük önem taşıyan bu belge ve bilgilerin yanı sıra heyecan verici detayları da atla-mıyor kitap. Saraydan çalınan kitapların ve elyazması kitaplar peşinde koşan oryantalistlerin hikâyelerinden bahsetmeden geçmiyor.

Konu, “Osmanlı’da kitap ve sahaflar” olunca zengin bir dünyanın kapıları ardına kadar açılıyor. Sa-hafların ticari ve sosyal hayatını takip ederken aslında bütün bir Osmanlı entelektüel tarihinde gezindiğimizi çok geçmeden anlıyoruz. Çünkü kitap ve dolayısıyla sahaflar; zengin bir sosyal, kül-türel, ekonomik ilişkiler yumağının tam da ortasında duruyor. Yazısı güzel birinin elinden çıkan nüshanın diğer nüshalardan pahalıya satıldığı bir zaman diliminden bahsediyoruz. Başka türlüsü düşünülebilir mi?

GELENEKSEL TÜRK YORGANCILIK SANATI Dr. Mustafa DUMAN

Vaktiyle çeyizlerin ve sünnet merasimi hazırlıklarının önemli bir kısmını oluşturan yorganlar, bugün ya sandıklarda eskimeye yüz tutuyor, ya da çoktan aile büyüklerinin evlerine gönderilmiş oluyor. Üretimi pahalı, muhafaza etmesi zahmetli olan el işi yün ve pamuk yorganlar, sahiplerine yükle-dikleri maddi ve manevi yüklerden dolayı günlük hayatımızın bir parçası olmaktan çıkmış durum-da. El işi yorganlara ihtiyacın azalması sebebiyle, zamanında çarşı esnafı içinde sıklıkla rastlanan yorgancılar da hızla kapanıyor. Bugün bir yorgancı dükkânın önünden geçerken havaya uçuşan pamukları ya da duvara asılmış göz alıcı renklerdeki desen desen yorganları hayranlıkla izleyerek büyüyen çocuk yok gibidir.

Türk folkloru alanında kıymetli çalışmaları olan Dr. Mustafa Duman, unutulmaya yüz tutan bu kültür mirasını “Geleneksel Türk Yorgancılık Sanatı” kitabında kayda geçiriyor. Geleneksel Türk Yorgancılık Sanatı, yorgancılığı ‘yorgan’ kelimesinin anlamından, Türklerde kullanımından, günü-müzdeki durumundan, nasıl dikildiğinden, bu alanda kullanılan malzemelerden ve geleneksel kul-lanım alanlarına (loğusa, çeyiz, sünnet vb.) kadar geniş bir şekilde ele alıyor. Kitabın ikinci bölümü ise, yorganın teknik ve tarihsel gelişimi, durumu dışında, edebi kültürümüzdeki yerine ayrılmış. Uzun ve detaylı bir araştırmayı gerektiren bu bölümde âdet, inanış, söyleyiş, atasözleri, deyimi nin-ni, türkü, destan, fıkra gibi sözlü kültür ürünlerinden örneklere yer verilmiş. Kitabın son bölümü ise, hakkında görsel malzemenin zor bulunduğu yorgan ve yorgancılıkla ilgili minyatür, çizim, fotoğraf ve desenlerden oluşan 64 adet görsel bulunuyor.

Yorgancılıkla ilgili kitap boyutundaki ilk çalışma olma özelliğini taşıyan Geleneksel Türk Yorgancı-lık Sanatı kitabı, sadece Türk folkloru araştırmacılarının değil, yakın dönemde geçirdiğimiz büyük değişimin gündelik hayatımız, alışkanlıklarımız ve kullandığımız eşyalarımız üzerindeki etkilerini merak eden herkes için okunması gereken ilgi çekici bir kaynak eserdir.

Page 130: 1453 Dergisi 18. Sayı

130

Osmanlı Zanaatkarları adlı kitap Osmanlı kent toplumunun büyükçe bir kesimini oluşturan erkek zanaatkarların ve kaynakların elverdiği kadarıyla kadın zanaatkarların tarihinin bir resmini çizmek-tedir. Çalışma da Osmanlı zanaatkarlarının tarihini yaklaşık olarak 1500’den I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki yıllara kadar, dört yüz yıl boyunca verilmektedir. İnceleme özellikle dikkat çe-ken 1800’lü yıllardan önceki zanaatkarlar hakında kaynak imkanına sahip olunmadığı için ikincil kaynaklardan yararlanılmış. Bütün kıt kaynak sebepli zorluklara rağmen 1600-1700’lü yıllar birin-cil kaynaklarla incelenmeye çalışılmış.

Çalışama, Tanzimat (1839-76) Dönemi olarak adlandırılan Batılı anlamda devletin yeniden yapı-landırılma sürecinde Osmanlı zanaatkar ve esnafların kendi iç yapıları ve bir bakıma pazarlık gücü olan ticari dinamiklerin nasıl şekillendiğini de vermekte. Başlıklardan hareketle bakıldığında ön-celikle bir yol haritası çizilir ve güzergah üzerindeki ele alınacak başlıca şehirler belirlenir. Zanaat-karların incelenmesini zaruri kılan başlıca ele alınan şehirler İstanbul, Kahire, Bursa, Kudüs, Halep, Şam, bazı Bulgar kentleri,ve Taselyadaki Ambelakia kentidir. Saymış olduğumuz bu şehirlerin ışı-ğında birincil kaynakların yetersizliği ve Osmanlı zanaatkarları üzerine geniş bir inceleme olma-yışı eserin de sentezin ne güçlükler içinde sağlandığınıda göstermekte. Bu nedenle yoğun olarak İstanbul, Edirne ve Bursa şehirleri üzerinde durulur. Var olan bu araştırma güçlüğü neticesinde alanımızın kılavuzu olabilecek çalışamanın kıymeti okuyucunun takdiridir. Ama bütün birincil kaynakların ulaşım zorluğuna rağmen, Rönesans coğrafyacılarının zanaatkar harita anlayışı olan haritayı rastgele doldurma anlayışından ve taklidinden mümkün mertebe uzak durulmuş, nite-likli bir zanaatkar haritası çizilmiş.

Çalışma, araştırma ve belgeleri ile okuyucuya göstermiştir ki Osmanlı zanaatkarlarının sadece iş mekanı içinde veya mahallesinde kapanıp kalmamıştır. Özellikle 17. yy sonları ve 18. yy başların-da kurdukları loncalarla ustaların çıkarlarını savunma, devlet birimleri ile ilişki kurup zanaatkarla-rın devlet kurumlarına arz olması gereken taleplerinin iletilmesi ve müşterilerin isteklerine göre mal üretme gibi hizmetlerin loncalar tarafından sağlandığı kitapta belgeleriyle verilmektedir.

Kitap, Osmanlı dönemine ait devlet kurumları tarafınca, loncaların ve zanaatkar haklarının nasıl tanımlandığı, ne şekil de kayıt tutula bildiği hakkında okuyucuyu aydınlatır. Ayrıca devlet ve lonca yapılanmasını tanımlamayı sade bilgi ile vermez, Avrupa ve Osmanlı devleti üzerinde kültürel et-kisinin yoğun yaşandığı komşu ülkelerden olan Safevi loncalarından kısa örneklerle incelemesini okuyucuya aktarır. Osmanlı devletinin 1600 yıllardan sonra artan adem-i merkeziyetçi yapısını düşünecek olursak 18. yüzyıla değin devletin siyasi olarak müdahale ve politikalarını tahayyül ettiğimizde eserde zanaatkar- devlet memuru arasındaki sosyopolitik etkileşimi de kitapta gör-mekteyiz.

Çoğunlukla kadı defterlerinden yararlanılan çalışmada, Osmanlı tarihçilerinin 1980’li dönemle-re kadar ilgi ve ehemmiyet göstermediği Osmanlı zanaatkarları hakkında, Avrupa tarihçilerinin kaynakalarından yararlanılmış 1670’lere gelindiğinde Evliya Çelebi’nin yazmış olduğu Seyahat-name adlı dönemin hafızası olan eser ile zanaatkarların değişimi incelenmektedir. Bu vesile ile Avrupa’nın Osmanlı zanaatkarları hakkkındaki bilgi ve belgelerini de okuyucunun dikkatine su-nar.

OSMANLI ZANAATKÂRLARISuraiya FAROQHI

Kitap Yayınevi

Tarih ve Coğrafya Dizisi

Çeviri: Zülal Kılıç

İstanbul Ekim, 2011

1. Basım

368 sayfa

Page 131: 1453 Dergisi 18. Sayı

131

İSTANBUL’UN 100 ESNAFI

Uğur AKTAŞ

İstanbul esnafı Bizans döneminden itibaren halkın ihtiyacı, yaşama koşulları ve teknolo-jik gelişmeye paralel olarak çeşitli değişikliklere uğradı. Örnek olarak mumculuk her iki imparatorlukta da en önemli mesleklerden biriydi. Ancak sonraları gazyağı ve elektriğin yaygınlaşmasıyla beraber önemini yitirdi. Vapur seferlerinin başlamasıyla kayıkçılık sekte-ye uğradı; sigara kâğıdının yaygınlaşmasıyla lülecilik gerileyip lüleciler Tophane işi olarak anılan fincan yapımına yöneldi; bir esnafın iş alanının daralmasına neden olan bu durum, diğer taraftan ağızlıkçılığın önem kazanmasına yol açtı.

Osmanlı döneminde, eğer ordu mensubu değilse aşağı yukarı herkes bir esnaf loncasına kaydolurdu. Esnaf loncalarının ticaret hayatında olduğu kadar sosyal hayatta da oldukça önemli bir yeri vardı. Bir esnaf bir loncaya çırak olarak kaydedildikten sonra belli bir gru-bun üyesi sayılır ve lonca tarafından her türlü ihtiyacı gözetilirdi. Her loncanın “taavun sandığı” denen bir fonu vardı. Burada biriken “üye aidatları” ihtiyacı olan lonca üyelerine dağıtılır, bu sandık genelde yardımlaşma için kullanılırdı. Bir üye işleri bozulup maddi sıkıntıya düştüğünde bu fondan yardım alır; yoksul bir üye öldüğünde cenaze masrafları, bekâr üyelerin düğün masrafları da bu fondan karşılanırdı.

İstanbul’un 100 Esnafı, bilinen ve bugün de varlığını sürdüren esnafların yanında, günü-müzde çok nadir olarak veya hiç rastlanmayan esnafları, seyyar satıcıları da içermekte, okurun gözünde genel bir İstanbul esnafı resmi çizmeyi amaçlamaktadır.

Kültür A.Ş. Yayınları

İstanbul’un Yüzleri Serisi

İstanbul, 2013

2. Basım

168 sayfa

Page 132: 1453 Dergisi 18. Sayı