yeniden dirilen ve meydan okuyan alevilik

247
YENĐDEN DĐRĐLEN VE MEYDAN OKUYAN ALEVĐLĐK Hüseyin DEMĐRTAŞ Butzbach/Almanya: 2009

Upload: oemer-tugrul-oezen

Post on 30-Dec-2015

208 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

YENĐDEN DĐRĐLEN

VE MEYDAN OKUYAN ALEVĐLĐK

Hüseyin DEMĐRTAŞ

Butzbach/Almanya: 2009

Page 2: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

2

Hüseyin DEM ĐRTAŞ Kimdir?

5 Mart 1970’de Kütahya’nın Emet Đlçesi’ne bağlı

Şeyhler köyünde doğdu. Đlkokulu doğduğu yerde, ortaokulu Simav Dağardı’nda, liseyi ise Simav Lisesi’nde yatılı olarak bitirdi. Daha sonra ilk olarak Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde bir yıl, yatay geçiş yaptığı Uludağ Üniversitesi Necatibey Eğitim Fakültesi Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü’nde ise üç yıl Tarih ve Coğrafya Öğretmenliği okudu. Mezuniyetinden sonra Simav’da özel bir dersanede okutmanlık, Emet’te ve Şırnak’ın Beytüşşebap Đlçesi’nde tarih ve ilkokul öğretmeni olarak görev yaptı. Üniversitede okurken Zaman Gazetesi’nin Balıkesir Bürosu’nun kuruluşuna aktif katkıda bulundu. Đki yıl bu gazetenin serbest muhabirliğini yaptı. Yine öğrenciliği esnasında sosyal demokrat eğilimli Balıkesir Yeni Haber’de bir yıldan fazla ve kısa ömürlü muhafazakâr Balıkesir Yenises’te altı ay eğitim, kültür, tarih konuları yanında kitap tanıtımlarını işleyen haftalık köşe yazıları yazdı.

1993 yılında aile birleşmesi nedeniyle Almanya’ya geldi. Almanca kurslarını tamamlayarak Giessen Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’ne kaydoldu. 1996-2000 yılları arasında serbest gazeteci olarak Avrupa Sabah ve Hürriyet gazeteleri için çalıştı. Son olarakta 1,5 yıl Star Gazetesi’nin Avrupa Haber Merkezi’nde redaktör olarak görev yapan Demirtaş, 1999 yılı sonunda IG Medien’in (Alman Medya Çalışanları Sendikası) düzenlediği Recherchepraxis im Internet für Journalisten adlı araştırmacı gazeteciliği öğreten seminere de katıldı. Daha çok gazetecilik ağırlıklı çalışmaları Alevilerin Sesi, Bilim ve Aydınlığın Işığında Eğitim, Gençliğin Sesi, Türk Yurdu, Express ve Yol gibi dergilerde yayınlanan Demirtaş eğitim, Alevilik-Bektaşilik, Anadolu’daki azınlıklar, Đslam ve Đslam dünyasının sorunları üzerinde çalışıyor. Evli ve Alican ve Zeliha adında iki çocuk babası olan Demirtaş, Alman basın kartı sahibi. Đyi derecede Almanca, Osmanlıca, orta derecede Đngilizce ve az Arapça biliyor.

Page 3: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

3

ÖNSÖZ Bilindiği gibi insanlar kimlikleriyle var olurlar. Bir insanın sadece bir değil pek çok kimliği vardır. Bu kimliklerin kimi doğuştan kimi de daha sonra sosyalleşme yoluyla toplum içinde, eğitimle vs. ile kazanılır. Alevilik ise genelde doğuştan kazanılan bir kimlikse de, son yüzyılda içimizden bazıları bu kimliğe gerektiği önemi vermiyor; sahip çıkmıyor, hatta sahip çıkanlara da burun kıvırıyor. Benim yazı serüvenim de işte bu Alevi kimliğine hor bakanlara, onu yetersiz bir kimlik, inanışmışçasına Sünni ibadet ve inançlarla takviye etmeye kalkanlara, Alevilerin asimile edilmesine bir tepki olarak başladı. Aslında yakın çevrem bilir; ben 10 yıl gibi uzun bir süre Süleymancılara ait yurt ve pansiyonlarda kaldım ve Sünniliğin gerektirdiği bütün ibadetleri yaptım ve bu inancın gerektirdiği itikatlara da sonuna kadar bağlı kaldım. Ayrıca Sünni Đslam’ı neredeyse bir ilahiyatçı kadar da bildiğimi iddia edebilirim.

Ancak benim bu yurtlara verilmiş olmam ayrı bir hikâye ama belli bir bilinçlenmeye eğitim yoluyla ulaştıktan sonra Sünni Müslüman kimliğinde kalmam da düşünülemezdi. Nitekim de öyle oldu. Genel olarak Sünnilikte özel olarak da Süleymancılık içinde zamanla birçok şeyler çelişkili gelmeye başladı bana ve çok uzun sürmeden Alevi kimliğimin de etkisi ile bu kesimle yollarımı ayırdım. Doğal olarak bu aşamaya gelmemde yıllarca bu kesimler arasında yaşarken, zaman zaman Alevi kökenli biri olduğumu söylediğimde veya birlikte kaldığım arkadaşlarım ve yurt görevlileri böyle bir kökenden geldiğimi kişisel yakınlıklar veya hemşehrilik bağları ile öğrendiklerinde çoğu zaman Alevilere yönelik çok da iyi şeyler söylemediler. Açıkça çoğu zaman dışlandım, horlandım ve kimliğim hakkında bilinen iftiralar her seferinde tekrarlandı. Đşte bunlar onlarla yollarımı ayırmamda etkili oldu.

Daha sonra Almanya’ya geldim. Ama öncesinde daha 1990 başlarında Alevilikle ilgilenmeye başladım ve o zamanlar yeni çıkmaya başlayan Cem Dergisi’ni satın almaya başladım. Fakat Alevilik üzerine okumalarım Almanya’ya gelince yoğunlaştı. Bu yoğunluktan bir eksilme yok, hatta her gün daha da artarak sürüyor. Benim Alevilik ve Aleviler üzerine okumadığım gün neredeyse hiç yok. Her gün konu üzerine düşünüyorum ve bu toplum ve kimliğin mevcut problemleri üzerine kafa yoruyorum. Bu çabadan da hiçbir güç beni vazgeçiremez. Çünkü bunu bir ibadet coşkusu içinde yapıyorum.

Tabii ki bu yoğunlaşma ve birikim zamanla bardak misali dolunca taşmaya başlıyor. Yani yazmaya başlıyorsunuz. Đşte ben de 1997’den bu yana Alevilik üzerine kendimce bir şeyler karalamaya çalışıyorum. Başlangıçta bunlar bir yerde yayınlanmadı ama son iki senedir gerek internet sayfalarında gerekse Alevi yayın organlarında yazılarım yayınlanmaya ve benden yazı talep edilmeye başlandı. Yayınlanan bu yazıları şimdilik böyle kendi imkânlarımla 20-30 kitap halinde de olsa çoğalttım. Ama ilk fırsatta bir yayıncı bulduğumda Alevilikle ilgili yazılarımdan oluşan bir kitap bastırmayı düşünüyorum. Bu bir başlangıç. Şu anda yine Alevilik üzerine yazılar yazmaya devam ediyorum. Bunlar son üç yıldır Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun (AABF) yayın organı Alevilerin Sesi Dergisi’nde düzenli olarak yayınlanıyor. Buradaki yazarlığım devam ediyorum. Yayınlanacak kitabıma yazmakta olduğum ve yazacağım diğer makaleler de girecek. Sizlerle basılacak kitabımla buluşmak üzere hoşça kalınız. Yazılarıma ilginizin çalışma ve yazma şevkimi kat kat artırdığını bilmenizi isterim.

Sevgiyle kalınız.

Hüseyin Demirta ş 20 Temmuz 2007 Bad Nauheim/Almanya

Page 4: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

4

BATI ANADOLU ALEV ĐLERĐ ASĐMĐLASYONUN EŞĐĞĐNDE MĐ?

Son on yılda Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik üzerine bir enformasyon patlaması yaşandı. Çok yazılır çizilir oldu. Deyim yerindeyse Türkiye ve dünyada bir „Alevi Rönesansı“ yaşanıyor. Ancak yazılıp söylenenler daha çok genellemeci yanıyla ve büyük ölçüde Alevi toplumunun gerçekliğini ve bugün yaşananları yansıtmaktan oldukça uzak olmalarıyla dikkat çekiyordu. Kitaplar, makaleler ve konuyla ilgili açık oturumlar, sanki Aleviler bu toplumda yaşamıyormuşçasına ütopik kaçıyordu. Aleviliğin yerel, farklı ve çeşitli renklerini ele almaktan uzak bir havada idiler. Bu yazıda işte bu değinilmeyen boyutlardan birini gündeme getirerek, Batı Anadolu Alevilerinde, özellikle Kütahya, Eskişehir ve kısmen Manisa ve Balıkesir yöresinde yaşanan kimlik krizi ve asimilasyon sürecine değinmek istiyorum.

Bence Türkiye ve Avrupa’daki Alevi kurum ve kuruluşlarının öncelikle örgütlenme, cemevi yapma ve devletten nasıl para koparabilirimden çok batı bölgelerinde yaşayan Aleviler arasındaki yozlaşma ve yer yer asimile olmaya karşı alınacak önlemler üzerinde yoğunlaşmaları gerekiyor.

Burada portresini çizmeye çalışacağım Alevi köyünün özelliklerini okudukça bazılarınızın içinden „Hiç böyle Alevilik ve Alevi köyü olur mu?“ dediğini duyar gibi oluyorum. Evet, sanıldığı gibi Türkiye’de Alevilik ve Alevi Toplumu tek boyutlu ve homojen değil. Burada kendi köyüm Kütahya’nın Hisarcık Đlçesine bağlı iki binin üzerinde nüfusu olan ve 1998’de belediye olan Şeyhler’i tanıtmaya çalışacağım. Burası çevresindeki Sünni köylerin arasında sıkışmış kalmış beş Alevi yerleşiminin en büyüğüdür. Bugüne kadar belde halkının çevredeki Sünni köylerle farklı inançtan kaynaklanan hiç bir ciddi problemi olmamıştır denilebilir. Tabii bu arada beldemizin yolu Dereköy adında oldukça katı Sünni bir başka beldenin içinden geçtiğinden, bura halkından bazılarının sebzeci vs. gibi gezici esnafı, „Orası kızılbaş köyüdür, gitmeyin“ diye geçirmedikleri gibi küçük olayları ve beldemize Alevi olmasından dolayı zaman zaman aşağılayıcı bir gözle bakıldığını saymazsak.

ALEV Đ KÖYÜNDE ĐKĐ CAMĐĐ

Beldemizde iki tane, ikişer şerefeli minaresi olan camii var. Belde iki ayrı yerde üç mahalleye bölünmesi nedeniyle bizim tekke dediğimiz iki tane de cemevi binamız mevcut. Seksenli yılların ortalarında yapılan camiler, bir tür aşağılık kompleksi ile „Çevredeki köylerde var da biz de neden olmasın. Siz müslümans anız biz sizden de müslümanız. Hem de Müslüman’ın hası!“ şeklinde özetlenebilecek bir duygu ile inşa edilmişlerdir.

Tunceli, Sivas ve Erzincan gibi doğu illerinde ancak 1980 Askeri Darbesi sonrası başlayan Alevi köylerine zorla camii yaptırma bizde ve benim bildiğim diğer çevre Alevi köyle-rinde, 1960’ların sonlarında başladı. Ancak bizdeki camileri halk devlet zoru ile değil gönüllü olarak yaptırdı. Köyde 1970 Gediz Depremi’ne kadar bir yatırın odası camii olarak kullanılırken ve eski mahallede bulunan bu camide Eyüp Hoca (Demirbağ) halkın arasında yıllık olarak topladığı buğday, arpa cinsinden zahire karşılığı köyün camii ve cenaze gibi dinsel ihtiyaçlarını yerine getiriyordu. Depremin ardından yapılan afet konutları mahallesi ile birlikte, devlet tarafından buraya yeni bir ahşap camii yaptırılmıştır. Ama bu deprem camisi 1982’de yıkılarak, bir kaç Almancının önayak olmasıyla Almanya’da çalışan 100 aile kadar olan Şeyhlerli haneden para toplanmış ve köylülerin de katkısıyla iki şerefeli minaresi olan iki büyük camii inşa edilmiştir. Belde halkı cuma, bayram ve vakit namazlarını camide kılarken aynı insanlar, her perşembe akşamı cemevinde toplanmaktadır. Şeyhler’de dede sülalesi olmadığından dede vekili denilebilecek bir rehber bulunmakta, büyük ayin-i cemler ve ikrar törenleri olduğunda 25 Km uzaklıktaki Şeyhçakır Köyü’nden dede davet edilmektedir.

Page 5: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

5

Çocukluğum hariç yetişkin olduğumda ilk defa 1990 yılında cemevimize gittim. Bir de 1999 Mayısında babaannemin vefatı dolayısıyla „dardan indirme“ törenine katıldım. 1990 yazında Eskişehir’den aslen Bilecik Bozüyüklü Abidin adında bir dede gelmişti. Yaşlılar şöyle bilgili, böyle âlim bir dede diye övünce merak edip gittim. Bizim orada „nasihat“ denilen ve iki saatten fazla süren bir vaaz verdi. Dedenin konuşmasına referans aldığı kaynaklar tamamıyla Sünniliğin temel kaynaklarıydı ve dede sürekli olarak Kuran’dan ayetler okuyor, bir yandan da bunların tefsirini (yorum) yapıyordu. Konuşmadan Yezit ’e ve Muaviye ’ye lanet okumaları ve 12 Đmam , Hz. Ali, Đmam Hasan ve Đmam Hüseyin gibi bazı cümleler çıkarılsa, kendinizi cemevinde olduğunuz halde camide vaaz dinliyor sanabilirdiniz. 1980 yılına kadar dedelerimiz Hacı Bektaş’tan geliyordu. Ancak bu dedeler teker teker öldü. Bu nedenle şimdi 3-5 yılda bir Hacıbektaşlı dedeleri beldemizde görebiliyoruz.

Benim de görme fırsatı bulduğum 1979 yılında ölen Hacıbektaşlı Lütfü Ulusoy adında bir dede vardı. Lütfü Dede bizde şimdi bile bir ermiş, evliya gibi sayılır ve hemen hemen her evde onun fotoğrafları duvarları süsler. Kimse kendisine kötü söz söyletmez ve buna kalkışanları da „Hâ şâ, çarpılırsın ha!“ diye uyarmaktan geri kalmazlar. Lütfü Dede’ nin Alevileri çok eskiden beri sünnileştirmek isteyen devlet içindeki bazı çevrelerin adamı olabileceğinden şüpheleniyordum. Ancak, hakkında son yaptığım araştırmalar, bu şüphelerimi bir ölçüde yalanlasa da, değişik kişilerden dede hakkında her iki iddiayı da destekleyici bilgiler edindim. Kimi, „Lütfü Dede, bizi bizzat camiye götürdü veya cemevinde birlikte vakit namazı kıldık“ derken, kimi de „Yok Lütfü Dede, öyle bir şey yapmadı. Köye geldi ğinde cemevinden hiç çıkmadı ve camiye gidilmesini, Ramazan Orucu tutulmasını ve hacca gidilmesi gerekti ğini ima eden hiçbir sözünü duymadık“ gibi birbirinin tamamen zıddı şeyler söyledi. Ortada Lütfü Dede ile ilgili çelişkili ve birbirini tutmayan ifadeler var. Yine Lütfü Dede ile aynı tarihlerde beldemize gelip giden yakın Alevi köyü Şeyhçakır’dan Ali Aydedeo ğlu adındaki dedenin de, camiye „Yıkılası Muaviye yuvası“ diyerek karşı tavır aldığı, öldüğü 1992 yılında cenazesinin camiden kaldırılmaması için oğullarına vasiyet ettiği söyleniyor. Anlatılanların da bir ölçüde doğruladığı gibi gerek Lütfü Dede gerekse Ali Dede mademki bu kadar camiye ve oraya gidilip ibadet edilmesine karşıydılar, öyleyse Şeyhçakır ve Şeyhler’de bu iki dede toplum üzerinde çok etkili oldukları halde sünnileşme neden çok yoğun olarak yaşanmış? Her iki yerleşimde de başta Süleymancılık olmak üzere Milli Görüş geleneğine yakın Nakşibendîlik gibi tarikatlara ve Fethullahçılık gibi Nurcu cemaatlere yoğun ilginin kaynağı ne? Dedelerin halk üzerindeki karizmatik etkileri ile var olan „sünnile şme eğilimi“ arasında bir bağlantı kurmak oldukça güç. Bu durum belki dönemin koşulları gereği dedelerin, camiye ve diğer Sünni içerikli ibadet ve geleneklere çok açık bir şekilde karşı çıkamamaları ile açıklanabilir. Bir de, bu yerleşimlerden başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine işçi göçüyle gidenlerin sünnileşerek, geride kalanlara parasal güçlerini de kullanarak etki etmiş olabileceklerini ve devletin tayin ettiği imamların çabalarını ekleyebiliriz.

Bu yazının yayınlanmadan önceki halini okumaları için gönderdiğim beldemizden bazı dostların Lütfü Dede ile ilgili çok ağır suçlamalarda bulunduğum gerekçesiyle yazıyı oku-madığını ve yarım bırakarak fırlatıp attığını duydum. Ancak Lütfü Dede hakkındaki kanılarımda son edindiğim bilgiler ışığında bir yumuşama yaşansa da, Lütfü Dede gibi hatırlı dedelerin şahsında sünnileştirme ve belli bir yerleşimi kimliğinden uzaklaştırma girişimleri olmuyor değil. Çünkü Alevi köylerinde dedeler aracılığıyla bilinçli sünnileştirme girişimleri ve pratikleri son elli yıldır hep yaşanıyor. O nedenle yazıyı, Lütfü Dede adının yerine bir başka dede adını koyarak okuyabilirsiniz. Lütfü Dede, büyük bir olasılıkla Alevileri sünnileştirmeyi amaçlayan bir ajan değildi ama Alevi köylerinde „i şbirlikçi ve kınalı keklik“ dede örneklerine çok sık rastlandığını da unutmamak gerekiyor. Zira halen iki cemevimize hizmet görmek için gelip giden Şeyhçakırlı Murat Dede ’nin bir imamdan pek farkı yok. Çünkü camide akşam namazını kıldıktan sonra cemevine gidiyor. Bence Alevi erkânını bilmesi, Şeyhçakır gibi bir ocaktan ve dede sülalesinden olması dışında bir özelliği olmaması yanında

Page 6: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

6

bir de camiye namaza giderek kötü örnek oluyor. Zira geçmişi bilmeyen genç kuşak dedeye bakarak Alevi olmanın camiye gitmeyi gerektirdiğini sanacaktır.

Konuya tekrar dönersem, aslında Hacıbektaşlı bazı dedelerle ilgili düşünce ve iddialarım öyle temelsiz değil. Çünkü Hacıbektaş’tan emekli vali Kadri Erogan gibi Alevi-Sünni aynıdır çarpık mantığına sığınarak sünnileştirme politikalarına çanak tutan birçok insan çıkmıştır. Ayrıca dede olmasa da devlet yanlısı ve sünnileşmeyi çok normal karşılayan bürokrat, öğretmen vs. gibi Hacıbektaşlı kişilerle çok karşılaştım. Öte yandan Lütfü Dede ’nin Đslam’ı hem Sünnilik hem Alevilik yönüyle öğrenmiş, dinler tarihine vakıf oldukça geniş bilgi sahibi; emsalleri olan dedeler arasında ender rastlanabilecek bir insan olarak öne çıktığını görüyoruz. Lütfü Dede bize 1950’li yıllardan 1979’a kadar genellikle kışları gelirmiş ve aylarca çevredeki diğer Alevi köylerini de dolaşarak hem ayin-i cemleri yönetir hem de köylüler arasındaki problemlerin devlet mahkemelerine intikaline gerek kalmadan çözülmesini sağlarmış. Hacıbektaş gibi Alevi-Bektaşilerin „Kâbe“ si denilebilecek bir yerden geldiğinden, doğal olarak çok saygı görür ve ne dedi ise ayet gibi doğru olarak kabul edilir ve uygulanırmış.

Oysa Lütfü Dede sanki bizim çevrede sünnileşmenin temellerini atan birisi gibi görünüyor. Bizde sözgelişi 50-60 yıl önce, bir tek kişi bile namaz kılmaz, camiye gitmezken, kadınlarımız geleneksel olarak başörtülü ama Sünni tarzda örtünmezken; onun telkiniyle daha kapalı giyinmeye başlanmış, erkekler de yine onun tavsiyesiyle namaz kılmayı bilmedikleri halde cemevinde veya camiye dede ile birlikte giderek cemaat halinde namaz kılmaya başlamışlardır. Lütfü Dede halk üzerindeki etkisini kullanarak kimlik kaymasını önleyebilirdi ama bugünkü durumu dikkate alınca ya gücünü kullanmadığını veya kullansa bile etkili olmadığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Ancak Şeyhlerli kadınların pek hakkını yememek gerekir. Çünkü kadınlarımızın halen yüzde 95’i namaz kılmayı bilmez. Sadece Kütahya gibi tutucu kentlerde yaşamaya başlayan kadınların bazıları kurallarına uygun bir şekilde namaz kılmayı bilir.

Yine Lütfü Dede ’nin gidip gelmeye başlamasıyla birlikte, ilk defa altmışlı yılların sonu ile yetmişli yılların başlarında hacca gidenlerde bir artış olmuş. Altmış yetmiş yıl öncesinde birkaç kişi de olsa hacca gidenler çıkmış. Şimdi ise hacca gitmiş olanların sayısı ellinin üzerindedir. Her yıl beldemizde ve Almanya’da yaşayan Şeyhlerli 3-4 kişi mutlaka hac ziyareti yapar. Lütfü Dede ’nin burada da herhangi bir müdahalede bulunmadığı açıkça ortada.

Diğer taraftan benim çocukluğumda bile -ki ben 1970 doğumluyum- Ramazan orucu tutanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezken şimdi neredeyse halkın yarısına yakınının oruç tuttuğunu duyuyorum. Çocukluğumda babamın bakkal dükkanı vardı. Ramazan ayı geldiğinde babam beni bağnaz bir şehir olan Emet’e götürmek istemezdi. Sen orada ekmek, su ister beni rezil edersin, derdi. Ama bu konuda Gediz ilçesi daha serbest olduğundan beni pazarına götürmeye çekinmezdi.

O zamanlar köy olan beldemize ilk resmi imam 1970’li yılların başlarında tayin edilmiş ve 5-6 senelik bir çalışmadan sonra bir kız meselesi yüzünden kovulmuş. Ondan sonra bir iki imam daha köye atanmış, ancak sadece Simavlı Ali Emer bir anlamda bize uymak suretiyle 1982’den 1997 yılına kadar köyde kalabilmiştir. Diğer mahalledeki camiye de 1988’de Emet’in Alevi köyü Bahatlarlı bir imam tayin edildi. O da suya sabuna dokunmadan 1997 yılına kadar köyde barınabilmiş ve kişisel bir nedenden dolayı tayinini istemiştir. Camiler, tüm bu „sünnile ştirme“ çabalarına rağmen yine de vakit namazlarında boştur. Đmam namazını çok kere yalnız kılar. Her iki cami de, bir iki bir ayağı çukurda ihtiyar ve elmayla armudu karıştıran üç beş kişi dışında, sadece cuma ve bayram namazlarında zar zor yarıya kadar dolmaktadır.

Page 7: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

7

Ancak beldemizde camiye bir defa bile adımını atmamış erkek 10 kişi ya var ya yoktur. Nitekim camiye gitmenin gerekliliği adeta içselleştirilmiştir. Gitmeyenler de kendini suçluluk ve günah psikolojisi içinde hisseder olmuştur. Tamamı Alevi olmasına karşın belde insanı za-manla, gerek içlerinden çıkan dedeler gerekse devlet tarafından yürütülen yoğun „sünnile ştirme“ çabalarının sonucunda, Sünni-Đslam’ın gereklilikleri olan namaz, hacca gitme ve Ramazan orucu gibi şekilsel ibadetleri Alevi olmanın da bir gereği olarak görmeye başlamış, hatta bu ibadetleri yapmayanlar ayıplanır hale gelmiştir. Öte yandan bu insanlar mümkün olduğunca cemevine de gitmekte, ikrar, yol gösterme, vefat edenleri dardan indirme ve ayin-i cem gibi Aleviliğin gereklilikleri olan ibadet ve seremonileri yerine getirmektedirler.

Şeyhler’de de her Alevi yerleşim biriminde olduğu gibi tavşan eti yenmez. Muharrem ayında 12 veya 17 gün geceleri de dâhil su içilmeden oruç tutulur. Ayrıca beldemizde her yıl hayır törenleri, kurbanlar kesilerek yapılan onun üzerinde yatır ve türbe vardır. Halk kadınlı erkekli, bahar ve güz mevsimlerinde yapılan bu hayır törenlerinde, bir bayram havası içinde semahlar dönerek, oyunlar oynayarak eğlenir. Türbelerin hayır törenleri çok coşkulu bir havada geçer. Ramazan ve Kurban bayramları da, Sünnilerin kutladığı gibi senelerdir aynı şekilde kutlanmaktadır. Aleviliğin en güzel geleneklerinden biri olan Musahiplik ise maalesef büyüklerimizin bile tam hatırlayamadığı bir tarihte Bayram adlı bir dede tarafından Şeyhçakır Ocağı’na bağlı tüm köylerde kaldırılmıştır.

BĐZĐM ALEV ĐLER TANIM DIŞI

Türkiye’deki genel geçer Alevi tanımlaması, „Aleviler demokrattır, ilericidir, yenilikten yanadır. Sol partilere oy verirler, ezil enin yanında sömürenin kar şısındadır ve Aleviler laik devletin bekçileri ve garantörüdür “ şeklindedir. Beldemiz ve Kütahya çevresinin 20’ye yakın Alevi köyü için bu tanımlamalar büyük ölçüde geçersizdir. Beldemizde hâlâ kızlar ilkokuldan sonra pek okutulmazlar. Bu konuda maalesef çevredeki Sünni köylerden bile çok geriyiz. Belde halkı arasında lise ve yüksek öğrenimi tamamlamış olanların oranı çok düşüktür. Düşünün bir kere, bendeniz elli yıl aradan sonra ikinci öğretmen çıkan bir kişiyim. Birinci öğretmen Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü mezunu rahmetli Rıza Aslan ’dı. Đkincisi 1991 yılında tarih öğretmeni olan ben oldum. Son zamanlarda bu sayı birazcık artış gösterse de, dışa göçenlerle birlikte nüfusu 2 bin 500 civarında olan belde halkı arasında toplam üniversite mezunu sayısı 10-15 kişiyi geçmez.

Yine bizde bilinen diğer Alevi köylerinin aksine, çok partili yaşama geçildiğinden beri sağ partilere yarı yarıya oy çıkmaktadır. Şimdi vefat etmiş olan Mustafa Demir 15 yıl aralıksız Demokrat Parti ve Adalet Partisi taraftarı biri olarak köyde muhtarlık yapmıştır. Tabii yine de CHP, genel olarak daha çok taraftara sahip olmuş ve oy almıştır. Bu durum 1995 ge-nel seçimlerine kadar sürmüştür. Bu seçimlerde daha önce SHP Kurultay delegesi de olan Muhtar Alaattin Ölmez seçim öncesi DYP’ye geçmiş ve „DYP’ye oy verirseniz daha çok hizmet gelecek“ gibi vaatlerle, bu partiyi seçimlerden birinci olarak çıkartmayı başarmıştır. 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde yeni kurulan belediye için ilk defa başkanlık seçimi yapıldı. Eski Muhtar Alaattin Ölmez ANAP’tan, Manisa’da müteahhitlik işleriyle uğraşan ve seksenli yılların ortalarına kadar babası Eyüp Hoca ile birlikte „hak“ karşılığı eski mahalledeki camide hocalık yapmış olan Medet Demirba ğ DSP’den aday oldular. Seçimlerde Fazilet Partisi ve BBP de dışardan formalite adaylar gösterdiler. DSP adayı Medet Demirba ğ seçimi oyların yarısından çoğunu alarak kazandı. Bu seçimlerde MHP ve Fazilet’e de hatırı sayılır oranlarda oy çıktığı gözlendi. Başkanın beldemizi Alevi kimliği ile tanıtmak için elinden gelen çabayı sarf ettiğini ve içinde kütüphane ve çok amaçlı salonların bulunduğu merkezi büyük bir cemevi yaptırmayı planladığını takdir ederek görüyorum. Bu bağlamda belde içindeki Haksız Hasan yatırının çevre düzenlemesinin yapıldığını ve Kültür Bakanlığı’nın da desteğiyle Ali Ekber Çiçek gibi Alevi sanatçıların türbe meydanında konser verdiğini ve bu tür etkinliklerin her yıl yapılacağını büyük bir mutlulukla öğrendim.

Page 8: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

8

DIŞARDA DA K ĐMLĐK KR ĐZĐ

Şeyhlerliler’in yaşadıkları beldede olduğu gibi yerleşmiş bulundukları Türkiye’nin diğer kentleri ve Almanya’da da Alevi kimliklerini gizlemekte olduğu, Sünni ritüelleri benimseyerek kimliklerini kaybetme eğilimi içine girdikleri görülmektedir. Örneğin Almanya’da tanıdığım Şeyhlerli bir kadın Recep, Şaban, Ramazan ve Muharrem aylarında hep oruç tutuyordu. Ben bir defasında kendisine, „Şu Hıristiyanların oruçlarını da tut ki, bari cennet e gitmeyi tam garantileyesin. Nasıl olsa her tarafı memnun etmeye çalışıyorsun“ yollu bir şaka yapmıştım.

Almanya’da yaşayan yaklaşık yüz kadar Şeyhlerli ailenin hemen hemen hepsini tanıyorum. Đzmir, Manisa, Kütahya ve Eskişehir’de yaşayan yüzün üzerinde hane var. Bu in-sanların hiç biri dışta yaşasalar da, beldemizle bağlarını kesmiş değil. Ben Almanya’da yaşıyorum. Türkiye’den dokuz yıldır hemen her yıl yaptığım izinler dışında uzağım. Ama uzaktan da olsa beldemizdeki gelişmeleri ve nerede olurlarsa olsunlar Şeyhlerliler’i çok yakından takip ediyorum. Bazılarıyla mektup, elektronik posta ve faksla sürekli yazışarak ve telefon aracılığıyla ilişkilerimi sıcak tutuyorum. Doğal olarak son yıllarda Almanya’dakileri çok yakından gözlemleme fırsatım oldu. Büyük çoğunluğu aynı veya birbirine yakın şehirlerde oturan Şeyhlerliler, her biri birer camii derneğine üye ve buralara 25-50 Euro arasında değişen miktarlarda üyelik aidatı ödüyorlar. Çocuklarını hafta sonları camilerde verilen Kuran kurslarına gönderiyorlar. Bildiğim kadarıyla içlerinden bir tek kişi bile bir Alevi derneğine üye olmadığı gibi sanki derneklerin varlığından rahatsız bir havada görünüyorlar. Hele birinci kuşağa mensup olanlar, Alevi derneklerinin önünden bile geçmekten korkar ve Türkiye’nin başka kentlerinden olan diğer Alevilerle konuşmaktan çekinir durumdadırlar. 1990’larda başlayan „Alevi Rönesansı“ nın getirdiği görece rahatlığa karşın, hâlâ kimliklerini gizli tutma savaşımı verdiklerine tanık oluyorum. Hatta zaman zaman Alevi olmaktan dolayı bir tür eziklik duydukları da oluyor. Çevrelerindeki tanıdıklardan birisi bizim oralı bir ailenin herhangi bir yoldan Alevi olduğunu öğrendiğinde, bu kişi tanıdığının tüm Sünni ibadetleri yerine getirdiğini görünce şaşırıp kalıyor. „Bunlar acaba nasıl Alevi?“ diye kendi kendine sormadan edemiyor. Şeyhlerli’nin Alevi olduğunu öğrenen bu kişilere, senin tanıdığın bizim hemşehri veya aile gerçekten Alevidir denildiğinde, „Sen yanlı ş biliyorsun. Onlar Alevi de ğil. Öyle olsalar camiye gelmezler“ diyerek inanmakta güçlük çektiklerine defalarca tanık oldum.

Şeyhlerliler’in kız çocuklarını Almanya’da da bir sürü imkânın içinde ihmal etmekte olduklarını ve yüksek okullarda okumalarına engel çıkardıklarını büyük bir üzüntüyle izlemekteyim. Kızlar zorunlu olan eğitimlerini (9 veya 10. sınıf) tamamladıktan sonra beldemizden bir kişi ile evlendirilerek, damat Almanya’ya getirilmektedir. Zira Sünni birine kız vermeme geleneği korunmaktadır. Ancak Sünnilerden kız alınmaktadır. Doğal olarak Sünni birine kızını gönüllü olarak vermenin yaptırımları da vardır. Kütahya’da oturan büyük dayım, kızını bir Sünni ile evlendirdiğinden dolayı bir süre „dü şkün“ ilan edilerek cemevine kabul edilmemiştir.

NURCU, SÜLEYMANCI ALEV ĐLER

Almanya’da Alevi derneklerinin önünden geçmeye bile cesaret edemeyen korkak ve sinik karakterli çoğu Şeyhlerli, yaz tatillerinde izinlerini geçirdikleri sırada mutlaka „ikrar“ denilen ve ben Aleviyim diyen bir kişinin yaşamında kesinlikle yerine getirmesi önerilen bu ibadeti, beldemizin iki cemevinden birinde eşleri ile birlikte toplanan cemaat önünde yerine getirirler. Bu bir çeşit tarikata giriş töreni niteliğindedir. Ama Almanya’ya dönen aynı kişiler sanki Alevi değilmiş ve o görevi başkası yerine getirmiş gibi hemen sıradan bir Sünni Müslüman’a dönüşürler.

Page 9: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

9

Ne gariptir ki, son yıllarda Almanya’daki Şeyhlerliler arasında yukarda da belirttiğim gibi eşleri ile birlikte hac ziyareti modası baş gösterdi. Bu moda sonucu birinci kuşaktan Mekke’ye gitmeyen kişi neredeyse kalmamış, kalanlar da ilk fırsatta Hacıbektaş’tan önce hacca gitmeyi düşlemektedirler. Moda deyiminden kastım, hacca gitme furyası dinsel bir görevi yerine getirme duygusundan çok, diğeri gider de ben niye gidemem kıskançlığının ve adına hacı dedirterek toplumda saygınlık kazanma psikolojisinin bir ürünü olmasıdır. Eskiden hacca giden Şeyhlerliler önce Hacıbektaş’ı ziyaret eder ve daha sonra hacca giderdi. Şimdi bu gelenek kalktı ama yine de hacca gitmediği halde tek tük Hacıbektaş’ı ziyaret eden çıkıyor.

Almanya’daki birinci kuşak Alevi hacılarımız aşırı hoşgörüsüz bir tutum sergiliyorlar. Artık çoğu emekli de olduğundan ev ile üye oldukları camii derneği arasında mekik dokumakta ve bizim gibi gençleri kendileri gibi olmadığımız için suçlamaktadırlar. Kraldan daha kralcı bir tutumla, evlerine misafirliğe gidildiğinde veya başka ortamlarda karşıla-şıldığında bizleri, niye namaz kılmadığımız, eşlerimizin başının neden açık olduğu gibi ko-nularda sorgulamaya kalkmaktadırlar.

Görüldüğü gibi Şeyhlerliler’in genelinde biri gizli diğeri açık olmak üzere dual (çift) bir kimlik karşımıza çıkıyor. Ayrıca Türkiye ve Almanya’daki Şeyhlerliler’den bazılarının Süleymancılık, Fethullahçılık ve Milli Görüşçülük gibi Đslamcı-tarikatçı gruplara katıldıklarını görüyoruz. Bu kişilerin eşleri ve kızları kara çarşaflara girmişler, özellikle Avrupa Đslam Toplumu Milli Görüş’ün (ĐGMG) aktif elemanları haline geldiklerine tanık oluyorum. Hatta Milli Görüşçü olan iki kişi de 30’lu yaşlarında Sünnilerde bile çok yaygın olmamasına rağmen genç yaşta hacca gitmiştir. Sadece bir tarikata ve cemaate üye olan bu kişiler Alevi olmalarını utangaç şekilde de olsa inkâr etmekte, Alevi olmayı ve bu kimliği sürdürmeyi „sapıklık“ olarak nitelendirmekte bir sakınca görmemektedirler. Diğerleri de örneğin bir tartışma yapıl-dığında, Sünni ritüelleri tamamen benimsemiş oldukları halde Aleviliği sana bana bırakmamakta, kendileri gibi olmayan Alevileri dinsizlik, bölücülük ve Alevi olmamakla suçlamaktadırlar. Bu kişiler, çevrelerindeki Tuncelili, Erzincanlı, Sivaslı, Çorumlu ve kendileri gibi olmayan diğer Alevileri, gerçek Alevi saymamakta; bunlar bizimkiler gibi namaz kılmadıkları, oruç tutmadıkları, cami ile uzaktan yakından ilgileri bulunmadığı ve çocukları daha serbest yaşadıkları için küçümsenmektedirler. Aslında Alevi kimliğini kökenlerine uygun olarak sürdüren bu Aleviler hakkında „Onlar gerçek Alevi olamaz. Onların yüzünden bizim gibi dininde diyanetinde Aleviler karalanıyor. E ğer bir ki şi Alevi oldu ğunu söylüyorsa, namaz kılmalı ve Ramazan orucunu tutmalıdır. Çünkü Hz. Ali efendimiz bu ibadetleri yapmı ştır. Biz de Alevi olarak onun yolunu takip etti ğimize göre, ona uymalıyız“ şeklinde yanlış bir mantıkla düşünülmektedir.

Aslında beldemizdeki camiler de yaşanan süreci ve gerçekliği tüm çıplaklığı ile ele vermektedir. Camiler pırıl pırıl ve yepyeni malzemelerle döşenmişken, iki cemevi de perişan ve bakımsız bir durumdadır. Bazı haftalar iki defa toplanıldığı halde, cemevlerinde kullanılan eşyalar çok eskidir. Zira zaten halk cemevine evlerinde artık kullanmadıkları şeyleri hayır olarak vermektedir. Camilere gösterilen aşırı özen bile tek başına Şeyhler’de terazinin ne tarafa doğru sarktığını göstermesi bakımından kayda değerdir.

Almanya’da olduğu gibi Türkiye’nin başka kentlerinde yaşayan Şeyhlerliler’in de hızla asimile oldukları net bir şekilde görülüyor. Çizdiğim Alevi yerleşimi portresi biraz iç bunaltıcı ama Şeyhler bir istisna değil. Çünkü Kütahya çevresinde ve Batı Anadolu’nun diğer Alevi yerleşim birimlerinde bolca örnek bulmak çok güç değil. Post kavgası yapanların dikkatine!

Örneğin Ankara’da „Genç Erenler“ adında Alevileri sünnileştirmeyi hedefleyen ve Alevi'den çok Sünni okuyucusu olmakla övünen derginin sahibi Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu’ nun köyü Emet’e bağlı Bahatlar’ı ele alalım. Bahatlar, Hüseyin Tuğcu ve kardeşi

Page 10: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

10

Cemal Tuğcu bu uğurda çok çalışmış olmalı ki, Şeyhler’den daha fazla asimile olmuş bir manzara sergiliyor. Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tu ğcu ’yu ben çıkardığı dergi vesilesi ile gıyaben tanıdım ve mektuplaşmalarımız oldu. Dergiyi bir yıl kadar da bana gönderdi. Yrd. Doç. Dr. Tuğcu , Konya Selçuk Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi mezunudur. Ayrıca eğitim bilimleri ve sosyoloji dallarında mastır ve doktora sahibi bir kişi. „Türk Aile Yapısında Bekta şi Geleneklerinin Yeri ve Bir Bekta şi Köyü“ başlıklı yüksek lisans tezi kendi köyü ile ilgili. Ankara Mamak Đmam-Hatip Lisesi’nde bir süre meslek dersleri öğretmenliği yapan Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tu ğcu , eğitim müfettişliğine yükselmiş ve bu görevin ardından Kırıkkale Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamıştır. Daha önce Aykut Edibali ’nin Millet Partisi yanlısı olan ve partinin yayın organı Bayrak Gazetesi’nde zaman zaman yazıları çıkan Yrd. Doç. Dr. Tuğcu, Tayyip Erdo ğan’ ın Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP ) katılmış ve partinin Kurucular Kurulu’na seçilmiştir. Bahatlar’dan Yrd. Doç. Dr. Tuğcu’ nun dışında benim tanıdığım iki ilahiyat mezunu daha var. Bu köyden imam-hatip mezunlarının sayısı da herhalde 20’nin üzerindedir. Birçok kişinin de Kuran kurslarına devam ettiğini biliyorum. Şeyhler’den ise halen benim yaşıtım iki kişi imam-hatip olarak Simav ve Gediz’e bağlı iki köyde görev yapmakta, birkaç lise ve üniversite öğrencisi de Süleymancı, Fethullahçı ve diğer Nurcu cemaatlerin yurtlarında veya evlerinde kalmaktadır. Bunların çoğu şimdi okullarından mezun oldular ve yedikleri ekmekleri inkâr etmeyerek öğretmen ve çeşitli kademede memur olarak öğrencilik zamanındaki tarikat ve cemaatlerine bağlılıklarını halen sürdürmektedirler.

Bu veriler hesaba katıldığında, Şeyhler’deki gidişatın son durağının tamamen sünnişme olacağı açıkça görülüyor. Bizdeki asimilasyon sürecinin benzeri, Emet ve Hisarcık ilçelerine bağlı Bahatlar, Kızık, Samrık, Alpınız (Uzunçam) ve Gediz’e bağlı Akçaalan Beldesi’nde de yaşanıyor. Hatta sünnileştirme çabalarının kesin sonucu bazı yerlerde çoktan alınmış durumda. Nitekim çevredeki diğer köylerden Karbasan, Simav’a bağlı Beyce, Çitgöl kasabaları ve Samat Köyü halkı zaman içinde tamamen sünnileşmiş ve Alevi olduklarını çoktan unutmuş bulumaktadır.

ĐŞBĐRLĐKÇĐ ALEV ĐLER Batı Anadolu’daki bu süreç hafife alınamaz. Çünkü bu yörenin Alevileri giderek bir zamanlar „Yezid“ diye küçümsedikleri insanların inançlarını benimsiyorlar. Bu konudaki diğer aktüel bir örnek ise asimilasyon sürecinin son durağına gelmiş bulunan Manisa’nın Akhisar ilçesine bağlı Sünnetçiler Köyü. Bu köyde Alevileri „sünnileştirme operasyonu“nun öncülüğünü 1960 Đhtilali sonrası Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeliği yapan ve Türkeş’le birlikte MBK’ dan uzaklaştırılan Emekli Albay Ahmet Er yapıyor. Buralı olan Ahmet Er, şu sıralar BBP’nin aktif elemanlarından biri. Daha önce MHP’liydi. Ben Ahmet Er’in 1991 yılında verdiği bir konferansa katılma fırsatı buldum. Alevilik konusundaki konferansta Diyanet Đşleri Başkanlığı Başmüfettişi Dr. Abdulkadir Sezgin’le Balıkesir’de konuşmuşlar, yanlarında getirdikleri iki dedeye yaptırdıkları dua ve söylettirdikleri nefeslerle Alevi ile Sünni arasında hiç bir farkın olmadığını güya kanıtlamaya çalışmışlardı. Şimdi kendi köşesine çekilmiş gibi yapan ve en son Alevileri‚ „Alevistan“ kurmak istemekle suçlayıp büyük tepki çeken Dr. Sezgin için, Alevilerdi sünnileştirme işinin yarı gönüllü misyoneri ve Diyanet’in bu işle görevlendirmiş olabileceği uzman kişi denilebilir. Dr. Sezgin, Türkiye çapında verdiği sayısız konferansta ve yazdığı kitaplarda Alevi ile Sünni arasında temelde hiçbir fark olmadığını yıllardır kanıtlamaya çalışır ve Aleviliği, sırf Türklere has bir inanç biçimi olarak görür. Türk-Đslam sentezcisi Dr. Sezgin ve Er, son yıllardaki Alevi kimliğinin dirilişini komplo teorisyeni bir zihniyetle değerlendirir ve bu dirilişi dış mihrakların işi ve bölücülük diye açıklarlar. Nedense Dr. Abdul-kadir Sezgin gibi insanlara, bozacının şahidi şıracı örneği içimizden Ahmet Er, Amasyalı Doç. Dr. Süleyman Sarıtaş ve Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu gibi destekçiler hep çıkar.

Kentli Alevi'yi bu saatten sonra artık kimse asimile edemez. Ama ben köylü Aleviler adına endişeliyim. Bugüne kadar Türkiye’deki Alevilik ve Bektaşilik genelleştirme yöntemiyle, klişeci bir anlayış ve yuvarlak laflarla tartışılıyordu. Umarım bu yazıdan sonra Alevilik

Page 11: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

11

tartışmalarına yerel, farklı ve ete kemiğe bürünmüş bir boyut gelir. Yazımın Alevilik ve Türkiye’deki Alevi toplumunun analizinde ayağı yere basan sosyolojik ve bilimsel boyutta tartışmaların yapılmasına hizmet etmesini dilerim. Bu da sanırım bir Alevi Enstitüsü ile olanaklı. Almanya’da Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) çatısı altında böyle bir enstitü kuruldu. Ama kendini güçlü bir şekilde henüz hissettiremedi. Hangi periyotta çıktığı bilinmeyen bir dergi yayınlıyor. Türkiye’de ise Ankara Gazi Üniversitesi’ne bağlı Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Merkezi beş yıl önce faaliyete geçti. Ancak bu merkezin, Türk-Đslam sentezci Prof. Dr. Alemdar Yalçın tarafından yönetildiğinden dolayı, Alevilik-Bektaşilik konusunu aydınlatmaktan çok kafaların daha da karışmasına hizmet edeceğinden endişe duyuyorum. Bir dergi yayınladığını da öğrendiğim merkezin çalışmalarının sönük geçtiğini ve etkisinin daha çok akademik çevrelerle sınırlı olduğunu araştırmalarım ışığında söyleyebilirim.

Sonuç olarak, Alevi önderliğine soyunanların ve Aleviliği ciddi olarak bir kimlik ve varoluş sorunu olarak görenlerin dikkatini, Batı Anadolu’da „Sünni-Hanefi sacaya ğı“ arasında sıkışmış Alevi köylerine çekmek istiyorum. Bu bölgede kanayan bir yara var ve duyarlı Alevi çevrelerinin objektiflerini bir an önce buraya çevirmeleri gerekiyor. Çünkü durum bu şekilde devam ederse, 20-30 yıl sonra bu insanların çocuklarına atalarının bir zamanlar Alevi olduklarını anlatmakta zorluk çekilebilir. Aleviler ve Alevi örgütlenmelerinin asimilasyona dur deme zamanı geldi de geçiyor. Çoğumuz, Alevi Toplumu’nun tabanının gün geçtikçe oyulduğunun farkında değiliz. Dünyanın neresinde olursak olalım Aleviler olarak ortak bir cephe oluşturmalı ve yanımıza demokratik yapıdaki kişi ve kuruluşları da çekerek yaşanan sünnileştirme sürecinin önüne büyük bir set çekmeliyiz. Sünni devlet kurumları aracılığıyla oluşturulan psikolojik baskı mekanizmalarına karşı acilen harekete geçilmelidir. Nitekim Alevilerin, Hz. Ali’ye olan zaafı kullanılarak ağır ağır „Sizin pe şinden gitti ğiniz Hz. Ali namaz da kıldı, oruçta tuttu vs.“ denilerek Aleviler Sünnilik hizasına çekilmek isteniyor. Bilelim ki, sünnileşme bir anlamda Aleviler için „yezitle şme“ dir! Bazı Aleviler o hale gelmiş ki, artık Alevilikle uzaktan yakından ilgileri kalmadığı ve büyük ölçüde sünnileştikleri halde, hâlâ kendilerini Alevi sanıyorlar... Ne garabet! Erime, asimilasyon ve kimlik kayması sürecini içselleştirerek, gerçekte yaşadıklarının apaçık „sünnile şme“ olduğunun farkına varmadan, bu durumu zamanla gerçek Alevi olma hali olarak duyumsamaya, kanıksamaya başlıyorlar. Dananın kuyruğu da burada kopuyor zaten. Meselenin can alıcı noktası ve asıl işaret etmek istediğim tehlike burada başlıyor! Anlayana..!

Bad Nauheim, 5 Mayıs 2002

Page 12: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

12

ALEV Đ KĐMLĐĞĐNĐN TANIMINDA KAFALAR KARI ŞIK Son yıllarda Alevi Toplumu büyük bir uyanış içine girmiş bulunuyor. Ancak gerek Aleviler gerekse Alevi olmayanlar arasında kafa karışıklığı ve kavram kargaşası giderek artıyor. Aleviliğin inanç ve felsefesine tam olarak vakıf olmayanlar zaman zaman ortaya çıkıp, “Türkiye'de ya şayan 20 milyona yakın Alevi okullarda Đslam dini ö ğretilerek, müslümanla ştırıldıklarını iddia ediliyor. Aleviler acaba zaten Müslüman de ğiller mi de müslümanla ştırılıyorlar?" diye soruyor.

Bu tür görüş sahiplerine şu söylenebilir: Evet, Aleviler Müslümandırlar. Ancak bunun bir “ama” sı vardır. Aleviler okulda, camide, radyoda, televizyonda öğretildiği biçimde ve Sünni-Hanefi bir devlet kurumu olan Diyanet Đşleri Başkanlığı’nın (DĐB) anladığı, anlattığı Müslüman değildirler. Herkesin bildiği gibi Đslam’ın şartı beştir. Bunları inceleyerek bir karar verelim: 1. Şahadet Kelimesi Getirmek: Aleviler Şahadet Kelimesi getirirler. Ama bunun sonuna “Aliyyül veliyullah” yani Hz. Ali Allah’ın velisidir, şeklinde bir eklemede bulunurlar. 2. Namaz Kılmak: Alevilerin büyük çoğunluğu namaz kılmaz ve yerleşim yerlerinde camii yoktur. Olanlar da ya sonradan yapılmış veya zorla yaptırılmıştır. Alevilikte Sünnilikteki anlamıyla namaz yoktur. Cemler, niyaz ve yüz yüze kılınan halka namazı vardır. Sünnilikteki gibi namaz kılan ve camiye giden bazı Aleviler varsa da, bunlar ya sünnileşmiş veya elma ile armudu karıştıran kişilerdir. 3. Oruç Tutmak: Burada oruçtan kasıt Ramazan orucudur ve farzdır. Hâlbuki Alevilerde bu oruç yoktur ve tutulmaz. Biçim ve içerik olarak farklı olan Muharrem ve Hızır oruçları tutulur. Hz. Hüseyin’in şehit edilmesini anmak ve matem amacıyla tutulan Muharrem Orucu boyunca kesinlikle gece ve gündüz su içilmez. 4. Zekât Vermek: Aleviler bir çeşit dinsel vergi olarak tanımlanabilecek zekâtı vermezler. Kendi fakirlerini koruyup kollasalar da, bunu zekât veriyorum ve Đslam’ın bir şartını yerine getiriyorum saikıyla değil; bir yardımlaşma anlayışı çerçevesinde, kendilerinin belirlediği zaman ve ölçütlere göre yaparlar. 5. Hacca Gitmek: Aleviler , hali vakti yerinde olan her Müslüman'ın ömründe bir kez de olsa yapması farz kılınan hac ödevini de yerine getirmezler. Ancak bazıları Mekke ve Medine yerine ya Hacıbektaş’taki Hacı Bekta ş Veli türbesini veya Kerbelâ’da Hz. Hüseyin , Necef’te ise Hz. Ali’ nin mezarlarını ziyaret etmekte ise de, Aleviler arasında bu bile pek yaygın değildir. Alevilerin Đslam’ın şartlarına ilişkin tutumları bu şekildedir. Yaygın olan bir diğer yanlış iddia ve önyargı da: “Aleviler Hz. Ali yolunda yürümektedir. O ise bizim peygamberimiz olan Hz. Muhammed’in damadıdır ve ikisi de tabii ki müslümandır. Hz. Ali namaz kıldı, oruç tuttu ise, Aleviler de onun yolundan gittikler ini iddia ettiklerine göre bu ibadetleri yapmalıdırlar." Bu teze ben kendisi de bir Sünni olan, ancak Türkiye’de Alevi gerçeğini en iyi anlayan ve yorumlayan ender insanlardan biri olan; geçen yıllarda Đletişim Yayınları arasında “Türk Sûfili ğine Bakı şlar” adlı bu konu ile ilgili çok faydalı bir kitabı yayımlanan değerli tarihçi Prof. Dr. Ahmet Ya şar Ocak’ ın cümleleri ile karşılık vermek istiyorum: ,,Alevilik yalnız ve basit olarak Hz. Ali’yi sevmek ve onun gibi ya şamaktır, spekülasyonundan çok farklı bir şeydir. Alevilerin Hz. Ali’yi Sünniler gibi anlamadıkları ve de ğerlendirmedikleri gerçeğini görmezlikten gelen bir ifadedir. Alevilikte Hz. Ali, Sünnilikteki Hz. Ali’den çok daha ba şka bir anlam ifade eder. 0 bir ‚kült’ konusudur. Đlk bakı şta Sünnilik açısından doğru olan bu tezin, Aleviler için hiç bir anlamı yokt ur. Ayrıca Alevili ği basit bir şekilde halifelik sorununda , ‚Hz. Ali taraftarlığı’ şeklinde anlamak, bununla ba ğlantılı olarak da Alevili ğin ba şlangıcını o döneme götürmek; e ğer belli bir amaca yönelik spekülatif bir gaye ta şımıyorsa, tamamen tarih dı şı (ahistorik) ve zaman dı şı (anakronik), dolayısıyla gerçek dı şı bir anlayı ştır ve yanlı ştır. Sünni kesimin Alevili ği bir türlü anlayamamasının altında bu yanlı ş tezler yatıyor."

Page 13: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

13

Hocam Prof. Dr. Ahmet Ya şar Ocak ’ın da belirttiği gibi sorun sırf, Hz. Ali taraftarlığı yahut da Hz. Ali ’yi sevmek ve onun gibi yaşayıp yaşamamak değildir. Nitekim Aleviler bu isim ve kavramları çok farklı anlar ve yorumlarlar. Tıpkı Alevilerin Kuran-ı Kerim’i de Sünniler gibi anlamadıkları gibi. Hatta Aleviler Kuran’ı Sünniler gibi Kuran-ı Kerim değil de Kuran-ı Hâkim diye adlandırırlar. Kuran’a bakış da Sünnilerden çok farklıdır. Aleviler şu anda elimizde bulunan Kuran metninin gerçek metin olduğuna pek dillendirmeseler de inanmazlar. Kuran’dan üçüncü Halife Osman’ın eklemeler ve çıkarmalar yaptığını savunurlar. Sünnilikte ise tam aksine Kuran metninin bir tek harfinin bile değiştirilmediğine ve eksiksizliğinin bir Hadis-i Kutsi ile bizzat Tanrı tarafından garanti edildiğine inanç tamdır.

Aleviler Müslüman mıdır? sorusuna bu açıklamalardan sonra; evet müslümandırlar. Ama heteredoks (Ehl-i Sünnet dı şı) müslümandırlar. Sünni-Müslüman (Ortodoks ) değildirler. Alevilik, eski Türk ve Kürt dinleri (Şamanizm ve Zerdüştlük ), Müslümanlık, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Manicilik ve Anadolu'nun antik çağdaki pagan geleneklerinin hepsinden etkilenmiş; bunları harmanlayarak bir sentez oluşturmuş, kendine özgü ve özgün bir yapıdır. Nasıl ki su, hidrojen ve oksijen atomlarının bileşiminden oluşmuş; orijinal bir yapı sergileyen oksijen ve hidrojeni artık göremediğimiz bir madde ise, Alevilik de tıpkı böyledir. Onda yukarıda saydığımız etki kaynaklarının her birini tek tek görmemiz mümkün değildir. Olsa olsa su gibi kendini oluşturan elementlerin artık seçilemediği, ayrıştırılamadığı özgün bir yapı çıkar karşımıza. Bu nedenle Aleviliği tanımlamak için tek başına Müslüman sözcüğü yetersiz kalır. Alevilik tek başına Đslam içine hapsedilemeyeceği gibi sadece Đslam elbisesi Aleviliğe çok dar gelir. Alevilik eşittir Đslam dersek, Aleviliği kısırlaştırmış ve dar bir çerçeveye hapsetmiş oluruz. Müslüman diyelim ama yukarıdaki türden açılımları da yapalım. Yoksa bugün yaşanan sorunları ve kafa karışıklığını aşamayız. Kısaca Alevilere, kavramlandırmanın yetersizliğinin farkında olarak, Alevi-Müslüman denilebilir. Bazıları da kavram kargaşasını o kadar ileri götürüyor ki, ,,Türkiye'de ya şayan Alevilerin Đslam dinini okullarda zorla din dersi olarak okuduk larına inanmıyorum. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Din ve mezh ep özgürlü ğü vardır” gibi kendi içinde çelişkili görüşler öne sürebiliyor. Doğal olarak bu tür çelişkili görüşlerin ele alınır bir yanı yok. Hâlbuki böyle düşünenler, Alevi çocuklarına Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi kapsamında tamamen Sünni içerikli zorunlu din dersi okutulduğunu unutuyor. Çünkü bu ders seçmeli değil zorunlu. Derslerde ve ders kitaplarında tek kelime ile Alevilikten söz edilmiyor. Ben kendim bir Alevi çocuğu olarak, ilkokuldan üniversiteye kadar din dersini zorunlu olarak okudum. Bunun adına islamlaştırma değil, sünnileştirme denir. Çünkü zorunlu din dersleri Alevi köylerinin zaman içinde sünnileşmesine katkıda bulunuyor. Örneğin Kütahya ve çevresinde öyle Alevi köy ve kasabaları var ki, Alevi kimliğinden her geçen gün uzaklaşıyorlar. Yüzde yüz Alevi olan bu yerleşimlerin birinde çevresindeki Sünni köylerde bile olmayan, iki şerefeli minaresi bulunan, kubbeli iki camii ve bakımsızlıktan harap olmaya başlayan iki tane de cemevi binası var. Türkiye’deki okullardaki zorunlu din dersleri, imam-hatip okulları ve Diyanet Đşleri kanalıyla yapılan Sünni-Đslam propagandasının etkisiyle, burası ve çevresindeki Alevi köyleri artık asimile olmaya yüz tutmuş durumda. Söz konusu Alevi yerleşiminde namaz, oruç ve hac gibi bundan 50 sene önce pek yapılmayan ibadetler yapılır olmuş; bunlar zamanla bir Alevi’nin de yerine getirmesi icap eden dini görevler olarak algılanmaya başlanmıştır. Hatta bu ibadetleri yapmayan Alevilere kötü gözle bakılır olmuştur. Bu çevrenin Alevileri son 50 yıl içinde Alevi kimliğinden fersah fersah uzaklaştıkları halde zavallı bir şekilde hala kendilerini çok iyi Alevi sanmaktadırlar. Otantik Alevi kimliğini sürdüren Orta ve Doğu Anadolu Alevilerini de kendilerinden saymama cüretini göstermekte; onları namaz kılmadıkları ve köylerinde cami olmadığı için ayıplamaktadırlar. Bunlar da gösteriyor ki, sünnileştirme çalışmaları batı bölgelerinde oldukça başarılı olmuşa benziyor. Aslında öyle sanıldığı gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti laik değildir. Laiklik cilası altında yapılan, ülkeyi tamamen sünnileştirme operasyonudur. Nitekim Şeyhülislamlık gitmiş, yerine Diyanet Đşleri Başkanlığı (DĐB) gelmiş; medreselerin yerini de sayıları 20 civarında olan ilahiyat fakülteleri, binlerle ifade edilebilecek imam-hatip okulları, Kuran kursları ve

Page 14: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

14

zorunlu din dersleri gibi Osmanlı’dakinden daha katmerlileri almıştır. Alevilerin vergileriyle bu devlet, hem kendi temellerinin hem de Aleviler dâhil Türkiye’de yaşayan farklı inançtan olan her insan ve topluluğunun inancını yaşama garantisinin altını oyacak, bu hakkı dinamitleyecek oluşumlara çanak tutmuştur. Kendini paramparça edecek bombayı bizzat kendisi hazırlamıştır. Devletimiz bu haliyle kendi kendini yiyen dev örneği bir konumdadır. Laiklik karşıtı ve radikal Đslamcı akımlar bizzat devlet desteği ile zamanla o kadar gelişmiş ve büyümüştür ki, iktidara bile gelmeyi başarmışlardır. Türkiye’nin kuruluş felsefesine aykırı akımların bizzat devlet eliyle palazlandırılması ve beslenmesi dönemine noktayı koyma zamanı gelmiştir. Bunun için de, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalı, vergi verenlerin sırtına beş bakanlığın bütçesinden daha fazla bir yük getiren Diyanet Đşleri Başkanlığı kaldırılmalı ve din işleri cemaatlere bırakılmalıdır. Yani dini hizmet talep eden her topluluk, bu hizmetlerin karşılığını bizzat kendisi ödemelidir. Bu konuda belki devlet Avrupa ülkelerinde olduğu gibi çalışanlardan din hizmetleri vergisi kesilmesinde ve toplanan kaynağın ilgili dini topluluklara ulaştırılmasında aracı olabilir. Diyanet Đşleri Başkanlığı’na tahsis edilen devasa kaynak ise zaten krizlerle boğuşan ülkemizde yatırımlara ve yeni iş sahalarının açılmasına ayrılmalıdır.

Özetle söylersek, Türkiye Cumhuriyeti bugünkü haliyle laik olmadığı gibi, mevcut laiklik anlayışı da toplumu daha fazla bölmeye zemin hazırlar bir yapı sergiliyor. Hali hazırdaki laiklik anlayışından Sünnilerin büyük çoğunluğu da memnun değil. Onlar da, devletin dinin kendi işlerine karışmasına şiddetle engel olmasına rağmen dine devletin aşırı müdahaleciliğinden şikâyetçidir. Bu keşmekeş devletin din işlerinden tamamen elini çekmesiyle aşılır. Đlk başta kargaşa yaşansa da kısa zaman içinde her şey yerine oturur.

Biz Alevilerin de bir yanlışı var. Ne zaman ağzımızı açsak, “Türkiye laiktir. Laik kalacaktır. Laik devletin bekçileriyiz“ şeklindeki anlamsız sloganları tekrarlıyoruz. Bilen biri varsa çıkıp söylesin, bu devletin neresi laik? Keşke Türkiye’de laik ve seküler bir sistem mevcut olsa da gönüllü olarak korusak. Aleviler statükocu ve şu andaki çarpık laiklik anlayışı ve uygulamalarının bekçisi, garantörü olamaz. Bizler Alevilerin, Sünnilerin, diğer din ve inançların her yönden eşit olduğu laik bir sistemin kurulması çabası içinde olmalıyız. Aksine davranmak var olan eşitsiz yapının daha da güçlenmesine katkıda bulunmaktan öteye gitmez...

------- oOo ------

Bad Nauheim, 22 Mayıs 2002

Page 15: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

15

DĐYANET’TEN SÜNN ĐLER DE MEMNUN DEĞĐL

Türkiye’de halkın dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere bizzat Atatürk’ün emriyle kurulan Diyanet Đşleri Başkanlığı’nda son aylarda sancılı gelişmeler yaşanıyor. Yeni hükümetin Din Đşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın kurumda köklü değişiklikler yapmak için harekete geçmesi, diğer taraftan da Alevilerin hatta bazı Sünni kesimlerin Diyanet üzerindeki eleştirilerini yoğunlaştırmaları Diyanet içinde tedirginliğin en üst noktaya yükselmesine yol açtı.

Diyaloğa açık kişiliği ile ve kendine özgü görüşleri ile tanınan ilahiyatçı ve felsefeci kimliği ile hemen her kesimde saygın bir yere sahip olan Prof. Aydın’ın, partisi hariç samimi bulduğum çabaları Diyanet içinde yuvalanmış statükocu ve rantçı kesimlerin uykularını kaçırmaya yetiyor. Bu tedirginlik dini kaygılardan çok Diyanet’in diğer kamu hizmeti veren kurumlar içinde en yozlaşan; dini ve uhrevi işleri akışına bırakarak, tamamen dünyevi olan ticaret ve alavere işlerine iyice dalmasından ileri geliyor.

Çünkü Diyanet bünyesinde kurulan Türk Diyanet Vakfı (TDV) gıdadan yayıncılığa kadar aklınıza gelen hemen her dalda faaliyet gösteriyor. TDV’ye bağlı şirketlerin sayısı bile tam olarak bilinmiyor ve bunların her birinde yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkmış durumda. Ancak şirketlerin TDV’ye ait olması nedeniyle kimse çıkıp da, yolsuzluk iddialarını bırakın soruşturmayı gündeme getirmeye bile cesaret edemiyor. Zira kurum içinde çalışan güvenilir bir kişiden aldığım bilgilere göre, Diyanet’te pandoranın kutusu bir açılsa Türkiye’yi sarsacak çok büyük mali skandalların ortaya çıkacağı Ankara’da kulaktan kulağa fısıldanıyormuş.

Aslında Türkiye’de Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi tüm vatandaşlara dini hizmet sunmakla görevli olan ama fiili olarak Sünni-Hanefi Müslümanları temsil etme iddiasını ödünsüz bir şekilde sürdüren Diyanet, Sünnilerin bile belki ancak yarısını memnun edebiliyor.

Bu iddia çok abartılı gibi görülse de temelsiz değil. Tabii Diyanet’ten sıradan, kendi halinde Sünnilerin çoğu memnun görünüyor. Burası nasıl olsa devletimizin denetiminde diye düşünen bu insanları, Diyanet’in ne yaptığı ve nasıl çalıştığı çok fazla ilgilendirmiyor. Ben de tezimi zaten bu kesimlere bakarak şekillendirmiyorum.

Diyanet’ten asıl memnun olmayanların başını Süleymancılar ve Nakşibendî tarikatının kolları yanında bazı radikal Đslamcı guruplar çekiyor. Bunları marjinal tepkiler ve memnuniyetsizler olarak nitelemek çok zor. Zira sayıları tahminlere göre 10 milyonun üzerinde... Bu kitleye Alevileri, Şii-Caferileri ve Müslüman olmayanları da eklersek karşımıza Diyanet’e karşı çok büyük bir muhalefet cephesi çıkar.

Örneğin benim yakından tanıdığım Süleymancıları ele alalım. Süleymancıların yıldızı Diyanet’le neredeyse kuruluşundan beri barışmıyor. 1959 yılında vefat eden Süleyman Hilmi Tunahan’ın talebeleri olarak tanınan ve onun ardından damadı Kemal Kaçar tarafından yönetilen Süleymancılar, bugün hala gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da Diyanet’e bağlı camilerde görev yapan imamların arkasında namaz kılmıyorlar. Devletin dini kontrol altında tutmasından ve kendi faaliyetlerini engellemesinden rahatsız olan Süleymancılar, Diyanet’in atadığı imamları maaşlarının meyhanelerden ve genelev çalışanlarından alınan vergilerle ödendiğini öne sürerek ciddiye almazken, onları biraz aşağılayıcı bir sıfatla “namaz kıldırma memuru” olarak tanımlıyorlar. Tam da bu nedenlerle bunların arkasında kılınan namazların Allah katında makbul olmadığını düşünüyorlar.

Faaliyetleri Cumhuriyet’le yaşıt olan ve daha çok klasik medrese tarzı din eğitimi ve anlayışını savunan Süleymancılar, Diyanet’e insan kaynağı sağlayan imam-hatip okullarına

Page 16: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

16

ve ilahiyat fakültelerine de sıcak bakmıyorlar. Onlara göre bu eğitim kurumları, din eğitimini yozlaştırdığı gibi devletin “aydın ve laik din adamı yetiştirme” amacına hizmet ediyorlar. Türkiye’de Diyanet’in kaldırılması konusunda, buradan beklentiler farklı da olsa Alevilerden sonra en istekli olanlar belki de Süleymancılar...

Çünkü Süleymancılar resmi olmasa da kendi alternatif din eğitimi ve öğretimi kurumlarını oluşturmuş durumdalar. Bugün ilköğretim okulunu bitirmiş bir çocuk Süleymancıların Tahsil Çağındaki Talebelere Yardım Derneği Pansiyonu adıyla kurduğu Kuran kurslarında okuyarak, bir ilahiyat fakültesi mezunundan daha kaliteli bir din eğitimi alarak hoca çıkabilir. Arkasından da Türkiye’nin hemen hemen her köy, kasaba ve vilayetinin yarısından çoğunda şubeleri olan Kuran kurslarında ve Avrupa ülkelerinin tamamına yayılmış binlerce Türk-Đslam Kültür Merkezi camisinde görev alabilir. Zira “Nerede Türk varsa orada oraya gidilecek ve bir cami kurulacak” parolasıyla daha 1970’li yılların başında harekete geçen Süleymancılar, 1990’lı yıllara kadar Avrupa’da en çok şubesi bulunan dini cemaat konumundaydı. Ancak ezeli rakip Diyanet’in yurtdışına açılması ve daha önce kurulan Diyanet Đşleri Türk-Đslam Birliği’ni (DĐTĐB) daha etkin hale getirip, bu ülkelerde açılan bazı camilere maaşını kendi ödediği imamlar göndermeye başlamasıyla Süleymancılar birincilik tahtından indirildi.

Şiddeti reddeden ve daha çok geleneksel Đslam anlayışının sürdürülmesini savunan Süleymancılar, Diyanet’in Avrupa’daki mevcut cemaatinden bir bölümünü kendine çekmesine aldırmadan yoluna devam ediyor. Türk-Đslam Merkezleri yine üyelerden toplanan yardımlarla ve cami derneklerinde cemaatin helal gıda ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla yapılan ticaretten elde edilen gelirlerle yürütülüyor ve her geçen binalar satın alınarak yeni şubeler açılıyor.

Süleymancılar, din işleri cemaatlere devredilirse kaos çıkar, şeriatçılar ayaklanır ve radikalleşerek devlet için büyük tehlike oluştururlar diyenleri yalanlarcasına hem Türkiye’de hem de Avrupa ve Amerika’da kendi yağları ile kavrularak sessizce faaliyetlerini sürdürüyorlar.

Süleymancılarla araları bayağı soğuk olan Milli Görüşçüler de, bu iki kıta yanında Avustralya’da bile kendi camilerini kurmuş durumda ve bunların camilerine devam eden cemaat sayısının milyonları aştığı tahmin ediliyor. Buralarda birinin camisine devam eden diğerine kesinlikle uğramıyor.

Diğer bazı tarikat ve cemaatlerde Diyanet’e dine devlet müdahalesinin aracı olması nedeniyle karşı çıkıyorlar ama onlar Süleymancılar ve Milli Görüşçüler gibi alternatif örgütlenme yoluna pek gitmiyorlar. Nurcu bir cemaat olan Fethullahçıları ise bütün Đslami-Sünni yapılanmalardan ayrı değerlendirmek gerekiyor. Çünkü Fethullah Gülen Hoca, sadece Diyanet konusunda değil; eğitimden, ticaret, sanat ve gazeteciliğe kadar birçok alanda devlet ve diğer özel kurumlara alternatif yeni kurumlar oluşturuyor. Türkiye’ye dönerse hapse girecek olan ve bu nedenle ABD’de yaşayan Fethullah Hoca’nın amacının ne olduğu henüz tam olarak bilinmiyor. Sadece uzun vadeli ve taktik bir planla Türkiye’yi derinden, ağır ağır ve evrimci bir yöntemle şeriatçı bir düzene götürmeyi düşündüğü tahmin ediliyor.

Đçlerinde kapatılan Refah Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın da bulunduğu Nakşibendî tarikatının değişik kolları Diyanet’in mevcut yapısı ve faaliyetlerinden pek memnun olmasalar da, orayı kazanılmış bir mevzi olarak gördükleri için pek seslerini çıkarmıyorlar. Ayrıca bunların Diyanet’e bakışları da oldukça fırsatçı ve faydacıdır. Diyanet kendilerine yakın kesimlerin kontrolündeyse iyi değilse kötü.

Page 17: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

17

Siyasal Đslam’ın temsilcisi konumunda olan Milli Görüş çizgisi ve dolayısıyla Erbakan tarafından Diyanet, imam-hatipler ve ilahiyat fakülteleri bir çeşit kadro devşirme merkezleri şeklinde çalıştığından, son tahlilde pek de zararlı görülmüyor; bunların bazı yanlışları, beğenilmeyen tarafları ve getirilen eleştiriler sessizce geçiştiriliyor. ĐBDA-C, Hizbullah ve benzer radikal dinciler ise zaten Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerini kâfir olarak gördüklerinden, Diyanet’i de bu dinsiz ve laik düzenin (!) dinsel ayağı diye niteleyerek toptan reddediyorlar.

Diyanet’e muhalif ve şüpheci Sünni yapılanmaların tavırlarını ele aldıktan sonra iktidardaki Ak Parti de Milli Görüş geleneğinin devamı olduğundan Diyanet’in bugünkü konumunda Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın iyi niyetli çabalarına rağmen pek bir değişme olacağını tahmin etmiyorum. Devasa bir ekonomik dev haline gelen Diyanet’te çöreklenenler, Prof. Aydın’ı ellerindeki ticari gücü fütursuzca kullanarak arkalarına Ak Parti’yi de alarak saf dışı edeceklerdir.

Diyanet’i pes ettirecek ve hükümeti burada köklü yapısal reformlara zorlayacak hatta kaldırılmasını sağlayacak olan tek etkin güç Aleviler olacaktır. Ama Aleviler henüz bu güçlerinin farkında değil. Alevi örgütleri ve tabanı şimdilik üzerlerine ölü toprağı serpilmişçesine gelişmeleri pasifçe seyretmekle meşgul. Diyanet de zaten değişime karşı durma cesaretini, Alevilerin ve diğer kendine muhalif kitlelerin bu tepkisiz tavırlarından alıyor.

Diyanet muhalifleri ve ülkemizin gerçek anlamda laikleşmesini savunanlar uyumaya devam ettikçe Türkiye’de ne Diyanet reforma yanaşacak ne de çarpık laiklik anlayışının değiştirilmesi yolunda en ufak bir adım atılacaktır. Maalesef hiçbir hak ve özgürlük fatura ödenmeden alınmıyor. Aleviler ve laikliği savunan Sünni kökenli vatandaşlarımız gücünün farkına varmalı, bedel ödemeyi göze alıp örgütlenerek legal çözüm yollarını hemen zorlamaya başlamalıdır. Zira Diyanet devlet ve toplum içinde ayrık otu gibi her yeri sardığından ve sürekli büyüdüğünden, ona karşı mücadele her geçen gün biraz daha zorlaşıyor.

Bad Nauheim/Almanya

Page 18: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

18

TÜRKĐYE’DEK Đ LA ĐKL ĐK ÖRNEK GÖSTER ĐLECEK KONUMDA DEĞĐL

Merkezi Almanya’nın Essen kentinde bulunan Türkiye Araştırmalar Merkezi’nin (TAM) Berlin’de düzenlediği “Euro-Đslam” konulu toplantıda konuşan Almanya Federal Meclis Başkanı Wolfgang Thierse (SPD), Türkiye’deki laiklik uygulamasının örnek alınacak bir tarafının olmadığını söylemiş. Anadolu Ajansı’nın geçtiği habere göre Thierse, dinleyici olarak katıldığı toplantı sonrasında Türk gazetecilerin sorularını cevaplandırırken, Avrupa’da yaşayan Müslüman ve Hıristiyanların hoşgörü içinde birlikte yaşamalarının önemli olduğunu vurgulayarak, “Türkiye’deki laiklik, henüz Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için örnek gösterilebilecek durumda değil. Ama bu modeli destekliyoruz” diye konuşmuş.

Thierse’nin yaptığı tespit, Türkiye’deki laiklik modelinin 11 Eylül saldırılarının ardından önem kazandığını ve bu modelin tüm Đslam dünyası için örnek gösterildiğini öne sürenleri yalanlıyor. Çünkü Türk tipi laiklik uygulaması henüz diğer Müslüman ülkelere örnek gösterilecek bir konumdan çok uzak.

Bunun nedeni ise gayet açık. Laiklik ilkesi anayasaya 5 Şubat 1937 yılında girdi. Devlet 66 yıldır bu anlayış çerçevesinde yönetiliyor. Ancak bugün geldiğimiz noktada laiklik, gerek onu savunanların gerekse karşı çıkanların çabalarıyla ve yer yer yanlış tanımlamalar nedeniyle yerli yerine oturtulabilmiş; net bir tarifi yapılabilmiş değil.

Nasıl bir tanım yapılabilsin ki? Türkiye’de hemen her kesim laikliği körlerin fili tarif ettiği gibi farklı farklı tanımlamış ve anlamış. Hatta aynı kaynaktan beslendikleri halde Kemalistler bile zaman içinde laikliği farklı farklı tanımlamış ve bu çerçevede uygulamalara girişmiş. Nitekim 27 Mayıs Darbesi’ni yapan Kemalistlerle 12 Eylül Darbesi’ne imza atan Atatürkçü generallerin laikliği anlamaları farklı olurken, 28 Şubat Sürecinde ise önceki darbedekinin aksine bir tutum takınılmış. 12 Eylül darbecileri laiklik adına okullarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini zorunlu hale getirip, Alevi köylerine zorla cami yaptırmakta bir sakınca görmemişlerdir. Aynı generaller, imam-hatip okullarının sayılarının çığ gibi artmasına da göz yummuşlar, Diyanet Đşleri Başkanlığı’nın (DĐB) hızla büyümesine ve bazı din görevlilerinin Suudi Arabistan kaynaklı Rabıta gibi örgütlerden maaş almasına seslerini çıkarmamışlardı. Kemalist zincirin son halkasını oluşturan 28 Şubatçılar ise imam-hatiplerinin orta bölümlerinin kapatılması, zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılması ve siyasal Đslamcıların devlet içindeki ağırlıklarını azaltmak için post modern bir darbeye imza attılar.

Oysa laikliğin evrensel tanımı yanlış anlamalara meydan vermeyecek kadar açık. Vatan Gazetesi’nde yazan Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Süheyl Batum’a göre laiklik, “Devletin, devlete egemen olan kuralların, din kuralları olmaması; dinin etki ve egemenliğinde olmaması, kısaca devletin dine dayalı olmaması anlamını taşır. Başka hiçbir anlama da gelmez” şeklindedir.

Ama 66 yılda geldiğimiz yer laik zihniyetin devlet ve topluma egemen olması noktasından çok uzaktır. Adeta devlet ve topluma din kurallarının hükmettiği bir manzara ile karşı karşıyayız. Zira din-devlet ilişkilerinde kilit bir konumda olan Diyanet Đşleri Başkanlığı (DĐB) resmen olmasa da fiili olarak Başbakanlığa bağlı bir kurum olmaktan çoktan çıktı. Đnanan inanmayan her vatandaştan toplanan vergilerden beş bakanlığın bütçesini aşan bir oranda pay almaya başlayan ve Diyanet Vakfı aracılığıyla kurduğu şirketlerle neredeyse dev bir holding gücüne erişen Diyanet, devletin bir kurumu olduğunu ve laiklik ilkesini unutup, verdiği fetvalarla toplumu Sünni-Hanefi Đslam anlayışı çerçevesinde yönlendirmeye ve tek tipleştirmeye başladı. Diyanet’in karışmadığı alan neredeyse kalmadı. Saç ektirmenin dini sakıncalarını anlatan ve Atatürk Havaalanı’ndaki reklam panolarına asılan mayolu kadın resimlerinin hacca giden vatandaşları rahatsız ettiğini ileri sürerek indirilmelerini bile tavsiye

Page 19: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

19

eden fetvalar çıkarmaya başladı. Diyanet’in temsil ettiği Sünni-Hanefi yorum, toplumu da adeta bir ahtapot gibi sarmalamış durumda. Çağdaş ve laik bir devleti oluşturan yasama, yürütme ve yargı kurumlarının üyeleri bile artık, “Đcraatlarımıza Diyanet ne der, hayata geçirmeyi düşündüğümüz ve imza attığımız uygulamalar dine uygun mu?” diye düşünür hale gelmişlerdir. Hâlbuki laiklik bunun aksini düşünmeyi gerektirir.

Gelinen noktada din-devlet ilişkileri ve laiklik bağlamında Sünni vatandaşları bile tam anlamıyla temsil ve memnun etmekten yoksun olan Diyanet’in bir devlet aygıtı olarak kalmasının savunulacak bir tarafı kalmamıştır. Kamunun sırtında bir KĐT, çok ağır ekonomik bir yük haline gelen Diyanet’te Alevilerin de temsilini savunmak ve bütçesinden pay koparmaya çalışmak eski deyimle abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bu anlayış Türkiye’de çarpık uygulandığı halde laiklik ilkesinin yaşama geçirilmesi ile birlikte görece bir rahatlığa kavuşan Alevileri çelişkili bir konuma getirir. Aleviler götürebildiği kadar kendi imkânlarıyla inançlarını yürütmeli, cemevlerini kendi parasıyla yaptırmalı ve dedelerini kendi yetiştirmeye devam etmelidir.

Alevilerin tek kalıptan çıkmış memur ve bürokrat dede, rehber ve âşıklarla, her hafta Diyanet’in camilere gönderdiği aynı kalemden çıkmış hutbe benzeri söylevleri dinlemeye ihtiyacı yoktur.

Din Đşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ı bile rahatsız eden anlayış ve yapısıyla Diyanet’in kaldırılması veya özerkleştirilmesinin zamanı geçmektedir. Diyanet, Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kaldırılmalı, camilerin, Kuran kurslarının yönetimi ve ihtiyaçlarının karşılanması her caminin bulunduğu bölgenin cemaatine bırakılmalıdır. Devlet içinde neredeyse Osmanlı’daki Şeyhülislamlıktan daha ağırlıklı bir konuma gelen Diyanet kesinlikle devletten bağımsız hale getirilmeli, resmi ve tek tip bir Đslam anlayışı oluşturma tekeli elinden alınmalıdır. Böylelikle Đslam’ın değişik yorumlarının önü açılırken, cemaatlere devredilen din işleri sayesinde Đslam’a kimin samimi şekilde inandığı; kimin onu siyaset ve ticarete alet ettiği de ortaya çıkar.

Bunun kaosa yol açacağını ve radikal Đslamcı grupların kontrolden çıkacağını düşünerek engellemeye çalışanlar elbette olacaktır. Ama tüm dini mekân ve kurumları kontrol etmekle görevli Diyanet’in, Güneydoğu’da kendine bağlı yüzlerce camide Hizbullah militanlarının rahatlıkla eğitildiği ve örgütlendiğinden haberi bile olmadığını unutmayalım.

Kaldı ki din işlerinin cemaatlere devredilmesiyle yasadışı Đslamcı oluşumların güçlenmesinden korkarak adım atmaktan geri kalmamak gerekiyor. Zira bu tür militanları camilerden uzak tutmak ve takip etmek zaten Diyanet’in işi değil. Onları kontrol edecek ve faaliyetlerini engelleyecek olan devletin başka kurum ve güçleri mevcut.

Çoğu Avrupa ülkesinde Müslümanlar, dini ihtiyaçlarını kendi imkânlarıyla oluşturdukları kurumlar aracılığıyla karşılıyor. Örneğin Almanya’da Diyanet’e bağlı camiler dışında örgütlenen tarikat ve cemaatler camilerini kendi yaparken, buraların tüm giderlerini ve camide görev alan imamın maaşını topladığı üyelik aidatlarıyla ödüyor. Böyle bir uygulamanın Türkiye’de ne sakıncası olabilir? Bence ortada hiçbir engel ve bahane yok. Bu çarpık durumun devamı, sadece devlet içindeki laiklik konusunda aşırı hassas çevrelerin, dini ticari ve siyasi çıkar kapısı haline getirenlerin ve toplum içindeki dinsel çeşitliliğin ortaya çıkmasından korkanların işine yarıyor.

Kim ne derse desin, Almanya Federal Meclis Başkanı Wolfgang Thierse haklı. Bugünkü haliyle Türk tipi laiklik anlayışı örnek gösterilme ve başkalarınca model olarak kabul edilme konumunun çok gerisinde. Türkiye’nin laik uygulamalarıyla model ülke olarak genel

Page 20: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

20

kabul görmesi Diyanet’in kaldırılması, okullardaki zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Dersi’nin seçmeli hale getirilmesi, ders kitaplarındaki dinsel bakış açısının terk edilmesi, imam-hatiplerin ve ilahiyat fakültelerinin eğim içindeki ağırlıklarının azaltılmasından geçiyor. Aksi takdirde siz kendinizi Đslam dünyasının örnek ülkesiyiz diye ne kadar kandırsanız da buna inanmayacak Alman Meclis Başkanı Thierse gibiler her zaman çıkacak; Türkiye de çarpık ve tanım dışı laiklik uygulamalarıyla ne Đsa’ya ne de Musa’ya yaranamayan görünümünden kurtulamayacaktır

Bad Nauheim, 7 Şubat 2003

Page 21: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

21

ALEV Đ MEDYASI GEREKL Đ MĐDĐR? Özel radyo ve televizyonlar Türkiye’de 1990’lı yılların başlarından itibaren hayatımıza

girdi. Đlk önce korsan yayınlar yapan radyo ve televizyonlar sonraları yasal bir statüye kavuştuğunda pıtrak gibi çoğaldılar. En küçük ilçelerde bile özel radyo ve televizyonlar boy göstermeye başladı. Radyo-Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) verilerine göre, Türkiye’de bugün halen 1169 radyo ve 350 televizyon kanalı var. Radyoların 1040’ı, televizyonların ise 229’unun yayını yerel düzeyde. Faaliyette olan 350 özel televizyonun 16’sı ise yayınını ulusal çapta sürdürüyor.

Uydu ve internet üzerinden yayın yapan Đstanbul merkezli Cem Radyo ve Yön FM Alevilere hitap eden radyolar arasında öne çıktı. 1995 yılında Ankara’da Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun (AABF) desteği ile yayın yapmaya başlayan Mozaik Radyo deneyimi ise fiyaskoyla sonuçlandı. Mozaik Radyo ile ilgili tartışmalar AABF içinde henüz devam ediyor.

Şu anda özel radyoculuk alanında Aleviler yetersiz de olsa kendilerini gösterebiliyor. Cem Radyo ve Yön FM Alevi kitle yanında sol ve liberal kesimlere de hitap ederek geniş bir dinleyici kitlesine erişmiş bulunmakta. Radyo dinleyen her yüz Alevi'den 70’inin bu iki radyodan birini tercih ettiği söylenebilir. Bu radyoların yayın içerikleri üzerine çok şey söylenebilir. Ancak belli bir ihtiyaca karşılık verdiklerini de göz ardı etmemek gerekiyor. Radyolar Alevi yaşam tarzı, kültürü, folklor ve müziğinin yeni kuşaklara aktarılması, yeniden üretilmesi ve daha geniş kitlelere ulaştırılması bakımından büyük bir boşluğu dolduruyorlar. Bu radyoların teşvik edilmesi ve yenilerinin açılması gerekiyor. Çünkü var olan radyolar Aleviler içindeki çeşitliliği tam anlamıyla yansıtmaktan henüz uzakta ve müzik dışında Alevilerin başka ihtiyaç ve istemlerine cevap vermekte yetersiz kalıyorlar.

Özel televizyon konusunda ise Alevilerin durumunu tam bir vahamet hali olarak nitelemek mümkündür. Zira bu alanda hiçbir girişim olmadığı gibi kısa vadede olacağına dair en azından benim şu ana kadar ortada görebildiğim bir işaret yok.

Alevi kimliği gündeme yeniden geldiğinden bu yana bende şöyle bir kanaat oluştu. Alevi kurum ve kuruluşları dayandıkları kitlelerin temel ihtiyaçlarını halletmeden hemen büyük oynamaya, işlerini devlet üzerinde bitirme gibi kolaycı yollara çabuk tenezzül ediyorlar. Önemli altyapısal sorunları çözmeden üstyapıya atlıyorlar. Hâlbuki çoğu kimsenin basit ve önemsiz gibi gördüğü bazı şeyler sıradan Aleviler, kısaca taban için çok önemli. Buna en basitinden takvim örneği verilebilir. Bundan 5 yıl öncesi Alevi kurumları 365 günlük takvimler bastırmıyordu. Bu nedenle birçok Alevinin evinde Diyanet’in, Türkiye Gazetesi’nin ve diğer Sünni kuruluşların çıkardığı takvimler asılıyordu. Çünkü bu tür takvimleri birçok firma reklam için bedava dağıtıyordu. Evinde böyle bir takvim asılan Alevi ister istemez her kopardığı takvim yaprağına en azından göz atmak zorunda kalıyor ve zamanla Sünni propaganda ve etkiye açık hale geliyordu. Buna bizzat kendi beldemde tanık oldum. Yıllarca Sünni içerikli takvimlere alışan hemşehrilerim Alevi kimliği konusunda şüpheye düşmüşler; Sünniler için gerekli olan namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin Müslüman ortak kimliği nedeniyle kendilerince de yapılması gerektiğine inanmaya başlamış ve asimile olmaya yatkın hale gelmişlerdi. Naçizane benim de çabalarımla bu sorunu 3-4 yıldır aştık ve şu anda en azından köyün iki cemevinde ve çok sayıda kişinin evinde Đstanbul Kartal Cemevi’nin öncülüğünde hazırlanan bir takvim asılı duruyor. Alt tarafı bir takvim deyip geçmemek lazım. Zira her hafta toplanılan cemevinde ilk önce takvimin bir haftalık sayfaları orada bulunan herkese okunuyor.

Bu örnekte de görüldüğü gibi bazı küçük şeylerin büyük sonuç ve etkileri olabiliyor. Bir diğer önemli ve etkili iletişim organı özel televizyonlara dönersek, televizyon

sadece Aleviler için değil Türkiye’deki tüm toplum kesimleri arasında önemli bir yer ve etkinliğe sahip. Diğer doğu toplumlarında olduğu gibi bizim toplumumuzda da yazılı gelenek ve kültür oluşumunu tamamlayamadı. Batı toplumları yazılı kültüre çok önceden geçtikleri ve bu kültürü iyice sindirdikleri için televizyon toplumun şekillenmesinde başat bir role sahip değil. Ancak bizde yazılı kültür evresi tamamlanamadan görsel medya çağının hızla kapıya gelip dayanması sonucu televizyon, batı toplumlarında olduğundan daha önemli ve etkili bir

Page 22: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

22

yere sahip oldu. Her Türk vatandaşı ortalama 3-4 yıl okula gittiğinden, toplum çoğunluğu Türkçe’nin yazı boyutundan ve okumadan uzak bir şekilde yetişti. Ayrıca egemenlerin yazı düşmanlığı toplumda okuma yazmaya olan soğukluğu artırdı. Batı ülkelerinde insanlar günde ortalama 3-4 saat televizyon seyrederken, bizde bu 9-10 saate çıkabiliyor.

Bu verilerden hareketle Alevilerin de bir an önce kendi seslerini yansıtacak bir televizyon kanalına sahip olmaları zorunluluğu kendini dayatıyor. Televizyon gibi etkili bir organa sahip olma konusunda Aleviler ne yazık ki bir arpa boyu yol alabilmiş değil. Bu konuda ne Alevi kurum ve kuruluşları ne de Alevi işadamları kayda değer bir adım atmış değilken, 20 milyonun üzerinde bir nüfusa sahip olduğu iddia edilen bir topluluğun bir televizyon kanalını finanse edecek gücünün olmadığını söylemek komik olmanın ötesinde dramatiktir de... Aleviler her halde oyu yüzde 0,5’lerde gezen Đşçi Partisi’nden ve Bağımsız Türkiye Partisi’nden daha güçsüz değiller. Doğu Perinçek’in partisi ĐP’in Ulusal Kanal’ı, Prof. Dr. Haydar Baş’ın partisi BTP’nin de Mesaj ve Meltem TV adlı iki televizyonu varken, Fethullah Gülen’in lideri olduğu cemaat Samanyolu Televizyonu’na sahip. Belki bir milyonluk bir tabana bile sahip olmayan bu iki parti ve bir cemaatin dört televizyonu ayakta tuttuğu bir ortamda, Aleviler onlarca televizyon kanalını kurup yaşatabilirler. Kurmalıdırlar da... Zira Türkiye gibi yazılı iletişimden çok sözlü ve görsel iletişimin çok önemli olduğu bir ülkede, Alevi kimliğinin korunması, geliştirilmesi, yeni kuşaklara aktarılması ve hatta savunulması için sadece Türkiye’ye değil dünyada her nerede Alevi varsa oraya yayın yapacak bir televizyon kanalı kurulması için hemen harekete geçilmesi gerekiyor. Böyle bir ihtiyaç var, hem de çok büyük... O nedenle Alevi dernek, vakıf ve kuruluşları yanında Alevi zenginler konunun aciliyeti üzerine düşünmeye başlamalı ve kısa zamanda somut adımlar atmalıdır. Böyle bir girişime kendi kimliğinin bilincinde olan her Alevinin de gerekli maddi ve manevi desteği esirgemeyeceğinden şüphe duymuyorum. Gerek kurumsal gerekse kişisel bazda başlatılacak her girişimde binlerce Alevi elini taşın altına sokmaktan çekinmeyecektir.

TRT’nin ve diğer televizyonların Alevilerin kutsal günlerini es geçtiğinden şikâyet etmeyi bırakıp harekete geçilecek bir diğer alan da günlük bir Alevi gazetesinin çıkarılmasıdır. Yazılı iletişimin amiral gemisi olan gazete, bir topluluğun sesini daha iyi duyurması ve Alevi kimliğine yazılı katkıda bulunma açısından büyük öneme sahip. Televizyonda olduğu gibi Alevi toplumu bir gazeteyi maddi olarak kurma ve yaşatma gücüne sahip. Mesele sadece bu gücün farkına varabilmek ve bu doğrultuda adım atma cesaret ve kararlılığına sahip olmak...

Çağımızda medyaya sahip olmak ve onu kullanmak büyük önem kazandı. Çeşitli medya araçlarına sahip olanlar, kamuoyunu yönlendiriyor ve kendi istemleri doğrultusunda hitap ettiği toplumu şekilden şekile sokuyor.

Öte yandan Aleviler her alanda kendi kurum ve kuruluşlarını oluşturursa, toplumda bölünme daha da artar diyenler çıkacaktır. Ancak bunlara aldırmamak gerekiyor. Zira Aleviler, bazı Sünni tarikat ve cemaatlerin kendi gazete, radyo, dergi ve gazeteleri olmasına karışmıyor ve bunları ayrılıkçılık vesaire diye nitelemiyor.

Sonuç olarak bilgi çağını yaşadığımız şu dönemde Aleviler modern zamanların ruhuna uygun olarak kendi medya araçlarına sahip olmalı ve bunları etkin bir şekilde kullanmaya daha fazla geç kalmadan başlama iradesini gösterebilmelidir.

Tamam, belki Türkiye’de 20 milyondan fazla Alevi var. Ama bu yetmiyor. Sayısal olarak çok olmak sorunları çözmüyor, yaralara merhem olmuyor. Alevileri her yönden nitelikli çoğunluk haline getirmeli. Alevi televizyonu, radyosu, gazetesi tam da böyle bir çoğunluğu yaratmak için gerekli... Bu çoğunluk oluştuğunda bugün aşılması imkânsız gibi görünen engeller aşılacak ve kazanılması hayal bile edilemeyen haklar tereyağından kıl çekercesine alınacaktır.

Bad Nauheim, 6 Mart 2003

Page 23: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

23

UYU ALEV Đ BEBEK UYU! Olan yine oldu. Meclis’te ezici bir çoğunluğa sahip olan AKP doğasına uygun bir

şekilde davranarak Diyanet Đşleri Başkanlığı’na 15 bin kadro tahsis edilmesini öngören bir kararı TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan geçirtmeyi başardı. Hükümet zaten IMF ile yapılan anlaşma gereğince bu yıl içinde kamu kuruluşlarına en fazla 35 bin kadro açabilecekken, planlanan kadronun yarıya yakını devletin başka hiçbir alanda yeni personele ihtiyacı yokmuşçasına Diyanet’e 15 bin imam, müezzin ve Kuran kursu öğreticisi kadrosu açıldı. Bu duruma AKP’li Maliye Bakanı Kemal Unakıtan bile anlam veremezken, Eski Diyanet Đşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz dahi, “Bizim dönemimizde 9 bini aşkın din görevlisi açığı vardı. Şimdi bunu neye göre 15 bine çıkardılar bilemiyorum. Kurumda bu kadar emekli olan var mıydı, araştırmak lazım“ diyerek hayretini gizleyemedi.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin de, „Diyanet rejimin sigortasıdır. Kurumdaki kadro açığını gidererek din istismarını önleyeceğiz. Camiler imamsız kalınca, halkın kendi parasıyla tuttuğu imamın cemaate neler anlatacağını ve rejime zararlı faaliyetlerde bulunup bulunmayacağını garanti edemeyiz. Onları denetlememiz mümkün olmaz. Tahsis edilen kadro yüksek değildir“ şeklinde bir savunma yaptı.

Din Đşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet S. Aydın da, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda onaylanan kadro tahsisini yerinde bulurken, Türkiye genelinde 20 bin camide imam bulunmadığını ve bu nedenle bazı köylerde cenazelerin kaldırılamadığını iddia etti.

Ancak Diyanet’e kadro pastasından verilen aslan payını savunanlardan Şahin’in açıklamasında, Türkiye’de rejimin sigortasının artık Aleviler değil Diyanet olduğu vurgusu dikkat çekiciydi. Çünkü gün geçmiş devran dönmüş rejimin Alevilere ihtiyacı kalmamıştı. Şahin bunu gizleme gereği duymayıp itiraf etmekte bir sakınca görmezken, Diyanet’e verilen yüksek kadroya Alevi örgütlerinden hiç bir tepki gelmedi.

Devletin doktor, mühendis, öğretmen, ebe, hemşire gibi hayati mesleklerdeki personel açığı gün gibi ortada dururken, Diyanet gibi sadece halkın belli bir kesimine hizmet sunan bir kuruma zaten kısıtlı olan toplam kadronun yarıya yakınının ayrılmasına karşı Aleviler yanında laik ve demokrat kesimlerden de ses soluk çıkmadı.

Oysa bu basit bir kadro tahsisinin ötesinde bir mesele. Aleviler ve Diyanet gibi devlet kurumunun lüzumsuzluğuna inanan diğer bebekler uyuya dursun, AKP Hükümeti’nin bu konuda gösterdiği gayret ve işgüzarlık bir zihniyetin açıkça ortaya dökülmesinden başka bir şey değil…

Bu Hükümet, gösterdiği tavırla TBMM’den ardı ardına çıkardığı AB Uyum Paketlerinin ruhuna uygun davranmıyor ve bu alanda samimi davranmadığını ortaya koyuyor. Bu bir. Đkincisi de, ödedikleri vergilerden hiç hizmet almadığı bir kuruma daha fazla pay ayırmaya hazırlanan AKP, Alevilerle adeta dalga geçerek, „Ey Aleviler! Siz uyumaya devam edin. Zaten uyumanız benim de hoşuma gidiyor. Đşlerimi kolaylaştırıyor. Böylelikle Sünni kitleye, aslında kardeş olduğunuz halde, malını diğer kardeş uyurken; uyanık kardeşi sürekli istediği desteği verdiği için kayıran ve mallarından hep aslan payını ona ayıran baba gibi her şeyimi veriyorum. Sana iyi uykular bebek!“ diyerek onlara karşı hınzırca sırıtıyor.

Ardından laik-demokrat kitlelerle kendisinden aş ve iş bekleyen sıradan vatandaşlara dönerek, „Siz aş ve iş bekliyorsunuz ama avucunuzu yalarsınız. Benim için öncelikli olan olan din. Daha doğrusu din istismarı. Đktidara onun yüzü suyu hürmetine geldim. Önce beni buraya getiren azınlık kitleye ve dolayısıyla dine hizmet ederim. Ama bu benim anladığım, değirmenime su taşıyacak din anlayışıdır. Sen açsın, aç kal. Bırak şimdi aşı işi! Sana önce imam lazım. Đş, aş ve refah neyine gerek?“ tehdidini savuruyor.

Ama AKP akıllı. Sünni kitlelere imam, müezzin kadrosu havucu uzatıp seslerini kesiyor. Sonra dönüp bakıyor Alevilere ve demokratlara; hepsi müthiş bir uyuşukluk, tembellik ve tepkisizlik içinde. Bundan iyisi Şam’da kayısı, diyor ve hedeflerini bir bir vurmaya devam ediyor. Neden? Çünkü karşısında ne bir güç ne de bir engel var.

Page 24: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

24

Aleviler ve imamla müezzinle işi olmayanlar hak aramak için yollara dökülmedikçe AKP de fütursuzca her istediğini yapacak. Đşin doğası bu. Türkiye gibi bir ülkede mühür kimde ise Süleyman o. Böyle giderse zaman gelecek AKP Hükümeti, ihtiyaç var diye bir yıllık kadronun tamamını Diyanet’e verecek. Ta ki, “Bu kervan artık böyle yürümez” diyenler uyanana kadar.

Bu böyle biline... 26 Haziran 2003, Bad Nauheim

Page 25: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

25

ALEV Đ OCAĞINA ROMAN ĐŞADAMI SAH ĐP ÇIKTI

Hüseyin DEM ĐRTAŞ

Kütahya’nın Hisarcık ilçesine bağlı Şeyhçakır köyünde bulunan Alevi Ocağı Işık Çakır Sultan yatırı geçirdiği onarımdan sonra törenle tekrar ziyarete açıldı. Yıllar içinde harabe haline gelen ve kerpiçten inşa edilme olan yatır üzerindeki yapı, Uşaklı Roman iş adamlarından Şahin Gülcan ve eşi Iraz Gülcan’ın girişimleriyle yıktırılarak betonarme tarzda yeniden inşa edildi. Yatırın asli özellikleri korunurken, tavanı ve çatısı ahşap işleme sanatının güzel örnekleriyle süslendi. Işık Çakır Sultan ve iki yakınının daha mezarının bulunduğu yatır, özenle seçilmiş ve çevresi yine ahşap oymalarla süslenmiş bir büyük avize ile aydınlatılırken, yatırın yanına adanan kurbanların kesilip pişirilebilmesi için de bir aşevi inşa edildi.

Dıştan ve içten güzel bir görünüme kavuşan yatır ziyarete coşkulu geçen bir törenle açıldı. Çok sayıda kurbanın kesildiği törene çoğunluğu çevredeki Alevi köylerinden olmak üzere beş yüze yakın kişi katıldı. Açılışta kurdeleyi kesen hayırsever işadamı Şahin Gülcan’ın çok duygulu olduğu gözlenirken, daha sonra tören için köyün okul avlusuna geçilerek etkinliklere devam edildi. Burada Eskişehir’den gelen Dede Abidin Erol Alevilik ve anlamı konusunda bir konuşma yaptı. Komşu Alevi beldesi Şeyhler’den Musa Aslan ise Işık Çakır Sultan’ın hayatı ve hizmetlerini anlattı. Törende Işık Çakır

Ocağı Dedesi Murat Akbulut, Uşak’ta ikamet eden ocağın diğer dedesi Nazmi Aydedeoğlu ve Đzmir’den sözel tarih araştırmacısı Dede Đsmail Doğan da hazır bulundu.

Yenilen hayır yemeğinin ardından sıra semah gösterilerine geldi. Şeyhçakır köyünden kadın ve erkeklerin oluşturduğu Semah Ekibi, çalınan kudüm eşliğinde semah döndü. Daha sonra da Kütahya Hacı Bektaş Veli Derneği’den gelen iki semah ekibi ibadet coşkusu ile döndükleri Kırklar, Turnalar ve Analar semahları ile izleyenleri büyüledi. Semahların arkasından davetli yerel sanatçılar saz eşliğinde Alevi nefes ve türkülerinden örnekler sundu. Yağmur yağması nedeniyle etkinlikler erken sona ererken, elektriklerin tören boyunca kesik olması katılanları öfkelendirdi. Bu arada Işık Çakır Sultan adına yapılan bu törenin geleneksel hale getirileceği ve her yıl Mayıs ayının ikinci haftasında benzer etkinliklerin gerçekleştirileceği öğrenildi.

IŞIK ÇAKIR SULTAN K ĐMDĐR? Hisarcık ilçesinin 15 Km uzağında, çam ormanları arasındaki Şeyhçakır köyünde

türbesi bulunan Işık Çakır Sultan, Anadolu’nun pek çok yerinde mezarı bulunan diğer Alevi-Bektaşi uluları gibi Horasan Erenlerinden. 1280 yılında bu bölgeye gönderildiği sanılan Işık Çakır Sultan, bölgede önemli hizmetlerde bulunmuş. Söğüt ve Domaniç çevresinde filizlenen Osmanlı Beyliği’nin kuruluş döneminde yaşamış olan Işık Çakır Sultan’ın, beyliğin önde gelen komutanları ve aynı dönemde yaşamış olan Şeyh Edebalı ile de ilişkide olduğu tahmin

Page 26: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

26

ediliyor. Tarihte ve bugün bölgedeki Aleviler için çok özel bir yeri olan Işık Çakır Sultan Yatırı, her yıl binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor ve adına kurbanlar adanıyor. Işık Çakır Sultan, 12 küçük ocak ve Kütahya başta olmak üzere Manisa, Eskişehir, Balıkesir, Bilecik ve Afyon illerinde bulunan 101 Alevi köyü tarafından pir ve ocak merkezi olarak kabul ediliyor.

ALEV Đ HOŞGÖRÜSÜ ROMANLARI CEZBED ĐYOR Ancak 12 Ocak ve 101 Alevi köyünün

bağlı olduğu Işık Çakır Sultan’ın yatırının bulunduğu yapının yıkılacak halde olduğu, ocağa bağlı Alevilerce yıllardır bilinmesine rağmen kimse bir türlü tamir için harekete geçmiyordu. Burayı yaptırıp, temiz ve bakımlı bir hale getirerek ziyaretçilere açmak, Işık Çakır Sultan’ın yüzyıllardır yolunu takip eden; sıkıştığında onu imdadına çağıran binlerce eski Alevi'ye değil de, Sünnilerin köylerine bile girmesine izin vermediği ve Çingene diyerek burun kıvırdığı için Alevi-Bektaşilerin “72 millete aynı gözle bakan” hoşgörülü felsefesine sığınan ve kendilerini Alevi olarak tanımlayan Roman iş adamı Şahin ve eşi Iraz Gülcan’a nasip oldu. Uşak’ta otomotiv başta olmak üzere çok sayıda sanayi dalında faaliyet gösteren Gülcan Ailesi, yatırı yeniden inşa ettirdiği gibi tören için yapılacak tüm harcamaları da üstlendi. Kesilen kurbanların pişirilmesi ve dağıtımı için Uşak’tan özel aşçı ve görevliler getirilirken, yaklaşık 500 kişiye de iyi bir organizasyonla sofra kuruldu.

Işık Çakır Sultan Yatırı’nı yaptırmaları çevre Alevilerince büyük takdirle karşılanan Gülcan Ailesi, Aleviliği 1992 yılında vefat eden ve ömrünün son yıllarında Uşak’ta yaşayan Şeyhçakırlı Dede Ali Aydedeoğlu aracılığıyla tanıdıklarını ve o günden beri kendileri dâhil yüzlerce Roman ailenin Alevilik ve Alevilere büyük sempati ve yakınlık duymaya başladıklarını ifade ediyor.

Zaten bu çevrede yaşayan yerleşik, göçebe ve yarı göçebe Romanlar, yıllardır Alevi köylerinde çok rahat hareket edebiliyor. Sünni yerleşim yerlerinde horlanan Roman vatandaşlarımız, Alevi köylerinde rahatça hareket edebildiği, alış-veriş yapabildiği gibi örneğin benim büyüdüğüm Şeyhler’de kışları çok sayıda Roman aile ev kiralayıp çocuklarını okula gönderme imkânı buluyor. Son 30 yılda Şeyhler Đlköğretim Okulu’ndan en az 10 Roman çocuğu diploma almış bulunmakta. Ayrıca başka yerlerde hırsızlıkla suçlanan Romanların, sürekli ilişkide bulundukları Alevi köylerinde adları bugüne kadar bu türden suçlara hiç karışmadı. Đşte bu nedenlerle Anadolu Tasavvufunun Yetimleri olarak nitelenen Alevilerle, dünyanın her yerinde ezilen ve hor görülen Romanlar; ayrımcılığın, ırkçılığın ve insanı küçümsemenin kesinlikle dışlandığı Alevilik ortak paydasında buluşarak barış ve kardeşlik ortamı içinde birlikte yaşamanın tadına varıyorlar. Törenin yapıldığı 18 Mayıs Pazar günü ben de Almanya’dan gelerek yıllık iznimi geçirmekte olduğum Şeyhler’den Işık Çakır Sultan’a koşarak, hoşgörü ve kardeşlik ortamının zevkini paylaştım.

Bad Nauheim/Almanya, 30 Mayıs 2003

Page 27: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

27

MANKURTLAŞAN VEYA CELLADINA Â ŞIK ALEV ĐLER Yazıya girmeden hemen Türkiye Türkçesinde pek kullanılmayan mankurt kelimesinin

anlamını verelim. Mankurt daha çok Orta Asya’da Türkî bir halk olan Kırgızlar arasında kullanılır. Kırgızlarla komşuları Juan Juanlar arasında çok eski devirlerde uzun süren amansız mücadeleler yaşanmıştı. Juan Juanlar esir aldıkları Kırgız ve diğer boylardan insanların kafalarına yaş deve derisinden bir başlık geçirmekte ve bu insanı bozkır sıcağına salmaktaydılar. Sıcağın etkisiyle kuruyan ve gittikçe darlaşan başlık esirlere korkunç acılar verir ve sonunda acı öyle bir seviyeye çıkar ki, kişi bilincini kaybeder. Geçmişini tümüyle unutur. Bu duruma gelen esire Juan Juanlar artık her şeyi yaptırabilmektedirler. Sonra bu esirlere deve çobanlığı yaptırılır ve mensup oldukları eski boylarına karşı savaşlarda kullanılırlar.

Mankurtlaşma ve mankurt terimleri ülkemizde Selvi Boylum Al Yazmalım, Aysarının Gülleri, Gün Uzar Yüzyıl Olur gibi romanları ile tanınan dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un roman ve hikâyelerinde sık sık karşımıza çıkar. Bu iki kelime Aytmatov’un eserlerinde ulusal kimlikten uzaklaşma, içinden çıkılan topluma yabancılaşma, egemen güçlere ve süper devletlere yaranma ve yamanma çabalarını da içeren sosyolojik bir kavram olarak kullanılmıştır.

Mankurtlaşma ve mankurt bugün için Türkiye’deki bazı Alevi kişi ve grupların da davranış biçimi haline gelmiştir. Alevilerden bir bölümü artık başına yaş deve derisi geçirilen mankurtlar gibi, her gün geçmişine sövmekte, onu inkâr etmekte ve mensup olduğu topluluğa karşı akla hayale gelmez ihanet ve kumpaslar içine girebilmektedir.

Aleviler Türkiye’de sözde birinci sınıf vatandaştır, eşit ve özgürdürler ama onlara bugüne kadar yapılan muamele bir mankurta yapılanlardan sadece nitelik olarak farklıdır. Mankurtun başına yaş deve derisi geçirilip güneşin altına elleri bağlı bırakılmıştır. Buna karşılık Alevinin başına deve derisi geçirilmez ama onu kendi kendine düşman etmek için hiçbir fiziki ve psikolojik işkencenin yapılmasından çekinilmez.

Şöyle ki, hizmet almadığı halde Alevinin ödediği vergi ile Diyanet Đşleri Başkanlığı’nın imam-hatip, müftü, vaiz, müezzin gibi on binlerce personeli finanse edilir. Alevi çocuğuna yabancı olduğu bir mezhebin din dersi okullarda zorunlu olarak okutulur. Alevinin ceminde, darında şiirlerini okuduğu, nefeslerini söylediği Şah Đsmail tarih derslerinde düşman olarak belletilir. Devlet televizyonunda yapılan Đnanç Dünyası programında bu ülkede Aleviler hiç yaşamıyormuş gibi davranılır ve yok sayılırlar. Yine Ramazan gelir; sokakta, çarşıda, pazarda oruç terörü estirilir. Oruç tutmayan Alevilere her fırsatta gözdağı verilmekle kalınmaz, bazı seneler bir iki Alevi bu teröre kurban gider. Örneğin Malatya, Bolu ve Van’daki üniversitelerde olduğu gibi oruç tutmadığı için Alevi öğrenciler döve döve öldürülür.

Đşkence psikolojik olanla sınırlı kalmaz. Hasbelkader bir devlet kurumunda memur olan bir Alevi ağzıyla kuşta tutsa ondan daha vasat yeteneklere sahip Sünni kökenliler hep yükselirken, o sittin sene memur olarak, tabii onu da kalabilirse, öylece emekliye ayrılır. Durum özel sektörde de bundan pek farklı değildir. Aynı şekilde Sünni esnafın yoğun olduğu yerde dükkân açan bir Alevinin de palazlanmasına izin verilmez. Bu kişinin derhal Alevi olduğu ortalığa yayılarak müşterinin ondan kaçması sağlanır. Hele bir de bir Alevi kasap dükkânı açarsa, işte o zaman “Yandı gülüm keten helva!” Alevi kasap bir gram et satamadan kısa sürede kepenk indirir.

Bazılarını sayamadığımız tüm bu işkencelere dayanamayarak zamanla pes eden, bilincini kaybeden ve geçmişini unutan Alevilere biz mankurtlaştırılan Aleviler diyoruz. Aslında Alevi toplumu mankurta ve mankurtlaşmaya yabancı değildir. Alevilikte toplumuna yabancılaşanları ve ona karşı ihanet içine girenleri açıklamak için “Kınalı keklik” deyimi kullanılır. Kınalı keklikler de avcı tarafından yakalandığında, hemcinslerinin avlanmasında güzel sesleriyle kullanılırlar. Diğer kekliklerin yoğun olduğu bölgeye getirilen kınalı keklik, güzel güzel öterek hemcinslerinin sese kulak vererek yanına gelmesini ve yakalanmasını sağlar. Alevinin kolektif hafızasında kınalı kekliklerin sayısı çokçadır. Sivas’ta Alevi toplumunun içinden çıktığı halde Osmanlı tarafından yüksek makama getirilince Alevilerin

Page 28: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

28

yedi büyük ozanından biri olan Pir Sultan Abdal’ı astıran Hızır Paşa kınalı kekliklerin atası sayılır.

Bilindiği üzere Cumhuriyet öncesi Aleviler kırsal kesimde toplu halde ve Sünni toplumdan yalıtılmış olarak yaşadıklarından, aralarından çok az mankurtlaşanlar çıkıyordu. Aleviler 1950’lilerden sonra kabuklarını kırarak şehirlere göçünce, Alevi insanı üzerindeki daha önceki toplumsal kontrol kalkıp Sünni toplum ve devletle doğrudan temasa geçilmeye başlayınca iş değişti. Köyünde, kasabasında oturup duran bir Alevinin kimseye pek zararı yoktu. Ama Aleviler de şehire göçüp mevcut pastadan pay isteyince, Türkiye’de hemen her şeye sahip olan Sünni kitle tedirgin oldu. Bu nedenle Alevilerin mümkünse tekrar geldikleri yerlere geri gönderilmesi, bu olmadığı takdirde ise mankurtlaştırılarak etkisizleştirilmeleri gündeme geldi. Tüm karşı mekanizmalar derhal faaliyete sokuldu. Bu hummalı çalışmanın meyveleri kısa zamanda alınmaya ve Aleviler içinde mankurt rolünü oynamak isteyenlerin oranı da hızla artmaya başladı.

Günümüzde Aleviler arasında mankurtlaşma çeşitli şekillerde yaşanıyor. Kimi Alevi tamamen mankurtlaşıp, geçmişini unutarak içinden geldiği topluma topyekûn savaş açarken; bazıları da hala toplumun içinde hatta önder pozisyonlarda oldukları halde Alevi karşıtlarının menfaatlerine hizmet ederler. Bunların içinde anlı şanlı dedeler ve Alevi derneklerinin başkanları bile vardır.

Üçüncü kesim de ki bunlar Alevi toplumu içinde en büyük grubu oluşturur, geleneğe zaman içinde yabancılaştıkları, Sünni propagandanın aşırı etkisinde kaldıkları, devletçileştikleri ve büyük ölçüde Alevi-Bektaşi’ye has duyarlılıklarını da yitirdiklerinden her şekilde kullanılmaya ve manipüle edilmeye hazır eğitimsiz halk yığınlarından oluşur.

Etrafına dikkatli bakan herkes Aleviler arasında her türden mankurta tesadüf etmekte güçlük çekmez. Zira Aleviler Türkiye’de en az yüzde 10 oranında bir kitleyi oluşturduğundan, üzerlerinde bin bir çeşit oyun oynanmakta, itaatkâr ve sürü bir topluluk olarak kalmaları, haklarını aramalarının engellenmesi için sayısız dolap çevrilmektedir. Nitekim Alevilere karşı hazırlanan, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde uzun süredir uygulamaya sokulan planlar meyvelerini Batı ve Orta Anadolu Alevileri arasında bol bol veriyor. Buna en güzel örnek Kütahya Alevileri gösterilebilir. Bu ildeki Aleviler arasında artık devletin gönderdiği imamı köyüne kasabasına bir hizmet olarak algılayanlara rastlandığı gibi, Sivas’ta yakılan kardeşlerine sevinenleri, Gazi Mahallesi’nde öldürülenlerin yanında değil de polis ve devletin yanında saf tutanları görmek çok zor değil.

Asıl tehlikeli olan ise bu bölge Alevileri arasında yaşanan milliyetçileşme veya bir çeşit faşistleşme eğilimi. Gerçi milliyetçilik sadece Batı Anadolu Alevileri ile sınırlı değil. Zira Amasya’da MHP’li bir Alevi yine Alevilerin oylarıyla belediye başkanı seçilebildi. Ama asıl vahim olanı, Batı Anadolu Alevilerinin Doğu Alevileri ile arasına ağır ağır duvarları gittikçe kalınlaşan bir sınır çekmeye başlaması... Bunu batıdaki kentlerden hangisine gidilse görebilmek mümkün. Zira bazı Aleviler Tunceli, Sivas, Maraş, Malatya, Erzincan Alevilerini kendinden saymamakta, onların önemli bir bölümünü Kürt olması nedeniyle dışlamakta ve artık kendi kimlik tanımı içinde onlara yer vermemektedir. Ben, batı kentlerinde ve Almanya’da Doğulu Alevilerin ve bunların Đstanbul ve Ankara gibi metropollerde yaşayanlarının, “Onlar bizden değil. Namaz kılmıyor, oruç tutmuyorlar. Đçki içiyorlar ve gusül aptesti almıyorlar. PKK, DHKP-C gibi bölücü (!) örgütleri destekliyorlar. Sadece nefes söylemekle, Alevi türküleri dinlemekle Alevi olunmaz” denilerek aşağılandıklarını bazı Alevilerin ağzından defalarca duydum. Burada Aleviliğin temel felsefi direklerinden biri olan, “72 millete aynı gözle bakmak” ilkesinin unutulduğu açıkça anlaşılıyor.

Ayrıca batılı Aleviler arasında dikkatimi çeken bir diğer nokta da, aşırı devletçi olmaları ve devlet deyince akan suların durması... Müzmin bir devlet fetişizmi ve tapıcılığı var. Genelde devletle hükümeti karıştırıyorlar ve devletten ne gelirse kabul etmeye hazır görünüyorlar. Devlet ne yaparsa iyidir gibi bir anlayış geliştirmişler. Sanki devlet ve hükümet Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki gibi Sünnilere ve Alevilere eşit mesafedeymiş gibi. Bu korkudan

Page 29: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

29

mı yoksa sevgiden mi kaynaklanıyor tam tespit edebilmiş değilim. Belki yıllar içinde dozu gittikçe artan asimilasyon politikalarının bir sonucudur bu.

Böylesine yanlış bir devlet algılaması nedeniyle devletin Alevilere karşı yanlış ve çarpık uygulamalarını dile getirenler de, öne sürdüğü fikirler üzerinde hiç düşünülmeksizin hemen bölücü ve devlet düşmanı olarak damgalanıyor. Sanırım bu da Batı Anadolu Alevilerinin en büyük problemlerinden birisi.

Hâlbuki farklı kökenlerine ve bölge bölge değişen uygulamalarına karşın Aleviler genelde bir bütün. Hem de öyle bir bütün ki, Aleviler kendi aralarında ne kadar bölünürse bölünsün; bir Alevi ister Kürt ister Türk kökenli olsun, Sünnilerin çoğunluğu ve Alevilere karşı olan güç odakları tarafından bir vücut olarak görülüyor. Yani bir Alevi'ye kızan veya onun hakkında kötü söz söylemek isteyen bir kişi, Aleviler arasında ayrım yapmıyor. Hedef aldı mı hepsini alıyor. Aynı 1980 öncesi Maraş, Çorum ve Malatya’da; daha yakın zamanda Sivas ve Đstanbul Gazi Mahallesi’nde yaşananlar gibi... Burada Alevilere can kırımı uygulayanlar, kurşun sıkanlar hiç Türk, Kürt; doğulu, batılı diye ayırmadı. Ölenlerin içinde belki Sünnilerle iyi ilişkiler içinde olan hatta camiye giden ve Ramazan’da oruç tutanlar vardı. Ama sıra Alevileri öldürmeye geldiğinde bunların hiç biri sonucu değiştirmediği gibi, kimse aralarındaki farkları dikkate bile almadı. Hitler döneminde Almanya’da da böyle olmuştu. Birçok Yahudi yüzyıllarca önce Hıristiyan olduğu ve Almanlaştığı halde, kökenleri didik didik edilmiş ve Yahudi oldukları anlaşılınca yakılmak üzere toplama kamplarına gönderilmekten kurtulamamıştı.

Bu da gösteriyor ki, Alevi kimliğini terk ederek egemen Sünni çevrelere ve devlete yaranabilmek mümkün değil. Çünkü Batı Anadolu’da birçok Alevi köyünde olduğu gibi Sünni köylerde bile bulunmayan görkemde camiler yapmakla, şu anda büyük oranda Sünni anlayışın egemen olduğu bir devlete ve önyargılarının esaretinden henüz tam olarak kurtulamamış Sünni kitleye yaranmak mümkün görünmüyor. Bir Alevi olarak Sünnilerden daha çok namaz kılmak, oruç tutmak, kraldan çok kralcı kesilmek ve yaranmak için kendi geçmişine beş vakit küfretmek akıl kârı olamaz. Zira mevcut Sünni egemen toplum ve devlet; kendilerine ne kadar yaklaşırlarsa yaklaşsınlar Alevileri kabullenmeye, içine almaya ve hiçbir şeyi paylaşmaya yanaşmıyor. Tarihi önyargılar, mevcut güç ve menfaat ilişkileri buna engel.

Bu nedenle Alevilere, birlik ve bütünlüğü aralarındaki tüm ekonomik, bölgesel, toplumsal ve kültürel farklılıklara rağmen korumak dışında başka bir yol kalmıyor. Zaten Alevi'ye karşı yapılan her plan, onun birlik ve bütünlüğü parçalamak ve ufak lokmalara ayırarak yutulmalarını daha da kolaylaştırmayı hedefliyor.

Tam da bu nedenlerden dolayı kimliksizleştirme, kitle olarak anlamını yitirme ve yutulmaya karşı Alevilerin önünde birlik ve bütünlük içinde olmak, bir ve iri olmak dışında seçenek kalmıyor.

Eğer bu yol tutulmaz ve Aleviler sudan sebeplerle amip gibi sürekli bölünürse, egemen güçlerin zafer şarkıları söylemeye başlamasının zamanı gelip çatmış demektir. Bu gerçekleştiğinde de Türkiye’deki Alevilerin kelle sayısının 15 veya 25 milyon olması hiçbir şeyi değiştirmeyecek, sayıların artık bir anlam ve önemi kalmayacak. Çünkü çoban tek, sürü binlerce ama orada sürünün değil çobanın sözü geçiyor!

Sonsöz: Gönüllü mankurtlaşanlar ne kendilerini ne de ait oldukları topluluğu kurtarabilirler.

Bad Nauheim, 11 Temmuz 2003

Page 30: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

30

ALEV Đ STRATEJ ĐSĐ NASIL OLMALIDIR? Aleviler, Almanya ve Türkiye başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde son 10–15

yıl içinde hızlı bir örgütlenme gerçekleştirdiler. Ancak hızlı örgütlenme ve Aleviler üzerine yapılan bilimsel ve popüler çalışmalardaki yoğunluk aynı oranda Alevilerin Türkiye’de resmi bazda tanınma ve kabul görmelerine pek yansımadı. Gerçi kimse artık Aleviler yok diyemiyor, uluorta “mumsöndü” yapıyorlar gibi iğrenç iftiraları tekrarlayamıyor ama Aleviler devlet katında tanınma ve belli istemlerinin kabul görmesi ve tescillenmesi noktasından hala çok uzaktalar.

O zaman en kötümser tahminlere göre bile 10–11 milyonluk bir kitle neden istemlerini kabul ettiremiyor ve devlet bu kadar büyük bir kitlenin taleplerine kulaklarını tıkamaya devam ediyor?

Avrupa Birliği (AB) için uyum paketleri TBMM’den ardı arkasına geçiyor. AB’nin Türkiye ile ilgili yıllık uyum raporlarında Alevilerin sorunlarına yer verilmesine ve durumlarının iyileştirilmesi taleplerine rağmen, bu bağlamda bugüne kadar çıkan yasa ve yönetmeliklerde Alevilerin yararına dişe dokunur hangi adımlar atıldı?

Türkiye’de neredeyse son 8–10 yıldır durmadan Anayasa’da 12 Eylül’ün izlerini silme amacıyla yapılan değişiklikler arasında Alevilerin yasal statülerini rahatlatıcı tarzda bir düzenlemeyi hatırlayan var mı?

Veya örneğin Almanya gibi Alevilerin bir çeşit diaspora olarak yaşadığı ülkelerde bile Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) gibi Alevi kurumlarını devlet resmi olarak muhatap alırken ve bazı eyaletlerde Alevilik okullarda müfredat programına alınarak ders olarak okutulmaya başlanmışken, Aleviliğin tarih sahnesine çıktığı ülkemizde Aleviler neden hala üvey evlat muamelesi görüyor?

Öte yandan AB üyesi ülkelerde yaşayan Aleviler kimliklerini tanıma, geliştirme ve gelecek kuşaklarına aktarma konusunda bırak baskı görmeyi çeşitli devlet kurumlarından destek görürken, Türkiye’de Diyanet başta olmak üzere birçok devlet kurumu Alevileri inkâr ve asimile etme konusundaki ısrarından niye vazgeçeceğe benzemiyor?

Aynı şekilde Aleviler bazı taleplerini zaman zaman seslendirme fırsatı bulduğunda, hemen hemen tüm devlet kurumlarının yetkilileri, ağız birliği etmişçesine, “Ülkemizde ayrım yok. Herkes gibi Aleviler de birinci sınıf vatandaş. Onlar bizim kardeşimiz. Kitabımız, peygamberimiz ve inancımız birdir” nakaratını tekrarlayarak işi sulandırma yoluna gidiyor ve Alevileri kandırmayı seçiyor?

Soruları çoğaltmak mümkün. Ama benim bu sorulara vereceğim cevaplar Aleviler dâhil birçoklarına acı verecek türden... Zira Alevilerin taleplerine karşılık devlet katından verilen cevapların hepsi olumsuz, oyalamaya dönük ve arka planda Alevilerle alay eder bir nitelik sergiliyor.

Devletin egemenleri, laiklik iddiasında olanlar da dâhil, Türkiye’nin Türk-Müslüman ve Sünni üçlü sacayağına yeni bir ayak eklememe yeminine bağlılıklarını sürdürüyor ve bu yapıdan taviz sayılacak bir işarete henüz kimse rastlamadı. Anlaşılacağı gibi kardeşlik, inanç birliği ve yasa önündeki eşitlik gibi sözler hep dilde. Türk-Müslüman ve Sünni kardeş, Alevi kardeşini eşit görmediği gibi her geçen gün onun haklarına olan tecavüzün dozajını artırıyor.

Nasıl mı? Alevi kardeşin ödediği vergilerle Sünni kardeş kendi mezhebi için her türlü maddi ve moral yatırım miktarını yükseltiyor. Sünniliğin finansmanına ayrılan bütçe her yıl yukarı tırmanıyor. Sünni kardeşin devlet içindeki mevzileri her geçen gün genişletiliyor. Buna itiraz edilince de, Alevi kardeşe pişkince dönülüp, “Eşitiz ya. Bu memlekette benim kadar sen de hak sahibisin!” deniliyor. Ama devlet kademelerinde yüksek mevkiler hala Alevi olanlara kapalı. Koskoca Đçişleri Bakanlığı’nda neredeyse hiç Alevi çalıştırılmıyor. Diyanet’te ise zaten Alevi çalışmak istemiyor. Doğasına aykırı çünkü. Türkiye’de Türk-Müslüman ve Sünni oldun mu, devletin bütün kapıları sana ardına kadar açılıyor. Aynı kapılar gelen bir Alevi olunca, devlet adamlarımızın Türkiye’de her vatandaşın bildiğini iddia ettiği, “Açıl susam açıl” şifresini anlamıyor. Uzatmanın anlamı yok. Alevilerin devlet katında dışlanmalarının örnekleri sayfalar doldurur.

Page 31: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

31

Öyleyse sorun ne? Aleviler her yer ve fırsatta mızmızlanmaya devam mı edecekler? Mızmızlanma diyorum. Çünkü ağlama ve mızmızlanma veya öylesine söylenme birbirinden farklı kavramlar. Aleviler sokaktaki her vatandaşın yaptığı gibi sadece kendi kendine söylenip sızlanıyor. Devlet ve egemenler bu nedenle, çeşitli ekonomik ve toplumsal sıkıntılar altında ezilen diğer vatandaşların taleplerini duymazdan geldiği gibi Alevilere de durumlarından şikâyetçi olmaktan öte bir şey yapmadıkları için sırtını dönmeyi iç rahatlığıyla sürdürüyor.

Hiçbir Alevi mevcut durumun zamanla düzeleceği gibi bir umuda kapılmasın. Zira Alevilerin bugün sergiledikleri yapı değişmediği ve bir strateji değişikliğine gidilmediği sürece kimsenin onları ciddiye almaya ve taleplerine makul karşılıklar vermeye niyeti yok.

Çünkü Aleviler çok parçalı bir yapı sergiliyorlar. Kendi içlerindeki gurupların hepsinin yararına olacak hakları almadan, taktik bir yanlışla haklar elde edildikten sonra ele alınacak problemler nedeniyle bölünerek güç kaybına uğruyorlar. Diyanet’in yapısı, kaldırılması veya özerkleşmesi konusunda bir görüş birliği olmadığı gibi diğer ortak talepleri kapsayan geniş ve mutabakata varılmış bir liste hazırlanabilmiş değil.

Keza sıradan Alevilerin birçoğu kimliğini açıkça seslendirme aşamasına bile henüz gelemedi. Özellikle Alevilerin azınlıkta olduğu yörelerde, örneğin Orta ve Batı Anadolu’da korku dağları beklemeye devam ediyor. Hem korku devam ediyor hem de devlet bu bölgelerdeki Aleviler arasındaki cehaleti, gelişmemişliği, dar kafalılığı kullanarak ve kavram kargaşası yaratarak hızla asimile ediyor. Bazıları abartılı bulabilir ama özellikle Kütahya, Eskişehir ve Balıkesir civarındaki Alevilerin yüzde 50’den fazlası kimliklerini kaybetmiş bir aşamaya geldi.

Diğer taraftan bazı Alevi yerleşim yerlerinde, Alevilerin son 10–15 yılda yaşadığı rönesanstan kimsenin haberi yok. Herkes yine Osmanlı’da ve bundan 20–30 sene öncesinde olduğu gibi korkmayı, sinmeyi seçiyor ve Türkiye’nin hala içine kapalı yapısının sürdürdüğünü düşünüyor. Alevilerin bir bölümü tam anlamıyla 2. Dünya Savaşı’nın bitmediğini sanan Japon askeri gibi sığınakta yaşamaya devam ediyor.

Sonuçta sıralanan her madde Alevi kolektif hafıza ve gücünden bir eksilmeyi ve zaafı ortaya koyuyor. Ama Alevilerin haklardan yoksunluk ve toplumsal konumları bağlamında azınlık olma hali sürgit devam edemez ve artık etmemeli. Tamam, Alevilerin önünde bir sürü engel var. Sayısız maddi ve manevi zaaf önlerinde dağ gibi duruyor durmasına da bu verili yapıyı belli ölçülerde değiştirmek mümkün değil gibi kesin bir yargıya varılmamalı.

Đşte strateji burada devreye giriyor. Sıradan Alevinin şimdilik fazla yapacağı bir şey yok. Onlara sıra stratejik öncelikler bağlamında daha sonra gelecek. Đlk başta Aleviler ve Alevilik adına acil olarak elde edilecekler listesini oluşturmak ve bunların karşılanmasını sağlayacak, takip ederek bir sonuca bağlayacak olanlar Alevi örgütleri ve bunların önder kadrolarıdır.

Öncelikle Türkiye ve dünyanın neresinde olursa olsun tüm Alevi kurum ve kuruluşları hemen biraya gelmeli. Bu büyük toplantıya Alevilikle uzaktan yakından ilgili her kurum ve kuruluş katılmalı. Talepler iyice tartışıldıktan sonra üzerinde ortak bir mutabakat sağlanarak ardından bunlar TBMM’ye, Cumhurbaşkanlığı’na, Başbakanlığa ve diğer anayasal organlara verilmeli. Bu süreçte tüm Alevilerin temsili hedef alınmalı ve temsil oranında yüzde 75’e ulaşılmaya çalışılmalı. Uzlaşmaya yanaşmayan bazı gruplar ayak bağı olmamaları için derhal dışlanarak yola devam edilmeli. Yasama, yürütme ve yargı organlarına verilecek talepler listesi yanında bir de bunların karşılanmaması durumunda gündeme gelecek yaptırımlar da sıralanmalı ve özellikle bu konuda tavizsiz bir tutum izlenmelidir.

Örneğin Alevi talepler listesi ilgili makamlara verilmiş olsun ve burada yer alan istemlerin en önemli beş maddesinin yerine getirilmesi için bir yıllık süre verilsin. Bu süre içinde talepler karşılanmayınca hemen belirlenen yaptırımları devreye girmeli. Çünkü “Şu şu Alevi kurumunun yetkilileri TBMM Başkanı’nı, Cumhurbaşkanı’nı, Başbakanı ziyaret etti. Alevilerin taleplerini iletti. Bu zevat ise ziyaret sırasında, ‘Aleviler bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıdır. Atatürk devrimleri ve Cumhuriyet’in bekçileridir. Sizleri çok seviyoruz. Gözümüzün bebeğisiniz. Talepleriniz dikkate alınacak’ dediler” şeklindeki laflar artık

Page 32: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

32

bayatladı. Her yıl tekrarlanan bu tören ve parodilerin Alevilere bir getirisi yok ve de olmayacak.

Sorun yaptırımlarda ve bunların uygulanmasında düğümleniyor. O nedenle, oluşturulsun bir talep listesi, verilsin gerekli yerlere. Sorulsun, bu istemlerimiz bir yıl içinde veya daha uzun ya da kısa vadede yapılacak mı diye. Bunlar karşılanırsa ne âlâ. Ama karşılanmazsa, gelsin yaptırımlar; gelsin legal yollardan hak arama mücadelesi. Örneğin önce Ankara’da büyük mitingler yapılabilir. Đmkânı olan tüm Aleviler hatta destek verecek Sünni demokratlar, kadın-erkek, çocuk-ihtiyar ağızlarında sloganlarla, ellerinde talepleri içeren pankart ve dövizlerle Ankara’ya akın etsinler. Kimse korkmasın, gelmezler diye. Yaratılacak hava ile milyonların Ankara’ya akın akın yürümesi hayal değil. Alevilerin hedef ve ülkülere ihtiyacı var. Hedef belli olunca menzile koşacaklar bulunur. Bir diğer stratejik aşamada ise gönüllüler bu taleplere direnen kurumlar önünde sürekli oturma eylemleri ve açlık grevleri başlatmalı. Yine de talepler karşılanmaz, provoke edilir ve amacından saptırılırsa bu sefer benzer eylemler AB nezdinde Brüksel’de ve Strasbourg’ta tekrarlanmalı.

O zaman Alevilere, bölücü, yıkıcı, terörist gibi ithamlarda bulunulacaktır. Hatta bazı Aleviler kullanılarak iş şiddet platformuna dökülmeye ve Aleviler terörize edilmeye çalışılacaktır ama bunlar kimsenin gözünü yıldırmamalıdır. Aleviler ancak bu şekilde adım adım ve tavizsiz takip edilecek stratejilerle Türkiye’de layık oldukları bir statüye kavuşabilecektir. Aksi söz konusu olduğunda bugün Aleviler devlet ve Sünni kesim tarafından nasıl tanınıyor ve muamele ediliyorsa daha sittin sene de öyle kalmaya devam edeceklerdir. Eski hamam eski tas hesabı...

Özetle Alevilere, “Havada bulut, sen hak istemeyi unut” diyenlere karşı sıkı bir duruşun, ilkeli ve kararlı bir tutum takınmanın tam zamanı. Ama stratejiyi iyi belirlemek ve uygulamak şartıyla...

Bad Nauheim, 1 Mayıs 2003

Page 33: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

33

AKP-ALEV Đ ĐLĐŞKĐLERĐ GÜVEN BUNALIMINI AŞAMIYOR Türkiye’de 1950’de çok partili yaşama geçilmesinden bu yana Alevilerle sağ partilerin

ilişkileri hep inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Şu anda iktidardaki AKP ile Alevilerin ilişkileri de diğer sağ partilerle olandan köklü bir ayrılık sergilemez. Hatta AKP, Đslamcı bir kökenden gelmesi nedeniyle, bu parti ile ilişkiler diğer sağ partilere oranla daha büyük pürüzlerle ve güven bunalımı ile maluldür.

Zira 1950 yılında çok partili iktidarla birlikte, tek parti iktidarından bezen diğer halk kesimleri gibi Aleviler de Demokrat Parti’yi (DP) kurtarıcı gibi algıladı ve ilk 7 yıllık süreçte bu partiyi destekledi. Ancak DP’nin oy avcılığı uğruna gerici ve yobaz kitlelere zamanla büyük tavizler vermeye başlaması, bir çeşit Sünni partisi imajı sergileme yoluna girmesi ve Đnönü Dönemi’nde önü açılan Đmam-Hatip okullarını hızla yaygınlaştırmaya başlaması Alevilerin kafasında, iktidara karşı soru işaretleri uyandırmaya başladı.

1960 Đhtilali sonrası iktidara gelen sağ partilerin gerici kitlelere desteğini artırması, din ticaretini keşfetmesi ve Alevi kesimin de bu değişimle birlikte sola kayması ile birlikte, Alevi-sağ partiler ilişkisi en az düzeye indi. Zaten 1970’li ve 12 Eylül sonrası da bu ilişkileri kopma noktasına geldi.

Bugün Alevilerin yüzde 70’den fazlası sol partilere destek vermekle birlikte, sağ partilere en uçtakinden merkezdekine kadar destek verdikleri de su götürmez bir gerçek. Đşte AKP-Alevi ilişkilerini de bu bağlamda ele almak lazım.

Malum AKP-Alevi ilişkileri yeni değil. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın Đstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı olduğu döneme kadar uzanan bu ilişkiler zinciri daha başlangıçta güvensizlik temeli üzerine kuruldu. Çünkü Erdoğan, belediye başkanlığı döneminde Karaca Ahmet Sultan Dergâhı’nı yıktırmış ve bu daha başlangıçta, Erdoğan’ın daha sonra AKP’nin Genel Başkanı olması hasebiyle ilişkilere büyük darbe vurmuştu. AKP-Alevi ilişkileri hâlâ bu olay nedeniyle düzelmesi çok zor bir zeminde seyrediyor. Ancak AKP ve Tayyip Erdoğan da, “Tamam Alevilerin bir kere gönlünü kırdık. Artık aramız düzelmez!” diye yerinde oturmuyor. Oturamaz, çünkü Aleviler Türkiye’nin bir gerçeği ve Alevilerle ilgili problemler büyük ölçüde çözülmeden duruyor ve çözümsüzlük devam ettiği takdirde, bunun ilerde Türkiye’nin toplumsal istikrarı bakımından olumsuz sonuçlara yol açması çok muhtemel görünüyor. Ayrıca her parti sadece kendi geleneksel oy tabanı ile yetinmek istemiyor. Bu nedenle de büyük bir oy kitlesi olan Aleviler hemen hemen tüm partilerin ilgi alanına giriyor.

ĐLĐŞKĐ DENEMELERĐNĐN SONU HÜSRAN Karaca Ahmet Sultan Dergâhı’nın yıkılmasından ve AKP’nin kurulmasından sonra

Alevi ilişkileri konusunda ikinci bir adım daha atıldı. AKP ile Alevi kitlenin ilişkisine AKP Kurucular Kurulu Üyesi olan Kırıkkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu aracılık etti. Đlahiyat kökenli olan Sosyolog Dr. Hüseyin Tuğcu, önceleri Ankara’da daha çok Alevileri Sünnileştirmeyi amaçlayan çevrelere teorik destek sağlayıcı tarzda bir yayın politikası izleyen Genç Erenler Dergisi’ni çıkarmış; buradan elde ettiği şöhretle AKP’ye yakın çevrelerle temasa geçme imkânına kavuşmuştu.

Gençlik yıllarında ve Ankara’da Mamak Đmam-Hatip Lisesi Meslek Dersleri Öğretmenliği yaptığı dönemlerde daha çok 12 Eylül’den önce Yeniden Milli Mücadeleciler olarak tanınan şimdiki Millet Partisi Genel Başkanı Aykut Edibali ekibiyle hareket eden ve bu çevrenin yayın organı haftalık Bayrak Gazetesi’nde yazıları yayınlanan Tuğcu’nun yıldızı Alevi uyanışının başladığı doksanlı yıllarda parlama yoluna girdi. Dr. Tuğcu, 1991 yılında Diyanet’in aylık dergisinde yayınladığı Alevilik dosyasına açıkladığı fikirleriyle kamuoyunun dikkatini çekti. Burada Alevi-Sünni kardeşliği adına Alevileri camiye gitmeye davet eden ve Alevilerin Hz. Ali yolunu takip ettikleri için onun yaptığı tüm ibadetleri yerine getirmeleri gerektiğini ifade eden Dr. Tuğcu’nun yaklaşımı, bu sıralarda yeni yeni seslerini duyurmaya başlayan Alevi çevrelerde büyük bir tepki topladı.

Sonraları Dr. Tuğcu daha çok Diyanet’in ve Sünni çevrelerin düzenlediği söyleşi ve panellerde boy gösterdi. AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan ise Dr. Tuğcu ile “Bir tane de Alevimiz olsun” mantığı ile daha Fazilet Partisi’nden kopmadan ilişkiye geçti ve partinin

Page 34: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

34

kuruluşu açıklandığında, Tuğcu’nun adını Kurucular Kurulu listesinde görünce şaşırmadık. Kısa zaman içinde 2 Kasım 2002 Seçimlerine gelindi. Partilerin kimleri aday göstereceği spekülasyonları yapılırken, AKP’den Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu’nun da milletvekili adayı gösterileceği söylentileri çıktı. AKP’nin Alevi adaylar da göstereceği yolunda ortalıkta dolaşan söylentilere son noktayı Kanal 7’de Ahmet Hakan Coşkun’un sunduğu ana haber bültenine konuk olan Dr. Tuğcu bizzat kendi koydu. Konuşmasından heyecanlı ve coşkulu olduğu gözden kaçmayan ve AKP’nin Alevileri de kucaklayacağını müjdeleyen Dr. Tuğcu, kendisinin ve daha birkaç Alevi kökenli kişinin seçilebilecek sıralardan aday gösterileceğini kesin ifadelerle vurguladı. Daha önceki seçimlerde ve 3 Kasım için CHP ve DYP’den de adaylık teklifleri geldiğini ve bunları reddettiğini belirten Dr. Tuğcu koşa koşa AKP’ye geldiğini söyledi.

Bir süre sonra partilerin geçici aday listeleri açıklandığında, Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu’nun talebi üzerine Tayyip Erdoğan’a, aday yapılması için uzun bir çalışmayla hazırlayıp verdiği kendi dâhil diğer 9 Alevi adayın hiçbiri listelerde son sıralarda da olsa kendine yer bulamamıştı. Dağ fare doğurmuştu ve bu Dr. Tuğcu, büyük emek vererek bulduğu 9 Alevi kökenli kişi ve AKP’ye bel bağlayan diğer Aleviler arasında deprem etkisi yarattı. Çünkü bizzat Tayyip Erdoğan seçim söylentilerinin hemen ardından Hüseyin Tuğcu’yu davet etmiş; Alevilerin yoğunlukta olduğu illeri tek tek gezerek, çevresinde sevilip sayılan ve Alevi kitlenin oyunu partiye çekebilecek milletvekili adayları bulmasını istemişti. Dr. Tuğcu bu talebi büyük bir şevkle gecesini gündüzüne katarak yerine getirdi. Đl il gezerek uygun isimler buldu ve bir liste halinde Erdoğan’a sundu.

Dr. Tuğcu, Erdoğan’ın garanti vermesi üzerine memleketi olan Kütahya’da parti tarafından yapılan bir çeşit önseçim niteliğindeki eğilim yoklamasına bile katılmadı. Zira Erdoğan, “Seni Kütahya birinci sıradan; olmazsa Đstanbul, Ankara gibi büyük illerden seçilebileceğin bir sırada aday göstereceğim” demişti. Kütahya’da yapılan eğilim yoklamasında Dr. Tuğcu’nun bulduğu Hisarcık Đlçesi’ne bağlı tamamı Alevi olan Şeyhler Beldesi’nden Dr. Ali Fazıl Kasap ise dördüncü sırada çıkmıştı. Kütahya gibi Alevi aday göstermenin AKP için olumsuz sonuçlar doğuracağı muhafazakâr bir kentte bile, Dr. Kasap parti delege ve üyelerinin sempatisini kazanmış ve başarılı bir sonuç almıştı.

Ne var ki, tüm bu başarılar ve Dr. Tuğcu’nun harcadığı büyük emek ne olduysa olmuş AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın gözünde anlamını bir anda yitirivermişti. Erdoğan, başta verdiği “Alevi vatandaşları da kucaklama” sözünü yutmakta bir sakınca görmedi. Geçici aday listelerinde kendi ve 9 Alevi arkadaşının adını göremeyince, medyaya AKP’de Alevilerin dışlandığı yolunda açıklamalar yapan Dr. Tuğcu, kesin aday listelerinde yapılan bu yanlışın düzeltileceğini umut ettiğini belirtti ama bu beklenti de boş çıktı. Tayyip Erdoğan, Alevilerle köprüleri atmaya, adının onlarla birlikte anılmasına tahammül gösterememişti ve kararını kesinlikle vermişti: AKP’de Alevilere kesinlikle yer yoktu!

AKP ve yollarını ayırdığını iddia ettiği Milli Görüş geleneğinde, kendileriyle aynı yolda yürümek isteyen Alevilerin bile, her ne kadar evcilleşseler, kökenlerinden kopsalar; Sünni inanç ve ibadetleri neredeyse Sünnilerden daha fazla benimseseler de kabullenilmeleri mümkün değildi. Bu durumda AKP’nin tüm vatandaşlar gibi “Alevileri de bağrına basma” iddiası boş bir sözden öteye geçmezken, adeta iktidara geldiklerinde Alevilere, “Boşuna uğraşmayın sizleri, kimliğinizi ve sorunlarınızı görmezlikten gelmeye ve inkâr etmeye devam edeceğiz” mesajı veriliyordu.

Sonunda seçimler yapıldı. AKP ezici çoğunlukla tek başına iktidar oldu. Her ne kadar yanlışlığı ve bir sonuca ulaşamayacağı başından beri bilinse de AKP-Alevi flörtü çabuk sona ermişti ama Dr. Tuğcu AKP’den vazgeçmedi ve şu anda Erdoğan’ın danışmanı olarak görevine devam ediyor. Onu AKP’nin Alevilere yönelik operasyonlarında hep başrolde görüyoruz ve de daha göreceğiz.

AKP’nin önümüzdeki yerel seçimler için de bazı şehir ve beldelerde Alevi adaylar aradığı ve Alevi desteğini arkasına almaya çalıştığı haberleri medyaya yansıdı. Ayrıca

Page 35: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

35

özellikle Batı ve Orta Anadolu’da bazı Alevi belediye başkanlarının faydacı kaygılarla AKP’ye geçtiği öğrenildi.

YENĐLEN PEHL ĐVAN GÜREŞE DOYMAZ AKP iktidar partisi ve bütün ipler elinde. Ayrıca Avrupa Birliği (AB) yıllık uyum

raporlarında devamlı diğer azınlık gurupların yanı sıra Alevilerin de problemlerine değiniliyor ve çözüm bulunması talep ediliyor. O nedenle AKP ve Başbakan Erdoğan Alevileri görmezden gelemiyor. Ancak Erdoğan, Alevileri oldukları gibi kabulden çok yamultarak, kendilerine benzeterek yanına çekme niyetinde olduğundan, bu yolda attığı her adım Alevi kitleyi kendine yaklaştıracağı yerde daha da uzaklaştırıyor. Başbakan Erdoğan, bir yandan aynen Kıbrıs’ta olduğu gibi durmadan “güven artırıcı önlemler paketi” açıklıyor. Ama her paket açılışında “dağ fare doğruyor” ve bağlanan umutlar fiyaskoyla sonuçlanıyor. Zira Erdoğan, her şeyden önce Alevilerin ibadet yerleri olan cemevlerini, ibadet yeri olarak görmüyor. Bunu geçen aylarda yaptığı Almanya ziyaretinde açığa vurdu ve tüm Müslümanların olduğu gibi Alevilerin de ibadet yerinin cami, cemevlerininse sadece birer kültür merkezi olduğunu ısrarla vurguladı. Bu açıklama Aleviler arasında infial uyandırdı ve büyük tepki doğurdu doğurmasına ama Başbakan’ın bu yargısını değiştireceği yönünde henüz bir belirti ufukta görünmüyor.

Ancak Başbakan Erdoğan, attığı adımların Alevi cephesindeki yankılarını pek dikkate almaksızın yoluna devam etmeye kararlı gözüküyor. Nitekim aşağıda sıralayacağımız gibi, AB müktesebatını dikkate almak zorunda kalan AKP ve Diyanet Đşleri Başkanlığı, Alevilere yönelik düzenlemelerini “yenilen pehlivan güreşe doymaz” edasıyla hız kesmeden sürdürüyor.

PAKET ÇOK AMA ĐÇĐ BOŞ Kısaca AKP Hükümeti boş durmuyor. Kısa aralıklarla Alevilere yönelik bir operasyon

ilan ediliyor. Đşte iktidarın Alevilik üzerine çeşitlemeleri: • Alevilik Müfredata Giriyor: Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, „Şimdiye kadar

Aleviler, şu veya bu şekilde dikkate alınmadıklarından şikâyet ettiler. Laik devlet, dinler ve mezhepler karşısında eşit mesafede olmalı. Din asla devleti kontrol etmemeli. Devlet de dini yönlendiren, kullanan konumda olmamalı. 2004–2005 eğitim yılından itibaren Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitaplarına Alevilikle ilgili bir bölüm eklenecek. Bu fikrimi Sayın Başbakan'a açtım. Kendisi bu yönde bir düzenleme gerektiğini söyledi. Aleviliği, Đslam Dini'nin nasıl bir yorumu olduğunu derslerde anlatacağız“

• Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın, CHP Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt’ün soru önergesini yanıtlarken, Diyanet Đşleri Başkanlığı'nın mezhep, inanç ve yorum farkı gözetmeksizin halkın inanç ve ibadet konularında bilgilendirilmesi ve buna bağlı olarak din hizmetinin yerine getirilmesi ile görevlendirildiğini belirtti. Din hizmeti götürürken Sünni, Alevi ya da Şii ayrımını dikkate almadıklarını kaydeden Aydın, ''Bütçe harcamasında da herhangi bir ayrıma gidilmiyor. Ama günümüzde tartışılan aktüel konuyu da görmezden gelmiyorum. Cemevlerine yardım yapılıp yapılmadığı meselesi çok sık gündeme geliyor. Cemevlerine başka bakımdan yardım yapılıp yapılmadığını Diyanet Đşleri'nden Sorumlu Devlet Bakanı olarak bilmiyorum. Faaliyetleri ile ilgili olarak yardım alıyor mu bilmiyorum. Aldığı da olmuştur ama bunun Diyanet Đşleri Bütçesi ile uzaktan yakından ilgisi olmamıştır.'' Aydın, Diyanet Đşleri Başkanlığı'nın Türkiye'nin gerçek durumunu göz önüne alarak bu yıldan itibaren ilmi faaliyetlere, bilimsel faaliyetlere daha fazla önem vereceğini bildirdi. Bu konuyu ''Đhmal edilmiş bir alan'' olarak gördüklerini kaydeden Aydın, bunu gidermek için Alevilik ve Bektaşilik kaynaklarının incelenmesi, araştırılması, kullanılır hale getirilmesi yönünde projeleri bulunduğunu anlattı.

Page 36: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

36

• Diyanet, Alevileri istemiyor. Diyanet Đşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Alevi dedelerinin Diyanet’te temsil isteğine, ''Alevi dedeleri Kültür Bakanlığı’nda çalışsınlar“ diye yanıt verdi.

• 1. Dini Yayınlar Kongresi'nde yayımlanan sonuç bildirgesinde, yurtiçi ve yurtdışındaki kütüphanelerde yayınlanmayı bekleyen Alevilik ve Bektaşilik ile ilgili kıymetli eserlerin dini-kültürel hayata kazandırılmasının tarihi bir zorunluluk olduğu vurgulandı. Bildirgede, dini yayıncılıkta yapılacak tercüme konusunda tutarlı bir politika geliştirilmesinin önemine işaret edilerek, ''Alevilik-Bektaşilik, pek çoğu yayınlanmamış, kütüphane raflarında yayınlanmayı bekleyen zengin bir dini kültürel mirasa sahiptir. Bugün bu eserlerin çok az bir kısmı yayınlanmıştır. Ancak bu tür yayınlarda özgün metne ve ilmi yayın kriterlerine bağlılık konusunda yeterli titizlik genelde gösterilmediği için toplum olarak önemli bir bilgi kirlenmesiyle karşı karşıyayız. Bu durum toplum katmanları arasında iletişimsizlik sorununun sürüp gitmesine, gereksiz gerginliklerin yaşanmasına ve karşılıklı dini hoşgörünün zayıflamasına sebep olmaktadır. Diyanet Đşleri Başkanlığı, Đslam kültürüne dair Alevi ve Bektaşilerce yapılan ve halk klasikleri haline gelmiş bu kıymetli eserlerden bir kitap seti oluşturarak halkın yararlanabileceği genel kütüphanelere ve ilgili yerlere dağıtmayı hedeflemektedir.''

• ''Alevi zirvesini toplayacağız'' Đslam dünyasındaki akıl tutulmasını aşmak için dini düşüncede reform şart olduğunu belirten Din Đşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın, ''Alevi dünyasındaki düşünce ve bilgi genişliğini yeterince bilmiyoruz. Bir grup arkadaşımızın söylediğini bir başka grup kabul etmiyor. Demek ki ortada bir bilgi zenginliği var'' dedi. Aleviler için büyük bir seminer yapacaklarını vurgulayan Aydın, Alevi yorumu üzerinde yeteri kadar bilgi olmadığını ve Alevilerin dine getirdikleri farklı yorumların açılması, bir seminer veya sempozyum konusu olması gerektiği yorumunda bulundu.

• Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın Alevilerin “gönlünü alma” çabalarıyla başlayan gelişmelere bir yenisi daha eklendi. Diyanet Đşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesinin yıl dönümü olan 14 Mart 2003 Cuma günü camilerde okunacak vaazlarda bu konuya da değinileceğini bildirdi. Yılmaz’ın bu genelgesinin Diyanet tarihinde bir ilk olacağı belirtiliyor.

• Devlet Bakanı Mehmet Aydın, 70 kişiyle 'ön zirve' yaptı. Zirvede, Alevilerin isteklerini içeren 20 maddelik plan Aydın'a verildi. Göreve geldikten kısa bir süre sonra verdiği bir demeçte ''Alevi zirvesi toplayacağız'' diyen Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Aydın'ın, ilahiyatçı, öğretim üyesi ve Alevi inanç önderlerinden yaklaşık 70 kişiyle bir ''ön zirve''de bir araya geldiği öğrenildi. Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi'nin ön ayak olduğu 10 Ocak 2003’te gerçekleşen toplantıya, Diyanet Đşleri Başkan Yardımcısı Rıdvan Çakır, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ve Din Đşleri Yüksek Kurulu üyeliği de yapan A.Ü. Đlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Mualla Selçuk, Çorum Đlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Nadim Macit, Alevi-Bektaşi kültürü üzerine araştırmalarıyla tanınan H.Ü. Öğretim Üyesi, Tarihçi Prof. Ahmet Yaşar Ocak gibi isimlerin dışında Anadolu'dan bazı Alevi ocaklarının temsilcileri katıldı.

• Diyanet’te temsil şansı bulamayan Alevilik için ilahiyat fakültesinde kürsü kuruluyor... Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi ilk şubesini Çorum Đlahiyat Fakültesi'nde açacak. Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın Çorum Şubesi'nin yaptırdığı külliyenin yemekhane açılışında konuşan Gazi Üniversitesi Çorum Đlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nadim Macit, 'Konuyla

Page 37: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

37

ilgili üniversite senatosundan onay geldi. Kürsünün başına Yrd. Doç. Dr. Osman Eğri geçecek'' dedi.

• Hükümette ilk dini polemik: Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın, „Alevi zirvesi toplayalım'' dedi, AK partili vekil ''Hepimiz aleviyiz'' diyerek karşı çıktı... Bakan Aydın’ın Alevi zirvesi toplama önerisine partisinden tepki geldi. AKP Yozgat Milletvekili Mehmet Çiçek, Türklerin Müslümanlığı Hz. Ali taraftarlarından öğrendiklerini belirterek, zirvenin birliği zedeleyeceğini savundu. Çiçek, ''Türklerin tamamı Hz. Ali taraftarı olmuştur, yani alevidir. Farklılık olmayan yerde farklılık yaratmak yanlış olur'' dedi.

• AKP Kurucular Kurulu üyesi de olan Dr. Hüseyin Tuğcu, Başbakan Tayyip Erdoğan’a Alevilik, Diyanet’te temsil, sorunlar ve çözüm önerilerini içeren bir rapor sundu. Raporda, DĐB bünyesinde, Başbakanlığa bağlı ancak yarı özerk çalışacak bir Alevi-Bektaşi Araştırmaları Merkezi oluşturulması gerektiğinin altı çizildi. Merkezin başkanlığına Alevi-Bektaşi çevrelerinin benimseyebileceği, Alevi kökenli ilahiyatçı bir akademisyen, araştırmacı ya da din görevlisinin getirilmesinin zorunlu olduğu vurgulandı. Alevi kökenli olmayan bir ismin başkanlığa getirilmesinin büyük bir eksiklik olacağı ve merkezin çalışmalarının daima şüpheyle karşılanmasına neden olacağı kaydedilirken, bu merkezin başkanının, DĐB’de başkan yardımcısı olarak temsil edilmesi de önerildi. Raporda, Alevi-Bektaşi kültürüne din derslerinde yer verilmesi ve Đlahiyat Fakültelerinde “mezhepler tarihi” ve “dini gruplaşmalar” adlı derslerin okutulması da istenirken, kültür ve inanç birliği konulu dersin de bütün üniversitelerde yer alması gerektiğine dikkat çekildi.

• AKP Ağrı Milletvekili Melik Özmen, Alevilerle ilgili ayrımcılığın AB'ye üyelik sürecinde Türkiye'nin en önemli sorunu haline getirileceğini öne sürerek, cemevlerinin Diyanet'e bağlanması ve Alevi dedeleri için cemevlerine kadro verilmesini önerdi. Özmen'e CHP'den destek geldi. Özmen, TBMM'de Diyanet Đşleri Başkanlığı'nın 2003 mali yılı bütçesi görüşmelerinde Alevilere yönelik bir dizi öneride bulundu:

- Türkiye'de ve yurtdışında tanınmış, ilmi araştırmaları olan, halkla ilişkileri iyi kişilerden oluşan 'Alevi Şûrası' bir an önce toplanmalıdır. - Aleviliği konu edinen araştırma merkezleri ve enstitüler kurulmalıdır. - Diyanet Đşleri Teşkilatı bünyesinde hizmet veren kurumlar arasına cemevleri de alınmalıdır. - Camilere tahsis edilen din görevlisi kadrosu cemevlerine de verilmelidir. - Halk arasında dede olarak bilinenler bir sınavdan sonra resmen atanabilir.

AB SÜREC Đ VE ALEV ĐLER Görüldüğü gibi, Aleviler açısından AKP diğer sağ partiler gibi parlak bir gelecek vaat

etmiyor. Hoş Alevilerin yıllardır desteklediği CHP de, onların en ufak bir hak talebini bile sahiplenmedi ya… Neyse.

AKP sadece AB’nin zorlamasıyla göstermelik bazı adımlar atıyor gibi yapıyor, ancak yapılan vaatlerin arkasından ölüm sessizliği hâkim oluyor ve uygulama aşamasına geçilmeden dosya rafa kaldırılıyor veya içeriği sulandırılıyor. Çünkü AKP Türkiye’nin diğer bütün sorunlarında olduğu gibi Aleviler konusunda da bir netliğe ulaşamamış gözüküyor.

AKP, Utah Üniversitesi Öğretim Üyesi siyasal bilimci Doç. Dr. M. Hakan Yavuz’un Tempo Dergisi’ne verdiği söyleşide belirttiği gibi, hem karizmatik bir lider partisi, hem de değişik sağ ve Đslamcı gurupların bir araya gelerek oluşturduğu toplama bir parti. Ayrıca iktidarda olduğu halde, parti felsefesini ve yönünü netleştirememiş, Đslamcılıktan muhafazakâr demokratlığa evrilmeye çalışıyor. Yani bu evrimin nereye ve ne zamana kadar süreceği belli olmadığı ve partinin Erdoğan dâhil üst yönetiminin kafa karışıklığı devam ettiği sürece, AKP Türkiye’nin sorunlarına kalıcı ve net çözümler getireceğe benzemiyor. Bunun tek istisnası, önümüzdeki Aralık ayında Türkiye’ye AB’ye giriş tarihi verilmesi ve bunun getirdiği dinamikle AKP’nin evriminin hızlanması; ardından yine Doç. Dr. Yavuz’un deyimiyle

Page 38: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

38

önümüzdeki 50 yılda Türkiye’nin en büyük iki sorunu olmaya aday Aleviler ve Kürtler konusunda daha olumlu ve yapıcı adımlar atması olabilir. Bu beklentinin gerçekleşmemesi, AKP’nin zaten zoraki çıktığı muhafazakâr demokratlık yolundan derhal çark ederek, büyük bölümü şeriatçılardan oluşan çekirdek kitle tabanını memnun edecek icraatlara ağırlık vermesine yol açacaktır. Ancak, böyle bir icraat AB yenilgisinin ardından kartların kesinlikle yeniden açılacağı bir Türkiye’de belki de AKP iktidarının sonu anlamını taşıyabilecektir.

SONUÇ VE DEĞERLENDĐRME AKP’nin mevcut halinden Alevileri memnun edecek sonuçların çıkmasını beklemek

hayalperestlikten öte bir anlam taşımaz. Burası kesin gibi. Çünkü AKP’ye hâkim olan zihniyet, öncelikle Aleviliği özgün bir kimlik olarak kabul etmediği gibi, Alevilere tepeden bakıyor; onlara kendi tanımını kendi yaptığı özünden uzaklaştırılmış bir Alevilik anlayışı dayatmaya çalışıyor. Bu da AKP ile Aleviler arasında bir diyaloğun oluşmasını sürekli geciktiriyor.

Öte yandan AKP, Alevilere yönelik çıkışlarında, daima büyük Alevi örgütlerini muhatap almak, onların görüşlerini dinlemek gibi bir zahmete katlanmıyor. Aksine nerede Alevilerin dışladığı kişi ve çevre varsa, onlarla bağlantıya geçiyor. Veya bir takım temsil kabiliyetinden yoksun Alevi örgütlerini el altından destekleyerek, „Alevi Diyaneti“ gibi hangi amaca hizmet edeceği belli olmayan kurumlar oluşturulmasına önayak oluyor.

Bu şekil bir hareket tarzı tabii ki, Alevilerin AKP’ye karşı var olan şüphe ve önyargılarını daha da kemikleştiriyor. Ancak, burada AKP’nin Alevilere karşı veya onlar adına hangi planların hazırlığında olması aslında Alevileri o kadar fazla ilgilendirmemeli. Çünkü Türkiye’deki sağ ve Đslamcı gelenekten Aleviler adına büyük beklentilere girmemek gerektiğini bilmek için âlim olmak şart değil. Sadece geçmişi biraz bilmek yeter.

Diğer bir şart ise Alevilerin artık Türk siyasal partileri karşısında pasif ve yalvaran tutumlarını terk etmesidir. Çünkü Türkiye gibi „Hak verilmez, alınır“ anlayışının çok yaygınlaşmadığı ve Cumhuriyet de dâhil pek çok hakkı ve kurumu bir fatura ödemeden elde etmeye alışmış bir halkın bireyleri olan bizler, henüz „Bir hakkı sunanın, onu geri de alacağını“ bir türlü öğrenemedik.

Bu çerçevede düşünürsek, AKP Hükümeti aslında kendinden beklenenin aksine davranmıyor. Zira sorunları olan Aleviler ama onlar taleplerini yeterince dillendirmiyor. Dillendirenler varsa da, arkalarında güçlü bir taban desteği olmadığından ya sesleri cılız çıkıyor, yukarılarda işitilmiyor veya bu çıkışların büyük çoğunluğu kişisel çabalardan öteye geçemiyor. O zaman ne oluyor, sorunlara çözüm bulma konumunda olan AKP bildiğini okuyor. „Veren el alan elden üstündür“ anlayışına sığındığından, dayatmacı oluyor ve verilenlerin ne olması ve ne kadar olması gerektiğini ben belirlerim gibi otoriter bir tavır içine giriyor.

O nedenle Aleviler öncelikle hak taleplerinin yerine getirilmesinde inisiyatifi kendi ellerine almaları gerektiği bilincine ulaşmalıdır. Yıllardır biriken sorunların çözümü, Alevilerin yine yıllardır sürdürdüğü „pasif alıcı“ konumunu terk etmeleri ve yediden yetmişe talepleri konusunda „aktif alıcı“ tutumunu benimsemeleri ile mümkün olabilecektir. Yani bir Alevi olarak insanca yaşamak için gerekli olan haklara sahip olabilmenin yolu, „Alevi olarak eziliyorum. Benim vergilerimle başkalarına din hizmeti veriliyor, bana ise hadi oradan sen de kim oluyorsun, deniliyor“ gibi sızlamadan öteye geçmeyen tavırların terk edilerek, „Arkadaş ben Aleviyim. Özelliklerim, kimlik tanımım şu. Örgütlendim. Arkamda şu kadar insan var. Taleplerim de şunlar şunlar. Bunların en geç şu tarihe kadar yerine getirilmesini istiyorum. Aksi takdirde her türlü demokratik ve legal baskı mekanizmasını devreye sokacak güç ve hazırlıktayım“ şeklinde bir meydan okuyuştan geçmektedir.

Sonuçta Aleviler bugünkü davranış kalıplarını sürdürerek, sorunlarının çözüldüğü bir noktaya ulaşamadıkları gibi, bu konuda hayal görerek sadece kendilerini kandırabilirler. Kedinin elindeki fare gibi o veya bu partinin oyuncağı olmaya devam ederler. Çünkü artık, sadece sızlanmak ve kendilerine karşı yapılan haksızlıklar konusunda homurdanmak, dünya ve Türkiye’de bulundukları her yeri „ağlama duvarı“ haline getirmek bu zamana kadar Alevilerin bir işine yaramadı; sonra da yaramayacak. Yararlı olan tek şey varsa, istemlerin

Page 39: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

39

yerine getirilmesi için „aktif tavır“ almak ve „örgütlülük-talep iletimi-sonuç alma veya eylem“ konumuna geçmektir. Gerisi hava ile cıvadır!

Bad Nauheim, 08 Şubat 2004

Page 40: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

40

BENĐM ALEV ĐME DĐYANET NE GÜZEL YAKI ŞIR!

Cem Vakfı Başkanı Prof. Dr. Đzzettin Doğan, 8-9 Kasım tarihleri arasında yapılan 4. Đnanç Önderleri Toplantısı'nda Alevi Đslam Din Hizmetleri Teşkilatı'nı kurduklarını duyurdu. Yurtiçi ve yurtdışından bin 740 Alevi dedesi ve Bektaşi babasının katıldığı üç günlük toplantı sonunda alınan kararla kurulan ve kısaca Alevi Diyaneti adı verilen teşkilat kamuoyunda büyük yankı uyandırırken, Pir Sultan Abdal Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Konfederasyonu, Şah Kulu ve Karaca Ahmet Sultan Dergâhı bu kurumu tanımadıklarını ve Prof. Doğan’ın Alevileri temsil etmenin çok uzağında olduğu yönünde açıklamalarda bulundular.

Sayın Prof. Doğan, oraya buraya oy sandıkları koyup da Alevilere „Ben sizin için bir Diyanet kuruyorum. Ne diyorsunuz?“ diye sormuş gibi „Biz Alevi toplumunun yüzde 95’ini temsil ediyoruz“ demiş. Aslına bakılırsa dini gruplar arasında herkes kendi meşrebine göre yeni bir takım oluşumlara gidiyor. Bu normal. Ama önemli olan kurduğun şeyin gerek hitap ettiğin kitle gerekse bu kitle dışındakilerce dikkat ve ciddiye alınıp alınmamasıdır. Zira Cemalettin Kaplan da kalktı Almanya’nın Köln kentinde Anadolu Đslam Cumhuriyeti adında bir devlet bile kurdu ama hiç bir kişi ve kurum kendilerini ciddiye almadı. Aleviler içinden de örneğin Fermani Altun, Dünya Ehl-i Beyt Vakfı kurdu ve başına kendi geçti. Altun’u ve Alevileri Şiileştirmeye çalışan kuruluşunu bu toplum içinden aklı başında kimse desteklemedi, sadece gülümseyip geçti.

Prof. Doğan’ın kurduğu Alevi Đslam Din Hizmetleri Teşkilatı'nın gelecekte ne gibi şekil alacağını, ilgili kitle ve devletçe ciddiye alınıp alınmayacağını zaman gösterecek.

***

Ama böyle bir kuruluşun oluşturulmuş olması ne anlama geliyor? Üzerinde durulması gereken soru bu. Doğal olarak Alevilerin inanç sorunlarını çözmek ve aralarında bir inanç ve ibadet ortaklığı oluşturmak gibi büyük bir iddiayla ortaya çıkan bu kurumun oluşum aşamasında bile hemen bazı soru işaretleri ortaya çıktı. Örneğin Prof. Doğan büyük bir katılımla böylesi devasa bir toplantıyı hangi kaynaktan finanse etti, bu belli değil. Binlerce kişiyi ve yüzlerce dedeyi yurtiçi ve yurtdışından Đstanbul’a taşımak her babayiğidin harcı olmadığı gibi her ne kadar burjuvazi Alevi çevrelere yaslansa da, Prof. Doğan’nın daha çok Đstanbul odaklı örgütlü, az sayıda üyeli Cem Vakfı’nın altından kalkabileceği bir organizasyon değil.

Prof. Dr. Đzzettin Doğan’ın her şeyden önce bu değirmenin suyunun nereden geldiğini Alevi kamuoyuna açıklaması gerekiyor. Kaynağın neresi olduğu çok önemli. Niye? Đktisatta bir söz vardır; „Paranın yönünü takip edersen ilişkileri ortaya çıkarırsın.“ Bu nevzuhur girişimde de kaynağı belirsiz para ilişkileri söz konusu ve Cem Vakfı Başkanı çıkıp gerçeği açıklamadığı takdirde bütün yollar devlete çıkıyor.

Prof. Doğan kalkıp, „Ben bu teşkilatı Cem Vakfı’nın mütevazı maddi imkânlarıyla yürütmek üzere Alevilerin inançla ilgili soru ve sorunlarına çözüm bulmak, aralarında ortak bir akide geliştirmek için kurdum“ dese sorun yok. Bu takdirde zaten Alevilerin ana gövdesini temsil eden diğer örgütler de kendisini desteklerler.

Ama Prof. Doğan’ın amacı belli. Diyanet Đşleri Başkanlığı (DĐB) bilindiği gibi Alevilerin kurumda temsiline yanaşmıyor. Geriye gayri resmi bir Alevi Diyaneti kurmak ve daha sonra bunu devlete mümkün olursa tanıttırmak, genel bütçeden pay ayırtmaya çalışmak kalıyor. O da bunu yapıyor. Amaç gayet açık; Aleviler bu teşkilat yoluyla devlete yamanacak. Prof. Doğan, bunu saklamaya bile gerek duymadan, “Diyanet Đşleri Başkanlığı’nın kaldırılması

Page 41: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

41

konusunda bir imza kampanyasına hemen imza atmaya razıyım. Ama reel-politik davranmak durumundayız. DĐB varsa ve hizmetlerine devam edecekse, vergisini veren vatandaşlar olarak biz de aynı hizmetten istifade etmek istiyoruz” diyor.

Prof. Doğan’ın bilmediğini sanmam ama her şeyi bir tarafa bırakalım, Alevilerin DĐB gibi bir devlet teşkilatında temsil edilmesi çok da matah bir şey değil. Zira Alevileri de laik bir devlette yeri asla olmayan Diyanet içine almak, aynen Sünnilikte olduğu gibi Aleviliğin kolunu kanadını budatmak ve devlet kontrollü bir Alevilik yaratmaktan öteye geçmez. Türkiye’de, Sünnilik laiklik ilkesine aykırı olarak devlet himayesine alınmış, Sünnilik aracılığıyla adeta milli bir devlet dini yaratılmıştır. Bunun Alevilere ve laik Türkiye’ye faydası, zararı tartışılır ama bu yolla Sünni Đslam’ın kolu kanadı kırılmış, muamelat ve dünya işleri ile ilgili hükümleri zaman içinde ayıklanarak sıradan bir ahlak felsefesine dönüştürülmüş, hatta Sünni Đslam sadece belli zamanlarda yapılan ibadet ve pratiklerden oluşan bir beden terbiyesi anlayışına indirgenmiştir. Bugünkü anlamda olmasa da tarihinde hep sivil olmuş, devlet himayesine mazhar olmamış muhalif bir anlayış olan Aleviliğin Diyanet içinde temsili, doğasına aykırı bir mecraya sokulmasından öte bir anlam taşımayacaktır.

Ayrıca hadi Aleviler DĐB içine alındı, dedeler, rehberler devletten maaşlı hale geldi, cemevleri ibadet yeri olarak kabul edildi ve devlet denetimine verildi, diyelim. Ya Aleviler dışında kalan ve devletten her hangi bir yardım almayan başka inanç grupları ne olacak? O zaman kendilerini her fırsatta laikliğin bekçisi ilan etmeye çok hevesli olan Alevilerin laikliği büyük yara almayacak mı? Böyle bir davranış büyük bir çelişki, benmerkezcilik ve utanmazlık olmayacak mı? Benden sonra tufan ha!

***

Diyanet’te Aleviliğin temsilinin yanlışlığını aklı başında Aleviler konu gündeme geldiğinden itibaren teslim ederken değerli edebiyat ve felsefe adamı Hilmi Yavuz da 23 Kasım tarihinde Zaman Gazetesi’nde yer alan yazısında Prof. Dr. Đzzettin Doğan’ın öncülüğünde kurulan Alevi Diyaneti adlı ucubenin yarattığı çelişkiyi hemen fark edenlerden. Türkiye’de laikliğin tanımında tam bir kafa karışıklığı yaşandığını ele aldığı yazıda Yavuz, „Đşte bir soru: ‘Laiklik’ ilkesine geleneksel olarak Sünni Đslam’dan çok daha fazla ve çok daha samimiyetle sahip çıktığı öne sürülen Alevi heterodoksisi, bir Devlet kurumu olan Diyanet Đşleri Başkanlığı’nda, niçin hem temsil edilmek hem de Diyanet bütçesinden pay almak istemektedir? Đnsanın bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, diyeceği geliyor“ ifadesini kullanarak laiklikten dem vuran Alevilerin; bu ilkeye en büyük darbeyi vuran Diyanet’in içine girmeye çalışmalarının mantığını anlayamadığını belirtiyor.

***

Öte yandan Alevilerin bir an önce Diyanet içine alınmasını ve Prof. Doğan’ın kurduğu Alevi Diyaneti’ni iştahla selamlayan milliyetçi çevreler, bu girişimle birlikte ellerini sevinçle ovuşturmaya başladılar. Çünkü Alevi Diyaneti’nin Alevileri getireceği yeri bu çevreler çok iyi öngörebiliyor. Đşte eski bakanlardan ve Alevilerle daha 1980 öncesinde ilgilenmeye başlayan MHP’li Namık Kemal Zeybek bunlardan biri. 13 Kasım tarihinde Halka ve Olaylara Tercüman Gazetesi’ndeki köşesinde Alevi Diyaneti’nin kuruluşunu ele aldığı yazısında Zeybek, „Dışlanan, horlanan ve inançları anlaşılmak istenmeyen topluluklar ‚dış güçlerin’ eline teslim edilir. 1980 öncesinde sol militanlar neden daha çok bu tür topluluk arasında tutunmuştur dersiniz? Şimdilerde olan bitene bakınız! Karen Fogg’ların eline, ‚ilerleme raporları’ nın her satırında Türkiye’ye tuzaklar kuran AB ve AB’cilerin insafına mı bırakacağız ülkemizin insanlarını?“ Zeybek, burada açık konuşmuyor ama dolaylı da olsa, gelin AB’nin zorlamasıyla

Page 42: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

42

Alevilere daha çok hak vereceğimize elimizi çabuk tutalım. Göstermelik bir takım haklar vererek işi savuşturalım demeye getiriyor. Đşte Zeybek’ten cümleler: „Eninde sonunda ya çağın getirdiği gelişmelerin zorlamasıyla, ya da AB yalakalığının arkasına takılarak Alevi Müslümanların ‚kendi inandıkları ve anladıkları biçimde’ inançlarını yaşamalarının önü açılacak ve eşitsizlik kaldırılacaktır. Böyle olması bu toplulukların kimlere minnet duymasını sağlayacaktır dersiniz?“

Zeybek yazısının devamında da hızını alamayıp Prof. Doğan’ın Diyaneti’ni Alevileri kontrol etmenin bir aracı olarak gördüğünü belli etmekte, „Bu ‚Başkanlık’ en iyisi Diyanet Đşleri Başkanlığımızın içinde kurulmalı. Ama ‚oldurulamıyorsa’ yanında bir kardeş kuruluş olarak kurulmalıdır. ‚Kurulmalıdır’ diyorum, ama artık ok yaydan çıkmıştır. Aleviliği Đslam dışı yapmak isteyen ‚kötü niyetli ateistler’ veya Aleviliği Đslam saymayan bilgisizler ne derlerse desinler. Olacak ve iyi olacak...“ demektedir.

***

Toparlarsak Cem Vakfı’nın önlerliğinde kurulan Alevi Đslam Din Hizmetleri Teşkilatı, Alevilerin ana gövdesi tarafından tepkiyle karşılanmış ve böyle bir kurum aracılığıyla Aleviliğin bir biçimde devlete yamanmasının, Aleviliğin içinin boşaltılması ve topluluk içinde asimilasyonun daha da hızlanmasına katkıda bulunmaktan başka bir anlam taşımadığı şeklinde anlaşılmıştır.

Buna karşılık Diyanet Đşleri Başkanlığı’na ve burada Alevilerin temsiline karşı olmak, DĐB’in mevcut statüsünün korunması anlamına gelmiyor. Aleviler, „DĐB’e beş önemli bakanlığın bütçesinden daha fazla miktarda bir pay ayrılmasına devam edilsin. Biz devletten dini hizmet almıyoruz ama ödediğimiz vergilerle, devlet belli bir mezhebi finanse etmeyi sürdürsün. Sünni kardeşlerimize bizim katkımızla verilen dini hizmetler helal hoş olsun“ diyemezler, dememelidirler. Zira Alevileri bir cine benzetirsek; cin artık şişeden çıkmıştır. Onları kimse bu saatten sonra statükonun devamına razı edemez.

O nedenle Aleviler Diyanet’in kaldırılması veya hizmet verdiği dini kesimlerin mali katkısıyla ayakta duran özerk bir kurum haline getirilmesi için demokratik mücadelelerini sürdürmelidir. Diyanet’ten kendileri hizmet almadığı gibi alanlara ve almayı planlayanlara da karşı çıkmaya devam etmeli ve bunlara haklarını helal etmemelidir.

Tabii ki, Alevilerin sadece kalkıp Diyanet başta olmak üzere imam-hatipler ve ilahiyat fakülteleriyle diğer Sünni yapılanmalara her vatandaştan kesilen vergilerle oluşan genel bütçeden ayrılan ödenekleri kastederek, „Hakkımızı helal etmiyoruz. Bizden kesilen ve buralara ayrılan paralar zehirle zemberek olsun“ demesi yetmez. Derhal pasif konumun terk edilip harekete geçilerek bu yapının devamına ve haksız uygulamaların sürdürülmesine karşı müdahil olmanın zamanı neredeyse geçmek üzere…

Bad Nauheim, 27 Kasım 2003

Page 43: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

43

ĐSLAM’IN ĐÇĐ DE DIŞI DA ALEV ĐYĐ YAKIYOR Aleviler son dönemde gerek kendi içlerinde gerekse dıştan gelen baskılarla,

inançlarının Đslam’ın içinde mi dışında mı olduğu konusunda tavır belirlemeye zorlanıyorlar. Đşin aslına bakılırsa, Aleviler tarihlerinde bugün olduğu gibi hiçbir zaman saflarını belirlemeye bu derece yoğun baskıyla zorlanmadılar. Eskinin kapalı toplumunda saf ve tavır belirlemeye gerek yoktu. Saflar zaten belliydi. Renkler siyah ve beyazdan ibaretti. Alevi, Osmanlı’nın gözünde, 600 yıllık tarihinin her döneminde olmamakla birlikte, kimi zaman sapık, kimi zaman zındık kimi zaman da Rafızî idi ve görüldüğü yerde başının ezilmesi vacipten de öte farzdı.

Lakin son dönem Alevi'sini gerek içsel gerekse dışsal şartlar bakımından toptan veya kısmen yok etmenin imkânı neredeyse sıfıra indi. Çünkü ne Aleviler Osmanlı döneminin sadece ormanlık ve dağlık kesimlerde yaşayan kapalı köylü toplumu, ne de devlet ve Sünni halk yüzde yüz Alevi düşmanı artık. Hem Aleviler hem de devlet ve Sünni halk çok parçalı ve Alevilere karşı her biri farklı bakış açılarını temsil ediyor. Bu temsil dostluktan düşmanlığa iki uç arasında seyrediyor.

O nedenle yüzlerce yıldır kimseyi pek ilgilendirmeyen “Aleviliğin Đslam’ın içinde mi dışında mı” olduğu sorusu bugün daha sık sorulur olmaya başladı. Toplumsal değişim belki bu sorunun artık cevabının bulunmasını gerekli bir hale getirdi. Bir de malum Türkiye’de herkesi tek tipleştirme, kendine benzemeye zorlama gibi ulusal bir hastalık mevcut. Yani bir Alevi, “Müslüman’ım. Benim inancım Đslam içinde” diyorsa, o zaman diğer Müslümanlar gibi olması gerekiyor. Yani Sünni Müslümanlar, Đslam’ı nasıl algılayıp yorumluyor ve uyguluyorsa; Alevilerden de aynı şey bekleniyor ve hatta Sünni Đslam’ı onlarca kuşaktır Sünni olanlardan daha özenli ve sofuca sahiplenmeleri isteniyor. Aksi takdirde, Alevinin karşısına klasik siyah-beyaz anlayış; ya benim tarafımda ya da karşımdasın bağnazlığı tüm acımasızlığıyla dikilir. Đnat eder ve yolundan dönmezsen de, “Ya sev ya terk et” bile denir.

Bence Alevilerin artık Đslam’ın neresinde olduklarına karar vermelerinin zamanı geldi gelmesine de, verilecek kararın şekli ne olursa olsun bundan zararlı çıkacaklar yine Aleviler olacağa benziyor. O nedenle hesaplı ve dikkatli hareket etmek gerekiyor.

Ayrıca gerek Alevilerin bölgelere göre farklılık göstermesi, gerek Alevilik anlayışlarındaki çeşitlilik gerekse de karar alıcıların temsil kabiliyeti; bir pozisyon belirlendiğinde de var olan kaosu gidermeye yetmeyeceği gibi daha da artıracaktır.

Bu iki açıdan yeni bir kaosa yol açacaktır. Birincisi, Aleviliğin Đslam’ın neresinde olduğuna karar verilince, bu Aleviler arasında kesinlikle büyük ayrışma ve neticesinde kamplaşma yaratacak; bugün zaten var olan ama belirgin olmayan Đslam’ın içinde Alevilik ve ayrı bir inanç olarak Alevilik kavgası başlayacak ve de Aleviler bu ayrışmayla birlikte iki büyük cepheye bölünecektir. Böylesine büyük bir bölünme Alevilerde tarihlerinde yaşamadıkları ağırlıkta bir darbeye yol açabileceği gibi, bundan çok düşük bir olasılıkta olsa Aleviler kârlı da çıkabilir. Aralarında nihai denebilecek olumlu anlamda bir kırılma yaşanabilir ve çıkacak iki ayrı kutup sen yoluna ben yoluma diyebilir. Bu sonuçla birlikte Aleviler arasından kimin kafası nereye yatıyorsa oraya gitme başlar ve herkesin yeri açıkça ortaya çıktığı gibi “Đslam’ın dışında mı içinde mi?” spekülasyonları da sona erer.

Yaşanacak diğer kaos halini ise Alevilerin yerlerini belirlemesine devlet ve Sünni halktan gelecek tepkiler şekillendirecektir. Şöyle ki, eğer Aleviler kalkıp “Biz Đslam’dan belli ölçülerde etkilensek de içinde değiliz. Alevilik apayrı bir inançtır” derse, o zaman Aleviler şiddeti şimdiden tahmin edilemeyecek dolaylı ve dolaysız saldırı ve tehditlere maruz kalacaklardır. Bunun anlamı, Türkiye’nin yeni Sivaslara, Maraşlara, Gazi Olaylarına hatta Osmanlı dönemindeki toplu kıyımlara gebe olması demektir. Çünkü Türkiye toplumu, az da olsa içinde hüküm süren hoşgörü ve farklılıklara tahammülü en az yüz yıl önce terk etti.

Alevilerin, “Biz Đslam’ın dışındayız” demesi Türk vatandaşı gayri müslimlerin yıllardır yaşadığı dışlama ve bakıların yön değiştirmesine neden olabileceği gibi, şimdi ılımlı olan milliyetçi ve Đslamcı gruplar bile radikalleşerek Alevilere dönüp, “Yüz yıllarca koynumuzda yılan beslemişiz. Sizleri ne de olsa kendimizden sayardık. Ama siz düşmandan ve kâfirden de betermişsiniz” diyeceklerdir. Ondan sonra da gelsin provokasyonlar, Alevi avına çıkmalar,

Page 44: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

44

“Maraş’ta, Sivas’ta iyi ki bunları katletmişiz. O puslu ortamda köklerine kibrit suyu dökmek varmış ya!” söylemleri...

Burada devletten gelecek tepkileri ölçmenin ise imkânı yok. Zira devletin Sünni ağırlıklı mevcut düzeni korumak ve Alevilerden böyle bir durumda gelecek hak talepleri karşısında pekte hayra soluk almayacağı bellidir.

Diğer taraftan Alevilerin, “Biz Đslam’ın içindeyiz” seçeneğini işaretlemeleriyle de ortalık birden süt liman kesilmeyecektir. Belki asıl gümbürtü böyle bir tercihin açığa vurulmasıyla başlayacaktır. Bir yandan Alevilerin cahil ve gelenekten yeterince nasiplenmemişleri arasından zaten şimdi de olduğu gibi, “Mademki Đslam’ın içindeyiz. Öyleyse namaz kılmak, oruç tutmak ve hacca gitmek de Đslam’ın şartları olduğuna göre, bunları bir Müslüman olarak yerine getirmeliyiz. Pirimiz Hz. Ali de bunları yapmıştı” gibi garip akıllara kul olanların sayısı bir hayli kabaracaktır. Nitekim hâlihazırda Aleviler yukarıdaki türden söylemlerle zaten bir kimlik kayması ve erime sürecindeler.

Ayrıca Đslam içinde bir tercih Aleviler dışı cepheyi daha da hareketlendirecektir. Bu cepheden hemen, “Bakın sonunda kendiniz bir karara vardınız ve Đslam içinde olduğunuzu açıkladınız. Böyle bir beyanı olumlu karşılıyoruz, ancak bir Alevinin inancının Đslam’ın içinde olduğunu bildirmesi yetmez. Samimi olduğunuzu kanıtlamanız lazım. Bunun için de Đslam’ın şartlarının hepsini yerine getirmenizi bekliyoruz” denilecektir. Ama bununla bitse iyi. Arkasından, “Sizin cemevi dediğiniz yerler var. Buraları sakın camiyle bir tutmayın. Müslümanların ibadethanesi camidir. Boş zamanlarınızda semah gibi cem gibi folklorik faaliyetler için oraya gitmenize bir şey demeyiz ama namaz vakitlerinde de sizleri camide bekleriz ha! Diyanet’ten de masa, sandalye kapma hayallerinden vazgeçiniz. Zaten siz de Đslam içindeyiz dediğinize ve Diyanet de ayrımsız tüm Müslümanları temsil ettiğine göre böyle bir ayrımcılığa gerek yok” cümleleri arka arkaya sıralanacaktır.

Bu durumda devlet de geri adım atmayacağı gibi, “Hakkı olana hakkını verme” gibi bir geleneğe sahip olmadığından, “Ben zaten Müslümanların dini ihtiyaçlarını karşılamak için elimden gelenden fazlasını yapıyorum. Alevi vatandaşlarımız da inançlarını Đslam’ın içinde tanımladıklarına göre, buyursunlar herkese sağladığımız imkânlardan yararlansınlar” kolaycılığına ve mevcut düzeni koruma yoluna gidecektir. Hatta Aleviliğin Đslam içinde olduğu tercihi, bir yerde devleti en çok rahatlatan bir yönelim olacaktır. Çünkü böylelikle devlet yeni her türlü talebi, “Đnancınız Đslam içinde. Öyleyse oturun oturduğunuz yerde. Türkiye’de Đslam’a ve Müslümanlara sağlanan imkân şeriatla yönetilen Đran ve Suudi Arabistan’da bile yok” diye savuşturma imkânı bulacaktır.

Yukarıda ortaya koyduğumuz gibi Aleviliğin Đslam’daki yeri gibi teolojik (din bilimsel) tartışmaların, bizzat Alevilere olumlu bir getirisi yok. Zaten şu aşamada Đslam, Aleviliği içine alacak kadar esnek ve kapsamlı olmadığı gibi, Sünni Müslümanlar da Alevilik ve Alevileri oldukları gibi kabul etmeye hazır değil. Onlar istiyor ki, Aleviler bizim istediğimiz gibi Müslüman olsun. Bu da eşyanın tabiatına aykırı olduğundan ve karşı taraf asimilasyoncu bir anlayış taşıdığından, Aleviler uzak durmakta ısrarcı davranıyorlar.

Ne var ki, Ehli Sünnet veya Sünni Đslam’ın bu dışlayıcı tutumuna karşılık Alevilik de, tek başına Đslam’ın içine sıkıştırılamayacak kadar kapsamlı bir inanç. Biz kabul edelim veya etmeyelim, Sünni Đslam Ahmet’e Mehmet’e göre değişmeyen belli ibadetlere ve uzun bir yazılı geçmişe sahip. Ayrıca tarihi boyunca hep iktidarların himayesinde yaşadığından, süreç içinde biraz esnek olmakla birlikte kesin çerçevesi oluştuğu gibi, dünyanın hemen her Müslüman toplumunda da geçerli standartlara ulaşmış. Bu nedenle Sünni Đslam’ın şu anki ulaştığı seviye baz alınıp, Alevilik bu yapı içine sokulmaya çalışılırsa ortada Alevilik adına bir şey kalmaz. Örneğin cem ayinlerine, kadın-erkek toplu ibadete, semaha, bazı ayinlerde kullanılan alkollü içkiye ve inancın ayrılmaz bir parçası olan saz ve müziğe Sünni Đslam şemsiyesi altında bir yer bulmak, aşırı zorlama yorumlara gitmeden mümkün değil.

Aleviler tam da bu gerekçelerle inançları adına ne varsa terk ederek, Sünni Đslam içinde bir temsile onay vermiyor ve tek tip bir Đslam anlayışı içine hapsolmak istemiyorlar.

Page 45: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

45

Ayrıca Alevilerin, “Biz Müslüman’ız” demesi karşı tarafın tarihsel önyargılarını gidermediği gibi, Müslüman olarak kabul görmelerine de imkân tanımıyor. Kimse Alevi'yi olduğu gibi bağrına basmaya yanaşmıyor. Diğer yandan, “Alevilik Đslam’ın dışında ayrı bir inançtır” deseler, o zaman da bir başka sorun karşılarına çıkıyor; “Bunları içimize almamakla ve Müslüman kabul etmemekle haklıymışız. Bak gördünüz mü kendileri itiraf ettiler Müslüman olmadıklarını” homurtuları ortalığı kaplıyor. Kısaca Alevinin işi gerçekten zor. Zira aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık...

Sonuçta Alevilik ve Bektaşiliğin Đslam’ın neresinde durduğu tartışmalarının belki şimdilik kaydıyla anlamsızlığı her iki durumda da tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarken, Aleviler, “Siz Đslam’ın neresindesiniz?” sorusu karşısında bir ikileme, yer yer de bir kısır döngü içine sokuluyor. Bu durum belki de hem Alevi hem de Sünni kanadın, Aleviliğin Đslam’ın neresinde durduğu sorusuna verilecek cevabın sonuçlarına katlanmaya hazır olmamalarından kaynaklanıyor olabilir.

Tabii ki, Alevilerin kendi aralarında Đslam’ın içindeki yerlerini tartışmalarında kamuoyuna pek yansıtmamak kaydıyla bir sakınca yok. Çünkü Alevilik, Sünnilik gibi kesin normları olan bir yapıda olmadığından, Đslam’ın neresinde olduğu konusunda ileri sürülecek her iki iddiayı da haklı çıkaracak yeterli argümanı bulmak o kadar zor değil. Ancak şu aşamada Alevilere düşen görev, dışa karşı bu türden anlamsız tartışmalardan uzaklaşarak, inançlarını orijinal ve tarihsel çerçevesini bozmadan; demokrasi, laiklik ve insan hakları gibi çağdaş değerlerle bağdaştırarak yaşamak, yaşatmak ve bu mirasın gelecek kuşaklara aktarılmasının zemin ve araçlarını hazır hale getirmektir. Böyle bir sürecin şekillenmesi, Alevilerin büyük bölümünün bilinçli bir şekilde örgütlenmesinden ve bu doğrultuda harekete geçip taleplerini meşru bütün baskı mekanizmalarını kullanarak ortaya koymasından geçiyor.

Aksine hareket ederek öncelikli bir takım gereklilikleri yerine getirmeden, genel kamuoyu önünde olumlu bir sonuca götürmeyeceği önceden kestirilebilen tartışmalara girmek, Alevilerin varmak istedikleri hedefe ulaşmasında geciktirici hatta zararlı etki yapar. Nitekim de yapıyor. Alevi örgütleri ve aydınları bu kısır tartışmalara cevap yetiştirme yarışına girerek zaman ve enerji kaybediyor.

Devasa sorun ve engellerin Alevilerin önünde beklediği bir dönemde, emekli bir memur edasıyla hareket ederek ayrıntılarla ve belki gelecekte rahat bir ortamda yapılabilecek tartışmalarla zaman ve enerji kaybından, henüz emekleme aşamasında olan Alevi hareketinin uzak durması gerektiği kanısındayım.

Yoksa yanılıyor muyum? Bad Nauheim, 30 Aralık 2003

Page 46: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

46

EZBER BOZAN SEÇ ĐM Türkiye her yönüyle ilginç bir seçimi geride bıraktı. Seçim sonuçları birçok yönüyle

çoklarının bugüne kadarki alışkanlıklarına nokta koyduğu gibi hep tekrarladıkları ezberlerini de bozdu.

Şöyle ki, Türkiye’deki karar odakları veya kamuoyu önderleri seçim sonuçları açıklandığında adeta elleri böğürlerinde kaldı. Çünkü son kamuoyu yoklamalarına göre, iktidar partisi AKP yüzde 57 gibi ezici bir üstünlükle önde görünüyordu görünmesine ama asıl beklenmeyen, bu yüksek oy oranı değil hiç umulmayan illerde bile ana muhalefet partisi CHP’nin belediye başkanlıklarını AKP’ye kaptırmasıydı. CHP’nin, başta Deniz Baykal’ın memleketi Antalya olmak üzere daha önce hiç kimseye kaptırmadığı Antakya ve Tekirdağ gibi kalelerini AKP almıştı. Daha da önemlisi her ne kadar Deniz Baykal istatistik oyunlarıyla aksini iddia etse de CHP, Đl Genel Meclisleri bazında da seçimleri kaybetmiş; oylarında 3 Kasım 2002 seçimlerine göre azalma kaydedilmişti.

Diğer taraftan sol ve sosyalist kesimdeki beş partinin oluşturduğu Demokratik Güç Birliği (DGB) bloğu da seçimlerde umduğunu bulamadı. Doğuda elinde bulunan çok sayıda belediyeyi AKP’ye kaptırırken, birleşme sinerji yaratmadı ve oyların sadece yüzde beşini alabildi. Ancak DGB, gerçek anlamda sol olma çabasında olan partileri bir araya getirmesi nedeniyle bu kanatta önümüzdeki seçimlere yönelik bir seçenek olma iddiasını sürdürecek gibi gözüküyor.

Sağ kanada bakarsak, MHP bu seçimlerde de hatırı sayılır bir oy alarak önceki seçimlerde altında kaldığı barajın üstüne çıktı ve üçüncü parti oldu. DYP de kıl payı barajı aşarak dördüncü sıraya oturdu. Siyasi gözlemciler, MHP ve DYP’nin Kıbrıs Sorunu’nun çözümüne karşı çıkan milliyetçi ve statükocu oyları kendilerine çekmeyi başardığını, aslında seçim meydanlarında utangaç bir şekilde “Kıbrıs’ı sattırmam!” diye propaganda yapan CHP’nin oylarının da bu iki partiye aktığı yorumunu yapıyorlar.

ZENGĐN OYLARI CHP’YE YOKSULLAR AKP’YE AKTI Ezber bozan seçim başlığımıza uygun göstergeler aslında, sadece seçim sonuçları

bazında gerçekleşmedi. Gerek AKP’ye gerek CHP’ye gerekse diğer partilere verilen oyların geldiği toplum kesimlerinde yaşanan farklılaşma asıl sürprizi yarattı. Gerçi bu çok da beklenmeyen bir durum değildi. Çünkü özellikle yoksul halk kesimleri ve kentlerin çeperlerinde yaşayanlar son 3-4 seçimdir tercihlerini gittikçe azalan bir biçimde CHP gibi sol bir iddia ile öne çıkan partilere yönlendirmiyorlardı ama son seçim bu eğilimi doruk noktasına çıkardı. Zira aslında sol ve sosyal demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan CHP, nasıl olduysa kendini 1970’li yıllardan bu yana böyle gösterebilmeyi başarmış ve adı geçen kitlelerden uzun yıllar yüksek oranda oy çekmeyi başarmıştı. Ancak son seçimler artık bu eğilimin tamamen durduğunu, CHP’nin bu kitlelere verecek bir şeyi olmadığını ortaya çıkarması yanında, onun devletçi-milliyetçi kesimlerin ve kentlerin zengin semtlerinde oturan tuzu kuruların partisi olduğunu tescillemiş oldu.

ALEV Đ ÇOĞUNLUK Y ĐNE “CHP” DED Đ Şurası kesin, hâlâ gerek sol kesimden gerekse Alevi halk kitleleri arasından CHP’yi el

alışkanlığı ile sol kesimden veya kendilerinden tarafa sayanlar vardı var olmasına ama bu kesimler arasında da tarihte ilk defa hatırı sayılır bir kitle, oylarını aslında mensup oldukları kitlenin genel menfaatlerine aykırı bir yapılanmaya; yani AKP’ye verdiler. Bu kitleler AKP’nin son bir yıllık icraatı sırasında çok büyük bir hata yapmaması, göreli bir ekonomik istikrar yaratması, AB uyum yasalarını ayak sürümeden TBMM’den geçirmesi ve Kıbrıs gibi kangren olmuş sorunları çözüm yoluna sokması nedeniyle tercihlerini AKP’den yana kullandılar.

Çünkü bu kitleler kabul edelim ki, yıllardır yukarıdaki türden gelişmelerin özlemini çekiyordu ve AKP bu özlemlere belli oranda cevap verdiğinden, daha da önemlisi ileriye dönük bir umut kapısı araladığından; geldiği Đslamcı kökenden dolayı aslında çok zor oy alabileceği kesimleri yanına çekmeye başardı.

AKP ALEV ĐLERDEN OY ALDI

Page 47: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

47

Bu bağlamda fakir halk kesimleri yanında, belki tarihlerinde ilk defa Aleviler de AKP’ye tahminen üçte bir oranında oy verdiler. Her ne kadar yerel dinamikleri ve şahıs faktörünü hesaba katsak da, AKP’nin Erzincan, Tokat, Amasya, Yozgat, Çorum gibi Orta Anadolu illerinde ve batıda Kütahya, Eskişehir, Balıkesir, Bilecik ve Manisa’daki Alevi yerleşimlerinden yüksek oranda oy aldığı söylenebilir. Örneğin AKP, daha önce selefi Milli Görüş geleneğinin hiç bir varlık gösteremediği Amasya’nın Merzifon ve Gümüşhacıköy ilçelerinde ve Kütahya’nın Hisarcık ve Gediz ilçelerine bağlı Şeyhler ve Akçaalan gibi Alevi beldelerinde belediye başkanlıklarını aldı.

Ancak yakından bakılırsa hemen dikkati çekebileceği gibi son seçimlerde Türkiye’de başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere, hakkı yenen, ezilen ve kimlikleri hakkıyla tanınmayan kesimler, “kimlik siyaseti”ne oy vermediler. Bu kitleler daha çok bireysel kaygılarla hareket ederek, “iş, aş ve umut” yönünde tercih kullandılar ve böyle bir yanılsamayı yaratan AKP ipi göğüsledi.

Yanılsama diyoruz; çünkü AKP’nin aslında bu kitlelere kimlik siyasetleri bağlamında vereceği bir şey yok. Burası belli. Zaten bu kitleler de böyle bir saikle oy vermedi. Oysa “iş, aş ve umut” olarak da AKP’nin yoksul ve yoksun kesimlere bir getirisi olmayacak. Dediğimiz gibi AKP sadece biriken ekonomik sorunları çözeceği, daha demokrat ve özgürlükçü bir Türkiye yaratacağı yönünde bir yanılsama yaratıyor o kadar. Şimdi kimse inanmadığı için ne söylesek boş. Ama bütün bunların bir aldatmacadan ibaret olduğunu zaman gösterecek. Çünkü AB’nin zorlamaları olmasa AKP, özgürlükler ve demokratikleşme yönünde en ufak bir adım atmaz, bu bir. Đkincisi AKP’nin, göreli ekonomik iyileşmede de sanıldığı gibi çok büyük bir payı yok. Onlar sadece birer teknokrat gibi IMF’nin verdiği ödevi iyi yapıyor, o kadar...

AKP DEŞĐFRE EDĐLMEL Đ Ayrıca ekonomideki olumlu makro göstergeler henüz iş ve aşa dönüşmedi ve bu

yönde de işaret yok. IMF ile yapılan anlaşmalar nedeniyle iktidarın manevra alanı zaten dar ve istihdam alanları yaratacak bir çabaya girmesi, bu anlaşmalar gereği mümkün değil. Fakir kitleleri rahatlatacak ve yeni iş alanları yaratmak amacıyla kaynak ayrılmasına dönük hükümetin başlatacağı bir girişim, kurulan makro ekonomik dengelerin de alt üst olması demek.

Bu nedenle kısa vadede, Avrupa Birliği’nden müzakerelere başlama tarihi almadan ve böylelikle yabancı sermaye girişi hızlanmadan, iş alanları yaratılması yönünde bir gelişme beklemek olsa olsa hayalperestlik olur. Bu da umutların bir başka bahara ertelenmesi demek ama bunun önemi yok AKP açısından. Çünkü AKP, yarattığı umutvari ortamda oyları aldı ve yerel yönetimlerde beş yıllık iktidarını garantiledi. Bu yanılsama havası devam eder ve AKP’nin, yukarda anılan kitlelerin dostu olmadığının ortaya çıkması; yani deşifre olması sağlanamazsa, önümüzdeki genel seçimlerden de mutlak çoğunlukla çıkması beklenmeli.

O nedenle demokrasi ve özgürlüklerden yana çıkan, yoksul halk kesimlerinin iş ve aş yüzü görmesini kendisine hedef seçen sol partilerin önünde büyük bir ödev var. Bu ödev AKP’nin deşifre edilmesi ve kendilerinin bu kitlelere inandırıcı seçenekler sunabilmeleri ve güven verebilmeleridir. Bunun aksine hareket edilmesi, gerek bu partilerin gerekse yoksul kitlelerinin kendilerinden yana bir iktidarı ebediyen unutmaları anlamına gelir.

CHP STATÜKOCU Seçimler bitti bitmesine ama tartışmalar seçimin galibi AKP’den çok mağlubu olan

CHP üzerinde yoğunlaşıyor. CHP’nin sol bir parti olmadığından başlayan tartışmalar, partinin artık çağa ve değişime ayak uyduramadığından dem vuruyor ve “bir seçimlik ömrü” kaldığı kehanetlerine kadar uzanıyor. Kuşkusuz eleştiri oklarının en öldürücüsü CHP lideri Baykal ve parti üst yönetimini hedef alıyor. Ancak bana göre, CHP’nin asıl zaafı lider ve kadrosundan çok, partinin yapısal özelliklerinden, mirasçısı olduğu tarih ve misyondan kaynaklanıyor.

Bir kere CHP, Cumhuriyeti kuran ve devletin oturduğu temel esasları belirleyen bir parti olarak, halk kitleleri nezdinde hâlâ devletin sahibi ve tepeden inmeci uygulamaların temsilcisi olarak algılanmaya devam ediyor. Hatta 3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinin arkasından izlediği politikayla CHP, AKP’nin bile gerisine düşerek, statükocu yanını

Page 48: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

48

pekiştirmiş; her ne kadar kamuoyu önünde açıkça ifade etmese de, halk bu zaafı görmüş ve oy vermeyerek CHP’yi cezalandırma yoluna gitmiştir.

Şöyle ki, CHP ana muhalefet partisi olarak gerek Kıbrıs Sorunu’nun çözümü konusunda, gerekse AB’ye uyum yasalarının çıkarılması sırasında, hep statükodan yana çıkmış; hatta bu yasalardan bazılarına gerek olmadığını, AB’nin bu kadarını istemediğini öne sürerek, özgürlük ve demokratikleşme karşıtı bir tutum içine girebilmiştir. Yine aynı CHP, krizden yeni çıkmış bir Türkiye’de ezilen kesimleri, TBMM’deki tek muhalefet gücü olarak savunma yönünde bir çaba içine girmemiştir. Keza burada da AKP’nin gerisine düşmüş; Başbakan Erdoğan’ın yıllık asgari ücretteki tarifeyi IMF’ye rağmen yüksek tutmasına itiraz ederek, bu artışın kaynağını sorma yoluna giderek, çalışan dar gelirli kesimlerin tepkisini çekmiştir.

Görüldüğü gibi CHP, sol ve sosyal demokrat bir parti rolünü öne çıkararak, ezilen kesimlerin temsilcisi olmak yerine, bunların taleplerini dikkate alıp meclise taşımak bir yana, sivil ve asgari bürokrasinin temsilcisi olmayı seçmiş; 1930’ların anlayışını bugüne taşımaya kalkarak, başta Kıbrıs olmak üzere birçok alanda hızla devletçi-milliyetçi politikalara dümen kırmıştır.

Aleviler ve onların taleplerinin TBMM kürsüsünde dillendirilmesi bağlamında da CHP, son bir yıllık tarihinde aynen eskiden olduğu gibi oylarını aldıktan sonra Alevilere sırtını dönme alışkanlığını sürdürmüş; CHP içinden Alevi kökenli bir iki milletvekilinin iyi niyetli çabaları parti üst yönetiminden en küçük bir destek görmemiştir.

CHP’DEN UMUDU KESME ZAMANI Sonuçta CHP, artık Türkiye’de kentlerin zengin semtlerinde oturan bir avuç azınlık,

Kemalistlerin tamamı değil bir bölümü ve laikçi-devletçi-milliyetçi kesimler dışında, başka kimseye yar olmamaya karar vermiştir. CHP’ye oturduğu laikçi-devletçi-milliyetçi ve orducu statüko makamında huzur ve saadet dilemekten başka elden bir şey gelmiyor. O nedenle CHP’den başta Aleviler ve Kürtler olmak üzere artık umutları kesmenin, onun iflah olmayacağını bilerek başka alternatifler yaratmanın ve yaratılanlara destek olmanın tam zamanı olduğunun bilincine varmak gerekiyor. Tabii bu destek, gerçekten toplumda demokratikleşmeyi, eşitliği, özgürlüğü ve toplumca zenginleşmeyi merkezine alan soldan yana olmalı. Ben Alevilerin hâlâ zenginleşip sınıf değiştirenler hariç, büyük çoğunluğunun tercihlerini soldan yana yapmalarından yanayım. Çünkü Türkiye’de hem merkezde hem de uçlarda konuşlanan sağ ve muhafazakâr partilerin yeterince demokratik oldukları ve içlerinde Alevileri hazmedebilecek bir olgunluğa eriştikleri kanısında değilim.

Bu noktada hemen bir parantez açayım. Seçim sonuçlarını izlerken Orta Anadolu illerindeki sonuçlara bakınca beni hafakanlar bastı ve ürktüm. Örneğin Bayburt, Aksaray, Niğde, Sivas, Erzurum gibi illerde halkın solun en ılımlılarına yani DSP ve CHP gibi partilere bile tahammülü yoktu. Buralarda bazen tüm sol partilerin oylarını toplasan yine yüzde bir etmiyordu. Türkiye’nin son 30-40 yılda ne kadar sağa kaydığını ve kitlelerin hızla muhafazakârlaştığını büyük ıstırapla seyrettim ve siyaseten böyle boğucu bir atmosfere sahip yerlerde ikamet eden aydın kafalı insanlara sabırlar dilemekten başka elimden bir şey gelmedi.

CHP ALEV ĐYĐ AKP’YE MUHTAÇ ETT Đ Tekrar CHP’ye dönüp Aleviler özelinde işe bakarsak, CHP’nin Alevileri getirdiği yer

belli. Bu parti ne iktidar ortağı olduğu dönemlerde, ne ana muhalefet ve hükümet için anahtar parti olduğu yıllarında, oy aldığı Alevilerin taleplerini TBMM gündemine getirmemiş, onlara çözüm bulmamış veya çözümün önünü açmamıştır. Tam da bu nedenle CHP, bugün Alevileri AB’nin sıkıştırması nedeniyle AKP’nin bu alanda bir şeyler yapmasını, himmet etmesini bekler bir konuma sokmuştur. Zira Alevilerin şu anda AKP’ye karşı eli kolu bağlanmıştır.

Çünkü Aleviler AKP karşısında son seçimde de büyük çoğunlukla CHP’yi desteklemelerine karşın, AKP yüzde 43 gibi yüksek bir orana ulaşarak, elini ve meşruiyetini kendine karşı olan tüm kesimlere karşı güçlendirmiştir. Bu nedenle AKP, AB bağlamında Alevilerin taleplerini pek dikkate almayacak, alsa bile sadece göstermelik ve Alevileri tatmin

Page 49: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

49

etmeyen adımlar atma yoluna gidecektir. Yani Aleviler, hem CHP’yi destekledikleri için bu partinin onlar adına şimdiye kadar en ufak bir adım atmamasının cezasını çekecekler hem de AKP’ye büyük yüzdelerde oy vermedikleri için daha az dikkate alınacaklardır.

ALEV ĐLER MUHALEFET ODAĞI OLMALI

Kısaca CHP’nin Alevileri getirdiği yer tam bir çıkmaz. Lakin bu çıkmazdan bir çıkış yolu da var. O yol, Alevilerin hızla güçlerini birleştirerek vurucu bir muhalefet odağı olmaları ve haklarının tanınması için başta iktidar partisi AKP ve ana muhalefet CHP olmak üzere, TBMM içinde ve dışındaki ilgili herkesi sıkıştırarak atağa geçmesidir. Ancak böyle bir hareket tarzı, bir dahaki seçime kadar oluşacak kayıpları telafi imkânını yaratabilir ve AB bağlamında Aleviler lehine yapılması şart koşulan iyileştirmeleri tatminkâr bir düzeye çıkarabilir. Yoksa Aleviler bugüne kadar olduğu gibi akıntının önünde sürüklenir, olayların öznesi olmaktan çok nesnesi olmak gibi pasif bir konuma razı olmak durumunda kalırlar.

Bad Nauheim, 11 Nisan 2004

Page 50: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

50

ALEV ĐLER KEND Đ GÖBEKLER ĐNĐ KENDĐLERĐ KESMEL Đ Türkiye’de son dönemde Avrupa Birliği’ne üyelik görüşmelerinin başlatılabilmesi için

Kopenhag Kriterleri bağlamında başta Kürt Sorunu’nun çözümü olmak üzere demokratikleşme ve insan hakları normlarının iyileştirilmesi yolunda önemli adımlar atıldığı inkâr edilemez.

Ancak iş Alevilere ve onlara tanınması gereken haklara gelince, Avrupa Birliği’nin hazırladığı bir çeşit Türkiye’nin karnesi niteliğindeki yıllık uyum raporlarda Aleviler için de bir takım düzenlemelerin yapılması gerektiğine işaret edildiği halde, itiraf etmek gerekirse Türkiye bu konuda bir arpa boyu yol alamamış durumda.

Avrupa Komisyonu’nun hazırladığı ilerleme raporları Türkiye’nin aday adayı ilan edildiği 1999 Helsinki Zirvesi’nden bu yana her yıl hazırlanıyor. Bilindiği gibi bu Hükümetten önceki üçlü koalisyon sırasında son aylar hariç tutulursa, AB’ye üyelik ve Kopenhag Kriterlerine uyum bağlamında gerekli yasal değişikliklerin tümü yapılamadığı gibi, her şey çok dar bir zaman dilimine sığdırılmaya çalışıldı. Tam da bu nedenle AB müktesebatına uyum yolunda Alevilerin konumlarının düzeltilmesi; idamın kaldırılması, anadilde eğitim ve yayın hakkı gibi önemli maddeler yanında bir ayrıntı olarak kaldı ve ihmal edildi. Tabii ki, koalisyon döneminde yetiştirilemeyen yasal değişiklikler vs. olduğu gibi yeni Hükümet’e devredildi.

AKP’nin mutlak çoğunlukla kurduğu yeni Hükümet AB’ye üyelik çabaları yolunda önemli yasal değişikliklerin tamamlanmış olduğu böyle bir miras devraldı. Önceki Hükümet başlarda çok tembel davrandı ama son anda atılıma geçerek, idamın kaldırılması gibi faturası yüksek yasaları geçirdi ve deyim yerindeyse AKP’ ye, yapılacaklar çok önemli olmakla birlikte, çerez cinsinden ve toplumsal faturası fazla ağır olmayan yasal değişikliklerin tamamlanması ve bunların uygulamaya geçirilmesi gibi görece basit sayılabilecek ödevleri bıraktı.

YĐĞĐDĐN HAKKINI TESL ĐM ETMELĐ Yiğidin hakkını teslim etmek gerekirse AKP de zamanı iyi değerlendirdi ve başa geçer

geçmez AB hedefine kilitlenerek, uyum paketlerinin sayısını yediye yükseltti. Yapılanların önemini inkâr etmemekle birlikte, AKP Kopenhag Kriterleri’nin koştuğu şartların yerine getirilmesi ve yıllık değerlendirme raporlarında işaret edilen yasa ve uygulama eksikliklerinin giderilmesi yolunda, daha yapılacak çok iş olmasına rağmen takdire değer bir başarı tablosu ortaya koymaya çalıştı. Ancak yine bizim açımızdan AKP’li Hükümet “Zurnanın zırt dediği” noktada, yani Alevilerin konumlarının düzeltilmesi konusunda adeta havlu attı. AKP burada “ipe un sermeye” devam ettiği gibi, attığı yanlış adımlarla da her geçen gün Alevilerle diyalog kurma ve onların haklarının teslimi çizgisinden uzaklaşıyor. Bu AB’ye üyelik müzakerelerinin başlaması bir yana, hem Alevi toplumunu geriyor hem de Türkiye’nin toplumsal huzuruna darbe vuracak türden eğilimleri besliyor.

AKP’nin Alevilere yönelik, Aleviliğin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders müfredatına alınması, ilahiyat fakültelerinde Alevi inancının da araştırılması ve devletin Alevi-Bektaşi inancıyla ilgili eserleri basması ve tüm kütüphanelere dağıtılması gibi göstermelik ve işin özüne inmeyen adımlar attığı biliniyor. Lakin bunlar makyajdan öteye gidemiyor. Çünkü Alevilerin öncelikli sorunları bunlar değil. Belki bunlar da gerekli. Ama asıl sorun Aleviliğin devlet katında tanınması, Alevilerin ibadet yerlerinin cemevi olduğu gerçeğinin kabullenilmesi, Alevilerin ikinci sınıf vatandaşlıktan, hadi biraz daha ileri gidelim hatta gayri resmi azınlık statüsünden çıkarılması gibi bir dizi temel alanda ilerleme sağlanması gerekiyor. Oysa AKP yukarıdaki türden bir gündemi asla tartışma masasına getirmeye yanaşmıyor ve kısa vadede de buna hazır olacağa benzemiyor.

SÜNNĐ MERKEZL Đ PARAMETRELER KULLANILIYOR Ama AKP’nin asal Alevi kurum ve kuruluşları ile temasa geçmeyip, onları muhatap

almayarak marjinal ve temsil kabiliyetinden yoksun sözde diyebileceğimiz kişi ve kuruluşlarla, Alevilerin sorunlarına çözüm bulmaktan çok sorunların sadece etrafında dolaştığı son bir yıllık icraatında çok açık bir şekilde göze çarpmaktadır. Ayrıca AKP’nin bu bağlamdaki girişimlerinde işin özünden çok şekliyle ve kendi belirlediği Sünni Đslam merkezli

Page 51: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

51

parametrelerle, Alevi toplumunun sorunlarına çareler arıyor görüntüsü vermenin dışında somut manada adımlar atmanın henüz çok uzağında olduğu dikkatlerden kaçmıyor.

Gerçi böyle bir tutumu belli bir aşamadan sonra sürdürmenin uzun vadede gerçekçi bir tarafı ve zemini bulunmuyor. Zira AKP topyekûn Alevileri görmezden gelmeye ve onların haklı taleplerine kulaklarını tıkamaya artık devam edemez. Çünkü bunun karşısında, hem AB üyelik müzakerelerinin önümüzdeki Aralık ayından itibaren başlama ihtimalinin giderek yükselmesi hem de daha önce gizlice varlığını sürdürdüğü lambadan çıkan Alevi cinin meydan okuma noktasına gelerek işletilen olumsuz süreci tersine çevirecek gücü potansiyel olarak bağrında taşıması gibi engeller bulunmaktadır.

Diğer taraftan Türkiye’nin en büyük partisi durumuna gelmiş olan AKP’nin önümüzdeki süreçte Menderes’in yaşadığı gibi büyüklük sendromuna kapılarak, gerek Alevilerden gerekse toplumun resmi düzeyde “eşit yurttaş” olarak algılanmayan diğer kesimlerinden merkezine akın eden taleplere Đslamcı geçmişinden devraldığı mirasın etkisiyle kulak tıkaması; hatta böyle talepleri alanlara çıkarak dillendirenlere dolaylı veya dolaysız şekilde şiddet uygulama tehlikesi de göz önünde bulundurulmalıdır. AKP bu yapılanmalara karşı uyguladığı şiddetin sorumluluğunu başkalarına yükleyerek, AB’nin göstereceği tepkileri de azaltma yoluna gidebilecektir. Zira AB de, Alevilere verilecek haklar konusunda Türkiye’yi çok sıkıştırma yoluna gitmeyeceğinin sinyallerini vermektedir. Çünkü AB’yi Alevilerin ve diğer küçük azınlık cemaatlerin Türkiye’deki sorunlarının çözümünden çok, Kopenhag Kriterleri içinde yer almamasına rağmen Kıbrıs’ın statüsü ve bu sorunun müzakereler başlamadan önce çözümü gibi konuların daha çok ilgilendirdiği anlaşılmaktadır.

DĐYALOG ZORLANMALI Đş dönüp dolaşıp bu noktada Aleviler ve örgütlerinde düğümleniyor. Aleviler her şeyde

olduğu gibi burada da stratejik işbirliği, diplomasi ve diyaloğa zorlama gibi yöntemleri kullanmalıdır. Burayı açarsak, Alevi örgütleri öncelikli olarak aralarında anlaşıp bir yol haritasıyla yukarıdaki yöntemleri daha etkili kullanma aşamasına gelebilirler. Yani yol haritası, ortak ve üzerinde anlaşılmış somut talepleri içerirken, Alevi örgütleri yerlerinde sayma konumundan çıkmalı ve taleplerinin ele alınmasını Hükümetten bekleyen değil; bunların neler ve hangilerinin öncelikli olduğunu kendi belirleyip ilgili mercilere bizzat ulaştırmayı denemelidirler. Bu iletim sürecinde mümkün olduğunca hem Aleviler diyaloğa ve taleplerini müzakereye hazır olmalı hem de Hükümeti kendini tanımaya ve müzakere partneri olarak kabul etmeye zorlamalıdır. Zaten sorunun can alıcı yanı burası, zira AKP’li Hükümet asal Alevi örgütlerini ve kamuoyu önderlerini muhatap almadığı gibi, bunların dile getirdiği taleplerin Alevi toplumunda karşılığının bulunmadığı iddiasını sürekli tekrarlayarak hem Alevi örgütlerinin inanılırlığını kendi kamuoylarında düşürmeye çalışıyor hem de örgütlenmeyi bu taktikle devre dışına çıkardığından, Alevilerin sorunlarının neler olduğunu güya kendi belirliyor ve bunlara kendi çözümlerini/çözümsüzlüklerini dayatma oyununu sahneliyor.

Oysa bu bir kısır döngüdür ve buradan çıkış yolu, çoklarına ters görünmesine rağmen Alevi örgütlerin mümkün olan en yakın tarihte, aralarında oluşturacakları ortak mutabakattan sonra AKP’li Hükümet nezdinde temaslara başlamalarından geçmektedir. Çünkü hem AKP hem de Aleviler Türkiye’nin gerçekliklerinin birer temsilcisidir. Kabul edelim ki, tüm eleştiriler saklı kalmak kaydıyla ve çarpık bir seçim sistemiyle iktidar çoğunluğunu elde etmesine rağmen AKP, eğer demokrasiye inanıyorsak yüzde 34’ün üzerinde bir halk çoğunluğunun temsilcisi olması yanında, iktidar partisi olarak onların onayı olmadan Alevilerin sorunlarının çözümünde bir adım bile yol alınamayacaktır.

O nedenle her iki tarafta birbirini hazmetmeye hazır olmalıdır. Ben şu andaki AKP-Alevi ilişkilerinin çok olumsuz bir zeminde seyretmesine rağmen, diyalog ve çok yönlü temaslar sonucunda düzeleceğine inanıyorum. Şunu da unutmayalım ki, Türkiye’de ve dünyada gelenektir; en zor kanunları ve en umulmadık kararları, bunlara en çok karşı olan partilere çıkartırlar. Örneğin Almanya’da çalışanların haklarını gasp edici yasalar genelde Sosyal Demokrat Parti (SPD) döneminde çıkarılırken, Türkiye’de çok karşı olduğu halde 28 Şubat Kararları’nın ve Đsrail’le ilişkilerin geliştirilmesinin altına imza atmak Refah-Yol

Page 52: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

52

Hükümeti’nin Başbakanı Necmettin Erbakan’a düşmüş; idamın kaldırılması ve dolayısıyla Abdullah Öcalan’ın bu cezadan kurtulmasının yolunu açan üç imzadan birinin sahibi de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli olmuştur. Kim bilir, Alevilerin konumlarını iyileştirmek ve onların devlet katında resmen tanınmalarının yolunu açan da, Milli Görüş’ten doğan eskinin Đslamcısı, yeninin muhafazakâr demokratı AKP’ ye nasip olur!

ALEV ĐLER KEND Đ GÖBEĞĐNĐ KESMEYĐ ÖĞRENMELĐ Diğer taraftan Alevilerin yıllardır peşinden gittiği CHP, Alevi taleplerini hiçbir zaman

ana gündemine ve öncelikleri arasına almadığı gibi, bu talepleri Hükümet nezdinde dillendirme ve sonuna kadar takip etme noktasının çok uzağındadır. CHP’de kuşkusuz iyi niyetli Alevi ve Alevi olmayan milletvekilleri var ama bunlar Gazeteci Derya Sazak’ın deyimiyle tepede oturan “Politbüro”ya seslerini duyuramıyorlar. O nedenle Alevilere kendi göbeklerini kendileri kesmeleri ve taleplerinin maksimal düzeyde karşılanabilmesi için iktidarla müzakerelere, öncelikle örgütlerini görüşme partneri olarak kabul ettirdikten sonra, hemen başlamaktan başka yol kalmıyor. Çünkü “Demir tavında dövülür” atasözünde işaret edildiği gibi, Aleviler Türkiye’de eşit yurttaş olma ve inançlarının resmi kabulüne ancak AB süreci sayesinde kavuşabilirler. Bu süreç iyi değerlendirilmelidir. Zira Türkiye üye olduktan hatta üyelik müzakerelerine başladıktan sonra Brüksel’in Alevilerin sorunlarını bir ayrıntı gibi değerlendirileceği ve bu konudaki adımları Türkiye’ye bırakma ve zamana yayma ihtimali çok yüksek.

“ÇÖZÜMSÜZLÜK ÇÖZÜMDÜR” DÖNEM Đ BĐTTĐ Bir de malum artık “çözümsüzlük çözümdür” dönemi tüm dünyada olduğu gibi

Türkiye’de de başta Kıbrıs Sorunu olmak üzere birçok konuda kapanma aşamasında. Alevilerin de gerek resmi gerekse gayri resmi toplumsal sorunları kronik düzeyde. Ancak bu hastalıklı yapının sonsuza dek devamı da mümkün görünmüyor. O nedenle mevcut sorunlara karşılıklı diyalog ve görüşmeler yoluyla çözüm bulma aşamasına gelindiği bir önkabul olarak Alevi örgütlerince de anahtar kavram olarak kullanılmalıdır. Ancak bu yolla mevcut düzeni ve sorunlu toplumsal ve siyasal yapıyı belli ölçülerde değiştirme şansı yakalanabilir. Kısaca, Alevi örgütleri sorunlara çözüm hedefiyle yola çıkmalı ve ısrarlı şekilde sürdürülecek girişimlerle derhal AKP ile diyalog sürecinin fitili ateşlenmelidir.

Tabii ki böyle somut bir adım atılırken, Alevilere destek verebilecek siyasal partiler, insan hakları ve sivil toplum kuruluşlarının desteği aranmalı; mümkün olduğunca çok sayıda Aleviler dışı destek yanında olarak, diyalogla sorunların çözümü sürecinden maksimal kazanımla çıkılmasının ortamı yaratılmalıdır.

CUMHURBAŞKANI SEZER ARABULUCU OLAB ĐLĐR Görüşmeler tıkandığı noktada veya Hükümet Alevi örgütlerini dışlama, manipüle etme

ve yıldırma taktiklerini kullanmaya başladığında, gerekirse her fırsatta laik Türkiye’nin önemini dile getiren ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den yardım talep edilmeli; hatta görüşmelerde arabulucu olması istenmelidir. Bunda bir sakınca yok. Zira Cumhurbaşkanı demokratik düzenin figürlerinden biri ve böylesine hassas görüşmelerde arabulucu olmasının istenmesinde demokrasiye aykırı bir yan bulunmuyor. Doğal olarak Cumhurbaşkanı’nın böyle bir role ikna edilebilmesi, Alevi örgütlerinin taleplerini belirlerken laikliğin korunması ve daha da sağlamlaştırılması yönünde açıkça tavır almaları ve güvence vermeleriyle mümkündür. Laikliğe vurgu, Alevi örgütlerinin müzakerelerde laik ve demokrat Sünni toplum kesimlerinin desteğini çekerek elini güçlendireceği gibi, “Alevilere ayrıcalıklar tanınıyor. Türkiye bölünüyor!” cinsinden koparılacak yaygaranın şiddetini de azaltacaktır. Ayrıca zaten Alevileri mağdur eden şeyler anti-laik uygulamalardan kaynaklandığı gibi, bu kitlenin bilindiği kadarıyla devletten laikliğe aykırı talepleri de bulunmuyor.

Bu arada hemen şunu da belirtelim; “Diyanet’in kaldırılması, Alevilerin ibadet yerinin cemevi olduğunun kabulü ve Aleviliğin resmi düzeyde tanınması” benzeri radikal değişikliklere sadece AKP gibi Đslamcı kökenli partiler değil, Kemalistinden, solcusuna ve sağın tüm fraksiyonlarının karşı olduğunu da teslim etmek gerekiyor. Örneğin Kemalistleri ve bunlarla bağlantılı olarak orduyu ele alırsak; ordu neden acaba 12 Eylül sonrası Din Kültürü

Page 53: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

53

ve Ahlak Bilgisi dersini zorunlu hale getirdi? Neden bu dönemde Alevi köylerine cami yapımı hızlandırıldı? Niye Aleviliği dışlayan Türk-Đslam Sentezi devletin resmi ideolojisi haline getirildi? Yine neden 28 Şubat sürecinde Đmam-Hatiplerin orta bölümleri kapatıldı, zorunlu eğitim 8 yıla çıkarıldı da, zorunlu din derslerine ve Diyanet’in laikliğe aykırı yapısına en ufak bir müdahalede bulunulmadı? Veya “irticai sermaye” tanımlamasıyla çok sayıda özel sektöre ait büyük şirketin faaliyetleri takibe alınırken, devasa bir holding haline gelen ve şeriatçı içerikli kitaplar yayınlayan Türkiye Diyanet Vakfı’na (TDV) niçin dokunulmadı?

STATÜKO ALEV ĐLERĐN ÖNÜNDE ENGEL Sorular uzatılabilir ama şunu iyice bilelim ki, Türkiye’deki mevcut düzenin dayandığı

güçler, buna Alevilerin karşılıksız aşka dönüşen sevdalısı CHP dâhil, Diyanet’in kaldırılması ve Alevilere bir takım haklar tanınmasını kesinlikle istemezler. Neden istemedikleri yukarda sıraladığım sorulara verilecek cevaplarda yeterince açık ama yine de belirtelim; Diyanet’e ve uzantılarına dokunulursa, “mevcut yarı şeriatçı düzen”in patır patır dökülmeye başlayacağı gün gibi aşikâr. Nitekim kendileri de bu çarpık yapının esiri ve önemli bir dişlisi haline gelmiş olan “statükonun temsilcileri”, var olan yıkılırsa yerine ne gibi bir yapı inşa edeceklerini hem bilmediklerinden hem de artık böyle bir girişime güçleri yetmeyeceğinden her şeyin olduğu gibi korunmasından yana tavır alıyorlar. Tabii ki adı geçen güçler bu türden bir misyonu sahiplenince, Aleviler için müttefik olma konumundan çıkmakla kalmıyor, ayrıca birer engele dönüşüyorlar. Bu nokta atılacak adımlarda önemle dikkate alınmalı ve Aleviler müttefiklerini seçerken çok dikkatli davranmalıdır.

Görüldüğü gibi haklarını alabilmek, taleplerine tatminkâr karşılıklar bulabilmek için Alevilerin önünde sadece AKP gibi Đslamcı ve sağ partileri değil, hâlâ etkin konumlarını sürdüren statükonun en önemli güçleri olan ordu ve bürokrasiyi de ikna etmeleri gerekiyor. Onların iknasının laikliğe yapılacak vurgu yanında, Diyanet’in kaldırılması, din işlerinin cemaatlere bırakılması gibi radikal değişikliklerin tamamlanması sonrasında, yerlerine nelerin konulacağı ve ortaya çıkacak kaos halinin nasıl aşılacağı gibi konularda Alevilerin inandırıcı ve uygulanabilirliği olan alternatif projeler sunmalarıyla mümkün olabileceğini varsayabiliriz.

Sonuç olarak Alevilerin önünde devasa bir gündem ve uzun bir yapılacaklar listesi bulunuyor. Taşınacak yük ağır ama bugünden bu yükü sırtlanmak için harekete geçilmezse yarın çok geç olabilir. Tarih de bir gün gelir gecikenlerden hesap sorar!

Bad Nauheim, 08 Mart 2004

Page 54: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

54

ALEV ĐLER AZINLIK MI? Son yıllarda Alevilik ve Alevilerle ilgili hemen hemen her şey ortaya döküldü ve enine

boyuna tartışıldı. Ancak Türkiye’de Alevilerin toplumsal ve hukuki konumları büyük ölçüde görmezden gelindi. Hatta yükselen Kürt hareketi nedeniyle Alevilerin toplumsal yapıda nerede durdukları üzerine pek konuşulmadı ve bu konu tabu kabul edilerek büyük ölçüde ihmal edildi.

Oysa bir hareketi veya bir toplumsal tabakayı ele alırken mümkün olduğunca objektif olmaya çalışarak, bütün yönleriyle incelemek ve bazı şeylerin adı neyse koymak gerekiyor. Adı konul(a)mayan bu mesele, Türkiye’deki Alevilerin bir inanç topluluğu olarak, genel toplum içinde azınlık konumunda mı yoksa diğer vatandaşlar gibi birinci sınıf ve eşit kabul görüp görmediklerinin tespit edilmesidir.

Bu soruya verilecek cevap elbette tek seçenekli ve kesin değil. O nedenle Alevilerin bugünkü konumlarının netleştirilebilmesi ve toplumda nerede durduklarının açıkça ortaya konulabilmesi için tarihe dönmek ve ta Selçuklular dönemindeki Babai Ayaklanması’ndan başlayarak, Osmanlı’da biraz duraklayıp, Cumhuriyet’in kuruluşunu dönüm noktası olarak alıp, bugüne kadar yaşanan konum değişiklikleri ve dalgalanmalar üzerinde durmak gerekiyor. Kuşkusuz tarihe dönük bir inceleme, Alevi-devlet ilişkilerini ve bunun tarihi süreçte aldığı değişik yüzleri, uzaklaşma-yakınlaşma evreleri üzerinde durmayı gerektirir. Çünkü bir topluluğun başka inanç ve milli topluluklarla ilişkileri, onların o anda çatısı altında yaşadıkları devletin uyguladığı politikalardan bağımsız olarak ele alınamaz.

ALEV Đ-DEVLET ĐLĐŞKĐSĐ ĐNĐŞLĐ ÇIKIŞLI Alevi konar-göçer Türkmen kitlelerinin iktidar gücünü elinde tutan devletle olan ilişkileri

Türkiye tarihinde genelde inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Gerek Selçuklular gerekse Osmanlıların kuruluş aşamasında ve doğal olarak bu sırada sıkça yapılan savaşlarda, Alevi-Türkmen topluluklarından dinamik ve savaşçı yapıları nedeniyle geniş ölçüde yararlanılmıştır. Ancak daha sonra merkeze oturan ve iktidarını korumaktan başka bir şey düşünmez hale gelen o zamanın egemenleri, vergi alma ve kontrollerinden çıkmalarını engellemek için gerekli gördüklerinden, bu konar-göçer kitleleri iskâna, yani belli bir yerde sürekli oturmaya zorlayınca; Alevi Türkmen-devlet ilişkileri sık sık gerginleşmiş, dolayısıyla da çok kısa aralıklarla dozu kaçırılan şiddet nedeniyle ilişkiler zamanla kopmuştur. Yani başlarda devlet erkinde söz sahibi olan bu kitleler, sonraları merkezileşmenin ve sosyal konumları dolayısıyla iktidarla doku uyumsuzluklarının etkisiyle, bu çevreden dışlanmışlar ve adeta “istenmeyen” ilan edilerek kenara itilmişlerdir.

OSMANLI’DAN ALEV ĐYE KÜPLER DOLUSU ŞARAP Bu durum hem Selçuklular hem de Osmanlılar döneminde tekrarlanmış, Osmanlı’nın

kuruluş evresinde Orhan Gazi Bursa’dan Alevi şeyhi Geyikli Baba’ya küpler dolusu rakı ve şarap dâhil sık sık hediyeler gönderirken, Fatih döneminden itibaren bu kitleler ve önderleri ile devlet arasındaki ilişkiler soğumaya başlamış, Yavuz dönemindeyse aradaki köprüler tamamen atılarak düşmanca bir sürece girilmiştir.

Böyle bir ayrışmayı, daha çok Alevi-Türkmen kitlelerin iktidara yabancı toplumsal konumlanışları ve konar-göçer nitelikleri nedeniyle, onların bir yerde ikamet etmeye pek istekli olmamaları yanında, adı geçen devletlerin kurucularının başlangıçta içinden geldikleri bu Alevi veya Sünni Türkmen kitlelere iktidar sürecinde yabancılaşmaları, sonraları onları hakir görmeleri ve yönetim kademesinde bulunanları da aşama aşama tasfiye etmeleri tetiklemiştir.

Hemen belirtelim ki, Osmanlı’nın yükselme ve gerileme dönemlerinde sadece Alevi Türkmenler değil Sünni Türkmenler de büyük ölçüde zulüm görmüş ve saray çevresinden dışlanmışlardır. Bu nedenle Türkmenler hep küçümsenmiş, “Etrak bî Đdrak” yani akılsız, anlayıştan yoksun Türkler denilerek hakir görülmüşlerdir. Yine uzun yıllar süren Celali Đsyanları sırasında, ayaklanmalara katılanlar sadece Aleviler olmamış; o dönemdeki ekonomik durum ve gidişattan memnun olmayan Sünni konar-göçer ve köylü Türkmenler de sık sık baş kaldırmışlardır. Bunun sonucu da gaddarlığıyla ünlü Kuyucu Murat Paşa’nın

Page 55: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

55

emriyle aynı konumda olan başta Aleviler olmak üzere Sünni Türkmenlerin cesetleriyle kuyular doldurulmuştur.

Başta ağır vergiler olmak üzere Türkmenler Osmanlı’nın ekonomik zulmünden de çok çekmiştir. O nedenle Osmanlı, aşağıdaki dörtlükte olduğu gibi hiçbir katkısı olmadığı halde ellerindeki ürünlere el koymasından dolayı Türkmenlerce çoğunlukla sömürgeci olarak algılanmıştır:

Eğeri kaltak Osmanlı Şalvarı şaltak Osmanlı Ekende yok, biçende yok Yiyende ortak Osmanlı

ALEV ĐLĐK EGEMENLERE MALZEME SUNMAZ Bunun yanında Alevilik zaten tarihinde genelde muhalefette kaldığı için Sünnilik gibi

fıkıh (Đslam hukuku) ve devlet yönetimi gibi alanlarda bütünlüklü bir birikime sahip olmadığı gibi, muhalif kimliği ve belli bir üretim biçiminin üstyapısı da olduğundan başka bir üretim biçimi ve iktidar ideolojisini temsil eden bu devletleri yönetmeye de uygun malzeme sunmuyordu.

Nitekim bu yapısı nedeniyle Alevilik, Đran’da Safavi Devleti’ni kuranların bizzat inancı olduğu halde, daha Şah Đsmail hayattayken iktidardan dışlanmış ve Ortodoks Đslam’ın bir başka versiyonu olan Şiilik devletin resmi mezhebi ve referans kaynağı ilan edilmiştir. Bununla da kalınmamış bu devletin kurucu asli unsurları olan Türkmen aşiretleri ve onların iktidardaki temsilcileri aşama aşama tasfiye edilmiştir.

Ek olarak heteredoks Türkmen kitleler ve bunların öncüleri, Osmanlı’nın kuruluş aşamasında olduğu gibi, Aleviliğin yumuşak ve kesin kurallı olmayan yapısının etkisiyle fethedilen ülkelerdeki Hıristiyanların Müslümanlaşmasını kolaylaştırıyor ve devletin batıya yayılmasına hizmet ediyordu. Bu avantaj başlangıçta Alevileri devlet aygıtı veya iktidarda söz sahibi yaptığından Alevi önderlerine sınır boylarında araziler verilmiş, tekke ve zaviyeler kurma hakkı tanınmıştı. Ama sonra bu dönemin kapanmasıyla söz konusu devletler kurumsallaşmasını tamamlayıp, gerçek anlamda devlet hüviyetine büründükçe, karşılarına çıkması muhtemel iktidar odaklarına taban desteği sunabilecek bu türden başıbozuk kitlelere sistem açısından ihtiyaç kalmamıştır. Tabii buna karşı önlem olarak, Türkmenlerin gördüğü işlevi devam ettirebilecek türden, örneğin içinden geldikleri toplumla ilişkileri koparılmış gayri müslim çocuklarından oluşturulan devşirme Yeniçeri Ocağı gibi başka güçler oluşturulduktan sonra, bu seyir tersine dönmüştür. Arkasından Alevi-Türkmen toplulukları, merkezden kenara itildikleri yetmezmiş gibi Yavuz dönemi ve sonrasında olduğu gibi kitlesel denilebilecek katliamlara tâbi tutulmuşlardır. Kısaca özetlersek, Aleviler devletler kurarlar ama onların bu devletleri yönetmesine izin verilmez.

ALEV ĐLER OSMANLI’NIN STATÜSÜZLER Đ Osmanlı döneminde Alevilerin hukuki statüleri söz konusu olunca da, Aleviler

Osmanlı’nın her döneminde olmamakla birlikte, Yavuz sonrası kelimenin tam anlamıyla rahat yüzü görmemişler; ne tam olarak tebaadan kabul edilmişler ne de gayri müslimler gibi millet sistemine dâhil edilerek, bugünkü anlamıyla “azınlık” statüsüne alınmışlardır. Özellikle Şah Đsmail’le yapılan Çaldıran Savaşı’nın Osmanlılarca kazanılmasından sonra Aleviler, bu savaşın öncesi ve sonrasındaki en az 100 yıllık dönemde statü yönünden tam bir belirsizlik içine sokulmuş, bu süreç içinde her türlü zulüm ve baskıya maruz kalmışlardır. Yani “kâfir” ve “dinsiz” olarak nitelendirilmişler; görüldükleri yerde katledilmeleri için “Kızılbaşların canları, malları ve karıları helaldir” şeklinde Şeyhülislam elinden çıkan fetvalar yayınlanmıştır.

Artık bu dönemden itibaren Alevilere Anadolu’nun ücra köşelerine çekilerek devlet kontrolünden hatta katliamlarından uzaklaşmak dışında bir seçenek bırakılmadığından, dağlık ve ormanlık alanlara çekilmişler ve izlerini kaybettirmeye çalışmışlardır. Aleviler tabii ki Safavilerle ilişkilerini de bu saklanma sürecinde kaybetmişler ve daha da kapalı bir topluluk halini alarak, öğretilerini sözlü olarak nesilden nesile aktararak, bugüne kadar inançlarının yaşamasını dedeleri ve rehberleri aracılığıyla sağlamışlardır. Çünkü devletin elini uzanabildiği

Page 56: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

56

her yer Aleviler için tehlike demekti. O nedenle katliamlardan kurtulabilenler can havliyle dağ başlarına sığındı. Đşte bu kitleler hemen hemen Cumhuriyet kuruluncaya kadar yerleştikleri dağlık ve ormanlık alanlarda yaşam mücadelesi vererek kalmayı başararak, Alevi inancını da günümüze taşıdılar. Böyle bir yol seçilmese Aleviliğin yaşaması neredeyse imkânsızdı denilebilir.

Elbette bu arada, Alevilerin görüldüğü yerde öldürülmesini emreden fetvaların verdiği şevkle uygulanan tarifsiz zulüm ve katliamlar sonucunda Alevilerden bazıları da zorla veya can korkusundan gönüllü olarak Sünniliği seçerek yerlerinde kalabildi. Günümüzde bu nedenle olsa gerek ormanlık ve dağlık bölgelerde bulunan ve Sünni olan köyler genellikle Alevi-Türkmen kökenlidir.

BEKTAŞĐLER DE ZULÜMDEN NAS ĐBĐNĐ ALDI Şehir Alevileri de denilen Bektaşiler ise 600 yıllık Osmanlı tarihinde çoğunlukla devletle

yumuşak denebilecek bir ilişki içinde oldularsa da, onlar için de 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın on binlerce Yeniçeri katledilerek kaldırılmasından sonra kara günler başladı. Bektaşilik, Yeniçerilerin tarikatı olduğundan, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile Bektaşi tekkeleri de ülke genelinde yasaklanıp kapatılırken, çok sayıda Bektaşi öldürüldü ve sadece Hacı Bektaş Dergâhı açık bırakıldı. Ancak buranın başına da bir Nakşibendî şeyhi tayin edildi. Hacıbektaş’taki 1836 tarihinde yapılan camii işte bu Nakşî şeyhlerinin eseridir. Burası şimdilerde malum Alevileri Sünnileştirmek isteyenlerce, “Sizin yol önderinizin de namaz kıldığının delili işte Hacıbektaş’taki bu camidir” diye kafa karıştırmak amacıyla kullanılıyor.

Bektaşiler bu tarihten sonra Cumhuriyet kuruluncaya kadar saraya hep muhalif olmuşlar; daima başta Masonlar, Jön Türkler ve Đttihat Terakki olmak üzere diğer muhaliflerle ittifaklar içine girmişlerdir. Bilindiği gibi yine Kurtuluş Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin Đstanbul Hükümeti yerine Mustafa Kemal’in kurduğu Ankara Hükümeti’ni ve TBMM’yi desteklemişlerdir. Savaş kazanılıp Cumhuriyet ilan edilince de bu destek, 1928’de Bektaşi tekkelerinin yeniden kapatılmasına ve Hacı Bektaş Dergâhı’nın müze haline getirilmesine rağmen sürdürülmüştür.

Zira Bektaşiler, biraz naifçe Cumhuriyet’in yaratmayı tasarladığı toplum hedefiyle kendilerinin yüzyıllardır hayalini kurdukları ideal toplum mücadelesinde yolların birleştiğini düşünmüşler, Bektaşi tekke ile dergâhlarına işlevlerini Cumhuriyet’e devrettiği için gerek kalmadığı inancına kapılarak, yapılanlara seslerini pek çıkarmamışlardır. Belki de bugün Alevi ve Bektaşiler bu yanılgının veya gerçekçi olmayan beklentinin acılarını çekiyorlar. Çünkü o gün müze yapılan Hacı Bektaş Dergâhı halen müzedir ve Alevi-Bektaşiler kendi inanç önderlerinin ebedi makamını para ödeyerek, sadece mesai saatleri içinde ziyaret edebilmektedirler.

CUMHURĐYET DE MAKÛS TAL ĐHĐ YENEMEDĐ Alevilerin Osmanlı dönemindeki konumlarının belirsizliği Cumhuriyet’in kurulması

sonrasında da, Atatürk’e ve Cumhuriyet’e büyük umutlar bağlanmasına rağmen değişmedi. Aleviler kapalı bir toplum olmaları nedeniyle fazla olmamakla birlikte bu dönemde de tanınıyordu. Atatürk de Alevilik ve Bektaşiliği kesinlikle çok iyi biliyordu ve Alevilerin önemini kavramıştı. Malum Selanik gibi Bektaşilerin çok etkili olduğu bir şehirde doğmuştu. Bundan dolayı olsa gerek Kurtuluş Savaşı öncesi Hacı Bektaş Dergâhı’nı ziyaret etmiş, destek istemiş ve bunu da fazlasıyla almıştı. Buna rağmen daha sonra Aleviliğe ve Alevilere belli bir hukuksal çerçeve sunulmadığı gibi inançlarının resmi olarak tanınması da gerçekleşmedi. Nihayetinde Aleviler unutulmaya terk edilerek, belki de inançlarını ve yüzyıllardır sürdürdükleri geleneklerini zamanla terk edecekleri umuldu...

Tabii ki Aleviler Cumhuriyet’le Osmanlı’daki karanlık dönemlerin bittiğini ve kendilerinin Sünni vatandaşlarla eşit statüde yaşayacakları yeni bir sayfanın açıldığını düşünmekte haklı idiler. Nitekim de 1923’ten 1950’lere kadar Türkiye’de, Dersim ve Koçgiri isyanlarında yaşananlar hariç, ki her iki ayaklanma da geniş ölçüde yerel; kısmen de etnik karakterli ve Alevi kimliği ön planda olmayan bir yapı sergiler, Alevilerin beklentilerinin tersine olumsuz bir gelişme yaşanmadı. Dolayısıyla bu dönemde Aleviler kısmen rahat ettiler ve kendilerini

Page 57: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

57

Cumhuriyet’in eşit yurttaşları olarak algılama fırsatını yakaladılar. Ancak bu Alevi kimliği ve geleneğinin yaşatılması, geliştirilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması için garantiler verildiği anlamına gelmiyor. Zaten bugün anlaşılamayan da bu... Alevilerin Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i sevmesine kimsenin bir itirazı olamaz ama bu gerçekler de bilinmeli!

1923-1950 ARASI ALEV ĐNĐN YALANCI BAHARI Çünkü bu dönemdeki Aleviler lehine oluşan olumlu ortam, Alevilere verilen

güvencelerden çok radikal laiklik önlemleriyle Sünni Đslamî kimliğin bastırılması, şeriat devletinin tüm kurum ve uygulamalarıyla ortadan kaldırılması, dinin kamu alanından uzaklaştırılması ve dolayısıyla Đslamî taleplerin yeraltına inmeye zorlanmasından kaynaklanıyordu. Yani Sünni’ye ses çıkarmasına izin verilmediği için Alevi kendini rahata erdim zannediyordu. Bu açıkça Aleviler için bir çeşit “yalancı bahar”dan ibaretti.

Nitekim Sünni Đslamî kimliğe getirilen yasakların çok partili yaşama geçişle birlikte tavsamasıyla, bu kimliğe duyarlı çoğunluk kitle ve onun önderleri hemen hiçbir şey olmamış gibi ortaya çıkmış ve her geçen gün artan bir hızla ve yüksek sesle taleplerini dillendirmeye başlamıştır. Sünni Đslamî bir kimliğe sahip politikacılar da, bugün gelinen noktada net bir şekilde görebildiğimiz gibi, bu türden taleplerin sahibi tabanlarını ziyadesiyle memnun etmişler; aynı kitle de kendilerini bugünlere getirenlere teşekkür borcunu, onları tek başına iktidara getirerek ödeme yoluna gitmiştir.

ALEV Đ DEĞNEKSĐZ KÖRE DÖNDÜ Sonuçta Aleviler için bir şey değişmemiş ve yine başa dönülmüştür. Çünkü kabul

etmeliyiz ki, Cumhuriyet Alevi’ye kendini koruyacak ve çoğunluk Sünni toplumla kendini eşit hissedeceği bir donanım ve güvenceleri ver(e)memiştir. Hatta tekke ve zaviyeleri kapatarak, Alevi-Bektaşilerin elinde olan geleneksel kanalları da tıkama yoluna gidip, onları değneksiz kör durumuna sokmuşken, Sünnilere böylesine ağır bir yaptırım reva görülmemiştir. Gerçi tekke ve zaviyeler daha çok Sünni tarikatlara ait olanlar düşünülerek kapatılmıştır ama Alevi-Bektaşilerin Cumhuriyet’e olan aşırı güveni nedeniyle bundan Sünnilerden çok Alevi-Bektaşi kanat zarar görmüştür. Aleviler bu tarihten sonra yine Osmanlı döneminde olduğu gibi cemlerini gizlice yapmaya başlamışlardır. Buna karşılık Sünni tarikatlar ise Cumhuriyet’e ve onun önderine zaten inanıp güvenmediğinden sadece yeraltına inmiş ve yıldırım hızıyla yürütülen devrim dalgasının yatışmasını beklemek üzere pusuya yatmışlardır.

SÜNNĐLĐK HER TÜRLÜ DONANIMINI KORUDU Diğer yandan yine Sünni Đslam’ın en önemli kurumu olan camilere de dokunulmadığı

ve açık kalmalarına izin verildiği gibi, buralardaki devamlılığın sağlanabilmesi için Diyanet Đşleri Başkanlığı (DĐB) kurulmuş, din adamı yetiştirilmesi için belli sayıda okulun açık kalmasına ve üniversite bünyesinde de bir Đlahiyat Fakültesi tesisine imkân verilmiştir.

Görüldüğü gibi Cumhuriyet bugünün Đslamcıları beğenmeseler de Sünni Đslam’ın yaşaması için temel kurum ve kuruluşlara dokunmamış; sadece özünü ve gelişme kapasitesini engellemeyecek bazı sınırlamalar ve küçük müdahalelerle yetinmiştir. Bunun en bariz kanıtı da, başta atılan temelin sağlamlığı nedeniyle bugün Türkiye’de 75 bini aşkın cami vardır. Bu sayıda cami yarı şeriat düzeniyle yönetilen ve üzerinde otuzu aşkın devlet kurulan Osmanlı topraklarında bile yoktu. Aynı şekilde bugün yine şeriat devleti olan ve Türkiye’nin iki katı toprak büyüklüğüne sahip Đran’da da bizdeki kadar camii ve Kuran kursu bulunmadığı biliniyor.

Ayrıca temel donanımının sağlamlığı ve geleneğin devamını sağlayacak kurumlarının varlığı nedeniyle Diyanet Đşleri Başkanlığı, bugün beş bakanlığa ayrılandan daha fazla olan bütçesiyle adeta bir ordu büyüklüğü ve gücüne ulaşmış; bazılarında okul bile olmayan hemen her köy, mezra ve mahallede birer temsilci (imam) bulundurur bir düzeye erişmiştir.

ALEV ĐLĐĞE VE ALEV ĐYE HAKARETE SON! Buna karşılık bugün Alevilik ve Bektaşiliğin durumu malum pek iç açıcı değil. Zira ne

Alevilik bir inanç olarak resmi düzeyde tanınıyor ne de cemevleri ibadethane statüsüne sokuluyor. Hatta bu kutsal mekânlar “cümbüş yeri” diye hakarete uğruyor ve bir türlü camii ile eşit tutulmak istenmiyor. Her türden resmi platformda Alevilik yok sayılıyor.

Page 58: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

58

Alevilerin toplum içindeki ve devlet karşısındaki statülerine ise değinmeye pek gerek yok. Çünkü bu konuda çok sayıda olumsuzluğu bir çırpıda saymak mümkün. Alevilerin Türkiye’de her istedikleri devlet makamına, memurluğa ve üst düzey bürokratik görevlere yetenekleri elverse bile gelemedikleri de herkesin malumu.

Laf başı geldiğinde politikacıların ve devlet yöneticilerinin gözünde Aleviler sözde eşit yurttaşlar ve bu ülkenin has evlatları. Ama iş ciddiye bindiğinde ve bu kitlenin inançlarının gerektirdiği yasal bir çerçevenin oluşturulması söz konusu olduğunda, bu sözler hemen yutuluyor ve Alevi üvey evlat statüsüne geri gönderiliyor. Sözler havada kalıyor.

ALEV ĐLER AZINLIK MI OLMAK ĐSTĐYOR? Sözün kısası Aleviler bugün Türkiye’de devlet, hükümet, bürokrasi ve Sünni toplumun

kendilerine layık gördüğü muameleden memnun değiller. Bunu aklıselim sahibi hiç kimse inkâr edemez.

Peki, o zaman ne istiyor bu Aleviler? Bazı talepleriyle çok fazla mı olmaya başladılar? Diğer bir ifadeyle Aleviler Rum, Ermeni ve Yahudiler gibi azınlıklar kapsamına mı alınmak istiyorlar? Veya bir zamanlar Diyanet’in Alevilerden sorumlu komiseri (!) Dr. Abdulkadir Sezgin’in öne sürdüğü şekilde “Alevistan” kurma gibi ayrılıkçı hedeflerin peşinde mi koşuyorlar?

Doğal olarak Alevilerin yukarıdaki türden uçuk ve realiteden uzak talepleri yok ama bu, onların hâlihazırdaki durumlarından memnun oldukları anlamını da taşımıyor.

Aleviler kendilerine hukuki olarak azınlık hakları verilmesinden yana değillerse de resmi olmasa bile her türden dışlayıcı gayri resmi ve fiili azınlık muamelesinden kurtulmayı ve gerçek anlamıyla eşit yurttaşlar olmayı bekliyorlar.

Öteden beri hep iddia edilir ama gerçek payı da büyüktür; Türkiye’de Cumhuriyet tarihinde rahat etmenin, adam yerine konulmanın ve devletin tüm nimetlerinden yararlanmanın yegâne formülü Müslüman Türk milletinden ve Sünniliğin Hanefi mezhebinden olmaktı. Bir vatandaşta bunlardan birinin ve bir kaçının eksik olması, otomatikman çeşitli belalara, takibatlara ve devlet nimetlerinin bazılarından mahrum edilmeye açık davetiye çıkarmak demekti. Çoğunluk olarak Türk kökenli oldukları ve genelde Müslüman kategorisinde değerlendirildikleri halde Sünni-Hanefi olmadıkları için Alevilerin başlarına gelenlere tarih şahittir. Bu durum çıkarılan Avrupa Birliği’ne uyum yasaları nedeniyle gün geçtikçe azalıyor ama devlet bürokrasisinde kemikleşen yukarıdaki zihniyetin yok olması daha uzun yıllar alacağa benziyor.

TALEPLER LA ĐKL ĐĞE AYKIRI DEĞĐL Bu iç karartıcı tespitlerden sonra yöneltilecek “Öyleyse Alevileri memnun etmek için

neler yapılmalı?” sorusuna şu cevaplar verilebilir: - Alevilere devlet ve hükümet nezdinde yapılan her türlü ayrımcı muameleye son verilmelidir. - Aleviler azınlık gibi değil bu ülkenin eşit ve özgür yurttaşları olarak görülmelidir. - Devlete memur alımı ve memuriyette yükselmelerde Sünni olanları kayırmalara son verecek liyakate dayalı bir atama sistemi oluşturulmalı. - Laiklik ilkesi tanımı gereğince uygulanmalı ve Alevilik dâhil başka din, mezhep ve inançları dışlayan, Sünni-Hanefi mezhebine tanınan tüm ayrıcalıklar kaldırılmalıdır. Buna Diyanet’in devlet kurumu olmaktan çıkarılması da dâhildir. - Diyanet kaldırılınca veya ilgili cemaate devredilince, bütün toplumun dini ihtiyaçlarının yürütülebilmesi için devlet bir fon oluşturmalı. Arkasından yapılacak din ve mezhep sorularının da yer alacağı bir nüfus sayımından sonra her inanç grubunun oluşturacağı resmiyet dışı bağımsız kurumlara temsil ettikleri nüfus oranında mali destek verilmelidir. Söz konusu kurumlar aldıkları bu maddi destekle hem ibadethanelerin giderlerini karşılayacaklar hem de din görevlilerinin maaşlarını ödeyeceklerdir. Doğal olarak bu uygulamaya gayri müslimler de katılmalıdır. Zira bugüne kadar laik Türkiye’de (!) Hıristiyan ve Yahudi cemaatlerine tek kuruş devlet desteği verilmedi.

Page 59: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

59

- Oluşturulacak din hizmetleri fonuna ayrılacak kaynak genel bütçeden değil her çalışandan isteğe bağlı olarak gelirinin brüt yüzde 1 veya 3 oranında alınacak Almanya’daki Kilise Vergisi’ne benzer vergiden sağlanmalıdır. - Alevilerin ibadethaneleri olan cemevleri resmen tanınmalı ve cami ile eşit statüye getirilmelidir. Đhtiyaç duyulan yerlerde yapılacak cemevleri için devlet camiye nasıl arsa ayırıyorsa cemevine de ayırmalı ve gerekirse inşaatına parasal destek sunmalıdır. - Nüfusunun tamamı Alevi olan köylere eğer bir cami zorla yapıldıysa, buraya gidip ibadet eden hiç kimse yoksa, mimari açıdan mümkünse ve Sünni çevre köylerden büyük tepki çekmeyecekse köy halkının camiyi cemevine çevirmesine izin verilmelidir. - Đmam-hatip okulları devlet okulu olmaktan çıkarılmalı ve işletmesi devlet denetimi baki kalmak ve sadece din görevlisi yetiştirecek bir yapıda faaliyet yürütmesi koşuluyla Sünni cemaate bırakılmalıdır. - Eğer Aleviler dedelerin soydan gelme şartı problemini aşar ve dede yetiştirecek orta dereceli okullar açmaya kalkarlarsa, devlet “pozitif ayrımcılık” ilkesi gereğince belli bir süre bu okulların yapımına ve faaliyetlerini sürdürmesine mali destek vermelidir. - Đlahiyat fakültelerinin müfredat programı da yeniden düzenlenmeli ve bu kurumlarda Türkiye’de mevcut tüm din ve mezheplerin teolojilerinin okutulacağı akademik bir sistem oluşturulmalıdır. - Đlk ve orta dereceli okullarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi zorunlu olmaktan derhal çıkarılmalı. Seçmeli hale getirilip diğer dinler yanında Đslam’ın bütün mezhepleri ve Aleviliğin de esaslarının öğretileceği kombine bir ders programı ile öğrencilerin başka inançları ve bu inançlardan olan sınıf arkadaşlarını tanıması ve önyargıların giderilmesi açısından aynı sınıfta, bu amaca uygun olarak hizmet içi eğitim kurslarıyla yetiştirilmiş öğretmenlerce verilmelidir. - Özellikle tarih ders kitaplarında bulunan, Alevileri ve onların geçmişini ve saygı duydukları tarihsel kişilikleri, devletleri (Örneğin Safaviler ve Şah Đsmail, Pir Sultan Abdal) aşağılayıcı ifadeler çıkarılmalıdır. Yine tarih, edebiyat ve felsefe derslerinde Hacı Bektaş, Yunus Emre, Mevlana gibi Sünni toplumun da saygı duyduğu ortak şahsiyetlere yer verilmeli ve onların insan ve inanç ayrımı yapmayan felsefelerine daha fazla vurgu yapılmalıdır. - Devlet büyükleri Muharrem ayı gibi Alevilerin kutsal günlerinde de mesajlar yayınlamalı, TRT de aynı Ramazan’da olduğu gibi ayın anlam ve önemine uygun yayınlar yapmalıdır. - TRT’nin bir kanalı dini yayınlara ayrılmalı ve burada her inanç grubuna nüfus büyüklüklerine göre belirli bir süre verilerek mensuplarını aydınlatacak programlar yapmalarına imkân sağlanmalıdır. - Devlet büyükleri, örneğin Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi Aleviliğin tanımını yapmaya, ona kendi Sünni anlayışı dâhilinde bir çerçeve çizme cüretinde ve dayatmada bulunmamalıdırlar. Bir Alevi Aleviliğe nasıl inanıyorsa ve Alevilik, Alevilerce yüzyıllarca nasıl algılanmış ve yaşanmışsa; buna saygı gösterilmeli ve devlet bu topluma yönelik atacağı adımlarda “Alevi kimlik algısını” göz önünde bulundurmalıdır. Kendi subjektif algı ve tespitini değil! - Her laik ülkede olduğu gibi Türkiye’de de din ve dince kutsal sayılan değerlere yapılan hakaret ve küfürü yasaklayan, buna aykırı hareket edenleri cezalandıracak bir yasa maddesi var. Bu madde Sünni Đslam’a karşı işlenen hakaret suçlarına uygulandığı gibi Alevilik ve Alevilere uluorta hakaret ve küfür edenlere de uygulanacak şekilde değiştirilmelidir. - Alevilerin kendilerini dışlanmış hissetmeyecekleri bir ortamın oluşması için devlet, görsel, işitsel ve yazılı medya organları aracılığıyla farklı inançlara rağmen tüm toplumda birlik, beraberlik ve kardeşlik havası yaratılmasına hizmet edecek bir kampanya açılmasını maddi ve manevi yönden teşvik etmelidir.

Page 60: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

60

- Devlet Alevi ve Sünnilerin karşılıklı önyargılarını giderici ve birbirlerini daha sağlıklı tanımalarına hizmet edecek yöntem ve uygulamalar geliştirilmesi için bilimsel araştırma birimleri oluşturmalıdır.

SONUÇ VE DEĞERLENDĐRME Umarım yukarıda Alevilerin devletten ve dolayısıyla Türkiye Sünni toplumundan beklentilerini genel hatlarıyla ortaya koyduk. Bu talepler görüldüğü gibi Türkiye’de demokrasi, eşitlik, özgürlük ve gerçek anlamda laiklikten yana olan hiç kimseyi yaralayıcı ve rahatsız edici bir nitelik taşımıyor.

Burada her kesimi memnun edecek talepler dillendirildi ama doğal olarak devletten bugüne kadar ele geçirdiği imtiyazlara alışmış olan muhafazakâr ve milliyetçi Sünni çevrelerin bunlara şiddetle karşı çıkacağı kesin. Ayrıca bu talepler dikkat edilirse, Türkiye’de sistemi kökten değiştirecek türden ve neredeyse bir manifesto niteliğinde...

O nedenle bu taleplerinin mücadelesini yürüten hem Alevi örgüt ve kişiliklerine hem de devlet ve hükümet erkânına, toplumsal huzurun bozulmaması ve çıkabilecek kargaşa ve provokasyonların önlenebilmesi açısından büyük görevler düşüyor. Atılacak adımlarda bu hususlar özellikle dikkate alınmalıdır. Yoksa kaş yapayım derken göz çıkarma gafletine düşülür.

Diğer taraftan “Aleviler şu şu taleplerle ortaya çıkmış ve bunların yerine getirilmesini istiyorlar. Haydi, toparlanın da elimizden geleni yapalım” diye kimse hazır olda beklemiyor. Aksine bir manifestoyu andıran bu talepler, Türkiye’de çoklarının rahatını kaçırtacak cinsten olduğundan, karşı önlem bağlamında devlet içinde bazı kesimler de dâhil Alevileri bu istemlerinden vazgeçirtecek veya bölüp parçalayıp, işi özünden saptırarak bunların dillendirilmesine mecal bıraktırmayacak bir ortam yaratmak için pek çok yerde sayısız komplo senaryosunun hazırlandığını tahmin etmek pek güç olmasa gerektir.

Bundan dolayı Alevilerin her ferdi uyanık ve olası tehlikelerin farkında olmalıdır. Alevi örgütleri de şu kritik dönemde önlerine döşenen mayınlara basmamaya azami gayret ve dikkat göstererek, Alevi kitlenin birlik ve mutabakat içinde yukarıdaki türden talepleri sıkılmış bir yumrukçasına sahiplenmesini birincil hedef kabul edip, bu yolda daha aktif çalışmalıdırlar. Aksi takdirde Alevi kimliği ve Aleviler, Avrupa Birliği’ne ve Türkiye’deki bütün demokratikleşme çabalarına rağmen resmen “azınlık” olmadıkları halde, devlet ve Sünni toplum nezdinde fiilen “azınlık” konumunda yaşamaya daha uzun yıllar mahkûm olurlar.

Unutulmasın, böyle bir tehlike çok uzakta değil. Hemen bir adım ötede! Dikkat ve gayret ise bunun en etkili panzehiri. Daima uykuda olanlara ve ayakta uyuyanlara duyurulur!

Bad Nauheim, 19 Mayıs 2004

Page 61: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

61

ALEV ĐLĐĞĐN MUHAL ĐF ÖZÜ KORUNMALIDIR! Alevilerin tarihine kısa bir göz attığımızda hemen dikkatimizi çeken şey, onların

aralarının otorite ile yani devletle hemen hemen hiç hoş olmadığını görürüz. Özellikle Türkiye tarihinde Alevilerin devletten kaynaklanan haksızlıklar karşısında çok duyarlı oldukları ve sık sık yüz yüze geldikleri zulümlere karşı çıkarak isyan ettikleri görülür. Burada şöyle bir soru akla gelebilir; Aleviler sürekli başkaldıran ve en ufak haksızlık karşısında tepesinin tası atan, sürekli memnuniyetsiz bir kitle midir veya Alevilik bir isyan ideolojisi midir?

Bu soruya iki yönlü bir karşılık verilebilir. Öncelikle Alevi kitleler Türkiye tarihinin ağırlıklı bölümünde en çok zulme ve baskıya uğrayanlar arasında yer aldığından, tarihte yaşanan Alevi isyanlarını doğal karşılamak gerekir. Tarihteki isyanları da bugünün kafası ve mantığı ile değerlendiremeyiz. Zira günümüzde ve yaklaşık 100 öncesindeki Türkiye tarihinde kitlelerin içinde yaşadığı devlete karşı tepkilerini dile getirme kalıpları birbirinden oldukça farklılık gösterir. Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi çağdaş prensiplerin gelişmediği modernite öncesi dönemde memnuniyetsiz kitleler, olumsuz durumlara karşı tepkilerini ancak isyan gibi kanallarla ifade edebiliyorlardı. Bugünkü gibi protesto yürüyüşleri, açlık grevleri, pasif direniş ve boykot gibi modern toplumun sahip olduğu tepki kanalları henüz açılmamıştı. Baskıya ve zulme maruz kalanların önünde ya isyan etmek veya yok edilmek dışında pek seçenek bulunmuyordu.

ALEV ĐLĐK ÖZÜNDE MUHAL ĐFTĐR Ayrıca Alevi kitlelerin içinde bulunduğu başkaldırıların tarihte yoğun olarak

görülmesinin felsefi ve teolojik temelleri de var. Çünkü zaten Aleviliğin özü yaşanan bir haksızlığa itiraza dayanıyor. Tarihi bir gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı bilinmese de, Hz. Muhammed vefat ettiğinde yoksul Hz. Ali peygamberin cenazesinin defin işleriyle uğraşırken, Mekke aristokrasisinin temsilcileri başka bir yerde bir araya gelip alel acele Ebu Bekir’i halife seçmiştir. Bu nedenle Hz. Ali’nin ilk halife olması, peygamberin onu vekili olarak yazılı bir vasiyetle tayin etmek istemesine rağmen bunun hileyle önüne geçilerek engellenmiştir.

Daha sonra ise Muaviye ile Hz. Ali arasında Emevilerin Hz. Ali’ye halife olarak biat (tanıma) etmemesi nedeniyle bilinen savaşlar yaşanmış ve nihayet Kerbala’da Hz. Hüseyin, Muaviye’nin oğlu Yezit tarafından şehit edilmiştir. Geleneksel Alevi öğretisi de işte bu hak gasplarının ve mağduriyetin anlatısı üzerinde şekillenmiştir. Böyle bir öğretiyi sahiplenen kitlelerin de tarihin sonraki evrelerinde kendilerine zulüm ve haksızlığı reva gören otoritelere karşı ayaklanmasından daha doğal bir şey olamaz.

ALEV ĐLER ĐSYANLARIN DA ĐMĐ KATILIMCISI Aleviler böyle bir mirasın sahipleri olarak bilindiği gibi Selçuklular döneminde Babai,

Osmanlılar döneminde de Şeyh Bedrettin-Börklüce Mustafa-Torlak Kemal üçlüsü, Şah Kulu ve Celali isyanlarında hep başı çekmişlerdir. Aslında Aleviler tarihte hangi dinden olursa olsun ezilen ve hor görülen kitlelerin daima gören gözü, duyan kulağı ve haykıran ses bayrağı olmuşlardır. Bu gelenek Cumhuriyet döneminde de başka bir yapıya bürünerek devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Alevilerin büyük bölümünün 1960 sonrası dönemde toplumsal eşitlik hedefini önüne koyan ve sınıfsız bir toplum özleminin ideolojisi olan sosyalizmi benimsemesini, Türkiye tarihindeki sol parti ve akımların ana damarını oluşturmalarını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir kanısındayım.

SÜNNĐLĐK ĐTAAT GELENEĞĐDĐR Buna karşılık Türkiye’deki tarihsel saflaşma bağlamında Sünni kitleler arasında ise

itaat ve kaderine razı olma geleneği egemen olmuştur. Çünkü Sünni-Hanefi gelenekte ulûl emre itaat (emir sahiplerine, yöneticilere) üzerinde çok büyük hassasiyetle durulmuş; dirlik, düzenlik, devletin bekası ve fitne uyandırılmaması için iktidar sahipleri zulüm de yapsalar, kötü idareciler de olsalar itaat edilmesi emredilmiştir. Bu nedenle olsa gerek, toplumda karışıklık çıkaranlar veya mevcut düzene aykırı fikirleri dillendirenler lanetlenmiş ve “uyuyan fitnenin uyandırılmaması” için çoğu zaman çok açık zulüm ve haksızlıklara göz yumulmuştur. Bu anlayış neticesi de Türkiye tarihi, devlet ve toplum Sünni egemen bir yapıda olduğundan farklı şekillenmiş ve otoriteye itaat ön planda tutularak, haksızlığa ve zulme başkaldırma gibi

Page 62: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

62

muhalif alanlar, istisnalar hariç, adeta Alevilere terk edilmiştir. Bugün Sünni kitlelerin hemen her konuda devletin dümen suyunda gitmelerini; en basitinden her gün yapılan zamlardan tutun, küçükten büyüğe var olan sayısız haksızlık ve zulüm karşısında sessiz kalmalarını bu geleneğin olumsuz etkilerine bağlamak sanırım pek yanlış bir yargı olmaz. Örneğin Türkiye’de 1979’da Đran’da yaşanan şekliyle bir halk devriminin zemini yoktur, zira genel Türkiye toplumunda böyle bir dinamik gelişmemiştir. Ama Đran’da çoğunluğun mezhebi olan Şiilik de kısmen muhalif bir tarihi arka plana yaslandığından ve Sünnilikteki gibi ulûl emre itaat geleneği burada bulunmadığından böyle bir devrim gerçekleşebilmiştir.

ĐSYANCI YAPI BUGÜN SÜRDÜRÜLEB ĐLĐR MĐ? Bu tarihi arka plan açıklamasından sonra, sorulacak soru Alevilerdeki isyan ve

haksızlıklara karşı koyma geleneğinin bugün sürdürülebilir olup olmadığının analiz edilmesidir. Yani Aleviler tarihlerinde olduğu gibi bugün de karşılaştıkları çeşitli zulüm, haksızlık, dışlanma ve engellemeler karşısında hemen modernite öncesi bir savunma mekanizması olan isyancı kimliği mi öne çıkarmalıdırlar?

Bu soruya hem evet hem de hayır demek mümkün. Ancak her iki durumda da verilecek cevapların niteliği farklı bir yapı ortaya koyacaktır. Oysa tarihteki şekliyle isyan geleneğini bugün sürdürmek mümkün olmadığı gibi, Alevilerin bu geleneği terk etmelerini istemek de modernite öncesi dönemin mirası olan Alevilere karşı yapılan birçok haksızlığın halen olduğu gibi devam etmesi nedeniyle akılcı bir tavsiye olarak görünmüyor.

O zaman ne yapmalı? Yapılması gereken her şeyden önce geleneğin modernleştirilmesidir. Yani Alevi isyancı ve muhalif geleneğini modern muhalefet araçlarıyla donatmak ve uyumlu hale getirmektir. Bu modernizasyon gereklidir; çünkü Osmanlı dönemindeki gibi muhalif ve isyancı bir yapıyı aynen sürdürmek günümüz şartlarında mümkün olmadığı gibi akılcı da değildir. Kaldı ki, bugün devlet daha da güçlüdür, Aleviler ise hem güçsüzdür hem de büyük bölümünde asimilasyon ve kentleşme gibi nedenlerle artık isyancı ve muhalif damar dumura uğramıştır. Bu damarının tekrar işlevsel hale getirilmesi sadece modern muhalefet ve başkaldırı tekniklerinin benimsenmesi ve özümsenmesi yoluyla mümkündür.

Ancak yeniden formüle edilecek bu muhalif kimliğin legal ve şiddet içermeyen bir mecrada hareket etmesi, uzlaşmalara açık olması gerektiği de unutulmamalıdır. Zira çağımızda “kazan-kaybet”, “kesinlikle taviz verme; taviz zafiyet göstergesidir”, “uzlaşmak davaya ihanettir”, “taleplerim tamamıyla kabul edilmeli”, “ya biz yok oluruz ya onlar!” gibisinden radikal çıkışlarla hareket eden bir muhalefet tarzı pirim yapmadığı gibi bu türden yapılanmaların hem olumlu sonuçlara ulaşmasını engellemekte hem de onları marjinal bir konuma itmektedir.

ALEV Đ MUHAL ĐF KĐMLĐĞĐ TÜM TOPLUMUN YARARINA Burada sorulacak bir başka soru da, Alevilerdeki muhalif damarı işlevsel hale

getirmenin gerekli olup olmadığıdır. Gerekli ise böyle bir donanım günümüzde neye yarayacaktır? Veya muhalif ve isyankâr bir geleneği sürdüren Aleviler başlarını devlet ve kendileri dışındaki çoğunluk toplumla daha fazla derde sokmazlar mı?

Evet, Aleviler mevcut geleneği bugünün şartlarına uyarlarsa ve bir haksızlıkla karşılaştıklarında tarihte olduğu gibi “ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diyerek düzene başkaldıran bir altyapıya sahip tarihsel kimliklerini günümüzün demokratik değerlerine evirmeyi başarılabilirse, başlarının devlet ve toplumla belaya girmesi ihtimali pek uzak değildir. Ama böylesi bir yeniden organizasyon olmadan da Alevilerin hâlihazırdaki ve gelecekte önlerine çıkması muhtemel Alevi olmaktan kaynaklanan sorunlarıyla başa çıkmaları da mümkün görünmemektedir. Çünkü sisteme entegre edilmiş, muhalif damarları hoyratça kesilmiş bir Alevi topluluğunun gelecekte özgün kimliklerini sürdürmesi çok zordur. O zaman Aleviler dişleri ve pençeleri sökülmüş bir aslana dönerken, “Kocamış kurt itlerin maskarası olur” özdeyişinde işaret edildiği gibi artık onları kimseler ciddiye almaz.

Diğer yandan Türkiye’de belki de tarihsel olarak tek muhalif geleneğe sahip olan bir topluluğun bu özelliklerinin budanması, bu türden bir geleneğe sahip olmayan ezilen, hor

Page 63: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

63

görülen, kimlikleri inkâr edilen, ekonomik olarak sömürülen genel topluma da büyük bir darbe olacaktır. Alevilerdeki bu gelenek hem kendileri hem de genel toplumun kısa ve uzun vadeli demokratik, toplumsal ve ekonomik çıkarları için gereklidir.

Nitekim zaman zaman Alevilerin “laik devletin sigortası ve bekçisi” olarak görülmesi ve bu yolda şeriat devleti kurma özlemlerine karşı siper edilmesi, Aleviliğin bu muhalif tarihsel arka planına dayanır. 28 Şubat sürecinde Aleviler arasındaki bu dinamik yoğun bir şekilde kullanılarak, hem Aleviler hem de muhtemel bir şeriat tehlikesinden ürken orta ve üst sınıf Sünni toplum kesimleri de harekete geçirilebilmiştir. Burada Alevilerin sahip olduğu muhalif gelenek, genel toplumun da harekete geçmesine yardımcı olmuştur. 28 Şubat’ta üstlenilen rolün doğruluğu veya yanlışlığı tartışılır ama modern dönemde Alevi muhalif ve isyankâr kimliğinin sahipleneceği işlev de budur.

EGEMENLER ALEV ĐLĐĞĐN MUHAL ĐF YANINDAN RAHATSIZ Unutulmasın ki, bugün kimse sadece inanç ve ibadet boyutuna indirgenmiş bir

Alevilikten rahatsız değil. Hatta böyle kolu kanadı budanmış bir Alevilik egemen çevrelerce tercih edilir ve ediliyor da. Nitekim Alevi-Đslam inancı diyenler, Alevilik ve Sünnilik temelde aynı, aramızdaki fark sadece ayrıntıdadır; bizim kitabımız, peygamberimiz ve Allah inancımız ortaktır diye ortaya çıkanlar baş tacı edilmiyor mu?

Öyleyse sorun cem ibadetini icra edip edememe, dilediğince semah dönüp dönememenin çok ötesinde, inanç ve ibadet boyutunun dışında bir önem taşıyor. Bu önem daha çok Alevi-Bektaşi kitlelerin muhalif ve heteredoks yapısından kaynaklanıyor. Aslına bakılırsa gerek Selçuklu gerekse Osmanlı döneminde hatta bugün sadece ibadeti ile meşgul olan Alevi'ye kimse karışmamıştır. Zulüm ve katliamlar Alevilerin daha çok, Aleviliğin muhalif ve düzen karşıtı yüzünü öne çıkardıkları, talepler öne sürdükleri, kötü giden kaderlerine boyun eğmeye razı olmadıkları zamanlarda gündeme gelmiş; bu türden saiklerle harekete geçtiklerinde de insafsızca ve şiddetle üzerlerine gidilerek imha edilmişlerdir.

ALEV ĐLER HAZIR MI? Peki, Aleviler tarihsel olarak genlerinde taşıdıkları muhalif ve isyankâr kimliği bugüne

uyarlamaya ve gerekli durumlarda uygulamaya geçirmeye ne derece hazırlar? Diğer bir deyişle hâlâ bu türden bir geleneğin bilincinde olan bir Alevi çoğunluk var mı?

Bana kalırsa, Aleviler tarihte haksızlık ve zulümlere karşı gösterdikleri yüksek dereceden duyarlılığı ve bunlara karşı tepkisel davranışlar içine girmeyi, bugün büyük çoğunluk olarak terk etmiş bir manzara sunuyor. Aksi takdirde böylesine muhalif ve reaksiyoner bir özü içinde barındıran bir toplum, zaten bu kadar perişan, umutsuz, parmağını oynatmaya takati olmayan bir ihtiyar misali “üzerine ölü toprağı serpilmiş” gibi pasif bir konumu kabullenmez ve çoktan patlardı. Lakin ortalık süt liman. Bugün Alevi toplumu sanki “ununu elemiş eleğini duvara asmış”, her türlü sorununu halletmiş gibi köşesinde sessizce oturuyor. Oysa dışarıda kıyamet kopuyor, haberi yok!

Bakın Kürtlere, daha dün denecek bir tarihte yaklaşık 150 yıl önce muhalif hareketler içlerinde gelişmeye başladı ama bugün haklarını aramak, taleplerini dillendirmek için en ufak bir işaretle hemen Diyarbakır’da, Van’da on binler meydanları dolduruyor... Ama en az 1300 yıllık muhalefet geleneğine sahip Alevilerde çıt yok?!

Herhalde Aleviler gibi geçmişinin aksine bugün çok pasif ve tepkisiz bir toplum dünyanın hiçbir yerinde olmasa gerek...

En kötümser tahminle 10 milyon nüfusa sahip bir kitle olan Alevilerin bugün içinde bulunduğu konum ve şartlar kelimenin tam anlamıyla berbat olmasına berbattır; kimliklerinin tanınması ve kendilerini genel toplum içinde rahatça ifade etmeleri için hiçbir imkân, hiçbir yasal çerçeve sunulmadığı gibi ufukta bu yönde en küçüğünden de olsa bir umut ışığı yoktur ama buna rağmen ara ki, ortada bunları dillendirecek kitlesel bir Alevi gücü bulasın...

SORUMLU K ĐM? Pekâlâ, bunun sorumlusu kimdir? Sorumlu hem Aleviler hem de devlet ve Sünni

toplumdur. Alevilerin bugünkü içler acısı halinden ise daha çok kimliklerindeki muhalif özü gerektiği tarzda kullanamamalarının payı olduğu gibi, toplum olarak “tarihsel olarak geri

Page 64: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

64

kalmışlık”larının da rolü büyüktür. Çünkü Aleviler, Bektaşi kesim hariç kentlerle en fazla 50-60 yıl önce tanışmıştır ve çağın getirdiği modern nimetlerden yararlanmada yarışa oldukça geriden başlamışlardır. Zaten temelde Alevilik köy, kır ve göçebe-yarı göçebe toplumlarının hayatını baştan sona belirleyen bir üstyapı kurumudur. Bugün en az mensuplarının yarıdan fazlası kentlerde yaşayan Aleviliğin, bu ortama adapte edilmesi, kentteki üretim ve toplumsal ilişki biçimleriyle uyumu problemi; sosyalizm, liberalizm, kapitalizm gibi modern akımlarla kurulacak etkileşim, var olan sorunları daha da karmaşıklaştırmaktadır.

Bunun dışında kentle ve uygarlıkla tanışma ve bunun beraberinde getirdiği köyden kente göç, Alevi toplumunun sosyal yapısını alt üst etmiştir. Geleneksel sosyal yapı çözüldüğü gibi kitlenin gelenekle bağları da ya tamamen kopmuş veya aşırı derecede gevşemiştir. Bunun sonucunda da kimlik erozyonu, asimilasyon, yabancılaşma, bocalama ve hedeflerde belirsizlik ortaya çıkmıştır. Alevilerin bugün eskiye göre dağınık bir yapı sergilemesinin temelinde de bu sorunlar yatmaktadır. Bunların üstüne bir de Alevilere ve Aleviliğe dışardan müdahaleler eklenince sorun daha da dallanıp budaklanmış ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır.

Oysa bu karmaşık yapının aşılması da yine Aleviliğin muhalif özünün öne çıkarılması ile mümkündür. Zira Aleviler “tarihsel olarak geri kalmışlıkla” malûl olmalarına rağmen gerek Türkiye gerekse göçmen olarak gittikleri Avrupa ülkelerindeki modern yaşama eklemlenmede ve genel topluma entegrasyonda Sünni kesimler gibi büyük sorunlarla karşılaşmamışlardır. Bu da Aleviliğin yapısının esnek, hoşgörülü, tabuları az, evrensel ve insancıl bir öz taşımasından kaynaklanmaktadır. Đşte bu köklü ve asil mirasa yaslanarak, Aleviler bugünkü dağınık yapıdan kurtularak, tekrar kaderlerini kendilerinin çizdiği doğrultuda değiştirme gücüne erişebilirler. Ama bu ancak bugünkü pasif, hantal ve miskin tavrın terk edilmesi ile mümkündür.

EN BÜYÜK SORUMLU DEVLET Sünni toplum ve özellikle devletin Alevilerin bugünkü olumsuz konumunda

sorumluluğu ise Alevilere nazaran daha yüksektir. Devlet ve devletin içindeki bazı güç odaklarının zaman zaman Sünnileri Alevilere karşı kışkırtarak, “tavşana kaç, köpeğe yakala” deme politikası izledikleri biliniyor. Çünkü aynı güçler önce bazı grupları Alevilerin üzerine salmış, katliamlar tamamlandıktan sonra kendilerini Alevilerin hamisi olarak göstermeye çalışmışlardır. Tabii devlet Alevi ve Sünni’yi birbirine karşı kışkırtarak egemenliğini pekiştirmek ve böyle dönemlerde yaşanan ekonomik sorunları örtmek ve dikkatleri bir başka yöne çekmek istemiştir.

Yine aynı devlet laik olduğunu iddia ettiği halde, bunun gereğini hiçbir zaman yerine getirmediği gibi kendinin yeniden tanımladığı ve adeta devletin resmi mezhebi haline getirdiği Sünniliği himayesine alarak daima kayırmış; Sünnilik dışı din ve mezhep mensupları üzerinde adeta terör estirmiştir. Hatta Alevileri yok saymış ve hiçbir destek sunmadığı yetmezmiş gibi bir de çeşitli hilelerle onları bölmeye, parçalamaya ve dolayısıyla Aleviliğin unutulup gitmesine çalışmıştır. Bugün de bu tür çabalara henüz son verilmemiştir. Neticede devletin Alevilere karşı işlediği cürümlerin çetelesini tutmak çok zaman alır ve ciltler doldurur diyerek sözü noktalayayım.

SÜNNĐ KESĐM HEP KENDĐNE MÜSLÜMAN Sünni toplum kesimleri ise Alevilere karşı taşıdıkları vebal babında asli sahibi

olduklarını düşündükleri devletle karşılaştırıldığında daha az bir sorumluluğa ortaktırlar ama bu konuda tamamen de masum sayılamazlar. Çünkü Sünnilerin her kesimi olmasa da büyük bölümü Alevilere karşı devletin izlediği politikayı genelde onayladığı gibi, zaman zaman bu kitleye yönelik provokasyonlara da nedenini niçinini araştırmadan, kullanıldığını düşünmeksizin katılmakta bir sakınca görmemiştir. Ayrıca bu kitleler ve önderleri devletten her türlü hizmet alma, onun nimetlerinden yararlanmada sınır tanımamışlar ama bunlardan azınlık grupların da pay almasına hiçbir zaman sıcak bakmamışlardır. Kısaca sadece kendilerine “Müslüman” olmuşlar ve zaman zaman kendilerinden sayma lutfunu gösterdikleri Alevilere ise bu konuda en küçük bir tolerans göstermemişlerdir. Hatta üst düzey devlet

Page 65: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

65

makamlarında ne zaman bir kaç Alevi bir arada bulunsa, hemen mezhep kadrolaşmasından dem vurmuşlar ve onların her yeri ele geçirdikleri söylentisini yaymışlardır. Yine son yıllarda Kültür Bakanlığı’nın Alevi kuruluşlarına ayırdığı çok küçük meblağdaki bir bütçeyi bile çok görmüşler ve ona bile göz dikmişlerdir.

Ben Türkiye’de herkesi kapsadığı takdirde çerçevesi çok geniş tutulmuş bir inanç ve düşünce özgürlüğünü savunuyorum. Yoksa Sünni kesimin çoğunluğunun yaptığı gibi nalıncı keseri gibi her şeyi kendine yontan bir özgürlük anlayışından yana değilim. Çünkü bugün bu kesim 70 bini aşkın camii, bin 500’den fazla imam-hatip okulu, on binlerce din görevlisi, onlarca ilahiyat fakültesi, her dereceden okulda din dersleri, beş bakanlık bütçesine sahip doymayan dev Diyanet yetmiyormuş gibi, hep daha fazlasını istemektedirler. Böyle bir anlayışla varılacak yer demokrasi ve özgürlükler değil olsa olsa şeriat durağıdır.

ALEV Đ-SÜNNĐ KARDEŞ MĐ? Oysa temelde zengin ve devlete hâkim kesim hariç Alevi ve Sünnilerin çıkarları ortak

ve hayatın her alanında zaten hep birlikte ezilip, sömürülüyorlar. Ah işte bunun bir farkına varılsa! Bu konuyu da Sünni kardeşlerimizin ayıplarını daha fazla yüzlerine vurmadan burada bitirelim.

Sonuç olarak muhalif ve isyankâr özünden arındırılmış, aykırı karakteri dışlanarak sisteme entegre edilmiş bir Alevilik ve Alevi-Bektaşi toplumunun bir avuç azınlık dışında kimseye bir yarar getirmeyeceği gün gibi aşikâr. Çünkü böyle hadım edilmiş bir Aleviliğin Türkiye’deki devletçi Sünnilikten, Đran’daki Ortodoks Đslam’ın bir başka çeşidi olan resmi mezhep Şiilikten hiçbir farkı, ayırt edici vasfı kalmaz. Muhalif olmak, muhalif kalmak ve gerektiğinde isyan bayrağını açmak Aleviliğin ve Alevi toplumunun olmazsa olmazlarından biridir. Bunu çekip aldığınızda Alevilerin hayat damarlarından birini kesersiniz ve bütün bir vücudu felce uğratırsınız.

O nedenle çok uyanık olunmalı ve Alevilerin bir araya geldiği her ortamda muhalif ve isyancı öz yeniden yorumlanmış, çağa uyarlanmış haliyle başta gençler olmak üzere herkese bıkmaksızın anlatılarak, önemi vurgulanmalıdır. Gidenler bilir hocaların camilerde sürekli cemaate, “Đslam dininin direği namazdır” diyerek vaaz verdikleri gibi biz de bunu kendimize uyarlayıp, “Aleviliğin direği muhalif olmak ve haksızlıklar karşısında susmamaktır” cümlesini aklımızın bir kenarına iyice kazıyalım.

Öyleyse Alevilik bir binadır ve bunun ana direği muhalif ve isyancı özdür diyorsak, lütfen bu direği yerinden söküp çıkarmaktan ısrarla kaçınalım. Yok, bu direği illa yıkacağız, bizi rahatsız ediyor diyenler varsa, -ki çoklar ve sayıları sürekli artıyor- o zaman kendilerini ana direği yerinden çıkarılmış bu binanın içine davet etmekten ve orada kalmalarını istemekten başka elimizden bir şey gelmez.

Eh, ne diyelim? Göçük altında kalmak isteyenler binaya buyursun! Üzülerek belirteyim ama ben ve benim gibi düşünenler böyle bir binada aranızda olmayacağız...

Bad Nauheim, 23 Haziran 2004

Page 66: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

66

ALEV ĐLERĐN TÜRKĐYE’DEK Đ YERĐ NERESĐDĐR? Yıllardır Alevilerin sorunları üzerine tartışılıyordu tartışılmasına ama bu defa 6 Ekim’de Avrupa Birliği’nin 2004 Yıllık Đlerleme Raporu’nun açıklanmasıyla birlikte, bu tartışmalar hem başka bir zemine kaydı hem de bu konuyu gündemine alanların sayısı alabildiğine çeşitlendi.

Đlerleme Raporu’nun yayınlanmasının arkasından görsel ve yazılı medyada 300’den fazla haber ve yorum yayınlandı. Yazının kaleme alındığı tarihte bu haber ve yorum bombardımanı hız kesmeden devam ediyordu. Bu yazıda daha çok medyada yer alan birbirinin tekrarı olmayan ve dikkat çekici yorum ve haberlere yer verilecektir.

Büyük tartışma yaratan Đlerleme Raporu’nda Kürtler ve Alevilerin Müslüman azınlık olarak nitelendirilmesi ve Türkiye’den AB’ye katılmak istiyorsa, bu iki toplum kesiminin sorunlarını çözerek, bunları yasal bir çerçeveye oturtmasını talep etmesi özellikle medyaya konumlanmış statüko bekçilerini harekete geçirdi. Gerçi Kürtlerin azınlık olduğu ifadesi son anda Türkiye’nin müdahalesi ile rapordan çıkarıldı ama buna rağmen kamuoyunda konu yine bu çerçevede ele alınmaya devam ediyor. Ancak burada sadece konunun Alevilerle ilgili medyada öne çıkan boyutu ile yetinilecektir.

MEDYADAK Đ KALEMŞORLAR S ĐNDĐRĐM ZORLUĞU ÇEKĐYOR Gerek yazılı gerekse görsel medyada köşe başlarını tutanların hepsi olmasa bile,

büyük bölümü Alevilere ‘azınlıkvari’ haklar istenmesini içlerine sindirmek şöyle dursun, bu taleplere bir basın toplantısı düzenleyerek sahip çıkan Alevi örgütlenmelerini kastederek, “Haddinizi bilin!”, “Mal Bulmuş Mağribi Gibi Saldırdılar”, “Bu Đşin Sonu Đyi Oymaz”, “Türkiye’nin Temel Konvansiyonları, Kurucu Đlkeleri ile Oynuyorsunuz!” gibisinden tehditler savurarak aba altından sopa gösterdiler.

Daha önce gerek Kürtlere gerekse Alevilere yönelik hak ihlallerine o köşelerinden en ufak bir ses çıkarmayan bu kesimler, AB Đlerleme Raporu’nun açıklanmasıyla birlikte, hemen Alevilerin azınlık olmadığını, bu ülkenin kurucu unsuru ve Müslüman olduğunu hatırladıkları yetmezmiş gibi bunun aksini savunan ve Aleviliği “Đslam’ın dışında bir inanç” diye niteleyen Alevi-Bektaşi Birlikleri Konfederasyonu (ABK) Genel Başkanı Ali Doğan’ı ihanetle suçlayarak topa tuttular. Zaten “Aleviliğin Đslam içinde mi dışında mı?” olduğu tartışması Đlerleme Raporu’nun açıklanmasından kısa bir süre önce Ali Doğan’ın basına verdiği bir demeçle başladığından, buna azınlık tartışması da eklenince Doğan’a ve dolayısıyla buna taraf olan Alevi örgütlerine dönük yaylım ateşi daha bir yoğunluk kazandı. Bu bağlamda kamuoyunda yaşanan tartışma trafiğine DYP Genel Başkanı ve Alevi Araştırmacı Reha Çamuroğlu gibi Alevilerden de, ABK’nin ve Almanya merkezli AABK’nin akçeli ilişkiler içinde olduğu ve para kaynaklarının açıklanmasını isteyen türden bel altı destekler de geldi.

Yine aynı Çamuroğlu, AB’ye giriş yolunda ilerleyen bir Türkiye’de Alevilerin layık oldukları eşitliğe ve haklara ulaşabilmesi için gerek AB nezdinde girişimlerde bulunan gerekse Alevilerin taleplerini ele almak üzere Başbakan Tayyip Erdoğan’a Ankara’da düzenlenen bir basın toplantısıyla masaya oturma çağrısında bulunan Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Genel Başkanı Turgut Öker’e de, aynı türden bir saldırı ile karşılık verdi. Çamuroğlu, AABK’nin de Almanya’da Müslümanlardan toplanan ve altı yıl önce 7 milyar mark gibi yüksek bir miktara ulaştığını öne sürdüğü dondurulmuş kaynaktan “Aleviliği Đslam dışı” göstererek, pay kapmaya çalıştığı gibi gerçeklerle bağdaşmayan bir üslupla gazete manşetlerinde öne çıktı. Zira Çamuroğlu’nun öne sürdüğü gibi Almanya’da Müslümanlardan Hıristiyanlar gibi bir Kilise Vergisi kesilmiyordu ve böyle bir kaynak ortada yoktu!

AB SÜREC ĐNĐ DEĞERLENDĐRMEK 5. KOL FAAL ĐYETĐ MĐ? 11 Ekim tarihli Zaman Gazetesi’ne “Alevilik Đslam dışı mıdır?” başlıklı bir yorum da

gönderen ve burada AB bağlamında Alevilik ve ve Aleviler için hak arayışında olanları, “5. kol” faaliyeti yapmakla suçlayan Reha Çamuroğlu, daha sonra DYP Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla ANKA'ya yaptığı açıklamada ise Avrupa Birliği Đlerleme Raporu’na karşı çıkarak, "AB herhalde burada farklı bir şeyden bahsetmek istiyor. Sosyal, siyasal ve dinsel azınlıktan, Türkiye'nin daha az sahibi olmaktan, ikincil olmaktan bahsediyorsa Aleviler bu

Page 67: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

67

değildir. Diğer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kadar Türkiye'nin sahibidirler. Eşit ve eşdeğer olarak sahibidirler" dedi.

Aynı türden yaklaşımlarla öne çıkan bir diğer Alevi yazar ise Cemal Şener oldu. Devletçi tezlere yakınlığı ile bilinen ve AB karşıtı tezleriyle değişik platformlarda sık sık ortaya çıkan Şener, Sabah Gazetesi’nden Balçiçek Pamir’e üç gün üst üste verdiği mülakatta, Aleviliği Đslam dışı ilan edenleri cahillikle suçlarken, Aleviliğin Đslam’ın farklı bir yorumu olduğu şeklindeki klasik iddiaları tekrarladı ve her zamanki gibi Alevileri Türkiye’de laik devletin bekçileri ilan etti.

Alevi cephesinden “Alevilik Đslam dışıdır” tezine en sert tepkiyse Türkiye ve Avrupa’daki Alevi örgütlenmelerinin dışında hareket eden ve adeta devletin belirlediği Alevi politikasının dışına çıkmamaya özen gösteren bir duruş sergileyen Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. Đzzettin Doğan’dan geldi. Prof. Doğan, “Aleviliğin Đslam'dan binlerce yıl önce olduğunu söylemek bir kara cahillik. Bunlar Türkiye'de Alevi-Sünni çatışmasının zeminini hazırlamak isteyen, nereden yönlendirildiklerini bilemediğimiz insanların işi. Alevilikte her zaman Hz. Ali, Hz. Muhammed, Kuran çağrışımı beraberdir. Alevilik 'Hak, Muhammed, Ali yolu' diye tanımlanır” dedi.

PROF. DOĞAN: ALEV Đ YURTTAŞA VERĐLECEK HAKLAR GEC ĐKTĐRĐLMEMEL Đ Ancak aynı Doğan, AB Đlerleme Raporu’nda geçen “Aleviler azınlıktır” tezine daha

yumuşak bir üslupla yaklaşarak, “Rapordaki ifadeleri Lozan ölçülerini aştığı için tartışmaya değer buluyorum. Alevilerin bir azınlık kavramı içinde mütalaa edilmesi doğru değil. Aleviler azınlık değil, bu ülkenin kurucu asli üyesi ve bugün 25 milyonu aşan bir kitledir. Bir azınlık çoğunluk ilişkisini doğru bulmuyoruz, konuya temel hak ve özgürlükler açısından bakılması yeterlidir. Biz bu güne kadar Avrupa’yı kullanmadık, istesek bugün Alevilerin hakları konusunda açabileceğimiz 32 bin hazır davayı askıya aldık. Türkiye’ye müzakere tarihi verileceği andan itibaren yani 17 Aralık’tan sonra hep beraber göreceğiz, eğer hâlâ Alevilerin hakları verilmezse bu hükümet Türk mahkemeleri önünde binlerce davaya maruz kalabilir. Ayrıca Türkiye AB tarafından bir sürprizle karşılaşabilir, eğer Alevi yurttaşların hak ve özgürlükleri Sünni kardeşlere tanındığı hak ve özgürlükler düzeyine çıkartmazsa, Avrupa her zaman bunu müzakereleri askıya alma nedeni olarak sayabilecektir. Bunu Prodi’nin yaptığı sunumdan anlıyoruz. O yüzden Türkiye’yi yönetenler biraz daha ciddi olmalı, Alevi yurttaşların haklarının verilmesini daha fazla geciktirmemelidir” şeklinde değerlendirdi.

AB’nin Aleviler için azınlık taleplerine yönelik en ilginç yazılar, Radikal Gazetesi yazarı Nuray Mert’in kaleminden çıktı. Alevilerle ilgili ilk yazısını 17 Ağustos 2004 tarihli Radikal’de kaleme alan Mert, “Aleviler, Sünniler çoğunluk diye, her taleplerini, Sünnilere yüklenmek biçiminde ifade etme alışkanlığından vazgeçmeliler. Alevilerin, nedense, kendilerine ilişkin özgürlük alanını genişletme talebi, hep Sünnilerin alanını daraltma talebi ile birlikte geliyor” diyerek, Alevilerin dikkatli olmalarını ve Sünniler aleyhinde hak arayışlarına girişmemeleri tavsiyesinde bulundu.

ALEV ĐLER SÜNNĐLER ÜZERĐNDE AZINLIK D ĐKTASI MI KURUYOR? Alevilerin Diyanet gibisinden Sünni kurumların topyekûn ortadan kalkmasını

öngörmemesi gerektiğini de vurgulayan Mert, Alevileri, “Alevilik ise, sırası geldiğinde, Sünniliğe karşı resmi ideolojiyle birlikte davranabilen, dahası, yeri geldiğinde 'gerçek Đslam' söylemi ile, Sünnilik üzerine otorite iddiasında bulunan bir 'azınlık'.” şeklinde tanımladı ve böylesine ikircikli bir tavrı sakıncalı bulduğunu belirtti.

AB Đlerleme Raporu’nun yayınlanmasının ardından da iki yazı kaleme alan Nuray Mert, burada Alevilerin uluslar arası koruma aramasını eleştirerek, Alevilerin AB’nin azınlık kontenjanına girmeye çabalamak yerine toplumsal demokratikleşme yönünde gayret sarf etmesinin daha yerinde olacağını vurguladı.

Đkinci yazısında Alevilere akıl vermeye devam Nuray Mert, görüşlerini zaman zaman takdirle karşılamamıza rağmen, Alevileri neredeyse statükoya teslim olmaya çağırdı: “Açık konuşalım; bu ülkede yaşayan Müslümanların tümü Sünni olmamasına karşın, belirleyici olan Sünni-Müslüman kültürdür. Bu noktada, Alevi vatandaşların, demokratik esneme

Page 68: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

68

çerçevesinde, birçok hak ve özgürlük talebi ifade etmeleri anlamlıdır ve ciddiye alınmalıdır. Ancak, her şeyi sil baştan yeniden tanzim etmek başka bir şeydir” diye devam eden ve baskın Sünni kültürü yenemeyerek Atatürk’ün bile tüm radikal devrimciliğine rağmen Diyanet gibi bir kurum oluşturduğuna işaret eden Mert, “Aleviler verdikleri vergilerin Diyanet Đşleri Başkanlığı'na gitmesine itiraz edebilirler, bu yönde bir düzenleme önerebilirler. Ancak, Diyanet Đşleri Başkanlığı'nın tümüyle ortadan kaldırılmasını önermek, Türkiye’nin temel konvansiyonları kökünden değiştirmeyi önermek demektir” dedi.

ĐSMET BERKAN: ALEV ĐLER BAL G ĐBĐ DE AZINLIK! Mert’in yazdığı Radikal’in Genel Yayın Yönetmeni Đsmet Berkan ise Rapor’da Alevilerin

ve Kürtlerin azınlık olarak vasıflandırılmasının Türkiye’nin toplumsal gerçeklerine parmak bastığını ve bunun hayretle karşılanmasının “hayret verici” olduğunu vurgulayarak, “Bizim bir 'azınlık' tanımımız var, Lozan'dan gelen. Sanki hepimiz Lozan'ı ezbere bilirmişiz gibi, Lozan konteksinin dışında azınlık kelimesini duymaya tahammül edemeyiz. Oysa azınlık kelimesi siyaset bilimde, sosyolojide, sosyal psikolojide çok kullanılan ve çok kullanışlı olan bir kelimedir. Biz, kelimenin o anlamlarını duymak bile istemiyoruz. Aleviler bal gibi de azınlıktır. Đnkâr etmeye çalışsak da, Alevilerin salt Alevi oldukları için açık ayrımcılığa tutulduğunu görmek için geçen gün Başbakan'ın CNN Türk'te Taha Akyol'la yaptığı söyleşiyi dinlemek bile yeterli aslında. Sokaktan herhangi 370 kişiyi çevirin, içlerinden 15-20'si en azından Alevi çıkar. Oysa 370 kişilik AKP grubunda bir tane bile Alevi yoktur. Bunun nedeni AKP'nin koyu bir Sünni partisi olması ve Alevilere karşı bilinçli bir ayrımcılık uygulamasıdır” görüşünü savundu.

Doğan Medya Grubu’nun yayın organları Hürriyet, Milliyet ve Posta’da aynı anda yazan ünlü gazeteci Mehmet Ali Birand da, 15 Ekim tarihli yazısında Berkan gibi Alevilerin ve Kürtlerin resmi olmasa da fiilen azınlık konumu içinde bulunduklarını belirtti. Samimi duygularla ve eğip bükmeden yazan Birand, “Egemen Sünni çevreler, Alevileri yıllar boyunca kenarda köşede kalmaya zorlamadılar mı? Diyanet işleri, Alevilerden topladığı vergilerden küçük bir dilimini bile Cem evleri için harcamadı. Aleviler sürekli itilip kakıldılar. Ne zaman ki Sünni Đslamcılar ön plana çıktılar, bu defa Aleviler hemen ‘laik düzenin koruyucuları’ diye alkışlanır oldular. Sünnilerle Alevileri birbirine vurdurtmadık mı? 1970’lerdeki büyük çatışmaları ne kadar çabuk unutuverdik” diyerek devamla Türkiye’nin bu ayıptan bir an önce AB sürecini iyi değerlendirerek kurtulması gerektiğini ifade etti.

OKTAY EKŞĐ: ALEV ĐLER HADD ĐNĐ BĐLSĐN! Öte yandan aynı grubun Hürriyet kanadından başyazar Oktay Ekşi, Birand ve Berkan gibi Alevilerin taleplerine ve azınlık tartışmalarına aynı soğukkanlılıkla yaklaşmadı. Bir gazeteciden çok emniyet görevlisi tavrıyla 9 ve 15 Ekim tarihlerinde iki yazı yazan Ekşi, Đlerleme Raporu’ndan ve AB sürecinden yarar uman Alevileri “mal bulmuş mağribi” olmakla suçlayarak; Alevileri hadlerini bilmeye davet etti ve bu süreci bahane ederek Türkiye’yi bölmeye çalışanların oyununa gelmemeleri çağrısında bulundu. Doğan Medya Grubu’nun diğer gazeteleri Hürriyet, Milliyet ve Radikal’den Turan Alkan, Yalçın Doğan, Taha Akyol, Doğan Heper Đlerleme Raporu’nun ardından, Aleviler bağlamında genelde olumlu değerlendirmede bulundular. Ancak Doğan Heper, Alevilerin azınlık olarak gösterilmesini tahrikçilik olarak niteleyerek, bu yönde hareket eden Alevi örgütlerini ayrılıkçı olmakla suçladı. Đlerleme Raporu sağ basında da yoğun tartışmalara yol açtı. Çukurova Grubu’nun gazetesi Halka ve Olaylara Tercüman’da yazan eski bakanlardan ve yıllardır ülkücüler arasında Aleviler üzerine çalışan bir isim olarak öne çıkan Namık Kemal Zeybek, raporun ardından Alevilerle ilgili üç yazı kaleme aldı. Zeybek, Alevilerin Müslüman ve özbeöz Türk olduğunu savunarak, Alevilerin “azınlık yaratma” oyunlarına gelmeyeceğine inandığını belirtirken, yazılarında Cem Vakfı’nın çalışmalarından övgüyle söz etti.

HASAN CELAL GÜZEL: CEMEVLER Đ ĐBADETHANE DEĞĐL DERGÂHTIR Ilıcaklar’ın Tercüman’ında ise yine eski bakanlardan Hasan Celal Güzel, Zeybek

çizgisindeki, Batı'da, Türkiye'nin büyüklüğünü hazmedemeyenler, Osmanlı'nın son devrinden

Page 69: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

69

kalma bir alışkanlıkla, ırk ve din konusundaki farklılıkları kaşımaya devam edildiğinden bahsederek başladığı tamamen statükocu ve klasik tezlerle dolu 10 Ekim tarihli makalesinde, Alevilerin tahrik edilmeye çalışıldığını iddia etti. Lozan’da Batılı müttefiklerin Türkiye’yi gayri müslimler dışında Kürtlerin etnik, Alevilerin de mezhebi temele dayalı azınlık olarak tanımaya zorladıklarını, ancak Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı kazanmış bir taraf olarak masada bulunduğundan dolayı bu talepleri kabul etmemeyi başardığını anlatan Güzel, Türkiye’de Lozan’da yer alan gayri müslim azınlıklar dışında azınlık bulunmadığını ve bundan sonra da Türkiye’nin yeni azınlık kategorileri oluşturulmasına izin vermemesini istedi. Güzel yazısında cemevlerini de ibadethane olarak görmediğini; buraların ancak dergâh, cemin de dervişlerin yaptığı türden zikir olarak tanımlanabileceğini ifade etti. Bunların dışında ultra milliyetçi Yeniçağ, radikal Đslamcı ve provokatif Vakit ve Erbakancı Milli Gazete’de de Alevilerle ilgili çeşitli yazılar kaleme alındı. Ancak bunları yeni bir tez öne sürmedikleri; saldırgan ve Alevilere aba altından sopa göstermekten öte bir anlam taşımadıkları için buraya almıyoruz.

ETYEN MAHÇUPYAN: ALEV ĐLER HÂLÂ ÜVEY EVLAT Diğer yandan sağ basında Alevilerle ilgili olumlu yazılar da çıkmıyor değil... Zaman

Gazetesi’nden Etyen Mahçupyan bunlardan biri. Ermeni yazar Mahçupyan, 1 Kasım’da çıkan “Aleviler, Azınlık ve Diyanet” başlıklı yazısında, Aleviliği konuşulmadığı için yok sayılan sorunlarımızın başında sayarak, Alevilerin bir bölümünün 16. yüzyılın başından itibaren devlet kontrolüne alınarak “ehlileştirildiğini”, diğerlerinin de marjinalize edilerek kenara itildiğini belirtti. Alevilerin hâlâ üvey evlat olmanın ötesine geçemediklerini ve Türkiye’nin kendi sorunlarını kendi dinamikleriyle çözme becerisini gösteremediğinden, AB gibi dış dinamiklerle hareket etmekten kurtulamadığına işaret eden Mahçupyan, AB’nin Alevileri azınlık olarak görmesinin doğal olmasına karşılık; Alevilerin büyük bölümünün kendilerini azınlık saymamasını, daha da kenara itilmeyi istememek olarak yorumladı.

Türkiye’deki resmi çevrelerin AB Đlerleme Raporu’ndaki Kürtlerin azınlık olarak gösterilmesine itiraz edip, aynı şekildeki Alevilere etmemesinin, Alevileri Diyanet’in dışında tutmak için bir taktik olarak yorumlandığına işaret eden Mahçupyan, böylece Alevilerin devlet desteğinden mahrum bırakılıp kendi yağıyla kavrulmaya mahkûm edileceğini; Diyanet’in de kendini ‘mezhepler üstü’ ilan etmesiyle, Alevi inancının din dışına itilmesi tehlikesinin bulunduğunun altını çizdi.

DEVLET ALEV ĐLER ÜZERĐNDE OYUN MU OYNUYOR? Alevi kesimin önemli bir bölümünün devletin sistematik bir biçimde Sünnileştirme

siyaseti güttüğüne, Aleviliğin çeşitli manüpolasyonlar sayesinde inanç temellerinin zorlandığına, Aleviler içinde yapay Alevi kuruluşları yaratarak, ‘bölüp parçalama’ gibi dolaylı bir siyaset izlediğine inandığına da değinen Mahçupyan, bu türden uygulamaları son derece tehlikeli olarak niteleyerek, AB Raporu’nun meselenin üzerindeki örtüyü aralamasının açık yüreklilikle ve ortak bir geleceği birlikte kurmak için masaya yatırılmak zorunluluğundan dolayı hayırlı sayılması gerektiği görüşünü savundu.

Mahçupyan, yazısını “Alevilerin inançlarını serbestçe ifa etmeleri yanında, devlet desteğinden açıkça yararlanmaları, dedelerini yetiştirme imkânlarına sahip olmaları ve her türlü olumsuz ayrımcılıktan korunmaları artık hepimizi ilgilendiren bir kamu meselesi...” diye tamamladı.

BAŞBAKAN ERDOĞAN ALEV Đ OLAB ĐLĐR MĐ? Son olarak Đlerleme Raporu’nun yayınlandığı 6 Ekim akşamı CNN Türk’te Taha

Akyol’un sunduğu Eğrisi Doğrusu programına konuk olan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Alevilerle ilgili değerlendirmelerine değinmekte yarar var. Çünkü burada Başbakan Erdoğan hem cemevlerinin ibadethane olmadığı yönündeki inancını ısrarla savunmaya devam etti hem de Aleviliği basit bir Hz. Ali sevgisine indirgeyerek, “Alevilik, Hz. Ali’yi sevmekse ben birçok Alevi'den daha Aleviyim” dedi. Burada Başbakan’a şunu sormak lazım: “Alevi olmak istiyorsun. Güzel. Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse, tamam siz Alevisiniz. Ancak Aleviler, Hz. Ali’yi

Page 70: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

70

sevdikleri kadar diğer üç halifeden de nefret ederler. Mademki birçok Alevi'den daha Alevi'siniz, o zaman Hz. Ali dışındaki halifeleri sevmemeye de hazır mısınız?”

Hâsılı Sayın Başbakan bu soruyu olumlu cevaplamaya hazır olsa bile, biz onu yine de Alevi kabul edemeyiz. Zira hem Alevilik bu kadar basit değil hem de yolumuza girmek isteyen talip Tayyip’in Alevilerde bulunan günah heybesi ağzına kadar dolu...

Bad Nauheim, 2 Kasım 2004

Page 71: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

71

ARTIK BAŞARAMAYACAKSINIZ! Türkiye’de nüfusun yüzde 99’unun Müslüman olduğu gibi belli klişeler vardır. Bu türden ön kabullerin ne derece gerçeği yansıttığı bilinmez ama belli kesimlerin böyle temelsiz masallarla halkı tek tipleştirme uygulamalarına meşruiyet kazandırmasına hizmet ettiği de bir gerçektir.

Böyle masallarla hem Türkiye’nin büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu ve bu ülkede Müslümanların en büyük hak sahibi olduğu vurgulanmaya çalışılır, hem de bu çoğunluğa dayanarak bunların talebi sanki laiklik uygulamalarının Müslüman çoğunluk nedeniyle gereksiz olduğu sonucuna varılır. Yine aynı mantıkla tek tip bir Müslüman türü yaratılmaya çalışılır ve Đslam içindeki farklılıklar ve çoğulculuk yok edilmeye çalışıldığı gibi, var olan farklılıklar da sapkınlıkla suçlanarak dışlanır.

Türkiye nüfusunun yüzde 99’u Müslüman’dır mantığını hem sağ muhafazakâr kesim hem de Türkiye’nin siyasal eliti ile sivil ve asker bürokrasisi sahiplenir. Tabii bu sahipleniş başta Aleviler olmak üzere farklı Đslam algılamalarının da inkârını, yok edilmesini veya yok edilemiyorsa görmezden gelinmesini beraberinde getirir. Son dönemde bu argüman Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) kapsamında kullanılır oldu. Malum ABD, Türkiye’de Kemalist devrimlerin kazanımlarını ve laikliği pek önemsemiyor. ABD, BOP kapsamında Türkiye’ye çizdiği “ılımlı Đslam” profiliyle Đslam dünyasına örnek olma rolü biçiyor. Đktidardaki AKP de zaten bu role dünden hazır. Ancak bu defa Aleviler nedeniyle mızrak çuvala sığmıyor. Çünkü teorik olarak Türkiye halkının yüzde 99’u Müslüman ama dayatılmak istenen Müslüman eşittir Sünni mantığı burada işlemiyor. Sonuçta ABD ve Avrupa Birliği bir daha karşı karşıya geliyor. AB Aleviler dâhil dinsel, dilsel ve etnik azınlıkların haklarının hukuki güvenceye alınmasını isterken, ABD Türkiye’de terörü dışlayan bir Đslam anlayışının öne çıkarılmasını ve bu çerçevede de Sünni yorumun doğal olarak öne çıkmasını bekliyor. Zira Türkiye’de “ılımlı Đslam” anlayışını yaymak kitle çoğunluğunun inancı nedeniyle Sünni-Hanefi ilahiyatına yaslanmadan mümkün değil. Đşte bu nedenle belki de Türkiye tarihinde ilk kez Aleviler gerçekten laikliğin sigortası konumuna yükseliyorlar. Çünkü Aleviler hem Amerika’nın hem de hükümetin Türkiye’yi ılımlı Đslam devleti yapma planlarını bozuyorlar. ABD ve hükümet laikliği BOP uğruna çok önemli görmezken, AB ise bu ikiliye göre Türkiye’deki mevcut laiklik anlayışını yeterli görmediği gibi daha mükemmel hale getirilmesini de talep ediyor. Bunu 2004 Đlerleme Raporu’nda rahatlıkla görebiliriz. Aleviler sadece BOP kapsamında değil daha birçok alanda da edilgen olma konumunu terk etmeye başladılar. Zira artık cin şişeden çıktı. Türkiye Kurtuluş Savaşı’nı yaparken Alevilerden destek istendi. Tereddütsüz verdiler. Cumhuriyet kuruldu, Bektaşi Tekkeleri kapatıldı. Alevi-Bektaşiler artık Alevi-Sünni eşit olacak sözlerine inanıp bunu sineye çektiler. Kendi tekkeleri kapatılırken, Sünnilere Diyanet kurulmasına da ses çıkarmadılar. Çünkü devlet onlara dönüp, “Diyanet gereklidir. Böylelikle irticayı kontrol altına alacağız ve dolayısıyla sizi de bunlardan gelecek baskılardan koruyacağız” sözü verdi. Eyvallah dediler.

ALEV ĐLER KEND ĐNE DÖNDÜ Atatürk ve tek parti diktatörlüğünün hüküm sürdüğü Đnönü dönemlerinde Cumhuriyet

devrimlerine sınırsız destek sundularsa da buna rağmen 1940’lı yıllarda jandarma dipçiğinden kurtulamadılar.

1950 sonrası bir ara Demokrat Parti’yi (DP) desteklediler. DP, oy kaygısıyla irticai hareketlere göz kırpmaya başlayınca, kendi partilerini kurdular. O da olmadı. Sahipsiz ve ortada kalmışlardı. Sonra 1960’lı yıllarda sola yöneldiler. Bu birliktelik 1990’lı yıllara kadar sürdü ama hem 12 Eylül sonrası askeri cunta hem de öncesi dönemde ABD destekli faşist hareket Alevilere büyük darbe vurdu. Aleviler ve solcular yine Amerika’nın o zamanki Sovyetler Birliği’ni Đslami Yeşil Kuşak ile sarma projesine kurban edildi. Buna Türkiye’nin idarecileri de gönülden destek verdi. Ne de olsa bir taşla iki kuş vuracaklar; hem Alevileri hem de solcuları tasfiye edeceklerdi.

Page 72: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

72

Bugün de BOP var ama neyse ki Aleviler önceki gibi tamamen yalnız değil. Türkiye’nin menfaatlerini AB içinde olmakta gören geniş halk kitleleriyle ABD ile Ortadoğu’da ve diğer küresel politikalar konusunda tezleri çatışan AB, farklı gerekçelerle de olsa Alevilerle aynı safta buluşuyor. Neticede AB süreci Alevilere konumlarını düzeltmeleri bakımından büyük fırsatlar sunuyor.

Ancak yine de işler kolay değil. Alınacak daha çok mesafe var olmasına ama artık Aleviler de eskisi gibi hem başka kamplarda mücadele vermiyorlar, yuvaya döndüler, hem de büyük çoğunluğu kentli oldu. Bu Alevileri medeniyetle tanıştırdı ve dolayısıyla da hak, hukuk, demokrasi, katılım ve hak kullanımıyla birlikte talep etme gibi medeni yolları öğrendiler. Bu süreç bölünmeleri de beraberinde getirdi ama bölünme normal karşılanmalı. Önemli olan ana kitlenin hangi Alevi örgütünün çatısı altında olduğudur.

Bugüne kadar Aleviler devlete sadık oldular. Bayrakla, Türkiye’nin sınırlarıyla problemleri olmadı. Çok talepkar da olmadılar ama buna rağmen üzerlerinden şiddet eksik olmadı ve sayısız oyuna maruz kaldılar.

Halkın yüzde 99’u Müslüman dediler, Alevileri Sünnileştirmeye, kendi kimliklerinden uzaklaştırmaya çalıştılarsa da tamamen başaramadılar.

“Biz Aleviyiz. Đnancımız Đslam’ın farklı bir yorumu” dediler kabul edilmedi. Ama Avrupa, Alevileri azınlık olarak niteleyince paniğe kapıldılar. Evet, sizler Müslümansınız ve azınlık değilsiniz, deyip onları yanlarına çekmeye çalıştılar ama bu defa da cemevlerini ibadet yeri olarak kabul etmeye yanaşmadılar. Gerekçeleri ise tarihte cemevi diye bir kurumun olmadığıydı. Teorik olarak haklıydılar. Çünkü hiçbir Alevi köyünde resmen, uluorta ve adı konularak cemevleri açıl(a)mamıştı. Ama gafiller Osmanlı’nın değil cemevine Alevinin varlığına bile tahammül göstermediğini unutuyorlardı. Bu nedenle tarihte cemevi diye bir kurum tabii ki olamazdı. Tarihte Aleviler cemevi olarak ya dedenin evini veya köyde halktan birinin diğer evlere göre büyük olan evini ibadethane olarak kullanmıştı.

ALEV ĐLER ÜZERĐNDE BÜYÜK TAARRUZ Neyse ki artık devran döndü ve devir değişti. Bu çok önemli. Zira 1990’lar öncesi puslu

dönemde, kurt dumanlı havayı sever misali Aleviler henüz uyanmadan üzerlerinde belli projeler denediler ve kısmen de başarılı oldular. Đmam-hatip okullarıyla, Diyanet’le, hocalarıyla, Kuran kurslarıyla; televizyon ve radyodaki Đnanç Dünyası programlarıyla Aleviler üzerine büyük bir taarruzda bulunarak, özellikle Türkmen Alevilerinden bir bölümünü kimliklerinden uzaklaştırmayı başardılar. Örneğin bu şiddetli taarruz sonucu benim beldemden amcam dâhil yüzden fazla kişiyi Đslam eşittir Sünnilik propagandasıyla hacca göndermeye muvaffak oldular. Kız kardeşimi Ramazan’da oruç tutma ve yine bir amcam ve dayımı da beş vakit namaz kılma aşamasına getirdiler. Hoş henüz bunlara “Biz Alevi değiliz” dedirtemediler ama Sünni ibadetlerini tamamen sahiplendikten, benim beldeme iki camii dikildikten sonra bunun ne anlamı olabilir ki...

Ancak ben şuna şahsen ve bütün Aleviler adına sevinebilirim; bugüne kadar ne yaptılarsa yanlarına kâr kaldı. Ama bundan böyle istedikleri gibi at oynatamayacaklar ve benim belde halkıma, akraba çevreme yaptıklarını çocuklarımız ve torunlarımız üzerinde artık tekrarlayamayacaklar. Çünkü Aleviler artık hepsi olmasa da uyandı. Bu eğilim gittikçe güçleniyor, kimliğine hak taleplerini daha da gür seslendiriyor. Artık bu selin önüne kimse geçemez ve geçemeyecek!

Bütün bu sitemlerim kime o zaman? Tabii ki gocunanlara ve üstüne alınanlara... Bad Nauheim, 29 Kasım 2004

Page 73: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

73

ALEV Đ ÜVEY EVLAT!

Geçen yılın Eylül ayı başında Kütahya ile Uşak arasında bulunan 1400 rakımlı kaplıcaları ile meşhur Murat Dağı’ndaydım. Burası aynı zamanda Alevi Türkmen büyüğü Murat Dede’nin yatırının bulunduğu bir dağ. Yatır çevre Alevileri yanında Sünniler tarafından da kutsal kabul edilip ziyaret ediliyor ve burada yatan Osmanlı’nın kuruluş döneminde yaşamış bu Alevi ulusu adına kurbanlar kesiliyor kaplıca ziyaretçileri tarafından. Ama Aleviler genelde adadıkları kurbanları kesmek için geliyorlar bu mekâna.

Biz de öyle yaptık. Kardeşimin kurbanını sunmak üzere bir minibüs kiraladık ve yakın akrabalarımızı da davet ederek Murat Dağı’na çıktık. Kurbanımızı yatırın hemen yanında tığladık. Adaklarımızı ettik, üç-beş saat eğlendik ve dönüş sırası geldi. Hareket etmeden önce gelenek olduğu gibi yaklaşık 15 kişilik kafilemizle Murat Dede’nin ebedi istirahatgahına yüz sürüp, niyaz etmek ve veda için tekrar vardık. Đşte olan bu sırada oldu. Murat Dede’nin türbesi gayet güzel yapılmış ve üzerinde bir çatı var ve etrafını demir parmaklıklar çevreliyor. Gelen ziyaretçiler içeri para filan atıyor, dua ediyor ve dilek tutup parmaklıklara elbise parçaları bağlıyor. Bizim kafileden de özellikle kadınlar buna rağbet ettiler. Erkekler hemen kısaca niyaz edip oradan uzaklaştılar ama kadınlar biraz fazla eğleştiler.

Biz ziyaretimizi yaparken de türbenin saçağının altında bulunan bölümde namaz kılmakta olan sakallı bir adam vardı. 45-50 yaşlarındaki bu adam namazını bitirince bizim kadınlara sataşmaya başladı. Neredeyse konuşurken gözlerinden kıvılcımlar saçılan ve iyice öfkelendiği belli olan bu adam bizimkilere, “Siz niye demirlere yüz sürüyorsunuz? Niye türbenin duvarlarını öpüyorsunuz? Böyle yapacağınıza iki rekât namaz kılsanıza veya orada Kuran cüzleri duruyor, birini alıp kuru demirlere ve duvara tapacağınıza birkaç ayet okusanıza!” diye bağırıyordu.

Kadınların “Biz böyle biliyor ve böyle saygımızı gösteriyoruz” diyerek adamı yatıştırmaya çalıştıklarını duyunca hemen ben müdahale ettim. Adama “Bizler ulu kişilerimize böyle saygı gösteririz. Niyaz etmemiz, onun kabrine yüz sürmemiz duvara filan tapmak anlamına gelmez. Türbe ziyareti anlayışımız bu. Biz Kızılbaş’ız” deyince, adam sanki Kızılbaş olmak ayıpmış gibi “estağfurullah!” diye cevap verdi. Ben de tekrar, “Yalan söylemiyorum, biz hakikaten Kızılbaş Aleviyiz. Biz böyle inanır, böyle ibadet ederiz. Biz sizin az ilerde mescit varken burada namaz kılmanıza karışıyor muyuz? Sizi de bizim yatıra nasıl niyaz ettiğimiz ilgilendirmez!” diye çıkışınca, bizim orada çoğunluk olduğumuzu görünce baktı iş sarpa sarıyor, hemen oradan uzaklaştı.

SORUN SĐSTEMDE

Bu anekdotu niye anlattım? Burada olduğu gibi devlet ve hükümet Alevileri aynen sakallı vatandaş gibi değerlendiriyor. Alevilere kendi kafasındaki Müslümanlığı veya daha doğrusu resmi-devletlû Sünni Đslam’ı dayatıyor. Müslüman dediğin belli kalıpların dışına taşamaz. Her zaman ve her mekânda Sünni Đslam dışı ritüellerin aksine hareket edemez diye buyuruyor.

Bu tür düşünce ve uygulamalar arızi yani sonradan olma filan değil. Türkiye’deki hâkim sistem Alevileri, diğer Sünni olmayan Đslami toplulukları ve gayri müslimleri zaten baştan üvey evlat, ikinci sınıf vatandaş olarak görüyor. Görmekle kalmıyor, bu anlayışla sözde laikliğe rağmen zaten var olan önyargılar 80 yıldır eğitimle, medyayla ve kültürle besleniyor. Çünkü Türkiye’de ulus devletin kuruluşu her şeyin “tekliği” üzerine şekillenmiş. “Tek millet, tek bayrak, tek dil, tek din ve hatta tek mezhep!”

Page 74: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

74

O zaman da bunun doğal sonucu olarak her şeyi tekliğe, tek formata indirgeyen bir toplum çıkmış ortaya. Zira bir toplum örgün ve yaygın eğitim yoluyla tek tipleştirmeye dayalı milliyetçilik anlayışı eşliğinde terbiye edilince, ondan bunun aksine davranışlar sergilemesi beklenemez.

BU SĐSTEM DEĞĐŞMELĐ!

Đşte Murat Dağı’ndaki adam da bu toplumun bir bireyi olarak göstermesi gereken doğal davranışı sergiliyor. Orada yanlış davranmış değil. Yani sistem bozuk olunca, o sistemin ürününden değil sistemin kendisinden yakınmak ve mümkün olduğunca bu sistemi değiştirmek gerekiyor.

Bu nedenle gerek Alevilerin, gerek Kürtlerin veya bu sistemden muzdarip diğer muhalif kesimlerin yok Atatürk dönemi, yok Đnönü dönemi iyiydi; Demirel, Ecevit, Çiller, Erdoğan dönemi kötüydü gibi abes tartışmalardan uzak durmaları gerekiyor. Bu sistem ta başından böyle kurulmuş. Đktidara gelen sağcısı da, solcusu da, Đslamcısı da sistemin parametreleri dışına çıkamamış. Çıkamazdı da. Çünkü sistemin bekçisi orduydu.

Açıkçası Türkiye’de sitem yanlış ve eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz. Bunu bilelim ve Türkiye’deki sistemden memnun olmayan Sünni’si, Alevi'si, Türkü ve Kürdü statükoyu çoğulculuk, merkeziyetçilik değil yerelcilik, demokrasi, insan hakları, her türden inanca ve düşünceye özgürlük yönünde değiştirmek için mücadele edelim. Şu andaki dinamikler de örneğin AB süreci, dünyanın gidişatı bizlerin lehine. Aksine hareket adres saptırma, zaman ve enerji kaybıdır.

MĐSYONERE DEĞĐL ZĐHNĐYETE BAK

Son günlerde malum Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri tartışması tekrar alevlendi. Bu konu aslında çok bayat ama belli çevreler arada ısıtıp ısıtıp gündeme getirmeyi çok sever. Bu sefer nedense Hıristiyan misyonerlik faaliyetlerinden Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Hanım da rahatsız olmuş ve bundan hareketle dinin elden gittiğini buyurmuş. Bunu söyleyen Rahşan Ecevit gibi dinle mesafesi biraz açık olan biri olunca insan şaşırıyor ama gerçekte yadırganacak bir yanı yok. Bayan Ecevit tabii ki rahatsız olur misyonerlik faaliyetlerinden. Çünkü adamlar tek millet Türklük, tek dil Türkçe, tek din Đslam, tek devlet mezhebi resmi Sünnilik ile ne güzel yönetiyorlardı memleketi. Đşte misyonerler bu tekli denklemi sözde tehdit ediyorlar da ondan rahatsız oluyor Rahşan Hanım. Ama bence onun asıl kaygısı misyonerler değil. Çünkü Türkiye’deki zaten Hıristiyan olan ve yeni Hıristiyan olanların eti belli budu belli. Büyüseler ne kadar büyüyebilirler? Rahşan Ecevit’in şahsında mevcut sistemin aktörlerinin ve beslemelerinin korkusu misyonerlerden çok yukarda saydığım belli bir gücü, sayıca yüksek büyüklüğü olan diğer sistem mağdurları. Misyonerlik tartışmaları bu açıdan okunmalıdır.

Öte yandan bu konuda sık sık uydurma haberler de çıkıyor. Geçenlerde Almanya’da Alevilerin kitleler halinde din değiştirdiği, Hıristiyan ve Yehova Şahidi olduğu gazeteler ve Đnternet sitelerinde yer aldı. Aynı türden haberler Türkiye’deki Aleviler hakkında da çıkıyor ve Alevilerin misyonerlerin avı haline geldiğine değiniliyor. Burada da kafa aynı kafa. Sünni Đslam’ı yaymak ve korumak için Diyanet’le devlet bütçesini bile zorlayacaksınız, içte ve dışta Đslam propagandası yapacaksınız, buna karşılık inanç özgürlüğünün bir gereği olarak Hıristiyanlık propagandası yapanları suçlayacaksınız? Bu kafa hakiki laik bir ülkede taşınmaz ama Türkiye gibi kâğıt üzerinde laik ama fiiliyatta açık açık Đslam Cumhuriyeti olan bir devlette normal karşılanmalı. Rahatsızlık bu fiili durumu değiştirmek isteyenlerin şu anda elindeki kartların güçlü olmasından, başka şeyden değil.

Page 75: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

75

Ayrıca bu haberleri yayanların Alevilere de bir şey demeye hakkı yok. Alevilerin din değiştirdiği gibi iddialar palavradan ibaret ama velev ki öyle olsun ve Aleviler manevi boşluğa düşüp hızla Hıristiyan oluyorlar diyelim. Sen Alevi’ne kendi inancını yaşama, yaşatma ve gelecek kuşaklarına bunu aktarma hakkı verdin mi de konuşuyorsun? Hâkim inanca her türlü desteği sun ve Alevi'yi ihmal et. Ondan sonra da bunlardan bir bölümünün inancını öğrenip yaşayamaması sonucu teolojik yapısı güçlü ve kaynaklarına ulaşılması problemsiz bir dine girmeleri karşısında feryat et. Bu olmaz.

Alevi Hıristiyan, Budist veya Yehova Şahidi oluyorsa da bundan kime ne? Yoksa Türkiye’de herkese din ve inanç özgürlüğü yok mu? Sahi yok da ondan mı böyle konuşuyorsunuz? Galiba da öyle. Çünkü Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğü sadece Sünni Đslam’a, onun da devletlûsu ve resmisine! Ama artık yağma yok. Bundan böyle hayat ve hakikatler size başka din ve inançları da tanımayı, onlardan korkmamayı ve onlarla birlikte yaşamayı öğretecek. Başka çareniz yok!

Bad Nauheim, 17 Ocak 2005

Page 76: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

76

EN BÜYÜK BÖLÜCÜ D ĐYANET!

Evet, bu Diyanet’i ne yapmalı, kaynar kazana mı atmalı? Hayır, hayır böyle bir şey yapmamalı ama nasılsa öyle kalmasına da artık izin verilmemeli. 1.2 milyarlık bütçeye ve 87 bin personele sahip, bizzat Atatürk’ün kurulması emrini verdiği bu kurumun her şeyden önce Alevileri, Caferileri, Nusayrileri, Hıristiyanları, Hanefilik hariç Sünni mezhep, tarikat ve laik Müslüman kesimleri temsil etmediği için değil sırf miadını doldurduğu, arkaik hale geldiği ve Cumhuriyet’in kuruluşunda kendine yüklenen misyonu yerine getiremediği hatta buna aykırı odakların yuvası haline geldiği için kapısına kilit vurulmalı. Biz böyle yazınca malum hop oturup hop kalkarak, “Diyanet gibi devasa bir kurumu kaldırıp atamazsınız. Bu ülkede isteseniz de istemeseniz de hâkim inanç Sünniliktir. Türkiye’nin dengeleriyle oynarsınız. Đrtica hortlar, kaos doğar” nakaratını tekrarlayan değişime direnen bir koro var. Bu ifadelerin ve savunma tarzının haklılık payı olmakla birlikte, Türkiye’nin AB süreciyle birlikte topyekûn bir değişim sürecine girdiğini göz ardı eden bir bakıştır bu. Çünkü AB süreci, sadece Türkiye’deki işsizleri Avrupa’ya ihraç edeceğimiz basit bir oyun değil; yediden yetmişe hepimizin ezberini bozacak, yer yer rahatını kaçıracak, tepeden tırnağa zihniyet ve davranış değişimi gerektiren zorlu ve engebeli bir yoldur. Dün idam, işkence, her on yılda bir askeri darbe, Türkiye’de Kürt adında bir milletin yaşadığını söyleme yasağı, TRT’de Kürtçe, Çerkezce yayın yapılmasını hayal bile edememek, Alevi kimliğinin inkârı ve benzeri olgular Türkiye’nin realitesiydi. Kimse bunların bir gün tarih olacağını aklına bile getirmiyordu. Ama bugün bu tabular ve yasaklar aşıldı. Kıyamet kopmadı, Türkiye patlıcan gibi ortasından bölünmedi. Tüm bu değişikliklerde olduğu gibi Diyanet kaldırılıp, din işleri cemaatlere devredilince düzen bekçilerinin korktuğu başlarına gelmeyecek. Asıl o zaman din ve vicdan özgürlüğü ile laik Türkiye sözden fiile geçecek.

Đşte Diyanet’in kapatılmasının gerekçeleri: - Atatürk Diyanet’i dini hurafelerden arındırsın, halkı batıl inançlardan ve miskinlikten,

kadercilikten uzaklaştırıcı çalışmalar yapsın, aydın din adamları yetiştirerek toplumu cahil hoca ve şeyhlerin elinden kurtarsın diye kurmuştur ama Diyanet bunun aksini yapmış; bugün gericiliğin, softalığın, hurafelerin kaynağı haline gelmiştir.

- Atatürk kişi olarak dinin gerekli olduğuna inandığı halde sonradan oluşturulmuş mezheplere karşıydı. Ama tüm gücüne rağmen egemen inanış olan Sünni-Hanefi-Eşari geleneği de tamamen değiştiremeyeceğini biliyordu. Bu nedenle Ehl-i Sünnet itikadı içinde akla daha fazla önem veren, insan iradesine verdiği değerle inananları kadercilikten uzak tutan, kötü giden talihini değiştirmek için çaba sarf eden bir Müslüman tipi yaratacak, halkı bilime, tekniğe ve sanata yönlendirecek güçlü bir tarihsel damara sahip olan Sünni-Hanefi-Maturidi geleneği öne çıkarmak istedi. Bu amaçla büyük Đslam âlimi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a “Hak Dini Kur'an Dili” adındaki 9 ciltlik Türkçe Kur’an tefsiri yazdırmış ve 10 bin adet bastırmıştır. Yine bu gayeye yönelik olarak din adamlarının politika yapmasını yasakladığı gibi bunların donanımlı yetişmesi için Ankara Üniversitesi bünyesinde daha sonra Đlahiyat Fakültesi’ne dönüşecek bir Yüksek Đslam Enstitüsü açılmasını sağlamıştır. Atatürk yeni tip bir Müslüman ve çağa açık bir Đslam anlayışını egemen kılmak için daha başka girişimlerde bulunmuştur ama daha hayatta iken Diyanet içindeki Osmanlı’dan beri devlet himayesi ve kontrolü altında bir din kurumuna alışmış gelenekçi Şeyhülislamlık artığı kanat baskın çıkmış; ölümü üzerine de başlattığı projeler tamamen rafa kaldırılmıştır. Yani bugünkü Diyanet Atatürk’ün gitmesini istediği istikametten daha başlangıçta sapmıştır.

- Atatürk’ün diğer amacı da Diyanet aracılığıyla Đslamcı gericiliği yetiştirilecek aydın ve laik din adamları kanalıyla kontrol altında ve en az zararlı olacak şekilde tutmaktı. Ama tarih tersine cereyan etti ve gericiliğe karşı panzehir olacak Diyanet kendisi irtica yuvası olurken, devlet Diyanet’i değil; bu kurum devleti kontrol ve rejimi tehdit eder bir

Page 77: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

77

konuma geldi. Diyanet kadını ikinci sınıf ve dövülmesinde bir sakınca görmeyen şeriat rejimi yanlısı müftü, vaiz ve imamlarla dolarken, Cemalettin Kaplan, Şevket Yılmaz gibi nice ünlü şeriatçı ve rejim düşmanlarına ev sahipliği yaptı ve halen de yapıyor. Yapın bakalım Diyanet personeli arasında bir anket kaçı laik rejimle, kadın-erkek eşitliğiyle barışık; Alevi’ye, inanmayanlara nasıl bakıyor çıksın ortaya...

- Diyanet’in diğer kuruluş amacı da toplumda birlik ve beraberliğe hizmet edecek faaliyetlerde bulunmaktı. Ama Diyanet değil toplumun bütününü, Sünnileri bile tam memnun edemediği gibi halkı da Müslüman olan-olmayan, Müslümanlar arasında da Sünni olan-olmayan ayrımı başlatarak ulusal bütünlüğe ve barışa her gün darbe vurmaktadır, kelimenin tam anlamıyla bölücülük yapmaktadır.

- Diyanet Müslüman halkı tek tipleştirmek için hutbeleri bile merkezden göndererek, din adamlarının yaratıcılığına darbe vurup, onları adeta birer hoparlör yerine koyduğu gibi çeşitli mezhep, tarikat ve cemaatleriyle zengin bir yapı sergileyen Đslam’ı çoraklaştırmış ve sadece Türkiye Müslümanlarının bir bölümünün anlayıp uyguladığı tuhaf, devletçi, teslimiyetçi, ırkçılığa varan milliyetçi, renksiz, kolu kanadı budanmış, taşralı, dar ufuklu kendine özgü milli bir Sünni-Đslam anlayışı geliştirmiştir. Bunu yurtdışında yaşayanlar bilir, başta Araplar olmak üzere diğer Müslüman milletlerin mensupları Türklerin Müslümanlığı ile dalga geçmektedir. Sonuçta Diyanet’ten kurtulmakla Türkiye’de Đslam’ın özgür kılınması ve kendi asli mecrasına oturması sağlanacaktır.

- Türkiye’de Diyanet dini bir kurumdan çok siyasi bir yapılanmadır. Amacı devleti Đslamcı gericiliğe karşı korumaktır ama kendisi gericilik odağı haline gelmiştir.

- Diyanet ve kontrolündeki camiler, mescitler birer rant ve gelir kapısı haline gelmiştir. Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) devasa bir holdingdir ve vakıf statüsünde olduğu için vergi vermezken, bu yükümlülüklerini yerine getiren diğer özel şirketlere karşı haksız rekabet yürütmektedir. Yine camilerin alt katları ticarethane haline geldiğinden kimin samimi Müslüman kimin dini rant kapısı haline getirdiği belirsizleşmiştir.

- Diyanet genel bütçeden ayrılan 1,2 milyar dolarlık ödenekle yatırıma, işe ve aşa dönüşecek bu meblağın her sene daha da artırılmasını talebiyle öne çıkarken, yıllardır midesine indirdiği yetim hakkıyla obezleşmiştir. Dayattığı Đslam anlayışına uymayanlara hizmet sunmadığı için de, onların rızasına aykırı alınan vergilerle finanse edildiğinden çağdaş devlet ve vatandaş ilişkilerine de aykırı bir yapılanmadır.

- Diyanet güya ülkemizde laik bir rejimin oluşumuna katkı sağlayacakken, laikliğe karşı en büyük tehlike ve engel oluşturan sitem dışı ve karşıtı bir kurum haline gelmiştir. Türkiye’nin kalbine saplanmış hantal, tarihin akışına ve hayatın gerçeklerine aykırı habis bir urdur.

- Avrupa’da sadece Türkiye dini bir kamu hizmeti olarak sunmaktadır ve bu AB’ye girmeye hazırlanan bir ülke için ayak bağıdır. AB zaten din-devlet ilişkilerinin Diyanet lağvedilerek laik ve bütün vatandaşlara devletin eşit ve tarafsız yaklaştığı, inanç ayrımı yapmadığı bir düzenlemeyi talep etmeye başlamıştır.

*** Saydığımız ve aklımıza gelmeyen daha nice gerekçeler Diyanet’in Türkiye toplumuna

yarardan çok zarar ve zafiyet getirdiğinin açık kanıtıdır. Bu nedenle sadece Diyanet’in hizmetlerinden yararlanamayan ve de böyle bir beklenti içinde zaten olmayan Aleviler değil; Türkiye’nin laik, demokratik, tüm yurttaşlara eşit oranda din ve vicdan özgürlüğünden yararlanma imkânlarının sunulduğu bir ülke haline gelmesi özlemindeki herkesin Diyanet’in kaldırılması ve din işlerinin ilgili cemaatlere bırakılması talebine sahip çıkması gerekiyor.

Bu talep sadece bir kesimle sınırlı kalırsa bilin ki, düzen bekçileri ile parazitleri Diyanet’in yapısında en küçük bir değişime izin vermeyecektir. Çünkü din değil milyarlarca dolar elden gidecek. Maksat rant ve iktidar. Burada din-iman sadece bahane...

Bad Nauheim, 16 Şubat 2005

Page 78: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

78

ALEV ĐLER NĐYE MARKS ĐST VE ATEĐSTLERE KUCAK AÇIYOR? Medyada sık sık “Cemevinden bölücü örgüt militanının cenazesi kaldırıldı”, “Cemevleri illegal örgütlerin, Marksistlerin yuvası oluyor” gibisinden haberler yer alır. Ayrıca Alevileri dışardan takip edenler ve sağ siyasal görüşlere yakın olan bazı Alevi önderleri de zaman zaman ortaya atılıp Alevilerin ve Aleviliğin Marksistlerin, solcuların ve ateistlerin elinden kurtarılması gereğinden dem vururlar. Çünkü onlara göre, Alevi örgütlerine çöreklenen marksistler, ateistler Alevilere zarar vermekte; Aleviliği özünden saptırmaktadırlar. Bu nedenle bunlar yerlerinden hemen uzaklaştırılmalıdır. Tabii bu makamlar ellerine bir geçse Alevileri ve Aleviliği alıp kimlere ve ne karşılığı teslim edecekleri ise hiç bilinmez... Gerçekten Alevi örgütlenmelerine baktığımızda önder konumunda olan birçok insan yanında Alevilik üzerine kafa yoran çok sayıda Alevi olmayan araştırmacı ve yazarın Marksist veya ateist olduğu görülür. Dikkat çekici bir biçimde yine bu kişiler Alevi kitleden büyük bir tepki görmedikleri gibi, yazdıkları kitaplar da hem birçok Alevinin evinde hem de birçok cemevinin kütüphanesinde başköşeye yerleştirilmiştir.

Ancak ilk bakışta çelişki gibi dursa da derinlemesine düşünüldüğünde bir inanç sistemi olan Alevilikle, dünyevi bir ideoloji olan Marksizm’in ve tanrı fikrine karşı çıkan ateizmin bir arada bulunmasını veya birbirlerine tahammül ve tolerans göstermesini yadırgamamak gerekiyor. Burada yöneliş veya karşılıklı etki-tepki Marksizm ve ateizmden çok Alevilikten yana işlemektedir. Yani Marksistler ve ateistler Aleviliğe ve Alevilere inancın deformasyonu bakımından en asgari etkiyi yaparken, aksine Alevilik felsefesi Marksist ve ateistleri tamamlamakta; bu iki dünya görüşünün eksik ve gedikleri Alevilikten devşirilen değerlerle kapatılmaktadır. Örneğin Marksizm bütünlüklü bir dünya görüşü olmasına rağmen çerçevesi özenle çizilmiş bir din ve ahlak teorisi yoktur. Yine Marksizm’den çıkan sosyal demokrasinin de iktidara geldiği ülkede din ve ahlak meselesinin nasıl ele alınacağı, çözüleceği, toplumun inançsal taleplerinin ne şekilde karşılanacağı konusunda bir reçetesi yoktur. Fransa ve Türkiye gibi ülkelerde en yoğun uygulama zemini bulan laik sistem de insanların inanç boşluğunu nasıl dolduracağına, toplumun inançlarını ifası için hangi ölçüleri takip edeceğine ilişkin net bir cevap getirememiştir.

Kısaca söylersek, adı geçen sistemler laik bir ahlak anlayışı, kavrayışı getirememişlerdir. Böyle olunca ahlak da kaynağını çoğunlukla dinden aldığından gerek komünizm, gerek demokrasi gerekse de laik cumhuriyetlerin egemenliği altındaki ülkelerde devlet, siyaset ve ekonomi hızla dinden bağımsızlaşırken, toplum aynı hızda sekulerleştirilememiş; dinin insan ve toplum üzerindeki ağırlığı çok fazla aşağıya çekilememiştir. Buna en açık örnek eski Sovyet cumhuriyetleridir. SSCB yıkılır yıkılmaz 70 yıldır yasaklanan Ortodoks Hıristiyanlık sanki hiçbir şey olmamış gibi bütün canlılığı ile sahneye çıkmıştır. Müslüman cumhuriyetlerde de Đslam.

Đşte Aleviler ve Marksist-ateist çevreler arasındaki ilişkiyi bu çerçevede görmek gerekir. Başka birçok şeyi dünya görüşü olan Marksizm’de, ateizmde bulanlar ahlaki-etik değerleri oralarda bulamadıklarından ve de Sünni Đslami çevreye zaten yaklaşmayacaklarından, dogmaları çok fazla olmayan ve insana insan olduğu için değer verildiğinden dolayı Aleviliğe ve Alevilere yaklaşmaktalar; burada kendilerine bir sığınak bulabilmektedirler.

Biraz daha açarsak, ben sosyalistim, marksistim ve ateistim diyen Sünni organizasyonların yanına bile yaklaşamaz. Kabul etmezler. Onlar insanın tek şapka taşımasını isterler, senin kendilerinin yaptığı dini pratikleri yerine getirmeni talep ederler. Etmekle kalmaz, kontrol de ederler. Oysa Alevilik öyle değildir. Alevi mekânlarına edepli olan her insan kim olursa olsun gelebilir. Bunlardan ibadet etmesi beklenmez, Aleviliğe inanmaları talep edilmez. Alevilikte zorlayıcılık ve dayatma yoktur. Zaten sonuçta özellikle Marksizm sadece topluma yeni bir ekonomik ve siyasal sistem vaat eder. Yeni bir din, mezhep, tarikat ve öte dünyaya ilişkin bir inanç dayatmaz. Ateizm de malum yalnız tanrı fikrini kabul etmez o kadar. Đnsana daha fazlasını söylemez. Böyle bakınca sadece dünyevi konulara ilişkin bir çerçeve sunan Marksizm’den ve ateizmden, dolayısıyla bu görüşteki insanlardan korkmaya gerek yok. Çünkü Aleviliğin ve bu ideolojilerin sahaları büyük ölçüde farklıdır. Bu türden

Page 79: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

79

insanların Alevilerin içinden çıkması ve başka inançlardan kimselerin de Alevilere yaklaşmasının ne sakıncası olsun ki?

Ayrıca tarihte Aleviler hep sistem tarafından ezilenlerin sığınağı ve barınağı olmuştur. Düşene, ezilene, devletin gadrine uğramışa bir tekme de Alevi vurmaz. Alevi felsefesi, “72 millete bir gözle bakma”, “Đnsanı insan olduğu için sevme”, Yunus’un dediği gibi “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” ilkeleri üzerine kuruludur. Bu nedenle olsa gerek, 1915’te Sivas ve Dersim Alevileri tehcire gönderilen Ermenileri hayatları pahasına evlerinde saklamışlardır. Yine Osmanlı döneminde Bektaşi tekkeleri ve Alevi köyleri gerek baskı gören Hıristiyanların gerekse de Sünni hayat tarzından kaçan, biraz nefes almak isteyen, Đslam’ı daha liberal formlarda yaşama arayışında olanların sığınağı, barınağı, emniyet sübabı işlevi görmüştür. Keza 1960’lardan sonra solun yükselişe geçtiği dönemde de birçok Sünni kökenli devrimci ihbar edilme korkusu olmadan, Allah’a inanıp inanmadığı sorgulanmadan en rahat ve güvenli günlerini Alevi köylerinde geçirmiştir.

Bugün de toplum baskısından kaçan, son yıllarda Türkiye toplumunda yaşanan yobazlaşmadan rahatsız olan inançlı Sünniler yanında laikliği içselleştirmiş, dine günlük yaşamında öncelikli bir yer tanımayan Sünni kökenli birçok insan biraz nefes almak, rahat edebilmek için gösterilen engin toleranstan dolayı cemevlerine koşmakta veya sık sık Alevi dostlarıyla bir araya gelme gereği hissetmektedir.

Bu geliş-gidişlerden rahatsız olmamak gerekiyor. Zira Sünniler içinde bu kesimler olmasa Türkiye’de Alevilerin hayatı daha zor olurdu. Hele hele içlerindeki ve dışlarındaki Marksistler ve solculardan daha az şikâyetçi olmalı Aleviler. Çünkü sonuçta Alevi örgütlülüğü bugünkü küçümsenmemesi gereken geldiği yeri büyük ölçüde bu kesimlere borçlu. Đtiraf etmek gerekirse, bundan 30 yıl önce büyük ölçüde köylü, kırsal ve kapalı bir toplum yapısı sergileyen Alevilere medeni dünyayı, modern örgütlenme biçimlerini ve kentleşmeye uyum alternatiflerini solcular tanıtmıştır. Alevi-sol ilişkisi olmasa, Aleviler bugün hem bu kadar gündemde olmaz hem de etkili olamazlardı. Tabii ki bu ilişkinin dezavantajları da olmadı değil, oldu ama her ilişki böyle değil midir?

Aleviler bu türden ilişkileri sürdürmeli ve daha da geliştirmelidir. Ayakta durabilmek için içe kapanma değil kısmen Alevi büyüğü de sayılabilecek olan Mevlana’nın dediği gibi, herkese “Gel, gel, ne olursan, kim olursan gel” demek gerekiyor. Zaten Aleviliğin özü de bu; herkese kucak açmak...

Kucak aç ki, sana da kucak açsınlar! Bad Nauheim, 18 Mart 2005

Page 80: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

80

ASĐMĐLASYONA HAYIR! Türkiye’de Alevilerin kimliklerini kaybederek, Sünni-Đslam dairesinin içine çekilerek eritilmek istendiği artık bir sır değil. Gerek devletin gerekse devlet adına hareket ettiğini öne süren “derin” güçlerin daha 1830’lardan itibaren Alevilerle çok yakından ilgilenmeye başladığı ve 1910’dan sonra bu çabaların Đttihat ve Terakki Partisi’nin teşvikleriyle zirve noktasına ulaştığını da sağır sultan bile duydu.

Alevilere yönelik devlet ilgisi Cumhuriyet Dönemi’nde de açık veya gizli hiç eksik olmadı. Çünkü Alevilik ve Aleviler daha Selçuklular döneminde patlak veren Babai isyanlarından itibaren ve sonrasında da Osmanlı Dönemi’nde Yavuz Selim’in saltanatı esnasında söz konusu devletlerin tehdit algılaması listesinde baş sıraya yerleştirilmişti. Yani Aleviler tehlikeli gruplar listesine alınmış ve bu tehdidin ortadan kaldırılması için daha o zamanlar çeşitli önlemler alınmaya başlanmıştı. Devletin tehdit algılaması henüz sona ermiş değil. Alevilerin devlet için iç tehdit unsurları arasında ilk sırada değil ama listede ilk beşte yer aldıkları kesin.

ALEV ĐLER ASIRLAR BOYU ĐMHA EDĐLDĐ Đşte bu tehdidin ortadan kaldırılması için özellikle 1510’dan sonra en çok imha etme ve

kökünü kazıma metodu sıklıkla uygulanırken, katliamların yetmediği veya teknik olarak imkânsız olduğu durumlarda da Alevi kitlelerin psikolojik ve fiziki baskılarla kimliğinden uzaklaşması için elden gelen bütün imkânlar kullanılarak, aşama aşama Sünni-Đslam’a entegre edilmeleri sağlanmıştır. Nitekim bu çabalar sonuç vermiştir. Đtalyanların Ortaçağ’daki öncülleri olan Venedik ve Cenevizlilerin arşiv kayıtları ve Ortaçağ gezginlerinin seyahatnamelerine göre, o zamanlar Anadolu’da yaşayan Müslüman unsurun üçte ikisinin Alevi ve dolayısıyla çoğunluk olduğu hesaba katılırsa, Alevilerin sayısının zamanla dramatik bir biçimde azaldığı/azaltıldığı ve Sünni yapıldığı net bir şekilde ortaya çıkıyor.

Yani bugün Türkiye’de kendisini Sünni kabul eden birçok insanın kökeni Alevi. Bu şu anlama da geliyor; evet Türkiye’deki Alevilerin sayısı gittikçe azalıyor. Sadece azalma olsa iyi. Amiyane tabirle, “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” der geçeriz. Ama öyle değil. Her şeye rağmen Alevi olmaya devam edenlerde de kimlik kayması problemi var. Tamam, kişi Aleviyim diyor ama artık Sünni kavramlarla konuşuyor, anlam dünyasını Sünni-Đslami parametrelerle şekillendiriyor.

CAMĐ ALEV ĐYE KĐLĐSE KADAR UZAK Bazı yerlerde ise örneğin Kütahya ve çevresindeki Alevilerde hem Alevi hem de Sünni

olmanın gerekliliklerini yerine getirenler var. Özellikle bunlar camiyi Alevi'yiz demelerine rağmen inançlarının bir parçası sayıyorlar. Bugün kalkıp bunlara, Alevinin ibadet yerinin cemevi olduğunu ve inancına en az kilise kadar uzak olan caminin köylerinden kaldırılması gerektiğini söylesen, hatta sadece Alevi köylerindeki camilerdeki imamların görevden alınıp, ihtiyaç duyulan Sünni köylere tayin edilmesi lazım desen bile seni bir kaşık suda boğmaya kalkarlar. Onlar için zararı yok cemevi de bulunsun ama camisiz kesinlikle olmaz. Müslümanın ibadet mekânı camidir.

O halde Alevilerin Aleviliklerinin derecesi ve kalitesi sorununu şimdilik daha sonra dönmek üzere bir kenara koyarsak, bu gidiş iyiye işaret değil. Sayımız azalıyor. Alevi'ye ve Aleviliğe müdahale çok taraflı. Devlet bir yandan toplum diğer yandan ısrarla bizleri Sünni çoğunluğa, kendilerine benzetmek, tek tipleştirmek istiyor. Kuşkusuz kendi içimizde de bizi özümüzle bağlantılı olmayan yönlere çekmek isteyenler var. Kimisi kendi başına kimisi de devlet destekli hareket ediyor. Sonuçta oraya buraya çekiştirilmekten bıktık. Bütün bunlara kararlı bir şekilde dur demenin zamanı geldi de geçmek üzere...

O zaman ne yapmalı? Aleviler derhal pasif savunma evresinden aktif savunmaya geçmeli. Aktif savunma sadece kendini ve değerlerini savunmayla sınırlı tutulmamalı. Evet, artık Aleviler Alevi misyonerliği de yapmalı. Mademki, Aleviliğin barışçı bir felsefesi, kadına değer veren bir yapısı olduğuna inanıyoruz, bunu neden diğer insanlarla paylaşmayalım? Bazıları karşı çıkacaklar, çıksınlar. Ama Alevilik hem evrensel bir inançtır, der hem de Alevi olmak için Alevi bir ebeveynden doğma şartını öne sürersek kendimizle çelişkiye düşeriz. O

Page 81: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

81

nedenle cemevlerinin ve Alevi-Bektaşi yolunun kapıları bu yolun esaslarını benimseyen herkese artık açılmalı. Zamanla da Aleviler önce kendilerini eğittikten sonra, inançlarını başka insanlara tebliğ etmeye başlamalı.

ĐNANCIN SĐMGELERĐ ÖNE ÇIKARILMALI Diğer taraftan “haklarımızı vermiyorlar, cemevimizi ve kimliğimizi resmen tanımıyorlar,

bizim vergilerimizle başka inançları finanse ediyorlar” gibisinden söylene söylene içleri boşaltılmış ve anlamsızlaşmış cümleleri de pasifçe tekrar edip durmanın bir kıymeti kalmadı. Yapılacak olan genellikle sessiz ama gerektiğinde ses tonunu yükselterek, Alevi örgütlenmesine ağırlık verilmesidir.

Kurumlaşmak ve inancın simgelerinin görünür olması çok önemli. Đnançlar kalplerdedir ama onların simgeleri dışımızdadır. Bu Sünni Müslüman’da cami, Hıristiyan’da kilise, Musevi’de sinagog ve Alevi’de ise cemevi ve dergâhlardır. Cemevleri diğerlerinde olduğu gibi sadece ibadet yeri değil, aynı zamanda kültürel, sosyal ve bilimsel etkinliklerin yapıldığı birer komplekstir. Bunların Alevi bulunan her yerde sayılarının ve etkinliklerinin artırılması hayati önemdedir.

Şimdi 12–15 yaşlarında bir Alevi çocuk düşünün, bu çocuk bakıyor Sünni, Şii camiye gidiyor. Günde 5 vakit minarelerden ezan okunuyor. O ülkenin radyoları, televizyonları Perşembe ve Cuma günleri dinsel programlar yapıyor. Her yerde camiden, namazdan, oruçtan konuşuluyor. Okulda bu çocuğa din dersinde Sünnilik öğretiliyor. Ama bu çocuğun mahallesinde, köyünde cemevi yok. Büyükleri de ona Alevi kimliğini bilinen kısıtlılıklardan dolayı aktaramamışlar. Ne olur bu çocuk büyüyünce? Ya Sünni olur veya nereye gideceğini ve hangi inancın mensubu olduğunu bilmeyen bir şaşkın! Cemevlerinin önemi işte böyle durumlarda öne çıkıyor.

Aleviler bu açıdan cemevleri yaptırmaya ve buraların inancın gerekleri doğrultusunda içinin doldurulması için hummalı bir çalışma içine girmeli. Bir mahallede 30 Alevi aile de olsa oraya cemevi açılmalı. Her Alevinin çıkarları aynı noktada birleşmese de, artık Aleviler fakir, sadece köylü ve kırsal bir toplum değil. Yeter sayıda Alevi zengin de var. Đhtiyaca yetecek kadar cemevinin Alevi toplumunun yaşadığı her yerde inşası için gerekli sermayeyi ortaya koyabilmekte artık bu toplumun gücünü aşmıyor.

ASĐMĐLASYONA HAYIR; KÜTAHYA’YA CEMEV Đ Bakın istenince oluyor. Sivas, Erzincan, Tunceli ve Đstanbul’da görkemli cemevleri

toplanan yardımlarla açıldı. Şimdi sırada en ağır asimilasyon uygulamalarına maruz kalan Kütahya var. Burada cemevinin temeli atıldı. Şimdi Avrupa’da “Asimilasyona hayır! Kütahya Cemevine Bir Tuğla da Sen Koy!” kampanyası başlatıldı. Bunun için bazı Alevi derneklerince geliri Kütahya’daki cemevinin inşasına gidecek türkü ve eğlence akşamları düzenleniyor. Bu etkinliklere katılarak cemevi inşasına gereken destek verilmelidir. Katılamıyorsak da açılan yardım hesaplarını öğrenip para göndermek en kısa ve zahmetsiz olanı! Yeter ki arzu edilsin ve inancın geleceğine sahip çıkma iradesi gösterilsin.

Çünkü Kütahya gibi Batı Anadolu’da bulunan Alevi yerleşim yerleri çok büyük bir asimilasyon tehdidi altında. Alevilerin çoğu doğulu deyip batıdakileri ihmal etmeye gelmez. Bir Sünni ta Endonezya’daki Sünni kardeşini düşünüyorsa, bir Alevi de sırf batıda ve biraz Sünnileşmişler diye Kütahya, Manisa, Balıkesir Alevi'sine kayıtsız kalmamalı. Böylelikle cemevine sahip olan batı Alevi'sine cami dışında bir alternatif yaratılmış olur. Bu insanlar ve çocukları tekrar Aleviliğe kazanılabilir. Zira Alevilerin artık mensuplarını başka inançlara kaptırmaya, tükenerek kelaynak kuşları gibi nesillerinin yeryüzünden silinmesine tahammülleri kalmadı.

Kısaca ihtiyaç duyulan her yere cemevileri açılmalı ki, asimilasyona ve yok sayılmanın önüne engel olarak bir tuğla daha konulabilsin. Yetti gayri dostlar, asimilasyona hayır!

Bad Nauheim, 22 Nisan 2005

Page 82: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

82

SOLĐNGEN’ĐN ÖZÜRÜ, SĐVAS’I N ĐYE YENER? Bazı olayların yıldönümleri acı da olsa, çoğu zaman hafıza tazeleme ve geçmişin yeni

bir muhasebesinin yapılmasına hizmet eder. Örneğin Solingen’de Alman ırkçıların Türklere ait bir evi yakarak, Genç ailesinden beş kişinin yanarak ölmesine yol açmalarının 29 Mayıs’taki yıldönümündeki anma etkinlikleri bana, Solingen’le yaklaşık aynı zaman diliminde yaşanan Sivas Madımak Oteli’nde 37 insanın gözü dönmüş kalabalıklarca yakılmasını hatırlatırken, Solingen-Sivas arasında da bir karşılaştırma yapmama vesile oldu.

Đki olay da nitelik itibarıyla birbirine çok benziyor. Đkisinde de insanlar ya ırkları ya da çoğunluk halk tarafından benimsenmeyen fikir ve inançlarından dolayı cayır cayır yakılmıştır. Burada benzerliklerde sorun yok. Ama sorun hem Solingen hem de Sivas’ın ardından yaşananlar, Türk ve Alman devletleri tarafından gösterilen reaksiyonlar konusunda ortaya çıkıyor. Çünkü Solingen’in ardından Almanya Cumhurbaşkanı, kentin bulunduğu Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti Başbakanı kendi halkı adına mağdur olan Türk aileden ve Almanya’da yaşayan bütün Türklerden özür dileyip, tekrarının yaşanmaması için söz verirken, Sivas’ın üzerinden yaklaşık 12 yıl geçmesine rağmen Türkiye’de hiçbir devlet yetkilisi çıkıp bırakın özür dilemeyi, olaylardan üzüntü duyduğunu belirtme gereği bile duymamıştır. Üstelik Türkiye Cumhuriyeti Sivas’ta ordusuyla, polisiyle, belediyesiyle çok açık zaaflar sergilemiş, olaylara zamanında müdahale etmemişken, olayın bazı önemsiz faillerinin ki asıl elebaşılar bugün bile elini kolunu sallayarak aramızda dolaşmaktadır, yargılanması sürecinde gösterdiği işi yavaştan alan tutumuyla yakılan kişilerin aileleri ve taraflarını çileden çıkarmıştır.

SESSĐZ SEDASIZ ANMA Ama burası Türkiye, özür dilenen yer ise Almanya... Almanya’da Solingen’in

yıldönümündeki etkinliklere devlet yetkililerinin katılımı en üst düzeyde gerçekleşir, yanan ev müze haline getirilir ama bizde Madımak Oteli’nin altına kebapçı açılır. Her yıl 2 Temmuz’daki yıldönümünde Sivas’ta bir araya gelenler, sanırım bizi bir daha yakarlar korkusuyla olsa gerek sessiz sedasız ve de kentin en ücra köşesindeki bir salonda yakılan canları anarlar.

Alman devleti II. Dünya Savaşı sırasında 6 milyon Yahudi’nin toplama kamplarında imha edilmesinden ve Solingen’de Türklerin yakılmasından dolayı özür dilerken, Türk devleti açık kusurları olmasına rağmen Sivas katliamı için mağdurlardan ve onların mensup olduğu Alevilerden, laik ve demokrat kesimlerden özür dilemeyi niye aklının ucundan bile geçirmez?

Bu sorunun cevabını tarihte aramak gerekiyor. Çünkü batı toplumlarında geçmişteki yanlışlardan dolayı özür dileme geleneğinin olduğu gibi bizdeki kayıtsız kalma, özür dilememe üzerine kurulu mirasın da dinsel, tarihi ve kültürel nedenleri var.

HAÇLI SEFERLER Đ’NDEN SOL ĐNGEN’E En başta özür dileyen tek batılı devlet Almanya değildir. Kısa süre önce ölen Papa II.

Jean Paul da 800 yıl önce Müslümanlara karşı Papalık önderliğinde sürdürülen Haçlı Seferleri’nden dolayı Đslam dünyasından özür dilemiş, aynı tutumu Kızıldereli katliamlarından dolayı da kısmen Amerika göstermiştir.

Batılı bir devletin kendisinden mağdur olan bir topluluktan özür beyan etmesini, doğulu bir devletin de farklı bir tutum içine girmesini ancak devlet geleneklerinin oluşumunu inceleyerek izah edebiliriz. Aslında devlet tabiatında dünyanın neresine giderseniz gidin aynıdır. Ama devletin işleyişinde, iş gelir o devlet aygıtını elinde bulunduranların zihniyetinde, içinde yetiştikleri kültür, medeniyet ve coğrafyada düğümlenir.

Malum batı toplumlarında birey ön plandadır. Orada her koyun kendi bacağından asılır. Suç ve sevap kişiye aittir. Bireyin işlediği suçtan dolayı onun mensubu olduğu aile, topluluk cezalandırılmaz, suçlanmaz ve yıllar boyu zan altında bırakılmaz. Dinsel olarak ise günah çıkarma geleneği vardır. Suçunu dini bir yetkiliye itiraf edersin, cezası neyse öbür dünyaya bırakmadan bu dünyada peşinen ödersin. Vicdanen arındığın gibi bir kefaret ödediğin için de aynı türden bir suçun tekrarından mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışırsın.

MAHALLEN ĐN NAMUSU

Page 83: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

83

Ama doğuda, özellikle de Đslam dünyasında her şey kolektif ve toplum merkezlidir. Suça karşı ceza bireye değil, onun ait olduğu aile ve topluluğa tümden uygulanır. Bir bireyin suç işlemesi durumunda, ne bileyim “mahallenin, ailenin namusu elden gider”; bir aileden birisi öldürülürse, bu aile, failinkiyle “kan davalısı” olur. Yanlış yaptığına hükmedilen genç kızlar ailenin namusunu kurtarmak için “töre cinayetlerine” kurban edilir vesaire...

Doğuda devleti yönetenlere de doğal olarak insanüstü ve tanrısal nitelikler atfedilir. Đşte padişah, sultan ve onun kulları vardır. Yani bizde birbirlerine karşı hak ve sorumlulukları olan yönetenler ve yönetilenler değil; yönetilenlere karşı yaptıklarından sorgu-sual edilemeyen, dokunulmazlık, sorgulanamazlık tahtına oturtulmuş yönetenler ve hiçbir icraatı sorgulamamaya koşullandırılmış sürü olarak görülen yönetilen kalabalıklar vardır. Osmanlı Devleti bunun en güzel örneğidir. Osmanlı’da padişah dâhil kimsenin can ve mal güvenliği yoktur. Hele bugünün başbakanı diyebileceğimiz vezir ve sadrazamların hiç yoktur. Her an kelle koltukta gezerler, servetlerinde anormal artışlar olduğunda derhal tüm varlıklarına el konulurdu. Mallarını miras bile bırakamazlardı.

Klasik Osmanlı döneminde (1450’den 1800’lere kadar) halk-devlet ilişkileri de bu minvalde seyretmiştir. Bilindiği gibi Osmanlı’da devletin tabiriyle tebaa (halk) ikiye ayrılmıştır. Müslüman olan ve egemen halk anlamına gelen Millet-i Hâkime, bir de Müslüman olmayan ve Millet-i Mahkûme denilen, günümüzde kullanılan azınlık kavramı altında toplayabileceğimiz birinci grupla eşit olmayan Hıristiyan ve Yahudi halk kesimi vardır.

Adı geçen klasik dönemde Osmanlı’nın Gayri Müslim topluluklarla ilişkileri genelde pürüzsüzdür. Aslında gerileme ve çöküş dönemine girilmeden önce devletin Müslüman-Sünni tebaa ile de büyük sorunları yoktur.

Osmanlı’nın sorunu daha çok Müslim ve Gayri Müslim halk tabakası dışında kalan, ne Müslüman ne de Hıristiyan sınıfına sokulamayan Sünni-Đslam’a aykırı (heteredoks, ehl-i sünnet dışı) inançlara taraftar olan Alevi kitleyledir. Aleviler mevcut nizama karşı yapılarıyla Osmanlı için hep sorun ve tehdit kaynağıdır. Bir kere inançları zaten Sünniliğe aykırı hatta Đslam dışı ve sapkın olarak görülür. Đkincisi bunlar genelde göçebe veya yarı-göçebedir. Osmanlı bu yapıları nedeniyle vergi almakta güçlük çektiği Alevilere öfkeli olduğu gibi, daha kolay vergi toplamak için belli yerlerde ikamete, iskâna zorlamakta ama başaramamaktadır. Bu nedenle de aralarında çatışmalar yaşanır, konar-göçer bu kitleler sık sık ayaklanır. On yıllar boyu süren Celali Đsyanları bu türdendir.

Osmanlı bu isyanları çoğu zaman kanlı bir şekilde bastırır. Kılıç artıklarını ya başka yerlere sürerek zorunlu iskân ve ikamete tabi tutar veya Sünni Đslam’ı kabul etmeye zorlar.

‘DĐN YENĐ BAŞTAN TANIMLANMI ŞTIR’ Cumhuriyet de bu halkını hiçe sayan, ona tepeden bakan; hele hele mevcut düzene

aykırı inanç ve yaşam tarzlarını sürdüren halk kitlelerini acımasızca ezme üzerine kurulu devlet geleneğini pek değiştirmeden devralmıştır. Bu dönemde de kısmen Sünni, ama özellikle de Alevi halkın inançları genelde dikkate alınmamış, sadece devletin çizdiği sınırlar içinde kalınırsa bunların icrasına izin verilmiştir. Bu durum o derece ileri gitmiştir ki, toplum mühendisliği yapılarak halkın dini yeni baştan tanımlanmış, milliyeti olan Türklük tepeden tırnağa yeniden formüle edilmiş ve bu tanımlara göre bir toplum yapısı oluşturulmaya çalışılmıştır.

Ayrıca en küçük bir tabandan tavana sivil bir girişime izin verilmemiş, halkın inisiyatif alması engellenmiş ve bu halka ne gerekiyorsa onun devlet tarafından düşünüleceği ve yerine getirileceği iddia edilmiştir. Örneğin bir Cumhuriyet valisi çıkıp, “Bu ülkeye komünizm gerekli ise onu da biz getiririz” diye konuşabilmiştir. Ne tuhaf devletin bu ülkeye bir şeyleri kendi getirme hastalığı şeriat konusunda başarılı olmuş; ilahiyat fakülteleri, imam-hatip okulları ve devlet Kuran kurslarıyla Türkiye nihayet şeriat devleti olmaya çok yaklaşmıştır.

Kısaca gerek Osmanlı gerekse de Cumhuriyet dönemindeki devlet geleneği, devletin etiyle kemiğiyle, iyi veya kötü dayandığı halkın devleti olduğunu kabul etmemiş; devamlı kendini yüksek, ulaşılmaz ve kutsal bir kisvede göstererek, egemenliğini sorgulatmaksızın sürdürme yoluna gitmiştir.

Page 84: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

84

‘ULÛL EMRE ĐTAAT’ Diğer yandan bu iki devletin egemenliği altında yaşayan çoğunluk Müslüman-Sünni

halkta bu geleneğe pek ses çıkarmamıştır. Nasıl çıkarsın ki? Zaten bu halkın yaslandığı Sünni-Eşari geleneğe hâkim “ulûl emre itaat” yani yönetenlere, iktidarı iyi veya kötü kullanışlarına bakmaksızın uyma, itaat etme anlayışı itirazi bir duruşu baştan engellemiştir. Çünkü Sünni-Eşari itikatta isyan etme, karşı çıkma, anarşi ve toplumsal iç karışıklıklar olacağına kötü bir yönetici ve yönetim daha çok tercih edilir. Halk içinde fitne çıkması en korkulan şeydir ve çıbanbaşları hemen ezilir.

Böyle bir anlayışın egemen olduğu sistemde de, Aleviler benzeri heteredoks halk topluluklarının devletçe ezilmesine, onlardan gelebilecek tehlikelere karşı acımasızca teyakkuza geçilmesine halkça karşı çıkılmadığı gibi, devlet bunu dini gerekçelerle sunduğunda da, halk yapılan zulüm ve katliamları hem alkışlar hem de devlete bu türden hareketlerin ezilmesinde elinden gelen her desteği vermekten geri kalmaz.

BĐZDE DEVLET ÖZÜR DĐLEMEZ Nihayetinde bu devlet geleneği ve toplum yapısından, bırakın daha dün

diyebileceğimiz bir tarihte yaşanan Maraş, Çorum, Malatya, Sivas, Gazi Mahallesi olayları için; uzak geçmişteki Yavuz’un, Kuyucu Murat Paşa’ların ve II. Mahmut’ların sürdürdüğü acımasız katliamlar, pogromlar için bile özür beyan eden birisi çıkmaz.

Ayrıca “Biz yapmadık ama tarihte yaşanan bu hoş olmayan olaylara sebebiyet veren atalarımız, devlet büyüklerimiz adına mağdur olanların torunları karşında özür dileriz. Geçmişte yaşananların tekrarlanmaması için bütün gücümüzle çalışacağız” türünden sözleri duymayı ummak ise eskilerin deyimiyle düpedüz abesle iştigaldir.

O nedenle Türkiye devleti ve egemen sınıflarının sadece Alevilere yapılanlar karşısında değil, bu devlet geleneği ve etkisi altındaki çoğunluk toplumun bir bölümünden tarihte mağdur olan diğer dinsel ve etnik unsurlardan özür dilemesi, yapılan zulüm ve haksızlıkları kabul etmesi gibi ham hayallere kapılınmamalı.

Çünkü bu topraklarda Almanya’nın sergilediği türden bir tutumu görebilmek için belki bir yüzyıl daha sabretmek gerekiyor. Zira “burnundan kıl aldırmayan” bu devlet geleneği hemen herkesin genlerine işlemiş durumda. Bu yüzden herkes ayağını denk alsın ve Solingen’de dilenen özrün aynısını Sivas için Türkiye’den beklemesin.

Malum T.C. Berlin Büyükelçisi Solingen’de yapılan anma toplantılarına her yıl en ön sırada katılır, hatta çoğu zaman Türkiye’den bir bakan da törende hazır bulunur. Bunlar Alman devlet yetkililerinin özür dilemesini “ne asil davranış” diyerek alkışlarlar ama kendi ülkesinde suçsuz yere yakılanların ailelerinden, mensubu oldukları toplumdan özür dilemek ve mağdurların acılarını biraz olsun hafifletmeye çalışmak akıllarının ucundan bile geçmez. Çünkü içine doğdukları gelenek böylesi asil jestleri göstermelerine engel ve gözlerinin önüne çok kalın bir perde çekmiştir.

YENĐ SĐVASLARA HAZIR OLUNMALI Evet, biraz insafsız bir tespit olacak ama Türkiye devleti ve çoğunluk toplum, içinde

zaman ve zemin müsait olduğunda daha nice Maraşlar, Çorumlar, Sivaslar yaratacak büyük ve korkunç bir potansiyel taşıyor! Abartıyorsun diyenlere kısa bir süre önce Mersin, Trabzon ve Sakarya’da yaşanan provokasyonları ve linç girişimlerini önemle hatırlatırım.

Öyleyse ne mi yapılmalı? Cevap gayet açık ve net; yeni Sivasların yaşanmaması için, bu yeni katliamların muhtemel kurbanı olabilirim diyenler safları sıklaştırmalı, örgütlü gücünü sürekli büyütmeye ve güçlendirmeye çalışmalıdır! Tersini yapan yeni kurbanlar listesine gönüllü yazılıyor demektir!

Bad Nauheim, 4 Haziran 2005

Page 85: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

85

ALEV Đ HAREKET Đ BOĞULMAK ĐSTENĐYOR Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş yolundaki seyri birçok açıdan öğretici oluyor.

Özellikle son üç yıldır Türkiye-AB arasında yaşanan hızlı trafik hem Türkiye hem de Avrupa’daki Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan güçleri daha da hareketlendirdi. Bu bloğun Türkiye ayağını oluşturan AB karşıtı kesimler, geçen yıl 6 Ekim’de yayınlanan Uyum Raporu’nda yer alan ve daha sonra çıkarılan Alevilere azınlık statüsü tanınması yolundaki ifadelerle birlikte adeta küplere binmişler, arkasından da Türkiye ve Avrupa’da kurulu Alevi örgütlenmelerini eleştiri bombardımanına tutmuşlardı. Oysa raporun ilk halindeki “azınlık” talebi bizzat Alevi örgütlerinin yaptığı temaslar sonucunda nihai metinden çıkarılmıştı.

Ancak bu değişiklik öfkeden yerinde duramayan bu kesimleri tatmin etmedi. Ettiyse bile amaçları “üzüm yemek değil bağcı dövmek” olduğundan, sağcı, solcu, devletçi ve milliyetçilerden oluşan bu karma blok, Alevilere ve onların örgütlenmelerine yönelik öfkesini kusmayı ve her fırsatta temelsiz iddialarla yıpratma seferberliğini sürdürdü. Alevi karşıtı bu kampanya son zamanlarda bırakın durmayı, Avrupa Birliği ülkelerinde yapılan Anayasa Referandumu’nun Fransa ve Hollanda’da başarısızlıkla sonuçlanması sonrası oluşan kriz ortamı, Türkiye’nin üyeliğine ilişkin belirsizliklerin çoğalması ve AB’nin geleceğine ilişkinin kuşkuların yoğunlaşmasıyla daha büyük bir ivme kazanmış görünüyor.

AB tarafındaki bu puslu ortam bizim taraftaki “kurtları” hemen harekete geçirdi. Tabii ki hızı artırılan bu teyakkuz ve taarruz hali sadece Alevilere karşı değil. AB sürecinde yapılan kanun değişiklikleri ve Kopenhag Kriterleri’ne uyum yasalarından olumlu anlamda etkilenecek olan başta Kürtler olmak üzere, Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerden yana olan tüm kesimleri kapsıyor. Ancak büyük bir nüfus ve örgütlü bir yapıya sahip olan Kürtler ve Aleviler asıl boy hedefi haline getirilmiş durumda.

Burada işin Alevilerle ilgili cephesine baktığımızda, her şeyden önce Türkiye’deki devletçi, milliyetçi ve statükocu güçler, AB sürecinin devam etmesi ve üyelik müzakerelerinin başlaması durumunda, Alevilerin mevcut durumunun mutlaka düzeltilmesi şartıyla baş başa kalacaklarından var güçleriyle çalışıyorlar. Çünkü sürecin devamı demek Alevi kimliğinin resmen tanınması anlamına geldiğinden ve bu kesimler ülkedeki çarpık yapının devamından yana olduklarından AB’ye yönelik yaylım ateşini çok yönlü sürdürüyorlar. Biz bu ateşin kolay ulaşılabilir olması nedeniyle medyadaki yansımalarını izleyebiliyoruz. Kapalı kapılar ardında ve derin devletin çeperlerinde neler olduğundan pek haberimiz olmasa da, medyadaki bombardımana bunların mühimmat ve lojistik desteği verdiklerinden de eminiz.

Takip edebildiğimiz kadarıyla AB ülkelerindeki olumsuz gidişatı fırsat bilerek sazı eline ilk alan 35 yıldır kendini Alevileri Sünnileştirmeye adamış bir isim olan Diyanet Đşleri Başkanlığı Başmüfettişi Dr. Abdulkadir Sezgin oldu. Flash TV’de yayınlanan Alternatif programına katılan Dr. Sezgin, aynı programda Alevi tarafını temsilen bulunan Avukat Ali Yıldırım’a sürekli sataştığı yetmezmiş gibi, bir de Alevilerin AB’ye çok güvendiğini, buradan aldıkları cesaretle kendisinin şiddetle karşı çıktığı cemevlerinin resmen ibadethane olarak kabul edilmesi benzeri talepleri gündeme getirdiklerini ve de dolayısıyla bölücülük yaptıklarını ileri sürdü.

Ama Dr. Sezgin asıl baklayı AB’nin yaşadığı krize ilişkin görüşlerini dile getirirken ağzından çıkarmış, tehditkâr bir tavırla, “Sizin güvendiğiniz Avrupa Türkiye’yi içine almayacak. Zaten kendi içlerinde karıştılar. Belki de dağılacaklar. Bunlara bu kadar güvenmeyin!” derken, aslında devletin bir temsilcisi olarak bir anlamda, “Biz yasa değişiklerini filan öylesine yapmıştık. Gerekirse eskiye döner, Alevilere, Kürtlere ve bu süreçten yararlanan diğerlerine daha önce neler yapıyorsak, ortada karışacak görüşecek bir AB de kalmayacağından bildiğimizi yapmaya devam ederiz” diye açıkça ilan etti.

Bu cephenin temsilcileri boş durmuyor. Alevi örgütlenmesinin giderek güçlenmesi birilerini çok rahatsız ediyor ki, daha önce Alevilikle ilgili bir yazısına rastlamadığımız kalemler bile, sanırım bir yerlerden işaret alsalar gerek, konuya balıklama atlıyorlar.

Bunlardan biri de Karamehmetler’e ait Halka ve Olaylara Tercüman Gazetesi Köşe Yazarı Osman Özsoy. 5 Temmuz tarihli “Alevi Diasporası” başlıklı yazısında, Avrupa’daki

Page 86: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

86

yoğun Alevi örgütlenmesini, sürekli Türkiye’nin zararına çalıştığını öne sürdüğü Ermeni Diasporası ile karşılaştıran Özsoy, Avrupa’yı kastederek, “Alevi vatandaşlarımızın istismarına dayalı bir Alevi Diasporası da oluşmak üzeredir. Kimi gruplar, sivil toplum yapılanması veya başka oluşumlar adı altında Alevi vatandaşlarımızı istismar etme eğilimine girmişlerdir. Son zamanlarda konuya ilişkin çok sayıda oluşumla karşılaşınca ister istemez ‘ne oluyor’ sorusu geliyor insanın aklına” diyerek Avrupa’da Alevi örgütlenmesi sanki dün başlamış gibi olayları çarpıtıcı bir üslup kullanıyor.

Avrupa ve Türkiye’deki Alevi örgütlerinin oluşumunu son 2–3 yıldır yoğunlaşan AB süreciyle ilişkilendirmeye çalışan Özsoy’un da, sistem içindeki ağababaları gibi Alevilerin dış bağlantılı olduğunu öne sürerek, dolayısıyla yeni bir düşman yaratma, bölücü bir odak keşfetme algılaması içinde olduğu anlaşılıyor. Çünkü yazısının devamında Avrupa Alevi örgütlenmesini tamamen Türkiye karşıtı gibi gösteren Özsoy, Alevilere güya “bozun şu oyunu” diye çağrıda bulunarak, “Alevi vatandaşlarımızın istismarına ve bir Alevi diasporasının oluşumuna engel olmanın yolu da, yine Alevi vatandaşlarımızın uyanıklığından geçiyor” diye yazısını noktalıyor.

Ne var ki yazıdaki çağrı açıkça sırıtıyor. Çünkü Aleviler arasında kendi örgütlerine karşı bir kuşku oluşturularak, örgütlerin kitle desteği azaltılmaya ve de Türkiye Alevileri ile Avrupa’daki Alevi örgütlerinin ilişkileri kesilmek isteniyor. Amaç tabii ki belli: “Böl ve yönet!”

Bu taktik Sivas Madımak Otelinde yakılarak öldürülen 37 kişinin her yıl 2 Temmuz’da yapılan anma törenleri sırasında da karşımıza çıkıyor. Bu yıl da Sivas Şehitlerini anma etkinliklerinin yapıldığı Temmuz ayının ilk haftasında medyada sistemle bütünleşmiş bazı Alevi şahsiyetler konuşturularak, bu olayın sürekli anılarak tazelenmesinin gereksiz olduğu yorumları yanında bir de, Alevi örgütlerinin Sivas’ı istismar ettiği, bu bahaneyle rant sağlandığı ve örgüt yöneticilerinin zengin edildiği gibi mesnetsiz iddialara yer verildi.

Burada da amaç gayet netti: Alevi kitle arasında, kendi örgütlenmeleri hakkında şüphe oluştur ki, güven bozulsun ve kitle hem örgütlerden hem de Sivas’ı anma gibisinden egemenleri rahatsız eden etkinliklere katılmaktan vazgeçsin. Öyle ya, işin perde arkasını bilmeyen sıradan Alevi halk “zaten bu gibi anmalar istismar ediliyor. Birileri zengin oluyor. Katılmayayım daha iyi” diyecek. Zamanla da bu soğuma örgütlerden büyük ihtimalle kopuşla sonuçlanacak. Ne güzel, bir taşla iki kuş vurulmuş olacak, değil mi?

Ama kazın ayağı öyle değil. Artık gerek Türkiye gerekse de Avrupa’daki Alevi kitle saf değil. Herkes biliyor o örgütlerin nasıl büyük emeklerle ve fedakârlıklarla meydana getirildiğini. Biliyor herkes sadece Almanya’daki mülkiyeti kendilerine ait 57 cemevinin AB’nin yardımıyla kurulmadığını. Çünkü hemen hemen her üye oraları vücuda getirmek için işten geldikçe yorgun yorgun günlerce çalıştığını, hafta sonlarını feda ettiğini. O nedenle kimse külyutmaz.

Aleviler içinde bu tür rant iddialarını ortaya atanlar da bilin ki, hiçbir derneğe üye olmayan, hiçbir cemevinde bir tuğlası, bir dakikalık emeği olmayan ama piyasada Alevi önderi olarak geçinen yol düşkünleridir. Bunlara yüz vermemeli ve moraller bozulmamalıdır. Zira Alevi uyanışını bastırmak isteyenlerin asıl hedefi, zaten Alevi kitle arasında moral bozukluğu ve kafa karışıklığı yaratmaktır. Bunlara inanılır ve yaratılan kurumlardan el etek çekilirse asıl çöküş o zaman başlar. O nedenle dik durarak, medyanın ve daha başka odakların yalan haber ve çarpıtılmış yorumlarına kulak asmadan yola devam etmek gerekiyor.

“Artık böyle gelmiş böyle gider” dönemi bitti ve Alevi’nin tarihinde ilk kez “makûs talihini yenebileceği” umutlarının yeşerdiği yeni ve farklı bir evreye girildi. Bandı geri sarma dönemi sona erdi. Dönem ileriye, hedefe ve ufka bakma, bu yolda kararlı adımlarla yürümeyi dayatıyor.

Ne demişler; “Đt ulur kervan yürür.” Çakallara aldırmadan yola devam edebilene ne mutlu!

Bad Nauheim, 8 Temmuz 2005

Page 87: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

87

KABARAN M ĐLL ĐYETÇĐLĐK DALGASI ALEV ĐLERĐ DE VURUYOR! Malum Türkiye’de 17 Aralık Kopenhag Zirvesi’nin ardından Milliyetçilik dalgası kabarmaya/kabartılmaya başladı. Bizim ahaliye özellikle Mersin’de sözüm ona bayrak yakma girişiminin ardından bir şeyler oldu. Ağzını açan herkes “ulusal onurdan”, “milli hislerden", “bayraktan” dem vuruyor.

Bazılarımız, barut fıçısı gibi olur olmaz şeylerden tahrik olup, eline geçirdiğini linç etmeye kalkıyor. Hiçbir karşıt düşünceye tahammül kalmazken, milli hislerini rencide edilmiş sanısına kapılan üç-beş kişi hemen bir hedef belirleyip, işin hakikatini araştırıp soruşturmadan, yanına başkalarını da alıp bu hedefe gözü kapalı hücuma geçiyor.

Maşallah hükümet, yargı bürokrasisi ve güvenlik güçleri de coşan bu hassas vatandaşlara elinden gelen kolaylığı ve toleransı gösteriyor. Eğer ortada bir suç ve suçlu varsa, bunu soruşturacak bir devlet ve onun çeşitli organları varken; kendilerini polisin, askerin yerine koyarak yargısız infaza girişen bu gözü dönmüş kalabalıktan bazıları yakalanıp cezalandırılmıyor da, bildiri okumaya kalkan ve Đzmir Seferihisar’da olduğu gibi bir söylenti sonucu linçten kurtulanlar soruşturmaya uğruyor veya tutuklanıyor.

Tamam, Türkiye’de Türk-Müslüman ve Sünni kimliğe sahip olanların bir bölümünün iki ucu keskin bıçak misali anında ırkçılığa kayabilecek olan milliyetçilik virüsüne yenik düşmelerini kısmen anlayabiliyoruz. Ama inancının temeli “72 millete bir gözle bakmak” üzerine inşa edilmiş, tarihinde insanlar arasında en ufak bir ayrım yapmamış bir inancın mensupları olan bir kısım Alevi'ye ne oluyor? Neden sıradan Alevi vatandaşların bir bölümü ve onların kurdukları bazı Alevi örgütlenmeleri MHP, hatta ondan da ileri ultra-faşist bir ağızla konuşur olmaya; bir MHP’liden daha da milliyetçi bir söylem kullanmaya başladı?

Böylesine vahim bir gelişimi hem internet ortamındaki Alevi sitelerinde hem de orada burada karşılaşıp konuştuğumuz Alevilerde açıkça gözlemlemek mümkün. Bunlar Türkiye’nin Avrupa Birliği’nce bölünmek isteğinden tutun da, Kıbrıs’ın satıldığına, AB ve ABD tarafından Abdullah Öcalan’ın serbest bıraktırılmak istendiğine dair hassas konularda milliyetçi komplo teorileri üretiyorlar ya da medya ve kamuoyunda dillendirilen paranoyakça safsataları seslendirmekte en küçük bir tereddüt göstermiyorlar.

Bu eğilim özellikle Batı Anadolu’daki Türkmen kökenli Alevilerde daha belirgin görünüyor. Anılan kesimlerde Türk olma bilinci, Alevi olmanın önüne çoktan geçmiş durumda. Türkiye’nin batısındaki Alevilerde dinsel yönden Sünnileşme yaşanırken, siyasal açıdan da milliyetçileşme, devlet ve iktidara/güce tapma eğilimi de ivme kazanmakta. Benim kişisel kanaatim zaten Batı Anadolu Alevilerinin, “Alevice bir duruş”tan çoktandır uzaklaştığı yönündeydi. Son zamanlarda milliyetçilik konusunda gösterdikleri hassasiyet, bu inancımı daha da kuvvetlendirdi.

Açıkça söylemek gerekirse, Türk kökenli Alevilerin önemli bir bölümü, genelleme yapmak doğru olmasa da, Alevi mevzilerini teker teker terk ediyorlar. Bunda genel topluma uyum sağlamak isteği belki önemli rol oynuyor ama Sünni’den çok Sünni olan, herkesten önce camiye koşturan Aleviler bugüne kadar benzeşmelerinin ödülü olarak ne aldı? Türklüğün, Türk-Müslüman-Sünni olarak tanımlana geldiği bu ülkede Alevilerin Türklüğünü öne çıkaran Aleviler baş tacı mı edildi?

Bu soruların cevabı maalesef koca bir hayır. Dışlama ve önyargılar yerli yerinde durduğu gibi, Aleviler sadece irtica yükseldikçe/yükseltildikçe hatırlanırken, şeriatçılığa ve şeriatçılara karşı kullanıldıkları gibi milliyetçilik konusunda da, Kürtlere karşı stepne bir güç olarak kullanılıp daha sonra da kâğıt mendil gibi çöp kutusuna atılmak isteniyorlar o kadar!

Ama hem çoğunluk Türk kökenli Alevi kitle hem de Đstanbul merkezli bazı Alevi dernek, vakıf ve dergâhları bunun farkında olmanın çok uzağında. Onlar ordusuyla, iktidarıyla ve bürokrasisiyle egemenlerin değirmenine su taşımakla meşguller. Devam etsinler ama bu ülkenin tarihinin ona buna karşı kullanılanların, zamanı geldiğinde nasıl tasfiye edildiğinin anlatıldığı sayısız sayfaya sahip olduğunu da bir yerlere yazsınlar!

Çünkü egemenlerle bir başka halka karşı anlaşıp katliamlara girişmek, tarihimizde hiçbir halka hayır getirmemiştir. Mesela Kürtleri ele alalım. Geçen yüzyılın başında Osmanlı

Page 88: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

88

merkezi yönetimi ile Kürt aşiret liderleri anlaştı. Doğuda Ermenilere karşı Hamidiye Alayları kuruldu. Adına ne derseniz deyin sonunda Anadolu topraklarından Kürtlerin de yardımıyla Ermenilerin kökü kazındı.

Sonra ne oldu? Ermeni tehlikesi bertaraf edilince, sıra Kürtlere geldi. O zaman da Kürtler iç düşman ilan edilerek ötekileştirildi. Ardından doğuda sayısız isyan çıkardılar. Biliyorsunuz PKK sonuncusu. Türk egemenleri bu sefer de Kürtlere karşı ittifaklar aramaya başladı. Buldu da. Türkler yanında Kürtler içinde de korucular benzeri müttefikler edindi. Cepheyi daha da genişletip Alevileri de yanlarına çekmek için Alevilerin Türklüğü, Hacı Bektaş’ın Anadolu’yu Türkleştirip, Đslamlaştırdığı ve Alevi ozanların Türkçe kullanarak dil ve milliyetçilik bilincini günümüze taşıdıkları gibisinden söylemler tarih yazımında öne çıkarıldı.

Đşte bu propaganda sonucunda bugün önemli sayıda Alevi, milliyetçi duygulara kendini teslim etmiş ve bir etnik çatışma ortamı doğduğunda kendi Kürt komşusuna hatta Kürt Alevi'si bir musahibine saldırmaya hazır halde bekliyor.

Oysa bunlar bir şeyin farkında değil; Türkiye’de tek devleti, bayrağı, ülkeyi anladık ama tek millet hatta tek din ve mezhep (Sünnilik-Hanefilik) anlayışı değişmedikçe, mevcut iç düşman ortadan kaldırıldıktan sonra yerine yeni bir düşman hemen icat edilecektir. Çünkü bir zamanlar Ermeniler, Rumlar gibi gayri müslim azınlıklar tasfiye edildikten sonra sıra Müslüman olup, Türk olmayan vatandaşlarla hesaplaşmaya gelmiş ve sonuçta Rum’un, Ermeni’nin yerine Kürtler yeni düşman olarak ikame edilmişlerdir.

Ancak Kürtlerin tamamen tasfiyesi, gerek Türklerle aynı dinin mensubu olmaları, gerekse de Türklerle bin yıldır içselleştirdikleri birlikte yaşama tecrübesi yanında yoğun Türk-Kürt evlilikleri ve de bölgede soğuk savaş sırasındaki güç ve stratejik dengeler neticesi gecikmiştir. Nüfuslarının çok olması ve belli bir bölgede yaşamaları nedeniyle böyle planlandığı halde asimile edilmeleri de mümkün olmamıştır.

Şimdi ise bu gecikmişliği yaratan nedenler kısmen veya tamamen ortadan kalkmış veya kalkmak üzeredir. O nedenle Türkiye’de sürekli yeni iç düşman yaratarak iktidarını koruyan egemen güçler, şartların değiştiği ve bölgemizde yeni yapılanma ve dengelerin oluştuğu bu dönemde, ellerindeki son kartları kullanarak, bir etnik çatışma ortamı yaratıp, yaklaşık 80 yıl önce adını koydukları iç düşmanı ortadan kaldırmak istiyorlar. Son yaşanan linç girişimleri ve milliyetçi kabarma, bu yolda atılmış bir adım gibi gözüküyor.

Ta baştan beri bunların iktidarı zaten sürekli iç düşman yaratarak, çoğunluk kitleyi, bu düşmanı göstererek meşgul etme, onların uyanmasına engel olarak, demokratik, ekonomik ve sosyal haklarını istemesini engelleme üzerine kuruludur. Bu güç ve iktidar bloğu aslında Türk-Müslüman-Sünni çoğunluktan olmalarına rağmen, içinden çıktıkları bu tabakaya da yabancıdır. O nedenle yaptıkları icraat, ülke yönetiminde gösterdikleri performans hiçbir zaman bu kitlenin de yararına olmamıştır. Nitekim Türkiye’nin bugün geldiği yer, 80 yıldır gösterdiği gelişme ve kalkınmışlık düzeyi bu anlayışın kimlere hizmet ettiğinin en açık kanıtıdır.

Tek devlet, millet, bayrak, din ve mezhep üzerine inşa edilmiş faşizan bir yapıya yaslanan egemen güçler, iktidarlarını devam ettirmeye yaradığı takdirde aslında ülkenin bölünmesine de razıdır, dayandığı çoğunluğun çıkacak bir iç savaşta yüz binlerce evladını kaybetmesine de! O yüzden uyanık olunmalı.

Neticede bu ülkede başta Aleviler olmak üzere milliyetçiliğin tetikleyeceği bir etnik çatışma kimsenin yararına değildir. O nedenle Türkiye’de yaşayan Alevi-Sünni; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut ve Arap herkesin milliyetçilikten, özellikle etnik olanından, özenle kaçınması gerekir. Çözüm anılan bütün kesimlerin içlerindeki ilerici ve demokratik güçleri harekete geçirip, subaşlarını ele geçirmiş egemen güçleri, halkının tarihiyle, kültürüyle, inancıyla; bizzat halkın kendisiyle ve içinde taşıdığı etnik ve inanç farklılıklarıyla barışmaya zorlamaktır. Yani şu an ellerinde tutukları devlet hakikaten vatandaşları arasında “sözde ve özde” ayrımı yapmayan bir konuma getirilmelidir. Açıkçası ülkemizde Türk-Müslüman-Sünni olmak imtiyazlı olmaktan çıkarılmalıdır.

Page 89: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

89

Bunlar yapılmadığı takdirde Türkiye’deki mevcut iktidar ve devlet zihniyeti, bugün Kürtleri, onlar devreden çıkarılabilirse de, yarın Alevileri yeni iç düşman ve öteki ilan etmekte en ufak bir tereddüt göstermeyecektir. Alevilerden sonra da tabii ki sıra Sünnilere gelecek. Onların içinden de bir bölümü yeni bir kulp takılıp, günah keçisi ve iç düşman ilan edilerek bu durum ebediyen böyle sürüp gidecektir. Ta ki halk uyanıp bu dümenin farkına varana kadar…

Bad Nauheim, 23 Eylül 2005

Page 90: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

90

AB MÜZAKERE SÜREC ĐNDE ALEV ĐLER NE YAPMALI? Ne zaman tam üye olunacağı bilinmese de Türkiye, 3 Ekim tarihinden itibaren AB ile müzakerelere resmen başladı. Müzakere süreci konuyla ilgilenen hemen herkesin tahmin ve teslim ettiği gibi çok zorlu geçecek.

Türkiye’nin hemen her meselesi 35 ana başlıkta ele alınacağı gibi, hayatın her alanı AB standartlarına uyumlu hale getirilirken, süreç 7’den 70’e herkesi bir şekilde etkileyecek. Bu etkiler öylesine derin olacak ki, aynı kişi ve gruplar bazı alanlardaki reformlardan dolayı sevinip, bazılarında da hayal kırıklığına uğrarken, zaman zaman da AB üyeliğine ilişkin ikircikli hatta karşıt pozisyonlarda bulacaklar kendilerini. Kısaca AB müzakere süreci 70 milyonluk Türkiye’de herkesin hayatını çok yönlü olarak etkileyecek. Tam üyeliğe kadar geçecek sürede tansiyon bir inip bir çıkacak. Tabii ki bu sürecin ülkemizdeki bazı toplum kesimleri üzerindeki etkisi, ana gövdeye (Türk-Müslüman-Sünni) göre daima ikiyle çarpılacak. Bunların başında AB’nin yıllık ilerleme raporlarında sürekli yer verilen Aleviler ve Kürtler geliyor. Malum 2004 Ekim’inde yayınlanan Đlerleme Raporu’nun medyaya sızan ilk taslağında Aleviler ve Kürtler azınlık tanımlanmış ve bu durum kamuoyunda geniş tartışmalara yol açmıştı. Ancak Alevi örgütlerinin girişimiyle rapordan Alevilerin azınlık olduğu ve bu doğrultuda haklarla donatılmaları gerektiği ifadesi çıkartılmasına rağmen, körün değneğini bellediği gibi taslak metindeki “Aleviler azınlıktır” ifadesine kafayı takmış kesimler hâlâ bu noktada duruyorlar. Onlar bu tavırlarını sürdüre dursunlar, gerçek şu ki; AB çevreleri kendi beyanlarına dayanarak Alevileri azınlık olarak artık tanımlamasalar da, Türkiye’de bazı şeylerin Aleviler açısından sorunlu olmaya devam ettiğini görüyorlar. Görmekle kalmayıp, Alevilerin durumlarının iyileştirilmesi gerektiğini resmi metinlerine sürekli kaydediyorlar. Bu tutumun müzakere sürecinde de devam etmesi bekleniyor.

Ne var ki, AB’nin önünde Türkiye ile ilgili tek gündem ve müzakere maddesi Aleviler, Kürtler ve de gayri müslim azınlıkların sorunları değil. Andığımız gibi 35 ana başlık ve bunların alt başlıkları var. Bu ne anlama geliyor? Kanaatimce bazı başlıklar müzakere edilirken, ele alınan başlığın Türkiye’de muhatabı olan kesimlerin de bu süreçte aktif bir konumda bulunması gerekiyor. Yoksa sürece ilgisiz kalındığında, Türkiye ve AB taraflardan bağımsız bir uzlaşmaya varmakta bir sakınca görmeyecektir. Aynen “Ağlamayan çocuğa emzik vermezler” atasözünde olduğu gibi…

Örneğin Aleviler ve sorunları görüşme masasına geldiğinde, AB tarafı bunların halledilmesini isteyecek. Burada Başmüzakereci Devlet Bakanı Ali Babacan ve ekibi, doğal olarak Diyanet’in mevcut konumunu savunacak, cemevlerinin neden ibadet yeri olarak kabul edilmemesi gerektiğini tarihe ve geleneğe atıfta bulunarak izah edecek. Tabii ki ne gelenekte ne de bilinen nedenlerden dolayı tarihte resmen adı konulmuş cemevi diye bir yapıya rastlanmayacağından, bu görüş veya savunma haklıymış gibi görünecektir. Nihayetinde AB, taraflardan bir tepki gelmezse bu müzakere dosyasını büyük oranda hükümetin ortaya koyduğu görüş doğrultusunda şekillendirecek ve kapatacaktır. Biraz karikatürize etsek de, dosya kapandıktan sonra Aleviler dünyayı ayağa da kaldırsa AB, konuyu tekrar müzakere masasına kesinlikle getirmeyecektir. Dediğimiz gibi AB’nin tek meselesi Aleviler değildir. “Daha görüşülecek şunca başlık var”, denilip bu dosya rafa kaldırılacaktır.

Buradan nereye mi gelmek istiyorum? Bir kere müzakere sürecinde her şey AB’nin ve en önemlisi Türk hükümetinin inisiyatifine bırakılmamalı. Bu sadece Aleviler için geçerli değil. Başlıklar ele alınırken ilgili tüm tarafların benzer bir duyarlılığı ve aktif bir eylemliliği göstermesi gerekiyor. Yani konu balıkçılıksa balıkçılar, tarımsa çiftçiler, çalışma hayatıysa işçi örgütleri sürece müdahale etmelidir.

*** Tekrar AB ve Alevilere dönersek, cemevlerinin ibadet yeri olarak kabul edilmediği, Diyanet’in tek taraflı olarak sadece Sünnilere hizmet ettiği, Alevi çocuklarına okullarda zorunlu olarak Sünni içerikli din dersleri okutulduğu ve de Alevilerin gerek toplum gerekse de

Page 91: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

91

devlet ve hükümet nezdinde ayrımcı uygulamalara maruz bırakıldıkları pekâlâ AB yetkililerince kayda geçirilmiş bulunuyor.

Ama ısrarla vurgulayalım ki, bu kayda geçme ve bilme durumu tek başına yeterli değil. O nedenle Alevilerin müzakere sürecini kesinlikle günü gününe takip etmesi gerekirken, taleplerinin kabul görebilmesi için de çok büyük özenle hazırlanmış somut bir talep listesi, iyi bir strateji ve diplomasi oluşturmaları zorunluluğu kendini dayatıyor. Zaten Alevilerin talepleri de üç aşağı beş yukarı belli. Bunların başında Alevi kimliğinin tanınması, cemevlerinin ibadet yeri olarak kabulü ve zorunlu din derslerinin kaldırılması veya seçmeli hale getirilmesi geliyor. Anılan talepler üzerinde de hemen hemen her Alevi örgütü hemfikir durumda.

*** Tamam, Ekim 2004 Đlerleme Raporu’ndan Alevilerin azınlık olarak tanımlanması yönündeki ifade müdahale edilerek çıkartıldı. Alevilerden gelen bu jest Türkiye’yi belli ölçüde rahatlattı. Ama bundan sonra müzakere heyetinin eli rahatlayacak diye böyle müdahalelerden uzak durulması gerektiği gibi, “Acaba ülkemizin üyeliğini tehlikeye mi sokuyoruz?”, “Bize birileri hain mi der?”, “Bölücülük mü yapıyoruz?” gibisinden evhamlardan da uzak durmak gerekiyor. Çünkü AB düşman bir taraf olmadığı gibi, oranın belli standartları var ve Türkiye bunlara uyarak birliğe dâhil olacağını altına imza attığı belgelerle ortaya koymuş. Ayrıca sonuçta bu çetin bir pazarlık sürecidir. Aleviler ve ülkemizde mağdur edilmiş diğer bazı kesimler için bir çeşit son şans olarak nitelenebilecek bu sürecin çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Çünkü burada Türkiye’nin gelecekteki toplumsal ve ekonomik yapısı şekillenecek. Bu büyük fırsat kaçırılırsa bir daha ele geçmesi zor gözüküyor.

O nedenle andığımız türden naif refleks ve kaprislerden uzak durulmalı. Adı üstünde tarihsel önemde bir “hak arama ve alma” imkânı sunan bu süreçten azami faydayı elde edebilmek için en iyi şekilde yararlanılmalıdır. Gerekirse taleplerde müzakerelerin durdurulması veya askıya alınması pahasına da olsa ısrarcı olunmalıdır. Çünkü Aleviler en az bin yıldır yaşadıkları toplumda hâkim unsur gibi eşit muamele görmek için sabır ve mücadele ediyordu. Bir o kadar daha beklemeye artık tahammülleri kalmadı.

Kaldı ki, Türkiye’de büyük bir zihniyet değişimi ve dönüşümü tetikleyecek bu tarihi fırsat kaçırılırsa, Aleviler Yunanistan’daki Batı Trakya Müslüman-Türk azınlığı gibi iş işten geçtikten sonra çok dövünür. Saçını, başını yolar ama belli bir saatten sonra adama “günaydın” derler sadece… Bilindiği gibi Yunanistan’daki Müslüman-Türk azınlık, ülkenin AB’ye alındığı süreçte (1981) Brüksel’de sesini duyuracak temsilcileri bulunmadığından ve de o zaman henüz Kopenhag Kriterleri yürürlükte olmadığından bugün hâlâ müftü seçimi, müftü atamasını kimin yapacağı, eğitim ve mülkiyet edinme vs. birçok alanda sorunlarla boğuşmaktadır. Müzakere süreci iyi değerlendirilmediğinde Alevileri de gelecekte benzer bir akıbetin beklediği bilinmeli ve Alevi örgütleri amiyane tabirle “gardı”nı ona göre almalıdır. Ayrıca unutulmasın, AB’nin Alevilerle ilgili talepleri Kopenhag Kriterleri kapsamındadır ve bunlar müzakere dışıdır. Müzakereci ülke sadece AB’nin kriterlere dâhil alanlardaki taleplerini yerine getirmekle yükümlüdür. Yani Alevilerin eli burada da güçlüdür.

*** Diğer taraftan Aleviler örgütlülük ve donanımlılık konusunda da şanslı gözüküyor.

Çünkü Alevilerin sorunlarını AB nezdinde takip edebilecek çapta hem örgütlülük hem de gerekli donanıma sahip şahsiyet yeterince mevcut. Örneğin örgüt olarak Avrupa’da, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK), Türkiye’de Alevi-Bektaşi Federasyonu (ABF) ile Almanya Federal Meclisi’nde 3 Alevi milletvekili yanında Avrupa Parlamentosu’nda da Cem Özdemir gibi Alevi olmayan ama onların sorunlarına sahip çıkan kişiler üzerlerine düşen rolü üstlenmekten kaçınmayacaktır.

Sözün kısası Aleviler bu süreçte taleplerinin kabulüne yarayacak her legal eylem türünü kullanarak, AB ve Türkiye üzerinde baskı oluşturmalıdır. Keza gerektiğinde kitleler Brüksel, Strazburg ve Ankara’da eş zamanlı olarak harekete geçirilmeli, yapacakları miting ve diğer etkinliklerle seslerini duyurarak tarafları sıkıştırabilmelidir. Bu tarz bir yaklaşım

Page 92: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

92

Türkiye’nin AB’ye “Ankara Kriterleri” ile değil de, Kopenhag Kriterleri ile dâhil olmasını sağlayacağı gibi, sonuçta bundan hem Türkiye hem de Aleviler kârlı çıkacaktır. Çünkü böylelikle artık ortada ne Alevilerin devletle, sistemle sorunu kalacak; ne de Türkiye’nin Aleviler gibi bir problemi mevcut olacak. Aksi takdirde Türkiye’deki Alevi-Sünni gerilimi daha da derinleşecektir.

Bu arada tabii ki Aleviler, bu süreçte kendilerine başka müttefikler de bulmalıdır. Bunlar Türkiye’nin çarpık laiklik uygulamasından mağdur olan Şiiler, Caferiler, Nusayri Araplar olabileceği gibi zorunlu din derslerine karşı olan Sünni kesimler ve ateistler de yapılacak eylemlerde harekete geçirilebilir. Bunun yanında devletin dayattığı Diyanetçi-tekçi-Sünni Đslam anlayışına karşı olan samimi Müslüman kesimler de işin içine katılarak cephe genişletilebilir. Unutmadan analım; Alevilerin sırtından barajlar aşan CHP ve yine Aleviler üzerinden bol keseden laiklik edebiyatı yapıpta icraata gelince sus pus olan Kemalistleri de hesaba katmak lazım. Ama davete icabet edip, ellerini taşın altına sokarlar mı bilemem!

Başarılabilirse, bu denli geniş bir cepheyle din işlerinin cemaatlere devrinin önünü açmak bile mümkün olabileceği gibi, Türkiye Cumhuriyeti kâğıt üzerinde kalan bir laiklikten hakiki laik bir düzene terfi edebilir. Neden olmasın? Birlikten kuvvet doğar. Yeter ki kitleler gereken oranda, doğru zamanda ve yerde harekete geçirilebilsin!

Denemeye değmez mi? Bad Nauheim, 7 Ekim 2005

Page 93: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

93

TÜRK TOPLUMU ALEV ĐLERĐN EŞĐTLĐĞĐNĐ HAZMEDEB ĐLĐR MĐ? Türkiye, AB yolunda yavaştan da olsa önemli ilerlemeler kaydetti. AB ile tam üyelik

müzakereleri başladı. Sonucun ne olacağını şimdiden tahmin etmek güçse de, Türkiye zaten 150–200 yıldır batılılaşma ve uygarlaşma yolunda ilerliyor. Bu süreç böyle de devam edecek gibi görünüyor. Çünkü Batı istikametinde gidiş, önüne geçilemez bir hal almış durumda ve toplum da zaten bu geri dönülemez süreci içselleştirmiş, buna uyum sağlamış bir manzara sunuyor.

Fakat bu manzarada içselleştirilememiş, benimsenememiş bazı alanların bulunduğunu da kimse yadsıyamaz. Gerek devlet erkinin gerekse de toplumun önemli bir bölümünün içselleştirmekte zorluk çektiği ve önümüzdeki dönemde de bu hususta zorluk çekeceği noktaların başında Aleviler geliyor.

Evet, Türkiye’de çoğunluk toplumun, devlet ve hükümet bürokrasinin Alevileri ve Aleviliği özgün bir kimlik, kişilik ve kurum olarak henüz kabul etme noktasından uzak olduklarını görmemek için ya kör veya art niyetli olmak gerekiyor. Hatta böyle bir kabul ve benimsemenin işaretlerini de hali hazırda tespit edebilmiş değiliz. Çünkü kim ne derse desin hâlâ Aleviler bu ülkenin öz vatandaşı değilmiş gibi uzaydan gelmiş muamelesi görmeye devam ediyor. AB müzakere süreci ve Kopenhag Kriterlerinin hayata geçirilmesi aşamasında belki resmi ve gayri resmi anlamda Alevi kimliğinin kabulü hızlanacak ama bu anlayışın ve zihniyet değişiminin gerçekleşip, yerleşmesi daha uzun yıllar alacağa benziyor.

Kuşkusuz bir toplumda farklı kimlikleri kabullenme ve içselleştirme her şeyden önce bir zihniyet, anlayış ve değerler dizisi sorunudur. Bunların değişmesi de akşamdan sabaha hemen olmaz. Türkiye toplumunun da her toplumun olduğu gibi bir geçmişi var ve bu toplum tarihinin kendine yüklediği kodlarla, anlam haritalarıyla, genetik mirasla bugününe yön verip, kendi dünyasını bu parametrelere göre kuruyor. Bu dünyayı geçmişten, tarihinden aldığı referanslarla sağlamlaştırıyor. O nedenle bizim de bugünkü Türkiye toplumunu anlamak için bakış ve araştırmalarımızı tarihe yönlendirmemiz gerekiyor.

Malum Osmanlı’nın klasik döneminde (Đstanbul’un alınmasından -1453- Islahat Fermanına -1839- kadar) toplum iki ana parçadan oluşuyordu. Etnik ve milli kökenine bakılmaksızın bütün Müslümanlar devlet tarafından Millet-i Hâkime; ehli kitap olan, yani Hıristiyanlık ve Museviliğe mensup gayri müslimler ise Müslümanlara göre daha az haklara sahip zımni veya Millet-i Mahkûme olarak sınıflandırılıyordu. Örneğin devlet gayri müslimlerden cizye (kafa vergisi) ve haraç (arazi vergisi) gibi fazladan vergi alırken, Müslümanlardan böyle ekstra bir vergi istenmiyordu. Yine mahkemelerde bir gayri müslimin şahitliği, tek başına Müslüman’ınki geçerliyken, onunki kabul edilmiyor; bunun için davaya konu olan olaya en az iki gayri müslimin tanık olma şartı aranıyordu.

Ayrıca bir Hıristiyan, Müslüman komşusundan daha yüksek ev yapamazken, yine kiliselerin çan kulelerinin boyu minarelerinkini aşacak şekilde inşa edilemiyordu. Özetle söylersek Hıristiyan ve Museviler bugünkü anlamıyla Osmanlı’da azınlık statüsündeydi ve deyim yerindeyse ikinci sınıf insan ve topluluk muamelesi görüyorlardı. Bu durum sadece Osmanlılarda değil Abbasilerden beri bütün Đslam devletlerinde geçerliydi. O nedenle bu gelenek yüzyıllardır Đslam devletlerinde yaşayan hem Müslüman hem de gayri müslim topluluklarca adeta Tanrı’nın yazgısı gibi kabul edilip, içselleştirilmişti.

Ancak ne zaman ki, Osmanlı yenileşme ve batılılaşma çabası içine girdi, bu yapı da sarsılmaya başladı. Bunun üstüne Rusya, Osmanlı sınırları içinde yaşayan Ortodoksların, Fransa Katoliklerin, ABD ve Đngiltere de Protestanların fiilen veya resmen hamisi kesilince, kendilerini koruyucu ilan ettikleri bu gayri müslim topluluklara Osmanlı Devleti’nden yeni haklar vermesini ve onları Müslümanlarla eşit bir statüye kavuşturmasını talep etmeye başladılar. Osmanlı da zaten gittikçe zayıflaması ve çöküşe doğru yol almasının yanında, ekonomisinin çok kötü olması ve boğazına kadar adı geçen devletlere borçlu olması gibi nedenlerle şiddeti gittikçe artan bu baskılara daha fazla dayanamadı. Nihayetinde Islahat ve Tanzimat Fermanlarıyla Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan gayri müslimlerle Müslümanlar kanun önünde eşit hale getirildi. Buna Müslümanlar, “Artık gâvura gâvur

Page 94: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

94

diyemeyecek miyiz?”, “Ne yani şimdi Agop’la Mehmet eşit ve bir mi oldu?” diye itiraz ederken, özellikle Ermeniler ve Rumlar da bu statü değişikliğinin kendilerine zorunlu askerlik gibi daha önce olmayan yükümlülükler getirmesi ve yeni durumun cemaat yapılarını sarsması nedeniyle karşı çıktılarsa da, bir kere ok yaydan çıkmış ve dönüşü olmayan bir yola girilmişti.

Yaşanan bu köklü yapısal değişikliğin ardından özellikle Osmanlı devlet seçkinleri, yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan Müslüman sermayedar ile tüccarlar ve diğer sivil egemen kesimler, Müslüman-Hıristiyan eşitliğinden hiç hoşnut olmamış, dış baskıyla oluşan bu yeni durumu ortadan kaldırabilmek için pusuya yatarak, adeta uygun bir fırsatın çıkmasını bekler hale gelmişlerdi. Bu fırsat I. Dünya Savaşı sırasında nihayet ele geçirildi. O hengâmede Ermeniler tehcire (zorunlu göç) tabi tutularak tasfiye edilirken, Rumlar da bir bölümü savaş anında kalanı da 1923’teki nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a gönderildi. Yani Ermeniler ve Rumlara yabancı baskısıyla kazandırılan eşitlik statüsünün bedeli çok ağır ödetildi.

Ama sonuçta toplumda eşitlik farklı bir metotla da olsa tersinden gerçekleştirilmişti. Çünkü artık Osmanlı’nın en büyük mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, ülkeden gayri müslimlerin uzaklaştırılmasıyla homojenleşirken, nüfusun yüzde 98 gibi ezici bir çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bir yapıya kavuşmuştu.

Ne var ki, bununla her şey bitmedi. Nüfusun çoğunluğu dinsel olarak Müslüman üst kimliği etrafında toplanmıştı toplanmasına ama bunların önemli bir bölümü (Kürtler, Çerkezler, Arnavutlar, Araplar) Türk etnisitesine mensup değilken, yine bu nüfusun üçte biri de kerhen Müslüman sayılan Alevilerden oluşuyordu. Aleviler zaten Sünni şeriatına göre yönetilen Selçuklulardan bu yana şiddeti zaman zaman azalmakla birlikte sürekli baskı altında tutulup, çeşitli katliamlara maruz kalmaları yanında, hem Selçuklular hem de 1500’lerden itibaren de Osmanlılar tarafından Sünni Müslümanlarla eşit görülmüyorlardı. Bırakın eşitliği Alevilerin gayri müslimler gibi somut bir statüsü bile yoktu. O nedenle Aleviler çoğu zaman Osmanlı toplumunda gayri müslimlere nazaran bile daha dezavantajlı bir konumda yaşadılar ve baskı gördüler. Devletin Alevileri bu şekilde değerlendirişi, zamanla Sünni halk arasında da Alevilere yönelik kalıcı önyargılara ve düşmanca yaklaşımların oluşmasına yol açtı.

Đşte Türkiye Cumhuriyeti, böyle bir toplumsal miras devraldı. Cumhuriyet döneminde bu olumsuz miras Alevilerin Atatürk devrimleri ve Cumhuriyete verdiği çok büyük desteğe rağmen pek değişmeden varlığını korudu. Zaten bugün bu yüzkarası miras aşılmış olsa Alevilerin kimliklerini, inançlarını yaşama, yaşatma, gelecek kuşaklarına aktarma ve ibadet yerleri olan cemevlerinin resmen tanınması gibi bir problemleri olmazdı. Ama bu sorunlar Cumhuriyet döneminde azalacağı yerde sürekli katlandı, hatta kangrenleşti.

Gelgelelim şimdi Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde bu problemleri artık bir şekilde çözmesi gerekiyor. Ancak asıl sorun da burada. Türkiye hakikaten bir yol ayrımında. AB’ye giriş sürecinde 80 yıldır kendi iç dinamikleriyle çözemediği Kürt Sorunu’nu halletmek ve Alevi kimliğini de tanımak zorunda. Kısaca bu dönüşüm dış baskıyla gerçekleşecek. Lakin bu dönüşüm ve değişimi gerçekleştirmek kolay da olmayacak. Zira Türkiye kemikleşmiş bu iki ana problemi çözüp de, Avrupa Birliği’ne girerse, kanaatimce büyük bir sorun yaşanmayacak. Devlet ve çoğunluk toplum bu değişimi zor da olsa zamanla kabullenecek ve hazmedecek.

Ama kâğıt üstünde bu sorunlar halledilip de, arkasından tam üyelik gerçekleşmez ise işte o zaman Türkiye’de kızılca kıyamet kopacaktır. Çünkü açıklamaya çalıştığımız gibi, bu ülkenin egemen kesiminin ve halkın önemli bir çoğunluğunun zihniyet dünyası, Kürtler ve Alevilerin eşitliğine, kendileriyle aynı haklara sahip olmasına ve bunları hiçbir engellemeyle karşılaşmadan kullanmasına henüz hazır değildir. Bunu kabul edelim.

Böyle olunca da, Aleviler ve Kürtlere bir takım haklar verildikten sonra, eğer işler yolunda gitmez, Türkiye’de herhangi bir ekonomik kriz ve iç karışıklık çıkarsa, bahsettiğimiz kıyamet senaryosu gerçek olur. O zaman zaten AB baskısıyla demokratikleşme ve reformları gerçekleştirmiş olan egemen çevreler ve derin devletin intikamı çok ağır olur. Aynen Rum ve Ermeniler örneğinde olduğu gibi, Aleviler ve Kürtlerin üç-beş yerde yaratılacak provokasyonlarla kendilerini bir kan gölünün içinde bulması içten bile değildir.

Page 95: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

95

Şu bir gerçek ki, Türkiye’nin tüm nimetlerinden sınırsızca yararlanan egemen-kodaman çevreler ve devletin imkânlarından bugüne kadar genelde Alevi ve Kürtlersiz yararlanmış Türk-Müslüman-Sünni çoğunluk, I. Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi yabancı baskısıyla haklar elde etmiş gruplara, olumsuz senaryonun gerçekleşmesi durumunda bunun faturasını çok ağır ödetirler. Bu nedenle umalım ki, her şey yolunda gitsin ve Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği orta vadede gerçekleşsin. Aksi takdirde olacakların vahametini düşünmek bile insanı ürkütüyor.

Burada beni çok karamsar bulanlara ve komplo teorisi üretiyorsun diyenlere de, ancak “Biraz tarih okuyun” demekten ve Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı hatırlatmaktan başka elimden bir şey gelmez. Bu hususta aslında çok gerilere de gitmeye gerek yok. Daha birkaç ay önce bazı illerimizde bayrak yakma provokasyonlarının ardından yaşanan linç girişimlerini hatırlatmak yeterli.

Öyleyse ne yapmalı? Benim burada Alevi toplumu ve bireylerine naçizane tavsiyem; AB müzakere

sürecinde, sorunlarının çözümü müzakere gündemine alındığında ortamı germekten uzak durulması, taraflarla sıkı bir diyalog ve yapıcı bir tavır içinde olunması, çoğunluk toplumu ürkütecek aşırı ve şımarıkça hal ve davranışlardan mümkün olduğunca kaçınılmasıdır.

Böyle bir olgunluk ve asalet içinde sahne alınması belki de çoğunluk toplumda yaşanacak köklü değişim ve dönüşümden kaynaklanan şoku azaltır ve kendimizi meydana gelebilecek olası saldırı ve diğer tehlikelerden koruyabilir.

Unutmayalım ki, çığırtkanlıkla ve ortalığı birbirine katarak hak aramak bize faydadan çok zarar getirecektir.

Önümüzdeki bu hassas süreçte Aleviler adına konuşan, karar veren örgüt temsilcilerinin ve kanaat önderlerinin bu bilinç ve duyarlılıkla hareket etmeleri dileğiyle…

Bad Nauheim, 27 Ekim 2005

Page 96: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

96

ALEV ĐLERĐN TALEPLER Đ TÜRKĐYE’YĐ BÖLER M Đ? Artık duymayan kalmadı. Herkes biliyor ki, Türkiye halkının üçte birlik bir kesimini

oluşturan Alevi-Bektaşilerin, Türkiye devleti ve hükümetinden, daha da ötesi çoğunluğu oluşturan Sünni Đslam inançlı toplumdan bazı talepleri var. Bunlar her zaman vardı ama son dönemde her iki tarafta yaşanan sosyo-ekonomik değişim yanında, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş sürecinin hızlanmasıyla birlikte, başka yerel ve küresel gelişmeler nedeniyle daha yüksek sesle dillendirilir oldu. Đletişim alanındaki baş döndürücü gelişim ve kentlileşme de bu olguda tetikleyici bir rol oynadı.

Saydığımız ve henüz belki de adını koyamadığımız, tespit edemediğimiz başkaca nedenlerle Aleviler yüzyıllardır içine gömüldükleri sessizlik perdesini yırtarak hak taleplerini daha yüksek sesle haykırır bir aşamaya eriştiler.

Pekâlâ, “Nereden çıktı bu Aleviler? Bir onlar eksikti. Eskiden olduğu gibi otursalar ya oturup durdukları yerde!” diyenler çıkabilir. Ancak bunu diyenlere kötü bir haberimiz var; Aleviler artık eski konumlarına razı değil ve asırlardır süren makûs talihlerini yenmek istiyorlar. Yani cin şişeden çıktı bir kere. Onu geri sokmak imkân dâhilinde değil bundan böyle. Buna kalkışanlara da, sayıları hâlâ az değil, “Zahmet buyurmayınız efendiler. Artık çok geç!” demek gelir elimizden…

Şunu da hemen ekleyelim; bu bağlamda Aleviler kimseden lütuf ve ihsan beklemedikleri gibi, ayrıcalıklar da istemiyorlar. Ne az ne fazla, çoğunluk hangi haklara sahipse, sadece onlardan eşitçe yararlanmakla sınırlı istemleri. Medyadaki bazı köşe yazarları gibi kimse korkmasın, Aleviler toplumda nüfuslarından fazla nüfuz (etki, hegemonya) sahibi hiç olmadı ve bundan sonra da olmayacaklar.

ALEV Đ KĐMLĐĞĐ RESMEN TANINMALI Alevilerin taleplerinin bölücü olup olmadığına gelmeden evvel bunların neler olduğuna

bakarsak, Aleviler her şeyden önce Alevi kimliğinin devlet tarafından resmen tanınmasını istiyorlar. Yani ister Alevilik Đslam’ın içinde, isterse de dışında kabul edilsin, Aleviliğin Sünni toplumun inancından farklı ve bağımsız olduğunun teslim edilmesi gerekiyor.

Çünkü bazılarının ileri sürdüğü gibi arada bir özdeşlik, aynılık olsaydı toplumda zaten Alevi-Sünni diye derin bir yarılma olmaz; bir Hanefi ile Şafi kendi aralarında nasıl anlaşıyor ve kaynaşıyorsa aynı şey bir Alevi ile Sünni ilişkisinde de geçerli olurdu. Ama buna karşılık böyle bir anlaşma geçmişte/tarihte olmadığı gibi şimdi de yok. Aleviler hâlâ maalesef kestikleri yenmeyen, kızları ve oğlanlarıyla evlenilmek istenmeyen, 21. yüzyılda bile mumsöndü gibi alçakça iftiralara göğüs germek zorunda olan bir toplum.

Evet, Aleviler bazıları bundan hazzetmese de Sünni toplumdan farklı ve bu farklı yapıyı da korumak istiyorlar. Bu nedenle de resmi tanınma talep ediyorlar. Keza Aleviler, çoğunluk toplumla aralarında yine çok önemli bir fark yaratan, ta başından beri caminin yerine ikame ettikleri ibadet mekânları olan cemevlerinin de resmen mabet statüsüne çıkarılmasını; camiyle, kiliseyle ve sinagogla eşdeğer hale getirilmesini hem de çok ısrarlı bir biçimde bekliyorlar.

Yine bu mekânlarda yaptıklarının ibadet olarak görülmesini istiyorlar. Ya ne olacaktı? Aleviler cemevine jimnastik yapmaya gitmiyorlar ya! Cemevini cümbüş evi, eğlence yeri; burada dönülen semahları halk dansı ve kültürel faaliyet; söylenen nefesleri, düvaz imamları da Erzincan veya Sivas yöresinden türküler olarak niteleyenleri de hiç mi hiç affetmiyorlar.

ZORUNLU DĐN DERSLERĐ KALDIRILSIN Bir diğer ana talepte zorunlu din derslerinin kaldırılması veya bu yapılamıyorsa,

Aleviliğin de müfredata alınarak dersin seçmeli hale getirilmesi olarak şekilleniyor. Aleviler zaten bu konuda girişimde bulunarak, “Zorunlu din dersleri kaldırılsın!” kampanyasında topladıkları 1 milyon imzayı gerekli makamlara teslim ettikleri gibi, bazı Alevi örgütleri ile tek tek şahıslar bazında da Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi’nde (AĐHM) dava açtılar.

Nitekim Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ortak bir din politikası olmamasına karşın, Aleviler bu hususta doğrudan dışta bırakıldıklarından, burada Türkiye’nin aleyhine bir karar alınması kuvvetli bir ihtimal olarak görünüyor. Şunu da hatırlatmakta yarar var; insan hakları söz

Page 97: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

97

konusu olduğunda hem AB hem de AĐHM’de azınlık-çoğunluk gibi bir bakış açısı kesinlikle geçerli olmuyor. Çünkü din ve vicdan özgürlüğü temel insan hakları kapsamında yer alıyor.

Ayrıca her ne kadar hükümet ve devlet bürokrasisi Din Kültürü ve Ahlak Dersleri’nin mezhepler ve tarikatlar üstü bir anlayışla verildiğini öne sürse de, gerçekte, bu dersin müfredatının Sünni Đslam anlayışı ve bunun tarihsel tecrübesi göz önünde bulundurularak şekillendirildiği bir sır değildir. Aksi vaki olsaydı, bu uygulamadan yüz binlerce Alevi rahatsız olmaz ve bu dersin kaldırılması için harekete geçip, baskı yapmazdı.

Bu alanda diğer bir alternatif olarak bu ders seçmeli hale getirilir ve programına Alevilik ve Bektaşilik alınacak olursa, bunun mutlaka Alevi uzmanların da katılacağı bir kurul tarafından hazırlanması gerekiyor. Zira Aleviler kendi inançlarının Sünni ilahiyatçılar ve eğitimcilerce, Sünni bir bakış açısına göre tanımlanarak müfredata alınmasına da genel olarak şiddetle karşı çıkıyorlar. Sürece kendilerinin de dâhil edilmesiyle oluşturulacak din dersi müfredatı zaten çoğunluk Alevi kitleyi de memnun ederken, bu durum derse katılımı çoğaltacağı gibi, kitle nezdinde meşruiyetini de doğal olarak artıracaktır. Böyle bir katılımcılıktan da korkmamak lazımdır.

Zira Almanya’da bazı eyaletlerdeki okullarda Alevilik din dersleri verilmesi kabul edilmesi yanında, bu dersin müfredatının hazırlanması ve dersi verecek öğretmenlerin yetiştirilmesi bile doğrudan Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun (AABF) yetkisine bırakılmıştır. Bundan da Alevi kitle çok memnun olduğu gibi, ilk Berlin’de başlayan bu uygulamadan geçen bir yıl içinde başarılı sonuçlar alınmıştır.

Gözlerimizi dünyaya kapatarak bir yere varamayız. Yoksa AKP Hükümeti’nin sık sık başvurduğu bir yöntem olan, “Ben yaptım oldu” anlayışında ısrarcı olunursa, din dersleri konusunda Alevilerin memnuniyetsizliği de katlanarak artacak ve bu toplumsal barışı zamanla daha çok tehdit eder bir seviyeye çıkabilecektir.

DĐYANET ÇĐZMEYĐ AŞTI Üzerinde Alevilerin ittifak ettikleri bir başka talep ise Diyanet Đşleri Başkanlığı’nın (DĐB)

mevcut yapısının ortaya koyduğu rahatsızlıktır. Çünkü hiçbir Alevi kurum ve kuruluşu DĐB’den şu haliyle kesinlikle memnun değil. Nitekim bu örgütlerin çoğunluğu Diyanet’in kaldırılmasını isterken, geri kalanlar da en azından bugünkü yapılanmanın Alevileri de içine alacak şekilde köklü bir reforma tabi tutulmasını arzulamaktadır.

Malum Diyanet zaman içinde öyle bir boyut kazandı ki, laik devlete aykırı yapısıyla, vergilerinden beslendiği Alevileri dışlamanın, ayrımcılığın ve onlara karşı geliştirilen politikaların hazırlandığı bir tür merkeze dönüştü.

Ama buna rağmen bu çarpık yapıya Alevilerden başka karşı çıkan da pek yok. Merak ediyorum, laik devletin bekçisi olduğunu her fırsatta dile getiren ordu ve CHP, ne zaman Diyanet konusunda seslerini yükseltecekler acaba? Burada darbe çığırtkanlığı yaptığım sanılsın. Zira ordunun bu konuyu masaya yatıracağı yasal zeminler her zaman olduğu gibi şimdi de yeterince var. Demokrasinin önünde koca bir engel olduğu son dönemde iyice belirginleşen CHP’ye ise söylenecek sözler zaten tükenmiş durumda.

Bütün Alevileri en çok rahatsız eden uygulamaların başında ise Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın yasal konumu öne çıkıyor. Çünkü Alevilerin serçeşmesi Hacı Bektaş Veli Dergâhı hâlâ müze statüsünde ve sadece mesai saatlerinde açık tutulduğu yetmezmiş gibi, bir de ziyaretçilerden giriş ücreti talep ediliyor.

Aleviler kendileri için en az Kâbe kadar kutsal kabul ettikleri bu dergâhın derhal Hacıbektaş Belediyesi’ne ve dolayısıyla da idaresinin Alevi-Bektaşilere devredilerek, Türkiye’nin bu utanç verici durumdan bir an önce kurtulmasını bekliyorlar. Zira dünyanın hiçbir yerinde hele Hacı Bektaş Dergâhı gibi merkezi bir ibadet mekânı ücret karşılığı hizmet vermiyor ve günün her saati inananlara açık tutuluyor.

ALEV ĐLER KEND ĐNĐ MAZLUM H ĐSSEDĐYOR Đstisnasız hemen her Alevinin ortak istemlerinden biri, belki de en önemlisi;

varlıklarının sorun olarak değil, sorunlarının var olduğunun ve bunların çözümü için ciddi adımların atılmaya başlamasıdır. Çünkü kim ne derse desin, Aleviler kendilerini devlet,

Page 98: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

98

hükümet ve çoğunluk toplum tarafından dışlanmış, kenara itilmiş, varlıkları ve inançları görmezden gelinmiş hissetmeye devam ediyorlar.

O nedenle zaman zaman bazı devlet yetkililerinin ortaya çıkıp yaptığı, “Aleviler bizim kardeşimiz, canımız ciğerimizdir. Onlarla ayrımız gayrımız yoktur. Türkiye’de her vatandaş devletin gözünde eşittir. Aleviler asli unsurdur, azınlık değil” benzeri açıklamaları pek ciddiye almıyorlar.

Hâlbuki bu gurur okşayıcı sözler teoride her ne kadar doğru da olsa, Türkiye’de Aleviler hemen her gün, günün her saatinde ve hayatın her alanında bir şekilde fiziki, psikolojik her çeşit fiili taciz ve tahkire maruz kalıyorlar. Yani son dönemdeki bazı iyileşmelere rağmen pratikte azınlık muamelesi görmekten bir türlü yakalarını kurtaramıyorlar. Bunlar yalan, ezilmişlik edebiyatı yapıyorsun diyenlerin gerçeği görmesi için şapkasını önüne koyup, çok değil bir dakikalığına kendini bir Alevi gibi hissetmesi ve bunun üzerine düşünerek empati yapması yeterli.

Görüldüğü gibi Alevilerin talepleri tartışmaya yer bırakmayacak kadar berrak bir manzara arz ediyor. O nedenle amiyane tabirle kimse kıvırtmasın! Ayrıca da, yok “Aleviler, daha Aleviliğin tanımında bile anlaşamıyorlar”, sanki Sünniler arasında varmış gibi “Kendi aralarında birlik yok”, “Alevilik meşreptir, tarikattır”, “Diyanet’te temsil edilirlerse Süleymancılar, Nakşîler, Kadirîler vesaire de aynı talepte bulunur” şeklinde ipe sapa gelmez, eften püften bahaneler öne sürülmesin. Bu türden teranelere Alevilerin karnı tok olduğu gibi, burada sıralanan talepler konusunda da, kim ne derse desin ve isterse en baba yiğit araştırmacılarına kontrol ettirsin, Aleviler arasında büyük oranda mutabakat sağlanmış durumda.

ÇOĞUNLUK ALEV Đ KĐTLE TALEPLER Đ DESTEKL ĐYOR Doğru, Aleviler bazı alanlarda aralarında anlaşamıyorlar veya belki bu işlerde

tecrübesiz olduklarından kamuoyu önünde böyle bir imaj sergiliyorlar olabilir. Ama görüntüye kimse aldanmasın. Çünkü zaman zaman öne çıkan bu anlaşmazlık ve kargaşa hali detaylar dışında sadece bir yanılgıdan ibaret. Ana sorunlar ve taleplerin arkasında koca bir Alevi kitlenin sarsılmaz bir kararlılıkla ve sıkılmış bir yumruk gibi durduğunu kimse inkâra kalkışmamalıdır.

Zaten yukarıdaki türden bahaneleri ileri sürenler bunu kısmen bildikleri için böyle davranırken, Aleviler arasındaki bazı görüş ayrılıklarını veya aralarından çıkan bazı sıra dışı sesleri öne çıkararak, gerçekte olmayan bazı çelişkileri ve fikir ayrılıklarını derinleştirip, parça parça bölünmelerine zemin hazırlamak istiyorlar.

Ayrıca da dillendirilen taleplerin yerine getirilmesini geciktirme ve savsaklama planları yapan bu gruplar, sunî gündem yaratıp dikkatleri aslında önemsiz olduğu halde bazı görüş ayrılıklarına yöneltip, gündem saptırarak, ortaya çıkacak kargaşa ortamında hem zaman kazanırız hem de rahatımızı kaçıracak bazı talepleri de minimalize etme fırsatı doğar. Bu da yanımıza kâr kalır diye düşünüyor olmalılar.

ALEV ĐLER BÖLÜCÜ MÜ? Alevi karşıtları ve mevcut çarpık yapıdan nemalananlar, bu kitleye istediklerinin en

azını verebilmek için bin bir türlü dolap çevirmekle meşgul oladursunlar, nihayet biz ortaya koyduğumuz bu ana taleplerin Türkiye Cumhuriyeti ve toplum açısından bölücü ve ayrılıkçı olup olmadığı sorusunu tahlil edebiliriz.

Kuşkusuz Alevi taleplerinin bölücü ve ayrılıkçı mı olduğu şeklinde yöneltilecek bir soruya hem “evet” hem de “hayır” cevabı verilebilir. Hemen olur mu öyle şey, demeyin. Zira bu soruya cevap ararken önemli olan durduğunuz yer ve bakış açınızdır belirleyici olan.

Eğer çoğulcu bir toplumdan yanaysanız, farklılıkları zenginlik olarak görüyor ve bunların her birinin kendini her hangi bir yasal veya fiili engellemeyle karşılaşmadan, her alanda özgürce ifade etmesini savunuyorsanız, “birlik içinde çokluk; çokluk içinde birlik” felsefesinden hareket ediyorsanız cevabınız, “Hayır, bu talepler kesinlikle bölücü değildir” olacaktır.

Page 99: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

99

Ama “Mozaikte neymiş?”, “Türkiye’de sadece Türk-Müslüman ve Sünni olana yer vardır. Böyle olmayanlar da ya hemen ihtida edip, bu safa geçmeli veya buraları terk etmeli” diyen tekçi, despot ve totaliter bir anlayışla hareket ediyorsanız, sizin için kafanızdaki şablona uymayan herkes, her kesim bölücüdür, ayrılıkçıdır ve hatta toptan teröristtir.

Türkiye’yi bir aile olarak kabul edersek, bu ailede büyük kardeşin kendisinden küçük diğer kardeşlerinin haklarını hiçe saydığını ve ailenin bütün imkânlarını kendi lehine kullanmayı alışkanlık ve de bunu bir sistem haline getirdiğini varsayalım. Bu ağabeyin duruma uzun süre sessiz kalan ve bir gün gidişatın farkına varıp, hafiften itiraz etmeye başlayan diğer kardeşlerini dayakla, tehditle veya bunun mümkün olmadığı yerlerde de, “Ben büyüğüm, istediğimi yaparım” demeyi adet haline getirdiğini düşünün.

Đşte Türkiye’de Aleviler ve diğer kesimlerden gelen kimlik ve hak taleplerine karşı duranlar, kardeşinin hakkına tecavüz eden ve bunun farkına varıldığı halde bir türlü bu alışkanlığı pişkince bırakmaya yanaşmayan büyük birader konumundadır. Tabii ki böyle bir durumda hak talep eden, ailenin imkânlarından eşit şekilde, hiyerarşi gözetmeden yararlanmak isteyen kardeşler, aileye en az büyük birader kadar katkıda bulundukları halde ağabeyleri nazarında kötü insan olmazlar mı? Elbette kötü insan, hain, nankör hatta eşkıya olarak görülürler. Alevilerin günümüzdeki konumu tastamam budur. Ailenin öz be öz evladı oldukları halde üvey evlat gibi bir muamele görmekte ve en temel haklardan yoksun bırakılmaktadırlar.

ÇÖZÜM UZLAŞMACI ZĐHNĐYETTE Vurguladığımız gibi Türkiye şimdi gerek dünya ve bölge şartlarının değişmesi, gerekse

de AB süreci ve modernleşme/kentlileşme gibi nedenlerin zorlamasıyla tarihsel önemde bir dönüm noktasına gelmiştir. Bu keskin dönemeçte de Alevilerle diğer etnik ve dinsel topluluklardan gelen taleplere hangi cevabın verileceği büyük bir önem ve ciddiyet arz etmeye başlamıştır. Ancak buna karşılık, değişime direnenler de pes etmiş değil ve sayısal olarakta önemli bir çoğunluğu oluşturuyorlar halen.

Pekâlâ, öyleyse bunlar hafife alınamaz derecedeki bu gücü nereden alıyorlar? Söz konusu talepleri bölücülük, ayrılıkçılık, hainlik gibi hep olumsuz sıfatlarla

niteleyenler ve zorla bastırmak isteyenler, maalesef güç ve ilhamlarını II. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’sıyla Balkanlar’da hâlâ büyük ölçüde geçerli olan “çatışmacı”, “dışlamacı ve yok sayıcı” anlayıştan alıyorlar. Oysa bu dönem en azından bizim bölgemizde kısmen ve Avrupa’da ise çoktan kapandı ve aşıldı. Avrupa Birliği de zaten bir “uzlaşma” ve “barış projesi” olarak ortaya çıkmıştı. Bu hedefi de büyük ölçüde tutturdu.

Bırakalım Avrupa’yı toplum yapısı kısmen bize benzediği için uzlaşma kültürünün geçerli olduğu Hindistan’ı ele alalım. 1 milyar nüfusuyla Hindistan bugün içinde barındırdığı onlarca etnik gruba, dine ve dile rağmen dünyanın demokrasi ile yönetilen en büyük ülkesi durumunda. Bunu da büyük ölçüde bölgesinde yüzlerce yıldır geçerli olan, “uzlaşma kültürü”ne, “toplumsal harmoni”ye ve “farklı olanı dışlamama, onun hakkını mümkün olduğunca neyse verme” anlayışına borçlu.

Bu nedenle olsa gerek, Hindistan Đngiliz sömürge dönemine ve onların bütün “parçala, böl ve yönet” politikalarına belli oranda direndiği gibi, 20. yüzyılda egemen olan milliyetçilik virüsüne yenik düşmemiş; her milletin kendi ulus devletini kurma furyasının yaşandığı aynı yüzyılı Pakistan ve Bangladeş’i kaybetse de görece hafif sıyrıklarla atlatmıştır. Hali hazırda Hindistan bu toplumsal barış ortamının meyvelerini ağır ağır toplamaya başladı ve küresel bir ekonomik ve siyasi güç olma yolunda emin adımlarla hızla ilerliyor.

HĐNDĐSTAN VEYA YUGOSLAVYA OLMA SEÇENE ĞĐ Ama çatışmacı anlayışın esir aldığı Balkanlar ise hâlâ kaynamaya devam ediyor. Eski

Yugoslavya bu anlayış sonucu parçalandı. Şimdi de bu yetmezmiş gibi dağılma sonrası kurulan devletler, bölgede BM Barış Gücü konuşlandırılmamış olsa belki de yeni yeni devletlere bölünecekler. Görüldüğü gibi iki farklı zihniyetin Hindistan ve Yugoslavya’yı getirdiği yer gayet net bir şekilde ortada.

Page 100: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

100

Artık AB yolunda ilerleyen Türkiye’nin önünde iki seçenek var: Ya AB’nin talep ettiği Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirerek, yani uzlaşmacı anlayışla hareketle demokrasisi ve insan haklarını Avrupa standartlarına çıkaracak; vatandaşları arasında zaten var olan etnik, dil ve inanç farklılıklarını resmen ve fiilen tanıyıp, bunun gerektirdiği idari ve toplumsal yapıyı tesis edecek. Böylelikle kalkınmış, istikrarlı ve ulusal bütünlüğünü daha da sağlamlaştırmış bir ülke halini alacak. Veya henüz etkisini üzerinden tam atamadığı çatışmacı, dışlayıcı ve inkârcı anlayışa teslim olarak Balkanlar’da olduğu gibi etnik çatışmaların, dar milliyetçiliğin ve yıllarca sürecek bir ekonomik ve toplumsal karmaşa sarmalının içine sürüklenecek.

Sonuçta tercihler ak ve kara misali açıkça ortada. Ama uzlaşmacı anlayışın ülkemizde hâkim ve başarılı olabilmesi için de herkesin elini taşın altına sokması gerekiyor. Aksi takdirde çatışmacı anlayış kazanırsa, yaratacağı ateş çemberi hepimizi yakacak. Söylemesi bizden, uygulaması sorumluluk sahibi herkesten.

Bad Nauheim, 12 Kasım 2005

Page 101: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

101

ALEV ĐLERE YENĐ 28 ŞUBAT TUZAĞI Sahi 28 Şubat size neyi hatırlatıyor? Sizi bilmem ama benim aklıma 1997 yılının 28 Şubat’ında o zamanın Başbakanı Necmettin Erbakan’a kendi seçmen tabanı ve geleceğinin aleyhine kararların dolaylı askeri baskı ile imzalatıldığı süreç, bazılarınca ifade edildiği biçimiyle post-modern darbe geliyor. Ne olmuştu bu 28 Şubat sürecinde? Hatırlarsak, medya, egemen çevreler, bazı sivil toplum örgütleri, işçi ve işveren sendikaları o zamanki Refah Partisi’nin (RP) en yüksek oy oranına ulaşarak Tansu Çiller’in DYP’si ile koalisyon kuran Erbakan’ın Başbakanlık makamına oturmasıyla seferber olmuşlar; ülkede şeriat tehlikesinin hat safhaya ulaştığı varsayımıyla yeri göğü inletmişlerdi. Nitekim bu çok yönlü kampanya sonuç vermiş, Erbakan sonunda istifa etmiş ve Mesut Yılmaz’ın başkanlığında yeni bir koalisyon hükümeti kurulmuştu.

Bu arada öyle bir hava estirilmişti ki, sanırsınız şeriatçılar tümüyle ülkeyi ele geçirmiş, laik düzeni yıkmış ve yerine Kuran esaslarına dayalı bir düzen getirmişler. Oysa gerçek tümüyle bambaşkaydı. Đşte yaratılan bu suni kargaşa ortamında Türkiye’de yaşayan üst ve ortanın üstü gelir grupları ile az dindar kesimler yanında Aleviler de ürkmüş, arkasından hükümete, Đslamcı çevrelere karşı bir öfke patlaması ortaya çıkarken, buna tepkiler düzenlenen sayısız yürüyüş ve gösteriyle, geniş bir medya kampanyasıyla kendisini ifade kanalı bulmuştu.

YORGAN GĐTTĐ KAVGA B ĐTTĐ Açıkça yönlendirme kokan bu süreç meyvelerini kısa zamanda vermiş ve şeriat

tehlikesi sonunda bertaraf edilmişti! Nasıl mı? Tabii ki Erbakan Başbakanlıktan istifaya zorlanarak… Peki, Erbakan düşürülünce laiklik kurtulmuş ve şeriat tehlikesi ortadan kalkmış mıydı?

Bu soruların tümünün cevabı tek kelimeyle koca bir hayırdır. Zira ülkeyi 28 Şubat sürecine getiren, şeriat tehlikesini yakın bir tehdit olarak sürekli semalarımızda asılı tutan imam-hatip okulları, ilahiyat fakülteleri, resmi ve gayri resmi Kuran kursları, beş bakanlık bütçesine eşit ödenek ayrılan Diyanet Đşleri Başkanlığı (DĐB) ile illegal yollardan yurtiçi ve dışından para toplayan Đslamcı sermaye şirketlerine neredeyse hiç dokunulmamıştır.

Bu da şunu gösteriyor; 28 Şubat sürecinin amacı şeriat tehlikesini önlemek filan değil, düpedüz Türkiye’de bazı iktidar odaklarının ekonomik ve siyasi çıkarlarını belli oranda tehlikeye sokan, tehdit eden Erbakan’ın iktidardan uzaklaştırılmasıdır. Tek amaç budur. Bu da gerçekleşmiştir. Arkasından çekilen söylevler, uzun bir Kerkük hoyratını andırır.

Aksi takdirde şeriatı sürekli besleyen yukarda saydığımız odaklara, kaynaklara dokunulurdu. Sadece Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz ve Fethullah Gülen gibi önde gelen bazı cemaat liderlerine ve meczuplara gözdağı vermekle yetinilmez, birkaç önemsiz Đslamcı holdingi takibe almakla kalınmazdı. Başka bir deyişle 28 Şubat’ın misyonu, Kuran kurslarına biraz çeki düzen vermek ve zorunlu eğitimi 8 yıla çıkarmakla, imam-hatiplerin ortaokul bölümlerinin bu nedenle kapanmasıyla sınırlı olmazdı. Oysa bugün dinci kesimler feryatlarına devam etseler de, 8 yıllık zorunlu eğitimle imam-hatiplerin orta bölümleri kapanmıştır kapanmasını ama liseleri öylece kalmış hatta bunların çoğu Anadolu Đmam-Hatip Lisesi yapılarak statüleri yükseltilmiştir bile.

Sonuçta laik devleti temelde tehdit eden bütün kurum ve kuruluşlar yerli yerinde kaldığı gibi, neredeyse eğitim sisteminin tamamını bir anlamda şeriatçı zihniyete teslim eden zorunlu din derslerine de dokunulmamıştır. Aynı 12 Eylül cuntasının yaptığı gibi. Kenan Evren de 12 Eylül Darbesi’ne Konya’da yapılan gerici yürüyüşü bahane etmiş ama yönetime gelir gelmez, din derslerini zorunlu hale getirmiş, il il gezerek yaptığı mitinglerde ayet ve hadisler okuyarak, dini siyasete bizzat alet ettiği yetmezmiş gibi, babasının da imam olmasıyla övünmüştü. Bir de valilere Alevi köylerine zorla cami yapılması yönünde emirler vermiş ve bunları titizlikle uygulatmıştır.

MENFAATLARI SA ĞLAMA ALMA

Page 102: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

102

Pekâlâ, buradan ne çıkar? Đyi analiz edersek, 28 Şubat sürecinin mimarlarının asıl amacının şeriat tehlikesini bertaraf etmek olmadığı ve Türkiye’de bu post-modern darbeyle açıkça bazı çıkar gruplarının bekçiliğini yaptıkları sonucuna rahatlıkla ulaşabiliriz. Bunu nereden anlıyoruz?

Çünkü Türkiye’de ne zaman bazı tehlikeler abartıldıysa ve bir konuda haddinden fazla gürültü çıkarıldıysa, genelde bu süreçte ve sonrasında yolsuzluklar, haksız sermaye transferleri, hortumlamalar, gizli bazı operasyonlar gündeme gelmiştir hep. Veya bu sürecin öncesinde gelişen önemli bir olay unutturulmaya ve gürültüye getirilmeye çalışılmıştır. Bu bir formüldür. 80 yılda gelişen tüm darbelerin ve önemli toplumsal olayların arkasında bu tür bir mantık yatar. Đsterseniz yukarıdaki formülü uygulayarak, bazı gerçeklere önemli oranda ulaşma şansına erişebilir ve dönemin gizli gündemini deşifre edebilirsiniz.

28 Şubat süreci ve sonrasında da burada verdiğimiz iki şıkta geçen hususlar tüm yönleriyle gerçekleşmiştir. Malum 28 Şubat 1997’den önce Kasım 1996’da Susurluk kazası olmuş ve ardından derin devletin bütün kirli çamaşırları ortaya dökülmüştü. Akabinde sivil toplum örgütlerinde büyük hareketlenmeler olmuş ve Susurluk’ta ortaya saçılan kirli ilişkilere kitlesel tepki gösterilmişti. Đşte bu tepkilerden ürken egemen kesimler, Erbakan’ın tarikat şeyhlerini Başbakanlık makamında ağırlamak gibi kendi ekmeklerine yağ süren icraatlarını görünce temelli zıvanadan çıkmışlar ve kolaylıkla irtica kartını oynama fırsatı bulmuşlardı.

YEŞĐL SERMAYE DURDURULAB ĐLDĐ MĐ? Aslında Türkiye’de irtica tehlikesi her zaman vardı var olmasına ama andığımız

çevreler 28 Şubat sürecinde, bu tehdidi sadece toplumu, kamuoyunu manipüle etmek, yönlendirmek ve Susurluk üzerine toplanmış dikkatleri başka yönlere çekmekte kullandılar. Aynı metotlar yeşil sermayenin yükseldiği yaygarasında da geçerliydi. Zira hakikatte muhafazakâr eğilimli Anadolu Sermayesi atağa kalkmış ve yurtiçi ile dışından yasadışı yollarla topladığı paralarla gittikçe büyüyor ve dini eğilimleri belirgin olmayan, laik Đstanbul Sermayesi’ne karşı bir meydan okuma içine girmişti. Bu gelişme de Đstanbul Sermayesi’nin irtica kâbusu görmesine ve kıyametleri koparmasına yetti de arttı bile. Bunlar kendi konumlarını sarsıcı bu büyük meydan okuyuşa, çok içli dışlı oldukları sivil ve asker bürokrasisini, “şeriat geliyor” yaygarasıyla harekete geçirmekle cevap verdiler. Böylelikle 28 Şubat süreci tetiklendi.

Sonra da zaten Türk ekonomisinde ve siyasette büyük alt üst oluşlar yaşandı. Ağırlıklı olarak Đstanbul Sermayesi’ne ait yirminin üzerinde bankaya devletçe el konuldu. Batık bankaların halkın 100 milyar dolardan fazla parasını hortumladıklarını bu olaylardan çok sonra öğrenebildik.

Nihayetinde Đstanbul Sermayesi yangından mal kaçırırcasına son rauntta hortumladığı 100 milyar dolarla Anadolu Sermayesi’ne karşı bir daha üstün gelmeyi başarmıştı. Oysa Türkiye ekonomisi ve halk bu vurgunun bedelini 2001 büyük ekonomik krizi ile çok ağır ödedi. Ama ne gam, kriz bunları hiç ilgilendirmediği gibi pek etkilemedi bile. Olan emeği ile geçinenlerle, küçük ve orta ölçekli işletmelere oldu.

HESAPTA OLMAYAN SONUÇ Diğer taraftan bu kriz Anadolu Sermayesi’nin desteğindeki AKP’nin tek başına iktidara

gelmesi gibi, Đstanbul Sermayesi, yüksek sivil ve asker bürokrasinin hiç istemediği ve beklemediği bir sonucu beraberinde getirdi.

Ekonomik krizden büyük yara alan halk kesimleri ve o zamana kadar büyük sermayenin denetimindeki merkez sağ ile sol parti ve liderlerinden bıkmış halk çoğunluğu, “denize düşen yılana sarılır” mantığıyla, zaten 28 Şubat sürecinde egemen çevrelerden yediği tokatlar nedeniyle de halk gözünde mağdur konumuna düşen Tayyip Erdoğan’ın partisini kendi milletvekili adayı bile olamamasına rağmen yüzde 34’lük oyla desteklemekten çekinmedi.

Bu da Türkiye’deki çarpık seçim sisteminden dolayı AKP’nin TBMM’nin üçte ikisini ele geçirmesine ve tek başına iktidar koltuğuna oturmasına yetti. Seçmen on yıllardır Đstanbul Sermayesi’nin desteğindeki partilere de tarihlerinin en büyük hezimetini yaşattı. 2001 krizinde

Page 103: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

103

iktidarda bulunan DSP-MHP-ANAP Koalisyonu’nu oluşturanları bırakın, muhalefetteki DYP bile yüzde 10 barajını aşamadı.

Görüldüğü gibi 28 Şubat süreci, Türkiye’de tüm diğer askeri darbelerde olduğu gibi, istenen neticeyi vermemesi yanında, üstelik bu dönemde irticai faaliyetler içinde bulunduğu gerekçesiyle mücadele edilen ve kapatılan parti olan RP’den kopanların kurduğu AKP’yi ezici bir çoğunlukla iktidara taşıdı.

ĐSLAMCI VE LA ĐK SERMAYE UZLAŞTI Gelinen noktada ise 28 Şubat’ın mimarları olan güçler, bugün AKP ile uzlaşırken,

Başbakan Erdoğan, Uzanlar dışında bu cephenin şirketlerine pek dokunmadı. Uzanlar’ı ise kendine Genç Parti ile alternatif oluşturabilirler diye tasfiye ettiği bilinen bir gerçek.

Hâlâ devlet ve hükümet bürokrasisinde belli bir nüfuzu olan Đstanbul Sermayesi de, gerek hükümetin AB hedefine iyice kilitlenmesi nedeniyle, gerekse de üzerlerine gelinmemesinin getirdiği diyet borcundan dolayı AKP’nin ve liderinin üzerine pek gitmiyor. Bu nedenle olsa gerek, AKP hükümeti de Ülker ve Albayraklar gibi MÜSĐAD üyesi kendi yandaşı muhafazakâr eğilimli sermaye gruplarını dolaylı ve dolaysız şekillerde desteklemekten çekinmiyor.

Sonuca gelirsek; Şemdinli’de meydana gelen olaylar nedeniyle yapılan yeni Susurluk benzetmesi yanında, AB’ye üyelik müzakerelerinin başlaması ve 2007’de Cumhurbaşkanlığı makamına kimin oturacağı tartışmalarının şimdiden gündeme oturmasıyla, Türkiye yine tarihsel önemde yeni ve farklı bir dönemece girdi. Đktidar denkleminin yeni baştan kurulduğu bu aşamada, taraflar ağır ağır ellerindeki kartları açmaya başladılar.

Hükümet içki yasakları, türbana vurgu, üniversitelere ve YÖK’e baskı yanında, merkez ve taşra bürokrasisinde yoğun bir kadrolaşma harekâtına uzanan geniş bir yelpazede, kendi dindar tabanına yönelik icraatlarına her gün bir yenisini ekliyor. Daha çok ordunun sivil kanattaki sözcüsü rolünü oynayan CHP de, hem hükümetin anılan icraatlarına sert muhalefet yapıyor hem de laik Cumhuriyet’in son kalesi olarak görülen Çankaya Köşkü’ne, eşi türbanlı birinin oturmasını önlemek için şimdiden konuyu erken seçim isteyerek gündeme getirmiş bulunuyor.

Şemdinli olaylarında ortaya çıkan ”derin devlet” kuşkusu ve ordu mensuplarının burada doğrudan işin içinde bulunması, alt kimlik-üst kimlik tartışmasına paralel olarak yapılan dini referanslı vatandaşlık tanımlamaları da gittikçe gerginleşecek siyasi ortama adeta “tüy” dikiyor. Buradan kaynaklanan basınç da, statükocu ve değişim karşıtı sivil-asker yüksek bürokrasinin, solcu ve sağcı kanatlarıyla ulusalcıların ve bunların tamamının TBMM’deki temsilcisi konumundaki CHP’yi sıkıştırmakla kalmıyor, aynı zamanda tarafına çekebileceği toplum kesimlerinden destek arayışına itiyor.

“ ĐRTĐCA KARTI” ÖNE SÜRÜLECEK Söz konusu desteğin alınabilmesi için de bu cephenin şimdi “irtica” ve “milliyetçilik”

kartlarına acilen ihtiyacı var. Bu yüzden önümüzdeki süreçte hükümete yönelik gerici, şeriatçı, “zaten takiyye yapıyorlardı, şimdi asıl yüzleri ortaya çıktı” gibisinden suçlamaların artacağını, bu kampanyaya Başbakan Erdoğan’ın da malzeme sağlamaktan geri durmayacağını rahatlıkla öngörebiliriz. Milliyetçilik kartı zaten son bir yıldır, orada burada yaşanan linç girişimleriyle, “sözde vatandaş” söyleminin bizzat Genel Kurmay tarafından dillendirilmesiyle artan dozlarda kullanılıyor. Sıra bu sürece irtica kartının dâhil edilmesine gelmiş bulunuyor.

Đşte Alevileri uyardığımız tuzak burada kendini ele veriyor. Malum Alevilerin şeriat, gericiler denildi mi cinleri tepelerine çıkıyor ve doğal olarak korkuyorlar. Haklılarda bunda. Ancak Aleviler böyle durumlarda gerçekte irtica gibi bir tehlikenin mevcut olup olmadığına bakmadan, 28 Şubat sürecinde olduğu gibi hemen dolduruşa gelip, başlıyorlar egemen güçlerinin değirmenine su taşımaya. Akıllarıyla değil duygularıyla hareket ediyorlar daha çok.

Eskiden beri zaten Aleviler üzerinde milliyetçilik kartı da ustalıkla oynandı ve oynanıyor. Nitekim milliyetçi gruplar Aleviler arasından yeterince insan devşirdi ve bunlar

Page 104: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

104

şimdi MHP’den daha keskin bir söylemle internet sitelerinde, şurada burada ulusalcılık-milliyetçilik oynamakla; Türkleri, Kürtlere karşı kışkırtmakla meşguller.

TUZAĞA YENĐDEN DÜŞÜLMEMEL Đ Ama bu yetmiyor Alevileri harekete geçirmeye ki, şimdi de bozuk plak gibi tekrardan,

“Şeriatçılar gelecek, sizleri kör testereyle kıtır kıtır kesecekler” sözü ile özetleyebileceğimiz bir korku siyasetiyle, Alevilerin ezeli yarası deşilmeye çalışılıyor. Bu propaganda daha ağır dozlarda devam edeceğe benziyor. Alevilere hazırlanan yeni 28 Şubat tuzağı da tam burada gizli.

Özenle vurgulamak gerekirse, Aleviler bu tuzağa ikinci kez düşmemeli. Dikkatli olmalılar. Zira 28 Şubat sonrasında nasıl Aleviler ve bazı irticaya karşı hassas kesimler kullanılıp, kâğıt mendil gibi bir kenara atıldı ve yüzüstü bırakıldıysa, fitili ateşlenen bu yeni dönemde de farklı bir şey beklenmesin. Çünkü temel sorun irtica ve şeriat tehlikesi vesaire değil. Basitçe birileri Türkiye’de yeni bir iktidar oyununa soyunuyor. Bunlar bazı toplum kesimlerinin duyarlı oldukları kavramları, değerleri hedefine ulaşmak için araç olarak kullanmaya hazırlanıyorlar. Başka hiçbir şey değil.

Yaşayan herkesin göreceği gibi bu dönem de elbette geçecektir. Önümüzdeki yılların yüklü gündemi atlatıldığında, şeriat tehlikesini, irticayı besleyen mekanizmaların büyük oranda yerli yerinde kalacağını şimdiden garanti edebiliriz. Kehanette filan bulunmuyoruz. Tarih öyle söylüyor.

Unutulmasın, “Filler dövüşse de sevişse de olan çimenlere olur. Zarar gören, tahrip edilen sonuçta onlardır.” Burada dillendirdiğimiz detaylı analizlere rağmen ezilmeye, çiğnenmeye aday olanlar varsa, buyursunlar yeni iktidar kavgasına çim saha olsunlar! Biz toplum vicdanının hür sesi olarak ancak uyarmakla, tuzakları göstermekle mükellefiz. Aksine gelişmeler olursa dişlerimizi sıkarak seyretmek gelir sadece elimizden…

Bad Nauheim, 10 Aralık 2005

Page 105: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

105

“ALEV ĐLĐK ĐSLAM ĐÇĐDĐR” SÖYLEM Đ ASĐMĐLASYONA H ĐZMET EDĐYOR Her ne kadar Đslam’ın günümüz toplumlarında yaşanan biçimiyle Aleviliğin

oluşmasında ağırlıklı etkisini göz ardı etmesem de, son dönemde artan “Alevilik Đslam içi mi dışı mı?” tartışmasında, “Alevilik Đslam içidir” söylemine taraf olunmasının Alevilerin asimilasyonuna hizmet ettiğini görmenin zamanı geldi.

Tartışmalar yakından takip edilince görülecektir ki, “Alevilik Đslam’ın dışındadır” tezi ilk bakışta Alevi kitle üzerinde şok edici ve ezber bozucu bir etki yaratsa da, bu birçok Alevi’ye belli ölçülerde tuhaf gelmiyor. Ama aksine “Alevilik Đslam’ın içindedir” önermesi ise aynı şahsın kendini ve kimliğini sorgulaması, Sünni Đslam’ı referans alarak Aleviliğine bu bakış açısının ölçütleriyle bakması sonucunu doğuruyor. “Alevilik Đslam’ın içindedir veya dışındadır” tartışmaları aslına bakılırsa Alevileri şamar oğlanına çevirmiş durumda. Zira öğrencisinin yüzünü tokatlayan bir hocanın şamarı sağla da solla da atsa sonuç bu davranışın şiddet olduğu olgusunu değiştirmediği gibi, her iki kalıp yargı da Alevilerin üzerinde benzer etkiyi yaratıyor. Diğer yandan her iki önerme zaten baştan sona sakatlıkla maluldür. Çünkü Aleviler tarihlerinde bu türden saçma sorulara hiç muhatap olmadılar.

Benzetmeyi sürdürür ve “Alevilik Đslam içidir” seçeneğini Alevilerin yüzüne sağ elle atılan bir tokat olarak değerlendirirsek, dolayısıyla da bu elin tokadının sol elle atılana göre daha şiddetli ve acıtıcı olduğu anlaşılmış olur.

Her şeyden önce “Đslam içidir” söylemine sarılan cephe çok güçlü. Kimler var bunların içinde? Koskoca devlet ve ordu bürokrasisi, Başbakan Tayyip Erdoğan başta olmak üzere hükümet, tüm ekonomik, dinsel iktidar gücü ve 100 bine yakın misyoner ordusuyla Diyanet Đşleri Başkanlığı (DĐB) var. Đmam-hatip liseleri, Kuran kursları ve ilahiyat fakülteleriyle bütün dini eğitim kurumları her daim hazır ve nazır. Egemen Sünni anlayışa şu veya bu şekilde destek veren yazılı, sözlü ve görüntülü medya organları yanında, Aleviler tamamen Sünni Đslam’a dönseler ve gereklerini yerine getirmeye başlasalar bundan çok memnun olacak Sünni çoğunluk gelişmeleri kayıtsızca takip ediyor. Ve nihayet cephenin en zayıf halkasını oluşturan, gerçek Müslüman olduğuna sadece kendi dışında kimseyi inandıramayan ve Alevice yaşayışlarından taviz vermediğinde bu hususta samimiyetlerine bile inanılmayan, ancak durmadan “Biz Đslam’ın özüyüz” diyen; inançlarını büyük oranda Đslam içinde gören Aleviler, akıbetlerinin ne olacağını merak ve endişeyle bekler haldeler.

ALEV Đ OLDUĞU GĐBĐ KABUL GÖRMÜYOR Bu cephede yer alan Aleviler dışında hemen herkes, Alevileri olduğu gibi kabul etmeye

yanaşmayıp, bir de onlara kendi Alevilik tanımını dayatmaya kalkıyor. Cemevini ibadet yeri olarak saymıyor ve bu talebi dinde bölücülük olarak görüyor. “Müslüman iseniz, Müslüman’ın ibadet mekânı camidir” deyip Alevi'yi kendini Müslüman olarak ispat etmek istiyorsa, oraya gelmeye davet ediyor. Bunun üzerine kendisine bu talebi götürene, karşısındaki Alevi, “Biz Hz. Ali’nin yolunu takip ediyoruz” dese de, muhatabı hemen, “Hz. Ali namaz kıldı. Hatta namaz kılarken camide öldürüldü” karşılığını vererek, ısrarla yine camiye çağırmaya devam ediyor. Keza Ramazan orucu ve hac meselesinde de Hz. Ali örneği verilerek, Alevi sürekli köşeye sıkıştırılıyor.

Aynı senaryo Kuran’a bakışta da tekrarlanıyor. Bir Alevi'ye Đslam’ın emrettiği namaz, oruç ve hac gibi ibadetleri niye yerine getirmediği, Kuran’da açık ayetlerle yasaklanmasına rağmen içki içmeye neden devam ettikleri gibisinden tuzak sorular yöneltiliyor. Đyice bunalan Alevi, “Biz Kuran’ın batini (içsel, gizli) yorumuna inanırız. O dediğiniz emirler ve yasaklar sizin inandığınız Kuran’ın zahiri (dışsal) yorumunda var” dese de, “Öyleyse göster bana şu batini Kuran tefsirlerinizi!” talebi karşısında amiyane tabirle apışıp kalıyor. Çünkü böyle bir tefsir yok. Ellerinde bu alanda ortaya konulmuş yazılı bir kaynak mevcut olmadığı gibi, Aleviler tutarlı sözlü kanıtlarla yukarıdaki tezlerini temellendirecek bilgi ve donanımdan da yoksunlar.

BUYRUK VE MAKALAT KURAN TEFS ĐRĐ MĐ?

Page 106: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

106

Sakın kimse Buyruk ve Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ını Kuran’ın batini tefsiri diye kaynak göstermeye kalkışmasın! Çünkü her iki eser de Alevi toplumunun tarih boyunca belki de tek okur-yazarı konumundaki dedeler için yazılmıştır.

Ayrıca her an baskısını enselerinde hissettikleri devlet yetkilileri veya kötü niyetli birilerinin eline geçebileceği endişesinden ve sahiplerinin ölüm fermanı olabilecek somut bir delil teşkil edeceğinden, Buyruk ve Makalat dâhil hemen bütün kitaplarda sembolik ve takiyyeci bir dil kullanılmıştır. Bundan dolayı olsa gerek, hem Buyruk’ta hem de Makalat’ta namaz, oruç ve abdest gibi ibadetler bol bol övülmüştür. Ama bu dili sadece erbabı olan dede ve mürşitler anlayabildiğinden, Alevi kitleler yine de Sünnilerin yaptığı ibadetlerden hep uzak kalmışlardır. Eğer dedeler bu kitaplarda yazıldığı gibi, taliplerini yetiştirseler zaten bugün tüm Aleviler namaz kılıyor, oruç tutuyor olurlardı.

Ek olarak Makalat’ın Hacı Bektaş’a ait bir kitap olduğunun henüz bilimsel olarak kanıtlanamadığını ve sadece ona atfedildiğini vurgulamalıyız.

Buna karşılık Đslam’ın 1400 yıllık tarihinde, Alevilerin Kuran’ın zahiri dediği türden yüzlerce tefsir yazılmış ve bunların onlarca çeşidi birçok Sünni’nin kütüphanesinde dün olduğu gibi bugünde cilt cilt sıralanmış bekliyor. Aslında bir Sünni, karşılaştığı bir Alevi ile eğer sohbeti ilerletebilirse, yukarıdaki türden soruları yöneltirken kendi inandığı, öğrendiği ve atalarından devraldığı Đslam anlayışına aykırı hareket etmiyor. Çünkü Kuran, hadisler, mezhep imamlarının kitapları orada yüzyıllardır duruyor. Yani öne sürdüğü her iddiayı, bu kaynaklara göre kanıtlama şansına sahip bir Sünni. Ama Alevinin böyle bir imkânı neredeyse hiç yok.

Öte yandan Sünnilerle modern zamanlarda karşılaşan ama son 10 - 15 yıldır açıkça Alevilik üzerine konuşmaya başlayan Aleviler, benzer türden soru ve sorunlarla cemevlerinde kadın-erkek birlikte ve yan yana ibadet edilmesinde, burada saz eşliğinde nefesler ve deyişler söylenerek semah dönülmesinde, tarihte resmen cemevi diye bir ibadet mekânının bulunmamasında, Alevi olabilmek için Alevi bir ana-babadan dünyaya gelmiş olmak şartının aranmasında, oysa Müslüman olmak için bir Kelime-i Şahadet getirmek yetiyor, musahiplikte ve Hıristiyanlıktakine benzer biçimde suç işleyen kişinin aforoz edilmesi anlamına gelen düşkünlük uygulamasında da karşılaşıyor.

ALEV ĐLĐK-SÜNNĐLĐK FARKI GAYET AÇIK Çünkü bunların hiçbiri Sünni Đslam kaynaklarında olmadığı gibi, Đslam’ın tarihsel mirası

incelendiğinde de tüm zorlama yorumlara rağmen Aleviliktekine benzer uygulama ve kurumları bulabilmek pek mümkün olmuyor. Hatta başta cem esnasında alkol kullanımı olmak üzere, kadın-erkek birlikte ibadet, cemde müzik ve müzik aletlerinin kullanımı ve semah gibi Aleviliğin özünü oluşturan unsurları ne Kuran’da, ne peygamberin ister uyduruk isterse sahih (gerçek) hadislerinde göremezsiniz. Ayrıca dünyanın hangi Đslam ülkesine giderseniz gidin, onların bugünkü ve geçmişteki Đslami geleneklerinde de anılan konularda benzerlikler bulmaya çalışmak nafile bir çabadır.

Yine Alevilerin tamamı olmasa bile büyük çoğunluğunca kabul edilen Kuran-ı Kerim’in eksik olduğu ve bazı ayetlerin III. Halife Osman tarafından imha edildiği, ruh göçü yani başka donda sayısız defalar dünyaya gelme (devriye) ve yeniden doğuş inancı, keza Hıristiyanlıktaki teslisi (üçleme) andırır biçimde Hak-Muhammed-Ali’nin bir nur ve bütün olarak algılanması, Hz. Ali’yi tanrı veya yarı tanrı gören insan tanrıcı kabuller, vahdet-i vücut felsefesi, kriz anlarında büyük bir kurtarıcının gelip (Mehdi) dünyayı zalimlerden temizleyeceği ve yeryüzüne adaleti hâkim kılacağına dair mesianik inançlar ve benzerlerine Đslam’ın iki büyük ana öğretisi olan Sünnilik ve Şiilikte kesinlikle bir yer bulamazsınız. Bunların bir tanesine bile inanmak zaten kâfir ilan edilmeye yeterli nedendir. Bir de bütün Müslümanlar istisnasız şuna inanır; Kuran-ı Kerim’in değil bir ayetini, bir harfini bile kabul etmemek, o kişinin imansız sayılması sonucunu doğurur.

Bilinen hikâyedir; deveye sormuşlar, neren yamuk? O da demiş ki; nerem doğru ki! Hal böyle olunca Kuran esas alındığında, deve örneğindeki gibi hemen her tarafı yamuk bir başka deyişle bu kitabın getirdiği hükümlere tamamen aykırı bir yaşayışı olan bir Alevi’nin ve

Page 107: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

107

bu anlamda bütünlük arz eden Aleviliğin neresini doğrultup, düzelterek kitabi Đslam’a ve bugünkü Müslümanların Đslam’ı yaşama pratiğine uyduracağız?

ALEV ĐLER KAFA KARI ŞIKLIĞINI AŞAB ĐLECEK M Đ? Özetlersek, “Alevilik Đslam’ın içindedir” tezini benimsemek ve Aleviliği buna göre dizayn

etmeye çalışmak, neresinden bakarsanız bakın Alevileri bir çıkmazın içine sokuyor. Bu eşitsiz güç ilişkilerinin ve bilgi birikiminin yarattığı olumsuz ortam ise her geçen gün daha çok sayıda Alevi’nin asimilasyon potası içine düşmesine yol açıyor.

Söz konusu çıkmaz hızla Alevileri Sünnileştirdiği gibi, buna direnenler bile zamanla üzerinden hiç eksik olmayan çok yönlü propagandanın da etkisiyle teslim bayrağını çekerek, Aleviliğine Sünni gözlüklerle bakmaya başlıyor. Kendini değerlendirmede Sünni Đslam’ı çıkış noktası olarak ele almak gibi kimliksel bir kaymanın eşiğine geliyor. Süreç içinde de bu kişi eğer Alevi kimliğine çok duyarlı değilse, hele bir de inancıyla kuracağı temas kanalları kapalıysa, -ki Alevilerin çoğunluğunun durumu böyle sayılır- alın size dört başı mamur potansiyel bir Sünni adayı!

Sünni hegemonyanın gücüyle mukayese edilince önüne geçilmesi zor gözüken bu olumsuz gidişatın sonunda, özüne sadık ve içi boşaltılmamış bir Aleviliğin ortada kalmayacağını ve Alevi nüfusun 20 milyon civarından kısa bir süre içerisinde yüz binli rakamlara ineceğini öngörmek kehanet sayılmasa gerek.

Çünkü Aleviler, kimliklerine karşı aralıksız tekrarlanan tüm bu topyekûn saldırı ve müdahaleleri püskürtecek bir kurumlaşmadan; güçlü teolojik, ideolojik, kültürel ve siyasi argümanlar üreterek, Alevi inancını bütünüyle savunacak, kanıtlarıyla meşrulaştıracak aydın ve bilim adamlarından henüz yoksun sayılırlar.

O halde yapılacak iki şey kalıyor geriye, bunlardan biri “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” anlamına gelse de, Alevilerin dört elden ya “Alevilik Đslam dışıdır” seçeneğine sarılmaları veya hemen her Alevi’nin “Đslam içi ve dışı” tartışmalarından uzak durması, bu yöndeki ısrarlı soru ve talepleri kesinlikle reddetmesi gerekiyor.

MÜSLÜMANLIK YARI ŞTIRMAK GEREKL Đ MĐ? Lafı pek uzatmadan söylersek Aleviler ısrarcı olanlara, “Açık konuşalım. Bizim

günümüzde yaşanan Đslam türleri ve uygulamalarıyla hiçbir bağımız yok. Biz, sizinle ortak bazı noktalarımız bulunmasına rağmen çok farklı bir inanç ve ibadet anlayışına sahibiz. Kimseyle de Müslümanlık yarışına girmeyiz. Bu gerçeği kabul edin artık” deme cesaretini gösterebilmelidir.

Son seçenek nispeten kolay uygulanabilir ama “Alevilik Đslam dışıdır” iddiasını savunmak hem Aleviler içinde hem de dışında çok büyük tepkiyle karşılanıyor. Ama dayatmalar bu tezi savunmayı gerektirirse de, ki dolaylı ve dolaysız iteklemeler birçok Alevi aydını ve örgütünü bu noktaya çoktan sürüklemiş durumda, o zaman Aleviler bir an önce en azından Đslam’ın ortodoks versiyonları olan özellikle Sünnilik ve arkasından Şiilik ile aralarındaki köprüleri atmalıdırlar.

Bu seçeneğe sarılmak birçok Alevi’yi şok edici cinsten ama nasıl kalp krizi geçiren bir hastaya şok tedavisi gerekliyse, şu anda ağır bir kimlik krizi, kafa karışıklığı, kuşatılmışlık, yalıtılmışlık, güçsüzlük, donanımsızlık hali yanında yeniden bir Alevilik inşası sürecini de yaşayan Aleviler, böylesine ağır bir kararı hayatiyetlerini sürdürmek istiyorlarsa vermeye mecburdurlar.

Kuşkusuz “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” misali bir seçeneğe mahkûm olmak Alevilerin tercihi kesinlikle olmazdı. Ama bunu içinde bulunulan şartlar dayatıyorsa da yapılacak pek fazla bir şey yok.

ALEV ĐLĐK ĐSLAM’A ĐNDĐRGENEMEZ Dikkat edilsin, “Alevilik Đslam dışıdır” görüşünü savunmak son tahlilde, yaşadığı

coğrafyaların kadim inançları yanında, bunlara göre nispeten daha genç olan Đslam’dan da çok şeyler alan, bağdaştırmacı ve özgün bir inanç kategorisinde değerlendirebileceğimiz Alevilikteki yoğun Đslami etkilenmeyi yok saymak anlamına gelmiyor. Đslam’ın Alevilik üzerindeki etkisini kimse inkâr edemez. Aksine Alevilik son bin yılda etkilendiği Budizm,

Page 108: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

108

Manihaizm, Şamanizm ve Zerdüştlük ile Anadolu ve Mezopotamya’nın pagan inançları gibi kadim din ve kültürlerinden belki de daha fazla unsuru Đslam’ın Sünni ve Şii yorumlarından içine almıştır.

Açık yüreklilikle ortaya koymak gerekirse, Aleviliğin ve Alevilerin bilinen son bin yılına zorla veya gönüllü, yaşadıkları coğrafyanın tüm zamanlarında ve her bucağında mutlak egemen olması nedeniyle Đslam büyük damga vurmuştur. Ancak bu etkilenme büyük oranda Đslami kelime ve kavramları, Hz. Muhammed, Hz. Ali, Ehl-i Beyt ve 12 Đmam gibi kutsal kişilikleri almakla sınırlı kalmıştır. Tüm bu kişi, kelime ve kavramların içeriği genelde boşaltılmış olup, sembolik ve yüzeysel anlamlarıyla kullanılmıştır. Diğer bir deyişle bunlara Alevilik yeni, farklı ve hatta aldığı kaynağa, tarihte geçirdiği evrelere zıt anlam ve değerler yüklerken, genelde bunlar inancın özünü koruma kaygısından dolayı sadece bir cila ve ince bir sır tabakası olarak kalmıştır. Nitekim Hz. Ali’ye Sünni Đslam’dakinden ve onun tarihsel kişiliğinden çok farklı özellikler yüklenmesi bunun sonucudur. Bugün bazı Aleviler dâhil Hz. Ali konusunda başkalarının Alevileri anlayamamasının altında bu anlayış yatmaktadır.

Fakat tüm bu yoğun etkiye karşılık, bu durum günümüzdeki gibi “Alevilik eşittir Đslam” noktasına hiç taşınmamıştır. Tarihte Alevilik, çok sayıdaki bileşenlerinden sadece biri olan Đslamiyet’e indirgenmediği gibi, bu uzun süreçte de Alevilerin akıllarına Đslam’la ilişkilerini bugünküne benzer şekilde sorgulama fikri hiç gelmemiş ve kafalarında bu derece yoğun bir bulanıklık oluşmamıştır.

SALDIRILAR ALEV ĐLĐĞĐN ÖZÜNÜ TAHRĐBE YÖNEL ĐK Zira Alevi toplumu daha 1950’li yıllara kadar kapalı devre yaşıyordu ve inanç önderleri

ve kurumları da bu topluma büyük ölçüde hâkimdi. Şimdiyse bu yapı kentleşme ve modernizmin baskısıyla bir daha eski biçimiyle diriltilemeyecek şekilde ortadan kalkmış haldedir. Aleviler günümüzde yeniden bir toparlanma evresinin içindeler ve sarsıntılı geçeceği kesin olan bu ortamı büyük yaralar almadan atlatmanın yollarını arıyorlar.

Đşte böylesine karmaşık, sancılı ve çok faktörlü bir dönemde Alevileri tehdit eden en büyük tehlike, saldırı ve müdahalelerin inançlarının özüne, merkezine yönelmiş olmasıdır. Bu tehlike “Alevilik, Đslam’dır. Hatta özüdür” denilerek Đslam’ın muhalif yorumları hiç dikkate alınmadan ve bunlardan kesinlikle söz edilmeden, Aleviliğin sadece Sünni ve Şii mezheplerinden biriyle boyanmak ve vaftiz edilmek istenmesinde şekilleniyor. Hedeflenen ama bin yıldır ulaşılamayan ve bu nedenle de yok edilemeyen “sır örtüsü altındaki” özün devre dışı bırakılmasıdır.

Açıkçası, Aleviliğe Đslam’dan giren kelime, kavram ve kişilerin orada kazandığı ve hayatiyet bulduğu anlamlardan temizlenerek, doğacak bu boşluğun Sünni Đslam’daki anlam ve değerlerle doldurulması amaçlanıyor. Bu amaç gerçekleştiğinde de zaten bir Alevi artık, namaz denilince inancındaki halka namazını değil; günde 5 vakit namazı anlayacak ve ezanı duyar duymaz da camiye koşacaktır. Hz. Ali adı geçtiğindeyse Alevilikteki olağanüstü niteliklere sahip Đmam Ali yerine, Sünnilerin anladığı manada Ömer ve Osman ile aynı değerde, sıradanlaştırılmış ve 4. Halife olan Hz. Ali’den daha fazlasını düşünemez hale gelecektir. Böylelikle de asimilasyon süreci bitmiş ve Sünnileştirme tamamlanmış olacaktır.

Yukarıda ortaya koyduğumuz gibi, Aleviler birçok cepheden yaylım ateşine tutuluyor ve çok güçlü bir taarruzla karşı karşıyalar. Bu harekâtın püskürtülmesi şu anda büyük aciliyet ve önem taşıyor.

O halde bu harekâtı yönlendirenlere, Aleviler arasından cephane taşımaya ve lojistik desteğe “paydos” demenin zamanı geldi de geçiyor bile. Yoksa bu gidişle ortada ne özüne sadık bir Alevilik bırakacaklar ne de bugünkü gibi rahatlarını kaçıracak büyüklükte bir Alevi nüfus! Hedef belli ve buna ulaşılması için kararlı olunduğu kesin.

Ortamı ve gidişatı iyi analiz edersek, belli güçlerin Alevileri, Aleviliğin Đslam’daki yerine dair tartışmaların bataklığında güreştirip, enerjilerini tükettirerek, bölüne bölüne küçük lokmalar haline gelecekleri günü iple çektiklerini sezememek büyük aptallık olur. Keza Alevi çoğunluğun Sünniliğe tamamen teslim olmalarıyla “gerçekten yüzde 99 Müslüman bir Türkiye” hedeflendiğini hâlâ anlayamamak ise ayrı bir körlüktür.

Page 109: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

109

Ne dersiniz, yoksa yanılıyor muyum? Bad Nauheim, 18 Aralık 2005

Page 110: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

110

SÜNNĐLEŞME SÜRECĐNDEKĐ ALEV ĐLER ALEV ĐLĐĞE BÜYÜK ZARAR VER ĐYOR Atalarının tamamı Alevi olarak yaşayıp ölmüş bir insan düşünün. Dahası bu insan

şimdi 40 ile 60 yaşları arasında olsun. Kendi de ikrar verip, cemlerde bulunmuş ve en azından bundan 30-35 yıl öncesinde ikamet ettiği köyünde bugünkü gibi köylülerinin camiye gitmediğini, tek bir kişi de olsa Ramazan ayında oruç tutan bulunmadığını bu kişinin bal gibi bildiğini farz edelim. Keza bundan 60-70 yıl öncesinde de köyünden hiçbir kimsenin hacca gitmediğinin farkında olan bu kişinin, yılda birkaç kez de olsa cemevine gittiğini, görgü cemlerine katıldığını ve hâlâ kendini Alevi olarak hissetme veya tanıtmaya devam ettiğini varsayalım. Şimdi siz bu kişiyi Alevi sayar mısınız? Haliyle sayarsınız ve onu Alevi olarak kabul etmek zorundasınız da zaten.

Ama aynı kişi diyelim ki, camiye de bütün vakit namazlarında veya en azından haftada bir cumaları gidip namaz kılıyorsa, Ramazan gelince aynı Sünniler gibi 30 gün oruç tutuyor ve eğer maddi durumu elverdiğinde hac ziyareti yapıyorsa, bu kişi hâlâ Alevi sayılabilir mi? Bu soruya da kısmen “evet” diyebiliriz.

Ancak yine aynı insanın Hz. Ali’yi aynen Sünnilerin anladığı ve bildiği şekilde kavradığını, “Hz. Ali camide namaz kıldı, oruç tuttu ve hac ziyareti de yaptı. Alevi olarak O’nun yolundan gittiğimize göre, bizim de bunları yerine getirmemiz gerekir” dediğini hayal edelim.

Ayrıca tutum, davranış ve inançlarında bir Sünni’den en küçük bir farkının bile neredeyse kalmadığını; hatta bu kişinin cemevi ve Alevilikle ilişkisinin sadece köyüyle sınırlı olduğunu, eğer köyünden dışarıda yaşıyorsa, buralarda yaşayan diğer yerlerden Alevilerle, “Onlar namazsız, oruçsuz. Lakır lakır içki içiyorlar. Hatta Allah’a bile inanmıyorlar” diyerek mevcut Alevi örgüt ve kurumlarına bırakın üye olmayı, önlerinden geçmekten dahi “Alevi olduğum açığa çıkar. Beni gören ve dininde, diyanetinde bilen komşum ne der acaba?” diye düşünüyorsa, biz bu kişiyi tüm bunlara rağmen Alevi olarak değerlendirmeye devam mı edeceğiz?

KĐM ALEV Đ KĐM DEĞĐL? Şüphesiz kimsenin Aleviliğinin derecesini yargılayacak, “sen Alevisin, öteki değil”

diyebilecek bir konumda değiliz. Kimsenin böyle bir yetkisi olmadığı gibi, Alevilikte de böyle bir kabul-ret mevkii ve makamı yoktur.

Ancak böyle bir yetkili ve tekel bulunmaması Aleviliğe ilişkin ceme katılma, ikrar verme, sadece kendi köyünde Alevi olduğunu bilme, hissetme durumunda olan; bunu da bir nevi “Sürüden ayrılanı kurt kapar”, “Âdet yerini bulsun” ve “Laf olsun torba dolsun!” anlayışıyla yerine getiren birine, o Alevi’dir dememizi gerektirmiyor. Çünkü aynı kişi, “Devlet Alevilere ne yapıyor? Bir dini hizmet sunuyor mu?” diye sorduğunuzda size, “Daha ne yapacak? Đşte camimize imam tayin etti. Hoca da çocuklarımıza Kuran öğretiyor” karşılığını veriyorsa; hele hele Alevi kimliğine sahip çıkmak gerektiğinden söz edildiğinde, oradaki “kimlik” kelimesinden hareketle, “Bizim Sünnilerle ayrımız gayrımız yok. Allah’ımız, peygamberimiz ve kitabımız birdir” gibi küstahça bir cevapla, sizi bölücülükle ve ikicilik çıkarmakla suçluyorsa, bu kişiyle artık bir Alevi olarak konuşma ve anlaşmanızın zemini kalmamış demektir.

Yine aynı insanla köy dışında bir başka şehirde, sadece Alevilerin bulunduğu kalabalık bir mecliste karşılaşmışsınız. Söz Alevilikten açılmış ve siz orada, Alevilikte, Sünnilerdeki gibi 5 vakit namaz bulunmadığı; namaz kılmanın bir Alevi’nin üzerine vazife olmadığını ve Alevilerin ancak cemevinde halka namazı kıldıklarını ifade etmişsiniz. Bu mecliste çok büyük bir tepki alıyorsanız ve sizinle hararetli tartışmalara giren bu kişi, sizi dinsizlik ve Allahsızlıkla suçlayıp, bu meclisi terk ediyor ve orada bulunan 15-20 kişiden hiçbiri, hepsi de Alevi geçindikleri halde (tabii sadece köylüleri arasında) sizden tarafa olmayıp, “Alevilikte cami ve namaz vardır” diyeni destekliyorlarsa, işte orada durmanız lazım. Bu insanlar kendilerini Alevi olarak tanımlıyorlar düşüncesiyle, sizin de aynı fikirde olmanız kesinlikle mümkün değildir. Çünkü artık ölçünün kaçması bir yana, böyle bir Alevilik ne tarihte yaşanmıştır, ne de bundan

Page 111: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

111

sonra bütün çabalara rağmen bu çeşit çarpıtılmış bir Alevilik asla olmayacaktır. Çünkü Alevi olmak böylesine basite indirgenemez.

Öyleyse bu hale gelmiş olan Alevilere ne diyeceğiz? Cevap gayet basit; onlara Sünnileşmiş, asimile olmuş, dönmüş; hatta kimliğine ihanet etmiş Aleviler diyeceğiz. Dememiz de gerekir. Yoksa bu gidişle elmayla armudu karıştırmaya devam eder ve bugünkü keşmekeşten kurtulamayız.

“Pekâlâ, bu tanımlamalar ağır değil mi?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama emin olunuz ağır değil, hafif bile. Çünkü bizim tam da bu durumları ifade etmek

için çok meşhur bir özdeyişimiz var: "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz." Malum bir insanın kendini ne olarak beyan ettiği değil, ne olduğu önemlidir. Bunu da

onun hal ve tavırlarından, yaptığı işlerden çıkartabilirsiniz. Aynen bir hırsızı suçüstünde yakaladığınız halde, onun hırsız olmadığını tepinerek ispatlamaya çalışmasında olduğu gibi. Burada hırsıza mı, yoksa gözlerinize mi inanacaksınız?

Hem ayrıca köyünde Alevi olup, dışarı çıkınca, artık baskıların da büyük oranda ortadan kalktığı bir zaman diliminde bile, her ne sebeple olursa olsun camiye gidip, bir Sünni’den hiçbir farkın olmadan yaşamakla Alevi olunmaz. Böyle davranmak olsa olsa iki yüzlülük, korkaklık, başkalarına yaranma ve riyakârlık olarak görülebilir.

SÜNNĐLEŞME AŞAMASINDA M ĐLYONLARCA ALEV Đ VAR Şimdi gelelim işin gerçeğine… Burada yazdıklarımız kesinlikle hayal ürünü ve uydurma şeyler değil. Hepsi de

deneyim ve gözlemlerimize dayandığı gibi, dahası burada tanık olduklarımızın bir bölümünü kelimelere dökebildik. Zira gerçekte bazı Alevi köylerinin ve Alevilerin durumu tasvir etmeye çalıştığımızdan daha vahim ve içler acısı boyutlara uzanıyor. Yukarıda “bir kişi” diye anlatmaya gayret ettiğim Alevi örneğinin benzerlerine de Türkiye’nin ve dünyanın dört bucağına yayılmış Aleviler arasında değil binlercesine, milyonlarcasına rastlayabilirsiniz ve bu sürpriz de sayılmaz. Evet, yanlış duymadınız. Böyleleri milyonlarca var. Bu rakama nereden mi ulaşıyorum?

Şimdi eğer biraz okuma-yazmanız var ve etrafınızdaki gelişmeleri az da olsa takip ediyorsanız, bu sayılara şaşırmazsınız. Çünkü iddia edildiği gibi Türkiye’de 20-25 milyon nüfusa sahip olan bir toplum, gerçekten kimliğine sahip çıksa, bugün Alevi inancı hâlâ inkâr edilmez ve Aleviler de ikinci sınıf vatandaş konumunda olmazdı.

Ben Kütahya’nın Hisarcık Đlçesine bağlı 2 binin üzerinde nüfusa sahip Şeyhler Beldesindenim. Bizim tarihte Işık Taifesi denen gezgin dervişlerin soyundan geldiğimiz tahmin ediliyor. Tamamı Alevi olan belde Kütahya çevresinde bulunan 25 kadar Alevi yerleşiminin ikinci büyüğü konumunda. En büyükleri ise Gediz’e bağlı Akçaalan Kasabasıdır.

En az 15 yıllık gözlem ve deneyimlerime dayanarak söylüyorum; Kütahya Alevileri, Türkiye’deki Aleviler arasında en çok asimilasyon ve Sünnileşmeye maruz kalan kesimi teşkil ediyor. Çünkü anladığım kadarıyla, asimilasyon çalışmaları yörede ta II. Abdülhamit döneminde başlamışa benziyor. Bunun etkisiyle olsa gerek, Almanya’daki gezebildiğim Alevi derneklerine bakıyorum çok az Kütahyalı Alevi var içlerinde. Kalkıyorum Đzmir’e, Manisa’ya ve Kütahya merkeze giderek, oradaki Alevi çevrelerle görüşüyorum. Kendi beldemden örnek verirsem, bu saydığım kentlerin her birinde en az 70-80 aile olmalarına rağmen Alevi dernek ve vakıflarına bırakın üye olanı bulabilmeyi, kapısından adım atan bir kimsenin dahi bulunmadığını öğreniyorum. Ha arada gelip üye yazılanlar olmuş ama onlar da namazdan, oruçtan bahsedilmediğini öğrenince eli ayağı kesmişler kısa sürede. Đstisnalar vardır mutlaka ama bunlar da malum kaideyi bozmaz. Çünkü bizim oranın Alevileri artık, Alevi takvimi satan bir yakınıma “içinde namaz vakitleri de yazıyor mu?” diye sorabiliyorlar.

Bu durum sadece kendi beldemde değil, Kütahya’nın 25 Alevi köyü varsa, bunların en az 20’si için geçerli denilebilir. Hepsinde cami var olmasına var ama ilginç olan bu camiler devlet tarafından veya başka bir dış zorlamanın eseri değil. Bizzat köylülerce gönüllü yapılmışlar ve bugün her birinin Sünni köylerini aratmayacak kadar daimi bir cemaati oluşmuş vaziyettedir.

Page 112: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

112

Bundan 5-6 yıl önceydi sanırım. Bizim Şeyhler’de Ramazan ayında aşağı mahallenin cami imamı askere gittiğinden, teravih namazını kıldırmak için bir iki işgüzar insan bir araya gelip, kendi ceplerinden para vererek bir aylığına imam bile tuttu.

ALEV ĐNĐN KENDĐ KÖYÜNE CAM Đ YAPTIRMASI SUÇ MU? Daha bu ne? Başka örnekleri saymakla bitmez. Almanya’daki başka bir işgüzar

hemşehrimiz ise, beldemizin iki cemevi de harabeye dönüp, insanların üzerine yıkılacak bir halde öyle beklerken, mevcut iki caminin de kubbelerini kurşunla kaplattı ve dış duvarlarını da nadide çinilerle süsletti. Giderlerini de kendi cebinden ve Almanya’daki hemşehrilerimizden topladığı paralarla karşıladı. Dikkatinizi çekerim; bu kişi izine geldiğinde cemevine de düzenli olarak gidiyor ve “cami de bizim, cemevi de” diyor ama cemevlerimizin perişan hali konusunda makul bir cevabını henüz duyabilmiş değilim.

Haklarını yemeyelim şimdi. Camiler mimari olarak çok güzel olmuş ve beldenin siluetini değiştirmiş. Ama yanlış ve gereksiz bir yerde inşa edilmişler sadece. Öyleyse cami yaptıran bu kişiler suçlu mu şimdi? Özünde iyi niyetli ve kimseye görünürde bir zararları da dokunmayan bu insanların suçlu olduğunu söyleyemeyiz. 1980’li yıllarda iki caminin yapımında da ön ayak olan bu hemşehrilerimizi ve benzerlerini suçlu olarak ilan etmesek bile, işgüzarlıklarını, Sünniliğe bu kadar çabuk teslim olduklarını ve asimilasyon projelerinin kolay yemi haline geldiklerini de görmemiz gerekir. Geçelim bunları. Çünkü yaşları hayli ilerlemiş olan bu kesimi, tekrar en azından gençliklerindekine benzer bir Alevilik anlayışına bile döndürebilmek imkânsız gibi bir şey. Üzerlerinde denenen Sünnileştirme projeleri çok yüksek oranda başarılı olmuş görünüyor.

Anlattıklarımdan hareketle akla şöyle bir soru gelebilir; sen camiye düşman mısın veya Alevilerin ezici çoğunluğu niye bu kadar ısrarla camiye karşı çıkıyor?

Hemen söylemeliyim ki, ben ve benim gibi düşünen Alevilerin camiye, namaza kesinlikle karşı olmadıkları bir yana, bir yerde ihtiyaç varsa oraya cami inşasına da hiçbir itirazda bulunmayız. Kendi adıma konuşursam; benim dinle, imanla ve bu bağlamda Đslam’la hiçbir alıp veremediğim olmadığı gibi, bilakis dozu kaçırılmadan ve başkalarının nasıl inanıp, ibadet ettiğine karışmadan dinini içten duygularla yaşamaya çalışan her dinden dindara büyük saygı besliyorum.

Burada bana, “Daha ne öyleyse, otur oturduğun yerde. Derdin nedir?” sorusu yöneltilirse de, benden bir dokunup bin ah işitirsiniz. Çünkü en çok kafa karıştıran, tepki çeken veya kasıtlı olarak anlaşılmak istenmeyen nokta tam da burası. Zurnanın zırt dediği bu yerde, Alevilik adına yaşanan olumsuzluklara itirazımız iki alanda şekilleniyor.

Söz konusu itirazların başını devlet, hükümet, Sünni toplumun bir bölümü ve diğer egemen kesimlerin Alevileri asimile etmeye yönelik dur durak bilmeyen çabaları çekiyor. Ama bu yazıda işin bu cephesini sadece Alevi kimliğinin tanınması, açık veya gizli Sünnileştirme ve asimilasyon projelerinin rafa kaldırılmasının zamanı geldiğini vurgulayarak, kapsam dışı bırakıyorum. Zaten işin bu yönüyle ilgili çok yazılıp çizildi.

CELLATINA BOYNUNU GÖNÜLLÜ UZATMAK… Đkinci itiraz noktasına gelirsek, burada beni derin endişelere sevk eden cellâtlarının

eline Alevilerin bizzat kendilerinin teslim olmasıdır. Batı Anadolu veya Türkiye’nin başka yörelerinde yaşanan gönüllü Sünnileşme tecrübelerini öğrenince insan başka türlü bir benzetme bulamıyor.

Diğer bir nokta da bazı bölgelerdeki Alevilerin Sünnileştirme çabalarına artık en küçük bir direnç göstermemesidir. Adeta her şey kabullenilmiş. Daha vahimiyse, bu Alevilerin içlerinden nadiren de olsa çıkan bizler gibi aykırı sesleri ve direnç odaklarını da boğmaya, susturmaya kalkmalarıdır. Bizler ezberlerini bozuyoruz ve rahatlarını kaçırıyoruz herhalde.

O nedenle bende şöyle bir kanı oluştu: Özellikle Batı Anadolu Alevileri için asıl tehlike devletten, hükümetten ve Sünni toplumdan çok kendi içlerinden ve bizzat içselleştirdikleri Sünni yönelişten kaynaklanıyor. Adeta Alevi kimliklerini kendi elleriyle öldürmeye çalışıyorlar. Alevilik onlar için neredeyse gittikçe ağırlaşmasından dolayı taşınması zorlaşan bir yük gibi. Bu yükü bir an önce üzerlerinden atmanın uğraşı içindeler sanki. Bundan tamamen kurtulup,

Page 113: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

113

o çok özendikleri Sünni toplumda kabul görmeyi ve alkışlanmayı bir başarabilseler, bayram edecekler gibi bir hava sezmemek elde değil.

Ayrıca bir de çok devletçiler. O nedenle devletten ne gelirse gelsin, bu Alevi kimliğini terk etme emri de olsa kabul etmeye hazırlar. Bu anlayış ise tabii ki, devlet zaten Sünnileştirmenin baş aktörü olduğundan Alevi kimliğinden uzaklaşmaya çanak tutuyor.

Yaşananları görünce başka türlü düşünmeniz artık imkân dışına çıkıyor. Öyle Aleviler görüyorsunuz ki, kafa yapısı bakımından bazı Sünni dindarlardan daha geri konumdalar. Zira bugün ola ki, devlet Kütahya’nın Alevi köylerindeki camilerden bütün imamları “siz Alevi olduğunuzdan imama ihtiyacınız yok” gerekçesiyle çekse, inanın bu köylerin yüzde 90’ı müftülüğe heyet üstüne heyet gönderip, imamızı geri istiyoruz diyerek yalvaracaktır. Yani asimilasyon bu derece yüksek ve önü alınamaz bir aşamaya gelmiş durumda. Bu arada camisiz ve imamsız düşünülemeyen bu köylerden yüzlerce Alevi çocuğunun imam-hatip liselerinde okuduğunu aktaralım.

BALIK BA ŞTAN KOKARSA… Kuşkusuz köylerimizin bu hale gelmesinde dedelerin oynadığı olumsuz rolü anmadan

geçersek, tablo eksik kalmış olur. Her şeyden önce anlaşıldığı kadarıyla bizim oralarda balık baştan kokmuşa benziyor.

Diyeceksiniz ki, Alevi-Bektaşi yolunun önderleri dedelere de mi dil uzatıyorsun? Hâşâ ne haddimize! Yolu taviz vermeden erkâna sadık şekilde yürüten ve bu inancın bugünlere gelmesinde en büyük paya sahip olan dedelerimize saygımız sonsuz. Hatıraları önünde niyaz ediyoruz.

Ama ya sistemle açık ve gizli işbirliği içinde olan veya farkında olmadan taliplerinin Sünnileştirilmesine hizmet eden ocakzade dedeleri nereye koyacağız? Ya da dede bizzat zamanla Sünnileşti ve bunun ayırdında değilse?

Acaba gerçekte böyle dedeler var mıdır? Başka yerleri pek bilmem ama Kütahya çevresinden size bir çırpıda onlarca örnek gösterebilirim. Nasıl mı?

Geçmişte de örnekleri çok ama biz bugüne bakalım. Beldemiz Alevilerinin tamamı 20 Km uzaklıktaki Şeyhçakır Köyü’nde bulunan Işıkçakır Sultan Ocağı’nın talipleri. Bu nedenle dedelerimiz oradan gelerek cemlerimizi yürütüyor. Yine çok uzağa gitmeden dedelerin olumsuz rollerine dair dumanı üzerinde tüten çok taze bir örneği çevremden vereceğim.

Geçtiğimiz yaz Almanya’da yaşayan genç bir yakınım izindeyken ikrar vererek yola girdi. Bu vesileyle icra edilen cemin, baştan sona kamerayla görüntülettiği filmini bana da izletti. Cemde Kuran okunması ve Arapça dualar edilmesini hadi bir dereceye kadar normal karşılayalım. Ama dede ikrar veren çifte öğüt verirken ne dese iyi? Diyor ki, “Artık yola girdiniz. Bundan böyle namazını kılacak ve orucunuzu tutacaksınız! Söz mü?” Burada namazdan kastı halka namazı, oruçtan ise Muharrem orucu değil. Yakınıma sordum ve teyit ettirdim. Dede gayet açık bir şekilde ikrar vermiş olan bir kişiye düpedüz 5 vakit namaz kılmayı tavsiye ediyor. Ne günlere kaldık a dostlar, değil mi?

Oysa bunları izlemek benim için pek sürpriz olmadı zaten. Zira aynı dedenin camide akşam namazını kıldıktan sonra cemevine erkân yürütmeye gittiğine bizzat defalarca tanık oldum. Bu durum yeni de sayılmaz. Gerek Şeyhçakır gerekse Hacıbektaş’tan gelen dedelerin çoğu da beldemizdeki taliplerine bu yönde telkinlerde bulunuyordu. Đşte eserleri ortada duruyor. Ne diyelim? Böyle dedelerin böyle talipleri olur!

ASĐMĐLASYONDAN KURTULU Ş UMUDU VAR MI? Durum bu kadar vahimse, o zaman neler yapılabilir? Peşinen kabul etmek gerekirse, devletin, hükümetin ve çoğunluk toplumun çok yönlü

bir kuşatmayla sürüklemek istediği yer ve kıvama gelmiş bulunan Batı Anadolu Alevilerinin yardımına koşmak, şu koşullarda özüne sadık duruşunu bozmamaya çalışan Alevi toplumunun gücünü çok çok aşıyor. Sünnileştirme ve asimilasyon dalgasına karşı mücadele edebilmek neredeyse imkânsız gibi. Fakat buna rağmen umutsuzluk içine düşüp, teslim bayrağını çekmekte gerekmiyor.

Pekâlâ, umutları canlı tutmaya yarayacak içimizdeki güvencelerimiz kimler?

Page 114: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

114

Batı Anadolu veya tamamen Sünnileşmenin eşiğine gelmiş diğer bölgelerdeki Alevilerin yeniden bir uyanış, silkiniş ve kendine geliş harekâtının fitilini ateşleyeceklerin başında gençlerimiz geliyor. Onlar da zorunlu din dersleriyle, Diyanet ve medyanın yoğun propaganda bombardımanıyla yürüttüğü asimilasyondan nasiplerini almışlarsa da, aralarından çıkacak eğitimli ve beyinleri iğdiş edilmemiş olanları bu bağlamda büyük umutlar vaat ediyor. Geleceğin sigortası konumundaki bu gençlerin, çevrelerindeki Alevilerin hepsini peşlerinden sürükleyemeyecek bile olsalar, en azından ihmal edilemeyecek büyüklükteki bir kitlenin tekrar doğru çizgide ve saptırılmamış bir Alevi kimliğine dönüş yapmasına vesile olacaklarına kesin gözüyle bakabiliriz. Ben etrafıma baktığımda gençler arasında andığım türden bir uyanışın ağır ağır da olsa başladığını hissedebiliyorum. Altını çizmemiz gereken diğer bir gelişmeyse, bundan böyle Batı Anadolu’da bırakın tamamı Alevi olan köyleri, önceden Alevi olduğu halde hepsi Alevi olarak kalmayı başarabilmiş bir aile bile bulamayacağız. Örneğin bizde öyle aileler var ki, üç kardeşten biri Sünnileşmiş ve kendini artık Alevi kabul etmiyor. Diğeri Şii camisine giderken, ötekisi de halen özüne sadık bir Alevi sayılır. Đlginç olanı bir araya geldiklerinde her biri diğerini kendi yoluna çekmeye çalışıyor.

Artık kabul etmeliyiz ki, Aleviler değil toplum bazında, aile içinde dahi bölündü ve çözüldüler. Hatta ikisi de köken olarak Alevi olduğu halde, biri Alevi kalan diğeri de hayatını bir Sünni’den farksızca sürdüren karı-kocalar bile var.

SÜNNĐLEŞTĐĞĐNDEN HABERS ĐZ ALEV Đ, GENÇLER ĐÇĐN KÖTÜ ÖRNEK Öze dönüş bağlamında umutların yeşerebilmesi için bir çift söz de Aleviler arasındaki

Sünnileşmiş ama bunun farkında bile olmayan orta yaş ve yaşlı kesime edeceğim. Aslını inkâr yolundaki dedelerin yanında bunlar da mevcut genç nesle ve gelecek kuşaklara yaşayışlarıyla kötü örnek oluyorlar. Alevilere yönelik tehlike ve tehdidin en büyüğü bunlardan geliyor. Çünkü bu insanlar, sadece kendileri camiye, hacca gitseler, Ramazan orucu tutsalar, buna diyeceğimiz bir şey olamaz. Ya ne yapıyorlar? “Gerçek Alevilik bizim yaşadığımız gibidir. Namaz da bizim oruçta. Hz. Ali namaz kılmadı mı? Hem de camide katledildi!” nakaratını tekrarlayıp, kendi sordukları soruya da kendileri cevap veriyorlar.

Sonra bunları duyan gençler ne düşünüyor? “Ha, demek ki, iyi bir Alevi olabilmem için namaz kılmalı, oruç tutmalıyım. Babam da zaten büyüklerinden böyle öğrenmiş Aleviliği. Galiba orada burada karşılaştığım namazsız, oruçsuz Aleviler bizden değil. Camiye hiç adım atmadıklarına göre, dinsiz olmalılar!” mantığını yürüterek, yüzünü Sünniliğe doğru çeviriyor. Bunun da arkası geliyor.

O nedenle benim muhterem büyüklerime önerim, utanmasınlar ve artık Sünni olduklarını itiraf etsinler. Çünkü namazlı, camili bir Alevilik yok. Kendilerini kandırmasınlar biz Alevi’yiz diye. Hem onları kimse, Alevi olarak kalın diye zorlamadığı gibi, bir avuç özüne sadık Alevi dışında herkes Sünnileşmeleri ve cami cemaatine dâhil olmalarını büyük takdirle karşılıyor. Camiye bir Alevi fazla gelse, sanki Müslümanlığın defterinde bir eksik varmışta tamamlanmışçasına sevinçten dört köşe oluyorlar. Daha ne? Çoğunluk topluma giriyorsunuz. Asli unsur oluyorsunuz. Ezilme yok, horlanma yok. Öyleyse hayatınızı niye zora sokuyorsunuz, bir camiye bir cemevine giderek? Var mı Đslam’ın şartları arasında ikrar vermek, saz çalıp semah dönmek ya da dem adı altında içki içmek? Kuran’ın neresinde yazıyor bütün bunlar? Boşuna aramayın, bulamazsınız!

Malum Alevilik meşakkate ve çilekeş olmaya talip olanların yoludur. Rejim de Alevilerin mevcut inançları ve ibadetleriyle kalmasını zaten istemiyor. Bundan dolayı onu, zorlukları göze alarak aslına uygun şekilde yaşamak isteyenlere bırakın. Açık konuşalım; kafa karıştırıyorsunuz. Hem oralı, hem buralı olunmaz! Sandığınız gibi, Alevilik ve Sünnilik arasındaki duvarlar çok ince ve geçirgen değil. Siz hiç camiye de gelen inançlı bir Hıristiyan veya Musevi gördünüz mü? Ben ne gördüm ne de duydum. Bu eşyanın tabiatına uymadığı gibi, sizlerin Alevi’yiz deyip camiye gitmenizin de bundan farkı yok.

Page 115: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

115

Elbette kendi köyünüzde hem camiye hem cemevine gitmeniz pek yadırganmıyor. Ama cesaretiniz varsa, dışarıda gittiniz bir camide cemaate, “Ben aynı zamanda iyi bir Aleviyim. Cemevine de giderim” diye anlatın bakalım. Buna rağmen Sünni cemaatten kabul görebiliyor ve hâlâ size itibar ediliyorsa, o zaman ben de camiye gitmeye hazırım. Durun hiç heveslenmeyin! Çünkü bu beyanınızdan sonra cemaat size eski ilgi ve saygıyı göstermeyeceği gibi, her karşılaştığınız yerde de kendinize bıyık altından güldüklerini ve alaya aldıklarını fark edeceksiniz. Tecrübeyle sabittir. Benim Alevi olduğum bilinmeyen ortamlarda, andığım türden Alevilerle dalga geçildiğine ve camiye gelmekteki samimiyetlerine inanılmadığına çok kez şahit oldum. Demek ki, kimse yutmuyor bu oyununuzu. Ayrıca Alevilik konusunda takip ettiğiniz anlayışa kendinizden başka kimseyi henüz ikna edemiyor ve inandıramıyorsunuz.

ARTIK TERC ĐH BEL ĐRLEME ZAMANI Bakın, benim Almanya’da yaşayan bir başka yakınım çok iyi bir formül bulmuş ve sizin

her gün karşılaştığınız problemleri gayet güzel bir şekilde çözmüş. Nedir sizlere de önerdiğim bu formül?

“Ben Alevi olarak doğdum ama Aleviliğe inanmıyorum. O nedenle cemevine filan giderek günahkâr olamam. Ben camiyi bilirim. Hacca da gittim” diyor ve Alevilerle arasına bir mesafe koyuyor. Bu yakınım, memleketlim olan Almancılar içinde en doğru ve tutarlı çizgiyi temsil ediyor. Bir araya geldiğimizde, Alevilikte namaz vardır veya yoktur gibi abes tartışmalara hiç girmiyoruz. Dini konularda, medenice her şeyi yerli yerine oturtarak sohbet edebiliyoruz. Ne güzel. Böyle hareket ederseniz daha saygın, onurlu ve tutarlı olursunuz. Đkili oynamanın kime ne faydası var?

Sonuç olarak öyle anlaşılıyor ki, kendiniz yoldan döndünüz ama bunun farkında bile değilsiniz. Ya da ikili oynamak işinize geliyor. Ama özüne sadık Alevi hareketi büyüyüp yaygınlaştıkça, sizin gittikçe Alevilikle aranızdaki mesafeyi açan yönelişinizin de günleri azalıyor. O nedenle çok geç olmadan saflarınızı belirleyin. Yoksa sizi bu halinizle ilerde ne “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” diyen gerçek Aleviler, ne de Sünniler içine kabul edecek. Ne demiş Ömer Hayyam;

Bir elde kadeh bir elde Kuran Bir helaldir işimiz bir haram Şu yarım yamalak dünyada Ne tam Müslüman’ız ne tam kâfir Ey tam Sünnileşememiş ve halen kararsız Aleviler! Bakmayın siz Hayyam’ın dediklerine. Tarafınızı belirleyin artık. Buna cesaretiniz yoksa da en azından kimseye Alevilik öğretmeye kalkışmayın. Çekin ellerinizi üzerimizden. Bizi hiç olmazsa rahat bırakın da doğru Aleviliği kendimiz arayıp bulalım. Çünkü sizin bildiğinizi sandığınız ve büyük çelişkiler içinde yaşadığınız Alevilik, ortak atalarımızın Aleviliğine hiç mi hiç uymuyor. Biraz samimiyetle araştırır ve düşünürseniz bana hak vereceksiniz. Hepimize kolay gelsin!

Bad Nauheim, 27 Aralık 2005

Page 116: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

116

KĐM DEMĐŞ TÜRKĐYE’DE LA ĐKL ĐK TUTMADI D ĐYE? Türkiye’de laiklik tutmadı diye hep sızlanılır durulur. Sazı eline alan hemen herkes, Atatürk devrimlerinin belki de en önemlisi olan laiklik ilkesinin bir türlü tutmadığından dem vurur. O nedenle de irticai kesimlerin fırsat bulup iktidarı ele geçirseler, laiklik başta olmak üzere Đslam şeriatına aykırı ne varsa, hepsini teker teker rafa kaldıracakları ve bu ilkeleri benimsemiş kesimleri de darağaçlarında sallandıracakları iddia edilerek ortalığa korku salınır. Bu iddiaları dillendirenler genelde okumuş yazmış insanlardır veya irtica yaygaraları basanların arka planda başka bir hesapları mutlaka vardır. Zira gerçekte kim ne derse desin Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca şeriatçı güçler hiçbir zaman düzeni değiştirecek kadar güçlü olamadılar. Ancak şeriatçılar bu güce erişemeseler de, Türkiye’de birileri başka hesaplarını görebilmek için onları çok güçlü ve tehlikeli göstererek, bu yolla kendi iktidarlarını sağlamlaştırma yoluna gittiler. Aynen 12 Eylül’de ve 28 Şubat sürecinde olduğu gibi… Neticede Türkiye’de bugüne kadar her şey “irtica bahane, iktidar şahane” denkleminde yürüdü. Şimdi bunlar nereden mi geldi aklıma? Ünlü romancı ve yazar Ahmet Altan Gazetem.net’te yer alan köşesinde, (http://www.gazetem.net/ahmetaltan.asp) Kanal 7’de yayınlanan Şoray Uzun’un yaptığı, genelde halktan birileriyle Anadolu’nun her tarafını gezerek çat kapı gerçekleştirilen söyleşilerden oluşan Şoray Uzun Yolda programını sürekli izlediğini belirtmiş. Benim de fırsat buldukça beğenerek izlediğim bu programda, Şoray Uzun’un çoğu başörtülü hanımlarla yaptığı röportajları değerlendirdiğinde, bu kadınların hiçte çekingen davranmadıklarını, birlikte şarkı-türkü söylediklerini ve kamuoyunda yansıtıldığı gibi yobaz da bir görünüm sergilemediklerini ifade eden Altan, buradan yola çıkarak Türkiye’deki milliyetçilerin yalan söylediklerini ve bunların ortalığı velveleye veren tartışmalarının tabanda hiçbir karşılık bulmadığı sonucuna varmış.

HALKIN GÜNDEM Đ FARKLI Ahmet Altan’a katılmamak elde değil. Bu ve benzer programlar Anadolu’daki halkın barometresi gibi. Aslında bir çeşit anket görevi de görüyorlar ve sıradan halkın gerçek gündeminin ne olduğunu açık seçik ortaya koyuyorlar. Altan bu programlardan yola çıkarak, sıradan halkın ve köylülerin, Türk medyası ve kamuoyunu günlerce meşgul eden “Türklüğe hakaret” gibi tartışmalardan hiç haberlerinin olmadığını, hatta böyle şeylerle hiç ilgilenmediklerini ve kendi hallerinde yaşadıklarını ifade etmiş. Ama ben bu programlarda Ahmet Altan’ın çıkardığı sonucu da kabullenmekle birlikte, en az bu kadar değerli olduğunu düşündüğüm bir başka ve önemli izlenime ulaştım. Zaman zaman izlediğim televizyonlardaki kadın programları ile ani röportajların beni ulaştırdığı gözlem şu ki, Türkiye halkı aksini iddia eden mürekkep yalamışları ve asker-sivil yönetici elitleri yalanlarcasına laikliği içine sindirdiğini her fırsatta ortaya koyuyor. Zira bu programlara çıkan kadınlarda kaç-göç yok. En mahrem sırlarını bile programcıyla paylaşıyorlar. Hatta Altan’ın yazısında belirttiği gibi, ihtiyar kadınlar başörtülerini gevşetip Şoray Uzun ile adeta flört bile ediyorlar. Birlikte türküler söylüyorlar. Özellikle köylerdeki kadınlar, kızlar, yöresel folklor elbiselerini giyip, oyunlar oynuyorlar. Dinde bağnaz da değiller.

Görünen o ki, Anadolu kasaba ve köylerinde günlük hayata dinden daha çok gelenek ve görenekler damga vuruyor. Bunları görebilmek için televizyon seyretmeye filan da fazla gerek yok. Kentlerimize bakın. Ulaşacağınız sonuç yine halkın laikliği benimsediği; hiç kimsenin hırsızlık yapanın kolunun kesilmesini istemediğini, kızlara erkek kardeşinden daha az miras verilmesini onaylamadığını, yasaların şeriata göre hazırlanmasını aklına bile getirmediğini, hatta çok dindar ve çarşaflı kadınların bile erkeğin dört kadınla evlenmesine kesinlikle sıcak bakmadığını göreceksiniz.

HAYATIMIZDA D ĐN ÇOK BEL ĐRLEYĐCĐ DEĞĐL

Page 117: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

117

Ben sadece kendi halkımıza bakarak değil, orada burada karşılaştığım Pakistanlı, Đranlı, Afgan, Mısırlı ve Suriyeli sıradan Müslümanlarla bizimkilerin dine bakış ve kavrayışını göz önünde bulundurduğumda da benzeri bir sonuca ulaşıyorum. Bir kere çarpıkta olsa bir laik düzeni bırakın hayata geçirip kabullenmeyi, akıllarının ucundan bile geçiremeyen diğer Müslüman ülkelerden insanlarla konuşunca, bizim halkın dini kavrayış ve yaşayışının bunlardan fersah fersah ileride olduğunu net bir şekilde tespit edebiliyorum. Çünkü arada dağlar var. Bir Pakistanlı için namaz kılmayan biri neredeyse dinden çıkmış olarak görünürken, bizde hayatında camiye yolu düşmemiş insanların bile öldüğünde cenaze namazı kılınması için yarış ediliyor. Halk olarak, meşrebimiz bu kadar geniş. Çoğumuz inançlı ve dindar olduğumuzu beyan etsek bile, hayatımızda din derinlemesine pek belirleyici değil.

Aynı şeyi Almanya’daki Türkiyeliler arasında da görmek mümkün. Bir firma düşünün ve burada 20 kadar Türkiyeli, 10 da Pakistanlının çalıştığını varsayın. Bu firmada biri hariç, o da sağlık engelinden dolayı, bütün Pakistanlılar Ramazan orucu tutuyor ve 20 Türkiyeliden bir kişi dahi tutmuyorsa, bu durumu laikliğin halkça benimsendiğinden başka hiçbir şeye yoramazsınız. Konuştuğum çok faklı milletlerden Müslümanlar, açıkça söylemek gerekirse, bizlerin Müslümanlığından pek bir şey anlamadıklarını söylüyorlar. Çünkü bu Müslümanlar, Đslam’da kesinlikle yasak olmasına ve büyük günah olarak değerlendirilmesine rağmen, aramızdaki içki içenlerin çokluğunu ve yine azımsanmayacak bir kesimin domuz eti yediğini görünce şaşırıp kalıyorlar.

Tüm bunlar neyi ifade ediyor öyleyse? Türkiye’de yakın bir şeriat tehlikesi olmadığını, halkın şöyle veya böyle laik ve seküler

bir yaşamı benimseyip, içselleştirdiğine ve bu gidişatın geri dönülmez bir aşamaya geldiğine işaret ediyor.

Hepsi bu kadar mı? Değil elbette. Bu tespitlerden sonra sözü Diyanet Đşleri Başkanlığı’nın (DĐB)

konumuna getireceğim. Peki, Diyanet niye kurulmuştu? Malum Diyanet, Türkiye’de laikliğin yerleşme sürecinde, din konusunda meydanın

yobaz ve softa kesimlere bırakılmasını önlemek, halkın dini meselelerde doğru bilgi edinmesini sağlamak amacıyla, dini bilgi ve dini mekânların devletçe kontrol altında tutulması için kurulmuştu.

TÜRKĐYE’DE ŞERĐAT TEHL ĐKESĐ VAR MIDIR? Kısaca doğru analiz edildiğinde Türkiye, şeriat rejimi tehdidinden kesinlikle kurtulmuş

bir manzara sergiliyor. Diyeceksiniz ki, ya Hizbullah ne olacak? Veya birkaç yıl önce Đstanbul’da El Kaide

bağlantılı bombalamaları nereye koyacağız? Bir defa Türkiye Hizbullah’ının PKK’ya karşı kurulan kontra bir örgüt olduğunu ve daha

sonra devletin emniyet birimlerinin kontrolünden çıktığını sağır sultan bile duydu. Varlığı hakkında bile şüpheler bulunan ve öncelikli hedefi Türkiye olmayan El Kaide ise

en az militanı ülkemizden devşirebiliyor. Bunu istihbarat örgütleri açıkça söylüyor. Ayrıca El Kaide’nin Türkiye’de bir rejim değişikliği gerçekleştirmek gibi bir amacı da yok. Varsa yoksa militanlarının amacı Amerika Birleşik Devletleri’ni yıpratmak, hatta ortadan kaldırmak. Hem bu Đslamcı terörist örgütler Türkiye’de Diyanet’in yokluğunda ortaya çıkmadı ki. Hatta Hizbullah olsun, ĐBDA-C olsun Diyanet’in gücünün doruğunda olduğu bir dönemde zuhur ettiler.

Özetle tüm bu veriler Diyanet’in gereksizliğini gayet net bir şekilde ortaya döküyor. Zaten hep kafamı karıştırmıştır. Türkiye ekonomisi belli aralıklarla krize girer. Ama ne

IMF ne de Dünya Bankası bir gün olsun çıkıp, Diyanet’e niye 5-6 bakanlıktan daha fazla bütçe ayırıyorsunuz diye sormaz hükümetlere. Ama bu uluslararası kuruluşlar devletin sosyal harcamaları yükseltmesine, insanların iş-aş sahibi olması için yapacağı yatırımlara hep engel çıkarırlar. Bir nedeni olmalı. Ama ne? Bir bilen varsa, çıkıp anlatsın!

MÜSLÜMANLAR D ĐYANET OLMADAN DA D ĐNĐNĐ ĐYĐ YAŞAYAB ĐLĐR

Page 118: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

118

Hâlbuki Türkiye’nin Sünni Müslüman halkı, Diyanet olmadan da dini ihtiyaçlarını karşılayacak bir kıvam ve olgunluğa erişti. Hatta sırtlarında hem maddi hem de manevi bir yük teşkil etmeye başlayan Diyanet devlet örgütlenmesi içinde bir kurum olarak inananlar için kesinlikle gerekli olmaktan çıkmıştır. Hemen vurgulayalım ki, elbette sivil ve devletten bağımsız Diyanet gibi çatı bir kuruma ihtiyaç sürekli olacaktır. O nedenle devlet derhal inananların idaresine bırakacağı Diyanet’i sadece denetlemeli ama iç işleyişine artık karışmamalıdır. Çünkü Diyanet halkın tümünün vergilerinden oluşan devlet bütçesinden çok yüksek bir pay alırken, Đslam dinini de sistemin isteği dozlarda inananlara vaaz ederek, politikleştirmekte ve çarpıtarak bütünlüğünü bozmaktadır.

Ama Diyanet’e hâlâ ne ordu, ne laiklik konusunda çok duyarlı olan Cumhurbaşkanı ne de CHP başta olmak üzere partilerin hiçbiri, hiçbir kurum ve kişi ses çıkarmıyor. Oysa Diyanet bırakın gericiliğe karşı kalkan olmayı, kendi personeliyle ve yaydığı din anlayışıyla laikliğe köstek olmaya başlamış durumda.

Nasıl mı? Şimdi 87 bin personelin en az yüzde 90’ı laikliği benimsemiyor, çoğu Atatürk’e ve laik

Cumhuriyet’e düşman. Diyanet’in kontrolü altında olduğu halde, Hizbullah gibi terörist Đslamcı örgütlerin militanları camilerde yuvalanıyor. Öte yandan Diyanet’in yayınladığı bazı fetvaların kesinlikle laik Cumhuriyet’in hedefleriyle bağdaşmaması bir yana, bu kurum Atatürk’ün de takip edilmesini özellikle vurguladığı akılcı ve kaderciliğe karşı olan Hanefi-Maturudi Đslam geleneği yerine, akıldan çok nakle önem veren, insanları kaderciliğe ve atıllığa sevk eden Hanefi-Eşari anlayışını vaaz ediyor. Dini kolaylaştıracağı yerde zorlaştırıyor.

Asıl ilgi alanı dini de bırakıp, piyango oyunlarının haram olduğunu ilan etmekten bile çekinmeyen ve devlet işlerine dini müdahalenin baş aktörü haline gelen Diyanet, gittikçe kuruluş felsefesi ve amacının dışına çıkarak, adeta baştan iyi niyetle yaratılan ama sonradan kontrolden çıkan bir canavarı andırıyor.

Đşte laikliği içselleştirdiğini rahatlıkla gördüğümüz sıradan Müslümanlara Diyanet’in geldiği noktayı açıkça anlatsak, eminim onların büyük çoğunluğu da böyle bir kurumun ayakta tutulmasını onaylamayacaktır. Çünkü Diyanet açıkça bu Müslümanların işinden, aşından çalıyor. Ne karşılığı? Sıradan Müslüman’a dini hizmet götürme ve güya onları aşırı Đslamcı akımların etkisinden koruma karşılığı.

DĐYANET RESMĐ ĐSLAM ÜRET ĐYOR Ama dini vazifelerini Diyanet olmasa da yerine getirebilecek bu halka hiçbir zaman

sorulmuyor, “Benden dini hizmet mi istersin yoksa bana ayrılan yüksek bütçe senin daha fazla ve kaliteli sosyal hizmet alman için kullanılsın veya yatırıma ayrılarak sana iş ve aş olarak geri dönsün mü?” diye. Çünkü böyle bir soru yöneltildiğinde alınacak cevabın Diyanet’in gereksizliğini ortaya çıkaracağı biliniyor. O nedenle de kimse halka işin gerçeğini açıklama cesaretini göstermiyor. Gerçekleri söylemek kimsenin işine de gelmiyor. Gelse her hangi bir siyasi partinin Diyanet’in kaldırılması teklifinde bulunması, o partinin kapatılması için yeterli gerekçe kabul edilip, Siyasal Partiler ve Seçim Kanunu’na yazılmazdı.

Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’de gerçekte Diyanet’ten memnun olmayan veya zarar gören iki kesim var. Bunlardan biri Diyanet’in varlığı fazla bir yarasına merhem olmayan, bu devasa kurumun ayakta tutulması için çocuklarının geleceği çalınan sıradan Sünni Müslüman halk, diğeri de kendi vergileriyle finanse edildiği halde hiçbir dini hizmet almadıkları Diyanet’in halkın sırtında bir parazit olduğunun genelde bilincinde olan Aleviler.

Ama asıl sorun Sünni halkın henüz bu durum hakkında yeterli bir bilgisi olmaması ve memnuniyetsizliğinden habersiz olması bir yana, bu yönde en küçük bir şüphesinin dahi bulunmamasıdır. Çünkü Türkiye’deki en büyük dini iktidar gücü olan Diyanet, bir yandan camilerde verilen vaazlar, hutbeler ve yayınlanan fetvalarla halka kendi varlığını faydalıymış gibi lanse ediyor. Diğer yandan da Sünni Đslam toplumlarının tarihindeki köklü “ulûl emre itaat” (devleti yönetenlere kötü idareci ve zalim de olsalar boyun eğme) geleneğine yaslanarak, hem kendi varlığını sistem nezdinde garantiliyor hem de sisteme Sünni tabandan yükselecek olası muhalefet ve başkaldırıların önünde dalgakıran işlevi görüyor.

Page 119: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

119

Bir de ülkemizin Sünni Müslümanları tarihlerinde başka bir gelenek tanımamış ki. Çünkü daha Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren Osmanlı’da zaten Emevi ve Abbasilerden bu yana devam edip gelen dinin devlet denetimine alınması geleneğine, aynı anlayışın daha katı egemen olduğu Bizans’ın da etkisiyle hız verilmiştir. Osmanlı sanıldığı gibi şeriat devleti değildi. Aksine devletin şeriatını yaratmış ve bunu halka dayatmıştır. Bu nedenle öncelik dine değil, devletin bekasına verildiğinden Đslam’da yasak olmasına rağmen, tahtı ele geçiren en güçlü hanedan üyesine, Şeyhülislam diğer kardeşlerini katletme fetvası verebilmiştir. Kısaca Osmanlı’da din devlete tabiydi ve en üst dini makam olan Şeyhülislamlık padişahın yapacağı icraatlara kaba bir deyişle sadece dini kılıf uydurmakla yükümlüydü. Cumhuriyette aynı geleneği pek değiştirmeden almış ve Şeyhülislamlık yerine Diyanet’i kurmuştur. Aradaki tek fark Diyanet’in elinden dünyevi işlere ilişkin fetva verme yetkisinin alınması ve faaliyet alanının dini işlerle sınırlanmasıdır.

DĐYANET SĐSTEM ĐÇĐN HÂLÂ VAZGEÇ ĐLMEZ Đşte bu gelenekten dolayı çoğunluğu oluşturan Sünni vatandaşları egemenliği ve

kontrolü altında tutmasıyla vazgeçilmez bir yer edinen Diyanet, böylelikle varlığının devamı konusunda yalnız kalmıyor ve doğal olarak mevcut düzeni korumakta kararlı güçlü unsurlarla önemli bir müttefik konumuna yükseliyor. Kaldı ki Diyanet kuruluşundan beri Türkiye’deki mevcut düzenin zaten ayrılmaz bir parçasıdır. Bu yeni bir şey de değil. Ayrıca dünyada hiçbir sistemin kendine faydası olmayan bir kurumu ayakta tutmakta ısrar ettiği görülmemiştir.

Ayrıca ülkemizde ne kadar farklı gösterilmeye çalışılsa da sistem bir bütün ve ortada antidemokratik bir vatandaşlık tanımı var. Bu tanım farklılıklara kesinlikle yer vermiyor. Tek millet, tek dil, tek bayrak; hatta tek din ve mezhep üzerine kurulu. Buna göre, kabaca Türkiye’de Türk, Müslüman ve devletin çerçevesini belirlediği anlamda Sünni-Hanefi isen, sen makbul vatandaşsın. Hem de bunların üçü birden sende bulunmalı. Biri eksik olsa doğrudan sistemin “ötekisi” veya “sözde vatandaşı” haline gelirsin. Aleviler, bu denklemin bileşenlerinden bazen hiç birine sahip değildir. Örneğin bir Kürt kökenli Alevi’yi ele alalım. Bir defa her şeyden önce Türk olmaması nedeniyle baştan kaybeder sisteme karşı. Đkincisi konjonktüre göre değişse de, Alevi Kürt genelde Müslüman da kabul edilmez. Edilse bile Sünni-Hanefi olmadığından yine sistemin sakıncalı vatandaş hanesine yazılmaktan kurtulamaz. Aynı şey Türk kökenli Alevi için de geçerlidir. Etnik kökeni sistemle uyumlu olsa da, bu içeri dâhil edilmeye yetmez. Bırakın Alevileri bazen sırf devletin veya diğer bir okumayla Diyanet’in vaaz ettiği resmi Sünni-Hanefi anlayışa uymayan Nurcular, Süleymancılar, Aczimendiler ve Nakşibendîler gibi Sünni tarikat ve cemaatlerin üyeleri bile hemen sistemin “ötekisi”ne dönüşür ve mağdur edilir. Cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Açık konuşmak gerekirse, şu anda Diyanet istense bile ortadan kaldırılamaz. Çünkü mevcut düzenin önemli bir unsuru olan bu kurumu, çekip aldığınızda sistem çöker. O nedenle de bu düzenin en büyük koruyucusu olan ordu dahi Diyanet gibi bir kurumu ortadan kaldırmaya cesaret edemez. Kaldı ki ordunun eline darbe dönemlerinde Diyanet’i kaldırma fırsatı çıkmıştır. Ama ordu kaldırmayı bırakın, çeki düzen vermeye bile gerek görmemiş; yurtdışındaki Diyanet’e bağlı bazı din görevlilerine şeriatçı Rabıta örgütünün maaş vermesine bile göz yummuştur.

Kısaca orduda çok hassas olduğu laiklik konusunda dahi samimiyetin izlerini göremiyoruz. Nasıl olsa orduevlerine türbanlı veya sakallı biri giremiyorsa, mesele bitmiştir ve laiklik kurtulmuştur. Devletin diğer kurumlarını doldursalar da fark etmez.

AB SÜREC Đ DĐYANET’ ĐN SONU MU? Görülüyor ki, bu zamana kadar öngörülen rol ve görevlere sadık bir yapı sergileyen

Diyanet, sistemin ana koruyucuları için “olmasa da olur” denilebilecek bir konuma henüz gelmemiş haldedir. Çünkü AB sürecinde ordunun sivil kurum ve kuruluşlar üzerindeki baskın etkisini azaltmak için bir takım yasal değişiklikler yapılmış olsa da, halen bürokrasi ve siviller söz konusu reformları hazmetmiş bir manzara sergilemezken, bu noktada askerler de kendilerini henüz ülkeyi sadece dış düşmana karşı savunmakla sınırlı görmüyorlar.

Page 120: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

120

Ayrıca ordu Türkiye’nin AB’ye üyeliği garanti bir hale gelmediği müddetçe, şu anda işgal ettiği mevzileri terk etmemeye de kararlı gözüküyor. Bunu son dönemde uluslararası strateji ve politika dergilerinde çıkan askere yakın olan akademisyenlerin yazdığı makalelerde açık seçik görebiliyoruz. Şu anda Türkiye üyelik müzakerelerine başlamış olsa da, bu sürecin tam üyelikle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı belirsizliğini koruyor. Zira görüşmelerin ucu açık olması yanında, AB ülkeleri de hali hazırda Türkiye gibi sorunları ve nüfusu büyük, hazmedilmesi güç bir ülkeyi tam üyeliğe kabule pek hazır görünmüyorlar. Bu da AB’ye üyelik konusunda bugüne kadar genelde engelleyici bir tutum sergilememeye özen gösteren ordunun ihtiyatlı gidişatını sürdüreceği anlamına geliyor.

Aynı zamanda AB cephesindeki belirsizlik durumu bizi, bazen icraatlarından memnun olmasa da, askerin Diyanet gibi sisteme önemli bir ideolojik meşruiyet kazandıran bir kurumun varlığına görünür gelecekte ses çıkarmayacağı sonucuna götürüyor.

Nihayet bu Türkiye’de Diyanetli, imam-hatipli çarpık laiklik anlayışının bir süre daha değişmeden varlığını koruyacağını gösteriyor. Yani Aleviler ne zaman sona ereceği belli olmayan bu süreçte, bir müddet daha vergileriyle destek olmaya devam edecekleri Diyanet tarafından, din konusunda tek resmi otorite olmasından dolayı görüşü sorulduğunda Aleviliğin “meşrep”, “Đslam’ın bir tarikatı” diye küçümsendiğini; cemevlerinin de ibadet yeri olarak tanınmamakta ısrar edildiğine öfkeyle tanık olacaklar.

SADECE ALEV ĐLER TÜRK ĐYE’YĐ DĐNSEL ÇOĞULCULUĞA AÇAB ĐLĐR Ancak öfkelenmek, saçını başını yolmak çare değil. Evet, iş başa düştü. Çünkü

Türkiye’de kim ne derse desin tekillik üzerine kurulu mevcut sistemi etnik çoğulculuğa açma görevi Kürtlere, dinsel çoğulculuk ve gerçek anlamda bir laiklik anlayışına taşıma görev ve sorumluluğu da Alevilere düşüyor. Aleviler bu nedenle ülkemizde gerçek bir laikliğin tesisi yanında, Sünni Đslam’dan farklı inançların da eşit bir statü ve haklara kavuşması noktasında lokomotif konumuna gelmiş bulunmaktadır. Üzerlerine yıkılmış olan bu görevden isteseler de kaçamazlar artık.

Nitekim ülkemizin içinde bulunduğu koşullar da Alevileri kendiliğinden böyle bir role soyunmaya zorlamıştır. Yoksa Diyanet’in lağvedilmesini ilk dillendiren, zorunlu din derslerinin kaldırılması için bir milyon imza toplayan, devletin tamamen laikleştirilmesini ve tüm inançlara eşit uzaklıkta olmasını talep edenler Aleviler olmazdı.

Diyeceksiniz ki, sayılan tüm olumsuzluklardan sadece Aleviler mi mağdur ve rahatsız oluyorlar?

Kuşkusuz zorunlu din derslerinden, Diyanet’ten, imam-hatiplerden Sünni Müslümanlar, ateistler, hayatında dinin belirleyici bir yeri olmayan orta ve üst gelir grupları, Kemalistler, sosyal demokratlar ve sosyalist solcular gibi rahatsız kesimlerin bulunduğunu gözden ırak tutamayız. Ancak dikkat edilsin, andığımız kesimlerin hiç biri Aleviler gibi doğrudan mağdur olmadığı gibi, aralarından hatırı sayılır büyüklükte bir kesim için bile laiklik, Diyanet’in konumu, dinsel eşitsizlik gibi şikâyetlerin önceliği ve aciliyeti yoktur. Malum insanlar hayatta öncelikleri ve acil ihtiyaçlarına göre davranırlar. Bir de bu kesimler kendi içlerinde eskilerin deyimiyle mütecanis (birlik içinde ve uyumlu) değildir. Aynı zamanda köken olarak çoğunluk Sünni topluma mensup olduklarından, az veya çok çoğunluk psikolojisinin yarattığı duyarsızlaşmadan, benmerkezcilikten ve sisteme büyük oranda adapte edilmiş olmanın konforundan belli ölçülerde yararlandıklarından dolayı bazı zaafları taşırlar.

Alevilerde ise durum büyük oranda tam bunların tersidir. O nedenle söz konusu şikâyetlerin ortadan kaldırılması için mücadele görevini omuzlarında taşımak zorunda olan Aleviler, öncülüğü hakkıyla sürdürürlerse, zaman içinde anılan kesimlerden destek almak, onları ortak cepheye katmak sorun olmayacaktır.

LA ĐKL ĐK TÜRK ĐYE ĐÇĐN DÜNDEN DAHA ÖNEML Đ O halde Diyanet ve sistem konusunda ortaya koyduğumuz karamsar tablo Alevilerin

gözünü korkutmasın. Alevi örgüt ve kurumları planlı, programlı, dinamik ve kararlı bir mücadele yürütürse, hem çoğunluğu bugüne kadar kimliğine kayıtsız kalan Alevi kitleyi kazanabilecekler hem de Türkiye’nin gittikçe muhafazakârlaşan atmosferinden nefes alamaz

Page 121: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

121

hale gelen kendi dışındaki muhalifleri yanlarına çekebileceklerdir. Bu da zamanla çoğunluk toplum ve sistemi Alevilerin taleplerini tanımaya ve karşılamaya zorlayacaktır. Unutulmasın, bu talepler benmerkezci ve sadece Alevilere dönük olmadığından, kabul edildiklerinde sonuçlarından tüm toplum kesimleri yararlanacaktır.

Elbette Türkiye toplumuna bugün laiklik ve dinsel özgürlük dünden daha fazla gereklidir. Aslında Avrupa devletlerinin ülkemizdeki Müslüman olmayan azınlıkları koruma kaygısıyla Lozan Antlaşması sırasındaki ısrarları üzerine, orada verilen taahhütlerden dolayı daha sonraki aşamada kabul edilen laiklik ilkesi, bugün gayri müslimler çok azaldıkları için, halkın yüzde 99’u Müslüman zaten denilerek gereksiz gibi gösterilmek isteniyor. Oysa unutulmasın ki, 1920-1930’lu yıllarda Aleviler henüz kent ve kasabalarda yoklardı. Bugün her yerdeler. Bırakın Alevileri, o yıllara göre Sünniler de çok farklılaşıp, kendi aralarında çok sayıda tarikat ve cemaatlere bölündü ve kutuplaştı. Bugün öyle Đslamcı gruplar var ki, kendi mensuplarını bile en küçük bir görüş ayrılığında kâfir ilan edip öldürtebiliyor. Hizbullahçıların iki kanadı arasında yaşanan çatışmalar sonucunda domuz bağıyla öldürülen insanları ve gömüldükleri mezar evleri hatırlayın. Đşte bu yeni toplumsal gerçeklik ve yapı, artık Türkiye için laikliği vazgeçilmez bir ilke konumuna getiriyor.

Sonuç olarak çıkılan bu yolda Aleviler, sorumluluklarının büyüklüğünün bilinciyle hareket ederlerse ve “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” diyen Pir Sultan kararlılığı ve direnciyle yürüyerek menzile ulaşabilirler ancak.

Aksi takdirde ülkemizde dinsel eşitsizlikler sürgit devam edecektir. Bu da zamanla toplumsal barışı tahrip edip, inanç kaynaklı çatışmalara zemin hazırlayacaktır. Diyanet ise her yıl katlanarak büyüyüp, yarattığı dalga etkisiyle eğitim de tamamen dinsel hale getirilecektir. Dikkatli oluna ve adımlar ona göre atıla! Yoksa bu gidişle hem Aleviler ve hem de diğer mağdur kesimler bugünleri bile mumla arayacaklar…

Bad Nauheim, 8 Ocak 2006

Page 122: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

122

LOZAN’DA ALEV ĐLER VE KÜRTLERE VER ĐLEN SÖZLER TUTULSUN! Bundan 83 yıl önce kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu belgesi sayılan Lozan

Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Pek çok yönden önem taşıyan ve I. Dünya Savaşı sonrası imzalanan antlaşmalar arasında bugün tek yürürlükte kalma özelliğini sürdüren Lozan’la birlikte, Türkiye’nin bağımsız ve eşit bir devlet olarak uluslararası topluma kabul edilmesi sağlanmıştır. Her şey bununla sınırlı kalmazken, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri, Lozan Antlaşması’nda yer almıştır. Buna göre, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bir bütün oluşturan Türkiye’de yaşayan, Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes eşit ve aynı haklara sahip Türk milletini oluşturmaktadır. Antlaşmada yalnız gayri müslimler ibaresi geçtiği ve bir millet adı zikredilmediği halde, azınlık haklarından sadece Türkiye'de yaşayan Hıristiyan kökenli Rum ve Ermeniler ile Museviler fiilen yararlanmış; bunların mal, mülk ve ibadet hakları güvence altına alınmıştır. Buna karşılık daha sonraki süreçte Müslüman olmamalarına rağmen, Süryaniler, Nesturiler, Keldaniler ve Yezidiler azınlık kabul edilmemiş ve bu statünün getirdiği hakları nedense kullanamamışlardır.

Devam ettiği 8 ay boyunca bir kez kesintiye uğrayan ve birkaç defa daha böyle bir tehlike geçiren Lozan Antlaşması ön görüşmeleri sırasında en çetin pazarlıklar Türkiye’deki azınlıklar konusunda yapılmıştır. Lozan Heyeti Başkanı Đsmet Paşa’dan (Đnönü) sonra ikinci adam konumundaki Dr. Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıratım” adlı anılarında belirttiğine göre, masanın karşı tarafındaki Batılı devletler Türkiye’de yaşayan Müslüman olmayan azınlıkların yeni kurulan devletteki konumlarıyla ilgili oturumlarda çok ısrarlı davrandıkları gibi, Türk tarafına Kürtlerin ve Alevilerin de azınlık statüsüne alınması için büyük baskılar yapmışlardır. Ancak Türk tarafı yine Dr. Rıza Nur’un kitabında etraflıca anlattığı gibi, usta bir manevrayla bu talebi reddetmiş ve antlaşmanın nihai metnini etnik-milli kritere göre değil de dinsel aidiyet esasına uygun şekilde kaleme aldırtmayı başarmıştır.

Böylelikle Türkiye’de azınlık hakları kapsamına sadece gayri müslim topluluklar alınırken, Kürtler ve Aleviler ise Müslüman sayıldıklarından azınlık kabul edilmedikleri gibi, kurucu asli unsur, daha doğrusu ülkenin asıl sahibi çoğunluk içinde değerlendirilmişlerdir.

LOZAN’DA KÜRTLER VE ALEV ĐLER AZINLIK YAPILMAK ĐSTENDĐ Ancak işin aslı göründüğü gibi değildir. Gerek Dr. Rıza Nur’un anılarında gerekse

Lozan görüşmelerinin zabıtları incelendiğinde görülür ki, Türk tarafı Kürtleri ve Alevileri azınlık statüsüne sokmamak için büyük çaba sarf edip, karşı tarafı ikna etmeye çalışırken, antlaşma sonrasına ilişkin Kürtler ve Alevilerle ilgili önemli taahhütlere de girmiştir. Kabaca söylersek, Lozan’daki Türk Heyeti muhataplarına, “Müslüman olmayan topluluklarla ilgili duyarlığınızı anlıyoruz. Onun için de size yeni Türkiye’nin bir din devleti olmayacağı ve gayri müslimlerin haklarının garanti altına alınacağı sözü veriyoruz. Ancak buna karşılıkta siz, bizleri Kürtler ve Aleviler konusunda anlayışla karşılayın. Onları azınlık kapsamına alamayız. Zira Kürtlerle bin yıldır beraber yaşıyoruz, dinimiz bir, örf ve adetlerimiz aynıdır. Bir dil ayrılığı var; onu da aramızda hallederiz. Aleviler ise zaten çoğunluk itibariyle Türk kökenlidir. Mezhep farkından kaynaklanan ihtilafıysa yine onlarla kendi içimizde rahatlıkla çözeriz” demiştir.

Sonuçta bu argümanı yerinde bulan Batılı devletlerin delegeleri ısrarlarını daha fazla sürdürmemiş ve sadece gayri müslimlerin azınlık kabul edilmesiyle iş orada tatlıya bağlanmıştır.

Ancak “Kürtler ve Alevilerle var olan sorunlarımızı aramızda çözeriz” sözü o gün bu gündür Đsviçre’nin Lozan kentinden çıkıp bir türlü Türkiye’ye gelememiştir. Verilen söz ve taahhütler oradaki masada öylece kalmıştır ve bu gün dahi hâlâ orada beklemeye devam etmektedir. Zira daha antlaşmanın mürekkebi kurumadan 1924 yılında ilan edilen anayasa ile birlikte Kürtler ve Alevilere hem Lozan’da hem de Kurtuluş Savaşı öncesinde verilen sözler unutulmakla kalmamış; Türkiye Cumhuriyeti hızla “tek millet, tek dil, tek din hatta tek mezhep” esası üzerine bina edilmeye başlanmıştır. Kürtlere verilen, yoğun olarak yaşadıkları vilayetlere özerklik ve Kürtçe’nin kullanımıyla ilgili vaatler yutulurken, Alevilerin payına da yeni kurulan Diyanet Đşleri Riyaseti kanalıyla zaman içinde Sünnilik içinde asimile olmaya razı hale

Page 123: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

123

gelmek düşmüştür. Öyle anlaşılıyor ki, Lozan görüşmelerinde verilen sözler sadece taktik amaçlı ve zevahiri kurtarmak içinmiş.

Özetle Kürtlerin zamanla Türkleşecekleri, Alevilerin de Sünnileşecekleri hesap edilmiştir. Hesap edilmekle kalmamış, bunun için eldeki bütün vasıtalar kullanılarak her iki toplum kesiminin teklik üzerine kurulu sisteme dönüştürülerek adapte olmasına çalışılmıştır. Ancak her toplum mühendisliği projesinde olduğu gibi, Kürt ve Alevi kimliklerini “Türk-Müslüman-Sünni” ideal vatandaş kimliğinde eritme politikası büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu proje Kürtlerde daha az, Alevilerde ise görece daha fazla başarı elde etmiş, ancak yine de her iki kesimde de evdeki hesaplar çarşıya uymamıştır.

SĐSTEMĐN SAHĐPLERĐ HÂLÂ SUKUN Bugün gelinen noktada hem Kürtler hem de Aleviler uyanmış ve belli bir hak bilinciyle

hareket ederken, Türkiye’deki mevcut sistem yükselen hak talepleri karşısında suskun kalmaya devam etmektedir. Tabii ki, bu suskunluk kimseyi aldatmasın. Çünkü sistemin bekçilerince bu talepleri hasıraltı etmenin yöntemleri hep araştırılıyor, talep sahiplerini maniple etmek için sayısız manevralar ve bunların söz konusu toplumlar arasında tatbikatları mutlaka yapılıyordur. Malum Osmanlı’da oyun bitmez.

Esasında Türkiye’de topluma dayatılan tek tip elbise artık dar geliyor ve dikişler neredeyse sonuna kadar söküldü. Zaten Türkiye’deki mevcut sistem gerek AB’nin zorlamasıyla, gerekse de sistem ve çoğunluk halk karşısında dezavantajlı toplum kesimlerinden gelen değişim talebi karşısında finale gelmiş bulunuyor. Artık 80-100 yıldır ertelenen, görmezden gelinen sorunların çözüme kavuşturulmasının zamanı ertelenemez bir niteliğe bürünmüş halde kapımızda bekliyor.

Oysa zamanında Lozan’ın imzalanmasıyla malum herkes köşesine çekilmişti. Kurulan bu yeni dengeler sonrası Đngiltere, Fransa gibi Batılı devletler kendi iç politika sorunlarına gömülürken, bir yandan da yaklaşan II. Dünya Savaşı hazırlıklarına girişmiş ve Avrupa’da yükselen faşizm ve nazizm tehlikelerine karşı baş etmeyle meşgul olduklarından, Türkiye gibi devletlerin Kürtler ve Aleviler gibi iç sorunlarıyla doğrudan uğraşma fırsatı bulamamışlardı. Özünde emperyalist olan ve karşılarına güçlü bir rakip olarak Almanya’nın çıkmasıyla çok sıkışan bu devletler, bırakın Lozan’da Türk tarafınca verilen sözlü taahhütleri, antlaşmaya giren hükümlere uyulup uyulmadığının bile takibini yapamaz hale gelmişlerdi. Nitekim Türkiye’de daha sonraki aşamada 1936’daki “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları, 1942’de Varlık Vergisi, 1955’te 6-7 Eylül Olayları gibi azınlıklara karşı girişilen ve Lozan’ı ağır bir şekilde ihlal eden uygulamalar Batı’da sadece cılız protestolarla geçiştirilmiştir.

BATININ SESS ĐZ TAVRI ANKARA’YI CESARETLEND ĐRDĐ Dolayısıyla Lozan’da Türk heyetinin Kürtler ve Alevilerle ilgili taahhütlerine ilişkin bir

takipte bulun(a)mayan söz konusu devletlerin bu tavrı da Ankara’nın elini çok rahatlatmıştır. O nedenle yeni rejim bu durumu fırsat bilip, Kürtlerin bazı ayaklanmalarını da bahane ederek, onlara verdiği tüm sözleri unuttuğu gibi, Kürt varlığını inkârı da bir devlet politikası haline getirerek daha düne kadar ısrarla sürdürmüştür.

Cumhuriyet kurulduğunda Alevilerin durumu ise daha da vahimdi. Deyim yerindeyse Aleviler ölmüşlerdi ama ağlayanları yoktu! Çünkü o dönemde Aleviler yüzde 95’lere varan oranda köylerde yaşıyordu ve ülkede ne olup bittiğinden haberleri bile pek yoktu. Okuma-yazma oranı desen, yüzde birlerde geziniyordu. Bu nedenle onların haklarında alınan kararlara müdahil olmaları gibi bir durum zaten söz konusu olamazdı.

Buna karşılık Alevilerin kentli, eğitimli kardeşleri olduklarından ve ülkemizde olup bitenleri gayet yakından takip ettiklerinden dolayı aslında gelişmelere müdahil olma kapasitesi taşıyan Bektaşiler ise yeni rejime aşırı bel bağlamışlardı. Osmanlı döneminde ağır baskı ve takibata uğradıklarından Cumhuriyeti ve Kemalist devrimleri büyük bir coşkuyla karşılamışlardı. Bu nedenle olsa gerek, rejimle ve yapılan devrimlerle o kadar bütünleşmişlerdi ki, Alevilik ve Bektaşiliğin ölüm fermanı sayılabilecek Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması ve Tarikatların Yasaklanması gibi iki önemli kanunun yürürlüğe girmesini bile, bunlar sanki sırf gericilere karşı alınmış önlemlermiş düşüncesiyle sevinçle kabullendiler.

Page 124: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

124

Ama işin aslı sonradan anlaşıldıysa da, atı alan Üsküdar’ı geçmişti bir kere. 1940’lı yıllara geldiğimizde artık TBMM’de en azından kimliğini açıkça söyleyebilen bir tek Alevi ve Bektaşi milletvekili kalmadığı gibi, Hacıbektaş Dergâhı da kapatılmıştı. Buranın müze olarak yeniden açılabilmesi için bile 1964 yılını beklemek gerekti.

Şimdiyse belirttiğimiz gibi, hem dış dünya hem de Kürtler ve Aleviler uyandı. Đçerde Aleviler ve Kürtler, dışarıdaysa Türkiye AB ile üyelik müzakerelerine başladığından, azınlık ve insan haklarıyla ilgili önemli değişiklikleri şart koşan Kopenhag Kriterleri nedeniyle AB üyesi ülkeler işin üzerinde hassasiyetle duruyorlar. Türkiye’ye Kürtler ve Alevilerin sorunlarının çözülmesi konusundaki baskılar bu nedenle çift yönlü işliyor. Yani devir ve şartlar çok değişti.

KANDIRMACANIN SONUNA GEL ĐNDĐ Lozan’dan sonra Türkiye’deki egemenler hem dışarıyı hem de içeriyi o zamanki

olumsuz koşulları kendi lehine kullanarak kandırmayı başardı. Ama bugün bu kandırmacanın sonuna gelindi. Keza Kürt sorunu bağlamında ayrı bir baskı unsuru da Kuzey Irak’ta kurulan resmen adı konulmamış ama fiilen devlet haline gelmiş bulunan Kürdistan Özerk Yönetimi’nden geliyor. Buradaki oluşum Türkiye Kürtleri üzerinde gün geçtikçe büyük bir cazibe merkezi olarak şekilleniyor.

Hali hazırda artık Aleviler ve Kürtler karar anının geldiğini düşünüyor. Doğal olarak Aleviler ve Kürtler sadece düşünmek gibi pasif eylem biçimleriyle de yetinmiyorlar. Her iki kesimden gelen güçlü tazyik, hantallaşmış ve iyice gericileşmiş mevcut sistemi gün geçtikçe daha çok zorluyor. Bu ortamın durulmasını bekleyenler ise fena halde yanılıyorlar. Bu sefer ok yaydan çıktı. Ülke nüfusunun en az üçte birini oluşturan her iki kesim için de hedef, nihai çözüme odaklanmış gözüküyor. Dönüşü yok bu işin artık. O nedenle Kürtler ve Aleviler, ya Lozan’da söz verildiği gibi, mevcut sorunlarının çözülerek eşit yurttaş, haklarını elde etmiş çoğunluğun resmen ve fiilen eşit parçası olmayı veya Batılı devletlerin o zaman masaya getirdikleri azınlık statüsünün bugün verilerek, kendilerinin pozitif ayrımcı haklarla donatılmasını bekliyorlar. Fakat bu son seçenek her iki toplum kesimince pek benimsenmiyor. Zira Türkiye’deki azınlık anlayışı tarihsel nedenlerle sadece gayri müslimlerle ilgiliymiş, bir tek Hıristiyan ve Yahudiler azınlık olabilirmiş gibi çok yanlış değerlendiriliyor. Oysa bugün çağdaş azınlık anlayışı uyarınca, bir devlet içinde sistem ve çoğunluk toplum nezdinde dezavantajlı bütün gruplar azınlık kapsamına giriyor. Azınlık ve insan haklarını ilgilendiren konularsa artık Lozan’ın imzalandığı dönemdekinin aksine, bir ülkenin iç meselesi olarak görülmüyor ve uluslar arası kurumlar bu hakların ihlali durumunda söz konusu devlete müdahale edip yaptırımda bulunabiliyor.

KARAR ANI GEL ĐP KAPIYA DAYANDI Ama önemli olan bunlar değil. Önemli ve acil olan Kurtuluş Savaşı ve Lozan

sonrasında ertelenen, unutulan ve de savsaklanan vaatlerin yerine getirilmesidir. O nedenle Kürtler ve Aleviler soruyorlar; bizleri ve sorunlarımızı daha ne kadar görmezden geleceksiniz? Bu kadar beklediğimiz yetmiyor mu? Kimliklerimizin kabulü resmen ve alenen ne zaman gerçekleşecek? Ayrıca Aleviler günümüzde yine Lozan’da verilen sözlere aykırı olarak, Türkiye’nin neden bir din devleti haline getirildiğini sorguluyorlar ve üzerlerinde devlet eliyle yürütülen Sünnileştirme projelerinin ne zaman sona ereceğini çok merak ediyorlar. Kısaca Türkiye’nin en kadre uğramış bu iki halk kesimi, ülkenin maddi ve manevi nimetlerinden artık eşitçe yararlanmak, demokratik ve özgür bireylerden oluşan bir toplumda onurlu bir şekilde yaşamak istiyor. Horlanmak, ezilmek, bölücü, terörist olarak görülmek ve kimliklerinin inkâr edilmesini istemiyor bundan böyle. Meselenin özü de bu zaten.

Sahi bunlar ne zaman gerçekleşecek? Çünkü artık kimsenin bir 80 yıl daha beklemeye tahammülü kalmadı. Lakin “Daha

bekleyin, siz de nereden çıktınız? Ne güzel yaşayıp gidiyorduk işte!” diyenler hâlâ çoğunlukta. Bunlar yükselen hak taleplerini de, çok haksız bir şekilde Türkiye’nin düşmanlarının bir oyunu ve ülkeyi bölme taktiği olarak niteleyerek, Aleviler ve Kürtleri çoğunluk topluma karşı öcü gibi gösterip, korkutarak susturmak istiyorlar. Geçin bunları. Alevileri ve Kürtleri dış bağlantılı ve Türkiye’nin düşmanlarıyla ilişkili gösterip, haklarının

Page 125: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

125

üzerine rahatça oturma hilenizi artık kimse yutmuyor. Bu yöntemler eskidi ve çoktan deşifre oldu.

Ama bunlar bu tavırlarıyla Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünün altına bomba yerleştirdiklerini de unutmasınlar. Zira tek tip yurttaş ve toplum yaratma heveslilerinin korumaya çalıştığı 1930 model sistemin cenderesindeki basınç gittikçe büyüyor. Bir patlarsa, bundan azınlık-çoğunluk, öz vatandaş-öz olmayan vatandaş herkes büyük zarar görecek. Zira zulümle bir devlet yürür ama adaletsizlikle yürümez. Oysa Aleviler ve Kürtler hâlâ hem zulme hem de adaletsizliğe maruz kalıyorlar. O nedenle bitsin artık bu işkence! Bitsin ki, bu ülkede yaşayan herkes rahat etsin!

Bu sese Türkiye’yi ve halkını hiçbir ayrım yapmadan seven sorumlu ve sağduyulu herkes kulak vermeli. Yoksa bir süre sonra her şey için çok geç olabilir…

Bad Nauheim, 30 Ocak 2006

Page 126: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

126

ALEV ĐLERE HAKARET SERBEST M Đ ŞĐMDĐ? Son haberi duymuşsunuzdur herhalde... TBMM'de her ne kadar da bazı yönlerini

beğenmesekte duyarlı Alevi milletvekilleri var. Bunlardan Ali Rıza Gülçiçek ve Muharrem Kılıç, Alevilere ve Aleviliğe hakaret edilmesini önleyici, en azından caydırıcı bir yasa çıkarılması için teklif vermişler. Kendilerine göre de, bu kanunun gerekçelerini sıralamışlar.

Bu teklifin TBMM Genel Kurulu'na getirilmesi mümtaz AKP milletvekillerinin çoğunlukta olduğu bu mecliste reddedilmiş. Yani bu teklifin Genel Kurul'da görüşülmesine bile gerek duyulmamış. Bu ne demek? Bizce şu demek; Türkiye'de Aleviler bir hiç. Hem de koca bir hiç! Onların değerleri, onurları, inançlarının dokunulmazlığı filan her şey fasa fiso!Đşin açığı böyle yapılmakla şu denilmiş oluyor; Alevilere hakaret serbest! Đstediğinizi diyebilirsiniz. Mum söndürüyorlar, cemevi çalgıhanedir, cümbüş ve eğlence yeridir, onlar ana-bacı tanımazlar, kâfirdirler, zındıktırlar, mezhepçidirler vs. Artık ne aklınıza gelirse...

AKP Meclis'te en büyük sandalyeye sahip parti. Yani arkalarında yine de çoğunluk bir toplum var. Onlar da bu topluluğun temsilcileri. Bu da şu anlama geliyor; kimse kimseyi kandırmasın, Aleviler hakkında sadece politikacılar yanlış düşünüyor diye. Basbayağı bunların temsil ettiği kitlenin çoğunluğu da öyle düşünüyor. Aksi olsaydı, "seçmenimiz bizden Alevilere niye ayrımcılık yapıyorsunuz" diyerek hesap soracak düşüncesiyle bu teklifin en azından görüşülmesine, üzerinde tartışılmasına sıcak bakarlardı. Ama ne oluyor? Anında ret!

Uyanalım artık ve bizlere yapılan en ufak haksızlıkta, hakarette meydanlara çıkalım ve yapılanları deşifre edelim. Ortalığı galeyana getirelim. Çünkü bizler uyanmayınca, kimse bizlerin haklarını teslim etmeyecek. Đsteyen bizlere serbestçe, hiçbir engellemeyle karşılaşmadan küfür edebilecek.

Kendi inançları söz konusu olunca, mesela peygamberin bir karikatürü yapılmasıyla dünyayı ayağa kaldıran, kamuoyunu aylarca meşgul edenler ve orayı burayı yakıp yıkanlar sıra başkalarının inancına saygıya gelince suspus oluyorlar. Đslam'a ve onun değerlerine hakaret edilmesini önleyici yasaların Avrupa'da yürürlüğe sokulmasını talep edenler, Aleviler böyle bir yasa talep ettiğinde süt dökmüş kediye dönüyorlar anında. Bu çifte standardı açığa verelim. Başörtüsüne özgürlük isteyenlere, "Ya bizim özgürlüklerimiz ne olacak?" diye soralım.

Ağlayalım ki, ağzımıza emzik versinler! Mışıl mışıl uyuyan çocuğa ninni bile söylenmez değil mi?

Bad Nauheim, 26 Nisan 2006

Page 127: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

127

SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ YOZLAŞMADAN UZLAŞMAYLA MÜMKÜN Türkiye inatla her bakımdan ilginç bir ülke olma manzarasını korumaya devam ediyor. Đlginçliği bizde davranış kalıplarının, olaylar karşısında gösterilen reaksiyonların, değil Avrupa’dan yüzyıllarca birlikte yaşadığımız Arap ve Fars toplumlarından bile çok farklı olmasıdır. Aslında sosyal bilimlere biraz aşina olan biri için bunlar pek şaşırtıcı değildir. Çünkü insan toplulukları için doğada olduğu gibi kesin yasalar yoktur. Örneğin doğada yağmurun nasıl yağdığı, hangi şartlarda oluştuğu konusundaki yasalar dünyanın hangi köşesine giderseniz gidin değişmez. Ama hayat pahalılığı, ekmeğe zam Ürdün’de büyük protesto gösterilerine neden olurken, bizdeyse bu tür gelişmeler hiç olmaz. Zamlar, ayyuka çıkan yolsuzluklar, açık sömürü ve gelir dağılımındaki büyük eşitsizliklere karşın ortalıkta bir yaprak bile kıpırdamaz. Halkımız sadece homurdanmakla yetinir o kadar. Burada benim sözü getirmek isteğim yer başka. Aynen yukarıdaki örnekteki gibi, başka toplumlardan farklı olarak bizde uzlaşma kültürünün çok gelişmemiş olması da dikkat çekicidir. Biz hep örnekleri batıdan veririz. Ama ben bu sefer yıllardır sırtımızı döndüğümüz doğudan vereceğim.

Bizde uzlaşmadan, Arapça tabirle mutabakattan genellikle teslimiyet anlaşılır. Oysa çeşitli uzlaşma biçimleri vardır. Bunlardan biri de teslim olmadan, yozlaşmadan uzlaşmaktır. Malum uzlaşma yoluna iki kişi veya topluluk arasında bir sorun varsa, bu sorunun çözümünde başvurulur. Taraflar sorunu çözmek için bir araya gelir. Çeşitli pazarlık ve görüşmelerden sonra ortak bir anlaşmaya varılır. Burada eğer taraflardan biri benim isteklerim kabul edilecek diye tutturursa, anlaşma sağlanamaz veya biri güçsüz durumda olduğundan anlaşmaya zoraki “evet” dediyse de sorun çözülmüş gibi gözükse de, aradan bir süre geçtikten sonra çözümün ortaya çıkmadığı derhal anlaşılır.

Aslında uzlaşma güçleri, konumları ve şartları birbirine genelde eşit olan taraflar arasında ortaya çıkan bir durumdur. Yukarıdaki kriterler arasından biri veya birden fazlasında bir taraf çok güçlüyse, sorun çözmede varılan sonuca artık “uzlaşma” denmez. Bu düpedüz dayatmadır veya aşırı yozlaşarak, yamularak erişilen bir uzlaşmadır.

Ayrıca sorun çözmede varılan uzlaşmada mutlak kazanan yoktur, olmamalıdır. Uzlaşmaya karşılıklı tavizler verilerek varılır. Taviz vermeden, uzlaşma olmaz ve sorunun çözümüne yönelik ortak kararlar alınmadan taraflar görüşme masasını terk eder.

Sahi bunları niye anlattım? Malum Türkiye’de farklı bazı etnik ve dinsel toplulukların yanında Alevilerin de sistemle

ve çoğunluk toplumla kökü tarihin derinliklerine giden sorunları var. Taraflar arasında zaman içinde aşılmaz önyargılar oluşmuş. Bu önyargılar da kronikleşerek çetrefil sorun ve anlaşmazlıklara neden olmuş. Bu nedenle arada derin yarıklar var.

Aleviler daha düne kadar yaşanan baskı ve katliamlardan sindikleri için pek ortalarda görünmüyordu. Görünmedikleri için de değil sorunlarından, varlıklarından bile çoklarının haberi yoktu. Ama 1950’lerden bu yana Türkiye’de yaşanan çeşitli toplumsal alt üst oluşlar neticesinde, Aleviler de gittikçe daha fazla varlıklarını hissettirir oldu.

Haliyle bir varlığı olan insan veya topluluğun sorunları da olur. Bu sorunlar kişi veya topluluğun sadece kendiyle ilgili olabileceği gibi, içinde yaşadığı kendinden farklı toplulukla yüz yüze gelmesi sonucunda ortaya çıkan türlere de sahiptir. Alevilerin kamusal alana çıkmalarından bu yana öne çıkan sorunları da, içsel değil daha çok dışsal ağırlıklıdır. Bu türden sorunlar da yalnız karşındakini çözüme ikna edebildiğinde ortadan kalkma yoluna girer.

Malum Alevilerin sorunlarının çözümü konusunda henüz yeterli adımlar atılmadığı gibi, tarafların fiili veya yasal sözcüleri bir türlü bir araya gelemiyor. Adını koyarsak, sorunların çözüm mercileri olan hükümet ile Alevi örgütleri “görüşmelere başlama görüşmesi” konusunda bile bir adım atabilmiş değiller.

Özellikle AKP Hükümeti, Alevi örgütlerinin randevu taleplerine bile yanıt vermiyor. Oysa böyle bir davranış karşısındakini yok saymadır, inkârdır. Ancak bu tavır dini refleksleri

Page 128: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

128

güçlü olan AKP ile sınırlı değildir. Kendinden olmayanlarını yok sayma, görmeme anlayışı Türk siyaset elitiyle, sivil ve askeri bürokrasinin de iliklerine kadar işlemiştir.

Örnekleri doğudan vereceğiz demiştik. Doğu komşumuz Đran’a bakalım. Đran deyince aklımıza Şii mollalar ve Ayetullahlar gelir. Ama Đran’da bizde olmayan bir devlet anlayışı ve tecrübesi vardır. 3 bin yıllık Pers devlet geleneği nedeniyle olsa gerek, Đran’da farklı olandan korkulmaz. Burun kıvırdığımız Đran’da bu kendine güvenden dolayı, Đran meclisinde ülkede yaşayan azınlıklara nüfusları oranında kontenjan ayrılmıştır. Şii şeriatıyla yönetilen bu ülkenin parlamentosunda halen Ermeni, Yahudi ve Đran eski dini Zerdüştlüğün mensupları olan milletvekilleri vardır. Azınlıkta olan Sünni gruplara da çok belirgin bir baskı yoktur.

Bizdeyse durum tersidir. Bu da sanırım kendine, kültürüne, devlet geleneğine olan güvensizlikten, korkudan ve özgüven eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bu hal son dönemde paranoya derecesinde milliyetçi-ulusalcı bir uyanışa yol açmıştır. Yapılan araştırmalar da toplumda ve sivil-asker bürokrasisindeki bu yöndeki endişeleri doğrular niteliktedir. Nitekim Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi siyaset bilimci Doç. Dr. Hakan Yılmaz başkanlığında 15 ilde yürütülen “Türkiye’de Muhafazakârlık” konulu araştırma, adı geçen kesimlerin, farklı olana, kendinden farklı inanan ve düşünene tahammülsüzlüğünü açıkça ortaya koymuştur.

Bakınız Doç. Dr. Hakan Yılmaz, Radikal’den Neşe Düzel’e bu hususta neler söylüyor: “Zaten Türkiye'de modernleşme sürecinin en tıkandığı nokta birey hakkı kavramının siyasi kültürümüzde tam oturmamış olmasıdır. Bunun nedeni de bence 'Tanzimat sendromu'dur. Çünkü Tanzimat'la ilgili bize hep ne söyleniyor? Tanzimat döneminde biz ötekine, Hıristiyan'a, bizden olmayana haklar verdik, onlar bu haklarını kullanıp ne yaptılar? Bizi arkamızdan vurdular. Dolayısıyla buradan çıkarılan ders şu oluyor. Kimseye hiçbir hak vermeyeceksin. Çünkü hak istismar edilen bir şeydir. Böylece hak kavramına karşı bir alerji yaratılıyor insanlarda. Bu tutum hayatın her alanına yayılıyor. Çocuğuna hak verme istismar eder... Đşçiye hak verme istismar eder... Öğrenciye hak verme istismar eder... Hak, insanların hakkı olarak değil de, yukarıdan verilen bir imtiyaz olarak görülüyor. Monarşik bir içeriği oluyor bu hakkın. Bizim gelip tıkandığımız yer budur. Bu Tanzimat sendromudur. Bunu aşmak zorundayız. Ancak bunu aşarsak AB'ye gireceğiz. Çünkü Avrupalılaşmak, öteki olarak görülen insanların da dokunulmaz haklarının olabileceğinin toplumsal kültürde yer etmesidir” (Radikal, 27 Mart 2006)

Đşte Türkiye’de hâkim olan anlayış budur. Ancak bu anlayışın değişmesi, toplumun, devletin ve siyasetin çoğulcu bir zihniyete açık hale gelmesi, farklı olana tahammüle, onun haklarını da kendi haklarından ayrı tutmama yönünde evrilmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. Böyle bir yönelim de ancak ve ancak öncelikle topluma yön verenlerin değişmesi, kendine güvenli ve cesaretli politikaları hayata geçirmesiyle mümkün olabilir. Bu da anılan aktörlerin, Türkiye’deki bütün dezavantajlı toplum kesimleriyle ayrımsız ve dışlamasız bir diyaloğa girmesiyle gerçekleşebilir. Aksi takdirde aslında kısa vadede çözümü çok kolay sorunlar bile zamanla kangrenleşir, çözümsüzlük çözüm halini alır.

Bu bağlamda yanlış bir anlayışta önceliğin ekonomiye verilmesidir. Ülkemizde ekonomik sorunlar çözülünce, toplumsal gerilim ve çatışmaların ortadan kalkacağı düşünülür. Oysa bu bir yanılsamadan ibarettir.

Çünkü iç barış ve toplumsal huzuru tesis edememiş ülkeler ekonomi alanında da istedikleri sonuçları elde edemezler. Zira bir ülkedeki toplumsal çatışmalar, etnik ve dinsel kökenli huzursuzluklar, ülke ekonomisinin de tam anlamıyla düzlüğe çıkmasının önünde önemli bir engeldir. Đstikrarsızlık yaratır. Bu da özellikle Türkiye gibi, kalkınmış ve müreffeh bir ülke haline gelmeye, kendi öz kaynaklarıyla ulaşmanın imkân dışı olduğu devletler için daha da geçerlidir.

Kaldı ki Türkiye gibi orta kuşak ülkeler, yabancı sermaye girişi olmadan büyük ekonomik sıçrayışlar gerçekleştiremezler. Yabancı sermaye ise bir ülkeye gelmek için, öncelikle orada iç toplumsal sorunların iş gücünün potansiyelinden azami yararlanmak güdüsüyle büyük ölçüde çözüme kavuşmuş olmasını bekler.

Page 129: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

129

Bu anlamda da Türkiye’deki Kürt Sorunu, Alevilerin ve diğer hâkim olmayan unsurların yaşadıkları dinsel ve etnik içerikli ayrımcılıklar vs. var olan huzursuzlukları derinleştirmekle kalmaz, bunların yarattığı sosyo-politik ve ekonomik istikrarsızlık ise ülkenin geleceği hususunda belirsizlikleri ve soru işaretlerini artırmasıyla yabancı sermaye girişinin önünde önemli bir engel halini alır. Bu tespit bu nedenle AB yolunda ilerleyen bir Türkiye için daha bir önem arz etmekle kalmazken, iç sorunlarımızı çözmenin ekonomi ile doğrudan bağlantılı olduğu gerçeğini de gözlerimizin içine sokar.

Đşin özeti şudur: Kürt, Alevi, Ermeni, Kıbrıs ve türban gibi yaralarını tedavi edebilen bir Türkiye daha istikrarlı, güçlü ve kendine güvenli bir ülke olur. Đstikrarlı bir Türkiye de daha fazla yabancı girişimciyi cezp edeceği için ekonomisini kısa sürede düzlüğe çıkarma ve refah ülkesi olma şansına erişir.

Alevilerin sorunları bağlamında da aynı ilke geçerlidir. Ancak yukarıda belirttiğim gibi, Türkiye’de Hükümet, Diyanet Đşleri Başkanlığı hatta belli ölçülerde ordu; kısaca sistem Alevilere diyalog ve uzlaşma değil teslimiyeti dayatmaktadır. Adı geçen aktörler Alevilerden bağımsız, özgün Alevi kimliğini tahrip ve tahrif ederek, kendi köhnemiş düzenlerine uygun bir Alevilik ve Alevi toplumu yaratmak istemektedir.

Açıkça Alevilere rağmen çarpıtılmış ve içi boşaltılmış bir Alevi kimliği inşa etme projeleri hayata geçirilmektedir. Bu halka rağmen halkçılıktır. Türk devlet geleneği ve siyasetinin de tarihsel hastalığıdır. Oysa bu dönem miadını doldurmuştur. Artık toplumsal sorunlar, sorunların sahiplerinin bizzat muhatap alınması ve onların da çözüm sürecine katılmaları sağlanarak, beklentilerinin dikkate alınmasıyla mümkündür. O nedenle “Ben yaptım oldu” gibisinden kıymeti kendinden menkul anlayışlara paydos demek gerekiyor.

Çünkü 1930’lu yıllarda oluşturulan ve daha sonra yapılan gençlik aşılarıyla güçlendirilen Türk-Müslüman-Sünni ideal vatandaş modeli iflas etmiştir. Bu elbise, üçlü formüle ters toplum yapısı nedeniyle artık Türkiye’ye dar gelmektedir. Nitekim bu ideal vatandaş tipi oluşturma formülü en fazla toplumun yüzde 55-60’ı ile sınırlı kalmıştır. Sistemin dayattığı bu model bugün en azından toplumun yüzde 40’nın beklentilerini karşılamamaktadır. Ayrıca böylesine yüksek ve ciddi bir oranı, mevcut sistemin azaltma ve emme kapasitesi de ortadan kalkmıştır. O nedenle sistem bu kitleyi imha edemeyeceğine göre, kendini değiştirmek ve mevcut koşullara uyum sağlamak zorundadır.

Değişim ve dönüşüm zorunludur. Zira Türkiye’nin şu andaki sistemi bizzat ülkenin önünde koca bir engeldir. Bu sistemi bu haliyle korumaya çalışmak, ülkenin AB’ye girmesinin önünü bloke etmesi bir yana, devamında ısrarcı olmak, Cumhuriyet’in getirdiği olumlu kazanımları, oluşmuş görece toplumsal huzuru ve hatta mevcut sınırları dahi tehdit etmektedir.

O halde sorun çözmek istiyorsanız, böyle bir iradeniz varsa yapılacak olan bellidir. Türkiye’nin toplumsal sorunlarının çözüme kavuşması diyalogla, tarafların tümünün özgür katılımı, karar alma süreçlerinde eşit oy kullanması, güçlü olanın (burada devlet) karşı tarafa baskı uygulamaması, kendi reçetelerini dayatmaması ve görüşme masasında alınan kararların amasız-fakatsız hayata geçirilmesiyle mümkündür. Burada ortaya çıkan sonuca da, yozlaşmadan uzlaşma denir.

Gerisi laftan ibarettir. Yoksa sorun çözemezsiniz veya çözüyor gibi yaparak kendinizi ve bu yolda umut besleyenleri oyalarsınız. Ama sorunlar toplumsal olduğu için ortadan kalkmadığı gibi, bir süre sonra daha ağırlaşmış şekilde önünüze çıkar.

Bad Nauheim, 30 Mart 2006

Page 130: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

130

ALEV ĐLER YEMĐN BĐLLAH DEĞĐLĐZ DESELER DE AZINLIK MUAMELES Đ GÖRÜYOR

Gedikli ülkücü Namık Kemal Kemal Zeybek'in damadı Radikal Gazetesi Ekonomi Yazarı Yiğit Bulut, konuyla ilgili diğer yazılarında olduğu gibi AB'ye karşı çıkacağım derken, bu defa Alevileri de hedef tahtasına yerleştirmiş. Avrupa Birliği'nin 2004 Đlerleme Raporu'nda Türkiye'den taleplerini ve bugün geldiğimiz noktayı ele aldığı yazısında Bulut, diğer istemler yanında Alevilere ilişkin olarakta, "Müslüman çoğunluk içinde, Aleviler bir azınlık olarak tanınmalı ve bugüne kadar elde edemedikleri haklar teslim edilmelidir..." (Radikal, 13 Nisan 2006) şeklinde ifadelerin geçtiği bir maddenin bulunduğunu alıntılamış.

Oysa 2004 Raporu'ndan alındığı iddia edilen bu cümle yalan değil; yalanın hem de kuyruklusu. Çünkü Aleviler tamam AB raporunun taslak metninde azınlık olarak gösterilmiştir ama sonra Avrupa'daki Alevi örgütlerinin girişimiyle bu ibare çıkartılmıştır. Ancak bunun Türkiye'deki AB düşmanları ve kızıl elmacı-ulusalcılar için bir önemi yok. Raporun aslında bu cümle varmış yokmuş umurlarında değil. Hemen mal bulmuş mağribi gibi AB'nin bir açığını yakaladık edasıyla başlarlar rastgele ortalığa ateş etmeye. Yiğit Bulut da öyle yapmış. Biz 2004 Đlerleme Raporu'nun nihai şeklinde geçen Alevilerle ilgili ifadeleri aşağıya alalım ki, merak edenler bir karşılaştırma yapsın. Rapordaki Alevilerle ilgili cümleler aynen şöyle: "Sünni olmayan Müslüman azınlıkların statüsünde hiç bir değişiklik olmamıştır. Aleviler14 bir dini topluluk olarak resmen kabul edilmemektedir. Aleviler, ibadethanelerini açarken genellikle güçlüklerle karşılaşmaktadırlar ve okullardaki zorunlu dini eğitim, Sünni olmayan kimlikleri tanımamaktadır. Bir Alevi çocuğun anne ve babası, zorunlu dini eğitim konusunda AĐHM’de dava açmıştır. Birçok Alevi, Türkiye’nin laik bir devlet olarak bütün dinlere eşit muamele yapması gerektiğini ve şu anda Diyanet aracılığı ile yapmakta olduğu gibi tek bir dini (Sünniler) doğrudan desteklememesi gerektiğini belirtmektedir." http://www.abgs.gov.tr/uploads/files/ilerleme_raporu_2004_tr.pdf)

Bakın bakalım, Bulut ne söylüyor raporda neler yazıyor. Kel alâka yani! Tabii ki Yiğit Bulut 2004 Đlerleme Raporu'nda Aleviler ve Kürtlerle ilgili tespitleri çarpıtmada yalnız değil. Birileri gerçek başka olduğu halde "vur abalıya" misali bu raporu çarpıtmaya, taslak raporda geçen ifadeleri nihaîsinde de varmış gibi göstermeye devam ediyor. Onların amacı üzüm yemek değil tabii, bağcıyı dövmek.

Bu çerçevede bütün bu olanlar ve olmakta olanlardan sonra ben şuna kani oldum; acaba Aleviler raporun ilk halinde yer alan bu azınlık ibaresini çıkarttırmasalar mıydı? Sanki bana Aleviler kendi elleriyle kendi kalelerine gol atmışlar, ayaklarına kurşun sıkmışlar gibi geliyor. Zira Aleviler zaten Türkiye'de resmen olmasa da fiilen azınlık. Hatta azınlık bile değil. Çünkü "azınlık" hukuki ve uluslar arası bağlayıcılıkları olan bir terim. (Đngilizce: Minority, Almanca: Minderheit, Fransızca: Minorite)

O nedenle Aleviler azınlık bile değiller. Bu bir. Malûm Yahudi, Ermeni ve Rumlar azınlık kapsamında. Hakları iç ve uluslar arası hukuk ve de Türkiye'nin kurucu antlaşması Lozan ile garanti altına alınmış. Ne derece alındığı da şüpheli ama en azından kâğıt üzerinde ve resmen öyle. Eksikliklerine rağmen azınlık statüsü taşıyorlar sonuçta.

O nedenle Alevileri statü olarak Türkiye'de bir yerlere koymak güç. Olsa olsa yine resmen değil ama fiilen kelimenin tam anlamıyla azınlık olan Romanların toplum ve devlet nezdindeki durumlarıyla karşılaştırılabilir Alevilerin konumu. Çünkü Aleviler aynen Romanlar gibi Türkiye'nin statüsüzleridir. Yani yetimleri... Romanlar birincisiyse, Aleviler ikinci sırada...

Kanıtı mı? Bakın bakalım, önemli devlet makamlarına, meclise vs.ye doğru dürüst Alevi bulabilecek misiniz? Yüksek bürokraside, orduda generallik rütbesinde ilaç için bile olsa

Page 131: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

131

bir tek Alevi'ye rastlayamazsınız. Aleviler okumuyor mu? Hepsi mi cahil, aptal, kabiliyetsiz, geri zekâlı? Değil tabii ki! Hem de nasıl mücadele ediyorlar, tarihe ve medeniyete gecikmişliklerini telâfi etmek için… 1950'lerden sonra her tür yüksek okulda ve üniversitede okumaya başladılar. O zamandan bu zamana hiç mi bir Alevi sivil ve askeri bürokraside üst makamlara gelebilmek için gerekli şartları taşımadı? Kuşkusuz taşıdı. Ama belli kademelerden sonra yükselmelerine izin verilmedi. Bırakın izin verilmesini bazı sakıncalı illerden askeri okullara öğrenci bile alınmadı.

Bunun en yakın tanığı benim. Askerliğimi Ankara'da Hava Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı Eğitim Daire Başkanlığı'nda yaptım 1991-92'de. Rahmetli Uğur Mumcu o zamanki Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş ile söyleşi yapacaktı gazetesi Cumhuriyet adına. Malum sorularını önceden yazılı olarak Genel Kurmay'a göndermiş. Sorulardan biri askeri okullarda okuyan doğu illerinden öğrenci var mıydı? Haliyle Hava Kuvvetleri'nin hava askeri liseleri ve Hava Harp Okulu olduğundan bu soru bize de geldi. Tüm illerden öğrenci sayısının bildirilmesi istendi. Bu soruyla birlikte diğer soruların cevapları benim de içinde bulunduğum bir grup tarafından hazırlandı. Geçmiş gün, ayrıntılarını unuttum ama Tunceli'den (Dersim) adı geçen okulların hiç birinde, en azından Hava Kuvvetleri'ne bağlı okullarda okuyan bir tek öğrenci bile yoktu. Geçen yıllarda da olmamıştı. Dikkatinizi çekerim, Tunceli Türkiye'de yüksek öğrenim oranının en yüksek olduğu illerimizden biri halen. Bu dün de böyleydi bugün de hala il bazında oranlamada yine ilk beşe kesin girer. Birinci sanırım Artvin olmalı. Daha ne söylenmeli bunun üstüne? Hiçbir şey...

Ama Alevilere de hak veriyorum. Bu ülkede çoğunluk olanlar ne kazandı ki, azınlık ilan edilmek kazandırsın. Onu da bırak Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar azınlık oldu da ne oldu? Sayıları pogromlarla, baskılarla azaltıla azaltıla azınlığın da azınlığı oldular. Esamileri okunmaz hale geldi. Aleviler bilinçaltında böyle bir korku taşıyor olmalı ki, azınlık ilan edilmekten çok korkar, siner hale gelmişler sanki. Ama bu hususta bir yol bulunmalı. Statüsüzlük artık yürümüyor. Alevileri de tüketiyor, azaltıyor, asimile ediyor.

O nedenle Alevilerin akil adamları, düşünürleri, aydınları vs. artık azınlık olma ve olmamanın artı ve eksilerini enine boyuna tartışmalı ve de hangi tercih daha fazla olumlu şıkka sahipse onda karar kılınmalı. Alınan karar da korkusuzca her ortamda savunulmalı. AB'ye, BM'ye yani uluslar arası kuruluşlara da bu iletilmeli. Yoksa bu yolun sonu yok oluşa çıkıyor gibi...

Yiğit Bulut'dan çıktık nerelere geldik. Ama bugünler beyin fırtınasına en çok ihtiyaç duyduğumuz günler. Değil mi ya? Bizler düşünmeyeceğiz de kendi sorunlarımız üzerine başkaları mı düşünecek? Yaparlar mı bunu? Yapsalar da her halde, "El elin eşeğini ıslık çalarak arar." Veya şimdiye kadar olduğu gibi hiç aramaz. Hadi toparlanın, kayıplarımızı ve haklarımızı aramaya gidiyoruz!

Bad Nauheim, 14 Nisan 2006

Page 132: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

132

KATL Đ VACĐPTĐR DÖNEMĐNDEN MÜSTAKBEL SÜNN ĐYE ALEV ĐLER Geçtiğimiz 20. Yüzyıl ulus devletler çağıdır. 1789 Fransız Đhtilali’nin tetiklediği milliyetçilik akımının sonucu olarak girilen bu süreçte, ulus devletler kurulurken, neticede daha önceki devlet biçimi olan çok milletli, çok dinli ve çok dilli imparatorluklar aşılmış ve tasfiye olmuştu. Đnsanlık için çok yeni olan bu ideoloji yarattığı etkiyle, milletler konfederasyonu şeklinde örgütlenen ve genelde bir hanedanın yönetici elitle birlikte hüküm sürdüğü monarşileri tarihin derinliklerine gömerken, yıkılan bu imparatorlukların toprakları üzerinde de her biri bir ulusun adını alan onlarca yeni devlet kuruldu. Örneğin bugün Osmanlı Đmparatorluğu’nun hâkimiyet sahası içerisinde otuzun üzerinde ayrı devlet kurulmuştur. Bu süreç halen de devam etmektedir. Eski Yugoslavya’ya bağlı bir cumhuriyet iken geçen ay referandumla bağımsızlığını ilan eden Karadağ daha 120 yıl öncesinde Osmanlı toprağıydı. Bugün yaşadığımız coğrafyada da çok sancılı, hatta kanlı geçen ve etkileri günümüze kadar devam eden bu süreçte Osmanlı yönetici eliti, devleti milliyetçi ve bağımsızlıkçı akımlarla parçalanmaktan kurtarmak için çeşitli politikalar uygulamaya koymuştur. Bu bağlamda devleti ayakta tutmak için ilk başvurulan politika Osmanlıcılıktır. Adını hanedandan alan ve bu nedenle ülke çatısı altında yaşayan bütün milletleri din, dil ve ırk ayrımı gözetmeden bir arada tutmayı amaçlayan Osmanlı üst kimlikli politika, sert esen milliyetçilik rüzgârının önünde pek fazla tutunamamıştır.

Başta Yunanlılar, ardından da Sırplar önce ayaklanıp, sonrasında da Batılı devletlerin yardımıyla bağımsızlıklarını kazanınca, Hıristiyan unsurları devletin çatısı altında tutmanın mümkün olmadığı anlaşılırken, politika değişikliğine gidilerek, en azından Müslüman milletlerin kopuşunu önleyebiliriz denilerek II. Abdülhamit Dönemi’nde Đslamcılık politikası öne çıkarılmıştır. Đlk defa Osmanlı padişahları halifelik makamının kendilerine verdiği gücü yoğun bir şekilde kullanıma sokmuşlardır. Ama Đslami ortak kimliğe yapılan vurgu ve ümmetçilik siyaseti de fayda etmemiş; Balkan Savaşları sonrası Müslüman Arnavutlar, I. Dünya Savaşı esnasında da Arapların imparatorluktan kopuşu bir türlü engellenememiştir. Sonuçta çağın yeni virüsü milliyetçilik Osmanlı’yı yemiş bitirmiştir.

TÜRKĐYE CUMHURĐYETĐ KURULUYOR Arkasından I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkıldığından başkent Đstanbul Đngilizler

tarafından işgal edilmiş ve bu nedenle de Mustafa Kemal’in önderlik ettiği bir grup asker ve sivil Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır. Bu ekip başlangıçta henüz Türklüğü öne çıkarmazken, Müslümanların birliğine ve Anadolu Hareketi’nin padişah ve halifeliğe bağlılığının altını önemle çizmiştir. Çünkü daha Anadolu’da yaşayan Türk ve Türkmenlerde Türklük ve millet bilinci oluşmadığı gibi, Milli Mücadele’ye destek veren Müslüman unsurların önemli bir bölümü de Türk kökenli olmadığından böyle bir vurgu yarardan çok büyük zarar getirebilirdi. Yoksa Fransız Đhtilali sonrası yayılan aydınlanma düşüncesi ve milliyetçi ideolojiden çok yoğun bir şekilde etkilenen Mustafa Kemal ve arkadaşları milliyetçiliğe ve Türk kimliğine yabancı değildi. Aksi takdirde 1924 sonrası Türk milliyetçiliğini devletin resmi ideolojisi yapamazlardı.

Yaşanan süreçte Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hafızasına Balkan devletlerinin ayrılması, Müslümanlığa rağmen de Araplar ve Arnavutların imparatorluktan kopmaları iyice kazındığından ve üzerlerinde büyük bir travma yarattığından Anadolu’da çok dikkatli hareket etmişler ve ayrım yapmadan tüm unsurların desteğini arkalarına almaya çalışmışlardı. Bu bağlamda Mustafa Kemal, Hacıbektaş’a da bizzat gidip Serçeşme’nin o zamanki başı Cemalettin Efendi ile görüşerek, Milli Mücadele’ye Alevi-Bektaşilerin desteğini almıştır. Aynı türden görüşmeler Erzurum ve Sivas Kongreleri müddetince Kürt ileri gelenleriyle de yapılmış ve bunların desteği garantilenerek, batıda Yunanlılara karşı büyük bir harekâta girişilmiştir.

Đşte bu desteklerle Milli Mücadele başarıya ulaşmıştır. Yoksa iş sadece batı bölgelerindeki Türk ve Müslüman halka kalsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak mümkün olmayabilirdi. Çünkü zaten Milli Mücadele başlangıçta halktan çok memleketi terk eden Rum ve Ermenilerin mallarına el koymuş eşrafın, Anadolu’dan başka kendilerine vatan edinecek yer kalmamış Balkan ve Kafkas kökenlilerin öncülüğünde gelişmiştir.

Page 133: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

133

Hatta 1922’de düzenli ordunun kuruluşuna kadar verilen mücadele Çerkez Ethem ve benzerlerinin eliyle sürdürülen bir çete savaşı mahiyetindeydi. Bu çeteler de adı üstünde kanunsuz ve nizam tanımadıklarından yaptıkları soygunlar vs. nedeniyle Müslüman ahaliyi dahi bıktırmalarının yanı sıra, Anadolu halkı 1911’lerden beri aralıksız devam eden savaşlardan perişan hale geldiğinden Ankara’ya yeterli desteği vermemiştir. Bu yetmezmiş gibi aynı halk bir de üstelik Marmara Bölgesi yoğunluklu olarak Yozgat çevresinde çıkan Kuvayı Milliye karşıtı çok sayıda şeriatçı, padişah-halife yanlısı isyanlara katılarak Ankara’nın başını epeyce ağrıtmıştır.

Vurgulanması gereken bir diğer ayrıntı da, Milli Mücadele’yi yürüten ve Anadolu’da bu harekete kâfirlerle cihat ediyoruz içgüdüsüyle önderlik edenlerin önemli bir bölümü din adamıdır ve padişaha sonuna kadar bağlıdır.

CUMHURĐYET AĞIR VE SORUNLU B ĐR MĐRASA KONDU Böylesine karmaşık bir ortamda kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan yüzde

80’lere varan oranda köylerde yaşayan, cahil ve geri kalmış 13 milyonluk bir halk, ağır bir borç yükü ve harap olmuş bir ülke devralmıştır. Bunun ötesinde yukarıda ortaya koyduğumuz gerekçelerle genç Cumhuriyet’in arkasında halk desteği de neredeyse hiç yoktur. Kurtuluş Savaşı’nın sonlarında halk bir ölçüde harekete geçti ve Ankara’ya destek verdiyse de, bu daha çok Mustafa Kemal’in kamuoyuna yönelik yaptığı açıklamalarda işgal altında bulunan Đstanbul’daki halife ve padişahı kurtarma ve yoğun bir Đslami söyleme sarılmasındandır.

Daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce Saltanatın, 1924’te de Halifeliğin kaldırılması ve sonrasında yapılan bazı devrimler halkla devletin manevi bağlarını tamamen ortadan kaldırmış ve var olan görece desteği dahi sıfırlamıştır. Kaldı ki padişah ve Müslümanların başı sayılan halifenin kurtarılması adına destek verilen Kuvayı Milliye Hareketi başarılı olur olmaz, ilk önce destek verilen bu makam ve kişileri tasfiye edilince ortada bir boşluk doğduğu gibi, böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin bir meşruiyet sorunu ortaya çıkmıştı. Ankara daha Milli Mücadele sırasında arkasında çok da büyük bir halk desteğinin olmadığının, bazı şeylerin zoraki yürüdüğünün farkına erken vardığından derhal harekete geçti. Acilen Cumhuriyet’e, yapılan ve yapılmakta olan devrimlere halk desteği sağlanmalıydı. Yoksa bu destekten mahrum bir devleti ayakta tutmak mümkün olmayabilirdi.

Biliniyordu ki, halk halen ülkede her ne kadar Cumhuriyet ilan edilmişte olsa, kalben ve ruhen halife ve padişaha bağlıydı. Bunun da ötesinde özellikle Sünni halk ezici bir çoğunlukla cahil olması bir yana, yobaz din adamlarının, miskin yuvası haline gelen tekkelerin, tarikatların ve şeyhlerin yoğun etkisi altındaydı. Bu bağnaz toplumsal yapının sonucu zaten Milli Mücadele sırasında Ankara’ya yeterli desteği vermedikleri gibi, bir bölümü şeriatçı ve gerici isyanlara katılmıştı.

HALKA GÜVEN ĐLMEDĐ Yaşanan tecrübeler Ankara’da halka çok güvenmemek gerektiği kanısını

oluşturduğundan bu tablonun acilen değiştirilmesi gerekiyordu. Đşte Cumhuriyet bu arka plandan hareketle bir takım toplumsal devrimlere yöneldi. Devir de zaten homojen bir toplum ve millet yaratma devri olduğundan, böylesine geri kalmış bir halkı hizaya sokacak, güvenilir kılacak ve devlete itaatkâr bir kıvama getirecek devrimlere hız verildi.

Ne yapıldı bunun için? Önce 1. TBMM yenilenerek bu mecliste bulunan başta Đslamcı, muhalif ve halife-

padişah yanlısı milletvekilleri tasfiye edildi. Böylelikle TBMM’nin alacağı Halifeliğin Kaldırılması, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, Harf Devrimi, Şapka Kanunu, Şeyhülislamlık makamının iptali gibi kararlara gösterilecek muhalefet devre dışı bırakıldı. Ama bütün bu tasfiyelere rağmen Atatürk’ün çevresinde başta Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir olmak üzere dini duyarlılıkları yüksek ve Halifeliğin Kaldırılması gibi radikal devrimlere karşı çıkan etkili askerler vardı. Đşte bunların susturulması için de Diyanet Đşleri Riyaseti gibi bir kurum oluşturuldu. Halifelik makamının yetkilerinin de TBMM’nin manevi şahsiyetinde temsil edildiği gibi bir formül ortaya atılarak bu çevrelerin yumuşaması sağlandı. Anlaşılacağı gibi Diyanet,

Page 134: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

134

Atatürk’ün çok benimseyerek kurduğu bir kurum değil aksine karşısındaki tutucu muhalefeti etkisiz hale getirmek için verdiği bir tavizdi.

Mademki bu taviz verilmişti, o halde her şey de kendi akışına bırakılmamalıydı. Atatürk burada Diyanet’e ve dolayısıyla bu kurum üzerinden halk üzerinde hegemonya kurulması sürecinde müdahil olmak istedi. Malum Sünni kesimin Đslam’ı algılayış ve yaşayışı Atatürk’e göre tamamen yanlıştı. O nedenle de zaten “Ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır” demişti.

Yani halkın dini anlayışını da değiştirmek istiyordu. Bu amaçla Elmalılı M. Hamdi Yazır’a emir vererek 10 ciltlik “Hak Dini Kuran Dili” adında Sünni halk üzerinde etkili olan gerici, kaderci, bilim ve felsefe düşmanı Hanefi-Eşari mezhebine değil, akılcı ve bilime açık bir yorum olan Hanefi-Maturidi’ye uygun bir Kuran tefsiri yazdırttı. Bu tefsiri de bütün kütüphanelere ve müftülüklere dağıttırdı.

ATATÜRK SÜNN Đ MÜSLÜMANA DA DEĞĐŞ DEDĐ Bu şu demekti: “Ey Sünni halk senin inandığın Đslam hurafelere boğulmuş,

gericileşmiş; seni akılcılıktan çok nakilci ve kaderci hale getirmiştir. Bu durumu beğenmiyorum. Sen de değişmelisin! Müslüman olarak kalmana bir şey demiyorum ama akılcı, bilime önem veren Hanefi-Maturidi geleneğe kendini alıştırmalısın. Ancak böyle medeni dünyanın önüne çıkabilirsin”

Atatürk Sünnilere kabaca ifade ettiğimiz gibi böyle bir yol göstermiştir. Ya Alevilere ne demiştir?

Önce şunun altını ısrarla çizelim; Atatürk dinin kişinin özel hayatında kalmasını, dinle devlet işlerinin birbirine kesinlikle karıştırılmamasını istediğinden, ısrarla dini ve onun tüm tezahürlerini kamusal alanda görünür olmaktan çıkarma politikası takip etmiştir. Ama karşısında bir de gerçekler ve iktidar savaşları vardır. Diyanet ise zaten bu iktidar savaşında mevzi kapmak amacıyla Ankara’daki Sünni-Müslüman halk adına hareket ettiğini iddia eden güç odaklarına verilen bir tavizdir. Bunu bir kenara yazalım. Böyle olduğu için ve bir de Ankara’da Alevi-Bektaşiler adına oluşmuş bir iktidar odağı bulunmadığından açık söylemek gerekirse, Aleviler Atatürk’ün gündeminde pek yer etmemiştir. Onun mücadelesi çoğunlukla Osmanlı’da Sünni Đslam adına iktidarı elinde tutan ve bunu Cumhuriyet döneminde de arkalarında çoğunluk desteği bulunduğunu iddiasıyla sürdürmek isteyenlerledir.

Ayrıca Atatürk hep zamanın yaygın düşüncesi aydınlanma ve pozitivizmin etkisiyle toplum modernleştikçe, dinin toplumdaki ağırlığının ortadan kalkacağı beklentisi içinde olmuştur. Keza daha Selanik’teki çocukluk yıllarından itibaren de Bektaşiler kanalıyla, Alevi-Bektaşilerin yobaz ve çağdışı bir yapıya sahip olmadıklarını bildiğinden bu kesimi modern Türkiye’yi yaratma projesinde büyük bir engel olarak görmemiştir. Bir de üstelik Bektaşi önde gelenleri Cumhuriyet’le beklediğinden daha fazla bütünleşmişlerdir. Hatta bu bütünleşme öyle bir seviyeye varmıştır ki, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu en çok Alevi-Bektaşileri vurduğu halde yine de en az itiraz onlardan gelmiştir. O sebepten Alevi-Bektaşiler, “Onlar zaten bizim tarafta. Destekleri çantada keklik” mantığıyla bakılarak büyük ölçüde bir sorun olarak algılanmamıştır denilebilir.

ATATÜRK BEKTA ŞĐ MĐYDĐ? Kimilerince Bektaşi olduğu bile yayılan, hatta zamanın Hz. Ali’si olarak lanse edilen

Atatürk’ün bakışı bu olsa da, başta Diyanet’in başındakiler, tamamı tasfiye edilemeyen dini duyarlılıkları yüksek iktidar elitleri ile Cumhuriyet’in eğitim ve diğer karar alıcı kurumlarına bir şekilde sızmış Osmanlı artığı, medreselerde yetişmiş Hanefi-Eşari geleneğinden ulema Aleviler hakkında çok farklı düşüncelere sahipti. Onlar Yavuz Selim, II. Mahmut gibi padişahlarla, Đbnü’l Kemal, Zembilli Ali Efendi ve Ebu Suud Efendi gibi şeyhülislamların soyundan geliyorlardı. O nedenle Alevileri kendi başlarına bırakmak işlerine gelmiyordu. Zaten ellerinden gelse, atalarının yaptığı gibi çıkardıkları fetvalarla Alevileri katlettirmekten çekinmezlerdi ama artık devir değişmişti. “Kızılbaşlar zındıktır, kâfirdir. Dolayısıyla canları, malları ve ırzları Müslümanlara helaldir. Katledilmeleri vaciptir” demeleri artık mümkün

Page 135: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

135

değildi. Onlar ancak asimile edilerek geleceğin Sünnileri haline getirilebilirdi. Atatürk’ün Diyanet tavizi bunun için biçilmiş kaftandı.

Bu kesim Atatürk ve Đnönü’nün Tek Parti Dönemi’nde Cumhuriyet’in Diyanet ve ülkedeki dinsel hayatla ilgili icraatlarına pek açıktan ve yüksek sesli karşı çıkamadı ama mücadeleyi de elden bırakmadı. Sürekli mevzi kazanmaya çalıştı. Nitekim daha Đnönü Dönemi’nde bazı kazanımlar elde etti. Bunlardan Prof. Dr. Şemsettin Günaltay 1949’da başbakan olmayı başardığı gibi, tüm okullarda kaldırılan din derslerini, en azından ilkokullarda tekrar serbest bıraktırdı.

Bu mevzi kazanma ve kazanılan mevzileri sağlamlaştırma savaşı 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara büyük bir halk desteği ile gelmesiyle daha da hızlandı. Çünkü artık çok partili hayat ve dolayısıyla halktan oy alma için popülizm dönemi başlamıştı. O nedenle de halkı tepeden değiştirme projeleri ya tamamen terk edilmeye başlanmış veya bazılarını askıya almakta sakınca görülmemişti. Demokrat Parti halkın her yönden seviyesini yükseltmek yerine halkın seviyesine inmeyi tercih etti. Oy uğruna gerek sivil alanda gerekse Ankara’da üst yönetim çevrelerinde güçlü temsilcisi olan Sünni kesime, daha doğrusu Osmanlı’dan beri hâkim olan yobaz Hanefi-Eşari anlayışa verilen tavizlerin ardı arkası kesilmeden bugünlere gelindi. Oysa Diyanet başlangıçta çok küçük bir kurumdu. Sünni kesimin iktidar mevkiinde bulunan önderleri bunu çok iyi değerlendirdi ve Diyanet’i bugün devasa bir kurum haline getirdi.

ALEV ĐLERĐN DEĞĐŞĐMĐ ZAMANA BIRAKILDI Oysa Diyanet’in kuruluşunda Sünniler biraz modernleşsin, hurafelerden sıyrılsın, aklı

ve bilimi öne çıkaran bir Đslam anlayışına ulaşsınlar niyeti güdülmüştü. Alevilere de, “Onlar zaten yobaz değil. Akılcı ve bilime önem veren Hanefi-Maturidi anlayışa biraz yaklaşırlarsa da her iki taraf aşırılıklarını törpülediklerinden Alevi-Sünni ortak bir noktada buluşur. Devletin istediği çerçevede bir Müslüman toplum ortaya çıkar” diye bakılmıştı. Görüldüğü gibi aslında Cumhuriyet hem Sünnileri hem de Alevileri değiştirmeyi istemişti. Sünnileri değiştirme işini Diyanet’e, Alevilerin değişimini de daha çok zamanın akışına bırakmıştı. Ama Diyanet Sünnileri Cumhuriyet’in yukarda bahsettiğimiz hedefleri doğrultusunda değiştirme anlayışına zaten başından ısınamadığından bunu kısa zamanda terk ettiği gibi, Osmanlı dönemindeki yobaz Đslam anlayışına ve Şeyhülislamlık heveslerine geri dönmekte zorlanmadı. Bu devletin tepesindeki iradenin özellikle sivil kanadında şeriata taviz verme yönündeki çabalarıyla at başı gitti.

O zaman da Diyanet, tüm toplumu eski Đslam anlayışına uygun olarak eğitme ve dönüştürme çalışmalarına siyasilerin de desteğiyle hız verdiği yetmezmiş gibi, Cumhuriyet’in bir nevi ihmal ederek kendi kaderleriyle baş başa bıraktığı Alevilere de Sünnileştirmek amacıyla el attı. 1950’lerden bu yana Aleviler ve Alevilik üzerine eğilmeye başladı. Ancak o zamanlar Aleviler bugünkü kadar gündemde olmadığından, 1960’lı yıllarda kısa bir süre gündeme gelmeleri hariç, 12 Eylül 1980’e kadar unutulmaya terk edildiler.

Diyeceksiniz ki, Cumhuriyet’in Koçgiri ve Dersim’de Alevilere yönelik katliam derecesindeki icraatlarını nereye koyacağız? Unutulmasın, bunlar Alevileri dinsel bağlamda hedef almamıştır. Bu iki hadise daha çok etnik ve yerel temelde bazı feodal rahatsızlıklardan kaynaklanmıştır.

ALEV ĐLER ĐÇĐN MĐLAT 12 EYLÜL’DÜR Cumhuriyet döneminin Alevileri asimile etme planları hep vardır. Lakin haksızlık

etmeyelim, diğer bazı öncelikli sorunlar yüzünden kimse gece gündüz yatıp kalkıp Alevilerle uğraşmamıştır. Ancak iş 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte çok farklı bir boyut kazanmıştır. Aslında burada da amaç doğrudan Aleviler değildir. Ama değil mi ki, onlar sol akım ve partilere en büyük desteği vermiştir, o nedenle artık doğrudan askeri rejimin hedef tahtası haline getirilmişlerdir.

“Made in USA” markalı 12 Eylül Cuntası tüm gücüyle solu ezmek ve ABD’nin Sovyetler Birliği çevresinde Yeşil Kuşak Projesini uygulamak için gelir gelmez harekete geçti. Toplumu yoğun bir Đslam propagandasına tabi tuttu. Ama Alevilere de doğrudan el atıldı. Derhal bizzat

Page 136: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

136

vali ve kaymakamların, yerel askeri makamların baskısıyla Alevi köylerine camiler inşa edilmeye başlandı. Din dersleri zorunlu hale getirildi. Cunta sivil hükümetlerin açmadığı kadar imam-hatip okulu açtı. Toplumun dincileştirilmesi ve antikomünist duyarlılığının artırılması için Diyanet her yönden daha da güçlendirildi. Bu da Diyanet’in arayıpta bulamadığı bir fırsattı. Bu defa arkasında darbe yapmış bir ordu vardı. Kısacası bu dönemde Alevileri asimile etmek resmen bir devlet politikası haline getirilmişti. Burada artık Alevilere açıkça “müstakbel Sünni” olmak dayatılıyordu. Bu politika dinciliği beslemekten ağızları yandığından askerler bu işin peşini bıraksa da halen tüm hızıyla devam ediyor.

Ancak Diyanet’in aşırı şişerek güçlenmesi, toplumun daha çok dincileşmesi de soğuk savaşın sona ermesinden itibaren bu işi kendi elleriyle yapan yüksek askeri ve sivil egemenleri rahatsız etmeye başladı. Kendi elleriyle yarattıkları canavarı kontrol edemedikleri gibi, bir de üstelik ağababaları ABD’nin düşman konsepti değişmiş, komünizmin yerini Đslam tehlikesi almıştı. Onlar da Türkiye’de gecikmeden tehlikenin adını irtica diye koydular. Fakat bizde böyle bir tehlike sivillerin elinde ortaya çıkmadı. Bunu bizzat yönetime el koydukları dönemde askerler besledi. Hatalarını 28 Şubat gibi post modern darbelerle telafi etme yoluna gittilerse de, artık iş işten geçmişti. Düzeltmeye çalıştıkça daha da battılar.

ARTIK K ĐMSENĐN ORTAK B ĐR TÜRKĐYE HEDEFĐ YOK Bugüne geldiğimizde toplumda dincileşme ve muhafazakârlaşma geri döndürülemez

bir düzeye geldiğinden, devletin tepesinde iş iktidar ve mevzi kazanma savaşlarına dönüşmüştür. Türkiye’de artık kimsenin toplumun bütününü gözeten bir bakış açısı ve icraatı yoktur. Bir yanda askeri ve sivil bürokrasi, bunların sivil uzantısı devlet partisi CHP, ulusalcı milliyetçiler ile bazı küçük bağlaşıkları ellerindeki silahlara ve geleneksel “asıl iktidar” konumlarına güvenmektedir. Diğer yanda da hükümet eden AKP ile benzeri partiler ve Đslamcı güçler de türban, imam-hatip diyerek mobilize edebileceklerini düşündükleri işsiz, mesleksiz ve dindar kalabalıklara dayanarak ha bre çekişmektedirler. Türkiye’nin geleceğini bu iki güçten hanginin galip geleceği belirleyecektir.

Alevilerin Türkiye’deki kaderini de bugüne kadar anılan iki gruptan daha çok birincisinin plan ve icraatları belirlemiştir. O nedenle Alevilerin yeri kesinlikle ne askerin ne de onların karşısında konumlanan güçlerin yanıdır.

Aleviler bundan böyle kaderlerini kendileri belirlemek zorundadır. Çünkü çekişen her iki iktidar gücü de sadece ya kazandıkları mevzileri korumak veya yenilerini kazanmak çabasındadır. Böyle bir oyunda da Alevilere değil başrol, rol bile düşmez. Olsa olsa bugüne kadar olduğu gibi, “irtica geliyor”, “yobazlar bir gelirse sizi kıtır kıtır keserler”, “sizi ancak biz koruruz”; “sizler cumhuriyet ve laikliğin aslan gibi bekçilerisiniz” diye kâh korkutup kâh pohpohlayarak askerin ve CHP’nin ardında hiçbir karşılık beklemeden saf tutmalarının sağlandığı figüranlık düşer.

O sebeple böyle bir kısır döngüden kurtulmanın ve Alevilerin mevcut taleplerinin karşılanmasının yolu başrol oynamayı istemekten, daha doğrusu siyasallaşmaktan geçmektir. Sorunlarına çare, siyasetin nesnesi değil öznesi olmaya talip olmalarıdır. Çünkü Alevilerin sorunları, talepleri ve onların çözüm yolları politiktir. Bunlar da ancak ve ancak sorun ve taleplerin sahibinin bizzat siyasetin içinde aktif ve aracısız bir şekilde var olmasıyla mümkündür. Hiçbir parti ve güç arkasında bu kadar kolay saf tutan birilerini ciddiye almaz ve sorunlarının takipçisi olmaz.

Çok önemli ve hassas gelişmelerin yaşandığı bu son dönem Alevilerin de kararlarını verme zamanıdır. Aymazlığın faturası bundan sonra daha da ağır olacaktır.

Ey Aleviler! Yeni dönemde kimsenin arkasında saf tutmadan kendi sorunlarınıza kendiniz mi sahip çıkacaksınız? Yoksa bugüne kadar olduğu gibi bazılarınızın çok hoşunuza giden figüranlık rolüne daha fazla mı sarılacaksınız?

Önümüzdeki on yıllarda kaderinizi belirleyecek kararı vermek halen sizin elinizde. Ama acele etmezseniz geç tarihte alacağınız bir karar hem etkili olmaz hem de belki böyle giderse elinizde karar yeter sayısına ulaşacak Alevi kalmayabilir. O zaman geldiğinde kesinlikle

Page 137: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

137

çoğunluğunuz artık çiçeği burnunda taze Sünniler olacağından küçük bir salonu bile dolduramayabilirsiniz.

Siz bilirsiniz. Zaman işliyor ama aleyhinize! Bad Nauheim, 29 Mayıs 2006

Page 138: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

138

ÇEKĐN ELLER ĐNĐZĐ ALEV ĐLERĐN ÜZERĐNDEN! Hey gidi günler hey! Nerelerden nerelere geldik. Belki duymuşsunuzdur. CIA Türkiye üzerine geçen yıl yayınladığı raporda Alevilerin sayısının 9 milyona düştüğü tespitini yapmış. Zinhar doğrudur. Amerikalılar yaptıysa, dünden doğrudur. Çünkü onlar bırakın Türkiye gibi enerji kaynaklarının göbeğinde bulunan bir ülkeyi, dünyanın en ücra köşelerine ilişkin verileri bile, oraların yerlilerinden daha iyi araştırıp biliyorlar. Süper güç olmak kolay değil. Jandarmalığını yaptığın muhiti bilmezsen, orada elini kolunu sallayarak güven içinde gezemezsin. O nedenle CIA’nın Türkiye ile ilgili verilerine az bir ihtiyat payıyla yaklaşmakla birlikte, doğru olarak kabul etmeliyiz. Zaten Türkiye’nin etnik ve dinsel haritasına ilişkin elimizde kendi verilerimiz yok. Böyle olunca da ister Kürt, ister Alevi, isterse Laz ve Çerkezler konusu gündeme geldiğinde herkes bol keseden atıyor. Ortada bu kesimlerin birbirini tutmayan nüfus rakamları uçuşuyor. Alevilerin Türkiye’deki nüfusuyla ilgili de başından bu yana farklı rakamlar dolaşıyor. Çünkü 1965 Nüfus Sayımı’na kadar her vatandaşa hangi dilleri konuştuğu sorulduğundan, Kürtler, Araplar, Çerkezler vs. hakkında o günün istatistikî verilerine dayanarak bazı ayağı yere basan veriler ortaya koymak bir derece mümkün oluyor. Oysa Alevilerle ilgili elimizde böyle bir imkân yok. Çünkü nüfus sayımlarında inanca ilişkin sorular hiç sorulmadı.

Đşte bu nedenle bugüne kadar Alevilerin nüfusunu 30 milyona bile çıkaranlar oldu. Hâlbuki ben Alevilik üzerine yoğunlaşmamdan bu yana bu derece yüksek rakamlara hep kuşkuyla yaklaştım. Bundan olsa gerek, benim tahminlerim hep 9 ile 11 milyon civarında seyretti.

Diğer yandan Alevilerin nüfusu biraz abartılmışta olsa, bir azalmanın olduğu da inkâr edilemez. Her ne kadar ortada kesin veriler olmasa da, Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye nüfusunun en az üçte birinin Alevi olduğu konusunda konuyla ilgili hemen herkes hemfikir durumdadır. Bu tahminden yola çıkarak, 72 milyon nüfusun üçte birinin 25 milyon ettiğini ileri sürenler kabaca bakıldığında pek yanılmıyorlar. Yanıldıkları tek nokta, Alevi nüfusunun hiç azalmadan günümüze kadar geldiğidir.

Öyleyse bu dramatik azalma nereden kaynaklanıyor? Bazı Aleviler 20–25 milyon nüfuslarıyla övünmeye devam etse de, Alevi nüfusunun

CIA raporunda geçen miktardan daha az olabileceği bile söylenebilir. Malûm ya, dünyanın neresinde görülmüş milyonlarca nüfusa sahip bir kitlenin hem fiili azınlık muamelesi görüp, hem de bundan bir türlü kurtulamadığı?

Bana öyle geliyor ki, Alevilerin konumlarının kötülüğü açısından nüfuslarının önemi yok. Önemli olan da zaten sayılardan çok sayıların niteliğidir. Alevilerin problemi de burada. Sorun çok olmasına belki çok olan bu nüfusun yeterli nitelik ve hak bilincinde olmamasında yatıyor.

Sayıların önemi yok dedikse de, 20–25 milyon olan Alevi nüfusunun 10 milyonun altına düşmesinin de bir sorumlusu olsa gerek. Ne oldu da Aleviler bu kadar azaldı/azaltıldı?

Her şeyden önce bu azalmanın en büyük sorumlusu asimilasyon politikasıdır. Diğer bir deyişle çoğunluk inancı olan Sünni Đslâm içinde Alevilerin eritilerek kimlik değiştirmeye mecbur edilmesidir.

Peki bu saf değiştirme gönüllü mü olmuştur? Koca bir hayır. Öyle olsa zaten asimilasyondan değil entegrasyondan söz ederdik.

Oysa bu durum büyük oranda zorlamayla, toplumsal ve resmi devlet baskısı sonucu ortaya çıkmıştır. Alevilere daima müstakbel Sünniler olarak bakılmış ve bu sonuca ulaşılması için de devlet ve toplumun bütün imkanları seferber edilmiştir. O nedenle de bugün milyonlarca insan ataları Alevi olduğu halde artık kendini bu kimlikle tanımlamamaktadır. Aslında kelimenin tam anlamıyla Aleviler üzerinde kültürel bir soykırım uygulanmıştır. Çünkü bu kadar büyük bir nüfus azalmasının başka türlü izahı mümkün değildir.

Osmanlı’nın katliamlarla yok edemediği Alevi varlığı, Alevilerin dört elle sarıldıkları Cumhuriyet tarafından âdeta yok edilme seviyesine getirilmiştir. Aleviler kendileri uyanmasa,

Page 139: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

139

bu gidişat tamamen yok oluşla sonuçlanacaktı. Yoksa devlete kalsa, bugün Aleviliğin ve Alevilerin ruhuna ancak Fatiha okunurdu.

Biz sonuca bakalım. Türkiye Alevilerin asimile edilmesiyle ne kazanmıştır? Hiçbir şey. Bugün 25 milyon yerine varsayalım ki 9 milyon Alevi bulunan bir Türkiye daha mı kalkınmış, modern ve huzurludur?

Keşke öyle olsaydı. Azalan Alevi nüfusuyla Türkiye düne göre, yapılan son kamuoyu yoklamalarının da gösterdiği gibi, daha fazla sağa kaymış, toplum giderek daha çok tutuculaşırken, başka inançlara, inançsızlığa, diğer etnik gruplarla kültürlere ve farklı yaşam biçimlerine saygı ve tahammül günlük yaşamda hissedilir bir biçimde azalmıştır. Bunun en açık örneği hemen her gün birçok kentte en küçük bir bahaneyle linç girişimlerinin yaşanmasıdır.

Ayrıca Türkiye’de en fazla 5 bin Rum kalmasına rağmen Karadeniz’de bir Pontus-Rum Devleti’nin kurulacağı, Đstanbul’un Patriklik tarafından Vatikanlaştırılacağı gibisinden paranoyak safsatalara inananların giderek çoğalmasına ne denir? Yine Diyanet’in, TRT’nin günün her dakikası Alevilere misyonerlik yapmasını görmezden gelenlerin, bir avuç misyonerin Türkiye’yi Hıristiyanlaştıracağı telaşına kapılmaları neyle açıklanabilir?

Görünen o ki, farklı renklerini giderek kaybeden bir Türkiye’de bağnazlık, kendine güvensizlik, anlamsız korkular, gücünün farkında olmama ve özgüven eksikliği de aynı oranda yükseliyor.

Türkiye’de farklı kimlik ve inançların yok edilmesi sürecini incelediğimizde, gördüğümüz ilk şey kendi içimizde birlik sağlama adına attığımız her adım bizi daha çok bölmüş ve fakirleştirmiştir.

Đşte Ermenilerin tehcire tabi tutulması, Rumların zorunlu mübadele yoluyla Yunanistan’a gönderilmesi, Süryanilerin de kısmen devlet kısmen de bölgedeki Müslüman halk eliyle katledilmeleri ve geriye kalanların da zamanla yurdu terke zorlanmalarının getirdiği çoraklık yeni yeni fark ediliyor. Saydığımız unsurların Türkiye’yi terke zorlanması, bırakın bunların kendi inanç ve kimlikleri adına var olan zenginlikleri kaybetmemize, tüm topluma yararlı bazı sanat ve mesleklerin bile ölmesine neden olmuştur. Zira Đstanbul’un övündüğümüz tarihi mekânlarının mimarlarının hemen hepsi Ermeni’dir. Var mı bugün aramızdan Balyanlar gibi Dolmabahçe gibisinden şaheser bir sarayı inşa edecek bir mimar? Veya altın ve gümüş işlemeciliğinde tüm Orta Doğu’da başa güreşen Süryaniler gibi kuyumcular çıkarabildik mi?

Bir de şu var; Türkiye ne zaman kurban vermeye başlasa bunun arkası geliyor. Diyelim ki Ermeni ve Rumlardan belli rahatsızlıklarımız vardı. Belki bunları aramızda halledebilirdik. Biz kolay yolu seçip onları bir şekilde memleketten kovduk veya katlettik. Đhanet etmişlerdi veya etmemişlerdi. Bu tartışılır. Onlar gidince 1920’li yılların ortalarında Türkiye Kâbe toprağına dönerken, ülkede kayda değer sayıda Hıristiyan da kalmamıştı. Safralarımızı attığımıza göre, geriye kalanlar el ele verip, topyekûn bir birlik ve kalkınma seferberliğine girişsek daha iyi değil miydi?

Hayır. Đllâ çatışacağız ve aramızda yoksa bile hemen yeni bir öteki veya düşman icat edeceğiz.

Örnek mi? Kurtuluş Savaşını Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut, Arap ayrımı yapmadan birlikte yürüten biz, savaş bitince Türk’ü öne çıkarıp diğerlerinin hak ve hukuklarını unuttuk. Hâlbuki 1924 Anayasası’nda yer alan vatandaşlık tanımı Türkiye’de yaşayan herkese etnik kökenine bakmadan Türk diyordu ama biz zamanla Türk tanımına etnik vurguyu artırdık. Böyle olunca da Türkçeden farklı ana dilleri olan en büyük topluluk Kürtler rahatsız oldu. Nüfuslarının belli bir bölgede yoğunlaşması ve büyüklüğünün verdiği güçle de bu rahatsızlığı çok sayıda ayaklanmayla belli ettiler. Ama bunlar şiddetle bastırıldı. Bu silsilenin en sonu olan Dersim Đsyanı’ndan (1937–38) sonra Kürtler sindi. Bu arada onları kazanabilirdik. Ancak varlıklarının inkârı üzerinde ısrara başka nedenlerin de eklenmesiyle, 1984’de Kürtlerin sayıları binlerle ifade edilen çok küçük bir kesimini temsil edebilen PKK işi silahlı direnişe döktü. Buna rağmen Kürtleri hala kazanma şansı vardı. Fakat biz devlet olarak yine inkârda

Page 140: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

140

ısrar ederek, PKK’nın kitlesel tabanının daha da büyümesine katkıda bulunduk. Nihayet kendi ellerimizle, Kürtlerin önemli bir bölümünü PKK’nın kucağına itmekle kalmadık, zamanla Kürtleri içimizdeki öteki ve düşman haline getirdik. Başta devlete sadakatleri yüzde yüze yakın olan bir topluluğu bugün dünün Ermeni’si ve Rum’u konumuna getirdik. Şimdilik bu işin içinden her iki tarafın da başı ağrımadan çıkabilmesi zor görünüyor.

Aynı şekilde Kürtlerden başımızı alabildiğimiz zamanlarda da kamplaşmakta üstümüze yok. 1950’lerde ülkeyi Vatan Cephesi taraftarları ve karşıtları diye böldük. 1960’ın ortalarından 1980’e kadar sağ-sol diye vatan evlatlarının birbirini kırmasına seyirci kaldık. Sonra gerici-ilerici, laik-anti laik diye aramıza bariyerler inşa ettik.

Vatandaşı inançlarına göre sınıflandırmakta da ustayız. Ülke Hıristiyansız kalınca aramızdaki inanç farklılıklarına tahammül etsek, herkes birbirinin haklarına saygı gösterse iyi değil miydi?

O hususta da rahat battı bize. Aleviler köylerinde yaşarken iyiydi. Ama kente gelince işler değişti. Onlar aramıza girince, toplumda daha görünür olmaya başlayınca bizlerden (Sünni-Hanefi toplum) farklı olduklarını anladık. Farklı olana aramızda yer yoktu. Ya bize uymalılar veya yok olmalıydılar.

Ne yaptık bunun için? Önce Diyanet’imiz, devletin diğer bazı birimleri, “Kim bu Aleviler?” sorusunun cevabını

araştırmaya başladı. 1950’lerden 1970’lere kadar iş araştırma ve tanımayla geçti. 1970’lerde Aleviler biraz palazlanınca, kontrgerilla ve yerel eşrafın da kışkırtmasıyla Maraş, Çorum, Sivas ve Malatya’da hadleri bildirildi.

12 Eylül 1980 ile birlikte devlet Aleviler üzerine zorunlu din dersleriyle, köylerine baskıyla cami inşa ettirerek büyük bir asimilasyon hamlesi başlattı. Belki de en çok Alevi bu dönem ve sonrasında Sünnileşti. Bu sürecin her türlü uygulama ve etkisi de halen yürürlükten kalkmış değildir.

1993’te Sivas Madımak’ta denenen had bildirme girişimiyse ters tepti. Akabinde Aleviler daha yüksek bir kimlik bilinci kazanarak, örgütlenmeye büyük bir hız verdiler. Örgütlenme de enerjisinden en küçük bir kayıp vermeden devam ediyor.

Bu arada bir yandan da Aleviler toplumun inanç bakımından ötekisi haline getirildi. Öyle ki bu nedenle bugün Alevilerin cemevi gibi çok mütevazı bir talebi bile Mazlum-Der Genel Başkanı Ayhan Bilgen’in Radikal’den Neşe Düzel'e anlattığına göre, Sünniler tarafından kıskançlıkla karşılanıyormuş.

Söyleşinin devamında Bilgen: “Devlet ve Đslâm’ı entegre eden bu (Müslüman) kimlik, sadece milliyetçi Müslümanların değil, Türkiye'deki Müslümanların büyük çoğunluğunun hoşuna gidiyor. Türkiye'de, devletin Đslâm’la barışıp, entegre olup, diğer kimlikleri bastırmasını hoş karşılayan tehlikeli bir Müslüman kimliği var. Alevi'nin, gayrimüslimin varlığını kabullenmeyen, zorunlu din derslerinden memnun olan, cemevi konusunu sadece Alevilerin iç tartışması gören, misyonerliği vatan bölme faaliyeti olarak algılayan dini refleks var bunlarda. Bu görüş, dini kimliği öne çıkaran siyasi partilerde de, gazetelerde de temsil ediliyor“ (Radikal, 26.06.06) diyor.

Ayhan Bilgen’in de işaret ettiği gibi, siz devlet olarak toplumu benmerkezci eğitir ve yetiştirirseniz olacağı budur. Türkiye’de Müslüman-Türk kimliği kendiliğinden böyle dışlayıcı hale gelmemiştir. Bu Diyanet’in, tarikatların ve Kuran kurslarının hatta devletin başka organlarının Sünni-Đslâm dışında doğru-hak bir dinin olamayacağı propagandası ve Đslâm’ı halka bu şekilde vaaz etmelerinin bir sonucudur.

Oysa benmerkezcilik, korku ve başka inançları kabul etmemek çözüm olmadığı gibi, bu türden anlayışlar her geçen gün Türkiye’nin altını oyuyor.

O nedenle gelin Alevileri asimile etmekten bir an önce vazgeçin. Alevilik bu ülke için bir şans çünkü. Artık Anadolu’ya özgü bir Müslümanlık bırakmadınız. Kitabî Đslâm, gerçek Đslâm, halkımız hurafelere inanıyor, türbelere tapıyor, bez-çaput bağlıyor diye diye güzelim Türkmen Sünniliğinden eser bırakmadınız. Sayenizde Türkiye’de bazı yol-kervan geçmez köyler hariç Müslümanlık Arap Đslâm’ına dönüştü. Öyle ki Müslümanların kimi Vahhabi, kimi Selefi kimi de

Page 141: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

141

Arap kökenli tarikatlardan Nakşibendî veya Kadiri. Ara ki, Türk kökenli tarikatlardan Bektaşî, Melâmî, Mevlevî veya Bayramiliğe mensup birini bulabilesin!

Malûm her dine yayıldığı coğrafya damgasını vurur. Đslâm’a Đranlılar kendi Pers Uygarlığı’nın damgasını Şiilik mezhebiyle vurarak girmişlerdir. Şiilik her haliyle kadim Đran’ın, Zerdüştlüğün izlerini taşır. Bir millet değil coğrafyanın adı olan Đran’ın bugün milli bütünlüğünü koruması ve bölgede tartışmasız büyük bir güç olması hep Şiilik sayesindedir. Hâlbuki Đran’ın ancak yüzde 50’lisi Fars kökenlidir.

Anadolu’da da Đslâm farklı bir şekilde yorumlanmıştı Türkler tarafından ama eski Türk-Şaman, antik Anadolu-Mezopotamya inanç ve gelenekleriyle yoğrulmuş bu hoşgörülü ve katı olmayan Đslâm anlayışı artık son demlerini yaşıyor. Kısaca Türklerin tarihte modern anlamda ilk milli devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, Türklere has Đslâm anlayışından kendi elleriyle eser bırakmadı.

Kala kala geriye etnik ayrım gözetmeksizin Anadolu’da yaşayan bütün milletlerin yine Anadolu-Mezopotamya mayasıyla yarattıkları Alevilik kaldı. Alevilik Anadolu’da yaratılan ve daha sonra Balkanlar’a taşınan bir inanç değil yalnızca. Alevilik daha düne kadar Anadolu’da yaşayan göçebe ve yarı göçebe tüm toplulukların hayatının tüm yanlarını kapsayan bir üst yapı teşkilâtıdır. O nedenle hala büyük oranda orijinalitesini korumaktadır.

Bundan dolayı bu toprakları vatan bellemiş herkesin, Anadolu’nun özgün bir değeri olan Aleviliğe sahip çıkması gerekmektedir. Çünkü Alevilikte kaybolduğunda, geriye ortada bizim öz malımız diyebileceğimiz pek bir şey kalmayacak.

Bu yüzden yeter artık Alevileri azalttığınız. Çekin elinizi Alevi’nin üzerinden! Hep anlatılır. Atatürk döneminde Hıristiyan inançlı Türk kökenli vatandaşlarımız da

olsun diye bugünkü Gagavuz Özerk Cumhuriyeti’nden (Moldova) Türkiye’ye ellinin üzerinde insan getirilmiş. Ancak bir süre sonra bunların tamamı nedendir bilinmez Müslüman olmuş. Bu kişilerin getirilmesiyle bizzat ilgilenen tanınmış şair ve yazar, aynı zamanda Türk Ocakları Genel Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver zamanın Đstanbul Müftüsü’ne şöyle sitem etmiş: “Müslümanlığın defterinde eksik mi vardı da bunları da Müslüman yaptınız?”

Aynen biz de öyle diyoruz: “Ne diye Alevileri Sünni yapmaya çabalıyorsunuz? Müslümanlığın defteri dolmadı mı daha?”

Hem bazı millet ve inançları defterden silince hiçte rahat edemiyorsunuz. Bakınız bugün Türkiye’de artık varlıkları kimseyi rahatsız edecek sayıda Ermeni, Rum,

Yahudi ve Süryani yok. Buna rağmen özellikle Ermeni ve Rumlara karşı yapılan bazı katliamlardan dolayı yargılanıyorsunuz. Tarihte bu iki halka yönelik uygulamalarınız haklı veya haksız başınızı ağrıtmaya devam ediyor. Dahası Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması talebi bile canınızı sıkıyor. Hâlbuki burada sadece sayıları 5 binin altına düşen Rum cemaatine din adamı yetiştirilecek.

Alevilere yönelik asimilasyon politikasını sürdürdüğünüz, onların zaten çok mütevazı olan taleplerini kabul etmemekte ısrar ettiğiniz müddetçe başınıza Ermeni ve Rumların çıkardıklarından daha büyük belâlar gelecektir. Çünkü, hadi diyelim ki adı geçen halkların bir bölümü ülkeyi bölmeye, parçalamaya ve bağımsız bir devlet kurmaya kalkıştıkları için onları toptan kovdunuz. Đhanet ettikleri için Anadolu’dan bütün izlerini sildiniz.

Ya Alevilerin suçu ne? Vatanı bölmeye kalkışmazlar, çoğunluk halktan farklı haklar ve imtiyazlar istemezler.

Laik Cumhuriyet’e herkesten daha çok sahip çıkarlar. Atatürk’e toz kondurmazlar. Bu ülkenin kültürel, edebi, tarihi ve folklorik değerlerinin en büyük taşıyıcısı ve koruyucusudurlar. Sadakatlerine kimse bir şey diyemez. Tarihte ve bugün hiçbir zaman silah ve şiddete başvurmayan, Hz. Đsa misali bir yüzlerine bir tokat atana âdeta ikinci tokat için diğer tarafını gösteren, pasifist derecede barışçı bir halktan ne istersiniz?

Bırakın Alevi’nin yakasını! Zira Alevileri ne kadar azaltsanız da çare değil. Değil 9 milyon 900 bin de kalsa Aleviler başınızı ağrıtmaya devam edecek.

Hem bir Alevi’yi Sünni yapınca, o kişi memleketi de terk etmiyor. Burada kalıyor. Öyle ya, hiçbir şeyin gizli kalmadığı çağımızda Sünni olan bir kişinin oğlu veya kızı ileride

Page 142: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

142

kökeninin farkına varıp Alevi kimliğine dönüş yapar ve sizlerden hesap sorarsa, ne diyeceksiniz?

Veya kuşaklar boyu Sünni olan kesimden bazıları çıkıp, “Yeter artık başka inançtan insanları zorla yolumuza çevirdiğimiz. Biz onları olduğu gibi kabul ediyoruz. Bırakın Alevi kalsınlar” derse ne yapacaksınız?

Keza bunlar arasından çıkan entelektüellerin geçmişe dönük hesap sorması karşısında tepkiniz ne olacak?

Bu türden soruları çoğaltmak mümkündür. Ancak özetle Türkiye’de, her kimse Aleviler üzerine politika belirleyen, onlara halen icra ettikleri asimilasyoncu ve inkârcı anlayıştan bir an önce vazgeçmelerini tavsiye ederiz. Çünkü bu anlayış Türkiye’de toplumsal huzursuzlukları artırmaktan başka bir işe yaramadığı gibi, inanç ve etnik topluluklar arasındaki duvarları daha da yükseltiyor.

O halde çare ne? Yok mudur bunun bir orta yolu? Yok mudur vatandaşlar arasında din, dil ve ırk ayrımı yapmadan, onları birlikte ve barış içinde yaşatma imkânı?

Elbette var. Đsteyince olur. Kabul edin bakalım Alevilerin taleplerini. Çıkarın onları fiili azınlık konumundan. Bakın o zaman Alevi-Sünni arasında hiçbir önyargı, hoşgörüsüzlük ve düşmanlık kalıyor mu?

Yerine getirin bu talepleri bir an önce ki, ortalık daha fazla gerilmesin. Yoksa siz kendi ellerinizle vermezseniz istenenleri, gümbür gümbür gelen Alevi hareketi söke söke alacak yıllardır üstüne oturduğunuz haklarını! Dedik ya, Alevilerin sayısını 10 binlere de indirseniz kurtuluş yok. Zira onlara da resmen ibadethane olarak tanınmış cemevleri, ayrı ve seçmeli Alevi din dersleri vs. gerekecek.

Ne demişler, sinek küçüktür ama mide bulandırır. Bugün koca bir dev olan Alevi’yi sinek haline getirseniz de, onların tüyü bitmemiş yetimlerinin haklarıyla şişirdiğiniz mideleriniz bulanmaya her daim devam edecektir. Ta ki Alevi-Sünni eşitsizliğine son verene kadar. Yoksa size ebediyen rahat yok.

Haberiniz ola ve gereği bir an önce yerine getirile! Bad Nauheim, 1 Temmuz 2006

Page 143: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

143

ALEV ĐLERĐ SĐVAS’TA ĐYĐ KIRDIK AMA Y ĐNE DE ÇOKLAR ! Sivas Madımak otelinde Alevi, aydın ve demokratların yakılmasının üzerinden 13 yıl geçti. O günden bu güne tartışılıyor, bu katliamı aç karınlı mı yoksa tok karınlı mı unutalım diye. Oysa unutmak çözüm değil. Unutmakla böyle katliamların devamının önlenmesi mümkün değil. Ne var ki unutmakla soykırımları, katliamları önlemek çözüm olsaydı, tarihte yüzlercesi icra edilen ve unutulan katliamlara hep yenileri eklenmezdi. Şimdi anlatacağım öykü, birebir yaşanmış bir olayı naklediyor. Hem de olayın gerçekleştiği yer Sivas filan değil Almanya… Yani Avrupa’nın göbeği ama öykünün kahramanı bir Sivaslı. Durun hemen, bu Sivaslı öyle yobaz biri değil. Hatta dindar bile sayılmaz.

Olayı bana kayın biraderim anlatınca donup kaldım. Đlk fırsatta ibret olsun diye bunu kamuoyuyla paylaşmaya karar verdim. Öyküyü okuyunca, bir olaydan yola çıkarak genelleme yapıyorsun diyeceklere de hemen cevap vereyim. Bu duyduğum ve yazılmaya değer bulduğum olaylardan sadece bir tanesi. Sıradan halkla çok muhatap olan bir kişi olarak, benzeri pek çok olaya tanık olduğumdan bunlar bana şaşırtıcı gelmiyor.

Öyle ya, yaşadığı coğrafyanın iklimini bilen biri ne zaman yağmur ne zaman dolu yağacağını da az çok bilir. Türkiye’nin insanî coğrafyasını iyi kötü tanıyan biri olarak, izin verin de lütfen bazı genellemeler de yapalım. Anlattıkların doğru değil diye itiraz edenlere de, “Đşte Sivas orada, yeri belli. Gidin oraya saha çalışması mı, anket mi yaparsınız yapın da tersini herkese ispatlayın!” derim.

Yer Almanya’nın Wetzlar kenti. 2005’in sonlarında kayın biraderim bir Türk düğününe gider. Masa komşusu yıllardır tanıdıkları Sivaslı Bekir’dir. Bu kişiyi ben de tanıyorum. 55–60 yaşlarında birinci kuşaktan bir Almancı. Gürültülü müzik sesi arasında Bekir Amca ve kayın biraderim sohbet etmektedir. Bu yüzden sohbet hep kesik kesik sürer. Kayın birader Türkiye’ye kesin dönüş yapacağından söz döner dolaşır buraya gelir. Bekir Amca, memleketi Sivas’ı beğenmediğini ve bu yüzden Antalya’ya yerleşmek istediğini anlatır. Kayın birader Sivas’ı niye beğenmediğini sorar merakla.

O öyle Alevi olduğunu belli eden biri olmadığından Bekir Amca konuşmasında rahattır. Daha doğrusu bu ailenin Kütahyalı da olduklarından Alevi olduklarını tahmin etmemektedir Bekir Amca.

Der ki, “Alevi çok Sivas’ta Alevi. Baya kırdık ama hala çoklar Sivas’ta. Hoşlanmıyorum bu Kızılbaşlardan…”

Bunun üzerine kayın biraderin Alevilik damarı tutar ve yine de alttan alarak, Alevi olduğunu belli etmeden şöyle der, “Ama Bekir Amca onlar da bizim vatandaşımız. Türk ve Müslümanlar, kime ne zararları var ki Alevilerin?”

Böyle bir soruyu hiç beklemeyen Bekir Amca, “Tamam haklısın” filan diyerek çevir kazı yanmasın rolüne yatar. Yani Bekir Amca, çok az da kalsalar hala Sivas’ta ikamet eden Alevilerden rahatsızdır ve sırf o nedenle dönecek olursa Almanya’dan memleketine yerleşmek istememektedir.

Lakin Bekir Amca öyle dindar, namazlarını bırakmayan bir Sivaslı bile değildir. Öyle kendi halinde birisi. Etliye sütlüye karışmaz. Belki de Wetzlar’daki bırakın Sivaslıların elinde bulunan Milli Görüş’ün, devlete bağlı Diyanet Camisinin bile üyesi değildir.

Demek istediğimiz şu; Sivaslı’nın dindar, tutucu olmayanı ve Avrupa’da yaşayanı böyle düşünüyorsa, varın hesap edin bunların tersi olan ve sanırım Sivas’ın çoğunluğunu oluşturan kesimlerinin Alevilere karşı ne kadar büyük bir kin ve nefret içinde yüzdüklerini…

Bu örnek olayda da görüldüğü kadarıyla, böyle olmayan Sivaslıları tenzih ederiz, bırakın Madımak gibi bir katliama atılan imzadan dolayı pişmanlık duymayı, utanmasalar televizyon ekranlarında gururla anlatacak Sivaslılar hala çoğunlukta gibi görünüyor.

Peki bu Sivaslıların suçu mu? Hayır, kesinlikle değil! Merkezi iktidar ve devlet nezdinde bu ve benzeri katliamlar

kınanmadıktan, yakılanların yakınlarından özür dilenmedikten sonra Sivaslı böyle

Page 144: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

144

düşünmekte pek de haksız sayılmaz. Onlar iyi bir şey yapıyorum kastıyla insanları diri diri yaktılar. Doğru dürüst ceza görmediler, kınanmadı ve ayıplanmadılar. Ödüllendirildiler bile sayılır. Öyle ya, olayın elebaşları hala yakalanmış değil. Avrupa ülkelerinde yerleri tespit edilenler de Türkiye bürokrasisinin elini yavaş tutması nedeniyle bir türlü iade edilmiyorlar. Katliamdan sonra otobüsler dolusu Romanya’ya ve adını bilmediğimiz başka ülkelere kaçırılanlar da işin cabası… Böyle olduğu için de hala çoğunluk iyi bir şey yaptığına inanmaya devam ediyor o kadar. Hem bu Sivas’ta ilk de değildi. Benzer bir katliam 1980 öncesinde yaşanmıştı. Daha eskilerine hiç girmeyelim ama 1514’te Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’ne çıkmadan önce sadece Sivas ve çevresinde 40 bin Alevi’yi kılıçtan geçirdiğini de anmadan geçmeyelim.

Kısacası, önemli olan merkezi olarak gösterilecek tepkilerle, bu insanlara örnek olunmasıdır. Bu yapılmadığı takdirde, farklı inanç, kültür, etnik köken ve hayat tarzından olan azınlık grupları yakılmaya, yıkılmaya, linçlere, katliamlara, zulüm ve haksızlıklara uğramaya devam ederken, birileri de sırtları okşandığı için bu eylemlerini aralıksız sürdürmekte hiçbir bir sakınca görmeyecektir. Malûm bizde meşhur bir söz vardır: “Đmam yellenirse, cemaat altına yapar.” Böyle bir anlayışın geçerli olduğu bir toplumda da, Refah Partili Adalet Bakanı Şevket Kazan gibi önder, lider konumundakiler Sivas katliamı sanıklarının avukatlığını yapar ve bakan olduğunda da onları cezaevinde ziyaret ederse, yeni Sivas katliamlarına hazır tetikte bekleyenler de bundan büyük cesaret alır. Đlk fırsatta da kendiden olmayanları yakmakta ve öldürmekte fazla bir beis görmezler. Ne de olsa, evliya saydıkları Ebu Suud, Zembilli Ali Efendi ve Đbni Kemal gibi şeyhülislâmlar “Alevilerin katli vaciptir” buyurmuştur. Unutulmasın, burası Türkiye ve toplum henüz cemaat kültüründen cemiyet kültürüne geçemedi. O yüzden önce imam yellendiği için özür dilesin ki cemaat altına yapmaya yeltenmesin!

Bad Nauheim, 11 Temmuz 2006

Page 145: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

145

ALEV ĐLER ÇITAYI YÜKSEK TUTMALI! Araştırmacı-Yazar Gülağ Öz’ün Alevilerin Sesi’nin Temmuz-Ağustos sayısında “Tarih

Boyu Aleviliğin Yok Edilişi ve Asimilasyona Direnen Kütahya” başlıklı çok güzel bir yazısı yayınlandı. Kültür Bakanlığı’nda şube müdürü olarak çalışan Öz, bu sene halk kültürü değerlerini araştırmak üzere beraberindeki uzman ekiple birlikte Kütahya’ya gitti. Đl merkezine ve ilçelere bağlı köyleri hemen hemen tek tek gezerek folklorik veriler toplayan Gülağ Öz, bu çalışmasının arasına büyük bir özveride bulunarak, Alevi köylerini de sıkıştırdı. Bu sayede Kütahya’ya bağlı 35’e yakın Alevi köyü hakkında oldukça ilginç ve değerli bilgiler ortaya çıkardı.

Gülağ Öz’ün Alevilerin Sesi’nde yazdığı makale dışında, Kütahya Alevileri ile ilgili elde ettiği sonuçları kitaplaştıracağı müjdesini merak edenlere ilettikten sonra asıl konumuza gelelim.

Yukarda adı geçen makale Alevilerin mevcut durumu, eritilmeye maruz bırakılmaları bakımından çok değerli bilgiler içeriyor. Bunlardan biri Gülağ Öz’ün Kütahya’nın Hisarcık Đlçesi’ne bağlı Şeyhler Beldesi’nde edindiği izlenimlerde ortaya çıkıyor. Öz’ün araştırma ve incelemeleri sırasında görüştüğü Şeyhler Belediye Başkanı Medet Demirbağ, özellikle bölge Alevilerinin asimilasyonunun önüne geçilebilmesi için çok hayati önemde bulduğum öneriler getiriyor. Şu anda beldede var olan iki eski cemevinden sonra büyük bir cemevi inşa ettiren Demirbağ, Aleviliğin yok olmaktan ve Alevilerin de Sünnileşmekten kurtuluşunun, lise ve üniversite öğrencileri için yurt, dershane ve özel okul açmaktan geçtiğini söyleyerek, aksi takdirde gençlerimizi Nurcu ve Süleymancıların kaptığını belirtmiş.

Beldenin iki dönemdir belediye başkanlığını yapan ve çocuklarından biri şu an üniversite öğrencisi olan Medet Demirbağ yerden göğe kadar haklı. Zaten her şey üst üste geliyor. Gülağ Öz’ün Demirbağ’dan aktardığı bu önerinin yer aldığı makalenin daha mürekkebi kurumadan benzer bir şikâyet de Tunceli’den geldi. Nitekim Tunceli’de Nurcuların en büyük ve güçlü kanadı olan Fethullahçılar bir özel dershane açmış ve fakir Alevi çocuklarına bedava üniversiteye hazırlık kursu veriyorlarmış. Dershaneye bağlı bir de yurt açmışlar. Burada kalan ve dershaneye devam eden Alevi öğrencilerden bazılarının velileri dini telkinler yapıldığından ve fakirliklerinin suiistimal edilerek Sünnileştirildiklerinden şikayetçi olmuş.

Veliler ne söyleseler haklılar, çünkü onlar fakirler. Ellerinden şikayet edip, sızlanmaktan öte bir şey gelmiyor. Lakin genel olarak Aleviler bu tür şikayetleri dillendirmekte haksızlar. Çünkü ağlamakla ve şikayet etmekle bu tür sorunların çözümü mümkün gözükmüyor. Hem burada işin içinde devlet filan da yok. Fethullahçılar örtülü veya açık devlet, ABD bağlantıları bir yana sivil dini bir oluşum. Türkiye’yi bir kenara bırakın dünyanın dört bir yanına mensuplarının kendi imkânlarıyla okullar, dershaneler hatta üniversiteler açmışlar. Oralarda da haklarını yemeyelim, hem iyi ve kaliteli bir eğitim imkânı sunuyorlar hem de arada misyonlarına bağlı, dini ve dünyayı iyi tanıyan elit insanlar yetiştiriyorlar.

Bu da şu anlama geliyor; ey Aleviler olur olmaz her şeye itiraz etmeyin. Asimilasyona karşı kendi kendinize alabileceğiniz önlemler var. Bu önlemleri hayata geçirmekte de artık gecikmeyin. Yani karanlığa küfür edeceğinize kalkıp bir mum yakın! Fethullahçılara, Süleymancılara ve Nurculara kızıyor musunuz? Evet kızıyorsunuz. Belki insan olarak onlara karşı değilsiniz ama eğitim işinin arasına sıkıştırdıkları dini propagandadan hazzetmiyorsunuz. Öyleyse ne yapacaksınız? Onların yaptığının aynısını yapacaksınız ki, gençlerinizin onlara yem olmasını önleyesiniz!

Kuşkusuz eğitim Türkiye’de yaşayan herkesin sorunu. Eğitimde bölgesel ve sınıfsal eşitsizlikler diz boyu. Zengin ve yoksul arasındaki makas gittikçe açılıyor. Alevilerin de okula giden çocukları olduğuna göre, eğitim onların da en büyük problemleri arasında. Ancak Alevilerin Sünnilere göre, artı bir problemi var. O da hem Sünni nüfusa nazaran daha fakirler, hem de çocukları okullarda zaten din dersleri ve Türk-Đslam sentezci anlayışla verilen diğer dersler aracılığıyla durmadan asimile ediliyor. Hatta bazı okullar Alevi çocuklarının beyinlerini iğfal etme merkezi gibi çalışıyor da denilebilir. Bundan olsa gerek Orta Çağ’da Hıristiyan

Page 146: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

146

papazların yüz yıllarca meleklerin cinsiyeti üzerine biteviye tartıştıkları gibi, birçok Alevi çocuğu ve genci de yıllarca Alevilikte namaz var mı yok mu diye sonu gelmeyen çatışma ve tartışmalarla ömür çürütmektedir.

O halde yapılacak bellidir. Nasıl Fethullahçılar, Süleymancılar vs. mensuplarının gerek potansiyel maddî kaynaklarını bir araya getirip, gerekse var olan kaynakları geliştirerek devasa eğitim kurumlarını meydana getirdiyse, Aleviler de benzer metotlarla aynı sonuçlara ulaşabilirler.

Bu alanda görüldüğü gibi büyük bir boşluk var. Buna karşılık bu boşluğu, eksikliği kapabilecek ekonomik potansiyeli de var artık Alevilerin. Çünkü Alevi nüfus 1950’lerde olduğu gibi kırsal/köylü ağırlıklı değil. Bugün çoğunluk kentlerde yaşarken ve genel olarak orta sınıfı teşkil ederken, zaman içinde Alevilerin elinde de belli bir sermaye birikimi oluştu. Üstelik Avrupa’daki Alevi diasporasının maddî gücü de yabana atılır cinsten değil. Mecrasını bulamayan su gibi, akacak yer arıyor. Ayrıca elde yeterli oranda nitelikli insan gücü de var. Çünkü öğretmenlik Alevilerin kentle tanışmasıyla birlikte hep en çok tercih edilen meslek olma özelliğini korumuştur.

Kısaca elinde az veya çok sermayesi bulunan, mesleği eğitimcilik olan Alevilere ağlamak yerine elini taşın altına sokmak ve eğitim alanına yatırım yapmak düşüyor. Bu iş için mutlaka büyük meblâğlara sahip olmakta gerekmiyor. Tek yapılacak şey, mademki Aleviler ortaklık ve paylaşım kültüründen gelir deniliyor, bu temelden hareketle farklı ellerde toplanan küçük küçük birikimleri bir araya getirme becerisinin geliştirilmesidir. Çok ortaklı şirketlerle bu işin ucundan bir tutulduğunda arkası kesinlikle gelir. Türkiye’nin hemen her yanına yayılmış olan Alevi dernekleri de eğitim seferberliğinin öncülüğünü yapabilir. Korkulmasın, sabırlı ve kararlı olunsun yeter ki. Bu işler zaman işi. Fethullah Gülen 1970’li yıllarda Đzmir’de etrafındaki bir iki küçük sermaye sahibini cesaretlendirerek başlattığı okul ve dershane kurma harekâtıyla 30 yılda eğitim alanında “devlet içinde devlet”, hatta imparatorluk gücüne erişti. Medyada geldiği yer keza öylesine…

Tabii ki, onun yaptığı salt bir ekonomik faaliyet değildi. Kendisi dini bir hareketin lideriyken, bağlılarının iman, hayır etme ve davaya hizmet potansiyellerini harekete geçirdi. Zaten bu işe el atacak Alevi girişimcilerin de sırf ticarî çıkarlarını düşüneceklerse, toplumsal katkı bakımından pek fazla başarılı olmaları beklenemez. Biraz hatta baya baya aşk, iman ve hizmet yapma olacak bu yola baş koyacak kişilerin içinde. Gerektiğinde fedakârlıkta edecekler. Kayıpları da olacak ama yılmayacaklar.

Buna karşılık yine de “ben kârımı bilirim arkadaş” diyenlere bile özel dershanede çalışmış biri olarak bir müjdem var; eğitim sektöründe her iki amaca (ticarî kâr ve yola hizmet-hayır faaliyeti) ulaşmak isteyenlere de yeterince “ekmek” var. Zira eğitim zenginden alıp fakire vererek yasal anlamda Robin Hood’luk yapılabilecek belki de tek alan. Açacağınız özel dershane, okul ve üniversitede maddî durumu iyi olandan para alırsınız, oluşacak hâsılatın yüzde15 veya 30’unu da yoksulları bedava ya da sonradan ödemeli burslu okutursunuz. Bu yüzde 15 ilâ 30 arası fakir kontenjanı da zaten Alevi kesimin eğitim yarasını önemli oranda iyileştirir.

Uzun tiradı keserek söylenebilecek tek şey şu: Ey Aleviler, ister kendinizi fakir isterse zengin diye sınıflandırın, şu devirde çalışabildiğiniz bir işiniz varsa, şanslı ve hatta zengin bile sayılırsınız. Zira çalışan biri mutlaka az veya çok tasarruf yapabilir. Bu da miktarına bakılmaksızın sermaye demektir. Sermaye olmasının ve yatırıma dönüşmesinin tek şartı da, farklı ellerde atıl şekilde durmak yerine belli amaçlarla ve bu amaca dönük oluşturulacak güvenli projelerle bu birikimlerin bir araya getirilmesidir. Yani dilinizden düşürmediğiniz “çokluk içinde birlik, birlik içinde çokluk” ilkesi becerebilirseniz burada ete kemiğe bürünür. Böylelikle o önemsiz gözüyle baktığınız küçük tasarruf, hem büyüyüp sizi daha da zengin kılar hem de sahipleri aynı kalmak kaydıyla tek elde toplanan bu tasarruflarla verilecek iş-hizmet, başkalarının bu ihtiyacını kapatması yetmezmiş gibi, ayrıca oluşan bu mutlu sonuçtan manevî-ahlâkî-toplumsal bir haz duyarsınız. Daha ne istersiniz şu fani dünyada?

Ne duruyorsunuz öyleyse?

Page 147: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

147

Derhal eğitimin her alanında faaliyet göstermek için cesaretinizi toplayarak harekete geçiniz. Đleriyi görün. Vizyon sahibi olunuz. Yoksa bu çağda Alevi olarak ayakta kalmak daha zor. Yolunuza, neslinize sahip çıkacak kendinizden başka arkanızda ne kendi devletiniz ne de yabancı bir güç var. Kaderinizi ancak kendiniz değiştirebileceksiniz. Atın korkuyu, tembelliği üzerinizden. Bozun konforunuzu. Riziko almayı öğrenin topluca, bakın neler oluyormuş olmaz sandığınız! “Biz böyle iyiyiz, git işine rahatımızı bozma!” derseniz o zaman yoktur Fethullahçı’dan, şundan bundan çocuklarımızı zehirliyorlar diye şikâyet etmeye hakkınız! Sizler sıcak yataklarınızda pineklerken, onlar sizin fakirinizi okutuyorsa da helâl olsun demek düşer bize! Hadi kalkın öğlen oldu.

Açacağınız eğitim kurumlarının adı da bizden olsun: Alev Dershaneleri, Kalender Öğrenci Yurdu, Hünkâr Koleji, Nefes Özel Lisesi, Şahım Özel Đlköğretim Okulu…

Keza Sivas’a Pir Sultan Abdal Vakıf Üniversitesi, Antalya’ya Şahkulu Üniversitesi, Hacıbektaş’a Hacım Bektaş Veli Üniversitesi yakışmaz mı?

Hayal mi bunlar? Elbette değil. Dün Alevi televizyonu hayaldi. Bugün değil. Sayıları beşe ulaştı bile… Biraz daha gayret, içten istenince oluyor demek ki…

Sadece Aleviler büyük düşünmeyi ve bu düşünceleri pratiğe geçirmeyi “denemeyi denesinler” yeter de artar Ferhat gibi dağlar aşmaya…

Đşte o zaman yeryüzü cenneti bile kurulur. Bad Nauheim, 25 Kasım 2006

Page 148: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

148

RAMAZAN 11 AYIN SULTANI MI YOKSA KÂBUSU MU? Kuşkusuz dünyadaki yaklaşık 1,5 milyar Müslüman’ca 11 ayın sultanı olarak kabul

edilen ve çok önemli olan Ramazan ayı, Aleviler bakımından her geçen yıl şiddeti gittikçe artan bir kâbusa dönüşüyor. Müslümanlara tatlı bir huzuru yaşatan, zekatlar, sadakalar verilerek toplumsal dayanışmanın doruğa ulaştığı; fakirlerin iftar sofralarında en azından sıcak ve mükellef bir yemek yiyebildiği bu ayda yaşanan bazı olumsuz gelişmeler, bu coşkuya oruç tutarak inançları gereği katılmayan Aleviler başta olmak üzere ülkemizde sayıları azımsanmayacak bir kesimi oldukça rahatsız ve tedirgin ediyor.

Zira inançlı Müslümanların gelmesini iple çektiği Ramazan’ın daha kutsal ayların başlangıcı olan Recep ayıyla birlikte Aleviler üzerindeki baskısı da yoğunlaşmaya başlıyor. Çünkü Ramazan’a daha iki ay olmasına rağmen sofu Müslümanlar oruç tutmaya başlarken, Recep ve Şaban adı verilen Ramazan öncesi aylarda gelen Kandil geceleri toplumda manevi atmosferi yükseltmeye başlıyor. Bu hazırlık ve ruhanî derinleşme özünde inananları bakımından kötü şeyler değil. Ama problem aynı kesimin kendi yaşadıklarını başkalarına da dayatmalarından kaynaklanıyor.

O nedenle Ramazan kendini Müslüman saydığı halde oruç tutmayanları çeşitli yalanlar uydurmaya zorlarken, geleneğinde zaten olmadığı için bu ayda oruç ibadetini yerine getirmeyen Aleviler üzerinde de zaman zaman cinayet ve yaralamalara varan fiziksel ve psikolojik bir terör dalgasına yol açıyor. Son 15 yıldır en az bir kişinin her yıl oruç tutmadığı için Ramazan terörüne kurban gitmesi de durumunun vahametinin en açık kanıtıdır.

Sözün özü Ramazan son yıllarda bir huzur ayından çok oruç tutmayanlar için bir kâbusun adı olmaya başladı. Ülkemiz Müslümanları ve Đslamcılar güçlendikçe daha hoşgörülü olacakları yerde, inanmayanlar ve en azından Đslam’ı kendileri gibi yorumlayıp yaşamayanlara karşı gittikçe artan şiddette gaddarlık örnekleri sergiliyorlar. Ramazan’ın coşku ve huzurunu kendi içlerinde kimseye zarar vermeden yaşayacaklarına, oruç tutmayanlara âdeta murdar bir hayvan muamelesi yaparlarken, toplumda yediden yetmişe eksiksiz herkesi oruç tutmaya zorluyorlar. Böyle bir ortama da devlet, hükümet ve örgütlü dini kesimler yanında Ramazan gelince halkın duyarlılıklarını ranta çevirmeyi kendine görev edinmiş sözde laik medya organları da çanak tutuyor.

* * * Devlet ve hükümet, zaten Türk olmayı Müslümanlık ve Sünnilikle eşitlediğinden

Diyanet’i, TRT’si ve bilumum diğer organlarıyla toplumu Ramazan’a bir seferberlik havasında aylar öncesinden hazırlıyor. Malûm ya halkın yüzde 99’u Müslüman…

Gazete ve televizyonlar da öylesine. 11 ay çıplak kadın resimleri yayınlayan gazeteler bile Ramazan gelince aniden mazbutlaşıyor, Ramazan sayfaları hazırlanmaya başlanıyor ve Kuran başta olmak üzere dini eserler promosyon olarak veriliyor. TRT’sinden özeline bütün televizyon kanalları yayın akışlarını tamamen değiştirirken, dini program ve filmlerin gösteriminde rekor artışlar gözleniyor. Bu hummalı seferberlik Ramazan’da oruç tutsun tutmasın herkes üzerinde büyük bir hegemonya ve baskı oluşturuyor. Đnsanlar bu bombardıman karşısında ne yapacağını şaşırırken, yaratılan ortamın gönüllü veya gönülsüz etkisinde kalıp, aslında bu etkilerden uzakta yaşasa ve kendi vicdanıyla baş başa kalsa oruç tutmayacağı halde bir şekilde ikna ediliyor ve havaya girerek oruca niyetleniyorlar.

Oruçlar başlayınca da bu yoğun propaganda karşısında bile dirençli çıkabilenler artık bir ay boyu tacize, şiddete, hakarete, dolaylı ve dolaysız baskılara maruz kalıyorlar. Devlet dairelerinde bile mesailer iftar saatlerine göre ayarlanıyor; okullarda, üniversitelerde ve çoğu iş yerlerinde yemekhaneler Ramazan boyu kapatılıyor. Bırakın inanmadığı veya Alevi olduğu için oruç tutmayanları, Đslam’a göre zaten oruçtan muaf tutulan hastalar, seferi konumundaki yolcular, hamile ve emzikli kadınlar yanında çocuklar bile dikkate alınmıyor.

Açıkça söylemek gerekirse, Ramazan ve oruç terörüne bir şekilde dur demek gerekiyor. Çünkü hakikaten dindarlık derecesinde ve tutuculuğunda son yıllarda gözle görülür bir artış kaydedilen halkımızın büyük çoğunluğu “azınlıkta kalanlar” üzerinde çok büyük bir “çoğunluk” tahakkümü sergilemeye başladı.

Page 149: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

149

Halbuki geçmişteki Ramazan aylarının günümüzdeki kadar çekilmez olmadığını eski Ramazanları anlatan yazarlarımız aracılığıyla izleyebiliyoruz. Tarihçi Prof. Dr. Đlber Ortaylı da bunlardan biri. Bırakın daha bundan 25-30 yıl öncesini, Prof. Ortaylı Đslamcılık siyasetini en yoğun bir biçimde kullanan Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit döneminde bile Ramazanlarda sarayda gündüzleri ortalıkta tepsilerin uçuştuğunu ve buna rağmen oruç yeme tartışmalarının pek yaşanmadığını Milliyet’teki köşesinde çok iyi ortaya koydu. Ayrıca bu yazarlarımızdan Bektaşilerin fıkralarında olduğu gibi açıkça Ramazan orucuyla dalga geçmelerine ve ortalıkta yiyip içmelerine rağmen, belli zamanlar hariç pek kovuşturmaya uğramadıklarını öğreniyoruz. Bir şeriatla yönetilen Osmanlı’ya, bir de laik olduğu iddiasındaki günümüz Türkiye’sine bakın! Bugün oruçla ulu orta alay edecek ve çarşıda-pazarda oruç yiyecek yiğit anasından doğmadı daha. Alimallah hemen oracıkta linç ediverirler adamı!

Ramazan baskısı Aleviler üzerinde de günümüzdeki kadar yoğun değildi. Çocukluğumu yaşadığım 1970’li yılların sonlarında ben Ramazan’ın geldiğini, gece yarısı komşu Sünni köyünden gelen davul sesleriyle derin uykumdan korkuyla uyandığımda öğrenirdim. Korkudan titreyerek sarıldığım babaannem beni, “Korkma oğlum! Yezitlerin oruç ayı geldi. Davulcular oruç tutacakları sahura kaldırmaya çalışıyorlar” diyerek sakinleştirirdi. Bunun dışında nüfusu o zamanlar binin üzerinde olan köyümüzde oruç tutan insan sayısı beş kişiyi bile geçmezdi.

Ayrıca eskiden büyüklerimden her sene mutlaka, “Ramazan, orucuyla bayramıyla Yezitlerindir. Bizim değildir” sözünü duyduğumu çok iyi hatırlıyorum. Buna karşılık Ramazan Bayramı aynı Sünnilerde olduğu gibi kutlanırdı kutlanmasını, ancak bunda sanki oruçlar bitti de çevreden gelen baskı ve aşağılamalardan kurtulduk havasını sezerdiniz.

Yine çocukluğumda Ramazan denince aklıma hep, bakkal olan babamın diğer zamanlarda beni dükkan alış-verişi için Kütahya’nın Gediz ilçesine götürdüğü halde, bu ayda orada benden ekmek-su ister de, bizi Sünnilere karşı mahcup edersin veya Alevi olduğumuz ortaya çıkar korkusuyla yanında götürmediği gelir.

Ayrıca o yıllarda köyde oruç tutup namaz kılan bazıları, diğerlerine de aynı yönde telkinde bulunduğunda, bunların çoğu âdeta muhatabıyla dalga geçercesine, “Benim Ramazan ve namaz adlı babam ölmedi daha!” karşılığını vererek, namaza ve oruca ne derece uzak bir geleneğin evlâdı olduklarını çekinmeden ortaya koyarlardı.

Ama gel zaman git zaman bu durum değişti. Yukarıdaki sözleri söyleyen aynı insanlar bugün Ramazan’da oruçta tutuyor, en azından cumadan cumaya camiye de gidiyor. Köyde oruç tutanların sayısında çok belirgin bir artış var. Eskiden köy kahveleri Ramazan’da gündüzleri de açıktı. Şimdi de açık belki ama sahipleri âdeta sinek avlıyor.

Son yıllarda durum bu senekinden pek farklı değildi ama bu seneki Ramazan ayı bana daha tuhaf geliyor. Belki bu Alevilik bilincimizin zaman geçtikçe yükselmesinden kaynaklanıyor olabilir. Bu sene Đzmir, Manisa ve Kütahya’da veya Almanya’da bulunan akrabalarımdan hangisine telefon açsam, içlerinden bir veya bir kaçının Alevi oldukları halde oruç tutmalarıydı. Üstelik yetmiyormuş gibi, bir de bunu normal bir şeymişçesine kanıksamalarıydı. Onlara Alevi geleneğinde Ramazan orucunun bulunmadığını söylemem bile nafileydi. Ciddiye almadıkları bir yana, bana köyün delisi, meczup muamelesi yapıyorlardı. Đşte bu tavır beni çılgına çevirdi ve bu yazıyı kaleme almama neden oldu.

Tabii gerçek Aleviliği yazıyla herkese anlatamayacağımı da kavradığımdan, pratikte de bir şeyler yaparak işin ciddiyetini karşımdakilere anlatabilmek için sevilmemek pahasına da olsa bazı girişimlerde bulundum. Đki kadın yakınım Ramazan ayında birkaç kez evimize misafir geldiler. Baktım oruçlular. En çok da üniversitede okuyan yakınıma kızdım. Diğer cahil ve tabansız Alevilerin oruç tutmasına karşı pek fazla şey söylemenin anlamsızlığını bildiğimden, aydın ve eğitimli bir kişinin akıntıya kapılıp bunlar gibi davranmaması gerektiğini anlattım kendisine. Baktım söylediklerimi ciddiye almıyor, ben de oruçlu olduğu müddetçe Ramazan’da bir daha evime gelmemesini, gelirse kapımdan çevireceğimi söyledim. Eşime de bunlara oruç diye akşam yemeği için kesinlikle özel bir şey hazırlamamasını tembihledim.

Page 150: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

150

Buradan hareketle biz Alevilerin Ramazan’da oruç baskısına karşı kendi içimizde hangi önlemleri alacağımız konusuna gelebiliriz.

Aslında tek başına Alevilerin bu baskıları göğüslemesi mümkün görünmüyor. Öncelikle Sünni Müslümanları kontrolünde tutan devlet kurumu olan Diyanet’in ve diğer ilgili organların halkı aydınlatmak için harekete geçmesi gerekiyor. Çünkü Ramazan’da yaşanan bazı çılgınlıklar, oruç tutmayanlar üzerinde estirilen terör ve baskı Sünni Đslami yoruma göre bile hoş görülemez bir aşamaya geldi. Diyanet’in camilerde, TRT’nin de dini yayınlarında gidişatın yanlışlığını anlatan telkinlerde bulunması gereği bir yana, artık devletin bütün kurumları Alevilikte Ramazan orucu bulunmadığını kabul etmeli, Alevilere bu yönde baskı yapılmamasını öğütleyerek aradaki farkı birlikte ve barış içinde bir toplumsal yaşamın devamı isteniyorsa çoğunluk Sünni halka anlatmalı. Bunun için elde bütün imkânlar mevcut. Aksi takdirde bu gidiş iyiye değil. Türkiye’de ve Türkler arasında oruç tutmayanlara uygulanan baskı Peygamber soyundan geldikleri halde Ürdün Krallığı’nda bile yok. Haşimi Kral II. Abdullah’ın eşi kapalı bile değil!

* * * Özüne sadık Aleviler dışardan gelen bu baskılara bir şekilde karşı durabilir ama ya bu

baskı ve dayatmaları içselleştirmiş içimizdeki Alevi kılıklı Sünnileri, kraldan çok kralcı kesilenleri ne yapacağız?

Bence sorun burada. Onun için Alevilikle Sünnilik arasındaki farkların altını kalın çizgilerle çizerek başlamalıyız işe. Burada bizleri içimizden ve dışımızdan bölücü, birliğe zarar verici olarak suçlayanlar çıkacaktır. Ama aldırmayın siz onlara! Ne zamandır bir toplumdaki farklı bir inanca sahip olanlar ve bunun gereğini yerine getirmeye çalışanlar, çoğunluğa ters gelmemek, uyum sağlamak adına kendi kimliğini terk eder oldu? Entegrasyon ve uyum iyidir ama bu asimilasyona dönerse orada iş değişir. Alevilerin sorunu da budur. Hem Aleviler hem de Sünniler ve devlet cephesinde uyum ve asimilasyon birbirine karıştırılır hale geldi.

Bu noktada kafası Sünni propaganda ve dogmalarıyla doldurulmamış, zehirlenmemiş Alevi kişi, kurum ve kuruluşlarına at izinin it izine karıştırılmaması bakımından önemli görevler düşüyor. Bunun da zamanı ne yarın ne de ertesi gündür; bu gündür! Hemen ve derhâl harekete geçmek gerekiyor, zira geçen her gün ve saat Alevilerin zarar hanesine işleniyor. Bu nedenle herkes kendine göre bir çare bularak olumsuzluklarla mücadele edebilir. Hem de radikal, kararlı ve tavizsizce olmalı bu mücadele…

Meselâ ben bu Ramazan’dan başlamak üzere kendimce bazı önlemler aldım. Artık Alevi olan yakın ve akrabalarımdan oruç tutanları Ramazan’da önceki yıllarda yaptığım gibi iftara filan çağırmayacağım. Yine bayram geldiğinde, Alevi olduğu halde oruç tutmuş olan akraba ve büyüklerimi arayacağım aramasını ama gelecek Ramazan’da da oruç tutarlarsa, bayramlarını tebrik için artık aramayacağımı bildireceğim kendilerine. Çünkü birilerinin artık yapılanların yanlış olduğunu söylemesi gerekiyor bunlara. Kötü görülmek, sevimsiz olmak pahasına bu görevi ben üstleneceğim. Yolun hakikatlerinin bilinmesi ve bu yönde Alevi kitle üzerinde bir hegemonya tesis edilmesi için bu sorumluluktan kaçamam. Buna bu toplumun içinden çıkan az çok mürekkep yalamış biri olarak hakkım yok. Aksi takdirde büyük usta Nazım Hikmet’in dediği gibi, “Sen yanmasan, ben yanmasam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”

Yine her Alevi sadece bu konuyla sınırlı olmamak şartıyla bir misyoner kesilmeli bütün zamanlarda. Misyonerlik belki iyi bir şey değil ama başkalarına yapıldığında! Bir Alevi’nin başka Alevileri aydınlatmasının kime ne zararı var? Böyle bir misyonu üstleneceklerin de, Tevfik Fikret’in sözünde olduğu gibi, “Hak bildiğin yolda yalnız da olsa ilerleyeceksin!” düsturuyla kararlı bir şekilde hareket etmeleri gerekir. Zira akrabalarınız, dostlarınız size kırılacak, darılacak diye doğruları söylememek insanı yücelteceği yerde alçaltması bir yana yola da zarar verir. Nitekim de veriyor. Gerçekler ulu orta haykırılmadığı için Aleviler durmadan kan kaybediyor. Oysa bizim geleneğimizde, “Yol her şey ve herkesten üstündür.”

Page 151: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

151

O halde okumuşu, cahili gerçeklerin farkında olan her Alevi için Aleviliğin ve Alevi kimliğinin kaybolmaması bakımından elini taşın altına sokma sorumluluğunu almak bir seçenek filan değil bir zorunluluktur. Zaman uyuma zamanı olmadığı gibi altımızdaki zemin hızla kaymaktadır. Kısaca azalmakta ve azaltılmaktayız. Kaçınılmaz olan bu kutlu göreve şu mahalle, bu köy veya kasaba bir zamanlar Alevi idi dedirtmemek; onlar, “Bravo üzerlerine yönelen çok büyük taarruzlara göğüs gererek hâlâ Alevi olarak ayakta kalmayı başardılar…” cümlesini gök kubbede çınlatmaya devam etmek adına severek sahip çıkmalıyız.

Kimden korkuyorsunuz ki? Laik bir ülkede Alevilerin kimseye Müslüman olup olmadığını veya dindarlık derecesini kanıtlamak gibi bir zorunluluğu yok ve olamaz! Kendinizi çoğunluk topluma benimsetmek, onlara şirin görünmek için aslınızı inkâr etmenin size yarardan çok zarar getirdiğini fark edin artık. Bırakın sizleri olduğunuz gibi kabul etsinler ederlerse. Uyum adına kimsenin önünde eğilip bükülmeyin!

* * * Kabul etmeliyiz ki, dün orucunu tutmasanız da Ramazan Bayramı sizindir diyerek

kurnazca önünüze düşenler bugün orucu da ihmal edilemeyecek büyüklükteki bir Alevi kitleye kabul ettirmeyi başardılar. Zaten hep bu şekilde kanına giriliyor Alevilerin… Namazda da aynısı yapıldı. Önce, “Sadece bayram namazlarında camiye gelseniz, sanki kıyamet mi kopar?” dediler. Bazılarımız “Evet, ne olacak ki? Ucunda ölüm mü var?” diyerekten camiye ilk adımını attı. Yetmedi, “Haftada bir Cuma namazına gelin. Canım ne olacak ki?” taktiğine sarıldılar. Hayırlısıyla ona da “evet” denildi. O da gözlerini doyurmadı, bu sefer “Bazı vakit namazlarını da camide kılsanız, kilonuz mu eksilir?” dediler. Yine bazılarımız koyun sürüsü gibi itiraz etmedi ve davete uydu. Sonra bir baktık ki, bu kişiler camilerin daimi cemaati haline gelmişler. Alevilikleri sözde kalmış. Đşin özü sonuçta bu yolla Aleviler ellerini verirlerse kollarını, hatta tüm vücutlarını kaptırır hale geldiler. Hani Muaviye yuvasıydı cami? Hani Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta hep camiden çıkan ve tahrik olan bu insanlar eliyle yakılman, katledilmen ne oldu? Đşte sen de girdin o kalabalığın arasına. Bravo sana, kabul ettirdin kendini sonunda. Yarın camideki imam tahrik etse, kışkırtsa sen de hazır hale geldin gözünü kırpmadan Alevi kardeşlerini cayır cayır yakmaya! Camiye giden Alevi’nin geldiği konum ne eksik ne fazla budur! Aksini iddia eden yalan söyler…

O nedenle mesele değil Alevi’nin elini, parmağının ucunu bile bunlara göstermeme noktasına gelmiştir. Gösterme arkadaş! Sen el âlemin “hoşgörü” şampiyonu musun? Karşındakiler inançlarından, ibadetlerinden zerre kadar taviz verip, bir adım bile geri adım atıyorlar mı? Seni olduğun gibi kabul edip saflarına katıyorlar mı? Hayır! O halde sen de öyle ol, karşındakine şirin gözükeceğim diye eğilip bükülme! Dik dur ve yoluna, aslına, nesline sadık kal!

Ama bunlar sözle olmuyor. Uygulayacaksın. Herkes görecek ki, kararlı ve tutarlı olduğunu, kimse seni yolundan çevirme girişiminde bile bulunmaya cesaret edemeyecek! Alevilerde eksik olan da bu… Çünkü içimizde amiyane tabirle her “hıyarım var” diyene tuzlukla seğirtenler olduğu müddetçe bizleri yolumuzdan çevirmek için canla başla çalışanların iştahında bir gram bile eksilme olmayacaktır. Evet maalesef aramızda omurgasızlar çoğalıyor.

Özetle bu Ramazan Bayramı’ndan erkeni yok. Tek tek Alevi bireyleri ve örgütleri, bayramda kesinlikle Alevi olan hiçbir yakınının bayramını kutlamasın. Sünni eş ve dostun bayramını kutlamanın bir zararı yok. Severek yapalım bunu ama Alevi olup, Ramazan’ı Alevi bayramı olarak anlayan ve kavrayan hiçbir kimsenin anneniz babanız da olsa bayramını tebrik etmeyin! Velev ki, bunlar bayramı Şeker Bayramı olarak görüyorsa o zaman kutlamada bir sakınca yok. Artık kanmayın hepimiz Müslüman değil miyiz safsatalarına! Çünkü bunlar birer tuzak sadece…

Alevi dernek ve vakıfları da kesinlikle Ramazanlarda bayram kutlaması düzenlememeli. Âdet olmuş diye yapanlar varsa da, toplananlara, “Ramazan Bayramı bizim bayramımız değil. Orucunu tutmadık ki, bayramını kutlayalım. Aleviler bu bayramı kutluyorsa da, çoğunluk topluma saygı ve nezaketinden bunu yapıyor. Lütfen bu kastı aşacak şekilde

Page 152: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

152

Ramazan’ı sahiplenmeyelim. Zira bizim asıl inanç ve geleneğimizde ne Ramazan orucu ne de bayramına yer var” cümleleri yüksek sesle ve korkusuzca tekrarlanmalı. Aksini yapanlar yola ve bu uğurda büyük bedeller ödemiş atalarına karşı çok büyük bir ihanet içine ve vebal altına girerler…

Böyle davranmazsak bizler kendi inanç ve kimliğimize hatta kendi şahsımıza bile gereken saygıyı beslemiyoruz demektir. Bu durumda da kendinin sahip çıkmadığı, saygı göstermediği inanç ve kimliğine, başkalarının saygı duymasını, seni ve inancını resmen ve fiilen tanımasını talep edemezsin. Belki böyle bir beklentin olur aynen şimdiki gibi ama senden ancak ve ancak bekleye bekleye ağaç olur. Başka bir şey değil!

Bad Nauheim, 09 Ekim 2006

Page 153: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

153

BĐR ASĐMĐLASYON ARACI OLARAK BAYRAMLAR Günümüz toplumlarında bayramların önemi eskiye göre çok artmıştır. Bunlardan milli bayramlar yapaylıklarından olsa gerek tüm toplum katmanlarını aynı ölçüde heyecanlandırmazken, dini bayramlar aksine hemen herkesin katılımıyla kutlanır. Malum Müslümanların Ramazan ve Kurban olmak üzere yılda iki bayramı vardır. Dini olan bu bayramlarda ortalığı öyle bir hava sarar ki, Müslüman olmayanlar bile belki içten istemeseler dahi komşularının bayram kutlamalarına tebrik vs. ile eşlik etmek durumunda kalırlar.

Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede ister inançlı isterse inançsız olun bayramlardan kaçış yoktur. Benimsemeseniz bile bayramların iyi tarafları da vardır. En azından resmi tatildir. Bundan yararlanırsınız. Üstelik savaş ve iç karışıklık olmayan ülkelerde, çoğunluğun inancını paylaşmıyorsanız, en azından bayram günlerinde kendinizi büyük oranda güvenlikte hissedebilirsiniz. Başka günlerde size ve inancınıza fiili saldırılar olsa bile, en azından bayramda üstünüze pek gelen olmaz.

Ancak yukarıdaki türden yargılar Aleviler için pek geçerli değildir. Zira bayramlar Alevilerin yoğun taciz edildiği günlerdir. Ülkemizdeki tek tanrılı dinlerden Yahudilik ve Hıristiyanlık mensupları Müslüman bayramlarında oldukça rahat sayılırlar. Zira bu dinlerle Müslümanlık arasındaki sınırlar kalın çizgilerle ayrılmıştır. Herkesin bayramı seyranı bellidir. Böylesine bir netlik Alevilik için ise henüz yoktur. Çünkü Alevi öğretisinin Ramazan ve Kurban bayramlarına bakışı gayet açık olsa bile, tek tek Alevilerin bayramlar karşısında aldığı tavır çeşitlidir. Đşin aslı Alevilik içinde Ramazan’a kesinlikle yer bulamazsınız. Kurban’ı Aleviler arasında büyük oranda kurban keserek kutlama esas olsa da, yine öğretide Đslam’daki anlam ve önemiyle böyle bir bayram aramak nafile bir çabadır.

Alevilerin kentlere göç etmesinden önceki yıllarda, her iki bayram da Aleviler için bir sorun kaynağı değildi. Aynen Hıristiyan ve Yahudilerde olduğu gibi, bayramlara karşı, kutlama gibi etkinlikler olsa dahi belli bir mesafe vardı. Bu nedenle kırsalda Alevi olan herkes Ramazan’ın kendi bayramı olmadığını bilirken, Kurban’ı ise kendi geleneğinde de çok sayıda kurban kesilmesi gereken durumlar söz konusu olduğundan, “bir az-bir fazla ne fark eder” mantığıyla sahipleniyordu. Bu durum belki yüz yıllarca böyle devam etmesine rağmen Alevi kimliğinde de her hangi bir aşınma olmuyordu.

Ne zamanki kentlere göç başladı, bayramlar da Aleviler için bir sorun kaynağı halini aldı. Ramazan ayı ve bayramının sorun olduğu zaten baştan biliniyor. Ama Kurban da fark edilmese bile Alevi kitle arasında tartışmalara yol açıyor. Aynen bir kısım Sünni arasında olduğu gibi, bazı Aleviler de her sene hayvan kesiminin vahşet görüntülerine sahne olması karşısında zamanla Kurban bayramına da mesafe almaya başladı.

Bu iki önemli Müslüman bayramının Aleviler için sorun olması burada bitmiyor. Aleviliğin bağdaştırmacı yapısı ve komşu inançlara hoşgörülü yaklaşımından dolayı Aleviler bu bayramları sahiplenmekte bir sakınca görmezken, kutlamalara severek ve isteyerek katılıyorlar. Buraya kadar itiraz edilecek bir şey yok. Asıl sorun bundan sonra başlıyor.

Çünkü herkesin de bildiği gibi, Alevilikteki bu hoşgörülü yaklaşım özellikle bayram namazları yoluyla suiistimal ediliyor ve Alevileri asimile etmek için kullanılıyor.

Nasıl mı? Şöyle ki, zaten Alevilerin büyük bölümünün daha önceleri olmadığı kadar Aleviliğin

Đslam’ın neresinde durduğu konusunda kafaları karışıktır. Bunu da çok rahat kullanıyor Sünni çoğunluk ve devlet. Bayram namazları bunun için tam bir biçilmiş kaftan vazifesi görüyor, Alevileri camiye ilk kez sokmanın basit bir aracı olarak kullanılıyor. Böylece cami gibi bir mekânı tanımayan ama son yıllarda yaratılan bulanıklık ve kavram kargaşası yoluyla yönünü şaşırmış bir inancın bazı mensuplarını avlamanın bir yolu haline geliyor.

Đşte yaratılan bu havada bayram namazı bahanesiyle masumane bir şekilde ilk kez camiye adım attırılan Aleviler cenderenin içine sokulmuş oluyor. Camiye bir kez girdin mi artık çıkış yolları kapatılıyor. Ardından vakit namazları için dolaylı veya dolaysız baskılar sökün ediyor. Ayakları sağlam yere basmayan bazı Aleviler ise bu tuzağı fark etmeyip zamanla bir Sünni’den farksız hale gelip, Alevi kimliğini terk ediyor. Asıl tehlikesi burada

Page 154: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

154

bayram namazlarının. Yoksa camiye bayramdan bayrama gitmekle peşini bıraksalar fazla bir sorun olmaz.

Ayrıca Alevi köylerindeki imamların halkı camiye gitmeye zorlaması yetmezmiş gibi, son yıllarda bir de cemevleri gerçek işlevinden saptırılmaya başlandı. Özellikle büyük kentlerde bazı cemevleri de bayram namazları için artık cami gibi kullanılmaya zorlanıyor. Mahallenin Sünni halkından bir bölümü sanki bölgede başka hiç cami yokmuş gibi, cemevi yöneticilerini “Cemevi de Allah’ın evi. Zaten hepimiz Müslüman’ız. Biz bayram namazını burada sizinle beraber kılacağız” diye kibarca zorlayarak, bir günlüğüne de olsa cemevini camiye çevirmekte utanmaz bir şekilde sakınca görmemektedir.

Görüldüğü gibi namazları hariç bayram coşkusunu paylaşmak Aleviler için büyük bir sorun teşkil etmese de, bu sahipleniş saptırılmakta ve Alevi öğretisinin içi boşaltılmaya çalışılmaktadır. Aleviliğin bütün değerleri açık bir saldırı ve tehdit altındadır. Baksanıza 10 binlerce cami yetmiyormuş gibi, bir de Alevilerin bayramlara gösterdiği zaafı kullanarak cemevlerini bile işgal ediyorlar namaz kılmak için…

O halde şunu açık ve net şekilde ortaya koymak gerekiyor: Alevilikte Sünnilerin anladığı şekilde ne Ramazan ne de Kurban bayramlarına yer vardır. Hele hele Alevilikte, bayramlar çoğunluğa ayak uydurmak güdüsüyle kutlansa bile, bayram namazı diye bir ibadet kesinlikle ve kesinlikle yoktur. Alevilerin pek çoğu bilmese de aynen Hıristiyan ve Yahudilerin bayramları kadar uzaktır Alevi inancına Ramazan ve Kurban. Bu gerçeği bazı Alevilerin aynı Sünniler gibi bayram yapması ve bunları sahiplenmesi de değiştirmez.

Mutlaka Alevilikte bu bayramlara bir karşılık aranıyorsa da, Ramazan’a karşı Muharrem Orucu ve arkasından gelen Aşure günü; Kurban’a karşı da yıl içinde kesilen adak kurbanları gösterilebilir. Yine Aleviler için gerek bölgesel düzeydeki Alevi ulularının yatırları için yapılan geleneksel hayır törenleri, gerekse de Hacı Bektaş, Abdal Musa ve Banaz’da Pir Sultan Abdal’ı anma günleri de bayram kabul edilebilir. Bu sayılanlar dururken Alevi’nin başka bayrama niye ihtiyacı olsun?

Kuşkusuz Aleviler üzerinde Ramazan ve Kurban bayramları yanında kendilerini tamamıyla çoğunluk Sünni topluma uydurma konusunda çok yönlü baskılar, korkutma ve yıldırma politikaları uygulanıyor. Lakin Alevilerin bunlara karşı direnecek yüz yıllardan süzülüp gelen sağlam bir altyapıları da var. Alevilerin bu kadim geleneğe dayanması, Alevi olarak ayakta kalması için yeter de artar bile. Yeter ki bu mirasın bilincinde olunsun!

O zaman kimse sizi camiye de sokamaz, oruç tutmaya da zorlayamaz. Ama nerede durduğunu bilmeyen Aleviler için yapacak bir şey yok. Nasıl ki gideceği istikameti bilmeyen gemiye rüzgârın estiği yönün hiçbir önemi olmazsa, doğrultusunu sapıtmış Alevi de rüzgârın önündeki yaprak misali oraya buraya savrulur durur.

Bu nedenle Alevi her şeyden önce yönünü belirlemeli ve ayaklarını sağlam bir zemine basmalı. Alevilik içinde zaten mevcut olan bu zemin hakkıyla aranırsa, rahatlıkla bulunur. Yapılması gereken yoluna iyi sarılmak, atacağın her adımdan önce “Alevi olmam neyi gerektirir?” diye sormaktır. “Alevilik Đslam’ın neresinde?” sorusu yerine, “Aleviler Aleviliğin neresinde, ben bir Alevi olarak Aleviliğin neresinde duruyorum?” sorularına ikna edici cevaplar aramaktır. Gerisi vakit ve enerji kaybıdır.

Alevilerinse ömrünü leylek gibi laklakla geçirmeye hakkı yoktur! Bad Nauheim, 9 Ocak 2007

Page 155: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

155

SĐSTEMDEN BESLENENLER ONU DEĞĐŞTĐREMEZLER Yazıya basit bir soru sorarak başlayalım: Bir sistemin, düzenin içinde olanlar, ondan

nemalananlar, veli nimetleri olan bu sistemi değiştirmeye kalkarlar mı? Veya böyle bir girişimde bulunsalar bile ciddiye alınırlar mı? Elbette alınmazlar ve onlar da zaten böyle bir iddiayla ortaya çıksalar da, neticede eylemleriyle taktik olarak ya sistemin daha çok tahkimine çalışıyorlardır veya adına konuştukları toplumu oyalama amacı güdüyorlardır. Kimden bahsettiğimiz yazının girişinden anlaşılmıştır sanıyorum. CEM Vakfı Başkanı Prof. Dr. Đzzettin Doğan’dan söz ediyoruz doğallıkla. Zira Prof. Doğan ve şürekâsı daha doğrusu ailesinin tamamı toplum önüne çıktıkları vakitten beri hep sistemden, kurulu düzenden beslenmiş ve ondan yana tavır almışlardır. Ailenin özgeçmişine bir göz atmak bu iddianın en açık kanıtıdır. Bu şu demektir; ne Prof. Doğan’ın ne dede olan babasının ne de Adalet Partisi, CHP ve Birlik Partisi’nden milletvekili olan yakınlarının çıkarları temsil ettiklerini iddia ettikleri geniş Alevi yığınlarının çıkarlarıyla hiçbir zaman çakışmamıştır. Onlar ancak bu topluluğu arkasına alarak kişisel ikbal hesapları yapmışlar ve de bugünden geriye dönüp baktığımızda bu amaçlarına da büyük oranda erişmişlerdir.

Çünkü Prof. Doğan ve diğer aile bireyleri hep gözlerini yükseklere dikmişler ama bu kilitlenme dede sülalesi olmalarına rağmen her şeyi kendilerine yontma şeklinde cereyan etmiştir. Hali hazırda da bu yönelişte en ufak bir sapma gözlemek mümkün değildir.

Onlar kendilerine Alevi toplum önderi vasfı vehmederek, hep sistemin baronlarıyla pazarlık etmeyi severler. Ama bu pazarlık Başkan Bush’un Türkiye’yi suçladığı tarzda hep “at pazarlığı” şeklinde olur. Bu ailenin gözünde temsilcisi olduklarını iddia ettikleri grubun çıkarları hiç önemli değildir. O nedenle temsilcisi oldukları Alevi toplumunun değerlerini hiçbir sınır tanımadan pazarlık masasına koymaktan, bolca ikram etmekten çekinmezler. Alevi değer ve inançlarını tersyüz ederek, tanınmaz hale getirerek sistemin sahiplerine sunmaktan hiç gocunmazlar. Önemli olan bu pazarlık sonunda tahsil edecekleri ayni, nakdi ve iktidarî kazançtır. Bunu sağladılar mı hiçbir değerin önemi kalmaz. Yeni bir pazarlığa kadar başka bir proje üzerinde çalışmaya başlarlar hemen. Ama bu projeyi de kendileri üretmez. Son kazandıkları ihalede verilmiştir kendilerine.

Onlar omurgasızdır. Bir bakarsınız 12 Eylül öncesinde olduğu gibi Adalet Partisi ile birliktedirler, bir bakarsınız aileden Prof. Đzzettin Doğan 12 Eylül generallerinin onayıyla kurulmuş Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) kurucusudur ve bu partiden milletvekili adayı olur. Oysa aynı tarihte binlerce Alevi genci hapishanelerde işkence görmektedir. Cuntacılar bugün kendilerinin çok şikâyet ettikleri din derslerini zorunlu hale getirmiştir, harıl harıl Alevi köylerine camiler inşa edilmektedir. Ama Đzzettin Bey tam da bu zamanda darbecilerle can ciğer kuzu sarmasıdır. Sonra onu yeni filmlerde görürüz. Bir bakarsınız Tansu Çiller’le pazarlığa oturmuş bir bakarsınız DSP iktidardayken Bülent Ecevit ile…

Lakin bunlar yetmez. Şimdi seçimler yaklaşırken yine ince pazarlıklara girmiştir bizim şanlı Prof. Đzzettin Doğan. Yüz bulsa Aleviler adına AKP ile de pazarlığa girecektir ama bu olmadığından DYP ve MHP ile yetinmektedir. Ha birde Amerika’da bulunan Fethullah Gülen ve onun medya organlarıyla flört etmekte; onlar üzerinden mesajlarını halka iletmektedir. Nedendir anlaşılmaz Alevi önderlerine saldırı ve ithamlarını da kendi sahibi olduğu Cem TV ve Cem Radyo’da değil de Zaman, Samanyolu TV ve Aksiyon dergisi üzerinden yapmaktadır.

Prof. Đzzettin Doğan’ın en iyi dostları arasında bir tek Alevi önderi bulamazsınız. Hatta ilginçtir bir tek Sünni kökenli bile olsa solcu da yoktur yanında. Onun dostları daha önceleri darbecilerin parti lideri Orgeneral Necdet Sunalp’tır, sonrasında Namık Kemal Zeybek, Fethullah Gülen, Musa Serdar Çelebi vs. gibi Đslamcı ve sağcı önde gelen şahsiyetlerdir. AABK ve ABF liderlerine akla hayale sığmaz suçlamalar yaparken, büyük cemler düzenleyerek yukarda adı geçen sağcılarla semaha durur.

Onun muhalefeti de hep majestelerin muhalefetidir. Đzin verildiği ölçüde ve dozda muhalefet yapar. Bazen de kendi konumunu Alevi toplumunda güçlendirmek için, hakikaten onların lehine bir çalışma içinde olduğunu gösterme taktiğiyle diğer demokratik Alevi

Page 156: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

156

örgütlerinin yıllardır dillendirdikleri talepleri çok yeniymiş ve kendi icat etmiş gibi gündeme getirerek, kafaları bulandırmaya çalışır.

Oysa Alevilerin bu taleplerinin kabul edilmesi Prof. Đzzettin Doğan’ın tarzıyla mümkün değildir. O Aleviliği önce düzenin bekçilerinin kabul edebileceği bir hale getirerek, yani Aleviliği tahrif ederek yol almaya çalışmaktadır. Bunun için ne idüğü belirsiz Alevi Đslam gibi kavramlar icat eder, Mevlana ve Hacı Bektaş’ı barıştırmaya kalkar, CEM Vakfı’na ait cemevlerine Hz. Ali ve Hacı Bektaş Veli’nin resimleri yanında kendi resmini de astırır. Sonra Aleviliği sadece cemden ve semahtan ibaretmiş gibi göstermeye çalışarak Alevileri dar bir alana hapsetmeye çalışır. Ama yine de egemenlere tam yaranamaz.

Hâlbuki Alevi kimliği ve talepleri için bu şekilde çalışmak Alevi toplumuna yarardan çok zarar getirmektedir. Prof. Đzzettin Doğan kalkıp Alevilik ve Sünnilik arasında en ufak bir ayrılık yok dese de kabul edilmeyecektir. Edilmez. Çünkü Alevilerin mücadelesi aynı zamanda bir iktidar mücadelesidir. Alevilerin öne sürdüğü taleplerin içeriği iktidardan pay almayı ima eder. Bu da egemenleri derinden rahatsız eder ve ediyor zaten. Aksi olsaydı cemevini ibadethane olarak kabul etme talebinin kabulünde bu kadar direnmezlerdi. O nedenle siz Aleviliği ne kadar yumuşatırsanız yumuşatın, düzenin bekçilerine kabul ettiremeyeceksinizdir. Tecrübeyle sabittir. Bunu deneyenler olmuştur. Bunlar Alevilik-Sünnilik arasındaki farkları en aza indirmişlerdir ama yine de yüksek mahfillerde en ufak bir kabul görememişlerdir.

Ama Prof. Đzzettin Doğan’ın amacının sistemi değiştirmek ve Aleviler adına kazanımlar elde etme niyetinde olmadığını yaptıklarına bakarak söyleyebiliriz. Çünkü o hep sağından soluna Türkiye’deki mevcut sistemin bekçileriyle iş tutmaktadır. Konuştukları ve istişare halinde oldukları hep zenginler sınıfı ve devletin üst makamlarını ele geçirmiş sivil-asker bürokrasisidir. Veya sistemin ikincil derecedeki güçleri olan siyasal partiler ve onların liderleridir. Đnsan kiminle oturur kalkarsa, zamanla onlar gibi düşünüp davranmaya başlar. Çıkarlarını onlarınkiyle eşitler.

Tahmin edilebileceği gibi yukarda adı geçen aktörlerle geniş Alevi toplumunun çıkarları, talepleri Türkiye tarihinin hiçbir döneminde ve hiçbir zaman bir ve aynı olmamıştır. Buradan hareketle Prof. Đzzettin Doğan ve ona ait olan CEM Vakfı’nın durduğu yer, olaylar karşısında aldığı pozisyon, girdiği ittifaklar Alevilerin çıkarlarıyla, özlem ve talepleriyle hiçbir zaman örtüşmemektedir. Bundan sonra da örtüşeceğe benzememektedir.

Cem Vakfı ve Prof. Đzzettin Doğan’a Alevilerin büyük çoğunluğu bugüne kadar “bakalım ne yapacaklar bekleyip görelim” diye kredi vermiştir ama bu kredi gittikçe tükenmektedir. Gidişat Prof. Doğan’ın bu krediyi yükseltmek yönünde kullanmadığını göstermektedir. Onun adına fırsat kaçmış değildir ama ben kendisinin gerçek Alevi taleplerinin seslendiricisi olma noktasına döneceğinden çok emin değilim. Çünkü Prof. Doğan, sistemden besleniyor. Hem de biraz biraz derininden. Biz biliriz ki, sistemden beslenenlerse sistemi değiştiremezler!

Göreceksiniz. Bu konuda yanılmayı isterdim ama gelecek bizi öngörülerimizde yanıltmayacaktır!

Bad Nauheim, 13 Aralık 2006

Page 157: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

157

ALEV ĐLĐĞĐ DE ÖTE DÜNYA ĐNANCI YAPMA OPERASYONU Alevilerin içindeki “Truva Atı” Prof. Dr. Đzzettin Doğan ve onun bir çeşit tapulu mülkü

sayabileceğimiz Cem Vakfı, Muharrem Matemi vesilesiyle yeni bir operasyona daha imza attı. T.C. Berlin Büyükelçiliği’ne Cem Vakfı Avrupa Koordinatörlüğü’nce çeşitli Avrupa ülkelerinde Muharrem ayında yapılacak sohbet ve cemleri yürütecek dedeler gönderilmesi için başvuru yapıldı. Buradan Ankara’ya iletilen başvurunun Diyanet Đşleri Başkanlığı’nda incelemeye alınıp, kabul edilmesinin ardından Cem Vakfı Alevi Din Hizmetleri Başkanlığı’na bağlı 6 dede ve bir zâkire yeşil pasaport verildi. Söz konusu kişilerin Almanya’nın Köln ve Frankfurt kentine geldikleri ve göreve başladıkları Avrupa’da yayınlanan bazı Türk gazetelerinde yer aldı. Köln’de Cem Vakfı Avrupa Koordinatörü Alişan Hızlı’nın karşıladığı Alevi din adamlarının 11 Şubat’ta Berlin’de düzenlenecek merkezi cem ayini sonrasında Türkiye’ye dönecekleri kaydedildi. Şimdi bazılarınız diyecek ki, “Daha ne istiyorsunuz? Đşte devlet bununla Alevi kimliğini resmen tanımak için adım atmakla kalmıyor, üstelik bir de Avrupa’da yaşayan Alevi vatandaşların din hizmetlerini karşılayacak dedelere devlet görevlilerine has yeşil pasaport, maaş ve harcırah (yolluk) verip ayaklarına yolluyor. Sen de sevineceğine kalkıp öküz altında buzağı arıyorsun!” Böyle söyleyenler bir yönüyle haklı. Gerçekten tarihte ilk defa devlet ve Diyanet, Alevilere sürekli Sünni misyonerliği yapmayı bir kenara bırakıp, onların ibadet biçimi olan cemi tanıdığı gibi, bu ibadeti yürütecek Cem Vakfı’nın kendi içinde kurduğu gayri resmi bir kurum olan Alevi Din Hizmetleri Başkanlığı’na mensup dedeleri de, yurtdışına gönderdiği imamlara uyguladığı türden kriterlere tabi tutmadan geçici görevle yurtdışına tayin ediyor.

Normalde Diyanet, devletin kendi okul ve üniversitelerinde din eğitimi almamış hiçbir kimseyi maaşını vererek yurtdışına göndermez. Hatta bu kişiler Đslam dünyasının en iyi ilahiyat eğitimi veren üniversitesi olarak kabul edilen Mısır’daki El Ezher’den mezun olsalar dahi böyle bir görevlendirme mümkün değildir. Zira zaten Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) El Ezher’den alınan diplomaların denkliğini tanımadığı gibi, bu kişiler yurtiçinde bile din görevlisi olarak çalışamazlar. Hele hele öyle yeraltı Kuran kurslarında, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki resmi olmayan geleneksel medreselerde yetişen hocaları hiçbir resmi kurum dikkate bile almaz.

O zaman bu devlet ve Diyanet, düğün değil bayram değilken, Alevileri niye öptü? Neden hiçbir resmi sıfatı ve eğitimi olmayan Cem Vakfı Alevi Din Hizmetleri Başkanlığı mensubu dedeleri, Almanya’da örgütlü 200’e yakın Alevi derneğinden yalnızca iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda derneği çatısı altında toplayan Cem Vakfı Avrupa Koordinatörlüğü’nün başvurusunu dikkate aldı, dersiniz?

Bu soruyu sorar ve cevabını ararsak, devletin niyetinin hiçte iyi olmadığını ve işin içinde bir bit yeniği bulunduğunu bulmakta gecikmeyiz. Gelin şifreleri çözmeye çalışalım…

Esasında Cem Vakfı bu başvuruyla daha önce soyunduğu Alevileri sistemle barıştırma rolünde yeni bir adım daha atmıştır. Malum Prof. Dr. Đzzettin Doğan ve Cem Vakfı ta başından beri mevcut çarpık sistemi, yapıyı değiştirmek için mücadele etme yerine, tercihini bu haliyle sisteme dâhil olma, ondan nemalanma şeklinde belirlemiştir. Bu yönelişin doğal bir sonucu olarak devletin Diyanet’i kaldırmayacağı ön kabulünden yola çıkmış ve kendi içinde Alevi Din Hizmetleri Başkanlığı’nı kurarak birkaç yıl önce harekete geçmişti. Böylelikle Diyanet’in Sünnilere verdiği türden bir din hizmetini Alevilere götürmeye talip olan Cem Vakfı hedeflediği doğrultuda yoluna devam etmiş oluyor. Bunda fazla şaşılacak bir şey yok. O nedenle yavaş yavaş Đstanbul başta olmak üzere cemevlerinde Diyanet’ten maaşlı, kadrolu ve devlet memuru dedelere rastlarsak şaşırmayalım. Söz konusu başvurunun kabul edilmesi bu gelişmenin önemli bir işareti olarak kabul edilebilir.

Ama şunu hemen ekleyelim: Çok az sayıda bile olsa bazı dedelerin Diyanet kadrosuna alınması ve maaşa bağlanması Alevi örgütlenmesi içinde zaten var olan bölünmeleri bir daha onulmayacak şekilde derinleştirecektir. Bu yarılma sonucu bir zamanlar Diyanet’e bağlı olan ve olmayan imamlar arasındaki türden bir rekabet, çekememezlik ve hatta düşmanlık

Page 158: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

158

derecesine varan olaylar dizisi Alevi dedeler içinde de yaşanacaktır. Đşte bu çekişmeden dolayı bugün Süleymancılar hâlâ Diyanet’e soğuk durmaları bir yana, tarikatın mensupları Diyanet’e bağlı bir imamın arkasında namaz bile kılmazlar, onların yetiştiği imam-hatip okullarına çocuklarını göndermezler.

Đşin bu yanı belki sadece bazı açgözlü ve çıkarcı dedeleri ilgilendirir ama Alevilerin çok az bir bölümünün bile devletten din hizmeti almasının asıl zararı özüne, köklerine sadık Alevilik ve Alevilere olacaktır. Her şeyden önce maaşlı dedelerin ortaya çıkması, Alevi örgütlerinin ezici çoğunluğunun talebi olan Diyanet’in tamamen kaldırılması ve din hizmetlerinin finansmanının inananlara bırakılması büyük bir darbe alır. “Hizmet almadığımız bir kurumu vergilerimizle ayakta tutmak istemiyoruz” argümanı geçersiz hale gelirken, devlet ve hükümet de gerek Avrupa Birliği’nden Alevilerin taleplerinin karşılanması yönündeki baskılar karşısında, gerekse de bu çok sembolik adımın matah bir şeymiş gibi abartılmasından etkilenecek bazı Alevileri etkileyeceğinden elini çok rahatlatacaktır.

Özcesi devlet belki birkaç yüz dedeyi kadrolu yapacak ama bununla milyarlarca dolarlık bütçesi, 100 binin üzerinde personeli olan Diyanet’e meşruiyet sağlamakla kalmayacak, bu durumun sorgulanmasının bile tüm yollarını kapatmış olacaktır. Artık bundan böyle hiçbir Alevi Diyanet’e itiraz edemeyecek, etse bile buna gülünüp geçilecektir. Onlara, “Bakın dedelerinizi maaşa bağladık. Daha ne istiyorsunuz?” denilecektir.

Açıkçası biraz ağır olacak ama hırsız Diyanet, Alevileri de hırsızlığa ortak ederek, ağızlarını kapatmak istemektedir. Diyanet hırsızdır. Çünkü devlet bütçesinden işe, aşa gidecek, yatırıma dönüşerek yeni iş yerlerinin açılmasına yarayacak çok önemli bir meblağa sadece bir inanç grubuna din hizmeti götürmek adına el koymaktadır. Dolayısıyla tüyü bitmemiş yetimlerin hakkına el uzatmaktadır. Lakin Aleviliği içine almakla Diyanet yine tüm vatandaşları kapsamış olmayacaktır. Yine Hıristiyanlar, Yahudiler, Caferiler, ateistler ve ülkemizde çok önemli bir oran teşkil eden laik Sünniler hem vergileriyle bu haramzâde kurumu hizmet almadıkları halde finanse etmeye devam edecekler, hem de bu sistemi değiştirebilecek güce sahip tek müttefikleri olan Alevileri kaybetmiş olacaklardır. Ne ince hesap ama?

Đşin başka bir yönü de Đslam’da hep Hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhban (din adamları sınıfı) yoktur denir. Ama Türkiye’de Diyanet eliyle devlet memuru müftüler, vaizler, imamlar, müezzinler ve gasillerden (ölü yıkayıcı) oluşan böyle bir sınıf yaratılırken, bunlar şeriatla yönetilen Osmanlı döneminde bile hayal edemeyecekleri ayrıcalıklara kavuşmuştur. Örneğin imparatorluğun son yüzyılında bile büyük şehirlerdeki ana camiler hariç hiçbir caminin öyle devletten maaşlı imamı ve müezzini filan yoktur. Köylerin tamama yakınındaysa namazlar cemaatin verdiği yardımlarla geçinen veya bu işi gönüllü yapan ehil kişilerce kıldırılırdı. Üstelik bu dönemde pek çok Sünni köyünde günümüzdekinin aksine cami bile yoktu. Bu açıdan Osmanlı günümüz Türkiyesi’nden daha laik görünüyor. Tahmin edilebileceği gibi Diyanet Sünni ruhbandan sonra şimdi de Alevi ruhban sınıfını yaratmak için kolları sıvamışa benziyor.

Diğer yandan bu çabaların başarıya ulaşmasıyla Türkiye’nin gerçek anlamda laik bir ülke olmadığı da temelli pekişecektir. Alevilerin bu oyuna gelmesi sayesinde Aleviliğin içi boşaltılacak, daha çok Alevi Sünnileştirilecek; Türkiye’yi yarı şeriatla yönetilen bir ülke durumuna sokan Diyanet varlığını daha büyük bir hızla büyüterek sürdürme fırsatı bulacaktır. Đş bununla da kalmayacak, yarı sekuler (laik) alanlar da (Türkiye yarı-laik bir ülkedir) hızla diğer şeriatçı yarının lehine azalma yoluna giderken, Türkiye koşar adım tam bir şeriat devleti olma yönünde ilerleyecektir.

Ayrıca Diyanet’in yurtdışına dede gönderme adımının arkası gelecek, devletin ve zaten devlet politikalarına “parasız hizmetkârlık” yapmakta kimsenin aşık atamadığı Cem Vakfı’nın birlikte hazırlayacağı “Alevi Đslam” başlıklı müfredata göre eğitim veren imam-hatip benzeri dede okulları ve ilahiyat fakültelerinde Alevilik kürsüleri kurulacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Bu izdivacın sonucunda da Türkiye’nin “Resmi Sünni Đslam”dan sonra “Resmi Alevi Đslam” adında nur topu gibi bir evladı daha dünyaya gelecektir.

Page 159: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

159

Đşte o zaman Sünni Đslam’ın başına gelenler Aleviliğin de gelecek. Bu ne demek? Aynen Đslam’ın olduğu gibi Alevilik de devlet ve Diyanet eliyle iğdiş edilecek, içi boşaltılacak; “inanç özeldir, Tanrı’yla kul arasında kalması gerekir” masallarıyla vicdanlara hapsedilecektir. Maalesef bundan böyle Alevilik sadece bir öte dünya inanışı haline sokularak gericileştirilecektir. Aynen Kuran’ın ölülerin arkasından okunan bir kitaba indirgendiği, içersindeki dünya işlerine ilişkin hükümlerinin ayıklandığı ve kasten göz ardı edildiği gibi… Örneğin Đslam’a göre, bir esnaf ölçüde, tartıda hile yapamaz. Fahiş kâr koyamaz sattığı mala. Yine çalıştırdığın kişinin alnının teri kurumadan emeğinin hakkı verilmesi gerekir. Đslam adaleti temel alır. Ama resmi Đslam’ın egemen olduğu ülkemizde ve daha pek çok Müslüman devlette dinin bu yönleri üzerinde pek durulmaz. Đslam sadece ibadetlere ve son yıllarda da başörtüsüne indirgenmiştir. Dinin aynı zamanda bir yaşam biçimi, ahlâki bir duruş olduğu unutulmaya terk edilmiştir.

Buna paralel olarak dinin total anlamıyla bir yaşam biçimi, kültür, ahlak vaaz eden, hayatı doğumdan ölüme kadar yönlendiren çok kapsamlı bir sistem (üstyapı, üstyapı kurumu değil) olduğunun unutturulması ve din tanımının bu çok yönlülüğünün ihmalinden dolayı da maddeci, ruhsuz, ahlaksız ve bencil nesiller yetişmiştir. Ondan sonra da ülkemizde olduğu gibi hem yüzde 99 Müslüman’ız denilecek ama bu olguya rağmen kimse ayyuka çıkan yolsuzlukların, rüşvetin, çocukların cinsel istismarının, adam kayırmanın ve derin ahlak buhranının nedenlerini size açıklayamayacaktır. Aynı zekâtın Đslam’ın beş şartından biri olduğu bir toplumda son derece bozuk bir gelir dağılımını ve çok fazla yoksul bulunmasını kimsenin izah edemediği gibi… Oysa neden gayet açıktır: Siz her şeyi öte dünyaya havale eder, insanlara bu dünyada tutunabilecekleri dini, ahlâki dayanaklar bırakmaz, dinin toplumsal alana ilişkin hükümlerini göz ardı ederseniz olacağı budur.

Buna karşılık Alevilik bütün yozlaştırma çabalarına rağmen halen uhrevi bir inanç olmaktan çok dünyevidir. Aleviler hesaplarını ahirete bırakmazlar pek. Ne yaparlar? Ölmeden ölürler, bu dünyada dara çekilirler. Bu mahkemenin yeri de cemevleridir. Sorgu makamı dedeler, bunların orada hazır bulunan cemaat jürisiyle birlikte aldığı kararları uygulayan ise duruşmada bulunsun bulunmasın tüm taliplerdir.

Nasıl ki Sünni Đslam’a göre, bir çocuğa doğar doğmaz kulağına ezan okunarak dine uygun bir isim verilirse, sonra sünnet edilip ona Allah’ın emri Peygamberin kavliyle bir kız/oğlan istenir ve izdivacı sağlanırsa; yaklaşık 12 yaş civarında namaz kılması, oruç tutması üzerine farz kılınır, Hz. Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklanması beklenip, tuvalete bile hangi ayakla adım atacağı öğretilir; bazı haller sonrası banyo yaparak temizlenmesi emredilir ve ölünce de yine dini törenle toprağa verilirse, bu akış Alevilikte de farklı bir şekilde dahi olsa tamamen böyledir. Sünni Đslam gibi Alevilik de senin hayatına günün 24 saati, ayın 30, yılın 365 günü yani bir ömür boyu müdahale eder. Bir Alevi çocuğu da doğumla birlikte Alevilik ile tanışır. Đsmini genelde “Adını ben koydum ömrünü Hakk Teâlâ versin…” diye başlayan bir dua ile dede, o yoksa da rehber veya yaşlı biri kulağına fısıldar. Sonra sünnet olur. Yine bir Alevi’ye uygun bir şekilde evlenir. Cemaat dışından evlenemez. Erişkin olduğunda musahip tutup eşiyle birlikte ikrar vererek yola/tarikata girer. Ondan tüm yaşamı boyunca “Eline, beline, diline; eşine, aşına ve işine sahip" olması beklenmekle kalmaz, yaptırımlarını içinde barındıran bir tarzla talep edilir. Çok olağanüstü bir neden olmadan boşanması da düşkünlük yani cemaatten atılmayı gerektirir.

Alevi inancı öbür dünya üzerinde de çok fazla durmaz. Bugün bazı Aleviler çok fazla ahiretle, cennet-cehennem inancıyla meşgul olmaya başlamışlarsa, bu konularla kafayı bozmuşlarsa bile, bu inancın özünden gelmez ve daha çok Sünni etkilenmeden kaynaklanır.

Ayrıca bir Alevi cenneti yeryüzünde, bu dünyada kurmaya çalışır. Çünkü Alevilikte Sünnilikteki imanın şartlarından biri olan “Hayır ve şerrin (kötülüğün) Allah’tan geldiği” şeklindeki inancın ikinci bölümüne inanılmaz. Zira bir Alevi kötülükleri yaratmayı Allah’ın şanına yakıştıramadığı gibi, Sünnilikteki gibi kaderci de değildir. O yüzden Aleviler daima içinde bulundukları kötü şartların Tanrı yazgısı olmadığına inandıklarından, tarihlerinde sık sık “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” deyip kaderlerine razı olmadıklarını isyan ederek

Page 160: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

160

göstermişlerdir. Babai, Şeyh Bedreddin, Şah Kulu, Şah Kalender Çelebi, onlarca yıl süren Celali ayaklanmaları bunun en iyi örnekleridir.

Aleviler şartlar uygun olmadığında ve isyan edemediklerinde de baskılardan dolayı inançlarından dönmemişler ama yaşayabilmek için de takiyyeye (ben de sizdenim deyip asıl inancını gizleme) sığınıp kaderlerini değiştirmek üzere uygun zamanın gelmesini kollamışlardır.

Yine bu çerçevede Alevilerde Sünnilerde olduğu gibi zulüm ve baskı da uygulasalar yönetenlere itirazsız itaat geleneği (Ul’ül emr) yoktur. Tarihteki isyanlarda bu gelenek çok önemli bir rol oynamıştır. Yani Aleviler sorgusuz sualsiz itaat etmezler dini ve dünyevi otoritelere. Muhaliftirler. Devletin Alevileri sistem içine çekme çabaları da zaten bu muhalif damarın yok edilmesine dönüktür. Bu bağlamda Aleviliğin inanç ve ibadet boyutuna vurgu yaparak muhalif yanını sürekli gündem dışında tutan Cem Vakfı’nın devlet katında böyle büyük bir kabul görmesi de daha anlaşılır bir hale gelir. Zaten Sünni halk tarihten gelen itaat geleneğinin yardımıyla baskı altına alınmış ve kaderine terk edilmiştir. Aleviliğin Diyanet içine alınması, Aleviler üzerinde de aynı neticeyi verecektir. Nasıl ki egemenler ve din baronları Sünnilere biraz dinden imandan bahsederek ellerine vurup ekmeklerini alıyorlarsa, onları kolayca sömürüyorlarsa, Aleviler arasında da aynı şekilde yüzeysel bir Hz. Ali, Ehl-i Beyt sevgisinden, 12 Đmam’dan söz ederek benzer bir ortam ve yapı oluşturmak istiyorlar.

Bir de örneğin Türkiye’de Diyanet ile diğer Đslam ülkelerinde de benzer kurumlar aracılığıyla Đslam’ın Hanefi-Eşari yorumunun daha da katılaştırılmasından ve Türk, Arap, Fars gibi milli kimliklere aşırı vurgudan dolayı Đslam’ın evrensel mesajı dumura uğratılmıştır. “Tüm inananlar kardeştir” ilkesinin yerini Türkler, Araplar vs. kendi içinde kardeştir şeklindeki milliyetçi anlayış almıştır.

Aleviliğin de Diyanet’li mevcut çarpık sistemin içine sokulması zaten belli ölçülerde etkisini gösterdiği üzere, bu inancın da bir ırka yani Türklüğe has olduğu anlayışının daha da yaygınlaşmasını sağlayacaktır. Kısaca Alevi-Bektaşiliğin en öncelikli ilkesi, “72 millete aynı gözle bakmayan bizden değildir” çok ağır bir darbe alacaktır. Böylelikle “Benim Kâbem insandır” anlayışı giderek yerini “Benim Kâbem Türklüktür, Kürtlüktür vs.” alması bir yana, Alevi olma ortak paydası altında yüzyıllardır birlikte iç içe (yan yana değil) yaşayan, musahip, kirve olan Türk ve Kürt Alevileri de bir araya gelemez bir şekilde Türk ve Kürt Aleviler diye etnik faylara bölecektir. Mevcut milliyetçi eğilimleri daha da körükleyecek olan bu durum güncel olarak Alevilerin önündeki en büyük tuzaktır.

Öte yandan Aleviler halen Türkiye’de resmen ve fiilen geçerli olan “Millet ortak bir inanca mensup fertlerden oluşur…” şeklindeki vatandaşlık tanım ve anlayışını değiştirmek için mücadele eden en önemli güçtür. Bu tanım ve anlayışın değişmesiyse ülkemizin gerçek anlamda laiklikle tanışmasını sağlayacaktır. Ama Aleviliğin Diyanet’te temsili Alevileri Türkiye’nin demokratikleşme çabalarından tümüyle uzaklaştıracağı gibi, diğer demokrasi güçleriyle de bağlarını büyük ölçüde koparacaktır.

Diyanet ve devletin bu girişiminin ana amaçlarından birisi de bu bağı kesmekle Alevileri kendi dışlarındaki muhalif kesimlerden soğutmak ve yalıtmaktır. Kısaca istenen Alevilerin sadece cem yapması, semah dönmesi, Muharrem gelince de Kerbela’nın yasını tutarak başka bir şeye karışmamasıdır. Hedeflenen Aleviliği inanç ve ibadet boyutuna indirgeyip, bir öte dünya öğretisi haline getirmek; onun özündeki toplumcu, eşitlikçi, muhalif ve ezilenden yana olma gibi yönlerinin yok edilmesidir. Nitekim böyle bir Alevilik projesi de Türkiye’de sadece Cem Vakfı ve Prof. Dr. Đzzettin Doğan’ın elinde olduğundan, kendilerine Aleviliğin Diyanet içine çekilme operasyonunun yürütülmesinde başrol verilmiştir. Prof. Doğan’ın bu rolü hakkıyla oynayacağından geçmişte aldığı benzer rollerdeki başarısına bakarak emin olabiliriz.

Aman dikkat! Sözüm herkese; içimizden kınalı kekliklerin de katkıda bulunduğu bu tuzak çok mu çok tehlikeli…

Bad Nauheim, 31 Ocak 2007

Page 161: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

161

ALEV ĐLERĐN ÜNLÜ KINALI KEKL ĐK YAZARLARINI DE ŞĐFRE EDĐYORUZ… Fethullah Gülen cemaatinin öncüsü olduğu Abant Platformu’nun pek üzerine vazife olmadığı halde düzenlediği "Tarihi, Kültürel, Folklorik ve Aktüel Boyutlarıyla Alevilik" konulu sempozyum beni derin düşüncelere sevk etti. Bu tür devlet ve Sünni kurumlarca düzenlenen toplantıların Alevi konuklarının hep benzer isimler olması da burnuma kötü kokular getiriyor.

Hiç kuşkunuz olmasın, şu sıralar Alevilik ve Aleviler üzerine yeni oyunlar oynanıyor. Ama ben bugünkü oyun ve kumpasları sonraya bırakıp önce 1990’lı yıllara geri döneceğim.

Düşünün bir kere, 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı şok yeni yeni atlatılıyor. Bu arada 1980’li yılların sonlarına doğru Alevilerde cılız da olsa bir uyanma var. Cılız da olsa diyoruz, çünkü hem ihtilal öncesi hem de sonrası Alevilere çok büyük darbeler vurulmuştu. 1960 sonrası Birlik Partisi süreciyle başlayan Alevi uyanışı, şehirlere göçen ve oradan da bir bölümü yurtdışına geçen Alevilerin, buradan elde ettikleri birikimle bazı Anadolu kentlerinde ekonomik olarak kısmen avantajlı hale gelmeleriyle birleşince, bu gelişme egemen sınıflar ve yerel eşraf üzerinde konumlarının sarsılacağı yönünde büyük bir tedirginlik yaratmıştı. Hemen Çorum, Maraş, Malatya ve Sivas’ta sahneye konulan katliamlarla bu tehlike bir süre de olsa geri püskürtüldü. 12 Eylül de özellikle çoğunluğu politikleşmiş Alevi gençlerinin üzerinden bir silindir gibi geçmişti. O nedenle Alevi uyanışı çok yavaş ilerliyordu. Yoksa büyük bir mirasın sahibi olan bu toplum ebedi olarak uyuyacak değildi ya!

Öbür yandan Türkiye’de yavaş yavaş 12 Eylül’ün solun önünü kesmek için dizginlerini serbest bıraktığı Đslami hareketler de çığ gibi bir büyüme eğilimine girmişlerdi. Ama tam bu sırada Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Soğuk Savaş dönemi bitmiş ve komünizm de tehlike olmaktan çıkmıştı. Bu nedenle olsa gerek, devlet veya devletin içindeki derin güçler, Đslamcı gelişmelerden ürkmeye başladılar.

Oysa Türkiye’de dindar ve milliyetçi nesiller yetiştirmek adına Diyanet’i, imam-hatip okullarını onlar güçlendirmiş, din derslerini onlar darbe sonrası zorunlu hale getirmişlerdi. Bu uygulamalardan yasal süreçle dönmenin artık askeri yönetim iş başında olmadığından mümkün olmaması yetmiyormuş gibi, üstelik tehlike ve tehdit ortadan kalktığından, SSCB çevresindeki Müslüman ülkelerde Yeşil Kuşak Projelerini uydu yönetimlere dikte ettirmiş olan ABD de, bu politikaları rafa kaldırmaya başlamıştı. Dünyanın rakipsiz kalmış emperyalist gücü ABD’ye yeni bir düşman lazımdı. Bu yeni düşmanı belirleme de pek uzun sürmedi. Prof. Samuel Hantington gibi bilim adamları hemen „Medeniyetler Çatışması mı?“ gibi tezler geliştirerek, yeni düşmanın adını Đslam olarak koymakta gecikmediler.

Gözünü zaten ABD’den ayırmayan ülkemizin gizli veya açık yönetici elitini bu durum temelli tedirgin etti. Tabii bir de PKK eylemleri ve Kürt uyanışı baş ağrıtmaya devam ediyordu. Bir şeyler yapmalıydılar gelişen şeriatçı akıma ve Kürt hareketine karşı. Türkiye’deki güçler dengesini kendi iktidarlarını rahat sürdürecek şekilde ayarlamaları gerekiyordu. Tam bu arayış anında akıllarına bir taşla iki kuş vurabilecekleri bir fikir geldi. Bu fikir 1980 sonlarında biraz da yenilen ağır darbelerin etkisiyle henüz kendi doğal gelişme seyrinde olan Alevi uyanışını hızlandırıp, adı geçen iki gücün karşısına Alevileri konumlandırmaktı. Hemen stratejiler uygulanmaya başlandı. Birden Alevilerin laikliğin garantörü, Atatürk devrimleri ve cumhuriyetin bekçileri olduğu tezini işleyen peş peşe kitaplar ve dergiler çıkmaya başladı. Gazeteler sık sık Alevilik dosyaları yayınladı. Kürt kökenli Alevilerin PKK ve benzeri Kürt örgütlerine destek vermesini önlemek için de, Hacı Bektaş Veli’yi Anadolu’yu Türkleştiren ve Đslamlaştıranlar kervanına dâhil eden, Türkçenin bugünlere gelmesinde Alevilerin çok büyük katkısına vurgu yapan milliyetçi konuları işleyen yayınlarda da eşi görülmemiş bir patlama yaşandı.

Yine bu çerçevede Kürt Alevilerin aslında Kürt olmadıkları, Kürtlerin içinde yaşarken zamanla Türkçeyi unutan Türkmenler oldukları iddiaları bilimsel bir kisveyle ortaya atılarak, Alevilerin tümünde bir kafa karışıklığı yaratıldı. Bu tez de hem Kürt Aleviler hem de Türkmen Aleviler arasında çok işlevsel bir rol oynadı. Kürt Aleviler bu kafa karışıklığı yanında kolektif hafızalarında zaten var olan Sünni-Şafi Kürtlere yönelik olumsuz bakışın da etkisiyle, kurucularının çoğunluğu ve lideri Şafi olan PKK’ya büyük oranda mesafe aldılar ve destek

Page 162: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

162

vermediler. Bu onlara hem Sünni hem de Alevi Türkler arasında sempati kazandırırken, Türk Alevilerin de „Doğu’da dillerini unutmuş kardeşlerimiz varmış“ diye düşünmesi sağlanarak, Aleviler bir blok halinde tutulmaya çalışıldı.

Planlar iyi işliyordu ama yeterli değildi. Çünkü Refah Partisi hızla büyüyordu. Bu senaryonun sahipleri 1995 yılında yapılacak yerel ve bundan bir yıl sonraki genel seçimlerde Erbakan’ın partisinin büyük başarı kazanacağını sezmeye başlamışlardı. Ama bu gelişmeye karşı tahkim etmeye çalıştıkları cephe çok zayıftı. Öyle ki 1993 yılına gelindiğinde bile Alevilerin hala en azından yarısı kimliğinin farkında olmadığı gibi, birçokları da Aleviliğini unutma yoluna girmişti. Bir şok gerekiyordu yeterince kendine gelememiş Alevileri uyandırmak ve tek yumruk haline getirmek için. Bu fırsat 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta ortaya çıktı. Sivas muhafazakâr ve Alevi-Sünni kutuplaşmasının eskiden beri çok keskin olduğu bir kent olması nedeniyle bu senaryo için biçilmiş bir kaftandı.

Söz konusu güçler 2 Temmuz’da bu senaryolardan habersiz bir şekilde Pir Sultan Abdal’ı anma etkinliklerine katılmak için gelenlerin toplandığı Madımak Oteli’ni bir dizi provokasyonla yaktırarak emellerine ulaştılar. Beklendiği gibi, otelde bulunan çoğunluğu Alevi 37 kişinin yanarak ölmesi ve onlarca kişinin de yaralanması tüm Türkiye’de ve dünyanın başka ülkelerinde yaşayan Aleviler arasında büyük bir infial uyandırdı. Bu olayın ardından büyük protesto gösterileri yapılırken, bu katliam Aleviler için çok önemli bir milat oldu. Bu tarihten sonra Türkiye ve Avrupa’da Alevi örgütlenmelerinin sayısı çok kısa zamanda çığ gibi arttı. Đstenen olmuş, erken doğum gerçekleşmişti. Bu ani şokla ayağa kalkan Aleviler hızla birleşerek örgütlü bir güç haline dönüşme yoluna girmişti. Zaten orada toplanan kalabalığın Madımak Oteli’ni “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak!” sloganları eşliğinde yakması, Alevilerdeki kronik şeriat korkusunun kolaylıkla uyanmasına yetmişti.

Yanlış anlaşılmasın, Sivas katliamı olmasaydı da bir Alevi uyanışı yaşanacaktı. Ama bu uyanış daha yavaş, kendi doğal seyrinde ve belki de bugünkünden daha sağlıklı gelişecekti. Bir de Aleviler adına sahneye konan bu senaryolarda, Alevilerin uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, Sivas’ta 2 Temmuz 1993’teki etkinlikleri düzenleyenlerin de bir etkisi ve rolü olamazdı. Aziz Nesin ölümden son anda kurtulacağı, Nesimi Çimen, Hasret Gültekin, Asım Bezirci, Metin Altıok ve isimlerini burada sayamayacağımız yakılan diğer ünlü aydın, sanatçı ve yazar böyle bir filmde oynamayı niye kabul etsindi?

Evet, tarih ironi doludur. Bazı felaket, katliam ve savaşlar mağdurlarını Madımak’ta olduğu gibi güçlendirir ve bir araya getirir. Sivas olayları da ironik bir şekilde bugünkü güçlü Alevi örgütlenmesini yaratmıştır. Fakat gelinen noktada Alevilerin bu görece güçlü ve birlik konumu da söz konusu senaryoları yazan ve uygulayan aynı veya benzer bazı egemen çevrelerde büyük bir rahatsızlık oluşturmaktadır.

Đşte bu nedenle sivil toplum örgütü kılıklı Fethullahçılar’dan, devletten (derini ve açığı), hükümetten tutun da, Diyanet’ine ve bazı siyasi partiler ve üniversitelere kadar çok sayıda aktör Aleviler ve Aleviliğin içine el atmaktadır.

Lakin bunları biliyor ve her gün yeni bir oldubittiyle karşı karşıya kalıyoruz da, bu Aleviler dışındaki aktörlere veya Alevilere kendi kafalarına göre don biçmeye kalkışanlara servis veren bizzat Aleviler içindeki piyon, işbirlikçi, gönüllü veya maaşlı ajanları tam tespit edebilmiş değiliz.

Aslında son 15–20 yılda yaşananları iyi analiz ettiğimizde bunları tespit etmemiz pek zor değil. Geriye dönüp baktığımda benim en çok dikkatimi çeken, 1985 ile 2004 yılları arasında Alevilikle ilgili kitap yayınlayan yazarların ve Alevi önderi olarak görünen kişilerin bugün durdukları yerin çok farklı olmasıdır. Bu dönemde yazıp çizen, kamuoyuna Aleviliği anlatanların ve Alevi kanaat önderi olarak öne çıkanların neredeyse tamamı bugün Türkiye’de Alevi-Bektaşi Federasyonu (ABF), Avrupa’da da Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun (AABK) karşısındadır. Ayrıca istisnasız hepsi sağa, devletçiliğe ve milliyetçi-ulusalcı bir pozisyona savrulmuştur.

Cem Vakfı ve Prof. Dr. Đzzettin Doğan’ı zaten bu karşıtlığın dışında tutuyorum. Onlar bazı kısa dönemli yakınlaşmalar hariç hep ABF ve AABK’dan uzak durmaları bir yana,

Page 163: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

163

tercihlerini daha baştan sistemin istediği türden bir Alevilikten (Alevi Đslam) yana koydukları için oyunu açık oynuyorlar.

Benim sözüm adı geçen dönemde kitapları büyük satış rakamlarına ulaşan ve Alevilik araştırmacısı, teorisyeni olarak öne çıkan Rıza Zelyut, Cemal Şener, Đsmail Onarlı, Reha Çamuroğlu gibi önemli isimlere ve yaşasaydı bir de rahmetli Baki Öz’e ilişkin olacaktı. Bunlara Yrd. Doç. Dr. Ali Yaman ve babası emekli Din Kültürü ve Ahlak Dersi öğretmeni Mehmet Yaman’ı da katmak isterdim ama onların konumları üzerine halen bazı tereddütlerim bulunduğundan şimdilik bu şaibelilikleri kesinleşmiş isimlerin arasına katmak istemiyorum.

Öncelikle Cemal Şener’i ele alalım. 1990’lı yıllarda yayınlanan “Alevilik Olayı” kitabıyla milyonlara hitap etti. Sonra “Alevilerin Etnik Kimliği, Aleviler Kürt mü? Türk mü?” kitabını yazarak adeta Kürt’ten Alevi olamayacağını yazdı. Görüşleri büyük tartışmalar yaratan Şener, bugün devletçi-ulusalcı kimliğiyle Karaca Ahmet Sultan Derneği bünyesinde yayın faaliyetlerinde bulunuyor ve Alevilerin ana gövdesini temsil eden ABF ve AABK karşıtı açıklamalarıyla adı gündeme geliyor. Şener’in MHP’yi öven yazıları ve milliyetçilerle Alevileri barıştırma rolüne soyunduğu hatırlanırsa, gelecek seçimlerde bu partiden milletvekili adayı olması sürpriz olmasa gerek.

“Öz Kaynaklarına Göre Alevilik” kitabıyla zamanında fırtınalar estiren Rıza Zelyut ise bugün ağzını her açtığında Güneş Gazetesi’ndeki köşesinde olayları çarpıtarak, AABK ve Genel Başkanı Turgut Öker’e mesnetsiz iddialarla saldırıyor. AABK’nın Alevileri Türkiye’de azınlık kabul ettirmek için çalıştığını öne sürüyor, “Alevilik Đslam dışındadır” diyenlere hain damgasını vuruyor. Kendisi halen belli çevreler tarafından Alevi aydını sayılıyor ve Aleviler söz konusu olduğunda görüşlerine başvurulanların başında geliyor.

Soldan sağa, anarşizmden Aleviliğe dönüp durmaktan yolunu şaşıran Reha Çamuroğlu’ysa tam bir âlem! “Değişen Koşullarda Alevilik”, “Tarih Heterodoksi ve Babailer”, “Son Yeniçeri” ve Şah Hatayi’yi anlattığı tarihi romanı “Đsmail” gibi önemli kitapların yazarı olan Çamuroğlu ne yazık ki, bugün geçmişte yazdığı bu kitapların ruhuna aykırı bir rotada yol alıyor. En son Fethullahçılar’ın 13. Abant Platformu'nda sahne alarak yine her zamanki gibi AABK’yı diline dolamış. Türkiye'de Alevi sorunlarının çözülmesini istemeyen ve sürekli gerginlikten beslenen bir Alevi diasporasının oluştuğunu söyleyen çiçeği burnunda Fethullahçı Çamuroğlu, buna adres olarak AABK’yı göstererek şöyle buyurmuş: "Her geçen gün Anadolu Alevileri ile kendi aralarına mesafe koyuyorlar. Çünkü bunlar çatışmadan besleniyorlar. Diaspora Alevilerine Türkiye’nin huzurunu bozdurtmayız!"

Zaman Gazetesi’nde ara sıra çıkan yazılarıyla da Alevi örgütlerine AB fonlarından para aldıkları ve Alevileri AB’nin baskısıyla azınlık ilan ettirme peşinde koştukları gibisinden asılsız suçlamalar yönelten Çamuroğlu’nun önümüzdeki seçimlerde MHP veya AKP’den milletvekili adayı olması bekleniyor. Çamuroğlu 2002 seçimlerinde DYP’den aday olmuş ama seçilememişti.

Astsubay emeklisi Đsmail Onarlı ise “Alevilikte Cem ve Musahiplik Nedir?”, “Alevilikte Nevruz Nedir?” gibi didaktik kitapları yanında Karaca Ahmet Sultan Derneği internet sitesinde yazdığı milliyetçi makaleleriyle tanınıyor. O da Aleviliği sadece Türklere has bir inanç ve Đslam dairesinde görürken, bunun dışında düşünen herkesi ihanetle suçlayan yazılara imza atıyor. Onarlı’nın şimdilik politikaya atılma niyetinin olup olmadığını bilmiyoruz ama böyle bir durumda ilk gideceği adres ya CHP ya MHP olacaktır.

Alevilerin tarihiyle ilgili çok sayıda esere imza atan, ancak kitaplarında işlediği Türk milliyetçisi, Atatürk ve cumhuriyetin Aleviler üzerindeki rolünü aşırı abartan görüşleri nedeniyle, bugün Alevilikle ilgili çok sayıda yanlış tarihi değerlendirme ve kafa karışıklığının ortaya çıkmasına zemin hazırlayanlardan birisi olan, 2002 yılında vefat eden Baki Öz’e ilişkin anısına saygımdan dolayı fazla bir şey söylemek istemiyorum.

Kuşkusuz başkaları da bu listeye eklenebilir ama özellikle yukarda adını anmak zorunda kaldığımız araştırmacı yazarların son 15–20 yılda gelişen Alevilikle ilgili faaliyetlerde doğal saiklerle ortaya çıktıklarını düşünmüyorum. En azından başlangıçta böyle olsa bile belli bir aşamadan sonra kendi istedikleri türden bir Alevi hareketi ve Alevilik anlayışı oluşturmak

Page 164: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

164

isteyen egemen çevrelerin hizmetine girdiklerini ifade etmekte bir sakınca görmüyorum. Çünkü dikkat edin bu isimlerden biri de hiç risk üstlenmiyor. Kritik durumlarda onları ortalıkta göremezsiniz. Aralarından Sivas katliamını anma törenlerine hiç katılan olmadığı gibi, yıldönümlerinde de bir kınama yazısı bile yazmazlar. Hâlbuki bu katliamın kurbanlarını anmak aslında Alevilik davasında kimin samimi kimin belli güçlerin hizmetinde olduğunun tespitinde bir turnusol kâğıdı gibidir. Sivas katliamına karşı takınılacak tavırdaki tutarlılık ve unutulmamasında ısrar bilhassa Alevi önde gelenleri için adeta bir namus davası ve sınavdır.

Yine çok enteresandır, bu isimlerden hiçbiri 1993’te Aleviler arasında en çok tanınan ve onlara görüşleriyle önemli ölçüde yön veren kişiler olduğu halde, Sivas’taki etkinliklere de katılmamıştır. Yoksa kulaklarına, “Orada çok vahim olaylar meydana gelecek. Aman katılmayın. Ne olur ne olmaz siz de arada ölebilirsiniz. Daha bize çok lazımsınız!” diye fısıldanmış mıdır? Hiçte akla uzak bir ihtimal değil! Zira ben ne Cemal Şener, ne Rıza Zelyut, ne de Reha Çamuroğlu’nun Sivas’a katliamdan sonra bir kez olsun bile gittiklerini duymadığım gibi, bu konuyla ilgili sorular sordukları ve sorumluların ortaya çıkarılmasını istedikleri bir yazılarına da rastlamadım. Onları Sivas Davası duruşmaları sırasında da ortalıkta hiç görmedim. Gören varsa bildirsin, hepsinden özür dilemeye hazırım.

Sonuç olarak burada gündeme getirdiğim iddialar belki benim evhamlarım hatta komplo teorisi olabilir ama bu isimlerin bugün geldikleri noktada ana Alevi kitle adına hiçte olumlu söz ve davranışlar içinde olduklarını söyleyemeyiz. Ağızlarını açtıklarında her şeyin sorumlusu olarak ya solcuları suçluyorlar, ya Aleviler içinde farklı görüşleri savunanları hainlikle, ateistlikle itham ediyorlar ya da Alevilerin çatısı altında toplandıkları en büyük örgütlenmelere çamur atmayı tercih ediyorlar. Kime hizmet ettikleri böylelikle resmen açığa çıkıyor. Lafı dolandırmanın gereği yok. Listelediğimiz bu şahısların aksini ispat etmedikleri takdirde Türkiye’deki belli güçlerin Aleviler arasındaki ajanları, dezinformatörleri ve kafa karıştırıcıları olduğu tescillenmiştir. Aleviler bunları artık tanımalı, yazıp çizdikleri ve konuştuklarına itibar etmemeli ve içlerine sokulmalarına engel olmalıdırlar.

Bakınız, bunların daha hiç sağ partileri, devletin milliyetçi ve ayrımcı politikalarını eleştirdiklerini ve muhalif bir çıkışlarını görmedik. Ne güzel, hiç risk almadan, etliye sütlüye karışmadan sığ sularda yüzerek Alevi yazarı, araştırmacısı ve aydını olarak piyasada endam etmeyi marifet biliyorlar. Bu da şunu akla getiriyor; 1990’lı yılların başında egemen çevrelerin kendi hesaplarınca kendi kontrollerinde bir Alevi hareketine ihtiyaç ortaya çıktı. Bunu yaratmak için Aleviler içinden eli kalem tutan, kamuoyu yaratabilecek, sözü dinlenen ve dikkat çekmeyecek isimlere gerek duyuldu. Onların kitap, makale yazması ve araştırma yapması teşvik edilerek, kısa zamanda ünlü olmalarına yardım edecek bir ortam en ince ayrıntısına kadar dizayn edildi.

Bu kişiler de tamamen siparişi veren malum çevrelerin istemlerine uygun formatta, Alevilerin Türklüğüne özel vurgu yapan, özellikle cumhuriyeti seven, Atatürk’ü Hz. Ali’nin donunda yeniden bedenlenmiş bir kurtarıcı olarak gösteren, Đslam içinde bir Alevi anlayışının tarihi tahrif ederek altını çizen kitaplar, makalelerle ve görsel medyadaki konuşmalarıyla öne çıktılar.

Bugün Aleviler eğer Alevilikte Türklük, Kürtlük gibisinden etnik kimlik arayarak zaman ve enerji kaybediliyorsa; Aleviliğin Đslam’ın neresinde olduğu cinsinden yine çok gereksiz ve hep kesin cevapsız kalmaya mahkûm konuları tartışarak ömür tüketiyor ve bu nedenle kendi içlerinde bölünüp parçalanıyorsa, tüm bunların en büyük sorumlularının başında bu kalemler bulunuyor. Nitekim bugün bu tartışmaları yapan ve bir kafa karışıklığı yaşayan Aleviler, Aleviliği büyük oranda bu yazarlardan öğrendi.

Ayrıca bu yazarlar yukarıdaki türden beyin yıkayıcı ve yanlış bilgilendirici kitapları piyasaya sürerek, özüne ve kökenlerine sadık bir Alevilik anlayışı ve tartışmasının ortaya çıkmasını geciktirdiler. Daha yeni yeni bağımsız yayınlar ortaya çıkıyor. Bir de internet gibi bir nimet devreye girdi de, nihayet Aleviler bunların kitaplarında bahsettiğinin dışında farklı bir Alevilik bulunduğunu öğrendi. Dikkatinizi çektiyse, bu tür yayınlara ve farklı Alevilik tanımlarına en büyük tepkiyi gösterenler de, hep bu ve benzer isimler oluyor.

Page 165: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

165

Peki, niye böyle oluyor? Nedeni gayet açık: Bu isimler malum çevrelerin talepleri doğrultusunda belli bir

misyonla yola çıkmıştı ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Beklentileri, isteneni yapacak kontrollü bir Alevi hareketi yaratmaktı. Aleviler üzerinde toplum mühendisliği icra edilecekti.

Lakin işin içine internet ve diğer kitle iletişim araçlarının hızla gelişmesi girdi. Avrupa ülkelerinde oluşan Alevi hareketine pek etki ve doğrudan müdahale edilemedi. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin ciddi bir ihtimal olarak belirmesiyle AB’nin de oyuna dâhil olması yanında bu hedefe yönelik demokratik reform sürecinin hızlanması, daha başka açık ve gizli faktörlerin devreye girmesi sonucu hesaplar bozuldu. Açıkçası 1990’lı yıllarda yapılan planlar 2000’li yıllarda tam tutmamıştı ve istenen neticeyi vermemişti.

Đşte söz konusu egemen çevreler ve bu yazarların bağımsız ve demokratik Alevi hareketine bütün öfkesi bundan kaynaklanıyor. ABF ve AABK’yı kendi saflarına çekmek için yaptıkları darbe ve müdahale girişimleri de hep sonuçsuz kalıyor. Sürekli kontrollerinde tutmak istedikleri Alevileri bir türlü tam emir komuta altına alamadılar ve alamayacaklar da artık. Kendilerine biat etmiş sözde Alevi örgütlerineyse fazla itibar eden Alevi yok.

Fakat henüz maçın bitiş düdüğü çalınmadı. Şüphesiz bu cephe bugüne kadar çok önemli kazanımlarının da olduğu bu mücadeleye sonuna kadar devam edecek. O nedenle herkes gözünü açmalı. Bağımsız, orijinine sadık, ülkemizde demokratik değerleri yerleştirme yanlısı Alevi örgütleri ve tek tek Alevi fertler de mücadeleyi elden bırakmamalı. Şurası çok açık: Bir yol ayrımına gelindi. Ak koyun, kara koyun belli oluyor. Manzara netleşiyor, artık kim Alevi dostu kim düşmanı tek tek seçilebiliyor burada rollerini deşifre ettiğimiz Alevi yazarlarda olduğu gibi…

Son dönemde daha da uyanık olunmalı. Zira Aleviler üzerindeki hesap ve oyunların daha da belirginleşeceği cumhurbaşkanlığı ve genel seçim sürecine çoktan girildi. Bu dönemde atılacak adımlarda ortaya koyduğumuz bu verilerin düzenlenecek geniş katılımlı toplantılarla daha etraflı analiz edilmesi büyük faydalar getirecektir. Aksi takdirde Aleviler üzerinde iğrenç hesaplar yapanlar, bizleri içimizden kolaylıkla devşirdikleri müttefikleriyle birlikte gafil avlayacaklardır. Çünkü onlar çok güçlüler ve her türlü iktidar ellerinde. Buna karşılık bizler de hepten çulsuz ve yalın ayak değiliz. Bizim de mevcut güç ve enerjimizi tek bir yöne kanalize etmemiz hayati bir öneme sahiptir.

Söylemesi bizden, bunları kendi değerlendirme ve verilerini de ekleyerek hayata geçirmek Alevi örgütlerindeki önder sorumluluğunu taşıyanlarındır!

Bad Nauheim, 20 Mart 2007

Page 166: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

166

ALEV Đ - SOL ĐLĐŞKĐSĐ ĐYĐ BĐR TAMĐRE MUHTAÇ Öncelikle söylemem gereken şey, sol artık dini gerçek niteliğiyle kavramaya başlamalı,

dine yaklaşımında 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında geçerli olan vülger marksist ve bilimi fetiş haline getiren pozitivist anlayışı terk etmelidir. Çünkü bu iki anlayışın dine sorunlu yaklaşımı hem teorik olarak aşılmış, hem de yaşanan tarih ve hayatın praksisinde yanlışlanmıştır. Her şeyden evvel bu iki anlayışın bilimci öngörüleri doğru çıkmamış; insanlık bilimin gelişmesiyle dinden büyük ölçüde uzaklaşmadığı gibi, aksine son 50 yıldır dünya genelinde dinsel bir yeniden canlanış ve uyanıştan bahsedebiliriz. Bu durum Batı Avrupa’da farklı bir seyir izlese de, başta Türkiye olmak üzere halkı Müslüman ülkelerde ve ABD gibi Hıristiyan memleketlerde çok belirgin bir dinselleşme yaşanmaktadır. Bu sürecin yönünün değişmeyeceğini dünya çapında yapılan tüm araştırmalar ortaya koyduğundan dolayı, solun da kendi gelecek projeksiyonlarını bu nesnel gerçeğe göre şekillendirmesi bir zorunluluktur. Türkiye özeline gelirsek, malum iktidarda Đslamcı bir hükümet var. Toplumda da dinselleşme ve muhafazakârlaşma en üst seviyeye çıkmış haldedir. Sünni-Müslüman cephede baş gösteren bu gelişmeye paralel ve karşıt bir dinselleşme de Aleviler arasında yaşanıyor. Hemen altını çizelim; Sünni Müslüman dünyada yaşanan bu yeniden dinselleşme ve uyanış dışlayıcı, özümseyici ve anti-laik bir yapı taşırken, Alevilerde durum tersinedir. Alevilerin talepleri Türkiye’de hiçbir dini ve etnik gruba ayrım yapılmaması yönünde şekillendiğinden eşitlikçi, barışçı ve laik karakterdedir. O nedenle sapla samanı birbirine karıştırmamak gerekiyor. Alevi-sol ilişkisine gelirsek, Aleviler Türkiye tarihinde genelde sol partilerin doğal müttefiki oldular. Bu müttefiklik tesadüfî değildi elbette. Araştırmacı-Yazar Mehmet Bayrak’ın gizli belgelere dayanarak yazdığı “Ortaçağ’dan Modern Çağ’a Alevilik” kitabında çok iyi vurguladığı gibi, devlet elitleri Alevilerin sol ve pre-komünist eğilimli olduklarını daha 30-40’lı yıllardan itibaren biliyorlardı. Bu kitaba göre, Atatürk ve Đsmet Đnönü dönemlerinde doğrudan hükümetin emriyle doğu illerinde etnik ve dinsel yapıyla ilgili alan araştırmaları yürüten Prof. Dr. Hasan Reşit Tankut, hazırladığı raporlarda Alevilerin bu eğilimlerini tespit etmiş ve devletin bilgisine sunmuştu. Prof. Tankut, Aleviliğin komünün dini olduğunu ve dolayısıyla sınıfsız bir toplumsal yapılarının bulunduğunu belirttiği raporlarında, devleti uyarmış; bu yapıdan dolayı Alevilerin ilerde gelişecek sol, sosyalist ve komünist hareketlere doğal olarak büyük bir eğilim gösterebileceklerini ısrarla vurgulamıştır. Nitekim bu öngörüler doğru çıkmış, Aleviler 1950’de çok partili yaşama geçildikten kısa bir süre sonra sol parti ve örgütlerin en önde gelen müttefikleri, oy veren tabanları olmuşlar. Sol eylem ve faaliyetlere kitlesel katılımlarla dikkat çekerlerken, birçokları bazı sol örgütlerin lider kadrolarında ön saflarda yer almışlardır.

Ancak Aleviler solla olan bu doğal ittifakın ve verdikleri desteğin bedelini, ABD ve NATO’nun soğuk savaş döneminde Türkiye devleti üzerinde solun önünü kestirmek, komünizm tehlikesini önlemek adına yaptığı baskılardan dolayı çok ağır ödemişlerdir. ABD destekli devlet ve sivil faşist güçlerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri 1980 öncesi Sivas, Çorum, Maraş ve Malatya katliamları, 12 Eylül sonrası korkunç baskılar, hapishanelerdeki işkenceler ve hızla uygulamaya konan asimilasyon politikaları hep Alevilerin solun en belirgin tabanı olmasıyla ilintilidir. Onların solla bağlarını kesmeleri için verilen kanlı gözdağı verme girişimleridir.

Soğuk savaş döneminin en ağır faturası Alevilere ödetilmiştir denilebilir. Unutulmasın ki, Türkiye’de sola tek kitlesel destek Alevilerden gelmiştir. Sol, Sünni-Müslüman kesimlerde kendine sıfırdan başlayarak yeni bir taban yaratmak zorundayken, Aleviler arasında bu tabanı hazır bulmuştur.

Son yıllardaysa Alevilerin sola güveni giderek azalmış ve bitme noktasına gelmiştir. Bu soğuma iki yönlüdür. Birincisi Türkiye’de sol adına ortaya çıkan CHP ve DSP gibi partiler hakiki anlamda sol olamadıkları gibi, kendilerine buna rağmen seçeneksizlikten destek veren Aleviler de en büyük katliam ve acıları CHP, SHP ve DSP’nin iktidar dönemlerinde

Page 167: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

167

yaşamışlardır. Malum Maraş, Çorum, Malatya, Đkinci Sivas katliamı ve Gazi Mahallesi olayları hep solun başta bulunduğu zamanlarda meydana geldiği gibi, bunların sorumlularını da bu hükümetler yeterince takibe alıp hak ettikleri cezalara çarptırma yoluna gitmemişlerdir.

Alevi toplumundaysa son 50-60 yılda bir ekonomik sınıflaşma yaşanmış, 12 Eylül sonrasındaysa bu toplumsal farklılaşma daha da hızlanmıştır. Bu sürece bütün diğer toplum kesimlerinde etkisi görüldüğü üzere, bireycilik, apolitikleşme ve gemisini kurtaran kaptan anlayışı yanında Turgut Özal’ın liberal ekonomi politikalarının dominant baskısıyla köşe dönmeciliğe dayalı kapitalistleşme eşlik etmiştir. Toplumsal dokudaki bu köklü değişim haliyle Alevileri de derinden etkilerken, daha önceki süreçlerde blok halinde oy kullanan ve tercihini soldan yana yapan bu yapı büyük ölçüde dağılma aşamasına gelmiştir.

Ama tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen henüz ana Alevi kitle soldan ümidini tamamen kesmiş değildir. Bu aşamada sola düşen yaşanan güven bunalımını aşmak, hataları tamir etmek, Alevilere tekrar güven vermek yanında, hakiki solla sol karikatürleri arasındaki farkı hem anlatması hem de bunu politikalarında yaşama geçirerek göstermesi gerekir.

Ayrıca sol Aleviliğe ve Alevilere klasik din ve inançlara yaklaştığı biçimde yaklaşmayı terk etmelidir. Çünkü sol son 20 yılda gelişen inanç temelli Alevi örgütlenmesini kendine rakip olarak görmüş, “Din gericiliktir. Alevilikte bir inanç ise o halde Alevilikte gericiliktir” mantığıyla hareket etmiştir. Hâlbuki Alevilik Đslam ve Hıristiyanlık gibi klasik din ve inançlar kategorisinde değerlendirilemez. Bu dinler sınıflı, efendili-köleli, devletli-hapishaneli ve eşitsiz bir toplumsal yapının dinleriyken ve de ortaya çıktıkları dönemden bugüne kadarki tarihlerinin büyük bölümünü iktidarda geçirdiklerinden Alevilikle kesinlikle kıyaslanamazlar. Oysa Alevilik tarihi boyunca hiçbir zaman iktidar dini ve inancı olmadığı gibi, hep muhalif kalmış; uygarlığa geçmemiş, yazıyı, devleti, sınıflı toplumu, eşitsizliği bilmeyen komünün (ortakçı toplum) üstyapısı olmuştur. Bu nedenle solun Aleviliğe gericiliktir diye bakması vülger marksizm ve pozitivizmin çarpık bakışını yansıtır ve kökten yanlıştır.

Aleviler daha 50-60 yıl öncesine kadar büyük ölçüde komünü yaşayan bir toplumun üyeleri olarak, yüzyıllardır uygarlığın içinde yaşadıklarından dolayı yozlaşmış; eşitsizliği, adaletsizliği değişmez bir veriymiş, kadermiş gibi içselleştirmiş diğer toplum kesimlerine göre, bu dönemin anıları henüz taze olduğundan Türkiye’de sol düşüncenin sınıfsız-devletsiz toplumu kurma nihai hedefine koşmasına, harekete geçmeleri için büyük zahmetlere katlanmadan eşlik edebilecek hala tek kitledir. Solla doğal müttefiklik ortaya koyduğumuz bu tespitlere göre henüz menzil dışına çıkmış değildir. Sol sadece şu anda Alevi kitledeki bu kinetik enerjiyi açığa çıkarmayı becerebilmelidir. Tabii ki bizim burada kastettiğimiz sol, sosyalist ve gerçek anlamıyla sosyal demokratik soldur. Böyle bir sol da elbette son dönemde faşist eğilimler gösteren CHP’yi ve yine milliyetçi tonları fazla olan DSP’yi kapsamaz.

Ayrıca sol Alevilerin aslında çok mütevazı olan taleplerini sahiplenmelidir. Bu önemlidir. Eğer sol bu taleplere sahip çıkmaz, devletin Türk-Müslüman-Sünni yaklaşımını aynen benimseyerek, bu yapıya hiçbir itiraz getirmeden yoluna devam ederse, Aleviler arasında sorunlarının sahiplenilmemesi nedeniyle ortaya çıkan öfkenin etkisiyle artan Alevi partisi kurma istekleri gerçeğe dönüşür. Bu da zaten zayıf olan Türkiye sol tabanını temelli dibe vurduracak büyük bir deprem demektir.

Bad Nauheim, 24 Şubat 2007

Page 168: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

168

CUMHURĐYET DÖNEMĐ ALEV Đ-DEVLET ĐLĐŞKĐLERĐNDE GÖZDEN KAÇAN BOYUTLAR Nasıl ki size dost olmayan bir kişi mutlaka düşmanınız değilse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti de Alevilik ve Alevilerin düşmanı olmasa bile pek dostu da sayılamaz. Şüphesiz bu ifade çok iddialı ve pervasız gibi dursa da, birkaç dakika bunun üzerinde düşünen en sıradan bir kişi bile böyle bir önermenin çok da yersiz olmadığı gerçeğini hemen teslim eder. Zira devleti kendine dost olan Aleviler gibi büyük bir topluluğun hal-i pürmelâli bugünkü gibi olmazdı.

Tabii ki devlet deyince tek vücut düşünen ve davranan bir bütün anlaşılmasın. Devlet tüzel bir kişiliktir ve bileşenleri o ülke içindeki çok çeşitli menfaat grupları, sınıf ve zümrelerden oluşur. Buradan hareketle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana devlet erki içinde yer almış Alevi-Bektaşi bir unsur, bir odak hiç var olmadığı gibi, geçmişte ve bugün sivil ve askeri iktidarı paylaşan gruplardan birinin bile olsa Alevileri dikkate almadığı genellemesini yapmak için ortada hiçbir engel bulunamaz. En fazla şu denilebilir: Devlet ya düşmanca tanımlanabilecek şekilde icraatlara imza atmış veya böyle olmadığı zamanlarda da tavrı derin bir sessizlik ve ilgisizliğin ötesine pek geçememiştir.

Nedir Alevilerin mevcut durum ve konumu? Tek kelimeyle Türkiye’de Alevilerin durduğu yer tam bir paryaya benzer. Parya bir toplumun en alttaki kesimini tarif etmek için kullanılır. Ülkemizde eşit vatandaş olduğu dillerden düşürülmese de, bir Alevi hep ezilir. Đnancı yüzünden istediği yerlere gelemez, aşağılanır, hor görülür vs. Bunları sağır sultan bile duydu.

Burada ezilmişlik ve mazlumluk edebiyatı yaptığımız sanılmasın. Türkiye’de Alevilerin karşı karşıya kaldıkları ayrımcılıkları yazmaya kalksak ciltler dolusu kitap çıkar ortaya. Bu kitaplar da, edebiyat kategorisinde değil ancak gerçekçilik veya tragedya şaheseri olarak değerlendirilir. Çünkü yazılanlar en ufak bir abartıya yer vermeden yaşananların sadece bir fotoğrafıdır da ondan.

Evet, söylemeye dilim varmıyor ama Aleviler için Türkiye Cumhuriyeti’nin 83 yıllık tarihi de Osmanlı döneminden pek dostane ve parlak geçmemiştir. Aleviler Kurtuluş Savaşı’na, Cumhuriyet’e, Atatürk ilke ve inkılâplarına en büyük desteği vermişlerdir ama bunun karşılığı olarak hemen hemen hiçbir şey alamamışlardır.

Şöyle bir benzetme yapabiliriz; Aleviler sayılan destekleri belki büyük ikramiye kazanacağız umuduyla vermişlerdir ama çekilişten paylarına sadece teselli ikramiyesi çıkmıştır. Osmanlı’da hep kaybeden Aleviler Cumhuriyet’le en azından teselli armağanıyla biraz rahatlamışlardır o kadar. Đşte bugün hâlâ Atatürk ve Cumhuriyet’e en çok sahip çıkanların başında Aleviler geliyorsa, nedeni bu armağandır ve ne yazık ki bu avunma durumu komik olmaya başlamıştır. Çünkü tamam Türkiye’de herkes eşittir ama bir de eşitler içinde eşitler vardır. Bu “daha eşitler” 83 yıldır hem büyük ikramiyeyi hem de teselli armağanlarını hepten kazanmaya devam etmektedir. Alevilere artık bir daha teselli armağanı bile çıkmamaktadır.

Mevcut eşitsiz durumun bir sorumlusu varsa ki, vardır, bu Türkiye Cumhuriyeti’dir. Çünkü Türkiye’de devlet topyekûn sistemi ve uygulamalarıyla taraftır. Kime taraftır? Türk-Müslüman-Sünni olana taraftır. Kime veya kimlere karşıdır? Türk-Müslüman-Sünni olmayan her kişi ve topluluğa karşıdır. Bu üç ögeden birine bile sahip olmayanlar sürekli bir tehdit kaynağı olarak algılanmış ve kendilerine rahat yüzü gösterilmemiştir. Ufukta resmi kimlik tanımı dışındaki unsurlara bakışın iyileşme yönünde değişeceğine dair cılız da olsa bir umut ışığı yoktur.

ATATÜRK’Ü HAKKIYLA TANIYOR MUYUZ? Peki, bu süreç kesintisiz mi hep böyle olmuştur yoksa son 50–60 yılda mı bu hale

gelmiştir? Sorunun cevabı gayet net ve açıktır. Cumhuriyet’in Alevilere karşı tavrı ta kuruluşundan başlayarak hep olumsuzdur ve bu yapı günümüze kadar da yumuşayacağına yıllar geçtikçe daha da sertleşmiştir.

Bakınız daha Cumhuriyet’in ilanının üzerinden 2 yıl bile geçmeden 1924 yılında Tekke ve Zaviyeler kapatılmış, Şeyhülislamlık ve Şer’iye ve Evkaf Vekâleti (Şeriat ve Vakıflar

Page 169: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

169

Bakanlığı) kaldırılmış ve bunların yerine Diyanet Đşleri Başkanlığı (DĐB) kurulmuştur. Bu kuruluş bizzat Atatürk’ün emriyle Hanefi-Maturidi mezhebini esas almak üzere organize edilmiş ve daha baştan diğer Đslam mezhepleriyle birlikte Alevilik de dışlanmış ve yok sayılmıştır. Yani bugünkü Diyanet'in var oluşunun en büyük müsebbibi maalesef Alevilerin zaman zaman övgüde ve sevgide aşırıya gittikleri Atatürk’tür.

Tarihi kişilikleri kendi tarihi şartları içerisinde değerlendirmek gerekiyor. Bunu yapmak ve söz konusu kişileri tarihteki gerçek yerlerine oturtmaya çalışmak böylesi şahsiyetlerin büyüklüğüne en küçük bir zarar vermez. Bizim de Atatürk ve Alevi-Bektaşi ilişkileri konusunda fetişleştirmeden ve tabulardan uzak bir resim elde etmeye çalışmamız da elbette Atatürk’ün tarih içinde kapladığı çok önemli ve büyük yeri azaltmaz. Kuşkusuz Atatürk de bir insandır ve aynı zamanda bir siyaset dehasıdır. Herkesin malumu siyaset konjonktürel bir şeydir ve daha çok bugünü kurtarmaya yöneliktir. Siyaset tabiatı icabı sonucu uzun vadede alınacak yatırımlar yapmaz, somut sorunlara somut çözümler bulma sanatıdır. Siyasette öncelikler ve aciliyetler vardır. Đşte bu nedenle Atatürk de zaman zaman siyaseten isabetli kararlar aldığı gibi, bazen de Diyanet’i kurmak türünden günümüzde çok net ortaya çıktığı üzere hatalı karar ve icraatlara imza atmıştır. Bu gerçeği herkesin hiçbir komplekse kapılmadan kabul etmesi gerekir.

Bir parantez açarak hemen belirtelim; Atatürk’ün yaptığı devrimler ve hayata geçirdiği bazı uygulamalar kuşkusuz çok önemlidir. Bunlardan ülkemizdeki diğer topluluklar gibi Aleviler de yararlanmışlar ve yararlanmaya devam etmektedirler. Onun bizlere bıraktığı mirasın olumlu yönlerini korumak ve daha da ileriye taşımak herkesin vazifesidir. Örneğin laiklik buna iyi bir örnektir. Bugün kolu kanadı kırılarak sözde bir ilke halini aldı sayılır. Hem de yine rejimi emanet ettiği ordu gözetiminde! O sebeple laikliğin demokratik, özgürlükçü ve çağdaş bir içerik kazandırılarak moda deyimle özde hale getirilmesi çok hayati bir önemdedir. Bu mirasın elbette kötü veya en azından zamanla yarardan çok zarar getiren bölümleri de vardır. Söz gelişi Atatürk’ün Diyanet gibi bir kurum oluşturması bu kapsamdadır. Diyanet neden bir hata idi ve büyük özenle kurduğu bu teşkilat ileri vadede onun mirasına nasıl düşman hale geldi?

Her şeyden önce her kurucu lider gibi Atatürk’ün de Cumhuriyet’in ilanı sonrasında yeni devleti yönetebilmek, yapacağı devrimleri oturtabilmek için belli sınıflara dayanması zorunluydu. Yoksa yeni devlet kurulduğu gibi batabilirdi de! Lakin Atatürk devrimlerine dayanak olabilecek güçlü bir sınıf bulmakta şanssızdı. Ortada doğru dürüst bir burjuvazi (işveren sınıfı) yoktu. Osmanlı döneminin kendi burjuvasını yaratmış olan gayri müslim unsurları (Ermeniler ve Rumlar) ya tehcir (zorunlu göç), ya katliam veya mübadele (nüfus değişimi) yoluyla ülkeyi terk etmişti. Geriye kala kala 1915’lerde ülkedeki toplam sanayi ve ticaret sermayesinin ancak yüzde 15-20’sini oluşturan çok cılız bir Müslüman burjuvazi ile feodal toprak ağaları ve Anadolu’da eşraf denilen tefeci-bezirgân sermaye yani Ortaçağ artığı “hacıağalar” kalmıştı.

Ne yapsın Atatürk bu durumda? Kime dayansın? Yapacağı devrimler bilindiği gibi burjuva içerikli ama bunları yerleştirme sürecinde dayanak olacak, taşıyıcı rolü oynayacak güçlü bir burjuvazi yok. Orduya güveniyor ama her şeyi de asker baskısıyla yerleştiremezdi ya! Halk içinde de dayanakların olması gerekiyordu.

CUMHURĐYET GERĐCĐ GÜÇLERE TESL ĐM MĐ OLUYOR? Đşte bu durumda Atatürk çaresizce aslında hiçte hoşlanmadığı feodal toprak ağaları ve

tüccar hacıağalara dayanmaya mahkûm oldu. Yukarıdan aşağıya gerçekleştirilen devrimlerin kaderidir bu. Yapacağınız devrimlere halk hazır olmadığından büyük tepki gösterir ve kabul etmez. O noktada bu tepkileri yatıştıracak veya başka bir yöne kanalize edecek aktörlere ihtiyacınız doğar. Bunlarsa halk üzerinde büyük hâkimiyeti olan sözünü ettiğimiz büyük toprak ağaları ve eşraftır. Bu aktörler kapitalizm öncesi dönemin artıkları olduğundan yine bu dönemin üstyapısı olan dine dayanırlar. Halk zaten her alanda dinin etkisi altındadır. Ulus bilinci gelişmemiştir. Bir ayaklanma durumunda bunları kim dizginler? Tabiî ki ekonomik güçleri dolayısıyla din adamlarını da yönlendirecek güçte olan toprak ağası ve eşraftır bu

Page 170: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

170

güçler. Burada ortaya üçlü bir ittifak çıkar. Hocalar bu ortaklıkta yoktur gibi gözükürler ama halkı din yoluyla dizginleme ve kontrol altında tutmada toprak ağası ve eşrafa en büyük ideolojik ve propaganda desteğini onlar verirler.

Anlaşılacağı üzere Atatürk kurduğu devleti ayakta tutmak ve yaptığı devrimleri benimsetmek için işte bu aslında tarihen geri ve miadını doldurmuş sınıflara dayanmak zorundaydı. Ancak bu sınıflar çok mahir ve tecrübelidir. Birinin tarihi insanlığın ilk özel mülkiyeti tanımasına, diğerinin de ticaretin keşfine kadar gider. En az 6–7 bin yaşındadır bu ikili. Din adamlarının tarihiyse keza daha eskidir. Buna karşılık Atatürk’ün dayandığı burjuva-kapitalizminin geçmişiyse o tarihte Avrupa’da 400 yıl, bizdeyse topu topu 70–80 yıl geriye gider. O halde “el mi yaman bey mi yamandır?”

Atatürk’ün emrinde bir ordusu ve yeni kazanılmış Kurtuluş Savaşı’nın büyük prestiji varsa, onların da arkasında iliklerine kadar sömürdükleri, mideleri yanında kafalarını da din yoluyla büyük ölçüde kontrol ettikleri yüzde yüze yakını cahil koca bir halk vardır. Ne yaparlar bunlar? Cumhuriyet’e pek işlerine gelmese de devletsiz özel mülkiyet ile ticaret ve sömürü olamayacağı ve yürümeyeceğinden kerhen destek sunarlar. Fakat bu destek karşılıksız değildir. Ne demek istediğimizi anlamak için Birinci ve Đkinci Meclis’in (TBMM) milletvekili kompozisyonuna bakmak yeterlidir. Örneğin TBMM’de en çok sesi çıkanlar arasında Eskişehir’de sahibi olduğu topraklarda 7 tren istasyonu bulunan Emin Bey (Sazak), Çukurova’da büyük toprakları olan Damar Arıkoğlu, Van’dan büyük toprak sahibi Arvas’ları ve en ünlüleri Aydın’da büyük bir çiftliği bulunan daha sonra başbakan olacak ve 1961’de asılacak Adnan Menderes’i sayabiliriz. Aynı kişiler ve benzerlerinin Atatürk’ün çıkarmak isteyipte tam başaramadığı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yani Toprak Reformu’na en büyük muhalefeti göstermeleri de daha anlaşılır hale gelir. Benzer şekilde CHP’den artık her istediklerini alamayacak hale geldiklerini görünce 1946’da partiden koparak Demokrat Parti’yi (DP) kurmalarının sırrı da iyice netleşir. Keza din adamları ve tüccarlar da özellikle Birinci Meclis’te önemli bir sayı oluştururlar. TBMM’de bulunan her kesim gibi bunlar da yeni rejimi kendi sınıf ve zümre çıkarlarına göre şekillendirmek için canla başla çalışmaktadır. Yalnız bu kesimleri sadece TBMM içinde aramak insanı yanıltır. Meclistekilerin dışta da önemli müttefikleri vardır.

DĐYANET ÇANKAYA KÖ ŞKÜ ARAZ ĐSĐNE KARŞILIK B ĐR RÜŞVET MĐDĐR? Söz konusu şahsiyetlere en ilginç ve güzel örnek Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi’dir.

1934’de çıkan kanunla Börekçi soyadı verilen Rıfat Efendi, Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara Müftüsü ve aynı zamanda Ankara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı’dır. Börekçi o zamanlar henüz Atatürk soyadını almamış Mustafa Kemal ile daha 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ilk geldiğinde tanışmıştı ve onu karşılayan eşraf arasındaydı. Dikkat ediniz, Rıfat Börekçi adındaki „zade“ ekinden de anlaşılacağı gibi hem din adamı hem de eşraftan yani tüccar ailelerinden birine mensuptu.

Rıfat Börekçi’nin Kurtuluş Savaşı sırasında padişah yanlısı Đstanbul Hükümeti’nin Şeyhülislam’ı yine eşraf kökenli Dürrizade Abdullah Efendi’ye Mustafa Kemal’in yakalandığı yerde idamı talebiyle yayınlattığı fetvaya karşılık onu savunan bir fetva ile Anadolu’da verdiği mücadelede meşruiyet kazanmasında büyük yardımının dokunduğunu biliyorduk. Lakin 25 Mart 2007 tarihli Hürriyet’te araştırmacı-yazar Soner Yalçın’ın „Çankaya Köşkü’nün ilk sahibi Ermeni’ydi“ başlıklı makalesiyle Börekçi’nin bugünkü Çankaya Köşkü’nün bulunduğu araziyi içindeki bağ eviyle birlikte Bulgurluzade Tevfik Efendi’den hemşehrilerinden topladığı 4 bin 500 liraya satın alarak Mustafa Kemal’e bağışladığını da öğrenmiş olduk. Yıl 1921. Cumhuriyet ilan edilmemiştir. Mustafa Kemal henüz TBMM Başkanı ve Kurtuluş Savaşı devam ettiğinden başkomutandır ama sonuçta Ankara’da en güçlü otoritedir. O tüccar ve din adamı kesiminin karşılıksız bir şey vermeyeceğini sezmiş olmalı ki, bu bağışı şahsı adına kabul etmez. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kayıt ettirir ve Kasapyan Bağevi olarak bilinen bu yere kendisi de kiracı olarak girer. Çünkü Ankara o zamanlar çok küçük bir şehirdir. Doğru dürüst bir otel ve han yoktur. Milli Mücadele’ye katılmak için Ankara’ya gelenler kalacak yer sıkıntısı çekmektedir.

Page 171: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

171

Oysa “Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu” diye boşuna dememişler. Rıfat Börekçi Mustafa Kemal’e iki çok önemli sorunu çözmesinde büyük yardım etmiştir. Zamanla bu iyiliklere karşılık verme sırası Mustafa Kemal’e gelir. Aradan 3 yıl geçer. Cumhuriyet ilan edilir. Ardından 3 Mart 1924’de Şeyhülislamlık, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılınca yerine Başbakanlığa bağlı o zamanki adıyla Diyanet Đşleri Riyaseti kurulunca başına geçirilecek başkan arayışına girilir.

Đşte o zaman Mustafa Kemal’in aklına Rıfat Börekçi gelir. Mustafa Kemal, Diyanet’in başına Hanefi-Maturidi anlayışı uygulayacak birini istemektedir. Börekçi bu iş için biçilmiş kaftandır. Ne de olsa Padişah’ın kendi aleyhinde Şeyhülislam Hanefi-Eşari Dürrizade Abdullah Efendi’ye yayınlattığı fetva üzerine karşı-fetvayı yayınlayan ve bir yerde canını kurtaran Rıfat Börekçi’dir. Üstelik bir de tanımadığı bir şehir olan Ankara’da Çankaya Köşkü’nün bulunduğu araziyi hediye ederek, kalacak yer sıkıntısını gideren de aynı kişidir. Hem de eşraftan biri olması itibariyle şehirde oldukça etkili ve itibarı çok yüksektir. Bütün bunları dikkate alan Mustafa Kemal, Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi’yi 1 Nisan 1924 tarihinde Diyanet Đşleri Reisliğine tayin etmiştir. Diyanet’in kendi internet sayfasında yer aldığına göre, bu kuruma o kadar çok önem verilmiştir ki, Diyanet Đşleri Reisi’ne en yüksek devlet memuru maaşı, bakanlara mahsus kırmızı plakalı bir makam aracı tahsisi ve protokoldeki yeri de buna uygun olması kararlaştırılmıştır.

Bu gelişme neyi gösteriyor? Atatürk Diyanet kurulurken hiç Alevilerden söz ediyor mu? Hayır! Rıfat Börekçi’nin ilk Diyanet Đşleri Başkanı yapılması ölüm fetvasına bir karşı-fetvayla cevap vermesi ve Çankaya Köşkü’nün yerinin Atatürk’e bağışlaması arasında bir bağlantı olabilir mi? Börekçi’nin başkanlığa getirilmesi onun şahsına, Diyanet’in kurulması da temsil ettiği sınıflara (tüccar ve din adamları) ödenen bir diyet borcu olabilir mi? Yorum sizin!

Bir soru daha: Atatürk’ün “şu da Alevilere veya Bektaşilere yarasın” diye yaptığı doğrudan bir devrim, bir yasa maddesi veya herhangi düzenleme var mıdır? Ne yazık ki değil yasa bir tane söylev ve demeç bile bulamazsınız! Buna rağmen yine de onun Aleviler açısından çok önemli bir tarihsel aktör olduğunu inkâr edemeyiz. Çünkü her ne kadar Aleviler Atatürk ile ortaya çıkan yeni imkân ve şartların doğrudan kullanıcısı ve bundan çok kâr eden bir kitle olmasa da, dolaylı da olsa bazı fırsatları tarihte ilk kez onun kurduğu rejim sayesinde ele geçirmişlerdir. Aleviler işte bu yüzden Atatürk’e ve Cumhuriyet’e ödünsüz sahip çıkmaktadırlar. Üstelik başta Diyanet’i kurmak ve Hanefiliği bir nevi resmi mezhep ilan etmek olmak üzere onun altında bizzat imzası olan birçok uygulamadan tamamen zararlı çıktıkları halde bu destek verilmeye devam ediyor. Ne de olsa onlar, “Bir lokma bir hırka” ile yetinmesini bilen derviş geleneğinin devamı olduklarından nankör değildir. Dolaylı, suyunun suyu iyilikleri bile unutmazlar. Birileri gibi hem Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kaymağını yiyip hem de hâlâ Atatürk düşmanlığından bir adım bile geri atmamak Alevilerin kitabında yazmaz!

ATATÜRK D ĐYANET ĐLE NE ĐSTEDĐ NE OLDU? Bu soruları bir kenara bırakıp Atatürk’ü Diyanet’i kurmaya yönelten sâikler üzerinde

düşünürsek sorunu kavramakta daha başarılı oluruz. Şöyle ki: Atatürk hemen bütün tarihçilerin üzerinde ittifak ettiği gibi, pragmatist (faydacı) bir

burjuva devrimcisidir ve Batı’da son dönemde etkili olan August Comte’dan kaynaklı pozitivizmin ve aydınlanma düşüncesinin derin etkisi altındadır. Bu nedenle bilim geliştikçe dinin toplumda öneminin azalacağını hatta zamanla dinlerin ortadan kalkacağını düşünür. Aynı çerçevede Fransız Le Bon’dan kaynaklı kitle teorilerine itibar ettiğinden toplumların çeşitli mühendislik planlarıyla değiştirilebileceğini kabul eder. Tam da bu düşünceler düzleminde Diyanet’i kurar. Diyanet ile toplumdaki tüm dini tezahürlerin kontrol altına alınabileceğine ve zamanla istediği ideal, bilimi rehber edinen bir milletin ortaya çıkacağına kuvvetle inanır. Atatürk döneminde Avrupa ülkelerinde de genelde totaliter yönetimler iş başındadır. Faşizm yükseliş halindedir. Milletlerin tepeden inmeci reformlarla değiştirilebileceği inancı en üst seviyesindedir.

Söz konusu bu atmosferin etkisiyle Atatürk Diyanet’le tüm dini hareketleri kontrol edebileceği ve yönlendirebileceğine inandığından merkezkaç özellikleri baskın, itaat ve

Page 172: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

172

otorite kültürüne yabancı olan tarikatları da yasaklar. Burada Atatürk tercihini daha çok evliya kültürüne ve söylencelere dayalı halk Đslam’ı yerine kitabi, yüksek Đslam’dan yana yapar. Yani her türlü dini gelişmenin kontrollü olacağını var saydığından Diyanet’e fazla yetki verilmesini mesele yapmaz. Nasıl olsa Diyanet devlet kurumudur ve başına da sürekli kendi devrimlerine inanan kişiler geçeceğini hesap eder. Rıfat Efendi’yi ödüllendirerek şimdilik Ankara’daki muhafazakâr çevreleri yatıştırmıştır. Sonrasında da pozitivist anlayış gereği din önemsizleşeceğinden ve halk bilimden başka mürşit aramaya gerek duymayacak bir noktaya geleceğinden Diyanet ya tasfiye edilir veya önemsiz bir devlet dairesi olarak varlığını sürdürecekti.

Hakikaten Atatürk döneminde yapılan çok sayıda radikal devrim ve düzenleme sonucunda Đslami hareket ve tarikatlar sindirilmişti. Din ekonomi, hukuk, eğitim gibi tüm kamusal ve toplumsal alanlardan dışlandığından ve fonksiyonu sadece özel alanla sınırlandırıldığından; Diyanet’e de tek ruhani konularda söz hakkı tanınmasından dolayı, şeriatçılar ve Osmanlı dönemindeki eski dinsel düzen taraftarları tamamen yeraltına inmişti. Ortalık sütlimandı ve Cumhuriyet devrimleri tutmuş, herkes laik değişimin arkasında ve Atatürk kazanmış görünüyordu.

YANILSAMA NEREDE? Elbette dinin toplum üzerindeki belirginliğinin neredeyse yok olduğu ve

modernleşmenin hızla yayıldığı algısı en başta Atatürk olmak üzere yönetici elit üstünde büyük bir yanılsama oluşturdu. Aslında bu algı ve manzara, zorlama ve tepeden inmeci devrimlerle yaratıldığından toplumsal temeli çok zayıf ve kalıcı değildi. Ankara, Đstanbul ve Đzmir gibi büyük kentlerde yeni rejim, buraların değişime hazır sosyo-ekonomik altyapıya az çok sahip olmalarından dolayı önemli ölçüde kabul ve destek görmüştü. Atatürk’ü de rejimin tutup tutmadığı noktasındaki değerlendirmelerinde sadece yakından takip edebildiği kentleri esas alması fena yanılttı. Daha çok gözü önündeki mevcut manzarayla sınırlı kalan bu bakışı, onun büyük emek ve mücadeleler vererek kurduğu laik-cumhuriyetçi düzenin, kendi Türkiye’nin başındaymışçasına sürgit böyle devam edeceği kanısına kapılmasına yol açtı. Hâlbuki Anadolu’daki manzara bazı kentler de dâhil rejim açısından hiçte istenen düzeyde değildi.

Zaten kazın ayağının öyle olmadığı ve yaşanan bu bahar havasının bir yanılsamadan ibaret olduğu Atatürk’ün ölümünün üstünden 10 sene bile geçmeden ortaya çıktı. Daha çok partili siyasi hayata geçilmezden önce kendi eliyle kurduğu CHP, DP’ye sıra gelmeden din alanında çeşitli tavizler vermeye başlar. 1945’te Atatürk zamanında tamamen kaldırılan din dersleri ilkokulların son sınıfına da olsa seçmeli olarak geri getirilir. Đmam-hatip kursları açılır, ilk ilahiyat fakültesi kurulur.

Açıkçası her şey Atatürk’ün öngörülerinin aksine gerçekleşir. Sadece bizde değil dünyada da bu böyle olur. Din önemini kaybetmediği gibi, zamanla daha da artırır ve siyaseti belirlemeye başlar. Bunda da en belirleyici olan siyasete halkın dâhil olmasıdır. Oysa Atatürk yaşadığı dönemdeki dünya konjonktürüne bakarak hep halkın devre dışı kaldığı tek parti rejimlerinin süreceğini var saymıştır. Ama II. Dünya Savaşı’nı demokrasi cephesinin kazanması işin rengini değiştirmiş ve Türkiye de istemeyerek de olsa çok partili rejime geçmek zorunda kalmıştır. Bu gelişme de halktan en kolay oy alma yolunun din istismarı olduğundan Türkiye’de Đslam’ın güçlü bir aktör olarak politika sahnesine çıkması sonucunu doğurmuştur. 1950’den itibaren DP-AP çizgisi din sömürüsüyle politika yapmayı öncelikli hale getirirken, 1980 darbesiyle birlikte devletin askeri kanadı da toplumu dinselleştirmeye büyük önem vererek adeta Atatürk’ün öngörülerini ve ideal toplum tasarımlarını yalanlama, boşa çıkarma yarışına girmiştir. Buna 1950 sonrası iki kutuplu dünyanın batısındaki gücü temsil eden ABD’nin Sovyetler Birliği çevresindeki Türkiye dâhil halkı Müslüman ülkelerde komünist yayılmaya karşı uygulattırdığı ünlü Yeşil Kuşak Projelerini de eklerseniz resim netleşir.

KURUCUSUNU VURAN S ĐLAH: D ĐYANET

Page 173: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

173

Sonuçta bugün gelinen noktada dini ve dindarları kontrol etsin diye Atatürk’ün kurduğu Diyanet, dönüp kendini kuranı vuran bir silah halini alarak devleti ve toplumu kontrol eder bir noktaya gelmiştir.

Yine Atatürk’ün ittifak yapmak zorunda olduğu kişiler Rıfat Börekçi örneğindekine benzer şekilde her ne kadar dine bakışta ona ilerici gibi dursa da sonuçta geri üretim biçimlerini temsil ettiklerinden (antik tefeci-bezirgân sermaye) modern burjuva devrimlerinin önderi hayata gözlerini yumunca kendi klasik davranış biçimlerinin gerektirdiği uygulamalara geri dönüş hamlesini başlatırlar. Çünkü Atatürk ölünce Türkiye’nin feodal üretim ilişkileri hemen kapitalizme evrilmemiştir. Bu yönde bir dönüşüm ve gelişim 1950’lerde başlamış ama ta 1980 sonrasına sarkmıştır. Bu süreçte de atı alan Üsküdar’ı geçmiş ve kendi feodal düşünüş tarzlarını Diyanet kanalıyla topluma hâkim kılmıştır.

Ayrıca Atatürk’ün en büyük şansızlığı ülkede modern burjuva devrimlerinin taşıyıcısı bir sınıfın bulunmamasıdır. O ister istemez mevcut gerici sınıflarla ittifak yapmak zorunda kalmıştır. Bunların kimler olduğunu yukarda belirttik. Yoksa Atatürk’e kalsa Aleviler ve Bektaşilerle bir ittifakı tercih ederdi. Nitekim kendisi dini ön planda tutan biri olmadığı gibi, devlet ve toplum üzerinde dinin etkilerini tamamen silmek veya en aza indirmek için çok büyük çaba sarf etmiştir. Oysa devlet adamlığı ve politika, kendiniz farklı düşünseniz de belli güç ilişkilerini, dengeleri, toplumsal sınıflar ile zümreleri; mevcut toplumsal yapı ve şartları dikkate almayı gerektirir. Böyle davranma zorunluluğu sizin kişisel inançlarınız ve niyetlerinizden bağımsızdır. Yoksa iktidarda kalamazsınız.

Đsterseniz burayı biraz açalım; Atatürk yeni süreçte artık Alevi ve Bektaşilere dayanamazdı. Bunu sadece bir defa yaptı. Ona da ihtiyaç dayatmasıyla mecbur kaldı. Kurtuluş Savaşı öncesi Hacıbektaş’ı ziyaret edip gereken desteği almayı başardı. Sonrasındaysa onları pek dikkate alamazdı ve bunun da pek bir gereği kalmamıştı. Çünkü ne Aleviler ne de Bektaşiler Ankara’da ve ülke genelinde etkili bir güç değildi. Bir kere tam da kartların yeniden karıldığı bu dönemde Bektaşiler kendi içlerinde Dedegan-Babagan çekişmesi yaşıyordu. 1826’da tarikatın yasaklanması sonrası 1900 başlarında durum kısmen normale dönse de henüz bellerini tam doğrultamamışlardı. Tekkeleri hem 1826’da hem de destek verdikleri Atatürk tarafından henüz toparlanma aşamasındayken 1924’te tekrar kapatılınca arkalarında kurumsal ve toplumsal hiçbir destekleri kalmadı. Bazı önde gelen Bektaşiler de zaten Atatürk’e koşulsuz desteğe dünden hazırdı. Atatürk kendi inançları için bir talebi olmayana niye bir şey versin ki? Doğal olarak buna yanaşmadı. Bektaşilerden kimse de pek ısrarcı olmadı. Bu gidişata itirazı olanlarsa seslerini pek duyuramadı veya Salih Niyazi Dedebaba gibi verilen bazı sözlerin yerine getirilmediğini görünce darılıp ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

ALEV ĐLER NEDEN YOK SAYILDI? Alevilere gelince, onlar hiç hesaba katılmadı. Şehirlerde zaten yoklardı. Kendi

çıkarlarını temsil edeceğini var sayabileceğimiz şehirli kardeşleri Bektaşiliğin Babagan kolu veya Balkan kanadı zaten Osmanlı-Yeniçeri ittifakı nedeniyle büyük ölçüde Kızılbaş-Alevi düşmanıydı. Dedeganlar’ın da nüfuzu dikkate alınmasa da olurdu. Aleviler ise bu sırada yüzde 100’e yakın oranda köylerde yaşıyordu ve bir bölümü hâlâ göçebe veya yarı göçebe tarzında bir hayat sürüyordu. Ticaret, sanayi ve el sanatları gibi alanlarda en küçük bir ağırlıkları yoktu. Üstelik çoğunluğu geçimlik tarımdan ticari tarıma bile geçememişti. Onlardan ancak asker olurdu. Bu yanlarından Kurtuluş Savaşı’nda büyük ölçüde yararlanılmış ve bundan sonrasındaysa askerlik vatandaşlık gereği zorunlu olduğundan karşılığında bir şey vermesen de herkes gibi Aleviler de askere gitmek zorundaydılar.

Diğer yandan Atatürk de bir Osmanlı paşası olduğundan Osmanlı devlet aklının mirasını belli ölçüde devralmış ve Alevilerin tarihteki isyanlardaki başat rolünü bildiğinden her an kontrol dışına çıkabilecek, dizgine gelmez bu topluluğa mesafeli duruyor ve yeterince güvenemiyordu. Çünkü Koçgiri Ayaklanması daha birkaç yıl önce yaşanmıştı. Dersim’in de ağır ağır kaynadığını ve patlama noktasına ulaştığını çok yakından biliyordu. Zira bölgede devlet görevlisi olarak etno-kültürel araştırmalar yapan danışmanı Prof. Hasan Reşit

Page 174: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

174

Tankut’tan gelen raporlar adeta alarm veriyordu. Bu nedenle inanç ve yaşam biçimi itibariyle sempati duyduğu bu kesime reel politika gereği uzak dururken, ülkenin mevcut ve gelecek hesaplarında en ufak bir yer ayırmadı. Açıkçası Atatürk’ün Alevileri yok saydığını veya görmezden geldiği gerçeğini teslim etmemiz gerekiyor. Đşin gerçeği Aleviler de belirttiğimiz gibi bu dönemde ortalıkta görünmüyorlardı. Ülkenin o zamanki gelişmişlik düzeyi onların görünür olmasına ve yapılan hesaplarda dikkate alınmalarına imkân vermiyordu. Özetle şehirlerde sizi ve inancınızı temsil edenler yoksa siz de denklemde yoktunuz. Alevilerin Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki genel toplum manzarası ne eksik ne fazla budur.

Anlaşılacağı üzere Alevilerin bugünkü mağduriyeti çoğunlukla devletin bu tarihsel ilgisizliğinden kaynaklansa da, adı geçen süreçte onların kendi ekonomik ve toplumsal gelişmişlik düzeylerinin etkisini yani ellerindeki kartların zayıflığını da hesaba katmak zorunludur.

ÇÖZÜMÜ NEREDE ARAMALI? Burada karşımıza devletin Alevileri hiç dikkat ve ciddiye almadığı yönünde karamsar

bir tablo çıkıyor. Lakin buna pek üzülüp yas tutmanın da âlemi yok! Bu gerçeği bir kenara yazıp hesaplarımızda ciddiye almalı ama buraya takılıp kalmamalıyız. Tarih çoğu zaman şartların olgunlaşmasını bekler. Aleviler için yaşanan bu süreç öyle olması gerektiği için bu şekilde tecelli etmiştir. Tarihi geri döndüremeyiz ama iyi bir okumasını yaparak bugüne yönelik çok değerli dersler çıkarabiliriz.

O yüzden insanın devlet iyi ki Alevileri ciddiye almamış ve Diyanet gibisinden bir kurumu da Alevilerin başına musallat etmemiş diyesi geliyor. Sünnileri hesaba kattı da n’oldu? Ekonomik olarak başları göğe mi erdi? Bazı devlet imkânlarını Alevilerden kat kat fazla kullanıyorlar o kadar! Ama Sünni halkın önemli bölümü aynen Alevi çoğunlukla benzer ekonomik şartlarda yaşıyor. Şüphesiz burada bir değil çok sorun var ama en azından Diyanet gibi bir kurumla Alevilik soysuzlaştırılmadı diye sevinip teselli bulabiliriz. Devlet çoğunluk Sünni halkı da geri bıraktı. Fakat onların inancı olan Đslam’ı da resmileştirerek, kökenlerinden kopardı. Đnananları sıkı bir kontrol altına alarak kendinden bağımsız bir Đslami alan ve güç odağının ortaya çıkmasını engelledi. Devlet, resmi bir Đslam yaratarak halk Đslam’ını katletti. Kime dayanarak? Đslam’ı temsil ettiğini öne süren Rıfat Börekçi ve onun müttefiki olduğu feodal sınıflar üzerinden! Alevilik hiç olmazsa tüm asimilasyon çabalarına rağmen bu çarpıtma, soysuzlaştırma ve içini boşaltma sürecinden önemli oranda muaf kalmıştır denilebilir. Benim tek tesellim bu.

Elbette Aleviler tarihi/geçmişi unutmamalı ve unutturulmasına da izin vermemelidir. Onu çok iyi okuyup yorumlayabilmeli ama esiri de olmamalıdır. Tarihten ders çıkararak, kendisini devletin de, çoğunluk Sünni toplumun da ciddiye alacağı, saygı duyacağı; eşit ve bağımsız bir inanç grubu olarak tanıyacağı özgürlükçü ve demokratik bir Türkiye’nin kurulması için örgütlü bir mücadele yürütmelidir. Lanetlenmişlikten kurtuluş ve haklarına kavuşma, sadece ve sadece Alevilerin kendi öz güçleriyle mümkündür. Bunun böyle olduğunu tarih sayısız kez ispat etmiştir. Amiyane bir deyişle, pasta dağıtılırken siz orada yoksanız, masada hazır bulunan hiç kimse sizin adınıza bir dilim pasta alıp ayağınıza getirmez. Bir hak ve hisseye sahip olmak istiyorsanız, dağıtım sırasında orada hazır bulunacaksınız.

Kuşkusuz biz bugün bir iki kuşak önceki atalarımızı, “Neden şöyle değil de böyle davranmadılar?” diye suçlayamayız. Böyle bir hakkı kendimizde görmemeliyiz. Çünkü atalarımız Cumhuriyet kurulduğunda hayatın her alanında var olabilme imkân ve şartlarından yoksundular. Onların kendi kaderlerini kendilerinin belirleyeceği veya bu noktada en azından söz sahibi olabileceği imkân ve araçlar ellerinde yoktu. Zaten ezici çoğunluğu kırsalda yaşayan bir topluluk, ülke ve vatandaşın geleceğiyle ilgili her türlü kararın alındığı ve uygulandığı mekânlar olan şehirlerde olmayınca ne yapabilirdi? Makûs talihini yenebilmek için karar süreçlerine nasıl müdahil olabilir ve burada etki edebilirdi?

Bütün bu nedenleri göz önüne alınca atalarımızı suçlamanın ve geçmişe lanet okumanın anlamsızlığı ortaya çıkar. Atalarımızın bu konumuna karşılık günümüzde Alevilerin

Page 175: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

175

çoğunluğu şehir ve kasabalarda yaşıyor. Sosyolojik deyimle çevreden merkeze geldiler. Neticede geçmişin tamamen tersine bugün Alevilerin varlığını günlük yaşamın her alanında hissetmemek ve görmemek mümkün değil. Artık hemen her meslek ve branşta çalışan Alevilere ülkemizde ve dünyanın her yerinde rastlamak kimseyi şaşırtmazken, yine tarihte hiç rastlanmayan bir şey gerçekleşmiş ve ortak hareket etme refleksine henüz kavuşmasa bile bir Alevi sermayesi de ortaya çıkmıştır.

ALEV ĐLERĐN ĐKTĐDARDAN PAY TALEB Đ GERÇEKÇĐ MĐ? Her şeyden önemlisi bir de bugün gelişen iletişim ve ulaşım olanakları sayesinde

Aleviler birbirlerinin varlığından haberdar olmuştur. Bu da yavaş yavaşta olsa adacıklar halinde ve dış dünyadan kopuk bir şekilde yaşayan Alevi topluluklarını yakınlaştırırken, bir tanışma gerçekleşmiş ve ortak bir “biz” duygusu ve kimliği oluşmuştur. Bundan daha büyük güç, daha değerli nimet var mıdır? Keza dünya genelindeki her türlü gelişim ve değişim de büyük oranda Alevilerin lehine işlemektedir.

Evet, artık Aleviler yalnız değildir ve bu bilinçle hareket ederek, “azlık”, “azınlık” ve kronik hale gelmiş mağdurluk/ezilmişlik psikolojisinden bir an önce kurtulmalıdır. Sahip oldukları güç ve buradan doğacak enerjinin yaratacağı ivmenin farkına varmalıdır. Zaman tam da iktidarı veya iktidardan pay talep etmenin zamanıdır. Sonuçta bugün Aleviler sadece yönetilen değil yöneten de olabilecek konum ve olgunluğa çoktan ulaşmıştır. Yönetime ve karar mekanizmalarına aktif katılım herkes gibi onların da en doğal hakkıdır. Bu gerçeğe karşılık iktidar veya ondan pay verilmez, gerekirse söke söke alınır. Buysa çok büyük bir emek ve mücadele gerektirir. Fakat denemeye değer! Çünkü başarılı olunursa, oluşacak yeni dengeler ve ortamdan sadece Aleviler değil ülkemizdeki başka ezilen kimlik ve inançlar, hatta çoğunluk Sünni halk kesimleri bile kâr edecektir. Ayrıca bu devasa güç devleti ilk defa tarafsızlaşmaya zorlayacak, ülkemizde bir zihniyet devrimine yol açarak tüm kimlik ve inançlar karşısında eşit davranma gibisinden demokratik açılımları tetikleyecektir.

HAYATA VE KADER ĐNE MÜDAHĐL OL! Gelinen bu yeni konum ve yapı, içinde bir takım olumsuzlukları barındırsa da; Alevileri,

geçmişle mukayese kabul etmeyen çok ileri bir noktaya taşımış ve görmezden gelinemeyecek ekonomik, toplumsal ve siyasal bir güç haline getirmiştir. Bu da sürecin yaşayan bir parçası olan Alevi kuşaklarına çok önemli ve büyük sorumluluklar yüklüyor. Nedir bunlar?

Bir kere bugünün Alevileri artık bahanelere sığınıp siyasete, devlete, ekonomiye, hukuka; özetle hayatın tüm alanlarına, kaderlerinin ve geleceklerinin belirlendiği bütün süreçlere katılmak ve müdahil olmaktan kesinlikle kaçınamazlar. Artık elde mazeret oluşturabilecek bir gerekçe kalmamıştır. Çünkü yukarda da belirttiğimiz gibi geçmişi çok uzun olmasa dahi Aleviler bugün kendi kaderlerini kendileri belirleme veya bu süreçleri etkileme açısından gereken tüm imkân ve araçlara sahiptir. Bu nedenle minderden kaçış seçeneği ortadan kalkmıştır. Tabii ki, bu tabloya rağmen harekete geçmemekte bir seçenek olabilir ama bunun intiharla eş anlamlı olacağı çok açıktır. Böylesi bir eğilim Alevileri ve Aleviliği bir 50 yıl sonra yok oluşa götürür. Daha vahimi hiçbir yerde artık esamin okunmaması, kimsenin seni saymaması ve adam yerine koymaması demektir. Üstelik bir de o zamana kadar yine de Alevi kalmakta direnebilenler olursa, bunların bugün sorumluluklarının gereğini yerine getirmeyen atalarına lanet etme hakkı doğar. Sen muktedir olduğun halde halen sokakta, ortalıkta görünmezsen, „ben de varım!“ demez; özürlü veya ihtiyar biri gibi evinden çıkmazsan torunların seni suçlar ve tarihen mahkûm eder. Böyle davranmanın vebalinin büyüklüğü karşısında herkes derhal aklını başına toplamalı.

Malum elde geçmişin aksine un da, şeker de, yağ da var. Aleviler artık çok güzel ve lezzetli bir helva karabilirler. Bu bir yeniden diriliş, “bir olup, iri olma” ya da kudret helvasıdır. O zaman kim niye ve neyi bekliyor? Ey Aleviler, buyurun helva yapmaya başlayın! Pardon, hayata, geleceğinize ve kaderinize müdahil olun!

Page 176: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

176

Yoksa siz mutfağa gireyim mi girmeyeyim mi diye kararsız halde bekleşirken, başkaları cenazenizi gömdükten sonra dağıtılacak helvayı çoktan karmaya başladı bile! Hem de fıstıklısından…

Bad Nauheim, 30 Nisan 2007

Page 177: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

177

KENDĐNĐ HÂLÂ F ĐGÜRAN ZANNEDEN AKTÖR: ALEV ĐLER Son yapılan sivil-asker bürokrasi kastı destekli seri Cumhuriyet Mitingleri bir gerçeği

ortaya çıkardı: Aleviler hala güçlerinin farkında değil. Hala peşinden gidecekleri birilerini arıyor ve “şeriat geliyor” sözünü eden herkesin peşine sorgusuz sualsiz hemen takılıyor. Sıradan Alevi’nin korkularını ve kendine bir öncü aramasını normal karşılamak gerekiyor. Ama ya Alevi örgütlerine ve onların liderlerine ne demeli? Hadi sıradan Alevi halk gelişmeleri ve ne olup bittiğini sağlıklı kanallardan takip edemediğinden sürüye uyup mitinglerin figüranı oluyor. Buna karşılık dünyayı iyi takip ettiklerini düşündüğümüz veya dünyada ve ülkemizdeki gelişmeleri sağlıklı analiz ettiklerini varsaydığımız örgüt liderlerindeki bu miyopluk, önünü bile görememezlik ve dar görüşlülükte ne oluyor? Hayâ etmiyorlar mı liderlik rolüne soyundukları bir kitleyi başka birilerinin önüne yem olarak atmaya? Şurası açık ki, Aleviler artık harekete hazır bir lokomotif ve ülkemizdeki büyük değişim ve dönüşümleri tetikleyebilecek yegâne güç haline gelmiş durumdadır. Bundan gayri birilerinin peşine takılmaya ihtiyaçları yok. Bugüne kadar peşine takıldıkları CHP ve uzantıları bırakın Alevilerin sorunlarının çözümüne en ufak bir katkıda bulunmayı, artık sadece Alevilerin değil bütün ülke sorunlarının çözümünün önünde koca bir engel oluşturmaktadır. Baksanıza adamlar adını taşıdıkları halka düşman hale gelmişler. Ne seçimler, ne demokrasi ne de temel insan hakları umurlarında. Tek dertleri var: sivil-asker bürokratik elitin iktidarını ve imtiyazlarını ne pahasına olursa olsun korumak. Halk iradesi, demokrasiye saygı hak getire! Hem bu ülkeye şeriatın geleceği ve laikliğin de bir yere gideceği yok! Olmayan bir şey bir yere de kaybolmadığı gibi, bu ülkeye hiç kimse de şeriat filan getiremez. Bugün bunun şartları ve zemini kesinlikle bulunmuyor. O nedenle korkuya gerek bulunmadığı bir yana, suni olarak üretilen bu korkudan dolayı birilerinin iktidarlarını ve statükoyu koruma oyununda piyon olmanın da zamanı çoktan geçti. Öyleyse yapılacak olan nedir? Yapılacak gayet açıktır. Bugüne kadar peşine takıldıkların senin hiçbir sorununu çözemediyse, hatta yaralarına merhem olmayıp onları daha da derinleştirdiyse, sana yapılacak geriye tek şey kalıyor: Artık kendi doktorun olup keline merhem olmaya çalışmak… Veya başkalarının senaryosunu yazdığı filmlerde figüran olmak yerine amatör de olsa kendi senaryonu kendin yazıp, filmini tek başına çekmek. Aksi takdirde Aleviler film ve dizi setlerinde karın tokluğuna çalışan gariban figüranlar gibi, yıllar geçtiği halde yan rollerde bile oynama imkânından mahrum bırakılacaklar. Kendilerinden kabiliyetsizler yağ bal içinde yüzerken, onlar aktörlük kapasitesi taşımalarına rağmen ömürleri yokluk ve yoksunlukları bitmeden akıp gidecek. Türkiye Sinema Tarihi’nde isimleri dipnotlarda bile yer almayacak. Komik olanı şudur: Bu mitinglere katılan veya bugüne kadar her peşime düş diyenin arkasına takılan Alevilerin karınlarını bile doyuran olmamıştır. Bundan önceki seçim döneminde Cem Uzan’ın mitinglerine katılanlar bile Alevilerden şanslıydı. Hiç olmazsa döner yiyip, ayran içebiliyorlardı. Evet, mütevazı olmanın gereği yok. Aleviler iktidara talip olmalı. Parasız hizmetkârlığı bırakmalı bir an önce. Bunun için bütün şartları taşıyorlar ama kendileri henüz kabiliyetlerinin farkında değiller galiba. Sözümüz anlayanlara; dönem artık kendi gücünü fark etme ve harekete geçme dönemi! “Biz sizi bir yerlere götürürüz, sorunlarınızı çözeriz, düşün peşimize” diyenlere, “Hayır, ben bu oyunda yokum bundan böyle. Hep senin peşinden geldim. Hiçbir şey değişmedi hatta her şey daha da kötüleşti. Bunun sorumlusu da daha çok başkaları değil, sensin. Biliyorum, o koltuğu vermemek için elinden geleni arkana bırakmayacaksın ama şimdi ben geçiyorum öne. Liderliğe talibim. Söke söke de alacağım. Yakışmıyorsun o posta ve de beceremiyorsun bir türlü. Çekil oradan. Biraz da sen benim peşimden gel bakalım” demeliler.

Ne demek istediğimiz anlaşılmış olsa gerek. Alevi örgütleri ve onların liderleri, peşinden gidecekleri birilerini aramak yerine, artık kendileri lider olmalı. Eskimiş, ihtiyarlamış

Page 178: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

178

ve tamirhaneye sokmanın bir fayda getirmeyeceği çoktan belli olan lokomotifleri yerinden söküp atmalı ve kendi vagonluktan terfi edip lokomotif olmaya soyunmalı. Başka bir yolu yok Alevilerin ve diğer bu kokuşmuş sistemden zarar gören tüm ezilenlerin kurtuluşu için!

Aleviler “Ya şeriat ya darbe” ikileminin arasına sıkışmamalı. Üçüncü bir yol var. Bu imkânı ne AKP ve müttefikleri ne de CHP, sivil-asker bürokrasisi sunuyor. Bu yolu Aleviler kendi başlarına yaratacak, yaratmalı da. Yukarda adı geçenler böyle bir yol ve alternatif yaratamaz artık. Onlar hem kendilerini hem de sistemi felç etmişler. Her ikisi de “devletin sahibi kim olacak kavgası” yapıyor ama Aleviler devletin bir sahibinin olmaması gerektiğini söyleyerek yeni bir sistem kurmaya talip olmalı. Çünkü gerçek demokrasilerde devletin sahibi olmaz. Demokrasilerde devletin sahibi laik veya şeriatçı bir kast değil ayrımsız tüm halktır. Devlet aygıtında görev üstlenenler de sahip değil, sadece halkın eline bir süreliğine yetki verdiği görevlidir.

Bu yolun yapımına hemen başlanmalı. Belki başta Alevilerin çoğunluğu bile yadırgayacaktır sizi. Marjinal görüneceksinizdir. Birileri, “ayaklar baş oldu” diyecektir halk düşmanlarının oyununa gelerek. Buna rağmen bu yeni lokomotifin gideceği raylar döşenmeye devam edilmeli. Türkiye halkının ve Alevilerin yeterli zamanı var. Yarın kıyamet kopmuyor ya! Mücadele emekle, sabırla, kararlılık ve cesaretle kazanılır. Akşamdan sabaha olmaz her şey.

Yeni bir kulvar açmak lazım. Var olanlar derdinize derman olmuyor artık. Bakın Kürt Hareketine, çok hatalar da yaptılar ama Aleviler için ders alınacak tarafları da var bugüne kadar verdikleri mücadelenin. Kapanan partilerinin sayısını bizzat hareketin içinde bulunanlar bile bilmiyor. Fakat uzun soluklu bir mücadelenin ardından şimdi bağımsız da olsa, meclise girmeye hazırlanıyorlar.

Onlar da denedi, CHP’de, SHP’de ve diğer sistem içinde partiler içinde mücadele ederek sorunlarına çözüm bulmayı ama bir türlü çare olmadı. Ne yaptılarsa boşa gitti. Sonunda ayrı bir parti kurdular, seçimlere girdiler, Türkiye’nin ve herkesin partisiyiz dediler. Yine de bir türlü meclise giremediler. Buna rağmen pes etmediler. Lakin zaman içinde Kürtler içinde hesaba katılması zorunlu hale gelen bir güç odağı da olmayı başardılar.

Đşte bu yönleriyle Kürt Hareketi örnek olmalı Alevilere. Sistem içi partiler ve güçler artık Alevilerin kendilerine özel sorunlarına çözüm getirmedikleri gibi, olası çözümlerin de önünde koskoca bir engel oluşturmaya başladılar. Boşuna düzelirler diye umut etmeyin, bu durum değişmez ve değişmeyecek kesinlikle. Zira bu ihtiyar ve köhne düzen artık komada.

O nedenle iş başa düştü. Aleviler, en azından Alevilerin en örgütlü iki gücü Türkiye’de ABF, Avrupa’da da AABK bu hareketin startını vermeli. Bu hareketin mutlaka parti olması gerekmez. Hak ve demokrasi mücadelesinin başka yöntemleri de var. Partileşme sürecin getireceği gelişmelere göre ilerde tekrar masaya yatırılır. Burada ortaya koyduğumuz öneriler önümüzdeki günlerde Ankara’da yapılacak olan iki ayrı yerdeki “Aleviler ve Siyaset” konferansında da tartışmaya açılmalı.

Hem Alevilerin Kürt Hareketi’nin olduğu gibi şiddete bulaşmışlık yönünden dezavantajları ve handikapları da yok. O nedenle Alevi Hareketi Alevi’siyle ve Sünni’siyle, dinlisiyle, dinsiziyle tüm ezilen ve hakkı yenen kesimleri çatısı altında toplayabilir ve temsil edebilir. Aleviler kimseye Alevi olmayı öğretileri gereği dayatmayacakları için böyle bir toplanma kolay da olur.

Evet, lazım olan biraz cesaret ve kararlılık! Olmaz demeyin, sadece “olmaz olmaz.” Yaklaşık 600 yıl önce Pirimiz Şeyh Bedreddin, Osmanlı ve Balkan coğrafyasında

Katolik ve Latin dünyasının karşısında büyük bir güç olabilecek Ortodoks Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Alevileri birleştirerek; onları ortak bir hedefte (Yârin yanağından gayri her şeyde ortağız) uzlaştırarak büyük bir isyan başlattı yoldaşları Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ile üç koldan. O zamanın şartlarına göre, çok yeni ve adil-eşit bir düzen vaat etti. Sonuçta yenildi ve Serez çarşısında idam edildi ama arkasında da bir destan bıraktı.

Yeni Alevi Hareketi bu Bedreddinî ruh ve azmiyle hareket ederse, bugün imkânlar ve şartlar daha gelişkin ve çoğu Alevilerin lehine olduğundan büyük ihtimalle kazanır. Onlar şu

Page 179: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

179

anda iktidarı elinde tutanlar kadar kirli ve köhne bir geçmişe sahip olmadıklarından, hep “sadece kendilerine Müslüman” kesilmezler de… Eşitlikçi, paylaşımcı ve demokratik bir düzen kurabilirler. Çünkü müktesebatlarında toplumsal eşitsizlikleri, sömürüyü, başka ve kendi halklarına baskı ve zulmü içselleştirmemiş tek taze güç Alevilerdir Türkiye’de. Böyle bir yapı da kendilerine farklı ve yeni bir dünya vaat eden Alevilere sağduyusunu tamamen yitirmemiş Sünni halkın da büyük destek ve teveccühünü sağlayacaktır. Bu hemen olmaz tabii.

Ya yenilir ve başarısız olunursa ne olur? Hiçbir şey olmaz. En azından gelecek nesillere belki yeni ortamlarda ders alabilecekleri ve uygulama imkânı bulabilecekleri bir destan kalır arkaya Bedreddin’inki gibi… Az mı? Veya böylesi “şeriat geliyor” diyenlerin peşine takılmaktan daha onur verici değil midir?

Aleviler siz bilirsiniz. Önünüzde iki seçenek var: Ya yeni bir yol ve kulvar açıp, sadece günü kurtaran kısa vadeli ve kısır menfaatlerinizi düşünmeden hem kendiniz hem de başka ezilenleri kurtaracaksınız veya yıllardır peşine takıldığınız çobanın arkasında hangi mezbahaya sürüklendiğini bilmeyen koca bir sürü olacaksınız!

Buyurun çok geç olmadan seçiminizi bir an önce yapın… Lakin bu tavır belirleme ve harekete geçme daveti öncelikle Alevi önderlerinedir.

Umarım bu kutlu davete severek icabet edeceklerdir. Eğer önüne düştükleri Alevi halkı kurtarmadan çok kendi ikballerini sağlama alma sevdasına düşmedilerse…

Bad Nauheim, 14 Mayıs 2007

Page 180: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

180

CHP TÜRKĐYE’NĐN SÜNNĐ REFLEKSLER Đ EN GÜÇLÜ PART ĐSĐ MĐ? Türkiye önümüzdeki on yıllarda geleceğini belirleyecek önemde bir seçime gidiyor.

Halk bu seçimde âdeta kaderini oylayacak. Türkiye belki de tarihinin en gergin ve sonuçları hayati önem arz eden bir seçime hazırlanıyor. Partilerin aday listeleri açıklandı. Bu listeleri kontrol ettiğimizde, üç önemli nokta öne çıkıyor. Birincisi, partilerden hangisinin sol hangisinin sağ olduğu iyice belirsizleşmiş durumda. Daha önce CHP’de gördüğümüz kişiler Đslamcı bir geçmişe sahip AKP’den aday olurken, adlarını duyduğumuzda “Kırk yıllık Kani olur mu yani?” diyeceğimiz Yaşar Okuyan, Lütfullah Kayalar gibi ülkücüler ve yılların sağcısı Đlhan Kesici benzeri isimlerin de CHP listelerinde seçilebilecek yerlere konulduğuna tanık olduk. CHP’den aday olsa kimseyi şaşırtmayacak olan eski diplomat ve Radikal Gazetesi yazarı Gündüz Aktan’ı da MHP, Đstanbul’da liste başı yaptı. Yani zaten Türk siyasal yaşamında pek belirgin olmayan politik çizgiler bu seçimde at izi it izine karışarak iyice silikleşti.

Đkinci öne çıkan noktaysa, Demokratik Toplum Partisi (DTP) yanında sol ve sosyalist kesimler de yüzde 10 barajını boşa çıkarmak için bağımsız ortak adaylarla seçime girme kararı aldılar. Eğer seçimler ertelenmezse bağımsızlardan en az 25’nin meclise gireceği tahminleri yapılıyor.

Üçüncü dikkat çekici yan ise, bugüne kadar genellikle 10–15 Alevi kökenli adayı ön sıralara yerleştiren CHP’nin bu sefer Malatya ve Tunceli hariç hiçbir yerde yüzden fazla Alevi adayı bulunduğu iddia edilse de baş sıralarda Alevi bir isme yer vermemesiydi. CHP bugüne kadar yüzde 70-80’lere varan oranlarda oyunu aldığı Alevileri âdeta yok sayarken, buna karşılık başta AKP ve MHP olmak üzere DP gibi sağ partilerse eskiden olduğunun aksine Alevi aday gösterme yarışına girdiler. Seçim sonuçları açıklandığında, AKP ve MHP’nin CHP’den daha fazla Alevi adayı meclise taşıdığı görülürse pek şaşırmamak gerekiyor.

Peki, neler oluyor? CHP ile sağ partilerin Alevilere yaklaşımı arasında ortaya çıkan farkın bir anlamı var mı? Tüm bu gelişmeler nasıl yorumlanabilir?

CHP ĐKTĐDARDAN H ĐÇ ĐNMEDĐ Her şeyden önce bilinmesi gereken, CHP’nin asıl iktidar olan sivil-askeri yüksek

bürokrasinin siyasal alandaki ayağı olduğudur. CHP devlet partisidir ve devleti kuran partinin adıdır. Her ne kadar siyasal iktidarı 1946’dan bu yana tek başına ele geçiremediyse de, asıl iktidarın bir müttefiki olarak, aslında siyasal iktidarı elinde tutanlardan daha çok iktidar olmuştur. Açıkça söylemek gerekirse, CHP hiç iktidardan inmemiştir ki… Bakın Baykal’a hiç Başbakanlığa heves eder bir yanı var mı? Gerçek iktidarın tadını alan Baykal ve bu iktidarın çekirdeği olan müttefikleri, ellerinden gelse, 1945’ten sonra Đnönü’nün dış baskı yoluyla sivil iktidara bıraktığı alanları da ele geçirmek isteyeceklerdir. Nitekim istiyorlar da, çünkü Baykal açıkça askeri darbe çağrısı yapıyor.

Ülkemizde cumhurbaşkanlığı seçimi ve yaklaşan genel seçimler vesilesiyle yaşanan olaylarda, CHP’nin halkçı, cumhuriyetçi ve de sol namına en ufak bir iz taşımadığı iyice açığa çıktı. CHP zaten hiçbir zaman Batı demokrasilerindeki anlamıyla sol bir parti olmadı ve olamazdı da! 1970’lerde Ecevit “ortanın solu” sloganıyla ortaya çıktı ama bu da taktik bir adımdı. Burada amaç yükselen sosyalist solun ve gençlik hareketlerinin yanılsama yaratarak dağıtılmasıydı. Bunda da başarılı olundu.

CHP hakkında sıraladığımız hususlar genelde bilinen şeyler ama CHP bu zamana kadar asıl kimliğini bu kadar açık etmemişti. Kısaca CHP’nin takındığı maskeler teker teker düşüyor, süründüğü makyaj akıyor. Halkçıyım diyordu, cumhurbaşkanını halkın seçmesinden korkuyor. Cumhuriyetçiyim diye ortalarda salınıyordu, cumhurun iradesinin yansıdığı parlamentoyu hiçe sayarak, açıktan darbe çağrılarıyla Saddam gibi askeri bir diktatörlüğe özendiğini belli ediyor. Sosyal demokrat ve sol bir parti olmadığını ise AKP’nin 5 yıllık iktidarı boyunca uyguladığı IMF politikalarına en küçük bir muhalefet göstermeyerek ortaya koydu. Đşçilerin, ürünü beş para etmeyen tarım üreticilerinin sorunlarını ve artan yoksulluğu bir gün bile meclis gündemine getirmedi. Ne kadar özgürlükçü bir parti olduğuysa, basın ve ifade özgürlüğünü engelleyen 301. maddenin kalkmasına muhalefet ettiğinde çok net anlaşıldı.

CHP’NĐN TEMCĐT PĐLAVI: LA ĐKL ĐK

Page 181: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

181

CHP’nin “körün değneğini bellediği” gibi temcit pilavı haline getirdiği tek konu laiklik oldu. Ama sakın bunda da samimi olduğunu zannetmeyin. Laikliğin elden gittiği korkusunu yaymak ve bu yolla iktidarı sıkıştırmanın da taktik olmaktan öte bir anlamı olmadı. CHP müttefiki olduğu asıl iktidarın imtiyazlarının, Đslamcı bir kökenden gelen AKP’lilerce cumhurbaşkanlığını ele geçirince kaybedilmesinden korktu. Mevcut yapının, olduğu gibi devam etmesinden yana tercihini koyarak, değişimin değil statükonun bekçiliğine soyundu.

Laiklik nakaratını tekrarlamasının ne kadar sahte olduğunu kimse hala kavrayabilmiş değil. Siz hiç gerçek bir laikliğe en aykırı bir kurum olan Diyanet Đşleri Başkanlığı’nı CHP’nin sorun ettiğini duydunuz mu? Bütçe görüşmelerinde 5–6 bakanlığa eşit ödenek ayrılmasına muhalefet ettiğine tanık oldunuz mu? Zorunlu din derslerinin kaldırılması için en ufak bir çaba içine girdi mi CHP? Girmedi ve girmezdi. Çünkü nasıl ordu devletin yasal şiddet kullanma organıysa, Diyanet de devletin en önemli ideolojik hegemonya araçlarından biridir. Đşte bu nedenle Diyanet’in kapatılmasını bir parti programına alırsa Barış Partisi gibi hemen kapatılır.

Tuhaf gelecek ama CHP Türkiye’de Sünni refleksleri en güçlü partidir. AKP’yi, MHP’yi Sünni partisi diye boşuna suçlamayın! Bakmayın siz CHP’lilerin namaza, niyaza o kadar dikkat etmediğine ve hatta zaman zaman din düşmanı gibi göründüğüne. Siz politikacıların kişisel olarak dindar olup olmadığını değil, geldikleri parti veya geleneksel zihniyet olarak nerede durduklarına bakınız.

TÜRK DEVLET GELENEĞĐ SÜNNĐ AĞIRLIKLI Unutmayın Türkiye’de çok köklü bir devlet geleneği vardır. Türkiye Cumhuriyeti öyle

dün kurulmuş gecekondu devleti değildir. En az bin yıllık kesintisiz Türk devlet geleneğine millet-i hâkime anlayışı egemendir. Ta Selçuklulardan Osmanlılara, onlardan da Cumhuriyet’e bu gelenek yöneticilerin iliklerine işlemiştir. Buna göre, devletin bir resmi dini vardır. Bu din bin yıldır Đslam’dır ve Đslam’ın da Sünni-Hanefi mezhebidir. Bu üç devletin çatısı altında yaşayan tüm Müslüman-Hanefiler birinci sınıf tebaa veya vatandaş, geri kalanlar da ikinci sınıftır. Birinciye dâhil olanlar ülkenin kaynaklarından ve var olan haklardan sonuna kadar yararlanırken, diğerleri en az hakla ve maddi üretimden en düşük payla yetinmek zorundadırlar.

Cumhuriyetle de bu tanımda pek değişme olmamıştır ve 1839’da Islahat Fermanı’yla resmen kaldırılmış olmasına rağmen bu millet-i hâkime anlayışı pek dokunulmadan aynen devralınmıştır. Cumhuriyet vatandaş tanımına sadece Türk olma şartını eklemiş ama bu geleneğin özüne neredeyse hiç dokunmamıştır. Sadece makyaj değişmiş, Türkiye’de yaşayan birinin ancak ve ancak “laik Müslüman, Sünni ve Türk” olması halinde tüm vatandaşlık haklarından sonuna kadar yararlanabileceği ve üretimden eşitçe pay alabileceği kayıt altına alınmıştır. Kendisinde bu üç unsurdan biri bile eksik olanların başında sürekli boza pişirilmiş ve bu süreç hız kesmeden hala devam etmektedir. Ne diyordu Genel Kurmay Başkanlığı’nın 27 Nisan tarihli "e-muhtırası"nda, „’Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır."

TÜRKLÜK TANIMI TÜRKMEN ALEV ĐLERĐ KAPSIYOR MU? Bu cümledeki „Türküm“ kelimesine bakarak benim gibi Türk(men) kökenli Aleviler

hemen sevinmesin! Çünkü Türkiye’deki Türklük tanımı da Türkmen Alevileri kapsamaz. Türk devlet geleneğinin son halkası olan TC’de bile, Türk olmanın vazgeçilmez şartı Müslüman ve Sünni olmaktır. Türk sayılmak için etnik kökeninin Türk olması yetmez. Aynı zamanda Müslüman-Hanefi ve de bunun aşırısı olmayacaksın. Alttan alıp laik geçineceksin! Đşte o zaman birinci sınıf, eşit ve makbul vatandaşsın. Yoksa Aleviler gibi bu devletin kuruluşuna en büyük desteği versen de, ağzınla kuş tutsan da yaranamazsın!

Türkmen Alevi binlerce yıldır Türkçe konuştuğu halde Türk sayılmazken, Balkanlar ve Kafkaslar’dan gelen birilerinin, iki kuşak önceki ataları tek kelime Türkçe bilmedikleri halde, sırf Müslüman ve Sünni olduklarından Türk kabul edildiği yetmezmiş gibi bir de cumhurbaşkanı ve başbakan yapıldığını görünce şaşar kalırsınız. Ama şaşırmayın, gelenek bunu icap ettirir çünkü. Sahi siz kaç Alevi Türkmen kökenli devlet adamı adı sayabilirsiniz?

Page 182: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

182

Sadede gelirsek, CHP işte asıl iktidar olması ve Türk yönetici elitinin ana damarını teşkil etmesiyle, bu Türk-Müslüman-Sünni vurgulu hâkim millet tavrının en kararlı sürdürücüsüdür. Öyle olduğu için 1923’ten bu yana devletin ana karar mekanizmaları aralıksız hep elinde olduğu halde, Alevilere en ufak bir hak vermemiştir ve verilmesine de müsaade etmemiştir. Ne tuhaf değil mi, Türkiye’de tüm dengeler Sünni Müslümanların lehine ayarlanmıştır…

Bu nedenle Alevileri „şeriat gelecek“ tehdidiyle korkutarak hep yanında tutmuş, aşiret mantığıyla yaklaşarak oylarını almış ama onlara kollektif haklar vermeye hiç yanaşmamıştır. “Sıfır hak” karşılığı oylarını aldığı Alevilere yönelik en büyük katliamlar da (Sivas, Çorum, Maraş ve yine Sivas) nedense daima CHP ve o zihniyete yakın partilerin iktidarları zamanında gerçekleşmiştir.

Yine CHP hemen her seçimde Alevi birkaç aday göstermiş ve meclise sokmuştur. Lakin bu milletvekillerinin örgütlü hareket etmelerine hiçbir zaman izin vermediği gibi, bu yönde bir talepte bulunanları da hemen „mezhepçilik“ yapmakla suçlayarak susturmuştur.

CHP’nin bu yönü son aday belirleme çalışmaları sırasında çok net açığa çıkmıştır. CHP, bireysel hareket eden Alevi adaylara, nasıl olsa onları seçilseler bile tek tek duran kalemler gibi kolayca kırıp atmasını bilirim diye düşünerek kapılarını sonuna kadar açmıştır. Buna karşılık önceden pazarlık yaptıkları halde kırılması zor “düzine haline gelmiş kalemler” diye tanımlayabileceğimiz AABK ve ABF’den destek alarak adaylığını koyan örgütlü Alevilerin birini bile listeye almamıştır.

CHP ALEV ĐLERĐ TAMAMEN DIŞLADI MI? Bu haliyle CHP, son seçimde Alevi aday gösterme bakımından bireysel bazda bile

olsa AKP ve MHP’nin dahi gerisine düşmüştür. Yani takke düşmüş ve kel görünmüştür. Sosyolojik olarak CHP’yi „merkez“, AKP ve MHP gibi partileri „çevre“ diye sınıflandırırsak, şaşırtıcı bir şekilde, merkez zaten hiç içine almadığı Alevileri hemen hemen tamamen terk ederken, hiç umulmayan çevre yavaş yavaş da olsa Alevilerin varlığını kabul ve teslim etme yoluna girmiştir. Çevre iktidara gelebilmek ve merkez çekirdeğe ulaşabilmek için daha çok halk desteğine ihtiyaç duyduğundan, Aleviler dâhil toplumun tüm kesimlerini isteksizce de olsa dikkate alma zorunda kalırken, zaten „ebedî“ iktidar olduğundan merkez veya CHP benzer bir zorunluluk hissetmemektedir. Çünkü sırtını askere yaslamış, orta ve üst düzey gelir gruplarını, modernleşmiş kesimleri ve Alevileri de olmayan şeriat tehlikesini göstererek, arkasına almayı başarmıştır. Anılan kesimlerin büyük bölümü muhtemelen kendisine oy vereceğinden, CHP bunlardan korkularını suiistimal ederek alacağı destekle statükoyu en iyi şekilde korumanın yollarını aramakla meşguldür. Tek hedef Cumhuriyeti kuran parti olarak, sivil-askeri yüksek bürokrasinin imtiyazlarını korumaktır. Gerisi hikâye ve teferruattır.

Alevilerinse CHP’nin son tavrından alacakları tek ders şudur: CHP Sünni bir partidir ve devleti yöneten oligarşinin genlerine kadar işlemiş olan millet-i hâkime anlayışının en kararlı temsilcisidir. O nedenle bu seçimler dâhil Aleviler CHP’ye bundan böyle bir oy bile olsa zırnık koklatmamalıdır. CHP artık Aleviler için ölmüş bir yakın olarak kabul edilmeli ve defteri ebediyen dürülmelidir!

Peki, o zaman Aleviler kime oy verecek? Bu sorunun cevabını bir seçim arifesini daha beklemeden şimdiden düşünmeye

başlayalım. Evet, hem de çok geç olmadan. Yoksa vakit daralıyor!

Bad Nauheim, 12 Haziran 2007

Page 183: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

183

BU UNUTKAN TOPLUMA S ĐVAS'I UNUTTURMAYALIM!

Türkiye toplumu çok unutkan bir toplum. Hafızasız. Bırakınız Yavuz'un 500 yıl önce yaptığı katliamları hatırlamayı, daha 1980 öncesinde sağdan ve soldan 5 binin üzerinde evladının birbirini boğazladığını unuttu. "Hafızayı beşer nisyan ile maluldür" derler ama bu kadarı da fazla...

Bu unutkanlık hali iyi bir şey değil, çünkü toplumun belli kesimleri dönüp dolaşıp ısırıldıkları aynı yerden yine ısırılıyor. Diğer toplum kesimleri de, ısırılan kesim de sanki başına ilk defa böyle bir şey geliyormuş gibi tepki gösteriyor. Arkasından yine unutma, yine nisyan...

Bu kısır döngü böyle devam edemez. Edemez, çünkü aynı acıların defalarca tekrarına neden oluyor.

Nedir çare o halde?

Çare unutmamak ve unutturmamak ve dahi yorulmadan yaşanan acıları anmak gerekiyor. Anmakta yetmez, ilgili kesimleri bu acılarla, özellikle bu acılara meydan verenleri özeleştiriye ve kendisiyle yüzleşmeye zorlamak en önemli ödev olmalıdır.

Ne diyorlar biz Sivas Katliamı'nı her sene anmaya kalktığımızda? "Unutun bu acı olayları", "Sivas'ın adını karalıyorsunuz", "Temcit pilavı yaptınız", "Suçlu yakanlar değil, Aziz Nesin'di" diye salya sümük saldırıyorlar zaten acılarından gözyaşları kurumuş olanlara saygısızca. Utanmıyorlar. Ellerinden gelse, "Oteldekiler kendi kendilerini ateşe verdi" diyecekler. Đyi de unutalım gitsin mi? Unutalım ki, 1980 öncesi benzer olayların yaşandığı Sivas, 1993'te tekrar ettiği gibi bir üçüncü kez daha tekrarlansın öyle mi?

Sizlerin hafızaları zayıf olabilir ama hep yanan bizler olduğumuzdan Sivas'ı unutturmayacağız. "Unutun" diyenlere de,"Ya unutalım da özür dilemeye bile yanaşmadığınız yangınlara bir yenisini daha ekleyin!" cevabını verip laflarını ağızlarına geri tıkacağız.

Yeter artık cehennemî ateşlerde yakıldığımız! Bu ülkenin Alevileri, demokratları, solcuları bir daha kolay kurban ve lokma olmayacak! Boğazınıza dizileceğiz.

Duymayanlar duysun, duyanlar hala duymazlıktan gelenlere aktarsın; bize bir yeni Sivas daha yaşatamayacaksınız! Çünkü unutmuyoruz artık. Unutturmayacağız da! Ta ki Sivas ve benzeri katliamların bütün mağdurlarından samimi bir özür dileyinceye kadar! Yoksa suçlarınız sözde mahkemelerde zaman aşımına uğrasa bile, bizlerin vicdanlarında ebediyen yaşayacaktır! Burası böyle biline...

Sivaslar unutulmaz! Zira tarih unutanlar için tekerrür eder ve hafızası zayıf olanlar devir-daim makinesi gibi ardı ardına yeni katliamlara uğrayıp durur...

Bad Nauheim, 5 Temmuz 2007

Page 184: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

184

KENDĐ AYAĞINA ATEŞ ETMEYĐ ALIŞKANLIK HAL ĐNE GETĐREN BĐR HALK: ALEV ĐLER

Alevilere başka düşman gerekmiyor, çünkü kendileri yetiyor. Đşte seçimler bunun en açık göstergesi. Öyle anlaşılıyor ki, çoğunluk Alevi halk CHP diyecek yine yeni yeniden...

Böyle sadizm görülmedi. Celladına bu kadar aşk fazla. Ama nafile. Yine Aleviler gidip CHP'ye oy verecek gibi görünüyor.

Hangi Aleviler? Çoğunluk sıradan Alevi. Sokaktaki Alevi. Sadece onlar mı? Hayır! Önder geçinenler de. Televizyonlara çıkıp Aleviler adına ahkâm kesenler de CHP'ye oy verecek. Baksanıza çıkıp "Oylar CHP'ye" diye adres gösteriyorlar.

Neymiş, CHP Alevilerin taleplerini kabul etmiş(miş)... Biz herhalde uzayda yaşıyoruz ve bu nedenle haber alamıyoruz. Böyle adres gösteren önder/lider(!) arkadaşlar kabul gören taleplerin neler olduğunu ve nerede kayıt aldığını da söylese de öğrensek. Bilsekte bizler de yanlış yapmayıp, CHP'ye oy versek!

Güldürmeyin adamı. Seçimler gelir geçer. Bizler yine yüz yüze bakacağız. Bir araya geleceğiz. O zaman hangi yüzle karşımıza çıkacaksınız. O verildiğini söylediğiniz sözler/vaatler tutulmayınca hangi bahaneyi uyduracaksınız?

Komik olmayın ve kendi günahlarınıza başka masum ve sıradan Alevileri de ortak etmeyiniz. Bırakınız onlar kendi vicdanlarıyla baş başa kalarak oy versin. Böylesi daha iyidir, daha az yanlış yaparlar çünkü. Sizlerin gibi kılavuzluğa özenmiş kargalardan uzak daha sağlıklı karar verir belki sıradan Aleviler.

Bırakın Alevilerin yakasını! Bırakın ki, kendi sağduyusu ile hareket edecek Aleviler sayesinde hiç olmazsa bu sefer olsun, kendi ayağına ateş etmeyi alışkanlık haline getiren Alevi sayısı aşağı çekilsin!

Onlar günlük yaşamlarında CHP'nin ne, kim ve kimlerin temsilcisi olduğunu ve kendi hayatlarını bir Alevi olarak ne kadar kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını daha iyi biliyorlar çünkü.

Evet, Aleviler CHP'ye oy vermemelidir. Vermemek için gerekçe çok. Bunları burada tekrar sıralamaya gerek görmüyoruz. Ancak en büyük gerekçe şu: CHP ile özdeşleşmek, "Aleviler zaten CHP'ye oy verir, başka kime verecekler?" önyargısının yaygınlığı Alevilere büyük zarar veriyor. Aleviler „inadına CHP“ dedikçe, Sünni kesimde zaten tamamen tasfiye edilememiş Alevi düşmanlığı daha da azıyor. Bu durumun Alevilerin kısa ve orta vadede günlük yaşamlarını daha da zorlaştıracağı kesin.

Hâlbuki Alevilerin sıradan Sünni halk ve bir din olarak Đslam'la bir problemleri yok. Onların düşmanlığını çekmeye de hiç ihtiyaçları yok. Alevilerin sorunu sistemle… Sistem kim? Kestirme cevabıyla CHP. CHP kim? Sivil-asker oligarşisinin siyasi ayağı...

O halde bir Alevi CHP'ye oy vermekle ne yapmış oluyor? Kendi ayağına ateş etmiş, kendini mağdur edene bir atımlık daha barut vermiş olmuyor mu? Bal gibi oluyor…

O nedenle, her Alevi sandık başında bir daha ve bir daha elini vicdanına koyarak düşünmeli, ölçüp biçmeli ve öyle kullanmalı oyunu. Belki böylesi daha iyidir. Rasgele, alışkanlıkla, bir gerçekliğe tekabül edip etmediğini hesaba katmadan "şeriat geliyor" korkusuna kapılıp, kendi celladına kurşun, pardon oy vermekten evladır vicdanını devreye sokmak…

Page 185: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

185

Sözüm tabii hâlâ vicdanı olan Alevilere. Vicdanını kaybedene ise ne ben ne de en iyi tabip bir şey yapamaz!

Bad Nauheim, 18 Temmuz 2007

Page 186: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

186

ĐLLÜZYONLARLA KAZANILAN B ĐR SEÇĐMĐ ANAL ĐZ DENEMESĐ Türkiye yapılıp yapılmayacağı bile kuşkulu olan bir seçimi daha belasız kazasız geride bıraktı. Seçimlerden yüzde 46,7 oyla en kazançlı çıkan parti AKP oldu. AKP’nin galibiyeti konusunda herkes ayrı bir nedene vurgu yapsa da, galiba en doğrusu Tayyip Erdoğan’ın partisinin en az 10 maddede özetlenebilecek bir nedenler demetiyle tek başına yeniden iktidar olmayı başardığını söylemektir. Zira öne çıkan hiçbir neden tek başına bu büyük başarıyı açıklamaya yetmez.

Buna karşılık AKP’nin bu başarısı yalnız kendi başarısı değildir. Çünkü Tayyip Erdoğan ve partisi 22 Temmuz seçimlerinde adeta tek kale maç oynamıştır. Nitekim bu partinin karşısında öyle dişe dokunur bir muhalefet yapacak, kitlelere umut yanında somut ve inandırıcı vaatler sunacak iktidar adayı rakip bir parti ortaya çıkamamıştır. Bunun yanında askerin de bir e-muhtıra ile siyasete müdahale girişiminde bulunmasının cumhurbaşkanlığı seçimini kilitlemesiyle meydan AKP’ye kalmış ve bu onu adeta mağdur durumuna düşürmüştür. Zaten beş yıla yakın iktidar döneminde oylarını sürekli artırarak yüzde 40’lara çıkaran AKP liderliğinin, bu askeri müdahale girişimine biraz utangaçta olsa direnir görünmesi seçmen üzerinde olumlu etki yaparken, partiyi de rekor oy oranına sıçrattı.

Aslında geçen beş yıllık dönemde Türkiye’nin dış borcunun astronomik olarak artmasına, cari açığın tehlike sinyalleri vermesine, işsizlik rakamlarının yerinde saymasına ve özellikle tarımdaki nüfusun aşırı yoksullaşmasına rağmen kim ne derse desin, hemen her kesime bir mavi boncuk dağıtarak, oluşturduğu illüzyonlarla (yanılsama, gözbağcılık) AKP büyük bir başarı grafiği çizmiştir. Buna karşılık bu başarı partiye bu defa geçen dönemin aksine daha büyük görev ve sorumluluklar yüklemiştir. Geçen hükümet döneminde, meşruiyet ve sisteme kendini kabul ettirme sorunları çeken, “gizli ajandaları” bulunmakla suçlanan Erdoğan ve partisine halkın yarısının gösterdiği bu teveccüh, “artık ne yapacaksan yap, bahane uydurmaman için sana bu desteği verdim” anlamını taşımaktadır.

ERDOĞAN HERKES ĐN BAŞBAKANI OLMAK ZORUNDA Gerçekten ikinci AKP hükümetinin işi çok zor. Tayyip Erdoğan artık 2002’de olduğu

gibi, sadece Đslami kesimi temsil eden bir lider olmaktan çıkmış ve seçmen tarafından herkesin başbakanı olmaya zorlanmıştır. Çünkü bu seçimde AKP, Ermenilerden Alevilere, Kürtlerden Lazlara; laiklerden anti-laiklere, en yoksulundan en zenginine hemen her kesimden oy almıştır. O nedenle Erdoğan bu sefer bütün bu kesimlerin her birini ve onların sorunlarını dikkate almak ve bunlara az da olsa çözüm bularak memnun etmek zorundadır. Halk Erdoğan’ı güçlü görmüş, “Madem en güçlü sensin, ben de zaten güçlüyü severim. Al sana tek başına iktidar olmana yetecek oy, çöz bizlerin sorunlarını. Artık sığınacak bahane arama!” demiştir. Yine KONDA’nın seçim sonuçları üzerine yaptığı araştırmanın da gösterdiği gibi, halkın yüzde 78,3’ü sandık başında hem ülkenin hem de kendisinin genel ekonomik durumu ve beklentilerini merkeze alarak tercihini belirlemiştir. Seçmenin ancak yüzde 10,3’ü laiklik ve başörtüsü gibi saikleri dikkate almışken, AKP’nin birinci çıkmasında da türban, laiklik, yaşam tarzı benzeri soyut gerekçelerden çok, somut ekonomik öncelikler daha büyük rol oynamıştır.

Kuşkusuz Başbakan Erdoğan’ın bunları yeni dönemde önemle göz önünde bulundurması gerekiyor. Onun artık bu kez devletin üst makamlarına sadece eşi başörtülü yandaşlarını getirmek gibi bir lüksü bulunmuyor. Geçen dönemdeki bu tür yanlışlarından ve sadece kendi çekirdek tabanını memnun edecek uygulamalarından vazgeçmezse, bir dahaki seçimde bu halk onu hatalarından ders almayan diğer liderler gibi sandığa gömmesini de bilecektir.

Öte yandan Türkiye’de iktidar partisi AKP’yi seçmeyen yüzde 53’lük bir kesim var. Her ne kadar kendi içinde bir bütün olmasa da, yine de halkın yarısından fazlasını teşkil eden bu kitlenin hükümet uygulamalarından memnun olmadığını söylemek mümkün. Bu devasa kitlenin önemli bir bölümünü herkesin malumu olduğu üzere Aleviler oluşturuyor. Şüphesiz bu son seçimde, Alevilerden de AKP’ye hatırı sayılır oranda bir oy kayması oldu. Daha önceki seçimde sadece marjinal denecek derecede bir Alevi oy yüzdesi AKP’ye gitmişken, bu sefer

Page 187: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

187

Alevilerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki sandıklardan çıkan sonuçların da gösterdiği gibi, en az yüzde 25’lik bir Alevi oyunun bu tarafın hanesine yazıldığını söylemek abartı olmaz. Bu yönelmede şüphesiz AKP’nin bazı yerlerde Alevi kökenli adaylar göstermesinin rolü yanında, Alevilerden bir kesimin de diğer seçmenler gibi ekonomik önceliklerine göre oy vermeye başladığını hesaba katmak gerekiyor.

AKP’YE ZAMAN TANINMALI MI? Bir de Başbakan Erdoğan Alevi aday göstermekle ve seçim öncesinde Đstanbul’da bir

cemevini ziyaret ederek, artık 1995’teki gibi Karacaahmet’te cemevi yıktıran Tayyip Erdoğan olmadığını göstermek istemiştir. Bu da önemli bir aşamadır ve takdirle karşılanmalıdır. Ancak Erdoğan Alevilere yönelik samimiyet testinden hala başarıyla geçebilmiş değildir. Zira iktidarının geçen döneminde de, Alevi örgütlerinin randevu taleplerini sürekli geri çevirmesi yetmezmiş gibi, “cümbüş evi” diye nitelediği cemevlerinin ibadethane statüsüne kavuşturulmasına sürekli karşı çıkmış; bir toplantıda da kendisini Alevilerin de başbakanı olarak görmesi için bir nedeninin bulunmadığını söylemişti.

Ayrıca Alevilerin Başbakan Erdoğan için, “Adam değişti işte. Baksanıza içimizden 3 kişiyi de milletvekili yaptı. Sorunlarımızı da çözecek artık. Biraz zaman tanıyalım” deme lüksü pek bulunmuyor. Tamam, zaman tanınmasına tanınmalıdır. Lâkin görünen köyün kılavuz istemediğini de teslim etmemiz gerekiyor zira her ne kadar birinci parti olmakla kendilerini merkeze geldi gösterseler de, AKP’nin ana çekirdeği hala Aleviler hakkında pek hayırhah düşüncelere sahip değildir. AKP’lilerin çoğunluğu henüz Đslamcı, Arap özentili reflekslerini terk edememiştir ve etmeyecektir de. Ne demiş atalarımız: “Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani?” Öncelikle AKP’den milletvekili seçilen Đstanbul’dan Reha Çamuroğlu, Đbrahim Yiğit ve Kütahya’dan Dr. Hüseyin Tuğcu’nun Alevi kitle içinde bir temsil gücünün bulunmadığını görmek zorundayız. Bir kere bu kişilerin her üçü de bırakınız mevcut Alevi örgüt ve kurumlarının biriyle bile dirsek temasında bulunmayı, kavgalıdır; hatta Çamuroğlu ve Dr. Tuğcu’nun Đslami çizgideki Cem Vakfı’na da dâhil olmak üzere tavrı düşmancadır. O nedenle AKP’nin Alevi bir ailede doğmak dışında hiçbir vasıfları bulunmayan, “düşkün” sayabileceğimiz bu milletvekillerine dayanarak, yeni dönemde Alevilerin temel sorunlarını çözmesini beklemek safdillilik olur. Tabii ki bu AKP’nin Alevilerle ilgili hiçbir girişimde bulunmayacağı anlamına gelmez. AKP başta Çamuroğlu ve Tuğcu gibi Alevi kökenli milletvekillerini bir “Truva atı” gibi kullanarak, cemevlerinin ibadethane statüsü, Aleviliğinin Đslam’ın neresinde durduğu, dedelere maaş bağlanması ve din derslerinde Aleviliğin de öğretilmesi benzeri bazı konularda kesinlikle bir takım icraatlara imza atacaktır. Bunun işaretlerini gerek Çamuroğlu gerekse Tuğcu’nun verdiği ilk demeçlerden çıkarmak mümkün.

TEPEDEN ALEV ĐLĐK DAYATMASI SÜRER M Đ? Ancak unutulmaması gerekir ki, bu girişimler daha ziyade Alevilerin beklentileri

doğrultusunda olmaktan çok, AKP’nin Türkiye’de görmek isteği Alevi ve Alevilik profilini yansıtacaktır. Açıkçası aldığı yüksek oyla kendini dev aynasında görecek ve çoğunluk diktası kurmaya zaten yatkın bir parti olan AKP, Alevilere kendi tanımladığı bir Alevilik dayatacaktır ve “ben yaptım oldu” politikası güdecektir. Bu konuda uyanık olunmalı zira Alevi örgütleri AKP’nin kendileri hakkında yapacağı icraatlara ve alacağı kararlara gerekli tepkiyi vermez ve zamanında kitlesel bir reaksiyon göstermezse, atılmış olan bu adımların çok tahripkâr olacağını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. Hele hele AKP’nin atacağı bazı adımlar Alevi kitle arasında da, bunların ne niyetle atıldığı sorgulanmadan ve anlaşılmadan acelece belli bir karşılık bulacağından, önemli kırılma ve bölünmelere yol açacaktır. Dedelere maaş bağlanması, Alevilerin Diyanet’te temsili en çok gürültü koparacak konular cinsinden sayılabilir.

Seçimlerden en çok yara alarak çıkan CHP babında söylenecek olan şeyse, CHP Baykal’lı da olsa, onsuz da olsa Türkiye’deki seçimlerde erişebileceği doğal sınırlara ulaşmıştır. Bütün zorlamalara rağmen CHP artık bu sınırı aşamaz. Başına ister Mustafa Sarıgül gelsin isterse başkası, CHP’nin makûs talihini kimse değiştiremez. CHP miadını doldurmuş arkaik özellikleri baskın bir partidir. Son seçimler bu durumu daha net bir biçimde

Page 188: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

188

ortaya sermiştir. Zaten yüzde 60’ları aşan Alevi seçmen de olmasa CHP barajı bile geçemeyecekti.

Son seçimin de gösterdiği üzere Aleviler yine ağırlıklı olarak CHP’ye oy verdiyse de, bu partiden kaçışları gözle görülür bir biçimde artmıştır. Aleviler azımsanmayacak oranda bağımsızlar, AKP ve MHP’ye yönelmişlerdir. Bundan böyle CHP’nin dışında kitlesel bir sol, gerçek laik, sosyal demokrat ve emekten yana alternatif bir parti oluşturulmazsa, bu eğilim önümüzdeki seçimlerde de yükselerek devam edecektir. Çoğu kimsenin de farkında olduğu gibi, zaten Alevi kitle son seçimlerde başka bir seçenek bulunmamasından CHP’yi zoraki tercih etmiştir. Makul bir seçenek oluşturulabilirse, Aleviler CHP’den tamamen kopacaklarını göstermiştir. Yeni alternatif girişimlerde bu gerçeğin özellikle göz önünde bulundurulması ve değerlendirilmesi gerekir.

Öte yandan Alevilerin sağ partilere kayışı öyle geçiştirilecek cinsten bir olgu değildir. Bu Aleviler açısından toplumsal bir deformasyona işaret ettiği gibi, bir bölüm Alevi’de de sağa kaymanın çözüm olduğu yanılgısına yol açmaktadır. Oysa bu yönelişin çare olması bir yana, hükümetin tek taraflı atacağı adımlardan dolayı mevcut Alevi sorunlarının daha da ağırlaşmasına ve içinden çıkılmaz hale gelmesine yol açacaktır. Zira yapılacak çözüme dönük icraatların tepeden inmeci ve Alevi tabanın beklentileriyle örtüşmeyecek içerikte olacağı kesine yakındır.

ALEV ĐLER HAYATIN HER ALANINDA MA ĞDUR Bir de Alevilerin talepleri lanse edilmeye çalışıldığı gibi sadece dinsel içerikli değildir.

Hem Alevilerin hem de kendileri dışındaki tarafların, Alevilerin dinsel ve mezhepsel gibi görünen sorunlarının, onların genel toplum içinde sosyal ve ekonomik olarakta dışlanmalarına neden olduğunu görmeleri gerekiyor. Yani bir Alevi, Alevi olmakla dinsel mağduriyetleri bir yana, bulunduğu çevrede sosyal olarak dışlanıyor, ekonomik olarakta hak ettiği halde özel veya devlet işyerlerinde istediği yerlere gelemiyor. O nedenle Alevi örgütleri kendilerini salt dinsel kimlik sorunlarına hapsetmemelidirler. Aksine hükümeti ve diğer devlet organlarını sözü edilen ekonomik ve sosyal dışlamalara karşı mücadeleye zorlamayı da acil öncelikleri arasına derhal almalıdırlar. Ayrıca Aleviler dinsel mağduriyetler dışındaki bu sorunlar bağlamında kendileri gibi dışlanan, ezilen ve hakkı yenen kesimlerle de sürekli dirsek temasını, ortak platformlarda mücadeleyi ve ittifak yolları arayışını ısrarla sürdürmelidirler.

Özetle Aleviler dâhil olmak üzere mevcut hükümete oy vermeyen yüzde 53’lük kitlenin, seçimlerden AKP büyük bir zaferle çıktı diye karalar bağlamasının bir gereği yoktur. Seçim sonuçlarını demokratik bir olgunlukla karşılasak dahi, bir dahaki seçimde aynı hezimeti ve hayal kırıklığını yaşamamak için alternatif bir hareket oluşturmaya beklemeksizin hemen başlanmalıdır. Aksi takdirde yeni yeni yenilgiler hala hükümetin karşısında bir çoğunluk teşkil eden bu büyük kitlenin kaderi olacak ve daha da güçsüzleşmesine zemin hazırlayacaktır. Evet, henüz çareler tükenmiş değil. AKP’siz bir Türkiye hala mümkündür. Hiçbir kimsenin ve kimliğin hakkının yenilmediği, daha toplumcu ve eşitlikçi, sözde değil özde laik bir Türkiye’nin kurulmasının öncülüğü daha çok böyle bir misyonu yüklenme potansiyeline sahip ama bunun pek farkında olmayan Alevilere düşüyor. Silkinin ve kendinize gelin Aleviler! Yoksa önümüzdeki seçimlerden sonra daha çok dövüneceksiniz. Bizden söylemesi…

Bad Nauheim, 7 A ğustos 2007

Page 189: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

189

TAYYĐP ERDOĞAN’A SEÇ ĐMĐ ALEV ĐLĐK MĐ KAZANDIRDI?

Genel seçimlerin üzerinden baya uzun bir zaman geçse de sonuçları üzerine tartışmalar henüz hız kesmişe benzemiyor. 22 Temmuz seçimleri bir milat özelliğine sahipti ve buradan AKP yüzde 46,58 oy alarak tarihi bir zaferle çıktı. Bu başarının ardında yatan gerçekler ve işin sırrı neydi? Bu uzun uzadıya tartışıldı ve daha da tartışılacak gibi.

Söz konusu başarıyı getiren nedenler üzerine çok şey söylenebilir. Ancak ben Tayyip Erdoğan ve partisinin seçimi açık farkla kazanmasının altında Alevi meşrep olmaya başlamasının yattığını iddia edeceğim.

Bir kere şunu görmek gerekir ki, Milli Görüş geleneğinden gelen Tayyip Erdoğan, Đstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde Karacaahmet Cemevi’ni yıktırmıştı. Aynı Erdoğan geçen seçim döneminde ne yaptı? Gitti Đstanbul’da bir cemevini ziyaret etti ve Alevilerden oy istedi. Bunu 1995’te yapamazdı ve bir cemevini ziyaret etmeye kalksa hem Aleviler hem de kendi tabanı tarafından büyük ihtimalle taşa tutulurdu. Bu sefer hiçbir şey olmadığı gibi, Erikli Baba Cemevi’nde izzet-i ikramla karşılandı.

Başka ne yaptı? Başta Tunceli olmak üzere bazı illerde Alevi kökenli milletvekili adayları gösterdi ve bunlardan da üçü TBMM’ye girmeyi başardı. Nereden nereye değil mi?

Cemevi yıktıran Tayyip Erdoğan’dan Alevilere yakınlaşan bir insana dönüşmek siyasi çıkar uğruna da olsa kolay olmasa gerek.

Tabii ki bu yakınlaşma Aleviler tarafından karşılıksız bırakılmadı. En başta Đstanbul, sonra Orta ve Batı Anadolu’da yaşayan Alevilerden hatırı sayılır büyüklükte bir kesim daha önce rüyasında görse dilini ısıracağı bir şey yaptı ve gitti AKP’ye oy verdi. 10 yıl önce böyle bir şey hayal bile edilemezdi. Düşünsenize, o yıllarda Alevilerin Refah Partisi’ne oy verdiğini…

Bu yakınlaşma elbette takdir edilmeli ve Başbakan Erdoğan Alevilerin çözümlenmemiş onlarca sorununa el atması konusunda cesaretlendirilmeli.

Evet, insanlar değişirler. Erdoğan’ın cemevleri hakkında geçmişte çokta iyi şeyler düşünmediğini ve bunu da icraatlarıyla gösterdiğini unutmayalım ama bu değişimi de teslim edelim. Bu gerçeği dile getirmek kimseyi AKP’li yapmadığı gibi, Tayyip Erdoğan’ın artık tüm günahlarından arınarak bir melaike haline geldiğini söylemek anlamını da taşımaz. Sadece Erdoğan’daki bu değişimin analizi iyi yapılmalı ve onun 10–15 yıl önceki yerinde takılıp kalmadığı kabul edilmelidir. Ama bundan sonra atacağı adımları da yakından izlemekten vazgeçmeyelim. Bazılarımızın yaptığı gibi “bunlar kesinlikle değişmez” ezberini tekrarlamayalım yeter.

Ne demek istediğimi daha net anlamak isteyenler bir de Deniz Baykal’a ve CHP’ye baksınlar!

Bir yanda Alevilere adım adım yaklaşan bir Erdoğan, öte yanda Alevi oylarından aslan payını alan Baykal. Erdoğan yavaş ve belki geçte olsa yakınlaşırken, Baykal bırakınız yerinde kalmayı Alevilerden fersah fersah uzaklaşıyor. Ne yaptı Baykal? Geçen seçimde Alevi kimliğini öne çıkaran hiç kimseyi aday yapmadı. Önceki dönemde milletvekili olan ve yeterli olmasa bile yine de Alevilerin sorunlarını meclis kürsüsüne taşıyan Ali Rıza Gülçiçek’i listeye sokmaya dahi gerek görmedi. CHP’den Alevileri büyük oranda tasfiye etti. Benim işaret etmek istediğim işte burası.

Kuşkusuz Erdoğan’ın Alevilerle arasının tam düzelmesi mümkün değil ve cemevi yıktırma ayıbını yıllar geçse de Alevilere tamamen unutturamaz. Belki Aleviler ondan en fazla çıkıp açık bir özür dilemesini bekleyebilir. Ama 12–13 yıl önceki ve Erdoğan’ın politikada henüz çaylak olduğu bir dönemdeki bir olaydan dolayı onu ebedi suçlu ilan etmekte vicdanla bağdaşmasa gerek. Hani hukukta bile suçlarda zaman aşımı diye bir şey vardı, değil mi? Aleviler Erdoğan konusunda artık geçmişe değil geleceğe bakmalı. Onun bundan sonra neler yapacağı iyi izlenmeli ve yanlış bir adımında gerekirse kıyamet bile koparılmalıdır. Çünkü beğenilse de beğenilmese de Aleviler, taleplerinin karşılanması noktasında en az bir 5 sene daha onunla muhatap olmak zorundalar.

Page 190: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

190

Erdoğan’ın Alevilere bu yakınlaşmasındaki samimiyetini ve iyi niyetiniyse zaman gösterecek.

Bu anlattıklarım Başbakan Erdoğan’ın Alevilere dönük yanı. Öte yandan Erdoğan asıl Alevileşmeyi, daha doğrusu Alevi meşrep bir duruşu diğer seçmenlerine karşı sergiledi. Düşünsenize, Đslamcı iddialarını sürdüren bir Tayyip Erdoğan ve AKP yüzde 46,58 oy alabilir miydi? Bir karşılaştırınız bakalım Milli Görüş ve Adil Düzen anlayışından bir milim bile sapma göstermeyen Necmettin Erbakan’a ve yarı gizli lideri olduğu Saadet Partisi’nin son seçimdeki oy yüzdesini… 46,58 nerede, yüzde 2,34 nerede?

Bu şu anlama geliyor; Türkiye’de şeriat talebiyle, Đslamcı iddialarla iktidar olunmaz. Ha, olmak istersin ama halk sizi takmaz. Türkiye’de şeriat devleti özlemcilerinin eti budu en fazla yüzde 5, bilemedin yüzde 10’dur. Bu görüştekilerin amiral gemisi SP’nin aldığı oy da ancak 2,34’e erişebilmiştir. Bir bölümü de belki şimdilik taktik ve kişisel hesaplarla diğer partileri tercih etmiştir veya “kâfir düzeni” diye nitelediği demokrasiyi ve cumhuriyet rejimini protesto etmek için sandığa gitmemiştir.

Öyleyse “ülkeyi ve rejimi tehlikeye atıyorlar”, “şeriat getirecekler” diye suçlanan AKP’ye bu oyları kim verdi? Bunların şeriatçılar olmadıkları kesin. Öyle olsa arkasında yüzde 46,58’lik bir kitle olan bir parti şeriatı hemen bugün ilan eder zaten.

O halde kim vermiş olabilir? Bu sorunun cevabı hemen hemen herkestir. Evet, AKP’ye sağcısından, solcusuna, dinsizinden dincisine, başı açığından kapalısına, zengininden fakirine ve orta hallisine varıncaya kadar toplumun tüm katmanlarından seçmenin yarıya yakını oy vermiştir. Tamam da şeriat getirecek diye korkulan, hatta bu hususta ordusu tarafından üstü kapalı uyarıldığı halde bir partiye bu kadar insan niye oy versin?

Đşte asıl cevap burada saklıdır. Bu kadar büyük bir seçmen kitlesi AKP’yi Tayyip Erdoğan Alevi meşrep olmayı önemli oranda başardığından tercih etmiştir. Nedir bu Alevi meşrep olmak? Önce Aleviliği hemen kısaca tarif edelim. Alevilik her şeyden önce bağdaştırmacı (senkretik) bir inançtır. Asya ve Ortadoğu coğrafyasındaki hemen tüm dinlerden ve batıni akımlardan etkilenmiştir ama bu Aleviliğin yamalı bohça olduğu anlamına gelmez. Tüm bu inanç ve dinlerin sentezini yapan Alevilikte içeri alınan öğeler artık kaynağından, oradaki anlam ve öneminden büyük ölçüde bağımsızlaşmıştır. Kısaca ortaya orijinal bir bütün çıkmıştır. Alevilik temelde uzlaşmacıdır. Đnsanlar, dinler ve diller arasında ayrım yapmaz. Onlardan etkilenmeye açıktır. Alevilerdeki engin hoşgörü kaynağını buradan alır.

Bir de Anadolu ve Mezopotamya tüm tek tanrılı dinler yanında, Alevi-Batıni akımların çıktığı ve en etkili olduğu coğrafyadır. Özellikle Anadolu topraklarının mayası bağdaştırmacı yanları ağır basan Batıni fikirlerle yoğrulmuştur. Unutmayınız ki, bu akımlara mensup Baba Đshak ve Đlyas, Hacı Bektaşi Veli, Mevlana, Yunus Emre ve Şeyh Bedreddin burada yaşamıştır. Yine Anadolu’da daha 500 yıl öncesinde Işıklar, Torlaklar, Kalenderiler, Babaîler, Bedreddinîler gibi Alevi-Batıni kitleler çoğunluğu teşkil etmektedir. Bugünkü Türkiye halkının çoğunluğu her ne kadar Sünni olsa da belli ölçüde atalarının bu mirasını devralmıştır. Halkımız işte bu Alevi meşrep, bağdaştırmacı Batıni damarın hala etkisi altında bulunduğundan dolayı bugün, saf şeriatçı anlayışlara yüz vermemektedir.

Tayyip Erdoğan’da tam da halkın bu eğilimini kavrayan yönde bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Yaklaşık 5 yıllık iktidarı ve geçen seçim döneminde bağdaştırmacı davranarak, toplumun hemen her kesimine bir mesaj vermiş, bunların az veya çok beklentilerine uyan belli bir karşılık bulmayı başardığı için birincilik koltuğunu kapmıştır. Dikkat edilirse, son seçim kampanyası sürecinde dini temaları da zaten neredeyse hiç ön plana çıkarmamıştır.

Refah ve Fazilet Partili olduğu dönemde kapalı ve sadece kendi yandaşlarına dönük bir politika izlerken, son 5 yılda bunun yanlışlığını veya en azından bir partiyi iktidarda tutmaya yetmeyeceğini gören Erdoğan, dışa açılma kararı alıp, atacağı adımlarda da bağdaştırmacı hareket ederek daha geniş kesimlerin desteğini alabilmeyi kafasına koymuştur.

Page 191: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

191

Đşte bu nedenle de iktidarında bir yandan zenginleri daha zengin ederken, diğer yandan yoksullara da akmasa da damlayacak miktarda bir kaynak ayırmaktan geri kalmamıştır.

Yine kendisinden sorunlarına çözüm bekleyen başörtülü üniversite öğrencisi ve aileleriyle muhafazakâr çekirdek tabanına, “Çözeceğiz sorunu ama engelliyorlar. Biraz sabır” telkininde bulunurken, bundan ürken kesimlere de, “Đçiniz rahat olsun. Bu sorunu buzdolabına kaldırdım” diyebilmiştir. Bu çerçevede aynı Tayyip Erdoğan, başörtüsü sorununun çözümünü bir başka bahara ertelerken, meclise en çok kadın milletvekili sokan lider olmuştur. Đlginçtir bu milletvekillerinden biri dahi başörtülü değildir hem de!

Ayrıca sosyal demokratlar, solcular CHP’yi hemen hemen terk etmişken, Erdoğan başta Ertuğrul Günay, Prof. Zafer Üskül, Reha Çamuroğlu, Nursuna Memecan ve Ayşe Nur Bahçekapılı olmak üzere çok sayıda sol kökenli kişiyi partisinin ve meclisin saflarına katmıştır. Keza elinde merkez sağdan ve MHP’den gelen çok sayıda milletvekili de vardır.

Örnekleri çoğaltmak mümkün ama Tayyip Erdoğan’ın bu yaptıkları bağdaştırmacılıktan başka bir terimle nitelenemez. Aynı Mevlana’nın sözündeki gibi toplumdaki hemen bütün eğilim ve kesimlerden insanı kim olduklarına ve nereden geldiklerine bakmaksızın partisine dâhil etmiştir.

Buna karşılık Erdoğan benzeri Alevilikte olduğu gibi kendi yeri ve duruşundan fazla bir taviz vermezken, partisi çatısı altına girenlere de kendi damgasını vurmak ve onlarla yeni bir kompozisyon, bir sentez yaratmakla meşguldür. Burada izlenen yolun bağdaştırmacı olduğu kesindir.

Bütün bunlar Tayyip Erdoğan’ın Alevi olduğunu mu gösteriyor? Elbette hayır. O veya bir başkası zaten istese de Alevi olamaz. Biz de o nedenle kendisine Alevi meşrep yani Alevi eğilimli dedik.

Türkiye toplumu böyledir işte. Zorlamalara, sıkıştırmalara, çok fazla köşeli davranmaya gelmez. Erbakan’ın yaptığı gibi dengeleri çok zorlarsanız belki bir dalgayla iktidara gelseniz bile uzun süre orada kalamazsınız. Koltuğunuzdan asker eliyle haksız bir şekilde tepetaklak indirilseniz bile çok köşeli olduğunuzdan, taşıdığınız dünya görüşü ve inançlar bu coğrafyanın kimyasına çok uygun değilse, bu halk sizi bu haksızlığa rağmen bir daha iktidar yapmaz ve de arkanızdan gözyaşı dökmez!

Erdoğan’ın başarısının sırrı işte buradadır. Bu toprakların dilini belli ölçülerde kavradığından, ona göre de bağdaştırmacı ve her kesimi kapsayıcı davranmıştır. Yakaladığı bu üslup ve dengeyi sürdürürse daha uzun yıllar başta kalacağı kesindir. Ama Milli Görüşçü, Arap özentili bir Müslümanlık anlayışına geri dönme eğilimleri gösterir de, az veya çok birden fazla toplum kesimini memnun etmeye çalışmak yerine, sadece partisinin çekirdek tabanına yüzünü dönerse, işte o zaman ölmeden diğer birçokları gibi liderler mezarlığını boylar. Nasıl olsa bu mezarlık çok geniştir. Ona da yer çabucak açılır!

Bad Nauheim, 14 A ğustos 2007

Page 192: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

192

ALEV ĐLER DEDE KILIKLI ĐMAMLARIDA MI GÖRECEKT Đ? Dedelerin imam gibi davrandığı bugünleri de mi görecekti Aleviler? Veya böyle bir şey olabilir mi, olması mümkün mü? Evet, maalesef Aleviler için bugün her şey mümkün. Türkiye’nin doğusunda ve batısında imam gibi hareket edip, taliplerine beş vakit namaz kılmayı tavsiye eden, Kuran kursuna gitmeyi öğütleyen, cemevinde ilahi söyleten dedeler mi ararsınız; yoksa bayram namazlarında camiye dönüştürülen cemevleri mi? Hepsini bulmak çoktandır mümkün. Her mal ve hizmetin bolca ve çeşitli kalitelerde satın alınabildiği günümüzde, Aleviler de serbest piyasa şartlarına uyup, kendi içlerinde Alevilik aleyhine çeşitleniyor. Đmam dedeler de belki böyle bir ortamın ürünü. Đnsanın isyan edesi geliyor bunları duyunca! Fakat ne yapılsa boş, çünkü bu tür gelişmeler, hep ezbere tekrarladığımız gibi doğrudan devletin asimilasyon politikasıyla da açıklanamaz. Kuşkusuz bu politikaların dolaylı ve dolaysız etkileri hesap edilmeli ama anlatacağımız bu örnek olayda doğrudan Alevi toplumunun kendisi suçlu. Neden mi? Çünkü böyle dedeleri başta tutan ve hala onların önünde niyaz edenler, yaptıklarına, “yolumuzda böyle bir şey var mı? Sen atalarının erkâna böyle Sünni unsurlar karıştırdığını gördün mü?” diye karşı çıkmıyorlar. Karşı çıkanları da, çoğunluk imam dededen yana olduğundan, “vurun, söyletmeyin!” diye gürleyerek diktatörce bir tavırla susturuyorlar. Olayı somut hale getirirsek, yine her zaman olduğu gibi kendi kimliğine yabancılaşmanın çok ileri boyutlara ulaştığı Batı Anadolu Alevilerinden, daha detaya indirirsek Kütahya Alevilerinden bahsediyorum. Bu sene de yıllık iznimi Türkiye’de geçirdim. Đzmir, Manisa, Aydın ve Kütahya civarında dolaşma ve oraları başta Alevilik olmak üzere birçok açıdan gözlemleme fırsatı buldum. Her izinde yaptığım gibi, tamamı Alevi olan kendi beldem Şeyhler’de de bir hafta geçirdim. Her ne kadar diğer zamanlarda beldede bulunan eşle dostla telefon sohbetleri yapsam da, yine de insanın oradaki her gelişmeden haberi olmayabiliyor. Beldemizde iki cemevimiz var. Şeyhler aslında ikrar, birlik ve görgü cemleri, dardan indirme yanında çok sayıda Alevi ulusunun yatırları adına her yıl düzenlenen hayır törenlerinin yapıldığı; özetle otantik Alevi geleneğinin çok canlı bir şekilde yaşatılmaya devam edildiği bir yer. Türkiye’nin birçok yerinde unutulan erkân bizde halen eksiksizce yürütülüyor. Bunlar Alevilik adına sevinç ve gurur duyulması gereken şeyler. Buna karşılık Alevilik beldede kan kaybetmeye ve kendinden başka bir şeye dönüşmeye tüm hızıyla devam ediyor. Nasıl mı? Kavramların içi boşaltılarak, Aleviliği özünden saptırarak oluyor bunlar. Bu kendine yabancılaşma ve Aleviliği Sünniliğe dönüştürme işinin aktörlüğünü ise çoğumuza tuhaf gelse de dedeler yapıyor. Her şeyden önce Şeyhler’de bir dede sülalesi yok. O nedenle dedelerimiz beldemizin bağlı olduğu Işık Çakır Ocağı’nın bulunduğu 25 Km uzaklıktaki Şeyhçakır köyünden geliyor. Işık Çakır Ocağı’nın dedesi şu anda Murat Akbulut’tur. Đhtiyaç olduğunda gelip cemlerimizi yürütüyor, ikrar ve dardan indirme törenlerine katılıyor. Beldemizde ise dedenin olmadığı zamanlarda vekillik yapan Alevi dilinde rehber olarak adlandırılan ama bizim ağız alışkanlığıyla dede dediğimiz Ramazan Türk (57) halkın isteğiyle bir nevi Murat Dede’nin temsilcisi olarak görev yapıyor. Murat Dede her zaman gelemiyor, zira belirttiğimiz gibi bizde Alevilik çok faal bir şekilde yaşanıyor. Her iki cemevinde de halk Perşembe ve Pazar günleri sürekli toplanıyor. O nedenle Ramazan Dede’ye çok iş düşüyor. Dışarıdan bakınca bütün bunlar güzel de, detaylara inince işin rengi değişiyor. Ne demişler, “Sen zarfa değil mazrufa bak.” Yani zarftan çok içinde neler var ona bakılmalı. Biz de bunu yapacağız. Önce ocakzade dede Murat Akbulut’u ele alalım. Murat Dede 60’ın ortalarında sakin, güngörmüş birisi. Avusturya’da çalışmış. Hemen belirtelim ve kalın çizgilerle altını çizelim, bizim ne Murat ne de Ramazan Dede’nin kişiliklerine ve insani yanlarına diyecek bir şeyimiz yok. Derdimiz kişilerle de değil. Yaptığımız, “Yol, her şey ve herkesten üstündür” anlayışıyla Aleviliğin ve Alevilerin deforme edilmesine, rayından çıkarılmasına karınca kararınca karşı çıkmaktır. Alevilerin Sünnileştirilmesi politikalarıyla, bu politikaları yürütenlerle ve de Alevi

Page 193: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

193

kökenli de olsalar bu çirkin planlara alet olanlarla amansızca mücadele etmektir. Aleviliğe, Sünnilik karıştıranlarla, onu Đslamiyet’in en gerici formuyla tamamen eşitlemeye ve benzeştirmeye kalkanlarla en yakın akrabamız hatta anne ve babamız bile olsalar sonuna kadar savaşacağız. Rahat uyku uyutmayacağız onlara. Artık meydan boş değil ve istedikleri gibi at koşturamayacaklar. Bu böyle biline!

***** Bu parantezden sonra konuya dönersek, Şeyhler’in hâlihazırdaki durumu özüne sadık Alevileri derinden yaralıyor. Bu yaranın sorumluları da üzülerek söyleyeyim ki Murat ve Ramazan dedeler. Önce Murat Dede’den başlayalım. Bu dedenin yaptığı çok sayıda ceme hem bizzat katıldım hem de kameraya alınan bir kaçını izleme fırsatı buldum. Ayrıca kendisini en az 15 yıldır yakından takip ediyorum. Attığı her adımdan haberdarım. Postuna ve mensup olduğu ocağa büyük saygımız olmasına rağmen, Murat Dede erkâna durmadan Sünni unsurları karıştırıyor. Cemevini çoktan bir Kuran kursuna ya da camiye döndürdü denilse yeridir. Orada her toplantının açılışı artık hep Kuran okunmasıyla başlıyor. Ne zararı var bunun? Şu zararı var: Her ne kadar Aleviler Kuran’ı kabul etseler de, Kuran emirleri kendileri için bağlayıcı değildir. Hem bir de cemevlerinde anadilde yani Türkçe ibadet edilir. Kimsenin tek kelime anlamadığı Arapça ile değil! Son dönemde bir virüs gibi yayılan bu uygulama yenidir ve Alevi tarihinde yoktur. Dede bu haliyle yüzlerce yıldır Emevi’nin, Osmanlı’nın yapamadığını yapıp, Aleviliği tersyüz ederek erkânı bozmaktadır ve atalarının yoluna ihanet etmektedir. Diğer mesele Murat Dede hal, davranış ve görünüş itibariyle bir Sünni’den farksızdır. Sakalları tıraşlı bir hacı amcadan en küçük bir farkını ben bulamadım. Dede dediğin sakal bırakırsa, artık sakalına bıçak vurmaz!

Bunlar hadi şekli şeyler diyelim, ya günde beş vakit namaz kılmak ve Ramazan boyunca oruç tutmakta ne oluyor? Bununla kalsa iyi! Tüm bu ibadetleri ikrar verip yola giren canlara emretmekte ne demek? Bunları kafamızdan uydurmuyoruz. Örnek mi? Đki yıl önce baldızım ve bacağınım ikrar vermişti. Baldızım Murat Dede’nin bu emirleri yanında bir de “artık başını örtmek zorundasın” demesinden dolayı şaşırmış kalmış durumda. Almanya’da üye olduğu Alevi derneğine gidiyor, kendisi gibi tüm genç kadın ve kızların başı açık. Kimse ne namaz kılıyor ne de oruç tutuyor. Đzine gittiğinde her ikrar verenin yaptığı gibi dedeyi ziyaret edip, yıllık “yol gösterme” dediğimiz görevini yerine getiriyor. Yine aynı emirler, “cehennemde yanacaksın” tehditleri sıralanıyor önüne. Murat Dede’nin insanları Alevilikte olmayan şeyleri “yapacaksın” diye emrederek doğrusu ne acaba diye bir ikileme sokmaya hakkı var mı? Tabii ki yok. Oysa Murat Dede, taliplere Alevilikte olmayan böyle emirleri vermekten vazgeçmesi ve yolu erkâna uygun yürütmesi gerektiğini anlatan ayrıntılı bir mektup yazıp uyardığımız halde bu ısrarını sürdürüyor.

Herhalde bu nedenle olsa gerek, Murat Dede’nin köyü dâhil birçok başka yerdeki taliplerinin hemen tamamı Süleymancı veya diğer tarikatların müridi olmuş durumda. Tarikatlı tarikatsız bütün talipler de artık namaz kılmayı Aleviliğin bir gereği gibi görüyor. Beldemizdeki Rehber Ramazan Dede ise tam evlere şenlik! Böyle bir yazıyı kaleme almak istemezdim onun hakkında. Ancak tüm uyarılarımıza rağmen Sünnileştirme yönündeki çalışmalarını ısrarla sürdürdüğü yetmezmiş gibi, bir de bu satırların yazarına karşı belde halkını kışkırttı. Ateist ve dinsiz olduğumu, doğu veya Kürt Alevilerinin namazsız-abdestsiz Alevilik anlayışını savunduğumu ortalığa yayarak aleyhimizde propaganda yaptı. Yakınlarıma da susmam ve kendisini rahatsız etmemem için baskı yapmalarını isteyerek beni şikâyet etti. Sanki babası-dedesi doğu Alevilerinden farksızdı. Hâlbuki onlar da bilmiyordu namaz kılmasını. Đlk camiye ve hacca gidenler de babası Mehmet amcanın zamanında ortaya çıkmaya başlamıştı.

***** Bilinmeli ki, bizim savunduğumuz şuranın veya buranın Aleviliği değil. Bozulmamış, sulandırılmamış ve kökenlerine sadık bir Aleviliktir. Hem Kütahya’da, Balıkesir’de ve Manisa’da çok sayıda hâlâ namaz-oruç bilmeyen Alevi köyü var. Onlarda mı Kürt Alevi’si?

Page 194: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

194

Aleviliği siz mi biliyorsunuz sadece? Yüzde 95’i namaz-oruç nedir bilmeyen koca Alevi kitle mi haklı, yoksa oranı yüzde 5’i bile bulmayan, Alevilikten döndüğü halde bunun farkında bile olmayan sizler mi doğrusunuz? Çoğunluk aptal ve cahil, bir tek sizler mi gerçek Aleviliği biliyorsunuz? Dönekliğinize kılıf uydurmayın lütfen! Kütahya Azot Sanayi’den emekli olan Ramazan Dede niye böyle davranıyor? Şimdi Kütahya çok tutucu bir yer. Yaklaşık 30 sene orada yaşadı. Eh işte üç-beş kitap okumuş. Belde halkı da onu bir şeyler biliyor diye rehber seçti. Okuduklarının tamamının Sünnilik üzerine olduğu kesin. Yoksa başka türlü davranırdı. O nedenle bugün eline fırsat geçmişken çoğunluğu masum ve bilgisiz belde halkının Sünni Đslam’a uymayan nesi varsa değiştirip her şeyi Đslam’a uydurmaya çalışıyor. Tam bir Sünni misyoneri gibi çalışıyor. Đznim sırasında tanık olduğum kadarıyla çalışmaları da meyvelerini vermeye başlamış bile. Bunlara değineceğim ama önce Ramazan Dede’yi biraz daha tanıtacak bir ayrıntı vereyim ki, eleştirilerimizde ne kadar haklı olduğumuz daha iyi anlaşılsın. Geçen yıl ben izine giden bacanağımla Ramazan Dede’ye verilmek üzere Alevilerin Sesi’nde çıkan yazılarımı topladığım kitabımla, Alevilik üzerine birkaç kitap daha gönderdim. Aynı şekilde kendi kitabımın birini de okumaya meraklı Ahmet adında bir gence vermesini istedim. Bacanağım Ahmet’i göremeyince, onun kitabını da Ramazan Dede’ye bırakmış. Aradan bir süre geçince Ahmet’i arayıp kitabını alıp almadığını sordum. Ne dese iyi? Dede kendisine verilecek kitap dâhil hepsini yakmış. Bir de utanmazca “Çok iyi kitaplarmış, güzel soba tutuşturdular” diye dalga geçmiş. Ben de bunun üzerine cep telefonuna bir mesaj gönderip, yaptığının değil Müslümanlığa insanlığa bile aykırı bir davranış, emanete hıyanet olduğunu belirttikten sonra, fikirlerimizin onu niye bu kadar telaşlandırdığının zaten farkında olduğumuzdan, belde halkını Sünniliğe yakınlaştırmaya devam ettiği müddetçe kendisiyle mücadeleyi sürdüreceğimizi anlatan birkaç cümle ekledim. Ayrıca “Yolu erkâna uygun sürdürdüğünüz müddetçe mesele yok. Gelir önünüzde niyaz ederiz. Yoksa gözümüz üzerinizdedir ve size rahat yüzü göstermeyiz. Meydan boş değil artık. Aleviler uyandı” demeyi de ihmal etmedim. Beldeyi bu seneki ziyaretimde ne görsem iyi? Ramazan Dede, bırakın uyarılarımızı dikkate almayı, Sünnileştirmenin dozunu iyice artırmış. Köpeksiz köyde değneksiz gezerek, sanki bizlerle dalga geçiyor. Bunun üzerine işte “Kalem kılıçtan keskindir” deyip bu yazıyı kaleme alarak dede kılığına girmiş bu imamları Alevi kamuoyuna deşifre etmek istedim. Yazayım ki, bugün değilse bile gelecek nesiller Kütahya Alevilerinin içimizden çıkan “ağacın kurdu kendinden olur” misali kınalı keklikleri tanısın diye düşündüm. Kısaca bu tür faaliyetleri açığa vurarak tarihe bir dipnot düşeyim de kabahat bizden gitsin anlayışıyla hareket ettim.

***** Ne marifetli adammış bu Ramazan Dede! Hangisini saysak işlediği cürümlerin? Çünkü her biri gerçek Alevilik yürürlükte olsa değil dedeyi sıradan talipleri de düşkün edecek cinsten… Sulandırılmamış bir Alevilik anlayışının devamını istediğimiz beldemizin her iki cemevi de artık ilahilerle inliyormuş. Ramazan Dede, Alevi tarihinin hiçbir evresinde bulunmayan bir uygulamaya imza atarak cemevinde peygamberin doğumu nedeniyle Kutlu Doğum Haftası etkinliği düzenlemiş. Her toplanıldığında nefesler yerine ilahiler söylenmeye başlanmış. Daha bu ne? Yine bir sohbet sırasında, Alevilerin Ebu Bekir, Ömer ve Osman’a niye saygı ifadesi olan “hazreti” dememelerini anlayamadığını belirterek, bundan böyle Hz. Ömer, Hz. Osman diyelim şeklinde bir öneri getirmiş. Bir dededen her şey beklenir de bu malum halifelere hazreti denilmesini istemek ancak rezalet diye nitelenebilir. Diyeceksiniz ki, hiç itiraz eden çıkmıyor mu bunlara? Esefle belirtmek gerekirse, pek itiraz eden yok. Sadece hazreti denilmesine okumuş-yazmış bir aileden gelen Şefika adında ihtiyar bir kadın karşı çıkmış. Yazık ki çok yazık… Yakında bu gibiler, Muaviye ve Yezit’i de aziz ilan edip, “Hz. Hüseyin haksızdı, Yezit’e biat edecekti” derlerse hiç şaşırmayın! Tek umudum hâlâ sağduyusuna inandığım belde halkımızın bu yazı yayınlandıktan sonra yaşanan bunca şeye, “artık yeter, bu kadarı da fazla!” diyerek, Ramazan Dede’yi daha fazla o makamda tutmamasıdır.

Page 195: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

195

Ramazan Dede’nin vukuatları bunlarla sınırlı değil. Geçen kışın da aşağı mahalle camiinin imamı Aziz Tuğcu (AKP Kütahya Milletvekili Hüseyin Tuğcu’nun yeğeni) ile işbirliği yaparak, 20–25 genç kadın ve kıza Kuran okumasını ve namaz kılmasını öğreten bir kurs düzenlemiş. Đmamın eşinin verdiği bu kursa devam eden kadınlardan bir kaçıyla konuştum. Her biri başımıza imam kesilmiş, ukalaca Alevilerin Hz. Ali’nin yolundan gittiklerini iddia ediyorlarsa namaz kılmaları gerektiği yolunda bana Alevilik öğretmeye kalktılar. Hepsi de aynen Ramazan Dede gibi birer misyoner haline gelmiş ve önüne gelen herkese namaz-oruç propagandası yapmaya başlamışlar. Oysa benim beldemizde hakiki Alevilik adına tek güvencem kadınlardı. Çünkü bugüne kadar ömrü boyunca belde dışına çıkmamış hiçbir kadın ne namaz kılmasını bilir ne de Ramazan orucu tutardı. Ancak umutsuzluğa gerek yok. Yine de ihtiyar ve orta yaş kuşağı kadınlarımız hâlâ çoğunlukta ve ne mutlu ki Alevi inancında bulunmayan bu ibadetleri bilmiyor ve yerine getirmiyorlar.

***** Komediye bakın, imam ve eşi de Emet’e bağlı Alevi köyü Bahatlar’dan, yani Alevi kökenli! Beldemiz kadınlarını Sünnileştirmeye çalışan bu çifti daha kimse bir kez olsun cemevine sokamamış. Ey imam ve eşi, madem kendinizin Alevi, Alevilerin de Müslüman olduğunu iddia ediyorsunuz, o halde cemevine niye girmiyorsunuz?

Belde halkımızın neden bu kadar düşüncesiz, kör ve bir sürü gibi davrandığına bir türlü inanamıyorum. Adamlar sizi ve cemevini kabul etmiyorlar. Aleviyiz diye kandırarak, sizleri tamamen cami yönüne çevirip, zamanla cemevinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Görün bunu artık. Uyanın ve Aleviliği atalarınız nasıl yaşadıysa tekrar öyle yaşamaya başlayın. Yoksa bu gidişle çok geçmez iki cemevimizin de kapısına yakında kilit vurursunuz… Bu arada Ramazan Dede, bütün bu kirli faaliyetlerini akamete uğratacağını bildiğinden cemevinde toplanmış halka, özellikle Yol TV ve Su TV’yi izlememelerini tavsiye ederek, kendisinin Cem TV hariç diğer Alevi kanallarını uydu alıcısından sildiğini ve taliplerin de böyle davranmasını istemiş. Ne kadar da işgüzar davranıyor değil mi?

Sevgili hemşehrilerim, özüne sadık ve tersyüz edilmemiş bir Alevilik size çokta uzak değil. Sadece unutkan olmayın ve 70’li yılları hatırlayın yeter! Biliyorsunuz o zamanlar camide imam namazını çoğu zaman yalnız kılıyordu. Ramazanda da oruç tutan sadece 2–3 kişi ya var ya yoktu. Halkımızın tamama yakını daha düne kadar Yunus Emre’nin deyişiyle, “Namaz, oruç, gusül hicaptır âşıklara” anlayışıyla hareket ediyordu. Sünni propagandanın etkisiyle bütün bunları hemen ne çabuk unuttunuz?

***** Burada büyük bir Alevi yerleşiminin dede-imam işbirliğiyle nasıl da adım adım Alevilikten uzaklaştırıldığını göstermeye çalıştım. Öyleyse çözüm nedir? Çözümün yollarından birisi ve belki de en önemlisi, Alevi kamuoyu ve örgütlerinin tüm bu olumsuz gelişmelere derhal müdahil olmasıdır. Özellikle Türkiye ve Avrupa’daki Alevi örgütlerinin gerek devletten gerekse Aleviler içinden çıkan kınalı kekliklerden kaynaklanan bu tür ihlalleri, öğretide yapılan saptırma girişimlerini takibe alması artık bir zorunluluktur. Alevi aydınlanmasının tekrar gerçekleşmesi ve yöre halkının özüne dönerek uyanması için Kütahya hemen pilot bölge ilan edilmelidir.

Bilhassa ABF ve AABK liderleri, Kütahya belde ve köylerinde her yıl düzenlenen birlik cemlerine ve yatırların hayır törenlerine katılarak, halka moral, cesaret ve özgüven kazandıracak konuşmalar yapıp, beraberlerinde getirdikleri sanatçılara konserler verdirmek suretiyle kalabalık bir katılımı sağlayabilirler. Elbette bunlar çok zor ve büyük masraf gerektiren şeyler değil. Yeter ki istensin.

Daha başka aydınlatıcı ve asimilasyonu önleyici çalışmalar da gerçekleştirilebilir. Alevi kanalları da gidip belgeseller çekmeli, doğrudan buraya yönelik Aleviliği anlatan programlar yapmalı; cemleri ve dönülen otantik semahları görüntülemeli ki, henüz tam dönmemiş sayısı 35’i bulan Alevi yerleşimi kurtarılabilsin.

Ayrıca Kütahya ve Batı Anadolu Alevilerindeki bu yoğun kimlik kayması esasında aşırı ilgisizlikten kaynaklanıyor gibi görünüyor. Çoğunluğu oluşturan Doğu ve Orta Anadolu

Page 196: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

196

Alevileri yüzlerini batıdaki kardeşlerine döndürürlerse, eminim bu makûs talih yenilebilir. Aksi takdirde Şeyhler örneğinde görüldüğü gibi, Batı Anadolu Alevileri bir 10 seneye kalmaz, bugün tamamı Sünnileşen yüzlerce köyün akıbetine uğramaktan kurtulamaz.

Doğulusu, batılısı; Türk, Kürt, Arap ve Arnavut bütün Alevileri vakit çok geç olmadan kimliklerine duyarlı olmaya, kimden gelirse gelsin kendilerine ve kimliklerine yönelik kültürel soykırım politika ve uygulamalarına karşı derhal harekete geçmeye çağırıyorum. Yara çok derin çünkü. Duyun artık feryadımı ve “atı alan Üsküdar’ı geçmeden” uyanın!

Bad Nauheim, 8 Ekim 2007

Page 197: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

197

KINALI KEKL ĐKLERLE DEDE KILIKLI ĐMAMLARA MEYDAN OKUYORUM! Alevilerin Sesi Dergisi’nin Ekim ayında çıkan 109. sayısındaki “Aleviler Dede Kılıklı

Đmamları da mı Görecekti?” başlıklı yazım büyük yankı yarattı. Çoğunluğu övgü dolu olmak üzere çok sayıda elektronik posta, telefon ve mesaj aldım. Övgülere ancak teşekkür edebilirim ama yergi, eleştiri ve yer yer hakarete varan tepkilereyse cevap vermeden geçemeyeceğim.

En dikkati çeken eleştiri şu: “Senin başka işin yok mu? Taktın Aleviliğe ve durmadan kişilerle uğraşıyorsun ve onların hatalarından örnek veriyorsun. Daha genel şeyler yazsana sen!”

Hemen belirtelim ki, biz “Haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır” anlayışıyla hareket ediyoruz. Günün her saati, dakikası hatta saniyesi Aleviliğe ve Alevilere hakaret ediliyor; Alevilerin hakları çiğneniyor ve Alevilik kendinden başka her şeye benzetilmek isteniyorsa, biz orada susamayız. Đstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy Safahat’ında mealen der ki, “Biri dinime küfretse boğarım. Boğamazsın ki, hiç olmazsa yanımdan kovarım. Kovamaz isem de hiç olmazsa içimden kin duyarım.”

Bugün benim yazılarıma tepki gösterenler dinine (Aleviliğe) küfredenleri bırakın boğmayı veya yanından kovmayı, en azından bir kin bile duy(a)muyorlar. Öyle körelmişler ki, kalkıp Aleviliğe küfredenlerle bir olup, bizim gibi yolu saptıranlara karşı mücadele edenlere cephe alıyorlar. Şaşkın ördek, köle ruhlu ve cellâdına âşık olmalı bu insanlar!

Biz tabii ki Aleviliğe takacağız, durmadan bizlere yapılan haksızlıklarla savaşacağız. Bu mücadele dışa olduğu gibi içe yöneliktir de… Đçimizdeki çürük elmaları da geçen yazımızda olduğu gibi teşhir etmeye bütün gücümüzle devam edeceğiz. Bize Aleviliğe taktın diyenler neden günde en az beş vakit inanan, inanmayan herkesi taciz eden ezanları mesele etmiyor? Hem Alevilik sadece işi olanların, uzmanların meşgul olduğu bir şey mi? Bunlar ağzından çıkan her iki sözden biri din ve Đslam üzerine olan milyonlarca Müslüman’a niye bir şey demiyor? Sizleri günün belli saatlerinde bir camiye dönen televizyonlar, radyolar rahatsız etmiyor da, benim ayda bir Alevilik üzerine yazı yazmam mı kızdıran?

Benim sizlerden farkım bir koyun gibi sürü psikolojisiyle hareket etmek istemiyor olmam sadece. O nedenle Aleviliğe kem söz söyleyen, hakaret eden herkese mümkün olan en kısa zamanda ve en hızlı şekilde cevap veriyorum. Küfürleri içime atmadığım gibi, Aleviliğe ve Alevilere sövenlerle bir Alevi olarak ortak olup küfür korosuna gönüllü yazılmıyorum.

ALEV ĐLĐĞĐ SAVUNMAK K ĐMĐN GÖREVĐ? Bir diğer eleştiri de, ben kim oluyormuşum. Daha ikrar bile vermemiş, yola revan

olmamışım. Ne hakla Alevilik üzerinde söz söylüyor ve kimi temsil ediyormuşum. Aslında cevabı en basit soru bu. Nasıl ki sokaktaki herhangi bir Sünni, dinine karşı en

hafifinden bile ters bir söz söylendiğini duyduğunda, “Ben Đslam’ı çok iyi bilmiyor ve Müslümanları temsil etmiyorum. O halde işime bakmalıyım. Aman sen de, o kadar ilahiyatçı, imam ve müftü dururken Đslam’ı savunmak bana mı kalmış?” demiyor ve bu olumsuz sözün sahibini anasından doğduğuna pişman etmek için elinden geleni arkasına koymuyorsa, biz de bir Alevi olarak o sıradan Müslüman’ın yaptığını yapıyoruz yalnızca. Alevilere hakaretin bininin bir para ettiği bir zamanda susanlar kendileri bilir ama biz bunları içimize sindiremiyoruz. Kendileri edilen küfürleri rahmet yağıyor sanabilirler. Lakin bize gölge etmesinler yeter!

Aleviliği ve Alevileri savunmak için yeterli donanıma da sahip olduğumu düşünüyorum. Bu donanım meselesini demokratik Alevi Hareketi’ne düşman olan herkes diline dolayıp duruyor. Başta AKP Đstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu olmak üzere, bazı kınalı keklikler sık sık ortaya çıkıp Alevi kanaat önderlerinin ve örgüt liderlerinin Đslam tarihini, dinlerin ortaya çıkışını bilmediğini iddia edip, Aleviliği kendi gerici çizgilerine çekmek için bu temelsiz iddiayı durmadan tekrarlıyorlar. Çamuroğlu, Fetullahçıların Aksiyon Dergisi’ne verdiği mülakatta şahsımızı da işaret ederek, bizlerin tarihten, ilahiyattan habersiz olduğumuzu ve dolayısıyla

Page 198: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

198

Alevilik üzerine söz söyleme hakkımız bulunmadığını beyan etmiş. Bu yazı vesilesiyle burada Çamuroğlu’nun merakını da gidermiş olalım.

Kendimden bahsetmeyi pek istemezdim ama bazen alçak gönüllü tavırlarınız gerçekmiş zannediliyor. Ne demişler: “Fazla mütevazı görünme, gerçek sanırlar.” Biz de bu kez bir defalığına burada biraz sahip olduğumuz nitelikleri ve geniş donanımı ortaya koyacağız ki, herkes Alevilerin artık yeterli sayıda vasıflı insana sahip olduğunu anlayabilsin.

Bendeniz Uludağ Üniversitesi Balıkesir Necatibey Eğitim Fakültesi Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü Tarih Anabilim Dalı’nda dört yıl lisans eğitimi gördüm. Burada genel dünya tarihi, Đslamiyet öncesi ve sonrası Türk tarihi, Đslam tarihi, Osmanlı tarihi; eski yazıyla yazılmış arşiv belgelerini okuma ve analiz etme dersi Osmanlıca yanında eğitim psikolojisi, sosyolojisi, felsefesi, ekonomisi ve tarih yöntemi bilimi gibi çok geniş bir alanda akademik vasıf kazandım. Coğrafya da yan branşım. Mezuniyet sonrasında 1,5 yıl öğretmenlik yaptım. Burası eğitimimin resmi yanı. Bir de gayri resmi olarak edindiğim ilahiyatçı kimliğim var. Bir Alevi çocuğu olmama rağmen 11 yaşında babam çok yoksul ve bedensel özürlü olduğundan dolayı Almanya’da çalışan bir yakınım eliyle Süleymancılara ait yatılı pansiyona verildim.

Aynı zamanda Kuran kursu olan bu yurtlarda kaldığım 10 yıl boyunca hem ortaokul, lise ve üniversiteyi bitirdim hem de Arapça, tecvit, ilmihal, siyer-i nebi (peygamberler tarihi), hadis, tefsir, kelam, fıkıh ve belagat (güzel konuşma) gibi dersleri kapsayan ama devletçe tanınmadığından dolayı diploma verilmeyen bir din eğitimi aldım. 21 yaşıma kadar dini bütün bir Sünni ve tarikat üyesi olarak yaşadım. Cami ve mescitlerde çok olmamakla birlikte vaaz ve hutbe verdiğim gibi, ardımda yüzlerce kişi Cuma, Bayram ve Teravih gibi büyük cemaat namazları için safa durdu.

Sonra ne olduysa oldu, herhalde çok yönlü okumalarımın etkisiyle olsa gerek giderek bu cemaatten uzaklaştım. Bunda zaman zaman gündeme gelen Alevi kökenimden dolayı aşağılanmam ve Alevileri sürekli hor gören sözlere tanık olmamın bende yarattığı tepkisellikte önemli rol oynadı. Böylelikle bana unutturulmuş kimliğim olan Aleviliği ağır ağır yeniden keşfetmeye başladım. Đşin özeti reşit olmadığım bir yaşta kendi irademle girmediğim bu yoldan kendi irademle ayrıldım.

Geldiğim noktada geçmişte taşıdığım Sünni Đslami inançları ve ibadetleri tamamıyla terk ederken, belki de bana buradan kalan tek miras aldığım ilahiyat eğitimi oldu. Ancak ilahiyat bir dine içinden bakar ve o dinin diliyle konuşur. Örneğin Đslam’ın Allah anlayışını Müslümanların Allah hakkında ne dediklerine bakarak anlamaya çalışır. O nedenle de ilahiyat ne kadar çalışırsa çalışsın bilimsel olamaz. Allah’ı veya Đslamiyet’i bilimsel olarak anlayabilmek içinse ilahiyattan farklı olan din bilimleri alanına geçmek gerekir. Đşte ben daha sonraki yaşamımda bunu yaptım. Din bilimleri alanına geçerek Đslamiyet’i yukarıdan ve dışarıdan yansız bir bakışla anlama çabasına girdim. Bu yöneliş beni zamanla diğer tek tanrılı dinler olan Yahudilik ve Hıristiyanlığı da araştırmaya itti. Eski ve Yeni Atik’i de (Tevrat, Zebur ve Đncil) inceledim. Bu da yetmedi Zerdüştlük, Manicilik, Budizm, Hinduizm benzeri diğer önemli dünya dinlerini de genel hatlarıyla öğrendim. Dinler arasında karşılaştırmalı araştırmalar yaptım. Bu arada gördüm ki, Türkçede Đslam dâhil dinler üzerine yazılan kitapların hemen tamamı aşırı taraflı ve tek yönlü bir bakışla yazıldığından, bu alandaki okumalarıma Almanca dilindeki kaynakları da kattım. Böyle böyle kendimi dinler tarihi ve sosyolojisi uzmanı sayabileceğim bir noktaya taşıdım. Doğal olarak çalışmalarımın her aşamasında Alevilik-Bektaşilik, Đslam dünyasında Batıni ve muhalif hareketler hep ilgi alanım içinde oldu. Yaşayan Aleviliği sürekli tarihteki Alevilikle karşılaştırma ve bugünle aradaki farkları ortaya koymaya çalıştım.

Özetlersek bizi suçlayanların öne sürdüğü gibi işkembeden konuşmuyoruz. Yazdığımız her satır yukarda ortaya koyduğum birikim, arka plan ve emeğe dayanıyor. Đslamiyet üzerine en az 25, Alevilik üzerine de 17 yıldır kafa yoruyorum. Bu alandaki literatürü başta anadilim Türkçe olmak üzere Almanca, kısmen de Đngilizce olarak titizlikle takip ediyor ve yeni yayınları en kısa sürede okumaya gayret ediyorum. Bir de yıllarca büyük gazetelerde çalışıp, gazetecilik yapmışız. Bu yüzden elimiz kalem de tuttuğuna göre, Aleviliği ben

Page 199: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

199

savunmayacağım da kim savunacak? Topluma Aleviliği anlatmayı, tanıtmayı ve tanımlamayı Sünni ilahiyatçı ve araştırmacılara mı bırakalım? Meydan bunlara kalsa daha mı iyi?

ALEV ĐLĐĞĐ SOYSUZLAŞTIRMAYA ĐSYAN SUÇ MU? Kuşkusuz her şeyi bildiğimi iddia etmiyorum ama araştırmalarımın sonuçlarını toplumla

paylaşmayı çok gerekli görüyorum. Bunu da Alevilerin Sesi Dergisi’nde 50 sayıdan fazladır yapıyorum. Ulaştığım sonuçları halkın anlayacağı bir dile tercüme edip makaleler yazarak bunları internet dâhil her ortamda yayınlıyorum. Bu görevi de bir hizmet anlayışı içinde yerine getiriyorum ve ömrüm yettiğince de bu yolda devam edeceğim. Bana diyorlar ki, “Alevilikle ilgili fikirlerini kendine sakla!” Niye saklayayım? Saklayıpta bu bilgilerin turşusunu mu kuracağım? Nasreddin Hoca’nın hindisi miyim ben sadece düşünecek? Yoksa konuşup yazmak için birilerinden izin mi almam gerekiyor?

Yine Mehmet Akif der ki, “Dinime küfreden bari Müslüman olsa?” Kütahya Alevilerinin çoğunun Alevilikten uzaklaştığını, hatta bazı köylerde dedelerin cemevlerini camiye dönüştürmeye çalıştığını yazmamız bu bölgeden birçok kişiyi rahatsız etmiş. Aleviliği soysuzlaştırmaya çalışmak suç değil, bunları yazmak mı suç? Bunlar diyorlar ki, “Alevilik Müslümanlıksa, Hz. Ali Müslüman idiyse ve biz de onun açtığı yolun takipçisiysek, Hz. Ali de bunları yaptığına göre namazı kılmalıyız ve Ramazan orucunu tutmalıyız. Sadece iyi bir Müslüman olmaya çalışıyoruz. Biz önceden cahil olduğumuzdan namaz kılmıyorduk. Şimdi kitapları okuyunca, anladık ki bu ibadetleri yapmamız gerekiyor. Bir Alevi ben Đslam’ın içindeyim diyorsa, namaz da kılmalı, oruçta tutmalıdır. Hem 4 Kapı 40 Makamın birinci kapısı Şeriat’tır. Şeriattan da biz Đslam’ın şartlarını yerine getirmeyi anlıyoruz.”

Bu mantığın neresini düzeltsek acaba? Her tarafı dökülüyor. Çarpım tablosunu yanlış ezberleyerek yapılmış bir hesap gibi sanki. Bir defa bu cümleleri tekrarlayanlar hasbelkader dede doğmuş/olmuş bile olsalar Aleviliğin ne olduğu konusunda henüz en basit bilgilerden bile nasibini alamamışlar.

Her şeyden önce Alevilikteki Şeriat Kapısı’nın anlamı yol bilgisidir. Yani Tarikat’a girecek talip bu aşamada, Alevi-Bektaşi yolu hakkındaki temel bilgileri, görgü ve adabı edinir. Dede, rehber, mürşit, yol, erkân, 12 hizmet nedir ne değildir onu öğrenir. Bu kapı kesinlikle Sünni şeriatının ibadetlerini kapsamadığı gibi, 10 makam içinde geçen “ibadet etmek” maddesi de talibin Tarikat’a giriş için yerine getirmesi gereken ikrar cemine yönelik hazırlıkları ifade eder. Tabiri caizse Şeriat yol hakkında temel bilgilerin verildiği kapıdır, Aleviliğin ilkokuludur. Sonrasındaki Tarikat (ortaokul), Marifet (lise) ve Hakikat (üniversite) basamaklarının bütün temeli Şeriat Kapısı’nda atılır. Bu makamların tek hedefi de kâmil insan ve toplumu yaratmaktır.

Eğer bizim atalarımız Şeriat Kapısı’ndan Sünni ibadetlerini yerine getirmeyi anlasalardı, günümüzde Alevilerin hepsi namaz kılıyor, oruç tutuyor olurdu. Ayrıca hepsi de artık camiye gittiğinden cemevi denilen ayrı bir ibadet yerine hiç ihtiyaç kalmazdı. Hâlbuki bugün hâlâ Alevilerin ezici bir çoğunluğu bu ibadetleri yerine getirmediği, getirmeye hiçte niyeti olmadığı gibi, bunların farz olduğuna da inanmıyorsa, demek ki Alevilikte bu ibadetlerin yeri yoktur. Olsaydı zaten pirlerimiz, mürşitlerimiz bu ibadetleri hem kendileri yerine getirir, hem de taliplerine yapılmasını emrederlerdi.

Şurası kesinlikle iyi bilinmelidir; biz Aleviler daha düne kadar namaz, abdest, ezan bilmiyor, Muharrem dışında oruç tutmuyor, köylerimizde cami diye bir ibadet yeri tanımıyorduysak; bu cahil veya tembel olduğumuzdan değildi. Peki nedendi? Çünkü inancımız bu ibadetleri ve ibadet yerlerini şart koşmuyordu. Oysa ben Kütahya, Balıkesir, Çanakkale ve Diyarbakır’da en az 100 Sünni köyü gezdim. Onlarca okuma-yazma bilmeyen, hem de ihtiyar kadınları tanıdım. Hemen hepsi cahil olmalarına rağmen namaz kılmasını iyi bilirken, diğer Sünni ibadetlerini yerine getirmek için okunan duaları da ezberlemişlerdi.

Kimse dininin, inancının cahili değildir. Din sadece kitapla, okuma-yazma bilmekle öğrenilmez. Aynen benim rahmetli babaannemin çeşit çeşit semahın nasıl dönüleceğini, cemevi adabını cahil olmasına rağmen bildiği gibi. Nasıl bir Sünni kadın veya erkek çocukluğunda camide verilen kursa giderek ya da büyüklerinden namazda okunacak duaları,

Page 200: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

200

namazın nasıl kılınacağını sürekli tekrar yoluyla öğreniyorduysa, babaannem de aynı yöntemle bir Alevi’nin bilmesi gereken temel şeyleri daha küçük bir kızken belleğine geçirmişti. Hatta ilerlemiş yaşına rağmen 12 Đmamların isimlerini ezberden tekrarlayabiliyor, hafızasında onlarca nefesi, duâzı imamı, Kerbela mersiyelerini tutuyordu; bunları yeri geldikçe de söylüyor veya öğrenmem için bana anlatıyordu.

Öte yandan babaannem 72 yıllık ömrü boyunca aynen köydeki diğer yaşıtları gibi bırakın bir vakit bile namaz kılmayı, bunu öğrenmeye bile gerek duymazken, tabii ki Ramazan orucunu da hiç tutmadı. Buna karşılık o, Alevi olmanın gerektirdiği tüm ibadet ve görevleri de eksiksiz yerine getirmeyi ihmal etmedi.

ALEV ĐLERĐ KENDĐ SĐLAHI HZ. AL Đ’YLE VURMAYA SON Yaptığım bu karşılaştırmalardan, “Ey Aleviler siz dün cahildiniz, bugün artık okuyup

yazıyorsunuz. Gelin Đslamiyet’i öğrenin ve namaz kılmaya başlayın” cümlesinin bir tuzak, hile olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Bu cümle Alevileri kimliklerine yabancılaştırmanın ilk adımıdır. Bu zokayı yutan bir Alevi artık iflah olmaz!

Uzatmanın âlemi yok! Aleviliğin alfabesi bellidir. Alevilerin ibadet yeri cemevi, namazı burada yapılan cemler, orucu da Muharrem’dir. Bunlar sayıları az olmakla birlikte Sünnilerin ibadetleriyle eş değerde ve eşitliktedir. Esasında bir Alevi her an, her yerde kendisinin de bir parçası olduğu Hakk ile bir bütündür ve hep onunla beraberdir. Yani sürekli ibadet halindedir. O yüzden Alevi’ye camide yer arayan, inancında var olan ibadetleri yeterli görmeyip oradan buradan Aleviliğin içine ödünç ibadet taşıyan bir kişi, ancak “gelin beni Sünni yapın, ben buna hazırım” diye kaşınan bir şaşkın olabilir, adı dede de olsa! Elbette biraz mantıklı düşünen bir Alevi’nin gerçek Aleviliği kavramak için benim bu anlattıklarıma bile ihtiyacı yoktur ama sağlıklı düşünen kim?

Oysa niyet kötü olduğundan kimse inadından vazgeçmiyor. Alevilerin zihinleri sürekli, “Hz. Ali’yi sevmek Alevilikse, ben de Aleviyim.”, “Hz. Ali namaz kıldı, oruç tuttuysa, siz Aleviler de onun yolundan gittiğinizi iddia ediyorsanız, namaz da kılmalı, oruçta tutmalısınız!” benzeri tuzak ve propagandadan ibaret cümlelerle hadım ediliyor ve sağlıklı düşünemez hale getiriliyor. Sanki Hz. Ali hayatında namaz kılmaktan, oruç tutmaktan başka hiçbir şey yapmamış! Sanki Aleviler Hz. Ali’yi tamamen Sünnilerin gördüğü şekilde görüyor ve değerlendiriyormuş gibi. Yahut da Alevi olmak için tek başına Hz. Ali’yi sevmek yetiyormuşçasına bir hava estiriliyor. Herkes şunu aklının bir köşesine yazsın ve bu tür anlamsız, saçma ve iğrenç karşılaştırmaları yapmasın! Öğrensin ki, Alevilikteki Hz. Ali gerek Sünnilik gerekse de bakış açısında bazı ortaklıklar bulunmasına rağmen Şiiliktekinden çok farklı, ayrı ve özel bir yere sahiptir.

Ayrı bir makale konusu olmasına karşın Alevilikteki Hz. Ali, tarihte yaşamış, kitaplarda yazılı, Sünni-Şii Müslümanların bildiği ve kafasında şekillendirdiği Hz. Ali’den yüzde 80 farklı bir anlam ve öneme sahiptir. Bizim Hz. Ali’miz onlarınki ile ancak yüzde 20 oranında çakışır. Alevilerin kafasındaki Hz. Ali, bazen tanrısal niteliklere sahip biridir. Bazen Kırklar Meclisi anlatısında olduğu gibi Hz. Muhammed’den üstün, onu peygamber olduğunu söylediğinde içeri almayan, ancak sizlerden biriyim deyince meclise buyur eden, sonrasında ezdiği üzüm tanesini dem niyetine Kırklar Meclisi'nde bulunanlara ikram ettirip, ona bir nevi sakilik yaptıran bir role sahiptir. Yine Hz. Ali, miraçta Hz. Muhammed’in önünü Tanrı’nın huzuruna çıkarken kesip, ona ancak peygamberlik mührünün bulunduğu yüzüğü ağzına atması şartıyla yol açan bir aslandır. Hz. Muhammed miraç dönüşü Hz. Ali’yi yukarıda aslanın ağzına attığı yüzüğü parmağına takmış halde otururken bulur ve çok şaşırır. “Ya Ali, eğer senin bir anneden doğduğunu bilmeseydim, sana Allah derdim” cümlesini kurmaktan kendini alamaz. Bunun yanında etiyle canıyla tarihte yaşamış Hz. Ali yapmamıştır ama Alevilerin Hz. Ali’si gerektiğinde dem de alır, coşunca kalkıp semah da döner. Hakiki Aleviler ise bunda bir çelişki veya yanlışlık görmezler! Unutmayınız ki, bir tek Hz. Ali yok. Sünni’nin, Şii’nin ve Alevi’nin Hz. Ali’leri farklı farklıdır; birininki diğerini tutmadığı gibi ona yüklenen roller birbirine tamamen zıt özellikler gösterir.

Page 201: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

201

Daha başka örnekler verilebilir ama görüldüğü üzere Hz. Ali’nin bu yönleri ne tarih ne biyografi kitaplarında ne de Sünni-Şii Đslam (Ortodoks) bakış açısı ve mirasında yer almadığı gibi, böyle bir Hz. Ali anlayışı bu kesimlerce tarih boyunca hep sapkınlık olarak sayılmıştır. Bu görüşleri dillendiren yüz binlerce Alevi-Kızılbaş, tarihte mülhit, rafızî, kâfir diye suçlanmış ve katledilmiştir. Hadi gel de sen cesaretin varsa kendi Hz. Ali’ni Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde bu şartlar altında kitaplara yaz. Yazamazsın, çünkü anında kellen gider ve yazdıkların da bir meydanda toplanarak yakılırdı. Tam da bu nedenle bugün aynı zihniyet yapısı devam ettiğinden ve de her türlü iktidarı elinde tuttuğundan Hz. Ali’nin kim olduğunu öğrenmek için tarih kitaplarını karıştıran Aleviler, sadece namaz kılan, oruç tutan ve bol bol kâfirlere karşı cihat eden çarpık ve tek yanlı bir Hz. Ali resmiyle karşılaşıyorlar. Sonuç tam bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı oluyor. Üstelik bazı Aleviler de çok büyük bir yanılgı içine girerek bu resmi gerçek zannediyor. Artık Hz. Ali’nin öğretimizdeki yerini etraflıca öğrenelim ki, kimse Alevileri kendi silahı olan Hz. Ali ile vurmaya kalkmasın!

Öyleyse ne yapmalı, bunu önlemenin yolu nedir? Bizim olan, bize göre gerçek Hz. Ali’yi tanımak, bilmek istiyorsak, belki tek çıkar yol hâlâ en güvenilir kaynağımız olan Pir Sultan, Şah Đsmail Hatayî ve Kaygusuz Abdal gibi ozanlarımızın nefeslerini can kulağıyla dinlemeli, okumalı ve onların batınî (gizil, içsel) anlamlarını kavramaya çalışmalıyız. Özetle eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz! Yani piyasadaki hemen tamamı Sünni gözüyle yazılmış kitaplardan bizim Hz. Ali’miz öğrenilemez.

Akıldan çıkarılmaması gereken çok önemli bir hususta şudur: Alevi tarihi, Alevilerin ortak hafızası ve günümüze ulaşan bu kadim miras pek kitaba veya yazılı kaynaklara dayanmaz. Geçmişin birikimi ve gelenek daha çok şiir (nefesler), müzik (bağlama) ve dans (semah) gibi sözel ve görsel yöntemlerle bugüne aktarılmıştır.

ALEV Đ KURAN’A NASIL BAKMALI? Geçen ayki yazımda tepkilerin odaklandığı bir diğer nokta ise, Alevilerin Kuran’a bakışı

ile ilgili değerlendirmelerim oldu. “Her ne kadar Aleviler Kuran’ı kabul etseler de, Kuran emirleri kendileri için bağlayıcı değildir” cümlesini kullanmıştım. Bu önermem birilerini çok rahatsız etmiş ve bunlar diyorlar ki, “Kuran bizim kitabımız, içindeki hükümler de Alevileri bağlar.”

Kafası karışık Alevilerin diğer konulardaki gibi, Kuran’a bakışları da epey sorunludur. Buna karşılık pusulasını şaşırmamış Alevilerin bu duruma yaklaşımları gayet nettir. Şöyle ki, Alevilerin Kuran’a bakışı da Sünni ve Şii Müslümanlardan tamamen farklıdır. Evet, Aleviler Kuran’ı bazı itirazları saklı kalmak üzere kendi kitapları olarak kabul eder. Örneğin Đslam’da Tevrat, Zebur ve Đncil aynen Kuran gibi hak kitap kabul edildiği halde, Müslümanlar bu kitapların elimizdeki mevcut metinlerinin tahrif (değiştirme) edildiğini öne sürerler. Tam da bu nedenle söz konusu üç kitabı sahih bir kaynak olarak kabul etmeyip, ibadethanelerine, evlerine sokmazlar ve okumazlar. Alevilerin de Kuran’a yönelik tıpkı buna benzer bir tutumları vardır. Aleviler Kuran’ın da aynen Tevrat, Zebur ve Đncil’in başına geldiği gibi 3. Halife Osman tarafından değiştirildiğini, Kuran’ın elimizdeki nüshasının gerçek Kuran olmadığını ve dolayısıyla içindeki hükümlerin kendilerini bağlamadığına inanırlar.

Aleviler, Osman’ın içinde Hz. Ali, Ehli Beyt ve bunların hilafetin doğal mirasçıları olması gerektiğini içeren bazı Kuran ayetlerini imha ettiğini iddia ettiklerinden, bir nevi gaip (kayıp) Kuran’a inanırlarken, tarih boyunca uygulanan çeşitli baskılar neticesinde de, zorunlu hallerde tekkelerinde Kuran bulundurmuşlardır. Buna karşılık, kendilerine Kuran hükümlerinin bağlayıcılığı hatırlatıldığında ise, “Biz Kuran’ın zahir (dışsal, lâfzî) manasına; yani kelimesi kelimesine çevirisine değil, batınî (içsel, gizli, ezoterik) yorumuna inanıyoruz” şeklinde ustaca bir mantıkla baskıları savuşturmaya çalışmışlardır.

Đşte bu nedenle Aleviler yüzyıllar boyu, “Başımız Kuran’a bağlı” demişler ama Kuran’da yer alan sayısız hükmü kendi toplumsal ve dini yaşantılarının içine sokmamışlardır. Zaten Aleviler zahirî Kuran hükümlerine göre hareket etseydi, geçmişte ve bugün Alevi toplumunda kadın-erkek eşitliği olmaz, kız çocukları eskiden bizdeki Sünnilerde olduğu gibi mirastan üçte bir pay alırdı. Kadının tek başına şahitliği kabul edilmezken, Alevi toplumunun aynı zamanda

Page 202: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

202

yargıçları olan dedeler de Kuran’a bakarak, hırsızlık yapanlara el-ayak kesme cezası, zina yapan evli çiftlere recim (halka taşlatarak öldürtme), bekâr olanlarınsa yüz kez değnekle dövülmesi emrini verirdi. Alevi toplumunda geçmişte ve günümüzde bu tür uygulamalar görülmediğine göre, demek ki bu toplum Kuran’a göre hareket etmemiş ve bundan sonra da etmeyecektir. Unutmayınız ki, Kuran sadece bir takım ibadetlerin yapılmasını emretmez, bazı suçlara anlattığımız türden cezaları da öngörür.

Bir de Alevileri Kuran’ın zahirî manasına göre hareket etmeye çağıranlar unutmasın ki, Türkiye Cumhuriyeti tam olmasa da belli ölçülerde laik bir devlet olduğundan, sözünü ettiğimiz Kuran’dan kaynaklanan şeriat emirlerinin yaşama geçirilmesini Sünniler bile talep edemezler. Böylesi bir durum laik düzenin şeriatla yer değiştirmesi talebidir ve yasalarımıza göre büyük suçtur. Bu, Sünniliğe göre Kuran bir bütün, kişi tek bir ayeti dahi kabul etmese dinden çıkmış sayılmasına rağmen böyledir. Anlaşılacağı üzere Sünni veya Alevi olsun fark etmez, insanları Kuran hükümlerinin tamamına uygun davranmaya davet etmek ya da zorlamak, aynı zamanda “laik devlete isyan bayrağı açma” anlamını taşır. Zaten El Kaide ve Hizbullah da bunu yapmıyor mu?

Hemen belirtelim ki, bu yazdıklarımız sadece kitabi şeyler değil. Ben çocukluğumda babamdan ve diğer büyüklerimden elimizdeki Kuran’ın eksik olduğuna dair çok sayıda konuşmaya şahit olmuşumdur.

O zaman Kuran’dan geriye Alevilere ne kalıyor? Şu kalıyor: Genel ahlâka yönelik emirler ve yasaklar. Bunların ne olduğunu bulmak ve çıkarmak için ise Alevilerin dilini zaten anlamadıkları Kuran’ı okumasına hiç gerek yoktur. Çünkü ozanlarımızın nefesleri zaten Kuran’ın batınî yorumu ve dile gelmesi olarak anlaşıldığından, her fırsatta söylenen nefeslerimizin deruni anlamlarını kavrama çabası içinde olmak ve bunları hayata geçirmeye çalışmamız yeterlidir. Bir de hemen nefes deyip geçilmemelidir. Nefeslerimize karşı halk türküsü, folklorik öğe gibisinden küçümseyici tavırlardan kaçınılmalıdır. Nitekim cemlerde ve muhabbetlerde söylenen nefesler bizler için en az Kuran ayetleri kadar değerlidir ve aynı kutsiyete sahiptir.

Keza anlayan, aklını başkalarına kiraya vermemiş olanlar için Aleviliğin ilkeleri çok net ve herkesin kavrayabileceği sadeliktedir. Alevi olmanın özü, “Eline, diline, beline; işine, aşına ve eşine sahip olmak” değil midir? Ayrıca biz deriz ki, “Kâbe’miz insan, dinimiz sevgidir.” Gerisi ayrıntıdır. Türkiye’nin çok önemli toplumsal altüst oluşlar yaşadığı bir dönemde, hâlâ “Alevilikte beş vakit namaz, Ramazan orucu vs. var mıdır?” şeklinde aslında cevabı çoktan verilmiş soru ve sorunlarla uğraşmak abesle iştigalden başka bir şey değildir.

Đşin aslına bakarsak, bugün Aleviliğin genellikle inanç ve ibadet boyutunu öne çıkaran Prof. Dr. Đzzettin Doğan’ın önderliğindeki Cem Vakfı ve Cem TV’de bile kimse, Alevilikte Sünnilerin anladığı manada namaz, abdest, oruç gibi ibadet ve uygulamaların olduğunu iddia etmiyor. O nedenle Kütahya ve benzeri yerlerdeki pusulasını şaşırmış Aleviler, yalnız Cem TV’yi seyretseler dahi Aleviliği anlamakta epey yol alabilirler.

Buna rağmen bazı dedeler de dâhil olmak üzere Alevileri arkalarından camiye iteklemeye devam ederlerse de, onlara tavsiyemiz, dedeliği bırakıp imamlığa soyunmaları ve Aleviliği aslına uygun yaşamak isteyenlerin yakalarından düşmeleridir. Öyle ya ellerini tutan yok, gitsinler adam gibi Sünni olsunlar. O zaman hiç olmazsa kimin hangi safta olduğunu biliriz. Kimsenin bizleri lüzumsuz tartışmalarla meşgul etmeye hakkı yok zira Alevilerin daha önemli sorunları ve uğraşacak çok başka öncelikli işleri var. Kınalı kekliklerle ve dede kılıklı imamlarla kaybedecek zamanımız yok. Buna rağmen yine de yakamızdan kendileri düşmezlerse, onları bizler, yani yeni nesil genç, dinamik ve bilinçli Aleviler silkip atacağız. Göreceğiz bakalım, “El mi yaman bey mi yaman?” Hodri meydan!

Bad Nauheim, 14 Kasım 2007

Page 203: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

203

IŞIK TAĐFESĐNE NE OLDU? Ben bir Işık insanıyım. Şaka zannetmeyiniz, gerçekten öyleyim. Malum Alevilerin

tarihteki önemli adlarından biri de Işıklar, Işık Taifesi ve Işık Đnsanı'dır. Işık Taifesini Türkiye'de Alevilerin gündemine Erdoğan Çınar yerleştirdi. Daha öncede bahsediliyordu ama sadece Kalenderiler, Abdallar, Hurufiler anılırken, Işık Taifesi denilip geçiliyordu. Çınar yazdığı 4 kitapla tarihteki Işık Taifesini derinlemesine araştırdı ve ortaya koydu.

Kuşkusuz Çınar'ın bu konuda yazdıkları önemliydi ama daha çok teorik kaçıyordu ve Işık Taifesi'nin günümüzde yaşayan ardıllarına ilişkin somut açılımlar getirmiyordu. Diğer bir deyişle Çınar Alevi adının "alev" kökünden geldiğini, yani Işık Đnsanı'nı işaret ettiğini ve dolayısıyla Hz. Ali ile hiçbir ilişkisinin bulunmadığına vurgu yaparak, günümüzde Alevi adıyla anılanların tümünün Işık Taifesi mensubu olduğunu öne sürüyordu. Bu iddia nereden bakıldığına bağlı olarak büyük ölçüde doğru sayılabilir. Ancak Işık Taifesi'nin günümüz Türkiyesi'nde de yaşayan doğrudan ardılları var. Hem de kendi adlarıyla, Işıklar olarak.

Işıklar adına bazılarına tuhaf gelebilir ama Alevi varlığı hiç yok zannedilen Kütahya'nın köylerinde çok rastlanıyor. Işıklar veya ışık adını taşıyan köylerin bazıları da halen Aleviliğini sürdürüyor. Örneğin ben Kütahya'nın Hisarcık ilçesine bağlı Şeyhler Beldesi'ndenim. Şeyhler adı sizi yanıltmasın. Türkiye'de köylerin isimlerini değiştirmekte bir tür asimilasyondur ve değiştirme işlemiyle Alevilerin tarihiyle, kökenleriyle bağlantıları kesilmek istenmiştir.

Ortaokuldayken Sosyal Bilgiler öğretmenim köylerinizin adı nereden geliyor diye bir dönem ödevi vermişti. Bende yarıyıl tatilinde köyümdeki yaşlılara sordum. Hiçbiri tatmin edici bir cevap veremedi. Çünkü ben köyün resmi adı Şeyhler üzerinden yola çıkıyordum ve bununlada ne ben ne de yaşlılar bir yere varamıyorduk. Zira isim uydurmaydı, tarihte karşılığı yoktu! O nedenle ödevi, "Đşte eskiden köyde çok bilgili bir âlim, şıh yaşarmış, onun adına izafeten Şeyhler denilmiş" gibi hiçbir tarihsel gerçekliği olmayan tezlerle süslemiş ve öğretmenime teslim etmiştim.

Sonra sonra anladım ki, bu Şeyhler adı tamamen uydurma… Zaten köyümüz çevrede Işıklar, Merkez Işıklar olarak bilinir ve neredensin diye sorulduğunda da „Işıklarlıyım“ denilir. Kaldı ki tamamı hala Alevi olan köyümüzün Işık Taifesi mensubu olmasının tek kanıtı halk arasında Işıklar adıyla tanınması değil. Köyümüzün bağlı olduğu ocağın adı da Işık Çakır. Ancak bu işte de bir hinlik var. Işık Çakır Ocağı Şeyhler'e 15–20 Km uzaklığındaki Şeyhçakır köyünde bulunuyor. Devlet yine burada da yapacağını yapmış, Işık'ı Şeyh ile değiştirmiş. Bu köy önemli ölçüde asimile olsa bile hala hiç kimse "Ben Alevi değilim" demiyor. Dede sülalesi var ve bu ocağın dedeleri bizim köyde ve Gediz'e bağlı Akçaalan'daki taliplerine hizmet vermeyi sürdürüyor. Şeyhçakır adının uydurma olduğu şuradan da belli: Horasan Erenleri arasında sayılan Işık Çakır'ın kardeşi Işık Ali'nin yatırı da bizim köyün 20–30 Km güney doğusunda bulunan yayladadır. Akçaalan beldesindeki Alevilerin bir bölümü Işık Ali talibidir ve herhalde yatırı yaylada yüksek bir tepede bulunmasından dolayı olsa gerek Işık Ali'nin başına "şeyh" sıfatı getirmek devletin aklına gelmemiş...

Kütahya'nın Emet, Gediz, Hisarcık hatta Simav ilçesinin doğusunda bulunan köylerin Işık Taifesi mensubu olduğunu düşündürten birçok kanıt var. Yukarıda adında Işık geçen ve halen Alevi olan köyleri sıraladım. Ancak günümüzde artık Alevi kalmayan ve adı Işık ile başlayan köyler de var çevrede. Örneğin Gediz'e bağlı Aşıkpaşa köyü. Burası da halk arasında Işıkpaşa olarak bilinir ve 1970'li yılların başında bile bu köyde cem yürütüldüğü söyleniyor.

Yine Gediz'in Işıklar adında bir köyü var ve eskiden Alevi iken şimdi tamamen Sünnileşmiş durumda. Keza Tavşanlı, Altıntaş ve Simav'a bağlı Işıklar adındaki köyler de öyle. Dikkat edilsin, Işık adını taşıyan köyler istisnasız bir zamanlar Alevi'ymişler. Aynen şimdi bir belde olan Emet'e bağlı Aydın Işıklar'ı olarak bilinen Aydıncık gibi...

Öte yandan şu unutulmamalı: Bütün asimilasyon çabalarına rağmen Kütahya'nın tamama yakını Türkmen kökenli ve Işık Taifesi'ne mensup kabul edebileceğimiz 30'un üzerinde köyünde Alevilik hala canlı bir şekilde yaşıyor ve yaşatılıyor. Đl merkezindeki

Page 204: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

204

cemevinin de inşaatı bitmek üzere. Bu insanlar Işık Đnsanı. Dışlanmaları, hakaretleri göze alarak Kütahya gibi aşırı dinciliğiyle tanınan bir ilde çevrelerine ışık saçmaya devam ediyorlar.

Evet, ben de bir Işık Đnsanıyım. Elimde bir yetki olsa, ilk işim beldemin adını Işıklar olarak değiştirirdim. Çünkü Şeyhler adı beni, tarihimi, kökenlerimi yansıtmıyor, temsil etmiyor hatta inkâr ediyor. Sahte. Diğer adı değiştirilen köylerin de öyle...

Ancak sevindirici olan şu ki, Işık Taifesi tarihin içinden süzülüp gelen bir topluluk olarak Kütahya'da yaşıyor. Diğer illerimizde olduğu gibi... Zira Türkiye'nin birçok ilinde Işıklar adıyla veya adı değiştirilmiş birçok yerleşim yerinde Işık Taifesi'nin varlığı inkâr edilemeyecek şekilde etiyle, kanıyla, canıyla ortada duruyor. Ne mutlu bizlere!

Butzbach, 5 A ğustos 2008

Page 205: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

205

TÜRKĐYE’DE “D ĐNE KARŞI DĐN” ĐKTĐDARI: AKP… Her sene Ramazan’da artık alışkanlık haline getirdim. Türkiye ve çeşitli Avrupa

ülkelerindeki Alevi ve Sünni dostlarımı arayarak sohbet eder; sonunda da telefonu kapatırken, oruçla aralarının nasıl olduğunu sorarım hep…

Bu sene de Pazar gününü fırsat bilerek, Manisa’da yaşayan ve çalışan bir yakın dost ve akrabamı aradım. Dostum Pazar tatil olmasına rağmen işe gittiğinden eşi çıktı karşıma. Kendisi yedek parça üreten ve daha çok ihracata dönük çalışan büyük bir metal fabrikasında çalışıyordu. Konuşmamız uzadıkça uzadı. Kocasının daha önceki görüşmemizde artık 12 saat mesai döneminin biteceğini ve 8 saat çalışmaya başlayacaklarını söylediğini hatırlatıp, bu rahatlatıcı durumun henüz gerçekleşip gerçekleşmediğini sordum.

Keşke sormasaymışım! Bir dokunup bin ah işittim kadından… Dostum şu an 13 saat çalışıyormuş günde. Haftalık tatilleri bile yokmuş. Sadece gece

vardiyasından gündüze döndüklerinde, o da tam bir gün bile etmeyen bir süre evde kalmaları şeklinde bir tatilmiş. Bunaldım. Zira ben de güvenlik sektöründe çalıştığımdan 12 saat mesailere aşinaydım. Ben mesai süresinin önemli bir bölümünü oturarak geçirdiğim halde bile, eve geldiğimde bitkin oluyorum ve genelde yemeğimi yer yer yemez yatıyorum. Gel sen bir de fabrikada 12 saat çalışan, sürekli hareket halinde ve üretmek durumunda kalan bir ağır sanayi işçisinin durumunu göz önüne getir… Bu kişinin çoluk-çocuğuna, eşine-dostuna ayıracak zamanı kalır mı? Hem bu durum bir gün değil iki gün değil, bazen aylarca sürüyormuş; hiç tatil filan da yapmadan. Evden işe; işten eve rutini yani…

Oysa benim Almanya’da çalıştığım güvenlik branşı en az ödeme yapılan sektörler arasında yer almasına rağmen, yine de bizler 12 saatlik mesai yaptığımız dönemlerde bile en fazla üst üste 7 gün çalışabiliriz. Bu sürenin sonunda da en az bir gün evde kalmamız yasal olarak şart koşulmuştur. Nitekim Almanya’da 12 saatlik mesailer kural olmaktan çıkalı yıllar olmuştur. Güvenlik, otelcilik, gastronomi benzeri iş kollarında 12 saat kuralı belli ölçüde devam etmektedir ama bu da kural değil bir istisnadır.

Böyle kısa bir Almanya-Türkiye karşılaştırması yaptıktan sonra, arkadaşımın eşine dedim ki, “Benim bildiğim Türkiye’de Ramazan’da işler gevşer, mesai saatleri düşer…”

O da “Ne gezer! Hatta Ramazan gelince mesai saatini 12’den 13 saate çıkardılar” diye karşılık verdi. “Allah Allah” şeklinde söylendikten sonra şöyle bir “La Havle” çektim. Telefonda bunalmaya başlamıştım. Hattın öbür ucundaki kadını zaten benim yarasını deşmemle birlikte temelli hafakanlar basmıştı. Diyordu ki, “Bu durum Manisa’da bir istisna değil. Fabrikalarda çalışan hemen herkes eşim gibi uzun mesailer yapıyor ve karşılığında da yalnızca asgari ücret alıyor…”

Manisa son 20–25 yılda Anadolu kentleri arasında en çok sanayileşenlerden birisi. Đzmir Limanı’na 40, Adnan Menderes Havaalanı’na sadece 60 Km uzaklıkta. O nedenle yabancı yatırımcıların da gözdesi. Kent bu yüzden son yıllarda büyük bir kalkınma-gelişme hamlesi yaptı. Bütün yönlerden gelişimini çok yakından takip ettiğim ve öncesinde tarımsal sektörlerin ağırlıklı olduğu Manisa’ya hemen her sene giderim ve orada ikamet eden çok sayıda yakınım ve eşim-dostumu ziyaret ederim. Dertlerini dinler, gönüllerini alırım…

Bu özelliğimi bilenler de Almanya’ya döndükten sonra telefonlaştığımızda veya internet üzerinden msn ile görüştüğümüzde yine yaşadıkları sıkıntıları, sevinç ve mutluluklarını sağ olsunlar benimle paylaşırlar hep. Bu nedenle de telefonla/internetle görüşmelerimiz bir türlü bitmek bilmez; uzar da uzar. Bu kez de öyle oldu. Yakın akrabamın eşiyle bu can sıkıcı sohbeti aynı minvalde koyulaştırdıkça koyulaştırdık.

**** Şöyle bir düşündüm; Manisa’da Bosh, Ariston, Orlikon ve Markoni benzeri yabancı

ortaklı veya tamamen dış sermayeli şirketlerde çalışan tanıdıklarım da vardı. Fakat bunların çoğunda 12 saatlik mesailer olmadığı gibi, sendika ve işyeri işçi temsilciliği bulunmaktaydı ve çalışanlar Türkiye koşullarına göre iyi diyebileceğimiz ücretler alıyorlardı. Bu kısa düşünme arasının ardından telefondaki muhatabıma şöyle bir soru daha yönelttim: “Biliyorum eşin zaten oruç filan tutmuyor ama ya o niyetli olanlar nasıl dayanabiliyorlar 13 saat çalışmaya?”

Page 206: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

206

O zaman kadın derin bir “ah” daha çekerek bu sorumu yanıtladı: “Hiç sorma, koca fabrikada bir tek yaşlı bir işçi oruç tutabiliyormuş. Diğerlerinden çoğu da oruç tutmak istiyormuş fakat dayanamadıklarından hep kazaya bırakmak zorunda kalıyorlarmış. Đnanmayacaksın belki ama fabrikanın sahipleri de hacıymış…”

Son cümleyi duyunca moda tabirle şok geçirmiştim. Daha fazla dayanamayıp, “Allah hepinize kolaylık versin! Ben bu konuyu kesin yazarım” diyerek konuşmamı noktaladım.

Fabrikanın sahiplerini hemşehrim de olduklarından ismen tanıyordum. Manisa dışında Đzmir ve Kütahya Simav’da da yatırımları vardı. Holding düzeyinde bir sermaye grubu olan bu kişiler AKP’ye yakındı ve şirketleri son 6 yılda da önemli bir büyüme kaydetmişti. Kafamdaki bu veriler aklıma hemen şunları getirdi:

- Manisa, Kütahya, Denizli, Balıkesir, Uşak ve Aydın gibi Batı Anadolu kentlerinde yukarıda bahsedilen türden son 25–30 yılda yıldızı parlayan bu şirketler genelde hep muhafazakâr ve milli değerleri ön planda tutan işadamlarına aitti.

- Hemen hepsi Anadolu/Taşra Sermayesi diye sınıflandırılan ve genelde Müstakil Sanayici ve Đşadamları Derneği’ne (MÜSĐAD) üye olan işverenlerdi.

- Bu sermaye grubunun sahibi olduğu işyerlerinde göze çarpan ortak nokta sendika ve işyeri işçi temsilciliğinin hemen hemen hiç bulunmaması; üstelik bu yöndeki girişimlerin de şiddetle cezalandırılmasıydı.

- En ağır ve uzun çalışma koşulları ile en düşük ücretlendirme bunlardaydı. Sömürü diz boyuydu yani…

- Sermayenin rengi olmaz diyorlar ama bana göre var… Anadolu kökenli yeni yetme sermayedarlar öyle işler yapıyor ki, akıllara durgunluk verecek cinsten! Nasıl mı? Yine Manisa’daki eş-dosttan edindiğim ve başka kaynaklardan doğrulattığım bir bilgiye göre, Manisa ve Đzmir’de fabrikaları olan bir başka işveren, Kütahya’nın Simav ilçesinin köylerinden imamlar aracılığıyla işçi topluyormuş fabrikalarına. Đsteyen araştırabilir. Đmamlardan bazısı Cuma hutbesi veya vaazlarında diyormuş ki, “Manisa ve Đzmir’de hemşehrimiz, Hacı (…) Efendi, fabrikalarına işçi alacağına dair haber gönderdi. Kendisi dininde-diyanetinde bir adamdır. Onca Kuran kursuna, camiye, hayır kurumuna yardım ediyor. Allah kendisinden gani gani razı olsun! Buralarda işsiz-güçsüz dolaşıp duracağınıza gidin, verdiği maaşa az çok demeyip çalışın… Olur olmaz her şeye itiraz etmeyin. Adam size ekmek veriyor. Dişinizi sıkın da, hem siz kazanın hem onlar kazansın ki, böyle dindar işadamları güçlenebilsin ve şu dini-diyaneti pek kaale almayan Koç’lar, Sabancı’lar, Enka’lar, Eti’ler, Aydın Doğan’lar ve bunların ortakları Yahudi ve Masonlar yer ile yeksan olsunlar! Ülkemizde Müslümanlar bir rahat yüzü görsün ve inandıkları gibi yaşayabilsinler…”

Evet, mealen yazdığım bu cümlelerde en ufak bir abartıya yer yok! Üstelik bundan daha ağır sözlerin de sarf edildiğini biliyorum camilerde veya benzer mekânlarda ama bunları tam doğrulatamadığım için şimdilik yazmıyorum.

Özetle söylemek gerekirse, AKP’nin iktidarda bulunduğu son 6 yılda temelli palazlanan Anadolu Sermayesi-MÜSĐAD, hem derin ve korkunç bir emek sömürüsünden beslenmekte, hem de dini-milli duyguları kullanarak daha az ücretle çalıştırdığı emekçilere hayatı adeta dar etmektedir.

Đyi bir araştırma yapıldığında görülecektir ki, Türkiye’de emek-yoğun sektörlere hâkim olan sermaye grubu genellikle Anadolu kökenli işadamlarından oluşmaktadır. Đstanbul veya Büyük Sermaye diye adlandırılan TÜSĐAD çevresindeki işadamları “ilkel sömürü ve sermaye birikimi” aşamasını aslında çoktan geçtiklerinden, çoğunluk itibariyle Türkiye’deki çalışma koşullarının AB ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmelerine uygun hale getirilmesine çok fazla karşı çıkmazlar/çıkmıyorlar. Bunu nereden mi biliyoruz? Şuradan: TÜSĐAD’ın hazırlattığı ve ana çerçevesini kabul ettiği Türkiye’de demokratikleşme, iş güvencesi ve çalışma hayatına yönelik çok sayıda rapordan… Biraz tuhaf gelecek ama AB yanlısı görünen, çok sayıda demokratikleşme paketi çıkaran AKP Hükümeti, bir türlü çalışma hayatını AB ve ILO normlarına uyumlu hale getirecek yasa değişikliklerini yapmamakta ve

Page 207: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

207

elinden geldiğince geciktirmektedir. AKP’nin bu yavaşlığı, kamuoyunda bilindiğinin aksine Büyük Sermaye/TÜSĐAD çevrelerinden gelen baskı ve telkinlerden çok iktidardaki temsilcisi olarak, Anadolu Sermayesi/MÜSĐAD mensuplarından gelen baskıdan kaynaklanmaktadır.

Artık ilgili hemen herkesin bildiği gibi, Türkiye’de bir sermaye çatışması yaşanmaktadır. Şurası kesin, iktidardaki AKP ve Anadolu Sermayesi, Büyük Sermaye’nin en büyük rakibidir. Bu ikili kendi milli ve manevi değerlerinin hâkim olduğu bir Türkiye’nin, ana iktidar odaklarında görece laik ve çoğulcu demokrasiden yana çıkan Büyük Sermaye’nin sözünün daha etkili olmaya devam ettiği müddetçe koca bir hayal olduğunu bilmektedir. Bu nedenle de iktidarda kaldıkları zamanı iyi değerlendirmeye bakıp, Anadolu Sermayesi’ni Büyük Sermaye’yi geçemeseler bile, en azından onun düzeyine yaklaştırmaya büyük gayret sarf etmektedirler. Bunun yolu da anlaşılacağı üzere ucuz emek sömürüsüdür. Hedef, çeşme akarken testilerini doldurup, Büyük Sermaye’nin karşısına daha güçlü çıkmaktır. Bu hedefe ulaşırken de, kendilerine dini saiklerle oy vermiş vermemiş büyük emekçi yığınlarını insafsızca sömürmektedirler. Yasama-Yürütme ve hatta kısmen Yargı ellerinde olduğundan AKP Hükümeti ve yandaşı Anadolu Sermayesi, ağır çalışma koşulları, uzun mesailer ve yoğun emek sömürüsünü en aza indirecek yasal düzenlemeleri bir türlü yapmamaktadır. Çünkü bu düzen değişirse, sömürü makul düzeylere inerse; artık az eğitimli, düşük kalifiye emekçi yığınlarının üzerinden daha fazla sermaye birikimi yapamayacaktır. Bunu yapamadığında da, Türkiye’nin ağırlıklı olarak muhafazakâr ve milli duyguları güçlü bu yığınlarını daha fazla istismar edemeyeceğinden ve dolayısıyla iktidarda da kalamayacağından vahşi sömürü çarkını durdurmakta isteksiz davranmaktadır.

Đşte tüm bu nedenlerle Davutpaşa gibi bölgelerde kaçak işyerlerine göz yumulmakta, kayıt dışı ekonomi alabildiğine desteklenmekte, Tuzla Tersanelerinde hemen her gün teker teker ölen işçiler göz ardı edilmekte; oradaki ve başka benzer yerlerdeki ağır çalışma koşulları iyileştirilmemektedir.

Đşin daha vahim yanı, dikkat edilirse söz konusu sektörlere hâkim olan ana sermaye grubu Anadolu kökenli işadamlarından oluşmaktadır. Bunlar dindardır, Ramazan’da iftar çadırları kurarlar ve AKP’li belediyelerin ve başka devlet kurumlarının imkânlarıyla fakir fukaraya erzak paketleri, kömür, zekât, sadaka vs. dağıtmaktadırlar.

Buna karşın söz konusu vicdan temizleme, arınma faaliyetlerini yaparlarken unuttukları veya ısrarla gözlerden ırak tutmaya çalıştıkları bir şey vardır ki, bu da çalıştırdıkları çoğunluğu dindar olan işçilerin oruç bile tutamamasıdır…

Gerçekten de durum hiç abartısız böyledir. Manisa bir istisna değildir. Bilebildiğim kadarıyla, AKP’nin iktidar dönemine kadar Türkiye’de özel veya kamu sektöründe çok az fabrika ve işyerinde çalışanlar, oruç tutmayı istedikleri halde tutamama durumuyla karşı karşıya gelmiştir. Böyle bir ilk, ilk defa dini değerleri temel alarak iktidara gelen Milli Görüş-Adil Düzen kökenli AKP döneminde gerçekleşmektedir.

Açık yüreklilikle ve samimiyetle ortaya koymalıyız ki, dine ve inanlara en büyük zararı Neo-liberal ve küreselci AKP iktidarı vermektedir. Đranlı büyük sosyolog ve düşünür Dr. Ali Şeriati’nin çok yerinde bir belirlemesine göre, “dine karşı din” yani “Đslam’a karşı Đslam” politikası uygulanmaktadır. Bu politika ne menem bir şey diyeceksiniz? Şöyle ki;

- Ramazan gelir, fabrikalarda çalışanlardan isteyenler ağır çalışma koşulları ve uzun mesailerden dolayı oruç tutamaz.

- Aslında diğer partilerle uzlaşılarak eğitim-öğretimin ilk, orta ve lise kademesindeki öğrencilerle kamu kuruluşlarında çalışanları muaf tutan bir kanun çıkarılsaydı, başörtülü kızlar rahatlıkla üniversitelere girebileceklerdi. AKP’lilerin ve Başbakan Erdoğan’ın gizli niyeti türbanı kamu-özel ayrımı yapmadan her yerde yaygınlaştırma ısrarı yüzünden kızların üniversitedeki derslere başörtülü olarak katılması artık çıkmaz ayın son çarşambasına ertelenmiştir.

- AKP, kendi çevresinde toplanan dindar işadamları vicdan temizliği yapabilsinler, hep sadakalarını ve zekâtlarını verebilecekleri fakir ve yoksullar bulabilsinler diye, Türkiye’de önemli bir kitleyi parazit yaşar hale sokmuştur. Ülkede yurttaşlık temelinde

Page 208: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

208

sosyal devleti güçlendirecek adımlar atmak yerine, kömür ve erzak dağıtımı gibi onur kırıcı ve palyatif (geçici) çözüm ve politikaları kalıcı hale getirmiştir. Böyle bir ortamdaysa ne din-ahlak gelişir, ne yurttaşlık hukuku ne de demokrasi ve insan hakları! Ya ne gelişir? Đtaatkârlık, iktidardakilerin ne yaptığını sorgulamama, hesap sor(a)mama, minnet duygusu, başkasının sırtından yaşama kültürü, muhtaç olmadığı halde kendisine ve ailesine yeşil kart çıkartma ve benzeri toplumsal yozlaşmayı tetikleyici alanlar öne çıkar. Bu vasat kime hizmet eder? Tüm bu uygulamaları yaygınlaştıran, yerleştiren ve tasfiye etmeyen AKP’ye tabii ki! Böyle bir hayata alışan kitle de, ki bunların sayısı azımsanmayacak ve bu partiyi iktidarda tutacak kadar çoktur, “Benim oğlum bina okur; döner döner bir daha okur” misali gider gider oyunu AKP’ye atar…

- Yine yolsuzluk, rüşvet, irtikâp, peşkeş çekme, adam kayırma, dini duyguların istismarı; Deniz Feneri Derneği gibi hayır kurumlarının topladığı yardımları maksat dışı kullanma gibi büyük skandallar dinci kisveli AKP döneminde ayyuka çıkmıştır. Bu nedenle AKP şahsında Đslam dini büyük zarar görmekte ve itibar kaybetmektedir. Türkiye halkı AKP döneminde dini duyguları kullanarak iktidara gelenlerin “hırsız” olduğunu ve önceki iktidarlardan en ufak bir farklarının olmadığını net bir şekilde görmektedir.

- AKP’nin tek başına iktidarıyla birlikte Türkiye’de samimi dindarlığın bitiş düdüğü çalmıştır. Çünkü artık kim samimi Müslüman kim değil pek ayırt edilemez hale gelmiştir. Buna sebepte, daha önce namaz, oruç, zekât tanımayan hatta Besmele çekmesini bile bilmeyen milyonlarca kişinin bu dönemde hükümete yaranmak için birden dini faaliyet ve davranışlar içine girmiş olmasıdır. Düşünsenize, sayısız işadamı devlet ve belediye ihalelerini alabilmek, kredi ve teşviklerden yararlanabilmek için eşini ve kız çocuklarını tesettüre sokmuştur…

Özetle AKP’nin “dine karşı din” politikalarından örnekleri çoğaltmak mümkündür ama biz kısa keselim. Peki, çözüm nerededir? Çözüm sol ve sosyal demokrasidedir. Türkiye’nin solcuları, sosyalistleri, gerçek liberalleri ile demokratları, merkezde bulunanları ve hatta dindar olupta AKP’ye oy vermemiş olanları, oy veripte şimdi pişman olanları ortak bir programda uzlaşarak tüm bu çarpık politikaları deşifre etmelidirler. Ancak özellikle sol ve sosyalistlerse daha farklı bir şey yapmalı ve dindar halkın, çalışanların dinini özgürce yaşayabileceği bir Türkiye vaadinde bulunmalıdır. Evet, bu ülkenin sol ve sosyalistleri artık Ramazan’da ağır ve uzun çalışma koşullarından dolayı oruç tutamayan işçinin-emekçinin oruç tutma hakkını savunmalıdır. Sol ve sosyalistler, bir yandan genç kızların üniversiteye başörtüsüyle girebilme hakkını savunurken, öbür taraftan başörtüsünün neden üniversite altındaki okullarda ve kamu kuruluşlarında çalışan memurlara yasak edilmesi gerektiği konusunda da çoğunluğu dindar olan bu halkı ikna etmelidir. Đnanıyorum ki, işte bunlar yapıldığında halk, henüz kendini bir türlü anlatmayı başaramayan solcu ve sosyalistleri anlamaya ve desteğini sunmaya başlayacaktır. Bu sene Ramazan ayı bu yönüyle gerçekten hayırlara vesile oldu. AKP’nin süründüğü makyaj, Türkiye’nin çoğu yerinde fabrikalarda çalışanların istedikleri halde oruç tutamamasıyla, Deniz Feneri e.V.’nin üst düzey yöneticilerinin Almanya’da mahkûm edilmesiyle ve bu skandalın ucunun hemen hemen Başbakan Erdoğan’a kadar uzanmasıyla, AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin gayet “dişli” bir aracı-komisyoncu (rüşvetçi mi deseydik?) çıkması benzeri el içine çıkmayacak olaylarla epey dökülmüştür. Şimdi malum Ramazan’dayız. Halkımızın çoğunluğu bu mübarek ayda oruç tuttuğundan hala mahmurdur, yorgundur ve olanlara açlığın verdiği tatlı huzurun etkisiyle henüz bir anlam verememektedir. Hele bir Ramazan geçsin… Yukarıda adı geçen çevreler hemen harekete geçer de etkili politika ve vaatlerle bu halka ulaşabilirlerse, AKP’nin ikiyüzlülüğünü, sahte dindarlığını, emek ve emekçi düşmanlığını deşifre edebilirlerse; siz ondan sonra seyreyleyin gümbürtüyü…

Page 209: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

209

Buradan Neo-liberal, küreselci ve Ilımlı Đslamcı AKP’ye karşı sağlam bir savunma ve muhalefet hattı ortaya çıkar mı? Bence çıkar! Neden olmasın?

Butzbach, 23 Eylül 2008

Page 210: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

210

ALEV ĐLER ABLUKA ALTINDA MI? Başta Türkiye olmak üzere dünyanın başka ülkelerinde Sünniler ile yan yana yaşayan

Aleviler her yönden büyük bir abluka alınmış durumda. Bu abluka özellikle dinsel, siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlarda kendini gösteriyor. Dinsel baskılar herkesin malumu. “Aleviyim” diye kendini açıkça deklare eden herkes, bu baskıları bazen arada sırada, çoğunlukla da sürekli şekilde hissetmeye ve yaşamaya devam ediyor.

Zorunlu din dersleri, ders kitaplarındaki tek taraflı bilgiler, Diyanet, Kuran kursları, imam-hatip okulları, ilahiyat fakülteleri yoluyla Türkiye’de devlet toplum üzerinde Sünni bir ideolojik hegemonya-egemenlik kurmuş bulunuyor. Đşte bu hegemonya Aleviler üzerindeki ablukayı her geçen gün ağırlaştırıyor.

Alevilere yapılan baskılar ve uygulanan abluka sadece inanç boyutuyla sınırlı kalsa bir ölçüde çekilebilir olurdu. Tarihte zaten bu tür baskılar hiç eksik olmamıştı ve buna rağmen Alevilik yaşamaya devam etmişti.

Oysa günümüzde şartlar değişti. Eskiden yüzde yüzlere varan bir oranda köylerde yaşayan Aleviler bugün kentleşti. Ezici çoğunluk kentlerde yaşıyor artık. Kentleşme uygarlık demektir. Uygarlık ise Alevileri otomatikman siyasal, ekonomik ve toplumsal bir rekabetin içine soktu. Pratikte rekabet eşit şartlarda yürümüyor. Nedeni de Türkiye’de pastanın çoktan büyük oranda paylaşılmış olmasıdır. Bu pastanın yapılmasında büyük emekleri olmasına rağmen, maalesef dağıtımda Alevilere neredeyse hiç pay verilmemiş. Bugün ise Aleviler başta ekonomi ve siyaset olmak üzere aslında Türkiye toplumunun tümünün ortak ürünü olan değişik lezzetlerdeki bu pastalardan gücü ve ağırlığı kadar pay kapmaya çalışıyorlar ama iktidar sahipleri tek başlarına el koydukları bu pastalardan sonradan sahneye çıkan Alevilere zırnık koklatmamakta ısrar ediyorlar. Cemevlerinin ibadet yeri olarak kabul edilmemesi, zorunlu din derslerinin Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi’nin (AĐHM) kararına rağmen kaldırılmaması vs. bütün bu ısrarın somut göstergeleridir.

Bunlar sanki sadece inanç alanıyla sınırlıymış gibi görünse de, aslında Türkiye’de Alevilik ve Alevilerin sorun olarak algılanması özünde ekonomiktir. Tam da bu nedenle Alevilerin yukarıdaki türden taleplerinin birinin dahi kabul edilmesi halinde, Türkiye’deki mevcut eşitsiz denge-yapı çökeceği için taraflar tüm güçleriyle direniyorlar.

TÜRKĐYE’DE DEVLET VE ĐKTĐDARIN YAPISI Şunu demek istiyoruz: Türkiye’de zaten sistem Türk-Müslüman-Sünni üçgeni üzerine

kurulmuştur. Đktidar merkezi de bu tanıma uygun vatandaşların öne çıkanlarından oluşmuştur. AKP iktidara gelene kadar bu merkeze önemli ölçüde Türk-Müslüman-Sünni ve de Türkiye’ye özgü laik olan kanat hâkimdi. Kanadın bileşenleriyse, sivil-asker yüksek bürokrasi; (Ordu, yüksek yargı, dışişleri, üniversiteler) Sabancı, Koç, Eczacıbaşı gibi büyük sermaye idi. Türkiye’de düne kadar hayatın her alanını bunlar şekillendiriyordu. Kısaca ekonomide, siyasette belirleyici güç bunlardı. Gerçi siyaset hep vesayet altındaydı. Hâlâ da öyle ama vesayet altında da olsa bu kanalı iyi kullanan Anadolu Sermayesi öyle güçlendi ki, sonunda kendi temsilcisi olan AKP’yi iktidara getirdi. Anadolu Sermayesi ise küçük esnaflıktan palazlandığından muhafazakârdı. Şimdi bunlar mevcut laik asıl iktidar kanadına diyorlar ki, “Paraysa, para artık en az sizdeki kadar bizde de var. Asıl iktidara eşit ortak olmak istiyoruz. Türklük, Müslümanlık ve Sünnilik tamam da şu laik olmaya itirazımız var. Gelin bunu biraz tavsatalım da, eskiden olduğu gibi sürüyü (halkı sürü, kendilerini de çoban olarak görür bunların ikisi de) gütmeye birlikte devam edelim.” Kısaca sorun Sünniliğin veya Müslümanlığın dozajıyla ilgilidir, kendisiyle değil!

Page 211: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

211

Tüm bu AKP’yi kapatma davasının, türban tartışmasının ve Ergenekon soruşturmasının temelinde de bu paylaşım kavgası yatar. Yani ülkemize özgü laik ve laik olmayan egemenlerin iktidar savaşıdır bu yaşananlar. Bunlar uzlaşsalar da, şimdilik öyle görünüyor, çatışmayı sürdürseler de halkın çoğunluğu ezilmeye, sömürülmeye, tersanelerde egemenlerin ceplerini daha fazla doldurmaları uğruna ölmeye devam eder. Tabii ki, Ergenekon’u taraflardan hiçbirinin peşine takılmadan önemsemek gerekiyor. Ne de olsa derin devlette en küçüğünden de olsa bir gedik açmak kuşkusuz büyük kazanımdır.

SERMAYEYE SÜNNĐLĐĞĐN TONLARI HÂK ĐM Diyeceksiniz ki, bu denklemde Alevilerin yeri neresi? Şimdi sistem karşısında ezilenleri

de kendi içinde sınıflandırmak gerekiyor. Ezilen var “ezilen” var… Ezilenler arasında örneğin bir Sünni ile Alevi aynı değil. Hatta Sünni bir Kürt ile Alevi bir Kürt bile aynı değil. Ezilmenin dereceleri var. Türk ve Sünni olan bir vatandaşın kendi içinden çıkmış temsilcileri var iktidarın hem asıl (sivil-asker bürokrasi) hem de alt (hükümet) kanadında. Sıradan bir Sünni emekçi iktidarın her iki kanadı tarafından şimdilik ezilse bile, sistem Türk-Müslüman-Sünni öncelikli kurulduğu ve çalıştığından bu kişinin kendisinin olmasa bile çoluk-çocuğunun veya hali hazırda kendi gibi birilerinin önü açıktır. Sonuçta ülkenin zenginliklerinin şimdiki ve gelecekteki ortağı olma imkânı mevcut. Bu imkânları teori ve pratikte her an test edebiliriz.

Tezimizi somut bir örnekle biraz karikatürize ederek açarsak, varsayalım ki biri Sünni diğeri Alevi iki işçi ağır çalışma koşullarına rağmen Tuzla’daki bir tersanede çalışıyor. Bilinçli bir Alevi zaten tarihten gelen haksızlıklara karşı koyma geleneğinden dolayı bu koşullara itiraz eder, işten hemen çıkarılır. Şansı varsa çıkarılmaz ama hemen her şeyi kabullenmediğinden tersane içinde ağzıyla kuşta tutsa ustabaşı filan olamaz, yapmazlar onu. Velev ki bu Alevi işçi çok uyumlu biri bile olsa, “Adı çıktı dokuza, inmez sekize” atasözünde olduğu gibi, Aleviler genel Sünni toplumca açık konuşalım, potansiyel olarak suçlu veya en azından mevcut koşullara itiraz eder görülürler. Đşte bu zihniyetten dolayı da bu işçi baştan tüm yükselme şanslarını kaybeder.

Diğer iş arkadaşı Sünni ise zaten kaderci ve verilen emre itaatçi bir geleneğin içinden çıkıp gelmektedir. Koşullar çok ağır da olsa pek itiraz etmez. Etse de “Solculardan, Alevilerden etkilenmiştir” denilir. Bazen işten atılır ama bu tür insanlar köyün delisi olarak görüldüğünden, “isyankâr da olsa bizim çocuğumuzdur” denildiğinden ıslah olması beklenir ve çoğunlukla tersanede devamen çalışmalarına göz yumulur. Ne de olsa Alevi hem toplumda hem de o işyerinde azdır. Atarsın kurtulursun! Ya Sünniler? Onlar atmakla tükenmez. Hem onu at bunu at, kimi sömürerek artı değer elde edecek patron? Ne güzel Sünniler arada bazıları dik kafalı çıksa da çoğunlukla kaderine razı oluyorlar. Đşveren bu fırsatı değerlendirmesin de ne yapsın?

Yine farz edelim ki, bu Alevi ve Sünni işçilerin birer oğlu olsun. Đkisi de başarılı birer öğrencidir ve askeri liseye girmek istesinler. Alevi çocuğu eğer Tuncelili veya Sivaslı ise ağzıyla kuş tutsa buraya büyük ihtimalle giremez. Girse bile okulu bitirip bitiremeyeceği kuşkuludur. Hadi bitirdi diyelim, yükseleceği en son rütbe şansı varsa albaylıktır. General olması mümkün değildir. Đtiraz edip “mümkündür” diyenler, 85 yıllık Türkiye tarihinde orduda görev yapan yüzlerce generalin içinden 10 Alevi adı sayabilirler mi?

Askeri okula almadılarsa bu Alevi çocuğu bari polis olayım dese işi daha da zordur. Orduda alt kademelerde Alevilerin az da olsa şansı vardır ama Emniyette hiç mümkün değildir bir Alevi’nin kendini çok iyi gizlemiyorsa yer edinebilmesi. Öyle ki Emniyet özellikle 1980’den sonra MHP’lilerin şimdiyse tamamen Fethullahçıların kontrolündedir.

Anlaşılacağı gibi Alevi’nin önü burada da kapalıdır. Gelelim sivil alanlara. Bu Alevi çocuğu siyasal bilgileri bitirsin ve kaymakam olmak için başvursun. Đşte burada Alevi’nin işi zorların da zorudur. Malum Đçişleri Bakanlığı hep sağcıların elinde olmuştur ta 1950’lerden bu yana. Hem de sağın ve Đslamcılığın tüm renkleri bu bakanlıkta kadrolaşmıştır. Bir Alevi’yi içişlerine çok zor alırlar. Alsalar bile o kişi sittin sene de geçse kaymakam veya mal müdürü olarak kalır. Birlikte mezun olduğu Sünni arkadaşları bir bakarsınız vali, bir bakarsınız il emniyet müdürü olmuştur. Sonra bir sağ partiden milletvekili seçilip Đçişleri Bakanı!

Page 212: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

212

ALEV ĐLER SIKIŞMIŞ VAZĐYETTE Gördünüz mü bir Alevi’nin önü ne kadar da büyük ve önemli engellerle dolu?

Diğer Sünni işçinin çocuğunun askeri okula girmesi ve subay olduktan sonra yükselmesinin önünde eğer dine aşırı bir düşkünlüğü, sola da bir eğilimi yoksa hiçbir engel ve sınır bulunmaz. Şansı varsa Genel Kurmay Başkanı da olur, bir imam çocuğu olduğunu meydanlarda hep gururla haykırmış olan Kenan Evren gibi darbe yapıp, kendini Cumhurbaşkanı bile seçtirir. Dindar biriyse de askeri liseye giremedim diye dert etmez. Gider siyasalda okuyarak, kaymakam, vali, emniyet müdürü olur veya Süleyman Demirel ile Turgut Özal gibi mühendislik tahsili yaparak, ilerde önce Başbakanlığa sonrada Cumhurbaşkanlığına yükselebilir. Öğrenciliği boyunca da eğer babasının maddi durumu iyi değilse ona Fethullahçılar, Süleymancılar, Nakşibendîler benzeri tarikatlar, dini gruplar kucak açar, burs verir ve rahatça okulunu bitirir.

Bütün bunlar diğer Alevi işçinin çocuğunun rüyasında görse inanamayacağı şeylerdir. Aleviler oyuna 5–0 yenik başlamıştır çünkü. Sistem Sünni’ye göre dizayn edildiğinden fakir çocuğu da olsa bir Sünni Türkiye’de imtiyazlı (ayrıcalıklı) olarak dünyaya gelir. Kanunlar önünde herkes eşit denilse de Türkiye’de Sünniler daha da eşittir. Bu “eşitlik içinde eşitsizliğin” ne menem bir şey olduğunu da bizzat yaşayanlar, yani Aleviler bilir. Sünni kökenli bir insan solcu da olsa ateistte olsa tüm bu dışlamaları hiç anlayamaz diyemeyiz ama bir noktaya kadar anlar ve kavrayabilir. Solcu biri ne de olsa Sünni kökeninden dolayı egemen grubun bir insanıdır ve bunun getirdiği ayrıcalıklardan şöyle veya böyle yararlanır. Türkiye solu ve sosyalist hareketinin Alevileri bir türlü anlayamamasının altında da bu olgu yatar.

Bir de Aleviler yaşadıkları mağduriyetleri dile getirdiğinde veya bir hak talebinde bulunduğunda, “Türkiye’de hak ve özgürlüklerden yararlanmada veya devlet memuriyetine alınmada vatandaşların dinsel inançları temelinde bir ayrım yapılmaz” ezberi tekrarlanır. Hâlbuki bu cümlenin başta Aleviler olmak üzere diğer etnik ve dinsel topluluklar için günlük hayatta hiçbir karşılığı yoktur. Eğer uygulamada bu anlayış geçerli olsaydı, 400’ü aşkın genel müdür, 81 il valisi, 893 kaymakam, bine yakın il ve ilçe emniyet müdürü arasında çok sayıda Alevi, onlarca Roman, en azından birkaç Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşımız bulunurdu. Bunları dillendirince Alevilere diyorlar ki, “Ordu Alevi dolu ama kendilerini saklıyorlar!” Problem de bu ya zaten! Türkiye’de hangi makamda olursa olsun, bir Sünni kendini gizleyip saklamıyor da, niye hep Aleviler saklıyor? Demek ki, Aleviler üzerinde çok büyük bir baskı var Türkiye’de. Böyle olmasa bir Alevi kimliğini niye gizlesin? Hem orduda binlerce Alevi varsa, neden bugüne kadar bir cemevinden bir tek emekli general veya yüksek rütbeli subay cenazesi kaldırılmadı? Keza üst düzey bir bürokrat cenazesinin cemevinden kaldırılışına da şahit olmadı daha Türkiye… Đşin aslı şu: Anılan makamlarda Alevi’nin dirisi yok ki, ölüsü olsun!

SERMAYENĐN DĐNDAR VE LA ĐK RENKLER Đ Özetle Alevilerin Türkiye toplumu içindeki dramı işte buralarda yatar ama filmin devamı

da var… Đnanç dâhil bütün üstyapı kurumlarının asıl belirleyicisi olan ekonomideki durum daha

berbattır. Aleviler kentleşme ve uygarlık trenine sonradan bindiklerinden, ekonominin subaşları sermayenin dindar ve laik renkleri tarafından çok önceden tutulmuştur.

Sonuçta Đstanbul Büyük Sermayesi de, hali hazırda Tayyip Erdoğan’ın şemsiyesi altında büyük adımlarla ilerlemeye devam eden yeşil renkli Anadolu Sermayesi de özünde Sünni’dir. Bir şekilde kendinden olmayana düşmandır. Bunların her ikisi de sınıfsal refleksleri gereği Alevi bir rakip sermaye grubunu pek istemezler. Bir parantez açarak hemen ilave edelim, Büyük Sermaye diğer rakiplerinin kendisine zaten yetişemeyeceğini bildiğinden olası bir Alevi Sermayesi’ni laik ve modernist karakterinden dolayı kendine müttefik bile görebilir. Buna karşın Anadolu Sermayesi, yeni oluşacak güçlü bir Alevi Sermayesi’ni bırakınız rakip, Đslamcı-Sünni bir tabana yaslandığından dolayı hem büyük bir tehdit hem de düşman olarak algılar… Bu tespit ayakları yere basmayan bir tespit değildir. Nitekim söz konusu düşmanlığın izleri geçmişten günümüze kadar sürülebilir. Đlk başta hemen akla gelen örnek şudur: 1970’li

Page 213: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

213

yıllarda Anadolu’da bugün Anadolu Sermayesi adını alanlar henüz küçük esnafken ve Kapıkule’den ötesini bilmezken Sivas, Maraş, Malatya ve Çorum gibi kentlerde Avrupa ülkelerinde çalışarak elde ettikleri birikimlerle bir Alevi Sermayesi palazlanmaya başlamıştı. Gel gör ki bunlar “Komünizm karşıtlığı” bahanesiyle çıkarılan kanlı olaylarla hem yukarda devlete hâkim olan Đstanbul Sermayesi’nin hem de altta günümüzün eşleri türbanlı Anadolu kökenli işadamlarının o zaman esnaf ve eşraf olan babalarının desteğiyle doğmadan boğulmuştur. Bu katliamlardan ürken Alevi esnaf ya bu kentleri terk etmiş veya içine kapanarak denklemin dışına sürüklenmiştir.

Rahatlıkla diyebiliriz ki, günümüzde Türkiye’de yeni bir sermaye birikimi yapmanın önü özellikle Aleviler gibi dezavantajlı gruplar için artık büyük ölçüde kapanmıştır.

Zaten tarihte de hep böyle olmuştur. Geçmişten günümüze dünya genelinde Yahudiler, Hindistan’da Sihler, Uzakdoğu’daki Endonezya ve Malezya’da Çinliler, Akdeniz ülkelerinde Levantenler ve bir dönem Ermeniler hariç tutulursa hiçbir azınlık grubu çoğunluğu aşarak zenginleşememiş ve etkili bir sermaye birikimine erişememiştir.

Peki, şu anda Türkiye’de hiç mi Alevi Sermayesi yoktur? Süzerler, Polatlar, büyük bölümü Cem Vakfı çatısı altında toplanan orta ve ortanın üstü büyüklükteki irili ufaklı şirketleri nereye koyacağız?

BĐR ALEV Đ SERMAYESĐ VAR MI? Evet, bu şirketleri kaba bir bakışla Alevi Sermayesi diye sınıflandırabiliriz ama sermaye

ile zengini birbirine karıştırmamak gerekiyor. Bunlar sermaye grubu değil olsa olsa Alevi kökenli zenginlerdir. Öyle Anadolu Sermayesi’ndeki gibi Alevilik merkezli ortak bir refleksleri ve merkeze kendi renklerini vurmaya çalışmak gibi bir kaygıları pek yoktur. Merkezi siyasette bir belirleyicilikleri bulunmaz, çünkü bunların devlet katında güçlü bir siyasi partinin çekirdeğinde doğrudan temsilcileri yoktur. Varsa da etkin değillerdir. Bu da Türkiye’de her zaman zengin yaratmanın en etkili yolu olmuş kredi dağıtma, ihale, teşvik mekanizmalarının hep uzağında olmak demektir. Bunun içindir ki, Alevi zenginleri görece de olsa özerk bir yapı oluşturamadığından, kâh hükümete göz kırpar, kâh Đstanbul Sermayesi’ne pas gönderir. Çoğu zaman da Atatürkçülük ve cumhuriyet değerlerine vurguyla orduya ve içe kapanmacı, ulusalcı, küresel rekabette yarış edemeyeceğinden sözde ABD-AB karşıtı kesilen aslında yine Büyük Sermaye ve asker-sivil yüksek bürokrasinin (egemen devlet sınıfları) müttefiki, ortanın üstü büyüklükteki şirketlerin oluşturduğu Ulusalcı Sermaye ile yan yana durmayı tercih ederler. Bu bağlamda Türkiye’de olası bir Alevi Sermayesi’nin nüvelerini teşkil eden Cem Vakfı çevresinde öbeklenmiş işadamları andığımız türden ilişki biçimlerinin geniş örneklerini sergilerler.

Aslında Alevi zenginlerinin bu yalpalayıcı ve kararsız tavrı da Aleviliğin Türkiye’de sistem nezdinde, yani hem sivil-asker bürokrasi hem de AKP Hükümeti tarafından legal bir kimlik olarak tanınmamasından kaynaklanır. Hâlbuki sisteme herhangi bir şekilde eklemlenmediyseniz; yani devletten, belediyelerden ihaleler, muafiyetler, teşvikler, kredi vs. verilmiyorsa bir sermaye grubu oluşturamazsınız. Bu nedenle Türkiye’de bağımsız bir Alevi Sermayesi henüz oluşmamıştır. Varmış gibi görünenler de daha sermaye birikimi aşamasında olan, aralarındaki bağlar gevşek ve atomize karakterdeki Alevi zenginleridir.

Đşin aslına bakılırsa, devlet destekleri olmasa bugünkü Anadolu Sermayesi de oluşamazdı ve esnaflıktan bir adım öte gidemezdi. Zira sermaye grubu olmak için devlet desteği zorunlu bir şarttır. Ayrıca Anadolu Sermayesi’nin son 30 yılda petrol zengini Arap finans çevrelerini arkasına aldığını ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Mehmet Dengir Fırat örneğinde kesin kanıtlarıyla görüldüğü gibi bu kesimlerin narko-dolarlardan (uyuşturucu ticareti) bir hayli beslendiği gerçeğini akılda tutmalıyız. Keza sermaye bir kez güçlendi mi, arkasından hemen devlet iktidarından pay ister. Bu anlamda da Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesi, Büyük Sermaye’ye çıkarlarının zedelenmeyeceği garantisi vererek Türkiye’yi bir dönem daha yönetecek siyasi güce erişmesi yanında, eşleri türbanlı başbakan ve cumhurbaşkanının artık normalleşmesi Anadolu Sermayesi adına büyük bir başarı ve zaferdir. Oysa Anadolu Sermayesi, Büyük Sermaye ile

Page 214: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

214

aşık atacak düzeye gelmeseydi Türkiye’de bunların hiçbirisi mümkün ol(a)mazdı. Nitekim 1997’de Anadolu Sermayesi bugünkü kadar güçlü olmadığından Erbakan’ın 28 Şubat Süreci’yle apar topar iktidardan çekilmek zorunda bırakıldığını hatırlarsak mesele iyice anlaşılır hale gelir.

ALEV Đ SERMAYESĐ HANGĐ AŞAMADA? O halde Alevilerin bütünlüklü bir sermaye grubuna sahip olmamaları ne anlama geliyor?

Her şeyden önce kapitalist üretim ilişkilerinin geçerli olduğu günümüzde sermaye yani para olmadan bir şey olmaz. Prof. Dr. Osman Altuğ’un deyimiyle, “Bugün paran kadar Müslüman’sın, paran kadar dindarsın!” Bu sözü bireysel anlamıyla ele aldığımızda pek bir şey ifade etmiyor ama toplumsal olarak oldukça açıklayıcı. Düşünün bir kez, Türkiye’de Anadolu Sermayesi bu kadar güçlenmeseydi, Đslam, dindarlık, muhafazakârlık, sayıları hızla artan başörtülü kadınlar bu kadar görünür olabilir miydi? Her hangi bir kimse, cemaat ya da topluluk dinsel merkezli hak taleplerinde bulunabilir miydi? Fethullah Hoca’nın cemaati 35 milyar dolara hükmetmese, kendisi ve cemaati bu kadar gündemde olabilir, Samanyolu TV, Mehtap TV, Amerika’da Đngilizce yayın yapan Ebru TV; mürit işadamlarının finansmanıyla çoğunluğu bedavaya dağıtılması sayesinde en çok satan gazete unvanını kazanan Zaman nasıl ayakta kalabilirdi? Fethullahçılar hükümeti bile yönlendirme gücünü nereden alıyor acaba? Bütün bunlar herhalde Fethullah Hoca’nın vaazlarında sürekli sulu sepken gözyaşı dökmesiyle olmuyor. Ya neyle oluyor? Elbette ki parayla!

Diğer yandan bugün Alevilerin kamuoyunda daha görünür olması ve kimlik temelli hak taleplerinde bulunmaya başlaması da Alevilerin belli bir refah düzeyini yakalaması, eğitim seviyelerinin artması ve bir kesiminin henüz Anadolu Sermayesi ile karşılaştırılamasa da orta dereceye yaklaşan bir sermaye birikimi oluşturmasının sonucudur. Düşünün bir kez, Aleviler andığımız türden bir aşamaya gelmese bugün Yol, Cem, Su, Dem, Kanal 12 gibi televizyonlar kurulabilir miydi? Elbette Alevi sermayeli bu kanallar henüz mütevazı kuruluşlardır ama vardırlar artık. Zaten bu mütevazı oluşta adı üstünde Alevi Sermayesi’nin henüz emekleme evresinde oluşunun en büyük kanıtıdır.

Bu arada Alevi Sermayesi söz konusu olunca, Türkiye dışında yaşayan Alevilerin bu gelişmede motor güç olduğunun altını çizmek gerekiyor. Anadolu Sermayesi içinde de Avrupa’da yaşayan taşra kökenli Sünni vatandaşların payı büyük olmasına rağmen, bunlar belirleyici konumda değildir. Alevilerde ise yurtdışı daha belirleyici ve ön plandadır. Örnek olarak Anadolu kökenli sermayedarlar kurdukları naylon holdingler aracılığıyla para toplarken de, daha öncesinde de din merkezli hareket etmişlerdir. Buna karşılık Alevi hareketi Avrupa’da gelişip örgütlendikten ve Türkiye’ye etki etmeye başladıktan nice sonra bazı Alevi zenginler Alevi olduklarını hatırlayıp, Cem Vakfı ve başka Alevi kurumları etrafında cılız da olsa kümelenme yoluna gitmiştir.

Ancak biz Türkiye’de Alevi zenginlerin Alevi olduklarını hemen ilk bakışta anlayamayız. Bu da Aleviler hem toplumda ve hem de ekonomide sayısal olarak azınlıkta olduklarından kör gözüm parmağına hesabı kimliklerini, Anadolu kökenli Sünni sermayedarlarda olduğu gibi açıkça vurgulayamadıklarından kaynaklanır. Kısacası Anadolu Sermayesi’nde dinle-tarikatla ticaret ve siyaset hep iç içedir. Alevilerde ise dini köken ve kimlik söz konusu olamaz, zira böylesine bir vurgu çevresi Büyük Sermaye ve Anadolu Sermayesi’nce kuşatıldığından hareket alanını daha da daraltıcı bir etki yapar. O nedenle Alevi zengini hep savunmacı, alttan alıcı, kimliğini gizlemese de mümkün olduğunca geri planda tutmak zorundadır. Alevi bir işadamı bir kez Alevilikten bahsetse, hemen mezhepçi ilan edilirken, aynı şeyi Sünni biri yapsa baş tacı edilir; ihalelerde, kredi almada kayırılır. Türkiye’de iş dünyasında Alevilikten söz etmek hep kaybettirir; Đslam’ı, Sünniliği dilinden düşürmemekse daima ödüllendirilir.

Tablo böylesine olumsuzken Aleviler ne yapabilir? Nasıl hareket ederek Türkiye toplumu içindeki bu ekonomik ve sosyal yönden iç karartıcı konumlarını değiştirebilirler? Bu makûs talih ne şekilde ve hangi metodları kullanarak yenilebilir?

Page 215: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

215

Bu soruların cevapları çok uzun, çok yönlü ve oldukça karmaşık… Tüm Aleviler ve Alevi dostları üzerinde ısrarla düşünmekten ve kafa yormaktan geri kalmamalıdır. Bunlara bizim kendimize göre cevaplarımız ise bir başka yazının konusu olacak…

Butzbach, 30 Eylül 2008

Page 216: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

216

BARACK OBAMA’NIN BA ŞARISINI NASIL YORUMLAMALIYIZ? ABD’ye 44. başkan seçilen siyahî senatör Barack Obama hakkında yazılmayan taraf pek kalmadı. Herkes körlerin fili tarif ettikleri gibi, Obama’yı bir başka yanından ele alıyor. Belki doğru olanı da bu… Yani Obama’yı herkesin bulunduğu yerden değerlendirmesi kadar doğal olan bir şey yok. Zengin, Obama iktidarı sayesinde nasıl zenginliğimi daha iyi korurum derken, dünyanın yoksulları ve ezilenleri de Obama’nın seçilmesinden bana ne gibi bir pay düşebilir kaygısını taşıyor.

Ülkeler bazında ele alırsakta, Türkiye’nin muktedirleri daha şimdiden bir korku ve panik havası içine girmiş vaziyette. Bunun nedeni Obama’nın Ermeni tezlerine yatkınlığı ve seçim kampanyası sırasında verdiği sözlerden dolayı Ermeni soykırımı iddialarını tanıma ihtimalinin yüksek olmasıymış. Türkiye’nin egemenleri ve statükocuları nazarındaki algı böyleyken, buna karşılık Obama’nın kazanmasına dönük halk arasında gözlenen baskın eğilim genelde olumlu yönde şekilleniyor.

Toplumumuzun büyük bölümü “Beyaz Türklere” kızdığından olsa gerek kendisini de Türkiye’nin zencileri olarak algılayıp, bu başarıdan bir pay çıkarıyor. Bunlar herhalde Obama’nın şahsında toplumun en alt tabakasından gelen birisinin bile, azimli bir şekilde çalıştığı ve yılmadan mücadele ettiği takdirde hedefe ulaşılabileceğini ve engellerin aşılabileceğini açık bir şekilde görüyor. Obama’ya gösterilen diğer Amerikan başkanlarına nasip olmayan cinsten bir ilgi ve büyük sempati, daha çok buradan kaynaklanıyor. Yoksa bizim halkımızın Amerika’ya kim başkan olmuş pek umurunda değildir.

Hâlbuki dünyanın en büyük askeri, siyasi ve ekonomik gücü olarak Amerika’daki seçimler eskiden de sadece Türkiye’yi değil tüm dünya halklarını ilgilendiriyordu. Ancak bu son seçimlerde insanlar, işin ekonomik ve siyasi boyutlarından çok Obama’nın şahsında Amerikan başkanlık seçimlerine odaklandılar. Bu bir yönüyle de anlaşılırdı, zira Obama her ne kadar Amerika’nın en elit okullarında okumuş olsa ve içinden çıktığı siyahların yaşadıkları acılara pek yakından tanık olmasa bile, eninde sonunda yine de siyahîydi. Amerika hariç diğer dünya halklarına Obama’yı enteresan kılan daha çok derisinin rengiydi.

Oysa daha 30–40 yıl öncesine kadar Amerika’da zenciler otobüslerde beyazlarla aynı koltuğa bile oturamıyordu. Okullar, gidilen lokantalar, kulüpler vs. daha düne kadar siyah-beyaz diye birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştı. Irk ayrımcılığı birden bire ortadan kalkamazdı. Nitekim tam anlamıyla kalkmadı da… Ancak Obama özellikle beyaz Amerikan toplumunda var olan ırkçı önyargıları tam olarak tasfiye edemese de, yine de tarihi önemde bir ilke imza atarak, değişim-dönüşüm vaadiyle yani daha çok midelere hitap ederek halkın yüzde 52’sinin oylarını almayı ve başkan seçilmeyi başardı.

Obama’nın başkan olarak bu koltuğu doldurup doldurmayacağı, başarılı olup olmayacağı ve Amerikan’ın amiral gemisi olduğu kapitalist düzenin son dönemde içine girdiği çok derin krizi çözüp çözemeyeceğini zaman gösterecek. Bunun da ötesinde Obama’nın bu koltukta 4 yıllık görev süresinin sonuna kadar oturabileceği, bir daha seçilebilme başarısını gösterip gösteremeyeceği veya başına bir iş gelmeden yola devam edip edemeyeceği gibisinden sorular henüz cevabını bulabilmiş değil. Bunları yaşayarak hep beraber göreceğiz.

Ancak bizleri şu anda asıl ilgilendiren Obama’nın ulaştığı başarı, geldiği yer ve gerçekleştirdiği büyük rüyadır. Biz derken de, dünyanın ezilenlerini ve yoksullarını kastediyorum. Daha özelinde de Türkiye’nin yoksullarını, ezilen halk ve sınıflarını göz önünde tutuyorum. Dedik ya, herkes acıyan tarafını tutar. Kuşkusuz bu satırların yazarı da kaşınan yerini kaşıyor… Yani meseleyi kendi ait olduğu sınıfsal ve dinsel kimliği perspektifinde ele alıyor. Daha açık söylemek gerekirse, Türkiye’nin zencileri olan Aleviler gözüyle Obama’nın başarısını yorumlamaya çalışıyorum. Obama’ya Türkiye’nin egemenleri beyaz Türkler gözüyle bakacak değilim ya!

Barack Obama’nın bir adı da Hüseyin (Hussein) malumunuz. Onu biraz haddini aşan bir karşılaştırma olsa da belki Đmam Hüseyin’e benzetebiliriz. Bu benzetme bire bir uymasa bile, sonuçta her iki Hüseyin de iktidar için yola çıkmıştı. Hz. Hüseyin o zamanki Đslam devletinin başına halife olmak için Basra’ya gitmek üzere yola koyulmuştu. Kerbela’da

Page 217: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

217

kahramanca savaştıktan sonra Yezid’in askerlerince katledildi. Zamanın Emevi düzeni Đmam Hüseyin’in başkanlığına izin vermedi. Buna karşılık Kenya kökenli Barack Hüseyin zamanın ve şartların değişmesi yüzünden, ölümcül engellerle karşılaşmadı. Gayet barışçı ve genelde centilmence geçen bir seçim kampanyası sonunda başkan seçilmeyi başardı. Đmam Hüseyin’e de aynen Obama’ya olduğu gibi Emevi düzeninden zarar gören yoksullar, ezilenler büyük umutlar bağlamıştı. Onların umutları Kerbala çöllerine gömüldü.

Lakin Kerbela bozgunu sonrası ezilenlerin, kent ve kır yoksullarının umutları henüz tükenmediği gibi, bu kitleler tarih boyunca kendilerine daima büyük bir kurtarıcı aramayı; zulüm ve adaletsizlikle dolan dünyalarını düzene sokacak bir Mehdi veya Mesih beklemeyi sürdürdüler. Söz konusu kitlelerin şimdiki umudu da ister kabul edelim, ister etmeyelim Obama’dır. Bu umudun somut varlığını, en açık şekilde seçim sonuçları açıklandığında hepimiz gördük. Tüm dünyada büyük bir coşku ve sevinç vardı. Çok dikkat çeken önemli bir farkta dünyanın, Amerikan’ın ezilenleri, zencileri ve yoksulları dışında bu sefer zenginler ve yeryüzünün egemenleri de Obama’yı bir kurtarıcı olarak görüyor. Çünkü bu defa küresel ekonomik kriz nedeniyle zenginlerin servetleri ve egemenlerin saltanatları da tehlike altında. Bilemiyoruz, Obama kimleri, hangi kesimi tercih edecek? Seçilmesinde Amerikan toplumunun en alt katmanları yanında, mali ve sınaî sermayenin parasal katkıları çok büyük… Tahminimiz, Obama’nın Amerikan toplumunun krizden büyük zarar görmüş kesimlerini ve yoksullarını az da olsa rahatlatacak adımlar atsa bile, asıl teveccüh ve ilgisini zengin sınıflarla egemenlere göstereceği yönündedir. Öyle zannediyorum ki, her ne kadar Obama şahsen istese bile, sistem tabiatı gereği onun kendini tamamen yönetilen ve ekonomik yönden bağımlı kesimlere açmasına kesinlikle izin vermeyecektir. Bu neredeyse iki kere iki dört eder gibi bellidir. Obama’nın zaten bu yönlü bir eğilimi olduğunu da düşünmüyorum.

Öyleyse bu kadar çene yormanın ne âlemi ve gereği var? Evet, vardır böyle bir gerek… Şöyle ki: Yukarıda da belirttiğim gibi, biz Türkiye’nin

zencileri olan Alevilerin Obama’nın hikâyesinden alacağı dersler ve kıssasından çıkaracağımız hisseler ziyadesiyle mevcuttur. Bunlar şöyle sıralanabilir:

Öncelikle Aleviler Türkiye’de sadece kendilerine biçilen rollerle yetinmemeli ve oynamaları istenen alanla kendilerini sınırlandırmamalıdır. Nedir Alevilere biçilen rol? Laikliğin bekçiliği, şeriatçılar azdığında önlerine set olmak! Veya en fazla bol bol türkü ve nefes söylemeleri… Yani hapsedildikleri fanusun dışına çıkmamak! Arkası yok… Amerika’da zencilere de benzer bir rol biçilmişti. Đşte iyi basketbolcular çıkarsınlar, müzikle ve atletizmle ilgilensinler ve daha büyük işlere burunlarını sokmadan oturup dursunlardı oturdukları yerde. Ama 1950’lerden itibaren ülkedeki zenci toplumu harekete geçti. Martin Luther King ve Malkolm X önderliğinde kendilerine biçilen rollere itiraz sesleri yükselmeye başladı. Her iki lider de bu itirazın bedelini canlarıyla ödediyse de, zenci toplumu yerinde durmadı. Mücadeleyi sürdürdü. 1989’da Collin Powel ilk siyahî Amerikan Genel Kurmay Başkanı oldu. Bazı eyaletlerde Obama’nın da aralarında bulunduğu zenciler senatör seçildiler, vali olma girişiminde bulundular. Sürecin devamında aynı Powel ilk dönem Bush kabinesinde Dışişleri Bakanlığı’na getirilen ilk siyahtı yine. Arkasındansa ülkesinin Irak Đşgali’ndeki ikiyüzlülüğün farkına varıp istifa etme erdemini gösteren Powel, son seçimde de Cumhuriyetçi olmasına rağmen Demokrat aday Obama’yı desteklediğini açıkladı. Özetle Obama pat diye gökten inmedi. Onun başkanlığa seçilmesi böylesine köklü, uzun ve çok yönlü bir mücadelenin ürünüdür.

Đşte Aleviler Amerika’daki zenci-siyahî hareketi, bu hareketin açtığı kulvarda filizlenen Obama’yı böyle değerlendirmeli ve örgütlü bir şekilde Türkiye’de her alanda önlerine konulan barikatları yıkmaya girişmelidir. Aleviler mevcut sınırları zorlamalı ve makûs talihlerini yenmelidir. Bu yönde gelişmeler zaten son yıllarda ivme kazanmıştır ama Obama’nın kazandığı başarı ve aldığı önemli mesafe, Alevilere daha hızlı adımlar atılması yönünde daha büyük cesaret ve cüret kazandırmalıdır.

Barack Obama’nın rakibi John Mccain’e göre seçim yarışındaki en büyük artısı değişim vaat etmesiydi. Aleviler de öyle yapmalı. Đçlerinden çıkaracakları lider ve kadrolar,

Page 218: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

218

sadece Alevilere değil tüm Türkiye toplumuna bir değişim ve dönüşüm mesajı vermelidir. Yoksa etkili-yetkili karar mekanizmalarına gelebilmeleri Aleviler açısından nüfuslarının azlığı nedeniyle çok zordur. Bakınız zenciler Amerika’da nüfusun ancak yüzde 10’una tekabül ediyor. Türkiye’de kimlik bilinci taşıyan Alevi nüfusta aşağı yukarı bu civardadır. Buradan hareketle, Alevileri Türkiye’de etkili kılacak en iyi yol tüm toplumu kucaklayacak mesaj ve konulara öncelik tanımalarıdır. Zaten bu tür mesajlar yeri ve karşılığını bulduğunda, ortaya çıkan çarpan etkisi nedeniyle genel toplum lehine iyileşmeler mikro ölçekte Alevilerin konumunda da radikal değişimlere kaynaklık edecektir.

Obama’da son bir derste Alevi gençliği için gizlidir. Ne yaptı Obama? Okuduğu okullarda, bulunduğu mevki ve makamlarda hiçbir zaman “Söylememe gerek yok, rengim belli ediyor zaten. Ben bir zenciyim. Beni ne kadar çabalarsam çabalayayım bazı makamlara getirmezler. Aman sen de boş versene keyfine bak! Basketbol oyna, müzikle uğraş…” demedi. Ya ne dedi siyah-beyaz, Müslüman-Hıristiyan melezi Obama? “Alanımda en iyi olmalıyım. Derimin renginden, kimliğimden utanmadan; çok kültürlü, değişik lisanlı ve dinli renkli aile yapımı bir zenginlik olarak görüp, tüm bunların üstüne çıkarak genel topluma faydalı olmalıyım!” düşüncesine sarıldı. Büyük bir azimle mücadele etti ve ipi göğüsledi. Gençlerimiz işte bu yönlerine dikkat kesilmeli Obama’nın. “Engeller aşılmak, zorluklar yenilmek içindir” şiarıyla hareket ederek, hem kendi bireysel makûs talihlerini yenmeli hem de üyesi oldukları Alevi toplumunun yazgısını değiştirecek yönde gittikleri yolda emin adımlarla ilerlemelidirler.

Bir de hem Alevi toplumunun hem de bireylerin birer rüyası, ütopyası veya hedefi olmalıdır. Rüyası-ütopyası olmayan toplum ölü demektir. Obama uyumadan rüya görebilen biriydi. Rüyasını gerçekleştirdi. Bizler de büyük rüyalar görebilmeli ve hedefimize ulaşabilmek için yılmadan çalışmalıyız. Kısaca Aleviler moda deyişle, “Gerçekçi olup imkânsızı istemelidir.”

Toparlarsam, beni daha çok Barack Hussein Obama’nın şu ana kadarki hikâyesi ilgilendiriyor. Şüphesiz bu hikâyeden bizlerin dışında da herkesin çıkaracağı dersler mutlaka var. Obama’nın iktidara geldikten sonra neler yapacağını çok merak etsem de, onun gelecekte atacağı adımlara ve ortaya koyacağı icraata herkes gibi ben de kefil olamam. Ancak Amerika’dan, emperyalizmden, kapitalizmden nefrette etsek ve bu sistemin en halisane niyetlerle iktidara gelenleri bile bozduğunu bilsekte, yine de bizler Obama’nın geçirdiği süreç ve yaşadığı tecrübeden çıkarılabilecek dersleri, alınacak mesajları ıskalamayalım derim…

Ya sizler ne dersiniz? Butzbach, 11 Kasım 2008

Page 219: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

219

ALEV ĐLER ĐÇĐNE ATILAN BOMBA: DEDEYE MAA Ş Đktidar partisi AKP geçen kış bir Alevi açılımı başlatmıştı. Araya türlü engeller girdi ve

bu girişim başarılı olamadı. Alevilerin 9 Kasım’da Ankara’da yaptığı görkemli mitingden sonra, hükümet çevreleri burada dile getirilen talepleri önce “uç fikirler” diye yaftalasa da kısa bir süre sonra yeniden bir Alevi açılımı yapma sinyali verdiler.

Başbakan Erdoğan’ın onayıyla Din Đşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mustafa Sait Yazıcıoğlu ve AKP Đstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu harekete geçti. Resmen açıklanmasa da, sızan bilgilere göre yeni açılımın içeriği Alevi dedelerine maaş bağlanması, cemevlerinden su ve elektrik parası alınmaması ve buralara resmi statü verilerek tanınması, din derslerinin seçmeli hale getirilmesi olarak şekilleniyor. Yine bu çerçevede Alevilik Diyanet Đşleri Başkanlığı (DĐB) kapsamına alınmayacak, ancak belki Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı bir genel müdürlük çatısı altında örgütlenecekmiş. Bu sefer de başka engeller çıkmaz ve hükümet samimi davranırsa, Alevilerin kronikleşmiş sorunlarının çözümünde önemli adımlar atılabilir.

Elbette çözüme giden yolda en can alıcı noktaysa, hiçbir ayrım yapmadan Alevi örgütlerinin tümüyle diyalog halinde hedefe yürünmesidir. Hükümet sadece kendine veya devlete yakın Alevi kişi ve kurumlarını muhatap alırsa, bu defaki açılım da öncekinin akıbetine uğramaktan kurtulamaz. Devlet Bakanı Yazıcıoğlu, NTV’de Can Dündar’ın sunduğu „Neden?“ programında bu yoldaki çalışmaların yapıcı bir diyalogla süreceğini beyan etti. Umarız bu sözünü tutar.

Öte yandan Alevi örgütleri verilen sözlerin tutulacağı yönünde pek umutlu değiller ve yeni açılımı yeterince tatminkâr bulmuyorlar. Neden denirse, hükümet hala kendi öncelik ve kaygılarına göre bir çözüm paketi hazırlayıp bunu kamuoyuna sızdırırken, henüz AABK, ABF gibi temsil gücü yüksek Alevi örgütlerinin randevu taleplerine aradan 7 yıl geçmesine rağmen bir cevap bile vermedi. AKP Hükümeti „ben yaptım oldu“ mantığıyla ve kendi önceliklerine göre bir liste hazırlamak yerine, önce bu randevu isteklerini kabul etmeli ve bir an önce ayrım yapmaksızın tüm Alevi örgütlerini bir masa etrafında toplayarak onların görüşlerini almalıdır. Böyle yapılmadığı müddetçe, Alevilerin sorunlarının çözülmesi noktasında atılacak adımlar sonuçsuz kalmaya mahkûm olacağı gibi, var olan sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirebilir. Aynı şekilde mevcut Alevi örgütleri de hükümet işi bir oldu bittiye getirmeden, aralarındaki ayrılıkları bir kenara bırakarak bir an önce toplanmalı ve ana bazı talepler üzerinde uzlaşmaya varmalıdır. Bu yapılmazsa, hükümetin atacağı bazı olumsuz adımların getireceği yeni sorunlardan hükümet kadar Alevi örgütleri de büyük bir vebal altında kalacaktır.

MAAŞLI DEDELER ALEV ĐLERĐN NESĐNE GEREK? Öncelikle Alevi dede ve zâkirlere maaş bağlanması yeni açılımın en kritik

maddelerinden birisidir. Hatta deyim yerindeyse, bu madde Aleviler arasına konulmuş pimi çekilmiş bir el bombası gibidir. Neden mi? Çünkü böyle bir uygulama Aleviler arasında çok büyük bir karışıklık ve tartışma yaratacakken, tarihsel önemde bir çatlak ve kırılmaya da neden olacaktır. Tarihte de hep böyle olmuş. Aleviler ne zaman devletle akçeli ilişkilere girseler, orada daima aralarında büyük çatışma ve ayrışmalar yaşanmıştır. Örneğin Alevi dedelerine tarihte bilinen ilk şecere Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat (1220–1237) zamanında dağıtılmıştır. Bu hükümdarla Alevi-Türkmenlerin ilişkileri sağlığında çok iyi gitmiştir ancak ölümünden hemen 2 yıl sonra çıkan Babai Đsyanında aynı devletin tuttuğu paralı Latin askerleri tarafından Kırşehir yakınlarındaki Malya Ovası’nda çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirilmişlerdir. (1240) Malum kendisinin de katıldığı bu isyanda Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş’te katledilmiştir. Yine özellikle II. Beyazıt (1482–1512) döneminden itibaren Balım Sultan’ın Hacıbektaş Dergâhı’nın başına getirilmesinden sonrada devlete yakın duran bazı Alevi önde gelenlerine soyu Hz. Muhammed’e dayanıyor diye şecereler dağıtılırken, devletle ilişkileri kötüleştiğinde de aynı dedelerden bazılarının elinden bunlar geri alınmıştır. Bu türden şecere dağıtma işlemi Alevilerin 7 büyük ozanından biri olan Şah Hatayî mahlasıyla bildiğimiz Safevî hükümdarı Şah Đsmail tarafından da Anadolu’ya bolca

Page 220: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

220

yapılmıştır. Lakin söz konusu şecereler çoğu zaman hem dedelere hem de genel Alevi toplumuna faydadan çok zarar getirmiştir. Dağıtılan bu şecereler Osmanlı’da Yavuz’dan sonra adeta söz konusu dedelerin ve bağlılarının katledilmesi için bir açık adres ve ölüm fermanı işlevi görmüştür.

Kendiliğinden anlaşıldığı üzere gerçekte Alevi dedelerinin çoğunluğu Hz. Muhammed, Hz. Ali ya da Ehli Beyt soyundan gelmiyorlar. Çok azı „bel evladı“ diğerleri „yol evladı“ yani. Düşünebiliyor musunuz şimdi hükümet „dede soyundan geldiğinizi kanıtlayın“ dediğinde ortaya çıkacak sorunları ve komik sahneleri?

Özetle söylemek gerekirse, maaşlı dede arayışının sonu çıkmaz sokaktır. Neden çıkmaz sokaktır? Önce maaşlı imamların, müezzinlerin ne yaptığına, ne işler gördüğüne bakalım ki, dede ve zâkirler maaşa bağlandığında ortaya çıkacak sakıncalar anlaşılabilsin…

ĐMAMLAR MAA ŞINI HAK ED ĐYOR MU DA DEDE HAK ETS ĐN Peki, Diyanet Đşleri Başkanlığı’nın 100 binin üzerindeki personelinin çoğunluğunu

oluşturan imam-müezzinler ne yapar? Günde kaç saat çalışır ve ne kadar maaş alır? Đmamın başlıca görevi cemaate namaz kıldırmaktır. Günde kaç vakit namaz vardır?

Beş. Her namaz hazırlıkları dâhil kaç saat sürer? Taş çatlasın yarım saat. Yapar günde 2,5–3 saat. Buna cumaları iki saat daha ekleyelim. Yani bir imam haftada en fazla 20–25 saat çalışarak şu andaki verilere göre, 700 ila 900 YTL arasında bir maaş alır. Ya bir işçi ne kadar çalışır ve kaç para alır? Türkiye’de bir işçi haftada ortalama 50 saatin üzerinde çalışarak, genelde asgari ücret olan 480 YTL kazanır. Üstelik ağır şartlarda çalışır ve üretir. Görüyor musunuz adaletsizliği? Hem de din-iman adına…

Şunu açıklıkla söyleyelim: Türkiye’de en parazit sınıf din adamlarıdır. Halkın sırtından geçinirler. Burada müezzini ele almadık. Müezzinin göreviyse, sadece ezan okumak ve namaz sırasında kamet getirmektir. Müezzinler genelde şehirlerdeki büyük camilerde görev yaparlar. Köy camilerinde bu görevi imam yerine getirir. Bir de imamlar devletten maaş aldıkları halde birçok ek gelire de sahiptirler. Nedir bunlar? Örneğin özellikle köylerde bir kişi öldüğünde cenaze yıkama ve defin işlemlerini imamlar yerine getirir. Buna karşılık cenaze sahibinden ücret alır. Ölenin kılınmamış namazları ve tutulmamış oruçları hesaplanarak paraya çevrilir. Bu para devir denilen bir törenle dağıtılır. Đmam bundan da daima bir pay alır. Yine köy ve şehirlerde hemen her akşam evlerde mevlit törenlerine katılır. Gider mezarlıkta bazı kişilerin ölmüşleri için Kuran okur. Hep bunlar karşılıksız değildir ve belli bir ücrete tabidir. Hele Ramazan ayı imamlar için tam bir biçilmiş kaftandır. Đmamlar bir ay boyunca evlerinde neredeyse hiç yemek yemezler. Halk zekât ve sadakalarını da çoğunlukla bunlara verir. Bir de sesi güzel olan imam ve müezzinlerin çoğu amiyane tabirle köşeyi bile döner. Sünnet ve mevlit törenlerinde ilahi söyleyerek iyi paralar kazanırlar. Kısaca imam ve müezzinlerin aklımıza gelmeyen buna benzer başka yan gelirleri vardır. Genellikle köylerde imamlar kira da ödemezler. Đmam için yapılmış lojmanlar vardır. Boşuna dememişler: „Hacılar, hocalar; hep elden umanlar!“

SORUN ĐNSANDA DEĞĐL SĐSTEMDE Yanlış anlaşılmasın, burada imam ve müezzinleri kötülemiyoruz. Onları bu hale getiren

düzeni sorguluyoruz. Elbette eskiden böyle değildi. Daha düne kadar imamların geçimini aralarında topladığı para ve erzakla halk sağlardı. Türkiye’de din adamlarını parazit bir yapıya sokan ve Đslam’da olmadığı halde bir ruhban sınıfı yaratan DĐB’tir. Şimdi aynı çarpık uygulama, anti-laik, haksız ve adaletsiz düzen dedelere maaş bağlanmasıyla Aleviler arasına sokularak, bu günaha onlar da ortak edilmek isteniyor.

Hemen dedelere ve dedelik kurumuna bakarak maaş bağlamanın sakıncalarını görelim. Bir dede düzenli bir maaşı hak eder mi? Sünnilikte Aleviliğe göre daha düzenli, günlere ve aylara yayılmış ibadetler daha çok olduğu halde imamlar aslında maaş almayı hak etmiyorlar. Maaşlı imam gerçekte Đslam’ın da ruhu ve yapısına aykırı. Đmamlık diye bir görev yoktur Đslam’da. Namaz kıldıracak kadar sure ve dua bilen her erkek imamlık yapabilir. Ya Alevilikte? Alevilikte dede ve maaş kelimelerini yan yana getirmek bile düşünülemez. Bir kere Alevilikte zaten belli vakitlere yayılmış ve sabitlenmiş ibadetler yoktur. Đnsanların ne zaman

Page 221: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

221

vakti varsa, ibadet o zaman yapılır. Bu nedenle bir dedeye bir ayını dolduracak ve buna karşılık bir maaşı hak edecek kadar bir görev çık(a)maz. Hem hükümet ne planlıyor? Her cemevine bir maaşlı dede ve zâkir tayin etmeyi… Hemen belirtelim, bir maaşlı dede değil bir cemevinde belki beş cemevinde bile hizmet görse yine de devletten maaş almayı kendine hak olarak göremez. Her şeyden önce Alevilikte dedelik rızaya bağlıdır. Cemaatin rızasını, olurunu almayan bir kişi orada posta oturup dedelik yapamaz. Üstelik dede olmak kişiye cem harici bir ayrıcalık ve üstünlükte kazandırmaz. Dede cem dışında sıradan bir talipten farksızdır. O da gider geçimini temin ettiği bir işte çalışır. Her cem sonunda da bir karşılık beklemez. Genelde dede için yılda bir veya en fazla iki kez „hakkullah“ denilen ayni ve nakdi ücretlendirme yapılır. Dede toplanan bu hakkullahı bile tek başına kendi kullanamaz. Belli bir miktarını bağlı bulunduğu ocağa veya doğrudan Hacıbektaş Dergâhı’na göndermek zorundadır. Şehirlerde şartların değişmiş olması da dedeleri maaşlı hale getirmeye bahane yapılamaz. Üstüne üstlük dedelerin taliplerine ve cemaate karşı görevleri şehirlerde daha da azalmıştır.

DEVLET MEMURU DEDEYE HAYIR! Ayrıca bu rızalık meselesi çok çok önemlidir. Dede kaynağını, nasıl kazanıldığını

bilmediği haram lokma yiyemez. Bir dede, mümkün değil ama senenin her gününde bir cem yapsa yine de devletten maaş almamalı. Bu maaşı hak etmediği bir yana, malum Diyanet’in bütçesi genel bütçeden ayrılıyor. Genel bütçe bir havuz. Orada haklı-haksız, rızalı-rızasız kazançlardan kesilen vergiler toplanıyor. Dedelere de Diyanet’ten olmasa bile, başka bir devlet kurumu aracılığıyla maaş bağlanırsa, rızalık almanın esas olduğu bir yol ile bu durumu nasıl bağdaştıracaksınız? Đmamlar haram yiyor diye dedelerde mi haram yemeli? Đmamlar Đslam’da haram kabul edilen içki yapımı-satımı yapılan mekânlar, içkili eğlence yerleri ve genelev çalışanlarından alınan vergilerin de içinde bulunduğu bir bütçeden pay alıyorlar diye dedelerde mi aynı kepazeliğe ortak olmalı? Hem dede maaşlı olunca, diyelim ki cemaat zamanla memnun olmamaya başladığı dedeyi artık posta oturtmak istemezse ne olacak? Devletin memuru diye bu dede postta oturmaya devam mı edecek? Başka bir yere tayinini çıkartsa bu dede, gittiği yerdeki cemaat başka bir dede ocağına mensup olan bu dedeyi bakalım kabul edecekler mi? Ayrıca dede hizmet gördüğü yerde devletin mi yoksa Alevi cemaatinin mi dedesi olacak? Bu dedeler ister Diyanet’e isterse başka bir bakanlığa bağlı olsun, aslında devletin dedesi bile olmayacaklar! Niye mi? Çünkü Diyanet ve bakanlıklar doğrudan birer devlet kurumu değil, siyasi iradeye yani hükümete bağlıdır da ondan. Diyanet Đşleri Başkanı doğrudan Başbakanlığa bağlı bir kuruluştur ve tayinini o yapar. O nedenle kimse kendini kandırmasın. Dedeler maaşlı olunca dizginleri de Başbakan Erdoğan’ın elinde olacaktır. Yani artık dedeler bağlı bulunduğu ocağın ve taliplerinin değil hükümetin emrinde zavallı birer memur olacaklardır.

Özetlersek, maaşlı dede ve zâkir rüşvetini Aleviler kesinlikle kabul etmemelidir. Bu kabul edilirse, ortaya çıkacak sorunların bir bölümünü burada ortaya koymaya çalıştık. Ayrıca böyle bir yapının hayata geçirilmesi Alevilerin tam laik bir Türkiye rüyasına da büyük bir darbe vuracaktır. Diyanet’in kaldırılması talebini dillendirmekte çok zora girecektir. Diyanet hemen kaldırılmasa bile Aleviler bu kurum içinde bir yeri, buradan bir şekilde nemalanmayı akıllarına bile getirmemelidir. Bu durumu sineye çekmek Aleviliği ve Alevileri statükoya teslim etmenin bir diğer adı olması bir yana, Türkiye’deki çarpık laiklik anlayışına ortak olmak demektir. Bu da hem Alevilerin hem de genel toplumun menfaatleri adına kesinlikle kabul edilemez.

ANA TALEPLERDE ISRARCI OLUNMALI Tüm bu nedenlerden dolayı Alevi örgütleri ince eleyip sık dokumalı ve ortaya atılan

rüşvetlere veya hak adına verilecek her şeye hemen sarılmamalıdır. Bunların getirecekleri ve götürecekleri çok iyi hesaplanmalıdır. Zira işin içinde Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmakta var. Fırsat bu fırsattır deyip ne verilirse almak Aleviliğe sığmaz. Buna hevesli işgüzar, çıkarcı ve ikbal düşkünü dedeler ve örgütler de derhal deşifre edilmelidir. Hatta öğretiye ters uygulamalar yürürlüğe sokulacak olursa, kıyameti koparmalı ve „biz böyle

Page 222: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

222

haklar istemiyoruz“ diye de sokağa çıkılmalıdır. Aksi takdirde sonradan çok pişman olunacak, „ellerimiz kırılsaydı da kabul etmeseydik“ tarzında feci manzaralar ortaya çıkabilecektir.

Son söz olarak, Alevi örgütleri her şeye rağmen Diyanet’in kaldırılması, din işlerinin cemaatlere devredilmesi, cemevlerinin diğer mabetlerle eş ve eşit ibadethane olarak resmen tanınması, zorunlu din derslerinin kaldırılması, eşit yurttaşlık, Madımak Oteli’nin müze yapılması gibi ana taleplerinde kesinlikle taviz vermemelidirler. Ve de Diyanet’ten herhangi bir pay, masa, makam-mevki daha baştan reddedilmelidir. Bunu ve dedeleri maaşlı devlet memuru yapmayı kabul etmek intiharla eş anlamlıdır. Bugüne kadar verilen tüm mücadeleyi de boşa çıkartır. Hem ayrıca böyle bir teklif bile Alevilere hakarettir. Nasıl ki, Muharrem mateminde Başbakan Alevilikte bulunmadığı halde bir iftar daveti düzenlediğinde buna Alevilerin büyük çoğunluğu itiraz edip protesto ettiyse, maaşlı dedenin de bundan en ufak bir farkı yoktur. Zira Aleviliğin ne geçmişinde ne de bugününde böyle bir uygulama görülmemiştir.

Evet, dedelere maaş rüşveti Alevilerin içine atılmış pimi çekilmiş bir el bombasıdır demiştik başta. O halde herkes aklını başına devşirsin ve elma niyetine sunulan bu bombayı hemen geri fırlatsın! Yoksa oluşacak hasar ve tahribat tahminlerin çok çok üstünde olacak. Sonradan pişmanlık duymak istemeyen ilgili ilgisiz tüm taraflara şimdiden önemle duyurulur.

Butzbach, 26 Kasım 2008

Page 223: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

223

MĐRAS YEDĐ ÜLKE: TÜRK ĐYE… Yeryüzünde Türkiye gibi sömürge mantığıyla yönetilen bir başka ülke var mıdır

bilinmez… Hâlbuki Türkiye mirasçısı olduğu Osmanlı Đmparatorluğu dönemi de dâhil hiçbir zaman tam sömürge olmadı. Aynen Đran ve Afganistan gibi halkının çoğunluğu Müslüman olupta, kolonileştirilememiş birkaç istisna ülke içinde yer alıyor. Alıyor da ne yapıyor? Hiç… Niye hiç? Çünkü bir başka emperyal gücün tamamen etkisine girmemiş bir devlet olsa da, itiraf etmek gerekirse, ülkemizin yöneticileri bir türlü halkına bakışta sömürge mantığını terk edemedi. Nedir bu mantık? Şudur: Yönettiği halka tepeden bakmaktır. Onun dilsel, dinsel ve kültürel değerlerine yabancılaşmak ve bunları sökülüp atılacak, modası geçmiş çağdışı şeyler olarak algılamaktır. Günümüzün yönetici seçkinlerindeki mantıkta pek değişmeden devam etmektedir. Nasıl ki, Osmanlı merkezi yönetimi yani padişah halkı tebaa (sürü) olarak görüyorduysa, ona serbest bırakıldığında ya davulcuya ya da zurnacıya kaçacak kız muamelesi yapıyorduysa, aynı yönetim mantığı pek değişmeden günümüzde de varlığını sürdürüyor. Bugünü anlamak için sık sık tarihe geri dönüşler yapmak çok yararlıdır. Malum çevremizdeki başka ülkelerin tarihinde olduğu gibi, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında büyük bir kopuş yaşanmadı. Osmanlı’nın yönetim zihniyeti zaten Jön Türkler ve Đttihat Terakki iktidarları döneminde temelli katılaşmıştı. Bu miras kişiler değişse de pek dokunulmadan devralındı. Osmanlı’da nasıl ki, devlet herkes ve her şeyin önünde ve üstündeydi ise aynı mantık Cumhuriyetin yönetici seçkinlerince de sürdürüldü. Halktan çok, insandan çok devlet hep ön planda geldi bu topraklarda. Devlet daha doğrusu tepede oturan yönetici seçkinlerin çıkarları için hemen her dönemde kendi vatandaşının bir bölümünün dışlandığı, ötekileştirildiği hatta düşman ilan edildiği görüldü. Bu vatandaş kümesi hem de sürekli nüfus olarak azımsanmayacak bir yekûn teşkil etti.

TÜRKĐYE CUMHURĐYETĐ AYRIMCILIKTA OSMANLI’DAN DAHA ĐLERĐ Nasıl ki, Osmanlı 600 yılı aşkın yaşamında genel olarak halkını Müslüman olanlar ve olmayanlar diye ikiye bölmüşse Türkiye Cumhuriyeti de aynısını yaptı. Şimdiki ulus devletimiz de yönetim mantığı açısından hep halkı Türk olanlar ve olmayanlar ayrımına tabi tuttu. Bu tekçi mantık tüm şiddetiyle varlığını sürdürüyor. Hatta Türkiye devleti bu ayrımcılıkta ana mirasını devraldığı Osmanlı’dan da çok ileri gitti. Osmanlı hiç olmazsa, Hıristiyan ve Yahudi tebaasından ülkenin kalkınması ve gelişmesi yolunda yararlanmasını biliyordu. Bu anlayışla da, söz konusu azınlıkların içinden çıkan kabiliyetli kimseler, özellikle son dönem Osmanlısında dinlerini değiştirmeden devletin en yüksek makamlarına bile gelebiliyorlardı. Osmanlı en azından halkı arasında dini ve milli bir ayrım gözetmeden öne çıkan kişileri üst yönetime getirmede tereddüt etmiyordu. Bu anlayış 1908’de Đttihat Terakki Partisi’nin iktidarı bir darbeyle ele geçirmesinden sonra yara almaya başladı. I. Dünya Savaşı sırasındaysa, Müslüman olmayan azınlıkların bir bölümünün Osmanlı’ya düşman ülkeler safında hareket etmesi nedeniyle, yönetici elit nezdinde bu kitlelere büyük bir güvensizlik baş gösterdi. Bu ve başka nedenlerin de eklenmesiyle, Müslüman olmayana karşı büyük bir güvensizlik dalgası patladı ve Cumhuriyet kurulana kadar iktidara hâkim olan Đttihat Terakki kadrosu eliyle Hıristiyanlar gerek tehcir (zorunlu sürgün) gerekse katliamlar yoluyla ülke dışına çıkarıldı. Cumhuriyette Đttihatçı zihniyetin bir tür devamı olmasından dolayı 1923-24’te kalan Rumları da mübadele (zorunlu nüfus değiş tokuşu) yoluyla Yunanistan’a gönderince, 1914 yılında toplam nüfus içinde yüzde 40’ları bulan Müslüman olmayanların oranı yüzde 5’lere indirildi. Fakat bu oran da çoktu yönetici sınıfın gözünde. Đstanbul ağırlıklı Müslüman olmayan vatandaşlarımız 1936 Trakya Olayları, 1942 Varlık Vergisi, 1955 6–7 Eylül Yağma Olayları, 1964 Yunan uyruklu Türkiye Rumlarının sınır dışı edilmesi ve nihayet 1974 Kıbrıs Çıkarması neticesinde ülkemizde yaşayan Türk ve Müslüman olmayan vatandaş oranı yüzde birlerin de altına düşmüş bulunmakta.

Büyük Türk hoşgörüsünün (!) ülkemizi getirdiği yer burası. Kesintisiz süren Đttihatçı zihniyet sayesinde Türkiye’yi kâğıt üzerinde halkı yüzde 99 Müslüman bir ülke haline getirdiler. Aynen 1914’te yüzlerce Ermeni önde gelenini katleden ve Doğu Anadolu’da çeşitli

Page 224: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

224

çetecilik faaliyetlerinde bulunduktan sonra tasfiye edilen bugünün Ergenekoncu paşalarına benzeyen çeteci Çerkez Ahmet’in yazar Falih Rıfkı ve Ahmet Refik’in kitaplarında da açıkça beyan ettiği gibi, ülkemiz Kâbe toprağına döndü. Herhalde Đslam dünyasında Hıristiyan ve Yahudi nüfus bulunmayan tertemiz (!) iki büyük toprak parçası varsa, bunların birisi Suudi Arabistan’daki Mekke ve Medine kentlerinin bulunduğu Harem-i Şerif diğeri de Türkiye topraklarıdır… Yöneticilerimiz bu marifetleriyle ne kadar övünseler azdır!

ĐTTĐHATÇI MANTIK TAM GAZ YOLA DEVAM… Gelgelelim, ülkemizin Đttihatçı zihniyetli yöneticileri yine de rahat değil. Bu sefer de ta

1930’larda başlattıkları bir planla halkı yüzde yüz Türk yapmaya uğraşıyorlar… Unutulmasın bu ülkede daha Đttihatçılar dışında kimse iktidara gelemedi. Kaldı ki, Türkiye’deki siyasi partiler A’dan Z’ye Đttihatçı mantığı bir şekilde sürdürürler. Halkın içinden çıktığı sanrısı yaratan şimdiki iktidar partisi AKP de bu zihniyetin dışında değildir. Zaten böyle partiler Đttihatçı değilse bile şöyle ya da böyle bu çizgiye çekilirler. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet dedik. Bunu beğenmeyen beğendiği yere gitsin” deyip, bu anlayışa karşı gelenleri adeta “Ya sev ya terk et!” ile tehdit etmesi de zaten bu tezin doğruluğunu kanıtlamıştır. Yine bu hükümetin Savunma Bakanı Vecdi Gönül de, Brüksel’de katıldığı bir toplantıda, “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?” sözleriyle devlete hâkim olan mantığı çok açık şekilde ortaya sermiştir. Yani en halk içinden çıkmış gibi görünen AKP de kadim devlet zihniyetiyle ittifakını sağlamlaştırmıştır. Zaten bu ülkenin kaderidir. Đçimizden birileri diye halk Süleyman Demirel’i veya Tayyip Erdoğan’ı seçerler ama onlar iktidarın tadına varınca, hemen Hızır Paşalaşırlar ve “devletlûlar” sınıfına geçerler. Bu halde de tabii ki halkın değil devletin menfaatleri öne geçer.

Aslına bakılırsa Türkiye’de hep dünyada ne oluyorsa onun tersi gerçekleşir. Örneğin başka ülkelerin ulus devlet kurması, önce ulusun yaratılması ve arkasından devletin ortaya çıkmasıyla olmuştur. Buna karşılık bizde önce 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, arkasından bu devlete, devletin işine yarayacak bir ulus donu biçilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından 1930’lara kadar 1924 Anayasası'nın 88. maddesinde geçtiği şekliyle, "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur (denir)" yazılarak, Türklük etnik mahiyetiyle pek öne çıkarılmamıştır ama sonraki yıllarda Türk’e yapılan köken vurgusu giderek artmıştır. Çünkü artık rejim teklik üzerinde ilerlemeye koyulmuştur. Zira mübadele, tehcir, katliam ve kaçırtma yoluyla Müslüman olmayan nüfus zararsız dereceye indirilmiş, kalanlara da azınlık statüsü verildiğinden bunların Türk etnik kimliği içinde eritilemeyeceği kabul edilmişti. Ancak aynı şey Türk etnisitesinden gelmeyen ama Müslüman olan Kürt, Çerkez, Arnavut, Laz, Gürcü ve Araplar için düşünülemezdi. Bunların Türklük içinde eritilmesi gerekiyordu. Söz konusu halk grupları bir şekilde asimile edilip, nasıl ki halkın yüzde 99’u Müslümanlık çatısı altında toplandıysa, aynı şey Türklük adına da gerçekleşmeli ve ülke halkının yüzde 99 oranında Türkleştirilmesi gerekliydi. Kısaca Kürde, Çerkez’e ve Arnavut’a vs. “müstakbel (gelecekteki) Türkler” olarak bakılıyordu. Öte yandan etnik olarak Türk veya Türkmen olupta, dinsel ve mezhepsel yönden bir aynılık teşkil etmeyen Aleviler de tek millet (Türk-Müslüman-Sünni) tanımına uymadıkları için “makbul vatandaş” sayılmadılar. Bir de üstelik onlardan “müstakbel Sünni” olmaları istendi ve beklendi.

Tabii ki, bu tekleştirme anlayışı Türk ve Müslüman-Sünni olmayanlarla sınırlı kalmadı. Aynı yoğunlukta olmasa bile hem Türk hem Müslüman olanlar da tekleştirme politikalarından ziyadesiyle nasibini aldı. Bunlara da, “Yok öyle Müslümanlıkta aşırı gitmek; şeyhlere, üfürükçülere ve hurafelere inanmak! Din Allah ile kul arasındadır; siyasete, kamusal hayata ve devlet işlerine karışamaz. Diyanet Đşleri Başkanlığı’na bu yönde bir din yorumu geliştirme görevi verdim. Dini ve dindarları kontrol edeceğim. Onların çizdiğim Sünni Müslümanlık sınırlarının dışına çıkmasına izin vermeyeceğim. Benim gözümde laikliği ve bu sınırları kabul edenler makbul Müslüman’dır. Bu çizginin dışında hareket eden Sünni’ye de göz

Page 225: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

225

açtırmayacağım” dedi. Görüldüğü gibi karşımızda yönetimi altında tuttuğu halkı olduğu gibi kabul eden değil, ona yeni bir elbise ve yön biçen bir devlet aygıtı vardı.

TEKÇĐ ANLAYIŞIN FATURASI AĞIR Elbette tornadan çıkmış gibi tek tip bir millet yaratmak tam anlamıyla mümkün

olamadığı gibi bunun bedeli de ağır oldu. Genç Cumhuriyet önce ilk darbeyi Müslüman halka göre oldukça ileri, eğitimli ve kendi girişimci sınıflarını yaratmış olan Rum ve Ermenilerin gitmesiyle büyük bir darbe yedi. Bırakalım insani ve kültürel kayıpları, söz konusu toplumların bu topraklardaki maddi varlıklarının silinmesiyle Türkiye’nin gelişmesi ve kalkınması, çok önceden başlattığı kapitalistleşme süreci en az bir 50 yıl gecikti. Türkiye bu kayıpların yaralarını ancak 1950’lerden itibaren sarabildi. Lakin yine de Müslüman olmayanların gidişinin yarattığı boşluktan ders alınmadı ve teklik politikalarında ısrar sürdürüldüyse de, bu istikamette ilk taviz 1950’ye doğru çok partili siyasal hayata geçiş sürecinde verilmeye başlandı. Daha CHP’nin tek başına iktidarda bulunduğu Milli Şef Đnönü döneminde (1940’lı yılların sonu) devletin dayattığı katı laiklik uygulamalarının gevşetilmesi yolunda adımlar atıldı. Türkiye’nin katılmadığı ama tüm sıkıntılarını derinden hissettiği II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllar boyunca, “halksız” devletin ve rejimin yürümeyeceği bir ölçüde anlaşıldı. Buradan hareketle de, Sünni-Müslüman Türkleri laikleştirmek ve modernleştirmekten vazgeçme sinyalleri verildi. Bu politika değişikliğinin neticesi olarak da, okullarda Atatürk döneminde kaldırılan din dersleri seçmeli de olsa eğitim kurumlarına geri döndü. Đlk kez imam-hatip kursları açıldı. Türkçe okunan ezanın kaldırılması ve tekrar Arapçaya dönülmesi yolundaki girişimlere hız verildi. Bu dönemde Kuran kursları yasaktı, birçok tarikat ve cemaat gizli Kuran kursları düzenliyordu. Bu yasakta yavaş yavaş gevşetilmeye başlandı. Ancak girişimler asıl meyvesini 1950’de Demokrat Parti’nin (DP) iktidara gelmesiyle meyvesini verdi. Đşte bu dönemden itibaren giderek, o güne kadar çevrede duran Sünni-Müslüman Türk çoğunluk o tutucu yapısına pek dokunulmaksızın siyasilerin oy kaygısının yarattığı baskı da eklenince adım adım merkeze taşındı ve sisteme entegre edildi.

Hâlbuki Osmanlı’da millet-i hâkime (egemen millet) olmanın keyfine ve imtiyazlarına alışmış bu kitleye sonuçta CHP gibi kendisi de bir sistem partisi olan, Đttihatçı çizgiden gelen Celal Bayar ve Adnan Menderes’in kurduğu DP de yetmiyordu. DP’nin bu toprakların hâkim dini anlayışı olan Sünni Müslümanlığa verdiği tavizler yeterli görülmüyordu ve devletten din adına hep daha çok taviz koparılmak isteniyordu. Nitekim söz konusu tavizler DP’den sonra kurulan AP döneminde de tüm hızıyla devam etmesine rağmen, şeriat özlemleri dur durak bilmedi. En sonunda sistem görece uzağında duran Sünni-Müslüman Türk kitleyi kendine bağlamanın yolunu bularak, MNP-MSP-Refah-Fazilet ve AKP çizgisini yarattı. Arada başa gelen ANAP ve DYP iktidarlarınca devletin görece de olsa laik vasfından verilen tavizler de işe yaramamıştı. Nihayet sistemin sahipleri hem kendi gelenekselleşmiş iktidarlarını sürdürecek hem de Sünni Müslüman çoğunluğun bu sonu gelmez taviz ve isteklerinin önünü tıkayacak formülü bulmuş oldu. Đşte buradan hareketle aynı egemenler, AKP’nin tek başına iki dönem iktidarına ve eşi türbanlı olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı makamına oturmasına ses çıkarmayarak, bu kesimdeki halka “Bakın devlet artık sizin devletiniz” mesajını isteksizce de olsa vermek zorunda kaldılar.

ĐKTĐDAR ĐÇĐN HER YOL MUBAH Öyle görünüyor ki, sivil-asker bürokrasiden oluşan asıl iktidar kanadı, ülkenin Diyanetli,

zorunlu din dersli, binlerce Kuran kurslu, imam-hatipli ve ilahiyat fakülteli yarı laik yapısına kendi devasa iktidar ve imtiyazlarını koruma adına göz yumma kararı almış bulunuyor. Bu kanat, kanımca “Sünni-Müslüman Türk çoğunluğu sisteme AKP sayesinde entegre ettik ve bağladık. AKP bu kitleyi yönetmek için artık bizim iktidar alanlarımıza ve imtiyazlarımıza ses çıkaramaz. Çünkü biz kazan-kazan stratejisine oynadık. Onlara koca bir sivil alanda iktidar olma imkânı verdik. Her ne kadar da, AKP’nin zihniyetine tamamen evet demedikse de, ülkeyi bir dönem daha böyle idare etmeyi sürdürür ve mevcut yapıyı korumuş oluruz” diye düşünmektedir.

Page 226: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

226

Gerçi sivil-asker bürokrasinin bu bakışı ülkenin geleceği adına sakat bir bakıştır ama olsun… Bunları ülkenin geleceğinden çok kendi sınıfsal ve zümre çıkarları ilgilendirir. Ne de olsa, mirasçısı oldukları Đttihatçılar gibi Đstanbul’daki iktidarı korumak için Edirne’nin düşman eline geçmesini bile içlerine sindirmekte üstlerine yoktur. Sonra bir de kalkarlar, zamanında iktidar oyunlarına kurban verdikleri aynı Edirne’yi tekrar alarak, sanki orayı kaybetmek kendi kabahatleri değilmiş gibi kendi kendilerine Edirne Fatihi ünvanı verirler. (Bu kişi Enver Paşa’ydı.)

Evet, Osmanlı’da hile ve oyun tükenmez… Đşin gerçeği Türkiye’nin egemenleri çeşitli halk kesimlerini kendi sistemlerine entegre etme konusunda oldukça mahirdirler. Nitekim CKMP ve MHP çizgisi ile Sünni Türkmen ve Yörükler, MNP-MSP-Refah ve AKP çizgisiyle de günlük hayatında dini öne çıkaran, milli duyarlılıkları sınırlı Sünni-Müslüman halk yığınları bunların kurduğu tekçi ve inkârcı sisteme başarıyla kazanılmıştır. Yakından bakıldığında görüleceği üzere, bugün yukarda adı geçen halk yığınlarının mevcut sisteme türban, imam-hatiplilere üniversiteye girişte katsayı uygulaması gibisinden birkaç küçük ayrıntı dışında bir itirazları yoktur. Zaten Türk etnisitesinden gelmeyen Çerkezler, Gürcüler, Arnavutlar, kısmen Araplar ile Balkan kökenli Pomak ve Boşnaklar da zaman içinde Türk-Müslüman kimliği içinde kolaylıkla eritilmiştir. Artık sayılan bu halk kesimlerinden sistemin tekçiliğine kayda değer bir itiraz yükselmemektedir. Yönetici seçkinlerin elleri bu konuda çok rahattır.

TÜRKĐYE’NĐN YUMUŞAK KARNI: KÜRTLER VE ALEV ĐLER Öte yandan yine de ortalık süt liman değildir. Türkiye’de başta Kürtler ve Aleviler

olmak üzere önemli bir kitle de sistemin yumuşak karnı olmaya devam etmektedir. Malum Kürtler diğer halk yığınlarından farklı olarak, gerek nüfus oranı bakımından büyüklükleri, gerekse belli bir bölgede yoğunlaşmaları ve de Anadolu-Mezopotamya’nın yerli kavimlerinden olmaları nedeniyle bir türlü bu tekçi yapıya entegre edilemediler. Her ne kadar sistem AKP üzerinden Müslümanlık ortak paydasını kullanarak yeni bir hamleyle özellikle Sünni Kürtleri kendine kazanma denemelerini sürdürüyorsa da, bugün artık tekçi yapıdan taviz vermedikçe Kürtlerin çoğunluk topluma tam entegrasyonu neredeyse imkânsız hale gelmiştir.

Aynı şey Aleviler için de geçerlidir. Aslında bir dönem Aleviler de CHP üzerinden sisteme belli ölçüde kazanılmıştı. Fakat Aleviler, Alevi kimliğini kapının dışında bırakarak sisteme dâhil olmak zorunda bırakıldıklarından, 1990 sonrasından itibaren bu ittifak çatırdamaya başlamıştı. Aleviler halen ağırlıklı olarak CHP yönünde tercihini koyuyor ama bu durum artık gönüllülükten çok bir zorunluluğun ve seçeneksizliğin eseridir.

Oysa diğer toplum kesimleri sisteme hep kendi kimlik ve kurumlarına önemli tavizler kopararak dâhil oldular. Örneğin MHP temsil ettiği Sünni Türkmen ve Yörükleri, bazı bakanlık ve bürokrasi kademelerinde kadrolaşma yanında Türk-Đslam Sentezi’nin resmi ideolojiye eklemlenmesi karşılığı sisteme taşıdı. DP-AP-ANAP ve DYP ile MNP-MSP-Refah ve AKP ise yine benzer kadrolaşmaya ek olarak, Diyanet’e daha fazla bütçe, Diyanet Vakfı’nın yasadışı faaliyetlerine göz yumulması, daha fazla imam-hatip ve Kuran kursu açılması, ülke kaynaklarından yandaş kesimlere daha çok kaynak aktarılması yollu rüşvetler kopararak Đslamcı ve kısmen şeriat eğilimli tabanını sisteme kattı.

Özetlersek, tek millet (Türk), tek dil (Türkçe), tek din (Đslam) ve tek mezhep (Ilımlı Sünnilik) üzerine kurulu bu sistem bir yönden bakılınca, yukarda saydığımız kitleleri şöyle veya böyle kendine dâhil ettiği, kendini yeniden üretme sürecine soktuğu için oldukça başarılı sayılır. Sonuçta bunların toplamı halkın yüzde 60’ını buluyor. Demek ki, tekçi devletimiz ortalama bir düzeyi tutturmuş ve yolunda emin adımlarla ilerliyor… Acaba gerçekten öyle mi?

Hem “evet” hem “hayır!” Evet; çünkü Türkiye bu haliyle de yoluna devam eder. Devlet olarak kolay kolay

yıkılmaz ancak bu yaşamaya da “yaşama” denir mi bilmem… Zira kurbağa da yaşıyor ama taş altında! Türkiye aslında birinci lig oyuncusu ama kendi gücünün farkında olmadığından üçüncü ligde top koşturmayı marifet sayıyor.

TÜRKĐYE TOPLUMU B ĐR MOZAĐKTĐR

Page 227: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

227

Herkesin malumu Anadolu toprakları geçen yüzyılın başında çok zengin bir mozaikti. Veya biz kendi terminolojimiz ile söyleyelim; bir aşureydi. Aşure pişirirken içine 12 çeşit tahıl ve yemiş katılır. Đçinde 12 ayrı çeşit bulunursa gerekli lezzet ve kıvama ulaşır. Ayrıca aşurede her tahıl ve yemişin bir kendi tadı bir de hepsinin ortak toplamından oluşan ayrı bir tat vardır. Bu tahıl ve yemişlerden bazılarını kazana atmadığınızda, o mükemmel lezzet azaldıkça azalır. Eksik bir katkı ile pişirdiğiniz her aşurede hem kazana atmaktan vazgeçtiğiniz diyelim ki nohudun tadı hem de nohudun ortak tada kattığı çeşni kaybolur. Đşte Türkiye’deki mevcut sistem tekçilik adına 85 yıldır aşureyi her yıl bir veya birkaç eksik tahıl ve yemişle pişirmeye çalışmaktadır. Böyle olunca da, varsayalım ki aşurenin bileşenlerinden Alevi’yi, Kürdü dışta bıraktığınızda, hem Alevi ve Kürtler içinde olmadığı için onların hem de aşureye katılan unsurların tümünün ağız tadı bozulmaktadır. Neticede herkes mutsuz ve ağzının tadını kaybetmiştir. Bu şekilde, “birilerinin yediği diğerlerinin baktığı bir ortamda da, dıştan her şey sakin görünse de bir gün mutlaka kıyamet kopar…”

Hemen altını kalın çizgilerle çizerek belirtelim, gerek Aleviler gerekse de Kürtler her gün yeniden pişirilen aşurenin (sistem) içine girmek istiyorlar ama örneğin buğdaysa buğday, cevizse ceviz olarak kazana girmekten yanalar. Oysa sistem özellikle bu iki büyük toplum kesimine bugüne kadar, “Ben sizleri buğday ve ceviz olarak kabul etmiyorum. Sizler kuru incir ve fasulyesiniz. Kendinizi kuru incir ve fasulye kabul ettiğiniz takdirde ben sizleri kazana atarım” diyordu. Halen de bu ısrarcılık ve dayatmadan vazgeçilmiş değil. Ama bu kervanın böyle yürümeyeceğini sistemin sahiplerinin bir an evvel görmesi gerekiyor. Yoksa bu gidiş iyiye işaret değil zira hem Kürtler hem de Aleviler uyanmış vaziyettedir. Đşte bu yönüyle sistem çoğunluğu kendine katma başarısına rağmen başarısızdır. Üstelik özellikle Kürt sorunun bir de şiddet boyutu vardır ve bu durum ülkeyi her geçen gün ekonomik bir yıkıma doğru sürüklemektedir. Ayrıca her iki taraftaki ekonomik ve insani kayıplar, memleketi hızla bir Türk-Kürt etnik çatışmasına doğru götürme eğilimine sokmuştur. Bu gidişat derhal durdurulmalıdır. Ama nasıl?

ÇÖZÜM NEREDE? Aslında çatışmaları durdurmanın formülü çok basittir. Lakin sistemin bu haliyle devamı

ve kendi imtiyazlı, sorgusuz-sualsiz iktidarını sürdürmesi teklik politikalarına bağlı olduğundan; sistemin bekçileri çatışmaların varlığından beslenmektedir. Bu yüzden de Kürt sorununun çözümü yolunda barışçı adımlar atmamakta ısrar etmektedirler. Buna karşılık ülkemiz her şeye rağmen ağır ağır bu yükü taşıyamaz bir noktaya gelmiştir. Türkiye başta Kürtler, sonrasında da Alevilerin varlık ve kimliklerini inkâr etmeden, tekçi politikaları terk edip onlara yaklaşmadığı müddetçe düzlüğe çıkamayacaktır. Kısaca Türkiye kabaca halkının yüzde 60’ını kazanmıştır ama çoğunluğunu Kürt ve Alevilerin teşkil ettiği yüzde 40’lık bir büyük kitle de hala sistem dışıdır. Israrla vurguladığımız gibi, bu kitleyi kazanmadan da ülkemiz yürüse bile pek bir mesafe kat edemeyecektir artık. Görünen o ki, yüzde 60’lık çoğunluk kitlenin nefesi bu ülkeyi daha ileri götürmeye, refahını artırmaya, bölgesinde etkin bir güç olmasına yetmemektedir. Kürtler ve Alevilerin ise tüm insani, kültürel, sosyal ve bilimsel potansiyelleri sisteme dâhil edilmedikleri için atıl vaziyettedir. Bu özelliklerinin şimdilik kimseye bir faydası yoktur. Şu haliyle Türkiye 15–20 milyon Kürt, 10–15 milyon Alevi olmak üzere ortalama 30–35 milyonluk bir kitlenin potansiyelini ülke yararına harekete geçirememektedir. Zira her iki kitle de sisteme kimlik ve inançları kabul edilmek suretiyle katılmalarının yolu sürekli kapatıldığından, gittikçe devlete; onun kurum ve sembollerine yabancılaşmaktadırlar. Bu durum da var olan enerji, kabiliyet ve potansiyellerini sergilemelerinin önünde koca bir engeldir.

Sonuçta hem Kürtler hem de Aleviler Türkiye’nin en dinamik, istikbali parlak ve çoğunluk topluma sayısız artılar getirebilecek bir kapasiteye sahip iki önemli yapı taşıdır. Ayrıca her ikisinin de ezici bir çoğunluğunun tek bayrak, tek ülke gibisinden Türkiye’nin temel yapılarıyla ve kırmızı çizgileriyle bir sorunu yoktur; çoğunluk uzlaşmaya da açıktır.

O halde vazgeçin bu tek din-mezhep ve dil dayatmasından! Getirin vatandaşlık temelinde bir millet anlayışı! Çözün Kürt ve Alevilerin sorunlarını, yerine getirin Türkiye’nin

Page 228: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

228

siyasal birliği ve bütünlüğüne en ufak bir zarar vermeyecek taleplerini de artık herkes bir rahat etsin… Bakın o zaman Türkiye’yi kimse yerinde tutabiliyor mu? Alimallah uçar bu ülke uçar! Đşte o vakit kuşkusuz herkesi tatmin edemezsiniz ama en azından yine de halkın yüzde 95’i sistemden memnun hale gelir. Haliyle yüzde 5 memnuniyetsizler taşınabilir bir rizikodur ama yüzde 40 taşınamıyor tecrübeyle sabit olduğu üzere… Hem atacağınız bu adımlar sonrası, şimdi zoraki vatandaş olan koca bir kitle gönüllü vatandaş konumuna yükselirken, bütün potansiyellerini de bu ülke ve toplumun hizmetine cömertçe sunarlar. Unutmayınız, tek ağaçla meyve bahçesi olmuyor. Türkiye’nin şimdi Türk-Müslüman-Sünni bir kanadı var ama diğer kanat Kürt ve Alevi olanı eksik. O nedenle uçamıyor. Kürdü ve Alevi’yi de sisteme diğer kanatla eş ve eşit bir konuma getirin ki, artık acılar bitsin ve özgüvenini kazanan Türkiye kuşu semalarda özgürce uçsun…

Başka çare ve çıkış yolu yok. Bugünkü çarpık, adaletsiz ve inkârcı sistemde ısrar edenler biliniz ki, sadece Kürtlere ve Alevilere değil; kendilerini temsil ettikleri yalanına inandırdıkları çoğunluk topluma da büyük bir kötülük ve ihanetin içindedirler. Dileriz bu gerçeği artık sadece sistemin dışındakiler değil, ondan beslenenler de bir an önce görür…

Butzbach, 19 Aralık 2008

Page 229: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

229

ŞĐMDĐ ARTIK HER YER KERBELA HER YER MARA Ş Ne hazin Maraş Katliamı’nın 30. yılını olayların meydana geldiği Kahramanmaraş il

merkezinde anamamak… Yazıklar olsun, kurbanlarını bile katledildikleri yerde anamayacak kadar çok zor durumlarda bırakılan halkımın yöneticilerine… Nasreddin Hoca fıkrasında olduğu gibi kaybolan iğnemizi bile samanlıkta değil orası karanlık olduğu için dışarıda aratıyorlar… Türkiye ağır ağır “her yer Kerbela her yer Maraş” iklimine sokuluyor. Geçenlerde Açık Toplum Enstitüsü’nün desteğiyle Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın koordinatörlüğünde 12 Anadolu kentinde gerçekleştirilen “Türkiye’de Farklı Olmak Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı geniş çaplı kamuoyu araştırmasının sonuçları açıklandı. Araştırmanın sonuçları dehşet verici nitelikte. Anadolu kent ve kasabaları gittikçe muhafazakârlaşıyor. Hatta muhafazakârlaşma sözcüğü hafif kalır; adeta Đslamcılaştırılıyor ve toplumsal yapı gittikçe farklı olana tahammülsüz bir şekle bürünüyor. Cümleden de anlaşılacağı gibi toplum pasif, yani kendiliğinden Đslamcılaşmıyor. Söz konusu değişim iktidarda bulunan AKP eliyle tetikleniyor. Araştırmanın en ilginç sonucuysa, AKP’liler büyük kentlerde liberal ve başkasına karşı hoşgörülü bir tutum sergilerken, Anadolu’da bu tavrın yerinde yeller esiyor. Đktidar partisi Fethullah Gülen cemaatiyle işbirliği yaparak kent ve kasabaları bazı toplumsal kesimler için yaşanılmaz hale getiriyor adeta. Bu baskıdan en çok nasibini alanlar; araştırmada kullanılan kavramla söylersek “ötekileştirilenler” ise başta Aleviler olmak üzere, Kürtler, kadınlar, gençler (özellikle de üniversite öğrencileri), Romanlar, gayrimüslimler, kendisini “laik” olarak tanımlayanlar ve alkollü içki kullananlar... Araştırmanın ortaya çıkardığı bulgular, AKP iktidarı eliyle uygulanan Đslamileştirmeyi tüm boyutlarıyla gözler önüne seriyor. Buna göre, AKP Đslamileştirme işini yoğun kadrolaşma yoluyla yaptığından, artık Anadolu kentlerindeki bu dönüşümü “mahalle baskısı” ile açıklamak imkânsız hale geliyor. AKP kadroları tarafından devlet gücü kullanılarak uygulanan Đslamileştirme içki yasakları, devlet dairelerindeki cuma namazı baskısı, Ramazanda oruç baskısı, eğitim kurumlarındaki dinci telkin ve propagandalar, yeni icat edilen Kutlu Doğum Haftası gibi ana başlıklarda vücut buluyor.

FARKLI OLANA HO ŞGÖRÜ AZALIYOR Çalışmanın giriş bölümünde yer alan, “Araştırma sonucunda edindiğimiz izlenim, toplumda mevcut olan, farklı kimlikte olanlara karşı uygulanan baskı ve ayrımcılığın, Anadolu kentlerinde AKP tarafından atanmış kadroların icraatları ve cemaatlerin faaliyetleriyle birleşip Türkiye’nin geleceği hakkında kaygı veren bir ortam yarattığıdır” cümlesi ise tüyler ürpertiyor. Tabii ki, böyle araştırmalar bize daha somut veriler sunuyor ama Türkiye toplumunun son yıllarda hızla tutuculaştığını, softalaştığını ve kendisi gibi inanıp yaşamayanlara karşı tahammülü geri plana ittiğini görmek için illa bilim adamı olmak gerekmiyor. Araştırma aslında bilinen ancak pek dillendirilmeyen bir gerçeği daha ortaya çıkardı: Đslamcılaşan ve ardına iktidar desteğini de alan toplum kesimlerinin öteki diye baktıkları diğer gruplar üzerindeki baskılarını şiddet boyutuna da taşımış olmalarıdır. Ramazanda oruç tutmayan, Cuma namazına gitmeyen, küpe takan, uzun saç bırakan, balkonunda şortla oturan ve alkollü içki kullananlar artık birçok Anadolu kentinde dövülüyor ve çeşitli hakaretlere maruz kalıyor. Aleviler, Alevi olduklarını gizlemek zorunda kalıyor. Üniversiteli genç kızlar artan baskılar üzerine etek boylarını uzatmaya, askılı elbise giymemeye zorlanırken, bir bölümü de zamanla türban takar hale geliyor. Yine her fırsatta Alevilere ısrarla, „Mum söndü yapar mısınız?“, „Yabancıya ikram ettiğiniz yemeklerin üstüne tükürür müsünüz?“ benzeri sorular yöneltilmeye devam ediyor. Kısacası Anadolu’da gidişat iyiye değil. Bilimde, teknolojide ve iletişimdeki baş döndürücü gelişmelere rağmen Anadolu gittikçe içine kapanıyor ve yukardan devlet eliyle dayatılan Müslümanlık tarzını benimsemeyen herkes dışlanıyor. Anadolu kentlerinin manzarası sanki gittikçe, 1978 öncesi Maraş’ına benzemeye başlıyor. O tarihte Maraş’ın ötekileri Aleviler ve solculardı. Şimdiyse yelpaze genişledi. Araştırmada da vurgulandığı gibi, başta Aleviler olmak üzere Romanlar, gayrimüslimler yanında hayatına dine göre yön

Page 230: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

230

vermeyen Sünni kökenli, laik ve modern bir yaşam tarzına uyan geniş kalabalıklar da ötekilere dâhil edilmiş bulunuyor. Öyle anlaşılıyor ki, AKP iktidarı devam ettiği ve hatta iktidarı kaybetse bile arkasında bıraktığı kadrolar görev başında kaldığı müddetçe Anadolu ötekileştirilenlerin zindanı olmaktan kurtulamayacak. Lakin bu kâbustan kurtulmanın çareleri de tükenmiş değil. Görüldüğü gibi, çoğunluk toplum Sünni Müslümanların aşırı dindarlaşması/Đslamcılaşması sadece Alevileri derinden yaralamıyor. Aksine iktidarın tanımladığı çerçevede inanmayan ve yaşamayan hemen herkes mevcut yapıdan rahatsız durumdadır. O nedenle bu olumsuz gelişmelerin mağduru olan tüm toplum kesimleri aralarındaki bazı önemsiz ayrılıkları bir kenara bırakarak, acilen güçlerini birleştirmelidir. Yoksa gidişat iyiye değildir. Bu süreç, Kürt sorununun geldiği boyut ve bazı kentlerindeki etnik çatışma ihtimallerini de hesaba kattığımızda orta ve uzun vadede ekonomik krizin de etkisiyle Maraş’takine benzer katliamlara gebedir. Ayrıca Maraş’ta olduğu gibi, iş Anadolu kentlerindeki Đslamcı olmayan sermaye çevrelerinin tasfiye hareketine bile dönüşebilir. Bu hususta çok dikkatli olunmalıdır, zira zaten bazı illerde faili bulunamayan cami kundaklamaları hızla artmaktadır. Araştırmada bu yönde de veriler mevcut; Erzurum’da Haydar isminde bir esnaf adından hareketle Alevi olabileceği düşünüldüğünden halkın kendisinden alış-veriş etmediğinden yakınmış.

YĐNE ĐSLAMCILAŞMANIN EN BÜYÜK MAĞDURU ALEV ĐLER Özellikle altını çizelim, Anadolu’daki Đslamcılaşmanın en büyük mağduru yine Aleviler

olacağa benziyor. Tehlike büyüktür. Nasıl ki, bugün Kahramanmaraş, Hitler döneminde Almanya’nın, „Judenfrei“ politikası ile Yahudilerden arındırılması ve temizlenmesine benzer şekilde Alevisiz bir kent haline getirildiyse, bu gidişle Türkiye’nin büyük kentleri hariç Anadolu’da Aleviler için yaşam zemini ortadan kalkacaktır. Tarih kendisine bakmasını bilenlere çok iyi dersler verir. Türkiye tarihinde istenmeyen halk grupları, yaşadıkları yerlerden atılmak istendiğinde önce huzursuz edilirler. Bu tacizler, baskılar ve baskınlar zamanla dayanılmaz bir hal alır. Sonrasındaysa önce ülke içindeki büyük kentlere doğru bir göç başlar. Oralarda da barındırılmazlarsa, ver elini Avrupa ülkeleri ve Amerika… Bu türden acı göç hikâyelerini herkesin bildiği gibi yakın tarihimizde Anadolu Rumları, Ermeniler ve Süryaniler yaşamıştır. Sonra sıra Müslüman kabul edilen, ancak etnik ve dinsel bakımdan öteki diye sınıflandırılan Kürtler ve Alevilere gelmiştir. Kürtler bu süreci köylerinin yakılması ve boşaltılmasıyla büyük kentlerin varoşlarına ve Batı Avrupa ülkelerine iltica ederek, Aleviler de Maraş, Çorum, Malatya, Sivas olayları sonrasında buraları büyük ölçüde terk etmek suretiyle yaşamışlardır. Kürtlerin hikâyesi biraz farklı olduğu için onu bir kenara koyarsak, Aleviler adına istenen gerçekleşmiştir. Adı geçen kentlerde yaratılan güdümlü provokasyonlar sonucunda, Alevi varlığı silinme noktasına getirilmiştir. Özellikle Maraş’taki Alevi varlığının silinmesi öyle sıradan bir yok olma değildir. Tek başına bir inancın mensuplarının o kenti terk etmesi hiç değildir. Aslında Maraş örneğinde Alevilerin sadece vücutları değil, gelecekleri ve ekonomik can damarları da kesilmiş ve katledilmiştir. Bu yönüyle bir milat olması dolayısıyla günümüze de ışık tutan Maraş Katliamı ile Alevi hareketinin gelişimi durdurulmuştur. Maraş ile bu kent merkezli bir filizlenme içinde bulunan Alevi sermayesi tasfiye edilerek, adeta bugünkü Anadolu Kaplanları denilen Đslamcı-Yeşil sermayenin temelleri atılmış ve onların olası rakibi durumundaki bir güç olan Aleviler denklem dışına çıkarılmıştır. Đşte bu veriyle hareket ettiğimizde kesinlikle görürüz ki, derin devlet, ABD-CIA denetimindeki faşist ve gerici güçlerin Sünni yerli halka yönelik kışkırtmaları Maraş’ta başarılı olamasaydı, arkasından ne Çorum yaşanırdı ne de 12 Eylül cuntası darbe yapabilirdi. Tüm bunlar olmayınca da, Alevi gençleri Mamak zindanlarında işkencelere ve ölümlere maruz kalmaz; Kenan Evren din derslerini zorunlu yapıp, Alevi köylerine zorla cami inşa ettirerek asimilasyona hız veremezdi. Üstelik Aleviler daha erken ekonomik bir güç haline

Page 231: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

231

geleceklerinden ve orta sınıf konumuna yükseleceklerinden kendi örgütlenmelerini ve kurumsallaşmalarını çok önceki bir tarihte tamamlamış olurlardı. Özetle Alevilerin şimdi yaşadığı birçok sorun çoktan geride bırakılmış ve çözülmüştü diyebiliriz. Keza 12 Eylül cuntası Türk-Đslam Sentezi’ni devletin resmi ideolojisi haline getiremeyeceği için de Türkiye toplumu yüzde 70 oranında sağcılaşmaz, Đslamcılık bu boyutlarda olmaz; sol, sosyalist ve sosyal demokrat partiler iktidar alternatifi bir konuma çoktan erişmiş bir manzara sergilerlerdi. Sonuçta Türkiye ne Turgut Özal’ı, ne Necmettin Erbakan’ı ve ne de Tayyip Erdoğan’ı başbakan olarak kesinlikle tanımamış olurdu. Hatırlatalım, 12 Eylül sonrasında, önceki tüm Cumhuriyet döneminden daha fazla sayıda Alevi asimile edilmiştir.

MARAŞ KATL ĐAMI OLMASAYDI BUGÜN ÇOK FARKLI YERLERDEYD ĐK Buna karşılık hayıflanmanın da fazla bir anlamı yok. Biliyorum bu anlattıklarım birer varsayım; tıpkı „halamın sakalları olsaydı amcam olurdu“ gibisinden… Ancak Maraş’ın şifresini çözebilmek için böyle tersinden soruların da sorulması ve „ya olmasaydı“ dediğimizde tarihin ne şekilde farklı bir seyir izleyebileceğini kestirebilmek bakımından büyük önem taşıyor. Ayrıca böyle bir çaba bugünün politikasını oluşturabilmek, daha gerçekçi hareket edebilmek ve Türkiye’nin mazlumlarının geleceğini daha iyi nasıl inşa edebiliriz sorusunun cevabına da büyük katkı sunuyor. Maraş’ı değerlendirirken, bu bilinçle hareket edilirse orada katledilenlerin anısını daha güzel yâd etmiş oluruz. Kanları yerde kalmaz. Türkiye ise „Her yer Kerbela her yer Maraş“ kâbusundan kurtulma yönünde dümen kırabilir… Sadece gözyaşı dökmeyle, feryat figanla yetinirsek, onlar iktidarda ve halk çoğunluğu denetimlerinde olduğundan bu ülkenin değil Maraş’ını, her santimetre karesini ötekileştirdikleri bizlerden kolaylıkla temizlerler. Başkalarına yaptıkları gibi…

Bu makûs talihe direnişin ve onu yenmenin tek yoluysa, Türkiye’nin tüm ezilenlerinin, mazlumlarının ve mağdurlarının zalime karşı güçlerini birleştirmesinden ve örgütlenmesinden geçiyor. Aksi takdirde bu gün Alevi’yi, yarın Kürdü, ertesi gün Romanları ve bunlar bittiğinde de laikleri, ilericileri ve asıl ittifak yapacağı kesimleri unutarak modern bir ülke rüyasına yatanları yok edeceklerdir. Malum inkâr, asimilasyon ve imha değirmenleri tam kapasite çalışıyor. Bunu görünce benim aklıma, “Bu değirmen beni de öğütebilir” diyen herkesi görev ve sorumluluk almaya davet etmekten başka bir şey gelmiyor. Sahi sizin geliyor mu? Gelmiyorsa o zaman ne duruyorsunuz ve öyle dut yemiş bülbül gibi susuyorsunuz? Daha nelerin olması gerekiyor harekete geçmeniz için? Tüm bu yaşanan acılar, katliamlar, asimilasyonla nüfusunuzun hızla azaltılması yetmedi mi? Bıçak kemiğe dayanmadı mı hala?

Çok geç olmadan şu vurdumduymazlığa ve üzerimize ölü toprağı serpilmişliğine bir paydos diyelim artık!

Butzbach, 22 Aralık 2008

Page 232: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

232

SĐSTEMĐN KENDĐNE UYGUN BĐR ALEV ĐLĐK YARATMA ĐNADI TEPK Đ ÇEKĐYOR Türkiye Cumhuriyeti’nin çok tuhaf ve emsallerine benzemeyen bir devlet olduğuna giderek daha da ikna olmaya başladım. Hep söylenir ya, “biz bize benzeriz.” Bilmiyorum, aslında ulus olarak ele aldığımızda bu cümle yanlış olur ama devlet söz konusu olduğunda pek çok hususta nev-i şahsına münhasır bir devlete sahip olduğumuz söylenebilir. Diyeceksiniz ki, düğün değil bayram değil, nereden aklına geldi Türkiye’de devletin tuhaflıkları?

Malum son zamanlarda devlet ve hükümetimiz bir açılım furyasıdır tutturmuş gidiyor. 1 Ocak’ta TRT 24 saat Kürtçe yayına başladı. Deneme yayınları zaten bir hafta önceden devreye girmişti. Gelen ilk tepkilere bakılırsa, Kürtlerin önemli bir bölümü bu açılımdan pek memnun görünmüyor.

Alevilere gelince de durum pek farklı değil. Yine TRT bu yıl ilk defa Muharrem ayında 12 gün boyunca çeşitli programlar yapıyor. Alevilerin matem orucunun anlamı, önemi ve tarihi ile ilgili filmler, belgeseller ve dedelerle gerçekleştirilen sohbet programları ekranlara gelecek. 10 Ocak’ta ise Aşure Günü dolayısıyla üç büyük kentteki üç cemevinden canlı yayın yapılacak ve buralardaki etkinlikler kamuoyuna sunulacak. Ne güzel değil mi? Tam değil maalesef işte… Bu Alevilere de bir şey beğendiremiyorsunuz! Acaba Aleviler rahmetli Özay Gönlüm’ün bir halk türküsünde tanıttığı gelin gibi, “hamama gider kurna, düğüne gider zurna beğenmez” “istemezükçü” bir toplum mu?

Alevilerin bir ölçüde hemen her şeye razı olmayan bir toplumsal yapı sergiledikleri söylenebilir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti devleti ve hükümeti de çok tekin değil… Muharrem ayının ilk günü akşamındaki haber bültenlerinde TRT’nin Alevilere dönük “Muharrem Açılımı”na ilişkin haberleri dinledim. Temsil gücü yüksek bazı Alevi çatı örgütlerinin liderleri bu gelişmeden memnun olmadıklarını belirtmişler. Buna sebepse TRT’nin, bu programa ilişkin hiçbir Alevi kurum ve kuruluşuna danışmamış olması dışında, Aşure Günü Ankara, Đstanbul ve Đzmir’deki üç cemevinden yapılacak canlı yayın konusunda da her hangi bir görüşmede bulunmamasıymış. Bu cemevlerinin hangileri olduğu ve hangi Alevi kurumuna ait olduğu da henüz netleşmiş değil. Bir şeyler yapılıyor ama gizli-kapaklı ve yangından mal kaçırır gibi. Bu da haliyle tepki topluyor.

HALKA RA ĞMEN HALKÇILIK GELENE ĞĐ Yapılanlara bakınca, insan Türkye’deki kadim devlet geleneği olan “halka rağmen

halkçılığı” hatırlamadan edemiyor. Açıkçası devlet, burada TRT “Bu millete Alevilik lazımsa onu da biz getiririz” diyor. Mantık aynen şöyle; diyelim ki, bir kentte manavların sorunları var ve bunların devletin önayak olmasıyla çözülmesi gerekiyor. Bu ilin valisi, sorunu çözmek için harekete geçiyor. Güzel… Ama vali, o ilde bulunan ve kendi sorunlarını en iyi bilecek bir örgüt olan Manavlar ve Kabzımallar Odası’nı ‘teğet’ geçerek, sokakta kayıt dışı çalışan ve derme çatma el arabasıyla sebze-meyve satan birini muhatap seçip, mevcut sorunları o kişiyle çözmeye yelteniyor.

TRT’nin mantığı bundan hiç farklı değil. Her ilin valiliğinde dernekler masası var. O yüzden her hangi bir Alevi çatı örgütünün ve ona bağlı derneklerin kaç üyesi olduğu çok iyi biliniyor. Nerede cemevi var ve oraya ne kadar sayıda halkın gittiği de eminim yakından takip ediliyordur. Çağdaş ve demokratik bir ülkede, eğer halkın bir bölümünün belli sorunları varsa ve bunlar çözülmeye çalışılıyorsa, devlet orada doğrudan ilgili halkın yasal temsilcileriyle toplantılar yapar, sorunları müzakere eder ve bir çözüm yolu bulmaya çalışır.

Ya bizde nasıl oluyor? Bunun tam tersi… Örneğin TRT, aslında takdir edilecek bir ilke imza atıyor ama bunu Alevilerin önemli örgütlerinin hiç haberi olmadan yaptığından ne Đsa’ya ne de Musa’ya yaranabiliyor. En iyiyi ve doğruyu ben bilirim mantığıyla hareket ederek, hiçbir temsiliyeti olmayan kişi ve kurumlarla ilişkiye geçip, kendince bir iş kotarıyor. Tam bir “ben yaptım oldu” anlayışı bu! O nedenle de Aleviler devletin attığı her adıma, “Acaba altında bir Çapanoğlu mu yatıyor?” şüpheciliğiyle yaklaşmaktan bir türlü kurtulamıyorlar. Çok haklılar da bu kuşkucu tavırlarında, zira devletin/hükümetin tek yanlı ve gerekli bilgilenme, danışma olmaksızın gündeme getirdiği her icraat fiyaskoyla sonuçlanıyor. Küçük bir örnek; geçen yıl

Page 233: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

233

hükümetin Alevi açılımı çerçevesinde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da katılıp konuşma yaptığı bir Muharrem Đftarı (!) verildi. Đftara davet edilen Alevi örgütlerinin beşte dördü haklı olarak “Bizim inancımızda böyle tantanalı iftar törenleri yoktur” diye protesto edip katılmadı.

TRT’nin asıl muhataplarına danışmadan hazırladığı yayınların ne derece sağlıklı, düzeyli ve Alevi öğretisine sadakatle yapılıp yapılmadığını, Muharrem Matemi geçtiğinde göreceğiz. Bakalım, bu yayınlar Aleviliğin çarpıtılmasına ve Alevilerin asimilasyonuna mı hizmet ediyor yoksa gayet tarafsız ve samimi niyetlerle mi ekranlara taşınmış izleyip göreceğiz…

ĐÇE SĐNMEYEN GĐRĐŞĐMLER KUŞKU YARATIYOR Gel gör ki, Alevilerin içi yine de pek rahat değil. Çünkü TRT’nin yapılanışı belli.

Muharrem Orucu gibi özellikle Alevileri ilgilendiren ve yıllardır tabu olan bir alanda ilk kez bir yayın söz konusu olduğundan, TRT’nin yeterli personel ve bilgi altyapısı olmadığını söylemek pek abartı sayılmasa gerek…

Tekraren söylersek, Alevilerin kuşkuları yersiz değil. Yapılan hiçbir açılım bir türlü içe sinmiyor. Zira devletin her öne çıkan topluluğa müdahale ederek, onu kendi istediği gibi yönlendirmeye çalıştığını tarihi tecrübelerimizle çok iyi biliyoruz. Bu devletin Tek Parti Dönemi’nin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın, “Ülkeye komünizm gerekiyorsa, onu da biz getiririz. Sizlere ne oluyor?” diye gençlere çıkıştığını henüz unutmadık. Yine bu devletin gizli Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) karşı emirle başka bir komünist parti kurdurduğu da hafızalarımızda. Keza aynı devletin/sistemin kendisine halk içinde taban edinmek için 1965’lerde Alparslan Türkeş’in Osman Bölükbaşı’nın CKMP’sini ele geçirerek, MHP’ye dönüştürmesine ve bu parti sayesinde Anadolu’da devlete hala kuşkuyla yaklaşan Sünni Türkmen ve Yörükleri kazanma operasyonuna göz yumduğunu; bunların bir bölümünü sola ve sosyalistlere karşı vurucu güç olarak kullandığını biraz siyaset bilimi ve tarih okuyan herkes çok iyi öğrenmiş durumda…

Daha ilginç bir müdahale ise Đslamcı harekete yapıldı. 1960’ların sonunda Đslamcılar/şeriatçılar etkili bir hareket halini alıyor ve artık DP-AP çizgisi onlara yeterli gelmediğinden Anadolu’daki esnaf kesiminin de desteğiyle hızla büyüyüp geniş bir taban buluyordu. Devlet baktı ki, kontrolden çıkacaklar, hemen başka bir operasyonla sisteme sadık ama mütedeyyin yanı öne çıkan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı daha önce kurulmuş olan Milli Nizam Partisi’nin (MNP) başına geçirerek, zaman içinde Đslamcıları ve onların temsil ettiği dindar kesimleri kendisine bağlamayı bildi. Kurduğu MNP-MSP-Refah partileriyle katı laiklik uygulamaları nedeniyle devlete küsmüş geniş bir Sünni-Müslüman kesimi sisteme kazandıran Erbakan, her ne kadar 1997’de 28 Şubat Süreciyle koltuğundan edilse bile, yine de bir seneye yakın bir süre başbakanlık koltuğuna oturmasına müsaade edilerek ödüllendirildi.

Halen Başbakan olan Erdoğan da aynı çizgiden geliyor ve hocasından farklı olarak daha da geniş bir kesimi mevcut rejime başarıyla adapte etti sayılır. Erdoğan’ın hocası Erbakan gibi “100 bin tank yapma” hayali yok ama yüksek sivil-asker bürokrasinin vesayetine dayanan militarist sisteme dini bir takım çekinceleri olmakla beraber pek bir itirazı olmadığı geçen son bir yılda iyice anlaşıldı. O nedenle gerek Kürt sorunun çözümünde, gerekse Alevilerin taleplerinin karşılanması yolunda attığı adımlar ilgili kesimler arasında büyük şüpheler oluşturuyor ve doğal olarak buralardaki samimiyeti sorgulanıyor. Kürtlerin büyük bölümünün TRT’de Kürtçe yayınların başlamasına, Alevilerin hükümetin Alevi açılımı ve TRT’de Muharrem ayı vesilesiyle yer verilen programlara gösterdikleri tepkiyi de bu tarihi arka plan çerçevesinde anlamak gerekiyor.

SĐSTEME DÂHĐL OLMA KR ĐTERLERĐ DEĞĐŞTĐRĐLSĐN Alevi ve Kürtlerin bir diğer ve belki de en önemli itirazı da kendilerinin diğer toplum

kesimlerinin aksine devletten kendi kimlik ve inançları adına tavizler alarak değil de, devletin istediği kılığa girmek şartıyla sisteme dâhil edilmek istenmelerinden kaynaklanıyor. Unutulmasın ki, şeriatçı, tarikatçı ve dindar kesimler laiklikten çok büyük tavizler verilmesi, Diyanet’in güçlendirilmesi, zorunlu din dersleri, binlerce imam-hatip okulu, Kuran kursu ve

Page 234: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

234

ilahiyat fakültesi açılması yanında; devlette kadrolaşma, kendilerine kamu kaynaklarından daha fazla pay aktarılması vs. gibi kazanımlarla sisteme önemli ölçüde sadık gönüllü vatandaşlar oldular. MHP’nin temsiline soyunduğu Sünni Türkmen ve Yörükler ise Türk-Đslam Sentezi’nin resmi ideoloji haline getirilmesi, devlette geniş kadrolaşma imkânı ve daha milliyetçi bir milli eğitim müfredatı vb. tavizlerle sisteme entegre edildiler. Kısaca devlet/sistem Türk-Müslüman-Sünniler söz konusu olunca, kuruluş aşamasında belirlediği kırmızı çizgileri çiğnemekte bir sakınca görmezken, iş Alevi ve Kürtlere gelince renk değiştiriyor. Devlet, onlara “Seni içime alırım ama kimliğin ve inancını ben tanımlayacağım. Ben değil, sen benim çizgime geleceksin ve orada duracaksın!” diyor. Yani Alevi ve Kürtlere yukarıdan bir elbise dikilip, bunu uysa da uymasa da giymeleri bekleniyor. Onlardan vermeden bir şeyler alınmak isteniyor. Hâlbuki bu iki kesim, sisteme kazanılırken Türk-Müslüman-Sünni halka nasıl esnek davranıldıysa, kendilerine de ne eksik ne fazla benzer bir muamelenin yapılması arzusundadır.

YAPAY AYRIMCILIK VE BÖLÜCÜLÜKTEN GINA GEL ĐNDĐ Sonuç olarak, Aleviler ve Kürtlerin kıymeti kendinden menkul girişimlere ve kendileri

üzerinde toplum mühendisliği yapılmasına karınları tok. Artık devletin içlerinden en marjinal kesimleri yanına alarak kimlik ve inançlarını saptırmasına, kendine göre yeniden tanımlamasına pek tahammülleri kalmadı. Nitekim yanlı medya tarafından pek yansıtılmasa da, hükümetin Alevi açılımını çok geniş bir tabana sahip Alevi Bektaşi Federasyonu’nu (ABF) bir kenara iterek temsil gücü çok düşük Cem Vakfı aracılığıyla yürütmesi, başka pek çok alanda Kürtçe yasağının sürmesinin yarattığı çelişki bir tarafa TRT’de Kürtçe yayınlardan sorumlu dairenin başına eski bir istihbaratçıyı getirmesi benzeri hususlar her iki kesimde de büyük bir öfke ve hayal kırıklığına neden olmuş durumdadır.

Gerek yapılan toplantılara gerekse Muharrem Đftarı’na (!) Aleviliği Đslam dışı gördükleri öne sürülen Alevi örgütlerinin çağırılmayacağının ilan edilmiş olması da AKP’nin Alevi açılımında samimiyetsizliğinin bir diğer kanıtı olarak algılanıyor. Bir de böyle bir kategori çıktı; Đslam içi Aleviler ve Đslam dışı Aleviler… AKP Hükümeti üzüm mü yemek istiyor yoksa bağcıyı mı dövecek? Belli ki bağıcıyı dövecekler. Tersi olsa Aleviler arasında bu tür suni (yapay) ayrımlara gidilmezdi...

Oysa atılan adımlarda çözüm odaklı, diyalojik ve samimi davranmak suretiyle karşı tarafta bir güven oluşturulmak isteniyorsa tabandaki bu hissiyatın görülmesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde yine dağ fare doğuracak, dayatmacı mantıkla hayata geçirilen pek çok proje yeni ve devasa boyutta zincirleme başka sorun ve reaksiyonlar yaratacaktır.

Bundan kaçınmanın tek yolu, şiddete bulaşmamışlık temelinde ayrımsız tüm Alevi ve Kürt örgütleriyle, kendileriyle ilgili atılacak her adım öncesinde ve icra sürecinde daima diyalog halinde olmaktan geçiyor. Tarafları ciddiye almak, aralarında var olan çelişkileri derinleştirmek ve bunları suiistimal etmek yerine getirecekleri her türlü öneriyi hafife almadan tartıştırmak ve ortak bir çözüme ulaşacak kanalları sonuna kadar açık tutmaktır. Bunun dışında izlenecek her yol “azınlık içinde azınlık”, “öteki içinde yeni ötekiler” yaratmaktan başka bir sonuç vermeyecektir.

Butzbach, 31 Aralık 2008

Page 235: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

235

ALEV ĐLERĐN NÜFUSU BEL ĐRLENĐP DĐYANET’ ĐN KAPISINA K ĐLĐT VURULSUN MU? Ülkemizde yaşayan Türkler dışındaki etnik kimliklerin ve Sünni-Đslam olmayan dinsel

grupların nüfusu her zaman bir sorun teşkil etmiştir. Bu sorun hep iki taraflıdır. Devlet ve devlet güdümündeki kesimler, söz konusu grupların nüfusunu mümkün olduğunca az göstermeye çalışırken, ilgili gruplar da nüfuslarını abarttıkça abartma yoluna gitmişlerdir. Böylece ortaya tam bir kakofoni çıkmış, at izi ile it izi birbirine karışmıştır.

Örneğin Kürtler gündeme geldiğinde, konuyu ele alanlar Kürtlerse, Kürt nüfusu 35–40 milyonlara çıkarken; taraf devlet ve Türk milliyetçileri olunca Türkiye Kürtlerinin sayısı 3 milyona kadar indirilmiştir. Aynı kaotik durum ülkemizdeki Lazlar, Araplar, Çerkezler, Arnavutlar, Boşnaklar benzeri toplulukların adı geçince de yaşanmaktadır. Bu nüfus yarıştırma işinin altındaysa 1963 yılı sonrasındaki genel nüfus sayımlarında konuşulan ana dilin artık sorulmaması yatmaktadır. Bugün her etnik grup 1963 nüfus sayımında ortaya çıkan rakamlarına bakarak, “Biz o günden bugüne şu kadar arttık. Ortalama doğum oranı şöyleyse, bizim şimdiki nüfusumuz da bu kadar olmalıdır” gibisinden akıl yürütmelerle günümüzdeki nüfuslarını tahmin etme yoluna gitmektedirler.

Ülkemizde Türkçeden başka dillerde TRT’nin yayın yapmaya başladığı, okullarda Kürtçe gibi resmi dil dışındaki dillerde eğitim hakkının gündeme geldiği bir zaman diliminde artık bu tablo kaldırılamaz bir hal almıştır. Belki eskiden Kürtler ve benzeri etnik toplulukların nüfusunu tam olarak bilmek gereksizdi veya buna etnik ayrılıkları körükleyecek bir unsur olarak bakılıyordu ama bugün gelinen noktada, Türk-Müslüman ve Sünni olmayan vatandaşlarımızın sayısının resmi olarak bilinmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.

Rakamların çok önemli ve belirleyici olduğu bir çağda yaşıyoruz. O nedenle en yakın bir zamanda yeni bir nüfus sayımı yapılarak, burada vatandaşlara, “Anadiliniz nedir?”, “Türkçeden başka hangi dilleri konuşuyorsunuz?”, “Kendini öncelikle ne olarak hissediyorsun?(Müslüman, Türk, Laik, Kürt vs.)”, “Hangi dini inanca ve mezhebe mensupsunuz?” benzeri sorular yöneltilmelidir. Bu tür soruların sorulması da, aynen “cep telefonunuz var mı?”, “internet kullanıyor musunuz?” türünden teknik sorular gibi normal karşılanmalıdır. Kaldı ki, çağımızda gizli-kapaklı bir şey kalmazken, aynı zamanda son on yıllarda etnik ve dini kimlikler çok ön plana çıkmış ve insanlar bunları daha önemser bir hale gelmiştir. Bu realiteyi inkâr etmenin ve başını kuma gömmenin bir anlamı kalmamıştır.

TÜRKĐYE’DE ALEV Đ NÜFUSU NE KADAR? Ancak benim bu yazıda asıl değinmek istediğim Alevilerin nüfusudur. Türkiye’deki

Alevi sayısını bilmek çok mu çok önemli bir aciliyet arz etmektedir. Hatta Alevi nüfusunu bilmek, ülkemizde ne kadar Kürt yaşadığından daha önemlidir denilebilir. Zira TRT Kürtçe yayın başlattığında bu nüfus oranı meselesine pek takılmazken, konu Alevilerin hak ve talepleri olunca hep Alevilerin sayısı gündeme getirilmekte ve bunun üzerine bir tartışma yürütülmektedir. Nitekim geçen yılın 9 Kasım’ında Ankara’da yapılan büyük Alevi Mitingi sonrası Devlet Bakanı Prof. Dr. Sait Yazıcıoğlu Alevilerin nüfusunun 7 milyon olduğunu söylerken, yine aynı partiden Alevi kökenli Đstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu, 10 Ocak’ta Zaman Gazetesi’nden Nuriye Akman’a verdiği mülakatta bu sayıyı 12 milyon olarak telaffuz etmiştir.

Keza Türkiye’deki Alevi nüfusunu tartışmak artık kabak tadı vermeye de başlamıştır. Bundan iki yıl önce de Radikal Gazetesi yazarı Tarhan Erdem’in sahibi olduğu kamuoyu araştırma şirketi KONDA’nın yaptığı araştırmada, Alevilerin nüfusunun 4 milyon civarında çıkması üzerine bu sonuca Aleviler tarafından, “Cumhuriyetin ilk nüfus sayımında ülkemizin nüfusu 12 milyonken, bizler bunun yüzde 35'ine tekabül eder şekilde 4,5 milyonduk. Yani 80 yılda Alevi nüfusu sıfır mı arttı? Aslında bugün Alevi nüfusu en az 25–30 milyondur“ diye büyük bir tepki dalgasıyla itiraz edilmişti.

Kısaca söylemek gerekirse, tarafların lastik gibi her tarafa çektiği bu belirsiz duruma bir an önce son verilmesi kaçınılmazdır. Üstelik Alevilerin gerçek nüfusunun bilinmesinin Aleviliğin Diyanet’te temsili, Alevi kurumlarına nüfusları oranında bütçeden pay ayrılması gibi şu an üzerinde tartışılan hususlarda çok yardımı olacaktır. Yine bunun Diyanet’in yeniden

Page 236: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

236

yapılandırılması veya özerkleştirilmesi sırasında önemi daha da ortaya çıkacaktır. Zira zaten Diyanet’in bugünkü haliyle devamına Sünnilerin çoğu da razı olmadığı gibi, hükümetin de teşkilatta yeniden yapılandırmaya hevesli olduğu, hazırlıklar yaptığı ama gelecek tepkilerden dolayı bundan çekindiği bilinmektedir.

Ayrıca Alevilerin nüfuslarının bilinmesi Türkiye’yi tam laik bir ülke haline getirmenin belki de tek anahtarıdır. Şöyle ki, malum başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin pek çoğunda çalışan vatandaşlardan gönüllü olarak kilise vergisi alınıyor. Sonra devlet Katoliğin vergisini Katolik Kilisesi’ne, Protestan’ınkini de kendisi hiçbir kuruşuna dokunmadan Protestan Kilisesi’ne aktarmaktadır. Bu vergileri alan kiliselerin çatı örgütleri de, din hizmeti gören tüm personelin maaşlarını ödediği, ellerindeki ibadet yerlerinin bakım ve onarımlarını yaptığı gibi, kontrolleri altındaki dini okulların, ilahiyat fakültelerinin, akademilerinin, hastanelerin ve çocuk yuvalarının giderlerini de bizzat karşılamaktadır. Özetle devlet sadece kilise ve vatandaş arasında aracıdır. Bunun dışında din işlerine karışmasını bir yana bırakalım, vatandaşların tümünün ortak vergilerinden oluşan genel bütçeden hiçbir dini ve mezhebi kayırıcı bir harcamada bulunmamaktadır. Aynı sistem vatandaşların dini inanışlarının sorulduğu bir nüfus sayımından sonra Türkiye’de neden uygulanamasın?

DĐYANET’ Đ NASIL LAĞVETMELĐ? Örneğin böyle bir sayımdan sonra Diyanet anayasal bir kuruluş olmaktan çıkarılarak,

idaresi tamamen Sünni inanırlara terk edilebilir. “Efendim, burası Türkiye; olmaz böyle bir şey. Ülkeye şeriat gelir. Ortalığa kaos hâkim olur” diye hemen tepki gösterip işini kolayına kaçılmamalıdır. Amerika’yı tekrar keşfetmeye de gerek yok. Bugün din-devlet ilişkilerini sadece biz değil başta Đspanya ve Fransa olmak üzere pek çok Batılı ülke yeniden yapılandırmakta ve radikal kararlar almaktadır. Onlar bu değişiklikleri nasıl yapıyorsa, dini kurumları ve inançlı vatandaşlarını çatışmadan nasıl bir arada tutmayı beceriyorsa, bizler de bu tecrübelerden yararlanarak, Diyanet gibi arkaik ve devletin sırtında büyük bir ekonomik yük olan bir kurumu lağvedebiliriz. Diyanet’i özelleştirmeyle kıyamet kopmaz. Nasıl ki, kamunun elindeki pek çok kurum özelleştirilince dünya yıkılmadıysa, Diyanet’i de inanan kesimlerin idaresine vermekle Türkiye bir şey kaybetmez. Aksine çok şeyler kazanır.

Böyle bir teze sık sık, “Diyanet kapatılırsa, devlet din üzerindeki denetimini kaybeder ve camiler tarikatların çatışma alanı haline gelir” diye peşinen karşı çıkılıyor. Bu tür karşı çıkışlar birer safsatadan ibarettir. Zira Diyanet zaten devletin denetimindeyken de tarikatların rahatlıkla at koşturduğu bir arpalık ve sağ partilerin arka bahçesi durumuna getirilmiştir.

Diyanet’in kaldırılmasına CHP’nin hepten karşı durmasını ise anlamak hiç mümkün değildir. Sanki eskiden Diyanet Đşleri Başkanlığı yapmış kişiler hep CHP’den milletvekili seçiliyormuş, Diyanet personelinin ve cami cemaatinin çoğu CHP’ye oy veriyormuş gibi… Manzara bunun tamamen tersidir. CHP Diyanet üzerinde tekrar düşünmelidir.

Ayrıca Diyanet’i inananlara terk etmek, devletin dizginleri tamamen elinden bırakması demek değildir. Bu kurum mevcut haliyle bile Sünni cemaate bırakılsa, devlet oluşturacağı sıkı denetim mekanizmalarıyla kontrolü, halkın çatışmadan dini ihtiyaçlarının karşılanmasını ve genel ülke güvenliğini sağlayabilir. Kaldı ki sağlamalıdır da… Aksi takdirde devlet, devlet olmaktan çıkar.

ALEV Đ’NĐN VERGĐSĐYLE SÜNNĐLĐĞĐ BESLEMEYE SON! Aynı durum Aleviler için de geçerlidir. Nasıl ki, Sünniler artık özelleşmiş bir Diyanet

çatısı altında toplanacaklarsa, benzer bir çatı kurumu Aleviler, Caferiler, Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından da oluşturulabilir. Bu çatı kurumlarının yapısı ve devlet denetiminin ne şekilde olacağının ayrıntıları tartışılabilir. Ancak burada tek tartışılmayacak şey şudur; artık ister Sünnileri temsil eden Diyanet, isterse diğer dini cemaatleri şemsiyesi altında toplayan kurumlar olsun doğrudan devlet bütçesinden finanse edilmemelidir. Ya ne yapılmalıdır? Bu kurumlar sadece devletin vatandaştan gönüllü olarak aldığı vergiler ve vatandaşın doğrudan ilgili kurumlara yapacağı vergiden muaf bağışlarla din işlerini yürütmelidir. Yani devlet Alevi’nin, Caferi’nin veya Hıristiyan bir vatandaşın vergisiyle, Sünni’ye din hizmeti vermekten vazgeçmelidir. Keza hâlihazırda sadece Sünni inancına göre eğitim-öğretim yapan imam-

Page 237: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

237

hatip okulları, ilahiyat fakülteleri ve resmi Kuran kursları da bundan böyle her türlü giderinin karşılanması şartıyla özel Diyanet’e bağlanmalıdır. Nitekim Diyanet’le birlikte Türkiye Diyanet Vakfı’nın devasa mal varlığının ve ticari işletmelerinin gelirleri yanında, çoğunluğu Sünni olan Türkiye toplumunun bütün bu mali yükü kaldırabileceğini varsayabiliriz. Benzer bir uygulama diğer cemaatler için de mümkündür. Onlar da cemevi, Şii camisi, kilise, sinagog; din adamı yetiştiren okullar, ilahiyat fakülteleri açtıklarında, bunların her türlü giderini devletin inanırlarından toplayarak aktardığı paralarla karşılayacaklardır. Yani kimseye ayrıcalık yok! Diyelim ki, ne kadar sayıda Alevi kendi çatı kurumuna gönüllü vergi veriyor ve bağış yapıyorsa, çatı kurumu da elindeki bütçe imkânlarına göre, cemevi, dedelik kursu, okul vs. açar, din hizmeti verecek personel istihdam eder. Tüm bu işler devletin sıkı denetimi altında kendi inisiyatifinde olur.

ALEV ĐLERE DEVLET POZ ĐTĐF AYRIMCILIK YAPMALI MI? Tabii ki, buna şöyle bir itiraz gelebilir: “Aleviler ve başka dini cemaatler daha işin

başında. Saf bir Sünni kurumu olan Diyanet bugüne kadar her inançtan vatandaşın ortak katkısıyla büyüdü. Şimdi onu elindeki tüm mal ve nakit varlığıyla özelleştirdiğinizde diğerlerine haksızlık olmaz mı?”

Evet, olur… Bu durumda da devlet, anayasal eşitlik gereği Diyanet dışındaki cemaatlere pozitif ayrımcılık uygulamalı ve belli bir süreliğine ilgili çatı kuruluşlarına kaynak aktarmalıdır. Ancak bu şekilde bugüne kadar oluşan mağduriyetler, haksızlıklar giderilebilir.

Şimdi belki Diyanet’in idaresinin tamamen Sünni inananlara bırakılması çok hayalî ve uçuk bir fikir gibi gözükebilir. Fakat Türkiye devleti ve toplumu zoru başarmalıdır. Yoksa devlet mevcut haliyle tam laik değildir. Yani devletimiz ne deve ne de kuştur. Bu yapı özellikle Alevilerin son yıllarda artan itirazları sonucu içinde çatışmaları da barından bir yöne doğru evrilmektedir. O nedenle Türkiye’de din-devlet ilişkilerinin yeniden masaya yatırılması ve Diyanet’in reforme edilmesi acil bir gereklilik halini almıştır.

Artık Diyanet Türkiye’nin kanayan derin bir yarasıdır; ekonomik olarakta verimsiz, parazit bir kurumdur ve aldığını yutan bir kara deliktir. Tedavinin gecikmesi ülkemizin daha çok kan kaybetmesine yol açmaktadır. Nasıl ki, Türkiye Kürt sorunu çözülmeden rahat bir nefes alamazsa, varlığı laiklikle kökten çelişkili Diyanet’i anayasal bir kurum olmaktan çıkarmadıkça da çağdaş ve refah düzeyini yükseltmiş bir ülke olamaz. Diyanet’li ve yarı laik bir devlet olarak AB’ye de alınmayacağı gibi, bu gidişle Alevilerle Sünniler arasındaki eşitliği sağlayamayacak ve mevcut gerilimlerin çatışma zeminine kaymasını bir türlü önleyemeyecektir.

Dini inançların da sorulacağı nüfus sayımı bu karmaşadan çıkış için büyük bir fırsatmış gibi duruyor. Göreceğiz bakalım, devlet bu yolu kullanmayı mı yoksa artık bezginlik veren statükoda ısrarı mı seçecek?

Butzbach, 14 Ocak 2009

Page 238: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

238

ALEV ĐLERĐN KAZANIMLARI BÜYÜK HAZIMSIZLIK YARATIYOR Türkiye’de son yıllarda çok farklı ve tarihsel önemde gelişmeler oluyor. Elbette bu yaşananların bir öznesi de yüzyıllardır yatırıldıkları kan uykusundan uyanan Alevilerdir. Dost düşman herkesin kabul ettiği gibi Aleviler bir uyandı pir uyandı… Eskinin sessiz, her şeyi sinesine çeken Alevi’si çoktan tarih oldu. Aleviler hem Türkiye’de hem de yaşadıkları başka ülkelerde kendi varlığını hissettiren, “ben de varım” diyen ve belli hak taleplerinde bulunan bir güç haline geldi. Tabii bu yeni durum bir tarafı sevindirirken, bazılarını da çok rahatsız ediyor. Rahatsız ve hazımsızların başını Türkiye’deki mevcut rejim, hükümet ve bu düzenden nemalanan bütün çevreler çekiyor. Bunlar hiç durmadan Alevilerin içte ve dışta elde ettikleri veya edecekleri en küçük bir hakkı, attıkları her olumlu adımı baltalamaya, amansızca yok etmeye ve atıl kılmaya çalışıyorlar. Müttefikleri çok, imkânları bol ve bir ordu gibiler… El atmadıkları yer, ulaşamayacakları kişi, kurum ve ülke yok gibi... Hâlbuki bunlar Alevilerin en doğal taleplerini karşılamadıkları gibi, bir de kalkıp yüzsüzce bunu yapan diyelim ki bir başka ülke varsa hemen onu suçluyor veya yaptığına bir kulp takıyorlar. Örneğin Aleviler tarihte bir ilki gerçekleştirerek, Almanya’daki okullarda çocuklarına Alevilik din dersi aldırma hakkı kazandılar. Bu süreçte hemen birileri harekete geçti ve Almanya’yı suçlamaya ve kendilerince komplo teorileri uydurmaya başladılar. Her daim olduğu gibi Zaman Gazetesi bunların başını çekiyor. Gazetenin köşe yazarı Mehmet Kamış 8 Kasım 2008 tarihli “Almanya’yı Nasıl Bilirsiniz?” başlıklı makalesinde, Alevilik din derslerini kastederek, Almanya’nın Aleviliğe sanki ayrı bir dinmiş gibi davrandığı konusunu işledi. Kamış Almanya’nın bu ve benzer uygulamalarıyla Türkiye kamuoyunda rahatsızlığa yol açacak her türlü operasyonun arkasında olduğunu ima ederek, Angela Merkel’in başbakanlığındaki bu ülkenin imajının Türkiye’de hızla kötüleştiğini ve Bush Amerika’sının yerini almaya başladığını iddia etti. Görüyor musunuz Almanya’nın suçunu? Almanya’nın Alevilere din dersi hakkı vermesi, Türkiye kamuoyunda rahatsızlık yaratıyormuş! Sanki Almanya Alevi çocuklarına din dersi hakkını Türkiye’nin altını oymak için vermiş ve altın tepsi içinde ikram etmiş gibi bir hava yaratıyor. Oysa Sayın Kamış bilmiyor ki, Almanya bu hakkı öyle kendiliğinden ve durup dururken vermedi. Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) bu kazanım için tam 10 yıl mücadele etti.

BÜYÜKELÇ Đ VE KONSOLOSLAR SADECE SÜNN Đ VATANDAŞIN MI TEMSĐLCĐSĐ? Alevilerin Almanya’daki kazanımları sadece Zaman Gazetesi’ni rahatsız etmiyor elbette. Sünnilik üzerine kurulu genel sistemde bundan rahatsız ve düzenin bekçileri boş durmuyorlar. Bu bağlamda Türkiye’nin Berlin Büyükelçiliği’nin Alman makamları nezdinde Alevilik din derslerine karşı bazı girişimlerde bulunduğu ortaya çıktı. Bundan yaklaşık 2 yıl önce o zamanki Berlin Büyükelçisi eski ANAP’lı Bakan Mehmet Ali Đrtemçelik Alevi din derslerinin engellenmesi için çalmadık kapı bırakmamış. Hatta işi nota vermeye kadar bile götürmüş. AABF Genel Sekreteri Ali Ertan Toprak’ın Hattersheim AKM’de verdiği konferansta ilk kez kamuoyuna açıkladığı üzere, Đrtemçelik Kuzey Ren Vestfalya (NRW) Uyum Bakanı Armin Laschet’i bizzat ziyaret edip, eyalette Alevi din derslerine izin verildiği takdirde Türkiye’nin Almanya’ya yönelik bazı sert yaptırımlar uygulayacağını belirten sözlü bir nota vermiş. Bu olay Đrtemçelik’in kamuoyuna yansıyan girişimlerinin bir bölümü. Ya yansımayanlar neler? Buzdağının altında daha neler var kim bilir? Berlin Büyükelçiliği’nin kapalı kapılar ardında Alevilerin iğneyle kuyu kazar gibi yıllarca çalışarak elde ettikleri bazı hakları engellemek için daha başka ne dolaplar çevirdiğini varın siz tahmin edin… Sanki Almanya’daki Aleviler Türkiye’nin değil de düşman bir ülkenin vatandaşı… Hem kendileri Alevilerin en doğal hak ve taleplerini kabul etmiyorlar hem de bunu yapan başkalarına engel olmaya çalışıyorlar. Böyle büyükelçiyi Allah düşman başına vermesin!

Zaten Almanya’daki Türk diplomatlara da son yıllarda bir şeyler oldu… Mesela

başkonsoloslar artık sadece Sünnilerin hatta yalnız Diyanet Đşleri Türk-Đslam Birliği’ne (DĐTĐB) bağlı camilere giden vatandaşların temsilcileriymiş gibi hareket ediyorlar. Başta Frankfurt

Page 239: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

239

olmak üzere başkonsoloslar, mutlaka o kentteki DĐTĐB dernek başkanını ve Din Đşleri Ataşesi’ni yanlarına alarak toplantılara katılıyorlar ve diğer Türk kurum ve kuruluşlarını öyle ziyaret ediyorlar. Kısaca vatandaşlar arasında ayrım sadece Türkiye’de değil yurtdışında da tüm hızıyla sürüyor. Alevi-Sünni, laik-laik olmayan ayrımı Türkiye devletinin egemenliğinin ulaşabildiği her yerde diz boyu…

DEVLET ALEV Đ’NĐN YURTDIŞINDAK Đ KAZANIMLARINI ENGELLEME YARI ŞINDA Öte yandan aldığımız duyumlara göre, Türkiye’nin yurtdışı temsilcilikleri Alevi din

derslerini engelleyemeseler bile yine de boş durmuyorlarmış… Bu sefer de derslere katılımı engellemek için resmi ve gayri resmi makamlar üzerinden öğrenci velilerine baskılar yapılarak, AABF hakkında olumsuz propaganda yürütülerek çocuklarını bu derslere göndermemeleri isteniyormuş… Yine aynı çevrelerin Almanya’daki bir başka Alevi çatı örgütünü (kontra Alevi örgütü mü desek?) devlet desteğiyle güçlendirerek, ona oraya buraya dilekçe verdirerek alınan bu hakkın baltalanmasına çalıştıkları bilenler için bir sır değil. Ancak bugüne kadar Almanya’daki en büyük Alevi çatı örgütü AABF tüm bu çelme atmaları ve ayak oyunlarını savuşturmayı bildi. Kısaca Almanya Alevileri, paravan Alevi örgütlerinin oyununa gelmedi.

Burada tabii ki, daha çok Alevilerin yurtdışındaki kazanımlarının egemenler üzerinde yarattığı hazımsızlık ve tahammülsüzlüğü ele aldık. Oysa 9 Kasım Ankara Mitingi de Türkiye’de adı geçen çevrelerde benzer etkiler yarattı. Ancak işin Türkiye boyutu ayrı bir yazının konusu olacak.

ERDOĞAN II. YAVUZ OLMA YOLUNDA PUPA YELKEN ĐLERL ĐYOR Şüphesiz zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı vardır. Olanlara bakarak moraller

bozulmamalı ve konulan hedeflerden şaşılmamalıdır. Bilumum ket vurma çabaları otantik Alevi süreğine sadık yol erenlerini yıldıramaz. O nedenle Aleviler yaşadıkları her yerde elde ettikleri kazanımlara sonuna kadar sahip çıkmalı ve bu engellemeleri boşa çıkarmalıdır. Malum “Osmanlı’da oyun tükenmez” diye boşuna söylememiş atalarımız. Onlar oyun kursunlar, bizler usanmadan bozalım!

Đtiraf etmek gerekirse, saflar hiç bu kadar netleşmemişti Türkiye’de. Bugünkü iktidarın Osmanlı’nın devamı olma heveslisi olduğunu artık herkes biliyor ve görüyor. Bu arzu Davos dönüşünde Başbakan Erdoğan’ın II. Yavuz sloganlarıyla karşılanmasıyla iyice açık edildi. Başbakan bu slogana itiraz etmeyerek, Alevilere bir kez daha ısrarla, “Ben Alevilerin başbakanı değilim” demiş oldu. Malum Yavuz Sultan Selim 1514 yılı ve sonrasında o zamanın imkânlarıyla 40 binin üzerinde Alevi’nin kanına girmişti. Artık zaman değiştiğinden ve daha modern silahlar icat edildiğinden, hiç şaka yapmıyorum, II. Yavuz Tayyip Erdoğan hedef büyüterek bu sayıyı 4 milyona çıkartır herhalde… Unutmayalım ki, katletmek/öldürmek demek sadece bir kişinin alnının ortasına kurşun sıkmak değildir. Asimile olup Sünnileşen her Alevi bir kayıptır ve Türkiye’deki kültür/inanç soykırımına verilen bir kurbandır. Görüleceği üzere ülkemizdeki bu Neo-Osmanlıcı zihniyet, Đslam dünyasının ve Ortadoğu bataklığının efendisi olma çabaları, halifeliği diriltme özlemi ve Türkiye’yi adım adım bir şeriat devleti yapma yolundaki çalışmalar Alevilerin yaşam alanını gün geçtikçe iyiden iyiye daraltıyor.

Başta Aleviler olmak üzere, Türkiye’nin aydınlık, demokrat ve ilerici tüm kesimlerinin altı içinde kurbağa dolu bir kazan gibi yavaş yavaş ısıtılıyor ki, rehavet içinde kimse farkına varmadan kaynayıp yok olup gitsinler diye düşünülüyor… Neticede bu büyük bir tuzak! Artık kazandan ağır ağır pişmeden sıçrayıp çıkmanın ve kazanın başında bekleyen zebanileri kovmanın zamanı geldi. Bu fırsat iyi kullanılmazsa, emin olunuz ki bunlar hem Türkiye’de hem de yurtdışında kendilerinden olmayan herkesi, o köhne, adaletsiz ve inkârcı düzenlerinin kazanlarında pişirecekler ve hayatı zehir edecekler. Takıyye çoktan bir kenara bırakıldı. Nitekim bunu her alandaki cüretlerinden ve niyetlerini gizlemeden açıkça dışa vurmalarından rahatlıkla çıkartabiliyoruz.

Oysa yaşanan bu oldukça net gelişmelere rağmen görünen o ki, ülkemizde durumun vahametini kavrayamayanlar hâlâ çoğunlukta… Ne diyelim, kendi düşenler ağlamaz!

Page 240: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

240

Butzbach, 7 Şubat 2009

Page 241: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

241

ALEV Đ REAL ĐTESĐNĐ KĐM TANIYACAK? Oldum olası Türkiye aydınlarını, demokratlarını ve solunu bir türlü tam anlayamadım.

Bu yargıya nereden mi varıyorum? Malum son senelerde okullardaki zorunlu din derslerinden bıkmış olan bazı Alevi

veliler, iç hukuk yolları tükendiğinden çocuklarına bu gudubet dersi aldırmamak için Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi’ne (AĐHM) başvurmaya başladılar. Mahkeme de aldığı en az iki kararda Türkiye’yi suçlu buldu ve Alevi çocuklarının bu dersten muaf tutulmasını istedi. Bu kararlardan birisi Şubat ayı sonunda açıklandı. AĐHM “Zorunlu din dersi eğitim özgürlüğü hakkının ihlalidir” diyerek, Türkiye’yi gerekli düzenlemeleri yapması yönünde ikinci kez uyardı. Geçen ay yine Antalya 3’üncü Đdare Mahkemesi, Alevi bir çiftin, ilköğretim beşinci sınıf öğrencisi kızlarının Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulması istemiyle açtığı davada, uygulamanın öğrenci lehine yürütmesini durdurdu. Mahkemenin oybirliğiyle aldığı kararda, “Temel hak ve hürriyetlerden olan dini inanç özgürlüğünün uygulanması kapsamında, çocuğun zorunlu sayılan dersten muaf tutulması gerektiği sonucuna varıldığı” belirtildi.

Bu kararlar medyada “Alevi öğrencinin hukuk zaferi”, “Alevi öğrenci din dersinden muaf” ve “Zorunlu Din Dersinde Bir Zafer Daha” gibi başlıklarla duyuruldu.

Gerek AĐHM gerekse yerel mahkemelerde kazanılan davaların sayısı artmasına rağmen hükümet zorunlu din derslerini kaldırmak konusunda adım atmamakta direniyor. Hükümet ayrıca Din Kültürü ve Ahlak Dersi kitaplarına Alevilik-Bektaşilik ile ilgili bazı bölümler ekleyerek AĐHM, yerel mahkemeler ve Alevileri kandıracağını sanıyor. Tabii ki kimse bu tek yanlı müfredat değişikliğini yutmuyor. Kaldı ki Danıştay’ın da bu ders aleyhine kararları var. Kısaca hükümet sıkıştırılmış durumda ama yine de bir türlü harekete geçmiyor. Böyle giderse de zaten geçeceği yok gibi...

CHP ALEV ĐLERĐN DOSTU MU DÜŞMANI MI? Neden mi? Nedeni gayet basit; zorunlu din derslerinin kaldırılması konusunda

Alevilerden başka sesi çıkan yokta ondan… Türkiye’de herkes suspus olmuş vaziyette. Alevilerin yıllardır oy verdiği CHP dâhil hiçbir kişi ve kurum bu türden taleplere sahip çıkmıyor. Hatta CHP, Alevilerin en önemli taleplerinden birisi olan Diyanet’in kaldırılmasına karşı çıktığı gibi geçen yılın sonunda yaptığı bir program değişikliğiyle Alevilerin Diyanet’te temsil edilmesini isteyen bir maddeye bile yer verdi. Görüldüğü üzere düşmana ne gerek var Aleviler için? CHP gibi bir dost yeter!

Hakkını yemeyelim, zorunlu din derslerinin kaldırılması konusunda Alevilere tek önemli ve sürekli destek Eğitim-Sen’den geliyor. Bunun dışında konuyla ilgili haberler ve gelişmeler geçiştiriliyor. Sanki zorunlu din dersi Türkiye’de sadece Alevilerin sorunuymuş gibi…

Soruyoruz, çocuklarına zorunlu din dersi verilmesinden sadece Aleviler mi mağdur? Bu ülkede Atatürkçüler-Kemalistler yok mu? Bu memleketin solcuları, sosyal demokratları, demokratları, liberalleri, ateistleri, laikleri nerede? Sünni olupta, devletin resmi ideolojisine göre hazırlanmış bir ders müfredatıyla verilen bu dersten memnun olmayan samimi dindar veliler ne yapıyor? Bunların yoksa okula giden çocukları yok mu? Aleviler dışındaki bu kitleler bilmiyorlar mı zorunlu öğretilen bir din dersiyle yetişen çocuk ve gençlerden vatana ve millete pek hayır gelmediğini? Görmüyorlar mı bunlar, “din-iman-kitap” diye diye ülkenin ne hale getirildiğini?

Türkiye’de 1980 yılından bu yana din dersleri zorunlu hale getirildi. Bırakın din derslerini neredeyse bütün eğitim müfredatı adeta dinselleştirildi. Böyle böyle nüfusumuzun en az yüzde 70’i milliyetçi-muhafazakâr oldu. Oldu da ne oldu? Dağ fare doğurdu! Türkiye yine aynı bildiğimiz Türkiye... Hatta toplum dindarlaştıkça veya dini sembolleri öne çıkardıkça yolsuzluklar, hırsızlıklar, soygunlar, haksızlıklar ve her türlü ahlaksızlık artmadı mı? Bugün merkezi iktidara ve belediyelerin çoğuna AKP hâkim. Buna karşılık AKP dinci bir parti ama tüm saydığımız bu cürümlere imza atanlar yine onlar… Yani dini, Đslam’ı çok ağzına almakla, çok dini kitap okumakla ve dindar geçinmekle ahlaklı ve dürüst olunmuyormuş. Nesilleri sırf dini eğitimle yetiştirmekle Türkiye dünya yolsuzluklar listesinden bir basamak bile düşmediği

Page 242: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

242

gibi hala bu listenin ilk sıralardaki yerini koruyor. Sadece dilde ve zoraki dindarlığın Türkiye’yi getirdiği yer işte burası…

ALEV Đ TALEPLER Đ TEK TARAFLI DEĞĐL Sözü uzatmayacağım. Zorunlu din dersleri, Diyanet’in kaldırılması benzeri talepler ilk

başta Alevilerin talepleriymişçesine görünse de sadece Alevileri ilgilendirmiyor. Aksine bunlar öncelikle yukarıda saydığımız kesimler olmak üzere herkesi çok yakından alakadar ediyor. Bu isteklerin karşılanması da, hemen herkesin elini taşın altına koymasıyla mümkün olacak gibi görünüyor. Bu noktada da Alevilere desteğin özellikle zorunlu din derslerinden zarar görme potansiyeli yüksek laik, cumhuriyetçi ve demokrat Sünni kökenli kişi ve kurumlardan gelmesi gerekiyor. Ancak heyhat ki bu kesimlerden en küçük bir ses çıkmıyor. Oysa Türkiye’deki dincileşmeden, şeriatçı ve yarı faşist uygulamalardan sözde en çok bu kesimler şikâyetçiler.

Üzülerek görüyoruz ki, bu çevreler ve sözcüleri dışarıdan bakınca bir “ağlama duvarı” kesilseler de, teori ve pratikte kendilerine en yakın müttefik olması gereken Alevilerden çok çok uzakta duruyorlar. Yatıp kalkıp cumhuriyetin kazanımlarının birer birer kaybedildiğini, gerçekte olmayan laikliğin elden gittiğini sayıklasalar da, bir araya gelseler ve ellerindeki desteği esirgemeseler büyük bir güç olacakları Alevilerle bir türlü empati kuramıyorlar. Kuramayınca da kendi köşelerinde ahla vahla ve sitem etmekle vakit öldürüyorlar. Tabii ki bu arada aralarında ittifak etmesi gereken güçlerin bir araya gelememesinden yararlanan mevcut hükümet ve çevresine çöreklenmiş cepleri dolu ama kafa yapısı olarak gerici odaklar ile tarikatlar da boş durmuyorlar. Adeta köpeksiz köyde değneksiz gezercesine, kendi hedeflerine uygun bir Türkiye’yi adım adım yaratıyorlar. Çünkü önlerinde en ufak bir engel bulunmuyor; bunlara kimse “dur” demiyor ki… Zira bunlara öyle darbe çağrısı filan yapmadan legal yollarla karşı çıkması gereken güç odakları paramparça, derin bir uyku içinde ve iflah olmaz bir akıl tutulmasına kapılmış haldeler. Bu ortamda da bir ülkeye şeriatta getirilir, padişahlıkta…

ÇÖZÜM GÜÇLERĐ BĐRLEŞTĐRMEKTE Peki, çare ne? Çare Türkiye’nin şu andaki gidişatına karşı olan, mevcut hükümetin

icraatlarından memnun olmayan tüm kesimlerin aralarındaki ufak tefek ayrılıkları bir yana bırakarak, güçlerini birleştirmesindedir. Lakin güçleri birleştirmek sözle olmaz. Ortaya somut hedefler koyabilmek gerekir. Anılan kesimlerin bilindiği kadarıyla somut bir hedefleri de yoktur. Uzun süre orduya darbe davetiyesi çıkardılar. Oradan bir karşılık bulamayınca da şimdi sadece bol bol ağlaşma seansları düzenliyorlar. O halde ilk olarak yapılacak şey şu an somut sorun ve hedefleri olan bir kesimi desteklemek, güçlerini bir süreliğine onlar lehine seferber etmek en akılcı adım olacaktır. Aleviler özelinde talepler ve sorunlar gayet somuttur. Önce bunlardan başlanmalıdır. Zaten belirttiğimiz gibi, bu tek taraflı bir yardım da değil. Kaldı ki zorunlu din derslerinin kalkması veya seçmeli hale getirilmesi ile Diyanet’in lağvedilmesinden tarafların hepsi kârlı çıkacaktır. O nedenle önce böyle somut birkaç madde üzerinde ittifak edilir. Bu taleplerin alınması için çalışılır. Sonra başka hedefler için yeni ve daha güçlü ittifakların yolu açılmış olur. Öbür türlü herkes “kendi ölüsüne ağlarsa” kimsenin başından hâlihazırda olduğu üzere kaza-bela eksik olmaz. En yakın ve basit çözüm yöntemi şimdilik budur.

Öte yandan her ne kadar Aleviler önemli bazı talepleri üzerinde somut bir uzlaşmaya varmışlarsa da, sorun Türkiye’de henüz Alevi realitesinin tam olarak tanınmamasında düğümlenmektedir. Bırakın AKP hükümetini Alevi realitesi daha CHP tarafından bile tanınmamıştır. CHP hala “lay lay lom, Alevi oyları her seçimde bedavadan sepetime kon” havasını çalmaktadır. Kaldı ki AKP beğenelim beğenmeyelim, Alevileri kendine CHP’ye göre daha fazla dert edinmektedir. Ya sistemin sahibi, laik cumhuriyetin koruyucusu ve kollayıcısı orduya ne demeli? Hemen her konuda görüş bildiren, günlük siyasete karışan askerler zorunlu din dersleri, imam-hatipler, sayıları çığ gibi artan Kuran kursları, Diyanet; Alevilerin ve laik kesimlerin Anadolu’da ve büyük kent varoşlarında gördüğü hem de devlet destekli dinci

Page 243: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

243

baskılar hakkında neden tek kelime söz etmezler? Yoksa laiklik sadece orduevlerine ve askeri tesislere türbanlıların girememesi midir?

ALEV Đ REAL ĐTESĐNĐ TANIMANIN TAM ZAMANI Şimdi artık Alevi realitesini tanıma zamanı gelmiştir. Ancak bu realite nasıl tanınacak?

Herhalde AKP’nin denediği gibi, yeni bir Alevilik tanımı yapılarak değil! Veya bazı solcuların, demokratların ve Sünni laiklerin yaptığı gibi Aleviliğin içeriği boşaltılarak yine olmaz bu iş… Emirle, dayatmayla, Aleviliğe yeni bir don biçmeyle; bu yolun içine yeni ve farklı anlamda kişi, kavram ve kurallar sokmaya çalışmak hiç kabul edilemez! Ya nasıl olur? Nasıl ki, Kürtleri kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa, Kürtçeyi nasıl konuşuyorlarsa belli ölçüde öyle kabul ettiniz, artık Alevileri de aynen oldukları gibi kabul edeceksiniz. “Amasız-fakatsız” Aleviler, Aleviliği nasıl anlıyor ve kavrıyorsa öyle tanıyacaksınız bu realiteyi. Hükümetin yaptığı gibi, Alevileri kendi içlerinde Đslam’ın şurasında veya burasında duranlar diye ayırıp, buna göre aralarından sanal muhataplar yaratmaya kalkışmayacaksınız! Keza Aleviler, “Cemevi benim ibadethanemdir” diyorsa, siz kalkıp “Hayır, ibadethaneniz cemevi değil camidir” demeyeceksiniz.

Özetle Alevi realitesini öncelikle tanıyacak adres bellidir. Bu adres başta hükümet ve devletin Diyanet benzeri belli başlı kurumlarıdır. Bunlar Aleviler ve Alevilik gerçeğini olduğu gibi tanıdıktan sonra arkası çorap söküğü gibi gelir… Toplumun diğer katmanları bu çıplak gerçeği zaten bir ölçüde kabul etmiş ve içselleştirmiştir. Sorun bu işi resmileştirmek ve legalleştirmektedir. Bu görev de devlet bürokrasisi ve hükümete düşmektedir.

Ya Alevi realitesi tanınmazsa ne olur? Şu olur; üzerlerindeki her türlü baskı gittikçe arttığından ve katlanılamaz bir hale geldiğinden artık Aleviler sabırsızlanmaktadır. Eğer sorunları mevcut sistem içinde tatminkâr bir tarzda çözülmez ve talepleri karşılanmazsa, Aleviler ya şu an dernekleşme-federasyonlaşma şeklinde sürdürdükleri örgütlenmeyi partileşme yönünde bir siyasi zemine taşıyarak daha sert bir muhalefet yapacaklar veya özellikle Alevi gençleri arasında aşırı köşeye sıkıştırılmışlıktan kaynaklanan egemenlerin başını ağrıtacak türden hareketlenmeler baş gösterecektir.

Bu nedenle Alevilerle ilgili yapılacak “açılımlarda” çok dikkatli olunmalı ve Alevilerin bizzat kendi istek ve arzuları çok dikkatli bir şekilde dinlenerek ele alınmalıdır. Yani Alevi realitesi “yukarıdan aşağıya” değil “aşağıdan yukarıya” bir yöntemle resmen kabul ve ilan edilmelidir. Aksine bir hareket tarzı hem genel Türkiye toplumuna hem de Alevilere daha çok zaman, enerji ve kaynak israfından başka bir sonuç getirmez.

O halde hazır mısınız Alevi realitesini tanımaya? Butzbach, 10 Mart 2009

Page 244: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

244

HALK GERÇEKTEN SEÇ ĐMĐNĐ YAPTI MI? Türkiye bir yerel seçimi daha geride bıraktı. Bu seçim de geçti ama nasıl geçti? Gerçek bir seçim miydi yoksa daha önce olduğu gibi yine temsilcilerimizi seçtiğimizi mi zannettik? Seçim her şeyden önce çok kanlı geçti. Yurdun değişik yerlerinde seçme işini gereğinden fazla ciddiye alanların çıkardığı kavgalarda 20’nin üzerinde kişi hayatını kaybederken, yaralıların çetelesini maalesef kimse tam tutamadı. Ha keza yine halkın gerçek temsilcilerini seçtiğimizi sandık ama yine parti liderlerinin iki dudağının arasından çıkmış kişileri yerel yönetici olarak ilan edip koltuklarına oturttuk. 12 Eylül Anayasası’nın geride bıraktığı enkaz yerel yönetimler alanında da olduğu yerde kalmaya devam etti. Ne yerel yönetimler özerkleşmişti ne de yerel yöneticilerin yetkileri artmıştı. Belediye başkanı, il ve belediye meclislerinin kaderi yine pek çok hususta doğrudan Ankara’ya sıkı sıkıya bağımlı kalmayı sürdürdü.

Sonuçta kendi belediye başkanımızı, il genel meclisimizi seçtik zannettik ama bu seçtiklerimiz bizim değil Ankara’da oturan üç liderin (Erdoğan-Baykal-Bahçeli) bizlere dayattığı kişilerdi. Buna aslında seçim demektense, tiyatro veya ortaoyunu demek daha yerindeydi. Demek ki Türk usulü temsili demokrasi böyle oluyor… Hiçbir şekilde ön-seçim, parti tabanının adayları belirlemesi diye bir şey yoktu! Ya ne vardı? Ankara’nın seçmene dayattığı kişiler vardı… Onlar da aynen milletvekili seçimlerinde olduğu gibi, aday adaylığı aidatını ödeyebilmiş hali vakti yerinde yurttaşlarımızdı. Parası olan seçilme hakkını kullandı. Parasıza-yoksula ise sadece „seç bunu“ diye dayatılanları seçmek düştü. Hani her Türk vatandaşı seçme ve seçilme hakkına sahipti? Geçelim bunları, kandırmaca bunlar… Bizler hakikaten seçimlerde bir kandırmaca mı oynuyoruz? Evet, bir yerde öyle ama bir gerçek daha var. O da şu: Hukuktaki bir kaideye göre, mevcut yasalar ne kadar kötü olurlarsa olsunlar, yürürlükte oldukları müddetçe onlara uymak mecburiyeti vardır. Beğenelim beğenmeyelim. Türkiye’deki mevcut seçim yasaları ve siyasal partiler kanunu böyle yapılmış ve halk olarak bizler maalesef bunlara uymak ve değişinceye kadar sonuçlarına katlanmak zorundayız. 29 Mart Mahalli Đdareler Seçimi’nde de böylesine bir zoraki katlanmaya maruz kaldık. Her ne kadar bu seçim gerçek anlamda bir seçim olmasa da, yine de halkın belli tercihlerini kabaca ortaya serdi. Ayrıca başta iktidar partisi AKP olmak üzere büyük partiler büyük oranda kendilerine yarayan bu seçim sistemini bile ihlal etmekten kaçınmadılar. Bozukta olsa, yanlışta olsa sonuçta her sistem kendi içinde bir tutarlılığa sahiptir ama bunlar kendi içlerinde bile büyük tutarsızlıklar ve sahtekârlıklar sergilediler. Seçmenin iradesini iktidar partisi yönünde yontan bu sisteme bile razı olmadılar ve yurdun pek çok yerinde oy hırsızlığı vakaları kayda geçti. O nedenle AKP’nin aldığı yüzde 39’luk oy pastasından bu türden olayları göz önünde bulundurarak en az 5 puan kesip yüzde 34’e indirmek gerekiyor. Zira seçim öncesinde AKP, kazanamama riski olan yerlerde kütüklere bindirme seçmen yazdırma, iktidar olmanın verdiği avantajla halka ve belli çevrelere dağıttığı yardımlar ve verdiği rant sağlama sözleri yanında, sayım sırasında da kasıtlı elektrik kesintileri, oy sandıklarını çalma ve sandık tutanak sonuçlarında oynamalar yapmıştır. Bu türden vakalar özellikle Đstanbul, Ankara gibi büyük seçmen kitlesine sahip illerde ayyuka çıkmıştır. Yine AKP özellikle Doğu ve Güneydoğu illerinde de sivil ve asker bürokrasisinin tamamıyla DTP’ye karşı kendisini desteklemesine ve çeşitli sandık hilelerine karşın çok büyük oranda oy kayıplarına uğramıştır.

SEÇĐM TÜRKĐYE’YĐ ÜÇE-DÖRDE BÖLDÜ Bütün bunları göz önüne alarak, 29 Mart seçimlerinin mutlak mağlubunun AKP

olduğunu ilan etmekte bir sakınca yoktur. Buna karşılık muhalefet cephesinde de mutlak galip birini gösteremeyiz. CHP ve MHP ile DTP de oylarını artırmıştır ama DTP hariç bu iki partiyi mutlak galipler ilan etmek yanlış olur. Bu çerçeveden bakınca, aslında seçim sonuçları Türkiye’de mutlak galipler yerine keskinliği gittikçe artan cepheler yaratmıştır. AKP, Đç ve Orta Anadolu kentlerine hapsolurken, CHP ve MHP Türkiye’nin kıyı bölgelerinin hâkim rengi olmuştur.

Page 245: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

245

Öte yandan halk AKP’ye sarı kart göstermiştir ama karşısında bir iktidar alternatifi bulamadığından, desteğini tam anlamıyla çekmekten de geri durmuştur. Nitekim AKP kaybettiği yerlerin bile genellikle ikinci büyük partisi olmuştur. Ne ekonomik kriz, ne yolsuzluklar ve ne de CHP ile MHP’nin çıkardığı parlak adaylar AKP’yi durdurmaya yetmemiştir. Kısaca AKP yüzde 61’lik bir karşı seçmen kitlesinin karşısında bir heyula gibi dururken, yerel yönetimlerde yüzde 50’den fazla belediyeyi beş yıl elinde tutacağı gibi, genel iktidarda da en az bir 3,5 yıl daha Türkiye’nin kaderine hükmedecektir.

YENĐ BĐR ĐKTĐDAR ALTERNAT ĐFĐ YARATMAK ZORUNLU Sorun „AKP ile birlikte yaşamaya tamamen alışmalı mıyız yoksa karşı yeni bir iktidar

odağı yaratmaya mı başlamalıyız?“ cümlesinde düğümlenmektedir. Hâlbuki birlikte yaşamaya alışmaktan çok bir iktidar alternatifi yaratılmaya odaklanılsa

halkımız ve ülkemiz bundan daha kazançlı çıkar gibi görünüyor. Seçim sonuçları da, aslında AKP’nin hızlı bir düşme eğilimine girdiğini ve yeni bir seçenek yaratmanın gerekliliğini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Đyi örgütlenecek bir iktidar seçeneği, bir sonraki seçimde AKP karşısında büyük bir üstünlük elde edebilecektir. Çünkü Türkiye’nin siyasal tarihini iyi incelediğimizde ve doğru okuduğumuzda, seçmen DP, AP ve ANAP gibi partileri iki dönemden fazla iktidarda tutmamıştır. AKP de aynen öncülü partiler gibi büyük halk kitlelerinin durumunda gözlenebilir bir iyileştirme yaratamadığından artık bir sonraki seçimde tepetaklak gitmeye mahkûmdur. Bu determinizmi görerek harekete geçilmelidir. Ya geçilmezse ne olur? Olacağı şudur: AKP son seçimlerdeki gibi yine bir alternatifi çıkmazsa, tüm olumsuz icraatına rağmen gelecek seçimde de iktidarda kalmaya devam eder.

Bu tabloya karşılık Türkiye’de yeni bir iktidar seçeneği yaratma işi de oldukça problemlidir. Seçim sonuçlarına bakılırsa, halk sanki bu işle CHP’yi görevlendirmiş gibidir. Buna karşılık CHP’nin bu rolü taşıyıp taşıyamayacağı şu haliyle çok şüphelidir. Çünkü CHP bırakın kendisine oy veren sosyal demokratlar, modern tarzda yaşayanlar, laikler ve Alevilerin beklentilerini karşılamayı; milliyetçilikle malul olmasından dolayı Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerde oyunu yüzde beşe bile çıkartamamaktadır. Yine Orta ve Doğu Anadolu’daki çoğu milliyetçi-muhafazakâr illerde yüzde 2-3’lerde gezinmektedir. CHP’nin bu bölgelere nasıl, hangi yolla ve ne gibi projelerle ulaşabileceği ve çekim merkezi olup olamayacağı büyük bir muammadır. Sırf bu nedenler ve açmazlarla CHP mevcut haliyle yeni bir iktidar seçeneği olmayı başaramayacak bir parti olarak karşımızda duruyor.

Şurası çok açıktır ki, tüm Türkiye’yi kucaklayamayan ve ülkenin en az üç bölgesinde esamisi bile okunmayan bir parti iktidar alternatifi olamaz. Eğer CHP kendini yenileyemez ve değiştiremezse, ileride bırakın tek başına iktidara gelebilmeyi, koalisyon ortağı bile olmakta çok zorlanacaktır. Son seçimde Đstanbul’da Kemal Kılıçdaroğlu, Đzmir’de Aziz Kocaoğlu gibi popüler ve kişilikli adaylarla bir hareketlilik yaratmış ve seçmen üzerinde kısmi anlamda bir umut oluşturmuştur ama bu başarılı görünüm CHP genel merkezine yansımazsa, bir saman alevi gibi çar çabucak sönmeye mahkûmdur. Zira CHP’nin yüzde 23’ten daha fazla seçmene ulaşamamasının nedenleri yapısaldır. Partinin bu engeli aşması oturduğu resmi/otoriter/milliyetçi ve halkı hiçe sayarak sıkıştığında ordudan medet uman yönetim tarzı itibariyle şimdilik mümkün gözükmemektedir.

SEÇENEKSĐZLĐKTEN CHP’YE MAHKÛM OLMA ÇIKMAZI Diğer yandan CHP bu yapısal zaaflarına rağmen yine de yerleştiği siyasal zeminde

başka bir alternatifin ortaya çıkamamasından dolayı, başta Aleviler olmak üzere birçok kesim için hâlâ bir umut olmayı sürdürmektedir. Ne hazindir ama AKP iktidarda, CHP ise muhalefette alternatifsizdir.

Lakin daha çok Kılıçdaroğlu ve Kocaoğlu’nun yarattığı ivmeyle oy yüzdesini artırdıktan sonra özellikle Alevilere dönerek „Đsteseniz de istemeseniz de beni seçeceksiniz“ havasına giren CHP yönetimi artık bu defa baltayı taşa vurmaktadır. Çünkü Aleviler bu seçimde CHP’ye „son kez“ karşılığını almadan kitlesel olarak oy vermişlerdir. CHP’ye Alevi desteğinin son kez olduğunun işaretleri sonuçlar iyi okunursa çok rahat çıkarılabilir. Aleviler bu seçimlerde de görmüşlerdir ki, CHP için kendilerinin „çantada keklik blok oy vermeleri“

Page 246: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

246

dışında hiçbir önemi yoktur. Pekâlâ, CHP pek çok yerde tabanın ısrarlı taleplerine rağmen Sünni oylar kaçar korkusuyla Alevi kökenli adayları rahatlıkla tasfiye etmiştir. Başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP’li adayların hemen hepsi mümkün olduğu müddetçe cemevi ziyaretlerinden uzak durup, Aleviliğini gizleme veya en azından öne çıkarmama ihtiyacı duyarken, bazı tarikat çevreleriyle görüşmektense çekinmemişler; Kuran kursu ve çarşaf benzeri „açılımlarla“ Sünni seçmene şirin gözükme yarışına girmişlerdir.

Yine olumsuz bir gelişme ve Aleviler arasında milliyetçi bir yarılma olarak değerlendirilse bile, başta Orta Anadolu olmak üzere bazı Batı illerinde de bir bölük Alevi seçmen, AKP karşısında güçlü olan, eğer orada CHP yoksa veya kuvvetli bir varlık gösteremiyorsa, gidip oyunu MHP’li adaya verebilmiştir. Bu durum da CHP tarafından dikkatle değerlendirilip, bu kaçışın nedenleri sorgulanarak gereği yapılmalıdır.

Görüleceği üzere CHP’yi yüzde 10 barajının üstünde tutan ve bu partiye blok halinde oy veren tek kesim olan Alevi taban da ağır ağır erimektedir. O halde CHP yönetimi bu kafayla yola devam ettiği müddetçe, partinin 1999 seçimlerindeki gibi baraj altında kalacağını tahmin etmek bir kehanet olmasa gerek…

ALEV ĐLER YĐNE YOK SAYILDI Eğer sonuçlara bir Alevi gözüyle bakacak olursakta, 29 Mart seçimlerinin ortaya

koyduğu tablo maalesef Türkiye’nin iyi bir yolda gitmediğini gösteriyor. CHP, DSP ve DTP’nin oylarını gerçek anlamda sol oy diye saysak bile, Türkiye halkının yüzde 70’i sağda, muhafazakârlık ve milliyetçilikte birleşmiş durumdadır. Bu tablo çok iç karartıcıdır. CHP’li olmanın bile büyük cesaret istediği Erzurum, Sivas, Erzincan, Yozgat, Amasya, Kütahya benzeri il sınırları içinde yaşayan Alevilere, solculara ancak büyük sabır dileyebilirim. Böylesine bir halk çoğunluğuyla bir arada yaşamak gerçekten çok zor, çekilmez ve katlanılmaz olmalı…

Buna karşılık Aleviler açısından bu karanlığı yırtmak adına atılacak tüm adımlar atılmış ve çalınacak tüm kapılar henüz çalınmış değil. Nitekim seçim sonuçları, „çıkmadık candan umut kesilmez“ sözünü doğrularcasına, yeni umut kapılarını da araladı. Alevilerin ezici bir çoğunluğu, AKP Hükümeti’nin seçim rüşvetlerini, iş-aş vaatlerini ve „Alevi açılımı“ gibi sahte ataklarını elinin tersiyle bir kenara itmeyi bildi. „Aleviler, mahalle baskısını her yerde yaygınlaştıran, laikliğe aykırı fiillerin odağı haline gelmekten mahkûm edilmiş ama kapatılmamış bir AKP’ye kesinlikle oy vermez“ sözünü kullandıkları oyların rengiyle kanıtlamışlardır. Bu şu anlama gelir: Aleviler en güçlü ve muktedir zamanında bile AKP’ye oy vermiyorsa, başı aşağı giden ve düşüşe geçen bu partiye bundan sonra hiç rağbet etmezler!

Yine Aleviler, CHP’ye sadakatlerini de bir kez ve belki de son bir kere daha kanıtlamışlardır ama seçim süreci ve sonrasında CHP bu defa da aynı sadakati ve kadir-kıymet bilirliği gösterememiştir. O yüzden Alevi seçmen „inşallah bu mecburiyetten son oy verişim olur“ diye lanet okuyarak oyunu kullanmıştır. Aleviler arasındaki bu ruh halinin CHP tarafından bir an önce kavranması gerekiyor. Yoksa artık olanlar olacak ve emin olun ki Alevi seçmen gelecek sefer CHP’ye haddini bildirecektir…

Tabii ki, sıradan Alevi CHP’nin bu ekmek yediği tekneye tüküren tavrından çok rahatsız ama yapacağı pek bir şey de pek yok. Oysa bu burnu büyük ve sadık tabanına tepeden bakan nankör zihniyete Aleviler içinden birilerinin iyi bir cevap vermesi ve böylelerinin burunlarını iyice bir sürtmesi gerekiyor. Bunu kim, hangi grup ve nasıl yapacak?

Bize göre, Aleviler arasından bu görevi ancak ve yalnız Alevi örgütleri yüklenebilir. Bunlar yukarıda bir hareketlenme yaratarak, tabanı beraberlerinde sürükleyebilirler. Bu yükü de yaygın ve etkin bir örgütlenme ağına sahip olmaları dolayısıyla AABK-ABF bileşenleri sırtlayıp taşıyabilir. Bu bileşkenin dışında kalan irili ufaklı Alevi toplulukları da, yaratılacak ideolojik ve kitlesel hegemonya sayesinde zamanla bu ittifaka dâhil olurlar. Tüm Alevi tabanın ve örgütlerinin bir araya gelmesini ve ağız birliği etmesini beklemek nafile bir çabadır. O nedenle çok geç kalınmadan bu çarpık siyasi yapıya birilerinin acilen müdahale etmesi gerekiyor. Bu birileri de en otantik duruşu ve muhalif yapısıyla Avrupa’da AABK, Türkiye’de ise ABF’dir.

Page 247: Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

247

SĐYASETE MÜDAHALEN ĐN ZAMANLAMASI ĐYĐ YAPILMALI Her iki örgütte seçim sonrası yaptıkları değerlendirme toplantılarında hem Aleviler hem

de Türkiye’nin sol, demokrat ve sosyal demokratlarını bir çatı altında toplama, iktidara ve de özellikle CHP’ye karşı solda bir alternatif oluşturma yönünde irade beyan etmişlerdir. Ayrıca ABF, yaratılacak bir iktidar alternatifinde, Alevilerin öncü rolü oynayacağının açık işaretlerini vermiştir. Şüphesiz bu iyi bir gelişmedir, ancak bu çıkışın içinin ve içeriğinin bir an önce doldurulması ve netleştirilmesi gerekmektedir.

Öte yandan Alevi örgütlerinin ayrı bir siyasal yapılanmaya gitmeden önce, son defa olmak üzere CHP ve benzeri partilere bir şans daha tanımaları yerinde bir davranış olur. Zira itiraf edelim ki biz Aleviler, kendi taleplerimizi daha CHP ile bugüne kadar açık açık konuşmadık. CHP’ye giden, milletvekilliği ve belediye başkanlığı gibi makamlara gelen Aleviler hep bireysel hareket etti. Hiç kimse henüz „Ben içinden geldiğim Alevi toplumu adına şunları şunları talep ediyorum“ demedi. O yüzden artık bir sefer de son bir kereye mahsus olmak üzere örgütlü bir güç olarak gidelim ve taleplerimizi açıkça ortaya koyalım.

Tanınacak bu şansın, fırsatın kapsamı nedir ve vadesi hangi uzunlukta olacaktır? Her şeyden önce Alevi örgütlerinin Türkiye ve Avrupa bileşenleri geniş bir katılımla

tekrar bir araya gelerek, seçim sonuçlarını yeniden derin bir analize tabi tutmalıdır. Sonrasında Alevilerin siyasal iktidardan yerine getirilmesini bekledikleri temel ve ortak talepleri maddeler haline getirilerek, CHP ve DSP gibi partilerin üst yönetimlerine sunulmalıdır. Bu partilerden en kısa zamanda yapacakları olağanüstü bir kurultayda bu konuları ele almaları istenerek, ilgili partilerin tüzük ve programında Alevilerin taleplerine açık seçik yer veren gerekli değişiklikleri yapmaları şartıyla bir zaman tanınmalıdır. Aynı şekilde bu talepler sunulurken, dikkate alınmadıkları takdirde ve verilen vade dolduğunda yürürlüğe girecek yaptırımlar da açık bir dille altı çizilerek vurgulanmalıdır. Eğer başta CHP olmak üzere bu partiler, iletilen talepler için Alevileri tatmin edecek gerekli açılımları yapmazsa, artık ipler tamamıyla koparılmalı ve bundan sonra ayrı bir siyasal yapılanma yoluna gidilmelidir. Bu aşamadan sonra Aleviler artık ne yapsalar haklıdır. Zira taleplerini sunmuşlardır ama bunlara tatmin edici bir karşılık bulamamışlardır.

Đşte bu noktadan sonra onları kimse tutamaz ve ayrı bir Alevi partisi de mubahtır, bu karara rağmen CHP’nin veya benzerlerinin peşinden giden Alevileri suçlu ve düşkün ilan etmekte! Yoksa önüne bir seçenek sunmadan şimdiden sıradan Alevi’yi CHP’ye oy verdiği için suçlamak abes kaçar ve ayıptır…

Zannediyorum ki Aleviler ancak yukarıdaki türden bir yol ve strateji izlerlerse, meşru bir zeminde kalmış olurlar ve kendilerini ciddiye aldırabilirler. Ayrıca taleplerini yerine getirtecek yaptırım gücü ve enerjisine ulaşabilirler. Aksi takdirde her seçim sonrası ağlaşıp, „elim kırılsaydı da oy vermeseydim“ diye söylenip rahatladıktan sonra bir dahaki seçimde yine lanet okudukları CHP’yi seçmeye mahkûm olurlar.

Sözün kısası, Aleviler hâlihazırda ciddiye alınacak toplumsal bir yapı ve yaptırım gücü yüksek bir örgütlülüğe sahip değiller. Bu yapı değişmediği müddetçe de „Benim oğlum Bina okur döner döner yine okur“ misali kendilerine pek bir hayrı dokunmayan CHP’ye oy vermeye talim edeceklerdir.

O halde soruyorum; biz Aleviler sonucu hep aynı çıkan bir deneyi farklı bir sonuç alırız umuduyla sürekli tekrarlayacak kadar aptal mıyız? Değiliz galiba ancak tersini kesin şekilde ispatlayacak bir düzey ve yetkinliğe de henüz gelmiş değiliz… Ama artık az kaldı; ha gayret!

Butzbach, 14 Nisan 2009