umman dergisi 2. sayısı

50

Upload: mustafa-can

Post on 16-Mar-2016

281 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

Adapazarı İmam Hatip Lisesi Dergisinin 3. sayısı

TRANSCRIPT

Page 1: Umman Dergisi 2. sayısı
Page 2: Umman Dergisi 2. sayısı
Page 3: Umman Dergisi 2. sayısı

ADAPAZARIANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

VE İMAM-HATİP LİSESİYAYIN VE İLETİŞİM KULÜBÜ

YAYIN ORGANIDIR.

Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve İmam-Hatip Lisesi adına sahibiKadir GEZEROkul Müdürü

Genel Yayın YönetmeniNecati KARADAĞTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Yayın KuruluHüsna BAKAFeyza GÜRSOYKevser TÜRKYILMAZÖmer Faruk ÖZCAN

Danışma KuruluAli ÇİNİCİTürk Dili ve Edb. Uzman ÖğretmeniCemâl TEMİZCETürk Dili ve Edb. Uzman ÖğretmeniHüseyin TUNCATürk Dili ve Edb. ÖğretmeniMustafa CANKimya Öğretmeni

Kapak ResmiFaruk AKKIRAÇ

Grafik TasarımFaruk AKKIRAÇ

Yazışma Adresi Umman DergisiAdapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve İmam-Hatip Lisesi ADAPAZARI

Telefon : 0264 274 34 60Fax : 0264 277 37 62Web : www.adapazariihl.come-mail : [email protected]

TürüYerel Süreli YayınYayın Tarihi19 Ocak 2009

YapımNİLÇİZGİ OFSET LTD.0264 281 40 82 Adapazarıwww.nilcizgi.com

Prof.Dr. Ali ERBAŞ ile röportajHüsna BAKA / Feyza GÜRSOY / Kevser TÜRKYILMAZ / Ö.Faruk ÖZCAN

Neden Dini Bir EğitimArif KÖSE

İmam Hatip’li Ol(ama)makOrhan ÇOLAK

İlim Sahiplerinin Üstünlüğüİsmail KARABACAK

Issız AdamHüsna BAKA

Yürek İsterKevser TÜRKYILMAZ

Cevabınız Evet mi?Melike DERMAN

Karanlığın Gece LambalarıFeyza GÜRSOY

Rüzgara Karşı Zaman YolculuğuBURSA - Hüsnü BAKA

İçimizdeki SesRümeysa EKİNCİ

şer-itCemal TEMİZCE

Haber Ummanı

Bulmaca

6içindekiler

121420242833343841434446

Bu dergi Şubat 2005 tarih ve 2569 sayılı Tebliğler Dergisi ortaöğretim kurumları sosyal etkinlikler yönetmeliğinin 24. maddesi doğrultusunda hazırlanmıştır.

1 umman

Page 4: Umman Dergisi 2. sayısı

VizyonumuzSürekli gelişen ve değişen bilgi

çağında, bütün gelişim ve değişimleri eğitim ortamına uygulayarak; eğitim-öğretimin bütün unsurlarını, kalitenin bağımsız değişkenlerini kabul edip, gelecek beş yıl içerisinde okulumuzu Sakarya’nın en başarılı okulu yapmak-tır.

MisyonumuzÖğrencilerimizi beden, zihin,

ahlâk, ruh ve duygu bakımından denge-li ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişiliğe ve teşeb-büse değer veren, topluma karşı sorum-luluk duyan bireyler olarak mesleğe ve yüksek öğretime hazırlamaktır.

Amaçlarımız

Atatürk İlke ve İnkılaplarına ve Anayasada ifadesini bulan Türk Milletinin millî, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, ailesini, vatanını ve milletini seven, insan haklarına, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumlu-luklarını bilen ve bunları davranış haline getiren yurt-taşlar olarak yetişmek.

“İki günü bir olan ziyandadır” prensibini unut-mamak ve daima gelişmeyi ve yenilenmeyi tüm süreç-lere hakim kılmak.

İletişim, sevecenlik, takım ruhu ve güvene da-yalı kişisel ilişkileri geliştirmek.

Öğretmenler olarak lise çağına kadar gelmiş öğrencilerin öğrenebilir ve başarabilir olduklarına inanmak ve bıkmadan, usanmadan öğrencilerimizin bilgi ve beceriyi kazanmalarına yardımcı olmak.

Ödül ve disiplin yönetmeliğini öğrencilere ha-tırlatarak, öğrencilerin disiplin kurallarına aykırı dav-ranmalarını önlemek, sorun olacak ve sorunları olan öğrencilere gerekli rehberliği yaparak olgunlaşmala-rını sağlamak.

Sosyal ve kültürel faaliyetlere öğrencilerin et-

kin katılımını sağlamak. Her türlü zararlı alışkanlıkları, alışkanlık ola-

bilecek, içki, sigara, kumar, zina, uyuşturucu madde gibi durumların olumsuzlukları anlatılarak uzak du-rulmasını ve dini yönde de izahı yapılarak topluma bu konularda da bilgili ve dengeli bireyler olarak kaza-nılmasını sağlamak.

Yine her türlü yıkıcı, bölücü, ideolojik faali-yetlerden uzak durmasının gereğini anlatıp, birlik ve beraberlik temeli üzerine ülkemize hizmet esasını be-nimsettirmek,

Velilerle işbirliği yapılarak duyarlı hale gel-melerini, çocuklarının eğitim-öğretim gördükleri ku-rumlara sahip çıkmalarını sağlamak.

Üniversitelerle işbirliği kurularak akademik çalışmanın sevdirilmesini ve özendirilmesini ve böy-lece araştırmacılığın öneminin kavratılmasını sağla-mak.

Toplumsal dayanışma ve yardımlaşmayı esas almak. Her türlü doğal afetlerde sorumluluk ve gö-revlerin bilinmesi, yeri ve zamanı geldiğinde tereddüt etmeden görevini yapan kişiler olmak.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 2

Page 5: Umman Dergisi 2. sayısı

Saygıdeğer dostlar, kıymetli öğrenciler,

Yazıma İmam-Hatip Liseleri’nin kuruluşunun 50. yılında siz değerli nesle hitap etmenin hazzı ve gururu-nu yaşadığımı ifade ederek başlamak istiyorum. İmam-Hatip Liseleri halkın sevgisine, maddi-mânevi desteğine mazhar olmuş müstesna kurumlardır. Bu okullar, mil-letin kurumaya yüz tutan ruh köküne verilen can suyu olmuştur. Bugün ülkemizdeki mânevi gelişimin, İslâmî ilimlerdeki yükselişin temelinde bu okullar vardır. Asil milletimize sayısız ve sınırsız olumlu katkılarda bulu-nan İmam-Hatip Liseleri’nin sadece dün değil, bugün de, hatta yarın da çok önemli görevleri bulunmaktadır.

Sevgili gençler, Milli şâirimiz Mehmet Akif Ersoy’un “Âsım’ın nesli“ diye tarif ettiği İmam-Hatipliler, yani sizler geçmişten çok iyi dersler çıkartıp memle-ketimizin güzel insanlarını başarılı bir geleceğe taşı-yacak model ve örnek insanlarsınız. Omuzlarınızdaki yük Kurân-ı Kerim’de ifadesini bulan şekliyle diğer tüm varlıkların kabul edemediği tarzda çok ağır ve o denli asildir.

Bağrından Mevlânâlar, Akşemseddinler, Yunus-lar gibi toplum mimarlarını çıkartan bu milletin evlâdı olarak ana ve değişmez ilkemiz, yaratılanı yaratandan dolayı sevmek olmalıdır. Hocasının atının nalından sıç-rayan çamuru şeref kabul eden komutanların nesli ola-rak, kimliğimizi çok iyi bilmeli ve gereğini yapmalıyız.

İnsanlığın rehberi Sevgili Peygamberimizin ev-rensel prensipleri bütün dünyamızı kuşatmalı ve ya-şantımızın bütün safhalarında egemen olmalıdır. Yolla-rımıza dikenler atan ve bizi yok etmeye gelenler bizde hayat bulmalıdır. Öyle bir diriliş olmalı ki bu; hoşgörü, sevgi, af ve merhametin sınırsız bir şekilde zirve yaptığı örnek insanla tanışma gerçekleşmelidir.

Şayet bizler bu güzel duyguları yaşamazsak, asla yaşatamayız. Çünkü yaşanmayan amel yaşatılamaz. İşte o zaman yanlış, sapık tarz ve üsluplar bizim hayatı-mıza hâkim olur ki bu hem neslimizin, hem de toplumu-muzun çöküşü demektir.

Değerli gençler, yarım asır önce eğitim öğreti-me başlayan İmam-Hatip Liseleri’nin tarihi seyrini ilk günden bugüne kadar çok iyi tahlil etmek zorundayız. Milletimizin bu kurumların varlığı ile nasıl rahat ne-fes aldığını, yüzünün güldüğünü, içinin nasıl huzur ve mutlulukla dolduğunu hiç ama hiç aklımızdan çıkar-mamalıyız. Evet; o gün insanların ekonomik durumları çok zayıf, ayakkabıları çarık, elbiseleri yamalı, çorapları eski, ceplerindeki paraları bir öğünlük idi. Ancak yürek-leri sağlam, amelleri sâlih, ibadetleri makbul, duaları muteber, birbirlerine olan güven, saygı ve muhabbetleri düşmanlara bile parmak ısırtacak kadar ulvi ve yüce idi. Bu güzel insanların şaşmaz hedefi; kendileri gibi düşün-mese de tüm insanları kucaklamak, bizzat örnek yaşantı göstererek hak ve doğru düşünceyi yaşayan canlı örnek olarak onlara sunmaktı.

Sözlerimi burada noktalarken dergimizin bu sa-yısında emeği geçen tüm öğretmenlerimize, öğrenci-lerimize ve maddi desteğini esirgemeyen yardımsever dostlarımıza sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, gençleri-mize ışık tutacağını düşündüğüm şu cümlelerle sizleri Allah’a emanet ediyor, hürmet ve saygılarımı sunuyo-rum.

Ne mutlu, ömürleri bittiği halde öğrenme ve öğretme arzuları bitmeyenlere…

Ne mutlu, “ölürsek ölürüz, sorun değil ama kitabım bitmedi” diye üzülenlere…

Ne mutlu, sınıfa bir mabede girer gibi edeple, hürmetle girenlere…

Ne mutlu, her engele rağmen hedefe ulaşma aşk ve şevki tükenmeyenlere...

Ne mutlu, ilim yolculuğunu ömür boyu sürdürenlere…

sözbaşı Kadir GEZER Okul Müdürü

3 umman

Page 6: Umman Dergisi 2. sayısı

Ey Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Al-lahın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Temel kanunu, hepimizce bilinmekte-dir ki, yüce Kur’an’daki mânâsı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uy-gun düşüyor. Eğer akla, mantı-ğa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat ka-nunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren ka-nunlarını yapan Cenabı Hak’tır. Arkadaşlar; Cenabı Peygam-ber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in mübarek yolunda bulun-duğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah’ın huzurun-da bulunuyoruz. Beni buna eriştiren Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dola-yı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük bir sevab kazanacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler

birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile be-raber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek yani konuşup tartışmak, da-

nışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihnini ayrı ayrı faaliyette bulunması zo-runludur. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve ba-ğımsızlığımız için, özellikle ege-menliğimiz için neler düşündü-ğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söyle-mek istemiyorum. Hepinizin dü-şündüklerinizi anlamak istiyo-rum. Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesin-den değil, milletin bütün kişi-lerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sor-

mak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.

Hutbeler hakkında sorulan sorudan an-lıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, mille-timizin duygusal fikirleri ve lisanı ile me-deni ihtiyaçlarıyla uygun görülmektedir. Efendiler, hutbe demek topluma hitab etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur.

Hutbe denildiği zaman bundan birtakım

Atatürk’ün Balıkesirhutbesi

Gazi Mustafa Kemal’in 07 Şubat1923 tarihindeBalıkesir Zagnos Paşa Camiinde verdiği hutbe...

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 4

Page 7: Umman Dergisi 2. sayısı

senEy ömrünü bir gayeye vakfeyleyen insan, Göğsündeki imanına mazi bile hayran! ..

Tebrik ediyor, bak seni, mabedler ezanlar, Ey Hak yolunun yolcusu: Kurban sana canlar! ..

Oldukça o yüksek idealler sana hakim, Sarsılmayan imanına zincir vuracak kim!

Alkışlıyor iclalini göklerde melekler, Atide nesiller, senin irşadını bekler! ..

İnsanlığa örnek ideal ufkuna yüksel; Kopsun seni artık, canevinden vuracak el! ..

Dünyalara hükmettiğimiz günleri yad et... Mabedleri, kürsileri, minberleri şad et...

Ey şanlı emel kaynağı, Nur çehreli yıldız! .. Ruhumdan kopan fırtınalar senden alır hız! ..

Ali Ulvi Kurucu

kavram ve manalar çıkarıl-mamalıdır. Hutbeyi söyleyen hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Haz-reti Peygamber’in hayatta ol-duğu mutlu dönemlerde hut-beyi kendisi söylerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve ge-rek, dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsü-nüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört halifenin söylediği şeyler o günün sorunlarıdır, o günün askeri, idâri, mâli ve siyasi, sosyal konularıdır. İslam toplumunun çoğalması ve İslam ülkeleri gerilemeye başlayınca, Cenabı Peygamber’in ve dört halifenin hutbeyi her yer-de bizzat kendilerinin söylemelerine imkân kal-madığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım kişileri memur etmişlerdir. Bunlar herhalde en büyük ve ileri gelen kişiler idi. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için bir şart lâzımdı. O da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve hal-kı aldatmaması! Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü, her şey açık söylendiği zaman halkın beyni faaliyet halinde bulunacak iyi şeyleri yapacak ve milletin zara-rına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli yaptılar. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah sıfatını taşıyan des-potların arkasından köle gibi gitmeye mecbur et-mek içindi. Hutbeden amaç halkın aydınlatılma-sı ve ona yol gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri oku-mak, insanları cahillik ve çağın gerisinde bırak-mak demektir. Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi’nde söylediğim bir nu-tukta demiştim ki “Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kay-nağı olmuştur.” Böyle olabilmek için minberler-de söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır. Hutbeyi verenlerin siyasi olayları, sosyal ve me-

deni olayları her gün izlemeleri zorunludur. Bun-lar bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur. Bu nedenle, hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır.

5 umman

Page 8: Umman Dergisi 2. sayısı

İmam Hatipler bizim çiçek tarlamız...R Ö P O R T A J

Hocam sizi tanıyarak başlayalım röportajımı-za. Kendinizden, geçmişinizden bahsedebilir misiniz?

Evet, Profesör Doktor Ali Erbaş; 1961, Ordu do-ğumluyum. 1980 yılında sizin de şu an okuduğunuz Sakarya İmam Hatip Lisesi’ni bitirdim. 1984 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdim. Ve aynı fakültede yüksek lisans ve doktoramı tamam-ladım. 1993 yılında, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi doktoru oldum. Aynı yıl Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne yardımcı doçent olarak atandım. 1997–98 yıllarında Fransa’da, Paris’te misafir öğretim üyesi olarak bulundum ve doçentlik çalışmalarımı yaptım. 1998 yılında doçent oldum ve 2004 yılının başında profesör oldum. 2006 yılının Nisan ayından beri de fakültenin dekanlığını yürütmekteyim.

Hocam ilahiyat kelimesi neyi ifade eder, ila-hiyat nasıl bir kurumdur, biraz bunlardan bahseder misiniz?

İlahiyat; din bilimlerini içeren bir ifade aslın-da. Yani belki batılıların teoloji dedikleri tanrı bilimin karşılığı. Ya da batılılar ilahiyatı teoloji olarak mı kar-şılıyorlar yoksa biz ilahiyatı teolojinin bir çevirisi ola-rak mı kullanıyoruz diye sorarsanız galiba biz ilahiyat kelimesini teolojinin çevirisi olarak kullanmışız. Tanrıbilim olarak Türkçeye çevriliyor. Din bilimleri demek daha doğru olur. Yani ilahiyat bilimleri, ila-hi bilimler, dine dayalı bilimler; bunun içerisinde Temel İslam Bilimleri var, Felsefe Din Bilim-leri var, İslam Tarihi Sanatları Bilimleri var. Bugün çeşitli ana-bilim dalları altında toplanan ve fakültenin temelini oluştu-ran dersleri okuyoruz. Anabi-lim dalları çeşitli dersleri kendi içerisinde gruplandırıyor hepsi üst çatı itibariyle İlahiyat Bilim-leri olarak değerlendiriliyor.

Türkiye’de ilahiyat fa-kültelerinin tarihçesi ve Sa-karya İlahiyat Fakültesi’nin tarihçesi hakkında bilgi verir misiniz?

Türkiye’de ilahiyat fakültelerinin tarihçesi 1949 yılına kadar gidiyor. 1949 yılında ilk defa Ankara İla-hiyat Fakültesi kuruluyor. Daha sonra, 1960’lı yıllar-da zannediyorum, belki 50’li yıllarda da olabilir, tam tarihini bilemiyorum, Yüksek İslam Enstitüleri ku-ruluyor. Ve ilahiyat fakültesi Ankara Üniversitesi’ne bağlı, Ankara İlahiyat Fakültesi. Ama Yüksek İslam Enstitüleri Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne bağlanmış, yani bugün sizin okulunu-zun da bağlı olduğu bir kurum, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü. 1982 yılında, YÖK yani Yüksek Öğretim Kurulu kararıyla Yüksek İslam Enstitüleri İlahiyat Fakültelerine dönüştürülüyor. Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne bağlı bir İslami İlimler Fakültesi vardır farklı olarak, o da Yüksek İslam Enstitüsü ile birleştiri-liyor ve ilahiyat fakültesi kuruluyor. Daha sonra 1992 yılında Türkiye’de on beş kadar yeni ilahiyat fakültesi kuruluyor. Daha önce sekiz ilahiyat fakültesi vardı. On beş daha, yirmi üç ilahiyat fakültesine çıkarılıyor. Bi-zim fakültemiz de 1992 yılında yeni kurulan o on beş ilahiyat fakültesi ile birlikte kuruluyor. 1993 yılında ilk defa eğitim öğretime başladık. 1998 yılında ilk me-zunlarımızı verdik. Demek ki 1998 -2008; on birinci mezunlarımızı vermişiz. Bu şekilde devam ediyoruz.

Hocam biliyorsunuz Os-manlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde medreselerde pozitif ilimler de okutulma-ya başlandı. Bununla birlikte pozitif ilimlerle dini ilimlerin öğrencilere beraber sunulduğu eğitim kurumları hayal edil-meye başlandı. Bu bağlamda ilahiyat fakültelerinin ve imam hatip liselerinin bu hayalin ger-çekleşmiş, vücut bulmuş şekli olduğunu söyleyebilir miyiz?

Söyleyebiliriz. İlahiyat fa-külteleri günümüzde gerçekten çok büyük fonksiyon icra ediyor. İmam –hatip liselerinden gelen öğrencilerimizi çok farklı alan-larda yetiştirmeye çalışıyoruz. Osmanlı’nın son dönemlerinde, bugün İstanbul Üniversitesi’ne denk gelen İstanbul Darül

Dergimiz adına arkadaşlarımız Feyza GÜRSOY, Kevser TÜRKYILMAZ, Hüsna BAKA ve Ömer Faruk ÖZCAN’ın Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

Prof.Dr. Sayın Ali ERBAŞ ile yaptıkları röportaj...

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 6

Page 9: Umman Dergisi 2. sayısı

Fünunu’nda ilahiyat bilimleri okutulmuş. Yani İslami bilimler diyebileceğimiz bilimler okutulmuş. Ama sa-dece Darül Fünun çerçevesinde. Önceden medreseler daha çok Temel İslam Bilimleri diyebileceğimiz bilim dallarında eğitim öğretim vermişler. Belki İslam fel-sefesi alanında, tasavvuf alanında çalışmalar yap-mışlar. Bugün bütün onların toplamı bizim ilahiyat fakültelerimizde gerçekleştiriliyor. Şöyle söyleyelim; bugün istediğimiz anlamda, dört başı mamur din âlimi yetiştirme noktasında, lisans döneminde yeterli oldu-ğumuzu söylemek çok iddialı olur. Ama daha sonra, lisans sonrası, yüksek lisans ve doktora ile bunları tamamlıyoruz. Yüksek lisans ve doktora ile yetiştirdi-ğimiz ilim adamları yüz sene önce özlenen ilim adam-larını karşılar mı karşılamaz mı bu tartışılır ama çok iyi elemanlar, çok iyi ilim adamları da yetişiyor ila-hiyat fakültelerinden. Bu müesseselerden gerçekten Türkiye’den dünyaya örnek gösterebileceğimiz çok iyi âlimler yetişmiştir. Hem eski Yüksek İslam Enstitüsü dönemlerinden, hem de daha sonraki İlahiyat Fakül-tesi dönemlerinden bugün göğsümüzü kabartan çok iyi âlimler, ilim adamları yetişmiştir.

Hocam bir de Ortaçağ’dan beri devam eden bir tartışma var, pozitif ilimlerle dini ilimlerin birlikteli-ği, din ve bilim çatışması hakkında. Siz bu tartışmalar ışığında ilahiyat fakültelerinin verdiği eğitimi nasıl tanımlıyorsunuz?

Şimdi bir kere ilahiyat fakültelerinde din bilim-leri dersleri okutuyoruz ama ağırlıklı olarak Temel İslam Bilimleri dersleri var. Dolayısıyla İslam’ın bilim noktasındaki tavrına burada değinmemiz lazım. İslam ilime, bilime her zaman önem veriyor. Hatta İslam’da bir ayrım da yok. İlim deyince bunun içerisine mate-matik de giriyor, Kuran ilimleri de giriyor, fen bilim-leri de giriyor. Yani İslam’da müspet ilimler, dini ilim-ler ayrımı yapılmış. Ama hiçbir zaman dini ilimlerle meşgul olanlar müspet ilimlerden uzak kalmamış, müspet ilimlerle meşgul olanlar da dini ilimlerden uzak kalmamış. Birkaç örnek verecek olursak mesela İbni Sina; bizim kültürümüzün çok önemli bir siması. İbni Sina tıpta ne kadar ileri gitmişse Kuran ilimlerin-de de o kadar ileri gitmiştir. İbni Rüşd; müspet ilim-lerde kendisini ne kadar geliştirmişse, dini ilimlerde de o kadar geliştirmiştir. İbni Haldun öyledir, Gazali öyledir. Son dönem İslam âlimlerinden örnekler ve-recek olursak, Osmanlı medreselerinin son dönem âlimlerinden Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır’ı hepimiz biliyoruz. Bugün tefsirini okuyoruz. Tefsirini okudu-ğumuz zaman hem fen bilimleriyle ilgili, müspet bi-limlerle ilgili, hem dini ilimlerle ilgili bilgiler verdi-ğini görüyoruz. İlahiyat fakülteleri tamamen müspet ilimlerden uzak oluşturulmuş fakülteler değil. Bizde din ve felsefe bilimleri adı altında felsefe var, psikoloji var; bunlar sosyal bilimler. Ha şöyle bir ayrım yapabi-liriz; sosyal bilimler, fen bilimleri. Bugün üniversite-lerin teşekkülü fen bilimleri, sosyal bilimler ve sağlık bilimleri üzerine oluşturulmuştur. İlahiyat fakülteleri sosyal bilimler bünyesinde yer almaktadır. Mesela bi-

zim üniversitemizde bir Sosyal Bilimler Enstitüsü var, bir de Fen Bilimleri Enstitüsü yer almakta. Biz Sosyal Bilimler Enstitüsü içerisinde yer alıyoruz. Fen bilim-leri ile ilgili bir dersimiz yok. Çünkü onlar tamamen ayrı bir saha, ayrı bir alan. İlahiyat fakültelerinin yapı-ları sosyal bilimler üzerine kurulmuştur. İşte; Dinler Tarihi, Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Din Felsefesi, İslam Felsefesi, Mantık, İslam sanatları, İslam sanat dalları, bunlar tamamen sosyal bilimler, bir de Temel İslam Bilimleri dediğimiz Hadis, Fıkıh, Kelam, Tasav-vuf, Mezhepler Tarihi, Arap Dili Ve Belagati; bunları destekleyen bilimlerdir. Diğer Felsefe ve Din Bilimleri ile Temel İslam Bilimleri’ni destekleyen ve Sosyal Bi-limler noktasında bir insanın yetişmesini sağlayan bir yapıya sahiptir ilahiyat fakülteleri. Fakat Fen Bilimleri noktasında okuttuğumuz herhangi bir ders yok.

Bir de hocam aklımıza şöyle bir soru geliyor; ilahiyat fakültelerinde dini ilimler bilimsel yöntem-lerle inceleniyor. Bu kutsala zarar vermez mi? Çünkü inanç teslimiyet gerektiriyor. Ancak bilim söz konusu olduğunda sorguluyoruz, neden sonuç ilişkileri kur-maya çalışıyoruz. Bu bizim dine bakışımızı, bizdeki din duygusunu nasıl etkiliyor?

Hayır, kutsala hiçbir şekilde zarar vermez. Çünkü sosyal bilimlerin metotlarını din ilimlerine de çok rahat biçimde uygulamamız mümkündür. Bir fıkıh dersini ele alalım. Fıkıh dersinin sosyal bilimlere aykı-rı bir metodu yoktur. Kutsala niye zarar versin sonra. Nihayet bu derslerin bir disiplin içerisinde okutulması söz konusu. Ben kutsala zarar vereceğini düşünmüyo-rum.

İlahiyat alanındaki çalışmalarda Türkiye dün-yanın neresinde? Neler ortaya çıkıyor?

Bir kere Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinde, dünyadaki din bilimleri ya da teoloji fakültelerin-de okutulan dersler ve bulunan bilim dalları Felsefe ve Din Bilimleri’ne denk düşüyor. Yani Felsefe ve Din Bilimleri’ndeki Din Sosyolojisi, Din Felsefesi, Dinler Tarihi, Mantık, Din Psikolojisi, İslam Felsefesi, bunlar, dünyanın çeşitli yerlerindeki teoloji fakültelerinde de okutuluyor. Oralarda Hıristiyan ülkeleri olduğu için, daha çok Hıristiyanlık teolojisi üzerine dersler yapı-yorlar. Ama bir de bizim doğumuz var. İslam dünyası var. İslam dünyasında bir Ezher Üniversitesi var mese-la bin yıllık, dünyanın en eski üniversitelerinden. Ora-sı da tamamen Temel İslam İlimleri ağırlıklı bir üni-versite. O zaman şöyle söyleyebiliriz; biz, Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri olarak, İslam dünyasındaki, yani Mısır, Suud, Ürdün’deki ilahiyat fakülteleri ile batıda-ki teoloji fakültelerinin tam ortasında, hem doğuyu, hem de batıyı içinde toplayan bir özelliğe sahibiz. Ha-kikaten Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinin hem müf-redatı, hem anabilim dalları oluşumu çok zengin. Bir öğrenci hakkını vererek ilahiyat fakültesini bitirirse, bugün on dokuz anabilim dalı var bizim fakültemizde, on dokuz anabilim dalından, yani adeta her çiçekten bir bal alma misali bu anabilim dallarını bir çiçek ola-rak değerlendirirsek hepsinden istifade ederek mezun

7 umman

Page 10: Umman Dergisi 2. sayısı

oluyor ki, bunun da toplumda hemen fark edildiğini görüyorsunuz. Ama iyi değerlendirmesi lazım.

Dışarıdan bakıldığında ilahiyatı çoğunlukla benzer profile sahip ailelerin çocuklarının tercih etti-ği görülüyor. Bu nedenle ilahiyat kapalı bir topluluk izlenimi veriyor. Ama din hayatın her alanında bize lazım. Her bakımdan hayatımızın içinde. Bu nedenle ilahiyatın çok renkli, çok sesli, daha dışa açık bir or-tam olması gerekmez mi?

Öyle aslında. Yani şu anda ilahiyat gerçekten çok renkli bir ortama sahip. Biraz önce saydığım bilim dalları, dersler ilahiyatın çok renkli olduğunun bir göstergesi. Dolayısıyla ilahiyatı içe kapalı olarak dü-şünenler haksızlık ediyorlar ilahiyat fakültelerine. Bu tamamen ferdi bir şeydir. Yani bazı ilahiyatçılar kendi yaratılışlarından kaynaklanan bir içe kapanıklık ya-şıyorlarsa bu kendi şahsi durumlarıyla alakalıdır. Şu anda toplumla en fazla haşir neşir olan, toplumla iç içe olan fakültedir ilahiyat fakülteleri. Çünkü biz bir kere toplumla en fazla yüz yüze olan elemanları ye-tiştiriyoruz. Kimler bunlar, din görevlileri. Din görev-lileri kadar toplumla iç içe olan başka bir meslek yok. Biz onları yetiştiriyoruz. Sadece onları yetiştirmekle kalmıyoruz, konferanslar dizisi altında, mesela han-gi şehirdeyse ilahiyat fakültesi, kendi fakültemizden örnek verelim, bir kutlu doğum haftasında yedi il ve o illere bağlı ilçeleri bir hafta on gün içerisinde biz do-laşıyoruz. Sonra yurtdışına giden arkadaşlarımız var; ben her hafta burada yurtdışına giden bir arkadaşımı-zın iznini imzalıyorum. Bu şekilde ilahiyat fakültesinin çok faal, dışa dönük olduğunu, içine kapalı değil, dışa dönük bir özellik taşıdığını görüyoruz. Ama bu, fakül-teden fakülteye de değişebilir. Anadolu’nun ücra bir köşesindeki her hangi bir fakülte kendini içe kapatmış olabilir. Ama genel olarak toplumla iç içe olan ve sa-dece kendi içinde derslerle uğraşmayıp dışa da hizmet götüren, fakülte dışına hizmet götüren, topluma da hizmet götüren en önemli fakültelerden biri ilahiyat fakültesi.

Fakat hocam ilahiyata ilgi duyanlar daha fazla muhafazakâr çevrede yetişmiş insanlar. Siz on dokuz ayrı ana bilim dalından bahsettiniz. Bu bilimleri tar-tışan insanlar da bu öğrenciler. Onların ileri sürdüğü fikirler, benzer çevrelerde yetiştikleri için birbirine benzemez mi?

Bu çok doğal bir şey, çok tabi bir şey. Şimdi dış işleri teşkilatını düşünelim. Dış işleri teşkilatında sanki babadan oğla geçen bir hiyerarşi var. Bu yön-lendirmeyle alakalı bir şey. Dine alakası olmayan, ya da muhafazakâr dediniz, muhafazakâr olmayan kesimlerden, çok nadir, tamamen de yok demiyorum, çok nadiren bu tür kesimlerden de ilahiyat fakülte-lerine gelenler oluyor. İşte imam hatip liseleri gibi. İmam hatip liselerinden başlıyor zaten. Bize imam hatip liselerinden öğrenci geldiği için bu imam hatip liseleri ile başlayan bir süreçtir. Tabi ki dine ilgi duyan, Kuran’a ilgi duyan, temel İslam ilimlerine ilgi duyan, din görevliliğine ilgi duyan kesimlerden imam hatip-

lere öğrenci geliyor ve oradan da bize geliyor. Bu çok tabi bir şey. Onun için bunun dışında ancak çok radikal bir takım anlayışlar olabilir. Yani ben ilahiyat fakülte-sine gideyim de şu ilahiyat bilimlerini bir gözden geçi-reyim, ona göre dine yaklaşımımı belirleyeyim, böyle bir şey ben hiç görmedim şu ana kadar. Bu çok normal bir şey. Tabiatın ruhuna da uygun bir ş

Hocam Sakarya İlahiyat Fakültesi’nin puan sistemi ve kontenjanı hakkında sorular sormak is-tiyorum. Sakarya İlahiyat’ın bu sene taban ve tavan puanlarını, ayrıca bu sene fakültenin kaç kişi aldığını öğrenebilir miyiz?

Sakarya İlahiyat bu sene 144 kişi aldı, bu öğren-cilerden 82’si 1.öğretim, 62’si ise 2.öğretimde yer alı-yor. Bu seneki tavan puan 373,9, taban puan ise 345. Yani ikinci öğretim birinci öğretimin taban puanından itibaren başlıyor.1. öğretim tavan puanı 2. öğretim ise taban puanı olmuş oluyor.

Hocam kontenjanlar bu sene diğer senelere nazaran oldukça arttı. Kontenjanların bu kadar art-ması siz de ne gibi değişikliklere yol açtı? Eğitim ka-litesini etkiledi mi?

Evet kontenjanlar bu sene oldukça arttı. Ama öğrenci sayısının artması kalitenin azalmasının ak-sine kalitenin ve bizdeki motivasyonun artmasına vesile oldu. Öğrenci sayısı az olduğunda bizde moral bozukluğu oluyor. Çünkü koskoca fakülte 20–30 kişi alıyordu. Ama bu sene 144 kişi aldı. Bu da bizlere mo-tivasyon oldu. Hocalar derslere daha zevkli girmeye başladılar. Bizler idealist öğrenciler arıyoruz. Öğrenci sayısı arttıkça bizdeki idealist öğrenci sayısı da artı-yor. Normalde 30 öğrenciden minimum 5 tane idealist öğrenci çıkıyorsa 150 öğrenciden 25 tane çıkar. Bu da bizim motivasyonumuzun artışına ve etkinliklerimizin çoğalmasına vesile oluyor. Kesinlikle kalitenin artışı-nı sağlıyor.

Hocam az önce biraz değinmiştik ama ben yine de sormak istiyorum. Diyanetin açıklamasına göre şu an binlerce imam açığı var. Yani ilahiyatı bitirdiğinde erkeklerin iş bulma imkânı yüzde yüze yakın. İş bul-ma imkânı bu kadar yüksekken ilahiyattaki erkek sa-yısı neden sürekli azalmakta?

Onun çeşitli sebepleri var tabi. Erkek sayısının az olması öncelikle yine İmam Hatip Liselerinden kay-naklanıyor. Aileler erkek çocuklarını maalesef İmam Hatip Liselerine vermiyor. Bunun en büyük nedeni de üniversite sınavındaki uygulama. İmam Hatip Liseleri eskiden hem kız hem erkeklerin bulunduğu bir okul-du. Burada okuyan öğrenciler istedikleri fakülteye ge-çebiliyorlardı. Ama değişen sınav sistemiyle beraber bu da değişti. Bunun sonucunda da İmam Hatip Lise-leri kız okulu haline geldi. Tabi hâlâ bazı idealist aile-ler çocuklarını ilahiyat okusun diye bu okullara yollu-yor ama tabi bu sayı eskilere nazaran oldukça düşük. Ben bu duruma oldukça üzülüyorum. Çünkü bizler bu müesseselere sahip çıkmakla yükümlüyüz. Özetleye-cek olursak İlahiyat Fakültesindeki erkek sayısının az oluşu İmam Hatip Lisesinden bize yansıyanlar olmuş

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 8

Page 11: Umman Dergisi 2. sayısı

oluyor.Hocam ben son bir soru sormak istiyorum. Sa-

karya İlahiyat Fakültesi diğer ilahiyat fakültelerinin neresinde? Yani Sakarya’nın tercih edilmesinde onu diğerlerinden ayıran özellikler neler?

Madde madde söyleyecek olursak öncelikle Sa-karya İlahiyat İstanbul’a yakın olması dolayısıyla bir cazibe merkezi. Çünkü şu anki öğrencilerimizin %35 i , %40 ı İstanbullu ailelerin çocukları, İstanbul’daki İHL’lerden mezun öğrenciler. Bir diğeri öğretim kad-romuzun yani hocalarımızın çok genç oluşu, çok iyi yetiştirilmiş bir kadroya sahip olmamız. Bilim alanın-da yazdıklarıyla çizdikleriyle konuşmalarıyla; yurt dışı tecrübeleriyle etkin olan kadromuzun bir marka olma yolunda bizlere etkisi çok büyük. Ve de her sene uluslar arası sempozyum yapmamız bizim hem yurt içi hem de yurt dışı çok iyi tanınmamıza sebep oluyor. Bu da Sakarya İlahiyat Fakültesi’ni diğer fakültelerden ayıran önemli bir özellik olmuş oluyor.

İlahiyat fakültesini bitirmiş bir öğrencinin kar-şısına ileride hangi meslekler çıkabilir? Özel kurum-larda çalışma gibi bir yetkisi var mı?

İlahiyat mezunu öğrencilerimiz öncelikli ola-rak diyanet işleri başkanlığına bağlı mesleklerde ça-lışırlar. Yani imam hatip vaiz kuran kursu öğreticiliği ve yukarıya doğru müftü, diyanet işleri başkanlığında bütün kurumlarda , yurt dışı görevlerinde. Fakülteler içinde istihdam alanı en geniş olan fakülte ilahiyat fakültesi diyebilirim. Sadece diyanet işleri başkanlı-ğında değil; bizim fakültemiz çıkıyor. Yani imam hatip liseleri öğretmenleri ve lise öğretmenleri. Şu anda mezun olur olmaz hemen öğretmen olamıyorlar ama; tezsiz yüksek lisans Ankara İlahiyat Fakültesinde. Şu an YÖK’ün çalışması var üniversitelerde de açılacak bunlar. Oraya gidiyorlar. Tezsiz yüksek lisans bir yıl kadar. Tezsiz yüksek lisans alarak öğretmen oluyorlar liselerde ve imam hatip liselerinde. Yurt dışı görevle-ri oluyor Diyanet işleri başkanlığı bünyesinde. Onlar gerçekten çok cazip görevler. Yine MEB bünyesinde yurt dışı görevleri oluyor. Öğretmen olarak gönderi-liyorlar. Dolayısıyla ilahiyat fakültelerinin istihdam alanı çok geniş, Kaldı ki fakülteyi bitirip diğer kurum-larda görev almak isteyenler de memurluk sınavına giriyorlar. Oralarda da görev alabiliyorlar. Çünkü dört yıllık fakülte mezunu istiyor birçok kurum. O kurum-ların istemiş olduğu puanı alarak, KPSS’ye girerek o puanı alarak göreve başlıyorlar oralarda.

Sakarya üniversitesi ilahiyat fakültesi dekanı olarak imam hatipliler hakkında ne düşünüyorsu-nuz? Onlardan beklentileriniz neler? Neler istiyorsu-nuz?

Bir kere imam hatip öğrencileri ilahiyat fa-kültelerini ya da üniversite sınavlarına hazırlanmak için meslek derslerini çok ihmal ediyorsunuz. Bize geldikleri zaman sanki sıfırdan başlatıyoruz. Arapça Kur’ân-ı Kerîm gibi dersler konusunda. Bunu ihmal etmemelerini istiyoruz. Bir taraftan üniversite sınav-larına hazırlansınlar ama okuldaki derslerinde de

ciddi bir şekilde sarılsınlar. Arapçayı ihmal etmesin-ler. Yani biz burada sıfırdan başlatmak durumunda kalmayalım. Geldiğiniz yerden itibaren bir alt yapı-nız oluşmuş olsun.O gelmiş olduğunuz seviyeye biz takviye yapalım burada. Bunu istiyoruz. İmam hatip liseleri bizim fakültemizin öğrencilerimiz alabilece-ğimiz çiçek tarlalarımız. Oraya Oraya ne kadar gü-zel çiçek ekersek, bize o kadar güzel koku saçar. Her yönüyle hem dersler açısından hem edep açısından eğitim amacından. Çünkü amacımız sadece öğretmek değil öğretim değil. Aynı zamanda eğitim. Bu eğitim liselerde veriliyor. Yani üniversitelerde daha çok öğ-retim oluyor. Eğitim olmuyor üniversitelere eğitimli bir şekilde gelmesi gerekiyor öğrencilerin. Bunu da bekliyoruz. İmam hatip liselerinde hem eğitim olsun hem öğretim olsun. Öğretimde düzgün olsun. Eğitim de düzgün olsun. Böyle gelirse biz bu öğrencilerimize daha güzel bir şekilde öğreterek öğrenmesini öğre-tiyoruz. Yani ilahiyat fakültesinde metod veriyoruz.Nasıl okuması gerekiyor. Nasıl anlaması gerekiyor.Bu metodları biz burada öğrencilerimize veriyoruz. O kendisini bu şekilde yetiştiriyor.

İmam hatiplerin bilinçlendirmek adına yada aradaki bağları koparmamak için, fazla etkileşim için ilahiyatla imam hatip liseleri öğrencileri aynı platformda bazı etkinliklerle buluşamaz mı?Böyle bir etkinlik varsa bizi biraz bilgilendirir misiniz?

Mutlaka bu iletişimin olması gerekiyor. Yani biz ilahiyat fakülteleri olarak bu konuda imam hatip liseleri ile her zaman iş birliğine açığız. Yaptığımız iş birlikleri de var. Diyelim bir konferans yada sempoz-yum düzenlendiğinde, düzenlediğimiz zaman mutla-ka imam hatip lisesine haber ulaştırıyoruz. Çarşamba konferansımıza her zaman davet ediyoruz. Gelenler oluyor. Bunun dışında mesela geçen yıl imam hatip liseleri müdürleriyle bir toplantı yaptık. Biz aslında imam hatip liseleri ilahiyat fakülteleri ve müftülükler yani bir üçlü saç ayağı gibiyiz. İmam hatip liselerinden bize geliyor. Biz müftülüklere hizmete gönderiyoruz öğrencilerimizi. Dolayısıyla bu üçlü mutlaka çeşitli zamanlarda bir araya gelmeli. Metodlar geliştirme-li. Geçen yıl bu amaçla müftüler müdürler ve ben bir toplantı yaptık. İmam hatip liselerinde erkek öğrenci sayısı az. İlahiyat fakültesini kazanan öğrenciler daha çok kız öğrenciler. Şu anda oran kız öğrenciler lehine. Yani bu açıdan dengelememiz lazım. Acaba bu denge-yi nasıl eski haline getirebiliriz. Daha uygun bir hale getirebiliriz diye erkek öğrencilerden tespit ettikleri-mizi, birde dershane müdürlerimizi de çağırdık ora-da. Dershane müdürlerini de o toplantıya dahil ettik. Erkek öğrencileri dershaneye göndermek suretiyle onları takviye etmek suretiyle çünkü dershaneye gi-demiyor bir kısmı. Bunu sağladık geçen yıl ve iyi de oldu herhalde. O öğrenciler dershaneye gidiyorlar şu anda. Bunun gibi mutlaka birlikte yapmamız gereken konular var.

9 umman

Page 12: Umman Dergisi 2. sayısı

Türkiye’de bir dönem din görevlisi yetiştirmek üzere kurulmuş lise düzeyinde okullar.

Bugünkü İmam –Hatip Liseleri’nin kökü 1913 yılında İmam-Hatip yetiştirmek üzere açılan ve daha sonra Medresetü-l Vaazin ile birleştirilerek Medresetü-l İrşad adını alan Medresetü-l Eimmeti vel Hutaba, kabul edilir. Bu okulların ömürlerini 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na kadar sür-dürmüştür.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun din görevlisi eği-timi düzenleyen 4. maddesi imamlık ve katiplik gibi dini hizmetlerin görülebilmesi için ayrı okullar açıl-masını öngörüyordu.Kanunda öngörülen bu okullar , 1924 yılında İmam-Hatip Mektepleri adı altında 29 merkezde açıldı.Okullar, 4 yıllık orta öğretim seviye-sindeydi.İmam-Hatip Mektepleri 1930’da öğrenci azlı-ğı nedeniyle kapatılmıştır.

1949 yılında orta okul mezunu askerliğini yapmış kimselerin alındığı 10 ay süreli İmam-Hatip Kursları açılarak dini hizmet görevlisi yetiştirme uy-gulaması başladı.1949 sonuna kadar 50 kişinin mezun olduğu bu kursların süresi daha sonra iki yıla çıkarıldı ve meslek okulu mezunlarınında kurslara girmesine imkan verildi.

1950 seçimlerinden sonra iktidara gelen De-mokrat Parti, seçim dönemlerine söz vermiş olduğu İmam-Hatip Okulları’nı, halka verdiği sözü tutarak ik-tidarının ilk yılında açtı.Birinci devresi 4, ikinci devresi 3 yıl olan 7 yıl süreli ve bir bütün teşkil eden İmam-Hatip Okulları 1951-1952 döneminde 7 ilde açıldı. İmam-Hatip Okulları’nın sayısı 1970-1971 döneminde 72’ye çıktı.1963-1964 öğretim yılında İmam-Hatip

Okulları’na ilk defa parasız ,yatılı öğrenci alınmaya başladı.

22 Mayıs 1972’de yayımlanan bir yönetmelikle, İmam-Hatip Okulları orta okuldan sonra 4 yıl eğitim veren bir meslek okulu haline getirildi.1973 yılın-da, o güne kadar İmam-Hatip Okulları olarak anılan okullara İmam-Hatip Liseleri adı verildi.Bu dönemde İmam-Hatip Liseleri mezunlarına fark dersleri ver-meden üniversitelerin edebiyat kollarına girebilme hakkı tanınmıştır.

1974’te kurulan CHP-MSP hükümeti dönemin-de İmam-Hatip Liselerinin orta okul bölümü yeniden açıldı.29 yeni İmam-Hatip Lisesi açıldı ve böylece okul sayısı 101’e yükseldi.

1976’da kızını İmam-Hatip Lisesi’ne kaydetmek isteyen bir velinin hukuk mücadelesi sonucu o güne kadar sadece erkek ögrencilerin alındiğı İmam-Hatip Liseleri’ne Danıştay kararıyla kız ögrenci alınmaya başlandı.

Türkiye Milliyetçi Cephe hükümetleri dönemin-de (1975-1978) 230 yeni İmam-Hatip Lisesi açıldı.12

İmam-Hatiptarihi

Mustafa BULUTMüdür Yardımcısı

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 10

Page 13: Umman Dergisi 2. sayısı

Eylül 1980 askeri darbesinden sonra 1985’e kadar yeni İmam-Hatip Lisesi açılmadı.12 Eylül yönetim tarafın-dan Temel Eğitim Kanunu’nun 32. maddesinde yapılan bir değişiklikle İmam-Hatip Lisesi mezunlarının üni-versitelerin tüm bölümlerine gidebilmesine imkan tanıdı.

1985’te ilk Anadolu İmam-Hatip Lisesi olan Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi açıldı.

1980’lerin sonuna gelindeiğinde İmam-Hatip Liseleri okul sayısı olarak fazla artmadıysa da öğrenci sayısı bakımından ve Anadolu İmam-Hatip Liseleri’nin açılmasıyla nitelik açısından genişledi.İmam-Hatip Li-seliler özellikle diyer okul öğrencileriyle eşit şartlar-da yarıştıkları 1973-1997 döneminde, başta üniversite imtihanları olmak üzere kültürel ve bilimsel faaliyet-lerdeki başarılarıyla adlarından söz ettirdi.1993-1994 öğretim yılında istanbulun seçkin 121 lisesinin katıldı-ğı ‘Liseler Yarışıyor’ isimli bilgi yarışmasında Kadıköy

İmam-Hatip Lisesi 1. oldu.1994 yılnda Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi son sınıf öğrencisi M.Önder Kıyıklık, Fen bilimleri alanında ÖYS birincisi oldu.1995 yılında aynı okuldan Selçuk Şimşek,Türkçe-Sosyal alanı ikincisi olurken,1996yılında Selim Tuzcu,Türkçe-Sosyal alanında Türkiye birincisi oldu.Ard arda gelen başarılar çeşitli toplum kesimimden dikkatleri ve be-raberinde ilgiyi İmam-Hatip Liseleri üzerene çevirdi.

16 Ağustos 1997 tarihinde çıkarılan 4306 sa-yılı sekiz yıllık kesintisiz öğretim yasası, İmam-Hatip Liseleri’nin orta kısmının kapatılmasına yol açtığı için, İmam-Hatip Liseleri açısından bir dönüm noktası oldu.

Kat sayı hesaplaması ile üniversite giriş sı-navlarında İmam-Hatip Liseleri mezunları aleyhine haksız rekabete yol açtığı yönünde eleştirilere maruz kalan yasa ile İmam-Hatip Liseleri bir yılı hazırlık, 3 yılı normal eğitim olmak üzere 4 yıllık liselere indir-genmiş oldu.

“Pırıl pırıl gökkuşağını görmek için önce yağmuru yaşamak gerekir.”

Fransız Atasözü

“Kendini bilen, rabbini bilir.”Hz. Muhammed (S.A.V.)

neredenbileceksiniznereden bileceksiniz;umurumda olmadığını dünyânın.nerede akşam orada sabah deyip,kafama göre takıldığımı,nereden bileceksiniz.

nereden bileceksiniz;dalga geçtiğimi kelimelerle.ve oyun oynadığımı her Allah’ın günükâğıt kalemle.hayatı uzun birçelik çomak oyunu saydığımı,ve içimde hangi sevdâları yaşattığımı,nereden ,nereden bileceksiniz.

Necati KARADAĞ

11 umman

Page 14: Umman Dergisi 2. sayısı

Duyma, düşünme, merak etme ve inanma özel-liklerine sahip olması insana daima din olayının içinde olmaya zorlamıştır. İnanmak ve bir dine bağlanmak insan ruhunun en büyük ihtiyacıdır. İnsan gerek duy-duğu din ihtiyacını gidermek, dengeli ve düzenli bir hayata kavuşmak ister. Yüce bir yaratıcıya inanmak ona sığınıp güvenmek her zaman insanın ruhunu fe-rahlatır ve sıkıntılarını hafifletir.

Din bir aşktır, bir heyecandır. Bazen bir tesel-li, huzur ve mutluluk kaynağıdır; bazen ruhi çökün-tülerin, ümitsizliğin, hiddet ve öfkenin ilacıdır. Din haksızlık ve kötü düşüncelerini, zulüm hislerini kırar; merhameti, hoşgörüyü, sevgiyi ve barışı öğütler. Do-layısıyla dinin hem bireysel hem de toplumsal olarak insanın hayatında önemli bir yeri vardır. Vicdanları et-kileyen dini inanç ve kanaatler, kişilerin davranışları-nın düzenlenmesinde sosyal hayatın sağlam, dengeli ve düzenli yürütülmesinde kanunlardan daha etkili olmaktadır.

İnsanların manevi yönlerini besleyen, moral değerlerini yükselten, ahlak ve fazilet duygularını güçlendiren tek unsur dindir. Bir toplumun gelişip güçlenmesi ve hiçbir zaman da yok olmaması o toplu-mun dini hassasiyetlerine bağlıdır.

Din olgusu sadece insanların vicdanında kendi iç dünyaları ile ilgili bir olay olarak düşünülmemelidir. Din, birey ve toplum hayatı için büyük bir önem taşı-maktadır. Dinin içerisinde barındırdığı sosyal, kültürel ve moral değerlerini her zaman göz önünde bulun-durmak gerekir. Büyük başarıların kazanılmasında manevi ve moral değerlerinin gücü nasıl etkili olmak-ta ise çaresizlik ve bunalım anlarında da aynı güç, tek

dayanak ve sığınak ol-maktadır.

D i n i n temelinde in-sanı ruhen ve ahlaken yü-celtmek, ol-gunlaştırmak onu, görev ve sorumluluk-larını bilen ve yerine ge-tiren, toplu-mun faydalı ve verimli bir organı du-rumuna ge-tirmek vardır. İnsan kendini dinin emir ve yasaklarını dikkate alarak yetiştirir ve Allah’a karşı olan kulluk bilincini beynine, gönlüne yerleştirir ve böylece hem dünya hem de ahi-ret hayatı arasında dengeli bir yaşam sürdürür.

Sonuç olarak diyebiliriz ki din, toplumumuz için vazgeçilmez bir ihtiyaç olarak hem manevi güç, sosyal ve ahlaki değerler kaynağıdır, hem de öğretimi ihmal edildiğinde sorunlar üreten bir alandır. Bu yüz-den tüm bireylere din eğitimi verilmeli ve toplumda sağlıklı dini şuurun oluşması sağlanmalıdır. Bu yolda her türlü çalışma yapılmalı, gayret gösterilmeli, hiçbir bireyin din eğitimini almasına engel olunmamalıdır.

Din, insanın bireysel ve sosyal kimliğinin ayrıl-

nedendini bir eğitim?

Arif KÖSEMeslek Dersleri Öğretmeni

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 12

Page 15: Umman Dergisi 2. sayısı

maz bir parçası olarak hayatı boyunca onun bütün fa-aliyetlerini kuşatmıştır. Din, korku ve ümitlerde, ahlaki yargılarda, kıymet ölçülerinde, dünya görüşünde ve ha-yatı anlamlandırmada insan için daima temel referans kaynağı olmuştur. İnsanlar sıkıntılarında ve çaresizlik-lerinde dine sarılırlar; en bunalımlı anlarında “aman Yarabbi “ diyerek Allah’a yönelme ihtiyacı hissederler. Bu, herkes için ortak bir tavırdır.

İşte tüm toplumların her zaman ihtiyaç duyduk-ları toplum huzuru, güvenli bir hayat ve otokontrol sistemi dini eğitimin var olduğu her yerde mevcudiyetini gösterecektir. Fen ve sosyal ilimlerin yanında dini bir eğitim de alan bir bireyin ka-zanacağı Allah korkusu ve ahla-ki değerler onun davranışlarına yansıyacak, onun bu otokontrolü yaşadığı çevreye misal teşkil edip huzurlu bir toplumun oluşması-na katkılar sağlayacaktır. Dini bir eğitimden aldığı “Oku” referansı bireyin kendini geliştirmesine ve donanımlı hale gelmesine sebep olacak, “Sizin en hayırlınız; in-sanlara en çok faydalı olanınız.” Hadisi Şerifi ile de ne öğrendiyse, ne kazandıysa kendine ve toplu-

ma faydalı bir birey haline gelecektir. “Ahiret Gününe İnanç” neticesinde ise tüm yaptıklarının mutlaka bir he-sabının olduğunun bilinciyle hal ve hareketlerini iyi bir kul, iyi bir ümmet ve iyi bir insan olma doğrultusunda yapacaktır. Sonuç olarak dini eğitime ve dini eğitimi ve-renlere sahip çıkalım ki; huzurlu, mutlu, güvenli ve ba-rış içerisinde hep beraber yaşayalım; razı olalım ve razı olunanlardan olalım.

İnsan olduğumuzu unutuyoruz bazen. Ça-murdan, balçıktan yaratıldığımızı. Kendimizi yüce birer varlık gibi görüyoruz ne kadar aciz olsak da. Olmadık beklentiler içine giriyor istediklerimizi elde edemeyince daha ileriye giderek köpürüp hır-çınlaşıyoruz.

Hepimiz bir yol tutturmuş gidiyoruz. Fa-kat çoğumuz nereye gittiğimizi bilmiyoruz. Hepi-miz modernleşme tutkusu içerisindeyiz. Çoğumuz birer gösteriş budalası… İçimizde sürekli köpüren bir bencillik duygusu yer almakta. Oysa unutuyo-ruz köpürüp duran bu isteklerimizin, bencillikleri-mizin şeytanı sevindirip ruhanileri küstürdüğünü. Çoğumuzun kalbi kırık birilerine. Sevgi denen o yüce duygunun yerini başka şeyler almış. Herke-sin sevgisi para, şan, şöhret olmuş. Parası olan se-viliyor, para için anne, baba, DİN bile hiç düşünme-den acımasızca çiğneniyor. İradelerimizin hakkını veremiyor hata üstüne hata yapıyoruz. Kaba kuv-vetle herkesi sindirmeye çalışıyoruz. AĞLANACAK HALİMİZE GÜLÜYORUZ!!! “Âmin” yerine “aman” di-yoruz. Hayâdan eser kalmamış çoğu kimsede. Ka-riyer yapacağız diye hiç düşünmeden en yakınımızı bile çiğneyebiliyoruz. Çoğumuz “Müslümanım” diyoruz ama ne yazık ki bir Müslüman gibi dav-ranmıyoruz. Müslümanız ama namaz kılmıyoruz, Müslümanız ama harama el uzatıyoruz, Müslüma-nız ama kul hakkı yiyoruz...

Doğruluk nerede? Nerede Müslüman-lık? Bıraktık doğru yolu yolsuzluğa takıldık. Affet Allah’ım affet nereye gittiğini bilmeyen şu aciz ve günahkâr kullarına merhametini lütfet.

Esra ULUSOY - İ/10 A

“İyilik yap ehli olana da, olmayana da, ehline isabet ederse yerini bulur.Etmez ise ehli sen olursun.” Hz. Muhammed (S.A.V.)

Yolsuzluk yolunda...

Sizin en hayırlınız;insanlara en çok faydalı olanınız.

13 umman

Page 16: Umman Dergisi 2. sayısı

İslam, doğumdan ölüme kadar hayatımızın her noktasını kuşatan, bize Kur’an’ da emredilen kulluğun keyfiyetini gösteren, evrensel değerleriyle bütün in-sanlığa hitap eden mükemmel bir dindir. Din bu kadar mükemmelken ve değerleri tüm varlığı kuşatmışken İslam’a mesafeli duran hatta karşı olan-ların varlığı oldukça düşündürücüdür. İki ihtimal akla geliyor; ya İslam dini temsil problemi yaşıyor ya da İs-lam insanlar indinde hüsn-ü kabul görmüyor. Yani or-taya dinini iyi bilmeyen, inancını hayata aktaramayan Müslüman, bir de dine uzak bir kesim çıkıyor karşımı-za. İnsanların dini inançlarında özgür oldukları ger-çeğini göz önüne alarak ben özellikle dini yaşamadaki temsil problemine parmak basmak istiyorum ve basit bir kaç soru sormak istiyorum. İnsanlar, İslam dinine susamışlıklarını hangi çeşmeden kana kana içerek gi-derecekler? Rabbimiz her bahar, yazın adeta ölen tabi-atı baharda yeniden diriltirken bu gerçeği göremeyen gözlerin önünden perdeyi kim kaldıracak? Millete ait milyar liraları çalanları ne dizginleyecek? Hunharca kendi kanından canından olanları töre deyip gözünü kırpmadan öldüren birinin kirlenmiş vicdanını hangi duygu temizleyecek? Her şeyi göreni göremeyen, Al-lah vardır ve birdir deyip yokmuş gibi hayatını idame ettirenleri kim gaflet duygusundan uyandıracak?

Doğru oturup doğru konuşup doğru düşünelim. Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri toprağa gömenleri insanlığın zirvesine taşıyan duygu ancak günümüzün problemlerine çözüm olabilir. Bir başkası-nın arkasından olumsuz konuşmayı bile hoş görmeyen İslam’ın evrensel değerleri gönlü huzura kavuşturur.

İşte tam bu noktada akla başka bir soru geliyor. İnsanlar dinini nasıl öğrenecek ve bu evrensel değerler toplumun bütün kesimlerine nasıl ulaşacak? Hem di-

nini bilen hem de farklı iş sahalarında ha-yatını sürdürmek isteyenler ne yapacak?

Tartışmasız bir adres çıkıyor karşımıza. Göz bebeğimiz İmam Hatip Liseleri. Müspet

ilimlerle dini ilimleri bünyesinde barındıran bu güzide müesseseler yetişiyor imdada. Eğer içi

dışına hakim, dinin özünü iyi bilen, bildiğini yaşayan di-mağlar yetiştiremezsek akşam haberlerinde izleyip de rahatsız olduğumuz tablolar artarak devam edecektir. Bir düşünelim, insanın olduğu her yerde imam hatip-lerimiz yok mu? İyi yetiştirilmiş, kurbette yol almış, kendini bilen ve yaratan karşısındaki konumunu tespit etmiş, marifetullahla mücehhez bir imam hatip ya da bu güzelliklerle ışıl ışıl parlayan bir doktor, öğretmen, tüccar hak sahibinin hakkını zayi eder mi? Eli yanlışa gidecekken Allah’ tan utanmaz mı? Bu okulların her seviyede kalitesini arttırılması, devletin de milletinde varlığıyla iftihar edeceği bir seviyeye getirilmesi son derece hayati bir konudur. Kapatılmasını istemek ya da anlamsız engeller çıkarmak gönül dünyamızı besleyen damarların kesilmesi demektir.

İslam’ın hoşgörüsü herkese yeter. Sevmekle kalp yorulmaz. Sevelim, sevilelim. Birilerini ezerek, yok sayarak, umutsuzluğa düşürerek kim ne kazanç elde eder bir düşünelim. Eğer bedeni beslediğimiz kadar ruhumuzu da besleyemezsek bir bakıma kendi kendimizi inkar etmiş olmaz mıyız? Biz dine mi, din eğitimine mi karşıyız yoksa kişisel zaaflarımıza mı kö-leyiz? Unutmayalım akarsuyun önüne gerilen set suyu kesmez. Aksine, akarsuyun yatağında akarken ulaşa-madığı çorak toprakları da sulayacak bir şekle bürü-nür. Şunu kabul etmek gerekir ki güneşi yok sayarak gözümüzü yummakla ancak dünyayı kendimize karan-lık ederiz. Ne var ki güneşin ışığı ve ısısı bizi tekzip eder. Vesselam…

İmam hatipliol(ama)mak

Orhan ÇOLAKArapça Meslek D. Öğretmeni

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 14

Page 17: Umman Dergisi 2. sayısı

ulu çınar

düşüncelerimiemen birsünger var

Masmavi gök altındaUlu çınar

Yemyeşil çimenlikteHeybetiyle duruyor

Rüzgarla fısıldayan incecik yapraklarıMutluluk şarkısını dinleyene fısıldar.

Küçücük bir tohumdu o,Bundan seneler önce.

Toprak büyüttü onuŞimdi ne kadar yüce.

Her dalında izler var Geçmiş fırtınalardan

Yıkılmadan direnmiş bu yaşlı koca adam.

Dile gelip söylese; başından geçenleriNeden tek başına bu tepeyi bekledi?

Yalnız kalmazdı eğer bir ormanda olsaydı.Fakat yalnız olmasa ulu olur mu çınar?

Şimdi ben de uzağım kendi ormanlığımdan.Burada kalıp yıllarca, bir tepeyi yurt tutsam..

Hüseyin TUNCA 2008

Düşüncelerimi emen bir sünger var.Dünyama saldıran aç bir canavar.Kafamın içindeki bütün anıtları yıkan,Tüm cevapsız sorulara kurşun sıkan.

Dev bir sürüngen gibi,Toprağa gömülü kökleri bile sarsan.Kovulmuş bir sürgün gibi,Tıpkı her limana saldıran bir korsan.Düşüncelerimi emen bir sünger var.

Önce duymadığım ama bildiğim bir sır,Sonra gördüğüm ama unuttuğum bir duvar.Kâğıt uçaklar gibi hızı kesilen bir ömür, Kaosla tüketilen yüzlerce asır.

Hüsna BAKA

15 umman

Page 18: Umman Dergisi 2. sayısı

Hz. Peygamber’in rahmet olma özelliğini toplu-ma kazandırma çalışmasına bir eğitim yöntemi olarak bakıldığında, onun, en çok örnek olma ve yaparak-yaşayarak eğitme yöntemleri ile benzeştiğini söyle-yebiliriz. Aslında kaynakların bildirdiğine göre Hz. Muhammed’in hayatının tamamı mükemmel bir örnek-tir. Onun bu durumu İslâm prensiplerini anlatmak için de bir öğretim metodudur. Böyle bir yaşama tarzının tek bir hedefi olmasından çok, birçok hedefinin varlığından söz etmek daha doğrudur. Bunların birisi de insanları eğitmektir. Çünkü insanlar kişinin söz ile söylediğini, kendi hayatında uygulamasından da çok etkilenmek-te ve onun bu durumunu model olarak kabul etmekte zorlanmamaktadır.

Hz. Muhammed’in eğitiminde bizzat gös-tererek ve uygulayarak öğretme belirgin şekilde görülen bir özelliktir. O öğüt vermekten çok, tat-bikata önem vermiştir. Hz. Muhammed, bir gün cemaate namaz kıldırmak isterken minbere çıkar ve cemaat de ona uyup namaz kılar. Bundan mak-sadı, cemaatten herkesin onun nasıl namaz kıldı-ğını iyice görmelerini ve onun fiillerini, yaptıkları-nı müşahede edip iyice kavramalarını sağlamaktı. Nitekim namazı kıldırdıktan sonra cemaate dönüp bu uygulamasının sebebini şöyle açıklar:

“Ey insanlar! Minber üzerinde durup size imamlık yapmamın sebebi şu idi: Bana uymanızı iyice sağlamak ve nasıl namaz kıldığımı öğ-renmenizi kolaylaştırmak istedim.”

Kur’ân’ın davranış örnekleri ile eğitimi, onun genel eğitim metodlarından biridir. Çünkü Kur’ân, insanlara çeşitli davranış

şekillerini zaman zaman örnek olarak vermekte, insan-ların onları taklit etmesini istemektedir. Böylece bilgiyi nazarî olmaktan çıkarmakta, pratiğe çok yaklaştırmak-tadır. Bu yöntemle öğrenme olayının gerçekleşebilece-ğini Kur’ân bize, Rasûlullah(s.a.v.)’ın davranışlarından İslâm’ı öğrenebileceğimizi, onun hayatının bize örnek olduğunu belirtmek suretiyle anlatır:

“Ey insanlar! Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan

kimseler için Allah Rasul’ünde pek güzel bir örnek vardır.”

Rasûlullah (s.a.v.) bize İslâm’ı sadece teorik olarak öğretmemiş, aynı zamanda hayatın bütün

safhalarında, ne şekilde tatbikata konacağını biz-zat kendi davranışları ile göstermiştir. Böylece örnek hareketlerle Müslümanlara ders vermiştir. İşte bu örnek davranışlar, Ashâbın İslâm’ı daha kolay anlamasına ve tatbik etmesine sağlamıştır. Kur’ân bu gerçeği belirtmekte ve İslâm’ı anlamak isteyenlere Hz. Peygamberin hayatını örnek gös-termektedir. Öğretme konusundaki bu yaklaşım bizim için de bir örnek teşkil etmektedir.

Çocuk Eğitiminde De Örnek Hareketlerin Son Derece Önemli Yeri Vardır

Çocuk kendisine öğretilen, tavsiye edi-len davranışların bir örneğini yakın çevresinde, özellikle ailesinde görmek ister. Bu, onun için bir

öğrenme kolaylığı olduğu gibi ikna ve tatmin olması için de bir ihtiyaçtır. Eğer çevresindeki hareketler kendisine söylenenin aksini göste-

rirse itimadı kaybolur. Giderek üzerindeki eğitim zorlaşır ve etkisini kaybeder. Dış

etkili din eğitimiaçısındanHz.Peygamberin örnekliği

Yılmaz ERSOYMeslek Dersleri Öğretmeni

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 16

Page 19: Umman Dergisi 2. sayısı

tezâhürler, teveccühkâr bir bakış, tatlı bir tebessüm, sevgi dolu bir söz, bir hareket çocuğun kalbini kazanır. Fakat, onu asıl bağlayan günlük davranıştır. Eğer eği-timcinin hareketleri, davranış kurallarına uymuyorsa, onu hemen fark eder ve bunu bir nevi alçalma olarak algılar. Siz, onu küçük ödevlerini yapmaya sevk ediyor-sanız, o, sizin büyük ödevlerinizi devamlı olarak yaptığı-nızı görsün. O zaman yalnız sizi sevmekle kalmaz, aynı zamanda size inanır da.

Yapılmasını tavsiye ettiği bir şeyi kendisi tatbik etmeyen bir eğitimcinin düştüğü çelişkiyi Kur’ân şöyle ifade eder:

“Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?” 1

Bu âyette, teori ile pratiğin arasındaki irtibatın çok kuvvetli olması gerektiği, bizzat eğitimci tarafından tatbik edilmeyen tavsiyelerin, muhatap üzerinde müs-

pet etki yaratmayacağı ve bunun bir tutarsızlık olduğu anlatılmaktadır. Aynı mânâyı tamamlamak üzere bir başka âyette şöyle buyurulmaktadır:

“Siz kitabı okuyup durduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip,kendinizi unutuyor musunuz ? Hala aklı-nızı başınıza almayacak mısınız?” 2

Âyette, iyilik yapılmasını isteyip de kendisi iyi-lik yapmayan kişilerin bu gayretlerinin faydasızlığı ve böyle bir tutumun, ahmaklığın bir çeşidi olduğu zarif

1 Saff Süresi 2.ayet2 Bakara Süresi 44.ayet

bir şekilde belirtiliyor ve bu konuda insanlar, özellikle eğitimciler uyarılıyor. Böyle bir hareket şu üç noktadan yerilmiştir:

1- İyiliği emretmek suretiyle başkasını bu iyiliğin sonuçlarından faydalandırıp, kendi nefsini bu faydadan uzak tutmak bir çelişkidir.

2- Başkasına vaaz ve nasihat verip, ken-disinin, kendi nasihatini dinlememesi, kişinin söyledik-lerini fiilen tekzip etmesidir.

3- Verdiği nasihatin aksini yapmak, o na-sihatin değerini düşürür. Herkesin ondan uzaklaşması-na sebep olur.

Şu söz ve davranışların eğitim değeri olduğunu kim iddia edebilir?:

“Ben sana küfür etme demedim mi geri zekâlı?” veya “Kardeşini niçin dövüyorsun. Gel bakayım buraya deyip kulağını çekmek veya dövmek.” Bunlar olumsuz

örnekleri sunmanın çok oturmuş mi-salleridir.

Konu ile ilgili âyetlerden biri de şudur:

“Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ben gerçekten müslüman-lardanım diyen kimseden daha güzel

sözlü kim olabilir?” 3Âyette en güzel sözün Allah’a da-

vet olduğu, fakat bu davetin ancak bazı esaslar üzerine oturtulursa, en güzel söz olma özelliğini kazanacağı belirtiliyor. Bu esaslar da şunlardır:

Davet, kuru bir sözden ibaret kalmamalı, aynı zamanda davet edenin hali, sözüne uygun olmalıdır. Yani, önce kendisini düzeltmelidir. Âyet aynı za-manda, kalben yapılması istenen bir işin lisânen de söylenmesi gerektiğine işaret etmektedir.

Hz. Muhammed, insanlara tek-lif ettiği hususları herkesten önce kendi

nefsinde, herkesin yapabileceğinden daha fazla olarak uyguluyordu. Şüphesiz, bu durum, davet olunanlara te-sir eden önemli bir faktör olmuştur. Umman meliki el-Culendî’ye Rasûlullah’ın İslâm’a davet mektubu ulaştığı zaman, Hz. Peygamber’in hayatı hakkında bilgiler edi-nen melikin sözleri şöyledir: “Allah bana bu ümmî pey-gamberle delâlet etmiştir. O peygamber hiç bir iyiliği ilk önce kendisi uygulamadan emretmiyor, hiç bir kötülüğü de kendisi terketmeden yasaklamıyor.” Veda hutbesinde öncelikle amcası Abdulmuttalib oğlu Abbas’ın alacak-

3 Fussilet Süresi 33.ayet

“Siz kitabı okuyup durduğunuz halde, insanlara iyiliği em-redip, kendinizi unutuyor musunuz ? Hala aklınızı başınıza

almayacak mısınız?”

17 umman

Page 20: Umman Dergisi 2. sayısı

lı olduğu faizi kaldırarak faizi yasaklıyor, amcazadesi Rabia’nın kan davasını affederek kan davalarını ayakları altına alıyordu. İnsanları affetmeyi ashabına öğretirken Hz. Aişe’nin ifadesiyle şahsına yapılan hiçbir kötülüğü cezalandırmıyor, sığınmak için gittiği Taif’den taş yağ-muru altında kan revan içinde dönerken

“Allah’ım , bu kavimi doğru yola ilet. Çünkü ne

yaptıklarını bilmiyorlar.”Diye dua ediyor, kavmim diyerek kendisini taşla-

yan putperestlerden nispetini bile ayırmıyordu. Vefatına yakın insanları toplayarak:”İşte sırtım!

Sırtına vurduğum kısas yapsın. Malını aldığım işte ma-lım, içinden hakkını alsın. hakaret etmiş isem işte şere-fim intikamını alsın. Kimse benden bir itiraz gelecek diye de çekinmesin.” diyerek kul hakkına olan saygıyı önce-likle kendi yaşantısında gösteriyordu.

Söz ile davranış arasındaki uygunluk muhatabın kafasında güvenilirlik vasfını ortaya çıkarır. Mekkeliler, Hz. Peygamber Efendimizin nübüvvet öncesi ve sonra-

sı hâlini ve yaşayışını gayet güzel biliyorlardı. Bundan dolayı, peygamberliğinde temel fikrine karşı koyarak tevhîdi kabul etmemek, yayılmasını engellemek için her türlü yola başvurdukları halde, şahsî yaşayışı hak-kında en küçük bir ithamda dahi bulunamıyor, onun “el-Emîn”liğini kabul etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Çünkü o, sözüne ve işine güvenilir bir kişi idi.

İnsanlar örnek görmek isterler. Pedagojide, örnek almanın büyük değeri vardır. Her taklit olayı, hareket ve davranışlar, âdet ve alışkanlıklar şeklinde yaşayışa intikal eder. Bu kuraldan her eğitim faaliye-tinde istifade edilir. Meselâ çocuğuna eğitim vermek isteyen bir aile, ona “taklit edilecek iyi örnekler” gös-termek zorundadır. İslâm’ın emrettiği esasları ciddî ve samimî olarak aile büyükleri yaparsa, çocuklar önce bunları şuursuz olarak taklit edeceklerdir. Bu taklit giderek kuvvetli bir alışkanlık haline gelecektir. Çocuk-lukta kazanılan iyi alışkanlıklar, bütün hayat süresince devam eder. Öğretmen okulda, eğitimci muhatapları karşısında hal ve tavırları, fikirleri ve sözleriyle daima örnek olmalıdır. Bunlar yapılmadıkça eğitim ve öğretim için ne kadar gayret sarfedilirse edilsin, tesirsiz kalma-ya mahkûmdur. Genel kaide olarak diyebiliriz ki, tebliğ beşikten mezara kadar devam eden bir alıştırma ve iyi örnek olma işidir.

Sonuç olarak, eğitimcinin muhatabı üzerinde müspet bir tesir icra edebilmesi için, kendisinin samimi

olması ve sözlerini tatbik etmesi, düşündüklerini de söz ile ifade edebilmesi gerekmektedir, diyebiliriz. Çocuğun da verilen bu eğitimi alabilmesi için, muhatabına inan-ması ve hem zihinsel, hem de bedensel olarak bu ha-reketleri taklit edebilecek bir gelişim çizgisine ulaşmış olması gerekir.

Hz. Peygamber’in hayatındaki bütün örnekleri bu sınırlı satırlara sığdırmak mümkün değildir. Biz sadece denizden bir damla misali O’nun örnekliğinden kesitler sunmaya çalıştık.

O’nun örnekliğini hayatımızda ve eğitimimizde uygulayabilmek ümidiyle…

Selam ve dua ile…

“Ey insanlar! Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Allah Rasul’ünde pek

güzel bir örnek vardır.”

“Hakkın dile getirilmesi gereken yerde susan, dilsiz şeytandır.” Hz.Muhammed (S.A.V.)

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 18

Page 21: Umman Dergisi 2. sayısı

İmam Hatip Liseleri ülkemizde Cumhuriyetten bir kaç yıl sonra kurulmuştur. Başlangıçta ortaokul ve lise olarak eğitim-öğretime başlamış, fakat bir kaç yıl sonra ortaokul kısmı çeşitli nedenlerden dolayı kapatılmıştır. Yalnızca lise olarak devam edip günü-müze kadar gelmiştir. Sıcacık ve sevgi dolu bir eğitim-öğretim yuvası olmuştur.

İmam Hatip Liseleri ülkemizde elli yıldır var olmaktadır. Bizler aracılığıyla da uzun yıllar ayakta duracaktır. İmam Hatip Liseleri halk arasında sadece din eğitimi alınan yer diye tabir edilir, fakat biz İmam Hatip Liselerinde sadece din eğitimi değil, hayat ders-leri de almaktayız. Gerek öğretmenlerimiz aracılığıyla gerek yaşananları görerek tam bir ilim irfan öğrenimi görüyoruz. Okul mevcudumuzun az olması samimi, sıcak ve huzur dolu bir ortamın oluşmasını sağlar. Sorunlar hocalarla birebir çözülebilir, sıkıntılar pay-laşılabilir. Maneviyatın verdiği doluluk ile öğrenciler arasında saygı ve sevgi artar.

İmam Hatip Liseleri topluma faydalı, bilgili donanımlı kültür ve değerlerine bağlı, sosyal sorum-luluk sahibi bireyler yetiştirmeyi kendine vizyon edin-miştir. Öğrenciye fen bilimlerinin yanı sıra dini ilimler vererek onları toplumda örnek bir vatandaş olma yo-lunda eğitmeye çalışmaktadır.

İmam Hatip Liselerinden mezun olan kişiler toplumda kendine kolayca yer edinmiş, saygı değer konumlarda olan insanlardır. Çünkü bu liseler de ve-rilen eğitim insanı yüceltir, saygı duyulan makamlara ver mevkilere getirir. Bundan on yıl öncesinde İmam Hatip Liselerine girmek için yapılan sınavlardan çok yüksek puan alan öğrenciler kabul edilmekteydi. Me-zun olanların çoğu da güzel meslekler edinmiş kişi-lerdir.

Bir İmam Hatip Lisesi öğrencisi ülkesini yücel-tecek, milletini koruyacak, insanlığa hizmet edecek öğrenciler olmalıdır. İnsanlar nerede bir İmam Hatipli öğrenci görseler helal olsun, eğitim böyle olur, birey böyle yetiştirilir diyebilmelidir. Bunu İmam Hatip öğrencisi kendine borç bilmeli, okullarına aldıkları eğitime saygı duymalı ve okullarını minnetle anmalı-dırlar.

Çağla ÖZCÜ İ/10-C 2061

Din insanın fıtri bir ihtiyacıdır. İnsanoğlu geç-mişten bugüne “hayatın anlamını” hep sorgulamıştır. Ve her dönemde insanların kafasındaki sorulara cevap arayan “ilim yuvaları” olmuştur. İnsanoğlunun yaratılış amacı bellidir ve açıktır. Ama bunu görmezden gelmek gerçeklerden kaçmaktır. İşte imam hatip okulları tam bu noktada devreye girer. Anlamı kavramaya yarayan, sebeplerin anlaşılmasını sağlayan din, bu okullar saye-sinde daha anlaşılır bir hale gelmiştir.

Ülkemizde imam hatip okullarının tarihine ba-kacak olursak, 1913 yılında kurulan Medresetül Eimme Vel Huteba ilk imam hatip okuludur. Bu okullar ömür-lerini 3 Mart 1924’e kadar sürdürmüştür. Tekrar 1924 yılında açılan ve 1930 yılına kadar varlığını sürdüren imam hatip okulları öğrenci azlığından kapanmıştır. Bu dönemdeki imam hatip okulları amacından saptığı için okutacak öğrenci bulamamıştır.1949 yılında ise imam hatip kursları açılmıştır. Bu dönemde din eğitiminin ve-rilmemesi yıllardır dinle iç içe yaşayan Anadolu insanı-nı etkilemiştir. 1951 -1952 yılları arasında tekrar imam hatip liseleri açıldı. 1972 de ise ortaokul sonrası 4 yıllık eğitim veren bir meslek okuluna dönüştürüldü.

Bugün ise yozlaşmanın son safhada olduğu bir dönemde yasayan bizler yanlışların içinde doğru-ları göremez olduk. Ama bu okullar sayesinde özümü-zü, bizliğimizi unutmadık. Her türlü adaletsizliğe karsı ayakta duran bu okulların arkasında Anadolu insanı vardır. İmam hatip okulları “ötekileştirmelere” karsı direnmiştir ve direnecektir. Son olarak önemli muta-savvıflardan olan Yunus Emre’nin bir sözünü belirterek yazıma son vermek istiyorum;

İlim İlim demektirİlim kendini bilmektirSen kendini bilmezsenBu nice okumaktır

Muhammed Emin BALTACI İ 10-C 2117

İmam-Hatipgerçeği

okulum

19 umman

Page 22: Umman Dergisi 2. sayısı

Şu bir gerçektir ki; insanoğlunu diğer canlı var-lıklardan farklı kılan üstün özelliklerden biri de onun bilgi sahibi oluşudur. Yüce Rabbimiz, ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem (A.S.)’ ı bu özelliği ile melekle-re tercih ederek, yeryüzünde halife tayin etmiştir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde beyan olunmuştur; ‘“Hatırla ki Rabbin meleklere ben yeryüzünde bir ha-life yaratacağım.” dedi. Onlar, “Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyor-sun?” Dediler. Allah da onlara; “Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.” dedi.’

(Halife vekil ve temsilci demektir. Allah, yer-yüzünde iradesini temsil etmek üzere insanı yaratmış, orada ilahi hükümranlığı gerçekleştirme görevini de ona vermiştir.)

Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra on-ları meleklere arz edip; “Eğer siz sözünüze sadık iseniz şunların isimlerini bana bildirin,” dedi. Melekler; “Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüp-hesiz alim ve hakim olan ancak sensin.” dediler. Bu-nun üzerine; “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat,” dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatın-ca; “Ben size muhakkak semavat ve arzda görülme-yenleri (oradaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?”dedi. (Bakara Suresi; 2 / 30–33)

Burada görülüyor ki, Allah Teala Hz. Âdem’i bilgilendirmiş ve bu bilgi sayesinde onu halife tayin etmiştir. İlim, bilgi, bir üstünlük sebebidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de; ‘Kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiş demektir.’ (Bakara 2 / 269) buyrul-muştur. Ayetteki hikmet, faydalı olan bilgi demektir. İnsanlığa faydalı olan bilgi, ona sahip olan âlim için

elbette bir üstünlük vesilesidir. Yüce Rabbimiz bilen-lerle bilmeyenlerin denk olmayacağını bildirerek ‘(Ey Muhammed) de ki; Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.’ (Zümer / 39/9) demiştir.

İlim rütbesi, rütbelerin en üstünüdür. Zira bilerek amel etmek kişiye fayda sağlar. Fakat ceha-letle amel edilirse bu pek fayda sağlamaz. Haberde varid olduğuna göre; ‘Ya Rasûlullah amellerin han-gisi daha faziletlidir? diye sorulduğunda Rasûlullah (S.A.V.) “Allah’ı bilmek”, diye buyurdular. Hangi amel mertebeyi dereceyi artırır, diye sorulduğunda “Allah’ı bilmek”, diye buyurdular. “Ya Rasûlullah (S.A.V.), biz amelden soruyoruz, siz ilimden cevap veriyorsunuz, dediklerinde peygamberimiz (S.A.V.) “İlimle yapılan az amel fayda verir. Fakat cehaletle yapılan çok amel fayda vermez.” Buyurdular. (Mahmud Sami Ramaza-noğlu / Yusuf (A.S.) Kitabı s. 53)

İlim Öğretmenin Yani Öğretmenliğin Fazileti

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de ilim öğrenme-nin onu öğreterek etrafa yaymanın önem ve faziletine vurgu yapılarak şöyle buyrulmuştur; ‘Şu günü hatır-la ki; Allah, Kitap verilenlerden şöyle bir söz almıştır, elbette onu anlatacak ve gizlemeyeceksiniz.’ (Al-i İm-ran/ 3 / 187) Bu ayet okutup öğretmeyi farz kılmak-tadır.

Konuyla ilgili hadis-i şeriflerden bazılarını bu-rada zikredelim. Rasûlullah (S.A.V.) efendimiz Yemen’e gönderdiği Muaz (R.A.)’a hitaben söyle buyurmuştur; “Senin yüzünden Allah Teala’nın bir kişiyi hidayete er-dirmesi, senin için bütün varlığı ile dünyadan hayırlı-dır. (İmam-ı Ahmed, Muaz (R..A.)’ dan. Ayrıca Buhari

ilim sahiplerininüstünlüğü

İsmail KARABACAKMeslek Dersleri Öğretmeni

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 20

Page 23: Umman Dergisi 2. sayısı

ve Müslim de rivayet etmiştir.‘İnsanlara öğretmek

için ilimden bir mesele öğ-renen kimseye yetmiş sıddik sevabı verilir (Ebu Mensur ed- Deylemi, İbn Mesud (R.A.)’dan rivayet etmiştir.)

Buradaki “Sıddîk” ifade-si doğrulukta zirveye ulaşmış olmak demektir ki, böyle kişi-lerin cennetteki mükâfatları, hesaba gelmez çokluktadır. Sıddîklar üst düzey kâmil iman ve ihlâs sahibi kimse-lerdir. Bunlar salihlerden ve şehitlerden de çok üstündür. Peygamberlik ve nebilik ma-kamından sonra en üstün ma-kam sıddîkların makamıdır. Aynı zamanda sıddîklar ilim ve irfan sahibi olup, ilmiyle âmil olan pek muhterem zat-lardır. Bunlara “Arif-i billah” da denir.

Kıyamet günü Allah Teala âbid ve mücahitlere “Girin cennete” der. Âlimler “Bizim öğretmemiz saye-sinde ibadet ve mücahede ettiler,” deyince Hak Teâlâ “Siz benim katımda bazı meleklerim gibisiniz. Şefaat edin, şefaatiniz makbuldür.” Buyurur. Onlar da şefaat edince cennete girerler. (Ebu’l – Abbas Ez –Zehebi, İbn Abbas R.A.’dan rivayet etmiştir.) Bu şefaat hakkı her âlime değil bildiğini öğreten âlimlere mahsustur.

Yine bir hadis-i şerifte Peygamber S.A.V. Efen-dimiz; “Hayra delalet eden, onu yapan gibidir.” buyur-muştur. (Tirmizi, Enes (R.A.)den)

Buhari ve Müslim’in İbn Mesud (R.A.)’tan bir rivayetinde Rasûlullah S.A.V. Efendimiz; “Heves edi-lecek iki kimse vardır. Birincisi, Allah Teala’nın kendi-sine verdiği ilimle amel edip başkasında da öğreten; ikincisi de Allah’ın verdiği serveti hayra sarf edendir.” buyurmuştur.

Konumuzla ilgili Ebu’d Derda (R.A.) şöyle bu-yurmuştur; “Ben Allah’ın peygamberinden işittim ki şöyle buyurmuştu; ‘Her kim bir yola girer ve onda ilim isterse, Allah onun için cennete giden bir yolu kolaylaştırır. Melekler ilim öğrenenlere, yaptıkların-dan hoşlandıkları için kanatlarını gererler ve yerde olanlar, hatta sudaki balıklar ilim öğrenen kimseye Allah’tan yardım ve bağış diler. İlim sahibinin abidden (çok ibadet edenden) üstünlüğü, ayın diğer yıldızlar-

dan üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin va-risleridir. Peygamberler ne dinar ve de dirhem miras bıraktılar, ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan büyük nir pay almış demektir.” (Buhari ilm, 10; Ebu Davud ilm 1; Tirmizi ilm 19, İbn Mace Mukaddime 17)

Merhum Hüccetü’l İslâm İmam Gazâli Hazret-lerinin ilim hakkındaki bazı açıklamalarıyla mevzuu-muzu noktalamış olalım.

İlmin umumi faydalarına gelince; bunda hiç şüphe edilmez. Çünkü neticesi saadettir.

Mahallinin şerefine gelince: (Bu da gizli de-ğildir.) Nasıl gizli olsun ki, ilim öğretenler insanların kalpleri ve akılları üzerinde tasarruf ederler. Yeryü-zündeki en üstün yaratık insan, insanın en değerli cüz’ü ise kalbidir. İlim öğreten, kalbi olgunlaştırmak, temizlemek, cilalandırmak ve rıza-i ilahiye yaklaştır-makla meşguldür. Binaenaleyh her cihetten ilim ef-daldir, şereflidir.

Hülasa ilim öğretmek, bir bakımdan Allah için ibadet başka bir bakımdan Allah Teala’ya vekâlettir. Hem de en büyük vekâlet. Çünkü Allah Teala, en has sıfatı olan ilmi, âlimin kalbine yerleştirdi. Âlim, Allah Teala’nın en değerli cevherlerinin hazinedarı gibidir. Bundan, bütün muhtaçlara infakta izinlidir. Cennet-i Me’va’ya ulaştırmakta ve Allah Teala’ya yaklaştırmak-ta, Allah ile kulları arasında vasıta olmaktan daha üs-tün rütbe olabilir mi? (İhya-i Ulumi’d Din Tercemesi, cilt 1, sayfa 41, mütercimi A. Serdaroğlu)

İman iki eşit parçadır;Yarısı sabır, yarısı şükürdür. Hz.Muhammed (S.A.V.)

21 umman

Page 24: Umman Dergisi 2. sayısı

Modern zihniyet hadiselere yaklaşırken tek bo-yutlu ve “bu yönden”, “buradan” bakan kısır ve bir o ka-dar tüketici bir bakış açısıdır. Şöyle basit bir karşılaştır-ma bize yaklaşık bir anlayış kazandırabilecektir:

Modern zihniyet ile bakılan bir manzara resmin-de görülen öncelikle resmin kâğıdının kalitesi ve kulla-nılan boyanın içeriği… Evet, resmin neyin resmi olduğu ya da ressamın duygusu pek dikkate alınmıyor bu bakış açısında. Sadece görünen fiziki nesneler ve bunların de-ğeri.

Oysa bir resmi önemli yapan o resimdeki sanat ve yaratıcılıktır. Ressam hangi duyguyu nasıl ifade et-miş gibi sorular ile resme yaklaştığımızda, kullanılan malzemelerin çok ta önemli olmadığını rahatlıkla söy-leyebiliriz.

Çünkü ressamın “becerisi”ni biz malzemelerde değil o malzemeleri “nasıl kullandığında” görebiliyoruz. Nasıl kullandığını ise resmin bütününe yayılan yaratıcı-lık ve manada bulabiliriz ancak.

Bu yüzden modern zihniyetin insan anlayışı dar yoz ve kısır bir tek boyutun cenderesinde suni ve dünyevi bir anlayıştır. Bu zihniyet insan derken sadece görünen bir organlar topluluğunu kastetmektedir. Evet, modern zihniyetin insan anlayışı ne kadar bilimsel ve çağdaş olursa olsun aslında bu anlayışın ortaya koyduğu insan; “buradan” ve “bu yönden” bakıldığı için sadece görünen bir “beden” olarak kabul edilmektedir.

Bu yüzden insan derken daha çok onun bedeni anlaşılmakta ve “bedeni eğitme”, “bedeni güzelleştir-me”, “bedeni yaşatma” üzerinde fazlasıyla durulmak-tadır. Evet, spor beslenme ve estetik diye adlandırılan uğraşıların hepside bedene yönelik, onu yüceltici faa-liyetlerdir. Bu bağlamda sağlıktan anlaşılan, hasarsız çalışan organlardır. Huzurdan anlaşılan, bedenin raha-tıdır.

Kolay ve bedensel olarak zorlanmadan yapılan bir iş dünyada arzulanan hedeftir. Teknolojinin bütün yaptığı bundan ibarettir.

Estettik olarak güzellik; yalnızca bedenin or-ganlarını bir arada tutan ve üzerini saran derinin, cildin veya ambalajın kırışmamış ve gergin olarak durmasın-dan ibarettir.

Bütün bir medeniyetin hedeflediği sonuç, bedene kusursuz bir görünüm kazandırmak ve olabildiğince uzun süre yaşayacak şekilde kolay ve rahat zevkler ile donatmaktır. İşte modern zihniyetin insandan anladığı budur. Çünkü ressamın resmini boya ve kâğıt kalitesiyle değerlendiren bu bakış açısının, insanı etinin ve kemiği-nin ötesinde değerlendirebileceğini sanmak ahmaklık olacaktır.

Evet, bu zihniyet insanı anlamaya çalışırken tıpkı resim değerlendirmesindeki gibi onu meydana getiren “beceriyi” anlamak yerine hangi parçalardan oluştuğu-nu ve bu parçaların fonksiyonlarını anlamaya çalışmak-tadır. Bu bize bilimsel dediğimiz derin bakış açısını veya analiz yöntemini vermektedir. Oysa insan “buradan” ve bu yönden” bakılarak anlaşılamayacak kadar karmaşık ve öteseldir.

Kadim bakış açısının varlık anlayışı bu gün ilkel geri ve çağdışı sayılmaktadır. Bu bakış açısının insan anlayışı da oldukça “saçma” “anlamsız” ve “gerçek dışı” kabul edilmektedir. Oysa az biraz insaf eşliğinde baktı-ğımızda bütün yönleriyle kâmil bir “ihtişam” karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki:

Varlığı meydana getiren unsurlar hepsi aynı özel-liğe sahip ve birbirinin tıpkısı olan atomlar değildir bu anlayışa göre. Bu anlayış resme bakarken onun hepsi-nin aynı kâğıt üzerinde ve aynı boya ile yapıldığını inkâr etmeden bir değerlendirme de bulunur. Ama resim de-nilen şeyin boya ve kâğıdın ötesinde bir şey olduğunu kabul ederek işe başlar. İşte bu anlamda varlık dört ayrı unsurdan meydana gelmiştir: Su, toprak, hava ve ateş.

Bu dört unsur sadece varlığı değil hayatı ve anla-mı da meydana getiren dört unsurdur. Bu dört unsurun ikisi sıcak ve ikisi soğuktur. İkisi kuru ikisi yaştır. İkisi boş ikisi doludur. Ve ikisi aşağılık ikisi yukarılıktır.

insanın anlamı üzerinekarşılaştırmalıbir deneme

Abdüsselam GÜNGÖRMEZFelsefe Öğretmeni

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 22

Page 25: Umman Dergisi 2. sayısı

Taş niçin aşağı düşmektedir şeklindeki bir soru modern bakış açısına sahip bir fizikçi tarafından “çünkü cisimlerin çekme özelliği vardır” denilerek yerin çek-mesinden bahsedilip taş yerden daha küçük olduğu için aşağı düşmektedir biçiminde cevaplanmaktadır. “peki, niçin cisimlerin çekme özelliği vardır?” sorusuna mo-dern bakış açısının verebileceği anlamlı bir cevap yok-tur. “bilmiyorum” şeklindeki bir cevap bile belki anlamlı olacaktır ama modern bakış açısından böyle zaaf işareti taşıyan cevaplar pek duyulur değildir.

Oysa kadim bakış açısının bu soruya vereceği oldukça yetkin ve bir o kadar anlamlı bir cevabı vardır. “taş neden aşağı düşmektedir” şeklindeki bir soru as-lında “bütün” bilinmeden yalnızca “parça”dan hareket edilerek cevaplanacak bir soru değildir. Çünkü “bütün” dediğimiz şey “parçaların” toplamından ibaret değildir. Öyle olsaydı resim bir kâğıt ve boya demek olurdu. Şiir de harflerden ibaret bir ses kalabalığı.

Oysa “bütün”, kendisini oluşturan parçaların toplamından başka bir şeydir. Öyleyse “bütün” mutlaka bilinmeliydi ki parçalar hakkında sorulan sorular bili-nebilsin. “Taş niçin aşağı düşmektedir” sorusuna, ka-dim bakış açısı bütünsel bir cevap vermektedir. Şöyle ki “her şey aslına döner”. Taş da bu kurala tabidir. Taşın aslı aşağılıktır.

Çünkü varlığı oluşturan unsurların bir “değeri” vardır ve bu değer hepsinin eşit olmadığını ortaya çıka-rır. En yukarda ateş vardır en aşağıda ise toprak. Top-rağın üstünde su vardır ve suyun üstünde de hava. Bu yalnızca mekân olarak değil, değer olarak da böyledir.

İşte taş aşağıya ait olduğu için yukarıya yani ha-vaya atarsanız taş bir gurbetteymiş gibi hasret çeker. Ve sılaya dönmek için amaca uygun olan hareketine başlar. Yani düşer. Taşın düşmesi anlamsız bir savrulma değil hedefe yönelik bilinçli bir çabadır. Bu bakış açısına göre anlamsız ya da saçma olan hiçbir hareket yoktur.

Bu bakış açısının insan anlayışı da bütünsel-dir. Yani insanı bir organlar toplamı olarak görmez. Tersine insan ait olduğu kâinatın hem bir parçasıdır hem de kâinat insandan bir parçadır.

Çünkü insan varlığın en aşağısı olan toprak-tan yaratılmıştır. Ama insan sadece topraktan ya-ratılmamıştır. Aynı zamanda su ve hava da insanın bünyesini oluşturmuştur. Ve elbette ki ateş… İnsanı kuşatan yakıcı bir ateş vardır. İnsan bir bakıma bu hareretten hastalanmaktadır. Dört unsurun insan-da oluşturduğu denge sağlık olarak tanımlanabilir.

Tanrı insanı yaratmaya topraktan başlamış-tır. Ateşin bir tabakasından yaratılmış olan iblis varlık sıralamasındaki yerinin farkında olarak daha aşağıda bulunan bir malzemeden yaratılmış olanın önünde eğilmeyeceğini deklere ederek büyüklen-mektedir.

Oysa buradaki yanılgı malzemenin niteliğine bakarak yapılan değerlendirme biçimindedir. Tıpkı modern bakış açısı gibi. Yani resmin malzemesine bakıp “kalitesiz tuval ve kalitesiz boya kullanılmış öyleyse resimde kalitesizdir” şeklinde bir değerlen-dirme yapılarak yanılgıya düşülmüştür. Gerçekte ise resimdeki kalite ressamın yaratıcılığı ile ölçül-

meliydi. Önemli olan o resmin neyin resmi olduğu ve bu

olduğu şeyi hangi düzeyde ifade ettiğidir. Öyle ise insan hangi şeyden oluşmuştur sorusu

bizi doğruya götürmeyecektir. Doğru soru insan neyi anlatmaktadır şeklinde sorulan sorudur. Ya da insanın ifade ettiği mana veya simge hangi şeydir.

İnsan kelime olarak Arapça bir kelimedir. Anlam olarak ise bu kelimenin bütün manalarını ifade eder. Şöyle ki; insan sözcüğü kök olarak “unutma” anla-mına gelen “nisyan” ve yine kök olarak “bağlılık ve ya-kınlık” manasına gelen “ünsiyet” kelimelerinin ikisini de birlikte ifade eden bir kelimedir.

Yani kelime anlamı olarak ikili bir boyut taşır. Varlık olarak ta bu ikili yapıyı görürüz. İnsan beden ola-rak dört unsurdan oluşmuştur. Ama insanın ikinci boyu-tu ruhudur.

İnsan içindeki “RUH” u tanrıdan almıştır. Tan-rının ruhu ile yaşar insan. Ve kadim bakış açısına göre insan yeryüzünde Tanrıyı temsil eden tek varlıktır. Çün-kü Tanrı kedini insanda tecelli etmektedir. Çünkü Tanrı emaneti varlığın bütün katmanlarına teklif etmiş ve onlar emaneti yüklenmekten kaçınmıştır. Çünkü insan gerçekten ne yüklendiğinin farkında değildir.

Evet, insan ancak kendini bildiğinde Tanrıyı ve diğer her şeyi bilecektir. Kadim bakış açısının bize sağ-ladığı bilgi ancak kendimizi bilebileceğimizin bilgisidir. Ve gerçek bilgelik de bunu bilmekle başlar.

Öyleyse “yeryüzünde insanın anlamı nedir?”, şeklindeki bir soruya kadim bakış açısıyla şöyle bir ce-vap verebiliriz: Tanrının halifeliği.

Ya bu anlamın farkında olup “ünsiyet” kuracağız ve tanrıya yaklaşacağız ya da bu anlamı unutup “nisyan” içinde unutulup hararetin kucağında yanacağız.

23 umman

Page 26: Umman Dergisi 2. sayısı

Bundan yirmi otuz sene sonra sinemaseverler Çağan Irmak’tan büyük yönetmen, güçlü isim diye bahsederler mi bilmem ama hakkında başarılı yönet-men diyecekleri kesin. Son filmi Issız Adam da tıpkı Babam ve Oğlum gibi reklâm kampanyaları, promos-yonlarla değil, kulaktan kulağa yayılarak, izleyicinin beğenisini kazanarak gündeme oturdu. Bu sefer daha kişisel bir hikâye anlatan Irmak, Türk halkının duy-gusal olduğu konuları, zayıf yanlarını iyi bildiğini si-nemadan gözü yaşlı çıkan izleyicilerin deyimiyle son dakika golü atarak bir kere daha kanıtladı.

Issız Adam; Anadolu’dan İstanbul’a gelip iş ku-ran, başarılı sayılabilecek, kendisini seven bir aileye sahip, ancak yaşamını yalnız, daha doğrusu ıssız devam ettiren, annesi dâhil olmak üzere kimseleri değil duy-gu dünyasına, evine dahi kabul etmekte mızmız davranan bir karakter (Cemal Hünal) etrafında dönüyor. Bu bakımdan ıssız sıfatı onun için çok uygun. Kimseler yanına yöresine uğramıyor. Sahip olduğu restoranın çalışanları bile, Alper adlı bu adamı şef olmasına rağmen samimiyet çemberlerini çizerken usulca dışarıda bırakıyorlar. Alper’in ıssızlığını bu kadar öne çıkaransa onun eski plaklar, alkol ve gece hayatından ibaret olan özel yaşa-mı. Daha ilk dakikalarda hayatını alkol ve eski şarkılarla doldurmuş bu adamın samimi dostları, sırdaşları olamayaca-ğını, her gece başka biriyleyken bağlanacağı, hayatını paylaşacağı, özen göstereceği birini bulamayacağını anlıyoruz. Beklenmedik olayların gerçekleşeceği sıra dışı bir son vaat etmediğinden film boyunca öne çıkan Irmak’ın hikâye anlatıcılığı oluyor.

Hikâye, Alper’in bir kitapçıda eski plaklar ara-sında gezinirken esas kadın Ada’nın (Melis Birkan) içeri girmesiyle başlıyor. Ada o ikinci el kitapçıda sor-duğu Çılgın Kalabalıktan Uzakta’yı bulamıyor belki ama arkasına kendisini elde etmeye kararlı Alper’i ta-kıp çıkıyor. İlişkilerinin başlangıcındaki ayaküstü ko-nuşmalarda sürekli Alper’i tersleyen Ada; onu kafası

karışık, ne istediğini bilmeyen, basit arzuları ve hedefleri olan, caddeler dolusu yüzeysel adamın tipik bir ör-neği olmakla suçluyor. Issızlığına ilk günden teşhis koymasına ve onun gibi adamları iyi tanıdığını sürekli söylemesine rağmen, bir süre sonra bu ıssızlığın ısrarına yenilen kendisi oluyor.

Filmde Ada karakteri adeta sağlıklı bir kişiliğin, normalliğin öl-çüsü olarak kullanılıyor. Aslında Ada, benzerinden Bağdat Caddesi dolusu bulunabilecek Alper gibi sıradan bir karakter. Ancak bu ikisi yan yana gel-

diğinde dışarıdan oldukça normal, sıradan biri gibi gö-rünen Alper’in huzursuzluğu; ıssız kalmasını anlaşılır kılacak kadar belirgin bir hal alıyor. Çocuk kostümleri diken Ada tıpkı Alper gibi kendi işinin sahibi ve yine Al-

Çağan bey;o adam nedenıssız kalmış?

FiLM ELEŞTiRMENi

Yönetmen : Çağan Irmak

Oyuncular: Cemal Hünal,

Melis Birkan, Yıldız Kültür

Yapım: 2008 Türkiye

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 24

Page 27: Umman Dergisi 2. sayısı

per gibi işinden çok zevk alıyor. Ancak Ada kostüm ha-zırladığı her çocuğun fotoğrafını çekip duvarına asa-cak kadar insanları yanında hissetmekten hoşlanan biriyken Alper temizlikçi kadının evinde bir saat fazla kalmasını bile itirazla karşılıyor. Kamera evinden içeri girdiğindeyse daha renkli, kişisel beğenileri, uğraşları yansıtan eşyalarla dolu olduğu, onun daha yerleşik, daha düzenli yaşadığı anlaşılıyor. İnsanları daha çok sevmesine, ıssızlıkla alakası olmamasına rağmen oturup kafa dinlemekten bahsetmesi, kitaplara olan

düşkünlüğü bize kendisini Alper’den daha çok dinle-yen biri olduğunu, olayları ve kişileri düşünüp değer-lendirmeye daha çok vakit ayırdığını gösteren dikkat çekici ayrıntılar oluyor. Böylelikle kendi hakkında hiç düşünmeyen, davranışlarını hiç değerlendirme-yen Alper’in, biri bunu ona hatırlatmadıkça ıssızlığını farkına bile varmadan, ancak ıssızlığı gittikçe katla-narak yaşayıp öleceğini görüyoruz. Ada’nın okuma zevki, zaman zaman düşüncelerine vakit ayırmak is-temesi, fotoğrafçılığı, çiçekleri, bir düşüncenin ürünü iken Alper’in dinlediği plaklar, gittiği yerler, tükettiği sigara ve alkol, ıssızlığından mütevellit ruhsal duru-munun bir yansıması, bilinçsizce, hisleri tarafından yönetildiğinin bir kanıtı oluyor.

Issız adamla Ada’nın ilişkisi ağır aksak ilerle-dikçe Alper’in Ada’ya ummadığı bir şekilde gittikçe bağlandığını, Ada’nın da Alper’e aynı samimi hislerle karşılık verdiğini görüyoruz. Duruma hâkim görün-mekten hoşlanmasına rağmen Alper’in içinde çır-pındığı zayıflıklar ve Ada’nın onu kendisinden bile iyi anlaması bizi Alper hakkında umutlandıracak oluyor. Fakat bu sırada ortaya çıkıp bir akraba düğünü vesi-

lesiyle Tarsus’tan İstanbul’a Alper’in yanına gelen an-nesi, ikilinin göz ardı edilmesi imkânsız farklılıklarını açığa çıkaran turnusol etkisi yapıyor. Bu saf kadınla Alper ve Ada’nın kurduğu ilişkilere ayrı ayrı göz attı-ğımızda, Alper’in yitirdiklerinin büyüklüğü, kaybettiği değerlerin önemi nedeniyle asla düzgün, temiz, içten duygularla bezeli bir ilişkiyi ne annesiyle ne de sev-diği kadınla yürütemeyeceği fark ediliyor. Alper’in içine düştüğü derin ıssızlıkta bu şefkat ve sevgi dolu ilişkiler birer kısıtlama, özgürlüğün yok edilişi gibi

anlaşılıyor. Alper’in daha sonra aldığı ani ka-rarın arkasında da bunu bir şekilde hissetmesi yatıyor. Çok şey yaşadığını, kendisinden çok şey yitirdiğini, bu nedenle Ada’nınki gibi içten, temiz duygularla sevilmeyi hak etmediğini ifade ettiği cümlelerse kendisi hakkında söylediği ilk doğru şeyler oluyor.

Bu noktada eksik kalan; başarılı, kendisini seven bir aileye sahip Alper’in nasıl o kadar çok şey yitirdiğinin açıklaması. Modern hayat tarzı, Anadolu’dan gelip İstanbul’da tutunma çabala-rı, iş yaşamı gibi faktörler o derin ıssızlığı tarif eden nedenlerin yanından bile geçemiyor. Her yerde birçok Alper’in olduğunu düşünürsek Issız Adam toplumumuzu ıssızlaştıran nedenlerden

çok, sevilmeyi bile kendisine çok gören bir ıssızlığın hikâyesinden ibaret. Vasat senaryoya, kötü oyuncu-luğa, inandırıcılıktan uzak diyaloglara rağmen Çağan Irmak’ın hikâye anlatmadaki büyük başarısı filmi ol-dukça etkileyici yapmaya yetmiş. Tabi film boyunca çalan eski şarkıları da unutmamak lazım. Alper’in yitirdiği temiz duyguların aksine, aşktan, sevmekten, sevilmekten, yalnızlıktan, acıdan, kaderden, bilumum insani duygudan bahseden bu şarkılar adeta ıssız ada-mın hayatındaki duygu eksikliğini kapatma yolu gibi. Ayrıca sadece son dakikalar bile filmi güzel yapma-ya yetecek nitelikte. Alper’in ancak hayatına Ada’nın girip çıkmasıyla ıssızlığını, kayıplarının dehşet verici büyüklüğünü anlamış olması ve ömrü boyunca yitir-diklerinin yasını tutmaya mahkûm oluşu çok güzel aktarılmış. Son sahnede Alper’in bir aşağı bir yukarı yürümesi ise hayatındaki karmaşanın, kafa karışıklı-ğının özeti gibi olmuş. Sonuç olarak izlenmeye değer bir film diyor ve keşke, diye ekliyoruz, zincirin önemli bir halkası olarak Alper’in neden ıssız kaldığı da anla-tılsaydı. Hüsna BAKA

FiLM ELEŞTiRMENi

25 umman

Page 28: Umman Dergisi 2. sayısı

Allah’ım nasıl bir duygu içinde olduğumu bil-miyorum. Ağlamak istiyorum ağlayamıyorum. Sanki biraz daha buhar bekleyen yağmur bulutu gibiyim. Ama açıkça söylemek gerekirse neden ağlamak iste-diğimi de bilmiyorum. Hep ağlayacakmış gibi hissedi-yorum. Neden böyle olduğumu da bilmiyorum. Köşe-lere geçip sessizce oturmak, müzik dinlemek, ancak ağzımı bile açmamak istiyorum. Yemek yemişim ye-memişim fark etmez oldu. Karnım sanki hiç acıkmaz oldu. Yemek yiyemez oldum. Allah’ım ben neden böy-le oldum. Ben daha önce hiç böyle olmamıştım. San-ki kalbimde bir yara var orası acıyor, kalbim ağlıyor ama ben ağlamıyorum. Aslında kalbimde bir yara var, hatta bir değil birçok yara var. Ama yaralarımın ilacı nerde, yaralarım nasıl iyileşir bilemiyorum. Allah’ım ben ne yapacağımı da bilmiyorum. Ne yapacağım ben. Ne yapmam gerekiyor. Kime gitmem gerekiyor bu ya-raların geçmesi için.

Hıh ben biliyorum galiba. Sana kavuşmam ge-rekiyor değil mi Allah’ım. Tıpkı annemin yaptığı gibi. Ne zaman sana kavuşacağımı sen biliyorsun. Beni en uygun olan zaman da yanına alacağından eminim. Ama Allah’ım sana layık bir kul olmadan, peygambere layık bir ümmet olmadan alma beni yanına. Bana dün-yada hafızlık yapmayı nasip et. Bu dünyada da öbür dünyada da yüzümü kara çıkartma. Beni, annelerimi, babamı, kardeşimi bu dünyada olmasa bile öbür dün-yada rahat ettir. Sınavımızı en güzel şekilde verip sana kavuşmayı, senin ve peygamberimizin nur cemalinizi görmeyi nasip et. Yaralarımın ilacını bu dünyada bu-lamasam bile öbür dünyada bulmayı nasip et. Bu dün-yada olamasam bile öbür dünyada sevdiklerimle be-raber eyle beni Allah’ım. Bu dünyada olmasa bile öbür dünyada nasip et ne olur. Ben senin yetim kulunum, acizim ben, bir tek sana muhtacım. Allah’ım senin bana verdiğin bu azaları senin rızan için kullanmayı

nasip et. Senin bu emanetlerini en iyi şekilde koru-mayı nasip et Allah’ım. Allah’ım şimdi ağlıyorum işte, senin için ağlıyorum, ağlayabiliyorum senin sayende, sen nasip ettin bunu, meğer ne büyük bir nimetmiş bu ağlamak, senden gelene amenna, senden gelen her şey bir nimet. Acısı da nimet, tatlısı da. Allah’ım sen di-yorsun ya Allah korkusundan ağlayan göz cehennem azabı çekmeyecek diye. Benim gözlerim senin sevgin-den ağlıyor Allah’ım benim gözlerimi de cehennem azabından yakma olur mu?

Allah’ım benimde annem gibi ölüm döşeğin-deyken bile senin rızan için namaz kılmamı nasip et. Allah’ım yetim olmak da bir nimet aslında. Çünkü pey-gamber efendimiz de yetimdi ben onun özelliğini taşı-yorum. Ben bu nimetin farkına yeni yeni varıyorum, umarım farkına varamadan önce sana isyan etmemi-şimdir. Çünkü yetimin ezeni çok olurmuş ya, hani beni de bu yüzden ezenler oldu ya, tıpkı peygamberimiz gibi! Sana şükürler olsun işte. Bana peygamberimi-zin özelliklerinden verdiğin için. Ama ben biliyorum Allah’ım Ebu Cehiller her zaman kaybedecekler ben bunun farkındayım. İşte sen istedin ben bunu öğren-dim Allah’ım hani sen diyorsun ya kullar ancak benim bildirdiklerimi bilebilirler diye işte sen bana bunu bildirdin ben bunun farkına vardım ve işte senin bü-yüklüğünden ağlıyorum senin sevginden ağlıyorum daha nice insanın senin sevginden ağlamasını nasib et Allah’ım. Nice insana senin sevgini tattır onlarda bilsin senin sevgini. Dünya sevgisinin ne kadar boş ol-duğunu onlarda bilsinler. Allah’ım en sevgilinin yüzü suyu hürmetine istiyorum bunu. Ben senin günahkâr kulunum yüzüm yok istemeye ama o sevgilinin yüzü suyu hürmetine nasip et.

Sedanur ARITKAN

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 26

Page 29: Umman Dergisi 2. sayısı

Saltanatının sınırları geniş diyarlara uzanan bir hükümdardı Kibrinin ve gururunun ise sınırı yoktu Elinden gelse bütün dünyayı eline geçirmek ve mül-

küne dahil etmek istiyordu Sürekli “daha, daha” di-yordu Hiç kimse ondan bir gün olsun “yeterli” veya “Buna da şükür” sözünü duymamıştı Yeme-içmede, eğlenmede, hakarette, haksızlıkta hep dünden bir adım ileriye gidiyordu Öyle bencildi ki, iyilik yapar-ken bile başkalarına ne kadar cömert olduğunu ser-gilemek isterdi

İşte bu hükümdar, bir gün sarayının önünde-ki bahçede yürüyüşe çıkmış gezinirken, yanına başı önünde eğik, elinde dilenci kabı taşıyan bir adam yak-laştı Muhafızlar, dilencinin hükümdarın yanına so-kulmasının engellediler

Hükümdar, adamlarına o ana dek hiç ko-nuşmayan dilenciyi bırakmalarını emretti “Ne istiyorsun?” diye büyüklenerek sordu hükümdar Adamın onun yanına dilenmek için gel-diği besbelliydi, ama o bu soruyu yine de sordu, çünkü karşısındakinin kendisine yalvarmasını istiyordu Bu hep böyle olurdu.

Fakirler, dilenciler bir şeyler is-ter, o onlara fazlasıyla ihsanda bulunur, adamlar bin bir teşekkürle ve minnetle yanından ayrılırken o “Var mı benim gibi cömert?” dercesine sağına soluna ba-kınır ve etraftaki yağcıların övgü dolu sözlerini kendinden geçerek dinlerdi Ama bu defa öyle olmadı!

Dilenci güldü ve başı-nı kaldırıp hükümdarın gözle-rinin içine bakarak şöyle dedi: “Sultan hazretleri yoksa benim arzumu yerine getirebileceklerini mi sanıyorlar?” Böylesine küstahça bir söz karşısında önce ne yapacağını bilemedi hüküm-dar İstese oracıkta dilencinin kafasını vurdurabilir ya da onu zindanlarda çü-rütebilirdi Ama, bu dilenci kendisine meydan okumaya kalkmıştı ve bu söz ne kadar ağırına giderse gitsin, ona dersini başka bir şekilde vermeliydi Evet, kara-rını vermişti: Onu cömertliğiyle ezecekti “Elbette ki senin arzunu yerine getirebi-

lirim ey dilenci! Ne olduğunu söyle yeter” “Çok basit,” dedi dilenci ve dilenirken

kullandığı kabı uzattı: “Bu kabı bir şey-

le doldurmanın istiyorum ” Bu kadar basit bir isteği duyunca rahatlayan hükümdar kahkahalarla güldü: “Bundan kolay ne var?” Yanındaki vezirlerden birisine dönüp emretti: “Bu adamın kabını parayla doldurun ” Vezir saraya gitti, dönüşte getirdiği büyükçe bir kese altını dilencinin kabına boşalttı Normalde kabı dol-durup taşması gereken altınlar kaba dökülür dö-külmez yok oldu ve dilencinin kabı biraz önceki gibi bomboş kaldı Hükümdar ve etrafındakiler gördükle-rine inanamadılar Dilencinin hiç de öyle büyücü bir görünümü yoktu, ama yine de ondan ürkmeye başla-dılar Hükümdar, adamlarını daha fazla altın getir-meleri için saraya yolladı Ancak, her gelen kesedeki altınlar aynı akıbete uğradı Dilencinin kabına boşa-nır boşanmaz, uçup gittiler Bu kap sanki kara delik gibi altınları yutuyordu Önce saraydakiler, sonra da olup biteni duyan şehir ahalisi toplandı etraflarına Ne kadar altın ve gümüş boşaltırsa boşalsın, hüküm-

dar dilencinin küçük kabını dolduramı-yordu. Şanı, şöhreti, itibarı elden gitmek üzereydi Ama o “Bütün hazinemi göz-den çıkarırım da bu dilenci parçasına mağlup olmam” diye homurdanıyordu Gerçekten de, altınlar, gümüşler, el-maslar, yakutlar hazinesinde ne varsa dilencinin kabına boşaltıldı Ama sonuç değişmiyordu: Dilenci-

nin uzattığı kap bomboştu Saatler geçiyor, insanlar hayret ve şaşkınlık-la hükümdarın hazinesinin avuç avuç kabın içinde eriyişini seyrediyordu En sonunda, hükümdar dilencinin ka-pandı ve mağlubiyetini ilan etti: “Sen ka-zandın, ama gitmeden önce bana tek bir şey söyle Bu kabın sırrı nedir?” Hırsıyla, kibriyle ün salan koca hükümdar, sıradan bir dilencinin önünde böyle yalvarıyordu Gerçekte, bir dilenci değildi karşısın-daki. Ona ders vermek için gönderi-len dilenci görünüşündeki bir melekti Melek “Bu kap” dedi, “insan hırsından yapılmıştı Ve hiçbir şey onu doldura-maz Hırsına mağlup olan insan, ister senin gibi sultan olsun ister köylü, kabı hiç dolmayan dilenciye benzer Dünya-nın en güzel sarayları, dünyanın en gü-zel atları, dünyanın en büyük hazineleri onu doyurmaz Hatta dünyayı da yutsa tok olmaz Elindeki kabı, dilenir durur

Dilenci kim?

27 umman

Page 30: Umman Dergisi 2. sayısı

Arkadaşımızın bu kompozisyonu ÖNDER’in Türkiye Çapında düzenlediği yarışmada 3. Olmuştur.

Köprü; birbirine ulaşması zor olan iki varlığın kavuşmasını kolaylaştıran olgu… Köprü; hasrete son veren, sevenlerin buluşma noktası… Köprü; hep ken-dinden veren, zamanın kendisini yok etmesine aldır-madan başkalarının mutluluğuna kendisini adayan görünmez kahraman... Köprü; altından nice sular akmasına rağmen kendi benliği ve işlevinden ödün vermeyen istikrar abidesi... Köprü; nice afetlere göğüs geren defalarca yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kal-masına rağmen, inatla direnen, dünü bugüne, bugünü de yarına taşıyacak olan yapılar dizisi...

Belki de şimdiye kadar bu olgunun işlevleri hakkında bu kadar etrafl ı bir şekilde düşünmemiş-tik… Aynen geçmişten günümüze bir köprü görevini gören imam hatipli gibi... Her gün üzerinde bir vesi-le ile konuşmuş, televizyon radyo gazete gibi yayın organlarında hakkında nice etiket sahibi kimselerin analizlerini dinlemiştik… Ancak hiç kimse gerçeği din-leme cüretini göstermemişti. Yaldızlı sözlerle bu garip kimsesiz gibi görünen kurumun gerçeği hep örtüldü... Baştan sona budandık ama bilemediler budana ağa-cın, hızla ve daha verimli büyüyeceğini…

Arka bahçe denildi… Bunların tıpta, hukukta, mühendislikte ne işleri var denildi… Katsayı denildi. Bu kadar fazlasına ne gerek var denildi. Siyasallaştı-lar denildi. Kızlardan imam, hatip olmuyorsa onların orada ne işleri var denildi. Belki bu yüzden tam anla-mıyla cihadı öğrendik; davası uğrundan canını verebi-len insanlar olduk. Tescillenmiş marka olduk. Her ne kadar aramızda aramız da kaynayıp giden utanç kay-naklarımız olsa da insanlar bizi yüzlerimizden tanıdı. Kendisiyle ve toplumuyla barışık bireylerin oluştur-duğu gıpta ile bakılması gereken içleri vatan ve millet sevgisiyle dolu olan bu şerefl i ve asil topluluğa, nice yaftalar yakıştırıldı. Herkes görmek istediği gibi gör-dü. Herkes içini, ruhunu aynada gördü ve gördüklerini söyledi.

Beyinlerimizi değil ruhumuzu eğittiler, Edep, hayâ, saygı, sevda, hasret diploması verdiler her bi-rimize. Ayrıcalığın imam hatipli olmakta değil, imam hatipli gibi davranmakta olduğunu, bunu yapabiliyor-sak o zaman kendimizle değil, içimizde yaşattığımızla, ruhaniyetimizle gurur duymamız gerektiğini öğretti-ler.

Ne kadar zordur bilir misiniz? Kendi öz yurdun-da parya muamelesi görmek. Ne kadar zordur gele-neklerini, adetlerini, dinini yaşamaktan dolayı veya toplumun ahlakı kurallarını uygulamaktan dolayı horlanmak, küçümsenmek... Ne kadar zordur mu-adilleriyle beraber aynı sınava girip de sadece imam hatiplisiniz diye işe alınmamanız veya isminizin üzeri-nin çizilmesi… Ne kadar zordur hurafelerle mücadele ederken, başkaları dolayısıyla, aynı bulvarda görül-düğünüz kimseler tarafından ölesiye eleştirilmeniz... Ne kadar zordur bunca haksızlığa rağmen Eyüp a.s. sabrının, H.z.Ömer adaletinin, H.z. Ebu Bekir sadaka-tinin, H.z. Osman hayâsının, H.z. Ali bilgeliğinin sizden beklenmesi ve milletin bu duruma düşmesinin sorum-lusu görülmeniz ne kadar zor bir durumdur.

Her ne olursa olsun imam hatiplim!...Bilmelisin ki sen rahmet pınarının, taşlanırken

bile dua edebilen bir peygamberin varisisin. Düşeni bana ne demeden kaldırmalısın. Geçmişten aldığın gelenekleri örf ve adetleri genleriyle oynamadan bu-günlere taşımalısın. Senin küsmeye hakkın olmadığı-nı unutmamalısın. Kapına gelenler kim olursa olsun kapın daima açık olmalı. Çünkü sen ümitsizlik dergahı değilsin. Seni seveni sevmenin bir erdem olmadığını, asıl erdemin seni seven ve sevmeyeninde sevmek ol-duğunu bilmelisin… Sen zaten böylesin... Yıllarca da bunları hep yaptın.

Bazen kelimeler arasınız güzel bir cümle ku-rayım anlatmak istediğim şeyi tam anlamıyla ifade etsin Kelimelerin yetmediği yerde imdada o duygu-yu yaşamak yetişir. Unutma ki sen imam hatipli ol-duğun için değerlisin! Başkalarına benzediğin anda kıymetin o nispette düşecektir. Sen görevini layıkıyla yapamazsan bu millete olan borcunu, görevini ihmal etmiş olursun... Senin görevin her ne şartta olursa olsun geçmişi geleceğe taşımak ve sürekli atalarının yaptıklarıyla övünen bir toplum değil, atalarının ken-disinin yaptıklarıyla gurur duyduğu gıpta ile baktığı bir toplum inşa etmektir. Eğer bundan vazgeçeceksen, yapamayacaksan ya da kendine güvenmiyorsan hiç başlama, bu işe hiç kalkışma! Çünkü imam hatip da-vadır sevda ister! İmam hatip sevdadır, yürek ister...

Kevser TÜRKYILMAZ

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 28

Page 31: Umman Dergisi 2. sayısı

Kevser, önce seni bu başarından dolayı tebrik ediyorum.’’Maziden hâle köprü vazifesi gören örnek bir imam-hatipli olmak’’ konulu Türkiye çapındaki deneme yarışmasında 3. ol-dun. Gerçekten takdire şayan bir başarı. Diğer arkadaşlara örnek olması dileğiyle seninle ya-rışma süreci hakkında biraz konuşmak istiyo-rum. Öncelikle bu yarışmadan ne zaman haber-dar oldun?

Öncelikle teşekkür ederim. Yarışma sonu-cu benim için de bir sürpriz oldu. Yarışmadan na-sıl haberdar olduğuma gelince; geçtiğimiz sene-nin Mayıs ayında panoya bir duyuru asıldı. Önce okudum ama Türkiye çapında olduğu için pek önemsemedim denilebilir. Ama hayal kurduğu-mu söylemeden geçemeyeceğim.

Peki yazmaya ne zaman karar verdin?O seneki edebiyat hocamız olan Hatice Gö-

verçile ve bazı arkadaşlarımla bu konuda biraz konuştuk. Aslında bize Türkiye derecesi çok uzak geliyordu. Fakat hocamız bize bu konuda yanlış düşündüğümüzü söyledi. Bize böyle yarışmalara sonucu ne olursa olsun katılmamız gerektiğini söyledi ve bize denemekten bir şey çıkmaz şan-sınızı deneyin dedi. Bende bu konuşma üzerine galeyana geldim denilebilir.

Yazarken neler hissettin? Yani bunları yazmaya seni sevk eden düşünceler ne oldu? Kı-sacası ilham kaynağın nedir?

İmam Hatip’e geldiğim günden beri kat-sayı problemi olsun, diğer sorunlar olsun daha duyarlı olmaya başladım. Çünkü artık ben de on-lardan biriydim. Hep bizim önümüze engeller ko-nuldu. Ama başarı olsun, hal ve hareketleri olsun örnek olanlar hep biz olduk. Yarışmanın konusu da bu olunca belli bir sonuç beklemeyerek yaz-maya başladım. İçimden gelenleri yazdım. Okul-lar tatil olduktan sonra kargoyla verilen adrese yolladım.

Sonuçları nerde ve nasıl öğrendin?Normalde derece beklemiyordum. Ama

dereceye girenlerin kompozisyonlarını da merak

ediyordum. İnternetten Önder’in resmi sitesine girdim. Orada adımı görünce inanamadım. Aile-me gösterdim. Onlar da tasdikleyince gördükle-rime inanamadım. İçimde anlaşılmaz bir sevinç vardı. Hakikaten hocanın dedikleri doğru çıktı. Bir an acaba yanlış mı yazdılar diye düşünmedim değil yani.

Pazar günü İstanbul’da ödül töreni vardı. Nasıl geçti?

Her zaman ki gibi yaptıklarımda, yapama-dıklarımda yanımda olan ailemle birlikte gittik ödül törenine. Hiç ödül almasam bile orada gör-düğüm insanlar ödül gibiydi. Üniversite dekanla-rı, televizyon programlarında gördüğüm büyük sohbet hocaları, televizyon sunucuları, tiyatro-cular, imam hatibin ilk mezunları, milletvekilleri, belediye başkanları ve Önder’in yönetim kadro-su. Çok heyecanlandım ama birilerinin karşısına çıkacağım için değil, üstatlarımın, hocalarımın karşısına çıkacağım için. Diğer yarışmacı arka-daşlarım hariç herkes benim üstümdü. Ama ge-çirdiğim en muhteşem günlerden biri idi. Okulu-mu temsilen oraya gitmekten gurur duydum.

Tekrar tebrik ediyorum Kevser. Allah tek-rarlarını nasip eylesin. Son olarak arkadaşlara söylemek istediğin bir şey var mı?

Ben bu yarışma ile aslında her şeyin ken-dimde bittiğini anladım. Yani normalde mahal-lemle ilgilenirken şimdi şehre bakıyorum. Yani elinden gelenin en iyisini yapmaya çalış ve geri-sini oluruna bırak. Bu benim ilk Türkiye derecem ve bu derece ile artık global düşünüyorum, yurt dışı, dünya kıvılcımları gözümde çakmaya baş-ladı. Yani ümitlerini kaybetmesinler, derece için değil kendilerini tatmin edebilmek için bu tür yarışmalara katılsınlar. Unutmasınlar ki; onlar Ahmet, Ayşe olarak değil İmam Hatipli olarak anılıyorlar.

Teşekkür ediyorum Kevser! Zaman ayırıp sorularımı cevapladığın için teşekkür ederim.

Rica ederim. Ben teşekkür ederim.

İçimden geçenleri yazdımGün geçmiyor ki okulumuzun edebiyat karnesine yeni bir derece eklenmesin. En son ulusal derecemiz ise 11. sınıftan arkadaşımız Kevser Türkyılmaz’ın Önder’in

düzenlediği yarışmadaki üçüncülüğü oldu. Kendisi ile sınıf arkadaşı Feyza Gürsoy’un yaptığı röportajın metnini aşağıda okuyacaksınız.

R Ö P O R T A J

29 umman

Page 32: Umman Dergisi 2. sayısı

Bir okyanus gibidir onun sevgisi. Hiç azalma-dan sürekli dalgalanan bir deniz… Anne şefkati gibidir yüreği. Her şeyden çok yavrusunu düşünen bir anne… Bir sevdalı genç gibidir değeri. Sevdiği için canını ve-recek bir delikanlı… Ufuk gibidir bilgisi. Sonu bucağı belli olmayan akıl…

Bütün güzellikleri içinde bulunduran, ade-ta mükemmelliği sonradan fark edilen sabır gibi. Rengârenk bir gökkuşağının içinde barındırdıkları, herkesin farklı bir açıyla yaklaştığı gibi. Ya da masum, küçük bir çocuğun hayalini süsleyen mini mini elleri ve gözleri olan bir oyuncak bebek gibi.

Her şey onun içinde saklı. Sevgi, bilgi, öğrenme aşkı, şefkat… Önemli olan bunu görebilmek, bir nakış gibi içine işleyebilmektir. Herkes bir şekilde birileri-nin öğreticisidir. Ama en önemlisi kendinin öğretmeni olabilmektir, doğruları ve yanlışlarıyla.

Karşılık beklemeden her şeyini veren sadece öğretme aşkı taşıyan bu yüzleri benimsemeliyiz. Son damla gibi, yanan bir mumun son kıvılcımı kadar de-ğerlidir ‘o’ ve ‘onlar’. İçimize girdikçe artar değerleri. Bizden biri gibidirler aslında. Önce yavaş yavaş yakla-şırlar sonra sıcak bir çay gibi içini ısıtırlar. Fark ede-mediğin bir ipucu ya da yenildiğinde bile dimdik dur-manı sağlayan güç gibi.

‘Sen’ ve ‘ben’den değerlidir ‘o’. Çünkü ikimizi birleştiren, kavuşturan, ayırmadan sevgisini paylaşan güçtür, sevgidir ‘o’. Hayat ‘o’ gibi olabilmek, ‘o’ gibi dü-şünebilmektir.

AYŞEGÜL ARI

Yazılar… Bir o kadar sessiz, aslında bir o kadar da sesli gönül feryatları... Yazabilmek... İçindeki tüm duyguları, tüm düşünceleri bir kâğıt üzerinde savaş-tırabilmek...

Ne kadar ilginçtir ki, kendimizi ne kadar cesur hissetsek de söylemek istediğimiz, hayır ben bunu onun yüzüne de söylerim dediğimiz birçok şeyi aslında söyleyememek; korkak cesuru oynamak yani. Ama bir yere içimizden geldiği gibi, belki de en cesur halimizle yazabilmenin verdiği cesaret... Bu nasıl bir duygudur? Bir başkasına anlatırken onca şeyi anlatacak kelime bulamıyorum deriz ya peki yazarken nereden buluruz o kadar kelimeyi? Belki de söylemekten korkuyoruz; gerçekleri söylemekten.

İçimizde matem havası oluşturan birçok olayı yazdığımızda rahatlıyoruz, yazarken bazen de ağlıyo-ruz. Acaba kâğıt da mı ağlıyor ki bizimle paylaştıkça azalıyor üzüntüler. Mutluluk veren bir şey yazarken daha mutlu oluyoruz, yüzümüzde daha bir gülücük-ler beliriyor. Acaba kâğıt da mı gülüyor bizimle? Ba-zen anlatılıp geçilen, unutulan duygu ve anıları yazılı bir köşede bulduğumuzda o duygular canlanıp tekrar perdeye konulup oynanıyor ya yazmanın verdiği haz-

zın en güzel dakikaları bence.Yazabilmek... İçindeki tezat duyguları bir kâğıt

üzerinde savaştırabilmek... Savaşın sonucunu bazen belirleyebilmek bazen de savaşı orada bırakıp çekip gidebilmek; savaşı yöneten olabilmek... Dost edin-mek... Onunla ağlayıp onunla gülebilmek... Acaba ne yazacağımı bilen bir kalem ile derdimi paylaşan kâğıt beni duyar mı? Onlar canlı mı? Evet yazarken canla-nan, seninle ağlayıp seninle gülen iki gerçek dost. Seni sorgulamayan, seni dinlemekten hiç sıkılmayan iki dost. İşte insanı hiç yalnız bırakmayan gerçek dost-lar...

Yazılar... Bir o kadar sessiz aslında bir o kadar da sesli gönül feryatları... Bazen çığlık çığlığa bağır-maktır bazen de sessiz sessiz ağlamaktır yazılar. Kimi zaman gülmektir kimi zaman da uzaklara çekip git-mek... Ama her ne olursa olsun her şeye rağmen var olmaktır. Bedenin ölse bile yazılarda ruh bulmaktır. Adını onlarda yaşatmaktır. En güzeli yazılarla dost olmaktır.

FEYZA GÜRSOY

“O” gibi olabilmek

Dost olmak

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 30

Page 33: Umman Dergisi 2. sayısı

Güneş ışığının yüze vurmasıyla başlar bu ha-yat denen roman. Bir sürü acı yaşarız, bir sürü sevinç. Varlık ikliminde yokluğu yaşarız.

Bazen konuşur, bazen de olaylar karşısında susarız. Adımlarımızı uydururuz bu hayat denen yü-rüyüşe. Eğer sağ yerine sol ayağı atmışsak, belki de büyük bir sorunun ortasında buluruz kendimizi. Bu sorunla ölesiye mücadele ederiz. İsteriz ki bu müca-delenin tek galibi biz olalım. Bazen tez oluruz, bazen yoruluruz, bazen önümüzdeki taşı görmez ona takılıp düşeriz ve bazen de bu hayat denen yarıştan çekiliriz. Evet aynı zamanda bir romandır hayat. Kimisinin ma-cera, kimisinin aşk, kimisinin yalnızlıktır romanına hâkim olan konu. Burada kalemden, yapraktan çal-madan doyasıya yazarız romanımızı. İyi ya da kötü bir şeyler çıkartırız. Okuyucunun ne düşüneceği yoktur bu romanda, üslup saygısı yoktur. Akla gelen her ke-lime imla ve noktalamaya dikkat edilmeden, tuğlanın duvarı oluşturduğu gibi, ince ince oluşturur satırları. Başa dönüp okuruz bazen yazdığımız romanı, bazen

beğeniriz, bazen ise silmek isteriz ne kadar becere-mesek de. Her yeni sayfa açıldığında farklı bir heye-can kaplar içimizi. Deriz ki ‘’Bu sayfa hepsinden güzel olacak!’’. Fakat tekrar aynı yanlışlar. Hani daha güzel olacaktı! Bazen gözümüz kapalı, yazarı, akışına bırak-mışızdır. Kalemin kâğıda nasıl dokunduğu, ona nasıl şekil verdiği önemli değildir. Önemli olan yazmakla görevli kılındığımız bu romanı şöyle ya da böyle sade-ce yazmaktır. Kimi okumak için yazar, kimi ise sadece yazmış olmak için...

Sonunda bu bin zahmetle yazdığımız romana bir başlık koymaya gelir sıra. Başa döner tekrar tek-rar tekrar okuruz yazdığımız romanı. Başlığı sonuna gelinceye kadar hiç düşünmemişizdir. Oturup kafa yo-rarız. Belki günlerce haftalarca beynimizi sadece bu-nunla meşgul ederiz. Bu uğraş sonucu kiminin romanı hak ettiği adını alır, kiminin romanı ise ‘’İSİMSİZ’’ adı altında yayınlanır...

ELİF TINAZ

İyi kalpli sağır adam, bir gün komşusunun hasta olduğunu öğrenir. Kendi kendine: -Komşum hastalanmış, onun ziyaretini yapmam, hal ve hatırını sormam lazım. Ama ben sağır bir adamım, o da hasta, sesi çıkmaz. Zaten hastaya malum şeyler sorulur, malum cevaplar alınır. Ben nasılsınız diyeceğim, o iyiyim, teşekkür ederim diyecek. Ne yiyorsun dersem, elbette bir yemek ismi söyleyecek, ben de afi yet olsun derim. Doktorlardan kim geliyor, diye sorarsam, bir doktor adı verecek. Ben de iyi doktordur derim, olur biter diye düşünür. Hastayı ziyarete gider, başucuna oturur: -Nasılsınız? diye hal hatır sorar. Hasta inleyerek: -Ölüyorum! diye cevap verince, sağır adam: -Oh oh, çok memnun oldum, diye karşılık verir. Hasta: -Bu ne demek, adam ölümüne memnun olunur mu? diye kızar.

Sağır tekrar sorar: -Ne yiyip ne içiyorsun? Hasta kızgınlıkla: -Zehir! der Sağır onun bir yemek ismi söylediğini sanarak: -Afi yet olsun ! diye karşılık verir. Hasta büsbütün çileden çıkmıştır. Sağır adam sorma-ya devam eder. Tedavi için doktorlardan kim geliyor? Hasta: -Hadi be defol! Azrail geliyor diye cevap verir. Sağır: -Çok bilgin, tecrübeli bir doktordur. İnşaallah yakında bir çaresini bulur, deyince hasta dayanamaz: -Kahrol! diye bağırır Sağır ise komşuluk hakkını yerine getirdiği için çok memnun ayrılır. Sağırın yaptığı kıyas yüzünden on yıllık dostu ve hal-hatır sorması hiç olup gitti. Senin duygu kulağın sağırsa, gönül kulağın açık olmalı Gönül kulağı, her şeyi duyar ve işitir.

Bir romandır hayat

Sağırın hasta ziyareti

31 umman

Page 34: Umman Dergisi 2. sayısı

Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları romanının ikinci ve en uzun bölümünde bir ka-rakter karşımıza çıkar; Ömer Bey. Cevdet Bey’in küçük oğlu ile liseden sınıf arkadaşıdır, Fransa’da mühendislik okumuştur, Kemah’a yol yapmaya, zengin olmaya gitmek istemektedir. Daha okuyu-cunun karşısına çıktığı ilk sayfalarda, kendisine ne istediği sorulduğunda durur, biraz düşünür ve “Fatih olmak istiyorum ben.” der, gerçek bir ka-rarlılık ve tutkuyla. Okuyucu da benzer bir karar-lılık ve tutkuyla okur bu satırları.

Ömer Bey’in fatih olmak istediğini ifade ettiği satırlar eminim pek çok okuyucuyu benim gibi oturduğu yere çivilemiştir. Eminim pek çok okuyucu, “Fatih olmak istiyorum ben.” cümlesi-ni ilk okuduğunda, gözleri bu kelimelere takılı, donup kalmıştır. Bir gencin bu denli içten, aynı zamanda bu denli saf olabilen o büyük arzusu-nun küçük bir yansımasını kendi içinde de his-setmiştir. Öyle bir arzudur ki bu, ancak içi içine sığmayan, kanı kaynayan bir gence; dünyayı yıkıp yerine iki katı büyüğünü inşa edeceğine, bir mil-letin, bir ülkenin kaderini değiştireceğine, dünya-yı değiştireceğine, hatta geleceği değiştireceğine inanan delifişek bir yüreğe ait olabilir. İstekleri-nin, arzularının, yapabileceğine inandığı şeylerin büyüklüğüyle huzursuz olan, öte yandan hayal âleminde de olsa ulaştığı sınırların genişliğiyle büyülenen, sarhoş olan insanların kendini ifşası

olabilir ancak bu.Fatih olmak istiyordur Ömer Bey, elinde işaret

çubukları, gittiği her yere bir kazık çakmak, her yeri fethetmek istiyordur. Bütün dünyayı istiyordur o, hem her yerde olmak, hem bütün kitapları okumak, hem bütün çağları yaşamak, hem de bir insanın hissede-bileceği bütün duyguları hissetmek istiyordur aynı anda. Gerçek bir fatih olmak istiyordur, bir cihan fati-hi. Hırsı, tutkusu yüzünden Raskolnikov’a benzetirler onu, inkâr etmez ona benzediğini ama kabullenemez de cumhuriyetin ilk yıllarını yaşayan bir Raskolnikov olduğunu.

Fatih olmak istemek, verdiği coşkuya eşde-ğer bir kaygı da verir ona. Bilir ki Ömer Bey, ba-şarısız bir fatihten daha acıklı, zavallı hiç kimse yoktur dünyada. Cihan fethetme amacıyla kalkıp dar sınırlar, küçük kasaba adları, uzak yol levha-ları arasına hapsolmak ölümdür onun gibi insan-lar için. Ancak her çağın bir iki tane cihan fatihi vardır, çok değil. Geri kalan herkes başarısız fa-tihlerden biri olmaya mahkûmdur.

Fatih olacağını söyledikten çok değil, otuz yıl sonra, bir sonraki nesil tarafından göz yaşar-tıcı biçimde “Neşeli, şişko, sevimli bir adam, biraz geveze ama zararsız.” olarak nitelenir Ömer Bey. Kim bilir, belki de hayat eski fatihlerin sevimli-geveze-şişko adamlara dönüşmesidir sadece. Ömer Bey de kitabını yazmıştır hayatın.

Fikr-i Âti

Sultan Ahmed’le Aziz Mahmud Hüdayi bir-birlerini o kadar sever sayarlar, birbirlerine o ka-dar bağlıdırlar ki, bu sevgi saygı ve bağlılıktan kay-naklanan bir çok olay ilgili kitaplarda yer almıştır Sultan Ahmed, Şeyhi Aziz Mahmud’a bir hediye sunmak istiyordu Mürşidinin kendisinden bu hediye-yi kabul etmesi onu çok mutlu edecekti. Sultan Ah-med bir gün kendine uygun gördüğü bir hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine gönderdi. Ama Şeyh Hazretleri kabul etmedi. Şüphesiz bu kabul etmeyiş, sultana karşı bir tavır anlamına gelmiyordu. Gerçek din büyüklerinden çoğu prensip olarak hediye kabul etmezdi. Bu, büyük insanların dünya malına hangi gözle baktıklarını, başkaları için ulaşılmaz sayılan şeylerin nazarlarında hiçbir değer taşımadığını ifade

etmenin bir yoluydu. Sultan Ahmed şeyhi Hüdayi’nin kabul etmediği

hediyeyi yine bu devrin maneviyat ulularından Ab-dülmecit Sivasî’ye gönderdi. Sivasî kabul etti. Kendi-sine, padişahın aynı hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi’ye sunduğu, ama kabul etmediği de hatırlatıldı. Sivasi Hazretleri gerçek büyüklere yakışır bir tutum ortaya koydu: “Hüdayi Hazretleri bir karga değildir ki leşi ka-bul etsin” dedi Aziz Mahmud Hüdayi’ye de “Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Şeyh Sivasî kabul etti” dediler. Onun tepkisi de şöyle oldu: “Onun için hiç bir sakıncası yoktur. Çünkü o öyle büyük bir umman (okyanus) dır ki bir parçacık çamurun kendini bulandırmayacağını bilir.”

Sevimli şişko geveze bir fatih

küçük bir çamur denizi sulandırmaz

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 32

Page 35: Umman Dergisi 2. sayısı

İmam hatipli olmak diye bir şey yok aslında... İnsan olmak var. İnsan gibi yaşamak, insan gibi onu-runu, şerefini korumak... Yüce Allah’ın yarattığı mü-kemmel mekanizma olmak. Peygamberin övgüy-le bahsettiği ümmet olmak...

Bunların hangisi var bizde... Hangisini kendi-mize layık görüyoruz... İnsan gibi yaşıyor muyuz ki? Allah’ın yarattığına layık mıyız ki, böyle güzel nefes alabiliyoruz, böyle şerefli bedenler taşıyabiliyoruz. Acaba bizim kendimize mi saygımız yok? Bence asıl cevabının bulunması gereken soru bu... Asıl üzerinde düşünülmesi gereken şey bu...

İnsan kendine saygı duymadan yaşayabilir mi? Bence hayır... Peki yaşamak nedir? Sadece nefes almak mı? Yiyip içmek mi? Bu mükemmel dünyayı değersizce bitirmek mi? Yaratana baş kaldırmak mı? Ya da günün sorusu “gençliği yaşamak” mı? Gençlik nedir ki? Aynaya baktığında kendini güzel görmek mi? Güzelliğine aldanıp nefsi mertebeni yükseltmek mi? Geçmişe baktığında koca bir boşluk mu? Nedir genç-lik? Peygamberimizin o sevgili ashabına överek anlat-tığı, o ashabın övünerek dinlediği gençlik bu mudur sizce? Dünü, bugünü, yarını, ölüm anını berbat etmek midir gençlik? Ya da sırtına yük almadan rahatça yü-rüyebilmek midir geleceğe doğru?

Hangisi bunların bize en yakışanı? Hangisi içinde kendimizi bulduğumuz sözcükler? Hangisi bir müslümana en uygun düşeni? Hiç biri...

Biraz düşünün Allah rızası için... Peygamber hatrı için. Biz bu muyuz? Müslüman bu mudur? Eğer bu soruların cevabını EVET diye gönül rahatlığıy-la verebiliyorsak bence biz müslüman falan değiliz. Sadece kendini müslüman zanneden koca bir toplu-

luğuz. Eğer biz dünya işlerine, giyime-kuşama, ge-rekli olmayan türlü uğraşa bu kadar gönül vermişsek bence peygamberimizin övgüyle bahsettiği ümmeti de biz değiliz. O ümmet bir yerlerde bekliyor... O gü-zel ümmeti YÜCE YARATAN sevgilisi hatrına bir gün var edecek. Ama biz onlar değiliz. Biz namazlarında huşu bulamayan, daha doğrusu namaz kılamayan o aciz varlıklarız. Bunları hakaretten görmesin kimse. Sadece gerçekler bunlar. Kabullenmekten korktuğu-muz, bir gün yüzümüze çarptırılacak gerçekler...

İmam hatipli olmak nedir biliyor musunuz? Bu soruları kendine sorup cevabını verebilmektir. Ger-çekleri kabullenip düzelme yolunda hızlı adımlarla yürümektir, hatta koşmaktır belki de...

Şimdi düşünün biz gerçekten İMAM HATİPLİ miyiz?

Benden size güzel de bir hatırlatma;UNUTMAYIN!!!BİRGÜN BİR MEKTUP GELECEK...ZARFSIZ, KÂĞITSIZ, PULSUZ...VURULACAK KAPINIZ,ÇAĞRILACAKSINIZ.....

Melike DERMANcevabınızevet mi?

33 umman

Page 36: Umman Dergisi 2. sayısı

Öğretmenler, geceleyin gökyüzünde beliren parlak yıldızlar gibidir. Hani gündüz vakti de gökyü-zünde olan ama bizim değerini karanlıkta anladığımız o parlak yıldızlar. Öğretmenler, bir geminin dümeni gibidirler. O koskoca okyanusta bile gemiye yön ve-

renler, işte onlardır öğretmenler.Gündüzleri her şeyi görebiliriz ya da her şeyi

gördüğümüzü sanırız, ışığa ihtiyacımız olmadığını dü-şünürüz. Ama ya birazdan hava karardığında? İşte o zaman gideceğimiz yolun hangisi olduğunu, önümüz-deki engelin ne olduğunun geride bıraktıklarımıza ne olacağını bilmemenin verdiği korku… Hangi yola gireceğini bilmemenin verdiği panik… İşte o zaman başlar bir ışığa ihtiyaç. Çünkü etraf çok karanlıktır, bu kısıtlı göz hiçbir şey görememektedir. Ve o anda belirir gökyüzünün gerdanına dizilmiş onu bir gelin gibi süs-leyen, parıl parıl parlayan inci dizileri. Gökyüzünün

bir taneleri, inci taneleri. Gökyüzüne özenle yerleşti-rilmiş gece lambaları, başlarımızın taçları… Onlar da bir başka ışık kaynağından aldıkları ışığı hiç çekinme-den, yeter ki doğru yolu bulabilsinler diye tüm karan-lıkta kalmışların üzerine verirler. Tüm güçlerini,tüm

parlaklıklarını cömertçe gösterirler.Çünkü onlar bugün ne kadar ışık verirlerse yarının o kadar aydınlık olacağını bilirler.İşte edin-dikler bu gayeyle hiç durmadan parlarlar.Onlar gökyüzünün inci taneleri,onlar ka-ranlığın gece lambaları, onlar ışığı hiç tü-kenmeyen kandiller… Onlar baş tacı öğret-menler…

Koskocaman bir denizin ortasında dümeni olmayan bir gemi acaba ne kadar yol alabilir ki ? Sadece denizin dalgalarıyla ilerleyebilmek… Sağa sola sürüklenerek, bazen bir sürü yol giderek bazen de bir fırtı-nada geldiğin o koskoca yolu bir kere de geri dönmek. Yani aslında hiç ilerleyememek… Ya dümeni olan bir gemi ? Ona gideceği yola

doğru yön veren, belirli bir yol kat etmesini sağlayan bir dümen. O koskoca okyanusta bile doğru yola çıka-ran bir dümen… İşte onlar öğretmenler…

Öğretmenler kimi zaman bir geminin dümeni, kimi zaman da gökyüzünün inci taneleri, karanlığın gece lambaları. Ben karanlıktayım, uçsuz bir karan-lıkta. Senin ışığına ihtiyacım var, senin parıl parıl par-lamana. Amaç edindim senden aldığım ışığı yarına taşımaya, gökyüzünü parıldatmaya söz verdim. Şunu anladım ki bugün ne kadar ışık verirsem yarını o ka-dar aydınlık bulurum. Teşekkür ederim karanlığımın gece lambaları, iyi ki varsınız!

Feyza GÜRSOYkaranlığıngece lambaları

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 34

Page 37: Umman Dergisi 2. sayısı

Eğitim -Öğretim ve Öğrenme Şanslı bir yüzyılda yaşıyoruz biz. İlmi bul-

mak için aramamız, uzaklara gitmemiz, fedakârlıklar yapmamız gerekmiyor. İnsanların ihtiyaç duydukları, arzuladıkları, ancak geçmişte kavuşmak için çok çaba harcamalarını gerektiren pek çok şey bugün ayağımı-za geliyor. İlim öğrenmek için devletin resmi kurum-larına, okullara gidiyoruz, bizim için tahsis edilmiş binalar, araç gereçler, işi bize öğreticilik yapmak olan insanlar var. Sadece ilim vermekle kalınmıyor, aynı zamanda bu süreç kontrol ediliyor ve düzenleniyor. Her ders yılı başlangıcında; yeni eğitim öğretim yılı denen bu sürecin farklı bir aşamasına başlamış olu-yoruz.

İşin eğitim kısmı, çeşitli etkileşimlere dayanan çok yönlü ve geniş kapsamlı bir süreç. Öğretim ise bunun düzenli ve programlı kısmı. Eğitim öğretime göre daha geniş ve daha kapsamlı. Çünkü öğrenme maksadı olsun, olmasın, etkileşimin olduğu her du-rumda eğitim de söz konusu. Yani bizim teneffüslerde yaptığımız sohbetler bile okul eğitiminin bir parçasını oluşturuyor.

İslam kültüründe eğitim ve öğretimin karşılığı olarak talim ve terbiye kelimeleri kullanılır. Talim, öğretim demektir. Terbiye ise kökü ‘rab’ olan Arapça bir kelimedir ve eğitim demektir, ancak ondan farklı olarak sadece olumlu etkileşimlerin olduğu durum-larda kullanılır. Olumsuz etkileşimlerin varlığında da terbiyesizlikten bahsedilir.

Eğitim -öğretimin olduğu yerlerde bahsi geçen bir diğer kelime de öğrenmedir. Öğrenme her türlü etkiye karşı tepkidir. Öğrenme zayıf, güçlü, kısa ve uzun süreli olmasına göre anlama, kavrama, belleme, ezberleme gibi değişik kelimelerle de ifade edilebilir. Hatiplerin, vaizlerin cemaate hitaplarının ne derece etkili olduğu, cemaatin verdiği tepkinin yani öğren-

menin düzeyine göre değişir. Bir ifadenin kalıcı olması için dinleyenin duygu alanında etkili olması gerekir.

Din -İlahiyat ve Din EğitimiDin, insanda doğuştan var olan kutsal ihtiya-

cının, kutsala bağlılık duygusunun hayatta yansıma-ları olarak kendini gösteren tutum ve davranışlardır. Din anlayışında çağlara, coğrafyaya, toplumlara göre farklılıklar olmasının nedeni din anlayışının temelini oluşturan kutsal anlayışındaki farklılıklardır. Fakat insanların ve toplumların kutsal ihtiyacı, ortak, de-ğişmez bir gerçektir.

İlahiyat, dinin tarih içindeki yerini, işleyişini ve insan hayatındaki fonksiyonunu belirlemeye çalı-şır. Ortaya koyduğu esaslar doğrultusunda insanları inanmaya, dini davranışları öğrenmeye ve benimse-meye çağırır. Din değişmez kaideler koyar, ilahiyat ise bunların nasıl uygulanacağını, değişen şartlara göre nasıl yorumlanacağını, uygularken karşılaşılan zor-lukların nasıl aşılacağını araştırır.

Din eğitimi ilk peygamberden beri devam eden kesintisiz bir süreçtir. Kutsal ihtiyacının bir sonu-cu olarak insan ve toplum hayatında her zaman en önemli kavram olan dinin eğitiminin verilmesi ve öğ-retilmesi bugün bağımsız bir bilim dalının konusudur. İlk kez 1913 yılında Medreset’ül Eimme ve’l-Huteba, yani imam hatip lisesi açıldığında amaç olarak; “Din-i Mübin-i İslam’ın, müessis-i medeniyet ve fazilet ol-duğunu cihan-ı insaniyete neşredecek erbab-ı kemali yetiştirmek” olduğu denmiştir. Bu ifadeden de anlaşı-lacağı gibi din eğitimi çok nazik ve dikkat gerektiren bir konu olduğundan; din eğitimi veren kurum ve kişi-lerle birlikte din eğitimi almaya talip olanlara da ciddi sorumluluklar düşmektedir.

Kaynak: Din Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi-Prof. Dr. Suat Cebeci-Akçağ Yayınları

Fikr-i Âti

eğitim-öğretimdin-ilahiyatkavramları

“Beşikten mezara kadarilmi arayınız.”

35 umman

Page 38: Umman Dergisi 2. sayısı

Zülcenaheyn Kavramıİslam kültüründe zülcenaheyn diye bir kav-

ram vardır. Zülcenaheyn; iki taraflı, iki kanatlı demek, hem dünyaya hem ahirete ait olan, hem manevi hem maddi yönü bulunan, hem zahire hem batına yönelik demek. Bu kavram; İslam devletlerinin bir kısmının ve Osmanlı’nın insanı şaşırtan, göz kamaştıran yük-selişinin, gücünün, yüksek medeniyetinin de bir açık-laması aynı zamanda. Üstelik günümüz batı medeni-yetinin dünyada ulaştığı ekonomik ve siyasal güce, sağladığı kültürel hâkimiyete rağmen neden çok ciddi aksaklıklarla ve temel çelişkilerle mücadele ettiği konusunda da bir fikir verir nitelikte. Günümüz batı medeniyetinin bu durumu, tek kanatlı kuşun uçama-yacağını, mükemmel medeniyetler için zülcenaheyn olmak gerektiğini göstererek, imam hatip liselerinin temsil ettiği gelene-ğin önemini vurgulamış oluyor.

Medrese GeleneğiDin eğitimi ilk peygamberden

beri var olan bir gelenek. Bütün ilahi dinler, peygamberleri aynı zamanda öğretmenler olarak da kabul eder. Din gibi hayatın her alanına nüfuz etmiş bir kavramın daha iyi ve doğru tanıtılması için din eğitimi her çağda çok önemli olmuş, bu konuya yo-ğunlaşan bağımsız kurumlar ortaya çıkmıştır. Günümüzdeki imam hatip liselerine denk eğitim kurumlarının ortaya çıkışı ise İslamiyet’in kabulün-

den sonra medreseler şeklinde olmuştur. Yeni yayılan İslam dininin ve İslam kaynaklı ilimlerin en iyi şekilde öğretilmesi, İslamiyet’i, İslam’la yeni tanışan toplum-lara doğru tanıtılması ve bunun yanında pozitif ilimler dediğimiz matematik, felsefe, tıp, astronomi gibi ilim-lerin de öğretilmesi maksadıyla kurulmuşlardır.

11. yy.da ilk örneği Taberan’da açılan bu kurum-larda Kur’an, hadis, fıkıh, kelam, felsefe, matematik, mantık, tarih ve tıp gibi bilimler bir arada okutulmuş-tur. Türk İslam tarihinde ise medrese geleneği Kara-hanlılar ile başlamıştır. Karahanlılar aynı zamanda ilk burslu öğrencilik sistemini de başlatan devlettir. Med-rese geleneğinin en gelişmiş şekli ise Selçuklularda görülmüştür. En kapsamlı ve çok yönlü medreseler bu dönemde açılmıştır. Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün

Bağdat’a açtırdığı Nizamiye Medre-sesi günümüz üniversitelerine mo-del olacak niteliktedir. Anadolu’da ilk medreseler ise Danişmentler ve Artuklular döneminde açılmıştır. Osmanlı’da ilk medrese, kuruluş döneminde, Osman Bey zamanında İznik’e açılmıştır. Daha sonra devlet sınırları genişledikçe Bursa, Edirne gibi pek çok şehre medrese açılma-sına devam edilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra ise medreseler bu şehirde yoğunlaşmıştır.

Pozitif ilimlerle dini ilimlerin bir arada varlığı tartışması din ve bilimin tarihi kadar eski bir tartış-madır. Avrupa tarihinin bir dönemine

Hüsna BAKA

bir geleneğingünümüzdeki temsilcisiİmam-Hatip Liseleri

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 36

Page 39: Umman Dergisi 2. sayısı

damgasını vuran bu tartışma bugün bile devam et-mektedir. Ancak medrese eğitim sisteminde asırlarca bu bilimler birlikte okutulmuş, dahası bunlar birbiri-nin tamamlayıcısı ve destekleyicisi olarak bilinmiştir. Bu durum dinin ve Kur’an’ın, gelişen bilime ve değişen şartlara göre tekrar tekrar değerlendirilmesini sağla-mış, insanları skolâstik düşüncenin batağına saplan-maktan kurtararak bilime dinin özgürlüğünü kazan-dırmıştır. İnsanların ilahi olanı anlamak için dünyevi örneklere, dünyevi olanı değerlendirebilmek içinse ilahi bir bakış açısına ihtiyacı olduğu fikri en baştan beri var olmuştur.

Tanzimat’a kadar bütün üst düzey eğitim faali-yetlerinin yapıldığı kurum olan medreselerde bundan sonra sadece İslam ilimleri okutulmaya başlanmış, pozitif ilimler darülfünun denen yeni eğitim kurum-larında gösterilmiştir. Bunda da Tanzimat Devri’nin bütün faaliyetleri gibi Avrupa’daki anlayış örnek alınmıştır. Fakat Avrupa’daki dini ve pozitif ilimlerin beraberliğiyle medrese geleneğindeki durum aynı değildir. Avrupa’da pozitif ilimler hâkim güç olan ki-lisenin dayattığı şekilde okutulduğundan bu ilimlerin ayrı kurumlarda verilmesini sağlamak pozitif ilimlere özgürlüğünü vermek olmuştur. Medrese geleneğinde pozitif ilimler dini ilimlerin hâkimiyetinde okutulma-mıştır, dini ilimlerle birlikte okutulmuştur. Bu birlik-telik pozitif ilimlerin gelişmesini sınırlamak bir yana onlara dini ilimlerin meşruluğunu kazandırarak ihti-yaç duyulan serbest gelişme ortamını sunmuştur.

Medresetül Eimme vel Huteba’dan İmam Hatip Lisesine

1913 yılında medrese kuru-munda değişikliğe gidilerek imam ve hatip yetiştirmek maksadıyla bu-günkü imam hatip liselerinin atası olan Medresetül Eimme vel Huteba açılmıştır. Ancak 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu uyarınca bu kurum kapatılmıştır. Kapatmanın ardından imam ve hatip, aynı zamanda cum-huriyete bağlı aydın din adamları nesli yetiştirmek amacıyla yirmi dokuz merkezde imam hatip lise-si açılmıştır. Fakat bu okullar da 1930’da öğrenci azlığından kapatıl-mıştır. 1949’da din hizmetlisi yetiştirmek için ortao-kul mezunu askerlik yapmış kişilerin alındığı on aylık kurslar açılmıştır. Daha sonra yapılan düzenlemelerle bu kurslara yüksekokul mezunlarının da girmesi sağ-

lanmış ve süresi iki yıla çıkarılmıştır.1950’de ilk kısmı dört, ikinci kısmı üç yıl eğitim

veren yedi yıllık imam hatip okulları açılmıştır. Önce yedi ilde açılan bu okulların sayısı daha sonra gittik-çe artmıştır. 1972’de imam hatip okulları ortaokuldan sonra dört yıl eğitim veren meslek okulları olmuş-tur. 1973’de adları imam hatip lisesine çevrilmiştir. 1974’te imam hatip liselerinin orta kısımları da açı-larak sayıları artmıştır. 1976’da ilk kız öğrenci imam hatip lisesine kaydolmuştur. 1980’e kadar sayıları artmaya devam eden imam hatip liselerinden mezun olanların, 1980’deki bir değişiklikle üniversitelerin bütün bölümlerine girmelerine olanak sağlanmıştır. 1985’te ilk Anadolu imam hatip lisesi olan Kartal Ana-dolu İmam Hatip Lisesi açılmıştır. Bundan sonra imam hatip liselerinde niteliksel gelişmeler yaşanmıştır. 1997’de temel eğitimin sekiz yıla çıkarılmasıyla imam hatip liselerinin orta kısımları kapanmış ve dört yıllık liseler haline gelmiştir.

Bugün imam hatip liseleri pozitif ilimlerle İs-lami ilimlerin birlikte okutulduğu kurumlar olarak medrese geleneğinin 21. yy.daki modern temsilcile-ridir. İslam ilimlerine bilimsel düşüncenin esasla-rıyla yaklaşmakta ve bu geleneksel ilimleri modern düşünce platformunda tartışmaya açmaktadır. Aynı zamanda pozitif ilimlere farklı bakış açılarıyla da yak-laşılmasını sağlayarak bilime katkıda bulunmaktadır. Pozitif ilimlerle İslami ilimlerin birlikte okutulduğun-da birbirlerinin niteliğini arttırdığını, yetiştirdiği şah-siyetler ve onların eserleriyle kanıtlamıştır.

Kartal İmam Hatip Lisesi bahçe duvarına ya-pılmış grafiti.

37 umman

Page 40: Umman Dergisi 2. sayısı

Ilık, esintili sabah saatleri. Okul bahçesini dol-duran bal renkli sabah güneşi altında grup grup top-lanıyoruz. Birazda otobüsümüz gelecek, merakla bek-lediğimiz Bursa gezisi başlayacak. Hepimiz beklenti içindeyiz; otobüsün bir an evvel gelmesi beklentisi, havanın hep böyle ılık olması beklentisi, gezinin güzel geçmesi beklentisi, iyi vakit geçirip eğlenebilme bek-lentisi, sağ salim geri dönebilme beklentisi. Kocaman bir otobüsün okul bahçesinden girmeye çalıştığını gö-rünce herkes neşeleniyor ve nereye otursak telaşına düşüyoruz. Yaklaşık on beş dakika sonra otobüs okul bahçesini terk ederken hepimiz memnun, üç saatlik yolculuğa kendimizi hazırlamaya çalışıyoruz.

Bursa’ya, Anadolu’nun en eski, en görmüş ge-çirmiş şehirlerinden birine girerken ağırbaşlı, müteva-zı bir hava hissediyoruz. Sanayisi gelişmiş, kalabalık, büyük bir kente dönüşmesi Bursa’nın geçmişinden mütevellit karakterini değiştirmemiş. Tarihi binalarla kalabalık caddelerin, zarif konaklarla reklâm panola-rının bir araya gelip oluşturduğu karışım bizi selam-larken, modern şehir görüntüsünün kendisini yok et-mesine izin vermeyen eski Bursa; ben asırlardan beri buradayım, kaç devri, kaç nesli eskittim, benim için endişelenmeyin siz, der gibi her köşeden bize göz kır-pıyor. Her baktığımız yerden eski bir bina, bir cami, bir çeşme şeklinde kendini gösteriyor.

Bursa’da ilk durağımız Tophane oluyor. Se-def kakmalı ahşap sandukaları altında yatan, “Os-manlı şehri Bursa”nın kurucusu Orhangazi ve babası Osmangazi’nin istirahatgâhlarını ziyaret ediyoruz. Pe-şinden asırlık bir çınar ve zarif bir saat kulesinin kar-şılıklı durduğu rüzgârlı meydanda dolaşıyoruz. Bize biri geçen asırları, diğeri geçen saatleri hatırlatan bu iki yadigâr; tarihin uzun yolculuğunda saatlerle asır-ların birbirinden farksız olduğunu, Bursa’yı seyreden o meydanın iki ucunda ölçtükleri şeyin rüzgârlar gibi uçup gidip kendilerininse kaldığını gösteriyor.

Tophane’den sonra Muradiye’ye gidiyoruz, Mu-radiye Külliyesi’ne. Aslında aşevinden şifahanesine, medresesinden hamamına bir semtin tüm ihtiyaçları-nı karşılayacak bir yapılar topluluğu olan bu külliye, yanlış uygulamalar sonucu yollarla bölünmüş, bü-tünlüğü bozulmuş. Bizim ziyaret ettiğimiz duvarlar ve yüksek ağaçlarla dış dünyadan ayrılmış kısmında, Mu-radiye Camii ve ikinci Murad’ın, şehzade Mustafa’nın, Cem Sultan’ınkilerin de aralarında bulunduğu on iki türbe bulunuyor. Zaten sessiz, asude bir mahalle gö-

rünümüne sahip bu semt; külliyenin içinde hepten ka-labalıktan, gürültüden ve akıp gitmekte olan şimdiki zamandan uzaklaşıyor. İçindeki yapıların konumu, et-rafı saran yüksek ağaçlar, rüzgârlı havada gölgelerin ve koyu yeşillerin raks ettiği farklı bir zamana çağırı-yor insanları. Külliyenin bu havası tıpkı geçmişini ha-tırlamaya çalışan, geçmişiyle yüzleşen veya geçirdiği büyük bir sarsıntıyı atlatmaya çalışan bir insanın içine kapanması gibi. Sizi sarmalıyor ve kendi hafızasının içine, kendi düşüncelerinin, dertlerinin arasına taşı-yor. Öyle ki, II Murad’ın yağmurla ıslanması için vasi-yeti gereği üstü açık bırakılan türbesini gördüğünüzde, ıslanan sizmiş gibi ürperiyorsunuz.

Muradiye’nin kendi halinde sokaklarını geçip Emir Sultan’a çıkıyoruz. Kuruluş devrinde ordular-la fethedilen topraklardaki gönülleri kerametleri ve hikmetli sözleriyle fetheden bu maneviyat büyüğünün türbesi etrafında rüzgâr iyice şiddetleniyor. Emir Sul-tan Camii’nin rüzgârla uğuldayan revakları arasında durup; tıpkı hem II Beyazıt’ı keskin bir dille uyaracak cesarete, hem de gazalarda sıradan bir er gibi ön safta çarpışacak yiğitliğe sahip Emir Sultan’ın şahsiyeti gibi, hem çok sade, hem de çok ulu bir görüntüye sahip sü-tunları, süslemeleri, kubbeleri, şadırvanı seyrediyoruz. Öğle namazını; sanki Osmanlı karakterini yansıtırcası-na bu kor-kutmadan ulu, mey-dan oku-m a d a n gösterişli, d e ğ e r i n i küçültme-den sade görünebi-len camide kılmanın huzurunu yaşıyoruz. Tüm ölmüşlerimizle beraber Emir Sultan Hazretleri’nin de ruhuna fatiha okuyoruz.

Emir Sultan ziyaretimizin ardından yürüyerek Yeşil Cami’ye gidiyoruz. Çelebi Mehmet tarafından yap-tırılan bu güzel cami beyaz cephesiyle bize kutsal yer-lerden dönenlerin gösterdiği hatıra fotoğraflarındaki beyaz mescitleri hatırlatıyor. Bizi büyüleyen görkemli girişi önünde fotoğraf çektirmek için sıraya giriyoruz. Caminin içini ise bize caminin mimari özellikleri ve iş-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 38

Page 41: Umman Dergisi 2. sayısı

levleri hakkında bilgi veren bir beyefendiyle geziyoruz. Elektrik kesintisi nedeniyle muhteşem çinileri göreme-diğimize üzülürken, beyefendinin anlattığı hem ibadet yeri hem devlet işlerinin görüşüldüğü bir kontrol ve karar merkezi modelini dinliyoruz. Padişahın işlerini takip ettiği, kâtiplerin çalıştığı bölümleri gösterirken hepimiz bütün o faaliyeti gözümüz önünde canlandırı-yoruz. İkindi namazını bu bölümlerden birinde, tama-men muhteşem çiniler ve süslemelerle tezyin edilmiş bir duvara bakarak kılmak bize tuhaf bir his veriyor. Camiden çıkarken Bizans tarzı sütunlara bakıp, bu caminin Osmanlı mimarisinin Süleymaniye ve Fatih Camileriyle ulaştığı zirve noktasına giderken geçirilen kararsızlığın, değişimin bir örneği olduğu ifadelerini

hatırlıyoruz.R e s t o r e

edildiği için ziya-ret edemediğimiz Yeşil Türbe’nin ya-nından geçerek, bu sefer Ulu Cami’ye doğru yürüyoruz. Ulu Cami’de ay-rılıp tarihi Koza Han’a giriyoruz. Kare biçimindeki

ortadaki avluya bakan sıra sıra dükkânların yanından geçip, vitrinlerde sergilenen top top kumaşlara, ipekle-re, eşarplara, şallara bakıyoruz. Dükkân vitrinlerinden taşan zenginlik bizi etkiliyor. Bir an bu tarihi çarşıda nesillerden beri dükkân sahibi olan, aile geleneğini de-vam ettirerek ticaret yapan kaç kişi olduğunu düşünü-yoruz. Avluya bakan tarafa konulmuş masalarda çay içip gazete okuyanlara özenerek bakıyoruz, içimizden Bursalı olup her gün böyle güzel bir yerde çay içip ki-tap okumak geliyor.

Koza Han’dan çıkıp ertelediğimiz ziyareti yap-mak için Ulu Cami’ye gidiyoruz. Camiye girer girmez gözlerimizi devasa sütunları, duvarları süsleyen, de-vasa boyutlardaki sanat şaheseri hat çalışmaların-dan ayıramıyoruz. Düz çatılı Selçuklu tarzı camilerin kubbeli yapılmış ilk örneği olan bu kocaman camide sütunların arasından, kemerlerin altından geçerek duvarlardaki şaheserleri izliyoruz, bir yandan da ya-rısında yetiştiğimiz bir rehber konuşmasını dinliyoruz. Bize sütunların, hat çalışmalarının özelliklerinden, sayıların sembolize ettiği kavramlardan bahsediyor; “Bu camide hiçbir şey rast gele değildir.” diyor. Etra-fımızdaki her şeyin bir bütünün parçası olmak dışında başka bir bütünü de içinde barındıran ayrı bir bütün ol-duğunu fark ediyoruz. Bilmediği bir yerden geçen yol-cu gibi her şeye sakınarak bakmaya, çekingen adımlar atmaya başlıyoruz. Önünde hayranlıkla durduğumuz her çalışmanın resmini çekiyoruz, bir tarafından bakıl-dığında Allah-Muhammed, diğer tarafından bakıldı-ğında Ali-Ömer yazıları okunan, benzeri nadir bulunur üç boyutlu çalışmanın mükemmelliği karşısında di-

yecek söz bulamıyoruz. Kendimizi bir müzede, asırlık bir hüsn-ü hat sergisi gezer gibi hissediyoruz. Camiden çıktığımızda tıpkı iyi bir toplantıdan, sınavdan, göste-riden çıkmış gibi zihnimizin gördüklerimizle dopdolu olduğunu fark ediyoruz.

Ulu Cami’nin ardından, cami etrafına konuşlan-mış Bursa’nın eski çarşılarını geziyoruz. Her ne kadar altın, mücevherat, ipek dükkânları önünden de adım-larımızı yavaşlatarak geçsek de bizi esas cezbeden an-tikacı dükkânları oluyor. Dakikalarca hangi yüzyıla ait olduğunu bilemediğimiz bir esans şişesini, mücevher kutusunu, broşu seyrediyoruz. Bir yüzük, bir kalem kutusu, bir biblo bize çok farklı görünebiliyor. Bu geç-miş yüzyıllarda herkesin yanında taşıdığı, birbirinden zarif, birbirinden sanatlı rengârenk aksesuarlarla dolu dükkânlar arasında zamanı gerçekten unutuyoruz. Bizi yaşadığımız çağa geri çağıran ezan sesiyle ken-dimize gelip telaşla buluşma noktamıza, Ulu Cami’ye dönüyoruz.

Yüksek sütunlar arasında kıldığımız unutulmaz akşam namazının ardından son yoklama yapılıyor. İsimler okunurken herkes birbirine gezdiği yerleri, aldığı eşyaları göstermekle meşgul oluyor. En son, hatıra fotoğrafı için cami kapısı önüne dizildiğimizde, bundan on üç on dört sene evvel aynı yerde başka bir objektife gülümsediğimi hatırlayıp, daha sonra aynı yerde bir kez daha durup objektiflere bakabilmek için içimden dua ediyorum.

Otobüsümüz şehri terk ederken; Eski Bursa’nın, bizi yeniden geleceği bilinen bir misafiri yolcu eder gibi yolcu ettiğini düşünüyorum. İnsanların en büyük derdinin zamanla olduğunu söylüyor sanki bize. Mü-cadeleden çok bunaldığında onu bir kere görmüş olan herkesin kendini tekrar Bursa’nın zamansız sokakları-na bıraktığını anlatıyor. Zamandan kaçan şairlere bile sığınak olduğundan bahsediyor. Yeniden geleceğimiz-den emin, arkamızdan “Bir zafer müjdesi burada her isim/Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim/Yaşıyor sih-rini geçmiş zamanın/Hala bu taşlarda gülen rüyanın” dizelerini okuyor…

39 umman

Page 42: Umman Dergisi 2. sayısı

Kaç mesleği var öğretmenin? Ya da kaç işi aynı anda yapıyor? Belki de farkında olmadan yapıyor, bu meslekleri.Bazen ressam, bazen bir müzisyen, bazen bir komedyen, bazen bir drama oyuncusu, bazen...Belli de karşısındakinin bir gülümsemesiyle unutuyor tüm taşıdığı yüleri, çektiği sıkıntıları, yaptığı uğraşla-rı...

Gerçek sanatçılar vardır, yürekleri yanık, göz-leri buğulanmış, gözyaşlarından bir denizin içinde yü-zen, yürekleri kan revân içinde iken bile seyircilerine gülerler, çünkü; herşey onlar içindir.Yüreği umuda gee öğretmenlerde bizleri yetiştirirken böyle yapmıyorlar mı? Bir muma benzetilir öğretmenler, ışık şaçtıkça tükenir diye. Tükenir mi öğretmen? Her acıyı yutarak, hayat teknesinde yoğrularak ışığına ışık katarak hep aydınlatmaz mı bizi? Karanlığı boğarken mucizevi ışı-ğıyla her beyinde çoğalarak bir kıvılcımdan bir güneş yaratır belki de.Varlığın kaynağıyla insanlığın mahi-yeti arasında bir köprü olur.

Baş öğretmen Mustafa Kemail’in Türk ulusu-na, Türk gencine Kocatepe’den anlamlı bir bakışıdır öğretmen . Ya da gördüğün yere kadar değil, dağların ardındaki güneşi, cenneti hayal ederek, gerçeğe ula-şabilmektir.

İçindeki tohumlarıyla bir bahçe ekip, büyüyen her fi danda, açan her goncada kokunu alabilmektir.

Hepsi farklı renktedir ama hepsi aynı toprakta ye-tişmiş, içleri hep aynıdır.Nice yangınlar ne rüzgarlar gelse hiçbir şey yapamaz bu bahçeye.Çünkü o bahçe dirayetli öğretmenin korumasındadır.Hacmi küçük, içi herkesin görüp algılayamadığı, algılayanların ise hayretler içinde kaldığı genişlikte, bir yürekte...

Benim öğretmenim belki de bir inşaat işçisi gibi, en ağır işçi.Ama paydosu yok bu eğitim şantiyesinde. Biri de devr almıyor yerini.Sağlam temeller üzerine, dikiyor uçsuz bucaksız gökdelenlerini.Gerçektende o temelsiz tuğla ve çimento yığını, başını kaldırıp deli-yor gökleri, bir ustanın, şefkatli elleriyle.

Peygamberimin varisleri öğretmenlerim, de-ğişen ruh halimi, geleceğe hazırlar, gerçek manevi-yatla doldurur beni.Kâh tarih öğretmenim olur, beni köklerime bağlar, bir Türk neferi olmayı öğretir.Kâh ressam olur farklı bakış açılarıyla hep mutlu olmayı öğretir, bütün gerçekleri bulursunuz onun resimle-rinde.Kâh Fuzuli olur edebiyat aşığı, noynu bükük bir mütevazi, kâh Atatürk olur, dilimi, yurdumu, benliği-mi öğretirsabırla,adaletle, inançla...Kısaca; bir erdem abidesidir o.Gülümsememmizin mihengi.Obenim de-ğil, bizim herşeyimiz.Çünkü onlar bizim biricik öğret-menlerimiz!...

Kevser TÜRKYILMAZ

Bağlı bulunduğum ilçeye yirmi beş kilometre mesafedeki on haneli bir dağ köyünde imam-hatip olarak görev yapıyorum. İlçeden köye herhangi bir toplu taşıma aracı yok. Her sabah erkenden, sütleri toplayıp şehirdeki süt ürünleri fabrikasına götürmek için bir süt kamyonu geliyor. Şansınız varsa kamyo-nun ön tarafında ilçeye inebilirsiniz. Sizden önce iki kişi binmiş ise kamyonun kasasında kendinize yer be-ğenmeniz gerekiyor.

Haftada bir defa, pazartesi günleri, sabah er-kenden muhtarın on kişilik minibüsüyle ilçeye inme-niz de mümkün. Özel arabanız yoksa başka bir ula-şım imkânı da yok; ya taksi tutmanız gerekiyor ya da muhtarın minibüsünü kiralamanız. Ancak köylüler hallerinden oldukça memnunlar. “Eskiden muhtarın traktörünün kasasında gidiyorduk hocam;” diyorlar.

Bir pazartesi günü muhtarın minibüsüyle köye dönüyoruz. Köyün girişinde, yayladan ahırlarına dö-nen ineklerin yanından geçiyoruz. Yanımdaki amca; “Hocam az önce yanımızdan geçen benim inekti, ta-nıdın mı?” diye soruyor. “Kusura bakma Kemal Amca, çıkartamadım.” diyorum.

Bir Ramazan akşamı teravihten sonra, her za-manki âdetimiz üzere caminin önünde oturmuş soh-bet ediyor, çay içiyoruz. Bir haber geliyor; muhtarın ineği hastalanmış. Hep beraber kalkıp bakmaya gi-diyoruz. Cami köyün bir başında, muhtarın evi diğer başında. Cemaatle topluca giderken, birkaç vatandaş evinden seslenip bize nereye gittiğimizi soruyor. Muh-tarın ineği hasta olmuş diyoruz. Hemen onlar da çıkıp bize katılıyorlar.

Bir süre sonra bütün köy, muhtarın hasta ine-ğini ziyaret için muhtarın ahırının önünde toplanmış oluyor. Muhtar veterinerden aldığı ilaçları yerde inle-yen ineğe sürerken biz etrafında halka olmuş, onları izliyoruz. Bir yandan bana; “Hoca, ineğe oku da iyi olsun.”diyorlar. “Tamam” diyorum. Kuran’dan bildiğim şifa ayetlerini okurken içimden şöyle geçiriyorum;”Ya Rabbim, inşallah inek ölmez. Sonra bana; hoca, muh-tarın ineğine okudun, inek öldü, derlerse…”

Muhammed BakaYeşilyazı Köyü Camii imam-hatibi, Göynük BOLU

Gülümsemenin mihengi

Görevdeki ilk yıllarım

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 40

Page 43: Umman Dergisi 2. sayısı

Sessizlik… İnsanı kimi zaman dinlendiren, kimi zaman boğan ‘o’ dürtü. Bazen sessizliğin sesini ararsı-nız bütün kargaşanın, gürültünün içinde. Bazen de tek bir ses için sessizliğin sesini duymazdan gelmeye çalı-şırsınız. Ama yeterli olmaz bu çaba. İnsan mutlaka ve mutlaka o sesi dinlemeye muhtaçtır. Bazen de içiniz-deki boşluğu böyle sessizce, sakince satırlara haykırır-sınız… Bu öyle bir haykırıştır ki eğer siz istemezseniz kimseler duyamaz, işitemez… Belki de yazının gizemi de buradan geliyordur. Bütün duygularınızı dinleme-ye, sır tutmaya hazırdır. İstediğiniz dili kullanabilirsi-niz. Kendinizi anlatmanızı istemez sizden.‘’Sadece dü-şün ve harfleri kullan!’’ Böylece insanın çokça az yapabildiği bir eylemi gerçekleştirme fırsatı-nı yakalayacaksın. Kendinle konuşacaksın! Kendisiyle konuşan insanlara deli damgası vurmak ne kadar da anlamsız… Neden insanoğlu diğer insanları dinleyip, onları anlamaya çalışırken kendini ihmal ediyor? Bel-ki de tüm insanları anlamanın tek yolu, önce kendimi-zi anlayabilmektir. Belki de birileri bunu engellemek, köreltmek amacıyla deli demişlerdir kendini anlayan, kendini dinleyen insanlara…

Ne kadar da komik aslında. Kendini anlayama-yan bir insan topluluğu var ortada ve bu dev topluluk birbirlerini anlamaya çalışıyorlar kendilerince… Her ne kadar başarılı olamasalar da, en azından çabalı-yorlar. Eğer tüm bu çabayı kendilerini, hayatta olma-larının nedenini anlamaya harcasalardı sizce hayat nasıl olurdu? Bence o zaman dünyada aptalca gelen tek bir olaya bile rastlayamazdık. Bir anne çocuğunu daha doğmadan öldürmezdi belki de içindeki sese kulak verseydi… Ya da bir baba eğer gerçekten teslim edip kendini güvenseydi yaratana, bakamayacağım korkusuyla karısını ve çocuklarını acımasızca öldür-

mezdi. Yada mesela insan kendini anlayıp, neden ya-şadığını fark etseydi parayı insanoğlundan daha vasıflı kılmazdı. Onun her- şeye hükmedeceğini, onunla her şeye sahip olabileceğine bu kadar inandırmazdı ken-dini. Eğer insan biraz olsun anlasaydı var oluşunun nedenini dünyaya dört elle sarılmadan ebedi hayatına yatırım yapmaz mıydı sanki? İnsan oluşunun kendisi-ne kattığı değerleri gerçekten kavrasaydı ne bir baş-kasının hakkına göz diker, ne de onun olmayan şeyleri elde etmek için hileye başvururdu.

İnsanoğlu biraz olsun düşünüp, kendi sesini dinleseydi belki de dünya bu kadar çirkin, itici olmaz-dı. Her şey kişisel, öznel olmazdı hayatta. Sadece ken-di açlığını, kendi kılığını kıyafetini düşünmezdi kimse. Eğer o iki âlemin en sevgilisi olan peygamber efendi-miz Hz.Muhammed (s.a.v) i gerçekten düşünüp, onun fikirlerini doğruca sentezleyebilseydik sizce dünya bu halde olur muydu? ‘’Tek sorun insanın kendini dinle-meyip, kendini anlamaması mı?’’derseniz… Neden ol-masın?

Rümeysa YELKENCİiçimizdekises

41 umman

Page 44: Umman Dergisi 2. sayısı

Kitapçı vitrinlerini süsleyen, kapı önündeki tezgâhlardan kitapseverlere seslenen eserler ne kadar çok benzer birbirine. Büyük marketlerdeki rafları dolduranlar da. Herkes mutlaka onlar gibi bir kaçını okumuştur. Ya da hayatının birkaç yılı, dönemi boyu onları okumuştur. Bel-ki hala okuyorlardır. Bir kısmı vazgeçemediği utandırıcı bir alışkanlık gibi bahsediyordur bundan, bir kısmı eskiden diye tarif ettiği, edebiyattan anlamadığı belirsiz bir dönem-de okuduğunu söylüyordur. Bir kısmı da popüler edebiyata ilgi duyduğunu hiç saklamadan söyleyiveriyordur, kitaptan, edebiyattan her konu açıldığında.

Nedir popüler edebiyat? Edebiyat dışı romanlar, ki-taplar? Nasıl olur da her kitapçının vitrininde, market rafın-da aynı veya benzer kitaplar görücüye çıkar, huyu suyu bu kadar farklı okuyucu ve yazar varken dünyada? Kim demiştir onların ait olduğu türe popüler edebiyat diye, edebiyat dışı olduklarını kim iddia etmiştir peki?

Popüler; kelime manası olarak yaygın, geniş kitle-lerce benimsenmiş, halka ait demektir. Popüler edebiyat ise kolay bulunabilen, kolay satılabilen, okumak için bir ön ha-zırlık gerektirmeyen, yani kolay okunabilen, kolay anlaşıla-bilen eserleri içine alan bir tür. Pek çok bilim kurgu, polisiye, fantezi, korku, aşk romanı birer popüler edebiyat ürünüdür. Toplumun ilgisinin yönüne göre, bir siyaset veya ekonomi ki-tabı, hatta dini kitap bile popüler edebiyat ürünü olarak ad-landırılabilir. Son zamanlarda her yerde göze çarpan, komp-lo teorilerinden bahseden kitaplar gibi.

Popüler edebiyatın ortaya çıkması orta çağa daya-nıyor. Ortaçağ Avrupa’sında hâkim sınıf olan aristokratlar, çağa hâkim olan edebi anlayışı da tekellerinde bulunduru-yorlardı. Bu edebiyat hem köy yaşantısına ve köylü halka, hem orta sınıfa ve burjuvaziye, hem de şehir yaşamına ve işçi sınıfına uzak bir edebiyattı. Ne sıradan halkla, ne de toplum-sal sorunlarla ilgilenen tam bir salon edebiyatıydı. Ancak 18. yy.ın sonlarında hâkim sınıfın değişip burjuvazinin güç kazanmasıyla edebi eserlerin niteliği de değişti. Yüksek tah-silli olmayan, yabancı dil bilmeyen, eğitimsiz insanların da okuyabileceği, anlayabileceği, zevk alabileceği, kendilerine yakın bulabilecekleri insanları anlatan eserler yazılıp basıl-maya başlandı. Böylece popüler edebiyat doğmuş oldu.

Popüler edebiyatı oluşturan, çoğunluğu meydana ge-tiren alt tabakanın etkinlik kazanıp kendi edebiyatını üretme-sidir. Bu bakımdan şehir yaşantısının, metropol kültürünün ürettiği bir edebiyattır. Şehir kalabalıklarının eğilimlerini yansıtır. Sanayileşmeyle, ona paralel olarak da burjuvazinin etkinlik kazanmasıyla yaygınlaşmıştır. Bolca üretilip geniş kitlelerce takip edilmektedir.

20. yy.ın popüler edebiyatı dediğimizde aklımıza ilk bilim kurgu, fantezi ve korku gelir. Bunu yüksek edebiyata ait roman, şiir tiyatro karşısında konumlandırırız. Ancak bu

konumlandırma yanıltıcı olabilir. Her şeyden önce çağlarla birlikte o çağlarda kabul görmüş yüksek edebiyat tanımı da değişir. Mesela bundan üç yüz yıl önce roman bütün türleriy-le birlikte edebiyat dışı kabul ediliyordu. Edebiyat şiir ve ti-yatrodan ibaret sayılıyordu. Sonraki yüzyıllarda yavaş yavaş saygınlık kazanan roman türü eserler vermiş bugün klasik kabul ettiğimiz Dickens, Balzac gibi yazarlar, eserlerini yaz-dıkları dönemlerde burjuvaziyi, şehir kültürünü anlattıkları için basit, avama özgü, edebiyat dışı bulunmuşlardır. En son geçtiğimiz yy.ın başlarında fantezinin ‘kaçış edebiyatı’ ola-rak yeniden adlandırılıp edebiyat kategorisine konulduğu-nu gördük. Bu nedenle bilimkurgu ve polisiye derken de bir daha düşünmek gerekiyor. Mesela bilimkurgu edebiyat dı-şıysa George Orwell, Umberto Eco gibi yazarları da edebiyat-çıdan saymamak gerekir. Bu nedenle popüler edebiyat, tıpkı şehirler ve şehir kültürü gibi tanımı ve örnekleriyle sürekli gelişen bir tür kabul edilir.

Edebilik tartışmaları dışında popüler edebiyat, ticari boyutuyla da göze çarpan bir tür. Kolay okunması ve benim-senmesi bu türü alıcı kitleye ulaştıranlara ciddi miktarda para kazandırıyor. Popüler edebiyat örneği eserlere imza atan Stephan King “Entelektüel yazar kendisine takip edeceği bir fikir arar, popüler yazarsa sadece okur arar. Entelektüel yazar kendisi için, popüler yazar başkaları için yazar.” diye-rek bu ilişkiyi özetliyor. Bu tip eserlerde belli bir hedef kitleye yönelik yazılmalarının handikabı hemen kendisini gösterir. Daha fazla kişiye ulaşma, daha çok tercih edilme isteğiyle çı-tayı aşağı çeken yazar, niteliksiz, birbirine benzer, okuyucuya hiçbir şey kazandırmayan eserler üretmeye başlar.

Kitap okuma alışkanlığı olmayan pek çok insanın po-püler edebiyat sayesinde kitaplarla tanışması güzel, ancak insanların edebiyat tanımlarını okudukları bu düşük nitelikli eserlerle oluşturmaları üzücü. Edebi kaygısı olmayan, duygu ve düşüncelere hitap etmeyen, sadece soluk soluğa okunan ve heyecan veren bir kitap okuyuculara eğlenceli zamandan başka bir şey vaat etmemeli. Yoksa edebiyata olan ilgide ve üretilen edebi eserlerin niteliğinde düşme görülmesi kaçınıl-maz olur.

Bazı insanlar bir vakitler edebiyat dışı kabul edilen eserlerin önünde şimdi saygı duruşunda bulunmamızı da edebi eserlerin niteliğinin düşmesine bağlıyorlar. Ancak ede-biyatı var eden toplumların yaşantısı. Edebiyat, yazarların toplumdan aldıklarının topluma geri dönüşü. Bu bakımdan kendi kendini yoğuran, yenileyen, değiştiren ve denetleyen bir sanat. Toplulukların içinde doğmuş ve gelişmiş, varlığı topluluklara bağlı bir sanat. Edebiyatı toplumdan, toplumu edebiyattan ayrı düşünmek mümkün değil ve bu nedenle on-ları birbirinden bağımsız eleştirmek de mümkün olmamalı.

Hüsna BAKA

Popüler EdebiyatPopüler; kelime manası olarak yaygın, geniş kitlelerce benimsenmiş, halka ait demektir.

Popüler edebiyat ise kolay bulunabilen, kolay satılabilen, okumak için bir ön hazırlık gerektir-meyen, yani kolay okunabilen, kolay anlaşılabilen eserleri içine alan bir tür.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 42

Page 45: Umman Dergisi 2. sayısı

filistin ruh tin ruh tingecesi kahpeningizli(!) hedefeizli mermiöyle mi

gargat ağacı gizler mi bakalımo mülevves bedeni

“gazze”de testere “şeridi”her dişe bir insanher şeride bir dişbu ne berbat diziliş

parlatmıyor “fosfor” cevriyeyioyuncağı değil “misket” eceli

uzay çağıbilim çağı iletişim çağısahi yirmibirinci yüzyıl ne çağıha Yahudi ha sırpha sırp ha Yahudi aynı ızdırabı çekmedi miizzetbegoviçin yiğidi

Cemal TEMİZCE

şer-it

43 umman

Page 46: Umman Dergisi 2. sayısı

2007/2008 Eğitim-Öğretim yılı sonunda uzun yıllar okulu-muzda çalışan öğretmenlerimiz-den Ekrem BALKIŞ, İbrahim Birol ERGİN ve Mehmet İNCE hocala-rımız emekli olarak aramızdan ayrıldılar. Okulumuza büyük hizmetleri ve emekleri geçen ho-calarımıza ikinci baharlarında mutluluk, sağlık ve başarı dolu uzun ve hayırlı ömürler diliyor; yaptıkları için şükranlarımızı su-nuyoruz.

Görevleri Hiç BirZaman Bitmeyecek...

Okulumuzda Rehber Öğ-retmen olarak çalışan Ali Şekür İMAMOĞLU hocamız 2008/2009 öğretim yılı başında boş bulunan müdür yardımcılığı kadrosuna atandı. Genç neslin çalışkan bir temsilcisi olan hocamıza yeni gö-revinde başarılar diliyoruz.

RehberimizMüdür Yardımcımız

Okulumuz Yayın ve İletişim Kulübü’nün birlik-beraberliğimizi pekiştirmek, iletişimimizi güçlendirmek mak-sadıyla düzenlediği etkinliklerin ilki Taraklı-Göynük gezisi ekim ayı içerisinde çok sayıda öğret-menimizin katılımıyla gerçek-leşti. Katılımcılar güzel geçen bir günün sonunda bir sonraki etkin-likte buluşmak üzere ayrıldılar.

Yayın ve İletişimKulübü Gezisi

Geleneksel hâle getirdiği-miz güzel alışkanlıklarımızdan biri de her eğitim-öğretim yılı sonunda okul idaresi tarafından düzenlenen Yıl Sonu Pikniğimiz. Son pikniğimize personelimiz re-kor bir katılımla ilgi gösterince Ârifiye il ormanı unutulmaz gün-lerinden birini yaşadı.

Yıl SonuPikniğimiz

1996 yılından beri okulu-muzun müdürlük görevini üstün bir başarıyla yürüten sayın Ziya CEVHERLİ hocamızı yeni kurulan Adapazarı ilçemizin Millî Eğitim Müdürlüğü görevine gurur, mut-luluk ve burukluk gibi karmaşık duygular içerisinde yolcu ettik. Sene başı öğretmenler kurulu toplantısına son kez katılan sayın müdürümüze okulumuz müdür vekili sayın Kadir GEZER bir pla-ket takdim ederek hem duygu-larımıza tercüman oldu, hem de şükranlarımızı somutlaştırmış oldu.

İlçe Milli Eğitim“Müdürümüz” oldu.

Geleneksel hâle getirdiği-miz mezunlar gecesini Sapanca gölü kıyısındaki Belediye tesis-lerinde büyük bir coşkuyla kut-ladık. Çeşitli etkinliklerle zen-ginleştirilen gecemizin sonunda İmam-Hatipliler kervanına yeni üyeler katmanın gururu herke-sin yüzünden okunuyordu.

Geleneksel Mezunlar Günü

Haber ı

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 44

Page 47: Umman Dergisi 2. sayısı

Bu yıl yine Necati KARA-DAĞ ve Cemal TEMİZCE hocaları-mızın önderliğinde arkadaşları-mız yeşil sahalarda boy gösterdi. Günler süren hazırlıklar sonunda yapılan Futbol grup müsabaka-larında tecrübesizliğin sonucu istenen sonuçları alamadıysak da yenilenen kadromuzla gele-cek yıllar için umut veren bir tab-lo çizdik.

Haydi ArkadaşlarGösterin Kendinizi

Sakarya il emniyet mü-dürlüğü ve il milli eğitim müdür-lüğünün öğrencilerimize yönelik olarak düzenlediği madde ba-ğımlılığı konulu sunum okulu-muz toplantı salonunda gerçek-leştirildi.

Öğrencilerimizin büyük ilgi gösterdiği sunum gençleri-mizi tehdit eden zararlı alışkan-lıklardan uzak durma konusunda onlara bilgi ve irade sahibi olma-nın gerekliliğini göstermiş oldu.

Sakın Ha!Uzak Duralım

Okulumuz kros takımı, Gençlik ve Spor İl Müdürlüğünün düzenlediği ferdi kros birinciliği müsabakalarında okulumuzu başarıyla temsil etti. Sakarya Atatürk stadyumunda yapılan yarışmalarda şeref kürsüsüne çı-kıp madalya alan öğrencilerimizi kutluyoruz.

KürsüyeKoştuk...

2008- 2009 eğitim öğre-tim yılı öğrenci temsilcisi seçimi, aday öğrencilerin propaganda çalışmalarının ardından bütün öğrencilerin katılımıyla yapıldı. Büyük bir çekişmenin yaşandığı seçimi A-11/D sınıfından ALİ KAR-DIZ kazandı. Faydalı çalışmalar yapacağına inandığımız öğrenci temsilcimize başarılar diliyoruz.

Okulumuz Yayın ve İleti-şim Kulübü’nün birlik-beraberliği pekiştirici faaliyelerinden biri de kasım ayında gerçekleştirildi. Arifiye il ormanında yapılan pik-nikte özellikle cağ kebabına ilgi büyüktü.

Kulüp etkinliklerimiz do-ludizgin devam ediyor.

Sağlık ve temizlik kulübü özel bir diş kliniğinde ağız sağlığı ve diş taraması faaliyeti gerçek-leştirdi. Öğrencilerimiz ağız ve diş sağlığının önemi konusunda bilgilendirildi.

Başkan SeçimimizÇekişmeliydi.

İl OrmanındaCağ Kebabı

Kulüp EtkinliklerimizDoludizgin

Haber ı

45 umman

Page 48: Umman Dergisi 2. sayısı

SOLDAN SAĞA1. Türk edebiyatında ilk divan şâiri, 2. Türk

edebiyatında ilk tarihi roman, 3. Kasidede bir bölüm, 4.Orhan Kemal’in bir öyküsü, 5. Romantizme tepki olarak doğan şiir akımı, 6.Evliya Çelebi’nin ünlü ese-ri 7.Savaş ve Barış, Anna Karanina gibi romanlarıyla ün yapmış Rus yazarı. 8.16. yüzyılda yaşamış şâirlerin sultanı olarak bilinen, divan şâiri 9.Savaş, yiğitlik, kahramanlık, vatan sevgisi gibi konuları coşkulu bir şekilde anlatan şiir türü,10.İran edebiyatında doğan, sonra Türk edebiyatına geçen, en büyük şâiri Ömer Hayyam olan Divan Edebiyatı nazım biçimi, 11.Divan Edebiyatı nazım biçimi. Bu türün ilk ve en güzel örnek-lerini Nedim vermiştir, 12. Âşık edebiyatı nazım biçi-midir. Hece ölçüsünün sekizli kalıbıyla yazılır. Sevgi, doğa, güzellik gibi konular işlenir, 13. Hint ulusuna ait bir doğal destan, 14.Ziya Paşa’nın bir makalesidir. Ziya Paşa bu makalede divan edebiyatı geleneğini eleştirir, 15. Tanzimat şairi.

YUKARIDAN AŞAĞIYA1.Halk edebiyatındaki taşlamanın divan ede-

biyatındaki karşılığı 2.Hiciv edebiyatımızın en büyük divan şâiridir. Siham-ı Kaza adlı bir eseri vardır, 3.Olay hikâyesinin dünya edebiyatındaki en büyük temsil-cisi. 4.Biyografi türüyle benzerlik gösteren eserlere divan edebiyatında ne ad verilir. 5.Yakup Kadri’nin bir romanı, bu romanda üç ayrı kuşak arasındaki görüş, yaşayış ayrılıkları anlatılır. Bu ayrılıklar aileyi çöküşe götürür. Romanın başlıca kişileri Naim Efendi, Sekine Hanım,Sermet Bey’dir. 6. 19. yüzyılda taşlamalarıyla tanınmış halk şâiri. 7.Eleştiri 8.Anonim halk edebiyatı nazım şekli. axaa şeklinde kafi yelenir. 7’li hece vez-niyle yazılır. 9. Tenkit 10.Klasizme tepki olarak doğan akım. 11. Lâle Devrinde yaşamış, şarkının ilk örnekle-rini vermiş divan şâiri.

ÖMER FARUK ÖZCAN

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 46

Page 49: Umman Dergisi 2. sayısı

47 umman

Page 50: Umman Dergisi 2. sayısı

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ 48