tip tarihi
TRANSCRIPT
TIP TARİHİ
DERS NOTLARI
Prof. Dr. ≈ahin AKSOY
2010
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-2-
TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARDA TIP
Tıp tarihini anlatmaya yönelik bir çalışmaya ‘tarih öncesi’ çağlardan başlamak ilk
anda bir çelişki olarak görünse de insan ve onun geçmişi yeryüzünde ilk var olduğu
günden bu yana devam ede gelen bir süreç olarak kabul edildiğinde aslında bir
zorunluluktur. Tarih, Mezopotamya’da yazının ortaya çıkması ile başlatıldığına göre
‘tarih öncesi’ bundan geriye doğru olan bütün dönemleri kapsamaktadır. Ancak
konumuz tıp tarihi olduğundan bizim kullanımımız içinde ‘tarih öncesi’ insanın
yeryüzünde var oluşundan yazının ortaya çıktığı döneme kadarki dönemi ifade
etmektedir. İnsanın yeryüzünde bir evrim sonucumu var olduğu, yoksa ilahi bir güç
(veya irade) ile mi var edildiği bilimsel (veya politik) tartışmasına girmeden, arkeoloji
biliminin bize verdiği bilgilere dayanarak bir kaç yüz bin yıl öncesi ile bundan 6000 yıl
öncesi arası bir dönemden bahsettiğimizi söyleyebiliriz.
Tarih öncesi dönemle ilgili bilgiler, kayıtlı dokümanlar veya deliller
olmadığından, temelde arkeoloji ve palaeontoloji sahasında çalışan bilim adamlarının o
dönemlere ait bulabildikleri malzemelerden yola çıkarak yaptığı, tartışılmaya açık,
somut olmayan fakat yinede belli bir bilimsel değeri olan ‘yorum’lara dayanmaktadır.
Dolayısı ile tarih öncesi çağlara ilişkin yapılan her türlü yorum, her ne kadar yıllardır
süren bilimsel faaliyetlerin ve analizlerin bir sonucu olsa da yeniden yorumlanmaya,
değiştirilmeye ve hatta çürütülmeye son derece açıktır. Tarih öncesi çağlardaki
yaşama biçimlerini ve ritüelleri anlatırken kullanılan abartılı ifadelerin yerli yerine
oturabilmesi için akademik kaygıyla yapılan bu tespitten sonra şunu da ilave etmeliyiz
ki, bu çağa ait argümanlar geliştirmede kullanılan diğer bir kaynak olan mevcut ilkel
kabilelerin yaşayış biçimleri ve günlük uygulamaları da yeteri kadar güvenilir değildir.
Bilim adamları günümüzde yaşayan ilkel kabilelere bakarak, ki bunlardan Orta
Avustralya da yaşayan Aborijin’ler bugün dünyadaki en ilkel ve bozulmamış kabile
olarak kabul edilir ve üzerlerinde bir çok araştırma yapılır, tarih öncesinde yaşayan
insanlar ve onların tıp uygulamaları hakkında fikir geliştirirler (Resim 1). Gerek
arkeolojik ve paleontolojik çalışmalardan gerekse günümüz ilkel kabileleri üzerinde
yapılan çalışmalardan günümüz anlayışından ‘biraz’ farklı olarak tarih öncesinde
insanlar hastalık oluşumunu doğal etkenlerden çok doğaüstü güçlere veya metafizik
olaylara bağlamışlardır. Bir önceki cümlede ‘biraz’ kelimesinin tırnak içine alınma
sebebi, gelecek bölümlerde de görüleceği gibi aslında hastalıkların oluşma
mekanizmasının çok yakın çağlara kadar, hatta günümüzde (ilkel olmayan
toplumlarda buna dahil olmak üzere) benzer sebeplere bağlanmasıdır. Tarih öncesi
çağlarda hastalık oluşumu mekanizması olarak inanıldığı düşünülen iki sebepten
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-3-
birincisi, öldürücü veya hastalık yapıcı bir madde veya etkinin kurbana yönelmesi;
ikincisi ruhun kurbanın bedeninden ayrılmasıdır. Birincisine örnek olarak halen
Aborjinler de var olan “kemik tutma” geleneği verilir. Buna göre kötü amaçla
kullanılacak kemik kurbana doğru tutulup bazı sözler ve şarkılar söylendikten sonra
kemik gömülür ve kurbanın hasta olması beklenir. Kişinin “kemiklendiğini” öğrendiği
zamanki tepkisi çok çabuk olur ve hatta buna bağlı ölümlere bile rastlanır. Diğer
durumlarda ise kişiye “kemik tutulduğu”nun ilk belirtisi hastalığın başlamasıdır. Her
halükarda hastanın arkadaşları kemiği aramaya başlarlar, ve kemik bulunursa derhal
iyileşme olur. Daha sonra “kemik tutan” kişi saptanırsa şiddetle cezalandırılır hatta
öldürülür.
Resim 1: İlkel kabilelerde tedavi
Kurbanın bedeninden ruhun ayrılmasına bağlı hastalık oluşumuna günümüz
ilkel toplumlarında da rastlandığına örnek olarak ta Borneo da hastalanan kişiyi
tedavi etmesi için profesyonel ‘ruh yakalayıcılar’ın çağrılması verilir. Charles Hose bir
eserinde bu seremoniyi şöyle anlatır. Seremoni meşale ışığı altında yapılır. Hasta geniş
bir daire olarak oturmuş izleyici ve arkadaşların ortasına yatırılır. ‘Ruh yakalayıcı’
trans haline geçerek kendi ruhunu, hastanın ruhunu bularak bedenine geri dönmeye
ikna etmesi için gönderir. Bu sırada da ruhun yaptığı yolculuğu anlatır. Trans
halinden çıkarken elindeki, hastanın ruhunu içinde bulunduran taşı kendi mekanına
dönmesi için hastanın başına sürter ve ruhun bir daha kaçmasını önlemek için
hastanın bileğine bir palmiye yaprağı sıkıca bağlanır.
Bu gözlemler gösteriyor ki günümüzde yaşayan ilkel kabilelerde ve muhtemelen
tarih öncesinde yaşayan toplumlarda insanlar, hastalıkları doğaüstü güçlere
bağlamışlar ve bugünün psikoterapistinin kullandığı yöntemlere benzeyen şekillerde
tedavi etmeye çalışmışlardır. Bu da, detaylarda bazı değişiklikler olsa da altında yatan
prensiplere bakıldığında gök kubbenin altında asırlar geçse de çok fazla bir şeyin
değişmediğini göstermektedir.
Tarih öncesi çağlardaki hastalıklar ve bunların tedavileriyle ilgili bilgileri bize
taşıyan en önemli kalıntılar kemiklerdir. Bunlardan paleolitik ve neolitik çağa ait olan
bazılarında osteoartirit ve tüberküloza ait kesin bulgulara rastlanırken, diğer
bazılarında büyük kemik tümörüne ve kemik ekzositozuna rastlanmıştır. (Resim 2)
Bunlar dışında, ortaya çıkarılan kafatasları o dönemlere ait tıbbi bir uygulamaya (veya
belki de dini bir ritüele) büyük ölçüde ışık tutmaktadır. Bu döneme ait kafataslarında
(sebebini kesin olarak bilme imkanımız olmayan) trepanasyon uygulamalarına dair
kanıtlar bulunmuştur. Kafatasında delik açma anlamına gelen trepanasyon, tarihin
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-4-
değişik dönemlerinde, Yeni Gine ve Yeni Kaledonya, Peru, Dağıstan ve Cezayir gibi
dünyanın değişik bölgelerinde uygulanmıştır (Resim 3). Birçok arkeolog bu ilkel
trepanasyon işleminin neden yapıldığı konusunda araştırmalarda bulunmuş ve bunun
sebepleri konusunda görüşler ileri sürmüşlerdir. Varılan sonuç bu işlemin ritüel veya
büyüsel bir dışa vurum veya tıbbi tedaviye yönelik bir girişim olabileceğidir. Ancak
burada unutulan nokta tıp tarihi incelendiğinde eski çağlarda ve günümüzdeki birçok
ilkel toplumda hekimler, dini ve tedavi edici yönü olan bireylerdi. Dolayısı ile dini
ritüel ile tıbbi tedavi arasında hep son derece ince ve belirgin olmayan bir çizgi var
olagelmiştir.
Resim 2: Paleontolji Resim 3: Trepanasyon
Bazılarının yanlış şekilde vurgu yaptığı gibi yalnızca tarih öncesi çağa özgü
olmayan trepanasyon uygulaması, o dönemde ve daha sonraki dönemlerde var olan ve
izlerine Aristo’dan başlamak üzere Batı düşüncesinde de sıkça karşılaştığımız animist
(ruh ve beden ayrımına dayanan) görüşten kaynaklanan bir tedavi şeklidir.
Günümüzdeki Borneo yerlilerinde olduğu gibi tarih öncesi çağlarda da hastalığın bir
düşmandan, bir hayvandan veya bir kötü ruhtan gelen kötü etkinin bedene girmesi ile
oluştuğu düşüncesi vardı. Bu kötülüğün kurbanın başından dışarı çıkması için yapılan
trepanasyon uygulaması zaman içinde kafatası kırıklarının ve kafa içi lezyonların
tedavisine yönelik bir metoda dönüşmüştür.
Tarih öncesi çağlarda olduğu ileri sürülen ve halende kullanılan tedaviye
yönelik inançlardan biriside hastalığın dokunma yoluyla başka bir bireye, hayvana
hatta bitkiye geçirilmesi eylemidir. Çok eski olmayan tarihlere kadar bazı toplumlarda
ölüye dokunmak hastalıkların ölüyle birlikte ‘uzun bir yolculuğa’ çıkması olarak kabul
edilmiştir. Hatta idam edilecek mahkûmlar hastalara ‘el vermek’ suretiyle onların
hastalıklarını kendisine alarak bunun karşılığında büyük paralar kazanmışlardır.
Tarih öncesi çağlarda sadece ilaç veya cerrahi tedavi yoktu, aynı zamanda doğa-
üstü ve fizik-ötesi güçlerinde varlığına inanıldığından bu kötülüklerden korunmak için
takı ve nazarlıklarda kullanılırdı.
Pirene’deki Trois Frères Mağrasında bulunan elleri ve kolları boyalı, kuyruğu
olan, ayakları insan ayağına, yüzü hayvan yüzüne benzeyen ve boynuzları olan garip
insan silueti bilinen en eski tıp adamına ait portre olarak kabul edilmektedir (Resim
4). Bu ister bir tıp adamı isterse de bir büyücü olsun hastalık ve onu tedavi etmeye
yönelik çabalar insanla birlikte yeryüzünde var olmuştur. Belki tarih öncesine ait
elimizdeki bulgular bizi bu döneme ait kesin kanılara götüremese de en azından şunu
söyleyebiliriz ki hastalıklara yönelik tedavi çabaları o dönemde ve daha sonra iki farklı
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-5-
çizgiyi izlemiştir. Bir tanesi din veya sihirden etkilenen, hastalıkların ruhun bedenle
birlikteliği veya ayrılığına dayalı, kötü ruhun bedenden ayrılması veya bedenden
ayrılan ruhun bedene geri getirilmesine yönelik uygulamalar. Diğeri de, halen çağdaş
toplumlarda bile uygulanmaya devam edilen, yöresel veya halk tıbbı olarak
isimlendirilebilecek bugünkü pozitif tıbba daha yakın tıp uygulamalarıdır. Zaman
içinde birbirine karışan bu uygulamalar tarih boyunca hep birbirine koşut olarak
gelmiş ve varlığını toplumlar içinde sürdürmüştür.
Resim 4: Sihirbaz hekim
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-6-
MEZOPOTAMYA’DA TIP
Yaklaşık M.Ö. 4000’de Fırat ve Dicle’nin suladığı ve daha sonra ‘insanlığın beşiği’
olarak anılacak bereketli Mezopotamya topraklarında dünya’nın ilk büyük medeniyeti
kuruluyordu. Büyük bir medeniyete sahip olduğu daha bu yüzyıl içinde ortaya
çıkarılan Ur şehri üzerinde yapılan arkeolojik çalışmalarla iyice anlaşılan
Sümer’lilerde temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı. Sulama ve ulaşım
sistemlerinin oldukça geliştiği Sümer’in başşehri Ur’da hemen bütün evlerin banyosu
ve atık su tesisatı bulunmaktaydı. Tekerli araçlar kullanılıyor, aletler bakırdan imal
ediliyordu.
Tarihin başlangıcını belirleyen yazı M.Ö. 3000’lerde Sümerlerde kil üstüne
yazılan çivi yazısı olarak ortaya çıktı. Çivi yazısı kullanılarak yazılmış belgeler bugüne
yalnızca genel tarih bilgisi değil o döneme ait tip uygulamaları ile ilgili önemli
bilgilerde aktarmıştır. Bu tarihi belgeler arasında Londra’daki Wellcome Müzesinde
bulunan M.Ö. 3000 yıllarında yasayan Sümer’li bir hekim’e ait mühür ile Paris’te
Louvre Müzesinde bulunan M.Ö. 2300 lerde yasayan Babil’li bir tıp adamına ait
mühür son derece önemlidir.
Sümer krallığının Akad krallığı tarafından yıkılması, daha sonrada her ikisinin
M.Ö. 2000’de yıkılarak yerlerine güney’de Babil, kuzey’de Asur krallıklarının
kurulmasıyla bu coğrafya’daki medeniyet zirveye ulaştı. Mezopotamya ve oradaki tıp
ile ilgili olarak değişik şeyler yazılmış olsa da 1985 senesinde Vernon Coleman
tarafından yazılan The Story of Medicine bu döneme oldukça farklı yaklaşmaktadır.
Coleman’a göre bu coğrafya’yı tıp tarihi açısından önemli kılan, yüzyıllardır inanılan
havada kötü ruhlar ve hastalık yapıcı cinlerin dolaştıkları bunların insan vücuduna
girmesi ile hastalıkların oluştuğu, dolayışı ile bunların ancak ruhlara müdahale ve
büyü ile düzeleceği inancının yıkılmasına yönelik ilk adımların Mezopotamya’da
atılmış olmasıdır. Bu tespit tıbbın modern anlamda ve başlı başına bir bilim olarak
gelişmesinin başlangıcını Eski Yunan (ve özellikle Hipokrat) ile başlatan görüşe ciddi
bir cevap teşkil etmektedir. Yeni ve iyi olan her şeyin kaynaklarının Batı’da olması
gerektiği, Doğu’da olanların ancak bunların taklidi veya tercümesi olabileceği -yanlış-
ön yargısına Batı’lı bir yazardan gelen bu tespit bizce çok önemlidir.
Coleman tıp dünyasındaki gelişmelerin toplumun diğer alanlarında olan
gelişmelerinden bağımsız olamayacağını söylemektedir. Tıbbın gelişmesi yönünde ilk
adımları atan bu insanlar ayni zamanda şehirler kuruyor, komşuları ile ticaret yapıyor
veya onları fethediyor, sanat ve edebiyat eserleri yaratıyor, matematik teoriler
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-7-
geliştiriyordu. Bu disiplinlerin hiç birisi bir diğerini etkilemek veya ondan etkilenmek
konusunda immün değildi. Örneğin tıbbın gerçek anlamda bir meslek olarak oluşması
yönündeki ilk adımlar bir hekim veya din adamı tarafından değil bir hükümdar, Babil
kralı Hammurabi tarafından atılmıştır. M.Ö. 2000 lere ait meşhur Hammurabi
kanunlarında hastaları ve hekimleri korumak, mesleğin icrasını düzenleyen belli
maddeler bulunmaktadır (Resim 1). Günümüzde bazıları adaletsiz, hatta acımasız gibi
görünse de hekimlerin yaptığı tedavi ve ameliyatlarda alacağı ücretleri belirleyen,
uygulamada yapacakları hatalarda ödemesi gereken cezaları düzenleyen bu en eski
mesleki kanun tıbbın bir meslek olarak belirlenip onun uygulanışı biçimini
düzenlemesi açısından çok önemlidir.
Bu kanunlar; “Eğer doktor soylu bir kişiyi tedavi ederse, ve apsesini bronz bir
bıçakla açarsa, ve hastanın gözünü kurtarırsa 10 gümüş şekel almalıdır. Eğer hasta
bir köleyse sahibi 2 gümüş şekel vermelidir.” “Eğer doktor bronz bir bıçakla apseyi
açarsa ve hasta ölürse veya gözünü kaybederse doktorun eli kesilmelidir. Eğer söz
konusu köleyse yerine başka bir köle verilir.” “Eğer ameliyat sonucu köle’nin gözü
tahrip olursa, operatör köle sahibine kölenin değerinin yarısını öder.” demektedir.
Tıp ve din arasındaki bağın zayıflaması ile hastalıkların kendilerine özgü
sebepleri olabileceği düşüncesi oluşmaya başlamış, ve sorunlara tıbbı çözümler bulma
yönünde çabalar görülmüştür (Resim 2).
Resim 1: Hammurabi ve Şamaş Resim 2: Bilinen en eski tıp kitabı (M.Ö. 2000)
Babil’de tıp ve halk arasındaki tıbbı bilgi oldukça gelişmişti. Heredot M.Ö.
430’da yazdığı tarihinde her Babil’linin amatör bir hekim olduğunu yazmıştır. Eski
Babil’de hastalanan kişi çarşı yerine götürülür ve orada bırakılırdı. “Yoldan gelip
geçenler hastanın yanında durup şikâyetlerini dinlerdi. Eğer yolcu buna benzer bir
rahatsızlık geçirmişse hastaya tavsiyelerde bulunur, o’na tedavi yollarını
söylerdi.......ve hiç kimsenin hastanın yanından sessizce geçmesine izin verilmezdi.” Bu
anlatımlar tıbbın Babil’de ne kadar geliştiği halka kadar indiğinin bir göstergesi
olarak kaydedilmiştir. Yüzyıllar geçtikce tıp bilgisi daha da gelişti. Bu döneme ait elde
ettiğimiz bilgilerden, kırılan kemiklerin yerleştirildiği, tutkal emdirilmiş bandajlarla
sarıldığını öğreniyoruz. Oldukça gelişmiş tartı aletleri ile ilaçlar hazırlandığı,
doktorların belli konularda uzmanlaşarak bu tür hastalara baktığı kayıtlarına
rastlıyoruz. Hatta Babil’de psikiyatristlerin var olduğu, Freud’dan bir kaç bin yıl önce,
suç, korku ve üzüntünün insan sağlığı üzerindeki kötü etkileri olacağı bilinmekteydi.
Babil’den günümüze kalan tabletlerden anlaşıldığına göre onlarda geniş bir
materia medica (tıpta kullanılan maddeler) koleksiyonu vardı. Bu tabletlerde 120 ye
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-8-
yakın mineral ilaç bunun iki katından fazlada bitkisel maddenin adı geçmektedir.
Bunun yanında değişik yağlar, bal, balmumu, sut, tuz, bira, çamur gibi maddelerin
tedavi edici etkisinden de söz edilmektedir. Babil’de karaciğer’in kilden yapılmış
modeli üzerinde yapılan Hepatoskopi (karaciğer okuma) uygulaması karaciğer’in
vücudun ve ruhun merkezi olduğu, oluşan hastalıkların karaciğer üstünde
gözlemlenebileceği inancına dayanmaktadır (Resim 3). Kilden yapılmış, her birinin
ortasında küçük odun çubuklar dikilmiş karelere bölünmüş bir koyun karaciğeri
modeli, kurban edilmiş bir hayvanin karaciğeri ile karşılaştırılır ve bu ciğerin
yüzeyindeki değişikliklere göre hastaya teşhis koyulurdu. Benzer bir uygulamaya dair
ifadeye İncil’de de rastlanmaktadır. “Babil Kralı yolların ayrımında durdu......kutsallığı
kullanmak için.......şekillere başvurdu, karaciğer’e baktı” (Ezekial; 21:21).
Resim 3: Hepatoskopi
Babil hakkında fazla bilgimiz olmasına rağmen. Babil’deki tip konusunda
bildiklerimiz sinirlidir. O gün yasayan hiçbir hekimin adını bugün bilmiyoruz. Ancak
yine de bu bölümde işlediğimiz dönem tarihin (ve tıp tarihinin) önemli bir halkasını
oluşturmaktadır ve gelecek bölümde konu edilecek Eski Mısır’daki tip uygulamalarına
geçişte önemli bir dönemi teşkil etmektedir.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-9-
ESKİ MISIR’DA TIP
Eski Mısır’ın tarihi ile ilgili bilgi ve belgelerden, Nil nehri’nin suladığı topraklarda
M.Ö. 4000 yıllarında bir kaç milyon insanin organize bir hükümet yönetimi altında
yaşadığını öğreniyoruz. Mısır’lılar şekillere dayanan ve daha sonraki modern alfabeye
zemin teşkil edecek yazıyı keşfedip ilk olarak kullanan medeniyet olarak
bilinmektedir. İnsanlık tarihindeki bu en büyük sıçramayı yapan eski Mısırlılar ayrıca
günümüze kadar kalan ve hayret ve gıpta ile seyrettiğimiz piramitlerle de yalnız
kültür seviyesi olarak değil aynı zamanda teknik olarak ta ne derece yüksek seviyelere
ulaştıklarını bize göstermektedir.
Yazının keşfi şüphesiz diğer alanlarda olduğu gibi tıp alanında da gelişmelerin
onunu açmış ve belli konularda geleceğe notlar kalmasına vesile olmuştur. Şekil yazısı
(hiyeroglif) zaman içinde yerini işaret yazısına bırakmış ve ilk alfabe M.Ö. 3500’de
ortaya çıkmıştır (Resim 1). Yazının keşfi ve kullanımı yanında üzerine yazıldığı
malzemede de yenilikler olmuş ve Mezopotamya’da rastladığımız kil tabletlerin yerini
çok daha ‘kullanışlı’ olan papirüsler almıştır.
Ancak Eski Mısır’ın bu ilk çağlarındaki tıp uygulamasına ilişkin bilgilerimiz
oldukça sınırlıdır. O dönemlerde hemen her şeyin bir tanrısı vardı ve bunlar
yeryüzündeki olayları kontrol ederdi.
Resim 1: Hiyeroglif
Örneğin Şahin-başlı güneş tanrısı Ra (Resim2) kuş-başlı (wisdom) tanrısı Thoth ki
bunun ‘tıbbın (treatiese) kuralları’ kitabını yazdığı söylenir, ve aslan-başlı çocuk
doğurma tanrısı Sekmet. Sağlık tanrısı Hermot‘un hikayesine göre ise kendisi şeytan
Set ile dövüşürken gözünü birini kaybetmiş fakat gözü daha sonra mucizevi olarak
iyileşmiştir. Daha sonraları Horus’un gözü bir uğur haline gelmiş ve eski Mısır’da
yaygın olarak kullanılmıştır. Hatta bugün doktor reçetelerindeki R işaretinin Horus’un
gözünün değişik evrelerden geçtikten sonra çizilen büyük R seklindeki tasarımından
kalan bir sembol olduğu söylenmektedir (Resim 3).
Bu ‘tanrılar geçidi’, aslında kendisi bir olumlu olan, İmhotep ile zirvesine
ulaşmış oldu. Eski Mısır’daki tıp hakkında sahip olduğumuz bilginin sınırlılığı, o
dönemin en büyük hekiminin kim olduğu konusunda bir kanıya varmamıza imkan
vermemektedir. Ancak iki isim var ki bunları anmadan geçmemiz mümkün değildir.
Bunlardan birisi Sekhet’enanach diğeri ise İmhotep’tir. Bunların hangisinin adını
bildiğimiz ilk tıp adamı olduğu konusu halen tartışmalıdır.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-10-
Resim 2: Sağlık Tanrısı Şahin başlı ‘Horus’ Resim 3: Horus’un gözü
Sekhet’enanach M.Ö. 3000 de yaşamış ve Firavun’un baş hekimlerinden birisi
olarak görev yapmıştır. Kral, hekimine yaptığı hizmetlerin karşılığı olarak bir ödül
vermek istemiş Sekhet’enanach ise portresinin bir tas üstüne yapılmasını tasa yaptığı
tedavinin yazılmasını, bunun sarayın göze çarpan bir yerinde koyulmasını ve
ölümünden sonra da mezar taşı olmasını istemiştir (Resim 4). O günden bize kalan
anıt taşta Sekhet’enanach leopar derisi giymiş, elinde iki tane asa ile ayakta dururken
arkasında hanımı elini omzuna koymuş şekilde resmedilmiş, ve altına “Kral’ın burun
deliklerini iyileştirdi” yazılmıştır. Böyle bir talepte bulunmakla Sekhet’enanach
kendini tarihteki ilk hekim olarak kaydettirmiştir.
Tıp tarihçileri tarafından daha iyi bilinen İmhotep bazılarının ifadelerine göre
antik çağların sisleri arasından bize görünen ilk hekimdir. Rakibi Sekhet’enanach ile
mukayese edildiğinde İmhotep’in hekimliğine dair elimizde daha az kanıt
bulunmaktadır (Resim 5). Tıp tarihçileri tarafından Eski Yunan’ın Aesculap’inin
Mısır’daki karşılığı gibi anlatılsa da her ikisinin de zaman içinde tıp tanrısı olarak
kabul edilmesi ve insanların onların türbelerinde sağlık uykusuna yatmaları dışında
aralarında fazla bir benzerlik yoktur.
İmhotep hakkında elimizdeki kesin olan bir bilgi varsa o da, M.Ö. 2980 ile 2900
yılları arasında yaşayan Firavun Zozer’in baş veziri olduğu ve efendisi için inşa edilen
ve bugün dünyanın en muhteşem yapıları arasında sayılan Step Piramidi’nin mimarı
olduğudur.
Resim 4: Sekhet’enanach Resim 5: İmhotep
Maalesef İmhotep’in hekim olduğuna dair elimizde hiçbir bilgi
bulunmamaktadır, ancak ölümünden sonra kendisine dua ve ibadet edilmesi, ve M.Ö.
500’den sonra da tanrı olarak kabul edilmesi mutlaka tıpla ilgili bizim bilmediğimiz bir
şeyler yapmış olabileceği düşüncesini uyandırmaktadır. İmhotep’e ait olduğu söylenen,
10 tanesi British Museum’da 31 tanesi Wellcome Tıp Tarihi Müzesi’nde bulunan
heykellerin hepsinde İmhotep elindeki papirüs ile oturuyor vaziyette resmedilmiştir.
İmhotep’in anısına Memphis, Thebes ve Philae’da tapınaklar yapılmıştır. Halk burada
gelip uyuduklarında şifa bulacaklarına inanmaktaydı. Bu üç tapınaktan kalan
sonuncusu da Assuam’da inşa edilen barajdan sonra sular altında kalmıştır.
İmhotep’in Memphis şehri yakınlarına gömüldüğü söylenmektedir ancak şu anda
mezarı bulunamamıştır. Belki bir gün bulunursa, Sekhet’enanach’ a kaptırdığı
‘tarihteki ilk tıp adamı’ olma unvanını da geri alır.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-11-
Yazının keşfi ve papirüsün kullanılması Eski Mısır’a ait tıp bilgilerinin
tamamının günümüze kalmış olabileceği düşüncesini uyarmasına rağmen, bugün
elimizde olan papirüsler, muhtemelen, çok büyük bir külliyatın sadece ufak bir
parçasıdır. Bu papirüslerden edindiğimiz bilgiye göre, eğer hekim mevcut bilgilerine
sadık kalarak ve iyi niyetli olarak tedavi etmeye çalışmasına rağmen hasta ölürse
hekimin bundan dolayı cezalandırılamayacağını, ancak eğer hekim tıp’ta kullanılan
denenmiş metotlar dışında bir şekilde hastayı tedavi ederken hasta ölürse hekiminde
öldürüleceğini öğreniyoruz.
Her ne kadar elimizdeki sınırlı sayıdaki papirüsler ile Eski Mısır’daki tıp
konusunda bir kanıya varmak güç olsa da tıp tarihi ile uğraşan bilim adamları için en
önemli belgeler niteliğindeki bu eserler büyük bir özenle korunmuş ve incelenmiştir.
Bu papirüslerden en iyi bilineni Ebers Papirüsü (EP)’dur.M.Ö. 1500’e ait olduğu
düşünülen EP 1862de Profesör George Ebers tarafından Thebes’de bulunmuştur.
Halen Leipzig Üniversitesinde saklanan EP’in yalnızca elde bulunan en eski tıp kitabı
olmadığı ayni zamanda geçmişten bugüne kalan en eski kitap olduğu kabul
edilmektedir. Orijinali 10 metrelik bir rulo olan bu doküman 110 sayfadır ve 900
civarında reçete içermektedir. EP sihir ve büyü de dahil birçok hastalığa karşı tedavi
önerileri içermektedir. EP’de 15 karin (abdomen) hastalığı, 29 göz hastalığı ve 18 deri
hastalığı tarif edilirken 21’den fazla öksürük tedavisi anlatılmaktadır. Basta bitkisel
olmak üzere, mineral ve hayvansal maddelerinde kullanıldığı 700 ilaç ve 800 formül
bulunmaktadır.
EP’nde geçmiş dönemlere ait bilgilerden alıntılar yapıldığına dair bir çok kanıt
bulunmaktadır ve bu papirüs’ün değerini bir kat daha artıran, ilk sahibinin kenarlara
düştüğü, “Çok güzel, ben sıklıkla kullanırdım”, “Harika bir ilaç” gibi notlardır.
Papirüsten elde edilen bilgilerden bitkilerin çok yaygın olarak kullanıldığı anlaşılıyor.
Bunlar arasında soğan, sarımsak, tahıllar, reçine, Hint keneviri, senna, kimyon, kekik
ve Hint yağı bulunmaktaydı. Ayrıca hipopotam yağı, aslan yağı, yılan ve kaz yağı ile,
domuz safrası, kaz sütü ve boğa yumurtalığı gibi hayvansal kaynaklı ilaçlarda
kullanılmaktaydı. Bakir sülfat’ında göz hastalıklarının tedavisi ve korunmasında
yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Eski Mısır’da nasıl ki her tanrı farklı şeyleri kontrol ediyorsa buna benzer
şekilde farklı konularda uzmanlaşmış hekimler (swnu) vardı. Heredot tarihinde
“Mısır’da her hekim kendini farklı bir hastalığı tanıma ve tedavi etmeye adamıştı.
Bazısı göz, bazısı baş, bazısı diş, bazısı da bağırsak hastalıklarını tedavi etmektedir”
diye yazar. Swnu üç tedavi edici grup arasında sadece birini oluşturmaktaydı.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-12-
Diğerleri Sekhmet rahipleri ve büyücülerdi. Tedavi ediciler arasında özel isimler
alanlarda vardı örneğin Iri ‘Kral’ın Bağırsak Koruyucusu’ anlamına gelmektedir ve
muhtemelen Firavun’un lavman uzmanıydı. Barsak temizliği ve lavman’ın Eski
Mısır’lılarda özel bir önemi vardı. Eski Mısırlılar hastalık oluşumunda bağırsakta
çürüyen ve kokuşan maddelerin önemli bir faktör olduğuna inanırlardı. Bu yüzden, her
ayin üç gününü barsak temizliği ve lavman yapmaya ayırdıkları Heredot tarafından
kaydedilmiştir.
Eski Mısır’da tıp seviyesinin dönemin genel kültür seviyesiyle mukayese
edildiğinde düşük olduğu düşüncesi hakimken, EP ile ayni dönemlerde Luxor’da
Amerikalı Egyptologist Edwin Smith tarafından bulunan ve kendisinin ölümünden
sonra New York Tip Cemiyetine bağışlanan papirüs bu kanaati değiştirmiştir. Edwin
Smith Papirusu (ESP) olarak anılan ve 1930 da Breasted tarafından incelenerek
açıklanan papirüste, içinde yaralar ve yaralanmalarında bulunduğu, 48 vakanın
detaylı teşhis ve tedavisi anlatılmaktadır. ‘Cerrahi Papirüsü’ olarak ta bilinen ESP’den
yaraların ilk gün taze et ile bandaj uygulanarak, daha sonra yağ-bal karışımı ile
sarılarak tedavi edildiğini; kırıkların destekler arasına alınıp reçine emdirilmiş
bandajlara sarılarak tedavi edildiğini öğreniyoruz. Ayrıca ESP’den edindiğimiz bilgiler
Eski Mısır’da dini bir rituel olarak sünnetin uygulandığını göstermektedir. M.Ö.
1600’lere ait olduğu düşünülen papirüste sunulan bazı vakaların tedavisinde önerilen
uygulamaların bugünkü anlayışa yakınlığı dikkat çekicidir. Bunlardan birisi çenesi
çıkan bir hastaya yapılması gereken uygulamayı anlatmaktadır:
“Eğer bir adamın çenesi çıkmışsa o’nu ağzı açık şekilde bulursun. Ağzını
kapatamaz. Her iki elinin baş parmaklarını alt çene kemiğinin iç köşesine ağzın
içinden yerleştirir, diğer parmaklarını çene altına koyarsan ve alt köşeleri geriye
itersen çene yerine yerleşir.”
M.Ö. 1400 tarihine ait, Hearst Papirüsü 1899 da bulunmuş ve şu anda
California Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Bu papirüs içerik olarak EP’e oldukça
benzemektedir. M.Ö. 1850’de yazıldığı düşünülen Kahun Papirüsü 1889’da Sir
Flinders Petrie tarafından keşfedilmiştir. Daha çok jinekoloji kitabini andıran bu
papirüste gebeliğin tespiti ve kontrasepsiyon yöntemleri yanında hayvanlarla ilgili
tedaviler yer almaktadır. Timsah pisliği, bazı bitkiler ve bal karışımından oluşan
fitiller şeklinde hazırlanarak rahim ağzına uygulanan kontraseptifler ise yaramış
olmalı ki Eski Mısırlılar infantisit (yeni doğanın öldürülmesi) uygulamaksızın nüfus
planlaması yapabilmişlerdir.
M.Ö. 1350’ye ait olduğu düşünülen ve British Museum’da bulunan Londra
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-13-
Papirüsü maternal (gebe kadının) bakımı ve büyüye ilişkin bilgiler içerirken, M.Ö.
1450’de yazılan ve Berlin Müzesinde saklanan Berlin Papirüsleri anne ve bebeğin
büyüden korunması ve büyüye karşı tedavisi yanında bazı çocuk hastalıklarının
tedavisini anlatma özelliği ile muhtemelen ilk Pediatri kitabi olarak kabul edilebilir.
Bu meşhur papirüsler dışında yakın tarihlerde daha bir çok papirüs
bulunmuştur ve bunlar Kahire’deki müzelerde saklanmaktadır. Büyüler, reçeteler ve
ilaç isimleri içeren bu papirüsler daha önceki örnekleri gibi Eski Mısır tıbbını anlama
yönünde bize ışık tutmaktadır.
Eski Mısır’da tıp ile ilgili bir çalışmada insan bedeninin ölümden sonra
korunması gibi garip bir adete dayalı olan mumyalamadan bahsetmemek mümkün
değildir. Daha eski çağlarda kuru ve sıcak çöl kumlarına gömülen cesetlerin yıllarca
bozulmadan kalması Mısır’lılara bu doğa tarafından yapılan korumanın yapay
yöntemlerle de yapılabileceği düşündürmüş olabilir. Zamanla değişen ölü defin
gelenekleri ile tabut içine veya bir piramit’in odasına koyulan cesetler kısa sürede
bozulmaya başlayınca Eski Mısır’lılar ölüleri korumaya yönelik olarak mumyalama
işlemine başladılar.
Mumyalama:
Eski Mısır’da mumyalama işleminin yapılmış olması bize, ‘ölünün kutsallığı ve
dokunulmazlığı’, tabusunun Mısır’da olmadığını göstermiştir. Mumyacılık o dönemde
ayrı bir meslek grubunu teşkil ediyorlar ve düşük bir sınıf olarak kabul ediliyordu.
Mumyalama işlemi Mısır’da M.Ö. 4000 ile M.Ö. 600 yılları arasında uygulanmış ve
tahminen bu sürede 700 milyon insan mumyalanmıştır (Resim 5).
Resim 5: İnsanlara mumyalamayı öğreten ‘Çakal Başlı Anubis’in maskını giymiş bir mumyacı.
Kendine özgü kuralları olan mumyalama işlemini Heredot tarihinde oldukça detaylı
olarak anlatmıştır: “Önce çengel şeklinde bir metal ile burundan girilerek beyin
boşaltılır. Kalan parçalar temizlenip kafanın içi ilaçlarla yıkanır. Daha sonra vücudun
yan tarafından keskin bir taş ile küçük bir kesi yapılarak karın içindeki organlar
boşaltılır ve karın içi [myrrh, casia], sarı sakız, çin tarçını ve değişik baharatlar ile
doldurulduktan sonra ceset 70 gün [natron] katran içinde bekletilir. Bu süre sonunda
beden yıkanıp tutkal sürülmüş keten bantlar ile tepeden tırnağa kadar sarıldıktan
sonra yakınlarına verilir. Yakınları oluyu insan şeklinde yapılmış tabut içine
yerleştirip dik vaziyette özel olarak hazırlanmış odalara koyarlar. Bu anlattıklarımız
mumyalamanın en pahalı şeklidir.” (Resim6)
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-14-
Daha ucuza mal edilen mumyalamalarda ise sedir yağı vücut boşluklarına
enjekte edilir, veya ölüler tuzlu su içinde bekletilirlerdi. Mumyalamada dikkate değer
bir nokta, ruhun merkezi olduğuna inanılan kalbin dokunulmadan yerinde
bırakılmasıdır. Diğer bütün iç-organlar yerinden çıkarılır, özel koruyucular ile
muamele edilir, paketler halinde sarılıp tekrar karın boşluğuna koyulurdu. Bazı bilim
adamları birçok mumyadaki yanık izlerinden yola çıkarak, mumyalamada bedenin
kurutulup suyunun alınması işleminin ısıtma yoluyla yapıldığı kanaatine
varmışlardır. Bu ısıtma sırasında reçine kendiliğinden erimekte ve bandaj uygulaması
kolaylıkla yapılabilmektedir.
Resim 6: Firavun V. Ramses’in mumyalanmış kafası (M.Ö. 1160)
Çok ilginç şekilde, Eski Mısır’lılar uyguladıkları mumyalamalara rağmen ne
insan anatomisi ve fizyolojisine, ne de ölüm sebebini araştırmaya ilgi duymamışlardır.
Ancak yine de bu garip adet, adeta materyallerin uygun koşullarda koruyarak
bugünün bilim adamlarına patolojik incelemeler yapma imkanı vermiştir. Bu
çalışmalardan çok ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin mumyalar üstünde yapılan
çalışmalar o dönemde osteoartrit’in çok yaygın görüldüğünü bunun yanında diş
çürümesine nadiren rastlandığını göstermiştir. Ayrıca, Gut (Damla Hastalığı)
oluşumları, üriner sistem taşları ve safra kesesi taşları ile, M.Ö. 3400 tarihlerine
kadar giden mumyalarda karakteristik bulguları ile omurga (kemik) tüberkülozu’na
rastlanmıştır. Hatta 21. kralın yüksek rütbeli bir idarecisi olan Nesperehan’a ait
mumya üzerinde yapılan incelemede vertebradaki tutuluma bağlı meydana gelen
çökmeyle oluşan göğüs bölgesi kifoz (kambur)u ve psoas apsesi tespit edilmiştir.
Diğer mumyalarda yapılan incelemelerde, plevral adezyon, apandisit, böbrek
kistlerine rastlanmıştır. Eski Mısır’da yaygın olduğu düşünülen diğer iki hastalıkta
kronik suppurative periodontit ve kronik osteoartrit’tir. Sifilis ve ricketsia’ya
rastlanmamasına rağmen, Ruffer, paleontoloji’nin tıp tarihine katkısına güzel bir
örnek olmak üzere, kitabında akondroplazik ve rikets tipi cüceliği gösteren heykel ve
resimlere yer vermiştir.
Eski Mısır medeniyeti dünyanın gelmiş geçmiş en büyük medeniyetlerinden biri
olmak ve günümüzde arkeolog ve paleontologlar yanında tıp ve bilim tarihçilerinin de
ilgisini çekmeye devam etmektedir. Elimizdeki sınırlı sayıdaki papirüsler ve
mumyalardan elde edilen bilgiler muhtemelen, diğer sahalardaki kadar muhteşem ve
ilginç olan Eski Mısır tıbbı hakkında sadece bir fikir verici niteliktedir. Dolayısıyla
gelecekte yapılacak çalışmalar ve araştırmalar şüphesiz tarihin bu çok ilginç ve
gizemli dönemine ışık tutucu olacaktır.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-15-
HİNDİSTAN’DA TIP
Eski Mısır’lılar Nil deltasında büyük bir medeniyeti yaşarken M.Ö. 2000 lerde
Hindistan yarım adasında da önemli bir medeniyet varlığını sürdürüyordu. Tarih
boyunca her bölge kendine özgü ‘tıbbını’ oluşturduğu gibi Hintlilerde kendi kültür ve
coğrafya’larından neş’et eden bir tıp anlayış ve uygulaması geliştirmişlerdir. Bundan
4000 yıl önceye kadar giden ve bugünde varlığını sürdürmeye devam eden Hint
tıbbının genelde tıp uygulamasına yaptığı katkılar göz ardı edilemeyecek kadar
önemlidir.
Eski Hint’deki tıp uygulaması ile ilgili olarak sağlıklı bilgiye ulaşmak, doğu’da
yazılan eserlerde gerçek ile hayal ürününün ayırtına varmanın güçlüğünden dolayı
oldukça zordur. M.Ö. 1500’de Sanskritçe olarak yazılan Rig-Veda’dan aldığımız
bilgilere göre o dönemlerde Mezopotamya ve Mısır’daki uygulamalara benzer şekilde
tedavinin daha çok sihir ve büyü ile yapılmaktaydı. ‘Brahmana’ olarak bilinen rahip
sınıfı güçlenmiş, Sanskrit dini öğretisi olan veda (bilgi) ‘nin adeta sahibi ve efendisi
haline gelmişlerdi. Veda-tıbbı diye bir şey olmasa da bu dine ait eserler dolaylı yoldan
bize o döneme ait sağlık ve hastalıkla ilgili inançlar konusunda bilgi vermektedir.
Vedik ritüeller arasında hayvan ve insanların kurban edilmesi bulunmaktaydı.
Bu seremoniyi anlatan belgelerde bazı anatomik yapılardan bahsedilmektedir. Ayrıca
bazı temel cerrahi girişimlerde yapılmıştır, örneğin kanayan yaralara koterizasyon,
üriner retansiyona kateter uygulanmıştır. M.Ö. 1000 yılında Veda Kuzey Hindistan’ın
temel inancı haline gelmişti, fakat başka bir çok irili-ufaklı inanç sistemleri de
bulunmaktaydı. Bunlardan en çok tanınanı Gautama Sakyamuni (Buda; M.O. 563-
483)’nin kurduğu Budizm’dir. Budizm’e göre ruh ve beden sağlığına ulaşmanın temel
yolu bedeni zevkleri terk etmektir. Bir Budist rahibin çantasında ilaç olarak taze
tereyağı, bitkisel tereyağı, sıvı yağ, bal ve pekmez bulunurdu. M.Ö 4. yüzyıl civarlarına
ait arkeolojik bulgular Budist tapınaklarında hasta odası bulunduğunu ve zamanla
müstakil hastanelere dönüştüğünü göstermektedir.
Hint tıbbının karakteristik örneği Ayurveda (uzun ömür için gerekli bilgiler)
dir. Ayurveda öğretisi, yaşama dair kurallar ve giyimden yemeye, egzersizden rejime
kadar çok geniş bir sahayı kapsayan pratik önerileri içermektedir. Bu öğretinin teorik
temeli bedensel üç madde olan gaz, safra ve balgam ile makrokozmik güçlerden rüzgar,
güneş ve ay’ın durumlarına oturmaktadır. Ayrıca vücudu oluşturan 7 maddeden
bahsedilmiştir: kilus (barsak sıvısı), kan, et, yağ, kemik, ilik ve semen. Ayurveda
tıbbında ilaçla tedavi temelde bitkisel kökenlidir. Tedaviler merhem, lavman, şırınga,
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-16-
masaj, terleme ve cerrahi yolu ile uygulanmaktaydı. Bütün eserlerde sağlıklı kalmanın
yolunun stres atmak olduğundan bahsedilerek bunun da yemek, uyku, egzersiz, seks
ve ilaçlarla olacağı belirtilmiştir. Bu eserlerden yaklaşık M.Ö. 700 de yazılan Atharva-
Veda birçok tıp bilgisi bulunmaktadır. Her ne kadar orijinal Athava-Veda bu meşhur
hekimlerden daha eski tarihlere kadar gitse de, bu eserdeki bazı yazıların Charaka ve
Susruta tarafından yazıldığı söylenmektedir (Resim 1).
Charaka Hıristiyanlığın geldiği dönemlerde yaşamışken, Susruta M.S. 5.
yüzyılda yaşamıştır. Susruta birçok konuda yazmıştır; Sıtma’nın sivrisinekle
bulaştığını, veba’nın sıçanlardan bulaştığını, verem’de ateş, öksürük ve kan tükürme
görüldüğüne kitabında yer vermiştir. Hint tıbbında bir çok ilaç kullanılmıştır. Susruta
760 değişik şifalı bitkiden bahsetmektedir.Bu ilaçların merhem, banyo, inhalasyon ve
buruna çekilme yolu ile kullanımları anlatılmıştır.
Bu eserlerden başka diğer Brahmanik tekstler; Ebe-hemşirelikten bahseden
Vagbhata’nın yazdığı Astangahradaya Samhita (M.S. 600); Madhavakara’nın yazdığı
Rugviniscaya (M.S. 700) ve Sarngadhara’nin yazdığı Sarngadhara Samhita (M.S.
1300). Madhavakara’nın eseri tıptaki konuları patolojik sınıflarına göre yeniden
düzenlemesi, ki bu model daha sonradan yapılan hemen bütün çalışmalarda örnek
olarak kullanılmıştı, çığır açıcı nitelikteydi. Sarngadhara opium ve metalik elementler
gibi yabancı maddeleri ilk tanıtan ve materia medica’ ya sokan, ve nabız dinlemeyi
teşhis ve tedavide kullanan Sanskrit yazardır.
O günkü eserlerdeki bazı ifadeler, özellikle bugünkü uzmanların dikkatle kulak
vermesi gereken önemdedir. Örneğin “Sadece sanatının kendine ait kısmını bilen kişi
tek kanatlı kuşa benzer” denmektedir. Askeriyedeki bir cerrahın görevleri şu şekilde
anlatılmaktadır: “Kral sefere çıktığı zaman yanına maharetli hekiminide almalıdır.
Hekim yiyecekleri, içecekleri ve kamp kurulacak yeri görmelidir. Eğer hekim zehir
bulursa onu ortadan kaldırmalıdır, böylece orduyu ölmekten ve yok olmaktan
kurtarmalıdır. Çadırı kralın çadırının yanında olmalıdır, ve çadırının tepesinde bir
bayrak olmalıdır ki hastalanan, zehirlenen veya yaralanan kendisini kolaylıkla
bulabilsin”
Bu Samhita (külliyat)’lardan en meşhur olanları Caraka ve Susruta’ninkidir.
Bunlardan Caraka da tanımlamaya dayalı felsefi uzun tasvirler bulunurken,
Susruta’da birçok karmaşık cerrahi teknikten, göz ve plastik cerrahi operasyonundan
bahsedilmektedir. Bunlar dışında, dengeli beslenme, bitkilerin faydaları, değişik
hastalıkların sebep ve belirtileri, bulaşıcı hastalıklar, hasta muayene teknikleri,
değişik vücut bölgelerini tanıtan bilgiler, üreme, gebelik ve fetus’un bakımı, ateş’in
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-17-
tedavisi, üriner sistem ve cilt hastalıkları’nın tanımlanması, bunama, epilepsi, astım,
fincan’la çekme tedavisi, hacamat (venöz kanın akıtılması), sülük yapıştırma, alkolün
kullanma şekilleri, lavman çeşitleri ve kullanım yerleri, sihir, büyü ve dua ile tedavi
gibi çok geniş bir sahayı kapsayan konularda bilgiler yer almaktadır.
Eski Hintlilerin tıpta en çok ileri gittiği saha cerrahiydi. Susruta yüzü aşkın
cerrahi alet tarif etmiştir. M.Ö. 2000 de cerrahinin o bölgelerde oldukça geliştiği,
Hintlilerin bisturi, makas, çengel, forseps, kateter ve şırınga kullandığı bilinmektedir.
Hintlilerin cerrahide başarılı olmaları başka bir açıdan da önemli ve ilginçtir, çünkü o
dönemdeki anatomi bilgisinin çok sınırlı hatta yanlış olduğu bilinmektedir. Bu bilgi
eksiklikleri içinde başarılı cerrahi operasyonlar yapabiliyor olmaları ayrıca ilginçtir.
Resim 1: Charaka Samhita’dan bır el yazması sayfa Resim 2: Susuruta’dan Rhinoplasti
Eski Hintliler kırıkları bambu çubuklarla destekleyerek tedavi etmişler,
sezeryan, tümör çıkarılması ve lithotomy (karının açılması) gibi operasyonlar
yapmışlardır. Özellikle bir operasyon vardır ki hem o dönem için büyük bir başarıdır
hem de modern plastik ve rekonstrüktif cerrahinin öncülüğünü yapması açısından
önemlidir. Eski Hint’de zina suçu işleyenlerin burnu kesilirdi. Bu kişilerin daha sonra
tedavi edilmesi için rhinoplasti (burunun yeniden yapılması) uygulanırdı (Resim 2). Bu
amaca uygun olarak seçilmiş bir yaprak istenilen şekil ve büyüklükte kesilerek bir
taslak haline getirilir, alnın ön kısmından alınan bir miktar deri ters çevrilerek yeni
burunu oluşturmak amacıyla kullanılır ve deri uygun şekilde dikilirdi.
Elimizdeki eserlerden Hintlilerin enfeksiyon ve hastalıklar konusundaki
bilgisinin cerrahi başarılarındaki önemli etkenlerden birisi olduğunu anlıyoruz.
Bundan 4000 yıl önce Hindistan’daki ameliyathaneler aşırı şekilde temiz tutulur,
cerrahlar ellerini fırçalayarak yıkar, tırnaklarını kısa keser ve ameliyat ederken beyaz
elbiseler giyerlerdi. Çarşaflar buharda temizlenir, aletler kaynatılır, ameliyathaneler
çok iyi korunup havalandırılmasına rağmen güzel kokulu duman ve parfümlerle
tozdan ve kötü kokudan korunurdu. Daha Avrupa’daki hastanelerde kullanılmadan
birkaç bin yıl önce cerrahlar antiseptik ve analjezik kullanıyordu, ve yaranın
kontamine olmaması için ameliyat sırasında konuşması yasaktı. Nekahet dönemindeki
ameliyatlı hastalar dinlendiriliyor, iyi yemeleri ve güneşli temiz havada oturmaları
tavsiye ediliyordu. Nekahet döneminin daha başarılı olması ve daha zevkli hale
gelmesi için çiçek, güzel koku ve müzik tedavisi uygulanıyordu. Enfeksiyonu önlemek
içinse saf olmayan su kaynakları kaynatma, güneşte ısıtma, kum veya kömürden
geçirme yöntemleri ile temizleniyordu.
Eski Hintliler çok ileri cerrahi başarıları yanında başka tıbbi maharetleri de
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-18-
vardı. Belli bir teşhise varmadan önce doktorlar hastanın kalbini ve ciğerlerini
dinlerdi. Hintliler aşılanma yoluyla çiçekten korunmayı biliyorlar, malarya ya karşı
sivrisinek ağları kullanıyorlardı. Bu, sivrisinekler ile sıtma arasındaki bağlantının
Batı’da 19. yüzyılın sonlarında kurulmaya başlanmış olması açısından önemlidir.
Ayrıca Hintliler, farelerle Veba arasında da bir ilişki olduğunun farkına yüzyıllar önce
varmışlardır.
Tarihsel süreç içinde teşhis metotlarında bazı yenilik ve gelişmeler olmuştur.
11. yüzyılda idrar’ın yakın gözlem ve tetkikine önem verilirken, 13. yüzyıldan itibaren
Sanskritce kitaplarda nabız’ın teşhiste nasıl kullanılacağına dair bilgiler yer almaya
başlamıştır. 16. yüzyılda da, hastanın nabız, idrar, dışkı, dil, göz, genel görünüm, ses
ve derisinin tetkikine dayalı ‘sekiz elemanın incelenmesi’ uygulanmaya başlanmıştır.
Aynı dönemlerde yapılan bir tetkikte de bir damla yağ hastanın idrarına damlatılır, ve
yağın idrar yüzeyinde yayılma biçiminden hastanın geri kalan yaşamı konusunda
yorum yapılırdı.
Hint tıbbına diğer kültür ve medeniyetlerinde etkisi olmuştur. 11. yüzyılda
İslam tıbbi ve Yunan tıbbından bir çok kitap Sankritceye tercüme edilip kullanılmaya
başlamıştır. 16. yüzyılın ilk yarısında Portekizliler Goa ya gelmişler ve Hindistan’da
ilk tıp kitabı olan Garcia d’Orta tarafından yazılan Coloquios dos Simples, e Drogas he Cousas Mediçinais da India (Hindistan’daki Tıbbi Bitkiler ve İlaçların Hulasası) 1563
senesinde basılmıştır. D’Orta kitabı için malzemeyi yerli halktan toplamıştır.
Başlangıçta Hintlilerle Portekizliler arasında tıbbi açıdan alış-veriş varken 1600lerden
sonra Portekizliler Hintli doktorlara bazı sınırlamalar getirmişlerdir.
1600 yılları civarında Britanyalılar Hindistan’a gelmişlerdir. Hiç tanımadıkları
hastalıklarla burada karşılaşan Britanyalılar yerli hekimlerden bir şeyler öğrenmeye
çalışırken, Hintlilerde onlardan cerrahi teknikler öğrenmişlerdir. Daha sonraki
yıllarda Britanya hegemonyasındaki Hindistan’da tıp fakülteleri kurulunca
Ayurveda’nın Batı tıbbi ile birlikte okutulması açık olarak desteklendi. Ancak 1835de
eğitim politikalarının değişmesiyle devlet üniversitelerinde Ayurveda tıbbının tıp
fakültelerinde okutulması yasaklanmıştır. Böylece geleneksel Hint tıbbı Ayurveda aile
içinde usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen ve nesilden nesile geçen bir uygulama haline
gelmiştir.
20. yüzyılda Hindistan’ın bağımsızlık hareketinin başlaması ile birlikte, yerel
geleneklerin desteklenmesi yönünde aktif bir şuurlanma belirmiştir. Hindistan’ın
bağımsızlığını kazandığı 1947’den bu yana Hindistan hükümeti gelişme adına Batı
tıbbını desteklemek ile halk tarafından yaygın olarak uygulanması gerçeğinden yola
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-19-
çıkarak Ayurveda tıbbını desteklemek ikilemi arasında kalmıştır. Bugün Hintli
hekimlerin büyük bir çoğunluğu, dış dünyaya açılmaları adına tek şansları olan Batı
tıbbına kendilerini adamış bulunmaktadırlar. 1970 de Hint parlamentosu bir yasa ile
Ayurveda tıbbının uygulanma şeklini düzenleyecek bir kurul oluşturmuşlardır. 1983
senesi itibarıyla, birçoğu üniversitelere bağlı olmak üzere yaklaşık 100 tane Ayurveda
tıbbi eğitimi veren okul bulunmaktadır. Ancak bugün Hindistan’da Ayurveda tıbbı ile
modern tıbbın ayrışma sınırları belirsiz hale gelmiştir. Ayurveda uygulayan özel
hekimler sıklıkla modern Batı tıbbının tedavi yöntemlerini de kullanmaktadır. 1970
yılında Penjap ve Mysore bölgesindeki 59 yerel Ayurveda kliniğinde yapılan bir
araştırma göstermiştir ki buralarda tedavi amacıyla kullanılan ilaçların büyük
çoğunluğu antibiyotik ve benzeri ilaçlardır. Bugün Hint tıbbında sadece bitkiler, kökler
ve tedavi edici masajın kullanılması bir hayal olmuştur. Kim bilir belki Hintlilerde
küreselleşen dünyadaki yerlerini bu şekilde almışlardır.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-20-
ÇİN’DE TIP
‘Doğu’nun tıp dünyasına ve tıbbın gelişme sürecine katkısını araştırırken büyük bir
gelenek ve kültür birikimine sahip Uzakdoğu’nun kalabalık ülkesi Çin’den
bahsetmemek imkansızdır. Sonradan Batı’da yeniden icat edilmesine rağmen birçok
yeni icadın Çinliler tarafından yapıldığı bilinmektedir. Her ne kadar, kendi
deyimleriyle; “Hiçbir konuyu sonunda başarılı olacaklarını hesaba katarak takip
etmemeleri”ne rağmen Çinliler tıpta birçok yeniliğe ve orijinal uygulamaya imzalarını
atmışlardır.
Bazılarının ifadelerine göre Çin tıbbı kendine özgü olmasına rağmen diğer tıp
geleneklerinden tamamen farklı değildir, çünkü Çin tıbbı tamamen yerel değildir.
Yüzyıllar boyunca Hindistan’dan, Tibet’ten, Orta ve Güneydoğu Asya’dan
etkilenmelere maruz kalmış, ve nihayet 1850’den sonra Batı’nın etkisi ile tıp
geleneğine birçok yeni unsurlar katmıştır. Örneğin akupunktur tedavisinin Orta Asya
Şamanlarındaki kan akıtma ve iğne batırma tekniklerinden, katarakt operasyonunun
Hindistan’dan, Gingseng’in yaygın kullanımının Kore’den, anason, safran ve günnük
kullanımının ise Arap ve Farsilerden geçtiği düşünülmektedir. Ancak bu yinede tıp
tarihinde ve geleneksel tıp uygulamalarında önemli bir yer tutan Çin tıbbının
özgünlüğüne gölge düşürmemelidir.
Çin tıbbını başlatan kişinin kim olduğu konusunda kesin bir kani olmamasına
rağmen Çin’de ‘tıbbın babası’ olarak anılmayı en fazla hak eden kişinin Shen Nung
olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur (Resim 1). M.Ö. 3000 yıllarında yaşayan bu Çin
imparatoru bitki ve hayvan yetiştirmeciliği konusunda yeni metotlar geliştirmesi
yanında birçok ilaç ve zehri kendi üstünde deneyerek tıbba da önemli katkılarda
bulunmuştur. Bu ve diğer denemelerinden edindiği bilgilerle oluşturduğu Pen Tsao
(Büyük Bitki Kitabı), uzun yıllar yeni baskıları yapılarak okunmuştur ve halen Çin’de
kullanılmaktadır. Bu yüzyılın başında da yeni bir İngilizce baskısı yapılan ve 5000
yıldır varlığını sürdüren Pen Tsao tıp tarihi açışından önemli bir eserdir.
Shen Nung’tan daha sonraki yıllarda başka bir Çin imparatoru olan Hwang
Ti’nin yazdığı Nei Ching (M.Ö. 2650) bütün Çin tıp eserlerinin kaynağı olarak kabul
edilir. İngilizce tercümesi çok eski olmayan tarihlerde yayınlanan bu eserde Çinlilerin
Harvey’den yüzyıllar önce kan dolaşımını bildiklerine dair açık ifadeler
bulunmaktadır. Kitapta; “Vücuttaki bütün kan kalbin kontrolü altındadır......Kanın
akışı sürekli bir devridaim şeklindedir ve asla durmaz” denmektedir. Bu bilgi, Çin’de
dini sebeplerden dolayı diseksiyon yapılmadığı, ve anatomi ve fizyoloji bilgilerinin son
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-21-
derece gelişmemiş olduğu düşünüldüğünde daha da çarpıcı olmaktadır.
Resim 1: Shen Nung Resim 2: Yin-Yang
Çin tıbbında başlangıçta olan sihir ve büyünün hastalıkları oluşturduğu inancı
zaman içinde azalarak yerini teorik bir altyapısı olan ve daha sonraki uygulamalara
zemin teşkil edecek olan Yin-Yang’e bırakmıştır.
Birbirine zıt iki gücü temsil eden Yin-Yang‘in her şeyin üzerinde olduğu ve her
şeyi kontrol ettiği düşünülmektedir (Resim 2). Yin ve Yang’in Med ve cezir, dişi ve
erkek, hayat ve ölüm, güneş ve ay, sıcak ve soğuk gibi olduğu ve evrendeki her şeyin
dengesinin evrendeki bu zıt güçlerin dengesi ile mümkün olacağına inanılmaktadır.
Sağlık ve hastalıkta da aynı kurallar geçerli olduğu ve hastalıkların vücuttaki
Yin-Yang dengesinin bozulmasından meydana geldiği varsayılmaktadır. Yin-Yang
aslında birbirinin zıttı olsa da zıt kutupları temsil etmemekte, sembolünden de
anlaşılacağı üzere birbiriyle bağımlı ve içice iki unsuru temsil etmektedir. İmparator
Fu-Hsi tarafından ortaya konulduğuna inanılan Yin-Yang’in zaman ve uzaya biçim
verdiğine inanılmaktadır. Yang daha dışa yönelikken Yin daha içseldir. Bütün doğal
süreçler gibi hastalıkta aktif Yang aşamasından başlar ve daha iç Yin tabakasına
sirayet eder ve bu aşamada tedavi gerekli hale gelir.
Diğer bir doktrin ise çoğu zaman yanlış olarak ‘beş eleman’ veya ‘beş unsur’ diye
tercüme edilen ve aslında ‘beş evre’ olarak tanımlanabilecek wu xing, odun, ateş,
toprak, maden ve su, fizyolojik bağlamda insan vücudunda meydana gelen değişik
evreleri tanımlamaktadır. Odun büyüme ve gelişmeyi, ateş eskime ve yıkılmayı gibi.
Bir bütün olarak düşünüldüğünde vücut bir mikroalem gibidir ve onun normal-
anormal bütün süreçleri qi (yaşam unsuru), yin-yang ve beş evrenin durumu ile
yakından ilgilidir. Qi nin vücut içinde maddi olmaktan öte metafizik bir varlığından
söz edilebilir. Yang hareket ve değişimi sağlarken, yin dolaşım, beslenme ve büyümeyi
temsil etmektedir. Diğer bir hayati unsur da jing (cevher)’ dir ve besinlerden alınan
gıdayı ve üreme ve çoğalma için gerekli olan gücü temsil etmektedir.
Klasik Çin tıp teorisinde beş tane yin organ sistemi (kalp, karaciğer, dalak,
akciğer ve böbrek) ile altı tane yang organ sistemi (safra kesesi, mide, kalın barsak,
ince barsak, mesane ve san jiao [üçlü yakıcı]) vardır. Yin sistemleri qi, xue (kan) ve jing
oluşturur, geliştirir, toplar ve üretirken, yang sistemleri, gıdaları alıp qi, xue (kan) ve
jing üretmesi için işleme tabi tutar ve artıkları boşaltır. Eğer qi vücutta yeterli
miktarda var ve düzenli olarak dolaşıyorsa beden sağlığı yerinde olur. Kişinin
vücudunda qi yi egzersiz, diyet, koruyucu akupunktur, moksa, meditasyon ve bazı seks
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-22-
teknikleri ile üretmesi mümkündür.
Çin tıp kitaplarında bir hekimin tedaviye başlamadan önce hastadaki fiziksel
ve duygusal işaretleri çok iyi gözlemesi gerektiği yazılırdı. Gözlem yanında nabız da
önemli bir teşhis aracı olarak kullanılmıştır. Nabız, vücuttaki genel dengesizlikler
organların bundan etkilenme durumları hakkında bilgi veren qi’nin dolaşımı
konusunda bilgi vermektedir. Çin’de nabız adeta bir sanat haline gelmiştir. Nabız
bilekteki 3 farklı noktadan 3 ayrı derinlikte alınırdı, ve şiddeti, tınısı (resonance),
düzeni, ritmi vs.’ye göre değerlendirilirdi. M.S. 280de yazılan on iki ciltlik Mei Ching
(Nabız Kitabı)’de “İnsan vücudu akortlu bir alete benzer ve değişik nabızlar birer
akordu temsil eder. Organizmanın düzen yada düzensizliği nabzın tetkiki ile
anlaşılabilir, ki bu tıbbın her sahasında çok önemlidir” demektedir (Resim 3).
Resim 3: Nabız muayenesi
Yüz yıllar içinde yeni teşhis metotları geliştirilmiştir. Örneğin 19. yüzyılda
dil’in tetkiki ile teşhis yapılmaya başlanmıştır. 20. yüzyılda da Çin’li hekimler beden
ısısının ölçülmesi, kan sayımı ve kan şekerinin ölçümünü teşhiste kullanmaya
başlamışlardır. Ancak dört temel teşhis yöntemi değişmeden kalmıştır; sorgulama,
gözlemleme, koklama, dinleme ve nabız alma.
Tedavide her hastalığın içsel bir sebebi olduğu düşünülmüştür. Örneğin göz
hastalıkları hepatik sistemin tedavisi ile düzeltilmeye çalışılmıştır. İç organlardan
kaynaklanan problemlerinde direkt olarak organa müdahale yerine yin-yang
dengesinin düzenlenmesi ile yapılmaktaydı. Dolayısı ile cerrahi tedavi ikincil kalmış
ve gelişmemişti. M.S. 115-205 yılları arasında yaşayan Hua Tu en meşhur
cerrahlardandı. Kendisi anesteziyi ilk kullanan kişi olarak kabul edilmiştir. Hua Tu
ameliyat edeceği hastalara önceden, bugün Cannabis (Hint Keneviri) olduğu
düşünülen, narkotik ilaçlar verirdi. Yaptığı ameliyatlar arasında laparatomi (karnın
açılması) ve dalağın eksizyonuda vardı. Ona ait hiçbir kitap bugüne kalmadığı için
ameliyat teknikleri hakkında hiçbir fikir sahibi olamasak ta, Hua Tu gerek yasadığı
dönemde gerekse öldükten sonra büyük bir üne sahip olduğunu ve bugün onun adına
yapılmış birçok tapınak olduğunu biliyoruz.
Çin’de teşhis yöntemi olarak yukarıda saydığımız metotlar kullanılırken
tedavide bitkisel ilaçlar, akupunktur, moksa ve refleksoloji uygulanmıştır.
Akupunktur, ince metal iğnelerin 1 cm. ile birkaç cm. arasında değişen miktarlarda
deriye batırılması ile yapılır. Batırılacağı noktanın özel bir önem taşıdığı
akupunkturda iğne ya çevirilir veya titreştirilir. Akupunktur’un fizyolojisi Taocu
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-23-
doktrindeki hayat kaynağı olan qi’nin vücudun bütün organları arasında dolaştığı
esasına dayanmaktadır. Akupunktur noktaları vücut boyunca var olan 14 görünmez
hat ve bunlar üzerindeki belli fonksiyonları kontrol eden noktalardan oluşmaktadır
(Resim 4). Vücuttaki enerji akımındaki düzensizlik sonucu meydana gelen ve kendini
ağrı vs. ile belli eden hastalıklarda akupunktur qi’yi dengeleyici ve düzenleyici rol
oynayarak tedavi edici olmaktadır. Moksa ise yanıcı bir maddenin vücudun belli
noktalarına koyularak ateşlenmesi ile yapılmaktadır. Etki mekanizması olarak Batıda
ve İslam tıbbında uygulanan ‘kupa vurma’ veya ‘bardakla çekme’ye benzeyen bu
yöntemde sıkça uygulanmaktaydı. Akupunktur’un da moksa’nın da belli anahtar
noktaların stimulasyonu ile qi’nin akis yolundaki tıkanıklıkların açılması ve
organlardaki düzenli dolaşımın sağlanmasına yol açtığı düşünülmektedir.
Resim 4: Akupunktur Resim 5: Fildişi heykelcik
Çin tıbbının uygulanmasındaki ahlaki anlayış hekim ile asil hastalar
arasındaki fiziksel temasın minimum düzeyde olmasını gerektirmekteydi. Hele ki
bayanlara kesinlikle dokunulmazdı (Resim 5). Onlar bir perdenin arkasında dururlar
ve doktorla kocası veya hizmetçisi aracılığı ile iletişim kurarlardı.
İlaçla tedavi en sık uygulanan tedavi yöntemi olsa da akupunktur uzmanları ilaç
yerine akupunktur uygularlardı. Masaj ve çocuk doğurtma, daha alt sınıftaki
uzmanların işi olarak görüldüğünden, doktorlar tarafından yapılmazdı.
Çin’de halk arasında hastalıkların kötü ruhlar, öfkeli atalar, kendine isyan
edilen tanrılar, günah işlenmesi ve karma (daha önceki yaşamında işlenen bir hatanın
cezası) olarak meydana geldiği düşüncesi varsa da klasik Çin tıbbının genel anlamda
din dışı ve doğaya dayalı olduğu söylenebilir. Tıp külliyatı Çin’de iki tür hekim
olduğundan bahsetmektedir. Birincisi, iyi bir aileye mensup, tıbbı bir sanat olarak
öğrenen ve icra eden centilmenlerin oluşturduğu ‘Konfiçyus hekimi’ (ruyi). Diğer grup
olan ‘kalıtsal hekim’ (shiyi) ise hekim bir aileden gelir ve eğitimini kitabi bilgi yanında
usta-çırak ilişkisiyle öğrenir. Bazı aileler vardı ki belli hastalıkların tedavisi
konusunda meşhur olmuşlardı ve tedavi ettikleri hastalıklarda kullandıkları ilaçların
reçetelerini saklarlardı. Bu arada o dönemdeki tıp uygulamalarını anlatan kitaplarda
bir de rahip, şaman, akupunkturcu, masajcı ve ‘yaşlı kadın’ gibi daha alt sınıfa mensup
ve belli bir saygınlığı olmayan sağıtıcılardan bahsedilmektedir. Kadın sağıtıcılar
toplumda hoş karşılanmasa, hatta cahil, kafir, görgüsüz, gibi sıfatlarla
tanımlanmalarına rağmen yinede bir çok kadın ebe, hemşire, hastabakıcı olarak
çalışmışlardır.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-24-
Çinliler her zaman geçmişleri ile gurur duymuşlar ve o’na sahip çıkmışlardır.
Özellikle tıbba ilişkin geçmişten getirdiklerine saygıları birçok şeye karşı gösterdikleri
saygının üzerindedir. 1744 senesinde, edebiyatın büyük hamisi İmparator Kien Lung o
güne kadarki bütün tıp bilgilerini bir araya getiren bir eser oluşturulması ve bunun bir
tıp ve cerrahi ansiklopedisi olarak basılması fikrini ortaya atar. Bunun üzerine
oluşturulan uzmanlar grubunun çalışmaları sonucu ortaya 40 ciltlik ‘Tıbbın Altın
Aynası’ çıkar. Bu külliyat halen bile temel eser olarak kabul edilir. Bu tarihlerden kısa
bir süre sonra modern tıbbın uygulayıcıları Çin’e gelmeye başlamışlar ve geleneksel
uygulamayı etkilemeye başlamışlardır. Avrupa tıbbını Çin’e ilk getiren kişi olarak
1827 senesinde Macao’da bir göz hastalıkları hastanesi açan Thomas R. Colledge isimli
genç bir cerrah kabul edilir. Birkaç yıl sonra 1835 de Colledge Amerikalı misyoner
Peter Parker ile işbirliği yaparak Canton’da bir hastane açtı. Bu hastanenin ana amacı
Çin gençliğini Batı tıbbında eğitmekti. Bu gençler arasında daha sonra Çin
Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı olan Sun Yat Sen (1867-1925)’de vardı. Bu
hastaneye daha sonrada bir çok yardımlarından da dolayı Sun Yat Sen’in adı
verilmiştir. Canton’da başlatılan bu öncü çalışmaları daha sonra Çin’in diğer
bölgelerinde yapılan hastane ve tıp fakülteleri takip etti. Başlangıçta İngiliz ve
Amerikalı personel tarafından yürütülen bu müesseseler zaman içinde tamamen
Çinlilere devredilmiştir.
20. yüzyılın başında Çinliler modern bir tıp anlayışını ülkelerinde yerleştirme
çabası içine girdiler. 1926 senesinde 100 civarındaki şehirde Batı tarzında çalışan tıp
kurumu ve hekim vardı. 1928 senesinde iktidara gelen milliyetçi hükümet bunları
sağlık sisteminin çekirdekleri olarak kullandı ve sağlık hizmetlerini merkezlerden
periferdeki köylere kadar yaymaya başladılar. 1948’de kontrolü ele geçiren komünist
rejimde bu kurumları, Çin tıbbını da sisteme entegre ederek, olduğu gibi devam
ettirdiler. Bu dönemden sonra da en iyi doktorlar geleneksel tıbbı bildikleri kadar Batı
tıbbında da eğitim almaları gerekiyordu. 1950lerde ülkede ‘iyi doktor’ sıkıntısı ortaya
çıkınca hükümet 2000 kadar doktoru pratikten çekerek onlara 3 yıl geleneksel tıp
eğitimi verdi, ve sağlık bütçesinin büyük kısmını geleneksel Çin tıbbı uygulayan ve
öğreten hastane ve tıp fakülteleri açmaya kullandı. Bugüne kadar da Çin’deki denge
Batı tıbbı ile geleneksel Çin tıbbı arasında hep gidip geldi.
Hala Çin’deki tıp uygulayıcılarının düşünce biçimini klasik anlayışlar
şekillendirmeye devam etmektedir. Ne Beijing (Pekin)’de ne Seul’de ne de Tokyo da
hiçbir hekimin klasik Çin tıbbını anlatan kitaplarını okumadığını düşünemezsiniz. Çin
geleneksel bilgilerine bağlı kalarak Batı’daki uygulamalara kendi içinde yer verirken,
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-25-
Batı’da bazen geleneksel bazen de, yanlış bir adlandırmayla, alternatif tıp diyerek
Çin’deki akupunktur, refleksoloji ve bitkisel tıbba büyük ilgi duymaktadır. Dünya’nın
gittikçe globalleştiği bir dönemde bakalım ne zaman Doğu ile Batı, Çin ile Amerika tıp
uygulamasında aynılık göstermeye başlayacaktır.
Çin ile Doğu’daki yolculuğumuzu şimdilik sonlandırarak önümüzdeki
bölümlerde eski Yunan tıbbı ile Batı’daki yolculuğumuza başlayacağız.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-26-
ESKİ YUNAN’DA TIP
Eski Yunan (Helen) tarihini M.Ö. 3000e kadar götürmek mümkündür.. Eski Yunan
tarihi deyince akla ilk destanlar ve mitolojiler gelir. 1870 de Schliemann’ın
Homeros’un İliada’sını temel alarak yaptığı kazılarda Truva’ya ilişkin birçok kalıntı
bulması bu destanların gerçeğe dayandığı fikrini verdi. Daha sonra gelen bilim
adamları da destanlarda verilen bilgileri esas alarak kazılar yapmaya başladılar ve
bugün bizlere Eski Yunan hakkında ışık tutan birçok arkeolojik kalıntıları buldular.
Bu coğrafyada ilk tespit edilen uygarlık Miken Uygarlığıdır. O amanın tarihi
detaylarına M.Ö. 9. yüzyılda yaşamış Homeros’un yazdıkları ile ulaşılmıştır.
Eski Yunan’da başlangıçta hastalık nedenleri olarak fizik dışı sebepler
görülmekteydi. Çok tanrılı bir din anlayışına sahip olan Yunanlarda bütün tanrılar
hastalık verici veya tedavi edici özelliğe sahipti. Apollon ve kız kardeşi Artemis (her
ikisi de Zeus’un çocuklarıydı) hastalığa, yaygın musibetlere ve yaşlılığa bağlı bitkinliğe
ya da ölüme yol açan oklar fırlatılabiliyorlardı. Eski Yunan anlayışında yaşam gücü
olarak kabul edilen ‘Timos’ yaşayan organizmanın her yerindeydi. ‘Timos’ yaralardan
veya nefes vermeyle de kaçabilir ve vücudu ‘ölü’ bırakabilirdi. Aristo dönemindeki Eski
Yunan da (M.Ö. 4. yüzyıl) , Eski Mısır’da olduğu gibi kalbin şuurun bulunduğu yer
olarak kabul edilmekteydi.
O dönemde tıbbi tedavi, harici incinmeler ve yaralarla sınırlıydı.Savaş
meydanlarında vücuda saplanan silahlar çıkarılır, kanama bandajlarla durdurulmaya
çalışılırken, yaralar yıkanarak kalıntılardan temizlenmesi sağlanırdı. İlaç kullanımına
özellikle lokal kullanımlarda önem verilirdi. İlaçları genellikle toz haline getirdikten
sonra serpmek tercih edilirdi. Kabaca bütün ilaçlar için kullanılan isim ‘Phormaka’
sihir, zehir ve tedavi için kullanılan diğer maddeleri kapsıyordu.
Yunan tarihinin ilk yıllarında tanrıların ve hekimlerin hastalığın tedavisini
birlikte yaptığına inanılırdı. Zamanla sağlık tanrıları özel tapınaklarda kutsanmaya
başlandı. Bu tapınaklarda en ünlüsü Asklepios’a adanandı. Asklepios’u anlatmadan
önce genelde Eski Yunan tanrılarından bahsetmek gerekir. Yunan tanrıları Olimpos
Dağı’nda ‘otururlar’ dı. Tanrıların tanrısı Zeus, Apollon ve Artemis onun ikiz
çocuklarıydı. Apollon mitolojide güneşin, güzel sanatların ve hekimlerin tanrısı olarak
bilinir. Apollon insanlara kızdığı zaman onlara salgınlar yağdırır, hiddeti geçtiği
zaman da salgınları durdururdu. Apollon erkek güzelliğini simgelemesine rağmen
kadınlar bakımından çok başarılı değil.------Defne (sevdiği kız) ondan kaçar ---------
Defne ağacı. Apollon----------Koronis (sevgilisi)---------Teselyalı bir gençle onu aldatır-----
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-27-
---Karga (beyaz-siyah)----------kalbine sapladığı bir okla Koronis’i öldürür----------
karnındaki bebeğin kendi çocuğu olduğunu öğrenir ve onu çıkartır (tarihteki ilk
sezeryan?)--------Asklepios---------Kherion (yarı at yarı insan) ----------tıbbı öğrenir-------
ölüleri diriltir------Hades (cehennemler tanrısı) Zeus’a şikayet-------yıldırım çarpması----
-----Apollon rica eder ve Asklepios affedilip tıp tanrısı olarak Olimpos’a alınır.
Asklepios;un çoğu tanrı ve tanrıça olan geniş bir ailesi var. (Resim 1) Kızları Hygiea
(Hijyen-temizlik tanrıçası), Panacea (her derde deva olan ağrıları dindiren tanrıça),
oğulları Telesphorus (nekahat devri tanrısı), Makhaon (cerrahların tanrısı), Podaleiros
(görünmeyen kötülükleri iyi eden tanrı).
Resim 1: Asklepios ve çocukları
Asklepios için “konuşma ile, bitki ve bıçak ile şifalarını gerçekleştirirdi” denilir, yani o
vücut ve ruhu bir bütün olarak kabul ederdi. Asklepios adına yapılan sağlık mabedleri
(Asklepion)---------Asklediad (rahipler)--------Buraya ölümcül hasta kabul edilmez.
M.Ö. 6. Y.Y.a gelindiğinde Eski Yunanda filozof-bilim adamları çağının
başladığını görmekteyiz. Bunlar bütün gerçeklere doğaüstü değil de doğal açıklamalar
getirme girişimi içinde olmuşlardı. Bu filozof-bilim adamlarından bazıları ve öğretileri
şöyle idi:
Pisagor: Sisam’lıdır Aritmetiğin kurucusu olarak kabul edilir.Gerek evrendeki
gerekse insan bedenindeki dengeleri sayılar ile açıklamaya çalışmıştır.
Kroton’lu Alkmeon: Pisagor’un talebesidir. Hayvanları teşrih etmiş, görme
sinirini, östaki borusunu tarif etmiştir. Atar ve toplar damarları birbirinden ayırt
etmiş, hastalığı vücudu oluşturan elemanlar arasındaki ahenksizliğe, sıhhati ise bu
ahenge bağlamıştır.
Agrigentum’lu Empedokles: Pisagorun talebesidir. Evrenin ateş, hava, toprak
ve su’dan meydana geldiğine inanmıştır, ve hastalıkların bu unsurların
dengesizliğinden oluşur demiştir.
Abedere’li Demokritus: Demokritus’a göre evren boşluk içinde seyir eden
atomlardan oluşur. Gözle görülmeyen atomlar her olayda yer ve şekil değiştirir, yeni
kalıplara girerler.
Theorie Humorale (Hıltlar nazariyesi): Milet’li Tales “Su”yu evrende var olan
her şeyin ilk prensibi ve ilk yapısı olarak kabul ediyordu. Efes’li Heraklit ise “hava”nın
tek prensip olduğunu, bütün cisimlerin havanın yoğunlaşması ile meydana geldiklerini
iddia ediyordu. Agrigentum’lu Empedokles tek prensip, tek madde yerine evrenin 4
unsurdan kurulduğunu söyledi. Bu 4 unsur: Hava, Ateş, Su ve Toprak idi. Bu görüş
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-28-
Pisagor’un görüşüne uyuyordu. Pisagor ve Empedoklesin bu görüşleri daha sonra
Hipokrat’ın “Hıltlar” veya “Beden sıvıları” Nazariyesini (Theorie Humorale) kurmasına
emin teşkil etti. Hipokrat önce evreni oluşturan 4 unsurun özelliklerini belirtti.
Hava: Sıcaktır
Ateş: Kurudur
Su: Nemlidir
Toprak: Soğuktur
Bedende de 4 sıvı vardır. Bunlar:
a) Kalpten gelen Kan,
b) Beyinde bulunan Balgam,
c) Karaciğerde bulunan Sarı Safra
d) Dalak ve midede olan Kara Safra
O dönemin inancına göre yediğimiz, içtiğimi gıdalar Kan, Kara Safra, Sarı Safra ve
Balgama dönüşürlerdi.
Hipokrat Zamanında Yunan Tıbbı
Her milletin hayatında çok parlak bir dönem vardır. İşte bu dönem Yunanistan
için M.Ö. 5. Y.Y.dır. Bu yüzyılda Sokrates ve Eflatun düşünce alanında, Aeşil, Sofokles
ve Öripides trajedileri ile, Aritofan güldürüleri ile ve Pindare şiirleri ile edebiyat
alanında, Fidias, Miron ve Praxitel heykel alanında, Heredot ve Tüsidit tarih alanında
ve nihayet Hipokrat tıp alanında ortaya koydukları ile yalnızca çağlarını
aydınlatmamış, yüzyıllar ötesine de ışık tutmuşlardır.
Hipokrat:
Babası Asklepion’larda tıp icra eden bir rahip-hekimdi. M.Ö. 460’de Kos
(İstanköy) adasında doğmuş, birçok yerlere gitmiş, Yunanistan ve Mısır’ı dolaşmış,
M.Ö. 370’de Larissa (Yenişehir) de ölmüştür. Bunlar dışında yaşamı ve fikirleri
hakkında çok fazla şey bilinmez, gerçekte yaşayıp-yaşamadığı bile şüphelidir (Resim
2).
Resim 2: Hipokrat
(Karaciğer) Sarı Safra
(Ateş)
(Toprak) Siyah Safra
(Dalak) (Hava)
Kan (Kalp)
(Su) Balgam (Beyin)
Kuru Sıcak
Serin Nemli
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-29-
Hipokrat zamanına gelene kadar hastalıklar kötü ruhların, cinlerin
yaptıklarına atfedilir veya insanlara kızan tanrıların onlara gönderdikleri bir ceza
olduğu sanılırdı. Hipokrat bütün bunlara karşı çıktı ve hastalıkların daima doğal
nedenlerden iler geldiğini iddia etti. O dönemde mukaddes, kutsal hastalık olarak
kabul edilen sar’a (epilepsi) için;”Hiçbir hastalık diğerinden daha kutsal veya daha
insani değildir. O da görülen her hangi bir hastalık gibi doğal nedenlere bağlıdır”
demiştir. Muhtelif semptomların bir araya gelerek bir hastalık tablosu çizdiklerini
gözleyen alim, vakaların hikayesini anlatmak ve hasta başında ders vermekle klinik
tababetin kurucusu olduğu gibi, “doğa iyi eder, hekim doğanın asistanıdır” diyerek
tabiatın iyi edici özelliğini de belirtmiştir. Hipokratta gözlem, özellikle muayene ve
palpasyona dayanırdı. Koku duyusu, hastayı ‘sarsma’ metoduda muayene yöntemi
olarak kullanılırdı. Hipokrat için hastalık daha önce var olan bir bilinmeyen neden
sonucudur. Hastalıkta yapılması gerekenin görülen belirtiyi ortadan kaldırmak değil,
bilakis onların gelişmesine yardımcı olmaktır. Bu yüzden Hipokrat “benzeri benzer ile
tedavi etmek taraftarıdır
Hipokrat ekolüne ait olan hastalık teorileri fazla gelişmemiş fikirlere dayanırdı.
Yüksek ahlaki fikirler Hipokrat’ın bütün kitaplarında vardır. Bazı kitaplarında derin
bir akılcılık gösteren etik kurallar vardır. Hipokrat’ın tedavide başlıca kabul ettiği
düstur Primum non Nocere (Önce Zarar Verme) dir. Kendisi humoral patolojiye
uyarak, tedavisinde bilhassa ‘Boşaltıcılar’a önem verirdi. Bu nedenle kan alarak,
lavman yaparak, müshiller, kusturucular, idrar söktürücüler, aksırtıcılar vererek,
vantuz çekerek, dağlayarak hastalığı daha az tehlikeli bölgelere çekmeye çalışırdı.
Tedavisinin büyük bir kısmı perhize ve doğaya karşı gelmemeye bağlı idi. Cerrahi
tedaviye gelince: irini boşaltır, apseyi temizler, ağrını dindirilmesine özen gösterirdi.
Kırıkları yerine koyar, çıkıkları özel bir masa kullanarak iyi ederdi. Trepanasyonu da
bir tedavi yöntemi olarak kullandığı bilinmektedir.
Corpus Hipocraticum yani ‘Hipokrat Külliyatı’ olarak bilinen 72 eserin tümü
Hipokratın kendisi tarafından yazılmamıştır. Bunların çoğu, belki de tamamı,
Hipokrat’ın oğulları, damatları veya talebeleri tarafından yazılmıştır. Bu kitaplardaki
dil ve anlatım özelliklerinden yazarları yanı sıra yazıldıkları devirlerinde farklı olduğu
anlaşılmaktadır. Hipokrat denince ilk akla gelen ve bütün dünyada çok uzun bir süre
kullanılan Hipokrat Andı şöyledir: (Ek-1)
Tıp tarihinde çok ayrıcalıklı bir yere sahip olan Eski Yunan ve Hipokrat
dönemini, bütün hekimlerin asla akıllarından çıkarmamsı gereken Hipokrat’ın bir sözü
ile bitirmek uygun olacaktır.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-30-
“Hekimin görevi nadiren iyileştirmek, çok kere ağrısını dindirmek, fakat her
zaman için teselli etmek ve ümit vermektir.”
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-31-
ROMA VE BİZANS İMPARATORLUĞU DÖNEMİNDE TIP
Bir destana göre Roma’nın kuruluşu şu şekilde anlatılır; İtalya’daki bir taht
kavgasında bir sepetle nehre bırakılan Romulus ve Remus adındaki ikiz kardeşler bir
dişi kurt tarafından kurtarılıp büyütülürler. Kardeşler yetişkin hale geldiklerinde
kimliklerini öğrenirler ve Tiber’de bir şehir kurma girişiminde bulunurlar. Kurulacak
olan şehrin adını belirlemeye gelince iki kardeş arasında kavga çıkar ve Romulus
Remus’ü öldürür ve M.Ö. 753’de kurduğu şehre Rom adını verir (Roma 1).
Resim 1: Roma İmparatorluğu
Nazım Hikmet “ Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu temelinde Roma’nın dişi
kurt sütüyle dolu kovalar ve bir avuç kardeş kanı var “der.
Bugün Roma’nın kuruluşu ile ilgili bilgilerimiz daha gerçekçi sayılmakta, Latin
ırkından olan Romalılar M.Ö. 1200’lerde İtalya’nın kuzeyine göç etmişler, kuzeyde
komşuları olan Etrüskler onları birçok yönden etkilemişlerdir.
Roma’da Tıp
Başlangıçta bir kraliyet, sonra bir cumhuriyet ve daha sonra bir imparatorluk
olan Roma’da devlet idaresine, hukuk ve askerliğe çok önem verildiği için tıp pek
gelişmemiştir. İlk devirlerde tıp sanatını icra eden bir hekim sınıfı yoktu. M.S. 1
yüzyılda Pliny’nin de yazdığı gibi “Roma halkının 600 yıldan beri tıp sanatı değil,
hekimi yoktu.”
Bir Romalı asker hukukçu, çiftçi olabilirdi; lakin sanat olarak tababet icra
etmesini şerefine yakıştıramazdı. Hasta tedavi etmek aile reisine “Pater Familias”’a
düşen bir ödevdi ve herkes kendisinin hekimi idi.
Başlangıçta Roma tıbbı üzerinde Asyalı bir kavim olduğu sanılan Etrüsklerin
etkisi oldu. (Mezopotamya’nın etkisinde kalan Etrüskler’de hepatoskopiye önem
verilirdi.)
Roma kuvvetlenip silah zoru ile Yunanistan (MÖ 146), Anadolu (MÖ 129),
Suriye (MÖ 63) ve Mısır’ı (MÖ 31) fethedince bu diyarlarda hüküm sürenler Yunan
hayat görüşünü ve ilminin üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Yunan uygarlığı
ile temas eden Roma, ilkönce mağlup olanların tanrılarını adlarını değiştirerek de olsa
kabul etti. Baş tanrı Zeus Jüpiter adını aldı, ev ve tarlaların koruyucusuydu, eşi Juno
aile tanrıçasıydı. Minevra bilgi tanrısı, Mars savaş tanrısıydı, Neptün deniz tanrısı,
Vulkan ateş tanrısı, Diana av tanrıçası, Venüs de güzellik tanrıçasıydı. Zamanla
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-32-
Yunanca da kabul görüp, zengin ve eğitimli kişilerin dili haline geldi.
Roma uygarlığında tıbbi uygulamalar yapan kişilerin çoğunluğu köleler ve
özgürlüğünü sonradan kazananlardı. Üst sınıftan Romalıların genellikle kendi aileleri
için özel köle hekimleri vardı. Bazen bunları diğerlerine de kiralıyorlardı. Hekimler
genelde Yunan asıllıydı ama Mısırlı ve Yahudi göçmenler de çalışıyordu, Roma’ya
gelen bu Yunanlı hekimlerin statüleri düşüktü ve aralarında köle olanlar da vardı. Bu
hekimlere yurttaşlık hakkı ilk kez Cesar zamanında verildi. Julius Cesar tababetin
önemli bir halk hizmeti olduğunu anlayan büyük bir kumandan ve devlet adamıydı.
Cesar zamanında (MÖ 101-44) halk 3 sınıfa ayrılmıştı.
1- Patricienler (Hemşehriler); bunlar Roma asıllı olup, özgür ve her hakka
sahiptiler.
2- Plebler; Roma asıllı olmayıp, özgür fakat yalnızca bazı haklara sahip olanlar.
3- Esirler, köleler; Hiçbir hakları olmayanlar. (Giyimleri bile özgür insanlardan
farklı idi)
Cesar yunan hekimleri Roma’ya çekebilmek için yasalarda bazı değişiklikler yaptı
ve memleketine gelecek olanlara Patricien hakkını tanıdı.
Yunanistan’ın aksine Roma’da tıbbın icrası kadınlara yasak değildi. Kadın
hekimlere Medica, ebelere Atronea veya Obstretica denirdi. Erkeklerin tartışma ve
aktivitelerine ise çok az kadın dahil edilirdi. Genel olarak toplumda kızların yaşamı ve
ölümü üzerinde ailenin reisinin mutlak gücü vardı.
Askeri birliklerde de birliğin büyüklüğüne göre belli sayıda hekim bulunurdu.
Bunlar atalardan gelen tıbbi bilgiler konusunda özel deneyim sahibi olan basit
askerler olabilirler.
Başlangıçta tıbbi uygulamaların bir düzenlemesi yoktu. Kimin hekim olarak
çalışabileceğini belirleyen bir tanımlama ve belgelendirme yoktu. Hekimlere vergiden,
askerlik ve diğer kamu görevlerinden muaf sayılmalarıyla ayrıcalıklar tanınıyordu.
İmparator Severus İskender (MS 222-235) eğitimi belgelendirmeyi ve kontrolü
düzenleyen kapsamlı kanunlar çıkardı.
Resim 2: Roma’da hepatoskop
Halk Sağlığı ve Hijyen
Romalılar ümitsiz hastalara ve sakatlara pek az ilgileniyorlardı. Aynı küçümseme
istenmeyen yeni doğanlara kadar uzandı ve onların öldürülmesine kadar gitti.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-33-
Hijyen alanında yenilikler getirmişlerdi. Kanalizasyon, su bağlantıları ve
kaldırımlı caddeler inşa etmişlerdi. Su taşıyan borulara filtreler yerleştirmişlerdi.
Şehre su sağlamanın yanı sıra suyu ve lağımı şehrin dışına taşıyan bir akıtma
sistemleri vardı. Bataklık içeren toprakların hastalıkla alakası çoktan anlaşıldığından,
bataklıklar ve durgun sular düzenli olarak boşaltılıyordu.
MÖ 1. YY’da Marcus Varro “Gözle görülemeyecek kadar küçük bazı yaratıkların
ürediği, bunların havada dolaşıp ağız ve burundan vücuda gelerek ciddi hastalıklara
yol açtıkları için“ bataklıkların yakınına bina yapılmasını yasaklamıştı.
Ölüleri şehrin içine gömmeyi yasaklayan yasalar vardı. MS 2. yüzyıl civarında
cesetleri yakma ve küllerini bir kavanozda toplama geleneği uygulanmıştır. Daha
sonra kadavralar gömülmeye başlanmıştır.
Roma’da sokakların, içilecek suların, çarşılarda satılan gıda maddelerinin
temizliğine büyük önem gösterilirdi. Hamam ve kaplıcaları vardı. Kaplıcalarda sıcak
su salonları (tepidarium) ve soğuk su salonları (frigidarium) vardı. Ayrıca halka açık
helalar da mevcuttu.
Hekimlerin muayenehaneleri ve evleri dışında hasta ve yaralıların bakılıp tedavi
edilebilecekleri yerler yoktu. Sadece askeri birlikler arasında bir hastane sistemi
gelişmişti. Siviller için şehirlerde hastanelerin kurulması MS 4.YY’a kadar
gerçekleşemedi. İlk hastane 394 yılı civarında Hıristiyan hayırsever Fabiala
tarafından kuruldu.
Roma’da Tababet İcra Eden Ünlü Hekimler
Cesar’ın tanıdığı haklar sonunda, çoğunlukla Anadolu ve Mısır’dan Roma’ya ünlü
hekimler geldi.
Archagatos; (MÖ 219) Roma’ya Yunanistan’dan gelen ilk hekimdir. Onun meslek
hayatı Romalıarın hekimlere karşı değişen tutumlarına örnek teşkil eder.
Asklepiades; (MÖ 124) Bursa’lı bir atomisttir. Atomister hastaları erken, kuvvetli
ve hoşa giden bir şekilde tedavi etmeyi önerirlerdi. (tuto, celerites, acjucunde=güvenli,
çabuk ve acısız tedavi) Galen onu bir şarlatan saymıştır, fakat alt ve üst tabakadan
birçok insan onu ”Cennetten bir elçi” olarak kabul etti.
Onun sağlık öğretileri Hipokrat’ın düşünülüp taşınılmış reddi anlamına geliyordu.
Çünkü o, hastalığı doğanın değil, hekimin tedavi ettiğine inanıyordu. Dört hümor
doktrinini yasakladı. Bunun yerine vücudu, arasında vücut sıvılarının aktığı, her
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-34-
zaman hareket halinde olan, değişik boyutlarda, neredeyse sonsuz sayıda akımdan
oluştuğu varsayılan ayrıntılı hazırlanmış maddesel bir sistem getirdi.
Sağlık, atomları sorun çıkarmayan, pürüzsüz aktivitelere bağlıydı. Hareketler
düzensizleştiğinde ise hastalık olurdu. Bu düşünce daha sora kurulacak olan
metodizme temel teşkil etmiştir. Diyet, egzersiz, masaj, yatıştırıcı ilaçlar, lavmanlar,
müzik ve şarkı söyleme gibi yumuşak metotlar kullandı.
Özetle;
1- Otoriteleri bir kenara attı,
2- Dört Hümörü reddetti.
3- Teolojik açıklamalardan kaçındı.
4-Vücut mekanizmalarına materyalist bir yaklaşım getirerek rasyonalizme giden ilk
adımı atmış oldu.
5- Roma’da özellikle Yunanlı doktorların yerlerin sağlamlaştırdı.
Temison; Metodist mektebin kurucusudur. Metodistler hastalıkların nedeniyle
asla ilgilenmezlerdi. Onlara göre hastalık, vücut dokularındaki deliklerin çok gergin
veya gevşek olmasından ileri gelirdi. Sıhhat bu ikisinin arasındaki dengeydi.
Soranus; (MS 98-138) Anadolu’daki Efes’ten gelen Soranus bilhassa Obstetrik ve
kadın hastalıkları ve pediatri alanında ün salmıştır. Buluğ çağı fizyolojisi, adetler,
döllenme, normal ve patolojik doğum hakkında çok doğru gözlemleri vardır. Abortuso
karşı olan bu hekim döllenmeyi önleyecek bir çok antikonsepsiyonel metod
geliştirmiştir. Soranus ebelere büyük önem vermiştir ve onlarda bulunması gereken
nitelikleri bildirmiştir. En önemli nitelik olarak Hipokrat andına uygun olarak sır
tutmayı saymıştır.
Soranus’tan önce güç, tehlikeli doğumlara yalnız annenin hayatını kurtarmak için
çaba sarf edilirdi. Soranus ise anne ile birlikte çocuğun da hayatının korunmasını da
elden geldiği kadar ihtimam edilmesini önerdi.
Soranus’un birçok insan kadavrası teşrih ettiği sanılır, çünkü kadın döl yatağının
hayvanınkine benzemediğini, rahmin boynuzu olmadığını iddia eden ilk hekimdir.
Aretaeus; Kapodakyalı bir Eklektiktir. Eklektikler muhtelif mezheplerin en iyi
taraflarını kabul ederlerdi. Ona göre sıhhat katı, sıvı ve uçucuların (ruhların) dengeli
bir karışımıdır. Epilepsi, tetanos, inme, astım, pnömeni, plörezi, tüberküloz hakkında
ilginç gözlemlerde bulunmuştur. Diabet hakkında bilgi veren belki de ilk hekimdir.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-35-
Diascorides; (MS 1.YY) Anadolu civarında doğmuş, İskenderiye ve Atina’da
hekimlik tahsilini tamlayıp Roma’da imparator Neron (MS 37-68) ve Vespasien’in
(MS7-79) ordularında cerrah olarak hizmet vermiştir. Yüzlerce bitkinin tıbbi kullanımı
hakkında çalışmalar yapmış e bunları kaydetmiştir. MS 78 yılı civarında
Dioscoriodes’in Yunanca yazmış olduğu eser zamanla birçok dile, Arapça (Kitabal-
Hasayiş), Latince (Materia-Medica) çevrilmiş ve önemini 16 yüzyıla kadar muhafaza
etmiştir.
Materia Medica yani tababetin esas maddelerinin ilk cildinde “aromatik tıbbi
bitkiler”, ikinci cildinde “hayvani droglar”, üç ve dördüncü ciltlerde “kökler, yapraklar,
usaraler”, beşinci ciltte “madeni droglar”, altı ve yedinci ciltlerde “zehirli hayvanların
ısırmalarından” bahsedilir. Opiumu ilaç olarak hazırlayan ilk hekim o olmuştur.
Ayrıca 600 kadar bitki tanımlamıştır.
Celsus; (14-37) Hekim veya cerrah olmadığı düşünülür. Felsefe, askeri bilim,
tarım, hukuk ve tababet konularını kapsayan geniş bir ansiklopedi yazmıştır.
Ansiklopedinin tababete ait kısmı “De re Medicina”dır. Tıp tarihi, sağlığın korunması
ve vücuttaki hemen her organın sistemiyle ilgili bozukluklar gibi çok çeşitli konuları
kapsar. Cerrahiyle ilgili çok detaylı tanımları mevcuttur.
Celsus enflamasyon 4 ana belirtisi olan; kızarıklık (rubor), ısı (calor), sişlik
(tumor), ağrı (dolor)’yı tanımlamıştır. Kanayan damarların bağlanması ve kesilmesiyle
ilgili, özellikle öne çıkan belki de ilk tanımlamayı yaptı. Birçok operasyonu açık bir
şekilde tasvir etti. Doğum konusunda yenilikler getirdi. Tedavide egzersiz, dinlenme,
önlemler gibi hafif metotları tavsiye etti.
Muayenede gözleme ve hastayla iletişime önem verirdi. “Tıbbi uygulamaların
başarısızlıklarının faturası, sanatın kendisine çıkarılmamalıdır. Deneyimli hekim,
hastasının başına gelir gelmez onun kolunu yakalamayıp, öncelikle onu seyreder.
Gerçekten ne durumda olduğunu keşfedebilmek için onu bakışlarıyla izler. Eğer hasta
adam korktuğunu belli ederse, elleriyle muayeneye başlamadan önce uygun sözlerle
onu sakinleştirir” diyerek hekimlere yol göstermiştir.
Pliny; (23-79) Biologtur. 34 ciltlik bir Tabiat Tarihi (Histoire Naturelle) yazmıştır.
Bu eserin tıbbi kısımları özetlenerek Medicina Plini olarak bilinmektedir. Onun tarih,
fizik, biyoloji, kimya, coğrafya, felsefe, folklor, büyü, bitkiler ve tıp hakkında yazdıkları
sayesinde daha sonraki kuşaklar geçmiş hakkında geniş bilgiler edindiler. (Bu
bilgilerin bazıları hayal ürünüydü) Ayrıca ışığın sesten daha hızlı yol aldığını ve
dünyanın çok hızlı döndüğünü iddia etti. Pliny ölümden sonraki hayata inanmadı.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-36-
(Tanrının şeklini ve endamını keşfetmeye çalışmanın insan zayıflığının bir ürünü
olduğunu inanıyordu. Tanrı her kimse ve her neredeyse tamamen histen, görmeden ve
duymadan, tamamen ruhtan, tamamen akıldan ve tamamen kendisinden ibarettir
der.) Onun çalışmaları ortaçağ boyunca otorite olarak kabul edildi. Pliny’nin Vezüv’ün
Pompei ve Herkülenyum’u gömen patlamasında öldüğü bilinir.
Efesli Rufus; (110-180) Roma’da bulunduğu dönemde önemli anatomik
gözlemler yaptı. Optik sinirlerin doğru seyrini ve lens kapsülü de dahil olmak üzere
göz kısımlarını açıkça tanımladı. Pneuma teorisini (yaşama gücünün havadan
kaynaklandığını dair fikir) destekledi. Daha önce bildirilen fakat tam olarak kabul
görmeyen bazı anatomik bilgileri tasdik etti. Hiçbir tıbbi görüşe ait olmayan Rufus
sadece bir araştırmacı değil, aynı zamanda saygıdeğer bir hekimdi.
Galen; (MS 130-200) Yunanlı hekim Galen tüm zamanların tıbbi konuları
üzerine en etkili yazardı. Geniş bakış açılı acımasız bir eleştirmen, dikkatli ve doğru
bir gözlemci, tartışmasız, doğmacı bir otorite ve orijinal bir düşünürdü. Neredeyse 150
yıl boyunca birçok farklı ülkede tıp çalışmalarında inkar edilemeyecek bir otorite oldu
(Resim 3).
Resim 3: Galen
Bergama’da dünyaya gelmiş ve genç yaşta yoğun bir eğitim almıştı. Derler ki,
17 yaşına varınca babası rüyasında tıp tanrısı Aesculap’ı görmüş ve tanrı çocuğun
hekim olarak yetiştirilmesini kendine emretmiş, bunun üzerine genç önce İzmir’e
sonrada İskenderiye’ye giderek orada tıp tahsilini tamamlar. Çok çeşitli hastalıkları,
tedavileri ve felsefeleri gözleme, İskenderiye’de de doğrudan klinik deneyim kazanma
imkanı buldu.
Bergama’ya döndüğünde yerel gladyatör oyunlarının şefi, Galen’i gladyatörlere
hekim olarak atadı. Gladyatörlerin sağ kalmasının bir parçası olan ağır
yaralanmaların tedavisi, onun yaşayan insan anatomisini, özellikle de kemikleri,
eklemleri ve kasları gözlemlemesini ve kırıkların yanı sıra zalim göğüs ve karın
yaralanmalarını da tedavi etme yeteneğini geliştirmesini sağladı.
İmparator Marcus Aurelius döneminde Roma’ya gitti. Orada anatomi ve
fizyoloji dersleri verdi. Başarılarının artması soncunda imparatorun hekimi oldu.
Çağdaş veya eski, kendi fikirlerine karşı olan metotlarla dalga geçti, onları gülünç
duruma düşürdü. Anatomi, fizyoloji, farmakoloji, patoloji, tedavi, hijyen, diyetetik ve
felsefe hakkında bilim dili olan Yunancayla sayfalar dolusu yazdı.
Her şeyin amacının önceden belirlenmiş olduğu görüşü bazen gördüklerini
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-37-
çarpıtmasına veya doğanın belirli bir amaç vermiş olması gerektiğini düşünerek,
organlara bir fonksiyon uydurmasına yol açtı. Bir özelliği de Hümoral Teoriyi
kullanmasıydı. Dört temel hümor (balgam, kan, sarı safra, siyah safra) hastalık ve
sağlıktan sorumluydular. Galen bu kavramı bütün kişilikleri dört tipe ayırmak için
özenle genişletti. Ağırkanlı, iyimser, melankolik ve canlı günümüzde hala mizaçları
sınıflandırmakta kullanılan terimlerdir. Dört Hümore dayalı kan akıtmayı uyguladı
fakat alınacak kan miktarında dikkatli olunmasını tavsiye etti.
Hipokratın aksine hastalığın kişinin dışındaki bir nedene bağlı olduğuna
inandığından, tedavinin hastalığının gelişmesine karşı gelmekle yapılacağını savundu.
(Contraria contrariis curantur)
Eskiden İskenderiye’nin sermeyesi olan insan vücudunun doğrudan disseksyonu
artık uygulanmadığından, Galen ve diğer anatomisiler bilgileri başka yollardan
aramak zorunda kaldılar. Yaralanmaya maruz kalan organları şans eseri gözlemek,
tesadüfen terk edilmiş bir ceset bulmak, hayvanları disseke ederek insanlara benzer
yanlarını bulmak gibi yöntemlerdi bunlar. Hayvan disseksyonu Galen’i özellikle iç
organlar konusunda hataya düşürdü. Ayrıca bazen teorilerine uyması için orada
bulunmayan yapıların varolduğunu savundu. “Tanrı yaratığı değil mi ? hayvanda ne
varsa insanda da o var” diyen Galen’in anatomi bilgileri tehlikeli, buna mukabil
fizyoloji bilgileri çok doğru idi. (“Anatomi bilgisi olmayan hekim, planı olmayan
mimara benzer” demiştir.)
Ne var ki ondan sonra gelenler onun söylediklerine körü körüne inanacaklar.
“Calinos şöyle der, Calinos yanılmaz” düşüncesiyle üstadın yazılarını kontrol bile
etmeyeceklerdir. Bu nedenle anatomi 16 yüzyıla kadar hiçbir gelişme kaydetmeden
sürüp gitmiştir.
İyi ve kötü sonuçları hile veya övünme katmadan bildiren Hipokrat’ın aksine
Galen çoğunlukla başarılarını saydı, genellikle de kişisel tatmininin ifadelerini de
ekledi. Fakat çabuk düşünüp kara verme yeteneğini de gösterdi.
Galen duyu ve motor sinirleri ayırt etti. Spinal kordun kesilmesinin oluşturduğu
etkileri izhar etti, göğüs kafesinin fizyolojik hareketlerini inceledi, nabza önem verdi.
Duygularla vücudun somut semptomları arasındaki ilişkiyi anladı.
Hipokrat geleneklerine uyarak tedavide doğaya, dinlenme, egzersiz gibi hafif
metotlara yardımcı olmayı, hijyenik rejimlerle hastalıkların önlenmesini amaç
ediniyordu.
Geniş kapsamlı ilaçlar kullandı. Poliformasiyi aşırıya kaçırdı. Hümorleri sıcak,
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-38-
soğuk, kuru ve nemli gibi özelliklerine göre sınıflandırdığı ajanları karıştırıp
harmanlandı. Örneğin, Sıcak olarak sınıflandırılan bir hastalık, soğuk sınıfından bir
ilaç gerektiriyordu. Sırdaşı bir farmakolojik bileşimi olan “Theriac”ı hazırladı. Bu
karışım önceleri yılan sokmasına karşı bir antidot olarak ortaya çıkmış, sonraları ise
bütün zehirlere ve hatta salgınlarla baş etmek için kullanılmıştır.
Cerrahideki ameliyatları iki başlık altında toplamıştır. Ayırma ve yaklaştırma,
yaklaştırma; kırıkların redüksiyon ve sarılması, dışarıya çıkan bağırsakların, rahmin
ve rektumun redüksiyonu, batının kapılması, doku eksikliklerinin yerine konmasıyla
ilgilidir. Ayırma; Basit insizyonlar, sünnet, amputasyon, dağlama, kazıyarak
temizlemedir.
Cerrahide ayrıca Laudablepus görüşünü öne sürdü. Buna göre yaraların
kapanması için önce irin teşekkülü arzulanırdı; çünkü ancak bu sayede yara iyileşip
kapanabilirdi. Bu yanlış görüşün etkisi uzun zaman sürdü.
Galen’in çalışmalarının 150 yıl kadar ağırlığını koruyabilmesinin nedenleri;
1- Ortaçağın henüz oturmamış şartları otoriteye ve katiyete özlem duyuyordu.
2- Galen’in dogmatik, didaktik ve hatta pedantik stili ve hiçbir soruyu cevapsız
bırakmaması mutlakıyete olan bu özlemi giderecek biçimdeydi.
3- Teolojik fikirleri Hıristiyan kilisesi tarafından benimsenmesini kolaylaştırdı.
Vücudu ruhun durak yeri olarak kabul ediyordu. Ruhun ölümsüzlüğüne inanması
Yahudi-Hıristiyan-Müslüman dünyasında sevilip tutulmasına neden oldu.
4- Ansiklopedik düzenlemeleri tıbbi bilgi için hazır kaynak teşkil ediyordu.
5- 16. YY.’da Rönesans’ın anatomisti Vesalius otoritenin temellerini
sallayıncaya kadar hiç kimse ona eşit olamadı.
Roma İmparatorluğunun Çöküş Dönemleri
Geniş topraklara sahip olan imparatorluk içten içe çökmeye başlamıştı. Bu
çöküşün başlıca nedenleri;
Disiplinsizlik, ahlak sükutu, sosyal eşitsizlik, özgür küçük bir sınıfın, lüks içinde
yaşamasını sağlamak için büyük bir köle sınıfının çalışması, toplanan verginin halka
yarasız bir şekilde israfı,
Afetler, kıtlıklar, salgınlar; Vezüv yanardağının indifası, veba salgınları, sıtma
Hıristiyanlığın gelişmesi; Hıristiyanlık dini insanların eşit ve kardeş olduklarını,
tanrı önünde Romalı soylu ile herhangi bir köle arasında fark olmadığını, hepsinin de
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-39-
tek Allah’ın kulları olduğunu söyleyerek aşağılık sayılan köleyi haysiyetli bir insan
mertebesine ulaştırmıştır ve böylece Roma’ya en büyük tırpanı vurmuştur.
Doğu Roma İmparatorluğunun Kuruluşu
Halktan doğan Hıristiyanlık köle barınaklarından imparatorların sarayına ancak üç
yüz yılda varabildi. İseviliği ilk kabul eden Roma imparatoru 306-357 yılları arasında
hüküm süren Contantin oldu. Constantin, 330 senesinde stratejik nedenlerin etkisiyle
başşehri, Roma’dan Bizans’a taşıdı ve bu kente ismini verdi. Bundan sonra Bizans’a
Constantinopolis dendi. Şimdi Latince konuşan bir Batı, Yunanca konuşan bir Doğu
Roma imparatorluğu vardı.
Kavimler göçünün başlangıcıyla, Roma imparatorluğu 395 yılında ikiye ayrıldı.
476 yılında ise Batı Roma imparatorluğu yıkıldı. Doğu Roma (Bizans) ise Osmanlı
Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in 1453’de İstanbul’u fethetmesiyle sona erdirilmiş
olacaktı. Böylece 476’da Roma’nın Gotların eline geçmesi ve 1453 ‘de İstanbul’un
Türklerin eline geçmesini Ortaçağın başlangıcı ve bitişini belirleyen olaylar olarak
sayabiliriz.
Bizans Tababeti
Bizans tababeti Hıristiyan imanına dayanan dogmatik bir tababet idi. Hastalık ve
ölüm genellikle Tanrı işi olarak kabul edilirdi ve bunlara karşı müdahalede bulunmak
doğru sayılmazdı. Tababet resmi olarak Kilise tarafından kontrol edilirdi, fakat
sihirbazlar, muskacılar, büyücüler ve efsuncular da giderek artmaktaydı.
Bizans’ta sosyal ve hamiyet müesseselerin kuruluşu;
Bizans devleti tıp ilminin ilerlemesine önem vermiyordu. Hamiyet müesseseleri
olarak hastaneleri kurarak hastalara yardım etmeyi sırf Tanrıya hoş görünmek için
yapıyorlardı. Din adamlarının yanı sıra imparatoriçeler de sosyal yardım
müesseselerinin kurulmasında öncülük ettiler.
Hekim Azizler; Eski çağlarda muhtelif tanrı ve tanrıçaların şifa yetkilerine
inanırlardı. Bu inanç Bizans’ta aziz ve azizelere nakledildi. Aziz hekimler arasında
“anargyroi” yani “Hayır için tedavi eden” bir zümre vardı ki bunların esasen hekim
oldukları söylenir.
Bizans tababetinin büyükleri;
Dine, imana dayanan bu tababetin yanı başında, hiç değilse 7. yüzyıla kadar ilme yer
veren eser yazan tabiplere de rastlarız. Bunların başında Oribaius gelir. İmparator
Julien’in saray hekimi olarak görev yapmış ve 70 kadar eser yazmıştır. 6.YY.’ın
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-40-
başlarında yaşayan Amidalı (Diyarbakırlı) Aetius imparator Justinien’in hekimiydi.
Yunan tıp yazarlarının 7.yüzyıla kadar görüşlerini bir araya getirerek 16 ciltlik
“Tetrabiblios” adlı eserini yazmıştır.
Hekim Tralles’li (Aydın) İskender (525-605) fikir özgürlüğü ile dikkatleri
çekmektedir. Calinos’un prensiplerinden ayrıldığı noktalar olmuştur, iç hastalıklarının
patolojisi ve tedavisi hakkında kitaplar yazmıştır.
Aeginalı Paul (Folus) (625-690); cerrah ve nisaiyeci olan bu hekimin yedi fasıllık
bir kitabı bulunmaktadır. İçeriğinde hijyenik diet, genel patoloji, saç-beyin-sinir-kulak-
göz-burun-ağız hastalıkları, cüzzam-deri hastalıkları-yanıklar-genel şiruizi-
hemorojiler, zehirler, cerrahi, farmokoloji hakkında bilgiler mevcuttur.
Folus’tan sonra tababetin yönü gittikçe değişecek, Hipokrat ve Calinos’ın
açtıkları ilim yolundan uzaklaşılacak ve mucizeye dayanan bir tababet anlayışına
doğru kayılacaktır.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-41-
ORTAÇAĞ TABABETİNİN BATIDA GELİŞİMİ
7-15 yüzyıl arasında bir dönemi kapsayan ortaçağdaki tıp anlayışı batıda ve İslam
dünyasında farklı boyutlar gösterir. İslam dünyasında pozitif düşünceye dayanan bir
anlayış sistemi belirirken, batıda skolastik bir uyguluma dönemi görülür. Nitekim
Avrupa’da “ Manastır Tıbbı” denen ve yalnızca teorik kalıplar içerisinde kalan tıp
anlayışı aşağı yukarı Rönesans’ın başına kadar sürmüştür.
Ortaçağ İnsanları ve Yaşayış Tarzları
Hijyen açısından bakılanca, Ortaçağın batıda 6.yy.da hüküm süren bir veba
salgını ile başladığını ve 14. yy.da “Kara Ölüm” olarak nitelendirilen bir diğer veba
salgını ile sonlandığı söylenebilir. Doğu dünyasında hayata kıymet verilir, yaşanmaya
layık olduğu düşünülürdü; hayat aşkı vardı. İslam aleminin şehirleri havadar,
muntazam ve aydınlıktı. Binaların mimarisi, dantelayı andıracak şekilde işlenmiş,
ışığın odalara rahatça girebilmesini temin için evlerin pencerelerine şeffaf camlar
geçirilmişti. Evleri çevreleyen şahane bahçeler ve fıskiyeler mevcuttu. Hamamlar
bedenin temiz tutulmasına yardımcı olurlardı.
Batıda ise şehirler istilalardan korunmak için kartal yuvaları gibi tepelere kurulur,
yüksek taş duvarlarla çevrilirdi. Duvarların ardında bulunan kentin sokakları dar,
kıvrımlı ve pisti. Üst üste inşa edilen evlerin helaları, akarsuyu yoktu. Pencereler ise
tahta perde veya gazlı kağıt ile örtülürdü. Bu basık tavanlı evlerde kaz, ördek, at,
domuz gibi hayvanlar insanlarla beraber yaşardı. Hayvanları beslemek için dövülmüş
topraktan olan yerlere yemek kalıntıları dökülür, lağım ve çöp tertibatı olmadığı için
de her şey sokağa atılırdı (Resim 1). Böylece adete hastalığa davet çıkarılıyordu.
Ortaçağ evlerinde hamam yoktu. İnsanlar, Hıristiyanlığın ilk zamanlarının görüşüne
uyarak ruhlarını kurtarmak için pislikten kokan vücutlarını ihmal ederlerdi.
(Papazlardaki kellik, seboroid dermatit) Böylece tanrıya yaklaşacaklarına inanırlardı.
Özellikle Haçlı Seferlerinden sonra bu görüş değişti ve vücudun ruhun
muhafazası olduğu, onun dıştan gelen kötülüklere karşı korunması gerektiği fikri
yaygınlaştı. 11-12 yy.da düzenlenen Haçlı Seferlerine Avrupa’dan gelen halk kitleleri
İslam ülkelerinde karşılaştıkları ihtişama, yüksek uygarlığa hayran kalıp, bu
medeniyetin ilmini, tababetini daha iyi tanımış ve bundan faydalanmak istemişlerdir.
Sağlığın temizliğe bağlı olduğunu anlayarak hamam kavramını İslam ülkelerinden
almışlardır. 13.yy.dan itibaren şehir ve kasabalarda, belediyelerin yetkisi ile işletilen
halk için hem bir hijyen, hem de bir eğlence vasıtası olan hamamlar açıldı.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-42-
Hamamlarda yalnızca buhar ve su banyolarından faydalanılmıyordu, isteyen yemek,
içki, müzik ve kadın da temin ediliyordu. Bu nedenle bir zaman sonra bu yerler
hijyenik olma yeteneklerini kaybettiler, bir eğlence, bilhassa bir fuhuş yeri olmaya yüz
tuttular. Hamamlar frengi vb. hastalıkları yaygınlaştırdıkları için bir süre sonra
kapatıldılar (Resim 2).
Resim 1: Ortaçağ’da Batı Resim 2: Ortaçağ’da Batıda hamam
Manastır Tababeti
Ortaçağ tıbbının ilk devresi karanlık çağlar olarak bilinen “Manastır Tıbbı
Devresi”dir. Bu dönemdeki tıbbı uygulamaların vasıf ve kalitesi neredeyse tamamen
Kilise tarafından denetlenirdi. Dini icapların bir farzı gibi görünen tababet uzun
zaman papazların, rahiplerin ve rahibelerin elinde kaldı. Buradaki hekimler
saatlerinin çoğunu dua etme, ellerin birleştirilmesi, şeytan çıkarma, kutsal oymalar
içeren kehanet organlarının, kutsal yağın, azizlerin eşyalarının, diğer doğaüstü ve
batıl inanç ürünü cisimlerin kullanımı gibi bilimsel olmayan tekniklere adıyorlardı.
Yarı büyüsel şeylere bel bağlanmasının kaynağı kısmen, Hz. İsa’nın iyileştirici
misyonunda yatıyordu. Buradaki iyileştirme yolları tamamen doğaüstüydü ve
dokunma fazlasıyla önem taşıyordu. Yüzyıllar sonra azizlik adaylarının mucizeci
girişimleri, hem kutsallığın kullanılmasında, hem de buna karışan azize hürmet
gösterilmesinde kullanıldı.
529’da kurulan Monte Cassino manastırı, keşiş denilen din adamlarının tıbbi
alanda yetiştirildikleri bir yerdi. Bu manastıra giren Romalı devlet adamı
Cassiodorus(480-573) Galen, Oribasius ve Alexander gibi önemli eski hekimlerin bazı
kitaplarının özetlerini manastırın kütüphanesine bağışlamıştır.
Manastırların yanında açılan hastanelerde çalışan rahip ve rahibeler hastalara
bakım işlemini üstlenmişlerdi (Resim 3).
Resim 3: Manastır yanında hastane Resim 4: Hortuli
Rahipler ayrıca manastırlarda “Hortuli” denilen ve içinde tıbbi bitki yetiştirilen
bahçelerde büyük önem verirlerdi (Resim 4). Manastır tıbbı büyük ve önemli bir nitelik
taşımamakta idi. Din adamlarının tıp alanındaki yazıları özellikle felsefi bir karakter
taşırdı. Zamanla papalar, din adamlarının zamanlarını dua ile geçirmeleri lazım gelen
vakti hastalara bakmakla israf ettiklerini düşünerek rahip ve rahibelere tababeti men
ettiler.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-43-
Manastır Tababetinden Laik Tababete Geçiş
Ortaçağ İslam dünyasında hastane ve tıp okulları laik bir düzen içinde ve daha
nitelikli iken, Avrupa’daki tıp okulu ve hastaneler daha dinsel bir görünümde ve
niteliksizdiler. Ortaçağ Avrupa’sında 8.yy.da Milano’da, 9.yy.da Salerno’da ve
Padua’da, 12.yy.da Polanya, Paris ve Montpellier’de, 13.yy.da Siena ve Napoli’de tıp
okulları kurulmuştur. Bunlar başlangıçta bir manastırın bir köşesindeki dini
kuruluşlardı. 12.yy.da Papalığın, rahiplerin manastır dışında hekimlik yapmalarını
yasaklaması ile (1130 Jermont, 1131 Rheims, 1139 yasaları ile) manastır tıbbının
etkisi azalmaya başladı. 1163 yılında Tours’ta yayınlanan bir deklarasyonla keşişlerin
cerrahlık yapmaları yasaklandı. İnsanların ahiri değil de dünyevi mükafatlar almaya
olan ilgilerinin artması ile 12. ve 13. yy.da karşılıklı onaylamayla hastanelerin ve
revirlerin kontrolü Kiliseden alınarak belediyelere verildi.
Salerno
Salerno, İtalya’da Tyrene denizi sahilinde, Napoli’nin birkaç kilometre
mesafesinde bulunur. Coğrafi durumu sayesinde Bizans, İslam, İspanyol
uygarlıklarıyla daimi temasta bulunan bu şehirde Avrupa’nın ilk laik tıp mektebi
kuruldu. Talebeler 3 yıl mantık, 5 yıl tıp okuduktan sonra bilgili bir tabibin yanında ve
emri altında bir sene sanatlarını icra eder, daha sonra serbest çalışma izni alırlardı. O
tarihte Avrupa’nın her yerinde öğretilen mistik tıbba karşın, burada epilepsi ve
psikozlara bile somatik sebepler ve tedaviler veriliyordu (Resim 5).
Ancak Hipokrat ve Calinos’un eserlerinin okutulduğu bu okullarda anatomi
hemen hemen hiç bilinmezdi. Diagnostik nabız ve idrar muayenesi yanında, hasta
başında dakik muayene, tedavide perhize kıymet verilmesi, doğum ve kadın
hastalıklarına bilgili kadınların eğitilmesi, bilhassa cerrahide bazı yeniliklerin
getirilmesi bu okulun özelliklerini teşkil ediyordu.
Salerno hekimleri hıltların 4 değişik tarzda dengelendiğine kanaat
getirmişlerdi. Onlara göre her fertte bir hılt diğerlerinden fazla olduğundan, şahsın
görünüşünü ve iç duygularını etkilerdi. Böylece 4 mizaç nazariyesi ortaya atılmış oldu.
Kanı sıcak tip (sanguin): Eğlence, müzik, şarap ve kadından hoşlanır.Bunlarda sıcak
ve nemli kan aşırı bir şekilde mevcuttu.
Flegmatik tip: Daima dinlenmeyi ister. Soğuk nuha (sümük) aşırı mevcuttur.
Öfkeli tip (colerique): Şiddetli, zorlu, azgın, öfkeli olur. Sarı safra çoktur.
Melankolik tip : Asık suratlı, düşünceli, içe dönük olup bunlarda soğuk kara
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-44-
safra etkiliydi.
Humoral dengeyi korumak için perhize önem verilirdi. Ateşli hastalara soğan
gibi soğutucu, vücudu soğuk olanlara ise biber gibi ısıtıcı, yakıcı gıdalar yedirilirdi.
Salerno Mektebinin Hocaları
Praepositus: Ortaçağda kanunlaşmış bütün reçeteleri ihtiva eden
“Antidotarium”u kaleme almıştır. Eczacılar için temel bir eserdir. Batı Avrupa’nın
belki de ilk kodeksidir.
Afrikalı Konstantin (1015-1067): Doğu ve Batının Üstadı olarak bilinir. İslam
tababetini, eski greko-romen tıbbının klasiklerini Avrupa’ya tanıtmış, bir zamanlar
batıdan doğuya akan bilgi nehrini şimdi doğudan batıya çevirmeyi başarmıştır.
Parmalı Roger (13.yy) :Ünlü bir cerrahtır. “Pratica Rogeri” ve “Chirurgia”
isimli eserlerinde kanamaların durdurulması, anestezi amacıyla narkotik maddelerin
koklatılması, trepanasyon, çıkık, guatrlı hastalar için ilkel iyot terapilerinin
uygulanmasından bahseder.
Parmalı Rolando: Parmalı Roger’in talebesidir. İlk defa hastasını başı aşağıda,
pelvisi yukarıda yatırarak fıtığını tedavi etmiştir.
Tercüme Okullarının Kurulması
1130 yılında Toledo’da bir tercüme okulu kuruldu ve burada ünlü İslam
alimlerinin eserleri tercüme edilmeye başlanıldı. İbni Sina’nın KANUN’u, Ebülkasım
Zehravi’nin CERRAHİYE’si Ebubekir-Rhazi’nin El’HAVİ’si, Calinos’un ARS PARVA’sı
ve Hipokrat, Eflaturn, Aristo gibi birçok müellifin eserleri Latince’ye tercüme edildi.
Üniversitelerin Kurululuşu
Montpellier Tıp Fakültesi
Fransa’nın güneyinde Montpellier şehrinde kurulan bu üniversite Salerno gibi İslam
ve Latin dünyalarının sınırları üzerindeydi (Resim 6). Bu üniversitede yetişen ünlü
hekimler; Arnold de Villanova (1235-1312), Henri de Mondeville (1260-1320) Laudable
pus görüşüne karşı gelip, yaraların temiz tutulmasını tavsiye ediyordu. Müzikoterapiyi
öneriyordu. Guy de Chauliac (1300-1368) Cerrahinin babası olarak tanınmıştır.
“Chirurgia Magna” adlı eseri ünlüdür.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-45-
Resim 5: Salerno Hastanesi Resim 6: Montpellier Üniversitesi
Paris Tıp Fakültesi
1280 yılında Paris Üniversitesinden ayrıldı. Ünlü hekimleri; Roger Bacon
(1214-1294) Harika doktor unvanıyla bilinir. Guido Lanfranchi (….-1315) Paris Tıp
Fakültesine İtalyan cerrahi metotlarını nakletmiştir.
İtalyan Üniversiteleri
Hemen her üniversitenin gelişen tıp okullarında başlıca iki etki bulunmaktaydı.
Bunlar, tıbbi uygulamalara cerrahinin daha üstünde bir statü verilmesiyle, Hıristiyan
teolojisi ve felsefesinin doğal bilimlerden zorunlu üstünlüğünün sağlanmasıydı.
Cerrahi
Karanlık çağlar olarak adlandırılan zaman diliminde kullanılmamaları
sonucunda ihmal edilen Greko-Romen cerrahisindeki teknik ilerlemeler tamamen
kaybolmuştu. Mümkün olan tek tedavinin kutsal ruhun var olması yönündeki
Hıristiyan inancı, kan akıtma, ampütasyon ve diş çekilmesi gibi basit cerrahi
prosedürlerin dışındaki her şeyin zamanla yasaklanmasına neden oldu. Bu nedenle de
çok az anatomi bilgisine ihtiyaç duyuldu.
13.yüzyılın iyi cerrahlarından biri olan Guglielmo Salicetti (1210-1277)
Bolonyo’da profesör, Verona’da şehir doktoru, iç hastalıkları ve cerrahi üzerine birçok
çalışmanın yazarıydı. Salicetti birçok çalışmada dağlamadan ziyade bıçak kullanmayı
tercih ederek, çeşitli travmatik veya kendiliğinden ortaya çıkan durumların cerrahi
tedavisinin grafiklerle anlatıldığı, bölgesel cerrahi anatomi üzerine bilinen ilk bilimsel
yazıyı yazdı.
Uzun Elbiseli – Kısa Elbiseli seyyar operatörler; Tıp mekteplerinde yetişen
talebeler uzun elbiseli, kare külahlı doktorlar olup, toplumun içinde büyük bir itibarı
görürlerdi. Kiliseye mensup olan bu hekimler tüm cerrahi ameliyatları küçümserler,
müdahaleden kaçınırlar, bu ödevi emirleri altında bulundurdukları berber-cerrahlara
terk ederlerdi. Bunlar laik olup, okuma yazmaları olmayan kısa elbiseli olarak
adlandırılan berberlikten yetişme cerrahlardı. Bu cerrahlar kan alan, vantuz çeken
kişiler olup, aynı zamanda diş çeker, kırıkları yerine oturtur ve pomat yaparlardı.
Halk hamamları bu cerrahların çalışma ortamlarıydı. Genellikle bir banyo
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-46-
tedavisinden sonra kan akıtma işlemini yaparlardı.
Ortaçağ Hastalıkları
Veba
1333-1352 yılları arasında hüküm süren veba salgını Avrupa’yı dehşet içinde
bıraktı ve nüfusun hemen hemen dörtte birini ortadan kaldırdı. Veba, pnömonik ve
bübonik (ur) şekillerde görünüyordu. Hemoptiziyi, kasık ve koltuk altındaki şişleri,
siyah lekeler takip edince bunlar ölümün kaçınılmaz nişaneleri olarak kabul edilirdi.
Hastalar genellikle, hastalığa yakalandıktan 3-4 gün sonra ölüyorlardı (Resim 7).
Hastalık kah yıldızları, kah işlenen günahlara, kah Yahudiler tarafından kuyulara
atılan bir zehre atfediliyordu. En önemli korunma yöntemi olan Karantina 1377’de
uygulandı.
Cüzzam (Lepra)
6-7. yüzyıllarda fakir halk arasında rastlanan cüzzam, 13 ve 14. yüzyıllarda,
Haçlı Seferleri esnasında hakiki bir salgın olarak belirdi. Lepralıya kendine has bir
kıyafet giydirilir, eline bir çan verilirdi (Resim 8). Bu kıyafetle kiliseye gider, orda
kendisi için okunan ölüm duasının dinler, sonra üstüne toprak atılar ve nihayet papaz
ve ailesi tarafından miskinhanenin kapısına kadar geçirilirdi.
Resim 7: Veba’dan ölüm Resim 8: Cüzzamlı
Lepralı vasiyette bulunamaz, mal alıp satamaz, sıhhatli insanlarla konuşamazdı.
Sonuçta cüzzamlı olarak adlandırılan tüm insanların toplumla ilişkisi tamamen
kesilirdi.
Psişik Epidemiler
Ortaçağ halkları arasında duygusal dengenin kaybolması, kitlesel paniklere,
histeriye ve taşkınlıklara yol açtı. Bunlardan bazıları, kendini kırbaçlayan tarikat
mensuplarının tören olayları, bir kitle histerisi olan “Danse maniaque” (insanlar
çılgınca yere düşünceye kadar dans ederlerdi)
Ortaçağ cinnet diye bir hastalık kabul etmezdi. Şeytana isteyerek uymuş veya
şeytan tarafından çarpılmış insan vardı. Delilik bir hastalık olmadığından, bu olaylara
hekimler değil, papazlar uğraşırlardı. Önce dua okurlar, mukaddes su serperler,
efsunlarlar, iyileşmeyen vakaları da yakarlardı.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-47-
Ortaçağın Son Devrelerinde Teşhis ve Tedavi Yöntemleri
Fransız Tıp tarihçisi Darenberg’in dediği gibi “Ortaçağ, tıbbı yaşatmaktan
ziyade ölmemesine gayret etmiştir” Ortaçağ sonlarında yaşayan bir hekim, Calinos
zamanında mesleğini icra eden tabipten çok fazla şey bilmezdi. Hipokrat zamanından
kalan hıltlar nazariyesine (Theorie humorale) Salerno mektebinin öne sürdüğü
mizaçlar nazariyesi eklenmişti.
Teşhis, ateşin olup olmamasına, nabzın atma gücü ve sıklığına, çıkarılan
balgamın evsafına, dökülen terin kokusuna, dışkıya, meniye ve bilhassa idrar
muayenesi, üroskopiye dayanırdı. Tedavide güdülen prensip vücutta çoğalan,
ağırlaşan, kokuşan hıltları (vücut mayileri) müshil, kusturucu ilaçlar, hacemat veya
sülük koyma, kan alma (Flebotomi) ile dışarı atmaktı. Ayrıca mukaddes kalıntılar,
tılsımlar, muskalar, sihirli tertiplerle beraber theriak, mandragora (adam otu), kralın
el teması ortaçağın başlıca devaları idiler.
Ortaçağ Tababetinin Özellikleri
Batı dünyası, İslam tababeti sayesinde kaybolmaya yüz tutan eski Greko-
Romen bilgi ve geleneklerini yeniden keşfetti.
Günümüzün ünlü üniversiteleri de bu çağda kuruldu. İtalya’da Salerno ve
Bolonya, Fransa’da Paris ve Montpellier tıp mektepleri açıldı.
Bizans’ta 5. yüzyılın sonlarından itibaren hastane müesseseleri gelişmeye
başlamıştı. Bu toplumsal muavenet merkezleri İslam uygarlığında yüksek bir seviyeye
ulaştı. Batıda ise ancak 11. ve 12. yüzyıllarda rağbet buldu. Rahipler manastırın
bahçesinde yetiştirdikleri tıbbi otlarla hastaları tedavi ederlerdi.
Batının önemli merkezlerinde, muntazam bir hekim kadrosu ile çalışan
hastaneler ancak 14.yy.da kuruldu.
1348’de “kara ölüm” olarak adlandırılan veba salgını sonucunda karantina
uygulamasına geçildi.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-48-
ORTAÇAĞ’DA İSLAM TIBBI
İslam, dünyaya MS. 7. yy’da geldi. Kendi tarihinin başlangıcı MS. 622’deki Hicrettir.
Bu yüzyılın sonunda da bütün Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya ve İspanya’ya
yayılmıştır. İslam din olarak “orta yol” dini olduğu gibi, yerleştiği bölge de Atlantik’ten
Pasifik’e kadar uzanan “orta kuşak” olmuştur.
İslam dini ilme büyük önem vermiştir. Hz. Peygambere indirilen ALAK
Suresindeki ilk ayetler de bilginin önceliğini teyit etmektedir.
1- Yaratan Rabbinin adı ile oku.
2- O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.
3- Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir.
4- O Rabbin ki, kalem ile (yazmayı) öğretti.
5- İnsana bilmediğini öğretti.
(Burada kalem sözcüğü bütün doğru olan insanlık ilim ve kültürünü temsil
etmektedir.)
Kuran’da daha sonra gelen ayetlerin birçoğunda bilginin kutsal niteliği
doğrulanır.
Hz. Peygamber de, her insanın gücünün yettiği kadar bilgi edinmesinin dini bir
vecibe olduğunu vurgulayarak Kur’ani öğretileri tekrar tekrar teyit etmiştir.
“İlim aramak her müslümanın farzıdır.”, “Beşikten mezara kadar ilim
arayınız.”., “İlim Çin’de de olsa gidip alın.” Gibi hadisler onun ilme teşvikini
göstermektedir.
Kurana göre ilim, sadece dini hükümleri değil, her türlü tabiat ve insan
bilimlerini de içine alır ve bu müspet ilimler insanı Marifetullaha (Allah’ı tanıma)
götürdüğü ölçüde gerçek fonksiyonunu icra eder. İslam’da kadın erkek ayrımı
göstermeksizin herkese ilimin farz kılınmış olması da dikkate değer bir durumdur.
Tıbbı Nebevi: İnsan hayatının her yönü için bir kılavuz olan İslam’ın, tıp ve
sağlık bilgisiyle ilgilenmesi de tabii idi. Ortaçağ’da İslam dünyasındaki tıp bilgisi
geleneksel anlayış ve uygulamalarıyla Hz. Muhammed’in beden ve ruh sağlığının
korunmasına ilişkin önerilerinden oluşuyordu. İlk alimler Hz.Muhammed’in tıpla ilgili
hadislerini bir araya getirerek “Peygamberin Tıbbı” (El- tıbb-ı Nebi veya El-tıbbül
Nebevi) adı altında ayrı bir bölüm oluşturmuşlardır. (Buhari 4. cildin ilk bölümü)
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-49-
İslam anlayışına göre beden ilmi din ilminden önce gelir. Buna göre kişi
hastalanması, bedenin zayıf düşmesi durumunda din ilmini tahsil edemeyeceği için
beden sıhhatine önem verilerek tıp öne çıkarılmıştır.
632’de, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra İslam orduları fethe çıktılar ve
Mısır, İran, Hindistan, Türkistan,Kuzey Afrika, Sicilya, Sardunya gibi Akdeniz
adalarını, İspanya’yı ele geçirdiler. Bağdat, Semerkand, İsfahan, Şam, Kurtuba,
Sevilla, Toledo ve Murcia’da üniversiteler açtılar.
İslam Tıbbı, İslam uygarlığının en çok bilinen, en çok tanınan motifi,
Müslümanların en çok başarı gösterdikleri bilim dalıdır. İslam Tıbbı, Grek Tıbbı’nın
Hipokrat ve Galen gelenekleriyle İranlıların ve Hintlilerin teori ve pratiklerinin İslam
çatısı altında birleştirilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla İslam Tıbbı’nın bir
özelliği sentezci olmasıdır.
İslam Tıbbı iki döneme ayrılır:
1- Tercüme eser devri
2- Telif eser devri
Tercüme eser devri:MS. 7. ve 9. yy.lar arasında İslam Tıbbı tercüme devriyle
başlamıştır. Fetihler neticesinde Bizanslılarla ve Perslerle karşılaşan ve kendilerinden
önceki medeniyetlerin ortaya koydukları eserlerden yaralanmak gerektiğini anlayan
Müslümanlar özellikle Abbasiler döneminde yoğun bir çeviri faaliyetine girişerek bilim
ve felsefe alanlarında atağa kalkmışlar ve önce var olan birikimi anlamaya ve daha
sonra da geliştirmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda İskenderiye ve Cundişapur’un
önemi büyüktür. İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönemlerde Grek Tıbbı Helenistik
bilimlerin en büyük merkezi olan İskenderiye’de uygulanmaya devam etmiştir ki
Müslümanların buradan etkilendikleri kesindir.
Nasturilerin toplandıkları Cündüşapur’un İslam Tıbbı açısından ayrı bir önemi
v ardır. Cundişapur İran’ın güneyinde Şahabad bölgesinde bulunan Huzistan’da yer
almaktadır ve Genta Şaporta yada Güzel Şehir diye adlandırıldığı tarih öncesi
dönemlere kadar uzanan kadim bir tarihe sahiptir. İslami Tıp ile İslam öncesi tıp
arasında bir köprü vazifesi gören Cundişapur İslam dünyasının bir süre için bilim ve
kültür merkezi olmuştur.
Nesturiler: İsa’nın doğasına ilişkin tartışmalar Hıristiyan dünyasında gitgide
büyümekte ve farklı fikirler ortaya atılmaktaydı. Bunlardan bir tanesi, 428’de
Constantin Patriği Nestorius’un ve ona bağlı olanların görüşü, Hz.Meryem’in Allah’ın
annesi değil, İsa’nın annesi olduğu yönündeki açıklamaydı. Bu, İsa’nın ilahi varlığını
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-50-
inkâr etmek, onu bir peygamber olarak tanımaktı. 431’de Efes’de toplanan ruhani
meclis Nasturileri aforoz edip şehirden sürdü. Nasturiler Doğu’ya göç edip bütün Asya
kıtasına yayıldılar. Bunlardan bazıları Mezopotamya’nın kuzey batısında bulunan ve
eski bir Hitit şehri olan Edessa’ya (Urfa) gelip yerleştiler, orada faaliyette bulunan
hastane ve tıp okulunda çalışmaya başladılar, beraberlerinde getirmiş oldukları
Yunanca tıp metinleri Süryanice’ye çevirdiler. Kısa bir süre içinde Edessa ikinci Atina,
bir İskenderiye gibi ün salmaya başladı. Ancak 489’da Piskopos Cyril, Bizans
İmparatoru Zenon’u okulu resmen onaylamadığını bildirmeye ve dini düşünceye karşı
gelen kurucularını imparatorluktan atmaya zorladı. Edessa’dan da sürülen Nasturiler
İran’a giderek Cundişapur’a yerleştiler ve İranlı, Suriyeli, Hintli, Musevi hekimlerle
birlikte Cundişapur’un yüzyıllarca varlığını sürdüren meşhur hastanesiyle tıp
mektebini kurdular. Cundişapur’un Halife Ömer devrinde Müslümanlar tarafından ele
geçirilmesiyle Yunan uygarlığı İslam Dünyası’nda yayılmaya başladı, bilim meşalesi
Hıristiyan Dünyası’ndan İslam Dünyası’na devredilmiş oldu. Yunanca yazılmış birçok
bilim ve felsefe eseri Süryanice’ye ve daha sonra Arapça’ya çevrildi. Halife Harun Reşit
8. yy’ın sonlarına doğru Aristo, Hipokrat, Galen ve Dioskorides’in eserlerini Arapça’ya
çevirtmiştir (Resim1).
Bu dönemin önde gelen mütercimleri: Huneyn b.İshak (Ortaçağ batı dünyasının
tanıdığı ismiyle Johannitus Onan), El Kındi ve Bahtişu aileleridir (Resim 2).
Resim 1: Diascorides’in Materia Medica’sı Resim 2: Doğum yapan kadın
Telif Eserler Devri: 9.yy’dan 12.yy’a kadar İslami bilimler telif devrini yaşamış
ve bilim adamları özellikle matematik, kimya, tıp alanlarına özgün katkılarda
bulunmuşlardır. Müslüman hekimler Yunan birikimini yeterli bulmayıp yaptıkları
araştırmalar esnasında edinmiş oldukları kişisel gözlem ve deneyimlerini de bu
birikimle kaynaştırıp tıp biliminin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Razi, İbn Abbas, İbn Sina, Zehravi ve İbn Nefis gibi isimler bu dönemin önde gelen
hekimleri arasında bulunmaktadırlar.
İslam Tıbbında Hekimin Pozisyonu
İslamiyet’de hekim Allah’ın vekil kulu olarak hastayı iyi eden sebeptir. Şifayı
veren ise Allah’tır. Hekimler dindardırlar ama din adamı değiller.
İslam tarihi boyunca ilmi faaliyetlerin merkezinde bulunan bilge kişi ha da
“hakim”, aynı zamanda bir hekimdir. Bu iki kavram arasındaki ilişki o kadar yakındır
ki, bilge kişi de hekim de aynı sıfatla, Hakim sıfatıyla tanımlanmıştır. İbn Sina ve İbn
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-51-
Rüşd gibi Müslüman filozof ve bilim adamlarının çoğu aynı zamanda hekimdi ve bu
insanlar geçimlerini de tıp ilmi vasıtasıyla temin etmişlerdi.( Bu aynı zamanda Yahudi
filozoflar için de doğrudur. Mesela düşünür Maimonides (İbn Meymun) aynı zamanda
iyi bir hekimdi.)
İslam Tıbbı’nın Özellikleri
İslam dünyasındaki bilim adamları referans sisteminin öncülüğünü
yapmışlardır.Yunan bilim adamlarından bahis ederken dini taassuba düşmeden
Büyük Hipokrat, Üstad Galen gibi ifadeler kullanmışlardır. Yine İslam Tıbbı’nda Çin
ve Mısır Medeniyetlerinin aksine hekimin bir özelliği kadın erkek ayrımı
yapılmaksızın hasta muayene edebilmesidir.
İslam hekimleri İslam’ın evren hakkındaki görüşüne uyan Yunan Tıbbı’nın
Nazariyeleri’nden yararlanmışlardır. Vücudun unsurları olan kan, balgam, sarı safra,
kara safra doğanın dört unsuru olan hava, ateş, su ve topağın bedendeki karşılıkları
olarak kabul edilmişlerdir. Vücudun dört hıltının karışımı kişinin tabiatını (mizacını)
oluşturmaktadır ve bunların arasındaki bir dengesizlik hastalıkla sonuçlanacaktır.
İslam hekimleri bazı dış unsurların da (hava ve çevre şartları, beslenme alışkanlıkları,
duygusal baskı gibi) sağlığın korunmasında önemli yeri olduğuna inanmışlardır.
Hastalıkların tedavisinde, bozulan dengenin düzeltilmesi amaçlanıyordu. İslam
Tıbbı’nda her yiyecek ve ilaç niteliklerine ve potansiyellerine göre sınıflandırılmıştı(
sıcak-soğuk gibi). Bu nedenle çok sinirli bir tabiatı olan kişi, sarı safranın sıcaklık ve
kuruluğunu dengelemek için genellikle soğuk ve nemlilik özellikleri ağır basan yiyecek
ve içeceklere ihtiyaç duyardı. Bu şekilde, tıbbın teorilerini izleyerek Farmakoloji bütün
ilaçları özelliklerine göre sınıflandırmıştır. (İslam ülkelerinin yemek alışkanlıklarının
büyük bölümü bu teoriye göre kurulmuştur ve böylece normal bir yemekte çeşitli
nitelikler ve özellikler iyi dengelenmiştir). Tedavide ayrıca boşaltıcılar ve hacamata
(kan almaya) önem verilmiştir.Teşhiste ise nabız ve cilt rengi kullanılmıştır.
Cerrahlık: İslam Tıbbı’nda başlangıçta cerrahlık dahili tıbba göre daha az
gelişmiştir.Cerrahi müdahale güçlüğü nedeniyle uzun asırlar boyunca pek itibar
edilmemiş bir tedavi yöntemi olup ancak tekniğin belli bir gelişim kaydetmesiyle
ilerleme gösterebilmiştir. Dolayısıyla bu konuda yazılmış olan müstakil eserler
nadirdir. Çok zorunlu kalınmadıkça cerrahi müdahalelerden kaçınılmıştır. Buna
rağmen eski metinlerde çok çeşitli ameliyat yöntemlerinden bahsedilmektedir. Ünlü
cerrahlardan Endülüslü Ebu’l Kasım Zehravi’nin “Kitab-üt-Tasrif“ adlı eserinde birçok
cerrahi aletinin tarifi yapılmaktadır. Dağlama da yaygın olarak kullanılmıştır. Yine
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-52-
ağız cerrahisi ve diş tedavisi ile ilgili birçok uygulama yapılmıştır.
İslam Tıbbında hekimler uzmanlık alanlarına göre isim almışlardır:
1- Hakim(Tabib):Alim filozof hekim tipi
2- Kehhal:Göz hekimi
3- Cerrah
4- Mogabarrin:Ortopedist
5- Saydalani:Eczacı
6- Berber:Kan alan, diş çeken
Koruyucu Hekimlik ve Halk Sağlığı: İslam Tıbbı’nda koruyucu hekimliğin
temeli temizliğe dayanmaktadır. Temizlenmek hem din hem de sağlık açısından önem
taşıyordu. Belli vakitlerde temizlenme şartı Müslümanların düzenli bir şekilde
yıkanmalarını gerektiriyordu. Diş temizliğine de önem verilip diş fırçası kullanımı da
dine dayanıyordu.Alkollü içki kullanmamak, oruç, az yemek, az uyumak gibi dinin
pratikleri aynı zamanda birer sağlık unsuruydu. Hamamların da önemi büyüktü ve
buralarda oyma (masaj) yöntemi tedavi amacıyla uygulanırdı.
Eczacılık: Daha önce bilinmeyen birçok yeni maddeyi bularak kimyanın öncüsü
olan İslam hekimleri eczacılık üzerinde de çalışmışlardır. Eczacıların yararlandıkları
en önemli kaynak “Kitab-el haşayiş” adıyla Arapça’ya çevrilen Dioskorides’in “Materia
Medica”sı olmuştur. İslam eczacılığının en önemli eseri Ebu Reyhan Muhammed el-
Biruni’nin (975-1050) “Kitab el Saydala” sıdır (Drogların Kitabı). Nazariyeler
Farmakolojinin temelini oluşturmakta, her tıp bilgisinin hıltların dengesizliğini
düzeltmede ayrı bir önemi olduğuna inanılmaktaydı. İlaçların kullanımı drogun
tabiatına ve hastanın mizacına bağlıydı.
Sağlık Kurumları ve Hekimlerin Eğitimi: Hastaneler İslam ülkelerinde
Darüşşifa (şifa yurdu), Bimaristan (esenlik yurdu), maristan gibi birçok adla
anılmıştır. Tıbbın pratik kısmı hastanelerde öğretiliyor, nazari tarafı ise cami ve
medreselerde okutulurdu, ki camiler daha 2. halife Ömer zamanında birer okul gibi
hizmet görmeye başlamışlardı. Birçok hastanenin kütüphane ve mektepleri vardı ve
hastanelerdeki bu tıp medreseleri İslam’da ilk eğitim kurumlarını oluşturuyorlardı.
İslam dünyasında ilk hastane 707 yılında Emevi halifesi Velid İbn Abdulmelik
tarafından Şam’da kurulmuştur. Selçuklular ve diğer İslam devletleri tarafından
kurulan hastanelere birkaç örnek:
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-53-
-Dokuzgöz Türklerinden Ahmed İbn Tolun’un 874’de Mısır’da yaptırdığı
hastane
-Selçukluların 1067’de Bağdat’da kurdukları “Nizamiye Medresesi ve Hastanesi”
-Nurettin b. Mahmut Zengi’nin 1154’de Şam’da kurduğu Nurettin Hastanesi
-Selahattin Eyyubi Hastaneleri
Hastanelerin planları Rönesans hastanelerine örnek teşkil etmiştir. Ortasında
fıskiyeli havuzu olan, dört tarafı eyvanlı bir avlu ve etrafındaki adalardan oluşan
hastanelerde hastalıklara ait ayrı koğuşlar mevcuttu. Hastane personeli laik olup
kadın ve erkek bakıcılardan oluşuyordu.
Abbasi halifeleri tıp eğitimini bir düzene sokmuşlardı. Tıp öğrencisi nazari ve
ameli eğitimi tamamladıktan sonra bugünkü teze benzeyen bir eser yazıyordu. Bu eser
kabul edildiği zaman diplomasını alıyor, Hipokrat andını da içerek hekimlik mesleğini
icra edebiliyordu.
Selçuklu Türklerinde Tababet
Orta Asya’dan gelen Türkler, Çin ve Hind uygarlıklarının ilmi görüşlerini
paylaşırlardı. Önceleri Şamanizm ve Budizm dininden olan Türkler 10.yy.’da
Müslümanlığı kabul ettiklerinde İslam uygarlığının ilmini de Arapça’yı da
benimsediler. Selçuklular 1071’de Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya yerleştiler.
Çeşmeler, ılıcalar, hamamlar, aşhaneler, düşkünevleri, hanlar, hastaneler ve
leprozeriler kurdular. Osmanlılar Anadolu’yu fethedince Selçuklulardan kalma bütün
sıhhi ve muavenet müesseselerini muhafaza ederek üzerine katkılarda bulundular.
Selçuklular bütün Müslümanları aynı bayrak altında toplamaya çalışmışlar ve bu
yöndeki girişimleri ile sadece Ortaçağ İslam tarihi üzerinde değil, Ortaçağ Hıristiyan
tarihi üzerinde de çok etkili olmuşlardır. 1038-1194 tarihleri arasında hüküm süren
Selçuklular en güçlü dönemlerinde Harezm, Horasan, İran, Irak, ve Suriye’ye egemen
olmuşlardır. Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulduğu ilk günden beri sürekli olarak
varlığını koruyan savaş koşulları, doğal olarak eğitim ve öğretimin dini bir temele
oturtulmasını gerekli kılıyordu; aksi taktirde Batınilerin ve Hıristiyanların İslam
medeniyetini yıkmaları kaçınılmazdı.
Ünlü İslam Hekimleri ve Tıbba Katkıları
İslam Tıbbı Arapça konuşan ve yazanların bilimi olup, Arap, Hıristiyan,
Musevi, İranlı, Mecusi ve Türk hekimlerinin eseridir. 8. ve 9. yy.larda yetişen
Müslüman tabiplerin en ünlüsü İslam Tıbbı’nın ilk büyük eserinin ; “Firdevs el-
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-54-
Hikmet” (Hikmet Cenneti)’ in yazarı, sonradan Müslüman olan İbn Rabban et-
Taberi’dir. Razi’nin hocası olan Taberi’nin çalışmaları, daha ziyade Hipokrat ve
Galen’in ve aynı zamanda İbn Maseveyh ve Huneyn’in öğretilerine dayanıyordu.
Ebu Bekir Muhammed b. Zekeriya Razi (865-925)
Meşhur hekim, felsefeci ve kimyacı Al-Razi, Avrupa’da Rhazes , Galen’in
anlaşılması zor olan eserlerini açıkladığı için de “Arap Calinos’u” olarak bilinir.
Türklerin çoğunlukta olduğu Horasan’ın Rey şehrinde doğmuştur. Gençliğinde
sarraflık yapan Razi otuz yaşına doğru ilimle meşgul olmaya başlayarak felsefe,
matematik, kimya, simya ve tıp üzerine çalışmıştır. (Simya:Bir düzeyden diğerine
geçebilme inancı olup manevi simya ve maddesel simya olarak ayrılabilir. Manevi
simyanın ana konusu ruhtur ve amacı ezeli ve ebedilik sağlayan ‘El-İksir’ maddesini
bulmaktır. Metal ve maddelerle uğraşan simya, altında bulunan mükemmel orantıya
ulaşmak için maddelerin gizli ve aşikar boyutlarının ayarlanması demek olan
‘dönüşüm’ ile ilgilenir. Transmütasyon: Kükürt ve Civa temel maddeler olarak kabul
edilirler. Bunların farklı oranlarda olması farklı metallerin oluşumuna zemin teşkil
eder. Kükürt ve Civanın orantıları değiştirilerek kıymetli metaller olan altın ve
gümüş elde etme çabaları transmütasyon olarak ifade edilir. Manevi ve maddesel
simya arasında ilişkiler kurulmuştur. Simya çalışmaları bir takım maddelerin
bulunmasına sebep olduğu için kimya ilminin ilerlemesini sağlamıştır.
Razi eşyanın batıni tefsirini reddedip, simyanın sembolik boyutunu da
dışlamıştır. Simya ile ilgili meşhur eseri: Sırru’l-esrar; simya dili ile kimyasal deney ve
işlemlerin tarifini içerir.) Eğitimi için Şam, Mısır, Irak ve İspanya’ya gitmiştir.
Bağdat’da Adudi hastanesinin kurucusu ve başhekimi olmuştur. Uzun yıllar kimya
laboratuvarlarında çalışmaktan kimyasal maddelerin buharlarından gözleri olmuştu.
Razi deneysel ve gözlemsel fiziğin en büyük şahsiyetiydi ve İbn Sina ile birlikte Doğu
ve Batı’nın en etkin kişisiydi. 250 adet eseri olduğu söylenir. Bunlardan 184 tanesinin
ismi bilinmektedir. 56 eseri tıp, 10’u tıp ahlakı ile ilgilidir (Resim 3).
Resim 3: Razi
Kitab-ül Havi: 24 kitaptan oluşan bu eser Arapça yazılan büyük bir tıp
ansiklopedisidir ve İslam tababetinin klinik yönünü incelemek açısından temel eser
olarak kabul edilmektedir. Razi bu kitabında kendisine kadar ulaşan tıp bilgisine
kendi çalışma ve yorumlarını da eklemiştir. Bu bakımdan eser Tıp tarihi açısından da
önem taşır.
Kitab-al Mansuri: El Havi’nin özeti olup on ciltten oluşmaktadır. Kendisini
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-55-
himaye eden Emir Mansur’a ithaf etmiştir.
Kitab-al cüderi va’l-hasba: Batıda en tanınmış çiçek ve kızamık hastalığı
üzerine yazdığı eser olup 18. yy.’a kadar Avrupa’da defalarca basılmıştır.
Kitab-ı taksimü’l –ilail: Hastalık sebeplerinin ayırt edilmesi üzerine yazdığı bir
kitaptır.
Bir psikosomatik tıp ve psikoloji üstadı olarak Razi, ruh dengesizliklerini beden
rahatsızlıklarıyla birlikte ele almış, bunları hiçbir zaman ayrı olarak
değerlendirmemiştir. Ruh tıbbıyla ilgili 20 bölümden oluşan “Manevi Fizik” adlı eseri
mevcuttur. Ayrıca alkolizm hakkında da geniş bilgiler vermiştir.
Galen’in civanın zehirli etkisinden söz etmesine karşılık, Razi civanın terapatik
etkilerinden yararlanmıştır. Formik asit, Sülfrik asit, güherçile ve Boraks’ı ilk defa
Razi tanıtmıştır. Alkolü antiseptik olarak ilk o kullanmıştır. Ateşin bir hastalık
olmayıp bedenin hastalıkla mücadelesi sonucu oluştuğunu ifade etmiştir ve
tedavisinde ılık suya batırılmış çarşaflara hastanın sarılmasını önermiştir. İlk defa
saman nezlesine işaret etmiştir. Sirke buharının antiseptik etkisinden
faydalanmaktaydı. Razi’nin sefalet içinde öldüğü söylenir.
Razi’nin “Peygamber karşıtı” öğretisi Sünni ve Şii bilginlerce şiddetle
yerilmesine rağmen, onun tıbbi görüşleri tababetin öğretildiği her yerde otorite olarak
kabul edilmiştir. O Latin bilimini , İbn Sina hariç tutulacak olursa, hiçbir Müslüman
düşünürün etkilemediği kadar etkilemiştir.
Ebu Ali ibn-i Sina (980-1037)
İslam aleminde “şeyh-el-Reis”, Hıristiyan dünyasında “Avicenna” olarak
tanınan İbn Sina, Türk asıllı olup Buhara’nın Afşen köyünde doğmuştur. Kendini ilme
adamış bir ailenin çocuğu olarak her konuda en iyi hocalardan ders alan İbn Sina 18
yaşına geldiğinde ünlü bir hekim olmuştu (Resim 4). Tıp dışında felsefe, matematik,
astronomi, fizik, kimya-simya, edebiyat, şiir ve müzik alanlarında da ün salan İbn
Sina’nın 43 tanesi tıbba ait olmak üzere 276 eseri olduğu söylenmektedir. Saray
hekimliği yaptığı sıralarda matematik konulu “kitab-el Mecmu” yu, ilimlerin tümünü
ele alan “Kitab el-Hasıl vel Mahsul” ü yazmıştır. Hayatının bir bölümünde vezirlik
yapıp, bir bölümünde ise zindana atılan İbn Sina’nın diğer eserleri:
Kitab al-Şifa (mantık, tabiat, metafiziği kapsayan felsefi yapıt)
El-Necat ; El-İşaret El-Kanun fit-Tıbb: Tıp konusunda yazdığı en ünlü
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-56-
eseridir (Resim 5). Doğu ve Batı’nın tıp eğitiminde kullandıkları baş yapıttır. 5 ciltten
oluşmaktadır;
1.cilt (Külliyat): Tıbbın genel kuralları, anatomi, fizyoloji, koruyucu hekimlik, genel
tedaviler, tıp fesefesinden bahseder.
2.cilt (Müfredat): Alfabetik olarak ilaçlardan bahseder.
3.cilt (Muacelat): Baştan aşağı bütün dahili ve harici hastalıklar, doğum ve akıl
hastalıklarından bahseder.
4.cilt (Hummiyat): Ateşli hastalıklar, döküntülü hastalıklar, kırık, çıkık ve küçük
cerrahi işlemlerden bahseder.
5.cilt (Mürekkebat veya Akrabadin): Tedavide kullanılan ilaçların reçeteleri ve
hazırlanmalarından bahseder.
İbn Sina Fizyoloji’de dört unsur ve dört hıltı kullanmış, mizaca önem vermiştir.
Resim 4: İbn-i Sina Resim 5: Kanun’dan bir sayfa
Menenjit’i tarif etmiş, salgınların yayılma şekilleri hakkında bilgi vermiştir, güç
doğumlarda forseps kullanımını tavsiye etmiştir ki Batı’da forseps 17. yy.dan sonra
kullanılmaya başlanmıştır, bazı bulaşıcı hastalıkların plasenta yoluyla geçebileceğini
vurgulamıştır. Psikosomatik hastalıkları anlayan en iyi hekim olarak bilinir. Tedavide
yiyecek ve içecekler, ilaçlar, fizik tedavi vasıtalarını, sıcak-soğuk banyolar,
güneşlenmeyi kullanırdı. 57 yaşında ölen İbn Sina 32 yaşına kadarki hayatını
otobiyografi şeklinde yazmıştır.Sonraki hayatını dostu ve asistanı olan Cürcani
yazmıştır.
İshak b. Ali er-Ruhavi (980)
Yaşamı ve eserleri hakkında çok az şey bilinmektedir. 10. yy.ın sonlarında
Ruha (Urfa) da yaşamıştır. Gerek genel tıp gerekse tıp uygulamasında karşılaşılan
deontolojik sorunları konu eden ve eski Yunan filozof ve hekimlere referanslarda
bulunduğu “Edeb et-Tabib”(Hekimin Ahlakı) adlı eseri tıp tarihi açısından büyük önem
taşımaktadır.
Ebu’l Kasım ez- Zehravi ( 936-1013)
Kültürel bir bütünlük arz eden İspanya ve Mağrip (İslamın Batı toprakları) bir
çok büyük hekimin yetiştiği yer olmuştur. Özellikle Kurtuba tıbbi faaliyetlerin merkezi
durumundadır. Zehravi bu ünlü hekimlerden birisidir.
Latincede Abulcasis olarak tanınan Zehravi, Endülüs Emevileri zamanında
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-57-
Kurtuba’nın Zehra kasabasında doğmuştur. İslam tıbbının en ünlü cerrahı ve
anatomisti olup Kitabü’t-Tasrif (Al-Tasrif fit Tıp) ın yazarıdır . Bu kitabın 30. bölümü
cerrahiye ait olup ilk resimli cerrahi kitabıdır.Burda, kullandığı aletlerin (Resim 6)
resimlerini çizmiştir. Kitabın cerrahi ile ilgili bölümü üç ana başlığı içermektedir:
Koterizasyon, Operasyon, Kırık ve çıkılar. Bu bölümlerde diş hekimliğine ait bilgiler de
mevcuttur. Dağlamayı birçok hastalıkta, baş ağrısında da uygulamış ve bunun için alet
veya yakıcı kimyasal maddeler kullanmıştır. Dağlama noktaları incelendiğinde
akupunktur noktaları ile uyuşmalar gösterdiği saptanmıştır.
Resim 6: Kitabü’t Tasrif’ten bir sayfa
Çalışmaları şu şekilde özetlenebilir :
Dikiş yapmak için kedi bağırsağı gibi organik malzemeleri kullanmış ( cat cut )
Kanamanın durdurulması için yöntemler geliştirmiş
Birçok insizyon yöntemi tarif etmiş
Kateter ve başka cerrahi aletleri geliştirmiştir
Sığır kemiğinden diş protezi yapması
Cerrahide anestezik olarak Afyonu kullanmıştır.
İbn-i Rüşd ( 1126-1198)
Endülüs’ün en önemli İslam felsefecisidir. İbn Rüşd (Averos) resmi olarak bir hekimdir
ve aralarında bir tıp ansiklopedisi niteliği taşıyan Kitabu’l-Külliyat (genel kuralların
kitabı) adlı kitabın da bulunduğu bir çok tıp eseri vermiştir (Resim 7). 1162-1169
yılları arasında yazmış olduğu bu eserde tıbbın bütün konularını bir araya toplamıştır.
Gözün ağ tabakasının görmedeki fonksiyonundan, bir kere çiçek hastalığı geçirenin
bağışıklık kazandığından bahsetmektedir. İdari görevlerinin yanı sıra saray hekimliği
de yapmıştır.
Ebu Ümran Musa ibn Meymun (Maimonides) (1135-1204)
İbn Rüşd’ün talebesi olan İbn Meymun meşhur Musevi hekimdir ve Kurtuba’da
doğmuştur (Resim 8). Kuzey Afrika’yı, Ortadoğu’yu dolaşmış Kahire’ye yerleşmiş ve
burada Selahaddin Eyyubi’nin özel hekimi olmuştur. İyi bir pratisyen, psikiyatr ve
hijyenist olarak bilinir. Zehirler üzerine yazmış olduğu kitapla modern toksikolojinin
kurucularındandır. Eserleri arasında Kitabü’l-füsul ( Tıp özdeyişleri kitabı=
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-58-
Aforizmalar kitabı), Kitabü’l –tedbirü’s sıhha (sağlığın korunmasına ait tedbirler)
meşhurdur. İbn-i Meymun yaşamının belli bir döneminde Müslüman olarak yaşamış
fakat böylesine değerli bir alimin Müslüman olmasına dayanamayan Yahudiler
kendisini ölümle tehdit edince Müslüman olmadığını açıklamıştır. Dolayısı ile
öldüğündeki inancı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır.
Resim 7: İbn Rüşd (Averos) Resim 8: İbn Meymun (Maimonides)
İbni Nefis (1210-1288)
Şam’da doğmuştur, tıp eğitimini Nureddin Hastanesi’nde görmüş, Kahire’de Al-
Mansur hastanesinde başhekimlik yapmıştır. Hekim, filozof ve ilahiyatçıdır. Küçük
kan dolaşımını ilk olarak doğru bir şekilde açıklamıştır.Galen kalbin sağ ve sol
karıncığı arasındaki duvarda deliklerin bulunduğunu ve kanın bu deliklerden kalbin
sağ tarafından sol tarafına geçtiğini düşünüyordu. İbn Nefis ise kalbin sağ ve sol
karıncığı arasındaki duvarda her hangi bir deliğin bulunmadığını belirlemiştir;öyleyse
kalbin sağ tarafına gelen kanın akciğerlere gidip temizlendikten sonra kalbin sol
karıncığına gelmesi gerekiyordu ki buna küçük kan dolaşımı adını veriyoruz. Küçük
kan dolaşımından Şerh-i Teşrih-i li İbn Sina’da (Kanun’a Şerh) bahseder. Fakat
Nefis’in buluşu zamanında ilgi uyandırmadığı için unutulmuştur. Bu buluş 20.yy.’ın
başlarına kadar yanlışlıkla Servetus’a (1511-1553) atfedilmiştir. Servetus’un bu bilgiyi
Nefis’ten aldığı muhtemeldir. Kendisi doğrudan bu konuyla ilgilenmemiştir ve bu
konuyu Christianismus (Hıristiyanlığın yeniden düzenlenmesi) adlı din kitabında
açıklamıştır ki daha sonra eserdeki görüşlerinden dolayı kendisi ve kitabı da
yakılmıştır. Kan dolaşımının atfedildiği diğer bir isim ise Realdo Colombo’dur. 1559’da
De re Anatomica adlı eserinde bu konudan bahseder oysa İbn Nefis’in eseri 1547’de
Latince olarak yayınlanmıştır. İbn Nefis’in, Kitab-ı Mucezü’l Kanun (Kanun’un
özeti), Şerh-i teşrihü’l kanun, Şerh el-kanun adlı kitapları ünlüdür.
İslam Uygarlığının Tıbba Katkıları
- Fizyolojiye ait bazı önemli tespitler yaptılar
- Tıbba laik bir anlayışla yaklaştılar
- Klinik hekimliği getirdiler, hasta başında pratik eğitimde bulundular
- Cerrahiye gelişmeler getirdiler, cerrahi aletler geliştirdiler
Eczacılığı tıptan ayırıp modernleştirerek Kodeksi vücuda getirdiler(Kodeks:Birleşik
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-59-
ilaçları bir usul ve nizama sokmak)
Alkolü tıbba soktular
Anestezi uyguladılar
Simya felsefesini benimseyip bu çalışmalar esnasında bırçok kimyasal maddeyi
buldular
Hijyene yönelik birçok uygulamada bulundular(hamam, tuvalet, su yolları inşası)
Hastaneleriyle Batıya örnek teşkil etmişlerdir.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-60-
OSMANLIDA TIP
1299’da kurulan Osmanlı İmparatorluğu başlangıçta İzmit ve Eskişehir civarını içine
alan küçük bir devlet görünümündeyken sonrasında Batıda Kuzey Afrika ülkeleri ve
Viyana hudutlarına kadar olan bölge ile Doğuda bugünkü Irak ve kısmen İran’ı
kapsayan, bugün Ortadoğu dediğimiz bölgeyi içine alan büyük bir İmparatorluk şeklini
almıştır. 600 yıl varlığını sürdüren imparatorluk 20.yy. başlarında son bulmuştur.
Farklı din, dil ve ırktan insanlar bir araya gelip ‘Osmanlı’ toplumunu
oluşturmuştur. Kullanılan yazı dili ise Arapça, Farsça ve Türkçe’nin karışmasından
meydana gelen ‘Osmanlıca’ olmuştur. Ülkenin başşehri ise değişen şartlara göre İznik,
Bursa, Edirne ve İstanbul olmuştur.
Uzun süre ayakta kalmasının nedeni olarak bütün alanlarda, hukuk-iktisat-tıp
gibi, kurumlaşmış olması sayılabilir.
Osmanlı Türk Tıbbı Selçuk Tıbbının, buna göre de İslam Tıbbının bir
devamıdır. Osmanlı birçok alanda Batıya kapalı kalmıştır, ancak bu durum 17. yy.da
değişmiş ve 19.yy.a gelindiğinde ciddi bir modernleşme hareketi başlamıştır ve bu tıp
alanına da yansımış 14 Mart 1827’de 2. Mahmut ilk modern Tıp Fakültesini (Tıbhane-i
Amire) kurarak önceleri medreselerde usta çırak şeklinde olan tıp eğitimine son
vermiştir.
Osmanlıda hekim kaynakları şu şekilde özetlenebilir:
-İmparatorluğun çeşitli ülkelerindeki sağlık kuruluşlarında yetişen hekimler,
-Mısır, Suriye, İran ve Irak’ta yetişen Türk hekimleri,
-Avrupa’da yetişip gelen Hıristiyan ve Musevi hekimler,
-Doğu bilim merkezlerinde yetişen Osmanlı uyruklu olmayan Müslüman
hekimler.
14.Yy.da Osmanlı Tıbbı
Bu dönemde bazı sağlık kuruluşları yapılmıştır. En önemlisi Osmanlıların
Anadolu’da kurdukları ilk hastane olan Bursa Yıldırım Darüşşifası’dır. Yıldırım
Beyazıt’ın (1389-1402) Bursa’da yaptırdığı külliyenin parçası olan bu hastane 1399’da
tamamlanmıştır (Resim 1). Yıldırım külliyesi Osmanlı Türklerinin beylikten devlet
olma sürecinde eğitim politikasını da belirleyen bir kuruluştur. Külliye içinde
hastanenin yanı sıra iki de medresenin bulunması tıp eğitim ve öğretiminin teorik ve
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-61-
pratik olarak programlandığını düşündürtmektedir. Külliye içindeki Tıp medresesi ve
darüşşifa’nın 200 yıl varlığını sürdürdüğü ve diğer darüşşifalara hekim yetiştirdiği öne
sürüldüğü gibi bunun aksine görüşler de mevcuttur.
Resim 1: Bursa Yıldırım Bayazid Darüşşifası
14.Yy. ünlü hekimleri:
Hekim Bereket: Mehmet Bey zamanında(1320-1340) Aydın’da yaşamış olan bir
Türk hekimidir. İlk Tıp eseri olan Tuhfe-i Mübarize adlı eserini Türkçe yazmıştır.
Daha çok pratisyen bir hekimin uygulamada neler yapması gerektiği konusunda bilgi
içermektedir. Diğer bir eseri ise Hulasa’dır.
Geredeli İshak b. Murad: 1390’da Müntehab-ı Şifa (Edviye-i Müfrede olarak da
bilinir) adlı Türkçe olan bir kitap yazmıştır.Tıp konusunda yazı dilinin tercihen Türkçe
olarak benimsenmesinde Hekim Bereket ve İshak b. Murad bir nevi öncülük
etmişlerdir.
Hekim Hacı Paşa (1334-1424): Asıl adı Celaleddin Hızır olup Konyalı olduğu
sanılmaktadır. Tıbbın yanı sıra dini ilimlerle de ilgilenmiştir. Anadolu’nun İbn-i
Sina’sı olarak anılan Hacı Paşa’nın başlıca eserleri: Şifa el-Eskam ve Deva el-Alam (Arapça), Teshil-i Şifa (Şifa’nın kısaltılmış Türkçe yazımı), Kitabü’l Tealim, Feride, es-Saadetü’l-İkbal.
Hekim Şeyhi: (Öl. 1431): Bazı kaynaklara göre Osmanlı devletinin ilk
hekimbaşısıdır. Bursa Yıldırım Darüşşifası’nda hekimlik yaptığı sanılmaktadır.
15.Yy.da Osmanlı Tıbbı:
Bu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunda beylikten imparatorluğa geçiş çağıdır.
Devrin en önemli olayı Bizans’ın başkenti olan İstanbul’un 1453’de 2. Mehmet (1451-
1481) tarafından fethedilmesidir. Fatih bilim ve sanata özel bir ilgi göstermiş ve devrin
meşhur bilim adamları ve düşünürlerini İstanbul’a davet etmiştir.Bu yüzyılda Osmanlı
sağlık kuruluşlarında bir yükselme görülür.Bu kuruluşlar:
Edirne Cüzzamhanesi: Bulaşma fikri ve özellikle cüzamın bulaşıcılığı Tıbbı
Nebevi’de baştan beri bilinmekteydi. (Bulaşıcı hastalık çıkan yere girmeyin, hastalık
çıkan yerde iseniz, dışarı çıkmayın. Hadis) Bu nedenle Cüzamlılar için cüzamhane
yapma geleneği İslam dünyasında ve daha sonra Anadolu Türklerinde yer almıştır.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-62-
2.Sultan Murat devrinde şimdiki Miskinler Tekkesi’nde Avrupa’nın ilk cüzzamhanesi
kurulmuştur.
Fatih Darüşşifası: Fatih İstanbul’u fethettiği sırada, şehirde ancak iki bilim ve
sağlık ve sosyal yardım merkezi bulunmaktaydı ve bu da şehrin artan nüfusunun
gereksinimlerini karşılamakta yetersiz kalıyordu. Bunun üzerine bir külliye inşasına
başlanıldı ve 1470 senesinde tamamlanan külliye bir cami etrafında toplanan lise ve
yüksekokul olan medrese, aşhane, dinlenme yeri, hamam, ilkokul, kütüphane ve
hastaneden oluşmaktaydı (Resim 2). Sadece bütünüyle külliye değil, sağlık ve eğitim
kompleksi olan külliyenin sadece bir kısmını oluşturan 70 odalı hastane de bu yüzyılda
Avrupa’nın en büyük hastanesiydi. Devrin en ünlü hekimleri burada çalışır
atanmalarda din, ırk ve milliyet rol oynamazdı. Poliklinik hizmetlerinin de
yürütüldüğü hastanede fakir hastaların masrafları da karşılanırdı (sosyal tıbbın
dünyadaki belki de ilk örneği).
Edirne Darüşşifası: 2. Bayezid tarafından inşasına başlanılan ve 4 senede,
1488’de tamamlanan külliyenin bir parçasıdır (Resim 3). Hastane merkezi sistem
mimarisine göre (hasta odaları veya koğuşlar merkezdeki kapalı avluyu çevrelemekte)
yapıldığı için ayrı bir önem taşır.Bu mimari özellik 19. yy. ın 2. yarısında Avrupa ve
Amerika’da da yaygınlaşmıştır. Bu darüşşifada akıl hastalarının müzik ve su sesiyle
tedavi edildiklerinden bahs edilmektedir.
Resim 2: Fatih Darüşşifası Resim 3: Edirne Darüşşifası
15.Yy. ünlü hekimleri:
Ahmed Dai: (Ahmed b. İbrahim b. Muhammed el-Ma’ruf b. Dai) Hem hekim
hem de şairdir. Tıbb-ı Nebevi’yi Arapça’dan dilimize çeviren hekimdir. Kitapta verilen
açıklamalarda Ali b. Abbas, Ebu Bekr, Ebu Naim ve Zehravi gibi İslam dünyasındaki
ün yapmış hekimlerden alıntılar da vardır. Ayrıca el-Şifa fi Hadis-i Mustafa adlı tıp
eserini de çevirmiştir. Kitab el-Miftah el-Cennet’te ise eski tıp yazarları ve onların
hayat hakkındaki düşüncelerine yer vermektedir. Eserde ‘hayat nedir’ sorusuna cevap
aramış, insan hayatı ve süresi hakkında yorumlar yaparak konuya tıbbın yanı sıra
felsefi bir boyut getirmiştir.Ehl-i Kemal Ahmedi el-İslam (İnsan vücudu hakkında) adlı
eserini ise Türkçe şiir şeklinde yazmıştır.
Akşemsettin (1390-1459) (Mehmed b. Hamza): Şam’da doğmuş, Amasya’da
eğitimini tamamlamıştır. 2.Murad devrinde Osmanlı Sarayına alınmış ve Fatih’in
hocaları arasında yer almıştır. İstanbul’un fethinde genç padişahın yanında
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-63-
bulunmuştur. İki unvanı vardır: Tabib-i ervah (ruhların hekimi) ve tabib-i ebdan
(bedenlerin hekimi/tıp doktoru). Tıpla ilgili Maddetü’l-hayat adlı eseri mevcuttur. Bu
eser hastalık belirtilerinin yanı sıra mikrop ve bulaşmadan söz etmesi bakımından
önemlidir. Avrupa’da 13. ve 14.yy.da büyük salgınlar ve kitle halinde ölümler
görüldüğünde, bulaşıcı hastalıklar Tanrı’nın günahkarlara vermiş olduğu cezalar
olarak nitelendiriliyordu. 16. yy.da Akşemseddin’den yaklaşık 100 yıl sonra Fracasrora
Bulaşıcı Hastalıklar ve Öldürücü Salgınlar Hakkında adlı eserinde, bulaşıcılıktan
bahsetmiştir.
Hekim Kutbeddin Ahmed (?-1497): Fatih tarafından kurulan ve Fatih
Külliyesi’nin bir parçası olarak hizmet vermeye başlayan Tıp Medresesinin başına
getirilmiştir. Başarılı bir hekim ve alim olarak şöhret yapmış, Fatih dönemi yedi alimi
arasında yer almıştır, fakat günümüze gelmiş herhangi bir eseri bulunmamaktadır.
Yakup Paşa (1425-1481) : Fatih’in yedi ünlü hekimlerinden biri olup, İtalyalı
bir Musevi’dir. Asıl adı Jacobo ya da Giacomo’dur. Tıp eğitimini İtalya’da görmüştür.
Papa Nicola’nın emriyle, Yahudi ve Arapların memleketlerinden ayrılmak zorunda
bırakılmaları sonucu o da Türkiye’ye göç etmiştir. Sarayda başhekimlik, Fatih ve
2.Murad zamanında da Maliye bakanı görevinde de bulunmuştur. Böbrek üstü bezi
hastalığını tanımlayıp Behak adını vermiştir. Sonraları Thomas Addison (1783-1860)
bu hastalığı bulup pernicious anemi olarak tanımlamış, hastalık onun adıyla “Addison
hastalığı” olarak anılmıştır.
Hekim Ahi Çelebi (1436-1524): Ünlü hekim ve cerrah olup 2. Bayezid, Yavuz
Sultan Selim, Kanuni dönemlerinde başhekimlik yapmıştır. Faide-i Hassat isimli
böbrek taşları konusunda kitap yazmıştır.
Şerefeddin Sabuncuoğlu (1385-1468): Fatih dönemi ünlü cerrah ve
hekimlerinden olup Amasyalıdır, eğitimini de burada tamamlamıştır. Eserleri:
Zeyneddin el-Cürcani’nin Zahire-i Harzemşahi adlı eserinin farmakoloji kısmının
tercümesi olan ‘Akrabadin Tercümesi’, eserden dönemin farmakolojik ve tıbbi
terminolojisi hakkında bilgi edinmekteyiz. ‘Kitabü’l Cerrahiye’t-l-İlhaniye’ adlı resimli
cerrahi eserini Zehravi’nin Kitab al Tasrif ‘inin son üç makalesine kendi deneyimlerini
de kattığı üç kısım ekleyerek oluşturmuştur . Eser İslam ve Osmanlı (Resim 4)
dünyasında ilk insan resimli eser olarak bilinir. Ameliyatlarda hasta-doktor
pozisyonları, kullanılan aletler ayrıntılı olarak resmedilmiştir. Diğer bir eseri ise
Mücerrebname adlı ilaçlarla ilgili olan eseridir. Burada bizzat yaptığı deneyleri de
aktarmıştır.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-64-
Osmanlılarda Hekimbaşılık
Öncelikle hükümdar ve ailesinin sağlığını korumak, bazen de devletin sağlık
politikasını yürütmek, yönlendirmek üzere hekimbaşılık hemen her büyük devlet ve
medeniyette görülen kurum olup, Mezopotamya’da Gallu. Mes A.Zu, Mısır’da
Sunu/Sumesu, Roma ve Bizans İmp.da Protomedicus, İslam medeniyetinde Reisü’l-
Etibba, Uygurlarda Otacı İliği veya Tabiplerin Prensi, Selçuklularda Melikü’l-Hükema
olarak bilinmektedir. Osmanlıda 15.yy.larda görülen hekimbaşılık bugünkü sağlık
bakanlığına (Reis-ül etibba) eşitti. 19.yy.ın ikinci yarısında ise Mekteb-i Tıbbiye
Nezaretinin kurulmasıyla görevleri sadece padişah ve yakınlarının sağlıkları ile
ilgilenmekle, saray Başhekimliği (Ser etibba-i hassa) olarak sınırlandırılmıştır.
Hekimbaşılar ulema sınıfına dahil tabiplerin en yeteneklileri arasından seçilir,
sadrazamların önerisi ile padişah tarafından atanırdılar (Resim 5). Padişahın vefatı ile
görevlerinden alınırdılar. Görevleri arasında;
- Bütün sağlık işlerini idare eder, saray tabipleri, cerrah ve kehhaller ona karşı
sorumludurlar.
- Darüşşifalarda çalışan tabip ve cerrahların tayinlerine veya işlerinden
ayrılmalarına karar verip yürürlüğe koyar.
- Ücretlere yapılacak zamları belirler.
- Ordunun sağlık işlerini yürütür
- Müneccimbaşı görevini görüp, her yıl hastalıklar konusunda bir tahmini yıllık
cetvel düzenleyip padişaha sunar.
- Hekimleri denetler, yeterliliklerini anlamak için sınava tabi tutardı.
Resim 4: Kitabü’l Cerrahiye’t-l-İlhaniye’den Resim 5: Hekimbaşı
Osmanlı Devletinin 19.yy.da batılılaşma gayretleri sırasında, 1837’de Bab-ı
Seraskeri’de Sıhhiye Dairesinin kurulmasıyla askeri, 1838’de kurulan Mecis-i Umur-ı
Sıhhiye’nin (Karantina Meclisi) salgın hastalıklarla mücadeleyi, 1840’da Mekteb-i
Tıbbiye’de kurulan Meclis-i Umur-ı Tıbbiye’nin ülkedeki hekimleri imtihan, ilaç
imalathanelerinin kontrol ve tıbbi problemlerin çözümünü üstlenmesiyle bu yetkileri
elinden alınmıştır. 1844’de hekimbaşılık unvanı Seretibba-i Şehriyari’ye
dönüştürülmüş ve kurum, 17 Nisan 1850’de Sultan Abdülaziz’in idaresi ile hükümsüz
kılınarak 1923’de saltanatın kaldırılmasına kadar, görevi Seretibba-i Şehriyari
unvanıyla saray hekimliği ile sınırlandırılmıştır.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-65-
16.Yy.da Osmanlı Tıbbı
16. yy. Osmanlı İmparatorluğunun en parlak dönemi olarak
nitelendirilmektedir. İmparatorluk en geniş sınırlara ulaşmıştır (Avrupa’da Balkanlar
dahil Viyana hudutlarına kadar, Kuzey Afrika-Fas hariç-, Ortadoğu-İran hariç-),
ekonomik ve bilimsel alanda da zirveye ulaşmıştır. Sağlık alanında ise daha çok
hastane yapımına gidilmiştir. Bu yüzyılın önemli sağlık kuruluşları:
Karacaahmed Cüzzamhanesi-leproserisi (Miskinler Tekkesi): 1514’de 1. Sultan
Selim tarafından yaptırılmıştır. Cüzzamlıların ve bulaşıcı hastalıklara yakalananların
tedavi gördüğü bir yerdir. 1810’da Sultan 2. Mahmut, 1843’de Sultan Abdülmecit
tarafından yeni baştan yaptırılırcasına onarılmıştır. 1927’ye kadar Toptaşı
Bimarhanesi’ne bağlı olarak idare edilmiş, 1935’de ise hastalar Bakırköy Akıl ve Sinir
Hastalıkları Hastanesindeki modern cüzzam birimine nakledilmişlerdir.
Manisa Hafsa Sultan Bimarhanesi: 1539’da Kanuni Sultan Süleyman (1520-
1566) tarafından annesi Hafsa Sultan adına yaptırdığı büyük külliyenin bir parçası
olup, uzun yüzyıllar tam kadrolu bir hastane gibi halk hizmetine açık kalmıştır (Resim
6). 19. yy. sonlarında binanın mimari bakımdan eskimesi sonucunda sadece akıl
hastalıklarına ayrılmıştır, 1. Dünya Savaşı sonunda ise tamamen harap olmuş ve
boşaltılmıştır. SSY Bakanlığı tarafından restore edilip sağlık müzesi şekline
getirilmiştir.
Resim 6: Manisa Hafsa Sultan Darüşşifası
Haseki Darüşşifası: Halen ayakta olan en bakımlı Osmanlı hastanesidir.
1550’de Kanuni tarafından eşi Hürrem Sultan namına yaptırılmış olan külliyenin bir
parçasıdır. Gelişimi itibariyle üç dönemi vardır:
a) Darüşşifa devri (1550-1884): Halk hizmetine açık ve tam kuruluşlu bir hastane
olarak çalışmıştır.
b) 1884-1894 arası eski darüşşifanın istimlak edilen yeni binalarla genişlemesi, eski ve
yeni kısımların birlikte kullanıldığı dönem.
c) 1894’den günümüze kadar Yeni Haseki Hastanesi devri.
Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi: Kanuni Sultan Süleyman da Fatih
gibi bilim ve bilim adamlarına büyük önem vermiştir. Bilimin temelinde eğitim
kurumlarının olduğunu bildiği için kendi adını taşıyan bugün hala bütün görkemiyle
ayakta olan Süleymaniye Külliyesini yaptırmıştır. Külliye, cami, kütüphane, aşevi,
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-66-
darüşşifa ve medreselerden ibarettir (Resim 7). Külliyenin mimarı Mimar Sinan’dır.
Külliyenin ekonomik yanı vakıf sistemine bağlanmıştı. 1555’de biten darüşşifa ve tıp
medresesinde hastalara müzikle tedavi uygulanır, ayrıca hastanenin bir nöroloji
servisi ve ecza deposu da mevcuttu.
Toptaşı veya Atikvalide Bimarhanesi: 1583’de tamamlanan bu hastane 2.
Selim’in eşi ve 3.Murad’ın annesi Nurbanu Sultan tarafından Üsküdar’da yaptırılan
külliyenin bir parçasıdır (Resim 8). Uzun yıllar tam kuruluşlu bir hastane olarak
hizmet veren bu hastane daha sonraları akıl hastalarına ayrılmıştır.
Resim 6: Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi Resim 7: Atikvalide Bimarhanesi
16.Yy. Ünlü Hekimleri:
Merkez Muslihiddin Efendi (1463-1552): Denizlili olup Manisa’da Hafsa Sultan
Darüşşifası’na başhekim olmuştur. Mesir denilen Nevruz macununun yapılmasını da
sağlamıştır.
Hekim Nidai (1512-?): Ankaralı olarak da bilinen bu bilim adamı Kanuni Sultan
Süleyman ve 2. Selim zamanlarında yaşamıştır. En önemli eseri Menafi ün-Nas olup,
insana yararlı olan şeyler anlamına gelir. Diğer eserleri Rebiü’s-Selame (ilaçlarla
ilgili), Mualece-i Zahmet-i Frenk (Frengi hastalığı ve tedavisini ele alır), Tenbihname
(Ahlakla ilgilidir ) vb.
17.Yy.da Osmanlı Tıbbı
Osmanlı İmparatorluğu gerilemenin işaretlerini ilk bu yüzyılda vermeye
başlamıştır. Avrupa’da ise bu yüzyıl ‘aydınlanma dönemi’ nin başlangıcıydı. Yine
Osmanlı Tıbbı üzerinde Batının ilk etkilerini de, İspanya ve İtalya’dan göç eden bilim
adamları ve hekimler ile, ve Avrupa ile olan savaşlar sonrasındaki etkileşimle, bu
dönemde görmekteyiz. Ayrıca Latince bilen hekimlerin batı tıbbından; özellikle
farmakoloji ve biyokimya alanlarında, yaptıkları tercümelerle batı tıbbi bilgilerinin
ülkeye aktarılması gerçekleşmiştir.
Bu Yüzyılın önemli sağlık kuruluşları:
Sultanahmet Darüşşifası (1617): 14. Osmanlı padişahı Sultan 1. Ahmed (1603-
1617) tarafından yaptırılan külliyenin parçasıdır. Hastanenin yerinde bugün başka
binalar bulunmaktadır.
17.Yy. Ünlü Hekimleri:
Şirvanlı Şemseddin İtaki: Modern Anatominin kurucusu olan Vesalius’un
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-67-
Fabrica (1543) adlı eserinden yararlanarak Osmanlı İmparatorluğunun nadir
monografik eserlerinden olan tek resimli anatomi kitabı Teşrih-i Ebdan’ı yazmıştır.
Hekimbaşı Emir Çelebi (Seyid Emir Mehmed Çelebi) (?-1638): Anadolu’da
yetişmiş bir hekimdir.1. Sultan Mustafa, 2.Osman ve 4. Murad zamanında
başhekimlik yapmıştır. Enmuzec al-Tıp adlı eserinde deontoloji ve anatomik konulara
ayrıca diseksiyonun önemine değinmiştir. Afyon kullandığı için 4. Murad tarafından
yaşamına son verilmiştir.
Ayaşlı Şaban Şifai (?-1705): Hekim, tarihçi ve şairdir. 1701’de yazdığı Tedbirü’l-Mevlud adlı eseri ayrıntılı bir embriyoloji ve pediatri kitabıdır. Şifaiyye fi’t-Tıb (Risale-
i Şifaiyye) adlı droglar ve antidotlardan bahseden kitabını 1674’de Sultan Mustafa için
yazmıştır.
18.Yy.da Osmanlı Tıbbı
Osmanlı İmparatorluğunun gerileme dönemi 17.yy. sonlarında başlayıp bu
yüzyılda da devam etmiştir. Avrupa devletlerinden İspanya, Portekiz, Hollanda ve
İngiltere’nin deniz yolu keşifleri ile kara kervan yollarına sahip olan Osmanlı maddi
zarara uğramış, askeri seferlerin durması ile de bu gelirlerden yoksun kalmıştır.
Ekonomik yetersizlikler nedeniyle bu yüzyılda sağlık alanında yeni bir kuruluş
yapılamamıştır.
18.Yy. Ünlü Hekimleri
Süleyman Efendi (?-1716): Antalyalıdır. Saray hekimliği ve kadılık görevinde
bulunmuştur. Tercüme-i Krabadin-i Cedid adını verdiği, Salih b. Nasrullah’ın
eczacılıkla ilgili eserininin Türkçeye çevirisi ona aittir.
Hekimbaşı Hasan Efendi (?-1734): Eskişehirli olup çeşitli medreselerde ders
vermiştir ve Süleymaniye Darüşşifasında başhekim olarak çalışmıştır. Eserlerinden
Tuhfet al-Müminin 1. Ahmet için çevirdiği farmakoloji içerikli bir tıp eseridir. Diğer bir
eseri Paracelsus’un kitabının bir çevirisi olan Gayet el-Müteharrike fi tedbir Kuli’l-Maraz’dır. Bu eser evrenin ve hayatın özellikleri ile biyokimya ve ilaçlardan bahseder.
19.Yy.da Osmanlı Tıbbı
Osmanlı İmparatorluğundaki Batılılaşma hareketi 18.yy.da, resmen devlet
eliyle kurulan okullarla başlatılmış ve bu hareketler 19.yy.da da devam etmiştir.
Osmanlı Tıbbı bu yüzyılda Batıya dönük olup modern tıp eğitimine geçiş de, Sultan 2.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-68-
Mahmud’un 14 Mart 1827’de kurduğu Tıphane ve Cerrahhane-i Amire ile, bu yüzyılda
olmuştur. Askerlikten sivil idareye, öğretimden giyime kadar büyük değişikliklerle
karşı karşıya kalan Osmanlı-Türk toplumu, aralarında asker ve sivil hastanelerin de
olduğu birçok zorunlu toplumsal kuruluşlar oluşturmuştur. İlk askeri hastaneler
arasında; İstanbul Deniz Hastanesi(1838), Haydarpaşa Askeri Hastanesi (1845)
(Resim 8), Gümüşsuyu Askeri Hastanesi(1846), Gülhane Askeri Hastanesi (1898)
sayılabilir. Sivil hastaneler ise Vakıf Gureba Hastanesi (1845), Zeynep Kamil
Hastanesi (1862), Şişli Etfal (Çocuk) Hastanesi (1899) (Resim9) ve Cerrahpaşa
Hastanesi olarak sayılabilir.
Resim 8: Haydarpaşa Askeri Hastanesi Resim 9: Şişli Etfal (Çocuk) Hastanesi
19.Yy. Ünlü Hekimleri
Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi (1774-1834): İstanbullu olup eğitimini
İtalya’da tamamlamıştır. Tıbbın modernleştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Batı
modelinde yeni bir tıp okulu kurulması için çalışmış ve 1827’de Mekteb-Tıbbiye-
Şahane’nin kurulmasına öncülük etmiştir. Cerrahbaşılık ve hekimbaşılık yapmıştır.
Karantina teşkilatının kurulmasında öncülük etmiştir. Belli başlı çeviri eserleri;
Frengi Risalesi, Çiçek Aşısı Risalesi, Fizyoloji Risalesi, Ruhiye Risalesi, Kolera
Risalesi, vb..
Hekimbaşı Abdülhak Molla (1786-1854): Mustafa Behçet Efendi’nin kardeşidir.
İtalya’da eğitim görmüş, kadılık, Başhekimlik ve Tıbbıye-i Şahane’de başhocalık
yaparak buranın gelişmesinde büyük katkıları olmuştur. Hekimliğin yanısıra iyi bir
yazar ve şairdir. ‘Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı’
Halk sözü ona aittir.Hezar Esrar isimli tıbbi bir dergi yayınlamıştır.
Hekim Şanizade Mehmed Ataullah Efendi (1771-1826): 19.yy.’ın ilk yarısında
Osmanlı İmparatorluğunun yetiştirdiği sayılı bilim adamlarından olup 16.yy.dan
itibaren kendi devrine kadar yapılan Avrupa’daki bilimsel çalışmaları Osmanlı
İmparatorluğundaki meslektaşlarına tanıtmak için uğraşmıştır. Onun bir özelliği, hem
medrese hem de batılı eğitimi birlikte görmüş olmasıdır. Tıbbın yanı sıra tarih,
matematik ve askerlikle ilgili eserler yazmıştır. Çeviri eserlerinden birisinde çiçekten
bahseder ve inekten alınan numune ile yapılan aşılanmayı (vassinasyon) tanıtır.Diğer
bir eseri 5 kısımdan oluşan; Batılı eserlerden yararlanarak çizilmiş resimli bir
Anatomi bölümü, Fizyoloji-Patoloji bölümü, çeşitli hastalıkların açıklandığı bir bölüm,
cerrahi bölümü ve ilaçlar-bitkiler bölümünü ihtiva eden Hamse-i Şanizade’dir.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-69-
RÖNESANSTA TIP
Rönesans XIV. yüzyılın sonunda başlayıp iki yüzyıl devam eden; sosyal, ekonomik,
kültürel ve tıp alanındaki gelişmelerin patlak verdiği ‘yenide doğuş’ dönemidir.
Yeniden doğuş; İtalya’nın Floransa şehrinde başlayıp Avrupa’ya yayılan Ortaçağdaki
kilisenin tepkisine karşı gelişmiş ‘insanın’ önemsendiği bir akımdır.
Ortaçağ Avrupa’sında insanlar ölümü, öbür dünyayı düşünüyorlardı. Rönesans’ta
ise kendi eserleriyle ebedileşmek istediler. Rönesans’ı hazırlayan nedenler; matbaanın
bulunması, barutun kullanılması, yeni dünyaların keşfi (Amerika-Hindistan), ticaret
yollarının artması ve 1453’de İstanbul’un Osmanlı tarafından alınmasıdır. Matbaanın
bulunması ile bilginin genel dağılımı ucuzlamıştı . Ticaret yollarının artması ve yeni
dünyaların keşfi de ekonomik açıdan rahatlamayı sağlamıştı. Böylece İstanbul’dan
eski eserleri Batı’ya getiren Yunanlı alimler İtalya’daki üniversitelerde çalışmaya
başladılar. Antik çağın önemli eserleri matbaa kanalı ile geniş kitlelere yayıldı ve bilgi
Avrupa’da hızla dolaşmaya başlamıştı. Aristo ve Galen’in bilgilerinin eksikliğinin
ortaya çıkması ile de Tıpta Rönesans başladı.
İnsanlık tarihinde Rönesans’taki kadar sanat ve bilimin yakınlaştığı başka bir
dönem yoktur. Teknik resimlerin gelişmesini etkileyen başlıca unsurlardan biri; eski
yazmalardan yapılan kopya çizimlerin yerini tabiatın almasıdır. Rönesans’ta anatomi
ayrı bir dal olarak düşünülmeyip yine cerrahlığın bir yan kolu olarak değerlendirildi. O
günlerde cerrahlık oldukça kaba bir işti. Cerrahlık için vücuttan kan alma işlemi için
uygun yerlerin bilinmesi yetiyordu.
Rönesans sanatkarı giderek insan bedenine ilgi duydu. İnsan anatomisinin
uygun bir şekilde incelenmesi genç sanatkar çıraklığının zorunlu bir parçası olmaya
başlamıştı. Tıp tarihi açısından Rönesans’ın en önemli ressamı Leonardo da Vinci
(1452-1519) insan yapısını resmetmenin ötesinde anatomi resimlerini genellikle
fizyoloji niteliğinde bazı açıklamalarla da destekledi (Resim 1). Leonardo da Vinci’nin
çizimleri Vesalius’unkinden daha titiz olup (Resim 2) sanat güzelliği hala rakipsiz
olmasına karşılık doğru anatomiyi bize tanıtan Vesalius olacaktı.
Devirler birbirine zıt değişmelerle doludur. Rönesans yalnız sanatsal yaratma çağı ve
modern tıbbın, bilimin beşiği değildi. Bu devir aynı zamanda şehirlerde ve kişilerde hijyenik
olmayan şartların bulunduğu, hastalıkların dünya çapında yaygınlaştığı (frengi), hurafelerin
ve büyücülerin kitlesel olarak ortadan kaldırıldığı bazı şiddet olaylarının görüldüğü bir çağ
idi. Sihirbazlık Rönesans’ta diğer devirlere nazaran daha fazlaydı.
Resim 1-2: Leonardo da Vinci’nin anatomi çalışmaları
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-70-
Rönesansta Tıp Düşünce ve Bilimine Katkıda Bulunan İsimler
Fractorius (1484-1553): Fractorius hızla çoğalan ve gözle görülmeyen,
hissedilmeyen hastalık tohumlarını varsaydı. (Oysa 500 sene önce İbni-Sina (980-1037)
bulaşıcı hastalıklara neden olan küçük canlılar olduğunu söylemişti.
Servetus (1509-1553): Hristiyanlık üzerine yazdığı bir risalede küçük kan
dolaşımını tarif etmiş; kalpten çıkan kanın akciğerlere gittiğini, burada kırmızıya
döndüğünü yazmıştı. (Oysa XIII.yüzyılda Şam’da İbni Nefis küçük kan dolaşımını ilk
tarif etmiştir.)
Paracelsus (put kıran) (1493-1541): XVI. yüzyılda tıp dünyasında daha
öncekileri red ederek tıpta Rönesans’ın ilk adımlarını atan hekimdir. Paracelsus bir
halk adamıydı ve tıbbi yazılarında da halka dönük aktüel bir dil kullandı. (Latince
yerine Almanca) Klasik tıp eğitiminden uzaklaşabilmesinin nedeni halkın arasına
girip onların uygulamalı tıp bilgilerini öğrenmiş olmasıdır. Halk tıbbında batıl inançlar
bir tarafa bırakıldığında gözleme dayanan bilgilerin olduğu düşüncesindeydi. Profesör
olarak görev yaptığı Basel Üniversitesinde Galen ve Avicenna’nın kitaplarını yakarak
‘bunlardaki bilgiler benim sakalım kadar değil’ demiştir. (Ancak bu olayın efsane
olabileceği ihtimali vardır)
Parecelsus; bir hekimin oğluydu. Almanya’da Einsedin’de doğdu . Alman hekim,
gezgin ve simyacı olan Paracelsus bunun yanında bir sürü saçmalıklara da inanırdı.
Paracelsus Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde tıp okudu ve Viyana üniversitesinden mezun
(Resim 3) oldu. Aldığı bilgiler O’nu tatmin etmemişti. 23 yaşında seyahate çıkmış
bütün Avrupa ve Doğuyu gezmiş ve buralarda hekimlik ve cerrahlık yapmıştı. Her
gittiği yerde etkili tedavi yöntemlerini araştırmış, doğanın gizli güçlerini öğrenmek
istemişti. 1524’te Almanya’ya döndü ve Basel Üniversitesinde öğretmenliğe başladı.
Resim 3: Paracelsus
Paracelsus’un üniversitedeki davranışları önceleri ilgi gördü, daha sonra
tepkiyle karşılandı. Bunun üzerine Paracelsus fakülteyi terk etti ve esrarengiz bir
şekilde öldü. Paracelsus tıbba ‘öğrenilen tıp bilgilerine yeni bilgiler ekleme’ anlayışını
kattı. Tedavide kullandığı ilaçların çoğu bitkilerden oluştuğu halde onları reddetmiş
ve madensel ilaçları tedaviye sokmuştur. (Civa, kükürt vb.den oluşan karışımlar
hazırladı.) Frenginin civa ile tedavisini başlattı. Kendisinden sonra gelen Paracelsus
ekolü çok uzun süre tıbbı etkiledi.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-71-
Vesalius (Tenkitçi-Gözlemci-Modern Anatominin Kurucusu) (1514-1564):
Andreas Vesalius XVI. yüzyılda yaşamış, hekim , eczacı yetiştiren bir aileden
geliyordu. Paris Tıp Fakültesinde okudu. İtalya’ya Padua Tıp okuluna gitti ve 23
yaşında anatomi profesörü oldu. 1538’de çıkan ilk kitabında anlatılan ve resmi çizilen
insan anatomisi Galeninki gibiydi.
XVI. yüzyılda anatomi M.S.II. yüzyılda yaşamış olan Galenin anatomisinin
hemen hemen aynısıydı. Paris Tıp Fakültesinde anatomi şu şekilde yapılırdı: Yüksek
bir kürsüye oturan hekim Galenin kitabından okur ve aşağıda masada berber cerrah
kadavrayı açar okunan cümleleri tasdik eder şekilde kadavrada yerlerini gösterirdi
(Resim 4).
Resim 4: Andreas Vesalius Resim 5: Ambroise Pare
Vesalius bir maymun diseksiyonunda insan omurgasında görmediği bir çıkıntı
gördü. Böylece Galen insan kadavrasını değil hayvanları açarak genelleme yaptığını
anladı. Her çalışmasında Galen’in yanlışlarını buldu. Çalışmalarını 1543’de De Humanis Corporis Fabrica (İnsan Bedeninin Yapısı) adlı eserinde Galen’in 200’den
fazla hatasını ortaya koydu. Bu eser O’nun şöhretini artırdı. Derslerini verdiği anatomi
salonu dolup taşıyordu. Kişiliğinin ve gençliğinin verdiği ukalalıkla derslerine devam
edenleri kaçırdı. Çevresindeki insanlar azaldı ve düşmanları çoğaldı. Bir gün
Padua’daki görevinden istifa ederek İspanya’ya gidip saray hekimi oldu. Ancak
anatomi salonunu özlüyordu. Saraydan kopabilmek için hacca gitti ve hac dönüşü
gemisi batarak 50 yaşında öldü.
Pare (Deneyci) (1510-1590): Pare, Fransız ekolünde yetişmiş bir cerrahtı ve
eğitim görmemişti. Pare devrin ünlü hastanesi Hotel Dieu’de yaraları sarmayı, kırık
çıkık tedavisini, kuvvetli bir adam tarafından tutulan kişinin bacak ya da kolunu
kesmeyi öğrenmişti. Pare’nin yaşadığı dönemde savaşlar çoktu ve Pare daha çok yaralı
görebilmek için orduya katılarak 30 yıl yaralılara baktı (Resim 5). XVI. yüzyılda barut
yaralarının zehirli yanıklar olduğuna inanılırdı. Yaralar yakılır; üzerine kızgın yağ
dökülür ve üzerine tiryak konurdu. Bir gün Pare’nin kızgın yağı bittiğinde gül yağı ve
terebentinden oluşan bir karışım hazırladı. Ertesi gün kızgın yağ koymadığı
yaralılarda ağrı ve iltihabın az olduğunu gördü. Pare böylece iki farklı tedavi
deneyerek farkı görmüştü ve bir daha yaraları yakmamaya karar verdi. Bir başka gün
Pare yaşlı bir kadından duyduğu soğanı yanıklarda denedi ve hastanın iyileştiğini
gördü. Bu kez iyileştirenin soğan olup olmadığını düşündü ve bir başka yüzünün iki
tarafı yanmış hastada bir tarafa soğan koyup diğerine koymadan deney yaptı ve
soğanlı kısmın iyileştiğini gördü. (soğanın antiseptik ve C. vitamini etkisi ile)
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-72-
Eskiden bezoar taşının panzehir olduğuna inanılırdı. Pare bunun doğru olup
olmadığını incelemek için kral önünde bir deney yaptı. Ölüme çarptırılmış bir aşçıya
zehir yutturup panzehir olarak bezoar verdi ve aşçı yedi saat sonra öldü. Böylece Pare
bezoar taşının panzehir olmadığını ispatladı.
Pare; takma gözler, geliştirilmiş suni bacak ve kollar yaptı. Kanamayı durdurmak
için ligatürü kullandı. Pare cerrahlığı ustalık isteyen bir iş haline getirdi. Ancak bu
durum Pareden 200 sene sonra değişecekti.
Fallobius (1523-1562): Galen’i eleştirme konusunda Vaseliusun çok daha
ötesine geçmiş Padua’da yaşamış bir bilim adamıdır. Fallop tüplerini tanımlamıştır.
Östachus ( ):Yazdığı anatomi atlası kaybolmuş ve138 yıl sonra bulunup
tıp tarihçileri bilgilenmiştir. Kulaktaki östaki borusunu bulmuştur.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-73-
17. YÜZYIL DA BATIDA TIP
Rönesans’ta yapılanlar devrim gibiydi. 17. yüzyılda ise bilim ve felsefenin önemli
olduğu entelektüel bir dönemdir.17. Yüzyıl Filozofları
Bacon (1561-1626) : Bacon deney ve akılda hiçbir hipotez olmadan belli gerçekleri
topladıktan sonra genel bir teorinin oluşmasını bekleyen tüme varımcı, metodun
önemli bir sözcüsüydü. Bacon gerçeğe ulaşmak, geçmişteki otoritelerin fikirleri ile değil
düşünerek olur; anlayışını yaymıştır. Plato’nun yeniden yorumlayıp tekrar okunmasını
sağlamıştır.
Galileo (1564-1642): İtalya’nın pizza kentinde doğmuştur. İlk buluşunu; 20 yaşında
katedralde otururken avizenin sallandığı ile ilgili düşünüp nabız hızını ölçen sarkacı
keşfediyor. Esas buluşu, teleskopu mükemmel hale getirmesidir. Güneşin merkez
olduğunu ve dünyanın etrafında döndüğünü söylemiştir. Kilise bunun tam tersine
inandığı için çalışması yasaklanmış, mahkemede yargılanmış ve ölüm cezasına
çarptırılmıştır. Hayatının bağışlanması için ona bir şans verilmiş ve iddialarından geri
dönmesi istenmiştir. o da hayatta kalmak için tüm iddialarını geri almış, fakat
mahkemeden çıkarken meşhur sözünü söylemiştir; “Dünya yine de dönüyor”.
Decartes (1596-1650): Orduya girerek dünyayı gezmeye karar vermiştir. 20 yıl
kadar Hollanda’da yaşıyor. Kartezyen felsefesi ile ilgilenmiştir. Geçmişte bildiği her
şeyi unutup yeni bireyler üretmeye çalışmıştır. Decartes’e göre madde; akıl ve evreni
oluşturur,fakat birbirleriyle ilişkisi yoktur (Resim 1). Ruhun insan beyninde ki “pinael”
dokunun içinde olduğuna inanmıştır. Varlığın temelinin düşünmek olduğunu
savunmuş, “Düşünüyorum öyleyse varım” sözü tarihe geçmiştir.
Resim 1: Rene Descartes (1596-1650)
17. Yüzyılda Tıp
17. yüzyılda tıpta gözlem ve deneyin dışında ölçme ve ispat yöntemi kullanılmaya
başlandı. 17. yüzyılda tıp bir yandan ilerlerken tıp uygulamalarında bir değişiklik
olmuyordu. Bir takım ölçmeler yapılıyor ancak anlamı bilinmediğinden uygulamaya
aktarılamıyordu.
Büyücülük ve batıl inançlar yaygındı. Sihirbaz hekim rolünü oynayan krallar
vardı. Ellerini hastalara dokundurduğunda kralların şifa dağıttığına inanırlardı.
Astroloji tıbbı batıl inançların arasında önemli bir yer tutuyordu. Kuyruklu yıldızların
tanrı’nın yolladığı hastalıkların birer işareti olduğuna inanılırdı. Akıl hastaları “Cadı”
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-74-
diye suçlanıp yakılarak öldürülürdü. Kullanılan ilaçlar da akla gelmeyecek
garipliklerle doluydu. (Hayvan gübreleri, örümcek ağları gibi).
17. Yüzyıl Hekimleri
Sanctorius (1561-1636) : 1582 yılında Podua’daki Tıp Okulundan mezun olan
Sanctorius tıbba yeni yöntemler kattı. Sanctorius 1611’de Galile’nin bazı fikirlerini
kullanarak vücut ısısını ölçen bir alet geliştirdi. Bu ilk termometre içinde sıvı bulunan
bir cam ampul ve tüpten oluşuyordu. Hasta ampul kısmı ağzına alıyor, on kalp atımı
süresince tutuyor ve termometrenin içindeki sıvı bu sıcaklık ile ilerliyordu. İlerleyen
miktar dereceli kadrandan okunuyordu. Nabzı ilk sayan Sanctroiustu. Bunun için bir
sarkaç kullandı. Sanctroius vücut ağırlığını ölçme deneyleri de yaptı.
Harvey (1578-1657): İngiliz hekim William Harvey ölçüm yöntemini tıp tarihinin
en büyük buluşlarından birini ortaya çıkarmada kullandı. Kalp ile ilgili gerçekleri;
gözlem ile buldu, deney ile gösterdi ve matematik ile ispat etti. “Kalp bir pompadır ve
kan dolaşıyor” dedi. Kan dolaşımı üzerindeki araştırmalarda ilk teoriler M.Ö. IV.
yüzyılda atar damarların içinde hava bulunduğu idi. M.S. II. Yüzyılda Galen
atardamarlarda da kanın dolaştığını kanıtladı ama O’da kanın damarlarda med-cezir
olayı gibi yayıldığını düşünüyordu. Kanın hareketini sağlayan gücün kalbin
pompalaması ile değil atardamarların kasılması ile olduğunu söylüyordu (Resim 2).
Harvey; Aristo ve Galen’in bu alandaki görüşlerine saygı duymakla birlikte, teorilerini
kendi gözlem ve deneylerine dayandırdı. Kitabında, kalpteki ve toplar damarlardaki
kapakçıların kanın yalnız bir yönde çıkmasını sağladığını, kanın karıncıkların
kasılması (sistol) ile kalpten dışarı atıldığını, gevşemesi ile (diastol) kalbe dolduğunu
yazdı. Ayrıca kitabında vücut yüzeyine yakın atardamarlarda elle duyulan nabzın
atardamarların kasılması ile değil, kanın damar çeperlerine çarpması nedeni ile
oluştuğu ortaya koyuyordu. Kalbin odacıklarındaki ve vücudun tümündeki kan
mikroplarını hesaplayan ilk hekim oldu. Harvey’in buluþlarýna Galen’ci hekimler
karşı çıktı. Harvey’in keşfi ancak 50 yıl sonra ilim dünyasında hekimlerin çoğu
tarafından benimsendi.
Resim 2: William Harvey (1578-1657)
Malpighi (1628-1694): Malpighi’nin kapiller damarları bulması ile Harvey’nin kan
dolaşımı ile ilgili çalışmalarının eksik yönleri tamamlandı. Malpighi mikroskopla ilgili
bazı çalışmalar yaptı. Ayrıca Malpighi akciğer, böbrek, dalak, karaciğer ve deri gibi
organların yapılarının mikroskobik analizleri üzerinde çalışt. Duygusal papillayı ve tat
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-75-
tomurcuklarını tanımladı. Malpighi bir mikroskop bilgini olmakla beraber, bir
embriyolog, zoolog ve botanikçiydi. Kısacası bütün devirlerin en büyük ilim
adamlarından biriydi. (Kılcal damar fikri 10.yy’da Ali Bin Abbas tarafından ortaya
atılmıştır.)
Redi (1626-1697) : 17.yüzyılda eski bir yanlış varsayım hüküm sürmekteydi.
Kurtçuklar (süfeler) pislikte ve kokuşan şeylerde kendiliğinden gelişir sanılırdı.
Francesco Redi yaptığı basit bir deney ile bu varsayımın yanlış olduğunu ispat ederek
“Kurtlar kendiliğinden meydana gelmez”, dedi. Birkaç kavanoz aldı ve içine bir miktar
et koydu. Kavanozlardan bazılarını açık bıraktı ve diğerlerini kapattı. Et koktu ve
kokuya sinekler geldi. Kısa sürede açık kavanozlardaki etlerde kurtlar meydana geldi.
Örtülü etlerde kurt yoktu. Ancak yumurtalarını gördü. Sonuçta; kurtçukların
sebebinin kokmuş et değil sinekler olduğunu gördü.
Leuwenhoek (1632-1732) : Hollandalı bir manifaturacı olan Leuwenhoek 1650’li
yıllardan itibaren kendi yarattığı merceklerle kumaş dokularını incelemeye başladı.
Bir tüpün ait ve üst kısmına mercek yerleştirerek mikroskop yaptı. Daha iyi
görebilmek için bu mikroskop geliştirdi. Bunlarla görebileceği her şeyi inceledi. Su
damlacıklarında gördüğü canlı yaratıkları hayretle teşhis etti. “Bir damla suda bütün
Hollanda halkından daha çok canlı var” diyerek hayretini gizleyemedi. Bu canlıların o
sıvının kaynatılması ile hareketsiz hale geldiğini gözledi. 30 sene boyunca incelemeler
yaptı. Bulduklarını İngiltere’deki Royal Society of Medicine (Kraliyet Tıp Cemiyeti)’ne
sunuyordu.
Resim 3: Leuwenhoek Resim 4: Leeuwenhoek’un yaptığı ilk mikroskop
Önceleri kabul etmediler, sonraları kabul edildi ve gözlemleri makaleler olarak
yayınlandı. 1680’de Royal Society’e üye olarak kabul edildi. Kanın alyuvarlarını
tanıttı, insanda ve memelilerde yumurta, balıklarda yumurta biçiminde olduğunu
açıkladı. Kas lifindeki çizgileri, bakterileri, protozoaları tanıttı. Böylece gözle
görülmeyen ve dolayısıyla bilinmeyen bir dünyayı 90 senelik uzun ömrü boyunca
tanıttı.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-76-
18. YÜZYILDA BATIDA TIP
18. yüzyılda Tıpta yeni kuramlar ortaya atılıyordu. Bu yandan “dört unsur” nazariyesi
gerilerken diğer yandan türeyen yeni kuramlar etrafında dayanıksız görüşler sürüp
gidiyordu. Bu kuramlarda bir kaçı bunlardı;
İatrokimya teorisi : Kimya biliminin hızla ilerlemesi, tabiattaki kimyasal
maddelerin tek tek bulunuşu, bir grup hekimin her şeyi kimya ile açıklamak
istemelerine sebep oldu. İatrokimyacılar “bütün hayvansal faaliyetlerin kimya ile
açıklanabileceği” tezini savunuyorlar ve bu yolda çalışıyorlardı. Bu teori IX. yüzyılda
İslam hekimi ile başlamıştı. XVI. yüzyılda da Paracelsus ile de her şey kimyaya
indirgenmiştir. Paracelsus; bütün fizyolojik olayların archeusun kumandasında ve
kimyasal hareketlerle meydana geldiğini savunuyorlardı. İatrokimyacılar da bu yoldan
gidiyordu.
İatrofizik Teorisi: XVII.yüzyıl hekimleri Galile, Senctorius ve Harvey’in
buluşları ile havyan vücudun çalışmasını tamamen fiziksel ve matematiksel yollarla
açıklamaya çalıştılar. Descertes’te göre; hayvan vücudu fiziki kanunlarla çalışan bir
makineydi. İotrofizikçiler bütün fizyolojik olayların mekanik ve fiziki yolla izah
edilebileceğini savunuyorlardı. Midedeki “hazım” gibi kimyasal olayların mekanik
yolla sindirim sistemi açıklanması konusunda ise başarısızlığa uğramışlardı.
Vitalist (Animist) Teori : Hayvandaki ve insandaki bütün fizyolojik olayları
iatrofizik ve iatrokimya de açıklamaya çalýþan araştırmacıların karşısına “Vitalist”
teoriyi savunan hekimler çıkıyordu. Bu teorinin en önemli temsilcisi Stahl idi. Halle
üniversitesinde iç hastalıkları profesörü olan Stahl, insan ruhunun varlığının
ehemmiyetini öne sürüyordu. Bütün fiziksel ve kimyasal olayların kımıldanışlarının
kaynağı “ruh, yani “anima” idi. Vitalist teoriyi savunanlar animaya “hayat kuvveti
veya “hayat prensibi” diyorlardı. Onlara göre tıpta veya biyolojide fiziksel ve kimyasal
yolla açıklanamayacak bir “sisle kapla alan” bulunurdu. İşte o alan vitalistlere göre
“hayat prensibi = anima = vitala alanı, idi. İatrofizik ve iatrokimya teorilerine göre ise
bu sisin bilgisizlikten kaynaklandığını ve biyolojinin bu sisi giderek dağıttığını
savunuyorlardı. Bunun karşısında vitailistler fizik ve kimya incelemelerinin bu sisi
hiçbiri zaman kaldırmayacağını iddia ediyorlardı. Stahl’a ruh göre çürümeye engel
olan şeydir.
XVIII. yüzyılda Vitalist teoriyi savunanlar “hayat bir bütündür, bunun ayrı ayrı
parçalardan meydana geldiğini iddia etmek mümkün değildir, canlı içinde geçen
olaylar yalnız kendine mahsustur” diyorlardı. XVIII. Yüzyılın sonunda O2‘nin yanma
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-77-
olayındaki etkisinin bulunması ve hayvansal bir madde olan üre’nin sentezinin
yapılması ile vitalist teori büyük bir darbe almıştır.
18. Yüzyılda Tıbba Katkıda Bulunan İsimler
Newton .(1642-1724) .Yaptığı çalışmaları ile indirekt olarak tıbbı
etkilemiştir.Newton’a göre fizik kanunları tüm evreni etkiler.Newton 1680 yılında tüm
insanlığa hitap eden ‘Prensipler’ adlı kitabını yazmıştır.
A.L.Lavoisier (1743-1784) : Araştırmaları ile O2 ‘i keşfetti ve bunun yanma
olduğunu söyledi. Yanmadaki temel rolün O2’de olduğunu solunum, ve solunum için
gerekli vücuttaki besin maddelerinin yanma olayı ve vücut ısısı ile ilişkisini gösterdi.
Lavoisier deneyleri ile ispat ediyordu ki; “solunum insanın nefes almasındaki hakim
olan sihirli kuvvet vitale değil basit bir yanma olayıdır”. Fransız bilim adamı Lavoisier
bir takım üretimlerin yönetim kurulunda da görevli idi. 1789’da Fransız ihtilalinde işçi
sınıfı tarafından burjuva diye idam edildi.
Resim 1: Lavoisier
Morgagni (1682-1771): XVIII. Yüzyılda patolojik anatominin önemini ortaya
çıkaran ve patoloji bilgisinin hekim için çok önemli olduğunu ispat eden İtalyan
hekimidir. 29 yaşında iken Padua’da anatomi hocalığına çağrılmış ve 56 sene orada
çalıştığı. Hastanın klinik belirtilen ölümünden sonraki anatomik incelemeleri ve
kıyaslamayı gaye edinmişti. Bulgularını uzun süre toplamış 79 yaşına kadar
yayımlanmıştı (Resim 1). 1761’de “Hastalıkların yeteri ve sebepleri” adlı beş ciltlik ilk
patoloji kitabı yayınladı. 20 yıllık otopsi araştırmalarında bu kitabında 640 tanesini
veriyordu . Bu 640 vaka da her hastanın anominezi, hastalık ve ölüm hikayelerini
geniş olarak yazmıştı. Karaciğer sirozu, pnömonide akciğer sertleşmesi ve tümörlerin
çeşitleri olmak üzere pek çok buluşu vardır. Morgagni sayesinde patolojik anatomi ilmi
kurulmuş oluyor ve Humoral Patoloji bir kere daha yara alıyordu.
Resim 2: Morgagni Resim 3: Linnaeus
Wirchaw : Wirchow yaptığı çalışmalarla hastalıklarda normal hücrelerin
değiştiğini ve bozulduğunu mikroskop kullanarak gösterdi. 1843’de Tıp doktoru
oldu.Würzburg Üniversitesi patolojik anatomi kürsüsünün başına getirildi. Berlin’de
patolojik anatomi enstitüsünü kurdu. Organ ve dokulardaki hastalıkları açıklamaya
yönelik hücre kuramını geliştirdi. Hastalıkların genel anlamda organ ve dokularında
değil öncelikle hücrelerden kaynaklandığını vurgulamıştır. Kan damarlarındaki pıhtı
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-78-
kitlesine “trombüs” yerinden ayrılan trombüs parçalarına “embdül” adını Virchaw
vermiştir.
Linnaeus (1707-1778) : Botanikçiydi. Bitki ve hayvan türlerinin o güne kadar
yapılan en iyi sınıflamasını gerçekleştirdi. İnsanı primat cinsinden bir hayvan olarak
sınıflayıp, insana Homosa Sapiens yani “akllı adam” adını verdi.
Boerhaave (1668-1738) : İkna edici kişiliği ve seçici yaklaşımı ile dikkati çekti.
Bir araştırmacı olarak herhangi bir tek sisteme bağlanmadı; fiziksel, kimyasal ve
direkt klinik metodun özelliklerini birleştirmeye çalıştı. Hasta başında klinik öğretimi
sürdürdü ve bu konuda seçkin öğrenciler yetiştirdi.
Ramazzini (1633-1714) : Meslek hastalıkları ve sanayi hijyenini ele aldı.
Madencilerdeki akciğer hastalıklarının görüldüğünü yazdı.
Johann Peter Frank (1745-1821) : Halk sağlığının kurucusu olarak bilinir.
Nüfus, çocuk bakımı, mesken, lağım, su tesisatı, salgın hastalıkları beslenme gibi
konuları inceledi.
Stephen Hales (1677-1761) : Hales ilk defa atardamarlardaki kanın basıncını
ölçmeye teşebbüs ettiği, fakat bu ölçümü bir at üzerinde yaptı. Bir atardamara büyük
bir cam tüpü doğrudan sokup tutarak bir basınç ölçer (manometre) tertip etti. Kan
tüpün içinde 180 cm veya daha yüksekliğe çıktı ve kalbin her atımı ile yükselip alçaldı.
Hales, kan basıncını, kalbin kapasitesini ve kan akımının hızını miktar olarak tahmin
edebilmişti.
Stephen Hales bir de yapay havalandırma tertibatı icat etti. Tifüs salgını “kötü
havaya atfedilirdi. New gate hapishanesinin kalesine yel değirmeni ile çalışan, yelpaze
şeklinde büyük bir çark yaparak binayı havalandırdı.
Spallanzani (1729-1799) : Fen bilgisi okuyana ve Katolik kilisesinde rahip olan
Spallanzani mikroorganizmaların “kendiliğinden üzere öğretisini yıktı. Spallanzani
mikropların üremesini göstermiş ama onların öldürücü yönleri hakkında bir şey
söyleyememişti.
Leopold Auenbrugger (1722-1802) : “Inventum nauum” adlı çok özel bir
konudan bahseder, bir eser yayınlayan Viyanalı hekimdir. Bu kitapçıkta otopsi
açıklamaları ile doğrulanan gözlemlere dayanan “perküsyon” adını verdiği yeni bir
muayene ve teşhis yöntemini tanıtıyordu. Avenbrugger’in devrinde el becerisine
dayanan tekniklere şüpheyle bakılıyordu. Fakat Auenbrugger’in izleyicilerine klinik
teşhisin tabiatını ve böylece tıp uygulamasını değiştirecek yol açmaktı.
Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)
-79-
John Hunter (1728-1793) : Cerrahlığı patoloji ve fizyolojisi bilgilerine
dayandırmaya başladı. Hunter’in etkisi ile cerrahlık bir meslek oldu ve bilime dayalı
tıbbın bir dalı olarak yerini aldı. Cerrahlığın daha da ilerlemesi XIX. Yüzyılda nasip
olacaktı.