tip tarihi

79
TIP TARİHİ DERS NOTLARI Prof. Dr. ahin AKSOY 2010

Upload: osman-kara

Post on 10-Aug-2015

169 views

Category:

Documents


2 download

TRANSCRIPT

Page 1: Tip Tarihi

TIP TARİHİ

DERS NOTLARI

Prof. Dr. ≈ahin AKSOY

2010

Page 2: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-2-

TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARDA TIP

Tıp tarihini anlatmaya yönelik bir çalışmaya ‘tarih öncesi’ çağlardan başlamak ilk

anda bir çelişki olarak görünse de insan ve onun geçmişi yeryüzünde ilk var olduğu

günden bu yana devam ede gelen bir süreç olarak kabul edildiğinde aslında bir

zorunluluktur. Tarih, Mezopotamya’da yazının ortaya çıkması ile başlatıldığına göre

‘tarih öncesi’ bundan geriye doğru olan bütün dönemleri kapsamaktadır. Ancak

konumuz tıp tarihi olduğundan bizim kullanımımız içinde ‘tarih öncesi’ insanın

yeryüzünde var oluşundan yazının ortaya çıktığı döneme kadarki dönemi ifade

etmektedir. İnsanın yeryüzünde bir evrim sonucumu var olduğu, yoksa ilahi bir güç

(veya irade) ile mi var edildiği bilimsel (veya politik) tartışmasına girmeden, arkeoloji

biliminin bize verdiği bilgilere dayanarak bir kaç yüz bin yıl öncesi ile bundan 6000 yıl

öncesi arası bir dönemden bahsettiğimizi söyleyebiliriz.

Tarih öncesi dönemle ilgili bilgiler, kayıtlı dokümanlar veya deliller

olmadığından, temelde arkeoloji ve palaeontoloji sahasında çalışan bilim adamlarının o

dönemlere ait bulabildikleri malzemelerden yola çıkarak yaptığı, tartışılmaya açık,

somut olmayan fakat yinede belli bir bilimsel değeri olan ‘yorum’lara dayanmaktadır.

Dolayısı ile tarih öncesi çağlara ilişkin yapılan her türlü yorum, her ne kadar yıllardır

süren bilimsel faaliyetlerin ve analizlerin bir sonucu olsa da yeniden yorumlanmaya,

değiştirilmeye ve hatta çürütülmeye son derece açıktır. Tarih öncesi çağlardaki

yaşama biçimlerini ve ritüelleri anlatırken kullanılan abartılı ifadelerin yerli yerine

oturabilmesi için akademik kaygıyla yapılan bu tespitten sonra şunu da ilave etmeliyiz

ki, bu çağa ait argümanlar geliştirmede kullanılan diğer bir kaynak olan mevcut ilkel

kabilelerin yaşayış biçimleri ve günlük uygulamaları da yeteri kadar güvenilir değildir.

Bilim adamları günümüzde yaşayan ilkel kabilelere bakarak, ki bunlardan Orta

Avustralya da yaşayan Aborijin’ler bugün dünyadaki en ilkel ve bozulmamış kabile

olarak kabul edilir ve üzerlerinde bir çok araştırma yapılır, tarih öncesinde yaşayan

insanlar ve onların tıp uygulamaları hakkında fikir geliştirirler (Resim 1). Gerek

arkeolojik ve paleontolojik çalışmalardan gerekse günümüz ilkel kabileleri üzerinde

yapılan çalışmalardan günümüz anlayışından ‘biraz’ farklı olarak tarih öncesinde

insanlar hastalık oluşumunu doğal etkenlerden çok doğaüstü güçlere veya metafizik

olaylara bağlamışlardır. Bir önceki cümlede ‘biraz’ kelimesinin tırnak içine alınma

sebebi, gelecek bölümlerde de görüleceği gibi aslında hastalıkların oluşma

mekanizmasının çok yakın çağlara kadar, hatta günümüzde (ilkel olmayan

toplumlarda buna dahil olmak üzere) benzer sebeplere bağlanmasıdır. Tarih öncesi

çağlarda hastalık oluşumu mekanizması olarak inanıldığı düşünülen iki sebepten

Page 3: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-3-

birincisi, öldürücü veya hastalık yapıcı bir madde veya etkinin kurbana yönelmesi;

ikincisi ruhun kurbanın bedeninden ayrılmasıdır. Birincisine örnek olarak halen

Aborjinler de var olan “kemik tutma” geleneği verilir. Buna göre kötü amaçla

kullanılacak kemik kurbana doğru tutulup bazı sözler ve şarkılar söylendikten sonra

kemik gömülür ve kurbanın hasta olması beklenir. Kişinin “kemiklendiğini” öğrendiği

zamanki tepkisi çok çabuk olur ve hatta buna bağlı ölümlere bile rastlanır. Diğer

durumlarda ise kişiye “kemik tutulduğu”nun ilk belirtisi hastalığın başlamasıdır. Her

halükarda hastanın arkadaşları kemiği aramaya başlarlar, ve kemik bulunursa derhal

iyileşme olur. Daha sonra “kemik tutan” kişi saptanırsa şiddetle cezalandırılır hatta

öldürülür.

Resim 1: İlkel kabilelerde tedavi

Kurbanın bedeninden ruhun ayrılmasına bağlı hastalık oluşumuna günümüz

ilkel toplumlarında da rastlandığına örnek olarak ta Borneo da hastalanan kişiyi

tedavi etmesi için profesyonel ‘ruh yakalayıcılar’ın çağrılması verilir. Charles Hose bir

eserinde bu seremoniyi şöyle anlatır. Seremoni meşale ışığı altında yapılır. Hasta geniş

bir daire olarak oturmuş izleyici ve arkadaşların ortasına yatırılır. ‘Ruh yakalayıcı’

trans haline geçerek kendi ruhunu, hastanın ruhunu bularak bedenine geri dönmeye

ikna etmesi için gönderir. Bu sırada da ruhun yaptığı yolculuğu anlatır. Trans

halinden çıkarken elindeki, hastanın ruhunu içinde bulunduran taşı kendi mekanına

dönmesi için hastanın başına sürter ve ruhun bir daha kaçmasını önlemek için

hastanın bileğine bir palmiye yaprağı sıkıca bağlanır.

Bu gözlemler gösteriyor ki günümüzde yaşayan ilkel kabilelerde ve muhtemelen

tarih öncesinde yaşayan toplumlarda insanlar, hastalıkları doğaüstü güçlere

bağlamışlar ve bugünün psikoterapistinin kullandığı yöntemlere benzeyen şekillerde

tedavi etmeye çalışmışlardır. Bu da, detaylarda bazı değişiklikler olsa da altında yatan

prensiplere bakıldığında gök kubbenin altında asırlar geçse de çok fazla bir şeyin

değişmediğini göstermektedir.

Tarih öncesi çağlardaki hastalıklar ve bunların tedavileriyle ilgili bilgileri bize

taşıyan en önemli kalıntılar kemiklerdir. Bunlardan paleolitik ve neolitik çağa ait olan

bazılarında osteoartirit ve tüberküloza ait kesin bulgulara rastlanırken, diğer

bazılarında büyük kemik tümörüne ve kemik ekzositozuna rastlanmıştır. (Resim 2)

Bunlar dışında, ortaya çıkarılan kafatasları o dönemlere ait tıbbi bir uygulamaya (veya

belki de dini bir ritüele) büyük ölçüde ışık tutmaktadır. Bu döneme ait kafataslarında

(sebebini kesin olarak bilme imkanımız olmayan) trepanasyon uygulamalarına dair

kanıtlar bulunmuştur. Kafatasında delik açma anlamına gelen trepanasyon, tarihin

Page 4: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-4-

değişik dönemlerinde, Yeni Gine ve Yeni Kaledonya, Peru, Dağıstan ve Cezayir gibi

dünyanın değişik bölgelerinde uygulanmıştır (Resim 3). Birçok arkeolog bu ilkel

trepanasyon işleminin neden yapıldığı konusunda araştırmalarda bulunmuş ve bunun

sebepleri konusunda görüşler ileri sürmüşlerdir. Varılan sonuç bu işlemin ritüel veya

büyüsel bir dışa vurum veya tıbbi tedaviye yönelik bir girişim olabileceğidir. Ancak

burada unutulan nokta tıp tarihi incelendiğinde eski çağlarda ve günümüzdeki birçok

ilkel toplumda hekimler, dini ve tedavi edici yönü olan bireylerdi. Dolayısı ile dini

ritüel ile tıbbi tedavi arasında hep son derece ince ve belirgin olmayan bir çizgi var

olagelmiştir.

Resim 2: Paleontolji Resim 3: Trepanasyon

Bazılarının yanlış şekilde vurgu yaptığı gibi yalnızca tarih öncesi çağa özgü

olmayan trepanasyon uygulaması, o dönemde ve daha sonraki dönemlerde var olan ve

izlerine Aristo’dan başlamak üzere Batı düşüncesinde de sıkça karşılaştığımız animist

(ruh ve beden ayrımına dayanan) görüşten kaynaklanan bir tedavi şeklidir.

Günümüzdeki Borneo yerlilerinde olduğu gibi tarih öncesi çağlarda da hastalığın bir

düşmandan, bir hayvandan veya bir kötü ruhtan gelen kötü etkinin bedene girmesi ile

oluştuğu düşüncesi vardı. Bu kötülüğün kurbanın başından dışarı çıkması için yapılan

trepanasyon uygulaması zaman içinde kafatası kırıklarının ve kafa içi lezyonların

tedavisine yönelik bir metoda dönüşmüştür.

Tarih öncesi çağlarda olduğu ileri sürülen ve halende kullanılan tedaviye

yönelik inançlardan biriside hastalığın dokunma yoluyla başka bir bireye, hayvana

hatta bitkiye geçirilmesi eylemidir. Çok eski olmayan tarihlere kadar bazı toplumlarda

ölüye dokunmak hastalıkların ölüyle birlikte ‘uzun bir yolculuğa’ çıkması olarak kabul

edilmiştir. Hatta idam edilecek mahkûmlar hastalara ‘el vermek’ suretiyle onların

hastalıklarını kendisine alarak bunun karşılığında büyük paralar kazanmışlardır.

Tarih öncesi çağlarda sadece ilaç veya cerrahi tedavi yoktu, aynı zamanda doğa-

üstü ve fizik-ötesi güçlerinde varlığına inanıldığından bu kötülüklerden korunmak için

takı ve nazarlıklarda kullanılırdı.

Pirene’deki Trois Frères Mağrasında bulunan elleri ve kolları boyalı, kuyruğu

olan, ayakları insan ayağına, yüzü hayvan yüzüne benzeyen ve boynuzları olan garip

insan silueti bilinen en eski tıp adamına ait portre olarak kabul edilmektedir (Resim

4). Bu ister bir tıp adamı isterse de bir büyücü olsun hastalık ve onu tedavi etmeye

yönelik çabalar insanla birlikte yeryüzünde var olmuştur. Belki tarih öncesine ait

elimizdeki bulgular bizi bu döneme ait kesin kanılara götüremese de en azından şunu

söyleyebiliriz ki hastalıklara yönelik tedavi çabaları o dönemde ve daha sonra iki farklı

Page 5: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-5-

çizgiyi izlemiştir. Bir tanesi din veya sihirden etkilenen, hastalıkların ruhun bedenle

birlikteliği veya ayrılığına dayalı, kötü ruhun bedenden ayrılması veya bedenden

ayrılan ruhun bedene geri getirilmesine yönelik uygulamalar. Diğeri de, halen çağdaş

toplumlarda bile uygulanmaya devam edilen, yöresel veya halk tıbbı olarak

isimlendirilebilecek bugünkü pozitif tıbba daha yakın tıp uygulamalarıdır. Zaman

içinde birbirine karışan bu uygulamalar tarih boyunca hep birbirine koşut olarak

gelmiş ve varlığını toplumlar içinde sürdürmüştür.

Resim 4: Sihirbaz hekim

Page 6: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-6-

MEZOPOTAMYA’DA TIP

Yaklaşık M.Ö. 4000’de Fırat ve Dicle’nin suladığı ve daha sonra ‘insanlığın beşiği’

olarak anılacak bereketli Mezopotamya topraklarında dünya’nın ilk büyük medeniyeti

kuruluyordu. Büyük bir medeniyete sahip olduğu daha bu yüzyıl içinde ortaya

çıkarılan Ur şehri üzerinde yapılan arkeolojik çalışmalarla iyice anlaşılan

Sümer’lilerde temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı. Sulama ve ulaşım

sistemlerinin oldukça geliştiği Sümer’in başşehri Ur’da hemen bütün evlerin banyosu

ve atık su tesisatı bulunmaktaydı. Tekerli araçlar kullanılıyor, aletler bakırdan imal

ediliyordu.

Tarihin başlangıcını belirleyen yazı M.Ö. 3000’lerde Sümerlerde kil üstüne

yazılan çivi yazısı olarak ortaya çıktı. Çivi yazısı kullanılarak yazılmış belgeler bugüne

yalnızca genel tarih bilgisi değil o döneme ait tip uygulamaları ile ilgili önemli

bilgilerde aktarmıştır. Bu tarihi belgeler arasında Londra’daki Wellcome Müzesinde

bulunan M.Ö. 3000 yıllarında yasayan Sümer’li bir hekim’e ait mühür ile Paris’te

Louvre Müzesinde bulunan M.Ö. 2300 lerde yasayan Babil’li bir tıp adamına ait

mühür son derece önemlidir.

Sümer krallığının Akad krallığı tarafından yıkılması, daha sonrada her ikisinin

M.Ö. 2000’de yıkılarak yerlerine güney’de Babil, kuzey’de Asur krallıklarının

kurulmasıyla bu coğrafya’daki medeniyet zirveye ulaştı. Mezopotamya ve oradaki tıp

ile ilgili olarak değişik şeyler yazılmış olsa da 1985 senesinde Vernon Coleman

tarafından yazılan The Story of Medicine bu döneme oldukça farklı yaklaşmaktadır.

Coleman’a göre bu coğrafya’yı tıp tarihi açısından önemli kılan, yüzyıllardır inanılan

havada kötü ruhlar ve hastalık yapıcı cinlerin dolaştıkları bunların insan vücuduna

girmesi ile hastalıkların oluştuğu, dolayışı ile bunların ancak ruhlara müdahale ve

büyü ile düzeleceği inancının yıkılmasına yönelik ilk adımların Mezopotamya’da

atılmış olmasıdır. Bu tespit tıbbın modern anlamda ve başlı başına bir bilim olarak

gelişmesinin başlangıcını Eski Yunan (ve özellikle Hipokrat) ile başlatan görüşe ciddi

bir cevap teşkil etmektedir. Yeni ve iyi olan her şeyin kaynaklarının Batı’da olması

gerektiği, Doğu’da olanların ancak bunların taklidi veya tercümesi olabileceği -yanlış-

ön yargısına Batı’lı bir yazardan gelen bu tespit bizce çok önemlidir.

Coleman tıp dünyasındaki gelişmelerin toplumun diğer alanlarında olan

gelişmelerinden bağımsız olamayacağını söylemektedir. Tıbbın gelişmesi yönünde ilk

adımları atan bu insanlar ayni zamanda şehirler kuruyor, komşuları ile ticaret yapıyor

veya onları fethediyor, sanat ve edebiyat eserleri yaratıyor, matematik teoriler

Page 7: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-7-

geliştiriyordu. Bu disiplinlerin hiç birisi bir diğerini etkilemek veya ondan etkilenmek

konusunda immün değildi. Örneğin tıbbın gerçek anlamda bir meslek olarak oluşması

yönündeki ilk adımlar bir hekim veya din adamı tarafından değil bir hükümdar, Babil

kralı Hammurabi tarafından atılmıştır. M.Ö. 2000 lere ait meşhur Hammurabi

kanunlarında hastaları ve hekimleri korumak, mesleğin icrasını düzenleyen belli

maddeler bulunmaktadır (Resim 1). Günümüzde bazıları adaletsiz, hatta acımasız gibi

görünse de hekimlerin yaptığı tedavi ve ameliyatlarda alacağı ücretleri belirleyen,

uygulamada yapacakları hatalarda ödemesi gereken cezaları düzenleyen bu en eski

mesleki kanun tıbbın bir meslek olarak belirlenip onun uygulanışı biçimini

düzenlemesi açısından çok önemlidir.

Bu kanunlar; “Eğer doktor soylu bir kişiyi tedavi ederse, ve apsesini bronz bir

bıçakla açarsa, ve hastanın gözünü kurtarırsa 10 gümüş şekel almalıdır. Eğer hasta

bir köleyse sahibi 2 gümüş şekel vermelidir.” “Eğer doktor bronz bir bıçakla apseyi

açarsa ve hasta ölürse veya gözünü kaybederse doktorun eli kesilmelidir. Eğer söz

konusu köleyse yerine başka bir köle verilir.” “Eğer ameliyat sonucu köle’nin gözü

tahrip olursa, operatör köle sahibine kölenin değerinin yarısını öder.” demektedir.

Tıp ve din arasındaki bağın zayıflaması ile hastalıkların kendilerine özgü

sebepleri olabileceği düşüncesi oluşmaya başlamış, ve sorunlara tıbbı çözümler bulma

yönünde çabalar görülmüştür (Resim 2).

Resim 1: Hammurabi ve Şamaş Resim 2: Bilinen en eski tıp kitabı (M.Ö. 2000)

Babil’de tıp ve halk arasındaki tıbbı bilgi oldukça gelişmişti. Heredot M.Ö.

430’da yazdığı tarihinde her Babil’linin amatör bir hekim olduğunu yazmıştır. Eski

Babil’de hastalanan kişi çarşı yerine götürülür ve orada bırakılırdı. “Yoldan gelip

geçenler hastanın yanında durup şikâyetlerini dinlerdi. Eğer yolcu buna benzer bir

rahatsızlık geçirmişse hastaya tavsiyelerde bulunur, o’na tedavi yollarını

söylerdi.......ve hiç kimsenin hastanın yanından sessizce geçmesine izin verilmezdi.” Bu

anlatımlar tıbbın Babil’de ne kadar geliştiği halka kadar indiğinin bir göstergesi

olarak kaydedilmiştir. Yüzyıllar geçtikce tıp bilgisi daha da gelişti. Bu döneme ait elde

ettiğimiz bilgilerden, kırılan kemiklerin yerleştirildiği, tutkal emdirilmiş bandajlarla

sarıldığını öğreniyoruz. Oldukça gelişmiş tartı aletleri ile ilaçlar hazırlandığı,

doktorların belli konularda uzmanlaşarak bu tür hastalara baktığı kayıtlarına

rastlıyoruz. Hatta Babil’de psikiyatristlerin var olduğu, Freud’dan bir kaç bin yıl önce,

suç, korku ve üzüntünün insan sağlığı üzerindeki kötü etkileri olacağı bilinmekteydi.

Babil’den günümüze kalan tabletlerden anlaşıldığına göre onlarda geniş bir

materia medica (tıpta kullanılan maddeler) koleksiyonu vardı. Bu tabletlerde 120 ye

Page 8: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-8-

yakın mineral ilaç bunun iki katından fazlada bitkisel maddenin adı geçmektedir.

Bunun yanında değişik yağlar, bal, balmumu, sut, tuz, bira, çamur gibi maddelerin

tedavi edici etkisinden de söz edilmektedir. Babil’de karaciğer’in kilden yapılmış

modeli üzerinde yapılan Hepatoskopi (karaciğer okuma) uygulaması karaciğer’in

vücudun ve ruhun merkezi olduğu, oluşan hastalıkların karaciğer üstünde

gözlemlenebileceği inancına dayanmaktadır (Resim 3). Kilden yapılmış, her birinin

ortasında küçük odun çubuklar dikilmiş karelere bölünmüş bir koyun karaciğeri

modeli, kurban edilmiş bir hayvanin karaciğeri ile karşılaştırılır ve bu ciğerin

yüzeyindeki değişikliklere göre hastaya teşhis koyulurdu. Benzer bir uygulamaya dair

ifadeye İncil’de de rastlanmaktadır. “Babil Kralı yolların ayrımında durdu......kutsallığı

kullanmak için.......şekillere başvurdu, karaciğer’e baktı” (Ezekial; 21:21).

Resim 3: Hepatoskopi

Babil hakkında fazla bilgimiz olmasına rağmen. Babil’deki tip konusunda

bildiklerimiz sinirlidir. O gün yasayan hiçbir hekimin adını bugün bilmiyoruz. Ancak

yine de bu bölümde işlediğimiz dönem tarihin (ve tıp tarihinin) önemli bir halkasını

oluşturmaktadır ve gelecek bölümde konu edilecek Eski Mısır’daki tip uygulamalarına

geçişte önemli bir dönemi teşkil etmektedir.

Page 9: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-9-

ESKİ MISIR’DA TIP

Eski Mısır’ın tarihi ile ilgili bilgi ve belgelerden, Nil nehri’nin suladığı topraklarda

M.Ö. 4000 yıllarında bir kaç milyon insanin organize bir hükümet yönetimi altında

yaşadığını öğreniyoruz. Mısır’lılar şekillere dayanan ve daha sonraki modern alfabeye

zemin teşkil edecek yazıyı keşfedip ilk olarak kullanan medeniyet olarak

bilinmektedir. İnsanlık tarihindeki bu en büyük sıçramayı yapan eski Mısırlılar ayrıca

günümüze kadar kalan ve hayret ve gıpta ile seyrettiğimiz piramitlerle de yalnız

kültür seviyesi olarak değil aynı zamanda teknik olarak ta ne derece yüksek seviyelere

ulaştıklarını bize göstermektedir.

Yazının keşfi şüphesiz diğer alanlarda olduğu gibi tıp alanında da gelişmelerin

onunu açmış ve belli konularda geleceğe notlar kalmasına vesile olmuştur. Şekil yazısı

(hiyeroglif) zaman içinde yerini işaret yazısına bırakmış ve ilk alfabe M.Ö. 3500’de

ortaya çıkmıştır (Resim 1). Yazının keşfi ve kullanımı yanında üzerine yazıldığı

malzemede de yenilikler olmuş ve Mezopotamya’da rastladığımız kil tabletlerin yerini

çok daha ‘kullanışlı’ olan papirüsler almıştır.

Ancak Eski Mısır’ın bu ilk çağlarındaki tıp uygulamasına ilişkin bilgilerimiz

oldukça sınırlıdır. O dönemlerde hemen her şeyin bir tanrısı vardı ve bunlar

yeryüzündeki olayları kontrol ederdi.

Resim 1: Hiyeroglif

Örneğin Şahin-başlı güneş tanrısı Ra (Resim2) kuş-başlı (wisdom) tanrısı Thoth ki

bunun ‘tıbbın (treatiese) kuralları’ kitabını yazdığı söylenir, ve aslan-başlı çocuk

doğurma tanrısı Sekmet. Sağlık tanrısı Hermot‘un hikayesine göre ise kendisi şeytan

Set ile dövüşürken gözünü birini kaybetmiş fakat gözü daha sonra mucizevi olarak

iyileşmiştir. Daha sonraları Horus’un gözü bir uğur haline gelmiş ve eski Mısır’da

yaygın olarak kullanılmıştır. Hatta bugün doktor reçetelerindeki R işaretinin Horus’un

gözünün değişik evrelerden geçtikten sonra çizilen büyük R seklindeki tasarımından

kalan bir sembol olduğu söylenmektedir (Resim 3).

Bu ‘tanrılar geçidi’, aslında kendisi bir olumlu olan, İmhotep ile zirvesine

ulaşmış oldu. Eski Mısır’daki tıp hakkında sahip olduğumuz bilginin sınırlılığı, o

dönemin en büyük hekiminin kim olduğu konusunda bir kanıya varmamıza imkan

vermemektedir. Ancak iki isim var ki bunları anmadan geçmemiz mümkün değildir.

Bunlardan birisi Sekhet’enanach diğeri ise İmhotep’tir. Bunların hangisinin adını

bildiğimiz ilk tıp adamı olduğu konusu halen tartışmalıdır.

Page 10: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-10-

Resim 2: Sağlık Tanrısı Şahin başlı ‘Horus’ Resim 3: Horus’un gözü

Sekhet’enanach M.Ö. 3000 de yaşamış ve Firavun’un baş hekimlerinden birisi

olarak görev yapmıştır. Kral, hekimine yaptığı hizmetlerin karşılığı olarak bir ödül

vermek istemiş Sekhet’enanach ise portresinin bir tas üstüne yapılmasını tasa yaptığı

tedavinin yazılmasını, bunun sarayın göze çarpan bir yerinde koyulmasını ve

ölümünden sonra da mezar taşı olmasını istemiştir (Resim 4). O günden bize kalan

anıt taşta Sekhet’enanach leopar derisi giymiş, elinde iki tane asa ile ayakta dururken

arkasında hanımı elini omzuna koymuş şekilde resmedilmiş, ve altına “Kral’ın burun

deliklerini iyileştirdi” yazılmıştır. Böyle bir talepte bulunmakla Sekhet’enanach

kendini tarihteki ilk hekim olarak kaydettirmiştir.

Tıp tarihçileri tarafından daha iyi bilinen İmhotep bazılarının ifadelerine göre

antik çağların sisleri arasından bize görünen ilk hekimdir. Rakibi Sekhet’enanach ile

mukayese edildiğinde İmhotep’in hekimliğine dair elimizde daha az kanıt

bulunmaktadır (Resim 5). Tıp tarihçileri tarafından Eski Yunan’ın Aesculap’inin

Mısır’daki karşılığı gibi anlatılsa da her ikisinin de zaman içinde tıp tanrısı olarak

kabul edilmesi ve insanların onların türbelerinde sağlık uykusuna yatmaları dışında

aralarında fazla bir benzerlik yoktur.

İmhotep hakkında elimizdeki kesin olan bir bilgi varsa o da, M.Ö. 2980 ile 2900

yılları arasında yaşayan Firavun Zozer’in baş veziri olduğu ve efendisi için inşa edilen

ve bugün dünyanın en muhteşem yapıları arasında sayılan Step Piramidi’nin mimarı

olduğudur.

Resim 4: Sekhet’enanach Resim 5: İmhotep

Maalesef İmhotep’in hekim olduğuna dair elimizde hiçbir bilgi

bulunmamaktadır, ancak ölümünden sonra kendisine dua ve ibadet edilmesi, ve M.Ö.

500’den sonra da tanrı olarak kabul edilmesi mutlaka tıpla ilgili bizim bilmediğimiz bir

şeyler yapmış olabileceği düşüncesini uyandırmaktadır. İmhotep’e ait olduğu söylenen,

10 tanesi British Museum’da 31 tanesi Wellcome Tıp Tarihi Müzesi’nde bulunan

heykellerin hepsinde İmhotep elindeki papirüs ile oturuyor vaziyette resmedilmiştir.

İmhotep’in anısına Memphis, Thebes ve Philae’da tapınaklar yapılmıştır. Halk burada

gelip uyuduklarında şifa bulacaklarına inanmaktaydı. Bu üç tapınaktan kalan

sonuncusu da Assuam’da inşa edilen barajdan sonra sular altında kalmıştır.

İmhotep’in Memphis şehri yakınlarına gömüldüğü söylenmektedir ancak şu anda

mezarı bulunamamıştır. Belki bir gün bulunursa, Sekhet’enanach’ a kaptırdığı

‘tarihteki ilk tıp adamı’ olma unvanını da geri alır.

Page 11: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-11-

Yazının keşfi ve papirüsün kullanılması Eski Mısır’a ait tıp bilgilerinin

tamamının günümüze kalmış olabileceği düşüncesini uyarmasına rağmen, bugün

elimizde olan papirüsler, muhtemelen, çok büyük bir külliyatın sadece ufak bir

parçasıdır. Bu papirüslerden edindiğimiz bilgiye göre, eğer hekim mevcut bilgilerine

sadık kalarak ve iyi niyetli olarak tedavi etmeye çalışmasına rağmen hasta ölürse

hekimin bundan dolayı cezalandırılamayacağını, ancak eğer hekim tıp’ta kullanılan

denenmiş metotlar dışında bir şekilde hastayı tedavi ederken hasta ölürse hekiminde

öldürüleceğini öğreniyoruz.

Her ne kadar elimizdeki sınırlı sayıdaki papirüsler ile Eski Mısır’daki tıp

konusunda bir kanıya varmak güç olsa da tıp tarihi ile uğraşan bilim adamları için en

önemli belgeler niteliğindeki bu eserler büyük bir özenle korunmuş ve incelenmiştir.

Bu papirüslerden en iyi bilineni Ebers Papirüsü (EP)’dur.M.Ö. 1500’e ait olduğu

düşünülen EP 1862de Profesör George Ebers tarafından Thebes’de bulunmuştur.

Halen Leipzig Üniversitesinde saklanan EP’in yalnızca elde bulunan en eski tıp kitabı

olmadığı ayni zamanda geçmişten bugüne kalan en eski kitap olduğu kabul

edilmektedir. Orijinali 10 metrelik bir rulo olan bu doküman 110 sayfadır ve 900

civarında reçete içermektedir. EP sihir ve büyü de dahil birçok hastalığa karşı tedavi

önerileri içermektedir. EP’de 15 karin (abdomen) hastalığı, 29 göz hastalığı ve 18 deri

hastalığı tarif edilirken 21’den fazla öksürük tedavisi anlatılmaktadır. Basta bitkisel

olmak üzere, mineral ve hayvansal maddelerinde kullanıldığı 700 ilaç ve 800 formül

bulunmaktadır.

EP’nde geçmiş dönemlere ait bilgilerden alıntılar yapıldığına dair bir çok kanıt

bulunmaktadır ve bu papirüs’ün değerini bir kat daha artıran, ilk sahibinin kenarlara

düştüğü, “Çok güzel, ben sıklıkla kullanırdım”, “Harika bir ilaç” gibi notlardır.

Papirüsten elde edilen bilgilerden bitkilerin çok yaygın olarak kullanıldığı anlaşılıyor.

Bunlar arasında soğan, sarımsak, tahıllar, reçine, Hint keneviri, senna, kimyon, kekik

ve Hint yağı bulunmaktaydı. Ayrıca hipopotam yağı, aslan yağı, yılan ve kaz yağı ile,

domuz safrası, kaz sütü ve boğa yumurtalığı gibi hayvansal kaynaklı ilaçlarda

kullanılmaktaydı. Bakir sülfat’ında göz hastalıklarının tedavisi ve korunmasında

yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir.

Eski Mısır’da nasıl ki her tanrı farklı şeyleri kontrol ediyorsa buna benzer

şekilde farklı konularda uzmanlaşmış hekimler (swnu) vardı. Heredot tarihinde

“Mısır’da her hekim kendini farklı bir hastalığı tanıma ve tedavi etmeye adamıştı.

Bazısı göz, bazısı baş, bazısı diş, bazısı da bağırsak hastalıklarını tedavi etmektedir”

diye yazar. Swnu üç tedavi edici grup arasında sadece birini oluşturmaktaydı.

Page 12: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-12-

Diğerleri Sekhmet rahipleri ve büyücülerdi. Tedavi ediciler arasında özel isimler

alanlarda vardı örneğin Iri ‘Kral’ın Bağırsak Koruyucusu’ anlamına gelmektedir ve

muhtemelen Firavun’un lavman uzmanıydı. Barsak temizliği ve lavman’ın Eski

Mısır’lılarda özel bir önemi vardı. Eski Mısırlılar hastalık oluşumunda bağırsakta

çürüyen ve kokuşan maddelerin önemli bir faktör olduğuna inanırlardı. Bu yüzden, her

ayin üç gününü barsak temizliği ve lavman yapmaya ayırdıkları Heredot tarafından

kaydedilmiştir.

Eski Mısır’da tıp seviyesinin dönemin genel kültür seviyesiyle mukayese

edildiğinde düşük olduğu düşüncesi hakimken, EP ile ayni dönemlerde Luxor’da

Amerikalı Egyptologist Edwin Smith tarafından bulunan ve kendisinin ölümünden

sonra New York Tip Cemiyetine bağışlanan papirüs bu kanaati değiştirmiştir. Edwin

Smith Papirusu (ESP) olarak anılan ve 1930 da Breasted tarafından incelenerek

açıklanan papirüste, içinde yaralar ve yaralanmalarında bulunduğu, 48 vakanın

detaylı teşhis ve tedavisi anlatılmaktadır. ‘Cerrahi Papirüsü’ olarak ta bilinen ESP’den

yaraların ilk gün taze et ile bandaj uygulanarak, daha sonra yağ-bal karışımı ile

sarılarak tedavi edildiğini; kırıkların destekler arasına alınıp reçine emdirilmiş

bandajlara sarılarak tedavi edildiğini öğreniyoruz. Ayrıca ESP’den edindiğimiz bilgiler

Eski Mısır’da dini bir rituel olarak sünnetin uygulandığını göstermektedir. M.Ö.

1600’lere ait olduğu düşünülen papirüste sunulan bazı vakaların tedavisinde önerilen

uygulamaların bugünkü anlayışa yakınlığı dikkat çekicidir. Bunlardan birisi çenesi

çıkan bir hastaya yapılması gereken uygulamayı anlatmaktadır:

“Eğer bir adamın çenesi çıkmışsa o’nu ağzı açık şekilde bulursun. Ağzını

kapatamaz. Her iki elinin baş parmaklarını alt çene kemiğinin iç köşesine ağzın

içinden yerleştirir, diğer parmaklarını çene altına koyarsan ve alt köşeleri geriye

itersen çene yerine yerleşir.”

M.Ö. 1400 tarihine ait, Hearst Papirüsü 1899 da bulunmuş ve şu anda

California Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Bu papirüs içerik olarak EP’e oldukça

benzemektedir. M.Ö. 1850’de yazıldığı düşünülen Kahun Papirüsü 1889’da Sir

Flinders Petrie tarafından keşfedilmiştir. Daha çok jinekoloji kitabini andıran bu

papirüste gebeliğin tespiti ve kontrasepsiyon yöntemleri yanında hayvanlarla ilgili

tedaviler yer almaktadır. Timsah pisliği, bazı bitkiler ve bal karışımından oluşan

fitiller şeklinde hazırlanarak rahim ağzına uygulanan kontraseptifler ise yaramış

olmalı ki Eski Mısırlılar infantisit (yeni doğanın öldürülmesi) uygulamaksızın nüfus

planlaması yapabilmişlerdir.

M.Ö. 1350’ye ait olduğu düşünülen ve British Museum’da bulunan Londra

Page 13: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-13-

Papirüsü maternal (gebe kadının) bakımı ve büyüye ilişkin bilgiler içerirken, M.Ö.

1450’de yazılan ve Berlin Müzesinde saklanan Berlin Papirüsleri anne ve bebeğin

büyüden korunması ve büyüye karşı tedavisi yanında bazı çocuk hastalıklarının

tedavisini anlatma özelliği ile muhtemelen ilk Pediatri kitabi olarak kabul edilebilir.

Bu meşhur papirüsler dışında yakın tarihlerde daha bir çok papirüs

bulunmuştur ve bunlar Kahire’deki müzelerde saklanmaktadır. Büyüler, reçeteler ve

ilaç isimleri içeren bu papirüsler daha önceki örnekleri gibi Eski Mısır tıbbını anlama

yönünde bize ışık tutmaktadır.

Eski Mısır’da tıp ile ilgili bir çalışmada insan bedeninin ölümden sonra

korunması gibi garip bir adete dayalı olan mumyalamadan bahsetmemek mümkün

değildir. Daha eski çağlarda kuru ve sıcak çöl kumlarına gömülen cesetlerin yıllarca

bozulmadan kalması Mısır’lılara bu doğa tarafından yapılan korumanın yapay

yöntemlerle de yapılabileceği düşündürmüş olabilir. Zamanla değişen ölü defin

gelenekleri ile tabut içine veya bir piramit’in odasına koyulan cesetler kısa sürede

bozulmaya başlayınca Eski Mısır’lılar ölüleri korumaya yönelik olarak mumyalama

işlemine başladılar.

Mumyalama:

Eski Mısır’da mumyalama işleminin yapılmış olması bize, ‘ölünün kutsallığı ve

dokunulmazlığı’, tabusunun Mısır’da olmadığını göstermiştir. Mumyacılık o dönemde

ayrı bir meslek grubunu teşkil ediyorlar ve düşük bir sınıf olarak kabul ediliyordu.

Mumyalama işlemi Mısır’da M.Ö. 4000 ile M.Ö. 600 yılları arasında uygulanmış ve

tahminen bu sürede 700 milyon insan mumyalanmıştır (Resim 5).

Resim 5: İnsanlara mumyalamayı öğreten ‘Çakal Başlı Anubis’in maskını giymiş bir mumyacı.

Kendine özgü kuralları olan mumyalama işlemini Heredot tarihinde oldukça detaylı

olarak anlatmıştır: “Önce çengel şeklinde bir metal ile burundan girilerek beyin

boşaltılır. Kalan parçalar temizlenip kafanın içi ilaçlarla yıkanır. Daha sonra vücudun

yan tarafından keskin bir taş ile küçük bir kesi yapılarak karın içindeki organlar

boşaltılır ve karın içi [myrrh, casia], sarı sakız, çin tarçını ve değişik baharatlar ile

doldurulduktan sonra ceset 70 gün [natron] katran içinde bekletilir. Bu süre sonunda

beden yıkanıp tutkal sürülmüş keten bantlar ile tepeden tırnağa kadar sarıldıktan

sonra yakınlarına verilir. Yakınları oluyu insan şeklinde yapılmış tabut içine

yerleştirip dik vaziyette özel olarak hazırlanmış odalara koyarlar. Bu anlattıklarımız

mumyalamanın en pahalı şeklidir.” (Resim6)

Page 14: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-14-

Daha ucuza mal edilen mumyalamalarda ise sedir yağı vücut boşluklarına

enjekte edilir, veya ölüler tuzlu su içinde bekletilirlerdi. Mumyalamada dikkate değer

bir nokta, ruhun merkezi olduğuna inanılan kalbin dokunulmadan yerinde

bırakılmasıdır. Diğer bütün iç-organlar yerinden çıkarılır, özel koruyucular ile

muamele edilir, paketler halinde sarılıp tekrar karın boşluğuna koyulurdu. Bazı bilim

adamları birçok mumyadaki yanık izlerinden yola çıkarak, mumyalamada bedenin

kurutulup suyunun alınması işleminin ısıtma yoluyla yapıldığı kanaatine

varmışlardır. Bu ısıtma sırasında reçine kendiliğinden erimekte ve bandaj uygulaması

kolaylıkla yapılabilmektedir.

Resim 6: Firavun V. Ramses’in mumyalanmış kafası (M.Ö. 1160)

Çok ilginç şekilde, Eski Mısır’lılar uyguladıkları mumyalamalara rağmen ne

insan anatomisi ve fizyolojisine, ne de ölüm sebebini araştırmaya ilgi duymamışlardır.

Ancak yine de bu garip adet, adeta materyallerin uygun koşullarda koruyarak

bugünün bilim adamlarına patolojik incelemeler yapma imkanı vermiştir. Bu

çalışmalardan çok ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin mumyalar üstünde yapılan

çalışmalar o dönemde osteoartrit’in çok yaygın görüldüğünü bunun yanında diş

çürümesine nadiren rastlandığını göstermiştir. Ayrıca, Gut (Damla Hastalığı)

oluşumları, üriner sistem taşları ve safra kesesi taşları ile, M.Ö. 3400 tarihlerine

kadar giden mumyalarda karakteristik bulguları ile omurga (kemik) tüberkülozu’na

rastlanmıştır. Hatta 21. kralın yüksek rütbeli bir idarecisi olan Nesperehan’a ait

mumya üzerinde yapılan incelemede vertebradaki tutuluma bağlı meydana gelen

çökmeyle oluşan göğüs bölgesi kifoz (kambur)u ve psoas apsesi tespit edilmiştir.

Diğer mumyalarda yapılan incelemelerde, plevral adezyon, apandisit, böbrek

kistlerine rastlanmıştır. Eski Mısır’da yaygın olduğu düşünülen diğer iki hastalıkta

kronik suppurative periodontit ve kronik osteoartrit’tir. Sifilis ve ricketsia’ya

rastlanmamasına rağmen, Ruffer, paleontoloji’nin tıp tarihine katkısına güzel bir

örnek olmak üzere, kitabında akondroplazik ve rikets tipi cüceliği gösteren heykel ve

resimlere yer vermiştir.

Eski Mısır medeniyeti dünyanın gelmiş geçmiş en büyük medeniyetlerinden biri

olmak ve günümüzde arkeolog ve paleontologlar yanında tıp ve bilim tarihçilerinin de

ilgisini çekmeye devam etmektedir. Elimizdeki sınırlı sayıdaki papirüsler ve

mumyalardan elde edilen bilgiler muhtemelen, diğer sahalardaki kadar muhteşem ve

ilginç olan Eski Mısır tıbbı hakkında sadece bir fikir verici niteliktedir. Dolayısıyla

gelecekte yapılacak çalışmalar ve araştırmalar şüphesiz tarihin bu çok ilginç ve

gizemli dönemine ışık tutucu olacaktır.

Page 15: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-15-

HİNDİSTAN’DA TIP

Eski Mısır’lılar Nil deltasında büyük bir medeniyeti yaşarken M.Ö. 2000 lerde

Hindistan yarım adasında da önemli bir medeniyet varlığını sürdürüyordu. Tarih

boyunca her bölge kendine özgü ‘tıbbını’ oluşturduğu gibi Hintlilerde kendi kültür ve

coğrafya’larından neş’et eden bir tıp anlayış ve uygulaması geliştirmişlerdir. Bundan

4000 yıl önceye kadar giden ve bugünde varlığını sürdürmeye devam eden Hint

tıbbının genelde tıp uygulamasına yaptığı katkılar göz ardı edilemeyecek kadar

önemlidir.

Eski Hint’deki tıp uygulaması ile ilgili olarak sağlıklı bilgiye ulaşmak, doğu’da

yazılan eserlerde gerçek ile hayal ürününün ayırtına varmanın güçlüğünden dolayı

oldukça zordur. M.Ö. 1500’de Sanskritçe olarak yazılan Rig-Veda’dan aldığımız

bilgilere göre o dönemlerde Mezopotamya ve Mısır’daki uygulamalara benzer şekilde

tedavinin daha çok sihir ve büyü ile yapılmaktaydı. ‘Brahmana’ olarak bilinen rahip

sınıfı güçlenmiş, Sanskrit dini öğretisi olan veda (bilgi) ‘nin adeta sahibi ve efendisi

haline gelmişlerdi. Veda-tıbbı diye bir şey olmasa da bu dine ait eserler dolaylı yoldan

bize o döneme ait sağlık ve hastalıkla ilgili inançlar konusunda bilgi vermektedir.

Vedik ritüeller arasında hayvan ve insanların kurban edilmesi bulunmaktaydı.

Bu seremoniyi anlatan belgelerde bazı anatomik yapılardan bahsedilmektedir. Ayrıca

bazı temel cerrahi girişimlerde yapılmıştır, örneğin kanayan yaralara koterizasyon,

üriner retansiyona kateter uygulanmıştır. M.Ö. 1000 yılında Veda Kuzey Hindistan’ın

temel inancı haline gelmişti, fakat başka bir çok irili-ufaklı inanç sistemleri de

bulunmaktaydı. Bunlardan en çok tanınanı Gautama Sakyamuni (Buda; M.O. 563-

483)’nin kurduğu Budizm’dir. Budizm’e göre ruh ve beden sağlığına ulaşmanın temel

yolu bedeni zevkleri terk etmektir. Bir Budist rahibin çantasında ilaç olarak taze

tereyağı, bitkisel tereyağı, sıvı yağ, bal ve pekmez bulunurdu. M.Ö 4. yüzyıl civarlarına

ait arkeolojik bulgular Budist tapınaklarında hasta odası bulunduğunu ve zamanla

müstakil hastanelere dönüştüğünü göstermektedir.

Hint tıbbının karakteristik örneği Ayurveda (uzun ömür için gerekli bilgiler)

dir. Ayurveda öğretisi, yaşama dair kurallar ve giyimden yemeye, egzersizden rejime

kadar çok geniş bir sahayı kapsayan pratik önerileri içermektedir. Bu öğretinin teorik

temeli bedensel üç madde olan gaz, safra ve balgam ile makrokozmik güçlerden rüzgar,

güneş ve ay’ın durumlarına oturmaktadır. Ayrıca vücudu oluşturan 7 maddeden

bahsedilmiştir: kilus (barsak sıvısı), kan, et, yağ, kemik, ilik ve semen. Ayurveda

tıbbında ilaçla tedavi temelde bitkisel kökenlidir. Tedaviler merhem, lavman, şırınga,

Page 16: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-16-

masaj, terleme ve cerrahi yolu ile uygulanmaktaydı. Bütün eserlerde sağlıklı kalmanın

yolunun stres atmak olduğundan bahsedilerek bunun da yemek, uyku, egzersiz, seks

ve ilaçlarla olacağı belirtilmiştir. Bu eserlerden yaklaşık M.Ö. 700 de yazılan Atharva-

Veda birçok tıp bilgisi bulunmaktadır. Her ne kadar orijinal Athava-Veda bu meşhur

hekimlerden daha eski tarihlere kadar gitse de, bu eserdeki bazı yazıların Charaka ve

Susruta tarafından yazıldığı söylenmektedir (Resim 1).

Charaka Hıristiyanlığın geldiği dönemlerde yaşamışken, Susruta M.S. 5.

yüzyılda yaşamıştır. Susruta birçok konuda yazmıştır; Sıtma’nın sivrisinekle

bulaştığını, veba’nın sıçanlardan bulaştığını, verem’de ateş, öksürük ve kan tükürme

görüldüğüne kitabında yer vermiştir. Hint tıbbında bir çok ilaç kullanılmıştır. Susruta

760 değişik şifalı bitkiden bahsetmektedir.Bu ilaçların merhem, banyo, inhalasyon ve

buruna çekilme yolu ile kullanımları anlatılmıştır.

Bu eserlerden başka diğer Brahmanik tekstler; Ebe-hemşirelikten bahseden

Vagbhata’nın yazdığı Astangahradaya Samhita (M.S. 600); Madhavakara’nın yazdığı

Rugviniscaya (M.S. 700) ve Sarngadhara’nin yazdığı Sarngadhara Samhita (M.S.

1300). Madhavakara’nın eseri tıptaki konuları patolojik sınıflarına göre yeniden

düzenlemesi, ki bu model daha sonradan yapılan hemen bütün çalışmalarda örnek

olarak kullanılmıştı, çığır açıcı nitelikteydi. Sarngadhara opium ve metalik elementler

gibi yabancı maddeleri ilk tanıtan ve materia medica’ ya sokan, ve nabız dinlemeyi

teşhis ve tedavide kullanan Sanskrit yazardır.

O günkü eserlerdeki bazı ifadeler, özellikle bugünkü uzmanların dikkatle kulak

vermesi gereken önemdedir. Örneğin “Sadece sanatının kendine ait kısmını bilen kişi

tek kanatlı kuşa benzer” denmektedir. Askeriyedeki bir cerrahın görevleri şu şekilde

anlatılmaktadır: “Kral sefere çıktığı zaman yanına maharetli hekiminide almalıdır.

Hekim yiyecekleri, içecekleri ve kamp kurulacak yeri görmelidir. Eğer hekim zehir

bulursa onu ortadan kaldırmalıdır, böylece orduyu ölmekten ve yok olmaktan

kurtarmalıdır. Çadırı kralın çadırının yanında olmalıdır, ve çadırının tepesinde bir

bayrak olmalıdır ki hastalanan, zehirlenen veya yaralanan kendisini kolaylıkla

bulabilsin”

Bu Samhita (külliyat)’lardan en meşhur olanları Caraka ve Susruta’ninkidir.

Bunlardan Caraka da tanımlamaya dayalı felsefi uzun tasvirler bulunurken,

Susruta’da birçok karmaşık cerrahi teknikten, göz ve plastik cerrahi operasyonundan

bahsedilmektedir. Bunlar dışında, dengeli beslenme, bitkilerin faydaları, değişik

hastalıkların sebep ve belirtileri, bulaşıcı hastalıklar, hasta muayene teknikleri,

değişik vücut bölgelerini tanıtan bilgiler, üreme, gebelik ve fetus’un bakımı, ateş’in

Page 17: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-17-

tedavisi, üriner sistem ve cilt hastalıkları’nın tanımlanması, bunama, epilepsi, astım,

fincan’la çekme tedavisi, hacamat (venöz kanın akıtılması), sülük yapıştırma, alkolün

kullanma şekilleri, lavman çeşitleri ve kullanım yerleri, sihir, büyü ve dua ile tedavi

gibi çok geniş bir sahayı kapsayan konularda bilgiler yer almaktadır.

Eski Hintlilerin tıpta en çok ileri gittiği saha cerrahiydi. Susruta yüzü aşkın

cerrahi alet tarif etmiştir. M.Ö. 2000 de cerrahinin o bölgelerde oldukça geliştiği,

Hintlilerin bisturi, makas, çengel, forseps, kateter ve şırınga kullandığı bilinmektedir.

Hintlilerin cerrahide başarılı olmaları başka bir açıdan da önemli ve ilginçtir, çünkü o

dönemdeki anatomi bilgisinin çok sınırlı hatta yanlış olduğu bilinmektedir. Bu bilgi

eksiklikleri içinde başarılı cerrahi operasyonlar yapabiliyor olmaları ayrıca ilginçtir.

Resim 1: Charaka Samhita’dan bır el yazması sayfa Resim 2: Susuruta’dan Rhinoplasti

Eski Hintliler kırıkları bambu çubuklarla destekleyerek tedavi etmişler,

sezeryan, tümör çıkarılması ve lithotomy (karının açılması) gibi operasyonlar

yapmışlardır. Özellikle bir operasyon vardır ki hem o dönem için büyük bir başarıdır

hem de modern plastik ve rekonstrüktif cerrahinin öncülüğünü yapması açısından

önemlidir. Eski Hint’de zina suçu işleyenlerin burnu kesilirdi. Bu kişilerin daha sonra

tedavi edilmesi için rhinoplasti (burunun yeniden yapılması) uygulanırdı (Resim 2). Bu

amaca uygun olarak seçilmiş bir yaprak istenilen şekil ve büyüklükte kesilerek bir

taslak haline getirilir, alnın ön kısmından alınan bir miktar deri ters çevrilerek yeni

burunu oluşturmak amacıyla kullanılır ve deri uygun şekilde dikilirdi.

Elimizdeki eserlerden Hintlilerin enfeksiyon ve hastalıklar konusundaki

bilgisinin cerrahi başarılarındaki önemli etkenlerden birisi olduğunu anlıyoruz.

Bundan 4000 yıl önce Hindistan’daki ameliyathaneler aşırı şekilde temiz tutulur,

cerrahlar ellerini fırçalayarak yıkar, tırnaklarını kısa keser ve ameliyat ederken beyaz

elbiseler giyerlerdi. Çarşaflar buharda temizlenir, aletler kaynatılır, ameliyathaneler

çok iyi korunup havalandırılmasına rağmen güzel kokulu duman ve parfümlerle

tozdan ve kötü kokudan korunurdu. Daha Avrupa’daki hastanelerde kullanılmadan

birkaç bin yıl önce cerrahlar antiseptik ve analjezik kullanıyordu, ve yaranın

kontamine olmaması için ameliyat sırasında konuşması yasaktı. Nekahet dönemindeki

ameliyatlı hastalar dinlendiriliyor, iyi yemeleri ve güneşli temiz havada oturmaları

tavsiye ediliyordu. Nekahet döneminin daha başarılı olması ve daha zevkli hale

gelmesi için çiçek, güzel koku ve müzik tedavisi uygulanıyordu. Enfeksiyonu önlemek

içinse saf olmayan su kaynakları kaynatma, güneşte ısıtma, kum veya kömürden

geçirme yöntemleri ile temizleniyordu.

Eski Hintliler çok ileri cerrahi başarıları yanında başka tıbbi maharetleri de

Page 18: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-18-

vardı. Belli bir teşhise varmadan önce doktorlar hastanın kalbini ve ciğerlerini

dinlerdi. Hintliler aşılanma yoluyla çiçekten korunmayı biliyorlar, malarya ya karşı

sivrisinek ağları kullanıyorlardı. Bu, sivrisinekler ile sıtma arasındaki bağlantının

Batı’da 19. yüzyılın sonlarında kurulmaya başlanmış olması açısından önemlidir.

Ayrıca Hintliler, farelerle Veba arasında da bir ilişki olduğunun farkına yüzyıllar önce

varmışlardır.

Tarihsel süreç içinde teşhis metotlarında bazı yenilik ve gelişmeler olmuştur.

11. yüzyılda idrar’ın yakın gözlem ve tetkikine önem verilirken, 13. yüzyıldan itibaren

Sanskritce kitaplarda nabız’ın teşhiste nasıl kullanılacağına dair bilgiler yer almaya

başlamıştır. 16. yüzyılda da, hastanın nabız, idrar, dışkı, dil, göz, genel görünüm, ses

ve derisinin tetkikine dayalı ‘sekiz elemanın incelenmesi’ uygulanmaya başlanmıştır.

Aynı dönemlerde yapılan bir tetkikte de bir damla yağ hastanın idrarına damlatılır, ve

yağın idrar yüzeyinde yayılma biçiminden hastanın geri kalan yaşamı konusunda

yorum yapılırdı.

Hint tıbbına diğer kültür ve medeniyetlerinde etkisi olmuştur. 11. yüzyılda

İslam tıbbi ve Yunan tıbbından bir çok kitap Sankritceye tercüme edilip kullanılmaya

başlamıştır. 16. yüzyılın ilk yarısında Portekizliler Goa ya gelmişler ve Hindistan’da

ilk tıp kitabı olan Garcia d’Orta tarafından yazılan Coloquios dos Simples, e Drogas he Cousas Mediçinais da India (Hindistan’daki Tıbbi Bitkiler ve İlaçların Hulasası) 1563

senesinde basılmıştır. D’Orta kitabı için malzemeyi yerli halktan toplamıştır.

Başlangıçta Hintlilerle Portekizliler arasında tıbbi açıdan alış-veriş varken 1600lerden

sonra Portekizliler Hintli doktorlara bazı sınırlamalar getirmişlerdir.

1600 yılları civarında Britanyalılar Hindistan’a gelmişlerdir. Hiç tanımadıkları

hastalıklarla burada karşılaşan Britanyalılar yerli hekimlerden bir şeyler öğrenmeye

çalışırken, Hintlilerde onlardan cerrahi teknikler öğrenmişlerdir. Daha sonraki

yıllarda Britanya hegemonyasındaki Hindistan’da tıp fakülteleri kurulunca

Ayurveda’nın Batı tıbbi ile birlikte okutulması açık olarak desteklendi. Ancak 1835de

eğitim politikalarının değişmesiyle devlet üniversitelerinde Ayurveda tıbbının tıp

fakültelerinde okutulması yasaklanmıştır. Böylece geleneksel Hint tıbbı Ayurveda aile

içinde usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen ve nesilden nesile geçen bir uygulama haline

gelmiştir.

20. yüzyılda Hindistan’ın bağımsızlık hareketinin başlaması ile birlikte, yerel

geleneklerin desteklenmesi yönünde aktif bir şuurlanma belirmiştir. Hindistan’ın

bağımsızlığını kazandığı 1947’den bu yana Hindistan hükümeti gelişme adına Batı

tıbbını desteklemek ile halk tarafından yaygın olarak uygulanması gerçeğinden yola

Page 19: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-19-

çıkarak Ayurveda tıbbını desteklemek ikilemi arasında kalmıştır. Bugün Hintli

hekimlerin büyük bir çoğunluğu, dış dünyaya açılmaları adına tek şansları olan Batı

tıbbına kendilerini adamış bulunmaktadırlar. 1970 de Hint parlamentosu bir yasa ile

Ayurveda tıbbının uygulanma şeklini düzenleyecek bir kurul oluşturmuşlardır. 1983

senesi itibarıyla, birçoğu üniversitelere bağlı olmak üzere yaklaşık 100 tane Ayurveda

tıbbi eğitimi veren okul bulunmaktadır. Ancak bugün Hindistan’da Ayurveda tıbbı ile

modern tıbbın ayrışma sınırları belirsiz hale gelmiştir. Ayurveda uygulayan özel

hekimler sıklıkla modern Batı tıbbının tedavi yöntemlerini de kullanmaktadır. 1970

yılında Penjap ve Mysore bölgesindeki 59 yerel Ayurveda kliniğinde yapılan bir

araştırma göstermiştir ki buralarda tedavi amacıyla kullanılan ilaçların büyük

çoğunluğu antibiyotik ve benzeri ilaçlardır. Bugün Hint tıbbında sadece bitkiler, kökler

ve tedavi edici masajın kullanılması bir hayal olmuştur. Kim bilir belki Hintlilerde

küreselleşen dünyadaki yerlerini bu şekilde almışlardır.

Page 20: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-20-

ÇİN’DE TIP

‘Doğu’nun tıp dünyasına ve tıbbın gelişme sürecine katkısını araştırırken büyük bir

gelenek ve kültür birikimine sahip Uzakdoğu’nun kalabalık ülkesi Çin’den

bahsetmemek imkansızdır. Sonradan Batı’da yeniden icat edilmesine rağmen birçok

yeni icadın Çinliler tarafından yapıldığı bilinmektedir. Her ne kadar, kendi

deyimleriyle; “Hiçbir konuyu sonunda başarılı olacaklarını hesaba katarak takip

etmemeleri”ne rağmen Çinliler tıpta birçok yeniliğe ve orijinal uygulamaya imzalarını

atmışlardır.

Bazılarının ifadelerine göre Çin tıbbı kendine özgü olmasına rağmen diğer tıp

geleneklerinden tamamen farklı değildir, çünkü Çin tıbbı tamamen yerel değildir.

Yüzyıllar boyunca Hindistan’dan, Tibet’ten, Orta ve Güneydoğu Asya’dan

etkilenmelere maruz kalmış, ve nihayet 1850’den sonra Batı’nın etkisi ile tıp

geleneğine birçok yeni unsurlar katmıştır. Örneğin akupunktur tedavisinin Orta Asya

Şamanlarındaki kan akıtma ve iğne batırma tekniklerinden, katarakt operasyonunun

Hindistan’dan, Gingseng’in yaygın kullanımının Kore’den, anason, safran ve günnük

kullanımının ise Arap ve Farsilerden geçtiği düşünülmektedir. Ancak bu yinede tıp

tarihinde ve geleneksel tıp uygulamalarında önemli bir yer tutan Çin tıbbının

özgünlüğüne gölge düşürmemelidir.

Çin tıbbını başlatan kişinin kim olduğu konusunda kesin bir kani olmamasına

rağmen Çin’de ‘tıbbın babası’ olarak anılmayı en fazla hak eden kişinin Shen Nung

olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur (Resim 1). M.Ö. 3000 yıllarında yaşayan bu Çin

imparatoru bitki ve hayvan yetiştirmeciliği konusunda yeni metotlar geliştirmesi

yanında birçok ilaç ve zehri kendi üstünde deneyerek tıbba da önemli katkılarda

bulunmuştur. Bu ve diğer denemelerinden edindiği bilgilerle oluşturduğu Pen Tsao

(Büyük Bitki Kitabı), uzun yıllar yeni baskıları yapılarak okunmuştur ve halen Çin’de

kullanılmaktadır. Bu yüzyılın başında da yeni bir İngilizce baskısı yapılan ve 5000

yıldır varlığını sürdüren Pen Tsao tıp tarihi açışından önemli bir eserdir.

Shen Nung’tan daha sonraki yıllarda başka bir Çin imparatoru olan Hwang

Ti’nin yazdığı Nei Ching (M.Ö. 2650) bütün Çin tıp eserlerinin kaynağı olarak kabul

edilir. İngilizce tercümesi çok eski olmayan tarihlerde yayınlanan bu eserde Çinlilerin

Harvey’den yüzyıllar önce kan dolaşımını bildiklerine dair açık ifadeler

bulunmaktadır. Kitapta; “Vücuttaki bütün kan kalbin kontrolü altındadır......Kanın

akışı sürekli bir devridaim şeklindedir ve asla durmaz” denmektedir. Bu bilgi, Çin’de

dini sebeplerden dolayı diseksiyon yapılmadığı, ve anatomi ve fizyoloji bilgilerinin son

Page 21: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-21-

derece gelişmemiş olduğu düşünüldüğünde daha da çarpıcı olmaktadır.

Resim 1: Shen Nung Resim 2: Yin-Yang

Çin tıbbında başlangıçta olan sihir ve büyünün hastalıkları oluşturduğu inancı

zaman içinde azalarak yerini teorik bir altyapısı olan ve daha sonraki uygulamalara

zemin teşkil edecek olan Yin-Yang’e bırakmıştır.

Birbirine zıt iki gücü temsil eden Yin-Yang‘in her şeyin üzerinde olduğu ve her

şeyi kontrol ettiği düşünülmektedir (Resim 2). Yin ve Yang’in Med ve cezir, dişi ve

erkek, hayat ve ölüm, güneş ve ay, sıcak ve soğuk gibi olduğu ve evrendeki her şeyin

dengesinin evrendeki bu zıt güçlerin dengesi ile mümkün olacağına inanılmaktadır.

Sağlık ve hastalıkta da aynı kurallar geçerli olduğu ve hastalıkların vücuttaki

Yin-Yang dengesinin bozulmasından meydana geldiği varsayılmaktadır. Yin-Yang

aslında birbirinin zıttı olsa da zıt kutupları temsil etmemekte, sembolünden de

anlaşılacağı üzere birbiriyle bağımlı ve içice iki unsuru temsil etmektedir. İmparator

Fu-Hsi tarafından ortaya konulduğuna inanılan Yin-Yang’in zaman ve uzaya biçim

verdiğine inanılmaktadır. Yang daha dışa yönelikken Yin daha içseldir. Bütün doğal

süreçler gibi hastalıkta aktif Yang aşamasından başlar ve daha iç Yin tabakasına

sirayet eder ve bu aşamada tedavi gerekli hale gelir.

Diğer bir doktrin ise çoğu zaman yanlış olarak ‘beş eleman’ veya ‘beş unsur’ diye

tercüme edilen ve aslında ‘beş evre’ olarak tanımlanabilecek wu xing, odun, ateş,

toprak, maden ve su, fizyolojik bağlamda insan vücudunda meydana gelen değişik

evreleri tanımlamaktadır. Odun büyüme ve gelişmeyi, ateş eskime ve yıkılmayı gibi.

Bir bütün olarak düşünüldüğünde vücut bir mikroalem gibidir ve onun normal-

anormal bütün süreçleri qi (yaşam unsuru), yin-yang ve beş evrenin durumu ile

yakından ilgilidir. Qi nin vücut içinde maddi olmaktan öte metafizik bir varlığından

söz edilebilir. Yang hareket ve değişimi sağlarken, yin dolaşım, beslenme ve büyümeyi

temsil etmektedir. Diğer bir hayati unsur da jing (cevher)’ dir ve besinlerden alınan

gıdayı ve üreme ve çoğalma için gerekli olan gücü temsil etmektedir.

Klasik Çin tıp teorisinde beş tane yin organ sistemi (kalp, karaciğer, dalak,

akciğer ve böbrek) ile altı tane yang organ sistemi (safra kesesi, mide, kalın barsak,

ince barsak, mesane ve san jiao [üçlü yakıcı]) vardır. Yin sistemleri qi, xue (kan) ve jing

oluşturur, geliştirir, toplar ve üretirken, yang sistemleri, gıdaları alıp qi, xue (kan) ve

jing üretmesi için işleme tabi tutar ve artıkları boşaltır. Eğer qi vücutta yeterli

miktarda var ve düzenli olarak dolaşıyorsa beden sağlığı yerinde olur. Kişinin

vücudunda qi yi egzersiz, diyet, koruyucu akupunktur, moksa, meditasyon ve bazı seks

Page 22: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-22-

teknikleri ile üretmesi mümkündür.

Çin tıp kitaplarında bir hekimin tedaviye başlamadan önce hastadaki fiziksel

ve duygusal işaretleri çok iyi gözlemesi gerektiği yazılırdı. Gözlem yanında nabız da

önemli bir teşhis aracı olarak kullanılmıştır. Nabız, vücuttaki genel dengesizlikler

organların bundan etkilenme durumları hakkında bilgi veren qi’nin dolaşımı

konusunda bilgi vermektedir. Çin’de nabız adeta bir sanat haline gelmiştir. Nabız

bilekteki 3 farklı noktadan 3 ayrı derinlikte alınırdı, ve şiddeti, tınısı (resonance),

düzeni, ritmi vs.’ye göre değerlendirilirdi. M.S. 280de yazılan on iki ciltlik Mei Ching

(Nabız Kitabı)’de “İnsan vücudu akortlu bir alete benzer ve değişik nabızlar birer

akordu temsil eder. Organizmanın düzen yada düzensizliği nabzın tetkiki ile

anlaşılabilir, ki bu tıbbın her sahasında çok önemlidir” demektedir (Resim 3).

Resim 3: Nabız muayenesi

Yüz yıllar içinde yeni teşhis metotları geliştirilmiştir. Örneğin 19. yüzyılda

dil’in tetkiki ile teşhis yapılmaya başlanmıştır. 20. yüzyılda da Çin’li hekimler beden

ısısının ölçülmesi, kan sayımı ve kan şekerinin ölçümünü teşhiste kullanmaya

başlamışlardır. Ancak dört temel teşhis yöntemi değişmeden kalmıştır; sorgulama,

gözlemleme, koklama, dinleme ve nabız alma.

Tedavide her hastalığın içsel bir sebebi olduğu düşünülmüştür. Örneğin göz

hastalıkları hepatik sistemin tedavisi ile düzeltilmeye çalışılmıştır. İç organlardan

kaynaklanan problemlerinde direkt olarak organa müdahale yerine yin-yang

dengesinin düzenlenmesi ile yapılmaktaydı. Dolayısı ile cerrahi tedavi ikincil kalmış

ve gelişmemişti. M.S. 115-205 yılları arasında yaşayan Hua Tu en meşhur

cerrahlardandı. Kendisi anesteziyi ilk kullanan kişi olarak kabul edilmiştir. Hua Tu

ameliyat edeceği hastalara önceden, bugün Cannabis (Hint Keneviri) olduğu

düşünülen, narkotik ilaçlar verirdi. Yaptığı ameliyatlar arasında laparatomi (karnın

açılması) ve dalağın eksizyonuda vardı. Ona ait hiçbir kitap bugüne kalmadığı için

ameliyat teknikleri hakkında hiçbir fikir sahibi olamasak ta, Hua Tu gerek yasadığı

dönemde gerekse öldükten sonra büyük bir üne sahip olduğunu ve bugün onun adına

yapılmış birçok tapınak olduğunu biliyoruz.

Çin’de teşhis yöntemi olarak yukarıda saydığımız metotlar kullanılırken

tedavide bitkisel ilaçlar, akupunktur, moksa ve refleksoloji uygulanmıştır.

Akupunktur, ince metal iğnelerin 1 cm. ile birkaç cm. arasında değişen miktarlarda

deriye batırılması ile yapılır. Batırılacağı noktanın özel bir önem taşıdığı

akupunkturda iğne ya çevirilir veya titreştirilir. Akupunktur’un fizyolojisi Taocu

Page 23: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-23-

doktrindeki hayat kaynağı olan qi’nin vücudun bütün organları arasında dolaştığı

esasına dayanmaktadır. Akupunktur noktaları vücut boyunca var olan 14 görünmez

hat ve bunlar üzerindeki belli fonksiyonları kontrol eden noktalardan oluşmaktadır

(Resim 4). Vücuttaki enerji akımındaki düzensizlik sonucu meydana gelen ve kendini

ağrı vs. ile belli eden hastalıklarda akupunktur qi’yi dengeleyici ve düzenleyici rol

oynayarak tedavi edici olmaktadır. Moksa ise yanıcı bir maddenin vücudun belli

noktalarına koyularak ateşlenmesi ile yapılmaktadır. Etki mekanizması olarak Batıda

ve İslam tıbbında uygulanan ‘kupa vurma’ veya ‘bardakla çekme’ye benzeyen bu

yöntemde sıkça uygulanmaktaydı. Akupunktur’un da moksa’nın da belli anahtar

noktaların stimulasyonu ile qi’nin akis yolundaki tıkanıklıkların açılması ve

organlardaki düzenli dolaşımın sağlanmasına yol açtığı düşünülmektedir.

Resim 4: Akupunktur Resim 5: Fildişi heykelcik

Çin tıbbının uygulanmasındaki ahlaki anlayış hekim ile asil hastalar

arasındaki fiziksel temasın minimum düzeyde olmasını gerektirmekteydi. Hele ki

bayanlara kesinlikle dokunulmazdı (Resim 5). Onlar bir perdenin arkasında dururlar

ve doktorla kocası veya hizmetçisi aracılığı ile iletişim kurarlardı.

İlaçla tedavi en sık uygulanan tedavi yöntemi olsa da akupunktur uzmanları ilaç

yerine akupunktur uygularlardı. Masaj ve çocuk doğurtma, daha alt sınıftaki

uzmanların işi olarak görüldüğünden, doktorlar tarafından yapılmazdı.

Çin’de halk arasında hastalıkların kötü ruhlar, öfkeli atalar, kendine isyan

edilen tanrılar, günah işlenmesi ve karma (daha önceki yaşamında işlenen bir hatanın

cezası) olarak meydana geldiği düşüncesi varsa da klasik Çin tıbbının genel anlamda

din dışı ve doğaya dayalı olduğu söylenebilir. Tıp külliyatı Çin’de iki tür hekim

olduğundan bahsetmektedir. Birincisi, iyi bir aileye mensup, tıbbı bir sanat olarak

öğrenen ve icra eden centilmenlerin oluşturduğu ‘Konfiçyus hekimi’ (ruyi). Diğer grup

olan ‘kalıtsal hekim’ (shiyi) ise hekim bir aileden gelir ve eğitimini kitabi bilgi yanında

usta-çırak ilişkisiyle öğrenir. Bazı aileler vardı ki belli hastalıkların tedavisi

konusunda meşhur olmuşlardı ve tedavi ettikleri hastalıklarda kullandıkları ilaçların

reçetelerini saklarlardı. Bu arada o dönemdeki tıp uygulamalarını anlatan kitaplarda

bir de rahip, şaman, akupunkturcu, masajcı ve ‘yaşlı kadın’ gibi daha alt sınıfa mensup

ve belli bir saygınlığı olmayan sağıtıcılardan bahsedilmektedir. Kadın sağıtıcılar

toplumda hoş karşılanmasa, hatta cahil, kafir, görgüsüz, gibi sıfatlarla

tanımlanmalarına rağmen yinede bir çok kadın ebe, hemşire, hastabakıcı olarak

çalışmışlardır.

Page 24: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-24-

Çinliler her zaman geçmişleri ile gurur duymuşlar ve o’na sahip çıkmışlardır.

Özellikle tıbba ilişkin geçmişten getirdiklerine saygıları birçok şeye karşı gösterdikleri

saygının üzerindedir. 1744 senesinde, edebiyatın büyük hamisi İmparator Kien Lung o

güne kadarki bütün tıp bilgilerini bir araya getiren bir eser oluşturulması ve bunun bir

tıp ve cerrahi ansiklopedisi olarak basılması fikrini ortaya atar. Bunun üzerine

oluşturulan uzmanlar grubunun çalışmaları sonucu ortaya 40 ciltlik ‘Tıbbın Altın

Aynası’ çıkar. Bu külliyat halen bile temel eser olarak kabul edilir. Bu tarihlerden kısa

bir süre sonra modern tıbbın uygulayıcıları Çin’e gelmeye başlamışlar ve geleneksel

uygulamayı etkilemeye başlamışlardır. Avrupa tıbbını Çin’e ilk getiren kişi olarak

1827 senesinde Macao’da bir göz hastalıkları hastanesi açan Thomas R. Colledge isimli

genç bir cerrah kabul edilir. Birkaç yıl sonra 1835 de Colledge Amerikalı misyoner

Peter Parker ile işbirliği yaparak Canton’da bir hastane açtı. Bu hastanenin ana amacı

Çin gençliğini Batı tıbbında eğitmekti. Bu gençler arasında daha sonra Çin

Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı olan Sun Yat Sen (1867-1925)’de vardı. Bu

hastaneye daha sonrada bir çok yardımlarından da dolayı Sun Yat Sen’in adı

verilmiştir. Canton’da başlatılan bu öncü çalışmaları daha sonra Çin’in diğer

bölgelerinde yapılan hastane ve tıp fakülteleri takip etti. Başlangıçta İngiliz ve

Amerikalı personel tarafından yürütülen bu müesseseler zaman içinde tamamen

Çinlilere devredilmiştir.

20. yüzyılın başında Çinliler modern bir tıp anlayışını ülkelerinde yerleştirme

çabası içine girdiler. 1926 senesinde 100 civarındaki şehirde Batı tarzında çalışan tıp

kurumu ve hekim vardı. 1928 senesinde iktidara gelen milliyetçi hükümet bunları

sağlık sisteminin çekirdekleri olarak kullandı ve sağlık hizmetlerini merkezlerden

periferdeki köylere kadar yaymaya başladılar. 1948’de kontrolü ele geçiren komünist

rejimde bu kurumları, Çin tıbbını da sisteme entegre ederek, olduğu gibi devam

ettirdiler. Bu dönemden sonra da en iyi doktorlar geleneksel tıbbı bildikleri kadar Batı

tıbbında da eğitim almaları gerekiyordu. 1950lerde ülkede ‘iyi doktor’ sıkıntısı ortaya

çıkınca hükümet 2000 kadar doktoru pratikten çekerek onlara 3 yıl geleneksel tıp

eğitimi verdi, ve sağlık bütçesinin büyük kısmını geleneksel Çin tıbbı uygulayan ve

öğreten hastane ve tıp fakülteleri açmaya kullandı. Bugüne kadar da Çin’deki denge

Batı tıbbı ile geleneksel Çin tıbbı arasında hep gidip geldi.

Hala Çin’deki tıp uygulayıcılarının düşünce biçimini klasik anlayışlar

şekillendirmeye devam etmektedir. Ne Beijing (Pekin)’de ne Seul’de ne de Tokyo da

hiçbir hekimin klasik Çin tıbbını anlatan kitaplarını okumadığını düşünemezsiniz. Çin

geleneksel bilgilerine bağlı kalarak Batı’daki uygulamalara kendi içinde yer verirken,

Page 25: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-25-

Batı’da bazen geleneksel bazen de, yanlış bir adlandırmayla, alternatif tıp diyerek

Çin’deki akupunktur, refleksoloji ve bitkisel tıbba büyük ilgi duymaktadır. Dünya’nın

gittikçe globalleştiği bir dönemde bakalım ne zaman Doğu ile Batı, Çin ile Amerika tıp

uygulamasında aynılık göstermeye başlayacaktır.

Çin ile Doğu’daki yolculuğumuzu şimdilik sonlandırarak önümüzdeki

bölümlerde eski Yunan tıbbı ile Batı’daki yolculuğumuza başlayacağız.

Page 26: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-26-

ESKİ YUNAN’DA TIP

Eski Yunan (Helen) tarihini M.Ö. 3000e kadar götürmek mümkündür.. Eski Yunan

tarihi deyince akla ilk destanlar ve mitolojiler gelir. 1870 de Schliemann’ın

Homeros’un İliada’sını temel alarak yaptığı kazılarda Truva’ya ilişkin birçok kalıntı

bulması bu destanların gerçeğe dayandığı fikrini verdi. Daha sonra gelen bilim

adamları da destanlarda verilen bilgileri esas alarak kazılar yapmaya başladılar ve

bugün bizlere Eski Yunan hakkında ışık tutan birçok arkeolojik kalıntıları buldular.

Bu coğrafyada ilk tespit edilen uygarlık Miken Uygarlığıdır. O amanın tarihi

detaylarına M.Ö. 9. yüzyılda yaşamış Homeros’un yazdıkları ile ulaşılmıştır.

Eski Yunan’da başlangıçta hastalık nedenleri olarak fizik dışı sebepler

görülmekteydi. Çok tanrılı bir din anlayışına sahip olan Yunanlarda bütün tanrılar

hastalık verici veya tedavi edici özelliğe sahipti. Apollon ve kız kardeşi Artemis (her

ikisi de Zeus’un çocuklarıydı) hastalığa, yaygın musibetlere ve yaşlılığa bağlı bitkinliğe

ya da ölüme yol açan oklar fırlatılabiliyorlardı. Eski Yunan anlayışında yaşam gücü

olarak kabul edilen ‘Timos’ yaşayan organizmanın her yerindeydi. ‘Timos’ yaralardan

veya nefes vermeyle de kaçabilir ve vücudu ‘ölü’ bırakabilirdi. Aristo dönemindeki Eski

Yunan da (M.Ö. 4. yüzyıl) , Eski Mısır’da olduğu gibi kalbin şuurun bulunduğu yer

olarak kabul edilmekteydi.

O dönemde tıbbi tedavi, harici incinmeler ve yaralarla sınırlıydı.Savaş

meydanlarında vücuda saplanan silahlar çıkarılır, kanama bandajlarla durdurulmaya

çalışılırken, yaralar yıkanarak kalıntılardan temizlenmesi sağlanırdı. İlaç kullanımına

özellikle lokal kullanımlarda önem verilirdi. İlaçları genellikle toz haline getirdikten

sonra serpmek tercih edilirdi. Kabaca bütün ilaçlar için kullanılan isim ‘Phormaka’

sihir, zehir ve tedavi için kullanılan diğer maddeleri kapsıyordu.

Yunan tarihinin ilk yıllarında tanrıların ve hekimlerin hastalığın tedavisini

birlikte yaptığına inanılırdı. Zamanla sağlık tanrıları özel tapınaklarda kutsanmaya

başlandı. Bu tapınaklarda en ünlüsü Asklepios’a adanandı. Asklepios’u anlatmadan

önce genelde Eski Yunan tanrılarından bahsetmek gerekir. Yunan tanrıları Olimpos

Dağı’nda ‘otururlar’ dı. Tanrıların tanrısı Zeus, Apollon ve Artemis onun ikiz

çocuklarıydı. Apollon mitolojide güneşin, güzel sanatların ve hekimlerin tanrısı olarak

bilinir. Apollon insanlara kızdığı zaman onlara salgınlar yağdırır, hiddeti geçtiği

zaman da salgınları durdururdu. Apollon erkek güzelliğini simgelemesine rağmen

kadınlar bakımından çok başarılı değil.------Defne (sevdiği kız) ondan kaçar ---------

Defne ağacı. Apollon----------Koronis (sevgilisi)---------Teselyalı bir gençle onu aldatır-----

Page 27: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-27-

---Karga (beyaz-siyah)----------kalbine sapladığı bir okla Koronis’i öldürür----------

karnındaki bebeğin kendi çocuğu olduğunu öğrenir ve onu çıkartır (tarihteki ilk

sezeryan?)--------Asklepios---------Kherion (yarı at yarı insan) ----------tıbbı öğrenir-------

ölüleri diriltir------Hades (cehennemler tanrısı) Zeus’a şikayet-------yıldırım çarpması----

-----Apollon rica eder ve Asklepios affedilip tıp tanrısı olarak Olimpos’a alınır.

Asklepios;un çoğu tanrı ve tanrıça olan geniş bir ailesi var. (Resim 1) Kızları Hygiea

(Hijyen-temizlik tanrıçası), Panacea (her derde deva olan ağrıları dindiren tanrıça),

oğulları Telesphorus (nekahat devri tanrısı), Makhaon (cerrahların tanrısı), Podaleiros

(görünmeyen kötülükleri iyi eden tanrı).

Resim 1: Asklepios ve çocukları

Asklepios için “konuşma ile, bitki ve bıçak ile şifalarını gerçekleştirirdi” denilir, yani o

vücut ve ruhu bir bütün olarak kabul ederdi. Asklepios adına yapılan sağlık mabedleri

(Asklepion)---------Asklediad (rahipler)--------Buraya ölümcül hasta kabul edilmez.

M.Ö. 6. Y.Y.a gelindiğinde Eski Yunanda filozof-bilim adamları çağının

başladığını görmekteyiz. Bunlar bütün gerçeklere doğaüstü değil de doğal açıklamalar

getirme girişimi içinde olmuşlardı. Bu filozof-bilim adamlarından bazıları ve öğretileri

şöyle idi:

Pisagor: Sisam’lıdır Aritmetiğin kurucusu olarak kabul edilir.Gerek evrendeki

gerekse insan bedenindeki dengeleri sayılar ile açıklamaya çalışmıştır.

Kroton’lu Alkmeon: Pisagor’un talebesidir. Hayvanları teşrih etmiş, görme

sinirini, östaki borusunu tarif etmiştir. Atar ve toplar damarları birbirinden ayırt

etmiş, hastalığı vücudu oluşturan elemanlar arasındaki ahenksizliğe, sıhhati ise bu

ahenge bağlamıştır.

Agrigentum’lu Empedokles: Pisagorun talebesidir. Evrenin ateş, hava, toprak

ve su’dan meydana geldiğine inanmıştır, ve hastalıkların bu unsurların

dengesizliğinden oluşur demiştir.

Abedere’li Demokritus: Demokritus’a göre evren boşluk içinde seyir eden

atomlardan oluşur. Gözle görülmeyen atomlar her olayda yer ve şekil değiştirir, yeni

kalıplara girerler.

Theorie Humorale (Hıltlar nazariyesi): Milet’li Tales “Su”yu evrende var olan

her şeyin ilk prensibi ve ilk yapısı olarak kabul ediyordu. Efes’li Heraklit ise “hava”nın

tek prensip olduğunu, bütün cisimlerin havanın yoğunlaşması ile meydana geldiklerini

iddia ediyordu. Agrigentum’lu Empedokles tek prensip, tek madde yerine evrenin 4

unsurdan kurulduğunu söyledi. Bu 4 unsur: Hava, Ateş, Su ve Toprak idi. Bu görüş

Page 28: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-28-

Pisagor’un görüşüne uyuyordu. Pisagor ve Empedoklesin bu görüşleri daha sonra

Hipokrat’ın “Hıltlar” veya “Beden sıvıları” Nazariyesini (Theorie Humorale) kurmasına

emin teşkil etti. Hipokrat önce evreni oluşturan 4 unsurun özelliklerini belirtti.

Hava: Sıcaktır

Ateş: Kurudur

Su: Nemlidir

Toprak: Soğuktur

Bedende de 4 sıvı vardır. Bunlar:

a) Kalpten gelen Kan,

b) Beyinde bulunan Balgam,

c) Karaciğerde bulunan Sarı Safra

d) Dalak ve midede olan Kara Safra

O dönemin inancına göre yediğimiz, içtiğimi gıdalar Kan, Kara Safra, Sarı Safra ve

Balgama dönüşürlerdi.

Hipokrat Zamanında Yunan Tıbbı

Her milletin hayatında çok parlak bir dönem vardır. İşte bu dönem Yunanistan

için M.Ö. 5. Y.Y.dır. Bu yüzyılda Sokrates ve Eflatun düşünce alanında, Aeşil, Sofokles

ve Öripides trajedileri ile, Aritofan güldürüleri ile ve Pindare şiirleri ile edebiyat

alanında, Fidias, Miron ve Praxitel heykel alanında, Heredot ve Tüsidit tarih alanında

ve nihayet Hipokrat tıp alanında ortaya koydukları ile yalnızca çağlarını

aydınlatmamış, yüzyıllar ötesine de ışık tutmuşlardır.

Hipokrat:

Babası Asklepion’larda tıp icra eden bir rahip-hekimdi. M.Ö. 460’de Kos

(İstanköy) adasında doğmuş, birçok yerlere gitmiş, Yunanistan ve Mısır’ı dolaşmış,

M.Ö. 370’de Larissa (Yenişehir) de ölmüştür. Bunlar dışında yaşamı ve fikirleri

hakkında çok fazla şey bilinmez, gerçekte yaşayıp-yaşamadığı bile şüphelidir (Resim

2).

Resim 2: Hipokrat

(Karaciğer) Sarı Safra

(Ateş)

(Toprak) Siyah Safra

(Dalak) (Hava)

Kan (Kalp)

(Su) Balgam (Beyin)

Kuru Sıcak

Serin Nemli

Page 29: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-29-

Hipokrat zamanına gelene kadar hastalıklar kötü ruhların, cinlerin

yaptıklarına atfedilir veya insanlara kızan tanrıların onlara gönderdikleri bir ceza

olduğu sanılırdı. Hipokrat bütün bunlara karşı çıktı ve hastalıkların daima doğal

nedenlerden iler geldiğini iddia etti. O dönemde mukaddes, kutsal hastalık olarak

kabul edilen sar’a (epilepsi) için;”Hiçbir hastalık diğerinden daha kutsal veya daha

insani değildir. O da görülen her hangi bir hastalık gibi doğal nedenlere bağlıdır”

demiştir. Muhtelif semptomların bir araya gelerek bir hastalık tablosu çizdiklerini

gözleyen alim, vakaların hikayesini anlatmak ve hasta başında ders vermekle klinik

tababetin kurucusu olduğu gibi, “doğa iyi eder, hekim doğanın asistanıdır” diyerek

tabiatın iyi edici özelliğini de belirtmiştir. Hipokratta gözlem, özellikle muayene ve

palpasyona dayanırdı. Koku duyusu, hastayı ‘sarsma’ metoduda muayene yöntemi

olarak kullanılırdı. Hipokrat için hastalık daha önce var olan bir bilinmeyen neden

sonucudur. Hastalıkta yapılması gerekenin görülen belirtiyi ortadan kaldırmak değil,

bilakis onların gelişmesine yardımcı olmaktır. Bu yüzden Hipokrat “benzeri benzer ile

tedavi etmek taraftarıdır

Hipokrat ekolüne ait olan hastalık teorileri fazla gelişmemiş fikirlere dayanırdı.

Yüksek ahlaki fikirler Hipokrat’ın bütün kitaplarında vardır. Bazı kitaplarında derin

bir akılcılık gösteren etik kurallar vardır. Hipokrat’ın tedavide başlıca kabul ettiği

düstur Primum non Nocere (Önce Zarar Verme) dir. Kendisi humoral patolojiye

uyarak, tedavisinde bilhassa ‘Boşaltıcılar’a önem verirdi. Bu nedenle kan alarak,

lavman yaparak, müshiller, kusturucular, idrar söktürücüler, aksırtıcılar vererek,

vantuz çekerek, dağlayarak hastalığı daha az tehlikeli bölgelere çekmeye çalışırdı.

Tedavisinin büyük bir kısmı perhize ve doğaya karşı gelmemeye bağlı idi. Cerrahi

tedaviye gelince: irini boşaltır, apseyi temizler, ağrını dindirilmesine özen gösterirdi.

Kırıkları yerine koyar, çıkıkları özel bir masa kullanarak iyi ederdi. Trepanasyonu da

bir tedavi yöntemi olarak kullandığı bilinmektedir.

Corpus Hipocraticum yani ‘Hipokrat Külliyatı’ olarak bilinen 72 eserin tümü

Hipokratın kendisi tarafından yazılmamıştır. Bunların çoğu, belki de tamamı,

Hipokrat’ın oğulları, damatları veya talebeleri tarafından yazılmıştır. Bu kitaplardaki

dil ve anlatım özelliklerinden yazarları yanı sıra yazıldıkları devirlerinde farklı olduğu

anlaşılmaktadır. Hipokrat denince ilk akla gelen ve bütün dünyada çok uzun bir süre

kullanılan Hipokrat Andı şöyledir: (Ek-1)

Tıp tarihinde çok ayrıcalıklı bir yere sahip olan Eski Yunan ve Hipokrat

dönemini, bütün hekimlerin asla akıllarından çıkarmamsı gereken Hipokrat’ın bir sözü

ile bitirmek uygun olacaktır.

Page 30: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-30-

“Hekimin görevi nadiren iyileştirmek, çok kere ağrısını dindirmek, fakat her

zaman için teselli etmek ve ümit vermektir.”

Page 31: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-31-

ROMA VE BİZANS İMPARATORLUĞU DÖNEMİNDE TIP

Bir destana göre Roma’nın kuruluşu şu şekilde anlatılır; İtalya’daki bir taht

kavgasında bir sepetle nehre bırakılan Romulus ve Remus adındaki ikiz kardeşler bir

dişi kurt tarafından kurtarılıp büyütülürler. Kardeşler yetişkin hale geldiklerinde

kimliklerini öğrenirler ve Tiber’de bir şehir kurma girişiminde bulunurlar. Kurulacak

olan şehrin adını belirlemeye gelince iki kardeş arasında kavga çıkar ve Romulus

Remus’ü öldürür ve M.Ö. 753’de kurduğu şehre Rom adını verir (Roma 1).

Resim 1: Roma İmparatorluğu

Nazım Hikmet “ Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu temelinde Roma’nın dişi

kurt sütüyle dolu kovalar ve bir avuç kardeş kanı var “der.

Bugün Roma’nın kuruluşu ile ilgili bilgilerimiz daha gerçekçi sayılmakta, Latin

ırkından olan Romalılar M.Ö. 1200’lerde İtalya’nın kuzeyine göç etmişler, kuzeyde

komşuları olan Etrüskler onları birçok yönden etkilemişlerdir.

Roma’da Tıp

Başlangıçta bir kraliyet, sonra bir cumhuriyet ve daha sonra bir imparatorluk

olan Roma’da devlet idaresine, hukuk ve askerliğe çok önem verildiği için tıp pek

gelişmemiştir. İlk devirlerde tıp sanatını icra eden bir hekim sınıfı yoktu. M.S. 1

yüzyılda Pliny’nin de yazdığı gibi “Roma halkının 600 yıldan beri tıp sanatı değil,

hekimi yoktu.”

Bir Romalı asker hukukçu, çiftçi olabilirdi; lakin sanat olarak tababet icra

etmesini şerefine yakıştıramazdı. Hasta tedavi etmek aile reisine “Pater Familias”’a

düşen bir ödevdi ve herkes kendisinin hekimi idi.

Başlangıçta Roma tıbbı üzerinde Asyalı bir kavim olduğu sanılan Etrüsklerin

etkisi oldu. (Mezopotamya’nın etkisinde kalan Etrüskler’de hepatoskopiye önem

verilirdi.)

Roma kuvvetlenip silah zoru ile Yunanistan (MÖ 146), Anadolu (MÖ 129),

Suriye (MÖ 63) ve Mısır’ı (MÖ 31) fethedince bu diyarlarda hüküm sürenler Yunan

hayat görüşünü ve ilminin üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Yunan uygarlığı

ile temas eden Roma, ilkönce mağlup olanların tanrılarını adlarını değiştirerek de olsa

kabul etti. Baş tanrı Zeus Jüpiter adını aldı, ev ve tarlaların koruyucusuydu, eşi Juno

aile tanrıçasıydı. Minevra bilgi tanrısı, Mars savaş tanrısıydı, Neptün deniz tanrısı,

Vulkan ateş tanrısı, Diana av tanrıçası, Venüs de güzellik tanrıçasıydı. Zamanla

Page 32: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-32-

Yunanca da kabul görüp, zengin ve eğitimli kişilerin dili haline geldi.

Roma uygarlığında tıbbi uygulamalar yapan kişilerin çoğunluğu köleler ve

özgürlüğünü sonradan kazananlardı. Üst sınıftan Romalıların genellikle kendi aileleri

için özel köle hekimleri vardı. Bazen bunları diğerlerine de kiralıyorlardı. Hekimler

genelde Yunan asıllıydı ama Mısırlı ve Yahudi göçmenler de çalışıyordu, Roma’ya

gelen bu Yunanlı hekimlerin statüleri düşüktü ve aralarında köle olanlar da vardı. Bu

hekimlere yurttaşlık hakkı ilk kez Cesar zamanında verildi. Julius Cesar tababetin

önemli bir halk hizmeti olduğunu anlayan büyük bir kumandan ve devlet adamıydı.

Cesar zamanında (MÖ 101-44) halk 3 sınıfa ayrılmıştı.

1- Patricienler (Hemşehriler); bunlar Roma asıllı olup, özgür ve her hakka

sahiptiler.

2- Plebler; Roma asıllı olmayıp, özgür fakat yalnızca bazı haklara sahip olanlar.

3- Esirler, köleler; Hiçbir hakları olmayanlar. (Giyimleri bile özgür insanlardan

farklı idi)

Cesar yunan hekimleri Roma’ya çekebilmek için yasalarda bazı değişiklikler yaptı

ve memleketine gelecek olanlara Patricien hakkını tanıdı.

Yunanistan’ın aksine Roma’da tıbbın icrası kadınlara yasak değildi. Kadın

hekimlere Medica, ebelere Atronea veya Obstretica denirdi. Erkeklerin tartışma ve

aktivitelerine ise çok az kadın dahil edilirdi. Genel olarak toplumda kızların yaşamı ve

ölümü üzerinde ailenin reisinin mutlak gücü vardı.

Askeri birliklerde de birliğin büyüklüğüne göre belli sayıda hekim bulunurdu.

Bunlar atalardan gelen tıbbi bilgiler konusunda özel deneyim sahibi olan basit

askerler olabilirler.

Başlangıçta tıbbi uygulamaların bir düzenlemesi yoktu. Kimin hekim olarak

çalışabileceğini belirleyen bir tanımlama ve belgelendirme yoktu. Hekimlere vergiden,

askerlik ve diğer kamu görevlerinden muaf sayılmalarıyla ayrıcalıklar tanınıyordu.

İmparator Severus İskender (MS 222-235) eğitimi belgelendirmeyi ve kontrolü

düzenleyen kapsamlı kanunlar çıkardı.

Resim 2: Roma’da hepatoskop

Halk Sağlığı ve Hijyen

Romalılar ümitsiz hastalara ve sakatlara pek az ilgileniyorlardı. Aynı küçümseme

istenmeyen yeni doğanlara kadar uzandı ve onların öldürülmesine kadar gitti.

Page 33: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-33-

Hijyen alanında yenilikler getirmişlerdi. Kanalizasyon, su bağlantıları ve

kaldırımlı caddeler inşa etmişlerdi. Su taşıyan borulara filtreler yerleştirmişlerdi.

Şehre su sağlamanın yanı sıra suyu ve lağımı şehrin dışına taşıyan bir akıtma

sistemleri vardı. Bataklık içeren toprakların hastalıkla alakası çoktan anlaşıldığından,

bataklıklar ve durgun sular düzenli olarak boşaltılıyordu.

MÖ 1. YY’da Marcus Varro “Gözle görülemeyecek kadar küçük bazı yaratıkların

ürediği, bunların havada dolaşıp ağız ve burundan vücuda gelerek ciddi hastalıklara

yol açtıkları için“ bataklıkların yakınına bina yapılmasını yasaklamıştı.

Ölüleri şehrin içine gömmeyi yasaklayan yasalar vardı. MS 2. yüzyıl civarında

cesetleri yakma ve küllerini bir kavanozda toplama geleneği uygulanmıştır. Daha

sonra kadavralar gömülmeye başlanmıştır.

Roma’da sokakların, içilecek suların, çarşılarda satılan gıda maddelerinin

temizliğine büyük önem gösterilirdi. Hamam ve kaplıcaları vardı. Kaplıcalarda sıcak

su salonları (tepidarium) ve soğuk su salonları (frigidarium) vardı. Ayrıca halka açık

helalar da mevcuttu.

Hekimlerin muayenehaneleri ve evleri dışında hasta ve yaralıların bakılıp tedavi

edilebilecekleri yerler yoktu. Sadece askeri birlikler arasında bir hastane sistemi

gelişmişti. Siviller için şehirlerde hastanelerin kurulması MS 4.YY’a kadar

gerçekleşemedi. İlk hastane 394 yılı civarında Hıristiyan hayırsever Fabiala

tarafından kuruldu.

Roma’da Tababet İcra Eden Ünlü Hekimler

Cesar’ın tanıdığı haklar sonunda, çoğunlukla Anadolu ve Mısır’dan Roma’ya ünlü

hekimler geldi.

Archagatos; (MÖ 219) Roma’ya Yunanistan’dan gelen ilk hekimdir. Onun meslek

hayatı Romalıarın hekimlere karşı değişen tutumlarına örnek teşkil eder.

Asklepiades; (MÖ 124) Bursa’lı bir atomisttir. Atomister hastaları erken, kuvvetli

ve hoşa giden bir şekilde tedavi etmeyi önerirlerdi. (tuto, celerites, acjucunde=güvenli,

çabuk ve acısız tedavi) Galen onu bir şarlatan saymıştır, fakat alt ve üst tabakadan

birçok insan onu ”Cennetten bir elçi” olarak kabul etti.

Onun sağlık öğretileri Hipokrat’ın düşünülüp taşınılmış reddi anlamına geliyordu.

Çünkü o, hastalığı doğanın değil, hekimin tedavi ettiğine inanıyordu. Dört hümor

doktrinini yasakladı. Bunun yerine vücudu, arasında vücut sıvılarının aktığı, her

Page 34: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-34-

zaman hareket halinde olan, değişik boyutlarda, neredeyse sonsuz sayıda akımdan

oluştuğu varsayılan ayrıntılı hazırlanmış maddesel bir sistem getirdi.

Sağlık, atomları sorun çıkarmayan, pürüzsüz aktivitelere bağlıydı. Hareketler

düzensizleştiğinde ise hastalık olurdu. Bu düşünce daha sora kurulacak olan

metodizme temel teşkil etmiştir. Diyet, egzersiz, masaj, yatıştırıcı ilaçlar, lavmanlar,

müzik ve şarkı söyleme gibi yumuşak metotlar kullandı.

Özetle;

1- Otoriteleri bir kenara attı,

2- Dört Hümörü reddetti.

3- Teolojik açıklamalardan kaçındı.

4-Vücut mekanizmalarına materyalist bir yaklaşım getirerek rasyonalizme giden ilk

adımı atmış oldu.

5- Roma’da özellikle Yunanlı doktorların yerlerin sağlamlaştırdı.

Temison; Metodist mektebin kurucusudur. Metodistler hastalıkların nedeniyle

asla ilgilenmezlerdi. Onlara göre hastalık, vücut dokularındaki deliklerin çok gergin

veya gevşek olmasından ileri gelirdi. Sıhhat bu ikisinin arasındaki dengeydi.

Soranus; (MS 98-138) Anadolu’daki Efes’ten gelen Soranus bilhassa Obstetrik ve

kadın hastalıkları ve pediatri alanında ün salmıştır. Buluğ çağı fizyolojisi, adetler,

döllenme, normal ve patolojik doğum hakkında çok doğru gözlemleri vardır. Abortuso

karşı olan bu hekim döllenmeyi önleyecek bir çok antikonsepsiyonel metod

geliştirmiştir. Soranus ebelere büyük önem vermiştir ve onlarda bulunması gereken

nitelikleri bildirmiştir. En önemli nitelik olarak Hipokrat andına uygun olarak sır

tutmayı saymıştır.

Soranus’tan önce güç, tehlikeli doğumlara yalnız annenin hayatını kurtarmak için

çaba sarf edilirdi. Soranus ise anne ile birlikte çocuğun da hayatının korunmasını da

elden geldiği kadar ihtimam edilmesini önerdi.

Soranus’un birçok insan kadavrası teşrih ettiği sanılır, çünkü kadın döl yatağının

hayvanınkine benzemediğini, rahmin boynuzu olmadığını iddia eden ilk hekimdir.

Aretaeus; Kapodakyalı bir Eklektiktir. Eklektikler muhtelif mezheplerin en iyi

taraflarını kabul ederlerdi. Ona göre sıhhat katı, sıvı ve uçucuların (ruhların) dengeli

bir karışımıdır. Epilepsi, tetanos, inme, astım, pnömeni, plörezi, tüberküloz hakkında

ilginç gözlemlerde bulunmuştur. Diabet hakkında bilgi veren belki de ilk hekimdir.

Page 35: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-35-

Diascorides; (MS 1.YY) Anadolu civarında doğmuş, İskenderiye ve Atina’da

hekimlik tahsilini tamlayıp Roma’da imparator Neron (MS 37-68) ve Vespasien’in

(MS7-79) ordularında cerrah olarak hizmet vermiştir. Yüzlerce bitkinin tıbbi kullanımı

hakkında çalışmalar yapmış e bunları kaydetmiştir. MS 78 yılı civarında

Dioscoriodes’in Yunanca yazmış olduğu eser zamanla birçok dile, Arapça (Kitabal-

Hasayiş), Latince (Materia-Medica) çevrilmiş ve önemini 16 yüzyıla kadar muhafaza

etmiştir.

Materia Medica yani tababetin esas maddelerinin ilk cildinde “aromatik tıbbi

bitkiler”, ikinci cildinde “hayvani droglar”, üç ve dördüncü ciltlerde “kökler, yapraklar,

usaraler”, beşinci ciltte “madeni droglar”, altı ve yedinci ciltlerde “zehirli hayvanların

ısırmalarından” bahsedilir. Opiumu ilaç olarak hazırlayan ilk hekim o olmuştur.

Ayrıca 600 kadar bitki tanımlamıştır.

Celsus; (14-37) Hekim veya cerrah olmadığı düşünülür. Felsefe, askeri bilim,

tarım, hukuk ve tababet konularını kapsayan geniş bir ansiklopedi yazmıştır.

Ansiklopedinin tababete ait kısmı “De re Medicina”dır. Tıp tarihi, sağlığın korunması

ve vücuttaki hemen her organın sistemiyle ilgili bozukluklar gibi çok çeşitli konuları

kapsar. Cerrahiyle ilgili çok detaylı tanımları mevcuttur.

Celsus enflamasyon 4 ana belirtisi olan; kızarıklık (rubor), ısı (calor), sişlik

(tumor), ağrı (dolor)’yı tanımlamıştır. Kanayan damarların bağlanması ve kesilmesiyle

ilgili, özellikle öne çıkan belki de ilk tanımlamayı yaptı. Birçok operasyonu açık bir

şekilde tasvir etti. Doğum konusunda yenilikler getirdi. Tedavide egzersiz, dinlenme,

önlemler gibi hafif metotları tavsiye etti.

Muayenede gözleme ve hastayla iletişime önem verirdi. “Tıbbi uygulamaların

başarısızlıklarının faturası, sanatın kendisine çıkarılmamalıdır. Deneyimli hekim,

hastasının başına gelir gelmez onun kolunu yakalamayıp, öncelikle onu seyreder.

Gerçekten ne durumda olduğunu keşfedebilmek için onu bakışlarıyla izler. Eğer hasta

adam korktuğunu belli ederse, elleriyle muayeneye başlamadan önce uygun sözlerle

onu sakinleştirir” diyerek hekimlere yol göstermiştir.

Pliny; (23-79) Biologtur. 34 ciltlik bir Tabiat Tarihi (Histoire Naturelle) yazmıştır.

Bu eserin tıbbi kısımları özetlenerek Medicina Plini olarak bilinmektedir. Onun tarih,

fizik, biyoloji, kimya, coğrafya, felsefe, folklor, büyü, bitkiler ve tıp hakkında yazdıkları

sayesinde daha sonraki kuşaklar geçmiş hakkında geniş bilgiler edindiler. (Bu

bilgilerin bazıları hayal ürünüydü) Ayrıca ışığın sesten daha hızlı yol aldığını ve

dünyanın çok hızlı döndüğünü iddia etti. Pliny ölümden sonraki hayata inanmadı.

Page 36: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-36-

(Tanrının şeklini ve endamını keşfetmeye çalışmanın insan zayıflığının bir ürünü

olduğunu inanıyordu. Tanrı her kimse ve her neredeyse tamamen histen, görmeden ve

duymadan, tamamen ruhtan, tamamen akıldan ve tamamen kendisinden ibarettir

der.) Onun çalışmaları ortaçağ boyunca otorite olarak kabul edildi. Pliny’nin Vezüv’ün

Pompei ve Herkülenyum’u gömen patlamasında öldüğü bilinir.

Efesli Rufus; (110-180) Roma’da bulunduğu dönemde önemli anatomik

gözlemler yaptı. Optik sinirlerin doğru seyrini ve lens kapsülü de dahil olmak üzere

göz kısımlarını açıkça tanımladı. Pneuma teorisini (yaşama gücünün havadan

kaynaklandığını dair fikir) destekledi. Daha önce bildirilen fakat tam olarak kabul

görmeyen bazı anatomik bilgileri tasdik etti. Hiçbir tıbbi görüşe ait olmayan Rufus

sadece bir araştırmacı değil, aynı zamanda saygıdeğer bir hekimdi.

Galen; (MS 130-200) Yunanlı hekim Galen tüm zamanların tıbbi konuları

üzerine en etkili yazardı. Geniş bakış açılı acımasız bir eleştirmen, dikkatli ve doğru

bir gözlemci, tartışmasız, doğmacı bir otorite ve orijinal bir düşünürdü. Neredeyse 150

yıl boyunca birçok farklı ülkede tıp çalışmalarında inkar edilemeyecek bir otorite oldu

(Resim 3).

Resim 3: Galen

Bergama’da dünyaya gelmiş ve genç yaşta yoğun bir eğitim almıştı. Derler ki,

17 yaşına varınca babası rüyasında tıp tanrısı Aesculap’ı görmüş ve tanrı çocuğun

hekim olarak yetiştirilmesini kendine emretmiş, bunun üzerine genç önce İzmir’e

sonrada İskenderiye’ye giderek orada tıp tahsilini tamamlar. Çok çeşitli hastalıkları,

tedavileri ve felsefeleri gözleme, İskenderiye’de de doğrudan klinik deneyim kazanma

imkanı buldu.

Bergama’ya döndüğünde yerel gladyatör oyunlarının şefi, Galen’i gladyatörlere

hekim olarak atadı. Gladyatörlerin sağ kalmasının bir parçası olan ağır

yaralanmaların tedavisi, onun yaşayan insan anatomisini, özellikle de kemikleri,

eklemleri ve kasları gözlemlemesini ve kırıkların yanı sıra zalim göğüs ve karın

yaralanmalarını da tedavi etme yeteneğini geliştirmesini sağladı.

İmparator Marcus Aurelius döneminde Roma’ya gitti. Orada anatomi ve

fizyoloji dersleri verdi. Başarılarının artması soncunda imparatorun hekimi oldu.

Çağdaş veya eski, kendi fikirlerine karşı olan metotlarla dalga geçti, onları gülünç

duruma düşürdü. Anatomi, fizyoloji, farmakoloji, patoloji, tedavi, hijyen, diyetetik ve

felsefe hakkında bilim dili olan Yunancayla sayfalar dolusu yazdı.

Her şeyin amacının önceden belirlenmiş olduğu görüşü bazen gördüklerini

Page 37: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-37-

çarpıtmasına veya doğanın belirli bir amaç vermiş olması gerektiğini düşünerek,

organlara bir fonksiyon uydurmasına yol açtı. Bir özelliği de Hümoral Teoriyi

kullanmasıydı. Dört temel hümor (balgam, kan, sarı safra, siyah safra) hastalık ve

sağlıktan sorumluydular. Galen bu kavramı bütün kişilikleri dört tipe ayırmak için

özenle genişletti. Ağırkanlı, iyimser, melankolik ve canlı günümüzde hala mizaçları

sınıflandırmakta kullanılan terimlerdir. Dört Hümore dayalı kan akıtmayı uyguladı

fakat alınacak kan miktarında dikkatli olunmasını tavsiye etti.

Hipokratın aksine hastalığın kişinin dışındaki bir nedene bağlı olduğuna

inandığından, tedavinin hastalığının gelişmesine karşı gelmekle yapılacağını savundu.

(Contraria contrariis curantur)

Eskiden İskenderiye’nin sermeyesi olan insan vücudunun doğrudan disseksyonu

artık uygulanmadığından, Galen ve diğer anatomisiler bilgileri başka yollardan

aramak zorunda kaldılar. Yaralanmaya maruz kalan organları şans eseri gözlemek,

tesadüfen terk edilmiş bir ceset bulmak, hayvanları disseke ederek insanlara benzer

yanlarını bulmak gibi yöntemlerdi bunlar. Hayvan disseksyonu Galen’i özellikle iç

organlar konusunda hataya düşürdü. Ayrıca bazen teorilerine uyması için orada

bulunmayan yapıların varolduğunu savundu. “Tanrı yaratığı değil mi ? hayvanda ne

varsa insanda da o var” diyen Galen’in anatomi bilgileri tehlikeli, buna mukabil

fizyoloji bilgileri çok doğru idi. (“Anatomi bilgisi olmayan hekim, planı olmayan

mimara benzer” demiştir.)

Ne var ki ondan sonra gelenler onun söylediklerine körü körüne inanacaklar.

“Calinos şöyle der, Calinos yanılmaz” düşüncesiyle üstadın yazılarını kontrol bile

etmeyeceklerdir. Bu nedenle anatomi 16 yüzyıla kadar hiçbir gelişme kaydetmeden

sürüp gitmiştir.

İyi ve kötü sonuçları hile veya övünme katmadan bildiren Hipokrat’ın aksine

Galen çoğunlukla başarılarını saydı, genellikle de kişisel tatmininin ifadelerini de

ekledi. Fakat çabuk düşünüp kara verme yeteneğini de gösterdi.

Galen duyu ve motor sinirleri ayırt etti. Spinal kordun kesilmesinin oluşturduğu

etkileri izhar etti, göğüs kafesinin fizyolojik hareketlerini inceledi, nabza önem verdi.

Duygularla vücudun somut semptomları arasındaki ilişkiyi anladı.

Hipokrat geleneklerine uyarak tedavide doğaya, dinlenme, egzersiz gibi hafif

metotlara yardımcı olmayı, hijyenik rejimlerle hastalıkların önlenmesini amaç

ediniyordu.

Geniş kapsamlı ilaçlar kullandı. Poliformasiyi aşırıya kaçırdı. Hümorleri sıcak,

Page 38: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-38-

soğuk, kuru ve nemli gibi özelliklerine göre sınıflandırdığı ajanları karıştırıp

harmanlandı. Örneğin, Sıcak olarak sınıflandırılan bir hastalık, soğuk sınıfından bir

ilaç gerektiriyordu. Sırdaşı bir farmakolojik bileşimi olan “Theriac”ı hazırladı. Bu

karışım önceleri yılan sokmasına karşı bir antidot olarak ortaya çıkmış, sonraları ise

bütün zehirlere ve hatta salgınlarla baş etmek için kullanılmıştır.

Cerrahideki ameliyatları iki başlık altında toplamıştır. Ayırma ve yaklaştırma,

yaklaştırma; kırıkların redüksiyon ve sarılması, dışarıya çıkan bağırsakların, rahmin

ve rektumun redüksiyonu, batının kapılması, doku eksikliklerinin yerine konmasıyla

ilgilidir. Ayırma; Basit insizyonlar, sünnet, amputasyon, dağlama, kazıyarak

temizlemedir.

Cerrahide ayrıca Laudablepus görüşünü öne sürdü. Buna göre yaraların

kapanması için önce irin teşekkülü arzulanırdı; çünkü ancak bu sayede yara iyileşip

kapanabilirdi. Bu yanlış görüşün etkisi uzun zaman sürdü.

Galen’in çalışmalarının 150 yıl kadar ağırlığını koruyabilmesinin nedenleri;

1- Ortaçağın henüz oturmamış şartları otoriteye ve katiyete özlem duyuyordu.

2- Galen’in dogmatik, didaktik ve hatta pedantik stili ve hiçbir soruyu cevapsız

bırakmaması mutlakıyete olan bu özlemi giderecek biçimdeydi.

3- Teolojik fikirleri Hıristiyan kilisesi tarafından benimsenmesini kolaylaştırdı.

Vücudu ruhun durak yeri olarak kabul ediyordu. Ruhun ölümsüzlüğüne inanması

Yahudi-Hıristiyan-Müslüman dünyasında sevilip tutulmasına neden oldu.

4- Ansiklopedik düzenlemeleri tıbbi bilgi için hazır kaynak teşkil ediyordu.

5- 16. YY.’da Rönesans’ın anatomisti Vesalius otoritenin temellerini

sallayıncaya kadar hiç kimse ona eşit olamadı.

Roma İmparatorluğunun Çöküş Dönemleri

Geniş topraklara sahip olan imparatorluk içten içe çökmeye başlamıştı. Bu

çöküşün başlıca nedenleri;

Disiplinsizlik, ahlak sükutu, sosyal eşitsizlik, özgür küçük bir sınıfın, lüks içinde

yaşamasını sağlamak için büyük bir köle sınıfının çalışması, toplanan verginin halka

yarasız bir şekilde israfı,

Afetler, kıtlıklar, salgınlar; Vezüv yanardağının indifası, veba salgınları, sıtma

Hıristiyanlığın gelişmesi; Hıristiyanlık dini insanların eşit ve kardeş olduklarını,

tanrı önünde Romalı soylu ile herhangi bir köle arasında fark olmadığını, hepsinin de

Page 39: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-39-

tek Allah’ın kulları olduğunu söyleyerek aşağılık sayılan köleyi haysiyetli bir insan

mertebesine ulaştırmıştır ve böylece Roma’ya en büyük tırpanı vurmuştur.

Doğu Roma İmparatorluğunun Kuruluşu

Halktan doğan Hıristiyanlık köle barınaklarından imparatorların sarayına ancak üç

yüz yılda varabildi. İseviliği ilk kabul eden Roma imparatoru 306-357 yılları arasında

hüküm süren Contantin oldu. Constantin, 330 senesinde stratejik nedenlerin etkisiyle

başşehri, Roma’dan Bizans’a taşıdı ve bu kente ismini verdi. Bundan sonra Bizans’a

Constantinopolis dendi. Şimdi Latince konuşan bir Batı, Yunanca konuşan bir Doğu

Roma imparatorluğu vardı.

Kavimler göçünün başlangıcıyla, Roma imparatorluğu 395 yılında ikiye ayrıldı.

476 yılında ise Batı Roma imparatorluğu yıkıldı. Doğu Roma (Bizans) ise Osmanlı

Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in 1453’de İstanbul’u fethetmesiyle sona erdirilmiş

olacaktı. Böylece 476’da Roma’nın Gotların eline geçmesi ve 1453 ‘de İstanbul’un

Türklerin eline geçmesini Ortaçağın başlangıcı ve bitişini belirleyen olaylar olarak

sayabiliriz.

Bizans Tababeti

Bizans tababeti Hıristiyan imanına dayanan dogmatik bir tababet idi. Hastalık ve

ölüm genellikle Tanrı işi olarak kabul edilirdi ve bunlara karşı müdahalede bulunmak

doğru sayılmazdı. Tababet resmi olarak Kilise tarafından kontrol edilirdi, fakat

sihirbazlar, muskacılar, büyücüler ve efsuncular da giderek artmaktaydı.

Bizans’ta sosyal ve hamiyet müesseselerin kuruluşu;

Bizans devleti tıp ilminin ilerlemesine önem vermiyordu. Hamiyet müesseseleri

olarak hastaneleri kurarak hastalara yardım etmeyi sırf Tanrıya hoş görünmek için

yapıyorlardı. Din adamlarının yanı sıra imparatoriçeler de sosyal yardım

müesseselerinin kurulmasında öncülük ettiler.

Hekim Azizler; Eski çağlarda muhtelif tanrı ve tanrıçaların şifa yetkilerine

inanırlardı. Bu inanç Bizans’ta aziz ve azizelere nakledildi. Aziz hekimler arasında

“anargyroi” yani “Hayır için tedavi eden” bir zümre vardı ki bunların esasen hekim

oldukları söylenir.

Bizans tababetinin büyükleri;

Dine, imana dayanan bu tababetin yanı başında, hiç değilse 7. yüzyıla kadar ilme yer

veren eser yazan tabiplere de rastlarız. Bunların başında Oribaius gelir. İmparator

Julien’in saray hekimi olarak görev yapmış ve 70 kadar eser yazmıştır. 6.YY.’ın

Page 40: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-40-

başlarında yaşayan Amidalı (Diyarbakırlı) Aetius imparator Justinien’in hekimiydi.

Yunan tıp yazarlarının 7.yüzyıla kadar görüşlerini bir araya getirerek 16 ciltlik

“Tetrabiblios” adlı eserini yazmıştır.

Hekim Tralles’li (Aydın) İskender (525-605) fikir özgürlüğü ile dikkatleri

çekmektedir. Calinos’un prensiplerinden ayrıldığı noktalar olmuştur, iç hastalıklarının

patolojisi ve tedavisi hakkında kitaplar yazmıştır.

Aeginalı Paul (Folus) (625-690); cerrah ve nisaiyeci olan bu hekimin yedi fasıllık

bir kitabı bulunmaktadır. İçeriğinde hijyenik diet, genel patoloji, saç-beyin-sinir-kulak-

göz-burun-ağız hastalıkları, cüzzam-deri hastalıkları-yanıklar-genel şiruizi-

hemorojiler, zehirler, cerrahi, farmokoloji hakkında bilgiler mevcuttur.

Folus’tan sonra tababetin yönü gittikçe değişecek, Hipokrat ve Calinos’ın

açtıkları ilim yolundan uzaklaşılacak ve mucizeye dayanan bir tababet anlayışına

doğru kayılacaktır.

Page 41: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-41-

ORTAÇAĞ TABABETİNİN BATIDA GELİŞİMİ

7-15 yüzyıl arasında bir dönemi kapsayan ortaçağdaki tıp anlayışı batıda ve İslam

dünyasında farklı boyutlar gösterir. İslam dünyasında pozitif düşünceye dayanan bir

anlayış sistemi belirirken, batıda skolastik bir uyguluma dönemi görülür. Nitekim

Avrupa’da “ Manastır Tıbbı” denen ve yalnızca teorik kalıplar içerisinde kalan tıp

anlayışı aşağı yukarı Rönesans’ın başına kadar sürmüştür.

Ortaçağ İnsanları ve Yaşayış Tarzları

Hijyen açısından bakılanca, Ortaçağın batıda 6.yy.da hüküm süren bir veba

salgını ile başladığını ve 14. yy.da “Kara Ölüm” olarak nitelendirilen bir diğer veba

salgını ile sonlandığı söylenebilir. Doğu dünyasında hayata kıymet verilir, yaşanmaya

layık olduğu düşünülürdü; hayat aşkı vardı. İslam aleminin şehirleri havadar,

muntazam ve aydınlıktı. Binaların mimarisi, dantelayı andıracak şekilde işlenmiş,

ışığın odalara rahatça girebilmesini temin için evlerin pencerelerine şeffaf camlar

geçirilmişti. Evleri çevreleyen şahane bahçeler ve fıskiyeler mevcuttu. Hamamlar

bedenin temiz tutulmasına yardımcı olurlardı.

Batıda ise şehirler istilalardan korunmak için kartal yuvaları gibi tepelere kurulur,

yüksek taş duvarlarla çevrilirdi. Duvarların ardında bulunan kentin sokakları dar,

kıvrımlı ve pisti. Üst üste inşa edilen evlerin helaları, akarsuyu yoktu. Pencereler ise

tahta perde veya gazlı kağıt ile örtülürdü. Bu basık tavanlı evlerde kaz, ördek, at,

domuz gibi hayvanlar insanlarla beraber yaşardı. Hayvanları beslemek için dövülmüş

topraktan olan yerlere yemek kalıntıları dökülür, lağım ve çöp tertibatı olmadığı için

de her şey sokağa atılırdı (Resim 1). Böylece adete hastalığa davet çıkarılıyordu.

Ortaçağ evlerinde hamam yoktu. İnsanlar, Hıristiyanlığın ilk zamanlarının görüşüne

uyarak ruhlarını kurtarmak için pislikten kokan vücutlarını ihmal ederlerdi.

(Papazlardaki kellik, seboroid dermatit) Böylece tanrıya yaklaşacaklarına inanırlardı.

Özellikle Haçlı Seferlerinden sonra bu görüş değişti ve vücudun ruhun

muhafazası olduğu, onun dıştan gelen kötülüklere karşı korunması gerektiği fikri

yaygınlaştı. 11-12 yy.da düzenlenen Haçlı Seferlerine Avrupa’dan gelen halk kitleleri

İslam ülkelerinde karşılaştıkları ihtişama, yüksek uygarlığa hayran kalıp, bu

medeniyetin ilmini, tababetini daha iyi tanımış ve bundan faydalanmak istemişlerdir.

Sağlığın temizliğe bağlı olduğunu anlayarak hamam kavramını İslam ülkelerinden

almışlardır. 13.yy.dan itibaren şehir ve kasabalarda, belediyelerin yetkisi ile işletilen

halk için hem bir hijyen, hem de bir eğlence vasıtası olan hamamlar açıldı.

Page 42: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-42-

Hamamlarda yalnızca buhar ve su banyolarından faydalanılmıyordu, isteyen yemek,

içki, müzik ve kadın da temin ediliyordu. Bu nedenle bir zaman sonra bu yerler

hijyenik olma yeteneklerini kaybettiler, bir eğlence, bilhassa bir fuhuş yeri olmaya yüz

tuttular. Hamamlar frengi vb. hastalıkları yaygınlaştırdıkları için bir süre sonra

kapatıldılar (Resim 2).

Resim 1: Ortaçağ’da Batı Resim 2: Ortaçağ’da Batıda hamam

Manastır Tababeti

Ortaçağ tıbbının ilk devresi karanlık çağlar olarak bilinen “Manastır Tıbbı

Devresi”dir. Bu dönemdeki tıbbı uygulamaların vasıf ve kalitesi neredeyse tamamen

Kilise tarafından denetlenirdi. Dini icapların bir farzı gibi görünen tababet uzun

zaman papazların, rahiplerin ve rahibelerin elinde kaldı. Buradaki hekimler

saatlerinin çoğunu dua etme, ellerin birleştirilmesi, şeytan çıkarma, kutsal oymalar

içeren kehanet organlarının, kutsal yağın, azizlerin eşyalarının, diğer doğaüstü ve

batıl inanç ürünü cisimlerin kullanımı gibi bilimsel olmayan tekniklere adıyorlardı.

Yarı büyüsel şeylere bel bağlanmasının kaynağı kısmen, Hz. İsa’nın iyileştirici

misyonunda yatıyordu. Buradaki iyileştirme yolları tamamen doğaüstüydü ve

dokunma fazlasıyla önem taşıyordu. Yüzyıllar sonra azizlik adaylarının mucizeci

girişimleri, hem kutsallığın kullanılmasında, hem de buna karışan azize hürmet

gösterilmesinde kullanıldı.

529’da kurulan Monte Cassino manastırı, keşiş denilen din adamlarının tıbbi

alanda yetiştirildikleri bir yerdi. Bu manastıra giren Romalı devlet adamı

Cassiodorus(480-573) Galen, Oribasius ve Alexander gibi önemli eski hekimlerin bazı

kitaplarının özetlerini manastırın kütüphanesine bağışlamıştır.

Manastırların yanında açılan hastanelerde çalışan rahip ve rahibeler hastalara

bakım işlemini üstlenmişlerdi (Resim 3).

Resim 3: Manastır yanında hastane Resim 4: Hortuli

Rahipler ayrıca manastırlarda “Hortuli” denilen ve içinde tıbbi bitki yetiştirilen

bahçelerde büyük önem verirlerdi (Resim 4). Manastır tıbbı büyük ve önemli bir nitelik

taşımamakta idi. Din adamlarının tıp alanındaki yazıları özellikle felsefi bir karakter

taşırdı. Zamanla papalar, din adamlarının zamanlarını dua ile geçirmeleri lazım gelen

vakti hastalara bakmakla israf ettiklerini düşünerek rahip ve rahibelere tababeti men

ettiler.

Page 43: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-43-

Manastır Tababetinden Laik Tababete Geçiş

Ortaçağ İslam dünyasında hastane ve tıp okulları laik bir düzen içinde ve daha

nitelikli iken, Avrupa’daki tıp okulu ve hastaneler daha dinsel bir görünümde ve

niteliksizdiler. Ortaçağ Avrupa’sında 8.yy.da Milano’da, 9.yy.da Salerno’da ve

Padua’da, 12.yy.da Polanya, Paris ve Montpellier’de, 13.yy.da Siena ve Napoli’de tıp

okulları kurulmuştur. Bunlar başlangıçta bir manastırın bir köşesindeki dini

kuruluşlardı. 12.yy.da Papalığın, rahiplerin manastır dışında hekimlik yapmalarını

yasaklaması ile (1130 Jermont, 1131 Rheims, 1139 yasaları ile) manastır tıbbının

etkisi azalmaya başladı. 1163 yılında Tours’ta yayınlanan bir deklarasyonla keşişlerin

cerrahlık yapmaları yasaklandı. İnsanların ahiri değil de dünyevi mükafatlar almaya

olan ilgilerinin artması ile 12. ve 13. yy.da karşılıklı onaylamayla hastanelerin ve

revirlerin kontrolü Kiliseden alınarak belediyelere verildi.

Salerno

Salerno, İtalya’da Tyrene denizi sahilinde, Napoli’nin birkaç kilometre

mesafesinde bulunur. Coğrafi durumu sayesinde Bizans, İslam, İspanyol

uygarlıklarıyla daimi temasta bulunan bu şehirde Avrupa’nın ilk laik tıp mektebi

kuruldu. Talebeler 3 yıl mantık, 5 yıl tıp okuduktan sonra bilgili bir tabibin yanında ve

emri altında bir sene sanatlarını icra eder, daha sonra serbest çalışma izni alırlardı. O

tarihte Avrupa’nın her yerinde öğretilen mistik tıbba karşın, burada epilepsi ve

psikozlara bile somatik sebepler ve tedaviler veriliyordu (Resim 5).

Ancak Hipokrat ve Calinos’un eserlerinin okutulduğu bu okullarda anatomi

hemen hemen hiç bilinmezdi. Diagnostik nabız ve idrar muayenesi yanında, hasta

başında dakik muayene, tedavide perhize kıymet verilmesi, doğum ve kadın

hastalıklarına bilgili kadınların eğitilmesi, bilhassa cerrahide bazı yeniliklerin

getirilmesi bu okulun özelliklerini teşkil ediyordu.

Salerno hekimleri hıltların 4 değişik tarzda dengelendiğine kanaat

getirmişlerdi. Onlara göre her fertte bir hılt diğerlerinden fazla olduğundan, şahsın

görünüşünü ve iç duygularını etkilerdi. Böylece 4 mizaç nazariyesi ortaya atılmış oldu.

Kanı sıcak tip (sanguin): Eğlence, müzik, şarap ve kadından hoşlanır.Bunlarda sıcak

ve nemli kan aşırı bir şekilde mevcuttu.

Flegmatik tip: Daima dinlenmeyi ister. Soğuk nuha (sümük) aşırı mevcuttur.

Öfkeli tip (colerique): Şiddetli, zorlu, azgın, öfkeli olur. Sarı safra çoktur.

Melankolik tip : Asık suratlı, düşünceli, içe dönük olup bunlarda soğuk kara

Page 44: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-44-

safra etkiliydi.

Humoral dengeyi korumak için perhize önem verilirdi. Ateşli hastalara soğan

gibi soğutucu, vücudu soğuk olanlara ise biber gibi ısıtıcı, yakıcı gıdalar yedirilirdi.

Salerno Mektebinin Hocaları

Praepositus: Ortaçağda kanunlaşmış bütün reçeteleri ihtiva eden

“Antidotarium”u kaleme almıştır. Eczacılar için temel bir eserdir. Batı Avrupa’nın

belki de ilk kodeksidir.

Afrikalı Konstantin (1015-1067): Doğu ve Batının Üstadı olarak bilinir. İslam

tababetini, eski greko-romen tıbbının klasiklerini Avrupa’ya tanıtmış, bir zamanlar

batıdan doğuya akan bilgi nehrini şimdi doğudan batıya çevirmeyi başarmıştır.

Parmalı Roger (13.yy) :Ünlü bir cerrahtır. “Pratica Rogeri” ve “Chirurgia”

isimli eserlerinde kanamaların durdurulması, anestezi amacıyla narkotik maddelerin

koklatılması, trepanasyon, çıkık, guatrlı hastalar için ilkel iyot terapilerinin

uygulanmasından bahseder.

Parmalı Rolando: Parmalı Roger’in talebesidir. İlk defa hastasını başı aşağıda,

pelvisi yukarıda yatırarak fıtığını tedavi etmiştir.

Tercüme Okullarının Kurulması

1130 yılında Toledo’da bir tercüme okulu kuruldu ve burada ünlü İslam

alimlerinin eserleri tercüme edilmeye başlanıldı. İbni Sina’nın KANUN’u, Ebülkasım

Zehravi’nin CERRAHİYE’si Ebubekir-Rhazi’nin El’HAVİ’si, Calinos’un ARS PARVA’sı

ve Hipokrat, Eflaturn, Aristo gibi birçok müellifin eserleri Latince’ye tercüme edildi.

Üniversitelerin Kurululuşu

Montpellier Tıp Fakültesi

Fransa’nın güneyinde Montpellier şehrinde kurulan bu üniversite Salerno gibi İslam

ve Latin dünyalarının sınırları üzerindeydi (Resim 6). Bu üniversitede yetişen ünlü

hekimler; Arnold de Villanova (1235-1312), Henri de Mondeville (1260-1320) Laudable

pus görüşüne karşı gelip, yaraların temiz tutulmasını tavsiye ediyordu. Müzikoterapiyi

öneriyordu. Guy de Chauliac (1300-1368) Cerrahinin babası olarak tanınmıştır.

“Chirurgia Magna” adlı eseri ünlüdür.

Page 45: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-45-

Resim 5: Salerno Hastanesi Resim 6: Montpellier Üniversitesi

Paris Tıp Fakültesi

1280 yılında Paris Üniversitesinden ayrıldı. Ünlü hekimleri; Roger Bacon

(1214-1294) Harika doktor unvanıyla bilinir. Guido Lanfranchi (….-1315) Paris Tıp

Fakültesine İtalyan cerrahi metotlarını nakletmiştir.

İtalyan Üniversiteleri

Hemen her üniversitenin gelişen tıp okullarında başlıca iki etki bulunmaktaydı.

Bunlar, tıbbi uygulamalara cerrahinin daha üstünde bir statü verilmesiyle, Hıristiyan

teolojisi ve felsefesinin doğal bilimlerden zorunlu üstünlüğünün sağlanmasıydı.

Cerrahi

Karanlık çağlar olarak adlandırılan zaman diliminde kullanılmamaları

sonucunda ihmal edilen Greko-Romen cerrahisindeki teknik ilerlemeler tamamen

kaybolmuştu. Mümkün olan tek tedavinin kutsal ruhun var olması yönündeki

Hıristiyan inancı, kan akıtma, ampütasyon ve diş çekilmesi gibi basit cerrahi

prosedürlerin dışındaki her şeyin zamanla yasaklanmasına neden oldu. Bu nedenle de

çok az anatomi bilgisine ihtiyaç duyuldu.

13.yüzyılın iyi cerrahlarından biri olan Guglielmo Salicetti (1210-1277)

Bolonyo’da profesör, Verona’da şehir doktoru, iç hastalıkları ve cerrahi üzerine birçok

çalışmanın yazarıydı. Salicetti birçok çalışmada dağlamadan ziyade bıçak kullanmayı

tercih ederek, çeşitli travmatik veya kendiliğinden ortaya çıkan durumların cerrahi

tedavisinin grafiklerle anlatıldığı, bölgesel cerrahi anatomi üzerine bilinen ilk bilimsel

yazıyı yazdı.

Uzun Elbiseli – Kısa Elbiseli seyyar operatörler; Tıp mekteplerinde yetişen

talebeler uzun elbiseli, kare külahlı doktorlar olup, toplumun içinde büyük bir itibarı

görürlerdi. Kiliseye mensup olan bu hekimler tüm cerrahi ameliyatları küçümserler,

müdahaleden kaçınırlar, bu ödevi emirleri altında bulundurdukları berber-cerrahlara

terk ederlerdi. Bunlar laik olup, okuma yazmaları olmayan kısa elbiseli olarak

adlandırılan berberlikten yetişme cerrahlardı. Bu cerrahlar kan alan, vantuz çeken

kişiler olup, aynı zamanda diş çeker, kırıkları yerine oturtur ve pomat yaparlardı.

Halk hamamları bu cerrahların çalışma ortamlarıydı. Genellikle bir banyo

Page 46: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-46-

tedavisinden sonra kan akıtma işlemini yaparlardı.

Ortaçağ Hastalıkları

Veba

1333-1352 yılları arasında hüküm süren veba salgını Avrupa’yı dehşet içinde

bıraktı ve nüfusun hemen hemen dörtte birini ortadan kaldırdı. Veba, pnömonik ve

bübonik (ur) şekillerde görünüyordu. Hemoptiziyi, kasık ve koltuk altındaki şişleri,

siyah lekeler takip edince bunlar ölümün kaçınılmaz nişaneleri olarak kabul edilirdi.

Hastalar genellikle, hastalığa yakalandıktan 3-4 gün sonra ölüyorlardı (Resim 7).

Hastalık kah yıldızları, kah işlenen günahlara, kah Yahudiler tarafından kuyulara

atılan bir zehre atfediliyordu. En önemli korunma yöntemi olan Karantina 1377’de

uygulandı.

Cüzzam (Lepra)

6-7. yüzyıllarda fakir halk arasında rastlanan cüzzam, 13 ve 14. yüzyıllarda,

Haçlı Seferleri esnasında hakiki bir salgın olarak belirdi. Lepralıya kendine has bir

kıyafet giydirilir, eline bir çan verilirdi (Resim 8). Bu kıyafetle kiliseye gider, orda

kendisi için okunan ölüm duasının dinler, sonra üstüne toprak atılar ve nihayet papaz

ve ailesi tarafından miskinhanenin kapısına kadar geçirilirdi.

Resim 7: Veba’dan ölüm Resim 8: Cüzzamlı

Lepralı vasiyette bulunamaz, mal alıp satamaz, sıhhatli insanlarla konuşamazdı.

Sonuçta cüzzamlı olarak adlandırılan tüm insanların toplumla ilişkisi tamamen

kesilirdi.

Psişik Epidemiler

Ortaçağ halkları arasında duygusal dengenin kaybolması, kitlesel paniklere,

histeriye ve taşkınlıklara yol açtı. Bunlardan bazıları, kendini kırbaçlayan tarikat

mensuplarının tören olayları, bir kitle histerisi olan “Danse maniaque” (insanlar

çılgınca yere düşünceye kadar dans ederlerdi)

Ortaçağ cinnet diye bir hastalık kabul etmezdi. Şeytana isteyerek uymuş veya

şeytan tarafından çarpılmış insan vardı. Delilik bir hastalık olmadığından, bu olaylara

hekimler değil, papazlar uğraşırlardı. Önce dua okurlar, mukaddes su serperler,

efsunlarlar, iyileşmeyen vakaları da yakarlardı.

Page 47: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-47-

Ortaçağın Son Devrelerinde Teşhis ve Tedavi Yöntemleri

Fransız Tıp tarihçisi Darenberg’in dediği gibi “Ortaçağ, tıbbı yaşatmaktan

ziyade ölmemesine gayret etmiştir” Ortaçağ sonlarında yaşayan bir hekim, Calinos

zamanında mesleğini icra eden tabipten çok fazla şey bilmezdi. Hipokrat zamanından

kalan hıltlar nazariyesine (Theorie humorale) Salerno mektebinin öne sürdüğü

mizaçlar nazariyesi eklenmişti.

Teşhis, ateşin olup olmamasına, nabzın atma gücü ve sıklığına, çıkarılan

balgamın evsafına, dökülen terin kokusuna, dışkıya, meniye ve bilhassa idrar

muayenesi, üroskopiye dayanırdı. Tedavide güdülen prensip vücutta çoğalan,

ağırlaşan, kokuşan hıltları (vücut mayileri) müshil, kusturucu ilaçlar, hacemat veya

sülük koyma, kan alma (Flebotomi) ile dışarı atmaktı. Ayrıca mukaddes kalıntılar,

tılsımlar, muskalar, sihirli tertiplerle beraber theriak, mandragora (adam otu), kralın

el teması ortaçağın başlıca devaları idiler.

Ortaçağ Tababetinin Özellikleri

Batı dünyası, İslam tababeti sayesinde kaybolmaya yüz tutan eski Greko-

Romen bilgi ve geleneklerini yeniden keşfetti.

Günümüzün ünlü üniversiteleri de bu çağda kuruldu. İtalya’da Salerno ve

Bolonya, Fransa’da Paris ve Montpellier tıp mektepleri açıldı.

Bizans’ta 5. yüzyılın sonlarından itibaren hastane müesseseleri gelişmeye

başlamıştı. Bu toplumsal muavenet merkezleri İslam uygarlığında yüksek bir seviyeye

ulaştı. Batıda ise ancak 11. ve 12. yüzyıllarda rağbet buldu. Rahipler manastırın

bahçesinde yetiştirdikleri tıbbi otlarla hastaları tedavi ederlerdi.

Batının önemli merkezlerinde, muntazam bir hekim kadrosu ile çalışan

hastaneler ancak 14.yy.da kuruldu.

1348’de “kara ölüm” olarak adlandırılan veba salgını sonucunda karantina

uygulamasına geçildi.

Page 48: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-48-

ORTAÇAĞ’DA İSLAM TIBBI

İslam, dünyaya MS. 7. yy’da geldi. Kendi tarihinin başlangıcı MS. 622’deki Hicrettir.

Bu yüzyılın sonunda da bütün Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya ve İspanya’ya

yayılmıştır. İslam din olarak “orta yol” dini olduğu gibi, yerleştiği bölge de Atlantik’ten

Pasifik’e kadar uzanan “orta kuşak” olmuştur.

İslam dini ilme büyük önem vermiştir. Hz. Peygambere indirilen ALAK

Suresindeki ilk ayetler de bilginin önceliğini teyit etmektedir.

1- Yaratan Rabbinin adı ile oku.

2- O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.

3- Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir.

4- O Rabbin ki, kalem ile (yazmayı) öğretti.

5- İnsana bilmediğini öğretti.

(Burada kalem sözcüğü bütün doğru olan insanlık ilim ve kültürünü temsil

etmektedir.)

Kuran’da daha sonra gelen ayetlerin birçoğunda bilginin kutsal niteliği

doğrulanır.

Hz. Peygamber de, her insanın gücünün yettiği kadar bilgi edinmesinin dini bir

vecibe olduğunu vurgulayarak Kur’ani öğretileri tekrar tekrar teyit etmiştir.

“İlim aramak her müslümanın farzıdır.”, “Beşikten mezara kadar ilim

arayınız.”., “İlim Çin’de de olsa gidip alın.” Gibi hadisler onun ilme teşvikini

göstermektedir.

Kurana göre ilim, sadece dini hükümleri değil, her türlü tabiat ve insan

bilimlerini de içine alır ve bu müspet ilimler insanı Marifetullaha (Allah’ı tanıma)

götürdüğü ölçüde gerçek fonksiyonunu icra eder. İslam’da kadın erkek ayrımı

göstermeksizin herkese ilimin farz kılınmış olması da dikkate değer bir durumdur.

Tıbbı Nebevi: İnsan hayatının her yönü için bir kılavuz olan İslam’ın, tıp ve

sağlık bilgisiyle ilgilenmesi de tabii idi. Ortaçağ’da İslam dünyasındaki tıp bilgisi

geleneksel anlayış ve uygulamalarıyla Hz. Muhammed’in beden ve ruh sağlığının

korunmasına ilişkin önerilerinden oluşuyordu. İlk alimler Hz.Muhammed’in tıpla ilgili

hadislerini bir araya getirerek “Peygamberin Tıbbı” (El- tıbb-ı Nebi veya El-tıbbül

Nebevi) adı altında ayrı bir bölüm oluşturmuşlardır. (Buhari 4. cildin ilk bölümü)

Page 49: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-49-

İslam anlayışına göre beden ilmi din ilminden önce gelir. Buna göre kişi

hastalanması, bedenin zayıf düşmesi durumunda din ilmini tahsil edemeyeceği için

beden sıhhatine önem verilerek tıp öne çıkarılmıştır.

632’de, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra İslam orduları fethe çıktılar ve

Mısır, İran, Hindistan, Türkistan,Kuzey Afrika, Sicilya, Sardunya gibi Akdeniz

adalarını, İspanya’yı ele geçirdiler. Bağdat, Semerkand, İsfahan, Şam, Kurtuba,

Sevilla, Toledo ve Murcia’da üniversiteler açtılar.

İslam Tıbbı, İslam uygarlığının en çok bilinen, en çok tanınan motifi,

Müslümanların en çok başarı gösterdikleri bilim dalıdır. İslam Tıbbı, Grek Tıbbı’nın

Hipokrat ve Galen gelenekleriyle İranlıların ve Hintlilerin teori ve pratiklerinin İslam

çatısı altında birleştirilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla İslam Tıbbı’nın bir

özelliği sentezci olmasıdır.

İslam Tıbbı iki döneme ayrılır:

1- Tercüme eser devri

2- Telif eser devri

Tercüme eser devri:MS. 7. ve 9. yy.lar arasında İslam Tıbbı tercüme devriyle

başlamıştır. Fetihler neticesinde Bizanslılarla ve Perslerle karşılaşan ve kendilerinden

önceki medeniyetlerin ortaya koydukları eserlerden yaralanmak gerektiğini anlayan

Müslümanlar özellikle Abbasiler döneminde yoğun bir çeviri faaliyetine girişerek bilim

ve felsefe alanlarında atağa kalkmışlar ve önce var olan birikimi anlamaya ve daha

sonra da geliştirmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda İskenderiye ve Cundişapur’un

önemi büyüktür. İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönemlerde Grek Tıbbı Helenistik

bilimlerin en büyük merkezi olan İskenderiye’de uygulanmaya devam etmiştir ki

Müslümanların buradan etkilendikleri kesindir.

Nasturilerin toplandıkları Cündüşapur’un İslam Tıbbı açısından ayrı bir önemi

v ardır. Cundişapur İran’ın güneyinde Şahabad bölgesinde bulunan Huzistan’da yer

almaktadır ve Genta Şaporta yada Güzel Şehir diye adlandırıldığı tarih öncesi

dönemlere kadar uzanan kadim bir tarihe sahiptir. İslami Tıp ile İslam öncesi tıp

arasında bir köprü vazifesi gören Cundişapur İslam dünyasının bir süre için bilim ve

kültür merkezi olmuştur.

Nesturiler: İsa’nın doğasına ilişkin tartışmalar Hıristiyan dünyasında gitgide

büyümekte ve farklı fikirler ortaya atılmaktaydı. Bunlardan bir tanesi, 428’de

Constantin Patriği Nestorius’un ve ona bağlı olanların görüşü, Hz.Meryem’in Allah’ın

annesi değil, İsa’nın annesi olduğu yönündeki açıklamaydı. Bu, İsa’nın ilahi varlığını

Page 50: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-50-

inkâr etmek, onu bir peygamber olarak tanımaktı. 431’de Efes’de toplanan ruhani

meclis Nasturileri aforoz edip şehirden sürdü. Nasturiler Doğu’ya göç edip bütün Asya

kıtasına yayıldılar. Bunlardan bazıları Mezopotamya’nın kuzey batısında bulunan ve

eski bir Hitit şehri olan Edessa’ya (Urfa) gelip yerleştiler, orada faaliyette bulunan

hastane ve tıp okulunda çalışmaya başladılar, beraberlerinde getirmiş oldukları

Yunanca tıp metinleri Süryanice’ye çevirdiler. Kısa bir süre içinde Edessa ikinci Atina,

bir İskenderiye gibi ün salmaya başladı. Ancak 489’da Piskopos Cyril, Bizans

İmparatoru Zenon’u okulu resmen onaylamadığını bildirmeye ve dini düşünceye karşı

gelen kurucularını imparatorluktan atmaya zorladı. Edessa’dan da sürülen Nasturiler

İran’a giderek Cundişapur’a yerleştiler ve İranlı, Suriyeli, Hintli, Musevi hekimlerle

birlikte Cundişapur’un yüzyıllarca varlığını sürdüren meşhur hastanesiyle tıp

mektebini kurdular. Cundişapur’un Halife Ömer devrinde Müslümanlar tarafından ele

geçirilmesiyle Yunan uygarlığı İslam Dünyası’nda yayılmaya başladı, bilim meşalesi

Hıristiyan Dünyası’ndan İslam Dünyası’na devredilmiş oldu. Yunanca yazılmış birçok

bilim ve felsefe eseri Süryanice’ye ve daha sonra Arapça’ya çevrildi. Halife Harun Reşit

8. yy’ın sonlarına doğru Aristo, Hipokrat, Galen ve Dioskorides’in eserlerini Arapça’ya

çevirtmiştir (Resim1).

Bu dönemin önde gelen mütercimleri: Huneyn b.İshak (Ortaçağ batı dünyasının

tanıdığı ismiyle Johannitus Onan), El Kındi ve Bahtişu aileleridir (Resim 2).

Resim 1: Diascorides’in Materia Medica’sı Resim 2: Doğum yapan kadın

Telif Eserler Devri: 9.yy’dan 12.yy’a kadar İslami bilimler telif devrini yaşamış

ve bilim adamları özellikle matematik, kimya, tıp alanlarına özgün katkılarda

bulunmuşlardır. Müslüman hekimler Yunan birikimini yeterli bulmayıp yaptıkları

araştırmalar esnasında edinmiş oldukları kişisel gözlem ve deneyimlerini de bu

birikimle kaynaştırıp tıp biliminin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Razi, İbn Abbas, İbn Sina, Zehravi ve İbn Nefis gibi isimler bu dönemin önde gelen

hekimleri arasında bulunmaktadırlar.

İslam Tıbbında Hekimin Pozisyonu

İslamiyet’de hekim Allah’ın vekil kulu olarak hastayı iyi eden sebeptir. Şifayı

veren ise Allah’tır. Hekimler dindardırlar ama din adamı değiller.

İslam tarihi boyunca ilmi faaliyetlerin merkezinde bulunan bilge kişi ha da

“hakim”, aynı zamanda bir hekimdir. Bu iki kavram arasındaki ilişki o kadar yakındır

ki, bilge kişi de hekim de aynı sıfatla, Hakim sıfatıyla tanımlanmıştır. İbn Sina ve İbn

Page 51: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-51-

Rüşd gibi Müslüman filozof ve bilim adamlarının çoğu aynı zamanda hekimdi ve bu

insanlar geçimlerini de tıp ilmi vasıtasıyla temin etmişlerdi.( Bu aynı zamanda Yahudi

filozoflar için de doğrudur. Mesela düşünür Maimonides (İbn Meymun) aynı zamanda

iyi bir hekimdi.)

İslam Tıbbı’nın Özellikleri

İslam dünyasındaki bilim adamları referans sisteminin öncülüğünü

yapmışlardır.Yunan bilim adamlarından bahis ederken dini taassuba düşmeden

Büyük Hipokrat, Üstad Galen gibi ifadeler kullanmışlardır. Yine İslam Tıbbı’nda Çin

ve Mısır Medeniyetlerinin aksine hekimin bir özelliği kadın erkek ayrımı

yapılmaksızın hasta muayene edebilmesidir.

İslam hekimleri İslam’ın evren hakkındaki görüşüne uyan Yunan Tıbbı’nın

Nazariyeleri’nden yararlanmışlardır. Vücudun unsurları olan kan, balgam, sarı safra,

kara safra doğanın dört unsuru olan hava, ateş, su ve topağın bedendeki karşılıkları

olarak kabul edilmişlerdir. Vücudun dört hıltının karışımı kişinin tabiatını (mizacını)

oluşturmaktadır ve bunların arasındaki bir dengesizlik hastalıkla sonuçlanacaktır.

İslam hekimleri bazı dış unsurların da (hava ve çevre şartları, beslenme alışkanlıkları,

duygusal baskı gibi) sağlığın korunmasında önemli yeri olduğuna inanmışlardır.

Hastalıkların tedavisinde, bozulan dengenin düzeltilmesi amaçlanıyordu. İslam

Tıbbı’nda her yiyecek ve ilaç niteliklerine ve potansiyellerine göre sınıflandırılmıştı(

sıcak-soğuk gibi). Bu nedenle çok sinirli bir tabiatı olan kişi, sarı safranın sıcaklık ve

kuruluğunu dengelemek için genellikle soğuk ve nemlilik özellikleri ağır basan yiyecek

ve içeceklere ihtiyaç duyardı. Bu şekilde, tıbbın teorilerini izleyerek Farmakoloji bütün

ilaçları özelliklerine göre sınıflandırmıştır. (İslam ülkelerinin yemek alışkanlıklarının

büyük bölümü bu teoriye göre kurulmuştur ve böylece normal bir yemekte çeşitli

nitelikler ve özellikler iyi dengelenmiştir). Tedavide ayrıca boşaltıcılar ve hacamata

(kan almaya) önem verilmiştir.Teşhiste ise nabız ve cilt rengi kullanılmıştır.

Cerrahlık: İslam Tıbbı’nda başlangıçta cerrahlık dahili tıbba göre daha az

gelişmiştir.Cerrahi müdahale güçlüğü nedeniyle uzun asırlar boyunca pek itibar

edilmemiş bir tedavi yöntemi olup ancak tekniğin belli bir gelişim kaydetmesiyle

ilerleme gösterebilmiştir. Dolayısıyla bu konuda yazılmış olan müstakil eserler

nadirdir. Çok zorunlu kalınmadıkça cerrahi müdahalelerden kaçınılmıştır. Buna

rağmen eski metinlerde çok çeşitli ameliyat yöntemlerinden bahsedilmektedir. Ünlü

cerrahlardan Endülüslü Ebu’l Kasım Zehravi’nin “Kitab-üt-Tasrif“ adlı eserinde birçok

cerrahi aletinin tarifi yapılmaktadır. Dağlama da yaygın olarak kullanılmıştır. Yine

Page 52: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-52-

ağız cerrahisi ve diş tedavisi ile ilgili birçok uygulama yapılmıştır.

İslam Tıbbında hekimler uzmanlık alanlarına göre isim almışlardır:

1- Hakim(Tabib):Alim filozof hekim tipi

2- Kehhal:Göz hekimi

3- Cerrah

4- Mogabarrin:Ortopedist

5- Saydalani:Eczacı

6- Berber:Kan alan, diş çeken

Koruyucu Hekimlik ve Halk Sağlığı: İslam Tıbbı’nda koruyucu hekimliğin

temeli temizliğe dayanmaktadır. Temizlenmek hem din hem de sağlık açısından önem

taşıyordu. Belli vakitlerde temizlenme şartı Müslümanların düzenli bir şekilde

yıkanmalarını gerektiriyordu. Diş temizliğine de önem verilip diş fırçası kullanımı da

dine dayanıyordu.Alkollü içki kullanmamak, oruç, az yemek, az uyumak gibi dinin

pratikleri aynı zamanda birer sağlık unsuruydu. Hamamların da önemi büyüktü ve

buralarda oyma (masaj) yöntemi tedavi amacıyla uygulanırdı.

Eczacılık: Daha önce bilinmeyen birçok yeni maddeyi bularak kimyanın öncüsü

olan İslam hekimleri eczacılık üzerinde de çalışmışlardır. Eczacıların yararlandıkları

en önemli kaynak “Kitab-el haşayiş” adıyla Arapça’ya çevrilen Dioskorides’in “Materia

Medica”sı olmuştur. İslam eczacılığının en önemli eseri Ebu Reyhan Muhammed el-

Biruni’nin (975-1050) “Kitab el Saydala” sıdır (Drogların Kitabı). Nazariyeler

Farmakolojinin temelini oluşturmakta, her tıp bilgisinin hıltların dengesizliğini

düzeltmede ayrı bir önemi olduğuna inanılmaktaydı. İlaçların kullanımı drogun

tabiatına ve hastanın mizacına bağlıydı.

Sağlık Kurumları ve Hekimlerin Eğitimi: Hastaneler İslam ülkelerinde

Darüşşifa (şifa yurdu), Bimaristan (esenlik yurdu), maristan gibi birçok adla

anılmıştır. Tıbbın pratik kısmı hastanelerde öğretiliyor, nazari tarafı ise cami ve

medreselerde okutulurdu, ki camiler daha 2. halife Ömer zamanında birer okul gibi

hizmet görmeye başlamışlardı. Birçok hastanenin kütüphane ve mektepleri vardı ve

hastanelerdeki bu tıp medreseleri İslam’da ilk eğitim kurumlarını oluşturuyorlardı.

İslam dünyasında ilk hastane 707 yılında Emevi halifesi Velid İbn Abdulmelik

tarafından Şam’da kurulmuştur. Selçuklular ve diğer İslam devletleri tarafından

kurulan hastanelere birkaç örnek:

Page 53: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-53-

-Dokuzgöz Türklerinden Ahmed İbn Tolun’un 874’de Mısır’da yaptırdığı

hastane

-Selçukluların 1067’de Bağdat’da kurdukları “Nizamiye Medresesi ve Hastanesi”

-Nurettin b. Mahmut Zengi’nin 1154’de Şam’da kurduğu Nurettin Hastanesi

-Selahattin Eyyubi Hastaneleri

Hastanelerin planları Rönesans hastanelerine örnek teşkil etmiştir. Ortasında

fıskiyeli havuzu olan, dört tarafı eyvanlı bir avlu ve etrafındaki adalardan oluşan

hastanelerde hastalıklara ait ayrı koğuşlar mevcuttu. Hastane personeli laik olup

kadın ve erkek bakıcılardan oluşuyordu.

Abbasi halifeleri tıp eğitimini bir düzene sokmuşlardı. Tıp öğrencisi nazari ve

ameli eğitimi tamamladıktan sonra bugünkü teze benzeyen bir eser yazıyordu. Bu eser

kabul edildiği zaman diplomasını alıyor, Hipokrat andını da içerek hekimlik mesleğini

icra edebiliyordu.

Selçuklu Türklerinde Tababet

Orta Asya’dan gelen Türkler, Çin ve Hind uygarlıklarının ilmi görüşlerini

paylaşırlardı. Önceleri Şamanizm ve Budizm dininden olan Türkler 10.yy.’da

Müslümanlığı kabul ettiklerinde İslam uygarlığının ilmini de Arapça’yı da

benimsediler. Selçuklular 1071’de Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya yerleştiler.

Çeşmeler, ılıcalar, hamamlar, aşhaneler, düşkünevleri, hanlar, hastaneler ve

leprozeriler kurdular. Osmanlılar Anadolu’yu fethedince Selçuklulardan kalma bütün

sıhhi ve muavenet müesseselerini muhafaza ederek üzerine katkılarda bulundular.

Selçuklular bütün Müslümanları aynı bayrak altında toplamaya çalışmışlar ve bu

yöndeki girişimleri ile sadece Ortaçağ İslam tarihi üzerinde değil, Ortaçağ Hıristiyan

tarihi üzerinde de çok etkili olmuşlardır. 1038-1194 tarihleri arasında hüküm süren

Selçuklular en güçlü dönemlerinde Harezm, Horasan, İran, Irak, ve Suriye’ye egemen

olmuşlardır. Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulduğu ilk günden beri sürekli olarak

varlığını koruyan savaş koşulları, doğal olarak eğitim ve öğretimin dini bir temele

oturtulmasını gerekli kılıyordu; aksi taktirde Batınilerin ve Hıristiyanların İslam

medeniyetini yıkmaları kaçınılmazdı.

Ünlü İslam Hekimleri ve Tıbba Katkıları

İslam Tıbbı Arapça konuşan ve yazanların bilimi olup, Arap, Hıristiyan,

Musevi, İranlı, Mecusi ve Türk hekimlerinin eseridir. 8. ve 9. yy.larda yetişen

Müslüman tabiplerin en ünlüsü İslam Tıbbı’nın ilk büyük eserinin ; “Firdevs el-

Page 54: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-54-

Hikmet” (Hikmet Cenneti)’ in yazarı, sonradan Müslüman olan İbn Rabban et-

Taberi’dir. Razi’nin hocası olan Taberi’nin çalışmaları, daha ziyade Hipokrat ve

Galen’in ve aynı zamanda İbn Maseveyh ve Huneyn’in öğretilerine dayanıyordu.

Ebu Bekir Muhammed b. Zekeriya Razi (865-925)

Meşhur hekim, felsefeci ve kimyacı Al-Razi, Avrupa’da Rhazes , Galen’in

anlaşılması zor olan eserlerini açıkladığı için de “Arap Calinos’u” olarak bilinir.

Türklerin çoğunlukta olduğu Horasan’ın Rey şehrinde doğmuştur. Gençliğinde

sarraflık yapan Razi otuz yaşına doğru ilimle meşgul olmaya başlayarak felsefe,

matematik, kimya, simya ve tıp üzerine çalışmıştır. (Simya:Bir düzeyden diğerine

geçebilme inancı olup manevi simya ve maddesel simya olarak ayrılabilir. Manevi

simyanın ana konusu ruhtur ve amacı ezeli ve ebedilik sağlayan ‘El-İksir’ maddesini

bulmaktır. Metal ve maddelerle uğraşan simya, altında bulunan mükemmel orantıya

ulaşmak için maddelerin gizli ve aşikar boyutlarının ayarlanması demek olan

‘dönüşüm’ ile ilgilenir. Transmütasyon: Kükürt ve Civa temel maddeler olarak kabul

edilirler. Bunların farklı oranlarda olması farklı metallerin oluşumuna zemin teşkil

eder. Kükürt ve Civanın orantıları değiştirilerek kıymetli metaller olan altın ve

gümüş elde etme çabaları transmütasyon olarak ifade edilir. Manevi ve maddesel

simya arasında ilişkiler kurulmuştur. Simya çalışmaları bir takım maddelerin

bulunmasına sebep olduğu için kimya ilminin ilerlemesini sağlamıştır.

Razi eşyanın batıni tefsirini reddedip, simyanın sembolik boyutunu da

dışlamıştır. Simya ile ilgili meşhur eseri: Sırru’l-esrar; simya dili ile kimyasal deney ve

işlemlerin tarifini içerir.) Eğitimi için Şam, Mısır, Irak ve İspanya’ya gitmiştir.

Bağdat’da Adudi hastanesinin kurucusu ve başhekimi olmuştur. Uzun yıllar kimya

laboratuvarlarında çalışmaktan kimyasal maddelerin buharlarından gözleri olmuştu.

Razi deneysel ve gözlemsel fiziğin en büyük şahsiyetiydi ve İbn Sina ile birlikte Doğu

ve Batı’nın en etkin kişisiydi. 250 adet eseri olduğu söylenir. Bunlardan 184 tanesinin

ismi bilinmektedir. 56 eseri tıp, 10’u tıp ahlakı ile ilgilidir (Resim 3).

Resim 3: Razi

Kitab-ül Havi: 24 kitaptan oluşan bu eser Arapça yazılan büyük bir tıp

ansiklopedisidir ve İslam tababetinin klinik yönünü incelemek açısından temel eser

olarak kabul edilmektedir. Razi bu kitabında kendisine kadar ulaşan tıp bilgisine

kendi çalışma ve yorumlarını da eklemiştir. Bu bakımdan eser Tıp tarihi açısından da

önem taşır.

Kitab-al Mansuri: El Havi’nin özeti olup on ciltten oluşmaktadır. Kendisini

Page 55: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-55-

himaye eden Emir Mansur’a ithaf etmiştir.

Kitab-al cüderi va’l-hasba: Batıda en tanınmış çiçek ve kızamık hastalığı

üzerine yazdığı eser olup 18. yy.’a kadar Avrupa’da defalarca basılmıştır.

Kitab-ı taksimü’l –ilail: Hastalık sebeplerinin ayırt edilmesi üzerine yazdığı bir

kitaptır.

Bir psikosomatik tıp ve psikoloji üstadı olarak Razi, ruh dengesizliklerini beden

rahatsızlıklarıyla birlikte ele almış, bunları hiçbir zaman ayrı olarak

değerlendirmemiştir. Ruh tıbbıyla ilgili 20 bölümden oluşan “Manevi Fizik” adlı eseri

mevcuttur. Ayrıca alkolizm hakkında da geniş bilgiler vermiştir.

Galen’in civanın zehirli etkisinden söz etmesine karşılık, Razi civanın terapatik

etkilerinden yararlanmıştır. Formik asit, Sülfrik asit, güherçile ve Boraks’ı ilk defa

Razi tanıtmıştır. Alkolü antiseptik olarak ilk o kullanmıştır. Ateşin bir hastalık

olmayıp bedenin hastalıkla mücadelesi sonucu oluştuğunu ifade etmiştir ve

tedavisinde ılık suya batırılmış çarşaflara hastanın sarılmasını önermiştir. İlk defa

saman nezlesine işaret etmiştir. Sirke buharının antiseptik etkisinden

faydalanmaktaydı. Razi’nin sefalet içinde öldüğü söylenir.

Razi’nin “Peygamber karşıtı” öğretisi Sünni ve Şii bilginlerce şiddetle

yerilmesine rağmen, onun tıbbi görüşleri tababetin öğretildiği her yerde otorite olarak

kabul edilmiştir. O Latin bilimini , İbn Sina hariç tutulacak olursa, hiçbir Müslüman

düşünürün etkilemediği kadar etkilemiştir.

Ebu Ali ibn-i Sina (980-1037)

İslam aleminde “şeyh-el-Reis”, Hıristiyan dünyasında “Avicenna” olarak

tanınan İbn Sina, Türk asıllı olup Buhara’nın Afşen köyünde doğmuştur. Kendini ilme

adamış bir ailenin çocuğu olarak her konuda en iyi hocalardan ders alan İbn Sina 18

yaşına geldiğinde ünlü bir hekim olmuştu (Resim 4). Tıp dışında felsefe, matematik,

astronomi, fizik, kimya-simya, edebiyat, şiir ve müzik alanlarında da ün salan İbn

Sina’nın 43 tanesi tıbba ait olmak üzere 276 eseri olduğu söylenmektedir. Saray

hekimliği yaptığı sıralarda matematik konulu “kitab-el Mecmu” yu, ilimlerin tümünü

ele alan “Kitab el-Hasıl vel Mahsul” ü yazmıştır. Hayatının bir bölümünde vezirlik

yapıp, bir bölümünde ise zindana atılan İbn Sina’nın diğer eserleri:

Kitab al-Şifa (mantık, tabiat, metafiziği kapsayan felsefi yapıt)

El-Necat ; El-İşaret El-Kanun fit-Tıbb: Tıp konusunda yazdığı en ünlü

Page 56: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-56-

eseridir (Resim 5). Doğu ve Batı’nın tıp eğitiminde kullandıkları baş yapıttır. 5 ciltten

oluşmaktadır;

1.cilt (Külliyat): Tıbbın genel kuralları, anatomi, fizyoloji, koruyucu hekimlik, genel

tedaviler, tıp fesefesinden bahseder.

2.cilt (Müfredat): Alfabetik olarak ilaçlardan bahseder.

3.cilt (Muacelat): Baştan aşağı bütün dahili ve harici hastalıklar, doğum ve akıl

hastalıklarından bahseder.

4.cilt (Hummiyat): Ateşli hastalıklar, döküntülü hastalıklar, kırık, çıkık ve küçük

cerrahi işlemlerden bahseder.

5.cilt (Mürekkebat veya Akrabadin): Tedavide kullanılan ilaçların reçeteleri ve

hazırlanmalarından bahseder.

İbn Sina Fizyoloji’de dört unsur ve dört hıltı kullanmış, mizaca önem vermiştir.

Resim 4: İbn-i Sina Resim 5: Kanun’dan bir sayfa

Menenjit’i tarif etmiş, salgınların yayılma şekilleri hakkında bilgi vermiştir, güç

doğumlarda forseps kullanımını tavsiye etmiştir ki Batı’da forseps 17. yy.dan sonra

kullanılmaya başlanmıştır, bazı bulaşıcı hastalıkların plasenta yoluyla geçebileceğini

vurgulamıştır. Psikosomatik hastalıkları anlayan en iyi hekim olarak bilinir. Tedavide

yiyecek ve içecekler, ilaçlar, fizik tedavi vasıtalarını, sıcak-soğuk banyolar,

güneşlenmeyi kullanırdı. 57 yaşında ölen İbn Sina 32 yaşına kadarki hayatını

otobiyografi şeklinde yazmıştır.Sonraki hayatını dostu ve asistanı olan Cürcani

yazmıştır.

İshak b. Ali er-Ruhavi (980)

Yaşamı ve eserleri hakkında çok az şey bilinmektedir. 10. yy.ın sonlarında

Ruha (Urfa) da yaşamıştır. Gerek genel tıp gerekse tıp uygulamasında karşılaşılan

deontolojik sorunları konu eden ve eski Yunan filozof ve hekimlere referanslarda

bulunduğu “Edeb et-Tabib”(Hekimin Ahlakı) adlı eseri tıp tarihi açısından büyük önem

taşımaktadır.

Ebu’l Kasım ez- Zehravi ( 936-1013)

Kültürel bir bütünlük arz eden İspanya ve Mağrip (İslamın Batı toprakları) bir

çok büyük hekimin yetiştiği yer olmuştur. Özellikle Kurtuba tıbbi faaliyetlerin merkezi

durumundadır. Zehravi bu ünlü hekimlerden birisidir.

Latincede Abulcasis olarak tanınan Zehravi, Endülüs Emevileri zamanında

Page 57: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-57-

Kurtuba’nın Zehra kasabasında doğmuştur. İslam tıbbının en ünlü cerrahı ve

anatomisti olup Kitabü’t-Tasrif (Al-Tasrif fit Tıp) ın yazarıdır . Bu kitabın 30. bölümü

cerrahiye ait olup ilk resimli cerrahi kitabıdır.Burda, kullandığı aletlerin (Resim 6)

resimlerini çizmiştir. Kitabın cerrahi ile ilgili bölümü üç ana başlığı içermektedir:

Koterizasyon, Operasyon, Kırık ve çıkılar. Bu bölümlerde diş hekimliğine ait bilgiler de

mevcuttur. Dağlamayı birçok hastalıkta, baş ağrısında da uygulamış ve bunun için alet

veya yakıcı kimyasal maddeler kullanmıştır. Dağlama noktaları incelendiğinde

akupunktur noktaları ile uyuşmalar gösterdiği saptanmıştır.

Resim 6: Kitabü’t Tasrif’ten bir sayfa

Çalışmaları şu şekilde özetlenebilir :

Dikiş yapmak için kedi bağırsağı gibi organik malzemeleri kullanmış ( cat cut )

Kanamanın durdurulması için yöntemler geliştirmiş

Birçok insizyon yöntemi tarif etmiş

Kateter ve başka cerrahi aletleri geliştirmiştir

Sığır kemiğinden diş protezi yapması

Cerrahide anestezik olarak Afyonu kullanmıştır.

İbn-i Rüşd ( 1126-1198)

Endülüs’ün en önemli İslam felsefecisidir. İbn Rüşd (Averos) resmi olarak bir hekimdir

ve aralarında bir tıp ansiklopedisi niteliği taşıyan Kitabu’l-Külliyat (genel kuralların

kitabı) adlı kitabın da bulunduğu bir çok tıp eseri vermiştir (Resim 7). 1162-1169

yılları arasında yazmış olduğu bu eserde tıbbın bütün konularını bir araya toplamıştır.

Gözün ağ tabakasının görmedeki fonksiyonundan, bir kere çiçek hastalığı geçirenin

bağışıklık kazandığından bahsetmektedir. İdari görevlerinin yanı sıra saray hekimliği

de yapmıştır.

Ebu Ümran Musa ibn Meymun (Maimonides) (1135-1204)

İbn Rüşd’ün talebesi olan İbn Meymun meşhur Musevi hekimdir ve Kurtuba’da

doğmuştur (Resim 8). Kuzey Afrika’yı, Ortadoğu’yu dolaşmış Kahire’ye yerleşmiş ve

burada Selahaddin Eyyubi’nin özel hekimi olmuştur. İyi bir pratisyen, psikiyatr ve

hijyenist olarak bilinir. Zehirler üzerine yazmış olduğu kitapla modern toksikolojinin

kurucularındandır. Eserleri arasında Kitabü’l-füsul ( Tıp özdeyişleri kitabı=

Page 58: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-58-

Aforizmalar kitabı), Kitabü’l –tedbirü’s sıhha (sağlığın korunmasına ait tedbirler)

meşhurdur. İbn-i Meymun yaşamının belli bir döneminde Müslüman olarak yaşamış

fakat böylesine değerli bir alimin Müslüman olmasına dayanamayan Yahudiler

kendisini ölümle tehdit edince Müslüman olmadığını açıklamıştır. Dolayısı ile

öldüğündeki inancı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır.

Resim 7: İbn Rüşd (Averos) Resim 8: İbn Meymun (Maimonides)

İbni Nefis (1210-1288)

Şam’da doğmuştur, tıp eğitimini Nureddin Hastanesi’nde görmüş, Kahire’de Al-

Mansur hastanesinde başhekimlik yapmıştır. Hekim, filozof ve ilahiyatçıdır. Küçük

kan dolaşımını ilk olarak doğru bir şekilde açıklamıştır.Galen kalbin sağ ve sol

karıncığı arasındaki duvarda deliklerin bulunduğunu ve kanın bu deliklerden kalbin

sağ tarafından sol tarafına geçtiğini düşünüyordu. İbn Nefis ise kalbin sağ ve sol

karıncığı arasındaki duvarda her hangi bir deliğin bulunmadığını belirlemiştir;öyleyse

kalbin sağ tarafına gelen kanın akciğerlere gidip temizlendikten sonra kalbin sol

karıncığına gelmesi gerekiyordu ki buna küçük kan dolaşımı adını veriyoruz. Küçük

kan dolaşımından Şerh-i Teşrih-i li İbn Sina’da (Kanun’a Şerh) bahseder. Fakat

Nefis’in buluşu zamanında ilgi uyandırmadığı için unutulmuştur. Bu buluş 20.yy.’ın

başlarına kadar yanlışlıkla Servetus’a (1511-1553) atfedilmiştir. Servetus’un bu bilgiyi

Nefis’ten aldığı muhtemeldir. Kendisi doğrudan bu konuyla ilgilenmemiştir ve bu

konuyu Christianismus (Hıristiyanlığın yeniden düzenlenmesi) adlı din kitabında

açıklamıştır ki daha sonra eserdeki görüşlerinden dolayı kendisi ve kitabı da

yakılmıştır. Kan dolaşımının atfedildiği diğer bir isim ise Realdo Colombo’dur. 1559’da

De re Anatomica adlı eserinde bu konudan bahseder oysa İbn Nefis’in eseri 1547’de

Latince olarak yayınlanmıştır. İbn Nefis’in, Kitab-ı Mucezü’l Kanun (Kanun’un

özeti), Şerh-i teşrihü’l kanun, Şerh el-kanun adlı kitapları ünlüdür.

İslam Uygarlığının Tıbba Katkıları

- Fizyolojiye ait bazı önemli tespitler yaptılar

- Tıbba laik bir anlayışla yaklaştılar

- Klinik hekimliği getirdiler, hasta başında pratik eğitimde bulundular

- Cerrahiye gelişmeler getirdiler, cerrahi aletler geliştirdiler

Eczacılığı tıptan ayırıp modernleştirerek Kodeksi vücuda getirdiler(Kodeks:Birleşik

Page 59: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-59-

ilaçları bir usul ve nizama sokmak)

Alkolü tıbba soktular

Anestezi uyguladılar

Simya felsefesini benimseyip bu çalışmalar esnasında bırçok kimyasal maddeyi

buldular

Hijyene yönelik birçok uygulamada bulundular(hamam, tuvalet, su yolları inşası)

Hastaneleriyle Batıya örnek teşkil etmişlerdir.

Page 60: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-60-

OSMANLIDA TIP

1299’da kurulan Osmanlı İmparatorluğu başlangıçta İzmit ve Eskişehir civarını içine

alan küçük bir devlet görünümündeyken sonrasında Batıda Kuzey Afrika ülkeleri ve

Viyana hudutlarına kadar olan bölge ile Doğuda bugünkü Irak ve kısmen İran’ı

kapsayan, bugün Ortadoğu dediğimiz bölgeyi içine alan büyük bir İmparatorluk şeklini

almıştır. 600 yıl varlığını sürdüren imparatorluk 20.yy. başlarında son bulmuştur.

Farklı din, dil ve ırktan insanlar bir araya gelip ‘Osmanlı’ toplumunu

oluşturmuştur. Kullanılan yazı dili ise Arapça, Farsça ve Türkçe’nin karışmasından

meydana gelen ‘Osmanlıca’ olmuştur. Ülkenin başşehri ise değişen şartlara göre İznik,

Bursa, Edirne ve İstanbul olmuştur.

Uzun süre ayakta kalmasının nedeni olarak bütün alanlarda, hukuk-iktisat-tıp

gibi, kurumlaşmış olması sayılabilir.

Osmanlı Türk Tıbbı Selçuk Tıbbının, buna göre de İslam Tıbbının bir

devamıdır. Osmanlı birçok alanda Batıya kapalı kalmıştır, ancak bu durum 17. yy.da

değişmiş ve 19.yy.a gelindiğinde ciddi bir modernleşme hareketi başlamıştır ve bu tıp

alanına da yansımış 14 Mart 1827’de 2. Mahmut ilk modern Tıp Fakültesini (Tıbhane-i

Amire) kurarak önceleri medreselerde usta çırak şeklinde olan tıp eğitimine son

vermiştir.

Osmanlıda hekim kaynakları şu şekilde özetlenebilir:

-İmparatorluğun çeşitli ülkelerindeki sağlık kuruluşlarında yetişen hekimler,

-Mısır, Suriye, İran ve Irak’ta yetişen Türk hekimleri,

-Avrupa’da yetişip gelen Hıristiyan ve Musevi hekimler,

-Doğu bilim merkezlerinde yetişen Osmanlı uyruklu olmayan Müslüman

hekimler.

14.Yy.da Osmanlı Tıbbı

Bu dönemde bazı sağlık kuruluşları yapılmıştır. En önemlisi Osmanlıların

Anadolu’da kurdukları ilk hastane olan Bursa Yıldırım Darüşşifası’dır. Yıldırım

Beyazıt’ın (1389-1402) Bursa’da yaptırdığı külliyenin parçası olan bu hastane 1399’da

tamamlanmıştır (Resim 1). Yıldırım külliyesi Osmanlı Türklerinin beylikten devlet

olma sürecinde eğitim politikasını da belirleyen bir kuruluştur. Külliye içinde

hastanenin yanı sıra iki de medresenin bulunması tıp eğitim ve öğretiminin teorik ve

Page 61: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-61-

pratik olarak programlandığını düşündürtmektedir. Külliye içindeki Tıp medresesi ve

darüşşifa’nın 200 yıl varlığını sürdürdüğü ve diğer darüşşifalara hekim yetiştirdiği öne

sürüldüğü gibi bunun aksine görüşler de mevcuttur.

Resim 1: Bursa Yıldırım Bayazid Darüşşifası

14.Yy. ünlü hekimleri:

Hekim Bereket: Mehmet Bey zamanında(1320-1340) Aydın’da yaşamış olan bir

Türk hekimidir. İlk Tıp eseri olan Tuhfe-i Mübarize adlı eserini Türkçe yazmıştır.

Daha çok pratisyen bir hekimin uygulamada neler yapması gerektiği konusunda bilgi

içermektedir. Diğer bir eseri ise Hulasa’dır.

Geredeli İshak b. Murad: 1390’da Müntehab-ı Şifa (Edviye-i Müfrede olarak da

bilinir) adlı Türkçe olan bir kitap yazmıştır.Tıp konusunda yazı dilinin tercihen Türkçe

olarak benimsenmesinde Hekim Bereket ve İshak b. Murad bir nevi öncülük

etmişlerdir.

Hekim Hacı Paşa (1334-1424): Asıl adı Celaleddin Hızır olup Konyalı olduğu

sanılmaktadır. Tıbbın yanı sıra dini ilimlerle de ilgilenmiştir. Anadolu’nun İbn-i

Sina’sı olarak anılan Hacı Paşa’nın başlıca eserleri: Şifa el-Eskam ve Deva el-Alam (Arapça), Teshil-i Şifa (Şifa’nın kısaltılmış Türkçe yazımı), Kitabü’l Tealim, Feride, es-Saadetü’l-İkbal.

Hekim Şeyhi: (Öl. 1431): Bazı kaynaklara göre Osmanlı devletinin ilk

hekimbaşısıdır. Bursa Yıldırım Darüşşifası’nda hekimlik yaptığı sanılmaktadır.

15.Yy.da Osmanlı Tıbbı:

Bu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunda beylikten imparatorluğa geçiş çağıdır.

Devrin en önemli olayı Bizans’ın başkenti olan İstanbul’un 1453’de 2. Mehmet (1451-

1481) tarafından fethedilmesidir. Fatih bilim ve sanata özel bir ilgi göstermiş ve devrin

meşhur bilim adamları ve düşünürlerini İstanbul’a davet etmiştir.Bu yüzyılda Osmanlı

sağlık kuruluşlarında bir yükselme görülür.Bu kuruluşlar:

Edirne Cüzzamhanesi: Bulaşma fikri ve özellikle cüzamın bulaşıcılığı Tıbbı

Nebevi’de baştan beri bilinmekteydi. (Bulaşıcı hastalık çıkan yere girmeyin, hastalık

çıkan yerde iseniz, dışarı çıkmayın. Hadis) Bu nedenle Cüzamlılar için cüzamhane

yapma geleneği İslam dünyasında ve daha sonra Anadolu Türklerinde yer almıştır.

Page 62: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-62-

2.Sultan Murat devrinde şimdiki Miskinler Tekkesi’nde Avrupa’nın ilk cüzzamhanesi

kurulmuştur.

Fatih Darüşşifası: Fatih İstanbul’u fethettiği sırada, şehirde ancak iki bilim ve

sağlık ve sosyal yardım merkezi bulunmaktaydı ve bu da şehrin artan nüfusunun

gereksinimlerini karşılamakta yetersiz kalıyordu. Bunun üzerine bir külliye inşasına

başlanıldı ve 1470 senesinde tamamlanan külliye bir cami etrafında toplanan lise ve

yüksekokul olan medrese, aşhane, dinlenme yeri, hamam, ilkokul, kütüphane ve

hastaneden oluşmaktaydı (Resim 2). Sadece bütünüyle külliye değil, sağlık ve eğitim

kompleksi olan külliyenin sadece bir kısmını oluşturan 70 odalı hastane de bu yüzyılda

Avrupa’nın en büyük hastanesiydi. Devrin en ünlü hekimleri burada çalışır

atanmalarda din, ırk ve milliyet rol oynamazdı. Poliklinik hizmetlerinin de

yürütüldüğü hastanede fakir hastaların masrafları da karşılanırdı (sosyal tıbbın

dünyadaki belki de ilk örneği).

Edirne Darüşşifası: 2. Bayezid tarafından inşasına başlanılan ve 4 senede,

1488’de tamamlanan külliyenin bir parçasıdır (Resim 3). Hastane merkezi sistem

mimarisine göre (hasta odaları veya koğuşlar merkezdeki kapalı avluyu çevrelemekte)

yapıldığı için ayrı bir önem taşır.Bu mimari özellik 19. yy. ın 2. yarısında Avrupa ve

Amerika’da da yaygınlaşmıştır. Bu darüşşifada akıl hastalarının müzik ve su sesiyle

tedavi edildiklerinden bahs edilmektedir.

Resim 2: Fatih Darüşşifası Resim 3: Edirne Darüşşifası

15.Yy. ünlü hekimleri:

Ahmed Dai: (Ahmed b. İbrahim b. Muhammed el-Ma’ruf b. Dai) Hem hekim

hem de şairdir. Tıbb-ı Nebevi’yi Arapça’dan dilimize çeviren hekimdir. Kitapta verilen

açıklamalarda Ali b. Abbas, Ebu Bekr, Ebu Naim ve Zehravi gibi İslam dünyasındaki

ün yapmış hekimlerden alıntılar da vardır. Ayrıca el-Şifa fi Hadis-i Mustafa adlı tıp

eserini de çevirmiştir. Kitab el-Miftah el-Cennet’te ise eski tıp yazarları ve onların

hayat hakkındaki düşüncelerine yer vermektedir. Eserde ‘hayat nedir’ sorusuna cevap

aramış, insan hayatı ve süresi hakkında yorumlar yaparak konuya tıbbın yanı sıra

felsefi bir boyut getirmiştir.Ehl-i Kemal Ahmedi el-İslam (İnsan vücudu hakkında) adlı

eserini ise Türkçe şiir şeklinde yazmıştır.

Akşemsettin (1390-1459) (Mehmed b. Hamza): Şam’da doğmuş, Amasya’da

eğitimini tamamlamıştır. 2.Murad devrinde Osmanlı Sarayına alınmış ve Fatih’in

hocaları arasında yer almıştır. İstanbul’un fethinde genç padişahın yanında

Page 63: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-63-

bulunmuştur. İki unvanı vardır: Tabib-i ervah (ruhların hekimi) ve tabib-i ebdan

(bedenlerin hekimi/tıp doktoru). Tıpla ilgili Maddetü’l-hayat adlı eseri mevcuttur. Bu

eser hastalık belirtilerinin yanı sıra mikrop ve bulaşmadan söz etmesi bakımından

önemlidir. Avrupa’da 13. ve 14.yy.da büyük salgınlar ve kitle halinde ölümler

görüldüğünde, bulaşıcı hastalıklar Tanrı’nın günahkarlara vermiş olduğu cezalar

olarak nitelendiriliyordu. 16. yy.da Akşemseddin’den yaklaşık 100 yıl sonra Fracasrora

Bulaşıcı Hastalıklar ve Öldürücü Salgınlar Hakkında adlı eserinde, bulaşıcılıktan

bahsetmiştir.

Hekim Kutbeddin Ahmed (?-1497): Fatih tarafından kurulan ve Fatih

Külliyesi’nin bir parçası olarak hizmet vermeye başlayan Tıp Medresesinin başına

getirilmiştir. Başarılı bir hekim ve alim olarak şöhret yapmış, Fatih dönemi yedi alimi

arasında yer almıştır, fakat günümüze gelmiş herhangi bir eseri bulunmamaktadır.

Yakup Paşa (1425-1481) : Fatih’in yedi ünlü hekimlerinden biri olup, İtalyalı

bir Musevi’dir. Asıl adı Jacobo ya da Giacomo’dur. Tıp eğitimini İtalya’da görmüştür.

Papa Nicola’nın emriyle, Yahudi ve Arapların memleketlerinden ayrılmak zorunda

bırakılmaları sonucu o da Türkiye’ye göç etmiştir. Sarayda başhekimlik, Fatih ve

2.Murad zamanında da Maliye bakanı görevinde de bulunmuştur. Böbrek üstü bezi

hastalığını tanımlayıp Behak adını vermiştir. Sonraları Thomas Addison (1783-1860)

bu hastalığı bulup pernicious anemi olarak tanımlamış, hastalık onun adıyla “Addison

hastalığı” olarak anılmıştır.

Hekim Ahi Çelebi (1436-1524): Ünlü hekim ve cerrah olup 2. Bayezid, Yavuz

Sultan Selim, Kanuni dönemlerinde başhekimlik yapmıştır. Faide-i Hassat isimli

böbrek taşları konusunda kitap yazmıştır.

Şerefeddin Sabuncuoğlu (1385-1468): Fatih dönemi ünlü cerrah ve

hekimlerinden olup Amasyalıdır, eğitimini de burada tamamlamıştır. Eserleri:

Zeyneddin el-Cürcani’nin Zahire-i Harzemşahi adlı eserinin farmakoloji kısmının

tercümesi olan ‘Akrabadin Tercümesi’, eserden dönemin farmakolojik ve tıbbi

terminolojisi hakkında bilgi edinmekteyiz. ‘Kitabü’l Cerrahiye’t-l-İlhaniye’ adlı resimli

cerrahi eserini Zehravi’nin Kitab al Tasrif ‘inin son üç makalesine kendi deneyimlerini

de kattığı üç kısım ekleyerek oluşturmuştur . Eser İslam ve Osmanlı (Resim 4)

dünyasında ilk insan resimli eser olarak bilinir. Ameliyatlarda hasta-doktor

pozisyonları, kullanılan aletler ayrıntılı olarak resmedilmiştir. Diğer bir eseri ise

Mücerrebname adlı ilaçlarla ilgili olan eseridir. Burada bizzat yaptığı deneyleri de

aktarmıştır.

Page 64: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-64-

Osmanlılarda Hekimbaşılık

Öncelikle hükümdar ve ailesinin sağlığını korumak, bazen de devletin sağlık

politikasını yürütmek, yönlendirmek üzere hekimbaşılık hemen her büyük devlet ve

medeniyette görülen kurum olup, Mezopotamya’da Gallu. Mes A.Zu, Mısır’da

Sunu/Sumesu, Roma ve Bizans İmp.da Protomedicus, İslam medeniyetinde Reisü’l-

Etibba, Uygurlarda Otacı İliği veya Tabiplerin Prensi, Selçuklularda Melikü’l-Hükema

olarak bilinmektedir. Osmanlıda 15.yy.larda görülen hekimbaşılık bugünkü sağlık

bakanlığına (Reis-ül etibba) eşitti. 19.yy.ın ikinci yarısında ise Mekteb-i Tıbbiye

Nezaretinin kurulmasıyla görevleri sadece padişah ve yakınlarının sağlıkları ile

ilgilenmekle, saray Başhekimliği (Ser etibba-i hassa) olarak sınırlandırılmıştır.

Hekimbaşılar ulema sınıfına dahil tabiplerin en yeteneklileri arasından seçilir,

sadrazamların önerisi ile padişah tarafından atanırdılar (Resim 5). Padişahın vefatı ile

görevlerinden alınırdılar. Görevleri arasında;

- Bütün sağlık işlerini idare eder, saray tabipleri, cerrah ve kehhaller ona karşı

sorumludurlar.

- Darüşşifalarda çalışan tabip ve cerrahların tayinlerine veya işlerinden

ayrılmalarına karar verip yürürlüğe koyar.

- Ücretlere yapılacak zamları belirler.

- Ordunun sağlık işlerini yürütür

- Müneccimbaşı görevini görüp, her yıl hastalıklar konusunda bir tahmini yıllık

cetvel düzenleyip padişaha sunar.

- Hekimleri denetler, yeterliliklerini anlamak için sınava tabi tutardı.

Resim 4: Kitabü’l Cerrahiye’t-l-İlhaniye’den Resim 5: Hekimbaşı

Osmanlı Devletinin 19.yy.da batılılaşma gayretleri sırasında, 1837’de Bab-ı

Seraskeri’de Sıhhiye Dairesinin kurulmasıyla askeri, 1838’de kurulan Mecis-i Umur-ı

Sıhhiye’nin (Karantina Meclisi) salgın hastalıklarla mücadeleyi, 1840’da Mekteb-i

Tıbbiye’de kurulan Meclis-i Umur-ı Tıbbiye’nin ülkedeki hekimleri imtihan, ilaç

imalathanelerinin kontrol ve tıbbi problemlerin çözümünü üstlenmesiyle bu yetkileri

elinden alınmıştır. 1844’de hekimbaşılık unvanı Seretibba-i Şehriyari’ye

dönüştürülmüş ve kurum, 17 Nisan 1850’de Sultan Abdülaziz’in idaresi ile hükümsüz

kılınarak 1923’de saltanatın kaldırılmasına kadar, görevi Seretibba-i Şehriyari

unvanıyla saray hekimliği ile sınırlandırılmıştır.

Page 65: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-65-

16.Yy.da Osmanlı Tıbbı

16. yy. Osmanlı İmparatorluğunun en parlak dönemi olarak

nitelendirilmektedir. İmparatorluk en geniş sınırlara ulaşmıştır (Avrupa’da Balkanlar

dahil Viyana hudutlarına kadar, Kuzey Afrika-Fas hariç-, Ortadoğu-İran hariç-),

ekonomik ve bilimsel alanda da zirveye ulaşmıştır. Sağlık alanında ise daha çok

hastane yapımına gidilmiştir. Bu yüzyılın önemli sağlık kuruluşları:

Karacaahmed Cüzzamhanesi-leproserisi (Miskinler Tekkesi): 1514’de 1. Sultan

Selim tarafından yaptırılmıştır. Cüzzamlıların ve bulaşıcı hastalıklara yakalananların

tedavi gördüğü bir yerdir. 1810’da Sultan 2. Mahmut, 1843’de Sultan Abdülmecit

tarafından yeni baştan yaptırılırcasına onarılmıştır. 1927’ye kadar Toptaşı

Bimarhanesi’ne bağlı olarak idare edilmiş, 1935’de ise hastalar Bakırköy Akıl ve Sinir

Hastalıkları Hastanesindeki modern cüzzam birimine nakledilmişlerdir.

Manisa Hafsa Sultan Bimarhanesi: 1539’da Kanuni Sultan Süleyman (1520-

1566) tarafından annesi Hafsa Sultan adına yaptırdığı büyük külliyenin bir parçası

olup, uzun yüzyıllar tam kadrolu bir hastane gibi halk hizmetine açık kalmıştır (Resim

6). 19. yy. sonlarında binanın mimari bakımdan eskimesi sonucunda sadece akıl

hastalıklarına ayrılmıştır, 1. Dünya Savaşı sonunda ise tamamen harap olmuş ve

boşaltılmıştır. SSY Bakanlığı tarafından restore edilip sağlık müzesi şekline

getirilmiştir.

Resim 6: Manisa Hafsa Sultan Darüşşifası

Haseki Darüşşifası: Halen ayakta olan en bakımlı Osmanlı hastanesidir.

1550’de Kanuni tarafından eşi Hürrem Sultan namına yaptırılmış olan külliyenin bir

parçasıdır. Gelişimi itibariyle üç dönemi vardır:

a) Darüşşifa devri (1550-1884): Halk hizmetine açık ve tam kuruluşlu bir hastane

olarak çalışmıştır.

b) 1884-1894 arası eski darüşşifanın istimlak edilen yeni binalarla genişlemesi, eski ve

yeni kısımların birlikte kullanıldığı dönem.

c) 1894’den günümüze kadar Yeni Haseki Hastanesi devri.

Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi: Kanuni Sultan Süleyman da Fatih

gibi bilim ve bilim adamlarına büyük önem vermiştir. Bilimin temelinde eğitim

kurumlarının olduğunu bildiği için kendi adını taşıyan bugün hala bütün görkemiyle

ayakta olan Süleymaniye Külliyesini yaptırmıştır. Külliye, cami, kütüphane, aşevi,

Page 66: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-66-

darüşşifa ve medreselerden ibarettir (Resim 7). Külliyenin mimarı Mimar Sinan’dır.

Külliyenin ekonomik yanı vakıf sistemine bağlanmıştı. 1555’de biten darüşşifa ve tıp

medresesinde hastalara müzikle tedavi uygulanır, ayrıca hastanenin bir nöroloji

servisi ve ecza deposu da mevcuttu.

Toptaşı veya Atikvalide Bimarhanesi: 1583’de tamamlanan bu hastane 2.

Selim’in eşi ve 3.Murad’ın annesi Nurbanu Sultan tarafından Üsküdar’da yaptırılan

külliyenin bir parçasıdır (Resim 8). Uzun yıllar tam kuruluşlu bir hastane olarak

hizmet veren bu hastane daha sonraları akıl hastalarına ayrılmıştır.

Resim 6: Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi Resim 7: Atikvalide Bimarhanesi

16.Yy. Ünlü Hekimleri:

Merkez Muslihiddin Efendi (1463-1552): Denizlili olup Manisa’da Hafsa Sultan

Darüşşifası’na başhekim olmuştur. Mesir denilen Nevruz macununun yapılmasını da

sağlamıştır.

Hekim Nidai (1512-?): Ankaralı olarak da bilinen bu bilim adamı Kanuni Sultan

Süleyman ve 2. Selim zamanlarında yaşamıştır. En önemli eseri Menafi ün-Nas olup,

insana yararlı olan şeyler anlamına gelir. Diğer eserleri Rebiü’s-Selame (ilaçlarla

ilgili), Mualece-i Zahmet-i Frenk (Frengi hastalığı ve tedavisini ele alır), Tenbihname

(Ahlakla ilgilidir ) vb.

17.Yy.da Osmanlı Tıbbı

Osmanlı İmparatorluğu gerilemenin işaretlerini ilk bu yüzyılda vermeye

başlamıştır. Avrupa’da ise bu yüzyıl ‘aydınlanma dönemi’ nin başlangıcıydı. Yine

Osmanlı Tıbbı üzerinde Batının ilk etkilerini de, İspanya ve İtalya’dan göç eden bilim

adamları ve hekimler ile, ve Avrupa ile olan savaşlar sonrasındaki etkileşimle, bu

dönemde görmekteyiz. Ayrıca Latince bilen hekimlerin batı tıbbından; özellikle

farmakoloji ve biyokimya alanlarında, yaptıkları tercümelerle batı tıbbi bilgilerinin

ülkeye aktarılması gerçekleşmiştir.

Bu Yüzyılın önemli sağlık kuruluşları:

Sultanahmet Darüşşifası (1617): 14. Osmanlı padişahı Sultan 1. Ahmed (1603-

1617) tarafından yaptırılan külliyenin parçasıdır. Hastanenin yerinde bugün başka

binalar bulunmaktadır.

17.Yy. Ünlü Hekimleri:

Şirvanlı Şemseddin İtaki: Modern Anatominin kurucusu olan Vesalius’un

Page 67: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-67-

Fabrica (1543) adlı eserinden yararlanarak Osmanlı İmparatorluğunun nadir

monografik eserlerinden olan tek resimli anatomi kitabı Teşrih-i Ebdan’ı yazmıştır.

Hekimbaşı Emir Çelebi (Seyid Emir Mehmed Çelebi) (?-1638): Anadolu’da

yetişmiş bir hekimdir.1. Sultan Mustafa, 2.Osman ve 4. Murad zamanında

başhekimlik yapmıştır. Enmuzec al-Tıp adlı eserinde deontoloji ve anatomik konulara

ayrıca diseksiyonun önemine değinmiştir. Afyon kullandığı için 4. Murad tarafından

yaşamına son verilmiştir.

Ayaşlı Şaban Şifai (?-1705): Hekim, tarihçi ve şairdir. 1701’de yazdığı Tedbirü’l-Mevlud adlı eseri ayrıntılı bir embriyoloji ve pediatri kitabıdır. Şifaiyye fi’t-Tıb (Risale-

i Şifaiyye) adlı droglar ve antidotlardan bahseden kitabını 1674’de Sultan Mustafa için

yazmıştır.

18.Yy.da Osmanlı Tıbbı

Osmanlı İmparatorluğunun gerileme dönemi 17.yy. sonlarında başlayıp bu

yüzyılda da devam etmiştir. Avrupa devletlerinden İspanya, Portekiz, Hollanda ve

İngiltere’nin deniz yolu keşifleri ile kara kervan yollarına sahip olan Osmanlı maddi

zarara uğramış, askeri seferlerin durması ile de bu gelirlerden yoksun kalmıştır.

Ekonomik yetersizlikler nedeniyle bu yüzyılda sağlık alanında yeni bir kuruluş

yapılamamıştır.

18.Yy. Ünlü Hekimleri

Süleyman Efendi (?-1716): Antalyalıdır. Saray hekimliği ve kadılık görevinde

bulunmuştur. Tercüme-i Krabadin-i Cedid adını verdiği, Salih b. Nasrullah’ın

eczacılıkla ilgili eserininin Türkçeye çevirisi ona aittir.

Hekimbaşı Hasan Efendi (?-1734): Eskişehirli olup çeşitli medreselerde ders

vermiştir ve Süleymaniye Darüşşifasında başhekim olarak çalışmıştır. Eserlerinden

Tuhfet al-Müminin 1. Ahmet için çevirdiği farmakoloji içerikli bir tıp eseridir. Diğer bir

eseri Paracelsus’un kitabının bir çevirisi olan Gayet el-Müteharrike fi tedbir Kuli’l-Maraz’dır. Bu eser evrenin ve hayatın özellikleri ile biyokimya ve ilaçlardan bahseder.

19.Yy.da Osmanlı Tıbbı

Osmanlı İmparatorluğundaki Batılılaşma hareketi 18.yy.da, resmen devlet

eliyle kurulan okullarla başlatılmış ve bu hareketler 19.yy.da da devam etmiştir.

Osmanlı Tıbbı bu yüzyılda Batıya dönük olup modern tıp eğitimine geçiş de, Sultan 2.

Page 68: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-68-

Mahmud’un 14 Mart 1827’de kurduğu Tıphane ve Cerrahhane-i Amire ile, bu yüzyılda

olmuştur. Askerlikten sivil idareye, öğretimden giyime kadar büyük değişikliklerle

karşı karşıya kalan Osmanlı-Türk toplumu, aralarında asker ve sivil hastanelerin de

olduğu birçok zorunlu toplumsal kuruluşlar oluşturmuştur. İlk askeri hastaneler

arasında; İstanbul Deniz Hastanesi(1838), Haydarpaşa Askeri Hastanesi (1845)

(Resim 8), Gümüşsuyu Askeri Hastanesi(1846), Gülhane Askeri Hastanesi (1898)

sayılabilir. Sivil hastaneler ise Vakıf Gureba Hastanesi (1845), Zeynep Kamil

Hastanesi (1862), Şişli Etfal (Çocuk) Hastanesi (1899) (Resim9) ve Cerrahpaşa

Hastanesi olarak sayılabilir.

Resim 8: Haydarpaşa Askeri Hastanesi Resim 9: Şişli Etfal (Çocuk) Hastanesi

19.Yy. Ünlü Hekimleri

Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi (1774-1834): İstanbullu olup eğitimini

İtalya’da tamamlamıştır. Tıbbın modernleştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Batı

modelinde yeni bir tıp okulu kurulması için çalışmış ve 1827’de Mekteb-Tıbbiye-

Şahane’nin kurulmasına öncülük etmiştir. Cerrahbaşılık ve hekimbaşılık yapmıştır.

Karantina teşkilatının kurulmasında öncülük etmiştir. Belli başlı çeviri eserleri;

Frengi Risalesi, Çiçek Aşısı Risalesi, Fizyoloji Risalesi, Ruhiye Risalesi, Kolera

Risalesi, vb..

Hekimbaşı Abdülhak Molla (1786-1854): Mustafa Behçet Efendi’nin kardeşidir.

İtalya’da eğitim görmüş, kadılık, Başhekimlik ve Tıbbıye-i Şahane’de başhocalık

yaparak buranın gelişmesinde büyük katkıları olmuştur. Hekimliğin yanısıra iyi bir

yazar ve şairdir. ‘Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı’

Halk sözü ona aittir.Hezar Esrar isimli tıbbi bir dergi yayınlamıştır.

Hekim Şanizade Mehmed Ataullah Efendi (1771-1826): 19.yy.’ın ilk yarısında

Osmanlı İmparatorluğunun yetiştirdiği sayılı bilim adamlarından olup 16.yy.dan

itibaren kendi devrine kadar yapılan Avrupa’daki bilimsel çalışmaları Osmanlı

İmparatorluğundaki meslektaşlarına tanıtmak için uğraşmıştır. Onun bir özelliği, hem

medrese hem de batılı eğitimi birlikte görmüş olmasıdır. Tıbbın yanı sıra tarih,

matematik ve askerlikle ilgili eserler yazmıştır. Çeviri eserlerinden birisinde çiçekten

bahseder ve inekten alınan numune ile yapılan aşılanmayı (vassinasyon) tanıtır.Diğer

bir eseri 5 kısımdan oluşan; Batılı eserlerden yararlanarak çizilmiş resimli bir

Anatomi bölümü, Fizyoloji-Patoloji bölümü, çeşitli hastalıkların açıklandığı bir bölüm,

cerrahi bölümü ve ilaçlar-bitkiler bölümünü ihtiva eden Hamse-i Şanizade’dir.

Page 69: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-69-

RÖNESANSTA TIP

Rönesans XIV. yüzyılın sonunda başlayıp iki yüzyıl devam eden; sosyal, ekonomik,

kültürel ve tıp alanındaki gelişmelerin patlak verdiği ‘yenide doğuş’ dönemidir.

Yeniden doğuş; İtalya’nın Floransa şehrinde başlayıp Avrupa’ya yayılan Ortaçağdaki

kilisenin tepkisine karşı gelişmiş ‘insanın’ önemsendiği bir akımdır.

Ortaçağ Avrupa’sında insanlar ölümü, öbür dünyayı düşünüyorlardı. Rönesans’ta

ise kendi eserleriyle ebedileşmek istediler. Rönesans’ı hazırlayan nedenler; matbaanın

bulunması, barutun kullanılması, yeni dünyaların keşfi (Amerika-Hindistan), ticaret

yollarının artması ve 1453’de İstanbul’un Osmanlı tarafından alınmasıdır. Matbaanın

bulunması ile bilginin genel dağılımı ucuzlamıştı . Ticaret yollarının artması ve yeni

dünyaların keşfi de ekonomik açıdan rahatlamayı sağlamıştı. Böylece İstanbul’dan

eski eserleri Batı’ya getiren Yunanlı alimler İtalya’daki üniversitelerde çalışmaya

başladılar. Antik çağın önemli eserleri matbaa kanalı ile geniş kitlelere yayıldı ve bilgi

Avrupa’da hızla dolaşmaya başlamıştı. Aristo ve Galen’in bilgilerinin eksikliğinin

ortaya çıkması ile de Tıpta Rönesans başladı.

İnsanlık tarihinde Rönesans’taki kadar sanat ve bilimin yakınlaştığı başka bir

dönem yoktur. Teknik resimlerin gelişmesini etkileyen başlıca unsurlardan biri; eski

yazmalardan yapılan kopya çizimlerin yerini tabiatın almasıdır. Rönesans’ta anatomi

ayrı bir dal olarak düşünülmeyip yine cerrahlığın bir yan kolu olarak değerlendirildi. O

günlerde cerrahlık oldukça kaba bir işti. Cerrahlık için vücuttan kan alma işlemi için

uygun yerlerin bilinmesi yetiyordu.

Rönesans sanatkarı giderek insan bedenine ilgi duydu. İnsan anatomisinin

uygun bir şekilde incelenmesi genç sanatkar çıraklığının zorunlu bir parçası olmaya

başlamıştı. Tıp tarihi açısından Rönesans’ın en önemli ressamı Leonardo da Vinci

(1452-1519) insan yapısını resmetmenin ötesinde anatomi resimlerini genellikle

fizyoloji niteliğinde bazı açıklamalarla da destekledi (Resim 1). Leonardo da Vinci’nin

çizimleri Vesalius’unkinden daha titiz olup (Resim 2) sanat güzelliği hala rakipsiz

olmasına karşılık doğru anatomiyi bize tanıtan Vesalius olacaktı.

Devirler birbirine zıt değişmelerle doludur. Rönesans yalnız sanatsal yaratma çağı ve

modern tıbbın, bilimin beşiği değildi. Bu devir aynı zamanda şehirlerde ve kişilerde hijyenik

olmayan şartların bulunduğu, hastalıkların dünya çapında yaygınlaştığı (frengi), hurafelerin

ve büyücülerin kitlesel olarak ortadan kaldırıldığı bazı şiddet olaylarının görüldüğü bir çağ

idi. Sihirbazlık Rönesans’ta diğer devirlere nazaran daha fazlaydı.

Resim 1-2: Leonardo da Vinci’nin anatomi çalışmaları

Page 70: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-70-

Rönesansta Tıp Düşünce ve Bilimine Katkıda Bulunan İsimler

Fractorius (1484-1553): Fractorius hızla çoğalan ve gözle görülmeyen,

hissedilmeyen hastalık tohumlarını varsaydı. (Oysa 500 sene önce İbni-Sina (980-1037)

bulaşıcı hastalıklara neden olan küçük canlılar olduğunu söylemişti.

Servetus (1509-1553): Hristiyanlık üzerine yazdığı bir risalede küçük kan

dolaşımını tarif etmiş; kalpten çıkan kanın akciğerlere gittiğini, burada kırmızıya

döndüğünü yazmıştı. (Oysa XIII.yüzyılda Şam’da İbni Nefis küçük kan dolaşımını ilk

tarif etmiştir.)

Paracelsus (put kıran) (1493-1541): XVI. yüzyılda tıp dünyasında daha

öncekileri red ederek tıpta Rönesans’ın ilk adımlarını atan hekimdir. Paracelsus bir

halk adamıydı ve tıbbi yazılarında da halka dönük aktüel bir dil kullandı. (Latince

yerine Almanca) Klasik tıp eğitiminden uzaklaşabilmesinin nedeni halkın arasına

girip onların uygulamalı tıp bilgilerini öğrenmiş olmasıdır. Halk tıbbında batıl inançlar

bir tarafa bırakıldığında gözleme dayanan bilgilerin olduğu düşüncesindeydi. Profesör

olarak görev yaptığı Basel Üniversitesinde Galen ve Avicenna’nın kitaplarını yakarak

‘bunlardaki bilgiler benim sakalım kadar değil’ demiştir. (Ancak bu olayın efsane

olabileceği ihtimali vardır)

Parecelsus; bir hekimin oğluydu. Almanya’da Einsedin’de doğdu . Alman hekim,

gezgin ve simyacı olan Paracelsus bunun yanında bir sürü saçmalıklara da inanırdı.

Paracelsus Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde tıp okudu ve Viyana üniversitesinden mezun

(Resim 3) oldu. Aldığı bilgiler O’nu tatmin etmemişti. 23 yaşında seyahate çıkmış

bütün Avrupa ve Doğuyu gezmiş ve buralarda hekimlik ve cerrahlık yapmıştı. Her

gittiği yerde etkili tedavi yöntemlerini araştırmış, doğanın gizli güçlerini öğrenmek

istemişti. 1524’te Almanya’ya döndü ve Basel Üniversitesinde öğretmenliğe başladı.

Resim 3: Paracelsus

Paracelsus’un üniversitedeki davranışları önceleri ilgi gördü, daha sonra

tepkiyle karşılandı. Bunun üzerine Paracelsus fakülteyi terk etti ve esrarengiz bir

şekilde öldü. Paracelsus tıbba ‘öğrenilen tıp bilgilerine yeni bilgiler ekleme’ anlayışını

kattı. Tedavide kullandığı ilaçların çoğu bitkilerden oluştuğu halde onları reddetmiş

ve madensel ilaçları tedaviye sokmuştur. (Civa, kükürt vb.den oluşan karışımlar

hazırladı.) Frenginin civa ile tedavisini başlattı. Kendisinden sonra gelen Paracelsus

ekolü çok uzun süre tıbbı etkiledi.

Page 71: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-71-

Vesalius (Tenkitçi-Gözlemci-Modern Anatominin Kurucusu) (1514-1564):

Andreas Vesalius XVI. yüzyılda yaşamış, hekim , eczacı yetiştiren bir aileden

geliyordu. Paris Tıp Fakültesinde okudu. İtalya’ya Padua Tıp okuluna gitti ve 23

yaşında anatomi profesörü oldu. 1538’de çıkan ilk kitabında anlatılan ve resmi çizilen

insan anatomisi Galeninki gibiydi.

XVI. yüzyılda anatomi M.S.II. yüzyılda yaşamış olan Galenin anatomisinin

hemen hemen aynısıydı. Paris Tıp Fakültesinde anatomi şu şekilde yapılırdı: Yüksek

bir kürsüye oturan hekim Galenin kitabından okur ve aşağıda masada berber cerrah

kadavrayı açar okunan cümleleri tasdik eder şekilde kadavrada yerlerini gösterirdi

(Resim 4).

Resim 4: Andreas Vesalius Resim 5: Ambroise Pare

Vesalius bir maymun diseksiyonunda insan omurgasında görmediği bir çıkıntı

gördü. Böylece Galen insan kadavrasını değil hayvanları açarak genelleme yaptığını

anladı. Her çalışmasında Galen’in yanlışlarını buldu. Çalışmalarını 1543’de De Humanis Corporis Fabrica (İnsan Bedeninin Yapısı) adlı eserinde Galen’in 200’den

fazla hatasını ortaya koydu. Bu eser O’nun şöhretini artırdı. Derslerini verdiği anatomi

salonu dolup taşıyordu. Kişiliğinin ve gençliğinin verdiği ukalalıkla derslerine devam

edenleri kaçırdı. Çevresindeki insanlar azaldı ve düşmanları çoğaldı. Bir gün

Padua’daki görevinden istifa ederek İspanya’ya gidip saray hekimi oldu. Ancak

anatomi salonunu özlüyordu. Saraydan kopabilmek için hacca gitti ve hac dönüşü

gemisi batarak 50 yaşında öldü.

Pare (Deneyci) (1510-1590): Pare, Fransız ekolünde yetişmiş bir cerrahtı ve

eğitim görmemişti. Pare devrin ünlü hastanesi Hotel Dieu’de yaraları sarmayı, kırık

çıkık tedavisini, kuvvetli bir adam tarafından tutulan kişinin bacak ya da kolunu

kesmeyi öğrenmişti. Pare’nin yaşadığı dönemde savaşlar çoktu ve Pare daha çok yaralı

görebilmek için orduya katılarak 30 yıl yaralılara baktı (Resim 5). XVI. yüzyılda barut

yaralarının zehirli yanıklar olduğuna inanılırdı. Yaralar yakılır; üzerine kızgın yağ

dökülür ve üzerine tiryak konurdu. Bir gün Pare’nin kızgın yağı bittiğinde gül yağı ve

terebentinden oluşan bir karışım hazırladı. Ertesi gün kızgın yağ koymadığı

yaralılarda ağrı ve iltihabın az olduğunu gördü. Pare böylece iki farklı tedavi

deneyerek farkı görmüştü ve bir daha yaraları yakmamaya karar verdi. Bir başka gün

Pare yaşlı bir kadından duyduğu soğanı yanıklarda denedi ve hastanın iyileştiğini

gördü. Bu kez iyileştirenin soğan olup olmadığını düşündü ve bir başka yüzünün iki

tarafı yanmış hastada bir tarafa soğan koyup diğerine koymadan deney yaptı ve

soğanlı kısmın iyileştiğini gördü. (soğanın antiseptik ve C. vitamini etkisi ile)

Page 72: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-72-

Eskiden bezoar taşının panzehir olduğuna inanılırdı. Pare bunun doğru olup

olmadığını incelemek için kral önünde bir deney yaptı. Ölüme çarptırılmış bir aşçıya

zehir yutturup panzehir olarak bezoar verdi ve aşçı yedi saat sonra öldü. Böylece Pare

bezoar taşının panzehir olmadığını ispatladı.

Pare; takma gözler, geliştirilmiş suni bacak ve kollar yaptı. Kanamayı durdurmak

için ligatürü kullandı. Pare cerrahlığı ustalık isteyen bir iş haline getirdi. Ancak bu

durum Pareden 200 sene sonra değişecekti.

Fallobius (1523-1562): Galen’i eleştirme konusunda Vaseliusun çok daha

ötesine geçmiş Padua’da yaşamış bir bilim adamıdır. Fallop tüplerini tanımlamıştır.

Östachus ( ):Yazdığı anatomi atlası kaybolmuş ve138 yıl sonra bulunup

tıp tarihçileri bilgilenmiştir. Kulaktaki östaki borusunu bulmuştur.

Page 73: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-73-

17. YÜZYIL DA BATIDA TIP

Rönesans’ta yapılanlar devrim gibiydi. 17. yüzyılda ise bilim ve felsefenin önemli

olduğu entelektüel bir dönemdir.17. Yüzyıl Filozofları

Bacon (1561-1626) : Bacon deney ve akılda hiçbir hipotez olmadan belli gerçekleri

topladıktan sonra genel bir teorinin oluşmasını bekleyen tüme varımcı, metodun

önemli bir sözcüsüydü. Bacon gerçeğe ulaşmak, geçmişteki otoritelerin fikirleri ile değil

düşünerek olur; anlayışını yaymıştır. Plato’nun yeniden yorumlayıp tekrar okunmasını

sağlamıştır.

Galileo (1564-1642): İtalya’nın pizza kentinde doğmuştur. İlk buluşunu; 20 yaşında

katedralde otururken avizenin sallandığı ile ilgili düşünüp nabız hızını ölçen sarkacı

keşfediyor. Esas buluşu, teleskopu mükemmel hale getirmesidir. Güneşin merkez

olduğunu ve dünyanın etrafında döndüğünü söylemiştir. Kilise bunun tam tersine

inandığı için çalışması yasaklanmış, mahkemede yargılanmış ve ölüm cezasına

çarptırılmıştır. Hayatının bağışlanması için ona bir şans verilmiş ve iddialarından geri

dönmesi istenmiştir. o da hayatta kalmak için tüm iddialarını geri almış, fakat

mahkemeden çıkarken meşhur sözünü söylemiştir; “Dünya yine de dönüyor”.

Decartes (1596-1650): Orduya girerek dünyayı gezmeye karar vermiştir. 20 yıl

kadar Hollanda’da yaşıyor. Kartezyen felsefesi ile ilgilenmiştir. Geçmişte bildiği her

şeyi unutup yeni bireyler üretmeye çalışmıştır. Decartes’e göre madde; akıl ve evreni

oluşturur,fakat birbirleriyle ilişkisi yoktur (Resim 1). Ruhun insan beyninde ki “pinael”

dokunun içinde olduğuna inanmıştır. Varlığın temelinin düşünmek olduğunu

savunmuş, “Düşünüyorum öyleyse varım” sözü tarihe geçmiştir.

Resim 1: Rene Descartes (1596-1650)

17. Yüzyılda Tıp

17. yüzyılda tıpta gözlem ve deneyin dışında ölçme ve ispat yöntemi kullanılmaya

başlandı. 17. yüzyılda tıp bir yandan ilerlerken tıp uygulamalarında bir değişiklik

olmuyordu. Bir takım ölçmeler yapılıyor ancak anlamı bilinmediğinden uygulamaya

aktarılamıyordu.

Büyücülük ve batıl inançlar yaygındı. Sihirbaz hekim rolünü oynayan krallar

vardı. Ellerini hastalara dokundurduğunda kralların şifa dağıttığına inanırlardı.

Astroloji tıbbı batıl inançların arasında önemli bir yer tutuyordu. Kuyruklu yıldızların

tanrı’nın yolladığı hastalıkların birer işareti olduğuna inanılırdı. Akıl hastaları “Cadı”

Page 74: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-74-

diye suçlanıp yakılarak öldürülürdü. Kullanılan ilaçlar da akla gelmeyecek

garipliklerle doluydu. (Hayvan gübreleri, örümcek ağları gibi).

17. Yüzyıl Hekimleri

Sanctorius (1561-1636) : 1582 yılında Podua’daki Tıp Okulundan mezun olan

Sanctorius tıbba yeni yöntemler kattı. Sanctorius 1611’de Galile’nin bazı fikirlerini

kullanarak vücut ısısını ölçen bir alet geliştirdi. Bu ilk termometre içinde sıvı bulunan

bir cam ampul ve tüpten oluşuyordu. Hasta ampul kısmı ağzına alıyor, on kalp atımı

süresince tutuyor ve termometrenin içindeki sıvı bu sıcaklık ile ilerliyordu. İlerleyen

miktar dereceli kadrandan okunuyordu. Nabzı ilk sayan Sanctroiustu. Bunun için bir

sarkaç kullandı. Sanctroius vücut ağırlığını ölçme deneyleri de yaptı.

Harvey (1578-1657): İngiliz hekim William Harvey ölçüm yöntemini tıp tarihinin

en büyük buluşlarından birini ortaya çıkarmada kullandı. Kalp ile ilgili gerçekleri;

gözlem ile buldu, deney ile gösterdi ve matematik ile ispat etti. “Kalp bir pompadır ve

kan dolaşıyor” dedi. Kan dolaşımı üzerindeki araştırmalarda ilk teoriler M.Ö. IV.

yüzyılda atar damarların içinde hava bulunduğu idi. M.S. II. Yüzyılda Galen

atardamarlarda da kanın dolaştığını kanıtladı ama O’da kanın damarlarda med-cezir

olayı gibi yayıldığını düşünüyordu. Kanın hareketini sağlayan gücün kalbin

pompalaması ile değil atardamarların kasılması ile olduğunu söylüyordu (Resim 2).

Harvey; Aristo ve Galen’in bu alandaki görüşlerine saygı duymakla birlikte, teorilerini

kendi gözlem ve deneylerine dayandırdı. Kitabında, kalpteki ve toplar damarlardaki

kapakçıların kanın yalnız bir yönde çıkmasını sağladığını, kanın karıncıkların

kasılması (sistol) ile kalpten dışarı atıldığını, gevşemesi ile (diastol) kalbe dolduğunu

yazdı. Ayrıca kitabında vücut yüzeyine yakın atardamarlarda elle duyulan nabzın

atardamarların kasılması ile değil, kanın damar çeperlerine çarpması nedeni ile

oluştuğu ortaya koyuyordu. Kalbin odacıklarındaki ve vücudun tümündeki kan

mikroplarını hesaplayan ilk hekim oldu. Harvey’in buluþlarýna Galen’ci hekimler

karşı çıktı. Harvey’in keşfi ancak 50 yıl sonra ilim dünyasında hekimlerin çoğu

tarafından benimsendi.

Resim 2: William Harvey (1578-1657)

Malpighi (1628-1694): Malpighi’nin kapiller damarları bulması ile Harvey’nin kan

dolaşımı ile ilgili çalışmalarının eksik yönleri tamamlandı. Malpighi mikroskopla ilgili

bazı çalışmalar yaptı. Ayrıca Malpighi akciğer, böbrek, dalak, karaciğer ve deri gibi

organların yapılarının mikroskobik analizleri üzerinde çalışt. Duygusal papillayı ve tat

Page 75: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-75-

tomurcuklarını tanımladı. Malpighi bir mikroskop bilgini olmakla beraber, bir

embriyolog, zoolog ve botanikçiydi. Kısacası bütün devirlerin en büyük ilim

adamlarından biriydi. (Kılcal damar fikri 10.yy’da Ali Bin Abbas tarafından ortaya

atılmıştır.)

Redi (1626-1697) : 17.yüzyılda eski bir yanlış varsayım hüküm sürmekteydi.

Kurtçuklar (süfeler) pislikte ve kokuşan şeylerde kendiliğinden gelişir sanılırdı.

Francesco Redi yaptığı basit bir deney ile bu varsayımın yanlış olduğunu ispat ederek

“Kurtlar kendiliğinden meydana gelmez”, dedi. Birkaç kavanoz aldı ve içine bir miktar

et koydu. Kavanozlardan bazılarını açık bıraktı ve diğerlerini kapattı. Et koktu ve

kokuya sinekler geldi. Kısa sürede açık kavanozlardaki etlerde kurtlar meydana geldi.

Örtülü etlerde kurt yoktu. Ancak yumurtalarını gördü. Sonuçta; kurtçukların

sebebinin kokmuş et değil sinekler olduğunu gördü.

Leuwenhoek (1632-1732) : Hollandalı bir manifaturacı olan Leuwenhoek 1650’li

yıllardan itibaren kendi yarattığı merceklerle kumaş dokularını incelemeye başladı.

Bir tüpün ait ve üst kısmına mercek yerleştirerek mikroskop yaptı. Daha iyi

görebilmek için bu mikroskop geliştirdi. Bunlarla görebileceği her şeyi inceledi. Su

damlacıklarında gördüğü canlı yaratıkları hayretle teşhis etti. “Bir damla suda bütün

Hollanda halkından daha çok canlı var” diyerek hayretini gizleyemedi. Bu canlıların o

sıvının kaynatılması ile hareketsiz hale geldiğini gözledi. 30 sene boyunca incelemeler

yaptı. Bulduklarını İngiltere’deki Royal Society of Medicine (Kraliyet Tıp Cemiyeti)’ne

sunuyordu.

Resim 3: Leuwenhoek Resim 4: Leeuwenhoek’un yaptığı ilk mikroskop

Önceleri kabul etmediler, sonraları kabul edildi ve gözlemleri makaleler olarak

yayınlandı. 1680’de Royal Society’e üye olarak kabul edildi. Kanın alyuvarlarını

tanıttı, insanda ve memelilerde yumurta, balıklarda yumurta biçiminde olduğunu

açıkladı. Kas lifindeki çizgileri, bakterileri, protozoaları tanıttı. Böylece gözle

görülmeyen ve dolayısıyla bilinmeyen bir dünyayı 90 senelik uzun ömrü boyunca

tanıttı.

Page 76: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-76-

18. YÜZYILDA BATIDA TIP

18. yüzyılda Tıpta yeni kuramlar ortaya atılıyordu. Bu yandan “dört unsur” nazariyesi

gerilerken diğer yandan türeyen yeni kuramlar etrafında dayanıksız görüşler sürüp

gidiyordu. Bu kuramlarda bir kaçı bunlardı;

İatrokimya teorisi : Kimya biliminin hızla ilerlemesi, tabiattaki kimyasal

maddelerin tek tek bulunuşu, bir grup hekimin her şeyi kimya ile açıklamak

istemelerine sebep oldu. İatrokimyacılar “bütün hayvansal faaliyetlerin kimya ile

açıklanabileceği” tezini savunuyorlar ve bu yolda çalışıyorlardı. Bu teori IX. yüzyılda

İslam hekimi ile başlamıştı. XVI. yüzyılda da Paracelsus ile de her şey kimyaya

indirgenmiştir. Paracelsus; bütün fizyolojik olayların archeusun kumandasında ve

kimyasal hareketlerle meydana geldiğini savunuyorlardı. İatrokimyacılar da bu yoldan

gidiyordu.

İatrofizik Teorisi: XVII.yüzyıl hekimleri Galile, Senctorius ve Harvey’in

buluşları ile havyan vücudun çalışmasını tamamen fiziksel ve matematiksel yollarla

açıklamaya çalıştılar. Descertes’te göre; hayvan vücudu fiziki kanunlarla çalışan bir

makineydi. İotrofizikçiler bütün fizyolojik olayların mekanik ve fiziki yolla izah

edilebileceğini savunuyorlardı. Midedeki “hazım” gibi kimyasal olayların mekanik

yolla sindirim sistemi açıklanması konusunda ise başarısızlığa uğramışlardı.

Vitalist (Animist) Teori : Hayvandaki ve insandaki bütün fizyolojik olayları

iatrofizik ve iatrokimya de açıklamaya çalýþan araştırmacıların karşısına “Vitalist”

teoriyi savunan hekimler çıkıyordu. Bu teorinin en önemli temsilcisi Stahl idi. Halle

üniversitesinde iç hastalıkları profesörü olan Stahl, insan ruhunun varlığının

ehemmiyetini öne sürüyordu. Bütün fiziksel ve kimyasal olayların kımıldanışlarının

kaynağı “ruh, yani “anima” idi. Vitalist teoriyi savunanlar animaya “hayat kuvveti

veya “hayat prensibi” diyorlardı. Onlara göre tıpta veya biyolojide fiziksel ve kimyasal

yolla açıklanamayacak bir “sisle kapla alan” bulunurdu. İşte o alan vitalistlere göre

“hayat prensibi = anima = vitala alanı, idi. İatrofizik ve iatrokimya teorilerine göre ise

bu sisin bilgisizlikten kaynaklandığını ve biyolojinin bu sisi giderek dağıttığını

savunuyorlardı. Bunun karşısında vitailistler fizik ve kimya incelemelerinin bu sisi

hiçbiri zaman kaldırmayacağını iddia ediyorlardı. Stahl’a ruh göre çürümeye engel

olan şeydir.

XVIII. yüzyılda Vitalist teoriyi savunanlar “hayat bir bütündür, bunun ayrı ayrı

parçalardan meydana geldiğini iddia etmek mümkün değildir, canlı içinde geçen

olaylar yalnız kendine mahsustur” diyorlardı. XVIII. Yüzyılın sonunda O2‘nin yanma

Page 77: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-77-

olayındaki etkisinin bulunması ve hayvansal bir madde olan üre’nin sentezinin

yapılması ile vitalist teori büyük bir darbe almıştır.

18. Yüzyılda Tıbba Katkıda Bulunan İsimler

Newton .(1642-1724) .Yaptığı çalışmaları ile indirekt olarak tıbbı

etkilemiştir.Newton’a göre fizik kanunları tüm evreni etkiler.Newton 1680 yılında tüm

insanlığa hitap eden ‘Prensipler’ adlı kitabını yazmıştır.

A.L.Lavoisier (1743-1784) : Araştırmaları ile O2 ‘i keşfetti ve bunun yanma

olduğunu söyledi. Yanmadaki temel rolün O2’de olduğunu solunum, ve solunum için

gerekli vücuttaki besin maddelerinin yanma olayı ve vücut ısısı ile ilişkisini gösterdi.

Lavoisier deneyleri ile ispat ediyordu ki; “solunum insanın nefes almasındaki hakim

olan sihirli kuvvet vitale değil basit bir yanma olayıdır”. Fransız bilim adamı Lavoisier

bir takım üretimlerin yönetim kurulunda da görevli idi. 1789’da Fransız ihtilalinde işçi

sınıfı tarafından burjuva diye idam edildi.

Resim 1: Lavoisier

Morgagni (1682-1771): XVIII. Yüzyılda patolojik anatominin önemini ortaya

çıkaran ve patoloji bilgisinin hekim için çok önemli olduğunu ispat eden İtalyan

hekimidir. 29 yaşında iken Padua’da anatomi hocalığına çağrılmış ve 56 sene orada

çalıştığı. Hastanın klinik belirtilen ölümünden sonraki anatomik incelemeleri ve

kıyaslamayı gaye edinmişti. Bulgularını uzun süre toplamış 79 yaşına kadar

yayımlanmıştı (Resim 1). 1761’de “Hastalıkların yeteri ve sebepleri” adlı beş ciltlik ilk

patoloji kitabı yayınladı. 20 yıllık otopsi araştırmalarında bu kitabında 640 tanesini

veriyordu . Bu 640 vaka da her hastanın anominezi, hastalık ve ölüm hikayelerini

geniş olarak yazmıştı. Karaciğer sirozu, pnömonide akciğer sertleşmesi ve tümörlerin

çeşitleri olmak üzere pek çok buluşu vardır. Morgagni sayesinde patolojik anatomi ilmi

kurulmuş oluyor ve Humoral Patoloji bir kere daha yara alıyordu.

Resim 2: Morgagni Resim 3: Linnaeus

Wirchaw : Wirchow yaptığı çalışmalarla hastalıklarda normal hücrelerin

değiştiğini ve bozulduğunu mikroskop kullanarak gösterdi. 1843’de Tıp doktoru

oldu.Würzburg Üniversitesi patolojik anatomi kürsüsünün başına getirildi. Berlin’de

patolojik anatomi enstitüsünü kurdu. Organ ve dokulardaki hastalıkları açıklamaya

yönelik hücre kuramını geliştirdi. Hastalıkların genel anlamda organ ve dokularında

değil öncelikle hücrelerden kaynaklandığını vurgulamıştır. Kan damarlarındaki pıhtı

Page 78: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-78-

kitlesine “trombüs” yerinden ayrılan trombüs parçalarına “embdül” adını Virchaw

vermiştir.

Linnaeus (1707-1778) : Botanikçiydi. Bitki ve hayvan türlerinin o güne kadar

yapılan en iyi sınıflamasını gerçekleştirdi. İnsanı primat cinsinden bir hayvan olarak

sınıflayıp, insana Homosa Sapiens yani “akllı adam” adını verdi.

Boerhaave (1668-1738) : İkna edici kişiliği ve seçici yaklaşımı ile dikkati çekti.

Bir araştırmacı olarak herhangi bir tek sisteme bağlanmadı; fiziksel, kimyasal ve

direkt klinik metodun özelliklerini birleştirmeye çalıştı. Hasta başında klinik öğretimi

sürdürdü ve bu konuda seçkin öğrenciler yetiştirdi.

Ramazzini (1633-1714) : Meslek hastalıkları ve sanayi hijyenini ele aldı.

Madencilerdeki akciğer hastalıklarının görüldüğünü yazdı.

Johann Peter Frank (1745-1821) : Halk sağlığının kurucusu olarak bilinir.

Nüfus, çocuk bakımı, mesken, lağım, su tesisatı, salgın hastalıkları beslenme gibi

konuları inceledi.

Stephen Hales (1677-1761) : Hales ilk defa atardamarlardaki kanın basıncını

ölçmeye teşebbüs ettiği, fakat bu ölçümü bir at üzerinde yaptı. Bir atardamara büyük

bir cam tüpü doğrudan sokup tutarak bir basınç ölçer (manometre) tertip etti. Kan

tüpün içinde 180 cm veya daha yüksekliğe çıktı ve kalbin her atımı ile yükselip alçaldı.

Hales, kan basıncını, kalbin kapasitesini ve kan akımının hızını miktar olarak tahmin

edebilmişti.

Stephen Hales bir de yapay havalandırma tertibatı icat etti. Tifüs salgını “kötü

havaya atfedilirdi. New gate hapishanesinin kalesine yel değirmeni ile çalışan, yelpaze

şeklinde büyük bir çark yaparak binayı havalandırdı.

Spallanzani (1729-1799) : Fen bilgisi okuyana ve Katolik kilisesinde rahip olan

Spallanzani mikroorganizmaların “kendiliğinden üzere öğretisini yıktı. Spallanzani

mikropların üremesini göstermiş ama onların öldürücü yönleri hakkında bir şey

söyleyememişti.

Leopold Auenbrugger (1722-1802) : “Inventum nauum” adlı çok özel bir

konudan bahseder, bir eser yayınlayan Viyanalı hekimdir. Bu kitapçıkta otopsi

açıklamaları ile doğrulanan gözlemlere dayanan “perküsyon” adını verdiği yeni bir

muayene ve teşhis yöntemini tanıtıyordu. Avenbrugger’in devrinde el becerisine

dayanan tekniklere şüpheyle bakılıyordu. Fakat Auenbrugger’in izleyicilerine klinik

teşhisin tabiatını ve böylece tıp uygulamasını değiştirecek yol açmaktı.

Page 79: Tip Tarihi

Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Ders Notları (Prof. Dr. Şahin AKSOY)

-79-

John Hunter (1728-1793) : Cerrahlığı patoloji ve fizyolojisi bilgilerine

dayandırmaya başladı. Hunter’in etkisi ile cerrahlık bir meslek oldu ve bilime dayalı

tıbbın bir dalı olarak yerini aldı. Cerrahlığın daha da ilerlemesi XIX. Yüzyılda nasip

olacaktı.