sosyal tarİh ve edebİyat tarİhİ - tarihyazimi.org · kullanıyorum» bu sapma, meselâ, zaman...
TRANSCRIPT
SOSYAL TARİH ve EDEBİYAT TARİHİ
I I Jacques PROUST Çev. : Bahaeddin YEDİYILDIZ
Fikirlerin ve formların tekâmülüyle ilgili olarak ,özellikle ilk iki noktadan daha çok, içinde bulunulan maddî ve manevî durumlar ve bunları hazırlayan sebepleri birikirine karışt ırmamanın uygun olacağını daha önce belirtmiştim. İşte burada, sosyal tarih ve edebiyat tarihi arasına, başka disiplinler girmektedir; zira, cemiyetler ve edebî eserler arasındaki bağlantı, vasıtasız değildir. Meselâ fikirlerin olduğu gibi, formların da kendi öz tarihleri, menşeleri , tekâmülleri, ölümleri vardır. O halde edebiyat tarihi, fikirler tarihine, sanat tarihine, dil tarihine bağlıdır ve edebiyat tarihi ile sosyal tarih arasındaki münâsebetler, umumiyetle, ikili veya üçlü bir aracılıktan geçer. Bunun neticesi olarak, kelime tatmin edici olmamasına rağmen, benim sapma (dis-torsion) diye adlandıracağım şeyi iyi bir gözlemci görür; zira, kendisine nazaran bir sapma mevcut olabileceği doğru bir norm gerekir ki, benim söylemek istediğim şey bu değildir. Sapma kelimesini sırf duruma uygunluğu açısmdan kullanıyorum» Bu sapma, meselâ, zaman içinde belirli içtimaî bir olguya uygun gelen falan formun, bu içtimaî durum ile sebep-netice açısından doğrudan doğruya bir münâsebet içinde olmaması neticesini doğurur. Fakat bu form, daha önceki içtimaî bir olguya bizzat uygun gelen daha önceki başka bir formun ü rünü olabilir. Karşımıza çıkan bu müstakil farklı formun mânâsı o zaman son tahlilde sosyal tarih tarafından izah edilebilir; fakat, sapma vardır: 0 hâdiseyi anlayabilmek için önceki içtimaî forma bir dönüş yapılması gerekmektedir; öyle ki , belli bir form cemiyetin tarihinin farklı dönemlerinde farklı hattâ zıt anlamlar kazanabilirler. Bu hususa başlangıçta halk türü olan «parodi» (gülünç olanı ciddî şekilde tiyatrolaştırma, taklid etme) tür ü n ü n asrın ikinci yarısında aristokratik bir tür oluşu, X V I I I . asır tiyatro tarihinden basit bir örnek olarak gösterilebilir: Aristokratik tipteki parodi ile onu uygulayan aristokratik zümre arasındaki münâsebet, parodinin avamı forma ve bu parodinin içinde doğduğu avam tabakasının lüzumlu bir dönüş yapılmadığı takdirde anlaşılamayacaktır. İşte sapmanın basit, hat tâ mizahî bir örneği.
Nihayet, bu problema tikte, son olarak teklif edeceğim son nokta, edebiyat, tarihinin sosyal tarihten beklediği yardımları değil, fakat tam tersine, sosyal tarihin edebiyat tarihinden bekleyebildiği yardımlarla ilgilidir. Bu konuda sadece bir toplumun geçmişinin herhangibir devresinin şu veya bu form u hakkında edebî eserler tarafından yapılan şahitlik meselesine dikkat çekmiştim.
37
Edebî eserler —bilhassa hikâye edici ( tahkiyeli) olanları düşünüyor u m — , hangi ölçüde ve hangi tedbirlerle, bir cemiyetin hayatının şahitleri olarak değerlendirilebilirler? Hemen akla gelen ve kanaatime göre, çok güzel olduğu için, görüş açılarını yanıltan, Balzac'm durumu vardır. Çok büyük bir titizlik ve hassas bir ihtiyatlılık gösterilmeksizin cemiyetler tarihçisinin romanı bir vesika olarak kullanabileceğini düşünemem. Burada da, herşey-den önce şâhitin sübjektifliğine bağlı olan sapma hâdiseleri vardır,. Buna göre, bir yaratıcının durumunda , bu sübjektifliğin payı zorunlu olarak büyüktür . Diğer taraftan, bu yaratıcının mensup olduğu cemiyetteki objektif tecrübesinin sınırları var mıdır? Çeşitli sebepler yüzünden Paysan parvenu adlı eserini tamamlayamayan Marivaux örneğini düşünüyorum. Bu sebeplerden birisi, bana öyle geliyor k i , şüphesiz !Vlarivaux'nun, normal olarak içinde şahsiyetini hareket ettirmek mecburiyetinde kalacağı bazı sosyal ortamlara nazaran farketmiş olduğu tecrübe yokluğudur; fakat, bu ancak bir hipotezdir,
Şâhitin şahsiyeti ne kadar belli olursa onun tecrübesi de o kadar belirginleşir ve sapma tehlikesi de tarihçi açısından o derecede ciddîleşir. Bu hipotez sonuna kadar takip edilirse, orta derecedeki yazarlara, adî romanlara imtiyaz tanınması neticesine ulaşılacaktır. Bu netice belli cebir takım edebiyatçılar »in diğer bir takım edebiyatçılara alaylı bir tarzda «fikir tarihçileri» diyerek yaptıkları siteme imkân hazırlar. Edebiyatçı meslektaşlarımdan bazıları için, fikirler tarihçisi olmak, zarurî bir şekilde orta-seviyedekilerin tarih» çişi olmaktır. Bu alaylı sitemin aklî temelleri olduğunu sanmıyorum, fakat yine de bir temeli vardır: Şurası bir gerçektir ki , fikirler tarihi sahasında, son derece ilgi çekici olanlar, ikinci sırada oldukları iddia edilen yazarlardır. Fakat , bir yazarın şahit olduğu sosyal bir olaya nazaran, orta seviyedeki bir romancı, sırf sathî, kaba ve netice itibariyle, cemiyetlerin sathî tezahürlerinden daha çok temel yapılarıyla ve derin hareketiyle ilgilenen tarihçi için önemsiz bir görüntü verme tehlikesiyle karşı karşıyadır. O halde, orta seviye-dekilerin şehâdeti ile birinci derecede yazarların şehâdetini birlikte ve birini diğeriyle düzelterek ve birinci derecedeki yazarların şahitliğini de edebiyat tarihinin bir taraftan onların psikolojisi ve diğer taraftan yaşanan tecrübeleri hakkında bize öğrettiği her şey ile düzelterek kul lanmak gerektiğini düşünüyorum.
î leri süreceğim son varsayım şu olacaktır: Öyle sanıyorum ki , orta derecedeki yazarlar, muayyen bir cemiyetin kendi kendisi hakkında yaptığı tasavvurun belirlenmesinde çoğunlukla faydalı hizmetler edeceklerdir. Söz konusu tasavvurun belirlenmesi zâten cemiyetin gerçek davranışı hakkındaki bu tasavvurun yansımasının tesiriyle mümkündür .
Artık burapla duracağım. Bu problematikin ancak yol gösterici nitelikte olduğunu belirtmeliyim. Özellikle dün meslektaşım Jacquard 'a sorduğum soruya cevap vermekten de bilerek kaçındım. Bununla birlikte bu soru son derece önemlidir: Falan veya falan yazarın, falan veya falan sosyal grubun temsilcisi olduğu, ne ölçüde ve hangi tedbir ile düşünülebilir?
38
TARTIŞMA
R. MOUSNİER (Sorbonne). — Meslektaşımızın niyetlerinden mutluluk duyuyorum, bize sunduğu mükemmel çalışma programından dolayı da kendisini tebrik ediyorum. Tebliğin ana çizgilerini, bize takdim ettiği umumî fikirleri takdir etmekte hemfikir olacağız. Şimdiye kadar, bir çok durumda, edebiyat tarihçileri ve sosyal tarih sahasının tarihçileri arasında su geçirmez bir duvar mevcut olduğu için, böyle bir tebliğ beni mutlu kılmaktadır. Gerçekten, mensubu bulunduğum fakültede —ki orada, büyük bir kısmı geniş anlamda cemiyet tarihiyle ilgili bulunan, hattâ geçenlerde müdâfaası yapılan «XVIII. asırda şeref» konusuyla alâkalı tezde olduğu gibi, bazıları tamamen sosyal tarih tezleri olan— edebiyat tarihi tezleri vardır, ancak bu tezlerin jürisine bir tarihçinin davet edildiğini kesinlikle görmedim. Buna mukabil, bu fakültede on seneden beri bir sosyal tarih semineri yönettiğim halde, tek bir edebiyatçının bu seminer çalışmalarına katılmak isteğine şahit olmadım. Tebliğinizin sonunda mükemmelen işaret ettiğiniz sebepler yüzünden edebiyatçılara olduğu kadar tarihçilere de esef ediyorum. Umumiyetle, edebî mâhiyetteki bütün vesikalardan çok şeyler öğrenmek mecburiyetindeyiz.
O halde, edebiyat tarihçilerinin zihniyetinin geniş ölçüde değişme yolunda olduğunu görmekten mutluluk duymaktayım ve gerçekten onlarla bizim aramızdaki münâsebetlerin müesseseleşmesi gerektiğine inanıyorum. Bu bakımdan, yakın zamanlarda «XVIII. asır Fransız Tetkik Cemiyeti» (Societe fran-çaise d'Etude du XVIII e siecle) kuruluşundan mutluluk duymamız gerekmektedir. Bu kuruluş, XVIII. asrı inceleyen muhtelif mütehassısların ve özellikle sosyal tarihçiler ile edebiyat tarihçilerinin mükemmel bir yakınlaşma organı olacaktır; fakat,, belki de özellikle bu iki ilim dalı arasındaki ilişkileri düzenlemekle görevli olacak bir teşekkül gerekecektir.
M. GODECHOT (Toulouse). — M. Mousnier'ninkilerie aynı ve diğer fakülteler için geçerli müşahedelerde bulunacağım. Sonra —işaret etmediğiniz, fakat düşündüğünüzü sandığım— bir yazarın eserinin sosyal yaygınlığını incelemeye imkân sağlayan bir kaynaktan bahsedeceğim: Bunlar, XVIII. asır gazeteleri, özellikle 1770'ten itibaren 1770-1789 arasında 70 veya 80 sayısına ulaşacak kadar daha kalabalık olmaya başlayan eyâlet gazeteleridir. Bu gazeteler umumiyetle edebî eserlerin kısa değerlendirilmelerinden meyda-
39
na gelmiştir. Onların baskı sayısı bilindiği için, bu kitap tanıtmalarını okumuş olan veya okuması muhtemel olan kişilferin sayısı yaklaşık olarak tahmin edilebilir; netice itibariyle, bu kitap tanıtmaları çerçevesinde bir edebî eserin değeri açıklığa kavuş-turulabilir.
M. MOLLAT (Sorbonne). — Bugün sunulmuş olan çalışma için takdirlerimi beyan etmek istiyorum, zira bu çalışma metodunun yeni ve yakın zamanlar için olduğu kadar Orta-Çağ için de geçerli olduğuna inanıyorum. Gerçekten, J. Proust'un işaret ektiği tedbirlerden hareket edilerek, Orta-Çağ'm edebî vesikalarında, tarihçi için, bilgi kaynağı bulunabildiğine inanıyorum. M. Proust'un sapma (distorsion) dediği şeye dikkat etme gerekir. Madem ki bu tâbir M. Proust'un hoşuna gitmiyor, bu durumu ifâde etmek için iki tâbir daha teklif edilebilir: ya ahenksizlik (dis-cordance) veya faz-farklılığı (dephasage). Böylece, Orta-Çağ edebiyat tarihi biri XII. asır diğeri XV. asır olmak üzere iki numune takdim, eder. Anoales'de yayımlanan yeni bir makalede, Georges Duby, şövalye cemiyetindeki gençler hakkında, daha doğrusu bu açıdan cemiyetin tanınmasında edebiyatın katkısını meydana çıkardı. Fakat faz-fark-lılığmdan bahsetmek için, üç veya dört asır önceki temalar hakkında bile, tasvir ettiklerinin XI veya XII. asır cemiyeti oldu
ğunu belirtelim. Benzer bir faz-farklılığı, XV. asır ailegorik edebiyatının durumunu açıklayıcı bir vasıflandırmadır. Bu sapma veya faz-farklılığınm kötü olduğu düşünülebilir; fakat, o, cemiyetin eğilimlerini ve zevklerini yansıtmaktadır. Aynı şeyler, mazide yaşayan bir cemiyetin yıllanmış zevklerine tekabül eden şövalyelik romanları hakkında da söylenebilir. Bu bir kaç örnek, kanaatimce, bize takdim edilen tezi kuvvetlendirebilir.
J. PROUST (Monpellier). — Periyodik basın meselesi gerçekten bizim için çok önemlidir. Eğer ben onu bir v.s. örtüsü altında bıraktı isem, XVIII. asır periyodikleri konusunda hâlâ yapılmakta olan anketin detaylarını, bu toplantıda bulunan bir kişiden, dinlemek istediğim içindir.
Mme DUCHE. — Burada tarihçiler ile edebiyatçıların müşterek yapabilecekleri şeyin bir örneği vardır. Onların işbirliği, sosyal tarih kadar fikirler tarihini de, edebiyat tarihi kadar zihniyetler tetkikini de ilgilendiren farklılaşmamış bir konunun incelenmesi için kaçınılmaz gö-z ükmektedir. Gazetelerde M. Proust'un bahsettiği bilgilerden bol miktarda bulunacaktır: Sahneler ve ekiplerin hayatı, yerlerin fiatı; eserlerin dağıtım yolları, kitapçıların tanıtılması... Özellikle iktisat tarihi ve sosyal tarih için kıymetli olan diğerleri: Tahılların fiatı, tahıl piyasaları,
\
soy-kütükleri, farklı ortamlar, meslekler hakkında bilgiler... İnceleme, tarihçiler ve edebiyatçılar tarafından ortaklaşa tesbit edilmiş bir kavramlar çekmecesi yardımıyla yapılır. Fakat bu, ortak yapılabileceklerin sadece bir kısmıdır: Her iki disipline mensup araştırma ekipleri tarafından sistemli bir şekilde incelenmiş bâzı arşiv varlıkları -—(Bilhassa basımcılık cemiyetlerinin sicillerini düşünüyorum). Bu iki işbirliği denemesinin XVIII. asırla ilgili olması tesadüfi değildir. Yazar ve filozof orada siyâset ve cemiyetler ilminde yetkili insanlar olarak telâkki edilmiştir. Histoîre des Indes gibi kitaplar veya Diderot'dan II . Catherine'e kadar muhtelif kişilerin müşahedeleri tarih ile edebiyatın sınırında bulunmaktadır. Bu eserler, zihniyetler tarihçisine, bir cemiyetin sırf, tebliğ sahibi J. Proust'un dediği gibi, kendisi hakkında elde edilen görüntüyü değil, fakat dinamizmi (veya dinamiği) hakkındaki görüntüyü de sunmaktadırlar.
M. MATTRO (Toulouse). — Edebiyat tarihi sosyal tarihe çok faydalı bir yardımcı olabilir; fakat, bu yardımcılık için edebiyat tarihinin kültür tarihi diye adlandıracağım daha geniş bir çerçeve içine yerleştirilmiş olması gerekecektir; zira, edebiyat tarihi, bir nevi düşünce tarihi, his ve zevk tarihi ile sanat tarihi karışımından ibarettir. Fakat duygululuk tarihinin başka form
ları da vardır, başka sanat tarihleri vardır. Bugünkü temayülün —özellikle modern tarihi düşünüyorum— bu duygululuk tarihini ve hattâ bu düşünce tarihini kendi bütünlüğü içinde incelemek yolunda olduğuna inanıyorum. Barok örneğini, klasik ve barokun zıtlaşması örneğini alacağım. Belli bir yankı uyandıran bir esere, M. Tapie'-nin Baroque et cîassicisme adlı eserine sahibiz. Bu eserin çıkışından sonra, belli sayıda makale yazıldı, Aonales dergisinde bir tartışma açıldı ve hattâ Monta-uban'da bir kollokyum düzenlen^ di. Zâten bunlar, Fransa'dan önce yabancı ülkelerde fyüyük bir yankıya sahip olan problemlerdir. Sizlere şu hususları ela hatırlatmalıyım: Barok ve klasikin sırf ekonomik değil sosyal açıdan da muayyen bir konjonktür ile ilişki içine sokulmaları denenmiştir ve barokun —özellikle Robert Mandrou'nun söylediklerini düşünüyorum— iktisadı ve içtimaî bir çöküş sanatı, içtimaî bir tedirginlik sanatı, veya aksine, iktisadî açılma ve içtimaî gelişme sanatı olup olmadığı soru-labilmiştir. Diğer taraftan, M. Tapie tarafından kitabında özellikle ele alman başka bir tema, barok ile sosyal yapı arasındaki münâsebettir; M. Tapie'nin bu tezi, çok daha ileri vaziyet-alışla-ra sebebiyet vermiştir. Kısaca hatırlatayım: M. Tapie'ye göre, barok sanat bir tarım tonlumu sanatıdır, tarım hayatı ve cok
41
güçlü bir hiyerarşi üzerine te-mellendirilmiş bir tarım toplumu formlarının Batı Avrupa'da devamlılığına tekabül eden bir sanattır. Ondan ve kendisinin takipçisi olmayan M. Francastel. barok sanatın, asiller sınıfı için, halk muhayyilesini egemenlik altına alma vasıtası olduğunu göstermek istemişti; o bunu, M. Tapie'nin reddettiği marksist bir şema üzerine temellendirmiş-ti. Size sadece tartışmayı hatırlatıyorum, fazla bilgi isteyen An-nales'deki makalelere başvurabilir.
Baroktan bahsettiğim zaman, sadece sizin tanıdığınız sanat, özellikle mimarî değil, fakat edebiyat, barok edebiyat da söz konusudur. İçtimâiyi incelediğimiz ve içtimaî vasıtasıyle eseri anlamayı denediğimiz zaman, eserin muhtevası olan şeye ulaşıyoruz. Edebiyatçı için, bu belki en ehemmiyetli olan şey değildir ve şüphesiz farklılığımızın kaynağı buradadır. Gerçekten, edebiyatçı için, ehemmiyetli olan şey, ne sâdece eserin mazrufu ne de sâdece zarfıdır; çünkü mazruf yani muhteva içtimaîyi aksettirir; fakat şahsiyeti aksettiren şey, zarf yani formdur. Mamafih, formel tahlil ancak bizzat eserin tetkiki çerçevesinde mümkündür; bu, muayyen bir başarı sağlayan belli bir edebî ekolün bugünkü tekâmülüdür sanıyorum. Söz konusu başarı, bize bu edebî tavrı mahkum ettirmemelidir. Bu formel yapıları
keşfetmek için bugün kullanılan metodlardan bâzıları bizimkilere çok yaklaşmaktadır, istatikçi anlam-bilim örneğinde olduğu gibi...
M. DEVLEESHOUWER (Bruxelies). — XIX. asırda özellikle işçilerin durumuyla ilgili olan bir cepheyi hatırlatmak isteyeceğim.
Rakamlardan çok bahsedildi; fakat, XIX. asırda işçilerin durumu rakamlara vurulmak istendiğinde, umumiyetle (sosyal tarih noktai nazarından) sırf bu asrın işçiler için menfî cephesi hatırlatılmaktadır. Suçluluk oranları tasvir edilip hatırlatılmaktadır, düşük ücretler hatırlatılmaktadır, bazı bakımlardan çok karanlık bir tablo hatırlatılmaktadır ki, zâten bu tablo işçi sınıfının hiç uygun olmayan bir durumuna tekabül etmektedir. Fakat bu tâbirler içinde hatırla-ta hatırlata, yine de ehemmiyetli olan bir cephe unutulmaktadır. Bu cephe, tamamen ümit kırıcı şartlar içinde bulunan bu sınıfın moral bakımından «yaşamaya devam etmek» mecburiyetinde kalışıdır. O halde, işçi sınıfının içinde yaşadığı şartların sertliği önünde açığa vurmak zorunda kaldığı bu yarı entellektüel tepki, rakamlarla ifâde edilememektedir. Netice itibariyle, bu entellektüel tepki umumiyetle sessizlikle geçiştirilmektedir. O, bu açıdan, bana son derece ilgi çekici gözüken bir edebî kaynaktır. Bu edebî kaynak, işçi sınıfı-
42
nm rakamlara dayalı verilerden hareketle ve sırf objektif yönler ortaya konularak gerçekleştirilmeye çalışılan çok olumsuz tasvirini, belli bir ölçüde, denkleştirme imkânı sağlamaktadır.
Söz konusu olan, işçi sınıfı için yapılmış halk edebiyatıdır. Bu edebiyat, her şeye rağmen, işçi sınıfının ahlâkî açıdan şerefli beşerî bir talihe sahip olduğu ve onun bir bakıma cemiyetin kenarına itilmiş ümitsiz ve başkaları tarafından tamamen inkâr edilmiş bir bölümü olmadığı vurgulanarak onun vicdanlarda güçlendirilmesi gayesini taşımaktadır. İşçi ahlâklılığının mükemmel bir tipolojisi tesis edilmek isteniyorsa, terk edilmiş fakir kızın, bedbaht komşunun yardımına koşan ve ilgi çekici tarzda «hesaba-geçirilmiş» olabilen iyi komşunun tasvir edildiği bu halk edebiyatında, incelenecek ilgi çekici entelektüel mekanizmalar vardır. İşçi sınıfının içinde yaşadığı esas itibariyle kem-mî (rakamlı) veriler üzerinde temellenmiş şartların tasviri, diğer taraftan, işletilebilir kaynaklara bağlı bir unsur tarafından bozulmuş olma tehlikesi taşımaktadır. Gerçekten, işçi sınıfı, okuma yazma bilmediğinden, hâtıralar yazmak ve bu hâtıralar çerçevesinde, işçilerin içinde bu^ lunduğu şartların yüceliğini ve işçi davranışının üstünlüğünü övmekten ibaret olan bu muazzam lükse sahip olmayabilir. Netice itibariyle, sosyal tarih açısından
bütün bu küçük kitaplar üzerinde İsrar etmenin uygun olacağına inanıyorum. Hatırladığım kadarıyla Belçika'da bu tür kitaplardan epeyce neşredilmiştir ve hâdise Fransa'da da hemen hemen aynıdır. Bu eserlerde tesvir-ler yapılmaktadır ki, bunlar, bizi ilgilendiren görüş açısına göre, kâfi derecede karmaşıktır. Bir taraftan, bu tasvirler, muayyen bir paternalist ahlâkîliği, yâni kendilerinin de iyi duygulara sahip oldukları ispat edildikleri için, işçilerden kaderlerinden memnun olmalarını isteyen kişilerin ahlâkîliğini övmektedirler. Aynı zamanda, bu ahlâkîliğin incelenmesi son derece ilgi çekicidir; çünkü, psikolojik açıdan, o, müsbet bir karşı-koyma tarzı gerektirmektedir. Onu takip edenler için, üstün smıflarınkine benzer bir ahlâkîlik üreterek ve onu en güç şartlar içinde uygulayarak, bir bakıma, kendi hayat şartlarının ümitsizliğine karşı savaşmak söz konusudur.
Bugünkü sosyal tarihçilerin, doğru olarak sâdece istatistik! hakikatleri kabul etme şeklindeki çok sık görülen eğilimlerine karşı tepki göstermek için, edebiyat tarihine başvurma konusuna dikkat çekmek gerekmektedir.
Mme REBERİOUX. — M. Proust'un bize takdim ettiği raporun iki noktası üzerinde durmak istiyorum.
Her şeyden önce, edebî eserin halkı meselesi hakkında. J.
43
Proust, iki cephenin özellikle ehemmiyetli olduğunu vurgulamaktadır: Bir taraftar, bir yazarın halkı hakkında edindiği tasavvur; diğer taraftan, kitapların, yazar hayatta iken, fiilen hitap etmiş olduğu halk meselesi. Yazarın halkı hakkında edindiği tasavvur ile eserin hitap etmiş olduğu halk arasındaki aracıların neler olduğunu bilmek ilgi çekici olacaktır. Bu aracılığı edebî kritikte aramak yerinde değil midir? Kritik bir eserden hangi görüntüyü vermektedir?, Ve netice itibariyle bu eseri okumayı teşvik eden kimdir? Niçin? Nasıl? Edebî tenkit yoluyla, bu okuyuşa hangi tarzda davet olunul-muştur? Bana öyle geliyor ki, meselâ XIX. asrın ikinci yarısı boyunca ve XX. asır başında bütün Avrupa'nın işçi ve sosyalist hareketinde gözüktüğü gibi, militan bir edebî tenkit meselesi böylece ortaya konulabilecektir. Sosyalist münekkitler, Victor Hugo'ya, Zola'ya, kendileriyle savaşmak için veya onları kendi tezleriyle bütünleştirmek için, yahut günün iktidarlarına karşı kendilerinden bir silâh olarak istifâde etmek için, el koymuşlardır. Ya eseri reddetmeyi, veya aksine ona katılmayı teşvik etmektedirler. Bu vaziyet-alışları potansiyel bir halk nezdinde yaratmaktadırlar ki, bu halk bir bakıma gerçek bir halk olmaktadır. Netice itibariyle, asıl aracı edebî tenkit meselesidir.
Sonra edebî eserin, zamanı
hakkında aktardığı şahitlik meselesi. Bana öyle geliyor ki, bizim aradığımız şey, yani tarihçinin edebî eserde aradığı şey, sırf edebî eserin gerçekleşmiş olduğu asır hakkında şahitlik değildir, fakat aynı zamanda ve çok defa, gelecek hakkında bir şahitliktir. Edebiyatta, edebî eser, yaratıcı eser, meselâ ütopyayı konu edinen, başka bir asrı haber veren eserlerde olduğu gibi, açıklayıcı bir önceden görmedir (anticipa-tion). Aynı dönemde, yani XIX. asrın sonunu ve XX. asrın başını kapsayan dönemle yetinildiği takdirde, en azından romanlar, içtimaî tiyatro için, içtimâi tiyatro etrafında dönen herşey için durum böyledir: Temalar ve ifâde vâsıtaları çerçevesinde bütün bir gelecek hazırlanmıştır. Bir çok bakımdan geleceği önceden haber veren sanat eserinin durumu da böyledir. David'in resim sanatını, onun, daha Büyük Fransız fhtilâli'nin başında, bütün «İhtilâl» tarihi için istikbâl üzerinde niyet olarak temsil ettiği şeyi düşününüz. Burada da, sırf hâlihazırla alâkalı şahitlikten fazla bir şahitlik tarzı, ileri hakkında, gelecekle ilgili pay hakkında, nihayet istikbâl hakkında bir şahitli vardır.
M. COQüEEY (Sorbonne), Sırf disiplinler ar ası karşılaştırma larm ve mübadelelerin faydası ve zarureti vurgulanabilmekte-dir. Burada hatırlatılan araştırma idareleri ve metodları arasında, bazıları coğrafyacılara ya-
bancı değildir. Bu okulun eski bir öğrencisi Paul Chatelain, Pi-erre George'un yönetiminde, Fransa'da kitap coğrafyası (üretim, dağıtım... ve tüketim) hakkında bir tez hazırlamakta olup, yayınevlerinin arşivlerini incelemeye başlamıştır ki, bu çalışma burada ele alman konularla aynı mâhiyettedir.
M. BRUH AT (Sorbonne). — Kemmiyet ağır basmaktadır ve bununla birlikte, tarihte kem-miyetin sınırlı olduğunu müşahede etmekteyiz. Mamafih bana öyle gözüküyor ki, belli bir ölçüde, edebî eser, kemmiyetin kifayetsizliklerini telâfi edebilir. XIX. asırda işçi sınıflarının tarihinde kalalım. Edebî eser, işçi hayatının gerçek şartları hakkında bize bilgi vermektedir. Ücretlere sahibiz; bu kemmiyettir. İşçi bütçelerine sahibiz; bu kemmiyettir. Fakat yine de bilgi yetersizliği ile karşı kar siyayız; zira, bu ücretler ve bu işçi bütçeleriyle, işçinin aile hayatının nasıl düzenlendiğini tam olarak bilmemekteyiz. İşte bu açıdan edebî eser bize yardım edebilir.
Edebî eser, sosyal bir ailenin psikolojik hayatını tanımamıza da yardım edebilir: Aşk teması, aile teması, evlilik hayatı teması, ölümü düşünme tarzı... bütün bunlar zihniyetler tetkiki için temel meselelerdir ve bunlar hakkında demografik incelemeler yetersiz kalacaktır.
Mme ReberiouK'nun biraz önce hatırlattığı üçüncü bir saha
daha vardır. Bu bir sosyal grubun, kaderi ve istikbâli hakkında edindiği bilgi ve görüştür. Meselâ, 1914 öncesi ihtilâlci sendi-kalizm dönemiyle ilgili olarak, tamamen halka dair bir edebiyat, tiyatro, romanlar, şarkılar... vardır. Özellikle bu sosyal grubun çizdiği perspektifler hakkında bi zi aydınlatan bir temalar dizisi.
Bununla birlikte, edebî eserin geçerli bir şahit olabilmesi için, yazarın girip çıktığı yerlerin nereler ve görüştüğü kişilerin kimler olduğunu, romanlarında ele aldığı sosyal gruplardan hangi ölçüde ciddî olarak bahsettiğini (özellikle Zola'yı düşünüyorum; Henri Mitterand'm çalışmaları sayesinde, Zola için her şey çabuklaşmıştı) bilmemiz gerekmektedir. Yazarın yazmalarını, daha doğrusu dokümantasyon fişlerini de incelemek icap eder. Böylece, ona hangi ölçüde itimat edebileceğimizi bileceğiz.
M. ARMENGAUD (Dijon). — M. Proust'a, tefrika-romamn edebiyat tarihi ve sosyal tarih arasında imtiyazlı bir karşılaşma sahası teşkil ettiğini düşünüp düşünmediğini sormak ve bu konuda aydınlanmak isterdim. Louis Chevalier, tefrika-roman-da yani tefrika şeklinde yayımlanmış romanlarda yazarın doğrudan doğruya nasıl okuyucuların baskısına maruz kaldığım son derece ikna edici bir tarzda göstermiştir.
M. TUDESQ (Bordeaux). —
45
M. Proust'un yaptığı gibi, ben de edebiyat tarihi ile sosyal tarih arasındaki diyalogun güçlüğüne temas edeceğim. Bu iki disiplinin üzerinde ittifak ettikleri noktalardan biri, fikirler tarihi diye adlandırılan şeyin tenkidi gibi gözükmektedir. Bu diyalogun güç oluşunun sebeplerinden birisi, M. Vilar'm dün olay konusunda yaptığı ayırım gözö-nünde bulundurulursa, edebiyat tarihinin daha ziyâde yenilikle ve kaçınılmaz bir şekilde sübjektif bir unsur ihtiva eden estetik bir cephe ile ilgilenmesinden, halbuki sosyal tarihin, edebî eserlerle alâkalandığı vakit, daha çok onların yayılmasıyla, tu-tunmasıyla ilgilenmesinden ileri gelmektedir. Zâten sözkonusu tutunma, sosyal gruplara göre, bir çok seviyede, bir çok plan üzerinde cereyan etmektedir. Öyle ki, edebî tarihin sosyal tarihten istediği ve sosyal tarihin, tam olarak, edebiyat tarihinde aradığı şeyler arasında tesis edilen bir kopukluk vardır. Başka bir cephe: M. Proust edebî eserlerin, sosyal tarihe verebileceği şeylerden bahsetti. Edebiyat tarihinin metod açısından da başka şeyler verdiğini veya verebileceğini sanıyorum. Özellikle edebiyat tarihçilerinin cemiyet tarihçilerinden çok daha fazla kullanmış oldukları bir cephe
vardır ki, bu, nesiller meselesi ve bir çok neslin aynı çağda birlikte-var oluşları meselesidir. Bilhassa M. Digeon'un Almanya karşısında Fransız düşüncesi hakkındaki tetkiklerini düşünüyorum.
M. C AST AN (Toulouse). — Biraz önce «tipik» hakkında söylenenlere bir kelime ilâve etmek mecburiyetindeyim: Bu iki dokümantasyon, yani tarihin klâsik dokümantasyonu ve edebî dokümantasyon arasındaki işbirliğinde, mutlu karşılaştırmalar görülebilir, fakat özellikle çok sıkı bir şekilde tanımlanmış ortamlarda. Böylece, hukukî bir dokümantasyon, dört beş defa aynı tartışma tipini takdim etmektedir. Bunun tesadüfi bir karşılaşma olduğuna, tartışmaların bu şekil altında takdim edilmiş olduklarına inanabilirim. Fakat, L'abbe Fabre gibi, Montpellier'li bir taşra yazarında, tartışmaların aynı formlar içinde, aynı terimler içinde tezahür eden ve hemen hemen aynı tarzda biten bir hikâyesini bulmaktayım. Bu anda, kendi vesikalarımda karşılaştığım tartışmanın tipik olduğuna, tamamen tesadüfi bir karşılaşma olmadığını düşünebilirim. Bu, uygulamalarından biri içinde yakalamak istediğimiz «edebî tipik» üzerinde bir düşüncedir.