sehrengiz8
DESCRIPTION
Şehrengiz Dergisinin 8. sayısı PDFTRANSCRIPT
cihat karaman + emrah tahiroğlu + şahin gürçay
nebiye arı + abdullah şahin + mustafa kadir çelik
osman akyol + döndü sağlık + hatice gökdere
muhammet çelik + bilal şeriati + sema erdoğan
ahmet eren + bilal can + görkem evci
ma
yıs
-ha
zir
an
20
11
nurettin durman:
«Şiirin cazibesi
ortalığı karıştırıyor...»
bari sen yanma diye
ben yanarım aşk için
ben yanarım gül için
bu ateş sönmesin diye
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.1
imtiyaz sahibi ve
yazı işleri sorumlusu:Cihat Karaman
yayın ekibi:Fatih Kaşcıoğlu (editör)
Muhammet Çelik (tasarım)
Nebiye Arı
Cihat Karaman
Hafize Betül Durmuş
Hatice Gökdere
Mustafa Kadir Çelik
Ali Yaşkın
genel iletişim:[email protected]
abonelik için:
posta çeki hesap no:
adres:Çınar mah. Esenler cad. No:57/9
Bağcılar İstanbul
internette:sehrengizdergisi.wordpress.com
fotoğraf:derginin bu sayısında ağırlıklı olarak
Ali Noohi imzalı fotoğraflar
kullanılmıştır.
baskı:Milsan Basın San A. Ş.
0212 471 71 50
Cemal Ulusoy Cad. No:38/A
Bahçelievler / İstanbul
(0 554.773.35.64)
temsilcilik için:[email protected]
(0 544.397.12.38)
5997263
8.sayı mayıs-haziran 2011
Mayıs Haziran sayısının gecikmeli olarak vitrine
sunuyoruz:
Sade güzellikler barındıran sizleri, ellerimizin avuçlarında
hissettiğimiz bahar serinliğini, gecikmiş güneşi, yeni yeni
tomurcuk açan dalları biz bu sayıda selamlıyoruz. Geçen
sayımızın asil duruşu, devrimlerin kattığı ortak kanıda
saklanan, armağan edilmiş bir sayı olarak kalsın
istemeyiz, devrimlerin devamlılığını da selamlıyoruz…
Yazı yazmak büyük bir eylem, bunu muharrir ifa
edebildiği takdirde şükrünü iade etmesi lazım gelir. Bir
yazının şükrü ne olabilir?
Yeni sayıda aramızda görmekte mutluk duyduğumuz
yazılar yazarlar kalemler var.
“kuş yarası geçmez” şiiri ile Emrah Tahiroğlu “heybeden
siyaset” ile Şahin Gürçay;
“beklenen bir ışıktır çoğu zaman” hikayesi ile Görkem
Evci “bozoğun kırmızı” hikayesi ile Abdullah Şahin “köz-
leme” yazısı ile Osman Akyol “çevir tersine” şiiri ile
Döndü Sağlık ablamız “soğuk nostalji” şiiriyle Bilal Şeriati
“Taare Zameen Par” filminin tanıtımı ile Hatice
Gökdere... Aamir Khan'ın oynadığı ve yönettiği bu filmi
bu yazıdan sonra izleriz…
Ve sayfalarımızın ev sahibi arkadaşlarımız Nebiye Arı,
Mustafa Kadir Çelik, Muhammet Çelik, Sema Erdoğan,
Ahmet Eren.. Bu sayının esenliğini hissetmeniz dileği ile…
Dergimizin heyecanlandırıcı bir de hediyesi var sizlere:
Nurettin Durman'la sıradışı söyleşimiz.. Biz buna «şairin
kelimeleri» de diyebiliriz. Şiiri ve şâiri hissedeceksiniz...
Yazar okumalarımız (Sezai Karakoç) tüm güzellikleriyle
devam ediyor, sekiz kitabımız kaldı. Katılacak arkadaşların
dergi ile iletişime geçebilirler. Okumaların İstanbul
ayağında değerlendirme toplantıları için bize kapılarını
açan HİKDE' ye (Esra Nur Olgaç'a) teşekkürlerimizi
sunuyoruz.
Dergi yönetiminden pek saygıdeğer arkadaşımız Ali
Yaşkın'ı vatanı görev diye addettiği askerlik vazifesinden
dolayı aramızda fiilen bulunmamaktadır. Kendisinin bir
an önce sağ salim bir şekilde dönmesini yüce yaratıcıdan
diliyorum…
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.
***
kuş yarası geçmezemrah tahiroğlu
bir geç kalıştır bu
Toprak kaymasına sebebiyet veren çocukları
ben doğurtmadım
Üstelik ikimiz birden ağladık
Duymuştum sesini daha uzatırken başımı
Saçlarım yoktu ve gözlerim kör
kim demiş sırtüstü ölemediğimi tek başıma
Benim mağaramdı o, özgür kalacaktım sonra
Bilmem kaçıncı ay
Keşfe çıkacakken dudaklarını
Çekik bir ses değdi yavan kaslarıma
Ağlama sesi yoktu…
O öldü, açın dediler haberleri
Açın ve sulayın denizleri
Kuşlara benzeyen bütün bulutları yakın
'inan sevgili ağlayacak çocuk kalmadı çeperlerimde'
Gizli bölmelerin vardı uzun
İnancın olsun gördüm
Gömleğine sinen dolgunluğu
-Nehirkuşgillerin yelkensiz uçamaz
Omuzlarım bir hayal ve-
İştahım kesiliyor gece gece
gramofon fırlatan
ben değildim uçurumdan
Dünya dillerini unuttum
Günleri göğüsleyen sen
Kaçma payı bırakma
Sırtını ver
Soluğunu ver bana…
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.2
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.3
siyasetten anlasam da gitmek istiyorum
çarşafa dürülmüş ideolojilerimi toplayıp bir sopanın ucunda
omzumdan sallandıra dallandıra gitmek istiyorum
bu beni çemberinden çıkarmaz sevgilim biliyorum
ama bir de sedirlerin altında saklamak istiyorum şu öpücüğü
hani devlet anamın doğduğumda sesime örttüğü
siyasetten atlasam da gitmek istiyorum
kalburundan damlamak gerek hem zaten bu ülkeni
ben bir tek sana söylemekle mükellefmişim
unuttuğum şu lanet cümleyi
şimdi bir yolun ucundan sana öpücükler bölüyorum sevgilim
hani devlet anamın beni doğunca öldürdüğü
öpücükler biliyorum sana kart atacağım onları
yolumun üstünde başta katil olanlarını
sevgilim belime dolanan şu resimleri bir çözsen
hepsi sanki altmışlardan kalmış gibi
bak şu adamı sevdim mi ne hem gözü de mavi
o da sana hediyem olsun yaşar kalbinde belki
ah siyasetten anlasam da gitmek istiyorum
dağların denize uzanamadığı yerlere
biliyor musun belki de unuturmuşum dedenin biri
ak sakalı olmamasına rağmen böyle dedi
gidiyorum şimdi siyasetten anlasam ne anlamasam
ne bilirim ayak bastığım toprak buram
buram beni çağırıyor işte sevgilim korksam
da şu hendeği de bir geçmeli
in style we trust!
reklamlarda arayın bıraktığım cümleleri
siyasetten anlasam da gidiyorum ben hani
ardımdan cuma namazımı kılın iyi mi!
heybeden siyasetşahin gürçay
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.4
Artık kalem tutunca çabuk yoruluyor
Ellerim, kireçlenmiş parmaklarım ve klavye
Hislerimi bir word dosyasına sıkıştırıyorum sevgilim
Pahalı diyorlar hayat, kaç tl'ye tekabül eder?
Gel de Hesap et.
Bazen şiir yazmak şizofrenik bir dürtüyle geliyor
Bütün hitapları var oluşuna adıyorum.
Karışan bir beyin, açık havada kalmalı ki
Oksijenin hücrelere kavuşmasıyla
Rasyonaliteye vurulmadığımız
Delillenmiş olsun.
Kafiye arama sözcüklerimde sevgilim,
İçimdeki sesler senfoniye durdu.
Ben hep Nietzsche'nin akademik kariyerine özenmişimdir
Sınavlarda kendini kaybedenler kulübünde olmamdan belki
Alfabenin tüm harfleri bir sınav kısaltmasına dâhil
Saç telleri gibi uçları kırık taşınıyor sınav çocukları.
Test kitaplarını ateşe verip, ısınsak bir şiirle sevgilim
Sahil şarkıları tadında bir beste yapsak sallanarak söylesek:
Sınav: hayatınızı şekillendiren: algılarınızdı.
Kıyamam yüzüne doyasıya bakmaya sevgilim
Elbet, İsraf yeryüzünün dengesini bozar.
sınav senfonisinebiye arı
Yetiştim çok şükür. Patronun da inadı tuttu mu tutuyor; yok efendim, bir koşu halleder
dönermişim. Tövbe estağfirullah! Bu devirde yaşamak istiyorsan patron olacaksın
arkadaş! Emir vermek kolay. Sen ta Altunizade'den Üsküdar'a koş, vapuru yakala;
Eminönü'ne emaneti bırakıp son vapura yetiş. Olacak iş mi Allah aşkına! İnsan fazladan
bir bilet parası verir; otobüsle iner, rahat rahat gider gelirim. Çaycı haklıymış, adam cimri
kardeşim; utanmasa bize boğazı yüzdürecek.
Hava soğuktu. Nefes nefese kalmış, adamakıllı terlemiştim. Neden bu kadar kalın
giyiniyorsam... Bunları düşünüp söylenirken üzerimdekileri boş koltuğa
yığıyordum. Hamlamışım biraz. Bu iş bana göre değil. Gençliğimde
olsam hadi neyse. Bu yaştan sonra biraz zor. Hele bu göbekle...
Televizyonda bir haber dönüyordu; at seyisliği iyi para
getiriyormuş. At, para...
Anadolunun bir dağ köyünde doğmuşum. 'Çocukluğun
kırda geçeni makbuldür.' derler ama benimkisi biraz zor
geçmiş. Annem söylüyor, çok haylazmışım. Komşular
kendi aralarında, “Bu oğlan çok yaşamaz, bir gün
yuvarlanır gider tepenin birinden.” derlermiş. Sonrasını
hayal meyal hatırlıyorum: Asfaltı, zift kokusunu, köye gelen
ilk kamyonu, babamın sürüsünü, atların sesten ürküp ortalığı
nasıl savaş alanına çevirdiğini.
Altı yedi yaşlarındaydım. Babamın bir kır atı vardı. Öyle böyle değil. Hani denir ya, 'dillere
destan' cinsten bir kısrak. Koşarken önden bakınca hızla gelen bir oka benzerdi. 'Bozok'
derdik ona, babam onu bir başka severdi. Haftalık keyif gezileri yapardı onunla. Gören
atın babamı değil, babamın atı gezdirdiğini zannederdi. Asil hayvan, yürüyüşü çerkez
dansı gibi: Yürümüyor, kayıyordu. Adımlarını hissettirmemek ister gibi imtina ile atardı.
Günün birinde Bozok yavruladı. İyi para verenler oldu. Babam her defasında terslerdi
adamları, öz evladını istemişler zannederdiniz. Komşuların şikayetlerini benimle
konuşarak savuşturduğu günlerden birinde kulağıma fısıldadı: “Uslanırsan, belki ilerde
sana veririm yavruyu.” Ne demekti, zaten babam gibi olmak için giymediğim elbisesi,
kullanmadığım eşyası kalmamıştı. Bir de atım oldu mu... şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.5
bozoğun kırmızıabdullah şahin
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.6
Ona adını ben verdim: Kırmızı. Öğretmenimiz bir kitap vermişti o günlerde: 'Elveda
Gülsarı' diye. Aytmatov'un atına benzesin istedim. Artık okuldan kalan tüm zamanımı
onunla geçiriyordum. Çantamı balkona fırlattığım gibi yanındaydım. Kaşağılamayı
öğrenene kadar bayağı canını acıttım. Ama sonra o da bir alıştı ki... Balkona fırlattığım
çantanın sesini duyunca bir hareketlenme olur, yanına vardığımda gözlerinin
parıltısından kaşağı vaktini beklediğini anlardım. Gülsarı'yla büyüttüm onu. Önce karnını
iyice doyurur, suyunu içirir, bir güzel temizlerdim. Sonra yalağa oturur, Gülsarı'yı
okumaya başlardım. Anlıyormuş gibi arkama geçer, başını eğip çenesini omzuna dayar,
baygın baygın bir samana bir kitaba bakardı.
İlk başlarda annesi Bozok'un peşinde beraber koşuyorduk. Bacakları çok inceydi, üflesen
yıkılacak. Koşuşunda bir dengesizlik kendini belli ederdi. O halde bile bana acıdığını
hissederdim; arasıra yavaşlar, ona yetiştiğimde tekrar hızlanırdı. Gittikçe serpiliyordu,
babam onu zor da olsa geme, eyere alıştırdı. İlk ben bineyim istedim, sırtından attı.
Çürüklerimin iyileşmesi uzun zaman aldı. Babam onu biniciye alıştırana kadar yine
beraber koştuk. Ama nasıl koşuyorum bir görsen. Onun peşinde koşmaktan haylazlığa ne
fırsat kalıyordu ne de takat. Uslanmış görünüyordum galiba, babam sözünde durdu.
Kırmızı artık benimdi. Neredeyse annesi kadar olmuş, biniciye de iyice alışmıştı. Artık her
yere onunla gider olmuştum. Islığıma zaten alışıktı, tek nefeste yanıbaşımda biterdi.
Koşarken bana Gülsarı'yı hatırlatıyordu. İki yıl geçti, iyice serpildi. Artık yetişkin bir at
olmuş, sürübaşına kafa tutar hale gelmişti.
Bir gün babam bir iş için beni şehre yollamıştı. Üç gün halamlarda yatmış, Kırmızı'dan ilk
defa ayrı kalmıştım. Dört tekerlekli bu soğuk canavarların hiçbirisine değişmezdim onu.
Ayrı kalınca insan daha iyi anlıyor. Dönerken asfalt yolda inip köye doğru yürümeye
başladım. Adımlarım kendiliğinden hızlanıyordu. Uzaktan Kırmızı'nın kişnemesi
geliyordu. Islığı çalmış, bekliyordum. Uzun köy yolunun ufkunda önce başı, sonra yavaş
yavaş vücudu göründü. Hafiften hızlanıp tırısa kalktı, benim olup olmadığım hakkında
şüpheli gibiyli, kuvvetli bir ıslık daha çaldım. Birden atılıp dörtnala koşmaya başladı. Nasıl
geliyor bir görsen. Öylece durdum, gelişini izliyorum. Gururlanmıyor da değilim hani.
Aklım nerelere gidiyordu: onunla yarışlara katılıyorum, zengin oluyorum... Yok, hayır! Her
şey olurdu da bu olmazdı işte. Kırmızı'ma eşek dedirtmezdim.
Yolun bana yakın tarafında bir dörtyol ağzı vardı. Kenarları ağaçlarla kaplı yoldan hızla bir
taksi geliyordu, taksici Ahmet abi bu. Telaş içinde koşmaya başladım, ne yapacağımı
şaşırmış halde bir taksiye bağırıyordum bir Kırmızı'ya: “Ahmet abi!”, “Kırmızı dur!”.
Arabasındaki teybin sesi bana kadar geliyordu. Kırmızı'ya ne desem durduramıyordum.
Garibim benim koştuğumu görünce daha da hızlanmıştı. Yerden taş alıp atıyor, isabet
ettiremiyordum. On saniye bir ömür gibi geliyordu.
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.7
Bir yandan çılgınlar gibi koşuyor diğer yandan yerde taş arıyordum. Ani bir fren sesiyle
olduğum yerde çakılıp kaldım. Lastiklerin çıkardığı ses dondurdu beni. Kırmızı, o
cüssesiyle havada taklalar atıp, düştüğü yerden yolun dışına kadar bir çuval gibi
sürüklendi. Ne hareket edebiliyor ne bir ses çıkarabiliyordum. Ne olduğunu henüz
anlayamamıştım. Yere çöktüm. Boş boş etrafıma bakıyordum. Ne kadar o halde kaldım
bilmiyorum. Birden çıldırmış gibi Kırmızı'nın yanına koştum. Ağzından kan boşalıyordu.
Diz çöküp başını dizlerime koydum, yaşıyordu. Bacakları kırık dallar gibi biçimsizce
uzanmış, can çekişen serçeler gibi kıpırdıyorlardı. Gözlerinden yaş akıyordu, fakat buna
ağlamak denemezdi, sadece akıyordu. Yine alık alık bakıyordu etrafa, olan biteni
anlamaya çalışıyordu. Yelesindeki kanları temizliyor, başını okşuyordum.
Bir çif bot gördüm önümde. Babamdı. Amcamlar beni tutup kaldırdılar. Karşı koyamıyor,
gerisin geri yürüyordum.
Babam: “Acısını dindirdik oğlum.” diyordu, koluma yapışmış beni döndürmeye çalışırken.
Cevap veremiyordum, ama hayat bu köyde yoktu artık. “Belki uzun bir yol, belki gurbet
söker alır acımı benden.” diye kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Babama ilk defa
orada karşı çıkıp kolundan tuttum, ittirdim. Gururuna yedirememiş olacak, peşimi bıraktı.
Asfalta doğru yürüyordum. Son bir kez dönüp balkonda duran anneme baktım.
Yaşmağıyla ağzını kapatmış ne yapacağını bilmez bir halde öyle bakıyordu. Yürüdüm.
Yirmi yıl oldu neredeyse. Şimdi burada,
bir vapurun sallantısını ninniye
dönüştürmüş Kırmızı'yı hatırlıyorum.
Onun üzerindeyken; görmesen, gittiğini
hissetmezdin. Burada ne kadar
bilmemezlikten gelsen de can sıkıcı
konuşmalardan anlıyorsun.
Vapur Eminönü'ne yanaştı. Terim
üzerimde kurumuştu. Giyindim, beremi
iyice başıma geçirdim. Cebimdeki
emaneti kontrol edip her şeyi unuttum
tekrar. İşimi halledip tekrar vapura
yetiştim. İndiğimde son minibüs yeni
kalkmış, gidiyordu. Koşarken ıslık
çalmak istedim. Ağzımdan kesik bir ses
çıktı. Dolmuş iyice hızlandı,
yavaşladığında köşeyi dönüyordu.
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.8
Önce gözleri kapandı sunucunun
Korktum sonra vahy gelecek sandım müsteşriklere
Düşmüyor elleri yakamdan ülke çıkarlarına dair politikaların
Ama kusurumuza bakın artık siz de;
Zaten genciz yüreğimiz delifişek
Çok tuttuk aksın Ortadoğu kadar gözyaşlarımız
Zaten yeminliyiz aşkımız hira
Üstelik öfkeliyiz özgürlüğe sevdalı
Çok aradık bilensin biraz da imanımız
Libyanın canı çıksın uylukları acırken hepimizin
Ne de olsa üzülmeyi çok da güzel beceririz
Ve yatak odaları işgal edilsin Filistinlilerin
Bu diriliş oyununun oynarken
Sivil, suçsuz, savunmasız
Trablusgarp çatışırken Bingazi ile
Uçurtma gibi uçuşsun ülkelere bombalar
Vursun Allah u Ekber nidasıyla birbirini Müslümanlar
Vursun yeni sömürüler için ortadoğuya demokrasi taşıyanlar
Bizse Devrimci olmakla avutalım çaresizliğimizi
Herkes yeni Ömer Muhtarlar beklesin yeni Selahaddinler
Dursun ve beklesin herkes
Bu işgal çok haçlı ve amaçlı
Bu ölümlerden petrol sıçrıyor üzerimize
Herkesin cebinde bir koalisyon var
Hepimizin içi ; BM
NATO ne kadar bizim Ortadoğu ne kadar bizimse!
Bu yüzden hepimiz biraz modernistiz ve biraz da emperyalist
Hadi canım siz de
Siz de, siz de...
devrimsel paranoyamustafa kadir çelik
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.9
12 Eylül 2012 tarihinde Fatih'teki muhteşem boğaz manzaralı Empati Rezidansın 72.
katında yer alan Barış Kafe'de Dolmuş dergisinin olağan toplantısı yapılacaktı.
Günler öncesinden toplantının gergin bir atmosferde geçmesi bekleniyordu. Editör
Sait'in oğlu Boran'a aldığı Beyaz Reno marka otomobil ve kızı Zozan'a yaptırdığı beş
yıldızlı düğün uzun süre gazetelerin manşetlerinden inmemişti. Elbette bu gelişmeler
dergi içindeki bazı grupları rahatsız ediyordu.
Bilindiği gibi; derginin on dokuz ana eğiliminden biri olan Ömer Faruk'un başını çektiği
gelenekçiler, geçen yıl derginin hem patronu hem de editörü Sait Çeker'ın “dergiye
satanist bir yazar arıyorum” çıkışına kızıp dergiden ayrılmıştı. Toplantı, şimdi Hakiki
Dolmuş adında bir dergi çıkaran bu grubun dergiyi basacağı söylentilerinin gölgesinde
başladı.
Gündeminde bu söylentilere yer olmayan Sait Çeker'ın kafasında başka planlar vardı,
derginin daha fazla kan kaybetmesini istemiyordu. Aylardır kafasında kurduğu planı
nihayet bu gün uygulayacaktı. Planın ilk aşamasında dergide sivrilen “öz dolmuşçular” ve
“dev dolmuşçular”ı birbirine kırdırıp pasifize etme düşüncesi vardı. Böylelikle dergideki
mutlak iktidarını biraz daha pekiştirecekti. Bu planı uygulamak için dergi toplantısından
daha uygun bir yer olamaz, diye düşündü.
Toplantıya il gelen, dergide “dev dolmuşçular” olarak bilinen grubun önde gelen ismi
Osman Takar oldu. Ardından Eyüp Tatava, Timur Bozkır, Berk Kemal ve İbrahim Keleş
salona girdiler. Her yeni gelen selam verip protokoldeki yerini alıyordu. Saatler ilerledikçe
salondaki kalabalık daha da arttı. Son gelen kişi “öz dolmuşçular” grubunun önemli ismi
Yalçın Sarpkaya oldu.
Toplantıda çaylar içildi, kekler börekler yenildi, hal hatır soruldu, acelesi olanlar uzadı vs.
Havadan sudan konuşmalar bitmiş artık sıra ciddi konulara gelmişti, fakat herkes
ağızbirliği etmiş gibi tartışmaya yanaşmıyor, Sait'in provokasyonuna gelmiyordu. Sait,
“çok profesyoneller” diye geçirdi içinden.
Sait için geriye bir tek Z planı kalmıştı, gençler... Evet, gençler, ateşli gençler… Seksi değil,
ateşli… “Elbette seksi de olabilirler” diye geçirdi içinden.
köz-lemeosman akyol
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.10
Doğru ata oynamıştı, toplantıda aradığını fazlasıyla buldu. İçinden “zaten 'akıncı' bir
milletiz, adamlar genç, kanları kaynıyor, son akından bu yana beş yüz yıl geçmiş” diye
düşündü. Özgürleşmek isteyen “hatun”ları daha fazla bekletmesi ayıp olurdu. Evet,
gençler “aksiyon” istiyordu ve o da bunu onlara fazlasıyla verecekti.
Toplantının sonunda:
- Yarın Anadolu'ya sefere çıkıyoruz, dedi.
Gençler hariç herkes şaşkındı. Gelenlere patronun kim olduğunu gösteren Sait, yarattığı
şaşkınlıktan istifade ederek bu anın tadını çıkarmak istiyordu; mağrur bir komutan
edasıyla koltuğuna yaslandı, kaçak sigarasından bir dal çekip yaktı, yaşlı kurtların üstüne
doğru üfledi.
Bir gün sonra Beyazıt Meydanı hıncahınç doluydu, yakıcı güneşin altında at kişnemeleri
ve dualar birbirine karışıp gökyüzüne yükseliyordu.
“Fazla söze gerek yok” diye düşündü Sait. Hemen arkasında yaveri Osman duruyordu.
Bindiği eşeğin üzerinde doğruldu, kılıcını kınından çıkarıp havaya kaldırdı. Herkes ona
bakıyordu… “İleri!” diye haykırdı…
Birden ortalık toz duman oldu, bir buçuk milyon genç “Allah Allah Allah!...” nidalarıyla
ileri atıldı. Sait arkalarından, “Durun lan durun, nereye gidiyorsunuz, beni de alın!” diye
bağırdı. Fakat ereksiyon halindeki gençler, onu dinleyecek durumda değillerdi,
İstanbul'un içlerine doğru dalga dalga fışkırdılar.
Her şey bir anda gelişmiş Sait ve yaveri Osman alabora olmuşlardı, artık gökyüzü daha
net görünüyordu.
Halbuki Sait'in onlara birkaç öğüdü olacaktı, hatta kopya çekmek için eline yazmıştı.
· Dünya dönüyor
· Elmalarla armutlar toplanmaz
· Irkçılık tehlikelidir, dokunanı yakar
· Demokrasi, her durumda tek seçenektir
· “Hakiki erdem, ancak insanlar arasındayken belli olur”
· Müstakbel dul ve yetimleri kollayın
Yatay konumdaki Yaver Osman yattığı yerden bir kademe doğrulup üstündeki tozları
silkeledi, ardından önce kendisinin “yaver” sonra da bu yaverin bir “komutanı” olduğunu
hatırladı. “Komutanım komutanım!” diye seslendi. Çok uzaktan “Erê ez li vir im!” diye bir
inleme sesi geldi.
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.11
Sait çok kötü bir haldeydi, kafa travması geçirmiş saçmalıyordu. Yaver:
- “Eşeğiniz nerde efendim?”, diye sordu. Sait:
- Bilmiyorum, en son bir kısrağın arkasındaydık, dedi.
Sait; güçlükle dizlerinin üzerinde doğruldu, ayakta zor duruyordu. Birden sinirlenip yerde
duran bir bira kutusuna tekme attı. “Biiiip tenim!...” diye bilinmeyen bir dilde anlaşılmaz
bir tepki verdi (Has..tir lan, yanlış yeri bipledik!)
- İstersen dönelim Abi, diyen yaverine Sait:
- Şu yerdeki nalları topla, Horhor'a varınca hurdacı Hayrettin Abi'ye üç-beş liraya
okuturuz, bu günkü nevalemiz çıkar, dedi.
Toparlanıp tekrar yola koyuldular. Akdeniz caddesinden yürüyerek Fatih camisine geldiler.
Metin Yüksel'in şehit düştüğü yerin hemen önündeki şadırvanda yüzlerini yıkayıp
serinlediler.
Camideki turistik gezileri kısa sürdü. Sait, yaverine caminin minarelerini gösterip 'barok
mimarisinde yapıldığını' söyledi. Söylenenle ilgilenmeyen Yaver:
- Eşekten düşmeseydik nereyi fethedicektik Abi, dedi.
- Ne fethi lan, 'özgürleştiricektik'.
- Kimi Abi?
- Nayn nayn diyen herkesi, Karolin-Marlin ne bulursak işte…
- 'Kerilayn' diye okunmuyo muydu abi, o.
- Keri deme bana, asabım bozuluyor. Devamında “Kerê kurê kerê!” diye söylenerek
yine bilinmeyen bir moda girdi.
Bu kısır tartışma yol boyunca sürdü.
Fatih Koleji'nin önünden geçerken yaver:
- Abi bizim de bir cemaatimiz olucak mı, diye sordu. Sait:
- Ne cemaati olum, biz önce bi dernek kuralım sonra bakarız, dedi. “Zaten elimizde
milis de kalmadı” diye mırıldandı devamında. Yaver:
- Abi, istersen hoca efendinin cemaatine takılalım, getirisi büyük, dedi.
- Bırak şimdi cemaati, ümmet artık çok ilerledi. Muhammed'i, İsa'yı, Musa'yı geçip
İbrahim'e kadar dayandı. Kim takar hocaefendiyi. Artık Rönesans çağındayız, sen hala
uyuyorsun!
- Nereye gidiyoruz abi, yol bitti.
- Has…tir, çıkmaz sokağa girmişiz olum, geri dönüyoruz. Osman bi ara hatırlat bana,
şu bizim avukata uğrayalım, dernek başvurumuzu yapsın.
- Tamam Abi.
Sait, şakacıktan yaverinin ensesine tokatı patlattı:
- Ne abisi lan, “kutbu'l-aktab” diyeceksin bundan sonra!
Gülüştüler…
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.12
dağıldı duman
karışan renkler arasından
bir dünya çıkardı zaman…
bu mudur şimdi aklımızın yettiği
bu mudur aklımızın sobeleyip
bir koşu ile
terk ettiği:
hakikat duvarına dokunup
her seferinde dağıldı duman
dünyaya yeniden karışan renkler arasından
sürüklendiği bir dünya çıkardı zaman…
bir rüya mı.
işte şimdi sırası diyorum
dağıldı duman burak şahlanışıyla
karışan renkler arasından bulutlara değmenin
bir dünya çıkardı zaman… sırası şimdi
aşkın yağmuruyla
tersine yor diyorlar şimdi başı öne eğmenin
rüyayı tersine yor adım adım çoğalttığın yollardan
an ki asırları taşır göğsünde kanadığın kanattığın yollardan
tüm renkler geçmez mi bir nokta başladığın yere
imbiğinde? dönmenin…
o halde,
ağıdı gülmeye yor dağıldı duman
kışı hep bahara yor karışan renkler arasından
çevir bakışlarını korkmaksızın ardına hafifçe aralanmış karanlık bir kapıdan
başlayıp durulan o büyük fırtına bir dünyaya
kum saatini çevir bir rüyaya çıkardı
zamanı tersine yor…. zaman…
çevir tersinedöndü sağlık
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.13
“Araplar nerede?” diye soranlar cevabını almış oldu: “Araplar burada!” Arap halkları
diktatörlere karşı ayaklandılar ve yıllardır içlerinde biriken öfkeyle özgürlük devrimleri
yaptılar. Belki bundan sonra “asıl Türkler nerede?” diye bir soru çıkabilir karşımıza. Ya da
aslında böyle sorular bizi yanıltıyor mu dersiniz? “Müslümanlar orada mı?” diye sorsa
yukarıdan bir ses, o sese gür bir seda ile “Burada!” cevabını verebilecek bir topluluk
mevcut mu? Yoksa o gür sesi çıkarabilecek millet, kendi içinde bölünmüş bir halde,
birbirlerine “senden adam olmaz” türünden sataşmalar yapıp, büyük vahşetlere av mı
oluyorlar?
Devletin yönetim biçimi hiç de hafife alınacak bir olgu sayılmamalı. Devletin yönetim
biçimi milletin fertlerinde bir karaktere dönüşür. “İslâm dini herhangi bir yönetim biçimi
önermemiştir, hangisi olursa olsun fark etmez” diyenler, dün saltanatı içine sindirmişti,
bu gün de demokrasiyi içine sindiriyor. Bütün zulümlerine rağmen, saltanatı kendi
elleriyle kaldırmayan Müslüman topluluklar, dış müdahalelere maruz kaldıktan sonra
bunu düşünmeye başlamışlardı.
Bu gün, parçalanmış haldeki Müslüman topluluklar farklı bayraklara farklı sınırlara sahip.
Kimi ülkelerde diktatörler dış müdahalelerle kimi ülkelerde de içten bir direnişle
çökertildi. Türkiye çok partili hayata, diğerlerine göre daha erken girmiş gözüküyor.
Türkiye'nin saltanatı kaldırıp demokratik hayata geçtiği izlenimi, şimdi de Arap
topraklarında gözlemlenecek. Arapların Türkiye'yi örnek almaları bir geriden takip ediş
görünümü arz ediyor. Yakından bakınca ise, Türkiye'nin durumu daha farklı… Saltanatı
kaldıran Türkiye, açık bir putperestliği (demokrasiyi) dinle uzlaştırma yolunda ilerledi ve
imrenilecek noktaya geldi. O halde demokrasiye imrenme duygumuzu bir sorun olarak
ele alacaksak, bütün Müslümanların bir sorunu hatta bütün insanların bir sorunu olarak
ele almalıyız.
sağ elime islâmı sol elimedemokrasiyiverseler...muhammet çelik
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran - s.14
Müslümanlar olarak bizim bu günkü meselemiz, sadece İslâm'ı yaşama ve dindar olma
meselesi değil, aynı zamanda onu anlama ve doğru algılama meselesidir de. İnsanın
varoluşuna ve özüne en uygun yolun adı İslâm, o yoldan farklı yönlere doğru
uzaklaşmaların adları ise Materyalizm, Nihilizm, Kapitalizm, Faşizm, Sosyalizm,
Liberalizm, Demokrasi ve sairedir. Müslümanlar hâkim dünya ile aynı anda, saltanatı
zoraki veya isteyerek seçenek dışı bıraktıktan sonra, yine hâkim dünya ile beraber
düşünmeye devam ediyorlar. Futbol topu gibi bir köşeden diğerine savrulmaya devam
ediyoruz. Arap halkları şu anda “Arap milliyetçiliği” ve “sosyalizm” köşesinden demokrasi
köşesine doğru savruluyor. Suya kapılmış yapraklar misali sürüklenerek geldiğimiz
noktanın adı Demokrasi.
Demokrasi, insan nefsinin hevâ ve heveslerini
tanrılaştırması şeklinde cereyan eden bir
yaşam tarzının adıdır ki, şeytanın icatları
arasında en kurnazca olanıdır. Demokrasi,
kendisine küfretme özgürlüğünü bile içerebilir.
En koyu dindarlığı da içinde barındırabilir.
“Gerçek Tanrı'yı” ya da “Tanrı gerçekliğini”
hesaba katmadan, ya da “birçok gerçeklikten
biri” olarak hesaba katarak, insanların bir arada
yaşayabilmesi şeklindeki bir konformizm, bir
rahatlama cennetidir. Doğanın pençesinden kendini kurtaran insanoğlunun, ortaklaşa bir
kararla doğa kanunlarına geri dönüşüdür. Diğer rejimlerdeki güç sahipleri fiziksel bir
atılımla hayatta kalmayı başarırken, demokrasilerde düzenbazlıktır gücün kaynağı.
Doğadakinden daha vahşi bir şekilde, ama kibarca ve kimseyi rahatsız etmeden… Diğer
rejimler insanların bedenlerini esir alıp, onlara kendilerini dayatıyorken; demokrasi
insanlara kendini sevdirerek, kendini tattırarak hâkim oluyor. Dolayısıyla insanlık olarak
en tehlikeli bir rejimle karşı karşıyayız ve sil baştan düşünmek zorundayız.
Müslümanların demokrasiyi kabul etmeleri ise, bir kumardan ibaret… Dinimizi
kaybetmeyi göze alarak masaya demokrasiyi sürenlerle kumar oynuyoruz. Kaybedebiliriz
de, kazanabiliriz de. Ancak sonuçta kazançlı çıkmak veya kaybetmek asıl büyük sıkıntı
olsaydı, o sıkıntıyı hafifletmek için çalışmalar yapılabilirdi. Ne var ki, asıl problem
kumarın kendisinin zararlı olması. Kumarın sonunda kazanan olmaz. Sadece zevk verir, o
kadar. Bütün günahlar zevkle işlenir. Demokrasi bile...
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.15
NU
Rİ
PAK
DİL
KON
UŞU
YOR
«Çiviye oturmuşçasın
a yerimizd
en fırlamamız g
erek
K
üstahlık yılla
rındayız»
«Egemen verili koşullara kin duymadan geçilen,tüketilen gecenin, tek bir gecenin vebâli
insanın boynunu morartır.»
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.16
Şiir: Bir gökkuşağı gibi harikulade renklerin oluşturduğu imgeler dünyası. Söz söze
ulanıyor ve dizeler alıyor başını gidiyor ülkesi serazat motiflerden oluşan gizemli hayata.
Hayat o acımasız labirentler şehri. Çizginin önü ve arkası. Macerası dar kapılardan oluşan
kananlıkları içinde barındıran mağara. Çile ve ıstırap yumağı. Bir tarafı da aydınlık olan
rengârenk bir gülistan. Hayat işte. muğlak ya da mütevekkil. Sabır veya isyan halindeki
organizma. Dahası mutlak sınav yeri. İnsanoğlunun bir müddet konakladığı mekân.
Rüyası bol bir âlem. Arzusu bol bir alem. Nef'i'nin deyişiyle; “Bahar erse yine seyri
gülistan olduğun görsem”. Ne gam.
Şair Nef'i'yi boğdurtan şiir; meşakkatli, zor, mesuliyetli bir şahitliğin adıdır. Şiir inşa etmek
her kulun üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Anlayış ve kavrayışları yüksek, içlerinde
ateşli hassas bölgeler barındıran, söz söyleme yetisine sahip kişilerin harcıdır şiir
söylemek: “Ben, ma'na âleminin, cihan bezeyen padişahlar padişahıyım / Sözlerim de
sözlerin mutlu padişahıdır.”
Şiir böyledir…
nurettindurman
şâirin kelimelerisevgili ağabeyimizşâir nurettin durman ile kendine özgü bir söyleşi gerçekleştirdikbiz onun yaşamına ve şiirlerine bakarak şâirin iç dünyasına dokunmuş kelimeleri bulup kendisine yönelttiko da kendi üslûbuyla bu kelimelerekarşı hislerini dile getirdi
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.17
Şâir: Mevcudiyetinin, varlık sebebinin alt yapısında neler var, üst kategoride neler muhafaza edilmekte, meçhul bir geminin meçhul bir denize açılması gibi meçhul mü? İdrak mekanizmaları atıl bir vaziyette, tek ötüşlü borazanın sesi çınlatmakta mı ortalığı? Kendini bir türlü kendi kılamamış zoraki, dayatmacı, üstelik yapay bir çelişkinin içinde bocalayıp durmakla hemhal iken; sessizken, kabullenmişken, muti olmuşken bu hayhuya. Kendi olmak başlı başına bir çile, bir idrak, bir şahsiyet sorunu. Bir ayağa kalkma eylemi. Kendi olmak birçok şeyi ifade kolaylığı içinde bu çetin yolda olgunluğa ulaşmak…
Bir kışkırtıcı olarak şairin varlığı inkâr edilemez bir gerçeklik olarak kendini afişe ediyor zaten. Şiiri kuşatacak olan asli ve sahici bir bakışın evrensel olanın hamurunda var olması elbette elzem. Lâkin tahakkümcü unsur orada da kendini ele veriyor. Kendini daimi; hep kalıcı bir fenomen; değiştirici, bozucu, baştan çıkarıcı, iğdiş edici olarak görüyor. Asli olana karşı inkârcı tavrını hiç gizlemiyor. Kültürel varoluşun varyantlarını neredeyse yadsımayı öngörüyor. Bu kadar baskıya, yok saymaya, görmezliğe rağmen gene de varılan nokta tabii seyrini icra ediyor hayatın içinde. Bütüncül bir bakış açısıyla bakıldığında yapıp edilenlerin sonunda nasıl bir boşluğa düşüldüğünü görmekte mümkün oluyor.
Şiirin cazibesi ortalığı karıştırıyor. Düzeni bozuyor. Elbet otoriteyi sarsmak önemli bir avantaj... Üzerini örtmek, kapamak, gizlemek artık bir şey ifade ediyor mu? İfade edenin ise ifadenin rahatça bir kapı aralaması bir yol bulması kendine. Öyleyse nasıl yapmalı, nasıl etmeli de şiirin hasını, şiirin şiir olanını söylemeli. Geçmişin o harikulade söyleyişlerini, o rahatlığı, o güzelliği sindirebilmeli; içimize, doğamıza taşıyarak, yenileyerek, şiirin o has bahçesinde mutena güzellikler içersinde beyanı aşk ile yürüyüşlere başlamak.
Yeni baştan idrak etmek!
Şair, şuur, şiir!
Bir fetret havası…
Belki de bir aramak.
Şair: O uslanmaz varlık!
Şair: O vadilerde başıboş dolaşan!
O şaşkın!
O kelime hırsızı!
Gerek renkli reklam çağrışımlı olsun, gerekse diğer teknik aygıtların cazibesi eşliğinde kendini afişe etmek olsun, birer şaşırtmacı unsurlardır bunlar. Şairin umarı tekil kişiliktir. Ben merkezli, tek olmak... En başta olmak… Şairin egosu azgın bir nehir gibi! İlginç değil mi? Kendini herkeslerden başka görmek! Daima merkezde olmak Bu toz duman arasında, haksızlıklar, zorbalıklar arasında nasıl bir duruşu deruhte etmektedir şair? Nasıl davranmakta nasıl durmakta hayatın içersinde? Şiirin hasını mı sunmakta, estetik ve içkin bir şiirle mi buluşturmakta kimseleri kimselerle?
Peki, şair ne yapmalı?
Şairin boy aynası nasıl olmalı?
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.18
Hayatın içinde olmanın ötesinde hayata hükmetme psikozu. Değişmeyen bir şeyin, varlık
şuurunun derin baskısı altında mecz olunan imgenin fenalıklara karşı duruşunun ifadesi.
Başka ne olabilir? Karşısında olunmakta beis görülmeyen, bünyesinde insana zararlı,
insanı küçülten, insanı sömüren, insanı köleleştiren zihin egzersizlerinin amansız
düşmanı şair. Ayrıca kötülük unsurunun içersinde de bulunabilen şair. İyilik unsurunun da
içersinde bulunabilen şair… Hem öyle hem de böyle. Yani temelde insan… Sonrasında
şair. Evrensel temel meselenin baş koyucusu... Yani serapa bir özgürlüğün, aşkın olanın
baş koyucusu.. O şair. O her çağda militan. O her çağda devrimci. O putperest… O kâfir.
Sapkınların önderi. Şeytanların, bozguncuların, yoldan çıkmışların, anarşistlerin önderi…
Yani baş çekici… Baştan çıkarıcı. O şair! İyinin, güzelin, haklının, adaletin, muhabbetin
arayıcısı... Hayatın içinde hep var olan uz dilli.
O muharip.
O mecnun.
O muttaki.
O Müslim.
O mümin.
O şair!
Aşk olsun şair işte!
Üsküdar: Ne kadar Anadolu havası esiyor burada. Ne kadar kucaklıyor insanı. Aziz Mahmud
Hüdayi Hazretlerinin rüzgârı esiyor ya burada o manevi hazdan olsa gerek duyulan bu kadim
muhabbet… Üsküdarı severim. Hele o Mihrimah Sultan ve Gülnüş Valide Sultan camilerinin
minarelerinden karşılıklı okunan ikindi ezanları.
Dostluk: Hayatın asli rengi... Anlamın gerçeklik ırmağı… Kim ile hemhal olayım ey can dost
yoksa neyleyim kalbi viranımı. Dostun dost olduğu bir dünyada yaşamak ne güzel…
Dert: Onulmaz olarak görünür çoğu zaman ama bir bakılır ki derdi veren dermanını da vermiş.
Derdi dert olarak kabul etmek de önemli tabii. Neyi kendimize dert edinir isek onu yanı başımızda,
yüreğimizde, canımızın içinde tutar da iyileştirmeye bakarız. Dert çoğu zaman da bırakmaz yakamızı
eğer dert edinecek şeylerimiz varsa… Ki vardır, hep olmuştur. Bir de derdini söylemeyen dermanını
bulamaz demişler. Hele şairin derdi hiç bitmez ve derdini haykırmayan şair de dermanını bulamaz…
Umut: Umut hep vardır. Umutsuzluk yok olmalıdır. Kovmak lazımdır umutsuzluğu içimizden.
Müslüman: Ne mutlu Müslüman'ım diyene.
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.19
Çınar: Uzun bir devlet yürüyüşü… Medeniyet ağacı. Düşçınarı dergisi…
Filistin: Kanayan bir yaradır yüreğimizde.
Paris: Bir Cuma namazı kılmak istediğim şehir.
Dergi: Bulaşıcı, kronik bir hastalık hali… Devamlı bir hareketlilik sonucunda denizin
kenarına inip bir nefes deniz almak gibi bir şey… Çilesi çok, uçuk kaçıkların
vazgeçemedikleri bir sığınak… Kelimelerin serazat yürüyüşe geçtiği yolun başlama
noktası… Sözü yoluna koymuşların tarassut kulesi. “Hür tefekkürün kalesi…”
Anadolu: İyimser bir yalnızlık… Kimler geldi kimler geçti merakının iz düşümü.
Kimlerin anavatanı değil ki. Yoksulların, yalnızların, anası ölmüş çocukların boy attığı
yeryüzü parçası. Aç gözlülerin gözlerini diktiği bereketli coğrafyanın Anadolusu…
Anne: “Cennet Annelerin ayaklarının altındadır.”
Sezai Karakoç: Açık deniz gibidir. Ülkeleri dolaşır. Pasaport nedir tanımaz. Sınır
yoktur, tel örgüler, asık suratlı sınır bekçileri hiç yoktur. İttihadı İslam, evet daha ne olsun.
Şiirinde, fikrinde, zikrinde dünyanın selameti yüce yaratanın buyurduğu üzeredir. Şiiri
koşan atların ve koşu bittikten sonra da koşan atların özgürlüğe koşanların şiiridir.
Hassaten evrensel bir şiirin şairidir.
Hayat: Bir coşkudur. Kapılırsanız coşarsınız. Biraz geride
durduğunuzda zahmete düşersiniz. Toparlanmaya mecal
olursa ne âlâ, yoksa coşkunun seline kapılıp hayretler
içinde kalırsınız. Her şey an ile hareket haline dönüşünce
anın içinde arayışlara çıkılması halin hal olduğunun
bilinmesi için bir neden olarak önünde durur insan. İnsan
mı hayatı yaşar yoksa hayat mı çeker insanı kendi içine?
Şaşılacak şey… Aklı olup da akl edememek…
Çocuk: Hayatın devamı…
Genç: Heyecan. Dirilik. Ufuk. Gelecek.
Sevgi: Olmadan olmaz ki. “Muhabbetten Muhammed
oldu hâsıl.”
Zulüm: Payidar olmaz tabii.
Hüzün: “Melali anlamayan nesle aşina değiliz,” demiş
Ahmet Haşim.
Yolcu: Hak yoluna yolcu olmak ne güzel. O bahtiyarlar ki
yollarını şaşırmadan yolculuklarına devam ederler. O
muttaki kişiler selam olsun.
Ölüm: “Asude bir bahar ülkesidir bir rinde” demiş ya
Yahya Kemal. Ne diyelim artık. Allah dinden imandan
ayırmasın. Sonsuzluk diyarı. Âlemi hakikat…
Dua: Müminin miracı olan namaz duayı baş tacı olarak
öğretiyor bize. Biz ki aciz kullarız duamız olmazsa ne işe
yararız ki yüce buyuranın buyurmasıyla. Dua ediniz…
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.20
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.21
Taare Zameen Par (Yeryüzü Yıldızları)
2007 yılında gösterime sunulan bu filmin yönetmeni ve yapımcısı Aamir Khan,
dili İngilizce ve Hintçe.
Her çocuk özeldir sloganından yola çıkılmış oldukça lezzetli bir film.
Başrolde 9 yaşında, sıradan bir ailenin sıra dışı oğlu İshaan Awasti (Darsheel Safary)
buluyor. Tüm sıra dışılığına rağmen fark edilememiş bir çocuk İshaan. Bulutlarda yüzen
yunusları, göğe balonlarla yükselttiği fili, renkleri kardeş ilan ederek yaptığı resimleri,
gezegenleri yörüngelerinden eden matematiksel işlemleri, beyaz kağıdı dans pisti sanan
harfleri var dünyamızı aşan hayal dünyasında İshaan'ın.
Büyük harflerle yazdığı bu renkli dünyanın dilinin anlaşılması için ise, filmi
izleyenleriyle birlikte oldukça hüzünlü bir maceraya koyulması gerekmekte küçük
İshaan'ın.
Küçüğün içinde bulunduğu ortamda insanın değerini toplumdaki statüsü belirlemektedir.
Abisi tüm derslerde birinci, babası iyi bir işte çalışmakta, annesi ise çocuklarının kariyer
sahibi olması için kariyerine elveda demiş, çocuklarına karşı derin sevgi, şefkat ve
merhamet yüklü bir annedir.
Başarısızlığa yer olmayan bu dünyada İshaan ise 3. sınıfı ikinci kez tekrarlıyor olmasına
rağmen henüz okuma yazmada büyük güçlük yaşayan toplum nazarında tam bir
fiyaskodur.
Taare Zameen Par(Yeryüzü Yıldızları)
hatice gökdere
“Bu çocukluk yılları hiçbir zaman geri gelmeyecek
Öyleyse gününü bol bol harca, dostum,
Beş parasızsan veresiye harca
Hayatın tadını çıkar”*
Derslerindeki başarısızlığının üzerine anlaşılamamaktan kaynaklanan öfke nöbetlerinin ve kavgaların da eklenmesiyle senenin ortasında tek geçerli kuralın disiplin olduğu yatılı okula düzelmesi umuduyla kaydettirilir. Yeni okulundaki öğretmenlerinin zihninde de genelin sahip olduğu kalıplardan çıkan düşünceler barınmaktadır.
İshaan'ın olduğu okula vekil resim öğretmeni olarak gelen Ram Shankar Nikumbh (Aamir Khan)'a kadar İshaan eğitim sisteminin zalim dişlileri arasında yetenekleri tüketilen nice hüzünlü küçükten biridir. Ram'ın yardımıyla önce öğrenme güçlüğü olan disleksi hastalığı olduğunu sonra ise disleksiyle yaşamayı öğrenecek ve hüznünün ardından kabuğunu aşıp duvarın ardını görebilecektir İshaan..
Rehabilitasyon merkezinde zihinsel engelli çocukların eğiticisi olan Ram sadece küçük dişleğimiz İshaan'a yardımla yetinmeyecek, okuldaki diğer öğrenciler ve öğretmelere de umut ve neşenin yanı sıra kalıplı düşünceleri aşma cesareti verecektir.
Prasoon Joshi'in filmin vermeyi amaçladığı mesajlara paralel ve çokça anlamlı sözlerine eşlik eden Shankar Mahadevan müziği; mızıka, flüt ve gitarın güzel sesleriyle sentezlenerek, kulakları ve kalpleri hedef alan kelimenin tam anlamıyla harika şarkılar ortaya koyuyor. “…Onlar omletlerde vitaminlerde ve şuruplarda yaşıyorlar, Ve kurallı bir rejimle çalışır ve dinlenirlerYürü, mücadele et, öne geçDünyanın yolu bu takip et İşte hedefin bu takip et.”*
“…hayat sanki bir pamuk şekerdir umutlar ve hayaller arasında dönenavucunda biriktir ve tadını çıkarSusamışsan eğer köşe başında bir yağmur bulutu seni bekliyor olacak”*
Girişte ve filmin arasına serpiştirilen animasyonlarsa filme “Vay be Bollywood yürü kim tutar seni!” dedirten cinsten.
Taare Zameen Par, Filmfare ödüllerinde küçüğümüz Darsheel Safary, İshaan rolüyle en iyi oyuncu, resim öğretmeni Ram rolünün yanı sıra yönetmenliğiyle Aamir Khan en iyi yönetmen ödüllerine layık görülmüşler ki ziyadesiyle hak etmiş olduklarına izleyince kanaat getiriyor insan.
Sürenin uzun olması ilk bakışta izlenir mi ki bu kadar saat dedirtse de sona doğru bitecek
korkusuyla izliyor olmaktan kaçılmıyor. Defalarca izlenebilecek kıvamda olan nadir
filmlerden. İyi seyirler..
*Filmdeki şarkı sözlerinden alıntıdır..
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.22
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.23
yedi başlı ejderha getir bana
onu terbiye ederim ama
yetiştiremedim ey boynu tutuk bahçe
sen batıya battıkça
nazlandın durdun kibrit kutulu mezarında
artık çıkarmalıyım seni hisarından
hazinesin vesselam
kendi haritasına batmış maden misâli
*
anladım, yaşamak burada
bir harita gibi kolay silinirmiş
soğuk nostaljibilal şeriati
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.24
şair
ted
irgi
nliğ
isema erdoğan
çatlar bir gün harf
uykuya düşer yol olur
süzülür kurşun renkli toprak
Berzah'ın gölgesine ad bulur
kaç yıl oldu bilmem
şairleri bile yaşamaya mahkûm ettiler
bak, yüzükoyun yatmış kelimeler
şu yarada duran şiir sızım
şu alnımdaki senin yazın
iyi ki diyorum Rüveydâ
ben ölüp gideceğim
zaman ardımdan bakacak
geriye bir şair tedirginliğim
bir de çocuk günlerim kalacak!
Taht sallandı,
Üzerinden kral düştü,
Yüzükoyun yere kapandı.
Halk ayaklandı.
Gümüş başlı bir hançer çıkardılar sandıktan.
Kral getirildi huzura.
Hançer saplandı kralın bağrına.
Kral öldü.
İçlerinden en sivrisi getirildi başa.
Sivrildikçe sivrildi içlerinden birisi.
Zulüm zulüm üstüne geldi o günden sonra.
Kent sallandı,
Üzerinden halk düştü,
Yüzükoyun yere kapandılar.
Kral ayaklandı.
Gümüş başlı bir hançer çıkardılar sandıktan.
Bu hançer o hançer.
Hançer saplandı halkın bağrına.
Halk öldü...
öldülerahmet eren
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.25
Öfke dolu sokakların kirlenmiş kaldırımlarında
bıraktıklarım gölgem ve ayak izimdi. Sınır
boylarında aldandığım tel örgülerin aramızda
hiçbir önemi yoktu. Sen batıyı çekerken
ciğerlerine ben doğunun güneşini emiyordum
tenimle. Tenim güneş karası, yanık bir türkünün
ilk barındırdığı. Barınağım uzun havalarda
söylenen leyla, gecem mecnun güzellemesi, ay
kırgın bir dilim gözümde. Sana ulaşmayan yolları
silerim ayaklarımla.
Güzellemeler dizecek kadar gücüm var.
Güzelliğin aşkın renginden. Dilimde bıraktığım
sayfa kesiği avuçlarımda ateşin merhamet
ifadesi. Resimlerin yırtılmış renklerine ormanları
adayan, ömrüme ömür diye deli küheylanları, aç
denizleri, kızıl gün batımlarını izlek diye
barındıran sen diye ötreli bir ifadedir. Sen diye
belirgin gök boşluğunu yoklarım gözlerinle.
Haziranda kanamak da var. Haziran da yanmak
da. Yollar sürgün izinde, sana gelmeyen tarafın
esrarengiz gizinde. Yollar mahşerini yaşatıyor
özlemin. Yollar barınaksız ve susuz bir deli
yüreğin hayallerine seraplar konduruyor.
Neden gergefine gonca deseni çizer ayrılık.
Neden gelinler kınalı ellerini aya tutar. Neden
gözüne hüzün batmış özlem deli yağmurları
perdesine çeker…
gözün kördüğümüne inançbilal can
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.26
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.27
görk
em e
vci
beklenen bir ışıktırçoğu zaman
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.28
Dalıp gittim bu sesle beraber. Ama dalmak ne mümkün artık bu şehirde, ya avaz avaz
bağıran bir satıcı geçer yanınızdan ya da sizi öldürmeye ant içmiş bir araba… Benim
kısmetime bu kez araba düşüyor. Ne kanun sesi kalıyor ne evin kokusu ne de ruhu. Her
şeyin madde olduğu âleme geçiyorum yine.
Güneş kendini hissettirmeye başlamıştı iyice. Artık yalnız değildim sokaklarda. Bir - iki kişi
daha çarptı gözüme. Bu sefer gerçekten yorulmuştum. Şehrin girişinden başlayıp, şehri
üzerine kurulduğu dağın tepesine kadar takip eden yoldaydım. Yavaş ama soluk soluğa
çıkıyordum. Hiçbir derdim yoktu. Tasasız, sorunsuz bir insan olarak atıyordum adımlarımı
ve derdi olan insanları düşünüyordum. Ne çok derdi vardı herkesin… O küçük pembe evin
hayalimdeki sahibi olan yaşlıların mesela… Birkaç gün sonra torunlara gelecektir belki.
Telaş içinde bir hazırlığa girişmişlerdir iki büklüm halleri ile. Ağaçlar yapraklarını
döktüğünde bahçe temizlenmek ister. Bir Köroğlu bir Ayvaz bu yaşta nasıl yapsınlar o işi?
Yalnız başlarına zor oluyordur her şey, elektriği, suyu, doğalgazı derken bin bir iş çıkıyordur
başa.
Çok dert çok…
Sonra yolda gördüğüm koştura koştura giden o bıyıklı adam… Bu saatte koşuyor. Mutlaka
işi olmalı. Ha geç kaldı, ha kalacak… Patrondan azar işitebilir, resmî işi varsa o aksayabilir,
bir dolu iş işte. Balkonda aheste aheste çamaşır asan şu kadın mesela... Bakmayın öyle
durduğuna neler düşünüyor kim bilir çamaşır asarken? Üniversitedeki kızını, evlenecek
oğlunu, alışverişte alınacakları… Türlü türlü dert, türlü türlü sorumluluklar…
Demek, herkesin bir derdi vardı muhakkak… Bense kalenderliğin en iyi örneklerinden
biriydim şu anda. Hani dünya yansa umurumda değildi. Kalender insanların heykelleşmiş
anlatılışlarından tek eksiğim dudağımda bir ıslık olmayışıydı. Ne var canım o da dert mi
şimdi onu da ekleriz görüntümüze tastamam olur. Kafamı sallayarak bir de ıslığı yoldaş
ettim yürüyüşüme. Sonra tepeye doğru çıkan yolun yarısında başlayan duvarların önünde
durdum. Yol boyunca artık bu duvarlarla beraber yürüyecektim. Güneş, camları kırıp
evlere girmek istercesine yüklenmişti şehre. Ama tüm baskılarına rağmen hala pek kimseyi
uyandıramamıştı anlaşılan. Duvarın dibine oturdum. Yavaş yavaş uyanan bir şehir…
Sağa sola serbestçe koşturan kedi ve köpeklerden başka kimse yoktu dışarıda. Yolda akan
arabalar hariç… Şehrin içinden geçen karayolunu izliyordum oturduğum yerden. Sahil
yolunun hafifçe sağa doğru kıvrıldığı 15-20 metrelik bir bölümünü görüyordum buradan.
Şehirden geçişlerinin iki-üç saniyesine şahit olduğum arabalara şaşırıyordum. Gerçekten
de ne çok işi vardı herkesin? Bu saatte bile boş değildi yollar. Uyandığımda da boş değildi.
Gece boyunca da boş kalmamıştır. Vızır vızır akan arabaları seyretmeyi severim aslında
geceleri... Zamanın akışını en iyi böyle fark ediyorum. Işıklar içinde bir anda gözden
kaybolan arabalar... Arka arkaya geçtiklerinde ışık oyunlarıyla akıyormuş hissi verirler
bana. Gecenin karanlığında sürekli akan bir ışık huzmesi… Her saniye, geçen bir önceki
saniyenin akışından farklı… Birbirini tekrar etmeyen ama birbirini takip eden ışıklar… Bir
gece uzuun uzun izlemiştim bu akıp giden ışıkları.
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.29
Yerde oturdum öylece. Akıp giden ışıklar olmadığı için fark etmedim zamanı. Sağ elim
yerde sol elim karnımın üzerindeydi. Sağ elimin hemen yanında minik bir karınca...
Oradan geçmekte olan benim fark ettiğim ama beni fark etmeyen onlarca karıncadan
yalnızca biri. Kendinden kat kat büyük bir çekirdek kabuğunu taşımaya çalışıyordu.
Gözden kayboluncaya kadar takip ettim. Sonra dayandığım duvarın soğukluğunu
hissetmeye başlayınca kalktım oradan. Şehir de kalkmıştı zaten…
İşyerleri açılmaya başlamıştı yavaş yavaş. Kepenk seslerini duyuyordum. Güneş hâlâ
yükselmekteydi. Ben de hâlâ yürüyordum. Bir yerlerden geçen bir karınca da hâlâ
kendinden büyük bir yükü taşımaya çalışıyordu. Arabalar geçmeye devam ediyordu
yollardan. Benim nazarımda hepsi bir karınca hükmündeydi. Çünkü hiçbiri benim
farkımda değildi ama ben onların, görünen her şeyin, farkındaydım. Hatta
görünmeyenlerin bile… Evlerin kokularının ve seslerinin mesela…
Güneş camlardan içeri girmişti artık. Evlerin seslerinin gittikçe çoğalan bir şekilde
duyulmaya başladığı vakitti. Ben de sanki bu sesleri duymak için evlerin önünden
yürümeye gayret ediyordum. Çok katlı, çok renkli bir bina… Önünden geçiyordum.
Güneşin camlarını delip girdiği ve sakinlerinin uyandığı bir binaydı. Bu çok katlı binalarda,
sesler ve kokular birbirine karışırdı. Bu yüzden ruhsuz bir insana benzetirdim onları… İşte
bu bina da öyleydi. Hızla geçtim önünden.
Ezan okunuyordu. Evlerden gelen sesler kesildi. Yalnızca tek bir ses vardı binalara ait. Bu
nağmeler, ruhumda derin bir gölge seriyordu. Serinliyordum.
Kâh dolaşıyor kâh oturuyor kâh pencerenin önünden uçup şehre havadan bakıyordum.
Yollarda ışıklar akmaya başlamıştı. Artık karınca yükünü taşımıyordu, güneş
yükselmiyordu mavi göğün derinliğinde ve yollarda kalender adımlar yoktu. Varsa da
bana ait değillerdi.
Geceydi. Yanıma arkadaşımı da alıp akan ışıkların yanından geçtik, sabit ışıkların altından
yürüdük birlikte, ilerledik sabah gezdiğim sokaklarda. Evlerin sesleri uykulu geliyordu
kulaklarıma. Kokularında da bir yorgunluk vardı… Geceydi, kanat çırpan bir kuş
hafifliğinde sözler dökülüyordu dudaklarımızdan. Yorgundum. Tıpkı bu şehir gibi. Yine
kepenk seslerini duyuyordum ama bu defa kapanan kepenk seslerini… Gökyüzünde
yükselen de aydı bu defa.
Akan ışıklar ve sabit ışıklar… Sabit ışıkları sevmedim hiçbir zaman. Çünkü ışık akmak için
vardı benim düşüncemde. Yollarda akan arabalara takıldıkça gözüm, sokak lambaları için
üzülürdüm. Akıp gitmek varken, durup kalmak… Nehirlerle barajlar gibi… Akıp gitmek
varken, durup kalmak…
şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.30