salkimsöğüt -02

32
Sayı 2 Kasım Aralık 2012 BU SAYIDA: Abbas SAYAR Abidin DİNO Ahmed ARİF Ahmet Muhip DRANAS Ahmet Şerif İZGÖREN Aylin SAMAT B.Rahmi EYÜBOĞLU BAŞO C. Sıtkı TARANCI Can YÜCEL Cansu BULDU ÇAN Cemal SÜREYA Charles BAUDELAIRE Ecrin Şimal SAMAT Edgar Allan POE Ekber POLATOĞLU Erdal ÇAKICIOĞLU ETSUJİN Ferda BALKAYA ÇETİN Ferit DEVELLİOĞLU Gabriel García MÁRQUEZ Görkem ERCAN H. Nusret ZORLUTUNA Halim ŞEFİK Horiguchi DAİGAKU İkram TAŞTAN İSSA Jorge Luis BORGES KİKAKU KYOROKU MANES Mehmet BAŞARAN MONTAIGNE NÂZIM Osman Yavuz İNAL Özdemir ASAF Pablo NERUDA RESUL RIZA Saadet Demir YALÇIN Sabri AYÇİÇEK Samuel ULLMAN Sevdakâr ÇELİK Sezer ODABAŞIOĞLU Suat TAŞER Sürmeli KARABULUT Şahin GEZER ŞİKİ Tümer ATAKAN Ü.Yaşar OĞUZCAN Vahit AKÇA Vedat GÜNYOL Victor HUGO Yılmaz GÜNEY 32 sayfa kültür sanat...edebiyat ... ve hayata dair dergi İKİ ayda bir çıkar ücretsiz e-dergi şiir

Upload: sevdakar-celik

Post on 29-Jul-2016

236 views

Category:

Documents


1 download

DESCRIPTION

e-dergi Türkiye

TRANSCRIPT

Page 1: Salkimsöğüt -02

Sayı 2

Kasım

Aralık2012

• BU SAYIDA:Abbas SAYARAbidin DİNOAhmed ARİFAhmet Muhip DRANASAhmet Şerif İZGÖRENAylin SAMATB.Rahmi EYÜBOĞLUBAŞOC. Sıtkı TARANCICan YÜCEL Cansu BULDU ÇAN Cemal SÜREYACharles BAUDELAIRE Ecrin Şimal SAMAT Edgar Allan POEEkber POLATOĞLUErdal ÇAKICIOĞLUETSUJİNFerda BALKAYA ÇETİNFerit DEVELLİOĞLU Gabriel García MÁRQUEZGörkem ERCAN H. Nusret ZORLUTUNAHalim ŞEFİKHoriguchi DAİGAKUİkram TAŞTANİSSAJorge Luis BORGES KİKAKUKYOROKUMANESMehmet BAŞARANMONTAIGNENÂZIM Osman Yavuz İNALÖzdemir ASAFPablo NERUDA RESUL RIZASaadet Demir YALÇINSabri AYÇİÇEKSamuel ULLMANSevdakâr ÇELİKSezer ODABAŞIOĞLU Suat TAŞERSürmeli KARABULUTŞahin GEZER ŞİKİTümer ATAKANÜ.Yaşar OĞUZCANVahit AKÇAVedat GÜNYOLVictor HUGOYılmaz GÜNEY

32sayfa

kültür sanat...edebiyat ... ve hayata dair dergi

İKİ ayda bir çıkarücretsize-dergi

şiir

Page 2: Salkimsöğüt -02

*

Sevgili Dostlar Merhaba!Biz iyisi mi, şiirimizin değerli ustası Hasan Hüseyin Korkmazgil’in KARAGÜN DOSTU adlı şiiriyle başlayalım. Bu yazı bütünlüğünde ortaya koyacağımız düşüncelerimizi daha bir kestirmeden anlatmış olacağız böylece. “KARAGÜN DOSTU” şiiri ki; “mataramızda su, torbamızda ekmek” olmasa da, “umutsuz karanlıklarda yüreğimizi sağaltan / bizi ayakta tutabilecek şeyin” şiirler de olabileceğini işaret etmekte... tıpkı, dostlar gibi...

KARAGÜN DOSTUbiliyorummatarada su

torbada ekmekve kemerde kurşun değil şiir

ama yine dematarasında su

torbasında ekmekve kemerinde kurşun kalmamışları

ayakta tutabilirbiliyorumşiirle şarkıyla olacak iş değil budalda narı

tarlada ekini kızartmaz güvercinin gurultusuama yine dedişler arasında bıçak gibi parlar kavgada

şiirin doğrultusu

…göz gözü görmez olmuştek bir ışık bile yokyürek bir yaralı şahindir

döner boşluktabelki bir şiir

belki bir şiir kırıntısıçalar kapımızı umutsuz karanlıkta

yoklar yüreğimiziiğilir yaramızadağıtır korkumuzu

ve karşı tepelerdengürül gürül bir kalk borusu

**Hasan Hüseyin Korkmazgil

*1. sayımızın ilk yazısında;

“(...) şiiri seven ve şiire tutunanlarla SALKIMSÖĞÜT’ün çatısı altında buluşmanın iyi olacağını düşündük. (...)El ele verirsek, uzun bir yolculuğu birlikte sürdürebiliriz... Ve tabii, ağız tadıyla / ve tabii, şiir tadıyla...” demiştik.

Meğer ki / umulandan çok daha fazla bir özveriyle katkı sunmaya hazırmış değerli dostlarımız. Biz de ; dergimize kıymetli eserleriyle katkı sunan, tebrik gönderip, başarı dileklerini bildiren değerli dostlarımıza teşekkürler ediyoruz....Bu değerli dostlarımız ki; yoğun günler yaşıyorlardı ve fakat -işlerini güçlerini bırakıp-SALKIMSÖĞÜT’e omuz verdiler, destek oldular. Bu dostlar arasında EV TAŞIYANLAR vardı örneğin. Bu aziz dostlarımızdan kimilerinin bakım gerektiren hastaları vardı. Bir yayınevinin sorumluluğu yetmiyormuş gibi, SALKIMSÖĞÜT için de çabalarını esirgemeyen dostlarımız vardı. Daha iyiyi sunmak adına, 30 yıllık arşivini tarayan dostlarımız vardı örneğin... *TEŞEKKÜR yetersiz kalır dostlarımızın emsalsiz çabaları karşısında... / Sağ olun.!.*“biliyorumşiirle şarkıyla olacak iş değil bu” dese de

Korkmazgil usta;...fakat iyi de, “ilk göz ağrım şiirle yeniden barıştım SALKIMSÖĞÜT sayesinde.” diyordu bir usta şair....fakat iyi de, “şiirle yazıyla işim olmazken, SALKIMSÖĞÜT bende yazma hevesi uyandırdı.” diyor ve hayranlık uyandıran şiir ve yazılar gönderiyordu bir değerli insan....fakat iyi de, –tesadüfen öğreniyorduk ki-ERDEM SAMAT adlı bir değerli izleyicimiz, çok beğendiği SALKIMSÖĞÜT’ü daha fazla okuyucuya ulaştırmak düşüncesiyle bir BLOG oluşturuyordu.

...fakat iyi de; -verdikleri bilgiden öğreniyoruz ki-Anne*Baba ve iki çocuktan oluşan SAMAT ailesi , SALKIMSÖĞÜT’ü hayatla-rının odağına koymuş.

“-Bundan ne çıkar?” demeyin Sevgili Dostlar. Bakın ki, bu ailenin / şirin mi şirin, pırıl pırıl ve zeki bakışlı en küçük bireyi Ecrin Şimal SAMAT, bir masal yaz(dır)ıyor annesine ve bizimle paylaşıyor. (sayfa: 9)...BU gelişmeyi, SALKIMSÖĞÜT için en anlamlı ödül ve mutluluk sayıyoruz... ÇÜNKÜ daha nice Ecrin Şimal SAMATLARLA sevinmektir büyük arzumuz. **Öyleyse; sözlerimizi, “ve karşı tepelerdengürül gürül bir kalk borusu” dizeleriyle tamamlarken; iyisi mi Sevgili Dostlar,siz bir kez daha Hasan Hüseyin ustanın “KARAGÜN DOSTU”na göz atıverin.!.

**İnsanı “ayakta tutan” ŞİİRLER gibi,insanı ayakta tutan dostlar da vardır.

*Teşekkürler tüm güzel dostlara... Sağlıcakla, şiirle kalın.!. 22 Eylül 2012

SALKIMSÖĞÜT *e-dergi* iki ayda bir çıkarKasım-Aralık 2012 sayı:2

imtiyaz sahibi +yayın ,dizgi ve görsel tasarım: Sevdakâr ÇELİK

İletişim adresi: [email protected]

. •KAPAK RESMİ: © SAADET DEMİR YALÇIN

• Gönderilen eserlerin sorumluluğu, eser sahibine aittir. •.SALKIMSÖĞÜT Bağlantı Adresleri: • PDF-http://www.mediafire.com/?8v8wad6j2qab9•JPEG-http://salkimsogutsanatdergisi.blogspot.com

• NOT: dergimiz, dileyen okuyucularımıza e-mail ile de gönderilir.

2salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 3: Salkimsöğüt -02
Page 4: Salkimsöğüt -02

Ne güzel şey hatırlamak seni:ölüm ve zafer haberlerinin içinden,hapisteve yaşım kırkı geçmiş iken...

Ne güzel şey hatırlamak seni:bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elinve saçlarındavakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının...İçimde ikinci bir insan gibidirseni sevmek saadeti...Parmaklarının ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,güneşli bir rahatlıkve etin daveti:

kıpkızıl çizgilerle bölünmüşsıcak

koyu bir karanlık...

Ne güzel şey hatırlamak seni,yazmak sana dair,hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek:filanca gün, falanca yerde söylediğim söz,

kendisi değiledasındaki dünya...

Ne güzel şey hatırlamak seni.Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine:

bir çekmecebir yüzük,

ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.Ve hemen

fırlayarak yerimdenpenceremde demirlere yapışarakhürriyetin sütbeyaz maviliğine

sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım...

Ne güzel şey hatırlamak seni:ölüm ve zafer haberleri içinden,hapisteve yaşım kırkı geçmiş iken...

kaynak: çağdaş türk şiiri antolojisi_memet fuat_ adam yayınları_istanbul_5.basım-eylül 1991 (s.101-102)

PİRAYE İÇİN YAZILMIŞ“SAAT 21-22 ŞİİRLERİ”nden

KÜÇÜK RESSAM HASAN KAPTAN'A İçimde renkler uçuşurAl yanar yeşil tutuşurNe sihirdir ne kerametNe de el çabukluğu marifetBu bir ressam oğlu ressam işidir

Sağ yanımda usul usulMorla turuncu konuşurBeri yanda kuzgunî siyahlardanÖdü patlamış beyazlarÖtede çil yavrusu gibi dağılmış pembelerKenarda yüzlerce senedirÖzlediği kahverengine kavuşmuş bir sarıBeride Bursa çinilerine değmişYunmuş yıkanmış bir memleket rüzgârıBazan ılık bazan serinIşıl ışıl yanıyor mavilerinDilerim Allahtan dert görmesinİki kocaman çiçek gibi açılmış gözlerinMinicik ellerin.

Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

kaynak: çağdaş türk şiiri antolojisi_memet fuat_ adam yayınları_istanbul_5.ba sım-eylül 1991

Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

GİTTİ GİDERGönül!

Kararın bulurumTen yıpranır elden giderÜstüne kilit vururumKul köle kurban olurum.Can çekişir elden giderİki gözüm iki çeşmeDüşerim canın peşineYâr tükenir elden gider.

(1948)

Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

©se

vdak

âr çe

lik’in

çiz

gisi

yle

bedr

i rah

mi e

yübo

ğlu

4salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 5: Salkimsöğüt -02

Yaşamak oyundur, oyunda konu Yaşamak rüyadır, rüyanın sonu Yaşamak fırsattır, kaçırma onu Yararlanmasını bilmek gerekir.. Yaşamak görevdir, tamamlanmalı Yaşamak mutluluk, tadımlanmalıYaşamak güzellik, unutmamalı Onun kıymetini bilmek gerekir. .Yaşamak servettir, korumak lazım Yaşamak hüzündür, aş onu kızım Yaşamak bilmece, bitmeden hızım Onu çözmesini bilmek gerekir. .Yaşam trajedi, onu göğüsle Yaşamak şarkıdır, durmadan söyle Yaşamak verilmiş bir sözdür, dinle Onu tutmasını bilmek gerekir. .Yaşamak macera, göze al, öğren Yaşamak çabadır, gel de kabullen Yaşamak sevgidir, aşktır, ödüllen Keyfini sürmeyi bilmek gerekir.. Yaşamak kıymettir, onu mahvetme Yaşamak bir şanstır, alıp devretme Yaşam yaşamaktır, sakın terk etme Savaşmasını da bilmek gerekir. .Yaşamak ağlarken, gülerken tekler Sana meydan okur, karşında bekler Böyle tehditlerden korkar mı Ekber? Karşı çıkmayı da bilmek gerekir. 15.04.2005

*Ekber POLATOĞLU

YAŞAMAK, YAŞAMAKTIR.

Akrep kendi yavrusunu sokar mı? Soksa, kimse kusuruna bakar mı? Görmeyenler karanlıktan korkar mı? Bakar kör sigorta attırır bana. *Anayı, babayı evlat seçmez ki Balık baştan koksa, kimse yemez ki Kaza, kalkıp geliyorum demez ki Dikkatsizlik kaza yaptırır bana. *Evde baklam yoksa, olur mu fava? İncir ağacından olmaz oklavaOlmayınca darı unu baklava Ancak, MAMALİKA tattırır bana. *Cahil ata binmiş, Bey oldum sanmış Kurbağa ötünce yağmur yağarmış Âşıklar, sarhoşlar sır tutamazmış Sır versem, komşumu çattırır bana. *"Dil düşünce aracıdır" yutulmaz Paça ıslanmadan balık tutulmaz Şu azmin elinden bir şey kurtulmaz Gecemi gündüze kattırır bana. *Akıl miras kalmaz, kızma pedere Bitkiler devadır türlü dertlere Böbrek taşı sancı verir Ekber'e Taş düşüren HARDAL sattırır bana. 26.05.2003 *Ekber POLATOĞLU

DEYİŞLER-ÖZ'ÜNÜ TATTIRIR BANA

Sonsuz, sonu olmayandır, bitimsizNamütenahi de derler, isimsizUfak tefek ayrılıklar ritimsizVuslat başımızın tacıdır, derim.

Öğrenciler feyiz alır hocadanKız mutsuzsa tez ayrılır kocadanAteş duman olup çıkar bacadanYufkayı pişiren sacıdır derim.

Ayrılık birinden uzak düşmektirUzakta kalmaktır, yara deşmektirTek ve yalnız kalıp cebelleşmektirHicaz’a gidene “hacı”dır derim.

Tavaf sona erer, döner hacısıSonsuz ayrılıktır, ölüm acısıAbisi ölünce yanar bacısıAcıyla yaşayan bacıdır derim.

Ayrılıklar bu ortamı germesinAllah başka türlüsünü vermesinÖlüm acısını hiç göstermesinSonsuz ayrılıklar acıdır, derim.Günlük yaşam üzer kelebekleri

Hasta ölse sona erer dertleriAyrılıklar mutsuz eder Ekber’iSonsuzu içimde sancıdır derim.01.10.2012 Ekber POLATOĞLU

Ekber POLATOĞLU

SONSUZ AYRILIK

GERDANLIKbir iplikgeçirebilseydim degözyaşlarımın içindensana bir gerdanlıkyapabilseydim keşke

Horiguchi DAİGAKU*

KISAHayat kısaKuşlar uçuyor.

Cemal SÜREYA*

KAVUŞMAHiçbir yıldız göğe uzak değilHiçbir aşk düşünceyeSen okyanusta bir adaBen Kızılırmak’ta su

Abbas SAYAR*

MESAJÖlebilirim genç yaşımda,En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirimŞimdi kavakyelleri esiyorken başımda,Sevgilim,Seni bir akşam-üstü düşündürebilirim.

Özdemir ASAF*

ŞİİRDELEN Şiirkondu üssünden Şiir havalandı Gök delindi...

İki kanat yürek Bir avuç sevgi Yüzdürdük gökyüzünde…

Osman Yavuz İNAL*

SOMUTŞiir bir emekçidirHep güzel şeyler üretirBir yerde rastlarsanGir koluna bize getir

Halim ŞEFİK*

SUbir kent / gömüldü suya,

zifiri bir karanlıkta.su / derindi.

kent ki / sudan derin... Sevdakâr ÇELİK

*ARMAĞAN ŞİİRŞiir ucuzdur, hatta parasızdır.Bir ozan için bedavadır.Ama bütün bunlara karşın,Sevgiliye en değerli armağandır.

Tümer ATAKAN5

salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 6: Salkimsöğüt -02

Japon edebiyatına özgü bir şiir tarzı olan Haiku son yıllarda dikkatimi çekiyor.

Onun beş yüz yıllık geçmişinde özerkliğini koruyarak mutasyona uğramadan yaşamla sanat arasındaki ilişkiyi paradokslarla güçlendirmesi,

“Haiku’nun altında felsefe yatar.” düşüncesini destekliyor bir bakıma…

Öğretici.Şaşırtıcı.Zihin açıcı.Sanatın estetikliğini yansıtıyor.En basit tanımı ile üç mısralık bir şiir

Haiku. Şiir özelliklerini taşıyan bir düz yazı. “An”larda yakalanan yepyeni

enstantanelerin keşfini çoğaltıyor; algılayarak, yorum yapmadan.

Ruhuna ters düşen uzun cümlelerden ve gösterişten uzak.

Doğayı, mevsimsel ögeleri, anlık bir duyguyu öylesine güçlü betimliyor ki,Okyanusları aşıp başka dünyalara yelken

açabiliyor insan.Doğayla kurulan yalın ilişki fırça

darbeleriyle başlayıp sona doğru kalemle devam ederken dil ustaca damıtılıyor ve benzersiz bir şiire dönüşüyor, tek nefeste söylenen.

Haiku’nun beni cezbetmesi, neşeli ve nükteli ruh halinin, içerdiği derin özle birleşerek bilgeliği temsil etmesinden biraz da…

Düşündürüyor.Zorluyor.Üç dizede özgürce gezinen dizeler, sesin

ahengini büyük bir özenle fısıldıyor, Şairin dünyaya anlam katan estetik,

felsefik, fark ettirici bakışlarından... Yüksek düşünce gücümüzü tetikleyerek

dahası zorlayarak bambaşka bir ufka doğru yol alır gibi -içsel ve dışsal – yol alıyor insan adeta…

Haiku’yu başlatan Basho’nun ünlü Haiku’ sunu okurken,“An” ın öncesi ve sonrası tek solukta

birleşir ve hareketli bir “an” ınresmedildiğini hisseder insan;

eski havuz yakurbağa atlayıverir-suyun sesiNükteyle çıkar ayrıntılar karşımıza… Orhan Veli’nin; “ Gemliğe doğrudenizi göreceksinsakın şaşırma “ dizelerinde, Gemliğe

doğru yol alınması gerektiğinin altı çiziliyordu kendiliğinden, “an” ı hissetmek için…

Haiku’nun Nobeli sayılan 10. MainichiHaiku Yarışması’ nda Yelda Karataş’a büyük ödülü kazandıran Haiku’sunun ise bize içsel ve dışsal yolculuklar yaptırması kaçınılmaz gibi görünüyor;

ölüme ne kadar yakınunutulmaz çocukluğumun ağır çiçekli ıhlamur ağacıBelli ki Haiku bizden metaforlara hiç

yaklaşmadan somut ve resimsel bir dil ile gelişmiş bir algı biçimi istiyor.

Doğayla uyumlu ve olabildiğince yalın…Haiku’nun kendi geleneksel değerleri

içerisinde benimsenmesi, başka dünyalara taşınması ve modern şiirde yerini alması ilgi çekici geliyor mu size de?

İçimizden geçen sıradan şeyleri sıradan bir biçimde dile getirmenin zorluğunda ve Haiku dışında hiçbir kalıba bu denli bütünsel sığamayacağını görmek, yanıt olabilir belki sorulara.

Ve iyi bir Haiku yazabilmek için daha çok uzun yıllara gereksinimim olduğunun bilincinde,“Şiir disiplin mi gerektiriyor biraz da?”

sorusunu sormadan edemiyorum kendime…

***yıldızlar kayıyorve bir çocukgökyüzünü boyuyor gözleriyle / Smiljka

Gagic

Neler neler getiriyorinsanın aklına -şu çiçek açan kiraz!BAŞO

Her yer öyle sessiz ki,kayaları deliyorağustosböceğinin sesiBAŞO

Bu yılın da sonu geldi:gizledim bizimkilerdensaçıma ak düştüğünüETSUJİN

Uyuyan bir kelebek!Kim bilir ne yapıyordurgeceleri?KİKAKU

Ateş küllenmiş, gece ilerliyor-birdenkapım çalınıyorKYOROKU

Bülbülün türküsüyağmurda sırılsıklambu sabahİSSA

Böcekler, ağlamayın!aşıklar da, yıldızlar daayrılmak zorunda birbirlerindenİSSA

N'olur uçup gitme bülbül,şarkı’n güzel olmasa dabenimsinİSSA

Pembeler arasındauçup duran beyaz kelebekkim bilir kimin ruhu!ŞİKİ

HaiukulardanSeçmeler

ve bir masala ad olmuş bir aşk / da acı çeker

“ yağız bir delikanlının mahcup gözleridir inen

liseli kızın tedirgin kimliğine”savunmasızdı güvercinlersavunmasız uçtular ege’ye doğrugüneşe dönerek yüzlerinileylak!.hasrete katmış da kendisinidal dal izlerini taşır bahara yakışan gülünher köşe başında büyüyen bir sevihüzündü parkın öte yüzüama kendine sığmayan ırmaktı elleri gününtaşındı iğde kokulu söğüt ağacından geceyebembeyaz bir kuğu nihavent bakıyorduşehrin sesinde buğulu bir gazel

delikanlı gül kokarkızın saçları liseli

ferda balkaya çetin02 .06.2012

leyldüş ile gerçek arası bir masal sonunu bilmek istemediğim"sanmak"lar-sihirli bir el- gibi başucumda

ah aklımın söz dinlemez ırmaklarıçocukluğumun bahçesinde oynuyorlar hâlâ

her bakışta iki yüz yansır aynayagizliden hayata dokunuştur aydınlanıyor tenim kör karanlıkta

bir bütün olmalı kelimelerturuncu bir zamandaoysa dokunur ruhuma çoğul şiirler-senli bir tümcede özne olma- hayali mavisi eksik bir gökyüzündemühür olur dudaklarıma

ah aklımın söz dinlemez yılkılarıayaklarım yoruldu koşuyorlar hâlâ

üstümde kat kat hüzünler ve bilinmezlikanlaşırlar gizemli bir suskuylazaman

tükenme noktasında

ferda balkaya çetin 6

salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 7: Salkimsöğüt -02

Tütünden derin bir soluk alıp bir zamaniçinde tuttu dumanı. Bir bölümünü ciğerlerineyollarken, bir bölümünü de neden sonra burundeliklerinden dışarıya koyuverdi. Yol yol uzanankirli dumanın derinliğine dikti, buğulanangözlerini. Derin bir iç geçirdi:

—İçine ettiğimin dünyasında, bizeyaşama şansı yok gayri, diye söylendi.

Sonra ivediyle, derin bir soluk daha aldıtütünden. Dumanını yine bir zaman içinde tuttu,sonra yine bir bölümünü ciğerlerine, gerikalanını da burun deliklerinden dışarıyasavurdu.

Buğulu gözlerini, televizyonunkarşısında kıpırdamadan oturan karısıyla kızınaçevirdi. Bir zaman, boş bakışlarla onları izledi.

Neden sonra, hıçkırıkları geldikulağına...

İleri doğru kaykılıp dikkatlice baktıikisinin de yüzlerine. Hıçkırarakağlıyorlardı.

Kendine kızdı:—Ne vardı hemen durumu

yumurtlayacak, pis herif? Kendin üzüldüğünyetmiyormuş gibi, bir de şu kanayaklıyla sabiyiüzüyorsun!

Tütününden son soluğu alırken, yenidenmırıldanmaya, boşboğazlığına haklı gerekçeleraramaya başladı:

— Kendine ne kızıyorsun, be adam?Başka çaren var mıydı sanki? Bilmeleri gerekirdielbet, yeni çıkan şu lanet iş yasası yüzündenişsiz kalacağımı... Yarın öbür gün, ekmeksizsusuz kalacaklarını bilmeleri gerekirdi elbet!Sendikanın patrondan yana olduğunu, işçilerisattığını bilmeleri gerekirdi. Bunca yıllık helalinlekızın... Onlar bilmeyecek de kim bilecek?Saklasam, daha mı iyi olurdu sanki? Yarın,hepimize boş kâğıtlar imzalatacak patron...İmzalamayanın işine son verecekler. Hoşimzalayanları da bir süre sonrasepetleyeceklerini söylüyordu, şu partili çocuk...Eğer dediği doğruysa, yakında işsizkalacağımızın resmidir bu! Sonra ne olacak?İşsiz kalınca, ne diyecektim onlara? Şimdidenbilmeleri, elbette daha iyi oldu. Biri bunca yıllıkhelalim, biri de kızım... Yarın, “Eve ekmek getir.”dediklerinde ne diyecektim onlara? Yok yok,şimdiden bilmeleri iyi oldu. Hem, benim enyakınlarım onlar... Onlar bilmeyecek de kimbilecek? Peki, ben ne halt edeceğim, işime sonverildiğinde? Elimi kolumu bağlayıp oturacakmıyım? Yol kesip adam mı soyacağım? Birköşede birikmiş paramız da yok ki, bir arabaalıp işportacılık yapayım... Hem, zatenbeceremem o işi, ağzıma yüzüme bulaştırırım.Ticaret kim, ben kimim? Başka iş de gelmezelimden ki onu yapayım... Hem, zaten işnerede? Bütün fabrikalarda adam

çıkaracaklarmış, öyle diyordu o çocuk. Daha az işçiyle,aynı oranda

üretim yapmayı planlıyorlarmış patronlar... Ulan ne pislik herifler bunlar, be! Önceden patronların

aç gözlü olduklarını söylerlerdi de inanmazdım, doğruymuş meğer.

Eee? Peki, ben ne halt edeceğim? Onca işten atılacak

adam ne halt edecek? Nasıl doyuracağım şu iki yoksulu?

Köye dönsek? Dönsek ne olacak?Ne kaldı ki köyde? İşe yaramaz

avuç içi kadar bir tarla vardı, onu da sattıktı önceki yıl.

Dönüp de kime marabalık yapacağım? Hem marabalık yaptıracak adam mı kaldı

köyde? Ulan, ben ne halt edeceğim şimdi?

Döndü, yeniden karısıyla kızına baktı...Salya sümük ağlıyorlardı ikisi de,

gözlerini televizyondan ayırmadan. İçi burkuldu.Kendi sıkıntısını unuttu bir ân. Onları tesellietmeyi düşündü. Kafasında, ne söyleyeceğini,söze nasıl başlayacağını kurdu bir zaman.Boğazını temizledi, izmariti yanı başındakimetal küllükte söndürürken. Yutkundu.

Sonra, cesaretini toplayıp karısınaseslendi:

— Sırma...Karısı, dönüp bakmadı bile yüzüne.

Hıçkırıklar arasında, yalnızca:— Hı, diyebildi.Bir şey diyemedi. Bütün cesaretini

yitirmişti. Hem ne diyecekti ki? “Ben işsizkalacağım ama yine de üzülmeyin.” midiyecekti? Yoksa, “Tasalanmayın, iş çok. Yenibir iş bulur, orada çalışırım. Sizi namerdemuhtaç etmem.” mi diyecekti? Neredeydi iş?Sonra iş bulamazsa ne diyecekti?

Vazgeçti konuşmaktan... O da karısı vekızı gibi, boş bakışlarını televizyona çevirdi.Uzun bir zaman anlamsızca baktı. Canı sıkıldı.İkinci tütünü dudaklarının arasına götürürken,boğazının kuruduğunu duyumsadı.

Dönüp sevecen bakışlarla kızınıinceledi. Sonra, gövdesini ona doğru uzatarakseslendi:

— Dilek...O da yalnızca “Hı?” diyebildi, gözlerini

televizyondan ayırmadan.— Bana bir bardak su getirir misin,

kızım?Dilek, dönüp ters ters baktı babasına...

Sonra, yeniden televizyona dikti yaşlı gözlerini.Kızı neden bu denli kızmıştı ki ona?

Kendi mi istemişti böyle olmasını? O muçıkarmıştı şu berbat iş yasasını? O mu istemiştiişsizkalmayı?

Korkuyla, yeniden eğildi kızına doğru:— Kızım?— Ne var, baba?— Su istemiştim senden?— Tamam, duyduk!— Duydun da niye getirmiyorsun kızım?Kız, hiç aldırış etmedi. Anasına döndü:— Ben, en çok Seymen’e üzülüyorum.

Baksana, ne kadar perişan oldu...— Ya çocuk? Şu çocuğun hâline bir

baksana kızım, diye yanıtladı annesi, hıçkırıklararasında.

Duyduklarına bir anlam veremedi,şaşırdı...

Neden söz ediyorlardı bunlar? NeSeymen’i, ne çocuğu? Ne ilgisi vardı budurumun onlarla? Dayanamadı, geldi karısıylakızının yanına çöktü:

— Yahu, sizneden söz ediyorsunuz?Yaşlı gözlerini babasına çevirdi, genç

kız:— Görmüyormusun, baba? Kız kanser!— Hangi kız?— Seymen’in karısı!— Hangi Seymen’in?Bu kez, kadın döndü kocasına. “Vay

cahil, vay!” dercesine yukarıdan aşağıya süzdükocasını:

— Hangi Seymen olacak? AsmalıKonak’taki Seymen... Seymen Ağa!

İyice şaşırdı... Ne diyeceğini bilemedi birân. Yanlarından kalkıp yerine geçerken:

— Yani siz şimdi onun için miağlıyorsunuz, diyebildi.

Tütününü yaktı ivediyle... Somurarakiçine çekti bütün dumanı. Dışarı çıkarmadı bukez, hepsini ciğerlerine yolladı. Bakışlarınıpencereye çevirdi. Boş bakışlarla dışarıya baktı.Ta uzaklarda, köprünün üstünden geçenarabaları izledi uzun zaman. Gözleri buğulandı.

Sokağa baktı. İn cin top oynuyordu.Herkes kondusunda, Seymen Ağa için ağlıyorolmalıydı.

—Asmalı Kondu’daki sefalet kiminumurunda? Asmalı Konak’ın Seymen Ağa’sınındurumu daha içler acısı olmalı, diye mırıldandı,yalnızca kendinin duyabileceği bir sesle.

Dudakları gerildi. Gülmekle ağlamakarasında bir biçime dönüştü. Gözlerindeki buğuyaşa dönüştü... Sonra iki damla, kirlisakallarının arasından süzülerek gömlekyakasına damladı:

— Vay be! Ben de kendi kendimiyiyordum, onları üzdüm diye. Meğer üzen bendeğilmişim, Seymen Ağa’yla kanserlikarısıymış!..

-BİTTİ-

öykü

Uyan DimmeGün Işıyor!

Erdal ÇAKICIOĞLU’nun, 1960-70’li yılları anlatan dönemsel romanı

7salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 8: Salkimsöğüt -02

GÜLÜMSEYİNCEGÜLLER AÇAR YÜREKTE

Gülümseyince güller açar yürekteGülümse…Sevinç gözyaşlarını mavi bir buluta yükleDurma; iki ok at, hüzne ve ayrılığa...Umutlarına gül serpGül koksun gelecek.Yerde bırakma karanfiliKristalin içinde gizle.Gülüşler gül kokmalı, kadeh kadeh içilmeliDostluklar o kadar değerli kiPamuklara sarıp saklamalı…Gülümseyince güller açar yürekteGülümse…Hele Pandora’nın kutusundan bir umudu

kurtarayımGeleceğim de... / Gel…Zor güç verir kanatlara/kanatlarının gücünü

hissetGüneşi esaretten kurtarTutsak umutlar kavuşsun özgürlüğe…Gülümseyince güller açar yürekteGülümse…Gülünce, bahar dolar içimizeKokusu denize değerGül olup açar bir su yosunuKatmer katmer olur, kokusu siner yüreklereYavaş yavaş bir gül yaprağına damlar…Gülümseyince güller açar yürekteGülümse…Bir İstanbul gecesini / yorgan yap, ört üstümüze…Yaşanılanlar ışık ışık göz kamaştırır, dostlukları demletir.Ömür bu, saklar içinde anıları.Solsa bile yapraklar, korkma!İlkbaharı tekrar getirecek rüzgârlar.Gözlerimde umut yüklü gemiler yol alıyor…İmgelerim tek tek damlıyor gözlerimdenUfukta umutlarım parlıyor.Gülümseyince güller açar yürekteGülümse…

DOST MECLİSİSevgili dostlar,Muhabbetten uzak kaldım bu aralar...Var mısınız?/Bir dost meclisi kuralım.Sazlı /Sözlü/ ÇiğköfteliSıra geceleri / Kıskansın...Gün bitip de siyahın hâkimiyeti başlayıncaDavet edelim yıldızları...Kızarmış ekmek, peynir, zeytin, kırmızı domatesBolca yeşillik de hazır.Çay da tam deminde hani.Halil İbrahim bereketi soframızda...Mavi masmavi bir okyanustaBir yunus davet bekliyor.Binsin sihirli seccadeyeO da, katılsın meclisimize.Koca çınarın gölgesi masa olmuş.Bir el etmiştim mor menekşeyeYanında getirmiş kokulu karanfilleAkşamsefasını...Ay´da gelsin katılsın muhabbete.Zaten söz verdi, kılavuz olacak gece perisi.Hazırlığını yapmış, bir şiir de rüzgâr okuyacak.Bilge baykuş, şimdiden yerini almış,Kurulmuş tahtına, onun da söyleyecek sözü var anlaşılan.Bir ateş böceği geçti yanımdanOnu da çağırdım meclisimize.Yemen'den gelmiş kahve

İster tadına bak, ister falınaKokusu sinecek yüreklere.Geceyi güzelleştirmek elimizdeKapımız herkese açık. Ne olur gel.Gel katıl, sen de bu muhabbete.

BANA BİR ŞİİR YAZAR MISIN?Anneciğim,Şiir defterimi kaybettimBana bir şiir yazar mısın?İçinde sen de olBabam da olsunHep işte olmasınMısır patlatsın geceleri…Kardeşimin gözleri parıldasın,Yıldız yıldız olsun,Neşeyle dolsun…Çiçeklerin dalları kırılmasınMeyveler hem sarı, hem kırmızı olsun..Gecemi aydınlatsınAteşböcekleri…Akşamsefası çiçekleriMisafirliğe gelsin…Kuş olsun,Uçsun uçurtmam…Arkadaşlarım hepsininRenk renk olsun misketleri…Basıp çiğnediğimiz çimenlerGıdıklansın...Önce gülümsesin,Sonra atsın kahkaha…İşte ben bunları yazacaktım.Şiir defterimi kaybettim…Anneciğim,Bana bunları yazar mısın?

Osman Yavuz İNAL

İLKBAHARGözlerim gözlerindeİlmik ilmik örerken sevdayıYakaladık bırakmayız ilkbaharı...

*Osman Yavuz İNAL

NEREYE KADAR GENÇSİNİZ?Gençlik ömrün bir parçası değildiro bir akıl ve anlayabilme durumubir irade derecesi, bir hayal yeteneğiheyecanların kuvveti ve dinçliği cesaretin korkaklığa galebesidir......hiç kimse yalnız birkaç onyıl fazla yaşamışolmakla ihtiyarlamaz.İnsanları ihtiyarlatan ideallerin gömülmesidir.Seneler cildi kırıştırabilir, oysa ruhu ancakheyecanların feda edilmesi buruştururüzüntü, şüphe, kendine güvensizlik, korku veendişe...Bütün bunlar başları eğenve ilerleyen ruhu, gerisin geriye mezara götüren,

uzun, çok uzun yıllardır......hepiniz inancınız kadar genç, şüpheniz kadar ihtiyarkendine güveniniz kadar genç, korkunuz kadar ihtiyarümidiniz kadar genç, endişeniz kadar ihtiyarsınız.kalbiniz dünyadan, insanlardan ve sonsuzluktangüzellik,sevinç, cesaret, büyüklükve kuvvet haberleri aldığı müddetçe gençsiniz.....Bütün bunlar yıkılmışve kalbiniz kötümserlik kararlarıve tutuculuk buzları ile örülmüşse,işte o zaman artık ihtiyarlamışınızdır... .

samuel ullman8salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 9: Salkimsöğüt -02

...

Güneş henüz tepelerden aşmamış, çiy kaplı kır çiçeklerini ısıtmıyor daha. Gökyüzü puslu görüntüsünden maviye dönmemiş. Kuşlar dallarına konduğu ağaçları minnetle selamlayarak minik karınlarını doyurmak üzere yavaş yavaş kanat çırpışlarına geçiyor. İnsanlar uzak şehirlerde henüz uykularından sıyrılamamış, günü erken karşılamaya yanaşmıyor hiçbirisi...

Hava yavaş yavaş ısınıyor bu bahar sabahında. Güneş yükseliyor sarı ışıklarıyla. Doğa hafiften kıpırdanıyor, böceklerin çıtırtısı adeta üzerinde gezindikleri kır çiçeklerinin yeşil damarlarında derinden hissediliyor. Alabildiğine uzanan yeşil örtü sıcakla beraber daha da koyulaşıyor sanki. Yeşil örtünün yanında uzayıp giden tozlu, ıssız yolda bir iki küçük karınca telaşlı adımlarla gidip geliyor, günü erken karşılayıp, çok çalışmak ve günü erken bitirmek için...

Küçük nergis fidanı baharla beraber büyümüştü yavaş yavaş. Güneşi, gökyüzünü, çiy tanelerini çok seviyordu doğayla tanıştığından beri. Her sabah uyandığında gökyüzüyle selamlaşmak, üzerinde gezinen minik kelebekleri seyretmek yaşadığını hissettiriyordu.Büyümek, tomurcuklanmak, sarı çiçekler açmak istiyordu. Çiçekti,ömrü bir baharlıktı belki ama bu ona bahşedilen yaşamdı, yaşamak istiyordu.Tozlu yolun uzağından bir kamyon gürültüsü duyuldu. Bu bir hurda kamyonuydu. Yeşil kırların yanından geçerken kasasından fırlayan devasa demir bir levha savruldu bu yeşil güzelliğe. Nergis neye uğradığını şaşırdı, dünyası karardı birden, gülümseyerek baktığı güneş kayboldu, derin bir karanlık kapladı etrafını. Toprakta oynaşan minik böcekler yok oldu birbirinin ardı sıra. Nergis bu karanlık, havasız ortamda ikiye bükülmüş olarak kalakaldı.Gücünün tükeneceği korkusuyla

bekledi, bekledi... Ne bir ses, ne bir ışık, hiçbir şey yoktu sanki duyumsadığı. Boğucu bir karanlık, havasızlık... Hayalleri, yaşama sevinci sanki toprağa gömülüyordu üzerindeki levhanın ağırlığıyla. Etrafında varolmaya çalışan minik otlar, çiçekler yavaş yavaş solmaya başlamıştı. Ama o belki yaşama tutunma arzusuyla bırakmıyordu kendini. Karanlıkta da olsa dışarıda akıp giden bir yaşam olduğunu biliyordu. Güneşi görmese de levhanın üzerinden sıcaklığını hissediyor, kökleriyle damla damla topraktan suyunu içiyordu.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu artık. Gecesi gündüzüne karışmıştı. Sadece serinleyen havadan akşamın, üzerindeki levhanın ısınmasıyla sabahın olduğunu kestirebiliyordu. Bu belirsiz günlerde gövdesinde bir değişim hissetti Nergis... Sanki üzerinde bir ağırlık vardı, levhanın eziciliğinden daha farklıydı bu. İçinde bir kıpırdanma vardı. Sonra boyunun uzadığını, levhanın dışına doğru uzanmaya başladığını fark etti. Minik cılız gövdesi uzamış uzamıştı levhanın ağırlığı altında ve güneşe kavuşmak istercesine... Gözlerini parlak bir ışık yaktı, güneşti bu! Uzun bir zamandan sonra güneşle ilk buluşmasıydı onun. Yorgun gövdesindeki ağırlığı daha iyi hissediyordu artık. Güneşe alışan gözlerini yavaşça araladı. Gözlerine inanamadı, tepesinde gülümseyen minik tomurcuğu vardı. Ve güneşle ilk selamlaşmasının ardından minik sarı yapraklarını yavaş yavaş açıyordu...

çizim: ©saadet demir yalçın

Saadet Demir Yalçın

UMUDU VE DİRENMEYİ HİÇ YİTİRMEMEK ADINA BİR ÖYKÜ

-BİTTİ-

Ben, Ecrin...26.08.2007 yılında

doğdum.İzmir’de yaşıyorum.

Henüz okula başlamadım.

Kitaplarıçok seviyorum.

Sadece resimlerine bakıyorum.

SALKIMSÖĞÜTü bana annem gösterdi.

Böyle bir dergiyi ilk defa gördüm.Buradaki abla ve amcaları çok sevdim.

Annem bana dergiyi okudu, ben resimlerine baktım. Annem, babam ve abim de SALKIMSÖĞÜT’üçok sevdi. Babam internette bir site açtı ve SALKIMSÖĞÜT’ü oraya yükledi. Ben de anneme bir masal anlattım, o da yazdı. Size gönderiyorum. (22 / 09 / 2012)

BEŞ yaşlarında küçük bir kız varmış. Sarışın, kıvırcık saçlı, çok şirin bir çocukmuş. Çok da akıllı bir kızmış. Bu küçük kız odasında oyuncaklarıyla oynarken rüzgârdan penceresi açılmış. Küçük kız pencereyi kapatırken küçük beyaz elbiseler içinde bir melek görmüş. Küçük kız karşısında meleği görünce çok şaşırmış. Meleği içeri almış, oyun oynamaya başlamışlar. Sonra kız, melekten kendisine kitap okumayı öğretmesini istemiş. Çünkü küçük kız oyuncaklarıyla oynamaktan sıkılmaya başlamış. Artık kitap okumak istiyormuş. Melek, küçük kızın bu isteğini hemen kabul etmiş ve kıza sihirli değneği ile hemen okumayı öğretmiş. Küçük kız hemen oyuncaklarını toplamış, dolabından en sevdiği kitabını alıp okumaya başlamış. Artık her şeyi okuyabilen kız çok mutlu olmuş. Meleğe teşekkür etmiş. Küçük melek; geldiği gibi pencereden uçarak çıkmış, başka çocuklara yardıma gitmiş. Artık küçük kız , kitaplarını okuyarak çok mutlu oluyormuş. “-Her gece kitap okuyarak uyuyacağım.” demiş. Kendi kendine böyle bir söz vermiş.

Küçük Kız ve Melek

okuma sevgisi

9salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 10: Salkimsöğüt -02

*

Amor, Latince aşk demekmiş, bilenler bilir.Roma, dedikleri gibi bir aşk şehrimiymiş öğrenelim dedik ve yola koyulduk iki kafadar.Volkanik bir havası var Roma’nın. Sanki her an uyanacakmış, canlanacakmış gibi uykucu bir havası var önceleri. Tenha sokakların hepsi kalabalık caddelere açıldığında anlıyorsunuz o kadar da sessiz olmadığını. Gürültüsü elbette var lakin insanı rahatsız etmeyen cinsten, kendi hâlinde yumuşak bir gürültü. Bahçeyi bulduktan sonra gülü aramaya ihtiyaç kalıyor zaten...Asla susamıyorsunuz Roma’da. Her çeşme suyu ayrı bir tat bırakıyor insanın damağında. Çeşme başında yapılan muhabbetler ise asla unutulmuyor. Farklı ülkelerden gelen turistlerle kaynaşmak için muazzam bir yer çeşme başı. Biraz Anadolu köylerini andırıyor manzara. Birbirlerini bakışlarıyla süzen güzel genç kızlar ve genç delikanlılar... İnsanları oldukça güzel Roma’nın... Her ne kadar burunları yukardaymış gibi hissetmiş olsanız da baslarda, göz göze geldikçe yumuşamaya başlıyor hisleriniz sonrasında. Genellikle aileleriyle beraber geziyorlar Avrupalılar. Ekonomik durumu iyi olan büyükanne ve büyükbaba, çocukları ve torunlarına güzel bir tatil armağan ederek, sene içerisinde birbirlerini sadece Noel gecesi görebildikleri için olacak, aradaki mesafeyi kapatmak istiyorlar biraz da.

*Roma'da kimseler dilenmiyor. Vatikan tarafında dilenenler var elbette fakat yüzlerini göremiyorsunuz. Güneş altında siyahlara bürünüp saatler boyunca namaz kılma pozisyonunda oturmaları şaşırtıyor arkadaşımı ve beni. Yolumuz Vatikan'a düştüğünde, Fransa’daki bitpazarında tanıştığım ayakkabı satıcısının sözleri geliyor aklıma. İtalya’da ödenen vergilerin bir kısmının Papa’nın cebine indiğini söylemişti bir kaç ay evvelinde. Kişi

başına 10 avronun Papa'ya verildiğini dile getirmişti. Sırtımı Roma'ya verip gözlerimi tarihin sayfalarına gömdüğümde, nam-ı diğer Yakışıklı 4.Filip geliyor aklıma. Dünyanın kilise etrafında dönmesini isteyen papalık karsısında verdiği mücadele canlanıyor fikrimde. Sonrasında gözlerimi köprü altındaki çınar ağacına çeviriyorum. Öylesine güzel bakıyor ki bize, ayaklarımızın yorgunluğunu çınar ağacının gölgesi altında bırakıyoruz büyük bir keyifle. İki tane balıkçı selamlıyorlar bizi İtalyan olduğumuzu zannederek. Çok geçmeden anlıyorlar yabancı olduğumuzu. Fransa’da ki yabancılığımızı bırakıp İtalya’nın yabancıları oluyoruz aniden. Bu geçiş fazla etkilemiyor bizi neyse ki. Yabancılığa yabancı kalmamayı öğreniyoruz ve yabancılara karşı ister istemez bir empati oluşuyor benliğimizde. Yabancılaşmak... Bazen kendine, bazen ise etrafındakilere... Yabancı kalarak büyüyoruz kimliğimize "gurbetçi" damgası yiyerek. Bazen neresi gurbet neresi memleket unuttuğumuz da oluyor tabii. Dünya insanları olarak bu malzemeyi defalarca kullandığımız da oluyor yaptığımız şakalarda.*Balıkçı amcalarla Avrupa Birliği’nden söz ediyoruz Türkiye'den geldiğimizi öğrendiklerinde. Bir ayağımızın Fransa'da oluşu konuya daha da derinlik katıyor tabii. Malumunuz, Fransa fazla olumlu bakmıyor Türkiye'nin birliğe katılımına. Daha doğrusu sadece politisyenler soğuk bakıyor. Halkın çoğu Türkiye ve Türkler adına güzel düşünceler besliyor aslında. Kimisi ise harita üzerindeki yerinden bile habersiz... Balıkçı José bir defasında tükenmez kaleme ihtiyacı olduğunu ve cebinde parası olmadığı için kalemsiz kaldığını , kalemi olmadığı için torununa kartpostal gönderemediğini anlatıyor bize. Sonrasında bir kebapçıya girdiğini ve garsonluk yapan delikanlının ödünç verdiği kalemin kendisinde kalabileceğini söylediğinde Türklere karşı daha sıcak yaklaşmaya gayret ettiğini dillendiriyor. Gariptir, Fransa’da garsonluk yaptığım dönem geliyor aklıma. Bu arada garson Fransızca "garçon"dan geliyor, yani erkek çocuk manasında. İtalyan bir aile gelirdi her cuma. İtalyan adam tiyatrocuydu fakat yeterince para kazanamadığını söylüyordu. Yolu bir gün Ankara'ya düşüyor "Romeo ve Juliet" adlı oyun için. Öylesine güzel ağırlanıyorlar ki, bir türlü unutamıyor gördüğü muameleyi. Fransa’ya geldiğinden beri kebapçılardan çıkmadığını söylüyor bana. Bu durum en çok kebapçılara yarıyor tabii. Avrupa’daki Türklerin ve Kürtlerin, kendi insanları tarafından ayni muameleyi göremedikleri için yakındıkları da oluyor kimi zaman. Bu durum Avrupalılar için de söz konusu tabii.İki Fransız yan yana geçinemezken , bir Asyalı ve bir Fransız beraberliklerini aynı ömre sığdırabiliyorlar yeri geldiğinde.*Yabancılığın sınırları nerede başlıyor ve nerede bitiyor tartışılır fakat Roma, kalpleri çok feci yakıp geçiyor! "

10salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 11: Salkimsöğüt -02

Sözlük anlamıyla kısaca Roman; "bir kişi ya da bir grup insanın

başından geçenleri, onların iç ve dış yaşantılarını belli bir kronolojik, mantıksal, duygusal ya da sanatsal

ilişkiyi gözeterek öyküleyen uzun kurgusal anlatı" olarak geçiyor... Her hangi bir roman ile ilgili değil ama 'romanın kendisiyle' ilgili düşüncelerim, Umberto Eco'nun Prag Mezarlığı'nı almaya karar verişimle ama daha çok Eco'nun roman karakterleriyle ilgili düşünceleriyle sanki biraz paradoksal, biraz ironik ve bir tutam da anakronistik bir sarsıntıya uğradı. Ben en çok romancı yönünü tanısam da Eco'nun çok iyi bir yazar olduğu kadar, aynı zamanda bir ortaçağ uzmanı, göstergebilimci, eleştirmen ve denemeci olduğunu biliyoruz. "O'nun ortaçağ uzmanlığı tarihi derinliğini, göstergebilimci olması da bir çok bilim dalını kapsadığı gibi, özellikle de bunu psikanalize dayandırma ustalığını gözler önüne seriyor." Bazen gördüğümüz bir şey bize gerçeği yansıtmayabilir ya da gerçek ile hayal ürünü olan şeyin ayırdına geç varabiliriz. Ben de, tarihin gerçek, romanın hayal ürünü olduğu konusunda bu güne kadar yanılmış olduğumu biraz da Eco'nun yardımıyla anlamış bulunuyorum! Bu tarih ve psikanalize dayandırılmış göstergebilim bilgisiyle yaratılmış romanın yaratıcısı, biraz da yukarıda saydığım kavramların etkisiyle bakın beni nasıl oradan oraya savurdu bir anda. Önemli bir ayrıntı:"Romancıların bir ayrıcalığı vardır, tarihçilerin karakterlerini öldürecek karakterler yaratırlar. Bunun nedeni, tarihçilerin anlattıkları kişilerin hayalet, romancıların yarattklarının ise kanlı canlı karakterler olmasıdır." Aslında Eco'nun hatırlattığı bu söz, Fransız yazar Alexandre Dumas'ya ait. Umberto Eco, Prag Mezarlığı

romanıyla edebiyat ve gerçekçilik ilişkisini bir kez daha gözönüneseriyor...

*2011'in son günleri*

©Vahit Akça’nın çizgisiyle Umberto ECO

Kitapla tanışmam, çok küçük yaşta başladı. Üç dört yaşlarımda olmalıydım, babamın Paris'ten getirdiği iki ciltlik Larousseıuı re-simlerine doyumsuz bir merakla bağlanmıştım. ilkokula başlayın-ca, babamın, hepsi de ciltli, sayı-sı yüzü bulan kitaplarını, elle-mek, evirip çevirmek kaçınılmaz bir saplantı tadı veriyordu bana. Hepsi de Eski Türkçe olan bu ki-tapları okuyacak yaşa ve duruma gelince, artık onlar bir oyuncak olmaktan çıktılar. O zaman onları gözle seyretmeyi bir yana bıra-kıp, içeriklerine dalmaya başla-dım. Bu kitaplar, zamanın tanın-mış şair ve yazarlarının seçkin yapıtlarıydı.

Ortaokulu bitirip de liseye Fran-sız okulunda başlayınca harçlı-ğımla, yeni kitaplar edinir oldum. İşe bakın ki, Hukuk Fakülte-si'nde karşılaşıp dost olduğum üç arkadaşın çıkardığı Yücel dergisi-nin önce çeviri, sonra da yazar kadrosuna alındım. O günler, ye-ni yeni kitaplar edindim. Artık kitap deryasına dalmıştım. Altmış yılı bulan, belki de geçen bu derya, beni kitaptan başka bir şey görmez yaptı dersem, abartı-yorum sanmayın. Yirmi beş yıl yayımladığım Yeni Ufuklar dergisi, beni sağdan sol-dan gelen yapıtlarla, hatırı sayılır bir kitaplık sahibi yaptı. Nicedir, kitapsever bir kuruluşa armağan etmeyi düşündüğüm kitaplarıma, güvenilir, kadirbilir bir yuva buldum sonunda. Bu yuva, Maltepe Üniversitesi'nin çatısı altında adıma olağanüstü bir incelikle oluşturulan bir kitaplıktır. Bu incelik sayesinde, çok sevdi-gün kitaplarımla, eskisi gibi sar-maş dolaş yaşamaktayım. Buna, düpedüz, MUTLULUK denir, büyük harflerle yazılması gereken bir MUTLULUK.

haziran 1998/ yaşasın edebıyat_sayı-8, syf:13

Cinsel eylem insanlara ne kötülük etti ki kimse yüzü kızarmadan söz edemiyor ondan? Ciddi ve terbiyeli konuşmalarda neden yer verilmiyor ona? Hiç sıkılmadan; öldürmek, çalmak, aldatmakdiyebiliyoruz da ona geldi mi susuveriyoruz. Neden acaba? Yoksa onun sözünü ağzımızda ne kadar az harcarsak düşüncesini kafamızda o kadar büyütmeye hak mı kazanıyoruz?

Çünkü belirsiz olan, en az kullanılan, en az yazılan, en saklı tutulan sözler en iyi ezberlenen, en çok kişi tarafından bilinen sözlerdir.

Her yaşta, her baştaki insan; onu, ekmeği bildiği kadar bilir. Dile, sese, harfe gerek olmadan herkesin içine yazılır. Suskunluğun dokunulmazlığı içine kapamışız cinsel eylemi. Çıkarmak bir suçtur oradan onu, suçlamak ve yargılamak için bile olsa. Ancak dolambaçlı sözler ve resimlerle kırbaçlamaya kalkabiliriz onu. Böylesine tiksindirici olmak bir suçlu için ne büyük şeref! Adalet dokunmayı, bakmayı suç sayıyor bu suçluya? Cezasının ağırlığı özgürlük, dokunulmazlık kazandırıyor suçluya. Kitaplar için de öyle olmuyor mu? Ne kadar yasaklanırlarsa o kadar çok satılıyor, daha çok okunuyorlar.

*DenemelerMONTAIGNE (sfy: 47) /Çev:Yadigar Şahin_SİS,2.Baskı_Haziran 2010,İst.

DENEME

MONTAIGNE(1533-1592)

Cinsellik

11salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 12: Salkimsöğüt -02

Biliyorum okuyamayacaksın belki ama yine de yazmak istedim anne. Farkında mısın bugüne kadar sen hep bizler için yaşadın. Fedakârlık eden hep sen oldun. Tamam her anne sever evladını ama sen başkasın. Çocukluğunda hiç tatmadığın anne sevgisini bizlere vermek istedin. Hiç sevgisiz bırakmadın bizi. İçindeki sevgi yoksunluğunu bizlerle giderdin. Peki biz senin sevgine, fedakarlığına, özverine kısacası sana layık olabildik mi?

Tam dört ay önceydi. Hiç bir sağlık sorunun olmadığı halde bir anda yüksek tansiyona bağlı olarak geçirdiğin beyin kanaması dünyamızı kararttı sanki. Yoğun bakımın önüne korkarak gelsem de umudumu hiç yitirmedim de.Çünkü senin çok güçlü olduğunu, bizi sensiz bırakmayacağını biliyordum.Bilincin kapanıp,bizi tanımadığın zamanlarda engel olamadım gözyaşlarıma. Doktorlarının ''umudumuz yok'' demesi bile bizi tanımaman kadar üzmedi beni.Çünkü dediğim gibi senin güçlü olduğunu doktorları yanıltacağını biliyordum.Sende bu evlat sevgisi olduğu sürece en kısa zamanda ayağa kalkıp gezeceğini de biliyorum anne.

Şu anda ne derece hatırlıyorsun bilmiyorum ama gelirdin bana ''kalk kızım gezelim biraz derdin, gelmek istemediğim zaman da ısrar ederdin üstelik. Birde hep aynı şeyleri anlatırdın ya bana çok kızardım . ''Offf, sus artık anne!'' derdim içimden. Çoğu zaman da dinlemezdim zaten .Şimdi özür dilerim senden anne. Sana içimden ''sus'' dediğimde bir gün tamamen susacağını, bir daha hiç konuşmayacağını bilemezdim anne. Ellerimden tutmayacağını, saçlarımı okşayamayacağını da bilemezdim. Bilsem bir gün hiç konuşamayacaksın sana hiç sus der miydim? Konuşmanı isterdim saatlerce, hiç bıkmadan dinlerdim o zaman. Olsun anne duymasam da sesini, ellerimi tutamasan da yanımdasın ya, cihazlarla da olsa nefes alabiliyorsun ya, bırakıp gitmedin ya bizi o bana yetiyor anne.

Biliyor musun, bana hep; ''işin çok zor, bakım hastasına bakmak zordur'' diyorlar. Belki de haklıdırlar, ama onların dediği anlamda değil. Zor olan seni öyle çaresizlik içinde yatağa mahkûm görmek, sesini duyamamak, elimden hiçbir şeyin gelmemesi zor. Bir de bir şeyler anlatmak istiyorsun ve ben anlayamıyorum ya seni, işte o çok ağır geliyor bana. Yoksa sana bakmak ,senle ilgilenmek, tedavini gerçekleştirmek değil anne. Hatta biliyorum ki senin için o yatakta yatmak çok daha zor. Zoruna gittiğini, bana yük olduğunu düşündüğünü de çok iyi biliyorum. Öyle düşünme olur mu anne? Nasıl ki vaktiyle sen bize baktın şimdi sıra bizde. Bilmeni istiyorum ki senin için bir şeyler yapabilmek beni gerçekten mutlu ediyor. Ve biliyorum ki bize duyduğun sevginin de gücüyle en kısa zamanda ayağa kalkacaksın. Kötü bir kabus olarak kalacak bu günler. Sakın merak etme biz hep senin yanındayız ve seni hiç yalnız bırakmayacağız. Tıpkı senin bizi yalnız bırakmadığın, her ihtiyacımız olduğunda yanımızda olduğun gibi. Seni seviyorum.!. Seni seviyoruz ANNE.!.

İZMİRadi ama bir o kadar da

asil şehirdir İzmirdenizin dalgaları vururken kıyıyayosun kokusu dolar ciğerlerineoturur Kordon’da

bir sigara yakargelgitlerini izlersin dalgalarınmartıların uçuşları

özgür hissettirir sana kendinisaat kulesinin önünde

güvercinlerin çırpınışıhuzur verir insana

yorulursun belki karmaşasında amaakşam olup oturdun mu

rakı balık sofrasınakadınlı erkekli

-ne de olsa kadını da delikanlıdır ya İzmir'in-

bütün yorgunluğunu alır bir günün geldin mi bir kere İzmir'e

bir daha gitmek istemezsin adi ama asil şehirden

vazgeçemezsin

Aylin SAMAT

Elimize aldığımız her fotoğrafın bir dili , bir duygusu vardır. * -sayfanın bu köşesinde gördüğünüz- Bu fotoğraf, bir kaç arkadaşın yıllar önce çekilmiş sıradan bir fotoğrafıdır. Öyle sıradan mıdır gerçekten? Peki, bu fotoğraf dile gelirse neler anlatacak bize.

Hayatın; her birini ayrı yerlere, ayrı yaşamlara savurduğu gençlerdir bunlar... Halbuki her biri, bir sıfır yenik başladılar hayata. Gülümseyen yüzlerinin yanı sıra hüzünlü gözlerle bakarlar. Zaten çok fazla da gülmez o yüzleri. Fotoğrafın çekildiği yer bir çocuk esirgeme kurumunun bahçesi. Hiç görmediler anne sevgisini, hiç aileleri olmadı çocukken. Bilmiyorlardı ailenin ne olduğunu. Belki de şimdi hepsi birer anne oldular ve bilmedikleri, hiç tatmadıkları sevgiyi evlatlarına veriyorlardır. Ne kadar zordur orada sevgisiz büyümek. Bu çocuklardan ne kadar bekleyebiliriz insanlara güvenmelerini. Zira en güvendikleri (aileleri) tarafından terk edilmediler mi? O yüzdendir fotoğrafa yansıyan tedirgin, ürkek bakışlar. Bir de çocukça mutluluklarının ardına saklanmış ömür

boyu bitmeyecek hüzünleri vardır her fotoğrafa yansıyan.

Fotoğrafların da dili vardır, anlatır geçmişi size. Hüzünleri, mutlulukları, özlemleri... Yeter ki bir fotoğrafa bakmasını bilin. Dinleyin fotoğrafları.''Alt tarafı eski bir fotoğraf'' diye kaldırıp atmayın bir kenara. Evet, eski bir fotoğraf ama aynı zamanda bir insanın geçmişi, hayalleri, yaşanmışlıklarıdır. Bir fotoğraf ne çok şey anlatır dile gelince ve siz onu dinleyince.

AylinSAMAT23.o9.2o12

FOTOĞRAFLARIN DİLİ

12salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 13: Salkimsöğüt -02

** *

Yıl 1943. .. Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?– Alıyorum.– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten. 23 yaşındaki genç memur , “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, bin bir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İade Sandığı” yazar.

Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.” Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da. “Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak.” der. Mustafa, artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği

Yüksel’le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel, yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer’emektup yazar: “Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “Kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.*Girişimcilik ne biliyor musun? Bulunduğun yere yenilik katmalısın.Mutlaka adım atmalısın.Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.

*Ahmet Şerif İzgören*Kaynak: Ahmet Şerif İzgören_

Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı adlı yapıtı “Girişimcilik Bölümü”

...Katkısı nedeniyle, okuyucumuz Dilaver Aydın’a teşekkür ederiz.

ALBATROS Tayfalar sık sık yakalar, iş olsun diye,Koca deniz kuşlarını, albatrosları,Keskin çukurlar üstünden kayan gemiyeEşlik eden o kaygı bilmez dostları.

Ama bırakıldılar mı güvertelere,O gök kralları ne sünepe, ne sarsakSeriverir koca kanatlarını yere,Yanlarında sürünen kürekler gibi, ak.

O kanatlı yolcu ne miskin, ne sümsüktür!Ne çirkin, ne gülünçtür o güzel kuş şimdi!Topallar kimi, uçan sakata öykünür,Bir pipoyla gagasını dürtükler kimi!

O bulutlar prensine benzer Ozan da,Fırtınayla senlibenli, yaylara gülen;Yere sürülmüştür yuhalar arasında,Yürüyemez devce kanatları yüzünden.

Charles BAUDELAIRE

*

ALBATROS Sık sık, eğlenmek için, acımasız tayfalar Yakalar kanadından bu deniz kuşlarını, Ürkütücü sularda gemileri izleyen Yolcuların yıllardır dost arkadaşlarını.

Gökten inen tasasız, bu utangaç krallar Güvertelerin üstüne kondukları zaman Geniş kanatlarını sofuca bırakırlar, Yorgun kürekler gibi, sular üstünde kayan.

Sen ey kanatlı yolcu, bir zaman ne güzeldin ! Bak gaganı dürtüyor hoyrat tayfanın biri, Ya öteki, bilir mi bu hale nasıl geldin, Topallayıp öykünüyor uçtuğun günleri.

Ozan, ey bulutlardan toprağa sürgün ece, Oklara göğüs geren, dostu fırtınaların, Yuhlarlar yeryüzünde, seni de, gündüz gece Uçmana engel olur, ağır dev kanatların.

Charles BAUDELAIRE

Jean Cocteau der ki;"Şiir öyle ayrı bir dildir ki başka hiçbir dile çevrilemez; hatta yazılmış göründüğü dile bile.”Elimizde; Charles PierBAUDELAIRE’in(Fransa/1821-1867) –iki çevirmenin kaleminden çıkan-ünlü ALBATROS şiiri var. SALKIMSÖĞÜT okuyucularının “çeviri şiir”e dair bir veri elde etmeleri niyetiyle ve Jean Cocteau’nundüşüncesi ışığında ALBATROS’u paylaşıyoruz.

/*s.ç.

BİR ŞİİR VE İKİ ÇEVİRİ:

13salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 14: Salkimsöğüt -02

-I-milattan sonra / internetten önce;“siyah beyaz” filmlerimiz vardımütevazı hayatlarımıza / Yeşilçam renkleriyle,

“umut üstü az arabesk” katan...

“Avaremu” şarkımız vardı örneğin,buram buram Hindistan kokan...

delikanlılarımız vardı;Raj KAPOOR misali mahzun,LEFTER misali çalımlayıp,Metin OKTAY rüzgârıyla gol atan...

destanlar satılırdı ayrıcave ayrıca gazozlarımız,evlerde hazırlanan limonata – şuruplar / gündelik...

onlardan söz etmeyeceğim /...şimdilik.

hayır.!. -hepsi bu kadar değil.!.-milattan sonra / internetten önceye rastlar mesela,şansınıza MÂNİ çektirmek;

pembe ağızlı tavşanlar,kırmızı gagalı güvercinlerle...

ve inanmayacaksınız belki;sevilenler,

sevildiklerinden bîhaberdi o günler.aşklar bîhaber yaşanınca,aşıklar “karasevdalı” olurdu abiler.!.

işte bu karasevda zamanlarında;derdinize çare,yüreğinize umut ve ilham sunardı

“niyet çeken” güvercinler.bastırılınca “beşlik”,seçip bir mâniyi gagasıyla;

size uzatırdı kardeşlik.

ne çıkarsa kısmetinize.../ bahtınıza artık...ama mutlaka iyi şeyler yazılıydı dörtlüklerde:

“Senin bir sevenin var,Tanıyıp göreceksin.Çok yakında evlenip,Ömrünce güleceksin.”

bu “niyet mânileri” ki,uçururdu sevinçten / delikanlı yürekleri.sanki-bir umut seferberliği vardı memlekette azizim!-ki, şekerleme ambalajlarından bile çıkardı

şiirli umut dilekleri.

milattan sonra / internetten önce,Golden ve Lion Gum cikletleri vardı

“siyah beyaz film” artistlerinin,“renkli vesikalık”ları çıkardı içlerinden:

Belgin DORUK, Suphi KANERTürkân ŞORAY, Ayhan IŞIKve sık sık Sadri ALIŞIK...

*

-II-esansçılar vardı bir de...

esansçılar kibar adamlardı.küçük ya da küçücüktü;aynalı / camekânlı, -çerçevesi ağaçtan- çantaları.ve balıkçı iskemlesi üzerine konup,

gölgelik bir mekânda açılırdı sabahları.

çığırtkan değillerdi iş yaparlarkençünkü /...her işin bir raconu vardı hatt-ı zatında;meclis görmüşlerdi / yol yordam bilirlerdi:

ağır / oturaklıve her daim fiyakalıydılar...

mesela;köstekli saatleri olurdu

yelek ceplerinde.bağırları / usulünce açık olurdu.manşetten katlanırdı çiçekli gömlekleri.çoğunluk; arkaya taralıydı,

-limon takviyeli- briyantinli saçları...gıcır gıcır / cilalı olurdu,“jilet gibi” ütülü pantolonların örttüğü

iskarpinleri....

ince sırım misali bedenleriyle,ufak tefek / ama nasılsauzun boyluydular.

-ve mutlaka esans kokarlardı-kaytan bıyıklıydılar.

gelip geçenlere esanslar sürülürdü;reklamsız dönemlerde / reklam niyetine.yer gök esans kokardı / esansçılar sayesinde.

erkeklerin bıyıkları / bilekleri hanımların,esans kokardı.

esans kokardı on sekizlik gençlerin yürekleri....esansçılar, esa(n)slı iş yaparlardı

ve kibarlardımilattan sonra / internetten önce...

sevdakâr çelik / 22.o8.2oo2

milattan sonra / internetten önce

sevdakâr çelik

14salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 15: Salkimsöğüt -02

annem gülümsemiş,yüzüme bakmıştı.

©eviri: sevdakâr çelik 24.02.2008

MANES

anneye adanmış bir şiir…

*

sıra dağlar,ormanlık bayırlarve iki yanını söğütlerin tuttuğu çaykuş sürüleri nasıl mavilikler içinden vurup giderburuk duruluğu / gün yükseldikçe azalan

kışsı bir kokubu ikiyüzlü seramik heykel;

bir büyü,bir sihir,

belki aynı taze güzellikçıplak iki kestane ağacının arkasındaitiş kakış içinde silinip gidecek....annem bunları;pek ciddi bir edayla / ve

candan gülümseyerek / söylemiştievin kapısı açıktıama benim gözüm hep annemdeydi.duru bir sesle sürdürdü konuşmasını“bunu bir veda armağanı kabul et.!” dedi

öptü yanağımdanevin kapısı açıktı / çıktım... yürüdümannemin hüzünlü sesini duyuyordum

“yine gel bana!” diyordu,“yine gel bana!”

ACI KAYBIMIZ:15 Ekim 2012 Pazartesi günü, Sevgili ANNEMİZ Gülbahar ÇELİK aramızdan ayrıldı. Bu sonsuz ayrılığın acısıyla kanarken yüreğimiz; yakınlarımızın, dostlarımızın, sevenlerimizin ve arkadaşlarımızın taziye ziyaretleri ve telefonlarıyla teselli bulduk. Şahsım ve ailem adına / büyük acımızı paylaşan tüm dostlarımıza, arkadaşlarımıza, yakınlarımıza ve sevenlerimize teşekkür ediyorum.

Sevdakâr ÇELİK

15salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

hep bir şey çıkardı pazarları…ya kız kardeşlerle patırtı edilir,ya hızlı,ya yavaş yürünürya da giysilere reçine sürülürdü.çünkü çok gerilerde kalmış

öğrencilik yıllarımdaannem gülümsemiş,

yüzüme bakmıştı.*sonra atlayıp oturdum kayığa,

biri çıkıp gelecek mi diye…çokluk bu biçimler,komik izlenimler bırakıyordu ilkin:birbirine dolanmış köklerde,topraktaki yanık ve çatlaklarda,dallarda,yaprak yığınlarında…*

ama derken,bilenip keskinlik kazanıyor göz…maskara figürlerve bildik tanıdık yüzlerin karikatürleriseçilir gibi oluyordu.çünkü çok gerilerde kalmış

öğrencilik yıllarımdaannem gülümsemiş,

yüzüme bakmıştı..her şey şimdi nasılsa,

öyle kalabilir miydi?.işçiler tezgâh başında suskun dikiliyor,tahta döşemenin altından

şıpır şıpır su sesleri geliyordu.su sesine kulak kabartıyordum bir vakit.ancak güz yaklaşıp,tarhlarda geç açan güllerden,her dem tazelerden

ve yıldızlardan başkabir şey kalmayınca;annem gülümsemiş,

yüzüme bakmıştı.

insan hiç tanımadığı bir anneyi de sevebiliroyalar yapıp ellerinden öpebilir hayalinde örneğinyağmurlar yağarken onun için iyi dileklerde bulunabilirgüneşe hasret saçlarına türküler yakıp şiirler yazabilirgençliğini dinleyebilir örneğin anne gözleri ebruli bakarken uzaklara.gördüm ki kirpiklerine dokunsam bir anneninbebek kokulu patikler koyar avuçlarıma çeyiz sandığındanbir masala uzasam bir anne karşılar beni ince yüzüylekapı eşiğine otursam beyaz badanalı ev kokar fesleğenlerle birliktekuştüyü yastıkların anne ellerinden çıkmış yumuşaklığı gibihiç dokunmadığı bir annenin yumuşaklığını da hissedebilir insananne diyebilir sevincinden çizerken rahvan bir atı beyaz anı defterine.insan hiç görmediği bir anneye de sarılabilir ceylan çevikliğiyledüşlerine saklayabilir örneğin tararken saçlarını gümüş saplı taraklayıldızlardan taç yapabilir ipeksi dokunuşlarla göğün kapısını açaraksakladığı hasretleri omuzlayabilir alaturka şarkıların içli sesinden geçerekinsan dal dal büyüyebilir kentin ilk ışıklarını alarak annenin kucağından.kim bilir hangi gecenin hangi saatinde sesine bir karanfil saklar bir annesoluğu gülistan bahar motifli elbise olur çocuklarına mayıs akşamı sıcaklığında

©eviri: sevdakâr çelik 23.o3.2oo8

MANES

ANNEM SÖYLEMİŞTİ

ferda balkaya çetin25.o5.2o12

Page 16: Salkimsöğüt -02

EDGAR ALLAN POE *ŞİİRİ* ANNABEL LEE

Edgar Allan Poe:Gezici bir tiyatro sanatçısının çocuğu olan Poe (1809-1849), genç yaşında şiir yazmaya başlamış; eleştirmelere girişmiş, hayalî ve korkunç nitelikte hikâyeler yazmıştır."Kuzgun" ve "AnnabelLee"(Annabel Li) adlışiirleri çok tanınmıştır.Öyküleri, "Acayip ve Çapraşık Hikâyeler“(İşitilmedik Hikâyeler) adlı bir kitapta toplanmıştır.*

ANNABEL LEE (*)

Senelerce, senelerce evveldi;Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz ,İsmi Annabel Lee;

Hiçbir şey düşünmezdi sevilmektenSevmekten başka beni.

*O çocuk, ben çocuk; memleketimiz

O deniz ülkesiydi,Sevdalı değil, karasevdalıydık

Ben ve Annabel Lee;Göklerde uçan melekler bile

Kıskanırlardı bizi.*

Bir gün, işte bu yüzden göze geldiO deniz ülkesinde,

Üşüdü rüzgârından bir bulutunGüzelim Annabel Lee;

Götürdüler el üstündeKoyup gittiler beni.

Mezarı oradadır şimdi,O deniz ülkesinde…

*Biz daha bahtiyardık meleklerden,

Onlar kıskandı bizi.-Evet! -Bu yüzden, şahidimdir herkes

Ve o deniz ülkesi!Bir gece bulutunun rüzgârından

Üşüdü gitti Annabel Lee…*

Sevdadan yana, kim olursa olsun,Yaşça başça ileri ,Geçemezlerdi bizi;

Ne yedi kat göklerdeki melekler,Ne deniz dibi cinleri,

Hiçbiri ayıramaz beni sendenGüzelim Annabel Lee.*

Ay gelip ışır, hayalin erişirGüzelim Annabel Lee;

Bu yıldızlar gözlerin gibi parlarGüzelim Annabel Lee;

Orada gecelerim, uzanır beklerimSevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim

O azgın sahildekiYattığın yerde seni…

(*) Annabel Lee_Çev: M.Cevdet Anday /Tercüme Dergisi(1946) Şiir Özel Sayısı

Cahit Sıtkı Tarancı'nın "Abbas" Adlı Şiirinin Öyküsü

...Cahit Sıtkı askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere birliğine gider. O yıllardayedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya emir eri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini ister. Sırayla isimlerebakmaktadır. Bir isim dikkatini çeker: “Abbas oğlu Abbas...”Elindeki engeli nedeniyle geri hizmete ayrılmış biridir Abbas...Talim bitiminde bu askerin yanına gönderilmesini ister Cahit Sıtkı. Öğle saatlerinde kapı çalınır. Karsısında civan mert yiğit biri selam çakıp;-Abbas oğlu Abbas! Emret komutanım!.. der..Aralarında şöyle bir konuşma geçer:-Nerelisin?-Memleket Mardin, kaza Midyat komutanım-Sen benim emir erim olur musun?-Sen bilirsin komutanım!.Askere, eşyalarını toplamasını söyler ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını ister. Zamanla, askerin zekiliği ve sıcakkanlılığından etkilenir.Abbas her sabah erkenden kalkar, Cahit Sıtkı’ya kahvaltı hazırlar. Öğle yemeğini sormadan hazırlar. Tüm ihtiyaçlarını; karşıdan bir istek gelmeden, düşünüp yerine getirir. Erkenden kalkıp Cahit Sıtkı’nın kıyafetlerini ütüler, hazırlar ve evin temizliğini yapar.Akşamları, Cahit Sıtkı’nın sevdiği yemek ve mezeleri hazırlar.. Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur.Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı. Zaman zaman karşısına alıp dertleşir ve bu Anadolu çocuğunun

ruhundaki gizli şeyleri keşfeder.Akşamları rakı sofrası kurup, büyük bir özenle mezeler hazırlar Abbas. Aralarındaki duygu bağları güçlenir. Böyle bir gecede çakırkeyif olan Cahit Sıtkı sorar-Sen İstanbul’u bilir misin Abbas?-Bilirim komutanım..-Orda bir Beşiktaş var bilir misin?-Bilirim komutanım!. Ben orda acemi birlikteydim. .-Orda benim bir sevgilim var..Sen bana kaçırıp, onu getirir misin?-Elbet komutanım!*Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki Abbas yeni asker kıyafetleri giymiş, tıraş olmuş, hazırlanmış gidiyor. Cahit Sıtkı sorar;-Hayırdır Abbas, neden böyle hazırlık yaptın?-Ben İstanbul’a gidecektim komutanım!..-Ne yapacaksın sen İstanbul'da?-Sen dün gece söyledin bana.. Ben gidip sana sevgilini getireceğim!..**Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp, kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı.. Fakat bu mert askerin, yüreği sevgi dolu bu Anadolu çocuğunun samimiyet ve sıcaklığından çok duygulanır.. Abbas’ı göndermez elbet.***Aksam olur.. Ağaç altında sofra kurdurur. İçki de vardır. ve Abbas’ı karşısına oturtur.Birlikte yer içer, sohbet ederler. ..ve Cahit Sıtkı’nın o unutulmaz şiiri böyle bir gecede hayat bulur:

•katkısı nedeniyle / sayın_ nureddinbaldemir’e teşekkürler...

ABBASHaydi Abbas, vakit tamam;Akşam diyordun işte oldu akşam.Kur bakalım çilingir soframızı;Dinsin artık bu kalp ağrısı.Şu ağacın gölgesinde olsun;Tam kenarında havuzun.Aya haber sal çıksın bu gece;Görünsün şöyle gönlümce.Bas kırbacı sihirli seccadeye,Göster hükmettiğini mesafeyeVe zamana.Katıp tozu dumana,Var git,Böyle ferman etti Cahit,Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.(1942)

Cahit Sıtkı TARANCI

HER ŞİİRİN BİR ÖYKÜSÜ VARDIR

16salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 17: Salkimsöğüt -02

Öğrencilik yıllarımdı.İİTİA’sinin Siyasal Bilimler Fakültesi’nin

Siyaset ve Yönetim Bölümü’nde okuyor-dum. Dönemin mizah dergilerinde he-men hemen her hafta bir karikatürümyayımlanıyordu. O zamanlar bir türlü

önlen(e)meyen anarşi yükseldikçeyükseliyor, lise ve üniversitelerde her gün olaylar oluyor, bu yüzden

okullar; kapatılıp açılıyor, tekrar kapatılıp, tekrar açılıyordu.

Daha fazla anlatmaya gerek duymuyorum çünkü bugünlerde TV dizilerinde o günlerin benzer hikâyelerini sıkça izliyoruz. Kısaca, gün be gün 12 Eylül 1980 askeri darbesine yaklaşıyorduk. Hapishaneler tıklım tıklımdı.Okulumuz, İstanbul ‘un Şişli semtinde, ana cadde üzerinde 9–10 katlı bir binaydı. Ders sırasında, yine üst katlarda bir olay olmuş, -artık duymaya alışık olduğumuz- arka arkaya patlayan tabanca sesi duyulunca bütün öğrenciler merdivenlerden birbirini ezercesine bir an önce dışarı çıkma telaşındaydılar. Ben de bu hengâmede merdiven korkuluğuna yapışmış, ezilmeden bir an önce merdivenlerden aşağıya inmeye çalışıyordum ki merdiven boşluğundan adımın geçtiği bir ses duydum. “Yavuz, Emin abinin sana selamı var.!.” Sesin sahibini tanıyordum, bizim sınıftan, Karadenizli Cengiz’di ama Emin abikimdi? Üstelik bu can pazarına dönüşmüş merdivenlerde konuşmanın ne yeri ne de zamanındı! Başımı yukarıya doğru çevirip yüksek sesle sesimi duyurmaya çalıştım. “Dışarıda anlatırsın… Dışarıda.!.” Sonunda ezilmeden dışarıya çıktık.Cengiz, gülerek yanıma geldi. “Emin abi kim?” Dememe kalmadan anlatmaya başladı:“Emin abi, bizim memleketli, şu anda hapiste, siyasi mahkûm. Geçenlerde bir mektubu geldi. Bütün hafta, bir karikatürden ilham alıp, koğuşun tamamı bir oyun oynamışlar, mektubunda bunu anlatıyordu.

Karikatür de senin karikatürün. Ben de: “O benim arkadaşım, aynı okulda okuyoruz” diye mektup yazdım. Dün cevabı geldi. Bütün koğuşun selamını yollamışlar, üzerimde kalmasın.” dedi. Gülüştük…

* Okul tatil olmuştu. Otobüsle eve giderken karikatürümü düşündüm. Hapishanelerden kaçmaların arttığı bir dönemdi ve dönemin en çok satan mizah dergisi Gırgır’da yayımlanan karikatürüm şöyleydi:Bir gardiyan yemek dağıtıyor ve hücreden sadece kafası görünen mahkûma; “Yemeğini burada mı yiyeceksin, yoksa dışarda mı?“ diye soruyordu.

Sonra mahkûmları düşündüm. Bütün bir koğuş halka yapıp bağdaş kurup yere oturmuşlar. Ortada Gırgır dergisi, bir mahkûm ayağa kalkmış, yemek dağıtımı yapan gardiyan pozunda sıra ile tüm mahkûmlara “Yemeğini burada mı yiyeceksin, yoksa dışarda mı?“ diye en ciddi halinde soruyor ve kim bilir ne cevaplar alıyordu? Her birinin yerine kendimi koyuyor ve yine kendim cevaplıyordum. Eve varana kadar yüzümde gülümseme eksik olmadı.

Tiyatrosu yapılan karikatür / Bir koğuş dolusu selam…

Osman Yavuz İNAL

BİR gün Paris'te bir yayınevinin kapısından içeri on üç, on dört yaşlarında bir çocuk giriyordu. Koltuğunun altında bir tomar yazı vardı. «Şiirlerim» dedi. «Bastırmak istiyorum.» Yayınevi sahibi gülümsemekten kendini alamadı. Yalnız, kendine pek güvenir gibi görünen, biraz da, kaşları çatık, göğsü ileride, böbürlenir gibi konuşan bu çocuğu kırmamak için, tatlı bir sesle: «Şiir satılmıyor ki, oğlum» dedi. Çocuk: «Benim şiirlerim satılır» dedi; sonra, bu konu üzerinde daha uzun boylu bir tartışmaya girişmek istemiyormuş gibi bir tavırla, kaşlarını biraz daha çattı: «Hata ettiniz! Bu ilk şiirlerimi basacak olsaydınız, bundan sonraki bütün eserlerimin basım hakkını size verecektim. Büyük bir servet kaybettiniz!» Topuklarının üzerinde dönerek yürüyüp gitti. Kitapçı, çocuğun arkasından alaylı alaylı güldüyse de, o anda gerçekten hata ettiğini muhakkak ki yıllardan sonra anlamıştır. Çünkü bu gencecik şair ilerinin büyük dahi yazarı Victor Hugo'ydu. Birkaç yıl sonra on yedi yaşındaki bir delikanlının bir edebiyat dergisi kurduğunu görenler de gene şaştılar. Conservateur Littéraire adındaki bu

derginin sahibi olan hevesli delikanlı kısa zamanda şaşkınlıkları hayranlığa doğru çevirdi. Yirmi yaşında ilk şiir kitabını yayınladığı zaman ancak hayranlık uyandırdı, çünkü onun dehası artık kabul edilmişti. Bir yıl sonra(1823) Han d'lslande adındaki ilk romanı çıkıyordu. 1826'da ikinci bir roman: Bug-Jargal. Bir yıl sonra ilk tiyatro eseri: Cromwell. Böylece, Victor Hugo daha yirmi beş yaşındayken i leride uğraşacağı üç edebiyat alanından da birer eser vermiş bulunuyordu. Genç yazar ilk tiyatro eseriyle sahneye ilk romantik oyunu getiriyordu, 1830'da da ikinci tiyatro eseri olan Hernani'nin oynanmasıyla edebiyat dünyasında bir kavga koptu, Victor Hugo romantik akımın önderliğini ele aldı. Böylece, on yedi yaşında bir edebiyat dergisi kuran genç şair yirmi sekiz yaşında da yeni bir edebiyat akımını kurmuş oluyordu.

***kaynak_Victor Hugo / Sefiller-1,Hayat Neşriyat A.Ş._

1973,İstanbul_ 3.Baskı_çev:N.Altınova

17salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 18: Salkimsöğüt -02

.

“Salkımsöğüt”sürprizden de öte oldu... İçeriği ve bana ayrılan bölümleri bir çırpıda geçip böyle bir derginin nasıl oluştuğu fikri ve onun hazırlanış sürecini düşündüğümde, ayrıca Mizah ve Şiir’in ve onun bünyesindeki köşelerin de zekice toparlanmış olduğunu gördüm. "Salkımsöğüt" ismi ise gerçekten de şiirimizin büyük ustasını taçlandıran ve bizleri keyifli yolculuklara çıkaracak, üzerinde düşünülmüş en yerinde isimlerden biri... Dimağına ve emeğine sağlık demekten başka bir şey diyemiyorum ama katkı anlamında "diyeceğim" şeyler olursa zaman zaman paylaşmak isterim. Bu sıralar yeni çalışmalar olmuyor ama, büyük ölçüde güncelliğini koruyan geçmiş yıllardaki çizimleri ve yerel bir gazetede uzun bir süre yayımlanan, bilim, edebiyat, siyaset, hukuk, su, sağlık, çevre, spor köşelerinden oluşan tefrika seçmelerini Salkımsöğüt için tekrar gündeme getirebilirim.

Roman'a dair bir ileti yollamıştım. O "Roman'ın açılımının ("Roman Açılımı" değil) telefuzedilişinde birçok kavram vardır elbet ama Dumas'ın; "Romancıların bir ayrıcalığı vardır, tarihçilerin karakterlerini öldürecek karakterler yaratırlar. Bunun nedeni, tarihçilerin anlattıkları kişilerin hayalet, romancıların yarattıklarının ise kanlı canlı karakterler olmasıdır."sözünün ironik yanıdır beni en çok etkileyen. Çünkü bu sözden yola çıkarak; "Ben de, tarihin gerçek, romanın hayal ürünü olduğu konusunda bugüne kadar yanılmış olduğumu anlamış bulunuyorum. " sonucuna varmış bulunuyorum ki, bu sözde de bir ironi olduğunu varsayarsam, kuşkusuz bu da yazıtlara tekrar incelememi etkilemiştir bir bakıma...

Yıllar önce, Nazım'ın en sevdiğim şiirlerinden biri olan Denize Dönmek İstiyorum (Özgürlük) şiirinin ilk dörtlüğü de yine böyle düşünmeme yol açmıştı sanki... Gerçi o zaman böyle düşünmeme neden olan, bir ironi değil, beni o şiirin derinliklerine çeken "meydanlar dolusu bağırabilmek"di sanırım...

"haydi koş alabildiğince özgür özgürlük dediğin nedir çocuğumkoşabilmek mi kumsallar boyumeydanlar dolusu bağırabilmek mi yoksa..." ....Satırlar dolusu uzayıp giden o anlam denizinde beni en çok etkileyen o ilk dörtlükte özgürce atmıştım kulaçları... Sonra da o dörtlüğün ardına; özgürlüğü arayan martı misali, arada bir kanat çırparız mavi sularında, her dalışımız nefes alışımız olur belki de... notunu eklemişim. "...Susabilmek mi asırlar boyu..." diyerek devam etmişti Nazım şiirine. Sonraları hep sordum; susabilmek mi asırlar boyu? Yoksa, "..Mavi aynasında suların boy verip görünmek"mi aslolan?

Bunları, neden yazdım? Kendi hızına bir türlü yetişemeyen bir insanın, o "zorunlu olarak susuşu"na(!) karşın yine de 'dik duruşu'nun ayrıntılarını gizleyen sürecin minik kesitinin fotoğrafını paylaşabilmekti amacım. Bu anlamda, senin daha önceleri tanımladığın "kendi hızını yakalayamamak" sözü de beni yakalayan en iyi sözdür bir bakıma. Böylelikle; gerçekleştirmek istediğim birçok "ütopya ve düşün'ümün", bir süredir "karanlıkta kalmış olduğu "gerçeği” de aydınlığa çıkarılmış oluyor. Bir şey daha eklemem gerek; her şey diyalektik olarak işlemeye devam ediyor aslında, bitirilip bir kenara atılmış elma misali bitmiyor her şey! "Karanlık" yanlış bir sözcük belki de ama bir şeylerin bir süre zorunluluk olarak "karanlıkta" kalmış olması, kötümserlik ve umutsuzluk hiç değil benim adıma. Yaşamda her şey başka şeylere gebe değil mi? Yeni bir toplumun, eskisinin bağrında gelişip aniden kopması gibi, elmanın çürümüşlüğünde(!) de yeni bir organizma hayat buluyor işte böylelikle... Yaşam sürüyor.

Daha önce, tasarım ve mizanpajını yaptığım Hititler ve Likya kitaplarından söz etmiştim. Hititler kitabındaki bazı tabletleri senaryolaştırmaya çalışıp bir çizgi proje üretmeyi düşünüyorum, bunun için biraz zamana ihtiyaç var ama yeri gelmişken, Likya Yollarında kitabının oluşum sürecinde ayrıca uğraştığım yine Likya ile ilgili küçük bir denemeyi de ekliyorum. Likya kitabını yaparken sevgili üstadımız Melih

Cevdet'le kesişti yollarımız. O'nun, buram buram mitoloji kokan, ama (bence) biraz günümüz olan, sağlam felsefe donanımlı, enfes diyalektik anlatımıyla Defne Ormanı şiiri beni Likya kitabını daha keyifle çalışmaya yöneltti:

DEFNE ORMANI Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleriiçin felsefe yapıyorlardı, çünkü Ekmeklerini köleler veriyordu onlara; Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmekleriniKöle sahipleri veriyordu onlara. Ve yıkıldı gitti Likya. Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara; Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini Felsefe veriyordu onlara. Ve yıkıldı gitti Likya. Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi. Ekmeğin sahipsiz felsefesini Felsefenin sahipsiz ekmeği. Ve yıkıldı gitti Likya. Hala yeşil bir defne ormanı altında. Melih Cevdet ANDAY

Satırlar arasındaki diyalektik akış, biraz da; M. C. Escher'in birbirini çizen ellerini, O'nun uçan kazlardan balığa dönüşümü betimleyen nefis anlatımını ya da içiçe geçirilmiş hayvan tasvirlerindeki muhteşem siyah beyaz geçişlerini çağrıştırdı. İşte tam da Likya kitabıyla uğraşırken Defne Ormanı'nın çıkagelmesi aşağıdaki duyumsamalara yol açtı:

bugün, geçmişle uğraştım,düne taşıdım kaygılarımı...dün; geçmişle uğraşmış üstad, geleceğe taşımış kaygularını:"köleler ekmek kaygusu çekmedikleri içinfelsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmekleriniköle sahipleri veriyordu onlarave yıkıldı gitti Likya."binlerce yıllık bir geçmiş ile bugünün arası bir şiir kadar kısadır...dün ile gelecek arasındaki benzerlik isebugün defne ormanı'ndaki kadar gerçek...ve "... yıkıldı gitti Likya.."yıkıldı gitti geçmiş...ya, yaşanmışla yaşanan arasında sıkışan geleceğimiz?"üstü kalsın" demişse de usta,ayakta kalsınyeter.

(Nazım ve Melih Cevdet ustaların affına sığınarak...)

-2012

VAHİT AKÇA

çizim:©vahit akça

SALKIMSÖĞÜT’emektup

18salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 19: Salkimsöğüt -02

*

AAa

salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Sezer ODABAŞIOĞLU

ASİ SEVDAben ki bir asi sevdanınbir ucundan tutmuşumbir gözünün renginebir saçının telinedağları değer bilmişim

ben ki bir asi sevdanınkahramanı olmuşumhayal ile düş ileşu belalı başımıgöklere değer bulmuşum.*Sezer ODABAŞIOĞLU

OLASI DEĞİL AMAolası değil amamenekşenin morunapapatyanın beyazınagülün kıvrımınasarsam sarmalasam

şiirlesemşarkılasambin okuyup bir yazsambaşucuma koysamve seni

bir çiçeği büyütür gibibin zahmetle büyütsem

sonra tıkanıp kalsamömrümü buruşturup atsam diyorum.

*Sezer ODABAŞIOĞLU*

SENDEN YANA BÜYÜR ÇIĞLIĞIMkıyıya vuran dalgalarcabüyür çığlığımsert kayaları aşındırırkenyumuşak başlı sular

ıslak kirpiklerindenkederler alıncayaşarım sensiz yalnızlığımı

bir bir eksilince anılarsenden yanadaralır yürek

oltanın ucundaki balık gibikokusunu duyarım ölümünve senden yana büyür çığlığım.

Sezer ODABAŞIOĞLU*

SESİM RÜZGARA RÜZGAR SABAHAhep uzaklardadır kuşlarkuşlar kadar alıştığım gökyüzübir çocuğun sevincinde saklıdırbahar rüzgarının sesi

bir korkunun koşusukırar gecenin sessizliğinibir şafağın hüznüböler gecenin uykusunu

söküp atmak isterimsökülmez günün yüzündensenden sonranın boşluğu

karışır sesim rüzgarakarışır rüzgar sabaha.*Sezer ODABAŞIOĞLU*

UYUMyağmur yüklü bulutlaryorgun düştü sonundaboşalttı yükünügürültülü ve ıslak

serçeler dallarda titreştive verimli uyumdan yanabir ötüş bıraktıtatlı bir sevecenlikle.

*Sezer ODABAŞIOĞLU

VAR DAHAŞimdi acı özlemle yanarken yüreğimiz;Yarınlara türküler söyleyerek doğrul da,İri göğüsleriyle donan kızgın toprağıAvuçla tunç ellerle, ıslık çal göğsü açık,Mırıldan marşımızı, türkümüzü mırıldan...

De ki, doymadık daha, doymadık yaşamaya;De ki, mutsuz doğurmuş, mutsuz anamız bizi,De be yaralı kolum, de bükülmez bileğim,De kalmasın öcümüz, öfkemiz kalmasın de,Duyulsun gür sesimiz, var daha yaşamaklar...

İkram TAŞTAN, 1971

Fotoğraf- © İkram Taştan

İkram TAŞTAN

19

BİR DAHA SEVME

Sus!Tek kelime dahi etme.Açma sakın dudaklarını.O ihtişamlı öpüşmeleri,Şimdi ziyan etme.Bilmesin kimse.Açmasın karanlığım ağzınıSövdürtme gece gece.Beni daha da çirkin etme.Sus!Beni düşünme bile.Ben düşünürüm, İkimizin yerine.Sen yüreğini kırıp dökme.Ben dökerim hüzünleri üstüme.Sen gözlerininBirini bile incitme.Sus!Giderken arkana bakmayıAklına getirme.

Görmesin kimse.Beni mahşer yeri ilan etme.En sessiz halinle,Gitmeyi dene.Kalabalığın en acı sesini,İçime tayin etme.Sus!Dinle,Düşün,Git.Bir daha sevme...

Şahin GEZER*

İZMİRİzmir, mavi şehir…Karşıyaka’dan Bostanlıya,Vapurlar öter.Vapurun dümeninden çalınan ıslık,Bornova’dan duyulur.Cıvıldar küçükpark.

İzmir, şirin yer…Simit rengi,Gözlerine çalınmış martılar…Her gece,Aya gömülmüş bir deniz…Menemen’de,Aşk fısıldanır…Sessiz sessiz.İzmir, güzel bahçe…Konak’ta,Saatli kule şahlanırSenin şerefine.Senin şerefine,Söylemiş Külebi:İzmir’in denizi kız,Kızı deniz kokar diyeVeSenin şerefine,Bir kız daha düşer denize.

Şahin GEZER*

SEVGİLİLER

Deniz kenarındaki sevgililer…Telaşlanarak,Geceye el sürmüş biri.Patır patır dökülmüş yıldızlar.Saat çeyrek.Birinin gözleri,Maden kömürü gibi;Simsiyah ve iri iri.Diğerinin gözleri,Buğulu bir deniz gibi;Masmavi ve diri diri.Deniz kenarındaki sevgililer…Oturmuş.

Saat yarım.Gecenin tasına doldurup denizi,İçmişler sabaha dek.Ağarmışlar günle beraber.Yakalayıp güneşi;Uzatmışlar birbirlerine,Deniz kenarındaki sevgililer.

Şahin GEZER

Şahin GEZER

Page 20: Salkimsöğüt -02

ABİDİN DİNO VE ACININ DESENLERİ Sevdakâr ÇELİK

Hikâyesini bildiğimiz bir sanat eseri –ya da hikâyesini bildiğimiz her şey- bizi farklı ve derinlikli yolculuklara çıkarır. Alışılmış yargı ve beğenilerimizi öteleyerek bakarız o şeye. Daha sıcak ve daha bir içtenlikle bakarız. Eleştirel bakmayız örneğin... dahası, bakamayız.Yaşadığımız ve hissettiğimiz duygu; el emeği göz nuru ile örülerek armağan edilen bir hırkanın yarattığı etkiye benzeyebilir. Bu hırkanın, bildiğimiz ve muhtemelen anlatılan bir hikâyesi vardır çünkü. Vitrinde görülüp beğenilen bir kazağın yarattığı etkiden daha ayrı, daha etkili ve daha anlamlı bir duygudur bu.Hikâyesini biliyorsak eğer / bir şairin; mahpusta, sürgünde, hasretler çektiği gurbette ya da yoksulluk yıllarında yazdığı şiirlerini –estetik ve sanatsal ölçütleri hesaba katmadan-sevebiliriz.ve Abidin Dino...Ülkemizin yüz akı / usta sanatçımız Abidin Dino’yu sevmek için ise, bir neden aramaya gerek yoktur kuşkusuz. Onunla bütünleşen ve sanatçılık sıfatına çok da yakışan bir mütevazılıkla; "Güzel ya da çirkin, resim veya değil, çizdiğim bu acı tutanaklarımı görün bakalım, ne diyeceksiniz?" derse Abidin Dino, ona olan sevgimiz daha bir güçlenir. Lakin bir de bilsek ki;

sözünü ettiği bu resimler, “1967 yılında geçirdiği önemli bir böbrek ameliyatının öncesinde ve sonrasında, hasta yatağında çizdiği desenler”dir. İşte o zaman bir başka duyarlılık ve sevgiyle bakarız o desenlere de. Çünkü onlar; Abidin Dino imzasını taşıyan, hikâyesini bildiğimiz ve üstelik “acının desenleri”dir.

Kısaca değinelim:“Abidin gençliğinden beri hastalıklarla, dolayısıyla, hastanelerle, hekimlerle al takke ver külah yaşamıştır. Geçirdiği ameliyatların sayısını ben bilmiyorum. Sanırım kendisi de unutmuştur.” diyor dostu Ferit Edgü. O Abidin Dino ki; 1967 yılındageçirdiği böbrek ameliyatının öncesinde ve sonrasında yani hasta yatağında bile elinden kalemi bırakmamış, "Gördüğümü değil, yaşadığımı yansıtıyorum"diyerek, kendini ve çevresindekileri çizgiyle kayda geçirmiştir. İster istemez; alışılmış sanatsal yargı ve beğenilerimizi öteleyerek baktığımız –ve hastane koğuşlarında vücut bulan- bu desenlerin, özel bir önem taşıdığını söylemek kaçınılmazdır.

20salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 21: Salkimsöğüt -02

ABİDİN DİNO VE ACININ DESENLERİ SEVDAKÂR ÇELİK

Hastane günlerinin “çizgiyle aktarılan günce”si sayılabilecek bu desenler arasında, zarif bir “el” deseni... Bu el, yaşadığı acıları ak kâğıda geçiren Abidin Dino elidir. Öpülesi denilen türden bir el... Sanatçı, ilk kez 1988 Mayıs’ında sergilenen bu desenlerin tümünü,o dönemde hastanesinin temeli atılmış olan, Türk Mikrocerrahi ve Rekonstrüksiyon Vakfı'na bağışladı.

... birlikte yaşadığımız hayata çok şeyler katan ve zenginleştiren Abidin Dino ustamızı elbette unutmayacak ve saygıyla yâd edeceğiz...

ve elbette ki; “acının desenleri”nebaktıkça da, yaşadığı zorlu acıların hüzünlü belgelerine baktığımızı hatırdan çıkarmayacağız.

Sevdakâr ÇELİKİzmir/Ekim 2012

GABRİEL GARCÍA MÁRQUEZ‘in veda mektubu

"Yüzyıllık Yalnızlık", "Anlatmak İçin Yaşamak", "Şer Saati" adlı kitaplara ve daha birçok başarılı yapıta imza atan Kolombiyalı yazar GabrielGarcia Marquez...Yakalandığı ağır hastalık nedeniyle sağlık durumu kötüleşince inzivaya çekilme kararı almış ve yakın dostlarına bir veda mektubu göndermişti. Yazarın bu son mektubu, değişik dillere çevrildi ve internet üzerinden yayına verildi. ”Futbolda PELE neyse, Edebiyat’ta MÁRQUEZ odur.” denilen usta yazarın işte o duygu yüklü veda mektubu:

Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye

boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde... Artık ölebilir miyim?

21salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 22: Salkimsöğüt -02

*"Akbaba" Dergisi’nin 21 Şubat 1968 tarihli sayısında SuaviSüalp'in bir akrostiş şiirini Ümit Yaşar Dokuzcan*(* Oğuzcan), aşağıdaki şekilde argolaştırmıştır:

AYTEN'E SERENAT Ayıp senin yaptığın Ayten ... Yuttum mu sanıyorsun bunları heyhat... Teessüf ederim .. Ellerini yıka da öyle yanıma yat... Niçin gecenin maviliğini üstüme örttün, söyle... Su koyuvermekten ne zevk alıyorsun böyle... Efendim? bir şey mi dedin, anlamadım... Ruj lekesiyle kalbimi çalan kadın...Erenköy, Çamlıca, Moda ve Maçka...

Ne yapalım şekerim olduk bir kere laçka... Asılma depoya gider, dedik ya .. Tosladın mı şimdi duvara tereyağ... Ne de olsa Avrupa görmüş adamın

hali başka . Yine sıfırdan başlayalım doksan dokuza kadar Sonrası yüz...anlarsın ya.. sende vardır radar .. * Yine «Uyanış dergisinin Ağustos 1955 (sayı 5) tarihli nüshasında Suat Taşer'in «Abuzettin Bey» başlıklı aşağıdaki şiiri çok argolu şiirlere güzel bir örnektir: * Toriğini çalıştır kaşalot Gır geçme Çaparize gelirsin sonra zıngadak ..

Kasıntıdan denizler bulanıyor Bamya tarlası mı sandın dünyayı Bak atı alan Üsküdar'ı dolanıyor

Hergün ağzın dört köşe Ama çınğırağı çektiğinin resmidir Kim dedi sana rüzgâra karşı işe

Asma sakal takma bıyık Behey ıspanakzadeBu gidişin sonu karanlık

Tenhalarda bocurgat yaparsın İşin gücün hamintobilirim her taşın altında varsın Fazla viraj alıyorsun ağır ol Eşekten düşmüş karpuza dönersin sonra Aheste çek kürekleri kendine gel Bu devran böyle kalmaz İmam kayığı yanaştı mı iskeleye Gözünün yaşına bakan olmaz Baba mirası değildir hayat Söylemesi benden İşlet toriğini bay kaşalot

İstanbul ve

Argo (*)Argo; genişliği, büyüklüğü ve kalabalıklığı dolayısıyla en çok İstanbul'da rağbet bulmuştur. Çünkü, argo büyük şehirlerin sosyal özelliklerinden birini teşkil eder. Hele eskiden bu dili, genişletmek üzere her gün bir adım daha atmaya yeltenen uçarı dediğimiz sıfır numara külhanbeyleri, İstanbul'un; Kasımpaşa, Kumkapı, Yenikapı, Çeşmemeydanı, Aksaray,

Karagümrük, Tophane, Galata, Beşiktaş, Üsküdar gibi tulumbacılık teşkilatının en çok göze çarpan semtlerindeki tulumbacı veya çalgılı kahvelerinde toplanırlardı.

Bu kahveler kış mevsimlerinin cuma, özellikle ramazan geceleri hıncahınç dolardı. İstanbul'un her semtinde bunlardan bir iki tanesi göze çarpmakta idi. Eyüp Defterdar'ında, Tophane'de, Çeşmemeydanı'nda, Beşiktaş'ta, Boğazkesen'de, Halıcıoğlu'ndakiçalgılı veya tulumbacı kahveleri, bunların en ünlülerindendi. Hele Kumkapı istasyonu yakınında bütün bir sokak, akşamları çarşılıların uğrağı ve türlü argoların beşiği olan meyhanelerle dolu idi.(...)

Ferit DEVELLİOĞLU

Kaynak- (*) Ferit Devellioğlu_Türk Argo Sözlüğü_5.Basım, Ağustos 1970_Bilgi Yayınevi-Ankara (s:43,57)

22salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 23: Salkimsöğüt -02

*

*

Can YÜCEL’den şiir sanatına dair düşünceler:

Etkin bir şair olarak; kendi kendimi yutmaya karşı savaştım ve içimde süren gerçek ve öznel arasındaki tartışmayı sona erdirebildim. .Öğüt vermeye çalışmıyorum, ama tecrübelerim başkalarına yardım edebilir. Sonuçlara kısaca bu göz atalım.

Şiirimin ciddi eleştiriler yanı sıra, garazlı iftira saldırılarına hedef olması doğaldır. Bu, oyunun bir parçasıdır. Bu parçada benim bir sözüm yoktur, ama bir oyum vardır. Temeller inen bir eleştirmen için oyum, kitaplarımdadır, tüm şiirimdedir. Dost olmayan iftiracı için de bir oyum var; bu oy, boyun eğmeyen yaratıcı faaliyetimden oluşur.

Eğer söylediklerim kendini beğenmişlik gibi görünüyorsa haklısınız. Benimki; sanatını hiç duraksamayan bir sevgiyle uzun yıllar uygulamış bir sanatçının kendini beğenmişliğidir.

Tatmin olduğum bir şey varsa, o; şu ya da bu şekilde, hiç değilse kendi ülkemde, şairin işine, şiir yazma işine karşı insanlarda saygı uyandırmamdır.

Yazmaya başladığımda, iki tür şair vardı. Kimileri üst tabakaya aitti ve onlara meşru ya da gayrimeşru bir saygınlık sağlayan paralarından dolayı saygı görüyorlardı. Diğer şairler ailesi ise şiirin militan serüvencileri, meyhane aslanları, cezbeden çılgınlar, azap çeken uyurgezerlerdi.

~Kadırgalardaki kürek mahkûmları gibi devlet dairelerindeki küçük iskemlelerine bağlanmış yazarları da atlamayalım. Rüyaları, hemen her zaman, resmi damgalı kağıt yığınları ve üstlerine ya da kendilerine gülünmesinden duydukları müthiş korkuyla boğulurdu.

® _ Hayata Âdem’den daha çıplak başladım, ama şiirimin namusunu korumak konusunda kararlıydım. Bu kökleşmiş tavır yalnızca kendi içinde bir değer taşımakla kalmadı, aynı zamanda aptalları bana gülmekten alıkoydu. Ve sonraları yüreği ve bilinci olan aptallar, iyi insanlar gibi, şiirimi harekete geçiren acımasız gerçeklikleri kabul ettiler. Kötü niyetli olanlarsa giderek benden korkmaya başladı.

Böylece Şiir -Ş'si büyük- saygı gördü. Yalnız şiir değil, şairler de... Tüm şiir ve tüm şairler...

Halka bu hizmetimin bütünüyle farkındayım ve kimsenin bu değeri benden koparmasına izin vermeyeceğim, çünkü onu bir madalya gibi taşımayı seviyorum. Başka her şeyi tartışma konusu edebilirler, ama şimdi size söylediğim somut tarihtir. Şairin inatçı

düşmanları artık bir geçerliği olmayan pek çok konu öne süreceklerdir. Gençken bana aç serseri diyorlardı. Şimdiyse insanlara benim efsanevi bir servet sahibi Bay Büyük olduğumu düşündürterek saldırıyorlar. Böyle bir

servetim yok, ama onların keyfini daha da kaçırmak için olsun isterdim...

Kimileri de, küçük parçalara böldüğümü ya da çok uzattığımı kanıtlamak için satırlarımın uzunluğunu ölçüyorlar. Önemi yok Daha kısa ya da uzun, dar ya da geniş, sarı ya da kırmızı satırlar için kuralı koyan kim? Neyin ne olduğuna karar veren onu yazan şairdir. Ona soluğuyla ve kanıyla, zekâsıyla ve bilgisiyle/bilgisizliğiyle karar verir, çünkü şiirin hamurunu yoğuran bütün bunlardır. Gerçekçi olmayan bir şair ölüdür. Ve yalnızca gerçekçi olan bir şair de ölüdür. Tümüyle mantıkdışı bir şairi anlayan, bir tek kendisi ve sevgilisidir, bu çok acıdır.

Baştan aşağı mantık olan bir şairi ahmaklar bile anlayacaktır, bu da korkunç acıdır. İstisna kabul etmez kurallar yoktur; Tanrı ya da Şeytan'ın yazdığı terkipler yoktur, fakat bu iki çok önemli centilmen, şiirin ülkesinde sürekli bir savaş verirler ve bu savaşta önce biri, sonra öteki kazanır, ama şiirin kendisi yenilgiye uğratılamaz.

Şairin mesleğinin bir ölçüde kötüye kullanıldığı açıktır. Erkek ve kadın, öyle çok yeni şair ortaya çıkıveriyor ki, yakında hepimiz şaire benzeyeceğiz ve okurlar gözden kaybolacak. Kum çöllerini develer üstünde geçen ya da uzay gemileriyle göğü dolaşan araştırmalara yönelerek okur aramaya çıkacağız.

Şiir insandaki derin, içten çağrıdır; dualar, ilahiler ve dinlerin muhtevası ondan doğdu. Şair doğanın fenomeni ile yüz yüze" geldi, eski çağlarda mesleğini korumak için kendisine rahip dedi. Aynı şekilde, şiirini korumak için, modern çağın şairi de sokakta, kitleler arasında kazanılmış atanmayı kabul etmektedir. Bugünün toplumsal şairi hâlâ rahiplerin en eski düzeninin bir üyesidir. Eski günlerde karanlıkla anlaşmaya varmıştı, şimdiyse aydınlığı yorumlamalı.

*şiirin gücü_pablo neruda /çev:eser yalçın (saf şiir

yoktur_broy_şubat’94_sayfa:98)

şiiredair...

“ŞİİR, GÜRÜLTÜDEN MÜZİĞE GEÇMEKTİR.”

İlk şiirimi on yaşında yazdım.(...) Yuvada bir çocuk öldü. Çok üzüldüm. Arkasından şiir yazdım. Şiire babamın (Hasan Ali YÜCEL) yardımı çok oldu. Hep şiir çevresindeydim. Babam okur, babannem okur... Şiire elverişli bir dünya yaratmıştı babam bana. İngiltere dönüşünde çevreme çok dikkatli baktım. Herkesle beraber olmayı ve dinlemeyi seçtim. Cahit’le, Orhan’la... Bu arada insan şiiri kaybedebilir de. Ama temelde şiir güdüsü yatıyordu. Dili iyi biliyorsun, şiirin ne olduğunu biliyorsan yazmadan duramazsın." *Goethe der ya: Dil orman gibidir. Ağaçlar çürür, orman kalır. Bizde ağaçları kesmeye kalktılar. Biz de katıldikbuna. Hâlâ kahroluyorum. Yanlıştı. Sadeleştirme meselesi, o bütünlüğün içinde sözcükleri, tümceleri nereye oturttuğunun hesabım vermek meselesidir. (...)*Oktay Rifat'ın söylediği gibi: Kelimeler, günlük konuşma ve iletişimde yıpranırlar. Oysa kelimeler bütünselliğin parçalarıdır. Şiir, kelimeleri bu galaksiye iade etmektir. Bu arada kurulan güzellikler, bütünlükler büyük bir 'happening' olur.

*Şiir, gürültüden müziğegeçmektir. Şiir, evrenin-bak kainatın demiyorum- içinde büyük seslerin molekül ve atomlardan başlayanbütünlüğü, bu bütünlüğün müziğidir. Şairin görevi bu rnusikiyi kurmaktır. Kosmosdan aşağı şiiryazılmaz. Üst tarafı minördür ... Harika o ki, insanlar kendi adlarına değil, kâinat adına yazarlar. Bütünselliğin dışında şiir yoktur. Hayat ve ölüm de bütündür. Şiir bu bütünden çıkan büyük çılgınlıktır. " *Hani La Fontaine'de 'Dağ fare doğurmuş' ya... Diyelim Cilo Dağı... Ha bire duruyor. Değişmesi, çook zor. Rüzgârlarla, sellerle, yıllarla değişecek. Birdenbire CiloDağı fare doğurmuş. Müthiş bu. Fare müthiş. Dağ kıpırdayamıyor, fare kıpırdıyor. Dağ yürüyemiyor, fare yürüyor. Dağ koşamıyor, fare koşuyor! İşte şiir mucizesi de böyle. Dağın fare doğurması gibi. Doğan fare şiirdir. Düşün koskoca Kabsbourg imparatorluğunda bir serseri Mozart çıkıyor. İmparatorluğun yapamadığını yapıyor... İşte şiir böyle bir faredir. Ve millet korkuyor bu fareden!" *kaynak/ _ edebiyatımızda on insan bin yaşam: can yücel_zeynep oral_ milliyet sanat –ek’i- sayı:196, 15.07.1988_ (s:7)

© se

vdak

âr ç

elik

’in ç

izgi

siyl

e ca

n yü

cel

23salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 24: Salkimsöğüt -02

salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Resul RIZA(1910, Azerbaycan*Gökçay ilçesi - 1981, Bakû) 20. yüzyıl Azerbaycan şiirinin en büyük temsilcilerindendir. Bu ülke şiirinin modernleşmesinde önemli çabası olan seçkin bir ozandır..BEN İSTERİM KİBen isterim ki Bulutlar ağlasın, Ama çocuklar ağlamasın; Hiçbiri öksüzlük, yetimlik nedir duymasın. .Ben isterim ki Konuşsun her çiçek kendi dilince; Ama silahların kesilsin sesi. .Ben isterim ki Kapansın bütün kapılar karanlığa; Ama gözler kapanmasınSözler kapanmasın. .Ben isterim ki Yangınlar sönsün, Ama umutlar sönmesin; Erişsin her meyve kendi dalında, Yüreklere acı bir söz değmesin.

Ben isterim ki Eğilsin dallar bereketten; Ama insanoğlu başını eğmesin Utançtan ya da güçsüzlükten. .Ben isterim ki Gözyaşı gibi aksın pınarlar, Toprağın üzerinde duru, berrak; Ama pınarlar gibi akmasın gözyaşı, Yeryüzünün hiçbir yerinde. .Ben isterim ki Bir yıldızlar kalsın uykusuz Gökyüzünün derinliklerinde; Ama insanlar yatıp dinlensinler, Taze bir güçle başlamak için Güzel sabahlara Aydınlık sabahlara. .Ben isterim ki Her şey Her şey Her şey eğilsin insanın önünde, Ama insan, insana tutsak olmasın. .Ben isterim ki Sevinç bol olsun, Mutluluk bol olsun Ülkeden ülkeye giden yol olsun.

Resul RIZA**

Osman İNCEKARA arkadaşımıza,katkısı nedeniyle teşekkürler...

İNSANLAR Seviyorum insanları zaman zaman,Bakıyorum yüreği güneş dolu, alnı ak

biri var...Ne dilinde iğne, ne avucunda taşlar,

ne gözl erinde yalan,gerçekten insan.!.

Gülüşleri, gözyaşları sıcak,canımdan yakın, yıldızlardan uzak

biri var... böyle biri var.

Ne güzel bu inanış, bu kutlu an!Seviyorum insanları ben... her zaman.

Halide Nusret ZORLUTUNA**

İhsan SARIYAR arkadaşımıza,katkısı nedeniyle teşekkürler...

SEVDAN BENİTerketmedi sevdan beni,Aç kaldım, susuz kaldım,Hayın, karanlıktı gece,Can garip, can suskun,Can paramparça...Ve ellerim kelepçede,Tütünsüz uykusuz kaldım,Terketmedi sevdan beni...

Ahmed ARİF*

Yakup EYRİCEarkadaşımıza,

katkısı nedeniyleteşekkürler...

24

FAHRİYE ABLAHava keskin bir kömür kokusuyla dolar,Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!Hülyasındaki geniş aydınlığa gülenGözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınlaNe güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!*Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi,Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;Güneşin batmasına yakın saatlerdeYıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;Bahçende akasyalar açardı baharla.Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!*Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.İçini gıcıklardı bütün erkeklerinAltın bileziklerle dolu bileklerin.Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!*Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye abla!

Ahmet Muhip DRANAS*

Türkiz TOSUN arkadaşımıza,katkısı nedeniyle teşekkürler...

ARKADAŞ Olmasın o ta içtenGülen gözlerde yaşBir gün gelip ayrılsak daSeninle arkadaş

Bir kıvılcım düşer önceBüyür yavaş yavaşBir bakarsın volkan olmuşYanmışsın arkadaş

Dolduramaz boşluğunuNe ana ne kardaşBu en güzel bu en sıcakDuygudur arkadaş

Ortak olmak her sevinceHer derde kedereVe yürümek ömür boyuBeraberce el ele

Olmayacak o ta içtenGülen gözlerde yaşBir gün gelir ayrılsak daSeninle arkadaş

Yılmaz GÜNEY *

M. DEMİRASLAN arkadaşımıza,teşekkürler...

Page 25: Salkimsöğüt -02

*

ANLAREğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,İkincisinde, daha çok hata yapardım.Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,Çok az şeyiCiddiyetle yapardım.Temizlik sorun bile olmazdı asla.Daha çok riske girerdim.Seyahat ederdim daha fazla.Daha çok güneş doğuşu izler,Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.Görmediğim birçok yere giderdim.Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,Gitmeyen insanlardandım ben.Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.Eğer yeniden başlayabilseydim,İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.Ama işte 85'indeyim ve biliyorum… Ölüyorum… / *(Arjantin-1985)

"

...vekendini

unutturmayananekdotlar

DİYOJEN... Dünya nimetlerine önem vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü filozof Diyojen; çok dar bir sokakta, zenginliğinden başka hiçbir özelliği olmayan kibirli bir adamla karşılaşır günün birinde....Sokak öylesine dardır ki / biri diğerine yol vermek için kenara çekilmezse, geçmek mümkün değildir...... Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa; "-Ben bir serseriye yol vermek için kenara çekilmem" der.... Eee, Diyojen bu.!. Bilgeliğine yaraşır bir sükûnetle çekilirken kenara, şu karşılığı verir kibirli “zat”a:... "- Ben çekilirim.!. “*MELİH CEVDET ANDAY1937'de Orhan Veli bir şiir söylüyor:"Şu anda dışarıda yağmur yağıyorVe bulutlar geçiyor aynadanVe bugünlerde Melih'le benAynı kızı seviyoruz."ANDAY, bir gazete yazısında (Cumhuriyet, 1 Mart 1996) şöyle der: "Bu şiirin çıktığı gün, akşama doğru, Yenişehir'deki Özen Pastahanesi'nde Orhan Veli ile oturuyorduk. Hasan Ali Yücel içeri girdi, bizi görünce masamıza geldi, oturdu; yüzümüze baktı dikkatli dikkatli. -Doğru mu? Diye sordu. Aynı kızı mı seviyorsunuz? Ve bizim yanıtımızı beklemeden ekledi: -Neden birbirinizi öldürmüyorsunuz? (TURAN TANYER, Kitap-lık, s.90)*ROMAN YAZMAKHani ölümünün üzerine;''bir ney düşer elden, yine bir neyzen ölür'' şiiri yazılan Neyzen Tevfik'e; tanıdıklarından biri yazdığı romanın müsveddeleriniverir. Eserle ilgili düşüncesini öğrenmek ister. Sonrasında Neyzen beğenmediğini ifade edince;“- İyi de...” der, adam. “Siz hiç roman yazmadınız ki !” Neyzen Tevfik şu yanıtı verir: “-Ben yumurtanın da tazesini, bayatını iyi anlarım, ama bugüne kadar hiç yumurtlamadım.”*NEYZEN TEVFİKBir öğle vakti, Yavrunun Çayhanesine girer girmez, kızların ikisi peşimden oraya daldılar. Bizim çok alafranga Fransız edebiyat bölümün en alafranga iki kızıydı bunlar. Onların hemen arkasından Neyzen gelince, fena halde telaşlandım. Neyzen çok alıngan, müthiş öfkelenen, öfkelenince de çok kırıcı olabilen bir insandı. Arkadaşlarım onu kızdıracak bir şey söyleyecekler diye ödüm kopuyordu.Nitekim korktuğum oldu. Neyzen Tevfik diye bir fenomenden hiç haberleri olmadığından, ona kim olduğunu sordular. "Neyzen" sözcüğünün ne anlama geldiğini öğrenince de "Bize bir ney çal öyleyse" dediler. Neyzenin Onların canına okuyacağını sanıp, fenalıklar geçirdim. Oysa büyük bir sükûnet içinde "Ney çalınmaz, ney üflenir" dedi. Sonra neyini kılıfından çıkardı, üflemeye başladı. Ben büyülenmiş dinlerken arkamdan hafif hıçkırık seslerinin geldiğinin farkına vardım. Böyle bir müziği ömürlerinde ilk kez duyan iki alafranga kız, birbirlerine sarılmış hüngür hüngür ağlıyorlardı. *(Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları s. 232)*BERNARD SHAW26 Temmuz 1946'da, doksanıncı yaş gününde, genç bir gazeteci; "Yüzüncü yaşınızda da sizinle söyleşi yapmak isterdim." der. Bernard Shaw cevap verir: "-Yapmaman için bir neden görmüyorum. Çok sağlıklı görünüyorsun.“

©

JorgeLuis

Borges

(1899 - 1986)

25salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 26: Salkimsöğüt -02

*

.

BİR gülen, güldüren, güldürürken düşündüren sanatçı;bir düşün, eylem adamı Aziz Nesin...Adını yedi düvele duyurmuş.Çatalca'da NesinVakfı'ndaki köşesine çekilmiş olsa da antenleri, radarları dünyanınyedi iklim ve dört köşesine uzanmışyazarımızın, altı anakaranın taşından, kuşundan, kahkahasından, gözyaşından haber almaktadır. Tüm insanların nabzını tutan yaman bir Türkiyeli, yirminci yüzyılda yaşayan yaman bir dünyalıdır o... Yaşı yetmişi geçmiştir ama "bir değil birkaç delikanlı gibi" çalışan mutlu dedelerin en mutlusudur... Orağı tırpanı hep elinde, hep tarlasının başında, Türk ekininin, sanatının büyük hasatçısı... Neler katmamış ki dilimize, düşüncemize... Yapıtları boyunu aşmış...

"Korkudan Korkmak"kaçıncı yapıtıdır!.. Gülmece öyküleriyle değil, çeşitli

konulardaki düşüncelerini açıklayan denemelerden, konuşmalardan oluşan bir kitapla çıkıyor bu kez karşımıza. O kıvrak dili, kıldan ince kılıçtan keskin zekâsıyla kalın bir çizgiyi sürdürüyor yazılarında: Korkusuz baskısız, özgür, onurlu bir toplum olarak insanca yaşamak, sömürünün her çeşidine karşı çıkmak...

. İşiyle eylemiyle, toprağını kirizma eden bir çiftçi gibi güzel savaşımını sürdürüyor. Okurlarını silkeliyor, beyninin kökünü zonklatıyor her yazısında.

Kitapları değerlendirmede kendine göre ölçütleri var Nesin Usta'nın. Şöyle diyor bunu açıklarken:

"...Uyandırdığı çağrışımlardan başka, benim için bir kitabı değerlendirici öğelerden birkaçı da, toplumumun gereksinmesine yanıt verebilmesi, insanları yaşamlarını kolaylaştırıcı biçimde aydınlatması ve okurlarda değişme, değiştirme İsteğini yaratabilmesidir." .

"Korkudan Korkmak" hem zengin çağrışımlar uyandırıcı hem de "eline diline sağlık Usta, ne güzel dövmüşsün demiri, nasıl da yerine vurmuşsun neşteri" dedirtici; değişmeyi, değiştirmeyi özendirici, aydırıcı bir yapıt...

Kitaba adını veren ilk yazı bir önsöz, yirmi altı sayfalık uzun bir inceleme, SargutŞölçün'ün dilimize çevirdiği Kapitalizmde Korku (Diether Duhm) için yazılmış. "Türkiye'de korkudan korku" konusu enine boyuna irdelenmiş bu yazıda. Nasıl bir korku sarmalında yaşadığımız somut örneklerle

konmuş ortaya: "Türk insanında ve özellikle aydınlarımızda

yüzyılların birikimiyle korkudan korku öylesine içselleşmiş, doğallaşmıştır ki korkudan korkarken bile içtenlikle korkmadığımızı sanmaktayız. Korkudan korku manevi yapımızı sarkom gibi sarmış. Korkudan korku, çocukluğumuzdan beri içinde yaşadığımız ortam (hava gibi) olduğundan; nasıl soluduğumuz havanın varlığını ayrımsamıyorsak. korkudan korktuğumuzu da ayrımsamıyoruz.” (s. 21) .

İşin can alıca noktası bu işte... iliğine kemiğine korku işlemiş insan nasıl sağlıklı düşünebilir dünyayı düşüncesi doğrultusunda' nasıl değiştirebilir!..

Bundandır aklın, gökyüzü adına, yeryüzü egemenleri adına üretilen korkulardan kurtulup özgürleşmesi görünmez olmuş zincirleri kırarak gerçekleri görmesi insanlığın kurtuluş savaşımına dönüşmüş... Rönesans, reform, aydınlatma çağı, kentsoylu devrimi... Kurtulduk kurtuluyoruz derken kapitalizm bindirmiş:

"Kapitalistler kendileri herkesten çok daha iyi bilirler ki, sermaye dünyanın ve tarihin en korkak varlığıdır. Kendisi korkak olan sermaye yaşayabilmesi için korkutmak, korkudan korku üretmek, kendisi için korkudan bir ortam yaratmak zorundadır. Sermaye, Korkudan korku duyulan bir ortamda varlığını sürdürebilir.

Şöyle bir hadis (Muhammet Peygamberin sözü) var: "Hainler korkak olur.” Sermayenin korkusunun nedeni, artık değerden yaratılmış olmasındandır. Emekçinin hakkı olan artıdeğersömürüdür. Sermayenin korkaklığının nedeni sömürüyle oluşmasındandır." (s.14)

Eski sömürgecilik, yeni sömürgecilik... Silah fabrikaları... Atom bombası, hidrojen bombası.. Dünyayı paylaşım savaşları... Hep sermayenin başı altından çıkmıyor mu? Tarihin en korkak varlığı yüzünden başı dertte değil mi dünyamızın...Bu yüzden bağımsızlık savaşlarını atom bombasından daha tehlikeli saymıyor mu anamacı dünya!.. Ve Güney Amerika’da ve Afrika 'da, ve beş anakarada sürüp gidiyor “korkudan korku”yu yenme, görünmez zincirleri kırma savaşımı..

Yapıtıyla tüm sorunların köküne ışıldak aydınlığı tutuyor Aziz Nesin,

Herkesin okuması gerek "Korkudan Korkmak"ı.

LUMUMBA, “korkudan korku”yu yenmiş, Afrika'nın yüreğindeki şafağa vurgun, ezilen, sömürülen halkını düze çıkarmaya kararlı bir lider... Yutturmacaları bir yana itip tarihin en korkak varlığı sermayenin, yeni sömürgeciliğin

karşısına dikilmiş "kurtuluş" ateşini yakmış Kongo’da. İki ay iki hafta süren Başbakanlığı, anamalcı saltanatın temellerini sarsmış. Otuz beş buçuk yaşında korkunç işkencelerle öldürülmüş ama, Afrika kurtuluşunun da bayrağı olmuş, Yeni kaynaklardan belgelerden yararlanarak, bu güzel insanın yaşam öyküsünü yazmış Hıfzı Topuz. Geri bırakılmış ülkelerin nelerle kuşatıldıklarını kuzu postuna bürünmüş yeni sömürgeciliğin insanlığa neler ettiğini çarpıcı gerçeklerle sergilemiş ..

, Ne diyordu "Lumumba" şiirinde Ceyhun Atuf Kansu:

"Aldandın sen Lumumba / Aldandım ben / Aldatıyorlar gazeteler, televizyonlarla / Batı -O, Eflatunda kaldı- Batı? neymiş Batl? / Anamalın sömürge saltanatı / Veren bir elle, alan bin elle / Bağımsızlıklar satılan çarşılar Çombelerle / Ve kanlı yumruğu bekçilik edenlerin / Tefeci konaklarına Brüksel'in,"

Bir Brüksel'de mi tefeci konakları? Bir Zaire'de mi darbelerle anamalın sömürgeci saltanatına bekçilik edenler!..

Yeni sömürgeciliğin dayanağı da "korkudan korkmak..." Tüm iletişim araçları, gelişmiş teknolojisiyle örmüş ağını: "Uygarlık", "yardım", "uzmanlar gönderme" yoluyla kendisinden yana kadrolar oluşturarak pekiştiriyor görünmez olmuş zincirleri. Bir yerde, çıkarına dokunuldu mu, Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları, demokrasi filan önleyemiyor korkunç cinayetlerini.. Uzman işkenceciler, gizli örgütler ve yüzyılın yüzkarası uygulamalar...

Hıfzı Topuz'un, gerilimli bir roman gibi, aydınlatıcı bir belgesel gibi ürpererek okunan yapıtı...

"Tam bağımsızlık deyince iktisadi, askeri, mali, kültürel her alanda tam bağımsızlık anlaşılmalıdır bunlardan biri eksik oldu mu ... "

Okuyun da Lumumba'yı, neler olduğunu görün ...

Ülkü Tamer'in çevirdiği "Afrika'nın Yüreğindeki Şafak" adlı şiirinde şöyle sesleniyordu halkına Lumumba:

"Şafak söküyor kardeşim şafak / Bak yüzlerimize / Yeni bir sabah oluyor eski Afrika' mızda / Yıllardır boyun eğen Afrikalı kardeşim / Yalnız bizim olacak artık bu sular, bu ırmaklar / Güneşin coşkun ışıkları bizim için yanacak / Kuruyacak gözündeki yaşlar, yüzündeki salyalar / Ve kırdığın anda ayağının ağır zincirlerini / Dönmemek üzere gidecek bu kötü günler / Özgür ve yiğit bir Kongo yükselecek kara topraktan / Ozgür ve yiğit bir Kongo - kara tohumun kara tomurcuğu" (Alaca Karanlığın Sesleri, çeviri şiirler, Ülkü Tarner.)

Keşke diyorum Hıfzı Topuz Ceyhun Atuf'unşiiriyle Lumumba'nın şiirini de alsaydı o güzel kitabına.

Yazımı Lumumba'nın son sözlerinden bir alıntıyla bitireyim: - "Tarih bir gün son sözünü söyleyecektir elbette. Ama bu tarih Birleşmiş Milletler'de, Washington'da, Paris'te veya Brüksel'de okutulan tarih değil, sömürgecilikten ve onların kuklalarından kurtulan ülkelerde okunan tarih olacaktır."

Mehmet Başaran KORKUDAN KORKMAK ya da GÖRÜNMEYEN ZİNCİRLERİKİ KİTAP

1-) "Korkudan Korkmak", Aziz Nesin, Denemeler, Adam Yayınları, 132 sayfa.2-) "Lumumba"-Kara Afrika'da İşkenceyle Öldürülen İlk Başbakan, Hıfzı Topuz, Yön Yayıncılık, 200 sayfa.

_____________________millyet sanat dergisi01 eylül 1988_sayı:199_s.52-53

26salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 27: Salkimsöğüt -02

ÖĞRETMEK KALBE DOKUNMAKTIR

Mesleğimin 30.yıllarının başındaydım. İzmir’de ilköğretim müfettişi olarak çalışırken her türlü kurs ve seminerde görev almakta; ilkokul öğretmenliği, eğitim uzmanlığı, rehber öğretmenlik, meslek dersi öğretmenliği ve ilköğretim müfettişliğinden elde ettiğim bilgi ve birikimlerimi paylaşmaktaydım. Çünkü biliyordum ki hayat, biraz da Sokrat’ın dediği gibiydi: -Başkalarına verilecek en güzel hediye,yaşamdan elde ettiğimiz birikimleri onlara aktarmaktır. Milli Eğitim Bakanlığının açıklamalarında,okul öncesi okullaşma oranımız yüzde 11 idi.Komşularımızdan sadece Suriye’nin(Yüzde 9) önünde olan okul öncesi eğitimini yaygınlaştırmak amaçlanıyordu. Bu bağlamda kız meslek liselerinin “çocuk gelişimi” bölümü mezunlarına açık olmak üzere her ilde “oryantasyon kursu” düzenlendi. Bu kursların ilki 2000 yılı Aralık ayında yapılmış,İzmir’e de yüz okul öncesi usta öğretici kontenjanı verilmişti. Ancak kursa yüz seksen dört kursiyer gelmişti/katılmıştı. Ertesi gün hemen dedikodular başladı: -Torpilliler işe alınacak,garibanlar elenecekmiş.Bazılarımız buraya boşuna gelmişiz! Sözler küçük ama düşündürücüydü. Hemen kursiyerle toplantı yaptım Bozyaka Ticaret Meslek Lisesinin salonunda. -Kızlar!Ben burada hem öğretmen,hem de bu kursun yöneticisiyim.Kesinlikle torpil olmayacak,her şey şeffaf olacak, eşit puan olması halinde de herkesin huzurunda kura çekilecek, dedim. Gerçekten de öyle oldu. Yüzüncü sıraya yaklaştığımızda on yedi kursiyer aynı puanı aldı.”İşte zamanı” deyip,işe koyuldum.Kursiyerleri bir salonda topladım.Kuralarını kendilerine çektirdim.Herkes bu durumdan memnun oldu.Kaybedenler üzüldüler ama işlemlerin şeffaf olmasından da bir şikayette bulunmadılar. Kursiyerle kurduğum bu diyalog ve yaratılan olumlu hava eğitimin diğer yönetici ve sorumlularını da o kadar olumlu etkiledi ki,kurs dönemlerinde hemen “aranan” oldum ve buna bağlı olarak da dört yıl bu kurslarda görev aldım/görevlendirildim.Hatta bir yöneticinin,”Ağabey iyi ki seni sorumlu olarak da görevlendirmişiz.Çoğu ilde bu kurslar sorun olmuş.Siyasiler devreye girmiş,puanlar değişmiş,sıralar değişmiş ama İzmir’de ‘çıt yok’.”deyişini defalarca duydum.-Hoş,beni evimden ve cep telefonumdan arayıp da,”soru ver,şunlara yardım et!” diyenler olmadı değil!Ancak “sağır kurbağa” rolünü oynadım bu istekler karşısında.Yani kulaklarımı olumsuz “isteklere” tıkadığım için

“zirveye” çıktım.-Bin beş yüz yetmiş üç kursiyer tanıdım.Kurslarda benim dışımda sekiz-on görevli daha vardı. Mevzuat,planlama,okul öncesi eğitiminin önemi,çocuk hastalıkları,iletişim…konuları derslerin omurgasıydı. Kursiyerlerde de hayata yeni başlamanın,bir işe girecek olmanın ve bilgilerini kullanmaya ortam bulabilmenin mutluluğu,heyecanı vardı.Derslerimiz gayet güzel geçiyordu.Onlara,”kültürlenme” anlamında beş kitap tavsiye ettim.Biliyorduk ki,iyi bir öğretmen,”genel kültür,pedagojik formasyon ve özel alan bilgisi”ne sahip olmalıydı: 1-Richard Bach’ın “Martı”, 2-Doğan Cüceloğlu’nun “Savaşçı”, 3-Victor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı”, 4-Üstün Dökmen’in “Varolmak,Gelişmek,Uzlaşmak” ve5-Doğan Cüceloğlu’nun “İletişim Donanımları” adlı kitaplarıydı bunlar. Hatta bir gün Konak’ta gezerken,bir kitapçıya uğrayıp,”Martı” adlı kitap var mı diye sormuştum. Kitapçı da: -Yanında dört kitap daha var mı demez mi! Demek ki kursiyerlere tavsiyelerim etkili olmuş,kitapçıları gezip,bu beş kitabı ya sormuşlar ya da almışlar. Bir an bunun mutluluğunu yaşadım. Halen de yaşıyorum. İşte bu güzel duygu ve düşüncelerle derslerimi hayatla bağlayarak,hayattan örnekler vererek anlattım.Ki bu benim mesleki anlamda “misyonum”du:Benzetmeler,olayları/konuları hikayelere bağlamak,günlük hayattan “kesitlerle”dersleri işlemek gibi. Bir kursun son günü gelmişti. Karşıyaka Alaybey Selçuk Yaşar İlköğretim Okulunun salonunda kapanış konuşmasını yapıp,”paydos” demiştim. Yanıma gencecik ve güzel bir kursiyer geldi.Adı M. idi. “Hocam,ben size teşekkür borçluyum” deyip,konuşmasına devam etti: -Ben beş,altı yıldan beri psikolojik tedavi görüyorum.Kullandığım ilaçlar beni uyutmadı,uyutamadı.Ama anlattığınız ders,verdiğiniz örnekler ilaç gibi geldi.Dün gece ilk kez,hem de yıllardan beri ilk kez “deliksiz” uyudum.Belgemi alıp,almamam;işe girip,girmemem önemli değil.Bana bunu yaşattığınız için size teşekkür borcum var.Bunu söylemek istiyorum.Kalbime dokundunuz hocam!Tesadüfen geldiğim bir kursta,iyi ki sizi tanıdım.Bana sadece bir saatlik ders değil,hayatım boyunca lazım olacak bir “ders” verdiniz.Ufkumu açtınız,moralimi kazanmamı sağladınız. O an gerçekten duygulandım. Empatik davranıp,kursiyerin yerine kendimi koydum.Anlaşılmak değil,onu anlamak istiyordum! “Model”olarak neleri başardığımın mutluluğunu bir kez daha yaşadım.Çünkü bana dönenler,derslerde “anlattıklarım” idi.Tıpkı “yankı” hikayesindeki gibi.Çok klasik bir anekdottur: “Bir adam,oğluna hayatla ilgili ders vermek ister.Onu bir vadiye götürür.”Hey, kimsin?”diye bağırtır.Biraz sonra ses aynen geri gelir:”Hey,kimsin?” Bir daha,”duydun mu?” diye ses verdirir.Biraz sonra ses,aynen geri gelir ve baba sözü alır: -Bak gördün mü oğlum?Hayat da bu olaydaki gibidir.Ona ne verirsen,sana aynen geri gelir.” Bir an zihinsel dünyamda yolculuğa çıktım: Aklıma Kızılderililerin, “Beyin,’Ben vücudun en akıllı organıyım” demiş; Kalp,’Sana bunu kim söyledi?’diye sormuş” sözü geldi. Yeni eğitim anlayışındaki “kalbin” önemi de: “Öğretmek, kalbe dokunmaktır.”

Sabri AYÇİÇEK

27salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 28: Salkimsöğüt -02

*

Amacı çocuklara yönelik kendi deyimiyle kaliteli, eli yüzü düzgün yayınlar üretmek olan Birleşik Yayın Grubu’nun Genel Yayın Yönetmenliği’ni yürüten yazar Erdal Çakıcıoğlu, burada aynı zamanda edebiyatla ilgilenen genç yeteneklere de destek oluyor. Daha okul yıllarındayken yazdığı öykülerin birincilikler aldığını utana sıkıla anlatan Erdal Çakıcıoğlu'nu yazmaya teşvik eden, işte bu ardı ardına aldığı birincilikler olmuş. Bugüne kadar sayısız roman, araştırma, öykü, tiyatro oyunu ve çocuk öykü dizisine imza atan, yakında “Otobüs” adlı gülümseyen öyküleriyle yetişkin okuyucularını karşısına çıkacak olan eğitimci yazar Erdal Çakıcıoğlu ile çocuk edebiyatı üzerine keyifli bir söyleşi yaptık. Umarım siz de okurken aynı keyfi yaşarsınız. / Cansu BULDU ÇAN

C.B.Ç.- 30 yılı aşkın bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra, yazar kimliğinizle tanıştık. Aslında, çocuk yaşınızda yazmaya başlamışsınız. "Kara Kız” adlı öykünüzün "Öykü" dergisinde yayınlanmasıyla edebiyat dünyasına adım attığınızı biliyoruz. Bu sürecin devamını sizden dinleyebilir miyiz? E.Ç.- “Kara Kız”dan önce başlıyor aslında benim edebiyatla ilişkim. Başlangıcı, lise sıralarındayken katıldığım bir öykü yarışmasında aldığım birincilikle oldu aslında. Öğrencilik yıllarımda da kompozisyon derslerinde öğretmenlerim, yazdıklarımı çok beğenirlerdi. Yarışmaya da edebiyat öğretmenim Cavit Öztürk’ün zoruyla katılmıştım. O sırada ben, okulun futbol takımındaydım. O gün de maç vardı. Tam formayı giymiş sahaya doğru koşuyordum ki, edebiyat öğretmenim yakaladı beni. Çıkardı sırtımdan formayı, atletimin üzerine ceketi giydirdi ve yarışmaya soktu beni. Oranın yerel gazetesi ve Türkiye İş Bankası’nın ortaklaşa düzenlediği bir yarışmaydı bu. O yarışmada birincilik almam, yeni bir ufuk açtı bana. ‘Demek ki senin yazman gerekiyor.’ diye düşündüm. İşte o yerel gazetelerle başladı, benim öykü yaşamım. Sonra, bir başka öğretmenimizin çıkardığı bir dergide görev aldım. Kendisi çok iyi tanınır: Mustafa Balel. Türkiye’nin en iyi yazarlarındandır. Onunla karşılaştığımda bana, Antalya Altın Portakal Film Yarışması’nın içinde bir öykü yarışmasının da olduğunu söyledi. Israrla yarışmaya katılmamı istedi; bu deneyimi yaşamamı ama bu yarışmadan bir şey beklemememi söyledi. Çünkü bu tür yarışmalarda, birincinin, ikincinin, üçüncünün önceden belli olduğunu söyledi. Bu nedenle, bir şey beklemeden katıldım ama ilginçtir, yazdığım “Tandır” adlı öykü

dereceye girdi. Bu durum, bana daha da bir güç verdi. Bunun ardından, “Öykü” dergisine “Kara Kız” adlı öykümü gönderdim. Öyküm, orada birçok olumlu eleştiri aldı. Daha sonra, bir süre devam etti öyküler. Sonra üniversite yaşamı işin içine girince, o harala gürelede pek de üretken olamadım. Erzurum’da okudum üniversiteyi, hep gerilimin yaşandığı bir dönemdi o yıllar. Üniversiteyi bitirdikten sonra, öğretmenliğimin ikinci yılında İstanbul’a atandım. Orada, Demokrat gazetesinde yeni bir serüven başladı.

“Yazan, Üreten İnsanların Ağır Bedeller Ödemesi Beni Biraz İçe Döndürdü”

C.B.Ç.- Biz öğrencilerinizin bu durumdan pek haberi yoktu ama…E.Ç.-Genelde, öğrencilerimle ilişki kurarken özgüvenli olduğum düşünülür ama aslında biraz çekingenimdir. Çok fazla kendimden söz etmeyi de sevmem. Bu nedenle, öğrencilerimi yönlendirmek istemedim. Bir de öğrencilerimin kafasında, ‘Hocamızın kitabı çıkıyor, öyküsü çıkıyor alalım.’ diye bir düşünce oluşsun istemedim. Bu nedenle de öğrencilerime pek söz etmiyordum bu çalışmalarımdan. Sonra, 1980 öncesinde, Demokrat gazetesinde hem çizdim hem yazdım bir süre. Gazetede hem edebiyat üzerine eleştirmenlik yaptığım bir köşem, hem de karikatür köşem vardı. Daha sonra Cumhuriyet gazetesinde bir süre çalıştım. Çok kısa sürdü; çünkü hemen 12 Eylül dönemi geldi. O dönemin rüzgârı, tabii bizi de aldı götürdü. Basılmaya hazır bir kitabım yok oldu o yıllarda. Bir süre o sıkıntıyı yaşadıktan sonra, uzunca bir dönem yazmaya ara verdim. Biraz küskünlük gibi bir şeydi. Çünkü yazan, üreten insanların ağır bedeller ödemesi biraz beni içe döndürdü. Sonra, bir gün, yine bir yarışmadan söz edildi. Okul müdürümüz, benden habersiz okuldaki bir tören için yazdığım öyküyü göndermiş bu yarışmaya. O da birincilik aldı; beğenmişler, sağ olsunlar. Sonra, bir gazetenin açtığı yarışmada birincilik aldı başka bir öyküm. Ardı ardına böyle başarılar gelince de “yazayım” dedim artık ve böylelikle yazmaya yeniden başladım.

“Çocuk Edebiyatında Gerçekten Bir Yayın Çöplüğü Oluşturulmuş”

Emekliliğimden üç dört yıl önce başladım yazmaya. O arada, yaklaşık 10-15 tane kitabım çıktı. İlk kitabım, Şimşek Yayınları’ndan çıkan “Atasözleri ve Deyimler

Sözlüğü” idi. Sonra Buhan Yayıncılık'da bir süre çalıştım. Orada, daha çok kaynak kitaplar üzerine yoğunlaştık. Sonra Yakamoz Yayınları’nda bir süre çalıştım. Orada; roman, öykü, araştırma alanında epey kitabım çıktı. Beş yıldır da Birleşik Yayın Grubu’ndayım.C.B.Ç.- Çocuklar için yazmak nasıl bir duygu? E.Ç.-Burada çalışmaya başladıktan sonra, çocuk edebiyatına yöneldim. Çocuk edebiyatında, gerçekten bir yayın çöplüğü oluşturulmuş durumda. Karınca kararınca bu çöplüğün içinde çiçek yetiştirmeye çalıştık biz. Birleşik Yayın Grubu'na gelirken, iki amacım vardı: Birincisi, yetenekli olup da önü kapalı olan genç yazarların önünü açmaya çalışmak –ki buradaki görevim biraz da buna hizmet ediyor-; ikincisi de çocuklara dönük gerçekten kaliteli, eli yüzü düzgün yayınlar üretmek. Çünkü gerçekten de çocuk edebiyatı diye bir şey var; ama bu durum, ne ülkemizde ne de dünyada çok iyi anlaşılmış. Yani ne çocuk pedagojisi çok iyi anlaşılmış ne de çocuk diye bir yaş grubu kabul edilmiş. Adından söz ediliyor ama ne olduğu henüz yeterince bilinmiyor. Türkiye’de herkes ahkâm kesiyor ama aslında yeterince üzerinde araştırma yapılmamış bir alan bu. Sadece çocuklar değil, ilk gençlik dönemi de aynı. O dönemler, yok sayılıyor âdeta. C.B.Ç.- Son yazdığınız kitap “Düş Gemisi” tam da bu bahsettiğiniz ilk gençlik dönemine yönelik. Peki, nedir bu ilk gençlik dönemi?E.Ç.-Çocuklukla ergenlik arasıdır ilk gençlik dönemi. Yani ne çocuk ne de genç denir onlara; ama hem çocuktur hem de gençtir aynı zamanda.

Yazar Erdal Çakıcıoğlu ile röportaj

Yazar Erdal Çakıcıoğlu: “Işık Kaynağım Arkadaşlarım ve Öğrencilerimdir”

Röportaj: Cansu BULDU ÇAN Yaşama

Dair Söyleşiler

Meslek hayatımda birçok kişiyle röportaj yaptım ama bu seferki hepsinden ayrı bir tat verdi bana. Karşımdaki bana kitapları, edebiyatı, tiyatroyu, okumayı sevdiren biricik öğretmenim, yazar Erdal Çakıcıoğlu’ydu çünkü. Bunca yıllık öğretmenimin yazarlık özelliğini çok geç öğrenmiş olmanın üzüntüsünü yaşasam da, bir yandan da böylesine bir öğretmenin öğrencisi

olmanın gururunu duyuyorum bir kez daha. Geç öğrendim, çünkü benim öğretmenim kendisinin bu kimliğini bizlere anlatmayacak kadar mütevazı ve ince fikirliydi. Oysaki eminim, benim gibi birçok öğrencisi de ne çok isterdik o yaşlarımızda böylesine özel bir öğretmenin yazdıklarıyla eğilmeyi…

Eğitimci-Yazar Erdal ÇakıcıoğluYazarın bu yıl yayınlanan "Düş Gemisi" adlı kitabı, ilk gençlik dönemine yönelik bilim-kurgu tadında bir roman. Kitapseverlere duyurulur...

Yazar Erdal Çakıcıoğlu ve Cansu Buldu Çan

28salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 29: Salkimsöğüt -02

Bu geçiş dönemi, çok da duyarlı bir alandır aslında. Bu nedenle de çok dikkat etmek gerekiyor; çünkü bütün kırılmalar o alanda oluyor. Ya sokağa gidiyor çocuk, çünkü önünde yanlış örnekler dizi dizi: Televizyonda, gazetede, internette hemen her alanda, yanlış örneklerle karşı karşıyadır. Ya ona dönük bir hamle yapacaksınız, onu doğru alana yönlendirebilmek için ya da onu kaybedeceksiniz. Dünyada da yok sayılmış bir kuşak, bu kuşak. Onlara dönük ne bir edebiyat çalışması ne de bir sanatsal etkinlik uğraşısı var. Ya genç sayılmışlar, yaşlarının çok üzerinde birtakım beklentiler oluşmuş ya da çocuk sayılmışlar, yaşlarının çok altında bazı durumlar gelişmiş. Bu nedenle de bu alana biraz yoğunlaşmamız gerektiğini düşündüm.

C.B.Ç.- “Düş Gemisi”nden biraz söz eder misiniz? E.Ç.- “Düş Gemisi”, epey ilgi gördü. Birçok olumlu tepki aldı. Biraz bilim-kurgu türünde; ilk gençlik dönemine hitap ediyor. Bu romanda, farklı bir anlatım tarzı denedim. Bu özelliğinden dolayı belki, ilginç geldi okuyuculara. Okuyucuyu da romanın kahramanlarından biri yaptım. Roman yazarı, düşünde okuyucusunu görüyor. Birlikte, bir serüven yaşıyorlar; ona sürekli hatırlatmalar yapıyor, sanki o da aynı düşü görmüş gibi. Kitapta, aynı zamanda evren ve gezegenler anlatılıyor. Dediğim gibi, kitabın aynı zamanda bilimsel bir yanı da var. Böyle bir deneme yapalım dedik. İlgi gördüğü için, devamını da getirebiliriz. C.B.Ç.- Ne kadar bir zamanda ortaya çıktı?E.Ç.-"Düş Gemisi" fikri üç yıl önce, çocuk edebiyatını ilk düşünmeye başladığımda vardı aklımda. Ama farklı bir şekilde vardı; bu kadar ayrıntılı düşünmemiştim. Fakat bu kitabı yazmam, epey zamanımı aldı. Neden aldı? Çünkü bilimsel birtakım bilgiler verme derdi içine de düştük biz. Çocuklara birtakım teorik bilgiler de vermek gerekiyordu ve biz, doğru şeyleri aktarmak durumundaydık. Doğru bilgiye ulaşabilmek ve bunu en iyi şekilde aktarabilmek adına, araştırma süresi epey zamanımı aldı diyebilirim. Araştırmadan arta kalan yazım süresi, bir ay kadar falan sürdü.

C.B.Ç.-Süre neye göre uzuyor?E.Ç.- “Düş Gemisi”nden önceki romanım “Uyan Dimme Gün Işıyor!” yaklaşık 2 yılımı almıştı. Kafanızda bir şey oluşuyor diyelim ki; kurguluyorsunuz yazmayı; planınızı oluşturuyorsunuz ona göre; yazmaya başlıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki, roman almış başını gidiyor; sizi sürüklüyor peşinden; başka bir alana gidiyor. Kurguladığınızın tamamen dışında bir şey gelişiyor. Eğer içinize siniyorsa, devam edip gidiyor; sinmiyorsa, sil baştan yapıyorsunuz. Ya da öyle bir noktaya geliyorsunuz ki, tıkanıyorsunuz. “Uyan Dimme Gün Işıyor!” dönemsel bir romandı. 60-70’li yılları anlatıyor. O dönemin siyasal gelişme-lerini çok iyi bilmek gereki-yordu; çünkü ben de o dönemlerde çocuktum. Bizden öncekiler yaşamışlardı o dönemi. Orada geçen bazı tarihsel olayları, birinci ağızdan dinlemek gerekiyordu. Kitaplardan araştırmakla doğru sonuca ulaşamıyorsunuz her zaman. Romandaki olayları bizzat yaşayanlarla görüştüm. O kişileri bulmak, zaten birkaç ayımı aldı. Olayın yaşandığı fabrika, şu an okul örneğin. Oraya gitmek, orayı görmek gerekiyordu. Çünkü romanda yer betimlemesi yapıyorsunuz; doğru betimlemeniz gerekiyor. O döneme tanıklık etmiş birçok kişi var. Bu romanı okuyanlara, “Olaylar gerçekten de o dönemde böyle cereyan etmişti.” dedirtmeniz gerekiyor. Böyle de eleştiriler geldi zaten. Hatta biri sordu bana: "Sen kaç yaşındasın ki, bunu bu kadar yaşamış gibi anlatabilmişsin?" “Amcam

yaşamıştı.” diye cevaplayıp geçiştirmiştim. Ama hikâyedeki Celal’le bizzat gidip tanıştım; belki de şimdi yaşamıyordur ama onun anlattıklarından yola çıkarak yazmıştım. Yani bir şey yazarken, eğer ortada bir iddia varsa, o zaman araştırma yükümlülüğünüz doğuyor. Bu durum da doğal olarak romanın ortaya çıkma süresini uzatıyor. Yazdığınız türe göre de değişiyor bu süre tabii. Kimileri oturuyor internetin başına senin, benim, onun, bunun yazdığıyla “Bir gecede roman yazdım.” diye karşına geçebiliyor. Tanıdığım yazarların cümlelerine rastladığım çok kitapla karşılaşıyorum. Daha önce çalıştığım Yakamoz Yayınevi’nde, biri, bir gecede kitap yazdı. Bir gün önce, sansasyonel bir olay yaşanmıştı Türkiye’de... Bir gün sonra, adam romanını getirdi önümüze. Sen bunu hangi arada yazdın? İlginç bir şey de söyleyeyim sana: Üstelik onun o bir gecede yazdığı, senin yazdığının 10 katı satıyor. Bizim insanımız, magazinsel olayları daha çok seviyor ve bu konularda bir kitap yazıldığı zaman da tutuyor.

C.B.Ç.-“Düş Gemisi”nin okuyucusuna verdiği bir mesaj var mı?E.Ç.-Mesaj kaygısıyla oluşturulan kitaplar, çok da yararlı olmuyor. Bu konuyla ilgili bir anımı anlatmak istiyorum: Bir kitabımın imza gününün sohbet bölümünde, bir 7. sınıf öğrencisinin öyle olgunca sorusuyla karşılaştım ki, o anda şaşırdım kaldım: “Affedersiniz bir şey söylemek istiyorum. Soru değil benimkisi. Nedense ille de hep öğüt verilen bir grup gibi görüyorsunuz bizi. Bizim kendimize göre bir algımız, bir anlamlandırmamız yok mu? Siz sadece öyküyü yazsanız da biz kendimiz çıkarsak o mesajı daha iyi olmaz mı?” dedi. Yakamoz Yayınevi’ne, kalınca bir masal kitabı hazırlamıştım zamanında. Onlar tutmuş, her masalın sonuna kıssadan hisse koymuşlar. Çocuğun eleştirisi de bunaydı; niye yazıyorsunuz ille de kıssadan hisse diye?Öyle bir titredim ki bu yorum karşısında... Ben de bundan sonra yazdıklarımda ve yazacaklarımda öğüt vermemeyi düşünüyorum.Gerçekten, çocuk edebiyatının sorunlarından biri de bu. Karşınızdakini hep küçük görme; yani biz daha çok ilerideyiz... O yüzden entelektüeller -sözde entelektüeller- arasında sıkça kullanılır, ‘halka inme’. Bu söz kadar alçakça bir şey yoktur! Sen neredesin ki?!Edebiyatçıysan, yazarsan, çizersen ya da herhangi bir sanat dalıyla ilgileniyorsan, çocuklara yalnızca vermek istediğini ilet; o, ne algılıyorsa algılasın. Bırak, içindeki mesajı kendisi çıkarsın.

C.B.Ç.-“Düş Gemisi”nin dışında yine bu döneme ilişkin yeni bir çalışmanız oldu mu? E.Ç.- İlk gençlik dönemine seslenen 30 kadar özgün roman yayınladık. Niye özgün romanlar? Çünkü zamanında, dünya edebiyatından bazı romanlar seçilmiş o döneme ait olduğu öne sürülen; ama dönüp onları incelediğinizde, görüyoruz ki aslında hiçbiri o yaş grubuna yönelik değil. Genelde, yetişkinlere yönelik hazırlanmış eserler aslında. Bu nedenle, özgün ve ilk gençlik dönemine yönelik olmasına özellikle dikkat ettik.

“Korkuya Dayalı Olan Şey Saygı Değil, Teslim Olmadır”

C.B.Ç.-Çocuk kitabı yazarken mi, yoksa yetişkinlere yönelik roman yazarken mi daha çok zevk alıyorsunuz?E.Ç.- Çocuklara yönelik kitap yazarken, daha büyük zevk alıyorum. Çünkü kendime yönelik geriye dönüşü de sağlıyor bir yandan. Örneğin, bir öğretmenin nasıl olması gerektiği üzerine bir öykü yazıyorsanız, kendi öğrencilik yıllarınıza geri dönüyorsunuz. Çocuk edebiyatına yönelik bir şeyler yazdığınızda, aslında kendinizle de bir anlamda hesaplaşırsınız.Öğretmenle-öğrenci arasındaki o sevgi bağının

önemine değinip de onu su yüzüne çıkardığınız zaman, geçmişte böyle bir sevgiyi kendinizin yaşamadığını görüyorsunuz. Bizim çocukluk yıllarımızda öğretmen, bir korku ögesiydi. Bu durum, sizlerin zamanına kadar gelmiştir: “Eti senin kemiği benim.” derlerdi aileler... Evimizde otururken bile annemiz babamız, ders çalışmamızı sağlamak için, "Bak, öğretmenin camdan bakıyor!" derlerdi. Bizim zamanımızda, ortaokul ve lise yıllarında kasket takılırdı. Öğretmenimizle caddede karşılaştığımızda, hemen asker selamı verirdik. Belki öğretmenimiz selamımızı görmemiştir korkusuyla köşeyi yeniden döner, gelip bir daha karşısına çıkar, göstere göstere tekrar selam verirdik. Bu, saygı değildi, korkuydu. Saygı bambaşka, saygı sizinkidir. Ben de çok ideal bir öğretmen olduğumu iddia etmiyorum ama sizinle aramızda olan iletişim, tamamen sevgiye dayalıydı. Onun için saygı duyuyordunuz, ben de size saygı duyuyordum. Korkuya dayalı olan şey saygı değildir, teslim olmadır aslında; çaresizliktir. Kitap yazarken, biraz bu tür şeyleri de düşünmeye başlıyorsunuz. Bir tür hesaplaşma gibi. Kendi yaşayamadığınız şeyleri yansıtıyorsunuz. Günümüzde, demek ki eper bir aşama kaydedilmiş, diye düşünüyorsunuz.

“Çocuk Öykü Dizisi Hazırladığım Sürede Rahatlıkla İki Roman Yazabilirim”

C.B.Ç.-Çocuklara yönelik kitap yazarken nelere dikkat ediyorsunuz? E.Ç.- Çocuklara yönelik kitap yazarken, hem anne baba gözüyle -aynı zamanda anne babayız çünkü-hem eğitimci gözüyle hem de çocuğun gözüyle bakmaya çalışıyoruz her şeye. Bu nedenle, çocuk edebiyatında eser üretmek gerçekten çok zor. Kolay kolay da kimsenin cesaret edip gireceği bir alan değil. Anlatıma çok dikkat etmek gerekiyor. Seçtiğiniz konudan yazdığınız kelimeye kadar, her şey çok önemli. Aynı zamanda, yazdıklarınız hem eğlendirici hem de öğretici olmalı. Ben bir çocuk öyküsü dizisini hazırladığım sürede, rahatlıkla iki roman yazabilirim. Çocuğun bir birey olduğunu düşünmek gerekiyor. Kaç yaşında, hangi zekâ düzeyinde olursa olsun, karşınızdaki sonuçta bir insan. Öyle görmek zorundasınız. Bir bebeğin bile kendince yorumları vardır. Çocuğunuzun size olan tavrıyla bana olan tavrı aynı olur mu hiç? Ya da ona yüksek sesle bir şey söylediğin anla, onu okşadığın an tepkisi aynı olur mu size karşı? Demek ki, o da birtakım yargılara sahip. Çocuğa saygı duymak gerekiyor.

C.B.Ç.-Hep merak etmişimdir, yazarların, kitaplarının konularını seçerken beslendikleri yerler nelerdir diye. Konularınızı nasıl buluyorsunuz? Karakterlerinizi nasıl seçip oluşturuyorsunuz? E.Ç.- Bir edebiyat öğretmenim derdi ki: “Her yazarın eserinde, mutlaka kendisi de vardır.” Yani bakmakla görmek arasındaki fark budur. Hepimiz bir şeyler yaşıyoruz. Hepimizin yaşamında da mutlaka çok renkli anlar vardır. Ama gerek yaşadıklarımıza, gerekse tanık olduklarımıza kimimiz bakarız, kimimiz ise görürüz. Senin biraz yeteneğin, ilgin ve belli bir birikimin varsa, o gördüğün şey ipucu olur sana; oradan yola çıkarsın. Bir anda içinde bir şimşek çakar ve o, allak bullak eder seni. Ben bunu mutlaka yazmalıyım, dersin. Yazmaktan başka bir şey de seni rahatlatmaz, böyle bir durumda. Öyle bir duygu bu...

Yazar Erdal ÇAKICIOĞLU ile Cansu BULDU ÇAN röportajıYaşama Dair Söyleşiler

.

*

29salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 30: Salkimsöğüt -02

.

Elbette, yazarken de okuduklarınızın, birikimlerinizin, sözcük dağarcığının etkisi büyüktür.Yazma düşüncesi, okuyunca oluşmaz. Bende oluşmadı daha doğrusu. Ama okudukça, kendine güvenin artıyor. Bazı edebi eserleri görüyorsun, benim yazdığımdan daha kötü diyorsun. Demek ki ben daha rahat yazarım, diye düşünerek moral kazanıyorsun. Ya da tam tersi de olabilir. Çok renkli bir eser okumuşsan, böyle bir şeyi ben yapamazdım, diye de düşünebilirsin. Ama yazma konusundaki kararı, o içine çakan şimşekler tetikliyor. Bir öykü düşünürsün ya da bir roman tasarlarsın ama o romanla hiç ilgisi olmayan bir karakteri getirir yerleştirirsin oraya bazen. Çünkü hayatında iz bırakmıştır o kişi ya da bir şekilde ilgini çekmiştir.

C.B.Ç.-Kimi yazarlar inzivaya çekilip bir çiftlik evinde yazmayı tercih ederken, kimileri kalabalığın en yoğun yaşadığı mekânları tercih edebiliyor. Peki, yaz siz?E.Ç.- Kalabalık içinde yazmak, genelde biriktirme içindir. Gözlem yapmak için, kalabalıkta olmak gerekiyor çünkü. Küçük küçük notlar alıyorsun; yazma değildir bu. Yazarken, elbette sessiz bir ortam gerekiyor. Çünkü o beyninizde biriktirdiğiniz şeylerin açığa çıkabilmesi için, sessizlik şart. Çünkü onlar gürültüden korkar, geri kaçarlar; yani öyle bir şeydir yazmak. Aksi hâlde dikkatiniz dağılıyor; düşünceden kopuyorsunuz. Orhan Veli, şiirlerinin ana hatlarını lokantalarda, kahvehanelerde oluştururdu, Saik Faik de öyle. Ama ana çizgilerini belirliyor, notlarını alıyorlardı o tür ortamlarda. Sonra, evlerine gidip yazıyorlardı. Yoksa o kahvehanelerde, o tavla seslerinin arasında yazma ihtimali var mı insanın? Yok elbette.

C.B.Ç.-Yazmak yetenek işi midir? Öğrenilebilir mi?E.Ç.- Yazma konusunu, iki şekilde düşünmek gerekiyor: Biri edebi eser yazmak, diğeri de edebi olmayan araştırma-eleştirel yazılar yazmak. İkincisini, eğitimi ve belli bir birimi olan herkes yazabilir. Ama edebi bir şey yazabilmek için, mutlaka yetenek gerekir. Elbette ki eğitimle birlikte... Eğer yeterli birikimi yoksa, ne kadar yetenekli olursa olsun, çok bir şey çıkaramaz. Ama o yeteneğine bir de birikim, eğitim eklenmişse, çok güzel şeyler ortaya çıkıyor. Sadece yazarlık için değil, ressam olmak için de tek başına yetenek yetmiyor. Eğitim de gerekiyor. Eğitimle, ille de okulu kastetmiyorum. Bir usta-çırak ilişkisiyle de bu yetenek gelişebilir. İlgi, bilgi, birikim, yetenek ve eğitimin bir arada olması gerekiyor, yazmak için. Bir yazarda, bu özelliklerin hepsi olmalı.

C.B.Ç.-Pişmanlıklarınız var mı?E.Ç.- Yaptığım her şeyle gurur duyuyorum ama elbette pişmanlıklar da yaşadım. Gerek öğretmenlik, gerek yazı, gerekse özel hayatımda pişmanlıklarım olmuştur. Eğer insansak zaaflarımızla, eksikliklerimizle insanız. Hiç kimse kusursuz değil. Bu yaşta bile bir sürü hata yapıyorum. Kimseye hissettirmemeye çalışıyorum ama kendimle hesaplaşmalarım zaman zaman oluyor. O hesaplaşma sırasında, şunu yapmasaydım iyi olurdu, dediğim de oluyor.

C.B.Ç.-Kitaplarınızı kime okutursunuz?E.Ç.- Öğretmenken, yazdıklarımı önce öğrencilerime okuturdum. Biraz edebiyata meraklı biri denk gelmişse, ‘Al şunu oku, yarın da gel eleştir.’ derdim. Çocuk kitaplarını, daha çok çalışma arkadaşlarıma okuturum. Onlar eğer kafalarını sallıyorlarsa, olmuştur; yoksa da zaten önerilerini alırım. Değiştirmem gerekiyorsa da değiştiririm. Ama birilerine mutlaka okuturum. Çünkü sen, senin gözünle bakıyorsun ama senin göremediğin bir ayrıntıyı, başka biri bazen çok rahatlıkla görebilir.C.B.Ç.-Sizce bir yazarın topluma karşı görevleri nelerdir?E.Ç.- Toplumun malıdır yazarlar. Sadece yazarlar değil

elbette, bütün sanatçılar toplumun malıdır. Bazıları, “Benim özel hayatım kimseyi ilgilendirmez.” diyebiliyor. Eğer sıra dışı bir ad olmaya karar vermişseniz -ki sanatçı sıra dışıdır- o zaman artık kendiniz değilsiniz siz. Örnek tipsiniz. Artık, birileri size bakarak kendine yol çizecektir. Günümüzde birçok gencin olumsuz tavır sergilemesinin nedeni, ‘Benim özel hayatımdır...’ diyenleri kendilerine örnek almaları değil midir? Bilgisiz, deneyimsiz, yeteneksiz ve görgüsüzler yüzünden, hızla kirleniyor ortam. Bir sanatçının, örnek olma gibi bir sorumluluğu vardır. Bu nedenle biz artık kendimize ait olmaktan çıkmışız. Bizler, evimizde bile örnek olmak zorundayız.

C.B.Ç.-Bir romanın başarılı olabilmesi için, sizce olmazsa olmaz koşul var mıdır?E.Ç.- Var. Yanıltıcı olmamak, çok önemli... Yani, yazdığınız masal dahi olsa, gerçekle bir bağının olması gerekiyor. Gerçek kişi olmayabilir. Diyelim ki bir fabl yazarsınız, hayvanları konuşturursunuz ama anlattıkları şeyler, gerçektir. Yazdığınız bir bilim kurgu dahi olsa, anlatılan olayın gerçekle bağı olmalı mutlaka. Çok uçuk kaçık, sürrealist konuların yazılması, çok yararlı sonuçlar vermiyor. Daha çok kafa karıştırmaya neden oluyor. Kitap, kafa karıştırmaktan uzak olmalı ve çok yalın olmalı. Söz oyunlarına çok fazla merak salıp karşındakinin kafasını karıştırmamak gerekiyor.

C.B.Ç.-Kimsenin okumayacağını bilseniz bile yazar mısınız?E.Ç.- Elbette yazarım. O, zaten sizin elinizde değil ki. O içinizden gelen duygu aldırıyor elinize kalemi; başlıyor yazdırmaya. Siz, zaten birileri okusun diye yazmıyorsunuz. Bir şey üretmek için yazıyorsunuz. Bu yıl okunmayan bir eseriniz, on yıl sonra okunabiliyor. Bazı kitaplar vardır, her dönem zevkle okunur. Aradan bin yıl geçse de değeri yine aynıdır. Çünkü insanın genel yapısı, genel kavramlar üzerinde durmuştur. Önemli olan, yarınlara kalıcı bir şeyler bırakmaktır. Her aklınıza geleni değil, gerçekten farklı olduğuna inandığınız şeyleri yazmanız gerekir.

“Bir Sanatçı Önce Kendi Olabilmeyi Becerebilmeli”C.B.Ç.-En çok hangi yazarları okuyorsunuz? E.Ç.-Hepsini, hiç ayırt etmem.

C.B.Ç.-Kimlerden etkileniyorsunuz? E.Ç.- Orhan Kemal, Aziz Nesin, Tarık Buğra’yı severim, Yaşar Kemal zaten ayrı bir ekol hepimiz için. Ama bir şeyin altını çizmek gerekiyor; bir şey yapmak istiyorsanız, birine benzemek sıkıntısı içine sokmamalısınız kendinizi.Örneğin ben gençlik yıllarımda şiir yazarken, ille de Nazım Hikmet’e benzetmeye çalışırdım yazdıklarımı. Oysa böyle bir zorlama, seni yapmak istediğin şeyden de uzaklaştırır. Dolayısıyla, bir süre sonra özgün de düşünemiyorsun; taklit yapa yapa taklitçi olup çıkıyorsun. Bir sanatçı, önce kendisi olabilmeyi becerebilmeli.

C.B.Ç.-Çok satan kitaplar ilginizi çeker mi? E.Ç.- Yaşadığımız sistem, kapitalist sistem. Kapitalizmin kendine göre ölçüleri var. Kendi ideolojisini öne çıkarmak adına kalem oynatan, fırça oynatan herkes onun mahkûmudur. Örneğin, sen de tanık olmuşsundur; daha adam kitabını yazmadan, reklamı başlar. Oysa adamın aklında, daha o kitabın düşüncesi bile yoktur. Sonra ortaya bir ucube çıkar. Gerçekten okumayacağın bir kitap, ne hikmetse, bir anda yüz binler satar. O yüz binler konusu da biraz tartışmalı... Türkiye’de toplam okuyucu sayısı ortadayken, bir kitap nasıl basılır basılmaz yüz bin satar; o da ayrı bir bilmece...

C.B.Ç.-Nasıl izlersiniz edebiyat dünyasını?E.Ç.- Kitap fuarlarını kaçırmam. Sıkça sözü edilen kitaba özellikle gider bakarım; karıştırırım, incelerim

birkaç cümlesini okurum.

C.B.Ç.-Ne kadar bir sürede notunu verirsiniz?E.Ç.- Çok çabuk. Çünkü bir paragraf yetiyor çoğu zaman, karar vermek için. Tabii kendine göre... Bunu okumalıyım ya da okumamalıyım, diye düşünürsün. Bu kitap iyidir veya kötüdür demek, bize düşmez; hiç kimseye düşmez. Ben, kendi adıma karar veririm. Bunu kaçırmamalıyım, derim. Bütün koşullarımı zorlar, alırım da. Ya da bu kadar reklama değmezmiş, derim kendimce. Ama elbette insan etkileniyor reklamlardan. Baktığınız her yerde, duyduğunuz her şeyde, her an karşınızdadır çünkü.Üniversitede bir hocamız, reklamı tanımlarken derdi ki: “Reklam, kötüyü iyi tanıtmadır.” Reklamı yapılan her şey kötüdür demek istemem ama reklamı yapılan her şeye de çok rağbet etmemek gerekiyor; bu, kitap bile olsa...

C.B.Ç.-Yazmak dışında, yapmaktan hoşlandıklarınız nelerdir?E.Ç.- Benim en çok hoşlandığım şey, belki garibine gidecek ama arkadaşlarımla oturup çay içmektir. Çalışma arkadaşlarım Tamer Beyle, Esra’yla, Alper’le, Sevil Hanım’la geçirdiğim zamanlarda, müthiş fikirler oluşuyor kafamda. Hele özellikle Tamer Bey’in ağzından çıkan bir söz, bir bakıyorum kafamda kıvılcımlar çıkarıyor. Öğretmenlik yıllarımda, Hasan ve Hüdaverdi Bey’le geçirdiğim anlar özeldi benim için. Onlarla 15-20 dakika okulun bahçesinde sohbet ettiğimizde bile, her sohbetten bir öykü çıkarmışımdır. Işık kaynağım, arkadaşlarım ve öğrencilerimdir.

“Geleceğe Dönük Planlarının Bittiği Yerde Yaşamanın da Bir Anlamı Kalmaz”

C.B.Ç.-Gerçekleştirmek istediğiniz projeleriniz nelerdir?E.Ç.- Benim dışımda gelişecekler için plan kuramam ama örneğin torunlarım dünyaya geldikten sonra, yeni planlar oluşuyor kendiliğinden. Ama onlar olmasa bile, insanın mutlaka geleceğe dönük planları olmalı bence. Geleceğe dönük planlarının bittiği yerde, yaşamanın da bir anlamı kalmıyor. Daha yapacağım çok şey olduğuna inanıyorum; daha çok gencim.

C.B.Ç.-Hayattaki duruşunuzu en iyi özetleyen söz nedir, desem? E.Ç.- Boyun eğmemek ve dürüst olmak... Söyleyeceğiniz söz size bir şeyler kaybettirse de söylemelisiniz. Sevginin her kapıyı açacağına da inanırım. Bu üçü, benim merkezimi oluşturuyor.

C.B.Ç.-Değerli açıklamalarıyla bizleri aydınlatan yazar Erdal Çakıcıoğlu'na teşekkür ederiz.

Röportaj: © Cansu BULDU ÇAN

Yazar Erdal ÇAKICIOĞLU ile Cansu BULDU ÇAN röportajıYaşama Dair Söyleşiler

.

*

Yazar Erdal Çakıcıoğlu, dostları ve çalışma arkadaşları İlköğretim Kaynak Kitapları Yayın Yönetmeni Tamer Topaloğlu ve Ressam Esra Oğunday Bakır ile.

30salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 31: Salkimsöğüt -02

*

• Sevgili Dostlar,•PDF formatlı e-derginizSALKIMSÖĞÜT’ü İNTERNET ÜZERİNDEN ÇEVRİMİÇİ okuyabileceğiniz gibi; arşiv amacıyla masaüstüne indirebilir ya da çıktısını da alabilirsiniz.

•Eserleriyle SALKIMSÖĞÜTE renk ve değer katacak sanatçı dostlarımızdan dileğimiz: - (Word dokümanla) 1-) En çok üç adet şiir... 2-) Fotoğrafınız... (Vesikalık şartı yok.!.)

ve3-) SALKIMSÖĞÜT ‘e ilk kez yazıyorsanız, ÇOK KISA özgeçmiş bilgisi- (450-500 karakteri kesinlikle geçmemeli.)*•DİLEYENLER’den (Word dokümanla) 1-) Şiire ve hayata dair kısa yazılarınız... 2-) Şiirinizle görsel bütünlük sağlayan RESİM, FOTOĞRAF, DESEN v.b. görsel malzemeler... 3-) Şiir etkinliklerinize dair haberler ve yapıtlarınıza dair tanıtım bilgileri...

İLETİLERİNİZ İÇİN ADRESİMİZ:[email protected]

......NOT-İletilerinizin konu başlığına, “SALKIMSÖĞÜT” ve tam adınızı yazmanızı dilemekteyiz. (Örnek: “SALKIMSÖĞÜT - EKBER POLATOĞLU” )

mizahveşiir-07.08.2012

•Salkımsöğüt’ü birlikte ve daha iyiye taşımak isteminin / siz değerli okuyucularımızca da geçerli olduğunu düşünmekteyiz. Çerçevesi önceden çizilmiş “kalıpçı” bir dergi yerine, yeni düşüncelerle biçimlenen bir dergi anlayışından yanayız.

*Düşüncelerinizi, önerilerinizi, yorum ve eleştirilerinizi bu köşeden paylaşabiliriz.

• İLETİLERİNİZ İÇİN ADRESİMİZ:[email protected]

“ve birgün buluşacağız, başka yönlerden gelip.”

Yannis Ritsos

•e-dergi SALKIMSÖĞÜT’ünPDF formatlı bağlantı adresi:http://www.mediafire.com/?8v8wad6j2qab9•SALKIMSÖĞÜT’ünJPG formatlı bağlantı adresi:http://salkimsogutsanatdergisi.blogspot.com

31salkımsöğüt / kasım-aralık 2012

Page 32: Salkimsöğüt -02