İm felsefesİ iŞiĞinda İktİsat metodolojİsİnİn...

183
T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI DOKTORA TEZİ BİLİM FELSEFESİ IŞIĞINDA İKTİSAT METODOLOJİSİNİN SEYRİ: APRİORİZM VE APOSTERİORİZM ARASINDA SÜREGİDEN ‘METHODENSTREİT’ Özgün Burak KAYMAKÇI 2502030145 TEZ DANIŞMANI: PROF. DR. ZEKAİ ÖZDEMİR (DÜZELTİLMİŞ TEZ) İSTANBUL – 2010

Upload: others

Post on 29-Jan-2021

5 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • T.C.

    İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ

    SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

    İKTİSAT ANABİLİM DALI

    DOKTORA TEZİ

    BİLİM FELSEFESİ IŞIĞINDA İKTİSAT

    METODOLOJİSİNİN SEYRİ: APRİORİZM VE

    APOSTERİORİZM ARASINDA SÜREGİDEN

    ‘METHODENSTREİT’

    Özgün Burak KAYMAKÇI

    2502030145

    TEZ DANIŞMANI: PROF. DR. ZEKAİ ÖZDEMİR

    (DÜZELTİLMİŞ TEZ)

    İSTANBUL – 2010

  • DÜZELTMELER

    1. Tez kapağında bulunan “tez başlığı” tırnak içinden çıkartılmış, puntosu

    düzeltilmiştir.

    2. İçindekiler bölümünde yer alıp, bölüm ve alt başlıklara denk düşen sayfa

    numaraları düzeltilmiştir.

    3. Kaynakça ve dipnotlarda tırnak içine alınmış olan kitap isimleri tırnak

    içinden çıkartılmıştır.

    4. Kaynakça ve dipnotlarda tırnak içine alınmayan makale isimleri tırnak içine

    alınmış; kalın punto ile yazılmamış olan dergi isimleri de düzeltilmiştir.

    5. Tezin sonuna “özgeçmiş” eklenmiştir.

  • i

    ÖZ

    Bu tezin ana amacı bilim felsefesinden elde edilmiş apriorizm ve aposteriorizm

    kavramları çerçevesinde iktisat metodolojisinin tarihsel seyrinin takibidir. İncelediği

    yapıların sunduğu kırılganlıklarla karşıt metodolojik karakteristiklere sahip doğa

    bilimleri ve sosyal bilimler arasında metodolojik salınımlar gösteren iktisat, apriori

    ve aposteriori eğilimler arasında olduğunu ifade edebileceğimiz bir döngüsellik

    içinde kendi iktisat metodolojisini üretmektedir. Bu temelde, bir taraftan ele alınan

    konuların en doğru biçimde kavranabilmesi gayretiyle bilim felsefesinin temel

    yönelimleri belirginleştirilmeye çalışılırken, diğer taraftan da metodolojik çatışmanın

    şekillendirdiği iktisat okullarının dönüşümleri sorgulanmaktadır. Böylece, teoriyi

    teorinin kendisi için ihmal eden metodolojik gayretin geçmişine ışık salınırken,

    iktisat metodolojisinde tespit edilen döngüselliğin belirleyici dinamiklerinin

    kavranması ümit edilmektedir.

    ABSTRACT

    The primary purpose of this dissertation is to provide an account of the historical

    process of the use of methodology in economics in the context of the concepts of

    apriorism and aposteriorism drawn from the philosophy of science. Economics is a

    discipline that entails methodological oscillations between social sciences and natural

    sciences, where the methodological characteristics of the latter are discordant with

    the vulnerabilities the structures it examines involve. Therefore, as a discipline,

    economics generates its own peculiar methodology in a cyclicality that falls

    somewhere between apriori and aposteriori perspectives. In that regard, this

    dissertation, on the one hand, aims to make more distinct the major perspectives in

    the philosophy of science with the concern of rendering the issues under study more

    accurately understandable, and on the other, questions the transformations of the

    schools of economics which the methodological conflict has shaped. By doing so, the

    dissertation sheds a light on the background of the effort that neglects theory for

    theory's own sake, and aims to make comprehensible the determinative dynamics of

    the ascertained cyclicality in the methodology of economics.

  • ii

    ÖNSÖZ

    Bilim tarihine samimi bir yönelimle açıldığımızda, esasen hem yeni sorular

    sorabilmek hem de bunlara özgün cevaplar bulabilmek ümidiyle kaleme alınan

    doktora tezlerinin pek nadiren söz konusu hedeflere ulaşabildiğini tespit etmek zor

    olmamaktadır. Bilimin anlam dünyamızı kuşatan hudutsuz genişliği içinde kendine

    yeni anlam kümeleri inşa etmeye çalışan söz konusu çalışmaların, bilimin tabii

    kısıtları altında fark edilebilir zıplamalara yol açabilmesi şüphesiz kolay değildir.

    Buna rağmen, samimiyetle gerçekleştirilen her çalışmanın kişiye has zihni durum ve

    kavrayışların yansıtılması açısından özgün bir paylaşım olduğu da aşikardır.

    Özellikle sosyal bilimler alanında öne çıkarabileceğimiz bu karakteristiğin ışığı

    altında, tüm samimi çalışmaların bilimsel kavrayışımızı geliştirecek bir katkıya denk

    düştüğünü ifade etmek yanlış olmayacaktır. Geçmiş akademik üretimlerin zihni

    çözümsemelerinin ele alınacağı gelecek araştırmaların, sözü edilen katkının boyutu,

    özgünlüğü, dolaysızlığı ve tarafsızlığını daha objektif bir temelde

    değerlendirebilmesi mümkündür. Bu açıdan, tüm çalışmaların doğası itibariyle eksik

    olduğunu kabul ederek yola çıkmış olan araştırmacının, eserini[norm] öncelikle

    gerçekliğe[reel], sonrasında ise bu gerçekliği ortaya çıkaracak olan zamana emanet

    etmesi en tutarlı tavır olacaktır. Şüphesiz ki, teslimiyetin kayıtsızlığı emanete olan

    güvensizlikten değil, emanetçiye olan güvenden doğmalıdır.

    Tüm bilimsel çalışmaların belirsiz geleceği hakkındaki düşüncelerimizi bu temelde

    şekillendirirken, çalışmamızın belirli geçmişinden söz açmamak düşünülemez. Geniş

    bir alanı kuşatmak gayretiyle yola çıkan ve uzun bir okuma sürecini gerektiren

    çalışmanın seyrinde fark yaratan kesişimlerin altını çizmemiz şarttır. Bu temelde,

    Simon Fraser Üniversitesinin kaynaklarından yararlanma imkanı sunan müşfik

    davetiyle akademik ufkumuzu genişleten Prof.Dr. Lawrance A. Boland’ı minnetle

    anmamız gerekmektedir. İçinden çıktığımız yapının malum kısıtları Prof.Boland’tan

    layıkınca yararlanmamızı mümkün kılmasa da, akademik ziyaretimizin sürece katkısı

    kaydadeğerdir. Bu akademik açılıma vesile olan Prof.Dr. Abdülkadir Mercül’ün

    yardım ve desteğinin ise, tezin seyrinde belirleyici olduğunu ifade etmek abartı

    olmayacaktır. Diğer taraftan, yalnız iktisat metodolojisi çalışmalarıyla değil, irfan

  • iii

    hayatımızı zenginleştiren sayısız eseriyle ferasetimizi genişleten saygıdeğer Prof. Dr.

    Ahmed Güner Sayar’ın hakkını teslim etmemiz bir zorunluluktur. Felsefe, bilim

    tarihi, bilim felsefesi, iktisat felsefesi ve iktisat metodolojisinin konumuz açısından

    kolay ayrıştırılamaz içiçeliğinin düzene ulaştırılmasında, Prof. Sayar’ın

    yayınlanmamış çalışmalarını da içeren teklifsiz paylaşımı, akademik sohbeti ve

    müşfik tavrı belirleyici olmuştur. Bu sebeple kendilerine müteşekkirim. Ayrıca,

    karşılaşılan tüm bürokratik aksaklıkların aşılmasında kayıtsız bir destek gösteren

    Prof. Dr. Şahin Akkaya’nın koruyucu varlığından da bahsetmemiz gerekmektedir.

    Kendilerine müteşekkirim. Metni itinayla ve tekraren değerlendirme zahmetini

    samimiyetle yüklenen, tüm süreçlerde akademik güvenini hissettiren Prof. Dr. Zekai

    Özdemir’e de ayrıca minnettarım. Prof. Özdemir’in güvenine layık olabilmek

    gayretinin çalışmalarımızı derinleştirdiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bunun

    yanında, değerli çalışma arkadaşlarımın dolaylı katkılarına da buradan teşekkürlerimi

    sunmaktayım. Nihayetinde, annem Ayşe Kaymakçı’ya çalışmamı ithaf ederken, tüm

    eksik ve kusurların yalnızca şahsıma ait olduğunun altını çizerim. Bu kusurları

    aşacak olan tüm olası okuyucuların olası istifadesi çalışmamızın yegane amacına

    ulaşıldığının göstergesi olacaktır.

    Özgün Burak KAYMAKÇI

    İstanbul, 2010

  • iv

    İÇİNDEKİLER

    ÖZ-ABSTRACT………………………………………………………………… i

    ÖNSÖZ……………………………………………………………………………ii

    İÇİNDEKİLER…………………………………………………………………..iv

    ŞEKİLLER………………………………………………………………………vi

    GİRİŞ…………………………………………………………………………… 1

    BİRİNCİ BÖLÜM

    BİLİM FELSEFESİ IŞIĞINDA METODU ARAMAK

    1.1 Bilim …………………………………………………………………………3

    1.2. Bilim Felsefesi………………………………………………………………10

    1.2.1. Bulunduğumuz Noktaya Varmak …………………………………………12

    1.2.1.1. David Hume ve İnduksiyon Problemi…………………………………..12

    1.2.1.2. Immanuel Kant ve Sentetik Apriori…………………………………….14

    1.2.1.3. Viyana Çevresi ve Doğrulanabilirlik……………………………………20

    1.2.1.4. Popper ve Yanlışlanabilirlik………………………………………….....29

    1.2.1.5. Kuhn ve Paradigma..…………………………………………………....36

    1.2.1.6. Lakatos ve Bilimsel Araştırma Programları…………………………….41

    1.2.1.7. Feyerabend ve Metodolojik Anarşi……………………………………..49

    1.3. Bilim Felsefesinin İktisadi Analizi………………………………………….52

  • v

    İKİNCİ BÖLÜM

    METHODENSTREİT IŞIĞINDA AYRIŞMAYI ANLAMAK

    2.1 Süregiden Methodenstreit Efsanesi …………………………………………….57

    2.2. Methodenstreit Dönemleri……………………………………………………...62

    2.2.1. Alman Tarihselciliği………………………………………………………….62

    2.2.1.1. Alman Tarihçi Okulu……………………………………………………….63

    2.2.2. Methodenstreit- I: Carl Menger vs. Alman Tarihçi Okulu…………………...65

    2.2.3. Methodenstreit-II: Böhm-Bawerk vs. Marksist Okul / John Bates Clark……76

    2.2.4. Methodenstreit-III: Avusturya Okulu vs. Neoklasik Okul…………………...82

    2.2.4.1. Neo-Klasik Metot…………………………………………………………..83

    2.2.4.2. Neo-Klasik Okul - Avusturya Okulu Ayrışması…………………………...88

    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

    APRİORİZM VE APOSTERİORİZM ARASINDAKİ İKTİSAT

    METODOLOJİSİ

    3.1. Metot ve Metodoloji………………………………………………………….96

    3.2. İktisat ve Metodolojisi………………………………………………………..99

    3.3. İktisat Metodolojisinin Temel Eğilimleri……………………………………104

    3.3.1. Aprioristler ……………………………………………………………......106

    3.3.2. Aposterioristler…………………………………………………………….112

    3.4. İktisat Metodolojinin Döngüselliği……………………………………….....129

    SONUÇ …………………………………………………………………………..131 KAYNAKÇA…………………………………………………………………….134 ÖZGEÇMİŞ……………………………………………………………………..174

  • vi

    ŞEKİLLER Şekil 1.1.……………………………………..……………………..…….……….54 Şekil 1.2. ………………………………………….………………..…..…………55 Şekil 1.3. ………………………………………..…….…..………………………55 Şekil. 3.1.…………………………..……………….…………………………….129

  • 1

    GİRİŞ Sadece iktisatçılar değil antropologlar, siyaset bilimcileri, sosyal psikologlar ve

    sosyologların da insan davranışını anlaşılır kılmakta iktisadi yaklaşımın en meşru yol

    olduğunu düşünüyor olmaları iktisattaki metodolojik sorunların iktisadı aşan tesirini

    arttırmaktadır.1 Bu anlamda, bağımsız olarak varlık bulduğu kabul edilen onsekizinci

    yüzyıldan itibaren metodolojik olarak bir tartışma alanı olmaya devam eden

    iktisadın, söz konusu ayrışmalara sebep olan ayrıcalıklı konumunun belirleyicileri

    üzerinde durmak gereklidir. İncelediği yapıların sunduğu kırılganlıklarla karşıt

    metodolojik karakteristiklere sahip doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasında

    metodolojik salınımlar gösteren iktisat, apriori ve aposteriori eğilimler arasında

    olduğunu ifade edebileceğimiz bir döngüsellik içinde kendi bilimsellik iddiasını

    sürdürmektedir. Bu iddia neticesinde, söz konusu savın test edilebileceği, ürettiği

    bilginin güvenilirliğinin ve bu bilgiye nasıl ulaşılması gerektiğinin tespit edileceği bir

    alanın varlığı da kaçınılmaz olmaktadır. Bu anlamda, ‘bilimin iktisadı’2 olarak

    tanımlayabileceğimiz metodolojinin; -iktisatçıların elinde- iktisadın bilimselliğini

    araştıracak iktisat metodolojisine dönüşeceği aşikârdır. Ancak en genel düzlemde,

    felsefe ve iktisadın kesişim alanı olarak sunabileceğimiz ‘iktisat metodolojisi’nin, saf

    ‘iktisat’ olmaktan ziyade ‘iktisat üzerine’ olmasının sunduğu ihtiyatla, yüklenen

    vazifeyi gereksiz gören iktisatçıların da varlığı göze çarpmaktadır.3 Bu açıdan

    bakıldığında, bilim felsefesi ışığında iktisadi düşüncenin karşılaştırmalı analizini

    yapmaktan ziyade, [kimi zaman bağlanıldığından bile haberdar olunamamış] bir

    paradigmanın güvenilirliği içinde [copypastorical] bilimsel faaliyetlerin sürdürülmesi

    de anlaşılır olmaktadır.

    1 Daniel M. Hausman, “Introduction”, Philosophy of Economics: An Anthology, Ed. By. Daniel M.

    Hausman, Cambridge, Cambridge University Press, 1996, s.2 2 Ockham’li William tarafindan ondördüncü yüzyılda ortaya atılıp, günümüze Ockham’in usturası

    olarak ulaşan ünlü prensip, ‘varlıklar gereksiz yere bölünmemelidir.’ [Pluralitas non est ponenda sine neccesitate] temelinde basitliği öne çıkarmaktadır. (Bkz. Şafak Ural, Pozitif Bilimde Basitlik İlkesi’nin Belirlenmesi Yolunda Bir Deneme, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1981) Yakın tarihte ise, bilimsel araştırmalarda iktisadi tavrı öne çıkaran isim Ernst Mach olmuştur. Bkz. Ernst Mach, “On the Economical Nature of Physical Inquiry”, Popular Scientific Lectures, Thomas Joseph McCormack(Çev.), La Salle, Open Court Publishing Co., 1898

    3 Bir röportajında Friedman metodolojiye bakışını şöyle özetlemektedir:‘İktisatın nasıl icra edilmesini gerektiğini tartışmak yerine çabamı iktisat yapmaya harcarım.’ Bkz. William Frazer, “Methodology: Reply”, The American Economic Review, Vol.74, No.4, 1984, s. 794.

  • 2

    Söz konusu durumun, D.Hausmann’ın ifadesiyle ‘daha çok bilimsellik etiketi=daha

    yüksek danışmanlık ücretleri’4 anlamına geldiği gibi bir çıkarım yapmak durumunda

    olmasak bile, en basitinden entelektüel bir zafiyet taşıdığını ifade etmekte de bir

    sakınca görmüyoruz. Bu sebeple, J.A.Schumpeter’de kendini gösteren evrensel

    iktisadi kafanın,5 salt mühendislik faaliyetine indirgenmesi dinamiğinin iktisadi

    düşünce içindeki seyrinin takip edilmesi açısından da metodolojik gözlemin

    gerekliligine6 işaret etmekteyiz. Böylece, hem pozitif çerçevenin çizilmesi, hem de

    negatif dışsallıklardan disiplinin arındırılarak bilim olma statüsüne yükseltilmesi

    amacı sorgulanırken; iktisat metodolojisinin döngüselliği çerçevesinde daha geniş,

    daha kuşatıcı ve daha çetin bir soruyla karşı karşıya kaldığımızı da itiraf

    ediyoruz: Bilim nedir?

    4 Hausman, Introduction, s.1 5 Sabri F. Ülgener, “Joseph Schumpeter(1883–1950)”, Makaleler, Ahmed Güner Sayar(Drl.),

    İstanbul, Derin Yayınları, 2006, s.166. 6 Ahmed Güner Sayar, İktisat Metodoloji ve Düşünce Tarihi Yazıları, Ötüken Yayınları, İstanbul,

    2005, s.13.

  • 3

    I. BÖLÜM: BİLİM FELSEFESİ IŞIĞINDA METODU ARAMAK

    1.1. BİLİM

    Bilim adamları için kendilerini adayacakları bir süreç ya da tatmin edici bir uğraş,

    ordular için ulusal güvenliğin sağlanması için pandoranın kutusundan çıkan cihazlar,

    şirketler için karlılıklarını arttırma vesilesi, hükümetler için milli servetin

    doğrultulması için bir araç. Sol düşünce için dünyayı dönüştürmek ve angaryayı

    ortadan kaldırma vesilesi,7 sağ düşünce için sanayi çarklarının bir dişlisi.8 Geri

    kalmış ülkeler için sefaletten kurtulma ümidi, çevreciler icin ekosistemi bozan ve

    tamir edecek olan... Tarihçiler için modern toplumu şekillendiren başat faktör,9

    sanatçılar için kendilerinin açığa çıkarmaya çalıştıkları gizemi yok etmeye çalışan bir

    karşı güç...10 Olası tüm pratiklerde, farklı tanımlanan, en geniş anlamıyla varlık ve

    varlığa dair beklentilerimizi çözümleyici, sürekli bir anlama ve açıklama11 etkinliği.

    Bu etkinliğin neticesi olarak ortaya çıkan bilginin biriktirilmesi12 ve tasnifi; bunun da

    7 Paul Feyerabend, Science in a Free Society, London, NLB, 1978, s.75 8 Politik sol ve politik sağın, heterodox ve orthodox bilim anlayışları çerçevesinde kabaca dağılımı

    için. Bkz. James Robert Brown, Who Rules In Science?:An Opinionated Guide for the Wars, Maasachusetts, Harvard University Pres, 2001, s.26

    9 Bernard Dixon, What is Science For?, New York, Harper&Row Publishers, 1973, s.205. 10 Ortaya koyduğumuz bu karşıtlığın kesişiminde ‘dehanın hayatını’ gören İngiliz şair ve eleştirmen

    Matthew Arnold’in, yaşadığı coğrafya ve dönemin[19.yy.] bilim algısını yansıtmakta olan fikirleri ayrıca önemlidir: ‘Bilimin, denilebilir ki, uzanacağı en üst nokta; şiirde talim edilen muazzam güce büyük benzerlik gösteren, keşif gücü ve tahmin yeteneğidir. Bu sebeple, ruhu, enerjiyle betimlenen bir millet bilimde de gayet yetkin olabilir; işte Newton. Shakespeare ve Newton: Entellektüel alanda daha yüksek iki isim var olamaz. İşte, dehanın hayatı olan bu enerji, herşeyin üstünde özgürlüğü- tüm otoritelerin, emirlerin ve rutinlerin uzağında kendi iradesini genişletecek en büyük alanı- talep ve ısrar eder.’ Bkz. Matthew Arnold, Lectures and Essays in Criticism, Ed.by.R.H. Super, Ann Arbor, The University of Michigan Press, 1962, s.238

    11 Nagel, bilimsel açıklamayı dedüktif, olasılıksal, fonksiyonel[veya teleolojik] ve kalıtımsal açıklamalar olarak dört tür altında toplamaktadır. Bkz. Ernst Nagel, The Structure of Science: Problems in the Logic of Scientific Explanation, Indianapolis, Hackett Publishing Company, 1979, s.4, 20-25

    12 Francis Bacon’da[17.yy] acemi örneğine rastladıgımız, büyük miktarda verinin derlenmesi sürecinin bilim zannedilmesi yanılgısının yirminci yüzyıla uzanan ismi Karl Pearson(1857–1936) olmaktadır. Induktivizmin en büyük savunucularından olan Pearson; ‘Bilimin Dilbilgisi-The Grammer of Science’ kitabinda modern bilimin amaç ve metodunu ‘olguların sınıflandırılması ve bu sınıflandırmanın üstünden –modern zihnin marazi hassasiyetlerinden bağımsız- mutlak hükümlerin formülize edilmesi’ olarak sunmaktadır. Bkz. Karl Peason, The Grammer of Science, New York, Cosimo Inc., 2007, s.6. Bu noktada söz konusu iki ismin kronolojik olarak ortasında yer alan J.S.Mill’i ayrıca anmak gerekmektedir. Newton’ın [matematiksel fizik çatısı altında induktif metodla deduktif metodun birleştiği]çekim yasalarını ortaya koymasından 60 sene önce

  • 4

    ötesinde, söz konusu sınıflandırmanın kavramlar aracılığıyla düzenli bir bilgi kümesi

    ortaya çıkaracak şekilde, bilimsel bir metot güdülerek13 yapılma süreci.14 Farkedildigi

    üzere tanımlandıkça, yeni bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duyulan, tanımı da kendi

    gibi genişleyen bir olgu. Bazen de bu genişlemeye içkin olarak, iki boyutlu yapısına

    işaret edilmek durumunda kalınan parçalı bir varlık. P.Medawar’a göre ilk boyut

    imgesel bir içgörü üzerine inşa edilirken, ikinci boyut duyuların şahitliğine

    dayanmakta:

    “Gerçeklik, gözlemcinin zihninde şekillenir: ‘Ne gerçek olabilir?’in imgesel kavrayışı araştırmacıya başarabildiği kadarıyla anlama imkânı verir. Bu açıdan bilimde tüm ilerleme spekülatif bir maceranın sonucudur. Diğer görüşe göreyse, gerçek doğanın içinde saklı olup ancak duyuların aydınlığında elde edilebilir: Kavrayış anlayışa dolaysızca önderlik ederken, bilim adamının asli görevi de ayırt etme olacaktır.”15

    Medawar’in anlayışımızı kolaylaştıran, fakat tatmin edici olmayan, keskin ayrımının

    ötesinde, bilimi farkına varamadığımız girift dinamiklerin etkisi altında icra edilen

    bir faaliyet olarak tanımlayan Arthur Koestler’i de anmak gereklidir. Koestler’in

    ‘Bisociative eylem’ olarak kavramsallaştırdığı süreç, bilimi rasyonel ve irrasyonel

    unsurların birlikteliğinin bir neticesi olarak sunmaktadır:

    “Sanatçıların aksine bilim adamının duygulara başvuramayacağı, bilim tahsil etmek isteyenlerin de hislerinin rehberliğinde yol alamayacağı öne sürülmüştür. Fakat görüyoruz ki, bilimi mantık ve akla; sanatı da sezgi ve duyguya eşitleyen denklem apaçık popüler bir safsatadır. Bugüne kadar hiçbir buluş salt mantıksal dedüksiyon ile gerçekleşmemişken, hiçbir sanat eseri de ihtiyatlı bir

    ölen Bacon’un acemiligi anlaşılabilirken; J.S. Mill’in Newton’dan yaklaşık 100 sene sonra matematiğe hiç yer vermeyen bir induktif mantık geliştirmiş olması izah edilememektedir. Bkz. Hans Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, İstanbul, Bilgi Yayinevi, 2000, s.69.

    13 E.L. Dellow, Methods of Science: An Introduction to Measuring and Testing for Laymen and Students, New York, Universe Books, 1970, s.14.

    14 Frank E. Egler, The Way of Science, New York, Hafner Publishing Company, 1970, s.1. 15 Peter Medawar, The Art of the Soluble, Harmondsworth, Penguin, 1969, s.15. Medawar’ın

    metodik düzlemde tespit ettiği parçalı yapı, zaman düzleminde kendini oluşmuş bilim ve oluşmakta olan bilim olarak göstermektedir. Oluşmuş bilim mantık kurallarıyla uyum içinde olan ve bütünün içinde hiçbir şeyin birbiriyle çelişmediği bir nitelik sergilerken, oluşmakta olan bilim ise söz konusu tutarlı dünyanın mümkünler alanında yeni bir yol açma çabasından başka bir şey değildir. Bkz. Abraham Moles, Belirsizin Bilimleri: İnsan Bilimleri İçin Yeni Bir Epistemoloji, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1993, s.29–30

  • 5

    zanaatkârlık olmaksızın üretilememiştir. Bilinçaltının heyecan verici oyunları her iki sürece de dâhil olmaktadır.”16

    Herbert Simon ise, bilinçdışı gercekleşen söz konusu süreci ‘kuluçkaya

    yatma ve ani aydınlanma’ fenomeni olarak tanımlarken, ‘heyecan verici’

    bir örnek olarak Poincaré’i öne çıkarmaktadır.17

    Gelişim-keşif sürecinde bilim adamının karşılaştığı söz konusu özgünlüğün yanı sıra;

    tam yetkin zihinlerin18 genişletebildiği özerk alanıyla da -bilim- beşeri çoğunluga

    ancak ‘nihai ürünleri’ tükettirilen bir meta-süjeye dönüşmektedir. Bu anlamda,

    fenomen-numen bağlamındaki etkileşimli sistematiğiyle metafiziği fizikleştiren bir

    araç olan bilimin kendisi metafizikleşmektedir. Böylece kimi zaman bir kurumsal

    meşruluk kaynağı, kimi zaman bir sosyal faaliyet, kimi zaman ise bir sosyal kimlik

    unsuru olarak19 karşımıza çıkan bilim; ‘ne olduğu’ sorgulanan bir objeden ziyade,

    ‘kimdir’ denilebilecek aşkın [transandantal] bir süjeye dönüşmektedir.20 Söz konusu

    öteleşmeyle eşzamanlı olarak, teknik süreçlere bilimsel ilkelerin uygulanması olarak

    tanımlayabileceğimiz teknoloji ile bilim tekrar bedenleşmekte; yine ikili bir yapı

    16 Arthur Koestler, The Act of Creation, New York, The Macmillan Company, 1964, s.264.

    Koestler, yaratıcı sentezin ‘bisociative modelleri’ olarak bilim tarihinden derlediği gösterimlerle, evvelce ilgisiz iki beceri ya da düşünce matrisinin nasıl birdenbire birbirlerine bağlandığını açıklamaya calışmıştır. (Bkz. A.g.e., s.121). Bernard Dixon da, hologramın keşfi nedeniyle 1971 yılında Nobel Fizik ödülüne layık bulunan Dennis Gabor’un söz konusu keşfi laboratuarda çalışırken değil de, koltuğunda tenis seyrederken yapmış olmasını; ayrıca Friedrich Kekulé’nin 1865’de ateş karşısında uyuklarken benzen molekülünde bağlanmış karbon atomlarının nasıl kendisine gözükmüş olduğunu Koestler’in tezine destek olabilecek şekilde ortaya koymaktadır. Bkz. Dixon, What is Science For?, s.25

    17 Poincaré matematik için oldukça değerli olan bir keşfin, günlük hayatın akışı içinde ve ilgisiz bir anda (otobüse binmeye çalışırken) zihnine düştüğünü ifade ederken sözüedilen ilişkiden haber vermektedir. Bkz. Herbert Simon, “The Psychology of Scientific Problem Solving”, On Scientific Thinking, Ed.by.Ryan D. Tweney, Michael E. Doherty ve Clifford R. Mynatt, New York, Colombia University Press, 1981, s. 49.

    18 Einstein üzerine kaleme aldığı biografiye, rölativite teorisine nasıl olupta heyecanla bağlandığını aktararak başlayan J.Bernstein’ın motivasyonu oldukça anlamlıdır: ‘Ama bana göre okuduğum en ilginç şey dünyada rölativite teorisini anlayan yalnızca yedi kişi olmasıydı. Bu benim için çok esrarengizdi ve herhangi bir şeyi nasıl olup da bu kadar az insanın anlayabildiği sorusu beni büyüledi.’; ‘[Bernard Cohen]…sonra dünyada yalnızca on iki kişinin bu teoriyi gerçekten anladığını söyledi. Bu söz dikkatimi çekti ve hemen lisedeki eski idealimi hatırladım. O zamandan beri anlayan kişi sayısı yediden on ikiye çıkmıştı, ama on üçüncü olmak da fena sayılmazdı.’ Bkz. Jeremy Bernstein, Albert Einstein: Fiziğin Sınırları, Ankara, Tubitak Yayınları, 2006, s. 7–9.

    19 Ömer Demir, Bilim Felsefesi, Ankara, Vadi Yayınları, 2000, s.11 20 Söz konusu aşkınlığın derinlemesine incelemesi icin Bkz. David Horrobin, Science is God,

    Aylesbury, Medical and Technical Publishing, 1969

  • 6

    içinde, temel ve uygulamalı bilimler ayrımına21 bizi sevketmektedir. 22 Bu noktada,

    malum bedenleşmenin ‘yeni bilimin bilişsel amaçları’ çerçevesinde tanımlanıp;

    sadece uygulanabilir olan pragmatik çıkarlarımıza hizmet etmek kriteriyle23 hedonize

    edilmesi de, modern dünyanın önemce anlamak yerine sahip olmayı ikame eden

    eğilimleriyle uyum göstermektedir. Böylece, -bilim- sosyal yapıyla karşılıklı

    etkileşim halinde, hem dönüştüren hem de dönüştürülen24 olarak karşımıza

    çıkmaktadır. Bu etkileşimle, bilimin bilinir kılınabilmesi için, bilgi sosyolojisi gibi

    bir alt disiplin ortaya çıkarken; Feyerabend'ta vücut bulduğu üzere bilime karşı

    toplumu korumak gerektiğine inanan yaklaşımlarca da bilim, anarşist bir tanım

    içinde ele alınabilmektedir. Oppenheimer ise varlığın sınırlarını arayan bilimin, bir

    etikle sınırlandırılmaması halinde varolamayacağını ifade ederken, Feyarabend’ı25 da

    öncelemektedir:

    “Muazzam keşiflerimizin büyük basarısıyla, geleneğimizden ve bir oranda dilimizden uzaklaşır duruma düştük. Uzmanlaştığımız kültür ilerlerdi, kişisel güzelliklerimiz serpildi; fakat bireyin içinden irfan

    21 [Applied Science]Uygulamalı bilim’in karşısında; [Katı bilim]Hard Science, [saf bilim]Pure

    Science, [Esas bilim]Basic Science ve [Asıl bilim]Fundamental Science olarak karşımıza çıkan kavramsallaştırmaların hepsini ‘temel bilimler’ altında birleştirirken; [Mutlak bilim]Exact science’ın da kesin kantitatif ifadelerde ortaya konulup, aynı zamanda katı hipotez testlerine tabi tutulabilme özelliğiyle artık duyuların reddedemeyeceği düzeye indirgenen bilgi kümelerine işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bkz. Max Planck, “The Meaning and Limits of Exact Science”, Science, New Series, Vol. 110, No. 2857, 1949, s. 319-321.

    22 Dellow, Methods of Science: An Introduction to Measuring and Testing for Laymen and Students, s.14.

    23 Fred Wilson, The Logic and Methodology of Science in Early Modern Thought: Seven Studies, Toronto, University of Toronto Press, 1999, s.7.

    24 Poincaire’in ‘bilim yapaydır’ sözüyle donuklaşan söz konusu dönüştürülme sürecinde dönüşümün faili bellidir: insan. Ancak yapay olanın bilim mi yoksa bilimi dışa vurabilmemizi sağlayan gramatik yapı mı olduğu izaha muhtaçtır. Bkz. Nermi Uygur, Dil Yönünden Fizik Felsefesi, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1985, s.108.

    25 ‘Against Method’ da bilimlere dışsal bir metot dikte edilemeyeceği temelinde -siyaseten olmasa da- epistemolojik olarak anarşist olduğunu beyan eden Feyerabend’ın, aynı zamanda bilimin etikle sınırlandırılmasına karşıt bir felsefe taşıyabileceği konusunda ihtiyatlı olmak gerekmektedir. Feyerabend’in şikayetleri aslında etik vurgulara denk düşerken; bilimin batı medeniyetinin belirlediği çerçevede yapılıyor olmasını ise, diğer medeniyetlerin ürettiği hüner ve değerlerin yok edilmesine denk düştüğü için, mahkum etmektedir. Ayrıca; bilimin süregiden çerçevede icra ediliyor olmasını da ‘batı medeniyetinin bugüne kadar daha öldürücü silahlar yapabilmiş olmasına’ bağlamaktadır. Bkz. Paul Feyerabend, Against Method, New York, Verso-New Left Books, 1997, s.3, 248.

  • 7

    ve dayanıklılığını türettiği toplumsal faziletimiz fakirleşti. Hakikat ve yalınlığı harmanlayan saf söz ve eylemlere, yüceliğe açız...”26

    Erwin Schrödinger de, benzer bir ihtiyatla, ‘insan ırkının mutluluğunun, doğa

    bilimlerindeki hızlı uyanışı takip eden teknik ve endüstriyel gelişmelerce

    yakalanacağı konusunda şüphe dolu’ olduğunu ifade etmektedir.27 Morris Kline da

    bilime atfedilen söz konusu beklentileri, ‘aydınlanmaya’ yüklenerek açıklamaktadır:

    “Astronomi-mekanik alanında Newton matematiği ve bilimince elde edilen gözalıcı başarıları temel alarak, onsekizinci yüzyıl entelektüelleri insanlığın bütün sorunlarının yakında çözüleceği görüşünü ileri sürmüşlerdi. Bilim ve matematiğin yakında açığa çıkaracağı yeni mucizeleri bilmeleri mümkün olabilseydi daha sınırlanmamış beklentiler içinde de olabilirlerdi. Bugün bu düşünürlerin yersiz bir iyimserliğe boyun eğmiş oldukları apaçık ortadadır.”28

    Bu noktada, Oppenheimer, Schrödinger ve Kline’in İkinci Dünya Savaşı ve soğuk

    savaşın nükleer risklerinin sınırsız ihtimalleri tesirinde değerlendirilebilecek29

    endişelerinin, John D. Bernal tarafindan ise İkinci Dünya Savaşının hemen öncesinde

    ortaya konulmuş olduğu belirtilmelidir:‘Bilimsel araştırmaların sonuçlarının

    yaşantımızda devamlı bir iyileşme getireceğine inanılmış olsa da, ... [yaşananlar]

    bize bilimin yıkıcı ve savurgan bir amaçla kullanılabileceğini göstermektedir.’30

    Diğer taraftan, bilimi yegâne dinamik olarak gören, Jonathan Piel gibi bilim

    partizanlarının fikirleri de çekincesiz yaklaşımlara örnek olarak ortaya konulmalıdır.

    Piel, ‘bilimin, tarihin kendini tekrarlamasını engelleyen yegâne kuvvet olarak,

    26 J. Robert Oppenheimer, Science, Values and The Human Community, Fulbright Conference on

    Higher Education, Sarah Lawrance College, 1957; J. Bronowski, Nature and Knowledge-The Philosophy of Contemporary Science, Oregon, Condon Lectures, 1969, s.16-17’deki alıntı.

    27 Erwin Schrödinger, Science and Humanism: Physics in Our Time, Cambridge, Cambridge University Pres, 1961, s.3. Schrodinger, sözkonusu satırları kitabının “Bilimin yaşam üzerindeki manevi anlamı” adlı bölümünde kaleme alırken; aynı zamanda bilimin değerinin nereden ileri geldiğini sorgulamaktadır. Delphik tanrısallik ilkeleri ve Ploutinus retoriklerinden alıntılarla Schrödingerin sunduğu cevap ise bilimin “Kendini bil!” ilkesini gerçeklestirme aracı olduğudur. A.e. s.4

    28 Morris Kline, Mathematics in Western Culture, New York, Oxford University Press, 1966, s.286 29 John Gillott ve Manjit Kumar, Science and the Retreat from Reason, London, Merlin Press, 1995,

    s.162 30 J.D. Bernal, The Social Function of Science, London, The M.I.T. Press, 1939, s.xiii

  • 8

    tarihsel kalıbı kırıp, çemberi bir spirale dönüştürdüğünü’ ileri sürerken, ‘cevapların,

    yeni sorular türetmesi yoluyla; bilimin toplumu dönüştürdüğü’ temel tezini öne

    çıkarmaktadır.31 Ancak, söz konusu soruların bilime kimin tarafından yöneltildiğinin

    Piel’de yanıtı yoktur.32 James Robert Brown, ‘Who Rules in Science?’ kitabında

    bilime yöneltilen soruların kurgulayıcılarını incelerken; bilim savaşlarındaki güç

    ilişkilerinin açığa çıkartılması ve bilimin demokratikleşmesini33 sorgulamaktadır.

    Böylece, bilimin sosyal bağlantılarının anlaşılarak, ‘toplum için’ icra edilir hale

    getirilebileceğini ummaktadır. Brown, bu süreçte bilginin ticarileştirilmesini, bilimin

    karşılaştığı en büyük tehdit olarak görürken,34 zımni olarak da bilimin tekelleşmesine

    işaret etmektedir. Tek-elde toplanan bilimin -umulanın aksine- bilgeliğe

    31 Jonathan Piel, “Challenges for 1994”, Scientific American, Vol. 269, Issue 6, 1993, s.15. J. Piel’in

    isaret ettigi cevapların yeni sorular üretme mekanizması, ilk olarak Immanuel Kant tarafından ortaya konulurken, ‘Kant’ın Soru Üretme Prensibi’ [Kant’s Principle of Question Propagation] olarak anılmaktadir. Bkz. Nicholas Resher, The Limits of Science, Pittsburg, University of Pittsburg Press, 1999, s.13-14

    32 John Gillott ve Manjit Kumar, Science and the Retreat from Reason, s.163. Bu soruların toplum tarafından soruldugu gibi bir cevap vermemiz durumunda bile, toplumun sadece bilimle giriştiği ilişkiden beslenmediği gerçeği toplum-bilim etkileşimde karşımıza çıkmaktadır. A.N. Whitehead, bu noktada, bilimin söz konusu yetersizliğini onun maddeci temellerine baglamaktadır: ‘Medeni toplumun estetik ihtiyaçlarını düşündüğümüzde bugüne kadar bilimin verdiği karşılığının talihsizliği ortaya çıkar. Bilimin maddeci kökenleri, dikkatleri, değerler karşısında eşyaya sevketmiştir.’ (Bkz. Alfred North Whitehead, Science and the Modern World, New York, The Free Press, 1925, s.202.) Bu kitabıyla Whitehead’in yirminci yüzyılın en temel aydınlanma eleştirilerinden birini ortaya koyduğu belirtilmelidir. Ancak, aydınlanma sürecinde metafiziğe karşı fazla ileri gidilmiş olduğunu ileri süren Whitehead’in, aydınlanma öncesi dönemin savunmasını Aristo ve Katolik kilisesinin doktrinlerini yücelterek yapan Fransız fizikçi ve filozof Pierre Duhem[ö.1916] tarafindan öncelendiğini belirtmek gerekir. Bkz. Pierre Duhem, The Aim of Structure of Physical Theory, New York, Atheneum, 1962, s.245, 264, 307

    33 Brown, bilim gibi uzmanlık isteyen bir alanda demokratikleşmeyi tartışırken konunun zorluğuna işaret etmektedir. Yaklaşık bir asır önce demokratik yollarla seçilmis Illinois meclisinin Pi sayısını rasyonel bir sayı olarak kabul etmesi gibi bir [trajik]uç örnekte olayın basitleştirilmemesi gerektiğini ortaya koyarken, çesitli demokratikleştirme önerilerini ele almaktadır. Böylece, demokratik bilime tam demokratik toplumla ulaşılacağı koşulu, bilimsel kastların kırılması, bilimin ürünlerinin koşulsuz paylaşımı, halkın bilimi, bilimin toplumsal ilişkilerini anlama, bilimde doğrudan-temsili demokrasi, doğru temsilcilerin tayini vb. gibi çesitli yaklaşımları artı ve eksileriyle tartışmaktadır. (Bkz. James Robert Brown, Who Rules in Science?: An Opinionated Guide for the Wars”, s.169–188.) Nihayetinde, bilimsel araştırma fonlarının mı, araştırma yapılacak konuların mı, elde edilecek sonuçların paylaşımının mı, yoksa malum sonuçların uygulama politikalarının mı demokratik olarak belirleneceği temeline indirgenebilecek kavramsallaştırmanın; demagograsiyeγ dönüşmekte olan çağın eğilimlerine karşı ortaya konuluyor olması önem kazanmaktadır.[γ: Halk kitlelerinin tutkularının, menfaatler uğruna safsatalar aracılığıyla kışkırtılıp yönlendirildigi sistem.] Diğer taraftan; tüm zamanların siyasal yapı ve diktalarını aşaraktan günümüze süzülüp gelen bilimsel gerçekliğin özerk yapısına işaret eden tarihsel örnekler olarak Albert Einstein’ın Rölativite teorisini “yahudi bilimi” diyerek Alman Bilimler Akademisi ve Sovyet Bilimler Akademisine oybirliğiyle reddettirmiş olan Hitler ve Stalin’in uygulamaları da bu çerçevede hatırlanmalıdır. Bkz. Ahmet Yüksel Özemre, Fiziksel Realite Meselesine Giriş, İstanbul, Açılım Kitap, 2004, s.23

    34 Brown, Who Rules In Science:An Opinionated Guide for the Wars, s.208

  • 9

    dönüşemediği aşikâr iken, A.S. Eddington’ın düşünceleri anlam kazanmaktadır:

    ‘Bilim başka bir şey, bilgelik bambaşka bir şeydir. Bilim, birçok adamın çocuklar

    gibi oynayıp, parmaklarını kestiği keskin bir alettir.’35

    Edgar D. Adrian ise bu bağlamda sosyal bilimlere önemli bir misyon yüklemektedir:

    ‘Sosyal bilimler doğa bilimleri kadar yaratıcı olamadığı sürece, yeni aletlerimiz bize

    fazla bir yarar sağlayacak değillerdir.’36 Adrian’in sözünü ettiği yararın

    sağlanabilmesi için, öncelikli olarak ‘bilimin amaçlarının’, sosyal bilimlerin çizeceği

    makul çerçevede, yeniden tayin edilmesi gerekmektedir. Bu anlamda, doğayı kontrol

    altına almak ve idare etmek şeklinde ortaya konulan geleneksel egosantrik amaçlar

    yerine; maddi çevremizle uyum içinde olmayı öne çıkaran bütüncül yaklaşımlar

    önemsenmelidir.37 Söz konusu bütüncül anlayışın, klasik madde-mana/beden-zihin

    ayrışmasını nihayete erdirip, Marx’in ‘sosyal bilimlerin ve doğa bilimlerinin

    [birleşerek] nihayetinde tek bir bilime dönüşeceği’38 öngörüsüne imkân verip

    veremeyeceğini bilemiyoruz. Ancak, ‘doğaya işkence ederek bilgisini elde etme’

    sapkınlığını39 yenmemize yardımcı olacağından eminiz.

    Nihayetinde, söz konusu bütüncül idrakimizi ve bilim anlayışımızı genişletmesi

    ümidiyle; sözü insan[zihin] ve evren’in[madde] hem bağımsız hem de kesişen

    yapısının görkemine işaret eden M. Planck’a bırakıyoruz:

    35 Arthur Stanley Eddington, The Decline of Determinism; Robert L. Weber, More Random Walks

    in Science, New York, Taylor&Francis, 1982, s.48 deki alıntı. Bu noktada, oynayan ellerle kesilen parmaklarin aynı bedene ait olup olmadığı sorusu akla gelse de, Eddington’ın insanlığı tek bir bedende ele aldığını düşünmeğe çalışıyoruz.

    36 Edgar Douglas Adrian, Proceedings of the 3rd Congress of Psychiatry. Montreal 1961, Toronto, University of Toronto Press, 1961, s.42.

    37 Elizabeth Frazer, “What's New in the Philosophy of Social Science?”, Oxford Review of Education, Vol. 21, No. 3, 1995, s. 273

    38 Karl Marx, “Economic and Philosophic Manuscripts of 1844”, Ed.by. Dirk J. Struik, New York, International Publishers, 1964, s. 229.

    39 Francis Bacon’ın bilim anlayışındaki ‘kuvvet’, ‘işkence’, ‘tecavüz’, ‘hakimiyet’ … vaazeden cümleleri Freudyen analizle ele alan E.F. Keller, Oedipik eğilimlere işaret etmektedir. Ayrıca Bacon’un metaforlarında doğaya karşı sergilenen cinsel saldırganlık öğeleri de bölünmüş bir zihnin kendini ispat çabası olarak değerlendirilmektedir. (Bkz. Evely Fox Keller, Reflections on Gender and Science, New Haven, Yale Univesrsity Press, 1985, s.40-43.) Elizabeth Hanson ise bir kamu görevlisi olan Bacon’da ortaya çıkan işkence vurgusunun ikili boyutuna dikkat çekerek; epistemik duruşunda belirginleşen boyutun, aslında Bacon’in işkenceyi meşru sorgulama aracı olarak gören mesleki tercihlerinden ayrı düşünülmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bkz. Elizabeth Hanson, Discovering the Subject in Renaissance England, Cambridge, Cambridge University Press, 1998, s.25–26.

  • 10

    “Kendimi bilime adamamdaki asıl irade, keşfetmenin gençliğimin ilk yıllarından beri beni heyecanla doldurmaktan geri kalmayan dolaysız sonucudur. İnsan muhakemesinin kanunlarının, bize ait olan dünyadan elde ettiğimiz izlenim silsilelerini yöneten kanunlarla kesişmesi gerçeğinin, bilinmezin anlaşılmasını sağlaması; böylece, saf aklın, insana, maddenin mekanizmasına nüfus etme imkanı verebilmesi. Bu bağlamda, dış dünyanın insandan bağımsız, mutlak bir şey olması; bu mutlaklığa uygun düşecek kanunların büyük önem arz eden araştırılmasını, hayattaki en yüce bilimsel uğraş olarak bana gösterdi.”40

    Böylece, insan ve evren arasındaki ilişkinin Planck’ta ifade bulan

    “hem...hem de” yapısının ezeli belirsizliği; bizi bilimin karakteristiğinin

    somutlaştırılacağı yeni bir alana sevk etmektedir: Bilim felsefesi.

    1.2. BiLiM FELSEFESi

    Bilim ve felfese gibi birbirlerinden beslenen iki alanın buluştuğu bir uzmanlık olan

    bilim felsefesinin seyri; söz konusu iki alanın etkileşimi anlaşılmadan açıklanamaz.

    Bu çerçevede, söz konusu iki alana bakıldığındaysa Plato, Aristo, Descartes, Leibniz

    ve Kant gibi filozoflar bilime yeni ufuklar açarken; -filozof olarak anılmamalarına

    rağmen- Galileo, Newton ve Darwin’in de felsefe üzerinde büyük tesirlerinin olduğu

    göze çarpmaktadır.41 Bu etkileşim içinde, tarihsel olarak en etkin olanın hangi taraf

    olduğunun belirlenmesi oldukça zordur. Ancak, belirsizliklerden beslenen

    felsefenin,42 -insanın maddi dünyayı anlamlandırmaya yönelik çabasının sonucu

    40 Max Planck, Scientific Autobiografy and Other Papers, New York, Greenwood Press, 1968,

    s.13. Berlin Üniversitesine geçisinden sonra Dilthey ve Helmhotz ile kurduğu yakın ilişkiler Planck’ı Mach pozitivizminden uzaklaştırmış olmasına rağmen, onu yeni-Kantçı geleneğe eklemleyebilmemiz mümkün olamamaktadır. Planck’ın yaklaşımının özgünlüğü; empirik, rasyonel, pragmatik, kültürel ve maddi eğilimleri dengeli bir bilim tanımı içine yerleştirebilmesinde saklıdır. Bkz. Herbert W. Gernand ve W. Jay Reedy, “Planck, Kuhn, and Scientific Revolutions”, Journal of the History of Ideas, Vol. 47, No. 3, 1986, 472-473

    41 Ernst Mach, Knowledge and Error: Sketches on the Psychology of Enquiry, Dordrecht, D. Reidel Publishing Company, 1976, s. 3.

    42 Belirsizliklerden beslenmenin iki yönlü bir anlam içermekte olduğu özellikle belirtilmelidir. Örnegin, Isaac Newton’un abidevi eseri ‘The Mathematical Principles of Natural Philosophy’; fizik biliminin müstakil varlığı belirginleşmeden, felsefi bir çalışma olarak ortaya konulmuştu. Nihayetinde bağımsız bir bilim olarak fizik ortaya çıkarken; maddi dünyanın kanunlarıyla

  • 11

    olarak biriken- bilimsel bilginin varlığıyla birlikte, zemin kaybetmekte olduğu da

    tarihsel bir süreçtir.43 Ancak, bilimin tıkandığı noktalarda, bilim adamlarının

    felsefenin spekülatif akıl yürütmesine müracaat ettikleri de bir vakadır. Bu anlamda;

    Einstein ve Heisenberg, disiplerindeki sıkışmayı giderme çabasıyla felsefeye açılan

    iki ünlü isim olarak özellikle anılmaktadırlar. Bu anlamda, bilim felsefesini, bilim

    tarafından sezgisel olarak yönelinen felsefenin; bu yönelişe sistematik karşılığı

    olarak tanımlamak mümkündür.44 İlk eylem ne kadar doğaçlamaysa, ikincisinin

    planlı tabiatı bir o kadar belirgindir.

    Bu sistematik çabanın tarihsel seyrine baktığımzda ise; epistemolojinin45 bir alt

    disiplini olarak ele alabileceğimiz bilim felsefesinin varlığı, son iki yüzyılın ürünü

    olarak karşımıza çıkmaktadır. Modern bilim felsefesinin ilk önemli isimleri David

    Hume ve Immanuel Kant olurken, ondokuzuncu yüzyılın öne çıkan isimleri de John

    Stuart Mill ve William Whewell olmaktadır.46 Söz konusu filozof kanadın yanısıra;

    ilgilenenler artık filozoflar değil, fizikçiler olmaktaydı. Felsefenin kapsayıcılığındaki sözkonusu daralmayla beraber, fizikte karşılaşılan yeni fenomenlerin klasik düşünce yapımızla kavranılamayan boyutları da, yeni felsefi açılımların ortaya konulmasını gerektirdi. Örneğin, Heisenberg belirsizliği, Schrödinger deneyi vb. Kuantum felsefesine hayat veren yeni tartışma alanları olarak felsefi literatüre eklemlendi. Sözkonusu dinamik, diğer disiplinler için de benzer sonuçlar doğurdu. Bioloji bilimiyle beraber Canlılık felsefesinin, Politik iktisatın economics’e dönüşmesiyle birlikte iktisat felsefesinin ortaya çıkması gibi. Böylece, maddi dünyamız hakkında elde edilen yeni bilgilerle bir taraftan felsefenin spekülatif alanı daralırken; diğer taraftan da yeni bilgilerden doğan yeni soru(n)ların yarattığı belirsizlikten, -felsefe- yine kendini besleyecek bir damara ulaşma imkanı bulmaktaydı. Bu sebeple B.Russell’a göre ‘gerçekte felsefenin değeri, geniş biçimiyle, onun kesinliksizliğinde aranmalı’ydı. (Bkz. Bertrand Russell, Felsefe Sorunları, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2000, s.139) T.Duralı ise [sözünü ettiğimiz karşılıklı etkileşimin hayranlık verici döngüsünden olsa gerek] bilgi üreten bilim ile üretilen bilgiler üzerine düşünen felsefenin birlikte temsil ettiği kudreti ‘olağanüstü’ bulmaktaydı. Bkz. Ş.Teoman Duralı, Felsefe-Bilim Nedir?, Dergah Yayınları, İstanbul, 2009, s.10

    43 A.Cornelius Benjamin, An Introduction to the Philosophy of Science, The Macmillan Company, New York, 1937, s.6

    44 Felsefe’den umduğumuz söz konusu sistematik çabanın bilim tarafından türetilemeyeceğinin Heidegger de farkındadır: ‘Bilimler felsefenin dışına çıktılar, çünkü ondan ayrılmak zorundaydılar. Ve şimdi öylesine birbirlerine uzaklar ki ayrıldıkları o kaynağa, bilimler olarak kendi güçleriyle, tekrar dönebilecek imkandan yoksunlar.’ Bkz. Martin Heidegger, What Is Called Thinking?, New York, Harper&Row, 1968, s.18.

    45 Epistemolojinin başlangıcı, insan bilgisinin doğası ve sınırları üzerine ilk genel ilkelerin tartışıldığı M.Ö.6.yy’ a dayandırılırken, Xenophanes de öncü düşünür olarak ele alınmaktadır. Bkz. Edward Hussey, “The Beginnings of Epistemology: From Homer to Philolaus”, Epistemology, Ed.by. Stephen Everson, icinde (11 - 38), Cambridge, Cambridge University Press, 1990, s.11.

    46 Hausman, Introduction, s.4. Bilim felsefesinin ilk tanımlarından birini Whemell’de bulmaktayız: ‘Sözkonusu herbir bilimin temel fikirlerinin yorumlanması ve tartışılması, gayet uygun olarak, ...bilim felsefesi olarak ifade edilebilir.’ Bkz. William Whewell, The Philosophy of the Inductive

  • 12

    ayrıca Enrst Mach, Pierre Duhem ve Henri Poincaré gibi ünlü bilim adamlarınca

    eserler verilmiş olduğu da belirtilmelidir.47 Ancak, hem filozoflar hem de bilim

    çevresinden gelen öncü çalışmalara rağmen, disiplinin olgunlaşması için yirminci

    yüzyılın beklenmesi gerekmiştir. Hiç şüphesiz, bilim felsefesinin müstakil varlığının

    kıta Avrupa’sında yirminci yüzyılla beraber ortaya çıkmış olması tesadüfi değildir.

    Matematik ve bilimlerde yaşanan devrimlerle beraber, kaçınılmaz olduğu farzedilen

    sentetik apriori prensiplerin sarsılmış olması, bilimin bilişsel bir uğraş içinde

    kavranması çabasını beraberinde getirmiştir. Bu temelde, ‘Bilimin amacı ve metodu

    nedir?’, ‘Bilimi rasyonel bir eylem haline getiren nedir?’, ‘Bilimsel teoriler gerçek

    dünyayla nasıl bir ilişki içindedirler?’, ‘Bulgular teoriye nasıl bağlanabilir?’,

    ‘Kavramlar, gözlemle nasıl ilişkilendirilmeli ve kurgulanmalıdır?’, ‘Nedensellik,

    açıklama, teori, deney, model, doğrulama, doğa kanunları vb. gibi temel bilimsel

    kavramların yapı ve içerikleri nelerdir?’... gibi sorularla, büyük oranda apriori

    kavramsal bir uğraş içinde, bilimin dili yeniden inşa edilmeye çalışılmıştır.48

    1.2.1. BULUNDUGUMUZ NOKTAYA VARMAK

    1.2.1.1. David Hume ve İndüksiyon Problemi

    John Locke(1632–1704) ve George Berkeley(1685–1753) ile birlikte ‘üç büyük

    İngiliz empirist’ten biri olarak anılan David Hume(1711–1776); düşünce dünyasının

    kesin kanunlarını ortaya koymayı hedeflemiş, bu amaçla da fizik dünyayı

    matematiksel denklemlerin açık anlatımıyla ifade etmeyi başaran Newton’a

    Sciences Founded Upon Their History, Volume 1,[A Facsimile of the Second Edition- 1847], New York, Johnson Reprint Corporation, 1967, s.79.

    47 Bkz. Pierre Duhem, The Aim of Structure of Physical Theory, New York, Atheneum, 1962; Ernst Mach; Knowledge and Error - Sketches on the Psychology of Enquiry, Dordrecht, D. Reidel Publishing Company, 1976; Henri Poincaré, Science of Method, New York, Dover Publications, 1952; Henri Poincaré, Science and Hypothesis, New York, Dover Publications, 1952; Henri Poincaré, Mathematics and Science, New York, Dover Publications, 1963.

    48 Stathis Psillos, Philosphy of Science A-Z, Edinburgh, Edinburgh University Press, 2007, s. ix.

  • 13

    öykünmüştür.49 ‘Newton fiziğini bütünüyle kavrayıp, felsefi yansımalarını ilk ifade

    eden filozof’50 olarak anılan Hume, Newton’un başarısını uyguladığı metodun

    üstünlüğünde görmüştür.51 Ayrıca, Francis Huctheson’un tüm etik ve estetik

    yargıların akla veya empirik verilere degil de -bunlardan ziyade- duyulara dayandığı

    eleştirisinin; ‘yeni bir görüş açısı’52 geliştirmesi açısından Hume üzerinde etkili

    oldugu belirtilmelidir.53 Diğer taraftan, Fransız filozoflarından Pierre Bayle

    kuşkuculuğunun Hume’un düşünce çizgisindeki tesiri de, Bayle’ın opus magnum’u

    olan ‘Tarihsel ve Eleştirel Sözlük’ün[Dictionnaire Historique et Critique] Treatise’ta

    [İnsan Tabiatı Üzerine İnceleme] ortaya çıkan yansımaları üzerinden takip

    edilebilmektedir.54 Hume, bir empirist olmasına rağmen, dünyanın neye benzediğini

    değil de, nasıl bilinebileceğini sorgulayarak felsefesinin temeline epistemolojiyi

    yerleştirmiş; bu yönüyle de, nihayetinde, ‘kıta Avrupası’nın büyük rasyonalisti’

    Descartes ile birlikte ele alınmıştır.55 Böylece, söz konusu [empirist]gelenek ve

    etkileşimler altında, bilim felsefesinde ‘Hume problemi’ olarak yer bulmuş olan,

    meşhur indüksiyon eleştirisinin nasıl bir düşünce örgüsünün ürünü olarak ortaya

    çıktığı belirginleşmektedir.

    Bir empirist olmasına rağmen Hume, kuşkuculuğunun eleştirel süzgecinde

    indüksiyon’un bilimsel bilgi vermekten uzak olduğu hükmüne varmıştır. Hume,

    49 Harold W. Noonan, Routledge Philosophy Guidebook to Hume on Knowledge, London,

    Routledge, 1999. s.18 50 Nicholas Capaldi, David Hume:The Newtonian Philosopher, Boston, Twayne Publishers, 1975,

    s.50 51 A.e., s.61. Hume, Principia’da Newton’in felsefi akıl yürütmenin dört kuralı olarak ortaya koyduğu

    ilkeleri, insan tabiatını açıklama girişiminde kullanmıştır. Böylece, ‘deneysel metodu’ [Galilean-Newtonian metot] etik unsurlara uygularken, yaklaşımının Karkezyen metoda karşı üstünlüğünü ortaya koymuştur. A.e. s.64

    52 1734 senesinde hume un yazdığı mektup. 53 Norman Kemp Smith, The philosophy of David Hume, London, Macmillan&Co Ltd, 1964, s.41-

    42. Hutcheson, Hume dışında ayrıca A. Smith’i derinden etkilerken, bu üçlü arasındaki yakın insani ve entellektüel ilişkiler İskoç aydınlanmasının temel dinamiğini oluşturmustur. Bkz. W.L. Taylor, Francis Hutcheson and David Hume as Predecessors of Adam Smith, North Carolina, Duke University Press, 1965, s.5

    54 Harold W. Noonan, Routledge Philosophy Guidebook to Hume on Knowledge, London, Routledge, 1999. s. 22 – 23

    55 A.e. s.27. Ezra Talmor ise, anti-kartezyen deneysel metodu[Galileo-Newton] telkin eden Hume’un, aynı zamanda Kartezyen olarak tanımlanıp tanımlanamayacağını sorgularken; doğadaki nedensellik sorununu[Söz konusu nedenselliğin objektif kanunlar olmaktan ziyade zihnin kavrayışları olduğu problemi] ele alan Hume’un Kartezyen ilkeleri işlettigini ileri sürmektedir. Bkz. Ezra Talmor, Descartes and Hume, Oxford, Pergamon Press, 1980, s.3, 126

  • 14

    induksiyonla elde edilen bilginin bir gereklilik değil, psikolojik bir beklenti olduğunu

    ifade ederken;56 H.Reichenbach’a göre, böylece, induksiyonun kuşku konusu

    olabilecegini akıllarına bile getirmeyen Locke ve Bacon’un tersine, empirist

    felsefeye en büyük darbeyi vuran isim olmuştur.57 Hume, bir taraftan, bir empiristten

    beklendigi üzere, aklın bilgimize kattığı şeyin içeriği olmadığını ileri sürerken; diğer

    taraftan da, indüktif çıkarımın mantıksal bir zorunluluk taşımadığını ilan etmektedir:

    “Öncelikle geleceğin geçmişi andıracağı varsayımını ele alırsak, doğru bir argüman üzerine inşa edilmediği; bundan ziyade geleceğin geçmiş varlıkların düzeninde ilerlemesini umut etmeye alıştırdığımız bağımlılıklarımızdan türetildiği açıktır. Geçmisi geleceğe aktarmaya yönelik bu alışkanlık veya tespit mutlak ve eksiksizdir, öyle ki bu tür akıl yürütmede imgelerin ilk itkisi aynı özelliklerle donatılmış olmaktadır. Fakat geçmiş deneyimleri değerlendirirken ikincil olarak, tabiatın aykırılıklarını farkederiz; mutlak ve eksiksiz olan bu tespit her ne kadar bize sağlam bir varlık vermese de, belli bir oran ve düzen içinde bir miktar uyuşmazlık sunar. Söz konusu ilk itki böylece parçalara bölünür ve tüm imgelerin üzerine bu itkiden türetilmis güç ve hayatiyetten eşit pay alacakları şekilde nüfus eder.”58

    Hume’un apriori ve aposteriori ayrımında, kesin olarak sentetik apriori’ye yer

    vermeyen tavrının59 böylece vardığı nokta tam bir agnostizm olurken, imgelerin

    apriori sentezlerini kuşatan idrakin sentetik birliğine de ulaşılamamaktadır.60 B.

    Russell, varılan noktayı, onsekizinci yüzyıl felsefesinin iflası olarak görürken, aklın

    da mahkûm edildiğini ifade etmektedir.61 Bu noktada, Reichenbach’in bilim için

    duyduğu operasyonel kaygılar, varılan noktanın ifade ettiği anlamın kavranması

    açısından önemli olacaktır:

    56 David Hume, A Treatise of Human Nature: Being an Attemtp to introduce the experimental

    Method of Reasoning into Moral Subjects, Kitchener, Batoche Books, 1999, s. 81-105; David Hume, An Enquiry Concerning Human Understanding, Kitchener, Batoche Books, 2000. s. 29-40

    57 Hans Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 2000, s.70 58 Hume, A Treatise of Human Nature: Being an Attemtp to introduce the experimental Method

    of Reasoning into Moral Subjects, s.99 59 Psillos, Philosphy of Science A-Z, s. 111-112 60 Gilles Deleuze, Empiricism and subjectivity: An Essay on Hume’s Theory of Human Nature,

    Colombia University Press, New York, 1989, s.111. 61 Bertrand Russell, A History of Western Philosophy, and Its Connections with Political and

    Social Circumstances from the Earliest Times to the Present Day, New York, Simon and Schuster, 1945, s.672

  • 15

    “Geleceği kestirmeye gelince, [Hume] bizi bir bilmezlik felsefesine düşürmektedir; öyle ki, ‘tüm bildiğim, geleceğe ilişkin hiçbir şey bilemeyeceğimdir’ öğretisine kendimizi bırakmamız gerekecek. Empirik gelenek içinde oluşan bir kafanın, empirizmi yadsımayla biten bir sonuca gitmekten çekinmeyecek kadar keskin işlemesi karşısında hayranlık duymamak elde değildir. Ne var ki, ulaştığı sonucu içtenlikle ortaya koyduğu ve kendisine kuşkucu dediği halde, Hume ulaştığı sonucun trajedisini görmeye pek yanaşmamaktadır… Hume’ın vurdumduymazlığını paylaşamayız.”62

    İnduksiyon eleştirisiyle empirizmi zımni olarak çökerten, rasyonelizmi de açıkça

    reddeden Hume ile varılan belirsizlik, rasyonelizm ve empirizmi [dönemi itibariyle]

    bir potada eritebilmiş olan63 Kant’la aydınlanmayı beklerken; böylece Descartes’te

    ifade bulan beden/zihin ayrımının64 -özgün bir ilişkilendirmeyle- sentetik apriori

    penceresinden bilim felsefesine akması da mümkün olacaktır.

    62 Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, s.73-74. Reichenbach, Hume’ı antik kuşkucular gibi

    rasyonalizmin idealine uygun bir bilgi arayışında olmakla itham ederken; çağının olasılık teorilerini de iyi incelememekle suçlamaktadır. Böylece Hume, kendi çağına ait Pascal, Fermat, Bernolli gibi önemli matematikçilerin eserlerini tetkik etmemiş olmakla; olasılık temelli bir bilgi teorisi oluşturabilme sansını kaçırmıştır. Bkz. A.e. s.76

    63 Lewis White Beck, “Kant's Strategy”, Journal of the History of Ideas, Vol. 28, No. 2, 1967, s. 233.

    64 ‘Zihne ait olan her şeyin bedenin dışında, bedene ait olan her şeyin de zihnin dışında’ olduğunu ileri süren kartezyen ayırım –kuşkucu öncelikleriyle- zihni maddeden daha keskin kılarken, bütün fiziksel fenomenleri kesin matematiksel bağıntılara indirgeyen metoduyla da Batı düşüncesinde derin bir etki yaratmıştır. (Bkz. Fritjof Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, İstanbul, İnsan Yayınları, 1992, s.17–18) Böylece, Descartes -J.Kepler ve G.Galilei ile birlikte- Aristoteles’te sistemleşen canlı-cansız bütünlüğünü temsil eden anlayışa esaslı bir darbe indirmiştir. Böylece insan, kendi dışında kalan varlıkların tümünü karşısına alırken -insan bedeni de dahil olmak üzere- bütün objeler/olgular/olaylar mekaniğin yasalarından hareketle açıklanmaya çalışılmıştır. (Bkz. Teoman Duralı, Canlılar Sorununa Giriş: Bioloji Felsefesiyle İlgili Araştırma, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1987, s.32–33.) Doğa [ve dolayısıyla gerçeklik] tasarımında organizmadan mekanizmaya doğru ortaya çıkan bu değişimin etkileri, öyle derin bir iz bırakmıştır ki, yeni paradigmanın kendine yer açarken yaşadığı zorluklar da –öncülerince- dile getirilmemezlik edilememiştir: ‘Bu parçalara ayırma işlemi Descartes’i izleyen üç yüzyıl boyunca insanlığın zihnine derinden nüfuz etmiştir ve gerçeklik sorununa ilişkin gayet farklı bir tavırla yer değiştirmesi için de uzun bir zaman gerekecektir.’ (Bkz. Werner Heisenberg, Physics and Philosophy: The Revolution in Modern Science, New York, Harper&Brothers Publishers,1958, s.81.) On yedi, on sekiz, on dokuzuncu yüzyıllar üzerinden yakın zamanlara uzanan Kartezyen düşüncenin zirvesi/taçlanması ise Newton’ın büyük senteziyle kendini göstermektedir. Newton öncesi bilim anlayışında iki zıt eğilim vardır: Bacon’un temsil ettiği deneysel indüksiyon metodu ve Descartes’in temsil ettiği rasyonel dedüksiyon metodu. Newton, opus magnum’u Principia ile sistematik deneyde Bacon’ı, matematiksel çözümsemede de Descartes’i aşarken, söz konusu iki eğilimi birleştirmiş ve hakim doğa bilimleri metodolojisini ortaya çıkarmıştır. Bu noktada, sistematik şüphe diktumunun ortaya çıkardığı bölünme ve onun vardırdığı söz konusu metodolojinin, önermeler mantığı üzerinden

  • 16

    1.2.1.2. Immanuel Kant ve Sentetik Apriori

    Kant’ın bilimsel düşünce, ahlak ve sanatı birbirleriyle ilişkili olarak ele aldığı [Kritik

    der reinen Vernunft (Saf Aklın Kritiği-1781/1787), Kritik der Praktischen Vernunft

    (Pratik Aklın Kritiği -1788), Kritik der Urteilkraft (Yargı Gücünün Kritiği ) -1790]

    üç Kritik; farklı zeminlerdeki söz konusu üçlü kategorik yapıyı, tematik bir çember

    oluşturacak şekilde eklemleme çabasıyla kaleme alınmıştı.65 Felsefe tarihinin

    kimilerine göre en etkili eseri olarak kabul edilen Saf Aklın Eleştirisi, ait olduğu

    üçlemenin üstün birleştirici hedefleri tartışıladursun kendi mecrasında [bilim

    felsefesi] milad kabul edilebilecek bir kırılmaya sebep oldu.66 Kant, felsefenin

    Kopernik devrimi olması umuduyla,67 eserinde [geocentrik/heliocentrik sistem

    kırılmasını andıracak şekilde] suje/obje hiyerarşini tersyüz ederken; etkisi altında

    olduğu Leibnizian-Wolffian geleneğinin68 mutlak rasyonalizminden felsefesini

    tekrar sistematik olarak, zihni[res cogitance] ve bedeni[res existence] bağdaştıran epistemolojik köprüsü de sentetik apriori olmaktadır.

    65 Kojin Karatani, Transcritique on Kant and Marx, Massachusets, The MIT Press, 2003, s.36. Adı geçen üç kritikten dolayı Kant’ın felsefesi ‘Kritisizm’ olarak anılır. Ancak, Kant’ın amacı kapalı, sınırlanmış bir sistem kurmaktan ziyade, gelecek felsefe araştırmaları için yol gösterici olmaktır. Bu sebeple; duyulara verileni, deneyimi ve deneyim ile bilinebilir olanı aşmak, insan bilgisinin sınırlarını yoklamak misyonunu yüklediği ‘Salt Aklın Kritiği’ni yeni bir felsefe için ‘Propaedeutik’(önöğreti) olarak tanımlamıştır. Bkz. Heinz Heimsoeth, Immanuel Kant’ın Felsefesi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1986, s.64-65.

    66 Psillos, Philosphy of Science A-Z, s. 128., B.Russell, Kant’ın düşünce tarihinde iki şeyin onurunu taşıdığını düşünmektedir: 1)‘Salt analitik olmayan a priori’ bilgimizin varlığını kavraması 2)Epistemolojinin felsefe açısından önemine dikkat çekmesi. Bkz. Russell, Felsefe Sorunları, s.75

    67 Immanuel Kant, Critique of Pure Reason, Cambridge, Hackett Publishing Company, 1996, s.21. Astronomların evrenin merkezini ayaklarımızın altından alıp göğe yükseltmelerine karşı; Kant’ın epistemolojisiyle tekrar insanı merkeze oturtması sebebiyle, eserinin aslında bir ‘anti-Kopernikian karşı devrim’ anlamına geldiği ifade edilmektedir. Bkz. J.J.C. Smart, Philosophy and Scientific Realism, London, Routledge&Keagan Paul, 1963, s.151.

    68 Kant felsefe kariyerine Leibnizian-Wolffian metafiziği ve Newtonien doğa felsefesine bağlı bir filozof olarak başlarken; Leibnizian -Wolffian metafiziğinin temel prensipleriyle Newtonien fiziği -monadoloji aracılığıyla- uzlaştırma çabası içindeydi. (Bkz. Michael Friedman, Kant and the Exact Sciences, Cambridge, Harvard University Press, 1992, s.2.) Bu noktada Kant’in kariyeri vesilesiyle Leibniz ve Newton gibi denk entellektuel isimler ele alınırken; Einstein fiziğine uzanan bir kırılmaya değinmek zorunlulugu doğmaktadır. Newtonla eşzamanlı olarak diferansiyel hesabı geliştiren ve Newton’ın Royal Academy üzerindeki tescilli manipulasyonu nedeniyle safdışı bırakılan Leibniz; Newton’ın yerçekimi kanununu, tüm olgusal başarısına rağmen, mutlak hareket kavramına yol açtığı için beğenmemistir. (Bkz. Gale E. Christianson, Isaac Newton, Ankara, Tubitak Yayınları, 2004, s.145–151) Leibniz, bağlı olduğu güçlü rasyonalist eğilimlerle, hareketin rölativitesini öngören bir uzay teorisi geliştirirken, bir anlamda da Einstein’in rölativite teorisinin mantıksal ilkelerinin habercisi olmuştur. Böylece, Leibniz, Newton’da vücut bulan empirik doğruluk ölçütüne boyun eğmezken; Kant’in uzlaşı arayışı içinde olduğu ingiliz empirizmi ve Alman rasyonelizminin karşıtlığında tavizsiz bir uç duruş sergilemektedir. Ayrıca, Locke’in ‘İnsan Anlayışı Üzerine Deneme’ adlı eserine, Leibniz’in ‘İnsan Anlayışı Üzerine Yeni Deneme’ ile

  • 17

    kopartıp, anthropocentrism’e [suje-merkezlilik]69 yöneliyordu. Kant, böylece, dış

    dünyanın suje tarafından kopyalandığı metafizik yaklaşımı, objenin inşa edilme

    sürecinin sujenin dış dünyadan yansıttığı formlara bağlandığı yaklaşımla ikame etti:70

    “Leibniz ve Wolff’un felsefesinin duyulara ait olanla zihinsel olan arasindaki farkı sadece mantıksal bir ayırım olarak değerlendirmesi böylece doga araştırmalarımızı ve bilme gücümüzün kaynağını tamamen yanlış bir yöne doğru sevketti. Bu ayırım, sadece bilme gücümüzün formlarıyla ilgilenmeyip -fakat- bilinebilirliği ve bilinemezliği açısından onun kaynağı ve içerigiyle de ilgilendiği için, açıkça, transandantal olmaktadır. Bundan dolayı, zihni kavrayış kendinde şeyleri bilmemizi sağlamadığı gibi; bize hiçbirsey de sunmamaktadır. Böylece, objelerin belirdiği formları belirleyen subjektif doğamızı, ondan sonra da –hiçbir yerde bulunmayan ve bulunamayacak olan- duyusal sezgilerle birlikte desteklenerek sunulan objeyi söküp atmaktayız.”71

    Bu dönüşümde, Kant’in ifadesiyle onu ‘dogmatik uykusundan uyandıran’72 Hume’ın

    ve spekülatif felsefesinin etkisi belirleyici olmuştu. Kant, bu etkiyle eserine ‘Tüm

    bilgimizin deneyimle başladığı şüphesizdir...’ cümlesiyle başlarken; Hume’ı aşan

    özgün katkısını da, olgusal içerikli ancak doğruluğu apriori bilinen, sentetik a priori

    önermelerin varlığına işaret ederek ortaya koymaktadır.73 Böylece duyu verileri ve

    verdiği karşılık; [Locke’un halefi olan]Hume’in ortada bıraktığı belirsizliği gidermek adına ‘Saf Aklın Eleştirisini’ kaleme alan Kant’in içinden geldiği geleneğe dikkatleri çekmesi açısından da ayrıca önemlidir. Bkz. Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, s.85

    69 Antropocentrik bilimsel realist olarak tanımlanan Kant, eşyanın merkezinde insanın görüldüğü kutsal bir teleoloji[ereksellik] veya solipsist[tekbenci] bir idealism anlamına gelen katı antropocentrik bir yaklaşım ortaya koymuyor; daha ziyade, gerçeklik, nesnellik, bilimsel bilgi ve tabi dünyanın rasyonel insan bireylerinin gerekli varlığı olmadan varolamayacağını ileri sürdüğü zayıf antropocentrik bir yaklaşım sergiliyordu. Bkz. Robert Hanna, Kant, Science, and Human Nature, Oxford, Clarendon Press, 2006, s. 49

    70 Karatani, Transcritique on Kant and Marx, s.29. 71 Kant, Critique of Pure Reason, s.96 72 Immanuel Kant, : Prolegomena to Any Future Metaphysics, Cambridge, Cambridge University

    Press, 2004, s.10. Kant’in bu ünlü ifadesi, ilk safhada zihnimize donmuş bir Hume-Kant çizgisi telkin etse de, söz konusu Hume-Kant etkileşiminin hangi kanallar üzerinden geliştiğini tetkik eden araştırmacılar, İngilizce bilmeyen Kant’in beslendigi kaynakların yetersizligini öne çıkarmaktadırlar. Tercüme hataları ve yetersiz aktarımlar nedeniyle tam anlamıyla nüfus etme firsatı bulamadığı Hume felsefesine Kant’in sundugu şükran, felsefesi açısından olmasa da, felsefi düşüncenin etkileşimler üzerinden takip edilen seyri açısından önemlidir. Bkz. William Bowman Piper, Kant's Contact With British Empiricism, Eighteenth-Century Studies, Vol. 12, No. 2,1978–1979, s.174 dn.4, s.189.

    73 Kant, bu anlamda duyumsamacı[sensibilist] İngiliz empirizminin, empirik olmayan duyumsamacı devamı olarak anılmaktadır. Bkz. Wayne Waxman, Kant and the Empirists: Understanding Understanding, Oxford, Oxford University Press, 2005, s.5.

  • 18

    duyulara dayanan algıları bilmenin temeli olarak gören İngiliz felsefe geleneği ile

    bilgiyi kavramlar üzerinde bir çalışma olarak algılayan rasyonalist gelenek Kant’ta

    buluşuyor; en yalınından en soyutuna kadar tüm bilgide, algı ve kavram olmak üzere,

    iki ayrı yanın var olduğu ilan ediliyordu. ‘Algısız kavramlar boş; kavramsız algılar

    kördür.’ diktumuyla somutlaşan bu ayrışmanın, sentetik apriori önermelerin

    operasyonel varlığıyla birleştirildiği ise aşikârdır.74 Kant, tüm teorik bilimlerin

    sentetik apriori yasalar içerdiğini ileri sürerken, matematik önermeleri de bu türden

    önermeler olarak görmektedir.75 Böylece, Kant, analitik öncüllerden doğruluğu kesin

    sentetik önermelerin çıkarılamayacağı; doğruluğu kesin sentetik önermelere ancak

    yine doğruluğu kesin sentetik önermelerden gidilebileceği hükmüne varmaktadır.76

    Kant, bu ilkelerden oluşan sisteme ‘salt doğa bilimleri’ adını verirken, Newton

    74 Heimsoeth, Immanuel Kant’ın Felsefesi, s.79 75 Kant, Critique of Pure Reason, s. 55. Bu noktada, matematiğin çok özel durumuna dair Kant

    felsefesi şu önemli soruya ulaşır: Nasıl olur da, deneyden türetilmeyen matematik bütün deneyimlerden önce doğanın yapısı(nedenselliği) hakkında bilgi verebilmektedir? Bir tarafta mantık ilkelerine dayanarak kavramları açıklayan apriori karakterdeki matematik, diğer tarafta doğaya dayanan yargılarıyla sentetik karakterdeki matematik! (Bkz. Heimsoeth, Immanuel Kant’ın Felsefesi , s.77-78) Mistizm ve numerolojiye kapı açabilecek bu ayrımın yarattığı soru -R.Hersh için- faydasız görünürken, totolojiye sığınan cevabı da kayda değerdir: ‘Olmakta olan, olabilir.’ Bkz. Reuben Hersh, What is Mathematics, Really?, Oxford, Oxford University Press, 1997, s. 20–21.

    76 Aklı, en genel anlamıyla, bilme gücü olarak tanımladığımızda, bir ifadenin doğruluğunun akıl tarafından bilinmesi veya tasdik edilmesini sağlayan iki tür bilgiye ulaşmaktayız: Apriori ve a posteriori. Bu anlamda, deneyden, dolayısıyla duyulardan bağımsız elde edinilen bilgi a priori olurken; deney yardımıyla edinilen bilgi ise aposteriori olmaktadır. Yine Kant’in sistemleştirmesiyle bilmekteyiz ki, tüm doğru ifadeler iki tür altında toplanabilmektedir: Analitik ve sentetik. Bu anlamda, analitik önermeler yüklemin öznede saklı olduğu, olgulardan bağımsız olan önermeler olmaktadır. (Örneğin: Bekarlar evlenmemiştir.) Sentetik önermelerde ise, yüklem öznede saklı olarak bulunmamaktadır.(Örneğin: Adalet iyidir.) Bu anlamda “Adalet iyidir” önermesinin doğrulunu saf akılla bilebilmemiz için, ‘aposteriori’ yani deneyleyerek hükme ulaşmamız gerekmektedir. Adalette saklı iyilik sıfatının varlığına deneye gitmeden ulasmamızı sağlayacak ‘aklın’ Kant sistematiği içinde ‘Pratik Akıl’ olarak kavramsallaştırılıp, değerler sistemine bağlı olarak ele alındığı belirtilmelidir. Kant’a göre analitik/sentetik × apriori/aposteriori matrisinde karşımıza çıkan ‘analitik’ önermeler aklın çelişmezlik ilkesine bağlı olduklarından dolayı kolay kavranabilirken, ‘sentetik aposteriorik’ önermeler de, salt deneysel düzleme ait oldukları için önemli bir açıklamayı gerektirmeyecek niteliktedir. Böylece, ‘analitik aposteriorik’ önermelerin imkansızlığıyla beraber, Kant felsefesinin esas odak noktası ‘sentetik apriori’ önermeler olmaktadır. Böylece, değerler sistemi dışında ele alınan bilimsel faaliyetin nedenselliğinin–deneylenme ihtiyacı aşılarak- ‘Saf Akıl’ ile kavranacağı nihai noktaya ulaşılmaktadır. Kant’a göre, a priori bilgi; evrensel, zorunlu ve kesin olurken, içerigi de kavramsal bağlantıların kurulduğu formal bir yapıda olmalıdır. Apriori bilgimiz –aynı zaman da analitik ise-[yani analitik apriori] saf sezginin formlarina sahip; sentetik ise de[yani sentetik apriori] deneyin içeriğiyle ilişkisiz (dolayısıyla tashihe kapalı) ama deneyin formunu kurucu nitelikte olmalıdır. Böylece, Kant’ın sözkonusu kavramsallastırması; bilimlerde nedensellik ifade eden tüm kanunları, aritmetik ve geometrik doğrularla beraber sentetik apriori çercevesine dahil etmektedir. (Bkz. Psillos, Philosphy of Science A-Z, s.4-5, s.10-12.)

  • 19

    fiziğini doğa bilimlerinin ulaştığı en son aşama olarak idealize etmekten de

    çekinmemiştir.77 Bu noktada, Kant’ın felsefesini bu denli kalıcı yapan şeyin bilimle

    kurdugu yakın ilişki olduğu aşikârdır. Ancak Reichenbach’a göre kesinliklere

    adanmış bu birliktelik fazlasıyla çağını yansıtmaktadır:

    “Kant günümüz matematiği ve fiziğini görecek kadar yaşasaydı, büyük bir olasılıkla, sentetik a priori felsefesinden vazgeçmede fazla gecikmeyecekti. Öyleyse, onun kitaplarını o dönemin belgeleri, Newton fiziğine beslediği inançtan kaynaklanan kesinlik tutkusunu doyurmaya yönelik birer girişim saymak yerinde olur. Aslında, Kant’in felsefe sistemi, mutlak uzay, mutlak zaman ve doğanın mutlak belirleyiciliği gibi kavramları içeren bir fizik temeli üzerine oturtulmuş ideolojik nitelikte bir üst yapı olarak yorumlanmalıdır. Sistemin bu kökeni bize hem başarısını hem başarısızlığını anlatmakta, Kant’ın neden pek çok kimse tarafindan tüm zamanların en büyük filozofu sayıldığını, ama aynı zamanda, felsefesinin, Einstein ve Bohr fiziğine tanık olmuş biz çağdaşlara neden bir şey söylemediğini açıklamaktadır.”78

    Bu açıdan, Kant felsefesinden doğan analitik felsefe geleneginin79 kurucularından

    Gottlop Frege’nin, ‘Aritmetigin Temelleri’[Die Grundlagen der Arithmetik–1884]

    eserinde, açıkca Kant’ın eleştirel felsefesinin en temel ilkesine - bilimin sentetik a

    priori hükümler üzerine inşa edildiğine- karşı çıkması anlamlıdır. Frege, geliştirdiği

    yeni mantık dili aracılığıyla, kavramsal düşünme gücü ve alanının, Kant’in çizdiği

    sınırların[uzay-zaman] dışına genişletilebilebileceğini ileri sürmüştür. Böylece 77 Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, s.39. Kant’ın ‘Genel Doğa Tarihi ve Gök Kuramı’

    [Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels] adlı ilk kitabı, ‘Newton İlkeleri Işığında, Tüm Dünya Yapısının Mekanik Kökenine ve Durumuna İlişkin Bir Deneme’ alt başlığını taşımaktaydı.

    78 Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, s.42. 1920’lerin sonunda Berlin Çevresi olarak anılıp, Reichenbach öncülüğünde K. Grelling, C.G. Hempel, D. Hilbert ve R. von Mises’in birlikteliğiyle kurulan ‘Deneysel Felsefe Cemiyeti’ [Society for Empirical Philosophy] Viyana Çevresine eklemlenmis olarak Erkenntnis dergisini çıkarmaktaydı. Bkz. Thomas Oberdan, “The Vienna Circle’s ‘Anti-Foundationalism’”, The British Journal for the Philosophy of Science, Vol. 49, No. 2, 1998 , s.305. Russell felsefesi ve Einstein fiziğine uygun yeni bilimsel felsefenin kurucusu olarak kendini tanımlayan ‘Viyana Çevresi’ içinde değerlendirilebilecek Reichenbach’ın, Kant’ın dönemselliği eleştirisine; Nordmann ve M.Friedman’in Kant’ın Viyana çevresine ulaşan etkilerini değerlendirdikleri fikri silsile [Helmhotz-Poincaré-Cohen-Einstein] üzerinden bakmak -bu noktada- fikirlerin girift etkileşiminin kavranması açısından ayrı bir önem ifade etmektedir. Bkz. Michael Friedman ve Alfred Nordmann, “Editors’ Introduction”, The Kantian Legacy in Nineteenth Century, , Ed.by. Michael Friedman ve Alfred Nordmann, London, The MIT Press, 2006, s.4

    79 Robert Hanna, Kant and the Foundations of Analytic Philosophy, Oxford, Oxford University Press, 2001, s.5.

  • 20

    Frege’nin temellendirdiği yapı, Leibniz ve Wolff’un görüşlerine benzer olarak ‘saf

    aklın gücü ve alanı’ kavramına dönüş anlamına gelirken; Kant üzerinden

    okuduğumuz Newton- Leibniz karşıtlığı da, yeni bir anlam kazanmaktadır.80

    Frege, aritmetik doğruların a posteriori[Bkz. Mill] veya sentetik a priori [Bkz. Kant]

    nitelikte oldukları iddialarına karşı çıkarken; a priori / a posteriori

    kodifikasyonu[bkz.Kant] öncesinde -zımni olarak- aynı noktaya işaret eden

    Leibniz’le aynı çizgide bir a priori nitelik ortaya koymaktadır.81 Frege, Kant’ın

    geometrik doğruların sentetik a priori nitelikte oldugu iddiasını kabul ederken;

    Whitehead ve Russell ile birlikte gelişmesini sağladığı mantıksal çözümleme

    metodunu esas alan mantıksal pozitivistler ise, sentetik a priori kavramını tamamen

    reddetmektedir.82

    1.2.1.3. Viyana Çevresi ve Doğrulanabilirlik

    Kıta Avrupasının önde gelen bilimadamı ve filozoflarından teşkil olup, ‘neo-

    pozitivistler’, ‘neo-empiristler’, ‘bilimsel empiristler’, ‘tutarlı empiristler’, ‘mantıkçı

    empiristler’ veya ‘Viyana çemberi’ olarak bilinen söz konusu entellektüel çevrenin

    felsefi fikirleri günümüze ‘mantıksal pozitivizm’ adı altında ulaşmıştır. Anti-

    metafizik, anti-spekulatif, realist, materyalist, eleştirel ve şüpheci felsefi eğilimlere

    sahip tüm geçmiş dönem filozoflarını kendi öncüleri olarak kabul eden hareket, -

    80 Delbert Reed, Origins of Analitic Philosophy: Kant and Frege, London, Continuum Int.

    Publishing Group, 2007, s.3. Frege, Leibniz’in sonraları mantıkçılık (logicism) olarak kurumsallaşan yaklaşımıyla uyumlu olarak aritmetiği aklın doğruları olarak tanımlamaktaydı. (Bkz. Psillos, Philosphy of Science A-Z, s. 96.)

    81 Delbert Reed, Origins of Analitic Philosophy:Kant and Frege, s. 34, 108 82 Psillos, Philosphy of Science A-Z, s. 11. Michael Dummett, seçkin bir Frege uzmanı olarak,

    Frege’nin felsefeyi psikolojik analizden ayıracak yeni bir dönemle tanıştırdığını ve böylece üçyüz senelik akışın değiştiğini ileri sürmektedir. (Bkz. Michael Dummett, The Interpretation of Frege’s Philosophy, London, Duckworth Co., 1981, s.56-64.) Mantıksal pozitivistlerin, sentetik apriori kavramını reddetmesinin ardında, Einstein’ın rölativite teorisinde Euclid–dışı geometrileri kullanarak Euclid geometrisinin evrenselliği inancını kırması yatmaktadır. Böylece, “mutlak uzay ve zaman” kavramları “rölatif uzay-zaman” ile ikame olurken, klasik Newton fiziğinden beslenen Kantçı empirik-rasyonalist sentez de, mantıkçı-empirik sentezle ikame edilmeye çalışılmıştır. Bkz. Bertrand Russell, Human Knowledge: Its Scope and Limits, London, Routledge, 1997, s. 237, 305

  • 21

    çağdaşları içinde de- kimliğini instrümentalistler, operasyonalistler ve Amerikan

    pragmatistleriyle yakın bir felsefi akım olarak tanımlamıştır.83

    Bu eğilimlerle Viyana Universitesi induktif bilimler felsefesi bölüm başkanı Moritz

    Schlick84 merkezinde başlayan hareket, sadece Viyana ile kısıtlı kalmayan etkisiyle

    özellikle yirminci yüzyılın ilk yarısında bilim felsefesinde etkin bir rol oynamıştır.

    Bu rolü içinden geldikleri klasik empirist geleneğin ‘bilginin[-p-] nasıl bilinebildiği’

    sorusuna verdigi cevabı[:duyular], ‘-p-’nin anlamı nedir?’ sorusuyla ikincil bir

    öneme sevkettiklerini ifade ederek değerlendirmek anlamlı olacaktır.

    83 Joergen Joergensen, The Development of Logical Empiricism, Chicago, University of Chicago

    Press, 1951, s.6. Joergensen, hareketin bağlı oldugu fikri silsileyi -Neurath’in coğrafi olarak tasnif ettiği şekliyle- şöyle aktarmıştır: Bacon, Hobbes, Locke, Hume, Bentham, J.S. Mill, Spencer[Ingiltere]; Descartes, Bayle, D’Lambert, Saint-Simon, Comte, Poincaré[Fransa]; Leibniz, Bolzana, Mach[Almanya]. Joergensen, ilgi alanlarına göre yapılacak bir ayrımda ise şöyle bir sıralamaya gitmektedir: 1. Pozitivizm ve Empirizm: Hume, aydınlanma filozofları, Comte, Mill, Avnarius, Mach 2. Empirik bilimlerin temelleri, amaçları ve metotları: Helmholtz, Riemann, Mach, Poincaré, Enriques, Duhem, Boltzman, Einstein 3. Mantık ve uygulamalari: Leibniz, Peano, Frege, Schröder, Russell, Whitehead, Wittgenstein 4. Aksiyomatik: Pasch, Peano, Vailati, Pieri, Hilbert 5. Eudaemonism[mutçuluk] ve Pozitivist sosyoloji: Epicurus, Hume, Bentham, Mill, Comte, Feurbach, Marx, Spencer, Muller-Lyer, Popper-Lynkeus, Carl Menger(iktisatçı)

    84 1895’ten beri indüktif bilimler kürsüsüne sahip olan Viyana Üniversitesinde M.Schlick’ten[1922] önce sırasıyla E.Mach, L. Boltzmann ve Adolf Stoehr görev yapmışlardır. Hepsi de empirisist olan söz konusu isimler sayesinde Viyana’da köklü bir empirist gelenek oluşurken böylece Brentano ile başlayan realist hareket kurumsallaşmıştır. Teorik optik üzerine olan fizik doktorasını M.Planck gözetiminde tamamlayan M.Schlick’in, 1917’deki “Çağdaş Fizikte Uzay ve Zaman’ monografisiyle rölativite teorisinin ilk felsefi yorumunu yapan kişi olarak düşünce tarihine geçtiği belirtilmelidir. Bir fizikci olarak sıradışı felsefi ilgileriyle kendinden önce gelen Mach ve Boltzman’dan ayrılan M.Schlick, böylece entellektüel bir cazibe merkezi olarak çevresinde birçok değerli meslektaşı ve ögrencisini toplamayı başarmıştır. (Bkz. Victor Kraft, The Vienna Circle: The Origins of Neo-Positivism, New York, Philosophical Library Inc., 1953, s.3.) 1925 tarihinden itibaren, aralıksız 11 yıl [Perşembe aksamları saat 6’da Viyana’nın dokuzuncu bölgesindeki Strudelhofgasse’de bulunan] Matematik Enstitüsünde toplanan tartışma grubu, böylece yeni bir felsefi yaklaşımın da temellerini atmıştır. Etkileri ve bağlantıları zamanla genişleyen Viyana çevresinin merkezinde ve çevresinde konumlanmış düşünürleri sıralamak gerekirse karşımıza şu uzun liste çıkmaktadır: Merkezdekiler: Moritz Schlick, Gustav Bergman, Rudolf Carnap, Herbert Feigle, Philipp Frank, Kurt Gödel, Hans Hahn, Olga Hahn-Neurath, Béla Juhos, Felix Kaufmann, Viktor Kraft, Karl Menger, Richard von Mises, Otto Neurath, Rose Rand, Josef Schächter, Olga Taussky-Todd, Friedrich Waismann, Edgar Zilsel. Çevredekiler: Alfred Jules Ayer, Egon Brunswik, Karl Bührer, Josef Frank, Else Frenkel-Brunswik, Heinrich Gomperz, Carl Gustav Hempel, Eino Kaila, Hans Kelsen, Charles W.Morris, Arne Næss, Karl Raimund Popper, Willard Van Orman Quine, Frank P. Ramsey, Hans Reichenbach, Kurt Reidermeister, Alfred Tarski, Ludwig Wittgenstein. Bkz. Friedrich Stadler, The Vienna Circle:Studies in the Origins, Development, and Influence of Logical Empiricism, Wien, Springer-Varlag, 2001, s. xiv-xv.

  • 22

    Zihnimizde ‘mantıksal’ kelimesiyle deduktif, ‘pozitivizm’ kelimesiyle de induktif bir

    çağrışıma yol açan ‘mantıksal pozitivizm’;85 geliştirmek gayretinde olduğu mantıkla,

    dildeki metafizik tortuların temizlenmesi[anlam] ve söz konusu bilimsel dille ifade

    edilen önermelerin, duyular tarafından teyit edilebilir olmasıyla da[doğrulanabilirlik]

    bilinebilir alanın genişletilmesini öngörmektedir. Böylece, devamı oldukları

    gelenekle bağlantılı olarak, bilim felsefesinde savundukları yaklaşımın çerçevesi de

    belirginleşmektedir: anlam ve doğrulanabilirlik.86 ‘Anlamın deneysel teorisi’

    [experimental theory of meaning] veya ‘deneysel-anlam koşulu’[empirical-meaning

    requirement] olarak da kavramsallaştırılan ilkeler87 -bu açıdan- maddeye soru sormak

    olarak tanımlanan deneysel sürecin [ve] çercevesini çizen önermelerin[:dil←soru]

    metafizikten temizlenme hareketi olarak da tanımlanabilir.

    Bu bağlamda R. Carnap, ‘Dilin Mantıksal Analizi Aracılığıyla Metafiziğin Tasviyesi’

    [The Elimination of Metaphsics Through Logical Analysis of Language] makalesiyle

    kadim[yunan] ve geleneksel[empirist] anti-metafizik taraftarlarınca başarılamamış

    olanın, artık modern mantık aracılığıyla mümkün olabileceğini müjdelemektedir!

    Carnap’a göre metafizik önermeler, ne analitik-ne de sentetik [dolayısıyla anlam

    taşımayan] önermelerdir; sadece hissi tavırları temsil eden, ‘hayata karşı genel bir

    duruş’un ifadesi olmaktan öteye gidemeyen ‘anlamsız’ ifadelerdir. 88 M.Schlick’e

    göre ise, metafizikçiye söylenen ‘iddialarının yanlış olduğu’ değil89 –ancak– ‘seni

    85 Söz konusu dedüktif ve indüktif yapılar göz önüne alındığında uzlaştırılamaz eğilimlerin bir araya

    getirildiği düşünülebilir; ancak, duyular vasıtasıyla dolaysız olarak tespit edilen ‘protokol önerme/cümleler’in açıklayıcılığının yanısıra, hipotetik ‘kapsayıcı yasalar’(covering law) ile ulaşılacak öngörü kabiliyetinin mantıksal pozitivizmce bilimin esas amacı olarak görülmesi varolan uzlaştırıcı senteze işaret etmektedir. Bkz. Şakir Kocabaş, Fizik ve Gerçeklik: Bilim Felsefesine Kavramsal bir Yaklaşım, Küre Yayınları, 2002, s. 56–57

    86 Oswald Hanfling, Logical Positivism, Oxford, Basil Blackwell, 1981, s.6-7. 87 Moritz Schlick, “Meaning and Verification”, The Philosophical Rev