İmam ebu mansur muhammed mÂtÜrÎdÎ’nİn “te’vÎlÂtÜ’l...

43
bilimname XI, 2006/2, 97-139 İMAM EBU MANSUR MUHAMMED MÂTÜRÎDÎ’NİN “TE’VÎLÂTÜ’l-KUR’ÂN” INDA NECM SURESİ TEFSİRİ: TERCÜME - TAHLİL - MUKAYESE Abdulkerim SEBER (Uzman) Dokuz Eylül Ü. İlahiyat F. [email protected] GİRİŞ Müslümanların itikat konusunda kendisine tabi olduğu iki imamdan birisi olan İmam Ebu Mansur Muhammed Mâtürîdî’nin (333/944) 1 en önemli eseri olan 1 Onun Sünnî Kelam ekolün kurucusu olduğunu söyleyenler de vardır. İmam Ebu Mansur Muham- med Mâtürîdî, bugün Özbekistan sınırları içinde kalan Semerkant’ın “Mâtürîd” köyünden olduğu için köyüne nispetle kendisine Mâtürîdî, denilmiş ve “Ebu Mansur” künyesiyle şöhret bulmuştur. İmamü’l-hüdâ (hidayet önderi), Âlemü’l-hüdâ (hidayet meş’alesi), İmamü’l-mütekellimîn (kelamcı- ların imamı), Reîsü ehli’s-sünne (Ehli Sünnet’in reîsi) gibi nisbelerle de anılmaktadır. Soyunun Hz. Ebu Eyyub el-Ensârî (r.a.)’ye dayandığına dair rivayetlere nazaran, onun Arap asıllı bir alim olduğu yönündeki temayüllere rağmen, eserlerinin dil ve üslup bakımından Türk dil mantığına daha yakın olması, kurduğu cümlelerin Türkçenin gramer yapısına daha uygun olması, yaşadığı bölgenin Türk hakimiyetinde bir yer olması onun Türk olduğu hakkındaki kanaatleri kuvvetlendirmektedir. İmam Mâtürîdi kelam, tefsir, fıkıh sahalarına hakim, amel yönüyle Hanefî olan Müslümanların, özellikle inanç konularında kendisini rehber edindikleri alim bir zattır. Fıkıhta Şafiî’nin metodunu takip edenlerin imamı olarak bilinen Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ile muasır olmalarına rağmen, onunla görüşmediği bilinmektedir. Mâtürîdî’nin, İmam Azam Ebu Hanife’nin talebesi olan Muhammed eş-Şeybânî’nin, talebesinin talebesi, Ebu Bekr b. Ahmed el-Cüzcânî gibi Hanef î ekolüne mensup dördüncü veya üçüncü kuşak hocalarda okuduğu bildirilmektedir. Kaynaklarda kendisinin sûf î büyükleri arasında zikredilmemesine rağmen zühd ve takvasının şüphe götürmediği, devrindeki Mâverâünnehir’deki sûf îler üzerinde tesiri olduğu, onlarla iyi münasebetler içinde olduğu zikre- dilmektedir. Bazı araştırmacılar, Mâtürîdî’nin tasavvufî bir zümre olarak nitelendirilen Bâtıniyye gibi müfrit Şiî gruplarla olan mücadelesinden dolayı kendisinin tasavvufa karşı bir tavır içinde olduğu kanaatine varmış olmalıdırlar. Devrimize kadar sünnî tasavvufi meşreplerde ve tarikatlar- daki onun kitaplarına ve görüşlerine olan alâka, Sünnî çizgideki sûf î meşreplere olan mesafesini göstermeye bizce yeterlidir. Şîanın en aşırı uçlarından birisi olan Bâtıniye’nin adı da tasavvufla beraber anılmaktadır ki, gerçekten onun bu manadaki tasavvufa karşı olduğunu söyleyebiliriz. Hayatı hakkında pek fazla bilgi bulunmadığına dair iddialara gelince; bir çok İslam büyüğü gibi onun da özel hayatıyla ilgili olarak kaynaklarda teferruat olmadığı için araştırmacılar haklı olarak

Upload: dinhdiep

Post on 12-Jul-2019

221 views

Category:

Documents


1 download

TRANSCRIPT

bilimname XI, 2006/2, 97-139

İMAM EBU MANSUR MUHAMMED MÂTÜRÎDÎ’NİN “TE’VÎLÂTÜ’l-KUR’ÂN” INDA NECM SURESİ TEFSİRİ:

TERCÜME - TAHLİL - MUKAYESE Abdulkerim SEBER (Uzman)

Dokuz Eylül Ü. İlahiyat F.

[email protected]

GİRİŞ

Müslümanların itikat konusunda kendisine tabi olduğu iki imamdan birisi

olan İmam Ebu Mansur Muhammed Mâtürîdî’nin (333/944)1 en önemli eseri olan 1 Onun Sünnî Kelam ekolün kurucusu olduğunu söyleyenler de vardır. İmam Ebu Mansur Muham-

med Mâtürîdî, bugün Özbekistan sınırları içinde kalan Semerkant’ın “Mâtürîd” köyünden olduğu

için köyüne nispetle kendisine Mâtürîdî, denilmiş ve “Ebu Mansur” künyesiyle şöhret bulmuştur.

İmamü’l-hüdâ (hidayet önderi), Âlemü’l-hüdâ (hidayet meş’alesi), İmamü’l-mütekellimîn (kelamcı-

ların imamı), Reîsü ehli’s-sünne (Ehli Sünnet’in reîsi) gibi nisbelerle de anılmaktadır. Soyunun Hz.

Ebu Eyyub el-Ensârî (r.a.)’ye dayandığına dair rivayetlere nazaran, onun Arap asıllı bir alim olduğu

yönündeki temayüllere rağmen, eserlerinin dil ve üslup bakımından Türk dil mantığına daha yakın

olması, kurduğu cümlelerin Türkçenin gramer yapısına daha uygun olması, yaşadığı bölgenin

Türk hakimiyetinde bir yer olması onun Türk olduğu hakkındaki kanaatleri kuvvetlendirmektedir.

İmam Mâtürîdi kelam, tefsir, fıkıh sahalarına hakim, amel yönüyle Hanefî olan Müslümanların,

özellikle inanç konularında kendisini rehber edindikleri alim bir zattır. Fıkıhta Şafiî’nin metodunu

takip edenlerin imamı olarak bilinen Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ile muasır olmalarına rağmen, onunla

görüşmediği bilinmektedir. Mâtürîdî’nin, İmam Azam Ebu Hanife’nin talebesi olan Muhammed

eş-Şeybânî’nin, talebesinin talebesi, Ebu Bekr b. Ahmed el-Cüzcânî gibi Hanefî ekolüne mensup

dördüncü veya üçüncü kuşak hocalarda okuduğu bildirilmektedir. Kaynaklarda kendisinin sûfî

büyükleri arasında zikredilmemesine rağmen zühd ve takvasının şüphe götürmediği, devrindeki

Mâverâünnehir’deki sûfîler üzerinde tesiri olduğu, onlarla iyi münasebetler içinde olduğu zikre-

dilmektedir. Bazı araştırmacılar, Mâtürîdî’nin tasavvufî bir zümre olarak nitelendirilen Bâtıniyye

gibi müfrit Şiî gruplarla olan mücadelesinden dolayı kendisinin tasavvufa karşı bir tavır içinde

olduğu kanaatine varmış olmalıdırlar. Devrimize kadar sünnî tasavvufi meşreplerde ve tarikatlar-

daki onun kitaplarına ve görüşlerine olan alâka, Sünnî çizgideki sûfî meşreplere olan mesafesini

göstermeye bizce yeterlidir. Şîanın en aşırı uçlarından birisi olan Bâtıniye’nin adı da tasavvufla

beraber anılmaktadır ki, gerçekten onun bu manadaki tasavvufa karşı olduğunu söyleyebiliriz.

Hayatı hakkında pek fazla bilgi bulunmadığına dair iddialara gelince; bir çok İslam büyüğü gibi

onun da özel hayatıyla ilgili olarak kaynaklarda teferruat olmadığı için araştırmacılar haklı olarak

98 Abdulkerim Seber

Te’vîlâtü’l-Kur’ân veya Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne adlı tefsiri, kendisinden sonra bilhassa

akait-kelam sahasındaki bir çok eserin de temel kaynakları arasındadır. Sadece akait-

kelam konularında değil; fıkıh, fıkıh usûlü, mezhepler tarihi, hadis ilimleri için de

tedvin döneminin en önemli eserlerinden birisi olan Te’vîlât’ın, ilim camiasında

diğer bir çok tefsirden farklı bir yere sahip olduğu bilinmektedir.

Te’vîlât, Türk-İslam kültür coğrafyasında kıymeti, orijinalitesi hakkında tered-

düt bulunmayan bir eserdir. Te’vîlat’ın, temel İslâmî ilimlerle meşgul olan herkesin

tatmin olmamaktadırlar. Buna rağmen Mâtürîdî hakkında yeterli bilgi mevcuttur. Nitekim onun

mezhebinin esasları, fikirleri, belli başlı eserleri korunmuş, eserlerine bir çok müellif tarafından

atıfta bulunulmuş, bugün itibariyle bazıları tahkik edilmiş, bazıları da Türkçeye tercüme edilmiştir.

Bekir Topaloğlu’nun ifadesine göre Hanefî mezhebinin mensupları Ehli Sünnet dışı ekoller de dahil

olmak üzere bütün Müslüman nüfusun yarısından fazlasını teşkil etmektedir. Onun mezhebine

mensup bu kadar kimsenin olduğu, mezhebinin Müslümanlar arasında hâlâ yaşamaya devam ettiği

düşünülürse İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîliğin ihmal edilmediği görülecektir. Ancak Mâtürîdî’nin

ve Mâtürîdîliğin bazı yönlerden Ehli Sünnet’in bir diğer imamı olan Eş’arî kadar şanslı olmadığın-

dan bahsedilebilir. Çünkü Mâtürîdî, Abbasi/Bağtat hılafet merkezine uzak bir muhitte yaşamış

olması sebebiyle resmi eğitim-öğretim yapan ulemaya uzak kalmıştır. Mâtürîdî’nin hayatı dikkate

alındığında, onun da İmam Azam Ebu Hanife gibi her türlü siyaset riyaset ve devlet adamlığı

gibi bir takım dünyevi ilişkilerden uzak kalmak suretiyle, tamamen gönüllü, fahri ilmî hizmette

bulunduğu görülecektir. Dolayısıyla Matüridî’nin bu yönüyle İmam Eş’arî kadar meşhur olmadığı

söylenebilir. Bu konudaki diğer bir iddia da onun özellikle Arap ilim dünyasında isminden pek fazla

söz edilmediği, görmezden gelindiği iddiasıdır. Bu iddianın doğruluğunu, genel anlamda İslam

tarihinin temel kaynaklarında ondan bahsedilmediğini bir çok araştırmacı söylemektedir; ancak

bizim de bu konudaki araştırmalarımız tefsir sahasında bu iddianın doğruluğunu göstermektedir.

Maalesef tefsirle ilgili bazı eserlerde Mâtürîdî’nin adının geçmesi gereken yerlerde, onun adının

geçmediğini görüyoruz. Mesela, Osman ez-Zehebî’nin “eT-Tefsir ve’l-Müfessirûn” adlı eseriyle

Zerkânî’nin “Menâhilü’l-Irfân” adlı eserlerinde ne dirayet tefsiriyle ilgili bölümlerde ne de kelami

tefsirlerle ilgili açılan bahislerde kendisine yer verildiği görülmektedir. Ancak bu tarz yaklaşımların

onun ilmî kıymetinden bir şey eksiltmediğini de zaman göstermektedir. Muhammed Hüseyin

ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Kahire, 1961, I, 255-482; Muhammed Abdülazim ez-Zer-

kani, Menâhilü’l-İrfan, Mısır, ts., II, 65-77. Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik hakkında bkz. Ebu Mansur

Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâtürîdî, “Kitabü’t-Tevhid”, (tkh. Fethullah Huleyf),

İstanbul, 1979; (Naşirin mukaddimesi), 1-51; Celal Kırca, “Mâtürîdî’nin Tefsir, Te’vîl Anlayışı ve

Metodu”, “Ebu Mansur Semerkandî Mâtürîdî Sempozyum Tebliğleri”, Kayseri, 1986, s., 54-55;

Ahmet Uğur, “Mâtürîdî Zamanında İslam Âlemine Kısa Bir Bakış” aynı eser, s., 4-7; A. Vehbi

Ecer, “Mâtürîd’nin Tanınması” aynı eser, s., 9-14; “Şükrü Özen / Bekir Topaloğlu, “Mâtürîdî”

DİA. Ankara, 2003, XXVIII, 146-159; Ebu Mansur el-Mâtürîdî Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan Tercümeler

(Haz. Bekir Topaloğlu) İstanbul, 2003, (Takdim yazısı); Bekir Topaloğlu Kitâbü’t-Tevhid Tercü-

mesi, Ankara, 2002, (Takdim Yazısı); M. Ragıp İmamoğlu, “İmam Ebu Mansur el-Mâtürîdî ve

Te’vîlâtü’l-Kur’ân’daki Tefsir Metodu”, Ankara, 1991, s., 13-20; Talip Özdeş, Mâtürîdî’nin Tefsir

Anlayışı, İstanbul, 2003, s., 40-52; Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâ-

türîdî es-Semerkandî, el-Hanefî, “Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne” (tahk. Fatıma Yusuf el-Haymî), Beyrut,

2004, (Naşirin takdim yazısı), I, 7-12.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 99

az veya çok ilgisi dahilinde bulunduğu da bir gerçektir. Buna rağmen böyle bir eser

asırlarca kütüphanelerde ancak yazmalar halinde yerini koruyabilmiştır. Özellikle

tefsirle ilgilenen herkesin dilinde olduğu; ancak elinde bulunmadığı geçen yıllarda,

bu kıymetli tefsirden en can alıcı surelerden biri olarak gördüğümüz Necm suresini,

Te’vîlât’ın elimizdeki “Tire” nüshasına ait fotokopiden tercüme etmek suretiyle

üzerinde çalışmaya karar verdik. Ancak elimizdeki nüshanın, fotokopi olması

sebebiyle, zaman zaman bazı yerleri diğer nüshalarla karşılaştırma ihtiyacı hissettik.

Kütüphanelerde kırktan fazla yazma nüshası olduğu zikredilen Te’vîlât’ın bu nüsha-

larından hangisiyle karşılaştıracağımıza da karar vere mediğimiz için bir süre rafta

beklettiğimiz bu çalışmamızı, Fatıma Yusuf el-Haymî tarafından yapılan Te’vîlât’ın

baştan sona ilk tahkikli neşrinin elimize geçmesiyle yeniden ele aldık. Te’vîlât’ın

ilk defa baştan sona tahkikli baskısının ortaya çıkmasıyla birlikte, elimizdeki nüsha

dışında, tercümemizi karşılaştırabileceğimiz, matbu bir kaynağa kavuşmuş olduk.

Özellikle okuyamadığımız yerler başta olmak üzere, tercümeyi baştan sona, bu

matbu Te’vîlât nüshasıyla karşılaştırmak suretiyle çalışmayı tamamlamadık. Yani

çalışmamızın “Necm” suresine ait tercüme kısmında, Te’vîlât’ın Haymî tarafından

yapılan tahkikli neşrini esas aldık.

Te’vîlât’a ait ilk tercümeler Bekir Topaloğlu tarafından yapılmış olup, Fatiha,

Ayetü’l-kürsi, Bakara suresinin son iki ayeti, Haşr suresinin son dört ayeti başta

olmak üzere Fîl ve Nâs sureleri arasındaki Kur’ân-ı Kerim’in son on suresi tercüme

edilmiş, bu surelere ait tahkikli metinler de ilâve edilmek suretiyle telif haline dönüş-

türülmüştür; ancak Necm suresi gibi bir sure henüz Türkçeye kazandırılmış değildir.

Ayrıca bu çalışmamız sadece tercümeden ibaret bir çalışma da değildir.

“Necm” suresini seçmemizin sebebi, Te’vîlât’ın hakiki çehresinin mirac, garânik,

melaike, büyük günahlar, kulların fiilleri gibi akait ve kelam ilmine dair konularla

dopdolu olan Necm suresinde ortaya çıkabileceği düşüncesidir.

Necm suresiyle sınırlı olarak plânladığımız bu çalışmada, İmam Mâtürîdî

ve eserleriyle ilgili bazı bilgileri dipnotlarda yer verdik. İlk dirayet tefsiri olarak

bilinen Te’vîlât’ı yine ilk rivayet tefsiri olarak bilinen ve Mâtürîdî’nin muasırı olan

Taberî’nin tefsiriyle kısmen mukayese etmek suretiyle bazı tahlillerde bulunduk.

Bu gayretimizin son yıllarda gelişen Te’vîlât etrafındaki faaliyetlere cüzi de olsa bir

katkıda bulunacağını umuyoruz.

100 Abdulkerim Seber

A. TE’VÎLÂTÜ’l-KUR’ÂN

1. Te’vîlât

Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Te’vîlâtü Ebî Mansur el-Mâtürîdî

fi’t-tefsir, Te’vîlâtü’l-Kur’âni’l-Mecîd gibi isimlerle zikredilen bu eser, sadece tefsir

değil; kelam, fıkıh, fıkıh usulü, hadis, dil mantık Kur’ân semantiği gibi alanlarda da

önemli bir kaynaktır.

İmam Mâtürîdî, özellikle kelami-felsefî anlamdaki hareketliliğin yoğun olarak

yaşandığı İslamın ilk üç asrındaki itikadi münakaşaları Kitabü’t-Tevhid’inde olduğu

gibi tefsirinde de yeri geldikçe ele almış, Hariciler, Mutezile Şîa gibi Ehli Sünnet

dışındaki bütün grupların görüşlerini çürütmeye çalışmış, Nesefî’nin ifadesine göre

pek çok kapalı meseleyi çözmüş olması bakımından yazdığı diğer eserleri gibi tefsiri

de kelam ilmi açısından önemlidir2.

Te’vîlât, fıkıh ve fıkıh usûlünde de kayda değecek nitelikte bir eserdir. Te’vîlât

üzerinde çalışan bir çok araştırmacı da bu gerçeği dile getirmektedir. İmam Mâtü-

rîdî’nin Hanefi mezhebine mensup hocalardan okuduğu ve onların metodu üzere

tedrisatta bulunduğu bildirilmektedir. Mesela Hasan eş-Şeybânî’nin “Mebsut”unu

okuttuğuna dair rivayetler bunun bir örneğidir. Mâtürîdî Hanefî fıkhına o derece

bağlı kalmış ki kendisine Semerkant Hanefî fıkıh ekolünün reisi unvanıyla hitap

edilmiştir. Ayrıca kendisinin Hanefî fıkhına dair eserler verdiği de belirtilmektedir.

Bütün bu sebeplerden dolayı Semerkandî, Te’vîlât’ın Hanefî mezhebinin Kur’ân’a

mutabakatını açıklayan bir tefsir olduğunu belirtmektedir3.

Bir çok ilim adamının bu hususta açıklamaları bulunmaktadır. Aşağıdaki

ifadeler bunun en güzel örneklerinden biridir:

“Mâtürîdî’nin Te’vîlât’ı kıymetli ve faydalı bir kitaptır. O, tevhid esaslarında Ehli

sünnet mezhebinin Kur’ân’a uygunluğunu açıklar. Ancak Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhid,

el-Makalat, Meâhizü’ş-Şerîa gibi eserlerini bizzat kendisi yazdığı halde Te’vîlât’ı

kendisi yazmamıştır. Bu kitabını seçkin talebeleri Mâtürîdî’nin takririnden almışlardır.

Bu sebeple Te’vîlât dil bakımından onun diğer eserlerinden daha kolaydır. Bununla

beraber Te’vîlât’ın da lafızda muğlak ve metinde müphem tarafları vardır. İlimde

ileri gittiğini söyleyenlerin çoğu bunları anlamakta aciz kalır. Bunu ancak ömrünü

2 İmamoğlu, 21-23; Özdeş, 66.3 İmamoğlu, 21-23; Özdeş, 67-68.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 101

kelam, fıkıh, edebiyat ilimleriyle tüketen kimseler anlayabilir.”4

4 İmamoğlu (s 21-22)’ ndan naklen; Alâüddin es-Semerkandî, Şerh-i Te’vîlât, s. 1/b Süleymaniye Küt.

Hamidiye no: 176. Mâtürîdî’ye nispet edilen bir çok eserin çoğu maalesef sadece ismen mevcuttur.

Mâtürîdî ile ilgil son yıllarda yapılan çalışmalar incelendiğinde ona izafe edilen eserlerin ki mi sinin

ya kütüphanelerde hiç bulunamadığı, yahut başkasına ait olduğu anlaşılmaktadır. Yani Mâtürî-

dî’nin Kitabü’t-Tevhid ve Te’vîlât’ı dışındaki eserlerinin ya Mâtürîdî’ye aidiyetinde veya kitabın

mevcudiyetinde bir problem olduğu, bazılarının da diğer bazı müelliflerin eserleriyle karıştırıldığı

görülmektedir. Bunlardan bazılarının da aslında Matürîdî’ye ait olmadığı halde onun mezhebinin

metodunda yazılmış olmaları sebebiyle kendisine Mâtürîdî’ye nispet edildikleri anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla bugün elimizda ona pek fazla bir eser bulunmamaktadır. Mâtürîdî’nin eserlerinden

birkaç tanesi tahkik edilerek neşredilmişlerdir. Burada Te’vîlât dışında ona aidiyeti kesin olan

Kitabü’t-Tevhid’ini zikretmemiz gerekir. Kitabü’t-Tevhid, mezhebinin görüşlerini temsil etmesi

açısından Matüridî’nin en önemli eserlerinden olup, hem mezhepler tarihinin hem de Matürîdî

akidesinin temel kaynaklarından birisidir. Havariç, Mutezile, Şîa başta olmak üzere, çeşitli fırkalar,

Mâtürîdî’nin dönemindeki diğer bütün dinî cereyanlar için orijinal bir kaynak durumundadır.

Matürîdî’nin eserlerinin İmam Eş’arî’nin eserleri kadar meşhur olamaması konusunda ise bazı

kimseler tarafından onun dil ve üslubu gerekçe olarak gösterilmektedir. Gerçekten ilk akla gelen

de budur. Bunun yanında konularının ağırlığı da bu sebepler arasında sayılabilir. Mesela Kita-

bü’t-Tevhid’i inceleyenler onun kelam ve İslam felsefesinin en ağır konularıyla dopdolu bir eser

olduğunu göreceklerdir. Aynı şeyler Te’vîlât içinde geçerlidir. Devrimize kadar yazma nüshalar

halinde gelen bu kıymetli eserin, tahkikli veya tahkiksiz neşrine dair faaliyetlerin çok geç kalmış

olmasını da yine Te’vîlât’ın dil, üslup ve içerdiği ağır konulara bağlamak mümkündür. Bunda dil

ve üslubunun ağır olması sebebiyle tahkik edilmeden anlaşılamayacağı için Te’vîlât’ın tahkiksiz

neşrine yanaşılmamış olmasının da önemli payı olmalıdır. Ayrıca sayısı oldukça fazla olan yazma

nüshaların teminindeki güçlüğün yanı sıra, gelişigüzel bir tahkikle yapılacak bir neşrin onun taşıdığı

bilgi hazinesinin özüne zarar verme endişesinin yattığı da akla gelmektedir. Zira eserin kırktan fazla

yazma nüshasının bulunduğu, bunlardan otuz bir tanesinin Türkiye’de olduğu bildirilmektedir.

Te’vîlât’ın Bakara suresinin 142. ayetine kadar olan kısmı, İbrahim Avadayn ve Seyyid Avadayn,

Bakara suresinin geri kalan kısmı da Muhammed Müstefîzürrahman tarafından tahkik edilmiş,

1971’de Kahire’de basılmıştır. Te’vîlât’ın baştan sona Fâtıma Yusuf Haymî tarafından yapılan

tahkikli neşrinin elimize ulaşmış olması sevindirici bir gelişmedir. Ne var ki Te’vîlât’ın daha ciddi

bir tahkikle yeni bir baskısına olan ihtiyacın hissedildiğini görmekteyiz. Bekir Topaloğlu, Te’vî-

lât’ın yeniden tahkikiyle ilgili çalışmalarını, bu husustaki prensiplerini “Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan

Tercümeler” adlı Te’vîlât’la ilgili ön fasiküle yazdığı takdim yazısında anlatmaktadır. Matürîdî’nin

eserleri konusunda bkz. Brockelmann, GAL, Leiden, 1943, I, 195; Suppl., Leiden, 1937, 346;

Özdeş, 49-52; Topaloğlu, “Kitabü’t-Tevhid Tercümesi” (Takdim Yazısı), “Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan

Tercümeler” (Takdim yazısı); Matürîdî, “Tevîlât” (Naşir Fatıma Yusuf el-Haymî’nin mukaddi-

mesi), 10-12; Fuat Sezgin, Târîhu’t-Türâsi’l-Arabî, Riyad, 1991, 40-41; Özen, 149; Özdeş, 55-56;

Süleyman Mollaibrahimoğlu, Süleymâniye Kütüphanesinde Bulunan Yazma Tefsirler, İstanbul,

2002, s., 23-24. Te’vîlât’ın Semerkandî Şerhinin, Tevîlât üzerine yapılan çalışmaların en meşhuru

olması nedeniyle bu şerhe de değinmek istiyoruz. Mâtürîdî mektebinin ileri gelenlerinden olan

Meymun b. Muhammed Ebu’l-Muîn en-Nesefî, (418-508/1027-1115), Mâtürîdî’nin kitaplarını

okumuş, talebelerine okutmuş ve Te’vîlât’ı da şerhetmiştir. Hanefî fıkhının meşhur eserlerinden

“Tuhfetü’l-Fukaha” sahibi Alaüddin Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed es-Smerkandî, Ebu’l-Muîn

en-Nesefî’den “Te’vîlâtü’l-Kur’ân’ı okuduklarını, bu esnada en-Nesefî’nin Te’vîlât’ın gerekli yerlerini

şerh ederek, esere uygun düşecek şekilde bazı yararlı bilgiler eklediğini belirtiyor. Semerkandî,

102 Abdulkerim Seber

Te’vîlât’ı şerh eden Alâüddin Ebu Bekr b. Muhammed b. Ahmed es-Semer-

kandî’(575/1175) ye ait olan Te’vîlât hakkındaki bu cümlelerin önceki alimlerin eser

hakkındaki kanaatlerini anlatmaya kafi geldiğini söyleyebiliriz.

Mâtürîdî’nin, oldukça karmaşık ve bulanık fikri ortam içinde, Kur’ân ayetlerini

Ehli Sünnet inancına göre tefsir etmek suretiyle Sünni inanç sistemini sağlam bir

zemine oturttuğuna, Kur’ân-ı Kerim’in baştan sona dirayet tefsir metoduyla ilk

defa onun tefsir ettiğine, Sünni akidenin güçlenmesinde Te’vîlât’ın önemli bir rolu

bulunduğuna dair Celal Kırca’nın tespitleri de sonraki araştırmacıların bu konudaki

düşüncelerini net bir şekilde ifade etmektedir5.

B. TE’VÎLÂT’TAN NECM SURESİ’NİN TERCÜMESİ6

1. “Batmakta olan yıldıza yemin osun” Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ’nın

bu ayetteki muradının yıldızların bizzat kendisi olduğu söylenmiştir. Allah Teâlâ

kendisinin de bunları kaybolmaktan kurtarmak ve eserden istifadeyi kolaylaştırmak için uygun bir

dille kaleme aldığını ve böylece büyük bir hizmette bulunduğunu söylüyor. Bu durumda şerhin,

en-Nesefî’nin takriri olup, eserin tertibinin ve ifade kısmının Alaüddin es-Semerkandî’ye ait olduğu

anlaşılmaktadır. Bu bakımdan şerh de Alâüddin es-Semerkandî’ye nispet edilmektedir. Te’vîlât ve

Semerkandî’nin şerhinden Necm suresi çerçevesinde yaptığımız karşılaştırmada, Semerkandî’nin

Te’vîlât’ın muhteva ve mefhumuna zarar vermeden onu anlaşılabilecek vaziyete getirdiğini, onun

özüne dokunmadığını görmüş olduk. Te’vîlât’ın anlaşılamayan yerleri için en temel yardımcı kitap

olan bu şerh, kütüphaneler de halen yazmalar halinde bulunmaktadır. Mesela, bkz. Süleymaniye

Küt. Carullah Böl. Demirbaş no: 51, 230; Hamidiye Böl. Şerh hakkında bkz. İmamoğlu, 23-24.5 Celal Kırca, “Kur’ân ve Bilim”, İstanbul, 1996, s., 157.6 Mütekaddimin dönemine ait bazı kitapların farklı kimseler tarafından tahkikli neşirlerini karşılaş-

tırdığımız zaman anlamı tamamen bozmayacak çok küçük farklılıkların olduğuna şahit oluyoruz.

Bunca asır sonra ele alınan nüshaların tahkiklerindeki bu farklılıkların bir çok sebebi olduğu bilin-

mektedir. Tahkiki yapan kimselerin eserin diline ve üslubuna vukufiyet durumu, eserin konusuna

dair bilgi seviyeleri gibi bir takım sebepler zikretmek mümkündür. Mâtürîdî’nin eserlerinde ise bu

sebeplerden olan dil ve üslup faktörü diğer bir çok esere göre daha ağır basmaktadır. Te’vîlât’ın,

kütüphanelerde kırktan fazla yazma nüshasının bulunması, bir yönüyle avantaj gibi görünürken,

bunları birbiriyle karşılaştırma konusundaki muhtemel zorluklar da aslında bir dezavantaj sayılabilir.

Dolayısıyla Te’vîlât üzerinde yapılan tahkik çalışmalarında tek ve mükemmel nüshaya ulaşmak

en azından şimdilik zor görünüyor. Ayrıca eserin, Mâtürîdî’nin talebelerine yaptığı takrirlerden

meydana gelmiş olup bizzat Mâtürîdî tarafından kaleme alınmamış olması sebebiyle Te’vîlât için,

diğer eserlerde olduğu gibi müellifin kaleminden çıkan esas nüshadan bahsetme imkanımız da

bulunmamaktadır. Yapılan tahkik çalışmalarıyla Te’vîlât’ın esas ve en temel nüshasına kavuşulmuş

olsa bile, Te’vîlât’ı harfi tercüme metoduyla tercüme etmenin güçlüğüyle karşı karşıya kalınabile-

ceği ihtimali de hesaba katılmalıdır. Zira Te’vîlât ile ilgili olarak ilim camiasının problemi, sadece

tahkikindeki zorluk ve orijinal nüshaya ulaşma problemi değil, Te’vîlât’ı şerh eden Semerkandî’nin

de işaret ettiği gibi, esas problem, onun kendine has bir dil, üslup ve metot taşımasıdır. Bu sebeple

bizim yaptığımız tercümenin de tamamıyla bir harfi tercüme olmadığını, bunun Te’vîlat için çok

zor olduğunu ifade etmek yerinde olur. Nitekim Semerkandî’de bu sebepten dolayı Te’vîlât’ın ko-

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 103

bu yeminle, inkârcıların söy lediklerine karşı, Muhammed (a.s.)’in sapmadığına ve

azmadığına yemin etmiştir. Esam (200/816) bu manayı vermektedir. Yine Cenabı

Hak “…yıldıza yemin olsun” sözüyle Kur’an-ı Kerim’in muhtelif zamanlarda parça-

lar halinde indiğini murat etmiştir. Bu ayetle “Cenabı Hakkın, Rasûlullah (s.a.v.)’ın

sapmadığına ve azmadığına yemin ettiği de söylenmiştir. Mücahit (324/935) “Cenabı

Hak, kaybolduğu zaman Süreyya yıldızına yemin etti, çünkü Araplar tek yıldız

ola rak görünen altı yıldızı “Süreyya” diye isimlendiriyorlar demiştir. Ebu Ubeyd

(224/839) Cenabı Hak, çukura düştüğü zaman yıldıza yemin etti demiştir. Bu

yemin sadece Süreyya yıldızına mahsus de ğildir. Şayet önceki tevil doğruysa bu şu

anlama gelmektedir:

Cenabı Hak, yıldızlar için mahlukatın kalbinde bir yer kıldı. Onları mahlukata

gelen fayda-zarar, genişlik-darlık, musibet, şiddet, kalplerin değişmesi; kıblenin, uzak

yerlerin, vakitlerin bilinmesi gibi bir çok şeyin kendisi sayesinde ortaya çıkarıldığı bir

alâmet, kıldı da bu yüzden yıldızın bizzat kendisine veya yıldızları ve yıldızlardaki

bir takım faydaları yoktan var edene yemin etti, şeklindedir. Bu suretle Muhammed

(a.s.)’in sapmadığını ve azmadığını bildirmiştir.

Eğer buradaki “Necm” Kur’an’ın muhtelif zamanlarda parça parça indirilmesi

manasına ise, Cenabı Hakk’ın yemini, Kur’an-ı Kerim’in muhtelif zamanlarda parça

parça indirilmesi üzerinedir. “…İza Heva” ifadesi, “Yıldızların düştüğü yerlere yemin

ederim7” sözünde olduğu gibi, o yıldızın düştüğü zamanki düştüğü yere yemin ede-

rim demektir. Bu ayete en uygun mana; “O yıldız normal seyrinde daima seyrettiği

zaman, ona yemin ederim manasıdır. Çünkü yıldızlar ebedîbir seyir halindedir.

Yıldızların seyir halinde olmasında, yolları bulmak gibi mahlukat için bir takım

faydalar vardır. Yıldızların batmasında ve kaybolmasında bu faydalar olmasaydı,

Cenabı Hak onların üzerine yemin etmezdi. Allah en iyi bilendir.

2. “Arkadaşınız sapmadı ve azmadı”. Bu ayet-i kerimeden iki mana çıkar:

Birincisi: O, Kur’an-ı Kerim’in inmesine sebep olan şeyden sapmadı. Çünkü onlar

Hz. Peygamberi, dininden ve babalarının dininden döndüğü için saptığını iddia

ediyorlardı. Bunun üzerine Cenabı Hak, “O emir olunduğu şeyden sapmadı ve

azmadı” buyurdu.

İkinci mana: Arkadaşınız sihirbaz ve şair olmadığı için sapmadı ve azmadı

layca anlaşılabilmesi için ona şerh yazmak zorunda kalmış, onun dilini sadeleştirerek özetlemiştir.

Tercüme esnasında kısmen bu şerhten istifade ettiğimizi burada ifade edelim.7 107.Vâkıa, 75.

104 Abdulkerim Seber

demektir. Zira müşrikler ona şair ve sihirbaz diyorlardı. Allah Teâla “Şairlere azgınlar

tabi olur”8 buyurmak suretiyle kafirlerin iddia ettiği gibi, onun sihirle sapmadığını,

şiirle azmadığını; aksine onun doğru yolda ve hidayette olduğunu söyledi.

3-6. “O kendi arzusuyla konuşmamaktadır. Yani o nefsinin arzu ettiği şekilde

konuşmaz. “Onun konuştukları kendisine yapılan bir vahiydir” sözüyle de Cenabı

Hak, onun ancak vahiy yoluyla konuştuğunu söylemektedir. “Ona çok kuvvetli ve

üstün yaratılışlı (Cebrail) öğretti. Sonra O, en yüksek ufukta iken doğruluverdi”

Şayet böyle olmasaydı, “Ona kuvveleri çetin olan öğretti” ayetindeki zamirin Allah

Teâlâ’ya ait olması gerekirdi. Çünkü Allah Teâlâ, “Rahman, Kur’an’ı öğretti9” ayet-

lerinde öğretme fiilini bizzat nefsine izafe etti; ancak “Sonra o üstün yaratılışlı en

yüksek ufukta doğruluverdi” ayetiyle de burada kastedilenin kendisinden başkası

olduğunu açıkladı. Zira Cenabı Hak üstün yaratılışlı olmak ve doğrulmakla nite-

lendirilemez. “Ehl-i tevil”in de dediği gibi, o ancak Cebrail (a.s.)’dir. Cenabı Hak,

öğretmeyi bir defa Cebrail’e bir defa da kendine izafe etti. Cebrail’e izafe etmesi

Rasûlullah (s.a.v.)’ın vahyi ondan duyduğu ve ondan aldığı içindir. Allah Teâlâ’nın

kendine izafe etmesiyse iki şekilde izah edilir:

Birincisi: Cebrail’i Hz. Peygamber’e gönderen ve ona öğretmekle emreden,

öğretme fiilini yaratan bizzat Allah Teâlâ’dır.

İkincisi: öğretim esnasındaki öğrenmeye sebep olan ilâhî lütuf, sadece Allah

Teâlâ’dan dır.

İşte bu sebeplerden dolayı, eşit şartlarda ilim tahsil eden kimseler, tahsil

esnasında ilâhî lütfa mahzar olma hususundaki farklılıklarından dolayı ilmen de

farklılık gösteriyorlar. Başarıyı veren Allah’tır. Tevil ehli ayetteki “üstün yaratılışlı”

ifadesinin, “ bir işi sağlam yapan” manasına geldiğini söylemişlerdir. Zira “Quvâ”

güçlü ve sağlam ipten gelmekte olup burada ifade edilen ipin gücüdür. Kelimenin

müfredi “Quvve”dir, “mirra”nın manası, “bükülmüş ip”tir. Vahyin kendisine gelmesi

sebebiyle, “Festeva” ifadesinin, Muhammed (s.a.v.)’in istiva ettiği manasına olması

muhtemeldir. Yine buradaki “Festeva”nın Cebrail’in asli suretinde doğrulduğu, mana-

sına olduğu da söylenmiştir. Zira Rasûlullah Cenabı Haktan Cebrail’i asli suretinde

görmeyi istediği, Cebrail’in asli suretinde doğrulduğu, Rasûlullah (s.a.v.)’ın de onu

asli şeklinde gördüğü zikredilmiştir.

8 26. Şuarâ, 224.9 55. Rahman, 1-2.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 105

7. “O en yüksek ufuktaydı”. “En yüksek ufukta olan Cebrail’dir. En yüksek

ufkun sema ufku veya meleklerin mekanı ve meskeni olması da muhtemeldir.

Çünkü Hz. Peygamber Cebrail’i yerinde ve asli suretinde gördüğünü söylemiştir.

Buradaki ufkun şu rivayetteki olması muhtemeldir: “Rasûlullah (s.a.v.), Cebrail

(a.s.)’i asli suretinde görmeyi istedi. Bu isteğini Cebrail’e bildirdi. Bunun üzerine

Cebrail “Ben yere sığmam, sen en yüksek ufka bak” dedi” Rasûlullah (s.a.v.) da

oraya bakınca kendisini gördü”10. Bazı haberlerde ise bu rivayet “Sen beni aslı

suretimde görmeye güç yetiremezsin, yalnız sen en yüksek ufka bak” şeklinde

geçmektedir. Onun Cebrail’i görmesi için en yüksek ufka bakmasının zikredildiği

bu rivayetin sahih olması da muhtemeldir. Çünkü onun Cebrail’e yakından bakma

ihtimali yoktur. O Cebrail’e uzaktan bakmıştır. Bu da halk arasında aydınlığa veya

aşırı beyazlığa sahip olan bir şeye, ilk defa bakan bir kimsenin ona yakından baka-

bilmesinin mümkün olmamasıyla izah edilebilir. Zira Böyle bir şeye bakmak ancak

o şeyden uzakta olan bir kimse için mümkündür.

8. “Sonra yaklaştı ve sarktı” ayeti muhtemelen “Cebrail kendisine azar azar

yaklaştı ve yakınlaştı” demektir. Bunun azar azar olması şu şekilde açıklanabilir:

İnsan eşyayı taşıyacak bir tabiatta yaratılmıştır. Mesela şiddetli bir soğuktan sonra

azar azar gelen sıcaklık veya şiddetli bir sıcaktan sonra azar azar gelen soğuk hava

bir anda geliverse insan ilk anda onu kaldıramaz.

Şu şekilde de açıklanabilir: İnsan kendisine oldukça yakın olan bir şeyi ilk

bakışta belki olduğu gibi göremez. Önce geri çekilir, sonra ona azar azar yaklaşarak

onu yakından görebilir. Allah en iyisini bilendir.

Bazıları “Sonra yaklaştı ve sarktı” ayetinin, bir şeye önce sarkma sonra da

yaklaşmak olacağı için, yaklaşma ve sarkma fiillerinin yer değiştirmesiyle “Önce

sarktı, sonra yaklaştı” manasına geldiğini söylemişlerdir.

Bazıları da bu iki fiilin yakınlık manasında eşit olmaları nedeniyle ayette böyle

geldiğini söylemektedirler. Allah en iyisini bilendir.

9. “İki yay arası kadar hatta daha da yakın oldu” ayetinde ihtilaf edildi.

Bazıları buradaki “Qaab” ifadesinin yayın göğsü demek olduğunu, bununla Cenabı

Hakkın yayın kirişle göğsü arasındaki mesafenin iki mislini kastettiğini söylerken,

bazıları da bunun gerçekten iki yay miktarı olduğunu söylemişlerdir.

10 Bu ve benzeri rivayetler için bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut, 1967; I, 407.

106 Abdulkerim Seber

Kutebî (276/889)11 bunun iki Arap yayı miktarı olduğunu, Ebu Avsece12 de

“Qaab”ın uzunluk miktarı olduğunu söylemiştir. Burada “kavs”in arşın13 manasına

olduğu, dolayısıyla ayetin manasının “İkisinin arası iki arşın uzaklığında oldu” şek-

linde olduğu da söylenmiştir. Rasûlüllah (s.a.v.)’tan “Sizden birinizin Cennette yay

veya kırbaç büyüklüğündeki elde ettiği yer, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır”14

şeklinde yapılan rivayete göre, bize birinci mana daha yakın gelmektedir

Bu manalardan hangisi olursa olsun, burada Rasûlullah (s.a.v.)’ın gözünün

Cebrail’i kuşatamayacak kadar, ondan uzakta olmadığına bir işaret olduğunu

döylüyoruz. Zira göz kendinden uzak olan bir şeyi tanımaya çalışır, ama onun

mahiyetini tanıyamaz. Keza insan bir şeye temas edecek, ona âdeta yapışacak

derecede yakın olduğu zaman o şeyin mahiyetini anlamaktan uzak kalır. Göz bir

şeye ne çok uzak ne de çok yakın olduğu zaman ancak o şeyi görme alanı içine alır

ve onun mahiyetini anlar. Allah Teâlâ onun gördüğü şeyin mahiyetini anlayacak

bir mesafede olduğunu onun mahiyetini tanıdığını, bunun da bir çaba neticesinde

olmadığını haber vermektedir. Allah en iyisini bilendir.

Ayetteki “ev ednâ” ifadesi hakkında tevil ehli bu harfin şüphe ifade eden bir harf

olduğunu, şüphe ifade eden bir şeyin Allah Teâlâ’nın söylemesini ihtimal dışında

olduğunu söylemişlerdir. Bizce bu ifade, müspet manada “iki yaydan daha aşağı”

demektir.

Bazıları da burasını “Onlar size göre iki yaydan daha az bir mesafededir, onlara

bakmış olsaydınız, yaklaşmalarının ve sarkmalarının iki yay veya ondan daha az bir

mesafede olduğunu görürdünüz” diye açıklamışlardır.

10. “Kuluna vahyettiği şeyleri vahyetti” ayeti iki manaya gelir. Birinci mana:

Takdim ve tehir üzere “Cebrail, Allah’ın kulu ve Rasûlü olan Muhammed (a.s.)a

Allah tarafından vahyedilen şeyleri vahyetti” şeklindedir. İkinci mana: Allah Celle

ve Ala Muhammed (a.s.)’e vahyetmek üzere kulu Cebrail’e vahyetti, şeklindedir.

11 Müellifin “Kutebî” namıyla zikrettiği şahıs, özellikle Arap dili, tefsir, hadis sahalarındaki eserle-

riyle

meşhur olan Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim el-Kûfî ed-Dineverî, yani “İbn Kuteybe”dir. 12 Muhtemelen Arap dili âlimlerinden olan bu zatın biyografisine dair her hangi bir bilgiye ulaşa-

madık.

Diğer araştırmacılar da aynı şeyi söylemektedirler. Bkz. Özdeş, 59, 77. 13 Arşın, parmak ucundan omuza kadar olan kol boyundan sayılan maruf ölçü. Şevket Rado, Bü-

yük

Türk Sözlüğü, İstanbul, ts., s. 65.14 Buhari, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahih, Mısır, 1360, Hadis no: 2496.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 107

11. “Gözlerinin gördüğünü kalbi yalanlamadı”. Buradaki “Ma Kezebe”

fiilindeki “Zel” harfi şeddeli ve şeddesiz olmak üzere her iki halde de okunmakta

olup şeddesiz okuyan “O gördüğü şeyde yalancı olmadı” manasını vermiş olur.

Ebu Ubeyd de “Onun gördüğü yalan değil, doğrudur” dedi. Şeddeyle okuyana göre

mana; “Kalp, gözün gördüğünü yalanlamadı” şeklindedir.

Bize göre mana; “kalp, gözün gördüğünü reddetmedi” demektir. Bunun aslı

şudur; kalbin, kendisiyle bir şeyin muhafaza edildiği şeyler cinsinden olmasıdır ki

bu durumda mana; “Kalp gördüğünü korudu, onu bırakmadı ve zarar vermedi”

demek olur. Bazılarına göre kalbin gördüğünü yalanlamaması bildiğini yalanla-

mamasıdır. Buradaki görmek bilmekten kinayeten söylenmiştir. Ancak görmekten

maksat bilmek olmuş olsaydı, “Yemin olsun ki onu Sidre-i Münteha’nın yanında

bir defa daha görmüştü”15 ayetinde geçen görmek fiili tekrar zikredilmezdi. Burada

bilmek manasına gelen bir fiilin iki defa arka arkaya zikredilmesiyle bir şeyin iki

defa öğretilmiş olması ve Rasûlullah (s.a.v.)’ın Rabb’ini iki defa gördüğünün aynı

yerde zikredilmiş olması da düşünülemez. Bilmek fiilinin arka arkaya iki defa gelme

ihtimali yoktur. Dolayısıyla buradaki görmeyi bilmekle açıklamak doğru olmaz.

Bize göre aslında mana; “kalp, gördüğü ayetleri yalanlamadı” şeklindedir.

Bunun delili de “Yemin olsun ki o, Rabb’inin en büyük ayetlerinden bir kısmını

gördü”16 ayetiyle “Yemin osun ki onu Sidre-i Münteha’nın yanında bir defa daha

görmüştü”17 ayetleridir.

Hasan Basri bu ayetin manası hakkında, “O, Allah’ın azametlerinden, O’nun

büyük işlerinden bir tanesini gördü” demiştir. “Abdullah b. Mesud da “Hz. Pey-

gamber’in Cebrail’i aslı suretinde iki defa gördüğünü, ayetin manasının, ”Gözünün

(Cebrail)’i gördüğünü kalbi yalanlamadı” şeklinde olduğunu, zira onu Sidre-i Mün-

teha’da daha önce de görmüş olduğunu söyledi.

Bazılarının, onun Rabb’ini aşikâre gördüğünü söylemeleri, müminlerin Allah

Teâlâ’yı ahirette göreceklerine dair yapılan ilâhî vaade ve bu husustaki mütevatir

sünnetle sabit olan inanca terstir18. Çünkü, o Rabb’ini onların söylediği gibi görmüş

15 53. Necm, 13.16 53. Necm, 18.17 53. Necm, 13.18 Ehli Sünnet’e göre Allah Teâlâ öbür âlemde görülecektir. Bu da kitap ve sünnetin kuvvetli nasla-

rına dayanmaktadır. Mesela “O günde bir takım yüzler parıldayacak, ancak Rablerine bakacaktır

anlamındaki Kıyame süresi 22-23. ayetleri belli başlı delillerden birisidir. Sünnetten ise “Bu ayı

gördüğünüz gibi kıyamet gününde Rabb’inizi göreceksiniz. O’nu görme konusunda haksızlığa

108 Abdulkerim Seber

olsaydı, onun büyük ayetlerini görmeye muhtaç olmazdı. Çünkü bir şey çalışılarak

öğrenildiği zaman ancak onun alâmetlerinin görülmesine ihtiyaç duyulur.

Ama müşahede yoluyla ayan-beyan görüldüğü zaman ve aradaki maniler orta-

dan kalktığı zaman alâmetleri görmeye ihtiyaç kalmaz. Bir haberde geçtiğine göre

Rasûlüllah (s.a.v.)’a bu mesele “kalp gözüyle gördüğün haricinde, Rabb’ini gördün

mü?” diye sorulduğunda “Kalbimle iki defa gördüm” buyurmuştur. Bazı haberlere

göre de “Gözümle hayır ama kalbimle iki defa gördüm”19 buyurmuştur. Kalp gözüyle

görmeyi ilimle tefsir etmişlerdir. Yukarıda zikrettiğimiz gibi bu manada problem

vardır. Her ne kadar hadisin, bu şekilde geçtiği sabit olsa bile buradaki görme fiilini

ilimle tefsir etmeye yetmez. Allah Teâlâ’nın “Sonra yaklaştı ve sarktı”, “O kadar ki

ona iki yay arası kadar hatta ondanda yakın oldu” ayetlerini delil göstererek, onun

Rabb’i’ni gördüğünü söyleyenlerin sözü, Allah Teâlâ’ya mekân isnadında bulunan ve

onu diğer varlıklara benzeten ağır bir sözdür. Bizim bu konudaki söylediklerimizden

kastettiğimiz şey; Rasûlüllah (s.a.v)’ın Cebrail (a.s)’e yaklaştığıdır.

“Kalp gördüğünü yalanlamadı”, “Onu bir defa da Sidre-i Münteha’da gör-

müştü” ayetlerinde onu diğer mahlukat arasından ayıran özellikleri zikredilmektedir

ki bunlardan birisi, Cebrail (a.s.)’i asli suretinde görmesi, -şayet hadis sahihse- Allah

Teâlâ’yı da kalbiyle görmüş olması, Sidre-i Münteha’ya ulaşmış olmasıdır. Çünkü

kendinden önce hiçbir peygamberin bu dereceye ulaştığı zikredilmemiştir.

12. “Onun gördükleri hakkında kendisiyle mücadelede mi ediyorsunuz?”

ayetini İbn Mesud (32/652) ve İbn Abbas (68/687) “Efetumârûnehû” cümlesini

“Efetemrûnehû” şeklinde elifsiz olarak, ta’nın fethasıyla okudular. Bu durumda

cümlenin anlamı “Onu inkâr mı ediyorsunuz?” şeklindedir. Hasan (r.a.) elifle ve

ta’nın zammesiyle “Efetümârûnehû” olduğunu söyledi. Bu durumda ayetin manası

“Siz onunla mücadele mi ediyorsunuz?”şeklindedir. Şüreyh (85/704) de böyle dedi.

Ebu Ubeyd, inkâr manasına gelen okuyuşla okunması gerektiğini söyledi. Bunun da

sebebi, müşriklerin kendilerine gelen semavi haberleri inkâr ediyor olmalarındandır.

Bu konu onların en çok münakaşa ettikleri şeylerden olup, inkâr durumu şüphe ve

mücadeleden daha büyüktür.

Bir başka rivayette, ayetin manasının “Siz onun gördüklerinden şüphe mi

uğramayacak, zorlukta çekmeyeceksiniz.” şeklindeki Buhari hadisi delil olarak gösterilebilir. Buhari,

Mevakît, 16, 26, Ezan, 29.. 19 Bu ve benzeri rivayetler için bkz. Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahih, I, Mısır, 1329,

I, 110: Nureddin Ali b. Ebi Bekr el-Heysemi, Mecmeu’z- Zevaid, Beyrut, 1967, I, 79.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 109

ediyorsunuz?” şeklinde olduğu söylendi.

Ebu Bekir el-Esam, elifsiz okuyuş şeklinin ve bu şekilde yapılan tevilin doğru

olmadığını; elifle okunuş şeklinin ve bu şekilde verilen mananın doğru olduğunu;

ayetin manasının; “Siz onunla mücadele mi ediyorsunuz” şeklinde olduğunu söy-

ledi. Biz de inkâr manasına gelen kıraat şekillerinin doğru olduğunu söylüyoruz.

“Onun gördükleri hakkında onunla mücadele mi ediyorsunuz?” şeklinde tevil eden

kimsenin tevilinin doğru olma ihtimali yoktur. Çünkü onların mücadeleleri onun

görüp görmediği konusunda değildir. Onlar, onunla, kendisinin gördüğünü söylediği

şeyin içeriği hakkında mücadele etmektedirler. Çünkü bir şeyi yalanlamak, ancak

o şeyin meydana geldiğine dair verilen haber üzerine yapılır. Onlar da onunla bu

sebeple mücadele ederler. Allah en iyi bilendir.

13. “Yemin olsun ki onu daha önce bir defa daha görmüştü” ayeti de yuka-

rıda zikrettiğimiz, “Bu da nedir?” diye sormak suretiyle insanların hakkında ihtilaf

ettikleri ayetlerden biridir. Allah en iyi bilendir.

14. “Sidre-i Müntehâ’nın yanında” ayetinin tefsiri konusunda şöyle denil-

miştir:

“Burası mahlukatın bilgisinin son bulduğu, insanların ilerisine geçemedikleri

bir nokta olduğu için “Sidre-i Müntehâ” diye isimlendirilmiştir. Diğer bir rivayete

göre burası halkın kerametlerinin son bulduğu bir nokta olduğu için buraya “Sidretü’l

Müntehâ” denilmiştir. Bir başka rivayet “Sidre”’nin bir ağaç olduğu şeklindedir. İbn

Mesud’dan merfuan yapılan bir rivayete göre Rasûlüllah (s.a.v.) “Cebrail’i Sidre-i

Müntehâ’da gördüm, şöyle şöyle kanatları vardı”20 demiştir. Diğer bir rivayet ise

“Şehitlerin ruhlarının ulaşabildiği nihaî nokta burası olduğu için burasının “Sidre-i

Müntehâ” diye isimlendirildiği” şeklindedir.

Rasûlüllah (s.a.v.)’ın Cebrail (a.s.)’i ilk görüşünün, Sidre-i Müntehâ’da gerçek-

leşmesi muhtemel olduğu gibi; önündeki engellerin kaldırılmasıyla veya gözünün

kuvvetinin artmasıyla yeryüzünde görmüş olması da muhtemeldir. Miraca çıktığında

ise onu ikinci kere asli suretinde görmüştür. Allah en iyi bilendir.

15. “Cennetü’l-Me’vâ da onun yanındadır” ayetindeki “Cennet” kelimesi hem

“cim”in fethasıyla “Cennet” hem de esresiyle “cinnet” diye okunmuştur. Rivayete

20 Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahih, I, Mısır, 1329; 158.; Celalüddin Abdurrah-

man

es- Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensûr, Beyrut, ts., VII, 649.

110 Abdulkerim Seber

göre Sa’d b. Ebi Vakkas’a falan adam buradaki cim’i esreyle “cinnet” şeklinde okuyor

dediler. O da Allah’ın böyle bir Cenneti yok, dedi. Buradaki cim harfini fethayla

okudu.

A’meş (148/765)’ten rivayet edildiğine göre Hz. Aişe (r.a.) “Kim ‘Cennetü’l

Me’va’yı delilik manasını kastederek “cinnet” şeklinde okursa Allah onu deli eder”

demiştir.

Ebu’l Âliye (93/711)’nin şöyle söylediği rivayet edildi: “İbn Abbas (r.a.) benden

“Ey Ebu’l Âliye bunu nasıl okuyorsun?” diye sordu. Ben de “cim” harfinin fethasıyla

“Cennetü’l-Me’vâ” diye okuyorum, dedim. O da bana; “Doğru söyledin, bu da Kur’an-ı

Kerim’de benzeri olan “Felehüm Cennetü’l-Me’vâ”21 ayeti gibidir” dedi.

Hasan’nın da “Cennetü’l Me’vâ” şeklinde cim’in fethasıyla okuduğu, “Cennet”

kelimesinin “cinan” kökünden geldiğini delil olarak ta Rasûlüllah’ın kendisine

Cennetin gösterildiğini, kendisinin de Cennete girdiğini beyan eden İsra hadisi22

olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Yine Hasan (r.a.)’nın bu ayetin, müminlerin

kendisine sığınacağı Cennetin semada olduğuna delalet ettiğini söylediği rivayet

edilmiştir.

16. “Sidre’yi kaplayan kaplamıştı” ayetini ehl-i tevilin çoğunluğu “Onu

altından yapılmış bir döşek kaplıyor” diye açıkladılar. Niekim merfu bir haberde

“Onu altından bir döşeğin kuşattığını gördüm”23 diye zikredilmiştir. Ancak Sid-

re’yi kuşatanın ne olduğu açıklanmamıştır. Allah Teâlâ’nın bunu açıklamadığı gibi

Rasûlüllah (s.a.v.)’tan tevatüren gelen bir hadisten başka bu konuyu açıklayan bir

haber de gelmemiştir. Allah en iyi bilendir.

Bazıları da bu ayet hakkında “Bu Allah Teâlâ’nın işlerindendir” demişlerdir.

Bu konuda Enes b. Malik (90-93/709-712)’in Rasûlüllah (s.a.v.)’tan rivayet ettiği

bir hadisi zikretmiştir. Buna göre Rasûlüllah (s.a.v.) “Sidre’ye vardım. Sidre’nin

yapraklarının fillerin kulakları, yemişlerinin de destiler gibi olduğunu gördüm.

Allah’ın emriyle Sidre’yi kaplayan şey kapladığında o şey yakut ve zümrüde

dönüştü24 demiştir. Eğer bu haber doğruysa, Sidre’nin bir ağaç olduğuna delildir.

21 32. Secde, 19.22 Rasûlüllah (s.a.v.)’in kalbinin temizlenerek önce Mekke’den, Mescid-i Aksa’ya, sonra da yedi kat

semaya, oradan Sidre-i münteha’ya çıkarıldığını, bazı peygamberlerle görüştürüldüğünü, bir çok

alâmetin kendisine gösterildiğini, anlatan uzunca bir hadis. Bkz. Buhari, l, 47; Müslim, I, 99-101;

İbn Hanbel, IV, 207.23 Ebu Cafer Muhammed, İbn Cerir et-Taberi, el-Câmiu’l-Beyân, Mısır, 1954,, XXVII, 55.24 Ahmed b.Hanbel, III, 128.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 111

Çünkü bu hadis, Sidre’nin yapraklarından bahsetmektedir. Yine bu hadis Sidre’yi

kaplayan şeyin Allah’ın işi olduğuna da delildir.

İbn Abbas (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre, Sidre’yi kuşatan şey meleklerdir.

Allah en iyi bilendir.

17. “Gözü kaymadı ve sınırı da aşmadı” ayet-i kerimesi hakkında Ebu Bekir

el-Esam; “Göz emir olunduğu şeyde kusur etmemiştir” dedi. Ayetteki “...azmadı”

ifadesi için de “Ona haddi tecavüzde bulunmadı” açıklamasına benzer bir ifade

kullanmıştır.

Buradaki “kaymadı” ifadesi; meyletmedi, sağa sola bakmadı “azmadı” ifadesi

de; haddi tecavüzde bulunmadı anlamlarına muhtemeldir.

Ebu Avsece de “Gözü kaymadı” meyletmedi, demektir, “azmadı” ifadesi ise,

Arapların, su yükseldiği zaman söyledikleri “Tağa’l-maü tuğyanen/Su tam azdı”

şeklindeki tabirlerinde olduğu gibi, “Onun gözü yukarıda olmadı” manasına gel-

mektedir dedi.

18. “Yemin olsun o Rabb’inin büyük ayetlerinden bazısını gördü” ayet-i keri-

mesinde söz konusu olan ayetlerin, Rasûlüllah (s.a.v.)’ın Cibril (a.s.)’i asli suretinde

görmüş olmasıdır. Yine Abdullah b. Mes’ûd’dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah

(s.a.v.) Cebrail’i asli suretinde iki defa görmüştür. Bu ayette geçen “ayet” kelimesinin

bunun haricinde başka alâmetler olması da muhtemeldir. Fakat biz bunu açıklaya-

mıyoruz. Allah en iyi bilendir.

19-21 “Lat ve Uzzâ’yı gördünüz mü?”, “Ve üçüncüleri olan Menât’ı” ayetleri-

nin tevilinde bir çok yol vardır. Şayet böyle olmasaydı burada “Ve üçüncüleri olan

Menât’ı” ayetiyle “Demek erkek size dişi O’na öyle mi?” ayetlerinin zahirlerindeki

istifhama cevap verilmemiş olurdu.

Bu tevillerden birincisi: Onlara Allah Teâlâ’nın şöyle söylemiş olmasıdır:

“Bunları size Lât, Uzzâ, Menât gibi kendisine ibadet ettiğiniz şu (putlar) mı söyledi.

Onlar size, Allah’ın kendisi için kızları, sizin için de oğlanları seçtiğini mi söylediler?

Yine onlar size meleklerin Allah’ın kızları olduğuna dair şeyler söylediler de siz de

bu düşünceleri onlardan mı aldınız? Siz peygamberlere kitaplara inanmayan bir

topluluk idiniz, o halde bunları kimden aldınız?” demektir. Bunları kendilerine

ibadet ettikleri putların bildirmediklerini biliyorlar, bu ayetlerle onların seviyesiz

kimseler oldukları dile getirilmektedir.

112 Abdulkerim Seber

İkincisi: Allah Teâlâ’nın müşriklere, “Kendinize erkek çocuklarını lâyık görür-

ken, kendisine kızları nispet ettiğiniz Allah’ı değil de, ibadet ettiğiniz Lât, Uzzâ,

üçüncüsü ve sonuncusu olan Menat’ı gördünüz mü?” demesi, sonra da bunu kimin

emrettiğini, kendilerine bu seçimi kimin yaptırttığını ve bunu kimden aldıklarını

cevap verme imkanı tanımadan sormasıdır.

“Bu putlar sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah

onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzu-

larına uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir” 25ayetiyle Allah Teâlâ sanki şöyle söylemiştir: “Siz o putları âlihe olarak isimlen-

dirdiniz, sonra da yanınızda hiçbir delil ve huccet olmaksızın kendinize oğlanları,

ona da kızları seçtiniz. Verdiğiniz bu isimler, delil ve huccet olmaksızın sizin ve

babalarınızın taktığı isimler olup, nefsinizin arzularıdır ve bunlar zandan ibarettir”.

Allah en iyisini bilendir.

Üçüncü olarak “Gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncüleri olan Menat’ı”

ayetleriyle, Allah Teâlâ’nın size verdiği nimetlerin şükrünü eda ederek harcamanızı

emretmiş olması muhtemeldir. “Dilediğine erkek dilediğine kız verir”26 ayetiyle de

onların ilâhî birer armağan olduklarını haber verdiği kızları kabul etmenizi emret-

miş olması, onları toprağa diri diri gömmenizi, ibadeti nimeti verenin dışındakilere

yapmanızı reddetmiş olması, oğlanları kendinize, kızları ona ayırmak suretiyle

yaptığınız taksimatı da kabul etmemiş olması muhtemeldir.

22. “O zaman bu insafsızca bir taksim!” ayeti, “haksızca ve zulmen yapılan

taksim, yani nimeti veren (Allah’a) değil, nimet vermeyen tanrılara şükretmek, ibadeti

müstahak olmayanlara yapmak, O’nun verdiklerini de buralara harcamak suretiyle

yapılan taksim” gibi anlamlara gelmektedir. Aksi takdirde ayetin ne zahirî manası

ne de ayetteki istifham harflerinin cevabı anlaşılabilirdi. Allah en iyi bilendir.

Ayetteki “Lât” kelimesini Mücahid ve diğerleri “tâ” harfinin şeddesiyle “Laatt”

şeklinde okudular ve bunun, müşriklerin ilahlarına bakan, yağ ile (hurma ve buğday

karışımı bir çeşit) unu yoğurarak yapılan bir yemeği hacılara yedirmek için hazır-

layan bir adam olduğunu söylediler. Ebu’l-Cevzâ (83/702) İbn Abbas’tan bunun

hakkında “O, hacılar için yağ ile unu yoğuran bir adamdı” şeklinde bir rivayette

bulunmuştur.

25 53 Necm, 23.26 42. Şûra, 49.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 113

“Ta” harfini şeddesiz olarak okuyan Uzzâ ve Menât gibi put ismi yapmış olur.

Bunlar müşriklerin kendilerine ibadette bulundukları bir takım ilahlarıdır. Katâde

tefsirinde Lât’ın Taif’te, Uzzâ’nın Batn-ı Nahle’de Menât’in Kudeyd’de olduğunu

zikretmiştir.

“O zaman bu insafsızca bir taksim!” cümlesindeki “dîzâ” hakkında Kutebî,

bunun aslında “Fu’lâ” kalıbında “dûyzâ” olduğunu, buradaki “dad” harfinin önündeki

“ya” harfinden dolayı kesre olduğunu, sıfatlarda “Fi’lâ” kalıbının bulunmadığını,

ayetin manasının “Bu geçerli bir taksimat mıdır?” demek olduğunu söylemiştir.

Ebu Avsece “dîzâ” kelimesinin insafsız, “daazzu” kelimesinin de zulüm demek

olduğunu söylemiştir. Bazıları da Hz. Peygamber, “Gördünüz mü o Lat ve Uzza-

’yı?”, “Ve üçüncüleri olan, Menat’ı?” ayetlerini okuduğu zaman Şeytan onun diline

“Tilke’l-Garânîku’l-ulâ - İnne şefâatihinne türcâ – Ve mislühünne la yünsâ.”27

sözünü ilkâ etti demişlerdir. Bazıları bu “Yüce Garânîk”in melekler olduğunu

söylemişlerdir. Diğer bazıları da “Onlar bizim Allah katındaki şefaatçilerimizdir.”

şeklindeki sözleriyle, bunların şefaat ümidiyle kendilerine ibadet ettikleri putlar

olduğunu söylemektedir.

Ancak Peygamber (s.a.v.)’in bunları söyleme ihtimali olmadığı gibi, onların

söyledikleri şeylerin onun dilinden çıkma ihtimali de yoktur. Allah Teâlâ “Eğer o bize

atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun

can damarını koparırdık.”28 buyurdu. Eğer isnat edilen bu sözlerin onun dilinden

çıkması caiz olmuş olsaydı, bu sözlerin kendisine zorla söyletilmiş olması da caiz

olurdu. Dolayısıyla bu ihtimal de uzaktır. Başka bir ayeti kerimede de Allah Teâlâ:

“Hayır, Rabb’ine yemin olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni

hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın

onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”29 buyurdu. Eğer

onun bu sözleri söylemesi caiz olsaydı Allah Teâlâ’nın ona yalan söyletmesi de caiz

olurdu. Ayet-i kerimede zikir olunan, onun hükmünü yerine getirme hususunda

kendilerini bir zorluk içinde bulan kimseler de bu sözleriyle küfre girmezlerdi. Bu

27 Garânîk sözlük anlamı itibariyle, su kuşu, kuğu, turna, beyaz tenli genç ve güzel kız anlamına gelen

Gürnük veya Gırnik kelimesinin çoğuludur. Burada Kureyş müşriklerinin putlarına verdikleri ismi

ifade etmektedir. Bu durumda beytin manası, “Şunlar yüce Garânik’dirler / Bunların şefaatleri

umulur / Bunların benzerleri unutulamaz.”, şeklindedir. Daha fazla bilgi için bkz. İsmail Cerrahoğlu,

DİA, İstanbul, 1996, “Garânik” XII, 361-366. 28 69. Hâkka, 44-46.29 5. Nisa, 65.

114 Abdulkerim Seber

da onların söylediklerinin tamamının fasit olduğuna delalet etmektedir. Şayet onun

dilinden mezkur kelimelerin çıktığı veya –sözde- “Yüce Garânîk”in şefaatini umar

olduğu halde Şeytan’ın onun ağzına ilkâda bulunduğu doğruysa, bu Hz. Musa’nın

“Kendisine ibadet etmeye devam ettiğin ilahına bak.”30 kelamına benzer ki senin

ilah zannettiğin şeye bak demektir. Aksi takdirde Musa (a.s.)’nın buzağıyı ilah olarak

isimlendirmesi gerekirdi. Bu da ihtimal dışıdır. Yine Cenabı Hakkın “Yavaşca onla-

rın ilahlarının/putlarının yanına vardı.”31 ayetinde olduğu gibi “Onlara göre ilah

sayılan şeylerin yanına vardı.” demektir. Yine Cenabı Hakkın “…Benim ortaklarım

olduklarını iddia ettikleriniz nerede?” 32 sözü gibi ki “onlara göre o putlar benim

ortağım.” demektir. Bunların tamamını Hac suresinde “Allah Teâlâ’nın “Biz senden

önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki o bir temennide bulunduğunda Şeytan

onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya kalkmasın…”33 ayetinde zikrettik34.

Allah en iyisini bilendir.

23. “Bu putlar sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir

Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.”35 ayeti sizin onları âlihe olarak

isimlendirmeniz ve onlara ibadet etmeniz, oğlanları kendinize kızları da ona nispet

etmeniz, Allah tarafından indirilen bir huccet ve burhan ile değil; ancak nefsinizin

arzusu ve zannınızla olan bir şeydir demektir. “Onlar ancak zanna tabi oluyorlar.”

ayeti, onların “Melekler Allah’ın kızlarıdır.” şeklindeki sözleri için olduğu kadar,

“Allah katında onlar bizim şefaatçilerimizdir.”36 şeklindeki sözleriyle putları ilahlar

olarak isimlendirdikleri için söylenmiştir. Allah’ın babalarını ve onların seçtikleri dini

kendi hallerine bırakıp, onları helak etmediği düşüncesinden hareketle babalarının

hak üzere olduklarını zannettiler, babalarının din olarak bıraktıkları ve seçtikleri

şeylerin gerçek olduğuna dair deliller getirdiler, onları yalanlamadılar, eğer bunlar

batıl olsalardı Allah atalarımızı kendi hallerine terk etmezdi, onları helak ederdi

dediler. Bu düşüncelerini de, “ Onlar bir kötülük işledikleri zaman babalarımızı

da bunları yaparken gördük, bunları bize Allah emretti derler.”37 ayetlerinde ifade

edildiği gibi Allah’ın onlardan razı olduğuna, yaptıkları bu fiilleri kendilerine Allah’ın

30 20. Tâ Hâ, 97.31 37. Sâffât, 91.32 28. Kasas, 62.33 22. Hac, 52.34 Bkz. Mâtürîdî, ”Te’vîlât”, III, 379-380. 35 53. Necm, 23.36 10. Yunus, 18.37 7. A’raf, 28.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 115

emrettiği düşüncesine dayandırdılar. Halbuki bunların bu düşünceleri, Allah Teâlâ

hakkında bulundukları bir takım zanlardan ibarettir.

“Onlar nefislerinin arzularına uyuyorlar.” ifadesi şu demektir: Nefis ancak

görebildiği menfaatleri ve zararları tanır, göremediklerini bilemez,. Çünkü fayda ve

zarar, tefekkür ve nazar ile bilinir. Nefis, nazar ve tefekkür yoluyla çirkinliği sabit

olan şeyleri bilemez. Ayrıca kendisine zor ve ağır gelen durum ve işlerde de istekli

görünmez. Allah en iyi bilendir.

“Halbuki kendilerine Rabb’lerinden bir yol gösterici gelmiştir.” ifadesi Rab-

b’lerinden gelen hidayeti düşünseler ve ona ibretle baksalar, hidayete ererler; Hak

ve hidayete tabi olanlar elbette o hidayet edeni tanırlardı demektir.

24. “Her umduğu şey insanın mıdır?” yani insan her istediğine kavuşabilir

mi? demektir. Kendileri için oğlanları, Allah Teâlâ için de kızları seçerken, iş ve iba-

detlerinde Allah’ın rızası ve emri üzere olduklarını zan ve iddia eden bu kimselerin

temennileri, ilahlarımız dedikleri ve taptıkları şeylerden şefaat istemeleri, onların

arzu ettikleri şeylerdendir.

25. İnsanoğlu için temenni ettiği her şeye nail olamayacağını ifade eden yukar-

daki ayetle, Allah Teâlâ’nın dünya ve ahiret hayatında kul için takdir ettiği şeyden

başka hiç bir şeyle karşılaşmayacağı ifade edilmektedir ki bunu “Ahiret ve Dünya

ancak Allah içindir.”38 ayeti de ifade etmektedir.

26. “Göklerde nice melek var ki onların şefaatları dilediği ve razı olduğu kimse

için Allah’ın izin vermesi dışında bir işe yaramaz.”39 ayeti iki anlama gelir:

Birincisi: Şefaat salahiyeti olan nice melek var ki, şefaat etse de şefaati ancak

ayette zikredildiği gibi ancak kendisine şefaat izin verilenlere geçerlidir.

İkincisi: Semalarda nice şefaat hakkı olan melek vardır ki onlar ancak Allah

Teâlâ’nın dilediğine ve şefaat edilmesine razı olduğuna şefaat edebilirler demektir.

Bu “Onlara şefaat edenlerin şefaatı fayda vermez.”40 ayetine benzer. Melekler de

bile onlara fayda sağlayacak bir şefaat yoktur demektir.

Ebu Bekir el-Esam, bu ayet hakkında “…Onlar yeryüzündekilere istiğfar

ederler…”41, “…müminlerin de bağışlanmasını isterler: Ey Rabb’imiz! Senin rahmet

38 53, Necm, 25.39 53. Necm, 26.40 74. Müddessir, 48.41 42. Şûrâ, 5.

116 Abdulkerim Seber

ve ilmin her şeyi kuşatmıştır, tövbe edenleri bağışla…”42 “Ey Rabb’imiz! Onları

kendilerine vaat ettiğin ‘Adn’ cennetlerine koy…”43 ayetlerinde açıklandığı gibi o

melekler, dünyada şefaat ve istiğfar ettiklerine ahirette de şefaat ederler demiştir.

Bu ayetlerle ilgili açıklamaları ayetlerin geçtikleri yerlerde zikrettik.

27. “Ahirete inanmayanlar melekleri dişiler gibi isimlendiriyorlar.” ayetin-

deki isimlendirme bir kavim tarafından yapıldığı halde, zahirde bütün insanlara

izafe edilmektedir. Çünkü melekleri dişiler gibi isimlendirenler bir topluluktur. Bu

durumda mana: “Ahirete inanmayanlardan bir topluluk, melekleri de dişiler gibi

isimlendiriyorlar.” demektir. Tamamını zikredip bir kısmını murat etmek Arap dilinde

caizdir44. Bunun benzeri Kur’an-ı Kerim’de çoktur. Allah en iyi bilendir.

28. “Halbuki bu hususta onların bir bilgisi yok…”ayetindeki melekleri dişi

olarak isimlendirenlerin bu konuda bir bilgisi yoktur demektir. Çünkü dişiyi erkekten

ayırmak iki yoldan birisiyle olur.

Birincisi: Müşahede yoluyla, yani bir şahit ve gözcünün müşahedesiyle dişi

erkekten ayrılır. Halbuki onlar melekleri göremiyorlar ki tanısınlar?

İkincisi: Mucize ile takviye edilen peygamberin haberiyle olur. Onlar öyle bir

kavim ki, peygamberlere inanmadıkları gibi, bizim zikrettiğimiz üç ilim yoluyla45

istidlâl etmeyi de bilmiyorlar. Şu durumda onların sözleri bilgisizce söylenmiş bir

takım sözler olup, “Onlar ancak zanna tabi oluyorlar…”46 ayet-i kerimesinde beyan

edildiği gibi onlar söyledikleri sözlerde de ancak kendi zanlarına tabi oluyorlar

demektir. Onların nasıl zanda bulunduklarını yukarıda zikrettik.

Cenabı Hak, “Şüphesiz ki zan kendilerine haktan bir şey kazandırmaz.”

buyurmaktadır ki bu ayet iki manaya gelir:

Birincisi: onların içinde bulundukları zan, hakka tabi olmaları ve bunun gereğini

yapmaları konusunda aleyhlerine olan engelleri ortadan kaldırmıyor.

İkincisi: Onların dünyada içinde bulundukları bu zan, onlardan ahiretteki

görecekleri azabı da gidermiyor.

42 40. Gâfir 7.43 40. Gâfir, 8.44 Ahmed el-Hâşimî, Cevâhiru’l-Belâğa, Beyrut, ts., 293.45 Kelam alimlerine göre ilmin sebepleri üçtür: 1. Sağlam duyular, 2. Doğru Haber ki bu da ikidir: a)

kendisine mucize verilmek suretiyle takviye edilen peygamberin verdiği haber, b) Mütevatir haber,

3. Akıl. Ömer en-Nesefi, Metnü’l-Akaid, yy., ts.,s. 1.46 53. Necm, 23.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 117

29. “Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir hayatı istemeyen

kimselerden kaçın.” ayet-i celilesi iki anlama gelir:

Birincisi: Onların sana yaptıkları eziyetlere karşılık vermeyi terk etmek sure-

tiyle onlardan yüz çevir.

İkincisi: İman etmelerinden ümit kes, aslâ iman etmeyecekleri için onlarla

meşgul olma. Onlar aslâ iman etmeyeceklerini Allah Teâlâ’nın bildiği farklı bir

kavimdir.

“…dünya hayatından başka bir şey istemeyen …” ifadesinden, onların ahi-

rete iman etmeyecekleri, yaptıkları bu iyiliklerle ancak dünya hayatını istedikleri

anlaşılabilir. Çünkü onlar tasaddukta bulunup sıla-i rahim yapıyorlar; ancak onlar

yaptıkları bu iyiliklerin dünya hayatında hatırlanılmasından başka bir şey istemi-

yorlar. Ayrıca buradaki iradenin amelden kinaye olması da caizdir.

“…Dünya hayatından başka bir hayat istemeyen…” ifadesi “Onlar başlı başına

ahiret için amel etmeyenler.” manasına gelmektedir. “Her kim çarçabuk geçen bu

dünyayı dilerse ona dilediğini veririz…”47 “Kim de ahireti diler mümin olarak

kendine yaraşır bir çabayla çalışırsa…”48 vb. ayetlerde geçtiği gibi Allah Teâlâ

onların ahireti değil de sadece dünya hayatını istediklerini haber veriyor.

30. “İşte bunların ilimden ulaştıkları nokta budur. Şüphesiz ki senin Rabb’in,

yolundan sapanı da hidayette olanı da çok iyi bilir.” ayeti, onların ahirete inan-

mamaları ve onun için amel etmemeleri sebebiyle böyle olduklarını haber veriyor.

Bazıları bu ayetin manasının; müşriklerin, meleklerin Allah’ın kızları olduğuna ve

(ahirette) kendilerine şefaat edeceklerine dair görüşleriyle ilgili bilgiler olduğunu

söylemişlerdir.

Bu ayetin manası, yolundan sapanı en iyi O bilir; onları ahirette sapıklara ver-

diği ceza ile cezalandırır; hidayette olanı da en iyi O bilir ve ahirette bu kimselere

verdiği mükafatla onu mükafatlandırır demektir.

31. “Göklerde ve yerlerde bulunanlar hep Allah’ındır. Bu, Allah’ın kötülük

edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, güzel davranmaları da daha güzeliyle

mükâfatlandırması içindir.” ayeti iki manaya gelir:

Birincisi: Semalarda ve yeryüzünde olanların hepsi O’nundur.” O sizin ibade-

47 17. İsra, 18.48 17. İsra, 19.

118 Abdulkerim Seber

tinizden müstağnidir, kendisine dönecek bir takım menfaatler için değil, size kendi

yaptığınız amellerin karşılığını vermek içindir.

İkincisi: Semalarda ve yeryüzünde olanların hepsi O’nundur.” O ancak sema-

larda ve yeryüzünde bulunanları emir ve nehiyleriyle imtihan etmek için, daha

sonra da kötülük yapanları kötülüklerinden dolayı cezalandırmak, iyilik yapanlara

da iyilikle mukabelede bulunmak için emretmektedir.

O kâfirlerin söyledikleri gibi yeniden dirilme ve uhrevi ceza olmamış olsaydı,

semaların, yeryüzünün ve zikredilen diğer şeylerin yaratılması, iyilik yapanla kötülük

yapanın ayrılmasındaki hikmet de lüzumsuz ve manasız olurdu. Dünyada ise iyilik

ve kötülük eşit olurdu ki bu da iyilikle kötülüğün arasının ayrılacağı başka bir yer

olan ahiretin varlığına delalet etmektedir.

Onların kötülüklerinin cezasının dünyada zelil olmak, yenilmek, hezimete

uğramak, ahirette de cehennem ateşi olması; iyiliklerin karşılığının da dünyada

yardım görme ve üstün olma, ahirette de cennete girmek olması muhtemeldir.

32. “Ufak tefek kusurları dışında günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden

kaçınanlara gelince, şüphesiz Rabb’in affı bol olandır. O sizi daha topraktan

yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada, sizi en

iyi bilendir. Bu bakımdan kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten

sakınanı daha iyi bilir.

Burada iyilik, tevhit olarak nitelendirilmiştir. Kebâir’in, herkesin büyük günah

olarak bildiği günahlar olması; fevâhişin de kötülük olarak tanıdığı günahlar olması

muhtemeldir. “Lemem”in de kebâir ve fevâhiş gibi aynı yolla bilinmesi mümkündür.

Çünkü Cenabı Hak bunu onlardan istisna etmiştir. Böyle olunca “lemem”in de

onların cinsinden olması gerekir. Ancak dalgınlıkla, unutarak veya şehvetin galip

gelmesi gibi sebeplerden dolayı günah işleyenleri Cenabı Hak affetmiş ve bu tarz

günahları büyük günahlardan istisna etmiştir. Ayetin en uygun tevili budur.

Ehl-i tevil, kebâir ve fevâhişi, dünyada had, ahirette ceza gerektiren günah-

lar; lemem’i de dünyada had, ahirette ceza gerektirmeyen günahlar olarak tevil

ettiler.

İbn Mesud “Gözlerin zinası bakmak, dudakların zinası öpmek, ellerin zinası

tutmak ayakların zinası zinaya yürümektir, tenasül uzvu ise bunu ya tasdik eder

veya tekzip eder; eğer bu fiili işlerse bu zina, değilse ‘lemem’ olur.” demiştir. Diğer

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 119

bir rivayette de eğer yaparsa zina olur, yapmazsa “lemem” olur denilmiştir.

İbn Abbas, Ebu Hüreyre (57/676-7) (r.a.)’nin Rasûlüllah (s.a.v.)’tan duyduğu

“Allah Teâlâ Adem oğluna zinadan bir hisse yazmıştır. Şüphesiz buna kavu-

şacaktır. Gözlerin zinası bakmak, lisanınki konuşmak, nefsin ki temenni etmek

ve arzulamak, tenasül uzvu bunu ya tamamen tasdik eder veya tekzip eder.”49

hadisinden “lemem”i daha güzel anlatan bir rivayetin olmadığını söyledi.

Ebu Hüreyre (r.a.)’nin rivayetine göre “lemem” bir an bakmak kaş göz işareti

yapmak, öpmek ve oynaşmaktır50. Ebu Hüreyre’den yapılan bir diğer rivayette

“lemem” nikah, cinsî münasebettir51. İbn Abbas’tan yapılan bir rivayette de Rasû-

lüllah (s.a.v.) buradaki “lemem” hakkında “…Cahiliye döneminde geçenler hariç iki

kız kardeşi bir nikah altında bulundurmak…”52 ayetinde olduğu gibi “bu cahiliye

lememidir.” buyurmuştur.

Yine İbn Abbas’tan dan yapılan bir rivayete göre “lemem” bir defa yapmak-

tır53. Bir rivayete göre “lemem” herhangi bir şeye azmetmeksizin kadına karşı bir

şey konuşmayı içinden arzulamaktır. Başka bir rivayete göre de “lemem” tenasül

uzuvları birbirine girmeden yakınlaşmaktır.

İbn Abbas’ın rivayetine göre Rasûlüllah (s.a.v.) “Allah’ım! Sen affedersen tama-

mını affediverirsin, lemem yapmayan hangi kulun var ki?54 buyurmuşlardır. Yine

“Eğer siz, size yasaklanan günahların büyüklerinden kaçınırsanız…”55 ayetine göre

“lemem” küçük günahlardır. Kutebî, “lemem” küçük günahlardır, Arapların bir şeye

derinlemesine dalmadan tamamını yapmayı gerekli görmeyen kimse için “Elemme’ş-

Şey’e/Bir şeye devam etti.” şeklindeki tabirlerinden gelmektedir demiştir.

Bazıları “lemem”i dünya ve ahirete sınırları olan yani ikisi arasındaki bir şey

dediler ki bu, İbn Abbas (r.a.)’ın sözüdür. Bu anlam da muhtemel olmakla beraber,

birinci anlam ilâhî murada daha yakındır.

Ebu Bekr el-Esam, “lemem”in kendisinden tövbe edilebilen, tövbe edildiği

takdirde affedilebilen günahlar olduğunu söylemiştir. O, “lemem”i kebâir ve fevâ-49 Müslim, IV, 2046; Hadis no: 2657; Taberi, XXVII; 36.50 Taberi, XXVII, 36.51 Taberi, XXVII, 36.52 4. Nisa, 23.53 Taberî, XXVII, 67.54 Ebu Abdillah b. Hakim, el- Müstedrek, Beyrut, 1990, I, 121-122, II, 250, IV, 274; Ebu Bekr Ahmed b.

Hüseyin b. Ali, es- Sünenü’l-Kübra, Mekke, 1994, X, 185, Şuabü’l-İman, Beyrut, 1410, V, 392.55 4. Nisa, 31.

120 Abdulkerim Seber

hiş cinsinden sayıyor; ancak kul bu duruma unutarak, dalgınlıkla, şehvetin galip

gelmesiyle, mağfiret edileceğini ve tövbesinin kabul edilip affedileceğini umarak

düştüğü için lemem’in istisna edildiğini söylüyor.

Te’vil ehlinin teviline göre, lemem, kebâir ve fevâhişin dışında kalan günahlardır.

“Onlar bir kötülük işledikleri zaman…”56 “Şirk koşanlar dediler ki: Allah dileseydi

ne biz ne de babalarımız ondan başkasına tapardık. Onun emri olmadan hiçbir

şeyi de haram kılmazdık…”57 ayet-i kerimelerinde zikredilen büyük günahların ve

kötülüklerin, şirk olan büyük günahlar ve kötülükler olma ihtimali vardır. Bu ayetlere

göre “lemem”; şirkin dışındaki günahlardır. Bunlar da Allah Teâlâ’nın dilemesine

bağlıdır. “Allah kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz; dilediği kimse için

şirkten başkasını bağışlar.”58 ayet-i kerimesinde olduğu gibi Allah dilerse affeder

dilerse azap eder demektir.

“Rabb’inin mağfireti geniştir. O sizi iyi biliyor. Çünkü o sizi yarattı…” ayeti,

O sizin durumunuzu, bu durumlara unutarak veya gaflet sebebiyle düştüğünüzü

bildiği için işleyeceğiniz küçük günahları affediyor demektir.

Ebu Bekr el-Esam’e göre ayetin manası; günahından tövbe eden kimse için

Rabb’inin mağfireti geniştir; O, sizin bu günahlardan tövbe ettiğinizi çok iyi biliyor

demektir.

Bizim bu konudaki görüşümüz: “Tövbe eden veya etmeyen kimse için Allah

Teâlâ’nın mağfiretinin geniş olduğu mağfiret, ayıpları örtmek manasınaysa bunun

dünyada mümin ve kafire şamil olduğu; affetmek manasınaysa bunun sadece

müminlere mahsus olduğudur.” Allah başarıya ulaştırandır.

“O sizi iyi biliyor.” ifadesi, sizin ne yaptığınızı, günahlara unutarak veya

dalgınlıkla düştüğünüzü iyi biliyor demektir. “Sizler annelerinizin rahimlerinde

ceninler iken, O sizi yerden/topraktan yarattı.” ifadesi de, işlerinizi, hallerinizi,

yapacaklarınızı, annelerinizin rahimlerinde ceninler halindeki durumunuzu, insan-

lığın bütün bilginlerinin bir araya gelmeleri halinde bile; ellerin, gözlerin ve diğer

uzuvların tasvirindeki anlayamayacakları ve kavrayamayacakları inceliği ancak O

bilir.” demektir.

“…O sizi en iyi bilendir…” ifadesi, “O sizin yaptıklarınızı, bu hatalara unutarak

56 3. Âl-i Imran, 135.57 16. Nahl, 35.58 4. Nisa, 48.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 121

veya gafletle düştüğünüzü veya içinde bulunduğunuz durumları, yaptıklarınızı,

ilerde yapacaklarınızı en iyi bilendir; bu bakımdan O, sizi ‘lemem’den dolayı affe-

diyor.” demektir.

“Sizi yerden/topraktan yarattık.” ifadesi iki manaya muhtemeldir. “O sizi

topraktan yarattı.”59 vb. ayetlerde olduğu gibi, aslımızın topraktan yaratıldığı veya

“…Orada gıdalar takdir etti…”60 ayetinde olduğu gibi gıdalarımızın yerden takdir

edildiği manalarına gelmektedir. Çünkü yerden çıkan yiyecekler ve gıdalar olmadan

bizim ayakta durmamız mümkün değildir. Allah en iyi bilendir.

Allah Teâlâ’nın “Nefislerinizi temize çıkarmayın.” ifadesi iki manaya muh-

temeldir:

Birincisi, ayet-i kerimenin zahirî tezkiyeden sakındırmaktadır. Başka bir

ayet de, “…O sizi temize çıkarıyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor…”61 tezkiyeyi

emretmekte ve ona teşvik etmektedir. Ancak tezkiye emrettiği yerde, insanların

nefislerini ıslah etmeyi ve fiilen o nefsi tezkiye etmeyi emretmektedir. Sakındırılan

tezkiye ise, insanların kendilerinin temiz, doğru, takva hali üzere ve günahlardan

beri olduklarını söylemek suretiyle yaptıkları kendilerini temize çıkarmadır. Buradaki

tezkiyenin nefisleri ıslah etme olmaması umulur. Buradaki tezkiye kendilerinde

bozukluk bulunan kimselerin, temiz ve günahlardan beri olduklarını söylemeyi

hak etmedikleri halde yapmış oldukları tezkiyedir. Allah en iyi bilendir.

“Cenabı Hak bizi, nefsimizi temize çıkarmaktan sakındırdı, o halde bizim

“Mümin ve Müslüman” olduğumuzu söylememiz nasıl caiz olur, zira bu övünme

ve nefsimizi temize çıkarma olmaz mı?” şeklindeki soruya cevaben; “ Allah Teâlâ

bize “Allah’a iman ettik deyiniz.”62“Ona teslim olunuz.”63 vb. ayetleriyle, mümin ve

Müslüman olmamızı emretti; ancak salih olmamızı emretmedi.” denilir. Bunun bir

benzeri de bizim “Biz, salih ve müttakî kimseleriz.” şeklindeki sözümüzde mevcuttur.

Bu sözün, mümin olmaya ve imanın şartlarından olmayan diğer taatları yapmaya

mani olmaması gerekir diye cevap verilir.

İkincisi, “İman ettik.” demenin kendisinde bizzat tezkiyenin olmamasıdır. Çünkü

59 30. Rûm, 21.60 41. Fussılet, 10. 61 2. Bakara, 151.62 2. Bakara, 136.63 39. Zümer, 54.

122 Abdulkerim Seber

“… Kim ki Batıl ilahları / Tâgût’u inkâr eder, Allah’a iman ederse…”64 “…Bazı-

sına inanırız, bazısına inanmayız…”65 “…Putlara ve batıl ilahlara inananlar…” 66

ayetlerinde ifade edildiği gibi, her hangi bir dine inandığını söyleyen bir kimse aynı

zamanda diğerine inanmadığını ifade ediyor, bu tezkiye değildir. Halbuki takva ve

doğruluk üzere olduğunu söylemek nefsi temize çıkarmadır.

“Nefsinizi temize çıkarmayın.” ifadesinin “Dindaşlarınızı ve kendi mezhebiniz-

den olanları temize çıkarmayın, çünkü her ne kadar salah ve takva üzere olmasalar

dahi, insanların kendi mezhebinden olan kimseleri temize çıkarmaları, kendilerinde

kötülük ve kötülemeyi gerektiren bir durum görmeseler dahi, kendi dinlerinden ve

mezheplerinden olmayan kimseleri kötülemeleri, eski âdetlerindendir.” manasına

gelmesi muhtemeldir.

Buraya kadar zikrettiklerimizin tamamının, Allah’ın her ne şekilde olursa olsun

nefislerin temize çıkarılmasını yasaklaması, anlamına gelmesi de muhtemeldir.

“…O kendisinden korkanı iyi bilir…” ayetinin manasının, “Haramlarından ve

yasaklarından kaçınanı O iyi bilir.” şeklinde olabileceği gibi, “…Allah’ı inkâr etmekten

ve O’na şirk koşmaktan korkanı O iyi bilir.” şeklinde de olabilir.

33-34. “Gördün mü o arkasını döneni?” “Azıcık verip sonra vermemekte

direneni?” ayetleri iki manaya gelir:

Birincisi, kafirleri ve onların ileri gelenlerini yücelteni gördün mü?, Allah’a

imandan, Hz. Muhammed’i tasdik etmekten dönmeleri ve onun peygamberliğini

yalanlamaları için müminlerin zayıflarına kıt vereni, yani onlardan malı bir vakit

keseni gördün mü? demektir. Kutebi de “Kıt verdi yani kesti.” dedi. Bu ifade, katı

toprağa kuyu kazıp da karşılaştığı sertlikten dolayı kazıdan ümidini keserek kazıyı

bırakan kimse için söylene deyimden gelmektedir

İkincisi, Her hangi bir şeyi isteyen ancak ona ulaşamayan veya verdiği şeyi

tam vermeyen kimse için “Ekda” denir. Ebu Avsece, bu kelimeyi “Adam cimri oldu,

kıt verdi; kıt veren, cimri olan adam” diye izah etmiştir.

35. “Onun yanında gördüğü bir takım gaybî bilgiler mi var?” ayeti, “Onun

yanında gördüğü bir takım gaybî bilgiler olduğu için mi o, Muhammed (a.s.)’i

yalanlamayı emredip, ondan yüz çevirmeye izin veriyor; onun peygamberliğinin

64 2. Bakara, 256.65 4. Nisa, 150.66 4. Nisa, 51.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 123

yalanlanması hususunda mali yardımda bulunmayı emrediyor? Halbuki onun

yanında gaybî bilgi yok, çünkü onlar peygamberlere, kitaplara ve bu gaybî ilmin

sebeplerine inanmıyorlar.” demektir. Allah en iyi bilendir.

36-37. “Yoksa Mûsâ’nın ve ahdine vefa gösteren İbrahim’in sahifesinde yazılı

olanlar kendisine haber verilmedi mi?” ayetleri, sanki kendinden önceki ayetlerden

kopuk gibidirler. “Bizim yolumuza uyun ki hatalarınızı yüklenelim.”67 ayetlerinde

onların sözlerini hikaye ettiği gibi, bu kafirler kendilerine tabi olanlara, “Biz sizden

gelecek zulme ve günaha katlanırız, yeter ki Muhammed’e gitmeyin ve ona inan-

mayın.” diyorlardı. Bu esnada Cenabı Hak “Yoksa Mûsâ’nın ve ahdine vefa gösteren

İbrahim’in sahifesinde yazılı olanlar, bir kimsenin diğer bir kimsenin günahını

üstlenemeyeceği kendisine haber verilmedi mi ?” buyurdu. Yani biz onlara verdiği-

miz sahifelerde de hiç bir kimsenin diğer bir kimsenin günahını yüklenemeyeceğini

haber verdik demektir. Hz. İbrahim’in, tebliğ etmekle emir olunduğu şeyleri tebliğ

ettiği için, “çok vefalı” olarak isimlendirildiği söylenmiştir. Onun kuşluk vaktinde

dört rekat “Duhâ namazı” kıldığı için, bu sıfata nail olduğu söylenmiştir.

Bu konuda Rasûlullah (s.a.v.)’tan bir haber rivayet ediyorlar: O, “İbrahim’i

hangi şey vefalı yaptı bilir misiniz?” dedi. Sahabe-i kiram, “Allah ve Rasûlü daha

iyi bilir.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: “O gündüzün evvelinde

kıldığı dört rekat sebebiyle çok vefalı oldu.”68 buyurdu. Ravi bu dört rekatın kuşluk

namazı olduğunu zannetmektedir. Şayet bu rivayet doğruysa başka bir tevile gerek

yok. Aslında Hz. İbrahim emir olunduğu şeyleri yerine getirdiği için “çok vefalı”

olarak isimlendirilmiştir.

38. “Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenemez.” ayetinin manasının

İbrahim, Musa ve diğer peygamberlerin kitaplarında da hiçbir kimsenin başkasının

günahını yüklenemeyeceği, kişinin ancak kendi günahını yükleneceği şeklinde

geçmektedir.

İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) “Bir adam başkasının

günahından dolayı sorguya çekilmez.” buyurmuştur69.

Hz. Ömer ve İbn Evs (215/830)’ten Rasûlullah (s.a.v.)’ın “Cahiliyye döneminde

bir adam başkasının günahından dolayı sorguya çekilirdi.”70 buyurduğu rivayet

67 29. Ankebut, 12.68 Taberi, XXVII, 39.69 Taberi, XXVII, 39.70 Müsnedü İmam eş-Şafiî, Beyrur, ts., s 277, hadis no: 1329; Beyhaki, “es-Sünen” VIII, 345. Hadis

124 Abdulkerim Seber

edilmiş, bu ayet de bunun üzerine nazil olmuştur.

39. “İnsan için kendi çalıştığından başka bir şey yoktur.” ayeti, “insana yapa-

bileceği şeyden fazlası yoktur.” sözüne benzemektedir. Çünkü şanı yüce olan Allah,

“Kim bir iyilikle gelirse onun için onun on katı sevap vardır.”71 ayetinde buyurduğu

gibi insanı mükâfatlandırır, yaptıklarının sevabını fazlı keremiyle artırır, çalışamayan

küçüklere de fazlasıyla iyilikte bulunur. Ama kötülük, “…Kötülük ancak misliyle

karşılık görür.”72 ayetinde olduğu gibi, ancak misliyle karşılık görür. Ayetteki, “lam”

harfinin “Eğer iyilik yaparsanız kendiniz için yapmış olursunuz, şayet kötülük

yaparsanız yine aleyhinize yapmış olursunuz.”73 ayetinde olduğu gibi “ala/aleyh”

manasına gelmesi de caizdir.

Bu ayetin, haklarında “Hiç bir kimse diğerinin günahını yüklenemez.”74 ayeti

nazil olan kafirler hakkında inmiş olması da muhtemeldir. Allah Teâlâ bu insanlar

için yaptıklarından başkası yoktur buyurmaktadır.

40. “Ve onun çalışması da yakında görülecektir.” ayetindeki yakınlık mana-

sına gelen “sevfe” harfinin, “lealle” ve “asâ” gibi, tahkik ve icap manalarına gelmesi

hasebiyle ayetin manası, çaresiz, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir demektir.

41. “Sonra ona yaptıklarının tam karşılığı verilecektir.” ayeti, “İster hayır olsun

ister şer olsun ilâhî vefa tecelli ederek, yaptıklarının karşılığı, ahirete ait karşılık

cinsinden olmak üzere kendilerine verilecektir.” demektir.

Bu cezanın şirkin karşılığında verilecek olan bir ceza olma ihtimali olduğu gibi,

bütün kötülüklerin karşılığı olarak kafire verilen bir ceza olma ihtimali de vardır.

Ama mümine gelince; “İşledikleri amellerin iyisini kabul edeceğimiz ve günah-

larını bağışlayacağımız bu kimseler …”75 ayetinde beyan edildiği gibi, günahları

örtülür ve kendisine pek çok hayır işlemiş gibi sevap verilir.

42. “Ve şüphesiz en son varış Rabb’inedir.” ayetinde ahiret, varılan son nokta,

gidilen son yer ve varılacak son merci olarak isimlendirilmiştir. Ayetin, “Nihayet

Rabb’inin ceza veya mükafatına varacaksın.” manasına gelmesi de muhtemeldir.

43. “Doğrusu güldüren de ağlatan da O’dur.” ayetiyle Allah Teâlâ, onların

no: 17478.71 6. En’âm, 160.72 6. En’âm, 160.73 17. İsra, 7.74 53. Necm, 38.75 46. Ahkaf, 16.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 125

nefislerini, kendi hallerini ve fiillerini meydana getirmekteki gücünü ve saltanatını

açıklamıştır.

Allah Teâlâ, onların nefisleri üzerindeki kudretini “…O sizi daha henüz top-

raktan yarattığı zaman ve sizin annelerinizin rahimlerinde bulunduğunuz sıra

da bile sizi en iyi bilendir…” ayetiyle; onların halleri üzerindeki kudretini, “Zengin

eden de fakir eden de odur.”76, “Öldüren de dirilten de odur.”77 ayetleriyle; fiilleri

üzerindeki kudretini de “Doğrusu güldüren de ağlatan da O’dur.”78 ayetiyle beyan

etmiştir. Allah Teâlâ, kendisini hiçbir şeyin aciz bırakamayacağını insanların bilmeleri

için, onlara kendi gücünü ve saltanatını bu ayetlerle hatırlatmıştır.

“Doğrusu güldüren de ağlatan da O’dur.” ayetinde söylenmek istenen şey iki

farklı şekilde ifade edilmiştir:

Birincisi, gülmeyi sevinmeden; ağlamayı da üzülmeden kinaye kılmak suretiyle

kinaye ve istiare yoluyla yapılmıştır. İnsanların örfünde de bu böyledir. İnsanlar çok

sevindikleri zaman gülerler; çok üzüldükleri zaman da ağlarlar.

İkincisi, gülme ve ağlama fiillerinin hakiki manasında kullanılması suretiyle

ifade edilmiştir ki bu da iki yolla olmuştur: Birinci yol, Cenabı Hak onları gülüyor ve

ağlıyor oldukları halde yarattı demektir. İkinci yol, onlardan gülme ve ağlama fiillerini

yaratır demektir. Bize göre ikinci anlam bu anlamlardan en karışık olanıdır.

44. “Öldüren de dirilten de odur.”79 ayeti iki manaya muhtemeldir: Birincisi:

O onları, ölüyor ve diriliyor oldukları halde yarattı, demektir. İkincisi: “O Allah

ki ölümü ve hayatı yarattı.”80 “Sizi önce yarattı, sonra da rızk verdi, sonra o sizi

öldürecek, daha sonra da diriltecek.”81 ayetlerinde de beyan ettiği gibi, onların

ruhunu çıkararak öldürdü, cesetlerine ruh vererek de diriltti demektir. Bu ayetin

Allah Teâlâ’nın onları dünyada öldürmesi ve ahirette de diriltmesi manasına gelmesi

de muhtemeldir. Buradaki zikrettiklerimizin hepsinin özü bu işleri O’nun yaratıyor

olmasıdır.

45. “O çiftleri, erkek ve dişiyi yarattı.” ayetindeki “zevc” kelimesi (erkeklik

veya dişilik gibi) şekil manasına muhtemel olduğu gibi karşıt cins manasına olması

76 53. Necm, 4877 53. Necm, 44.78 53. Necm, 43.79 53. Necm, 44.80 67. Mülk, 2.81 30. Rûm, 4.

126 Abdulkerim Seber

da muhtemeldir. Yani Her ne kadar birbirlerinin zıddı olsalar da, Allah birbirlerini

tamamlamları için yarattı demektir. Yani Allah Teâlâ, onları birbiriyle evlenebile-

cek, birbirlerini tamamlayabilecek, birbirinin karşıtı veya zıddı olabilecek şekilde

yarattığını söylemektedir. Allah en iyisini bilendir.

46. “Ancak atılan bir damladan.” yani rahime atılan demektir. Esam bu aye-

tin tefsirinde rahime atılmayan damlanın mezî olacağını söyledi. Çünkü ona göre

(rahme) atılan (ve gusül gerektiren) damla vücuttan şehvetle çıkar; şehvetsiz atılan

damlaysa mezî olduğu için gusül de gerektirmez. Allah en iyisini bilendir.

47. “Şüphesiz tekrar diriltmek de O’na aittir.”82 İkinci defa yaratmasında da

hikmetler vardır. Çünkü ikinci yaratılış olmasaydı birinci yaratılış anlamsız, abes

ve hikmetsiz olurdu demektir.

Veya kadir olduğu birinci yaratılıştan daha kamil bir kudrete sahip olduğunun

bilinmesi için, Allah Teâlâ ikinci defa yarattığını söylüyor. Çünkü kafirler birinci

yaratılışa Cenabı Hakkın güç yetirdiğini ikrar ediyorlar; ancak ikinci yaratılışı inkâr

ediyorlar. Bu ayetle Allah Teâlâ her ikisine de güç yetirdiğini haber veriyor. Başarı

Allah’tandır.

48. “Zengin eden de yoksul kılan da O’dur.” ayetindeki “eğnâ” ifadesi onlara

genişlik verdi, “eqnâ” ifadesi hizmetçi ve diğer imkânları elde etme imkanı verdi

demektir. Zenginlik vermek çeşitli mallarla bolluk içinde kılmak, varlıklı kılmak,

hizmetçiler vermek, diğer sıkıntılar için muhtaç olduğu şeyleri vermek demektir.

Bu durumda kendilerine hizmetçi verilenler zengin değil (aksine) daha fazla ihtiyaç

sahibidirler. Bu da bizim hizmetçileri olan kimselere zekat verilmesinin caiz olduğu

konusundaki görüşümüzün doğru olduğuna delalet etmektedir83.

Diğer bir rivayette “eğnâ” onu zengin edecek ve onu diğer kimselere muhtaç

olmaktan müstağni kılacak şeyi vermek demektir. “Eqnâ” ise onu ikna ve razı etti

demektir. Bir diğer rivayet bunun aksine “eğnâ” razı etti, “eqnâ” kendisine hizmet84

verildi demektir. İbn Abbas (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre “eğnâ ve eqnâ” çoğalttı

demektir. Yukarıda zikrettiğimiz gibi, yani Allah Teâlâ bu ayetleriyle “Ey Adem oğlu!

Seni zengin eden ve sana hizmetçiler veren O’dur.” buyurmaktadır.

82 53. Necm, 47.83 Müellif burada Hanefi mezhebinin bu konudaki görüşlerini kastetmektedir. Hanefilerin bu konudaki

görüşleri için bkz. Ebu Bekir Ahmed el-Cessas, Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut, ts. III, 129-131.84 Ekonomik bir terim olarak “mal” ve “hizmet” birbiriyle yan yana, veya birbirleri yerine kullanılan

ifadelerdir. (Çevirenin notu).

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 127

Kutebi, “eqnâ” kelimesinin zenginlik, bolluk manalarına geldiğini, “eqneytühû

kezâ / ben onu şöyle zengin ettim.” diye tabir edildiğini söylemiştir.

Ebu Avsece, “eqnâ” kelimesinin “qanvü” kelimesinden türeyen (vavlı) bir kelime

olması hasebiyle mal vermek manasına olduğunu, “qanâhü” ona mal verdi, “qanâ

qanveten” belli bir miktar mal verdi, şeklinde tabir edildiğini söylemiştir.

49. “Doğrusu Şi’râ yıldızının Rabb’i de O’dur.” ayetindeki “Şi’râ” cahiliyye

döneminde bazı Arapların kendisine ibadet ettikleri yıldızın adıdır. âdeta onlar bu

yıldızda güzellik ve parlaklıktan bazı şeylerin olduğunu, Allah katında bir yerinin

bulunduğunu ve bütün işlerin kendisi tarafından yönetildiğini sanarak ona ibadet

ediyorlardı.

Onların, kendilerini Allah Teâlâ’ya ibadet etmeye ehil görmedikleri için o

(Şi’râ yıldızı) na ibadet etmiş olmaları da muhtemeldir. Kişinin dünyevî padişahların

yakınlarına, padişaha yakın olmak için hizmet ettiği gibi, onlar da Allah Teâlâ’ya

yakın olma ümidiyle Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylere ibadet etmişlerdir. Ancak

bu tarz bir ibadet fasittir. Çünkü dünya padişahlarının yakınlarına hizmet edenler,

kendilerini o padişaha yaklaştıracak bir hizmeti (padişah namına) alma hususunda

yetkileri bulunmayan, kendilerine ibadet ve hizmet edilmeleri hususunda padişah

tarafından izin verilmeyen şeylere hizmet etmiş oluyorlar.

Allah Teâlâ onlara bizzat kendisine ibadet etmelerini emretti, onları kendisi

dışındaki şeylere ibadet etmekten de nehyetti. Allah Teâlâ’nın ancak kendisine

ibadet etmelerini emrettikten ve kendisi dışındaki diğer şeylere ibadeti yasakla-

dıktan sonra, artık onların Cenabı Hak dışındaki şeylere ibadet etmelerine imkan

kalmadı. Allah Teâlâ onların Şi’râ ve benzerlerine ibadet etmelerinin bir düşüklük

olduğunu zikretmiş oldu. Yani Şi’râ yıldızının Rabb’ine ibadet edin, kendisinde

güzellik ve parlaklık olan her şeyi Allah Teâlâ yarattı, o halde ibadeti de ancak

kendisine yapınız demiştir.

50. “Ve şüphesiz ki O önce geçen Ad kavmini helak etti.” ayetindeki “Âd”

kelimesinin “Âden el-ûlâ” şeklinde tenviniyle ve hemzesiyle okunduğu gibi, “Ade

ellûlâ” şeklinde sanki şeddeli lammış gibi, hemzesiz ve tenvinsiz yani tenvini lam’a

idgam etmek suretiyle de okuyanlar olmuştur.

Bu ayette zikredilenler bundan önce zikredilenler nevinden değildir. Burası

onları işledikleri şeylerden sakındırmak için zikredilmiştir. Yani Âd kavmi sizden

kuvvet bakımından kuvvetli, sayıca ve malca çok oldukları halde, Allah Teâlâ’nın

128 Abdulkerim Seber

öğütlerinden sakınmadıkları için Allah onları helak etti. Ey Mekkeliler! Siz de Allah

Teâlâ’nın öğütlerine kulak asmazsanız sizi de böyle yaparız demektir.

Veya “O, Ad kavmini helak etti. Onlar bu güç ve kuvvetlerine rağmen ken-

dilerinden bu azabı kaldıracak bir hazırlık yapamadılar. Ey Mekkeliler! Ya siz ne

yapacaksınız?” demektir.

Bu ayette geçen “Önceki Âd” ifadesi hakkında ihtilaf edildi. Bazıları iki tane Âd

kavmi bulunduğunu, bunlardan birinin rüzgarla helak olan Hûd kavmi olduğunu,

bunun ilk geçen Ad kavmi olduğunu, ikincisinin de ilk dönem Farslılar zamanında

yaşayan bir kavim olduğunu söylediler. Bazıları da “İlk Ad” kavminin bu ümmetten

önce gelen ve helak olan bir kavim olduğunu, diğerininse Mekkeliler olduğunu

söylemişlerdir.

51. “Semûd kavmini de (helak etti) onlardan geriye bir şey kalmadı.” ayeti,

Âd kavmini helak ettiği gibi, Semûd kavmini de helak etti demektir. “Onlardan

hiçbir şey bırakmadı.” ifadesi hakkında, “Allah Teâlâ onların köklerini kazıdı, onlar-

dan yeryüzünde hiçbir kimse bırakmadı, kendilerini helak ettikten sonra, -nebî ve

resûllerin nesli hariç- nesillerini hatırlatacak hiçbir kimseyi bırakmadı. Kıyamete

kadar onlar hakkında, peygamberler ve peygamberlere tabi olanlar hakkında gelen

haberler cinsinden bir haber de bırakmadı demişlerdir. Allah en iyisini bilendir.

52. “Bundan önceki Nuh kavmini de O helak etti. Şüphesiz onlar daha

zalim ve daha azgındılar.” Yani zulüm bakımından daha kötü, azgınlıkta daha

ilerdeydiler demektir. Çünkü Nuh (a.s.), “…ellisi hariç bin sene…”85 onları Allah’ın

birliğine (tevhid dinine) çağırdı. Onun bu daveti Allah Teâlâ’nın “…benim onları

çağırmam kaçmalarından başka bir şeyi artırmadı.”86 ayetinde haber verdiği gibi

sadece onların nefretlerini ve büyüklenmelerini artırdı demektir.

53. “Alt üst olan şehirleri de O böyle yaptı.” Buradaki helak olan şehirlerin Lût

(a.s.)’un mıntıkasındaki köyler olduğu söylenmiştir. Ayetteki “ehvâ” ifadesi hakkında;

“O bu köyleri ateşe attı.” manasınadır denilmiştir. Cebrâîl (a.s.)’in bu köyleri önce

semaya çektiğine, sonra da yeryüzüne attığına dair bir diğer rivayette de zikredil-

diğine göre, Allah Teâlâ’nın bu şehirleri semadan yeryüzüne attığı söylenmiştir.

54. “Onların başına getireceğini getirdi.” ayeti hakkında, “Onları taşa gömdü,

sonra yerle bir etti.” denilmiştir. Bir diğer rivayette, “Taş onun misafirlerini ve onlar-

85 29. Ankebut, 14.86 71. Nuh, 6.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 129

dan gizlenenleri de örttü.” denilmiştir. Helak olan şehirlerin önceki milletlerden

(hak dini) yalanlayanlar olduğu söylenmiştir. Ayette geçen “mü’tefikeh” lafzının

değişti manasına gelen “i’tefeke” kelimesinden geldiği de söylenmiştir. Ayrıca bu

ayetin manası hakkında Kutebî, “Bundan önce zikredilen “Ad” ve “Nuh” kavimlerini

kuşatan azap Lût’(a.s.)’un köylerini de kapladı.” demiştir. Ebu ubeyde, “el-mü’tefikeh”

lafzının yere batmış olan şey manasına geldiğini söylemiştir.

55. “Şimdi Rabb’inin nimetlerinden hangisinde şüpheye düşüyorsun.” ayetinin

zahiriyle “O halde Rabb’inizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?” 87

ayetinin zahirî çelişki arz ediyor. Zira Allah Teâlâ önce verdiği nimetleri zikretmiştir.

Şayet kul o nimetlerin Rabb’ine ait olduğunu bilmiş olsaydı zaten yalanlamazdı.

Bu çelişkinin çözümü birkaç şekildedir:

Birincisi, burada takdim, tehir ve zamirle ifade etme yapılmıştır. Allah Teâlâ,

“Rabb’inizin gördüğünüz ve sahip olduğunuz hangi nimetlerinden şüphe ediyorsunuz?”

buyurmaktadır. Yine böylece âdeta Allah Teâlâ “Rabb’inizin varlığını, kavuştuğunuz

hangi nimetlerine karşılık olarak yalanlıyorsunuz?” buyurmaktadır.

İkincisi, Allah Teâlâ “O’nun hangi nimetleri ve iyiliğinden dolayı kendisin-

den şüphe ediyorsunuz, Muhammed (a.s.) vasıtasıyla yaptığı iyilikleri nasıl inkâr

ediyor, bu nimetlerden dolayı teşekkürü nasıl oluyor da başkasına yapıyorsunuz?”

buyurmaktadır.

Üçüncüsü, buradaki nimetler delillerdir. Allah Teâlâ “Rabb’inizin delillerinden

hangi delille Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğini inkâr ediyor ve onda şüpheye

düşüyorsunuz? buyurmaktadır. Yani onu yalanlarken ve inkâr ederken sizde bir

delil bulunmamaktadır demektedir.

56. “İşte bu ilk uyarıcılardan bir uyarıcıdır.” Yani O sizi (Allah’a) çağıran bir

korkutucudur. O Muhammed önceki peygamberlerin kendisinin geleceğini haber

verdikleri ve kendi kavimlerine geleceğini vaat ettikleri bir peygamber olup; ken-

dinden önce geçen peygamberlerden haber veriyor demektir. Bu ayet daha önce

geçen “Ve şüphesiz ki önceki Ad kavmini O helak etti.”88 ayetiyle bunu takip eden

diğer ayetleri açıklayan bir cümle durumundadır.

Bu ayette kastedilen uyarıcının Muhammed (a.s.) olduğu söylenmiştir. Yani bu

ifade “Muhammed (a.s.) da kendinden önce geçen peygamberler gibi beşeriyetten

87 87. Rahman, 13.88 53. Necm, 50.

130 Abdulkerim Seber

olan bir peygamberdir.” şeklinde tamamlanabilir. Allah en iyisini bilendir.

57. “Yaklaşan yaklaştı.” Kıyamet yaklaştı demektir. Allah Teâlâ kıyameti

muhtelif isimlerle isimlendirdi. Kıyamete bazen “yaklaşan”, bazen “saat”, bazen da

“kıyamet” diye isim verdi. Zira O, kıyameti, mahlukat için yakın olması ve onlar

üzerine kopacak olması sebebiyle “yaklaşan” diye isimlendirdiği gibi yine aynı

sebepten dolayı “saat” diye isimlendirdi.

58. “Onu(n vaktini) Allah’tan başka açığa çıkaracak yoktur.” ayeti Allah’ın,

kıyametin saatini ve zamanını kimseye bildirmediğine delalet etmektedir. “…O

kıyametin vaktini O’ndan başkası açıklayamaz…”89 ayeti de bu delaleti destek-

lemektedir.

Bu son iki ayet Batıniye mezhebinde olanları azıcık ilgilendirmektedir. Çünkü

onlar ahiretin hali hazırda meydana gelmiş olduğunu, ancak bunun gizli ve saklı

olduğunu, bunun görünen cisimlerin yok olması, mevcut bedenlerin kaybolması

durumunda ortaya çıkacağını iddia etmektedirler. Bu görüşlerine de “O kıyametin

vaktini O’ndan başkası açıklayamaz.”90, “Onu (kıyametin vaktini) Allah’tan başka

açığa çıkaracak yoktur.” ayetlerini delil getirerek şöyle diyorlar: “Ayetlerde geçen

“tecelli” ve “keşf” kelimeleri şu anda olmakta olan ve varlığı devam eden şeyler için

kullanılır. Arka arkaya meydana gelmesi ve bu gelişin ortadan kalkmasıyla da ortaya

çıkar. Bunu gizleyen, ancak başlangıçtaki ilk yaratılışta gizleyebilir diyorlar91.

Ancak bize göre “keşf” ve “tecelli” ifadeleri hadiselerin başlangıcında ve ilk

yaratılışında kullanıldığı gibi, gizli, saklı olanı açığa çıkarmakta da kullanılır. Durum

böyle olunca onların bu ayetleri delil olarak ileri sürmeleri batıldır. “O görünmeyeni

ve görüneni bilendir…”92 ayetinde olduğu gibi; O, mahlukat nazarında gizli olanı

da görünen ve açıkta olanı da ileride olacakları da, şu anda olanları da bilmektedir.

Allah başarıya ulaştırandır.

89 7. A’raf, 187.90 7. A’raf, 187.91 Batıniye, nasların zahirî manalarını kabul etmeyen, gerçek anlamlarını ancak Allah ile ilişki kurabilen

masum imamın bilebileceğini savunan aşırı Şiî fırkaların ortak adıdır. Daha fazla bilgi için bkz.

Avni İlhan, “Batıniye” DİA, İstanbul, 1992, V/190-194. Batıniye’nin kıyametle ilgili bu görüşünü

diğer kaynaklardan bulamadık. Batıniye için bkz. İmam Muhammed b. Muhammed Ebu Hamid

el-Gazali, Bâtınîliğin İçyüzü, (çev. Avni İlhan) Ankara, 1993, s., 27-28; Muhammed b. Hasen

ed-Deylemî, Beyânü Mezhebi’l-Bâtıniyye, Lahor, 1982 s., 78-79; Muhammed Ahmed el-Hatîb,

el-Harekâtü’l-Bâtıniyye, fi’l-Âlemi’l-İslâmî, Ürdün, 1986 s., 100-111. 92 6. En’âm, 73.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 131

59-60. “Şimdi siz bu söz (Kur’ân- Kerim)e mi şaşıyorsunuz?, Gülüyorsunuz

da ağlamıyorsunuz!” ayetlerine göre onlar iki şeye hayret ediyorlar:

Birincisi: “Aralarından bir korkutucunun gelmesine şaştılar…”93 ayetinde

olduğu gibi, onlar peygamberlerin gönderilmesine şaşıyorlar.

İkincisi: “ Rasûlüm! Kafirlerin seni yalanlamalarına şaşıyorsan asıl şaşılacak

şey onların “Biz toprak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız? demeleridir.”94

ayetinde olduğu gibi onlar yok olduktan ve tamamen kaybolduktan sonra meydana

gelecek olan dirilmeye şaşıyorlar.

“Onlar gülüyorlar.” ifadesi hakiki manasında kullanılmamış olup, alay etmekten

kinayedir. Gülmek, sevinmekten kinaye olup “Siz içinde bulunduğunuz duruma

seviniyorsunuz.” demektir.

Ayetteki “ağlamıyorsunuz.” ifadesi “gülme” ifadesinde olduğu gibi yine hakiki

manasında kullanılmamış olup, üzüntüden kinayedir. Yani “Siz yaptığınız aşırılıklara,

kötü işlere ve kötü muamelelere üzülmüyorsunuz.” demektir.

61. “Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız!” ayeti “Onlar hafife alarak kaçı-

nıyorlar.” demektir. Hasan ve Said b. Cübeyr (95/714)’in rivayetine göre “sâmidûn”

gafiller demektir. Diğer bir rivayete göre bu kelime Hz. Muhammed (s.a.v.)’in pey-

gamberliğine üzülenler ve kendisine indirilen (Kur’ân-ı Kerim)’e kin besleyenler

demektir.

İkrime (105/723)’nin Abdullah b. Abbas’tan yaptığı rivayete göre ayette geçen

“semed” Yemen diline göre teganni manasına olup Yemenliler “Üsmüd lenâ” yani

bize şarkı söyle derler. Cenabı Hak, “Onlar Kur’ân’ı duydukları zaman şarkı söylüyor

ve oynuyorlar.” buyuruyor.

62.“Ancak Allah’a secde edin ve yine ancak O’na ibadet edin.” Allah’a boyun

eğin ve O’na teslim olun, demektir. Çünkü namazdaki secde haricinde, Kur’ân

okuma esnasında secde yapılmasının emredilmesi, Kur’ân okurken Allah’tan kor-

karak okumanın ve O’na tamamen teslim olmanın istenmesidir. Tilavet secdesinin

emredilmesi, Rasûlüllah (s.a.v.)’tan gelen hadisler, sahabe-i kiram ve (r.a.) tabiin

rivayetleriyle sabittir.

Esved (75/694)’in İbn Mes’ud (r.a.)’dan, onun da Rasûlüllah (s.a.v.)’tan yaptığı

93 50. Kâf, 2.94 13. Ra’d, 5.

132 Abdulkerim Seber

rivayete göre Rasûlüllah (s.a.v.), Necm suresini okurken secde etti. Bu esnada onunla

birlikte orada olanlardan Kureyş kavminden bir ihtiyar hariç, secde etmeyen kimse

kalmadı. Bu adam ise avucuna aldığı taşları alnına götürdü.

Ebu Hüreyre ve Muttalib b. Ebi Vedâ’a’nın rivayetlerine göre Rasûlüllah (s.a.v.)

bu ayeti okurken secde etmiştir.

Rivayete göre, Hz. Ömer ve Osman (r.a.) da bu ayeti okurken secde etmiş-

lerdir. Kur’ân okurken kendisinde mutlaka secde yapılması gerekli olan dört secde

(ayetinin geçtiği sureleri) Hz. Ali (r.a.) da Secde, (16. ayet), Fussılet (37. ayet), Necm

(62. ayet), Alak (19. ayet) olduğunu söylemiştir.

Zeyd b. Sâbit (45/665)(r.a.)’ten Rasûlüllah (s.a.v.)’ın Necm suresini okuduğu

halde secde yapmadığı rivayet edilmiştir. Ne var ki bu tilavetin kendisinde secde

yapmanın mekruh olduğu vakitlerde meydana gelmiş olma ihtimalinin bulunduğu,

dolayısıyla Rasûlüllah’ın her zaman böyle yapmadığı da rivayet edilmiştir. Allah murat

ettiği şeylerin hakikatini en iyi bilendir. Hamid âlemlerin Rabb’ine mahsustur. Salâtü

selam, Muhammed, onun Ehli beyti, ashabı ve bütün müminler üzerine olsun.

C. TAHLİL VE MUKAYESE

Burada rivayet tefsirlerinin ilki ve Te’vîlât’ın muasırı olan Taberî’nin mezkür

tefsiriyle yapacağımız bazı karşılaştırmalarla Te’vîlât’ın bir rivayet tefsirinden

ayrıldığı yönleri kısmen ortaya çıkarmak istiyoruz. Te’vîlât, tedvin döneminin ilk

tefsirlerinden biri olması, ayrıca dirayet metoduyla yazılan ilk tefsir olması yönüyle

tefsir sahasında farklı bir yere sahiptir. Dolayısıyla Taberî’nin “el-Câmiu’l-Beyân”ı

dışında Te’vîlât’ı mukayese edebileceğimiz aynı çağlarda yazılmış başka bir tefsir

gösterme şansına maalesef sahip değiliz.

Bu karşılaştırmayı Necm suresindeki bazı konularla sınırlı olarak özellikle tefsir

metodolojisi açısından yapacağımızı da söylemek yerinde olur. Aksi takdirde kelam

disiplinine ait bu konuların her bireri başlı başına bir araştırma konusu olabilecek

derecede önemli konulardır.

1. Necm Suresi Çerçevesinde Mukayese

Necm suresi kelami ayetlerin öne çıktığı, kelami konuların yoğun olduğu

bir suredir. Dolayısıyla bu suredeki belli başlı konular, kelam ilminin de belli başlı

konuları arasındadır. Mesela vahiy, zan ile sabit olan bilgilerin kesin delil olmadık-

ları, ilim ifade etmedikleri, tevhit, şirk, küfür, tevessül, şefaat, nübüvvet, mucize,

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 133

yaratılış, rızk, ecel gibi pek çok konuya doğrudan veya dolaylı bir şekilde temas

edilmektedir. Tabiatıyla bu konuların tamamını bu çalışmada ele almamız mümkün

değildir. Burada Mâtürîdî’nin, Necm suresinin tefsiri münasebetiyle bu konulara

ait görüşlerinden en önemli bulduğumuz birkaç örneğini Necm suresi tefsirindeki

sıraya göre ele alarak Taberî tefsiri ile karşılaştıracağız.

a. Mirac: Kur’ân-ı Kerim’den sonra Rasülullah (s.a.v.)’ın en önemli mucize-

lerinden birisi İsra ve mirac mucizesidir. Bu mucizenin Mekke-i Mükerreme’den

Kudüs’e kadar olan kısmı İsra suresinin ilk ayetiyle sabit olduğu için bu kısmında

ihtilaf bulunmamaktadır. Bu hadisenin Beyt-i Makdis’ten Sidre-i Müntehâ’ya kadar

olan ikinci kısmıysa Necm suresinin 6-18. ayetlerine dayandırılmaktadır95.

Mirac konusundaki en önemli ihtilaf Rasülullah (s.a.v.) tarafından Allah Teâ-

lâ’nın görülüp görülmediği meselesidir. Bu konuda cumhurun görüşünün onun

mirac gecesi gördüğünün Cebrail olmasına rağmen, sûfîler dışında bir çok kimse

onun mirac gecesinde Rabb’ini gördüğünü söylemektedirler96.

Mâtürîdî, bu ayetlerin tefsirinde miracı anlatmakta; ancak; mirac gecesinde

Allah Teâlâ’nın Cebrâil’i gördüğünü ifade eden açıklamalar yapmaktadır. Diğer

konularda olduğu gibi bu konuda da Mâtürîdî’nin Ehli Sünnet’in imamı olması

hasebiyle merkezi bir konumda olduğu, ifrat ve tefritlerden uzak bulunduğu

görülmektedir.

Bu konudaki şu ifadeleri onun bu konudaki görüşünü bariz bir şekilde ortaya

koymaktadır:

“Bazı kimselerin, O’nun Rabb’ini aşikara gördüğünü söylemeleri, müminlerin

Allah Teâlâ’yı ahirette göreceklerine dair yapılan ilâhî vaade ve bu husustaki müte-

vatir kitap ve sünnetle sabit olan inanca terstir.”97.

Mirac hadisesini detaylı olarak anlatan kaynakların başında gelen Taberî de bu

konudaki oldukça farklı görüşlere yer vermiş olmasına rağmen tercihte bulunma

95 Musa Muhammed el-Esved, el-İsra ve’l-Mirac, 1989, 22-45. Salih Sabri Yavuz, İslam İnancında

İsra ve Mirac, Trabzon, 2005, 93-112.96 Sûfîler dışında Rasûlüllah (s.a.v.)’in mirac gecesinde Rabb’ini gördüğünü söyleyenlerden birisi

Âcurrî’dir. Müellif, bu görüşünü mirac hadisesiyle ilgili olarak açtığı fasılda dile getirmekte, tezini

bu ayetlere dayandırmaktadır. Ebu Bekr Muhammed b. el-Huseyin b. Abdillah el- Âcurrî, eş-Şerîa,

(tahk. Abdurrazzak el-Hindi), Beyrut, 1996, 495-499. Bu konuda günümüzde de bu düşüncede

olanlar vardır. Mesele bkz. Cihat Tunç, Sistematik Kelam, Kayseri, 1994, s. 138. 97 11. ayetin tefsirine bkz.

134 Abdulkerim Seber

maktadır98.

b. Garânik Hadisesi: Rivayetlere göre; Rasûlüllah (s.a.v.)’ın, Kureyş kavmiyle

arasındaki kırgınlıkları ve dargınlıkları gidermek, onların gönlünü İslam dinine celp

etmek, onlara İslamı tebliğ etmeye mani olan pürüzleri ortadan kaldırmak istediği

bir sırada nazil olan Necm suresini Mekkelilere okuyarak tebliğde bulunmuştur.

Necm suresinin okunduğu sırada, müşriklerin ilahlarını öven ve Şeytan tarafından

ilka edilen bazı sözlerin de aynı mecliste okunması üzerine müşriklerden bir kişi

hariç oradaki Müslümanların ve müşriklerin tamamı secdeye gitmişler. Kureyşliler

de bu durumdan memnun olmuşlar; ancak Cebrail (a.s.)’in bunun sorumluluğunun

kendisine ait olmadığını bildirmesi üzerine de Rasûlüllah çok üzülmüşlerdir. Daha

sonra da bu düşüncesinden vaz geçmek zorunda kalmışlardır. Kendisinin arzu

etmediği şekilde gelişen bu olaylar üzerine onu teselli etmek üzere Allah Teâlâ Hac

suresinin 52. ayetini inzal buyurmuştur99.

Garanik hadisesi gerçekliği ve meydana geliş biçimi hakkında siyer ve tefsir

alimlerinin ihtilaf ettiği en önemli konulardan birisidir. Hadisenin meydana geliş

biçimine dair, Necm suresi Rasûlüllah tarafından okunurken müşriklerin ilahlarını

öven cümlelerin Şeytan tarafından seslendirildiği, Şeytanın bu cümleleri Rasûlül-

lah (s.a.v.)’a okuttuğu, Rasûlüllah’ın bunları yanılarak ayet diye okuduğu şeklinde

birbirinden farklı ve çelişkili rivayetler bulunmaktadır100.

İbn Kesir (774/1372), İbn İshak (150/767), İbn Sa’d (230/844) ve İbn Cerir et-

Taberî (310/923)’nin rivayetleri dahil bu konudaki rivayetlerin ekseriyetinin mursel

rivayetler olduklarını, bu sebeple isnatlarının sahih olmadığını söylemektedir101.

Daha sonraki alimler de hadisenin gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda da

birkaç gruba ayrılmışlar, bir kısmı böyle bir hadisenin sehven meydana geldiğini;

ancak bunun Allah Teâlâ tarafından nesh yoluyla düzeltildiğini, bunun peygam-

berlerin ismet sıfatına engel teşkil etmediğini söylerken, bir diğer grup ta ilgili

rivayetlerin asılsız olmaları, müşriklerin ilahlarını öven bu cümlelerin Kur’ân’ın

manevî ruhuna, lafız yönünden de fesahatine aykırı olması sebebiyle, bu hadise-

nin gerçekleşmediğini söylemişlerdir. Bir üçüncü grup ise bu rivayetleri muhtelif

şekillerde tevil yoluna gitmişlerdir.98 Taberî, XXVII, 22-27.99 İsmail Cerrahoğlu, “Garanik”, DİA, İstanbul, 1996, XIII, s. 361-365.100 Cerrahoğlu, 362-365.101 İbn Kesir, “el-Bidaye ve’n-Nihaye”, Beyrut, 1402, III, 88, “Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri”, (Çev.

Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner ) İstanbul, 1986, XIII, 7562

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 135

Mâtürîdî garanik konusunu araştıran kimseler tarafından, bu hadiseyi redde-

denler arasında sayılmaktadır. Gerçekten Te’vîlât’ta gördüğümüz kadarıyla, Mâtü-

rîdî’nin garanik meselesiyle ilgili haberlere önem vermediği anlaşılıyor. Ancak aynı

şeyi Taberî için söylemek mümkün değildir. Zira Taberî bu olayı, Necm suresinin

inişine sebep olarak göstermekle en azından meydana geldiğini kabul etmektedir.

Bununla beraber bu hadisenin meydana gelmediğine dair yapılan diğer rivayetlere

de yer vermektedir102.

Sonuç itibariyle Taberî bu konuyu ihtimal dahilinde görürken Mâtürîdî, tama-

men reddetmekte bunu akli ve nakli delillerle çürütmeye çalışmaktadır103.

c. Büyük Günah Meselesi: Büyük günah işleyen kimsenin dinden çıktığına

hüküm veren Haricilerle, onları iman la küfür arasında bir yere oturtan Mutezile’-

nin fikirlerini her fırsatta eleştiren Mâtürîdî, bu konudaki fikirlerini de Ebu Hanife

(150/767) (r.h.)’nin fikirleri üzerine bina etmektedir. Necm suresindeki ilgili ayette

geçen kebâir ve fevâhişi, “lemem”in ne demek olduğunu, haram olan bir fiili helâl;

helâl olan bir fiili de haram kabul etmedikçe, zina hırsızlık gibi büyük bile olsa, her

hangi bir günahı işlese bile ehli kıblenin tekfir edilmesine karşı çıkan İmamı Azam’ın

fikirleri doğrultusunda hareket ederek açıklamaktadır104.

Buna mukabil Taberî de bu konuyu aynı argümanlarla işlemiş, lemem’in küçük

günahlar olduğuna dair delillere yer vermektedir. Ne var ki diğer bir çok konuda

olduğu gibi bu konuda da Taberî’deki rivayet zenginliği dikkatlerden kaçmamakta-

dır. Bunlardan farklı olarak Taberî, büyük günahlardan bazılarını saymak suretiyle,

büyük ve küçük günahları birbirinden ayırmaktadır105.

d. Kulların Filleri: Kaderiye mezhebinin, kulun işlediği fiillerinin yaratıcısı

olduğuna dair tezine karşı Ehli sünnet, yaratmanın Allah Teâlâ’ya mahsus olduğuna,

her şeyin yaratıcısının Allah Teâlâ olduğuna dair getirdikleri delillerle mukabelede

bulunmuşlardır. Mâtürîdî akaidinin en temel eserlerinde “Allah Teâlâ, kulların fiil-

lerinin yaratıcısıdır. Küfür, iman, itaat, isyan gibi fiillerin tamamen O’nun dilemesi,

hükmü ve takdiriyledir.” denilmektedir106. Ehli Sünnet’e göre kul fiilinin yaratıcısı

102 Taberî, XXVII, 131-132, XXVII, 31-33.103 22. ayetin tefsirine bkz.104 Beyazîzâde Ahmed Efendi, İmam Azam Ebu Hanife’nin İtikadi Görüşleri, (çev. İlyas Çelebi),

İstanbul, 1996, s., 121, 127; Topaloğlu, “Mâtürîdî ” 155; Nureddin es-Sâbûnî, Matürîdiyye Akaidi,

(çev. Bekir Topaloğlu ), Ankara, 2005, 161-168, Kitabü’t-Tevhid Tercümes, 417-415.105 Taberî, XXVII, 35-36.106 Ömer en-Nesefi, Metnü’l-Akâid, yy., ts., s. 6-7. Kitâbü’t-Tevhid’de bu konu daha geniş bir şekilde

136 Abdulkerim Seber

değildir. Kul kazanan Allah ise yaratandır107. Mâtürîdî bunların görüşlerinin yan-

lışlığına kısaca temas etmiştir108. Bu hususta Taberî de Mâtürîdî gibi düşünmekte

gülme ve ağlamanın dolayısıyla kulların fiillerinin Allah’ın iradesiyle olduğunu

kabul etmektedir109.

2. Genel Mukayese

Burada yine Necm suresini esas alarak genel tefsir metodolojisi açısından bu

iki orijinal kaynağımızı en genel çerçevesiyle değerlendireceğiz.

Kur’ân’ın bazısı diğer bazısını açıklar.” sözüyle ifade edilen yerleşik kuralın,

Te’vîlât’ta en iyi şekilde uygulandığını görmekteyiz. Bize göre Te’vîlât, bu kaideyi

uygulayan en önemli tefsirlerdendir. Necm suresinin tercümesi dikkatle okunduğunda,

bu gerçek ayan-beyan görülecektir. İmam Matütîdî bir ayetin tefsiri sebebiyle bir çok

ayeti şahit göstermektedir110. Bu sebepten dolayı da Mâtürîdî’nın ifadelerinin çok

sığ ve anlam yüklü olduğunu, tercümesindeki zorluğunda da bu kesafetin payının

bulunduğunu söylememiz mümkündür. Taberî’nin Câmiu’l-Beyân’ında da ayetin

ayetle tefsiri metoduna zaman zaman müracaat edildiği görülmesine rağmen, bunun

Te’vîlât derecesinde olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Rivayet bakımından Taberî daha zengin olduğu aşikardır; ancak Taberî,

hadisin sıhhatine bakmaksızın bunları olduğu gibi kaydettiği, Mâtürîdî ise bu riva-

yetlerin zaman zaman tenkidini yaptığı görülmektedir. Daha ziyade “haddesenâ”,

“heddesenî” gibi hadis rivayetleriyle dolu olan Taberî’nin tefsirinde her hangi bir

konudaki bütün rivayetleri toplamaya gayret gösterildiği anlaşılmaktadır. Nadiren

bu rivayetleri değerlendirmek suretiyle her konuda olmasa da bazı konularda bir

sonuca vardığı görülmektedir.

Her iki tefsirimiz de hadis araştırmalarında da önemli ve orijinal bir kaynaktır.

Tabiatıyla Te’vîlât bir tefsir olması hasebiyle diğer hadis kitaplarında olduğu gibi

hadisleri senet bakımından hadis ölçütlerine göre zikretmiş değildir. Ancak Te’vîlât’ta

bir ayetin tefsirinde ayetlerden sonra kendisine sıkça müracaat edilen şeyin sahih

hadisler olduğu müellifin özellikle sahih hadis aradığı görülmektedir. “Eğer haber

yer almaktadır. Bkz. Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, 281-360.107 Bkz. Ebu’l-Müîn Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, “Tabsıratü’l-Edille” (thk. Claude Salame),

Dımaşk, 1993, I, 594-612; es-Sâbûnî, Matürîdyye Akaidi, 134-138.108 43-44. ayetlerin tefsirine bkz.109 Taberî, XXVII, 40.110 Bkz. İmamoğlu, 33-40.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 137

doğruysa, sahih bir rivayete göre” gibi ifadeleri ayrıca özellikle merfu haberleri delil

getirmesi onun bu konudaki titizliğini göstermektedir. Bu bakımdan, Te’vîlât’ın

dirayet tefsiri olduğu kadar bir rivayet tefsiri olduğu söylenebilir111.

İlk dirayet tefsirlerinden birisi olan Te’vîlât’ta dil mantık, semantik gibi dirayet

tefsir metodunun bütün unsurları kullanılmıştır. Mâtürîdî, Te’vîlât’ta Arap dili ve

belagatına ait kurallara, zaman zaman da cahiliyye şiirine müracaat ederek, ayetleri

dil yönüyle de tahlile tabi tutmuştur. Kur’ân kelimelerinin lüğavî, şer’î manalarını

mantık süzgecinden geçirmek suretiyle Mâtürîdî’nin küçümsenemeyecek derecede

lüğavî analizlerde bulunduğu görülmektedir. Bunu ispat edecek en güzel örnek,

onun mecazla ilgili görüşleridir. Necm suresinde de gördüğümüz gibi o, kendisinden

sonraki asırlarda çetin münakaşalara sebep olan, Kurân’da mecaz kinaye gibi edebî

unsurların varlığını kabul ederek bunu örneklerle göstermektedir112.

Taberî de bu lugavi tahliller rivayetler aracılığıyla yapılmakta, yer yer şiirlere

baş vurulmakta; kıraat farklılıkları, Basra-Kûfe mekteplerinin ihtilafları geniş bir

şekilde yer almaktadır. Tevilat derecesinde lugavi analizler göze çarpmaktadır. Ancak

Taberî, farklı görüşlerden birini tercih konusunda Mâtürîdî gibi israrcı değildir.

Buna rağmen yer yer “Bize göre doğru olan budur.” şeklinde sonuçlandırdıklarına

rastlanılmaktadır.

Mâtürîdî’nin ele aldığı her hangi bir meseleye dair görüşlerini zikretmeden

önce elindeki mevcut rivayetleri, delilleri yerli yerince kullandığı, onları tahlil ederek

tercihte bulunduğu, elindeki mevcut deliller meseleyi çözmeye yetmediği takdirde

ancak kendisinin devreye girdiği, ele aldığı konuları yüzüstü bırakmamak için azami

gayret sarf ettiği görülüyor.

Te’vîlât’ın yapısı İsrailiyyat cinsinden haberlere pek müsait görünmüyor. Buna

rağmen Te’vîlât’ta İsrailiyyatın olmadığını söyleyemiyoruz. Te’vîlât’ın İsrailiyyat

türü haberlerin en az bulunduğu tefsirlerden birisi olduğunu söylemenin daha

doğru olduğunu düşünüyoruz. Ancak Te’vîlât’ta kim tarafından söylendiği belli

olmayan ve “kîle” gibi meçhul fiille yapılan rivayetlerin çokluğu dikkat çekmektedir.

Bunun da bazı araştırmacılar ve okuyucular üzerinde Te’vîlât’ta İsrailiyyat türü

rivayetlerin varlığına dair bir intiba bıraktığını düşünüyoruz. Söyleyeni meçhul bu

rivayetlerin, Mâtürîdî’nin zamanındaki alimler arasında dolaşan rivayetler olduğu

111 Te’vîlât’ın hadisle ilgili kaynakları için bkz. İmamoğlu, 46-50; Özdeş, 63-65.112 Mesela, 29, 59-60. ayetlerin tefsirine bkz. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., İmamoğlu, 52-70;

Özdeş, 156-164.

138 Abdulkerim Seber

kuvvetle muhtemeldir. Bu sebepten olsa gerek, müellif bunları söyleyen kimselerin

isimlerini zikretmemektedir.

Taberî de ise İsrailiyyat konusunda Te’vîlât derecesinde özel bir itinanın gös-

terilmemesine, rivayetin sıhhatine pek fazla bakılmamasına rağmen, rivayetlerin

senetlerinin eksiksiz verilmesi, araştırmacılar için değerlendirme imkanı vermesi

bakımından takdire şayan bir metot sergileniyor113.

Buraya kadar zikrettiklerimizin, bu iki kıymetli tefsir kaynağımızın birbirine

üstün oldukları yönlerine dair olmasına rağmen, bunların benzerlik gösterdikleri

yönlerinin de bulunduğunu burada zikretmek gerekir. Dolayısıyla bu iki değerli

tefsirimiz, aynı dönemde yazılmış olmaları, ekseriyetle aynı argümanları kullanmış

olmaları, daha sonraki yıllarda meydana gelen vahiy, mirac, garânik gibi konular

etrafındaki tartışmalardan büyük ölçüde uzak olmaları, İslamın ilk üç asrındaki

rivayet ve görüşlere yer vermeleri açısından benzerlik göstermektedirler.

D. MÂTÜRÎDÎ’NİN NECM SURESİ TEFSİRİNDEKİ BAZI

ORİJİNAL GÖRÜŞLERİ

Bilindiği gibi rivayet tefsirlerinin en temel özellikleri kaynaklardan bir konudaki

rivayetleri olduğu gibi nakletmek değil; bunlardan tercihte bulunabilme, zaman

zaman da farklı sonuçlara, anlamlara ulaşabilmeleri, ayetlerden incelikleri yakalaya

bilmeleridir. Te’vîlât incelendiğinde, Mâtürîdî’nin kendisine mahsus bazı orijinal

görüşlere sahip olduğu göze çarpmaktadır. Necm suresi tefsirinde tespit ettiğimiz

bir iki tane örneği burada zikretmek istiyoruz.

Mesela “O’nu kuvveleri şiddetli (olan Cebrail) öğretti.” ayetini tefsir ederken

beyan ettiği görüşler, bu türden görüşlerdir. Dikkat edilirse, orada Mâtürîdî (r.h.),

aynı şartlar ve imkânlar içinde, aynı hocadan okuyan talebelerin, ilâhî lütfa maz-

hariyet konusundaki farklılıklarından dolayı, yani kendilerine olan ilâhî taksimatın

farklılığından dolayı, ilmen birbirlerinden farklılık gösterdiklerini zikrediyor114. Bize

göre bu, orijinal bir görüştür. Mâtürîdî bu görüşü başkasından almış olsaydı bunu

bir şekilde ifade ederdi. Bu anlam bize, ancak işârî tefsir kabiliyet ve istidadında

olan kimselerden sadır olabilecek bir işari tevil gibi görünüyor.

“Nefsinizi temize çıkarmayın.” ayetinin tefsiri vesilesiyle söylediği şu cümle-

lerinin de bir mezhep imamının söyleyebileceği en güzel sözlerden birisi olduğunu

113 Bkz., Özdeş, 69.114 6. ayetin tefsirine bkz.

Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 139

düşünüyoruz:

“Dindaşlarınızı ve kendi mezhebinizden olanları temize çıkarmayın. Çünkü

salah ve takva üzere olmasalar dahi, insanların, kendi mezhebinden olan kimseleri

temize çıkarmaları; kendilerinde kötülük ve kötülemeyi gerektiren bir durum

görmeseler dahi, kendi dinlerinden ve mezheplerinden olmayan kimseleri de

kötülemeleri eski alışkanlıklarındandır115.

SONUÇ

Necm suresi, Kur’ân ilimleri, akait, İslam tarihi gibi temel İslamîilimlere ait

bir çok konuyla ilgili ayetlerin bulunduğu bir suredir. Bu surenin tefsiri münase-

betiyle Te’vîlât’ta Kur’ân-ı Kerim’in indirilişi, vahiy gibi Kur’ân ilimlerine; mirac,

garânik gibi İslam tarihine taalluk eden konulara temas edilmiştir. Allah Teâlâ’nın

görülmesi, büyük günah meselesi, kulların fiilleri, melaike-i kiram, peygamberle-

rin ismet sıfatı, ilmin kaynakları, zannın ilim ifade etmemesi konusu, tevhit, şirk,

küfür, tevessül, şefaat, nübüvvet, mucize, yaratılış, rızk, ecel gibi akait ilmiyle ilgili

pek çok malûmatı ihtiva etmektedir. Bize göre Te’vîlât’tan Necm suresinin tefsiri,

hem Mâtürîdî akaidine ait en temel görüşlerin sergilenmesi, hem de Te’vîlât’ın

hakiki çehresinin bu surede yansıtılması bakımından ilgilenmeyi değecek derecede

kıymeti haiz bulunmaktadır.

115 32. ayetin tefsirine bkz.