İmam ebu mansur muhammed mÂtÜrÎdÎ’nİn “te’vÎlÂtÜ’l...
TRANSCRIPT
bilimname XI, 2006/2, 97-139
İMAM EBU MANSUR MUHAMMED MÂTÜRÎDÎ’NİN “TE’VÎLÂTÜ’l-KUR’ÂN” INDA NECM SURESİ TEFSİRİ:
TERCÜME - TAHLİL - MUKAYESE Abdulkerim SEBER (Uzman)
Dokuz Eylül Ü. İlahiyat F.
GİRİŞ
Müslümanların itikat konusunda kendisine tabi olduğu iki imamdan birisi
olan İmam Ebu Mansur Muhammed Mâtürîdî’nin (333/944)1 en önemli eseri olan 1 Onun Sünnî Kelam ekolün kurucusu olduğunu söyleyenler de vardır. İmam Ebu Mansur Muham-
med Mâtürîdî, bugün Özbekistan sınırları içinde kalan Semerkant’ın “Mâtürîd” köyünden olduğu
için köyüne nispetle kendisine Mâtürîdî, denilmiş ve “Ebu Mansur” künyesiyle şöhret bulmuştur.
İmamü’l-hüdâ (hidayet önderi), Âlemü’l-hüdâ (hidayet meş’alesi), İmamü’l-mütekellimîn (kelamcı-
ların imamı), Reîsü ehli’s-sünne (Ehli Sünnet’in reîsi) gibi nisbelerle de anılmaktadır. Soyunun Hz.
Ebu Eyyub el-Ensârî (r.a.)’ye dayandığına dair rivayetlere nazaran, onun Arap asıllı bir alim olduğu
yönündeki temayüllere rağmen, eserlerinin dil ve üslup bakımından Türk dil mantığına daha yakın
olması, kurduğu cümlelerin Türkçenin gramer yapısına daha uygun olması, yaşadığı bölgenin
Türk hakimiyetinde bir yer olması onun Türk olduğu hakkındaki kanaatleri kuvvetlendirmektedir.
İmam Mâtürîdi kelam, tefsir, fıkıh sahalarına hakim, amel yönüyle Hanefî olan Müslümanların,
özellikle inanç konularında kendisini rehber edindikleri alim bir zattır. Fıkıhta Şafiî’nin metodunu
takip edenlerin imamı olarak bilinen Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ile muasır olmalarına rağmen, onunla
görüşmediği bilinmektedir. Mâtürîdî’nin, İmam Azam Ebu Hanife’nin talebesi olan Muhammed
eş-Şeybânî’nin, talebesinin talebesi, Ebu Bekr b. Ahmed el-Cüzcânî gibi Hanefî ekolüne mensup
dördüncü veya üçüncü kuşak hocalarda okuduğu bildirilmektedir. Kaynaklarda kendisinin sûfî
büyükleri arasında zikredilmemesine rağmen zühd ve takvasının şüphe götürmediği, devrindeki
Mâverâünnehir’deki sûfîler üzerinde tesiri olduğu, onlarla iyi münasebetler içinde olduğu zikre-
dilmektedir. Bazı araştırmacılar, Mâtürîdî’nin tasavvufî bir zümre olarak nitelendirilen Bâtıniyye
gibi müfrit Şiî gruplarla olan mücadelesinden dolayı kendisinin tasavvufa karşı bir tavır içinde
olduğu kanaatine varmış olmalıdırlar. Devrimize kadar sünnî tasavvufi meşreplerde ve tarikatlar-
daki onun kitaplarına ve görüşlerine olan alâka, Sünnî çizgideki sûfî meşreplere olan mesafesini
göstermeye bizce yeterlidir. Şîanın en aşırı uçlarından birisi olan Bâtıniye’nin adı da tasavvufla
beraber anılmaktadır ki, gerçekten onun bu manadaki tasavvufa karşı olduğunu söyleyebiliriz.
Hayatı hakkında pek fazla bilgi bulunmadığına dair iddialara gelince; bir çok İslam büyüğü gibi
onun da özel hayatıyla ilgili olarak kaynaklarda teferruat olmadığı için araştırmacılar haklı olarak
98 Abdulkerim Seber
Te’vîlâtü’l-Kur’ân veya Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne adlı tefsiri, kendisinden sonra bilhassa
akait-kelam sahasındaki bir çok eserin de temel kaynakları arasındadır. Sadece akait-
kelam konularında değil; fıkıh, fıkıh usûlü, mezhepler tarihi, hadis ilimleri için de
tedvin döneminin en önemli eserlerinden birisi olan Te’vîlât’ın, ilim camiasında
diğer bir çok tefsirden farklı bir yere sahip olduğu bilinmektedir.
Te’vîlât, Türk-İslam kültür coğrafyasında kıymeti, orijinalitesi hakkında tered-
düt bulunmayan bir eserdir. Te’vîlat’ın, temel İslâmî ilimlerle meşgul olan herkesin
tatmin olmamaktadırlar. Buna rağmen Mâtürîdî hakkında yeterli bilgi mevcuttur. Nitekim onun
mezhebinin esasları, fikirleri, belli başlı eserleri korunmuş, eserlerine bir çok müellif tarafından
atıfta bulunulmuş, bugün itibariyle bazıları tahkik edilmiş, bazıları da Türkçeye tercüme edilmiştir.
Bekir Topaloğlu’nun ifadesine göre Hanefî mezhebinin mensupları Ehli Sünnet dışı ekoller de dahil
olmak üzere bütün Müslüman nüfusun yarısından fazlasını teşkil etmektedir. Onun mezhebine
mensup bu kadar kimsenin olduğu, mezhebinin Müslümanlar arasında hâlâ yaşamaya devam ettiği
düşünülürse İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîliğin ihmal edilmediği görülecektir. Ancak Mâtürîdî’nin
ve Mâtürîdîliğin bazı yönlerden Ehli Sünnet’in bir diğer imamı olan Eş’arî kadar şanslı olmadığın-
dan bahsedilebilir. Çünkü Mâtürîdî, Abbasi/Bağtat hılafet merkezine uzak bir muhitte yaşamış
olması sebebiyle resmi eğitim-öğretim yapan ulemaya uzak kalmıştır. Mâtürîdî’nin hayatı dikkate
alındığında, onun da İmam Azam Ebu Hanife gibi her türlü siyaset riyaset ve devlet adamlığı
gibi bir takım dünyevi ilişkilerden uzak kalmak suretiyle, tamamen gönüllü, fahri ilmî hizmette
bulunduğu görülecektir. Dolayısıyla Matüridî’nin bu yönüyle İmam Eş’arî kadar meşhur olmadığı
söylenebilir. Bu konudaki diğer bir iddia da onun özellikle Arap ilim dünyasında isminden pek fazla
söz edilmediği, görmezden gelindiği iddiasıdır. Bu iddianın doğruluğunu, genel anlamda İslam
tarihinin temel kaynaklarında ondan bahsedilmediğini bir çok araştırmacı söylemektedir; ancak
bizim de bu konudaki araştırmalarımız tefsir sahasında bu iddianın doğruluğunu göstermektedir.
Maalesef tefsirle ilgili bazı eserlerde Mâtürîdî’nin adının geçmesi gereken yerlerde, onun adının
geçmediğini görüyoruz. Mesela, Osman ez-Zehebî’nin “eT-Tefsir ve’l-Müfessirûn” adlı eseriyle
Zerkânî’nin “Menâhilü’l-Irfân” adlı eserlerinde ne dirayet tefsiriyle ilgili bölümlerde ne de kelami
tefsirlerle ilgili açılan bahislerde kendisine yer verildiği görülmektedir. Ancak bu tarz yaklaşımların
onun ilmî kıymetinden bir şey eksiltmediğini de zaman göstermektedir. Muhammed Hüseyin
ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Kahire, 1961, I, 255-482; Muhammed Abdülazim ez-Zer-
kani, Menâhilü’l-İrfan, Mısır, ts., II, 65-77. Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik hakkında bkz. Ebu Mansur
Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâtürîdî, “Kitabü’t-Tevhid”, (tkh. Fethullah Huleyf),
İstanbul, 1979; (Naşirin mukaddimesi), 1-51; Celal Kırca, “Mâtürîdî’nin Tefsir, Te’vîl Anlayışı ve
Metodu”, “Ebu Mansur Semerkandî Mâtürîdî Sempozyum Tebliğleri”, Kayseri, 1986, s., 54-55;
Ahmet Uğur, “Mâtürîdî Zamanında İslam Âlemine Kısa Bir Bakış” aynı eser, s., 4-7; A. Vehbi
Ecer, “Mâtürîd’nin Tanınması” aynı eser, s., 9-14; “Şükrü Özen / Bekir Topaloğlu, “Mâtürîdî”
DİA. Ankara, 2003, XXVIII, 146-159; Ebu Mansur el-Mâtürîdî Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan Tercümeler
(Haz. Bekir Topaloğlu) İstanbul, 2003, (Takdim yazısı); Bekir Topaloğlu Kitâbü’t-Tevhid Tercü-
mesi, Ankara, 2002, (Takdim Yazısı); M. Ragıp İmamoğlu, “İmam Ebu Mansur el-Mâtürîdî ve
Te’vîlâtü’l-Kur’ân’daki Tefsir Metodu”, Ankara, 1991, s., 13-20; Talip Özdeş, Mâtürîdî’nin Tefsir
Anlayışı, İstanbul, 2003, s., 40-52; Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâ-
türîdî es-Semerkandî, el-Hanefî, “Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne” (tahk. Fatıma Yusuf el-Haymî), Beyrut,
2004, (Naşirin takdim yazısı), I, 7-12.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 99
az veya çok ilgisi dahilinde bulunduğu da bir gerçektir. Buna rağmen böyle bir eser
asırlarca kütüphanelerde ancak yazmalar halinde yerini koruyabilmiştır. Özellikle
tefsirle ilgilenen herkesin dilinde olduğu; ancak elinde bulunmadığı geçen yıllarda,
bu kıymetli tefsirden en can alıcı surelerden biri olarak gördüğümüz Necm suresini,
Te’vîlât’ın elimizdeki “Tire” nüshasına ait fotokopiden tercüme etmek suretiyle
üzerinde çalışmaya karar verdik. Ancak elimizdeki nüshanın, fotokopi olması
sebebiyle, zaman zaman bazı yerleri diğer nüshalarla karşılaştırma ihtiyacı hissettik.
Kütüphanelerde kırktan fazla yazma nüshası olduğu zikredilen Te’vîlât’ın bu nüsha-
larından hangisiyle karşılaştıracağımıza da karar vere mediğimiz için bir süre rafta
beklettiğimiz bu çalışmamızı, Fatıma Yusuf el-Haymî tarafından yapılan Te’vîlât’ın
baştan sona ilk tahkikli neşrinin elimize geçmesiyle yeniden ele aldık. Te’vîlât’ın
ilk defa baştan sona tahkikli baskısının ortaya çıkmasıyla birlikte, elimizdeki nüsha
dışında, tercümemizi karşılaştırabileceğimiz, matbu bir kaynağa kavuşmuş olduk.
Özellikle okuyamadığımız yerler başta olmak üzere, tercümeyi baştan sona, bu
matbu Te’vîlât nüshasıyla karşılaştırmak suretiyle çalışmayı tamamlamadık. Yani
çalışmamızın “Necm” suresine ait tercüme kısmında, Te’vîlât’ın Haymî tarafından
yapılan tahkikli neşrini esas aldık.
Te’vîlât’a ait ilk tercümeler Bekir Topaloğlu tarafından yapılmış olup, Fatiha,
Ayetü’l-kürsi, Bakara suresinin son iki ayeti, Haşr suresinin son dört ayeti başta
olmak üzere Fîl ve Nâs sureleri arasındaki Kur’ân-ı Kerim’in son on suresi tercüme
edilmiş, bu surelere ait tahkikli metinler de ilâve edilmek suretiyle telif haline dönüş-
türülmüştür; ancak Necm suresi gibi bir sure henüz Türkçeye kazandırılmış değildir.
Ayrıca bu çalışmamız sadece tercümeden ibaret bir çalışma da değildir.
“Necm” suresini seçmemizin sebebi, Te’vîlât’ın hakiki çehresinin mirac, garânik,
melaike, büyük günahlar, kulların fiilleri gibi akait ve kelam ilmine dair konularla
dopdolu olan Necm suresinde ortaya çıkabileceği düşüncesidir.
Necm suresiyle sınırlı olarak plânladığımız bu çalışmada, İmam Mâtürîdî
ve eserleriyle ilgili bazı bilgileri dipnotlarda yer verdik. İlk dirayet tefsiri olarak
bilinen Te’vîlât’ı yine ilk rivayet tefsiri olarak bilinen ve Mâtürîdî’nin muasırı olan
Taberî’nin tefsiriyle kısmen mukayese etmek suretiyle bazı tahlillerde bulunduk.
Bu gayretimizin son yıllarda gelişen Te’vîlât etrafındaki faaliyetlere cüzi de olsa bir
katkıda bulunacağını umuyoruz.
100 Abdulkerim Seber
A. TE’VÎLÂTÜ’l-KUR’ÂN
1. Te’vîlât
Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Te’vîlâtü Ebî Mansur el-Mâtürîdî
fi’t-tefsir, Te’vîlâtü’l-Kur’âni’l-Mecîd gibi isimlerle zikredilen bu eser, sadece tefsir
değil; kelam, fıkıh, fıkıh usulü, hadis, dil mantık Kur’ân semantiği gibi alanlarda da
önemli bir kaynaktır.
İmam Mâtürîdî, özellikle kelami-felsefî anlamdaki hareketliliğin yoğun olarak
yaşandığı İslamın ilk üç asrındaki itikadi münakaşaları Kitabü’t-Tevhid’inde olduğu
gibi tefsirinde de yeri geldikçe ele almış, Hariciler, Mutezile Şîa gibi Ehli Sünnet
dışındaki bütün grupların görüşlerini çürütmeye çalışmış, Nesefî’nin ifadesine göre
pek çok kapalı meseleyi çözmüş olması bakımından yazdığı diğer eserleri gibi tefsiri
de kelam ilmi açısından önemlidir2.
Te’vîlât, fıkıh ve fıkıh usûlünde de kayda değecek nitelikte bir eserdir. Te’vîlât
üzerinde çalışan bir çok araştırmacı da bu gerçeği dile getirmektedir. İmam Mâtü-
rîdî’nin Hanefi mezhebine mensup hocalardan okuduğu ve onların metodu üzere
tedrisatta bulunduğu bildirilmektedir. Mesela Hasan eş-Şeybânî’nin “Mebsut”unu
okuttuğuna dair rivayetler bunun bir örneğidir. Mâtürîdî Hanefî fıkhına o derece
bağlı kalmış ki kendisine Semerkant Hanefî fıkıh ekolünün reisi unvanıyla hitap
edilmiştir. Ayrıca kendisinin Hanefî fıkhına dair eserler verdiği de belirtilmektedir.
Bütün bu sebeplerden dolayı Semerkandî, Te’vîlât’ın Hanefî mezhebinin Kur’ân’a
mutabakatını açıklayan bir tefsir olduğunu belirtmektedir3.
Bir çok ilim adamının bu hususta açıklamaları bulunmaktadır. Aşağıdaki
ifadeler bunun en güzel örneklerinden biridir:
“Mâtürîdî’nin Te’vîlât’ı kıymetli ve faydalı bir kitaptır. O, tevhid esaslarında Ehli
sünnet mezhebinin Kur’ân’a uygunluğunu açıklar. Ancak Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhid,
el-Makalat, Meâhizü’ş-Şerîa gibi eserlerini bizzat kendisi yazdığı halde Te’vîlât’ı
kendisi yazmamıştır. Bu kitabını seçkin talebeleri Mâtürîdî’nin takririnden almışlardır.
Bu sebeple Te’vîlât dil bakımından onun diğer eserlerinden daha kolaydır. Bununla
beraber Te’vîlât’ın da lafızda muğlak ve metinde müphem tarafları vardır. İlimde
ileri gittiğini söyleyenlerin çoğu bunları anlamakta aciz kalır. Bunu ancak ömrünü
2 İmamoğlu, 21-23; Özdeş, 66.3 İmamoğlu, 21-23; Özdeş, 67-68.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 101
kelam, fıkıh, edebiyat ilimleriyle tüketen kimseler anlayabilir.”4
4 İmamoğlu (s 21-22)’ ndan naklen; Alâüddin es-Semerkandî, Şerh-i Te’vîlât, s. 1/b Süleymaniye Küt.
Hamidiye no: 176. Mâtürîdî’ye nispet edilen bir çok eserin çoğu maalesef sadece ismen mevcuttur.
Mâtürîdî ile ilgil son yıllarda yapılan çalışmalar incelendiğinde ona izafe edilen eserlerin ki mi sinin
ya kütüphanelerde hiç bulunamadığı, yahut başkasına ait olduğu anlaşılmaktadır. Yani Mâtürî-
dî’nin Kitabü’t-Tevhid ve Te’vîlât’ı dışındaki eserlerinin ya Mâtürîdî’ye aidiyetinde veya kitabın
mevcudiyetinde bir problem olduğu, bazılarının da diğer bazı müelliflerin eserleriyle karıştırıldığı
görülmektedir. Bunlardan bazılarının da aslında Matürîdî’ye ait olmadığı halde onun mezhebinin
metodunda yazılmış olmaları sebebiyle kendisine Mâtürîdî’ye nispet edildikleri anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla bugün elimizda ona pek fazla bir eser bulunmamaktadır. Mâtürîdî’nin eserlerinden
birkaç tanesi tahkik edilerek neşredilmişlerdir. Burada Te’vîlât dışında ona aidiyeti kesin olan
Kitabü’t-Tevhid’ini zikretmemiz gerekir. Kitabü’t-Tevhid, mezhebinin görüşlerini temsil etmesi
açısından Matüridî’nin en önemli eserlerinden olup, hem mezhepler tarihinin hem de Matürîdî
akidesinin temel kaynaklarından birisidir. Havariç, Mutezile, Şîa başta olmak üzere, çeşitli fırkalar,
Mâtürîdî’nin dönemindeki diğer bütün dinî cereyanlar için orijinal bir kaynak durumundadır.
Matürîdî’nin eserlerinin İmam Eş’arî’nin eserleri kadar meşhur olamaması konusunda ise bazı
kimseler tarafından onun dil ve üslubu gerekçe olarak gösterilmektedir. Gerçekten ilk akla gelen
de budur. Bunun yanında konularının ağırlığı da bu sebepler arasında sayılabilir. Mesela Kita-
bü’t-Tevhid’i inceleyenler onun kelam ve İslam felsefesinin en ağır konularıyla dopdolu bir eser
olduğunu göreceklerdir. Aynı şeyler Te’vîlât içinde geçerlidir. Devrimize kadar yazma nüshalar
halinde gelen bu kıymetli eserin, tahkikli veya tahkiksiz neşrine dair faaliyetlerin çok geç kalmış
olmasını da yine Te’vîlât’ın dil, üslup ve içerdiği ağır konulara bağlamak mümkündür. Bunda dil
ve üslubunun ağır olması sebebiyle tahkik edilmeden anlaşılamayacağı için Te’vîlât’ın tahkiksiz
neşrine yanaşılmamış olmasının da önemli payı olmalıdır. Ayrıca sayısı oldukça fazla olan yazma
nüshaların teminindeki güçlüğün yanı sıra, gelişigüzel bir tahkikle yapılacak bir neşrin onun taşıdığı
bilgi hazinesinin özüne zarar verme endişesinin yattığı da akla gelmektedir. Zira eserin kırktan fazla
yazma nüshasının bulunduğu, bunlardan otuz bir tanesinin Türkiye’de olduğu bildirilmektedir.
Te’vîlât’ın Bakara suresinin 142. ayetine kadar olan kısmı, İbrahim Avadayn ve Seyyid Avadayn,
Bakara suresinin geri kalan kısmı da Muhammed Müstefîzürrahman tarafından tahkik edilmiş,
1971’de Kahire’de basılmıştır. Te’vîlât’ın baştan sona Fâtıma Yusuf Haymî tarafından yapılan
tahkikli neşrinin elimize ulaşmış olması sevindirici bir gelişmedir. Ne var ki Te’vîlât’ın daha ciddi
bir tahkikle yeni bir baskısına olan ihtiyacın hissedildiğini görmekteyiz. Bekir Topaloğlu, Te’vî-
lât’ın yeniden tahkikiyle ilgili çalışmalarını, bu husustaki prensiplerini “Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan
Tercümeler” adlı Te’vîlât’la ilgili ön fasiküle yazdığı takdim yazısında anlatmaktadır. Matürîdî’nin
eserleri konusunda bkz. Brockelmann, GAL, Leiden, 1943, I, 195; Suppl., Leiden, 1937, 346;
Özdeş, 49-52; Topaloğlu, “Kitabü’t-Tevhid Tercümesi” (Takdim Yazısı), “Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan
Tercümeler” (Takdim yazısı); Matürîdî, “Tevîlât” (Naşir Fatıma Yusuf el-Haymî’nin mukaddi-
mesi), 10-12; Fuat Sezgin, Târîhu’t-Türâsi’l-Arabî, Riyad, 1991, 40-41; Özen, 149; Özdeş, 55-56;
Süleyman Mollaibrahimoğlu, Süleymâniye Kütüphanesinde Bulunan Yazma Tefsirler, İstanbul,
2002, s., 23-24. Te’vîlât’ın Semerkandî Şerhinin, Tevîlât üzerine yapılan çalışmaların en meşhuru
olması nedeniyle bu şerhe de değinmek istiyoruz. Mâtürîdî mektebinin ileri gelenlerinden olan
Meymun b. Muhammed Ebu’l-Muîn en-Nesefî, (418-508/1027-1115), Mâtürîdî’nin kitaplarını
okumuş, talebelerine okutmuş ve Te’vîlât’ı da şerhetmiştir. Hanefî fıkhının meşhur eserlerinden
“Tuhfetü’l-Fukaha” sahibi Alaüddin Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed es-Smerkandî, Ebu’l-Muîn
en-Nesefî’den “Te’vîlâtü’l-Kur’ân’ı okuduklarını, bu esnada en-Nesefî’nin Te’vîlât’ın gerekli yerlerini
şerh ederek, esere uygun düşecek şekilde bazı yararlı bilgiler eklediğini belirtiyor. Semerkandî,
102 Abdulkerim Seber
Te’vîlât’ı şerh eden Alâüddin Ebu Bekr b. Muhammed b. Ahmed es-Semer-
kandî’(575/1175) ye ait olan Te’vîlât hakkındaki bu cümlelerin önceki alimlerin eser
hakkındaki kanaatlerini anlatmaya kafi geldiğini söyleyebiliriz.
Mâtürîdî’nin, oldukça karmaşık ve bulanık fikri ortam içinde, Kur’ân ayetlerini
Ehli Sünnet inancına göre tefsir etmek suretiyle Sünni inanç sistemini sağlam bir
zemine oturttuğuna, Kur’ân-ı Kerim’in baştan sona dirayet tefsir metoduyla ilk
defa onun tefsir ettiğine, Sünni akidenin güçlenmesinde Te’vîlât’ın önemli bir rolu
bulunduğuna dair Celal Kırca’nın tespitleri de sonraki araştırmacıların bu konudaki
düşüncelerini net bir şekilde ifade etmektedir5.
B. TE’VÎLÂT’TAN NECM SURESİ’NİN TERCÜMESİ6
1. “Batmakta olan yıldıza yemin osun” Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ’nın
bu ayetteki muradının yıldızların bizzat kendisi olduğu söylenmiştir. Allah Teâlâ
kendisinin de bunları kaybolmaktan kurtarmak ve eserden istifadeyi kolaylaştırmak için uygun bir
dille kaleme aldığını ve böylece büyük bir hizmette bulunduğunu söylüyor. Bu durumda şerhin,
en-Nesefî’nin takriri olup, eserin tertibinin ve ifade kısmının Alaüddin es-Semerkandî’ye ait olduğu
anlaşılmaktadır. Bu bakımdan şerh de Alâüddin es-Semerkandî’ye nispet edilmektedir. Te’vîlât ve
Semerkandî’nin şerhinden Necm suresi çerçevesinde yaptığımız karşılaştırmada, Semerkandî’nin
Te’vîlât’ın muhteva ve mefhumuna zarar vermeden onu anlaşılabilecek vaziyete getirdiğini, onun
özüne dokunmadığını görmüş olduk. Te’vîlât’ın anlaşılamayan yerleri için en temel yardımcı kitap
olan bu şerh, kütüphaneler de halen yazmalar halinde bulunmaktadır. Mesela, bkz. Süleymaniye
Küt. Carullah Böl. Demirbaş no: 51, 230; Hamidiye Böl. Şerh hakkında bkz. İmamoğlu, 23-24.5 Celal Kırca, “Kur’ân ve Bilim”, İstanbul, 1996, s., 157.6 Mütekaddimin dönemine ait bazı kitapların farklı kimseler tarafından tahkikli neşirlerini karşılaş-
tırdığımız zaman anlamı tamamen bozmayacak çok küçük farklılıkların olduğuna şahit oluyoruz.
Bunca asır sonra ele alınan nüshaların tahkiklerindeki bu farklılıkların bir çok sebebi olduğu bilin-
mektedir. Tahkiki yapan kimselerin eserin diline ve üslubuna vukufiyet durumu, eserin konusuna
dair bilgi seviyeleri gibi bir takım sebepler zikretmek mümkündür. Mâtürîdî’nin eserlerinde ise bu
sebeplerden olan dil ve üslup faktörü diğer bir çok esere göre daha ağır basmaktadır. Te’vîlât’ın,
kütüphanelerde kırktan fazla yazma nüshasının bulunması, bir yönüyle avantaj gibi görünürken,
bunları birbiriyle karşılaştırma konusundaki muhtemel zorluklar da aslında bir dezavantaj sayılabilir.
Dolayısıyla Te’vîlât üzerinde yapılan tahkik çalışmalarında tek ve mükemmel nüshaya ulaşmak
en azından şimdilik zor görünüyor. Ayrıca eserin, Mâtürîdî’nin talebelerine yaptığı takrirlerden
meydana gelmiş olup bizzat Mâtürîdî tarafından kaleme alınmamış olması sebebiyle Te’vîlât için,
diğer eserlerde olduğu gibi müellifin kaleminden çıkan esas nüshadan bahsetme imkanımız da
bulunmamaktadır. Yapılan tahkik çalışmalarıyla Te’vîlât’ın esas ve en temel nüshasına kavuşulmuş
olsa bile, Te’vîlât’ı harfi tercüme metoduyla tercüme etmenin güçlüğüyle karşı karşıya kalınabile-
ceği ihtimali de hesaba katılmalıdır. Zira Te’vîlât ile ilgili olarak ilim camiasının problemi, sadece
tahkikindeki zorluk ve orijinal nüshaya ulaşma problemi değil, Te’vîlât’ı şerh eden Semerkandî’nin
de işaret ettiği gibi, esas problem, onun kendine has bir dil, üslup ve metot taşımasıdır. Bu sebeple
bizim yaptığımız tercümenin de tamamıyla bir harfi tercüme olmadığını, bunun Te’vîlat için çok
zor olduğunu ifade etmek yerinde olur. Nitekim Semerkandî’de bu sebepten dolayı Te’vîlât’ın ko-
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 103
bu yeminle, inkârcıların söy lediklerine karşı, Muhammed (a.s.)’in sapmadığına ve
azmadığına yemin etmiştir. Esam (200/816) bu manayı vermektedir. Yine Cenabı
Hak “…yıldıza yemin olsun” sözüyle Kur’an-ı Kerim’in muhtelif zamanlarda parça-
lar halinde indiğini murat etmiştir. Bu ayetle “Cenabı Hakkın, Rasûlullah (s.a.v.)’ın
sapmadığına ve azmadığına yemin ettiği de söylenmiştir. Mücahit (324/935) “Cenabı
Hak, kaybolduğu zaman Süreyya yıldızına yemin etti, çünkü Araplar tek yıldız
ola rak görünen altı yıldızı “Süreyya” diye isimlendiriyorlar demiştir. Ebu Ubeyd
(224/839) Cenabı Hak, çukura düştüğü zaman yıldıza yemin etti demiştir. Bu
yemin sadece Süreyya yıldızına mahsus de ğildir. Şayet önceki tevil doğruysa bu şu
anlama gelmektedir:
Cenabı Hak, yıldızlar için mahlukatın kalbinde bir yer kıldı. Onları mahlukata
gelen fayda-zarar, genişlik-darlık, musibet, şiddet, kalplerin değişmesi; kıblenin, uzak
yerlerin, vakitlerin bilinmesi gibi bir çok şeyin kendisi sayesinde ortaya çıkarıldığı bir
alâmet, kıldı da bu yüzden yıldızın bizzat kendisine veya yıldızları ve yıldızlardaki
bir takım faydaları yoktan var edene yemin etti, şeklindedir. Bu suretle Muhammed
(a.s.)’in sapmadığını ve azmadığını bildirmiştir.
Eğer buradaki “Necm” Kur’an’ın muhtelif zamanlarda parça parça indirilmesi
manasına ise, Cenabı Hakk’ın yemini, Kur’an-ı Kerim’in muhtelif zamanlarda parça
parça indirilmesi üzerinedir. “…İza Heva” ifadesi, “Yıldızların düştüğü yerlere yemin
ederim7” sözünde olduğu gibi, o yıldızın düştüğü zamanki düştüğü yere yemin ede-
rim demektir. Bu ayete en uygun mana; “O yıldız normal seyrinde daima seyrettiği
zaman, ona yemin ederim manasıdır. Çünkü yıldızlar ebedîbir seyir halindedir.
Yıldızların seyir halinde olmasında, yolları bulmak gibi mahlukat için bir takım
faydalar vardır. Yıldızların batmasında ve kaybolmasında bu faydalar olmasaydı,
Cenabı Hak onların üzerine yemin etmezdi. Allah en iyi bilendir.
2. “Arkadaşınız sapmadı ve azmadı”. Bu ayet-i kerimeden iki mana çıkar:
Birincisi: O, Kur’an-ı Kerim’in inmesine sebep olan şeyden sapmadı. Çünkü onlar
Hz. Peygamberi, dininden ve babalarının dininden döndüğü için saptığını iddia
ediyorlardı. Bunun üzerine Cenabı Hak, “O emir olunduğu şeyden sapmadı ve
azmadı” buyurdu.
İkinci mana: Arkadaşınız sihirbaz ve şair olmadığı için sapmadı ve azmadı
layca anlaşılabilmesi için ona şerh yazmak zorunda kalmış, onun dilini sadeleştirerek özetlemiştir.
Tercüme esnasında kısmen bu şerhten istifade ettiğimizi burada ifade edelim.7 107.Vâkıa, 75.
104 Abdulkerim Seber
demektir. Zira müşrikler ona şair ve sihirbaz diyorlardı. Allah Teâla “Şairlere azgınlar
tabi olur”8 buyurmak suretiyle kafirlerin iddia ettiği gibi, onun sihirle sapmadığını,
şiirle azmadığını; aksine onun doğru yolda ve hidayette olduğunu söyledi.
3-6. “O kendi arzusuyla konuşmamaktadır. Yani o nefsinin arzu ettiği şekilde
konuşmaz. “Onun konuştukları kendisine yapılan bir vahiydir” sözüyle de Cenabı
Hak, onun ancak vahiy yoluyla konuştuğunu söylemektedir. “Ona çok kuvvetli ve
üstün yaratılışlı (Cebrail) öğretti. Sonra O, en yüksek ufukta iken doğruluverdi”
Şayet böyle olmasaydı, “Ona kuvveleri çetin olan öğretti” ayetindeki zamirin Allah
Teâlâ’ya ait olması gerekirdi. Çünkü Allah Teâlâ, “Rahman, Kur’an’ı öğretti9” ayet-
lerinde öğretme fiilini bizzat nefsine izafe etti; ancak “Sonra o üstün yaratılışlı en
yüksek ufukta doğruluverdi” ayetiyle de burada kastedilenin kendisinden başkası
olduğunu açıkladı. Zira Cenabı Hak üstün yaratılışlı olmak ve doğrulmakla nite-
lendirilemez. “Ehl-i tevil”in de dediği gibi, o ancak Cebrail (a.s.)’dir. Cenabı Hak,
öğretmeyi bir defa Cebrail’e bir defa da kendine izafe etti. Cebrail’e izafe etmesi
Rasûlullah (s.a.v.)’ın vahyi ondan duyduğu ve ondan aldığı içindir. Allah Teâlâ’nın
kendine izafe etmesiyse iki şekilde izah edilir:
Birincisi: Cebrail’i Hz. Peygamber’e gönderen ve ona öğretmekle emreden,
öğretme fiilini yaratan bizzat Allah Teâlâ’dır.
İkincisi: öğretim esnasındaki öğrenmeye sebep olan ilâhî lütuf, sadece Allah
Teâlâ’dan dır.
İşte bu sebeplerden dolayı, eşit şartlarda ilim tahsil eden kimseler, tahsil
esnasında ilâhî lütfa mahzar olma hususundaki farklılıklarından dolayı ilmen de
farklılık gösteriyorlar. Başarıyı veren Allah’tır. Tevil ehli ayetteki “üstün yaratılışlı”
ifadesinin, “ bir işi sağlam yapan” manasına geldiğini söylemişlerdir. Zira “Quvâ”
güçlü ve sağlam ipten gelmekte olup burada ifade edilen ipin gücüdür. Kelimenin
müfredi “Quvve”dir, “mirra”nın manası, “bükülmüş ip”tir. Vahyin kendisine gelmesi
sebebiyle, “Festeva” ifadesinin, Muhammed (s.a.v.)’in istiva ettiği manasına olması
muhtemeldir. Yine buradaki “Festeva”nın Cebrail’in asli suretinde doğrulduğu, mana-
sına olduğu da söylenmiştir. Zira Rasûlullah Cenabı Haktan Cebrail’i asli suretinde
görmeyi istediği, Cebrail’in asli suretinde doğrulduğu, Rasûlullah (s.a.v.)’ın de onu
asli şeklinde gördüğü zikredilmiştir.
8 26. Şuarâ, 224.9 55. Rahman, 1-2.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 105
7. “O en yüksek ufuktaydı”. “En yüksek ufukta olan Cebrail’dir. En yüksek
ufkun sema ufku veya meleklerin mekanı ve meskeni olması da muhtemeldir.
Çünkü Hz. Peygamber Cebrail’i yerinde ve asli suretinde gördüğünü söylemiştir.
Buradaki ufkun şu rivayetteki olması muhtemeldir: “Rasûlullah (s.a.v.), Cebrail
(a.s.)’i asli suretinde görmeyi istedi. Bu isteğini Cebrail’e bildirdi. Bunun üzerine
Cebrail “Ben yere sığmam, sen en yüksek ufka bak” dedi” Rasûlullah (s.a.v.) da
oraya bakınca kendisini gördü”10. Bazı haberlerde ise bu rivayet “Sen beni aslı
suretimde görmeye güç yetiremezsin, yalnız sen en yüksek ufka bak” şeklinde
geçmektedir. Onun Cebrail’i görmesi için en yüksek ufka bakmasının zikredildiği
bu rivayetin sahih olması da muhtemeldir. Çünkü onun Cebrail’e yakından bakma
ihtimali yoktur. O Cebrail’e uzaktan bakmıştır. Bu da halk arasında aydınlığa veya
aşırı beyazlığa sahip olan bir şeye, ilk defa bakan bir kimsenin ona yakından baka-
bilmesinin mümkün olmamasıyla izah edilebilir. Zira Böyle bir şeye bakmak ancak
o şeyden uzakta olan bir kimse için mümkündür.
8. “Sonra yaklaştı ve sarktı” ayeti muhtemelen “Cebrail kendisine azar azar
yaklaştı ve yakınlaştı” demektir. Bunun azar azar olması şu şekilde açıklanabilir:
İnsan eşyayı taşıyacak bir tabiatta yaratılmıştır. Mesela şiddetli bir soğuktan sonra
azar azar gelen sıcaklık veya şiddetli bir sıcaktan sonra azar azar gelen soğuk hava
bir anda geliverse insan ilk anda onu kaldıramaz.
Şu şekilde de açıklanabilir: İnsan kendisine oldukça yakın olan bir şeyi ilk
bakışta belki olduğu gibi göremez. Önce geri çekilir, sonra ona azar azar yaklaşarak
onu yakından görebilir. Allah en iyisini bilendir.
Bazıları “Sonra yaklaştı ve sarktı” ayetinin, bir şeye önce sarkma sonra da
yaklaşmak olacağı için, yaklaşma ve sarkma fiillerinin yer değiştirmesiyle “Önce
sarktı, sonra yaklaştı” manasına geldiğini söylemişlerdir.
Bazıları da bu iki fiilin yakınlık manasında eşit olmaları nedeniyle ayette böyle
geldiğini söylemektedirler. Allah en iyisini bilendir.
9. “İki yay arası kadar hatta daha da yakın oldu” ayetinde ihtilaf edildi.
Bazıları buradaki “Qaab” ifadesinin yayın göğsü demek olduğunu, bununla Cenabı
Hakkın yayın kirişle göğsü arasındaki mesafenin iki mislini kastettiğini söylerken,
bazıları da bunun gerçekten iki yay miktarı olduğunu söylemişlerdir.
10 Bu ve benzeri rivayetler için bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut, 1967; I, 407.
106 Abdulkerim Seber
Kutebî (276/889)11 bunun iki Arap yayı miktarı olduğunu, Ebu Avsece12 de
“Qaab”ın uzunluk miktarı olduğunu söylemiştir. Burada “kavs”in arşın13 manasına
olduğu, dolayısıyla ayetin manasının “İkisinin arası iki arşın uzaklığında oldu” şek-
linde olduğu da söylenmiştir. Rasûlüllah (s.a.v.)’tan “Sizden birinizin Cennette yay
veya kırbaç büyüklüğündeki elde ettiği yer, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır”14
şeklinde yapılan rivayete göre, bize birinci mana daha yakın gelmektedir
Bu manalardan hangisi olursa olsun, burada Rasûlullah (s.a.v.)’ın gözünün
Cebrail’i kuşatamayacak kadar, ondan uzakta olmadığına bir işaret olduğunu
döylüyoruz. Zira göz kendinden uzak olan bir şeyi tanımaya çalışır, ama onun
mahiyetini tanıyamaz. Keza insan bir şeye temas edecek, ona âdeta yapışacak
derecede yakın olduğu zaman o şeyin mahiyetini anlamaktan uzak kalır. Göz bir
şeye ne çok uzak ne de çok yakın olduğu zaman ancak o şeyi görme alanı içine alır
ve onun mahiyetini anlar. Allah Teâlâ onun gördüğü şeyin mahiyetini anlayacak
bir mesafede olduğunu onun mahiyetini tanıdığını, bunun da bir çaba neticesinde
olmadığını haber vermektedir. Allah en iyisini bilendir.
Ayetteki “ev ednâ” ifadesi hakkında tevil ehli bu harfin şüphe ifade eden bir harf
olduğunu, şüphe ifade eden bir şeyin Allah Teâlâ’nın söylemesini ihtimal dışında
olduğunu söylemişlerdir. Bizce bu ifade, müspet manada “iki yaydan daha aşağı”
demektir.
Bazıları da burasını “Onlar size göre iki yaydan daha az bir mesafededir, onlara
bakmış olsaydınız, yaklaşmalarının ve sarkmalarının iki yay veya ondan daha az bir
mesafede olduğunu görürdünüz” diye açıklamışlardır.
10. “Kuluna vahyettiği şeyleri vahyetti” ayeti iki manaya gelir. Birinci mana:
Takdim ve tehir üzere “Cebrail, Allah’ın kulu ve Rasûlü olan Muhammed (a.s.)a
Allah tarafından vahyedilen şeyleri vahyetti” şeklindedir. İkinci mana: Allah Celle
ve Ala Muhammed (a.s.)’e vahyetmek üzere kulu Cebrail’e vahyetti, şeklindedir.
11 Müellifin “Kutebî” namıyla zikrettiği şahıs, özellikle Arap dili, tefsir, hadis sahalarındaki eserle-
riyle
meşhur olan Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim el-Kûfî ed-Dineverî, yani “İbn Kuteybe”dir. 12 Muhtemelen Arap dili âlimlerinden olan bu zatın biyografisine dair her hangi bir bilgiye ulaşa-
madık.
Diğer araştırmacılar da aynı şeyi söylemektedirler. Bkz. Özdeş, 59, 77. 13 Arşın, parmak ucundan omuza kadar olan kol boyundan sayılan maruf ölçü. Şevket Rado, Bü-
yük
Türk Sözlüğü, İstanbul, ts., s. 65.14 Buhari, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahih, Mısır, 1360, Hadis no: 2496.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 107
11. “Gözlerinin gördüğünü kalbi yalanlamadı”. Buradaki “Ma Kezebe”
fiilindeki “Zel” harfi şeddeli ve şeddesiz olmak üzere her iki halde de okunmakta
olup şeddesiz okuyan “O gördüğü şeyde yalancı olmadı” manasını vermiş olur.
Ebu Ubeyd de “Onun gördüğü yalan değil, doğrudur” dedi. Şeddeyle okuyana göre
mana; “Kalp, gözün gördüğünü yalanlamadı” şeklindedir.
Bize göre mana; “kalp, gözün gördüğünü reddetmedi” demektir. Bunun aslı
şudur; kalbin, kendisiyle bir şeyin muhafaza edildiği şeyler cinsinden olmasıdır ki
bu durumda mana; “Kalp gördüğünü korudu, onu bırakmadı ve zarar vermedi”
demek olur. Bazılarına göre kalbin gördüğünü yalanlamaması bildiğini yalanla-
mamasıdır. Buradaki görmek bilmekten kinayeten söylenmiştir. Ancak görmekten
maksat bilmek olmuş olsaydı, “Yemin olsun ki onu Sidre-i Münteha’nın yanında
bir defa daha görmüştü”15 ayetinde geçen görmek fiili tekrar zikredilmezdi. Burada
bilmek manasına gelen bir fiilin iki defa arka arkaya zikredilmesiyle bir şeyin iki
defa öğretilmiş olması ve Rasûlullah (s.a.v.)’ın Rabb’ini iki defa gördüğünün aynı
yerde zikredilmiş olması da düşünülemez. Bilmek fiilinin arka arkaya iki defa gelme
ihtimali yoktur. Dolayısıyla buradaki görmeyi bilmekle açıklamak doğru olmaz.
Bize göre aslında mana; “kalp, gördüğü ayetleri yalanlamadı” şeklindedir.
Bunun delili de “Yemin olsun ki o, Rabb’inin en büyük ayetlerinden bir kısmını
gördü”16 ayetiyle “Yemin osun ki onu Sidre-i Münteha’nın yanında bir defa daha
görmüştü”17 ayetleridir.
Hasan Basri bu ayetin manası hakkında, “O, Allah’ın azametlerinden, O’nun
büyük işlerinden bir tanesini gördü” demiştir. “Abdullah b. Mesud da “Hz. Pey-
gamber’in Cebrail’i aslı suretinde iki defa gördüğünü, ayetin manasının, ”Gözünün
(Cebrail)’i gördüğünü kalbi yalanlamadı” şeklinde olduğunu, zira onu Sidre-i Mün-
teha’da daha önce de görmüş olduğunu söyledi.
Bazılarının, onun Rabb’ini aşikâre gördüğünü söylemeleri, müminlerin Allah
Teâlâ’yı ahirette göreceklerine dair yapılan ilâhî vaade ve bu husustaki mütevatir
sünnetle sabit olan inanca terstir18. Çünkü, o Rabb’ini onların söylediği gibi görmüş
15 53. Necm, 13.16 53. Necm, 18.17 53. Necm, 13.18 Ehli Sünnet’e göre Allah Teâlâ öbür âlemde görülecektir. Bu da kitap ve sünnetin kuvvetli nasla-
rına dayanmaktadır. Mesela “O günde bir takım yüzler parıldayacak, ancak Rablerine bakacaktır
anlamındaki Kıyame süresi 22-23. ayetleri belli başlı delillerden birisidir. Sünnetten ise “Bu ayı
gördüğünüz gibi kıyamet gününde Rabb’inizi göreceksiniz. O’nu görme konusunda haksızlığa
108 Abdulkerim Seber
olsaydı, onun büyük ayetlerini görmeye muhtaç olmazdı. Çünkü bir şey çalışılarak
öğrenildiği zaman ancak onun alâmetlerinin görülmesine ihtiyaç duyulur.
Ama müşahede yoluyla ayan-beyan görüldüğü zaman ve aradaki maniler orta-
dan kalktığı zaman alâmetleri görmeye ihtiyaç kalmaz. Bir haberde geçtiğine göre
Rasûlüllah (s.a.v.)’a bu mesele “kalp gözüyle gördüğün haricinde, Rabb’ini gördün
mü?” diye sorulduğunda “Kalbimle iki defa gördüm” buyurmuştur. Bazı haberlere
göre de “Gözümle hayır ama kalbimle iki defa gördüm”19 buyurmuştur. Kalp gözüyle
görmeyi ilimle tefsir etmişlerdir. Yukarıda zikrettiğimiz gibi bu manada problem
vardır. Her ne kadar hadisin, bu şekilde geçtiği sabit olsa bile buradaki görme fiilini
ilimle tefsir etmeye yetmez. Allah Teâlâ’nın “Sonra yaklaştı ve sarktı”, “O kadar ki
ona iki yay arası kadar hatta ondanda yakın oldu” ayetlerini delil göstererek, onun
Rabb’i’ni gördüğünü söyleyenlerin sözü, Allah Teâlâ’ya mekân isnadında bulunan ve
onu diğer varlıklara benzeten ağır bir sözdür. Bizim bu konudaki söylediklerimizden
kastettiğimiz şey; Rasûlüllah (s.a.v)’ın Cebrail (a.s)’e yaklaştığıdır.
“Kalp gördüğünü yalanlamadı”, “Onu bir defa da Sidre-i Münteha’da gör-
müştü” ayetlerinde onu diğer mahlukat arasından ayıran özellikleri zikredilmektedir
ki bunlardan birisi, Cebrail (a.s.)’i asli suretinde görmesi, -şayet hadis sahihse- Allah
Teâlâ’yı da kalbiyle görmüş olması, Sidre-i Münteha’ya ulaşmış olmasıdır. Çünkü
kendinden önce hiçbir peygamberin bu dereceye ulaştığı zikredilmemiştir.
12. “Onun gördükleri hakkında kendisiyle mücadelede mi ediyorsunuz?”
ayetini İbn Mesud (32/652) ve İbn Abbas (68/687) “Efetumârûnehû” cümlesini
“Efetemrûnehû” şeklinde elifsiz olarak, ta’nın fethasıyla okudular. Bu durumda
cümlenin anlamı “Onu inkâr mı ediyorsunuz?” şeklindedir. Hasan (r.a.) elifle ve
ta’nın zammesiyle “Efetümârûnehû” olduğunu söyledi. Bu durumda ayetin manası
“Siz onunla mücadele mi ediyorsunuz?”şeklindedir. Şüreyh (85/704) de böyle dedi.
Ebu Ubeyd, inkâr manasına gelen okuyuşla okunması gerektiğini söyledi. Bunun da
sebebi, müşriklerin kendilerine gelen semavi haberleri inkâr ediyor olmalarındandır.
Bu konu onların en çok münakaşa ettikleri şeylerden olup, inkâr durumu şüphe ve
mücadeleden daha büyüktür.
Bir başka rivayette, ayetin manasının “Siz onun gördüklerinden şüphe mi
uğramayacak, zorlukta çekmeyeceksiniz.” şeklindeki Buhari hadisi delil olarak gösterilebilir. Buhari,
Mevakît, 16, 26, Ezan, 29.. 19 Bu ve benzeri rivayetler için bkz. Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahih, I, Mısır, 1329,
I, 110: Nureddin Ali b. Ebi Bekr el-Heysemi, Mecmeu’z- Zevaid, Beyrut, 1967, I, 79.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 109
ediyorsunuz?” şeklinde olduğu söylendi.
Ebu Bekir el-Esam, elifsiz okuyuş şeklinin ve bu şekilde yapılan tevilin doğru
olmadığını; elifle okunuş şeklinin ve bu şekilde verilen mananın doğru olduğunu;
ayetin manasının; “Siz onunla mücadele mi ediyorsunuz” şeklinde olduğunu söy-
ledi. Biz de inkâr manasına gelen kıraat şekillerinin doğru olduğunu söylüyoruz.
“Onun gördükleri hakkında onunla mücadele mi ediyorsunuz?” şeklinde tevil eden
kimsenin tevilinin doğru olma ihtimali yoktur. Çünkü onların mücadeleleri onun
görüp görmediği konusunda değildir. Onlar, onunla, kendisinin gördüğünü söylediği
şeyin içeriği hakkında mücadele etmektedirler. Çünkü bir şeyi yalanlamak, ancak
o şeyin meydana geldiğine dair verilen haber üzerine yapılır. Onlar da onunla bu
sebeple mücadele ederler. Allah en iyi bilendir.
13. “Yemin olsun ki onu daha önce bir defa daha görmüştü” ayeti de yuka-
rıda zikrettiğimiz, “Bu da nedir?” diye sormak suretiyle insanların hakkında ihtilaf
ettikleri ayetlerden biridir. Allah en iyi bilendir.
14. “Sidre-i Müntehâ’nın yanında” ayetinin tefsiri konusunda şöyle denil-
miştir:
“Burası mahlukatın bilgisinin son bulduğu, insanların ilerisine geçemedikleri
bir nokta olduğu için “Sidre-i Müntehâ” diye isimlendirilmiştir. Diğer bir rivayete
göre burası halkın kerametlerinin son bulduğu bir nokta olduğu için buraya “Sidretü’l
Müntehâ” denilmiştir. Bir başka rivayet “Sidre”’nin bir ağaç olduğu şeklindedir. İbn
Mesud’dan merfuan yapılan bir rivayete göre Rasûlüllah (s.a.v.) “Cebrail’i Sidre-i
Müntehâ’da gördüm, şöyle şöyle kanatları vardı”20 demiştir. Diğer bir rivayet ise
“Şehitlerin ruhlarının ulaşabildiği nihaî nokta burası olduğu için burasının “Sidre-i
Müntehâ” diye isimlendirildiği” şeklindedir.
Rasûlüllah (s.a.v.)’ın Cebrail (a.s.)’i ilk görüşünün, Sidre-i Müntehâ’da gerçek-
leşmesi muhtemel olduğu gibi; önündeki engellerin kaldırılmasıyla veya gözünün
kuvvetinin artmasıyla yeryüzünde görmüş olması da muhtemeldir. Miraca çıktığında
ise onu ikinci kere asli suretinde görmüştür. Allah en iyi bilendir.
15. “Cennetü’l-Me’vâ da onun yanındadır” ayetindeki “Cennet” kelimesi hem
“cim”in fethasıyla “Cennet” hem de esresiyle “cinnet” diye okunmuştur. Rivayete
20 Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahih, I, Mısır, 1329; 158.; Celalüddin Abdurrah-
man
es- Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensûr, Beyrut, ts., VII, 649.
110 Abdulkerim Seber
göre Sa’d b. Ebi Vakkas’a falan adam buradaki cim’i esreyle “cinnet” şeklinde okuyor
dediler. O da Allah’ın böyle bir Cenneti yok, dedi. Buradaki cim harfini fethayla
okudu.
A’meş (148/765)’ten rivayet edildiğine göre Hz. Aişe (r.a.) “Kim ‘Cennetü’l
Me’va’yı delilik manasını kastederek “cinnet” şeklinde okursa Allah onu deli eder”
demiştir.
Ebu’l Âliye (93/711)’nin şöyle söylediği rivayet edildi: “İbn Abbas (r.a.) benden
“Ey Ebu’l Âliye bunu nasıl okuyorsun?” diye sordu. Ben de “cim” harfinin fethasıyla
“Cennetü’l-Me’vâ” diye okuyorum, dedim. O da bana; “Doğru söyledin, bu da Kur’an-ı
Kerim’de benzeri olan “Felehüm Cennetü’l-Me’vâ”21 ayeti gibidir” dedi.
Hasan’nın da “Cennetü’l Me’vâ” şeklinde cim’in fethasıyla okuduğu, “Cennet”
kelimesinin “cinan” kökünden geldiğini delil olarak ta Rasûlüllah’ın kendisine
Cennetin gösterildiğini, kendisinin de Cennete girdiğini beyan eden İsra hadisi22
olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Yine Hasan (r.a.)’nın bu ayetin, müminlerin
kendisine sığınacağı Cennetin semada olduğuna delalet ettiğini söylediği rivayet
edilmiştir.
16. “Sidre’yi kaplayan kaplamıştı” ayetini ehl-i tevilin çoğunluğu “Onu
altından yapılmış bir döşek kaplıyor” diye açıkladılar. Niekim merfu bir haberde
“Onu altından bir döşeğin kuşattığını gördüm”23 diye zikredilmiştir. Ancak Sid-
re’yi kuşatanın ne olduğu açıklanmamıştır. Allah Teâlâ’nın bunu açıklamadığı gibi
Rasûlüllah (s.a.v.)’tan tevatüren gelen bir hadisten başka bu konuyu açıklayan bir
haber de gelmemiştir. Allah en iyi bilendir.
Bazıları da bu ayet hakkında “Bu Allah Teâlâ’nın işlerindendir” demişlerdir.
Bu konuda Enes b. Malik (90-93/709-712)’in Rasûlüllah (s.a.v.)’tan rivayet ettiği
bir hadisi zikretmiştir. Buna göre Rasûlüllah (s.a.v.) “Sidre’ye vardım. Sidre’nin
yapraklarının fillerin kulakları, yemişlerinin de destiler gibi olduğunu gördüm.
Allah’ın emriyle Sidre’yi kaplayan şey kapladığında o şey yakut ve zümrüde
dönüştü24 demiştir. Eğer bu haber doğruysa, Sidre’nin bir ağaç olduğuna delildir.
21 32. Secde, 19.22 Rasûlüllah (s.a.v.)’in kalbinin temizlenerek önce Mekke’den, Mescid-i Aksa’ya, sonra da yedi kat
semaya, oradan Sidre-i münteha’ya çıkarıldığını, bazı peygamberlerle görüştürüldüğünü, bir çok
alâmetin kendisine gösterildiğini, anlatan uzunca bir hadis. Bkz. Buhari, l, 47; Müslim, I, 99-101;
İbn Hanbel, IV, 207.23 Ebu Cafer Muhammed, İbn Cerir et-Taberi, el-Câmiu’l-Beyân, Mısır, 1954,, XXVII, 55.24 Ahmed b.Hanbel, III, 128.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 111
Çünkü bu hadis, Sidre’nin yapraklarından bahsetmektedir. Yine bu hadis Sidre’yi
kaplayan şeyin Allah’ın işi olduğuna da delildir.
İbn Abbas (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre, Sidre’yi kuşatan şey meleklerdir.
Allah en iyi bilendir.
17. “Gözü kaymadı ve sınırı da aşmadı” ayet-i kerimesi hakkında Ebu Bekir
el-Esam; “Göz emir olunduğu şeyde kusur etmemiştir” dedi. Ayetteki “...azmadı”
ifadesi için de “Ona haddi tecavüzde bulunmadı” açıklamasına benzer bir ifade
kullanmıştır.
Buradaki “kaymadı” ifadesi; meyletmedi, sağa sola bakmadı “azmadı” ifadesi
de; haddi tecavüzde bulunmadı anlamlarına muhtemeldir.
Ebu Avsece de “Gözü kaymadı” meyletmedi, demektir, “azmadı” ifadesi ise,
Arapların, su yükseldiği zaman söyledikleri “Tağa’l-maü tuğyanen/Su tam azdı”
şeklindeki tabirlerinde olduğu gibi, “Onun gözü yukarıda olmadı” manasına gel-
mektedir dedi.
18. “Yemin olsun o Rabb’inin büyük ayetlerinden bazısını gördü” ayet-i keri-
mesinde söz konusu olan ayetlerin, Rasûlüllah (s.a.v.)’ın Cibril (a.s.)’i asli suretinde
görmüş olmasıdır. Yine Abdullah b. Mes’ûd’dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah
(s.a.v.) Cebrail’i asli suretinde iki defa görmüştür. Bu ayette geçen “ayet” kelimesinin
bunun haricinde başka alâmetler olması da muhtemeldir. Fakat biz bunu açıklaya-
mıyoruz. Allah en iyi bilendir.
19-21 “Lat ve Uzzâ’yı gördünüz mü?”, “Ve üçüncüleri olan Menât’ı” ayetleri-
nin tevilinde bir çok yol vardır. Şayet böyle olmasaydı burada “Ve üçüncüleri olan
Menât’ı” ayetiyle “Demek erkek size dişi O’na öyle mi?” ayetlerinin zahirlerindeki
istifhama cevap verilmemiş olurdu.
Bu tevillerden birincisi: Onlara Allah Teâlâ’nın şöyle söylemiş olmasıdır:
“Bunları size Lât, Uzzâ, Menât gibi kendisine ibadet ettiğiniz şu (putlar) mı söyledi.
Onlar size, Allah’ın kendisi için kızları, sizin için de oğlanları seçtiğini mi söylediler?
Yine onlar size meleklerin Allah’ın kızları olduğuna dair şeyler söylediler de siz de
bu düşünceleri onlardan mı aldınız? Siz peygamberlere kitaplara inanmayan bir
topluluk idiniz, o halde bunları kimden aldınız?” demektir. Bunları kendilerine
ibadet ettikleri putların bildirmediklerini biliyorlar, bu ayetlerle onların seviyesiz
kimseler oldukları dile getirilmektedir.
112 Abdulkerim Seber
İkincisi: Allah Teâlâ’nın müşriklere, “Kendinize erkek çocuklarını lâyık görür-
ken, kendisine kızları nispet ettiğiniz Allah’ı değil de, ibadet ettiğiniz Lât, Uzzâ,
üçüncüsü ve sonuncusu olan Menat’ı gördünüz mü?” demesi, sonra da bunu kimin
emrettiğini, kendilerine bu seçimi kimin yaptırttığını ve bunu kimden aldıklarını
cevap verme imkanı tanımadan sormasıdır.
“Bu putlar sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah
onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzu-
larına uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir” 25ayetiyle Allah Teâlâ sanki şöyle söylemiştir: “Siz o putları âlihe olarak isimlen-
dirdiniz, sonra da yanınızda hiçbir delil ve huccet olmaksızın kendinize oğlanları,
ona da kızları seçtiniz. Verdiğiniz bu isimler, delil ve huccet olmaksızın sizin ve
babalarınızın taktığı isimler olup, nefsinizin arzularıdır ve bunlar zandan ibarettir”.
Allah en iyisini bilendir.
Üçüncü olarak “Gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncüleri olan Menat’ı”
ayetleriyle, Allah Teâlâ’nın size verdiği nimetlerin şükrünü eda ederek harcamanızı
emretmiş olması muhtemeldir. “Dilediğine erkek dilediğine kız verir”26 ayetiyle de
onların ilâhî birer armağan olduklarını haber verdiği kızları kabul etmenizi emret-
miş olması, onları toprağa diri diri gömmenizi, ibadeti nimeti verenin dışındakilere
yapmanızı reddetmiş olması, oğlanları kendinize, kızları ona ayırmak suretiyle
yaptığınız taksimatı da kabul etmemiş olması muhtemeldir.
22. “O zaman bu insafsızca bir taksim!” ayeti, “haksızca ve zulmen yapılan
taksim, yani nimeti veren (Allah’a) değil, nimet vermeyen tanrılara şükretmek, ibadeti
müstahak olmayanlara yapmak, O’nun verdiklerini de buralara harcamak suretiyle
yapılan taksim” gibi anlamlara gelmektedir. Aksi takdirde ayetin ne zahirî manası
ne de ayetteki istifham harflerinin cevabı anlaşılabilirdi. Allah en iyi bilendir.
Ayetteki “Lât” kelimesini Mücahid ve diğerleri “tâ” harfinin şeddesiyle “Laatt”
şeklinde okudular ve bunun, müşriklerin ilahlarına bakan, yağ ile (hurma ve buğday
karışımı bir çeşit) unu yoğurarak yapılan bir yemeği hacılara yedirmek için hazır-
layan bir adam olduğunu söylediler. Ebu’l-Cevzâ (83/702) İbn Abbas’tan bunun
hakkında “O, hacılar için yağ ile unu yoğuran bir adamdı” şeklinde bir rivayette
bulunmuştur.
25 53 Necm, 23.26 42. Şûra, 49.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 113
“Ta” harfini şeddesiz olarak okuyan Uzzâ ve Menât gibi put ismi yapmış olur.
Bunlar müşriklerin kendilerine ibadette bulundukları bir takım ilahlarıdır. Katâde
tefsirinde Lât’ın Taif’te, Uzzâ’nın Batn-ı Nahle’de Menât’in Kudeyd’de olduğunu
zikretmiştir.
“O zaman bu insafsızca bir taksim!” cümlesindeki “dîzâ” hakkında Kutebî,
bunun aslında “Fu’lâ” kalıbında “dûyzâ” olduğunu, buradaki “dad” harfinin önündeki
“ya” harfinden dolayı kesre olduğunu, sıfatlarda “Fi’lâ” kalıbının bulunmadığını,
ayetin manasının “Bu geçerli bir taksimat mıdır?” demek olduğunu söylemiştir.
Ebu Avsece “dîzâ” kelimesinin insafsız, “daazzu” kelimesinin de zulüm demek
olduğunu söylemiştir. Bazıları da Hz. Peygamber, “Gördünüz mü o Lat ve Uzza-
’yı?”, “Ve üçüncüleri olan, Menat’ı?” ayetlerini okuduğu zaman Şeytan onun diline
“Tilke’l-Garânîku’l-ulâ - İnne şefâatihinne türcâ – Ve mislühünne la yünsâ.”27
sözünü ilkâ etti demişlerdir. Bazıları bu “Yüce Garânîk”in melekler olduğunu
söylemişlerdir. Diğer bazıları da “Onlar bizim Allah katındaki şefaatçilerimizdir.”
şeklindeki sözleriyle, bunların şefaat ümidiyle kendilerine ibadet ettikleri putlar
olduğunu söylemektedir.
Ancak Peygamber (s.a.v.)’in bunları söyleme ihtimali olmadığı gibi, onların
söyledikleri şeylerin onun dilinden çıkma ihtimali de yoktur. Allah Teâlâ “Eğer o bize
atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun
can damarını koparırdık.”28 buyurdu. Eğer isnat edilen bu sözlerin onun dilinden
çıkması caiz olmuş olsaydı, bu sözlerin kendisine zorla söyletilmiş olması da caiz
olurdu. Dolayısıyla bu ihtimal de uzaktır. Başka bir ayeti kerimede de Allah Teâlâ:
“Hayır, Rabb’ine yemin olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni
hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın
onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”29 buyurdu. Eğer
onun bu sözleri söylemesi caiz olsaydı Allah Teâlâ’nın ona yalan söyletmesi de caiz
olurdu. Ayet-i kerimede zikir olunan, onun hükmünü yerine getirme hususunda
kendilerini bir zorluk içinde bulan kimseler de bu sözleriyle küfre girmezlerdi. Bu
27 Garânîk sözlük anlamı itibariyle, su kuşu, kuğu, turna, beyaz tenli genç ve güzel kız anlamına gelen
Gürnük veya Gırnik kelimesinin çoğuludur. Burada Kureyş müşriklerinin putlarına verdikleri ismi
ifade etmektedir. Bu durumda beytin manası, “Şunlar yüce Garânik’dirler / Bunların şefaatleri
umulur / Bunların benzerleri unutulamaz.”, şeklindedir. Daha fazla bilgi için bkz. İsmail Cerrahoğlu,
DİA, İstanbul, 1996, “Garânik” XII, 361-366. 28 69. Hâkka, 44-46.29 5. Nisa, 65.
114 Abdulkerim Seber
da onların söylediklerinin tamamının fasit olduğuna delalet etmektedir. Şayet onun
dilinden mezkur kelimelerin çıktığı veya –sözde- “Yüce Garânîk”in şefaatini umar
olduğu halde Şeytan’ın onun ağzına ilkâda bulunduğu doğruysa, bu Hz. Musa’nın
“Kendisine ibadet etmeye devam ettiğin ilahına bak.”30 kelamına benzer ki senin
ilah zannettiğin şeye bak demektir. Aksi takdirde Musa (a.s.)’nın buzağıyı ilah olarak
isimlendirmesi gerekirdi. Bu da ihtimal dışıdır. Yine Cenabı Hakkın “Yavaşca onla-
rın ilahlarının/putlarının yanına vardı.”31 ayetinde olduğu gibi “Onlara göre ilah
sayılan şeylerin yanına vardı.” demektir. Yine Cenabı Hakkın “…Benim ortaklarım
olduklarını iddia ettikleriniz nerede?” 32 sözü gibi ki “onlara göre o putlar benim
ortağım.” demektir. Bunların tamamını Hac suresinde “Allah Teâlâ’nın “Biz senden
önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki o bir temennide bulunduğunda Şeytan
onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya kalkmasın…”33 ayetinde zikrettik34.
Allah en iyisini bilendir.
23. “Bu putlar sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir
Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.”35 ayeti sizin onları âlihe olarak
isimlendirmeniz ve onlara ibadet etmeniz, oğlanları kendinize kızları da ona nispet
etmeniz, Allah tarafından indirilen bir huccet ve burhan ile değil; ancak nefsinizin
arzusu ve zannınızla olan bir şeydir demektir. “Onlar ancak zanna tabi oluyorlar.”
ayeti, onların “Melekler Allah’ın kızlarıdır.” şeklindeki sözleri için olduğu kadar,
“Allah katında onlar bizim şefaatçilerimizdir.”36 şeklindeki sözleriyle putları ilahlar
olarak isimlendirdikleri için söylenmiştir. Allah’ın babalarını ve onların seçtikleri dini
kendi hallerine bırakıp, onları helak etmediği düşüncesinden hareketle babalarının
hak üzere olduklarını zannettiler, babalarının din olarak bıraktıkları ve seçtikleri
şeylerin gerçek olduğuna dair deliller getirdiler, onları yalanlamadılar, eğer bunlar
batıl olsalardı Allah atalarımızı kendi hallerine terk etmezdi, onları helak ederdi
dediler. Bu düşüncelerini de, “ Onlar bir kötülük işledikleri zaman babalarımızı
da bunları yaparken gördük, bunları bize Allah emretti derler.”37 ayetlerinde ifade
edildiği gibi Allah’ın onlardan razı olduğuna, yaptıkları bu fiilleri kendilerine Allah’ın
30 20. Tâ Hâ, 97.31 37. Sâffât, 91.32 28. Kasas, 62.33 22. Hac, 52.34 Bkz. Mâtürîdî, ”Te’vîlât”, III, 379-380. 35 53. Necm, 23.36 10. Yunus, 18.37 7. A’raf, 28.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 115
emrettiği düşüncesine dayandırdılar. Halbuki bunların bu düşünceleri, Allah Teâlâ
hakkında bulundukları bir takım zanlardan ibarettir.
“Onlar nefislerinin arzularına uyuyorlar.” ifadesi şu demektir: Nefis ancak
görebildiği menfaatleri ve zararları tanır, göremediklerini bilemez,. Çünkü fayda ve
zarar, tefekkür ve nazar ile bilinir. Nefis, nazar ve tefekkür yoluyla çirkinliği sabit
olan şeyleri bilemez. Ayrıca kendisine zor ve ağır gelen durum ve işlerde de istekli
görünmez. Allah en iyi bilendir.
“Halbuki kendilerine Rabb’lerinden bir yol gösterici gelmiştir.” ifadesi Rab-
b’lerinden gelen hidayeti düşünseler ve ona ibretle baksalar, hidayete ererler; Hak
ve hidayete tabi olanlar elbette o hidayet edeni tanırlardı demektir.
24. “Her umduğu şey insanın mıdır?” yani insan her istediğine kavuşabilir
mi? demektir. Kendileri için oğlanları, Allah Teâlâ için de kızları seçerken, iş ve iba-
detlerinde Allah’ın rızası ve emri üzere olduklarını zan ve iddia eden bu kimselerin
temennileri, ilahlarımız dedikleri ve taptıkları şeylerden şefaat istemeleri, onların
arzu ettikleri şeylerdendir.
25. İnsanoğlu için temenni ettiği her şeye nail olamayacağını ifade eden yukar-
daki ayetle, Allah Teâlâ’nın dünya ve ahiret hayatında kul için takdir ettiği şeyden
başka hiç bir şeyle karşılaşmayacağı ifade edilmektedir ki bunu “Ahiret ve Dünya
ancak Allah içindir.”38 ayeti de ifade etmektedir.
26. “Göklerde nice melek var ki onların şefaatları dilediği ve razı olduğu kimse
için Allah’ın izin vermesi dışında bir işe yaramaz.”39 ayeti iki anlama gelir:
Birincisi: Şefaat salahiyeti olan nice melek var ki, şefaat etse de şefaati ancak
ayette zikredildiği gibi ancak kendisine şefaat izin verilenlere geçerlidir.
İkincisi: Semalarda nice şefaat hakkı olan melek vardır ki onlar ancak Allah
Teâlâ’nın dilediğine ve şefaat edilmesine razı olduğuna şefaat edebilirler demektir.
Bu “Onlara şefaat edenlerin şefaatı fayda vermez.”40 ayetine benzer. Melekler de
bile onlara fayda sağlayacak bir şefaat yoktur demektir.
Ebu Bekir el-Esam, bu ayet hakkında “…Onlar yeryüzündekilere istiğfar
ederler…”41, “…müminlerin de bağışlanmasını isterler: Ey Rabb’imiz! Senin rahmet
38 53, Necm, 25.39 53. Necm, 26.40 74. Müddessir, 48.41 42. Şûrâ, 5.
116 Abdulkerim Seber
ve ilmin her şeyi kuşatmıştır, tövbe edenleri bağışla…”42 “Ey Rabb’imiz! Onları
kendilerine vaat ettiğin ‘Adn’ cennetlerine koy…”43 ayetlerinde açıklandığı gibi o
melekler, dünyada şefaat ve istiğfar ettiklerine ahirette de şefaat ederler demiştir.
Bu ayetlerle ilgili açıklamaları ayetlerin geçtikleri yerlerde zikrettik.
27. “Ahirete inanmayanlar melekleri dişiler gibi isimlendiriyorlar.” ayetin-
deki isimlendirme bir kavim tarafından yapıldığı halde, zahirde bütün insanlara
izafe edilmektedir. Çünkü melekleri dişiler gibi isimlendirenler bir topluluktur. Bu
durumda mana: “Ahirete inanmayanlardan bir topluluk, melekleri de dişiler gibi
isimlendiriyorlar.” demektir. Tamamını zikredip bir kısmını murat etmek Arap dilinde
caizdir44. Bunun benzeri Kur’an-ı Kerim’de çoktur. Allah en iyi bilendir.
28. “Halbuki bu hususta onların bir bilgisi yok…”ayetindeki melekleri dişi
olarak isimlendirenlerin bu konuda bir bilgisi yoktur demektir. Çünkü dişiyi erkekten
ayırmak iki yoldan birisiyle olur.
Birincisi: Müşahede yoluyla, yani bir şahit ve gözcünün müşahedesiyle dişi
erkekten ayrılır. Halbuki onlar melekleri göremiyorlar ki tanısınlar?
İkincisi: Mucize ile takviye edilen peygamberin haberiyle olur. Onlar öyle bir
kavim ki, peygamberlere inanmadıkları gibi, bizim zikrettiğimiz üç ilim yoluyla45
istidlâl etmeyi de bilmiyorlar. Şu durumda onların sözleri bilgisizce söylenmiş bir
takım sözler olup, “Onlar ancak zanna tabi oluyorlar…”46 ayet-i kerimesinde beyan
edildiği gibi onlar söyledikleri sözlerde de ancak kendi zanlarına tabi oluyorlar
demektir. Onların nasıl zanda bulunduklarını yukarıda zikrettik.
Cenabı Hak, “Şüphesiz ki zan kendilerine haktan bir şey kazandırmaz.”
buyurmaktadır ki bu ayet iki manaya gelir:
Birincisi: onların içinde bulundukları zan, hakka tabi olmaları ve bunun gereğini
yapmaları konusunda aleyhlerine olan engelleri ortadan kaldırmıyor.
İkincisi: Onların dünyada içinde bulundukları bu zan, onlardan ahiretteki
görecekleri azabı da gidermiyor.
42 40. Gâfir 7.43 40. Gâfir, 8.44 Ahmed el-Hâşimî, Cevâhiru’l-Belâğa, Beyrut, ts., 293.45 Kelam alimlerine göre ilmin sebepleri üçtür: 1. Sağlam duyular, 2. Doğru Haber ki bu da ikidir: a)
kendisine mucize verilmek suretiyle takviye edilen peygamberin verdiği haber, b) Mütevatir haber,
3. Akıl. Ömer en-Nesefi, Metnü’l-Akaid, yy., ts.,s. 1.46 53. Necm, 23.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 117
29. “Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir hayatı istemeyen
kimselerden kaçın.” ayet-i celilesi iki anlama gelir:
Birincisi: Onların sana yaptıkları eziyetlere karşılık vermeyi terk etmek sure-
tiyle onlardan yüz çevir.
İkincisi: İman etmelerinden ümit kes, aslâ iman etmeyecekleri için onlarla
meşgul olma. Onlar aslâ iman etmeyeceklerini Allah Teâlâ’nın bildiği farklı bir
kavimdir.
“…dünya hayatından başka bir şey istemeyen …” ifadesinden, onların ahi-
rete iman etmeyecekleri, yaptıkları bu iyiliklerle ancak dünya hayatını istedikleri
anlaşılabilir. Çünkü onlar tasaddukta bulunup sıla-i rahim yapıyorlar; ancak onlar
yaptıkları bu iyiliklerin dünya hayatında hatırlanılmasından başka bir şey istemi-
yorlar. Ayrıca buradaki iradenin amelden kinaye olması da caizdir.
“…Dünya hayatından başka bir hayat istemeyen…” ifadesi “Onlar başlı başına
ahiret için amel etmeyenler.” manasına gelmektedir. “Her kim çarçabuk geçen bu
dünyayı dilerse ona dilediğini veririz…”47 “Kim de ahireti diler mümin olarak
kendine yaraşır bir çabayla çalışırsa…”48 vb. ayetlerde geçtiği gibi Allah Teâlâ
onların ahireti değil de sadece dünya hayatını istediklerini haber veriyor.
30. “İşte bunların ilimden ulaştıkları nokta budur. Şüphesiz ki senin Rabb’in,
yolundan sapanı da hidayette olanı da çok iyi bilir.” ayeti, onların ahirete inan-
mamaları ve onun için amel etmemeleri sebebiyle böyle olduklarını haber veriyor.
Bazıları bu ayetin manasının; müşriklerin, meleklerin Allah’ın kızları olduğuna ve
(ahirette) kendilerine şefaat edeceklerine dair görüşleriyle ilgili bilgiler olduğunu
söylemişlerdir.
Bu ayetin manası, yolundan sapanı en iyi O bilir; onları ahirette sapıklara ver-
diği ceza ile cezalandırır; hidayette olanı da en iyi O bilir ve ahirette bu kimselere
verdiği mükafatla onu mükafatlandırır demektir.
31. “Göklerde ve yerlerde bulunanlar hep Allah’ındır. Bu, Allah’ın kötülük
edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, güzel davranmaları da daha güzeliyle
mükâfatlandırması içindir.” ayeti iki manaya gelir:
Birincisi: Semalarda ve yeryüzünde olanların hepsi O’nundur.” O sizin ibade-
47 17. İsra, 18.48 17. İsra, 19.
118 Abdulkerim Seber
tinizden müstağnidir, kendisine dönecek bir takım menfaatler için değil, size kendi
yaptığınız amellerin karşılığını vermek içindir.
İkincisi: Semalarda ve yeryüzünde olanların hepsi O’nundur.” O ancak sema-
larda ve yeryüzünde bulunanları emir ve nehiyleriyle imtihan etmek için, daha
sonra da kötülük yapanları kötülüklerinden dolayı cezalandırmak, iyilik yapanlara
da iyilikle mukabelede bulunmak için emretmektedir.
O kâfirlerin söyledikleri gibi yeniden dirilme ve uhrevi ceza olmamış olsaydı,
semaların, yeryüzünün ve zikredilen diğer şeylerin yaratılması, iyilik yapanla kötülük
yapanın ayrılmasındaki hikmet de lüzumsuz ve manasız olurdu. Dünyada ise iyilik
ve kötülük eşit olurdu ki bu da iyilikle kötülüğün arasının ayrılacağı başka bir yer
olan ahiretin varlığına delalet etmektedir.
Onların kötülüklerinin cezasının dünyada zelil olmak, yenilmek, hezimete
uğramak, ahirette de cehennem ateşi olması; iyiliklerin karşılığının da dünyada
yardım görme ve üstün olma, ahirette de cennete girmek olması muhtemeldir.
32. “Ufak tefek kusurları dışında günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden
kaçınanlara gelince, şüphesiz Rabb’in affı bol olandır. O sizi daha topraktan
yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada, sizi en
iyi bilendir. Bu bakımdan kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten
sakınanı daha iyi bilir.
Burada iyilik, tevhit olarak nitelendirilmiştir. Kebâir’in, herkesin büyük günah
olarak bildiği günahlar olması; fevâhişin de kötülük olarak tanıdığı günahlar olması
muhtemeldir. “Lemem”in de kebâir ve fevâhiş gibi aynı yolla bilinmesi mümkündür.
Çünkü Cenabı Hak bunu onlardan istisna etmiştir. Böyle olunca “lemem”in de
onların cinsinden olması gerekir. Ancak dalgınlıkla, unutarak veya şehvetin galip
gelmesi gibi sebeplerden dolayı günah işleyenleri Cenabı Hak affetmiş ve bu tarz
günahları büyük günahlardan istisna etmiştir. Ayetin en uygun tevili budur.
Ehl-i tevil, kebâir ve fevâhişi, dünyada had, ahirette ceza gerektiren günah-
lar; lemem’i de dünyada had, ahirette ceza gerektirmeyen günahlar olarak tevil
ettiler.
İbn Mesud “Gözlerin zinası bakmak, dudakların zinası öpmek, ellerin zinası
tutmak ayakların zinası zinaya yürümektir, tenasül uzvu ise bunu ya tasdik eder
veya tekzip eder; eğer bu fiili işlerse bu zina, değilse ‘lemem’ olur.” demiştir. Diğer
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 119
bir rivayette de eğer yaparsa zina olur, yapmazsa “lemem” olur denilmiştir.
İbn Abbas, Ebu Hüreyre (57/676-7) (r.a.)’nin Rasûlüllah (s.a.v.)’tan duyduğu
“Allah Teâlâ Adem oğluna zinadan bir hisse yazmıştır. Şüphesiz buna kavu-
şacaktır. Gözlerin zinası bakmak, lisanınki konuşmak, nefsin ki temenni etmek
ve arzulamak, tenasül uzvu bunu ya tamamen tasdik eder veya tekzip eder.”49
hadisinden “lemem”i daha güzel anlatan bir rivayetin olmadığını söyledi.
Ebu Hüreyre (r.a.)’nin rivayetine göre “lemem” bir an bakmak kaş göz işareti
yapmak, öpmek ve oynaşmaktır50. Ebu Hüreyre’den yapılan bir diğer rivayette
“lemem” nikah, cinsî münasebettir51. İbn Abbas’tan yapılan bir rivayette de Rasû-
lüllah (s.a.v.) buradaki “lemem” hakkında “…Cahiliye döneminde geçenler hariç iki
kız kardeşi bir nikah altında bulundurmak…”52 ayetinde olduğu gibi “bu cahiliye
lememidir.” buyurmuştur.
Yine İbn Abbas’tan dan yapılan bir rivayete göre “lemem” bir defa yapmak-
tır53. Bir rivayete göre “lemem” herhangi bir şeye azmetmeksizin kadına karşı bir
şey konuşmayı içinden arzulamaktır. Başka bir rivayete göre de “lemem” tenasül
uzuvları birbirine girmeden yakınlaşmaktır.
İbn Abbas’ın rivayetine göre Rasûlüllah (s.a.v.) “Allah’ım! Sen affedersen tama-
mını affediverirsin, lemem yapmayan hangi kulun var ki?54 buyurmuşlardır. Yine
“Eğer siz, size yasaklanan günahların büyüklerinden kaçınırsanız…”55 ayetine göre
“lemem” küçük günahlardır. Kutebî, “lemem” küçük günahlardır, Arapların bir şeye
derinlemesine dalmadan tamamını yapmayı gerekli görmeyen kimse için “Elemme’ş-
Şey’e/Bir şeye devam etti.” şeklindeki tabirlerinden gelmektedir demiştir.
Bazıları “lemem”i dünya ve ahirete sınırları olan yani ikisi arasındaki bir şey
dediler ki bu, İbn Abbas (r.a.)’ın sözüdür. Bu anlam da muhtemel olmakla beraber,
birinci anlam ilâhî murada daha yakındır.
Ebu Bekr el-Esam, “lemem”in kendisinden tövbe edilebilen, tövbe edildiği
takdirde affedilebilen günahlar olduğunu söylemiştir. O, “lemem”i kebâir ve fevâ-49 Müslim, IV, 2046; Hadis no: 2657; Taberi, XXVII; 36.50 Taberi, XXVII, 36.51 Taberi, XXVII, 36.52 4. Nisa, 23.53 Taberî, XXVII, 67.54 Ebu Abdillah b. Hakim, el- Müstedrek, Beyrut, 1990, I, 121-122, II, 250, IV, 274; Ebu Bekr Ahmed b.
Hüseyin b. Ali, es- Sünenü’l-Kübra, Mekke, 1994, X, 185, Şuabü’l-İman, Beyrut, 1410, V, 392.55 4. Nisa, 31.
120 Abdulkerim Seber
hiş cinsinden sayıyor; ancak kul bu duruma unutarak, dalgınlıkla, şehvetin galip
gelmesiyle, mağfiret edileceğini ve tövbesinin kabul edilip affedileceğini umarak
düştüğü için lemem’in istisna edildiğini söylüyor.
Te’vil ehlinin teviline göre, lemem, kebâir ve fevâhişin dışında kalan günahlardır.
“Onlar bir kötülük işledikleri zaman…”56 “Şirk koşanlar dediler ki: Allah dileseydi
ne biz ne de babalarımız ondan başkasına tapardık. Onun emri olmadan hiçbir
şeyi de haram kılmazdık…”57 ayet-i kerimelerinde zikredilen büyük günahların ve
kötülüklerin, şirk olan büyük günahlar ve kötülükler olma ihtimali vardır. Bu ayetlere
göre “lemem”; şirkin dışındaki günahlardır. Bunlar da Allah Teâlâ’nın dilemesine
bağlıdır. “Allah kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz; dilediği kimse için
şirkten başkasını bağışlar.”58 ayet-i kerimesinde olduğu gibi Allah dilerse affeder
dilerse azap eder demektir.
“Rabb’inin mağfireti geniştir. O sizi iyi biliyor. Çünkü o sizi yarattı…” ayeti,
O sizin durumunuzu, bu durumlara unutarak veya gaflet sebebiyle düştüğünüzü
bildiği için işleyeceğiniz küçük günahları affediyor demektir.
Ebu Bekr el-Esam’e göre ayetin manası; günahından tövbe eden kimse için
Rabb’inin mağfireti geniştir; O, sizin bu günahlardan tövbe ettiğinizi çok iyi biliyor
demektir.
Bizim bu konudaki görüşümüz: “Tövbe eden veya etmeyen kimse için Allah
Teâlâ’nın mağfiretinin geniş olduğu mağfiret, ayıpları örtmek manasınaysa bunun
dünyada mümin ve kafire şamil olduğu; affetmek manasınaysa bunun sadece
müminlere mahsus olduğudur.” Allah başarıya ulaştırandır.
“O sizi iyi biliyor.” ifadesi, sizin ne yaptığınızı, günahlara unutarak veya
dalgınlıkla düştüğünüzü iyi biliyor demektir. “Sizler annelerinizin rahimlerinde
ceninler iken, O sizi yerden/topraktan yarattı.” ifadesi de, işlerinizi, hallerinizi,
yapacaklarınızı, annelerinizin rahimlerinde ceninler halindeki durumunuzu, insan-
lığın bütün bilginlerinin bir araya gelmeleri halinde bile; ellerin, gözlerin ve diğer
uzuvların tasvirindeki anlayamayacakları ve kavrayamayacakları inceliği ancak O
bilir.” demektir.
“…O sizi en iyi bilendir…” ifadesi, “O sizin yaptıklarınızı, bu hatalara unutarak
56 3. Âl-i Imran, 135.57 16. Nahl, 35.58 4. Nisa, 48.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 121
veya gafletle düştüğünüzü veya içinde bulunduğunuz durumları, yaptıklarınızı,
ilerde yapacaklarınızı en iyi bilendir; bu bakımdan O, sizi ‘lemem’den dolayı affe-
diyor.” demektir.
“Sizi yerden/topraktan yarattık.” ifadesi iki manaya muhtemeldir. “O sizi
topraktan yarattı.”59 vb. ayetlerde olduğu gibi, aslımızın topraktan yaratıldığı veya
“…Orada gıdalar takdir etti…”60 ayetinde olduğu gibi gıdalarımızın yerden takdir
edildiği manalarına gelmektedir. Çünkü yerden çıkan yiyecekler ve gıdalar olmadan
bizim ayakta durmamız mümkün değildir. Allah en iyi bilendir.
Allah Teâlâ’nın “Nefislerinizi temize çıkarmayın.” ifadesi iki manaya muh-
temeldir:
Birincisi, ayet-i kerimenin zahirî tezkiyeden sakındırmaktadır. Başka bir
ayet de, “…O sizi temize çıkarıyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor…”61 tezkiyeyi
emretmekte ve ona teşvik etmektedir. Ancak tezkiye emrettiği yerde, insanların
nefislerini ıslah etmeyi ve fiilen o nefsi tezkiye etmeyi emretmektedir. Sakındırılan
tezkiye ise, insanların kendilerinin temiz, doğru, takva hali üzere ve günahlardan
beri olduklarını söylemek suretiyle yaptıkları kendilerini temize çıkarmadır. Buradaki
tezkiyenin nefisleri ıslah etme olmaması umulur. Buradaki tezkiye kendilerinde
bozukluk bulunan kimselerin, temiz ve günahlardan beri olduklarını söylemeyi
hak etmedikleri halde yapmış oldukları tezkiyedir. Allah en iyi bilendir.
“Cenabı Hak bizi, nefsimizi temize çıkarmaktan sakındırdı, o halde bizim
“Mümin ve Müslüman” olduğumuzu söylememiz nasıl caiz olur, zira bu övünme
ve nefsimizi temize çıkarma olmaz mı?” şeklindeki soruya cevaben; “ Allah Teâlâ
bize “Allah’a iman ettik deyiniz.”62“Ona teslim olunuz.”63 vb. ayetleriyle, mümin ve
Müslüman olmamızı emretti; ancak salih olmamızı emretmedi.” denilir. Bunun bir
benzeri de bizim “Biz, salih ve müttakî kimseleriz.” şeklindeki sözümüzde mevcuttur.
Bu sözün, mümin olmaya ve imanın şartlarından olmayan diğer taatları yapmaya
mani olmaması gerekir diye cevap verilir.
İkincisi, “İman ettik.” demenin kendisinde bizzat tezkiyenin olmamasıdır. Çünkü
59 30. Rûm, 21.60 41. Fussılet, 10. 61 2. Bakara, 151.62 2. Bakara, 136.63 39. Zümer, 54.
122 Abdulkerim Seber
“… Kim ki Batıl ilahları / Tâgût’u inkâr eder, Allah’a iman ederse…”64 “…Bazı-
sına inanırız, bazısına inanmayız…”65 “…Putlara ve batıl ilahlara inananlar…” 66
ayetlerinde ifade edildiği gibi, her hangi bir dine inandığını söyleyen bir kimse aynı
zamanda diğerine inanmadığını ifade ediyor, bu tezkiye değildir. Halbuki takva ve
doğruluk üzere olduğunu söylemek nefsi temize çıkarmadır.
“Nefsinizi temize çıkarmayın.” ifadesinin “Dindaşlarınızı ve kendi mezhebiniz-
den olanları temize çıkarmayın, çünkü her ne kadar salah ve takva üzere olmasalar
dahi, insanların kendi mezhebinden olan kimseleri temize çıkarmaları, kendilerinde
kötülük ve kötülemeyi gerektiren bir durum görmeseler dahi, kendi dinlerinden ve
mezheplerinden olmayan kimseleri kötülemeleri, eski âdetlerindendir.” manasına
gelmesi muhtemeldir.
Buraya kadar zikrettiklerimizin tamamının, Allah’ın her ne şekilde olursa olsun
nefislerin temize çıkarılmasını yasaklaması, anlamına gelmesi de muhtemeldir.
“…O kendisinden korkanı iyi bilir…” ayetinin manasının, “Haramlarından ve
yasaklarından kaçınanı O iyi bilir.” şeklinde olabileceği gibi, “…Allah’ı inkâr etmekten
ve O’na şirk koşmaktan korkanı O iyi bilir.” şeklinde de olabilir.
33-34. “Gördün mü o arkasını döneni?” “Azıcık verip sonra vermemekte
direneni?” ayetleri iki manaya gelir:
Birincisi, kafirleri ve onların ileri gelenlerini yücelteni gördün mü?, Allah’a
imandan, Hz. Muhammed’i tasdik etmekten dönmeleri ve onun peygamberliğini
yalanlamaları için müminlerin zayıflarına kıt vereni, yani onlardan malı bir vakit
keseni gördün mü? demektir. Kutebi de “Kıt verdi yani kesti.” dedi. Bu ifade, katı
toprağa kuyu kazıp da karşılaştığı sertlikten dolayı kazıdan ümidini keserek kazıyı
bırakan kimse için söylene deyimden gelmektedir
İkincisi, Her hangi bir şeyi isteyen ancak ona ulaşamayan veya verdiği şeyi
tam vermeyen kimse için “Ekda” denir. Ebu Avsece, bu kelimeyi “Adam cimri oldu,
kıt verdi; kıt veren, cimri olan adam” diye izah etmiştir.
35. “Onun yanında gördüğü bir takım gaybî bilgiler mi var?” ayeti, “Onun
yanında gördüğü bir takım gaybî bilgiler olduğu için mi o, Muhammed (a.s.)’i
yalanlamayı emredip, ondan yüz çevirmeye izin veriyor; onun peygamberliğinin
64 2. Bakara, 256.65 4. Nisa, 150.66 4. Nisa, 51.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 123
yalanlanması hususunda mali yardımda bulunmayı emrediyor? Halbuki onun
yanında gaybî bilgi yok, çünkü onlar peygamberlere, kitaplara ve bu gaybî ilmin
sebeplerine inanmıyorlar.” demektir. Allah en iyi bilendir.
36-37. “Yoksa Mûsâ’nın ve ahdine vefa gösteren İbrahim’in sahifesinde yazılı
olanlar kendisine haber verilmedi mi?” ayetleri, sanki kendinden önceki ayetlerden
kopuk gibidirler. “Bizim yolumuza uyun ki hatalarınızı yüklenelim.”67 ayetlerinde
onların sözlerini hikaye ettiği gibi, bu kafirler kendilerine tabi olanlara, “Biz sizden
gelecek zulme ve günaha katlanırız, yeter ki Muhammed’e gitmeyin ve ona inan-
mayın.” diyorlardı. Bu esnada Cenabı Hak “Yoksa Mûsâ’nın ve ahdine vefa gösteren
İbrahim’in sahifesinde yazılı olanlar, bir kimsenin diğer bir kimsenin günahını
üstlenemeyeceği kendisine haber verilmedi mi ?” buyurdu. Yani biz onlara verdiği-
miz sahifelerde de hiç bir kimsenin diğer bir kimsenin günahını yüklenemeyeceğini
haber verdik demektir. Hz. İbrahim’in, tebliğ etmekle emir olunduğu şeyleri tebliğ
ettiği için, “çok vefalı” olarak isimlendirildiği söylenmiştir. Onun kuşluk vaktinde
dört rekat “Duhâ namazı” kıldığı için, bu sıfata nail olduğu söylenmiştir.
Bu konuda Rasûlullah (s.a.v.)’tan bir haber rivayet ediyorlar: O, “İbrahim’i
hangi şey vefalı yaptı bilir misiniz?” dedi. Sahabe-i kiram, “Allah ve Rasûlü daha
iyi bilir.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: “O gündüzün evvelinde
kıldığı dört rekat sebebiyle çok vefalı oldu.”68 buyurdu. Ravi bu dört rekatın kuşluk
namazı olduğunu zannetmektedir. Şayet bu rivayet doğruysa başka bir tevile gerek
yok. Aslında Hz. İbrahim emir olunduğu şeyleri yerine getirdiği için “çok vefalı”
olarak isimlendirilmiştir.
38. “Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenemez.” ayetinin manasının
İbrahim, Musa ve diğer peygamberlerin kitaplarında da hiçbir kimsenin başkasının
günahını yüklenemeyeceği, kişinin ancak kendi günahını yükleneceği şeklinde
geçmektedir.
İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) “Bir adam başkasının
günahından dolayı sorguya çekilmez.” buyurmuştur69.
Hz. Ömer ve İbn Evs (215/830)’ten Rasûlullah (s.a.v.)’ın “Cahiliyye döneminde
bir adam başkasının günahından dolayı sorguya çekilirdi.”70 buyurduğu rivayet
67 29. Ankebut, 12.68 Taberi, XXVII, 39.69 Taberi, XXVII, 39.70 Müsnedü İmam eş-Şafiî, Beyrur, ts., s 277, hadis no: 1329; Beyhaki, “es-Sünen” VIII, 345. Hadis
124 Abdulkerim Seber
edilmiş, bu ayet de bunun üzerine nazil olmuştur.
39. “İnsan için kendi çalıştığından başka bir şey yoktur.” ayeti, “insana yapa-
bileceği şeyden fazlası yoktur.” sözüne benzemektedir. Çünkü şanı yüce olan Allah,
“Kim bir iyilikle gelirse onun için onun on katı sevap vardır.”71 ayetinde buyurduğu
gibi insanı mükâfatlandırır, yaptıklarının sevabını fazlı keremiyle artırır, çalışamayan
küçüklere de fazlasıyla iyilikte bulunur. Ama kötülük, “…Kötülük ancak misliyle
karşılık görür.”72 ayetinde olduğu gibi, ancak misliyle karşılık görür. Ayetteki, “lam”
harfinin “Eğer iyilik yaparsanız kendiniz için yapmış olursunuz, şayet kötülük
yaparsanız yine aleyhinize yapmış olursunuz.”73 ayetinde olduğu gibi “ala/aleyh”
manasına gelmesi de caizdir.
Bu ayetin, haklarında “Hiç bir kimse diğerinin günahını yüklenemez.”74 ayeti
nazil olan kafirler hakkında inmiş olması da muhtemeldir. Allah Teâlâ bu insanlar
için yaptıklarından başkası yoktur buyurmaktadır.
40. “Ve onun çalışması da yakında görülecektir.” ayetindeki yakınlık mana-
sına gelen “sevfe” harfinin, “lealle” ve “asâ” gibi, tahkik ve icap manalarına gelmesi
hasebiyle ayetin manası, çaresiz, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir demektir.
41. “Sonra ona yaptıklarının tam karşılığı verilecektir.” ayeti, “İster hayır olsun
ister şer olsun ilâhî vefa tecelli ederek, yaptıklarının karşılığı, ahirete ait karşılık
cinsinden olmak üzere kendilerine verilecektir.” demektir.
Bu cezanın şirkin karşılığında verilecek olan bir ceza olma ihtimali olduğu gibi,
bütün kötülüklerin karşılığı olarak kafire verilen bir ceza olma ihtimali de vardır.
Ama mümine gelince; “İşledikleri amellerin iyisini kabul edeceğimiz ve günah-
larını bağışlayacağımız bu kimseler …”75 ayetinde beyan edildiği gibi, günahları
örtülür ve kendisine pek çok hayır işlemiş gibi sevap verilir.
42. “Ve şüphesiz en son varış Rabb’inedir.” ayetinde ahiret, varılan son nokta,
gidilen son yer ve varılacak son merci olarak isimlendirilmiştir. Ayetin, “Nihayet
Rabb’inin ceza veya mükafatına varacaksın.” manasına gelmesi de muhtemeldir.
43. “Doğrusu güldüren de ağlatan da O’dur.” ayetiyle Allah Teâlâ, onların
no: 17478.71 6. En’âm, 160.72 6. En’âm, 160.73 17. İsra, 7.74 53. Necm, 38.75 46. Ahkaf, 16.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 125
nefislerini, kendi hallerini ve fiillerini meydana getirmekteki gücünü ve saltanatını
açıklamıştır.
Allah Teâlâ, onların nefisleri üzerindeki kudretini “…O sizi daha henüz top-
raktan yarattığı zaman ve sizin annelerinizin rahimlerinde bulunduğunuz sıra
da bile sizi en iyi bilendir…” ayetiyle; onların halleri üzerindeki kudretini, “Zengin
eden de fakir eden de odur.”76, “Öldüren de dirilten de odur.”77 ayetleriyle; fiilleri
üzerindeki kudretini de “Doğrusu güldüren de ağlatan da O’dur.”78 ayetiyle beyan
etmiştir. Allah Teâlâ, kendisini hiçbir şeyin aciz bırakamayacağını insanların bilmeleri
için, onlara kendi gücünü ve saltanatını bu ayetlerle hatırlatmıştır.
“Doğrusu güldüren de ağlatan da O’dur.” ayetinde söylenmek istenen şey iki
farklı şekilde ifade edilmiştir:
Birincisi, gülmeyi sevinmeden; ağlamayı da üzülmeden kinaye kılmak suretiyle
kinaye ve istiare yoluyla yapılmıştır. İnsanların örfünde de bu böyledir. İnsanlar çok
sevindikleri zaman gülerler; çok üzüldükleri zaman da ağlarlar.
İkincisi, gülme ve ağlama fiillerinin hakiki manasında kullanılması suretiyle
ifade edilmiştir ki bu da iki yolla olmuştur: Birinci yol, Cenabı Hak onları gülüyor ve
ağlıyor oldukları halde yarattı demektir. İkinci yol, onlardan gülme ve ağlama fiillerini
yaratır demektir. Bize göre ikinci anlam bu anlamlardan en karışık olanıdır.
44. “Öldüren de dirilten de odur.”79 ayeti iki manaya muhtemeldir: Birincisi:
O onları, ölüyor ve diriliyor oldukları halde yarattı, demektir. İkincisi: “O Allah
ki ölümü ve hayatı yarattı.”80 “Sizi önce yarattı, sonra da rızk verdi, sonra o sizi
öldürecek, daha sonra da diriltecek.”81 ayetlerinde de beyan ettiği gibi, onların
ruhunu çıkararak öldürdü, cesetlerine ruh vererek de diriltti demektir. Bu ayetin
Allah Teâlâ’nın onları dünyada öldürmesi ve ahirette de diriltmesi manasına gelmesi
de muhtemeldir. Buradaki zikrettiklerimizin hepsinin özü bu işleri O’nun yaratıyor
olmasıdır.
45. “O çiftleri, erkek ve dişiyi yarattı.” ayetindeki “zevc” kelimesi (erkeklik
veya dişilik gibi) şekil manasına muhtemel olduğu gibi karşıt cins manasına olması
76 53. Necm, 4877 53. Necm, 44.78 53. Necm, 43.79 53. Necm, 44.80 67. Mülk, 2.81 30. Rûm, 4.
126 Abdulkerim Seber
da muhtemeldir. Yani Her ne kadar birbirlerinin zıddı olsalar da, Allah birbirlerini
tamamlamları için yarattı demektir. Yani Allah Teâlâ, onları birbiriyle evlenebile-
cek, birbirlerini tamamlayabilecek, birbirinin karşıtı veya zıddı olabilecek şekilde
yarattığını söylemektedir. Allah en iyisini bilendir.
46. “Ancak atılan bir damladan.” yani rahime atılan demektir. Esam bu aye-
tin tefsirinde rahime atılmayan damlanın mezî olacağını söyledi. Çünkü ona göre
(rahme) atılan (ve gusül gerektiren) damla vücuttan şehvetle çıkar; şehvetsiz atılan
damlaysa mezî olduğu için gusül de gerektirmez. Allah en iyisini bilendir.
47. “Şüphesiz tekrar diriltmek de O’na aittir.”82 İkinci defa yaratmasında da
hikmetler vardır. Çünkü ikinci yaratılış olmasaydı birinci yaratılış anlamsız, abes
ve hikmetsiz olurdu demektir.
Veya kadir olduğu birinci yaratılıştan daha kamil bir kudrete sahip olduğunun
bilinmesi için, Allah Teâlâ ikinci defa yarattığını söylüyor. Çünkü kafirler birinci
yaratılışa Cenabı Hakkın güç yetirdiğini ikrar ediyorlar; ancak ikinci yaratılışı inkâr
ediyorlar. Bu ayetle Allah Teâlâ her ikisine de güç yetirdiğini haber veriyor. Başarı
Allah’tandır.
48. “Zengin eden de yoksul kılan da O’dur.” ayetindeki “eğnâ” ifadesi onlara
genişlik verdi, “eqnâ” ifadesi hizmetçi ve diğer imkânları elde etme imkanı verdi
demektir. Zenginlik vermek çeşitli mallarla bolluk içinde kılmak, varlıklı kılmak,
hizmetçiler vermek, diğer sıkıntılar için muhtaç olduğu şeyleri vermek demektir.
Bu durumda kendilerine hizmetçi verilenler zengin değil (aksine) daha fazla ihtiyaç
sahibidirler. Bu da bizim hizmetçileri olan kimselere zekat verilmesinin caiz olduğu
konusundaki görüşümüzün doğru olduğuna delalet etmektedir83.
Diğer bir rivayette “eğnâ” onu zengin edecek ve onu diğer kimselere muhtaç
olmaktan müstağni kılacak şeyi vermek demektir. “Eqnâ” ise onu ikna ve razı etti
demektir. Bir diğer rivayet bunun aksine “eğnâ” razı etti, “eqnâ” kendisine hizmet84
verildi demektir. İbn Abbas (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre “eğnâ ve eqnâ” çoğalttı
demektir. Yukarıda zikrettiğimiz gibi, yani Allah Teâlâ bu ayetleriyle “Ey Adem oğlu!
Seni zengin eden ve sana hizmetçiler veren O’dur.” buyurmaktadır.
82 53. Necm, 47.83 Müellif burada Hanefi mezhebinin bu konudaki görüşlerini kastetmektedir. Hanefilerin bu konudaki
görüşleri için bkz. Ebu Bekir Ahmed el-Cessas, Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut, ts. III, 129-131.84 Ekonomik bir terim olarak “mal” ve “hizmet” birbiriyle yan yana, veya birbirleri yerine kullanılan
ifadelerdir. (Çevirenin notu).
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 127
Kutebi, “eqnâ” kelimesinin zenginlik, bolluk manalarına geldiğini, “eqneytühû
kezâ / ben onu şöyle zengin ettim.” diye tabir edildiğini söylemiştir.
Ebu Avsece, “eqnâ” kelimesinin “qanvü” kelimesinden türeyen (vavlı) bir kelime
olması hasebiyle mal vermek manasına olduğunu, “qanâhü” ona mal verdi, “qanâ
qanveten” belli bir miktar mal verdi, şeklinde tabir edildiğini söylemiştir.
49. “Doğrusu Şi’râ yıldızının Rabb’i de O’dur.” ayetindeki “Şi’râ” cahiliyye
döneminde bazı Arapların kendisine ibadet ettikleri yıldızın adıdır. âdeta onlar bu
yıldızda güzellik ve parlaklıktan bazı şeylerin olduğunu, Allah katında bir yerinin
bulunduğunu ve bütün işlerin kendisi tarafından yönetildiğini sanarak ona ibadet
ediyorlardı.
Onların, kendilerini Allah Teâlâ’ya ibadet etmeye ehil görmedikleri için o
(Şi’râ yıldızı) na ibadet etmiş olmaları da muhtemeldir. Kişinin dünyevî padişahların
yakınlarına, padişaha yakın olmak için hizmet ettiği gibi, onlar da Allah Teâlâ’ya
yakın olma ümidiyle Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylere ibadet etmişlerdir. Ancak
bu tarz bir ibadet fasittir. Çünkü dünya padişahlarının yakınlarına hizmet edenler,
kendilerini o padişaha yaklaştıracak bir hizmeti (padişah namına) alma hususunda
yetkileri bulunmayan, kendilerine ibadet ve hizmet edilmeleri hususunda padişah
tarafından izin verilmeyen şeylere hizmet etmiş oluyorlar.
Allah Teâlâ onlara bizzat kendisine ibadet etmelerini emretti, onları kendisi
dışındaki şeylere ibadet etmekten de nehyetti. Allah Teâlâ’nın ancak kendisine
ibadet etmelerini emrettikten ve kendisi dışındaki diğer şeylere ibadeti yasakla-
dıktan sonra, artık onların Cenabı Hak dışındaki şeylere ibadet etmelerine imkan
kalmadı. Allah Teâlâ onların Şi’râ ve benzerlerine ibadet etmelerinin bir düşüklük
olduğunu zikretmiş oldu. Yani Şi’râ yıldızının Rabb’ine ibadet edin, kendisinde
güzellik ve parlaklık olan her şeyi Allah Teâlâ yarattı, o halde ibadeti de ancak
kendisine yapınız demiştir.
50. “Ve şüphesiz ki O önce geçen Ad kavmini helak etti.” ayetindeki “Âd”
kelimesinin “Âden el-ûlâ” şeklinde tenviniyle ve hemzesiyle okunduğu gibi, “Ade
ellûlâ” şeklinde sanki şeddeli lammış gibi, hemzesiz ve tenvinsiz yani tenvini lam’a
idgam etmek suretiyle de okuyanlar olmuştur.
Bu ayette zikredilenler bundan önce zikredilenler nevinden değildir. Burası
onları işledikleri şeylerden sakındırmak için zikredilmiştir. Yani Âd kavmi sizden
kuvvet bakımından kuvvetli, sayıca ve malca çok oldukları halde, Allah Teâlâ’nın
128 Abdulkerim Seber
öğütlerinden sakınmadıkları için Allah onları helak etti. Ey Mekkeliler! Siz de Allah
Teâlâ’nın öğütlerine kulak asmazsanız sizi de böyle yaparız demektir.
Veya “O, Ad kavmini helak etti. Onlar bu güç ve kuvvetlerine rağmen ken-
dilerinden bu azabı kaldıracak bir hazırlık yapamadılar. Ey Mekkeliler! Ya siz ne
yapacaksınız?” demektir.
Bu ayette geçen “Önceki Âd” ifadesi hakkında ihtilaf edildi. Bazıları iki tane Âd
kavmi bulunduğunu, bunlardan birinin rüzgarla helak olan Hûd kavmi olduğunu,
bunun ilk geçen Ad kavmi olduğunu, ikincisinin de ilk dönem Farslılar zamanında
yaşayan bir kavim olduğunu söylediler. Bazıları da “İlk Ad” kavminin bu ümmetten
önce gelen ve helak olan bir kavim olduğunu, diğerininse Mekkeliler olduğunu
söylemişlerdir.
51. “Semûd kavmini de (helak etti) onlardan geriye bir şey kalmadı.” ayeti,
Âd kavmini helak ettiği gibi, Semûd kavmini de helak etti demektir. “Onlardan
hiçbir şey bırakmadı.” ifadesi hakkında, “Allah Teâlâ onların köklerini kazıdı, onlar-
dan yeryüzünde hiçbir kimse bırakmadı, kendilerini helak ettikten sonra, -nebî ve
resûllerin nesli hariç- nesillerini hatırlatacak hiçbir kimseyi bırakmadı. Kıyamete
kadar onlar hakkında, peygamberler ve peygamberlere tabi olanlar hakkında gelen
haberler cinsinden bir haber de bırakmadı demişlerdir. Allah en iyisini bilendir.
52. “Bundan önceki Nuh kavmini de O helak etti. Şüphesiz onlar daha
zalim ve daha azgındılar.” Yani zulüm bakımından daha kötü, azgınlıkta daha
ilerdeydiler demektir. Çünkü Nuh (a.s.), “…ellisi hariç bin sene…”85 onları Allah’ın
birliğine (tevhid dinine) çağırdı. Onun bu daveti Allah Teâlâ’nın “…benim onları
çağırmam kaçmalarından başka bir şeyi artırmadı.”86 ayetinde haber verdiği gibi
sadece onların nefretlerini ve büyüklenmelerini artırdı demektir.
53. “Alt üst olan şehirleri de O böyle yaptı.” Buradaki helak olan şehirlerin Lût
(a.s.)’un mıntıkasındaki köyler olduğu söylenmiştir. Ayetteki “ehvâ” ifadesi hakkında;
“O bu köyleri ateşe attı.” manasınadır denilmiştir. Cebrâîl (a.s.)’in bu köyleri önce
semaya çektiğine, sonra da yeryüzüne attığına dair bir diğer rivayette de zikredil-
diğine göre, Allah Teâlâ’nın bu şehirleri semadan yeryüzüne attığı söylenmiştir.
54. “Onların başına getireceğini getirdi.” ayeti hakkında, “Onları taşa gömdü,
sonra yerle bir etti.” denilmiştir. Bir diğer rivayette, “Taş onun misafirlerini ve onlar-
85 29. Ankebut, 14.86 71. Nuh, 6.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 129
dan gizlenenleri de örttü.” denilmiştir. Helak olan şehirlerin önceki milletlerden
(hak dini) yalanlayanlar olduğu söylenmiştir. Ayette geçen “mü’tefikeh” lafzının
değişti manasına gelen “i’tefeke” kelimesinden geldiği de söylenmiştir. Ayrıca bu
ayetin manası hakkında Kutebî, “Bundan önce zikredilen “Ad” ve “Nuh” kavimlerini
kuşatan azap Lût’(a.s.)’un köylerini de kapladı.” demiştir. Ebu ubeyde, “el-mü’tefikeh”
lafzının yere batmış olan şey manasına geldiğini söylemiştir.
55. “Şimdi Rabb’inin nimetlerinden hangisinde şüpheye düşüyorsun.” ayetinin
zahiriyle “O halde Rabb’inizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?” 87
ayetinin zahirî çelişki arz ediyor. Zira Allah Teâlâ önce verdiği nimetleri zikretmiştir.
Şayet kul o nimetlerin Rabb’ine ait olduğunu bilmiş olsaydı zaten yalanlamazdı.
Bu çelişkinin çözümü birkaç şekildedir:
Birincisi, burada takdim, tehir ve zamirle ifade etme yapılmıştır. Allah Teâlâ,
“Rabb’inizin gördüğünüz ve sahip olduğunuz hangi nimetlerinden şüphe ediyorsunuz?”
buyurmaktadır. Yine böylece âdeta Allah Teâlâ “Rabb’inizin varlığını, kavuştuğunuz
hangi nimetlerine karşılık olarak yalanlıyorsunuz?” buyurmaktadır.
İkincisi, Allah Teâlâ “O’nun hangi nimetleri ve iyiliğinden dolayı kendisin-
den şüphe ediyorsunuz, Muhammed (a.s.) vasıtasıyla yaptığı iyilikleri nasıl inkâr
ediyor, bu nimetlerden dolayı teşekkürü nasıl oluyor da başkasına yapıyorsunuz?”
buyurmaktadır.
Üçüncüsü, buradaki nimetler delillerdir. Allah Teâlâ “Rabb’inizin delillerinden
hangi delille Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğini inkâr ediyor ve onda şüpheye
düşüyorsunuz? buyurmaktadır. Yani onu yalanlarken ve inkâr ederken sizde bir
delil bulunmamaktadır demektedir.
56. “İşte bu ilk uyarıcılardan bir uyarıcıdır.” Yani O sizi (Allah’a) çağıran bir
korkutucudur. O Muhammed önceki peygamberlerin kendisinin geleceğini haber
verdikleri ve kendi kavimlerine geleceğini vaat ettikleri bir peygamber olup; ken-
dinden önce geçen peygamberlerden haber veriyor demektir. Bu ayet daha önce
geçen “Ve şüphesiz ki önceki Ad kavmini O helak etti.”88 ayetiyle bunu takip eden
diğer ayetleri açıklayan bir cümle durumundadır.
Bu ayette kastedilen uyarıcının Muhammed (a.s.) olduğu söylenmiştir. Yani bu
ifade “Muhammed (a.s.) da kendinden önce geçen peygamberler gibi beşeriyetten
87 87. Rahman, 13.88 53. Necm, 50.
130 Abdulkerim Seber
olan bir peygamberdir.” şeklinde tamamlanabilir. Allah en iyisini bilendir.
57. “Yaklaşan yaklaştı.” Kıyamet yaklaştı demektir. Allah Teâlâ kıyameti
muhtelif isimlerle isimlendirdi. Kıyamete bazen “yaklaşan”, bazen “saat”, bazen da
“kıyamet” diye isim verdi. Zira O, kıyameti, mahlukat için yakın olması ve onlar
üzerine kopacak olması sebebiyle “yaklaşan” diye isimlendirdiği gibi yine aynı
sebepten dolayı “saat” diye isimlendirdi.
58. “Onu(n vaktini) Allah’tan başka açığa çıkaracak yoktur.” ayeti Allah’ın,
kıyametin saatini ve zamanını kimseye bildirmediğine delalet etmektedir. “…O
kıyametin vaktini O’ndan başkası açıklayamaz…”89 ayeti de bu delaleti destek-
lemektedir.
Bu son iki ayet Batıniye mezhebinde olanları azıcık ilgilendirmektedir. Çünkü
onlar ahiretin hali hazırda meydana gelmiş olduğunu, ancak bunun gizli ve saklı
olduğunu, bunun görünen cisimlerin yok olması, mevcut bedenlerin kaybolması
durumunda ortaya çıkacağını iddia etmektedirler. Bu görüşlerine de “O kıyametin
vaktini O’ndan başkası açıklayamaz.”90, “Onu (kıyametin vaktini) Allah’tan başka
açığa çıkaracak yoktur.” ayetlerini delil getirerek şöyle diyorlar: “Ayetlerde geçen
“tecelli” ve “keşf” kelimeleri şu anda olmakta olan ve varlığı devam eden şeyler için
kullanılır. Arka arkaya meydana gelmesi ve bu gelişin ortadan kalkmasıyla da ortaya
çıkar. Bunu gizleyen, ancak başlangıçtaki ilk yaratılışta gizleyebilir diyorlar91.
Ancak bize göre “keşf” ve “tecelli” ifadeleri hadiselerin başlangıcında ve ilk
yaratılışında kullanıldığı gibi, gizli, saklı olanı açığa çıkarmakta da kullanılır. Durum
böyle olunca onların bu ayetleri delil olarak ileri sürmeleri batıldır. “O görünmeyeni
ve görüneni bilendir…”92 ayetinde olduğu gibi; O, mahlukat nazarında gizli olanı
da görünen ve açıkta olanı da ileride olacakları da, şu anda olanları da bilmektedir.
Allah başarıya ulaştırandır.
89 7. A’raf, 187.90 7. A’raf, 187.91 Batıniye, nasların zahirî manalarını kabul etmeyen, gerçek anlamlarını ancak Allah ile ilişki kurabilen
masum imamın bilebileceğini savunan aşırı Şiî fırkaların ortak adıdır. Daha fazla bilgi için bkz.
Avni İlhan, “Batıniye” DİA, İstanbul, 1992, V/190-194. Batıniye’nin kıyametle ilgili bu görüşünü
diğer kaynaklardan bulamadık. Batıniye için bkz. İmam Muhammed b. Muhammed Ebu Hamid
el-Gazali, Bâtınîliğin İçyüzü, (çev. Avni İlhan) Ankara, 1993, s., 27-28; Muhammed b. Hasen
ed-Deylemî, Beyânü Mezhebi’l-Bâtıniyye, Lahor, 1982 s., 78-79; Muhammed Ahmed el-Hatîb,
el-Harekâtü’l-Bâtıniyye, fi’l-Âlemi’l-İslâmî, Ürdün, 1986 s., 100-111. 92 6. En’âm, 73.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 131
59-60. “Şimdi siz bu söz (Kur’ân- Kerim)e mi şaşıyorsunuz?, Gülüyorsunuz
da ağlamıyorsunuz!” ayetlerine göre onlar iki şeye hayret ediyorlar:
Birincisi: “Aralarından bir korkutucunun gelmesine şaştılar…”93 ayetinde
olduğu gibi, onlar peygamberlerin gönderilmesine şaşıyorlar.
İkincisi: “ Rasûlüm! Kafirlerin seni yalanlamalarına şaşıyorsan asıl şaşılacak
şey onların “Biz toprak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız? demeleridir.”94
ayetinde olduğu gibi onlar yok olduktan ve tamamen kaybolduktan sonra meydana
gelecek olan dirilmeye şaşıyorlar.
“Onlar gülüyorlar.” ifadesi hakiki manasında kullanılmamış olup, alay etmekten
kinayedir. Gülmek, sevinmekten kinaye olup “Siz içinde bulunduğunuz duruma
seviniyorsunuz.” demektir.
Ayetteki “ağlamıyorsunuz.” ifadesi “gülme” ifadesinde olduğu gibi yine hakiki
manasında kullanılmamış olup, üzüntüden kinayedir. Yani “Siz yaptığınız aşırılıklara,
kötü işlere ve kötü muamelelere üzülmüyorsunuz.” demektir.
61. “Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız!” ayeti “Onlar hafife alarak kaçı-
nıyorlar.” demektir. Hasan ve Said b. Cübeyr (95/714)’in rivayetine göre “sâmidûn”
gafiller demektir. Diğer bir rivayete göre bu kelime Hz. Muhammed (s.a.v.)’in pey-
gamberliğine üzülenler ve kendisine indirilen (Kur’ân-ı Kerim)’e kin besleyenler
demektir.
İkrime (105/723)’nin Abdullah b. Abbas’tan yaptığı rivayete göre ayette geçen
“semed” Yemen diline göre teganni manasına olup Yemenliler “Üsmüd lenâ” yani
bize şarkı söyle derler. Cenabı Hak, “Onlar Kur’ân’ı duydukları zaman şarkı söylüyor
ve oynuyorlar.” buyuruyor.
62.“Ancak Allah’a secde edin ve yine ancak O’na ibadet edin.” Allah’a boyun
eğin ve O’na teslim olun, demektir. Çünkü namazdaki secde haricinde, Kur’ân
okuma esnasında secde yapılmasının emredilmesi, Kur’ân okurken Allah’tan kor-
karak okumanın ve O’na tamamen teslim olmanın istenmesidir. Tilavet secdesinin
emredilmesi, Rasûlüllah (s.a.v.)’tan gelen hadisler, sahabe-i kiram ve (r.a.) tabiin
rivayetleriyle sabittir.
Esved (75/694)’in İbn Mes’ud (r.a.)’dan, onun da Rasûlüllah (s.a.v.)’tan yaptığı
93 50. Kâf, 2.94 13. Ra’d, 5.
132 Abdulkerim Seber
rivayete göre Rasûlüllah (s.a.v.), Necm suresini okurken secde etti. Bu esnada onunla
birlikte orada olanlardan Kureyş kavminden bir ihtiyar hariç, secde etmeyen kimse
kalmadı. Bu adam ise avucuna aldığı taşları alnına götürdü.
Ebu Hüreyre ve Muttalib b. Ebi Vedâ’a’nın rivayetlerine göre Rasûlüllah (s.a.v.)
bu ayeti okurken secde etmiştir.
Rivayete göre, Hz. Ömer ve Osman (r.a.) da bu ayeti okurken secde etmiş-
lerdir. Kur’ân okurken kendisinde mutlaka secde yapılması gerekli olan dört secde
(ayetinin geçtiği sureleri) Hz. Ali (r.a.) da Secde, (16. ayet), Fussılet (37. ayet), Necm
(62. ayet), Alak (19. ayet) olduğunu söylemiştir.
Zeyd b. Sâbit (45/665)(r.a.)’ten Rasûlüllah (s.a.v.)’ın Necm suresini okuduğu
halde secde yapmadığı rivayet edilmiştir. Ne var ki bu tilavetin kendisinde secde
yapmanın mekruh olduğu vakitlerde meydana gelmiş olma ihtimalinin bulunduğu,
dolayısıyla Rasûlüllah’ın her zaman böyle yapmadığı da rivayet edilmiştir. Allah murat
ettiği şeylerin hakikatini en iyi bilendir. Hamid âlemlerin Rabb’ine mahsustur. Salâtü
selam, Muhammed, onun Ehli beyti, ashabı ve bütün müminler üzerine olsun.
C. TAHLİL VE MUKAYESE
Burada rivayet tefsirlerinin ilki ve Te’vîlât’ın muasırı olan Taberî’nin mezkür
tefsiriyle yapacağımız bazı karşılaştırmalarla Te’vîlât’ın bir rivayet tefsirinden
ayrıldığı yönleri kısmen ortaya çıkarmak istiyoruz. Te’vîlât, tedvin döneminin ilk
tefsirlerinden biri olması, ayrıca dirayet metoduyla yazılan ilk tefsir olması yönüyle
tefsir sahasında farklı bir yere sahiptir. Dolayısıyla Taberî’nin “el-Câmiu’l-Beyân”ı
dışında Te’vîlât’ı mukayese edebileceğimiz aynı çağlarda yazılmış başka bir tefsir
gösterme şansına maalesef sahip değiliz.
Bu karşılaştırmayı Necm suresindeki bazı konularla sınırlı olarak özellikle tefsir
metodolojisi açısından yapacağımızı da söylemek yerinde olur. Aksi takdirde kelam
disiplinine ait bu konuların her bireri başlı başına bir araştırma konusu olabilecek
derecede önemli konulardır.
1. Necm Suresi Çerçevesinde Mukayese
Necm suresi kelami ayetlerin öne çıktığı, kelami konuların yoğun olduğu
bir suredir. Dolayısıyla bu suredeki belli başlı konular, kelam ilminin de belli başlı
konuları arasındadır. Mesela vahiy, zan ile sabit olan bilgilerin kesin delil olmadık-
ları, ilim ifade etmedikleri, tevhit, şirk, küfür, tevessül, şefaat, nübüvvet, mucize,
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 133
yaratılış, rızk, ecel gibi pek çok konuya doğrudan veya dolaylı bir şekilde temas
edilmektedir. Tabiatıyla bu konuların tamamını bu çalışmada ele almamız mümkün
değildir. Burada Mâtürîdî’nin, Necm suresinin tefsiri münasebetiyle bu konulara
ait görüşlerinden en önemli bulduğumuz birkaç örneğini Necm suresi tefsirindeki
sıraya göre ele alarak Taberî tefsiri ile karşılaştıracağız.
a. Mirac: Kur’ân-ı Kerim’den sonra Rasülullah (s.a.v.)’ın en önemli mucize-
lerinden birisi İsra ve mirac mucizesidir. Bu mucizenin Mekke-i Mükerreme’den
Kudüs’e kadar olan kısmı İsra suresinin ilk ayetiyle sabit olduğu için bu kısmında
ihtilaf bulunmamaktadır. Bu hadisenin Beyt-i Makdis’ten Sidre-i Müntehâ’ya kadar
olan ikinci kısmıysa Necm suresinin 6-18. ayetlerine dayandırılmaktadır95.
Mirac konusundaki en önemli ihtilaf Rasülullah (s.a.v.) tarafından Allah Teâ-
lâ’nın görülüp görülmediği meselesidir. Bu konuda cumhurun görüşünün onun
mirac gecesi gördüğünün Cebrail olmasına rağmen, sûfîler dışında bir çok kimse
onun mirac gecesinde Rabb’ini gördüğünü söylemektedirler96.
Mâtürîdî, bu ayetlerin tefsirinde miracı anlatmakta; ancak; mirac gecesinde
Allah Teâlâ’nın Cebrâil’i gördüğünü ifade eden açıklamalar yapmaktadır. Diğer
konularda olduğu gibi bu konuda da Mâtürîdî’nin Ehli Sünnet’in imamı olması
hasebiyle merkezi bir konumda olduğu, ifrat ve tefritlerden uzak bulunduğu
görülmektedir.
Bu konudaki şu ifadeleri onun bu konudaki görüşünü bariz bir şekilde ortaya
koymaktadır:
“Bazı kimselerin, O’nun Rabb’ini aşikara gördüğünü söylemeleri, müminlerin
Allah Teâlâ’yı ahirette göreceklerine dair yapılan ilâhî vaade ve bu husustaki müte-
vatir kitap ve sünnetle sabit olan inanca terstir.”97.
Mirac hadisesini detaylı olarak anlatan kaynakların başında gelen Taberî de bu
konudaki oldukça farklı görüşlere yer vermiş olmasına rağmen tercihte bulunma
95 Musa Muhammed el-Esved, el-İsra ve’l-Mirac, 1989, 22-45. Salih Sabri Yavuz, İslam İnancında
İsra ve Mirac, Trabzon, 2005, 93-112.96 Sûfîler dışında Rasûlüllah (s.a.v.)’in mirac gecesinde Rabb’ini gördüğünü söyleyenlerden birisi
Âcurrî’dir. Müellif, bu görüşünü mirac hadisesiyle ilgili olarak açtığı fasılda dile getirmekte, tezini
bu ayetlere dayandırmaktadır. Ebu Bekr Muhammed b. el-Huseyin b. Abdillah el- Âcurrî, eş-Şerîa,
(tahk. Abdurrazzak el-Hindi), Beyrut, 1996, 495-499. Bu konuda günümüzde de bu düşüncede
olanlar vardır. Mesele bkz. Cihat Tunç, Sistematik Kelam, Kayseri, 1994, s. 138. 97 11. ayetin tefsirine bkz.
134 Abdulkerim Seber
maktadır98.
b. Garânik Hadisesi: Rivayetlere göre; Rasûlüllah (s.a.v.)’ın, Kureyş kavmiyle
arasındaki kırgınlıkları ve dargınlıkları gidermek, onların gönlünü İslam dinine celp
etmek, onlara İslamı tebliğ etmeye mani olan pürüzleri ortadan kaldırmak istediği
bir sırada nazil olan Necm suresini Mekkelilere okuyarak tebliğde bulunmuştur.
Necm suresinin okunduğu sırada, müşriklerin ilahlarını öven ve Şeytan tarafından
ilka edilen bazı sözlerin de aynı mecliste okunması üzerine müşriklerden bir kişi
hariç oradaki Müslümanların ve müşriklerin tamamı secdeye gitmişler. Kureyşliler
de bu durumdan memnun olmuşlar; ancak Cebrail (a.s.)’in bunun sorumluluğunun
kendisine ait olmadığını bildirmesi üzerine de Rasûlüllah çok üzülmüşlerdir. Daha
sonra da bu düşüncesinden vaz geçmek zorunda kalmışlardır. Kendisinin arzu
etmediği şekilde gelişen bu olaylar üzerine onu teselli etmek üzere Allah Teâlâ Hac
suresinin 52. ayetini inzal buyurmuştur99.
Garanik hadisesi gerçekliği ve meydana geliş biçimi hakkında siyer ve tefsir
alimlerinin ihtilaf ettiği en önemli konulardan birisidir. Hadisenin meydana geliş
biçimine dair, Necm suresi Rasûlüllah tarafından okunurken müşriklerin ilahlarını
öven cümlelerin Şeytan tarafından seslendirildiği, Şeytanın bu cümleleri Rasûlül-
lah (s.a.v.)’a okuttuğu, Rasûlüllah’ın bunları yanılarak ayet diye okuduğu şeklinde
birbirinden farklı ve çelişkili rivayetler bulunmaktadır100.
İbn Kesir (774/1372), İbn İshak (150/767), İbn Sa’d (230/844) ve İbn Cerir et-
Taberî (310/923)’nin rivayetleri dahil bu konudaki rivayetlerin ekseriyetinin mursel
rivayetler olduklarını, bu sebeple isnatlarının sahih olmadığını söylemektedir101.
Daha sonraki alimler de hadisenin gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda da
birkaç gruba ayrılmışlar, bir kısmı böyle bir hadisenin sehven meydana geldiğini;
ancak bunun Allah Teâlâ tarafından nesh yoluyla düzeltildiğini, bunun peygam-
berlerin ismet sıfatına engel teşkil etmediğini söylerken, bir diğer grup ta ilgili
rivayetlerin asılsız olmaları, müşriklerin ilahlarını öven bu cümlelerin Kur’ân’ın
manevî ruhuna, lafız yönünden de fesahatine aykırı olması sebebiyle, bu hadise-
nin gerçekleşmediğini söylemişlerdir. Bir üçüncü grup ise bu rivayetleri muhtelif
şekillerde tevil yoluna gitmişlerdir.98 Taberî, XXVII, 22-27.99 İsmail Cerrahoğlu, “Garanik”, DİA, İstanbul, 1996, XIII, s. 361-365.100 Cerrahoğlu, 362-365.101 İbn Kesir, “el-Bidaye ve’n-Nihaye”, Beyrut, 1402, III, 88, “Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri”, (Çev.
Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner ) İstanbul, 1986, XIII, 7562
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 135
Mâtürîdî garanik konusunu araştıran kimseler tarafından, bu hadiseyi redde-
denler arasında sayılmaktadır. Gerçekten Te’vîlât’ta gördüğümüz kadarıyla, Mâtü-
rîdî’nin garanik meselesiyle ilgili haberlere önem vermediği anlaşılıyor. Ancak aynı
şeyi Taberî için söylemek mümkün değildir. Zira Taberî bu olayı, Necm suresinin
inişine sebep olarak göstermekle en azından meydana geldiğini kabul etmektedir.
Bununla beraber bu hadisenin meydana gelmediğine dair yapılan diğer rivayetlere
de yer vermektedir102.
Sonuç itibariyle Taberî bu konuyu ihtimal dahilinde görürken Mâtürîdî, tama-
men reddetmekte bunu akli ve nakli delillerle çürütmeye çalışmaktadır103.
c. Büyük Günah Meselesi: Büyük günah işleyen kimsenin dinden çıktığına
hüküm veren Haricilerle, onları iman la küfür arasında bir yere oturtan Mutezile’-
nin fikirlerini her fırsatta eleştiren Mâtürîdî, bu konudaki fikirlerini de Ebu Hanife
(150/767) (r.h.)’nin fikirleri üzerine bina etmektedir. Necm suresindeki ilgili ayette
geçen kebâir ve fevâhişi, “lemem”in ne demek olduğunu, haram olan bir fiili helâl;
helâl olan bir fiili de haram kabul etmedikçe, zina hırsızlık gibi büyük bile olsa, her
hangi bir günahı işlese bile ehli kıblenin tekfir edilmesine karşı çıkan İmamı Azam’ın
fikirleri doğrultusunda hareket ederek açıklamaktadır104.
Buna mukabil Taberî de bu konuyu aynı argümanlarla işlemiş, lemem’in küçük
günahlar olduğuna dair delillere yer vermektedir. Ne var ki diğer bir çok konuda
olduğu gibi bu konuda da Taberî’deki rivayet zenginliği dikkatlerden kaçmamakta-
dır. Bunlardan farklı olarak Taberî, büyük günahlardan bazılarını saymak suretiyle,
büyük ve küçük günahları birbirinden ayırmaktadır105.
d. Kulların Filleri: Kaderiye mezhebinin, kulun işlediği fiillerinin yaratıcısı
olduğuna dair tezine karşı Ehli sünnet, yaratmanın Allah Teâlâ’ya mahsus olduğuna,
her şeyin yaratıcısının Allah Teâlâ olduğuna dair getirdikleri delillerle mukabelede
bulunmuşlardır. Mâtürîdî akaidinin en temel eserlerinde “Allah Teâlâ, kulların fiil-
lerinin yaratıcısıdır. Küfür, iman, itaat, isyan gibi fiillerin tamamen O’nun dilemesi,
hükmü ve takdiriyledir.” denilmektedir106. Ehli Sünnet’e göre kul fiilinin yaratıcısı
102 Taberî, XXVII, 131-132, XXVII, 31-33.103 22. ayetin tefsirine bkz.104 Beyazîzâde Ahmed Efendi, İmam Azam Ebu Hanife’nin İtikadi Görüşleri, (çev. İlyas Çelebi),
İstanbul, 1996, s., 121, 127; Topaloğlu, “Mâtürîdî ” 155; Nureddin es-Sâbûnî, Matürîdiyye Akaidi,
(çev. Bekir Topaloğlu ), Ankara, 2005, 161-168, Kitabü’t-Tevhid Tercümes, 417-415.105 Taberî, XXVII, 35-36.106 Ömer en-Nesefi, Metnü’l-Akâid, yy., ts., s. 6-7. Kitâbü’t-Tevhid’de bu konu daha geniş bir şekilde
136 Abdulkerim Seber
değildir. Kul kazanan Allah ise yaratandır107. Mâtürîdî bunların görüşlerinin yan-
lışlığına kısaca temas etmiştir108. Bu hususta Taberî de Mâtürîdî gibi düşünmekte
gülme ve ağlamanın dolayısıyla kulların fiillerinin Allah’ın iradesiyle olduğunu
kabul etmektedir109.
2. Genel Mukayese
Burada yine Necm suresini esas alarak genel tefsir metodolojisi açısından bu
iki orijinal kaynağımızı en genel çerçevesiyle değerlendireceğiz.
Kur’ân’ın bazısı diğer bazısını açıklar.” sözüyle ifade edilen yerleşik kuralın,
Te’vîlât’ta en iyi şekilde uygulandığını görmekteyiz. Bize göre Te’vîlât, bu kaideyi
uygulayan en önemli tefsirlerdendir. Necm suresinin tercümesi dikkatle okunduğunda,
bu gerçek ayan-beyan görülecektir. İmam Matütîdî bir ayetin tefsiri sebebiyle bir çok
ayeti şahit göstermektedir110. Bu sebepten dolayı da Mâtürîdî’nın ifadelerinin çok
sığ ve anlam yüklü olduğunu, tercümesindeki zorluğunda da bu kesafetin payının
bulunduğunu söylememiz mümkündür. Taberî’nin Câmiu’l-Beyân’ında da ayetin
ayetle tefsiri metoduna zaman zaman müracaat edildiği görülmesine rağmen, bunun
Te’vîlât derecesinde olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Rivayet bakımından Taberî daha zengin olduğu aşikardır; ancak Taberî,
hadisin sıhhatine bakmaksızın bunları olduğu gibi kaydettiği, Mâtürîdî ise bu riva-
yetlerin zaman zaman tenkidini yaptığı görülmektedir. Daha ziyade “haddesenâ”,
“heddesenî” gibi hadis rivayetleriyle dolu olan Taberî’nin tefsirinde her hangi bir
konudaki bütün rivayetleri toplamaya gayret gösterildiği anlaşılmaktadır. Nadiren
bu rivayetleri değerlendirmek suretiyle her konuda olmasa da bazı konularda bir
sonuca vardığı görülmektedir.
Her iki tefsirimiz de hadis araştırmalarında da önemli ve orijinal bir kaynaktır.
Tabiatıyla Te’vîlât bir tefsir olması hasebiyle diğer hadis kitaplarında olduğu gibi
hadisleri senet bakımından hadis ölçütlerine göre zikretmiş değildir. Ancak Te’vîlât’ta
bir ayetin tefsirinde ayetlerden sonra kendisine sıkça müracaat edilen şeyin sahih
hadisler olduğu müellifin özellikle sahih hadis aradığı görülmektedir. “Eğer haber
yer almaktadır. Bkz. Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, 281-360.107 Bkz. Ebu’l-Müîn Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, “Tabsıratü’l-Edille” (thk. Claude Salame),
Dımaşk, 1993, I, 594-612; es-Sâbûnî, Matürîdyye Akaidi, 134-138.108 43-44. ayetlerin tefsirine bkz.109 Taberî, XXVII, 40.110 Bkz. İmamoğlu, 33-40.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 137
doğruysa, sahih bir rivayete göre” gibi ifadeleri ayrıca özellikle merfu haberleri delil
getirmesi onun bu konudaki titizliğini göstermektedir. Bu bakımdan, Te’vîlât’ın
dirayet tefsiri olduğu kadar bir rivayet tefsiri olduğu söylenebilir111.
İlk dirayet tefsirlerinden birisi olan Te’vîlât’ta dil mantık, semantik gibi dirayet
tefsir metodunun bütün unsurları kullanılmıştır. Mâtürîdî, Te’vîlât’ta Arap dili ve
belagatına ait kurallara, zaman zaman da cahiliyye şiirine müracaat ederek, ayetleri
dil yönüyle de tahlile tabi tutmuştur. Kur’ân kelimelerinin lüğavî, şer’î manalarını
mantık süzgecinden geçirmek suretiyle Mâtürîdî’nin küçümsenemeyecek derecede
lüğavî analizlerde bulunduğu görülmektedir. Bunu ispat edecek en güzel örnek,
onun mecazla ilgili görüşleridir. Necm suresinde de gördüğümüz gibi o, kendisinden
sonraki asırlarda çetin münakaşalara sebep olan, Kurân’da mecaz kinaye gibi edebî
unsurların varlığını kabul ederek bunu örneklerle göstermektedir112.
Taberî de bu lugavi tahliller rivayetler aracılığıyla yapılmakta, yer yer şiirlere
baş vurulmakta; kıraat farklılıkları, Basra-Kûfe mekteplerinin ihtilafları geniş bir
şekilde yer almaktadır. Tevilat derecesinde lugavi analizler göze çarpmaktadır. Ancak
Taberî, farklı görüşlerden birini tercih konusunda Mâtürîdî gibi israrcı değildir.
Buna rağmen yer yer “Bize göre doğru olan budur.” şeklinde sonuçlandırdıklarına
rastlanılmaktadır.
Mâtürîdî’nin ele aldığı her hangi bir meseleye dair görüşlerini zikretmeden
önce elindeki mevcut rivayetleri, delilleri yerli yerince kullandığı, onları tahlil ederek
tercihte bulunduğu, elindeki mevcut deliller meseleyi çözmeye yetmediği takdirde
ancak kendisinin devreye girdiği, ele aldığı konuları yüzüstü bırakmamak için azami
gayret sarf ettiği görülüyor.
Te’vîlât’ın yapısı İsrailiyyat cinsinden haberlere pek müsait görünmüyor. Buna
rağmen Te’vîlât’ta İsrailiyyatın olmadığını söyleyemiyoruz. Te’vîlât’ın İsrailiyyat
türü haberlerin en az bulunduğu tefsirlerden birisi olduğunu söylemenin daha
doğru olduğunu düşünüyoruz. Ancak Te’vîlât’ta kim tarafından söylendiği belli
olmayan ve “kîle” gibi meçhul fiille yapılan rivayetlerin çokluğu dikkat çekmektedir.
Bunun da bazı araştırmacılar ve okuyucular üzerinde Te’vîlât’ta İsrailiyyat türü
rivayetlerin varlığına dair bir intiba bıraktığını düşünüyoruz. Söyleyeni meçhul bu
rivayetlerin, Mâtürîdî’nin zamanındaki alimler arasında dolaşan rivayetler olduğu
111 Te’vîlât’ın hadisle ilgili kaynakları için bkz. İmamoğlu, 46-50; Özdeş, 63-65.112 Mesela, 29, 59-60. ayetlerin tefsirine bkz. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., İmamoğlu, 52-70;
Özdeş, 156-164.
138 Abdulkerim Seber
kuvvetle muhtemeldir. Bu sebepten olsa gerek, müellif bunları söyleyen kimselerin
isimlerini zikretmemektedir.
Taberî de ise İsrailiyyat konusunda Te’vîlât derecesinde özel bir itinanın gös-
terilmemesine, rivayetin sıhhatine pek fazla bakılmamasına rağmen, rivayetlerin
senetlerinin eksiksiz verilmesi, araştırmacılar için değerlendirme imkanı vermesi
bakımından takdire şayan bir metot sergileniyor113.
Buraya kadar zikrettiklerimizin, bu iki kıymetli tefsir kaynağımızın birbirine
üstün oldukları yönlerine dair olmasına rağmen, bunların benzerlik gösterdikleri
yönlerinin de bulunduğunu burada zikretmek gerekir. Dolayısıyla bu iki değerli
tefsirimiz, aynı dönemde yazılmış olmaları, ekseriyetle aynı argümanları kullanmış
olmaları, daha sonraki yıllarda meydana gelen vahiy, mirac, garânik gibi konular
etrafındaki tartışmalardan büyük ölçüde uzak olmaları, İslamın ilk üç asrındaki
rivayet ve görüşlere yer vermeleri açısından benzerlik göstermektedirler.
D. MÂTÜRÎDÎ’NİN NECM SURESİ TEFSİRİNDEKİ BAZI
ORİJİNAL GÖRÜŞLERİ
Bilindiği gibi rivayet tefsirlerinin en temel özellikleri kaynaklardan bir konudaki
rivayetleri olduğu gibi nakletmek değil; bunlardan tercihte bulunabilme, zaman
zaman da farklı sonuçlara, anlamlara ulaşabilmeleri, ayetlerden incelikleri yakalaya
bilmeleridir. Te’vîlât incelendiğinde, Mâtürîdî’nin kendisine mahsus bazı orijinal
görüşlere sahip olduğu göze çarpmaktadır. Necm suresi tefsirinde tespit ettiğimiz
bir iki tane örneği burada zikretmek istiyoruz.
Mesela “O’nu kuvveleri şiddetli (olan Cebrail) öğretti.” ayetini tefsir ederken
beyan ettiği görüşler, bu türden görüşlerdir. Dikkat edilirse, orada Mâtürîdî (r.h.),
aynı şartlar ve imkânlar içinde, aynı hocadan okuyan talebelerin, ilâhî lütfa maz-
hariyet konusundaki farklılıklarından dolayı, yani kendilerine olan ilâhî taksimatın
farklılığından dolayı, ilmen birbirlerinden farklılık gösterdiklerini zikrediyor114. Bize
göre bu, orijinal bir görüştür. Mâtürîdî bu görüşü başkasından almış olsaydı bunu
bir şekilde ifade ederdi. Bu anlam bize, ancak işârî tefsir kabiliyet ve istidadında
olan kimselerden sadır olabilecek bir işari tevil gibi görünüyor.
“Nefsinizi temize çıkarmayın.” ayetinin tefsiri vesilesiyle söylediği şu cümle-
lerinin de bir mezhep imamının söyleyebileceği en güzel sözlerden birisi olduğunu
113 Bkz., Özdeş, 69.114 6. ayetin tefsirine bkz.
Te’vîlâtü’l-Kur’an’dan Necm Suresi Tefsiri: Tercüme-Tahlil-Mukayese 139
düşünüyoruz:
“Dindaşlarınızı ve kendi mezhebinizden olanları temize çıkarmayın. Çünkü
salah ve takva üzere olmasalar dahi, insanların, kendi mezhebinden olan kimseleri
temize çıkarmaları; kendilerinde kötülük ve kötülemeyi gerektiren bir durum
görmeseler dahi, kendi dinlerinden ve mezheplerinden olmayan kimseleri de
kötülemeleri eski alışkanlıklarındandır115.
SONUÇ
Necm suresi, Kur’ân ilimleri, akait, İslam tarihi gibi temel İslamîilimlere ait
bir çok konuyla ilgili ayetlerin bulunduğu bir suredir. Bu surenin tefsiri münase-
betiyle Te’vîlât’ta Kur’ân-ı Kerim’in indirilişi, vahiy gibi Kur’ân ilimlerine; mirac,
garânik gibi İslam tarihine taalluk eden konulara temas edilmiştir. Allah Teâlâ’nın
görülmesi, büyük günah meselesi, kulların fiilleri, melaike-i kiram, peygamberle-
rin ismet sıfatı, ilmin kaynakları, zannın ilim ifade etmemesi konusu, tevhit, şirk,
küfür, tevessül, şefaat, nübüvvet, mucize, yaratılış, rızk, ecel gibi akait ilmiyle ilgili
pek çok malûmatı ihtiva etmektedir. Bize göre Te’vîlât’tan Necm suresinin tefsiri,
hem Mâtürîdî akaidine ait en temel görüşlerin sergilenmesi, hem de Te’vîlât’ın
hakiki çehresinin bu surede yansıtılması bakımından ilgilenmeyi değecek derecede
kıymeti haiz bulunmaktadır.
115 32. ayetin tefsirine bkz.