hintli kulübesi
TRANSCRIPT
BERNARDİN de SAİNT — PİERRE
H İ N T L İ K U L Ü B E S İ
(Chaumiere İndienne)
Çeviren :
ŞERİF HULÛSİ
İstanbul
YAYLACIK MATBAASI
İ S T A N B U L — 1 9 7 2
HİLMİ KİTABEVİ KLASİKLERİ No. 5
Bernardin de Saint - Pierre
BERNARDİN de SAİNT — PİERRE'in (Krolonojik Hayatı)
(1737 - 1814)
19/Ocak/1737 — Jacques Henri Bernardin de Saint — Pierre Fransa'da Havre şehrinde doğmuştur. Henri'nin Dutailly ve Dominique isminde iki kardeşi, Catherine namında bir hemşiresi vardı.
1737 — 1749: Ailesi arasında büyümüştür. Sonra bir rahip idaresinde Ca-en pansiyonunda azizlerin hayatını, dokuz yaşına basınca ROBİNSON CRU-S O E hikâyesini okumuştur.
1749 — Amcası kendisini Martini-que adasına göndermiştir.
1749 — 1757: Caen şehrinde Cizvit-lerin kollejine devam etmiş, Cizvit yapılmak istenmiştir. O, sonra Rouen Kollejine devam etmiş matematikte birinci mükâfatı almıştır.
1758 — Teknik okula devam etmiştir.
6 HINTLI KULÜBESI
Mart/1761 — Bernardin de Saint
Pierre Hesse memleketindeki muhare
beye bir istihkâm subayı sıfatiyle iştirak
etmiştir.
1761 Senesi son ayı — Paris'e dön
müştür. İstihkâmların vaziyetini tetkik
etmek üzere Kral mühendisi olarak Mal
ta Adası'na gitmiştir. Dönüşte şiddetli
bir fırtınaya tutulmuştur.
1761 — 1766: Hollanda, Almanya,
Rusya ve Lehistan'a seyahat etmiştir.
Mart/1768 — Fransa Adasına git
mek üzere ayrılmıştır.
Temmuz/1768 — Fransa Adası'na
gitmiştir.
9/Ekim/1770 —Fransa Adası'ndan
ayrılmıştır. Mayıs 1771 de Fransa'ya gel
miştir.
1773 — FRANSA ADASINA SEYA
HAT eserini neşretmiştir. J.J.Russeau
ile dost olmuştur.
1774 - TABİAT TETKİKİ eserini
bastırmıştır.
1778 — Bütün dünyaca meşhur POL
ve VİRJİNİ eseri neşrolunmuştur.
1790 — HİNTLİ KULÜBESİ kitabı kısılmıştır.
HINTLI KULÜBESI 7
Abdullah Tanrınınkulu
1792 — Bernardin de Saint — Pierre nebatat bahçesi müdürlüğüne memur edilmiştir.
1793 — Matmazel Felicite Didot ile evlendi. İki çocuğu oldu. Adlarını Pol ve Virjini koydu.
1794 — Yüksek Öğretmen Okulu öğretmenliğine tayin edildi.
1795 — Enstitüye âza intihap edildi.
1798 — Karısı Felicite Didot öldü. Bernardin de Saint Pierre Paris'e gitti.
1800 — Yirmi yaşında bulunan Matmazel Desiree de Peleporc ile evlendi.
1806 — Pol ve Virjini eseri Büyük Kıt'ada resimli olarak basıldı.
21/Ocak/1814 — Bernardin de Saint — Pierre hayata gözlerini yumdu.
1815 — Aime Martin tarafından TA-BİATTE AHENK eseri nefis bir surette bastırıldı.
HİNTLİ KULÜBESİ
Bundan otuz yıl kadar önce, Lon-
drada bir İngiliz âlimleri derneği kurul
du. Bu derneği kurmaktan maksat, dün-
yanın bir çok yerlerine gidip, insanları
aydınlatmak ve daha mutlu kılmak için,
bütün ilimleri aydınlatacak bilgiler top
lamaktı. Yine ayni milletten, tüccar,
lord, piskopos, üniversitelilerden ve İn
giltere Kral ailesinden kurulmuş bir der
nek üyelerinden para toplayıp bu ilim
derneğinin masraflarını üstüne alacak.
Bu yardım derneğine Avrupa'nın kuze
yindeki birkaç hükümdar da katıldı.
Alimler yirmi kişi kadardı. Londra kral
lık derneği bunların her birine hallede
cekleri soruları gösteren birer kitap
verdi. Bu soruların sayısı üç bin beş yü
zü buluyordu. Bu âlimlerin her birine
verilen sorular birbirinden farklı ve gi
decekleri memleketlere uygun ise de,
hepsi birbirine bağlıydı. Öyle ki, biri ay
dınlanınca, ötekiler de aydınlanmış ola
caktı. Meslekdaşlarının yardımı ile bu
soruları kaleme almış olan Krallık Der-
10 HINTLI KULÜBESI
neği başkanı bir güçlüğü halletmenin
çoğu zaman başka bir güçlüğün, bunun
da kendinden önceki bir güçlüğün aydın
lanmasına bağlı olduğunu anlamıştı.
Buysa işi hakikaten araştırılmasında,
işi düşünüldüğünden çok daha ilerilere
götürür.
Nihayet, başkanın verilen talimat
ta kullandığı ifadeleri tekrarlayarak söy
leyeyim, insanoğlunun bilgilerinin iler
lemesi adına bugüne kadar hiçbir mille
tin dikemediği yüce bir ansiklopedi anı
tı olacaktı bu. Bu da ispat eder ki, di
yordu başkan, yeryüzüne dağılmış olan
hakikatleri bir araya getirebilmek için
akademik kurullara ihtiyaç vardır.
Bu gezginci âlimler, ellerindeki ay
dınlatacakları sorular kitabından başka,
yolda rastladıkları en eski İncil nüsha
larını ve her cinsten az bulunur elyaz
malarını satın almak ya da bunların iyi
kopyalarını elde etmek için hiç bir şe
yi esirgememekle görevli idiler. Bunun
için, yardım derneği üyeleri bunları yol
ları üstünde bulunan Büyük Britanya
konsolosları, orta elçileri ve büyük elçi
lerine verilmek üzere salık verme mek-
HINTLI KULÜBESI 11
tupları elde etmişti. İşin en güzel tarafı
her birinin eline Londranm en ünlü ban
kerleri tarafından imzalanmış birer po
liçe vermişti.
Bu âlimlerden, İbranice, Arapça ve
Hindçe bilen en bilgini bütün sanatların
ve ilimlerin beşiği olan doğu Hindistana
karadan gönderilmişti. Bu ilim adamı
önce Hollanda'ya uğradı; hem Amster-
dam havrasını, hem de Dordreckt ruha
nî meclisini ziyaret etti. Fransa'da Sor-
bonne'u ve Paris İlimler Akademisini
gezdi. İtalyada birçok akademileri, mü
zeleri, genel kitaplıkları gördü, bu arada
Floransa müzesini, Saint-Marc kitaplığı
nı, Venedik ve Vatikan kitaplığını görme
den geçmedi. Romadayken, Pajoya yollan
madan, İspanya'ya uğrayıp ünlü Sala-
manka üniversitesini ziyaret edeyim mi,
etmiyeyim mi, diye düşündü; ama, Engi
zisyondan korkup bir gemiye binerek
Türkiye'nin yolunu tutmayı daha doğru
buldu. İstanbul'a uğradı, rüşvet verdiği
bir efendi Ayasofya camimin bütün ki
taplarına birer birer bakmasına müsaa
de etti.
Oradan, Mısıra geçti, Kiptiler ara-
12 HINTLI KULÜBESI
sında yaşadı. Sonra, Lübnan dağındaki
Marunilerin, Karmel dağının Keşişleri
arasında bulundu. Oradan, Arabistan'
daki Sana ya geçti. Sonra, İsfahan'a
Kandekar'a, Delhi'ye, Agra'ya uğradı. Üç
yıl süren bir yolculuktan sonra, nihayet
Hindistan'ın Atina'sı sayılan, Ganj nehri
kıyılarındaki Benares'e vardı; burada
Brahmanlarla görüştü. Eski baskılar, or-
jinal kitaplar, nüshası az bulunur el yaz
maları, kopyalar, eserlerden alınmış
parçalar ve çıkarılmış notlar kol-
leksiyonu hiç kimsede bulunmıyacak ka
dar önemli hale gelmiş, sayıca çoğalmış
tı. Bu kolleksiyonun dokuz bin beş yüz
kırk libre ağırlığında doksan denk tut
tuğunu söylemek yeter. Krallık derneği
nin umduğundan fazlasını sağlamasının
sevinci içinde, bu ilim adamı bu öylesine
zengin bilgi yükü ile tam Londra'ya dön
mek üzere gemiye bineceği sırada, ak
lına gelen bir düşünce ile büyük bir tasa
ya düştü.
Yahudi Hahamları, Protestan rahip
leri, Luther kilisesi vekilharçları, Kato
lik dini âlimleri, Paris Crusca, Arcades
Akademileri ile İtalya'nın ünlü öbür yir-
HINTLI KULÜBESI 13
mi dört Akademisinin üyeleri, Yunan pa
pazları, Türk mollaları, Ermeni bilgin
leri, Acem kadıları, Arap şeyhleri, es
ki Zerdüş mezhebinden olanlar, Hind
hukukçuları ile görüştüğü halde Krallık
Derneğinin üç bin beş yüz sorusundan
hiçbirini aydınlatmadığını düşündü. Ak
sine, şüpheleri arttırmaktan başka bir
yardımı olmamıştı. Bu sorular birbirine
bağlı olduğundan, ünlü başkanının dü
şündüğünün aksine, birinin kalbindeki
müphemlik ötekine müphemleştiriliyor,
en aydın hakikatler büsbütün muamma
haline geliyordu, hatta bu birbirinin zıd
dı engin karşılıklar ve yetkili kimselerin
fikirleri labirenti içinde bu soruların hiç
birini halletmek mümkün bile değildi.
Soru kitabına bir göz gezcirince, de
ğerli âlim bunu anlamıştı. Bu sorular
arasında, İbranilerin din bilgisi üstüne
halledilmesi gereken iki yüz soru vardı.
Dört yüzseksen tanesi Yunan ve Roma
kiliselerinin inançlarile, üç yüz on tane
si Brahmanlarm eski dinile, beş yüz seki
zi Sanskrit dilile ya da kutsal dille, üçü
Hind halkının bugünkü durumu ile, iki
yüz onu İngilizlerin Doğu ticaretiyle, ye-
14 HINTLI KULÜBESI
di yüz yirmi dokuzu Bombay adası ya
kınlarındaki Elefanta ve Salset adaların
da bulunan eski anıtlarla, beşi dünyanın
eskiliği ile, altı yüz doksanı ak amberin
kaynağı ve hayvanların midelerinde gö
rülen türlü bezoar taşlarının nitelikleri
ile, biri suları altı ay doğuya altı ay ba
tıya akan Hind Okyanusunun henüz in
celenmemiş olan akışı ile, üç yüz doksan
sekizi Ganj nehrinin kaynakları ve peri-
odik taşmalarile ilgiliydi. Bu vesile ile,
değerli âlime yolu üstünde bulunan
Nil'in yüzyıllanberi Avrupa âlimlerini
uğraştıran kaynakları ve taşmaları üs
tüne ne bilgi toplıyabilirse toplaması ha
tırlatılmıştı. Oysa, üstünde yeteri kadar
görüşülmüş olan bu konuyu görevi dı
şında sayıyordu. Krallık Derneği tarafın
dan sorulan soruların her birine, o beş
ayrı kol şekli, yani üç bin beş yüz soru
ya on yedi bin beş yüz karşılık bulmuş
tu. On dokuz meslekdaşı da ayni şeyi ya
parsa, Krallık Derneği, sağlam temellere
dayanan hiçbir hakikata varmaksızın,
üç yüz elli bin güçlüğe sahip olacaktır.
Demek ki, bütün topladıkları, tali
mattaki deyimle, her meseleyi ortak bir
HINTLI KULÜBESI 15
merkezde toplamak şöyle dursun, aksi
ne, birbirinden yaklaşmalarına imkân ol-
mıyacak şekilde uzaklaştıracaktı. Bir
başka düşünce âlimin tasasını daha da
arttırdı; o da şu: Bu hararetli araştırma
larında o memleketinin bütün soğuk
kanlılığını ve kendine vergi nezaketi
esirgemediyse de, tartıştığı derin bilgi
âlimlerin çoğunu kendine kanlı bıçaklı
düşman etmişti: «Şu doksan balyada ha
kikat yerine, yeni şüphe ve anlaşmazlık
konuları getirdiğimi gören vatandaşları
mın rahatı kaçmıyacak mı?» diyordu.
Şaşkınlık, kararsızlık ve can sıkıntı
sı içinde tam İngiltereye dönmek üzere
gemiye bineceği sırada, Benares Brah-
manları ona, Ganj'ın denize döküldüğü
yere yakın olan Oniksa kıyılarındaki
Yagrenaya da Jagerna tapınağının ünlü
yüce Brahmanının Londra Krallık Der
neği tarafından sorulan bütün soruları
halledecek güçte tek insan olduğunu söy
lediler.
Adını duymıyan kalmamış ünlü bir
din âlimiydi bu: Hindistan'ın her yerin
den ve Asya'nın bir çok Krallıklarından
ona akıl danışmağa gelirlerdi.
16 HINTLI KULÜBESI
Değerli İngiliz hemen Kalküta'ya
doğru yola çıktı ve İngiliz Hindistan
Kumpanyası müdürüne başvurdu. Mü
dür milletinin şerefini ve ilmin şanını dü
şünüp, ona Yagernaya götürmek üzere
al ipekten sırma püsküllü tentesi olan
ve iri yarı gürbüz iki taşıyıcı — i k i de
taşıyıcı yedeği — ile taşman bir tahtıra-
van verdi. Yanına kattığı iki hammaldan
biri su, öteki de karlık taşıyacaktı. Biri
çabuk götürecek, gündüz güneşte başına
şemsiye tutan, gece meşale taşıyan da
ayrı. Alimin ardından gelen yardımcılar
arasında: bir odun yarıcı, iki aşçı, zahiri
ve eşyaları taşıyan iki deve ile sürücüle
ri, bir yaya haberci, iki yanında giden
Acem atlarına binmiş dört süvari, bir de
İngiltere armalariyle sancağını taşıyan
bir bayraktar vardı. Her gören âlimi
Hindistan Kumpanyasının bir memuru
sanırdı. Yalnız arada şu fark vardı:
âlim hediye istemeğe gidecek yerde, ken
disi hediye götürüyordu. Hindistan'da
seçkin kimselerin karşısına eli boş çık
mak âdet olmadığından, kumpanya mü
dürü parası milletten çıkmak üzere, ona
Brahmanların başına verilmek üzere bîr
HINTLI KULÜBESI 17
teleskopla bir Acem yer halısı, karısı için
pahalı dibalar, çömezleri için boyun at-
kılığı, kırmızı, beyaz, sarı Çin atlasları
vermişti. Hediyeler develere yüklenince,
elinde Krallık Derneğinin kitabile, tahtı
revana binip yola çıktı.
Yolda giderken, Yagrena Brahman-
ları başına önce hangi soruyu soracağı
nı düşünüyordu. Ganj nehrinin kaynak
ları ve taşımaları ile ilgili üç yüz yetmiş
sorudan birini mi önce sorayım? Yok
sa, Osean'ın periodik hareketlerini ve
kaynaklarını keşfetmeğe yarıyacak Hind
denizindeki altı ay doğuya, altı ay batıya
doğru giden akıntılarla ilgili sorudan mı
işe başlıyayım? Oysa, bu soru, Nil nehri
nin kaynakları ve kabarmaları üstüne
yüzyıllardanberi sorulan sorulardan çok
daha fazla fiziği ilgilendirdiği halde, Av
rupa âlimlerinin henüz dikkatini çekme
mişti. Onun için değerli âlim Brahmana
ya bunca tartışmalara sebep olan tufa
nın evrenselliği, ya da daha ileri giderek
Herodotes'un söylediği gibi, Mısırlı ra
hiplerin geleneğine göre, güneşin batı
dan doğuya, batacak şekilde hareket yö
nünü değiştirip değiştirmediği, ya da
1 8 HINTLI KULÜBESI
Hindlilere göre milyonlarca yıl önce ya
ratılan dünyanın yaradılışı zamanı üstü
ne soru sormayı daha doğru buldu. Ba-
zan, bir millet hangi hükümet şeklile en
iyi idare edilir? Hattâ hiçbir yerde kanun
haline getirilmemiş olan insan hakları
üstüne ona akıl danışmayı daha iyi bul
duğu oluyordu. Ama, bu sonuncu soru
lar kitabında yoktu.
«Bununla beraber, diyordu âlim,
bence, Hindli âlime, herşeyden önce, ha
kikat nasıl bulunuyor diye sormak yerin
de olur. Bugüne kadar benim yaptığım
gibi akılla bulunacaksa da, akıl bütün in
sanlara göre değişir. Eğer kitaplarda
aranacaksa, onların da söyledikleri bir
birini tutmuyor. Nihayet, hakikati insan
lara söylesen, hakikati öğrendiler mi se
ninle bozuşuyorlar. İşte bizim yüce baş
kanın hiç aklına gelmiyen en birinci üç
soru bu. Yagrena'lı Brahman bunları ba
na hallederse, bütün ilimlerin anahtarı
nı elime geçirmiş olacağım. İşin güzel ta
rafı, herkesle tatlı tatlı geçineceğim.»
Alim kendi kendine işte böyle dü
şünmüştü. On gün süren bir yolculuktan
sonra, Bengale körfezinin kıyılarına var-
HINTLI KULÜBESI 19
dı. Yolda, akıl danıştıkları Hind bilgin
lerinin bazılarından edindikleri bilgi ile
büyülenmiş birçok kimselere rastladı.
On birinci gün, güneş doğarken deniz
kıyısındaki ünlü Yagrena tapınağını gör
dü. Bu tapınak kızıl renkli yüksek duvar
ları ve galerilerde, kümbetleri ve beyaz
mermerden küçük kulelerile denize hâ
kim gibiydi. Her biri bir Krallığa açılan
her dem yeşil ağaçlı dokuz yolun ortasın
da yükseliyordu. Bu yolların her birin
deki ağaç cinsleri başka başkaydı. Hind
palmiyeleri, iri gövdeli meşeler, Hindis
tan cevizi, Hind kirezi, Hind hurması,
Kâfuru ağaçları, Bambular Sandal ağaç
ları vardı ve bu yollardan Seylan'a Gol-
kond'a, Arabistan'a, İran'a, Çin'e, Ava
Krallığına, Siyam Kralığına ve Hind de
nizi adalarına gidiliyordu. Değerli ilim
adamı tapmağı Ganj nehri ve denize dö
küldüğü yerdeki sihirli adalar boyundan
giden iki yanı sıra bambu ağaçları yük
selen yoldan geldi. Bu tapınak düz ova
da yapıldığı halde, öyle yüksekti ki, âlim
bunu sabah görmüşken ancak akşam ya
nma varabildi. Büyüklüğünü ve ihtişa
mını yakından görünce, sahilden hayran
20 HINTLI KULÜBESI
kaldı. Tunçtan kapıları güneş ışınları ile
parlıyor, bulutlar arasında kaybolan te
pesine kartallar uçuşuyordu. Etrafı çe
peçevre havuzdu, berrak sularında küm
betlerinin, galerilerinin ve kapılarının
yankıları görülüyordu. Etrafında geniş
avlular, büyük binalarla çevrili bahçeler
vardı. Bu binalarda dinî törenleri idare
eden Brahmanlar oturuyordu.
Değerli âlimin adamları geldiğini
haber vermek için koşuştular. Biraz
sonra, bahçelerin birinden bir çok genç
kız çıktı, davul çalıp şarkı söyliyerek,
dans ederek onu karşılamağa geldi. Bo
yunlarında gerdanlık yerine çiçekten
halkalar, bellerinde de kemer yerine yi
ne çiçekten çelenkler vardı. Âlim bu kız
ların kokuları, şarkıları ve dansları orta
sında tapınağın kapısına kadar ilerledi
ve altın gümüş lâmbaların ışığında, dip
tarafta Jagrena'nın heykelini gördü. Eh
ram şeklinde olan bu heykelin elleri ve
ayakları yoktu; Jagrena, dünyayı kurta
rayım diye götürürken elden ayaktan ol
muştu. Bir takım günahkârlar önünde
secdeye varmıştı. Bunlardan kimi bay
ramında kendini omuzlarından arabası-
HINTLI KULÜBESI 21
na astıracağına yüksek sesle and içiyor
du. Korkunç adaklarını adayaraktan in-
liyen bu müteassıpları görünce, dehşete
kapılmasına rağmen, değerli âlim tapı
nağa girmeğe hazırlandığı sırada, kapıda
bekçilik eden ihtiyar bir Brahman onu
durdurdu, ve ne sebeple buraya geldiği
ni sordu. Sebebi öğrenince, değerli âli
me dedi ki: «Siz temiz olmadığınız için,
tapınağın kurnalarında üç kere yıkan-
madıkça. üstünüzdeki hayvan, özellikle
Brahmaların taptıkları inek tüyünü nef
ret ettikleri domuz kılını çıkarmadıkça,
ne Jagrena'nın, ne de büyük rahibin ya
nına çıkabilirsiniz.»
Değerli âlim: «Öyleyse ne yapayım
şimdi?» diye karşılık verdi. Brahmanla-
rın başına hediye olarak Ankara'nın tif
tiğinin yününden dokunmuş bir halı ile,
ipekten Çin kumaşları getirdim. Jagre-
na tapınağına, ya. da büyük rahibine su
nulan her şey hediye olunca temiz de
mektir, dedi Brahman. Ama, elbiseleri
niz için iş başkalaşır.» Onun için, değer
li âlimin özellikle İngiliz yününden do
kunmuş paltosunu, keçi derisinden ya
pılmış pabuçlarını ve kastordan şapka-
22 HINTLI KULÜBESI
sını çıkarması gerekti. Sonra ihtiyar
Brahman onu üç kere yıkayıp, sandal
renginde pamukludan bir entari giydir
di, Brahmanlar başının dairesi önüne
götürdü. Değerli âlim koltuğundaki kral
lık derneğinin kitabiyle içeriye girmek
için davrandığı sırada, Brahman kitabın
neyle kaplandığını sordu. «Sığır derisi-
le» deyince âlim, Brahman buna kızdı:
«Nasıl olur? dedi. Brahmanların ineğe
taptıklarını size söylemedim mi? Brah
manlarm başının karşısına sığır derisi
kaplı bir kitapla çıkmağa nasıl cesaret
ediyorsunuz?» Alim güçlüğü yenmek için
Brahmanın eline birkaç Hind parası, ya
da altın sıkıştırmasaydı, temizlenmek
için kendini Ganj nehrine atmak zorun
da kalacaktı. Bunun üzerine, sorgular ki
tabını tahtıravana bıraktı, ama kendini
avutmak için şunları içinden geçirdi:
«Zaten Hindli din âlimine topu topu üç
soru soracağım: Hakikatin nasıl araştı
rıldığını, nerede bulunacağını, hakikati
insanlara söylemeli mi söylememeli mi?
Bunları bana öğretirse, çok memnun
olurum.»
HINTLI KULÜBESI 23
İhtiyar Brahman pamuklu entariler
giymiş olan İngiliz âlimini sandal ağa
cından direklerle tutturulmuş geniş bir
salondaki Jagrena baş rahibinin yanına
yalınayak, başı açık soktu. Bu salonun
inek tersi karışık alçı ile sıvalı yeşil du
varları öyle cilâlı, öyle parlaktı ki, insan
bakınca kendini aynadaymış gibi görür
dü. Tabana altı ayak uzunluğunda ve ge
nişliğinde çok ince hasır döşenmişti. Sa
lonun dip tarafında abanoz ağacından
bir trabzanla çevrilmiş kerevet vardı, bu
kerevetin üstünde Kızıl Hind kumaşla
rından örülü bir kafes arkasında otur
muş ak sakallı, Brahmanların âdetince
boynundan çarpraz olarak üç pamuk ip
liği dolamış saygı değer Hint din bilgin
lerinin en büyüğü görünüyordu. Sarı bir
halının üstüne bağdaş kurup oturmuştu,
öyle tam bir hareketsizlik hali içindeydi
ki, gözleri bile oynamıyordu. Çömezle
rinden yanında duran bir kaçı ellerinde
ki tavus tüyünden yelpazelerle etrafın
da uçuşan sinekleri kovalıyorlardı. Öbür
çömezleriyse, gümüş buhurdanlarda öd
ağacı yakıyor, bir kısmı da hafif ve tatlı
tatlı santur çalıyorlardı. Aralarında fa-
24 HINTLI KULÜBESI
kirler, keşişler bulunan büyük bir çoğun
luğu ise, salonun iki tarafına sıra sıra di
zilmiş, kollarını göğsünde kavuşturup
gözlerini yere dikmişti, derin bir sessiz
lik içindeydi.
Değerli âlim önce din bilginleri ba
şına doğru ilerleyip saygılarını bildirmek
istedi. Ama, onu buraya getirmiş olan
Brahman, büyük adamdan dokuz hasır
mesafede durdurdu. Büyük Hind beyza
delerinin bundan öteye gidemediklerini,
Racaların ya da Hind Hükümdarlarının
ancak altı hasır mesafeye kadar ilerledik
lerini, Moğolun oğlu prenslerin üç hasır
mesafeye kadar yaklaştıklarını, saygı de
ğer baş rahibin yanına kadar yaklaşıp,
ayaklarını öpmek şerefinin yalnız Büyük
Moğola bağışlandığını bildirdi.
Bu sırada, bir çok Brahmanlar, âli
min adamları tarafından kapı önüne bı
rakılan teleskobu, Hind kumaşlarını,
ipekli kumaşları, halıyı kerevetin yanı
na kadar getirdiler. İhtiyar Brahman bu
eşyayı beğendiğini anlatmıyan bakışlar
la bakınca, bunları alıp içerki dairelere
götürdüler.
Değerli İngiliz âlimi Hindçe güzel
HINTLI KULÜBESI 25
bir söyleve başlıyacağı sırada, klavu-
zu, büyük rahibin kendisine soru sorma
sını beklemesini tembih etti. Memleke
tin âdetine göre terzi gibi topukları üs
tüne çöküp oturmasını söyledi. Teşrifa
tın bu kadarına âlim kendi içinden mı
rıldanıyordu, ama hakikati aramak için
kalkıp Hindistan'a kadar gelen insan, bu
layım diye nelere katlanmaz?
Âlim oturunca, müzik sesi kesildi;
birkaç dakika kadar süren derin bir ses
sizlikten sonra, din bilginlerinin başı
Jagrena'ya niçin geldiğini âlime sordurt-
tu.
Jagrena'nın büyük rahibi Hindçeyi
oradakilerin bir kısmı tarafından iyice
işitilecek gibi konuştuğu halde fakirin
biri bu sözleri bir başkasına, bu da bir
üçüncüsüne o üçüncü de âlime tekrarla
dı. İngiliz âlimi aynı dille karşılık verdi:
«Brahmanlar başının büyük ününü du
yup, hakikatin nasıl öğrenilebileceğini
anlamak için Jagrena'ya ona akıl danış
mağa gelmiştir.»
Brahmanların ihtiyar baş rahibi, bi
raz toparlandıktan sonra: «hakikat an
cak Brahmanlar vasıtasiyle öğrenilebilir»
26 HINTLI KULÜBESI
diye karşılık verdi. O zaman, orada bu
lunanların hepsi baş rahibin verdiği kar
şılığa hayran kalarak, saygı ile eğildi.
İngiliz âlimi hemen ikinci sorusunu
sordu :
«— Hakikati nerde arayıp bulma
lı?»
Hindli din bilgininin karşılığı şu ol
du:
«— Hakikat, bundan yüz yirmi bin
yıl önce Sansikritçe yazılmış olup, ancak
Brahmanlarca anlaşılan dört kitaptadır.»
Bu sözler üzerine, salon alkışla çın
ladı.
İngiliz âlimi, soğukkanlılığını toplı-
yarak, Jagrena'nın baş rahibine:
«— Madem ki Tanrı hakikati yalnız
Brahmanlarca anlaşılabilen kitaplarda
saklamış, öyleyse Tanrı hakikatin öğre
nilmesini, Brahmanların var olduğundan
haberi bile olmayan insanların çoğuna
yasak etmiş, demektir. Eğer böyleyse,
Tanrı âdil değildir.»
Büyük rahip: «Brahman böyle olma
sını istedi, diye aldırdı. Brahma'nın ida
resine hiç karşı gelinemez..»
Salondaki alkışlar büsbütün arttı.
HINTLI KULÜBESI 27
Alkış kesilince, İngiliz üçüncü sorusunu
sordu :
«— Hakikati insanlara söylemeli
mi?»
«— Hakikati herkesten gizlemek,
çoğu zaman, ihtiyatlı bir hareket olur,»
dedi ihtiyar baş rahip, ama Brahmanla-
ra söylemek bir ödevdir.»
Öfkelenen İngiliz âlimi: «Nasıl olur?
dedi. Hakikat Brahmanlara söylenecek,
onlarsa bunu hiç kimseye söylemiyecek!
Brahmanlar pek âdil insanlar değilmiş,
doğrusu».
Bu sözler üzerine, salonda dehşetli
bir karışıklık ve gürültü oldu. Tanrıya
âdil değil denmesini herkes mırıldanma
dan dinlemişti, ama bu sözler oradakile-
re söylenince iş değişti. Din bilginleri,
fakirler, keşişler, Brahmanlar ve çömez
leri hep bir ağızdan İngilize itiraza kal
kışmışlardı. Ama, Jegrena'nın büyük ra
hibi ellerini çarparak gürültüyü kesti ve
her söylediği gayet iyi işitilen bir sesle:
«— Brahmanlar, Avrupalı âlimlerle
hiç tartışmaya girişmezler.» dedi. Bunun
üzerine kalktı, salondakilerin alkışları
arasında çekilip gitti. Hindli din adam-
28 HINTLI KULÜBESI
larının âlime karşı mırıldanmaları o ka
dar artmıştı ki, Ganj nehri kıyılarında
pek büyük itibarı olan İngilizlerden
korkmasalar, belki ona kötülük edebilir
lerdi. Salondan çıkarken, Klavuz İngiliz
âlimine :
«— Mübarek babamız, âdet olduğu
üzere, size şerbet kakula ve güzel koku
lar sunacaktı, ama onu kızdırdınız.»
Boşuna bunca zahmete katlandığım
için, asıl kızacak benim, dedi İngiliz.
Baş rahibinizin sızlanmağa ne hakkı var?
«Nasıl? Onunla tartışmağa mı kalkışı
yorsunuz?» diye klavuzu aldırdı. Bilmez-
misiniz ki, o Hindlilerin hâkimidir, söy
lediği sözlerin her birinden zekâ ışını fış
kırır?»
İngiliz âlimi pardesüsünü, pabuçla
rını ve şapkasını alarak: «Bundan hiç
şüphem yok.» dedi.
Hava fırtınalıydı. Ortalık kararmış
tı. Geceyi tapınağın odalarından birinde
geçirmek istedi, ama Frenk olduğu için
isteği kabul edilmedi. Tören kendisini
çok susattığından içmek için su istedi.
Testi ile su getirdiler. Ama, suyu içtik-
HINTLI KULÜBESI 29
ten sonra, testiyi kırdılar.
İngiliz âlimi Frenk olduğundan, su
içtiği testiyi mundar etmişti. Buna pek
sinirlenen İngiliz, tapınağın merdivenle
rinde secdeye varıp tapman adamlarını
çağırdı ve tahtıravanına binip, gece ka
ranlığında bulutlarla kaplı bir gök al
tında, deniz kıyısı boyunca, iki tarafında
sıra sıra bambu ağaçları dizili yola dal
dı. Yolda giderken, kendi kendine şöyle
diyordu :
«— Bir Hind atasözü, Hindistan'a
her gelen Avrupalı sabırlı bir insan de
ğilse, sabırlı, sabırlıysa, sabırsız olur çı
kar, der. Ne kadar doğru. Ben de sabır
sız bir adam oldum. Demek ki hakikatin
nasıl bulunabileceğini, nerde aranması
gerektiğini, insanlara söylenip söylene-
miyeceğini öğrenemiyeceğim. İnsanoğu
dünyanın her yerinde hatalara ve çekiş
melere mahkûmsa, ben ne diye zahmet
edip Hindistana kadar Brahmanlara akıl
danışmağa gelmişim!
Değerli âlim tahtıravanında bu dü
şüncelere daldığı sırada, Hindistan'da
tayfun denilen bir kasırga koptu. Rüz
gâr denizden esiyor, Ganj'ın sularını ka-
30 HINTLI KULÜBESI
bartıp, denize döküldüğü yerdeki adala
ra çarpıp köpürüyordu. Kıyılardan kum
sütunları, ormanlardan yaprak bulutla
rı kaldırıyor, bunları birbirine karıştırıp
nehir suları üstünde ve ovada sürükle
dikten sonra, havaya savuruyordu. Ba-
zan da iki yanı Bambu ağaçları dizili yo
la dalıyor ve bu Hint kamışları ulu ağaç
lar olduğu halde, bunları birer ot sapı
gibi sallıyordu. Bu toz ve yaprak kasır
gası içinde dalgalanıp uzayarak giden bu
ağaçlıklı yolun bir tarafı bir sağa bir so
la yerlere kadar eğilirken, öbür yanı da
inildiyerek doğruluyordu. Bu ağaçların
altında ezilmekten, ya da Ganj nehrinin
kıyılara taşmış olan sularına gömülmek
ten korkan âlimin adamları tarlaların
içine dalıp en yakın tepelere doğru se-
yirtmeğe başladılar. Bu sırada, gece ka
ranlığı iyice bastırmıştı. Üç saattanberi
zifirî karanlıkta nereye gittiklerini bil
meden yürüyorlardı. Ara sıra çakıp, bu
lutları yaran ve ufku aydınlatan bir şim
şek sağ tarafta uzakta kalan Jagrena
tapınağına, Ganj adalarını, kaynaşan de
nizi ve önlerinde yakındaki küçük bir
vadi ile iki tepe arasındaki ormanı gös-
HINTLI KULÜBESI 31
teriyordu. Bu ormana sığınmak için koş
tular, o küçük vadinin başına geldikleri
zaman gök kasvetli kasvetli gürlemeğe
başlamıştı.
Vadinin iki tarafı kayalıktı, her yeri
ni çok iri gövdeli ihtiyar ağaçlar kapla
mıştı. Fırtına korkunç kükremeleri ile
bu ağaçların tepelerini eğdiriyorsa da,
dev cüsseli gövdeleri vadiyi çeviren ka
yalar gibi hiç yerinden kımıldamıyordu.
Bu eski zamandan kalma ormanın bura
sı tam sığınılacak kuytu bir yerdi, ama
içine girmek güçtü. Sınırını yılan gibi sa
ran sazlar bu ağaçların diplerini kapla
mış bir gövdeden bir gövdeye uzanan sar
maşıklar her yeri yapraktan kale duvar
ları gibi sarmıştı; aralarından tek tük ye
şillik boşlukları görünüyordu, ama içi
ne dalmak imkânsızdı. Bununla beraber,
öncüler ellerindeki kılıçlarla küçük bir
geçit açınca, bütün adamlar tahtıravanla
birlikte ormana daldılar. Burada fırtına
dan kurtulduklarını sanmışlardı, ama
bardaktan boşanırcasma yağan bir yağ
mur her yeri sele verdi. Ne yapacakları
nı şaşırdıkları bir sırada vadinin en dar
yerinde, ağaçların altında bir ışık ve bir
32 HINTLI KULÜBESI
kulübe gözlerine ilişti.
Meşaleci meşalelerini tutuşturmak
için kulübeye koştu. Ama, biraz sonra
«Aman, buraya yaklaşmayın, biri var!»
diye bağırdıktan sonra nefes nefese dö
nüp geldi.
Âlimin yanındaki adamlar korkup,
hemen onlar da: «Bir parya ha! bir parya
ha!» diye bağırdılar. Paryayı vahşî bir
hayvan sanan İngiliz hemen tabancasına
davrandı. Meşalecisine: «Parya nedir?»
diye sordu.
«Parya, dini imam olmayan insan
dır,» dedi meşaleci. Öncülerin başı ise:
«En aşağı tabakadan Hindli demektir,
bir yerinize dokunursa, hemen öldürün,
korkmayın, kimse bir şey demez, diye
ekledi. Onun oturduğu yere girersek, do
kuz ay tapınağa adımımızı atamayız. Te
mizlenmek için Ganj nehrinde dokuz ke
re yıkanmamız ve bütün vücudumuzu bir
Brahmana bir o kadar defa inek sidiği
ile yıkattırmamız gerekir.»
Bütün Hintliler bağırıştılar :
«— Paryanın kulübesine dünyada
giremeyiz.»
İngiliz âlimi meşalecisine :
HINTLI KULÜBESI 33
«— Vatandaşınızın parya, yani din
siz imansız bir adam olduğunu nasıl an
ladınız?» diye sordu. Kulübesinin kapısı
nı açınca, dedi meşaleci, onu karısı ve
köpeği ile aynı hasırda yattığını gördüm,
inek boynuzu ile karısına bir şey içiri-
yordu. Alimin yanındaki bütün adamlar:
«— Parya'nın kulübesine dünyada
adımımızı atmayız!» diye tekrarladılar.
İngiliz onlara:
«— Siz isterseniz kalın, dedi. Bu
yağmurda sığınacak hazır bir yer bulmu
şum. Hindistan'ın kastlarından bana
ne!»
Bu sözleri söyleyip, tahtıravanından
atladı. Sorgu kitabı ile çantası koltuğun
da, tabancalariyle piposu da bir elinde,
tek başına kulübenin kapısı önüne gitti.
Tam çalacağı sırada, pek tatlı yüzlü bir
adam kendisine kapıyı açtı ve hemen çe
kilerek :
«— Efendim, ben sizi ağırlamağa
lâyık olmıyan bir Paryayım, dedi. Ama,
kulübemde barınmayı münasip görür
seniz, bana pek şeref vermiş olursunuz.»
«— Kardeşim, dedi İngiliz, konuğu-
HINTLI KULÜBESI
nuz olmayı seve seve kabul ediyorum.» Bu sırada, Parya bir elinde meşale,
bir elinde içi Hindistan cevizi ve muz: dolu bir sepet, sırtında da bir yük kuru odun olduğu halde dışarıya çıktı ve biraz ilerde bir ağacın altında duran Hintlilere yaklaştı, dedi ki:
«— Madem ki kulübeme buyurmak şerefini bana bağışlamak istemiyorsunuz, öyle ise alın bu kabuklu meyvaları, kendinizi kirletmeden yiyebilirsiniz. Bu odunlarla da üstünüzü başınızı kurutur, vahşî hayvanlardan sakınmış olursunuz. Tanrı sizi korusun.»
Hemen kulübesine döndü ve âlime: «— Efendim, yine tekrar ediyorum,
dedi. Ben bahtsız bir Parya'dan başka bir şey değilim. Ama, cildinizin renginden, elbiselerinizden Hintli olmadığınızı anlıyorum. Kulunuzun size sunacağı yiyeceklerden iğrenmiyeceğinizi umarım.»
Bu sözleri söylerken, bir yandan da, yere serdiği bir hasırın üstüne Hint kirazları, Hint armutları, külde pişmiş patates, muz ızgarası, şekerli ve Hindistan cevizi sütü ile yapılmış bir kâse sütlâç
34
HINTLI KULÜBESI 3 5
koydu. Sonra, kendi hasırının üstüne,
karısı ile, beşikte uyuyan çocuğunun ya
nına çekildi.
«— Ey Erdemli adam, dedi İngiliz,
siz benden çok daha değerli bir insan
sınız. Çünkü, sizi alçak görenlere iyilik
ediyorsunuz. Oturduğum hasıra gelmek
le beni şereflendirmezseniz, beni kötü bir
insan saydığınıza inanacağım ve dışarıda
yağmurdan boğulacağımı ya da kaplan
lar tarafından parçalanacağımı bile bile,
kulübenizden çıkıp gideceğim.»
Parya konuğunun hasırına gelip
oturdu, ikisi de yemeğe başladılar. Bu
sırada, âlim bu şiddetli fırtına ve yağ
murda bir çatı altına sığınmanın sefası
nı sürüyordu. Kulübe sarsılacak gibi de
ğildi. Vadinin en dar yerinde bulunduk
tan başka, bir çeşit incir ağacının altına
dikilmişti; bu ağaç dallarının uçları yere
dalıp köklendiğinden, asıl gövdeye des
tek hizmetini gören kemerler vücuda gel
mişti. Bu ağacın yaprakları aralarından
bir damla yağmur geçirmiyecek kadar
sıktı. Dışarıda fırtına, gök gürültülerine
karışarak kükrediği halde, çatının orta-
3 6 HINTLI KULÜBESI
sından çıkan bacadan tüten duman dal
galanmıyor, lâmba ışığı hiç titremiyordu
bile. Alim, Hintli ile karısının etrafında
ki eşyanın sakinliğinden daha fazla olan
sakinliğine hayrandı. Abanoz gibi kara ve
parlak olan çocukları beşiğinde uyuyor;
annesi bir yandan beşiği ayağı ile sallar
ken, bir yandan da çocuğuna bir cins
kırmızı ve kara nohuttan gerdanlık ya
parak oyalanıyordu. Baba kâh çocuğu
na, kâh karısına sevgi dolu bakışlarla ba
kıyordu. Hasılı, köpek bile bu ortak
mutluluğa katılmıştı. Bir kedi ile birlik
te ocağın yanma uzanmış, arasıra gözle
rini aralayıp, efendisine bakarak içini çe
kiyordu.
İngiliz yemeğini bitirince, Parya pi
posunu yakması için ona kömür ateşi
uzattı. Kendi piposunu da yakınca, karı
sına işaret etti. Kadın, onlar yerken su,
içki, limon suyu ve çeker kamışı ile yap
tığı punç'u büyük bir kırba içinde ge
tirdi, iki fincan Hindistan cevizi südü ile
hasırın üstüne koydu.
Bir taraftan pipolarını tüttürüp, bir
taraftan punçlarını içerlerken, âlim,
Hintliye
HINTLI KULÜBESI 37
«— Ben sizi ömrümde rastlamadı
ğım en mutlu insanlardan biri, tabiî en
bilgelerinden biri sayıyorum, dedi. Size
birkaç şey sormama müsaade edin. Bu
korkunç fırtınada nasıl sakin olabiliyor
sunuz? Oysa, burada tek bir ağacın al
tına sığınmışsınız. Ağaçlar ise yıldırımı
çeker.»
«— İncir ağacına hiç yıldırım düş
tüğü görülmemiştir,» dedi Parya.
«— Pek acaip doğrusu, diye âlim
aldırdı. Sakın bu ağaçta da defnedeki
gibi menfi elektrik olmasın?»
«— Sözlerinizden bir şey anlamadım,
dedi Parya. Oysa karım, Tanrı Brahman
bir gün bu ağacın gölgesine oturmuş
da, ondan yıldırım düşmediğine ina
nıyor. Bense, Tanrı bu fırtınalı iklimde
yetişen incir ağaçlarını insanlar fırtına
dan barınsınlar diye sık yapraklı ve ke
merli yarattığından, bunlara yıldırım
düşmesine müsaade etmez, diye düşünü
yorum.»
«— Verdiğiniz karşılık pek dindar
ca, diye âlim aldırdı. Demek ki, sizi sa
kin kılan, Tanrıya olan güveniniz. Vic-
3 8 HINTLI KULÜBESI
dan insana ilimden daha çok rahatlık ve
rir. Rica ederim, söyleyin, siz hangi mez
heptensiniz? Hiç bir Hintli sizinle müna
sebette bulunmak istemediğine göre,
Hint mezheplerinin hiç birinden değilsi
niz. Yolum üstünde rastlayacağım dini
kastlar listesinde, Paryaların kastını hiç
görmedim. Tapınağınız Hindistan'ın han
gi vilâyetinde?»
«— Her yerinde, diye Parya karşı
lık verdi. Tapınağım tabiattır. Tabiatı
yaradana her sabah güneş doğarken ta
par, her akşam batarken onu kutlarım'
Bahtsızlık içinde yetiştiğimden, benden
daha bahtsız olandan hiçbir vakit yardı
mımı esirgemem. Karımı, çocuğumu,
hattâ kedimle köpeğimi bile mutlu kıl
mağa çalışırım. Ömrümün sonunda ölü
mü, gün sonundaki tatlı bir uyku gibi
beklerim.»
«— Siz bu ilkeleri hangi kitaptan
öğrendiniz?» diye âlim sordu.
«— Tabiattan, diye Hintli karşılık
verdi. Ben ondan başkasını tanımam.»
«— Oo! Tabiat büyük bir kitaptır,
dedi İngiliz. Ama, onu okumasını size
kim öğretti?»
HINTLI KULÜBESI 3 9
«— Bahtsızlık, diye Parya aldırdı.
Memleketimde alçak diye tanınmış bir
kasttan olduğun için, Hintli olamayınca,
insan oldum; toplum tarafından kovu
lunca, tabiata sığındım.»
«— Ama, bu yalnızlık içinde hiç ol
mazsa okuyacak birkaç kitabınız olma
lı?» dedi âlim.
«— Bir tek kitabım yok. Okuma
yazma bilmem, diye Parya karşılık ver
di. İngiliz âlimi alnını kaşıyarak :
«— Bir çok şüphelerden kurtulmuş
sunuz, dedi. Ben bir çok milletlerin âlim
lerinden hakikati öğrenip insanları ay
dınlatmak ve mutlu kılmak için vatanım
olan İngiltere'den buralara gönderildim.
Ama, boşuna bir çok araştırmalardan ve
şiddetli tartışmalardan sonra, hakikati
aramanın bir çılgınlık olduğu sonucuna,
vardım. Çünkü, hakikati bulsam bile, bu
nu herkese söylemekle pek çok düşman
kazanmış olacaksın. İçinizden geldiği gi-
bi, söyleyin, siz de benim gibi düşünü
yor musunuz?»
«— Gerçi ben cahil bir adamım,
ama madem ki istiyorsunuz, düşündük
lerimi söyliyeyim, diye Parya karşılık
40 HINTLI KULÜBESI
verdi. Her insan hakikati kendi mutlu
luğu için aramalı. Yoksa, kendisini yetiş
tirenlerin peşin hükümlerine ya da men
faatlerine kalırsa, pintinin, açgözlünün,
batıl inançlının, kötünün, hattâ yamya
mın biri olup çıkar.»
Aklı fikri hep Jagrena başrahibine
sorduğu üç soruda olan âlim, Parya'nın
verdiği bu karşılığa hayran oldu.
«— Madem ki her insan hakikati
aramak zorundadır, dedi ona, öyleyse,
söyleyin, onu bulmak için hangi çareye
başvurmalı? Çünkü, duyularım bizi al
dattığı gibi, aklımızı da büsbütün şaşır
tıyor. Akıl hemen her insanda başka baş
kadır. Aslında akıl herkesin kendi men
faatinden başka bir şey değil, galiba.
Dünyanın her yerinde başka başka olma
sı da bundan herhalde. Yeryüzünde aynı
tarzda düşünen iki din, iki millet, iki ka
bile, iki aile, ne bileyim, hattâ iki insan
gösteremezsiniz. Eğer hakikati aramak
ta zekâ hiçbir şeye yaramazsa, o halde
hangi duyumuza güvenmeli?»
«— Bence, temiz kalble, diye Par
ya karşılık verdi. Zekâ ve duyulular al-
HINTLI KULÜBESI 41
danır, ama temiz bir kalb, aldatılmak is
tense de, hiç bir zaman aldanmaz.»
«— Verdiğiniz karşılık çok derin,
dedi âlim. İnsan hakikati zekâsı ile de
ğil, önce kalbiyle aramalı. İnsanların
hepsi aynı tarzda duyar, başka başka dü
şünürler. Çünkü, hakikatin ilkeleri tabi
attadır ve insanlar bundan çıkardıkları
sonuçları çıkarlarına uydururlar. İşte
bunun içindir ki, hakikati temiz bir kalb-
le aramalı. Çünkü, temiz bir kalb anla
madığı şeyi anlamış, inanmadığı şeye
inanmış gibi görünmeğe kalkmaz. Böyle
bir kalb ne kendini, ne sonra başkaları
nı aldatmağa yeltenir. Onun içindir ki,
temiz bir kalb, kendi çıkarlarına kapılan
çoğu insanların kalbleri gibi, zayıf ol
mak şöyle dursun, kuvvetlidir. Ve bu ha
liyle hakikati aramağa ve muhafaza et
meğe elverişlidir.»
«— Siz düşüncelerimi benim anla
tacağımdan daha iyi anlattınız, diye Par
ya aldırdı. Hakikat sabah çiğine benzer.
Onu saf bir halde muhafaza etmek için,
temiz bir kapta toplamak gerekir.»
«— Ey iyi yürekli adam, çok güzel
söylediniz, dedi İngiliz. İşin güç tarafı
42 HINTLI KULÜBESI
bulmakta. Hakikati nerde arayıp bulma
lı? Saf bir kalb bizimle ilgili, o kolay.
Ama, hakikat, ne çare ki, başka insanla
ra bağlı. Etrafımızdakilerin hemen he
men çoğu peşin hükümlerine kapıldıkla
rına göre, ya da çıkar yüzünden bozul
duklarına göre, hakikati nerde bulaca
ğız? Bir çok halklar arasında dolaştım,
genel kitaplıkları karıştırdım, büyük
âlimlere danıştım, ama nereye gittimse
zıtlıklardan, şüphelerden ve bu halkların
konuştukları dillerden bin kat birbirin
den ayrı düşüncelerden başka bir şey bul
madım. Hakikati insanoğlunun bilgileri
ni bir araya toplayan ünlü depolarda bu
lamaz da, nerde buluruz? Kötü zekâlı,
bozuk kalbli insanlar arasında temiz bir
kalbin olmuş, neye yarar?
«— İnsanlar yolu ile gelen hakikat
ten ben şüphe ederim, diye Parya karşı
lık verdi. Hakikati hiç bir zaman onlar
arasında değil, tabiatta aramalı. Tabiat
var olan her şeyin kaynağıdır. Dili, insan
ların dilleri ve kitapları gibi türlü türlü
değildir. İnsanlar nasıl kitap yazarsa, ta
biat da şeyleri yaratır. Hakikati bir ki
tap üstüne kurmak, bir tabloyu da hey-
HINTLI KULÜBESI 4 3
kel üstüne kurmak gibidir; bu tablo ya
da heykel bir memleketi ilgilendirir, za
man onu her gün durmadan aşındırır,
Her kitap bir insanın eseridir, oysa ta
biat Tanrının hüneridir.»
«— Çok haklısınız, diye âlim aldır
dı. Tabiat, tabiî hakikatların kaynağıdır.
Ama, meselâ, tarihî hakikatlarm kayna
ğı kitaplar değil de, nedir? Öyleyse, bun
dan iki bin yıl önce geçmiş bir olayın
doğru olduğuna bugün nasıl güvenmeli?
Bu olayı bize yazıp anlatanların peşin
hükümleri yok muydu? Taraf tutmuyor
lar mıydı? Temiz kalbli oldukları nerden
belli? Bu olayı anlatan kitaplar da, zaten
kopyacıların, matbaacıların, açıklayıcıla
rın, çeviricilerin elinden geçmiyecek mi?
Bu insanların hepsi hakikati az çok boz-
mıyacaklar mı? Demincek çok güzel söy
lediğiniz gibi, kitap bir insanın hüneri
dir. Demek oluyor ki, tarihî hakikat bize
hatadan kurtulamıyan insanlar yolu ile
geldiğine göre, tarihî hakikatten vazgeç
meli.»
«— Geçmişte olmaz şeyler tarihinin
bizim mutluluğumuza ne faydası doku-
44 HINTLI KULÜBESI
nur? dedi Hintli. Bugün var olanın tari
hi, geçmişte olanın ve yarın olacakların
tarihidir.
«— Çok güzel, dedi. İngiliz, ama siz
de bilirsiniz ki, manevî hakikatlar insan
oğlunun mutluluğu için gereklidir. Bun
ları tabiatta nasıl bulabiliriz? Tabiatta
hayvanlar birbirleriyle savaş halindedir,
birbirlerini öldürürler, parçalarlar. Hat
tâ unsurlar bile birbirleriyle döğüşürler.
İnsanların birbirlerine karşı davranışla
rı da başka türlü mü?»
«— Yoo, hayır, diye iyi yürekli Par
ya karşılık verdi. Ama, her insan, temiz
kalbliyse, kendi davranış kuralını kendi
kalbinde bulabilir. Tabiat bu temiz kal
be şu kanunu kazmıştır: «Başkalarının
sana yapmasını istemediğin şeyi, sen de
başkalarına yapma».
«— Doğru, diye İngiliz aldırdı, ta
biat insanoğlunun menfaatlerini bizim
menfaatlerimize bakarak düzenlemiştir.
Ama, milletleri birbirlerinden ayıran
bunca mezhep ve gelenek arasında dinî
hakikatları nasıl bulmalı?»
«— Yine tabiatta, diye Parya kar-
HINTLI KULÜBESI 45
şılık verdi. Tabiatı temiz bir kalble ince-
liyecek olursak, Tanrıyı bütün gücü, ze
kâsı ve iyiliği ile orda görürüz. Zayıf, ca
hil ve sefil oluşumuz, bütün ömrümüzce
ona kavgasız, gürültüsüz tapmamız, onu
sevmemiz için yeter bir sebeptir.»
«— Bu sözlerinize diyecek yok, di
ye İngiliz aldırdı. Ama söyleyin şimdi
bana, hakikati bulunca, insanlara söyle
meli mi? Bunu yayınlıyacak olursanız,
hata içinde yüzüp, hatayı hakikat, bu ha
tayı yıkmaya çalışan her şeyi hata sayan
bir sürü insan tarafından hırpalanacak
sınız.»
«— Hakikati temiz kalbli olanlara,
yani hakikati arayan temiz insanlara
söyliyeceksiniz, dedi Parya, bunu istemi-
yen kötü kişilere söylemeğe ne lüzum
var? Hakikat eşi az bulunur bir incidir:
kötü kişi, kulakları olmadığı için bu in
ciyi takamayan timsaha benzer. İnciyi
timsaha attınız mı süslenecek yerde, bu
nu yemeğe kalkar. Tabiî dişleri kırılır,
dişleri kırılınca da kızıp üstünüze saldı
rır.»
«— Size bir tek itirazım var, dedi
İngiliz. O da şu: Söylediğinize bakılırsa,
46 HINTLI KULÜBESI
hakikati öğrenmeğe muhtaç oldukları
halde, hata içinde yüzmeğe mahkûmdur
lar. Çünkü onlara hakikati söyliyenleri
hırpalarlar. Hangi ilim adamı bunu on
lara öğretmeğe cesaret edebilir?»
«— Hakikati öğreteceğim diye in
sanların başına musallat olan bahtsızlık,
dedi Parya.
«— Yoo, tabiat adamı, bu sefer ga
liba aldanıyorsunuz, diye İngiliz aldırdı.
Bahtsızlık, felâket, insanları batıl inanç
lara sürükler. Kalbi ve zekâyı yeyip bi
tirir. İnsanlar sefil hale geldikçe, kötü,
ahmak olur, alçalırlar.»
«— Yeteri kadar bahtsız olmadıkla-
rındandır bu, diye Parya karşılığı yapış
tırdı. Bahtsızlık, felâket, kasıp kavuru
cu Lahore Krallığının bir ucundaki Bem-
ber Karadağına benzer. Dağa tırmanır
ken, önünüzde çorak kayalıklardan baş
ka bir şey göremezsiniz, ama tepeye var
dığınızda, başınızın üsütünde gökleri,
ayaklarınızın altında Kişmir Krallığını
görürsünüz.»
«— Benzetmeniz hem güzel, hem
doğru! diye âlim aldırdı. Herkesin bütün
ömrünce tırmanacağı bir dağ vardır, doğ-
HINTLI KULÜBESI 47
ru. Ey bir köşeye çekilmiş Erdemli in
san, sizinkisi pek sarp ve dik olmalı. Ta
nıdığım bütün insanların en üstününe
çıkmışsınız, çünkü. Demek ki, siz çok
bahtsızsınız! Ama, önce söyleyin bana,
Hindistan'da sizin kastınız niçin bu ka
dar alçak da, Brahmanların ki bu dere
ce şerefli? Jagrena tapınağı başrahibinin
yanından geliyorum. Bu insanın hem
kendi putundan başka bir düşüncesi
yok, hem de herkesi kendine Tanrı diye
taptırıyor.»
«— Brahmanların söylediklerine gö
re, başlangıçta onlar Tanrı Brahma'nın
başından çıkmışlar, Paryalar da ayakla
rından gelmişler de ondan, diye Hintli
karşılık verdi. Ayrıca şunu da ekliyorlar:
«Bir gün Brahman yolda giderken bir
Parya'dan yiyecek istemiş, Parya da in
san eti sunmuş.» Bu gelenektenberi, on
ların kastı şerefli, bizimki ise bütün Hin
distan'da lanetlenmiştir. Şehirlere yak
laşmamıza müsaade etmezler, kendisine
bir solukluk mesafeye kadar yaklaştığı
mız her rahip bizi öldürebilir.»
«— Allah, Allah, diye İngiliz bağır
dı, pek çılgınca, pek haksızca bir iş bu!
48 HINTLI KULÜBESI
Brahmanlar böyle saçma bir düşünceyi
Hintlilerin kafasına nasıl sokmuşlar?»
«— Küçük yaştanberi öğretip, dur
madan tekrarlıyarak, dedi Parya.. İnsan
lar öğrendiklerini papağan gibi birbirle
rine tekrarlarlar.»
«— Ey talihsiz adam, dedi İngiliz.
Brahmanlarm daha doğuşta sizi içine at
tıkları alçaklık uçurumundan nasıl etti
niz de çıkabildiniz? Bir insanı kendi gö
zünde aşağılatmak kadar kötü bir şey
olamaz. Biricik avunmasını elinden al
mak olur bu. Çünkü, avunmaların en de
ğerlisi insanın kendi içinde bulduğudur.
«— Önce kendi kendime şöyle sor
dum. Tanrı Brahman hikâyesi doğru
mu? diye Parya aldırdı. Bu hikâyeyi an
latanlar, kendilerinin gökten geldikleri
ni söylemekte çıkarı olan Brahmanlar-
dır. Kutsal olduklarına inanmak istemi-
yen Paryalardan öç almak için bir Par
yanın Tanrıyı yamyam yapmak istediği
ni uydurmuşlardır. Bundan sonra kendi
kendime şöyle dedim: «Tutalım ki bu
doğru. Oysa, Tanrı âdildir, kast üyelerin
den birinin işlediği suçu, kast bu suça
HINTLI K U L Ü B E S I 49
katılmadığı halde, bütün kasta yükliye-
mez. Bütün Paryalar kastının bu suça
katıldığını varsaysak bile, evlâtları bu
suçtan ötürü sorumlu tutulamazlar. Tan
rı, çocukları, yüzlerini görmedikleri ata
larının işledikleri hatalardan ataları he
nüz doğmamış olan torunlarını işleye
cekleri hatalardan ötürü cezalandıramaz.
Tutalım ki, binlerce yıl önce Tanrı ya is
yan eden bir Paryanın cezasını, bu suça
hiç katılmadığım halde, bugün çekeyim
Tanrı'nın gazabına uğrayanın mahvolma-
yıp yaşaması, hiç olacak şey mi? Ben
Tanrının gazabına uğramış olsaydım,
diktiğim şeylerin hiç meyve vermemesi
gerekirdi. Nihayet, yine kendi kendime
şöyle dedim: Tutalım ki, ben iyiliğini
gördüğüm Tanrı'nın gazabına uğradım;
öyleyse, ona yaranmak için, onun yaptı
ğını yapıp, kin ve nefret edeceğim kim
selere iyilik etmek isterim.»
«— İyi ama, böyle herkes tarafın
dan kovulunca, nasıl yaşıyabiliyorsunuz?
diye İngiliz sordu.
«— Önce kendi kendime şöyle de
dim, dedi Hintli. Mademki herkes senin
düşmanın, öyleyse kendine sen kendin
HINTLI KULÜBESI
dost ol. Uğradığın haksızlık ve felâket
bir insanın katlanamıyacağı kadar ağır
değildir. Yağmur ne kadar şiddetli ya
ğarsa yağsın, bir kuşcağızın üstüne her
seferinde döküleni bir damladan fazla
değildir. Yiyecek aramak için ormanla
ra, nehir kıyılarına gittim. Ama, çoğu
zaman yaban meyvalarından başka bir
şey bulamadım, vahşi hayvanlardan da
korkuyordum. Anladım ki, tabiat tek
başına bir insan için hemen hemen hiç
bir şey yapmamış, geçimimi beni kuca
ğından fırlatıp atan bu cemiyete bağla
mış. Bunun üzerine, Hindistan'da pek
çok rastlanan boş tarlalara gitmeğe baş
ladım, rençberlerin devşirmelerinden ar
ta kalmış yiyecek bir şeyler buldum.
Böyle vilâyet vilâyet geziyor, tarım ka
lıntılarından yiyeceğimi çıkarıyordum.
Faydalı nebat tohumları bulunca, bunla
rı yine ekiyor, şöyle diyordum: «Bana
faydası dokunmasa bile, başkalarına
faydası dokunur.» Elimden iyilik etmek
geldiğini görünce, kendimi pek fazla se
fil bulmamağa başladım. Büyük bir ar
zu ile istediğim bir şey vardı: O da şe
hirlere girebilmek. Bunların surlarını,
50
HINTLI KULÜBESI 51
kulelerini, ufkun her yerindeki eşya yük
lü kayıkların nehirler üstünde, kervan
ların yollarda birbirleriyle yarışmaları
nı, başka eyaletlerden buraları muhafaza
etmeğe gelen asker taburlarını, mutlu
olayları haber vermek ya da andlaşma
yapmak için yabancı krallıklardan gelen
elçilerin arkalarındaki kalabalık adam-
lariyle birlikte yürüyüşlerini uzaktan
hayran hayran seyre dalardım. Caddele
rine kadar sokulup, gelip geçenlerin kal
dırdıkları toz bulutlarını hayretle seyre
der ve büyük şehirlerden yükselip, deniz
kıyılarına çarpıp parçalanan dalgaların
şırıltısını andıran o boğuk gürültüye
zevkle kulak verip ürperirdim. Kendi
kendime derdim ki: «Bir çok yerlerden
gelip, sanayilerini, servetlerini ve sevinç
lerini birleştiren insan topluluğu bir şeh
ri herhalde güzel bir yer haline getirmiş
tir. Buraya gündüz yaklaşmama müsa
ade etmiyorlar, ama gece içine sokulma
ma kim karışır? Bunca düşmanı olan
ufacık sıçan karanlıktan faydalanıp ca
nının istediği yere gider, yoksulun kulü
besinden çıkıp kralların sarayına dalar.
Yaşamanın sefasını sürmek, tadını çıkar-
52
52 HINTLI KULÜBESI
mak için yıldızların ışığı ona yeter. Ba
na da gün ışığının ne lüzumu var?» Del
hi yakınlarındayken bu düşüncelere dal
mıştım; bu düşüncelerden cesaret alarak
Lahore kapısından şehre daldım. İki ta
rafında sıra sıra taraçalı evler, altların
da galeri halinde sıra sıra dükkânlar bu
lunan tenha uzun bir sokaktan geçtim.
Ara sıra kapıları sıkı sıkı kapalı kervan
saraylara ve büyük pazarlara rastlıyor
dum. Buralarda tam bir sessizlik vardı.
Şehrin göbeğine yaklaşırken, Gemna bo
yunca uzanan saray ve bahçelerin bulun
duğu zengin mahallesinden geçtim. Ma-
şelerin aydınlığında danseden genç kız
ların şarkıları ve çalgılariyle her yer çın
lıyordu. Bu güzel manzarayı tatlı tatlı
seyretmek için, bir bahçenin kapısı
önünde durdum, ama sefilleri kovan kö
leler tarafından sopa ile kovalandım.
Zengin mahallesinden uzaklaşırken, dini
min birçok tapınaklarının yanından geç
tim. Bu tapınaklarda secdeye kapanmış
olan bir çok bahtsızlar gözyaşı döküyor
lardı. Batıl inançların ve dehşetin hüküm
sürdüğü bu anıtları görünce koşarak
kaçtım. Daha ileride, ortalığı çınlatan
HINTLI KULÜBESI 53
ezan seslerini duyunca, bir caminin mi
nareleri dibinde olduğumu anladım. Bi
raz ötede, önünde bayrakları dalgalanan
Avrupalı tüccar mağazalarını gördüm.
Bekçiler durumdan «Haberdar!» (Kendi
nizi kollayın) diye bağırıyorlardı. Sonra,
büyük bir binanın yanından geçtim.
İçerden zincir şıngırtılarından ve inilti
lerden, burasının hapishane olduğunu
anladım. Biraz sonra, büyük bir hasta-
haneden acı acı yükselen çığlıklar duy
dum, kapısından içleri cesetle dolu ara
balar çıkıyordu. Yolda giderken, duvar
kıyılarına sinerekten kaçan hırsızlara
rastladım. Bekçiler yakalamak için ar
kalarından koşuyordu. Konak kapıların
da sopa yedikleri halde, yine ziyafet ar
tığı yemekleri dilenen dilenciler, boğaz
tokluğuna önüne gelene iffetini satan ka
dınlar gördüm. Bu sokakta epey yürü
dükten sonra, sonunda büyük bir mey
dana geldim, büyük Moğol'un oturduğu
kale bu meydanın ortasındaydı., Meyda
nı Racaların ve muhafızlarının çadırları
doldurmuştu. Taburlar birbirlerinden
meşalelerle, sancaklarla ve uçlarında
Tibet ineklerinin kuyrukları bulunan
54 HINTLI KULÜBESI
uzun sırıklarla ayrılmıştı. Kalenin etra
fı içi su dolu bir hendekle, öteye beriye
yerleştirilmiş toplarla çevrilmişti. Muha
fızların yaktıkları ateşlerin aydınlığında
kalenin bulutlara kadar yükselen kule
lerine, ufka kadar uzanan uzun surları
nı seyre daldım. Kalenin içine girmek
isterdim, ama sırıklara asılı duran kır
baçlardan gözüm korktu, vazgeçtim.
Onun için, biraz uzakta, etrafına çevre
oldukları ateşin başında dinlenmeme
müsaade eden birkaç zenci kölenin ya
nında durdum. Buradan imparatorun
sarayını hayran hayran seyrediyordum.
Kendi kendime dedim ki: «İnsanların en
mutlusu burda oturuyor, demek! Bunca
din hep ona boyun eğilmesini vaaz edi
yor, bunca elçi onun şerefine geliyor,
bunca eyalet variyle yoğu ile hazineleri
ni dolduruyor, bunca kervan zevkû sa
fası için yollara dökülüyor, bunca silâh
lı insan sessizlik içinde onu muhafaza
ediyor, demek!»
«Ben bu derin düşüncelere daldığım
sırada, meydandan sevinç çığlıkları kop
tu, bayraklarla süslü sekiz devenin geç
tiğini gördüm. Öğrendim ki, bu develer
HINTLI KULÜBESI 55
asilerin kesilmiş başlariyle yüklüymüş.
Büyük Moğol tarafından Dekan'a vali
tayin edilen oğullarından biri başkaldır-
mış, üç yıldır kendisiyle savaşıyormuş.
İşte Büyük Mogolun generalleri Dekan'-
dan göndermişler bu kesik başları. Bi
raz sonra, Hecin devesine bir ulak dolu
dizgin geldi. Hindistan sınırındaki bir
şehrin düştüğü haberini getirmişti. Mo
golun komutanlarından birisi ihanet
edip, bu şehri İran kralına teslim etmiş.
Bu ulağın hemen ardından Bengale va
lisinin gönderdiği bir başka ulak geldi.
Ticaretin gelişmesi için, imparatorca
Ganj nehri ağızlarında bir ticaret iske
lesi kurmalarına izin verilen Avrupalı
ların orada, bir kale yapıp, nehir üstün
deki gidiş gelişi ele geçirdikleri haberi
ni getirdi. Bu iki ulak geldikten biraz
sonra, bir muhafız kıtası ile başlarında
ki subayın kaleden çıktığı görüldü. Bü
yük Moğol subaya zengin mahallesine
gidip, düşmanla gizlice anlaşmaktan sa
nık üç belli başlı zengini zincire vura
rak getirmelerini emretmişti. Bir gün
önce de, vaazlarında İran Kralını öven
ve Hindistan imparatorunun şarap içti-
56 HINTLI KULÜBESI
ğinden ötürü İslâm dinine küfürde bu
lunduğunu ulu orta söyleyen bir molla
yı yakalattırmıştı. Nihayet, isyan eden
oğluna katıldıklarından şüphelendiği bir
karısı ile, iki muhafız subayını boğdu
rup, Gemma'ya attırmıştı. Ben bu feci
olaylar üstünde derin derin düşünürken,
saray mutfaklarının birinden ansızın bir
ateş sütunu yükseldi, dalgalanan du
manları gökleri kapladı, kızıl alevi ka
lenin kulelerini, hendekleri, meydanı, ca
milerin minarelerini aydınlatıp, ufka
kadar yayıldı. Hemen davullar zurnalar
çalınıp, korkunç gürültüleriyle herkes
imdada çağrıldı. Süvari taburları şehre
yayıldı, saraya komşu evlerin kapılarını
kırdı, herkesi yangına koşmağa zorladı.
Büyük kişilerin komşusu olmanın küçük
insanlar için ne kadar tehlikeli olduğu
nu o zaman anladım. Büyük kişiler, yan
ına çok yaklaşıp üstüne günlük saçanla
rı bile yakan ateşe benzerler. Kaçıp kur
tulmak istedim, ama meydana açılan bü
tün caddeler tutulmuştu. Buradan çık
mam imkânsızdı. Bereket versin, benim
bulunduğum yer saray tarafındaydı. Ha
dım Ağalarının kadınları fillere bindi-
HINTLI KULÜBESI 57
rip saraydan çıkarmaları kaçmama yar
dım etti. Çünkü, muhafızlar her yerde
insanları kırbaçlayarak zorla yangına
yardıma sürüklüyorlarsa da, filler hor
tumları ile vurarak bunları uzaklaşma
ğa zorluyorlardı. Hasılı, kâh berikiler,
kâh ötekiler tarafından kovalanarak bu
korkmuş kargaşalığın içinden sıyrılıp
kurtuldum. Yangının aydınlığında, dış
mahallenin öbür başına vardım. Burada,
büyük kişilerden uzak olan halk bütün
gün çalışmış, şimdi sükûn içinde dinle
niyordu. Ancak buraya gelince, rahat bir
nefes aldım. Kendi kendime dedim ki:
«Şehir dedikleri şeyi işte gördüm! Millet
lerin efendilerinin oturduğu yeri gör
düm! Aman, bir çok efendilerin köleden
ne farkı var? Dinlenecekleri zaman bile
zevkû safa ile, ihtirasla, batıl inançlar
la, açgözlülerle uğraşıyorlar! Uykuların
da bile etrafını sarmış olan sefil ve kö
tü insanlardan, hırsızlardan, dilenciler
den, fahişelerden, kundakçılardan tutun
da, askerlerine, büyüklerine, rahiplerine
varıncaya kadar bir çok kimseden kor
kuyorlar. Şehir dedikleri yer geceleyin
böyle kargaşalık içinde olduğuna göre,
58 HINTLI KULÜBESI
gündüzün kim bilir ne haldedir?»
Zevkû safa ile birlikte insanların
dertleri de artıyor. Bütün bu dertleri ba
şına toplamış olan imparator ne kadar
acınacak bir insandır? İç savaşardan, ya
bancı devletlerle savaşlardan, hattâ
kendisini avutan ve koruyan şeylerden,
generallerinden, muhafızlarından, mol
lalarından, karılarından ve çocukların
dan hep korku duymaktadır. Kalesinin
etrafını çeviren hendekler onu batıl
inançların hayaletlerinden, iyi terbiye
edilmiş filler kara tasalarından kurtara
mazdı. Oysa, ben bunların hiç birinden
korkmuyorum. Hiç bir müstebit ne ru
hum, ne de vücudum üstünde hükmünü
yürütebilir. Tanrı'ya vicdanımın emretti
ği şekilde kulluk edebilirim, hiç kimse
den korkacak bir şeyim yoktur. Elverir
ki, bir derdim, bir üzüntüm olmasın.
Gerçekte bir Parya bir imparatordan
daha bahtsızdır. Bu sözleri söylerken,
gözlerim dolu dolu oldu, diz çöküp, ken
di dertlerime şükredip katlanabilmem
için, bana benim dertlerimden daha bü
yüklerini gösteren Tanrıya teşekkür et
tim.»
HINTLI KULÜBESI 59
«Ondan sonra, hep Delhi'nin dış ma
hallelerinde dolaştım. Oradan yıldızların
insanların oturdukları evleri aydınlattı
ğını, sanki gökle şehir birmiş gibi, ışık
larının birbirine karıştığını görüyordum.
Ay bu manzarayı aydınlatınca, gündü
zün renklerinden başka renkler görüyor
dum. Uzaklarda, Gemmanın suları üstün
de yansıyan hem gümüş gibi parlak, hem
de tüllere bürünmüş kuleleri, evleri, ar
gaçları hayran hayran seyrediyordum.
Tenha ve sessiz büyük şehir benimmiş gi
bi geliyordu bana. Oysa, insanlık benden
bir avuç pirinci esirgiyordu. Din bu de
rece iğrenilecek hale getirmişti beni. Ya-
şıyanlar arasında dost bulamayınca, ben
de kendime ölüler arasında dost aradım.
İyilik sever akrabaların verdikleri ye
mekleri gidip mezarlıklarda mezarların
üstünde yedim. Buralarda derin düşün
celere dalmayı pek seviyordum. Kendi
kendime şöyle diyordum: «Burası huzur
ve sükûnun şehri. Burada kudretin, ki
bir ve gururun zerresi yoktur. Masum
lukla, erdem güven içindedirler. Hayat
taki bütün korkular, hattâ ölüm korku
su burada yok olup gitmiştir. Arabacının
60 HINTLI KULÜBESI
arabasını bir daha koşmamak üzere sa
lıverdiği han, Paryanın dinlendiği yer
burası.»
«Böyle düşüne düşüne ölüme ısın
dım, yeryüzünü küçümsemeğe başladım.
Her an binlerce yıldızın doğduğunu do
ğuyu seyre dalıyordum. Bu yıldızların
kaderi ne olduğunu bilmiyordum, ama,
insanların kaderlerine bağlıydı. İnsanla
rın görmedikleri birçok şeylerle ihtiyaç
larını karşılayan tabiat, hiç olmazsa göz
leri önüne serdiklerini olsun bu kadere
bağlamıştı. Bunu anlamıştım. Onun için,
ruhum yıldızlarla beraber göklere yük
seliyordu. Şafak vaktinin pembe renkle
rin, bunların tatlı ve ölümsüz parlaklık
larına karıştığı zaman, göğün kapıların-
daymışım sanıyordum. Oysa, göğün ışık
ları tapınakların tepelerinde parıldama
ğa başlar başlamaz, bir gölge gibi orta
dan kayboluyor, insanlardan kaçıp, tar
lalardaki bir ağacın dibine uzanmağa,
kuşların cıvıltıları arasında uyumağa gi
diyordum.»
«— Ey bahtsız ve duygulu insan,
dedi İngiliz, hikâyeniz bana çok dokun
du. İnanın bana, şehirlerin çoğu ancak
HINTLI KULÜBESI 61
gece görülmeğe değer. Zaten, tabiatın ge
ce güzellikleri insanı daha çok duygulan
dırır. Memleketimin ünlü bir şairi yal
nız bir güzellikleri yüceltmiştir. Ama,
söyleyin bana, nasıl ettiniz de, gün ışı
ğında da kendinizi mutlu kıldınız?»
«— Gece mutluluğuna çabuk kanık
samıştım, diye Hintli aldırdı. Tabiat,
gündüzün herkese ancak yüzünün güzel
liklerini gösterip, geceleyin âşığına gizli
güzelliklerini açan bir kadına benzer. Oy
sa, yalnızlığın tatlı tarafları olduğu gibi,
yoksunlukları da vardır. Bahtsız insana
yalnızlık, başka insanların ihtiraslarının
hiç yalpa yapmadan akıp gittiği sakin
bir liman gibi gelir. Oysa, hareketsizli
ğinden hoşnut olduğu sırada, zaman onu
sürükler götürür. Hayat nehrine hiç bir
zaman demir atılamaz. Akıntıya karşı
çabalayanı da, kendini akıntıya bıraka
nı da; akıllıyı da, akılsızı da alır götü
rür; ikisi de, biri hayattan kâm alma
dan, biri de hayatın tadını çıkararak,
ömrünün sonuna varır. Tabiattan daha
bilge olmak istemediğim gibi, mutlulu
ğumu insanoğluna çizilen kanunlar dı
şında da aramak istemedim. En çok ta
62 HINTLI KULÜBESI
sevinçlerimi, kederlerimi söyliyebilece-
ğim bir dostum olsun diye yanıp tutu
şuyordum. Böyle birisini çok aradım,
ama her karşıma çıkanın haset ve tamah
tan başka bir düşüncesi yoktu. Neyse,
duygulu, hatırsayar, sadık, peşin hüküm
lere bağlanmıyan birini buldum: aslın
da, bu benim soyumdan biri değildi, hay
van soyundandı. Şu gördüğünüz köpek
ti. Küçücük bir yavru iken bir sokağın
başına bırakılmıştı, açlıktan nerdeyse
ölecekti. Hali içime dokundu; aldım, bü
yüttüm. Bana bağlandı, hiç yanımdan
ayrılmıyan bir arkadaş oldu. Bu kadarı
yetmezdi. Bana köpekten daha bahtsız,
insan cemiyetinin bütün kötülüklerini
görmüş, bu kötülüklere katlanmakta ba
na yardım edecek ve yalnız tabiat âşık
larını isteyip, bunları benimle paylaşa
cak bir dost lâzımdı. İki taze fidan an
cak birbirlerine sarılarak fırtınaya karşı
dayanabilir. Kader bana iyi bir kadın
bağışlıyarak arzularımı yerine getirdi.
Mutluluğumun kaynağını felâketlerimin
pınarında buldum.
«Bir gece Brahmanlarınm mezarlığın-
daydım. Ay aydınlığında sarı örtüsüne
HINTLI KULÜBESI 63
yarı bürünmüş bir Brahman kadını gör
düm. Bana zulmedenlerin kanından bir
kadını görünce dehşetle irkildim. Ne
yaptığını görünce, acıyıp üzülerek yak
laştım. Kendi kastının geleneğine göre,
babasının cesedi ile birlikte, geçenlerde
diri diri yakılan annesinin küllerini ör
ten bir tümseğin üstüne yiyecek koymuş,
gölgesini çağırmak için günlük yakıyor
du. Kendimden daha bahtsız bir insan
görünce gözlerim yaşardı. Kendi kendi
me dedim ki: «Ne yazık! Ben alçaklık
bağları ile, sen ise şan ve şeref bağlariyle
bağlısın. Atıldığım uçurumun dibinde
ben hiç olmazsa rahat yaşıyorum, sen
ise bulunduğun uçurumun kıyısında
titremektesin. Anneni elinden alan kader,
bir gün seni de almakla, seni korkutmak
tadır. Bir tek ömrün vardı, iki ölümle
öleceksin. Kendi ölümünle mezara gir
mezsen, kocanın ölümü seni diri diri ora
ya sürükliyecek.» Ben ağlıyordum, o da
ağlıyordu. Yaşlı gözlerimiz karşılaştı,
bahtsızların gözleri gibi görüşüp konuş
tu. Kadın başını çevirdi, örtüsüne bürün
dü, çekilip gitti. Ertesi gece yine o yere
gittim. Bu sefer annesinin mezarı üstü-
64 HINTLI KULÜBESI
ne daha fazla yiyecek koymuştu. Bu yi
yeceklere ihtiyacım olduğunu düşünmüş
tü. Brahmanlar, Paryalar yemesin diye,
ölü yemeklerini zehirlediklerinden ka
dın yalnız meyva getirmişti. Onun bu in
sanca hareketi içime dokundu. Bu kar
deşçe sunuşuna karşı beslediğim saygı
yı göstermek için, meyvalarını alacak
yerde, bunların yanına çiçekler koydum.
Acısına yürekten katıldığımı dile geti
ren haşhaşlardı bunlar. Ertesi gece, say
gımın iyi karşılandığını görüp sevindim.
Haşhaşlar sulanmış, mezarın biraz öte
sine yine bir sepet meyva konmuştu.»
«Din ve minnet duygusu bana cesa
ret verdi. Parya olduğum için, onu leke
lemekten korkup konuşmayı göze alama
dım; erkek olarak, ruhumda uyandırdı
ğı sevgiyi ona anlatmağa kalkıştım; Hin
distan'daki âdete göre, düşüncelerimi di
le getirmek için çiçeklerin dilini kullan
dım, Haşhaşların yanma Nergis çiçekle
ri kattım. Ertesi gece, çiçeklerin su içi
ne konduğunu gördüm. Daha sonraki ge
ce büsbütün cesaretlendim, haşhaşların
ve Nergislerin yanına kunduracıların de
riyi siyaha boyamakta kullandıkları bir
HINTLI KULÜBESI 65
Fulsapat çiçeği k o y d u m . Alçak gönüllü
ve bahtsız aşkımı aydınlatıyordu bu.
«Ertesi gün, şafak vakti mezara
koştum, ama Fulsapatın kuruduğunu
gördüm. Sulanmamıştı, çünkü. Ertesi
gece titriyerek, lâleler koydum. Kırmızı
ve ortası kara yaprakları içimi yakan
ateşi ifade ediyordu; ertesi gün, bunla
rın da Fulsapat gibi kuruduğunu gör
düm. Büyük bir tasa içindeydim. Yine de
öyleyken, daha ertesi günü, korku ile
karışık umutlarımın sembolü olarak, sa
pı dikenli bir gül goncası götürdüm.
Ama, daha gün doğmadan mezara gidip
de, gül goncasının öteye atıldığını görün
ce, büyük bir umutsuzluğa düştüm! Ak
lımı kaybedecek gibi oldum. Ne olursa
olsun, bu kadınla konuşmağa karar ver
dim. Ertesi akşam mezarlıkta görünür
görünmez, ayaklarına kapandım. Oysa,
gülümü sunarken, ağzımı açıp bir şey
söyliyemedim. O konuştu ve bana dedi
k i :
«— Ey bedbaht adam! Bana aşkı
nı anlatıyorsun, ama pek yakında dün
yadan göçüp gideceğim. Ben de annemin
yaptığını yapıp, ölen kocamla beraber
66 HINTLI KULÜBESI
yanacağım. İhtiyar bir adamdı, onunla
çocuk denecek yaşta evlendim. Haydi
güle güle çekil git ve beni unut. Üç gün
sonra, bir avuç kül olacağım.»
«Bu sözleri söyleyip içini çekti. İçi
me acılar doldu, ona dedim ki: «Bahtsız
Brahman kızı! Cemiyetin sizi bağladığı
bağları tabiat koparıp atmış. Siz kendi
niz de batıl inançların bağlarını koparıp
atın. Bunu benimle evlenerek ispat
edin.»
«— Nee! dedi ağlıyarak, seninle yüz
karası içinde yaşıyarak ölümden kurtu
lacağım ha! Aman, beni seviyorsan, bı
rak öleyim.»
«— Allah göstermesin! diye bağır
dım. Hiç sizi felâketten kurtarayım der
ken, kendi felâketlerimin içine sürükler
miyim? Sevgili Brahman kızı! Birlikte
ormanlara kaçalım. Kaplanlara güven
mek, insanlara güvenmekten daha iyi!
Umutla bağlandığım Tanrı bizi yüzsütü
bırakmıyacaktır. Kaçalım. Aşk, gece, se
nin bahtsızlığını, masumluğun, herşey
bizden yana. Bahtsız kadın, acele davra
nalım, üstünde yakılacağın odun yığını
HINTLI KULÜBESI 6 7
hazırlandı bile. Ölü kocan seni çağırı
yor!»
«O zaman, annesinin mezarına inli-
yerek baktı, sonra gözlerini göklere dik
ti. Bir eliyle elimi tuttu, öteki eliyle gü
lü aldı. Hemen kolundan tuttum. Yol
lara düştük. Örtüsünü fırlatıp Ganj neh
rine attım, akrabaları suda boğulduğu
na inansınlar diye. Bir çok geceler nehir
kıyısı boyunca yürüdük, gündüzleri çel
tik tarlalarında saklanıyorduk. Sonunda,
buralara, halkı eskiden savaşta yok olan
bu yerlere geldik. Bu ormanın içine girip,
şu kulübeyi yaptım, küçük bir bahçeye
öteberi diktim, yetiştirdim. Burada
büyük bir mutluluk içinde yaşıyoruz.
Karıma güneşe tapar gibi tapıyor, onu
ayı sever gibi seviyorum. Bu yalnızlık
içinde yine de yaşıyoruz. Herkesten ha
karet görmüştük. Birbirimizi saydığımız
için, benim onu övmem, ya da onun be
ni övmesi ikimize de halkın alkışların
dan daha tatlı geliyor.»
Bu sözleri söylerken, hem beşikteki
çocuğuna, hem de sevinç gözyaşları dö
ken karısına bakmıştı.
68 HINTLI KULÜBESI
Âlim de gözyaşlarını silerek, ev sa
hibine dedi ki :
«— Doğru, insanların itibar ettikle
ri çoğu zaman değersiz, beğenmedikleri
şeylerse çoğu zaman şerefli sayılsa yeri
dir. Ama, Tanrı âdildir. Bu ücra köşede,
Jagrena tapınağı Brahmanlarının şan ve
şeref içinde yaşıyan başrahibinden bin
kat daha mutlusunuz. Kendisi de, kendi
kastı kaderin elinde oyuncaktır. Bunca
yüzyıldanberi memleketimizin başına
dert olan iç savaş ve yabancılarla savaş
belâları hep gelip Brahmanları bulur.
Halk oyuna hâkim olduklarından, haraç
istemek için hep onlara başvurulur. Asıl
kötüsü, hiç insanca olmıyan dinlerin ilk
kurbanları da kendileridir. Herkese yan
lış yolu göstere göstere, hakikat, adalet,
insanlık, dindarlık anlayışını kaybedecek
kadar hataya saplanıp kalmışlardır. Va
tandaşları bağlamak istedikleri batıl
inanç zincirleri ile bağlanmışlar, hiç de
temiz olmıyan türlü zevki safanın pisli
ğinden arınmak için, her dakika yıkan
mak, temizlenmek, sakınmak zorunda
kalmışlardır. Nihayet, dehşet duyarak
söylüyorum ki, vahşi akidelere uyarak,
HINTLI KULÜBESI 69
ninelerinin, analarının, kızkardeşlerinin,
kendi kızlarının gözleri önünde diri diri
yakıldığını görmektedirler. Tabiat ka
nunlarını çiğniyenlerden tabiat böyle öç
alır. Siz ise, samimî, iyi, âdil, konukse
ver, dindar olmak imkânları bağışlan
mıştır. Alçak gönüllülüğünüz sayesinde
talihin cilvelerinden, halk oyunun belâ
larından kurtulmuş oluyorsunuz.»
Bu konuşmadan sonra, Parya, rahat
edip dinlensin diye konuğundan müsa
ade istedi, çocuğunu, beşiğini de alarak,
karısı ile bitişik odaya geçti.
Ertesi gün, âlim, şafak vakti, Hint
inciri ağacı dallarına yuva yapmış olan
kuşların cıvıltıları ile birlikte sabah du
ası eden Paryanın ve karısının sesleriyle
uyandı. Kalktı ve Paryanın karısı ile bir
likte kapıyı açıp kendisine günaydın de
dikleri zaman, kulübede karı-kocanın ya
tağından başka yatağı olmadığını, bunu
da ona vererek bütün geceyi uyanık ge
çirdiklerini anlayınca canı sıkıldı.
Selâm verdikten sonra, hemen kah
valtıyı hazırlamağa başladılar. Onlar bu
işle uğraşırken, âlim çıkıp biraz bahçede
70 HINTLI KULÜBESI
dolaştı. Kulübe gibi, bahçeyi de biribiri-
ne kemer şeklindeki dalları ile sıkı sıkı
ya sarılmış incir ağaçları çevirmişti. Yap
rakların üstünden yalnız küçük vadinin
kırmızılı beyazlı kayaları görünüyordu.
Buradaki küçük bir kaynağın suları ge
lişi güzel dikilmiş bahçeyi suluyordu.
Üstleri çiçekle ya da meyva ile dolu por
takal, Hindistan cevizi, muz ağaçları, da
ha başka ağaçlar görülüyordu. Gövdele
ri bile ağaç dalları ve yaprakları ile ör
tülüydü. Hindistan biberi ağacı, Hind
hurması ağacına, fülfül dedikleri kara
biber ise, şeker kamışına sarılmıştı. Ha
vayı bunların güzel kokuları doldurmuş
tu. Ağaçlar henüz karanlık içindeyse de,
tanyerinin ilk ışıkları ağaçların tepeleri
ni aydınlatmağa başlamıştı. Nemli yap
raklar arasına saklı Bengale kuşları ve
Sensasuleler yuvalarında sabah konseri
ni verirken, kırmızı ve sarı yakut gibi
parlayan sinek kuşlarının uçuştukları
görülüyordu. Bu güzel ağaçlar altında
âlim her türlü bilgi ve ihtiras düşünce
lerinden uzak olarak dolaşırken, Parya
kendisini kahvaltıya çağırdı.
«— Bahçeniz çok güzel, dedi İngi-
HINTLI KULÜBESI 71
liz. Pek küçük olmaktan başka b ir ku
suru y o k . Ben sizin yerinizde olsam, çi
menliği de katıp, bahçeyi ormana kadar
uzatırdım.»
« — Sayın efendim, dedi Parya, ye
rimiz ne kadar küçük olursa, barınma
mız da okadar kolay olur. Bir sinek ku
şunun yuvasını yalnız b i r yaprakçık ör
ter.»
Böyle konuşaraktan kulübeye girdi
ler. Paryanın karısı b i r köşeye çekilmiş,
ç o c u ğ u n u emziriyordu. Kahvaltıyı hazır
lamıştı. Yemeklerini sessiz sessiz yedik
ten sonra, gitmek için davranan İngilize
Hintl i dedi ki:
« — Sayın konuğum, gece yağan
yağmurdan her yer su içinde. Yollardan
geçilecek gibi değil. Bizimle bir gün da
ha kalın.»
« — Kalamam, dedi âlim. Yanımda
bir sürü adam var.»
« — Görüyorum ki, diye Parya aldır
dı, Brahmanlarm diyarından biran ön
ce ayrılıp, dinleriyle insanları birbirine
kardeş eden Hristiyan diyarına kavuş
mak istiyorsunuz.»
72 HINTLI KULÜBESI
Âlim içini çekerek kalktı. O zaman,
Parya karısına işaret etti. O da gözlerini
yere eğip hiç bir şey söylemeden, âlime
meyva ve çiçek dolu bir sepet sundu.
Parya karısı adına konuşarak, İngilize
dedi ki :
«— Sayın efendim, yoksulluğumu
zu bağışlayın. Konuklarımıza, Hint âde-
tince, güzel kokular sunmak isteriz, ama
ne amberimiz, ne sarısabırımız var. Çi
çek ve meyvadan başka verilecek bir şe
yimiz yok. Karımın kendi eliyle doldur
duğu bu sepetçiği, umarım ki, beğenme-
mezlik etmezsiniz. Haşhaş, nergis koya
madık ama, kokuları uzun zaman gitmi-
yen yaseminler, mugriler, bergamotlar,
birbirimizi bir daha görmesek de hatı
rası yıllarca yüreğimizden silinmeyen
dostluğumuzun bir sembolüdür.»
Âlim, sepeti alıp, dedi ki:
«— Konukseverliğinize ne kadar
teşekkür etsem, yine az. Ne yapsam, si
zi ne kadar beğendiğimi bir türlü anla
tamam. Şu altın saati benim bir hediyem
olarak kabul edin. Londra'nın en ünlü
saatçisi Graham'm elinden çıkmıştır.
Yılda yalnız bir defa kurulur.»
HINTLI KULÜBESI 73
Parya ona şu karşılığı verdi:
«— Sayın efendim, bizim saate ih
tiyacımız yok. Hiç bozulmadan işliyen
bir saatimiz var. O da, güneş.»
«— Saatim her saat başında çalar,
diye ekledi İngiliz.
«— Biz saatin kaç olduğunu kuşla
rın ötüşünden anlarız,» diye Hintli kar
şılık verdi.
«— Hiç olmazsa, şu mercan köste
ği kabul edin, karınıza ve çocuğunuza
gerdanlık yaparsınız.»
«— Karımla çocuğum, dedi Hintli,
hiç gerdanlıksız kalmazlar. Bahçemizde
kırmızı nohut bol bol yetişiyor çünkü.»
«— Şu tabancalarımı alın öyleyse,
dedi âlim. Bu ıssız yerde kendinizi hır
sızlara karşı korursunuz.»
«— Yoksulluğumuz öyle bir hale
geldi ki, hırsızlar semtimize uğrayamaz
diye Hintli karşılık verdi. Oysa, tabanca
larınızın gümüşüne tamah edip surları
mıza yaklaşmağa özenebilirler. Bizi ko
ruyan, mükâfatını bizden esirgemiyen
Tanrı hakkı için, ne olursunuz, konukse
verliğimize paha biçmeyin.»
«— Ama ne olursa olsun, sizde be-
7 4 HINTLI KULÜBESI
nim bir şeyim bulunsun istiyorum, dedi
İngiliz.
«— Peki öyleyse, sayın konuğum,
size bir değiş tokuşta bulunmayı teklif
ediyorum, diye aldırdı Parya. Piponuzu
bana verin, benimkini de siz kabul edin.
Piponuzla her tütün içtiğimde, Avrupalı
büyük bir bilginin bir Paryanın konuk
severliğine değer verdiğini hatırlaya
yım.»
Alim hemen ona kehribar ağızlıklı
piposunu verdi, Paryanın sapı bambu
dan, lülesi pişmiş topraktan piposunu al
dı.
Sonra, kötü bir gece geçirdikleri
için hepsi de tir tir titriyen adamlarım
çağırdı. Parya ile de kucaklaşıp helâllaş-
tıktan sonra, tahtıravanına bindi. Parya
nın ağlamakta olan karısı kucağında ço
cuğu ile kulübenin kapısında kaldı. Ama,
kocası âlimi dualar ederek ormanın sı
nırına kadar geçirdi.
«— Bahtsızlara ettiğiniz iyiliklerin
Tanrı mükâfatını versin. Yolunuza canım
feda olsun. Herkes için, insanların mut
luluğu için hakikati ariyan dost ve bil-
HINTLI KULÜBESI 75
ginler diyarı İngiltere'ye kazasız belâsız
varasınız!» diyordu.
Âlim ona şu karşılığı verdi :
«— Dünyanın hemen hemen yarısı
nı dolaştım. Her yerde hatadan, anlaş
mazlık ve geçimsizlikten başka birşey
görmedim. Hakikati ve mutluluğu ancak
sizin kulübenizde bulabildim.»
Bu sözlerden sonra, ikisi de gözyaş
ları içinde birbirlerinden ayrıldılar.
Âlim ovada epey yol aldığı halde, bir
ağacın dibinde durup uzaktan kendisine
elleriyle «uğurlarda» diye işaret eden
Paryayı hâlâ görüyordu.
Âlim Kalküta'ya dönünce, oradan
Şandernagor'a geçti, burada İngiltere'ye
giden bir yelkenli gemiye bindi. Lond
ra'ya varınca, doksan balya tutan elyaz
malarını, türlü belgeleri Krallık Derneği
Başkanına teslim etti, o da bunları Bri
tanya Müzesine Amerdi. Birçok âlimler ve
gazeteler hâlâ bugün bile bu belgelerin
çevirilerini, tenkitlerini yapmakta, bun
ları övmekte, hicvetmektedirler. Âlime
gelince, Paryadan hakikat üstüne öğren-
76 HINTLI KULÜBESI
diği üç şeyi, verdiği üç karşılığı kimse
ye söylemeyip, kendi içinde sakladı. Sık
sık piposunu içiyor, gezdiği yerlerde ne
ler öğrendiği kendisine sorulduğu za
man: «Hakikati temiz kalble aramalı.
Hakikat ancak tabiatla bulunur. Bulun
ca da bunu ancak iyi kimselere söyleme
li» diye karşılık veriyor, ardından da:
«İnsan iyi bir karısı olursa ancak mutlu
olabilir» diye ekliyordu.