fular dergi sayı 3

22
Haziran ayı sayı:3

Upload: yish

Post on 03-Aug-2016

246 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

Aylık bilim ve sanat dergisi

TRANSCRIPT

Page 1: Fular Dergi sayı 3

A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ

Haziran ayı sayı:3

2 0 1 6

FULAR

Page 2: Fular Dergi sayı 3

Genel yayın yönetmeni : Tahsin Odabaş

Tasarım ve yayın yönetmeni: İsmail Yüksel

Editör:

Gül Düşlem

içindekiler

Evrim Ağacı.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .I I IBilgi Değerlendirmesi........................................................VIIYabancılaşma.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .VIIIÇağdaşlaşma.............................................................................XKadınlaştıramadıklarımızdan mısınız?........................................XIPeki Ya Bitkiler?.................................................................XIIIZaman ve Aşk . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .XIVDenizlere Fırlattım... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .XVİ s t i y o r u m . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . X V IS ak l ı K a lan. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .X VI IB r i o c h e . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . X V I I IUnutamam.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .XIXYaşama Balcın. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .XX

NOT: Gitmek istediğiniz bölüm üzerine tıklayınız.İçindekilere dönmek için ise maymuna tıklayınız.

Page 3: Fular Dergi sayı 3

F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ | I I I

Geometri Bilmeyen Giremez:

İnsanoğlunun İçgüdüsünün Ürünü GeometriKarşının komşuya oranını hesaplamadan duramıyoruz.

Anlamı içine en iyi gizlenmiş kelimelerden biri de “geometri”dir. Bilim terimlerine yerleşmiş çoğu kelime gibi Yunanca’dan alınan bu kelimenin tam anlamını bilmek için Yunanca konuşmaya gerek yok. Okuldan, gündelik yaşamdan tanıdığımız iki kelime gizlidir bu kelimede: “Yer, dünya, yeryüzü” anlamında “geo” ve “ölçmek” anlamında “metri”. Geometri, aslında dünyayı ölçmek demektir.

Bugün, üçgenlerle, daire ve prizmalarla öğrencilerin sıkça başını ağrıtan geometrinin ortaya çıkışı, insanoğlunun yaşadığı yeri ölçerek onu tanımak ve ona hükmetmek isteme içgüdüsü sayesindedir.

Plato’nun kurduğu Akademi’nin girişinde yazan “Geometri Bilmeyen Giremez!” yazısı...

Yürüyeceği mesafeyi, ekeceği tarlanın alanını, yaşayacağı kulübenin hacmini hesaplamak isteyen insanoğlu, bu hesaplamaları yapmanın hayatını kolaylaştırdığını görmüş; mümkün olduğunca hayatının her yerinde bu hesaplamaları yapmaya çalışmıştır.

Ancak geometri her ne kadar yeryüzünü ölçme anlamına geliyorsa da, geometri dendiğinde akla büyük bir küre olan dünyamız değil; küçük üçgenler, doğrular, eğriler, kareler, küpler ve daha küçük küreler gelir. Doğrusu, geometri tarihte bir yerde asıl işini harita bilimine ve coğrafyaya bırakmıştır. Ancak onlara yardım etmeye devam etmektedir.

Her terimi Yunanlardan alacak değiliz. Bazı kelimeleri de Farsçadan almaktayız. Planlama anlamındaki “Nirengi” bu kelime-lerden biri. Günlük hayatta da bazen doğru, bazen yanlış, “çıkış, başlangıç, orijin, referans noktası” anlamında kullandığımız“nirengi noktası” terimi de özünde teknik bir terim olup “üçgenleme” noktası şeklinde Türkçeye çevrilebilir.

Bazılarımız kesinlikle uçak ve uydu teknolojisinden önce dünya haritalarının nasıl çizildiğini merak etmiştir. Ancak, konumuz haritaların doğuşu, çizim teknikleri değil.

Konumuz, aslında eski insanların inanılmaz zekaları ve bu inanılmaz zeki insanların geometriyi kullanarak gökyüzüne çıkmadan yapabildikleri. Bilim ve sanat insanların kanadıdır.

Öncelikle, eski insanların hassas haritalara gerek duymadıklarını belirtmek gerekir. Onlar için gerekli olan şey kullanışlılıktı. Haritacılar hassas çalışmıyorlardı. Hem yeterli teknolojileri yoktu, hem de bir manada fazla hassasiyet gereksizdi. Haritaları kullanacak olan tüccarların, komutanların veya denizcilerin çok da hassas haritalara ihtiyaçlarının olmadığı bir gerçek.

İki şehir veya iki ada veya iki koy arasındaki mesafeyi, savaş meydanının alanını ve basit coğrafik özelliklerini yaklaşık olarak bilmeleri yeterliydi. Bu nedenle haritacılık teknoloji ve ihtiyaç nedeniyle yavaş gelişen bir bilim kolu olmuştur.

Büyüklerimiz “Aklın yolu birdir.” demişler. Bu laf, haritalandırma işinde gerçekten anlam buluyor. Geometrinin icat edilmes-inin amacı dünyayı ölçmektir. Bunu aynı anda Dünya’nın birçok yerinde, kalem tutan birçok toplumun çeşitli düzeylerde kullanmaya başladığını tahmin etmek zor değil. Uzak mesafeleri ve yükseklikleri ölçmede temel teknik olan üçgenlerin ve açıların kullanılması neredeyse Eski Dünya’nın her tarafında yaygındı. Thales, MÖ 6. yüzyılda, Mısır’da kendi gölgesini ve piramit gölgesini ölçerek piramitlerin yüksekliklerini bulmuştu.

Bunu yaparken benzer üçgenler yöntemini kullanmıştı. Mısırlıların, Thales’ten 1000 yıl önce bu ölçüm tekniğini bildiklerini, meşhur Rhind Matematik Papirüslerinden (Problem 56) biliyoruz. Mısırlıların ve Babillilerin matematikte ve geometride ileri oldukları bilinmekte. Önce Yunanlar, daha sonra Araplar sayesinde kullanımı yayılan üçgenleme teknikleri, zamanla Avrupa’da unutulmuştur. Ancak 11. Yüzyıl başlarında Avrupalılar tarafından tekrar canlandırılmıştır.

Bu üçgenleme nedir? Ne işe yarar?

Geometriyle bir ilgisi olduğu ortada. Ama acaba hangi geometriyle?

Page 4: Fular Dergi sayı 3

I V | F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ

Öte yandan Asya’da Çinliler ise matematik ve geometri bilgilerini haritalandırmada uzun süredir kullanmaktaydılar. Örneğin, üçgenleme teknikleri üzerinde çalışan Çinli matematikçi ve haritacı Jiyan (224–271), haritalandıracağı alanı kareler ve üçgenlere bölerek işaretleyerek grid metodunu kullanan, bilinen ilk isimdir.

Bir kıyının haritasını çizmek istersek ya gemi ile bütün kıyıları gezip haritasını çıkarmak gerekir ya da antik İzmirli hayali geome-tricimiz gibi oturduğumuz yerden sadece matematik kullanmamız yeterlidir. Sadece bir koyun veya körfezin geometri kullanarak haritasını çıkarmak bir günümüzü alacaktır. Ülke boyunca bütün kıyıların haritasını çıkarmak bütün ömrümüzü alabilir. Ancak haritalar çeşitli ülkelerdeki haritacıların kümülatif çalışmaları sonucunda zamanla oluşturulmuştur.

Eski insanların matematiği kullanarak neler yapabildiklerini görmek gerçekten büyüleyici ve hayrete düşürücü. Matematiğin ve geometrinin icat edilmesi, insan zekasının bir ürünü olması, asla ve asla önemini yitirmemesi insanlığımızla gurur duyabileceğimiz belki de en önemli şeylerden biri. En yakın kuyruksuz maymun kuzenlerimizle aramızdaki minicik farkın matematiğe olanak sağlaması, işin daha da ürpertici kısmı belki de. Geometrinin yardımıyla denizciliğin ve daha sonra astronominin ve astrometrinin gelişmesi, coğrafi keşifler geometrinin en şüphesiz ki en pratik getirisidir. İlk astronomlar çok benzer üçgenleme hesaplarıyla gökcisimlerinin yerlerini de belirleyebildiler. Evren’deki yerimizi bulmamızda geometriden faydalandılar. Tam bu noktada geometri, artık yeryüzüne ait bir bilim olmaktan çıkıp evrenin her yerinde uygulayabildiğimiz bir araç oldu.

Page 5: Fular Dergi sayı 3

F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ | V

19. Yüzyıla ait Almanya Rheinland-Hesse bölgesinin bir üçgenleme çalışması. Her bağlantı noktası birer nirengi taşıdır. Bir nirengi taşından diğerine yapılan bağlantılarla oluşan ağ üzerinde mesafe hesaplamaları daha da kolaylaşır. Geometriyi bütünüyle Dünya’nın tamamına uygulayan ilk isim ise M.Ö 234-194 yılları arasında Kireneli Eratosten (Erastosthenes) olmuştur. Erastosten’in lakabı Beta’ydı. Yunan alfabesinin ikinci harfiyle sesleniyorlardı ona. Çünkü o hiç bir bilim dalında en iyi değildi. Ancak tüm bilimlerde en iyi ikinciydi. Pentathlos (beş yarışmayı da kazanan) da bir diğer lakabıydı. Coğrafya (geographia = yerküre yazımı) kelimesini neredeyse tüm dillere armağan eden kişidir. İcat etmekle kalmayıp modern anlamda ilk coğrafyacı da olmuştur. Eratosten, döneminin tam bir bilim insanıydı. Belki de en iyisiydi. Dünya hakkındaki efsanevi açıklamalar ona yetmiyor; dünya hakkında daha fazla şey öğrenmek için çabalıyordu. Rönesans’tan yüzyıllar önce doğmuş bir Rönesans adamı gibiydi.

En büyük avantajı, zengin Ortadoğu ve Yunan kültürünün ve biliminin içine doğmuş olmasıdır. Tabii ki döneminin çoğu bilim insanı gibi o da bir polimattı. Antik çağlarda bilim henüz ayrıntılı bir şekilde ayrılmamıştı. Çoğu bilim insanı, farkında olmadan birçok bilim dalıyla uğraşmaktaydı. Polimat, yine Yunanca’dan diğer dillere geçen bir kelimedir ve birden fazla bilim ile uğraşan bu kişilere verilen bir isimdir. Polimat kelimesi için bizim kullandığımız Hezarfen (farsça “bin bilim sahibi”) lakabının tam karşılığı denilebilir. “Hezarfen” Eratosten, matematik, coğrafya, haritacılık, astronomi ve tarih ile ilgilenirdi. Aynı zamanda şair ve müzisyendi.

Enlem – boylam sistemini icat ederek bunu, hazırladığı Dünya haritasında kullanmıştır. Artık yıl sistemini öne sürerek Güneş takvimlerindeki kaymayı da çözmeye çalışmıştır.

Eratosten’in haritasının 19. yy kopyası. Ancak bu haritanın orjinalini Eratosten’in çizdiğine dair kesin bir kanıt yoktur. Ancak Eratosten, daha çok, o dönemler için imkansız gibi görünen bir keşfi yaptığı için ismini binlerce yıl sonraya bırakabilmiştir: Dünya’nın çevresini ölçmek.Sanılanın aksine, o dönemlerde Dünya’nın yuvarlaklığı pek tartışma konusu değildi. İnsanlığın büyük çoğunluğu Dünya’nın bir küre şeklinde olduğunu biliyordu. Ay tutulmasına neden olan şeyin yuvarlak Dünya’nın yuvarlak gölgesi olduğunu fark etmek için polimat olmaya gerek yoktu. Bu kolay bir çıkarımdı. Eratosten, Dünya’nın çevresini ölçebilirse, Ay’ın ve hatta Güneş’in çevresini de ölçebileceğini, hatta Güneş ile Dünya arasındaki mesafeyi de hesaplayabileceğini düşünüyordu. Eratosten, Dünya’nın çevresini ölçmek için ekvator üzerinde dümdüz adım adım yürümedi. . Eratosten bunun için Mısır’dan bile ayrılmadı. Firavun katiplerinin çok dikkatli bir şekilde şehirler arası mesafeyi kaydettiğini biliyordu. İskenderiye ile Syene şehri arasıdaki mesafe 5000 stadyaydı. (1 stadya = 157,5 metre). Bir çember üzerindeki 5000 stadyalık yayı gören açıyı bulabilirse, bu açının 360’ın kaçta kaçı olduğunu basitçe hesaplayıp, 5000 stadyayı onunla çarpıp çemberin çevresini bulacaktı.

Page 6: Fular Dergi sayı 3

V I | F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ

Syene şehri Yengeç Dönencesinin üstünde bulunuyordu. Yaz gündönümünde (yılına göre 20 veya 21 haziran) tam öğlen vakti Güneş ışıkları Yengeç Dönencesine dik düşmektedir. Yaz gündönümünde tam öğle vakti yengeç dönencesi üzerinde hiç bir cisim gölge vermez. Veya başka bir gözleme göre, güneşin yansıması bir kuyunun tam ortasına düşer. Güneş ışığı kuyunun dibinden devam etseydi, Dünya’nın merkezinden geçerdi diye kabul edebiliriz.

Öte yandan yaz gündönümünde, İskenderiye’de tam öğle vakti cisimler gölge verir. Çünkü güneş ışığı sadece Yengeç dönencesi üzerine dik düşer. İskenderiye Yengeç Dönencesi üzerinde değildir. Aksine 5000 stadya kuzeyindedir. Burada öğle vakti bir dikilitaşın vereceği gölgenin boyu, dikilitaşa oranlanarak, dikilitaşın güneş ışığı ile yaptığı açı hesaplanabilir.

Eratosten bu açıyı hesapladıktan sonra, sanıyoruz bir papirüse aşağıdakine benzer bir şekil çizmiştir.

Eratosten’in artık tek yapması gereken 50 ile 5000 stadyayı çarpmaktı. Heyecanla bu çarpımı yaptığını düşünüyoruz. Sonuç 250,000 stadyaydı. Bu, dönem matematiğinin tepe noktasıydı. Dünyanın çevresi tam 250,000 stadyaydı. Bize de stadyayı metreye çevirmek düşüyor. Bir stadya 157,5 metre ise 250,000 stadya 39,375,000 metredir. Eratosten bugünkü bilgilerimize göre yaklaşık %1,5’luk hatayla dünyanın kutupsal çapını bulmuştur. Stadya biriminin yıllar boyunca değişmesi ve tam olarak değerinin belli olmaması nedeniyle, bu hesabının %10 kadar hatalı olabileceğini söyleyenler vardır. Ancak gidiş yolu, kullandığı zeka ve öngörü, sonucun önüne geçmektedir. Bu keşfi yapan Eratosten bununla yetinmemiş; çevre hesaplamasında kullandığı verilerle yaz ve kış gündönümlerine neden olan Dünya’nın eğiklik açısını da, bonus olarak, doğruya yakın bir şekilde hesaplayabilmiştir. Artık her ne kadar şehirlerde yaşasak da insan türü olarak bizler, gezici türler olarak ortaya çıktık. Dünya üzerinde binlerce yıldır gittiğimiz yer her neresi olursa olsun, oraya uyum sağladık. Uyum sağlayabildiğimiz için insan olduk. Geldiğimiz yerleri belgelemek, gideceğimiz yerleri tanımak istedik. Bizim gidemediğimiz yerlere bizden sonrakilerin gidebilmesi için rakamları, harfleri icat ettik. Her birimizin genlerinde bu içgüdümüz kalıtılmış halde duruyor. Bugün aramızdan bazıları, modern Eratosten’ler, gidebileceğimiz yerleri buluyor, hesaplıyor, yıldızları izliyor, uzak gezegenlere araçlar indiriyor ve Evren’le aramızdaki bağı çözmeye çalışıyor. Geometri yerini yavaş yavaş astrometriye (gökölçümüne) bırakıyor. Kimilerimiz geldiğimiz yerleri tarihliyor, buralara gelirken yaptığımız hataları tespit ediyor. Bir daha tekrarlamamamız için bizleri uyarıyor. İnsanoğlu devamlı geldiği yer ile gideceği yerler arasındaki mesafeleri hesaplıyor ve onları kat etmeye çalışıyor. Güneş ile aramızdaki mesafe artık bize yetmiyor. Dünya’nın çevresini hesaplamak bizi durdurmuyor. İnsanoğlunun bu hesaplama içgüdüsü, matematiği asilce kullanışı karşısında gururlanmamak, Eratosten’lere imrenmemek elde değil.

Yazan: Oğuzhan Kiper (Evrim Ağacı)

* İçerik tamamen Evrim Ağacı’nın web sitesindeki makaleler bölümünden alınmıştır.

Bulduğu α açısı, 5000 stadyalık yayı gören

açıdır. Bu da 7 derece 12 dakikadır. Yani

360 derecenin 50’de 1’i.

Page 7: Fular Dergi sayı 3

F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ | V I I

Şu anda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının karşısındaki en büyük problem bireysel olarak bilgi değerlendirmesi yapılması zorunluğudur. Bu zorunluğun bir problem olarak tezahür etmesinin nedeni ise, ulus olarak bilgi değerlendirmesi yapma alışkanlığımızın olmamasıdır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları etnik ve dinsel kökenleri ne olursa olsun, genellikle kendilerine otorite olarak gördükleri kişi ve kurumlar tarafından tebliğ edilen ifadelere inanma eğilimindedir. Bilgi akışı tek bir otoriteden geldiği sürece bu toplum için bir sorun olmaz: Evde babanın, okulda öğretmenin, askerde komutanın, siyasette liderin, cemiyet hayatında h.ükumet ve temsilcilerinin ve onun çevresinde şekillenmiş basının sözlü ve görüntülü medya vb. kurumların ifadeleri doğru olarak algılanır. Sorun, bu kaynaklardan gelen bilgiler çeşitlendiği zaman ortaya çıkar: Toplum hangi bilgiye inanacaktır? İşte bu durumda topluma verilen eğitimin doğası belirleyici bir rol oynar. Çocuk otoriter bir babanın egemen olduğu bir evde yetişmişse, yaklaşık 6-7 yaşına kadar verilen bilgiyi veya alınan kararları sorgulamanın pahalıya patlayacağını öğrenir ve öğrenilen bu kalıp onu ömür boyu pençelerine alır. Böyle bir ortamda yetişen çocuk kendi aklını ve gözlemlerini kullanmayı öğrenemez veya öğrense bile bunu açıkça değil, dolambaçlı ve gizli yollardan yapmayı tercih eder (yani namussuzluğu öğrenir). Yakın zamanda İngiltere’de yapılan “Zamanımızın Çocuğu” (Child of Our Time) adlı bir proje, otoriter evlerde yetişen, kendisine küçük yaşta bir birey olması nedeniyle değerli olduğu hissi verilmeyen çocukların aynı zamanda ömürleri boyu karamsar bireyler olarak yaşadıklarını göstermiştir.

Türkiye’deki ailelerin ezici çoğunluğu ha.la otoriter pederşahi aileler olup böyle ailelerde çocuğa birey olarak değer verilmez. Çocuk yavru olarak sevilir ve kollanır, ama kendisine bir birey olarak saygı duyulmaz. Bu kendi aklını ve gözlemlerini kullanamayan (yani aptal) bireyler oluşturduğu gibi, bu bireyleri aynı zamanda karamsar da yapar. Böyle bir ortamda okula gönder-ilen çocuk orada da genellikle otoriter öğretmenlerle karşılaşır, zira öğretmen de aynı toplumun çocuğudur. Üstelik hele ellili yıllardan sonra öğretmen yetiştirmede yapılan fahiş hatalar nedeniyle öğretmenlerin bilgi düzeyi de günden güne düşmüştür. Cahil öğretmen cehaletini genellikle şiddete başvurarak kapatmak yolunu seçerek çocuğun evden zaten tanıdığı baskı rejimini sürdürür. Okulu bitiren erkek askere gider ve orada karşısına çıkan disiplin kavramını o zamana kadar gördüğü otoriter ortamın havasıyla karıştırdığı için, askeri disiplinin gerçek doğasını anlayamadan ve ne yazık ki hayatının kendisine askere gidene kadar vermiş olduğu intibalarını güçlendirerek terhis olur. Kız çocuğu ise tahsilini bitirince evlenir ve genellikle baba otoritesinden koca otoritesinin altına teslim edilir. Böyle bir toplumsal ortamın sağlıklı ve bağımsız düşünebilen bireyler üretmes-inin imkansız olduğu muhakkaktır. Bu ortamlarda en başarılı egemenlik araçları sorgusuz inanç demek olan “iman” (İng. faith, Al. Gltıube, Fr. foi) kavramını temel alan dinlerdir ve bilhassa baba imajına sahip tek ve her şeye kadir Tanrı’ya inanan üç büyük Sami dinidir. Bu nedenle bağımsız bir eleştirel düşünce, yani yargı yeteneği gelişmeden önce çocuklara verilecek her’ türlü dinsel eğitim, türü ne olursa olsun, toplumun zararınadır, çünkü çocuğun bireysel muhakeme ve değerlendirme yeteneğinin gelişmesine zarar verir.

Böyle bir eğitim bireyler değil, robotlar (=kullar) toplumu üretir. Son zamanlarda televizyon ve gazetelerde yurttaşlarımdan en çok duyduğum şikayet “Kime inanacağımızı şaşırdık.’’ şeklinde dile gelen bir otorite arayışıdır. Hâlbuki yapılacak iş, duyulan ifadeleri bir akıl süzgecinden geçirmek ve inanılabilecekle inanılamayacağı birbirinden ayırmaktan ibarettir. Bu her zaman açık olmayabilir, ama uzun bir sürede meydana gelen olayların zinciri en sonunda bireye bir fikir verir. Onun için yurttaşlarım şunlara dikkat etmelidirler: Söylenenlerin kendi içindeki tutarlılıkları; söylenenlerin o zamana kadar edindikleri bilgilerle olan tutarlılıkları; söyleyen-lerin konumları ve o konumlarına göre mevcut olabilecek art niyetlerinin olup olmayabileceği; söyleyenlerin geçmişleri; bilgi kaynaklarının çeşitli olup olmadığı ve bu kaynaklar arasındaki tutarlılık; tarihten ve günümüzden başka ortam-lardaki olaylarla söylenenlerin benzerlik gösterip göstermediği. Bunlara dikkat edenler şunu da kesinlikle bilmelidirler ki, kesin bilgi kaynağı hemen hiçbir konuda yoktur. Doğru bilgiyi üretmek bireye ait bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu büyüğüne, yöneticisine, dinine vs. yıkmaya kalkan insanlığından feragatle koyunluğa razı olmuş demektir.

Pof. Dr. Celal Şengör (2015) Aptalı Tanımak, Ka Kitap ss. 51,52,53

Bilgi Değerlendirmesi

Page 8: Fular Dergi sayı 3

V I I I | F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ

Yabancılaşma

‘‘Yabancılaşma’’ terimini çok farklı açılardan ele alacağımız bu yazıda sizi yabancılaşmanın sanat galerisine götürüy-oruz. Önceliğimizin “Benliğine yabancılaşan insan.” teriminden söz eden Rouesseau olması gerekiyor.

Rouesseau, Avrupa aydınlanmasının en önemli figürü ve düşünceleriyle Avrupa’nın kökten değişimine neden olmuş bir isimdir. Thomas Hobbes ile birlikte toplumsal sözleşme kuramının en önemli filozofu olan Rouesseau; monarşik anayasal düzenin, cumhuriyetçilik ve liberal-izmin önünü açan adam oluveriyordu bir anda.  Ona göre, “Doğal insan özgürdür ve özgür olmalıdır. İyi nitelikli ve özgür insan 10 toplumsal bir anlayış çevresinde birleşir ve dönüşüme uğrar, bundan böyle söz konusu olan toplumsal insandır. Rousseau’ya göre,toplumsal yaşam özel mülkiyeti özendirir ve insanı bozar, kötüleştirir ve köleleştirir. Doğal yaşamdan kaçış olmadığını bilen Rousseau, ‘ben’ine yabancılaşan insanın kurtuluşunu‘‘eğitimde’’ bulur ve yeni bir toplumsal düzen önerir. İnsan, devletin denetiminde gerçekleşecek olan toplumsal bir sözleşme çevresinde birleşerek ‘ben’in özgürlüğü ile birlikte, üretici yönde gelişimini güvence altına almalı ve temel hak ve özgürlüklere saygılı bir toplumsal yaşamkurmalıdır.” Hegel, yabancılaşma kavramından ötürü olmasa bile etkilediği filozoflar açısından yabancılaşma düşüncesi galerisinin en önemli temel direklerinden biridir. Yabancılaşma Hegel’in düşüncenin diyalektiği süreci anlayışında karşımıza çıkar. Hegel düşünceyi bir akış olarak tanımlarken yabancılaşma kavramına çok önemli bir rol verir. Bu süreç tarihsel olarak her nesneleşme evresinde, kendisine yabancı bir gerçekliğin kuruluşu ile birlikte çalışır. Tez her seferinde anti-tez tarafından olumsuzlanır ve ortaya teze yabancı bir sentez çıkar. Düşüncenin “sentez” olarak nesneleşmesi, “gerçekleşmesi”, düşünceye yabancılaşmış, fakat gelişmiş bir düzeyde yeni bir tezin kuruluşudur. Ona göre yabancılaşma düşünce tarihinin itici gücüdür ve olmazsa olmazı hayat pınarıdır. Feuerbach, Genç Hegelciler kuşağından çok önemli bir filozoftur. Tarihin en önemli kuşaklarından biri olan bu kuşağın diğer temsilcilerinden Marx ve Engels’in olduğunu söylememiz gerekebilir.

Feuerbach yabancılaşmanın ilk olarak Tanrı inancı ile ortaya çıktığından söz eder. Ona göre, “Tanrı, insan zihninin bir yansıtmasıdır.” Duyu verilerine konu olan ve böylece dışımızda (bizden bağımsız bir şekilde) var olan nesnelerden farklı olarak dini inancın nesnesi olan Tanrı insanın içindedir. Feuerbach, insanın aklının eleştirisi yoluyla Tanrı inancından kurtulup yabancılaşmadan sıyrılabileceğini düşünür. Ona göre Tanrı inancı ona duyulan sevgi insanlık tarihinde zamanla dinlerin yıkılacak olmasından dolayı kendisini insan sevgisine dönüştürecektir. Ona göre, “Yeryüzündeki her şey teolojinin cennetinde bulunur,aynı şekilde doğadaki her şey tanrısal mantığın da cennetindedir.” Buradan anlayacağımız üzere Tanrı ve cennet anlayışının tek kaynağı bu dünyadır ve bunlar bu dünyadaki bir mantığın yansımasından öteye gidemez. İnsanın yabancılaşmadan kurtulabilmek için teolojinin üstün eseri olan tanrı, cennet ve cehennem gibi metafizik yansımalardan kurtularak onların kaynağı olan doğaya düşüncesini yönlendirmesi gerekir. Feuerbach yabancılaşmadan kurtuluşun reçetesini ise şöyle özetler: “İncil’in yerini akıl,din ve kilisenin yerini politika,gökyüzünün (cennetin) yerini yeryüzü (bu dünya),duanın yerini çalışma,cehennemin yerini fakru zaruret, İsa’nın yerini insan almıştır.Artık gökyüzünde bir efendi ve yeryüzünde bir efendi diye ikiye ayrılmamış,bölünmemiş bir ruhla gerçekliğe sarılan insanlar,tezat içinde yaşayan insanlardan farklıdır...” Yabancılaşma teorisi en ayaklarının üzerine oturmuş kısmı ile Marx da karşımıza çıkar. Marx’ın ilk yazılarında yaptığı analizler ondan önceki bir çok filozofun dahi ne kadar yetersiz yorumlar yaptıklarını gözlerimizin önüne seriyor. Marx’a göre, yabancılaşma, kapitalizme özgü bir olgu değildir fakat kapitalizm, insanın yabancılaşması olgusunu en üst düzeye çıkaran nesnel koşulları içeren bir sistemdir. Kapitalizm, bir yandan yeni gereksinmeler aracılığıyla yeni bağımlılıklar yaratırken, diğer yandan insanın kendi yabancılaşmasının farkına varmasını önleyecek ya da geciktirecek tuzakları da içermektedir. Kapitalizmde Marx’a göre dört temel yabancılaşma şeklinde karşımıza çıkar: “İnsanın emeğine, işine, kendi doğasına ve topluma yabancılaşmasıdır.”

Feuerbach’a göre “Felsefi sistem kurucuları bu güne kadar birer sanatçı gibi davranmışlardır.Felsefi sistemler tarihi adeta bir tablolar galerisidir,aklın müzesidir.Betimlemeleri (koyutlamaları) bilimsel sanat duygusunun misli görülmemiş örnekleridir ve kesinlikle nedeniyle aklı eğitmenin ve disipline sokmanın gerçek araçlarıdır. Ancak malesef bu şekilde biçim özleştirilmekte,düşüncedeki varlık başkası için varlık haline getirilmekte,göreli erek asıl erek haline sokulmaktadır.”

Page 9: Fular Dergi sayı 3

F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ | I X

- Kapitalist üretim biçiminde emek bireyden bağımsız ve hatta ona düşman bir maddeye dönüşmekte, işçi kendisi için değil sahip olamayacağı obje için çalışır duruma düşmektedir. İşçinin emeği kendisine düşman ve kendinden bağımsız bir materyal olmaktadır ve bu nedenle işçi ürettiği maddeden, kendi emeğinden yabancılaşmaktadır.

- İşçi üretim aşamasında kendisi için değil patronu için çalışmakta, artı değer üretmektedir. Bu da işçinin işinden yabancılaşmasına neden olmaktadır.

- İşçi kapitalist sistemde kendi doğasına, insanlığına yabancılaşmaktadır. Marksist insan doğası kavramına göre, insan hayvandan farklı olarak sadece doğal ihtiyaçları için değil sosyal, entelektüel ve daha bir çok keyif için yaşayan komünal bir varlıktır. ancak kapitalist üretim nedeniyle işçiler vakitlerini sadece yeme-içme gibi temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir ücrete uzun saatler çalışmaya zorlamakta ve insanların insanlıklarını çalmaktadır.

- Kapitalist sistem insanları da birbirinden yabancılaştırmaktadır. patron-işçi arasındaki kaçınılmaz gerginliğe ek olarak, sistem nedeniyle insanlıklarını kaybeden patronlar ve işçiler kendi aralarında da sorunlar yaşar ve giderek bireyselleşir, yalnızlaşırlar.

Marx, kapitalist toplumlarda emekçinin elde ettiği para, emekçiye sahte bir özgürlük verir ve aslında onun efendisi haline gelir. Para, insanlığın yabancılaşmış gücüdür İnsan sadece kendisi olarak yapamadıklarını para aracılığıyla yapabilir. Para, bütün insan niteliklerini tersine çeviren, onları kendi karşıtları durumuna sokan dışsal evrensel bir güçtür. Ona göre kapitalizm yok olmadığı sürece insanın yabancılaşmadan kurtulması imkansızdır.

Yabancılaşma kavramı genel hatlarıyla kutsallaştırılmış geleneklerden, ekonomik koşulların yarattığı boyunduruk altında olma halinden ortaya çıkar. Bu koşulların ortadan kaldırılması durumunda ise insan özgürleşerek kendi benliğine ulaşacaktır.

Page 10: Fular Dergi sayı 3

X | F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ

ÇağdaşlaşmaÇağdaşlaşma, Laiklik ve Sekülerizm Tanımları Üzerine

Bu kitabın konusu, Türkiye’nin son iki yüzyıl içindeki yenilenme çabalarının aşamalarını (din ve dünya işlerini ayırma davasını ölçek alarak), çabaların düşün düzeyindeki yansımalarının yardımı ile incelemektir. Bu yapıtın son bölümünde görüleceği gibi din ve dünya işlerini ayırma sorunu Cumhuriyet döneminin laiklik ilkesi ile son görünümünü almıştır. Türkçe’ye, Fransızca’da laicisme biçiminde yazılan bir terimden geçen bu sözcük, İslâm, Osmanlı, Türk din ve siyasa geleneğine yabancı bir terimdir. İleride göreceğimiz gibi, bu gelenekte (hem dinde, hem devlet alanında “devlet maslahatı” kavramı bulunmakla birlikte) din-devlet ikiliği anlayışı yoktu. Din-devlet bileşimi doğal, olağan bir biçim olarak görülürdü. İkisinin birbirinden aynlması ya da ikisinin kendine buyruk birer yetke {autorite) olması gibi bir görüş yer almamıştı. Ne din ne devlet geleneğinde ne de dilde karşılığı olan bir kavram olarak bu terimin bu yabancı, hem de bozulmuş biçimi ile girişi, anlaşmazlıklara yol açmıştır. Bu anlaşmazlıkların altına bakarsak, iki çatışık inancın yattığını görürüz. Bunların biri terimin geldiği din geleneğindeki (Hıristiyanlık’taki) durumun İslâm geleneğinde de bulunduğu inancıdır. Öteki, bunun tersi, yani İslâm geleneğinde böyle bir durum olmadığı için laiklik davasının İslâm dinindeki toplumlarda yersiz, anlamsız olduğu görüşüdür. Bu görüşlerin ikisi de yanlış olduğu için terimin İslâm-Türk toplumundaki anlamı ve geçerlik derecesi, gereği kadar kavranamamıştır. İslâm-Osmanlı geleneğini miras alan modem Türk tarihinin incelenmesi, ‘bu iki sanının yanlışlığım, yetersizliğini, eksikliğini gösterecektir. Ancak bu işe girişmeden önce, Avrupa’daki (Hıristiyanlık’taki ya da Batı’daki) durumun ve bunun çeşitli yanlarıyla ilgili terimlerin de kesin, açık seçik anlam taşıyıp taşımadığım kısaca gözden geçireceğiz. Bu tanıma bize hem Îslâm-Osmanlı geleneğinin farklı olan yanlarını, hem de dilimize giren terimin nereden gelip ne anlam taşıdığını gösterecektir.Bu kısa tartışmada göreceğimiz gibi, terim Hıristiyanlık’taki anlamında bize tümüyle uymadığından bu kitabın temel konusunun adı olarak kullanılmamıştır. Çünkü gerçekte, sorun sadece din-devlet ayrımı davası olmaktan daha geniş bir davadır ki buna en uygun terim olarak “çağdaşlaşma” terimini daha yerinde buluyorum. Batı’nın bir kesiminde Fransızca’dan gelen laicisme’t eş olarak kullanılıp ve (aşağıda söyleyeceğimiz nedenlerle) Türkçe’ye girmemiş olan başka bir sözcük, secularism sözcüğü, bu “çağdaşlaşma” sözcüğüne hem anlam, hem köken açısından daha yakındır, hattâ onun tam karşılığıdır. Laicisme sözcüğü Katolik Hıristiyanlığın yayıldığı halkların dilinde, özellikle Fransızca’da kullanılır ve kökenine bakılırsa “halksallaştırma” demektir. Çünkü kaynağı olan Hıristiyanlık-öncesi Grekçe’deki laos (halk), laikos (halksal) sözcükleri

Hıristiyanlık döneminde clericus, yani din adamları dışında olan kişiler için kullanılırdı. Modern Fransızca’da laicism e, din adamlarından, rahiplerden başka kişilere, kurullara, yetkililere dünya işlerinde hattâ din işlerinde üstün bir yer verme anlamım taşır. Katolik Hıristiyanlık dışındaki Hıristiyanlığın yayıldığı yerlerde, özellikle Protestanlığın etkisi altında olan İngilizce ve Almanca’da kullanılan terimin kökeni ise Grekçe değil, Latince’dir. Bu köken de zamanla değişikliğe uğrayarak şimdiki anlamını almıştır. Aslındaki sözcük, saeculum sözcüğü, “çağ” anlamına gelir ki Arapça’da bunun karşılığı olan tfsr sözcüğü son zamanlara değin Türkçe’de “asır” olarak kullanılıyordu. Laiklik teriminden önce asrîlik biçiminde bir sözcük kullanılıyordu. Bu sözcük secularism sözcüğünün kapsadığı anlamı taşırsa da, Cumhuriyet döneminden önceki dönemde “çağa uymak” ya da “onun gereklerine uyacak biçimde değişmek” anlamı, dincilerin elinde kötü bir kavram durumuna getirilmişti. “Asrîlik”, züppelik, köksüzlük, yüzeysellik, dinsizlik anlamlarına gelmeye başladı. Terimi “muasırlaşmak” biçiminde kullanan Ziya Gökalp, belki de bu talihsiz anlamlardan, anlamı hiç bilinmeyen bir sözcük bularak kurtulmaya çalıştı; Arapça sözlüklerden o zamana dek kimsenin duymadığı, bilmediği bir sözcük bulup çıkardı. “Zenîm” biçimindeki bu sözcük, Gökalp’in kendi yazılarında bile tutunmadı, kendisi “muasırlaşmak” terimini sonuna değin kullandı. Asrîleşmek ya da muasırlaşmak gibi daha uygun olan terimin yerine (anlamının kötüleştirilmesi yüzünden halkın kulağında olumsuz çağrışımlar yaptığın büyük çoğunluğun anlamım, kökenini, yazılış biçimini bile bilmediği “laiklik” gibi melez bir terim bulma işi de aynı kaygı ile yapılmış olmalıdır. Bu terimin kesin olarak hangi tarihte çıktığı, ilk önce onu kimin kullandığı, yani resmîleşmeden önceki kısa tarihini belirten bir incelemeye rastlamadık. Gerek dil çağdaşlaşması, gerek düşün ve ideoloji açısından böyle bir inceleme yararlı olacaktır. Dil çağdaşlaşması deyimini bilerek kullandık. Çünkü dil, din gibi, belki de ondan daha fazla olarak, hiç değilse kimi ulusların yaşamında en güçlü gelenek kaynağı, çerçevesi, taşıyıcısıdır. Bir dile yabancı bir sözcük girdiği zaman, anlamı bilinmemiş olsa da (hattâ birçok kişilerce bunun Arapça’dan gelen ve “bir şeye lâyık olma” anlamına bir sözcük olduğu sanılsa da), geleneğin en güçlü çerçevesinin değişmeye başladığını gösterir. Zamanın, çağın gücü böyle bir şeyi zorluyor demektir. İşte burada inceleyeceğimiz konunun asıl özünü aydınlatacak ipucunu elde ediyoruz; bu, dar anlamında din-devlet ya da devlet-kilise ayrımı sorunu değil, çok daha geniş anlamda “kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtulma” sorunudur. Birincisi, ikincisinin birçok görüntüsünden yalnız biridir.

Niyazi Berkes (1973) Yapıkredi Yayınları,Türkiye’de Çağdaşlaşma ss. 16.17.18

Page 11: Fular Dergi sayı 3

Bazen hiç farkında olmadan birbirimizi aşağılıyor, yargılıyor ve küçümsüyoruz. Acı olan bunu yaparken yüzümüz dahi kızarmıyor çünkü farkında değiliz hatamızın. Geleneklerimiz, göreneklerimiz, adetlerimiz ve çoğu zaman kullanılagelmiş ‘konuşma dili’miz yüzünden insanları ötekileştiriyoruz. Örneğin Kadın Hakları. Ne demek kadın hakları? İnsan hakları yeterli değil mi kadınlara adalet sağlanabilmesi için? Yoksa İnsan Hakları genel bir kavram da Kadın, Erkek ve Çocuk olarak kendi içinde mi ayrılıyor? Peki ya trans bireyler? Onların hakkını neyle savunuyoruz? Gördüğünüz gibi çoğu zaman farkında olmadan ötekileştiriyoruz birbirimizi… Bir duvarı örmek için nasıl ki tuğlalara ihtiyaç duyuyorsak kadınları da ötekileştirmemek için böyle tuğla işlevinde sözcüklere ihtiyacımız var. Çoğumuzun kanayan yarasıdır kadına karşı kullanılan kelimeler. Kadın güzelse “taş” derler, sivri dilliyse “yılan”. Çok fazla erkekle birlikte olmuşsa “motor” derler kimseye yüz vermiyorsa “kezban”. Yaşlıysa ama güzelliğini kaybetmemişse “şarap” derler, kahkaha atıyorsa “yollu”. Kibarlık için(!) “bayan” derler, hakaret için “karı”. Ama bir türlü kadın demezler, diyemezler. Peki, nedir bunun sebebi? Neden bayan? Hadi gelin, 5 madde halinde mercek altına alalım bu konuyu.

Madde 4- Bekaret Kavramı

Bir diğer kanayan yara ise bekaret kavramından doğan kadın ve kız ayrımı. Bir kadın bakireyse ona “kız” bakire değilse ona “kadın” demeyi uygun gören toplum yüzünden bayan kelimesi toplumun diğer bireylerini bir tür “Acaba bakire mi değil mi?” diye düşünmeye itmeden cinsiyetini belirtmesine yarıyor. Bakire olan bir kadına kadın dediğinizde “Ben kadın değil kızım.” Cevabını almanız mümkündür bu da toplumsal cinsiyet normunun bir dayatmasıdır aslında. Milletin bacak arasından, zarından bize de? Kız kelimesi bakire olmayan kadın anlamına gelmemeli. Oğlan kelimesi erkeğin bakiresine mi deniyor? Hayır. Çocuk yaştaki dişi insana kız erkek insana oğlan denir. Bunun tek ayrımı budur. Bi-zler bu yüzden sürekli “Bayan değil kadın.” Diye düzeltir dururuz.

F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ | X I

KADINLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ ?

Madde 2- Avrupa ve Osmanlı’da tarihçesi

Özellikle Ortaçağ Avrupası’nda, kadının bir tavuktan daha az değerli olduğu yıllarda, kadını aşağılamak için çeşitli tabirler kullanıldı. Bunların bazıları zamanla unutuldu bazıları ise günümüze kadar ulaştı. En çok bilinenleri ise “missis, Florance ve Matmazel” kelime-leriydi. İkinci dönem Feminizm Hareketiyle Avrupa’da bu kavramların kullanımına karşı çıkıldı, hatta bu karşı çıkış öyle bir boyuta ulaştı ki “Florance” kelimesi kadını temsil etmekten çıkarılıp sadece bir meslek grubuna (hizmetçilere ya da hemşirelere ithafen ‘o’ demek için kullanılır.) ithaf edildi, Mrs-Miss ayrımı yok sayılıp yerine yeni bir kelime türetildi.

Osmanlı’daysa bu durum özentilikten kaynaklı kanayan bir yaraya dönüştü. Avrupa’ya açılan Jön Türkler sayesinde(!) dile yerleşen bu sözcük “kadın” kelimesinin yerini almaya başladı. Oysa Türk dilinde ‘dişil’i betimleyecek ne kadar güzel ve anlamlı kelimeler vardı; Hanım gibi. Hatun gibi. Katun gibi… Onun yerine saçma sapan, hiçbir anlamı olmayan, kadını küçümsemekten öteye gidemeyen “bayan” kelimesinin kullanımındaki bu ısrar niye? Bu toplum kadınına hakaret değil de nedir?

Madde 1- ‘Bayan’ kelimesinin etimolojisi

Etimolojik olarak baktığımızda bayan kelimes-inin ‘bay’ kelimesinden türetildiğini görürüz. Bay; zengin kişi, mal sahibi anlamlarına gelir. Bayan kelimesi ise bay’a gelen, ‘yok etmek, tüketmek’ anlamları katan yapım eki olan -an ekiyle türetilmiştir ki Türkçenin hiçbir döneminde dişil yapım eki olarak -an ekine rastlanmaz. Yani ‘bayan’ kelimesi aldığı ekin de etkisiyle kadını aşağılamaktan öteye gidemez.

Madde 3- NEZAKET(!)

Pardon ama neyin nezaketi? Şöyle düşünelim; bir kelimeyi kibarlaştırmak adına başka bir kelime kullanıyorsak bu o kelimenin kaba olduğu anlamına gelir, değil mi? Peki, biz kibar olmak adına “kadın” yerine “bayan” kelimesini kullanıyorsak bu “kadın” kelimesinin kaba, argo, nezaketsiz bir ifade olduğu anlamına gelmez mi? “Eril”i ifade eden “erkek” kelimesi kaba değilken “dişil” i betimleyen “kadın” neden kabalık olsun ki? Birini “Bayan değil, kadın.” diye uyardığımda “Ben nezaketen bayan diyorum.” cevabını alıyorum. O zaman şunu soruyorum; “Ben size erkek dediğimde bunu hakaret olarak mı algılıyorsunuz?” Hayır. Öyleyse “kadın” gibi güçlü bir ifade neden anlamsız bir “bayan”la örtülmeye/ ezilmeye çalışılıyor? Bizim karşı çıktığımız nokta erkek kelimesinin dişili olarak bayanın kullanılması. Örneğin “Bayanlar, baylar!” denmesinde bir sakınca görmüyorken “Erkek tuvaleti- Bayan tuvaleti” kullanımı bize yanlış geliyor. Yolda hiç tanımadığınız bir kadına “Affedersiniz kadın!” diye seslenemeyiz tabi ki tıpkı bir erkeğe “Affedersiniz erkek!” diye seslenemeyeceğimiz gibi. Ama “Erkek Basketbol Ligi” diyebili-yorken “Kadın Basketbol Ligi” diyemiyor da “Bayan Basketbol Ligi” demeyi tercih ediyorsanız biz buna bir “DUR!” deriz. Erkek kelimesinin dişil karşılığı KADIN’dır BAYAN değil. Ve KADIN kişilikli bir kelimedir, Bayan gibi bay’dan uydurma değil.

Page 12: Fular Dergi sayı 3

Madde 5- Bayan ve Miss-Mrs ayrımı

Bir de biz “Bayan değil kadın” diye karşı çıktığımızda madde 2’de de bahsettiğimiz şeyin aslını bilmeyenler “Ama İngilizce’ de de Mrs-Miss var.” diye bir savunma yapıyorlar. İngilizce’ de evli olmayan kadınlara Miss, evli olan kadınlara Mrs. Sıfatlarıyla hitap edilmesi 2.Dalga Feministlerinin ana mücadele konularından biri olmuştur. 1961’de Sheila Michaels “Ms.” kelimesini icat etti, kullanımı zaman içinde feminist kadınlar arasında yaygınlaştı ve Miss/Mrs ayrımını ortadan kaldırmak amacıyla benimsenmeye başlandı.

Fakat Ms kelimesi ile “bayan” kelimesine baktığımızda arasında dağlar kadar fark olduğunu görmekteyiz. Öncelikle Ms kelimesinin bir feminist mücadele altında kadınların özgür iradeleri ve istekleri doğrultusunda kabullendiklerini hatırlatmakta fayda var. O dönemde kadınların Ms kelimesini talep etmelerinin şöyle açılımları vardı;

1) Bir kadının medeni durumu sadece o kadını ilgilendirir. Özellikle de karşı cinsin medeni durumunun hiçbir biçimde ifade edilmediği göz önüne alındığında, sadece kadınların medeni durumlarının dilde ifade edilmesi beklentisi doğrudan kadınlara karşı yapılan bir harekettir.

2) Kadının evli olduğunun dil üzerinden işaretlenmesi kadının asli kimliğini kocası üzerinden edindiği anlamına gelir. Oysa kimlikler başkalarından türevsel olarak edinilmez, kişinin kendisine aittirler. Hiçbir kadın salt kocasının eşi değil, her zaman pek çok şey ama en önemlisi daima kendisidir.

Bunlara bakıldığında “E, bizdeki bayan da bu amaçla kullanılıyor zaten.” diyenler elbette olacaktır ama onların da madde 4’e ve 5’e yeniden göz atmalarını ve bunun üzerinde düşünmelerini istemekteyim.

Ms ve bayan kelimelerinin karşılaştırmalarına ve çıkış noktalarına bir kez daha bakacak olursak aslında ne demek istediğimizi anlayacaksınız;

Ms kelimesi bir kadın mücadelesi ve kadın isteği sonucunda ortaya çıkmış bir kelimedir fakat bayan kelimesi erk dilin sözlükler-imize katmış olduğu bir söylemdir. Bayan için mücadele eden bir kadın hareket değil onların bacak aralarını düşünen bir erk hareketin dile müdahalesi serilir gözler önüne. Bekâret kavramını önemseyen kadınlar da bu dili, tıpkı yukarıda ifade ettiğimiz gibi yaptıklarının çok da bilincine varmadan içselleştirip, normalleştiriyor olabilir. Ama bu durum ‘bayan’ın kullanımının yaygınlaşmasının kadınların isteği ile değil kadınlara rağmen gelişen bir süreç olduğu gerçeğini değiştirmez.

Ve sonuç

Genel olarak tüm maddeleri toparlayacak olursak; bizler çoğuna basit olarak görünen “bayan” kelimesine itiraz etmeye bu yüzden devam edeceğiz. Masumane görünen bu kelime, kadına dayatılan tüm toplumsal cinsiyet normlarını bünyesinde barındırmakta. Özellikle bekaret kavramının üstünü örtmesi, kadının bir tür cinselliği çağrıştırması, argo bir kelimeymiş de kibarlaştırılmaya ihtiyacı varmış gibi davranılması gibi sebepleri yüzünden “bayan” kelimesi yayılmaya çalışılmakta ve bu kelime ile kadına dayatılan normlar normalleştirilmeye çalışılmakta.

Bunun engellenmesi için tek çare ise “kadın” kelimesini sahiplenmek. Kadın kelimesini “insanın dişili” anlamı dışındaki tüm anlamlarından (bekaret, evlilik-bekarlık durumu, kız olmama hali, yaş, kibarlık) sıyırıp topluma da kabul ettirmeliyiz ki mücadelemize daha sıkı şekilde devam edelim.

Sadece kadın olalım, ne bayan ne karı ne de kız. Kadın kimliğimizle özgürce dolaşalım, ataerkinin bizi kalıplara sokmasına, kibarlaştırmasına, bacak aramızdaki varlığıyla yokluğu hissedilmeyen zarla ilgilenmesine razı gelmeden sadece kadın olalım.

X I I | F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ

Marla Feminik

Page 13: Fular Dergi sayı 3

F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ | X I I I

Peki Ya Bitkiler ? Veganlara en çok sorulan sorulardan biridir bu: Bitkiler de hayvanlar gibi canlı olduğu için hayvanları kullanmaktan kaçınıp bitkileri tüketmenin çelişki doğurduğu algısı. Elbette hiç kimse bitkilerin canlı olduğu gerçeğini inkâr etmeyecektir. Zaten burada odaklanılması gereken canlılık değil, “hissedebilirlik”tir. Hissedebilirliliğin getirdiği hak kavramlarıdır: Başkaları tarafından mal ve kaynak olarak kullanılmamadır. Bitkiler hissedebilir canlılar değildir. Biz onlara çeşitli anlamlar yükleyebiliriz, sevgi gösterilen bitkilerin daha iyi çiçeklendiğini düşünebiliriz ama bunların bilimsel bir temeli yoktur. Hiç kimse bitkilerin uyaranlara tepki verdikleri gerçeğini reddetmez, hatta herhangi biri bitkilerin yapraklarını güneşe doğru döndürdüklerini gözlemleyebilir. Bitkiler uyaranlara tepki verirler. Ancak bitkilerin tercihleri, arzuları ve talepleri yoktur. Kişi değillerdir. Bitkilerin aksine hayvanlar sinir sistemine sahiptir yani duyu algıları vardır ve hissetme yeteneğine sahiptirler. Bu yüzden tıpkı bizler gibi onların da yaşamaktan, haz almaktan çıkarları vardır, acı çekmemekten çıkarları vardır. Onları eşyalardan ve bitkilerden ayıran fark budur. Ve bu yüzden birileri bir kediye zarar verdiğinde, işkence ettiğinde hepimiz bu duruma tepki gösteririz hatta o kişinin ceza almasını isteriz. Eğer hayvanların eşyalardan ve bitkilerden farklı olduğunu, onların “kişi” olduklarını kabul ediyorsak temel haklarını, başkalarının mülkü olmama haklarını tanımalıyız. Eğer hak, bir çıkarın sonuçlardan bağımsız olarak korunması ise hayvanların yaşama ve acı çekmeme çıkarlarını korumalıyız.

Hayvanların davranışları ise böyle değildir. Hayvanlar hissedebilir canlılardır. Hayvanlar acıyı hissederler ve en azından bu acıyı hissed-enin bir başkası değil de kendileri olduğunu anlayacak miktarda öznel farkındalıkları bulunmaktadır. Acı, evrimsel olarak hayatta kalmayla ilişkili bir mekanizmadır. Göz görmekle ilişkili ise acı da hayatta kalmak, hayatı tehlikeye sokmakta olan durumlardan uzaklaşmakla ilgilidir. Hayvanların hayatta kalmaktan çıkarları bulunur. Hayvanlar basit bir şekilde uyaranlara tepki veren mekaniz-malar değildir, hayvanlar uyaranlara yanıt verirler. Hayvanlar birer kişidir.

Çok sık dile getirilse de gerçekte hemen hemen hiç kimse bitkilerle hayvanların etik açıdan aynı olduklarını düşünmez. Fakat bitkilerin de etik açıdan hayvan-larla aynı şekilde değer taşıdığına tüm bilimsel veriler tersini gösterse bile inanmayı sürdüren bir kişi vegan olmayarak kendisiyle çelişmektedir. Eğer hiçbir besin almadan hayatta kalmayı başaramıyorsa (ki bunun mümkün olduğunu zannetmiyoruz) şunu aklında tutmalıdır: Bir birim hayvansal ürün üretmek için en az 16 birim bitkisel gıda tüketilmektedir. Yani bitkilerin de önemli olduğuna inanıyorsanız bitkileri hayvanlara yedirip ardından hayvanları öldürüp yemek yerine, vegan olup çok daha az miktarda bitkiyi doğrudan tüketmeye başlamanız inançlarınızla daha uyumlu olabilir!

Agave

Page 14: Fular Dergi sayı 3

Selin Bahçelioğlu

X I V | F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ

Zaman ve Aşk “Aşkı umut eden, aşkın sonsuz olmasını dileyen kalbimiz... Aşkın süresini ise kalbin saati belirler. Güneş Sistemi ile bütün bağlarını koparmıştır. Kalbin saati sonsuzluğa ayarlıdır. Aşk, sonsuzluk isteğinin sınırlı insan ömrüne isyanıdır. Bir saniyelik süreye...”Aşk için bu zamana kadar binlerce yüz binlerce tanımlama yapılmış, şarkılar söylenmiş, kitaplar yazılmıştır. Fakat bana soracak olursanız hiçbiri Hasan Yalçın’ın bu satırları kadar haklı değildir. Hepimizin aşk ve zaman hakkında söyleyecek birkaç cümlesi muhakkak ki vardır. Kimi zamanın kendisine yetmediğinden, kimi zamanı olsa aşık olabileceğinden kimi ise aşka inanmadığından… Ama dostlar bu dünya da aşk vardır ve onun da en büyük düşmanı zamandır. Sizce de öyle değil midir ?

Aslında zaman ve aşk birbirleri ile sürekli savaş hâlindedir. Hasan Yalçın bunu şöyle açıklar: “Başlangıçta aşk zamanın ötesine geçer. Ama sadece görünüştedir bu. Gerçekte ise zaman aşkı eskitir. Vahşi bir tayın boynuna geçmiş insafsız bir sicim gibi, aşkı durmadan gerçeklerin zeminine çeker .” Aşkı dağların arasında yağmurla birlikte çıkan gökkuşağında ki renklerin huşu içinde boşlukta süzülüşü ve bununla birlikte ciğerlerimize dolan yağmura doymuş toprak kokusuna, kollarımızı yoklayan ince narin rüzgâra benzetirsek eğer zamanı da elbette batan güneşe kaybolan gökkuşağına ve geceye benzetebiliriz. Oysaki az önce anlatılan yerde gökkuşağının altında, ilk günkü aşkta, hepimiz sonsuza dek kalmak isteriz ama zaman buna asla izin vermemiştirve vermeyecektir de. Zaman, Hasan Yalçın’ın da dediği gibi “Sırtımızda.” “Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri.Seninle bir döşekte sevişirken bile. “ der Metin Altıok. O da Hasan Yalçın gibi zamanın aşk üzerindeki acımasızlığından bahsetmiştir. Fakat zaman bir tekaşk üzerinde acımasız değildir ki. Beş yıl önce ki fotoğraflarınıza bakın, o fotoğraflarda ki daha taze olan gülüşlerinize ve hemen sonrasında bir aynaya göz atın ya da bir huzurevine gidip orada ki yaşlılarla vakit geçirin, zamanın onlara ve - gelecekte size - ne kadar hoyrat davrandığına bakın.

Bu kitap sadece aşktan bahsetmez. Şunun teminatını tüm okuyuculara verebilirim ki okuduktan sonra kişiye kendi hayatını da sorgulatacaktır. Ben âşık mıyım ya da ben mutlu muyum? Benim zamanım ne için var? Sadece işe gitmek yemek yemek ve televizyon izlemek için mi yoksa bir an durup yaşadığını hissedecek kadar az bile olsa da zamanım var mı diye sorgulatacaktır. Okuyan kişi üzerinde bir farkındalık yaratacaktır ki bu günümüzün, yaşadığımız çağın en büyük sorunudur. Çünkü Pelinsu Berkecan’a aşık olduğunu sanmaktadır. Hasan Yalçın’ın bu kitabı 1994-1998 yılları arasında Aydınlık ve Papirüs Dergilerine yazdığı zaman ve aşk konulu yazılarından derlenmiş ve ortaya bu muhteşem ve bir o kadar da samimi kitap ortaya çıkmıştır.

Aşkı anlamak, aşkı zamana rağmen iliklerinde yaşamak ve aşkla kalmak isteyentüm okuyuculara şiddetle tavsiyemdir.

Page 15: Fular Dergi sayı 3

F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ | X V

Denizlere Fırlattımben bu döngüden çıktım; artık kendimi kandıramıyorum

bu çok zorhayat, ölümüne azalıyor

hayat, ölümüne dans ediyorhayat, yorulup yere düşene dek dans edecek...

yaşamın cilveli, kadınsı gururuyaşamın erkeksi kibri,

kadınsı intikamı...ah! yaşam,meğerse

aksak ritimlidizginlerinden boşalmış

sarhoş bir hermafrodit-miş.içimde durdurulamayan sele;

buna “aşk” de,buna “umut” de,buna “coşku” de,

ne dersen de!edilgen kabullenmişliklerimiz...

ölüm denen şu nihai hedefetiksintim sonsuz.

insan denen yaratığıno müthiş hayalperest hayvanın

insanın aymazlığı!İnsan!

kurgunun içinde, kendi yanılsamalarınıkendi unutkan rüyalarını yineleyişi...

dinallah

bir arada yaşamakbir “orada” yaşamak

tanrıtanrısallık

yüceliktapınma

kaybolmahapsolma

ona, buna, şuna kendini adayışkabullenişteslim oluş

duruş, durduruşhepsini bir kefeye koyup denizlere fırlattım...

Umut Mazlum

Page 16: Fular Dergi sayı 3

Güney Güneyan

X V I | F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ

İstiyorum Doğduğum şehirden kilometrelerce uzakta olmak istiyorum. İstanbul’da olmamak, ama çok da uzaklaşmamak gibi bir fikrim var. Sakarya’ya taşınıp, kutu kadarcık bir ev almak isterdim. Salonunun üç bir yanına kitaplık yaptırmak, tavanına bir uçtan, diğer ucuna kadar aforizmalar ile süslemek gibi uçarı düşüncelerden söz ediyorum.

Hayallerin aslı bu. Ucu, bucağı görünmese de, bir hayli akla aykırı. Hem ne olurdu sanki sabaha karşı lavaboya gitmek için ayaklandığımda gözlerimi ovmak ve göbeğimi kaşır iken, parkelerin üzerinde bulunan kitapları görmeyip yere kapaklansaydım? Düşe kalka oraya gitmek istiyorum. En edepsiz küfürlerimi de ona saklıyorum.

Kitap okurken uyuyakalmış bir kadın görmek dünyadaki en güzel an olsa gerek. Lavabo dönüşü ellerinizi yıkayıp salona döndüğünüzde, koltukta dizlerini karnına kadar çekmiş bir kadını izlemeyi de hiç düşündünüz mü? O kadınların nefes alıp verişi bile seromoniktir. Öylesi güzeldir onlar. Daha fazla dayanamayıp, okuduğu kitabı elinden yere düşürdüğünde sıçramış olsa da uykusuna devam edecek kadar masumdur da onlar. Yarım kalan kitabı değildir de sadece. Düşleri, kırılan kalbi, yeterince öpülmemiş boynudur.

Böylesi bir durumda, o evin içinde toplum gözünde edepsiz ve dağınık bir kadın görmek istediğim de doğru. Kilolu veya zayıf. Tercihen etkili değildir. Çünkü ideolojiler olmalıdır üryan. Hem bunlar değil bizi bize bağlayan ürgan. Fikirler sevişir biz de. Onlar çarpışırken, sevişen biz oluruz ama biliyorum, edepsiz kadınlar güzeldir. İyi sevişirler. Sevişmekten kastım nedir bilinmez. Zaten bilinen birşey var ise, sevap için şarap içeriz.

Günah ile bezeli her distopyanın içinde bir ütopya gizlidir. Diyorum ya; salondaki koltuğun üzerinde, üzerinde südyeninden gecenin ışığına göz kırpan meme uçlarını tutan yalnızca tek kopça olmasa o kadının hâli ne olurdu? Saçları kadar da savrulur muydu bedeni sevişirken? Önemsiz ayrıntılar. En estetik danstan daha güzeldir kadının klitorisi üzerinde savurganlığı. Gece bitince ya yanında kalır, ya da yanına o dışında manen kıvrılacak bir başka kadın daha olur belki. Bir başkasına benzettiğin ama onun yerine bir başka kadını koymak gibi. Isınan her beden yanı başında üşüyor da olabilir. Üzerini de örtebilirsin ya da çırılçıplak da kalabilirsin, sorun değil. Belki boynundan başlarsın öpmeye, belki de göz kapaklarından. Ne fark eder, hüzünlü ve edepsiz kadınlar güzeldir!

Güzel demiş iken, şaraplar dökülür mü hiç? Günahtır. Sizler cenneti bekleyedurun, biz şimdiden içiyoruz. Belki de düşlediklerimiz olmaz, kim bilir? Belki sadece bir kedim olur. Belki sevgi ile bir yalnızca bir kedinin yüzünü okşayabilirim. Aslında ben bir ev almak istemiyorum. Yeni bir hayat istiyorum. Aslına bakarsak, ne az çok şey istiyorum.

Page 17: Fular Dergi sayı 3

F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ | X V I I

Saklı KalanYaşanmayan duygularda saklı kalmıştı

Bir kış akşamıSokağının acı soğuğuyla

Acının uyanmak üzere yazılmış olan kelimelere döküldüğü bu vakitlerdeIşığın özlenmeyen sesinin

Duvarların insanlara karşı olduğu gece on ikileriyle sabah altılarındaVe üstelik atlıların yolculuğuna eşlik ediyorum bir pencere kenarında

Hassasiyetim, buğulu camlar üzerinde adının yazılmasıylaEtrafındaki birkaç deseninSeni, beni, bizi anlatması

Dayanmak güç oldu bu günlerdeAtlılara soruyorum, neredesiniz

En uzağındayım unutuşunGizliden bağırıyorum bir pencere kenarında

Üstelik duvarlar yürüyor hayallere Ben boğuluyorum

İki kağıdım var birde kalemim onlara sığınıyorum

Sokağın acı soğuğu üzerimdeAyrıca atlılar, neredesiniz

Sabahın beşi işteBir pencere kenarında

Üstelik ay ve ışığı yanımdaVe bir çocuk ağlıyor uzağımda

İçimdeki çocuk diyorum buğulu camlara sığmıyor

İşte saat altıAtlılar, geliyorum

Çocuğum yıprandı onu getiremiyorumSoğuğum

Üstelik sokaklar kadar yaslıyım bu günlerdeÜstelik ışığı kapatıyorum

Duvarlar artık en yakın dostumSaklı kalan yaşanmamış duygularıma

AHMET ANIL ÇETİNER

Page 18: Fular Dergi sayı 3

Gül Düşlem

X V I I I | F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ

Brioche Lâl olan bakışların kamera arkasında

Eskitilmiş hüzünler vardır.

Kimi sarhoş gibi avaz avaz bağırır uzanana dek sabaha,

Kimisi süt dökmüş kedi gibi kalır.

Perdesiz oyunlara aldırmaz insan,

Ölümün güzelliğidir Oscar’a aday olan.

Portakal ağaçlarına adanır mektuplar.

Güllerin dansında kavalyelerdir sardunyalar.

Ağızdan çıkan her ince dilimli ses,

Buzdan gönüllere yaklaşınca asılı kalır havada.

Hayat süblimleşir kahverenginin açık tonunda.

Tüller örtülür duvak niyetine baş(ak)lara.

Yılan iner elmanın dalından aşağıya.

Âdem göz kırpar Havva’ya.

Gökyüzünden kırılıp düş’er dünyaya büyük bir parça.

Mitolojik efsaneler sus pus olurlar.

Saçları peruk gibi duran 70’lik kadın,

Kadehe dökülür gibi çıkar ‘Yeşil Çam’ların ardından.

Gramofonun iğnesi, plağın canını çizer ince ince,

Eşlik eder tüm sevenler tanınmış nağmelere hep birlikte...

Page 19: Fular Dergi sayı 3

F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ | X I X

Tahsin Odabaş

Unutamam

Ömrün benimle yaşam bulsun,

Dudakların, gözlerin seyrim olsun isterdim.

Aşk, şimdi yalnız mısralara sıkışıp kaldı.

Yalnızlık ise sadece “senden uzak olma hâli” olarak tanımlı.

En büyük korku, senden uyurken dahi olsa ayrılmak,

Heyecan, sabah yeniden kavuşarak uyanmak iken,

Şimdi sadece geçen zamana hürmeten,

Kurumuş bir yaprak umutsuzluğunda bir şiir yazmak öte değil.

Işığa muhtaç çiçeklerin kokusu gibi,

Sana hasret, hüzünle başını eğen ben,

Bir aheste mutluluğuma ön koşul olarak bildim seni,

Bu yüzden unutamıyorum galiba.

Unutamam da gibi.

Page 20: Fular Dergi sayı 3

X X | F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ

YAŞAMA BALCIN

Evet, yanılmadın yanlışta okumadın bu senin ‘’yaşama balcın’’.Belki hatırlarsın seninle ikinci sayının bilmiyorum kaçıncı satırında bir tavernada loş ışığın altında’’ bilimlerin bilimi ‘’ ile buluşmuştuk en son. Şuanda yeniden beraberiz ve o renkli dünyanın içine doğru bir yolculuğa daha çıkıyoruz. Korkma hazırsın hazır olduğunu biliyorum çünkü editörü tanıyorum aramızda kalır umarım ve bu sayfaya kadar ilerlediysen emin ol hazırsın. Birkaç saniyeni ayır ve biraz düşün ne bu yaşama balcın? Tamam, orada bir yaşam var ve bunun bal satan bir balcısı. Sanırım seni hayata tutunduranda bu balcı. Enişten haklı yâda normal yazımı ile Einstein Arılar gerçekten de önemli ve yaptıkları işler bu konuya detaylı girmek istemiyorum sonra belgesel kanalları ve kurumsallaşmış dergileri kulaklarımı çekerek kızıyorlar. Lakin şuan neslin devam ediyorsa bunun için balcı arılara bir teşekkür edip o sevimli ladin ağaçları ile kaplı kahverengi toprağı ile ünlü ormandan patika yola gel. Umutlarınla dolu bir nefes alman dileği ile işte güzel oksijen.

İlk konuk olacağımız sınıf bu sevimli ormanın kenarında kurulu olan köyün Bay H’nin eserleri ile yola çıkan uzun sakal Ludwig Andreas’ın kurmuş olduğu bir sınır sınıfı. Biz ona kısaca Bay LAF diyoruz. Sınıfı biraz materyalist hani anlarsınız ya. Hımmm işte aynen öyle. Bay Laf la laflıyoruz ve laf lafı açıyor laf lafa lafza ediyor. Sınıfında ayağının biri yere basılı diğeri esprisi kalmamış bir kütüğün üstündeyken eli ile felsefe sistem-leri şemasını gösteriyor ve ekliyor.

“Felsefi sistem kurucuları bu güne kadar birer sanatçı gibi davranmışlardır.’’.

Page 21: Fular Dergi sayı 3

F U L A R A Y L I K B İ L İ M V E S A N A T D E R G İ S İ | X X I

Boynuz sahibi bir öğrencisi ayağa kalkıyor sanki bu cümlenin gelmesini beklermişçesine.’’Felsefi sitem kurucuları birer sanatçı oldukları için olmasın ?’’bu sorumtrak cümle sonrasında sınıf sanki yeniden buzul çağa dönüyor ve sessizlik hakim oluyor… Yelkovan yok ama anlarsınız akrebi kovalıyor zaman geçiyor. Hava kararıyor sınır sınıfın hademesi Roues elinde gaz lambası ile aydınlatıyor sınıfı. Tabi sessizlik bozulalı epey oldu.

Laf yaşamın balının insan olduğunu anlatıyor gaz lambasının ışığında sınıfa. Çünkü ona göre, Tanrı, insan zihninin bir yansıtması. Boynuz sahibi öğrencisi dışında hepsi notlarına bu kelimeleri kazırken o ‘’İnsan, Tanrı zihninin bir yansıtmasıdır. İnsan O’ndan olmadır.’’şeklinde notları arasına yerleştiriyor o anları. Bay Laf ile bu konuda tartışmaya girmiyor tabii ki de egoist olan biri ile tartışmanın sonuçlarının nasıl biteceğini geçmiş yıllarda ki gözlemlerinden biliyor.

Yaşamın balcısının ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz nesiller boyunca. Hiç bir önceliğimiz ya da hiçbir ölçümüz yok sıralamaya da çalışmıyoruz sadece anlamaya çalışıyoruz en sade halinde. Kendisine yabancı olan insan kendisini tanımayan insan anlayamaz bunu belli ki.

İsmail Yüksel

Page 22: Fular Dergi sayı 3

İnsan kendine özgü şekilde olağandışı bir

yaratıktır. Ateşi keşfetti, şehirler inşa etti,

muhteşem şiirler yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar

getirdi, mitolojik imgeler yarattı. Ama aynı

zamanda hemcinslerine savaş açmaktan, çevresini

yok etmek gibi yanılgılara düşmekten bir türlü

vazgeçmedi. Terazinin bir kefesine yüksek zihinsel

meziyeti, öbür kefesine aptallığı koyduğunuzda

neredeyse dengede kalır.

Umberto Eco

Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek

sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru

çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için,

durmamacasına sarhoş olmalısınız. Ama neyle?

Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama

sarhoş olun.Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları,

bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk

yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da

büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun

yele, dalgaya,yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan

şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye

sorun,“saat kaç” deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat

hemen verecektir karşılığını: “Sarhoş olma saatidir..

Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için

sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da

erdemle, nasıl isterseniz.

Charles Baudelaire