elif Şafak _ aşk - ucoz€¦ · web viewmevlâna celaleddin rumi mesnevi, cilt ii, sayfa 133...

171
Elif Safak --- ASK

Upload: others

Post on 13-Jul-2020

10 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Elif Safak --- ASK

Pasa Pasayev

Page 2: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Elif Şafak AŞK

ÖnsözBir taş nehre düşmeye görsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi. Belli belirsiz bir tıp se-si çıkar; duyulmaz bile akıntının ortasında, kaybolur uğultuda. Hepi topu budur olduğu olacağı. Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peyda olur; halka tomurcuklanır, ol tomurcuk çiçeklenir, açar da açar, katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar, ufacık bir taş ne işler açar başa. Tüm yüzeye yayılır aksi, bir bakmışsın ki her yeri kaplamış. Çemberler çemberleri doğurur, tâ ki en son çember de kıyıya vurup yok oluncaya dek. Nehir alışkındır karmaşaya, deli dolu akışa. Zaten çağlamak için bahane arar ya, hızlı yaşar, çabuk taşar. Atılan taşı içine alır; benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Karışıklık onun doğasında var, ne de olsa. Ha bir eksik ha bir fazla.Gel gelelim göl hazır değildir böyle aniden dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, tâ dibinden sarsmaya. Göltaşla buluştuktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmaz, olamaz. Kendini bildi bileli durgun bir göl gibiydi Ella Rubinstein'mhayatı. Kırk yaşına basmak üzereydi. Nicedir tüm alışkanlıkları, ihtiyaçları ve tercihleri tekdüzeydi. Şaşmaz bir çizgiydi günlerin akışı; öylesine yeknesak, düzenli ve sıradan. Bilhassa son yirmi yıl boyunca hayatındaki her ayrıntıyı evliliğinegöre ayarlamıştı. İçinden geçen her dilek, edindiği her yeni arkadaş, hatta en önemsiz kararları bile buna bağlıydı. Hayatına yön veren yegâne pusula evi ve evliliğiydi. Kocası David tanınmış bir dişçiydi; mesleğinde hayli başarılı ve çok para kazanan bir adam. Aralarındaki bağ pek derin sayılmazdı. Ella bu durumun farkındaydı ama doğrusu evliliklerde (bilhassa onlarınki gibi uzun süren evliliklerde) önceliklerin farklı olduğuna inanırdı. Aşktan ve tutkudan daha önemli şeyler vardı bir evlilikte: Karşılıklı hoşgörü, şefkat, anlayış, saygı ve sabır gibi... Ve tabii bir de her evlilikte elzem olan bir başka nitelik: Affedicilik! Geliyorsa şayet elinizden, ki gelmeli, kusuretti mi kocanız, ki edebilir, ne yapıp edin, affedin! Aşkmış meşkmiş, ne gam! Ne önemi var? Aşk dedikleri, Ella’nın öncelikler sıralamasında gerilerde bir yerde kalmıştı çoktan. Ancak filmlerde olurdu aşk. Ya da hayal ürünü romanlarda. Bir tek oralarda esas kız ve esas oğlan ölesiye sevebilirdi birbirlerini, masallardan süzülmüş efsanevi bir tutkuyla. Ama hayat, hakiki hayat ne filmdi, ne de roman! Ella'nın öncelikler listesinin başında çocukları gelirdi. Güzel mi güzel kızları Jeannette üniversitedeydi, ikizleri (kız olan Orly, erkek olansa Avi) tam buluğ çağındaydı. Bir de on iki yaşında bir golden retriever köpekleri vardı: "Gölge". Bu eve geldiğinde minnacık bir enikti henüz. O gün bugündür Ella'nın şaşmaz yürüyüş arkadaşı, yoldaşıydı. Gerçi artık ihtiyarlamış, şişmanlamış,

neredeyse kör ve sağır olmuş Gölge'nin vadesi doluyordu. Ama köpeğinin bir gün öleceğini düşünmeyeElla'nın yüreği el vermiyordu. Ne de olsa Ella böyle biriydi, hiçbir zaman kabullenemezdi sonları; ister bir dönem, ister es-kimiş bir âdet, isterse çoktan tükenmiş bir ilişki olsun ölümü tanımaktan acizdi. Bir türlü yüzleşemezdi bitişlerle, görmez-den geldiği o son burnunun ucunda dikilirken bile.

Rubinstein Ailesi Amerika'da, Northampton'da, krem rengi Viktorya tarzı kocaman bir evde yaşardı. Her ne kadar tadila-ta, tamirata ihtiyacı olsa da, hâlâ görkemliydi yapı: Tam beş yatak odası, üç arabalık garajı, masif parkeleri ve Fransız usu-lü kapıları vardı; üstüne üstlük bahçesinde de harikulade bir jakuzisi. Ailecek tepeden tırnağa sigortalıydılar: Hayat sigor-tası, araba sigortası; hırsızlık, yangın ve sağlık sigortası, emeklilik hesapları, çocuklara üniversite eğitimi birikimleri vemüşterek banka hesaplan... Oturdukları evin yanı sıra biri Boston'da, diğeri Rhode Adası'nda iki lüks daireleri dahavardı. Tüm bunları elde edebilmek için, Ella da David de epey alın teri dökmüşlerdi. Her katında çocukların mutlu mesut ko-şup oynadıkları, fırından zencefilli-tarçınlı kurabiye kokularının yayıldığı büyükçe bir ev hayali bazılarına klişe gibi gelebi-lir ama onların gözünde hayatların en idealiydi. Bu ortak amaç üstüne kurmuşlardı evliliklerini ve zamanla hayalleri-nin hepsini olmasa da çoğunu gerçekleştirmişlerdi. Geçen sene Sevgililer Günü'nde, kocası Ella'ya kalp şeklin-de bir elmas kolye hediye etmişti. Yanına da balonlu, ayıcıklı bir kart iliştirmişti:Sevgili Ella,Sessiz sakin, müşfik, cömert, evliya sabırlı kadın...Beni olduğum gibt kabul ettiğin ve karım olduğun içinminnettarım.Seni ilelebet sevecek kocan,DavidElla kimseye -bilhassa kocasına- itiraf edememişti amaişin doğrusu, bu satırları okurken kendi ölüm ilanını okur gi-bi olmuştu. "Ben ölünce arkamdan bunları diyecekler herhal-de" diye geçirmişti içinden. Ve eğer samimi ve dürüstseler, şusözleri de eklemeliydiler:"Ellacığımızın tüm yaşamı, kocası ve çocuklarından ibaret-ti. Kaderin türlü zorluklarına tek başına kafa tutacak ne bil-gisi vardı ne tecrübesi. Hiçbir zaman risk almayı bilmezdi.Tedbiri elden bırakmazdı. İçtiği kahvenin markasını değiştir-mek için bile uzun uzun düşünmesi gerekirdi. O kadar uten-gaç, öylesine munis ve ürkekti; tabiri caizse, pısırığın tekiydi.İşte tüm bu malum sebeplerden dolayı, kendisi de dâhil ol-mak üzere hiç kimse anlayamadı, tam yirmi yıllık evliliktensonra Ella Rubinstein'm nasıl olup da bir sabah kocasına bo-şanma davası açtığını ve kendini evliliğinden azat edip, tekbaşına sonu belirsiz bir yolculuğa çıktığını... * * *

Page 3: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Ama elbet bir sebebi vardı: Aşk!Âşık oldu Ella hiç beklenmedik bir biçimde, beklemediğibir adama.İkisi ne aynı şehirde yaşıyordu ne de aynı kıtada. Araların-daki fersah fersah uzaklık bir kenara, kişilikleri en az gün-düz ile gece kadar farklıydı. Yaşam tarzları ise alabildiğinebaşkaydı. Arada tam bir uçurum vardı. Normal şartlar altın-da birbirlerine tahammül etmeleri bile zor iken, aşk odu'ndayanmaları beklenmedik bir hadiseydi. Ama oldu işte. Hem deöyle çabuk oldu ki, Ella başına ne geldiğini anlayıp, kendinikoruyamadı bile. Tabii şayet insanın kendini aşktan koruma-sı mümkünse!Aşk, Ella’nın ömrünün o durgun gölüne gaipten düşüverenbir taş misali indi. Ve onu sarstı, silkeledi, darmadağın etti.

EllaBoston, 17 Mayıs 2008

Mevsimlerden bahardı. Ilık mı ılık, yumuşacık bir gündebaşladı bu tuhaf hikâye. Nice sonra Ella geriye dönüp baktı-ğında başlangıç anını zihninde o kadar çok tekrarlayacaktıki, sanki geçmişte yaşanmış bitmiş bir hatıra gibi değil de,hâlâ evrenin bir köşesinde sürmekte olan bir tiyatro sahnesigibi gelecekti ona her şey.Zaman: Mayıs ayında bir cumartesi öğleden sonra.Mekân: Evlerinin mutfağı.Ailecek hep beraber oturmuş yemek yiyorlardı. Kocası ta-bağına en sevdiği yemek olan kızarmış tavuk butları doldur-makla meşguldü. İkizlerden Avi çatal bıçağını baget yapmış,hayali bir davul çalar gibi sesler çıkarıyordu; kız kardeşiOrly ise günde ancak 650 kaloriye izin veren yeni diyetineuymak için toplam kaç lokma yiyebileceğinin hesabını yapı-yordu. Büyük kızı Jeannette bir dilim ekmek almıştı eline,dalgın dalgın krem peynir sürüyordu üstüne.Ailenin yanı sıra bir de Esther Hala vardı masada. Pişirdi-ği kakaolu mozaik keki bırakmak için şöyle bir uğramış,ama ısrarları kıramayıp yemeğe kalmıştı. Ella'nın yemek bi-ter bitmez yapacak bir dolu işi olsa da henüz masadan kalka-sı gelmiyordu. Son zamanlarda böyle ailecek bir araya gele-miyorlardı bir türlü. Fırsat bu fırsat, herkesin arayı ısıtaca-ğını ümit ediyordu."Esther Hala, Ella sana müjdeyi verdi mi bakalım?" dediDavid birdenbire. "Karım harika bir iş buldu, biliyor musun?Hem de seneler sonra."Ella üniversitede İngiliz Dili ve Edebiyatı okumuştu. Edebi-yatı seviyordu sevmesine ama mezun olduktan sonra düzenlibir iş hayatı olmamıştı. Yalnızca birkaç kadın dergisine ufaktefek yazı takviyeleri yapmış, bazı kitap kulüplerine katılmış,aralarda yerel gazetelere kitap eleştirileri yazmıştı. Hepsi buy-du. Bir zamanlar, saygın bir kitap eleştirmeni olmayı istemiş-se de o günler çoktan geride kalmıştı. Hayatın rüzgârının onubambaşka mecralara sürüklediği gerçeğini kabullenmişti.Meşhur bir edebiyat eleştirmeni değil, bitmez tükenmez ev iş-leri ve ailevî yükümlülükleri olan, üstüne üstlük bir de üç ço-

cukla uğraşan titiz bir ev kadını olmuştu sonunda.Hani bundan da yoktu pek bir şikâyeti. Anne olmak, eş ol-mak, köpeğe bakmak, evi çekip çevirmek, mutfak, bahçe,alışveriş, çamaşır, ütü derken... zaten yeterince meşguliyetvardı hayatında. Bunlar yetmezmiş gibi bir de aslanın ağzın-dan ekmeği almak için uğraşmasının ne gereği vardı? Her nekadar feministlerle kaynayan Smith Üniversitesi'ndeki sınıfarkadaşlarının hiçbiri Ella'nın seçimine takdirle bakmasada, o bunun üstünde durmamış; evine bağlı bir anne, eş ve evhanımı olmaktan uzun seneler boyunca en ufak bir rahatsız-lık duymamıştı. Maddi durumlarının iyi olması, çalışma ge-reği duymamasını kolaylaştırmıştı tabii. Ella bundan dolayıminnettardı hayata. Edebiyata olan merakını evinden de de-vam ettirebilirdi nasıl olsa. Hem okuma sevgisi asla bitme-mişti ki, hâlâ bir kitap kurduydu -ya da öyle olduğuna inan-mak istiyordu.Ama gün geldi, çocuklar âkil baliğ oldu. Dahası, anneleri-nin sürekli üstlerine titremesini istemediklerini apaçık belliettiler. Ella da mebzul miktarda boş vakti olduğunu görüp,en nihayetinde bir iş bulmanın iyi olabileceğini düşünmeyebaşladı. Kocasının onu yürekten teşvik etmesine ve aralarm-

da sürekli bu konuyu konuşup fırsat kollamalarına rağmen,

Ella için iş bulmak pek de kolay olmayacaktı. Başvurduğuyerlerdeki işverenler ya daha genç birini arıyordu ya dahatecrübeli. Reddedile reddedile gururu örselenen Ella nicediriş aramaktan vazgeçmiş, konuyu rafa kaldırmıştı.Mamafih, 2008 yılı mayıs ayında, bunca sene iş bulması-nın önüne dikilmiş her ne engel varsa beklenmedik biçimdeortadan kalktı. Kırk yaşına basmasına birkaç hafta kala,Boston'daki bir yayınevinden cazip bir teklif aldı. İşi bulanda kocasıydı aslında. Müşterilerinden biri vesile olmuştu.Belki de metreslerinden biri..."Aman canım, büyütülecek bir iş değil" diye hemen açıkla-maya koyuldu Ella. "Bir yayınevinde edebiyat editörünün asis-tanının asistanıyım altı üstü. Tavşanın suyunun suyu yani!"Ama David karısının yeni işini küçümsemesine fırsat vere-ceğe benzemiyordu. "Hayatım niye öyle diyorsun?" diye atıl-dı. "Anlatsana ne kadar saygın bir yayınevi olduğunu."David Ella'yı dirseğiyle hafifçe dürttü ama baktı ki karı-sından gık çıkmıyor, kendi söylediklerine şevkle kafa sallaya-rak kendisi onay verdi: "Gayet meşhur ve itibarlı bir yayıne-vi bu, Esther Hala. Ülkenin en iyilerinden! Diğer asistanlarıbir görsen! Hepsi gencecik! Hepsi en iddialı üniversitelerdenmezun! Aralarında Ella gibi bunca sene ev hanımı olup datekrar çalışmaya bsfşlayan tek bir kişi yok. Ne kadın ama, de-ğil mi?"Ella hafifçe kıpırdayıp omuzlarını dikleştirdi. Zoraki, iğre-ti bir tebessüm kondu dudaklarına. Bir yandan da merak edi-yordu, acaba kocası niye bu kadar çırpmıyordu? Bunca seneonu meslek sahibi olmaktan alıkoyduğu için birdenbire sene-lerin kaybını telafi etmeye mi çalışıyordu? Yoksa onu aldattı-&1 için pişmanlık duyup bu şekilde arayı yumuşatmayı mıumuyordu? Hangisi doğruydu acaba? Aklına başka bir açık-lama gelmiyordu doğrusu. David'in bu kadar iştiyakla ballandıra ballandıra konuşmasının başkaca bir izahı yoktu."Gözü pek diye buna denir. Hepimiz Ellacımla gurur duyu-yoruz" diye konuşmasını taçlandırdı David.Esther Hala dokunaklı bir sesle katıldı sohbete. "Yaaa, birtanedir Ellacık; her zaman öyleydi" dedi. Sanki Ella masa-dan kalkıp son yolculuğuna çıkmıştı da, kesif bir hüzünle onuanıyordu.Masadaki istisnasız herkes şefkatle baktı Ella'ya. Nasıl ol-duysa Avi kinayeciliği bir kenara bırakmış, Orly ise bir kezolsun dış görünümü dışında bir şeye dikkatini verebilmişti.Ella bu sevgi dolu anın tadını çıkarmaya çalıştı ama yapama-dı. Bir isteksizlik, takatsizlik vardı üzerinde. Nedenini bile-miyordu. Keşke birisi değiştirseydi şu tatsız konuyu. İlgi oda-ğı olmaktan hoşlanmıyordu.İşte o anda büyük kızı Jeannette, bu sessiz duayı duymuşgibi bir anda söze karışıverdi: "Benim de sizlere bir haberimvar! Müjdemi isterim!"Tüm başlar Jeannette'e döndü. Merakla, ağızları kulakla-rında, lafın devamını beklediler."Scott ve ben evlenmeye karar verdik" dedi Jeannette patdiye. "Aman biliyorum şimdi ne diyeceğinizi! Daha üniversi-teleriniz bitmedi, bir durun hele ne aceleniz var, daha genç-siniz, falan filan... Ama anlayın ne olur, ikimiz de bu büyükadımı atmaya hazırız artık."Mutfak masasına bir tuhaf sessizlik çöktü. Daha bir daki-ka evvel hepsini saran yumuşaklık ve yakınlık buhar olupuçtu. Orly ve Avi boş ifadelerle birbirlerine baktılar. EstherHala elinde bir bardak elma suyuyla, çılgın bir heykeltıraşınelinden çıkma komik, şişman bir heykel gibi donakaldı. Da-vid iştahı kesümişçesine çatalı bıçağı bir kenara koydu vegözlerini kısıp Jeannette'e baktı. O açık kahve gözlerinde birgerginlik, tedirginlik vardı. Suratında da bir şişe sirke suyuiçmek zorunda kalmış gibi ekşi bir ifade...

Durumun vehametini kavrayan Jeannette sızlanmayabaşladı: "Off, buyrun bakalım! Ben de zannediyordum ki ai-lem sevinçten havalara uçacak, ama nerdeee? Şu hâlinize ba-kın! Suratınızdan düşen bin parça. Gören de zanneder ki fe-laket haberi verdim.""Kızım, az önce evleneceğini söyledin" dedi David, sankiJeannette ne dediğini bilmiyormuş da bunu birinden duyma-sı gerekiyormuş gibi.

Page 4: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

"Babacım farkındayım, biraz ani oldu ama Scott geçen ak-şam yemekte evlilik teklif etti. Ben de evet dedim, bile.""Peki ama neden?"Bunu soran Ella'ydı. Cümle ağzından çıkar çıkmaz kızınınkendisine bakışlarından böyle bir soruyu garipsediğini anla-dı. "Peki ama ne zaman?" diye sorsa, yahut "Peki ama nasıl?"dese, hiç mesele olmayacaktı. Her iki soru da Jeannette'imutlu ve tatmin edecek; "Hadi o zaman, düğün hazırlıkları-na başlayabiliriz" anlamına gelecekti. Oysa, "Peki ama ne-den?" beklenmedik bir soruydu. Ve Jeannette cevabını ver-meye hazır değildi."Ne demek peki ama neden? Herhalde Scott'a âşık oldu-ğum için! Başka bir sebebi olabilir mi anne ya?"Ella kelimeleri tane tane seçerek, sözlerine açıklık getir-meye çalıştı. "Canım demek istediğim... Aceleniz neydi yani?Hamile falan mısın yok^a?"Esther Hala oturduğu yerde şöyle bir kıpırdandı, kasıldı,üst üste öksürdü. Elma suyunu bırakıp, cebinden bir kutumide asidi tableti çıkarttı. Çiğnemeye koyuldu.Avi ise kıkır kıkır gülmeye başladı: "Vay, bu yaşta dayı ola-cağım desenize!"Ella, Jeannette'in elini tutup, kendine doğru çekerek hafif-çe sıktı. "İşin doğrusu neyse bize rahatlıkla söyleyebilirsin,biliyorsun değil mi? Ne olursa olsun ailen olarak hep arkan-dayız."Jeannette sert bir hareketle elini çekti ve patladı: "Annekes şunu lütfen. Hamile falan değilim, alâkası yok. Beniutandırıyorsun.""Yalnızca yardım etmek istiyorum" diye mırıldandı Ella,sakin ve metin olmaya gayret ederek. Doğrusu sükûnet vemetanet, son zamanlarda korumakta en çok zorluk çektiğiiki meziyetti."Bana hakaret ederek mi yardım edeceksin anne? Belli kisana göre sevdiğim erkekle evlenmek istememin bir tek açık-laması olabilir: Kazara hamile kalmam! Ya, sen beni bu ka-dar basit mi görüyorsun? Sırf sırılsıklam âşık olduğum içinScott'la evlenmeyi isteyebileceğim aklının ucundan geçmiyormu? Tam sekiz ay oldu biz çıkmaya başlayalı." ;"Çocuk olma" dedi Ella. "Zannediyor musun ki bir erkeğinhuyunu suyunu öğrenmeye sekiz ay yeter? Babanla yirmi yıl-dır evliyiz, biz bile birbirimiz hakkında her şeyi bildiğimizi id-dia edemeyiz. Beraberliklerde sekiz ay ne ki? Devede kulak!"Avi sırıtarak araya girdi: "Ama sonra da diyorsunuz kiTanrı tüm dünyayı altı günde yarattı! Oo, sekiz ayda nelerolur."Masadaki herkes ters ters bakınca, Avi çenesini kapayıp,olduğu yerde sindi.Bu arada kaşlarını çatmış düşünen David gerilimin arttı-ğını sezerek ortama acilen müdahale etti: "Canım bak, annenşunu demek istiyor: Biriyle çıkmak başka şey, evlenmeksebambaşka bir şey.""Ama babacığım, ölene dek flört mü edeceğiz yani?" diyesordu Jeannette.Ella, derin bir of çekip, tekrar kendini ringe attı: "Valla, la-fı evirip çevirmeden bir seferde söyleyeceğim. Ben de babanda daha münasip birini bulmanı bekliyorduk. Bu ciddi birilişki sayılmaz ki. Zaten ciddi bir ilişki için yaşın daha ufak."Kısık, puslu, belli belirsiz bir sesle, "Biliyor musun ne dü-sunuyorum anne?" diye sordu Jeannette. "Vaktiyle seninkorktuğun ne varsa, şimdi benim başıma gelecek zannediyor-sun. Hâlbuki sırf sen genç yaşta evlenip, benim yaşımdaykençocuk doğurdun diye, ben de aynı hataları yapacak değilim!"Suratına okkalı bir tokat aşkedilmiş gibi kıpkırmızı kesil-di Ella. Zihninin bir köşesinde hatırlamak istemediği hatıra-lar canlandı: Jeannette'e hamileykenki hâlleri, çaresizlikleri,ağlama nöbetleri, bunalımları, buhranları... İlk gebeliğindehayli zorlanmış, hem sağlık sorunları hem depresyonlar at-latmış, üstelik erken doğum yapmak zorunda kalmıştı. Yediaylık doğan büyük kızı, hem bebekliği, hem çocukluğu bo-yunca âdeta tüm gücünü emmişti. Öyle ki, sırf bu yüzdentekrar çocuk sahibi olmak için tam on sene beklemişti Ella.Bu arada David farklı bir strateji denemeye karar vermişolacak ki, gayet temkinli bir şekilde araya girdi: "Tatlım,Scott'la çıkmaya başladığınızda, anne baba olarak bizler dememnun olmuştuk. Düzgün çocuk tabii... Son derece efendi.Bu zamanda böyle birini bulmak kolay değil. Ama acelenizyok ki. Hele bir mezun olun, sonra ne düşüneceğiniz ne bel-

li? Bir bakmışsınız, o zamana işler değişmiş."Jeannette "olabilir" dercesine başını salladı ama görünen oki, babasının dediklerine aklı tam yatmamıştı. Sonra birdenbeklenmedik bir soru atıverdi ortaya:'Yoksa tüm bu itirazlarınız sırf Scott Yahudi olmadığı içinmi?"David kızının böyle bir yakıştırma yapmış olmasına inana-mıyormuş gibi gözlerini devirdi. Ne de olsa hep gurur duymuş-tu kendisiyle, "açık fikirli, kültürlü, modern, liberal, demokratbir babayım" diye. Doğrusu sırf bu sebepten ötürü evlerindeH"k, din, cinsiyet, sınıf meselelerini konuşmaktan bile kaçınırdı.Gelgelelim Jeannette ısrarcıydı. Babasını devre dışı bıra-krP, tekrar annesine çevirdi sorgulayan bakışlarını: "Annegözümün içine bak da söyle. Eğer sevdiğim çocuğun adı Scottdeğil de Aron Filancastein olaydı, gene böyle itiraz edecekmiydin onunla evlenmeme?"Buruk kırık, diken dikendi Jeannette'in sesi. Ella’nın yü-reği sıkıştı. Bu kadar mı öfke ve sitem doluydu kızı ona kar-şı? Bu kadar mı kinayeli, mesafeli, şüpheci?"Hayatım bak, hoşuna gitsin ya da gitmesin, madem ki an-nenim, sana söylemem gereken hakikatler var. Genç olmak,âşık olmak, evlilik teklifi almak, bunlar son derece güzel şey-ler, bilmez miyim... Başında kavak yelleri... Ben de yaşadımzamanında. Ama evlilik dedin mi, orda duracaksın! Sendençok farklı birisiyle evlenmek, resmen kumar oynamak de-mektir. Bizler anne baba olarak tabii ki en doğru seçimi yap-manı isteriz.""Peki ya sizin için en doğru olan seçim benim için düpedüzyanlışsa ne olacak?"Ella böyle bir soru beklemiyordu. Kaygıyla iç geçirip alnı-nı ovalamaya başladı. Migren krizine tutulmuş olsa bu kadarağrımazdı başı."Ben bu çocuğa âşığım anne. Anlıyor musun? Bu kelimeyihatırlıyor musun bir yerlerden? Aşk! Hani yüreğin pır pıreder, hani onsuz yaşayamazsın!"Gayriihtiyarî bir kahkaha patlattı Ella. Kızıyla alay etmekgibi bir niyeti yoktu hâlbuki. Ama öyle çıkıvermişti gülüşü.Öylesine alaycı. Anlayamadığı bir şekilde gerilmiş, gerginleş-mişti. Oysa daha evvel onlarca, belki yüzlerce kez kavga et-mişti büyük kızıyla. Hiçbirinde böyle diken üstünde oturdu-ğu olmamıştı. Bugünse sanki öz evladıyla değil, çok daha sin-si ve çetrefilli bir düşmanla ediyordu kavgasını."Anne niye gülüyorsun, sen hiç mi âşık olmadın?" diye lafçarptı Jeannette."Offf yeter! Daral geldi valla içime. Uyan hayatım, uyanlütfen! Bu kadar da saf olunmaz ki, böyle..." Ella bir an takı-lıp, aradığı kelimeyi bulabilmek için gözleriyle etrafı taradı.En nihayetinde ekledi. "Bu kadar da romantikl""Nesi varmış romantik olmanın?" diye sordu Jeannette,gücenmişçesine.Sahi, nesi yanlıştı ki romantik olmanın? Düşüncelere dal-dı Ella. Hâlbuki böyle değildi eskiden. Geçmişte kendi koca-sını yeterince romantik olmadığı için eleştirecek kadar sahipçıkardı bu kelimeye. Peki ne zamandan beri hoşlanmıyordu"romantik" insanlardan? Cevabını bulamadı. Gene de aynıkatı ve yargılayıcı üslupla konuşmaya tam gaz devam etti:"Hayatım, hangi asırda yaşıyorsun? Şunu kafana sok birkere, bir kadın âşık olduğu erkekle evlenmez. Baktı bıçak ke-miğe dayandı, geleceği için bir tercih yapması lâzım, o zamantutar iyi baba ve iyi koca olacağını tahmin ettiği, sırtını yas-layabileceği adamı seçer. Anladın mı? Yoksa aşk dediğin bu-gün var yarın yok cici bir histen ibaret."Ella cümlesini yeni bitirmişti ki kocasıyla göz göze geldi.David ellerini önünde kavuşturmuş, kıpırtısız ve soluksuz,sabit gözlerle bakıyordu ona. Daha evvel hiç böyle baktığınıgörmemişti Ella. İçi cız etti."Ben senin derdinin ne olduğunu biliyorum anne" dedi Jean-nette aniden. "Sen benim mutluluğumu kıskanıyorsun. Gençli-ğimi çekemiyorsun. Benim de tıpkı senin gibi olmamı istiyor-sun. Mutsuz, pasif, can sıkıntısından bunalmış bir ev hanımı!"Ella midesinin ortasına koca bir taş gelip oturmuş gibi ka-lakaldı. Demek böyle görüyordu onu öz kızı? "Mutsuz, pasif,can sıkıntısından bunalmış bir ev hanımı" öyle mi? Yolun ya-rısını geçmiş, çökmeye yüz tutan bir evlilik içinde mahpuskalmış, sıradan bir kadın? Demek buydu imajı! Kocası daböyle mi görüyordu onu? Peki ya dostları, komşuları?Bir anda içini bir endişe kemirmeye başladı: Etrafında

Page 5: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

kim varsa, gizliden gizliye kendisine acıdığı şüphesine kapıl-dı. Ve öyle canını yaktı ki bu sinsi şüphe, nefesi kesildi, sus-pus oldu.David kızma döndü. "Annenden özür dile çabuk" dedi.Kaşları çatık, suratı asıktı ama ne inandırıcı, ne de doğaldısomurtkanlığı."Dert değil. Özür beklediğim yok" dedi Ella, donuk gözlerle.Jeannette inanmaz bir bakış fırlattı annesine. Ve bir hızla,hışımla, önündeki peçeteyi atıp sandalyeyi ittiği gibi masa-dan kalktı, mutfaktan fırladı. Bir dakika geçti geçmedi, Orlyve Avi de peş peşe ayaklanıp, parmaklarının ucuna basarakçıktılar. Ya beklenmedik bir biçimde ablalarına destek ver-mek istemiş ya da büyüklerin muhabbetsiz muhabbetlerin-den sıkılmışlardı. Onların arkasından Esther Hala da ayak-landı. Son mide asidi tabletini kıtır kıtır çiğneyerek, sudanbir bahaneyle sıvıştı.Böylece masada sadece David ve Ella kaldı. Havada biracayip gerilim... Karı koca arasındaki boşluk neredeyse elletutulacak kadar yoğundu. Ve ikisi de gayet iyi biliyordu ki as-lında mesele ne Jeannette idi ne de diğer çocukları. Meseleikisiydi. Ateşi çoktan tavsayan evlilikleri!David az evvel masaya bıraktığı çatalı eline aldı, ilginç birşey bulmuş gibi evirip çevirmeye başladı. 'Yani şimdi seninbu dediklerinden sevdiğin adamla evlenmediğin sonucunumu çıkarmalıyım?""Hayır hayatım, tabii ki kastettiğim bu değildi.""Ne kastettin o zaman?" diye sordu David, hâlâ çatala doğ-ru konuşarak. "Oysa ben evlendiğimizde bana âşık olduğunuzannediyordum.""Âşıktım" dedi Ella ama eklemeden duramadı. "O zaman-lar öyleydim.""Peki ne zaman bıraktın beni sevmeyi?"Ella hayret dolu gözlerle kocasına baktı. Ömrü hayatındahiç aynadaki aksini görmemiş birine ayna tuttuğunuzda na-sıl şaşırıp kalırsa, o da beklemediği bir hakikatle yüzleşmiş-çesine donakaldı. Sahi ne zamandır sevmiyordu kocasını?

Hangi eşik, hangi dönüm noktası, hangi milad? Bir şeylersöyleyecek gibi oldu. Kelime bulamadı. Durakladı.Aslında karı koca her ikisi de her zaman en iyi becerdikle-ri şeyi yapmaktaydı: "Anlamazdan gelmek." Bir boşvermişlikiçinde geçip gidiyordu günler. O bildik, kaçınılmaz güzergâ-hında, mutada amade, alışkanlıklar üzre, donuk ve tekdüze,âdeta tembel tembel, biteviye akıyordu zaman.Birdenbire ağlamaya başladı Ella. Tutamadı kendini. Da-vid sıkıntıyla yüzünü çevirdi. Kadınların fazlasıyla sulugözolduklarını düşünür, bilhassa kendi karısını ağlarken gör-mekten nefret ederdi. Bu yüzden Ella kocasının yamndaykenkolay kolay ağlamazdı. Ama işte bugün olan biten her şeydebir anormallik vardı. Neyse ki tam o anda telefon çaldı ve iki-sini de bu gerilimli anın pençesinden kurtardı.Telefonu David açtı: "Alo... Evet, kendisi burada. Bir daki-ka lütfen."Ella uzatılan ahizeyi alırken kendini toparladı, elindengeldiğince neşeli konuşmaya çalıştı: "Alo, buyurun.""Merhaba Ella! Michelle ben. Yayınevinden arıyorum. Na-sıl gidiyor?" diye cıvıldadı genç bir kadın sesi. "Verdiğimiz ro-manın üzerinde çalışmaya başladın mı diye merak ettim.Editörümüz bir soruver demişti de, onun için aradım. BizimSteve çok titizdir bu konularda, haberin olsun.""A, iyi ettin aramakla" dedi Ella ama, içinden sessiz bir ofçekti.Şu ünlü yayınevinde edebiyat editörünün asistanının asis-tanı olarak ona verilen ilk görev, adı sanı bilinmeyen bir ya-zarın romanını okumaktı. Evvela kitabı okuyacak, okuduk-tan sonra da hakkında ayrıntılı bir rapor yazacaktı."Söyle Steve'e hiç dert etmesin. Çalışmaya başladım bile" di-ye ayaküstü yalan söyleyiverdi Ella. Daha ilk işinde Michellegibi hırslı ve kariyer odaklı bir kızla takışmaya niyeti yoktu."Hadi ya, aman çok iyi! Peki nasıl buldun romanı?"Ella duraladı, ne diyeceğini bilemedi bir an. Elindeki me-tin hakkında hiçbir şey bilmiyordu ki. Tek bildiği bunun ta-rihi, mistik bir roman olduğuydu; bir de meşhur şair Rumi ileonun Sufı dostu Şems'i konu edindiği. Bu kadarcıktı bilgisi."Şey... eee... valla gayet mistik bir kitap" dedi işi şakayavurup, vaziyeti idare etmeye çalışarak.Ama Michelle hafiflikten ya da espriden anlayacak biri de-

ğildi. "Hımm" dedi gayet ciddi. "Bak bence bu işi iyi planlama-lısm. Böyle kapsamlı bir romanın raporunu çıkartmak tahminettiğinden uzun sürebilir" dedi ve telefonda kayboldu.Michelle'in sesi bir an gitti geldi, geldi gitti. Bu arada Ellatelefonun öbür ucundaki genç kadının o anda neler yaptığınıkafasında canlandırmaya çalıştı. Bir yandan birilerine tali-mat yağdırırken, bir yandan da yayınevinin yazarlarındanbiri hakkında New Yorker'da çıkan bir eleştiri yazısına gözgezdiriyor; satış raporlarını denetlerken yeni e-posta geldi midiye ekranı kolluyor; ton balıklı sandviçini hızlı hızlı yerkenlokmasını buzlu kahveyle yumuşatıyor olabilirdi pekâlâ. Beş-altı işi birden maharetle yapıyor olmalıydı şu esnada."Ella... oradasın değil mi?" diye sordu Michelle bir dakikasonra geri geldiğinde."Evet, burdayım hâlâ.""Hah, kusura bakma. Burası o kadar yoğun ki kafayı sıyı-racak hâle geldim. Kapatmam lâzım. Aman aklında olsun,işin teslimine üç hafta var. Bir bakalım... bugün mayısın onyedisi. Yani, en geç haziranın onuna kadar rapor elimde ol-malı. Anlaştık, değil mi?""Merak etme" dedi Ella, sesine mümkün olduğunca azimlibir hava vermeye çalışarak. "Zamanında teslim ederim."Ama işte, telaffuz ettiği kelimelerden ziyade, aralara ser-piştirdiği suskunluklar, duraklamalardı Ella’nın esas duygu-larını eleveren. İşin aslı kendisine verilen romanı okumak is-tediğinden bile emin değildi.Hâlbuki ilk başta gayet hevesli bir şekilde almıştı bu göreviüstüne. Hiç tanınmamış bir yazarın, henüz basılmam ş romanı-nın ilk okuru olmak heyecan verici bir oyun gibi gelmişti ona.Romanın ve yazarın kaderinde ufak da olsa bir rol oynayacaktı.Ama şimdi farklı hissediyordu. Pek emin değildi böyle birmetne vakit ayırmak istediğinden. Kendi hayatıyla ilgisi alâka-sı olmayan bir konusu vardı romanın: Sufizmmiş! Mistisizm-miş! Hele bir de 13. yüzyıl gibi, uzak bir zaman dilimi... Mekândesen daha da uzak: Küçük Asya... Hikâyenin geçtiği yerleriharitada bile bulamazken nasıl kafasını toparlayıp okuyacaktıonca sayfayı? Hiç bilmediği bir konuya zihnini nasıl verecekti?Bu arada Michelle, Ella’nın tereddütlerini sezmiş olmalıydı."Ne o? Bir sorun mu var yoksa?" diye sıkıştırdı. Karşıdan he-men bir yanıt gelmeyince de ekledi: "Ella, bana güvenebilirsin.İçine sinmeyen bir şey varsa bu aşamada bilmemde fayda var.""İtiraf etmeliyim ki şu sıralar kafam pek yerinde değil. Ta-rihi bir romana aklımı veremezmişim gibi geliyor. Yanlış an-lama, Rumi'nin hayatı ilgimi çekiyor elbette ama bu konula-ra öyle yabancıyım ki. Hani acaba diyorum, okumam içinbaşka bir roman mı versen bana? Yani daha kolay yakınlıkkurabileceğim bir şey olsa...""Ay bari sen yapma, bu ne kadar sakat bir yaklaşım" diyeofladı Michelle. "Ama ne yazık ki bizim meslekte yeni olanhemen herkes yapar bu hatayı. Sen zannediyor musun ki in-san aşina olduğu bir konuda yazılmış bir romanı daha kolayokur? Yok öyle bir kural! Böyle editörlük mü olur? Biz şimdi2008 yılında Amerika'da, Massaçhusetts'te yaşıyoruz diye,yalnız bu civarda, bu zamanda geçen romanları mı yaymahazırlayacağız yani?"'Yok, tabii ki bunu kastetmedim" diye savunmaya geçti Ella.Geçer geçmez de bugün devamlı kendini yanlış anlaşılmış his-settiğini ve savunmak zorunda kaldığını fark etmesi bir oldu.Omuzunun üstünden kaçamak bir bakış attı kocasına. Acaba oda böyle mi düşünüyordu? Ama David'in yüzündeki ifade kilit-li, mühürlü bir kapı gibiydi. Öylesine sırlıydı. Çözemedi."Valla çoğu zaman kendi yaşantımızla en ufak bağlantısıolmayan kitapları okumak zorunda kalıyoruz. Bizim meslekböyledir, ben sana söyleyeyim. Bak mesela bu hafta, Tah-ran'da bir genelev işletirken ülkeden kaçmak zorunda kalanİranlı bir kadının kitabını yayma hazırladım. Ne yapsaydımyani? Kadın İranlı diye, gitsin İranlı bir editöre versin bu ki-tabı mı deseydim?""Hayır, tabii ki öyle değil" dedi Ella kekeleyerek; aptal du-rumuna düşmüş, suçüstü yakalanmış gibi ezik hissederek."Hem edebiyatın gücü uzak diyarlar, farklı kültürler ara-sında köprüler kurmaktan gelmez mi? İnsanları birbirlerinebağlamaz mı edebiyat?""Elbette öyle. Söylediklerimi unut, ne olur. Rapor teslimtarihinden önce masanda olur" diye kestirip attı Ella.Ona alık bir mahlûk muamelesi yaptığı için Michelle'den nef-ret etti o an, ama asıl kendinden nefret etti; çünkü bu genç ka-

Page 6: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

dına böyle ukalaca konuşma cesaretini ve fırsatını o vermişti!"Hah şöyle! Oh be! Aynen böyle azimle devam et" dedi Mic- 1helle. "Yanlış anlama ama bence ortada unutmaman gerekenbir gerçek var. Şu anda senin yerinde olmayı, bu işi almayı is-teyen en az yirmi kişi var yedek listemde. Çoğu da senin ya-rı yaşında. Aklının bir kenarında dursun. Bak nasıl çalışmaşevki gelecek."Ella nihayet telefonu kapattığında kocasıyla göz göze gel-di. Vakur bir hâli vardı David'in. Kaldıkları yerden konuşma-ya devam etmeyi beklediği belliydi. Oysa artık oturup büyükkızlarının istikbaline hayıflanmak gelmiyordu Ella'nın için-den -tabii eğer tâ başından beri karı koca hayıflandıklarıesas mesele buysa...Birkaç dakika sonra tek başına verandada, sallanan is-kemlesine yerleşmişti Ella. Kızılla turunç arası bir günbatı-mı hızla yaklaşıyordu Northampton semalarına. Öyle yakın-dı ki gökyüzü, elini uzatsa dokunacaktı âdeta. Bunca patırtı,bunca nümayişten bunalmış olacaktı ki beyninin içinde çıtçıkmaz olmuştu şimdi. Ne kredi kartlarının ödemeleri, neOrly'nin yeme bozuklukları ve saplantılı rejimleri, ne Avi'ninkötü giden dersleri, ne Esther Hala ve o zavallı mozaik kek-leri, ne Gölge'nin elden ayaktan düşmesi, ne Jeannette'inbeklenmedik evlilik planları, ne de kocasının kendisini sene-lerdir aldatıyor olması... Normalde kafasını meşgul eden tümsorunları tek tek ensesinden yakaladı, küçümen kutulara so-kup üstlerine de birer kilit vurdu.İşte bu hâlet-i ruhiyeyle Ella, RBT Yayınevi tarafındankendisine verilen metni eline aldı, şöyle bir tarttı. Kağıtlarözenle zımbalanmış, saydam bir dosyaya konulmuştu. Roma-nın adı ilk sayfaya çivit renkli mürekkeple yazılmıştı:AŞK ŞERİATIYazar hakkında kimsenin bir şey bilmediği söylenmişti El-la'ya. Hollanda'da yaşayan esrarengiz bir adammış. Adı A. Z.Zahara. Herhangi bir telif hakları ajansı tarafından temsil edil-miyormuş. El yazısıyla y^azdığı üç yüz sayfalık romanı, Amster-dam'dan postalamış. Yanına bir de kartpostal iliştirmiş.Kartpostalın ön yüzünde göz kamaştıran güzellikte pem-beli, sarılı, morlu lale tarlaları, arkasında da yine zarif bir elyazısıyla yazılmış bir not varmış:Sayın Editör,Size bu satırları Amsterdam'dan yolluyorum. İlişikteki hi-kâyem ise, Anadolu'da geçmekte, 13. yüzyıl Konya'sında. AmaSam-imi düşüncem şudur ki, işbu hikâye zamandan, mekân-

* * *

dan ve kültür farklılıklarından münezzehtir. Evrenseldir.Umuyorum ki, islam âleminin şair-i azamı, en meşhur mu-tasavvıfı Rumi ile türlü fevkaladeliklerin müsebbibi, fevriKalenden derviş Şems-i Tebrizî arasındaki emsalsiz dostluğukonu edinen bu tarihi, mistik romanı okumaya fırsat bulur-sunuz. Bu temenniyle AŞK ŞERİATFnı yayınevinize yolluyo-rum.Meramınız aşk, aşkınız baki olsun,Saygılarımla,A. Z. ZaharaElla bu ilginç kartpostalın, yayınevi editörünün merakınıcelbettiğini tahmin etti. Ama Steve meşgul adamdı. Oturupamatör yazarların romanlarına ayıracak vakti yoktu. Bu ne-denle gelen paketi asistanı Michelle'e vermiş olmalıydı. Oysahırsküpü Michelle'in vakti daha da kıymetli ve kısıtlıydı. Oda saman altından su yürüterek romanı yeni asistanına ilet-mişti. Böylece Aşk Şeriatı elden ele geçerek en nihayetindeElla’nın üzerine kalmıştı. Kitabı okuyup, hakkında kapsam-lı bir rapor yazmak artık onun göreviydi.Nereden bilebilirdi ki Ella, bunun öylesine bir roman ol-madığım? Nereden bilebilirdi bu kitabın tüm hayatının akı-şını değiştireceğini? Aşk Şeriatı’nı okurken kendi hayatınında satır satır sil baştan yazılacağını.İlk sayfayı açtı. Burada yazara dair bazı bilgilerle karşı-laştı.A. Z. Zahara, dünyayı gezmediği zamanlar kitapları, dost-ları, kedileri, kaplumbağaları ile birlikte Amsterdam'da ya-şamakta. Aşk Şeriatı onun ilk ve muhtemelen son romanı. Ro-mancı olmak gibi bir heves taşımayan yazar, bu kitabı sadeceRumi'ye ve onun sevgili güneşi Şems-i Tebrizî'ye olan hürme-tinden ve sevgisinden kaleme aldı.

Ella'nın gözleri bir sonraki satıra kaydı. Ve işte o zamantanıdık bir cümle buldu sayfada.Zira her ne kadar bazıları aksini iddia etse de, aşk dediğinbugün var yarın yok cici bir histen ibaret değildir.Hayretten ağzı açık kaldı Ella’nın. İyi de, bu onun cümle-siydi. Daha birkaç dakika evvel mutfakta kızma söylediğicümlenin tıpatıp aynısı hem de!Bir an saçma bir şüpheye kapıldı. Kâinatın bir köşesindengizemli bir göz tarafından gözetleniyordu sanki. İçi ürperdi.Yirmi birinci yüzyıl, on üçüncü yüzyıldan o kadar da farklıdeğil aslında. Her iki yüzyılın da kaydı şöyle düşülecek tarih ki-taplarına: Eşi menendi görülmemiş dini ihtilaflar, kültürel ça-tışmalar, önyargılar ve yanlış anlamalar; her yere sirayet edengüvensizlik, belirsizlik, endişe ve şiddet; bir de öteki'nden duyu-lan şartlanmış tedirginlik. Karışık zamanlar. Böylesi zaman-larda, aşk lâtif bir kelime değil, başlıbaşına bir pusuladır.Kimsenin aşkın inceliklerine vakit bulamadığı bir dünya-da "aşk şeriatı" daha büyük önem kazanmakta.Soğuk bir yel esti Ella'ya doğru, verandadaki kuru yaprak-lar havalandı, uçuştu etrafta. Batı ufkuna doğru kapandı gü-neş. Neşesi, sıcağı çekildi göğün.Çünkü aşk, hayatın asıl özü, esas gayesidir. Mevlâna'nınbizlere hatırlattığı üzere, gün gelir, herkesi, ondan köşe bucakkaçanları bile, hatta "romantik" kelimesini bir suçlama gibikullananları dahi kıskıvrak yakalar aşk.Gözleri sayfaya mıhlanmış, alt dudağı hafifçe sarkmış va-zıyette, eğilmiş öylece kalakaldı Ella. Düpedüz kendisiydiburada bahsedilen! Eğer okuduğu sayfada, "Herkesi yakalaraşk Boston yakınlarında yaşayan, EUa Rubinstein adındakiüç çocuk annesi bir ev kadınını bile" yazsa, ancak bu kadarşaşırabilirdi. İçinden bir ses, dosyayı bir kenara kaldırması-nı, derhal içeri gidip Michelle'e telefon açarak bu tuhaf kita-bı okuyamayacağını söylemesini fısıldadı.Ne ki kısa bir tereddütten sonra, derin bir iç çekip sayfayıçevirdi ve işte böylece ılık bir mayıs akşamı ismini bile duy-madığı bir yazarın, hiç bilmediği bir dünyayı anlattığı roma-nı okumaya başladı.

WT7İL**

o*' AŞKŞERİATİA. Z. ZAHARA \

:'m

Biz dile söze bakmayız. Gönle hâle bakarız,... Edep bilenler başkadır,Canı ruhu yanmış âşıklar başka.Aşk şeriatı bütün dinlerden ayrıdır.

Aşıkların şeriatı da Allah'tır, mezhebi de.Mevlâna Celaleddin RumiMesnevi, cilt II, sayfa 133

Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme.Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret edemedim. Dilim lal oldu, kale-mimin ucu kör. Kırk fırın ekmek yemeye yolladım kendimi.Dünyayı dolaştım. İnsanlar tanıdım, hikâyeler topladım.Üzerinden çok bahar geçti. Fırınlarda ekmek kalmadı; benhâlâ ham, hâlâ aşkta bir çocuk gibi toy..."Hamuş" derdi Mevlâna kendine. Yani Suskun. Düşündünmü hiçbir şairin, hem de nâmı dünyayı sarmış bir şairin, ya-ni işi gücü, varlığı, kimliği ve hatta soluduğu hava bile keli-melerden müteşekkil olan ve elli binden fazla muhteşem dize-ye imza atmış bir insanın, nasıl olup da kendine SUSKUNadını verdiğini..?Kâinatın da tıpkı bizimki gibi nazenin bir kalbi ve düzenlibir kalp atışı var. Seneler var ki nereye gidersem gideyim o se-si dinledim. Her bir insanı Yaradan'ın emaneti saklı bir cev-her addedip, anlattıklarına kulak verdim. Dinlemeyi sevdim.Cümleleri, kelimeleri ve harfleri... Oysa bana bu kitabı yazdı-

Page 7: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

ran şey som sessizlik oldu.Mesnevi'yi şerhedenlerin çoğu bu ölümsüz eserin "b" harfiy-le başladığına dikkat çeker. İlk kelimesi "Bişrev!"dir. Yani"Dinle!" Tesadüf mü dersin ismi "Suskun" olan bir şairin enkıymetli yapıtına "Dinle!" diye başlaması. Sahi, sessizlik din-lenebilir mi?Bu romanda her bölüm aynı sessiz harfle başlar. "Neden?"diye sorma, ne olur. Cevabını sen bul. Ve kendine sakla.Çünkü öyle hakikatler var ki bu yollarda, anlatırken bilesır kalmalı.

A. Z. ZaharaAmsterdam, 2007

Bitmek bilmez iktidar mücadeleleri, dini çatışmalar, mez-hep kavgaları, siyasi çalkantılar... 13. yüzyılda Anadolu bun-ların hepsine yakından şahit idi. Batı'da, Kudüs yolundakiHaçlılar Konstantinopolis'i işgal edip yağmalamışlar; böyle-likle Bizans İmparatorluğu'nun bölünmesine yol açmışlardı.Doğu'da, Cengiz Han'ın askeri dehası, yüksek disiplinli Mo-ğol Ordularının nüfuzunun hızla yayılmasını sağlamıştı. Bi-zans kaybettiği toprakları, refahı ve iktidarı geri kazanmayauğraşadursun, arada kalan çeşitli Türk Beylikleri de kendiaralarında savaşmaktaydı. Emsali görülmemiş kargaşa vekavgalar hüküm salmıştı bu yüzyıla. Hıristiyanlar Hıristi-yanlarla, Hıristiyanlar Müslümanlarla, Müslümanlar daMüslümanlarla çatışmaktaydı. Ne yana gitseniz husumet vehamaset, ne yöne dönseniz ıstırap ve hırs, kime rastlasanızgelecek günlerin daha ne sıkımlar getireceğine dair tedirgin,gergin bir bekleyiş...Tüm bu vaveylanın ortasında, cümle şehirlerden Kon-ya'da, bir İslam âlimi yaşardı. Pek çoklarının Mevlâna, ya-ni "Efendimiz" diye seslendiği bu mümtaz şahsın dört biryandan gelmiş binlerce müridi, hayranı vardı. Tüm Müslü-manlara ışık tutan bir fener addedilirdi. Nâm-ı diğer Cela-leddin Rumi.1244 senesinde Rumi, Tebrizli Şems ile tanıştı. Seyyah birKalenderiye dervişiydi Şems; dilinin kemiği yoktu. Yollarınınkesişmesiyle başlayan süreç her ikisinin de yaşamlarını kö-künden değiştirdi. Öylesine sağlam, müstesna bir gönül bir-liğinin başlangıcıydı. Aralarındaki bağı daha sonraki yüzyıl-larda yaşayan mutasavvıflar iki ummanın kavuşmasına ben-zettiler. Bu benzersiz yarenlik sayesindedir ki Rumi, öncele-ri hâkim çizgiye yakın duran bir din âlimiyken, alışageldiktüm kurallardan çıkmaya cüret ederek adanmış bir gönül eh-li, aşkın ateşli savunucusu, semanın yaratıcısı ve tutkulu birşair oldu. "İslam âleminin Shakespeare'i" diye anılmasına yolaçacak muazzam eserler bıraktı geride. Derinlere kök salmıştaassupların, önyargıların çağında evrensel, kapsayıcı ve ba-rışçıl bir maneviyatı savundu; kapısını istisnasız her insanaardına kadar açık tuttu. Tıpkı o zamanlar olduğu gibi, bugünde nicelerinin "kâfirlere karşı savaşmak" olarak tanımladığızahiri bir cihaddansa, insanın kendi içine yönelerek olgun-laşmasını hedefleyen bâtınî bir cihat üzerinde durdu. Kişininkendi egosuna karşı sonuna kadar mücadele ederek adımadım nefsini yenmesini salık verdi.Mamafih herkes kabullenemedi bu fikirleri; tıpkı yürekle-rindeki aşk tufanına herkesin açık olmadığı gibi. TebrizliŞems ve Rumi arasındaki o kuvvetli ruhani münasebet, dedi-kodulara, iftiralara, saldırılara maruz kaldı. Söylediklerininküfre vardığını iddia edenler oldu. Yanlış anlaşıldılar. Tartı-şıldılar. Kıskanıldılar. En sonunda belki de en yakınları tara-fından ihanete uğradılar. Tanışmalarından üç sene sonra tra-jik bir şekilde birbirlerinden kopartıldılar.Ama hikâyeleri burada bitmedi.İşin aslı, hiç sona ermedi bu hikâye, devam etti. Neredey-se sekiz yüzyıl sonra bile, Şems'in ve Mevlâna Celaleddin Ru-mi'nin ruhları bugün hâlâ diri ve hercai, sema etmekteleraramızda...

Katilİskenderiye, Kasım 1252

Bugün artık yaşamıyor. Çoktandır ölü. Ama nereye gider-sem gideyim, gözleri benimle; semada asılı iki meşum, kap-kara yıldız taşı gibi parlak, beni takip etmekte. Konya'dan

uzaklaşırsam, yeterince uzağa kaçarsam, zihnimi burgu gibidelen bu hatıradan kurtulurum diye ummuştum. Beyniminiçinde yankılanıyor hâlâ feryadı. Yüzünden kan çekilmezden,gözleri yuvalarından fırlamazdan, ağzı yarım bir dem çekipkapanmazdan evvel çıkardığı o ses, tuzağa düşmüş bir kur-dun uluması gibi, hançerlenmiş bir insanın elvedası.Birini öldürdüğün zaman, muhakkak ki ondan bir şeyler bu-laşır sana: Bir resim, bir koku, bir nefes... Bir ah, bir lanet, birses... "Maktulün bedduası" derim ben buna. Bedenine yapışırkalır. Başlar oymaya, tenini delip geçercesine. Tâ ki yüreğininderinliklerine sızana değin. Orada tutunur, yeniden sende ya-şam bulur. Rüyalarına girer, uykularını delik deşik böler. Gün-düzleri bir şekilde idare edersin ama gece olup yalnız kaldığın-da, döşeğinde soğuk soğuk terlersin. Her maktul katilinde ya-şamaya devam eder. Kabil Habil'i öldürdükten kelli, hiçbir ka-til kurtulamamıştır kurbanının emanetini yüklenmekten.Sokakta rastladığım insanlar bunu asla tahmin edemese-ler de, bugüne değin canını aldığım her kişiden bir nişan ta-şıyorum üzerimde. Görünmez kolyeler misali asılı dururlarboynumda, sıkı sıkıya, olanca ağırlıklarıyla. Kolay değildirbu yükle yaşamak. Nefes bile alamazsın bazen. Böyledir bu.Adam öldürmenin kahrı başka şeye benzemez. Çekilir azapdeğildir ama alıştım sayarım: Varlığımın bir parçası kabul-lendim bu durumu. Kaçırmıyor huzurumu. Ya da öyle zanne-derdim bir zamanlar. Peki ama bu son cinayet nasıl oldu dabu kadar sarstı, silkeledi beni?Tâ başından beri her şey farklıydı bu defa. Mesela işi na-sıl bulduğum... ya da, işin beni nasıl bulduğu mu demeli? Se-ne 1247," güz mevsiminin sonlarıydı. Konya'da kerhane işle-ten, gazabı ile nâm salmış bir hünsanm fedailiğini yapmak-taydım. Görevim fahişeleri hizaya dizmek, hadlerini bilme-yen müşterilerin akıllarını başlarına getirmek, kabakuvvetkullanarak onun bunun gözünü korkutmaktı.O günü daha dün gibi hatırlıyorum. Bir kaçağın peşindey-dim, kerhaneden kaçmış bir orospunun. Durup dururken buyollara tövbe edip kendini dine adamaya kalkmıştı haspa.Ona ne oluyorsa! Güzel kızdı, yazık. İçimi sızlatıyordu az bi-raz. Zira onu bulduğumda yüzünü öyle fena dağıtacaktım ki,bir daha hiçbir erkek bakmak istemeyecekti ondan yana. La-kabı "Çöl Gülü" olan o şapşal kızcağızı yakalamama ramakkala, esrarengiz bir mektup aldım; dikkatimi başka yöne çe-kerek aklımı meşgul eden beklenmedik bir mektup.Altında bir imza: "İmanın Bekçileri...""Bizler senin kim olduğunu gayet iyi biliyoruz" diyordumektup. "Eskiden Haşhaşi fedaisiydin. Hasan Sabbah'ın ölü-münden ve tarikatın önde gelenlerinin tutuklanıp zindanlaraatılmasından sonra bir daha toparlanamadınız, eskisi gibiolamadınız. Yakalanmamak için Konya'ya kaçtın. Buradasaklandın, sırlandın. Kendine başka bir meşgale, bambaşkabir isim buldun. Şimdi tam sana göre bir işimiz var."Mektupta, son derece mühim bir konuda hizmetime ihti-yaç duyulduğu yazıyordu. Mükâfatın tatminkâr olacağınadair teminat veriliyordu. Şayet teklif ilgimi çekiyorsa akşamezan okunduktan sonra meşhur bir meyhaneye gidecektim.Buluşma yerimiz orasıydı. Pencereye en yakın masaya, sırtı-mı kapıya verecek şekilde oturacak; başımı önüme eğip, göz-lerimi kaldırmadan toprak zemine bakacaktım. Çok geçme-den, beni kiralayacak kişi veya kişiler masama gelecekti. Lâ-zım olan her malumatı bu adamlar vereceklerdi. Ne geldikle-rinde, ne giderlerken, yahut ne de sohbetimiz esnasında ba-şımı kaldırıp yüzlerine bakmama müsaade vardı.Tuhaf bir mektuptu ya, umursamadım. Müşterilerin türlühuyunu çekmeye alışıktım nicedir. Bunca sene, gel zaman gitzaman, her çeşit adam tarafından kiralanmıştım. Hemenhepsi de isimlerinin gizli kalmasını istemişti. Tecrübeyle sa-bitti: Müşteri kimliğini saklamak konusunda ne kadar ısrar-cı davranırsa, ekseriyetle maktule o kadar yakın demekti. Bi-liyordum bu şaşmaz kuralı. Ama beni alâkadar etmezdi. Be-nim işim belliydi: Öldürmek. Üzümü yer, bağım sormazdım.Alamut Kalesi'nden çıkalı beri kendime seçtiğim hayat buminvaldeydi.Zaten nadiren soru soran biriydim. Ne diye soracaktım ki?Benim bildiğim, bu dünyada hemen herkesin defterini dür-mek istediği en az bir kişi vardı. Tutup da cinayet işlememe-leri, asla bir cana kast edemeyecekleri anlamına gelmiyordu.Amel defterlerine bu zehir zıkkım günahı yazdırmamış olabi-lirlerdi, kabul. Ama bu demek değildi ki, gönüllerinden dahi

Page 8: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

geçirmiyorlardı böyle bir heva ve hevesi.işin aslı, istisnasız herkes, bir an gelir, birini öldürebilir.Ama bunu bilmez çoğu kimse. Kabullenmek istemez. Tâ kibeklenmedik bir hadiseyle gözleri dönene kadar. Ellerini as-la kana bulamayacaklarından, kimsenin canını almayacakla-rından ne kadar da emindirler. Oysa bir rastlantıya bakarher şey. Bazen sırf birinin kaşı gözü oynadı diye atar bir baş-kasının tepesinin tası. Pireyi deve yapar, buluttan nem kapar, yok yere kavgaya tutuşurlar. Doğrusu, yanlış zamandayanlış mekânda olmak bile yeter, altın gibi kalbi olan, temiz,namuslu, nezih insanların içindeki cenabetin birdenbire or-taya çıkmasına. Herkes adam öldürebilir. Ama şu hayattaçok az kimse hiç tanımadığı birini soğukkanlılıkla öldürebi-lir. İşte orada devreye ben girerim. Vazifeyi ben ifa ederim.Başkalarının kirli işlerini yaparım. Benim gibilerine de lü-zum var şu hayatta. Allahüteala bile mukaddes nizamını ku-rarken, can alma işinde Azrail'i kendine naip tayin etmemişmi? Böylece insanlar her ne felaket gelirse başlarına Azra-il'den bilmişler. Ecel meleğini lanetlemiş, ondan çekinmişler.Bu sayede O'nun ismine zeval gelmemiş. Diyebilirsiniz kiadil midir, reva mıdır Azrail'e? Ama zaten bu dünya pek deöyle adaletli bir yer sayılmaz, öyle değil mi?Her neyse, karanlık çökünce mektupta bahsi geçen mey-haneye gittim. Ama içeri girdiğimde pencere kenarındakimasayı dolu buldum. Yüzünde kırbaç yarası olan bir adamsızmış kalmıştı masada. Herifi uyandırıp yaylanmasını söy-leyecektim ama son anda vazgeçtim. Ayyaşların ne zaman neyapacağı belli olmazdı. Dikkatleri üstüme çekmenin mânâsıyoktu. Bu sebepten, en yakındaki boş masaya oturup pence-reye döndüm. Beklemeye koyuldum.Çok geçmedi, iki adam geldi. Her iki yanıma oturdular,kaldım ortalarında. Yüzlerini göremeyeyim diye sıkı sıkı sa-rınmışlardı. Gerçi ikisinin de ne kadar genç, şaşkın ve gafil;kalkıştıkları işe nasıl da hazırlıksız olduklarını anlamak içinyüzlerini görmeme gerek yoktu ki!"Methinizi çok işittik" dedi içlerinden bir tanesi, sesindetemkinden ziyade hissedilir bir endişeyle. "Dediler ki bu hu-suslarda üstünüze yokmuş."Delikanlının laflarını gülünç bulmuştum ama tebessümü-mü bastırdım. Benden korktuklarını fark etmiştim ki, bu iyibir şeydi. Yeterince korkarlarsa yamuk yapmaya cesaret ede-mezlerdi. O yüzden şöyle dedim:"Doğru duymuşsunuz. Bu işlerde üstüme yoktur. O yüzdenbana Çakal Kafa derler. Vazife ne kadar zor olursa olsunmüşterilerimi yüzüstü bırakmam.""Bu çok iyi işte" dedi genç adam, gergin mi gergin. "Zira bi-zim senden beklediğimiz iş de pek kolay olmayabilir."İşte o zaman diğer delikanlı lafa girdi. "Biri var. Baş bela-sı bir herif. Bir sürü düşman edindi kendine. Bu şehre geldigeleli kahırdan başka bir şey getirmedi. Bir hayrını görme-dik. Nice kez ihtar ettik ama bir kulağından girdi, diğerindençıktı. Hatta aklını başına toplamak bir kenara, daha da azdı,azıttı. Bize başka çare bırakmadı."Ses etmedim. Her zaman böyledir zaten. Müşteriler be-nimle el sıkışmazdan evvel, nedense tutup izahata girişirler.Öldürtmek istedikleri insanın ne kadar berbat, nasıl da soy-suz biri olduğunu anlatırlar. Sanki ben onlara hak verirsemişleyeceğimiz cürüm hafifleyecek."Anladım. Peki kimdir bu kişi?"Ben böyle sorunca tedirgin oldular. Muğlak tariflere giriş-tiler."Dinle imanla alâkası olmayan bir kâfir! İşi saygısızlığa,küfre vardıran bir serkeş. Başıbozuk bir derviş."Son kelimeyi duyar duymaz tüylerim diken diken oldu. Ak-lımdan türlü düşünceler, endişeler geçti, asabım bozuldu. O gü-ne kadar her türlü insan öldürmüştüm; genci, yaşlısı, erkeği,kadını, sağlıklısı, sakatı... Ama bir derviş, yani kendini dineimana vakfetmiş biri yoktu aralarında. Benim de kendime gö-re inançlarım vardı, Allah'ın gazabını üstüme çekmek istemi-yordum doğrusu. Zira her şeye rağmen korkardım Allah'tan."Maalesef beyler, teklifinizi kabul etmiyorum. Bir dervişincanını almaya niyetim yok. Başkasını bulun kendinize."Kalkıp gidecek oldum. Ama delikanlılardan biri yalvar ya-kar koluma asıldı."Ne olur kestirip atmayın. Emeğinizin karşılığını alacaksı-nız elbet. Ücretiniz neyse iki mislini ödemeye hazırız.""Peki ya üç mislini istersem?" diye sordum ani bir kararla.

O kadar yüksek bir ücreti ödeyemeyeceklerinden öylesineemindim ki.Ama hiç beklemediğim bir şey oldu. Anlık bir duraklama-dan sonra, her ikisi de teklifimi kabul ettiklerini söyledi. Tek-rar yerime oturdum. Coşmuştum. İyi paraydı doğrusu. Bu ci-nayeti işlersem uzun seneler rahat edecektim. Başlık parasıiçin tasalanmama gerek kalmayacaktı. Hemen evlenebilecekve bundan kelli nasıl iki yakamı bir araya getireceğimi dü-şünmeyecektim. Derviş ya da başkası, bu şartlar altında her-kesin canını alabilirdim.Nereden bilebilirdim o an ömrü hayatımın en büyük hatası-nı yaptığımı ve sonra pişmanlıktan kahrolacağımı? Bu dervişiöldürmenin ne kadar zor olacağım, öldükten sonra bile hançergibi bakışlarını sinemde taşıyacağımı nereden bilecektim?Avluda Şems'i öldürüp kuyuya atalı beş sene geçti. Hâlâduymadım etinin suya düştüğünde çıkardığı sesi. Çıt bile çık-madı kuyudan. Sanki suya düşeceğine, arşa yükseldi dervi-şin bedeni. O öldü öleli kâbussuz bir gecem geçmedi. Ve hâlâne vakit bir su birikintisine bakmaya kalksam, soğuk birdehşet buruyor tüm vücudumu; ellerim titremeye başlıyor vemidem bulanıyor.Ne zaman o geceyi hatırlasam iki büklüm olup kusuyo-rum. Sanki içimde biriken ne varsa çıkarmak istiyorum. Çı-karmak ve kurtulmak... Bir deri bir kemik kaldı kollarım, ba-caklarım.Ne tuhaf! O öldü ama hâlâ yaşıyor. Bense her gün yenidenölmekteyim.

Bölüm BirTOPRAKHayattaki derin, sakin,katı şeyler...

ŞemsSemerkand yakınlarında bir kervansaray, Mart 1242

Bu akşam yemekte, gene öteki âleminin içine çekildim. Bukez gördüklerim öyle canlı, öyle gerçek, öyle berraktı ki...Avlusu tomurcuklanmış sapsarı güllerle bezeli büyükçe birev. Avlunun ortasında dünyanın en serin suyuna gebe bir ku-yu... Güz sonu, gökte dolunay, sırlı bir gece... Karanlıktandem alan birkaç hayvan geziyordu ortalıkta; baykuş, yarasa,kurt, kimi ötmekte, kimi ulumada... Bir süre sonra genişomuzlu, nazik bakışlı, ela gözleri derinlerde, orta yaşlı biradam çıktı evden. Yüzünde koyu bir gölge, gözlerinde emsal-siz bir keder..."Şems, Şems, neredesin?" diye seslendi sağa sola.Deli bir rüzgâr esti, ay bulutlarla tüllendi, sanki tabiat bi-le çekinmekteydi olacaklara şahitlik etmekten. Baykuşlar öt-mez, yarasalar kanat çırpmaz, ocağın ateşi çatırdamaz oldu.Tüm dünyaya mutlak sessizlik, durgunluk çöktü.Adam ağır ağır yaklaştı kuyuya, eğildi baktı tâ dibine."Şems, cancağızım" dedi fısıltıyla. "Orada mısın yoksa?"Yanıt vermek için ağzımı açtım ama dudaklarımdan tekbir ses çıkamadı.Adam daha da eğildi ve dikkatli gözlerle taradı kuyunun di-bini, ilk başta karanlık sulardan başka bir şey göremedi. Son-ra birden aşağıda, bir fırtına sonrasında ummanla sallanan,sallandıkça ummanı dalgalandıran bir sal misali avare avaresuyun yüzeyinde gezinen elimi seçti. Ardından, yukarı bakanbir çift gözü fark etti. Kalın kara bulutların ardından peydaolan dolunaya bakıyordu gözler, gözlerim, tâ kuyunun dibinden.Aya bakıyordum atıldığım yerden, katlimin hesabını sema-ya sorarcasına.Adam dizlerinin üstüne düştü, göğsünü döve döve başladıferyada: "Öldürdüler! Şems'i katlettiler!"işte o an, bir çalılığın dibinden sürünerek geldi bir gölge,vahşi bir kedi gibi zerafetle ve sinsice, süratle bahçe duvarınıaştı. Avludaki adam katili fark etmedi. Çektiği ıstırabın al-tında ezildikçe haykırıyor; haykırdıkça sır tutmamış bir aynamisali çatlıyor, kırılıyordu inceden. Feryadı keskin cam kırık-ları gibi dört bir yana dağılıp delik deşik ediyordu geceyi."Destur! Delirdin mi be adam? Ne demeye deli dana gibi

Page 9: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

bağırırsın?""Kime diyorum ulan? Kes şu gürültüyü! Yoksa seni dışarıatarım!"u »"Yahu duymuyor musun sen beni? Kes dedim, kes!"Kulağımın dibinde çınlayan davudi sesi duymazdan gel-dim, sırf bir parça daha kalabilmek için öteki âlemde. Nasılöldüğümü merak ediyordum. Ayrıca gözleri safı hüzün olanşu adamı da bir daha görmek istiyordum. Kimdi acaba? Be-nimle ne alâkası vardı, bir güz gecesi ne demeye çarnaçar be-ni arardı?Ama öteki âlemin kapısından geçmeye fırsat kalmadı, bi-risi kolumu yakaladı, tutup öyle bir hiddetle sarstı ki beni,dişlerim dökülecek sandım. Böylece zorla bu dünyaya çekil-miş oldum.Ağır ağır, istemeye istemeye açtım gözlerimi. Davudi sesinsahibim yanı başımda dikilirken buldum. Uzun boylu, şişman-ca bir adamdı; ak düşmüş sakallan, ucu mumlanmış pala bıyık-lan vardı. Tanıdım onu: Hancıydı bu. Aynı anda iki şeyin birdenfarkına vardım: Bağınp çağırmağa, zorbalığa, gözdağı vermeyealışkın bir adamdı. Ve şu anda hiddetten gözü dönmüştü."Ne var, ne oldu?" diye sordum. "Neden çekiştiriyorsun ko-lumu?""Ne mi oldu?" diye gürledi hancı, alaycı. "Sana sormalı neoldu? Şu çığlık atmayı kessen diyordum. Müşterilerimi ürkü-tüp kaçıracaksın be adam."Hancının mengene gibi ellerinden kurtulmayan çalışırken,"Sahi mi? Çığlık mı atıyordum?" diye sordum kısık sesle."Hem de nasıl! Pençesine diken batmış bir boz ayı gibi ba-ğırıyordun az evvel, tavanı başımıza indireceksin sandım. Neoldu sana durup dururken? Yemek yerken uyuyakaldın, kâ-bus falan gördün zaar."Hancının aklına yatacak tek açıklamanın bu olduğunu bili-yordum. Sırf beni rahat bıraksın diye suyuna gidip, dediklerinitasdik edebilirdim ama yalan söylemeye dilim varmadı."Hayır öyle bir şey olmadı. Ne uyuyakaldım ne de kâbusgördüm" dedim. "Ben zaten hiç rüya görmem."'Ya ne demeye çığlık çığlığaydın o zaman?" diye üsteledihancı."Çünkü öteki âleme uzandım da geldim. Ben böyle ara sı-ra öte âleme keşfe çıkarım. Rüya başka keşif başka."Ağzı açık bir hâlde bana baktı hancı, sinirli sinirli bıyıkla-rının ucunu emdi. Sonunda şöyle dedi:"Siz dervişler yok musunuz, hepiniz keçileri kaçırmışsınız.Hele senin gibi gezgin abdal olanlar! Bütün gün oruç tutupdua ede ede dolaşınca güneş başınıza geçiyor. Kafayı üşütüpserap görüyorsunuz herhalde."Güldüm. Hakkı vardı. Zaten Allah'ta kendini kaybetmekleaklını kaybetmek arasında incecik bir çizgi vardır demezler mi?İki uşak belirdi o an, tepeleme dolu heyula gibi bir tepsiyiaralarında taşıyarak. Üstünde taze kızarmış keçi etleri, tuz-lama balıklar, baharata yatırılmış koyun pirzolalar, kuyrukyağında pişmiş çörekler, mercimek ve işkembe çorbaları...Uşaklar müşterilere yemeklerini dağıttıkça içerisi soğan, sa-rımsak ve envai çeşit baharatın rayihalarıyla doldu taştı. Be-nim bulunduğum masanın ucuna geldiklerinde, bir kâse çor-ba ile bir dilim kara ekmek aldım.Hancı şöyle bir süzdü önümdekileri. "Bana bak bunlarıödeyecek paran var mı?" diye sordu tepeden bakarak."Yok" dedim. "Ama dilersen yemek ve kalacak yer karşılı-ğında bir rüyanı tabir edebilirim.""Az evvel hiç rüya görmem diyordun hani?""Doğrudur. Hiç rüya görmeyen bir rüya tabircisiyim ben.""Dedim ya, topunuz keçileri kaçırmışsınız" dedi hancı sura-tını ekşiterek. "Seni kapı dışarı etsem yeridir. Bak, şu lafları-mı küpe et kulağına. O taktığın mücerret derviş küpesi var ya,onun yanına asıver! Kaç yaşındasın bilmem ama belli ki heriki dünyaya yetecek kadar dua etmişsin. Bırak artık bu işleri.Git güzel bir kadın bul, evlen barklan. Çoluğun çocuğun olsun.O zaman kök salarsın, ayakların yere basar. Her yerde aynı se-falet varken âlemi gezmenin mânâsı ne? Benden sana nasihat!Yeni bir şeyler bulacağını mı sanıyorsun? Bak dünyanın dörtbir yanından yolcular gelir bu handa kalmaya. Birkaç kadeh-ten sonra hepsi aynı hikâyeleri anlatır durur. İnsan, her yerdeaynı insan. Aş aynı, su aynı, bok aynı bok!""Ama ben farklı bir şey aramıyorum ki. Hakk'ı arıyorumsadece" dedim. "Benim seferim, Rabb'i bulma seferidir."

"O hâlde O'nu yanlış yerde ararsın" diye çıkıştı hancı, sesibirden hoyratlaştı. "Rabb'in gitti! Ne zaman döneceğini sor-ma çünkü bilmiyorum."Bu sözleri duyunca ince bir sızı hissettim kalbimde. "Al-lah'ı kötüleyen, kendini kötüler aslında" dedim. "Bilse de bil-mese de böyledir bu."Hancının dudakları çarpık bir tebessümle kıvrıldı. Yüzün-de infial ve çocukça bir gücenmişlik okunuyordu.Sual ettim: "Biz size şah damarınızdan daha yakınız demi-yor mu? Allah gökte fersah fersah ötelerde bir tahtta oturmu-yor ki. Her an her yerde ve hepimizin içinde. O yüzden aslaterk etmez bizleri. Kendi Kendisini nasıl terk edebilir ki?"Hancı bastıra bastıra, "Ama olmaz sandığın şey oldu bile. Bi-zi terk etti" dedi buz gibi bakışlarla. "Hem inan böylesi daha iyi.Şayet Allah buradaysa ve başımıza türlü felaket gelirken par-mağım dahi kımıldatmıyorsa, bu nice Rab'dır söylesene?""Kırk kuraldan ilkidir hâlbuki" dedim usulca. "BirinciKural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız,kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrıdendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlıkgeliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç için-desin çoğunlukla. Yok eğer, Tanrı dendi mi evvela aşk,merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflar-dan bolca mevcut demektir.""Hadi canım,' dedi hancı. "Tanrı bizim muhayyilemizinürünü demekten ne farkı var bunun? Bana öyle geliyor kisen..."Ancak tam o anda arka sıralarda bir kıyamet kopunca la-fı yarım kaldı. Dönüp tantananın geldiği istikamete baktığı-mızda, sarhoş naralar atan iki irikıyım adam gördük. İkili,gem vurmadıkları bir hayâsızlıkla diğer müşterilere dayıla-nıyor, onların kâselerinden aşlarını çalıp kadehlerinden içi-yor; arada itiraz eden olursa daha da diklenerek, arsız oğlançocukları gibi önlerine gelen herkesle kafa buluyorlardı.Hancı bu manzarayı görünce öfkeyle dişlerini sıktı. "Bakhele şu insan müsveddelerine! Belalarını arıyorlar anlaşılan!Seyret derviş. Seyret de öğren!"Hancının bunu demesiyle, odanın öteki ucuna varması biroldu. Sarhoş müşterilerden birini boğazından tutup yumruğunu kaldırdığı gibi suratına indiriverdi. Adam bunu hiç bekle-miyor olmalıydı ki, boş bir çuval gibi yere yığıldı. Dudakların-dan, belli belirsiz bir iç geçirmenin dışında bir ses çıkmadı.Ne var ki diğer müşteri daha dişli çıktı. Var gücüyle karşı-lık verdiyse de hancının yumruklarına, çok sürmedi, o da ye-re devrildi. Hancı yerdeki adamın kaburgalarına hırsla, şid-detli bir tekme savurdu. Ardından, ağır çizmelerinin altındaelini ezdi, çiğnedi. Kırılan parmakların sesini duyduk."Yeter" diye haykırdım. "Öldüreceksin adamı. Bu mu iste-diğin?"Sufıyem, canım pahasına savunurum canı; yeminimdir,karıncaya dahi kıyamam. Kuş görsem Süleyman gelir aklı-ma; balık görsem Yunus. Kollamaktır vazifem, yaşatmaktır.Baktım bir adam bir adama zarar verecek, zayıfı korumakiçin elimden geleni yaparım. Velâkin şiddet yoktur adabımız-da. Elimden gelip geleceği, hancı ile yolcu arasına cansız birperde gibi çekmek olur şu fani bedenimi.Hancı hiddetle süzdü beni. "Derviş, sen karışma bu işe, yok-sa seni de eşek sudan gelesiye döverim" diye bir tehdit savur-du. Ama ikimiz de biliyorduk ki kuru palavraydı bu laflar.Çok geçmeden uşak oğlanlar gelip müşterileri yerden top-ladı. Baktım, birinin parmağı kırılmış, diğerinin burnu. Heryan kan içinde kalmıştı. Korkulu bir suskunluk çöktü hana.Bıraktığı intibaadan memnun, yan gözle bana baktı hancı,haşmetiyle böbürlenerek. Yüzünü benden yana çevirmişse desözü kamuyaydı. Engin ufuklara hükmeden bir alıcı kuş mi-sali yükseklerde süzüldü sesi:"Gördün mü derviş efendi, dövüşesim yoktu ama dövüş-tüm. Ya ne yapsaydım? Bu insan azmanlarına mı bıraksay-dım meydanı? Ne zaman ki Allah aşağıdaki kullarını unutur,dişini sıkıp adaleti sağlamak bizlere düşer. Bir daha O'nunlakonuşursan, söyle. Bilsin ki kuzuyu tek başına bıraktın mıkurt olup çıkar!"Omuz silktim. "Yanlış yapmaktasın" diye mırıldandım ka-pıya yönelirken."Bir zamanlar kuzuydum, şimdi kurt oldum demek miyanlış?""Hayır, o kadarı doğru. Hakikaten kurt olmuşsun, görüyo-

Page 10: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

rum. Ama şu yaptığına adalet diyorsun ya, işte orda yanlışınvar."Hancı ardımdan bağırdı: "Daha dur bakalım, senle işimbitmedi. Bana borcun var. Yemekle yatak karşılığında rüyatabirimi isterim.""Daha iyisini yapayım istersen" diye önerdim: "Gel, el falı-na bakayım."Hancıya doğru yürüdüm, kor alevler saçan gözbebeklerin-den ayırmadan gözlerimi. İstemsizce, güvensizce irkildiysede, sağ elini elime alıp avcunu açtığımda bana karşı koyma-dı. Falcı, büyücü kısmı insanların ellerinden geleceği okudu-ğunu iddia eder. Ben ise sadece geçmişi okurum. İnsanın geç-tiği, geçip de bir türlü geride bırakamadığı yolları...Hancının avuç çizgilerini inceledim; derindi, çatlak çatlak-tı, istikrarsızdı hatlar. Kısım kısım hareler belirdi gözleriminönünde. Her insanın etrafında farklı renklerden bir hâle olur.Bu adamınki boza yakın, ölgün bir maviydi. Ruhunun cevhe-ri oyulmuş, kenarları örselenmişti. Dışarıdaki dünyaya kar-şı kendini savunacak »içsel kudreti kalmamıştı âdeta. İçteniçe kuruyan bir bitki misaliydi hancı aslında. Yiten ruhsalkudretini ikame etmek için fiziksel kudretini ikiye katlamış-tı. İçindeki zayıflık dışına şiddet olarak yansıyordu. Bu se-bepten, hep başkalarına meydan okuyordu.Yüreğim hızla atmaya başladı; zira yeni bir şeyler görme-ye başlamıştım. İlk başta zor seçiliyordu gelen resim, sankibir tül perdenin ardından izler gibiydim her şeyi. Ardından,ne varsa ne yoksa tüm çıplaklığıyla karşıma serildi.Saçları kestane rengi, çıplak ayakları kuzguni siyah döv-meli, omuzlarına işlemeli kırmızı bir şal çekili, gençten birkadın."Sevdiğin bir kişiyi kaybetmişsin" dedim. Bu sefer hancı-nın sol avcunu elime aldım.Kadının göğüsleri damar damar şişmiş; karnı burnunda,sanki yarıldı yarılacak. Yanan bir evde kısılı kalmış. Gümüşeyerli atlılar evi sarmış. Havada yanan saman ve insan etikokusu ağır mı ağır. Moğol'un atlıları, geniş kemerli burunla-rı, tıknaz ve kalın boyunları, taş kesilmiş yürekleri. CengizHan'ın askerleri..."Bir değil, iki kişi kaybetmişsin" diye düzelttim. "Karın ilkçocuğunuza hamileymiş o zamanlar."Hancı gözlerini kıstı, deri çizmelerine dikti bakışlarını.Başı yerde, dudakları sıkı sıkıya büzülmüş dururken öylece,yüzü buruştu; okunmaz bir harita oldu. Birdenbire, olduğun-dan yaşlı gözüktü gözüme."Biliyorum ki teselli olmayacak ama söylemem gereken birşey var" dedim yavaşça. "Karını öldüren ne yangındı, ne duman. Tavandaki tahta kalaslardan birisi üstüne düştü. He-men o an, yani hiç acı çekmeden can verdi. Sense hep kor-kunç acılar çektiğini vehmetmiştin. Öyle olmadı."Hancı kaşlarını çattı, tahayyül edilemez bir yükün altındabel vermiş gibiydi. Elemle çatallanan bir sesle sordu: "Ner-den bilirsin bunca şeyi? Büyücü müsün sen?"Suali duymazdan geldim. "Karını münasip bir şekilde top-rağa veremedin diye kendini suçlar durursun. Hâlâ kâbusla-rında onun çukurdan sürünerek çıktığını görüyorsun. Amazihnin sana oyunlar oynamakta. İşin aslı, hem eşin hem oğ-lun fevkalade bir haldeler. Birer ışık zerresi gibi hafif ve hür,ebediyeti gezmekteler."Kelimelerimi tartarak sonlandırdım: "İstersen yine kuzuolabilirsin. Zira hâlâ içinde var. Yitirmedin özünü."Bu lafı duyar duymaz hancı kızgın tavaya değmiş gibi eli-ni çekip benden uzaklaştı. "Bana bak derviş, seni hiç sevme-dim" diye söylendi. "Bu gece burada kalabilirsin. Ama sabaherkenden toz olacaksın. Bir daha buralarda görmeyeyim su-ratını!"Başımı salladım. Anlamıştım.Böyledir işte. Doğruyu söyledin mi, kızar köpürürler. Heleaşktan bahsetmeyegör, hırçmlaşır, hoyratlaşır, senden nefretederler.

EllaBoston, 18 Mayıs 2008

Büyük kızı ve kocasıyla yaşadığı tartışmadan sonra evdeöyle gergin bir ortam vardı ki, bir müddet Aşk Şeriatı’nı oku-maya fırsat bulamadı Ella. Sanki tam ortalarında nicedir fo-

kur fokur kaynayan bir kazan vardı da aniden kapağı kalk-mış, içindeki tüm buhar ve basınç dışarı taşmıştı. Eski sür-tüşmelere yeni küskünlükler eklenmişti. Maalesef o meşumkapağı kaldıran 'Ella'dan başkası değildi. Üstelik bunuScott'a telefon açıp kızıyla evlenme kararını gözden geçirme-sini söyleyerek yapmıştı.Çok sonra bu telefon görüşmesinde söylediği şeylerdenötürü derin pişmanlık duyacaktı. Ama henüz değil. Mayısınon sekizi itibariyle o kadar emindi ki kendinden, sırtını yıkıl-maz dağlara yaslamış gibi tepeden konuşarak, bir başkasınınhayatına müdahale etmekte en ufak bir beis görmüyordu."Merhaba Scott. Benim Ella, Jeannette'in annesi!" dedi te-lefonda, gamsız, girişken, alabildiğine rahat bir sesle. Kızı-nın erkek arkadaşını aramak onun için vaka-ı âdiyedenmişgibi. "Müsaitsen biraz konuşabilir miyiz?""Mrs. Rubinstein, bu ne sürpriz? Tabii buyurun" dediScott, dili tutulmuş gibi kekeleyerek. Tüm şaşkınlığına rağ-men nezaketi elden bırakmamaya gayret ederek.İşte o zaman Ella benzer bir nezaketle Scott'a, kendisiylebir alıp veremediği olmadığını, dolayısıyla şimdi duyacakları-nı yanlış anlamaması gerektiğini ancak kızıyla evlenemeye-cek kadar genç; üstelik henüz işsiz ve deneyimsiz olduğunusöyledi. Belki şimdi bu telefon görüşmesi kalbini kıracak, üzü-lecekti. Ama çok yakında Ella'nın ne demek istediğini anlayıpona hak verecek; hatta vaktinde böyle bir ihtarda bulunduğuiçin ilerde teşekkür bile edecekti. Mevzuyu sessizce kapatma-sında, ayrıca bu telefon görüşmesinden Jeannette'e bahset-memesinde sonsuz fayda vardı. Bir bir bunları söyledi Ella.Öyle katı, kesif bir sessizlik oldu ki telefonda...Scott nihayet konuşacak gücü kendinde bulunca "Mrs Ru-binstein, sanırım siz bizi anlamadınız" dedi. "Jeannette'leben birbirimize âşığız."Hoppala! Buyrun işte, gene aynı klişe laflar! İnsanlar nasılbu kadar saf ve bön olabiliyordu, hayret etti Ella. Sanki iki gö-nül bir olunca samanlık seyran olacak? Aşk dediğin, mübarek,sihirli bir değnek de tek dokunuşuyla her şey âlâ olacak.Ancak Ella aklından geçenleri değil, şunları söyledi: "Evla-dım ne hissettiğinizi anlıyorum. Ama daha çok gençsiniz.Kim bilir, bir bakmışsın, yarın bir başkasına âşık olmuşsun.""Mrs. Rubinstein, ne olur kabalık addetmeyin ama böylebir ihtimal varsa şayet, herkes için, hatta sizin için bile ge-çerli değil mi? Kim bilir, bir bakmışsınız, yarın siz de bir baş-kasına âşık olmuşsunuz."Sinirli bir şekilde güldü Ella. "Ben evli barklı bir kadınım.Bir ömür boyu sürecek bir seçim yaptım. Kocam da öyle. Sa-na anlatmaya çalıştığım şey tam da bu işte, Scott. Evlilik ha-

fife alınacak bir karar değil, büyük bir ciddiyetle, dikkatledüşünmeli.""Yani şimdi siz bana, faraza bir gün başka birine âşık ola-bilirim diye bugün deli gibi sevdiğim insanı terk etmemi misalık veriyorsunuz?" diye sordu Scott.Konuşmanın bundan sonrası yokuş aşağı tepetaklak yu-varlanmaktan farksızdı. Karşılıklı beklentiler, sitemler, ha-yal kırıklıkları, laf dokundurmalar.... hepsi birbirine karıştı.Sonunda telefonu kapattıklarında, Ella'nın elleri sinirdentitriyordu. Hemen mutfağa seğirtti ve ne zaman içi daralsayaptığı şeyi yapmaya koyuldu: Yemek pişirmek!

* * *

Yarım saat sonra kocasından bir telefon geldi."Kulaklarıma inanamıyorum Ella. Kızınla evlenmesin di-ye Scott'u aramışsın. Olacak iş mi bu? Lütfen, böyle bir saç-malık yapmadığını söyle."Ella'nın bir an nefesi kesildi. "Vay be, haberler amma tezyayılıyormuş. Peki... Doğru aradım. Ama izin ver de durumuanlatayım..."Ama David'in bir şeye müsaade edecek hâli yoktu. Dayana-madı, tekrar lafa girdi. "İzah edecek ne var? Nasıl yaparsın böy-le bir şeyi? Scott, Jeannette'e anlatmış. Kızın yıkılmış hâlde.Birkaç gün Laura'da kalacakmış. Seni görmek istemiyor..."Bir süre duralasa da lafın sonunu getirdi David: "Bana so-rarsan, haksız da değil böyle hissetmekte. Herkesin hayatı-na niye bu kadar çok karışıyorsun?"O gece eve gelmeyen tek kişi Jeannette değildi. David El-la'ya cepten mesaj yollayıp acil bir durum çıktığını, eve gele-

Page 11: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

meyeceğini iletmişti. Bu acil durumun ne olduğuna dair hiç-bir açıklama yoktu.Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı hâlbuki. Evlilikle-rinin ruhuna aykırıydı davranışı. Çiçekten çiçeğe konuyordu,orası aşikâr. Başka kadınlarla yatıp kalkıyordu muhtemelen,hatta avuç avuç para da harcıyordu onlara. Öyle ya da böyletüm bunları kanıksamıştı artık Ella. Ama bugüne değin ko-cası her akşam vaktinde evine gelmiş, yemek masasında ye-rini almayı bilmişti. Araları ne kadar açık olursa olsun, Ellaonun için yemek pişirmekten, David de tabağına konanlarıtebessümle, minnetle yemekten geri durmamıştı. Ve her ye-mekten sonra David gönülden bir "Eline sağlık" derdi mu-hakkak. Ella ne zaman bu iki kelimeyi duysa, kocasının ken-disinden örtülü bir biçimde özür dilediğini varsayardı.Ve affederdi onu. Hep affetmişti.Şimdiyse kocası ilk kez böylesine aymaz davranıyordu. El-la bu durumdan ötürü kendini suçladı. Ama zaten biteviyesuçluluk duymak, başkalarının hatalarını sırtlanıp taşımak,Ella Rubinstein'in kişiliğinin ayrılmaz parçasıydı.

* * *

İkizlerle masaya oturduğunda Ella’nın suçluluk duygusuyerini melankoliye bırakmıştı. Ne Avi'nin pizza sipariş etmekiçin tepinmesini dikkate aldı, ne Orly'nin hiçbir şey yemek is-tememesini. Her ikisini de tıkabasa bezelyelerle, haşlanmışsebzelerle besledi. İlk bakışta, evlatlarıyla son derece alâka-dar, ipleri sıkı sıkı elinde tutan o her zamanki anneydi hâlâ.Oysa günbegün büyüyen bir boşluk taşıyordu içinde. Keyif-sizdi, nicedir tadı yoktu.Boşluğa gebeydi sanki. Her geçen dakika, her yeni saat bi-raz daha büyüyordu içindeki boşluk. Bir gün doğuracaktımuhakkak, yüzleşmek zorunda kalacaktı duygularıyla. İşte oan ne yapacağını bilmiyordu.Yemekten sonra çocuklar odalarına gidince masada tek başma kaldı. Etrafını saran durgunluk ağır geldi bir an, ev-hamlarının altında ezildi yüreği. Saatlerce emek harcadığı,alınteri döktüğü yemekler gözüne hem sıkıcı hem yavan gö-ründü birden. Farkında bile olmadan kendine acımaya baş-ladı. Kırk yaşma basmak üzereydi. Tastamam kırk sene ge-çirmişti bu dünyada. Hayatını boşa harcamış olmaktan kork-tu. Verecek sonsuz sevgisi olduğu hâlde ondan sevgi talepeden kimse yoktu.Aşk Şeriatı'na gitti aklı. Şems-i Tebrizî karakteri ilgisiniçekmişti."Keşke etrafımda öyle biri olsaydı" diye mırıldandı kendikendine, şakayla karışık. "Hayatıma renk gelirdi, orası ke-sin!"Aklına nedense deri pantolonlu, motosikletçi ceketli, uzunboylu, kara saçlı, kara bakışlı, gizemli bir adam geldi. Bir debu adamın omuzlarına gelen saçları olsa, gidonundan rengâ-renk şeritler sarkan parlak kırmızı bir Harley Davidson kul-lansa, değme gitsin. Hayalindeki görüntüye gülümsemedenedemedi. Issız bir otobanda son sürat giden yakışıklı, seksi,gizemli bir Sufi motosikletçi! Şimdi yola çıkıp otostop yapsa,böyle bir adam da onu terkisine atsa, ne müthiş bir şey olur-du ama?"Tebrizli Şems bir de benim el falıma baksaydı, geçmişim-de ne görürdü acaba?" diye düşündü.Acaba açıklayabilir miydi, neden böyle hiç olmadık anlar-da zihninin ve benliğinin kapkara endişe bulutlarının etkisialtında kaldığını? Bu kadar geniş bir ailesi varken nasıl olupda kendini böyle yalnız ve kimsesiz hissettiğini söyleyebilirmiydi? Merak etti Ella, kendi etrafında da bir hâle var mıydıacaba? Varsa hangi renklerden oluşuyordu? Parlak mıydırenkleri, yoksa solgun mu? Gerçi son zamanlarda hayatındaParlak olan ne vardı ki? Hiç olmuş muydu peki?işte o an, oracıkta, fırından yayılan ölgün ışıkların aydınlığında mutfak masasında yalnız başına oturan üç çocuk an-nesi Ella Rubinstein bir şeyin farkına vardı: Her ne kadarayak direyip inkâr etse de, her ne kadar aleyhinde ileri gerilaflar etse de, tâ derinlerde bir yerde nicedir aşka muhtaç,aşka hasretti.

ŞemsSemerkand yakınlarında bir kervansaray, Mart 1242

Bir düzine yolcu vardı kervansarayın ikinci katındaki oda-da. Hepsi de yorgun, hepsi de yalnızlığın yükünü değirmen ta-şı gibi boynunda taşıyan ve rüyalarına sığınan tüm bu insan-ların ortasında toz, ter ve küf kokan boş bir döşek buldum.Oraya sırtüstü uzanıp, günboyu olanları bir bir düşündüm,tarttım. Acaba şahitlik etmeme karşın, aceleden yahut gafle-timden dolayı kıymetini bilemediğim, idrak etmekte gecikti-ğim ilahi bir işarete denk gelmiş miydim? Günümü baştan so-na bu nazarla gözden geçirdim. Uzun uzun Hakk'a şükrettim.Çocukluğumdan beri öteki âleme ziyaretlerde bulunur, ke-şifler yapar, gaipten sesler işitirim. Rab ile konuşurum. O dabana karşılık verir. Anlatır, açıklar. Gün olur, bir fısıltı kadarhafifler, arşın yedinci katma süzülürüm. Sonra ağırlaşarakarzın en derin çukurlarına iner; meşelerin, kestane ağaçları-nın, kayınların altına gömülü kayaların sırlandığı toprağa sı-zarım. Kâh orada kâh buradayım. Ara ara iştahım toptan ke-silir, günlerce bir lokma yiyemem. Konuşmayı unuturum.Kelimeler silinir zihnimden. Sonra, göç eden kuşlar gibi biranda geri dönerler. Bunların hiçbiri korkutmaz beni. Ne varki insanlara tuhaf geldiğini bilirim. Zamanla öğrendim ki,vecd hâllerinden başkalarına pek bahsetmemeli. insanoğlunedense anlayamadığını kötülemeye meyilli. Kaç kez bizzattecrübe ettim bu şaşmaz kaideyi.Öteki âleme gidip gelmemi yadırgayan, keşiflerimden ür-ken ve bana bu konuda peşin hükümle yaklaşan ilk kişi özbabamdı. Takriben on yaşındaydım. O zamanlar koruyucumeleğimi hemen her gün görmeye başlamıştım. Herkesin be-nim gördüklerimi gördüğünü düşünecek kadar da saftım. Ba-bamsa kendisi gibi marangoz olmamı isterdi. Bir gün banasedir ağacından sandık yapmayı öğretirken, dilimi tutama-yıp ona koruyucu meleğimden bahsettim."Bana bak, hayal gücün fazla çalışıyor senin" dedi babam."Bu saçmalıklardan kimseye söz etmezsen iyi olur. Elalemincanını sıkma yine."Birkaç gün evvel birkaç komşu gelip, beni anama babamaşikâyet etmişti. Tuhaf davranışlarımla çocuklarını korkutu-yormuşum."Bak evlat! Armut dibine, düşer. Her çocuk ebeveynine çe-ker, anladın mı? Sen de öylesin" dedi babam. "Bizler gibi sı-radan bir insan olduğunu neden bir türlü kabullenmezsin?"İşte o an, annemi ve babamı sevmeme, hatta sevgilerine açve muhtaç olduğumu sanmama karşın, ikisinin de benim içinbirer yabancı olduklarını anladım."Babacım bilesin, bu oğlun kardeşlerinden farklı bir yu-murtadan çıktı. Dilersen beni tavuklar tarafından büyütülenbir ördek yavrusu say. Emin ol şu ömrümü kümeste geçirme-yeceğini. Sizin içine girmeye korktuğunuz suda ben can bulu-yorum. Zira sizin aksinize ben yüzebiliyorum. Benim meske-nim ummanlar. Benimleyseniz, siz de ummana dalın. Yok de-ğilseniz, karışmayın ve kümesinizde kalın."Babamın gözleri önce fal taşı gibi büyüdü; sonra ufaldı, do-nuklaştı. "Öz babanla bugün böyle konuşuyorsan" dedi kes-kin bir sesle, "kim bilir büyüyünce düşmanlarınla nasıl konu-şacaksın?"Anne babamın beklentilerinin aksine, büyüyüp serpildikçekaybolmadı keşiflerim. Tam tersine daha yoğun, daha cezbe-li oldular. Büyüklerim sinirlenirdi, bilirdim. Onları üzdüğümiçin kendimi suçlu hissederdim. Ama öteki âleme yaptığım ke-şifleri nasıl durduracağımı bilmiyordum. Hoş, işin aslı, bilsey-dim bile durdurmak istemezdim ki.Çok geçmedi, evden ayrıldım. Bir daha da geri dönmedim.Hazreti Lût'un karısı tuzdan bir heykel kesilmişti durup terkettiği şehre bakınca. Bense bir kez olsun dönüp bakmadım Teb-riz'e. O gün bugündür doğduğum yerin ismi kekremsi bir keli-medir yüreğimde; öyle narin, öyle hassas ki telaffuz eder etmezçiy tanesi gibi erir dilimde. Ne zaman ansam Tebriz'i, üç keskinrayiha sarar sarmalar beni: Taiaş, haşhaşlı yassı ekmek ve ye-ni yağmış, henüz yumuşacık kar kokusu.O zamandan beri gezgin abdalım. Yeryüzünde ebedi sürgün-deyim. Yastık ettiğim taşa ikinci kez baş koymadım, aynı kap-tan üst üste iki kez yemek yemedim, abamın altından her günfarklı manzaralar seyreyledim. Aç kaldığımda rüya tabir ede-rek üç beş kuruş kazanır, kazandığımı muhtaç olanlara dağıtır;bu şekilde Doğu'dan Batı'ya, Kuze/den Güney'e yedi iklimi ge-zer, dağda bayırda Hakk'ı ararım Hak için. Yaşanmaya değerbir yaşamın peşindeyim; ve bir de, bilmeye değer bilginin. Kök-

Page 12: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

süzüm, yurtsuzum. Kendimi O'nda yok ettiğimden beri, ölme-den evvel öleli, başlangıçsız ve sonsuzum. Ne pejmürdeyim, negariban. Ne kimselere muhtacım, ne kimseye buyuran. Ancakrüzgârda kuru bir yaprak sanmayın beni. Ağzı var dili yok der-vişlerden değilim. Ben bizzat dilediği istikamete efil efil esenkarayelim.Seyahatlerimde envai çeşit sarp yollardan geçtim: Cümleâlemin bildiği ticari güzergâhlardan da gittim, in cin top oyna-maz, adı sanı unutulmuş patikalardan da. Karadeniz sahille-rinden Acem diyarlarına; Arabistan'ın çöl tepelerinden baltagirmemiş ormanlara; çayırlardan bozkırlara vardım. Bin birkervansaraya, bin bir hana kondum. Kütüphanelerde âlimlere

damştım, ariflere sordum, meczuplarla konuştum. Veremedik-leri cevaplan suskunluklarında buldum. Mabetleri, türbeleri,mezarlıkları, viraneleri gezdim. Mağaralarda çileye kapanmışmünzevilerle tefekküre daldım. Dervişlerle, şeyhlerle zikir çek-tim. Dolunayın altında samanlarla dans ettim. Meddahlardanhikâyeler dinledim. Her inançtan, her meşrepten insan tanı-dım. Kimseyi kimseye üstün tutmadım. Yaratılanı sevdim, Ya-radan'dan ötürü. Sefalet çekenleri de gördüm, sefahat sürenle-ri de. Kerameti de bilirim, mucizeleri de. Fukaralıktan yıkılanköyler, kavrulup kararmış tarlalar, kan akan ırmaklar; yedi ya-şından büyük tek bir erkek kalmayacak şekilde talana ve yıkı-ma uğramış kasabalar gördüm. Beşerin ettiklerinin en yücesi-ne de en fenasına da tanıklık ettim. Nicedir hiçbir şey şaşırt-maz oldu beni. İşittim ve itaat ettim.Her badireden ve tecrübeden sonra, hiçbir kitapta yazılı ol-mayan, sadece can defterime nakşedilmiş kurallara bir yenisi-ni daha ekledim. Bunlara bir ad verdim: GÖNLÜ GENİŞ VERUHU GEZGİN SUFİ MEŞREPLİLERİN KIRK KURALI.Bu kurallar benim için tabiat kanunları kadar evrensel, onlarkadar temeldir.Bu kuralların kırkını birden tamama erdirmek uzun senele-rimi aldı. Nicelerini silip silip yeniden yazdım. Şimdi artık ek-leyecek ne bir virgül kaldı, ne nokta. Ne bir harf, ne yeni bir ke-lime. Artık kırk kural da bittiğine göre, ömrü hayatımın sonfaslındayım. Nicedir gördüğüm kehanetlerin istikameti bu yön-de. Canımı sıkan ölüm değil. Zira bir son addetmiyorum ölümü.Hem inanıyorum ki, herkesin ölümü kendi rengindedir.Beni esas düşündüren mirassız ölmek. Sineme sığmıyor ar-tık bunca kelime; anlatılmayı bekler durur içimde nice mesel,nice hikâye. Bütün ilmimi, bildiğim öğrendiğim her şeyi, bir in-ci tanesi gibi avucumda tutup, tek bir kişiye vermek arzusunda-yım. Ne bir mürşit, ne de mürit bulmak peşindeyim. Aradığıminsan, ruhumun aynası. Canımın dengi. Gamdaşım! Ruhdaşım!İkinci Kural: Hak Yolu'nda ilerlemek yürek işidir,akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzunüstündeki kafan değil'. Nefsini bilenlerden ol, silenler-den değil!"Yarab" diye fısıldadım rutubetli, karanlık odada. "Ömrümşu âlemi gezmekle, Sen'in ayak izlerim takip etmekle geçti.Karşılaştığım her insanı senin yeryüzünde halifen olmaya lâ-yık açık bir kitap, konuşan Kuran belledim. Fildişi kulelerdeâlimler, medreselerde şeyhler, makamında şıhlar, tahtındasultanlarla değil; aforoz edilmişlerle, kalbi incinmişlerle, ke-nara itilmişlerle yârenlik yaptım. Hamdolsun sana ki adımadım Şeytanımı Müslüman ettim. Şimdi ise kabardım taştım.Az kaldı çağlayacağım. İnayetinle nasip ettiğin ilmi doğrukimseye teslim etmek isterim. Müsaade et onu bulayım. Son-ra, hakkımda hangi hükmü verirsen ver, bil ki ol hükme razı-yım. Çünkü ben her şeyiyle ve her haliyle Sen'den razıyım!"O anda, odanın içine ılık bir su gibi solgun bir ışık doldu.Öyle ki döşeklerde yatan yolcuların yüzlerinin maviye çaldığı-na kendi gözlerimle şahit oldum. Artık oda ter-ü taze kokuyor-du, hayat doluydu. Sanki tüm pencereler sonuna kadar açıl-mış, aniden içeri dolan rüzgâr uzaklardaki bahçelerden leylak-ların, yaseminlerin, erguvanların kokusunu getiriyordu.Bir ilahi terennüm edercesine bir nağme çalındı kulağıma,baldan tatlı, tüyden hafif. "Tebrizli Şems, müjde! Dualarınkabul olundu! Hazırlan, Bağdat'a gideceksin" dedi bir ses.Tanıdım onu. Çocukluğumun koruyucu meleğiydi."Bağdat'ta ne bekler ki beni?" diye sordum."Ruhuna eş biri için dua ettin ya, sana bir yoldaş verilecek.Bağdat'a gittiğinde seni doğru istikamete yönlendirecek kişi-yi bulacaksın. Onun yanında soluklanıp tekrar yola koyula-cağın anı bekleyeceksin. Sabredeceksin."

Gözlerime minnet yaşları doldu. Artık öteki âleme çekildiğim zaman gördüğüm o adamın ruhdaşımdan başkası olma-dığını biliyordum.Er ya da geç buluşmak vardı kaderimizde. Onu bulduğum-da o derin, ela gözlerin neden öylesine mahzun baktığını öğ-renecektim ve tabii bir de hazan mevsiminde bir gece yarısınasıl öldürüleceğimi...

EllaBoston, 19 Mayıs 2008

Bir gün sonra öğle sularında Ella kaldığı yeri işaretleyipAşk Şeriatı'nı kenara koydu. Okuduğu romanı sevmiş, hikâ-yeden hayli hoşlanmış ama doğrusu bilhassa yazarını meraketmişti. İnternete bağlandı, google'da arama motoruna "A. Z.Zahara" yazdı. Her ne kadar merak içinde olsa da, yazar hak-kında pek bir şey bulmayı ummuyordu. Belki de en iyisi tele-fon açıp Michelle'e sormaktı.Ancak hiç beklemediği bir şekilde Zahara’nın kişisel websitesi çıktı karşısına. Turkuaz ve eflatun tonlarla örülüydütüm sayfa. Tepede ağır ağır dönen, döndükçe beyaz etekleridaireler çizen bir figür vardı. Daha önce hiç semazen görme-miş olan Ella resme uzun uzun baktı.Blog'un adı Can Yumurtası'ydı ve aynı isimde bir şiir vardı.Bir garip kuş misaliCan yumurtasıKabuğunda uçamazsm;Korkmadan kır yumurtanıSelamete uçacaksın!İnternet sayfası dünyanın dört bir yanındaki şehirlerin,bölgelerin kartpostallarıyla doluydu. Her bir kartpostalınaltında o yerle ilgili yorumlar vardı. Ella yorumları okurkenüç nokta dikkatini çekti: Birincisi, A. Z. Zahara adındaki A.,Aziz demekti; ikincisi Aziz mesleği fotoğrafçılık olan bir Su-fiydi; üçüncüsü de şu anda Guatemala'da bir yerlerde seya-hat etmekteydi. En son bir gün evvel oradan bir resim veyazı koymuştu web sitesine.Sayfadaki bir köprüyü tıklayınca Aziz'in çektiği fotoğrafla-ra ulaştı. Bu fotoğrafların çoğu her renkten, yaştan, kültür-den ve kesimden insan portreleriydi. Derin farklılıklarınakarşın, bir noktada birbirine benziyordu tüm bu insanlar:Her portrede illâ ki eksik olan bir yan vardı. Bazılarının ek-siği basit bir şeydi: bir küpe, bir ayakkabı topuğu ya da birdüğme. Diğerlerininkiyse daha vahimdi: kiminin parmağıyoktu, kiminin bacağı ya da kolu. Şöyle ya da böyle noksanbir şeyler dikkat çekiyordu her birinde. Ella merak etti. Nedemeye bu insanların fotoğraflarını çekiyordu Aziz? Aradığıcevabı fotoğrafların altındaki yazıda buldu."Kim olursak olalım, dünyanın hangi yerinde yaşarsak ya-şayalım, tâ derinlerde bir yerde hepimiz bir eksiklik duygusutaşımaktayız. Sanki temel bir şeyimizi kaybetmişiz de gerialamamaktan korkuyoruz. Neyin eksik olduğunu bilenimizise hakikaten çok az."Ella web sayfasını aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıyadefalarca taradı; her bir kartpostalın üstüne tıklayarakAziz'in yorumlarını okudu. Sayfa sonunda bir e-posta adresibuldu: [email protected]. Bu adresi bir kenara not et-ti. Altında bir şiir yer almaktaydı.

Ey, kendisinde kaybolmuş kişiBilmezsin, bedenin sana mezar olmuş,Nefsini tanımadıkça, nefsin seni gömer olmuş.

Bu şiiri okurken bir an için de olsa tuhaf mı tuhaf bir his-se kapıldı Ella. Sanki Aziz Z. Zahara'nıh kişisel blog'undakiher şey, yani tüm bu fotoğraflar, yorumlar, alıntılar, şiirler...kısacası tek tek her ayrıntı sırf kendisi için hazırlanmıştı.Okuduğu ve gördüğü her şeyi üstüne alındı. İnsanı irkilten,belki kısmen kibire kadar götüren bir fikirdi bu ama, böylehissetmeye engel olamadı.

* * *

Akşama doğru pencerenin kenarında yorgun, durgun oturdu. Batan güneş sırtına vururken, fırında pişen çikolatalı ke-kin kokusu yayılmıştı ortalığa. Aşk Şeriatı önünde açık duru-

Page 13: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

yor, okunmayı bekliyordu ama zihni o kadar karışıktı ki, ro-mana geri dönmekte zorlandı. Ne kadar çok şey vardı aklın-da. Sürekli bir sonraki günü, haftayı, seneyi düşünüp, plan-lar programlar yapmaktan; renkli yapışkan kâğıtlara notlaryazıp oraya buraya asmaktan, bir türlü içinde bulunduğuana veremiyordu kendini. "Belki ben de kendi kurallar bütü-nümü oluşturup, kâğıda dökmeliyim" diye mırıldandı. HEPAYNI YERE KÖK SALMIŞ, HAYATINDAN BIKMIŞ EV-Lİ BARKLI KADINLARIN KIRK KURALI."Birinci Kural" dedi kısık bir sesle "Sen sen ol, aşkıarama! Aşktan daha mühim şeyler var hayatta."Ne var ki latife diye söylediği sözler, yüzünü güldürmekbir yana, iyiden iyiye keyfinin kaçmasına sebep oldu. Telefo-nu aldı eline. Kısa bir tereddütten sonra nihayet sabahtanberi kafasını kurcalayan görüşmeyi yapmaya karar verdi.Büyük kızına telefon açtı. Telesekreter çıktı karşısına:"Jeannette, canım. Benim, annen. Scott'u aramakla hataettim, biliyorum. Ama inan bana, niyetim kötü değildi. Bensadece..."Kelimeler dizildi boğazına. Keşke ne diyeceğini öncedentasarlamış olsaydı. Telesekreter kaydının döndükçe çıkardığıhışırtıyı duyabiliyordu. Ya da öyle sandı. Geçen her saniyezamanın azaldığını düşünerek biraz daha gerildi. Son birhamleyle tamamladı cümlesini."Jeannette, olanlardan dolayı üzgünüm. Ama bilsen öyle...öyle mutsuzum ki..."Çat! Kayıt durdu. Ella ağzından çıkanlara inanamadanöylece kalakaldı. Durup dururken ne olmuştu ona böyle?Mutsuz muydu sahi? Böyle hissettiğinin bilincinde değildi.Acaba insan mutsuzken bunun farkına varmadan yaşayabi-lir miydi?Ne var ki, bu bir itirafsa dile getirmiş olmaktan rahatsızdeğildi. Daha ziyade donuktu içi. Zaten nicedir iyi ya da kö-tü şiddetli bir şey hissettiği yoktu ki.Az sonra gözü Aziz Z. Zahara’nın e-posta adresini not etti-ği kâğıt parçasına kaydı. Basit ve sadeydi adres. Davetkârdı.Pek fazla düşünmeden, ani bir itkiyle bir mesaj yazmaya baş-ladı:

Sevgili Aziz Z. Zahara,Adım Ella. RBT Yayınevi'nde edebiyat editörü-nün asistanının asistanı olarak Aşk Şeriatıisimli romanınızı okuyorum. Aslında yeni başla-dım sayılır ama gayet keyifle ilerliyorum. Ta-bii bu sadece benim kişisel görüşüm. Yazdıkla-rımın editörlerin görüşlerini yansıtmadığınıbaştan belirtmeliyim. Benim sizin romanınızısevip sevmememin yayınlanması kararında etkisifazla olmayacaktır.Belli ki aşkın hayatın özü olduğuna inanıyor-sunuz, sizin için başkaca önemli bir şey yok gi-bi. Ben aynı fikirde değilim ama faydasız tar-tışmalara girmek değil niyetim. Size yazma ge-reği duydum çünkü romanınızla yolumun kesişme-si tuhaf bir zamana rastladı. Şu sıralarda bü-yük kızımı genç yaşta evlenme fikrinden caydır-maya uğraşıyorum. Önceki gün erkek arkadaşınatelefon açıp evlilikten vazgeçmeleri gerektiği-ni söyledim. Şimdi kızım benden nefret ediyor.Küstü, konuşmuyor. Muhtemelen siz kızımla ben-den daha iyi geçinirdiniz, zira aşka bakışınızaynı gibi.Şahsi sorunlarımı böyle pat diye anlattığımiçin kusuruma bakmayın. Niyetim bu değildi. Ki-şisel blog'unuzda (e-posta adresinizi oradanaldım) yazdığına göre Guatemala'daymışsınız.Dünyayı gezmek heyecan verici olmalı. Bir günBoston'a uğrayacak olursanız bizzat tanışmak,bir fincan kahve içip sohbet etmek isterim.En iyi dileklerimle,Ella

Kelimelere ihtiyacı vardı. Sadece kocasıyla değil, tüm aile-siyle iletişiminin zayıfladığı şu dönemde, Ella kelimelerehasretti. Madem etrafında konuşacak, derin sohbetler edecekkimsesi yoktu, e-posta yoluyla yazışacak birini bulmak hiçyoktan iyiydi. Sözün azaldığı yerde, yazı kâfiydi.

Ella’nın Aziz'e yazdığı bu ilk mektup, öylesine yapılmış birkahve davetinden ziyade sessiz bir çığlık, bir imdat çağrısıy-dı aslında. Gerçi, süklüm püklüm mutfağında oturup hiç ta-nımadığı, hatta ne bugün ne de yarın tanışacağını sandığı,adı sanı duyulmamış bir yazara mesaj yollarken, böyle mü-him bir çağrıda bulunduğunun farkında bile değildi.Ne yaptığının farkında olsa, hiç buna cesaret edebilir miy-di?

EfendiBağdat, Nisan 1242

Bağdat'taki mütevazı zaviyemize Şems-i Tebrizî'nin adımattığı günü hiç unutmayacağım. O öğleden sonra itibarlı misa-firler ağırlıyorduk. Başkadı avenesiyle fakirhanemize uğra-mışlardı. Zanmmca bu ani ziyaret sırf nezaket icabı değildi.Tasavvuf ehlini sevmediği herkesin malumu olan kadı, bölge-deki tüm Sufiler gibi bizleri de yakından denetlemek istiyordu.Gözünün üstümüzde olduğunu bildirmeye gelmiş olacaktı.Hırslı bir adamdı kadıların kadısı. Yüzü basıktı, göbeği ge-niş ve sarkık. Bodur parmaklarının her birinde pahada ağırbir yüzük taşırdı. Bu kadar çok yemese sağlığı için daha iyiolacaktı ama sanırım kimsenin, hatta hekimlerinin bile, onabunu söylemeye cesareti yoktu. Nesebi ezelden din âlimi oldu-ğundan, bir de meşhur ve nüfuzlu bir aileden geldiğinden, böl-genin en sözügeçer kişilerinden birisiydi. Ağzından çıkacak tekbir kelimeyle insanlar darağacını boylayabilirdi. Gene tek ke-limesiyle en ağır mahkûmları azâd ettirebilir, zifiri zindanlar-dan çekip kurtarabilirdi. Ne vakit görsem kürklü kaftanlar,pahalı esvaplar kuşanan kadı, itibarından zerrece şüphesi ol-mayanların azametiyle taşırdı bedenini. Nefsinin ne kadar şiş-kin olduğunu bilmekle beraber zaviyenin ve dervişlerimin se-lameti için bu adamla takışmamaya gayret ediyordum."Dünyanın en şahane şehrinde yaşıyoruz" dedi kadı ağzı-na bir incir atarken. "Bugün Bağdat, Moğol Ordularındankaçan mültecilerle dolup taşmış durumda. Biçarelere sığına-cak liman olduk. Daha da oluruz elbet. Zira burası dünyanınmerkezidir. Sen ne dersin bu hususta Baba Zaman?""Şehrimiz kıymetli bir mücevher, ona şüphe yok" dedimtemkinli bir şekilde. "Ama unutmayalım ki şehirler insanla-ra benzer. Doğar, büyür; evvela çocuk sonra yetişkin olur,sonra yaşlanır, en nihayetinde de ölürler. Şimdilerde Bağdat gençliğini doldurdu. Halife Harun Reşit zamanındaki kadarmüreffeh değiliz. Gerçi hâlâ, çok şükür, ticaretin, zanaatın,şiirin merkeziyiz. Ama bin sene sonra bu şehir neye benzeye-cek, kim bilebilir? O zaman her şey bambaşka olabilir.""Bu ne bedbinlik!" diye söylendi kadıların kadısı. Kâseyeuzanıp bir incir daha aldı. "Abbasi Hükümdarlığı daim ola-cak; bu coğrafyadaki nüfuzumuz ve refahımız artacak. Tabiişayet aramızdaki bazı nankörler istikrarımızı bozmazlarsa.Kendine Müslüman diyen ama tefsirleri kâfirlerden bile teh-likeli kimseler var aramızda."Susmayı tercih ettim. Başkadı’nın, İslam'a bâtıni tefsirleyaklaşan mutasavvıflara baş belası gözüyle baktığı sır değil-di. Bizi Şeriat'a yeterince riayet etmemekle, bilhassa yüksekmercilere, yani kendisi gibi kişilere hürmetkar olmamaklasuçlardı. Ona kalsa tüm Sufileri çoktan Bağdat'tan atmıştı."Sakın yanlış anlama. Sizin zaviyenizle bir alıp veremedi-ğim yok Baba Zaman. Ama sence de şu Sufi taifesi kamu ni-zamından çıkmıyor mu?" dedi kadı sakalını kaşıyarak.Ne diyeceğimi bilemedim. Neyse ki tam o sırada kapıda birtıkırtı oldu. Kızıl saçlı çömez destur isteyip, odaya girdi. Dos-doğru bana doğru yürüdü; kulağıma fısıldayarak beklenme-dik bir misafirimiz olduğunu haber verdi. Bahçede bekleyenbir abdal varmış. İllâ ki benimle görüşmek ister, başkasıylakonuşmayı reddedermiŞ.Başka zaman olsa çömeze, bu Tanrı misafirini sessizce birodaya almasını, önüne sıcak aş koymasını, kadı ve efradı gi-dene kadar orada bekletmesini söylerdim. Ama Başkadı’nınsohbetinden illallah demeye başlamıştım artık. Gelen gezgi-ni aramıza buyur edersek, bize uzak diyarlardan hikâyeleranlatır, böylelikle odadaki gergin hava dağılır diye umdum.O yüzden çömeze, "git çağır bakalım o dervişi" dedim.Birkaç dakika sonra kapı açıldı ve içeriye tepeden tırnağakaralar kuşanmış, dinç ve dimdik, yaşını kestirmesi zor biradam girdi. Uzun boylu, ince kemikli, geniş alınlı, çevik yapı-

Page 14: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

lıydı. Sert hatlı bir burnu, kapkara gözleri vardı. Hayli uzundusaçları, lüle lüle zülüfleri gözlerine düşüyordu. Bol ve uzuncabir harmani, yün bir urba, manda derisi çizmeler giymişti.Boynunda birkaç muska asılıydı. Elinde tahta bir çanak taşı-yordu; dünya malından uzak durmak için dilenen Kalenderîlerya da dünyevi payeleri elinin tersiyle iten Melamiler gibi, cemi-yetin geleneksel yargılarına kulaklarını tıkamış olmalıydı.Bu beklenmedik misafiri görür görmez, fevkalade bir kim-seyle karşı karşıya olduğumu hissettim. Bakışlarında, tavır-larında, vücudunu taşıyışında, ne denli sıradışı olduğunueleveren nişaneler vardı. Bilmeyen birine, meşe palamudualçakgönüllü ve kırılgan gözükür. Hâlbuki, ileride dönüşece-ği o mağrur ve koskoca meşe ağacının taşıyıcısı, habercisidir.Tabii gören göze!Misafir sessizce boyun kırıp selâm verdi."Zaviyemize hoş geldin" dedim ve karşımdaki mindere geç-mesi için işaret ettim.Derviş odadaki herkesi tek tek selâmlayıp, gösterilen yeresakince oturdu. Hiçbir teferruatı kaçırmamaya gayret ederce-sine şöyle bir etrafı taradı. En sonunda bakışları Kadı'l Ku-tad'da karar kaldı. Bu ikisi ağızlarından tek kelime dahi çık-madan uzun uzun birbirlerine baktılar. Taban tabana zıt görü-nen bu iki adamın karşılıklı ne düşündüklerini merak ettim.Gezgin dervişe ılık keçi sütü, ballı incir, hurma dolmalarıikram ettiysek de hepsini nezaketle reddetti. Adını sorunca,"Tebrizli Şemseddin" dedi; dağda bayırda Allah'ı arayan birabdal olduğunu söyledi."Aradığını bulabildin mi peki?" diye sordum.Derviş kendinden gayet emin başını salladı; kara gözlerin-de delişmen, gümüşî kıvılcımlar belirdi. "Buldum ya, meğerO hep benimleymiş."Bunu duyan kadı gizlemeye zahmet etmediği bir pişkinlikle sırıttı. "Yahu siz dervişler yok musunuz, ne demeye zorlaş-tırırsınız hayatı, bir türlü anlamam. Madem Allah başındanberi seninleydi, ya ne demeye O'nu dört bir yanda aramayaçıktın da dağ taş dolaştın be adam?"Şems başını eğdi. Belli belirsiz bir gölge geçti yüzünden, birsüre ağzını bıçak açmadı. Tekrar konuşmaya başladığında sa-kin ve emindi; ses tonu ölçülüydü. "Mevlâ aramakla bulun-maz, bu doğrudur amma Mevlâ'yı ancak arayanlar bulabilir.""Laf-ı güzaf dedi Başkadı dudak bükerek. 'Yani sen şimdiömrü billâh aynı yerde durursanız, Allah'ı bulamazsınız mıdiyorsun bize? Tövbe tövbe! Allah'ı bulmak için senin gibi ka-ra paçavralara bürünüp yollara mı düşecek herkes? Öyle ol-sa ne cemiyet diye bir şey olurdu, ne medeniyet!"Odadaki adamlar kadıyı yağlamak için yarışa tutuşunca,ardı ardına içi boş kahkahalar sökün etti hepsinden. Canımsıkıldı. Belli ki kadı ile abdalı yan yana getirmek iyi bir fikirdeğildi."Herhalde yanlış ifade ettim. Kişi doğduğu evde kalırsaHakk'ı bulamaz demedim. Elbette mümkündür bu" dediŞems. "Köyünden çıkmadığı hâlde dünyayı bilen kişiler ol-muştur ve olacaktır da.""Ben de onu diyorum!" diye tasdik etti Kadı Efendi. Muzaf-fer bir edayla güldü. Ne var ki tebessümü, dervişin hemensonraki sözlerini işitir işitmez siliniverdi."Lâkin demek istediğim şuydu" diye devam etti Şems. "Şa-yet bir insan para pul, mertebe ve makam peşinde koşuyor,kürkler ipekler kuşanıp inci mercan atlas kaftan içinde yaşı-yorsa, yani Kadı Hazretleri, sizin gibi yapıyorsa, Allah'ı bul-ması imkân dahilinde değildir!"Odadakiler şaşkına dönmüştü. Herkesin beti benzi atmıştı. Kimseden tek kelime çıkmadı. Başkadı’nın yalakaları ne-fes bile almaya cesaret edemeden endişeyle birbirlerine ba-kakaldı. İçlerinden birkaç tanesi kılıcına davrandı."Bakıyorum da dilin bir derviş için fazla sivriymiş" diyetersledi Kadı Efendi."Söylenmesi gereken bir şey varsa, dünya bir olup yakamayapışsa bile söylerim" diye cevapladı Tebrizli Şems.Başkadı kaşlarını çattıysa da, dervişi fazla kale almadığı-nı göstermek için omuz silkip geçiştirdi. "Her neyse, boş lafakarnımız tok" dedi. "Her halükârda aradığımız kişi sensin.Biz de tam şehrimizin ihtişamından bahsediyorduk. Allah bi-lir türlü yerler görmüşsündür. Onca diyar içinde Bağdat'tangüzeli var mı söyle bize?"Şems yumuşayan bakışlarla tek tek herkesi süzdü. "Bağ-dat'ın takdire şayan bir şehir olduğu su götürmez. Ama bu

dünyada hiçbir güzellik kalıcı değildir. Şehirler maneviyatsütunlarının üstünde ayakta durur. Sakinlerinin yürekleriniyansıtırlar, devasa aynalar gibi. Şayet ol yürekler kapanır yada kararırsa, şehirler de cazibesini kaybeder. Böyle nice şe-hir soldu, daha nicesi solacak."Gayriihtiyarî başımı salladım. Şems-i Tebrizî bana döndü,daldığı düşüncelerden bir süreliğine uzaklaşmış gibiydi; göz-lerinde dostane bir parıltı vardı. Deli bakışları yüzüme de-ğince güneşe yüz sürmüşçesine ateş bastı içimi. O zaman an-ladım ki bu adamın ismi ile cismi birdi. Adını aldığı "güneş"gibi kuvvet ve hayat saçıyor, bir ateş topu gibi içten içe yanı-yordu. Hakiki güneşti Şems.Gel gelelim Kadı Efendi farklı fikirdeydi. "Siz Sufıler herşeyi karıştırırsınız zaten. Tıpkı filozoflar ile şairler gibi! Safılaf ebeliği! Bunca kelimeye ne hacet? Öyle laflar ediyorsunuzki insanların kafası karışıyor. Hâlbuki halk, basit ihtiyaçlarıolan tembel bir mahlûktur. Baştakilerin görevi halkın yanlışşeyler istemesine mâni olup, yoldan çıkmasına engel olmak-tır. Bunun için tek gereken şeriata harfiyen uymak. Onun danasıl olacağını biz biliriz.""Şeriat kandil gibidir" dedi Şems-i Tebrizî. "Nuruyla aydınlatır. Ama unutmamalı ki kandil karanlıkta yürürken önünü görmeye yarar. Şeriattan sonra tarikat gelir. Tarikattan sonra marifet. Marifetten sonra hakikat! Şayet ana istikamet unutulur ve insan şeriatı araç değil amaç sayarsa, o kandilin ne faydası kalır?"Bir evham kapladı içimi. Şeriatın anahtarını kendi elindetuttuğuna inanan kibirli bir adama şeriatın ötesine geçmekgerektiği hakkında nutuk çekmek, tehlikeli sularda yüzmekdemekti. Şems bunu bilmiyor muydu?Tam ben dervişi odadan çıkartmak için uygun bir bahaneararken, Şems devam etti: "Meramımı daha iyi anlatan birkural zikredebilirim.""Ne kuralıymış?" diye sordu kadı şüpheyle.Şems-i Tebrizî doğruldu, görünmez bir kitaptan risale okur-casına düzgün bir sesle izah etti: "Peygamber Efendimiz Ku-ran'm yedi boyuttan okunabileceğini buyurmuştu. Biz bu yedi-yi dörtte toplarız. Üçüncü Kural: Kuran dört seviyede oku-nabilir. İlk seviye zahiri mânâdır. Sonraki bâtınî mânâ.Üçüncü bâtınînin bâtınîsidir. Dördüncü seviye o kadarderindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye."Şems gözlerinde sihirli bir parıltıyla sözlerine devam etti."Şimdi, salt şeriata bakanlar ve ötesini görmeyenler, zahirimânâyı bilir. Sufi taifesi ise bâtınî mânâyı bilir. Evliya, yaniveliler, bâtınînin bâtınîsini bilir. Dördüncü seviyeyi ise ancakAllah'ın sevgili dostları ve peygamberler bilebilir.""Yani sen şimdi diyorsun ki sıradan bir mutasavvıf, Ku-ran'm hükümlerini benim gibi bir şeriat âliminden daha iyibilebilir, öyle mi?"Dervişin dudaklarının ucuna belli belirsiz bir tebessümkondu ama yanıt vermedi."Lafım sakın da konuş" diye çıkıştı Başkadı. "Haddini aş-maktasın. Günaha girmene az kaldı. Uyarmadı deme!"Baş kadının bu sözleri hayli tehditkârsa da Şems bununfarkında değilmiş gibi sakin sakin devam etti."Başkalarını bu kadar çabuk ve kesin kelimelerle yargıla-mamaiı. Kuran'da Allah, Bana kul hakkıyla gelmeyin der,yoksa unuttunuz mu? Hem nedir ki inkâr, ya nedir günah?Kavramlara yakından bakmalı" dedi Şems. "Müsaadenizlebir hikâye anlatmak isterim."Ve işte şu hikâyeyi anlattı bizlere:Hazreti Musa bir gün bir başına dağları dolanırken, uzak-tan yoksul ve yalnız bir çoban görmüş. Çoban dizüstü çök-müş, ellerini semaya açıp dua etmekteymiş. Bu durum Mu-sa'nın çok hoşuna gitmiş ama yaklaşıp da çobanın duasınıduyunca afallamış."Kurban olduğum Allah'ım. Seni ne kadar severim, bir bu-sen. Ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste. Sürüdeki en yağlıkoyunu kes desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Ko-yun kavurması güzeldir Allah'ım, kuyruk yağını da alır pila-vına katarsın, tadından yenmez olur."Musa duaya kulak kabartarak çobana yaklaşmış."Yeter ki Sen dile, ayaklarını yıkarım.. Kulaklarını temizler,bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben Seni. Sana çokhayranım!"Duydukları karşısında Musa öfkeden küplere binmiş. Ba-ğıra çağıra kesmiş çobanın duasını: "Sus, seni cahil adam!Ne yaptığını sanırsın. Allah hiç pilav yer mi? Allah'ın ayak-

Page 15: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

ları mı var ki yıkayasın? Böyle dua mı olurmuş! Külliyen gü-naha giriyorsun. Derhal tövbe et!"Çoban, Musa'dan azarı işitince kulaklarına kadar kızar-mış, utancından yerin dibine geçmiş. Özür üstüne özür dile-miş, bir daha böyle kendi kafasına göre dua etmeyeceğine ye-minler etmiş. O gün akşama kadar Musa çobanın yanındadurup ona temel duaları ezberletmiş. Sonra "Allah bendenrazı olur, iyi bir iş yaptım" diye düşünüp yoluna devam etmiş.Ama o gece bir ses işitmiş. Seslenen Rab imiş."Ey, Musa, sen bugün ne yaptın? Sen ayırmaya mı geldinbuluşturmaya mı? Şu garip çobanı azarladın. Onun Bana nekadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lafı bil-mese de, o çoban inancında samimiydi. Kalbi temiz, niyeti ha-listi. Biz kelimelere bakmayız. Niyete bakarız. Kelimelere ba-kacak olsak yeryüzünde insan kalmazdı! Biz çobandan razıy-dık. Başkasına medîh olan söz sana zemdir. Ona bal olan sa-na zehirdir. Sen işittiklerini inkâr ve küfür saydın ama busenki bir kabahati varsa bile, ne tatlı kabahattir onunki."Musa hatasını anlamış. Ertesi gün güneş doğar doğmaz,çobanı görmek için tekrar dağa çıkmış. Çoban yine duayadurmuşmuş. Ama dünkü heyecanından, samimiyetinden eseryokmuş artık. Öğretildiği gibi yakarmaya gayret gösterdiğin-den, aman bir yanlış laf etmeyeyim diye takılıyor, kekeliyor,terliyormuş. Musa, çobana ettiğinden pişman olup sırtını ok-şamış ve demiş ki:"Ey dost, ben hatalıyım, ne olur affet. Bildiğin gibi dua et.Allah'ın nazarında böylesi daha kıymetlidir."Çoban, Musa'dan bunları işitince hayrete düşmüş ama biro kadar da rahatlamış. Ne var ki o artık bir üst aşamaya va-sıl olduğundan, masum inkârına, tatlı günahına dönmeyip,Musa'nın öğrettiği ezbercilikte de kalmayıp, tüm bunlarınötesine geçmiş. Rabb'ine yakın mutlu mesut, mübarek bir ha-yat sürmüş."İşte bu yüzden, birinin ağzından bal gibi dökülen söz, birbaşkasının kulağına zehir gibi gelebilir" dedi Şems. "Hâlbu-ki Allah söze değil, niyete bakar. Edep bilenler başkadır. Ca-nı yanmış âşıkların şeriatı bütün dinlerden ayrıdır. Biz mez-hep, din veya dil ayrımı bilmeyiz. Kamu âlemi bir tutar, bir-leriz. Başkasının ağzından çıkan söze "günah" demeyiz.Çünkü kalpleri Allah bilir, biz bilmeyiz. O yüzden susar,kimseyi ötelemez, incitmeyiz. Bizim tek mezhebimiz var. Oda Allah."Şems susunca gözucuyla kadı hazretlerine baktım. Suratı-na şaşmaz bir özgüven ve emniyet yontulmuşsa da canınınsıkıldığı belli oluyordu. Lâkin gayet cin fikirli olduğundanşunu da sezmişti: Şayet Şems'in anlattığı hikâyeye menfi birtepki vermeye kalksa, bir adım daha atıp haddini bilmezli-ğinden ötürü onu cezalandırması gerekecekti. Ama bu kez deişler ciddiye binecek, sıradan bir dervişin koskoca Başkadı'yameydan okuduğu Bağdat'ta kulaktan kulağa yayılacaktı. Budurumda en iyisi dert edecek bir şey yokmuş gibi yapması,meseleyi burada noktalamasıydı.O da öyle yaptı.Dışarıda güneş batıyor, gökyüzü kızılın ve turuncununtonlarına boyanıyordu. Aralarda rastgele koyu bulutlar şekil-den şekle girerek muazzam bir renk uyumu yaratıyordu. Azsonra kadı efendi ayaklandı; mühim bir meseleye bakmasıgerektiğini beyan etti. Bana hafifçe selâm verip TebrizliŞems'e buz gibi bir bakış attıktan sonra yürüdü gitti. Adam-ları birbirini iterek telaşla ardından seğirtti.Herkes gittikten sonra, dervişle başbaşa kaldık. "Maalesefbaşkadı seni pek sevmemişe benzer" dedim.Şems-i Tebrizî gözüne düşen zülüfleri kenara atıp gülüm-sedi: "Varsın kızsın, ben ona kızgın değilim. Hem alışkın sa-yılırım kadılar tarafından sevilmemeye."Heyecanlanmadım desem yalan olur. Böyle asi, başınabuyruk ve durduğu yerden emin, Hakk'a teslim ve gönlümutmain bir misafirin kırk senede bir geldiğini bilecek kadaruzun zamandır basındaydım bu zaviyenin."Anlat hele" dedim. "Yolun nasıl Bağdat'a düştü? Buradane ararsın?"Bir yanım anlatsın diye heyecanla beklerken, bir yanımanlatmamasını istiyordu. Nedendir bilmem, duymayı ipleçektiğim cevap, aynı zamanda içime korku salıyordu.

Ella

Boston, 20 Mayıs 2008

Başını mutfak masasının üzerine dayayıp açık duran kitabınyanında ağzı açık bir hâlde uyuyakalmıştı Ella. Rüyasında yolkenarında bir kervansaraydaydı. İçerisi irikıyım savaşçılarla,işvebaz dansözlerle, esrarengiz dervişlerle doluydu. Önlerinde-ki tabaklarda ev yapımı pasta börek, kurabiye kek vardı.Sonra birden kervansaraydan çıktı, mekânlar kaydı, uzak-tan kendisini gördü. Yabancı bir diyarda, bir hisarın içinde,arı kovanı gibi kaynayan bir pazaryerinde telaşla yürüyor;belli ki birini arıyordu. Etrafındaki insanlar ağır ağır hare-ket ediyor, sanki bir tek onun işitemediği bir nâmeyle raksediyorlardı. Sarkık bıyıklı, iriyarı bir hokkabaza bir şey sora-cak oldu. Ama ağzım açtığında konuşamadığını fark etti.Adam ona boş boş baktıktan sonra yürüdü gitti yoluna. Ella,bu sefer tezgâhtarlarla, alışveriş yapan müşterilerle konuş-mak istediyse de, aynı sahne tekrarlandı. Kimseye derdinianlatamadı. İlk başta sandı ki bu insanların dilini konuşa-madığı için derdini anlatamıyor. Ama ne zamanki elini ağzı-na götürdü, dehşete düştü: Dili yoktu. Düşmüştü dili, ölü birtırnak gibi. Panik içinde bir ayna aramaya başladı. Hâlâ ay-nı insan olup olmadığını bilmek istiyordu. Ama koca pazardatek bir ayna yoktu. Ağlamaya başladı.Israrcı bir sesin kulaklarım tırmalamasıyla uyandı. Gözle-rini açar açmaz ilk işi dilini yoklamak oldu. Neyse ki yerin-deydi. Sesin geldiği yöne doğru baktığında Gölge'nin delirmişgibi mutfağın arka bahçeye açılan kapısını tırmaladığını gör-dü. Verandaya bir hayvan girmiş olmalıydı. O orada dolaştık-ça, köpek de burada çıldırıyordu. Bilhassa kokarcalara gıcıkolurdu Gölge. Geçen kış bahçede bir tanesine denk geldiğin-de olanları kimse unutmamıştı. Köpek kokarcaya saldırmış,kokarca da korkunç bir koku salarak intikam almıştı. Zaval-lı Gölge'yi küvetler dolusu domates suyuyla yıkamak zorun-da kalmışlardı. Gene de yanık lastik kokusunu andıran oağır koku haftalarca üzerinden çıkmamıştı.Ella duvardaki saate göz attı. Sabahın üçüydü. David hâlâdönmemişti, belki de hiç dönmeyecekti. Jeannette onu geri ara-mamıştı ve belki de bir daha aramayacaktı. Doğrusu şu andaElla’nın hiçbir şeyi hayra yorası yoktu. Hem kocasının hem kı-zının onu terk ettiği zanm yüreğini daralttı. Bu hâlde kalkıpbuzdolabını açtı. Boş gözlerle içine baktı. Buzluktaki çilekli don-durma kabını kapıp kaşıklamak geldiyse de içinden, yeterincefazla kilosu olduğunu hatırlayarak buzdolabını sertçe kapattı.Ardından, yalnızken içmek hiç âdeti olmadığı hâlde bir şi-şe kırmızı şarap açtı. Kadehe doldurdu. Güzel şaraptı, hemyoğun kıvamlı, hem ferahlatıcı. Üstelik tam sevdiği gibi bu-ruktu tadı. Orman, mantar ve toprak kokuyordu. Ancak ikin-ci kadehi doldururken David'in pahalı Bordo şaraplarındanbirini açmış olabileceği aklına geldi. Telaşla etiketi okudu.Chateau Margaux 1996. Eyvah! David bu şarabı özel bir ak-şama saklıyordu. Ne yapacağını bilemeden kaşlarını çatarakşişeye baktı. Ama sonra vurdumduymaz bir şekilde omuzla-rını silkti. Bu da özel bir akşamdı. Yalnızlığını kutluyordu.Bir dikişte kadehini bitirdi. Ella bu güzelim şarabı bıraksabile şarabın onu bırakacağı yoktu.Tekrar masaya dönünce Aşk Şeriatı’nı eline alıp karıştırdıama hemen okumaya başlamadı. Tek satır okuyamayacakkadar yorgun ve uykuluydu. Bunun yerine internete bağlan-dı ve gelen mesaj kutusuna baktı. Ve orada, yarım düzine lü-zumsuz mesajın arasında ve Michelle'in kitap raporunun na-sil gittiğini soran kısa ve sevimsiz notunun hemen altında,beklediği e-postayı buldu.

Aziz Z. Zahara ona hemen yanıt vermişti.Sevgili Ella,Beklenmedik mesajın beni Guatemala'da, Momos-tenango adında ücra bir köyde yakaladı. Burasıyeryüzünde hâlâ Maya takvimini kullanan sayılıyerleşim yerlerinden biri. Kaldığım pansiyonunkarşısında bir dilek ağacı var. Dallarında aklagelebilecek her renkten ve desenden çaputun bağ-lı olduğu bu ağaca yerliler Kırık Kalpler Ağacıadını vermişler. Kalp yarası olanlar isimlerinibir kâğıda yazıp, bu ağacın dallarına asıyor,derman bulmak için dua ediyorlar.Umarım haddimi aşmıyorumdur ama mesajını oku-duktan sonra dilek ağacının yanına gittim, kızın-

Page 16: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

la aranızdaki anlaşmazlığı çözmeniz için dua et-tim. İnsan sevdiklerinin iyiliğini istediği içinonlara müdahale etmeden duramıyor ama bunun birfaydasını da görmüyor aslında. Kendi adıma ben,ancak başkalarına müdahale etmeyi bırakıp, "te-vekkül" ettiğim zaman rahat ettim, biliyor musun?Pek çok insan»için tevekkül etmek, pasif kal-mak demek; hâlbuki tam tersine. Tevekkül, kabu-lün ve uyumun getirdiği som bir huzur hâlidir.Edilgen değil, etkindir. Kâinatta değiştiremeye-ceğimiz, tam anlamıyla vakıf olamayacağımız hâl-ler arz edebilir. Bu hâller de dahil, tüm varoluşa aşkla yaklaşmak mümkün. En azından deneye-biliriz. Rumi aşkın hayatın can suyu olduğunainanırdı. Öyleyse eğer, tek bir katresi bile he-ba olmamalı.Maya takvimine göre bugün olağanüstü bir gün-müş. Büyük değişimlerin, yepyeni, tazelenmişbir bilincin müjdecisi. Güneş batıp gün sonaermeden bu mesajı yollamalıyım ki enerjisi kay-bolmasın.Dilerim ağacın dallarında sallanan ismin ren-gârenk çiçek açar. Hiç ummadığın bir anda, bek-lemediğin bir yerden çıkıverir aşk karşına.Dostlukla,Aziz

Ella mesajı iki defa okudu. Ne garip bir adamdı bu Aziz.Ne kadar da içten yazmıştı! Durup dururken kadının teki ba-na niye e-posta yollamış dememiş, ciddiyetle ve samimiyetlecevap vermişti. Kimin nesiydi acaba? Tanıdığı hiç kimse böy-le bir mesaj yazmazdı.Doğrusu, dünyanın öte ucunda bir yerde, biç tanımadığıbir yabancının kendisi için dua etmesinden etkilenmişti.Gözlerini kapadı, adının yazılı olduğu kâğıt parçasını düşün-dü; bir uçurtma misali rüzgârda savruk, başına buyruk, hür,hafif ve bir o kadar mesut...Birkaç dakika sonra mutfak kapısını açtı, arka bahçeyeçıktı. Seher vakti esen meltem, burnunu gıdıkladı, yüzünüokşadı. Gölge hemen yanında dikildi; nedense huzursuz hu-zursuz havayı koklayarak. Pürdikkat kesilip gözlerini kıstı,kulaklarım havaya dikti.Baharın bu son demlerinde, Amerika'da lüks bir evin arkabahçesinde, gökte ay ve bulutlar, yerde Ella ve köpeği, yanyana durdular.Doğrusu ne yaşlı köpek, ne de sahibi alışkındı gecenin te-kinsizliğine, hayatın belirsizliğine. İkisi de nefesini tutupbaktılar karanlığa; yarı korku, yarı tedirginlikle.

ÇömezBağdat, Nisan 1242

Başkadı ve avenesini kapıya kadar geçirdikten sonra kirlikapları toplamak için odaya döndüm. Bir baktım Baba Za-man ve gezgin abdal onları bıraktığım gibi duruyor. Ağızla-rından tek bir kelime bile çıkmıyor. Göz ucuyla ikisini de yok-ladım. Acaba konuşmadan sohbet etmek mümkün müdür?Sırf merakımdan oyalandıkça oyalandım. Laf olsun diye yas-tıkları düzelttim, odayı derledim topladım, halıdaki kırıntıla-rı tek tek ayıkladım. Ne var ki bir süre sonra orada durmakiçin bahanem kalmadı. Mecburen, onları öylece bırakıp oda-dan çıktım.Ayaklarımı sürüye sürüye mutfağa geçtim. Beni görür gör-mez zalim Aşçı Dede takır takır emir yağdırmaya başlamazmı! "Nerde kaldın tembel çömez? Çabuk tezgâhları sil, yerlerisüpür! Bulaşıkları yıka! Ocağı temizle, duvardan isi yağı sök!işin bitince fare kapanlarına bakmayı unutmayasın sakın!Kol kadar sıçan gördüm kilerde, git yakala mendeburu! Yok-sa peynir yerine seni koyarım kapana!"Bu zaviyeye geleli neredeyse altı ay oldu ama ilk gündenberi Aşçı Dede'nin iki eli yakamda. Ha bire karşıma geçip"Temizlik ibadettir, ibadet temizlik!" diye nutuk atıyor. Gad-dar adam! Onun» zoruyla her gün it gibi çalışıyorum. Bu iş-kencenin adına nasıl "manevi terbiye" diyorlar, bir anlayabil-sem! Yağlı tabakları yıkamanın, yerleri ovmanın neresindemaneviyat olabilir ki?

Bir gün gözü karartıp, cevap verecek oldum. "Temizlik iba-det olsaydı Bağdat'taki bütün ev kadınları çoktan Pir merte-besine ulaşmıştı" dedim.Aşçı Dede kafama bir tahta kaşık fırlatıp avazı çıktığı ka-dar bağırdı: "Bana bak, derviş olmaya niyetin varsa şu tahtakaşık kadar suskun olacaksın evlat! Pabuç kadar dil, müritkısmının vasıfları arasında sayılmaz. Az konuş ki, çabuk pi-şeğin!"Gıcık oluyordum Aşçı Dede'ye. Ama bir o kadar korkuyor-dum ondan. Bir kez olsun sözünden çıkmamıştım. Yani, bugeceye dek...Bu sefer Aşçı Dede bana sırtını döner dönmez mutfaktansıvıştım; ayaklarımın ucuna basa basa misafirin bulunduğuodaya yaklaştım. Aniden çıkagelen şu dervişi tanımaya canatıyordum. Kimdi? Neyin nesiydi? Kalenderi miydi? Buradane arıyordu? Zaviyedeki diğer dervişlere hiç mi hiç benzemi-yordu. Gözlerinde bir deli bakış vardı, serkeş, cevval, asi vekorkusuz. Tevazu içinde başını önüne eğerken dahi kaybol-muyordu bu bakış. Öyle isyankâr, öyle fevri bir hâli vardı ki,insan hem büyüsüne kapılıyor, hem de varlığından rahatsızolup ürküyordu.Odaya varınca, kapıyı kapalı buldum. Bir delikten gözetle-meye koyuldum. İlk başta bir şey göremedim ama gözlerimloşluğa alışınca içeridekilerin yüzlerini seçebildim.Az sonra Baba Zaman, Şems'e bir soru yöneltti."Anlat hele, yolun nasıl Bağdat'a düştü? Yoksa rüyada mıgördün bu zaviyeyi?"Derviş başını salladı. "Hayır, buraya gelmeme sebep birrüya değildi. Ben zaten hiç rüya görmem.""Herkes rüya görür" dedi Baba Zaman şefkatle. "Hatırla-mıyorsundur, o başka. Hatırlamaman rüya görmediğin anla-mına gelmez.""Ama ben rüya görmem" diye tekrarladı Şems. "Allah'lamutabakatımızın parçasıdır. Çocukken kâinatın kimi sırları-nın bir bir önüme serildiğine şahitlik ettim. Bunu annemebabama anlattığımda hiç hoşlarına gitmedi, hayal gördüğü-mü söylediler. Sırrımı arkadaşlarıma açayım dedim, onlar da'ya hayalcinin ya yalancının tekisin' dediler. Hocalarıma da-nıştım ama onların tepkisi de farklı olmadı. En nihayetinde

anladım ki insanoğlu fevkalade bir hâl işitti mi ona 'hayal yada rüya' der, geçer."Bunu söyler söylemez, derviş bir ses işitmiş gibi bir andasustu. Sonra çok tuhaf bir şey oldu. Doğruldu, sırtını dikleş-tirdi; ağır ağır, gittiği yeri bilircesine kapıya yöneldi ve banadoğru ilerledi. Tüm bunları yaparken hep benim bulundu-ğum noktaya bakıyordu. Sanki bir şekilde orada olduğumu,onları gözetlediğimi bilmişti.Sanki tahta kapının ötesini görebiliyordu.Kalbim deli gibi atmaya başladı. Mutfağa mı kaçsam diyegeçti içimden ama kollarım, bacaklarım, tüm bedenim uyuş-muştu. Şems-i Tebrizî'nin o kara bakışları kapıyı delip geçi-yor, ötelere uzanıyordu. Dehşete düşmüştüm ama aynı za-manda vücudumun her zerresine muazzam bir kudret dolu-yordu. Şems yaklaştı, elini kapının kulpuna attı. Tam kapıyıaçıp beni burada suçüstü yakalayacakken durdu. Bu kadaryakında olduğundan delikten bakmak da kâr etmiyordu; yü-zünü göremiyordum. Kabir azabı gibi geldi öyle beklemek.Nefesimi tutup, kalakaldım. Derken Şems gene öyle anidensırtını döndü; kapıdan uzaklaşırken hikâyesini anlatmayadevam etti."En sonunda Allah'tan bir daha rüya görmemeyi talep et-tim. Böylece ne vakit bir alametle karşılaşsam ya da ötekiâlemi keşfe çıksam, b\ınun bir rüya olmadığını kesinkes bile-cektim. Allah razı geldi. Rüya melekesini benden çekip aldı.İşte bu yüzden asla rüya görmem."Şems odanın öte uçundaydı şimdi. Açık pencerenin başında,ayakta duruyordu. Dışarıda yağmur çiseliyordu. Düşüncelidüşünceli yağmuru seyrettikten sonra şöyle dedi: "Allah rüyagörme melekemi aldı almasına ama bu noksanı telafi etmekiçin başkalarının rüyalarını tabir etmeme müsaade etti."Baba Zaman'm bu saçmalığa inanmayacağını düşündüm.Her zaman beni nasıl azarlıyorsa dervişi de azarlar sandım.Ama mürşit usulca başını eğdi ve dedi ki:"Fevkalade bir kimseye benzersin. Söyle bakalım, sana na-sıl faydamız dokunur?""Bilmiyorum. İşin aslı, bu sorunun cevabını bana sizin ver-

Page 17: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

menizi bekliyordum.""Ne demek istiyorsun?" diye sordu Baba Zaman. Kafasıkarışmış gibiydi."Neredeyse kırk yıldır abdalım. Kurdun kuşun karıncanınher türlüsünü bilirim. Zorda kalsam yabani hayvan gibi dö-vüşürüm ama ben kimseye sataşmam. Gökte burçları, or-manda mantarları, bayırlarda otları, deryada balıkları çeşitçeşit sayabilirim. Allah'ın kendi suretinde yarattığı insanıokurum, açık kitap misali..."Şems bir süre ağzını açmadı, mürşidin kandili yakmasınıbekledi. Sonra sözüne devam etti: "Zira kırk kuraldan biridir.Dördüncü Kural: Kâinattaki her zerrede Allah'ın sıfat-larını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede,havrada değil, her an her yerdedir. Allah'ı görüp yaşa-yan olmadığı gibi, O'nu görüp ölen de yoktur. KimO'nu bulursa, sonsuza dek O'nda kalır."O titrek loş ışıkta Şems-i Tebrizî'nin boyu daha da uzamışgibiydi. Saçları omuzlarına dalga dalga dökülüyordu."Ama ilm-i ledun bir yere akmazsa şayet, beklemiş bir va-zonun dibindeki acı su gibidir. İçimde biriken ilmi paylaşa-cak bir can yoldaşı bulmak için Allah'a çok dua ettim. En so-nunda Semerkand yakınlarında bir handa bir sır fısıldandıkulağıma. Kaderimin tecellisi için Bağdat'a gitmem söylendi.İnanıyorum ki bundan sonra ne yöne gitmem gerektiğini ba-na siz söyleyeceksiniz. Ama bugün ama yarın."Dışarıda gece çökmüş, ay parelenmiş, açık penceredenhuzmeler sızıyordu. Saatin ne kadar geç olduğunu fark et-tim. Aşçı Dede beni aramaya çıkmış olmalıydı ama umurum-

da değildi. Bir kerecik olsun kuralları ihlal etmek muhteşembir histi!"Benden ne tür cevap beklersin, bilmem" diye mırıldandıBaba Zaman. "Ama sana vereceğim herhangi bir malumatvarsa, zamanı gelince olur elbet. O vakte değin bizimle kala-bilirsin. Misafirimiz ol."Şems hürmetle eğilip selâm etti ve Baba Zaman'ın elini öp-tü. İşte o an mürşidim, o acayip suali sordu:"Tüm ilmini bir başkasına aktarmaya hazır olduğunu söylü-yorsun. İnci mercan misali birikimini eline alıp, bir zata ver-mek istersin. Lâkin bir başkasının kalbini maneviyat nurunayakmak bedelsiz iş mi? Karşılığında ne bedel ödeyebilirsin?"Ömrü hayatım boyunca dervişin cevabını unutamayaca-ğım. Durdu ve "başımı" dedi usulca. "Karşılığında başımıvermeye hazırım."Sırtımdan aşağı soğuk terler aktı, irkilerek geri çekildim.Gözümü tekrar kapıdaki deliğe yanaştırdığımda, mürşidimi-zin de sarsıldığını gördüm.Baba Zaman iç geçirdi. "Bugünlük bu kadar hasbıhal ye-ter. Yorgunsundur. Bizim Kızıl Çömez'i çağırayım da sana ya-tağını göstersin, temiz çarşafla süt getirsin."Bunu duyunca Şems tekrar kapıya baktı. Bakışlarını yinetâ kemiklerimde hissettim. Sanki duvarları delip geçiyor, sa-dece kapının ötesini değil, ruhumun en dipte ve en saklı hal-lerini inceliyor, benden bile gizli sırlarımı tanıyordu. Bir kor-ku bürüdü içimi. Belki de kara büyü biliyordu. Kuran-ı Ke-rim'in sakınmamızı tembihlediği Babü'in iki meşhur meleğiHarut ile Marut eğitmişti Tebrizli Şems'i. Ya da bir başka hü-neri vardı da duvarların ötesini görebiliyordu. Her halükâr-da korkutuyordu beni."Kızıl Çömez'i çağırmaya gerek yok" dedi Şems. "İçimdenbir his onun zaten yakında olduğunu, konuştuklarımızı duy-duğunu söylüyor."Ağzımdan gayriihtiyarî bir hayret nidası çıktı. Panik için-de ayağa kalktım, bahçeye fırladım. Ne var ki orada da hiçtahmin etmediğim bir bela bekliyordu beni: Aşçı Dede!"Seni hergele, demek buradasın!" diye bağırdı aşçı ve elin-de çalı süpürgesiyle beni kovalamaya başladı. "Başın büyükbelada velet. Yaktım çıranı. Gel buraya!"Son anda süpürgeyi savuşturup, ok gibi hızla bahçedenkaçtım.Zaviyeyi ana yola bağlayan patikada var gücümle koşar-ken Şems-i Tebrizî'nin yüzü gözlerimin önünden gitmiyordu.Nerden bilmişti onları gözetlediğimi? Büyücü müydü buadam? Fersah fersah uzaklaştığımda bile, değil durmak, ya-vaşlayamadım. Kalbim ağzıma varacak gibiydi, dilim duda-ğım kurumuştu.Dizlerim boşalana, göğsüm tıkanana dek koştum, koştum,

koştum.EllaBoston, 21 Mayıs 2008

Başucunda boş şarap kadehi, kucağında Aşk Şeriatı yatak-ta uyuyakalmıştı Ella. Ertesi sabah David eve geldiğinde onubu vaziyette buldu. Bir an yatağa yaklaşıp, karısının üstünüörtecek gibi olduysa da fikrini değiştirerek hızlıca banyoyayöneldi.On onbeş dakika sonra Ella kendiliğinden uyandı. Kocası-nın banyoda duş aldığını duymak onu şaşırtmadı. Ne de olsaDavid başka kadınların evlerine gidebilir, hatta onlarla bera-ber olabilirdi ama istisnasız her sabah duşunu kendi banyo-sunda alırdı. Yatakta öylece uzanıp akan suyun sesini dinle-di. Az sonra David'in duştan çıktığını duydu. Yeniden gözle-

rini yumarak uyuyormuş numarası yaptı. Böylece dün geceneden eve gelmediği sorusunu ne o sormak zorunda kaldı, nede kocası cevaplamak.Yaklaşık bir saat sonra David ve çocuklar evden çıkınca,Ella gene mutfakta tek başına kaldı. Hayatının nehri her za-manki akışında akmaya devam eder gibiydi. En beğendiğiyemek tarifi kitabını açtı: Kolay cacık Pişirme Sanatı. Birkaçtarifi dikkatle inceledikten sonra, kendisini tüm öğlen meş-gul edecek zorlu bir mönü seçti:Safranlı, Hindistancevizli, Portakallı Deniztarağı ÇorbasıMantar Sosunda Taze Otlu, Beş Çeşit Peynirli MakarnaSirkeyle Kızartılmış Sarımsaklı Dana KaburgasıKremaya Yatırılmış Karnabahar SalatasıArdından bir de tatlıda karar kıldı: Sıcak Çikolatalı Sufle.Yemek pişirmeyi bu kadar sevmesinin bir sürü sebebi var-dı. Tek başına rahatlıkla kotardığı, ustası olduğu yegâne iştiyemek yapmak. Hem onu sakinleştiriyordu da. Gayet sıra-dan görünen malzemelerden leziz ve latif bir yemek yaratıp,görkemli bir sofra kurmanın insanın ruhunu okşayan bir ta-rafı vardı. Mutfakta yemekle uğraşırken, esiri olduğu günde-lik yaşamın sınırlarından ve sıkıntılarından kurtuluyordu.Mutfak, dışarıdaki'dünyadan kaçabileceği, zamanı dilediğigibi ayarlayıp durdurabileceği tek mekândı. Belki bazı insan-ların sevişmekten aldığı hazzı, Ella yemek yapmaktan alı-yordu. Üstelik ikinci bir kişiye ihtiyaç duymadan. Yemekyapmak için tek gereken biraz zaman, emek ve malzemeydi.O kadar.Televizyondaki yemek programlarını kaçırmadan izlerama hiçbirini sahici bulmazdı. Bu programlarda yemek yap-mayı habire "özgünlük", "yaratıcılık", hatta "çılgınlık" ile öz-deşleştirmelerini garipsiyordu. Mutfak bir laboratuar değildiki! Bırakın bilim adamları deney yapsın, sanatçılar acayip ol-sun! Aşçılık başka bir şeydi. İyi bir aşçı olmak için ne deneyyapmak gerekiyordu ne çılgın olmak! İyi yemek yapmak iste-yen kişi evvela işin alfabesini öğrenmeliydi. Yemek sanatı yıl-ların, hatta yüzyılların birikimiydi. İnsan yeni bir şeyler icatetmek yerine, hâlihazırda mevcut birikime saygı gösterme-liydi. Modern çağda kimse eski âdetleri ya da klasikleşmişöğretileri orijinal bulmasa da, Ella Rubinstein mutfakta hay-li geleneksel bir kadındı.Aslında Ella genel olarak alışkanlıklarına düşkün biriydi.Ailecek hemen her gün aynı saatte kahvaltı eder, her haftasonu aynı alışveriş merkezine gider ve her ayın ilk pazarıkomşularıyla mangal yaparlardı. David tam bir işkolik oldu-ğundan, tüm evin işlerini çekip çevirmek Ella'ya kalıyordu:Hesabı kitabı o tutuyor, mobilyaları o yeniliyor, her ihtiyacao koşuyor; evde ne zaman tamirat gerekse ustalarla o muha-tap oluyor; çocukları baleye, basketbola, tenise, yaşgünü par-tilerine o götürüyor, ev ödevlerine gene o yardım ediyor vetüm bunları aksatmamak için program üstüne program yapı-yordu.Her perşembe akşamı Ella kendisi gibi evkadmlarımnoluşturduğu bir yemek kulübüne gidiyordu. (Kulübün üyele-ri farklı ülkelerin mutfaklarını inceleyip, eski tarifleri yenitatlarla zenginleştirerek yemek pişirmenin inceliklerini öğ-reniyordu) Her cuma, Organik Ürünler Pazarı'nda saatlerharcıyor; çiftçilerle mahsulleri konuşup şeker oranı düşük re-çelleri inceliyor, yahut kendisi gibi yemek pişirmeye meraklıbaşka insanlara, örneğin ufak porteballa mantarı nasıl pişi-rilir, ayrıntısıyla anlatıyordu. Pazardan sonra alışveriş liste-

Page 18: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

sinde eksik bir şey kalmışsa, eve dönüşte süpermarketten ta-mamlıyordu.Cumartesi günleri ise David Ella'yı dışarı yemeğe, genel-likle Tayvan yahut Japon restoranına götürürdü. Dönüşteyorgun, sarhoş ya da keyifsiz değillerse, sevişirlerdi. Kısa ke-sik öpüşler, tedirgin dokunuşlar, yüzeysel okşayışlar... şeh-vetten ziyade şefkatle beraber olan bir çiftti onlar. Vaktiyleen mahrem bağları olan cinsellik çoktan albenisini yitirmiş-ti. Artık nadir sevişmeler dışında birbirlerine hiç dokunmu-yorlardı. Ve bazen haftalarca, aylarca sevişmedikleri olurdu.Ella'ya kalsa bir şikâyeti yoktu. Gerçi bir zamanlar o kadarönem verdiği cinselliği özlemiyor oluşunu anlamakta zorlanı-yordu. Gene de uzun süren evliliklerde tutkunun azalmasınıdoğal karşılıyordu.Ne var ki kocası başka türlü hissediyor olmalıydı. AnlaşılanDavid karısıyla beraber olmaktan soğumuştu ama başka ka-dınlarla beraber olmaya itirazı yoktu. Bugüne değin Ella onaaçıktan açığa kendisini aldatıp aldatmadığını sormamış, şüp-helerini yüzüne vurmamıştı. En yakın arkadaşlarının dahi du-rumdan haberdar olmayışı, meseleyi bilmezden gelmesini ko-laylaştırmıştı. Kimseye bir açıklama yapmak zorunda kalma-mış, yüzkızartıcı skandallar ya da dedikodularla uğraşmamış-tı. David'in bunu nasıl kotardığını bilemiyordu ya, sürekli baş-ka kadınlarla, özellikle de genç sekreteriyle kırıştırdığı düşü-nülecek olursa, kaçamaklarını sessiz ve derinden yürüttüğükesindi. Ama ne kadar saklarsa saklasın, sadakatsizliğin ken-dine has bir kokusu vardı. Ve Ella bu kokuyu tanıyordu.Doğrusu şimdi durup geriye baktığında bir sebep-sonuçilişkisi tayin etmekte zorlanıyordu. Önce hangisi gelmişti?Acaba kocası onu aldattığı için mi kendini ve bedenini ihmaletmeye başlamış, cinsellikten soğumuştu? Belki de evvela okendini ve bedenini salmış, ardından David de başka kadın-lara meyleder olmuştu. Bilemiyordu. Her halükârda sonuçaynıydı: Yirmi sene ve üç çocuktan sonra evliliklerinin parıl-tısı sönmüştü.Takip eden üç saat boyunca Ella aklında binbir fikir vevesvese cirit atarken bir yandan da sakin sakin yemek hazır-ladı. Domates dilimledi, sarımsak ezdi, soğan kavurdu, fesle-ğen doğradı, sos kaynattı, portakal kabuğu rendeledi, hamuryoğurdu. David'in annesinin nişanlandıklarında verdiği altınöğüdü hiç unutmamıştı:"Taze pişmiş ekmek kadar bir erkeği evine bağlayan birşey olamaz" demişti kayınvalidesi. "Sakın ha marketten ek-mek alma. Kendi ekmeğini kendin pişir. Göreceksin, ne mu-cizeler yaratacak!"Tüm öğleden sonra çalışan Ella dört başı mamur bir sofrakurdu. Masayla takım kâğıt peçeteleri üçgen üçgen katladı,kokulu mumlar yaktı; tam orta yere sarılı beyazlı çiçeklerdengözalıcı bir buket yerleştirdi. Ardından bez peçeteleri yuvar-layıp, parlak halkaların içine yerleştirdi. Nihayet işi bittiğin-de, yemek masası dekorasyon dergilerinden fırlamış gibiydi.Yorulmuştu ama değmişti.Yapacak işi kalmayınca mutfaktaki televizyonu açıp yerelhaberleri dinlemeye başladı. Son yirmi dört saat içinde Bos-ton'da genç bir terapist evinde bıçaklanmış, bir hastanede kı-sa devre yüzünden yangın çıkmış; duvarlara ve heykellereuygunsuz laflar yazan dört lise öğrencisi tutuklanmıştı. Ellaişittiği her yeni haber karşısında biraz daha tedirgin oldu.Amerika'nın en güvenli yerleri olan banliyölerde dahi hayatgüvencesi kalmamışken, Aziz Z. Zahara gibi insanlar nasılolup da dünyanın az gelişmiş bölgelerine gidecek gücü ve ce-sareti kendilerinde buluyorlardı?Anlaşılan hayatın bu kadar belirsiz, dünyanın böylesine tu-haf ve tekinsiz olması kendisi gibilerin kaygıyla eve kapanma-sına sebep olurken, Aziz gibi insanlarda tam ters etki yaratıyor;onları bir seyahatten bir başkasına, bir maceradan ötekine sü-rüklüyordu. Buydu Ella'yı en çok şaşırtan. Nasıl oluyor da ay-nı sebep bu kadar farklı iki sonuç doğuruyordu?

* * *

Rubinstein Ailesi akşam saat 7.30'da kusursuz bir fotoğrafkaresini andıran yemek masasına oturdu. Yanan mumlar ye-mek odasına şık bir hava katıyordu. Şimdi birisi çıkıp dapencereden onları gözetlemeye kalksa, ir m ışığı denli zarifve mükemmel bir aile olduklarını zannederdi. Jeannette'inyokluğu dahi bu pürüzsüz resme halel getirmemişti. Orly ve

Avi durmadan okulda olanlar hakkında çene çaldılar. Ella birkereliğine de olsa ikizlerin bu kadar geveze ve gürültücü ol-masından mutlu oldu. Kocasıyla arasındaki sessiz uçurumuörttükleri için minnettardı çocuklarına.Gözucuyla David'in tabağmdaki karnabahara çatalım dal-dırıp, yemeğini ağır ağır çiğnemesini izledi. O çok iyi tanıdığı,defalarca öptüğü soluk, ince dudaklara, düzgün porselen dişle-re takıldı bakışları. Kocasını başka bir kadını öperken canlan-dırdı hayalinde. Nedense aklına gelen kadın modeli David'ingenç sekreteri değil, bir Hollywood yıldızının, Julia Roberts'iniri memeli hâliydi. Zihninde canlanan kumral kadın, gayet at-letik ve kendinden emindi. Daracık bir elbiseyle göğüslerinisergiliyor, diz kapaklarına varan yüksek topuklu kırmızı deriçizmeler giyiyordu. O kadar çok makyaj yapmıştı ki, yüzü aşı-rı fondötenden ay gibi parlıyordu. David'in bu kadını telaşla,tutkuyla, âdeta açlıkla öptüğünü hayal etti. Ailesinin yanın-dayken takındığı nezaketten tamamen uzaktı...İşte o zaman ve oracıkta, Kolaycacık Pişirme Sanatı kita-bından kotarılmış yemeğini yerken, kocasının bir başka ka-dını nasıl öptüğünü düşüneduran Ella’nın kafasında bir şal-ter attı. Soğukkanlılıkla bir gerçeğin ayırdma vardı. Evetbelki ürkek, sıkılgan ve ailesine fazlasıyla bağımlı bir insan-dı. Evet, belki hayatı boyunca kendi ayakları üzerinde dur-mayı öğrenememişti ama bir gün pat diye her şeyi ve herke-si bırakıp gidebilirdi: Mutfağını, köpeğini, zencefilli kurabi-yelerini, kokulu mumlarını, çocuklarını, şık malikânesini,komşularını, barbekü partilerini, kocasını, raflardaki dizi dizi yemek kitaplarım... Hepsini öylece terk edip, şu kapıdantek bir bavulla çıkabilir; bitmeyen bir kaos ve karmaşadanibaret olan dış dünyaya balıklama atlayabilirdi.Evet, Ella Rubinstein bu akşam anladı ki, bir gün hiç beklen-medik bir şekilde tepesinin tası atabilirdi. Ve senelerdir yarımerak yarı kaygı ve bol önyargıyla izlediği haber programlan-nındaki olayların cereyan ettiği o delidolu dış dünyada bulabi-lirdi kendim.

EfendiBağdat, 26 Ocak 1243

Bize katılmasının üzerinden dokuz ay geçti. İlk başta Şemsinher an aklına esip, tası tarağı toplayarak gideceğini sandım.Tekke hayatının katı kurallarından sıkıldığı gün gibi aşikârdı.Herkesle beraber aynı saatte yatıp kalkmaktan, düzenli saatler-de yemek yemekten, başkalarının nizamına uymaktan ölesiyesıkıldığım görebiliyordum. Yalmz bir kuş misali tek ve hür olma-ya alışıktı. Zaviye hayatı sabrının sınırlarını zorluyordu. Doğru-su, ne zaman kaçacak diye bekliyordum. Ama hiçbir yeı-e gitmedi. Ruhdaşmı bulma arzusu o kadar derindi ki, her şeye rağmenkaldı ve sabırla bekledi. Günün birinde o çok istediği bilgiyi onavereceğime, nereye ve kime gitmesi gerektiğini söyleyeceğimeinancı tamdı. Bu inanç sayesinde bizlerle kaldı.Bu dokuz ay boyunca onu yakından takip ettim. Zamanonun için daha farklı akıyordu sanki; daha hızlı ve yoğun. Di-ğer dervişlerimin kavraması haftalar, bazen aylar alan birmesele, sıra Şems-i Tebrizîye gelince saatler, günler alıyordu,o kadar. Yeni ve sıradışı olan her şeye müthiş bir merakla yak-laşıyordu. Her sabah dışarıda gezinip, uzun uzun tabiatı sey-redalıyordu. Çoğu zaman onu bahçede bir örümcek ağının dokuşunu yahut gece açan bir çiçekteki çiğ tanelerini incelerhâlde buluyordum. Böcekler, bitkiler, kristaller, reçineler, di-kenler ve cümle doğa, Şems'e kitaplardan ve risalelerden da-ha ilgi çekici, daha ilham verici geliyordu. Ama tam da ben ki-tap okumaya düşkün olmadığını düşünürken, bir bakıyordumelinde asırlık bir el yazması, özenle tek tek çözüyor harflerinmânâsını; daha fazla okumak uğruna günler gecelerce uyku-suz kalıyor. Sonra gene bir bakıyordum tek bir kitabın kapa-ğını açmadan haftalar geçirmiş.Bu durumu kendisine sorduğumda şöyle dedi: "İnsan, ak-lını aç ve muhtaç bir bebek farz edip kaşık kaşık bilgiyle do-yurmalı. Ama nasıl ki bazı yiyecekler bebeğe ağır gelirse, ba-zı bilgiler de akla ağır gelir, onu da unutmamalı."Meğer kırk kuralından birisi bu konudaymış.Beşinci Kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası baş-kadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını."Aman sakın kendini" diye tembihler. Hâlbuki aşk öy-le mi? Onun tek dediği: "Bırak kendini, ko gitsin!"

Page 19: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır,harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılararasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!Şemsi tanıdıkça ferasetine, edebine, kıvrak zekâsına hay-ranlık beslemeye başladım. Ama aynı zamanda biliyordum kiŞems'in müstesna hallerinin menfi yanları da vardı. Örne-ğin, lafını hiç sakınmıyordu. Dervişlerime hep başkalarınınhatalarını hoş görmeyi, bağışlayıcı olmayı, ser verip sır ver-memeyi öğretmiştim. Gel gelelim, Şems hiçbir hatayı affet-miyordu. Yanlışı gördü mü anında söylüyor, lafını ne esirgi-yor ne dolaştırıyordu. Başkalarını gücendireceğini bilse desözlerini yumuşatmıyordu. Hatta sırf karşıdaki öfkeleninceiçinden nasıl bir çiğlik çıkacak görsün ve anlasın diye insan-ları kasıtlı olarak kışkırttığından şüpheleniyordum.Onu sıradan işlere koşmak son derece zordu. Gündelik me-selelere tahammülü yoktu. Bir şeye alışır gibi olduğu andaona karşı ilgisini kaybediyordu. Herhangi bir angaryaya ka-tılması istenince kafese kapatılmış kapla» misali huysuzla-nıyordu. Şayet süregiden bir sohbet canını sıkarsa veya biriakılsızca bir laf ederse, anında kalkıp gidiyordu. Herkese eşitdavranıyor ama kimseyi de fazla takmıyordu. Çoğu insanınkıymet verdiği rahatlık, refah ve rütbe gibi nimetlerin onungözünde en ufak kıymeti yoktu. Kelimelere itibar etmezdi.Bu da kurallarından biriydi:Altıncı Kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve hu-sumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, keli-melere fazla takılma. Aşk diyarında djl zaten hükmü-nü yitirir. Aşık dilsiz olur.Zamanla sıhhatinden de endişelenmeye başlar oldum. Elbet-te en nihayetinde kaderimiz Allah'ın elinde. Yalnız O'dur vade-mizin ne zaman ve nasıl dolacağını bilen. Gene de elimden gel-diğince Şems'in hızını yavaşlatmaya, onu daha sakin ve düzen-li bir yaşama alıştırmaya çalıştım. Bir müddet bunu başarabi-leceğime inandım. Ama sonra karakış başladı. Ve dondurucusoğuklarla beraber uzaklardan mektup taşıyan bir ulak geldi.Ve o mektup her şeyi altüst etti.MektupKayseri'den Bağdat'a, Şubat 1243Bismillahirrahmanirrahim,Muhterem Baba Zaman,Nice zamandır dünya gözüyle görüşemedik. Allah'tan mu-radım bu mektubun sizi ve kalbinizi ferahlık içinde bulması-dır. Bağdat'ın eteklerinde kurduğunuz zaviye ile ilgili öteden-beri güzel şeyler işitirim. Bu mektubu yazış sebebim ise nice-dir zihnimi meşgul eden, aramızda kalmasını isteyeceğim birmeseledir. Müsaadenizle baştan başlayayım.Malumunuz olduğu üzere müteveffa Sultan Alâeddin Key-kubad hazretleri, zor zamanlarda mükemmelen hükümdarlıkyapmış takdire şayan bir zattı. Kendisinin en büyük hayali, şa-irlerin, sanatkârların ve dahi feylesofların huzur içerisinde ya-şayıp çalışabileceği bir şehir kurmaktı. Dünyadaki onca husu-meti, karmaşayı düşününce, hele bir yandan Haçlısı, bir yan-dan Moğolu saldırırken, pek çok insana bu imkansız bir hayalgibi gelmişti. Neler görmedik ki bugüne değin: Hıristiyan Müs-lüman'ı, Hıristiyan Hıristiyan'ı, Müslüman Hıristiyan'ı, Müs-lüman Müslüman'ı kesmedi mi? Dinler, mezhepler, kabileler,hatta kardeşler savaşmadı mı? Mamafih, Keykubad dirayetlibir hükümdardı. Hayalini gerçekleştirmek için Konya'yı seçti-Nuh'un Tufanı'ndan sonra su yüzüne çıkan ilk şehri.imdi Konya'da bir âlim yaşar, ismini belki duydunuz, belkiduymadınız, Mevlâna Celaleddin ise de kimisi Rumi diye çağı-rır zâtını. Ne bahtlıyım ki kendisini tanır oldum, tanımakla dakalmadım hocası oldum ve dahi babasının vefatından sonra,mürşidi oldum ve ondan da yıllar sonra talebesi oldum. Ne ta-lihliyim ki onunla diz dize ilim çalıştım. Evet ya habibi, ben ta-lebemin talebesi oldum. Öyle marifetli, öyle mümtaz ve müstes-naydı ki, bir an geldi kendisine öğretecek hiçbir şeyim kalma-dı. Bu sefer ben ondan öğrenmeye başladım. Tabii, babası daharikulade bir arifti. Gel gelelim Rumi çok az âlimde olan birhünere sahiptir: Dinin dış kabuğunu aralayıp, özündeki evren-sel ve ebedi cevheri çekip çıkarma becerisi.Şunu bilesiniz ki bu yalnız benim fikrim değildir. Rumigenç bir adamken o koca Sufi, o eşsiz eczacı, o meşhur attarile tanıştığında, Feriddüdin-i Attar hazretleri şöyle demişti:"Çok geçmeyecek, bu oğlan âlemin yüreği yanıklarının yürek-lerine ateşler salacak." Muteber feylesof, muharrir ve muta-savvıf İbn-i Arabi Hazretleri ise bir gün genç Rumi'yi babası-

nın peşi sıra yürür görünce şöyle buyurmuştu: "Fesuphanal-lah! Bir okyanus, bir gölün ardında gidiyor."Daha yirmi dört yaşındayken Rumi şeyhlik makamına er-di. Bundan tam on üç sene sonra bugün Konya halkı onu ken-dilerine örnek almakta. Her Cuma dört yandan insan, sııfMevlâna'nın Cuma hutbelerini dinlemeye şehre üşüşür. Zât-ıalileri fıkıhta, felsefede, ilm-i heyet'te, kimyada ve dahi cebir-de emsalsizdir. Denir ki daha şimdiden on bin müridi vardır.Müritleri ağzından çıkan her kelimeye kıymet atfeder. Ve onusadece îslam tarihinde değil, dünya tarihinde müspet bir de-ğişime yol verecek, yüce bir münevver addeder.Bundan bir müddet evvel Kayseri'ye taşındım. Uzak da ol-sak Rumi'yi her zaman evladım sayarım. Müteveffa babasınaonu bir an bile dualarımdan eksik etmeyeceğime dair söz ver-dim. Lâkin benim vadem dolmak üzere, bir ayağım çukurda.Rumi her ne kadar kâmil ve ilmine vakıf bir kimse olsa da,kimsenin çözemediği bir boşluk taşımakta içinde. Ne ailesi-nin ne müritlerinin doldurabildiği bir boşluk bu. Birkaç kezbana içini döktüğünde kendisi de buna yakın bir tespitte bu-lundu. "Şüphesiz ki hamlıktan uzak ve arınmışsın ama aşkodunda pişmedin. Kadehin ağzına dek badeyle dolu olsa daruhuna öyle bir kapı açmalı ki dolan sular taşsın" dedim. Neyapmalı diye sual edince, "sana bir yoldaş gerek" dedim veKuranı Kerim'de yazan bir hükmü hatırlattım: "Mümin mü-minin aynasıdır."Mesele bir daha açılmasaydı, belki de tümden unutacak-tım ama ben Konya'dan ayrılmadan evvel Rumi bana birrüyadan bahsetti. Uzak bir diyarda arı kovanı gibi bir şehir-de birini arıyormuş. Arapça kelimeler yazılıymış etrafta. İn-sanın nefesini kesen bir günbatımıymış. Dut ağaçlarında ke-tum kozalarda vakitlerinin gelmesini bekleyen ipekböceklerivarmış. Sonra kendisini evinin avlusunda, kuyunun başındabir elinde fenerle beklerken görmüş. Birinin ardından ağlı-yormuş.İlk başta bu rüyanın neye delalet ettiğini kestiremedim.Anlattıklarında aşina gelen bir şey yoktu. Derken bir gün, "te-sadüfen" bir ipek mendil hediye alınca, bilmeceyi çözdüm.İpekböceklerine ne kadar düşkün olduğunuz hatırıma geldi.Zaviyenize dair duyduklarımı hatırladım. Rumi'nin rüyala-rında gördüğü yerin sizin dergâh olabileceğini düşünmeyebaşladım. Hulasası biraderim, Rumi'nin aradığı yoldaşın ça-tınızın altında olabileceğine kaniyim. İşte bu mektubu yazışnedenim budur.Böylesi bir kimse zaviyenizde mevcut mudur bilemem amaeğer öyleyse kendisini bekleyen yazgıya dair malumatı onabildirip bildirmemek size kalmış. Şayet bu coşkun ırmaklarıbirbirine kavuşturup, ilahi Aşk ummanına tek nehirde akıt-maya, iki Hak dostunu tanıştırmaya bir nebze olsun fayda-mız olursa, ne mutlu ikimize.Lâkin, hesaba katmamız gereken bir husus daha var. Rumiher ne kadar nüfuzlu, itibarlı, çok sevilen bir zat olsa da san-mayın ki muhalifleri yok. Dahası, ruhani liderlik vasfı göste-ren bir insanın değişime uğraması, tasavvur dahi edemeyece-ğimiz hoşnutsuzluklar, ihtilaflar doğurabilir. Rumi'nin yol-daşına olan düşkünlüğü, ailesi ve yakınları arasında meseleyaratabilir. Hemen herkesin beğendiği bir kişinin sevdiği in-san, gene herkesin kemgözlerini üstüne çekecektir.Tüm bunlar Rumi'nin can yoldaşını tahmin edilemeyecektehlikelere atabilir. Bir başka deyişle biraderim, Konya'ya yol-layacağın kişi geri dönmeyebilir. Binaenaleyh, Rumi'nin ruh-daşının kim olduğunu bulmazdan, işbu mektubu ona açmaz-dan evvel, bu meseleyi uzun uzadıya düşünmenizdir talebim.Sizi zora soktuysam, affola. Ama her ikimiz de biliyoruz kiAllah kullarına taşıyamayacağı yük vermez. Bu fakirin gün-leri sayılıdır. Cevabınız geldiğinde, şu âlemden göçmüş olabi-lirin. Ama netice ne olursa olsun doğru istikameti seçeceğini-ze itimadım tamdır.Allah şefaatini ve merhametini zaviyenizden eksik etmesin,Şeyh Seyyid Burhaneddin

ŞemsBağdat, 18 Eylül 1243

Bir şeyler dönüyor. Geçen kış Şam'dan gelen ulağı görün-ce hepimizi bir şüphedir aldı. Senenin bu dönemi yoğun kartüm yolları kapattığından kolay kolay yabancı kimse gelmez

Page 20: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

buralara. Eğer bir ulak, fırtına tipi demeden bir mektup ge-tiriyorsa, bu ancak iki ihtimale işaret edebilir: Ya önemli birşey olmuştur, ya da önemli bir şey olmak üzeredir.Ulak ayrıldıktan sonra zaviyedeki herkes mektupta neyazdığına dair tahminler yürütmeye başladı. Genç yaşlı tümdervişler Baba Zaman'a gelen haberi öylesine merak ediyor-du ki! Ama mürşit kimseye en ufak bir ipucu vermedi. Yüzükapalı bir kapı gibiydi. Öylesine sırlı. Sürekli dalgın ve tefek-kürdeydi. Vicdanı ile didişen, önemli bir karar vermekte zor-lanan insanlara has bir durgunluk geldi üzerine.Bu zaman zarfında Baba Zaman'ı yakından inceledim.Salt meraktan yapmadım bunu. İçten içe, ulağın getirdiğimektubun beni ilgilendirdiğini seziyor ama nasıl bir alâkaolabileceğini kestiremiyordum. Bana yol göstersin diye gece-ler boyunca tespih çekip, Esmayıhüsnâ’nın doksan dokuzunuzikrettim. Her defasında Allah'ın isimlerinden bir tanesi öneçıktı: El-Kayyum -Uykusu ile uyuklaması olmayan, varlıkla-rı yöneten ve yönlendiren, ezeli ve ebedi kaim olan...Takip eden günlerde dergâhtaki herkes mektubu konuşur-ken, ben vaktimi bahçede bir başıma, kardan bir battaniyeyebürünmüş olan Tabiat Ana'yı izleyerek geçirdim. En nihaye-tinde bir sabah mutfaktaki bakır çanın çaldığını işittik. He-pimiz meclise çağırılıyorduk. Odaya varınca en çömezindenen kıdemlisine tüm dervişleri orada oturur vaziyette buldum.Çemberin tam ortasında mürşit vardı. Dudaklarını incecikbir çizgi hâlinde sıkmış, düşünceli düşünceli ellerine bakıyor-du. Herkes yerini aldıktan sonra Baba Zaman başını kaldırıpşöyle seslendi:"Sizleri neden buraya topladığımı merak ediyorsunuzdur.Tahmin edeceğiniz üzre gelen ulakla alâkalıdır. Mektubunkimden geldiğini sormayın. Önemli bir meseleye dikkatimicelbettiğini söylemem kâfi gelsin."Baba Zaman bir süre durdu, pencereden dışarı baktı. Yorgungörünüyordu, teni solgundu. Şu birkaç günde gözle görülebile-cek kadar zayıflamış, hatta yaşlanmış gibiydi. Ama lafına de-vam ettiğinde sesine beklenmedik bir kararlılık gelmişti."Uzak olmayan bir şehirde bir allâme-i cihan yaşar. Ke-lâmda ustadır; takva ve ibadette kâmil, ilim ve marifette ma-hirdir. Binlercesi sever ve sayar onu. Sözlerine rağbet edençok, hayranları gani gani ama İlahi Aşk'ta yok olmadığından,benlik zannından tam olarak kurtulamamıştır. Sizi ve benikat kat aşan sebeplerden ötürü zaviyemizden birinin gidipkendisine can yoldaşı olmasında fayda vardır."Pürdikkat dinledim. Nefesimi tuttum. O kadar heyecan-lanmıştım ki kalbim sineme sığmaz oldu. Kırk kuraldan biri-si daha aklımdan geçti.Yedinci Kural: Şu hayatta tek başına inzivada kala-rak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat'ikeşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın ayna-sında tam olarak görebilirsin.Baba Zaman sözlerine devam etti: "Bu zorlu bir maneviyolculuktur. Aranızdan bir gönüllü çıkar umuduyla topladımsizleri. Birinizi bu işe tayin edebilirdim ama vazife gibi yapı-lacak bir iş değildir bu. Ancak aşk için ve aşk ile yapılabilir."Genç bir talip müsaade alıp sordu: "Kimdir bu sözünü et-tiğiniz âlim, efendim?""İsmini ancak gitmeye gönüllü olan kişiye söyleyebilirim."Bunu duyunca birkaç derviş heyecanla, sabırsızlıkla elkaldırdı. Toplam dokuz gönüllü vardı. Ben de katılınca on ol-duk. Baba Zaman ellerimizi indirmemiz için işaret etti. Veusulca ekledi:"Karar vermeden önce bilmeniz gereken bir şey daha var."Ve işte o zaman bu seyahatin engebeler ve badirelerle, zah-metler ve tehlikelerle dolu olduğunu, hatta geri dönüş güven-cesi olmadığını söyledi. Anında tüm eller aşağı indi. Benimki-si hariç.Baba Zaman başını benden yana çevirip, gözlerimin içinebaktı. Ne. zamanki bakışlarımız kesişti, anladım; tâ baştanberi tek gönüllünün ben olacağımı biliyordu."Tebrizli Şems..." diye mırıldandı. Sanki ismim diline ağırgelmişti. "Talebinde sebatkârsın, belli. Kararlılığın takdireşayan ama sen bu zaviyenin üyesi sayılmazsın. Misafirsin.""Ne fark eder, Efendim? Bu neden bir mesele olsun ki?" di-ye üsteledim.Pirimiz uzun bir süre sustu. Sonra beklenmedik şekildeayağa kalktı ve meclisi dağıttı: "Şimdilik bu mesele bir ke-narda dursun. Aceleye lüzum yok. Bahar geldi mi bir daha

konuşuruz."Yüreğim sıkıştı, isyan ettim içimden. Bağdat'a geliş sebebi-min ruhdaşımı bulmak olduğunu gayet iyi bildiği hâlde BabaZaman niçin kaderimin tecellisinden beni mahrum ediyordu?"Pirim, neden hemen şimdi yola çıkmam da beklerim? Neolur söyleyin. Hangi şehirdedir, kimdir bu âlim? Söyleyin kibir an evvel gideyim."Ama mürşit kendisinden duymaya hiç alışkın olmadığımızkatı ve mesafeli bir tavırla konuyu kapadı: "Tartışacak birşey yok. Sohbet sona ermiştir!"

* * *

Ne bitmez, ne çetin bir kış oldu. Bahçeler kaskatı dondu.Sonraki üç ay kimseyle konuşmadım. Her gün tomurcuk açanbir ağaç görebilmek umuduyla karda uzun uzun yürüdüm. Neki kış beterdi. Bahar hiç bu kadar ağırdan almamıştı gelişini.Lâkin görenler beni karamsar sansa da içimde hep umut veminnet vardı. Zira bir başka kuralı aklımdan çıkarmıyordum:Sekizinci Kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlı-ğa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sa-na kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu andagöremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçele-ri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolay-dır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.En nihayetinde bir sabah bir de baktım, göz kamaştıranbir pembelik boy vermiş karların arasından. İncecik, şiir gibilatif bir kardelen... Kalbim ilham ve saadetle doldu. Hızla za-viyeye dönerken yolda kızıl saçlı çömeze rastladım. Neşeyleel salladım. Delikanlı aylardır beni suskun ve suratsız gör-meye o kadar alışmış olmalı ki, ağzı bir karış açık kaldı."Gülsene oğul" diye seslendim. "Cemre düştü, bahar ya-kındır, görmez misin?"O günden sonra hızla değişti tabiat. Son Karlar da eridi,ağaçlar filizlendi; göçmen kuşlar bir bir dönerken serçelerdallarda en güzel nağmelerini şakıdı. Muhteşem bir rayihadört bir yanı kapladı.Ve bir sabah yeniden çaldı bakır çan. Bu kez ilk ben vardımmeydana. Yine hepimiz pirin etrafına çember olduk. Baba Za-man o uzak olmayan şehirde yaşayan İslam âlimi hakkındakonuştu ve gene sordu: "Onun kalbinin kapısını açmaya mey-yal kimse var mıdır bu mecliste?" Ve bu yoldan dönüş olmaya-bileceğini sözlerine ekledi. Yine bir tek ben gönüllü oldum."Demek bir tek Tebrizli Şems'dir bu seyahate hazır olan.Anlıyorum. Lâkin bir karara varmazdan evvel sonbaharıbeklemek isterim."Hayret içinde kalakaldım. Üç aylık ertelemeden sonra tamben yola çıkmaya hazır iken, yaşlı pır bir altı ay daha bekle-memi istiyordu. Yüreğim sinemden fırladı sandım. IsrarlaBaba Zaman'm dudaklarından o âlimin adını almaya çalış-tım. Ama nafile. Bir kez daha yüzüme bakmadan ayaklandıve konuyu kestirip attı.Ne var ki, bu kez beklemek daha kolay olacaktı, biliyor-dum. Kıştan bahara katlanmıştım ya, bahardan güze de bek-lerdim, gam değil. Baba Zaman'm beni gene reddetmiş olma-sı ruhumun ateşini söndüreceğine, daha da canlandırmıştı.Dokuzuncu Kural: Sabretmek öylece durup bekle-mek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir?Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyüledebilmektir. Allah âşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlıtatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilal-den dolunaya varması için zaman gerekir.Nihayet bir sonbahar sabahı bakır çan üçüncü kez çaldı.Bu kez telaş etmeden, önden gitmeden, sakin ve kendimdenemin meydana vardım. Sabrın sonunun selamet olacağına,işlerin yoluna gireceğine emindim. Mürşidimiz daha bir so-luk ve durgun görünüyordu, içinde bir katre kuvvet kalma-mışçasma. Her zamanki konuşmadan sonra gene bir tek be-nim elimi kaldırdığımı görünce, ne başını çevirdi, ne konuyudeğiştirdi. Onun yerine dingin bir ifadeyle başını salladı."Eyvallah Şems, anlıyorum ki yola çıkacak olan kişi sen-sin. Buna şüphe kalmadı. Yarın şafakla beraber zaviyemiz-den ayrılmış olursun."Vardım mürşidin elini öptüm. Nihayet aradığım can yoldaşını bulacak, ömrümün bir faslını daha noktalayacak vemuhtemelen bu dünyadaki son uzun mevsimimi yaşamayabaşlayacaktım.

Page 21: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Baba Zaman şefkat ve kaygı dolu gözlerle, tıpkı oğlunu har-be yollayan bir baba gibi kederli ama bir o kadar kıvançlı birteslimiyetle baktı yüzüme. Sonra cüppesinden mühürlü mektu-bu çıkardı ve bana verdikten sonra odayı terk etti. Birer birertüm dervişler onunla kalkıp gittiler. Meydanda bir başıma ka-lınca mum mührü kırdım, içinde usta bir hattatın elinden çık-mışçasına iki kıymetli malumat vardı. Gideceğim şehrin ve bu-lacağım kişinin isimleri. Anlaşılan, şehirlerden Konya'ya gide-cek ve Mevlâna Celaleddin Rumi nâm-ı âlimi bulacaktım.Bu ismi daha evvel hiç duymamıştım. Meşhur bir zat ola-bilirdi ama külliyen sırdı benim için. İsmini pare pare ayır-dım, harf harf yüreğime yazdım: Kudretli, vefalı, dimdik ken-dinden emin R harfi; kadife gibi yumuşak, uysal ve merha-metli U; yaratıcı, girişken ve gözüpek M ve henüz bir muam-ma olan, çözülmeyi bekleyen bir sual gibi esrarengiz İ harfi.Tekrar ve tekrar söyledim bu ismi. Tâ ki "su" gibi, "ekmek"gibi, "süt" yahut "bal" gibi, "Hak" yahut "Hu" gibi, dilime dostolana değin...

EllaBoston, 22 Mayıs 2008

Bu perşembe sabahı, boğazı yanarak uyandı Ella. Pejmür-de bir hâldeydi. Birkaç gecedir alışkın olmadığı bir tempoylageç saatlere kadar oturduğundan vücudunun ritmi şaşmıştı.Yine de kahvaltı sofrasını zamanında hazırladı ve ailesiyleberaber masaya oturdu. İkizler okulda en havalı araba han-gi öğrencinin diye aralarında atışırken onları can kulağıyladinliyormuş gibi yaptı. Ama aklı fikri kafayı yastığa vurupuyumaktaydı.Derken aniden Orly bir soru sordu: "Avi diyor ki ablam birdaha eve dönmeyecekmiş. Doğru mu anne?" Ses tonu hemşüphe hem tenkit yüklüydü."Tabii ki doğru değil. Ablanla biraz atıştık, o kadar. Her ai-lede böyle tartışmalar olur. Sonra geçer" dedi Ella.Bu kez Avi lafa girdi; muzip ve kinayeli. "Gerçekten Scott'uarayıp ablamı terk etmesini söyledin mi anne?"Ella’nın gözleri kocaman oldu, göz ucuyla kocasına baktı.David kaşlarını kaldırıp ellerini yana açarak, çocuklara ha-ber uçuranın kendisi olmadığım ima etti."Öyle olmadı" dedi Ella en otoriter ses tonuyla. "Evet,Scott'la konuştum ama ona ablanızı terk etmesini söyleme-dim. Tek dediğim evlenmek için acele etmemeleriydi.""Sen merak etme, ben hiç evlenmeyeceğim anne" diye ara-ya girdi Orly, gayet kendinden emin.Avi pis pis sırıttı. "Yaaaa, sanki seni alacak kocayı buldun da!"Ella, ikizlerinin birbirleriyle dalga geçmesini dinlerken,dudaklarının kenarına yapay bir gülümsemenin konduğunuhissetti. Silmeye çalıştıysa da pek başaramadı. Kahvaltı son-rası çocuklarını okul servisine uğurlarken, David ile kapıdaayaküstü birkaç kelime paylaşırken bile o iğreti gülümsemeorada takılı kaldı, teninin altına kazmmışçasma.Yüzünün ifadesi ancak herkes gittikten sonra bir basmamutfağa döndüğünde değişebildi. Tebessüm yerini durgunlu-ğa devretti. Bıkkın gözlerle etrafı süzdü. Mutfağın her yanıbatmıştı. Yarısı yenmiş omlete, mısır gevreği kâselerine, kir-li tezgâha baktı. Gölge, sabırsızlıkla yürüyüşe çıkmayı bekliyordu bir kenarda. Ama iki fincan kahve ve koca bir bardakmultivitamin içeceğinden sonra bile Ella o kadar takatsizdiki, ancak bahçeye kadar çıkarabildi köpeği.Geri döndüklerinde telesekreterin kırmızı ışığının yanıpsöndüğünü gördü. Düğmeye basar basmaz Jeannette'in kadi-femsi sesi odayı doldurdu:"Anne, orada mısın? E, herhalde yoksun, yoksa ahizeyikaldırırdın. (Kıkırdama sesi). Sana çok kızdım biliyor mu-sun? Ama şimdi geçti. Yaptığın yanlıştı tabii, Scott'u arama-malıydın. Gerçi neden böyle yaptığını anlıyorum. Mamiş, be-ni sürekli koruyup kollamana gerek yok. Kuvözdeki prema-türe bebek büyüdü. Üstüme bu kadar düşme! Bırak kendiayaklarımın üzerinde durayım, olur mu?"Ella’nın gözleri doldu. Aklına Jeannette'in ilk doğduğun-daki hâli geldi. Teni acınası kırmızı, minnacık yüzü kırış kı-rış, parmak uçları neredeyse şeffaf bir bebekti. Akciğerleritam olarak gelişmediğinden haftalarca solunum cihazınabağlanması gerekmişti. Bu dünyaya öyle hazırlıksız gelmiştiki. Kaç gece uykusuz kalmıştı Ella. Vaktinden evvel doğan

bebeğinin hayata tutunduğundan emin olabilmek için her so-luk alışverişine dikkat kesilerek nasıl beklemişti günbegün,haftabehafta. İşte en son o zaman dua etmişti Tanrı'ya.Mesaj sona ererken Jeannette'in sesi dalgalandı. "Anne-cim seni çok seviyorum, sakın unutma."Ella gülümsedi. Aklı hemen Aziz Zahara’nın yazdığı mesa-ja gitti. Demek Guatemala'daki Kırık Kalpler Ağacı işe yara-mış, Aziz'in dileği gerçekleşmişti. En azından yarısı! Jean-nette annesini arayıp bu mesajı bırakarak üstüne düşeniyapmıştı. Şimdi sıra Ella'daydı.Kızını cepten aradı. Ve onu üniversite kütüphanesindeders çalışırken yakaladı."Canım mesajını dinledim. Olanlardan dolayı çok üzgü-nüm. Beni affet."Jeannette hafifçe iç çekti. "Dert etme artık. Mesele yok anne.""Hayır var" diye üsteledi Ella. "Senin hislerine daha saygı-lı olmam gerekirdi. Hayatına bu şekilde karışmaya hakkımyoktu."Jeannette yaşından beklenmedik bir olgunlukla, "Unuta-lım gitsin, olur mu?" dedi. "Her ailede olur bunlar." Duyan dazannederdi ki anne oydu, Ella da isyankâr kızı."Tamam" dedi Ella rahatlamış bir şekilde.O zaman Jeannette alacağı cevaptan korkarcasma müte-reddit, mahcup, kısık sesle sordu: "Anne, o gün telesekreterebıraktığın mesaj var ya, bana çok dokundu. Doğru muydu odediklerin? Gerçekten mutsuz musun?""Tabii ki mutsuz değilim, o günkü ruh hâlime ver sen o laf-ları" diye geçiştirdi Ella. "Üç tane harikulade çocuk yetiştir-dim, nasıl mutsuz olabilirim?"Ama Jeannette pek ikna olmamıştı: "Kast ettiğim, babam-la mutsuz musun?"İyi bir yalan bulamayınca, doğruyu söylemeye karar verdiElla. "Babanla uzun süredir evliyiz. Bunca sene sonra hâlââşık olmak zor. Her çiftin başına gelir.""Anlıyorum" dedi Jeannette. Ve ne gariptir ki Ella. henüzüniversitede okumakta olan kızının kendisini gerçekten anla-dığını hissetti.Telefonu kapatınca uzun zamandır yapmadığı, belki de hepertelediği bir şey yaptı: Hayatında aşk olmasını diledi. Aşkonun ayağına gelmiyorsa, o aşkın ayağına gidecekti. Peki amanasıl? Gönlü bu kadar yaralıyken, kendine olan güveni derin-den örselenmişken kocasına bir daha âşık olabilir miydi acaba?Peki ya bir başkasına? Aşk kafiyesizlere kafiye, gayesizle-re gaye, canı sıkkınlara bir nebze heyecan ve haz sunmanındışında neye yarardı bu yaban dünyada? Peki ya aşkı bulmasevdasından çoktan vazgeçenler... onlar ne olacaktı?Gün bitmeden Aziz'e bir mektup yazdı.

Sevgili Aziz,Kırık Kalpler Ağacı'na astığın dilek için te-şekkür ederim. Belki de sayende bir aile mesele-sini çözdük. Büyük kızımla aramız düzeldi.Tespitinde haklısın galiba. Hep iki kutup ara-sında gidip geliyorum: Ya çok müdahaleci oluyo-rum, ya tamamen edilgen. Ya sevdiklerimin haya-tına fazla karışıyorum, ya da olan biten karşı-sında seyirci kalıyorum."Tevekkül"den bahsetmişsin. Bu kelimeyi haya-tımda hiç kullanmadım! İtiraf etmeliyim sözünüettiğin türden huzurlu bir teslimiyeti hiç yaşa-madım. Bende Sufi kumaşı yok zaten. Ama bir şe-yin farkındayım: Jeannette'le aramız ancak bendiretmeyi ve müdahale etmeyi bırakınca düzeldi.Yoksa benim zorlamamla değil. Tevekkül buysaeğer, işe yarıyormuş.Ben de senin için dua ederdim ama Tanrı’nın ka-pısını çalmayalı o kadar uzun zaman oldu ki, benibuyur edeceğini sanmam, —eyvah, senin romanındakizorba hancı gibi konuştum galiba: ) Merak etme,henüz o kadar sirkeleşmedi içim. Henüz değil...»Boston'daki yeni arkadaşın,Ella

MektupBağdat'tan Kayseri'ye, 29 Eylül 1243Bismillahirrahmanirrahim,Muhterem Seyyid Burhaneddin biraderim,

Page 22: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Mektubunuzu almak ve her zamanki gibi Hakikat Yolu'naömrünüzü adadığınızı görmek bana fevkalade tesir etti. Lâkin itiraf etmeliyim ki aynı zamanda bir tereddüt bastı içimi.Zira Rumi'ye can yoldaşı aradığınızı okur okumaz kimdenbahsettiğinizi bildim. Bilemediğim, bundan sonra ne yap-mam gerektiğiydi.Baştan anlatayım: Zaviyemde bir Kalenderi derviş vardı.Adı, Tebrizli Şems. Mektubunuzdaki tarife harfiyyen uyuyor-du. Riyazattan ilahiyata, fıkıhtan kimyaya envai çeşit alandatanıdığım en bilgili ve zeki insandı. Ancak ilahi Aşk'tan baş-ka her neyi önemseyip putlaştırıyorsak yıkmak istediğinden,bazen okuma yazması bile yokmuş gibi davranır, kafaları ka-rıştırırdı. Şems bu dünyadaki son vazifesinin, bir münevverikendi içindeki güneşle tanıştırmak suretiyle aydınlatmak ol-duğuna inanıyordu. Ne bir mürşit, ne bir müritti aradığı. Al-lah'tan tek talebi bir can yoldaşı, bir ruhdaştı.Bir keresinde ona niçin daha çok sayıda insana sesini du-yurmayı hedeflemediğini sordum. Cevap olarak bana bu âle-me sıradan insanlar için değil, tek bir insan için geldiğinisöyledi. "Madem ki bu dünya "kün" deyince oldu, yani bir ke-limedir varoluşumuzun özü, ben de harflerden kelimeleri, ke-limelerden hakikati çıkaracak olan dil cambazı bir kişiye yar-dıma geldim" dedi.Mektubunuzu alır almaz, kaderinde Rumi ile kavuşmakolan şahsın Şems olduğunu anladım. Yine de zaviyedeki herdervişime eşit fırsat tanıyabilmek için herkesi meydana topla-dım. Teferruata girmeden durumu anlattım. Her ne kadarbirkaç kişi bu yolculuğu yapmaya gönüllü olduysa da işinzorluklarını duyduktan sonra caydılar. Sebat eden tek kişiŞems'ti. Tüm bunlar geçen kış yaşandı. Baharda ve güzdeherkesi tekrar tekrar sınadım, aynı manzara tekrarlandı."Neden bu kadar bekledin?" diyeceksiniz. Buna verecek tekbir cevabım var: Şems'i çok sevmiştim. Onu tehlikeli bir sefe-re yollamak beni sarstı.Tehlikeli çünkü Şems öyle geçinmesi kolay bir insan değildir. Bir kere fazlasıyla gururlu ve açıksözlüdür. Göçebe bir ya-şam sürdüğü müddetçe idare etmişti ama bir şehirde, yerle-şik insanlar arasında şimşekleri üzerine çekmesinden ürkü-yordum. Cahiller onu anlamaz, okumuşlar ise kıskanır katla-namaz. O yüzden seyahatini geciktirmeye çalıştım. Ama gidi-şini ancak bir yere kadar erteleyebildim.Şems'in yola çıkmasından önceki akşam ikimiz beraber dutağaçlarının çevresinde yürüdük, ipek de tıpkı aşk gibi. Hembunca hassas ve nazenin, hem sanıldığından daha kuvvetli vedayanıklı, hatta âteşin.Şems'e dedim ki: "Bak, ipekböceği kozadan çıkarken alınteriyle ördüğü ipeği yırtıp parçalar. Bu yüzden çiftçiler ya ipe-ği seçerler, ya ipekböceğini. ikisini birden koruyamazlar. Ço-ğu zaman ipeği kurtarmak için ipekböceğinin canını alırlar.? Bir tek ipek mendil için bilir misin yüz ipekböceği can verir?"Rüzgâr bizden yana esti, usuldan. Ürperdim o an. Yaş ke-male erince üşütmek kolay oluyor ama havadan değildi üşü-mem. Çünkü o an bildim, Şems'i bahçemde son görüşümdübu. Bir daha görüşemeyecektik. Bu âlemde değil. O da aynışeyi sezmiş olacak ki, gözlerine bir hüzün çöktü.Şafak sökerken el öpüp helalleşmeye geldi. Baktım, uzun ka-ra saçlarını kazımış. Şaşırdım ama ne ben sebebini sordum, neo aniattı. Bir tek şey söyledi: "Bu hikâyede benim payım ipekbö-ceğininkine benzer. Rumi pektir, ilmik ilmik örülecektir. Vakittamam olunca ipeğin bekası için ipekböceğinin ölmesi gerekir."işte böylece Konya'ya doğru yola çıktı. Allah yardımcısı ol-sun. Buluşmasında sonsuz hayırlar olan iki canı bir arayagetirmekle doğru şeyi yaptığımıza inanıyorum. Ama kalbim-de bir ağırlık var. Zaviyemize ayak basan bu en fevri, en her-cai, belki de en deli dervişi şimdiden özlüyorum.En nihayetinde hepimiz Allah'a emanetiz ve hiç şüphe yokki O'na döneceğiz.Selametle,Baba Zaman

ÇömezBağdat, 29 Eylül 1243

Bana sorarsanız zaviyede derviş olmak kolay. Ne var kibunda? Sabah akşam otur mır mır dua et, tespih çek, zikirçek. Çocuk oyuncağı! Esas zorluk çömez olmakta! Herkes

dervişliğin zahmetlerinden dem vurur ama nedense kimsebiz zavallı saliklerin çektiklerinden bahsetmez. Buraya gel-dim geleli it gibi çalışıyorum. Bazı günler o kadar yoruluyo-rum ki döşeğe düştüğümde kolumun bacağımın ağrısındanuyuyamıyorum. Ama kimin umurumda? Kimseden ne bir te-selli duydum, ne müşfik bir bakış gördüm. Ne kadar çalışır-sam çalışayım bir türlü yaranamıyorum. İsmimi dahi bildik-lerini sanmıyorum. "Cahil talip" diye sesleniyorlar bana, san-ki adım sanım yokmuş gibi. Arkamdan da fısıldasıyorlar:"Havuç kafalı gafil oğlan!"Ama en kötüsü Aşçı Dede'nin emrinde mutfakta çalışmak!Göğüs kafesinde kalp yerine taş taşıyor adam. Dergâhta aşçıolacağına, savaşın kitabını yazmış Moğol Ordusuna komu-tan olsa daha isabetli olurdu. Bir kerecik olsun ağzından tat-lı bir söz çıktığını duysam, sağ kolumu keseceğim. Gülümse-meyi bildiğinden bile şüpheliyim.Bir seferinde dayanamadım, meydancıya sordum. "Bu zavi-yeye gelen tüm çömezler merasim hırkası giydirilmeden evvelbenim gibi Aşçı Dede'nin zorlu imtihanına tâbi tutulur mu?"Meydancı müstehzi bir edayla gülümsedi. "Hepsi değil ev-lat, yalnızca katır kutur ham olanlar" dedi.Katır kutur ham olanlar ha, öyle mi? Neden diğer çömez-lerden daha çok çile çekecekmişim? Nefsim onlarınkindendaha mı büyük, daha mı kötü yani?Her sabah en erken ben kalkıyorum; dereden kova kova sutaşıyorum. Sonra ocağı yakıyor, yüzüm gözüm is içinde kala-na dek ekmek pişiriyorum. Kahvaltıda içilen çorbayı hazııiamak gene benim vazifem. Kolay değil, elli kişilik kazanlardapişiyor her şey. İçine beş kişi girer rahat rahat yıkanır, öyledevasa. Ya sonrasında kim yıkar, ovalar kazanları? Gene bentabii ki! Bulaşıkçı da benim burada, temizlikçi de, çamaşırcıda. Gün doğumundan gün batınıma durmadan emir yağdırı-yor Aşçı Dede:Havuç kafa, yerleri sil! Tezgâhları parlat! Merdivenleri te-mizle! Avluyu süpür! Git odun kes! Ahşapları cilala! Tencere-leri kalayla! Reçel kaynat, acı sos hazırla. Hıyar, patlıcandoğra, ezme yap, turşu doldur -aman tuzu ne eksik ne fazlaolsun, suyun üstünde bir yumurta durabilecek kadar olsa ye-ter. Her şeyi tam istediği gibi yapmazsam Aşçı Dede cinnetgeçirir, çanak çömlek eline ne geçerse kafama atar. Haydi,işin yoksa sil baştan.Tüm bunlar yetmezmiş gibi, eksiksiz her işte, dua üstünedua okumamı emreder. Yüksek sesle okurum ki, Aşçı Dedebeni daha rahat denetlesin. Bir kelime atlayacak olursamvay hâlime, canıma okur. İşte ben böylece, her Allah'ın günübir yandan dua ezberler, bir yandan harıl harıl çalışırım.Mutfaktaki zorlukları yenersem, bu yolda daha çabuk ol-

gunlaşırım şım! Böyle diyor Aşçı Dede. "Hiç etrafında ateş ol-mazsa kaynar mı kazan? Pişebilir mi nohut? Sen de aynen öy-le, ateşin içinde oflaya poflaya, kaynaya kaynaya pişeceksinelbet!"Lafa bak! Nohut muyum ben? Bir keresinde dayanama-dım, soruverdim: "İyi de ne zamana kadar sürecek bu ateştenimtihan?""Binbir gün binbir gece" demez mi gaddar adam! Ardındanda pişkin pişkin ekledi: "Masallardaki Şehrazat her gece baş-ka bir öykü uydurabildiyse, sen de onun kadar dayanabilir-sin herhalde."Kafayı yemiş bu adam! Benim şu perişan hâlimle o çenesidüşük Şehrazat arasında ne tür bir benzerlik olabilir ki? Hanımefendinin tek yaptığı kadife yastıklara, atlas yorganlarayaslanıp bacak bacak üstüne atmak ve bir eliyle zalim hükümdara hurma, incir, üzüm yedirirken bir yandan çılgın hi-kâyeler uydurmak! Bunun neresi zor Allah aşkına? Gelsinbenim çektiğim eziyetlerin yarısına katlansın, değil binbirgece, bakalım bir hafta dayanabiliyor mu?İmtihanım bitmesine çok var daha. Sayan var mı bilmiyo-rum ama ben her gün bir çentik atıyorum duvara: Şafak altıyüz yirmi dört!Bu zaviyedeki ilk kırk günümü ufacık, basık ve karanlıkbir hücrede geçirdim. Ne yayılabilir, ne doğrulabilirsin. Nesağına ne soluna dönebilirsin. Sürekli dizüstü hazır vaziyet-te oturmak durumundasm. Sıkı sıkı tembihlediler: Olur dakaranlıktan korkarsan, açlıktan miden kazınırsa, ya da ma-azallah, ıslak rüyalar görür bir kadın vücudu arzularsan, he-men tavandaki çanı çal, manevî destek ara!

Page 23: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Kırk gün kaldım o hücrede. Bir kez olsun çanı çalmadım.Aklıma fena fikirler gelmediğinden değil, Allah biliyor ya sü-rüsüyle geldi ama o daracık yerde sıkışmış, serçe parmağımıdahi kıpırdatamazken azıcık fena fikirden kime zarar gelir ki?Çilehaneden kurtulunca bu kez de Sertarik geldi, "eti se-nin, kemiği benim" diyerek Aşçı Dede'ye teslim etti beni. Me-ğer mutfakta çekilen çile en beteriymiş. Gene de, ne kadargarez edersem edeyim, aşçının kaidelerinden dışan hiç çık-madım, tâ ki Şems-i Tebrizî gelene dek. Onun geldiği gecemutfaktan sıvıştım diye Aşçı Dede feci bir dayak attı. Sırtım-da sıra sıra kızılcık sopalan kırdı. Sonra ayakkabılarımı al-dı, uçları dışarı bakacak şekilde kapının önüne koydu. Böyle-ce tekke adabına uygun biçimde "evlat, gitme vaktin geldi"diyordu."Eğer gönlün emin değilse, boş yere kendini de yorma, benide" diye ters ters buyurdu Aşçı Dede. "Dere eşeğin ayağınagelmez. Su içmek isteyen eşek kendisi dereye gider, unutma.Tasavvufda derya deniz sudur kana kana içmek isteyene!" Budurumda ben de eşek oluyorum tabii.İşin doğrusu, Şems-i Tebrizî olmasa çoktan buralardan git-miştim. Bu gezgin derviş öyle acayibime gidiyor ki, sırf onaolan merakımdan zaviyeye demir attım. Daha evvel hiç böy-le bir abdal görmemiştim. Kimseden korkusu yok, kimselereboyun eğmiyor. Aşçı Dede bile ona hürmet ediyor. Ben deiçimden karar verdim: Bundan böyle ibret alacağım kişi,Şems olacak. Cazibesi, sivri dili, serkeşliği, asi mizacıyla o ol-malı benim mürşidim. Bizim yaşlı, uyuşuk pir efendi değil.Evet, Şems-i Tebrizî benim kahramanım. Onu gördüktensonra kendi kendime dedim ki "ne demeye munis bir dervişolacağım. Şayet onun yanında feyiz alacak kadar kalırsam,ben de Şems gibi gözüpek, isyankâr olurum." Böyle dedim vegüz gelip de Şems'in temelli gideceğini anlayınca, ben deonun peşinden Konya'ya gitmeye karar verdim.Kararımı Baba Zaman'a bildirmeliydim. Odasında otur-muş, kandil ışığında mektup yazarken buldum onu. Beni gö-rünce sevinmişe benzemedi. Varlığım onu yoruyormuş gibibezgin baktı suratıma:"Ne istersin Kızıl Çömez?" diye sordu.Lafı dolandırmadan derdimi anlatmaya koyuldum: "Görü-yorum ki Şems-i Tebrizî gidiyor. Ben de onunla gitmek iste-rim. Yolda yardıma ihtiyacı olabilir."Baba Zaman dikkatle süzdü beni. "Şems'e yardım etmekistediğin için mi onunla gitmek istersin yoksa vazifelerindenkaçmak mıdır niyetin? İmtihanın daha bitmedi. Mürit sayıl-mazsın henüz.""Şems gibi birine yolda eşlik etmek de bir nevi imtihan de-ğil mi?" diye sordum. Haddimi aştığımın farkmdaydım amapiri ikna etmek için bunu göze almıştım.Şeyhim başını eğdi, tefekküre daldı. O sustukça ben desindim olduğum yerde. Şimdi beni azarlayacak, Aşçı Dede'yiçağırıp bana göz kulak olmasını söyleyecek sandım. Ödümpatladı. Ama böyle bir şey olmadı. Baba Zaman düşünceli birifadeyle bana baktı, kafasını salladı."Nicedir seni sınamaktaydık. Gerçi meyve ağaçtan sonravücuda gelir ama hakikatte evvel odur. Kişinin nasıl dervişolacağı, daha çömezliğinden belli olur. Bu yollar sana göredeğil, evladım. Her sene tekkeye gelen yedi gençten ancak bi-ri tarikatta kalabilirmiş. Kanaatimce derviş olmaya mayanmüsait değil, kısmetini başka yerde araman daha hayırlıolur."Ne diyeceğimi bilemeden, yutkundum.Baba Zaman sesini yükselterek lafını tamamladı. '"Tebriz-li Şems'e seyahatinde eşlik etme fikrine gelince, bunu banadeğil, kendisine danışmalısm."Bu kati ihtarın ardından pir, kapıyı işaret ederek mektu-buna döndü.Böylece tekkeden atılmış oldum. Üzgündüm, gururum kı-rılmıştı ama doğrusu, rahatlamıştım. Nihayet kuşlar kadarhürdüm.

ŞemsBağdat, 30 Eylül 1243

Bu sabah şafak sökerken Baba Zamanla helalleşip yola çık-tım. Atıma atladığım gibi doludizgin sürdüm. Tepeye varıncadurup uzaktan son kez zaviyeye baktım. Dut ağaçlarıyla çevre-

lenmiş kerpiç bina, çalılıklar arasında gizli bir kuş yuvası gibiy-di. Baba Zaman'm bitkin çehresi zihnimde şimşek gibi çaktısöndü. Benim için endişelendiğini biliyordum ama doğrusu bu-na sebep görmüyordum. Benim bildiğim Aşk'tan uzaklaşanlaraendişelenmek lâzım gelirdi, doludizgin Aşk'a koşanlara değil.Onuncu Kural: Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı,Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğ-ru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculukeden kişi, sonunda arzı dolaşır.Konya'da beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Ama şehirbana nasıl bir kader hazırlamışsa, kucaklamaya hazırdım,tüm kararlarıyla beraber.On Birinci Kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden do-ğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Sen-den yepyeni ve taptaze bir "sen" zuhur edebilmesi içinzorluklara, sancılara hazır olman gerekir.

* * *

Zaviyeden ayrılmadan önceki gece odamın tüm pencereleri-ni ardına kadar açtım. Karanlığın kokusu içeri doldu. Titrekkandil ışığında bir ayna parçasına baka baka saçlarımı kes-tim. Yumak yumak saç döküldü yere. Bir usturayla tamamenkazıdım kafamı. Sonra tek tek ve usul usul sakalımı, bıyığımıkestim, kaşlarımdan kurtuldum. İşim bitince suretimi incele-dim. Artık yüzüm daha genç, daha aydınlıktı. Zerrece kıl olma-yınca, ne yaşım, ne adım, ne cinsiyetim kalmıştı. Ne geçmiş, negelecek, yalnızca şu ana mühürlüydüm sonsuza dek.Baba Zaman'm odasına varıp, hakkını helal etmesini iste-dim. "Bakıyorum yolculuğun şimdiden seni değiştirmiş" dediyeni hâlimi görünce. "Hâlbuki daha başlamadı bile."On İkinci Kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkanher yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa deği-şir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.Baba Zaman belli belirsiz bir tebessümle beni yanma ça-ğırdıktan sonra, kadife bir kutu tutuşturdu elime. Kutuda üçnesne vardı: Bir gümüş kakmalı ayna, işlemeli bir ipek men-dil ve minnacık billur bir şişe."Bunlar sana yolculuğunda yardım edecek. Lâzım oldukçakullan. Olur da kendine olan güvenin sarsılırsa, bu ayna sa-na iç güzelliğini gösterecek. İtibarın lekelenirse şayet, buipek mendil asıl önemli olanın kalp temizliği olduğunu hatır-latacak. Şişedeki merhem ise hem zahiri hem bâtınî yarala-rını iyileştirecek."Her nesneyi tek tek okşadıktan sonra kutuyu kapattım veBaba Zaman'a teşekkür ettim. Sonra söylenecek bir söz kal-madı.Güneşin ilk ışıklarıyla kuşlar cıvıldaşırken, çiğ taneleri dal-lardan sarkarken, atıma bindim. Konya'ydı istikametim. Ken-dimi Kadir Allah'ın yazdığı yazgıya teslim ettim. Neler olacağı-nı bilmeden ve bilmeyi istemeden var gücümle ilerledim.

ÇömezBağdat, 30 Eylül 1243

Bedelini düşünmeden ahırdan bir yağız at çaldığım gibiŞems-i Tebrizî'nin peşine düştüm. Elimden geldiğince arada-ki mesafeyi ayarlamaya çalıştıysam da, kendimi belli etme-den onu izlemem hayli zor oldu. Bağdat'a varınca Şems birpazaryerinde mola verip, yolluk almaya çıktı. Ben de "şimditam sırasıdır" diyerek kendimi atının önüne attım."Kızıl saçlı kara cahil oğlan, ne demeye yerde yatarsın?"diye sordu Şems atınm tepesinden eğilerek. Hem şaşırmış,hem keyiflenmiş gibiydi.Dizlerimin üstüne çöktüm. Tıpkı dilenciler gibi ellerimikavuşturup yalvardım: "Seninle gelmek istiyorum. Benimkahramanım sensin. Bırak ben de geleyim.""İyi de nereye gidiyorum biliyor musun?"Afalladım. Doğrusu bunu hiç düşünmemiştim. "Hayır,ama ne fark eder? Müridin olmak isterim. Seni kendime ib-ret alırım.""Boşuna konuşursun. Ben ne mürşit, ne mürit isterim. Yal-nız gezerim. Kimseye ibretlik bir hâlim de yok" diye terslediŞems. "On Üçüncü Kural: Şu dünyada semadaki yıldız-lardan daha fazla sayıda sahte hacı hoca şeyh şıh var.Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini

Page 24: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yön-lendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.""Destur ver geleyim, ne olur" diye yalvardım. "Hem hermeşhur seyyahın yanında muhakkak çırak nevinden bir yar-dımcısı olur. Ben de senin çırağın olurum."Şems düşünceli bir edayla çenesini kaşıdı. Bir an için ba-na hak verdiğini sandım. %"Kızıl Çömez, bana yoldaşlık etmeye gücün yeter mi peki?"diye sordu aniden.Hevesle ve gayet çevik bir şekilde zıplayarak doğruldum."Elbette yeter! Gücüm özümden gelir.""Peki o zaman. Mademki benim müridim olmak istersin,işte ilk vazifen: En yakın meyhaneye git, bir testi şarap al.Gel bu meydanda dik kafana, lıkır lıkır iç!"Ağzım açık kalakaldım. Bunca zaman tasavvuf yolunda piş-mek için çekmediğim zahmet ve mihnet ve eziyet kalmamıştı.Günde yüz defa yerleri cüppemle cilalamaya, dumandan göz-lerim yaşarıncaya dek ateş başında tencere tava kalaylamaya,paslı kapanlardan fare ölüleri toplamaya, kısacası her türlüangaryaya hayli aşinaydım. Maneviyatımı güçlendirmek adı-na bir oturuşta yüz soğan doğramaya, koca kazanlarda yağlıpilavlar, ballı hoşaflar hazırlamaya, sabahtan akşama eşek gi-bi çalışmaya alışkındım. Ama kalabalık bir pazaryerinde, her-kesin gözü önünde şarap içmeye gelince, doğrusu mezhebim okadar geniş değildi. Dehşet içerisinde kalmıştım."Tövbe Estağfurullah' dedim. "Babam duysa bacaklarımı kı-rar valla. Ailem beni Baba Zaman'm zaviyesine iyi bir Müslü-man olmam için yolladı, kâfir olup yoldan çıkmam için değil.Sonra elalem hakkımda ne düşünür? Konu komşu ne der?"Şems yakıcı bakışlarla süzdü beni. Tıpkı o ilk gece ben ka-pı arkasından onu gözetlediğimde olduğu gibi, nazarıyla ezdibitirdi yüreğimi.Nihayet, hakkımda hükmünü verdi, atının yularlarını çek-ti. "Kızıl Çömez, sen bana mürit olamazsın" dedi. "Başkaları-nın ne düşündüğüne fazla kafa yoruyorsun. Ama bilsen ki^baş-kalarmdan kabul ve hürmet görmeyi ne kadar çok arzu eder-sen, onların tenkit ye dedikodularına da o kadar takılırsın."Şems'e yoldaşlık fırsatını elimden kaçırdığımı anlamıştım.Son bir gayretle kendimi savunmaya çalıştım."İyi ama sen bana 'git şarap al' deyince ben de sandım ki iti-kadımın sağlamlığını sınamaktasın. Beni bilhassa bu imtihanakoşmadığını nereden bilecektim? İmanımı sınıyorsun sandım."Şems kaşlarını çattı: "Bir başkasının itikadının sağlamlı-ğını sınamak biz insanlara düşmez ki. Bu Allah'tan rol çal-mak olur. Kulun imanını ölçüp tartmak kul harcı değildir,bilmez misin?"Çaresiz çevreme bakındım. Dervişin ettiği lafları tartıpbiçtim ama hangi kefeye koyacağımı bilemedim. Kafam o ka-dar karışmıştı ki şakaklarım zonkluyordu. Nefesim sıkışmışgibi yenimi, yakamı açtım.Şems aynı vakur edayla devam etti: "Kızıl Çömez, tasavvufummanına kendini adamak istediğini söylersin ama karşılığın-da hiçbir bedel ödemeye niyetin yok. Bu iş öyle olmaz! Kimi içinpara pul, kimi için şan şöhret, kimine kıdem itibar, kimine tenşehvettir esas tuzak! İnsjm_ngye_fazlaca kıymet veriyorşa__şudünyada, evvela ondan kurtulması şarttır bu yollarda."Bunu da dedikten sonra Tebrizli Şems eğilip atının boynu-nu okşadı. Lafı nihayete erdirmek istercesine, "Zannım odurki, Bağdat'ta kalsan, anana atana dönsen hakkında daha ha-yırlı olur. Namuslu bir zanaatkar bul, ona çırak ol. İçimdenbir his diyor ki ileride senden gayet başarılı bir tüccar olur.Aman gözü doymazlardan olma sakın! Şimdi müsaadenle yo-la düşeyim."Bana son kez selâm verdi. Topuklarıyla atını mahmuzla-dıktan sonra deli rüzgâr, taşkın nehir gibi hızlanarak dörtna-la uzaklaştı. Atının toynaklarının altında kayıp gidiyordudünya. Ben de atıma atladım, tâ Bağdat'ın eteklerine varanadek onu kovaladım. Ama aramızdaki mesafe gittikçe açıldı.En sonunda ufukta minnacık bir beneğe dönüştü.Bekledim. Ve Allah biliyor ya o kapkara benek ufuk çizgi-sinde damla gibi eriyip kaybolduktan çok sonra dahi, Şems'inyakıcı bakışlarını üzerimde, tâ yüreğimin derinlerinde his-settim.

EllaBoston, 24 Mayıs, 2008

Bahar mevsimi boyunca Rubinsteinların görkemli malikâ-nesinde her sabah ilk uyanan, mutfağa ilk gelip kahvaltıyıhazırlayan Ella'ydı. Kahvaltının en faydalı öğün olduğunainanırdı. Kadın dergilerinin birinde okumuştu. Bir araştır-maya göre düzenli kahvaltı eden aileler, aile fertlerinin aç bî-ilaç kapıdan fırlayarak güne başladığı ailelere kıyasla çokdaha uyumlu ve mutlu oluyorlardı. Her ne kadar bu kıyasla-maya inancı tam olsa da, dergide sözü edilen o keyifli kahval-tıları henüz yaşamamıştı Ella. Kendi evlerindeki kahvaltılarpek öyle uyumlu filan olmuyordu. Daha ziyade herkes ayrıbir telden çalıyor, kimse aynı yiyeceği paylaşmıyordu. Biri re-çelli tost ekmeği yemeyi tercih ederken (Jeannette), diğeriballı mısır gevreğini kaşıklıyor (Avi), bir başkası tavada yu-murtasını tam kıvamında isterken (Davidj; dördüncüsü hiç-bir şey yememekte ısrar ediyordu (Orly). Gene de Ella'nınnezdinde kahvaltı önemliydi. Her sabah usanmadan herke-sin yiyeceklerini hazırlar; böylece çocuklarının okulda aburcubur yemek zorunda kalmayacaklarını düşünerek, bir anneolarak kıvanç duyardı.Ama işte bu sabah Ella mutfağa girdiğinde, her zamankigibi kahve hazırlamak, portakal sıkmak ve ekmek kızartmakyerine, ilk olarak mutfak masasına geçip dizüstü bilgisayarı-

nı açtı. Mesaj kutusunu açar açmaz ışıltılı bir gülümsemekapladı yüzünü. Beklediği e-posta gelmişti. Aziz Zahara ce-vap yazmıştı!

Sevgili Ella,Kızınla aranızın düzelmesine çok sevindim. Bende bu sabah erkenden Momostenango'dan ayrıldım.Tuhaf şey, burada sadece birkaç gün kaldığımhâlde veda etme zamanı geldiğinde bir buruklukhissettim. Guatemala'daki bu ufacık köyü bir da-ha dünya gözüyle görebilecek miydim acaba? San-mıyorum .Ne zaman bir yere veda etsem, bir parçamı ge-ride bırakmış gibi oluyorum. Ama işte ister Mar-co Polo gibi dünyayı gezelim ister beşikten me-zara aynı eve kazık çakalım, hepimiz için hayatdoğum ve ölümler dizisi demek. Başlangıçlar vesonlar. Bir anın doğması için bir önceki anın öl-mesi gerekir. Yeni bir "ben" için, eski ben'inkuruyup solması gerektiği gibi...Momostenango'dan ayrılmadan evvel meditasyonyaptım, tefekküre daldım. Seni düşündüm, Bos-ton'daki yeni arkadaşım! Her insanın etrafındafarklı renklerden bir hâle olduğuna inanıyorum.Gözlerimi kapayıp senin renklerini bulmaya ça-lıştım. Çok geçmeden üç hare belirdi: Sıcacıksarı, mahcup turuncu ve ketum metalik-mor. Ben-ce bunlar senin renklerin. Çok da güzeller. Hemayrı ayrı, hem beraber.Guatemala'da son durağım Chajul isminde ufacıkbir kasaba. Burada evler kerpiçten, çocuklarıngözleri kocaman ve kapkara. Bakışları kendilerin-den yaşlı. Her evde her yaştan kadın kilim örü-yor. Ben de bir nineden senin için bir kilim sa-tın aldım. Kadıncağıza, Bostonlu bir hanım içinhediye aldığımı, seçmeme yardım etmesini söyle-dim. Bir süre düşündükten sonra evindeki koca yı-ğından bir parça çekti çıkardı. Yemin ederim,orada her renkten ve desenden elliden fazla kilimdepolanmıştı ama yaşlı kadının senin için seçti-ği kilimde yalnız üç renk vardı: Sarı, turuncu vemor. Garip bir tesadüf değil mi, tabii kâinatta"tesadüf" diye bir şey varsa...Bizim sanal âlemde karşılaşmamızın da bir te-sadüf olmayabileceğini hiç düşündün mü?Sevgilerimle,Aziz

Hamiş: İstersen kilimini postayla yollayabili-rim, ya da Boston'da kahve içeceğimiz gün yanım-da getiririm...Mesajı okuduktan sonra tatlı bir pembelik yayıldı Ella’nınyanaklarına. Ne güzel yazıyordu Aziz! Sıcacık, samimi, oldu-

Page 25: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

ğu gibi... Gözlerini kapadı, bedenini çevreleyen renk kuşakla-rını düşledi. İlginçtir, zihninde beliren Ella, yetişkin hâli de-ğil, tâ yedi yaşındaki hâliydi.Çoktan unuttuğunu sandığı nahoş hatıralar canlandı. Ço-cukluğunu hatırladı; burukluğunu, yalnızlığım... Annesinianımsadı; üzerinde fıstık yeşili fırfırlı önlüğü, elinde yuvarlak,ortası delik kek kabı, yüzünde kül rengi bir maske, solgun vesonsuz bir kederle mutfak kapısında durup öylece dikilmiş birhâlde... İlk Ella keşfetmişti babasının cansız bedenini. Tavan-

dan parlak kalpler, toplar, kutular sarkıyordu; ışıl ısıldı orta-lık. Noel zamanıydı. Ve yeni yıl süslerine karışmak istercesinebir beden sallanıyordu orta yerde. Babası kendini asmıştı.Tüm gençliği boyunca Ella babasının intiharından annesinisorumlu tutmuştu. Ve henüz genç bir kızken kendi kendine birsöz vermişti. O, annesinin yaptığı hataları yapmayacak, evle-nince kocasını hep mutlu edecekti. Onun evliliği ölene dek sü-recek, anne babasmmki gibi kısa ömürlü olmayacaktı. Belki debu yüzden, yani sırf kendi evliliğini farklı kılabilmek için, an-nesinin yaptığı gibi bir Hıristiyan'la değil, kendi inancından birYahudi'yle evlenmek istemiş, eş olarak David'i seçmişti.Ella ile annesinin aralarının düzelmesi uzun zaman almış-tı. Aslında yakın zamana kadar annesine nefreti devam et-miş, ancak birkaç sene önce maziyi deşmeyi bırakabilmişti.Artık yorulmuştu öfke duymaktan. Geçmişe öfkelenmek ağırbir yüktü."Anne! Heyoooo!""Dünyadan anneme! Dünyadan anneme! Cevap ver anne!"Ella mutfakta dalmış otururken birden bir kıkırdama se-siyle irkildi. Arkasını dönünce kendisine muzipçe bakan dörtçift göz gördü: Orly, Avi, Jeannette ve David. Dördü de aynıanda kahvaltıya inmiş olmalıydı. Şimdi yan yana durmuş,tuhaf bir yaratığı incelercesine ona bakıyorlardı. Hâllerineve yüz ifadelerine bakılırsa orada epeydir durup dikkat çek-meye çalışmış olmalıydılar."Mamiş ne oluyo ya? İki saattir sana sesleniyoruz, duyma-dın bile" dedi Orly.David gözlerini kaçırarak, "Ekrana nasıl da gömülmüşsünöyle?" diye mırıldandı.Ella, kocasının bakışlarının odaklandığı yere baktı. Ek-randa Aziz Z. Zahara’nın e-postası açık duruyordu. Apar to-par dizüstü bilgisayarını kapattı."Yayınevi için sürüyle okuma yapmam gerek" dedi Ella."Raporumu zamanında teslim etmeliyim. Biliyorsun, şu ro-man üzerinde çalışıyorum."Avi gayet ciddi bir ifadeyle lafa daldı: "Ama rapor yazmı-yordun ki! Ben gördüm! E-postalarım okuyordun."Ella kıpkırmızı oldu. Buluğ çağındaki çocuklar ne demeyebüyüklerin kusurlarını, açıklarını bulmaya bayılırlardı ki?Ama neyse ki diğer aile fertleri konuya ilgilerini yitirmiş gi-biydi. Şimdi herkes başını çevirmiş, boş tezgâha bakıyordu.Orly merakla annesine döndü, herkesin aklından geçen soru-yu sordu:"Anne bu sabah bize kahvaltı hazırlamamışsın. İnanmıyo-rum!"Söylenen söz Ella'yı da sersemletmişti sanki. Şimdi etrafabakma sırası ondaydı. Ne kahvenin dumanı tütüyordu, ne oca-ğın üstünde sahanda yumurta bekliyordu. Ekmek kızartmamakinesi boştu. Sahi, ne olmuştu da her sabah robot gibi sofra kuran kadın, bu sabah kahvaltı hazırlamayı unutmuştu?O an Ella anladı ki aklı fikri Aziz'deydi... Şu an bu büyükve lüks evde değil de, Guatemala'da onun yanında olmak içinneler vermezdi ki...

Bölüm İkiSUHayattaki akışkan, kaygan vedeğişken şeyler...

RumiKonya, 15 Ekim 1244

Bu gece muhteşem bir ay var gökyüzünde. Öyle parlak, öy-le gösterişli ki heyula bir inci gibi sallanmakta üzerimizde.

Yataktan kalktım. Pencereden dışarı, ay ışığında yüzen avlu-ya baktım. Böylesi bir güzellik hem göze hem gönle ziyafetdemek. Fakat ay ne kadar harika olursa olsun, ne kalbiminne ellerimin titremesine kâr ediyor. Bu gece de sıçrayarakuyandım uykumdan."Efendi, betin benzin atmış. Yine aynı rüyayı mı gördün yok-sa?" diye fısıldadı Kerra. "Sana bir bardak su getireyim mi?""Endişelenme, sen uyumana bak" dedim.Elinden ne gelecek ki? Ne onun ne benim. Rüyalarımız ka-derimizden kopuk olabilir mi? Kaderimiz ise zaten bizim eli-mizde değil. Dahası, üst üste hep aynı rüyayı görmemin birsebebi olmalı diye düşünüyorum. Mademki kırk gecedir burüyayı görmekteyim, elbette açılacak hikmeti, gördükleriminneye alamet olduğunu öğreneceğim, ya şimdi ya da yakında.Başlangıcı geceden geceye değişse de sonu hep aynı kalıyor.Sanki rüya bir koca bina ve ben her gece farklı bir kapıdangiriyorum oraya.Bu sefer rüyamda, yerleri Acem haklarıyla kaplı son dere-ce aşina gelen bir odada, rahlenin başında bir kitap okuyor-dum. Tam karşımda bir derviş oturuyordu. Uzun, inceydi be-deni; yüzü kalın bir peçeyle kaplıydı. Elinde beş mumlu birşamdan vardı. Ben rahat okuyayım diye ışık tutmaktaydı.Bir müddet sonra başımı kaldırıp dervişe baktım. Okudu-ğum sayfada bir tamlamaya takılmıştım: Hazine-i Gayb.Tam bu kelime hakkında bir yorumda bulunacaktım ki, hay-ret ve dehşet içinde bir şeyi fark ettim: Benim şamdan sandı-ğım şey meğer dervişin sağ eliymiş. Beş mum yerine, beş par-mağını uzatırmış. Alev alev yanmaktaymış parmakları. Me-ğer derviş kendini yaka yaka bana ışık tutarmış.Telaş içinde su bulmaya uğraştım ama yanımda yakınım-da bir lokmacık su yoktu. Ne bir testi, ne bir ibrik. Hırkamıçıkarıp alevlerin üstüne fırlattım. Ama hırkayı tekrar kaldı-rınca bir de baktım ki altında dumanı tüten bir şamdandanbaşka bir şey yok. Derviş kaybolmuş.Rüyanın bundan sonraki kısmı her gece aynı. Evimdeyim.Oda oda dolaşarak o dervişi bulmaya çalışıyorum. Aramadı-ğım delik kalmıyor. Sonra avluya iniyorum, ortalık simin birsarı gül denizi. Sağa sesleniyorum, sola sesleniyorum amaaradığım kişi sırra kadem basmış."Gitme ne olur, cancağızım. Neredesin?" diye yalvarıyorum.Uğursuz bir ses işitmişçesine irkilerek kuyuya varıyorum:dipte dalgalanan karanlık sulara göz atıyorum. İlk başta hiç-bir şey göremesem de kamerin huzmeleri pırıl pırıl sağanakolup üzerime yağınca, avlu birdenbire nura boğuluyor. İşte ozaman bir şey fark ediyorum. Kuyunun dibinde bir çift karagöz var. Ölü gözler dikilmiş gözlerime. Veda ediyor bu âleme."Yetişin! Yardım edin! Canına kıydılar" diye bağırıyor biri.Kimbilir belki de benim bu bağıran. Istıraptan o kadar değiş-miş ki, tanıyamıyorum sesimi.Ve haykırıyorum o zaman. Üst üste ve ter içinde defalarcahaykırıyorum. Tâ ki karım döşekte kalkıp bana sıkı sıkı sarı-lmcaya; başımı sinesine yasladığımda, şefkatle mırıldanmcayadek:"Efendi, iyi misin? Yine ayın rüyayı mı gördün yoksa?"Gecenin ilerleyen bir vakti Kerra tekrar uykuya dalınca,avluya süzüldüm. Kıpırtısızdı gece. Kuyuyu görünce ürper-dim ama gene de yaklaştım, varıp yanına otururdum. Ağaç-ların arasından esen meltemle yapraklar belli belirsiz hışır-dadı.Böyle anlarda içimi tarifsiz bir keder basar, nedenini bile-mem. Oysa hayatım aydınlık, bahtım açık, koşullarım âlâdır.Rabbim bana en çok kıymet verdiğim üç nimeti bağışladı:İlim, irfan ve başkalarına doğru yolu gösterme ehliyeti.Otuz yedi yaşına gelene dek Allah istediğimden fazlasınıverdi. Farklı nispetlerde nebilere, velilere, âlimlere kadaruzanan İlm-i Keşf-i İlahi'den nasibimce pay aldım. Mütevef-fa babam elimden tuttu; zamanın en iyi hocalarının rahle-itedrisatından geçtim. "Okumak, çalışmak ve başkalarını ay-dınlatmak kulun Allah'a borcudur" diyerek, şuurumu derin-leştirmek için çok okudum, çok çalıştım.Hocam Seyyid Burhaneddin bana hep derdi ki, Hak tebli-ğini halka ulaştırmak ve insanların doğruyu yanlıştan ayır-masına yardımcı olmak gibi şerefli bir vazifeyi üstlendiğimegöre Allah'ın sevgili kuluymuşum. "Şükret Celaleddin, herke-se nasip olmaz böylesi."Yıllarca medresede müderrislik yaptım, onlarca şeriat âli-miyle ilahiyat tartıştım, fıkıh ve hadiste mesafeler katettim.

Page 26: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Her hafta şehrin en Büyük camisinde vaaz veririm. Ders ve-rip yetiştirdiğim talebe o kadar çok ki, sayısını da isimlerinide akılda tutamaz oldum. İnsanlar bana gelip de kelimeleri-min yüreklerine su serpip rehberlik ettiğini söylediklerinde,bilgimi ve hünerimi methettiklerinde kıvanç duyuyorum.Çok şükür Allah'a ki huzurlu bir ailem, lekesiz itibarım, ka-dim dostlarım, sadık müritlerim ve benden feyz alan talebe-lerim var. Ömrü hayatımda fakr-u zaruret bilmedim.Gerçi ilk zevcemi yitirdiğimde dünya başıma yıkıldı. AmaAllah Kerra'dan razı olsun, sayesinde sevgiyi ve neşeyi yinetattım. Her iki oğlum da mesut bir yuvada büyüdü. Gene debirbirlerinden ne kadar farklılar, şaşırmadan edemem hâlâ.Sanki aynı toprağa yan yana aynı tohumdan iki tane ekilmiş;aynı güneş, aynı su verilmiş ama bir bakmışsınız tamamenfarklı iki nebat boyvermiş. ikisiyle de gurur duyuyorum, tıp-kı üvey kızımla gurur duyduğum gibi. Sevgili Kimyacık öyleyekta, öyle akıllı, öyle merhamet ve inayet dolu. Kamuda ay-rı mutluyum, evimin mahreminde ayrı. Peki ama o hâlde ne-den anlayamadığım, açıklayamadığım bir boşluk var içimde?Öyle bir boşluk ki günbegün büyümekte? Fare gibi sinsice,sessizce, hırslı ve haris, bu eksiklik duygusu ruhumu kemir-mekte. Nereye gitsem içimdeki boşluk da benimle gelmekte.İnsan bu kadar tam iken gene de hâlâ eksik hissedebilirmi? Ya da mutluyken kederli de olabilir mi? Gündüzlerim bukadar parlak, tatminkâr ve noksansız iken, başarıdan başa-rıya mertebeden mertebeye yükselirken, nedendir her gecerüyamda yana yakıla birini arayışım?Sanki içimde başkalarından değil de esas benden gizlenenbir sır taşımaktayım. Olur da bir gün rüyamdaki dervişi bu-lursam o sırrın kaynağını ondan dinleyeceğim.Peki ya taşıyamazsam bu gerçeği? Ya ağır gelirse omuzla-rıma?Ne tuhaf; ben Celaleddin, korku ya da vesvese nedir bil-mem sanırdım.

ŞemsKonya, 16 Ekim 1244

Bir şehre varmadan önce hiç şaşmadan tekrarladığım ka-dim bir âdetim var: Şehrin kapılarından geçmezden evvel birmüddet durur ve oradaki tüm velileri selâmlarım içimden.İster ölü olsun ister diri, ister meşhur olsun ister meçhul, oşehirde yaşamış ya da yaşamakta olan tüm velilere bir selâmyollarım önden. Destur isterim onlardan. Bunca senedir hiç-bir şehir, kasaba yahut köy yok ki velilerinden destur alma-dan ayak basmış olayım. Varacağım yerde ağırlıklı olarakMüslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler yahut Mecusîler ika-met etsin, hiç fark etmez. Her yerde muhakkak bir veli var-dır ve onlar, dini, cemî ve cîsmanî farklılıklardan öteye geç-miştir. Veli dediğin tüm beşerin rehberidir.Benzer şekilde uzaktan Konya'yı görünce her zamankiâdetimi yerine getirdim. Ama sonrasında tuhaf bir şey oldu.Şehrin evliyası, mutat olduğu üzere selâmıma karşılık ver-mek yerine kırık mezar taşları gibi sus pus oldular. Beni duy-madıklarını zannederek tekrar selâmladım, bu kez dahayüksek sesle. Ama yine bir suskunluk oldu. Anladım ki Kon-ya evliyası beni duymuştu duymasına da, bilmediğim bir se-bepten dolayı şehre buyur etmiyordu.Kelimelerimi alıp dört yana taşısın diye rüzgâra teslim ettim:"Ey Konya'nın velileri, neden destur vermezsiniz bu yolcuya?"Bir süre sonra, rüzgâr şu cevapla geri döndü: "Ey derviş,destur veririz amma bilesin ki bu şehirde tastamam zıt ikişey var senin için. Ortası yoktur. Ya safi aşk, ya som nefretlekarşılaşacaksın. Bunu bir düşün istersen.""Hâl böyleyse dert edecek bir şey yok" dedim. "Mademkisafi aşk var, kâfidir."Bunu duyar duymaz Konya velileri hep bir ağızdan desturverdi, hayır duası ettiler. Fakat hemen şehre girmek istemi-yordum. Bir tepede, yaşlı bir meşe ağacının altına oturdum.Atım etraftaki seyrek çimleri çiğnerken, ben de önümsırayükselen şehri gözledim. Konya'nın minareleri kırık camparçalan gibi güneşte parlıyordu. Arada bir köpek havlama-ları, eşek anırmaları, çocuk kahkahaları, avazı çıktığı kadarbağıran bezirganları işitiyordum -hayat dolu bir şehrin ale-İade sesleri. Kapalı kapılar, kafesli pencereler ardında neleryaşanıyor, ne hikâyeler yazılıyordu acaba? Hiç bilmediğim

bir yere ayak basmak üzereydim. Hafif bir tedirginlik duy-duysam da kırk kuraldan birini hatırladım o an:On Dördüncü Kural: Hakk'ın karşına çıkardığı deği-şimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak Hayât sanarağmen değil, seninle beraber aksın. "Düzenim bozu-lur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Ne-reden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi ol-mayacağını?Beni daldığım düşüncelerden dostane bir ses çıkardı: "Se-lâmünaleyküm derviş!"Dönüp bakınca bir kağnının üzerinde sarkık bıyıklı, tenizeytuni, iri yağız genç bir köylü gördüm. Kağnıyı çeken öküzhem çok ihtiyar hem çok zayıftı, belli ki ömrünün son demle-rindeydi."Ya aleykümselam" diye seslendim."Neden burada bir başına oturursun? At sürmekten yorul-duysan, atla kağnıma, Konya'ya kadar götüreyim seni."Gülümsedim. "Eksik olma ama yayan gitsem, senin şuöküzünden hızlı giderim.""Öküzümü hafife alma" dedi köylü, besbelli içerlemişti."Yaşlıdır, zayıftır ama en sadık dostumdur."Bunu duyunca kelimelerin ağırlığı altında ezildim. Hemendoğruldum, köylünün önünde eğildim. Allah'ın engin devr-itekvininde bir habbe olan ben, şakadan da olsa, ister insanolsun ister hayvan bir başka canı nasıl küçümser, nasıl ötele-yebilirdim? Madem ki bir hata yapmış, kalp kırmıştım, özürdilemeliydim."Senden ve öküzünden özür dilerim" dedim. "Kusur ettim,affola!"Köylü ağzı açık bakakaldı bana. Yüzünde şaşkın bir ifadebelirdi. Bir süre boş boş baktı, dalga geçip geçmediğimi anla-mak istercesine. "Daha evvel hiç kimse böyle bir şey yapma-mıştı" diye mırıldandı. Mahcup, sıcacık gülümsedi."Demek kimse öküzünden özür dilemedi, öyle mi?""Eh, o da var tabii. Ama kast ettiğim o değil. Asıl kimsebenden özür dilemedi. Genelde öbür türlü olur bu işler. Özürdileyen ben olurum hep. Başkaları kabahatli bile olsa hepben af dilerim."Bunu duyunca müteessir oldum. "Delikanlı, Kuran-ı Kerimder ki, Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Uludur insan. Kıy-metlidir. Ne eziktir, ne aciz. Zaten Allah'ın doksan dokuz sıfa-tı arasında acz yoktur. Üstelik kurallardan biridir" dedim."Ne kuralı?" diye sordu kafasını kaşıyarak."On Beşinci Kural: 'Allah, içte ve dışta her an hepi-mizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek herbiri-miz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımızher hadise, atlattığımız her badire eBîkTerîiîuzTglHer^memiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrıayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler."Köylü gözlerini klrpıştırdı. "Sen de mi vaazı dinlemeye gel-din yoksa?" diye sordu. "Öyleyse yola düşsen iyi olur. Bugünher zamankinden de kalabalık olacakmış. Ne muhteşem birhatip ama değil mi?"Kimden bahsettiğini anlayınca kalbim duracak gibi oldu."Söyle hele, Rumi'nin vaazları neden bu kadar ilgini çeker?"Köylü bir müddet sustu, bir süre ufka daldı gözleri. Zihnihem her yerde, hem hiçbir yerde gibiydi. Sonra şöyle dedi:"Bizim köy türlü badireler atlattı. Önce kıtlık geldi, ardın-dan Moğollar. Yaktılar, yıktılar, yağmaladılar. Şehirlere ettikleri daha beterdi. Erzurum'u, Sivas'ı, Kayseri'yi aldılar,erleri kestiler, kadınları aldılar. Bense ne sevdiğim birinikaybettim ne evimi ocağımı. Ama gene de derunumda biryerde mühim bir şey yitirmiş gibiyim. Hep küskün içim. İzahedemem ama nedense hep kederliyim.""Peki bunun Rumi ile ne alâkası var?" diye sordum.Köylü durgun, düşünceli mırıldandı: "Herkes diyor kiEfendi Mevlâna’nın vaazlarını birkaç kez dinlersen, kederingeçermiş."Şahsen ben mahzun olmakta bir kusur görmüyordum. Alî-sine, riya ve oyun insanları mutlu eder,^ hakikatleri bilmekise ağırlaştırıp hüzünlendirirdi. Şu hayatta daha çok şev bi-len insanlar daha durgun, daha dingin olurdu. Ama bunlarıanlatmaya lüzum görmedim. Onun yerine, "gel, Konya'ya ka-dar beraber gidelim" dedim, "sen de bana yolda Rumi'yi an-latırsın, olur mu?"Atımın dizginlerini kağnıya bağlayıp, köylünün yanmaoturdum. Baktım yaşlı öküz yükünün artmasını dert etmi-

Page 27: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

yor. Öyle ya da böyle, ağır ağır, hep aynı bezgin vezinle yü-rüyor. Köylü bana ekmekle keçi peyniri ikram etti. Konuşakonuşa yedik. İşte bu hâlde, çivit mavisi bir gök tepemizdetepsi gibi parlarken, şehrin velilerinin nezaretinde Konya'yaadım attım.Kağnıdan atlarken, "Kendine mukayyet ol dost" dedim."Muhakkak vaaza gel" dedi köylü hevesle.El salladım. "Şimdi değil, sonra..."Hutbesini dinlemek için sabırsızlansam da, Mevlâna'yıgörmeye can atsam da öncesinde yapmak istediğim başka birşey vardı: Şehri tanımalı, bu ulu vaiz hakkında Konya halkıne düşünüyor öğrenmeliydim. Ruhdaşımı kendi gözlerimlegörmezden evvel, göremediği insanlar onu nasıl değerlendiriyor anlamalıydım.Anlamalıydım ki resmin tamamını kavrayabileyim...

Dilenci HasanKonya, 18 Ekim, 1244

Bir bitmez cenderedir yaşadığım. Daima hayat ile ölümarasında sıkışmış, daima Araftayım. Böyle yapar adamı cü-zam illeti, ölmeden mezara sokar, diri diri. Sokaklarda anne-ler çocuklarını korkutmak için parmakla gösterir beni; yara-maz çocuklarıysa taşa tutar, alay eder. Esnaf dükkân kapıla-rından kışkışlar, uğursuzluk getirmeyeyim diye kovar, kova-lar. Hamile kadınlar başlarını çevirir, sanki gözleri bana de-ğince kannlarmdaki bebeler sakat doğacak. Bu insanlarınhiçbirinin anlamadığı bir şey var: Onlar biz cüzamlıları gör-memek için ellerinden geleni yapadursunlar, esas biz cüzam-lılar uzak durmak istiyoruz onlardan ve acıyan, acıtan bakış-larından!Cüzam bir azaptır. Her gün bir parça daha kemirir bedeni-ni, ruhunu. Önce ten değişir, derinin rengi kararır morarır,meşin gibi kalınlaşır. Omuzlarda, dizlerde, kollarda, yüzdebozuk yumurta rengi boy boy bezeler oluşur. Bu safhadaykenhabire bir yanma, karıncalanma hissedersin. Sonra nedendirbilinmez, acı tavsar, ağrılar azalır, başlarsın uyuşmaya. Der-ken bezeler büyür, şişer, tombul kabarcıklara dönüşür. Ellerpençeleşir, yüz öyle bozulur ki tanınmaz hâle gelir.Artık bu geç safhadayım, göz kapaklarımı kapatamaz du-rumdayım. Gözüm benden habersiz ağlıyor, ağzımdan habiresalyalar akıyor. Tutamıyorum. Ellerimden altı tırnak düştü,yedincisi yolda. Ne tuhaf, saçım hâlâ yerli yerinde. Herhaldekendimi şanslı saymalıyım.İşittim ki, Frenkler cüzamlıları kale duvarları dışına atar-mış. Şehrin kapılarım da sürgüyle kaparlarmış tekrar girme-sinler diye. Hâlbuki Konya'da öyle değil. Burada bir çan taşı-yoruz üstümüzde. Bu suretle ahaliyi uyardığımız sürece şe-hirde dolanmamıza müsaade var. Dilenmemize de izin veriyorlar neyse ki. Yoksa açlıktan ölürdük. Cüzâmlıysan hayat-ta kalmanın iki yolu var: Birincisi başkalarından dilenmek,ikincisi başkalarına dua etmek. İkisi de karın doyurur.Nedense ahali biz cüzamlıların dualarının daha bir makbulolduğunu, Allah'ın bize ayrı bir ihtimam gösterdiğini sanıyor.Ne saçmalık! Öyle olsa bu hâlde olur muyuz? Ama inanmışlarbir kere. Bizden iğrenseler bile, illâ ki onlar için dua ermemi-zi isterler. Hastalarına, kötürümlerine, ihtiyarlarına, başıdertte olanlara dua edelim diye biz cüzamlıları çağırırlar.Karşılığında para verip karnımızı doyurur, sırtımızı sıvazlar-lar. Şu insanları bir anlayabilsem! Sokaklarda cüzamlılara itmuamelesi yapanlar, ne vakit ağır bir hastalıkla yahut ölümkorkusuyla karşılaşsalar, bizim dualarımızdan medet umar-lar. Kamuda bir dirhem bile kıymetimiz yoktur ama ölümünkol gezdiği evler var ya, işte oralarda sultan biziz!Ne zaman dua için tutulsam, başımı önüme eğer, Arapçaanlamsız sesler çıkarır, huşu içinde yakarırmış gibi yaparım.Ne yapayım? Numara yapmaktan başka çarem yok. zira Al-lah'ın biz cüzamlıları duyduğuna bile inanmıyorum. Banabunun aksini düşündürtecek bir şey yaşamadım ki.Kârı daha düşük olsa da dilenciliği para karşılığı dua etme-ye tercih ederim. En azından dilenirken kimseyi kandırmıyo-rum. Cuma günleri haftanın en ballı günüdür. Tabii şayet ay-lardan Ramazan değilse: Mübarek Ramazan geldi mi dilencikısmının kazancı tümden tatlı olur. Hele Ramazan'm son gü-nü yok mu, şehirdeki her dilenci o gün cebini doldurur. O günen iflah olmaz pintiler, cebinde akrep besleyen tipler bile sada-

ka vermek için yarışırlar. Ne kadar günah işlemişlerse affolu-nur umuduyla, Ramazan bitmeden muhakkak bir hayır yap-manın telaşıyla elimize ya yiyecek ya mangır tutuştururlar, üçbeş kuruş da olsa. Senede bir kezcik olsun insanlar dilenciler-den kaçmaz. Tam aksine sokağa çıkıp köşe bucak dilenci arar-lar. Hatta buldukları dilenci ne kadar sefil ve perişan olursa okadar memnun olurlar. Vicdanları o denli rahatlar. Ne kadareli açık, hayırsever olduklarını ispatlayabilmek hevesiyle birgünlüğüne de olsa bizden iğrenmeyi bile bırakırlar.Doğrusu, bugün de gayet kârlı bir gün olacağa benzer. ZiraMevlâna, hem vaaz hem hutbe için minbere çıkacak. Camiçoktan doldu, saflar sıklaştı. İçeride yer bulamayanlar sıra sı-ra avluya dizildi. Mevlâna nerede vaaz verse şehrin tüm dilen-cileri ve yankesicileri bala üşüşen arılar misali orada toplaşır.Nitekim hepsi buradalar. Tıpkı benim gibi hazır ve nazırlar.Sırtımı bir akçaağaca verip cami girişinin tam karşısınaoturdum. Yağmurun tertemiz kokusu uzaktaki bostanlardangelen tatlı ekşi rayihaya karışıyordu. Keşkülümü önüme koy-dum. Diğer dilencilerin aksine bağıra çağıra, yalvar yakar di-lenmem ben. Konuşmaya bile lüzum duymam. Koyarım önü-me dilenci kâsemi, sabırla beklerim. Cüzamlı olmanın iyi biryanı varsa, bu olsa gerek. İnim inim inlemene, yalvarıp göz-yaşları dökmene, ne kadar bedbaht ya da perişan olduğunuanlatmana gerek yok. Yüzümü açıp bir kere göstermem, on-larca kelimeye bedel.Bugün de öyle yaptım.Çok geçmeden kâseme birkaç mangır düştü. Hepsi de çen-tikli bakırdan. Keşke bir altın sikke olaydı aralarında. Tuğ-rası güneş, aslan veya hilal fark etmez. Alâeddin Keykubadtedavüldeki kanunlarını gevşeteli beri Halep Beyleri'nin sik-keleri, Fatımi dinarı, Bağdat Halifesi'nin mangırı, hatta İtal-yan florini dahi geçer akçe kılındı. Konya'nın yöneticileribunları kabul eder de dilencileri kabul etmez olur mu?Paralarla beraber birkaç kuru yaprak düştü kucağıma. Al-tında oturduğum akçaağaç kızıl-sarı yapraklarını döküyor-du. Her rüzgârda ulam ulam yaprak kâseme düştükçe dü-şündüm ki akçaağaçla pek çok ortak yanımız var! Sonbahar-da yapraklarını döken bir ağaç, her gün bedeninden bir şey-ler eksilen bir cüzamlıya benzemiyor mu?Çırılçıplak bir ağacım ben de. Derim, uzuvlarım, yüzümdağılıp dökülüyor. Her gün bedenimin bir başka parçası beniterk ediyor. Ne var ki ağacın aksine, ben kaybettiklerimi ge-ri alamayacağım. Tomurcuklanacak bir ilkbahar yok benimiçin. Bugün yitirdiğim her şeyi sonsuza dek yitiriyorum.Ne zaman birisi keşkülüme para atsa, hızla, telaşla, kaçar-casma; gözlerini gözlerime değdirmeden yapar bunu. Niçininsanlar para verirken dilencilerin yüzlerine bakmazlar? San-ki gözlerimize bakarlarsa nazarımızdan bir illet ya da uğur-suzluk bulaşmasından korkarlar. Cemiyetin nezdinde bizlerhırsızlardan, sabıkalılardan, hatta katillerden bile beteriz. Butür vahim yanlışlara sapan insanları tasvip etmeseler de, enazından onlara görünmez adam muamelesi yapmazlar. Hâl-buki sıra bana, benim gibilere geldi mi, bizleri görmezler bile.Bize bakınca tek gördükleri ölüm olur. Ve ölümün bu kadaryakın ve çirkin olabileceğine inanmak istemezler. Bu yüzdenkaçırırlar gözlerini gözlerimizden. Bu yüzdendir ki yanımızagelip para verirken bile yokmuşuz muamelesi yaparlar.Ben böyle düşüncelere dalmış otururken bir anda arkalar-da bir yerlerde şiddetli bir vaveyla koptu. Birisinin haykırdı-ğını duydum: "Geliyor! Geliyor!"Elbette gelen Rumi'ydi. Hem de ne geliş! Altında süt gibiapak bir at vardı. Kehribar renkli kaftanına altın varaklar,inci mercanlar işliydi. Ardında mürşidleri, hayranları, taraf-tarları izdiham oluştururken o önde mağrur, bilge ve asililerliyordu. Cazibe, özgüven ve feraset saça saça gelişine ba-kılırsa bir âlimden çok bir hükümdara benziyordu: Rüzgârın,ateşin, suyun ve toprağın sultanıydı! Atı dahi dimdik ve va-kurdu, taşıdığı adamın saygınlığını bilir gibi.Keşkülümdeki sikkeleri hemen cebime attım. Yüzümün yan-sı açıkta kalacak şekilde serpuşumu sıkıca bağladım ve camiyedaldım. İçerisi o kadar kalabalık, saflar öyle sıkışıktı, yer bul-mak bir yana, nefes almaya bile imkân yoktu. Ama işte cüzâmlı olmamn bir iyi yanı daha varsa, en kalabalık mekânlarda da-hi kolaylıkla yer bulabilmek! Ne de olsa kimse yanıma oturmakistemez, beni görenler şöyle bir geri adım atar, açılarak uzakla-şır. Bu sayede bir köşecik buldum kendime, yere çömdüm.Az sonra vaaz başladı.

Page 28: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

"Muhterem cemaat" dedi Rumi, sesi kâh tiz kâh pes perde-lerde salmıyordu. "Zaman zaman hepimiz zanlara kapılırız,kendimizi küçük ve sıkışmış hissederiz. Ufacık bir noktayızKâinat-ı Muazzama’nın karşısında. Etimiz budumuz belli;idrakimizin, irademizin ve aklımız sınırları ortada. Sırf bunabakıp kiminiz sual eder: Allah için ne mânâsı olacak bu fanicanımın? Benim şu koskoca dünyada ne kıymetim olabilir ki?Bugünkü hutbemizde bu sualin cevabını göstermek isterim."En ön safta Rumi'nin iki oğlu oturuyordu. Tıpatıp rahmet-li annesine çektiği söylenen büyük oğlan Sultan Veled ile du-ru bir çehresi, iri kirpikleri, badem gözleri, geniş bir alnıolan, lâkin etrafını ters ters süzen kardeşi Alaaddin. Her iki-si de besbelli babalarıyla gurur duyuyordu.Mevlâna bir es verdikten sonra sözlerine devam etti: "Âde-moğulları Havvakızları öyle bir ilimle şerefyap olmuştur ki,ne dağlar ne gökler sırtlanabilir. O yüzdendir ki Kuran'daşöyle der: 'Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik, on-lar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onuinsan yüklendi.' İşte böylesi kıymetli bir makam ve mevki, bukadar mühim bir paye verilen insan ne demeye Allah'ın ken-disi için dilediğinden daha aşağısını hedeflesin? Neden ken-dini aşağı çeksin? Neden vezir iken kendini rezil etsin?"Tane tane konuşuyordu Rumi. Çok mürekkep yalamış in-sanlara has bir eminlikle seçiyordu kelimeleri. Tökezleme-

den konuşuyor, bir kullandığı benzetmeyi kolay kolay tekraretmiyordu.Dedi ki: Allah yedi kat göğün başında bir tahtta oturmu-yor. Tek tek her birimize yakın ve dost. Dedi ki: Çektiğimiztüm acılar, karşılaştığımız onca kahır ve zorluk aslında biziYaradan'a daha da yakınlaştıracak."Ellerimize dikkat edin. Sürekli açılıp kapanır parmakla-rımız. Tutar ve bırakır, bırakır ve tutarız. Bir içe bir dışa.Yumruğumuzu sıktıktan sonra mutlaka açarız. Öyle olma-saydı felçli gibi olurduk. Varlığımız da böyledir. Bir an geliraçılır, bir an gelir kapanır. Kâh sıkışır yüreğimiz, kâh ferah-lar. Bu tezat gibi görünen haller varlığın özüdür. Kanat çır-pan kuşlara bakın. Kanatlarının nasıl hareket ettiğine dik-kat buyurun, bir aşağı bir yukarı. Bir hüzün, bir saadet. Böy-ledir hayat. Hoş bir kararda, ahenk içinde, dengede."İlk başta duyduklarım hoşuma gitti. Neşe ve keder bir kuşunkanatları gibi birbirine bağlı ve bağımlıydı demek. Yüreğimısındı bunu düşününce. Ama hemen sonra başka bir soru zihni-mi tırmaladı. Mevlâna mağrumiyetten, elemden, kahırdan veevhamdan ne anlardı ki? Nüfuzlu bir adamın oğlu olarak gel-mişti şu dünyaya. Ardında babası, yedi ceddi, muteber sülalesiolmuştu hep. Zengin ve müreffeh bir hayat sürmüştü, zorluknedir bilmeden. Gerçi ilk zevcesinin ölümü onu üzmüş olmalıy-dı ama bunun dışında hiçbir sıkıntı yaşamamıştı kanaatimce.Ağzında gümüş kaşıkla doğmuş, saygın zümrelerde büyümüş,en iyi âlimlerce eğitilmiş, hep sevilmiş, hep şımartılmış, hephürmet görmüştü. Benim gibi bir cüzamlının karşısına geçip dene cüretle acı çekmenin erdemlerinden bahsediyordu? Kursa-ğımda hınç birikti, ağzımda bir acı tat. Yutkunamadım.Yüreğim burkularak Rumi ile aramdaki farkın ne kadar va-him olduğunu anladım. Sahi Allah niçin tezatları aynılıktan,ahenksizliği uyumdan, adaletsizliği adaletten çok seviyordu?Ya ifrat, ya tefrit. Ya bir uç, ya öteki uç. İşte benim payıma fakru zaruret, açlık, sefalet, musibet bahşetmişti. Mevlâna'ya ge-lince refah, irfan, saadet, sıhhat ve muvaffakiyet. Ben insanla-rın midesini bulandırmamak için yüzümü gizlerken, o orta ye-re çıkıp paha biçilmez bir mücevher gibi ışıl ışıl parlıyordu.Merak ettim benim yerimde Mevlâna olsaydı, ne yapar na-sıl yaşardı kim bilir? Acaba hiç aklına gelir miydi kendisi gi-bi imtiyazlı bir kanaat önderinin bile günün birinde takılıptökezleyebileceği, devrilip düşebileceği? Dışlanmak, horlan-mak, itilmek, ötelenmek, haksız yere kem laf işitmek nedirbilir miydi? Bir gün olsun başkalarının dillerinin zehirini tat-mış mıydı acaba? Bana verilen şu hayat ona verilseydi geneböyle koskoca Mevlâna olabilir miydi? Aklıma takılan her ye-ni soruyla beraber hasedim arttı. Sonunda Mevlâna'ya duy-duğum hınç, ona beslediğim hayranlığa galip geldi.Yerimde duramadım, ayağa kalktım. Cemaati ite kaka dı-şarı çıktım. Etraftakilerden kimisi ters ters, kimisi şaşkınlık-la baktı bana. Bunca insan vaazı duymak için camiye girme-ye can atarken, nasıl olup da seyirciler arasından birinin dı-şarı çıktığına anlam verememişti kimse.

ŞemsKonya, 18 Ekim 1244

Başımın üstüne bir dam bulmalıyım bu şehirde.Köylü beni şehir merkezinde atınca, ilk işim kalacak biryer aramak oldu. Gezdiğim hanlar içinde Şekerci Han tambana uygun bir yer gibiydi. Hancı dört oda gösterdi. Eşyasıen az olanı seçtim: Bir hasır döşek, küflenmeye yüz tutmuşbir battaniye, fitili dipte bir kandil, yastık niyetine güneştekurutulmuş tuğla ve bir de güzel manzarası vardı. Balkon-dan bakınca tüm şehir, çevresindeki tepelerin eteklerine va-rıncaya dek uzanan bir açıklıkla görülüyordu.Böylece bir günde, senelerdir sürdürdüğüm gezgin hayatıbırakıp, yerleşik hayata geçtim. Plana yerleştikten sonra ilk işKonya sokaklarını dolaşmaya çıktım. Her adımda bir başkadil, bir başka din, bir başka âdetle karşılaştım. Çingene çalgı-cılara, Arap seyyahlara, Hıristiyan hacılara, Yahudi tacirlere,Budist rahiplere, Frenk ozanlara, Çin-i Maçin'den canbazlara,Hintli yılan oynatıcılarına, efsunperver Mecusilere ve Urumfeylesoflarına denk geldim. Köle pazarlarında teni süt beyazcariyeler gördüm ve bir de şahit oldukları onca zulümden dil-leri tutulmuş irikıyım siyahı harem ağaları. Ellerinde haca-mat zemberekleri ile bekleşen gezgin berberlere, billur kürelikâhinlere ve ateş yutan sihirbazlara rastladım. Kudüs'e git-mekte olan hacılar, son Haçlı Seferleri'nden kaçkın serseri as-kerler vardı yollarda. Ceneviz lisanı, Frenk lisanı, Yunanca,Fârisî, Türkçe, Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice, İbraniceve hangi lisana ait olduğunu bilemediğim envai çeşit lehçedekonuşuyordu ahali. Bitmek bilmez farklılıklarına karşın bu in-sanların hepsinde ortak bir şey vardı: Aynı tamamlanmamış-lık hâli. Her biri yapım süreci devam eden birer eserdi.Konya şehri Babil Kulesi misaliydi. Her an her şey durma-dan değişiyor, ayrışıyor, çözülüyor, bozuluyor, yenileniyor, yi-neleniyor, aydınlanıyor, aşkmlaşıyor, can bulup can veriyor-du. Tam bir keşmekeşti gördüğüm. Bir telaş, bir koşturma-ca... Herkesin bir derdi vardı. Kimsenin kimseye deva sundu-ğu yok! İnsanı insandan ayırmadan baktım herkese ve heryere. Dertlerine uzak ama yüreklerine yakın durdum.On Altıncı Kural: Kusursuzdur ya Allah, O'nu sev-mek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insan-ları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiğiölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadanötekini, Yaradan'dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne lâ-yıkıyla bilebilir, ne lâyıkıyla sevebilirsin.Genciyle yaşlısıyla çeşitli esnafın günboyu alın teri döktü-ğü ufak tefek izbe dükkânların olduğu dar sokakları gezdim.Her köşede birileri muhakkak Mevlâna'dan bahsediyordu.Merak ettim bu kadar sevilmek nasıl bir şeydi acaba? Bu ka-dar meşhur olmak, daima el üstünde tutulmak insanın nefsi-ni nasıl etkilerdi? Zihnim bu sorularla meşgulken Rumi'ninvaaz verdiği camiye doğru değil, tam karşı istikamete doğruyürüdüğümü fark ettim. Etrafımdaki manzara değişmeyebaşladı. Şehrin kuzeyine doğru yürüdükçe evler harabeye,bağ bahçe viraneye dönüştü. Sokaklarda kavga patırtı içindeoynayan yoksul, başıboş çocuklara rastladım. Sadece evler veinsanlar değil, kokular da değişti, gitgide keskinleşti; baha-rat, yağ, sarımsak kokuları bollaştı. En sonunda dar bir so-kağa girdim. Burada üç koku ağır basıyordu: Misk, ter veşehvet. Konya şehrinin adı kötüye çıkmış mahallesine vasılolmuştum demek.Örme taştan kaldırımlı, yokuşu dik sokağın başında der-me çatma bir ev vardı. Bataklı damı saz çubuklarla pekişti-rilmişti. Evin önünde bir avuç kadın sohbet halindeydi. Yak-laştığımı görünce susup şüpheyle baktılar. Yarı tedirgin yarımuzip bir ifade sardı yüzlerini. Kadınların yanında bir bah-çe vardı; akıllara durgunluk verecek güzellikte katmer kat-mer açmış güllerle dolu bir gül bahçesi. Bu bağın bağbamkim ola diye merak ettim.Bahçeye vardığım sırada evin kapısı gümbürtüyle açıldı veızbandut gibi bir kadın'dışarı fırladı. Uzun boylu, iri yapılı,asık suratlıydı. Kat kat gerdanı, değirmi bir göbeği vardı.Gözlerini kısınca, et katmanlarının arasında kayboluyorduela gözleri; iki incecik çizgi kalıyordu geride. Dudakları sar-kık ve kaim, çehresi ablaktı. Ve üst dudağının hemen yuka-rısında tüy tüy kara bıyığı vardı. Anladım ki gördüğüm insan

Page 29: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

hem kadın hem erkek olarak gelmiştir dünyaya. Hünsadır."Sen de kimsin? Ne istersin?" diye sordu hünsa şüpheyle.Yüzü medcezir gibiydi. Kâh yükselen, kâh çekilen sular mi-sali, bir erkek oluyordu, bir kadın.Kendimi tanıttım. Bir şey demedi. Adını sordum ama duy-mazdan geldi.Bir eliyle sinek kovalar gibi kış kış yaparak, "Buralar sa-na göre değil" dedi hünsa."Nedenmiş o?" diye sordum."Görmüyor musun ayol, burası kerhane? Siz dervişler ha-bire hu çekip, karı kız görünce öcü görmüş gibi kaçmaz mısı-nız? Ne işin var burda? Bak seni uyarıyorum. Bir de sanırlarki kerhane patronuyum diye bende ahlak yok. zevk-ü sefa-dan çıkmam. Hâlbuki her sene muhakkak zekâtımı veririm,Ramazan'da kapımı kaparım. Şimdi de seni günahtan kurta-rıyorum. Bizden uzak dur. Burası şehrin en beter, en pis ye-ridir, gelme buralara!""Hâlbuki bana göre pislik içte olur, dışta değil" diye itirazettim. "Bu da kurallardan biridir.""Ne kuralından bahsediyorsun be adam?"' diye tersledi."On Yedinci Kural: Esas kirlilik, dışta değil içte, kis-vede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne ka-dar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir,suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerdeyağ bağlamış haset ve art niyettir."Ne var ki hünsa dediklerimi duymazdan geldi. "Siz derviş-ler yok musunuz, kafayı sıyırmışsmız. Bizim buraya her türmüşteri gelir. Ama derviş kısmı asla! Buralarda dolanıp du-racak olursan, Allah burayı yakar kavurur. Bir din adamınıyoldan çıkarttık diye bizi lanetler. Ocağımızı başımıza yıkar.O yüzden hadi tıpış tıpış yaylan!"Güldüm. "Bu saçmasapan fikirleri nereden buluyorsun?Yani şimdi sana göre Allah gökten bakan öfkeli, ceberut birbaba mı? Sanır mısın ki her hatamızda başımıza taş ve kur-bağa yağdırır? Böyle Hak anlayışı olur mu?"Kerhane maması hünsa, ip gibi bıyığının ucunu burdu. Azkaldı dövecekmiş gibi öfkeyle baktı."Merak etme, kerhane görmeye gelmedim buraya" dedim."Ben şu gül bağına hayran kaldım, ona bakmak için yaklaş-mıştım.""Ha, o mu?" diyerek omuz silkti hünsa. "Kızlardan birininişidir. Haspa tutturdu gül yetiştirelim diye, ses etmedim. ÇölGülü'nün marifetidir bu bahçe."İlerideki sermayelerin arasında duran genç bir kadını işa-ret etti. İncecik çenesi, sedef gibi pürüzsüz teni, derin amadertli bakan ceylan gözleri vardı. Görenin aklını başındanalacak kadar güzeldi. Kadına bakınca büyük bir dönüşüm ge-çirmekte olduğunu sezinledim.Eğilip, yalnız hünsanın duyabileceği şekilde kulağına fısıl-dadım: "Bu kızcağız temiz kalpli birine benzer. Gün gelecekmanevi bir yolculuğa çıkacak. Bu batağı temelli terk edecek.O gün gelince, sakın ola ona engel olmaya kalkmayasm."Hünsa geri çekilip, hiddetle süzdü beni. "Cehennemdeodun olasıca! Zebaniler koparsın dilini! Sen kendini ne sanır-sın? Bu kızlar benim sermayem. Hangisine nasıl davranaca-ğıma ben karar veririm, anladın mı? Buranın ağası benim.Hadi defol burdan! Bi daha görmeyeyim seni! Yoksa ÇakalKafa'yı çağırırım ona göre!""O da kim?" diye sordum.Hünsa parmağım sallaya sallaya "Beladır, hem de öyleböyle değil! İnan bana tanımak istemezsin" dedi."Kimse kim" dedim omuz silkerek. "Gidiyorum, ama genegelebilirim. Beni buralarda bir daha görürsen şaşırma. Öm-rünü seccade üzerinde tespih çekerek geçiren dervişlerdendeğilim. Öyleleri Kuran'ı sathi okur. Bense Kuran'ı her yerdeokurum; her başakta, karıncada, bulutta. Nefes Alan Ku-ran'dır okuduğum.""Nasıl yani? İnsanları kitap gibi okuyorsun öyle mi?" diye tıs-ladı kerhane sahibi, bir kahkaha patlattı. "Amma saçmalarsın!""Her insan açık bir kitaptır özünde. Okunmayı bekler. Herbirimiz yürüyen, nefes alan kitabız aslında, yeter ki özümü-zü bilelim" dedim. "İster fahişe ol, ister bakire, ister düşmüşol, ister itibarlı, Allah'ı bulma arzusu hepimizin kalplerinde,derinlerde saklıdır, sırlıdır. Doğduğumuz andan itibaren aşkcevherini içimizde taşırız. Orada durur, keşfedilmeyi bekler.Kurallardan biridir bu."Bu kez hangi kurallardan bahsettiğimi sormadı. Ben de

devam ettim:"On Sekizinci Kural: Tüm kâinat olanca katmanlarıve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dı-şımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahlûkdeğil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara;dışında, başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilenRabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğra-şan insan, sonunda mükâfat olarak Yaradan'ı tanır."Hünsa bu kez kollarını çattı, öne eğildi, gözlerini kısıp teh-ditkâr bir edayla beni tepeden tırnağa süzdü."Orospulara vaaz vermeye kalkan deli derviş!" dedi ho-murdana homurdana. "Kimsin nesin Konya'da ne ararsın bil-miyorum ama ayağım denk al! Bu civarda kimsenin aklınıçelmene müsaade etmem, bilesin. Kerhanemden uzak dur.Durmazsan, and olsun, Çakal Kafa gelir, o sivri dilini keser,ben de tuzlayıp afiyetle yerim."EllaBoston, 28 Mayıs, 2008Bu sabah her zamankinden durgun uyandı Ella. Ama öylemutsuz bir durgunluk değildi bu. Daha ziyade isteksiz, hissiz,âdeta renksiz bir ruh halindeydi. Sanki varmaya hiç niyetlen-mediği bir eşiğe yaklaşmıştı. Bir şeyler değişiyordu hayatın-da. Bunu seziyor ve bekliyordu. Mutfakta kahve hazırlarken,geçenlerde oturup yazdığı ve sonra bir çekmeceye kaldırdığıbir karar listesi buldu. Yazdıklarını merakla okudu. Uygula-dığı kararların yanma kırmızı kalemle işaret koydu.Kırk Yaşına Varmadan Muhakkak Yapmam GerekenOn Şey:Bundan böyle daha düzenli ol, vaktini daha iyi kullan,kendine yeni bir ajanda al. (Tamamdır!)Rejime başla, yağı şekeri unu tuzu kes, mineral desteği veantioksidan al. (Tamamdır!)Kırışıklıklara savaş aç. Alfa hidroksil ürünler kullan, Lo-real'ın yeni kremini ihmal etme. (Tamamdır!)Koltukların yüzlerini değiştir, salona yeni süs bitkileri al,yastıkları yenile. (Tamamdır!)Hayatını gözden geçir. (Eh, tamam sayılır!)Et yemeyi bırak. Her hafta sağlıklı bir mönü oluştur, bede-nine hak ettiği özeni göstermeye başla. (Tamam sayılır!)Rumi'nin kitaplarını al, her gün en az iki şiirini oku. (Ta-mamdır!) »Çocukları bir Broadway Müzikali'ne götür. (Tamamdır!)Yemek kitabı yazmaya başla. (Tamamdır!)Kalbini aşka aç!!!Ella bir süre kıpırdamadan durdu, gözleri listenin sonun-cu maddesine takılmıştı. Bunu yazarken ne düşünmüştüacaba? Ne vardı aklında? "Aşk Şeriatı’nın etkisi olmalı" diyemırıldandı kendi kendine. Aziz Zahara’nın romanı yüzündenson zamanlarda sıkça düşünür olmuştu aşkı.

* * *

Sevgili Aziz,Bugün benim doğum günüm! Bir dönüm noktasınavarmış gibi hissediyorum. Kırkma varınca yaşlan-dığını anlıyorsun, olanca ağırlığıyla.Özellikle biz kadınlar için geçerli bu. Ger-çi Amerika'daki kadın dergileri ısrarla insanömrünün epey uzadığını, eskiden otuz yaş ne iseşimdilerde kırkın o olduğunu söylüyorlar. (Veeskiden kırk yaş ne ise şimdilerde altmış oy-muş). Ama kimi kandırıyoruz? Kırk yaş kırk yaş-tır işte. Artık her şeyin daha fazlasına sahi-bim: Daha bilgili, daha olgun, daha sağduyulu-yum. Ve yüzümde daha fazla kırışıklık var, sa-çımda daha fazla kır. Daha kırgınım ve daha yor-gun. ..Doğum günleri hep neşelendirirdi beni ama ne-dense bu sabah göğsümde bir ağırlıkla uyandım.Bir an hayatımın hep böyle geçip gideceğini dü-şündüm ve bu fikirle ürperdim.Peki hayatımın değişmesini gerçekten istiyormuyum? Birden anladım ki bu soruya "evet" desenbir türlü, "hayır" desen bir türlü. Her iki so-nuç da ürkütüyor beni.Benden daha keyifli olman dileğiyle,Arkadaşın Ella

Page 30: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Hamiş: Biraz kasvetli bir mesaj oldu galiba,kusuruma bakma. Bu sıralar kendimle çok uğraşı-yorum, belki de romanının etkisidir. Ya da res-men orta yaş bunalımındayım...

Sevgili Ella,Doğum günün kutlu olsun 1 Hem erkekler hem ka-dınlar için kırk en güzel yaştır. Bence kırk sa-yısı tılsımlıdır.Boşuna değil, Nuh Tufanı kırk gün sürdü. Su-lar her yeri kapladı ama aynı zamanda bu topye-kûn yıkım, birikmiş tüm kirleri sildi ve haya-ta yeniden başlama fırsatı verdi. İslam tasav-vufunda kırk sayısı bir mertebe aşmak için sarfedilen zamanı, manevi uyanışı temsil eder. Bi-lincin dört temel safhası vardır. Her birindeon derece mevcuttur ki toplamda kırk eder. Haz-reti İsa kırk gün kırk gece çölde çile çekti.Hazreti Muhammed peygamberlik çağrısını kırkyaşında işitti. Buda ıhlamur ağacının altındakırk gün tefekküre daldı. Ve tabii bir deŞems'in kırk altın kuralını unutmamalı.Kırk yaşında insan yeni bir vazife üstlenir.Bence muhteşem bir yaşa vardın! Yaşlanmayı dasakın dert etme. Kirk öyle kudretli bir sayıdırki, kırışıklıklar da saçmdaki aklar da yanın-da cılız kalır.Kendine iyi bakman dileğiyle,Aziz

Çöl GülüKonya, 18 Ekim 1244

Bunca senedir bu beter yolun yokuşuyum, anlamadığımbir şey var. Nasıl olur da insanlar habire fuhuşa karşı olduk-larını ve fahişelere acıdıklarını söyledikleri hâlde fuhuş yapan bir kadının tövbe edip hayata sil baştan başlamasına fır-sat tanımazlar? "Mademki bir kere düştün batağa, hep oradakal" derler âdeta. Bilmem ki nedendir. Tek bildiğim şu: Budünyada pek çok insan başkalarının sefaletinden beslenir.Düşenin belini doğrultup toparlanmasını istemez, yeryüzün-den bir sefil eksilse rahatsız olur. Ama kim ne derse desin,aklıma koydum bir kere. Yakında bu kerhaneden ayrılaca-ğım. Gideceğim bu yerden.Bu sabah uyandığımda içim içime sığmıyordu. Mevlâ-na’nın vaazını dinlemeyi o kadar çok istiyordum ki gözümbaşka bir şey görmüyordu. Patrona gidip müsaade istesembenimle dalga geçecekti, biliyorum. "Orostopollar ne zaman-dan beri vaaz dinlemeye camiye gider oldu?" diyecekti. Ne za-man böyle alay etse öyle bir gülme krizine tutulur ki yüzüpatlıcan moruna döner.O yüzden yalan söylemeye karar verdim. Gül bahçesini kiminyaptığım soran o uzun boylu, saçsız derviş gittikten sonra bak-tım bizim hünsayı bir düşüncedir almış. Ne zaman böyle dalgm-laşsa daha anlayışlı olur. Tam zamamdır deyip yanma vardım."Pazarda halletmem gereken bir iki işim var, müsaadenlegideyim" dedim.Bana inandı. Ne de olsa dokuz senedir yanında it gibi sada-katle çalıştığım için az da olsa güvenini kazanmış sayılırım."Tek şartım var" dedi patron. "Susam da seninle gelecek."Bu hiç mesele değildi. Susam'ı severdim. Yüreği tertemiz,aklı altı yaşında çocuk, kendi çam yarması gibi bir adamdıSusam. Hinlik nedir bilmediğinden son derece namuslu veemindi. Kimse asıl adını bilmezdi, belki kendisi bile. Helva-ya pek düşkün olduğun için ona Susam derdik. Ne vakit ker-haneden bir fahişe sokağa çıkacak olsa, Susam da sessiz birgölge gibi peşinden giderdi. İstesem de ondan iyi muhafız bu-lamazdım.Beraberce bostanların arasından dolanan tozlu yoldanilerledik. İlk kavşağa vardığımızda Susam'a beklemesini söy-ledim. Bir çalının arkasına geçip daha evvelden oraya gizle-diğim bir çuval dolusu erkek kıyafetini çıkarttım.Ne var ki üstümü değiştirip erkek kılığına girmek düşün-düğümden zor oldu. Göğsüme uzun eşarplar sarıp memeleri-mi düzlemem gerekti evvela. Sonra kahverengi şalvar, yün

yelek, kestane renkli uzun bir cüppe geçirdim üstüme. Bir desarık taktım kafama. En son olarak seyyah bir Arap sansın-lar diye yüzümün yarısını Bedeviler gibi sarıp sarmaladım.Tekrar Susam'ın yanma vardım. Gözlerini fal taşı gibi açıpirkilerek baktı."Haydi, gidelim" diyerek yeninden çekiştirdim ama kıpır-damadı. Peçeyi indirdim. "Benim ya, tanımadın mı beni?"Susam bir elini ağzına götürüp, hayretle bağırdı: "Çöl Gü-lü, sen misin? Neden böyle giyindin?""Şışşşt. Sana bir sır versem, tutar mısın?"Susam "tabii" mânâsında başını salladı."Tamam" diye fısıldadım. "Kimseye söyleme, bilhassa hün-saya tek kelime anlatmak yok! Şimdi biz pazara gitmiyoruz.Camiye gidiyoruz."Susam'ın alt dudağı titredi. "Ama hani pazara gidiyorduk"diye çocuk gibi mızmızlandı."Tamam oraya da gideceğiz ama şimdi değil, sonra. ÖnceMevlâna'yı dinlemeye camiye gidiyoruz."Susam dehşet içinde yüzüme baktı."Lütfen, bu benim için çok önemli" diye yalvardım. "Eğer ka-bul edip kimseye söylemezsen sana koca bir helva alacağım.""Helvaaa" diye tekrarladı Susam, daha kelimeyi duyarduymaz ağzına hoş bir tat gelmiş gibi dilini şapırdattı. İşteböylesi tatlı umutlarla Mevlâna’nın vaaz vereceği camiyedoğru yola koyulduk.

* * *

Nikea yakınlarında ufak bir köyde doğdum. Annem hepderdi ki, "doğru yerde dünyaya geldin ama yanlış zamanda."Devir kötüydü, yarın ne olacağı belirsiz. Bir seneden diğe-rine her şey değişiyordu. Önce Haçlıların döneceği söylentile-ri daralttı içimizi. Konstantinopol'da yaptıkları mezalimiişittik. Malikâneleri yağmalamış, en küçüğünden en büyüğü-ne kiliselerdeki ikonaları kırmışlardı. Sonra Selçuklu saldırı-larmdan bahsetmeye başladı herkes. Daha Selçuklu Ordu-su'nun yarattığı korkunun izleri küllenmemişti ki, acımasızMoğol saldırıları başladı. Sanki düşmanın ismi ve cismi sü-rekli değişiyor ama başkalarınca yok edilme korkumuz IdaDağı’nın başındaki kar kümeleri gibi sabit kalıyordu.Annem babam fırıncıydı. İyi Hıristiyanlar, inançlı insan-lardı. Çocukluğumdan hatırladığım en eski şey fırından tazeçıkmış ekmek kokusudur. Zengin değildik. Çok küçükken da-hi bunun farkmdaydım. Ama fakir olmadığımızı da biliyor-dum. Dükkâna dilenmeye gelen fakir fukaranın gıpta dolubakışından bilirdim hâlimizi. Her gece vıyumadan evvel diz-lerimin üstüne çöküp dua eder, bizi aç yatırmadığı için Tan-rı'ya teşekkür ederdim. Bir dostla konuşur gibi konuşurdumO'nunla. Zira o sıralar Rab dostumdu benim.Yedi yaşımdayken annem hamile kaldı. Şimdi düşünüyo-rum da, daha evvel kimbilir kaç kez düşük yapmış olmalıydıama o sıralar aklım ermezdi bu işlere. Öyle masumdum ki be-bekler nasıl dünyaya gelir diye sorsalar, Tanrı'nın onları yu-muşak, taze hamurdan yoğurduunu söylerdim herhalde.Ne var ki annemin karnında yoğrulan hamur devasa birşeye benziyordu. Çok geçmeden karnı burnuna vardı. O ka-dar irileşti ki yürüyemez hâle geldi. Köyün ebesi, anneminvücudunun su tuttuğunu söyledi ama ne demek istediğini an-lamamıştım; "sus tutmak"m nesi kötüydü ki.Hâlbuki ne annemin ne de ebenin bildiği bir şey vardı: Me-ğer tek değil üç bebek varmış rahimde. Üçü de oğlan. Kardeşlerim annemin içinde savaşmaktaymış meğer. Doğuma yakınüçüzlerden biri diğerini göbek bağıyla boğmuş, boğulan be-bek de öç almak istercesine çıkışı kapamış. Böylece bebekle-rin hepsi sıkışmış, çıkamaz olmuş. Annem dört gün boyuncakardeşlerimi doğurmaya uğraştı. Gece gündüz feryatlarınıişittik, tâ ki sesi soluğu kesilinceye değin.Ebe annemi kurtaramaymca kardeşlerimi kurtarmaya so-yundu. Eline bir çift makas alıp annemin karnını yardıysa daancak bir bebeği kurtarabildi. Erkek kardeşim işte böyle doğdu.Babam bütün suçu ondan bilirmişçesine doğduğu günden berikardeşime ters davrandı. Hatta vaftiz törenine dahi katılmadı.Annem ölüp, babam asık suratlı, haşin bir adama dönü-şünce hayatın tadı tuzu kalmadı. Fırında işler çarçabuk kötüye gitti. Günün birinde fırına gelen dilenciler gibi olacağı-mızdan korkuyordum. Yatağımın altına ekmek somunlarısaklamaya başladım; orada kuruyup bayatlarlardı. Ama esas

Page 31: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

sıkıntıyı benden çok kardeşim çekti. En azından ben bir za-manlar sevgi, alâka görmüştüm. Kardeşim bunları hiç tat-madı. Bu kadar fena muamele görmesi beni kahrediyordu.Ama doğrusu, babamın gazabına uğrayan ben olmadığım içinkendimi şanslı sayıyordum. Keşke kardeşimi kollasaymışım.O zaman her şey farklı olurdu. Ben de bugün Konya'da birkerhanede olmazdım. Hayat ne tuhaf!Bir sene sonra babam yeniden evlendi. Kardeşimin hayatın-da tek değişen şey şu oldu: Eskiden sırf babamdan kötü muame-le görürken, şimdi hem babamdan hem üvey annemden kötümuamele görüyordu. Artık her fırsatta evden kaçıyordu. Geridöndüğünde beter arkadaşlar ve daha beter huylar edinmiş ola-rak geliyordu. Bir keresinde babam onu öyle feci dövdü ki, yaşa-ması mucizeydi. O günden sonra kardeşim hızla değişti. Gözbe-beklerine zalim bir bakış oturdu. Aklından bir şeyler geçirdiğimseziyordum ama ne fena ameller beslediğinden haberim yoktu.Keşke bilseydim. Keşke bu trajediyi önleyebilseydim.Çok geçmedi, babamla üvey annemi ölü bulduk. Birisi ye-dikleri ekmeğin ununa fare zehiri karıştırmıştı. Haber duyu-lur duyulmaz herkes kardeşimden şüphelendi. Muhafızlarsorguya başlayınca, o da korkup kaçtı. Kardeşimi bir dahagörmedim. Birdenbire bu dünyada yapayalnız kalmıştım.Anamın kokusu sinmiş evde duramadım. Fırında hiç kala-madım. Sonunda hayatta kalan tek yakın akrabam olan ha-lama gitmeye karar verdim. Evlenmemiş kız kuruşuydu.Konstantinopol'da yaşardı. Evi ve fırını öylece bırakıp onunyanma gitmek için yola çıktım. On üç yaşındaydım.Konstantinopol'a giden bir yolcu arabasına atladım. Atarabasındaki en genç yolcu bendim. Yola çıkalı birkaç saat ol-muştu ki eşkıyalar önümüzü kesti. Her şeyimizi aldılar; çan-talar, bavullar, şapkalar, çizmeler, kemerler, mücevherler,hatta arabacının sosislerini bile. Verecek bir şeyim olmadı-ğından sessiz sedasız bir köşede durdum; bana zarar vere-ceklerini sanmıyordum.Ama tam gitmek üzereyken çetenin başı bana dönüp ses-lendi: "Güzel kız, bana bak kızoğlankız mısın?"Utançtan kızardım. Böyle münasebetsiz bir suale cevapvermeyi reddettim. Meğer benim kızarmam adamın bekledi-ği cevap imiş.Çete reisi, "Haydi gidelim" diye gürledi. "Bütün atları alın.Şu kızı da alın!"Ben ağlaya sızlaya direnirken diğer yolcuların hiçbiri yar-dımıma koşmadı. Haydutlar beni büyük bir ormana götürdü-ler. Meğer ormanın ortasında kendilerine ait bir köy varmış.Bir sürü kadın vardı ortalıkta ve bir o kadar çocuk. Her yer-de ördekler, kazlar, keçiler, domuzlar tembel tembel eşiniyor,dolaşıyordu. İçinde haydutlar yaşıyor olmasa sanırsın kidünyanın en şirin köyü burası.Çok geçmeden çete reisinin bana neden bakire olup olma-dığımı sorduğunu anlayacaktım. Meğer haydutların bir lide-ri varmış. Adam tifoya tutulmuş, durumu ağırmış. Uzuncabir süredir yataktaymış, türlü ilaç denemişler ama faydasıolmamış. Nasıl olduysa birisi kulağına sihirli bir deva fısılda-mış: "Bir bakireyle yatarsan hastalığın ona geçer, sen pirü-pak olur, şifa bulursun."Hayatımda hatırlamak istemediğim nice şey var. Orman-da geçen günlerim bunların arasında. Bugün bile ne vakit or-manı ansam, bir tek çam ağaçlarını düşünürüm. Köydeki ka-dınların yanında duracağıma, gider ağaçların arasında birbaşıma oturur, ağlardım. Buradaki kadınlar haydutların ka-rıları ya da kızlarıydı. Bir de kendi istekleriyle gelmiş fahişe-ler vardı. Bir türlü aklım almazdı neden buralara geldikleri-ni. Bense kararlıydım, ilk fırsatta kaçacaktım.Zaman zaman ormandan geçen at arabaları görürdüm, çoğuda asilzadelere aitti. Bu arabaların neden soyulmadıklarmı birtürlü çözemezdim. Sonradan anladım ki arabacılar ormandangeçmeden önce haydutlara rüşvet verir, karşılığında güvenlegeçer giderler. İşlerin nasıl yürüdüğünü anladıktan sonra birplan yaptım ve büyük şehre giden bir arabayı durdurup araba-cıya beni alması için yalvardım. Param olmadığını bildiği hâl-de yüksek bir ücret talep etti. Bedelini başka şekilde ödedim.Konstantinopol'e varıp da birkaç gün geçirince ormandakifahişelerin neden orada olmayı seçtiklerini anlayacaktım. Şe-hir ormandan beterdi. Halamı aramaya gerek bile görmedim.Benim gibi düşmüş birini evinde istemezdi ki. Bir başımay-dım. Şehrin ruhumu ezmesi çok sürmedi. Bambaşka bir âle-min içindeydim artık; şiddetin, şerrin, tecavüzün, zulmün,

hastalıkların dünyasında. Peş peşe defalarca hamile kaldım.Şişleye şişleye nice çocuk aldırdım. Öyle harap oldu ki bede-nim, âdet görmeyi kestim; genç yaşta gebe kalamaz oldum.O sokaklarda öyle şeylere şahit oldum ki kelimeler kifayet-siz kalır. Şehirden ayrıldıktan sonra askerlerle, canbazlarla,oyuncularla, kâhinlerle, Çingenelerle gezdim; hepsinin keyfine köle oldum. Sonra Çakal Kafa adında bir zorba beni bul-du; tuttu Konya'daki bu kerhaneye getirdi,Hünsa patron işine yaradığım müddetçe nereden geldiğimiönemsemedi. Bebek doğuramadığımı duyunca pek sevindi,gebelik sorunu olmayacaktı. Kısırlığıma atıfta bulunmak içinbana "Çöl" lakabını taktı. Ama bu ismi fazla kuru bulmuşolacak ki yanma bir de süsleme ekledi: "Gül". Böylece ÇölGülü oluverdim.Aldırmadım. Alınmadım. Gülleri severdim. Kaybedecekneyim kalmıştı ki?Düşünüyorum da iman da gizli bir gül bahçesi gibi. Vaktiyleo bahçe içinde dolaşıp baygın kokularını içime çekerdim ama birgün pat diye kendimi dışarıda, cennetten kovulmuş buldum.Tanrı'nın bana tekrar kucak açmasını ne çok isterim; tıpkı ço-cukluğumda olduğu gibi ona yönelebilsem keşke. Bu arzuylaiman bahçesinin etrafım dolaşıyor, açık bir kapı arıyorum.Bulamıyorum.

* * *

Nihayet Susamla camiye vardık. Gözlerime inanamadım.Her meşrepten, her meslekten ahali köşe bucağı doldurmuş-tu. Kadınlara ait haremlik kısmını bile erkekler kaplamıştı.İğne atsan düşmez kalabalıkta nasıl yer bulacaktım? Tamumudumu yitirip geri dönecektim ki, önüm sıra bir dilenci-nin hızla kalktığını, kalabalığı yararak caminin çıkışma iler-lediğini gördüm. Çabucak onun yerine oturdum. Susam isedışarıda kaldı.İşte böylece, ben Çöl Gülü tepeden tırnağa erkek dolu bircamide buldum kendimi. Tedirgindim. Aralarında erkek kılığına girmiş bir kadının oturduğunu bilseler ne yaparlardıacaba? Daha bunu tahayyül edemezken, bir de o kadının fahi-şe olduğunu öğrenmeleri hâlinde olacakları aklımdan geçirmek dahi istemiyordum. Ne var ki Mevlâna'yı dinlemeye gel-miştim. Bana yol gösterecek bir sese ihtiyacım vardı. Tüm ve-himleri vesveseleri savuşturup, dikkatimi vaaza verdim.Rumi tane tane konuşuyordu: "Yüce Allah kederi yaratmışki, tezatından saadet doğsun" dedi. "Bu dünyaya boşunaÂlem-i Kevn-ü Fesad, yani Oluş ve Varoluş Alemi denmemiş-tir. Burada her şey tezatından tezahür eder. Bir tek Rabb'ınzıttı yoktur. O yüzden O hep sır kalır."Vaiz konuşurken sesi dağ pınarları gibi coşup kabarıyordu."Aşağıda toprak, yücede sema... Dünyanın her hâli böyle-dir. Bolluk ve kıtlık, barış ve savaş... Her nesnenin muhak-kak karşıtı var. Unutmayın, Allah hiçbir şeyi boşa yaratma-mıştır. Tek bir tanenin bile bu ilahi nizamda yeri var."Anladım ki şu âlemde tesadüfi veya fuzuli olan bir şey yok.Her şey bir amaca hizmet eder. Anamın hamileliği, üç karde-şimin ana rahminde tutuştukları amansız savaş, kardeşiminyalnızlığı, hatta babamın ve üvey anamın katli, ormanda ya-şadığım o korkunç günler, Konstantinopol sokaklarında maruzkaldıklarım... hepsi ve her biri hikâyeme katkıda bulunmuştu.Her zorluğun ardında ve ötesinde bir başka sır, bir başka se-bep vardı. Anlatamıyor ama yüreğimde hissediyordum.Bu öğleden sonra hıncahınç kalabalık bir camide Rumi'yidinlerken bir dinginlik, bir huzur geldi üstüme. Öyle bir tesli-miyet ki anamın pişirdiği ekmekler kadar sıcak ve yumuşak...

Dilenci HasanKonya, 18 Ekim 1244

Başı pek, karnı tok Mevlâna nasıl da rahat anlatıyor sıkın-tı çekmenin erdemini. İnsan bildiği şeyden bahsetmeli, bilme-diğinden değil. Baktım dayanamıyorum, kendi kendime söy-lene söylene camiden ayrıldım. Gidip tekrar akçaağacm dibi-ne oturdum. Camideki cemaat dağılıncaya kadar kimseninkeşkülüme para bırakmasını beklemediğim için miskin mis-kin etrafı gözetlemeye başladım. Neredeyse uykuya dalacak-tım ki daha evvel hiç görmediğim bir adam ilişti gözüme. Te-peden tırnağa karalar giyinmişti, yüzünde ise hiç kıl yoktu;

Page 32: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

elinde uzunca bir asası vardı, tek kulağında da gümüş bir kü-pe. Öyle sıradışı bir edası vardı ki gözlerimi ondan alamadım.Derviş sağa sola bakındı. Derken beni fark etti. Görmez-den gelinmeye o kadar alışkındım ki, adamın hemen başınıçevirmesini bekledim. Ama derviş sağ elini yüreğine götürü-rerek ezelden beri dostmuşuz gibi bana selâm verdi. Şaşır-dım. Acaba başkasına mı selâm verdi diye gayriihtiyarî etra-fıma bakındım. Ama bir ben, bir de akçaağaç vardık işte. Ni-hayet selâmın muhatabı olduğumu anlayıp, ben de elimi yü-reğime götürmek suretiyle karşılık verdim.Ağır ağır yanıma yaklaştı. Başımı eğdim, herhalde keşkü-lüme bakır para atacak yahut kuru ekmek verecekti. Hâlbu-ki derviş yanıbaşımda diz çöktü, benimle aynı hizaya gelip,gözünü gözüme dikti."Selamünâleyküm kardeş" dedi."Aleykümselam derviş" dedim. Kendi sesim bana yabancıgeldi, çatal çatal. Birden anladım ki birileriyle konuşmayalıuzun zaman olmuş. Neredeyse kendi sesimin neye benzediği-ni unutmuştum.Kendini tanıttı, ismi Tebrizli Şems imiş. Adımı sordu.Güldüm. "Benim adım olsa ne olur, olmasa ne olur?"Derviş itiraz etti. "Her insanın bir ismi vardır. Allah'ın isesayısız ismi var. Biz bunlardan ancak doksan dokuzunu bili-yoruz. Düşün hele, Allah'ın bunca adı varsa O'nun ruhundanüflediği bir insan nasıl adsız yaşar?Bu soruya ne cevap vereceğimi bilemedim. Denemedim bi-le. İkrara vurdum işi: "Vaktiyle bir anam, bir de karım vardı.Bana Hasan derlerdi."Şems başını sallayarak, "Öyleyse ben de Hasan diyeyim"dedi.Sonra hiç beklemediğim bir şey yaptı, koynundan gümüşbir ayna çıkarıp bana uzattı. "Al bunu" dedi. "Bağdat'ta mü-barek bir zat vermişti. Lâkin sana nasipmiş. Olur da özünüunutursan, sana içindeki İlahi Güzellik'i gösterir.""Cüzamlı bir adama ayna mı verirsin?" dedim hayretle."Bunca çirkinliğime rağmen..."Devam etmeye fırsat kalmadı, arkamızda bir patırtı koptu.Önce sandım ki camide bir yankesici yakaladılar. Ama bağırtıçağırtı katlanarak arttı. Belli ki daha vahim bir mesele vardıortalıkta. Bir yankesici için bu kadar şamata kopartmazlardı.Çok geçmeden ne olduğunu öğrendik. Meğer kadının tekierkek kılığında camiye girmeye kalkmış. Üstelik namuslu birkadın değil, düpedüz fahişeymiş. Yakalamışlar. Baktık bir ta-kım adamlar kadını ite kaka dışarı çıkarıyorlar. Arkalarındabir güruh hiddetle bağırıyor:"Kırbaçlayın şu sahtekârı! Kırbaçlayın orospuyu!"Öfkeli ayaktakımı sokağa vardı. Ortalarında erkek kıya-fetli genç bir kadın gördüm. Korkudan ölecekmiş gibi kanı çe-kilmiş, bembeyaz kesilmişti. Badem gözlerinden dehşet fışkı-rıyordu. Bu güne dek sayısız linç hadisesine tanık olmuştum.Her defasında hayret ederdim. Nasıl oluyor da tek başları-nayken gayet mütevazi, mazbut ve hatta munis olan insan-lar, kalabalık içine girer girmez değişiyor, kabalaşıyor, acı-masızlaşıyordu. Kimi zanaatkar, kimi tezgâhtar, kimi çerçi,kimi dülger olan, belki karınca dahi incitmeyen şahıslar birgüruh hâlinde hareket edince gaddarlaşıyordu. Meydan da-yakları vaka-ı âdiyyedendi. Çoğunlukla sonları kanlı biterdi.Cesetler ibret olsun diye meydana asılırdı."Zavallı kadın" dedim dervişe. Ama dönüp baktığımdaŞems'in yerinde yeller esiyordu.Bir de baktım ki derviş rüzgâr olmuş gidiyor. Mübareksanki yaydan fırlamış ok! İnanılmaz bir hızla ve kararlılıklagüruha doğru rap rap yürüyor! Ben de derhal peşinden se-yirttim. Yetişmek ne mümkün!Ayaktakımı alayının başına varınca Şems asasını bayrakgibi havaya kaldırdı ve avazı çıktığı kadar bağırdı: "Durun!"Kalabalık şöyle bir dalgalandı. Adamlar kadını itip kak-mayı bırakıp, yollarını kesen bu siyahlar içindeki çılgınabaktılar."Utanın, bu ne hâl?" diye bağırdı Şems ve asasının demirökçesini yere vurdu. "Otuz adam bir kadına karşı, öyle mi?Adil midir bu yaptığınız?"Ablak suratlı, iriyarı, bir gözü tembel bir adam derhal öneçıktı. "Bu kadın adil davranılmayı hak etmiyor ki" dedi."Adalet hak edene verilir."Tavrına bakılırsa kendini bu güruhun lideri ilan etmişti.Yaklaşınca adamı tanıdım. Baybars adında bir muhafızdı.

Konya şehrinin tüm dilencileri yaka silkerdi ondan."Bu kadın cemaati kandırmak için erkek gibi giyinip cami-ye sızdı ve utanmadan Müslümanların arasına karıştı" diyedevam etti Baybars.'Yani sen şimdi diyorsun ki bu insan evladı camiye vaaz din-lemeye gelmiş, buna ne ceza verelim, öyle mi? diye sordu Şems."Ne zamandan beri Cumaya gelmek suçtur, sorarım size?"Kalabalıktan çıt çıkmadı bir an.Öfkeden yüzü kıpkırmızı bir başka adam, "Kadınlara Cu-ma zaten farz değil, gelmesinler!" diye haykırdı geriden. "Üs-telik bu kadın iffetli bir avrat değil. Orospudur! Mübarek ca-mide ne işi varmış?"Bunun üzerine arka sıralarda birkaç kişi gemi azıya aldı.Hem-avaz bağırdılar: "Kaltak! Soysuz!"Galeyana gelen bir delikanlı öne atıldı, kadının sarığına ya-pıştığı gibi var gücüyle asıldı. Sarık çözülünce kadının parlak,uzun, buğday sarısı saçları dalga dalga saçıldı. Herkes nefesini tuttu. Fahişenin gençliği, güzelliği insanın aklını alıyordu.Şems ahalinin içindeki karışık hisleri bilmiş olacak, herke-se seslendi: "Karar verin kardeşlerim. Bu kadını hor mu gö-rüyorsunuz, yoksa hoş mu görüyorsunuz?"Bunu demesiyle Şems'in fahişenin elini tutup kendine doğ-ru çekmesi bir oldu; böylece kadını bir hamlede ayaktakımm-dan uzaklaştırdı. Genç kadın dervişin arkasına sığınıp, ana-sının eteklerine gizlenen küçük bir kız çocuğu gibi olduğuyerde sindi.Baybars Şems'in üstüne yürüyerek sesini yükseltti: "Büyükbir hata yapmaktasın derviş. Bu şehrin yabancısısın, bizimâdetlerimizi bilmezsin. Sen bu meseleye burnunu sokma."Bir başkası lafa girdi: "Hem sen ne mene dervişsin? Fahi-şe korumaktan önemli işlerin yok mu?"Şems-i Tebriz! bir süre itirazları değerlendirir gibi sessiz-ce durdu. Yüzünde öfkeden eser yoktu. Sakin ve kararlıydı:"Peki siz en başta bu kadını nasıl fark ettiniz? Demek cami-ye gidip, sağdakine soldakine bakıyorsunuz. Hakiki mümin,yanındaki çıplak dahi olsa haramı fark etmez. Her kim ger-çekten Allah'ı zikrederse, O'ndan başka her şeyi unutur. Sizbugün aslında bu kadını enselemediniz, kendinizi ele verdi-niz! Onu yakalayarak aklınızın fikrinizin başka yerde oldu-ğunu gösterdiniz! Şimdi camiye geri dönün, inşallah bu seferdoğru dürüst iman edersiniz."Koca sokağa tuhaf ve kesif bir sessizlik çöktü! Kaldırımlar-da uçuşan toz topaklan dışında hiçbir şey ve hiç kimse kıpır-dayamadı.Nihayet Şems-i Tebrizî asasını sallayarak, "Haydi, hepi-niz! Geri dönün, doğruca Mevlâna'yı dinlemeye" diye kalaba-lığı kışkışladı.Gözlerime inanamıyordum. Herkes afallamıştı. Kimse dö-nüp gitmedi ama kalabalıktakilerin çoğu birkaç adım gerile-mişti. Ne yapacaklarını bilemeden etrafa boş boş bakmanlarçoğunluktaydı. Tam o sırada fahişe, dervişin arkasında sak-landığı yerden çıktı. Ürkek dağ tavşanı gibi sıçrayarak, uzunsaçları savrula savrula başladı koşmaya. Göz açıp kapayınca-ya kadar en yakın ara sokakta gözden kayboldu.İki kişi onu kovalayacak oldu. Ama Şems-i Tebıizî asasınıadamların ayaklarına doğru öyle ani savurdu ki, ikisi de ta-kılıp yere kapaklandılar. Etraftakiler gülmeye başladı. Bende katıldım.Şaşkınlıktan serseme dönen iki adam ayağa kalkmayı be-cerdiğinde, fahişe çoktan gözden yitmiş, dervişse orada işibittiğine kanaat getirmiş olacak ki yürüyüp gitmişti.

Sarhoş SüleymanKonya, 18 Ekim 1244

Başımda bir ağırlık, kollarımda bir tatlı uyuşukluk, gözle-rimi kapadım. Tam sızmak üzereydim ki dışarıda kopan pa-tırtıyla sıçradım. Ödüm patladı."Ne oluyor yahu?" diye haykırdım. "Yoksa Moğollar mı sal-dırdı?"Kıkır kıkır gülme sesleri yükseldi. Etrafa bakınca diğer müş-terilerin benimle dalga geçtiğini gördüm. Bak şu zibidilere!"Meraklanma ayyaş Süleyman!" diye bağırdı meyhane sa-hibi Hristos. "Sokaktan geliyor bu patırtı. Mevlâna vaazdandönüyor. Peşinde de hayranları."Pencereye gidip baktım. Hakikaten dediği gibiydi. Mevlâ-

Page 33: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

na’nın talebe, hayran ve müritleri uzun bir yürüyüş alayı ol-muş, sokaktan geçiyordu. Kalabalığın ortasında, atının üs-tünde dimdik duruyordu Rumi.Pencereyi açtım, yarı belime kadar eğilerek cümbüşü sey-retmeye başladım. Salyangoz hızıyla ilerliyordu kalabalık. Okadar yakımmdaydılar ki elimi uzatsam birilerinin kafasınadeğebilirdim. Birden muzipçe bir fikir geldi aklıma. Kimseyeçaktırmadan birkaç kişinin sarıklarını değiştirecektim!Bi koşu gidip Hıristos'un tahta sırt kaşıyıcısım kaptım. Birelimle pencereye tütündüm, diğer elimle kaşıyıcıyı sarkıttım.İyice öne eğildim, tam adamın tekinin külahını çekecektim kikalabalıktan biri tesadüfen yukarı baktı, beni gördü."Selamünâleyküm" dedim işi pişkinliğe vurarak."Tavernadan selâm mı yolluyorsun, tüh ahlaksız! ÜstelikMüslümansm! Utan yahu, utan" diye kükredi adam. "Şarapşeytan işidir, bilmez misin?"Ağzımı açıp bir şey söylemek üzereydim ki kafamın üstün-den sert bir şey vm diye geçip arkaya düştü. Neler olup bitti-ğini anladığımda dehşete düştüm. Birisi taş atmıştı. Son andaeğilmesem kafamı yaracaktı. Açık pencereden içeri giren taşbeni teğet geçerek tam arkamda oturan İranlı halı tüccarınınmasasına güm diye inmişti. Ne olduğunu anlayamayacak ka-dar çakırkeyf olan tacir şimdi taşı eline almış, inceliyordu.Hıristos endişeyle seslendi: "Süleyman! Çabuk kapa şu ca-mı, masana geç!""Ne oldu gördün mü?" diye sordum heyecandan zangırzangır titreyerek. Masama döndüm. "Adamın teki bana taşattı. Ölebilirdim yahu!"Hıristos tek kaşını baldırdı. "Kusura bakma ama ne bekli-yordun? Bilmez misin meyhanede Müslüman görmekten hoş-lanmaz bazıları. Sen de tutmuş, ağzın içki koka koka, bur-nun olmuş kandil kendini sergiliyorsun. Ya ne olacaktı?""Olsun, günah benim, kime ne" diye mırıldandım. "Ben in-san değil miyim?"Hıristos sırtımı sıvazladı. "Bu kadar alıngan olma be Sü-leyman!""Olurum. Zaten bu yüzden bağnazlardan bıktım usandım!Tanrı'yı yanlarına aldıklarından o kadar eminler ki, geri kalan herkese tepeden bakıyorlar. "Hıristos yanıt vermedi. O da dindar bir adamdı ama sar-hoş müşterilerini yatıştırmayı bilecek kadar da mahir birmeyhaneciydi. Az sonra bir testi kırmızı şarap koydu önüme.Ben kafama dikip içerken o da bir kenardan izledi. Dışarıdauğultulu bir rüzgâr esti. Bir an için durup beraberce kulakkabarttık, dilini çözmeye çalışırcasma."Şu şarap niye günahtır, anlamam" diye mırıldandım."Madem fenadır cennette niye serbest? Madem cennette ser-besttir burada neden yasak?"Hıristos gözlerini devirdi. "Aman gene başlama" diye söy-lendi. "Bu kadar çok soru sorman şart mı?""Elbette şart. Eğer düşünüp soru sormazsak, hıyardan, la-hanadan ne farkımız kalır? Düşünelim diye vermiş Çalap bi-ze bu aklı.""Süleyman, dostum, bazen senin için endişeleniyorum.""Beni merak etme sen" diye geçiştirdim.Ama Hıristos konuyu kapamadı. "Bunca zamandır birbiri-mizi tanırız. Müşteriden saymam seni. Arkadaşımsın. Harbiadamsın, kimseye bir fenalık yaptığını görmedim ama dilinpek sivri. Bu yüzden kaygılanıyorum. Konya'da her türlü in-san var. Bazısı bir Müslümanm içki içmesinden hazzetmiyor.Umuma karışınca dikkat et. Dilini tut, kendini sakın."Gayriihtiyarî sırıttım. "Gel Hayyam'dan bir rubaiyle taç-landıralım şu lafları."Hristos'un bir şey demesine fırsat kalmadan konuşmamı-za kulak misafiri olan İranlı tacir yan masadan seslendi:"Hay yaşa! Hayyam'dan rubai isteriz!"Diğer müşteriler de aşka gelip alkış tutmasın mı? Dayana-mayıp masanın üstüne çıktım ve başladım okumaya:Bizim şarap içmemiz ne keyfimizden,Ne dine, edebe aykırı gitmemizdenİranlı tacir neşeyle bağırdı: "Elbette ya, ha şunu bi anlata-madık!"Bir an geçmek istiyoruz kendimizdenİçip içip sarhoş olmamız bu yüzden.Bunca senedir içki içerim. Meşrebim böyle, ne yapayım?Bildiğim bir şey varsa herkesin kumaşına göre içtiğidir. Kimivar, her akşam küp gibi içer, gene de kimseye zarar vermez.

Sadece çakırkeyif türkü çığırır, sonunda sızar kalır. Kimi var,bir damla bade koysa ağzına, canavara dönüşür, ona bunadayılanır, saldırır. Demek ki mesele badede değil, bizde.Çok içtim mi aklım azalır. İçmedim mi neşem dağılırNe sarhoş ne ayık bir hâl var ya, en iyisi o hâlde yaşamaktır.Bir alkıştır koptu. Hıristos bile kendini tutamadı alkışladı.Konya'nın Yahudi mahallesinde, bir Hıristiyan'ın meyha-nesinde, her inançtan her mizaçtan biz cümle demkeşler ne-şeyle kadehlerimizi kaldırdık. Ve kimbilir belki bir an için deolsa ayrı gayrı kalmadı aramızda. Ve hepimiz, tüm kusurla-rımız ve noksanlarımıza rağmen Allah'ın bizleri affettiğini,hatta bizi bizden çok sevdiğini öyle lafta değil, tâ yüreğimiz-de hissettik. *

EllaBoston, 30 Mayıs 2008

"Bu ipuçlarına dikkat: Kocanız eve geldiğinde ceketini,gömleğini kontrol edin. Yabancı bir parfüme ya da makyaj le-kesine rastlarsanız şüphelenmekte haklısınız" diye yazıyor-du Evli Kadınların Muhakkak Bilmesi Gereken Bilgi-ler isimli bir internet sitesinde. "Bilhassa ruj lekesine dik-kat!"Mayısın son günü, Ella Rubinstein evinde Aşk Şeriatı’nıokumaya ara verdiği bir sırada, tesadüfen ziyaret ettiği birinternet sitesinde rastladığı testi cevaplandırıyordu: "Koca-nızın Sizi Aldatıp Aldatmadığını On Soruda Nasıl Anlarsı-nız?" Sorular alabildiğine basit ve bayattı. Ama gene de ce-vaplamaktan kendini alıkoyamamıştı. Kadın erkek ilişkileri-ne dair testler son derece vasat ve entipüften şeyler olsa da.Ella artık biliyordu ki hayatın kendisi de bazen en az o kadarbayağı olabiliyordu. Tecrübeyle sabitti.Testi bitirdiğinde puanlarını toplayıp sonuçlara bakması ge-rekiyordu ama yapmadı, bıraktı. Soruları hevesle cevaplasabile, kocasının kendisini aldattığını bir başkasının ağzından,hele hele bir web sitesinden duymak istemiyordu ki! Tıpkı bumeseleyi David'le konuşmak istememesi gibi. Eve gelmediği ogece nerede kaldığını bile sormamıştı henüz. Bu günlerde vak-tinin çoğunu Aşk Şeriatı hakkında raporunu yazarak geçiri-yordu. Kendi hayatıyla en ufak bir bağlantısı olmayan bu ha-yali kurgu garip bir şekilde sarmıştı onu. Zahara’nın yazdığıromanı okurken tek başına bir köşeye çekiliyor; kafasını kur-calayan meseleleri düşünmeden, sessiz, sakin ve doygun birşekilde hikâyenin akışında huzur buluyordu.Onun dışında gündelik hayatı bir tekrardan ibaretti. Ço-cuklar etraftayken karı koca her şey yolundaymış gibi davra-nıyor, gayriihtiyarî rol yapıyordu. Gel gelelim yalnız kaldık-larında aralarındaki kopukluk hızla su yüzüne çıkıyordu. El-la bazen David'i dikkatle, âdeta hayretle kendisine bakarkenyakalıyordu. Nasıl olur da bir kadın kocasına geceyi neredegeçirdiğini sormaz, bunu anlamaya çalışıyordu sanki.Oysa Ella'nın David'e soru sormamasının bir sebebi vardı:Cevaplarla nasıl baş edeceğini bilmiyordu! Ne yapacağını bil-mediği bir bilgi ne işine yarayacaktı? Ne kadar az bilirsenbilmek istemediğin şeyleri, o kadar az incelir derin, incinirkalbin. O kadar az kanarsın. Böyle bakınca aslında, cehaleto kadar da kötü bir şey değildi.Bu yapay saadeti bozabilecek tek hadise geçen yılbaşındayaşanmıştı. Ella bir sabah tesadüfen eve gelen mektuplarınarasında bir otelin damgasını taşıyan bir zarf görmüştü. Aç-tığında beklemediği bir bilgiyle karşılaşmışa. Civardaki otel-lerden birinin Müşteri Hizmetleri Müdürü, David Rubinste-in'a konaklamalarından memnun kalıp kalmadığını soruyor,doldurması için bir memnuniyet anketi yolluyordu. Ella hiç-bir şey olmamış gibi zarfı masanın üstüne bırakmıştı. AkşamDavid mektubu açıp okuduğunda, o da bir kenardan izlemiş-ti. Tek soru sormadan. Yorum yapmadan."Bir bu eksikti! Sanki başka işim yok" diyerek mektubukenara kaldırmıştı David. Ardından bir açıklama yapma ge-reği duymuş olmalı ki, hızlıca eklemişti: "Geçen sene bu otel-de diş hekimleri konferans düzenlemiştik. Katılımcıları müş-teri listesine almışlar demek."İnanmıştı Ella. İnanmak istediği için. Durgun suları bu-landırmaktan korkan yanı derhal kabul etmişti bu açıklama-yı. Ama bir yanı tatmin olmamış, şüphe içinde kalmıştı. Ensonunda merakına yenik düşerek, rehberden otelin telefonu-

Page 34: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

nu bulmuş, resepsiyonu aramış ve zaten tahmin ettiği şeyionlardan duymuştu. Ne bu sene, ne de daha evvelki sene, ootelde herhangi bir diş hekimliği konferansı yapılmamıştı.Aldatılmak, Ella'da hem aşağılık kompleksi hem suçlulukduygusu yaratıyordu. İçten içe kendine kızıyordu. Artık negençti, ne alımlı. Şu son altı sene içinde çok kilo almış, ken-dini salmıştı. Geçen her ay cazibesi biraz daha eksilmiş, pı-rıltısı tavsamıştı. Haftada bir katıldığı aşçılık dersleri fazlakilolarım vermeyi iyice zorlaştırmıştı. Gerçi kursta ondançok daha iyi yemek pişiren ve sık yiyen ama hiç de kilolu olmayan bir sürü kadın vardı, o başka.Ne zaman çocukluğunu ve gençliğini hatırlasa, hiç isyanetmemiş olduğunu görüyordu. Mizacı böyleydi: yumuşak,munis, pelte gibi. Genç kızlığının en delişmen günlerinde bi-le arkadaşlarıyla gizli saklı buluşup sigara içmemiş; zil zur-na sarhoş olup barlardan atılmamıştı. Hiç yanlış adamlaraâşık olmamış, pişman olacağı ilişkiler yaşamamış, tutkulusevişmelerin ardından panik içinde uyanıp "ertesi gün hataı"kullanmak durumunda kalmamıştı. Hemen hemen tüm ya-şıtlarının basma gelen kaza ve sarsıntılar ona uğramamıştıbile. Hiç panik atak yaşamamış, öfke nöbetlerine yakalanma-mış, depresyon ilacı kullanmamıştı. Oldum olası itaatkârdı.Annesine ya da öğretmenlerine hiç yalan söylememiş, bir kezolsun derslerini asmamıştı. Lise son sınıfta pek çok arkadaşıhamile kalıp kürtaj kliniklerini ziyaret eder ya da bebekleri-ni evlatlık verirken o bütün bu trajedileri uzaktan izlemişti.bir belgesel izler gibi. Televizyondan Etiyopya'daki açlığı iz-lemek gibi bir şeydi yaşıtlarının bunalımlarına tanıklık et-mek. Başlarına gelenlere üzülüyor, hatta zaman zaman ken-disi de maceralar tatmak istiyor ama son tahlilde yaşıtların-dan apayrı bir evrende yaşadığına inanıyordu.Hiç çılgın partilere gitmemişti. Genç kızlığından beri cumaakşamları dışarı çıkıp insanlara karışmak yerine koltuğauzanıp güzel bir kitap okumayı tercih ederdi.Mahalledeki anneler kızlarına "Neden Ella gibi olamıyor-sun?" diye sorardı hep. "Bak, o ne kadar mazbut ve müteva-zı. Hiç başını derde sokuyor mu?"Anneler Ella'ya tapadursun, yaşıtları ona uyuz oluyordu.Eğlenmeyi bilmeyen, habire okuyan ineğin tekiydi! Haliylehiçbir zaman popüler bir öğrenci olmamıştı. Hatta bir kere-sinde bir sınıf arkadaşı karşısına geçip, "Senin derdin ne bi-liyor musun?" diye diklenmişti. "Hayatı o kadar ciddiye alı-yorsun ki, ruhun yaşlanmış senin."Seneler var ki saç kesimini değiştirmemişti: Uzun, düz,bal sarışıydı saçıarı. Ekseriya ya sımsıkı bir topuzla toplar yada arkadan örerdi. Makyajı hep belli belirsizdi. İddialı olma-yı sevmezdi. Tek sürdüğü hafif kırmızı-kahverengi bir ruj ileaçık yeşil göz kalemiydi (ki büyük kızına bakılırsa gözleriniortaya çıkarmak yerine tam tersine kapatıp saklıyormuş!).Zaten Ella bugüne kadar göz kalemiyle simetrik iki çizgi çe-kebilmiş değildi. Yanlışlıkla bir gözünü diğerinden kalın bo-yardı hep.Bir yerlerde bir şeyleri hep yanlış yaptığına inanıyordu. Yaetrafındaki insanlara aşırı müdahale ediyordu, (Jeannette'inevlilik planlarını duyunca yaptığı gibi) yahut fazlasıyla edil-gen ve uysal oluyordu (kocasının kaçamakları karşısındayaptığı gibi). Bir yanda deli gibi başkalarının üstüne düşen,onları denetleyen bir Ella vardı; diğer yanda ise hâlim selim,pasif Ella. Ne zaman, hangisinin ortaya çıkacağını o bile bil-miyordu sanki.Bir de üçüncü Ella vardı. Her şeyi sessizce bir kenardan iz-leyen, vaktinin dolmasını bekleyen Ella. İşte şimdi saklandı-ğı yerde kıpırdamaya başlayan, yüzeye çıkmaya hazırlananElla buydu. Ve uyarıyordu: "Böyle devam edecek olursan birgün çökecek kurduğun sistem." An meselesiydi. Biliyordu.Mayısın son gününde bunları düşünürken Ella uzunca birsüredir yapmadığı bir şey yaptı: Dua etti."Tanrım, uzun zamandır kapını çalmadım, biliyorum.Açıkçası beni hâlâ dinler misin, emin değilim. Ama hâlimi gö-rüyorsun. Bunalıyorum. Bana ya hakiki bir aşk ver -ver kikurtulayım bu sıkıntıdan, sıkışmışlıktan- ya da beni öyle du-yarsız yap ki hayatımda aşk olmayışını umursamayayım."Durdu. Hafifçe yutkunup, kısık bir sesle ekledi: 'Yalnız han-gisini seçersen seç, lütfen elini çabuk tut. Biliyorsun, artıkkırk yaşıma bastım, genç sayılmam. Bu benim son fırsatım."'Ya aşkı öğret bana, ya da aşkın yokluğuna üzülmemeyi."

Çöl GülüKonya, 18 Ekim 1244

Bir hayvan gibi yaka paça camiden dışarı attılar beni. El-lerinden kurtulur kurtulmaz dar sokaklar boyunca koştum,arkama bakmaya korkarak. En sonunda kalabalık pazar ye-rine varınca bir duvarın arkasına düşercesine çöktüm ve ne-fes nefese oracığa saklandım. Ancak o zaman arkaya batma-ya cesaret edebildim. Hayretle ve ferahlayarak gördüm kikimsenin beni takip ettiği yok. Meğer arkamdan gelen ayaksesleri zavallı Susam'a aitmiş. Nihayet yanıma varınca göğ-sü körük gibi ine kalka dizlerinin üstüne çöktü. Suratındaşaşkın bir ifade. Neler olup bittiğini, neden böyle çıldırmış gi-bi sokak sokak koşmaya başladığımı anlayamamıştı belli ki!Her şey o kadar çabuk cereyan etti ki olan biteni ancak şim-di birleştirebiliyorum. Camideydim. Tüm dikkatimi vaaza ver-miş oturuyordum. Mevlâna’nın her kelimesi yakut gibi kıy-metliydi. O kadar dalmışım ki yanımdaki delikanlının, yüzü-mü örten poşunun ucuna bastığım fark etmemişim. Daha neolduğunu anlamadan poşu açıldı, sarığım kaydı, yüzüm gözümmeydana çıktı. Derhal toparlandım, kimsenin durumun farkı-na varmadığını umarak. Ama başımı kaldırdığımda ön saflar-dan birinin bana dik dik bakmakta olduğunu gördüm. Buz ma-visi gözler, soğuk bir ifade, sert bir çehre. Tanıdım hemen. Ta-nımamak ne mümkün? Baybars'tı bu.Baybars kerhanedeki hiçbir kızın bulaşmak istemediği ba-şa bela müşterilerdendi. Nedendir bilmem, bazı erkeklerhem fahişelerle yatmadan duramaz, hem de bizim gibilerdennefret eder. Baybars da böyleydi. Sürekli açık saçık şakalaryapar, küfürlü konuşur, hakaretler yağdırır, çatacak yer arar,hemencecik parlardı. Bir keresinde kızın birini öyle kötü döv-dü ki, paraya putmuş gibi tapan hünsa patron bile dayana-madı, "çek git, bir daha da gelme" diyerek defetti onu. AmaBaybars gene geldi. En azından birkaç ay boyunca. Sonra bil-mediğim bir sebepten ötürü uğramaz oldu. Bir daha da rast-lamadım ona. Ama şimdi baktım, camide oturuyordu. Sofugibi çember sakal bırakmıştı ama bakışları aynıydı. Yine ovahşi parıltı vardı gözbebeklerinde. Bakışlarımı kaçırdım.Ama geç kalmıştım. Beni tanımıştı.Baybars yanındaki adama bir şeyler fısıldadı. Sonra ikisibirden arkalarını dönüp, buz gibi bakışlarla süzdüler beni.Derken bir üçüncü adama işaret ettiler, sonra bir başkası-na... Böyle böyle o saftaki tüm adamlar bir bir dönüp banabakmaya başladı. Yüzümü ateş bastı, kalbim yerinden oyna-yacak gibi oldu ama kımıldayamadım. Çocuksu bir umutlaolduğum yerde durur, gözlerimi kaparsam, olay kendiliğin-den kapanır sandım.Hâlbuki tekrar gözlerimi açtığımda, bir de baktım Bay-bars kalabalığı yara yara bana doğru geliyor! Kapıya yönel-mek istediysem de insan denizinden kurtulmak imkânsızdı.Baybars bir hamlede bana yetişti. O kadar yakınımda biti-verdi ki nefesinin kokusunu alabiliyordum. Kolumdan tuttu."Ulan o...u, senin gibi yollu karının burda ne işi var?" de-di. "Hiç mi utanman arlanman yok?"Bırak da gideyim" dedim kekeleyerek ama beni duymadıbile.Derken arkadaşları yetişti. Her biri birbirinden hırslı, hır-çın ve haşin adamlardı bunlar. Öfke kokuyor, öfke soluyorlar-dı. Camide olduğumuzu unutmuş gibi etrafımı sarıp, hakaretyağdırmaya başladılar. Herkes dönüp merakla bizden yanabaktı, hatta birkaç kişi cık cık edip ayıpladıysa da kimse mü-dahale etmedi. Yufka gibi oldu bedenim, dizlerimin bağı çö-züldü. İte kaka dışarı çıkardılar beni. Sokağa varınca Susamimdadıma yetişir diye umuyordum. Bir yolunu bulup kaça-rım sanıyordum. Ama öyle olmadı. Sokağa adım atar atmazadamlar daha cüretkâr, daha atılgan ve saldırgan oldular.Dehşet içinde anladım ki camide imama ve cemaata hürme-ten seslerini fazla yükseltmemişlerdi. Ama sokakta onlarıdurduracak hiçbir şey yoktu.Şu hayatta çok daha hazin anlarım oldu ama galiba hiçbirşey bu kadar sarsmamıştı beni. Seneler sonra nihayet bu yol-lara tövbe etmeyi düşünür olmuş, Tanrı'ya yaklaşmak içinkendimce ve kadrimce bir adım atmıştım. Peki ama O nasılkarşılık vermişti? Beni evinden yakapaça kovarak!"Keşke hiç gitmeseydim camiye" diye kendi kendime yük-sek sesle söylendim. "Adamlar haklı. Benim gibisinin ne işi

Page 35: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

var kutsal mekânda? Ne camide yerim var, ne kilisede!""Böyle konuşma" dedi bir ses.Dönüp bakınca gözlerime inanamadım. Oydu. O saçsız sa-kalsız derviş! Hemen ayağa fırlayıp elini öpmeye davrandımama bana mâni oldu."Aman estağfurullah, el öptürmem ben" dedi kati ama sa-kin bir sesle."Hayatımı borçluyum size" diye fısıldadım."Bana bir borcun yok" dedi omuz silkerek. "Tek borcumuzAllah'a. Hâlbuki O Kuran'da ne der bilir misin? 'Bana güzelbir boç verin!' Hiç düşündün mü koskoca Rab kullarından ne-den borç ister?"Boş boş baktım."İman etmek, O'na güzel bir borç vermek demektir. Eğerkalpten verirsen, O da sana katbekat geri öder."Bunları söyledikten sonra derviş kendini tanıttı. TebrizliŞems imiş adı. O kara gözlerini yüzüme dikip, hayatımdaduyduğum en acayip lafı etti."Kimi insan vardır, hayata muhteşem bir hâleyle başlar.Etrafında hareler ışıl ışıl parlar. Ama zamanla renkleri solar,kararır. Sen de onlardansın. Bir zamanlar hâlen simli sihirlibir beyazmış. Aralarda sarılar ve pembeler benek benekmiş.Oysa şimdi soluk kahverengi bir şerit var vücudunun etrafm-da, o kadar. Yazık değil mi? Özlemedin mi hakiki renklerini?Özünle birleşmek istemez misin?"Ağzım açık bakakaldım. Söylediklerinde kaybolmuştum."Hâlen parıltısını yitirmiş, çünkü kendini kötü ve kirli ol-duğuna inandırmışsın."Dudaklarımı ısırdım. "Ama öyleyim... kirliyim..." dedimusulca. "Yoksa söylemediler mi kim olduğumu? Neyle geçini-rim bilmez misin?"Şems cevap vermek yerine, uzaklara dikti gözlerini. "Mü-saadenle sana bir hikâye anlatmak isterim" dedi.Ve işte şu hikâyeyi anlattı:[Vaktiyle bir fahişe yolda yürürken bir sokak köpeğine rast-lamış. Hayvancağız güneşin altında o kadar susuz kalmış kidili damağına yapışmış. Fahişe anında ayakkabısını çıkart-mış, bir eşarba bağlayıp en yakındaki kuyudan köpeğe su çek-miş. Sonra yoluna devam etmiş.Ertesi gün ilmi derin bir Sufi'ye denk gelmiş. Sufi kadınıgörür görmez eline yapışıp, hürmetle öpmüş. Fahişe şaşırmış,utanmış. Hayatında kimse elini öpmemiş ki! Nedın böyleyaptığını sorunca Sufi demiş ki, 'dün sen o susuz köpekçiğesamimiyetle şefkat gösterdin ya, Rab tüm günahlarını oracık-ta affetti. Kardan paksın şimdi...'' jDerin bir iç çektim. Şems-i Tebrizî'nin ne demek istediğinianlamıştım anlamasına ama bir türlü inanasım gelmiyordu."Hikâyen güzelmiş ama seni temin ederim ki Konya'daki tümsokak köpeklerini doyursam gene de yetmez kefaretime.""Onu sen bilemezsin" dedi Şems. "Orasını ancak Allah bi-lir. Dahası, bugün seni camiden atan adamların O'na sendendaha yakın olduğunu nereden biliyorsun?""Öyle olsa bile gel de bunu o adamlara anlat" dedim bık-kınlıkla.Ama derviş kafasını salladı. "Hayır, öyle dönmez bu dün-yanın çarkı. Onlara bunu anlatacak biri varsa, o da sensin.""Nasıl yani? Sanki beni dinlerler! Adamlar benden nefretediyor. Az kalsın öldürüyorlardı görmedin mi?""Dinlerler!" dedi Şems kararlılıkla. "Zira 'onlar* diye ayrıbir varlık yok, tıpkı 'ben' diye bir şey olmadığı gibi. Aklındanşunu çıkarma: Kâinatta ne varsa birbirine bağlı. İnsan, hay-van, nebat, cemad... Yüzlerce, binlerce farklı ve ayrı mahlûkdeğiliz. Hepimiz Tek'iz."Ne demek istediğini anlamamıştım. Açıklamasını bekle-dim. Ama o coşkuyla konuşmaya devam etti."Bu da kurallardan biri. On Dokuzuncu KurakBaşka-larından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sıra-sıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen bi-rinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdi-ğin hâlde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakındagül yollayacak demektir."Hiçbir şey diyemeden öylece durdum. Bir yanım bu laflananlamakta güçlük çekedursun, bir yanım dinledikçe rahatlı-yor, âdeta bu maddi âlemden kayıp gidiyordu."Sen kendini güzel muameleye lâyık görmezsen, sanajyi mu-amele etmediler diye başkalanna kızabilir misin?" dedi Şems.Bugüne değin beraber olduğum erkekleri düşündüm: Ko-

kuları, nefesleri, nasırlı elleri, boşalırken haykırışları... Öyletuhaf dönüşümlere şahitlik etmiştim ki hayatta: Temiz aileçocuklarının yatakta canavarlaştığını da görmüştüm, cana-var gibi görünen adamların içlerinin meğer ne kadar yumu-şak ve şefkatli olduğunu da!Vaktiyle kabadayı, kavgacı bir müşterim vardı. Sevişirkensuratıma tükürmeyi huy edinmişti: "Pislik" diye bağırırdıher seferinde. "Seni pis kaltak!"Oysa şimdi karalar giymiş dervişin teki karşıma dikilmiş,dağ pınarları gibi tertemiz olduğumu söylüyordu. Şaka gibiy-di. Ama gülmeye kalktığımda bir yumru oturdu boğazıma;değil gülmek, yutkunamadım bile.Şems aklımdan geçenleri okumuş gibi usulca tebessüm et-ti. "Mazi bir girdaptır. Farkettirmeden içine çeker" dedi."Hâlbuki sana lâzım olan bir tek şu andır. Şu anın hakikati-ni yaşamaktır aslolan."Bunu dedikten sonra cüppesinin iç cebinden ipek bir men-dil çekti, bana uzattı."Al bunu" dedi. "Bağdat'ta mübarek bir zat vermişti, me-ğer sana nasipmiş. Temiz tut bu mendili. Ne zaman şüpheyedüşsen, sana kendi içinin temizliğini hatırlatır."Bunları söyledikten sonra Şems asasını kaptı, gitmeye ha-zırlandı. "Bir an evvel o kerhaneden çık. Bir daha da orayadönme! Sen Anka'sın, mezbelede işin ne? Yürü git. Ardınabakma sakın.""Ama nereye gidebilirim ki? Kalacak yerim yok. Zaten benihemen bulurlar. Kerhaneden kaçan kızların sonu vahim olur.""Sonumuzu biz bilemeyiz" dedi Şems. 'Yolun ucunun ne-reye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan iba-rettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yü-kümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir."Başımı salladım. Sormama gerek yoktu, belli ki bu daŞems'in kurallarından biriydi.

Sarhoş SüleymanKonya, 18 Ekim 1244

Badeden kalan ne varsa bir dikişte kafama dikip, gece ya-rısına doğru meyhaneden ayrıldım. Hıristos kapıya kadar geçirdi beni. Uğurlarken de sıkı sıkı tembihledi: "Aman Süleyman. Sakın dediklerimi unutmayasın. Dilini tut."Başımı salladım. Bir yandan da içten içe sevindim. İnsanmkendisi için kaygılanan bir dostunun olması güzeldi. Kendimitalihli saydım. Ama karanlık sokağa adım atar atmaz daha ev-vel hissetmediğim bir bitkinlik çöktü üzerime. Keşke yanımdabir şarap testisi olsaydı. Bir yudumcuk içsem canlanırdım.Çarıklarım kaldırımda takır takır sesler çıkartarak yürür-ken, aklıma Mevlâna’nın alâ u vâlâ ile sokaktan geçişi geldi.Koca vaizin hayranlarının beni kınaması canımı sıkmış, ağ-rıma gitmişti. Tanımaz etmezlerdi beni. Sırf meyhanede içi-yorum diye nifak bellemişlerdi. Bu dünyada canımı en çok sı-kan şey büyüklük taslayan insanlardı. Herkesin günahı ken-dineyken ve herkes kendinden mesulken, onlara ne oluyor-du, bir anlayabilsem yahu! Bu yaşıma kadar ne çektiysem if-fetli geçinen insanlardan çekmiştim. Bu tipler tarafından öy-le çok itilip kakılmıştım ki sırf onları aklımdan geçirmek bi-le tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu.İşte bu düşüncelerle boğuşarak köşeyi döndüm, yan soka-ğa daldım. Sağlı sollu dizilen heyula gibi ağaçlar yüzündenburası daha karanlıktı. Yetmezmiş gibi birden ay bir bulutunardına saklanınca ortalık zifiri karanlığa büründü. Hâl böy-le olmasa idi yaklaşan iki bekçiyi daha evvel fark ederdim."Selâmünaleyküm" dedim adamları görünce.Ama bekçiler selâmıma karşılık vermediler. Onun yerinegecenin bu vaktinde sokakta ne işim olduğunu sordular."Hiiç, evime yürüyordum" dedim kekeleyerek.Karşılıklı durduk. Aramızda buz gibi bir sessizlik oldu;uzaktan uluyan köpeklerin sesi olmasa ortalıkta çıt çıkama-yacaktı. Derken adamlardan biri bana doğru bir adım atıp,havayı kokladı:"Pöf, ne berbat kokuyor ortalık" dedi abartılı bir eda, müs-tehzi bir bakışla.Diğeri anında lafa karıştı: "Evet yahu, leş gibi şarap koku-yor!"İşi makaraya vurmaya karar verdim. "Hiç merak etmeyin.Gerçek değil bu koku. Madem hakiki mey murdardır ve yal-

Page 36: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

nız mecazi meydir mubah kılman, şu kokladığmız koku damecazi olsa gerek."Bekçilerden daha genç olanın hiç hoşuna gitmedi bu cevap."Cehenneme direk olasıca, ne saçmalıyorsun?" diye homur-dandı.Tam o sırada ay bulutların arasından peyda oldu, ışığıyla he-pimizi yıkadı. Artık karşımdaki bekçiyi daha rahat görebiliyor-dum. Ablak suratı, sivri çenesi, buz mavi gözleri, şahin gagasımisali bir burnu vardı. Bir gözü kaymasa ve tabii suratındakisabit somurtma olmasa, yakışıklı denebilecek bir adamdı.Bekçi tekrar sordu: "Gecenin bu vakti sokaklarda ne sür-tersin? Nereden gelir, nereye gidersin?""Nereden gelir, nereye mi gideriz?" diye papağan gibi tek-rar ettim. "Evlat, bunlar derin mevzular. Şayet cevabını bil-seydim, ulemadan olurdum."Bekçi kaşlarım çattı. "Benle dalga mı geçiyorsun, seni aşa-ğılık herif!"Ben daha ne olduğunu anlamadan bir kırbaç aldı eline, ha-vada şaklattı.Gayriihtiyarî güldüm. Dayılanacak yer arıyordu delikanlı!Sanki orta oyunundaydı mübarek, hareketleri öyle abartılı.Ama aniden göğsüme inen kırbaçla sarsıldım. Öyle ani ol-muştu ki bu darbe, dengemi kaybedip yere düştüm."Eh, tekdir ile uslanmayanın hakkı..." dedi genç muhafızve kırbacı bir elinden diğerine geçirdi. "İçki içmek günahtırbilmez misin?"Ağzımda ılık, tuzlu bir tat hissettim. Anladım ki kendi ka-nımı tadıyorum. Hadisenin daha fazla büyümemesi için çene-mi kapatmalıydım ama oğlum yaşında bir delikanlıdan da-yak yemeyi gururuma yediremedim. Dilimi tutamadım."Şayet cennete senin gibiler gidecekse, ben gelmesem de olurzaten" dedim, "içkimi içer, günahımı sırtlanırım, daha iyi.""Ulan deyyus!" diye gürledi genç muhafız. Ve ardındanbaşladı kırbaçlamaya. Elimi yüzüme siper ettiysem de fayda-sı olmadı. İnen her darbede boğuk bir çığlık çıktı ağzımdan.Fakat birden aklıma eski, oynak bir türkü geldi. Başladımmırıldanmaya.Aman yârim, can yârim,, bu can sana kurban,Sen meysin, ben kadeh, doldur yandan yandanBen türkü çığırdıkça bekçinin hiddeti katlandı; kırbaçlardaha şiddetli inmeye başladı. Can havliyle ben de gitgide da-ha yüksek sesle söylüyordum. Karşılıklı bir kısır döngüdey-dik. Ben bağırdıkça, o küfrediyor. O küfrettikçe, ben bağırı-yordum. Kolu yorulur sandım ama yorulmadı. Hayret, insan-da bu kadar hınç olurmuş demek!Sonunda sesim kısıldı. Bir ışık huzmesi gözümün önündenkaydı ve aniden her şey karardı. Belli belirsiz diğer muhafı-zın sesini duydum: "Baybars, yeter! Dur be adam!"Kırbaç darbeleri aniden kesildi. Bir şeyler söylemek iste-dim. Son lafı ben ederim sandım ama ağzıma dolan kanla ko-nuşamadım. Midem bulandı, kendi üstüme kustum."Şu hâline bak! Yazıklar olsun senin gibi adama, resmenacınacak vaziyettesin" dedi Baybars. "Ama kendin kaşındın!"Benimle işleri bitmişti. Sırtlarını döndüler; uzaklaşanayak seslerini duydum.Orada öylece ne kadar yattım bilemiyorum. On dakika daolabilir, saatler boyu da. Zaman bir sis perdesi gibi inceldi.Gökkubbede ay bu hâlimi görmek istemez gibi gene bulut-ların arasına saklandı. Yaşamla ölüm arasında berzahta yü-züyordu bilincim, bedenim. Derken her tarafımı kaplayanuyuşukluk silindi; vücudumdaki her bir kesik zonklamayabaşladı. Yaralı bir hayvan olmuştum. Orada öylece inledimdurdum.Nice sonra birinin yaklaştığını işittim. Önce korkudan taşkesildim. Ya hırsızın, belalının tekiyse? Sonra gülesim geldi.Muhafızlardan meydan dayağı yemişken, haydutlardan mıkorkacaktım?Gölgeler arasından uzun boylu, ince yapılı bir derviş çıka-geldi. Yaklaştı, selâm verdi, kalkmama yardım etti. Kendinitanıttı, Tebrizli Şems'miş. Adımı sordu."Konyalı sarhoş Süleyman emrinize amadedir. Şerefyap ol-dum" dedim.Şems yüzümdeki kanları silmeye koyuldu. "Yaralısın" diyefısıldadı. "Hem bâtmen, hem zahiren. İçte ve dışta."Cüppesinin cebinden billur bir şişe çıkarttı. "Bu merhemiyaralarına sür" dedi. "Bağdat'ta mübarek bir zatın hediyesi-dir, demek sana nasipmiş. İçteki yaran, dıştakinden derin."

"Sa-ğo-la-sm" diye kekeledim, şefkatinden müteessir ol-muştum. "Beni kırbaçlayan adam dedi ki benim gibiler yer-yüzünde fazlalıkmış."Bunları söylerken sesim titredi, ağlamaklı oldum. Zayıflı-ğımdan utandım."Yanlış laf etmiş" dedi Şems. "Hâlbuki tek tek herkes el-zem ve vazgeçilmezdir. Tesadüfi olan ya da fazladan olan birşey yoktur. Kurallardan biridir bu."Ne kuralından bahsettiğini sorunca şöyle dedi:"Yirmi Birinci Kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfat-landırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasınıisteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara say-gı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayat-maya kalkmak, Hak'ın mukaddes nizamına saygısızlıketmektir.""Dediklerin iyi hoş ama" dedim zorlukla. "Ben her şeydenşüphe ediyorum. Tanrı'dan da."Şems-i Tebrizî yorgun gülümsedi. "Şüphe fena bir şey de-ğil ki. Şüphedeysen, hayattasın demektir. Arayıştasın."Bir kitaptan okur gibi canlı bir ezgiyle konuşmaya devametti:"İnsan_bir gecede iman sahibi olmaz Süleyman. KişLken-dini inartgh_z.ann.eder ama sonra beklenmedik bir iş gelüıba-şma, tereddüte düşer, yalpalar. Tekrar toparlanır^ imanı kuv-vetlenir, ardından yine yuvarlanır şüphe çukuruna... Bu böy-le devam eder. Belli bir safhaya ulaşıncaya dek bir o yana birbu yana sallanırız. Kâh mümin, kâh münkir, kâh mütered-dit. Kâh cennetlik, kâh cehennemlik. Ancak böyle ilerleyebi-liriz. Her adımla Hakk'a biraz daha yaklaşırız. Şüphe_duy-madan iman olmaz.""Hıristos böyle konuştuğunu duysa, telaşlanır yalla. Ağ-zından çıkanı sakın diye tembih yağdırır" dedim. "Bana hepnasihat eder: Her kelam her kulağa uymazmış."Şems-i Tebrizî güldü. "Eh, o da haklı" dedi. Sonra birdenayaklandı. "Haydi, seni evine götüreyim. Yaralarını saralım,sonra da uyuman gerek."Kolumun altına girip doğrulmama yardım etti. Ama yürü-yemeyecek hâldeydim. O zaman derviş hiç düşünmeden benikaldırdığı gibi sırtına aldı. Kendi kokum burnuma çalındı.Utandım."Taşıma beni, leş gibi kokuyorum" dedim."Dert etme, sen evinin yolunu tarif et yeter."Ve işte böylece, Tebrizli Şems üstümdeki kam, sidiği ve kus-muğu umursamadan Konya'nın dar sokakları boyunca taşıdıbeni. Derin uykuda evlerin, dükkânların, kulübelerin yanın-dan geçtik. Bahçe duvarlarının ardında köpekler havladı."Hep merak ettiğim bir şey var" dedim. "Sufilerin methet-tiği mey hakiki midir yoksa mecazi mi?"

Şems çocukla konuşur gibi şefkatle gülümsedi. "İlahi Sü-leyman! Bunu mu merak edersin? Ne fark eder?" dedi. Niha-yet evimin önüne varmıştık. Dikkatlice sırtından indirdi be-ni. Ve ardından şöyle dedi: 'Yirım^dnci_Kıı^abJIakiki Al-lah Aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgaholur. Ama bekri aynı namazgaha girdi mi orası onameyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyeti-mizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil."Şems beni evime bıraktıktan sonra, uzun ve yorucu bir ge-cenin sabahında döşeğime yüzüstü uzandım. Yaralarımın ağ-rısından uyumak mümkün olmasa da, içimde bir yerlerde bil-mediğim türden bir huzur, bir teslimiyet vardı.Her yanım ağrıyordu ağrımasına ama ne tuhaf, artık o ka-dar yanmıyordu canım.

EllaBoston, 3 Haziran 2008

Beklemiyordu, haziranın ilk günlerinde başına öyle şeylergeldi ki hiçbirine hazır değildi. Özellikle de Gölgeyi mutfaktaölü bulmaya. Köpeğinin yaşlandığını, vadesinin dolduğunu iç-ten içe bilse de bunca zamandır evdeki en yakın arkadaşı olanvarlığı kaybetmek Ella'yı derinden sarstı. Ardından Orly'ninokul müdüründen bir mektup aldı. Mektupta kızının gençlikbuhranı geçirdiği ve bir psikolog görmesinde fayda olabileceğiyazılıydı. Meğer sınıfındaki herkes durumun farkmdaymış.Ella derin bir suçluluk duygusuyla karşıladı bu haberi. Nasıl

Page 37: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

olmuş da öz evladının bunalımda olduğunu anlayamamıştı?Neden burnunun dibindeki hakikatleri fark etmekte geç kalı-yordu? Belki suçluluk duygusu Ella için yeni bir unsur değildiama anneliğinden şüphe etmek var ya, işte o yeniydi.Bu zaman zarfında Ella her gün Aziz Z. Zahara ile yazış-maya başladı. Günde iki, üç, hatta bazen beş altı mesaj yaz-dıkları oluyordu. Aklına gelen, canını sıkan her konuyuAziz'e anlatıyordu. O da gecikmeden cevaplıyordu. Bu kadarseyahat etmesine ve dünyanın en ücra yerlerine gidip gelme-sine rağmen nasıl olup da internet bağlantısını yitirmediğibir muammaydı Ella için. Farkında bile olmadan Aziz'in ke-limelerinin müptelası olmuştu.Artık her fırsatta e-postalarını denetliyordu. Sabah uyanıruyanmaz, kahvaltı sonrası, sabah yürüyüşünden dönünce,öğlen yemek pişirirken, dışarı çıkmadan evvel, hatta sokak-ta alışveriş yaparken bile internet kafelere dalarak mesajla-rına bakıyordu. En sevdiği diziyi izlerken, Füzyon Yemek Pi-şirme Kulübü'nde domates doğrarken, komşularıyla telefon-da konuşurken, yahut ikizlerin okul ve ev ödevi dırdırlarımdinlerken bile dizüstü bilgisayarı hep yanında, mesaj kutusuhep açıktı. Aziz'den yeni posta gelmemişse eskileri baştanokuyordu. Ve ne zaman yeni bir mektup gelse liseli âşıklar gi-bi heyecanlanmadan edemiyordu. Zira artık biliyordu ki buyazışmalar masum bir arkadaşlıktan ibaret değildi.Azizle yazışmaları hız kazandıkça Ella o eski hâlim selim-liğinden uzaklaştığını hissediyordu. Griler ve bejlerle dolubir tuvale benzeyen hayatına şimdilerde capcanlı bir renk ek-leniyordu: Parlak, simli, neredeyse çığırtkan bir mor. Çekini-yordu bu renkten. Ama çekimine kapılmamak mümkün de-ğildi, biliyordu.Aziz öyle havadan sudan mesajlar yazan bir adam değildi.Kalbini kılavuz kılmayan, aşka teslim olmayan kim varsaAziz'e göre nebattan farksızdı. Laf olsun diye yazmıyorduAziz. Mesajlarında hep bir özen vardı. Temel meseleler hak-kında yazıyordu: ölüm ve dirim, inanç ve felsefe, bir de aşkhakkında. Ella bu tür kallavi konularda fikir belirtmeye hiçalışkın olmadığı hâlde ona açılıyordu.Bu ilişkinin bir yerinde saklı bir flört hâli varsa, ki vardı,bunun zararsız bir flört olduğuna inanıyordu Ella. Siberuzaydenen sonsuz olasılıklar labirentinin iki ayrı köşesinden bir-birlerine kur yapmalarında ne sakınca olabilirdi ki? Bu saye-de evliliği boyunca aşınan özgüvenini yeniden kazanabilirdi.Öte yandan orta yaşlı, evli barklı Amerikalı bir kadının ilgi-sine mahzar olmak Aziz'in de gururunu okşuyordu belki. Herhalükârda az bulunur cinsten bir erkekti. Karşısındaki kadı-nın kendisine ilgi duyduğunu anlar anlamaz havalara giripkurt kesilmeyen bir erkek.Çoluk çocuk sahibi bir kadınken yabancı bir adamla sabahakşam mektuplaşıp içli dışlı olmak Ella'nın vicdanını kemiri-yordu. Ama nasıl olsa hiçbir zaman tenselliğe dökülmeyecek-ti bu ilişki. Hep platonik kalacaktı.Masum bir günahtı bu. Masum bir kabahat...

EllaBoston, 5 Haziran 2008

Bir önceki mesajında şöyle yazmıştın: Akılcıkararlar alıp plamlar yaparak hayatımızın akı-şını denetleyebileceğimizi zannediyoruz. Oysabalık yüzdüğü okyanusu denetleyebilir mi? Busadece sahte beklentiler ve hüsranlar yaratır.Benimse hayatım hep planlar ve listeler yapmak-la geçiyor Aziz. Ailemizin her ihtiyacından bensorumluyum. En ufak ayrıntısına kadar her şeyidenetliyorum. Beni tanıyan kime sorsan sana bunuanlatacaktır. Kuralcı bir anneyim. Koyduğum ku-ralların dışına çıkılmasından hazzetmiyorum (be-nim kurallarım Şems'inkiler gibi cazip değil tabii). Bir keresinde büyük kızım bana sinirlenip,hayatlarına gerilla taktiği uyguladığımı söyle-mişti. Onlarla dürüstçe konuşup, topyekûn savaş-mak yerine "hayatlarına sızma" tekniği kullanı-yormuşum.Hani bir şarkı var: "Que sera, sera" hatırlarmısın? "Her Şey Olacağına Varır" Benim şarkımdeğil. Hiç koyuveremiyorum kendimi. Sen dindar

bir adamsın ama ben değilim. Gerçi her hafta ai-lecek Şebt'i kutlarız ama bu dini bir gerekli-likten ziyade kültürel bir uygulama gibi bizimiçin. Üniversitedeyken bir ara Doğu Mistisizmi-ni merak salmış, Budizm ve Taoizm'i hayli ince-lemiştim. Bir kız arkadaşımla işi Hindistan'agidip, aşramlarda kalma planları yapmaya kadarvardırmıştık. Ama hayatımın o evresi çok uzunsürmedi. Mistik öğretiler ne kadar müthiş olsada modern insanın ihtiyaçlarına karşılık vere-miyor diye düşünmüştüm o zamanlar.Umarım dine soğuk yaklaşmam seni incitmiyordur.Sana karşı hep dürüst olmak istediğim için bun-ları yazıyorum; zamanı gelmiş bir itiraf addet.Seni görmeden özleyen,Ella * * *Sevgili Gerilla Ella,Mesajını Amsterdam'dan Malavi'ye gitmek üzereyken aldım. AİDS'in yaygın olduğu, çocukların üçte ikisinin öksüz kaldığı bir köyün fotoğraflarını çekmeye gidiyorum. Her şey yolunda giderse dört gün sonra evime dönmüş olurum. Bunu umut edebilir miyim? Evet. Peki, kontrol edebilir miyim? Hayır. Yapacağım tek şey dizüstü bilgisayarımı yanıma almak, iyi bir internet bağlantısı bulmaya çalışmak ve şu hayatta bir gün daha yaşayacağımı umarak hareket etmek. Gerisi benim elimde değil. Ne de senin.İşte bu kontrol edemedy.ğj;jni^__Jç^^ma,._Şj^il:er "beşinci unsur" adını verirler. Ateş, hava, rüzgâr ve suyun yanı sıra dünyayı şekillendiren beşinci unsur: Boşluk. Açıklanamaz, denetlemez, dolayısıyla gerilla taktiği uygulanamaz boyut. Biz insanlar bu unsuru tam olarak kavrayamasak da varlığının farkındayız. Teslimiyeti bilmediğini söylemişsin. Eğer bundan kastettiğin hiç irade ya da direnç göstermemek, fikir beyan etmemek ise, ben de buna inanmıyorum. Benim teslimiyetten anladığım be şinci unsura riayet etme gerekliliği. Tasavvufla tanıştığımda Tanrı'nın huzurunda kendime söz verdim. Doğru yoldan ayrılmamakiçin elimden geleni yapacağıma, egoma boyun eğmeyeceğime ve bundan ötesini O'na, yalnız O'na bırakacağıma yemin ettim. Benim sınırlarımın ötesinde şeyler olduğu gerçeğini kabullendim.Kısacası O'na inandım. İnanç aşk gibidir. İspat istemez. Mantıksal bir açıklama beklemez. Ya vardır, ya da yok.Beni dindar biri saymışsın. Hâlbuki değilim.Dindar olmakla inançlı olmak aynı şey değil. Buiki kavram arasındaki fark belki de hiç bugünolduğu kadar açılmamıştı. Modern dünyada gitgi-de büyüyen bir açmaz var. Dinden, devletten vetoplumdan bağımsız olarak "akılcı birey"in öz-gürlüğünü temel alan bir sistem -kurduk. Öteyandan insanlık maneviyat arayışından vazgeçme-di. Aklın ötesini bilmek istiyoruz. Bunca zamanakla dayandıktan sonra zihnimizin sınırlı ola-bileceğini kabullenmeye başladık.Bugün, tıpkı modernite öncesinde olduğu gibi,maneviyata ilgide patlama yaşanıyor. Tüm dünya-da giderek daha fazla sayıda insan, hızlı ve meş-gul yaşamlarında ruhaniyete yer açmaya çalışıyor.Ne var ki ruhaniyet yeni bir "hobi" değil. Haya-tımızda ve kişiliğimizde temel değişiklikler yap-madan vakıf olabileceğimiz bir şey değil.Yemek pişirmeyi sevdiğini söylemiştin. Tebriz-li Şems, dünyayı koca bir kazana benzetirdi.İçinde mühim bir aş pişmekte. Yaptığımız, hisset-tiğimiz, söylediğimiz, hatta düşündüğümüz her şeybu kazana malzeme olarak giriyor. Öyleyse bu ev-rensel aşa ne kattığımızı kendimize sormamız ge-rek. Kırgınlıklar, kızgınlıklar, kan davaları veşiddet mi? Yoksa aşk, inanç ve ahenk mi?Peki ya sen sevgili Ella? İnsanlık denen çor-baya nasıl malzemeler katıyorsun? Ben ne zamanseni düşünsem, kazana kattığım malzeme kocamanbir tebessüm oluyor. Seni daha tanımadan özlüyo-rum. . .Sevgilerimle,Aziz

BÖLÜM ÜÇ

Page 38: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

RÜZGÂRHayattaki terk, göç ve devreden şeyler...

MutaassıpKonya, 19 Ekim 1244

Birdenbire sokaktan köpek havlamaları duyunca, döşektedoğruldum. Yakınlarda bir eve girmeye çalışan bir hırsızınyahut yoldan geçen bir sarhoşun kokusunu almış olmalılar.Namuslu insanlara huzur içinde uyumak haram oldu artık.Her köşe başında bir sefahat ve düşmüşlük almış başını yü-rümüş. Evvelden Konya böyle miydi? Daha birkaç sene evve-line dek emniyetli, namuslu bir yerdi bu şehir. Ama işte ah-laki yozlaşma denilen illet balçıktan, bataklıktan farksız. Ke-narından kıyısından değdin mi bir kere, ya üstüne yapışır, yaiçine çeker. Öyle bir musibettir ki zengin-fakir, genç-yaşlı de-meden herkesi pençesine alır. Bir de bakmışsın ki rüzgârlayayılan ateş gibi dört bir yanı kaplamış. İşte, şehrimizin bu-günkü ahvâl-ı şeraiti... Medresede hocalık vazifem olmasay-dı çoğu sabah evden dışarı adımımı atmazdım vallahi.Devir kötü ama neyse ki kamu nizamı başsız da değil, bek-çisiz de. Cemaatin menfaatini ferdi menfaatlerin önüne yer-leştirerek, sabah akşam düzeni kollayanlar var. Mesela yeğe-nim Baybars! Karım da ben de iftihar ediyoruz onunla. Bay-bars ve öteki muhafızlar gecenin şu kör saatinde mücrimlerortalıkta fink atamasınlar diye, sırf biz döşeklerimizde rahatuyuyalım diye devriye gezmekteler.Seneler evvel biraderim vadesi dolup bu dünyadan göçünceBaybars'ın velisi ben oldum. Onu kendi oğlum gibi yetiştir-dim. Delifişektir, çetin cevizdir. Bundan altı ay evvel muhafızoldu. Dedikodulara bakılırsa, ben medresede hoca olmasamBaybars'm iş bulacağı yokmuş. Kuyruklu yalan! Baybars buvazifeyi layıkıyla yerine getirecek basirette ve cesarettedir. İs-tese mükemmel bir asker olurdu. Ama başta Kudüs yolunda-ki Haçlılar olmak üzere dinimizin düşmanlarına karşı cengâ-verlik etmek için yanıp tutuşsa da buralardan gitmesini neben arzu ettim ne zevcem. İstedik ki burada kalsın, evlenipbarklansın. Bir yuva kurmasının vakti geldi de geçiyor."Evladım, mertsin, kuvvetlisin, tuttuğunu koparırsın; sa-na burada ihtiyacımız var" diye itiraz ettim. "Amacın cihatetmekse bu şehirde de cihat edecek çok şey mevcut."Hakikaten öyle. Daha bu sabah zevceme söyledim: "Zor za-manlardan geçmekteyiz hatun. Yozlaşma almış başını yürü-müş."Her gün bir facia yaşanıyor bir yerlerde, haberlerini alıyo-ruz. Tesadüf değil. Eğer Moğollar bu denli muzaffer olabildi-lerse, Hıristiyanlar davalarını ileri götürebildilerse, İslamdüşmanları köy köy, şehir şehir yağmaladılarsa, bütün bun-ların sebebi Allah'ın ipini bırakanlar! Lafta Müslüman olupİslam'ın kurallarına uymayanlar! Bir yerin ahalisi yoldan çı-karsa şayet, aynen böyle iflah olmayacak hâle gelir. Moğollargünahlarımızın kefaretidir. Bu sebeple gönderildiler. Moğol-lar olmasaydı bu kez ya deprem olurdu, ya açlık, ya da sel.Günahkârlar tüm bunlardan bir ders alsın da nedamet getir-sin diye daha kaç felaket yaşayacağız? Başımıza gelmedik birgökten taş yağması kaldı; bu gidişle o da olur artık. Sodom veGomore'nin rezil sakinlerinin yolundan gidersek, toptan he-pimiz silineceğiz.Şu ferdi ve fevri Sufiler yok mu, ne berbat örnek oluyorlarherkese! Müslümanlara yakışmayacak herzeler ağızlarındandüşmezken, bir de dinden imandan dem vurmaları yok mu,çileden çıkıyorum. Pespaye fikirlerini pekiştirmek için Pey-gamber Efendimiz'in aziz ismini ağızlarına almıyorlar mı kanım çekiliyor âdeta. Neymiş, bir savaş sonrası Hazreti Muhammed halka dönüp, "artık küçük cihadı bitirdik, bundan sonra büyük cihada geçiyoruz" demiş. Buradan hareketle mutasavvıflar da diyor ki, artık yegâne düşman nefsimizdir, kimseyle kavga etmeyelim! Belki kimilerinin kulağına hoş gelir böyle şekerriz sözler ama bıçak kemiğe dayanıp da iş kâfirler ve mülhitler ordusuyla savaşmaya gelince bize ne faydası var?Bu tasavvuf ehli işi iyice abartıp, "Önümüz sıra dört kapıvardır; şeriat, marifet, tarikat ve hakikat basamak basamakçıkılır" diyorlar. Kimileri de ekliyor ardından; "Şeriat sadecebir menzildir." Sorarım onlara, bu neyin menziliymiş?

Bir de çekinmeden diyorlar ki, "Dördüncü kapıya varanıbirinci kapının kuralları bağlamaz. Hakikat ehli, şeriatın ka-idelerine uymak zorunda değildir." Hoppala! Yüce mertebeyeulaştıklarını zannediyorlar öyle mi? Sade suya tirit bahane!İçki içmek, raks etmek, musiki aleti çalmak, şiir yazmak, re-sim yapmak... onlara göre dini vecibelerden daha önemli. Sü-rekli vazedip duruyorlar, "madem İslam'da rütbe yok, herke-sin Allah'ı kendine göre bulmaya hakkı var" diyorlar. Kulağazararsız, hatta masumane geliyor bu laflar ama halka tebliğettikleri laf salatasının altında, ben biliyorum ki, sinsi ve ha-bis bir niyet var: "Dini mercilere kulak asmayın, onlara negerek var!" diyorlar. Aslında bizimle uğraşıyorlar.Sufilere sorsan mübarek Kuran-ı Kerim esrarengiz sem-bollerle, işaretlerle, rumuzla dolu. Ayetleri harf harf ebcedhesabına döküp p i zemli mânâlar arıyorlar. Her bir kelimeninbir zahiri mânâsı varmış, bir de bâtını. Bu sebepten ince in-ce katman katman bakıyorlar her ayete. Gafiller! Arayacakne var? Allah hiçbir buyruğunu saklamamış ki! Açıkça sıralı-yor. Sufi taifesi örtük atıflar, saklı mesajlar aramakla o ka-dar bozmuş ki aklını, yüce Allah'ın apaçık söylediklerini an-lamaya fırsat bulamıyor.Sufilerden bazıları tutturmuş "İnsanoğlu Konuşan Ku-ran'dır" diye. Tövbe estağfurullah. O nasıl lakırdı? Düpedüzküfür bu! Hele bir de gezgin abdallar yok mu, hem başıbozuk,hem serâzad. Kalenderi, Haydari, Camii, Cavlâkî... Binbirisim altında dolanıp duruyorlar, çeşit çeşitler... Zannımca enbeteri onlar. Bir yere kök salmaktan aciz bir adamdan cema-ate ne fayda gelir? Aidiyet duygusundan yoksun, rüzgârdakuru yaprak misali her yöne savrulan, tüm dünyaya "evim"diyen kişi, Şeytan'm arayıp da bulamadığı suç ortağıdır.Gel gelelim feylesofların da Sufilerden eksik kalır yanıyok. Sanki o sınırlı akılları kâinatın sınırsızlığını tahayyületmeye yetebilirmiş gibi düşünür de düşünürler. Kukumavkuşu musunuz mübarek? Feylesoflarla Sufiler, şıracıyla bo-zacı gibi. Buna dair bir hikâye de vaki.Bir gün bir feylesof yolda giderken bir dervişe rastlamış.İkisinin de çabucak birbirlerine kanları kaynamış. Günlercekonuşmuşlar. Cümleye biri başlar, diğeri son bu l durur muş.En nihayetinde vedalaştıklarında, etraftakiler her ikisinede böyle hararetli hararetli ne konuştuklarını sormuş. Feyle-sof şöyle yanıt vermiş: "Konuştuk ve anladım ki benim bildi-ğim her şeyi o zaten görüyor."Sufi ise şöyle demiş: "Konuştuk ve anladım ki benim gördü-ğüm her şeyi o zaten biliyor."Demek gafil Sufi gördüğünü sanır, gafil feylesof ise bildiği-ni. Hâlbuki ne o bir şey bilir, ne berikinin bir şey gördüğü var.Niçin kabullenmezler basit, sınırlı ve en nihayetinde fanivarlıklar olan biz insanların haddimizden fazlasına gücümü-zün yetmeyeceğini? İnsan denilen mahlûk çabalasa çabalasakaç yazar? Bir arpa boyu yol bile gidemez. Kadir Allah neyazmışsa alnımıza o olacak. Hepsi bu. Bize düşen Yaradan'memirlerini yorumlamak değil, anlamaya çalışmak hiç değil,sadece ve sadece harfiyyen yerine getirmek!Hele Baybars eve gelsin, bunları bir bir konuşacağız. Artıkbizde âdet oldu bu hasbıhâller. Her gece devriye dönüşü yor-gun argın eve geldiğinde, beraber tandırın etrafında oturu-ruz. Baybars karımın pişirdiği çorbayı ekmeğe katık yapar-ken, bir yandan da hâl ve şerait üzerine sohbete dalarız. İş-tahlıdır. Ne de olsa delikanlıdır. Elbet gücü kuvveti yerindeolmalı. Onun gibi genç, cesur ve namuslu birinin bu Allahsızşehirde yapacak çok işi var.Kâfir olsun, fâsık olsun, hizaya getirecek çok insan var,çok!

ŞemsKonya, 29 Ekim 1244

Buz gibi soğuk bir gece Şekerci Han'ın cumbasında oturu-yordum. Mevlâna'yla tanışmama az kalmıştı. Tefekküre dal-mıştım. Allah'ın, ne yöne dönersek dönelim O'nu hem araya-lım, hem bulalım diye kendi suretinde yarattığı kâinatınmuazzamlığı karşısında kalbimiz sevinç ve sevgiyle dolma-lıydı. Ne ki bu minnettarlık hâlini âdemoğulları nadiren ya-şıyordu. »Konya'ya vardığımdan beri tanıştığım insanları hatırla-dım: Dilenci Hasan, sarhoş Süleyman ve fahişe Çöl Gülü.

Page 39: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Başkaları tarafından hor görülen ve ezilen bu insanlar yay-gın bir dertten muzdaripti: "Ayrı bir Benlik zannı." Cemiye-tin kenarında kıyısında sıkışmışlardı. Fildişi kulelerinde otu-ran âlimlerin görüş alanlarına girmeyen kimselerdi bunlar.Merak ediyordum, acaba Mevlâna'nın onlarla arası nasıldı?Eğer Mevlâna toplumun düşkün kesimlerini henüz kucakla-mamışsa, bu hususta ona yardım etmek, onunla düşkünlerarasında köprü olmak isterim.Şehir en nihayetinde uykuya daldı. Leylî hayvanların bilehüküm süren huzuru bozmamaya gayret ettikleri saat şimdi.Bir şehrin uykusunu dinlemek hem tarifsiz keder, hem tarif-siz mutluluk verir. Kapalı kapılar ardında ne hikâyeler yaşa-nır acaba? Hayatta başka bir yol çizseydim ben ne tür hikâ-yeler yaşardım, bunu da düşünürüm. Ama bilirim ki ben buyolu seçmedim kendime. Bu yol beni seçti.Bir abdal bir şehre gelmiş. Buranın halkı yabancılara hiçgüvenmezmiş. "Defol!" diye bağırmışlar dervişe, "Hiçbirimizseni tanımıyoruz!"Derviş sükunetle yanıt vermiş. "Ben kendimi tanıyorum ya,önemli olan o. inan olsun, şayet öbür türlü olsaydı, yani sizbeni bilseydiniz ama ben kendimi bilmeseydim, çok daha fe-na olurdu."Varsın Konya halkı beni tanımasın. Ben kendimi tanıdığı-ma göre her şey yolundaydı. Nefsini bilen, O'nu bilirdi.Yirmi Üçüncü Kural: Yaşadığımız hayat elimize tu-tuşturulmuş rengârenk ve emanet bir oyuncaktan iba-ret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, peri-şan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle birkurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir,ya kıymet bilmeyiz.Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne tefrit-te. Sufi daima orta yerde...Yarın sabah ben de herkesle beraber büyük camiye gidipRumi'yi dinleyeceğim. Dedikleri kadar mahir bir hatip olabi-lir ama eninde sonunda her hatibin sözlerinin derinliği, onudinleyenlerin ne anladığıyla ölçülür. Vaaz dinlerken duymakistediğini duyar insan. Hâlbuki esas kulağa hoş gelmeyensözlerde keramet vardır. Kanımca Mevlâna’nın vaazları, ısır-gan otları, devedikenleri, fundalıklarla süslü bir yabani bah-çe gibidir. Oraya giren her misafir gözüne hoş görünen çiçek-leri derer, geri kalan otlara bakmaz bile. Dikenli, kaba görü-nümlü bitkilere meyledenlerin sayısı pek azdır. Oysa şuâlemde nice derdin devası işte bu tür bitkilerden elde edilir.Aşkın bahçesi de böyle değil mi? Şayet yalnız hoşlukları,kolaylıkları toplayıp, zorlukları bırakırsak buna "aşk" dene-bilir mi? Güzeli sevip çirkini elinin tersiyle itmek en kolayı.Esas mesele iyiyi de kötüyü de sevebilmek; ayrım yapmadan.Sadece hoşumuza giden şeylere şükretmekte ne var? O kada-rını Belh'in köpekleri de yapıyor zaten. Kemik verirsen sevi-niyor, şükranla kuyruklarını sallıyorlar. İnsan şüphesiz kibundan fazlasını yapabilir. İyinin ve kötünün ötesine geçmekmümkün! Bir yer daha var: Tüm sıfatların mânâsını yitirdi-ği bir başka boyut!Yarın Rumi'yi göreceğim.Ey Mevlâna! Kelimelerin, harflerin, mânâ âleminin efen-disi! Ey dünyanın sarrafı!Bakınca yüzüme görecek misin beni?Gör beni!Gör beni!

RumiKonya, 30 Ekim 1244

Bu can tende durdukça Tebrizli Şems ile tanıştığım günüunutmayacağım. Cemâzeyilevvel'in son günleriydi. Havadaayaza yakın taze bir esinti vardı. Rüzgâr sonbaharın tümazametiyle ilerlemekte olduğunu muştuluyor, uğulduyordu.Cami her zamanki gibi hıncahınç kalabalık, saflar sıkışık-tı. Ne zaman bu kadar çok insana seslenmem gerekse, cema-atimi ne düşünür, ne düşünmemezlik ederim. Arada incecikbir çizgide konumlanırım. Bunun tek yolu var: Dinleyicilerionlarca, yüzlerce ayrı insan olarak değil, tek bir kişi gibi gör-mek! Her hafta beni dinlemeye yüzlercesi gelir ama ben heptek bir insana hitap ederim. O kişinin sözlerimin yankısınakulak verdiğini, beni sadece onun duyduğunu varsayarak ko-nuşurum.

Vaaz bittikten sonra camiden çıktım. Baktım atımı hazır-lamışlar. Yelesine altın teller örüp, gümüş ziller takmışlar.Atın her adımında zillerin belli belirsiz çalışını dinlemeyi se-verdim ama etraf o kadar çok insanla çevrili, yol tıkalıykenhızlı gitmek ne mümkün! Önde ben ve öğrencilerim, arka-mızda büyük bir güruh, adım adım, ağır aksak, derme çatmaevlerin, kutu kutu dükkânların önünden geçtik.Öyle bir patırtı vardı ki etrafımda! Yolda dizilenlerin teza-hüratları arzuhalcilerin yakarılarına, çocukların mızıldanma-ları anne babaların azarlarına; satıcıların bağrış çağrışları di-lencilerin çığırtkanlıklarına karışıyordu. Bu insanların çoğuonlar için dua etmemi bekliyor, bir kısmı da sadece bana do-kunmak ya da yanımda yürümek istiyordu. Daha büyük talep-lerle gelenler de vardı: ölümcül hastalıklarına şifa bulmamı ta-lep edenlerden tutun, büyü bozmamı rica edenlere kadar. İştebunlar beni endişelendiriyordu. Görmüyorlar mı ki ne pey-gamberim keramet göstereyim, ne lokmanım şifa dağıtayım?Bunları düşüne düşüne ilerliyordum. Köşeyi dönüp Şeker-ci Han'a yaklaştığımızda bir dervişin delici gözlerini üzerimedikip, kalabalığı yararak bana doğru yürüdüğünü gördüm.Hareketleri bir menzile odaklanmış kimselere has kararlılık-taydı. Etrafındaki herkesten ve her şeyden apayrı, âdeta ya-lıtılmış bir duruşu vardı. Tek başınaydı. Sadece şu an değil,sanki tüm hayatı boyunca hep tek başına olmuştu. Baktım,saçı, sakalı, kaşı yoktu. Bir insanın yüzü ancak bu kadar açıkolabilirdi amma gel gör ki ifadesi sırlıydı. Okunamıyordu.Merakımı esas celbeden dervişin dış görünüşü değildi.Konya şehri gezgin abdalların uğrak yeridir. Allah'ı arayantürlü türlü nice derviş gelip geçmiştir buradan. Kollarındagöz alıcı dövmeler, kulaklarında ve burunlarında sıra sırahalkalar, boyunlarında borazanlar, boynuzlar taşıyanları daçok gördüm. O yüzden bu dervişi ilk gördüğümde beni şaşır-tan kılığı kıyafeti değildi. Ben onun bakışlarına takıldım.Hançerden keskindi kara bakışları. Kollarını iki yana aça-rak kaldırdı ve sokağın orta yerinde öylece dikiliverdi. Sankisadece beni ve peşim sıra gelen konvoyu değil, zamanın akı-şını durdurmaktı niyeti. Birden tüm bedenim ürperdi; yüre-ğimden bir yıldız kaydı sanki. Atım huysuzlandı; huzursuzhuzursuz kişnemeye başladı. Hayvanı sakinleştireyim dedimama ne mümkün. Arka ayaklarının üzerine kalktı. Az kalsınbeni yere atacaktı.Tam o anda derviş gözlerini atıma odaklayıp yaklaştı vehayvanın kulağına bir şeyler fısıldadı. Anında at duruldu, sa-kinleşti; burun deliklerini geniş geniş açarak solumaya başla-dı. Etrafımızı saran kalabalık gözlerinin önünde cereyan edenhadiseyi nefesini tutarak izlemişti. Fısıldaşmaları duydum:"Büyücü bu adam. Ata büyü yaptı!"Derviş ise etrafından habersiz gibiydi; şimdi gözlerini ba-na çevirmiş, gizemli bir ifadeyle bakıyordu."Ey, allâme-i cihan Rumi, Doğu'da Batı'da emsalsiz Mevlâ-na, hakkında güzel şeyler işittim. Müsaade edersen buncayolu sana bir soru sormaya geldim.""Elbette" dedim usulca."O hâlde evvela şu atından in de benimle aynı hizaya gel."Bunu duyunca öyle bir afalladım ki ağzımı açamadım. Ya-mmdakiler de şaşkındı. Bugüne dek kimse benimle böyle ko-nuşmaya cesaret edememişti.Yüzüm kızardı. Yüreğimde bir darlık, hatta kızgınlık his-settim ama nefsime hâkim olup attan indim. Derviş çoktansırtını dönüp uzaklaşmaya başlamıştı.Yetişip durdurdum. "Hey, bekle! Sualini duymak istiyorum."Derviş zınk diye durdu, arkasını döndü, ilk defa gülümse-di. "Şu ikisinden hangisi daha ileridedir sence: Hazreti Mu-hammed mi, Sufi Bayezid-i Bistâmî mi?""Bu ne biçim soru böyle?" diye tersledim. "Son peygamber,Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz ile bir sufi-yi bir mi tutarsın?"Etrafımızda meraklı bir kalabalık toplanmıştı ama dervişizleyicileri umursamıyor gibiydi. İfadesini hiç bozmadan üs-teledi: "Bir düşün: Peygamber Hazretleri şöyle buyurmamışmıydı? Yarabbi, Seni tebcil ederim. Seni lâyıkıyla bileme-dim'. Hâlbuki Bayezid-i Bistâmî 'Ben kendimi tebcil ederim,benim şanım yücedir. Zira hırkamda Allah var' dedi. Madembiri Allah'a nazaran ufak hissederken kendini, diğeri Allah'ıiçinde taşır, bu ikisinden hangisi daha ileridedir sence?"• ırden nefes alamadım, yutkundum. İlk duyduğuımdama sapan gelen bu soru birden başka bir anlam kazandı.

Page 40: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

8;mki bir örtü kalktı, altından ilginç bir bulmaca çıktı. Der-vişin yüzünde kaçamak bir tebessüm belirip kayboldu. Artıkkarşımda dikilen adamın meczubun teki olmadığını biliyor-dum. Benden samimiyetle bir şey istiyordu. Daha evvel dü-şünmediğim bir soruyu düşünmemi."Ne demek istediğini anladım" dedim. "Bu iki kelamı kar-şılaştırıp, her ne kadar Bistâmî'nin sözü daha iddialı görün-se de, aslında Peygamber Efendimizin sözünün ondan dahaileride olduğunu açıklamaya çalışacağım.""Kulak kesildim, seni dinliyorum" dedi derviş."Allah aşkı derya deniz gibidir. Kendi meşrebincejıerjn-san ondan su alır. Fakat kimin ne kadar su alacağı kabınınbüyüklüğüne bağlıdır. Kiminin kabı fıçıdır, kiminin kova; kiminin kırbadır, kiminin matara." Ben konuştukça dervişin yüzündeki ifade değişmeye başladı. Yavaş yavaş gözlerine kendi fikirlerinin yankısını başkasının sözlerinde duyan bir adamın yumuşak, dostane parıltısı geldi."Bistâmî'nin kabı Peygamber Efendimizinkine nazaranufaktı. O bir avuç içti, kandı. O kadarla mesut ve sarhoş oldu.Ne güzel, kendinde ilahi varlıktan eser bulmuş. Ama o hâldekalmak, yola devam etmemek demektir. O mertebede bile Allahile nefs ayrı gayrıdır. Peygamber Efendimize gelince, Allah'ınsevgili kuludur, onun kabı kolay dolmaz. O yüzden Allah, Ku-ran'da şöyle buyurmuş: Açıp genişletmedik mi senin kalbini?Kalbi böyle genişleyince, yani kabı büyüyünce, doymak bilmezbir susuzluk hasıl olmuş içinde. Boşuna değil, 'seni lâyıkıyla bi-lemedik' deyişi. Hâlbuki kimse Allah'ı onun gibi bilemedi."Derviş sakin, kendinden emin gülümsedi. Baş kırıp selâmverdi. Sonra minnet belirtir şekilde elini kalbine attı, bir sü-re öylece durdu. Gözlerini tekrar kaldırdığında, batan güne-şin ölgün ışığında, yepyeni bir ilgiyle baktı bana.Karşımda hürmetle eğildi. Ben de onun önünde hürmetleeğildim. Ne kadar süre öyle durduk bilmem, gökyüzü eflatunaçalmaya başladı. Etrafımızdaki kalabalık huzursuz, mırıl mırılkonuşarak kıpırdanmaktaydı. Aramızda geçenleri önce merak,sonra giderek artan bir şaşkınlıkla izlemişlerdi. Ama sonundahayret yerini tepkiye bırakmıştı. Zira şimdiye dek kimseninönünde eğildiğimi görmemişlerdi. Sıradan bir abdal karşısındaeğildiğimi görmek müritlerimin hoşuna gitmemişti.Derviş halkın hoşnutsuzluğunu sezmiş olacaktı. Fısıltıyayakın bir sesle şöyle dedi: "Ben artık gitsem iyi olur. Hayran-larından alıkoymayayım seni."Hafif bir sitem, hatta ince bir alay mı vardı bu sözlerde, bi-lemedim. Ama derhal itiraz ettim. "Dur" diye seslendim ar-dından. "Gitme, kal!"Dönüp, dikkatle baktı yüzüme. Bir bulut geçti gözlerinden.Dudaklarım iştiyakla sıktı, sanki bir şeyler söylemek istiyorama söyleyemiyordu. Ve o an, o suskunlukta, dervişin banabaştan beri sorduğu asıl soruyu, saklı ve sessiz soruyu duydum:'Ya sen, koca hatip? Senin kabın ne kadar- büyük?"Dervişe doğru bir adım attım. Kara gözlerindeki delişmenışıkları seçecek kadar yakınlaşmıştım. Birden tuhaf bir hissekapıldım. Sanki bu anı daha evvel yaşamıştım. Hem öyle birkere değil; belki on, belki kırk kere. Bölük pörçük görüntülerüşüştü zihnime. Uzun, ince bir adam, yüzünde bir peçe, par-makları alev alev yanmakta... İşte o an anladım. Karşımdaduran derviş, rüyalarımdaki adamdan başkası değildi.Canımı, cananımı bulduğumu biliyordum. Sevinçten dizle-rim titredi. Ama hayatta hiçbir mutluluğu bu kadar yarım veyaralı yaşamamıştım.Sevinirken dahi soğuk bir dehşet sardı içimi...

EllaBoston, 8 Haziran 2008

Bahar yaza devrederken Aziz ile Ella’nın yazışmaları sık-laşmıştı. Ella sır gibi sakladığı bu beklenmedik gelişme kar-şısında şaşkındı. İkisi hemen her açıdan o kadar farklıydılarki, nasıl olup da birbirlerine yazacak bu kadar çok şey bul-duklarını bilmiyordu. Biri çıkıp da "ortak neyiniz var?" diyesorsa, cevap verebileceğinden bile emin değildi.Ella’nın gözünde Aziz Z. Zahara, parça parça yerli yerineoturtmaya uğraştığı bir yapboz gibiydi. Ondan gelen her yeni e-postayla beraber hakkında yeni bir bilgi daha öğreniyor, elinde-ki bulmacanın bir parçasını daha tamamlıyordu. Gerçi resminbütünü hâlâ bir muammaydı ama en azından bu aşamada Aşk

Şeriatı’nı n yazan hakkında epey bilgilenmiş sayılırdı.Mesela Aziz'in profesyonel bir fotoğrafçı olduğunu biliyor-du. Merak ediyordu, acaba mesleğinden dolayı mı bu kadarseyahat ediyordu yoksa seyahat etmeyi sevdiği için mi bumesleği seçmişti? Göçebe ruhluydu Aziz. Onun için dünyanınen ücra köşelerine gitmek, mahalle parkında gezintiye çık-maktan farksızdı. En çetin yolculuklar bile gözünü korkut-muyordu. Sebatkâr bir seyyahtı, evreni sırtında taşıyanazimli bir kaplumbağa gibi...Dünyanın neresine giderse gitsin kendini evinde hissedi-yordu. Sibirya'da, Şanghay'da, Kalküta'da, Casablanca'da...Sadece sırt çantası ve bir neyle yolculuk ediyordu. Ella’nınharitada asla bulamayacağı yerlerde kadim dostları vardı.Gitmediği yer kalmamıştı. Yabancı bir yere gitmenin tedir-ginliği; suratsız, insafsız gümrük görevlileri; laçkalaşmış bü-rokrasi çarklarından vize almanın imkânsızlığı; içme sula-rındaki parazitler; besin zehirlenmeleri, mide rahatsızlıkları,soyulma tehlikesi... kısacası her turistin kâbusu olan mesele-ler Aziz için sıradan ayrıntılardı. Ella dünyayı "güvenli Avru-pa ülkeleri" ve "geri kalan tekinsiz bölgeler" diye ayıradur-sun, Aziz için Doğu, Batı, Kuzey, Güney birdi.Ella’nın hayatı durgun bir göl ise Aziz'inki taşkın bir ne-hirdi. Ella adım atmaya korkarken, o dört nala gidiyordu. El-la bir adım atmadan önce bin defa düşünürken, Aziz evvelaadımını atıyor, sonra düşünüyordu; tabii eğer düşünürse.Canlı, rengârenk bir kişiliği vardı; ideallere, tutkulara sahip-ti. Pek çok ismi vardı ve her ismin de uzun bir hikâyesi.Ella kendini liberal, açık fikirli, demokrat, nazik, medeni,"dinsel değil kültürel anlamda" Yahudi ve günün birinde etyemeyi tümden bırakmaya kararlı bir vejeteryan adayı ola-rak tanımlıyordu. Her şeyi ve herkesi iki kategoriye ayırıyordu: "Sevdiklerim" ve "Nefret ettiklerim."Tam anlamıyla agnostik olduğu söylenemezdi. Ne de olsazaman zaman ailesiyle beraber birkaç dini vecibeyi yerinegetirdiği olurdu. İşin aslı, Ella dinden de dindarlardan dapek hazzetmezdi. Tıpkı tarihte olduğu gibi günümüz dünya-sında da en korkunç ve en kanlı kavgaların din adına yapıl-dığını düşünüyordu. Dinlerin insanlığa ne faydası vardı, in-san ırkını birbirine kırdırmaktan başka? Hangi dinden olur-sa olsun bağnazlığa tahammülü yoktu. Gene de (her ne ka-dar bunu Aziz'e itiraf etmemişse de), İslam'daki köktendinci-liğinin, Hıristiyan ve Yahudi köktendinciliğinden daha tehli-keli olduğuna inanıyordu. Tüm Semavi dinler birbirine ben-ziyordu ama İslamiyet daha katı, daha kapalı bir din değilmiydi? Hele kadınlar için. Açıkçası Ella Rubinstein, Müslü-man kadınlara uzaktan uzağa acıyor, hepsini aynı kefeye ko-yuyor ve onlardan biri olarak doğmadığı için kendini şanslısayıyordu.Aziz ise din ve inanç meselelerini ciddiye alan, maneviya-tı kuvvetli biriydi. Güncel politikadan alabildiğine uzak du-ruyordu. Hayatta nefret ettiği hiçbir şey yoktu. "Nefret*' keli-mesini silmişti kişisel sözlüğünden. Vejeteryan filan olmadı-ğı gibi et yemeye düşkündü. Söylediğine göre, iyi pişmiş ke-babı hayatta reddedemezdi.Aziz İskoçyalıydı. 1970'lerin ortalarında katı bir ateistiken Müslüman olmuştu. "Kerim Abdülcabbar'dan sonra, Yu-suf İslam'dan önce" diyordu şaka yollu. O günden bugüne herülkeden, her din ve kültürden mistiklerle hemhal olup ek-mek paylaşmıştı. Kendini bildi bileli pasifistti, şiddete kar-şıydı. Şu dünyada yaşanan çatışma ve savaşların bir "din so-runu" değil, "dil sorunu" olduğuna inanıyordu. İnsanlar sü-rekli birbirlerini yanlış anlıyor, birbirleri hakkında yanlışhükümlere varıyordu. 'Yanlış çevirilerle" yaşıyorduk. Böylebir dünyada herhangi bir konuda ısrarcı olmanın ne anlamıvardı? En güçlü kanaatlerimiz dahi basit bir yanlış anlama-dan kaynaklanıyor olabilirdi. Zaten hayatta hiçbir konudasabitfikirli ve katı olmanın gereği yoktu; zira yaşamak de-mek habire değişmek demekti.Aziz ile Ella farklı zaman kuşaklarında yaşıyorlardı. Hemfiili hem mecazi olarak. Ella için zaman "gelecek" demekti.Gününün dikkate değer bir kısmı sonraki seneyi, sonrakiayı, sonraki günü, hatta sonraki anı planlayarak geçiyordu.Alışverişe çıkmak, bulaşık makinesini tamir ettirmek gibigayet süfli işler dahi bundan payını alıyor, en ufak ayrıntıplanlanıp, titizlikle hazırlanmış listeler ve takvimler şeklin-de çantasının içindeki yerini alıyordu.Oysa A-tiz için zaman şu an demekti. "Şimdi" dışında her

Page 41: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

şey bir yanılgıdan ibaretti. Aynı sebepten ötürü, aşkın ne "ge-lecek planları" ne "dünün hatıraları" ile ilgisi olduğuna ina-nıyordu. Aşk sadece şimdi ve buradaydı."Sufiyim. Vaktin oğluyum. Şimdi'nin çocuğuyum..." yaz-mıştı bir seferinde.Ella yanıtında şöyle demişti: "Habire maziyi deşmeye, gele-ceği didik didik planlamaya alışkın bir kadın için öyle tuhafki söylediğin..."

AlaaddinKonya, 10 Aralık 1244

Babamın yoluna o tuhaf kılıklı saçsız dervişin çıktığı günorada değildim. Birkaç arkadaşımla ava çıkmıştık, ancak er-tesi gün dönebildim. Konya'ya varınca bir de baktım ki ba-bamla dervişin tanışmaları tüm şehrin dilinde. Herkes aynısoruyu soruyor: Kimdir bu ne idiği belirsiz adam? Nasıl olduda Mevlâna gibi bir âlim onu ciddiye aldı, karşısında eğildi?Çocukluğumdan beri herkesin babamın önünde eğildiğinigörmeye alıştığımdan, gün gelip babamın da birine benzerşekilde hürmet gösterebileceğini aklımdan dahi geçirmiyor-dum. Benim babam ancak bir hükümdarın ya da baş vezirinönünde diz çökebilirdi, bundan alt seviyedeki kimselerin de-ğil. O yüzden duyduklarıma inanmayı reddettim. Ne var kieve geldiğimde Kerra hikâyeyi doğruladı. Bugüne değin üveyannemin yalan söylediğini ya da mübalağa ettiğini duymadı-ğım için, çaresiz inanmak durumunda kaldım. Demek babamçarşıda, herkesin gözü önünde çulsuz bir dervişin elini öp-müştü. Dahası, Tebrizli Şems nâmmdaki bu davetsiz misafir,Kerra'nın dediğine göre bundan böyle bizimle kalacaktı.Gökten zembille inercesine babamın karşısına çıkan, ha-yatlarımızın orta yerine taş gibi fırlatılan bu yabancı kimdi?Kendi gözlerimle görmek istiyordum. Kerra'ya sordum: "Ni-ye karşımıza çıkmıyor bu adam?""Şşş, sessiz ol" diye fısıldadı Kerra endişeyle. "Babanladerviş kütüphaneye kapandılar."Uzaktan mırıl mırıl sesleri geliyordu ama ne dediklerinianlamak mümkün değildi. Tam o yana seğirtiyordum ki Ker-ra yoluma çıktı."Beklesen daha iyi olur Aladdin. Rahatsız edilmek istemi-yorlar."Koca gün boyu kütüphaneden çıkmadılar. Sonraki gün de,ondan sonraki gün de... Bu kadar çok konuşacak ne buluyor-lardı? Babam gibi bir adamla alelade bir dervişin ortak nesiolabilirdi ki?Bir hafta geçti, sonra bir hafta daha... Kerra her sabahkahvaltılarını hazırlayıp bir tepside kapılarının önüne bıra-kıyordu. Her gün bir öncekinden leziz yemekler hazırlaması-na rağmen, babam ve Şems bir dilim buğday ekmeği ve birbardak keçi sütü dışında ne varsa reddediyorlardı.Evdeki düzenimiz allak bullak oldu. Her geçen gün asabımbiraz daha bozuldu; aksileştiğimi görüyor ama sinirlerimemâni olamıyordum. Günün çeşitli saatleri kapıdaki deliğe gö-zümü yapıştırarak kütüphanenin içini gözetliyordum. Kapıyıbirden açsalar beni çömelmiş, konuşmalarını dinler vaziyet-te bulurlardı. Ama umurumda bile değildi. Usanmadan hergün onları gözetledim. Fakat pek bir şey görebildiğim yoktu.Perdeler yarı yarıya çekildiğinden odanın içi loştu. Ara sırayakaladığım kelimeler sayılmazsa, tek duyduğum bitmek bil-mez bir fısıltıydı. Görecek, işitecek bir şey olmayınca kafam-da kurmaya başladım.Bir keresinde Kerra beni kulağımı kapıya dayamış hâldeyakaladı ama ne kızdı ne kınadı. O da en az benim kadar me-rak içindeydi. Neler olup bittiğini öğrenmeye can atıyordu.Zaten kadınların tabiatı meraklıdır. Ellerinde değil.Ama bir başka gün ağabeyim beni suçüstü yakaladı. "Baş-kalarını gözetlemeye hakkın yok" dedi azarlarcasına. "Bil-hassa öz babana bunu yapman yakışık almıyor."Omuz silktim. "Babamızın gece gündüz tüm vaktini biryabancıyla geçirmesi, ailesini ihmal etmesi sana batmıyorda benim kapı dinlemem mi batıyor? Babamın yüzünü gör-meyeli bir aydan fazla oldu. Böyle kenara atılmak seni üz-müyor mu?""Kimsenin kimseyi kenara attığı yok!" diye kestirip attıağabeyim. "Babamız»Tebrizli Şems'te senelerdir aradığı dos-tu, ruhdaşı, yoldaşı buldu. Çocuk gibi şikâyet edip sızlanaca-

ğına, onun için sevinmen gerek. Eğer bir insanı hakikaten se-viyorsak onun mutlu olmasını isteriz."Al işte, tam da ağabeyimin ağzına yakışır saflıkta bir laf!istiyor ki her şey sütliman, herkes mesut olsun! Çocukluğu-muzdan beri böyleydi. O babamın gözdesi, terbiyeli, kâmiloğlan; bense haylaz, ele avuca sığmaz ve anlaşılmaz olan.Belki de herkesin yerine getirmesi gereken bir rol var budünyada. Ve eğer bütün fiyakalı roller kapılmışsa, sen de üs-tüne düşen kısmı sırtlanırsın, istesen de istemesen de. Ailebüyüklerinin biricik veliahtı, babamın ilk göz ağrısı olmakağabeyimin rızkıydı. Benim payımsa geride kalmış sıfatlarıüstlenmek!Babamın Şemsle kütüphaneye çekilmesinden kırk gün son-ra bu sabah tuhaf bir şey oldu. Yine kapı önüne çömmüş içeri-deki sessizliği dinliyordum İd dervişin konuştuğunu duydum:"Artık bu odadan çıkma vakti geldi Mevlâna. Geçen hergün GÖNLÜ GENİŞ VE RUHU GEZGİN SUFİ MEŞREP-LİLERİN KIRK KURALI'ndan bir tanesini tefekkür ettik.Bugün son kuralı da tamamladığımıza göre insan içine çık-sak iyi olur. Yokluğun aileni kaygılandırmış olsa gerek."Babam derhal itiraz etti. "Merak etme. Zevcem de oğulla-rım da yokluğuma anlayış gösterecek kadar olgundurlar.""Zevceni bilmem ama iki oğlun yaz ve kış kadar farklı" de-di Şems. "Hadis-i Şerif der ki: 'Oğul babanın simdir." Amahangi oğul? Büyük oğlun ayak izinden yürür ancak küçük oğ-lan bambaşka bir mecraya akmakta. Haset, şüphe ve tenkitetmek yüreğini karartmış."Bunları duyar duymaz yüzümü ateş bastı. Vay densiz der-viş! Daha beni tanımazken hakkımda böyle laflar etme cesa-retini nereden buluyordu?Ama ben daha aklımdan bu soruyu geçirir geçirmez, içeri-de Şems bana cevap verircesine söze devam etti: "Küçük oğ-lun onu tanımadığımı sanır, oysa tanırım" dedi. "Zira o kırkgündür kulağını kapıya yapıştırıp, deliklerden bizi gözetler-ken, ben de onu seyrediyordum."Tüylerim diken diken oldu. Hiç düşünmeden kapıyı ardı-na kadar açtım ve paldır küldür odaya daldım. Babamıngözleri hayretten fal taşı gibi büyüdü. Bir dakika geçti geç-medi, şaşkınlığın yerini kızgınlık aldı."Alaaddin, ne yapıyorsun? Bu ne kabalık oğul? Aklını mı vi-tirdin?" diye gürledi. "Ne cüretle bizi rahatsız edersin?"Peş peşe yağan soruları duymazdan gelip, işaret parmağı-mı Şems'e doğrulttum. Niyetim bağırmak değildi ama heye-candan zangır zangır titrerken sesimin yükselmesine mâniolamadım: "Bana çatacağına, önce şu herife sorsan ya ne cü-retle hakkımda böyle konuşur?"Babam tek teklime etmedi. Sadece iç çekti; varlığım boy-nunda değirmen taşıydı sanki. Öylece durdu ve bana baktı.Yüzü demir bir kapı gibi kapandı."Babacım, Kerra sizi çok özledi. Talebeleriniz de. Şu çapul-cu dervişe bu kadar zaman ayırıp sevdiklerinize nasıl arka-nızı dönersiniz?"Bu laflar ağzımdan çıkar çıkmaz pişman olmuştum amane fayda. Babamın benzi sarardı, gözlerine hüzün ve hüsrançöreklendi. Daha evvel bana hiç böyle baktığını görmemiş-tim."Alaaddin, derhal bu odayı terk et" dedi. "Aklın avare ol-muş. Git sessiz bir köşe bul. Orada otur ve yaptığın hatayıdüşün. Kendi içine bakıp pişman olmadan oradan kalkma.Çiğliğini görüp tanıyana kadar yanıma gelme!""Ama baba...""Haydi çık!" diye tekrarladı babam, bu sefer daha haşin vehırçın bir sesle.Elim ayağım titreyerek dışarı attım kendimi. Avuçlarımter içindeydi, dizlerim tutmuyordu.İşte o an bende şafak attı. Tebrizli Şems yüzünden haya-tımız altüst olmuştu. Bundan böyle hiçbir şey aynı olmaya-caktı. Annemi seneler evvel, daha çocuk sayılacak yaştakaybetmiştim. Şimdiyse ikinci büyük kaybımı yaşıyordum.İnsanın babası hem hayatta hem ölü olur mu? Olurmuş de-mek...

RumiKonya, Aralık 1247

Bomboştu dünya. Koca sokaklar, bulutsuz sema ve bütün

Page 42: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Konya. Tebrizli Şems yoluma çıkıp bana o soruyu sorduğun-da her şey ve herkes kayboldu sanki, bir anlığına da olsa. Birtek o ve ben kaldık bu şehirde: Soran ve cevaplayan."Söyle bana Bistkmî mi daha ileride yoksa PeygamberEfendimiz mi?" Bu soruyu elinin tersiyle itmek ya da geçiş-tirmek kolay. Hiddetlenip karşıdakini susturmak kolay. Zorolan ne sorulduğunu anlamaya çalışmak ve tabii bir de yanı-tı bulmak.İnsan hayatı daimi bir seyr ü sefer. Beşikten mezara yol-culuk hâlinde, seferdeyiz. Önümüzde uzanan yedi ayrı mer-hale, yedi basamak. Bilenler güzergâhtaki her menzile birisim vermiş. Nefsimiz buralardan bir bir geçmeden, kendiniayrı bir varlık sanmaktan vazgeçmeden yolculuğunu tamam-layıp Hak ile bütünleşemez. İnsan yalandadır, ziyandadır,zandadır. Yedi basamağı çıkmadıkça hakikate eremez.İlk mertebenin adı Nefs-i, Ejnm a ?-e. Yoz. Ham ve DaimaBaşkalarını Suçlayan Nefs merhalesi. Ne yazık ki pek çok in-san ömrü boyu bu aşamada takılıp kain1. Kurtulamaz cende-reden. Dünyevi işlerden gayrisini düşünmeyen, paraya ikti-dara makama tamah eden, şişkin ve semiz bir "Ben" zannıy-la yaşayan insan bu makamdadır. Buraya demir atmış kişi-leri hemen tanırsın. Hep başkalarını suçlar, eleştirir, çekişti-rir; nefes alır gibi doğallıkla dedikodu ve iftira eder; katiyenkendilerinde kusur bulmaz; başkalarım yargılar; şüphe, kuş-ku ve kibir ikliminde yaşarlar. Bilirsin onları. Kendinden bi-lirsin. Çünkü madem ki insanız ve madem ki beşer dediğinşaşar, Nefs-i Emmare'ye düşmeyenimiz yoktur. Önemli olano çukurdan çabuk çıkabilmek.Ol kişi ne zaman ki nefsinin arızalarını, takıntılarını, ha-

falarını ayırdeder ve düzeltmeye niyetlenir, işte o zaman iç-sel bir yolculuğa çıkar. Bundan böyle gözleri dışarıya değil,kendi içine çevrilir. Böyle böyle adım adım bir sonraki maka-ma varır. Bu makam bir bakıma öncekinin tam tersidir. Bu-rada kişi hep başkalarını suçlayacağına, sürekli kendindekusur bulur. Olan biten her şeyde kendini didik didik incele-yerek eleştirir. "Âlem güzel, ben çirkin" aşamasıdır bu. İştebu safhada nefs, Nefs-i Levvame olur. Yani Suçlanan..yahutKınanan Nefs.Üçüncü mertebede kişi biraz daha pişer. Nefs-i Mülhime'yeerişir. Bu noktada, insanın nefsi, İlham Alan olduğundan, ki-şi dünyada gördüğü her şeyden ve herkesten esinlenir. Tesli-miyet denilen hâlin nasıl bir özgürlük olduğunu kıyısındanköşesinden hissetmeye başlar. Nasibiyse İlim Şehri'ne adımı-nı atar. Zaman zaman kabz, yani sıkılma ve daralma yarat-sa da, ekseriya bast, yani genişleme ve ferahlama getirdiğin-den gönle hoşluk verecek kadar güzeldir bu makam. Fakatcazibesi aynı zamanda en büyük tehlikesidir. Zira bu aşama-ya gelenlerden çoğu buradan çıkmak istemez. Zanneder kiyolun sonuna gelindi. Oysa yol daha uzun ve çetindir.Ahenkli ve renklidir ya burası, nice kişi daha öteye gitmeiradesini, basiretini veya cesaretini gösteremez. Bu nedenle-dir ki üçüncü makam her ne kadar cennet bahçesi kadar la-tifse olsa da, yüceleri hedefleyenler için bir tuzaktır.Buradan öteye geçmeyi başaran kişi İlim Şehri'ni kat ederve Nefs-i Mutmaine safhasına ulaşır. Artık nefs eskisi gibi de-ğildir, tamamıyla değişmiştir. Bu sebepten ona Tatmin OlmuşNefs adı verilir. Kişi artık çok daha üstün bir şuura sahiptir.Gözü doymuş, gönlü genişlemiştir. Para pul, ad san, malmülk makam derdinde değildir. Başkalarıyla iyi geçinir, sa-dece seccade üstünde namaz kılarken değil, her zaman hu-zurdadır. Daimi namazdadır. Kalp kırmaz, kul hakkı yemek-ten gözü gibi sakınır ve kimsenin kusuruna bakmaz, hattabaşkalarının kusurlarını örter. Malı ve mülkü, Mâlik-ül-mülk olan Allah'a teslim eder.Buradan ötesi l]gyJbM Şehri'dir. Son üç mertebeye kemalmertebeleri denir. Oraya ulaşabilen insan hakikaten çok az-dır. Ve onlar, Allah kendilerini hangi hale sokarsa soksun,mesut, munis ve müteşekkirdir. Son üç safhadan ilkindeNefs-i Raziye'ye erdiklerinden dünyevi meselelere aldırmaz.aldanmazlar.Sonraki makam, Nefs-i Marziye'dir. Bu safhadan Allah ra-zı olduğu için ona Razı Olunmuş Nefs de denir. Buraya ula-şan kişi başkalarına deniz feneri olur. Işığını kime isterseona tutar, hakiki bir kutûb, sönmeyen bir kandil gibi aydın-latır. Bazen şifa dahi dağıtabilir. Davranışlarında ifrat ve tef-ritten kaçınır. Hiçbir konuda aşırılık sergilemez; tam tersine

ayrı düşenleri buluşturur, düşmanları uzlaştırir. ortamlarıyumuşatır; en hırçın iklimlerde esen ılık bir yel gibidir.Yedinci ve sonuncu makamda kişi Nefs-i Kâmile'ye ulaşır.Burada ayrı bir "benlik" zannı toz duman olur. Ama bu maka-mı bilen, bilse de hakkında konuşan olmadığından oradan ba-kınca âlemin nasıl göründüğüne dair malumatımız sınırlıdır.Hak Yolu'ndaki makamları tek tek sıralamak kolay, yaşa-mak ise zordur. Güzergâhın kendine has engebeleri yetmez-miş gibi, dümdüz bir çizgi hâlinde ilerlemek de mümkün de-ğildir. İlkinden sonuncusuna makamlara giden yol doğrudandeğil, dolambaçlıdır. Üstelik üst makamlara varan kişininorada kalacağının garantisi yoktur. Hatta "artık piştim, er-dim, ben bu yolları çözdüm" zannedip de yukarıdan aşağıla-ra tepetaklak yuvarlananlar vardır. Hâl böyle olunca, geçmişve gelecek, yaşamış ve yaşayacak bunca insan arasında çokazı, o da ancak her asırda bir, en nihai makama kadar vara-bilir.İşte bu sebepten, Şems bana Hz. Muhammed ve Sufi Bis-tâmî hakkında o soruyu sorduğunda benden sadece kitabi birkıyaslama yapmamı beklemiyordu. Aynı zamanda bana, yanişahsıma bir soru yöneltiyordu. "Hak'ta yok olmak için nefsi-ni tamamen yok etmeye hazır mısın?" Beni düşünmeye davetediyordu. İlk sorusunun altında ikinci bir soru yatıyordu."Ya sen, yüce vaiz?" diye soruyordu. "Peki sen yedi makam-dan hangisindesin? Bulunduğun yerden memnun musun?Söyle, senin kabın nicedir?'Yolun sonuna kadar gitmeye yeter mi yüreğin?"

KerraKonya, Aralık 1244

Bugünlerde öyle keyifsiz, o kadar takatsizim ki. Mevlâna ileŞems gece gündüz kapanıp fısır fısır sohbet ettikçe, ben dahaderin batıyorum sessizliğe. Keşke fıkıh, hadis, felsefe, tarih vemantık gibi hususlarda bilgili olsaydım. Bazen öyle anlar olu-yor ki kadın yaratıldığıma isyan edesim geliyor. Bu dünyayakız olarak gelince durmadan çalışmayı öğretiyorlar: Yemek pi-şirmek, temizlik yapmak, kirli çamaşırları külle ovmak, dere-den su taşımak, eski çorapları yamamak, yağı sütten ayırıp çö-kelek yapmak, hamur açmak... hepsini belliyorsun peş peşe.Kimi kadınlar bunların yanı sıra ya da yerine vücutlarını kul-lanarak erkeklerin aklını başından almayı öğreniyor. Ama iştehepsi bu. Öyle ya da böyle hep hizmet ediyorsun. Kimsenin ka-dınların ellerine kitap verdiği yok. Oysa Mevlâna’nın, bugünŞems'le konuştuğu gibi benimle de hararetli hararetli konuş-masını, bana da akıl danışmasını nasıl istiyorum.Evlendiğimizin ilk senesiydi. O zamanlar yalnız kaldığım herfırsatta kocamın kütüphanesine sokulmayı huy edinmiştim.Mevlâna’nın gözü gibi baktığı kitapların, el yazmalarının ara-sında bağdaş kurup oturur; köhnemiş ve küflü kokularını solur,içlerinde ne tür sırlar gizlediklerini hayal ederdim. Kitaplarınadüşkündür Mevlâna, hem de çok. Kütüphanesi birbirinden kıy-metli el yazmalarıyla doludur, çoğu rahmetli pederinden miras.Bu kitaplar arasında gözbebeği Ma'arifi satır satır ezbere bilir.Nice geceler şafak sökene kadar uyumaz, habire okur. Hâlbukiçoktan hatmetmiş olmalı her kelimesini. İnsan sonunu bildiğibir kitabı her seferinde yeni bir merakla okur mu?"Bana çuvalla altın verseler, babamın kitaplarının bir say-fasına değişmem" der Mevlâna. "Bu paha biçilmez kitaplarınher biri bana ceddimden kalma. Babamdan devraldım onla-rı, vakti gelince oğullarıma aktaracağım."Maalesef, Mevlâna’nın kitaplarına ne kadar kıymet verdiğimuzun zaman önce acı bir şekilde öğrendim. Evliliğimizin ilk se-nesi dolmamıştı. Evde yalnızdım. Birden aklıma esti. Elime birbez, bir kova alıp, kütüphaneye daldım. Kararlıydım. Kocamınkitaplarını bir bir temizleyecek, böylece ona hoş bir sürpriz ya-pacaktım. Tüm kitapları raflardan indirdim; bir kadife parçası-nı gül suyuna banarak her kitabın kapağını bir güzel sildim.Bu yörenin inanışına göre kitaplara dadanıp sayfalarınıkemirmekten zevk alan haylaz bir cin varmış. İsmi Kebikeç!İşte bu cini defetmek için her kitabın başına muhakkak biruyarı yazmak gerekirmiş. Ya Kebikeç! Bu kitaptan uzak dur!Sana göre değil bu sayfalar! Ben de her bir kitabı sildikçe buyazıya bakıp gülümsüyordum.O öğleden sonra kütüphanedeki bütün kitapların tek tektozunu aldım. Çalışırken bir yandan da İmam Gazali'nin ih-

Page 43: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

ya Ulum al-Din adlı kitabını karıştırıyor, anlamaya çalışıyor-dum. Okuma yazmam vardı ama kitapların dünyasını kavra-mak için salt okumayı bilmek yeter mi! İşte öyle kendi ken-dimle cebelleşerek ne kadar vakit geçti bilmem ama dalmışolmalıyım. Aniden soğuk bir ses duydum."Hatun, burada ne yapıyorsun?"Arkamı döner dönmez Mevlâna'yla göz göze geldik. Ne za-man gelmişti eve? Ayak seslerini duymamıştım. "Hoşgeldinbey" dedim ama ses etmedi. Öyle tuhaf bir ifade vardı ki yü-zünde, bir an için kendi kocama değil, bir yabancıya baktığı-mı sandım. Sekiz yıllık evliliğimiz boyunca bir tek o zamanbenimle böyle sert konuştu."Temizlik yapıyordum sadece" diye yanıtladım, cılız birsesle. "Hoşuna gider sanmıştım.""Ama gitmedi" dedi Mevlâna. "Niyetinin iyi olduğuna şüp-hem yok fakat rica ediyorum kitaplarıma el sürme. Temizlen-meleri gerektiğinde onları ben temizlerim. Senden ricam buodaya girmemen ve kimseyi de buraya sokmaman."O günden sonra kocamın kitaplarına bir daha el sürme-dim. Evde kimse yokken bile kütüphaneye girmedim. Anla-dım ki kitapların kapısı bana kapalı. Meğer kocamın kitapla-rından uzak durması gereken bir tek Kebikeç değilmiş, bende varmışım. Bana göre değilmiş o sayfalar!Ağrıma gitse de, nicedir kanıksamıştım bu durumu. Hattaunutmuştum bile. Tâ ki Şems-i Tebrizî evimize gelinceye ka-dar. O ve Mevlâna kırk gün boyunca kendilerini kütüphane-ye kapattıklarında eski hatıralar hızla canlandı. Demek ba-na yasak olan odanın kapıları, Şems'e ardına kadar açıktı.Zoruma gitti. İçimde bîr yerde, derinimde, varlığını dahi bil-mediğim bir yara kanamaya başladı.

Kimya •Konya, Aralık 1244

Beni evlatlık edindiklerinde on iki yaşındayım. Hakikianam babam basit, köylü insanlardı; gündoğumundan günbatınıma tarlada bağda çalışıp, vaktinden evvel yaşlanankimseler. Ufacık, tek göz bir evde yaşardık. Kız kardeşimleben odanın bir ucunda aynı döşekte yatardık. Yanımızda ölükardeşlerimizin hayaletleri uyurdu. Hepsi de peş peşe basithastalıklardan can vermiş beş bebe. Evde bir ben görürdümhayaletleri. O ufacık ruhların neler yapıp ettiklerini ne za-man bizimkilere anlatmaya kalksam, kız kardeşimin ödü ko-par, annem ağlamaya başlardı. Açıklamaya, anlatmaya çalı-şırdım ama ne fayda! Oysa ne endişelenecek bir şey vardı, neüzülecek. Çünkü küçümen hayaletlerin hiçbiri mutsuz gö-rünmüyordu. Ya da korkutucu. Ama işte bunu aileme bir tür-lü anlatamıyordum.Günlerden bir gün köyümüze yaşlı bir bilge uğradı. Yor-gundu, hayli bitap ve aç. Saçı sakalı birbirine karışmış, gü-neşe karşı gözlerini kısmaktan yüzünde çizgi çizgi açıklıklaroluşmuştu. Babam soluklanıp dinlenmesi için adamcağızıevimize davet etti. O gece hepimiz mangal başında oturduk.Bilge de bize uzak diyarlardan efsunlu hikâyeler anlattı. Oyeknesak bir sesle konuşurken, ben de gözlerimi kapayıponunla beraber Arap Çölleri'ne, Afrika'nın şimalîndeki Bede-vi çadırlarına, suları masmavi Akdeniz'e seyahat ettim. Bil-ge nereyi anlattıysa, hayalimde canlandırarak ziyaret ettim.Bir kumsalda kocaman bir şeytan minaresi buldum, cebimekoydum. Kumsalı bir uçtan bir uca yürümeye başlamıştım kianiden keskin, beter bir koku çalındı burnuma, mecburendurdum. Ve gözlerimi açtım.Kendimi yerde buldum. Meğer bayılmışım. Meğer rüya-daymışım. Evdeki herkes tepeme dikilmiş endişeyle bana ba-kıyordu. Annem bir eliyle başımı tutmuş, diğer eliyle burnu-ma yarım soğan dayamış, koklayayım diye zorluyordu.Kız kardeşim neşeyle ellerini çırptı: "Ayıldı! Yaşasın, Kim-ya geri geldi!"Annem derin bir oh çekerek, "Şükürler olsun yarabbi" de-di. Sonra bilgeye dönüp durumu açıkladı. "Küçüklüğündenberi Kimyacık rahatsızdır. Durup durup bayılır."Bilge bir şey demedi, sadece dikkatle baktı bana, zihnimiokumaya çalışırcasına. Ertesi sabah erkenden hepimize tektek teşekkür ve veda edip, yola koyulmak için ayaklandı. An-cak yola düşmeden evvel babamı yanma çekip, şöyle dedi:"Senin kızm müstesna bir çocuk. Allah ona büyük bir ka-

biliyet vermiş. Böylesi hediyenin kıymeti bilinmezse yazıkolur. Kimya'yı muhakkak okula gönderin..."Konuşmaya kulak kabartan annem hemen atıldı: "Kız ço-cuğuna okul ne gerek?"Bilge bu müdahaleye aldırmadı. "Evladınız kız diye Al-lah'ın gözünden düşmemiş, Hak ona kabiliyet bahşetmiş. SizAllah'tan daha mı iyi bileceksiniz?" diye sordu. "Madem okulyok, kızınızı bir âlimin yanına verin."Annem "hayatta olmaz" mânâsında kafasını salladı. Amababamın aklı karışmıştı. Bilgenin sözlerinden etkilendiğibelliydi. Tahsilli kişileri, ilmi ve fenni önemserdi. Beni de pekseverdi babacığım. "Ama ulemadan tanıdığımız kimse yok.Nereden bulmalı?" diye sordu.İşte o an yaşlı bilge hayatımın akışını tümden değiştirecekbir teklifte bulundu. Dedi ki: "Konya şehrinde harikulade birzat yaşar. İsmi Mevlâna Celaleddin Rumi. Kimya gibi bir kı-zı yetiştirmeye gönüllü olabilir. Kızını ona götür. Pişman ol-mazsın."Bilge gidince annem kollarını "fesuphanallah" dercesineiki yana açtı. Başladı söylenmeye: "Hamileyim. Kimya banayardım etmeli. Hem kız kısmının kitaba ne ihtiyacı var? Ola-cak iş mi? Evinde otursun. Çocuk bakmayı öğrensin."Keşke annem gitmeme başka nedenlerden dolayı karşı çık-saydı. Hasretime dayanamayacağını, geçici de olsa kızınıbaşka bir aileye vermeye gönlünün razı olmadığını söylesey-di, ben de bu hevese kapılmaz, köyümde kalmayı tercih eder-dim. Ama bunların hiçbirini demedi. O sırf evde yardıma ih-tiyaç olduğu için gitmeme karşı çıktıkça, ben de daha çok ik-na oldum gitmeye. Bu arada babam, bilgenin sözünü ettiği omeşhur âlimi beraber ziyaret etmeye karar verdi.Böylece çok geçmeden babamla ikimiz yollara düşüp Kon-ya'ya geldik. Ders verdiği medresenin kapısında Mevlâna'yıbekledik. Efendi babamı ilk görüşüm o gündür. Peşinde tale-beleriyle dışarı çıktı. Elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşır-dım, başımı kaldırıp da yüzüne bakamadım. Ellerine baktım.Zarif parmakları uzun inceydi, bir âlimden çok sanatkâr eligibiydi.Babam Mevlâna'nın yoluna çıkıp, beni işaret etti."Efendi Hazretleri. Kızım Kimya özel bir çocuk. Ama ana-sı da ben de basit insanlarız. Onu layıkıyla yetiştiremeyiz.Bu yörenin ilmi en kuvvetli kişisi sizmişsiniz. Kimya'yı öğ-renciniz olarak kabul eder misiniz?"Gözucuyla Mevlâna'nın yüzüne baktım. Şaşırmışa benzemi-yordu. Böyle taleplere alışık olmalıydı. O babamla ayaküstüsohbete dalınca, ben de arka bahçeye yürüdüm. Orada biravuç çocuk vardı ama hiç kız yoktu aralarında. Medrese sade-ce oğlanlar içindi. Ama dönüşte köşede tek başına dikilen gençkadım görünce afalladım. Alımlı, hoş bir kadındı. Ay gibi yu-varlak ve berraktı suratı. Teni bembeyazdı, mermerden yon-tulmuşçasma. El salladım. Kadın şaşkınlıkla baktı bana. An-lık bir tereddütten sonra o da bana el salladı. Yanma gittim."Merhaba küçük kız, yoksa beni görebiliyor musun?" diyesordu.Ben başımı sallayınca kadın sevinçle gülümsedi. "İşte buharika! Senden başka kimse göremiyor beni."Kadınla beraber Mevlâna ile babamın yanma döndük. Ya-nımdaki yabancıyı fark edince konuşmayı keseceklerini san-dım ama öyle olmadı. Kadın haklıydı; benden başka kimseonu göremiyordu."Gel bakalım Kimyacık" dedi Mevlâna. "Babanın dediğinegöre kendi kendine okuma yazma öğrenmişsin. Özel yetenek-lerin varmış ve okumayı çok seviyormuşsun. Söyle bakalım,kitapların nesini seversin?"Boğazıma bir şey düğümlendi, dilim kilitlendi. Yanıt vere-miyordum."Hadi Kimya, Efendi Hazretlerine anlatsana" diye üstele-di babam. Mevlâna'yı hayal kırıklığına uğratmaktan endişeeder gibiydi.Doğru yanıtı vermek istiyordum. Babam benimle gururduysun istiyordum ama bir türlü konuşamadım. Ve eğer ya-nımdaki genç kadın müdahale etmeseydi belki de hiç konu-şamayacaktım. Köye elimiz boş dönecektik.Ama genç kadın usulca elimi tuttu. "Hadi güzel kız, anlatMevlâna'ya. Söz veriyorum her şey güzel olacak."O zaman kendime güvenim geldi. Mevlâna'ya döndüm:"Efendimiz sizin yanınızda yetişmek bana şeref verir. Zorluk-tan kaçmam, okumayı severim. Öğrenmeye açım. İyi bir öğ-

Page 44: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

renci olacağıma sizi temin ederim."Mevlâna'nın gözleri parladı. "İşte bu çok güzel" dedi amasonra içini çekti. Sanki aklına tatsız bir ayrıntı gelmişti."Ama sen kızsın. Biz beraber durup dinlenmeden çalışsak,yollar kat etsek bile çok geçmeden evlenecek, çoluk çocuğakarışacaksın. Onca senelik tedrisat boşa gidecek."Ne diyeceğimi bilemedim. Şevkim kırılmıştı. Babam da sı-kılmış gibiydi, gözlerini çarıklarına dikmişti, sessizce bekliyor-du. İşte o zaman bir kez daha genç kadın imdadıma koştu."Mevlâna'ya de ki, zevcesi hep küçük bir kızları olsun is-terdi. Allah şimdi seni gönderdi. Eğer bir kız çocuğunu eğitir-se karısı buna çok sevinir."Bu cümleleri aynen iletince Mevlâna güldü. "Bakıyorumevime uğrayıp zevcemle konuşmuşsun. Ama Kerra benimderslerime karışmaz evladım."O zaman genç kadın ağır ağır başını salladı ve kulağımaşunları fısıldadı: "Kerra'dan bahsetmediğini söyle. O ikincieşi. Sen Gevherden bahsediyorsun. Oğullarının anası.""Kerra Hatun'dan değil Gevher Hatun'dan bahsediyor-dum" dedim isimleri dikkatle telaffuz ederek. "Oğullarınınanasından."Mevlâna’nın yüzü gölgelendi, gülümsemesi söndü. "Gev-her öldü çocuğum" dedi. "Rahmetli eşimi nereden bilirsin?Şaka mı bu?"Babam telaşla araya girdi. "Kötü bir niyeti yoktur efen-dim. Kimya saygılı bir kızdır. Büyüklerine hürmette kusuretmez."Doğruyu söylemek zorunda olduğumu anladım. "Rahmetlieşiniz burada, yanımda. Elimi tutuyor, beni konuşmaya teş-vik ediyor. Koyu kahve badem gözleri, çillenmiş yüzü, uzunsarı bir elbisesi var..."Genç kadın terliklerini işaret edince, onu da anlattım."Terliklerinden bahsetmemi istiyor. Parlak turuncu ipektenyapma, üstünde ufacık al çiçekler işli. Çok güzeller."Mevlâna’nın gözleri doldu. "O terlikleri Gevhere Şam'danalmıştım. Pek severdi rahmetli..."Bunları söyledikten sonra koca âlim sessizliğe büründü.Vakur, dalgın, mesafeli bir ifadesi vardı. Ama yeniden konuş-maya başladığında tavrı nazik ve dostaneydi, sesinde keder-den eser yoktu."Şimdi anlıyorum neden herkesin kızınızı kabiliyetli bul-duğunu" dedi Mevlâna babama. "Haydi, burada dikilmeye-lim. Evime gidelim. Beraber yemek yer, Kimya'nın istikbali-ni konuşuruz. Eminim çok iyi bir talebe olacak; hem de pekçok oğlanı geride bırakacak."Yola koyulmadan evvel Mevlâna usulca sordu. "BunlarıGevher'e de iletir misin evladım?""Gerek yok ki efendim. O sizi duydu bile" dedim. "Bana de-di ki şimdi gitmesi gerekiyormuş. Ama gittiği yerden daimamuhabbetle sizi izliyormuş."Mevlâna candan gülümsedi. Babam da öyle. Az evvel ara-mıza giren gerginlikten eser kalmamıştı. O an bildim ki Mev-lâna'yla tanışmamın etkileri çok ötelere uzanacak. Annemlearamız hiçbir zaman yakın olmamıştı ama şimdi Allah sankianamın gönlümdeki boşluğunu doldurmak için bana iki bababirden veriyordu: gerçek babam ve cici babam.Sekiz sene önce Mevlâna’nın evine varışımın hikâyesi işteböyle. İlme aç, içine kapanık, çekingen bir çocuktum burayageldiğimde. Ama yeni aileme çabuk ısındım. Zamanla Kerrakendi anamdan ileri oldu; her zaman müşfik ve sevecendi.Mevlâna’nın oğulları bana kucak açtı, özellikle büyük oğlugerçek bir ağabey oldu. Aladdin beni başka türlü sever, birşey demese de hissediyorum. Ama ben ona sadece bir ağabeygözüyle bakıyorum.Sonunda köyümüze uğrayan o bilge haklı çıktı. Babamı vekardeşimi ne kadar özlesem de, Konya'ya gelip Mevlâna’nınailesine katılmaktan bir kez bile pişmanlık duymadım. Birkez bile bu çatının altında huzursuzluk yaşamadım.Tâ ki Şems-i Tebrizî gelene kadar. O geldikten sonra birdaha hiçbir şey eskisi gibi olmadı, olamadı.EllaBoston, 9 Haziran 2008

Bir başına kalmaktan hoşlanan biri olmamıştı hiç. Oysa sonzamanlarda hayatında belki de ilk defa, evde yalnız olmak içinfırsat kolluyordu. Her fırsatta Aşk Şeriatı'yla uğraşıyor; roman

hakkında yazdığı yayın raporunun son rötuşlarını tamamlı-yordu. Michelle'e telefon açıp bir hafta daha ek süre talep et-misti. Aslında biraz dişini sıksa raporu zamanında bitirebilir-di ama bunu istememişti. Zahara’nın romanı kendi zihnine çe-kilmeye bahane oluyor, bu sayede hem ailevi yükümlülükler-den hem de uzun süredir bekleyen karı koca çatışmalarındankaçıyordu. Bu hafta ilk defa Füzyon Yemek Kulübü'nü aksat-mıştı. Yaşadığı hayatla ne yapacağını bilemez bir duruma düş-müşken, benzer hayatlar süren on beş kadınla yan yana dizi-lip yemek pişirmek zoruna gitmeye başlamıştı.Bu arada Ella, Azizle yazışmalarını bir sır gibi kendinesaklıyordu. Ne tuhaf, son zamanlarda bir sürü sırrı olmuştu:Mesela Aziz, romanı hakkında Ella’nın bir değerlendirme ra-poru hazırladığını bilmiyordu. Yayınevi, Ella’nın raporunuhazırladığı romanın yazarıyla sürekli yazıştığını bilmiyordu.Öte yandan çocukları ve kocası ne yalnız kalma bahanesiyleromana deli gibi kaptırmasının, ne de yazarla arasındaki ya-kınlaşmanın farkındaydı. Birkaç hafta içerisinde durağan,tekdüze bir hayat süren bir kadın olmaktan çıkıp, geçiştirme-ler, kaçamaklar ve sırlarla dolu bir başka kadına dönüşmüş-tü. İşin tuhaf yanı bu değişimden hiç rahatsız değildi. Garipbir sükunet gelmişti üzerine. Sabırla önemli bir şeyler olma-sını bekliyordu. Yeni ruh hâlinden şikâyetçi değildi. Tam ter-sine, uzun zamandır ilk defa yüreğinin pır pır ettiğini hisse-diyordu.Bir zaman sonra e-postalar yetmez oldu. Telefonlaşmayabaşladılar. Öyle ki, artık yedi saatlik zaman farkına rağmen he-men her gün telefon basındaydılar. Azizle konuşurken yumu-şak, kırılgandı Ella’nın sesi. Gülmeye başladı mı dalga dalgayayılıyordu kahkahası, gülmeye doyamaz gibi. Hayatta hiçbirzaman kendini koyvermeyi becerememiş, başkalarının dedikle-rine kulak aşmamayı öğrenememiş, kendini hep bastırmış vesansürlemiş bir kadının kahkaha denemeleriydi bunlar.Bu arada Ella’nın evinde aynı anda birkaç şey birden olu-yordu. Matematikten üst üste çakan Avi özel ders almayabaşlamıştı. Orly ise yeme bozuklukları için bir psikologa gö-rünüyordu artık. Aylardır ilk kez bu sabah bir omletin yarı-sını yemeyi becermiş, hemen ardından kaç kalori aldığınıhesaplamışsa da mucizevi bir şekilde pişmanlık duymamış,kendini açlıkla talim etmeye kalkmamıştı. Öte yandan Je-annette Scottla ayrıldıklarını açıklayarak herkesin kafası-nı karıştırmıştı. Neler olduğunu soranlara bir müddet yal-nız kalmaya ihtiyacı olduğunu söylemişti. Ama Ella’nın gör-düğü kadarıyla kızının pek de yalnız kaldığı yoktu. Eskidenolsa hemen yargılar, karışır, kızardı. İnsanların ilişki kur-ma ve yıkma hızı, daha önce hiç olmadığı kadar düşündürü-yordu Ella'yı. Acaba Azizle yakınlaşması da öyle bir şeymiydi? Bugün var yarın yok? Kitapla ilgili çalışma bitincebu yakınlık da kendiliğinden sönecek miydi? Bundan endişeediyordu.Çocuklarıyla ilişkisinde tahakkümperver olmamaya aza-mi gayret ediyordu. Azizle yazışmalarından öğrendiği bir şeyvarsa, o da talepkâr ve ısrarcı olmaktan vazgeçip sakin vedingin oldukça, çocuklarının ona açıldığıydı.Eskiden kendini bu ailenin merkezi sayar, tek tek herkesidenetleyip tutmazsa tüm yapının dağılacağına inanırdı. Tut-kal Kadındı o. Tüm aileyi ve evin her şeyini dengede tutanmerkezi güç! Oysa şimdi tutkallıktan istifa etmiş, sabırlı vesakin bir gözlemciye dönüşmüştü. Günler geceler geçiyor;olayların gelişimini tarafsız bir nazarla izliyordu. Kontroledemediği şeyler için jhajafjaımıa^bjr^^ bir başka ka-dın olmuştu. Daha jrakuj.jiaJıa^yidjuz^Jaha duyarlı biri.David karısında bir tuhaflık olduğunun farkındaydı. Aca-ba bu yüzden mi onunla daha çok vakit geçirmeyi ister ol-muştu? Bugünlerde eve erken geliyordu. Bir süredir diğerkadın(lar)la görüşmediğini tahmin ediyordu Ella."Tatlım iyi misin? Her şey yolunda mı?" diye soruyorduDavid, günde birkaç kez.Ella her defasında aynı üslupla, "Gayet yolunda" diyor, gü-lümsüyordu.Tek başına bir köşeye çekilip, kendine ait bir dünya yara-tınca, evliliklerini olduğundan parlak ve başarılı gösteren ci-la dökülmüştü. Rol yapmayı bırakalıberi ikisinin de defoları-nı, hatalarım tüm çıplaklığıyla görebiliyordu. "Miş" gibi yap-maya son vermişti. İçinden bir his David'in bundan etkilen-diğini söylüyordu.Konuşacak çok fazla şeyleri kalmamıştı. Karı koca bir sa-

Page 45: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

bah bir de akşamları, çocuklarla beraber mutfak masası et-rafmdayken birkaç çift laf ediyorlardı birbirlerine, o kadar.Sonra susuyorlardı, yalın gerçeği kabullenircesine. Bazen ko-casını dikkatli dikkatli kendisine bakarken yakalıyordu. Da-vid ondan bir şeyler sormasını bekler gibiydi. Belki de Ellakonuyu açsa kocası her şeyi itiraf etmeye hazırdı. Bugünekadarki tüm flörtlerini, sadakatsizliklerini anlatmaya razıolabilirdi. Bekliyordu.sanki; o basit soruyu bekliyordu çözül-mek için. Ama Ella'nın bir şey sorduğu yoktu.Eskiden, evliliklerine zeval gelmesin diye suları bulandır-maz, bilmezden gelir, dünyadan haberi yokmuş gibi davra-nırdı. Şimdiyse olan biteni bildiğini ama umursamadığımanlatıyordu her hareketiyle. Belki de kocasını korkutan El-la'nın bu yeni kişiliğiydi. Bu soğuk, mesafeli duruş; bu aldır-mazlık hâli... Ella hiç olmadığı kadar güçlü hissediyordu ken-dini. Oysa çok değil bundan belki bir ay öncesine kadar nasılda farklıydı duyguları. O zamanlar David evliliklerini topar-lamak için minnacık bir adım atmış olsa sevinçten havalarauçardı. Ama şimdi değil. Bu duruma nasıl gelmişti? Üç çocukannesi kadın nasıl olmuştu da bedbinliğini keşfetmiş, ken-diyle yüzleşmişti?Velev ki telefonda Jeannette'e itiraf ettiği kadar mutsuz-du, öyleyse neden mutsuz kadınların yaptığı şeyleri yapmı-yordu? Neden kendini banyoya kapatıp, yerlerde ağlamıyor,mutfakta iş yaparken göz yaşı dökmüyordu; neden evden ka-çarcasına uzun yürüyüşlere çıkmıyor ya da öfke krizlerinekapılıp camı çerçeveyi aşağı indirmiyordu?Bir garip sükûnet sinmişti Ella'nın üstüne. Her sabah ay-nada çehresine bakıyor, yüzünde belirgin bir değişim arıyor-du. Bir yandan, hiçbir şey değişmemişti hayatında. Ailesi ay-nı aile, o aynı insandı. Bir yandan, hiçbir şey eskisi gibi de-ğildi. Biliyordu ki bir değişimin tam ortasmdaydı.

KerraKonya, 5 Mayıs 1245

Bedir, Şems-i Tebrizî geleli, altı kez belirdi, altı kez kaybol-du. Bu süre boyunca kocam, tıpkı hilâl gibi her gün biraz da-ha değişerek, benden ve oğullarından uzaklaştı. Başka biradama dönüştü. İlk başta sandım ki gelip geçici bir hezeyan-dır; nasıl olsa birbirlerinden sıkılırlar ama öyle olmadı. Tamtersine, günbegün daha sıkı kenetlendiler. Bir aradayken yagarip bir suskunluğa bürünür yahut fısır fısır konuşurlar.Nasıl böyle uzun uzun sustuklarını da anlayamıyorum, bun-ca sözü nereden bulduklarını da. Şemsle her sohbet sonra-sında Mevlâna farklı bir adama dönüşüyor; öylesine uzak,düşünceli, sanki vücudu burada ama kendi yok.Onlarınki iki kişilik bir dünya. Üçüncü birine yer yok ara-larında. Her söze aynı anda, aynı şekilde tepki veriyorlar.Aynı anda durulup hüzünleniyor, susup dalıyorlar. Ruh hal-leri birbirine bağlı. Öyle günler oluyor ki rüzgârda sallananbeşik gibi sakinler; ne yiyor, ne içiyorlar. Bazı günlerse taş-kın nehirler gibi durup dinlenmek bilmeden konuşuyor, oku-yor, yürüyorlar. Sekiz senelik kocam, öz evladımmış gibi ev-latlarını yetiştirdiğim adam, beraber çocuk yaptığım insanbir yabancıya döndü. Ona bir tek derin uykuda olduğu za-man yakın hissediyorum. Çoğu gece uyumadan yanında ya-tıyor, nefes alışverişini dinliyorum. Ancak o mahremiyettekendimi karısı gibi hissediyor, aramızdaki eski bağın canla-nacağına dair bir teselli buluyorum.Kendi kendime devamlı ümit veriyor, her şeyin düzeleceği-ne inanmaya çalışıyorum. Şems bir gıin gidecek elbet. Ne deolsa o bir gezgin abdal. Mevlâna burada benimle kalacak. Obu şehre, dinleyicilerine ve talebelerine ait. Tek gereken bek-lemeyi bilmek. Ne zaman sabrım incelse, eski günleri anım-sıyorum; Rumi'nin her ne olursa olsun yanımda durduğugünleri.Evleneceğimiz haberi ilk duyulduğunda, hakkımda ilerigeri laflar söyleyenler olmuştu: "Kerra eskiden Hıristiyan'dı.Bu kadın Rum asıllıdır. Hak dinine dönmüş olsa bile nasılgüvenirsin? Eldir, bizden sayılmaz. Senin gibi bir İslam âli-mine doğma büyüme Müslüman bir kadın almak yakışır."Ama Mevlâna onları kale almadı. Ne o zaman, ne dahasonra. Bundan dolayı ona hep minnet duyacağım.Anadolu dinlerin, inançların, âdetlerin, masalların karışı-mı bir alaca diyar. Aynı yemeği yiyip aynı şarkılarla içleniyor.

aynı batıl itikatları paylaşıp, gece oldu mu aynı rüyaları gö-rebiliyorsak neden beraber yaşayamayalım? İsa Peygambe-rin adını taşıyan Müslüman bebekler bilirim, Müslüman sü-tannelerin emzirdiği Hıristiyan bebekler de. Su gibi berrakve akışkandır Anadolu, burada her hikâye birbirine karışır.Şayet Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında bir sınır kapısıvarsa, bunun her iki taraftaki bağnazların iddia ettiği gibigeçilmez bir hudut olduğunu sanmıyorum.Mevlâna gibi meşhur bir bilginin karısı olunca herkes sa-nıyor ki âlimlere fazla kıymet veriyorum ama öyle değil. Dinadamları belki çok şey biliyor, ama inanç denilen şey aklen venaklen mi anlaşılır yoksa birebir kalben yaşayarak mı? Ho-çalar bazen anlaşılması o kadar güç laflar ediyorlar ki ne de-diklerini takip edemiyorum. Müslüman âlimler Teslisi kabulettikleri için Hıristiyanlar! yeriyor; Hıristiyan âlimler ise"Kuran kusursuzdur" dedikleri için Müslümanları. Sanki heriki din birbirinden fersah fersah uzakmış gibi konuşuyorlar.Hâlbuki din bilginleri aralarında tartışadursun, Anadolu'dayaşayan sıradan Hıristiyanlarla sıradan Müslümanların or-tak yanları öyle çok ki. Aynı toprağın çocuklarıyız biz. Aynıgöğün altında...Diyorlar ki Hıristiyanlığa dönen bir Müslüman için en zoruTeslisi kabul etmekmiş. Keza Hıristiyanlıktan dönen birMüslüman için en zoru Teslisi bırakmış. Bana gelince, İsa'nınAllah'ın oğlu değil, kulu olduğuna inanmakta zorlanmadım.Kuran'da Hazreti İsa ne diyor? Şüphesiz ben Allah'ın kulu-yum. Bana kitabı verdi ve beni bir peygamber yaptı. Müslü-manlığa geçerken bunu baştan kabul ettim. Benim esas zor-landığım husus Meryem'i terk etmek oldu. Bunu kimseye söy-lemedim, Mevlâna'ya bile. Ama bazen Meryem'in o müşfik,kahverengi gözlerini özlüyorum. Yüzü hep huzur verirdi ba-na. Anaç, merhametli, sevecen, kadife bakışlı Meryem...İşin aslı, Tebrizli Şems evimize geleli beri kafam öyle karı-şık ki Hazreti Meryem'e her zamankinden fazla hasretim.Meryem'e dua etme arzumun önüne geçmekte zorlanıyorum.Böyle zamanlarda suçluluk duygusu içten içe yiyor bitiriyorbeni. Meryem'i düşünerek yeni dinim İslamiyet'ten sapıyormuyum acaba? Mevlâna'ya sormak isterdim ama yüzünü bi-le zor görürken böyle hassas bir soruyu nasıl sormalı?Bu sırrı kimse bilmiyor. Başkaca her konuda sırdaşım olankomşum Safiye bile. Anlayamaz ki. Keşke derdimi kocamaaçabilsem, ama nasıl? Onu kendimden daha da uzaklaştır-maktan korkuyorum. Mevlâna eskiden her şeyimdi. Şimdiise bir gölgeden farksız.Bilmezdim. Öğrendim. Demek şu hayatta bir erkekle aynıçatı altında yaşamak, aynı yatağı paylaşıp gene de ona has-ret kalmak mümkünmüş. Demek sadece uzaktakileri özle-mezmiş insan. En yakınındakini de pekâlâ özleyebilirmiş.Aynı yastığa baş koyduğun kocan bir sabah aniden bir ya-bancıya dönüşebilirmiş.

ŞemsKonya, 12 Haziran 1245

Bunca korku, vehim ve yasak... Öyle insanlar var ki, her Ra-mazan sektirmeden oruç tutar, her bayramda günahlarının ke-fareti için kınalı koyun keser, hacca umreye gider, günde beş va-kit alnı secdeye değer ama yüreğinde ne sevgiye yer vardır, nemerhamete. Bre adam, o zaman ne demeye uğraşır durursunki? Aşksız inanç olur mu? Sevmeden ve sevilmeden, habire birşeylere söylenip homurdanarak iman etmek mümkün mü? Aşkyoksa "ibadet" bir kuru kelimeden, yan yana gelmiş altı harftenibaret. Dışı kabuk, içi oyuk. İnsan aşkla ve aşkta iman etmeli;damarlarında gürül gürül hissederek Allah ve insan sevgisini!Yaradan'm gökyüzünde, tepede bir yerlerde olduğunu sa-nırlar. Kimileri de O'nu Mekke'de, Medine'de arar! Ya da ma-halle camisinde! Allah bir mekâna sığar mı? Ne gaflet! O tekbir yerdedir ancak: Âşıkların gönüllerinde.O yüzden şöyle dememiş mi: "Ne yer ne gök kucaklayabilirbeni. Ancak ve ancak inanan kullarımın yüreğine sığabilirim."Vah ki vah o budalaya, Allah'la pazarlık etmeye kalkar. Ya-ni sen şimdi her türlü art niyeti aklından geçir; onun bunundedikodusunu yap, kuyusunu kaz; karısının kızının namusu-na dil uzat; elin işte olsun, gözün oynaşta; camiden çıkar çık-maz kıldığın namazı unut; sonra da iki koyun kesmekle, dörtdua ezberlemekle her şey halloldu zannet! Boş yere abdest

Page 46: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

almakla uğraşma, eğer kalbini temizlemeyi bilmiyorsan ev-vela. Benim Rabbim tüccar değil ki, senin gibilerle ticaretyapsın! Benim Rabbim bakkal değil ki, defterinin bir köşe-sinde günah hanesi, bir köşesinde sevap hanesi, toplayıp çı-karsın! Ne bir elinde terazi tartmak peşinde, ne öteki elindekalem yazmak derdinde... Benim Rabbim bayağı hesaplar-dan münezzehtir. O muhteşem bir güzellik, kaynağı kesilme-yen nur, sonsuz merhamet ve rahmettir.Ne demeye puta ya da ilaha tapayım? Benim Rabbim herzaman diridir. İsmi Hay. Ne demeye müeyyideler, yasaklar,zanlar, hesaplar içinde kalayım? Seven ve sevilen bir Hak be-nimki. İsmi Vedud. Nasıl başka insanlar hakkında dedikoduyapabilirim ki, Allah'ın her an her şeyi duyduğuna inanıyor-sam şayet? İsmi Rakib. Dizlerim kopup dermanım kalmayın-caya, nefesim kesilip kalbim atmayıncaya dek O'nu hamd et-mek için şarkı söyleyip, dans edeceğim. Çember olup dönece-ğim. Madem ki Ruhundan ruh üfledi bana, ben de her nefes-te O'nu yad edeceğim. Sonsuzlukta bir zerre, aşkta habbe veO'nun imar ettiği muntazam yapının tozunun tozu olana deknefsimi tuzla buz edeceğim. Tutkuyla, sebatla O'na yönelece-ğim. Sadece bana verdiği şeyler için değil, benden esirgedik-leri için de şükredeceğim. Çünkü yalnız O bilir benim için ne-yin hayırlı olduğunu.Yirmi Dördüncü Kural: Madem ki insan eşref-i mah-lûkattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımdaAllah'ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak,buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yok-sul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsabile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halifegibi davranmaktan vazgeçmemelidir.Şeriat der ki: "Seninki senin, benimki benim." Tarikat derki: "Seninki senin, benimki de senin." Marifet der ki: "Ne be-nimki var ne seninki." Hakikat der ki: "Ne sen varsın, ne ben."Kendilerini Allah Aşkı'nda yok edeceklerine, nefisleri ilecihada girişeceklerine o mutaassıplar habire başkalarıyla dö-vüşüp, nesilden nesile, dalga dalga korku saçarlar. Eğer in-sanın taktığı gözlüğün camlarına olumsuzluk sinmişse, tabiiki olumsuzluk görür baktığı her yerde. Ne vakit bir yerdedeprem, kuraklık ya da başka bir felaket olsa, Allah'ın gaza-bının alâmeti sayarlar. Hâlbuki apaçık dememiş mi, "Rahme-tim gazabımı geçer" diye? Buna rağmen bekler dururlar.Hakk'ın onlar için öç almasını istei'ler. Hayatları bitmek bil-mez bir hamaset ve husumetle doludur; sevgisizlikleri üzer-lerini örten bir kara buluttur.Ağaçlara takılıp ormanı gözden yitirme. Tek tek şu ayete,bu ayete takılma. Parçaları bütünün ışığında okumak gere-kir. Ve bütün, özde gizlidir.Mukaddes Kuran'ın özünü ve bütününü kucaklamak yeri-ne, bağnazlar belli başlı bir iki ayete kafayı takar, çatışmacızihinlerine yakın buldukları emirlere öncelik verirler. Herke-se durmadan nutuk atarlar: "Mahşer günü geldiğinde kıldanince, kılıçtan keskince Sırat Köprüsü'nden geçmeye mecburkalacağız. Köprüyü geçemeyen günahkârlar alttaki cehen-nem çukurlarına düşüp zebaniler elinde ilelebet azap çeke-cek. Faziletli yaşam sürenlerse köprünün öbür ucuna varıphurmalarla, hurilerle mükâfatlandıracak." Hülasası budurahiretten anladıklarının. Ya cehennemden korkar, ya cennet-te ödül beklerler. Oysa aslolan Allah aşkıdır. Onu unuturlar!Yirmi Beşinci Kural: Cenneti ve cehennemi illâ kigelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne za-man birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyibasarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kav-

gaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepe-taklak cehenneme düşüveririz.Geçmişte çok kötü bir günah işlemiş, şimdi de vicdanı açbir fare gibi beynini kemiren bir adamın çektiği azaptan da-ha beter cehennem olabilir mi? O adama sor, anlatsın sanacehennem nedir. Ya da insanlığa maddi manevi hayrı doku-nan, kalp kırmak yerine kalp onaran, sonsuz bir muhabbetzincirinde halka olmayı başaran ve kâinatın sırlarına par-maklarının ucuyla dokunan kişinin doygunluğundan öte cen-net mi var? O adama sor, anlatsın sana cennet nedir.Ölümden sonrasını niçin bu kadar dert edersin? Aşk'm ha-yatımızdaki varlığını da yokluğunu da dosdoğru yaşayabilece-ğin tek zaman şu andır. Âşıklara ne cehennemde azap çekmekorkusu ne cennette ödüllendirilme arzusu rehberlik eder. On-

lar sonsuz bir Ledûn denizinde yüzer. Sufi taifesi Allah'ı sever.Dolaysız bir sevgidir bu. Dolambaçsız, beklentisiz...Ah minel Aşk! Aşk'tan önce Aşk'tan sonra... Aşk yeryüzün-deki en eski, en dirençli gelenektir. Âşık dışlanır ama dışla-yamaz. Âşık incinir ama karıncayı bile incitemez. Âşık olun-ca anlarsın. Yüreğin bir kadife keseye dönüşür, içinde sırmabir yumak; sen bu yufka gönülle kimselere kıyamazsın. Yaşa-yan ve yaşamış âşıkların safına katılırsın. Korkma! Aşktayok olunca zahiri tarifler, zihinlerdeki kategoriler buhar oluruçar. O noktadan itibaren "Ben" diye bir şey kalmaz. Tümbenliğin olur koca bir sıfır. Orada ne şeriat kalır, ne tarikat,ne marifet. Sadece ve sadece hakikat...Geçen gün Mevlâna ile bu meseleleri düşünürken, birden-bire gözlerini kapadı ve şu mısralar döküldü o canım dudak-larından:Ben ne Hıristiyan'ım,ne Musevi, ne Farisi, ne de Müslüman;Ne Doğu'damm, ne de Batı'dan.İkiliği bir kenara koydum,İki âlemin bir olduğunu gördüm.Mevlâna, "Benden şair olmaz, zaten pek şiir sevmem" di-yor. Hâlbuki içinde bir şair var. Hem de ne muhteşem bir şa-ir! Kozasını yırtmaya hazırlanıyor. İkiliği bir kenara koymuşçoktan. Başkasına ayrı ayrı görünen, ona bir ve tek görünür.Evet, Mevlâna haklı. O ne Doğu'dan ne Batı'dan. Apayrıbir diyardan geliyor ve besleniyor, bambaşka bir damardan:Aşk Şeriatı'ndan.

EllaBoston, 12 Haziran 2008

Bitirmişti nihayet. Aşk Şeriatı’nı n sonuna varmıştı. Hemkitabı okumuştu, hem de yayın raporunu tamamlamıştı. Ellaher ne kadar romanı hakkındaki düşüncelerini Azizle paylaş-maya can atsa da bunun profesyonelce olmayacağı düşünce-siyle kendini tutmuştu. İş vo aşk birbirine karışmamalıydı!Önce kendisine verilen görevi tamamlamalıydı. Hatta Aziz'ekitapçıdan Rumi hakkında ne bulduysa aldığını, artık yatma-dan önce her gece Mesnevi'den birkaç sayfa okuduğunu bilesöylememişti. Yazarla olan etkileşimi ile roman hakkındakiçalışmasını titizlikle ayırmıştı. Ama haziranın on ikisinde öy-le bir şey oldu ki iş ve aşk arasına çektiği sınırı ihlal etti.Ella Rubinstein o güne kadar Aziz'in neye benzediğini bil-miyordu. Nereden bilsin? Hiçbir fotoğrafını görmemişti ki.Aziz internet sitesine çektiği fotoğraflar arasına kendi resmi-ni koymamıştı. Doğrusu Ella yazıştığı insanın neye benzedi-ğini bilmemekten ayrı bir keyif almıştı ilk başlarda. Tipi, gö-

rünüşü önemli değildi. Ne Aziz'in fotoğrafını görmek istemiş,ne de ona kendi fotoğrafını gönderme ihtiyacı duymuştu.Böylesi daha iyi, daha gizemliydi. Ama zamanla merakı ağırbasmaya başladı. Aziz'den aldığı mesajlara bir yüz yapıştır-mak istiyordu. Onun kendisinden fotoğraf istememiş olmasıda tuhafına gidiyordu. Bu çağda, her şeyin görüntü odaklı ol-duğu bir dünyada insanın tipini bilmeden bir başkasıyladostluk etmesi, hele hele yakınlaşması mümkün müydü?Sonunda Ella damdan düşer gibi bir gün Aziz'e eski bir fo-toğrafını yollayıverdi. Fotoğrafta verandada oturuyordu, ya-nında sevgili Gölge; üzerinde ince kumaştan, mercan rengibir elbise. Gülümsüyordu, yarı mesut yarı buruk bir şekilde.Parmakları sıkı sıkıya yapışmıştı köpeğin tasmasına, ondangüç ahrcasma. Tepelerinde gökyüzü yamalı bir bohça gibiaçılmıştı; griler, morlar, eflatunlar. En sevdiği fotoğrafların-dan biri değildi ama mistik bir hava vardı bunda. Ya da enazından öyle hissediyordu Ella. Fotoğrafı e-postaya iliştiripyolladı. Böylece bir anlamda Aziz'den de kendi fotoğrafınıgöndermesini istemiş oluyordu.Çok geçmeden geldi o fotoğraf. Ve işte Ella ilk o zaman gör-dü Aziz Z. Zahara’nın neye benzediğini.Uzakdoğu'da bir yerlerde çekilmiş gibiydi fotoğraf; kadraj-da bir düzineden fazla çocuk vardı, hepsi kara saçlı, çekikgözlü, farklı yaşlarda. Ve ortalarında Aziz duruyordu. Uzun-ca siyah keten bir gömlek, siyah pantolon giymişti. İnce uzunbir burnu, sert hatları, ama bir o kadar yumuşak ve şefkatlibir ifadesi vardı. Elmacık kemikleri çıkık, alnı genişti; uzunkara saçları dalga dalga omuzlarına dökülmekteydi. Gözleri

Page 47: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

durgun bir yeşildi; derinlerde bir yerde kendinden eminlikokunuyordu. Sağ kulağında tek bir küpe takılıydı; boynundada güneş şeklinde bir kolye. Arkada gümüşî bir göl ayna gibiparlıyordu ve kadraja girmeyen, belki de orada olmayan biri-nin esrarengiz gölgesi alt köşeye vuruyordu.Ella fotoğraftaki adamın her ayrıntısını içine çekerken,onu bir yerden tanıdığı hissine kapıldı. Çok garipti ama ön-ceden tanışıyorlardı sanki. Birden durumu kavradı, onu ki-me benzettiğini anladı. Elbetta ya! Aziz Z. Zahara şaşırtıcı öl-çüde Şems-i Tebrizî'yi andırıyordu.Romanda Rumi ile tanışmak için Konya'ya gitmeden evvelŞems nasıl tarif edilmişse Aziz de aynen öyleydi; en azından si-ma olarak. Ella çok merak etmişti: Acaba Aziz Zahara kitabın-daki baş karakteri bilerek mi kendine benzetmişti? Tann nasılinsanları kendi suretinde yaratmışsa bir edebiyatçı olarak Azizde karakterlerini kendi suretinde yaratmayı istemiş olabilirdi.Ama bir başka olasılık daha vardı: Ya hakiki Şems-i Tebriziromanda tarif edildiği gibiyse? Şu durumda, sekiz yüz senearayla yaşamış iki erkek arasındaki benzerlik hayli şaşırtıcıy-dı. Acaba bu fiziksel benzerlik yazarın bilgisi ya da iradesi dı-şında mı gelişmişti? Ella bu açmaza kafa yordukça. TebrizliŞems ile Aziz Z. Zahara arasında basit bir edebi oyunun öte-sinde bir yakınlık olabileceğinden şüphelenmeye başladı.Keşfettiği benzerlik Ella'da beklenmedik iki etki yarattı.İlk olarak Aşk Şeriatı’nı sırf hikâye açısından değil de farklıbir gözle; Şems-i Tebrizî'de gizlenmiş olan Aziz'i. yani baş ka-rakterde gizlenen yazarı bulmak amacıyla yeniden okumayakarar verdi.İkincisi, Aziz'in kişiliği daha çok ilgisini çekmeye başladı.Kimdi bu Aziz? Neydi acaba hikâyesi? Daha önceki bir mailin-de İskoç olduğunu söylemişti, madem öyle neden bir DoğuluMüslüman ismi benimsiyor, "Aziz" adım kullanıyordu? Pekigerçek ismi neydi? Zahara’nın bir anlamı var mıydı? Bunlar biryana, Sun ne demekti? Sufilik tam olarak nasıl bir şeydi?Zihnini meşgul eden bir şey daha vardı: Arzu!Bir erkeği arzulamayalı, kendini kadın gibi hissetmeyeli okadar uzun zaman olmuştu ki bu duygunun neye benzediği-ni bile unutmuştu. Belki de bu yüzden kendiyle yüzleşmekte

bu kadar geç kalmıştı. Ama işte şimdi tam karşısında duru-yordu hakikat: Kuvvetli, kışkırtıcı, kural tanımaz bir çekimgücü. Ella fotoğraftaki adama baktıkça onu ne kadar arzula-dığını gördü.Öyle beklenmedik, o kadar rahatsız edici bir arzuydu kibu, dizüstü bilgisayarını çarçabuk kapadı. Mutfaktan uzak-laştı. Yoksa fotoğraftaki adam hayatına sızacak ya da dahabeteri, elinden tutup onu da kadraja çekecekti sanki.

Cengâver BaybarsKonya, 10 Temmuz 1245

Başlar ayak olmuş, ayaklar baş! Amcam Şeyh Yasin diyorki, "dünya her geçen gün yozlaşarak çürümekte. Asr-ı Saadetbitti biteli medeniyet tarihi yokuş aşağı inişten ibaret!" Amca-mı sayar, her konuda dinlerim. Ama bu hususta yanıldığınıdüşünüyorum. Zira bana sorarsanız insanın olduğu her yerdesavaş ve şiddet olmuş ve daha da olacak. Peygamber Efendi-miz zamanında bile böyle değil miydi? O devirde husumetleryok muydu sanki? Mücadele ve cenk hayatın özünde var. Baktabiata! Aslan geyiği yer; leşini de akbabalar didikler, geriyeapak kemikler kain*. Zalimdir tabiat. Bakmaz gözünün yaşma.Havada, denizde ve karada her an her yerde büyük küçüğü,cabbar çelimsizi yutar. Bu sebeptendir ki hayatta kalmak içintek kaide var: Hasmından daha kurnaz ve daha kudretli ol-mak! Başın omzunun üstünde dursun, kalbin göğüs kafesindeatsın istiyorsan, dövüşeceksin. Bu kadar basit.Ve dövüşüyoruz biz de. Bu gün, bu devirde en safımız bile bi-lir ki bu işin başkaca yolu yok. Beş sene önce Cengiz Han'm ba-rış antlaşması için yolladığı yüz elçi birden katledilince işlersarpa sardı. Cengiz Han öfkeden küplere binip, İslam'a savaşaçtı. Elçilerin niye öldürüldüğü hâlâ bir muamma; kimse bilmi-yor. Bazıları da "Cengiz Han elçileri kendisi öldürdü" diyor,böylece saldırmak için bahane yaratmış. O kadarım bilmem.Tek bildiğim Moğolların Horasan'ı dörtnala tarumar ettiği beşsene içerisinde taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmadığı.Yetmezmiş gibi Kösedag da Selçuklu ordusunu galebe çalıp, Ko-

ca Sultam haraç vermeye, kendilerine biat etmeye zorladılar.Şayet Moğollar hepimizi silip süpürmedilerse sebebi bizi sev-meleri değil, boyunduruk altında olmamızı yeğlemeleri.Tâ ezelden beri, yani Kabil Habil'i öldüreli savaşlar var.Ama şu kana susamış Moğol Ordusu gibisini görmedik. Harpsanatını hatmetmişler: her biri farklı amaca hizmet eden envaiçeşit silah kullanıyor; her bir neferi cevşenler kuşanmış; şeş-ber, teber, şimşir ve kargıyla donanmış. Bir de zırh delen, bari-yerleri geçen, zehir saçan, bedendeki en sert kemiği dahi kıra-bilen okları var. Bir taburdan diğerine ıslıkla haber salan ok-lar bile yapmışlar. Savaşta maharetleri öyle gelişmiş ki önleri-ne çıkanı ezip geçtiler. Buhara gibi yaşlı şehirler bile viraneyedönüştü. Hem derdimiz yalnız Moğollar değil ki. Haçlılar bu-yandan, Bizans bir yandan; tabii bir de Şii-Sünni rekabeti var.Her yandan düşmanlar tarafından kuşatılmışken barıştan vehuzurdan dem vurmak neyimize?İşte bu sebepten Mevlâna gibi tipler sinirimi bozuyor. Her-kesin onu bu kadar sevip sayması umurumda değil. Benimnazarımda korkağın teki. Evvelden iyi âlim olabilir ama bu-günlerde kâfir Şems'in dümen suyunda. İslam düşmanlarıheyula gibi başımıza dikilmişken Rumi gençlere ne nasihatveriyor? Edilgenlik! Ödleklik!Nerde dert varsa, deva oraya giderNerde yoksulluk varsa, nimet oraya varırMüşkül nerdeyse cevap ordadır,Gemi nerdeyse su orda...Öyleyse nasıl direnecek, ayakta kalacağız? Mevlâna’nın ce-vabı hazır: Sabrederek. Ensemize vursunlar, ağzımızdan lok-mamızı alsınlar, öyle mi? Mevlâna resmen teslimiyet öğütlü-yor. Müslümanları aciz ve itaatkâr bir koyun sürüsüne dönüş-türmek istiyor. Diyor ki her milletin bir nasibi ve bir mevsimivarmış. Ne yani, vaktimizin dolmasını mı bekleyeceğiz?"Aşk" dışında en sevdiği kelimeler: "sabır", "uyum", "hu-zur", "hoşgörü", "tevekkül..." Cici bici, şeker şerbet, ne etliyene sütlüye bulaşan onca kuru laf! Ona kalsa hepimiz evdeoturup, düşmanların bizi kesmesini beklemeliyiz. Eminim ozaman deliğinden çıkar, enkaza bakıp, "n'apahm nasip böy-leymiş, buna da şükür" der. Bir de dedikodu duydum; diyor-lar ki garip garip laflar etmiş geçenlerde: "Camiler medrese-ler yıkılsın" demiş. Bu nasıl laf böyle?Rumi henüz çocukken ailesiyle beraber Afganistan'dan ka-çıp Anadolu'ya sığınmış. O dönemin kudretli zenginleri Sel-çuklu Sultam'ndan açık davet almışlar; Rumi'nin babası daonlardan biriymiş. Karınları tok, sırtları pek, bir elleri yağdabir elleri balda Afganistan'ın keşmekeşinden çıkıp Konya'nınlatif bağlarına sığınmışlar. Mazisi böyle olan adamın "her şe-yi hoş gör" demesinden kolay n'ola?Daha geçen gün Şems-i Tebrizî'nin pazarda toplananlarabir hikâye anlattığını işittim. Demiş ki peygamber halefi, es-hâb-ı kiramdan damadı Hazreti Ali bir gün bir kâfirle mey-danda cenk ediyormuş. Ali tam zülfikârı adamın kalbine dal-dıracakken birdenbire kâfir başını kaldırıp nefretle suratınatükürmüş. Ali hemen kılıcını bırakmış, derin bir nefes alarakyürüyüp gitmiş. Kâfir şaşkına dönmüş. Ali'nin peşinden ko-şup, "dur bi dakka! Neden beni serbest bıraktın?" diye sor-muş."Çünkü sana çok kızgınım" demiş Hazreti Ali.Kâfir hayret içinde sormuş: "E o hâlde neden beni öldür-mezsin?""Sen benim yüzüme tükürünce gururuma dokundu, çok öf-kelendim. Nefsim tahrik oldu, intikam almak istedim. Şayetseni öldürseydim nefsime yenik düşmüş olurdum. Bu da ha-ta olurdu."Ali böylece adamı azat etmiş. Kâfir öyle duygulanmış ki ogünden sonra kendini Ali'nin hizmetine adamış; zamanla,kendi arzu ve iradesiyle Müslüman olmuş.İşte böyle hikâyeler anlatmayı seviyor Tebrizli Şems. Pekionca laf salatasının altında ne telkin ediyor? Bırakın kâfirler,münkirler, münafıklar tepenize çıksınlar, suratınıza tükür-sünler! Aman siz hep alttan alın, yumuşakbaşlı olun. Bırakınocağınıza incir ağacı diksinler!Yok öyle şey! İster kâfir olsun ister başkası, kimse tüküre-mez benim suratıma.

EllaBoston, 13 Haziran 2008

Page 48: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Belki bu soru sana tuhaf gelecek ama sormadanedemeyeceğim: Aziz, yoksa sen Şems misin? Roma-nında anlattığın karakterde sen de varsın, öy-le değil mi?Sevgilerimle,Ella

. * * *

Sevgili Ella,Vaktiyle Baba Samed bana şöyle demişti: "Budünyadan bir Tebrizli Şems geçti. Hem de bir kezdeğil, yüzlerce kez. Her asırda yeniden gelironlar. Ama Şems'i görecek, görüp de kıymetinibilecek Rumiler olmadıktan sonra neye yarar?Sen o yüzden Rumileri ara!"Mesajını okuyunca bu eski nasihat geldi aklıma.Muhabbetle,Aziz

* * *

Sevgili Aziz,Baba Samed de kim?Sevgiler,Ella

* * *

Sevgili Ella,Uzun hikâye. Gerçekten bilmek istiyor musun?Baki sevgiyle,Aziz

* * *

Senin için zamanım var. Anlatsana...Hasretle,Ella

RumiKonya, 2 Ağustos 1245

Bilâ noksan, eksiksiz bir hayattır sürdüğün. Ya da öylenırsm. Alışkanlıklara ayak uydurur, tekrarlara kapılırıŞimdiye değin nasıl yaşadıysan, gene öyle yaşayacaksın sa-nırsın. Sonra beklenmedik bir anda biri çıkar gelir. Etrafın-daki kimseye benzemez. Kendini bu yeni insanın aynasındagörmeye başlarsın. Var olanı değil, sende eksik olanı göste-ren sihirli bir aynadır o. Ve sen bunca zaman aslında hep bireksiklik duygusuyla yaşadığını, bilmediğin bir şeye hasretçektiğini anlarsın. Şamar gibi iner hakikat suratına. Sanaiçindeki boşluğu gösteren bu kişi bir pir, üstâd, arkadaş, yol-daş, eş ya da bazen bir çocuk olabilir. Önemli olan seni ta-mamlayacak ruhu bulmandır. Her peygamberin verdiği öğütaynıdır: Sana ayna olacak insanı bul! İşte o ayna benim içinŞems'dir.İnsan senelerce uğraşır, kendi sözlüğünü oluşturur. Önemverdiği her kavrama bir tanım bulur. "Hakikat", "mutluluk","güzellik", "onur", "itibar", "sadakat..." Hayatın her mühimdönemecinde şahsi sözlüğünü açar bakarsın. Vaktiyle yaptı-ğın tanımları bir daha kolay kolay sorgulamazsm. Derken birgün, işte o yabancı gelir ve kıymetli sözlüğünü alıp fırlatır."Şimdiye değin sorgusuz sualsiz sahip çıktığın her tanımbaştan yazılacak" der. "Bildiğin her şeyi unutma zamanı geldi."Şems'in bana ettiği budur işte. Emin olduğum her bilgiyisildi, beni hocayken yeniden talebe hâline getirdi. Birini bukadar sevdiğin zaman istersin ki ailen, arkadaşların, en ya-kınların da bu sevgiyi paylaşsın, onu sevsin. Nasıl hissettiği-ni anlamalarını beklersin. Böyle olmayınca şaşırır, incinir,gücenirsin.Ne yapayım da ailemin Şems'i benim gözümle görmesinisağlayayım? Tarifi olmayanı nasıl tarif etmeli? Şems benimRahmet Ummanım, Lütuf Güneşim. Aramızdaki dostluğunderinliği Kuran'm dördüncü okuması gibi; ya içindesindir,

kapılır gidersin, ya dışmdasmdır, neye benzediğini bilemez-sin. Zahiren anlamak kabil değil, ancak yaşanınca var.Maalesef çoğu kimse kulaktan dolma bilgilerle hareket edipbaşkalarını yargılıyor. Onlara göre Şems asi bir derviş. Serkeş,başıbozuk, ne yapacağı belli olmayan, güven telkin etmeyenbiri. Yalan dolana ve dalavereye alışkın olanlar Şems'in sivrive dürüst dilini takdir etmekte zorlanıyor. Başkalarının yap-macık nezaket gösterdiği yerde Şems inadına dobra dobra ko-nuşuyor. Söyleyeceği ne varsa herkesin yüzüne söylüyor. Kim-senin ardından dedikodu yaptığını görmedim. Benim içinŞems koskoca kâinatı çekip çeviren tılsımın zuhur etmiş hâli.Şems'in kalbi bir kervansaraydır, git git bitmez. Odalarındagariban yolcular kalır. O kimseyi dışlamaz.Ben Şems'de ruhdaşımı buldum. Böylesi bir buluşma ha-yatta ancak bir kez olur. Otuz yedi yılda bir kez! Herkes ba-na Şems'i niye bu kadar sevdiğimi sorar. Nasıl cevaplayabili-rim ki? Kim ki bu soruyu sorar, demek ki anlamaz; kim ki an-lar, zaten bu soruyu sormaz.Halife Harun Resifin hikâyesi düştü aklıma. Mecnun'unLeyla'yı delidivane sevdiğini duyan Halife Leyla'yı pek me-rak edermiş."Mecnun'u bu kadar mest ettiğine göre bu Leyla çok özelbir kadın olmalı" dermiş kendi kendine. "Öyle bir kadın kihemcinslerinden katbekat güzel ve alımlı." Giderek merakıkatlanmış, bildiği ne kadar Ali Cengiz oyunu varsa oynamışki, Leyla'yı dünya gözüyle bir kerecik görsün.En nihayetinde Leyla'yı bulup, Halife'nin sarayına getir-mişler. Süsleyip püsleyip karşısına çıkarmışlar. Ne var kiLeyla peçesini çekince, Halife Harun Reşit hüsrana uğramış.Sanılmasın ki Leyla çirkinmiş ya da kötürüm veya yaşlı.Ama öyle sıra dışı bir cazibesi yokmuş açıkçası. Sayısız diğerkadın gibi o da noksanları kusurları olan bir faniymiş işte.Halife hayal kırıklığını saklamamış. "Leyla Leyla dedikle-ri bu mu Allah aşkına? Mecnun bunun neyine vurulmuş ki?Alelade bir kadın. Ne farkı var ötekilerden?"Bunu duyan Leyla gülmüş. "Evet, ben Leyla'yım ama senMecnun değilsin ki" diye cevap vermiş. "Sen beni bir de Mec-nun'un gözlerinden görebilsen. Sanma ki başka türlü aşk de-nen sırra erebilirsin."Peki Halife Harun Resifin anlayamadığı şeyi ailem, dost-larım, talebelerim anlayabilir mi? Şems'in ne kadar özel birinsan olduğunu göremeyenlere onu nasıl tarif edebilirim? Neyapsam da anlasalar Şems-i Tebrizî'yi görmek için kendi ön-yargılı gözlerini bir kenara bırakıp Mecnun'un gözleriylebakmaları gerektiğini?Aşık olmayana aşk kuru bir kelimeden ibaret. Yarı palav-ra, yarı safsata. Âşık olmayan bunu anlayamaz, olansa anla-tamaz. Öyleyse nasıl söze dökülebilir aşk, kelimelerin hük-münü yitirdiği yerde?Eskiden "Dil Canbazı", "Kelime Sarrafı", "Hitabet Ustası","Harflerin Efendisi" ve "Mânâ Denizinin Kaptan-ı Deryası"derlerdi bana. Ne tuhaf, ben ki o kadar rahat anlatır ve ya-zardım meramımı; ben ki vaazlara, kitaplara, nutuklara alış-kındım, şimdilerde kelimelere itimadım kalmadı...

KimyaKonya, 17 Ağustos 1245

Birlikte çalışmayalı, Kuran okumayalı o kadar uzun zamanoldu ki, Efendi Mevlâna'yı özledim. Kendimi ihmal edilmiş his-sediyorum ama gene de ona kırgın değilim. Belki Rumi'yi onakızamayacak kadar çok sevdiğimden, belki de Şems-i Tebri-zî'nin nasıl bir albenisi, cazibesi, cezbesi olduğunu anlayabildi-ğimden. Galiba ben de Şems'in rüzgârına kapılanlardanım.Günebakan çiçeği güneşi nasıl takip ederse, Rumi'nin na-zarı da daima Şems'in üzerinde. Muhabbetleri öyle derin, öy-le bariz ki, insan yanlarında kendini fazlalık gibi hissediyor.Evdeki herkesin bu durumdan memnun olduğunu söyleye-mem. En başta da Alaaddin! Kaç kere yakaladım kızgın ba-kışlarını Şems'e yönelttiğini. Kerra da huzursuz ama ağzınıaçıp bir şey demiyor, ben de neyin var diye soramıyorum.Herkes bir barut fıçısının üstüne oturmuş bekliyor. Ne tuhaf!Bütün bu gerilimin başlıca sorumlusu olan Şems âdeta hiçbirşeyden etkilenmeden ortamızda yaşıyor. Ya yarattığı huzur-suzluğun farkında değil ya da umursamıyor.Bir yanım Şems'e kızıyor. Bizden Mevlâna'yı çaldığı için onu

Page 49: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

affedemiyorum. Ama öbür yanım kapılmış çekimine. Onu da-ha yakından tanımaya can atıyor. Bir süredir bu karmakarışıkhislerle bocalıyordum. Maalesef bugün yakayı ele verdimikindi namazından sonra duvardan Kuran'ı indirdim. Ka-rarlıydım, kendi başıma çalışacaktım. Eskiden, yani Şems bueve gelmeden evvel, Mevlâna ile haftada üç dört gün çalışır;ayetleri iniş sırasına göre incelerdik. Ama madem şimdi birhocam yoktu, madem altüst olmuştu hayatımız, bir sıra gö-zetme gereği duymadım. Bu yüzden rastgele bir sayfa açtımve parmağımı koyduğum yere denk gelen ilk ayeti okudum.Bahtıma Nisa suresi çıktı. Ne tuhaf, koca kitapta içime dertolan ayeti açmıştım. Nisa suresi kadınlara karşı amansızdı;o yüzden bir türlü benimseyemiyordum. Ayeti bir kez dahaokurken, gidip Efendi babamdan yardım istemek geldi aklı-ma. Mevlâna belki benimle ders yapmıyordu ama bu, ona so-ru soramayacağım anlamına gelmiyordu ki. Böylece Kuran'ıkaptığım gibi odasına gittim.Mevlâna odasında yoktu. Onun yerinde Şems oturuyordu;elinde bir tespih pencere kenarına yerleşmiş, guruba karşıdurmuştu. Batmaya hazırlanan güneşin yalımları yüzünüyalıyordu. O ışıkta o kadar çekici ve gizemli görünüyordu ki -gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım."Şey... afedersin..." dedim heyecandan kekeleyerek. "Efen-diye bakmıştım. Sonra gelirim.""Dur biraz. Acelen ne? Az otur" dedi Şems. "Bir şey soracakgibi bir hâlin var. Belki bir faydam dokunur."Aklımdakini ona aktarmada bir mahzur görmedim. "Ku-ran-ı Kerim'deki bir sûreyi anlamakta güçlük çekiyorum" de-dim tereddütle.Şems kendi kendine konuşureasma, mırıl mırıl cevap ver-di: "Kuran taze bir gelin gibidir Kimya. Onu okumak isteyenkişi yanma itinayla yaklaşmazsa, o da kapanır, katiyen aç-maz peçesini."Ne demek istediğine kafa yorarken Şems aniden soruver-di: "Hangi sûreymiş takıldığın?""Nisa sûresi" dedim yavaşça. "İçime sinmeyen birkaç hususvar orada. Bazı yerlerde erkeklerin kadınlara üstün olduğu ya-zılı. Hatta kocaların karılarını dövebileceğim söylüyor...""Öyle mi? Bak sen!"Şems öyle abartılı bir hayretle tepki vermişti ki ciddi miyoksa alay mı ediyor anlayamadım. Bir süre hiçbir şey deme-den karşılıklı durduk. Derken Tebrizli Şems ezberden oku-maya başladı:Erkekler, kadınlar üzerinde hâkim dururlar, çünkü bir ke-re Allah birini diğerinden üstün yaratmış ve bir de erkeklermallarından harcamaktadırlar. Bunun için iyi kadınlar, ita-atkârdırlar. Allah'ın korumasını emrettiği şeyleri, kocaları-nın yokluğunda da korurlar. Serkeşlik etmelerinden endişe et-tiğiniz kadınlara gelince; önce kendilerine nasihat edin, son-ra yataklarında yalnız bırakın, yine dinlemezlerse dövün, ita-at ettikleri hâlde onları incitmek için bahane aramayın. Çün-kü Allah, çok yüksek çok büyüktür.Ayetin tamamını okuduktan sonra Şems gözlerini açtı, ba-na baktı, belli belirsiz bir tebessüm yayıldı dudaklarına. Der-ken bir kez daha başa döndü:Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar.. Şundan ki, Al-lah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve er-kekler mallarından bol bol harcamışlardır, iyi ve temiz ka-dınlar saygılıdırlar; Allah'ın kendilerini koruduğu gibi, gizli-liği gereken şeyi korurlar. Sadakatsizlik ve iffetsizliklerindenkorktuğunuz kadınlara önce öğüt verin, sonra onları yatakla-rında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın I bulun-dukları yerden başka yere gönderin! Bunun üzerine size say-gılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol arama-yın. Allah çok yücedir, sınırsızca büyüktür."Ne dersin Kimya? Sence bu ikisi arasında bir fark varmı?" diye sordu Şems."Evet, var" dedim. "Aynı ayetin iki farklı yorumunu oku-dun. Dokuları nasıl da farklı. Birincisi, evli erkeklere karıla-rını dövme izni veriyor. İkincisi, en kötü durumda uzaklaş yada uzaklaştır diyor. Aralarında epey fark var. Niye böyle?""Niye böyle, niye böyle?" diye tekrarladı Şems ve birdenbaşka bir konuya geçti: "Söylesene Kimya. Hayatında hiç ne-hirde yüzdün mü?"Gözümün önüne çocukluk günlerim geldi. Toros Dağla-rı'nın buz gibi soğuk suları. Kız kardeşimle kaç öğleden son-ra dağ pınarlarında yüzmüş, şen şakrak gülmüş, eğlenmiş-

tik. Gözlerim doldu. Yüzümü çevirdim. Şems'in zaaflarımı,zayıflığımı görmesini istemiyordum."Bir nehre uzaktan bakınca insan zanneder ki tek birakıntı var" dedi Şems. "Ama suya daldın mı birden fazla ol-duğunu anlarsın. Irmakta nice akıntı gizlidir, hepsi ahenkleama ayrı ayrı akar."Şems-i Tebrizî bunu dedikten sonra yanıma vardı, çenemitutup başımı kaldırdı. Böylelikle beni o dipsiz, o zifiri kara, oruh dolu gözlerine bakmaya zorladı. Kalbim bir an duracakgibi oldu, nefes bile alamadım."Kuran çağıl çağıl bir nehirdir" dedi. "Uzaktan bakana tekbir akıntı gibi görünür, içinde yüzene ise dört ayrı ırmak. Ba-lık türlerini düşün Kimya. Kimi balık sığ suda yaşar, kimiderinlerde. Biz insanlar da öyleyiz. Fıtratımıza, kavrayışımı-za göre şu veya bu katmanda kalıyor, orada yüzüyoruz.""Sanırım anlamadım" dediysem de anlamaya başlamış-tım."Kıyıya yakın yüzmeyi sevenlere Kuran'm zahiri katmamkâfi gelir. Ne yazık ki insanların çoğu böyledir. Ayetleri keli-me manâsıyla alırlar. Bazıları Nisa suresini okuyunca erkek-lerin kadına üstün yaratıldığı sonucuna varırlar. Ne görmekisterlerse, onu görürler.""Peki ya diğer akıntılar?" diye soracak oldum.Şems hafifçe durakladı. Gayriihtiyarî ağzına takıldı gö-züm. Dudakları pembe ve biçimliydi. Ağzı davetkâr bir saklıbahçeydi."Üç akıntı daha var. İkincisi ilkinden derindir ama yine deyakındır yüzeye. İnsan, şuuru genişledikçe kitaba daha çokvakıf olur. Fakat bunun için metnin derinliğine dalman gere-kir. Balıklama!"Onu dinlerken kendimi hem bomboş hissediyor, hem dolu-yordum. "Peki içine dalınca ne olur?" diye sordum."Üçüncü akıntı, bâtınî katmandır. Nisa suresini gönül gö-zün açık okursan, göreceksin ki ayet kadınlarla erkeklerhakkında değil; Kadınlık ve Erkeklik hakkında. Tasavvuftafena ve beka, kadınlık ve erkeklik hâllerine tekabül eder. Veher birimiz, buna senle ben de dahiliz, içimizde taşırız kadın-lık ve erkeklik hâllerini, farklı farklı nispetlerde. Ne zamanki ikisine de kucak açarız, barışık ve bütünleşmiş oluruz.""Yani bende erkeklik mi var?""Elbette. Kadınlık da var erkeklik de."Gülmeden edemedim. "Peki ya Efendi Mevlâna? Ya o?"Şems'in yüzü tebessümle aydınlandı. "Her erkekte en azbir dirhem kadınlık mevcuttur, her kadında bir nebze de olsaerkeklik."'Ya kazak erkekler?" diye sordum. "Kabadayılarda kadın-lık olur mu hiç?"Şems bir sır paylaşırcasma göz kırparak, "Bilhassa onlar-da olur Kimyacım" dedi. "İnan bana, bilhassa en çok erkekerkek oğlu erkek geçinen kabadayılarda."Bir genç kız gibi kıkırdamak üzereydim ki dudaklarımıısırdım, kendimi tuttum. Şems bu kadar yakmımdayken kal-bim daha hızlı atıyordu. Tuhaf bir adamdı, sesinde müthiş birahenk vardı, elleri ince ve zarifti; bakışları güneşten fışkıranbir huzme misali değdiği yeri canlandırıyordu. Yanındaykenhem gençliğimi hissediyor, hem anaç duygularla doluyordum.Onu korumak, kollamak istiyordum. Gerçi bunu nasıl yapa-cak, onu neden koruyacaktım, kestiremiyordum.Şems elini omzuma koydu, yüzü yüzüme öyle yakındı kinefesinin ılıklığı tenimi okşuyordu. Bakışlarında şimdi yep-yeni, rüyada gibi bir hâl vardı. Usulca dokundu yanağıma.Tenimdeki parmak uçları yanan bir kandil gibi sıcacıktı. Şaş-kınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Derken parmakları yü-zümde aşağılara kaydı, alt dudağıma uzandı. Başım döndü,gözlerimi kapadım, heyecandan titriyordum. Ama Şems du-dağıma değer değmez elini çekti."Artık gitsen iyi olur can Kimya" dedi kısık bir sesle. İsmi-mi hüzünlü bir kelime gibi telaffuz etmişti.Koşarcasına dışarı fırladım. Başım hâlâ dönüyor, yanakla-rım yanıyordu.Ancak odama dönüp döşeğe sırtımı dayadığımda, gözleri-mi tavana 'dikip, acaba Şems beni öpseydi nasıl olurdu diyeheyecan içinde düşünürken şafak attı. Aklım o kadar başım-dan gitmişti ki, ırmaktaki dördüncü akıntıya, Kuran'm dahaderin katmanına nasıl varacağımı sormayı unutmuştum.Sahi neydi o katman? İnsan öylesi bir derinliğe nasıl ererdi?Ve o kadar derinlere dalanlara ne olurdu? Bir daha geri gele-

Page 50: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

bilirler miydi?

Sultan VeledKonya, 4 Eylül 1245

Biraderimin hâllerinden endişe etmeye başladım. GerçiAlaaddin hep böyleydi, böyle tezcanlı, delişmen ve alıngan.Çocukken de tepesi çabuk atardı. Ne var ki son zamanlardahep gergin, hep diken üstünde. Anında öfkeleniyor. Adeta ça-tacak yer, kavga edecek hasım arıyor. En ufak bir meseledeheyheyleri geliyor. O kadar asabi ki sokaktaki çocuklar bileuzaktan onu görünce kaçışıyorlar. Yaşı daha on yedi ama sü-rekli kaşlarını çatmaktan yüzünde yaşlı insanlar gibi çizgileroluştu. Daha bu sabah ağzının yanında yeni bir kırışıklıkfark ettim, sürekli dudağını büzdüğünden olacak.Bugün tam kendimi çalışmaya vermiş, babamın yazılarımtemize çekiyordum ki arkamda belli belirsiz bir ses işittim. Ala-addin'di. Alt dudağını ısırmış, göz ucuyla yazdıklarıma bakı-yordu Kim bilir ne zamandır ses etmeden arkamda durup be-ni izliyordu. Gözlerinde sıkıntılı bir bakışla ne yaptığımı sordu."Babamın eski bir risalesinin suretini çıkarıyorum" dedim."Tüm sohbetlerini temize çekip kopyalamak niyetindeyim."Alaaddin yarı alaylı baktı. "Ne faydası olacak ki?" diye sor-du. "Anlamıyor musun? Babamız ders vermeyi de, vaazlarıda bıraktı. Artık medresede müderrislik de etmiyor. Tüm me-suliyetlerini bir kenara attı. Boş yere uğraşıyorsun.""Geçici bir durum bu" diye sözünü kestim. "Zamanı gelin-ce eminim yeniden ders vermeye başlar.""Sen kendini kandırmaya devam et. Görmüyor musun ba-bamın Şems'den başka kimseye ayıracak vakti yok? Adamsözde abdal olacak, evimize kök saldı."Aladdin alaylı bir edayla güldü, benim de ona eşlik etme-mi bekler gibiydi ama ben ağzımı açmayınca, susup sinirli si-nirli odada volta atmaya başladı."Dedikodular aldı başını gitti. Elalemin ağzı torba değil kibüzesin" diye devam etti "Herkes aynı soruyu soruyor: Nasıloluyor da çapulsuz dervişin teki koskoca bir âlimi parmağın-da oynatıyor? Babamızın itibarı çölde kar tanesi gibi kaldı.Eğer bir an evvel kendine çekidüzen vermezse tek bir talebebile bulamayacak. Kimse onu hoca diye istemeyecek. Hanihakları da yok değil."Kardeşime baktım. Bıyıkları yeni terlemişti ama el kol ha-reketleri, konuşma biçimi, her şeyiyle erkeklik taslıyordu.Geçen seneden bu yana ne kadar değişmişti. Gizli bir sevda-sı olduğunu, birine gönlünü kaptırdığını biliyor ama kimeabayı yaktığını soramıyordum. En yakın arkadaşlarınınağızlarını aramış ama onlardan da bilgi alamamıştım."Alaaddin, biliyorum Şems'i sevmiyorsun. Ama evimizdemisafirdir, hürmet etmek gerekir. Hem sen neden elalemin de-diğine kulak asıyorsun? Pireyi deve yapmanın anlamı yok."Bu sözler ağzımdan çıkar çıkmaz pişman oldum. Fazla te-peden konuşmuştum. Ama laf ağızdan çıkmıştı bir kere. Ala-addin saman gibi alev almıştı."Pireyi deve yapıyorum ha?" dedi Aladdin. "Başımıza gelenfelakete pire mi diyorsun? Nasıl bu kadar kör olabilirsin?"Bir sahife daha aldım elime, narin sathını okşadım. Baba-mın kelimelerinin suretini çıkartıp, bu sayede ömürlerininuzamasına yardımcı olduğumu düşünmekten mutlu oluyor-dum. Aradan bir asır bile geçse insanlar babamın öğretileri-ni okuyup feyz alabileceklerdi. Nesilden nesle bu malûmatınintikalinde ufak da olsa bir payım olması gurur veriyordu.Alaaddin usulca yanımda dikildi; yaptığım işe karamsar,kasvetli gözlerle baktı. Bir an için yüzünde baba sevgisinemuhtaç bir çocuk gördüm. O an anladım ki Aladdin'in kızdı-ğı gerçekte Şems değildi. Babamdı.Alaaddin kızgındı babama; kendisini yeterince koruyupkollamadığım düşünüyor ve tüm itibarına rağmen, annemizigenç yaşında alıp götüren ölüm karsısında çaresiz kalmışolmasını kabullenemiyordu."Herkes diyor ki Şems babamıza büyü yapmış" diye mırıl-dandı Alaaddin. "Diyorlar ki Şemsi Haşhaşiler yollamış.""Haşhaşilermiş!" diye çıkıştım. "Sen de bu saçmalıklarainanıyorsun öyle mi?"Haşhaşiler mebzul miktarda uyuşturucu kullanıp suikast-lar düzenlemeleriyle nâm ve korku salmış bir mezhepti. Orta-lığa dehşet saçmak için nüfuzlu kimseleri hedef seçer, kurban-larını uluorta katlederlerdi. Selahattin Eyyubi Hazretlerinin

çadırına girip, başucuna zehirli bir tatlı bırakacak kadar ilerigitmişlerdi. Tatlının yamna bir de pusula iliştirmişlerdi: ^Gö-zümüz Üstünde!" Ve Selahaddin Eyyubi, yani Haçlılara karşıcesaretle savaşıp Kudüs'ü geri alan ve kimseden korkusu ol-mayan o muhteşem kumandan, Haşhaşilerle mücadeleye ce-saret edememiş, alttan almıştı. İnsanlar nasıl olur da Şems'inbu korkunç örgütle alâkası olduğunu düşünürlerdi?Elimi Alaaddin'in omzuna koydum. "Hem bilmez misinHaşhaşiler artık eskisi gibi değildir? Çoktan dağıldılar, sade-ce isimleri kaldı yadigâr. Devir değişti."Alaaddin bu ihtimali düşündü. "Evet ama diyorlar ki Ha-san Sabbah'm üç sadık kumandanı takipten kaçmayı başar-mış. Alamud Kalesi'nden gizlice çıkmış ve gittikleri her yerebela götürmeye and içmişler. Bunlardan biri Konya'ya gel-miş. Bence o Şems işte."Artık sabrım taşmak üzereydi. "İnsaf et. Hadi de ki ŞemsHaşhaşi lideridir. Peki, ne demeye babamızla uğraşsın?""Çünkü nüfuzlu kişilerden nefret ediyor ve kargaşa yarat-mayı seviyorlar. Babam da itibarlı biri değil mi? En azındanbir zamanlar öyleydi" diye tersledi Alaaddin. Hayal ürünüsuçlama ve entrikalara kendini öyle kaptırmıştı ki anlattık-larının heyecanından yanakları al al olmuştu.Onunla konuşurken daha dikkatli olmam gerektiğini farkettim. "Bak kardeşim, insanlar düşünmeden ağızlarına hergeleni söyler. Bu tür rivayetleri ciddiye alma. Zihnini şüphe-den, garezden temizle. Görmüyor musun seni zehirliyor?"Alaaddin gücenmiş bir edayla burnundan soluduysa da birşey demedi."Şems'i sevmek zorunda değilsin. Ama babamızın hatırıiçin birazcık saygı göster" diye ekledim.Alaaddin dikkatle, sitemle bana baktı. Belki de kardeşimsadece Şems'e kızgın ya da babama kırgın değildi, benim deonu düş kırıklığına uğrattığımı düşünüyordu. Sanki, Şems'ekıymet vermem zayıflık ve pısırıklıktı, babamızın gözüne gir-mek için her şeyi görmezden gelip yaltaklanıyordum ona göre.Belki vehimdi benimkisi ama, yine de kalbim kırılıyordu.Yine de ona kızamıyordum. Ne de olsa küçük kardeşimdi.Ona baktığım zaman ara sokaklarda kedi kovalayan, yağmurbirikintilerine dalıp ayağını çamura bulayan, bütün gün yo-ğurtlu ekmek kemiren oğlan çocuğunu görüyordum. O hafiftombul, yaşma göre bir parça kısa boylu çocuk, annesinin ve-fat haberini duyduğunda damla göz yaşı dökmemişti. Haberialınca tek yaptığı başını eğip ayaklarına bakmak olmuştu,çarıklarından utanırcasına. Dudaklarını büzmüş, öylece kal-mıştı. Keşke ağlayıp feryat edebilseydi. Keşke her şeyi bu ka-dar içine atmasaydı."Hatırladın mı bir keresinde sokakta çocuklarla kavgayatutuşmuştun?" diye sordum. "Hani eve ağlayarak dönmüş-tün, burnun kanıyordu. Rahmetli annem o zaman sana nedemişti?"Alaaddin'in yüzü aydınlandı ama cevap vermedi."Annem demişti ki birine kızar ya da kırılırsan, kafanda ö

252

253

kişinin çehresini, sevdiğin birinin çehresiyle değiştir. Peki,Şems'in çehresiyle annemizinkini değiştirmeyi denedin mi?Belki böylece onda sevecek bir şeyler bulursun."Kırık bir tebessüm belirdi Alaaddin'in yüzünde, bir süreasılı kaldı dudaklarında. Yüreğim eridi. Kardeşimi kucakla-dım. O da bana uzun zamandır ilk defa sıkı sıkı sarıldı. İşteo an sandım ki her şey düzelecek, Şems'le arasını yapacak.Sandım ki evimiz o eski ahengine kavuşacak.Meğer ne safmışım. Herhalde daha fazla yanılamazmışım.KerraKonya, 22 Ekim, 1245

Bir Allah bilir ne konuştuklarını. Geçen gün helva ikrametmek için yanlarına gittiğimde öyle ateşli konuşuyorlardı kibeni fark etmediler bile. Ben ortalıktayken Şems genelliklebir şey söylemez, varlığım onu mutlak suskunluğa itermiş gi-bi. İster muhteşem bir ziyafet hazırlayayım, ister kuru ek-mek ikram edeyim, hep aynı ifadeyle teşekkür eder. Zaten

Page 51: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

hep az yer, dişinin kovuğunu dolduracak kadar. Ama gel görki bu sefer tabaktaki helvanın tadına bakmasıyla gözlerininparlaması bir oldu."Helva ne kadar lezzetliymiş Kerra, ellerine sağlık! Nasılpişir din?" dedi Şems.O an bana ne oldu bilmiyorum. İltifatına sevineceğim yer-de hiddetlendin. "Ne demeye soruyorsun? Anlatsam bile ay-nısını yapamazsın ki!"Şems dediklerime hak vermiş gibi hafifçe başını salladı.Bir şey söylemesini, hatta terslemesini bekledim ama yap-madı, öylece durdu.Bir süre sonra odadan çıktım ve onları baş başa bıraktım.

Doğrusu bu hadiseyi tamamen unutmuştum. Ama bu sabahöyle bir şey oldu ki her şeyi yeni baştan hatırladım.

* * *

Ocak başmda yayıkta yağ yapıyordum ki avludan garipsesler duydum. Dışarı koşunca tuhaf bir manzaraya şahit ol-dum. Her yanda kitaplar vardı; kuleler hâlinde üst üste dizil-miş, ha devrildi ha devrilecek, yüzlerce kitap ve el yazmasısaçılmıştı ortalığa, bir o kadarı da şadırvana atılmıştı. Mü-rekkepleri çözüldüğünden şadırvandaki su maviye çalmayabaşlamıştı.Şems, gözlerimin önündeki kitap yığınından bir kitap çek-ti, şöyle bir karıştırdı ve pat diye suya attı. Baktım, DivanülMutannahi. Kitap su yüzüne çıkar çıkmaz bir başkasınauzandı. Bu kez sırada Feridüddin Attar'm Esrarname'si vardı.Dehşete düşmüştüm. Kocamın en sevdiği kitapları tek tekmahvediyordu! Sırada Rumi'nin babasından kalma Kâmûs-ul-A'lâm'ı vardı. Rumi'nin babasına hayranlığını, bu eski elyazmasına olan düşkünlüğünü bildiğimden hemen dönüp ko-cama baktım.Ne var ki Rumi yana çekilmiş kıpırtısız duruyordu. Betibenzi atmış olsa da, elleri titrese de ses çıkarmıyordu. Aklımalmadı. Vaktiyle «sırf kitaplarının tozunu aldım diye beniazarlayan adam gitmiş, onun yerine, tüm kütüphanesinimahveden deliyi kenardan izleyen biri gelmişti. Ağzını açıptek kelime etmiyordu! Hiç adil değildi. Madem Rumi karış-mayacaktı bu işe, ben karışacaktım."Ne yapıyorsun?" diye bağırdım Şems'e. "Bu kitaplar sonderece kıymetlidir. Ne diye onları suya atarsın? Sen aklını mıyitirdin?"Şems bana yanıt vermedi, başını Rumi'ye çevirdi. "Sen demi böyle düşünürsün?" diye sordu.Rumi dudaklarını büzdü, belli belirsiz gülümsedi ama sus-maya devam etti."Neden bir şey demiyorsun?" diye bağırdım kocama.Rumi bunun üzerine yanıma varıp sıkı sıkıya elimi tuttu.Sakin ol Kerra, lütfen. Şems'e itimadım tam. Böyle dav-ranmasının elbette bir sebebi vardır."Şems omzunun üstünden bana şöyle bir baktı. Rahattı,belli ki kendine inancı tamdı. Cüppesinin yenini sıvadı, kol-larını suya daldırdı ve başladı tek tek şadırvandaki kitaplarıçıkarmaya. Hayretten küçük dilimi yuttum, zira sudan çek-tiği her kitap kupkuruydu."Sihir mi bu? Kara büyü mü? Nasıl yaptın?" diye sordumİşte o zaman Şems gayet sakin bana baktı ve şöyle dedi: "Nedemeye soruyorsun? Anlatsam bile aynısını yapamazsın ki."Öfkeden zangır zangır titreyerek onları avluda bıraktım,koşa koşa mutfağa döndüm. Artık tek sığmağımdı mutfak. Veorada, onlarca tencere tava, yığınla ot ve baharat ortasındayere çöküp ağladım, ağladım.

RumiKonya, Aralık 1245

Bu sabah şafak söker sökmez Şemsle evden ayrıldık. Birsüre çayırların, vadilerin, pınarların arasında doludizgin atsürüp ılık meltemin yüzümüzü okşamasıyla keyiflendik. Yak-laştığımızı gören korkuluklar buğday tarlaları arasından bi-ze selâm durdu; bir çiftlik evinin önünde ipe dizili yeni yıkan-mış çamaşırlar delice dalgalandı.Ardından Şems atının dizginlerine asıldı, uzakta bir meşeağacına işaret etti. Beraberce o ağacın altına oturduk, eflatu-

na çalan semayı seyredaldık. Uzaktan sabah ezanı okununcaŞems hırkasını yere serdi; yan yana namaz kıldık. Namazsonrası dua ederken sadece kendimiz için değil, bütün insan-lık için güzellikler diledik.Yirmi Altıncı Kural: Kâinat yekvücut, tek varlıktır. Herşey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakınkimsenin ahım alma; bir başkasının, hele hele senden za-yıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucun-da tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir.Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir."Konya'ya ilk geldiğimde bu ağacın altında oturmuştum"diye mırıldandı Şems. "Gariban bir köylüyle tanıştım. Sanahayrandı. Vaazlarının kedere deva olduğunu duymuştu.""Bana Kelimelerin Sarrafı derlerdi" dedim. "Ama o günlerçok geride kaldı. Artık içimden ne vaaz vermek geliyor, nehitap etmek. Sözüm kalmadı.""Sen gene Kelimelerin Sarrafı olacaksın" dedi Şems. "Fa-kat bir farkla! Eskiden Vaaz Veren Akıl idin. Artık YüreğinŞarkı Söyleyecek."Ne kast ettiğini anlayamadım, sormadım da. Şafak gece-den kalan tortuları silmiş, gökte günahsız bir turuncu taba-ka bırakmıştı. Karşımızda şehir uyanıyordu; kargalar bos-tanlara dadanmış, ocaklar yakılmış, çoluk çocuk yüzlerini yı-kamış, herkes taptaze bir güne hazırlanıyordu.Şems kısık bir sesle, "Arzın her yerinde insanlar bahtiyarolmaya can atıyor ve tamamlanmak istiyor ama manevî birrehberden mahrumlar" dedi. "Senin kelimelerin onlara yardımedecek, ışık tutacak. Ben de bu uğurda senin hizmetkârın ola-cağım.""Öyle deme" diye itiraz ettim. "Sen benim dostumsun."Şems itirazıma aldırış etmeden devam etti: "Tek endişem,şu içine gizlendiğin kabuk. Meşhur ve muktedir birisin, etra-fin hayranlarla kuşatılmış. Ama sıradan kimseleri ne kadarbilirsin? Düşmüşleri, dışlanmışları anlamadan toplumu an-lamak mümkün değil. Sarhoşları, dilencileri, hırsızları, fahi-şeleri, kumarbazları... teselli bilmezleri, ihmal edilmişleri,yaftalanmışları... Allah'ın yarattığı her mahlûku sevebilirmiyiz? Çetin bir sınavdır bu, çok az kişi verir bu imtihanı."Konuştukça yüzünde neredeyse babacan bir şefkat beliri-yordu.Hakkını teslim etmeliydim. "Doğru. Her zaman korunaklıbir şekilde yaşadım. Bu toplumun düşmüşleri nasıl yaşar bil-mem bile."Şems eğildi, bir avuç toprak aldı, parmakları arasında ufa-ladı. Sonra yerdeki kırık bir dala uzandı; kalktı, meşe ağacı-nın etrafında genişçe bir çember çizmeye koyuldu. Çembertamamlanınca kollarım semaya kaldırdı, sanki görünmez birelin kendisini harekete geçirmesini bekliyordu. Ardından es-mayıhüsnâyı sayarak başladı çemberin içinde dönmeye. Ön-ce ağır ağır, rikkat ve dikkatle, sonra kendisinden geçerek,hızlanan bir ezgiye eşlik edercesine, insanüstü bir kudretledöndü, döndü. Tüm kâinat ve cümle yıldızlar ve dahi ay daonunla semaya durdu. Bu fevkalade raksı izlerken, gözyaşla-rıma hâkim olamadım. Bıraktım bu vecd anının tılsımı hemruhumu hem bedenimi sarmalasın.En nihayetinde Şems yavaşladı ve durdu. Kesik kesik so-luyarak, gaybdan gelircesine boğuk bir sesle konuştu: "Günügelecek sana Aşk'm Şairi diyecekler" dedi. "Doğu'dan, Ba-tı'dan, Kuzey'den ve Güney'den yüzünü dahi görmemiş in-sanlar senin kelimelerinden ilham, feyiz ve cesaret alacak."İnanması zordu. "Bu nasıl olacak?" diye sordum."Dersle değil. Vaazla değil. Şiirle olacak.""Şiir mi?" Sesim çatlamıştı. "Ben hayatta şiir yazmam ki.Şair değil, âlimim. Sanat değil, ilim irfandır benim saham."Şems hafifçe dudak büktü. "Dostum, sen, bu dünyanın gör-düğü göreceği en büyük şairlerdensin."Tartışacak hâlim yoktu. "Velev ki dediğin doğru, ne yapıla-caksa beraber yapacağız."O zaman Şems sustu. Bir uğursuz sessizlik oldu. Gözlerinibenden kaçırdı. Neyin var diye üsteleyince en sonunda bir iti-rafta bulunur gibi zorlukla konuştu: "Sana bu yolda sonunakadar yoldaş olayım isterim ama yapamam. Benim vadembellidir. Hep yanında kalamam. Gitmem gerek.""Ne biçim laf bu? Nereye gideceksin?" diye sordum telaşla."Hiçbir yere gidemezsin."Şems dudaklarını sıktı. "Benim elimde değil" dedi.Apansız bir yel bizden yana esti, hava aniden soğudu; o an,

Page 52: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

oracıkta, bıçakla kesilmişçesine güz mevsimi sona erdi. Ber-rak ve pak gökkubbeden üstümüze hafiften, ılık ılık yağmurçiseledi. İşte o an ilk kez, Şems'in bir gün beni terk edip gi-deceği düşüncesi olanca karanlığıyla aklımdan geçti.Ve o kadar canımı yaktı ki bu fikir, üstüme çuval çuvalağırlık binmiş gibi yüreğim sıkıştı, sinem ağrıdı. Başımı çe-virdim. Gözlerine bakamadım.

Sultan VeledKonya, Aralık 1245

Boş laflar yüreğimi dağlıyor. İnsanlar nasıl bu kadar bolkeseden konuşuyor hiç tanımadıkları biri hakkında? Haki-katten ne kadar uzaklar! Babamla Şems arasındaki manevibağın ne kadar kuvvetli olduğunu anlamıyorlar. Belli ki Ku-ran-ı Kerim'i de okumuyorlar. Zira okusalar benzeri manevimuhabbet hikâyeleri olduğunu bilirlerdi. Misal Hazreti Mu-sa ile Hazreti Hızır'ın arasındaki yoldaşlık.Kehf suresinde apaçık yazmaz mı? Hazreti Musa efsanevibir komutan, kanuni sıfatına layık biri olmanın yanı sıra gü-nün birinde peygamber olacak kadar da mümtaz bir adam-mış. Ama bir gün gelmiş, manevi gözünü açacak bir dosta ih-tiyaç duymuş. Böyle birini bulmak için dua etmiş. Nihayetduası kabul olunduğunda, bu dost zorda ve darda olana ko-şan Hızır'dan başkası değilmiş.Hızır, Musa'ya demiş ki: "Ömrü billah seyyahım. Sen se-yahatlerimde bana katılmak istediğini söylüyorsun ama bu-nu tek bir şartla kabul ederim: Yaptıklarımı sorgulamaya-caksın. Soru sormadan benimle gelebilir, bana güvenebilirmisin?""Elbette" demiş Musa. "Bırak senle geleyim. Söz, hiçbir şeysormayacağım."Böylece yola düşmüşler, şehir şehir gezmişler. Ama Musa yolboyunca Hızır'ın işlerine akıl sır erdirememiş. Bakmış iyi biradamın gemisini batırıyor, temiz bir ailenin çocuğunu öldürü-yor, sonra da gidip kötü kalpli insanların duvarlarım onarıyor.Ne adalet var, ne mantık. Dilini tutamamış, çaresizce sormuş:"Niçin yapıyorsun bunları? Hiçbirine anlam veremiyorum.'-"Bana verdiğin söze ne oldu Musa? Sana demedim mi ba-na soru sorma diye" demiş Hızır.Yola devam etmişler. Ama Musa her defasında sormuş, et-tiği yemini çiğnemiş. En nihayetinde Hızır durup başındanberi yaptığı her işi tek tek sebebiyle izah etmiş. O zaman Mu-sa anlamış ki, korkunç gibi görünen işlerin ardında bilmedi-ğimiz bir açıklama, her şerrin ardında da bir hayır var. Hı-zır'la yoldaşlığı sayesinde gözü maneviyata açılmış. Başkatürlü göremeyeceği bir nizamı görmeye başlamış.Bu meselde olduğu gibi, bu dünyada sıradan fanilere anla-şılmaz gelen ama aslında derin ilimlere açılan dostluklarvardır. Şems'in babamın hayatındaki yeri de böyle.Ama insanlar benim gibi düşünmez, bilirim, işte bu yüz-dendir endişem. Maalesef Şems de yangına körükle gidiyor.Başkalarına hoş görünmek için azıcık çaba göstermediği gibihabire birilerinin bam teline basıyor. Bazı günler haramilergibi babamın kapısının önüne oturup gelen gideni denetliyor.Ahaliden kim babamı görmek istese Şems önüne çıkıp bir sü-rü soru soruyor.'Yüce Mevlâna'yı niye görmek istersin?" diye soruyor vekarşıdaki ne söylerse söylesin, beğenmiyor. Sonra üsteliyor:"Peki ona ne hediye getirdin?"Gelenler ne diyeceklerini bilemeden şaşırıp kekeliyorlar.Şems de onları tekme tokat kovuyor.Bu ziyaretçilerin bir kısmı birkaç gün sonra gene geliyor,bu sefer koltuklarının altında pahalı hediyelerle. Kuruüzümler, atlas yorganlar, ipek halılar, kuzular... Ama bu mal-ları görünce Şems daha da hiddetleniyor.Bir gün, babamı görmek isteyen ama bir türlü kapıdakiŞems'i atlatamayan bir adam hiddetle bağırdı: "Yeter artık!Sen kim oluyorsun da Mevlâna'nın kapısına geleni kovuyor-sun? Herkese soruyorsun ne getirdin diye! Peki ya sen? Senne hediye getirdin Efendi Mevlâna'ya?""Hediyem kendimdir" dedi Şems, gayet sakin. "Ben onunyoluna baş koydum."Adam bunu işitince mosmor oldu. Ne diyeceğini bilemedenkalakaldı. Sonra da kös kös uzaklaştı.

* * *

Aynı gün Şems'in yanına gittim. "Bu kadar çok insan tara-fından yanlış anlaşılmak seni üzmüyor mu? Sana düşmanlıketmelerine hakikaten aldırmıyor musun?" diye sordum.Şems bana boş boş baktı, sanki ne dediğimi anlamamıştı."Benim hiç düşmanım yok ki" dedi omuz silkerek. "Bizi tenkitedenler olacaktır. Rakibimiz de olur, sevmeyenimiz de. AmaAllah âşıklarının düşmanı olmaz. Biz kin gütmeyiz evlat."Yirmi Yedinci Kural: Şu dünya bir dağ gibidir, onanasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağ-zından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır.Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır.Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen oinsan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözleret. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmişolacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir."Ama insanlarla tartışıyor, hatta kavga ediyorsun" dedim.Şems gülümsedi. "Kavgayı onlarla değil, nefsleriyle ediyo-rum.""İyi ama sonra senin hakkında ileri geri bir sürü laf edi-yorlar. Hatta iki erkek bu kadar yakın dost olamaz: olursaortada ağza alınmayacak bir düşkünlük vardır diyenler bileçıkıyor. Öyle kızıyorum ki böyle art niyetli, bu kadar fesat do-lu olmalarına..."Şems bunu duyunca sessiz bir ah etti ve sonra bana bir hi-kâye anlattı.İki seyyah bir şehirden diğerine gidiyormuş. Derken yolla-rının üstüne taşkın bir dere çıkmış. Tam suyu geçecekler, azötede korkudan tir tir titreyen yapayalnız ve gencecik bir ka-dın görmüşler. Adamlardan biri hemen kadının yardımınakoşmuş. Onu sırtına almış, suyu öylece aşmış. Sonra kadınıderenin öte yakasında yere bırakıp iyi günler dilemiş. Böyleceyollarına devam etmişler.Ancak yolun kalan kısmında öteki seyyahın ağzını bıçakaçmamış. Suratından düşen bin parça. Somurttukça so-murtuyor. Birkaç saat böyle surat astıktan som-a suskunlu-ğunu bozup şöyle demiş: "Ne demeye o kadına yardım ettin?Bir de üstelik ona dokundun. Seni ay artabilir dil Baştan çı-karabilirdi! Erkekle kadın böyle temas etsin, olacak iş mi!Ayıp yahu! Olmaz, bize yakışmaz!"Kadını sırtında taşıyan seyyah sabırla gülümsemiş: "iyi dedostum, ben o genç kadını derenin karşısına geçirip orada bı-raktım; sen ne demeye hâlâ taşırsın?""Kimi insan böyledir" dedi Şems. "Kendi korkularını, ön-yargılarını başkalarına yansıtır ve onlarda gördüğünü sanır.İşte asıl yük budur. Zihinlerini zanlarla doldurur, sonra dabunca ağırlığın altında eziliverirler. Babanla aramızdaki ba-ğın derinliğini anlayamayanlara söyle, önce kendi zihinlerin-deki kiri pası temizlesinler!"

EllaBoston, 15 Haziran 2008

Bir önceki mesajında demişsin ki, "Romanını ikikez okuduktan ve Şems ile aranda bunca benzerlikgördükten sonra hayat hikâyeni merak etmeye baş-ladım. Bana nasıl Sufi olduğunu anlatır mısın?"Geçmişi konuşmaktan pek hoşlanmıyorum Ella,yine de sana anlatacağım...İskoçya'da, Kinlochbervie adında bir balıkçıköyünde dünyaya geldim. Ailemin bana verdiği isimCraig Richardson'dı. Çocukluğumdan kalan en be-lirgin hatıralar balıkçı tekneleri, bel vermişağlar arasından yeşil yılanlar gibi sarkan şeritşerit yosunlar, kumsal boyunca solucan didikle-yen çulluklar, beklenmedik yerlerde boy veren ya-bani çiçekler, denizin keskin ve tuzlu kokusu,yemyeşil dağlar ve bir de savaş sonrası Avrupa'yahâkim olan alışılmadık sükûnet... Ben bunlarınarasında büyüdüm.Ardından bütün dünya paldır küldür 1960'larmtufanına yakalandı. Öğrenci eylemleri, uçak ka-çırmalar, devrim girişimleri... Bense sessiz kö-şemde hepsinden uzak, yaşıtlarımın kapıldığı de-ğişim dalgasından habersizdim. Babamın ikinci el

Page 53: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

kitap satan bir dükkânı vardı, annemse yünü kıy-metli koyunlar yetiştirirdi. Böylece çocukluğumboyunca hem bir çobanın münzevi hâllerinden, hembir kitapçının içedönüklüğünden bir şeyler aldımgaliba. Çoğu gün bir ağaca tırmanır, manzarayıseyredalar, tüm hayatımı burada geçirmeyi plan-lardım. Bazen köyden çıkmak ve maceralara atıl-mak arzusu kalbimi yoklasa da, Kinlochbervie'yiseverdim. Hayatımdan memnundum. Orada doğdum,orada öleceğim sanırdım. Meğer Tanrı’nın benimiçin yazdığı hikâye bambaşkaymış.Yirmi yaşımda hayatımı tümden değiştirecek ikişeyle karşılaştım. Birincisi profesyonel fotoğ-raf makinesiydi. Fotoğrafçılık kursuna kaydol-dum, ilk başta hobi olarak başlayan bu uğraşınömür boyu süren bir tutku olacağını bilmiyordum.İkincisi, bir kadınla tanıştım. ArkadaşlarıylaAvrupa'yı gezen ve "tesadüfen" köyümüze uğrayanHollandalı bir kadın. Margot'du adı.Benden sekiz yaş büyüktü; çok güzeldi, uzunboylu, alımlı, başına buyruktu. Bohem, idealist,radikal, entelektüel, biseksüel, solcu, özgür-lükçü, yeşil-anarşist, çokkültürlülük yanlısı,azınlık ve insan hakları savunucusu, ekofemi-nist... Margot'u anlatan kavramların çoğunun an-lamını bile bilmiyordum. Ama bir tek şeyin far-kındaydım: 0 bir Sarkaç Kadındı.Bir bakmışsın son derece mutlu ve delidolu,içinde buram buram yaşam sevinciyle fikirler,projeler peşinde koşuyor. Bir bakmışsın omuzlarıçökmüş, gözlerinin feri sönmüş. Ruh hâlini önce-den kestirmek imkânsızdı. "Burjuva konforununikiyüzlülüğü" dediği hâkim yaşam tarzına ezeldenkızgındı. Her şeyi en ufak ayrıntısına kadar sor-gulamaktan, eleştirmekten kaçınmazdı. Benim gibisakin ve temkinli birinin nasıl olup da Margotgibi çılgın bir kadın karşısında paniğe kapılıpkaçmadığı muammadır. Hâlâ anlayamam. Ama kaçma-dım. Aksine, kendimi Margot'nun canlı kişiliği-nin girdabına bıraktım. Hiç düşünmeden... Âşıkolmuştum.Tuhaf bir kimyası vardı Margot'un. Devrimci veyaratıcı fikirler, sivri eleştirilerle doluydu;cesur, bağımsız ve asiydi. Ama aynı zamanda kris-tal bir çiçek gibi narindi. Bir bakmışsın olma-dık bir sözden incinmiş, kırılmış. Kendi kendimesöz verdim: Onu dış dünyanın hoyratlığından da,kendi içindeki yıkıcı damardan da koruyacaktım.Acaba benim sevdiğim kadar o da beni sevdi mi?Sanmıyorum Ella. Bana sadık olduğunu da sanmıyo-rum. Ama biliyorum ki o da hiç kimseyi sevmediğikadar, hatta kendi kendini şaşırtıp ürkütecek ka-dar çok sevdi beni. Kendince, kadrince, yapabil-diğince...Böylece Margot'un peşine düşüp Amsterdam'a git-tim. Orada evlendik. Margot burada biraz duruldu;kendini siyasi yahut ekonomik nedenlerden ötürüAvrupa'ya iltica edenlere yardıma adadı. Mülteci-lerin ihtiyaçlarına odaklı bir sivil toplum örgü-tünde çalışarak dünyanın en belalı köşelerindenkaçıp Hollanda'ya sığınan aileiere rehberlik edi-yordu. Onların koruyucu meleğiydi. Öyle ki Endo-nezya'dan, Somali'den, Arjantin'den, Filistin'dennice aile kızlarına onun adını verdi.Bense böyle idealist davalarla ilgilenemeyecekkadar "meşgul" ve galiba maddiyatçıydım. İşletmemezunu hırslı bir genç adam olarak kurumsal ka-riyer basamaklarını tırmanmaktaydım. Uluslarara-sı bir firmada çalışmaya başladım. Margot ne sta-tümle ne de maaşımla ilgileniyordu ama ben bun-ları gün geçtikçe daha çok önemsemeye başladım.Güçlü olmak istiyordum. Güçlü ve zengin...Tüm hayatımızı ince ince planlamıştım. İki se-ne içinde çocuk yapacaktık. Kafamdaki mutlu ailetablosunda iki kız çocuğu vardı. Bizi aydınlıkbir gelecek beklediğinden emindim. Ne de olsadünyanın en güvenli yerlerinden birinde yaşıyor-

duk; bozuk bir musluk gibi Avrupa'ya mülteci akı-tan o karmaşık ülkelerden birinde değil. Gençtik,sıhhatimiz yerindeydi. Hiçbir şeyin yanlış git-mesine ihtimal vermiyordum. Şimdi bu satırlarıyazarken inanması zor geliyor. Artık elli dörtyaşındayım, Margot ise hayatta değil.Oysa daha sağlıklı ve tartışmasız, iyi kalpliolan oydu, ben değil. Yaşamayı asıl o hak ediyor-du. Yalnız sağlıklı şeyler yer, düzenli egzersizyapar, her türlü kötü alışkanlıktan uzak durur-du. Hep incecikti, formdaydı. Aramızdaki yaş far-kına rağmen benden daha genç dururdu.Beklenmedik bir şekilde öldü. Bir gece sığın-ma talep eden bir Rus gazeteciyi ziyarete git-mişti. Dönüşte otobanın ortasında arabası arı-za yapmış. Ve her zaman trafik kurallarına ri-ayet eden, bu konuda beni hep uyaran Margot,dörtlüleri yakıp bekleyecek yerde, nedense ba-sireti bağlanmış gibi arabadan çıkıp en yakın-daki köye yürümeye kalkmış. Üstünde koyu kahve-rengi bir trençkot, koyu renk pantolon. Karan-lıkla bütünleşircesine... Yüz metre ilerde hız-la gelen bir araç çarpmış. Yugoslavya plakalıbir karavan. Şoför onu görmemiş bile.Sevdiğim kadını kaybedince ağır bir dönüşüm ge-çirdim. Ne o balıkçı köyündeki saf delikanlıydımartık, ne kariyer peşinde koşan bir işletmeci...İçimdeki bastırılmış hayvan ortaya çıktı;bastırılmış ve kapana kısılmış.Hızla değiştim, çirkinleştim, çirkefleştim veen nihayetinde dibe vurdum. 1970'lerin başıydı.Hayatımın bu safhasına, Sufi kelimesinin "S" har-fiyle tanışma dönemi diyorum.İşte böyle. Umarım sıkılmamışsındır Ella. Bi-raz uzunca yazmışım.Sevgilerle,Aziz

Çöl GülüKonya, Ocak 1245

Başımı belaya soktuğum için cezalıyım. Hünsa patron ar-tık hiçbir yere gitmeme izin vermiyor. Ama üzülmüyorum.İşin doğrusu ne sevinç ne keder, epeydir öyle yoğun hisler ya-şamıyorum. Aheste revan akıp gidiyor günler. Her sabah ay-nada gördüğüm yüz biraz daha solgun, bir nebze daha dur-gun. Ne saçımı tarıyor süsleniyorum, ne de pembeleşsin diyeyanaklarımı çimdikliyorum. Diğer kızlar görünüşümden şi-kâyet ediyor; müşterileri kaçırıyormuşum. Belki haklılarama ben zaten kimse tarafından arzulanmak istemiyorumki. Erkeklere çekici görünmekten bıktım, yıprandım. Kimsebeni çekici bulmasa keşke, sessizce çürüsem bir köşede...Ben kafamdan bunları geçiredurayım, evvelsi gün akşambir müşterinin ısrarla beni görmek istediğini söylediklerindeşaşırdım. Gidip bakınca şaşkınlığın yerini korku aldı. Meğermüşteri dedikleri Baybars'mış!Ben önde o arkada, yukarı kattaki basık odalardan birineçıktık. Yalnız kalır kalmaz dayanamadım, sordum: "Sen artıkzabit değil misin? Vazifen cemiyet nizamını ve ahlâkını koru-mak değil mi? Kerhanede ne işin var?""Bak şu konuşana!" dedi Baybars kinayeyle. "Ya senin gibifahişenin camide ne işi vardı o gün? Senin yaptığın acayip ol-muyor da benim buraya gelmem mi tuhaf?""O günü bana hatırlatma. Senin yüzünden linç edilecek-tim. Herkesi bana karşı kışkırttın. Sen bu kerhanenin gedik-lisi değil miydin? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!" dedimve hemen ardından ekledim: "Eğer bugün hayattaysam, canı-mı Şems'e borçluyum. Allah ondan bin kere razı olsun.""Bana bak, benim yanımda anma şu mendeburun adını.Kâfir herifin teki o!"Baybars gibi bir zorbayla takışmamak gerektiğini biliyor-dum ama sözümü sakınmadım: "Ben Tebrizli Şems'e kefilim.Senin sandığın gibi kötü biri değil o. Kaç kez beni görmeyegeldi.""Orospunun kefil olduğu adamdan kime hayır gelir?" dediBaybars pis pis sırıtarak. 'Vay, vay! Demek öyle ha! Kerha-

Page 54: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

nede bir derviş! Acaba neden şaşırmadım?""Senin aklın fikrin fesatta olduğu için herkesi kendin gibizannediyorsun! Hâlbuki düşündüğün gibi değil" dedim."Şems bana yardım ediyor. Bu yolları bırakmam için elimdentutuyor. Diyor ki tek bir kişinin bedbaht olması, incinmesi bi-le bütün şehri etkilermiş. İlk defa birisi beni insan yerine ko-yuyor. Etim için, benden faydalanmak için değil, bendekiHakk'ı görebildiği için Şems bana elini uzatıyor.""Sende Hak ne gezer ulan?" diye tersledi Baybars. "Akşamakşam ters ters konuşturma beni. Günaha sokacaksın şimdi!""Doğru konuştuğunu hiç duymadım ki..." diye mırıldan-dım.Bunu daha önce kimseye anlatmamıştım ve neden şimdiBaybars'a aktardığımı da doğrusu bilmiyordum. Ama Şemsgeçtiğimiz aylar boyunca hemen her hafta ziyaretime gelmişti.Başkaları tarafından görülmeden, hele hünsa patrona yaka-lanmadan içeri girmeyi nasıl beceriyordu aklım almıyordu,ama yapıyordu işte. Anlatsam, kesin "kara büyü" diyeceklerdi.Ama ben biliyordum ki durum böyle değildi. Şems'in Allah ver-gisi insanüstü yetenekleri vardı. Duvarların, kapıların ötesinigörebiliyor, dilediğinde kendini görünmez yapabiliyordu. "Ha-zır olduğunda hiç arkana bakma. Çık git bu kerhaneden" di-yordu bana. Hayatımda bir annem, bir de Şems bana insanıninsanı beklentisiz, karşılıksız ve çıkarsız sevebileceğini göster-mişti. Sırf bu yüzden bile minnettardım ona.Ne olursa olsun bedbin olmamayı salık vermişti. "Karam-sar olma Çöl Gülü, kendini tasavvufa adamak istiyorsan, buarzunda samimiysen, bil ki karamsarlığa yer yok bizim yolu-muzda... Kendini çaresiz hissetme. Hakk'ın sıfatları arasındane acizlik var, ne bedbinlik..." Moralim bozulduğunda, kade-rimin böyle yazıldığını, elimden bir şey gelmeyeceğini söyle-diğimde kırk kuraldan birini hatırlatırdı.Kural Yirmi Sekiz: Geçmiş, zihinlerimizi kaplayan birsis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayalperdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiş-tirebiliriz. Sufi daima şu an'ın hakikatini yaşar.Ben bunları zikrederken Baybars dikkatle her hareketimi,her mimiğimi inceliyordu. Sağ gözü, tembel gözü beni ıskalı-yor, arkamda bir noktaya odaklanıyordu. Sanki benim göre-mediğim bir şey vardı da odada, onu takip ediyordu. Korku-tuyordu bu adam beni.Anladım ki Baybars Şems'ten nefret ediyor. Sırf konuyudeğiştirmek için gittim, bir kupa bira getirdim. Hızla kafası-na dikti. İkinci ve üçüncü biraları da aynı hızla tüketti. Dör-düncü biradan sonra dili çözülmeye başladı."Söyle bakalım senin hünerin nedir?" diye sordu Baybars.kelimeleri sakız gibi uzatarak. "Bu kerhanedeki her sermaye-nin ayrı bir marifeti varmış. Öyle diyorlar. Seninki ne? Dan-sözlük filan mı? Yoksa yatakta mı göstereceksin marifetini?""Bende hüner yok" dedim. "Madem eğlenmek istiyorsun,-^aşka kıza git; benden sana hayır yok."Hatta bilinmeyen bulaşıcı bir hastalıktan muzdarip oldu-ğum yalanını bile uydurdum. Bir müşteriye böyle zırvalaranlattığımı duysa, kerhaneci hünsa bacaklarımı kırardı amaumurumda değildi o an. Baybars'm benden soğuyup gitmesiiçin aklıma gelen her bahaneyi kullandım.Ama gitmedi. Ne anlattıysam omuz silkti. Umurunda bileolmadığını söyledi: Derken koynundan meşin bir kese çıkart-tı; içinden kızıl-kahve bir ot döküp, avuç avuç ağzına attı.Başladı zevkle çiğnemeye. "Sen de ister misin?" diye sordu."Hayır istemem." Başımı salladım. Çiğnediğinin ne oldu-ğunu biliyordum. Bu ota müptela olanların zamanla ne hâlegeldiklerini de...Baybars pişkin bir edayla sırıttı. "Ne o yavru? Bakıyorumda pek terbiyelisin! Ne kaçırdığını bir bilsen, uçurur bts ada-mı uçurur!"Sırtüstü döşeğe yayıldı. Bir müddet sabit gözlerle tavanda-ki örümcek ağlarını seyretti. Ve derken başladı sakin ve sa-bit bir sesle korkunç şeyler anlatmaya. Bugüne değin cenkmeydanlarında gördüklerini aktardı."Cengiz Han öldü. Kemikleri peynir tozu gibi dağıldı amahayaleti hâlâ Moğol Ordularına eşlik ediyor" dedi boğuk birsesle. Hayaletin galeyana getirdiği Moğol Ordusu'nun ker-vanlara saldırıp, köyleri yağmaladığını, kadın erkek deme-den önüne geleni kestiğini anlattı. "Ama Moğol olmasa, baş-ka bir şey olur. Çünkü insanın olduğu her yerde savaş var"dedi.

Ardından sordu: "Soğuk bir kış gecesi, yüzlerce kişinin ölüya da yaralı vaziyette yerde uzandığı savaş alanlarında, kimiruhunu teslim eder kimi kenarda can çekişirken, ortalığa tu-haf bir yumuşaklık ve kırılganlık çöker. Aklının hayalininalamayacağı bir huzur hâkim olur her tarafa, bilir misin?"Ürperdim. Nerden bilecektim? Cevap veremedim."Ne zaman bir yerde büyük çapta bir felaket yaşansa veaynı anda çok sayıda insan can verse, peşisıra kesif bir ses-sizlik olur. İşte o sessizlik var ya dünyanın en mükemmel se-sidir aslında" diye devam etti Baybars. İçkiden ziyade anlat-tıklarından sarhoş olmuşa benziyordu."Ne kadar hazin" diyebildim sadece.Baybars güldü. "Hazin mi? Hazin olan bir şey yok yavru!Bu âlem böyle! Yerse! Büyük balık küçük balığı, zalim maz-lumu yer! Hayatta kalmanın tek yolu var: savaşmak" dedi."Demek ki neymiş? Küçük balık olmayacakmışsın. Senin gi-bi karılar için bunun bir tek yolu var: Güçlü bir herifin ka-patması olmak. O zaman erkek seni korur."Ne dediğini anlamazdan geldim. Ne olumlu ne olumsuz, tekkelime etmedim. Konuşacak başkaca söz yoktu. Kolumdantuttu, beni yere attı, elbisemi sıyırdı. Hoyrat, kaba ve açtı. Ha-reketlerini yavaşlatmaya çalıştıysam da esrarın ve biranın et-kisiyle çığrmdan çıkmış bir hâle gelmişti. Gözleri kan çanağı,sesi hırıltılıydı. Nefesi esrar, ter ve küfür karışımıydı. Tek,sert, yırtıcı bir hamlede içime girdi. Yana kaymayı, acımı azalt-mayı denedim ama var gücüyle üstüme çöktü, öyle kuvvetlibastırdı ki kımıldamam mümkün olmadı. Görünmez ipler ta-rafından yönetilen istemsiz bir kukla gibi defalarca hızla gittigeldi. Boşaldıktan sonra dahi yavaşlamadı. Belli ki tatmin ol-mamıştı, aynı hırsla sevişmeye devam etti. Tekrar sertleşece-ğinden korktum fakat aniden ve kendiliğinden yoruldu, durdu.Hâlâ üstümdeydi. Yüzüme som bir nefretle baktı, sanki dahabir dakika önce onu tahrik eden bedenim şimdi onu iğrendiri-yordu.En sonunda döşekte yana devrilip, "git üstüne bir şeylergiy" diye buyurdu.Kalktım. Ben acele acele kenarda giyinirken, o ağzına bi-raz daha esrar atıp beni seyretti. "Karar verdim, bundan böy-le başka erkeklere hizmet etmeyeceksin. Seni dost tutaca-ğım" dedi.Müşterilerin ara sıra böyle olur olmaz hayallerle gelmesi, fa-hişeleri kapatma yapmak istemeleri vak'a-i adiyedendi. Böyle-si hassas meseleleri kurnazlıkla halletmeyi, "harikasın beyim,seve seve sırf sana çalışırım" deyip erkeklerin sırtlarını sıvazla-mayı, "ama beni giydirip kuşatman, çok para harcaman, bil-hassa hünsa patronun gönlünü hoş tutman gerekir" deyip olta-ya getirmeyi bilirdim. Ne var ki yalan söylemek, kıvırmak, kan-dırmak istemiyordum artık. Doymuştum bu oyunlara."Olmaz" dedim. "Benden sana dost olmaz. Hem ben yakın-da bu yolları toptan bırakacağım. Kerhaneden ayrılacağım.Kendimi ibadete adayacağım."Baybars çiğ bir kahkaha attı. Hayatında bundan daha gü-lünç bir şey duymamıştı sanki. O kadar çok güldü ki, gözle-rinden yaş geldi. "İbadete adayacakmış, vay haspa" dedi ni-hayet konuşabildiğinde. "Nereye gidiyosun yavru? Otursay-dm biraz daha!"Baybars'la takışmanın anlamı olmadığını biliyordum amaelimde değildi. "Aklınca beni aşağılıyorsun ama senle ben okadar da farklı değiliz" dedim. "İkimiz de geçmişimizden,yaptığımız yanlışlardan pişmanız. Ama sen, beyamcan sağolsun, zabit olmuşsun. Benimse arka çıkacak kimsem yok. Oyüzden burdayım."Baybars'ın suratındaki ifade tamamen değişti, çehresisertleşti. O ana dek soğuk ve mesafeli bakan gözleri hınçladoldu. Birden atılıp saçımdan yakaladı. "Ne diyosun sen? Sa-na iyi davrandık diye sunardın bakıyorum" dedi. "Ulan oros-pu! Sen kimsin de kendini benimle kıyaslıyorsun?"Ağzımı açıp bir şey söyleyecek olduysam da aniden inenbir darbeyle sesim, nefesim kesildi. Yüzüme attığı yumruğunacısını daha tam olarak anlayamadan, aniden duvara fırlat-tı beni. Çarpmanın etkisiyle sersemledim ama ne o an, ne da-ha sonra gıkımı çıkardım. Darbelere direnmedim.İlk değildi ne de olsa. Müşteri elinden daha önce de yaşa-mıştım dayağı, zulmü, hakareti, tecavüzü...

* * *

Page 55: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Baybars mideme, kaburgalarıma birbirinden sert tekme-ler indirdi. Yerde boylu boyunca yatıyordum. Tam o anda,oracıkta, tuhaf bir şey oldu. Anlatması zor, ama sanki ruhumbedenimden ayrıldı. Derlerdi de inanmazdım. Meğer ruh biruçurtma imiş. Kuyruklu, rengârenk, narin ve nazenin biruçurtma... Ağırlığından kurtulup yükseliverdi havada. Öz-gürlük ne güzel şeymiş, hayret! Nasıl da hafif, latif, uçsuz bu-caksız... Bir mekâna, bir adrese, bir bedene hapsolmamaknasıl bir lütufmuş meğer...Başladım semada yüzmeye. İster kuzeye giderim, ister gü-neye. Huzurlu bir boşluğa fırlatılmıştım, ne direnmeye sebepvardı, ne gücenmeye. Süzülüyordum öylece. Gayret bile gös-termeme gerek yoktu. Sonsuzluğu yutmuş, sonsuzluk olmuş-tum. Pencereden çıktı uçurtma, başladı yükselmeye. Yeniharman edilmiş burçak tarlalarının üzerinden geçtim, köylükızların mırıldandığı türküleri işittim, gün geceye dönünceperi ışıkları gibi yanıp sönen ateşböceklerine gülümsedim.Hızla düşüyordum bir yerlere ama aşağı doğru değil, yukarı-ya doğru, dipsiz gökyüzüne çekilircesine...Ölüm buysa eğer, korkacak bir şey yokmuş. Dert tasa, en-dişe evham kalktı üstümden. Arzın arşla kucaklaştığı sihirlibir kesişme noktasındaydım; hiçbir şey ürkütemezdi beni. Vebirden bir hakikatin farkına vardım. Ben bunca zaman sırfhünsa patrondan yahut o insan azmanı Çakal Kafa'dan kork-tuğum için bu kerhaneden ayrılamamıştım. Kaçarsam benibulurlar; yakalar, yaralar yahut öldürürler korkusuyla sene-lerdir köle gibi vücudumu satarak emirlerinde çalışmıştım.Şimdiyse Hak bana ruhumun uçurtma gibi süzülebileceğinigöstererek korkmamayı öğretiyordu. Bir Baybars belası yol-layarak bin Baybars'la baş etmenin yolunu gösteriyordu.Ürküp çekinmenin, pısıp tırsmanm, koca bir ömrü tavşangibi kovukta saklanarak geçirmenin ve bunun adına "ne yapa-lım, kaderim böyleymiş" demenin anlamı yoktu. Ben, Çöl Gü-lü, sağ kalırsam şayet, gidecektim buralardan. Hem de arka-ma bile bakmadan. Evet, Tebrizli Şems haklıydı. Pislik ve kir,cenabet ve cerahat... adına ne dersen de, yalnızca içte olurdu.içimizde. Geri kalan her şey suyla yıkanır, yuğulurdu.Gözlerimi kapadım. Bir başka, bir öte Ben düşledim. Te-mizdi, berraktı, tövbekardı, tövbesinde sebatkârdı o öteki hâ-lim; benden daha genç, daha cesur ve güzeldi. Hem iyimserve samimi, hem atılgan ve dirayetliydi, kerhaneden çıkıpyepyeni bir hayata başlarken. Ter ü taze, ışıl ışıl, inanç veumut doluydu. Öyle inandırıcıydı ki, hayali bile o kadar tat-lıydı ki, gülümsemeden edemedim."Ne demeye sırıtıyorsun lan?"Bir tekme daha indirdi Baybars. İki büklüm oldum acıdan.Gene gülümsedim."Ulan hasta mısın lanet karı! Ne sırıtıyorsun dedim? Banamı gülüyorsun yoksa?" diye peş peşe sorular ve küfürler yağ-dırdı Baybars."Sana gülmüyorum" dedim zorlukla konuşabildiğimde."Beni ölüm korkusundan kurtardın. Sayende nihayet bu ker-haneden kurtulacağım. Teşekkür ederim..."Ve işte o zaman Baybars yuvalarından fırlamış gözlerledehşet içinde bana baktı. Bir an öyle kalakaldı. "Kafayı yemişkarı..." diye mırıldandı. Gulyabani görmüş gibi geri geri yürü-dü. Titreyen ellerle kapıyı açtı ve beni öylece yerde bırakarak,esrar çubuğunu, kesesini ve kıyafetlerini unutarak âdeta ka-çarcasma merdivenlerden inip, kerhaneden uzaklaştı. .

KimyaKonya, Ocak 1245

Bir vesile çıksın diye günler, haftalarca bekledim. Şems'igörmek, onunla başbaşa konuşabilmek için habire fırsat kol-ladım. Aynı çatı altında yaşasak da ben hep haremlik kısmın-da olduğumdan, yollarımız bir türlü kesişmiyordu. Ama busabah avluda kuru yaprakları süpürürken Şems aniden ya-nımda belirdi. Yalnızdı."Nasıl gidiyor sevgili Kimya?" diye sordu şen şakrak biredayla."İyi gidiyor" dedim başörtümü düzeltip, mahcup gülümse-yerek.Baktım Şems'in gözlerinde buğulu bir bakış var. Sanki uyku-dan yeni uyanmıştı. Ya öyle, ya da gene bu dünyadan öteye biryolculuk yapıp dönmüştü. Bu aralar sık sık öteki âleme gidip

geldiğini biliyordum. Ne vakit dünyevi boyuttan uzaklaşsa, ge-ri döndüğünde bazı işaretler taşıyordu. Yüzüne dalgın bir ifadegeliyor, gözleri cam bir perde arkasından bakarcasına donukla-şıyordu. Bunca zaman Şems'in her mimiğini, her hareketimpürdikkat izlediğim için ruh hâlindeki en ufak bir iniş çıkışı bi-le fark eder olmuştum. Ama tabii bunu ona belli etmedim.Şems başını kaldırıp gözlerini kısarak gökyüzüne baktı."Fırtına geliyor Kimya" dedi. "Hava yakında bozacağa ben-zer."Tam tepemizde, sanki bir tek bizim üstümüzde, boz renklikar taneleri dönüyordu. Yılın ilk karı o kadar belirsiz, öylesi-ne sessiz geliyordu ki... Bunca zamandır merak ettiğim soru-yu o an sormaya karar verdim. "Geçenlerde bana herkesinKuran'ı kendi idrak derecesine göre okuduğundan bahset-miştin" dedim. "O zamandan beri dördüncü okumayı soraca-ğım, bir türlü fırsat olmadı."Şems usulca bana döndü. Yüzüme böyle sabit bir nazarlabaktığında elim ayağım birbirine dolaşıyor, içim eriyordu. Al-nını hafifçe kırıştırıp, dudaklarında buse gibi yumuşacık birhüzünle bekledi; düşüncelerini elevermeyen bir esrar perde-si çehresinde asılı kaldı. Böyle anlarda ne kadar yakışıklı ol-duğunu bir bilseydi!"Dördüncü okumayı dile dökmek imkânsızdır" dedi. "Dilinyetersiz kaldığı bir öte boyut var. Aşkın sahasına adım atın-ca, kelimelere gerek kalmaz.""Keşke bir gün ben de aşkın sahasına ulaşsam" deyiver-dim. Ağzımdan çıkanı kulaklarım işitince kıpkırmızı oldum.Telaşla düzeltmeye çalıştım. 'Yani mecazi aşkın! İlahi aşkın!Kuran'ı daha derin bir şuurla okumak için..."Şems güldüğünü görmeyeyim diye başını çevirdi. "Şayetmayanda varsa, eminim oraya varırsın. Dördüncü okumada,akıntıya balıklama dalar; su olur, ırmak olur, çağıl çağılakarsın Kimyacım."Derin bir nefes aldım, göğsüm körük gibi indi kalktı. Birtek Şems beni heyecandan aptallaştırabilir. içimi böyle kay-natabilirdi. Onun yanındayken hem her şeyi sil baştan öğre-nen bir genç kıza dönüşüyor, hem şefkatli bir anne gibi his-sediyor, hem de rahminde can taşımaya hazır bir nilüferçiçeği gibi açılıyor, kadın oluyordum."Ne demek mayanda varsa?" diye sordum. "Kaderinde var-sa mı demek istiyorsun?""Öyle de denebilir" dedi Şems kafasını sallayarak."Ben bu kader meselesini anlamıyorum" dedim. Hâlbukisöylemek istediğim şey başkaydı: "Benim kaderimde sen varmısın acaba?" diye sorabilmek isterdim ona. "Şayet yoksanbileyim. Boş yere senin hakkında hayaller kurmayayım.""Kaderin ne olduğunu anlatamam" dedi Şems. "Ama ne ol-madığını anlatabilirim. Kader, hayatımızın önceden çi-zilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, "ne yapa-lım kaderimiz böyle" deyip boyun bükmek cehalet gös-tergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ay-rımlarını verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeçve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hâki-misin, ne de hayat karşısında çaresizsin. Bunu anlatırYirmi Dokuzuncu Kural."Boş boş bakmış olacağım ki Şems biraz daha açıklama ge-reği duydu. Koyu kara gözlerinin derinleri parlayarak şöylededi: "Müsaadenle brr mesel anlatayım.""Günün birinde genç bir kadın bir dervişe kaderin nasıl iş-lediğini sormuş. Derviş demiş ki: "Gel benimle, beraber göre-lim." Az gitmiş uz gitmişler, bir nümayişe denk gelmişler. Me-ğer ahali bir katili asmak için meydana götürüyormuş." Der-viş genç kadına sormuş: "Şimdi bu adamı idam edecekler. Pe-ki bu sonuca sebep olan hadise nedir? Birisi bu adama önce-den para verdi, o da gitti cinayet silahı satın aldı. Bu mu asıl-masına sebep? Yoksa suçu işlerken kimse onu durdurmadığıiçin mi darağacına gidiyor? Veya suçu işledikten sonra yaka-landığı için mi? idamına yol açan sebep gerçekleştirdiği eyle-min öncesinde mi, esnasında mı, yoksa sonrasında mı saklısence?""Kafamı karıştırıyorsun" diyerek Şems'in lafını kestim."Hikâyedeki adam katil olduğu için, yani korkunç bir suç işle-diği için asılacak. Ettiğinin bedelini ödüyor. İşte sana sebep.işte netice. Hayırlı ameller başka, şerri ameller başkadır."Şems birden sesini alçalttı. "Ne dediğim anlıyorum" dedibitkin düşmüşçesine. "Ama bu hayatta her ayrım o kadar ko-lay çizilmiyor. Ya sandığın kadar siyah-beyaz. iyi-kötü, açık-

Page 56: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

seçik değilse? Ya tekmil kelimelerin önemini yitirdiği bir baş-ka bilinç boyutu varsa?""Olmaz. Allah bu ayırımlar konusunda gayet açık olmamı-zı istiyor. Yoksa ne haram diye bir şey olurdu, ne helal. Şayetinsanları cehennemle ürkütüp cennetle teşvik etmeseydi, in-sanlık çığırından çıkar, dünya feci bir yer hâline gelirdi. Kor-kutulmaya da ödüllendirilmeye de ihtiyacımız var."Sert bir rüzgâr esti bizden yana. Kar taneleri havada rastge-le savruldu. Şems bana doğru bir adım atarak sırtımdald şalıdüzeltti; omuzlarımı örttü. O kadar yakmımdaydı ki, kokusunuiçime çektim. Sandal ağacı, misk-i amber ve yağmur sonrasıtoprak karışımıydı Şems'in kokusu. Karnımda, göğsümde birkıpırdanma, bacaklarımın arasında bir dalgalanma hissettim.Bir erkeği arzulamak böyle bir şeydi demek. Hem utanç veri-ciydi hem de, tuhaf bir şekilde, utanacak bir şey yoktu bunda.Şems yarı müşfik yarı muzip yüzüme baktı. "Akıl ve man-tığın hudutları gayet keskin olabilir. Ama aşkta tüm sınırlarve ayrımlar silikleşir" dedi.Semavi Aşk'tan mı bahsediyordu, yoksa bir kadınla erke-ğin dünyevi aşkından mı? Belki de ikimizi kast ediyordu? Sa-hi "biz" diye bir şey var mıydı ortada?Şems aklımdan geçen sorulardan habersiz sözlerine de-vam etti: "Haram ve helalden bahsediyorsun. Öyle insanlarvar ki sırf cehennem dehşeti yahut cennet rüşveti için imanediyor. Etmesinler daha iyi! Kim kimi kandırıyor? Kıldıklarınamazın bile hesabını tutuyorlar. Bizse daimi namazdayız.Sürekli huzurdayız. Zühdî ibadeti ne yapayım? Bana kalsabir kova su alır cehennem ateşini söndürür, cenneti de ateşeveririm ki, sırf ve saf aşk kalsın. Gerisi boş!""Aman sakın böyle şeyleri uluorta söyleme. İnsanlar peşinhükümlü. Seni yanlış anlarlar. Anlamadan yaftalarlar" de-dim kaygıyla. "Birilerini kızdırabilirsin."Şems gülümsedi. Bileğimi kavradı, elimi tuttu. Bıraktımvücudunun sıcaklığı vücuduma geçsin; esir etsin beni kendi-ne, meftun etsin. Konuştuğunda sesi yumuşacıktı:"Biz onların gözlerine perde çektik, kulaklarına ağırlık as-tık, demiyor mu Kimya? Mühürlü kulaklara ne söylesen gü-nah sayarlar. Ne yapabilirim ki? Aşk dersin, onu bile yanlışanlarlar.""Hâlbuki sen ne söylesen bana bal gibi gelir" dedim aniden!Aman Allahım! Dilimi ısırdım. Ağzımdan çıkan söze inana-madım. Nasıl böyle bir şey söyleyebilmiştim? Aklım başım-dan uçmuş muydu? İçime cin girmişti herhalde.Telaşla toparlandım. Şems'in yüzüne bile bakamadan, şa-lımı sıkı sıkı sarınarak mırıldandım: "Şey... geç oldu... Mut-fakta işim var. Ben artık gideyim."Yanaklarım utançtan ve heyecandan kıpkırmızı, konuştu-ğumuz ve konuşamadığımız tüm kelimeler dilimin ucundaşekerriz bir tat bırakmış hâlde, kalbim deli gibi ata ata avlu-dan çıkıp eve doğru seğirttim. Ama Şems'ten koşar adımuzaklaşırken dahi bir eşiği aştığımın farkındaydım. O andanitibaren, tâ baştan bildiğim bir hakikati kabul etmek duru-munda kaldım:Evet, ben Kimya, Mevlâna'nın manevi kızı, talebesi, yetiş-tirmesi, gördüğüm günden beri Şems-i Tebrizî'ye sırılsıklamâşıktım.

ŞemsKonya, Ocak 1246

Boşboğazlar hiç durur mu? Habire konuşurlar! Mizaçlarıböyle. Konya'ya vardım varah hakkımda o kadar çok rivayetuyduruldu ki, gülüp geçiyorum artık. Gıybet büyük bir günah.Ama insanların çoğu bunu bilmez. Bilir de bilmezden gelir.Hâlbuki Allah, bir başkasının dedikodusunu yapmayı "ölü kar-deşinin etini yemeye" benzetir. Bundan daha dehşetengiz birtarif olabilir mi? Gene de yetmez. İnsan ziyandadır, hüsranda-dır, zandadır; dedikodudan vazgeçmez. Oysa bir tek şahıs hak-kında konuştuğumuz tek bir kötü kelime, hele hele yalan, ifti-ra ve karalama, muhakkak döner dolaşır; sahibine misliyle ge-ri gelir. Hem de hiç ummadığı bir anda, ummadığı bir yerden.Ne tuhaf. Gıybet hariç bütün temel günahları tek tek av-lamaya çalışırlar. Şarap içeni yerden yere vurup zina edenitaşlamayı bilirler. Dolandırıcılık yapmanın, yetim hakkı ye-menin, hırsızlık etmenin, komşunun karısına göz dikmenin...her kusur ve kabahatin cezası toplum tarafından kabul görür

de, başkaları hakkında uluorta konuşmanın bedeli nedensehiç önemsenmez. Oysa gıybet etmek, yani o anda orada bu-lunmayan bir insanı çekiştirmek, bilip bilmeden onun hak-kında ileri geri laf sarfederek yakıştırma ve suçlamalardabulunmak, bedeli ağır bir günahtır. Bunu görmüyorlar mı?Günün birinde adamın teki koşa koşa Sufi'ye gelmiş, nefesnefeseymiş. "Baba erenler, gördün mü? Sokakta bir sürü hiz-metkâr tepeleme siniler taşıyor!"Sufi sakin sakin: "Bundan bana ne evlat?" demiş. "Beni hiçilgilendirmez.""İyi ama o sinileri sizin eve taşıyorlar" demiş adam.Sufi o zaman, "O hâlde bundan sana ne?" demiş. "Seni hiçilgilendirmez."Maalesef bu dünyada hemen herkesin gözü başkasının si-nisinde. Acaba ötekinin kaç parası, ne kadar malı var? Sanane be adam? Bak kendi işine. Senin yolun sana, benim yolumbana. Hangimizin yolunun daha âlâ olduğunu saptamak iseson tahlilde ne sana düşer ne bana.Hakkımda uydurulan lafları duyunca, insanların hayalgüçlerine şapka çıkarıyorum. Pes! Ne hainliğim kaldı, ne fe-dailiğim. Anlaşılan benim Haşhaşilerin gizli kumandanı ol-duğuma inananlar bile var. Bir kısmı işi o raddeye vardırmışki, sözde babam Alamut'un son İsmaîlî imamıymış. Bana ka-ra büyü yapmayı öğretmiş. Öyle dehşetengiz sihirler yapar-mışım ki kime beddua edersem oracıkta can verirmiş. Ru-mi'yi bu sayede kendime bağlamışım. Her seher vakti onakirpi dikeni, yılan derisi, yarasa işkembesinden yaptığım birçorba içiriyormuşum. O da bu sayede bir dediğimi iki etmi-yor muş.Böyle palavralara karnım tok, gülüp geçerim. Başka ne ya-pabilirim ki? Etrafın çalkalanıp dalgalanmasının Sufi'ye birzararı yok. Tüm dünyâyı sel bassa, ördeğin ümranda olur mu?Ama çevremdekiler endişe içerisinde, bilhassa Sultan Ve-led. Beğeniyorum onu. Son derece civanmert bir delikanlı.Eminim gün gelecek babasının sağ kolu olacak. Bir de Kim-ya var, ah tatlı Kimya... Benim için kaygılandığını biliyo-rum. Ama galiba dedikodular en çok Rumi'yi yaralıyor. İfti-ralardan, art niyetli yakıştırmalardan o da payını alıyor.Hadi ben kötülenmeye, karalanmaya alışkınım. Ama Mevlâ-na öyle mi? Cahillerin laflarına içerlediğini görünce canımsıkılıyor. Mevlâna öyle hakkaniyetli, öyle güzel bir insan.Benim içimdeyse hem güzellik, hem çirkinlik mevcut. Benteklifsiz, pervasız bir adamım. Dolayısıyla benim için başka-larının çirkinliğine katlanmak daha kolay. Ama Mevlâna sa-fi nurdur. Onun gibi kıymetli bir âlim cahillerin sözlerinenasıl katlansın?Boşuna değil Peygamber Efendimiz, "Bu dünyada üç kişi-ye acıyın" buyurmuş: "Bir kavmin aşağı düşen yüce kişisine,yoksullaşan zenginine ve cahillere oyuncak olan bilginine..."Yine de bütün bu karalamaların uzun vadede Mevlâna'yahayrı dokunacağını düşünmeden edemiyorum. Elalemin de-dikodu malzemesi olmak kişinin canını yaksa, nefsine ağırgelse de, aslında ateş odunu gibi daha çabuk pişmesini sağ-lar. Mevlâna tüm yaşamı boyunca hürmet ve hayranlık gör-müş, taklit edilmiş. Âlim, fakih ve zahid olmuş. Başkaların-ca yanlış anlaşılmak, hor görülmek, tenkit edilmek ne de-mektir bilmiyor. Hiçbir zaman dışlanmamış. Nefsi başkalarıtarafından yaralanmamış, çizik bile almamış. Ama bunlar ol-madan olur mu? Ne kadar kırsa yaralasa da insanı, Hakikatehline gonca gül gibi gelir dedikodu taşları.Otuzuncu Kural: Hakiki Sufi öyle biridir ki başkala-rı tarafından kmansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa,hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hak-kında tek kelime kötü laf etmez.Sufi kusur görmez. Kusur örter.

EllaBoston, 11 Haziran 2008

Bu mesajı yazmakta zorlanıyorum Ella. Çünkü ha-tırlamak istemediğim bir döneme dair. Ama mademki bilmek istiyorsun, kaldığım yerden anlatmayadevam edeceğim...Margot öldükten sonra hayatım tamamen değişti.Yönümü, kendimi kaybettim. Amsterdam'm daha ön-ce hiç tanımadığım karanlık yüzünü keşfettim. Sa-

Page 57: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

bahlara kadar süren partilerin, her şeyin beden-den ve bakıştan ibaret olduğu eğlence kulüpleri-nin müdavimi oldum. Baykuş gibi, yarasa gibi ge-cecil bir hayvan hâline geldim. Yanlış insanlar-la takıldım, yabancı yataklarda uyandım. Bedenimteklemeye başladı. Aldırmadım. Birkaç ayda on ye-di kilo kaybettim.Eroinle ilk tanıştığımda, bir müddet şırıngayladeğil, burundan çektim. Önceleri beni kötü etki-ledi; her seferinde midem bulanır hastalanırdım.Bedenim, dayattığım tüm maddeleri reddediyordu. Bubir işaretti belki ama ben görecek hâlde değildim.Ardından diğerleri geldi. Esrar, crack, asit, ko-kain ve en sonunda şırınga... Artık elime ne ge-çerse deniyor ve her seferinde dozu artırıyordum.Kafam iyiyken şaşaalı, tantanalı intiharlarplanlardım. Sokrates'e özenip baldıran zehiri iç-meyi bile denedim ama ya bana bir etkisi olmadıya da salaş bir Çin lokantasının arka kapısındabaldıran diye satın aldığım poşet gayet sıradanbir ottu. Belki de bir çeşit yeşil çay satıp ar-kamdan gülmüşlerdir.Kaç sabah tanımadığım yerlerde uyandım. Bir gü-nüm bir günüme uymadan hızlı yaşadım ama içimi ke-miren boşluk sabit kaldı. Kadınlar koruyup kolla-dı beni. Bazıları benden gençti, bazıları ise çokdaha yaşlı. Bazıları bekârdı, bazıları evli. Ev-lerinde kaldım, arabalarını kullandım, yazlıkla-rında barındım, pişirdikleri yemekleri yedim, ko-calarının kıyafetlerini giydim, kredi kartlarıy-la alışveriş yaptım ama benden talep ettikleri veyerden göğe kadar hak ettikleri sevgiyi vermedim.Kimseyi sevmedim. Ve bunu bir marifet zannettim.Seçtiğim hayat bedelini çabuk ödetti. İşimi,arkadaşlarımı ve en sonunda Margot ile beraberyaşadığımız o aydınlık evi kaybettim. Eski koşul-larımı koruyamayacağımı anlayınca işgal evlerin-de kalmaya başladım. Rotterdam'daki bir işgalevinde on beş aydan fazla yaşadım. Binada hiç ka-pı yoktu, ne içeride ne dışarıda, hatta banyodabile kapı yoktu. Her şeyi paylaşıyorduk. Şarkı-ları, gitarları, kitapları, cep harçlıklarını,plakları, uyuşturucuları, yiyecekleri, yatakla-rımızı... Tek bir şey vardı paylaşmadığımız: Hü-zün. Herkesin hüznü kendineydi.Bu şekilde geçen dört seneden sonra tam anla-mıyla dibe vurdum. Yolda tesadüfen gördüğüm eskiarkadaşlarım beni tanıyamıyordu. 0 kadar değiş-miştim. Gölge gibiydim. Bir sabah traş olurkenaynaya bakakaldım. Öyle zayıf, çökmüş ve acma-sıydı ki gördüğüm yüz, çocuk gibi ağladım. Aynıgün Margot'dan kalan eşyaları sakladığım kartonkutuları eşeledim. Kitaplar, kıyafetler, albüm-ler, saç tokaları, notlar, fotoğraflar... Ondanyadigâr ne varsa hepsine veda ettim. Her şeyi ku-tulara yerleştirip, o çok sevdiği mülteci aile-lere dağıttım. Sene 1975'ti.Hâlâ iyi bir fotoğrafçı sayılırdım. Şansım ya-ver gitti, tanınmış bir gezi dergisinde geçicibir iş buldum. Bir ay geçmeden beni Kuzey Afri-ka'ya, Bedeviler hakkında bir yazı dizisinin gör-sellerini çekmeye yolladılar. Böylece elimde birbavul, yanımda Margot'un bir resmi yola koyuldum.Meğer kendimden kaçıyormuşum.Gittikten kısa bir süre sonra, Sahra Çölü'ndehoşsohbet ve çokbilmiş bir İngiliz antropologlatanıştım. Bir gün satranç oynarken bana tuhaf birşey söyledi. Dedi ki: "Fotoğraflarını gördüm, iyibir sanatçısın. Kimseden korkun da yok. Şimdiyekadar hiçbir Batılı fotoğrafçı İslamiyet'in kut-sal şehirlerine girip orada çekim yapamadı. Senbunu yapabilirsin. Çok meşhur olursun."Ne dediği hakkında en ufak bir fikrim bile yok-tu. Anlattı. Meğer Suudilerin bir yasası varmış,Müslüman olmayanların Mekke ve Medine'ye girişikesinlikle yasakmış. İçeriye Hıristiyan ve Yahu-di almıyorlarmış. Yakalanırsam akıbetim hapse

düşmek, hatta daha fena bir cezaya çarptırılmakolabilirmiş.Antropologun anlattıkları ilgimi çekmişti. Za-ten yasak ve tehlikeli olan her şeye meyilliydimo dönem. Tabi para pul şöhret de cabası... Balaüşüşen arı misali atladım bu fikre.Antropologun dediğine göre bu yalnız başına ya-pılacak bir iş değildi. Yardım bulmalıydım. "Su-filerle tanışsana" dedi. "Seni sever, sende birkıvılcım görürlerse yardım edebilirler."Sufi nedir, kime denir, hiçbir şey bilmiyordumama umurumda değildi. Kafaya takmıştım bir kere.Mekke ve Medine'ye giren ilk Hıristiyan fotoğraf-çı olacaktım! Ve bu uğurda bana kim yardım ede-cekse onu bulacaktım. Amaca giden yolda araçtıSufiler. Gerçi o zamanlar herkes ve her şey araç-tı benim için...Hayat o kadar tuhaf ki Ella. Sonunda ne Mekke'yene Medine'ye gittim, biliyor musun? Ne o zaman,ne daha sonra. İslamiyet'i seçtikten sonra bilegitmedim oralara. Hikâyem beni tamamen farklı birmecraya sürükledi. Her dönemeçte eski hâllerimdenbiraz daha uzaklaştım. Yolculuğun sonunda ben biryere varmadım. Yol beni değiştirdi.Sufiliğe gelince... Nereden bilebilirdim kibaşlangıçta benim için sadece bir "araç" olan şe-yin gün gelip "amaç" olacağını? Ben Sufileri ken-di çıkarım için kullanırım sanmıştım. Ama onlar-la tanıştıktan sonra "ben" diye bir şey kalmadı.İşte hayatımın bundan sonraki aşamasına, Sufikelimesindeki "u" harfiyle tanışma mevsimi diyorum.Baki sevgiyle,Aziz

Çöl GülüKonya, Şubat 1246

Berd-ı acûz demlen kocakarı soğuklarının pençesindeydiKonya. Kırk senenin en soğuk günüydü kerhaneden kaçtığımgün. Daracık, yılankavi sokaklar kar altındaydı. Çatılardansarkan buzlar hançer gibi sivri ve keskindi. Tehlikeliydi güzel-likleri. Öğle vakti ayaz öyle sertleşmişti ki sokaklarda kedilerdonmuştu; ağızları açık, bıyıkları tel tel buz... Birkaç köhneevin kar altında bel verip çöktüğü haberi geldi. Kedilerden son-ra Konya'nın evsizleri de ayazdan nasibini aldı. Sokak arala-rında donmuş bedenler bulundu. Ana rahminde bebek gibi der-top kıvrılmışlardı. Yüzlerinde dokunaklı bir tebessüm vardı;çok daha hoşmanzar ve ılıman bir yere gittiklerini bilir gibi...Öğleden sonra kerhanede herkes uyurken, gizlice odam-dan çıktım. Bavul değil, basit bir çıkın vardı yanımda. İçinesadece birkaç parça kıyafet koymuştum. Özel müşterileringözüne girmek için giydiğim onca esvabı, süsü ziyneti geridebırakmıştım. Kerhanenin malı kerhanede kalacaktı.Merdivenleri yarılamıştım ki ana kapıda miskin miskindikilen Manolya'yı gördüm. Müptelası olduğu afyon macun-larını emiyordu. Kerhanedeki tüm kızlardan yaşlıydı Manol-ya; bir süredir ateş basmalarından şikâyet eder olmuştu. Ge-celeri yatakta dönüp durduğunu işitirdim. Kadınlığı kuru-yordu. Genç kızlar şakayla karışık "sana imreniyoruz" derdi,"ne âdet derdin kaldı, ne gebelik, ne kürtaj. Artık ayın hergünü canın kimi çekiyorsa onunla yatarsın." Ama hepimizgayet iyi biliyorduk ki fahişe kısmı yaşlandı mı beter yaşla-nır. Yaşlı ve hasta bir orospu ölü bir orospu demektir. Böyle-leri ayakta kalamaz, hayata tutunamaz.Manolya'yı kapıda görünce anladım ki iki tercihim var: Yaodama geri dönecek, kaçmaktan filan vazgeçecektim, ya dadosdoğru o kapıdan yürüyüp geçecek, neticesine katlanacak-tım. Gönlüm ikincisini seçti."Merhaba Manolya, nasılsın abla? Daha iyice misin?" diyeseslendim.Manolya’nın yüzü şöyle bir aydınlandı ama elimdeki çıkı-nı görünce aynı hızla dondu. Numara yapmanın mânâsı yok-tu. Hünsa patron kerhaneden çıkmak şöyle dursun, odamdançıkmamı dahi yasaklamıştı. Bunu Manolya da biliyordu."Nereye gidiyorsun?" diye fısıldadı Manolya.Bir şey demedim. Tercih sırası ona gelmişti. Ya önümü ke-

Page 58: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

sip bas bas bağıracak, herkesi başımıza toplayacaktı, ya dabırakacaktı sessiz sedasız çıkıp gideyim."Odana dön Çöl Gülü" dedi Manolya. "Hünsa peşine ÇakalKafa'yı salar. Üç sene evvel kerhaneden gitmeye kalkan kız-cağızı hatırlamaz mısın? Neler geldi başına!"Lafın gerisini getirmedi. Bizden önceki sermayelerin başı-na gelen talihsiz hikâyeleri deşmeyi sevmezdik. Eskilerdenbahsedeceğimiz zaman isimlerini zikretmezdik. Bari mezar-larında rahat uyusunlar. Zaten zorlu geçmişti hayatları, hiçolmazsa ölünce huzur bulsunlar."Diyelim ki kaçmayı basardın. Ya sonra? Ne yer nasıl geçi-nirsin? Açlıktan sürünürsün. Bir Allah'ın kulu çıkıp da yar-dım etmez bizim gibilere."Manolya’nın gözlerinde kaygı okunuyordu ama bir an içingarip bir fikre kapıldım. Belki de yakalanmamamdan endişeediyordu, yakalanmamdan değil. Bunca zamandır burada ça-lışıyordu. Senelerini burada harcamış, ömrünü heba etmişti.Şimdi ben çıkıp gidersem, kaçıp hayata yeniden başlamayıbaşarırsam, onun asla göze alamadığı şeyi yapmış olacaktım.Benim özgürlüğüm ona ağır gelecekti. Gitmeye cüret ettiğimiçin bana hem gıpta, hem sitem ediyordu. Tedirgin oldum.Eğer o an Şems-i Tebrizî'nin "korkma!" diyen sesi beynimdeyankılanmasa geri dönebilirdim."Manolya Abla bırak geçeyim" dedim. "Burada bir ömürkalmaktansa dışarıda az yaşarım ama insan gibi yaşarım."Baybars'dan dayak yediğim o günden sonra içimde bir şey-ler geri dönülmez biçimde değişmişti. Çekincem kalmamıştı.Öyle ya da böyle, umurumda değildi. Ömrümden kalan kaçsabah varsa hepsini Tanrı'ya adayacaktım. Şems-i Tebrizîhaklıydı: İnanç ve aşk, insanı normal şartlar altında oldu-ğundan çok daha cesur kılıyordu. Her ikisi de kişinin yüre-ğinden evhamı, vesveseyi söküp atıyordu.Şems'in ne demek istediğini anlamaya başlamıştım.İşin tuhafı, Manolya da kararlılığımı görmüştü. Dalgın birtebessümle yüzüme baktı. Sonra usulca kenara kaydı, yolu-mu açtı."Uğurlar olsun Çöl Gülü" dedi. "Bizim yapamadıklarımızıinşallah sen yaparsın..."

EllaBoston, 19 Haziran 2008

Buraya kadar anlattıklarımın seni etkilediği-ni, hikâyemin devamını merak ettiğini söylemiş-sin. Bense seni sıkmaktan endişe ediyordum Ella.Bu yazdıklarımı değil başkalarıyla paylaşmak, benkendim çoktan unuttum sanıyordum.1975 yazını Fas'ta Sufiler arasında geçirdim.Hayatımda ilk defa bir zaviye gördüm. Odam beyaz-dı; ufacık, basık ve basit. En temel ihtiyaçlarıkarşılıyordu, o kadar: Bir döşek, bir gaz lâmba-sı, bir kehribar tespih, pervazda bir saksı çi-çeği, duvarda Hazreti Fatma'nın Eli'ni gösterenbir kabartma ve çekmecesinde Rumi'nin şiirleriolan ceviz ağacından bir masa vardı. Hepsi bu. Netelefon, ne televizyon, ne duvar saati, ne rad-yo. Aldırış etmedim. Yıllarca gençlerin toplan-dığı işgal evlerinde barındıktan sonra, rahatlık-la bir zaviyede yaşayabilirim diye düşündüm.Baba Samed bu ruhani mekânın başıydı. Müthişbir adamdı; son derece efendi, bilgili, güngör-müş ve zeki. Bana neden Mekke ve Medine'ye git-mek istediğimi sorduğunda cevap vermekte aceleettim. "İslam dünyası biz Batılılar için kapalıbir kutu. Oysa insan bilmediği şeyden korkar. Or-tadoğu'yu tanımıyor olmak korkularımızı, önyar-gılarımızı artırıyor. Bir Batılı fotoğrafçı İs-lamiyet'in en kutsal şehirlerine gidip oradakiinsanları dinlese ve görüntülese; sonra bu fotoğ-raf ve hikâyeleri tüm dünyayla paylaşsa, dinlerara barış ve diyaloga hizmet eden bir adım ol-maz mı?" dedim. Baba Samed gülümsedi. Ve sankihiç cevap vermemişim gibi tekrar aynı soruyu sor-du: "Bizden yardım istiyorsun. Ama önce söyle,neden Mekke ve Medine'ye gitmek istiyorsun?"İşte o zaman dürüst olmam gerektiğini anladım.

Hem ona, hem kendime. "Çünkü bunu yapabilirsemçektiğim fotoğrafları çok iyi paraya satarım.Dünyaca ünlü olurum." Baba Samed usulca başınısalladı ve dedi ki: "Anlıyorum. Madem kapımızakadar geldin, bizden yardım istedin, geri çevir-mek olmaz. Ama sen ego'nu şımartasın diye değil,olur da çıkacağın yolu içsel bir yolculuk olarakyaşarsın diye yardım edeceğiz. Allah sevgili kul-larını çölde şaşırtmayı sever ki su buldukların-da kıymetini bilsinler. İnşallah nasip olur, so-nunda şan şöhret için değil, aşk için gidersinKâbeye. Kendi içindeki Kâbeye. Yani kalbine."Ne demek istediğini anlamamıştım ama açıkçasıumursamadım. Mistik tiplerin anlaşılmaz sözleretmelerini normal karşıladım. Bana yardım edecek-lerdi ya, gerisi umurumda değildi. Baba SamedMekke'ye gidene dek kendi evimmiş gibi burada ka-labileceğimi söyledi. Ama tek şartı vardı: Uyuş-turucu yasaktı!Suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi telaşlandım.Yoksa ben dışarıdayken bavulumu mu karıştırmış-lardı? Hazret şüphemi anlamış gibi öyle bir lafetti ki içime oturdu: "Uyuşturucu kullandığınıbilmek için eşyalarını karıştırmaya gerek yok ki.Gözlerini görüyoruz ya, yetmez mi? Gözlerin müp-tela gözleri."İşin tuhaf yanı, o güne dek kendime hiç tozkondurmamış, "bağımlı" olduğumu kabullenmemiş-tim. Uyuşturucu beni değil, ben uyuşturucuyu kul-lanıyorum sanıyordum. Kontrol bende zannediyor-dum. "Eğer bir yaran varsa, ki bence var, yarayıuyuşturmak başka, tedavi etmek başka" dedi BabaSamed. "Uyuşturucunun etkisi geçince, anestezi-nin etkisi geçmiş gibi olur. Her neren acıyorsa,ağrı misliyle geri döner."Haklıydı, biliyordum. Söz verdim. Uyku hapla-rım dahil yanımdaki tüm kimyasal maddeleri onateslim ettim. Ama çok geçmeden bedenim tekleme-ye, ruhum yalpalamaya başladı. Zaviyede kaldığımdört ay içerisinde sayısız kez yeminimi bozdum,.yoldan çıktım. Kafa yapmaya kararlıysan, dünya-nın neresine gidersen git, madde gelir seni bu-lur . Aramana bile lüzum kalmaz. Hoca hocayı tek-kede, deli deliyi dakkada bulur misali keşler dekeşleri bulur.Bir gece gene kaçtım ve zaviyeye zil zurna sar-hoş, kafam dumanlı döndüm. Ama dış kapı kapalıy-dı. Bahçede uyumak zorunda kaldım. Ertesi sabahbeni dışarda iki büklüm vaziyette buldular. NeBaba Samed bir soru sordu, ne ben bir açıklamayaptım. Ama bu tür tatsız hadiseler dışında Su-filerle gayet iyi geçiniyordum. Zaviyenin süku-neti iyi gelmişti 'ruhuma. Uzun zamandır ilk defahuzurluydum. Amsterdam'da bir sürü yabancıyla ay-nı çatı altında kalmaya alışıktım ya dingin biryalnızlığın ne olduğunu ilk kez tadıyordum.İlk bakışta burada da bir nevi komün hayatı ya-şanıyordu. Tüm dervişler beraberce yiyor, içiyor,aynı anda dua ediyor, zikir çekiyor, uyuyordu.Ama asıl beklenen herkesin yalnız kalıp, kendiiçine yönelmesiydi. Sufiliğe merak salan kişi ev-vela kalabalık içinde yalnız kalmayı öğrenmeliy-di. Sonra da kendi içindeki kalabalığı birlemeyi.Önce diyorsun ki: "Dünyada bir ben varım!"Sonra: "Bende bir dünya var!"Ve en nihayetinde: "Ne dünya var, ne ben varım!"Faslı Sufilerin beni gizlice Mekke'ye sokmala-rını beklerken, ilk başlarda can sıkıntısından,yapacak daha cazip bir işim olmadığından, sonragitgide derinleşen bir merak ve hevesle tasavvuffelsefesi okumaya başladım. Hani ağzına bir yu-dum su alınca anlarsın ya aslında ne kadar susa-mış olduğunu, ben de öylece kana kana içtim bul-duğum her bilgi kırıntısını. O uzun yaz boyuncaokuduğum onca eser içerisinde beni en çok etki-leyense Mesnevi oldu.Derken bir gün Baba Samed ona birini hatırlat-

Page 59: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

tığımı söyledi. Şems-i Tebrizî adında gezgin birdervişti çağrıştırdığım kişi. Bazıları onun hak-kında ileri geri laflar etmişti ama Rumi'ye sor-san, hem ay hem de güneşti Şems. Dinledikçe me-rakım arttı. Ama öyle sıradan bir merak değildibu. Baba Samed bana Şems'i anlatırken garip birürperti duydum. Bir nevi deja vu.Şimdi itiraf edeceğim şeyi kimseye söylemedimElla. Ama Allah şahidimdir. Baba Samed'in banaTebrizli Şems'i ilk defa anlattığı akşam odadabizden başka biri daha vardı. Cismani olmayan birbeden, füsunkâr bir ışık huzmesi... Birinin ne-fes alış verişini duydum, duvarda bir gölge seç-tim. Akşam melteminin nazenin esintisi ya da birmeleğin kanatlarının ipeğimsi titreşimi... sebe-bi her ne ise, havada bir efsun vardı. Birdenbi-re bir şeyi anladım: Benim başka bir şehre git-meme gerek yoktu ki. Tüm hayatım boyunca hep başka yerlere, bulunduğum mekândan ötelere gitme ar-zusu duymuş, kendi telaşımdan, hırsımdan, kendim-le savaşmaktan yorulmuş, bunalmıştım.Şimdiyse zaten olmak istediğim yerdeydim. Tekyapmam gereken burada kalmak ve dürüstçe içimebakmaktı. Ben de öyle yaptım. Zaviyeden ayrılma-dım. Yıllar geçti. Orada piştim. Tüm zamanımıibadet ve meditasyonla geçirdim. Orada Müslümanolup, Aziz Zekeriya Zahara ismini aldım.Günün birinde Baba Samed bana bavulumu geriverdi ve dedi ki: "Artık gitme vaktin geldin.Alıcı kuş gibi uçacaksın bu yuvadan. Sen madem kikendi içindeki âlemi dolaştın ve nefsini aştın,şimdi git dünyayı dolaş. Senin gibi insanlar tümömrünü bir dergâhta kapalı geçiremez. Senin an-latacak hikâyelerin var..."Böylece Craig olarak girdiğim yerden Zaharaolarak ayrıldım. Hayatımın bu yeni ve gezgin saf-hasına Sufi kelimesinin "f" harfiyle tanıştığımmevsim diyorum.Baki aşkla,Aziz

ŞemsKonya, Şubat 1246

Biteviye tespih çekiyor parmakları; tefekkürle kırışmış al-nı, pencerenin yanında, bir başına oturuyor sevgili Mevlâna.Güneş batmış. Vakti kerahat olmuş. Meleklerin insanlarakarıştığı saat bu. Hayal ile hakikat arasındaki tüm sınırlarbulanmış.Ayakta dikilmiş sessiz sedasız onu izlerken öteki âleme çe-kiliverdim birden, keşfe çıktım. Mevlâna’nın bundan senelersonraki hâlini gördüm. Daha yaşlı, daha zayıf, daha hüzünlüama daha bir heybetli ve vakur oturacaktı gene aynı nokta-da, aynı bal sarısı ışığın altında. Koyu yeşil bir cüppe olacak-tı omuzlarında; âlicenap bir nazarla bakacaktı etrafına amakalbinde dinmeyen bir sızı olacaktı daima. Benim yokluğu-mu bir yara izi gibi üzerinde taşıyacaktı. O an iki şeyi anla-dım: Birincisi, Mevlâna bu evde yaşlanacak ve ömrünün sondemlerini gene bu şehirde geçirecekti. Ve ikincisi, ben gittik-ten sonra yokluğumla açılan yara kapanmayacaktı. Gözlerimdoldu.Öte âlemden onun sesiyle sıyrıldım. "Şems iyi misin?Ayakta durma, gel otur. Solgun gözüküyorsun" dedi Mevlâna.Zorlukla tebessüm ettim ama söyleyeceklerimin ağırlığıkoca bir değirmen taşı gibi boynumda asılı kaldı. Sesim kısık,kırılgan çıktı. "Pek iyi değilim aslında. Çok susadım, lâkin buevde susuzluğumu giderecek hiçbir şey yok.""O zaman gidip bir Kerra'ya sorayım, canın ne çekiyorsasöyle, hazırlasınlar" dedi."Yok, istemem. Bana gereken şey mutfakta değil ki. Mey-hanede! İçimden sarhoş olmak geliyor bu akşam."Rumi'nin yüzünden bir endişe bulutu geçti. Kafası karış-mış gibiydi."Testini mutfakta dolduracağına, meyhanede doldursana"dedim."Nasıl yani? Sana şarap mı alayım?" diye tereddütle tek-

rarladı koca âlim."Aynen öyle. Sade bana değil. Gidip ilcimize birden şarap al-san pek makbule geçer. İki şişe kâfi; biri sana, biri bana. Yal-nız bir ricam olacak. Meyhaneye vardığında alelacele şişelerikapıp buraya gelme. Birazcık oralarda oyalan. İnsanlarla soh-bet et. Ben seni burada bekliyor olacağım. Aceleye mahal yok."Mevlâna yarı isyan yarı kaygıyla baktı yüzüme. O an tâBağdat'ta yoldaşım olmak isteyen kızıl saçlı çömez geldi ak-lıma. Başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğüne kafayormaktan fırsat bulup da tasavvuf deryasına dalamamıştı.Acaba benzer şekilde, itibar kaygısı Rumi'yi bu yolda ilerle-mekten alıkoyacak mıydı?Ama Mevlâna anlık bir tereddütten sonra ayağa kalkıp,"pekâlâ, olur" mânâsında başını salladı. Dedi ki:"Bu yaşa kadar ne meyhaneye gittim, ne ağzıma bir dam-la şarap koydum. İçki içmek doğru değil zannımca. Ama sa-na itimadım tam. Zira inanıyorum ki sen benden boş yereböyle bir şey istemezsin. Muhakkak ki görmemi arzu ettiğinbir hakikat var. Senin hatırın için, dost, dediğin yere gidece-ğim. Nefsimin ağrına gitse de, ayaklarıma zor gelse de, şanı-ma leke düşürse de bu iş, o şarabı alıp senin için buraya ge-tireceğim."Böyle dedikten sonra veda edip çıktı.O odadan çıkar çıkmaz, dizlerimin üstüne düştüm, secdeettim. Rumi'nin bıraktığı tespihe sarıldım, Rabbime defalar-ca, defalarca şükrettim. Bana böyle harikulade bir yoldaşverdiği için dua ettim. Mevlâna coşkun bir nehirdir. Yerindesaymayan, tüm insanlığı ve varoluşu kucaklayan, kimseyekarşı bir önyargısı olmayan, hep daha öteleri merak ve keşfeden, çağıl çağıl berrak bir nehir... Benim tek yaptığım o neh-rin önündeki Seddi yıkmaktır. O kadar.Dilerim ömrü hayatı boyunca İlahi Aşk sarhoşluğundanayırmaz.

Bölüm DörtATEŞHayattaki Yakan, Yıkan, YokEden Şeyler

Sarhoş SüleymanKonya, Şubat 1246

Bu mereti içip içip sızmışlığım çoktur. Sarhoş olup düpe-düz zırvaladığım, karabasanlar gördüğüm, naralar attığımzamanları da bilirim. Ama meyhane kapısından içeri EfendiMevlâna’nın girdiğini görmek, benim şu sarhoş kafamın bileüretemeyeceği türden bir acaip hayaldi! Ağzım açık kalakal-dım. Rüya görüyorum diye kollarımı çimdikledim. Gözlerimioğuşturdum. Gene de kaybolmadı kapıda duran adam."Yahu Hıristos, sen bana ne içirdin de böyle kafayı bul-dum?" diye bağırdım. "Şu son şişeyi içmeyeydim keşke. Be-nim kafa iyi valla. Şu kapıda duran adamcağızı kime benzet-tiğimi bi tahmin et! Ha, ha! Mevlâna sandım adamı! Bak,bak, Mevlâna'ya benzemiyor mu şu herif?""Şşşt. Sussana salak" diye bağırdı arkamdan birisi.Kim o beni azarlayan meymenetsiz diye arkama dönüncebir de ne göreyim? Bütün meyhane ahalisi sus pus olmuş ağ-zı açık vaziyette kapıya bakmakta. Bizim Hristos bile! Hattameyhanenin gedikli köpeği Saki bile sıradışı bir şeyler oldu-ğunu anlamış gibi sarkık kulaklarını yere yapıştırmış, şaş-kın şaşkın bakmıyordu. Farisi halı taciri o bet sesiyle söyle-diği, şarkı demeye bin şahit ister goygoyculuğa ara vermiş,ayakta hazır öl vaziyetinde duruyordu. Ayık görünmeye çalı-şan bütün sarhoşlar gibi o da abartılı bir ciddiyetle kaşlarınıçatmış, çenesini havaya kaldırmıştı. Düz durmaya çalışırkenhafif hafif sallanıyordu zavallım.Suskunluğu Hıristos bozdu. Kelimelerinden şıpır şıpır neza-ket damlayarak ve yerlere kadar eğilerek, "Efendi Mevlâna,meyhanene hoş geldiniz, sefalar getirdiniz" dedi. "Sizi buradagörmek ne şeref. Emredin, nasıl bir yardımımız dokunur?"Gözlerimi kırpıştırarak kapıya baktım, baktım. En sonun-da şafak attı, bu karşımdaki adam hakikaten Rumi'ydi yahu!"Eksik olma" dedi Mevlâna zorlukla gülümseyerek. Sonrahafifçe öksürdü, kızardı, bozardı ve ekledi: "Biraz şarap ala-

Page 60: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

yım dedim de, onun için uğradım."Zavallı Hıristos, bunu işitince hayretten ağzı bir karış açıkkalakaldı. Sade o mu, hepimiz şoktaydık. Herkesin aklındanaynı şey geçmiş olmalıydı: Konya'nın en tanınmış din adamımeyhaneye girip bizden şarap istiyorsa, kıyametin kopmasıyakın demekti."Yahu buyur etsenize adamcağızı. Ayakta kaldı, ayıptır"diye seslendim. Ancak o zaman Hristos kendine gelip Rumi'yioturtacak müsait bir yer bakındı. Yanı basımdaki masayı seç-mez mi!Rumi gösterilen yere ilişmeden evvel etrafa nazikçe selâmverdi. Bütün sarhoşlar saygıyla eğilip selâmına karşılık ver-dik. Gözlerimizi ondan alamıyorduk. O sakin, kendinden eminhâli, efendiliği ve azameti, pahalı ve zarif çüppesiyle Mevlânagibi bir zâhid böyle bir mekâna uymuyordu ki.Dayanamadım. Gittim yanma oturdum. Fısıltıyla sordum:"Müsaade ederseniz ve şayet kabalık addetmezseniz, bir şeysoracaktım.""Elbette" dedi Mevlâna."Pardon ama sizin gibi bir yüce zatın burada ne işi var?"Rumi sıcak bir tebessümle göz kırptı. "Sorma, âşıkların im-tihanından geçiyorum galiba" dedi. "Tebrizli Şems şanımı ve iti-barımı yerle yeksan etmek için beni buraya yolladı.""Nasıl yani? İyi bir şey mi ki şanını itibarını kaybetmek?"diye sordum kekeleyerek.Mevlâna güldü. "Eh, nereden baktığına bağlı. Allah sevgi-sinin dışındaki her şeyi bir kalemde silip atmamız ve kendi-mizi ayrı ve mühim bir varlık zannetme hastalığından kur-tulmamız gerekir. Eğer bizi benlik zannma düşürüyorsa, kiöyle ya da böyle düşürür, ailemize, mevkiimize, malımızamülkümüze, hatta mahallemizdeki cami yahut medreseyeolan bağımlılığımızı dahi yok etmemiz gerekir."Ne dediğini tam anlayamasam da, bulanık kafama gayetmakul geliyordu duyduğum her açıklama. Zaten bu Sufilerinher türlü acayip felsefeye meyyal, gönlü elvan, az buçuk çıl-gın şahıslar olduklarını düşünürdüm ezelden beri. Şimdi bukanaatim güçlenmişti.Sual sırası Rumi'ye gelmişti; o da benim gibi sesini kısaraksordu: "Müsaade ederseniz ve şayet kabalık addetmezsenizben de bir şey soracağım. Yüzünüzdeki yarayı merak ettim.Nasıl oldu?""İlginç bir hikâyesi yok" dedim. "Gecenin bir yarısı eve dö-nüyordum, iki zabite denk geldim. Birinin kırbacı varmış.Eşek sudan gelinceye dek dövdü beni. İsmini hayat boyuunutmam. Baybars!""Ama neden?" diye sordu Mevlâna.Tam o sırada Hristos, Mevlâna’nın önüne iki şişe şarap bı-raktı. Ben de hınzırca onları işaret ederek, "Şu önünüzde du-ranlardan içtiğim için" dedim.Rumi düşünceli bir ifadeyle gözlerini kaçırdıysa da hemenardından dostane bir şekilde gülümsedi. "Geçmiş olsun" dedi.Böylece sohbet etmeye başladık. Keçi peyniri ve fırında piş-miş mantarları ekmeklerimize katık ederek çocukluğumuz-dan, aşktan, inançtan, dostluktan ve nicedir unuttuğumusandığım ama o an hatırlamaktan sonsuz keyif aldığım gü-zelliklerden söz ettik.Günbatımından hemen sonra Rumi usulca kalktı. Meyha-nedeki herkes onunla beraber ayağa fırladı. Hepimiz, teftiş-ten geçen askerler gibi sıra sıra dizilip selâm durduk. Nemanzaraydı ama!Konuğumuz tam kapıdan çıkmak üzereydi ki, "EfendiMevlâna" diye atıldım. "Gitmeden evvel ne olur bize anlat.Şarap neden haramdır, söylemeden gitme."Hristos kaşlarını çatarak yanıma koştu. Böyle ağdalı soru-larla kıymetli müşterisinin canını sıkmamdan korktu. "Susbe Süleyman. Ne'ne lâzım böyle şeyler sorarsın?""Ne var bunda? Merak ediyorum ne diyecek" dedim ve geneRumi'ye döndüm. "Efendim, bizi gördünüz. Korkunç insanlarsayılmayız, öyle değil mi? Tamam, sütten çıkmış ak kaşık deği-liz ama bu kadar hor görülmeyi hak ediyor muyuz? Şayet had-dimizi bilip kimseyi incitmezsek, şarap içmenin nesi günah?"Söylediklerime kulak kabartan öteki, müşteriler de yanımı-za sokulunca meraklı bir halka oluştu etrafımızda. Rumi nediyecekti acaba? Koyu bir duman gibi sıkıntılı bir sessizlikkapladı her yanı. Sonunda bu meşhur hatip şöyle konuştu:Bade içen rikkat beslerse, sarhoşluğu rakik olurBade içen kin beslerse, sarhoşluğu kindar olur

Bade içen ekseri kindar, nadiren rakik olduğundan.Bade kamuya haram olur.Hepimiz bu kelimelerin hikmetini düşünme gereği duy-muş olacağız ki kimseden çıt çıkmadı."Dostlarım, şarap masum bir içecek değildir çünkü içimiz-deki en pespaye yanları ortaya çıkarır" diye devam etti Mev-lâna. "Kanaatimce içkiden uzak durmalı. Bununla beraber,unutmamalı, yaptıklarımızdan meyi de meyhaneciyi de so-rumlu tutamayız. Şaraptan evvel nefslerimizdeki küstahlığı,riyakârlığı, kindarlığı, katılığı, saldırganlığı kovmalıyız. Veen nihayetinde içen içer, içmeyen içmez. Kimsenin kimseyizorlamaya hakkı yoktur. Çünkü dinde zorlama yoktur."Müşterilerden bazıları candan hislerle kafa salladı. Benseüstada kadeh kaldırdım."Efendi Mevlâna sen kalbi engin, kadirşinas, eşine az rast-lanır bir âlimsin" dedim. "Bugün buraya geldiğin için şimdisenin hakkında ileri geri konuşanlar çıkabilir ama bence se-nin gibi kıymetli bir fakihin bizleri dışlamayıp buraya kadargelmesi, peşin hükümlere varmadan bizimle sohbet etmesicesurca bir davranıştı. Müteşekkiriz."Rumi bana muhabbetle baktı. Sonra, masasına geleliberiel sürmediği şarap şişelerini aldı ve dışarıda esen soğuk rüz-gâra yüzünü dönerek karanlıkta yürüdü gitti.

AlaaddinKonya, Şubat 1246

Babama "Kimya’nın dest-i izdivacına talibim" demek içinfırsat kolluyordum tam üç haftadır. Zihnimde onunla kaç de-fa konuşmuş, en etkileyici ifadeyi bulmak için defalarca pro-va yapmıştım. Bana verebileceği her itiraza bir cevap bul-muş, kılıf hazırlamıştım. Şayet "Kimya ile abi kardeş sayılır-sınız" diyecek olursa, en ufak bir kan bağımız dahi olmadığı-nı hatırlatacaktım. "Olsun, gene de yakışık almaz" derse,böylesinin herkes için iyi olacağını anlatacaktım. BabamınKimya'yı ne kadar sevdiğini bildiğimden, evlenmemize mü-saade ettiği takdirde onun hep bu çatı altında kalacağını,böylelikle asla uzak bir yere gitmek zorunda kalmayacağınısöylemeyi planlıyordum. Her şeyi kafamda hazırlamış amagel gör ki babamla bir dakika yalnız kalamamıştım.Ne var ki, bu akşam olabilecek en yanlış şekilde karşılaş-tım onunla. Tam arkadaşlarımla buluşmak üzere evden çıkı-yordum ki kapı açıldı ve içeri babam girdi.Gözlerim elindeki şişelere kayınca şaşkınlıktan kalakal-dım. "Baba, o elindekiler de ne öyle?" diye sordum."Ha, bunlar mı?" dedi babam gayet rahat. Yüzünde en ufakbir sıkıntı ya da çekingenlik olmaksızın açıkladı: "Şarap bun-lar evladım.""Ne? Şarap, öyle mi?" diye bağırdım. "Koca Mevlâna buhâllere mi düşecekti? Ayyaş bir ihtiyar oldun demek!"Aksi bir ses lafımı bıçak gibi kesti: "Ağzını topla Alaaddin.Lafını sakın da konuş!"Döndüm. Şems'ti bunları söyleyen. Gözlerini kırpmadanyüzüme bakıyordu. "Babanla böyle konuşamazsın. Meyhane-ye gitmesini isteyen bendim.""Hadi ya, hiç şaşırmadım!"Şems gücenmişe benzemiyordu. "Alaaddin, gel sakin sakinkonuşalım" dedi ifadesini bozmadan. "Ama önce su öfken din-sin ki anlatılanı anlayabil. Şayet kalbinin zırhını yumuşat-mazsan söylediğim her şey sana batar."Ne demek kalbinin zırhını yumuşatmak? Suratına tuhaftuhaf bakmış olmalıyım."Kurallardan biridir" dedi Şems. "Otuz Birinci Kural:Hakk'a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahipolmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğre-nir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık; ki-mi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp... Hepimiz kalp-teki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız.Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimi-miz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.""Sen bu işe karışma" dedim. "Senin gibi sarhoştan mı emiralacağım? Babam seni kale alabilir ama ben o kadar naif de-ğilim!"O zaman babam araya girdi: "Alaaddin sus artık! Edepyahu!"Bir an öyle ağır bir pişmanlık çöktü ki içime. Ama artık

Page 61: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

her şey için çok geçti. Bunca zaman içimde damla damla bi-riken bütün sitemler ve serzenişler açığa çıktı."Eminim benden en az söylediğin kadar nefret ediyorsundur"dedi Şems, sesini alçaltarak. "Ama babanı sevdiğinden bir an bi-le şüphe etmem. Onu ne kadar incittiğini görmüyor musun?"Aynen karşılık verdim: "Asıl sen hayatlarımızı mahvettiği-ni görmüyor musun? Geberip gitsen keşke!"İşte o an babam bana doğru atıldı, dudakları hiddetten in-cecik bir çizgiye dönmüştü. Sağ eli havaya kalktı. Tokat ata-cak sandım. Bekledim. Ama vurmadı. Vuramadı. Yüzüme bi-le bakmadan, "Beni utandırıyorsun" dedi.Gözlerim yaşla doldu. Hâlimi görmesinler diye başımı çevir-dim. Ve işte o zaman haremliğe açılan kapının eşiğinde dikilenKimya ile göz göze geldim. Meğer tam arkamızdaymış! Ne za-man gelmişti oraya? Ne kadardır sindiği köşeden bizi izlemek-teydi? Bu ağız dalaşını baştan sona işitmiş miydi yoksa?Evlenmek istediğim kızın önünde öz babam tarafından kü-çük düşürülmek öyle ağrıma gitti ki mideme keskin bir san-cı saplandı. Orada bir dakika daha duramadım. Cüppemi,çizmelerimi kaptım; Şems'i ittiğim gibi kapıdan dışarı fırla-dım. Uzağa, Kimya'dan, sıkıştığım cendereden, aile ocağım-dan, bu anlamsız münâkaşalardan, hepsinden fersah fersahuzağa... »

ŞemsKonya, Şubat 1246

Bedbindi Rumi. Alaaddin gittikten sonra uzun süre ağzınıbıçak açmadı. Beraber karla kaplı avluya çıktık. Soğuk vekasvetli bir geceydi. Havada bir ağırlık, bir tuhaf durgunlukvardı. Orada öylece durup gümüşi topakları andıran bulutla-rı izledik; etrafta ürpertici bir sessizlik... Rüzgâr uzaklardanmisk ü amber ve bağlarda kurutulan elmaların kokusunu ta-şıyordu. Bir an herhalde ikimiz de zihnimizden bu şehri ile-lebet terk etmeyi geçirdik. Yapamadık.Şarap şişelerinden birini aldım. Kar altında kalmış, gülle-rini çoktan dökmüş, safı dikenden ibaret dımdızlak ve cıpcı-hz bir gül ağacının yanma çöktüm. Başladım şişedeki şarabıtoprağa dökmeye. Rumi'nin gözleri şaşkınlıkla parladı: ar-dından bir ılık tebessüm yayıldı yüzüne.Ağır ağır can bulmaya başladı gül ağacı, kabuğu insan te-ni gibi yumuşadı. Gözlerimizin önünde tek bir gül tomurcuk-landı, turuncu bir müjde gibi açıldı.Derken ikinci şişeyi aldım, aynı şekilde onu da toprağadöktüm. Gülün turuncu rengi bu kez daha bir canlandı, ısılışıl lâl oldu. Şişenin dibinde ancak birkaç yudum şarap kal-mıştı. Bunu kadehe boşalttım. Yarısını içtim, kalan yarıyıRumi'ye uzattım.Titreyen ellerle kadehi aldı; nezaketle, temkinle kabul et-ti sunulanı. Ömrü hayatında ağzına içki sürmemiş bu âlimşimdi benim için, bana ve dostluğumuza inandığı için kadehikavrıyordu."Dinin şartlarına uymak önemlidir" dedi. "Ama insan ku-ralları özden, parçaları bütünden daha fazla önemsememeli.İçki içen insan içmeyenleri, içki içmeyense içenleri küçümse-memeli. Bugün bana ikram ettiğin kadehi bu şuurla içiyo-rum ve tüm kalbimle inanıyorum ki aşk sarhoşluğunda ayık-lık var."Rumi tam şarabı ağzına götürecekti ki kadehi elinden kap-tığım gibi yere çaldım. Kızıl şarap bembeyaz kar üzerindekan lekesi gibi saçıldı."Sen içme" dedim. "Bu kadar yeter. Göreceğimi gördümben." Artık bu imtihanı devam ettirmeye gerek yoktu.Rumi meraktan ziyade muhabbetle sordu: "Madem banabu meyi içirtmeyecektin, daha ilk baştan neden beni meyha-neye gönderdin?""Nedenini bilirsin" dedim gülümseyerek. "Biz Sufiler nafi-le ibadet ya da riyazat yoluyla değil; şeklen, cebren yahutgöstermelik olsun diye değil; sadece aşk ve cezbe ile bağlanı-rız Allah'a."Otuz İkinci Kural: Aranızdaki bütün perdeleri tek tekkaldır ki, Tanrı'ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralla-rın olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahutyargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzakdur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnan-cın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!

Rumi'nin şahsiyetini öteden beri takdir ederdim. Ama bu-gün ona olan hayranlığım katbekat artmıştı.Bu kavanoz dipli dünya, binbir gölge oyunu oynanan buparıltılı ve tantanalı sahne, paraya pula, mala makama, un-vana ihtişama aldanıp kanan cins cins oyuncuyla doluydu.Ne kadar zenginleşirlerse o kadar muhtaç oluyorlardı para-ya. Ne kadar yükselirlerse, daha bir aç oluyorlardı terfi etme-ye. Fesat ve hasetle, zillet ve kibirle dünya malını kendileri-ne kıble yapıyor, nesnelere kul oluyorlardı. Bilerek ya da bil-meyerek. Şuurla ya da şuursuzca.Herkes dünyevi hırslar merdivenini üçer beşer çıkmak içinbirbirinin omuzlarına basadursun, çoktan zirveye varmış,küp küp altına, kat kat şöhrete, binlerce hayrana ve bilgininen âlâsına nail olmuş bir kimsenin günün birinde anidenmevkiinden feragat etmesi, inanç uğruna izi sonu belirsiz biriçsel yolculuğa çıkması, hatta itibarını çar çur etmesi... İştebu pek duyulmadık, rastlanmadık bir şeydi. Mevlâna’nınyaptığını yapabilen, yükselmişken alçalmayı, kazanmışkenkaybetmeyi, hocayken öğrenci olmayı göze alabilen insan,parmakla sayılacak kadar azdı."Allah kibri sevmez. Tevazu sahibi olmamızı ister" diye ek-ledim. "Bu yüzden en haklı olduğumuz konularda bile üstün-lük taslamamah."Rumi ahenkli bir sesle katıldı: "Ve O aynı zamanda bilin-mek ister. Bu sebepten temkinli, dengeli ve ölçülü olmak vedaima ayık durmak, sarhoş dolaşmaya yeğdir. Sufmin gönlühep uyanıktır."Hakkı vardı.Gece taptaze, tatlımsı bir kokuya bürünmüştü. İçim vecd-le doldu. Hava giderek soğuyordu. Orada, yan yana. ayazbastırana dek avluda bir başımıza, aramızda katmer katmeraçılmış bir gül dalıyla oturduk ve uzun süre sustuk.

EllaBoston, 26 Haziran 2008

"Bu akşam yemeğe çıkalım mı?" diye sordu David. "Nort-hampton'da yeni bir Tayland restoranı açılmış. Dört dörtlükdiyorlar. Çocukları evde bırakıp biraz baş başa kalsak diyo-rum, ne dersin?"Aslında Ella’nın bu Cumartesi akşamı yapmak istediği enson şey kocasıyla baş başa yemek yemekti. Ama David o ka-dar ısrar etti ki, hayır diyemedi.Gümüş Dolunay isimli lokanta ufak ve basıktı ama şıktıbir o kadar. Masalarda şirin cam lâmbalar, siyah saten peçe-teler, her duvarda çerçeveli onlarca ayna... O kadar çoklardıki müşteriler kendi yansımalarıyla yemek yemekteydi âdeta.Ella’nın buraya yabancılaşması çok sürmedi. Sebebi ortamya da dekorasyon değildi. Kocasıydı. David'in gözlerinde ola-ğandışı bir parıltı vardı. Düşünceli, gergin ve biraz da asabigörünüyordu. Ama Ella'yı esas kaygılandıran kocasının ke-kelediğini duymak oldu. Gayet iyi biliyordu ki, David'in ço-cukluktan kalma konuşma bozukluğunun nüksetmesi içinbir hayli sıkıntılı olması gerekirdi.Az sonra geleneksel Tayland kıyafetiyle genç bir garsonkız siparişleri almaya geldi. David acılı midye sipariş etti, El-la ise kırkıncı yaş gününde aldığı et yememe kararma uya-rak hindistan cevizi soslu tofu söyledi. Ayrıca şarap istediler.Birkaç dakika sıradan şeylerden konuştular. Ordan hur-dan, tanıdıklardan... Sonra dekorasyondan bahsettiler -ye-mek masasında siyah peçete mi kullanmak daha hoştu yok-sa beyaz peçete mi; geleneksel süslemeler mi daha etkiliydiyoksa modernler mi..? Ardından sustular. Yirmi senelik birevlilik, beraber uyanılan onca sabah, tatiller, gerçekleştirilenhayaller, kavgalar, atışmalar, sevişmeler; dünyaya getirilenüç çocuk... ve tüm bunların sonunda varıp varacakları yer ko-ca bir suskunluktu. Böyle düşündü Ella. Gözleri doldu.Yeniden sohbete başladıklarında ilk sözü David aldı: "Ba-kıyorum da Mesnevi okuyorsun" dedi.Ella belirgin bir hayretle başını salladıysa da tam olarakneye daha çok şaşırdığından emin değildi: David'in Mevlâ-na'yı bilmesine mi, yoksa karısının ne okuduğuyla ilgilenme-sine mi?'Yayınevinin verdiği roman var ya... Aşk Şeriatı'yla ilgiliraporu yazarken faydası olur diye Rumi'nin birkaç kitabınıalmıştım. Okudukça hoşuma gitti. Şimdi geceleri düzenli ola-

Page 62: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

rak okuyorum" diye izah etti Ella.David'in gözleri masadaki bir ekmek kırıntısına takıldı."Evet., şu roman..." dedi kırıntıya kinayeyle. "Nasıl, beğen-din mi bari?""Evet" dedi Ella, gerginliğini saklamaya çalışarak. "Çoksevdim."İşte o zaman David ithamkâr bakışlarını karısına çevirdi."Oyun oynamanın anlamı yok Ella. İkimiz de yetişkin insan-larız" dedi. "Neler olup bittiğini biliyorum. Her şeyin farkın-dayım.""Neden bahsediyorsun?" diye sordu Ella, ama yanıtı duy-mak istediğinden emin değildi. Tedirgin olmuştu."Gizli kaçamağından bahsediyorum" dedi David bir çırpı-da. "Aşk macerandan! O adamdan haberdarım. Birbirinizeyazıp durduğunuzu biliyorum. Beni aldattığının farkında-yım."Hayretten küçük dilini yutacak gibi oldu Ella. Mum ışığın-da David'in yüzü yabancı ve yargılayıcıydı."Seni aldatıyor muyum?" dİ3'e tekrar etti Ella. Farkında ol-madan sesini öyle bir yükseltmişti ki yan masadaki sarışın çiftkafalarını kaldırıp merakla ondan yana baktı. Etraftaki müş-terilerin bakışlarını üzerinde hisseden Elle kıpkırmızı oldu.Sesini alçaltıp tekrar sordu: "Sen neden bahsediyorsun?""Aptal değilim Ella, zaten şüpheleniyordum" dedi David."Sonunda dün gece sen uyurken mesaj kutuna girdim. Oadamla bütün yazışmalarını okudum.""Ne yaptın? Ne yaptın?" diye patladı Ella. Artık yan masalar-da oturanların hakkında ne düşündüğü umurunda değildi.David soruyu duymazdan geldi. Ve cevaplamak yerine söy-leyeceklerinin ağırlığını tartarak lafına devam etti: "Senisuçlamıyorum. Asıl kabahatli benim. Seni ihmal ettim. Sende haklı olarak ilgiyi, sevgiyi başka yerde aradın."Ella başını önüne eğdi. Tam tepeden kadehine baktı. Cez-bediciydi şarabın rengi, koyu bir yakut misali. Bir an şarabınyüzeyinde yanardöner parıltılar seçer gibi oldu, ışıktan birpatikayı andırıyordu. Belki de gerçekten bir yol vardı bura-dan öteye uzanan. Tek istediği o yolu bulup kaçmaktı.David de susuyordu şimdi. Aralarında görünmez bir duvaryükselmişti. Bir müddet suskun, hiçbir şey yemeden öyleceoturdular. En sonunda David, "seni affetmeye hazırım Ella"dedi. "Tabii senden de beni affetmeni isteyeceğim. Her şeyigeride bırakıp tertemiz bir başlangıç yapalım. Geçmişi geç-mişte bırakalım."Ella’nın dilinin ucuna o kadar çok şey geldi ki o anda. Ko-casını yerden yere vurmak, ona senelerdir kendisini aldattı-ğını hatırlatmak, Azizle aralarındaki masum yazışmaylaDavid'in yediği haltların aynı kefeye konamayacağını belirt-mek; bağırmak, çağırmak, lafı gediğine koymak istedi. Amabunların hiçbirini yapmadı. Aklından geçen fikirlerden enbasitini seçti: "Ya senin maceraların ne olacak? Onları da ma-ziye gömecek misin?"Tam o anda elinde siparişler, yüzünde kondurulmuş birgülücükle garson kız belirdi. Ella da David de geri çekilip, ay-nı ifadesiz bakışlarla seyrettiler garsonun tabakları masayabırakışım. Tekrar yalnız kaldıklarında, David kınayan gözle-rini dumanı tüten yemeklerin üzerinden karısına dikti. "De-mek bütün mesele buydu? Benden intikam almak istedin, öy-le mi hayatım?""Hayır" dedi Ella usulca. "İntikam almak gibi bir arzumyok. Hiçbir zaman da olmadı.""O hâlde ne?"Ella gayet gergin bir şekilde ellerini kavuşturdu, derin birsoluk aldı. Sanki restorandaki herkes ve her şey hareket et-meyi kesmiş, garsonundan aşçısına, yan masadaki müşteri-den akvaryumdaki balığına kadar hepsi söyleyeceklerine ku-lak kabartmıştı."Aşk..." dedi en sonunda. "Ben Aziz'e âşık oldum.""Adamı tanımıyorsun bile..." diye itiraz etti David. "Hak-kında bilmediğin o kadar çok şey var ki... Belki herif bir ruhhastası.""Onu tanımak için çok şey bilmeme gerek yok. Onun özünügörüyorum."Ella kocasının ona güleceğini zannetti. Sivri, iğneleyici bir-kaç cümle ya da alaycı, kırıcı bir kahkaha bekledi. Ama böylebir şey olmadı. Değil itiraz, çıt çıkmadı David'den. Sonunda ba-şını kaldırıp bakabildiğinde sadece kaygı gördü kocasının yü-zünde. Ve o an Ella Rubinstein anladı ki, kocasının nezdinde

"intikam", "öfke", hatta "şehvet", bunların hepsi anlaşılır şey-lerdi. Ama "aşk"... aşk başkaydı. Aşk, David'in karısından; yanibunca zaman aşk aleyhine konuşmuş, aşkı küçümseyip ötele-miş bir kadından duymayı beklediği en son kelimeydi."Ama üç çocuğumuz var..." dedi David, sesi titreyerek."Evet var ve üçünü de çok seviyorum" dedi Ella. Omuzlarıçöktü; alnında süt mavisi bir damar belirdi. "Ama Aziz'e âşıkoldum...""Yeter artık, kullanma şu sözcüğü!" diye diklendi Davidaniden. Kadehindeki şarabı bitirdi, parmaklarıyla masadagergin daireler çizdi. Sonra yeniden sakinleşmeyi denedi."Hatalarımın farkındayım Ella. Seni istemeden kırdım. Amabir şeyi bilmeni istiyorum: Hiçbir zaman seni sevmekten vaz-geçmedim. Bundan sonra sana hep sadık olacağım. Söz veri-yorum. Gidip sevgiyi başkalarında ararsan hata yaparsın.Kimse seni benim kadar sevemez. Anlamıyor musun?""Başkalarında bir şey aradığım yok!" dedi Ella ama galibakocasından çok kendine söylemişti bunu. Ne dediğini düşün-meden, ucu nereye varır diye tartmadan mırıldandı: "Rumidiyor ki aşk dışarda bulunan bir şey değildir. İçerden gelir.Tek yapmamız gereken içimizde bizi aşktan alıkoyan engelle-ri bulup kaldırmaktır.""Başlatma şimdi..." diye parladı David. "Kendine gel. Busen değilsin. Kendi kendini kandırıyorsun. Bir oyun oynuyor-sun. Elinde şiir kitapları, kafanda hayaller... Ama artık ye-ter! Sen böyle... romantik biri değilsin!Ella bir an kaşları çatık kalakaldı. Bu lafı bir yerlerdenhatırlamıştı. Vaktiyle evinin mutfağında büyük kızma yağ-dırdığı "romantik" suçlamasına şimdi kendi maruz kalıyor-du. Çember tamamlanmış, ettiği laflar bumerang gibi ona ge-ri dönmüştü. Sandalyesini geri çekip peçeteyi yana koydu."Artık eve dönebilir miyiz?" dedi usulca. "İştahım kapandı."Dönüş yolunda arabada tek kelime konuşmadılar. O geceayrı yataklarda yattılar. Birbirlerine dokunmadılar. Ve sabahElla’nın ilk işi Aziz'e uzun ve içten bir mektup yazmak oldu...İşler çığırından çıkmış, beklemediği bir hâl almıştı. BunuAziz'in de bilmeye hakkı vardı.MutaassıpKonya, Şubat 1246"Böyle kepazelik görmedik! Sen de duydun mu olanlarıŞeyh Yasin?"Heyecanla bu soruyu soran kişi talebelerimden birinin ba-bası olan sepetçi Abdullah'tı. "Rumi'yi dün Yahudi mahalle-sinde bir meyhanede görmüşler!" diye ekledi. /"Duymaz olur muyum, duydum ya" dedim. "Ama sizin ka-dar şaşırmadım bu habere. Karısı eskiden Hıristiyan, en ya-kın dostu tescilli zındık olan adamdan ne bekliyordunuz? Yane olacaktı?" ,Abdullah başını salladı. "Haklısın efendi. Böyle olacağıezelden belliymiş. Göremedik. Keşke bilseymişiz."Yanımızdan geçenler durup konuşmamıza kulak kabarttı-lar. Herkes dehşet içinde, herkes infial halindeydi. Birisi,"Rumi'yi Ulu Cami'ye almayalım, bir daha orada vaaz verme-sin" diye önerdi. Bir başkası dedi ki: "Çıkıp herkesin önündetövbe etsin; bir daha harama el sürmeyeceğine söz versin.Yoksa katiyen affetmeyelim.""Bunlar boş laflar. Şems'i de Rumi'yi de bu şehirden derhalsürmek gerek" dedim. "Bence oturun da bunu nasıl yapacağı-nızı konuşun."Ateşli ateşli kafalarını salladılar. Baktım laf uzayacak,medresedeki dersime geç kaldığımı söyleyip yürümeye de-vam ettim.Öteden beri Rumi'nin güvenilmez bir yanı olduğ\mdanşüphelenirdim. Bekliyordum, elbet günün birinde su yüzüneçıkacaktı. Ama bu kadarını doğrusu ben bile tahmin etme-miştim. Çalgılı çeganeli meyhanelerde şarap şişesine sarıl-ması beni bile hayrete düşürdü! Vay ayyaş! Diyorlar ki Ru-mi'nin bu hâllere düşmesine sebep Şems'tir; o olmasa Rumihemen eski hâline döner. Ben o kanaatte değilim. Şems sa-kıncalı fikirlere sahip illet bir adam, ona şüphem yok. Ru-mi'nin üstünde kötü bir etkisi var, buna da amenna. Amaesas mesele şu: Niçin Şems'in gücü diğer âlimleri yoldan çı-kartmaya yetmiyor? Misal, Şems niye bana diş geçiremiyor?Peygamber Efendimiz boşuna dememiş, "Kişi dostunun diniüzeredir. Bu nedenle, kiminle dost olacağına dikkat etsin" di-ye. Peki ya Mevlâna niçin dikkat etmiyor? Demek ki o dadünden hazır küfre düşmeye. Tencere yuvarlanmış, kapağını

Page 63: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

bulmuş. Mevlâna ile Şems sanıldığından fazla birbirlerinebenziyorlar aslında.Şems diyormuş ki: "Ulema taifesi mürekkep lekelerindeyaşar. Sufi taifesi ise aşkın ayak izlerinde!" Ne biçim laf buşimdi? Besbelli Şems'e göre ulema konuşur durur, işimiz gü-cümüz kural üretmek ve bunları yazıya dökmek. Sufi ise ya-şar. Dolu dolu, buram buram. Hadi diyelim ki böyle, Rumi deâlim değil mi? Yoksa artık kendini bizden saymıyor mu?Ah, o Şems denen soysuz herif benim sınıfıma girecek ol-sa, elimin tersiyle sinek gibi kovalardım. Ağzını açıp da hu-zurumda saçmalamasına katiyyen izin vermezdim. Peki,Mevlâna ne demeye aynısını yapmıyor? Niye Şems'in her la-fını harfiyyen yerine getiriyor? Çünkü o da benzer meşrepten. İkisi de aynı kumaştan kesilmiş, ayan beyan ortada.Adamın zevcesi Hıristiyan bir kere. Neymiş, sonradan İs-lam'a dönmüşmüş; bana ne? Kanında var Hıristiyanlık, çocu-ğunun kanına geçecek. Maalesef şehir halkı Hıristiyanlıktehdidini gerektiği kadar ciddiye almıyor. 'Yan yana yaşayıpgidiyoruz, bunda ne kötülük var?" diyorlar. Bu kadar safolanlara ben de şunu diyorum her seferinde:"Suyla zeytinyağ karışır mı? Hiç gördün mü bir damla subir damla yağa bulaşsın? Müslümanlarla Hıristiyanlar daancak o kadar karışabilirler işte! Yanyana yaşıyor olabilirlerama asla biraraya gelemezler."Mevlâna oldum olası gayrimüslimlere iltimas geçti, azınlık-lara yumuşak davrandı. Sık sık Aziz Khariton Manastırı'na gi-dip dua ettiğini bilmeyen yok. Ne işi var bir Müslüman'ın ora-da? Manastırın başpapazı ile aralarından su sızmıyor. Demekki ya gâvurlarla, ya Müslümanlığı şaibeli dervişanla arkadaş-lık ediyor. Bunlar zaten Rumi'yi benim gözümde güvenilmezyapmaya yetiyordu ama bir de şu Şems-i Tebrizî denen ne idi-ği belirsiz herifi evine alınca adam Hak yolundan tümden sap-tı. Talebelerime her gün tembihliyorum: "Aman çocuklar, Şey-tan'a karşı uyanık olun! İblis sizi her an ayartabilir!"Şems tam bir Şam şeytanı. Kesinkes onun fikriydi Rumi'yimeyhaneye yollamak. Allah bilir nasıl ikna etti adamcağızı.Gerçi namuslu kimseleri yoldan çıkartıp günah işletmek de-ğil midir Şeytan'm temel marifeti?Şems'in ne menem bir bi-namaz olduğunu tâ en başta an-lamıştım. Peygamber Efendimizle o kıytırık Sufi Bistâmî'yimukayese etmek nasıl bir densizliktir? Bistâmî değil miydi"Ben kendimi överim, benim şanım ne yücedir!" diyen? Son-ra da utanmadan şöyle dememiş miydi: "Nefsimi döven de-mirci benim!" Adam işi "Kabe'yi tavafa gittim, bir baktım kiKabe beni tavaf etmekte" demeye kadar vardırmıştı. Bu na-sıl lakırdı? Bu ne cüret? Küfür değilse nedir bunlar?Ljte Tebrizli Şems'in hürmetle atıfta bulunduğu zat böyledüşük seviyede bir adam. Ne de olsa o da Bistâmî gibi müna-fıkın teki.Neyse ki şehir halkı hakikati görmeye başladı. Nihayet!Şems'i çekiştirenler günbegün artıyor. Hem de neler neler di-yorlar hakkında! Ben bile bazen rivayetler karşısında dehşe-te düşüyorum. Hamamlarda, meydanlarda, tarlalarda, bos-tanlarda insanlar Şems'i yerden yere vuruyor.Bunları zihnimde kura kura yürüdüm. Medreseye her za-mankinden geç vardım. Telaşla sınıfın kapısından içeri gir-dim ama daha bir adım atmıştım ki ortada bir tuhaflık oldu-ğunu hissettim. Talebelerim yer minderlerinde bağdaş kur-muş sıra sıra oturuyordu. Hepsinin de beti benzi atmıştı. Dutyemiş bülbül gibi susuyorlardı.Birden sebebini anladım. Açık pencerenin önünde, sırtınıduvara dayamış vaziyette biri duruyordu. Tüysüz, saçsız sa-kalsız yüzünde küstah bir tebessümle karşımda dikilenadam Şems-i Tebrizî'den başkası değildi.Odanın diğer ucundan bana seslendi: "SelamünâleykümŞeyh Yasin" dedi. "Biz de seni bekliyorduk. Geç kaldın."'Bir an tereddüt ettim, selâm verse miydim vermese miy-dim? Sonunda vermedim. Onun yerine talebelerime dönüphesap sordum: "Bu uğursuz herifin burada işi ne? İçeri gir-mesine niçin müsaade ettiniz?"Talebelerimin hiçbiri cevap veremedi. Hepsi şaşkın, hepsitedirgindi. Suskunluğu bizzat Şems bozdu. Sesinde bir hür-metsizlik, yüzünde bir deli azamet, gözlerini gözlerime dikipşöyle dedi:"Öğrencilerini azarlama Şeyh Yasin, fikir bana aitti. Busabah semtinizden geçiyordum, kendi kendime dedim ki, ha-di şu medreseye bir uğrayayım. Uğrayayım da koca şehirde

benden en çok nefret eden adamı bir ziyaret edeyim. Bakalımarkamdan söylediklerini yüzüme de söyleyebilecek mi?"

Talebe HüsamKonya, Şubat 1246

Birbirimize bakakaldık; afalladık. Biz sınıfta kuzu kuzu ho-camızı beklerken kapıdan içeri Şems-i Tebrizî'nin girdiğinigörmek hepimizi allak bullak etti. Hakkında öyle korkunç şey-ler işitmiştik ki, tabii çoğu da hocamızdan, onu kanlı canlı kar-şımızda görünce elimizde olmadan irkildik. Gel gelelim Şemsgayet rahat ve dostane bir tavır takındı. Bizi tek tek selâmla-dıktan sonra, Şeyh Yasinle biraz laflamaya geldiğini anlattı.Bir hadise çıkacak diye endişeye kapıldım. "Şey... Şeyh Ya-sin sınıfa yabancıların girmesini istemez" dedim. "Şimdi de-ğil de, sonra gelip konuşsanız daha iyi olur.""Eyvallah delikanlı, uyardığın için sağol" dedi Şems. "Amabazen kimi meselelerin aşılması için hadise çıkması gerekir."Aklımı mı okumuştu ne? Şems'in insanların beynini oku-ma yeteneği olduğunu duymuştum zaten."Merak etmeyin, hocanızla aramdaki sohbet uzun sürmez"diye ekledi.Yanımda İrşad oturuyordu. Kulağıma eğilip, dişlerininarasından fısıldadı: 'Yüzsüze bak, sınıfımıza kadar geldi! He-rif resmen Şam Şeytanı."Başımı salladım ama doğrusu ben Şems'te şeytana benzerbir hâl görememiştim. Bende bıraktığı izlenim son derece dü-rüst, dobra ve cesur bir adam olduğuydu. Fikirlerimi kendi-me sakladım.Birkaç dakika sonra Şeyh Yasin kapıdan içeri girdi. Dalgın gö-rünüyordu, kaşları çatıktı. Daha bir adım atmışta ki olduğu yer-de çakıldı kaldı, hayret içinde beklenmedik ziyaretçiye baktı."Bu uğursuz adamın burada işi ne? İçeri girmesine kimmüsaade etti?Arkadaşlarımızla birbirimize baktık ama daha hiçbirimizcevap veremeden, Şems pervasızca lafa dalarak geçerken uğ-radığını, koca Konya'da kendisinden en çok nefret eden ada-mı görmek istediğini söyleyiverdi.Talebelerden birkaçı gergin gergin öksürdü. İrşad'a bak-tım, o da tedirgindi. İki yetişkin adam arasındaki gerilim okadar barizdi ki, dokunsanız hissedilecek gibiydi."Buraya niye geldiğin umurumda değil. Seninle lak lak et-mekten daha mühim işlerim var" dedi Şeyh Yasin. "Hadi çık'da dersimize dönelim, haydi yallah.""Bakıyorum benle yüz yüze konuşmak istemiyorsun. Ama ar-kamdan konuşmaya gelince vaktin bol, seni kimse tutamıyor"dedi Şems. "Sürekli beni, Rumi'yi ve tasavvuf yolundaki Sufile-ri çekiştirip kötülüyorsun. Madem bu kadar çok zihnini meşgulediyoruz, işte karşındayım. Bana soracak bir sorun yok mu?"Şeyh Yasin yüzünü ekşiterek durakladı. "Seninle konuşa-cak bir şeyim yok benim. Ben zaten bilmem gereken her şeyibiliyorum."Şems bize dönüp sesini yükseltti. "Şayet bir insan 'bilmemgereken ne varsa zaten biliyorum' derse, ona değil hoca, cahi-lin teki gözüyle bakmak gerekir. Ancak cahiller her şeyi bil-diklerini zannedebilir."Şeyh Yasin öfkeden kıpkırmızı kesildi, Adem elması yum-ru gibi dışarı fırladı. "O hâlde gel talebelere soralım. Şu iki-sinden hangisi olmak yeğdir: Cevapları bilen arif insan ol-mak mı; yoksa sualden başka bir şeyi olmayan, zihni karmançorman şaşkının teki mi?"Tüm arkadaşlarım Şeyh Yasin'den taraf oldu ama çoğununsamimi olmadığını, hocanın gözüne girmeye çalıştıklarını se-zinledim. Bense susmayı tercih ettim."Cevapları hatmettiğini sanmak gaflet belirtisidir" dediŞems omuz silkerek. Sonra hocamıza döndü. "Ama mademyanıt bulmakta üstüne yok, sana bir sorum olacak."İşte o an tartışmanın gidişatından endişe etmeye başla-dım. Ama odadaki gerginliğin önüne geçmenin yolu yoktu."Orda burda benim aleyhime konuşuyor, Şeytan'm hizmet-kârı olduğumu söylüyorsun. Bari rica etsek de söylesen, ne-dir Şeytan?" diye sordu Şems."Elbette söylerim" dedi Şeyh Yasin, ayağına kadar gelennutuk atma fırsatını kaçırmadan. "İbrahimî dinlerin en so-nuncusu ve en mükemmeli olan dinimiz der ki Âdem ile Hav-va cennetten Şeytan yüzünden kovuldu. Ataları sürülmüş in-

Page 64: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

sanlar olarak biz de daima tetikte olmalıyız. Zira Şeytan teb-dil kıyafet gezmekte. Bazen bizi kumara davet eden bir ku-marbaz kılığına girer, bazen de güzel bir kadın olur, ayartır...Şeytanın hiç beklenmedik suretlere büründüğü de olmuştur.Mesela gezgin bir derviş kılığında da çıkabilir karşımıza."Şems bu hakareti beklermişçesine tebessüm etti. "Ne kastettiğin ortada. Yalnız ne kolay işmiş! Şeytanı hep dışımızda,hep başkalarında aramak işimize geliyor değil mi?""Ne demek istiyorsun?" diye sordu Şeyh Yasin şüpheyle."Eh, Şeytan söylediğin kadar kurnaz ve kuvvetliyse, habi-re ayağımızı kaydırmak için fırsat kolluyorsa, biz insanlarınyaptığımız hatalardan dolayı kendimizi suçlamamıza ne ge-rek var ki? Hayırların hepsi Allah'tan, Şerlerin hepsi Şey-tan'dan deyip geçer gideriz. Her halükârda kendi kendimizisorgulayıp dönüştürmek için sebep kalmaz. Ne kolaymış!"Şems bir yandan konuşurken bir yandan odada volta at-maya, her yeni kelimeyle sesini yükseltmeye başladı. "Fakatbir an için farz edelim ki dışımızda bir yerde gezinen, bizdenbağımsız ve kurnaz bir Şeytan yok. Kaynar kazanlarda bizifokur fokur haşlayacak zebaniler de mevcut değil. O hâlde in-sanın kanını donduran tüm o anlatılar, bize bir ders vermekiçin olmasın sakın? Ya Şeytan ve cehennem bize bir hakikatigöstermek için anlatılmışsa, fakat biz daha sonra o hakikatiunutup basmakalıp ezberlerle yetinmişsek?"Şeyh Yasin kollarını kavuşturdu. "Ya neymiş o hakikat?""Ne mi? Şu: İnsan öyle karmaşık bir varlıktır ki kendinecenneti de yaşatır cehennemi de. İnsan en şerefli mahlûktur.Yüceden yüceyiz ve de bayağıdan bayağı. Bunun mânâsınıtam kavrayabilseydik, Şeytan'ı dışarıda değil, içimizde arar-dık. Bize lâzım olan kendimizi didik didik tahlil etmek. Ha-tayı başkalarında bulmak değil.""Sen git kendini tahlil et bakalım, inşallah gün gelir gü-nahlarının kefaretini ödersin" dedi Şeyh Yasin gayet alaycı."Ama ulema cemaate gözkulak olmak durumundadır. Biz öy-le kendi işimize bakamayız.""O hâlde izniniz olursa bir hikâye anlatayım" dedi Şems.Bunu öyle abartılı bir hitapla söyledi ki alay mı ediyor, sami-miyetle izin mi istiyor, emin olamadık. Bize şunu anlattı:Dört tüccar boş bir camide namaz biliyormuş. Derken içeıimüezzin girmiş, ilk tüccar duasını yarım bırakıp hemen sor-muş: "Müezzin Efendi! Ezan okundu mu? Yoksa vaktimiz varmıydı daha?"ikinci tacir dua etmeyi bırakıp, arkadaşına dönmüş: "Ya-\ hu, duanı yarım bıraktın, niye konuştun? Şimdi namazın bo-şa gitti. Haydi, baştan başla bakalım!"Bunu duyunca üçüncü tacir müdahale etmiş: 'Yuh, salak,ne diye onu suçlarsın? Kendi namazına bakacaktın. Bak, se-ninki de boşa gitti."Dördüncü tacir dayanamamış, kendi kendine mırıldan-mış: "Bak, şu akılsızlara! Üçü de namazlarını ziyan etti. Al-lah'ım sana şükürler olsun, beni faka bastırtmadın, onlar gi-bi şaşırtmadın."Şems bu hikâyeyi aktardıktan sonra tüm öğrencilere döne-rek sordu: "Peki ya siz ne düşünüyorsunuz? Sizce bu dört tüc-cardan namazı heba olan var mı? Varsa hangileri?"Sınıfta bir süre bir dalgalanma oldu. Bazı öğrenciler dü-şünceye dalarken, bazıları da öbekleşip cevabı aralarındatartışmaya başladı. En nihayetinde arkalardan birisi bağır-dı: "İkinci, üçüncü ve dördüncü tacirin namazları kabul olun-maz. Hepsinin baştan alması lâzım. Bir tek ilk tacir masum-dur çünkü o sadece müezzine danışmak istemişti."İrşad dayanamadı, atıldı: "Evet ama o da duasını öyle kes-memeliydi. Bence tüm tüccarlar hatalı, dördüncüsü hariç. Osadece kendi kendine konuşuyordu."Bakışlarımı kaçırdım. Her iki cevaba da katılmıyordumama çenemi tutmaya kararlıydım. Şimdi burada fikrimi söy-lesem, kimsenin hoşuna gitmezdi muhtemelen. Ama daha bufikir aklımın ucundan geçer geçmez Şems-i Tebrizî zınk diyedurdu, beni işaret etti ve sordu:"Peki ya sen genç adam! Sen ne düşünüyorsun?"Yutkundum. "Şayet bu tacirlerin bir kabahati varsa, na-mazlarını kesip konuşmaları değil" dedim. "Esas kabahatlerikendi işlerine bakıp, ettikleri duanın hakikatine odaklan-mak yerine, akıllarının başka yerde olması ve etrafta olan bi-tene takılmaları. Arr\a şimdi biz tutup da onları yargılarsak,aynı hatayı biz de yapmış oluruz."Şeyh Yasin sabırsızlıkla lafımı kesti. "Ne diyorsun yani?"

"Diyorum ki dört tacir de benzer sebeplerden dolayı hata-lıdır. Öte yandan ben onların hiçbirine hatalı diyemem. Zirahaklarında hüküm vermek bana düşmez. Ben nereden bilebi-lirim hangisin namazı kabul olundu, hangisinin olunmadı.Ben sadece kendi işime bakarım; kendi nefsimi eritip, yüre-ğimi eğitmeye."Tebrizli Şems bana doğru bir adım attı. Yüzüme öyle derinbir şefkat ve muhabbetle baktı ki, kendimi anne babasınıntakdiriyle sevinen bir çocuk gibi hissettim. İsmimi sordu."Hüsam, efendim" dedim. Ve işte o zaman Şems sınıfa dönüpşöyle seslendi:"Arkadaşınız Hüsam'da sufi yüreği var. Belki bunu kendibile bilmiyor henüz ama bu terkibin mayası rind mayası!"Bunu duyunca yüzümü ateş bastı. Şimdi Şeyh Yasin'denbir sürü laf işitecek, arkadaşlarımın alaylarına maruz kala-caktım. Ama geldiği gibi gidiverdi kaygılarım. Sırtımı dikleş-tirdim. Şems'e gülümsedim. O da gülümseyerek bana gözkırptı ve sesinde yeni bir alevle anlatmaya koyuldu:"Sufi der ki başkaları hakkında hüküm verip yargıda bu-lunacağıma, ben kendi içime bakayım. Sofu der ki başkaları-nın her kusurunu bulup çıkarayım. Ama unutmayın, çoğu za-man, başkalarında hata bulanlar kendileri hatadadır. Tefer-ruata ineyim derken bütünü kaybederler. Ağaçlara bakmak-tan ormanı göremezler."Şeyh Yasin araya girdi: "Teferruat mı? Bir kere ulema, ko-numu gereği başkalarının yaptıklarıyla ilgilenmezlik ede-mez. Halk her hususta bizden fetva bekler. Acaba burnumkanarsa abdestim bozulur mu, seyahat hâlinde tutamadığımoruçları daha sonra tutmam gerekir mi... Cevapsız kalabile-cek meseleler mi bunlar? Şafiî ayrı, Hanefî ayrı, Hanbalî ay-rı, Maliki ayrı cevaplar. Din adamlarının rehberliği olmasahalk yanlış yerlere sapar."Şems hafifçe omuz silkti: "İrfan sahibi olanlar Kuran ayet-lerinden ayrı bir lezzet alır. Onlara ulemanın rehberliği ge-rekmez."Şeyh Yasin bunu duyunca öyle bir öfkelendi ki tek gözü se-ğirmeye başladı. "Bizim rehberliğimiz keyfi değildir efendi,mecburidir!" dedi. "Şeriat her Müslüman'ın beşikten mezarabaşvurması gereken kaideler toplamıdır.""Şeriat, Hakikat denizinde yüzen bir gemidir. Âşıklar er yada geç gemiyi bırakıp, ummana dalar" oldu Şems'in cevabı.

Şeyh Yasin gözlerini kısarak baktı: "...ki köpekbalıkları on-ları afiyetle yesin" dedi gayet müstehzi. "Şeyhi olmayanınşeyhi Şeytan'dır. Rehberliği reddedenin sonu iyi olmaz."Birkaç talebe Şeyh Yasin'in gülüşüne eşlik etse de geri ka-lanlarımız sus pus olduk. Dersin sonuna geliyorduk ve benbu tartışmanın müspet bir şekilde bitmesine ihtimal vermi-yordum. Şems de aynı şeyi hissetmiş olmalı ki sesinde belir-gin bir hüzünle konuştu."Bugüne değin yüzlerce şeyh tanıdım" dedi. "Bazıları gayetsamimi kimselerdi. Ama bazıları sahteydi, üstelik İslamiyet'izerrece bilmiyorlardı. Hakiki Allah âşığının çarığmdaki tozubugünün şeyhlerin'e değişmem. Hayal perdesinde Karagözoynatanlar bile onlardan iyidir, hiç olmazsa yaptıkları işinkandırmaca olduğunu baştan kabul ediyorlar."Şeyh Yasin'i iyice çileden çıkardı bu laflar. "Bu kadarı ye-ter! Çatal dilini yeterince işittik. Haydi, çık artık sınıfım-dan!" dedi."Merak etme, gidiyorum" dedi Şems muzip bir ifadeyle.Sonra bize döndü. "Bugün şahit olduğunuz atışma tâ Hazre-ti Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem zamanına dayananeski bir fikir ve üslup ayrılığıdır aslında. Ama bu ikilem yal-nızca İslam tarihine özgü değil; İbrahimî dinlerin hepsindemevcuttur. Ulema ile Sufilerin, akıl ile yüreğin, kural-temel-li-din ile aşk-temellf-dmin atışmasıdır bu. Seçim sizin!"Kelimelerin ağırlığını sindirmemizi beklercesine bir müd-det durdu Şems. Gözlerini üzerimde hissettim, sanki bir sır-rı paylaşıyorduk. Derken devam etti: "En nihayetinde ne ho-canız, ne ben bilebileceğimizden fazlasını biliriz. İkimiz deüstümüze düşeni yapıyoruz. Belki o da kör, ben de körüm.Önemli olan şu: Bakanın kör olması güneşin ışığına halel ge-tirmez ki! Keza insanlar arasındaki tartışmadan Allah etki-lenmez."Şems-i Tebrizî bunu der demez sağ elini yüreğine koyuphepimize, hatta bir köşede tepkisiz duran Şeyh Yasin'e bileselâm durdu. Sonra kapıyı açtı ve çıktı gitti. Arkasında derin

Page 65: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

bir sessizlik bıraktı.İrşad'm dürtüklemesiyle kendime geldim. "Ne o, bakıyo-rum çok etkilendin" dedi gayet alaylı. "Demek sende sufi yü-reği varmış!"Cevap yetiştirme gereği duymadım. Sustum. Diğerlerinibilmem ama ben bugün Tebrizli Şems ile tanıştığıma mem-nundum.Cengâver BaybarsKonya, Mart 1246

Bozguncu! Arsız! Terbiyesiz! Hiç edep yok bu adamda!Tebrizli Şems'in medreseye baskın yapıp talebelerininkarşısında amcama meydan okuduğunu duyunca kulakla-rıma inanamadım. Keşke ben de orada olaydım. O zehirliağzını açmaya fırsat bulamadan ensesinden tuttuğum gibikapı dışarı ederdim. Maalesef amcam bunu yapamamış.Aralarında nasıl bir atışma geçmişse o günden beri öğren-ciler orada burada, bire bin katarak anlatıp duruyor. Söy-lediklerinin çoğu katıksız yalan. O yoz dervişe fazla payeveriyorlar.Bu gece asabım bozuk. Hep o fahişenin yüzünden. Bir tür-lü aklımdan çıkmıyor kaltak. Çöl Gülü gizli çekmeceleri olanbir ziynet kutusu gibi. Sana ait olduğunu, elinde tuttuğunusandığın anda bile ulaşılmaz ve kilitli.İçime dert olan esas şey gösterdiği teslimiyet. Ben ona da-yak atarken neden direnmedi? Neden yumruklarıma karşıkoymadı? Ayağımın dibinde paspas gibi dirençsiz yatışı du-rup durup gözümün önüne geliyor. Bana vursa, bağırıp çağır-

323sa ya da yardım istese hemen dururdum. Ama öylece yerdeyattı; ağzını bile açmadı, attığım her tokadı kabullenerek.Ölüp ölmemek bile umurunda değildi sanki.Günlerdir bunu düşünüyordum. Sonunda dayanamadım,gene kerhaneye gittim. Yolda aklıma geldi, acaba Çöl Gülübeni görünce ne yapacaktı? Şikâyet etmeye kalkarsa ya dabeni görmek istemezse, hünsa patronun eline üç beş kuruş sı-kıştıracaktım artık. Her şeyi kafamda hesaplamıştım. Herihtimale hazırdım. Hazır olmadığım tek ihtimal onu oradabulamamaktı. Meğer Çöl Gülü kaçmıştı."Ne demek Çöl Gülü burada değil?" diye patladım. "Ya ne-rede?"Kerhaneci hünsa ağzına bir lokum atıp sinirli sinirli çiğne-di. "Boş versene o kaltağı" dedi şapırdatarak. "Sana diğerkızlarımızı gösterelim Baybarscığım, olmaz mı?""Senin beş para etmez karılarında gözüm yok şişko. ÇölGülü'nü görmek istiyorum, hem de hemen."Hünsa ok gibi delen bir nazarla suratıma baktıysa da be-nimle ağız dalaşına girmedi. Kısık bir sesle, söyleyeceği şeyağırına gidiyormuşçasına süklüm püklüm cevap verdi: "ÇölGülü burda değil. Gitmiş. Herkes uyurken kaçmış haspa."Öyle saçmaydı ki söylediği laf, gülesim geldi: "Kerhanedenfahişe kaçtığı nerede duyulmuş?" diye sordum. "Hemen bul okarıyı!"O zaman hünsa sanki ilk kez görüyormuş gibi garipseye-rek baktı bana. "Sen kim oluyorsun da bana buyruk veriyor-sun?" dedi. O çekik, ufak gözleri alev püskürüyordu."Ben kim mi oluyorum? Yüksek mevkilerde amcası olanbir kamu görevlisi! İstersem bu kerhaneyi kapatır, hepinizisokağa atarım" dedim. Ve hünsanın kucağındaki kâseden birlokum alıp ağzıma attım. Parmaklarımı kerhanecinin üstünesildim. Dehşet içinde baktı ama diklenmeye cesareti yoktu."Benim ne kabahatim var?" dedi hünsa mazlumu oynaya-rak. "Bütün suç o dervişin. Çöl Gülü'nün kanma giren o. Buyollara tövbe etmesini o herif salık verdi."İlk başta kimden bahsettiğini anlayamadım ama anidenbende şafak attı. Kerhanecinin sözünü ettiği derviş Şems-iTebrizî'den başkası değildi!Vay namussuz! Sen önce talebelerinin önünde amcamı ye-rin dibine sokup küçük düşür, sonra da kerhaneden namlı birkaltağın kaçmasına sebep ol! Artık lamı cimi kalmadı. Omendebur herife haddini bildirmek şart oldu.

EllaBoston, 26 Haziran 2008

Biricik Aziz,Sana bu kez email filan değil, gerçek bir mektup yazmak is-tedim. Eski usul. Mürekkebiyle, kâğıdı zarfı puluyla klasik birmektup. Yazıp hemen postaya vermem gerek. Eğer yollamaktagecikirsem, yazdıklarıma pişman olup mektubu yırtabilirim.Hani biriyle tanışırsın, çevrende görmeye alıştığın insanlardançok farklı biri. Öyle biri ki her şeyi bambaşka bir gözle görür ve se-ni de bakış açını değiştirmeye yöneltir. Dünyaya onun gözleriylebakmaya başlarsın. İçine ve dışına da. Etkilenirsin. Etkilenmekne kelime, büyüsüne kapılırsın. Gene de ilk başlarda araya birmesafe koyabileceğini, yüreğini kontrol altında tutabileceğini zan-nedersin. Oysa rüzgâr sandığın fırtınadır. Sınır sandığın yer oy-nak ve kaygan bir zemindir. Bir bakmışsın, farkında bile olmadanaçılmış, karadan uzaklaşmışsın. Okyanusun tam ortasmdasın.Aziz, senin kelimelerine ne zaman böyle bağlandım, bilemiyo-rum. Tek bildiğim yazışmalarımızın beni değiştirdiği. Hem de tâen başından itibaren. Belki sana bunları itiraf ettiğime pişmanolacağım. Belki haddimi bilmiyorum. Ama koca bir ömrü haddimi

bilerek geçiren ben, bir kere de olsa hudutlarımı aşmak istiyo-rum. Cesaretim beni şaşırtıyor. Tabi eğer bunun ismi cesaretse...Önce yazdığın romanı okudum. Kelimelerinle uyandım, onlar-la uyudum. Sonra yazışmaya başladık ve yazıdan yazarına dön-dü ilgim. Senden mesaj gelmişse mutlu başlıyorum güne, gelme-mişse bir yanım eksik gibi hissediyorum. Ben galiba önce seninhikâyelerine vuruldum. Hayal gücüne, yüreğine, içinde taşıdığınharflere... Ve nihayet anladım ki nicedir tatmadığım, hatta unut-tuğumu sandığım bu heyecan gelip geçici bir heves değil.Biliyor musun, gün boyu kendi kendime konuşur gibi senin-le konuşuyorum? O gün olan bitenleri seninle tartışıyorum. Nezaman yeni bir yere gitsem ya da hoş bir şeyle karşılaşsam,"acaba Aziz burada olsa ne düşünürdü?" diyorum. Her güzelli-ği seninle paylaşmak istiyorum.Geçen gün oğlum, "Anne sende bir farklılık var. Saçına bir şeymi yaptın?" diye sordu. Saçım her zamanki gibi. Ama farklı gö-züktüğümün farkındayım. Arkadaşlarımdan benzer şeyler işiti-yorum. "Yüzün ışıldıyor" diyorlar. "Cilt bakımı filan mı yaptır-dın?" Hiçbir şey yaptığım yok hâlbuki. Seni düşünmekten başka.Ama ne zaman kendimi kaptırıp seni düşünsem, şunu hatır-lıyorum: Biz henüz yüz yüze görüşmedik bile. Ve işte o zamangerçeğe dönüyorum. Kabullenmem gereken gerçek bu; Seni da-ha görmeden seviyorum...AşkıŞeriatı’nı okumayı bitirdim, raporumu teslim ettim (evet,roman hakkında yayın raporu hazırlıyordum. Öyle çok istedim kigörüşlerimi seninle paylaşmayı. Hiç olmazsa raporla beraber ya-yınevine yolladığım mektubu göstereyim istedim. Ama doğru ol-mazdı. Gene de şunu söylemeliyim: Romanını sevdim, hem de çok.Hayatımla alâkası olmayan bir hikâyenin içine çektin beni. Amabitirince anladım ki her şeyin her şeyle alâkası var aslında.,.)Her neyse, bu mektubu yazma kararımın Aşk Şeriatı'yia bir il-gisi yok. Beni yazmaya iten, aramızdaki bu adını koyamadığımilişki. İlk başlarda basit bir yazışma olarak gördüğüm macerasandığımdan daha ciddi bir hâl aldı. Önce anlattığın hikâyelereâşık oldum, sonra bir de baktım ki seni sevmişim...Dedim ya, bu mektubu hemen yollamam lâzım. Yoksa yırtıpatarım...Ella

KerraKonya, Mart 1246

Bu sabah evimize tuhaf bir kadın geldi. Şems-i Tebrizî'yisordu. Burada olmadığını, sonra gelmesini söyledim. Ama gi-decek yeri yokmuş. "Avluda beklesem olur mu?" diye sordu, çe-kingen, tedirgin. İşte o zaman içime bir şüphe düştü. "Kiminnesisin, nereden geldin" diye ağzını aramaya başladım. Israr-larım karşısında peçesini açtı. Yüzü yaralıydı; yanaklarında,boynunda morluklar, şişlikler vardı. Besbelli dayak yemişti.Gene de çok güzeldi. Gözyaşları içinde elimi tuttu, anlattı. Me-ğer kuşkulanmakta haklıymışım. Kerhaneden kaçmış."O batağı terk ettim" dedi kararlılıkla. "Kaçtığım gibi ha-mama gittim, tas tas sularla kırk kez yıkandım. Karar ver-dim: bundan böyle erkeklerden uzak duracağım. Son nefesi-me kadar. Kalan ömrümü Allah'a adadım."Ne diyeceğimi bilemedim. Ne kadar genç ve narindi. Nasılböyle bir şeye cüret edebilmişti? Alıştığı düzeni aniden bıraka-

Page 66: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

cak cesareti nasıl bulmuştu kendinde, hayret ettim. Hâli yüre-ğimi dağladı. Badem gözleri bana Meryem Ana’nın kileri anım-satmıştı. Öte yandan evimde kötü yola düşmüş bir kadın bu-lundurmak istemiyordum. Gene de onu kovacak gücü kendim-de bulamadım. Bıraktım avluda beklesin. Elimden bu kadarıgeldi. Duvarın dibine çömeldi, hüzne yontulmuş mermer birheykel gibi gözlerini gayba dikip beklemeye koyuldu.Yaklaşık bir saat sonra Şemsle Rumi yürüyüşten döndü.Koşa koşa yanlarına vardım, durumu anlattım."Avluda bir fahişe mi var dedin?" diye sordu Mevlâna şaş-kınlıkla."Evet, Tanrı'yı bulmak için kerhaneyi terk ettiğini söylü-yor. Ya delinin teki, ya da pek naif zavallım. Kimdir nedir bil-miyorum.""Ben biliyorum. Çöl Gülü olmalı" dedi Şems, sesinde taşkınve baskın bir sevinçle. "Helal olsun! Demek sonunda başardı.Kadıncağızı neden dışarıda bekletiyorsun? İçeri alsana!""Evimize bir fahişe alırsak konu komşu ne der?" diye itirazettim. "Zaten her hareketimizi gözetliyor, habire dedikodu-muzu yapıyorlar. Bir de elin fahişesiyle aynı çatı altında ya-şayarak elaleme malzeme mi verelim?"Şems başını kaldırıp, semaya baktı. "İyi de Kerra, zatenhepimiz aynı çatı altında yaşamıyor muyuz? Veziri de dilen-cisi de, bakiresi de fahişesi de, âlimi de cahili de... işte hepi-miz buradayız ya! Aynı gök kubbe altında!"Şems'le tartışmak ne mümkün! Nasıl laf yetiştireyim benona? Her şeye verecek bir cevabı vardı.Çarnaçar kadını eve buyur ettim. Bir yandan da komşular-dan kimse bizi görmesin diye dua üstüne dua ettim. Çöl Gü-lü içeri girip Şems'i görür görmez elini öpmeye koştu.Şems ağzı kulaklarında, eski bir dostla konuşurcası-na,"Hoşgeldm! Safalar getirdin" dedi. "Bir daha o izbe yeredönmeyeceksin. Hayatının o safhası tamamen bitti. İnşallahadım adım Hak seni Kendine yaklaştıracak!"Çöl Gülü göz yaşlarına boğuldu. "Hünsa patron peşimi bı-rakmaz ki. Çakal Kafa'yı çoktan üstüme salmıştır. Siz bil-mezsiniz o ne zalimdir..."Şems genç kadının lafını böldü: "Bunları düşünme. Senkalbini ferah tut. Allah seni o bataktan çıkarttı ya, bunu ya-pacak azmi ve cesareti verdi ya; sana kapıyı açıp dışarı çık-manı sağladı ya, elbet yolu da açacaktır. Otuz Üçüncü Ku-ral: Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, senHİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten far-kı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim de-ğil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlikzannı değil, hiçlik bilincidir."Şems omuzlarını silkti. "Allah'a da herkes itibar etmiyor.O'na iman etmeyi de mi erteleyeceğiz? Peygamber Efendimizede herkes iltifat etmez. O'nu anmayı da mı erteleyeceğiz? Aş-ka da herkes hürmet etmez. Ne yani, âşık olmayı da mı ertele-yeceğiz?"Derin nefes aldım. Ben bu adama ne diyebilirdim ki? Tar-tışma böylece son buldu. Söylenecek tek kelime kalmamıştı.Hava kararınca Çöl Gülü'ne yatacağı döşeği gösterdim.Kızcağız o kadar yorgun olmalıydı ki yastığa başını koyarkoymaz uyuyakaldı. Tekrar odaya dönünce Rumi ile Şems'ihararetli hararetli sohbet ederken buldum.Şems geldiğimi görünce gülümsedi: '"Kerra, seni ayinimizedavet ediyoruz.""Ne ayiniymiş?" diye sordum."Ruhani, manevi bir raks düzenleyeceğiz. Daha evvel hiçgörmediğin türden bir ayin bu. Müzik ve dans ve dua olacak.Hep beraber aşkla Rabb'ı zikredeceğiz."Dehşet içinde kocama baktım. Ne müziği? Ne dansı? Ne-den bahsediyorlardı?"Mevlâna, sen saygın bir âlimsin, zenne değil, müzisyendeğil! insanlar hakkında ne düşünür? Hiç mi itibarım gözet-miyorsun? Kendini düşünmüyorsan aileni düşün..." Yüzü-mün hiddetten kızardığını hissediyordum."Sen merak etme Kerra" dedi Mevlâna. "Şemsle, bu mesele-yi uzun zamandır düşünürdük. Dönen dervişlerin raksını icraedeceğiz. Adı semadır. İlahi Aşk'ı arzulayan herkes davetlimiz-dir. Hazırlıklara başlıyoruz. Bundan sonra her gün çalışacağız."Şakaklarım zonklamaya başladı. "Ya kimse sevmezse? Yabeğenmezlerse? Raksa itibar etmez ki herkes, küçümserlerböyle şeyleri" dedim Şems'e. "En azından şimdi yapmayın.Biraz erteleyin, olmaz mı? Biraz zaman geçsin."

Sultan VeledKonya, Haziran 1246

"Bozuk çalmana gerek yok" dedi Şems. "Ayine kimse gel-mez diye endişeleniyorsun ama kaygın boşuna. Şehir halkıbeni sevmeyebilir, hatta babana eskisi kadar hürmet dahi et-meyebilir ama bizim düzenlediğimiz bir törene gelmemezliketmez. Sırf çekiştirmek için bile olsa geleceklerdir. Görecek-sin! İnsanoğlu meraklıdır."Tam da dediği gibi oldu. Ayin akşamı bir de baktım meyda-nın etrafı hıncahınç dolu. Tacirler, debbağlar, demirciler, ha-lıcılar, taş ustaları, boyacılar, attarlar, falcılar, kâtipler, çöm-lekçiler, fırıncılar, kâhinler, fare avcıları, parfüm satıcıları...hatta ve hatta bir kısım talebesiyle Şeyh Yasin bile oradaydı.En ön sırada Hükümdar Keyhusrev ile danışmanlarını gö-rünce rahatladım. Böylesi yüksek mevkide bir yöneticinin buakşam buraya gelmesi babama verdiği kıymeti açıkça göste-riyordu. Bu manidar destek elalemin çenesini kapatır diyeumut ediyordum.Herkesin yerine oturması vakit aldı. Şems hakkında ilerigeri konuşanlardan uzak durmak için yanma oturacak doğrudüzgün birini aradım. Sonunda Sarhoş Süleyman'ın yanmailiştim. Adamın ağzı şarap kokuyordu ama en azından dili ze-hirli değildi.Hava serince olmasına rağmen sürekli terliyordum. Bu ak-şamki ayinin iyi geçmesi babamın itibarı açısından çokönemliydi. Her şeyin yolunda gitmesi için dua ettim ama tamolarak ne istediğimi bilemediğimden, cılız bir hâl aldı duam.Derken belli belirsiz bir müzik sesi yükseldi. Önce uzaklar-dan süzülen bir yankı gibiydi; giderek ivme ve cezbe kazandı.İnsanı kendinden geçiren, can veren bu sesi dinlerken seyirci-ler kıpırdanmayı, fısıldaşmayı kesti. Herkes nefesini tuttu.Sarhoş Süleyman hayranlıkla karışık bir hayretle kulağı-ma fısıldadı: "Bu hangi sazdır, çıkartamadım."Şems'le babam arasında geçen bir sohbeti hatırladım o an."Bu aletin ismi ney'dir" dedim. "Başka müzik aletlerine ben-zemez. Sesi, derin bir iç çekiştir. Sevdiğinden ayrılanların iççekişi..."Neyin sesi hafifleyince meydanda babam belirdi. Ölçülü,dikkatli adımlarla yaklaştı; usulca eğilip gelenlere selâm ver-di. Onun peşi sıra, hepsi de babamın eski müridi olan altıderviş göründü; sikkeler, tennureler, destegüller kuşanmışolarak. Ellerini göğüslerinde kavuşturup destur almak içinbabamın önünde eğildiler. Üç kere meydanı devrettiler. Yeni-den yükselen müzikle beraber dervişler tek tek dönmeye baş-ladılar. Önce ağır ağırdı dönüşleri. Döndükçe hızlandılar.Hızlandıkça nilüfer çiçeği gibi kat kat açıldı etekleri.Ne manzaraydı ama! Gururla gülümsedim. Göz ucuyla sa-ğıma soluma bakıp semayı izleyenlerin tepkilerini gözetle-meyi ihmal etmedim. Hiçbir şeyi beğenmemeleriyle ünlü tip-ler bile takdirle izliyorlardı.Dervişler aralarda dört selâm edip döndü. Devran sankisonsuza dek sürdü. Sonra musiki kuvvetlendi; bir perde ar-dında çalınan rebabm sesi kudüme, kudümünkü neye karış-tı. İşte tam o esnada, taşkın bir su gibi akarak Şems-i Tebri-zî meydana çıktı. Diğerlerinden daha koyu renk bir tennuregiymişti. Boyu her zamankinden uzun, bedeni daha bir incegörünüyordu. Kollarını iki yana açmıştı; sağ el yukarıya, solel aşağıya bakacak şekilde.Şems görünmeyen bir girdaba yakalanmışçasma delice dö^nerken, müritler de ağır ağır peykindeyken, babam bir çınar gi-bi öylece duruyor, dudakları daimi bir duada kıpırdanıyordu.Muazzam bir ahenk vardı aralarında. Etrafımdaki insanlarınhayretten suspus olduklarını fark ettim. Şems-i Tebrizfden nef-ret edenler bile bu füsunkâr sahneden etkilenmişe benziyordu.O vaziyette ne kadar döndüler bilemiyorum. En nihayetin-de musiki yavaşladı. Dervişler bir bir dönmeye son verip iç-lerine kapandı. Zarif hareketlerle ellerini çaprazlama kavuş-turup meydandaki herkesi selâmladılar. Derin bir sessizlikoldu. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Kimse daha önce böy-le bir gösteriye şahit olmamıştı.Suskunluğu babam bozdu. "Dostlar, bu gördüğünüz ayininismi semadır. Bugünden itibaren her asırda dervişler semayaduracak. Bir elleri göğe işaret ederken, öteki elleri yere dönecekki, Hak'tan aldığımız her aşk zerresini halka taksim edelim."

Page 67: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Seyirci sıralarından başını sallayanlar, hislenip duygula-nanlar oldu. Yumuşacık bir hava bürüdü ortalığı. Gözlerimeminnet yaşları doldu. Nihayet babam da Şems de hak ettik-leri hürmeti görmeye başlamıştı.Böyle bitebilirdi bu akşam, bu şekerriz duygu seliyle. Veben eve mutlu, gururlu bir adam olarak dönebilirdim, eğerhemen akabinde olanlar olmasaydı.Ne yazık ki Şems her şeyi mahvetti...Sarhoş SüleymanKonya, Haziran 1246Bu gece şahit olduklarımı unutmam mümkün değil. Bilhas-sa sema ayini sonrasında olanları. Tören bitince Keyhusrevayağa kalktı, gayet vakur bir edayla, küçük dağları ben yarat-tım dercesine etrafı şöyle bir süzdü. Gücünün farkında olan vedalkavuklar tarafından çevrelenmeye alışkın liderlere mahsusbir edayla meydana yaklaştı."Hepinizi tebrik ederim! Bize muhteşem bir akşam yaşat-tınız. Ayin içime işledi."Rumi nezaketle teşekkür etti, öteki dervişler de onu izledi.Sazendeler ayaklanıp bir araya geldiler ve hükümdarı hür-metle selâmladılar. Keyhusrev'in yüzü keyiften ışıl ışıklı.Muhafızlarından birine işaret etmesiyle adamın ona mor ka-dife bir kese uzatması bir oldu. Keyhusrev kesenin içinde neçok çil altın olduğunu hepimize göstermek için elinde şöylebir tartıp hoplattıktan sonra keseyi sahneye fırlattı. Seyirci-ler takdirle ve minnetle alkışladı. Hükümdarımız ne kadarcömertti!Yaptığı işten memnun, kendinden emin bir hâlde Keyhus-rev meydana sırtını dönüp, kafilesiyle beraber çıkış yolunututtu. Ama daha birkaç adım atmıştı ki az evvel sahneye fır-lattığı kese aynen havada uçarak, ayaklarının dibine düşüver-di. Her şey öyle hızlı olmuştu ki donakaldık, yelimizden kıpır-dayamadık. Ama hiç şüphesiz en çok şaşıran Keyhusrev'di. Buöyle açıktan açığa yapılmış ve o kadar kasti bir hakaretti ki af-folunması mümkün değildi. Keyhusrev omzunun üzerindeninanmaz gözlerle arkasına baktı. Kafasına keseyi fırlatanınkim olduğunu anlamaya çalıştı.Şems'ti tabii! Başka kim olabilir! Hey deli derviş! Anındatüm kafalar ona döndü. Meydanın tam orta yerinde ellerinibeline koymuş dimdik duruyordu. Zifiri gözleri çakmak çak-mak Keyhusrev'e bakıyordu."Biz para için sema etmiyoruz" dedi davudi bir sesle. "Se-ma manevi, semavi, ruhani bir danstır; yalnız ve yalnız aşkiçin yapılır. O yüzden al paranı! Senin o altınların bizim ka-tımızda geçmez!"Hepimize dehşetengiz bir suskunluk çöktü. Rumi'nin bü-yük oğlu Sultan Veled yanımda yaprak gibi tir tir titriyordu.Kimse çıt çıkaramadı. Bu gerilimi beklermişçesine bir deyağmur başlamaz mı? Bulutsuz gökten üzerimize yağdırılandamlalar kaçıp gitme arzumuzu artırdı.Keyhusrev Şems'e cevap verememenin sancısıyla adamla-rına döndü ve gürledi: "Haydi gidelim!"Hükümdar sinirleri altüst olmuş bir halde çıkışa yöneldi.Yerde yatan altın kesesini ağır çizmeleriyle ezip geçti. Çoksayıdaki muhafızı hemen peşinden seğirtti. Onlar keseyebasmaya kıyamayıp üstünden hopladılar.Keyhusrev ve şürekâsı çıkar çıkmaz seyirciler söylenmeyebaşladı."Çılgın bu herif! Başımıza iş açacak!" dediler."Bu Şems kendini ne zannediyor!" diye homurdandı bazıları."Ne cüretle hükümdarımıza hakaret eder?" diye katıldı di-ğerleri. 'Ya Keyhusrev bu işin bedelini tüm şehre ödetmeyekalkarsa?"Şems'e ters ters, pis pis baktılar. Olan biteni kınayanlarınbaşında Şeyh Yasin ve talebeleri geliyordu. Hepsi de gayet ki-birli ve gösterişli bir şekilde ayağa kalkıp Şems'i kınadıklarınıaşikâr ettiler. Ve ne ilginçtir ki kızgınlıkla çıkıp giden bu güru-hun içinde Rumi'nin en eski müritlerinden iki tanesi ve öz oğluAlaaddin de vardı.

AlaaddinKonya, Haziran 1246

Bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Öz babamı aylardırbir zındıkla işbirliği hâlinde görmek yeterince utanç verici de-ğilmiş gibi, şimdi de müzik ve raks çıktı başıma! Babam koca

şehrin önünde kendini nasıl böyle küçük düşürür? Üstüne üst-lük, seyirciler arasında, kadınlar kısmında, kerhaneden nam-lı bir fahişenin de olduğu herkesin dilindeydi. Diyorlar ki ka-dın Şems'in kapatmasıymış. Bu ne biçim adam! Ahir ömrümü-zün kalanı onun bize verdiği zararı temizlemekle geçecek her-halde. Bu akşam oturmuş bunları düşünürken, hayatımda ilkkez, keşke başka bir ailede doğsaydım diye geçirdim içimden.Ben ki babamın oğlu olmakla gurur duyardım, şimdi artıkbir başkasının çocuğu olmadığıma yanıyorum.Bence bu ayin babam gibi yüce bir din âlimine yakışmaya-cak türden pespaye bir dans gösterisiydi. Ama esas semadansonra olanlar tüylerimi diken diken etti. O arsız Şems devle-tin ulu bir yöneticisine tepeden bakmaya nasıl cüret eder?Yatsın kalksın, Keyhusrev'in onu tutuklatıp idam sehpasınayollamadığına şükretsin.Keyhusrev'in ardından Şeyh Yasin ile öğrencilerinin salon-dan çıktığını görünce, ben de onlara katıldım. Şehir halkıŞems'in yanını tuttuğumu zannetsin istemem. Ağabeyiminaksine benim babamın kuklası olmadığımı herkes anlasın!O gece eve dönmedim. Birkaç arkadaşla beraber İrşad'ınevinde kaldık. Gece sabaha kadar oturup, hararetli hararet-li olanları tartıştık.Bilhassa İrşad burnundan soluyordu. "Bu mendebur herifbabanı fena etkiliyor. Bir süredir evinizde gizli gizli bir fahi-şe tutarmış. Sen de bize bir şey anlatmadın? Bu nasıl iştirAlaaddin? İsmini temizlemen şart."Söylenenleri işittikçe utançtan kıpkırmızı kesildim. Orta-da apaçık bir durum vardı: Şems ailemize felaket getirmişti.O gece ortak bir karara vardık: Tebrizli Şems ya bu deveyi bi-zim istediğimiz gibi güdecek ya bu diyardan gidecekti.Ya tıpış tıpış giderdi, ya da zorla...Ertesi gün Şems ile erkek erkeğe konuşmak üzere eve dön-düm. Kararlıydım. Avluda tek başına otururken buldum onu.Ney üflüyordu, başı eğik, gözleri kapalı, sırtı bana dönüktü.Kendini tamamen musikiye vermiş, geldiğimi fark etmemiş-ti. Bir fare gibi sessizce arkadan yaklaştım, fırsat bu fırsatdüşmanımı daha iyi tanımaya çalıştım.Birazdan musiki sona erdi. Şems başını kaldırdı, kendikendine konuşurcasına, "Merhaba Alaaddin, beni mi arıyor-sun?" dedi.Tek kelime etmedim. Kapalı kapıların ardını görebildiğinibildiğimden, ensesinde gözü olması da şaşırtıcı gelmedi.Şems yüzünü bana dönüp, "Dünkü ayini nasıl buldun? Be-ğendin mi bakalım?" diye sordu gayet pişkin bir şekilde."Hiç beğenmedim. Rezaletin daniskasıydı" dedim. "Oyunoynamayı keselim, tamam mı? Seni hiç sevmedim. Babamınitibarını daha fazla mahvetmene müsaade etmeyeceğim."Şems neyi yavaşça bir kenara bıraktı. "Demek mesele bu?Şayet babanın itibarı iki paralık olursa, insanlar sana saygınbir âlimin oğlu gözüyle bakmayacak. Toplumdaki ayrıcalıklıkonumun sarsılacak. Bundan mı endişe ettin? Elalemin nedüşündüğünün ne önemi var?"Damarıma basmasına izin vermemek için ettiği ağır lafıanlamazdan geldim. Yine de sakinleşmem zaman aldı."Buradan git artık. Git de huzur bulalım. Sen gelmedenönce ne iyiydik" dedim. "Babam muteber bir din adamı ve ai-le babası. Siz ikinizin ortak hiçbir noktanız yok."Şems'in kaşları çatıldı. Derin derin iç çekti. Aniden kırılgangöründü gözüme. Hani şöyle okkalı bir yumruk atsam ya da ka-fasına bir taş indirsem, buracıkta canına okuyabilirdim. Onuncanını yakma arzusu öyle şiddetli bir şekilde yokladı ki yüreği-mi, yüzüne bakamadım, gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım.Tekrar baktığımda Şems'in beni bilmiş bilmiş süzdüğünüfark ettim. Yoksa zihnimi mi okumuştu? Birden tüylerim di-ken diken oldu, sanki aynı anda binlerce iğne battı bedenime.Dizlerim boşaldı, diz kapaklarımda bir gevşeme oldu; benitaşımaktan vazgeçmişlerdi sanki. Kara büyü olmalıydı!Şems'in sihirbaz olduğunu unutmuştum. Ben ona zarar ver-mek isterken ya o beni öldürmeye kalkarsa?"Benden nasıl da korkuyorsun Alaaddin" dedi Şems ani-den. "Ne yazık. Bana kimi hatırlatıyorsun biliyor musun? Şa-şı çırağı!""Sen neden bahsediyorsun?" dedim."Bir hikâyeden bahsediyorum. Hikâyeleri sever misin?""Böyle saçmalıklarla kaybedecek vaktim yok."Şems dudak büktü. "Hikâyelere vakti olmayan bir insanınkâinatı okumaya vakti yok demektir" dedi. "En iyi hikâyele-

Page 68: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

ri Tanrı yazar, bilmez misin?"Ve benden karşılık beklemeden şu öyküyü anlattı.Vaktiyle bir ustanın asık suratlı bir çırağı varmış. Üstelikbu çırak düpedüz şaşıymış. Öyle ki her şeyi çift görürmüş. Gü-nün birinde ustası çıraktan gidip kilerden bir kavanoz bal ge-tirmesini istemiş. Çırak eli boş dönmüş. "Ama ustaeım, kiler-de iki kavanoz bal duruyor, hangisini getireyim bilemedim"diye şikâyet etmiş.Usta çırağının huylarını gayet iyi bildiğinden şöyle demiş:"Sen o kavanozlardan birini kır, diğerini getir, olur nuı?"Ne yazık ki çırak bu kelâmdaki hikmeti anlamayacak ka-dar mankafaymış. Bir koşu gidip kavanozlardan birini kır-mış. Ama bir de ne görsün, diğer kavanoz da onunla beraberkırılmamış mı?"Ne demek istiyorsun?" diye tersledim. Şems'in karşısındahiddetlenip zayıf düşmek istemezdim ama kendimi zaptede-medim. "Sen ve şu zırva hikâyelerin! Bir kere olsun lafı do-landırmadan konuşamaz mısın?""Hâlbuki ne dediğim çok açık. Sen de şaşı çırak gibi baktığınher yerde ikilik görüyorsun" dedi Şems. "Babanla ben tekiz. Be-ni kırarsan onu da kırarsın, anlamıyor musun Alaaddin?""Babamla ortak hiçbir noktanız yok. Ve ben ikinci kavano-zu kırınca, ilkini de esaretten kurtarmış olacağım."Öylesine öfke doluydu ki yüreğim, ağzımdan çıkan kelime-lerin ne yaralar açtığını düşünmedim bile.

ŞemsKonya, Haziran 1246

Bid'atmış... "Küfür bu müzik" diyorlar. Yapmayın efendiler!Aşk ile icra edilen bir sanat nasıl küfür olur? Demeleri o ki Al-lah bize müziği vermiş, hem de yalnız ağızla ya da sazla yapı-lan müzik değil kastım, tüm evreni kuşatan o canım ezgilerivermiş, sonra da tutmuş dinlemeyi yasak etmiş, öyle mi? Gör-müyorlar mı bütün doğa her an her yerde O'nu zikrediyor? Bukâinatta ne varsa aynı temel ahenkle hareket ediyor: Kalp atı-şımız, havadaki kuşun kanat çırpışı, fırtınalı bir gecede kapı-ları yumruklayan yel, dağ pınarının çağlayışı, nalburun demi-re vuruşu, henüz doğmamış bebeğin rahimde dinlediği sesler...Her şey, hem dö her şey, muhteşem ve tek bir nağmeyle hema-vaz. Dervişlerin dönerken duydukları musiki bu ilahi zincirinbir halkasıdır. Nasıl ki her su damlası içinde okyanusları taşır,bizim semamız da içinde kâinatın sırlarını taşır.Ayinden önce Rumi ile beraber tefekküre dalmak üzere ses-siz bir odaya çekildik. Akşam semaya çıkacak altı derviş de bi-ze katıldı. Beraberce aptes alıp, dua ettik. Sonra tennureleri-mize bürünüp, elifi kuşaklarımızı kuşandık. Bal rengi sikkemezar taşımızdı, uzun beyaz tennure nefsimize biçtiğimiz ke-fen, hırka ise ölmeden evvel ölenin mezarı. "Onlar ayaktayken,otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler; gök-lerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler..."Bizler hâl ehliyiz.Kalp ehliyiz. Aşk ehliyiz. Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız şeri-at üste sabit, bir ayağımızla yetmiş iki milleti devrederiz.Semahaneye geçmezden evvel Rumi'nin ağzından şunlardöküldü:. Beri gel, daha beri, daha beri,Bu hır gür, bu savaş nereye kadar?Sen bensin, ben senim işte...Ne diye bu direnme?Topumuz bir tek inciyiz,Başımız da tek, aklımız da tek.Hazırdık. Önce neyin iç çekişi geldi. Sonra Rumi semazenba-şı sıfatıyla meydana çıktı. Dervişler bir bir meydana girerkenbaşları tevazuyla eğilmişti. Son beliren şeyh olmalıydı. Ne ka-dar direndiysem de Rumi bu vazifeyi bana vermekte ısrar etti.Ney ile rebabm insanın içine işleyen sesine kudüm vuruş-ları eşlik etmeye başladı.Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdanerkek, kadın herkes ağlayıp inledi.İlk derviş semaya başladı, tennuresinin eteği inceden hışır-darken seyircilerin gözü önünde bu âlemden uzaklaştı. Derkenhepimiz semaya katıldık. Vahdetten gayrisi kalmayana dekdönmeye durduk. Gökten ne aldıysak toprağa, Hak'tan ne al-dıysak halka. Her birimiz Âşık ile Maşuk arasına ağ olduk.Musiki sonlanmca evrenin başat unsurlarına selâm durduk:

Ateş, hava, toprak, su ve beşinci unsur, boşluk.Ayin sonrası KeyhusreVle aramızda geçenlerden dolayı piş-man değilim. Bir tek Rumi'yi zora soktuğuma üzgünüm. Amabu da gerekliydi. Mevlâna hep ayrıcalık görmüş, yönetici kesimtarafından korunup kollanmış. Şimdi, halktan sıradan insanla-rın gayet iyi bildiği bir duyguyu ilk defa tattı: Hükmeden seç-kinler karşısında yaşanılan zayıflık hissi. Mahrumiyetin, çare-sizliğin, kenara itilmişliğin ne mene bir şey olduğunu anlaya-madan Mevlâna nasıl herkesi kucaklayan bir şair olabilir ki?İşte böylece sanırım artık Konya'daki vaktim doldu. Gitmevakti geldi. Her hakiki aşk, umulmadık dönüşümlere yolaçar. Aşk bir milâd demektir. Şayet "aşktan önce" ve "aşktansonra" aynı insan olarak kalmışsak, yeterince sevmemişizdemekir. Birini seviyorsan onun için yapabileceğin en anlam-lı şey değişmektir!O kadar çok değişmelisin ki, sen sen olmaktan çıkmalısın.Şiir, musiki, raks... esriklik, esneklik, akışkanlık... Ru-mi'nin dönüşümü neredeyse tamam. Şiir sevmeyen katı birâlimken, kendi sesinin akışında hızla ilerleyen bir hatip-ken, artık cümle suskunların hislerine tercüman olacak ka-dar iyi bir şair olma yolunda. Bana gelince, ben de değiştimve değişiyorum. Varlıktan hiçliğe gidiyorum. Bir mevsim-den diğerine, bir mertebeden diğerine, yaşamdan ölüme ka-yıyorum. Baba Zaman'ın vaktiyle söylediklerini hatırlıyo-rum. İpeğin kozadan sapasağlam çıkması için ipek böceği-nin kendinden feragat etmesi lâzım.Dostluğumuz ve ruhdaşlığımız Allah'tan bir lütuf, eşsiz birarmağandı. Yarenlikte büyüdük, şad olduk, tomurcuklandık,çiçek açar gibi kelime açtık, tamlığı tattık. Kimse tek başınahamlıktan olgunluğa geçemez. Seni kuş gibi bir makamdanbir makama uçuracak yol arkadaşını bulmalısın. Ve buldunmu, kendini değil, onu ululamalısm.Sema akşamı herkes çekilip hay huy nihayete erdiktensonra semahanede bir başıma oturdum. Rumi ile bu dünya-daki zamanımızın sonuna varıyordum. Dostluğumuz süre-since nadide bir güzelliği paylaştık; durmadan birbirini yan-sıtan iki ayna misali birbirimizde sonsuzluğu seyrettik. Amaeninde sonunda çember döner, devir tamamlanır, ayna sırla-nır. Her kışın bir baharı, her baharın bir sonu vardır.Ve şu vecize hâlâ geçerlidir: Aşkın olduğu yerde, er ya dageç ayrılık vardır.

EllaBoston, 25 Haziran 2008

"Başımıza beklenmedik rastlantılar ancak bunları karşıla-maya hazır olduğumuz anlarda gelir" diye yazmıştı Aziz birmesajında.Eğer öyleyse bu hafta başına gelenlere bir anlamda hazırsayılmalıydı Ella. Hâlbuki eli ayağına dolaştı, alabildiğinehazırlıksız yakalandı. Zira bu hafta pat diye Aziz Z. Zaharaonu görmeye Boston'a geldi.Pazar günü akşamıydı. Rubinstein Ailesi tam yemeğeoturmuştu ki Ella’nın cep telefonuna bir mesaj geldi. FüzyonYemek Pişirme Kulübü'nden biri yolladı zannedip hemenokuma gereği duymadı. Oyalandı, başka şeyler yaptı. Kalktı,yemeği masaya taşıdı: Kızarmış ballı ördek, yanma patatessote, fıstıklı yasemin pilavı üzerine karamelli soğan. Ördek okadar iddialı ve heybetli görünüyordu ki masaya koymasıylaherkesin kaşlarının havaya kalkması bir oldu. Daha bu sa-bah Scott'u yeni kız arkadaşıyla görüp bunalıma giren Jean-nette'in bile iştahı açılmış gibiydi.Sakin, sıradan bir akşam yemeğiydi. Her zamanki muhab-betlerle taçlanan bir yemek. Ella masadaki her sohbete kıyı-sından köşesinden katıldı. Kocasının bahçe çitlerim maviyeboyama önerisine ses etmedi, Jeannette ile üniversitedekiderslerin yoğunluğunu konuştu, ikizlerle de Karayip Korsan-ları filmi hakkında lafladı. Herkese ve her şeye uyum göste-riyor ama aslında herkese ve her şeye mesafeli duruyordu.Aklı Aziz'deydi. Acaba mektubunu almış mıydı? Aldıysa nedüşünmüştü? Neden hâlâ cevap yazmamıştı? Kirli tabaklarıbulaşık makinesine yerleştirip, beyaz çikolatalı creme bru-le'yi servis ederken zihni öylesine meşguldü ki cep telefonu-na bakmak aklının ucundan geçmedi. Ama ne zaman ki ge-len mesajlar kutusunu açtı, donakaldı.Boston'dayım! Smithsonian Müzesi için fotoğraf

Page 69: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

çekimine geldim. Ama esas seni görmeye. Onyx Ote-li'nde kalıyorum, beni görmeye gelir misin... AzizElla’nın yanaklarına bir pembelik yayıldı, kalbi hızlandı.Titreyen ellerle cep telefonunu kapatıp çantasına koydu. Sa-kin görünmeye çalışarak masaya oturdu. Ailesini dinler gibiyaparken hafiften başı dönüyordu.Ama bu hâli David'in gözünden kaçmamıştı. "Ne o bir şey mivar? Mesaj mı gelmiş?" diye sordu tabağından başını kaldırıp."Ah... evet, Michelle mesaj atmış" dedi Ella, hiç düşünme-den.Karı koca bir» an gözlerini kaçırmadan birbirlerine baktı-lar. Bakışları kenetlendi, kilitlendi. Söylenmeyen onlarca sözaralarında gitti geldi. Uzun süren evliliklerin böyle bir fayda-sı vardı. Artık tek kelime konuşmadan, sırf bakışlarıyla kav-ga edebiliyorlardı. Çocuklar hiçbir şeyin farkında değil gibiy-di. Böylece Ella ve David tuhaf bir şekilde bir oyunun içindebuldular kendilerini. Biri diğerinin yalan söylediğini biliyor-du, beriki de onun bunu bildiğini.Sonunda David düşünceli düşünceli doğruldu, peçetesinikusursuz bir kare oluşturacak şekilde dikkatlice katladı. Ha-reketleri ağırlaşmıştı. "Ya, demek Michelle mesaj yollamış"diye mırıldandı.Ella kocasının kendisine zerrece inanmadığını anlasa dauydurduğu masalı sürdürmek zorunda hissetti. Belki de şuanda esas niyeti ne kocasını ikna etmek, ne çocuklarını kan-dırmaktı. Sırf kendisi için ihtiyacı vardı bu yalana. Evindendışarı adım atmak, Aziz'in kaldığı otele gitmek, nihayet onuyüz yüze görmek istiyordu. Hem de nasıl istemek? Hayatın-da hiçbir şeyi bu kadar istememişti... O yüzden her bir sözcü-ğü tartarak devam etti."Yarın sabah yayınevinde toplantı varmış, gelecek sezonunkitap katalogu belirlenecekmiş. Onu haber verdi. Benim dekatılmamı istiyor.""O zaman önemli bir toplantı, muhakkak gitmelisin" dediDavid gözlerinde anlaşılmaz bir parıltıyla. "İstersen sabahben bırakayım seni, hem beraber gitmiş oluruz. Bir iki ran-devumu kaydırdım mı ayarlayabilirim."Ella kocasına bakakaldı. Ne yapmaya çalışıyordu? Haki-katen Boston'a beraber gitmek mi istiyordu? Yoksa çocukla-rın gözü önünde tartışma çıkarmak mıydı niyeti? Zoraki gü-lümsedi. "Çok iyi olurdu ama evden sabah yediden önce çık-mamız lâzım. Michelle benimle toplantıdan önce ayrıca ko-nuşmak istiyormuş."Her şeyden habersiz Orly sırıtarak konuşmaya daldı. "Oo,o zaman babamı unut gitsin. Hayatta o kadar erken kalka-maz. O saatte babamı ancak vinçle kaldırabilirsin."David hiçbir zaman sabahları erken kalkabilen biri olma-mıştı. Çocukları da karısı da bu huyunu gayet iyi biliyordu.Ella ile David'in bakışları buluştu. İkisi de bekliyor, duru-mu tartıyordu. Acaba ilk hamleyi kim yapacaktı? Bu oyunuoynamaya daha ne kadar devam edeceklerdi?O zaman David yüzünde müstehzi bir tebessümle geri çe-kildi. "Orly haklı. O saatte kalkamam. En iyisi sen yalnız git"dedi."Niye şimdi gitmiyorsun anne?" dedi Jeannette, her şey-den habersiz. "Şehirdeki dairede kal. Ne zamandır kimseninişine yaramıyor zaten. Sabah da dinlenmiş olarak ordan top-lantıya geçersin.""Olabilir..." dedi Ella yanaklarının yandığını hissederek.Yarın sabah Boston'a gidip Aziz'le kahvaltı edeceğini dü-şünmek bile kalbinin hızla atmasına yetmişken, hemen şim-di yola çıkmak çılgınlık gibi geliyordu. Öte yandan Aziz'i he-men görmek istiyordu, ertesi gün değil. Sabaha daha çok var-dı. Bir ömür uzaklığındaydı sanki. Şimdi gitse daha güzel ol-maz mıydı? Evden arabayla iki saatte Boston'a varacaktıama umurunda değildi. Aziz tâ Amsterdam'dan kalkıp gel-mişti. İki saat direksiyon sallamanın lafı mı olurdu?"Şimdi çıkarsam gece ondan önce Boston'a varmış olurum.Sabah da erkenden yayınevine gider Michelle ile buluşurum"diye tekrarladı Ella.David'in yüzü soldu. Ağzını açıp tek kelime etmedi. Gözle-rinde karısının başka bir adamla buluşmasına mâni olmaya-cağını ele veren bir boşvermişlik vardı."Hem uzun zamandır bizim evi toparlamadım. Gidip bir ba-kayım" dedi Ella. Bu son cümleyi bilerek vurgulamıştı. Böyle-ce kocasına Aziz'le sadece bir şeyler içeceğini, ondan sonra evegidip tek başına uyuyacağını söylemeye çalışıyordu.

David elinde şarap kadehi, masadan kalktı. Yüzünde çö-zülmesi zor bir özgüvenle, "iyi fikir. Olur canım, şimdi git" de-di. Gözdağı mı veriyordu, yoksa olan biteni umursamıyormuydu? Ella kocasının ne düşündüğünü okuyamadı."Ama anne, hani matematik ödevime yardım edecektin"diye sızlandı Avi.Ella bir şey demeye fırsat bulamadan Orly kardeşine sa-taştı. "Ay, ana kuzusu! Otur kendi ödevini kendin yap. Kocadana!"Ella çocuklarını masada tartışırken bırakıp hızlı adımlar-la üst kata çıktı. Yatak odasının kapısını kapar kapamaz ceptelefonundan Aziz'e yanıt yazdı:Bu ne güzel sürpriz. Çok şaşırdxm. İki saatsonra Onyx'teyim."Gönder" tuşuna bastı. Donuk gözlerle mesajın gidişini iz-ledi.Ne yapıyordu böyle? Bu yol sonra nereye çıkacaktı? Gerçibunları düşünecek vakit yoktu. Bu akşam yaptıklarından do-layı pişman olacaksa eğer, ki muhtemelen olacaktı, buna da-ha sonra hayıflanırdı. Şimdi yaşaması gerekeni yaşayacaktı.Acele etmesi gerekiyordu. Yirmi dakikada duşa girdi, maki-neyle saçlarını kuruttu, dişlerini fırçaladı, bir elbise seçti,giydi çıkardı, diğerini denedi, olmadı, bir başkasında kararkıldı, saçlarını taradı, biraz makyaj yaptı, anneannesinin he-diyesi ufak yeşim küpeleri taktı, aynada kendine baktı, gör-düğünü beğenmedi ve gitti başka bir elbise giydi.Derin bir nefes aldı, biraz parfüm sıktı. Eternit-CalvinKlein. Şişe banyo dolabında yıllanmıştı. David hiç parfümsevmezdi. "Kadın, kadın gibi kokmalı" derdi hep, "vanilya ya-hut papaya gibi değil." Ama Avrupalı bir erkek farklı düşüne-bilirdi parfüm konusunda. Avrupa'da parfüm tutulan bir şeydeğil miydi?İyi de neden Aziz geleceğini önceden haber vermemişti?Bilseydi ona göre hazırlanır, kuaföre gider, manikür ve yüzbakımı yaptırır, hatta kimbilir belki saç stilini değiştirirdi.Ella'nın zihninde bir sürü soru yanıp sönüyordu: Ya Aziz be-ni beğenmezse? Ya kimyalarınız tutmazsa, tâ Boston'a kadargeldim diye pişman olursa"? Yazışmak daha mistik ve kolay-dı. Görüşmekse daha zor. Neden geldi? Ben çağırdım... Omektubu yazarak buraya gelmesine ben sebep oldum...Düşüncelerinden sıyrıldı. Kendini topladı. Ne demeye gö-rünüşünü değiştirmeye çalışıyordu ki? Kimyaları tutsa neolurdu, tutmasa ne olur? Bu adamla sadece bir fincan kahveiçecekti. Hepsi bu. Daha ileri gitmeyecekti. Gidemezdi. Yok-sa Zahara'yla yaşayacağı her macera, bir macera olarak kal-maya mahkûmdu, gelip geçiciydi. Bir ailesi vardı. Kurulu birdüzeni. Geçmişi buradaydı, geleceği de. Bu yaşta olmayacakhayallere kapıldığı için kızdı kendine. Düşünmemeye çalıştı.Kurmamaya. Hayal etmemeye. Arzulamamaya.Sekize çeyrek kala Ella çocuklarını öptü, herkese iyi gece-ler diledi, evden çıktı. David çalışma odasına çekilmişti. Bir-birlerini görmediler.Boston'daki evlerinin anahtarlarını sallaya sallaya araba-ya yürürken zihni uyuşmuş gibiydi ama dolu dizgin koşturu-yordu kalbi.

Sultan VeledKonya, Temmuz 1246

Bu cuma sabahı babam odama geldi. O kadar bitkin görü-nüyordu ki gözlerime inanamadım. Kirpiklerinin altında ko-yu torbalar oluşmuş, bakışları hepten değişmişti, tüm geceuyumamış gibiydi. Ama beni en çok şaşırtan sakallarıydı: birgecede tamamen ağarmışlardı."Veled, oğlum, ne olur bana yardım et" dedi. Sesi o kadarkırılgan ve ağlamaklıydı ki içim sızladı.Koştum, koluna girdim. "Emret babacım, ne istersen, ye-ter ki söyle."Bir müddet sustu, sanki söyleyeceklerinin ağırlığı altındakalmıştı. "Şems gitmiş. Bizi terk etmiş."Ne diyeceğimi bilemedim. Şaşırdım, üzüldüm ama doğru-su şunu da düşünmeden edemedim: Belki de böylesi herkesiçin daha hayırlıydı. Şimdi hayat daha kolay olmaz mıydı?Babam son zamanlarda pek çok düşman edinmişti, hepsi deŞems yüzünden. Eskiden bu şehrin en muteber insanıydı.Şimdiyse sevmeyenleri, eleştirenleri çoğalmıştı. Ürküyor-

Page 70: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

dum. Her şey eskisi gibi olsun istiyordum. Belki de Alaaddinhaklıydı: Şems hayatımızdan çekip gidince eski huzurumuzakavuşmaz mıydık?Babam zihnimden geçenleri okumuş gibi yılgınlıkla yüzü-me baktı: "Kıymetlimdir o benim, unutma" dedi. "Şemsleben, iki ayrı insan değil, biriz aslında. Ayın bir aydınlık yüzüvar, bir karanlık. Şems benim serkeş yüzümdür. O benim asiyammdır. Kimse görmez ama onun her isyanında ben varım."Başımı salladım, babama mahcup olmuştum. Bir süre ko-nuşamadım."Ne olur Şems'i bul, tabii eğer o bulunmak istiyorsa. Gitgetir onu. Yokluğunda nasıl perişan olduğumu anlat." Hazinbir fısıltıya dönüştü cümleleri. "Ona de ki yokluğu beni kah-rediyor."Babama söz verdim. Her nerede olursa olsun Şems'i bulupgetirecektim. Babam elimi tuttu, minnetle sıktı. Gözlerimikaçırdım. Bakışlarımdaki tedirginliği fark etmesini istemi-yordum.

* * *

Bütün hafta boyunca Konya sokaklarını arşınladım.Şems'in ayak izlerini takip etmeye çalıştım. Bu süre içerisin-de şehirde kim var kim yoksa Şems'in kaybolduğunu öğren-mişti. Nerede olabileceğine dair herkes bir tahmin yürütü-yor, ağzına geleni söylüyordu. Bir ara bir cüzamlı dilenciyerastladım, Şems'e hayrandı. Tuttu, beni kendisi gibi düşkün,sefil ve kimsesiz insanlarla tanıştırdı. Hepsinin de ortak nok-tası geçmişte Şems'in imdatlarına koşmuş olmasıydı. Şaşır-dım. Demek bu kadar çok takdir edeni vardı Tebrizli Şems'in,hiç bilmezdim. Bunca zaman hep onu sevmeyenlere kulakvermiş, ne kadar çok seveni olduğunu fark etmemiştim.Bir akşam eve yorgun argın, şirazem kaymış hâlde geldim.Kerra bana hemen bir kâse sütlaç getirdi. Tatlı, gül suyu vetarçın kokuyordu. Yanıma oturdu, ben yerken anne şefkatiy-le gülümseyerek beni seyretti. Yüzündeki perişanlığı fark et-meden duramadım. Bir senede ne kadar yaşlanmıştı."Şems'i bulmaya çalışıyormuşsun, doğru mu?" diye sorduKerra az sonra.Başımı salladım."Peki nereye gittiğini biliyor musun?""Hayır, hiçbir fikrim yok. Ortada çok fazla rivayet var.Şam'a gitmiş diyorlar. Ama İsfahan'a, Kahire'ye, hatta doğ-duğu şehir Tebriz'e gitti diyen de var. Her yere bakmak lâ-zım. Ben yarm Şam'a gitmek için yola çıkıyorum. Bu aradababamın müritlerinden üç tanesi diğer üç şehre gidecek."Vakur bir ifadeye büründü Kerra’nın suratı; sesli düşünü-yormuş gibi mırıldandı:"Biliyor musun baban âdeta şiir konuşuyor" dedi tedirginbir gülümsemeyle. "Bütün gün susuyor. Sonra konuşmayabaşladığında ağzından dizeler dökülüyor. Şems'in yokluğun-da galiba şair oluyor."Gözlerini yerdeki İran halısının saçaklarına dikti. Kirpik-lerinin ucunda bir ıslaklık birikti. Derin bir nefes aldıktansonra bir çırpıda okudu şu beyi ti:Gördüm yüzü o Haşmetli HükümranıCennetin güneşi, gözü kulağıHer varlığa yoldaş o şifacıRuhlara can veren ruhtur kâinatıNeler olup bittiğinin farkmdaydım. Kerra vicdanının cen-deresine sıkışmıştı. Şems'in gidişine belki de en çok o sevin-mişti. En azından ferahlamıştı. Öte yandan babamın mutluolması için her şeyi yapmaya hazırdı. Ve, gayet iyi biliyorduki babamın mutluluğu Şems'in varlığına bağlıydı. Şems'indönmesi ise babamın Kerra'yı ve bizleri yeniden ihmal etme-si anlamına geliyordu. Böylece Kerra bir kadının yaşayabile-ceği en çetrefil ikilemlerden birine toslamıştı: Kocamın mut-suz olmak pahasına benim yanımda kalmasını, gözümünönünde olmasını mı isterim, yoksa benim mutsuzluğum pa-hasına özgür ve bağımsız olmasını mı?"Peki ya Şems'i bulamazsam?" dedim Kerra'yı yoklayarak.Ağzımdan çıkan soru beni de şaşırmıştı ama sormuştum işte."O hâlde elden ne gelir. Yapacak bir şey yok. O gelmedenönce nasılsak, gene öyle yaşar gideriz" dedi Kerra, bir umutkıvılcımı gözlerinde parlayarak.Ne ima ettiğini kavradım. Şems-i Tebrizî'yi aramak içinyollara düşmek, tâ Şam'a gitmek zorunda değildim. İstesem

yarın Konya'dan çıkar, bir süre orda burda dolanır, kalacakrahat ve temiz bir han bulur, birkaç hafta sonra döner,"Şems'i aramaktan ayaklarıma kara sular indi ama ne yazıkki onu bulamadım" der geçerdim. Babam sözüme güvenirdi.Böylece bu mesele kendiliğinden sona ererdi. Hem böylesibelki yalnız Kerra ve Alaaddin'e değil, babamın talebelerine,müritlerine de faydalı olurdu; hatta bana bile."Kerra" dedim usulca. "Sence ne yapmalıyım?"Ve işte uzun seneler evvel din değiştirip Müslüman olan,ilk eşini kaybettikten sonra babama dul bir kadın olarak va-ran, bana ve kardeşime senelerdir harikulade annelik yapan.kocasını onun başkası için yazdığı şiirleri ezberleyecek kadarçok seven, hayatı boyunca hep veren, hep gözeten bu kadın,ağzını açıp da tek kelime edemedi. Bir anda söylenecek sözkalmamıştı içinde.Ve ben o zaman anladım ki bu soruyu cevaplamak bana kal-mıştı. Şems'i aramaya çıkıp çıkmamak benim imtihammdı.

RumiKonya, Ağustos 1246

Bir gayya kuyusu bu dünya, Şems'in yokluğunda. O gittigideli ruhum çorak kaldı, gün ışımaz günüme. Gece uyku gir-miyor gözüme, gündüzse evde duramaz oldum. Ne tam ola-rak buradayım, ne başka bir yerde. Bir hayalet gibiyim kala-

balıklar içinde. Herkese küskünüm, kırgınım, elde değil. Na-sıl hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edebiliyorlar?Şems-i Tebrizî'nin olmadığı bir yaşam, yaşanılası olabilir mi?Gün batınımdan şafağa her gün bir başıma kütüphanedeoturuyor, susuyorum. Hep Şems'i düşünüyorum. Ama sonuç-ta Şems benim için her şeyin ve herkesin toplamı olduğun-dan, tüm evreni düşünüyorum aslında. Bana söyledikleri ak-lımdan çıkmıyor: "Gün gelecek sana En Güzel Aşk ŞiirleriniYazan Doğulu diyecekler. Bütün dünyada ismin bilinecek."Hâlbuki tek yaptığım susmak bu günlerde. "Hamuş" diyo-rum kendime: Suskun! Ben ne kadar susarsam susayım keli-meler bana rağmen sinemi yırtıp çıkıyorlar bedenimden.Baştan beri Şems'in yapmak istediği de bu değil miydi? Ben-den bir şair yaratmak! Ama bu hedefe ulaşmak için beni terkedeceği aklımın ucundan geçmemişti.Hayatımız bir devr-i daim. İster devasa boyutlarda olsun,ister bir dirhemcik ağırlığında, yaşadığımız her zorluğun,çektiğimiz her çilenin büyük resimde bir yeri ve işlevi var.Mücadele etmek insan olmanın gereği. Bizim uğrumuzda ci-had edenler var ya, Biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz,demiyor mu? Sen nefsini aşmak, herkesi bir ve eşit görmek,Yaradan'dan ötürü yaratılanı sevmek yolunda minnacık biradım bile atsan muhakkak karşılığını görürsün. İlahi bir ni-zam olduğuna inanıyorsak eğer biliriz ki bunun içinde tesa-düfe yer yok. Şekerciler Hanı yakınlarında birbirimize rast-lamamızdan bu yana iki sene geçti. Şems'in bana gelişi tesa-düf değildi ki, gidişi öyle olsun."Rüzgârla gelmedim" demişti Şems "ki rüzgârla gideyimsenin hayatından..."Ve sonra bir hikâye anlatmıştı.Vaktiyle bir Sufi varmış. Kerameti o kadar enginmiş ki, İsaPeygambere bahşedilen nefese sahipmiş. Bu Sufinin tek birtalebesi varmış. Hâlinden hoşnutmuş. Daha fazla öğrencim,müridim olsun diye hırsları yokmuş. Ne var ki talebesi farklıdüşünürmüş, istermiş ki herkes hocasının izzeti ve kudretikarşısında şaşkına dönsün. Bu nedenle ondan yalvar yakarbir tarikat kurmasını ve pek çok mürit edinmesini istermiş."Eyvallah" demiş Su fi en nihayetinde. "Madem bu kadarçok istiyorsun, yapalım bakalım."O gün pazara gitmişler Tezgâhlardan birinde kuş şeklindeşekerler satılıyormuş. Sı/fi nefesini liflemiş, bir yel esmiş, şe-kerden kuşların hepsi can bulmuş, kanatlanıp uçmuşlar. Şe-hir halkının nutku tutulmuş, anında Sufi'nin etrafını sarmış-lar. Hepsi kapısında mürit olmak için sıraya girmiş. Gel za-man git zaman öyle çok hayran toplanmış ki, eski talebesi ho-casını doğru dürüst göremez olmuş."Efendim" demiş talebe günlerden bir gün. "Çok kalabalıkolduk. Bir sürü insan var etrafınızda. Eskiden her şey dahaiyiydi. Bir şey yapın. Hepsini gönderin ne olur.""Eyvallah" demiş Sufi. "Madem bu kadar çok istiyorsun,

Page 71: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

yapalım bakalım."Ertesi gün Sufi vaaz verirken yellenmiş. Müritleri bunu çokyadırgamış. İğrenerek oradan uzaklaşmışlar. Geriye bir tekeski talebesi kalmış.Hoca sormuş: "Evladım sen neden diğerleriyle gitmedin ?"Mürit cevab vermiş: "Efendim, ben ilk yel ile gelmedim kisonuncusu ile gideyim."

* * *

Şems bugüne dek ne yaptıysa ben mükemmeliyete ulaşa-yım diye yaptı. İnsanların anlayamadığı şey tam da bu. Bilebile dedikodu kazanlarını körükledi, inadına bam tellerinebastı. Sıradan kulaklara küfür gibi gelen sözler sarfetti; onuseven insanları bile kafa karışıklığına, hayal kırıklığına dü-sürdü. Bütün kitaplarımı suya fırlattı ki akıl mantıkla ulaş-tığım ve matah bir şey zannettiğim her bilgi tanesini bir ke-nara kaldırabileyim. Herkes onun âlimleri tenkit ettiğinizannediyor ama çok az kişi onun aslında muazzam bir tefsiryeteneğine sahip olduğunu biliyor. Şems simyada, ilm-i nü-cumda, rasatta, ilahiyatta, felsefede ve mantıkta derin biri-kime sahiptir ama ilmini kör gözlerden sakınır saklar. Özün-de fakihtir. Hâlbuki fakir gibi davranır.Şems kapımızı tövbekar olmuş bir fahişeye açtı. Aşımızıonunla paylaşmaya zorladı bizi. Dedikodulara kulak aşma-mayı, kötü söze kötü sözle karşılık vermemeyi öğretti. Benimeyhaneye yollayıp sarhoşlarla muhabbet ettirdi. Bir kere-sinde vaaz verdiğim caminin karşısında dilenmemi istedi. Ha-yatımda ilk defa kendimi cüzamlı bir dilenci yerine koydum.Bir de onun gözünden baktım bu kavanoz dipli dünyaya. Di-lencinin baktığı yerden ben nasıl görünüyormuşum, onu anla-dım. Şems beni hayranlarımdan ve ben farkında olmadan et-rafımı saran dalkavuklardan, hatta beni kollayan yönetici sı-nıftan ayırdı; toplumun en alt katmanlarıyla buluşturdu.Onun sayesinde başka türlü tanıyamayacağım insanlar tanı-dım. Ferd ile Rab arasında ne kadar put duruyorsa; ister şan,ister şöhret, ister para, ister makam, hatta isterse aşırı din-darlık, ne varsa taşlaşmış, katılaşmış, aşktan uzaklaşmış, ye-rinden oynatmak gerekli, diye düşünürdü. Zihinlerdeki sınır-ları, gönüllerdeki önyargıları, cemiyetteki basmakalıp kural-ları, mezhep ve görüş farklılıklarını sarsmaktan yanaydı ki,hepimiz tek ve bir ve eşit olduğumuzu anlayalım. Geriye birtek İlahi Aşk kalsın. Büyük harfle AŞK.Sırf onun uğruna imtihanlardan geçtim, yücelerden aşağıla-ra yuvarlandım, hâlden hâle sıçradım. En sadık müritlerimingözünde dahi şaibeli bir insana, âdeta meczuba dönüştüm.Onun yüzünden yalnızlığı, çaresizliği, yanlış anlaşılmayı, dış-lanmayı, horlanmayı ve en nihayetinde ayrılık acısını tattım.Dünyanın lütfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadırama, az ye.Çünkü ateşten bir lokmadır!...methedilmek tatlıdır. Kınanmak acı olduğundanDerhal kötü görünür.(Hâlbuki) kınanmaktan da bir ululuk gelir, dene de bak!Her geçen gün, her an soruyor Allah: Hatırlar mısınız si-zi bu dünyaya yollamazdan evvel yaptığımız ahdi? Bilin-mez bir hazine idim. Anlaşılmak istedim. Görmüyor masu-nuz bu anlaşmada sizlere düşen payın büyüklüğünü, güzel-liğini?Çoğu zaman yanıtlamaya hazır değiliz. Korkutuyor bizi busorular. Huzursuz ediyor. Fakat Allah sabırlıdır. Sorar, bek-ler, tekrar sorar, tekrar bekler.Şayet bu kalp yarası imtihanımın bir parçasıysa tek dile-ğim şudur: Bu kasvetengiz tünelin sonunda hasret bitsin veben Şems'e kavuşayım. Kitaplarım, vaazlarım, oğullarım.karım, bütün varlığım yahut şanım... Her şeyi bırakmaya ha-zırım, yeter ki bir kez olsun nur cemaliyle aydınlanayım.Geçen gün Kerra giderek şaire dönüştüğümü söyledi. Netuhaf! Bütün ömrüm boyunca şairlere itibar etmemiştim.Ama şimdi ses çıkarmadım. Başka zaman olsa itiraz ederdimdediklerine ama artık ne mümkün.Ağzımdan damla damla mısralar sızıyor, hem de hiç dur-madan, elimde olmadan; dinleyenler şair olduğuma kanaatgetirebilir, evet. Kelimeler Ülkesinin Sultanı! Ama işin aslı,bu şiirler bana ait değil. Ben sadece harfler için bir vasıta-yım. Kelimeleri emredildiği gibi yazan bir hokka, divit, ka-lem misali; üflenen ezgiyi çalan bir ney misali, ben de sadece

bir aracım. Kendi payıma düşeni yapıyorum. Ben kelimelerinefendisi değil, sadece gönüllü kâtibiyim. Gönlüme ne fısılda-nıyorsa onu yazıyorum. Ama fısıldayan ben değilim...Hayatımın ışığı! Çilelerimin amacı! Gel!Tebriz'in harikulade güneşi! Neredesin?

ŞemsŞam, Nisan 1247

Buldu beni Sultan Veled. Şam'a varalı on ay olmuştu. Ber-rak, masmavi bir gök kubbenin altında Fransis isimli bir Hı-ristiyan keşişle satranç oynuyordum. Fransis iç ahengi kolaykolay bozulmayan, teslimiyetle gelen huzurun ne demek ol-duğunu bilen, tüm canlıları aynı nazarla gören bir adamdı.Bana göre o, kendine Müslüman deyip de İslam'ın ne anlamageldiğini bilmeyen ve düşünme gereği dahi duymayan onlar-ca insandan daha Müslüman'dı.Otuz Dördüncü Kural: Hakk'a teslimiyet ne zayıflıkne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir tesli-miyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olaninsan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bıra-kır; emin bir beldede yaşar.Satranç tahtasında birkaç oyuncu kalmıştı. Fransis'in şa-hını zorlamak için vezirimi oynadım. O da cüretkâr bir ham-leyle kalesini öne sürdü. Öyle bir his vardı ki içimde ben buoyunu kaybedecektim. Tam zihnimden bunu geçirirken başı-mı kaldırdım ve Sultan Veled'le göz göze geldim."Seni dünya gözüyle tekrar görmek ne güzel" dedim. "De-mek sonunda beni hakikaten aramaya karar verdin."Utangaç bir tebessüm belirdi yüzünde, sonra toparlandı,içindeki karışıklığın farkında olmama şaşırmıştı. Ama na-muslu ve sözüne güvenilir bir genç adam olduğundan gerçe-ği inkâr etmedi."Evet, seni aramak yerine bir süre orda burda gezindim. Ba-bamı kandıracaktım ama pişman oldum. Babama yalan söyle-yemezdim. Sonunda Şam'a geldim, aramadık delik bırakma-dım ama seni bir türlü bulamadım. Neden benden saklandın?""Sen dürüst, yüreği yufka ahlakı güzel bir adamsın ve çokiyi bir evlatsın" dedim. "Günü gelecek babana lâyık bir yoldaşolacaksın."Sultan Veled başını hüzünle salladı. "Onun ihtiyacı olantek yoldaş sensin Şems. Benimle Konya'ya gel. Babam seniçok özlüyor."Bu daveti duyunca beynimden binbir düşünce geçti.Nicedir içimde uyumakta olan nefs aniden parladı, istenme-diğim bir yere dönmemem gerektiğini tembihledi.Sultan Veled'i sakın dinleme. Vazifeni tamamladın sen.Konya'ya dönmen şart değil. Baba Zaman ne dedi, unutma.Yolun bundan sonrası tehlikeli. Gidersen dönemezsin...Nefs yaşamak ister. Habire daha fazlasını talep eder. Benimnefsim de dünyayı dolaşmaya devam etmek, yeni insanlarlatanışmak, yeni şehirler görmek istiyordu. Üstelik Şam'ı sev-miştim, gelecek kışa kadar burada rahat rahat ikamet edebi-lirdim. Daha henüz bir yere ısınmışken yeniden yollara düş-mek insanın ruhunda korkunç bir yalnızlık hissi oluştururdu.Gayet iyi biliyordum ki kalbim Konya'da kalmıştı. Rumi'yiöyle çok özlemiştim ki ismini anmak bile içimi dağlıyordu. Oyanımda olmadıkça hangi şehirde kaldığımın ne önemi vardıki? O neredeyse, kıblem o taraftaydı.Satranç masasına döndüm, şahımı oynadım. Fransis'ingözleri fal taşı gibi çaldı. Zira bile bile kendimi yenilgiye sü-rüklediğimi anlamıştı.Hayat da tıpkı satranç gibi. Bazı hamleleri kazanmak içinyaparsın, bazı hamleleri de sırf oyunun akışı bunu gerektir-

diği, doğrusu bu olduğu için yapar ve yenilirsin."Lütfen benimle gel" dedi Sultan Veled. "Dedikodunu ya-panlar, sana kötü davrananlar bile o kadar pişman ki. Söz ve-riyorum, bu sefer her şey iyi olacak.""Ah evlat, böyle iddialı sözler veremezsin" demek istedim."Kimse böyle bir taahhütte bulunamaz!"Ama dilimi tuttum. Usulca başımı salladım. "Bir kez dahaŞam'da gün batımı izleyeyim. Yarın sabah erkenden beraberyola çıkarız."Sultan Veled içi rahatlamış bir hâlde tebessüm etti. "İşte buharika! Sağ ol! Var ol! Babam ne kadar sevinecek bilemezsin."

Page 72: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Fransis'e döndüm. O da yeniden oyuna bakmamı bekliyordusabırla. Dikkatimi ona verdiğimi anlayınca, kaşlarını kaldırdı."Dikkat et dostum" dedi muzaffer bir edayla. "Şah mat!"

KimyaKonya, Mayıs 1247

Bambaşka bir adam olmuş. Ne kadar değişmiş. Saçlarıgözüne düşecek kadar uzamış, teni Şam güneşi altında yan-mış; daha genç, daha yakışıklı olmuş. Ama bir başka yenilikdaha var üstünde; tam olarak ne olduğunu bilemiyorum.Kara gözleri her zamanki gibi ışıl ışıl fütursuzca bakıyorama gözlerinin derinlerinde bir başka kıvılcım var. Gözleri,görmüş geçirmiş, ununu eleyip eleğini duvara asmış, müca-deleden geçmiş ve bütün hırslardan arınmış bir adamın göz-leri...Şems değişmiş. Ama belki de en büyük değişim Mevlâ-na'da. Şems gelince bütün dertlerinden tasalarından arınır,yüzünde güller açar sanmıştım. Ama öyle olmadı. Şems'ingeldiği gün Rumi onu şehrin kapısında, ellerinde papatya-larla karşıladı. Fakat hemen akabinde yeniden bir hüzün veendişe çukuruna yuvarlandı. Şimdilerde eskisinden daha te-dirgin, hatta daha mutsuz ve münzevi. Galiba nedenini an-lıyorum. Şems'i bir kere kaybetti ya, bir daha kaybetmektenkorkuyor. Ayrılık acısını bir kez tattı ya, şimdi yüreği ağzın-da yaşıyor. Benden başkası bunu hissedemiyor ama ben yü-reğimde hissediyorum. Zira tıpkı onun gibi ben de Şems'ikaybetmekten korkuyorum.Tek sırdaşım Gevher Hatun. Rumi'nin rahmetli eşi sık sıkbeni görmeye geliyor. Ona hayalet diyemem. Tanıdığım diğerhayaletlerden o kadar farklı ki. Rüyada dolaşır gibi dolaşmı-yor bu âlemde. Ne yaptığını bilen bir kadının kararlılığı varüzerinde. Ağır akan bir çay gibi eteğimde dolanıyor. Onunlaher şeyi konuşuyoruz ama bu sıralar tek bir sohbet konumuzvar: Şems!Gevher Hatun'a bugün dedim ki: "Efendi Mevlâna endişe-li görünüyor. Keşke ona yardım edebilsem.''"Edebilirsin" dedi gizemli bir edayla. "Mevlâna’nın uzunzamandır zihnini meşgul eden bir konu var ama henüz kim-seyle paylaşmadı.""Nedir o?" diye sordum."Rumi'nin fikrince şayet Şems evlenir, bir yuva kurabilirseKonya halkı onu daha kolay benimser ve arasına alır. Dediko-dular, ithamlar azalır. Şems'in başı bağlanırsa ayağı da bağla-nır sayılır. Ve bir daha buralardan gitmesine gerek kalmaz."Kalbim duracak gibi oldu. Şems evlenecekti ha! Ama ki-minle?Gevher yan gözle beni süzdü. "Baban Mevlâna merak ederKimyacım: acaba sen Şems ile evlenmek ister misin?"Afalladım. Gerçi evlenme fikri aklımdan ilk kez geçmiyor-du. On altıma basmıştım, evlenme çağmdaydım ama bugünedeğin evlenen kızların kesinkes değiştiğini görmüştüm. Göz-lerine bir başka bakış çöküyor, tavırları, edaları, konuşmatarzları büsbütün değişiyordu. Başka insanlar da onlarafarklı davranıyordu. Ufacık çocuklar bile evli genç kadınlabekâr kızı şıp diye ayırdediyordu.Gevher Hatun yarı anaç yarı hınzırca gülümsedi, elimituttu. Bir şeyi fark etmişti. Beni kaygılandıran evlilik kıs-mıydı, yoksa Şems'e varmak değil.

* * *

Ertesi gün, öğleden sonra Rumi'yi görmeye gittim. Tahafutal-Tahafut isminde bir kitaba dalmıştı."Kimyacım, güzel kızım" dedi sevgiyle. "Sana nasıl yardımedebilirim?""Seneler evvel öz babam, eti sizin kemiği benim diye benisize teslim ettiğinde, siz demiştiniz ki: Kızlar, oğlanlar kadariyi talebe olamaz çünkü evlenip çocuk büyütmeleri gerekir.Hatırladınız mı?""Elbette hatırladım" dedi Mevlâna. Ela gözleri merakla ay-dınlandı."İşte o gün kendi kendime bir söz verdim, asla evlenmeye-ceğim diye. Böylece hep talebeniz kalacaktım" dedim. "Amabelki de hem evlenip hem evinizde kalmam mümkündür. Ya-ni demek istediğim, bu evin bir ferdi ile evlenirsem..."

"Alaaddin'le mi evlenmek istiyorsun yoksa?" diye sorduRumi."Alaaddin mi?" Aklım başımdan gitmişti. Alaaddin'le ev-lenmek isteyeceğimi de nereden çıkarmıştı? O benim abimsayılırdı.Rumi şaşkınlığımı sezmiş olacak ki açıklama yaptı: "Ge-çenlerde bir sabah Alaaddin bana geldi. Kimya’nın dest-i iz-divacına talibim dedi."Ağzım açık kaldı. Bir genç kızın böyle meselelerde tezcan-lı davranması hoş karşılanmazdı, bilirdim ama soramadanedemedim: 'Ya siz ne dediniz efendim?""Önce Kimya'ya sormam gerek dedim.""Efendim..." dedim. Sesim kısıldı, alnımı boncuk boncukter bastı. "Buraya geliş sebebim Şemsle evlenmek istediğimisöylemekti."Rumi kulaklarına inanamıyormuş gibi afallayarak baktı."Emin misin kızım?""Eminim. Hem çok faydası olabilir bu izdivacın" dedim."Böylece Şems aileden biri olur, bir daha asla gitmek zorun-da kalmaz."O zaman Mevlâna dikkatle yüzümü inceledi: "Yani sen ba-na yardım etmek için mi Şems ile evlenmek istersin? Buradakalsın diye, öyle mi?""Hayır. Yani evet ama salt bu değil..." dedim. Yutkundum."Fikrimce Şems benim alnıma yazılmış. O benim nasibimdir.Ya onunla evlenirim ya kimseyle evlenmem."İşte, Şems-i Tebrizî'ye olan aşkımı ancak bu kadar itirafedebildim.Evlilik haberini ilk alan Kerra oldu. Bi koşu yanıma geldi.Buruk bir tebessümle yanıma oturup ahiret sualleri gibi ardıardına sorular sordu:"Emin misin kızım, hakikaten Şemsle evlenmek istiyormusun? İyi düşün. Evlilik başka şeye benzemez. Yaşın dahaküçük değil mi? Hem Şems senden çok büyük. Yaşma yakınbirisiyle evlensen daha iyi olmaz mı?""Şems diyor ki aşk bütün ayrımları geçersiz kılarmış" de-dim. "Aramızdaki yaş farkı önemli değil."O zaman Kerra benim nasıl abayı yaktığımı anladı galiba.Derin bir of çekti. Vaktinden evvel ağaran kır zülüflerinibaşörtüsünden içeri soktu. "Kızım, Şems gezgin bir abdal, asitabiatlı bir adam. Onun gibi erkekler kolay kolay ev hayatı-na alışamaz. Yaban kalırlar. Uzaktan sevmesi hoştur böylele-rini. Ama onlardan iyi koca olmaz. Sonra kalbin kırılır.""Hallolmayacak mesele değil, Şems zamanla değişir" de-dim, kendimden gayet emin. "Onu o kadar çok sevecek vemutlu edeceğim ki o da değişecek. İyi koca olmayı, iyi babaolmayı öğrenecek."Kerra bana itiraz etmedi. Böylece sohbetimiz başlamadanbitti.O gece sevinç içinde yatağıma yattım. Kalbim bir deli da-vul kesilmiş, güm güm atıyordu. Nereden bilebilirdim o ankadın kısmının ezelden beri yaptığı en büyük hatayı yaptığı-mı? Âşık oldukları adamı sevgileri aracılığıyla değiştirebile-ceklerini zannetmek biz kadınlara özgü kadim bir gafletmişmeğer.

KerraKonya, Mayıs 1247

Başka soru sormadım. İkna olduğumdan değil, Kim-ya'nın sırılsıklam âşık olduğunu anladığımdan. Bu evliliğisorgulamayı bıraktım. Hayatta öyle tuhaf yanlışlar vardırki gözünün önünde cereyan ederken bile karışamaz, durdu-ramazsın.Bu sene Ramazan erken geldi. Evde işimiz başımızdan aş-kındı. Habire çeyiz hazırladık. Bayram çabuk geçti. Dört günsonra Kimya ile Şems'i evlendirdik.Düğün gecesi hazırlıklar için koştururken tuhaf bir şeygeldi başıma. Mutfakta yalnızdım. Unla kapla tahta sofrada,elimde merdane, misafirlere bazlama açıyordum. Birden, neyaptığımı düşünmeden bir avuç hamur aldım. Başladım ufa-cık, yumuşacık bir Meryem Ana yapmaya. Bıçak marifetiylehamuru biçimlendirdim: Munis, sevecen bir ifade yonttumheykelciğin yüzüne. Kendimi yaptığım işe öyle kaptırmıştımki arkamda duran insanı fark edemedim."O yaptığın nedir Kerra?"

Page 73: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Yüreğim ağzıma geldi. Arkama dönünce Şems'in kapıdadikildiğini gördüm. Heykeli saklamak istediysem de artıkçok geçti. Şems hamur tahtasına yaklaştı, yaptığım şeklebaktı."Hazreti Meryem değil mi?" diye sordu. Ben yanıt verme-yince, gülümsedi. "Ne de güzel olmuş. Meryem'i mi özlersin?""Kimseyi özlediğim yok" dedim bile bile. "Ben dinimi seçe-li çok oldu. Artık Müslüman bir kadınım."Şems söylediklerimi duymamış gibi lafına devam etti:"Belki merak edersin, neden İslam'da Meryem gibi bir kadınfigürü yok diye. Hazreti Ayşe var; tabii, muhakkak Fatmaanamız da var ama belki senin nazarında onlar Hazreti Mer-yem'le bir değil."Huzursuz olmuştum, ne diyeceğimi bilemedim."Müsaadenle bir hikâye anlatayım?" dedi Şems. Ve işte şu-nu nakletti.Vaktiyle biri Farisi, biri Arap, biri Türk, biri Rum dört or-tak varmış. Ellerine geçen parayla ne yapacaklarına kararverememişler. Farisi, "Haydi, 'engür' alalım" demiş; Arap'sa"O da ne öyle, istemem; 'ineb' alalım" demiş; Türk'se tuttur-muş "Üzüm de üzüm" diye; bu arada Rum kararlıymış, "Ge-çin hepsini, 'ingabil' alacağız" demiş. Çok geçmemiş, kafadar-lar kavgaya tutuşmuş. Nihayet dördünün de aynı şeyi istedik-lerini anlamışlar. Ama bu sefer yeni bir tartışma çıkmış ara-larında. Her biri kendi üzümünü beğenirmiş. Biri kara, biriyeşil, biri sarı, biri mor üzüm salkımı taşırmış. Hepsi kendiüzümünü yere göğe koyamazmış.Neyse ki oradan gönüllere tercüman bir Sufi geçiyormuş.Kavga ettiklerini duyunca dört satıcıdan birer salkım üzümalmış, bir kaba koyup üzümleri ezmiş. Üzümün suyunu çıka-rıp kabuğunu atmış. Çünkü aslolan meyvenin özüymüş, posa-sı değil.Hikâye bitince Şems tane tane konuştu: "Hıristiyan, Yahu-di, Müslüman... üç büyük dinin inananları bu meseldeki kafa-darlar gibi. Zahirîde anlaşamazlar ama bâtınîde birdir yolla-rı. Sufi dış kabukla ilgilenmez. Özdeki cevherin peşindedir."Dikkatle dinledim."Demek istediğim o ki Meryem Ana'yı özlemene gerek yok.Çünkü onu terk etmene gerek yok. Eğer bir kadın peygambergelseydi, o hiç şüphesiz Meryem olurdu. Seni Allah'a bağla-yan, O'na çağıran Meryem'se, O'na bildiğin yoldan yönel.Müslüman bir kadın da Meryem Ana'yı hayırla, duayla zik-redebilir.""Ama bu doğru olmaz" dedim kekeleyerek."Niçin olmazmış? Bütün dinler, aynı denize akan ırmak-lardır. Meryem Ana demek şefkat, merhamet, korunma,anaçlık, yardımseverlik demekse sana göre, Müslüman birkadın olarak da OKU sevebilirsin. Hatta istersen kızma Mer-yem adını verebilirsin.""Kızım yok ki" dedim."Ama olacak" dedi Şems."Nereden biliyorsun?" dedim şaşkınlıkla."Biliyorum işte" dedi.Elimde olmadan gülümsedim. Bu eve geldiğinden beri ilkdefa Tebrizli Şems ile bir yakınlık ve sırdaşlık paylaştım. İki-miz yan yana durup, benzer bir nazarla baktık hamurdanMeryem Ana'ya. O da her zamanki sıcaklığıyla gülümsedihamur tahtasmdan.Ve işte o zaman ilk defa anladım Şems'inne denli geniş ve güzel gönüllü bir insan olduğunu ve koca-mın onunla dostluğuna neden bu kadar önem verdiğini.Bu evde kalsın. Bir yere gitmesin.Ama yine de Şems'in Kimya'ya iyi bir koca olacağındanşüphe ediyorum...

EllaBoston, 25 Haziran 2008

Basireti bağlanmıştı sanki. Otele vardığında bir müddetdışarıda oyalandı. Nihayet cesaretini toplayıp lobiye adım at-tığında içerisi tam bir hengâmeydi. Kalabalık bir Japon tu-rist kafilesi vardı; saç kesimleri ve kıyafetleri birbirine ben-zer, yaşlılardan oluşan "bir grup. Kimseyle göz göze gelme-mek, bir tanıdığa rastlamamak için tüm dikkatini duvardakitablolalara, raflardaki biblolara verdi. Ama az sonra heyeca-nı ağır bastı. Başını çevirip etrafa bakar bakmaz onca insanarasında pat diye Aziz Zahara'yı gördü. Bir köşede durmuş

gülümseyerek kendisine bakıyordu.Haki renkli bir gömlek, koyu keten bir pantalon giymişti.Dalgalı, kestane rengi saçları yeşil gözlerinin üstüne düşü-yor; ona hem yaramaz, hem kendinden emin bir hâl veriyor-du. İnce yapılı ama kaslıydı. Ella'yı panikletecek kadar yakı-şıklıydı. Görünüşünde hafif bir umursamazlık, koyvermişlikve serkeşlik vardı. Belli ki bu sabah sakal traşı olmamıştı vebu onu daha da asi ve çekici kılıyordu. Her zaman pahalı, ter-zi elinden çıkma takımlar giyen David Rubinstein'dan tama-men farklı görünüyordu.İçtenlikle gülümsedi. "Gelebilmene çok sevindim" dedi. İs-koç aksanı belirgin ve cezbediciydi. Ella böyle bir adamla birfincan kahve içmekten kimseye zarar gelmez diye düşündü.Sadece bir fincan kahve...Ama bir buçuk saat sonra bir fincan olmuştu birkaç fincan.Sohbet Öyle güzel ve hızlı akmıştı ki Ella'nın aklma saate bak-mak gelmemişti. Gecenin on bir buçuğuydu. Ve üç çocuk anne-si Ella Rubinstein, bir aylık yazışma, birkaç telefon görüşmesive yazdığı tarihsel roman dışında hakkında hemen hemen hiç-bir şey bilmediği bir adamla bir otelin lobisinde baş başaydı."Demek Smithsonian dergisi için geldin?" diye sordu Ella."Aslında seni görmeye geldim" dedi Aziz. "Mektubunu oku-duktan sonra gelip seninle yüzyüze konuşmak istedim."Bir eşikte duruyordu Ella. Şu ana kadar her şey uzaktanflörtleşmekten ibaretmiş gibi davranmak mümkündü belkiama şimdi bir sınır aşılmak üzereydi."Ella, benimle odama gelir misin?" diye sordu Aziz.Ne diyeceğini bilemeden sustu. Bu öyle bir soruydu ki ara-larında olan biteni "sanal bir oyun" olmaktan çıkarıp fazla-sıyla gerçek kılmıştı. Sarpa sarmıştı işler. Sanki bir örtükalkmıştı ve hakikatle, tâ baştan beri örtünün altında sırası-nı bekleyen o çırılçıplak hakikatle yüzleşmek zorunda kal-mıştı şimdi. Ella midesinde yanma hissetti ama Aziz'i reddet-medi. Ömründe aldığı en fevri, en çılgın, en düşüncesiz ka-rardı belki ama, çoktan verilmişti sanki.Akıntıya bıraktı kendini, yüreğini. "Gelirim" dedi.

* * *

608 numaralı oda, mavili grili tonlarda gayet zevkli bir şe-kilde dekore edilmişti. Ferah, genişçeydi mekân. Ella en sonne zaman bir otelde kaldığını düşündü. Herhalde kocası veçocuklarıyla seneler evvel Montreal'e gittiklerinde. Ondansonra tüm tatillerini Rhode Adası'ndaki yazlık evlerinde ge-çirdiklerinden çarşafların her gün değiştirildiği, temizliğinbir başkası tarafından yapıldığı bir yerde kalmayalı uzun za-man olmuştu. Farklı bir ülkeye gitmiş gibi hissetti kendini.Ama içeri adım atar atmaz endişeye kapıldı. Oda istediğikadar hoş, dekorasyonu istediği kadar zevkli olsun, tam orta-da duran yataktan rahatsız oldu. Buraya sevişmeye gelme-mişti. Ya ne demeye gelmişti? Yabancı bir erkeğin otel odasın-da ne arıyordu? Aziz ona dokunmaya kalkarsa nasıl karşılıkverecekti? Şayet onunla beraber olursa bir daha kocasının,çocuklarının yüzüne nasıl bakardı? Gerçi David bunca senebaşka kadınlarla kırıştırıp Ella’nın yüzüne bakmakta sıkıntıçekmemişti ya, o başka meseleydi.Derken başka kaygılara zıpladı aklı. Ya Aziz onu beğen-mezse? Vücudunu güzel bulmuyordu Ella. Hiçbir zaman ken-di bedeninde rahat olmamıştı. Tekrar çocuklarına döndü dü-şünceleri. Acaba uyumuşlar mıydı, yoksa bu saatte televiz-yon başında mıydılar? Annelerinin şu anda nerede olduğunubilseler, onu affederler miydi?Aziz, Ella’nın huzursuzluğunu sezmiş gibiydi; elini tuttuve onu köşedeki koltuğa, yataktan uzağa oturttu."Şşş" dedi fısıldayarak. "Zihnin ne kadar kalabalık. Ne çokses var."Ella başım önüne eğdi. "Keşke seni daha önce tanısaydım"dedi. "Her şey daha farklı olabilirdi.'""Her şey olması gereken zamanda olur" dedi Aziz."Buna gerçekten inanıyor musun?"Aziz gülen gözlerle baktı; alnına düşen saçları geri attı. Son-ra bavulunu açtı, Guatemala'dan aldığı kilimi çıkardı. Yanın-da bir küçük paket vardı. Ella kutuyu açınca lapis lazuli birkolye buldu içinde. Ortasında gümüş bir semazen asılıydı.Aziz kolyeyi boynuna takarken Ella’nın kalbi hızla çarpttı.Bu adamda açıklayamadığı bir tılsım vardı. "Beni sevebilirmisin?" diye sordu.

Page 74: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

"Seni zaten seviyorum" dedi Aziz gülümseyerek."Ama daha beni tanımıyorsun bile...""Seni tanıyorum" diye üsteledi Aziz emin bir sesle."Benimle ilgili bilmediğin o kadar çok şey var ki...""Seni tanımak için çok şey bilmeme gerek yok. Senin özü-nü görüyorum" dedi Aziz.Ve Ella bu cümleyi bir yerden hatırladı. Sanki ağzından çı-kan kallavi cümleler beklemediği anlarda ona geri dönüyor-du. Çember gibiydi hayat. Ne verirsen aynen iade ediyordu.Çılgınlıktı bu. Ne diyeceğini bilemedi.Aziz uzanıp Ella’nın saç topuzunu tutan iğneyi çekti sonrada onu usulca kanapeye doğru itti, böylece sırt üstü dümdüzuzanmasını sağladı. Ella aniden Aşk Şeriatı’nı hatırladı. Amabir şey söylemesine fırsat kalmadan Aziz elleriyle Ella’nın be-deninde gittikçe genişleyen daireler çizmeye başladı. Aşağı-dan yukarıya, ayak bileklerinden yüreğine doğru genişleyençemberler... Parmak uçları sıcacıktı. Dokunduğu yere tuhafbir enerji yayıyordu. Parmaklan mum gibi yanan adam...Bu zaman zarfında Aziz'in gözleri kapalı, dudakları kıpır kı-pırdı. Mırıldandığı kelimeler Ella'ya esrarengiz bir lisan gibigeldi ilk başta. Ama sonra hayret içinde anladı ki aslında Azizdua etmekteydi. Ne dediğini anlamasa da kendisi için dua et-tiğini kavradı. Bir anda Ella’nın avuçları, dirsekleri, omuzlarıve dahi tüm bedeni yoğun bir enerji bulutuyla karıncalanma-ya başladı. Sanki ılık Bir havuzda suyun üstünde kıpırtısız du-ruyor, bedeninin ağırlığını taşımıyordu. Sınırları kalkmıştı."Ben" nerede başlıyor, nerede sona eriyor, kestiremiyordu. Birışık içinde yüzer gibiydi. Bu hayatında yaşadığı en ruhani an-dı. Ve tuhaf bir şekilde içinde cinsellik hem var hem yoktu.Aziz'in parmakları karnından yukarıya kaydığında Ella gö-ğüslerinin daha diri, daha dik olmamasına hayıflandı. Üç ço-cuk ve bunca sene sonra sarkmıştı göğüsleri. Ya da ona öyle ge-liyordu. Ama endişesi geldiği gibi geçti. Gözlerini kapadı, hiç-bir şeye tutunmadan kendini Aziz'in nefesine bıraktı. Bir deliırmaktaydı şimdi, çağıl çağıl akıyordu. Suyun ucu bir şelaleyevaracaktı belki ama gene de durmak istemiyordu. Ve o an an-ladı ki bu adamı sevebilirdi. Hem de öyle çok sevebilirdi ki...Bu hisle kollarını Aziz'in boynuna doladı ve onu kendinedoğru çekti. Onunla sevişmek istedi. Fakat Aziz tedirgin birhâlde, gittiği yerden dönmekte zorlanmışçasma gözlerini kır-pıştırdı. Sonra Ella'yı burnunun ucundan öpüp geri çekildi."Beni istemiyor musun?" diye sordu Ella. Ne kadar kırıl-gan çıkıyordu sesi."Seni mutsuz edecek bir şey yapmak istemiyorum. Zihninçok kalabalık. Beş dakika içinde kırk ayrı düşünce üretebili-yorsun. Beni hem arkadaş, hem sevgili olarak istiyorsun.Şimdi atacağın bir adım yarın sabah pişmanlık içinde uyan-mana sebep olabilir. Buna yol açmak istemiyorum."Ella’nın bir yanı bu açıklamaya içerledi, bozuldu. Kadınlıkgururu fena hâlde yara aldı, kanadı. Ama öbür yanı rahatla-mış, hafiflemişti. Artık vıdı vıdı yapmayı kesmişti. Aziz'in aş-kı kuşatan, rapteden, zapteden hesap soran, kıskançlık ya-pan bir sevda değildi. Demir bir kapı gibi üzerine kapanmı-yordu bu ilişki. Aksine, çoktan beri kilitli kapıları açıyordu."Uç" diyordu. "İstediğin yöne, dilediğince uç..."Aziz'in aşkı da kendisi gibiydi: Esaretten değil özgürlük-ten besleniyordu!

* * *

Gece yarısı Ella Rubinstein Boston'daki evlerinin kapısınıaçtı. Deri koltuğa uzandı; yatakta yatmak gelmedi içinden.Kocası orada başka kadınlarla düşüp kalktığından değil,kendi evinde kendini yabancı hissettiğinden koltukta uyu-mayı tercih etti.Sanki misafirdi burada. Ve asıl benliği başka bir yerde sa-bırla onu beklemekteydi.

ŞemsKonya, Mayıs 1247

Bu gece düğün gecem. Avluda oturdum, evden taşan sesle-ri dinledim: Kahkahalar, musiki, dedikodular. Haremde ka-dın sazendeler. Nedendir bilmem gerdek gecesi kederli, doku-naklı şarkılar söyler kadınlar. Biz Sufiler düğüne benzetirizölümü. Kadınlarsa ölüme benzetiyor düğünü. Severek, iste-

yerek evlenseler bile, gene de ağhyarak giriyorlar dünya evi-ne. Ölüye ağlar gibi...Misafirler nihayet gidince eve döndüm, sessiz bir köşede te-fekküre daldım. Ardından Kimya’nın beni beklediği gerdek oda-sına geçtim. Döşekte oturuyordu; üstünde bembeyaz bir elbise,belinde kırmızı kuşak, gelin başı düğüm düğüm sırma sırmaörülmüş, her perçeme incik boncuk takılmış. Kalın simli tülünardında yüzünü görmek ne mümkün. Pervazda duran bir mumdışında içerisi ışıksızdı. Duvardaki aynalar koyu kadife kumaş-larla kapatılmıştı. Düğün gecesi taze gelinin aynada aksini gör-mesi uğursuzluk sayıldığından her türlü tedbir alınmıştı. Yata-ğın kenarında bir bıçak ve nar duruyordu. Karı koca bu narı be-raber yemeliydi ki nar taneleri kadar çok çocukları olsun.Kerra bu yörenin âdetlerini bana önceden anlatmış, yüz gö-rümlüğü olarak altın% para takmam gerektiğini açıklamıştı.Ahir ömrüm boyunca altınım olmamıştı ki! O yüzden Kimya’nıntülünü kaldırınca bir buse kondurdum alnına. Gülümsedi."Ne güzel olmuşsun" dedim.Kızardı. Ama çarçabuk omuzlarını dikleştirip yaşından ol-gun görünmeye çalıştı. "Artık karınım senin" dedi.Bir daha öptüm onu, bu kez dudaklarından. Nefesinin sı-caklığı bir arzu dalgası yarattı bedenimde. Saçları yaseminkokuyordu. Yanma uzandım, rayihasını soludum; ellerimituttu, göğüslerinin üstüne koydu. Ufacıktı memeleri, sütbe-yaz ve dipdiri. Tek istediğim içine girip kaybolmaktı. Tomur-cuklanan bir gül gibi kendisini bana açtı.Geri çekildim. "Kusura bakma Kimya, bunu yapamam."Derin bir düş kırıklığıyla bana baktı. Tuzdan, tozdan yap-ma bir abide gibiydi; üflesen dağılacaktı sanki. Yüzüne dahafazla bakamadım. Ayağa kalktım."Gitmem lâzım.""Olmaz! Gidemezsin!" Kimya değildi sanki konuşan, başka-sıydı; ondan çok daha acar ve atılgan, katı ve buyurgan biri."Odadan apar topar çıkarsan konu komşu ne der? Gerdek ge-cesi halvet olmadığımızı bilirler. Sebebini benden bulurlar.""Ne demek istiyorsun?" dedim. Hâlbuki anlıyordum nekast ettiğini."Bakire değilim sanırlar" diye fısıldadı korkuyla. '"Rezilrüsva olurum."Ne demekti bu? Cemiyetin bu saçma sapan kuralları kanımıdonduruyordu. Bu tür köhnemiş törelerin, insanı insana kırdı-ran âdetlerin, Allah'ın yarattığı mükemmel eserle ilgisi yoktu."Olur mu öyle şey? Kendi işlerine baksınlar" diye itiraz et-tim ama Kimya haklıydı, biliyordum. Narın yanında duranbıçağı kaptım. Kimya’nın gözlerinden endişeli bir parıltı geç-ti ama hemen durumu anladı ve kabullendi.Bıçakla sol avcumu kestim. Kırmızı bir çizik açıldı ayam-da, hesapta olmayan bir kader çizgisi gibi. Çarşafa kanımıdamlattım. Ve ona uzattım."Al bunu. Dedikoducuların ağızlarını kapatmaya yeter.Sen de rahat edersin, ismine kara çalınmaz."Kimya yalvardı. "Dur lütfen! Gitme" dedi. Ayağa fırladıysada tam olarak ne yapacağım bilemediğinden gene aynı cüm-leyi yineledi: "Artık karınım ben."O an anladım ki onunla evlenerek büyük bir hata yapmış-tım. Benim gibi bir adam ne demeye evlenirdi? Kocalık vazi-fesi için yaratmamıştı beni Yaradan. Bunu şimdi apaçık gö-rüyordum. Ama bu bilginin bedeliydi içimi kanatan.Her şeyden kaçasım vardı, hem de her şeyden. Bu evdenve evlilikten, bu şehirden, hatta taşıdığım şu fani bedenden.Ama sırf Rumi ertesi sabah beni bulamazsa kahrolur diyemıhlanmış gibi yerimde kaldım. Yoldaşımdı, ruhdaşımdı, kıy-metlimdi o benim. Onu bir kez daha terk edemezdim.Evlilik hayatının benim gibi biri için kapandan farksız ol-duğunu anladım. Tuzağa düşmüştüm.

AlaaddinKonya, 4 Haziran 1247

Böyle sinsi ve keskin bir acı çekmedim hayatımda. Kim-ya’nın Şems ile evleneceği gün evde duramadım. Göğüs kafe-simde bir ağırlık, beynimde bir uğultu; boğuluyorum sandım.Ne yaparsam yapayım kendime acıyordum. Ağlamamak, be-bek gibi zırlamamak için kendime bir tokat attım. Ve üst üs-te defalarca tekrarladım: "Artık babanın oğlu değilsin. Artıkbabanın oğlu değilsin..."

Page 75: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Anam yok. Babam da. Ve Kimya da yok artık. Bu evde, bun-ca insan arasında yapayalnız, bir basmayım. Babama olan sonsaygım da eridi gitti. Kimya onun kızı sayılırdı. Onu sevdiğinisanıyordum. Ama tek düşündüğü Şemsin çıkarlarıymış. Yok-sa Kimya'yı nasıl ohun gibi bir adama verir? Şems'ten koca ol-mayacağını bilmek için dâhi olmaya gerek yok. Evet, sırfŞems'e kol kanat germek için babam Kimya’nın saadetini he-ba etti. Tabii onunla beraber benimkini de.Gün boyu bir kenarda durup evdeki telaşı izledim. Evlen-mek istediğim kızın düğün hazırlıklarını seyrettim. Yeni ev-lilerin yatacağı odayı tabandan tavana donattılar. Cin taife-sini uzak tutmak için tütsüler yaktılar. Onların şahı burda!Şems'ten âlâ cin mi olur?Akşama doğru artık dayanamadım. Bu işkenceye dahafazla katlanamayacaktım. Kapıya yöneldim.Arkamdan abimin sesi gürledi. "Alaaddin, dur! Nereye gi-diyorsun?""Bu gece İrşadlarda kalacağım" dedim yüzüne bakmadan."Delirdin mi? Düğün gecesi neden evde değil diye sormazmı konu komşu? Hem babam duyunca çok üzülür.""Ya babamın üzdükleri ne olacak?""Sen neden bahsediyorsun?""Anlamadın mı? Babam sırf Şems'in gönlünü hoş tutmakiçin, sırf o bir daha evden gitmesin diye bu evliliği ayarladı!Kimya'yı. gümüş bir tepside o nankör herife sundu."Abim dudaklarını sıktı. "Yanılıyorsun. Sen Kimya’nın zor-la evlendirildiğini sanıyorsun. Hâlbuki Şemsle evlenmeyi is-teyen asıl Kimya'ydı.""Sanki başka seçeneği vardı da" diye çıkıştım.Abim ellerini havaya kaldırdı: "Tabii ki vardı. Allah askı-na, anlamıyor musun? Kimya, Şems'i seviyor. Ona âşık."'Yalana bak! Bir daha böyle laflar etme benim yanımda,tamam mı?" dedim. Üstündeki yükü taşıyamayan bir buzparçası gibi çatırdıyordu sesim."Hislerin gözlerini kör etmesin. Kıskanıyorsun. Ama kıs-kançlık gibi habis bir his bile faydalı şekilde kullanılabilir"dedi Sultan Veled. "Otuz Beşinci Kural: Şu hayatta an-cak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkir-le tanışmak, Tanrıya inanmayan kişi ise içindeki ina-nanla. İnsan-ı Kâmil mertebesine varana kadar gıdımgıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiğiölçüde olgunlaşır."Öz abim karşıma geçmiş, düşmanım bildiğim adamdan in-ciler saçıyordu. Bardağı taşıran son damla oldu bu."Bana bak, bu sufi muhabbetlerinden gına geldi. Hem ni-ye seni dinleyeyim ki? Bunların hepsi senin hatan. Şems'iŞam'da bırakacaktın. Niçin geri getirdin? İşler sarpa sarar-sa, ki emin ol saracak, günahı senin boynuna!"Abimin rengi kaçtı. O an, hayatımda ilk kez benden ve ya-pabileceklerimden korktuğunu gördüm. Tuhaf şeydi insanınabisini korkutabilmesi ama gururumu okşadı.İrşadlara giderken, kerih kokulu yan sokaklardan yürü-düm ki beni kimse bu hâlde görmesin. Ne kadar kovsam daaklımdan çıkmayan bir görüntü vardı: Şems ile Kimya, aynıyatakta. Şems'in Kimya’nın gelinliğini o kaba elleriyle çıkar-tıp süt beyaz tenine değdiğini ve ona sahip olduğunu düşün-dükçe gözyaşlarıma hâkim olamadım.Ne hâle sokmuştu beni. Çoktan haddini aşmıştı bu adam.Acilen bir şey yapmalıydım.

KimyaKonya, Kasım 1247

Beraber yatmadık. Bir kez bile. Evleneli altı ay oldu amahenüz karı koca olamadık. Etrafımdaki insanlardan durumusaklamak için elimden geleni yapıyorum ama kolay olmuyor.Şüpheleniyorlar. Belki de utancım yüzümden okunuyor. Al-nımda leke gibi. Bana bakınca ilk gördükleri şey bu oluyor.Sokakta tanıdıklarla laflarken, tarlada bostanda çalışırken,esnafla pazarlık ederken, evde misafier ağırlarken, benimlemuhatap olan herkesin ilk fark ettiği şey belki de bu oluyor:Evli ama hâlâ bakire bir kadın olduğumu herkes biliyor.Hani Şems hiç odama gelmiyor değil. Geliyor. Ve ne vakitbana uğramak istese önceden muhakkak haber yollayıp, birmahzuru var mı diye soruyor. Her defasında aynı cevabı ve-riyorum.

"Elbette yok" diyorum. "Ben senin nikâhlı karınım."Onun geleceği akşamlar bütün gün yüreğim ağzımda bek-liyorum, beni arzulasm diye dua ediyorum. Ama akşam olupkapımı tıklattığında tek yaptığı oturup sohbet etmek oluyor.Beraber kitap okumak istiyor. Leyla ile Mecnun, Ferhat ileŞirin, Yusuf ile Züleyha, Gül ile Bülbül... Her türlü zorluğagöğüs gerip birbirini sevmekten vazgeçmeyen âşıkların hikâ-yeleri... Bunları okudukça içim daralıyor. Belki de içten içeasla böylesi bir aşkı tadamayacağımı bildiğimden...Bazen de sırt üstü yatıp bana GÖNLÜ GENİŞ VE RUHUGEZGİN SUFİ MEŞREPLİLERİN KIRK KURALIndanbahsediyor. Bir gece bir kuralı izah ederken sesi kaydı, göz-leri kapandı. Baktım uyuyakalmış. Başını dizlerimin üstünekoydum. Artık bir hayli uzun olan saçlarını okşadım. Şafaksökene kadar hiç uyumadan onu seyrettim. Bir ara uykusun-da konuştu. Sonra beklenmedik bir şekilde beni kendine çek-ti, hafifçe öptü. Uzun zamandır hiç bu kadar heyecanlanma-mış ve mutlu olmamıştım. Gün ağarana değin yan yana yat-tık. Ama işte hepsi bu. Bu güne dek keşfedilmemiş bir kıtabedenim.Bu altı ay boyunca ben de zaman zaman odasına gittim.Ama o nasıl benden izin istiyorsa, ben de muhakkak öncedenhaber yolluyorum. Aksi takdirde nasıl davranacağı belli ol-muyor. Şems'in günü gününe uymuyor, hatta anı anma. Ha-let-i ruhiyesini çözmek bilmece çözmekten zor. Bazen öyle ba-bacan, bazen sevecen oluyor; bazense düpedüz surat asıyor.Bir keresinde yüzüme kapıyı kapadı ve "beni rahat bırak" di-ye bağırdı. İncinmiyorum artık. Kırılmamayı öğrendim ve ta-bii onu rahatsız etmemeyi de.Aylarca her şey yolundaymış gibi yaptım; başkalarını de-ğil, kendimi kandırmak için. Madem Şems kocam gibi dav-ranmıyordu, ona farklı farklı roller biçtim: Arkadaşımdı, ruh-daşımdı, yoldaşımdı, bazen bir abi, bazen oğuldu. Gününe gö-re, keyfine göre, ya biri ya diğeri oluyor; zihnimde bir kisve-den diğerine geçiyordu. Her şeyim oldu da bir tek kocam ola-madı.Bir süre böyle idare ettim. Fazla bir şey beklemeden hasbı-hal edeceğimiz anları kollar oldum. Şems benim fikirlerimekıymet veriyordu ya seviniyordum. Beni daha yaratıcı düşün-meye teşvik ediyordu. Ondan çok şey öğrendim; inanıyorumki ben de ona birkaç şey öğrettim. En azından aile saadeti yada sıcak bir yuva nedir bilmiyordu. Sayemde biraz olsun tattıbunları. Ve bir de, kimse onu benim gibi güldüremedi.Ne var ki yetmedi, yetmiyor. Şems'in beni sevmediği fikri-ni içimden atamıyorum. Beni beğendiğinden, sevdiğindenşüphe etmiyorum ama bunun aşkla ilgisi yok. Yüreğim par-çalanıyor. Öyle ki etrafımdaki herkesten, bütün arkadaş vekomşularımdan uzaklaştım. Artık odamda durup ölülerle ko-nuşmayı tercih ediyorum. Dirilerin aksine, ölüler peşin hü-kümlü değil.Ölülerin dışında tek arkadaşım Çöl Gülü.İkimiz de cemiyet hayatından kendimize has sebeplerdendolayı uzak durmak istediğimiz için zamanla yakın dost ol-duk. Artık o bir sufi. Kerhaneyi tamamen geride bıraktı.Arındı. Bir keresinde, cesaretine, metanetine ve sil baştanhayata başlama azmine hayran olduğumu söyledim. Başınıiki yana salladı:"Ama ben hayata baştan başlamadım ki. Tek yaptığım, öl-meden evvel ölmek!"

* * *

Bu öğlen Çöl Gülü'nü görmeye gittim. İçimdeki sıkıntıyıona belli etmek istemiyordum ama yüzüme bakar bakmazters giden bir şeyler olduğunu anladı."Kimyacım iyi misin? Solgun görünüyorsun."Geçiştirmeye çalıştıysam da ısrarlı soruları karşısında di-lim çabuk çözüldü. "İyi değilim. Ne olur bana yardım et.""Elbette" dedi Çöl Gülü. "Ne yapayım, söyle.""Mesele Şems... hiç yanıma gelmiyor, yani geliyor da öylegelmiyor. İstiyorum ki beni sevsin. Abi gibi, arkadaş gibi de-ğil... kocam gibi. Ne olur bana öğret.""Neyi öğreteyim?""Anladın işte... Kocamı baştan çıkarmam lâzım.""Ah Kimyacım ben bir yemin ettim" diye mırıldandı ÇölGülü. "Şu ten meselelerinden uzak durmaya ahdettim. Ka-dın adama yahut adam kadına nasıl zevk verir, bunu düşün-

Page 76: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

mek bile istemem.""Sen yeminini bozmayacaksın ki. Yalnızca bana yardım ede-ceksin" diye yalvardım. "Çok çaresizim. Kimseye derdimi aça-mam, utanırım. Şems'i nasıl mutlu edeceğimi bilmiyorum.""Ama Şems bir derviş" dedi Çöl Gülü. "Ona böyle yaklaş-mak doğru olmaz.""Derviş de olsa insan değil mi? Eninde sonunda o da bir er-kek! Adem Baha'nın tüm oğulları ete kemiğe mahkûm. Her-kese bir beden bahşedilmiş. Şems'in de bir bedeni var, öyledeğil mi?""Var ama..." Cümlesini tamamlayamadı Çöl Gülü. Geri çe-kildi.Yalvardım. "Derdimi bir tek sana açabilirim. Altı ay oldu.Her sabah kederden yüreğim sıkışıyor, her gece ağlayarakuyuyorum. Böyle devam edemem. Kocamı kendime çekmemgerek!"Çöl Gülü bana kaygıyla baktı ama bir şey demedi. Örtümüaçıp saçlarımı çözdüm. "Söyle" dedim "çekinme söyle, ne olur.Çok mu çirkinim?""Elbette hayır, Kimyacım. Ayın on dördü gibi güzelsin.""O hâlde bana yardım et. Erkeğin kalbine giden yolu tarifet!""O öyle sandığın gibi masum bir yol değil" dedi Çöl Gülüaniden gerginleşerek. "Dikkat et, erkeğin kalbine giden yol,kadını kendinden uzaklaştıran yol olmasın. Onu kendime çe-keyim derken, sen kendine yabancılaşma."Ne dediğini anlamadım ve anlamaya çalışmadım."Umurumda değil" dedim. "Ne olursa olsun artık. Ben herşeyi göze aldım."

Çöl GülüKonya, Kasım 1247

Bu aptallığı nasıl yaptım? Göz göre göre, bile bile. Onu hiçdinlememeliydim. Sonucun böyle olacağını nasıl anlayama-dım? Kimya'yı durdurmalıydım. Ona engel olmadığım içinkendimi hiç affetmeyeceğim.Ama ağlayarak benden yardım istediği gün içim sızladı."Ne sakıncası olabilir ki?" diye düşündüm. Baştan çıkarmakistediği adam nikâhlı kocasıydı, bir yabancı değil ki. Üsteliktek sebebi aşktı, içinde zerre kötülük yoktu. Ne bir kumpas,ne dalavere. Bir kadının kendi kocasının aşkını istemesi ha-ram olabilir miydi? Günlerce düşündüm. İçimdeki sufi "zorlaaşk olmaz, karışma bu işe" diye tembihledi. İçimdeki kadınise "aşık bir kıza yardrm et" diye niyaz etti. Sonunda ikincises ağır bastı.Ve ben böylece, tek güzellik ölçütü avuçlarına kına sürmekolan bu saf köylü kızcağıza bir erkeği baştan çıkarmanın yol-larını gösterdim. Hevesli bir talebeydi, öğrenmeye aç. Onamis kokular karışmış sularda yıkanmayı, yumuşatıcı yağlar-la tenini kaymak gibi yapmayı, yüzünü ballı maskelerlegençleştirmeyi ve bir erkekle konuşurken hangi kelimelerinasıl kullanması gerektiğini öğrettim. Daima hoş koksun di-ye yasemin dallarıyla ördük saçlarını. Lavanta, papatya, bi-beriye, kekik, leylak, mercanköşk, zeytinyağı... Her biri nere-de kullanılır, hangi amaçla hangi tütsü yakılır uzun uzun an-lattım. Sonra dişleri beyazlatmayı, tırnak boyamayı, gözlereve kaşlara sürme çekmeyi, dudakları parlatmayı, yanaklarıallamayı ve memeleri dolgun göstermeyi bir bir izah ettim.Beraber çarşıya gittik, eskiden sadık müşterisi olduğum birdükkâna girdik. Oradan ona ipek elbiselerle iç çamaşırlarıaldık. Kıpkırmızı oldu utancından. Ama hepsini aldı.Ardından Kimya'ya raks etmeyi öğrettim; Kıvırtmayı, çal-kalamayı, şuh bakmayı ve vücudunu havada kıvrılan bir du-man gibi kullanmayı da. Beline püsküllü kuşaklar bağlayıpiçine de şıngır şıngır kaşıklı bardaklar yerleştirip iki haftadurmadan karşılıklı göbek attık. Dersimize çalıştık.Nihayet o gün öğleden sonra, kurbanlık kuzuyu kasabateslim eden çoban gibi, Kimya'yı Şems-i Tebrizî için hazırla-dım. Önce hamamda sıcak suyla yuğundu; iyi bir kese attı,saçlarını yağladı. Hamam sonrası bir kadının ömründe an-cak sayılı kez giyebileceği, türden incecik ipekten kıyafetlerigiydirdim. Sümbüllerle süslü pembe bir gecelik seçmiştim,içinde göğüslerinin çatalı, kalçalarının kıvrımı belli olacaktı.Son olarak yüzüne bolca boya sürdüm. Cazibesi katlansın di-ye alnına bir inci kolye kondurdum. İşim bittiğinde Kimya

öyle güzel olmuştu ki, gözlerimi ondan alamadım.Artık o toy genç kız değil, aşk ve ihtirasla yanan evli birkadındı. Sevdiği erkek için kendini ortaya koymaya, gerekir-se bedelini ödemeye hazır bir kadın. Onu süzerken Kuran-ıKerim'de Yusuf ile Züleyha'ya dair ayetleri hatırladım.Züleyha kendisine yüz vermeyen bir erkek için tutkuylayanmıştı. Şehirdeki kadınlar onun hakkında fena sözleredince, hepsini sofrasına davet etmiş, Yusufa daçağrıldığında odaya girmesini tembihlemişti. "Her birine birbıçak verdi ve 'Çık karşılarına!' dedi. Kadınlar onu görür gör-mez kendi ellerini doğradılar ve 'Allah için bu bir insan değil,ancak değerli bir melektir!' dediler."Bir meleğe âşık oldu diye kim Züleyha'yı suçlayabilir ki?

* * *

Akşama doğru Kimya yüzüne peçeyi çekip sokağa çıkma-dan önce yarı umut yarı endişeyle baktı bana. "Nasıl görünü-yorum abla?" diye sordu."Peri padişahının kızı gibi" dedim. "Bu gece kocan seninlesabahlamakla kalmayacak, ertesi gece de kapını tıklatacak,eminim."Kulaklarına kadar kızardı, yanakları al al oldu. Güldümve sarıldım ona. Bir süre sustu, sonra bir kahkaha attı. Gü-lüşü gün ışığı gibi içimi ısıttı.İnanıyordum söylediklerime. Tıpkı arının çiçek nektarınaüşüşmesi gibi, Şems de ona gelir sanıyordum. Yine de kızca-ğızı uğurlarken içimde kötü bir his, karanlık bir sezgi belir-di. Sanki bir cin kulağıma tatsız bir şeyler fısıldadı. Ama ge-ne de durdurmadım Kimya'yı. Yapmadım.Hayatım boyunca kendimi affetmeyeceğim...

KimyaKonya, Aralık 1247

Bilir bilmesine kimsenin bilmediklerini Tebrizli Şems.Yoksulların çektiklerini, kâhinlerin gördüklerini, velilerinkerametlerini, şu âlemin envai çeşit bilmecelerini, hepsini bi-lir. Ama hakkında hiçbir şey bilmediği bir konu var: Karşılık-sız sevmek! İşte bunu bilmez Şems. Bilmez nasıl acıtır insa-nın canım, sevdiğinden karşılık görememek!Çöl Gülü'nün beni giydirip kuşandırdığı akşam öyle heye-canlıydım ki yerimde duramıyordum. Daha önce hiç bilmedi-ğim bir hâl gelmişti üstüme. Cesaret mi yoksa pervasızlık mı?Tenime değen ipek elbisenin hışırtısı, saçtığım ıtır kokuları,dilimde gül yapraklarının tadı... hiç bu kadar allanıp pullan-mamış, kendimi böyle kadın hissetmemiştim. Gerçi bedenim,istediğim kadar yuvarlak ve dolgun, memelerim arzuladığımkadar iri değildi ama yine de alımlı buldum kendimi.Evdeki herkes uykuya dalana kadar bekledim. Sonrauzunca bir şala sarınarak parmak uçlarımda Şems'in odası-na gittim."Kimya! Seni beklemiyordum" dedi Şems kapıyı açar açmaz."Affedersin. Ama seni görmem gerekliydi" dedim ve içeri bu-yur edilmeyi beklemeden odaya süzüldüm. "Kapıyı örter misinlütfen?"Şems'in kafası karışmış gibiydi ama denileni yaptı.Odada baş başa kaldığımızda davetkâr bir şekilde gülüm-seyerek karşısına yürüdüm. Sırtımı döndüm, derin bir nefesaldım. Sonra tek hamlede şalımı, cüppemi sıyırıp atarakçırılçıplak kaldım. Kocamın şaşkın bakışlarının sırtımdanaşağı gezindiğini hissettim, ürperdim. Bakışları değdiği yeriyakıyordu. O kadar heyecanlıydım ki göğsüm körük gibi inipkalkıyordu. Nihayet cesaretimi toplayıp ona doğru döndüm.Ve böylece Şems'in karşısında cennetteki huriler kadar da-vetkâr öylece durdum."Sen ne yaptığını sanıyorsun?" diye sordu Şems soğuk birifadeyle.Güçbela konuşabildim. "Bu gece buraya senin olmaya gel-dim..."Şems-i Tebrizî etrafımda tam bir daire çizdikten sonrakarşıma geçti ve beni gözlerine bakmaya zorladı. Dizlerimboşalacak gibi oldu ama kendimi tuttum. Hafif hafif kıvrıla-rak bedenimi ona sürtmeye başladım. Çöl Gülü'nün bana öğ-rettiği tüm numaraları oracıkta peş peşe sıralayacaktım.Ama Şems yanan bir ocağa değmiş gibi geri çekildi.

Page 77: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

"Beni arzuladığını sanıyorsun. Hâlbuki tek istediğin inci-nen nefsini onarmak" dedi.Aldırmadım. Kollarımı boynuna doladım. Dudaklarındakaradut tadı vardı, hem tatlı hem ekşimtrak. Nefesinin gir-dabında kaybolmak isterken Şems beni tuttu ve itti."Beni hüsrana uğratıyorsun Kimyacım" dedi. "Şu hâl sanayakışmıyor. Şimdi lütfen odamı terk et ve ben seni çağıranakadar bir daha gelme, oldu mu?"Hayatımda böyle küçük düşmemiştim. Eğilip şalımı almakistediysem de ellerim o kadar çok titriyordu ki kaygan ve na-rin kumaşı kavrayamadım. Şems geceliğimi ve şalımı yerdenaldı, yarım yamalak omuzlarımı örttü. Ve ben gecenin birvakti yarı çıplak bir hâlde hıçkıra hıçkıra ağlayarak kocamınodasından çıktım.Ne denli büyük bir günah olduğunu bilmesem canımakıyardım.

* * *

Şems'i bir daha görmedim. O günden sonra bir daha odam-dan dışarı çıkmadım. Yatakta yatıp tavana bakarak geçirdimtüm vaktimi. Gücüm kuvvetim, yaşama şevkim hızla eridi.Bir hafta böyle geçti, sonra bir hafta daha, derken günlerisaymayı bıraktım.Nice sonra odama bilmediğim bir koku yayıldı. Keskin birrayihaydı; hani zencefil çayı ya da ezilmiş çam dikenleri gibiyakıcı ve acı ama kötü değil. Demek ölümün kokusu böyley-di. Ateşim yükseliyordu, havale geçirmeye, sayıklamaya baş-ladım. Beni görmeye hekimler getirildi. Komşular ve arka-daşlarım ziyaretime geldi. Kerra yatağımın başında geceler-ce bekledi; gözleri ağlamaktan şiş, yüzü külrengi. GevherHatun da diğer yanıma oturup o gamzeli tebessümüyle banaşarkılar söyledi.Bir ara uykudan uyandım. Komşu kadın Safiye'nin söylen-diğini işittim. "Allah o mendebur herifin cezasını versin. Za-vallı kız karasevdadan gidiyor. Hep onun kabahati!"Ağzımı açıp bir şey diyecek oldum ama kelimeler kursağı-ma takıldı.Neyse ki Kerra imdadıma yetişti: "Nasıl böyle konuşursunSafiye? Şems'i nasıl suçlayabiliriz? O mu yaptı bunu? Al-lah'ın takdiri işte."Ne var ki Kerra'yı dinlemediler. Benimse kimseyi iknaedecek hâlim yoktu. Çok geçmeden anladım ki, zaten sonuçdeğişmeyecek. Şems'i sevmeyenler benim hastalığımı bahaneedip ondan daha fazla nefret edecek. Oysa ben istesem bileonu sevmemezlik edemezdim.Kısa süre sonra baygın düştüm; tüm renkler beyaza dön-dü, seslerse yeknesak bir vızıltıya. Artık insanların yüzleriniseçemiyordum; söylenen hiçbir şeyi düyamıyordum.Şems beni görmeye gelmiş miydi? Belki evet, belki hayır.Belki de odadaki kadınlar içeri girmesine izin vermemişti?Ya da defalarca gelip yanıma oturmuş, ellerimi ellerinin ara-sına alıp benim için dua etmişti.Evet, aynen böyle olmuş olmalı. Buna inanmak istiyorum.Her halükârda, öyle ya da böyle, artık mühim değil. Nekızgınım ne kırgınım. Sonsuzluğa akıp giderken kime, nasılsitem edebilirim? Allah müşfik, merhametli, rahman ve ra-him. Her ayrıntının arkasında bir düzen var. Mükemmel biraşk nizamı! Şems'in odasını ipekler, tüller kuşanarak ziyaretedişimden on altı gün sonra ben Mevlâna’nın evlatlığı Kim-ya, çağıl çağıl bir hiçlik ırmağına daldım. Orada gönlümdengeçtiği gibi yüzdüm, yüzdüm, aktım.Ve o zaman anladım ki Kuran'm dördüncü okuması böylebir şey olmalı: Sonsuzluk, sınırsızlık, kapsayıcılık ve açıklık...Hiç olmak suretiyle her şey olmak... Hafiflemek suretiyle de-rinleşmek...İşte böyle, yaşamdan ölüme geçişim akarsularla oldu.

EllaBoston, 29 Haziran 2008

Boston'da dört gün kaldı Aziz. Dört gün boyunca her sabahElla onu görmek için Northampton'dan Boston'a direksiyonsalladı. Beraber şehri karış karış dolaştılar. Küçük italyaMahallesi'nde leziz ama mütevazi yemekler yediler, GüzelSanatlar Müzesi'ni gezdiler, Common Parkı ve Rıhtım'ı ar-

şınladılar, Su Parkı'nda yunusların gösterisini alkışladılar,Harvard Meydanı'nda hıncahınç kafelerde kahve içtiler. Vetüm bunları yaparken hiç durmadan sohbet ettiler. Çeşitli ül-kelerin mutfakları, meditasyon teknikleri, aborjin sanatı, go-tik romanlar, bahçe bakımı, organik domates yetiştirme tek-nikleri, rüya tabirleri gibi akla hayale gelmedik bilumum ko-nuda daldan dala atlayıp birbirlerinin cümlesini tamamlaya-rak konuştular. Ella hiç bu kadar çok konuştuğunu hatırla-mıyordu. Akşamları evine dönerken çenesi ağrıyordu.Sokakta insanlar arasında birbirlerine dokunmamayaazami gayret gösterdilerse de buna riayet etmek giderekzorlaştı. Ufak kaçamaklar, kazara birbirine değen eller, kol-kola girmeler... "Ne zaman elimi tutacak?" diye bekledi Ella.Baktı ilk hamle Aziz'den gelmeyecek, ilk o tuttu Aziz'in eli-ni; önce ürkek, çekinerek, sonra özgürce ve her türlü vesve-seyi boşvererek. Tanıdık birilerine yakalanmayı umursama-dığı gibi içten içe "görülmek" istiyordu sanki. Gene de hepbir mesafe oldu aralarında. Ruhları birbirine yakınken, be-denleri uzak kaldı. Birkaç kez beraber Aziz'in oteline döndü-ler ama hiç sevişmediler. Aziz istemedi.Aziz'in Amsterdam'a uçacağı günün sabahı gene otel oda-sındaydılar. Biri bir koltukta oturuyordu, diğeri öbür koltuk-ta. Aralarında bir bavul duruyordu."Sana söylemem gereken bir şey var" dedi Ella usulca."Uzun zamandır bunu nasıl açacağımı düşünüyordum."Aziz, Ella'nın ses tonundaki ani değişimi yakaladı, kaşla-rını merakla kaldırdı. "Bak bu ilginç işte. Çünkü benim desana söylemem gereken bir şey var" dedi."Tamam, önce sen söyle" diye atıldı Ella, oyun oynar gibi.'Yok, madem sen açtın, önce sen..."Ella tebessümünü bozmadan başını eğdi, neyi nasıl söyle-yeceğini iyice düşündü. Sonra lafa girdi. "Sen Boston'a gel-meden önce bir akşam David'le dışarı çıktık ve uzun zaman-dır ilk defa rol yapmadan dürüstçe konuştuk. Bana seni sor-du. Meğer gizli gizli yazışmalarımızı okumuş. Tabii böyle ol-masına üzüldüm ama hakikati inkâr etmedim. Yani, ikimizinarasında olanları kastediyorum."Devam etmeden önce hafifçe öksürdü. Şimdi itiraf edeceğişeye Aziz'in nasıl tepki vereceğini bilemiyordu: "Kocama baş-ka bir erkeği sevdiğimi söyledim."Pencerenin dışında şehir olağan gürültülerini üretiyor-du. Sokaktan peş peşe üç itfaiye aracı hızla geçti. Bir daki-ka boyunca siren sesleri bütün mahalleyi esir aldı. Ella'nındikkati dağılır gibi olduysa da lafını tamamlamayı başardı."Bu sana delice gelecek belki ama seninle Amsterdam'a gel-mek istiyorum."Aziz pencereye doğru yürüdü; aşağıdaki vaveylayı dikkat-le süzdü. Az ileride bir binadan dumanlar tütüyor, kalın vekara bir bulut havada topaklanıyordu. Orada yaşayan insan-lar için sessiz bir dua okudu. Tekrar konuşmaya başladığın-da yüzünü hemen Ella'ya dönmediğinden sanki tüm şehre hi-tap ediyordu."Benimle Amsterdam'a gelmeni ben de isterim... hem deçok ama sana orada bir gelecek vaat edemem."14 k^r BİStTrr ^ S°rdU EJ,a- ^de bİr k-gın-hk kabardı Bu erkekler neden böyleydi? Hepsi de bağlan-maktan korkuyordu işte. Bu kadar gez toz, sır ve söz paylaşSun ;fdreyT hayallrheslel Sonra pat *» *wE52b* iİT, T? f6Cek Vmt Gdemem? Ne kad- *W«£K££ Skirsra srbir'Ya nasıl?" oKşadı. Sandığın gibi değil."au ueuı Azız. Romanım) okuduğum, söyledi TM Khtab.mhay.afmu tuhaf bir douemiue Smc JhT Bu- y!a^mmda ., ^ ^^ ^ .^ f Jhr yo^ani... Başka biri mi var?" diye sordu Ella..m da bir hikayesi yar, diu^m^ miai^ ^E«a şu amn tılsumm bozabilecek her şeyden kork™ H„salca başnu sallad, "Eyer* dedi W, anlafcl ° ""'*aautSr.th^lT?'?1*^'8 WM ***Z'anara> ^"a Rubmstein'a 197fi vı.ır^^o c a 7auuu **<**» -ra yaşad,* %££?£*£itibaren dışı fotoğrafçı, içi derviş dünyayı dolaşmıştı. Altı kıta-da dostlar, arkadaşlar edinmişti. Aile kavramını kan bağındadeğil ruh bağında bulmuş; Romanya'da evlat edindiği iki kim-sesiz çocuğu büyütüp okutmuştu. Bir daha evlenmemiş, birkaçkez aşkın kıyısından dönmüştü. Ve tüm bu zaman zarfında,

Page 78: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Fas'taki zaviyede taktığı gümüş küpeyi kulağından, güneş şek-linde kolyeyi de boynundan çıkarmamıştı. Mizacmdaki ve ha-yatındaki ana mihver tasavvuf olmuş; ömrünü aşk inancına vebaşka insanlara faydalı olmaya adamış, gittiği her yerde, bak-tığı her ayrıntıda Tanrı'nın alametlerini aramıştı.Ve sonra, bundan iki sene evvel, sağlığı teklemeye başla-mıştı. Durup dururken üzerine ağır bir halsizlik çökmeyebaşlamıştı. Koltuk altında beliren bir şişlikle her şey bir an-da değişmişti. Ne yazık ki fark etmekte geç kalmıştı. O ufa-cık kütle malin melanom çıkmıştı, bir tür deri kanseri. Dok-torlar uzun süre teşhis koymamış, boyutlarını anlamak içintest üstüne test yapmışlardı. En nihayetinde bir açıklamayaptıklarında haberler iyi değildi: Melanom iç organlara ya-yılmış, karaciğeri sarmıştı.O sırada Aziz elli iki yaşındaydı. "Elli beşi görmeyebilir-sin" demişlerdi. "Ona göre hazırlıklarını yap."Böylece ömründe yeni ve bazı açılardan daha üretken birsafha başlamıştı. Hâlâ görmek istediği yerler vardı; seyahat-lerine ara vermek şöyle dursun, her zamankinden çok yolcu-luk yapmıştı. Dünyanın her yerindeki bağlantılarını kullana-rak Amsterdam'da bir. Sufizm vakfı kurmuştu. Endonez-ya'da, Pakistan'da, Mısır'da sufı müzisyenlerle konserler ver-miş, hatta İspanya'da, Cordoba'da bir grup Yahudi ve Müslü-man mistikle ortak bir albüm çıkartmıştı. Fas'a geri dönmüş,hayatında ilk kez Sufilerle tanıştığı zaviyeyi ziyaret etmişti.Baba Samed'in mezarı başında dua edip tefekküre dalmış,hayatın onun için çizdiği patikaları minnetle anmıştı."Sonra hep yazmak istediğim ama ertelediğim romanı yaz-maya koyuldum" dedi Aziz göz kırparak. "Uzun zamandıryapmak istediğim bir şeydi. Romana Aşk Şeriatı adını ver-dim. Bir zarfın içine koyup Amerika'da ünlü bir yayınevineyolladım. Fazla bir şey beklemiyordum ama her ihtimaleaçıktım. Bir hafta sonra Boston'da gizemli bir kadından il-ginç bir e-posta aldım."Ella gülümsemeden edemedi."O andan sonra hiçbir şey aynı olmadı" dedi Aziz.Ölüme hazırlanan bir insandan, beklenmedik anda aşkayuvarlanan birine dönüvermişti. Yerli yerine oturttuğunusandığı tüm parçaları tekrar gözden geçirmesi gerekmişti.İnanç, aşk, arzu, ölüm korkusu, ölümsüzlük arzusu, aile, yu-va, hasret, saadet... bütün bu kavramları yeniden düşünme-si gerekmişti. Bugün kendini ölüme hazır hissediyordu, amahenüz ölmek istemiyordu.Ömrünün bu son safhasına Sufi kelimesinin "İ" harfiyle ta-nışma mevsimi demişti. Belki de bu en zoruydu çünkü iç hesap-laşmalarının hepsini değilse bile çoğunu bitirdiğini, manen ol-gunlaştığını sandığı bir aşamada şimdi ilk defa yalpalıyordu."Sufilikte ölmeden evvel ölmeyi öğrendim. Makamlardanadım adım geçtim. Bu yolu anlayabildiğimce yaşamaya çalış-tım. Tam her şeyi hallettim derken, gökten zembille sen in-din. O ilk mesajın ardından her şey o kadar hızlı gelişti ki.Her gün nefesimi tutup acaba Ella yazmış mı diye bekledim.Derken tüm hayatım sana anlatılmayı bekleyen bir hikâyeoldu. Ve seni daha fazla tanımak istediğimi fark ettim. Senledaha çok zaman geçirmeliydim. Bana verilen vâde aniden kı-sacık göründü gözüme, yetmedi. Kendimi teslim ettiğim Al-lah'a isyan noktasındayım.""Hastalığın... beraber atlatabiliriz..." dedi Ella korkulu birfısıltıyla."On altı ay daha var" dedi Aziz. "Doktorlar öyle diyor. Yanıl-mış olabilirler. Bilemem. Gördüğün gibi sana verebileceğim tekşey şu içinde bulunduğumuz an! Tabii işin aslı, kimse kimseyebundan ötesini vaat edemez. Ama bunu hep unuturuz. Gelece-ğe dair planlar duymak isteriz."Ella başını eğdi, ayakuçlarına takıldı bakışları. Bir yanaverdi ağırlığını. Sanki bir tarafı düşüverecekti de diğer yanıdireniyordu. Ağlamaya başladı."Yapma ne olur. En çok istediğim şey benimle Amsterdam'agelmen. Sana şehrimi gösteririm. Beraber dünyayı gezeriz. Ya-pabildiğimiz yere kadar. Yeni insanlarla tanışmak ve Tann’nınyarattığı muazzam eseri beraber seyretmek istiyorum."Ella, önüne parlak, renkli bir oyuncak konmuş nahif birçocuk gibi ağlamayı kesip burnunu çekti. "Ben de... ben deçok isterim...""Sana bunları anlatmaya çekindim" dedi Aziz. "Değil se-vişmek, sana dokunmak bile zor geldi. Sen hep gelecek fikriüstüne kurmuşsun hayatını. Planlar, programlar... Senin gi-

bi bir insana 'hadi her şeyi bırak ve benimle gel ama yarınben yanında olmayacağım' demek imkânsız geldi..."Ella bu lafları duyunca bir gerçeği yeni görmüş gibi pani-ğe kapıldı. "Tamam da neden böyle kendini bıraktığını anla-mıyorum. Kanserle savaşabilirsin. Bunu benim için yapabi-lirsin. Bizim için...""Daha sağlıklı ve daha uzun yaşamak için elimden geleniyaparım ama kanserimle kavga etmeyeceğim" dedi Aziz."Anlamıyorum. Yaşamak istemiyor musun?" diye mırıl-dandı Ella."Tabii ki istiyorum. Ama başka türlü" dedi Aziz. "Her şeylesavaş halindeyiz. Terörizmle savaş, yoksullukla savaş, enflas-yonla savaş, AİDS'le savaş, kanserle savaş, rüşvetle savaş,hatta fazla kilolarla savaş... Savaşmaktan başka bir yaklaşımyok mu?"Ella sabırsızlıkla çıkıştı: "Ben senin gibi sufi değilim!"O an zihninden onlarca düşünce geçti: Babasının intihany-la baş edemeyişi, kırık dökük çocukluğu, vicdan azabı, suçlu-luk duygusu, mutlu bir evlilik yapma takıntısı ve senelerdiriçine attığı tüm hayal kırıklıkları bir anda karşısına dikildi.Aziz gülümseyerek "Sufi değilsin, biliyorum" dedi. "Olmanda gerekmiyor. Sen sadece Rumi ol, yeter.""Ne demek istiyorsun?" diye sordu Ella gözlerini kırpıştı-rarak."Bana bir ara sen Şems misin diye sormuştun. Kulağa hoşgeliyor ama ben Şems olamam, haddim değil. Ama sen Rumiolabilirsin. Aşk kullanıla kullanıla içi boşaltılmış bir kelime-ye döndü ama sen varlığınla aşkı yüceltebilirsin.""Ben şair değilim" dedi Ella bozuk bir sesle."Rumi de şair değildi. Ama oldu.""Anlamıyor musun Aziz? Ben bir ev kadınıyım, üç çocukannesi! Beni gözünde fazla büyütme.""Kendine haksızlık ediyorsun" dedi Aziz, sesini alçalttı. "He-pimiz neysek oyuz. Önemli olan kendimizi değiştirmeye, dö-nüştürmeye cesaretimiz var mı? Eğer bu aşktan yeterinceeminsek yolculuğun kalan kısmını beraber yapabiliriz. Sonun-da beraber Konya'ya gideriz. Oraya gömülmek istiyorum.""Böyle konuşma" dedi Ella.Aziz başını eğdi. Yüzünde başka bir hâl vardı şimdi. Kelime-leri seçerek konuşmasını bitirdi: 'Ya da şimdi buradan çıkıpevine gider ve bu teklifi unutabilirsin. Yuvana, çocuklarına dö-nersin. Ben her halükârda seni sevmeye devam edeceğim."

Sarhoş SüleymanKonya, Aralık 1247

Başım masaya dayalı sızmış kalmışım. Karabasanı arat-mayan bir rüya görüyordum. Kocaman, öfkeli bir boğa benisokaklarda kovalıyordu. Bu melun hayvanı kızdıracak neyaptığımı bilmeden tabana kuvvet kaçıyordum. Tezgâhlarıdevire devire, meyve sebzeyi eze eze, can havliyle bir ara yo-la girdim. Meğer çıkmaz bir sokakmış. Orada devasa bir yu-murta buldum. Derken kabukları çatladı, içinden çirkin birkuş yavrusu fırladı. Uzaklaşmaya çalıştım ama aniden gök-yüzünde anne kuş belirdi; bu bebenin çirkinliğinden sen me-sulsün dercesine bana dikti keskin gözlerini. Tam hançer gi-bi pençelerini açmış saldıracaktı ki ter içinde uyandım.Bir de baktım meyhanede, pencerenin yanındaki masadauyuyakalmışım. Ağzımda paslı çivi yalamış gibi nahoş birtat, susuzluktan dilim damağıma yapışmış vaziyetteydim.Kalkmak istesem de kolumu kıpırdatamadım. Ağırlaşan ba-şımı masadan kaldıramadım. Orada öylece durup meyhane-nin bildik seslerini dinlemeye başladım.İşte o zaman yan masadan gelen fısıldaşmalara kulak ka-barttım. Belli ki ateşli bir tartışma devam ediyordu orada. Vebirden o korkunç kelimeyi işittim: Cinayet.Önce sarhoş zırvalıkları bunlar diye aldırmadım. Meyha-nede türlü muhabbet döner, herkes her ağzına geleni söyler.Ama bu adamların konuşmasında bir başka hâl vardı. Niha-yet anladım ki sözlerinde ciddiler. Tüylerim diken diken ol-du. Ama esas kimi öldürmek istediklerini anlayınca dehşetedüştüm: Tebrizli Şems!Adamlar kalkıncaya kadar başım masada uyuma numara-sı yaptım. Ne zaman ki gittiklerinden emin oldum ayağa fır-ladım. "Hıristos, gel buraya! Çabuk!" diye bağırdım."Gene ne var Süleyman?" diyerek koşa koşa geldi Hristos.

Page 79: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

"Bir şey mi oldu?"Ama kelimeler boğazıma dizildi; bir şey söyleyemedim. Bir-den herkesten şüphe etmeye başladım. Ya Şems'e kurulan tu-zağa başkaları da dahil olmuşsa? Herkes kumpasın içinde ola-bilirdi pekâlâ. Çenemi kapatıp gözümü dört açmam gerekliydi."Hiiiç! Açım" dedim. "Haydi, bana bir işkembe çorbası çek.Sarımsağı bol olsun. Ayılmam gerek!"Hıristos bana tuhaf tuhaf baktı ama kaçıklıklarıma alış-kın sayıldığından bir şey sormadı. Birkaç dakika sonra önü-me dumanı tüten bir kâse çorba koydu. Ben de ağzım dilimyana yana içtim. Kendime gelince Şems'i uyarmak için soka-ğa fırladım.Önce Rumi'nin evine uğradım. Orada yoktu. Sonra camiye,medreseye, çayhaneye, fırınlara, hamama baktım. Zanaat-karlar mahallesindeki her dükkân, ambar ve kileri yokladım.Hatta harabelerde yaşayan yüz elli yaşındaki Çingene koca-karıya dahi gittim, olur da Şems'in büyü yaptırası yahut fa-lına baktırası gelmiştir diye. Her taşın altını aradım. Herke-se danıştım. İçimi bir korku kemirmeye başladı. Ya geç kal-dıysam? Ya onu öldürdülerse?Saatler sonra yorgunluktan perperîşan gene meyhaneninyolunu tuttum. Ve işte tam bir köşeyi dönmüştüm ki Şems ileburun buruna geldim."Ooo, kimleri görüyorum? Merhaba Süleyman. Bu ne te-laş? Nereye böyle?" dedi Şems muzipçe."Aman! Oh nihayet buldum seni! Çok şükür hayattasın!"dedim ve kendimi tutamayıp onu kucakladım.Şems kollanmadan kurtulunca bir kahkaha attı. Neşesi ye-rinde gibiydi. "Elbette hayattayım ya! Hayalete benzer birhâl mi var bende?"Zar zor gülümsedim.Şems'in gözlerine bir şüphe çöreklendi: "Dostum ne'n var?Her şey yolunda mı?"Yutkundum. Ya bana inanmazsa? Ya şarabın etkisiyleabuk sabuk hayaller gördüğümü düşünürse? Belki de öyley-di. Ben bile duyduklarımın doğruluğundan emin olamıyor-dum. Gene de anlatmaya karar verdim."Seni öldürecekler" dedim. "Kim olduklarını bilmiyorum.Yüzlerini göremedim. Uyuyordum. Ama rüya görmüyordum.Yani görüyordum da o rüyanın bununla ilgisi yok. Sarhoş dadeğildim. Yani birkaç kadeh yuvarlamıştım ama..."Şems elini omzuma koydu. "Sakin ol Süleyman. Ben anla-dım seni, merak etme.""Anladın mı sahi?" diye sordum hayretle. Ben bile kendimianlamamışken o ne anlamıştı acaba?"Evet. Şimdi meyhaneye dön, beni de dert etme."'Yok, yok! Hiçbir yere gitmiyorum. Sen de gitmiyorsun" di-ye itiraz ettim. "Bana bak bu adamlar çok ciddi. Kendini kol-lamahsm. Rumi'nin evine dönemezsin. İlk bakacakları yerorası olur."Şems sustu."Benim evime gel. Ufaktır, biraz da sıkış tepiştir ama se-nin için mahzuru yoksa, gel, istediğin kadar kal.""Eksik olma, beni mahcup ediyorsun" dedi Şems. "Ama herşey Allah'ın inayeti ile olur. Bu da kurallardan biri."Otuz Altıncı Kural: Hileden, desiseden endişe etme.Eğer birileri sana tuzak kuruyor, zarar vermek isti-yorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur. Çukur ka-zanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklaresasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır,ne bir katre şer.O'nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sensadece buna inan!Şems bunu dedikten sonra bana göz kırptı ve sarıldı. Vedaeder gibi bir hâli vardı; gidişine mâni olamadım.Geri dönüp Rumi'nin evine giden çamurlu sokağa saptı. Ar-dından uzun uzun baktım. Garip bir ürperti geldi üzerime. Veben, Konyalı Sarhoş Süleyman, günlerdir ağzıma damla içkikoymamış da komaya girmişim gibi tir tir titremeye başladım...

KatilKonya, 8 Aralık 1247, perşembeBenimle gelmemelerini söyledim. "Müşteriler işime karı-şırsa sinirime dokunur" diye gözdağı verdim. Ama ısrar üstü-ne ısrar ettiler. "Bu derviş senin bildiğin gibi değil. Olağanüs-tü yeteneklere sahip. Kendi gözlerimizle öldüğünü görmemiz

şart, yoksa bu iş yatar" dediler.Sonunda pes ettim. "Pekâlâ" dedim. "Ama ben işimi bitir-meden sakın ha ortalıkta görünmeyin."Başlarını salladılar. Üç kişilerdi. İkisini ilk buluşmadanhatırlıyordum; üçüncüsü ise sesinden anladığım kadarıyla enaz diğerleri kadar genç ve gergindi. Hepsi yüzlerine kara pe-çeler bağlamıştı. Sanki kim oldukları umurumdaydı!Gece yarısı çöktükten sonra Rumi'nin evine vardım. Ker-piç duvarın üstünden avluya atladım, bir çalının ardına sak-landım. Müşteriler önceden tembihlemişti: Şems'in âdetiy-miş, her gece aptes almadan önce muhakkak avluya iner, bu-rada tefekküre dalarmış. Tek yapmam gereken beklemekti.Bir deli rüzgâr esti. Hayret! Senenin bu vakti böyle ayazkesmezdi. Elimde tuttuğum kılıç ağırlaşmaya başladı, sapm-daki mercanlar buz gibi soğudu. Her ihtimale karşı kuşağı-ma bir de kınında uyuyan bir hançer yerleştirmiştim.Gökteki ay soluk bir hâle ile sarmalanmıştı. Uzaktan gece-cil hayvanların uluması duyuldu. Ne tekinsiz, esrarengiz birsesti. Huzurumu kaçırdı. Bir an tuhaf bir hisse kapıldım.Belki de hemen şimdi her şeyi bırakıp bu uğursuz mekândanuzaklaşmalıydım.Ama yapmadım. Epey bir zaman geçti. Göz kapaklarımagırlaştı. Üst üste istemsizce esnemeye başladım. Rüzgârınhiddeti arttıkça birbirinden nahoş fikirler üşüştü zihnime.Öldürdüğüm insanların yüzleri çemberler hâlinde başımınüstünde dönmeye başladı, leşe üşüşen akbabalar gibi. Bananeler olduğunu anlayamadım. Soğukkanlılığıyla nam salmışbir adamdım; kolay kolay paniğe kapılmazdım. Üstelik mazi-yi düşünmeye meyyal biri sayılmazdım. Keyfim yerine gelsindiye biraz ıslık çaldım ama bu da kâr etmeyince gözlerimievin arka kapısına dikip fısıldadım:"Haydi be Şems. Amma beklettin beni. Çık artık avluya!"Ricam buymuş gibi o anda birden yağmur yağmaya başla-dı. Hem de ne yağmur! Bardaktan boşanırcasma. Öyle ki gözaçıp kapayıncaya kadar sokaklar ırmak yatağına döndü, diz-lerime kadar balçığa battım. Tepeden tırnağa ıslanmıştım."Kahretsin" dedim. "Kahretsin!"Dakikalar geçmek bilmedi. Sağanak bir türlü durmadı, ar-tık vazgeçmek üzereydim ki bir çıtırtı işittim. Avluda birivardı. Bir duvar dibine saklanıp baktım. Oydu. Elinde birkandil tutuyordu. Bana doğru dümdüz yürüdü, birkaç adımkala durdu."Ne güzel bir gece, değil mi?" diye sordu Şems.Kendi kendine mi konuşuyordu bu adam yoksa yanında bi-ri mi vardı? Aklım karıştı. Yoksa benimle mi konuşuyordu?Burada olduğumu biliyor olabilir miydi? Derken beni hayre-te düşüren bir şey fark ettim: Bu kuvvetli rüzgârda, bu sağa-nak yağmurda nasıl oluyordu da elindeki mum sönmeden ka-labiliyordu? Sırtımdan aşağı ürperdim.Şems ile ilgili rivayetleri hatırladım. Kara büyü ve sihir-bazlıkta mahir olduğunu söylüyorlardı. Böylesi zırvalarainanmazdım gerçi, şimdi de kanacağım yoktu ama Şems'inbu yağmurda elinde sönmeyen bir mumla durduğunu görün-ce dizlerim boşaldı."Seneler evvel Tebriz'de Ebubekr isminde bir üstadım vardı" dedi Şems. "Kıymetli bir zattı. Bana her şeyin bir vakti olduğunu öğretti. Bu da sonuncu kurallardan biri."Ne kuralından bahsediyordu? Yoksa anlaşılmaz laflarla aklınca beni korkutmaya mı çalışıyordu? Bir karar vermeliydim. Ya hemen duvar dibinden fırlayıp saldıracaktım ya daburada saklanıp en uygun anı kollayacaktım. Ama Şems birtürlü sırtını dönmüyordu. Öte yandan şayet burada olduğu-mu biliyorsa neden gizlenecektim ki?Ben daha bir karara varamadan bahçe duvarının dibindekaraltılar belirdi. Saydım, altı kişiydiler. Herhalde delikanlı-lar neden hâlâ dervişi öldürmediğimi merak etmiş ve gidiptakviye kuvvet getirmişlerdi. Bu arada Şems hiçbir şey farketmemiş gibi konuşmaya devam etti:"Otuz Yedinci Kural: Tanrı kılı kırk yararak titizlik-le çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki saye-sinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye er-ken, ne bir saniye geç. Her insan için bir âşık olma za-manı vardır, bir de ölmek zamanı. "İşte o an dervişin başından beri benimle konuştuğunu an-ladım. Burada olduğumu biliyordu. Hem de avluya çıkmadanevvel biliyordu. Yüreğim küt küt atmaya başladı. Daha fazlasaklanmanın anlamı kalmamıştı. Doğruldum, ortaya çıktım.

Page 80: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

Yüz yüze durduk, katil ile maktul. Durumun korkunçluğunakarşın tarifsiz bir huzur vardı havada. Yağmur başladığı gibibirden kesildi, her şey sessizliğe boğuldu.Kılıcımı çektim, var gücümle savurdum. Derviş bu hamle-yi o kadar çevik ve dinç bir şekilde savuşturdu ki afalladım.Birkaç kez daha kılıç salladım ama aynı sahne tekrar etti.Aniden karanlıkta bir koşturmaca oldu; ben daha ne olduğu-nu anlayamadan duvar dibindeki altı adam ellerinde sopalar,kargılarla kavgaya daldılar. Tam bir kargaşa zuhur etti, her-kes birbirine girdi. Kim kime vuruyor anlayamadım; Havadasopalar kırıldı.Kenarda kalakaldım. İşleyeceğim bir cinayette seyirci ko-numuna düşmemiştim hiç. Delikanlılara o kadar kızgındımki az kalsın Şems'i bırakıp onlara saldıracaktım.Fakat az sonra delikanlılardan biri bağırmaya başladı:"İmdat! Çakal Kafa yardım et! Hepimizi öldürecek."O zaman bir seçim yaptım. Önce dervişi haklayıp, sonra deli-kanlıların hesabım görecektim. Öne atıldım. Benden cesaretalan delikanlılar atağa geçti. Altı kişi bir olup Şems'i yere çaldık,hançeri çıkardım ve tek hamlede Şems'in kalbine sapladım. Ağ-zından tek bir çığlık çıktı, tiz ve vahşi. Belki de her şehrin heryerinden duyuldu feryadı. Son bir dem çekti dudakları ve bir da-ha kıpırdamadı.Hep beraber bedenini kaldırdık. Tuhaf şey, o kadar hafiftiki! Kuru bir dal gibi, suyu çekilmiş bir meyve gibi hafif. Son-ra onu kuyuya attık. Nefes nefese bir adım geri çekilip suyadüşme sesini bekledik.Ama o ses gelmedi."Neler oluyor?" dedi delikanlılardan biri. "Yoksa suya düş-medi mi bu herif?""Olur mu öyle şey" dedi diğeri. "Nasıl düşmemiş olabilir ki?"Gözlerimizi birbirimizden kaçırdık. Herkesin asabı bozul-muştu."Belki kuyu duvarında bir kanca vardı, oraya takıldı" diyebirisi tahmin yürüttü.En makul açıklama buydu. İnanmış gibi yaptık. Oysa he-pimiz gayet iyi biliyorduk ki öyle kancayla mancayla açıkla-namazdı bu sessizlik. Orada konuşmadan ne kadar bekledikbilemiyorum. Gökyüzü eflatun çizgiler hâlinde ağarmayabaşladı. Az sonra pat diye evin arka kapısı açıldı, dışarı biradam çıktı. Hemen tanıdım. Mevlâna'ydı."Neredesin can?" diye seslendi endişeyle. "Şems, cancağı-zım, orada mısın?"Delikanlılar panik hâlinde topukladılar. Tek tek her biribahçe duvarını aşıp öbür taraf atladı. Orada bir saniye dahaoyalanmamam gerektiğini biliyordum ama durup geriye bak-maktan kendimi alıkoyamadım.Ve işte o zaman Mevlâna'nın dosdoğru kuyuya yöneldiğinigördüm. Eğildi, bir süre öylece durdu; herhalde gözleri loşlu-ğa alışıyordu. Derken orada ne gördüyse geri çekildi, dizleri-nin üstüne çöktü ve bir feryat kopardı."Öldürdüler! Şems'i öldürdüler!"Duvardan atladım. Üstünde dervişin kanı olan hançerialamadan hızla koşmaya başladım. Nerden bilebilirdim kiseneler sonra bile duramayacak, durulamayacak, o geceninhatırasından hep kaçmak zorunda kalacaktım.

EllaBoston, 3 Ağustos 2008

Basbayağı, alelade bir gündü. Ağustos ayının rehavetinebulanmış sıradan bir sabah işte. Ella erken kalktı; kahvaltısofrasını hazırladı; kahvaltı sonrası kocasını işe, çocuklarıokula uğurladı; mutfağa dönüp yemek kitabını açtı; o gününmönüsünü seçti.Kremalı Mantar ÇorbasıHardallı Deniz Mahsulleri SalatasıRezeneli, Kurutulmuş Domatesli LevrekDereotlu Pirinç GratenVanilyah TurtaYemekleri pişirmek epey vaktini aldı. İşi bittiğinde kıymet-li misafirlere sakladığı narin porselen takımı çıkardı. Masayıkurdu, peçeteleri katladı, çiçekleri düzenledi. Fırının saatinikırk beş dakikaya ayarladı ki graten saat yediden evvel gerek-tiği gibi ılınmış olsun. Kıtır ekmekleri kızarttı, salatanın sosu-nu hazırladı - Avi'nin istediği gibi bol kremalı. Mumlan yak-

mayı düşündüyse de vazgeçti. En iyisi masayı böyle bırakmak-tı, kusursuz bir tablo gibi. El değmemiş. Hareketsiz.Son bir defa baktı donattığı sofraya. Ve sonra sakince ge-ceden hazırladığı iki bavulu kavradı. Ve Ella Rubinstein, böy-lece evini terk etti.Otuz Sekizinci Kural: "Yaşadığım hayatı değiştirme-ye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?" diye sormakiçin hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak ola-lım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen ye-nilenmek mümkün.Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık.Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşamadoğmak için ölmeden önce ölmeli.

AlaaddinKonya, Aralık 1247

Babamla konuşmaya uzun zaman cesaret edemedim. Birodaya kapandım, haftalarca fare gibi, hırsız gibi saklanarakyaşadım. En nihayet bir gün cesaretimi toplayıp babamın ya-nına vardım. Kütüphanede bir başına, mum ışığında oturu-yordu."Müsaadenle konuşabilir miyiz?" diye sordum.Ağır ağır, bir hülya denizinden sahile yüzercesine başınıkaldırıp bana baktı ama bir şey demedi."Biliyorum, Şems'in kaybolmasında parmağım var zanne-diyorsun ama seni temin ederim ki..."Babam parmağım kaldırıp lafımı kesti. "Sus evlat! Sendenduymak istediğim bir şey yok. Sana söyleyecek sözüm de yok.Bundan böyle aramızda kelimeler kurudu.""Ama babacım, hakkımı yiyorsunuz. Müsaadenizle izahedeyim" dedim sesim titreyerek. "Kuran'ı getirin, el basayım.Yemin ederim ben değildim. Yapanları tanıyorum ama inanınben masumum...""Oğlum" dedi, sanki bu kelime dilini yakmışçasma yüzünüburuşturarak. "Ben değildim dersin ama cüppenin kenarla-rında onun kanı var."İrkildim, hemen cüppemi yokladım. Doğru olabilir miydi?O geceden kalma bir leke mi vardı acaba? Kumaşı dikkatleinceledim. Temizdi. Başımı tekrar kaldırınca babamla göz gö-ze geldik ve ancak o zaman bana kurduğu küçük tuzağı farkettim. Gayriihtiyarî üzerimde kan var mı diye bakınca, yaka-yı ele vermiştim.

* * *

Doğru. O akşam meyhanede cinayeti planladıklarında bende yanlarmdaydım. Her şeyden haberdardım. Hatta ÇakalKafa'ya Şems'in geceleri avluya çıktığını fısıldayan bendim.Ve cinayet gecesi bahçe duvarının ardında katil ile maktulünaralarındaki konuşmayı dinleyen altı kimiden biriydim. Ça-kal Kafa'nın işi ağırdan aldığını fark edip saldırmaya kararverdiğimizde avluya giden patikayı diğerlerine gene ben gös-terdim. Ama hepsi bu. Kavgaya katılmadım. Şems'e saldıran-lar arasında yer almadım. Onu yapan Baybars'tı. İrşad'la di-ğerleri de yardım etti. Ve kim bilir, belki de başaramayacak,çuvallayacaklardı. Ama onların yarım bıraktığı işi Çakal Ka-fa tamamladı.Bazen rüyalarıma giriyor. Her defasında farklı bir şekilde.Bir keresinde hayalet olup dolaştığını gördüm, bir keresindeyeniden doğduğunu. Bir başka rüyamda kuyudan çıkıyordu.Her seferinde yüreğim sıkışarak uyandım.O artık yok ama izleri her yerde. Sema, şiir, müzik, nükte,hiciv, aşk ve cezbe... o hayatımızdan gider gitmez yok olaca-ğını sandığım bir sürü şey kazık çakmış gibi bizimle kaldı.Babam her baktığı yerde onu görüyor. Şems haklıydı. Kava-nozlardan biri kırılınca, diğeri de onunla beraber parçalandı.Babam ötedenberi yufka yürekli bir adamdı. Her dindenve inançtan insana kucak açardı. Şems hayatına girdiktensonra sevgi çemberi öyle genişledi ki, cemiyetin en dibe vur-muşlarını bile kapsar oldu: evsiz baı-ksızlar, meczuplar, cü-zamlılar, sarhoşlar, fahişeler, dilenciler, yankesiciler... Hepsi-ni önyargısız bir nazarla kucaklayıp anlayışla karşılayabilir.Hatta inanıyorum ki Şems'in katillerini bile affedebilir. Sev-mediği tek kişi var: Ben.Babamın sevgi çemberine bir ben dahil olamadım. Öz be öz

Page 81: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

oğlu...

Sultan VeledKonya, Şubat 1247

Babam o korkunç geceden sonra bir daha asla eskisi gibiolmadı. Uzun zaman hâli o kadar perişandı ki sandım keder-den aklını oynattı. Hâlâ varını yoğunu dilencilere, yetimlere,düşkünlere dağıtıyor. Ne yaptığım soranlara, "İmrü'l Kays"diyor, başka bir şey demiyor.İmrü'l Kays son derece zengin, kudretli ve heybetli, bir eliyağda bir eli balda bir Arap emiriymiş. Üstelik tebaası tara-fından sevilir ve sayılırmış. Ama bir gün hiç beklenmedik birşekilde sarayını, tahtını bırakmış. Malını mülkünü sebil edipdağıtmış. Üstünde bir derviş hırkası, elinde asa diyar diyargezer olmuş."Benim içimdeki hükümdar da gitti, geriye sadece bir der-viş kaldı" diyor babam. "Mademki Şems yok, ben de yokum.Bundan böyle ne hatip, ne âlim, ne fakih olurum."Geçen gün, yüzünden sahtekârlık akan kızıl saçlı bir bezir-gan kapımızı çaldı. Bağdat'tan geldiğini söyledi. "Şems'inkaybolduğunu işittim. Ben kendisini eskiden beri tanırım.Onun sağ koluydum, en yakınıydım" dedi. Sonra bir sırrıpaylaşırcasma babamın kulağına eğildi; Şems'in sağ olduğu-nu, şimdilik Hindistan'da gizlendiğini, ortaya çıkmak içinuygun zamanı kolladığını iddia etti.Genç adamın yalan söylediği o kadar barizdi ki. Fakat ba-bam, "bu güzel habere karşılık dile benden ne dilersen" demezmi! Bezirgan da gayet pişkin, bir zamanlar derviş olmayaözendiğini ama madem hayat onu başka bir istikamete savur-du, Rumi gibi meşhur bir âlimin kaftanına sahip olmaktanmemnun olacağını söyledi. Ve babam bunu duyar duymaz al-tın sırma işlemeli kadife kaftanını çıkarıp adama verdi.Bezirgan gidince dayanamadım, sordum: "Babacım, budelikanlıyı hiç gözüm tutmadı. Niçin kaftanınızı ona verdi-niz? Yalan söylediği her hâlinden belliydi."Babam dalgın dalgın gülümsedi. "Şems'in hayatta olduğu-nu söyledi ya. Böyle bir yalanın bedeli bir kaftan vermişim,fazla mı? Düşünsene ya doğru olsaydı dedikleri, ya hakika-ten Şems hayatta olsaydı? O zaman değil kaftan, canımı ve-rirdim!" »

RumiKonya, 30 Ekim 1260

Bugün Şemsle Şekerci Han önünde karşılaşmamızın onaltıncı sene-i devriyesi. Her Cemâzeyelevvel aynı günler inzi-vaya çekilirim. Zaman ağırlaşır, boynumda bir değirmen taşıolur. Kırk gün çilede kalır Şems'in kurallarını düşünürüm.Tek tek her birini yâdeder ve yaşarım. Ruhumun güneş al-mayan kuytu bir köşesinde Şems-i Tebrizî ışık saçar, gülüşüfener gibi...Sevdiğin birini yitirince bir yanın onunla beraber kaybolur.Terk edilmiş hayaletli bir ev gibi buruk bir yalnızlığa esir olur,eksik kalırsın. İçinde bir sır gibi, giden sevgilinin yokluğunutaşırsın. Öyle bir yara ki üzerinden ne kadar zaman geçersegeçsin gene de canını yakar. Öyle bir yara ki iyileştiğinde bilekanar. Bir daha gülemeyeceğini, asla hafifleyemeyeceğini sa-nırsın. Karanlıkta el yordamıyla ilerler gibi akar hayat. Önü-nü göremeden, yönünü bilemeden, sadece şu anı kurtararak...Gönlünün kandili sönmüş, zifiri gecede kalmışsmdır. Ama işteancak böyle durumlarda, yani iki göz birden karanlıkta kalın-ca, bir üçüncü göz açılır insanda. Kapanmayan bir göz... Ye an-cak o zaman anlarsın ki bu elem sonsuza dek sürmeyecek. Ha-zandan sonra başka mevsimler, bu çölden geçince nice vadilergelecek; bu ayrılığın ardından da ebedi bir vuslat.Yeni kaybettiğin kişiyi manevi gözle bakınca her yerdegörmeye başlarsın. Denize düşen katrede, dolunayla hare-ketlenen med-cezirde, esen her esintide ona rastlarsın. Kumaçizili remilde, güneşte parlayan kristal tanesinde, yeni doğ-muş bebeğin tebessümünde, bileğinde atan nabzında onuseyredersin. Her yerde, her şeyde onu görürken nasıl derimki Şems gitti?En zorlu günlerimde bana iki kişi yardım etti. Büyük oğ-lum ve Selahaddin Zerkubi isminde bir veli. Selahaddin de-miri döverken tezgâhından yayılan usulü ilk duyduğumda

evrenin yürek atışını işittim sandım. Ve hemen orada sema-ya durarak Şems'in başlattığı dansa son hâlini verdim. Günügeldi, büyük oğlum, Selahaddin'in büyük kızı Fatma ile ev-lendi. Bu son derece çalışkan ve akıllı kız bana güzeller gü-zeli Kimya'yı hatırlatır. Zamanla Fatma "sağ gözüm" oldu,kız kardeşi Hediye ise "sol gözüm". Ne zaman toplum içindebir vazife ifa etmem gerekse, bu gözler bana rehber oldu. Kimdemiş kızlar erkekler kadar iyi talebe olamaz diye? SevgiliKimya kızların başarısını kanıtlamıştı zaten. Ben de onunruhuna hürmeten sadece erkekler için değil, kadınlar için desema ayinleri düzenliyorum ve Sufi bacılara bu âdeti devamettirmelerini salık veriyorum. Sakın ola bir kadının erkektengeri yahut eksik olduğunu sanmasınlar! Ayrımcılık yapıp in-sanı insana üstün tutmak biz kullara özgüdür; yoksa Allah'adeğil.Dört sene önce Mesnevi'yi yazmaya başladım. Daha doğru-su, Mesnevi kendi kendini yazmaya başladı. İlk mısranm ge-lişini unutmam kabil değil. Bir şafak vaktiydi. Gün ışığı ka-ranlığı yararken kelimeler ağzımdan dökülüverdi. İstemsiz-ce, âdeta bana rağmen. Ne söylüyorum, neden söylüyorumbilemeden şiir soludum o sabah. Ve o andan itibaren dizelerbelli aralıklarla gelmeye devam etti. Şiirler, soluklanacak pı-nar arayan göçmen kuş sürüleri gibi aniden gelir, başıma çö-reklenir, bir ağızdan şakır ve sonra uçar gider. Aralarında öy-le mısralar var ki "bir daha tekrar et" deseler, edemem. Sela-haddin olmasa belki de çoğu kaybolacak, unutulacaktı. Amao büyük bir sabır ve özveriyle her birini kâğıda çekti. Sela-haddin yazdı, Sultan Veled suretini çıkarttı. Böylece sayfasayfa büyüdü Mesnevi. Okurunu bekler şimdi.Bir şiire başlarken çoğu zaman devamının nasıl geleceğinibilmiyorum. Uzunluğunu yahut derinliğini kestiremiyorum.Şiir tamamlanınca yeniden suskunluğa gömülüyorum. Ses-sizlikte yaşıyorum. İki mahlas kullanıyorum. Biri Hamuş-Suskun. Diğeri Şems-i Tebrizî. Yitirdiğim ruhdaşımm adıy-la yazıyorum.Bu arada dünya; etten, kemikten, maddeden, düşler ve düşkırıklıklarından ibaret olan dünya, kendi hızında dönüyor.Herkesin yıkılmaz kale sandığı Bağdat, 1258'de Moğollarıneline geçti. Refahıyla, ihtişamıyla övülen, dünyanın merkeziolduğu iddia edilen şehir bir günde düştü. Aynı sene Selahad-din Zerkubi öldü. Dervişlerimle beraber cenazesinde muaz-zam bayram ettik; sokakları kudümlerle, tamburlar, neylerleinlettik. Zira bir veli ağlayarak değil, gülerek uğurlanır.Sene 1260 oldu, bu sefer yenilme sırası Moğollara geldi.Rakibin ismi Memluk'tu. Dünün aman vermeyenleri, bugü-nün aman dilenenleri oldu. Kader denilen kart destesi yeni-den karıldı ve kesildi. İktidar merdivenini hızlı hızlı çıkanlartepetaklak oldu. Başarıya alışkın insan zanneder ki ilelebetmuzaffer ve zengin kalacak. Ve her mağlup zanneder ki ömürboyu belini doğrultamayacak. Hâlbuki ikisi de yanılır. Şu fa-ni dünyada rüzgâr çabuk yön değiştirir. Hüznü de neşeyi de,zaferi de yenilgiyi de, hiçbir şeyi kalıcı sanma. Bir de bakmış-sın galip güçten düşmüş, zayıf palazlanmış. Allah'ın görün-meyen sureti dışında her şey her an değişime tâbidir.Bu zaman zarfında beni en çok gururlandıran insanlardanbiri medreseyi bırakıp tekkeye gelen Talebe Hüsam oldu. Öy-le çabuk olgunlaştı, maneviyat yolunda o kadar hızlı pişti kişimdi herkes ona saygı besliyor ve Hüsam Çelebi diye hitapediyor. Selahaddin'in ölümünden sonra şiirleri yazmama oyardım ediyor. Mesnevi'yi kaleme alan kâtip odur. Tevazu,güzel ahlak ve pırıl pırıl bir gönle sahip olan Hüsam Çele-bi'ye birisi çıkıp da "kimsin, nesin?" diye sordu mu hep aynıcevabı veriyor:"Ben Şems-i Tebrizî'nin ayak izinden giden fakir biriyim.Olduğum olacağım budur işte. Ne mürit, ne mürşit peşinde-yim. Güzel bir insanın mirasının unutulmaması için hizmetetmektir niyetim."Ve böylece seneler geçti, geçiyor. Yaşlandığını senden evvelvücudun anlıyor. Basamakları çıka çıka kırkma basıyorsun;sonra elli, elli beş, derken altmış oluyorsun...Her on1 senede bir durup geriye bakıyorum. Yürümeye, yoladevam etmeye mecburum. Harflerden bir saray yaptım kendi-me. Koridorları aşk, duvarları aşk, taht odası aşk... Sufi olma-yana pek karmaşık görünür dünya. Çok şahıslı, sürtüşmeli vetartışmalı... Hâlbuki bunca kargaşa tek bir kelimede saklı. Ke-lime harfte saklı. Harf noktada saklı. B'nin altındaki nokta-da... Bu şuurla bizler gece gündüz sema ediyoruz. Savaşların,

Page 82: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

kardeş kavgalarının, yanlış anlamaların, kalp kırıklıklarının,açlık ve sefaletin, mağduriyet ve adaletsizliklerin ortasında,her şeyi kapsayıp kucaklayarak ama hiçbir şeye değmeden dö-nüyoruz ebediyen. Bütün cihan cayır cayır yansa, yer gök kızı-la boyansa, sarayları seller olsa, bir padişah gidip bir başkasıgelse, bizim için fark etmez. Elemde, neşede, ümitte ve yeiste,hem tek başımıza hem hep beraber, hem usulca hem sonsuzbir hızla, su gibi akarcasına döneriz semada. Dizlerimize ka-dar kendi kanımıza batsak bile vazgeçmeyiz Aşk'a dönmekten,Aşk'a secde etmekten.Kâinatta mükemmel bir ahenk, hassas bir nizam var. Par-çalar ve noktalar habire değişir. İsimler ve makamlar yenile-nir. Ettiği her laf, verdiği her zarar insana geri gelir. Hâlbu-ki insan bunu bilmez; kendini zora koşmakta mahirdir. Başı-na gelenlerden hep başkalarını sorumlu tutar. Ayrıntılar sili-nir ve sil baştan çizilir. Ama çember sabit kalır.Otuz Dokuzuncu Kural: Noktalar sürekli değişse debütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için birhırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini birdürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz,her şey yerli yerinde kalır, merkezinde... Hem de birgünden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.Ölen her Sufi için bir Sufi daha doğar.Bizim dinimiz aşk dini. Yolumuz aşk şeriatı. Ucu bucağı ol-mayan bir kalp zincirinde sadece birer halkayız. Şayet zincirbir yerinden kopacak olursa, bir başka halka eklemleniranında. Giden her bir Şems-i Tebrizî için başka bir asırda,başka bir mekânda, bilinmedik bir isim altında bir Şems da-ha gelir.Kimisi Şems olarak doğar.Kimisi Şems olarak ölür.

EllaKonya, 7 Eylül 2009

Bişrev! Dinle!Sabah ezanım hayatında ilk defa işiten birine duyduğu se-sin neye benzediğini sorun. Muhtemelen şunu söyleyecektir:Gizemli, sıra dışı, neredeyse tılsımlı. Ama aynı zamanda do-ğaüstü, akıldışı, hatta ürpertici. Tıpkı aşk gibi!Gecenin karanlığında, Ella Rubinstein'ı uyandıran sesbuydu. Hızla doğruldu. Açık pencereden içeri dolan erkek se-sinin ne olduğunu çıkarana kadar boş boş baktı. Artık Ame-rika'da, Massachusetts'te olmadığını hatırlaması için birkaçsaniye geçmesi gerekti. Bulunduğu yer, kocası ve üç çocuğuy-la paylaştığı o geniş ve lüks ev değildi. Bunların hepsi başkabir zamana aitti. O kadar uzak bir zaman ki, değil kendi ma-zisi, bir peri masalı gibi geliyordu şimdi.Hayır, Massachussets'te değildi. Dünyanın bambaşka biryerindeydi. Konya'da, ilaç ve temizlik malzemesi kokan mü-tevazi bir hastanedeydi. Ve şu an nefes alış verişini işittiği, in-san yirmi senelik kocası değil, geçen yaz güneşli bir öğledensonra uğruna kocasını terk ettiği adamdı.Masa lâmbasını yaktı. Çehresini yumuşatan kehribarımsıışıkta, uykuda geçirdiği şu bir iki saat boyunca odada deği-şen bir şey olmuş mu diye merak etmişçesine sağa sola ba-kındı. Hayatında gördüğü en küçük hastane odasındaydı.Gerçi Ella’nın hayatında pek fazla hastane odası gördüğüsöylenemezdi ya neyse. Tam orta yerde hasta yatağı duruyor-du. Onun dışındaki her şey, - hırpalanmış bir etajer, ahşapdolap, sandalyeler, papatyalarla dolu vazo, üstü haplarlakaplı sehpa- yatağa göre hizalanmıştı. Bir kenarda Aziz'inokuduğu kitap duruyordu: Ben ve Rumi.Konya'ya geleli dört gün olmuştu. Şehirdeki ilk zamanlarınıtipik turistik uğraşlarla geçirmişlerdi: Anıtları, müzeleri gez-miş; sokakları, binaları görüntülemiş; yöre yemekleriyle karın-larını doyurmuş, alelade ayrıntılara bile pürdikkat kesilmişler-di. Düne kadar her şey yolunda gidiyordu. Ama dün Aziz öğleyemeği esnasında fenalaşmış, acilen en yakın hastaneye kaldı-rılmıştı. O andan itibaren tam olarak ne umacağını bilmedenama gene de umutlanmaktan vazgeçmeden bekliyordu Ella. Vebir yandan Tanrıyla münakaşa ediyordu. "Bu kadar geç verdi-ğin aşkı böyle erken mi alacaksın elimden? Adil değil bu yaptı-ğın. Ya hiç vermeseydin aşkı, ya bıraksaydın yaşayayım..."Yatakta yatan adama sevgiyle baktı. "Canım, uyuyor mu-sun?" diye sordu. Aslında onu uyandırmak istemiyordu. Ama

şu an sesini duymaya o kadar çok ihtiyacı vardı ki. Dayana-madı. Bir daha*seslendi: "Aziz!"Hastanın nefes alış verişinin monoton ritmi bir anlığınasekti, ezgide bir nota fire verdi ama başka bir yanıt gelmedi."Uyuyor musun?" diye tekrarladı Ella sesini yükselterek."Uyuyordum!" dedi Aziz muzipçe. "Ne oldu aşkım, uykunmu kaçtı?""Sabah ezanı ürpertti..." diye cevap verdi Ella ve sustu.Sanki bu üç kelime her şeyi açıklıyordu: Aziz'in kötüleşensağlığını, onu kaybetme korkusunu, aşk denen çılgınlığı vebaşlarından geçen her şeyi özetliyordu.Aziz yatakta güçlükle doğruldu, koyu yeşil gözlerinden in-ce bir sızı taşıyordu. Lâmbanın ışığında, karbeyaz çarşaflararasında biçimli yüzü solgun görünüyordu. Gene de sakin veemin bir hâli vardı."Sabah ezanım hep özel bulmuşumdur" diye fısıldadı Aziz."Bu sese alışkın olanlar onu senin gibi duyamaz. O kadar ka-nıksamışlardır ki büyüsünü fark edemezler. Hâlbuki bir ya-bancı bu sesi ilk duyduğunda irkilir kalır. Derler ki sabah na-mazı beş vakit namazdan en kıymetlisi ama aynı zamandaen zorudur.""Neden?""Herhalde bizi tatlı uykumuzdan uyandırdığı için. Rüyala-rımızı bölüp bir başka hakikate davet eder ya, zor gelir. Oyüzden sabah ezanında diğerlerinde olmayan fazladan birsatır mevcuttur: Namaz uykudan hayırlıdır."Ama belki biz ikimiz için uyku daha hayırlıdır diye düşün-dü Ella. Keşke beraber uyuyakalsak. Şöyle derin ve dingin,top atılsa duymayacağın türden bir uykuya dalsalar... Uyu-yan Güzel'inki kadar sihirli bir rüyaya çekilip yüz sene bo-yunca uyanmasalar...Az sonra ezan sonlandı; diğer camilerden gelen yankılar dabir bir tamamlandı. En son nota gökyüzünden çekilince esra-rengiz bir sessizlik hâkim oldu ortalığa. O sessizlikte EllaAziz'in yeniden uykuya dalışını seyretti. Beraber bir sene ge-çirmişlerdi. Dolu dolu bir sene. Son iki haftaya kadar Azizdoktorlarını şaşırtacak kadar dirençli çıkmış, çıktıkları herseyahatte ışık ve enerji saçmıştı. Bir günün öncekine benze-mediği, hayatın kendini tekrar etmediği yoğun bir birliktelikolmuştu onlarınki. Ella ezberinin bozulmasından memnundu.Meğer birini aşkla, şuurla ve şükranla sevmek ne güzelmiş!Ella eskiden insanların birbirini tanıması için uzun zamangeçmesi gerektiğine inanırdı. Hâlbuki şimdi zaman denilenkavramın farklı türleri olduğunu düşünüyordu. Aslında tekbir kelimeyle birden fazla şey açıklamaya çalışıyorduk. "Za-man-1" körelmiş alışkanlıkların, köhnemiş uğraşların, habi-re telaş içinde ama hep yerinde sayarak koşturmacaların mo-noton ve mekanik gidişatıydı. "Zaman-2" sürprizlerle ve si-hirle dolu, iniş çıkışı bol, pupa yelken, sarhoş edici bir akıştı.Zaman-3 Tanrı’nın mutlak zamanıydı.Zaman-1 ile Zaman-2 aynı hızda akmıyordu.Zaman-3 ise her şeyi kapsayarak diğer zamanları hem yu-tuyor, hem yaratıyordu.Ella eğilip Aziz'i usulca öptü; önce alnından, sonra kuru-muş dudaklarından. Şu son bir sene içinde deli gibi sevdiği,seviştiği, içine aldığı ve bir kovuk gibi içine çekildiği bu be-den onun için bir erkeğin bedeninden çok daha fazla bir şey,âdeta bir mabetti. Bu sayededir ki Aziz'in günbegün gözününönünde eriyişi Ella'da ne uzaklaşma arzusu ne acıma duygu-su yaratmıştı. Aziz, içtikçe susadığı, berraklığına duyamadı-ğı pınardı. Demek bir kadın bir erkeğin ruhuna âşık oluncahasta vücudunu da böyle sevip arzulayabilirmiş. Bunu birile-rine anlatmaya kalksa anlayan çıkar mıydı?Komodinin arkasında serum şişesi tıp tıp damlıyor; hasta-nın zayıflayan bünyesine damla damla hayat yolluyordu.Ama Ella biliyordu ki Aziz Konya'ya ölmeye gelmişti. Hiçbirserum şişesi, hiçbir solunum makinesi bunu değiştiremeye-cekti. Gözleri doldu. Hâlbuki kendi kendine söz vermişti, ağ-lamayacaktı.Orada daha fazla duramayıp odadan çıktı. Beyaza boyalıama insanın ruhunu karartan koridorlardan geçti; aralık du-ran kapılardan diğer hastaları gözetledi. Genç yaşlı, kadınerkek, kimi şişman, kimi avurtları çökmüş; kimi gülen, kimisomurtan bunca insan... Bazıları dönüp, kapıdan kafasınıuzatan bu meraklı Amerikalı kadına ilgiyle baktı. Bazılarıumursamadı, o kadar çoktu ağrıları.Beş dakika sonra Ella hastanenin ufak ama şirin bahçe-

Page 83: Elif Şafak _ Aşk - uCoz€¦ · Web viewMevlâna Celaleddin Rumi Mesnevi, cilt II, sayfa 133 Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret

sindeki havuzun başına vardı. Havuzun tam ortasında mer-merden bir melek duruyordu; tabanında kim bilir kaç insa-nın en gizli dileklerini bilen demir paralar ışıldıyordu. Ellabozuk para bulmak için ceplerini karıştırdı ama nafile! Kara-ladığı notlar ve kraker kırıntıları dışında bir şey bulamadı.Az ileride birkaç çakıl taşı dikkatini çekti. Kaygan, parlak,sarımtırak çakıllar. Birini aldı, gözlerini kapadı, gerçekleş-meyeceğini bildiği bir dilek tutup çeşmeye attı. Fakat taş su-ya düşeceğine, çeşmenin kenarından sekip doğruca heykelinkucağına indi."Aziz burada olsaydı, kesin bunu bir alamet sayardı" diyegeçirdi içinden.Yarım saat sonra odaya döndüğünde, bıyıklı bir doktor vebaşörtülü bir hemşireyle karşılaştı. Yatak örtüsünü hastanınbaşına çekiyorlardı.Aziz Zekeriya Zahara bu dünyadan sessizce ayrılmıştı.

* * *

Tıpkı hayranlık beslediği Rumi gibi Konya'ya gömülmeyivasiyet etmişti. Tüm hazırlıkları Ella tamamladı. Her za-manki titiz plancılığı bu sefer işe yaradı. Tek başına bir tu-rist kadın olarak bürokrasiden hiç anlamaması bazen birengel, bazen kolaylaştırıcı oldu. Asırlık bir Müslüman me-zarlığında latif bir manolya ağacının altında Aziz'e yer bul-du. Dikdörtgen bir toprak parçası... Aynı günün akşamıAziz'in dünyanın dört bir yanındaki arkadaşlarına e-maillergönderip hepsini tek tek törene davet etti. Bu arada hoş birrastlantıyla Mevlevi neyzen, kudümzen ve semazenlerle ta-nıştı; onları cenazeye çağırdı. Ummadığı insanlardan bekle-mediği yardımlar gördü. Aziz hayatta olsaydı gülümserdimuhtemelen."Tesadüf diye bir şey mi var Ella?"Defin günü Ella'nın tahmin etmediği kadar çok insan çıka-geldi. Tâ Cape Town'dan, St. Petersburg'dan, Mürşida-bad'dan, Sao Paolo'dan gelen mistikler oldu. Onların yanı sı-ra fotoğrafçılar, akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, dans-çılar, heykeltıraşlar, bankacılar, iş adamları, çiftçiler, şairler,ressamlar, yoga hocaları da vardı. Ve bir de Aziz'in evlat edin-diği iki genç. Onlar da oradaydı.Böylece birbirinden tamamen farklı diller konuşan, başkabaşka inançlardan hercai bir cenaze alayı Aziz'i son yolculu-ğuna uğurladı. Bazı misafirlerin farklı yaşlarda çocukları davardı. Bunlar, civardaki sokak çocuklarıyla bir kenarda bağ-rış çağrış maytap patlattılar; kimse karışmadı. Meksikalı birşair pan de muertos, ölüler ekmeği dağıttı; Aziz'in tâ İskoç-ya'dan eski bir arkadaşı kalabalığın üstüne konfeti gibi gülyapraklan saçtı. Neyzenler ney üfledi, semazenler sema etti.Ölümünü kutladılar, çünkü öyle isterdi. Yas yerine neşe...Düğün alayı gibi bir cenaze...Konya esnafından kamburu çıkmış, ağzında iki dişi kalmışbir ihtiyar adam manzarayı ağzı kulaklarında ve merakla iz-ledikten sonra: "Konya Konya olalı böyle acayip cenaze gör-medi" dedi ve ardından ekledi: "Tabii asırlar evvel EfendiMevlâna’nın düğün gecesi sayılmazsa."

* * *

Cenazeden üç gün sonra, bütün misafirler gidince yapayal-nız kalan Ella son bir kez şehri gezmeye çıktı. Yanından bebekarabalarını ite ite yürüyüp geçen orta hâili aileleri, kumaş ve

baharat dükkânlarını, ona ısrarla birşeyler satmaya çalışanişportacıları bir film şeridini izler gibi izledi. Onlar da tam or-talarından geçen uzun boylu, gözleri ağlamaktan şişmiş buAmerikalı kadına ilgiyle baktılar. Ella buraya yabancıydı amaşu an öyle bir ruh halindeydi ki her yere yabancıydı.Otele dönünce bavullarını hazırladı. Ceketini çıkarıp yav-ruağzı kaşmir bir kazak giydi. "Hep olduğundan güçlü gö-rünmeye çalışan bir kadın için fazla cici ve dişi" diye geçirdiiçinden. Ama umurunda değildi. Kabullenmişti. Neyse oydu.Ardından Amerika'ya, büyük kızma telefon açtı. Üç çocu-ğundan yalnızca Jeannette hâlâ onunla konuşuyordu. Orlyve Avi annelerine bir senedir küslerdi."Mamiş, nasılsın?" diye sordu Jeannette heyecanla.Ella buruk ve mahcup gülümsedi. Bir zamanlar aşkını kü-çümseyip nutuklar attığı, sevdiği adamla evlenmesine karşıçıktığı kızı bugün ona destek olan tek insandı. Belli belirsizbir fısıltıyla "Aziz öldü" dedi.Bir hışırtı oldu telefonda. Jeannette'in sesi geldi gitti. "Ahanne, çok üzüldüm. Başın sağ olsun."Bir süre karşılıklı ne söyleyeceklerini bilemeden durdular.Suskunluğu Jeannette bozdu: "Artık eve dönecek misin?"Sahi Ella şimdi ne yapacaktı? Boşanma işlemleri içindençıkılmaz bir hâl almıştı. David ayrılmayı zorlaştırmak içinelinden geleni ardına koymayacağa benziyordu. Uzun ve sertbir mektup yazmış, Ella'ya "sana beş kuruş bile koklatmaya-cağım" demişti. Kocası kızgın, ikizleri küskündü. Dönse herşey daha kolay olmaz mıydı?Üstelik ne parası vardı, ne tutacak işi. Gerçi her yerde ko-laylıkla İngilizce ders verebilir, dergilere yazabilir, yahut kimbilir, günün birinde bir yayınevinde editör olarak çalışabilir,hatta kendi romanını yazabilirdi. Gözlerini kapadı. Daha ön-ce hiç böyle tek başına kalmamıştı ama ne tuhaf, kendini yal-nız hissetmiyordu."Jeannette bebeğim, seni çok özledim" dedi. "Orly ile Avi'yi de.Gitmemin sizinle bir ilgisi yoktu. Size sevgim hiç azalmadı...""Biliyorum" dedi Jeannette olgunlukla."Beni görmeye gelir misiniz?""Tabii gelirim... geliriz anne... sen ikizlere bakma, geçer...önemli olan senin iyi olman. Şimdi ne yapacaksın? Dönmekistemediğinden emin misin?""Galiba Amsterdam'a gideceğim" dedi Ella. "Orada ufak,şirin çatı katı daireler var. Birini kiralayabilirim. Gerçi bisik-lete binmeyi ilerletmem gerekecek..." Güldü. "Hiç plan yap-madım Jeannette. Yarın, öbür gün, beş sene sonra ne olacakbilmiyorum. Tek bildiğim hayata yeniden başladığım. Zatenbu da kurallardan biri, öyle değil mi?""Ne kuralı anne? Neden bahsediyorsun?" diye sordu Jean-nette.Ella pencereye yanaştı, ufku saran mavimsi tonlara baktı.Gökyüzünde tül gibi beyaz ve ince bulutlar ağır ağır dönüyor,hiçliğe karışıp eriyordu, tıpkı semazenler gibi..."Kırkıncı Kural" dedi tane tane konuşarak. "Aşksız ge-çen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk pe-şinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, sema-vi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları do-ğurur. AŞK'ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacıyoktur.Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasm-dır, merkezinde, ya da dışındasmdır, hasretinde. "

www.blackcity.ucoz.com