Felâket Günlerim &
Türk Gönlü(İnceleme-Metin)
Çağdaş Balkan Türk Edebiyatının İlk Dönem Eserleri
(II)
Balkanlarda Türk ve İslâm kültürüyle yetişen iki yazarın 1913 ve 1923 yıllarında yayınladıkları bu eserler, Balkan Türklerinin muhtelif dramlarını farklı pencerelerden ve farklı üsluplar dâhilinde dile getirir.
20. Yüzyılın başlarında büyük savaşlara sahne olan Balkanlarda en ağır yaraları alan topluluk Balkan Türkleri olmuştur. Bu yıllarda yayımlanan “Felâket Günlerim” ve “Türk Gönlü” adlı eserler Balkan Türklerinin “savaş ve göç” acılarıyla boğuştukları dönemde neler yaşadıklarını, neler düşündüklerini, hangi mefkûrelere tutunduklarını iki yazarın dilinden ifâde eder; o zamanın gerçeklerine Edebiyat penceresinden bakmak isteyenleri o dönemlere götürür...
HazırlayanAtıf AKGÜN
Bakü - 2020“Gənclik” nəşriyyatı
Fel
âk
et G
ün
leri
m &
Tü
rk G
ön
lüA
tıf
AK
GÜ
N
978- 9952- 37- 405- 6
Çağdaş Balkan Türk Edebiyatının İlk Dönem Eserleri
(II)
Halil Zeki
Felâket Günlerim
& Dukâkinlerden Basri
Türk Gönlü (İnceleme-Metin)
Hazırlayan
Atıf AKGÜN
Bakü - 2020
Kitap Adı :Çağdaş Balkan Türk Edebiyatının İlk Dönem Eserleri II
Felâket Günlerim & Türk Gönlü (İnceleme-Metin)
Kitabın Yazarı: Doç. Dr. Atıf AKGÜN
Kitap Türü: Bilimsel Araştırma
İsbn: 978-9952-37-405-6
Editör: Doç. Dr. Atıf AKGÜN
Kapak Tasarım: Elnara ABBASOVA
Yayınevi:
“Gənclik” nəşriyyatı, 2020. 146 s.
Basım Yeri:
Megaprint, Zahid Xəlilov 26, Bakı / Azərbaycan
Tel: +994 50 850 98 69
©Atıf AKGÜN, 2020
İthaf..
“Ailesi, Balkanlardaki yurtlarını terk etmek zorunda
bırakılarak Anadolu’ya yerleşmiş olan sevgili annem Fatma
Akgün’e ithaf olunur.
Ata yurtlarının aziz hatırasına hürmetle...”
Atıf Akgün
5
Önsöz
Günümüzde muhtelif Balkan ülkelerinde yaşayan
Türkler, kuşkusuz edebî sahada da varlık göstermekte; yazılı
edebiyatlarını Türkiye Türkçesi ile yaşatmakta ve âdeta
Balkanlarda Türklüğün ses bayrağını dalgalandırmaya devam
etmektedirler. Bu nitelikli azınlığın ortaya koyduğu çağdaş
edebiyatın yakın dönemdeki durumuna dâir ilmî çalışmalar
özellikle son yıllarda artış göstermiştir. Bu konuda yapılan her
çalışma, Balkanlardaki Türk varlığının daha yakından
tanınmasına da vesile olmuştur.
Bugün bağlı oldukları ülkelere göre Bulgaristan Türkleri
Edebiyatı, Makedonya Türkleri Edebiyatı, Batı Trakya Türk
Edebiyatı vb. mahallî edebiyatlar meydana getiren bu kalem
erbâbı, nihâyetinde Balkan Türklüğü olarak adlanır ve edebî
sahada hareket ettikleri alanı genel mânâsıyla Balkan Türkleri
Edebiyatı olarak adlandırmak mümkündür.
Aynı dönemde üretilen edebî eserlerin neşri ile devam
eden “Çağdaş Balkan Türkleri Edebiyatının İlk Dönem
Eserleri” dizisinin bu ikinci kitabında hâtırat ve piyes türlerinde
iki eseri -Balkan Türkleri Edebiyatındaki tarihî değerini
dikkate alarak- yayına hazırlamayı, incelemeyi ve metinlerini
paylaşmayı uygun bulduk. Bu ve hazırlık aşamasında olan
diğer eserlerin neşri ile söz konusu ilk dönem eserlerinin
günümüz okurları ile buluşmasına vesile olmaktan büyük onur
duymaktayız.
Balkanlardaki kadim Türk kültürünün en esaslı
göstergelerinden/belgelerinden birinin Balkan Türkleri
Edebiyatının günümüzdeki varlığı olduğu düşüncemizden
hareketle; bu çalışmamızda da günümüz alfabesine aktarılarak
yayınlanan ve incelenen iki eser, yayınladıkları yıllar îtibâriyle
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
6
Balkan Türklerinin söz konusu çağdaş edebiyat ürünlerinin ilk
numûneleri arasında yer almaktadır. Bu îtibârla söz konusu
eserler, sosyal bilimlerin birçok farklı alanı ile birlikte özellikle
Balkanlardaki yerel Türk edebiyatı araştırmacıları için önemli
bilgiler sunmaktadır.
Bu çalışmanın, Balkanlardaki Türk-İslâm kültürüne
gönül verenlere ve bu alanda çalışan bütün araştırmacılara
faydalı olması en büyük beklentimizdir.
“Balkanlarda Çağdaş Türk Edebiyatının İlk Dönem
Eserleri” adlı projemiz kapsamında yayınladığımız bu kitabın
basım masraflarını üstlenen Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji
Fakültesi Türkoloji Bölümü Başkanı Sayın Prof. Dr. Ramiz
Asker’e şükranlarımı sunarım.
Atıf AKGÜN
Bakü/2020
Atıf Akgün
7
İçindekiler
Önsöz ................................................................................. 5
1. Balkan Türklerinin Edebiyatlarında İlk Çağdaş
Eserler Üzerine -2- ............................................................. 8
2. “Felâket Günlerim” Özeti ............................................. 13
2. 1. “Felâket Günlerim” Genel Değerlendirme ................ 21
3. “Türk Gönlü” Özeti ...................................................... 27
3. 1. “Türk Gönlü” Genel Değerlendirme ......................... 35
4. METİNLER .................................................................. 44
4. 1. Felâket Günlerim ....................................................... 45
4. 2. Türk Gönlü (Bilinmeyen Büyüklük) ......................... 89
5. Kitaplardan Bazı Görseller ......................................... 136
Kaynaklar ....................................................................... 141
Özgeçmiş ......................................................................... 144
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
8
1. Balkan Türklerinin Edebiyatlarında İlk Çağdaş
Eserler Üzerine -2-
Balkan Türklerinin modern anlamda ilk edebî eser
örnekleri 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın ilk çeyreğini
kapsayan döneme tarihlenmektedir. Bu husus uzun bir dönem
Balkanların en büyük siyasal gücü olan Osmanlı Devleti’nin
bölgeden çekilmek zorunda kaldığı tarihî süreç ile dolaylı
olarak ilgilidir. Balkan Türklerinin, kendi yaşadıklarını, kendi
aralarından çıkan temsilcilerle, kendi muhitlerinde ve modern
edebiyat ürünleri ile ortaya koymaya başlamaları da Osmanlı
Devleti’nin bölgedeki gerileyişinin yaşandığı söz konusu
devreye rastlar. Balkanlarda Türklüğün siyasal anlamda devam
eden gerileyişinin aksine Türk matbûat faâliyetlerinin bu
dönemde gelişmiş olması bölgedeki Türk dili ve edebiyatı
açısından olumlu sonuçlar doğurmuştur. Zîra Türkçe bir devlet
dili olarak bölgedeki siyasi gücünü kaybediyor olsa da
bölgedeki Türkçe süreli yayın faâliyetleri bu gerileyişle
eşzamanlı olmamış; bu dönemde büyük hareketlilik içerisinde
olan muhtelif Balkan Türk matbaalarında hatırı sayılır bir yayın
faâliyeti gerçekleşmiştir. Bu bağlamda Balkan Türklerinin
modern anlamda ilk edebî eserlerinin varlığını bu dönemdeki
söz konusu Balkan matbaalarına ve buna bağlı olarak
gerçekleşen süreli Türk yayıncılığına borçluyuz.
Çağdaş Balkan Türk Edebiyatı’nın ilk dönem eserlerinin
tespiti bahsinde Balkanlardaki muhtelif Türk matbûat
faâliyetlerinin en önemli alan olduğunu tekrâren belirtmeliyiz.
Bu noktada Osmanlı’da matbaa faâliyetlerinin vilâyet
merkezlerinde yoğunlaştığını da dikkate alırsak Balkanlardaki
Türkçe matbûat etrâfında teşekkül eden önemli Türk kültür
havzaları arasında Selânik, Üsküp, Edirne, Kosova, Manastır,
Atıf Akgün
9
İşkodra, Yanya, Prizren, Sofya, Tuna vilayeti (Şumnu, Rahova,
Razgrat) ile Girit, Rodos ve Midilli gibi bazı Ege adalarını
sayabiliriz. Bu bölgelerdeki gerek matbaa sayıları gerekse bu
matbaalarda basılan yayınların tirajı söz konusu zengin
faâliyeti ortaya koymak için yeterlidir. Aynı zaman zarfında
bölgede Türk matbaalarından çok daha fazla sayıda
gayrimüslimler tarafından işletilmekte olan matbaa da faâliyet
göstermiştir. Balkan Türk aydınlarının eserlerinin bir kısmının
da bu matbaalarda yayınlanmış olduğunu bu noktada
belirtmekte fayda vardır.
Çalışmamızın bu cildinde Latin alfabesine aktarılarak
incelenen eserler ilk olarak Sofya ve Filibe’de yayınlanmış-
lardır. (Türk Gönlü’nün ikinci baskısı İstanbul’da yapılmıştır.)
Balkanlardaki zengin Türk matbûat faâliyetleri elbette başka
bir çalışmanın konusudur ancak fikir vermesi açısından söz
konusu dönemde sadece Filibe’de faaliyet gösteren “Hurşit”,
“Balkan”, “Tefeyyüz”, “Güneş”, “Muvâzene” adlı matbaaların
çok sayıda Balkan Türkünün ilk edebî eserlerini neşreden
yerler olduğunu söyleyebiliriz.
Çağdaş Balkan Türk edebiyatının ilk döneminde özellikle
dikkat çekmek istediğimiz “neşriyat ve edebiyat” münâsebetini
sergilemesi bakımından çalışmamızın ilk cildinde “Şehit
Evlâtları” adlı uzun hikâyesine yer verdiğimiz Ethem Rûhi
(Balkan) emsal bir şahsiyettir. Filibe’ye yerleştikten sonra
yaklaşık bir yıl “Rumeli Telgrafları” ismiyle haber bülteni
şeklindeki gazeteyi çıkaran Ethem Rûhi’nin daha sonra 1906
yılında “Rumeli” gazetesini, 1907’den îtibâren de “Balkan” ga-
zetesini yayınladığı görülür. Ethem Rûhi, Bulgar meclisindeki
milletvekilliği ve “Balkan” gazetesi sâhipliğinin yanı sıra deği-
şik yıllarda “Eyyâm” gazetesini, “Resimli Balkan” dergisini
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
10
çıkarmış, “Çiftçi Bilgisi” ile Mehmed Behçet (Perim)’in
yayınladığı “Ahâli” gazetelerinde ve “Türk Muallimler Mec-
muası”nda kendi ismi ve değişik müsteâr isimlerle yazılar
yazmıştır. Ethem Rûhi üzerinde araştırmaları olan Vedat S.
Ahmet Bulgaristan’daki Türk halkının yılmaz savunucusu
olarak gördüğü Ethem Rûhi’yi yorulmayan bir Jöntürk olarak
nitelendirir. Onun Balkanlarda gelişen yerel Türk edebiyatın-
daki derin neşriyat tesirini ortaya koyan faâliyetleri arasında
“Balkan” gazetesinin ayrı bir önemi vardır.
Balkan gazetesi sadece Bulgaristan’da değil, diğer
Balkan ülkeleri ve Osmanlı topraklarında da okunmuş,
Bulgaristan Türkleri hakkında bir kaynak olarak görülmüş,
1944 öncesinde söz konusu bölgede en uzun süre yayınlanan
Türkçe gazete olmuştur. Balkan gazetesi 1920 yılının son
günlerine kadar yayınlanır. Gazete, o döneme göre büyük
sayılabilecek 1600 tirajı ile çıkmıştır.1 Bu gazetenin Balkan
Türk Edebiyatı bağlamında en değerli hizmeti Eski Zağra
Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin meşhur “Târihçe-i Vak’a-i
Zağra” isimli, Rus-Türk Savaşı esnâsında çekilen acıları
anlatan hâtırat türündeki manzum eserine daha kitap hâlinde
basılmadan önce sayfalarında yer verebilmiş olmasıdır.
Hüseyin Râci Efendi’nin söz konusu meşhur eseri birçok
kaynakta Balkan Türk Edebiyatının ilk özgün eserleri arasında
zikredilmiştir. Esâsen bu husus süreli yayınların Balkanlarda
modern anlamda gelişen yerel Türk edebiyatına ne derecede
zemin teşkil ettiğini göstermesi bakımından değerlidir.
19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın başlarında Çağdaş Balkan
Türk Edebiyatının ilk numûnelerini neşreden edip zümresinin
1 Vedat S. AHMET, http://vedatahmed.blogcu.com/yorulmayan-jonturk-ethem-r-hi-
balkan/8439906 (E.T. 04.02.2020)
Atıf Akgün
11
önemli bir bölümünü tasvir eden taraf “Jöntürk” kimlikleridir.
Bu îtibârla söz konusu dönemi ve ilk temsilcilerin genel
karakteristiğini belirlerken “Jöntürk”lük konusunu meseleden
ayrı düşünmemek gerekir.
Avrupa’da tahsil görmüş Osmanlı gençleri için ilk defa
1828 yılından îtibâren kullanılmaya başlandığı bilinen Jöntürk
(“Jön”, Fransızca; yeni, genç anlamında) ifâdesi zamanla
batılılaşma yanlısı Tanzimat bürokrasisini tanımlamak,
anasayal düzeni ve meşrûtî idâreyi savunan kimseler için de
literatürde yer almaya başlamıştır. 20. yüzyılın başından
îtibâren söz konusu kavram II. Abdülhamid’in Müslüman
muhâliflerine atıfta bulunmak için kullanılmaya başlanmıştır.2
Meşrûtî düzene geçildikten sonra bu düşünceyi benimseyen
aydınların siyasal olarak İttihat ve Terakkî yapısı altında
toplandıkları görülmüştür. En temelde hürriyet ve modern-
leşme yanlısı olan bu aydın tipinin anayasal yönetime geçiş ve
basın-yayın hürriyetini savunmaları en karakteristik
özellikleridir. Matbûata son derece önem veren bu hareketin
Balkanlar özelinde, Balkan Jöntürkleri’nce ve mahallî
Jöntürklük fikirlerini işleyen Balkan Türk süreli yayıncılığının
“Ahâli”, “Balkan”, “Efkâr-ı Umûmiye”,“Islah”, “Muvâzene”,
“Rumeli”, “Tuna”, “Sadâ-yı Millet” ve “Uhuvvet” gibi önemli
yayınlarını çıkardıklarını bu noktada zikretmek konumuz
açısından da önemlidir.
Jöntürk hareketinin en etkili olduğu bölge Balkanlar
olmuştur. Jöntürklerin ilk faâliyetleri Balkanlarda görülürken
1908’den îtibâren Osmanlı Devleti’nde yönetimi ele geçiren
İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin özellikle Balkan şehirlerinde
2 M. Şükrü HANİOĞLU, “Jön Türkler” maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi,
Türkiye Diyânet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2001, ss. 584-587
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
12
güçlü olduğu bilinmektedir. Bu yakınlığa, cemiyet mensup-
larının büyük çoğunluğunun Balkan kökenli olmasını da dâhil
ettiğimizde3 söz konusu dönem Balkan Türk entelijansya-
sındaki Jöntürk ve İttihat-Terakkî tesirini daha iyi ifâde etmiş
oluruz.
Sosyo-kültürel açıdan bakıldığında Balkan Türk toplu-
munun ilk edebiyat temsilcileri kısmî özerklik ya da “azınlık”
olma hâli ile yeni tanışılan bir dönemin insanlarıdır. Osmanlı
Devleti’nde doğan ve eğitim alan bu temsilciler daha sonra
gayritürk ülkelerin sınırları dâhilinde kaldıkları için geçiş
dönemi temsilcileridir. Ancak yeni düzene intibakta ciddî
sıkıntılar yaşayan bu zümre genellikle sessiz kalmayı ya da göç
etmeyi tercih ettiği için edebî faâliyetleri de önemli ölçüde
kesintiye uğramıştır. Bu bağlamda ilk dönem temsilcilerinin
siyasal anlamda Jöntürklük ve İttihat-Terakkî çizgisine yakın
olmaları anlam kazanmaktadır. Milletler üzerinden âdeta
yeniden karılan bir coğrafyada Balkan Türk aydınlarının söz
konusu cephede yer alması olağandı ve bu ideolojik duruşları,
çok milletli Balkan beşerî coğrafyasının bir bakıma doğal bir
sonucuydu. Çalışmamızın ilk cildinde eserleri verilen Ethem
Rûhi’nin yorulmayan bir Jöntürk olması; Muhâcir Meh-
medoğlu romanı yazarı Dukâkinlarden Basri’nin Balkanlarda
Türkçe edebiyat faâliyetleri ortaya koyduğu dönemde İttihat ve
Terakkî çizgisini benimsemiş olması da bu noktada anlam
kazanmaktadır. Çalışmamızın bu cildinde ele alınan Felâket
Günlerim ve Türk Gönlü eserleri de bu jön ve milliyetçi duruşu
yansıtmaya devam etmektedirler.
3 Mehmet HACISALİHOĞLU, “Jön Türklerin Balkan Politikası (1908-1913)”
Divan - Disiplinler Arası Çalışmalar Dergisi, C.13, S.24, s.99 2008/1, ss. 99-127
Atıf Akgün
13
2. “Felâket Günlerim” Özeti
“Felâket Günlerim”, adlı eserin başında Filibe’de faâliyet
gösteren Tunca Matbaası müdürü Ahmet Fâzıl Bey’in bir
takdim yazısı yer alır. Ahmet Fâzıl, yakın dostu ve mesâî
arkadaşı Halil Zeki’nin II. Abdülhamit döneminde yaşadığı
hapis günlerine ve sonrasında yaşadığı sıkıntılara dâir anılarını
kendisinden dinlemiş ve bu anılarını bir hikâye şeklinde
kaleme almasını Halil Zeki’den ricâ etmiştir. Bu îtibârla Ahmet
Fâzıl takdim yazısında eserin tavsiyesi üzerine ve yine kendi
destekleriyle yayınlandığını dile getirmiştir.
Hikâyenin başkahramanı olan Halil Zeki, bir akşam vakti
Üsküp’te ikametgâhı olan eve dönmektedir. Yolda esrârengiz
birinin onu gizlice tâkip ettiğini fark ederek tedirgin olur. Şehre
âit Üsküp İstasyonu, Hükümet Konağı, Buharlı Fabrika, Sâdi
Dergâhı gibi yapılardan bahsedilen dönüş yolunda tedirgin bir
vaziyette yürümeye devam eden Halil Zeki dar bir sokağa
saparak bu gizemli kişiyi tespit etmek ister. Tam o sırada bu
gizemli kişinin eskiden beri tanıdığı Usta Ramo adlı bir mîmar
olduğunu görür. Ramo, başkomiser Halim Bey’den bir haber
getirmiştir. Bu haberde bu akşam ya da yarın Halil Zeki’nin
evinin araştırılacağı bilgisi verilir. Halil Zeki ve âile fertlerinin
kovuşturma, tutukluluk ve hapis günlerini içine alan uzun ve
zorlu günleri bu haber ile başlamış olur.
Ertesi gün Halil Zeki’nin işyeri olan Bulgar
Konsoloshânesi’ne bir sivil polis olan Vidinli Recep Efendi’nin
geleceği ve kendisiyle özel görüşeceği bilgisi konsolosluğun
güvenlik memuru Gani Ağa tarafından haber verilir. Bu sivil
memur hakkında başkomiser Halim Bey tarafından Halil
Zeki’ye daha önce iyi şeyler söylenmemiş; Jönlük
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
14
düşmanlarından biri olduğu ön bilgisi verilmiştir. Halil
Zeki’nin yazıhânesinde gerçekleşen görüşmede Vidinli Recep
Efendi baş sorgu hâkiminin bir mülâkat gerçekleştirmek
istediğini ve Halil Zeki’ye kendisiyle birlikte gelmesini söyler.
Halil Zeki pek de hayırlı şeylerin yaşanmayacağını sezer ve
yarım saat sonra hâkim beyi ziyâret edeceği bilgisiyle memuru
gönderir.
Başkahramanımız hükümet konağındaki adliye binasına
giderken tâkip edildiğini fark ettiğinde artık sonu bellli
olmayan bir yola girdiğini iyice anlamıştır. Hâkim ile olan
görüşmesinde kendisi hakkında toplanan deliller de
paylaşılarak, Avrupa’ya sürgün edilen İttihat ve Terakkî
mesupları ile ne tür bir irtibatta olduğu, Köstence’den Doktor
Temo ile olan yazışmaları sorulur. Halil Zeki bütün iddiaları
reddeder, Üsküp’te cemiyet reisi olduğunu kabul etmez ve tüm
ısrarlara rağmen cemiyet âzâlarından hiç kimsenin adını
vermez. Görüşmede çok fazla bilgi alamayacağını anlayan
sorgu hâkimi, Halil Zeki’yi başkomiser Halim Bey’in odasında
bırakıp, savcının mütâlaasını almak için oradan ayrılır. Halim
Bey ile baş başa kalan Halil Zeki o esnâda cemiyet işlerinin
sürüncemede kalmaması için komiser ile fikir birliği eder.
Daha sonrasında da tutuklama gerçekleşir.
Halil Zeki süratle genel hapishâneye gönderilirken
âilesini de büyük bir dram beklemektedir. Hapishâneye sevk
edilişinin ertesi günü savcı yardımcısı bir hâkim, polis
komiserlerinden Hüseyin, vilâyet tercümanı Nusret Efendi ve
yanlarında birkaç polis ile Buharlı Fabrika Caddesi’ndeki
evlerini araştırmak için kapıya dayanırlar. Bu kovuşturma
Atıf Akgün
15
sırasında ev sâkinlerine insanlık dışı muâmelede bulunulur,
Halil Zeki’nin eşi Âfet Hanım yaralanır ve karnındaki bebeğini
kaybeder. Evleri darmadağın olmuştur. Âfet Hanım tenhâ bir
mahallede ve kocasız bir şekilde yaşamak uygun olmayacağı
için kız kardeşine sığınmak ister. Bir Jöntürk âilesine yardımda
bulunmak istemeyen kız kardeşinden, konu komşu ve
akrabalarından iyilik göremeyen ve memedeki yavrusuyla
ortada kalan kadıncağıza Halil Zeki’nin Üsküp’te mektep
müdürü olduğu dönemde maiyetinde bulunan öğretmen Cafer
Efendi sâhip çıkar ve evlerinde misâfir eder.
Halil Zeki hapishânedeki ilk gecesinde bir insanın dahi
zor sığabileceği bir hücrede kalır, intihara kalkışır, bunu
başaramaz. İki gün şuuru kapalı bir vaziyette tedâvi görür.
Doktorun tavsiyesi ile çocuklar koğuşuna nakledilir. Bu
hâdiseden sonraki bir gün hapishâne müdürü tarafından
görüşmeye çağrılır. Fakat Halil Zeki oldukça tedirgindir. Bu
görüşmede kendisinin zehirlenerek öldürüleceği hatta Selânik’e
sevk edilerek orada denize atılabileceği gibi düşünceler zihnini
meşgul eder. Müdürle olan görüşmede Halil Zeki’nin Jöntürk
bağlantıları ile ilgili yeni delillerin ortaya çıktığı, bazı komite
âzâlarının tespit edildiği gibi şeyleri dile getiren müdür, ondan
îtirafçı olmasını ister. Halil Zeki bütün iddiaları gâyet mantıklı
cevaplarla geri çevirir. Birkaç gün sonra tekrarlanan görüşmede
hapishâne müdürü bu kez Hali Zeki’yi tebrik ederek, îtirafçı
olması hâlinde Anadolu’daki herhangi bir kazâ
kaymakamlığına tâyin edileceğini müjdeler. Ancak müdür,
mahkûmdan yine benzer cevapları alır ve cezâsına devam
edince aklının başına geleceğini düşünür.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
16
Halil Zeki’nin tutuklu iken yakınlarına gönderdiği
mektupları da sıkı bir tâkîbata uğramaktadır. Bulgar Konsolos-
luğu’na gönderdiği mektuplardan birinde istinaf mahkemesi
başkâtibi Hâlit Bey’in güvenilir bir adam olduğunu belirterek
mahkemenin durumu hakkında kendisinden bilgi alınmasını
istediği için, Hâlit Bey’in de tutukluluk altına alındığını hâkim
ile olan bir görüşmesinde öğrenir.
Tutukluluğunun başlangıcından on gün sonra ikinci kez
duruşmaya çıkarılan Halil Zeki’ye bu kez Sofya’daki Şark
gazetesi başyazarı İsmail Efendi Yörükof’tan ve Mısır’daki
Türk gazetesi idâresinden gelen yazılar sorulur. Bütün sorulara
yerli yersiz cevaplar veren mahkûm suçmalamaları reddetmeyi
sürdürür. Tutukluluğu üç ay daha devam eder ve bu süre
zarfında âilesi dâhil hiç kimse ile görüştürülmez. Kitap
okumaktan da men edildiği için büyük ıztırap çeken Halil
Zeki’nin bin ricâdan sonra kızı Firuze ile görüşmesine müsâade
edilir. Günler sonra kızı Firuze ile olan ilk buluşmada oldukça
hazin bir olay gerçekleşir. Firuze babasını tanımadığı için
hapishâne müdürünün kucağından ayrılmaz. Bunun üzerine
müdür, kızı göndererek bir gün sonra yine getirilmesini ister.
Duygu dolu bu vaziyetten bir hayli etkilenen hapishâne müdürü
bu süre zarfında ise Halil Zeki’den şu taleplerde bulunur:
- “Siz de bugün güzelce bir traş olun, saç ve sakalınızı
kestirin, ön taraftan ağarmış saçlarınızın görünmemesi
için fesinizi biraz da öne eğiniz kızı aldatmak için size
biraz da şeker falan ben hazırlarım o zaman bakalım ne
olur?”
Atıf Akgün
17
Firuze ile olan ikinci buluşmasında artık baba kız
oldukça samîmî dakikalar geçirirler. Küçük kız, müdürden
haftada üç kez ziyârete gelebilmesi için izin alır. Bu
buluşmalarda oldukça duygusal sahneler yaşanır. Hapishâne
müdürü de babanın ağlamalarına defalarca eşlik eder. Halil
Zeki’nin bu tutukluluk zarfında kızından başka kimselerle
görüşmesi ve hatta kitap okuması dahi yasaktır. Bütün yasaklar
bir tarafa kitap yasağı ona çok dokunmaktadır. Bu meseledeki
rahatsızlığını Kosova vilâyeti vâlisi Mahmut Şevket Paşa’ya
bir mektup gönderek ifâde eder. Bu mektupta en azından ilmî
kitaplarının serbest bırakılmasını uygun bir üslûpta ve
nedenleriyle izah ederek talep eder.
Nihâyet mahkûmiyet kararı belli olmuş ve Halil Zeki’ye
yedi sene kalebentlik cezâsı verilmiştir. Üsküp’teki cemiyet
arkadaşları onun geride kalan âilesinin geçimini üstlenme
kararı aldıkları için Halil Zeki bu cezâ kararından çok
etkilenmemiştir. Mahkemenin açık olması için İngiltere,
Avusturya ve Rusya konsolosları tarafından Mahmut Şevket
Paşa’dan talepte bulunulmuş ancak buna onay verilmemiştir.
Mahkeme oldukça ağır şartlarda cereyan eder. Salona tek kişi
alınmaz. Mahkeme neticesinde ecnebi baskısından korkulduğu
için âdet olmasına rağmen müebbed ya da îdam verilemez zîra
Halil Zeki de Bulgaristan tebâsındandır.
Halil Zeki, Üsküp Hükümet Konağı’nın üst tarafında
yeniden yaptırılan genel hapishânede geçen günlerinde her tür
suçluyu yakından tanır, bu kader mahkûmlarından bazılarının
da mâsum olduğunu anlar. Bu kısımlarda oldukça etkileyici
hapishâne gerçekleri okurla paylaşılır. Herkes dertlidir; derdini
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
18
anlatacak, tesellî bulacak bir muhâtap aramaktadır. Halil Zeki
ise bunların yana yakıla anlatmalarını dinlemekten, onların
ruhlarını serinletecek sözler bulmak için uğraşmaktan artık
usanmaya başlamıştır. Hapishânenin işleyiş düzeninden
zamanla çok rahatsız olur. Ona göre burada suçlular sadece
dört duvar arasında bekletilmektedir ve ıslahları yolunda bir
amaca hizmet edilmemektedir. Bunun üzerine o zaman Rumeli
vilâyeti müfettişi olan Hüseyin Hilmi Paşa’ya takdim olunmak
üzere bir proje hazırlayıp hapishâne müdüriyetine teslim eder.
Bu mektubunda hükümlülerin burada ıslah olabileceğini,
topluma faydalı bireyler hâline gelebileceğini, mahkûmiyet
dönemlerini faydalı işlerle ve zanaat öğrenerek geçirebi-
leceklerini yöntemleriyle birlikte uzun uzadıya bu mektubunda
anlatır.
Halil Zeki hapishâne günlerini olabildiğince verimli
geçirmeye çalışır. Sofya Dârülfünûnu müdâvimlerinden Nanu
nâmındaki bir gençten Esperanto dilini öğrenmekte, Alasonya
civarında esir edilen bir Rum çetesi efrâdından ve Yunan
bahriye zâbitanından Mösyö Anjel nâmındaki yüzbaşı ile de
mandolin dersi geçmektedir. Geceleri hükümlüleri etrâfına
toplayıp onlara Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimizin
kerbelâ vak'asından tutun da ta Seyyid Battal Gâzi hikâyelerine
kadar okumakta ve anlatmaktadır. Bu hikâyelerde ağlayanın
bini bir paradır. Halil Zeki cezâevinde artık çok sayıda dost
edinmiş ve gönül kazanmıştır. Müslümanlar ile gayrimüslimler
arasındaki ihtilaflarda dahi kendisine mürâcaat edilir olmuştur.
Hapishâne döneminde Halil Zeki’yi dostlarından Tahsin
ve Cafer Efendiler ile küçük bacanağı Hüseyin Efendi ziyâret
Atıf Akgün
19
eder. Bulgar konsolosu kavası da ara sıra dolaşır. Halil Zeki bu
buhranlı günlerinde her bunaldığı zaman Kur'ân-ı Kerim’den
bir cüz okumakta, bu şekilde rahatlamaktadır. Aklında sürekli
Yanofça’da bacanağı nezdinde bulunan âilesini merak
düşüncesi vardır. Mahbûsiyetinin sekizinci ayında Selânik
üzerinden Bodrum’a sevk kararı alınır ancak bu yolculuk
ücretinin bir kısmı kendisinden talep edilir. Bu kânunsuzluk
üzerine yine dönemin Kosova vâlisi Mahmut Şevket Paşa’ya
söz konusu hukuksuzluğu eleştiren bir dilekçe yazar.
Halil Zeki Bodrum’a nakli için yol hazırlıkları devam
ederken Lofça Müftüsü olan pederi Hasan Zühtü Efendi ile eşi
Âfet Hanım’ı son kez görmek üzere yanına çağırır. Koğuş
arkadaşı Hasan Efendi, dâvâ vekili Tahsin Efendi ve hatta
gardiyanların bile ona karşı muâmelesinde bir değişiklik
olduğunu fark eder. Kendisinin yolculuk sırasında katledileceği
yönündeki dedikodulardan en sonunda kendisinin de haberi
olur. Bu hâdiseden sonra çeşitli kâbuslar görür. Artık tüm
hazırlıkların tamamlandığı ve yolculuğun başlayacağı sırada
müjdeli bir haber alınır. Bulgar Konsoloshânesi kavası Abdül-
gani Ağa kendisini görmek üzere görüş yerinde beklemektedir.
Halil Zeki tahliye olacaktır çünkü Lofça ve Plevne kazâları
Müslümanlarının bin sekiz yüz imzâlı olarak Sofya ve İstan-
bul’a takdim ettikleri istirhamnâme etkili olmuştur. O gün bu
haber Üsküp içinde yayılınca kuşluğa kadar birçok kimseler
hapishâneye kadar tebriğe gelmiştir. Ancak savcı bu tahliye
kararına rağmen boş durmaz. Savcının, eğer Üsküp’te tahliye
edilirse yine Jöntürk teşkîlâtıyla iştigal edeceği mahzurunu
iddia eden görüşü uygun bulunarak Halil Zeki’nin
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
20
Bulgaristan’a gönderilmesi kararlaştırılır. Halil Zeki savcıya
olan öfkesini bir şiir ile ifâde eder ve bu şiiri ona gönderir.
Hikâyede bu şiire de yer verilmiştir.
“Felâket Günlerim” adlı eserde Sofya’da çekilen sıkın-
tılar, yaşanan olaylar zincirinin ikinci aşamasını oluşturmak-
tadır. Bulgaristan’da Halil Zeki ve âilesini sıfırdan kurulacak
yeni bir hayat beklemektedir. Seyahatleri sırasında
Köstendil’deki bir otelde bir gece konakladıktan sonra en iyi
yolun babalarının yanına Lofça’ya yerleşmek olduğuna karar
verirler. Plevne ile Lofça arasındaki çetin yolculuk şartlarında
küçük kızları Firuze hastalanır ve tedâvisi için Sofya’ya
yerleşmek zorunda kalırlar. Ellerinde bir aylık bile paraları
olmayan âile Sofya gibi pahalı bir muhitte çok zorlanır.
Sofya’da neşrolunan Şark gazetesi muharriri Yörükoğlu İsmail
Efendi’nin oturduğu Bankofista Sokağı 10 numaralı evin üst
katındaki iki yataklı bir odaya kiracı olarak yerleşirler ama
parasızlık onları giderek daha da zorlamaktadır. Kızın tedâvisi
için saat ve küpelere varıncaya kadar kişisel eşyalarını nakde
çevirirler ama bir türlü muvaffak olamazlar. Bu dönemde Halil
Zeki’nin devletten memuriyet talepleri de olmuş ancak uygun
bir mevki bulunamamıştır.
Halil Zeki, İsmail Efendi ve avukat Hâfız Sıtkı Efendi ile
berâber Sofya’da bir gazete çıkarmağa karar verir ama o da
tâkîbata uğrar. Artık Firuze’nin doktorunun vizite parasını bile
bulamazlar. Bütün bu imkânsızlık içinde kızları Firuze’yi
kaybederler. Kız, babasına düşkün olduğu için bu durum Halil
Zeki’yi daha derinden sarsar. Vefat sonrası yine acıklı olaylar
yaşanır. Kızın cezânesi için müftülükten imam ve cenâze
Atıf Akgün
21
yıkayıcı bulmakta zorlanan âile fertleri en sonunda Çingene
kadınlarına mahsus yıkayıcıyı ile Çingene imamı Osman
Efendi’ye ricâ ederek Sofya’da beş altı Müslüman ile cenâze
namazını kılabilirler. Cenâze masraflarını nasıl karşılaya-
caklarını kara kara düşünürlerken gelen bir haber onlara nefes
aldıracaktır. Arâzi dâvâları olan Hacı Petrof tercüme edilmek
üzere üç parça evrak getirmiş, üç îlâm tercümesi bedeli
kırkardan yüz yirmi frank peşin para teklif etmiştir. İsmail
Efendi bu paradan âdeta çocuk gibi sevinmiştir. Halil Efendi
ise bu parayı Firuze’nin yüzü suyu hürmetine gelmiş bir hediye
olarak görmüştür. O sırada çalan kapı ile ikinci bir güzel haber
alınır. Harbiye nezâretinden gelen mektubu bir asker iletir.
Dârülfünûndaki muallimlik için Halil Zeki’nin namzetliği
kabul edilmiştir. 240 frank (1200) kuruş maaşla haftada dokuz
saat olarak müntehî kurslar ve dersler de uhdesine tevdî
kılınmıştır. Halil Zeki bu haberleri Âfet Hanım’a söylediği
zaman kadıncağız metânetini muhâfaza edemeyerek ağlamaya
başlamış ve “Cenâb-ı Hakk’ın bu cilvesine nasıl akıl erdirelim”
cümlesiyle mukâbelede bulunmuştur. Halil Efendi’nin
kabristandan döndüklerinde ilk işi evi değiştirmek ve eşinin
gönlünü eğlendirecek çâreler aramak olmuştur. “İşte felâket
günleri de burada nihâyet bulmuştu.”
2. 1. “Felâket Günlerim” Genel Değerlendirme
Felâket Günlerim adlı eser edebî bir tür olarak anı/hâtırat
türüne dâhildir. Bu eseri klâsik anı yazılarına nazaran farklı ve
başarılı kılan tarafı anlatıdaki tahkiyenin güçlü olmasıdır.
Yazar kronolojiye büyük bir sadâkatla riâyet ettiği anlatısında
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
22
bir başlangıç ve son belirleyerek artzamanlı anlatı düzeni
benimser ve bu sûretle akıcılığı yakalar.
Hâtırâtın esâsını teşkil eden hikâyede kronolojik bir sıra
ile aktarılan olay zinciri 13 Şubat 1908 günü başlatılır.
Epizotlar kısadır ve anlatılanların konusuna göre eserde şu
adlarla sıralanmaktadır:
“Mevkûfiyyet”, “Teharriyat”, “Hapishânede İlk
Gecem”, “Müdürle Mülâkat”, “Tutulan Mektuplarım”, “İkinci
İstintâkım”, “Firuze ile Görüşmemiz”, “Firuze ile İkinci
Mülâkat”, “Kosova Vilâyet-i Celîlesine”, “Mahkûmiyyet”,
“Mahkûmiyetten Sonra”, “Vakitlerim Nasıl Geçti”, “Yine Yeis
Günleri”, “Kosova Vilâyet-i Celîlesine”, “Yol Hazırlıkları”,
“Yol Hazırlıkları”, “Bulgaristan’a Geliş”, “Hastalık İlerliyor”,
“Cedit mi, Evlât mı?”, “Felâket Günlerim”.
Hikâyedeki epizotları Üsküp ve Sofya’da yaşananlar
olmak üzere iki üst başlıkta toplamak da mümkündür.
Dönemin Üsküp ve Sofya’sında yaşanan üzücü hâdiseler
aktarılırken söz konusu şehirlere âit çeşitli yer isimleri ve
görünümler de zikredilir.
Tahkiyece zengin anı yazıları arasında yazar/anlatıcının
salt olay aktarımından ziyâde bilhassa kendi duygularını
paylaşmak sûretiyle okuyucu ile duygusal bir bağ yakaladığını
söylemek mümkündür. Anlatıcı birbirine neden-sonuç
zinciriyle bağlı olayların ruh ve zihin dünyasında ne tür yankı
bulduğunu da okuyucuya sezdirir ya da doğrudan anlatır. Bu
bağlamda Felâket Günlerim’in gerek tahkiye gerekse duygu
aktarımındaki başarılı yönü nedeniyle edebî tarafı güçlü bir
hâtırat/anı eseri olduğunu görmekteyiz. Eser hakkında birkaç
cümle de olsa bilgi verildiğini tespit ettiğimiz bazı
Atıf Akgün
23
çalışmalarda eserin türünden uzun hikâye olarak bahsedilmesi
de eserin hikâye tarzında kaleme alınması ile ilgilidir. Nitekim
eserin fikir babası olan Ahmet Fâzıl da Halil Zeki’den anılarını
hikâye şeklinde kaleme almasını istemiştir.
Felâket Günlerim’deki hikâyeye anlatımı kesintiye
uğratmayacak tarzda ve yoğunlukta şiir ve mektuplar da
eklenmiştir. Bu montajlardan şiir metni, anlatının merkezi
kişisi Halil Zeki’nin kendisini sürekli dâvâ eden ve
mahkûmiyetine sebep olan savcıya seslendiği şiirdir. Kıta adını
verdiği bu sekiz beyitlik şiirde savcıya duyduğu öfkeyi dile
getirir. Felâket Günlerim’deki mektuplar ise dönemin devlet
adamlarına yine Halil Zeki tarafından gönderilen dilekçe
tarzında yazılardır. Mektuplardan ilki Kosova vâlisi Mahmut
Şevket Paşa’ya hapishânede en azından kitap okumasına izin
verilmesi ve bu nedenle de sakınca görülmeyen kitaplarının
cezâevine girmesine müsâade edilmesi yönündeki talebini
içermektedir. İkinci mektup ise Halil Zeki’nin çileli hapishâne
günlerinde gördüğü eksikliklerden yola çıkarak hapishânedeki
mahkûmların ıslahı noktasında neler yapılabileceğini yöntem-
leriyle anlattığı ve kendi tâbiriyle bir proje olarak gördüğü
düşüncelerini ihtivâ eder. Bu mektup da Rumeli vilâyeti
müfettişi olan Hüseyin Hilmi Paşa’ya hitâben yazılmıştır.
Osman Keskioğlu “Bulgaristan’da Türkler (Tarih ve
Kültür),” adlı eserinde Felâket Günlerim hakkında birkaç
cümle ile bilgi verir. 1913 yılında Filibe’deki Hurşit ve Balkan
matbaalarında basılan Türkçe kitapların katalog bilgilerini
veren yazarın Felâket Günlerim adlı esere gelindiğinde şu ek
bilgileri de paylaştığı görülür:
Söz konusu çalışmalardan Osman Keskioğlu ve Hayriye Süleymanoğlu
Yenisoy’un verdiği bilgilere âit tespitlerimiz için bkz.: s. 23
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
24
“ ‘Halil Zeki, Felâket Günlerim 1292 senesi’ diye
başlayan bu uzun hikâyede bir Türk kızının 93 Harbi’ndeki
mâcerası dile getirilir.”4
Felâket Günlerim adlı eserden kısa bir tanıtıcı bilgi ile
bahseden bir diğer çalışma da Hayriye Süleymanoğlu
Yenisoy’a âittir. Süleymanoğlu, Bulgaristan’da gelişen yerel
yazılı Türk edebiyatının ilk dönemine âit önemli eserleri
sıralarken “Halil Zeki Felâket Günlerim adlı eserinde bir Türk
kızının Doksan Üç Harbi’ndeki mâcerasını dile getiriyor”5
cümlesine yer vererek aynı bilgiyi tekrar etmiştir.
Felâket Günlerim adlı eser hakkında olduğu gibi eserin
yazarı hakkındaki mevcut bilgiler de oldukça sınırlıdır.
Kaynaklarda kendisi hakkında kısıtlı bilgi bulunan Halil Zeki,
Üsküp ve Filibe’deki Türk okullarında idârecilik ve
öğretmenlik vazifesi yanında dönemin bazı gazetelerinde de
yazarlık yapmıştır. Yazar Bulgaristan doğumlu olmasına
rağmen eğitimcilik faâliyetlerinin önemli bir kısmını Üsküp’te
sürdürdüğünü anıları arasında ifâde eder. Bulgarca’ya oldukça
hâkim olan Halil Zeki’nin Bulgar dili, kültürü ve öğretimi
alanında da çok sayıda kitabı yayınlanmıştır. Müellifin eğitimci
kimliği yanında gazetecilik faâliyetleri içerisinde olduğu da
bilinmektedir. Bulgaristan Türk basın tarihi kaynakları arasında
Halil Zeki’nin 1913’te Filibe’de Türk yanlısı olarak faâliyete
başlayan Türk Sadası gazetesinin Ahmet Fâzıl, Bekir Sıtkı ve
Mehmet Celil ile birlikte kurucuları arasında olduğu belirtilir.
Halil Zeki benzer yayın anlayışına sahip Tunca gazetesinin
4 Osman KESKİOĞLU, Bulgaristan’da Türkler (Tarih ve Kültür), T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1985, s. 135 5 Hayriye Süleymanoğlu YENİSOY, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları
Antolojisi C.8, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1997, s. 48
Atıf Akgün
25
(1915-1923) kuruluşunda da Ahmet Fâzıl ile birlikte etkili
olmuştur. Eğitimci ve gazeteci kimliği yanında onu genel
anlamda son dönem Osmanlısında bir Jöntürk olarak
tanımlamak daha kuşatıcı olacaktır.
Anılarına yer verdiği Felâket Günlerim’den hareketle
Halil Zeki’nin duygusal ve kuşkucu bir kişiliğe sâhip olduğu
görülür. Üsküp’te yaşadığı dönemde sürekli tâkip edildiğini
düşünmesi ve cezâevinden Selânik’e ve oradan da Bodrum’a
sevk edileceği gündeme geldiğinde gemide öldürüleceğine dâir
zihninde ürettiği senaryolar histerik bir kişilik sâhibi olduğu
izlenimi uyandırır. Müellifin şahsiyet bakımından oldukça naif
ve vakarlı oluşu, devlet adamlarına yazdığı mektuplardaki
nâzik ve zarif üslûbundan anlaşılmaktadır. Hapishâne günle-
rinde arkadaşı hâline gelen suçlulardan kimseyi geri
çevirememesi, herkesin gönlünü kazanması, kimseyi kırma-
ması bu husustaki diğer örneklerdir. Halil Zeki’nin bu mûtedil
tavrına rağmen başına gelen türlü olumsuzlukların kaynağında
ise gururlu ve idealist oluşu etkili olmuştur. Kendince sistem
karşısında eğilmemiş ve taviz vermemiştir. Karşılıksız teklif
edilen para yardımlarını ve muhtelif memurlukları geri
çevirmesi de kendi değer yargılarına aykırı bulduğu içindir.
Donanımlı bir entelektüel olarak âilesini geçindirebilmek için
memuriyet istemiş ama kendisine teklif edilen kaymakamlıkları
ise düzenin adamı hâline gelebileceği düşüncesiyle reddet-
miştir. Erken yaşta kaybettiği kızı Firuze’ye karşı tek mahcû-
biyeti de bu duruşuyla alâkalı olmuştur. Bu bağlamda kendisini
şehit babası olarak görmesi, iki evlâdının âilece doğru yolda
oldukları için öldüklerini anlattığı kısımlar Halil Zeki’deki
idealist tavrı yansıtan hususlardır.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
26
Felâket Günlerim adlı eserin tarihî arka planında eserde
“devr-i hamidî” olarak tâbir edilen II. Abdülhamit dönemindeki
kimi sansür uygulamaları ve bundan duyulan rahatsızlıklar yer
almaktadır. Anlatının merkezî kişisi Halil Zeki söz konusu
döneme dâir eleştirilerini çoğu zaman bir paranoyaya varan
duygusallıkla dile getirir. Hikâyenin başında kendisine
istihbarat bilgisi getiren kişinin tâkibinden olabildiğince
korkması, zihninde birçok kötü ihtimalin belirmesi, Üsküp’ten
Bodrum’a nakledileceği haberini aldıktan sonra gördüğü kâbus
ve evhamlar, aşırı tedirgin hâlinin yansımaları olarak karşımıza
çıkar. Oysaki hayatının her aşamasında hukukun işlediği ve
devlet organları ile olan iletişimini devam ettirdiği anılarından
da anlaşıldığı halde bu tedirginliği hep sürmüştür. Nitekim
Plevne ve Lofça Müslümanlarının topladıkları imzâlar mârife-
tiyle cezâevinden tahliyesi de yine dönemin mahkemelerinde
uygun bulunmuştur.
Halil Zeki’nin yaşadığı dönem îtibâriyle hissetikleri
diğer Jöntürklerden farklı değildir. Darda kaldığı dönemlerde
yanında olan isimler gerçek kişiliklerdir. Halil Zeki kamudan
dışlandığında klasik Jöntürk refleksiyle gazeteciliğe tevessül
eder. Sofya’da İsmail Yörükoğlu ve Sıtkı Efendi ile birlikte
gazete çıkarma teşebbüsleri bu bağlamda dikkate değerdir.
Balkan Türk bürokrasisinde o dönem mutlaka kendisine yakın
bir devlet temsilcisi bulması da yine Jöntürk kimliği ile ilgili
olan bir durumdur. Başkomiser Halim Bey ya da istinaf
mahkemesi kâtibi Hâlit Bey gibi figürler o dönem Osmanlı
toplumundaki söz konusu fraksiyonu temsil eder.
Atıf Akgün
27
3. “Türk Gönlü” Özeti
“Türk Gönlü” adlı eser üç perdelik bir piyestir.6 Birinci
perdede yaşananlar Semerkant’ta Aktomruklar konağında
geçmektedir. Konağın sâhibi ve Aktomruklar âilesinin başı
Ertuğrul Bey aynı zamanda oyundaki merkezî kişi olan Yıldız
Hanım’ın babasıdır. Birinci perdede en çok sahne alan kişi
“Arzlanakis” adlı bir Bolşevik komiseridir. Aslen Yunan
Yahudisi olan Arzlanakis, Kral Kasti’nin ordusunda baytar
iken Alman garnizonlarına gönderilen Yunan fırkasında
bulunur ve daha sonra Orta Asya Türklerini Çarlığa karşı
ayaklandırmak üzere Berlin’de vazife alır. Arzlanakis işler
değişince bir yolunu bulmuş ve Türkistan’da Bolşevik komiseri
olarak vazifeye başlamıştır. Aktomruklar konağını zorla
zapteden bu despot rejim komiseri konağın biricik güzel kızı
Yıldız Hanım’la evlenmek istemektedir. Yıldız Hanım
güzelliği yanında bilgi ve görgüsü ile Türk gönlünün
zenginliğini ve ülkü sâhibi Türk kadınını sembolize eder. Kızıl
ordunun bu duygusuz komiserinden bütün konak sâkinleri gibi
Yıldız da nefret etmektedir.
Birinci perdenin başat kahramanı Arzlanakis’in en yakın
adamı Pomakoğlu’dur. Ali Efendi adıyla Türk ordusunda zâbit
iken Rusya’ya esir düşen, orada Bolşevizm çıkınca kendisini
nefer olarak gösteren Pomakoğlu Arzlanakis’in güvenini
kazanmıştır ancak özünde Müslüman olması, Orta Asya’da
Türklerden gördüğü misâfirperverlik ve soyundaki Türklükten
gelen bağlılıkla Aktomruklar âilesine ihânet edemez ve
6 Yazar, piyesinde bölümlendirme yaparken “perde” terimi yerine bunun Avrupa
dillerindeki karşılığı olan “akt”ı tercih etmiştir. “Perde” ve “akt” terimleri hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz.: Aziz Çalışlar, Tiyatro Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1995, s. 495
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
28
Yıldız’la evlendikten sonra bu âileyi dağıtmak isteyen
Arzlanakis’e başkaldırır. Pomakoğlu’na zâlim Arzlanakis ile
olan mücâdelesinde Boşnakoğlu adlı bir asker de yardımda
bulunur. Boşnakoğlu da Pomakoğlu ile benzer bir geçmişe
sâhiptir. Türkiye’de jandarma çavuşu iken Rusya’ya esir düşer;
sonra Bolşevik görünerek Türkistan’da aynı hizmete girmek
zorunda kalır. Ancak o da Pomakoğlu gibi Türklere derin bir
muhabbet beslemektedir. Müslüman hassâsiyeti taşıyan
Boşnakoğlu Arzlanakis’e karşı Aktomruklar âilesi ve
Pomakoğlu ile birleşmektedir.
Birince perdede varlığını gördüğümüz bir diğer kişi
Mösyö Jan Ponyon’dur. Diğer perdelerde de rol alan bu
şahsiyet Aktomruklar âilesinin vefâlı bir dostudur. Ertuğrul
Bey’e ve diğer âile fertlerine sadâkatla bağlıdır. Mösyö Jan
Ponyon, Çarlık zamanında Rus ordusunda hizmette iken Bolşe-
vizm üzerine Kafkasya’ya yerleşen ve daha sonra Türkistan’da
Aktomruklar âilesine -Fransızca Hocası sıfatıyla- dost olan,
kendisini komiser Arzlanakis’e Azerbaycan Türkü olarak
gösteren bir Fransızdır. Yıldız Hanım’ın Fransızca hocası olan
bu kişi eser boyunca Fransızları ve dönemin Fransız
politikalarını sempatik gösteren bir duruşu temsil etmektedir.
Birinci perdede Aktomruklar konağını zaptetmiş olan
Arzlanakis ile Mösyö Jan Ponyon arasında derin fikir ayrılık-
larını gözler önüne seren diyaloglar gerçekleşir. Komünist
düzenin temsilcisi olan Arzlanakis, Mösyö ile Yıldız Hanım’ın
geçtikleri müzik ve edebiyat derslerini gördükçe kendi
yarattıkları kızıl dünyada artık bunlara ihtiyaç olmayacağını
iddia ederek konakta despot bir hava estirir. Mösyö ile olan bir
tartışmaları sırasında daha da ileri giderek onu ölümle tehdit
eder:
Atıf Akgün
29
“Mösyö Mansur Azerbaycanof! Aklını başına topla. Artık
ne mandolin tıngırtısı karın doyuracak, ne de Fransızca
hocalığı! Yaşamak için bir çâren var:
Kızıl ordumuza gönüllü girmek!”
Arzlanakis’in emir çavuşu olan Pomakoğlu, onun
ideolojik despotizmi yanında kişisel ihtirasları olduğunu da
fark eder. Arzlanakis’in, bağlı olduğu Komünist idârenin
direktiflerini gerçekleştirme yanında, konağın kızı Yıldız
Hanım’la evlenmek gibi şahsî bir emelin de içine girecek
olması Pomakoğlu’nu artık bu kötü niyetli adama karşı adım
atma noktasında teşvik eder. Yıllarca Başkurt bozkırlarında
askerlik görevinde olan Arzlanakis’in hiçbir kadınla gönül
ilişkisi olmamıştır:
“O zaman beni avucunda ezen Rus eli demirdendi.
Şimdi Komünizm saltanatı sâyesinde câsusluktan komiserliğe
geçtim. Türkistan’ın en büyük konaklarından birinde yer
tutarak bütün Asya’ya karşı baş kaldırdım; yerlerde yılanlar
gibi sürünürken göklere doğru minâreler kadar sivrildim.
Moskova’dan aldığım Bolşevik âsâsıyla yeni devrin Mûsâ’sı
kesildim. Kırıp dökücü, yakıp yıkıcı adımlarımla yürüyorum,
hiç durmadan ilerliyorum! Yalnız Türk kızının o esrarlı
ferâcesini yırtamayayım... Yooo, buna dayanamam”.7
Birinci perdenin ilerleyen sahnelerinde Pomakoğlu ile
Arzlanakis arasındaki fikir ayrılıkları diyaloglarında da açığa
çıkar ve tartışmalar yaşanır. Arzlanakis bu zengin Türk
misâfirperverliğine ve iyiliğine ihânet etmek istemeyen ve
kendisini de bu yönde iknâya çalışan Pomakoğlu’nu
anlayamaz. Pomakoğlu, Arzlanakis ile senli benli olur ve ona
âdeta ahlâk dersi vermeye başlar. Onlar bu yüce gönüllü Türk
7 Dukakinlerden BASRİ, age., s. 15
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
30
âilesine ihâneti tartışırlarken bile konağın küçük oğlu ve Yıldız
Hanım’ın da kardeşi olan Turgut onlara sürekli ikramda
bulunur ve mâsumâne duygularla hizmet eder.
Bir gün Pomakoğlu, Arzlanakis’in Moskova ile olan
yazışmalarını öğrenir. Arzlanakis onları aylardan beri misâfir
eden Aktomruk ocağını yıkacaktır; Aktomrukların Edirne’den
Yarkent’e kadar Turan birliği için çalışan Altındağ Komi-
tası’na avuçlarla altın verdiğini ve bundan dolayı sürülerek adı
bilinmez yerlerin zindanlarına atılmaları lâzım geldiğini Mos-
kova’ya yazmıştır. Arzlanakis Pomakoğlu’na, Yıldız Hanım’ı
elde ettikten sonra konaktakileri öldüreceğini de îtiraf eder.
Buna gönlü razı olmayan Pomakoğlu Arzlanakis’i öldürmeye
karar verir. Bu plânını Boşnakoğlu’na açtığında ondan da
umduğu desteği görür. Yaptığı plâna göre Ertuğrul Bey ile
oğluna Afganistan’a gitmek üzere hemen yola çıkmalarını
söyler ve ikisinin Afganistan yolculuğu başlar. Arzlanakis’i
öldürdükten sonra o da Aktomruklar’a katılacaktır. Boş-
nakoğlu’na da Mösyö’yü, Yıldız Hanım’ı ve Turgut’u hasta
kılığında Azerbaycan’a götürmesini söyler. Tebriz’e iki saatlik
mesâfede bir çiftlik kendi amcalarınındır. Yıldız Hanımlar
isterlerse burada kalacaklardır, isterlerse İstanbul’a geçecek-
lerdir zîra kendilerinin ortanca ağabeyleri de İstanbul’da
Bilgiciler Yurdu’ndadır. Bu dönemde Afganistan ile
Azerbaycan arasındaki irtibatı ise çoban Gedik Kaya adlı bir
Türk sağlayacaktır.
Pomakoğlu konakta buluştukları bir akşam yine derin
fikir ayrılıkları ile dolu bir tartışma anında Arzlanakis’i silahla
vurarak öldürür ve cesedin başında söylediği sözler yıllarca
gizlediği sırlarını da ortaya çıkarır:
Atıf Akgün
31
“Zaman îcâbı sana yardakçılık eder gibi göründüm. Sen
de beni o karanlık Fener Ortodoksluğu içinde güya îmanını
kaçıran bir Bulgar sandın. Bu iki uyutucu sanış her ikimize
vakit kazandırdı. İş bu vaktin son dakikasına buyuruculuk
etmek idi. Küçük bir kurşunun en korkunç bir uçurumu
doldurabilmesi demek işte böyle bir dakikayı ele geçirdikten
sonra kaçırmamak demektir.”8
Birinci perde Arzlanakis’in ölümüyle sona ermiştir.
İkinci perde, Yıldız Hanım’ın amcasının Tebriz’deki Yeşiltepe
Çiftliği’nde ve Semerkant’ta hâdiseler yaşandıktan iki ay sonra
başlatılır. Yıldız Hanım lirik şiirler söylemekte ve şarkılar icrâ
etmektedir. Bir Budin türküsü söylediği sırada yeisinin
kaynağını soran amcası Oğuz Bey ile gerçekleşen diyaloglar
Türk kadınının asâletini vurgulayan bir temadadır. Söylediği
türkü tarihî bir hâdiseyi hatırlatır. Amcasına Budin Kalesi’nin
fethi sırasında gösterilen kahramanlık ve yiğitlikleri de anlatan
Yıldız, türkünün bütün gönlünü Osmanlı tarihinin bu eşsiz
sayfalarını canlarıyla, başlarıyla yazan o güzel Türk gençlerinin
ruhlarıyla kucaklaşmaya götürdüğünü söyler:
“Dedelerimizin gün batısına doğru İslâm ışıkları götür-
dükleri o şanlı devrin sonlarında bir gönüllü şehit büyük-
lüğüyle bizlere fedâkârlık bilgisinin en yüksek dersini mîras
bırakan Abdi Paşa’ya bağlı şu türküden daha ruhlu bir tesellî
tesbihi bulamadım.”9
Şâir ruhlu Yıldız bir yandan bu yüce duyguları
anlayamayan ve Semerkant’taki konaklarını darmadağın eden
Yunan Yahudisi’ne lânet okurken bir yandan da Afganis-
tan’daki âile fertlerine büyük bir özlem duymaktadır.
8 Dukakinlerden BASRİ, age., s. 25
9 Dukakinlerden BASRİ, age., s. 28
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
32
Nihâyet Yıldız Hanım’a Afganistan’dan bir mektupla
haber gelir. Konak sâkinlerinin hepsi sağ ve sâlimdir. Babası
Ertuğrul Bey’in mektubunu çoban Gedik Kaya’nın adamı
Kaplan getirir ve Yıldız Hanım’a teslim eder. Oldukça uzun
olan mektupta Ertuğrul Bey derin millî hislerle donattığı
yazısını, kızı Tebriz’den İstanbul’a geçeceği için oradakilere de
hitap eden bir tarzda kaleme almıştır. Ertuğrul Bey’e göre
başına Belûcistan diye uydurma bir ad takılan eski Horasan
Türklüğü Afganistan’ın ve Afganistan ile birlikte bütün Orta
Asya Türklüğünün deniz yoludur. Kızından İstanbul’daki Türk
aydınlarına, Türk yurtlarının artık sabrının tükenmek üzere
olduğunu söylemesini ister. İstanbul’dakilerin millî îmanlarının
sarsılmamasını salık verir. Türk dünyası, İslâm dünyasına hem
dayanarak hem de dayanak olarak yürümek hak ve hakîkatını
göstermektedir ve bunu hiçbir şey durduramayacaktır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi ordularının İzmir’e girdikleri müjdesini
de almışlardır. Rusya ve İngiltere’ye meydanı bırakmamak
lâzımdır. Türklüğün tecâvüzcü değil müdâfiyeci olduğunu çok
sayıda örnekle izah eden babası Anadolu’da parlayan büyük
ateşin, o eşsiz Türk yıldızının Asya göklerindeki gün batısı
tûfanını geldiği yere sürükleyecek kadar büyük iş gördüğünü
belirtir. “Bütün Asya milletleri kurtuluş bayramlarını temiz
sütünü emdiğin, emzireceğin Türklüğe borçludurlar”, sözle-
riyle mektubunu tamamlar.
Bu mektuptaki millî hissiyat ve moral telkin eden üslûp
karşısında amca Oğuz Bey de heyecanlanmıştır. Trabzon
üzerinden İstanbul’a yapılacak olan yolculuklarının kısa sürede
tamamlanmasını ve bu mektubu bir an önce İstanbul’dakilerle
paylaşma arzusunu derinden hisseder. Bu coşku dolu anlarda
onların yanında Mösyö Jan Ponyon da vardır ve onların bu
Atıf Akgün
33
düşüncelerine “Yaşasın Gazi Paşa Türkiyesi!” diye bağırarak
gönülden katılır. İkinci perde İzmir Marşı’nın müzik eşliğinde
söylenmesi ve İstiklal Marşı’nın ilk kıtasının okunması ile
kapanır.
Piyesin üçüncü ve son perdesi İstanbul’da
Beylerbeyi’nde Aktomruklar konağında cereyan eder. Bu
perdede ise zaman İzmir Zaferi’nden bir yıl sonradır. Yıldız
Hanım’ın daha ilk perdede İstanbul’da olduğu bildirilen
ağabeyi Kuzgun Bey bu perdede sıklıkla görülecektir. Onun da
üyesi olduğu Bilgiciler Evi ve Varlık Yurdu dönemin Türkçü
aydınlarının toplandığı cemiyetlerdir. Yıldız Hanım ağabeyine,
onun da yakın arkadaşı olan Saltık Tekin ile evlilikte gönlü
olduğunu ve bu nikâhın haberini babalarına da verebileceğini
söyler. Kuzgun Bey, Yıldız Hanım’ın babasına bu konuyu
haber vermek için yazdığı mektubu Saltık Tekin’in dinlemesi
için onun yanında okur. Bu mektup da tıpkı Ertuğrul Bey’in
Afganistan’dan gelen mektubu gibi Türklük şuuruyla doludur.
Yıldız Hanım yazdıklarında Türk birliğinden, ortak Türk diline
kadar birçok konudaki fikirlerini babasıyla paylaşır.
Anadolu’daki millî mücâdeleden, Ankara’nın Türk dünya-
sındaki yerine, İstanbul’un Türk ve İslâm dünyası için
öneminden, kadınların örtünmesi ve okuması hakkındaki
düşüncelerine kadar birçok konudaki görüşlerini bu mektupta
satırlara dökmüştür. Saltık Tekin’e millî dil anlayışı ve bu
uğurda yaptığı çalışmalar nedeniyle daha mektep sıralarından
îtibâren duyduğu muhabbeti ve onunla neden evlenmek
istediğini de mektupta dile getirmiştir.
Saltık Tekin bu mektupta yazılanları duyduğunda Yıldız
Hanım’a olan hayranlığı bir kat daha artar. Yıldız Hanım’ı
Kuzgun Bey’in yanında şu sözlerle metheder:
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
34
“Kız kardeşin olan zevcem Yıldız Hanım gerçekten
göklerdeki yıldızlar kadar yüksek bir Tanrı hazinesi.”10
İstanbul Beylerbeyi’ndeki nikâh merâsimine Türk
istikbalinin başka yıldızları olan Bilgi Yurdu gençleri de
gelmişler ve konağın bahçesini Türk yüreğinde büyüyen sevgi
ve heyecan çiçekleriyle doldurmuşlardır. Bunlar Bilgiçler Evi
ve Varlık Yurdu öğrencileri olan Türkçü gençlerdir. Bu içeri
giren efendilere hitâben Saltık Tekin bir konuşma yapar. Bu
nutuk örneği de yine Ertuğrul Bey ve Yıldız Hanım’ın mektup-
ları gibi Türkçülük mefkûresi üzerine felsefî yoğunluğu hayli
zengin bir metin teşkil etmektedir. Bu konuşma sonrasında
Mösyö Jan Ponyon yine bir tezâhürat cümlesi ile sahnedeki
yerini alır:
“Yaşasın yeni Türkiye! Yaşasın büyük Türk birliği!
Yaşasın eski ve yeni Türk-Fransız dostluğu! Hurra, hurra,
hurra!”11
Fransız Mösyö Jan Ponyon ile birlikte bu sahnede bir de
bir İtalyan bulunur. Mösyö’den sonra söze giren hekim Senyor
Kokorelli, Türklüğe övgüler dizdikten sonra Mussolini
İtalyasının İtalyanlığı kurtardığını belirtir. Bu kurtuluşu
Türklere borçlu olduklarını; çünkü İtalya faşistliğinin o yüksek
dersi Anadolu’dan aldığını söyler. “Yaşasın Anadolu!” diyerek
sözlerini tamamlar. Kuzgun Bey ile Saltık Tekin konukların
ellerini sıkarlarken nikâhta şerbet dağıtımı yapılmaktadır. Son
perde bu mutlu sahne ile kapanır ve piyes sona erer.
Piyesin sonra ermesinden sonra “Son Söz” başlığı ile
piyes yazarına âit uzun bir metin yer almaktadır. Bu kısım
10
Dukakinlerden BASRİ, age., s. 42 11
Dukakinlerden BASRİ, age., s. 43
Atıf Akgün
35
piyes metninden ayrı tutulduğu için söz konusu bölüm
hakkındaki açıklamalarımıza “3. 1. ‘Türk Gönlü’ Genel
Değerlendirme” başlığı altında yer verilmiştir.
3. 1. “Türk Gönlü” Genel Değerlendirme
Balkan Türkleri arasında modern tiyatro faâliyetlerinin
geçmişi diğer modern edebiyat türlerinde eserlerin verilmeye
başlandığı 1878-1908 yılları arasındaki döneme uzanmaktadır.
Bulgaristan sahasında 20. yüzyılın başlarında Balpınar, Silistre,
Varna, Rusçuk, Razgrat vb. şehirlerdeki bazı okul ve köylerde
ilk amatör tiyatro ve koro gruplarıyla temelleri atılan yerli Türk
tiyatrosunda 1920’lere gelindiğinde Pravadi, İslimye, Eski
Zağra, Aydos, Vidin, Şumnu’nun Çemoglavstsi köyü vb.
yerlerde yeni tiyatro, müzik ve sanat grupları kurulduğu
bilinmektedir.12
Söz konusu yerel tiyatro faâliyetleri İstanbul
merkezli genel Türk edebiyatının piyesleri ile (“Vatan Yahut
Silistre” gibi) başlamış olsa da zamanla Ragıp Felâketof’un
“Bedbaht İşçi” ve “Yalancı Hacı Bektaş” gibi sosyal piyesleri,
Mehmet Mâsum’un “Mektep Müsâmereleri” (1922), Mustafa
Şerif Alyanak’ın “Son Karar”, Mehmet Behçet Perim’in
“Vatan Yolunda” (1923), Mustafa Şerif Alyanak’ın “Çıkmaz
Sokak” ve Mehmet Atalay’ın “Ayşe Kadın” (1930) gibi
piyesleri mahallî temsilciler tarafından ortaya konulan eserlere
örnektir. Bölgede giderek artan Türk tiyatrolarının oyun
ihtiyacını karşılamaya çalışan söz konusu piyes örneklerinin
verilmesi bir bakıma yerel Balkan Türk tiyatrosunun ve piyes
türünün meydana gelmesini sağlamıştır. Dükâkinlerden Basri
Bey’in “Türk Gönlü (Bilinmeyen Büyüklük)” adlı piyesi de bu
12 Müzeyyen BUTTANRI, “Bulgaristan Türkleri Arasında Tiyatro Faaliyetleri”
Motif Akademi Halkbilim Dergisi, C.3, S.6, 2010/2, ss. 144-146
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
36
dönemde ve söz konusu ihtiyaca yönelik olarak ortaya
konulmuş bir eserdir. Bölgede gelişen yerel karakterli piyes
türü, Bulgaristan’da sosyalist dönemin ilk evresinde altın
çağını yaşayacak ve daha fazla sayıda Balkan Türk aydınının
bu alanda eser verdiği görülecektir.
“Türk Gönlü” adlı eser hem sahnelenmek hem de
okunmak için hazırlanmış üç perdelik bir piyestir. Eser, ilk
Osmanlı parlamentosunda Debre mebusu olan Dükâkinlerden
Basri’nin oldukça çalkantılı ve değişken siyasal geçmişinde
Türkçülük fikrini benimsediği evrede ortaya koyduğu edebî
ürünlerinden biridir.
Yazarı Dükâkinlerden Basri “Türk Gönlü (Bilinmeyen
Büyüklük)” adlı piyesin ilk baskısının Sofya’da Bilgi Evi
Matbaası’nda yapıldığını; görülen yoğun ilgi üzerine gözden
geçirilmiş yeni baskısının ise 1923 yılında İstanbul’da İkdam
matbaasında yapıldığını eserin geniş ön sözünde ifâde eder.
Takdim’de, piyesin Sofya’da gerçekleşen ilk baskısı
hakkında İleri gazetesinde yayınlanan makâleden geniş bir
alıntıya yer verilir. Genel olarak eserin olumlu özelliklerinden
bahseden bu yazıda “Lisan, fazla sâdeleşirken, biraz da
garâbete doğru yüründüğü” tarzında küçük eleştirilerde de
bulunulur ve gazete okuyucularına bu eseri okumaları tavsiye
edilir. Bu alıntıdan sonra yazarın iki hususta kendi cümlelerine
yer verdiği görülmektedir. Bizce de piyesin en olumsuz
yönlerinden biri olan uzun mektup montajları hakkında yazar
da izahatta bulunma gereği hissetmiştir. Piyeslerin bir kısmının
yalnız oynanmak, bir kısmının da hem oynanmak, hem de
roman gibi okunmak için yazıldığını dile getiren yazar, bu
piyesinin ikinci grupta olduğunu belirterek şu açıklamada
bulunur:
Atıf Akgün
37
“Çünkü dileğimiz doğrudan doğruya Türk kümesinin
söylediği açık dille kendi büyüklüğünü en uzak bucaklarına
kadar anlatmak ve ayaklarındaki zincirleri kırmaktır. İki
mektubun biraz uzun olması bunun içindir. Zâten bunları
yüzünden okuyacaklarından temâşâ sanatçılarımız külfetli bir
rol yüklenmiş olmuyorlar.”13
Giriş kısmında müellifin izah gereği duyduğu ikinci
husus ise Türk kadınını merkeze alan eserdeki kadın kahraman-
ların azlığıdır. Edebiyat sahasına artık Türk kadınlığının da
çıkmasının istendiği bu milletçi piyeste kadın sayısının artırıl-
masıyla konunun dağılabileceği ve dikkatin bir kadın üzerinde
toplanmasının daha uygun olacağı ifâde edilir.
Piyesteki olaylara birinci perdede Semerkant, ikinci
perdede Tebriz ve üçüncü perdede İstanbul şehirleri zemin
teşkil eder. Eser özü îtibâriyle milliyetçi Türk kadınını merkeze
almasına rağmen eserin merkezî kişisi olan Yıldız Hanım
dışındaki kahramanların tamamına yakını erkeklerden
oluşmaktadır. Eserdeki her mekân ve her şahsiyet o günün
dünyasındaki sosyal ve siyasal atmosferden izler taşımaktadır.
Piyesteki her bir perdede dekor olarak konak ortamı
kullanılmıştır. Aktomruklar konağının selâmlığında cereyan
eden ilk perdede misâfir salonu alaturka döşenmiştir. Yemek
ve yatak odası ile geniş bir Türk evi olduğu anlaşılan mekânda
Türk misâfirperverliği cömertçe sergilenir. İkinci perdede
vak'alar Yıldız Hanım’ın amcası Oğuz Bey’in Tebriz’deki
evinde gerçekleşir. Yeşil Tepe Çiftliği’ndeki bu küçük konağın
en güzel odasında bütün döşeme yine özellikle alaturka
tasarlanmıştır. Köşeye serilmiş olan yatak iki kat edilmiş ve
13
Dukakinlerden BASRİ, Türk Gönlü (Bilinmeyen Büyüklük), İkdam Matbaası,
İstanbul, 1922, s.6 (İlk Baskı: Sofya, Bilgi Evi, Yyy.)
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
38
üzerine örtü atılmıştır. Arkasını duvar yastığına vermiş bir
vaziyette sahne alan Yıldız Hanım’ın bir seccâde üzerine
oturmuş vaziyeti klâsik Türk evlerini tasvir eder niteliktedir.
İstanbul Beylerbeyi’ndeki Aktomruklar yalısında ise her taraf
nikâh akdi dekorundadır. Salonun kubbesinde on kırmızı
yıldızlı Turan bayrağı bulunur. Bunlar, Trakya’dan Türkistan’a
kadar on milletdaş ve dindaş devletlerin birliğini sembolize
etmektedir. Sağda ak aylı yeşil, solda ak ay ve yıldızlı kırmızı
sancaklar bulunur.
Piyes ihtivâ ettiği müzikal unsurlar bakımından oldukça
zengindir. Eserin dikkate değer ve tarafımızca en özgün
yönlerinden biri, müzikten istifâde noktasındaki zenginlik ve
müzik parçalarının seçimindeki titizliktir.14
Oyunun perde
geçişlerinde birinci perde Gazi Osman Paşa Türküsü ile açılıp
İzmir Marşı ile kapanır. İkinci perdenin açılması sırasında
muzıkaya yine piyes yazarı tarafından direktifler verilir. Perde
açılmadan önce muzıka merhum Tevfik Fikret’in “Bir fedâi
milletiz, mert oğlu mert Osmanlıyız biz” dizeleriyle bilinen
şiirini marş formunda çalacaktır ancak dizedeki “Osmanlı”
yerine “Turanlı” kelimesi tercih edilecektir.
Birinci perdenin açılışında Yıldız Hanım’ın yazdığı bir
şiir paylaşılır. Küçük kardeş Turgut’un beğenip evdekilere
duyurduğu bu şiiri o sırada mandolinle Karmen’i çalmakta olan
14 Çeşitli piyes yazarları, eserdeki atmosferi ya da mesajı desteklemek ve özellikle
eserin sahnelenmesi esnâsında seyiriciyi etkilemek için şiir ve şarkı/müzik
montajlarından yararlanmışlardır. Örneğin, Necip Fazıl Kısakürek’in Sabır Taşı,
Yunus Emre, Kanlı Sarık ve Mukaddes Emanet piyeslerinde belirgin olarak görülen
montaj tekniği Türk Gönlü’ndeki uygulamalara benzetmektedir. (Bu konuda ayrıntılı
bilgi için bkz.: Can Şen, Körlüğü Zedelemek: Necip Fazıl Kısakürek Tiyatrosu
Üzerine Bir İnceleme, Gece Kitaplığı, Ankara, 2017, ss. 457-460) Bu piyeslerin ve
Türk Gönlü’nün okuyucuya/seyirciye mesaj verme gâyesinde ortaklık göstermesi de
montaj tekniğinin bu doğrultuda işlevsel olarak kullanıldığını ortaya koymaktadır.
Atıf Akgün
39
Mösyö de çok beğenir ve evdekilere seslendirir. Yıldız’ın şâir
yönünü yücelterek ona iltifatta bulunurken mesaj vermekten de
geri durmaz:
“Bravo! Türk öksüzlerinden ziyâde öksüz Türklük işte
böyle ayaklanabilir, yürür ve bize yetişir. Îman ediyorum ki
Yıldız Hanım bu öksüz Türklüğün en canlı anası olacak. Sonra
tekrar îman ediyorum ki eski Osmanlılık eski Fransa’ya ne
kadar kıymetli bir dost idiyse yeni Türklük de yeni Fransa’ya o
derece kuvvetli bir yardımcı olacak. İşte bu bilgili hazırlıktır ki
inleyen insanlığın da birçok yaralarını saracak...”15
Yıldız Hanım’ın şiirleri gibi sesi de güzeldir ve mûsıkîye
hâkimdir. İkinci perdenin açılışında bu kez onu yanık sesiyle
bir Balkan Türküsü seslendirirken buluruz:
“Sabah namazında düştü bir Yıldız,
Deftere yazıldı on iki bin kız.
Aman pâdişahım biz de İslâm’ız,
Geldi Nemse sardı nazlı (Budin)i...”16
Üçüncü perdenin açılmasından önce yine müzikal bir
faâliyet kurgulanır. “İstiklâl türküsü” olarak ifâde edilen
dörtlük temâşâcılardan bilenlerin de iştiraki ile icrâ edilecektir:
“Korkma; sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak...”17
15 Dukakinlerden BASRİ, age., s. 13 16 Dukakinlerden BASRİ, age., s. 27 17 Dukakinlerden BASRİ, age., s. 37
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
40
Üçüncü perdenin başında Yıldız Hanım’ı yine bir
türküyü seslendirirken buluruz ve perde Kuzgun Bey’in bu içli
türküyü yarıda kesen diyaloğu ile devam eder. Bu türkü sıra-
sında sahne önündeki çalgıdan yalnız keman sesi gelmektedir.
Piyesin sona ermesi yine coşku dolu bir müzikle
gerçekleşir. Nikâh sonrasında Mösyö Jan Ponyon ve İtalyan
hekim Senyor Kokorelli’nin yeni Türkiye’ye övgü dolu
sözlerini tâkiben bütün gençler bir ağızdan, çalgı ile birlikte şu
dörtlüğü haykırırlar ve perde kapanır:
“Semerkant- Edirne,
Kızıl ak Türk kuşağı.
Kurtuluş nedir? Ne?
Babadır Türk uşağı!...”18
Türk Gönlü piyesinde geçen vak'alar Türkistan
coğrafyasında cereyan ediyor olsa da gerek şahıs kadrosu ve
gerekse temas edilen konular îtibâriyle Balkan Türklüğü eserin
merkezine yerleştirilmiştir. Piyes oyuncularından Arzlanakis
(Yunan Yahudisi), Pomakoğlu (Türk soylu bir Pomak),
Boşnakoğlu (Osmanlı’ya derin bağlılık hisseden bir Boşnak)
gibi en temel şahsiyetler Balkan kökenlidir. Bir Orta Asya
Türkü olan Yıldız Hanım’ın Balkan türküleri söylüyor olması,
Abdi Paşa ve Budin’in fethi konusuna olan vukûfu Balkan
Türklerini yakından bildiğini gösterir. Piyes oyuncularının
kimliklerine dâir bu özel seçim, perde geçişlerindeki Balkan
temalı müzikler, ilk defa Sofya’da yayınlanan ve Balkan
Türkleri için hazırlanan bu piyesin hedef okur ve izleyici kitlesi
18
Dukakinlerden BASRİ, age., s. 44
Atıf Akgün
41
ile ünsiyet kurulmasını sağlar; bir diğer ifâdeyle eserde Balkan
coğrafyası Türk Dünyası ile birleştirilir.
Müellif, eserde kullanılan imlâ ve şîve özellikleri
hakkında Garp ve Şark gazetelerinde çıkan eleştirilere dâir
açıklamalarına eserin sonundaki “Son Söz” kısmında ayrıntılı
olarak yer vermiştir. Hatta bu izahatlar, piyesin hacmi göz
önünde bulundurulunca oldukça uzundur. Türk Gönlü’ndeki
uzun yazar izahatları “Son Söz” kısmında artar ve yer yer
okuru yorucu bir hüviyete bürünerek sürdürülür. Müellif,
esâsen piyesin iletileri arasında verilen “Türklük, milliyetçilik,
Türk Birliği, ortak Türk dili” gibi millî meselelerle ilgili
düşüncelerini perde kapanmış olmasına rağmen açıklamaya
devam eder. Bu da eserinin bilhassa okunmasını istemesiyle
alâkalıdır. Yazar ilk edebî eseri Muhâcir Mehmedoğlu’nda
kullanmış olduğu sâde Türkçe’nin kimi eleştirilere mâruz
kaldığının farkındadır. Özellikle dil alanında aynı çizgiyi
devam ettirdiği bu piyesine yöneltilebilecek benzer eleştirileri
savma amacını taşıyan görüşlerine de yer verdiği bu kısımda
Cenap Şahabettin, Ali Kemal, Emin Ali vb. bazı önemli
isimlerin dil hakkındaki görüşlerini tenkit eder:
“Her Arapça kelimenin imlâsını değiştirecek değiliz.
Yalnız Türkçeleşmiş sözleri söylediğimiz gibi yazacağız. Ecnebî
kelimelere karşı her millet böyle davranmıştır. Arapça imlâsını
muhâfaza ettiğimiz tâbirlere gelince, hiç olmazsa terkiplerimizi
Türkçe yapacağız. Böyle yapmazsak Türk sarfının mânâsı
kalmaz.”19
19 Dukakinlerden BASRİ, age., s. 45
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
42
Müellif, eserde tercih edilen yalın Türkçe’nin bir yenilik
olarak görülmesi gerektiğini vurgulayarak millî edebiyatın
önemine vurgu yapar:
“Büyük Türklüğün yeni halk devleti kendi güzel dilini
artık eski zincirler altında tutamaz. Millî vicdânın heyecanı
millî edebiyata sarılıdır. Diyalektlerin çokluğu dil zenginliğine
işârettir.”20
Türkiye sahasındaki Millî Edebiyat dönemi dil anlayı-
şıyla örtüşen bu düşüncelerde Arapça ve Farsça terkiplerin
terkedilmesi ve Lâtin alfabesinin tercih edilebileceği gibi
düşünceler yer alır. Eserdeki Son Söz’de yer alan en kayda
değer hususlardan biri, Batı Trakya Türk Edebiyatı’nın ilk
dönem temsilcileri arasında yer alan İskeçeli Sıtkı Efendi’nin
eserin Sofya’da ilk intişarı vesilesiyle yazdığı bir mektubun
aynen iktibas edilmiş olmasıdır. Bu mektupta Sıtkı Efendi’nin
piyes hakkındaki takdir ve tenkitleri verilirken, kendisinin dil
ve edebiyat anlayışına dâir kıymetli bilgiler de yer alır. Söz
konusu mektup, bu dönemde Balkanlarda edebiyat eserleri
üreten yerel temsilcilerin kendi aralarındaki bir irtibatı ortaya
koyuyor olması bakımından da değerlidir. Dükâkinzâde Basri,
Sıtkı Efendi’ye saygı duyduğunu yine bu kısımda kendi
cümleleriyle ifâde eder; “Eskilikle yenilik arasında kendileriyle
her noktada hemfikir olmamakla beraber Sıdkî Bey’i (Garbî
Trakya Türklüğü)nün en canlı bir âbidesi gibi yüksek
saygılarla karşılayanlardanız.”
Müellif “Son Söz” kısmında son olarak piyesinin Avrupa
matbûatında da ilgi gördüğünü, Tan gazetesinin İstanbul
mümessili bulunan Mösyö Jan Tizon’un bu konuda üç buçuk
20
Dukakinlerden BASRİ, age., s. 45
Atıf Akgün
43
sütunluk bir takdir ve tahlil makalesi yazdığını bildirerek
paylaşır.
Türk Gönlü adlı kitabın sonunda müellifin ilk edebî eseri
olan Muhâcir Mehmedoğlu’na âit bir tanıtım yazısı yer
almaktadır. Bu eser hakkında çalışmamızın birinci cildinde
ayrıntılı bilgi verilmiştir.
Ayrıntılı bilgi için bkz.: (Haz.) Atıf AKGÜN; Şehit Evlâtları ve Muhâcir
Mehmedoğlu (İnceleme-Metin) Gençlik Neşriyat, Bakü, 2020.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
44
4. METİNLER
Metinler günümüz harfleriyle verilirken bazı noktalama
işâretlerinin ilâvesi ve ses uygunlaştırmaları (Şehid-Şehit,
Kapusu- Kapısı, Düşdü-Düştü, urmuş-vurmuş, eyi-iyi, yalınız-
yalnız vb.) dışında asıllarına sâdık kalınmıştır. Müelliflerin
mevcut noktalama işâretleri, dipnotları ve paragraf düzeni de
aynıyla muhâfaza edilmiştir.
Atıf Akgün
45
4. 1. Felâket Günlerim
Tunca Kütüphânesi
Numara 3
-FELÂKET GÜNLERİM-
Millî ve hakîkî hikâyedir.
Muharriri
Halil Zeki
Fiyatı 20 santim yâni elli paradır.
Filibe’de “Tunca” Matbaası’nda tab' edilmiştir.
1329-1913
Plovdiv
Peçatinja “Tundja”
1913 God.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
46
Halil Zeki Bey’in ber-vech-i zîr âsârı Tunca idâresinde
bulunur.
Esâme-i Âsâr
Santim
Sehil Sarf-ı Osmanî .................................. ..................... 50
Bulgar Tarihi – Birinci Kısım................... ..................... 30
Bulgar Tarihi – İkinci Kısım..................... ..................... 30
Bulgaristan Coğrafyası – Birinci Kısım.... ..................... 30
Bulgaristan Coğrafyası – İkinci Kısım...... ..................... 40
Hakkımızı Öğrenelim Yâhut
Malûmat-ı Medeniye – Birinci Kısım......
....................... 30
Felâket Günlerim....................................... ....................... 20
Bulgarca Kendi Kendine Mâlum............... ....................... 150
Posta ile sipariş verenlerin fiyatlara daha beşer santim
ilâve etmeleri lâzımdır.
Atıf Akgün
47
Kâriîne,
1912-1913 senelerinin sâika-i şeâmeti olarak Balkanlarda
baş gösteren muhârebât münâsebetiyle Balkan şibhicezîresi
hükümetleri idârelerinin hepsinde olduğu gibi Bulgaristan’da
dahi idâre-i örfiyye îlan edilmişti. Geceleri gezme memnû,
herkes ezanla berâber evine çekilmekte, bu uzun kış gecelerini
geçirecek vesile aramakta olduğu bir anda idi ki söz sözü
açarak devr-i hamidîdeki ekser gençlerin uğradığı gibi Halil
Zeki Bey kardeşimizin mahkûmiyet-i siyasiyesi münâsebetiyle
uğradığı felâket ve sergüzeştini dinlemiştim. Bunu bir hikâye
şeklinde kaleme almasını ricâ etmiştim.
İs'af olunan bu ricâ neticesinden müdürü bulunduğum
Tunca gazetesinin muhterem karîlerini bundan da istifâde
ettirmek emeliyle bunun neşrini tâmim eyledim.
Ahmet Fâzıl
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
48
Felâket Günlerim
1323 senesi kânûn-ı sâninin otuz birinci çarşamba günü
akşamı alaturka saat bir raddelerinde Üsküp’te istasyon
civarındaki hâneme avdet ediyordum. Buharlı Fabrika’ya
doğru tâkip etmekte olduğum geniş caddenin sağ tarafını
kabristan hendekleri, sol tarafını da boş arsalar teşkil ediyordu.
Yeni bir mahalle vücuda getirmek ümidiyle ahâliye belediye
tarafından kısmen meccânen verilen bu arsaların ziyâdesinin
üzerinde ebniye yoktu. Buraları âdeta kırlık denecek kadar
tenhâlık idi. Buharlı Fabrika’ya kadar oldukça muntazam
olarak yapılan ve belediye tarafından henüz fener falan
konmayan bu yeni cadde âdeta karanlık idi. Fabrika
kurbundaki Sâdi Dergâhı karşısındaki hâneme ilticâ etmek için
tenhâ bir cadde, belki de korkuluca bir kırda kat'-ı mesâfe
etmek mecbûriyetinde idim. Oranın ahvâline yabancı olanlar
için gece vakti buradan geçmek bayağı bir cesâret addedilir ise
de günde birkaç kere geçenler için bu hâl pek tabiî idi. Yüz
metre uzakta, ikâmetgâhımın bahçe duvarı kenarında bir
karaltının bana doğru mütereddit bir sûrette ilerlediğini
hissettim. Bunun bir insan hayâli olduğuna şüphem kalmamış
idi. Kendini göstermemek için duvar kenarlarını tâkip etmesi,
etrâfı tecessüs sûretiyle ağır ağır yürümesi beni iki fikre zâhip
etmişti. Bir hafî maksadı icrâ, yahut bana taarruz. Hemen
boşlukların birinin içine saklanmak, herifin harekâtını
tecessümde bulundurmak istedim. Bundan daha mâkul, daha
muvâfık tarik de yoktu. Çünkü bu adam düşündüklerimin
hangisini tâkip etse, bu tedbir sâyesinde vâkıf olabilecektim.
Hemen arsaların içine doğru giden bir dar yola teveccüh etmiş
idim ki bir ses:
- “Yâhu seni bekliyorum, bir saattir burada dolaşıyorum.”
Tâbiratiyle orada hüküm sürmekte olan sükûtu ihlâl etmişti.
Atıf Akgün
49
- Sen kimsin?
- Ben serkomiser Halim Bey tarafından gönderildim. Size
mühim bir şeyden bahsedeceğim.
Artık işin içinde bir tehlike olmadığını anlamıştım.
Çünkü bu hayal, Usta Ramo’nun şahsından başka bir şey
değildi. Öteden beri pek güzel tanıştığımız bu meşhur
mîmardan bir fenâlık umulmazdı. Bilâtereddüt yanına geldiğim
zaman:
- Beni Halim Bey gönderdi. Bu akşam yâhut yarın hâne-
ninizin teharrî olunması ihtimalini bildirdi. İhtiyatlı bulunma-
nızı söyledi.
Yolundaki ifâdesini ikmâle vakit bulamadan uzaktan
gelmekte olan bir ayak gürültüsünden ictinâben vedâ etmeye
mecbur oldu. Bu kısa mülâkat bana her şeyi anlatmış idi.
-Mevkûfiyyet-
Ferdâsı perşembe günü kuşluktan sonra Üsküp Bulgar
Konsoloshanesi’ndeki memuriyetimin başında bulunuyordum.
Kavas Gani Ağa girip Vidinli Recep Efendi’nin görüşmek
üzere geldiğini söylemişti. Polis idâresinin bu sivil memurunun
iyi bir haber getirmiş olmadığına kâni idim zîra komiser Halim
Bey’in bu adamın şâyân-ı îtimat olmadığını, polis idâresince de
teşmiline çalışılan Jönlük düşmanlarından biri de bu hafiye idi
gibi bildirmişti.
Beş dakika sonra yazıhânemin karşısındaki kanepede
oturan bu şüpheli şahıs sermüstantık beyin beni görmek
istediğini, kâbil ise kendisi ile berâber gitmemi, zâten mesele
beş dakikalık bir mülâkattan ibâret olduğu için işimden uzun
müddet ayrılmayacağımı söylüyordu. Pek câlî bir tavır ile
söylenen bu sözler benim için bir an şeâmetin vürûdunu ihsan
ettirmekten hâlî kalmamıştı.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
50
O dakikadan îtibâren bir tehlike, bir felâket karşısında
bulunduğumu anladım fakat bu fenâlığın nev’ini tâyin etmek
kâbil olmadı. Bir an gönlümü gezdirdim, hilâf-ı kanun, bâdî-i
mesûliyet hiç bir hareketim vuku’ bulunmadığına kalben
emniyyet kesbettim. Cemiyyet meselesi vârid-i hatır olmadı
değil ancak bunda da bir tehlike görmüyordum zîra işler
intizamında idi. Ne Üsküp İttihat ve Terakkî Cemiyeti
âzâlarından birinin hayatını kâbildi ne de buna dâir başka bir
vesika elde edilmesi mümkündü. Bir dakika zarfında bunları
düşünüp bir karar verdikten sonra kemâl-i metânetle:
- Pek âlâ, müstantık beye selâm söyleyin yarım saate
kadar gelirim deyip muhâtabımı savdım.
Hükümete giden yokuşta ilerlemekte idim. Arkamdan
gelen bir arabadan korunayım derken Recep Efendi’nin beni
tâkip ettiğini gördüm. Görmemezlikten geldim. Hükümet
konağından girdiğim anda kapının içinde ve dışındaki birkaç
polis komiser ve memurunun beni âdeta göz hapsine aldıklarını
bunların da adliye dâiresi bahçesinde yavaş yavaş beni tâkip
ettiklerini fark ederek işin vehâmetini anladım, kendi ayağımla
bir tehlike kuyusuna gitmekte olduğumu derk eyledim. Fakat
her şey olmuş, her ümit kapısı kapanmıştı. Artık neticeye
intizarla ona göre tedbir ittihazından başka çâre kalmamıştı.
Beş dakika sonra sermüstantıkın sağ tarafındaki köşe
koltuğunda oturuyor, suallerine cevap veriyordum.
- Avrupa’ya firarla neşriyyat-ı hâinânede bulunan Jöntürk
nam haşerâtın teşkil ettiği “İttihat ve Terakkî” cemiyet-i
mel'ûnesiyle münâsebâtta bulunuyormuşsunuz bu münâsebeti-
nize kimler vâsıta oluyor? Buradaki cemiyet şûbesi reisi siz
olduğunuza göre âzâlarınız bizce de mâlum ise de bildik-
lerimizden başkaları da olup olmadığı anlaşılmak için
isimlerini söyleyiniz.
Atıf Akgün
51
- Evvel emirde sualinizden bir şey anlamadım. Sâniyen
ne cemiyetten ne de âzâlarından haberim vardır. Bunu ispat
edecek ne gibi delâile istinad olunuyor?
- (Önüme mavi renkli bir zarf atarak) Evvel emirde bu
zarfın içindeki mektubun üstü size hitâben yazılmıştır.
Mündericâtı da mektubu gönderen Köstence’de Doktor Temo
ile muhâberede bulunduğunuzu ispat ediyor, buna ne hâcet
zâten mektubun melfûfu olan Türkçe ve Fransızca evrak
matbaanın sizin talebiniz üzerine gönderildiği mektubun
hâmişinden de anlaşılıyor. Buna ne dersiniz?
- Bunlar hep bana düşmanlık etmek isteyen garezkârların
tezvîratıdır. Binâenaleyh Avrupa’daki Jönler bu gibi şeyleri
bugün vâlilere, mâbeyn erkânına da gönderiyor. Bu adamlar
hep kendileri mi yazıyor? Tabiî hayır. O halde işte bu da o
kabildendir. Bunu reddederim. Hükümetin de bu gibi iğfâlâta
kapılmasına teessüfler!
Müstantık bundan fazla bir şey öğrenemeyeceğini anladı,
zili çaldı. İçeri giren iki polis neferine teslim ederken bana da
şu yolda söyledi:
- Siz biraz serkomiser Halim Bey’in odasında oturun ben
müddeiumûmî beyin mütâlaasını alayım.
Halim Bey ile on dakika kadar yalnız kaldım. Ben
hapsedilirsem cemiyet işlerinin sürüncemede kalmaması için
tedbirler ittihad eyledik. Bu esnâda idi ki polis komiserinin biri
elinde tevkif müzekkiresiyle gelip beni tevkifhâneye sevk etti.
Âlem karardıktan iki saat sonra da hapishâne-i umûmiyeye
nakil olundum.
-Teharriyat-
O gün akşam ezanından bir saat evvel müdde-i umûmî
muâvini müstantık ... beylerle, polis komiserlerinden Hüseyin,
Bu kısım metinde boş bırakılmıştır.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
52
vilâyet tercümanı Nusret Efendiler, refâkatlerinde birkaç polis
neferi oldukları halde Buharlı Fabrika Caddesi’ndeki
ikametgâhımı araştırmak için kapıya dayanırlar. Mâsumları
mâzuriyete, hanımları sefâlete, saâdetleri şeâmete inkılâba âlet
olan bu zebânilerin kapıyı kırmak üzere uğraştıklarını gören
hânem halkı ağlayıp çığlaştıkları anda polis komiseri
rezâletâverî bir Çingene âilesine bile söylenmeyecek elfâz-ı
galîza kullanarak kendi tıynetini ispat eylemiş fakat aynı
zamanda bu müthiş sözlerin bir polis komiseri, istirahat ve
hukuk-ı umûmiyeyi muhâfazaya memur bir hükümet adamı
ağzından çıktığını işiten ve sokak kapısının kırılmak üzere
olduğunu gören refîkam Âfet Hanım masa gözündeki ufak bir
rovelveri alır ve pencereyi açarak tehdide başlar. Mâhut
Hüseyin’in de rovelveri ile mukâbeleye yeltendiğini gören
zavallı genç kadın sâika-i havf ile düşüp bayılır. Aklı başına
geldiği zaman daha dört ay sonra âilemiz idâdına girecek olan
bir uzvun dahi kurban edildiğini, evin altı üstüne çevrildiğini
görerek yeniden feryâda başlar. Evin içinde ne hizmetçi bulur
ne de o gece arkadaşlık etmek üzere dâvet ettiği komşu
hanımdan muâvenet görür. Sabaha kadar, iki başındaki
kızcağızı Firuze’sini kucaklayarak geceyi gözyaşlarıyla ıslatır.
Ferdâsı benden mâlûmat almak için nereye başvurursa bir şey
öğrenemediği gibi kimseden iltifat yüzü bile göremez. Akşama
kadar divâne gibi gezinir. Genç bir kadının, memedeki bir sabî
ile tenhâ bir mahalledeki evde kalamayacağını düşünürek
küçük hemşîresi hânesine ilticâ eder. “Biz bir jön âilesini
himâye etmekten korkarız bizim de dertsiz başımızı derde
sokmayı istemeyiz” sözleriyle oradan da kapı dışarı edilir.
Akşam ezanlarında nâçâr kalan bu vâlide kucağındaki süt
kuzusuyla sokak sokak dolaşarak ağlarken Üsküp’te mektep
müdürü bulunduğum zaman maiyetime istihdam olunan
muallim Cafer Efendi’ye tesâdüf eder. Zâten cemiyet âzâsından
Atıf Akgün
53
bulunan bu hamiyetli arkadaş Firûze’yi kucağına alır doğru
evine getirir. Âfet Hanım’dan daha yaşlı olmayan zevcesi
âilece yabancı olmadığı için iki odadan ibâret olan hânesinin
bir odası bu babalı öksüzlere tahsis edilir.
-Hapishânede İlk Gecem-
Alt katta bir buçuk metre murabbaından daha geniş
olmayan hapishâne-i umûmi bodrumlarından birine atıldığım
zaman, yarım saat ayak üzeri dolaştım. Kuvve-i mefkûremi
toplamak, bir hatt-ı hareket tâyin etmek kâbil olmadığını
anlıyordum. Çünkü zihnim pek perîşan, şakaklarım ikisinde de
şiddetli darbeler hükümfermâ idi. Başım ateş gibi yanıyor.
Düşmemek için ara sıra bir, bir buçuk metreden ince olmayan
taş duvarlara dayanmak mecbûriyetini hissediyordum.
Hakkımda edilecek muâmeleye dâir henüz tâlîmat
almamış olan gardiyanlarda hayli telâş görülüyor, biri elinde
bir lamba olduğu halde bodrumun kapısında ayakta duruyordu.
Ben de birkaç adımda bir kere hissettiğim dermansızlık ve
perîşaniyet-i fikriye eseri olarak duvara dayanıyor, bir müddet
sonra ufak bir idrak yardımıyla yine gözlerimi açıyor, yine
birkaç adım gezinerek kendimi toplamaya çalışıyordum.
Bir iki dakikadan ziyâde devam etmeyen bu selâmet
âvânında etrâfa göz gezdireyim diyorum. Belki bir mezardan
daha dar olan bodrumun içindeki kerih koku, bir insanın ancak
durabilmesine müsâit olan o taştan kabre kapanan benim gibi
mâsûmların âvâze-i istimdadı hükümsüz kalmak için yer
altında o kuyunun metin kapıları, demir halkaları, simsiyahlara
bürünmüş gardiyanların soğuk çehreleri, benim gibi asabiyete
mağlûb olmuş bir bîçâreyi değil en sağlam vücutları tahribe, en
metin erkekleri tedhişe kâfi idi. Bu müthiş manzarayı
muhâkeme etmek üzere yine bir an durmuş idim. Sergardiyanın
gâibden gelen âvâzeli bir emri üzerine berâberimdeki gardiyan
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
54
bana abdesthâne vazifesini îfâ edecek olan köşedeki tenekeyi
göstererek lambayı almış, kapıyı birçok gıcırtılarla kapayarak
gitmişti. Demek ben bir insan boyundan çok kısa, ne kadar
bağırılsa esmâ-i gayr kâbil derecede kalın bir mezardan pek
fenâ bir taş sandık içinde kapanmıştım. Bağırayım diyorum.
Velev bağırmışsın. Velev işittirmişsin. Zâten işiten kulak
sâhiplerinde zerre kadar merhamet eseri olsa idi böyle menfur
bir vazifeyi deruhte mi ederlerdi?
Artık sabrım tükendi, olanca kanım beynime hücum etti,
buradan kurtulmak yâhut bu medeniyyet düşmanlarının
işkencelerine katlanmamak için iki çâre düşündüm, bunun
birincisi gayrikâbil olduğu için ikinci şıkkı ihtiyar eyledim.
Yeleğimin cebindeki çakıyı beynime sokarak her şeye
vedâ etmek! Çakıyı bulamayınca hapishâne kapısında alın-
dığını hatırladım. Güya eldeki bir fırsatı kaçırmamak ümidiyle
ve kararım tebdil eder korkusuyla hemen başımı duvar taşlarına
vurmaya başladım. İki koçun olanca şiddetiyle birbirine indir-
dikleri kafa darbelerinden pek çok daha şedid hücumlarımla
taşı üç kere kafaladığımı hatırlıyorum. Bundan sonra ne
olduğumdan haberim yok.
Yüzüme sürülmekte olan serin bir şeyin tesiri ile
kendime geldiğim zaman kendimi bir şilte üzerinde buldum.
Gözümü açınca pek güzel tanıdığım belediye tabibini başım
ucunda ellerini ıslatarak yüzüme sürdüğünü gördüm. Doktor ve
sergardiyanın yatak içinde oturduğum anda yatağı döşemek ve
beni uzatmak için bodrum kapısı arkaya dayanmaya, biraz hava
alarak kendime gelmekliğimi temin için dahi dış kapı ve
pencereleri açmağa mecbur olduklarını gördüm.
- Doktor saat kaçtır?
- Alaturka gecenin ikisi.
Atıf Akgün
55
Doktorun bu cevâbı beni hayrette bıraktı çünkü ben
tevkifhâneden hapishâneye iki buçukta nakledilmiştim. Bunun
üzerine îzah-ı meseleye mecbur oldum.
- Ne diyorsunuz doktor? Ben buraya ancak saat iki
buçukta getirildim.
- O doğru fakat siz şehr-i şubatın birinci perşembe günü
akşamı yani cuma gecesi iki buçukta geldiniz halbuki
bugün ayın üçü. Günlerden yarın pazardır.
Tuhaf şey! Demek ben o karanlık mezarda kırk sekiz saat
baygın bir halde yatmışım da kimsenin kimseden haberi
olmamış! Doğrusu buna bir türlü inanamıyordum. Gerçi üst ve
başımdaki intizamsızlık kafamdaki sersemlik pek çok şeyler
geçirdiğimi ihsas ediyordu. Ancak kırk sekiz saat zarfında nasıl
ölmediğime hayrette kalıyordum. Doktorun tavsiyesi üzerine
ihtilâttan men edilmek şartıyla çocuklar koğuşuna nakil
olunmuştum.
-Müdürle Mülâkat-
Bir gece yavaşça gelip bir gardiyan beni uyandırdı. Sizi
hapishâne müdürü bey istiyor, dedi. Saate baktım gece yarısı
geçmiş idi. Doğrusu olanca şeytanlarım başıma toplandı. Yine
bodruma kapanmak, orada otalanmak, boğazlanmak, bir tren-i
mahsus ile Selânik’e sevk edilerek denize atılmak gibi devr-i
hamidîde Jöntürklere revâ görülen fenâlıkların hepsini birer
birer zihnimden geçirdim, gardiyana da:
- “Gitmeyeceğim, gece yarısı müdürle işim yok”,
cevâbında bulundum.
Gardiyanın dini, îmanı, evlâtları başına olarak verdiği
teminat üzerine muvâfakat ettim. Beş dakika sonra müdürle
karşı karşıya oturmuş çay içiyor ve şu yolda konuşuyorduk:
- Canım artık her şey anlaşıldı. Hatta müstantık arkadaş-
larınızdan bir ikisini dahi tevkif etti siz hâlâ onları
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
56
saklıyorsunuz. Hükümet bugün kâni olmuştur ki Üsküp’te bir
Jöntürk komitesi şûbesi vardır. Fakat bu şûbe efrâdının hepsini
keşfetmek istiyor.
- Hükümet aldanıyor. Öyle bir şey olduğunu zannetmem
ise de benim haberim yoktur.
- Halil Efendi, inkâr etme, her şey meydana çıktı, hatta
isterseniz size delâil ile de ispat edeyim bakınız: Siz Kosova
vilâyeti maârif müfettişi iken Mısır’daki jönler cemiyetine
burada bir şûbe teşkil ettiniz, hükümet haber alarak, sizi
müfettişlikten azletti. Siz Bulgaristan’a gitmek üzere hazırla-
nırken polis idâresi bunu da anladı ve mâni oldu. Zîra
Bulgaristan tarikiyle Mısır’a kaçmak niyetinde olduğunuzu
bilirdi. Yine o miktar maaşla mektep müdürü tâyin edildiniz.
Maaşınızın azlığından bahisle istifâya yeltendiğiniz zaman vâli
Şâkir Paşa hazretleri zamm-ı maaş yaptırdı bir ay sonra siz yine
ve bilâsebeb istifâ edip Bulgar Konsolatosu’na memur oldunuz.
Hükümet anlamış idi ki bu istifânız ve bir konsolos memuru
olmanız mahzâ cemiyet ile muhâberenizi temin etmek,
alışverişi ilerletmek idi. Hükümet de uyumadı bugün ipin
ucunu yakaladı. Sizin için selâmet her şeyi söylemek,
arkadaşlarınızı bildirmektir. Bilirsiniz ki bu gibi muhbirler
cezâsız kurtulurlar.
- Beyefendi bu bir hikâye olabilir. Fakat bir hakîkat
olamaz. Binâenaleyh ne cemiyet bilirim ne de arkadaşım
vardır. Hem bir şey söyleyeyim mi...? Böyle bir cemiyete
mensup olan ne kadar sıkıntı görse ölür de arkadaşını meydana
vermez.
Bunun üzerine artık yatağıma avdet etmiştim. Birkaç
gece sonra yine müdür beyin çay dâvetine mazhar oldum. Pek
teklifsiz karşılandım. Müdür beni tebrik etti. Eğer arkadaşla-
rımı söylersem hemen o anda Anadolu’da yirmi beş lira maaşlı
bir kazâ kaymakamlığına gönderilmekliğim için irâde-i seniyye
Atıf Akgün
57
sâdır olduğunu bildirdi. Herif attı tuttu benden yüz
bulamayınca politikayı çevirerek:
- Alın şunu, gâliba hâlinden memnun varsın orada kendi
kendisine sayıklayıp dursun,
cümlesiyle arkamdan kapıyı da şiddetlice vurup kapadı.
-Tutulan Mektuplarım-
Cereyân-ı ahvâlden ve hapishâne müdürüyle olan sûret-i
mülâkatımızdan bahisle dışarıdaki âileme ve arkadaşlardan
bazılarına hitâben yazıp sadâkatine aldandığım bir vâsıta ile
birkaç mektup göndermiştim. Bu arada bir mektup dahi Bulgar
Konsoloshânesi’ne yazarak muhâkemedeki evrakıma dâir
mâlûmat almak için mahkeme-i istinaf başkâtibi Hâlit Bey’e
mürâcaat etmelerini tavsiye eylemiştim. Hâlit Bey’in şâyan-ı
îtimat bir zat olduğunu da ilâve eylemiştim. Bu mektuplar
kâmilen tutulup Türkçe olmayanları müdde-i umûmîlik
tarafından tercüme ettirilmiş, hatta Hâlit Bey dahi taht-ı tevkife
alınmış olduğunu müstantıka ikinci defa çıkarıldığım zaman
öğrenmiştim.
-İkinci İstintâkım-
Bidâyet-i tevkifimden on gün sonra ikinci defa olarak
müstantıka çıkarıldım. Mûmâileyh beni şu “sizin dosya
oldukça büyüdü, bu haftaki posta size ve cemiyetinize âit
olmak üzere hayli evrak getirdi” sözleri ile karşıladı ve sağ
tarafındaki gazetelerle masası üzerindeki mektupları gösterdi.
Bu mektupların biri Mısır’daki Türk gazetesi idârehânesinden
biri de Sofya’da Şark gazetesi muharriri İsmail Efendi
Yörükof’tan idi, cemiyetin mektubunda gönderilen altmış beş
frangın kabul olunduğu ve ilmühaberi leffen gönderildiği
bildirilmişti. Müstentık cemiyetin koca mührünü hâvî şu
ilmühaberin münderecâtı olan “Üsküp’te Halil Zeki Bey’den
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
58
altmış beş frank kabul olunmuştur” tâbiratını yüksek sesle
okuduktan sonra ilmühaberi görmek üzere elime verdi ve buna
karşı ne diyeceğimi sordu:
- Ne diyeceğim, ben bu parayı gönderdim fakat cemiyete
değil Mısır’daki Mehmet Sait Kütüphanesi’nden
Fransızca ve Arapça olarak sipariş ettiğim bir lugat
bedeli olarak gönderdim. O ricâ sûitelakkî edilmiş olsa
gerektir, yollu cevap verdim.
Türk gazetesi idârehânesinden gelen mektupta birkaç gün
gazete çıkmadığı için gönderilemediği bildiriliyor, Makedonya
ahvâline dâir makale yazmadığımdan şikâyet olunuyordu.
İsmail Efendi’nin mektubunda da o haftanın meşveret
gazetelerinin büyük bir paket olarak hudud zâbitanı vâsıtasıyla
gönderildiği bu sûret-i muhâberenin suûbetine mebnî diğer
vâsıta tedâriki lüzumu bildiriliyordu.
Müstantık bunlara da ne diyeceğimi sordu? Yine beni
mağdur etmek için tertip edilmiş desîseden başka bir şey
olmadığını iddia ettim. Muahharen hapishâneden kaçırırken
tutulan mektuplarımın her birine münâsebetli münâsebetsiz
birer cevap verdim. Sıra Hâlit Bey’e geldi. Müstantık:
- Hâlit Bey’i nereden tanıyorsunuz? Sualini îrad eyledi.
- Hâlit Bey Üsküp’e yeni geldiği zaman halef selef
olduğunuz gün mûmâileyhi bana siz takdim etmiş idiniz.
Eğer fenâ adam ise mesuliyet-i mâneviye size âittir.
- Mûmâileyhin cemiyetinizle münâsebeti var mı?
- Zaten cemiyet yok ki Hâlit Bey’in münâsebeti olsun.
Müstantık beş on adet muhtelif gazete gösterdi. Bunların
da hep benim nâmıma geldiğini söyledikten sonra “bunlar hep
cemiyetiniz malıdır” sözünü ilâve eyledi. Ben artık cevap
vermeye lüzum görmedim. Hemen kalkıp iki süngülü
jandarmanın arasında tenhâ sokakları tâkip ederek yine
çilehâneme avdet eyledim. İki ay müddetle orada kapalı
Atıf Akgün
59
kalarak ne kimse ile görüştürüldüm ne çoluk çocuklarımla
haberleşebildim.
-Firuze ile Görüşmemiz-
Üç ay bu dört duvar arasında yaşadığım müddette, kitap
okumak ve yazmaktan men edilmiştim. Bu memnûiyyet benim
için cehennem azâbından müthiş idi. Arkadaşlarımı söylemek,
cürmümü îtiraf ettirmek için geceli gündüzlü yapılan
işkencelerin haddi hesabı yoktu. Çektiğim zahmetler, envâ-i
ezâ ve cefâlardan vücutça hayli düşen çehrem sararmış,
saçlarımın bir kısmı ağarmış, sakallarım gelmiş âdeta bütün
bütüne değişmiştim. Ayna filan olmadığı için ben bunun
farkında değilim. Bin ricâdan, bin kere âbırû dökdükten sonra
kerimem Firuze’yi bir kere görmekliğime müsâade edilmişti.
Hapishâne müdürünün odasına çıktığım zaman kendisini orada
bulmuştum. Bu dakika kucağımdan ayrılmayan bu yavruyu
derâguş etmeye yeltendiğim zaman yüzüme dikkatli dikkatli
bakarak bir çığlık koparmış, soluğu hapishâne müdürünün
kucağında almıştı. O zavallı yavru bir an yanından ayrılmak
istemediği babasını tanımak değil, ondan korkmuş, tevhiş
etmişti.
Onu okşadığım zaman ne gibi tâbirat kullandım ise aynı
sözleri defaatle tekrar ettim. Onu nazlatmak için ne gibi
harekette bulundum ise hepsinin evzâını yaptım bir türlü iknâ
etmek mümkün olmadı. Âdeta çocuk gibi yalvardım. Yine
kandıramadım. Kendimi bir türlü yenemiyordum. Baba ile
evlât arasında cereyan eden bu sûzişli sahneden müteessir olan
hapishâne müdürünün gözünden akan birkaç damla yaş artık
benim de hücum eden dümû-ı tahassürüme cüret verdi. Tabiî ki
çocuk gibi ağlamaya başladım. Bu hâlim o mâsûmu, o mini
mini meleği dahi ağlatmış, odanın içi bir mâtemhâneye dönmüş
idi. Üçümüz de ağlıyorduk. Hâriçten gelen birinin nazar-ı
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
60
dikkatini celb etmemek için müdür kalkıp oda kapısını
sürmeledi. Firuze’yi bana yaklaştırmak, bir kere olsun
öptürebilmek için yarım saatten ziyâde uğraştı yine muvaffak
olamadı. Hepimiz yorgun, ağlamamıza bir müddet daha devam
ettik. Nihâyet müdür dedi ki:
- Azizim, beni dinle kızı eve gönderelim. Yarın tekrar
getirilmesini tenbih edelim. Siz de bugün güzelce bir
traş olun, saç ve sakalınızı kestirin, ön taraftan ağarmış
saçların görünmemesi için fesinizi biraz da öne eğiniz,
kızı aldatmak için size biraz da şeker falan ben
hazırlarım o zaman bakalım ne olur?
Bana muvâfakat edip o günkü mülâkatı bu kadarla
bıraktık.
-Firuze ile İkinci Mülâkat-
Ferdâsı erken kalkmış idim. Traş olmuş, kendime bir
parça çeki düzen vermiştim. Firuze gelecekti. O ciğerpâreyi bir
saat evvel kollarım arasında görmek için tehâlük gösteriyor,
zamanın uzaklığından şikâyet ediyordum. Bu saâdet alaturka
saat yediye mukarrer idi. Binâenaleyh daha üç saat beklemek
lâzım gelirdi. Bu üç saati beklemek için hiçbir meşguliyetim
yoktu. Ekser canım sıkıldığı zaman bir miktar Kur'ân-ı Kerim
tilâvet etmek mûtadım olduğundan yine o üç saati o sûretle
telâfiye muvaffak oldum.
Müdürün odasına çıktığım zaman Firuze’yi yine orada
buldum. Mavi kısa fistanı, belindeki büzüntüler, omuzlarındaki
kabartmalar, taranmış sarı ipek gibi saçları ile bir ilkbahar
kelebeğine benzemiş, başındaki mavi kurdela beyaz kelebek
başındaki siyah bir benin manzarasının letâfetini taklit
ediyordu. Âdeta mâsûm bir melek mesâbesindeki bu kukla beni
görünce yüzüme dikkatli baktı hemen üzerime atılarak âdeti
vechiyle ayaklarıma sarılmak istedi. Ben buna meydan
Atıf Akgün
61
vermeden kucağıma aldım. Olanca şefkat-i pederânemle sık-
tım. Fakat yine tahammül edemedim. Yine ağladım. Hapishâne
müdürü de ağlamaktan kendini zaptedemedi. Zavallı kuzu
bizim gözyaşlarımızdan bir şey anlamadığı için yalnız mahzun
mahzun bakınıp duruyordu.
Bir müddet sonra baba kız konuşmağa başladık. Firuze
vâlidesinin tenbih ettiği bir çok şeyleri bana anlatmak istiyor
fakat henüz üç yaşındaki bir sabînin ne kadar söyleyebileceğini
bilenler bu bülbülün ifâdatının ziyâdesini karîne ile anladığımı,
bazılarını hiç anlayamadığımı takdir ederler. Bu görüşmek bir
saat kadar devam etti. Bu müddet ömrümün en mesut bir saati
olduğunu söylersem îtimat olunmasını ricâ ederim. Ayrılmak
dakikaları gelmişti. Firuze’nin:
- “Bey baba yarın yine geleyim mi?” suâline,
- Hayır kızım, yarın olmaz fakat bu bey amca ne vakit
derse o zaman yine gelirsin.
Cevâbını vermiştim. Bu muhâvereyi işiten müdür haftada
üç kere gelmesini söyledi. Bu günlerin adlarını bir kâğıda
yazdım. Vâlidesine götürmesini emrettim. Kâğıdın ucuna
selâm ve selâmete dâir bir kaç söz de ilâve eyledim. Bu minval
üzere Firuze her zaman gelir hapishânenin demir parmak-
lığında gardiyanların elini öpüyor. Bey babamı isterim, diyor.
Onlar da bâzı beni kapıya çağırıyor, bâzen de onu içeriye
bırakıyorlardı.
Üç ay kadar bu böyle devam etti. Firuze’den başka ne
hapishâne içinde ne de dışarıdan kimse ile görüştürülmedim.
Bu müddet zarfında kitap okumaktan bile mahrum bırakıl-
mıştım. Gazete filan hep men edilmişti. Kitap okumaklığıma
olsun müsâade edilmesi için o zaman Kosova vâlisi olan
Mahmut Şevket Paşa’ya şu yolda istidâ yazmıştım:
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
62
Kosova Vilâyet-i Celîlesine-
Mahbûsiyetin tashih-i ahlâk ve islah-ı nefs için tertip
edilmiş bir riyâzat olduğu ve bu neticenin istihsali mahbusînin
bütün gün boş durup din ve ahlâken mekruh şeylerle vakit
geçirmeleri, bu sûretle atâletle melûf olmaları ile değil herkesin
hâl ve iktidarı dâiresinde birer meşguliyet-i meşrua’ ile
mütevaggıl bulunarak sa'y ve gayretteki lezzetten istifâde
edebilmeleri ile kâbil olacağı müstağni-i arzdır. Binâenaleyh
bendeniz de maddî ve mânevî fevâidi şâmil olacak
meşguliyette bulunmak emeliyle celb eylediğim muhtelifü'l-
me'al kitaplar hapishâne idâresince men edilmiştir. Kütüb-i
mezkûre Maârif Nezâret-i Celîlesinin ruhsat-ı resmiyesiyle tab' olunmuş, akâid-i diniyye, kavânin, edebiyat ve fünûn-u
muhtelifeye dâirdir. Bu sûret-i muâmeleye vicdân-ı devletleri
de râzı olmayacağı ümid-i emniyesine istinâden kütüb-i
mezkûre ile mealleri muhâlif-i nizam olmayan evrak-i havâdisi
mütâlaa etmeme mümânaat olunmaması için iktizâ edenlere
emr ve havale buyurulması istidâsına cüret eylerim.
Halil Zeki
-Mahkûmiyyet-
Tamam bu günlerde idi ki muhâkememde isbat-i vücud
edecek olan iki yeni âzânın İstanbul’dan geldiğini ve
muhâkememin bir kaç güne kadar rü'yeti mukarrer ettiğini
öğrendim üç gün sonra bu haber hakîkaten teyit edilmişti. Zîra
iki gün cereyân-ı muhâkemeden sonra yedi sene kalebentliğe
mahkûm olmuştum. Fakat doğrusunu îtiraf etmek lâzım gelirse
diyebilirim ki bu mahkûmiyet kararı tebellüğ edildiği zaman
ben zerre kadar müteessir olmamıştım. Sebebi de şu idi:
O gün kuşluktan evvel İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin
Üsküp şûbesini teşkil eden rüfekâdan mahkeme-i hukuk kâtibi
Tahsin, reji umûr-u hukukiye müdürü Osman Beylerle sâir âzâ
Atıf Akgün
63
tarafından benim vekilim sıfatıyla yine âzâdan dâvâ vekili
Rüstem Bey hapishâneye gönderilmiş kendisiyle yalnız
görüşmek hakk-ı kanûnîsinden istifâde etmiştim şâyet mahkûm
olursam mahbus bulunduğum müddette âilemin idâresinin
teminine karar verdiklerini bildirmişti.
O gün yegâne düşüncem olan âilemin temin-i taayyüşü
meselesi beni bir kat daha cüretlendirmiş, zerre kadar eser-i
yeis bırakmamış idi. Ben kendimi düşünmüyordum.
Muhâkemenin alenî olması için İngiltere, Avusturya ve Rusya
konsolosları tarafından Mahmut Şevket Paşa’dan iltimas
olunmuştu, müşârünileyh jönlerin programı pâdişahı tahtan
indirmek olduğu için onun dâvâcısı Abdülhamit’tir. Zât-ı
şâhânenin şahsına âit olan mahâkimin hafî olması usûldendir
binâenlaeyh konsolosların da bulunması câiz olamayacaktır,
cevâbında bulunmuştu. Muhâkeme günü ne kadar gizli
tutulmuş ise de yine haber alınmış Üsküp’ün o eski adliye
dâiresi koridorları dopdolu idi. Muhâkeme salonu sıkı sıkıya
kapanmış sâmi nâmına bir ferd bile bırakılmadığı gibi
muhâfazam için memur edilenler bile mahkeme salonundan
çıkarılmıştı. O gün mahkeme cereyan etti karar tebliğ-i tâlik
olunmak istendi.
- Hayır, olmaz. Bugün her şey olup bitmelidir. Heyet âdil
bir heyet ise Yıldız Sarayı’ndan alacağı tâlîmatı değil kânunun
hükmünü icrâ eylemelidir. Çünkü tâlikten maksat cezânın
nev'ini İstanbul’dan sormak olduğunu biliyorum.
İddiasında bulunmuş olsam da mâelteessüf hüsn-ü tesir
göstermemiş heyet müzâkere odasına çekilip geldikten sonra
karar tebliğini iki gün sonraya bıraktıklarını bildirmişti. Bu
muâmele ağır bir cezâ ile mahkûm olacağıma alâmet-i kâfiye
idi. Nitekim öyle de olmuştu.
Memuriyetim îcâbı olarak ben de memûrin-i siyasiyeden
ve Bulgaristan tebaasından olduğum için az çok himâyede
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
64
bulunuyordum. Cürüm ile cezâ beynindeki nisbetin ecânib
tarafından tenkitten hâlî kalmayacağını bilen mahkeme îdam
yâhut müebbet gibi bir cezâ vermek âdetini tatbik edememişti.
-Mahkûmiyetten Sonra-
Hüküm tebliğ olunduğunun ferdâsı günü idi ki artık
hapishâne-i umûmi içinde serbest geziyorum oradaki mah-
busînin cümlesiyle görüşüp konuşuyordum. Son zamanlarda
Üsküp’e gitmiş olanlarca mâlûmdur ki hükümet konağının üst
tarafında yeniden yaptırılan hapishâne-i umûmi pek metin ve
pek cesîm bir binâdır. O zaman bu binânın içinde bin kişi
mahbus bulunuyordu. Bunlardan altı yüzü Bulgar çete efrâdı
yâhut onlara yataklık edenler, sekseni Sırp eşkiyası
mürettebatı, mütebâkisi cerâim-i âdiye ashabından Müslüman
idi. Aralarında yâni İslâm İnkılâb Cemiyeti’ne mensubiyetle
mahkûm bir ben vardım. İnsanlar birbirinin kıymetini burada
bilir. Diyebilirim ki ben bin kişi tarafından fevkalâde bir
hürmete mazhar oldum. Umum ile hüsn-ü muâşeret edebildim
hatta Hristiyanlarla İslâmlar arasında birkaç kere baş gösteren
dâhilî ihtilâlleri men'e bile muvaffak oldum. Herkes birer türlü
dertli; derdini anlatacak biraz tesellî bulacak birer muhâtap
arıyor. Ben ise bunların yana yakıla anlatmalarını dinlemekten,
ruhlarını serinletecek sözler bulmak için uğraşmaktan usandım.
Bu mahkûmlar arasında o kadar mâsûmlar, bî-gayrihak
hapsedilmiş o kadar kabahatsizler gördüm ki bir mahkeme
âzâsı olup da bu gibi mağduriyetlere âlet edilmediğimden
Cenâb-ı Hakk’a bin kere şükrettim. Aralarında bir gecede beş
can aldırmış, bir hânüman yakmış, hatta bir bir âilenin
kendilerini telef etmek sûretiyle bile icrâ-i vahşet eylemiş öyle
cânilere de tesadüf ettim ki heyet-i udûl delâil-i kâfiye
bulamayarak bunlar hakkında âdeta cezâsız denecek kadar
hafif mahkûmiyetlerle iktifâ ettiğine şaştım. Bu arada bir
Atıf Akgün
65
mahkeme reisinin bir müdde-i umûmînin, bir müstantıkın
rüşvet irtikab ederek cânileri, canavarları beş altı ay
mahbûsiyetle kurtardıkları da az değildir.
Aşk yüzünden zevc ve zevceyi katletmek sûretiyle
cinâyet irtikab eden arkadaşını meydana vermemek için
müebbeden mahkûm olan Mehmet nâmında birinin turşu
satmak sûretiyle on yedi sene hapishânede yaşadığını, eşkiyalık
yüzünden on bir yerinden yaralanan, başı delik deşik olduğu
halde yine ölmeyerek sağ kalan bir Bulgar gencini, kendi
zâbitini öldürdüğü için küreğe konan Recep’in artık kaç
seneden beri hapis olduğunu unuttuğunu gördüm. Bir mâsûmun
bir köşede ağladığını, bir kâtilin gece rüyâsında kalkıp bağırıp
çağırdığını, cürmünü îtiraf ettiğini müşâhede ettim. Hülâsa
burada öyle bir ahval-i rûhiyeye tesâdüf ettim ki bir yekine de
ötekine de acımamak kâbil olmuyordu.
Siyâseten mahkûm olanlar müstesnâ oldukları halde
cerâim-i âdiye ashabının umûmunun sanat, taayyüş ve iştigâlât-
ı ruzmerrelerine dâir topladığım mâlûmat ispat etti ki bu
cinâyetlerin ziyâdesi sirkat ve intikam emeliyle irtikab
olunmuştur. Bu da işsizlik ve mektepsizlikten ileri gelmiştir.
Bunun üzerine o zaman Rumeli vilâyeti müfettişi olan Hüseyin
Hilmi Paşa hazretlerine takdim olunmak üzere ber-vech-i zîr
bir kıta lâyiha tanzim edip hapishâne müdüriyetine verdim.
Rumeli vilâyet-i şâhânesi müfettiş-i umûmiliği cânib-i
sâmiyesine;
Hapishâne bir mekteb-i ahlâktır. Mücrimini buraya kapa-
maktan maksad irtikab ettikleri kabahatten dolayı müstehak-ı
terbiye olduklarından ef’al-i vak’a-i cinâyelerine karşı ıslah-ı
rûhiyeleri nazar-ı îtibâra alınarak, kabahatlerinin derece-i
şiddeti nisbetinde bu mekteb-i ahlâka kapanıp ıslah-ı nefslerini
temin etmek için değil midir? Yoksa mahbûsiyyet bir nevi
işkence yâhut kısas olsa idi cârihlerin cerhi, kâtillerin katli,
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
66
sâriklerin sirkat fiiline hizmet eden âzâlarının imhâsı iktizâ
edecekti. Bunların icrâ edilmediğine göre hapislikten maksat
fâili cezâlandırmak değil ahlâkının ıslahı için bu mekteb-i
edebe kapamak ef’âli neticesinden nedâmet getirtmek için
ezvâk-ı dünyevîyeden mahrum etmek, dâire-i medeniyette
yaşayabilmek için cemiyet-i beşeriye meyanına girecek evsaf-i
medeniyeyi hâiz olmadığından o sıfatın lüzum-ı iktisabını
anlatmaktan ibâret idüğü anlaşılır. Mâdemki esas maksat
bundan başka bir şey değildir. Binlerce insanı buraya kapayıp
da boş oturmalarına, dinen ahlâken mekruh olan tavla, kağıt,
domino ve emsali oyunlarla vakit geçirmelerine, fenâ fenâ
huylara alışmalarına, hatta ekserisinin hissiyat-i dimağiyesinin
atâlete mâruz bulunmasına, bir çoğunun da fakir hallerine
mebnî sirkat ve emsali gayrimeşrû ahvale mütesaddi
olmalarına meydan verecek yerde herkesin hal ve istidadına
göre birer işle iştigal ettirilmesi ve bu sûretle istikbalen
kendisinin temin-i taayyüşüne medâr olması, atâlet ve
vâsıtasızlık yüzünden mâişetini hemcinsinin mazarratında ve
cinâyât-i adîde irtikabıyla temine alışmış ve bu yüzden
mahkûmiyete dûçar olmuş olan bu cühelâ insanların şer-i şerif
ve medeniyet dâiresinde yaşamak için çalışmağa mecbur
olduklarını ve bu çalışmanın da yolu neden ibâret idüğünü
anlamaları ve sa'yileri semeresinin lezzetini buradan tatmağa
alışmaları ve hayat-ı müstakbelelerini bu şerâit dâiresinde
tanzim eylemeleri mülâhazatı nazar-ı dikkate alınarak güruh-u
mahbûsîn arasında ehl-i sanat olanlarının kendi sanatıyla, sanat
sâhibi olmayanların da birer sanata şâkird olarak devamları
hem maksad-ı hakîkînin mevki'-i fi'ile ve hem bir çok âtılın bir
iş sâhibi olarak çıkmasını ve hem de işsizlik yüzünden -mâhâzâ
bir meşguliyet olsun diye- hüküm süren adem-i âsâyiş ve
kumar ve emsali fenâlıkların önü alınmış ve müsteid bir
dimağın iştigalât-i meşru'a ve medeniye dâiresinde imrar-ı
Atıf Akgün
67
hayat eylemesi temin edilmiş olacağı bedîhîdir. Bunun eczâsı
ve hapishâne içinde –hükûmât-ı müterakkiyede olduğu gibi–
dârülsınâîler, dershâneler, mev'izehâneler inşâsıyladır ki
böylece her tembel bir sanat ve yazıp okumakla haftada bir iki
kere de vaaz dinlemekle muvazzaf ve mecbur tutulmakla olur.
Bundaki fevâid de şunlardır:
Evvelâ herkes bir meşrû meşguliyyetle iştigal eder,
sâniyen bir sanat sâhibi olarak çıkar. Sâlisen ticaret lezzetinden
tadar. Râbi'an az çok yazar okur, hâmisen dinî ve ahlakî
mevîzalardan hissemend olur. Hulâsa âhenk-i idâre-i hükümeti
ihlâli mûcib olan bu güruhun nâfi birer âzâ evsafıyla techizine
hizmet edilmiş olacağı nezd-i hidîvânelerinde dahi tasvip
buyurulduğu takdirde vazife-i tâlimiyenin de fahri olarak uhde-
i âciziye ihâlesi müsterhemdir. Bundan mâadâ bu destgâhlara
taşradan iş alınıp yeniden sipariş kabul olunmalı hâsıl olacak
vâridat herkese derece-i mahâretine göre usta, kalfa ve çırak
nâmıyla birer yövmiye verilmeli, fazla vâridat bu destgâhların
terakkîsi ve bu sanatların ıslahı ve tevsi'i için sarf edilmelidir.
Müddet-i ömrünü sa'y ve kûşiş ile emrar eden fakat
sâika-i beşeriyetle bugün hapishane-nişîn olan en faal dimağlar,
en çalışkan insanlar bile buradaki işsizlik yüzünden tembel
olup gidiyor. Bildiğini unutuyor. Halbuki bunlar yövmiye birer
saat ders ve beşer saat doğramacılık, terzilik, kunduracılık,
berberlik ve emsali sanatlarla iştigal ettirilirse hem beşeriyyete
hem vatan-ı Osmanîye nâfi’ âzâlar temin edilmiş olacağını
ilâveten arz eylerim ol bâbda.
Halil Zeki
Vakitlerim Nasıl Geçti-
Bu lâyihanın semeresini beklemeden ben mahbuslar
arasında az çok mektep gören bir kaç efendiye Fransızca, beş
on kişiye de Türkçe okutmağa başladım. Aynı zamanda Sofya
Dârülfünun’u müdâvimlerinden Nanu nâmındaki bir gençten
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
68
Esperanto lisanı tâlimine koyuldum. Alasonya civârında esir
edilen bir Rum çetesi efrâdından ve Yunan bahriye zâbita-
nından Mösyö Anjel nâmındaki yüzbaşı ile de mandolin dersi
geçiyordum. Yevmiye bir saat kadar hapishâne hastahânesine
gider, oradaki hastalara teselliyet vermeğe çalışırdım. Geceleri
mahbûsini etrâfıma toplar onlara Hasan, Hüseyin Efendimizin
kerbelâ vakasından tut da ta Seyyid Battal Gâzi hikâyelerine
kadar okur ve anlatırdım. Bu hikâyelerden ağlayanın bini bir
paraya idi.
Rum, Bulgar, Sırp ihtilâl cemiyeti efrâdından da mecliste
bulunduğu geceler musâhabemiz ya idâre-i hükümeti tenkide
yâhut Avrupa edibânına hasrolunurdu. Aylar geçiyordu. Yalnız
bu hayata yedi sene katlanmak lâzım geleceğini bir de bu
Yanofça’daki bacanağım nezdinde bulunan evlât ve âilemin
perişaniyetini hatırladıkça biraz meyus oluyordum. Fakat onu
da bir cüz Kur'ân-ı Kerim tilâvet ederek telâfî eyliyordum.
Rüfekâdan Tahsin, Cafer ve küçük bacanağım Hüseyin
Efendiler gelip beni ziyâret ediyorlardı. Bulgar konsolosu
kavası da ara sıra dolaşıyordu.
-Yine Yeis Günleri-
Mahbûsiyetimin sekizinci ayı idi. Akşam üzeri mülâkat
penceresine bir jandarma çavuşu gelmişti. Bâ irâde-i seniye
Bodrumkala’ya nefyedileceğimden Selânik’e kadar bir
kendimin ve iki muhâfızın şimendifer ücreti olan on beş
mecidiyeyi vermekliğim aksi halde Üsküp’ten Selânik’e kadar
gezerek götürüleceğim bildirildi. Çavuş bu emri yüzbaşısı
nâmına tebliğ ediyordu ben de “pek âlâ üç gün sonra hazırdır”
deyip savdım. Bu kanunsuzluğun nereden geldiğini anlamak
için Mahmut Şevket Paşa’ya şu yolda bir takrir yazdım:
Atıf Akgün
69
-Kosova Vilâyet-i Celîlesine-
Aydın vilâyetinde Bodrumkala’ya naklim lüzumuna
mebni Selânik’e kadar muhâfaza olarak berâberimde gelecek
olan iki jandarma neferinin azimet ve avdeti için on beş
mecidiye şimendifer ücreti tesviye etmediğim halde mâşiyen
götürülmekliğim mecbûrî idi ki dünkü gün merkez jandarma
yüzbaşısı nâmına olarak bir jandarma çavuşu tarafından
bendelerine tefhîm kılındı. Ben mahkûm isem de naklim için
müstediyatta bulunmadım. Mâdemki bu husus hükümetçe
derece-i vücubda görülmüş bundan dolayı bir takım masârif
ihtiyarına da mecbur tutulmaklığım muvâfık-ı adâlet olmadığı
gibi mahbûsinin nakli için muktezî masârifin tahsisat-ı
mahsusasından tesviyesi usûl-i müttehazedendir. Bu da emsal-i
adîdesiyle mesbuktur. Binâenaleyh gerek benim ve gerek
eşyamın masârif-i hükümetle nakli için iktizâ edenlere emr ü
havâle buyurulması bâbında.
Halil Zeki
Yol Hazırlıkları
Bu haber üzerine Lofça müftüsü pederim Hasan Zühtü
Efendi’ye ve refikam Âfet Hanım’a sonuncu defa olarak
görüşmek üzere acele gelmelerini telgrafla bildirdim. O
günlerde hapishâne gardiyanlarının ve beni görmeye gelenlerin
bana karşı muâmelesi değişti. Herkes bir nazar-ı merhametle
bakıyor. Güya gücendirecekmiş gibi gönlümü almağa,
fevkalâde îzaza çalışıyordu. Ben bunları hep yolculuğun
yaklaştığına hamlediyordum. Bir denk yatak yorgan, birkaç
sandık eşyâ ve kitap almak üzere bir liste tertip ettim. Bunların
hazırlanması için pederimi ve refikamı bekliyordum. Koğuş
arkadaşım Hasan Efendi ara sıra “bu kadar eşyâyı beyhûde
alıyorsunuz” diye beni îkaz ediyordu. Ben sebepler
dermeyanıyla onun teklifini çürütmeğe uğraşıyordum.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
70
Bir gün dâvâ vekili Tahsin Efendi gelmişti. O da eşyâ
almanın aleyhinde bulundu. Hapishâne müdürü de o fikirde idi.
Bir şey anlayamadığım bu muammâ bayağı canımı sıktı.
Hapishânede benim için fiskoslar deveran ediyor, benden bir
şeyler gizleniyordu. Merak beni sardıkça sardı. Peder ve refika
geldi. Onları da fevkalâde meyus gördüm. Kederlerim bir kat
daha arttı.
Yeniden yaptırdığım hâneye yeniden eşyâ dahi tertip
etmiştim fakat bu yeni evde ancak üç ay oturmak nasip
olmuştu. Bu kere eşyâ da ölü fiyatına satıldı, pederimden ve
çocuklarımdan ağlaya ağlaya ayrıldık. Peder o gün onlarla hep
beraber şimendifere binerek Bulgaristan’a geldi ben de
hapishânenin altıncı koğuşundaki köşemi işgale, o günlerdeki
gamlarımla mücâdeleye döndüm. Bu yeis-i fevkalâdeyi gören
Hasan Efendi her şeyi anladığıma zâhip olmuştu. Güya
teselliyette bulunayım diye o hafî fiskosları şu yolda îtiraf
etmişti.
- Kardeşim meyus olma mukadderat böyle imiş, gerçi
Selânik’ten Bodrum’a kadar on bir gün deniz üstünde
gideceksiniz. Bu yolda size sûikast edileceği söyleniyor, fakat
bakalım bu sözler doğru mudur? Ben bunu sizden saklama-
larını bin kere tenbih ettim fakat bu gün öğrendim ki
pederinizden her şeyi öğrenmişsiniz. İhtiyatsızlık etmiş ya! Ben
bu rivâyetlere ehemmiyet vermem. Bunlar âlemin dediko-
dularıdır, boş kafalıların uydurmalarından başka bir şey
değildir.
Hasan Efendi’nin bu birkaç satırlık istihbaratı beni hayli
düşündürmüştü. O gece uyumak kâbil olmadı. Gözümü
kapayacak olsam hayalhânemi mezâlim levhalarıyla donanmış
buluyordum ki son senelerde İstanbul’da tutulan genç fikirli
Müslümanların Yıldız Sarayı’na aldırılarak bir daha meydana
çıkamadıkları, Boğaziçi’nde bir demirin sıkleti ile denizin
Atıf Akgün
71
dibine kadar inen bir çuvalı yaran balıkların müteaddid gençleri
kendilerine nafaka ittihaz ettikleri İstanbul’un Taş Kışlası’nda
müddet-i medîde mahbus kaldıktan sonra nefyedilmek
bahânesiyle Trablusgarp’a yâhut adaların birine sevk edilirken
yolda denize atılan Jöntürklerin hâli vapurda zehirlenen genç
Müslümanlara revâ görülen mezâlim o dakikada gözümün
önünde tecessüm etmişti. Hayli düşünüp kaldım.
Bir müddet dalar gibi olmuşum, o dakikada güya
Selânik’ten vapura binmişim de tam İzmir açıklarında gece
yarılarında iki kişi gelmiş, beni yatağımdan kaldırmış, vapurun
bordosuna getirmiş. Denize atmağa uğraşırken aramızda kanlı
bir mücâdele meydan almış! Bunun üzerine fırladım. Kalkıp
bir müddet yatağımda oturdum, âdetim değil iken bir sigara
içtim, belki uyurum ümidiyle yine yatmak istedim. Yine eski
hayâlet bu kere Firuze’yi boynu bükük pejmurde kıyafetli bir
öksüz, refikayı sefâlet içinde pûyan, iskeletten farkı yok bir
canlı cenâze sûretinde gördüm. Müthiş bir heyecanla fırladım.
Dehşetler, yine eski hayaller o anda baş gösterdiler, yine
kalktım bir cüz Kur'ân-ı Kerim okuyup yattım fakat uyumak ne
mümkün!
O gece sabahı buldum. Yeisimi arkadaşlarıma sezdirme-
mek için kâğıt kalem alıp yazı ile meşgul görünmek istedim.
Ona da muvaffak olamadım. Kuşluğa kadar perişanü'l-fikir bir
halde dolaştım. Yemekten sonra iki saat kadar uyumuşum. Bu
kere fikrimde ciddi düşünebilecek bir kuvvet buluyordum. Enli
boylu bir mülâhaza ettim. Bu meselede şâyân-ı merhamet
Firuze ile vâlidesini görüyordum fakat onların da pederimin
taht-ı himâyesinde bulunduklarını derhâtır ettikçe kendimde
hayli cesâret buluyor artık Abdülhamit ve âvânesinin benim
için hazırladıkları ölüm ne türlü olursa olsun ondan korkma-
mağa, her sûretle metânet göstermeğe karar veriyordum.
Günler geçtikçe bu kuvvetim büyüdü. Karârım kuvvetleşti.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
72
-Yol Hazırlıkları-
Sandıklarım mühürlenmiş, renkler sıkılmış, yalnız
altımdaki yatakların toplanması kalmış, akşama sabaha hareket
için vilâyetten emir bekliyoruz. Araya Ramazan Bayramı girdi.
Yolculuğumuzun bayram ertesine kaldığı haberini aldık. Iyd-ı
Fıtır’ın dördüncü günü yine hazırlık emri geldi. Harcırah
ilmühaberlerimizin muâmelesi yapılıyor. Benimle berâber
gidecek olan jandarmalar hapishâneye kadar geliyor,
görüşüyoruz. Artık yolculuk dakikalarının yaklaştığını her an
ve her şey tekrar tekrar andırıyordu.
Bir çarşamba sabahı idi. Şafakla berâber gardiyanın biri
Bulgar Konsoloshânesi kavasının beni görmek üzere mülâkat
kapısında beklediğini söyledi. Bu haber ok gibi yüreğime
vurdu. Sabah treniyle yola çıkılacağını haber alan konsolos son
vedâyı îfâ etmek üzere kavas gönderdiğine hükmettim. Derin
bir dalgınlık ile kapıya gitmeyi unuttum, yataklarımı toplamağa
yine Firuze’nin bükük boynunu, mahzun çehresini, annesinin
gözyaşlarını tahayyüle daldım. Gardiyanın ikinci bir ihtarı beni
îkaz etmeseydi kim bilir daha ne büyük şaşkınlıklar
gösterecektim.
Kapıya geldiğim zaman kavas Abdülgani Ağa elimi
sıkarak “tebrik ederim bugün çıkıyorsunuz, konsolos akşam
telgraf aldı” tebeşşiratında bulundu. Ben bunu bir tesellî olarak
telâkki ederek ehemmiyet vermediğimi gören Gani Ağa
“evlâdım başı için doğru söylüyorum bugün tahliyeniz
muhakkaktır” temînatını ilâve edince artık her şeyini
anlamıştım. Lofça ve Plevne kazâları İslâmlarının bin sekiz yüz
imzâlı olarak Sofya ve İstanbul’a takdim ettikleri
istirhamnâmenin gösterdiği tesiri hissetmiştim.
O gün bu haber Üsküp içinde yayılınca kuşluğa kadar
birçok kimseler hapishâneye kadar tebriğe gelmişti. Kuşluktan
sonra yine hâriç ile ihtilâttan men edilmiştim. Müdürle mülâkat
Atıf Akgün
73
edip bunun müdde-i umûminin emriyle olduğunu öğrendim. Bu
minval üzere daha beş gün geçti. Fakat artık hâriç ile
muhâberat pek kolaylaşmış olduğundan aldığım bir mektupta,
vilâyete tebliğ olunan irâde-i seniyyenin müdde-i umûmîliğe
havâle edildiği, müdde-i umûmîlik dahi eğer Üsküp’te tahliye
edilirsem yine Jöntürk teşkîlatıyla iştigal edeceğim mahzurunu
dermeyanla Bulgaristan’a nefyedilmekliğim için yeniden irâde
istihsali mütâlaasında bulunduğu yazılmıştı, bu haber üzerine
müdde-i umûmîye şu satırları karalamıştım:
- Kıta -
Bilmem ki felek, yoksa bu tâlihte midir suç?
Evet beni bu hâle koyan kahpe felektir.
Öç almağı sanma bana müşkil yâni pek güç
Sabr eyliyorum, vakti bunun da gelecektir.
Mâsûmları yakmaktaki hud'a ve desâis
Evhama kapanıp, mahvolacak, örtülecektir.
Sen ağlatıyorsun bugün evlâd u ıyâli
Zannetme bu zulmün seni hep güldürecektir.
Elbette bu dünya açacak başka sahife
Esrârını âhir senin herkes bilecektir.
Sen gadr ü sitemde bu kadar hızlı gidersen
Bil, tavk-ı cezâ boynuna pek tez geçecektir.
Bir kerre düşün, ki iyi mi ettiğin işler
Vicdânına sor, bak, bakalım ne diyecektir?
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
74
Can yakma senin de canını yakmasın Allah
İnsal ameli ecrini elbet çekecektir.
Halil Zeki
-Bulgaristan’a Geliş-
İkinci irâde bir hafta sonra gelmişti. Üsküp hükümeti
saatte on kuruş hesâbıyla Devebağırdan’daki Bulgar hududuna
kadar olan harcırahımı vermiş beni Köstendil mutasarrıflığın-
dan hududa gelen memura teslim ettirmişti. Bu dakikadan
îtibâren hürriyet-i tamme sâhibi bulunuyordum. Fakat iş
bununla bitmiyor, saâdet bununla istikmal olunmuyordu.
Şimdi Bulgaristan’da yaşamak, ilk defa olarak bu
memlekette kendi kazancımla bir âile idâre etmek lâzımdı. Ben
Bulgaristanlı olmakla berâber hep Türkiye’de yaşadığım için
bu muhitin yabancısı idim. Bu yabancılık içinde ne gibi bir iş
tutar, ne gibi ticârete girişebilirdim. Bâhusus ki elde avuçta da
bir şey yoktu.
Köstendil’de Makedonya Oteli’nde geçirdiğim o gecenin
yarısını bu taayyüş düşüncesine hasretmiş bir şeye karar
vermemiştim, her şeyi peder, vâlide ve âilemle görüştükten
sonraya bırakarak Lofça’ya müteveccihen yola çıktım.
Bir buçuk ay kadar ebeveynim yanında kaldık fakat
pederimin müftülüğünden aldığı maaş ne idâremize kâfi idi, ne
de işsiz oturmak, peder eline bakmak kadar atâleti irtikab
edebilirdim.
Şehr-i kânûn-ı sânî evvelinde idi. Bir haftadan beri kar
yağmakta devam ediyor. Plevne ile Lofça arasındaki arabalar
hayli müşkilat ile icrâ-yı sefere muvaffak oluyordu.
Ciğerpâremiz Firuze’yi pelerin ve kürklere sarıp sarmaladık,
herçi-bâd-âbâd diyerek Plevne yoluna düzüldük. Zâhirde
fayton bizi götürüyor idi fakat çok kere de biz faytonu
Atıf Akgün
75
sürüklüyorduk, kuyulardan derelerden çıkarmak mecbûriye-
tinde bulunuyorduk. Düşe kalka Plevne’ye gelebildik.
Firuze’nin o akşam bir nöbete dûçar olması yolda üşüttü-
ğünü evhama kâfi idi. Hemen doktor celb ve tedâbire tevessül
eyledik. Kızı ferdâsı daha iyice bulduk. Oradan şimendiferle
Sofya’ya geldik. Mefruş bir oda buluncaya kadar iki gün otelde
kaldık. Çocuğun sıtması yine tekrarlamıştı. Tekrar doktora
mürâcaat ile ilâçlar filanlar aldık. Tabip ve ilâç ücreti on frank
kadar bir şey etmişti.
Sofya hayatını bilenler burada âile ile yaşamak için ne
kadar büyük masârif ihtiyarı lâzım olduğunu takdir ederler.
Bâhusus ki bizim gibi henüz ne yapacağını bilmeyen,
elinde bir aylık bile idâresi olmayanların bu muhitte ne kadar
zorluklara dûçar olacakları izahtan müstağnidir. İki gün
müddetle dolaştık. Muvâfık bir şey bulmak kâbil olmadı.
Nihâyet Yörükoğlu İsmail Efendi’nin () oturduğu hânenin üst
katındaki iki yataklı bir odaya otuz frank aylık ile istîcar
eyledik. Hemen bu yeni yuvamıza geçtik. O gün Firuze’nin
tedâvisi için ciddi tebdire tevessül eyledik.
Sofya’nın kânun-ı sâniye mahsus olan o şiddetli kışı
hüküm sürüyor. Şu kadar ki soğuğun şiddetinden kargaların
bile donduğu görülüyordu. Bir metre mikâp odun alayım
dedim, yirmi frank. Nakliye kestirme filan, bu yirmi kuruş
edecekti. Bu kadar parayı oduna kapatınca eldeki sermâyenin
bir kısm-ı mühimi eksileceğinden diyar-ı gurbette dûçar-ı
sefâlet olmak korkusu beni bu büyük masraftan sarf-ı nazar
ettirmişti, fakat böyle bir mevsimde odunsuz da idâme-i hayat
mümkün olmadığından Sofya’da yalnız o günkü taayyüşünü
İsmail Efendi, Bulgaristan Mariya Lüiz Süvarı Alayı ihtiyat yüzbaşılarından olup
evvelce Sofya’da neşrolunan Şark gazetesi muharriri idi bugün de Osmanlı ordusu
binbaşılarındandır.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
76
tedârik edebilen amele güruhunun yaptığı gibi biz de her gün
ihtiyaca kadar kilo ile odun almak usûlünü ihtiyar eylemiştik.
Hem yemeğimizi pişirmek, hem su ısıtmak ve hem
odamızın teshinine medar olmak ümidiyle biz de pürmüz
makinesi ile iki tencere, üç tabak ve üç kaşık, bir lamba almış,
fakirâne bir mutfak tertip eylemiştik. Karı koca hem çarşıyı
dolaşıyor, bu şeyleri alıyor hem de birbirimizi tesellî edecek
tâbirat arıyorduk. Fakat Firuze’nin devam eden hastalığından
hâsıl olan tesir meyusiyyetimizi o nisbette artırıyordu. Birkaç
gün zarfında bu şeylerle berâber bir çamaşır leğeni bir de su
tenekesi tedârik edilmişti. Bir tencere sopa ile yirmi dört saat
yaşamak paramızı ciğerpâremizin ilâçlanmasına hasretmek
üzere iktisada son derece riâyet ediyorduk.
Biri dâhiliye nezâretine, diğeri de hâriciye nezâretine
olmak üzere iki arzuhal vermiş münâsip bir memuriyet
talebinde bulunmuştum. Dâhiliyeden münhal olmadığı cevabını
almıştım. Hâriciyece ise üç yüz frank maaş ile Mısır’da Bulgar
acentesindeki bir münhal teklif edilmişti, Mısır’ın pahalılığı
korkusu ile redde mecbur olmuş idim.
On beş gün müddetle başvurmadık kapı bırakmadım,
bütün mürâcaatlarım boşa çıktı. Hâriciye nezâretinde bana
münâsip yer açık olduğunu öğrendim, tekrar mürâcaat ettim.
“Bu kâbil değil, zîra Türkiye bizim jönleri himâye ettiğimize
zâhip olur. Komiserhânenin notalarına mürâcaatlarına cevap
vermek lâzım” mukâbelesinde bulundular. Artık ümit kat' olununca İsmail Efendi, avukat Hâfız Sıtkı Efendi ile berâber
bir gazete çıkarmağa karar vermiştik, Hâfız Sıtkı Efendi’nin
sermâyesiyle Filibe’den mürettib celb olunacak, sermuharrirlik
vazifesini de ben îfâ edecektim. Gazetenin tâkip edeceği
program yapıldı. Aramızdaki şerâitin ziyâdesi konuşuldu.
Masârif temin edilince kimse beş para almayacak ticâret
görülürse üçümüz arasında münâsıfaten taksim olunacaktı.
Atıf Akgün
77
Gazete çıkıncaya kadar bu karar mektûm tutulacak idi. Zaten
Şark Matbaası mevcut olduğundan mürettib celbi vazifesini
dahi Sıtkı Efendi taahhüd etmişti. Mürettib geledursun.
-Hastalık İlerliyor-
Şubatın ilk günleri, hava oldukça latif, Firuze bayağı
iyileşmiş idi âilece bir gezinti yapmak kızı da havalandırmak
için o gün istasyona doğru çıktık avdet ederken de yine ateş
hissolundu. Oradan doğru doktora gittik. “Ciddi tedâvi lâzımdır
ve odadan dışarı çıkmayacaktır” tavsiyesinde bulundu. “Eğer
tedâvi olunmazsa tehlike muhakkaktır” sözünü de ilâve etti.
Âfet Hanım Bulgarca bildiği için doktorun sözlerini saklamak
kâbil değildi. Bîçâre vâlidenin rengi birden bire attı.
Gözlerinden birkaç damla yaş yuvarlanıp gitti. Bana meydan
vermeden dedi ki:
- Doktor, ricâ ederim hastalık nedir?
- Hastalık inflanzadır, artık yine icrâ-ı hükm ediyor.
- Her gün muâyene lâzımdır. Pek ziyâde dikkat ...
- Her gün size getirirsek olur mu doktor?
- Hayır canım, hayır çocuk odadan dışarı çıkmamalıdır.
Ben ikametgâhınıza gelirim. Nerede oturuyorsunuz?
- Bankofiska Sokağı’nda numara 10.
- Pek âlâ yarın ve her gün kuşluktan evvel geçerim.
Şimdilik yirmi dört saatlik ilâç veriyorum. (Bana dönerek) Ben
vizite parasını peşin alırım. Vizitem beş franktır.
- Pek âlâ, deyip karı koca birbirimize bakışarak döndük.
Bu bakışmamız pek mânidar idi. Çünkü Âfet Hanım biliyordu
ki ancak daha on frank paramız vardı. Bu da bir vizite ve ilâç
parası olabilirdi. Bu bakışla bana bu müşkil mevkii ihtar etmek
istemişti.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
78
İsveti Kral Kilisesi meydanlığına kadar her ikimiz de
sükût etmiş, doktorun vizite parasının tedâriği çârelerini
aramıştık. Bu dalgınlıkla giderken refikam:
- Ha buldum, âvâzesiyle beni derin bir uykudan uyandırır
gibi îkaz eylemişti.
- Neyi buldun?
- Küpemin birini terhin eder Firuze’yi baktırırız. Olmazsa
ikisini de satarız sanki ne lâzım gelir.
Zavallı kadın bu cümlenin son tâbirlerini ikmâle vakit
bulmadan gözlerini dolduran yaşları bana göstermemek için
elini paltomun cebine sokarak mendilimi kapmış idi. Erkeklik
metânetine halel vermemek ve benim de yaşaran gözlerimi
göstermemek için sağdan geçen tramvaya bakarmış gibi
görünerek ve kucağımdaki Firuze’yi yüzüme siper ederek
“hayır, senin küpenden evvel benim saatim var” diyebildim.
Doktor vizitelerine devam ediyor, ilâçlar iki günde bir
tekrar yenileniyor, saat, küpeler, yüzükler filan gidiyordu. Son
ümidimi teşkil eden boyunbağı iğnesinin incisinin bedeli bile
daha dün bitmişti. Bugün doktora “yarın görüşürüz” derken
yerin dibine girmiştim. Ferdâsı gün dahi aynı muâmeleyi
tekrara mecbur kalmış fakat ne inkâr edeyim bu kere kendimi
zabtedememiş hüngür hüngür ağlamıştım.
Beş gündür doktor gelmiyor. Hastanın hâlinden iyilik
eseri de görülmüyordu. Akşam ne ben ne de vâlidesi
uyuyabildik. Birbirimizi meyus etmemek için her ikimiz de
gizli gizli ağlıyoruz. Zâhirî metin görünüyoruz. Her ikimizin de
bütün gece uyumadığımızı biliyoruz da îtirafa cüret
edemiyoruz. Yine bir gece kırık şişeli lambaya karşı bir kitap
okur gibi görünerek düşündüğüm bir anda idi ki Firuze bir
çığlık çıkardı. İkimiz de fırladık, mâsûmun gözlerini tavana
dikerek elleriyle bir şeyler işâret etmeye çalıştığını, dilinin
tutulduğunu gören vâlidesi bağırmağa başladı. Komşular
Atıf Akgün
79
kâmilen koşuştu. Komşunun çocuğu oturduğumuz evin
karşısındaki tabibe koşmuş, hemen bir banyo yapıldı. Sun-î
teneffüs icrâ olundu. Çocuk uyudu, yahut uyur gibi rahat
göründü. Tabib vedâ ediyor ve vâlidesi anlamamak için
Fransızca olarak hastalığın mühlik olduğunu ciddi tedâvi
lüzumunu söylüyordu.
- Pek iyi doktor, yarın yine size haber veririm, sözü ile
teşyî ettim.
-Cedit mi, Evlât mı?-
Ferdâsı ben evden çıkınca devlet-i aliyyenin Sofya
komiseri Sâdık El-müeyyed Paşa’nın hizmetinden biri gelip
beni aradığını avdetimde öğrendim. Bırakılan habere tevfîkan
saat üç buçukta gidip paşayı gördüm. Müşârünileyhi pek
münfail buldum. Mukaddimeye filana lüzum görmeden şu
yolda söze başladı:
- Sizi Bodrumkale’ye sevk vesilesiyle denizde boğmağa
çalıştıkları zaman ben bir saat evvel imdadınıza yetişmek için
zât-ı şâhâneye dört yüz kelimelik bir telgraf çekmiş affınızı
istirham etmiştim. Hatta Bulgaristan’a nefyiniz de mahzur olup
olmadığı isti’lâmında, yoktur, cevabında bulunmuştum.
Zannedersem bu hareketimle size bir hizmet etmiştim.
- Tabiî paşa hazretleri hizmet değil lütuf ve bir genç
âileyi ihyâ buyurdunuz, ilelebet minnettârınızız.
- Oğlum mâdemki bunu biliyorsunuz neden isyan
ediyorsunuz?
- Af edersiniz paşam, ne demek istediğinizi anlamıyor,
bendeniz isyan değil arz-ı minnettârî eyliyorum.
- Çok şey demek Sofya’da çıkacak bir gazetenin
komiserhâneye karşı bir isyan, daha doğrusu îlân-ı harp demek
olduğunu bilmiyorsunuz. Biliyor musunuz ki bunun
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
80
söndürülmesi için İstanbul kıyâmetler koparacak. Beni baş
ağrılarına dûçar edecektir.
- Fakat paşa, bu gazete İstanbul’un zannettiği gibi bir şey
olmayacak.
- Ne olursa olsun, bâhusus bunun senin tarafından
yazılması evvelce hakkınızdaki hüsn-ü şehâdetim ile taban
tabana zıttır. Gazetecilik nene gerek, memuriyet istesen a!
- Mürâcaat ettim vermediler.
- “Öyle ise sabret, bununla berâber eğer paran yok ise
vereyim” deyip cebinden iki adet yüzer franklık banknotu
ortadaki küçük masa üzerine fırlattı.
Bu teklif beynimde dom dom kurşunu kadar acı bir tesir
hâsıl etti. Bu ne demek beni bu hâle koyarak, biri dünyasını
görmeden, biri de dört yaşında olarak zulmüne kurban eden iki
evlâdımın kâtili olan, benim bugünki sefâletimin müsebbibi
olan bir hükümetin sadakasını almak... Bu cinâyettir, diye daha
karar verirken gözümün önünde Firuze’min yatağı, o yatak
içindeki tombul tombul yavrunun iskelete dönen hâli, Âfet
Hanım’ın gözyaşları, iki günden beri yalnız kuru ekmek ile
iktifâ etmemiz, gazsız kaldığımız geceler, tecessüm etti.
Kulağımda doktorun “hastalık tehlikelidir, ciddî tedâvi lâzım”
sözleri inledi. Lâkin o anda fikrim yine tebdile uğradı. Çünkü
bu parayı almak için bir hizmet görmedim. Hakkım olan bir
parayı almak, ya sadaka yâhut hakk-ı sükût olarak telakkî
eylemektir. Nâmuslu, ciddî, tahsil ve terbiye görmüş bir
adamın bunu irtikab itmesi maddî değilse mânevî bir sirkat
demektir. Binâenaleyh ciddiyetimi fedâ etmekten ise Cenâb-ı
Hakk’a tevekkül her halde müreccahtır, sûretinde yürüttüğüm
mütâlaa üzerine paşaya cevap verdim.
- Bu parayı almak için kendimde hak görmüyorum. Gerçi
zengin değilim fakat sadakaya da tenezzül etmem.
Atıf Akgün
81
- Hayır oğlum bu sadaka değil, görmediniz ise ileride
göreceğiniz hizmete mukâbil olarak veriyorum.
- Paşam, ben buraya bir hizmet göremem, görebilsem
bile hak kazanmadan para alamam. Bana bir lütuf daha etmek
isterseniz hâriciye ministerliğine söyleyiniz ki Hükümet-i
Osmaniye benim memur olmaklığıma îtiraz etmeyecektir,
gazete meselesine gelince, mâdemki sizin rahatınızı selbeder-
miş ondan da sarf-ı nazar ediyorum.
Bu sözleri söyledikten sonra vedâ edip çıktım. İlk işim
akşam gelen doktora Fransızca olarak bir mektup yazmak oldu.
Bu mektupta tabibe hâlimi anlattım. Firuze’nin emr-i
tedâvisinde göstereceği insâniyeti vakt-i merhûnunda tediye
edeceğimi söyledim.
Doktor hakîkaten ibraz-ı insâniyet etti. Yalnız vizite değil
ilâç ücretlerini bile veresiye temin eyledi. Üç gün sonra tabip
tarafından evine davet edildim. Felsefe-âver uzun bir mukad-
dimeden sonra hastalık Firuze’nin beynini tamamen sardığını
daha beş günden fazla yaşamayacağını fakat benden her halde
metânet beklediğini bununla berâber kendisi yine her gün
devam edeceğini ancak çocuk başındaki ağrıdan muzdarip
olmamak için kendisine yalnız uyku ilâcı vereceğini söyledi.
Ben baba olmak îtibâriyle hep doktorun aldandığına
hükmediyor Firuze’den kat'-i ümid eylemiyordum. Artık
ekmeği bile şimdiye kadar alışveriş ettiğimiz bakkaldan
veresiye alıyoruz.
Zaten yemek içmek de hatıra geldiği yok ya... Gece
gündüz hastanın başı ucunda oturuyor, fazla bir nefes, fazla bir
dem için Cenâb-ı Hakk’a dua ediyoruz.
Doktor devamda kusur göstermiyor. Tâyin ettiği beşinci
akşam geldi. Hastaya akşamdan bir iki yudum süt verebildik.
Onu müteâkip söylenip sayıklamaya, annesini tanımamağa,
beni yabancı gibi telakkî etmeğe başladı. Âfet Hanım’ın
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
82
meyusiyeti fevkalâde idi. Onun da hastalanmasından
korkuyordum. Bin ricâ ile İsmail Efendi’nin familyasının
odasına gönderebildim. Artık nöbeti İsmail Efendi’yle ikimiz
deruhte ettik. Yarı geceden sonra bîçâre hastanın ayakları
soğumuş, kendinden geçmişti. Fakat gözleri hep beni tâkip
ediyordu. Bir müddet kucağıma aldım. Ben onun gözlerine o
benim başlarıma bakmak sûretiyle son nefese kadar bu vechile
hasbıhal ettik, ki dünyada en ziyâde muzdarip olduğum
dakikalar iki saat kadar devam eden bu âvân-ı müthişedir. Zîra
zannediyordum ki o bakışlar hep beni itham, hep tedâvisi için
daha büyük fedâkârlık göstermediğimden dolayı şikâyet
ediyordu ah o bakışlar.
-Felâket Günlerim-
Gece yarısında Firuze ile aramızda hiçbir münâsebet
kalmamış idi. Dördüncü yaşını ikmal etmek nasip olmadan
onunla irtibat-ı maddiyemiz kesilmişti. Bir cisim, bir maddeden
başka bir şey olmadığı halde, o körpe vücut kollarım arasında
dakika bed dakika soğuyor, ben bunu pek güzel hissediyorum
da bu hallere inanmak bile istemiyordum, hatta bir müddet
gözümü kapıyorum, hemen açınca bunların hep rüyâdan ibâret
olduğunu görmek arzu ediyorum, fakat heyhât!
Bu minval üzere yarım saat geçmiş, cenâze artık
katılaşmağa yüz tutmuş, ben şaşkınlık sâikasıyla uzatmak, çeki
bağlamak gibi şerâit-i diniyeyi bile unutmuşum. Firuze’ye
sarılmış, onu benden cebren alacaklarından korkuyormuş gibi
olanca kuvvetle kucaklaşmışım, beni dua ile meşgul zanneden
ve olan bitenden katiyyen haberdar olmayan İsmail Efendi
yanıma gelmiş, hastanın artık ölüp gittiğini fark edince beni de
uyandırmış ve metânet tavsiye eylemişti.
Bir müddet düşünceden sonra kendime geldim, dört
yaşında bir melek için bu kadar zâfiyet gösterirsem gelinlik kız
Atıf Akgün
83
kaybeden analar, muhârebede oğullarını şehit veren babalar ne
desin? Diye kendi kendimi cüretlendirdim. Lâkin bu cesâret
pek muvakkat oldu. Çünkü beni meyus eden mesele parasızlık
yüzünden emr-i tedâvide sebat edememezliğimdir. Gerçi büyük
fedâkârlık ihtiyar etmiştim ancak kalbim yine müsterih değildi
gönlüm yine mutmain değildi. Bunlar şefkatli bir pederin
mahzun kalbini tesellîye kâfi olamazdı.
Ben yine dalmış olduğum bir müddette İsmail Efendi
çocuğu alıp yatağına koymuş, uzatmış soyulması için
vâlidesine ne sûretle haber verileceğini sormak lüzumu üzerine
beni tekrar îkaz eylemişti.
- Vâlidesine mi, ha evet, işte ikinci bir safha daha! Ne
çâre artık olan oldu. Her halde annesi bilmelidir, dedim.
Artık kendimi topladım. Daha doğrusu ben kendimde bir
metânet buldum çünkü benden daha zayıf kalpli birine, bir
anaya, bir mâder-i müşfikaya metânet vermek vazifesiyle
mükellef bulunuyordum. Evet, artık mevkimi, vaziyetimi
değiştirmiş, tesellî için münâsip sözler aramak meşguliyetine
düşmüştüm. İsmail Efendi’nin refikası odaya girdi. Olup
bitenden haberi olmadığından Âfet Hanım’ın ağlaya ağlaya
daldığını iki saatten beri uykuda olduğunu söyledi.
- Tamam fenâ değil iki gecedir o da uykusuzdur, ko biraz
uyusun da bu müthiş darbeye, bu ateşli kahra göğüs gerecek
kuvvet toplasın.
Deyince gelin hanım her şeyi anlamış, Firuze’nin örtülü
yüzünü açıp “Mevlâ rahmet etsin” sözünü ikmal etmeden
ağlamağa başlamıştı. Ben mevkimin ehemmiyetini takdir ve
artık kadınları susturmak tedbirleri düşünmek lüzumunu
hissediyordum da metin davranmaya çalışıyordum.
Yarım saat sükûtla geçti. Aşağıdaki odada öksürüğe
benzer bir şeyler işitildi. Ben fırlayıp gittim, Âfet Hanım
gördüğü müthiş bir rüyâ ile uyanmış şaşkın şaşkın bakınıyordu.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
84
Biraz yüzünü yıkadım. Kendine geldikten sonra artık analık
metânetini takınmasını, hükümet-i müstebideye ikinci
kurbanını veren şerefli bir vâlide olduğunu, millet uğrunda
evlât kaybeden vâlidelerin ağlaması, meyus olması muvâfık
olmayacağı gibi, zâten ana ve babasına şefaatçi giden bir melek
için ağlamak Cenâb-ı Hakk indinde de makbul olmadığını
söyledim. Zavallı kadın, metânetini muhâfaza etti.
Telâş etmeden “demek her şey olup bitti, öyle ise ne için
beni vaktiyle uyandırmadın? diye serzenişte bulundu.
- Uyandırmadım zîra senin uykuya ihtiyacın vardı bir de
ben onun kendi kucağımda teslim-i ruh etmesini isterdim. Sen
olsaydın beni bu babalık vazifesinden edecektin.
- Firuze hiç beni aramadı mı?
- Zavallının dili daha akşamdan tutulmuştu. Bilirsin ki
meyli senden ziyâde bana idi. Kucağıma aldığım zaman
hâlinde bir hilmiyyet, bir teslimiyyet gördüm ki bundan
memnun olduğunu hissettim. Sen olaydın ağlayacak, beni de
ağlatacak çocuğu da muzdarip edecek idin. Sen de ızdırap
çekecek daha ziyâde rahatsız olacak idin.
- Ne ise Cenâb-ı Hakk’ın cilvesine karşı diyecek bir şey
kalmıyor...Acaba biz Firuze’yi kurtarmak için irâde-i
kâfiyemizi sarf ettik mi?
- Ricâ ederim artık ondan bahsetme, zâten yara içinde
olan kalbimi hançerleme, geçmişi bırak, şimdi yavrumuzu yeni
evine götürmek için ne yapacağız, nereden para bulacağız?
- İsmail Efendi’de yok mudur?
- Olmadığını muhakkak bilirim, çünkü o da dün bir
Bulgardan almıştı.
- O halde?
- Satacak, terhin edecek bir şeyimiz de kalmadı...?!
- Vakıf idâresine, müftülüğe mâlûmat verelim gurebâ
hesabından kaldırılsın.
Atıf Akgün
85
- Hanım sen buradaki, hocalar, imamlar, bilmem nelerin
Jönlere selâm bile vermediğini, bilmiyor musun? Sana selâm
vermeyen, senden nefret eden bir adamdan muâvenet
beklemek...!
- Belediye kaldırsın
- Fakat onun için de müftüden, imamdan fukarâ
şehâdetnâmesi lâzım bunların ikisi de hep bir yola çıkar...
- Öyle ise ?
Âfet Hanımı fevkalâde meyus, ağlamaya müheyyâ
görünce hemen fırladım:
- Sabaha kadar Allah kerim. Elbet bir çâre buluruz. Haydi
sen yukarı çık İsmail Efendi insin, bir şehit vâlidesi gibi metin,
hürriyet uğrunda kurban vermiş bir ana, bir mücâhit zevcesi
kadar metin olarak vazife-i diniyyeni îfâ et, ağlamak çığlamak
beyhûde olduğunu unutma, diyerek onu yukarı çıkardım. Biz
de İsmail Efendi ile aşağı odada kaldık.
Artık sabah oluyor, şafak söküyordu. Cenâze için İsmail
Efendi gidip câmiden bir tabut ve teneşir alacak, kadın yıkayıcı
hocayı çağıracak, Sofya’daki beş altı Müslümana cenâze
alayında bulunmayı teklif edecekti. Kabircilere de haber
verecekti.
Saat dokuzda İsmail Efendi çıkarken:
- Kefen filan alalım mı? sualini îrad etti. Artık dünya
başıma zindan oldu. Birkaç dakika sükût edip düşündüm.
Çehren de bittabi meyus oldum. Cevap vermek için kekele-
diğimi görünce mumâileyhi “haydi ben onun çâresini bulurum”
sözünü ilâve etti ve kapıyı çekip gitti.
Kendi kendime kaldım düşünmeye daldım. Kefen, kabir
kazıcılar, yıkayıcı filan hep para ister, belki de bilmediğimiz
daha bir masârif çıkar... Zihnimde tekrar eden bu düşüncelere
henüz bir karar verememiş, bu dehşetli masârife bir karşılık
bulamamış, nâçâr bir mevkide, meyus bir halde kalmıştım.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
86
İsmail Efendi çıkageldi. Fakat onun da yüzünde bir hiddet, bir
elem alâmeti okunuyordu.
- Birâder meyus olma fakat taahhüd ettiğim işlerin
hiçbirini görmedim. Sizinle müzâkereye geldim. Evvelâ tabut
ve teneşir vermek ve İmam Efendi telkine gelmek için Müftü
Efendi’den müsâade lâzım imiş. Hoca kadın da aynı cevapta
bulundu.
- Bu neden? Yoksa âdet böyle midir?
- Hayır efendim, âdet böyle değil fakat Jön olmamak
şartıyla.
- O halde Müftü Efendi’ye gideydiniz. Kendisi ile
görüştüğüm var, iyi bir adama benziyor emredeceğine şüphem
yok.
- Bakalım gitmedim mi ya? Bununla berâber ben müftü
de bizi komiser paşaya göndereceğini zannediyordum, o ise
bîtaraf kalmış olmak için: “Ne yapalım bir imamı zorla
göndermek kâbil olamaz, biri gitmiyorsa diğerine mürâcaat
edin” dedi ben de bu kaçamaklı yolları dolaşarak beyhûde vakit
kaybetmekten ise şöyle bir şey düşündüm:
- Şurdan iki gaz sandığı üzerine iki tahta koyalım teneşir
yapalım. Bulgar çocuklarına mahsus tabutlardan bir tane
alalım, Çingene kadınlarına mahsus yıkayıcıyı çağıralım
Çingene imamı Osman Efendi’ye de telkini verdirelim.
Cenâzeyi araba ile götürelim.
Bu haber bomba gibi başımın içinde patladı. Bu hâle
nazaran masârif yükseliyor. Bir de refikaca teşdîd-i yeis mûcib
olacak...! Tamam bu dakikada idi ki kapı vuruldu. Bizzat
çıktım! Önümde plankada bazı arâzi davaları olan Hacı
Petrof’u gördüm bu adam tercüme edilmek üzere üç parça
evrak getirmiş iki güne kadar gelip alacağını söyledi. Ben de
telâşla “pek âlâ” demekle iktifâ ettim ve içeri çekildiğim anda
idi ki herifin “evrak içindekilere dikkat edin?” yollu ihtarı
Atıf Akgün
87
üzerine derhal evrakı açtım. Bu hareketimi gözden uzak
tutmayan İsmail Efendi birden bire çehremin başkalaştığını
görünce telâşla sordu.
- Hayrola Monşer!
- Ne olacak, üç îlâm tercümesi bedeli kırkardan yüz yirmi
frank peşin!
- Tamam. Kul sıkılmadan Hızır yetişmez. Öyle ise
şunlardan birazını bana ver, sen biraz sabret.
İsmail Efendi bu paradan âdeta çocuk gibi sevinmiş, kuş
gibi uçuyordu. Ben bu parayı Firuze’nin yüzü suyu hürmetine
gelmiş bir atıyye-i Rabbânî olarak telakkî ettiğim için kâmilen
onun uğruna onun ruhu için sadakaya sarf etmeye karar verip
düşünürken kapı tekrar vuruldu. Komşu çocuğun kapıyı
açmasına meydan kalmadan içeri derecesi berâberinde bir
asker girdi yanıma gelip askerce bir vaziyet aldı:
- Gospodin Halil Zeki?
- Benim, diye cevap verdim.
- Burada Harbiye Nezâreti’nden nâmınıza gönderilen bir
tahrirat var lütfen kabul eder misiniz?
- Pek âlâ, dedim imzâ ederek tahriratı aldım. Bu mektubu
hem açıyor hem de biri olmazsa öteki hazırdır diyordum.
Çünkü on beş gün evvel Harbiye Dârülfünûnu’nda açık olan
Lisan-ı Osmanî muallimliği müsâbakasına dâhil olmuştum.
Dârülfünûndaki aynı muallimlik için de namzetliğimi kabul
ettirmiştim. Hemen mektubun son satırlarına bakınca mesele
anlaşıldı. 240 frank (1200) kuruş maaşla haftada dokuz saat
olarak müntehî kurslar dersler uhdeme tevdî kılınmıştı. Bu
haberleri Âfet Hanım’a söylediğim zaman metânetini muhâfaza
edemeyerek ağlamaya başlamış ve “Cenâb-ı Hakk’ın bu
cilvesine nasıl akıl erdirilir” cümlesiyle mukâbelede
bulunmuştu.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
88
İsmail Efendi sonuncu planını tatbik etmiş cenâze
hazırlanmış kapıya bir fayton gelmiş, hoca ve İsmail Efendi
arkaya oturarak tabutu dizleri üzerine almış ben de karşılarında
büzülüp kalmıştım. Kabristandan avdette ilk işimiz evi
değiştirmek refikanın gönlünü eğlendirecek çâreler aramak
olmuştu. İşte felâket günlerim de burada nihâyet bulmuştu.
Son
Atıf Akgün
89
4. 2. Türk Gönlü (Bilinmeyen Büyüklük)
Dukâkinlerden Basri
İlk Parlamentoda Debre Mebusu
TÜRK GÖNLÜ
(Bilinmeyen Büyüklük)
Üç aktlık milletçi ve duygucu piyes
(İstanbul - Tebriz - Semerkant)
Üçüncü tab' (İlk tab'ı: Sofya’da Bilgi Evi)
İstanbul – İkdam Matbaası
1923 (1341 Hicrî)
25 Kuruş
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
90
Dukâkinlerden Basri
TÜRK GÖNLÜ
(Bilinmeyen Büyüklük)
Üç aktlık milletçi ve duygucu piyes
***
Üçüncü Tab'
Piyesi sahneye koydurmak, yine bastırmak ve başka dillere
geçirmek hakları yalnız yazarındır.
***
İstanbul – İkdam Matbaası
1923 (Hicrî 1341)
Atıf Akgün
91
Türk yetimlerinin menfaatine olarak elden erbâbına tevzî
edilmek üzere birden yüze kadar numaralı, imzalı, fevkalâde
nüshalar en nefis kağıda basılmıştır; kabları da Türk
kitapçılığında henüz eşi görülmeyen bir nefâsettedir.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
92
Bulgaristan’da doğan müellif
“Deliorman Türkleri kıyâfetinde”
Atıf Akgün
93
Sadedden Evvel
İmlâ ve şîvemize dâir ictihad ve mütâlaalarımızın pek
esaslı ve asrî sebepler ile Garp ve Şark gazetelerinin piyesimiz
hakkındaki tenkitlerini ve bu bâbda – vesikalara bağlı – daha
birçok izahlarımızı kitabımızın sonuna ilâve ediyoruz. Burada
ihtar kabilinden kısaca arz eylemek isteriz ki bir ideal, bir fikir
için yazılan her kitapta yayıncılık nâmına ilk bakışta kusur
addedilen, fakat hakikatte mânevî fedâkârlıklardan başka bir
şey olmayan yenilikler vardır. Bu eserimizin Sofya’da vuku' bulan ilk tab'ı üzerine İleri gazetesi büyük bir makâle neşr ve
bunda büyük bir isâbetle maksadımıza nüfuz etmiş ve demişti:
“Milliyetçi Bir Eser
İlk meclis-i mebûsanda Debre mebusu, Dukâkinoğulla-
rından Basri Bey’in Bulgaristan’da tab' ettirmiş olduğu tiyatro-
sunu okuduk.
Çok zamandan beri, şehrimizde, memleketimizde temâ-
dîsini özlediğimiz bir gâyeye doğru atılmış cesâretli bir adım.
Türk milletinin hâlihazırda, içinde pûyân olduğu bütün ictimâî
hâdiseleri tahlil eden ve neticelendiren mükemmel bir hitâbe.
Mevzûsu, Semerkant’ta, anasıl Yunan Yahudisi bir Bol-
şevik komiserinin zulüm ve taaddîsinden kaçan genç bir Türk
kızının İstanbul’da yeni hayata nasıl karıştığını gösteriyor.
Şahsiyetler, yirmi-yirmi beş sene sonraki tipleri canlan-
dırıyor.
Lisan, fazla sâdeleşirken, biraz da garâbete doğru yürümüş.
Bir ideal, bir fikir için yazılan her kitapta bu kadar ufak,
tefek, kusur demeyelim, fedâkârlıklar mâzur görülebilir. Bazı
yerlerinde hâriçten kuşbakışı görülerek vaziyetimizi çok veciz
hulâsa eden bir hayli cümle var.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
94
İzmir ve Trakya’nın halâskârı, şimdiki kumandanlarımız
için pek muvâfık birer hitâbe numûnesi! Birkaç tanesini
nakledeceğiz: ... (1)
Diğerlerini de ayrı ayrı zikretmenin ihtimali yok...(2) Her
halde kârîlerimiz bu kitabı bulup buluşturup okumak fırsatını
kaçırmazsalar, çok iyi ederler...”
***
Piyesler iki türlüdür; bir takımı yalnız oynanmak, öbür
takımı da hem oynanmak hem de roman gibi okunmak içindir.
Piyesimiz işte bu ikinci takımdandır. Çünkü dileğimiz
doğrudan doğruya Türk kümesinin söylediği açık dille kendi
büyüklüğünü en uzak bucaklarına kadar anlatmak ve ayak-
larındaki zincirleri kırmaktır. İki mektubun biraz uzun olması
bunun içindir. Zâten bunları yüzünden okuyacaklarından
temâşâ sanatçılarımız külfetli bir rol yüklenmiş olmuyorlar.
Sonra, böyle ciddî edebiyat sahasına artık Türk
kadınlığının çıkmasını istediğimizden bu ilk milletçi piyeste
kadın sayısının artırılmasıyla iş sarpa sardırılmamak üzere
Yıldız Hanım’dan başkasına rol verilmedi.
Yaşasın gerçek ve gerçek Türk dili!
Yaşasın bu bilin sonsuz sultanı olan Türk anası!
Müellif
(1) Makâlenin bu kısmı zâten eserimizden alındı-
ğından burada tekrar edilmedi.
(2) O zamanki sansür buna mâniydi.
Atıf Akgün
95
(Rollerin tevzi'i) :
Birinci Akt
Semerkant’ta Ak Tomruklar Konağının Selâmlığında
Kişiler:
1. Mansur Efendi; Çarlık zamanında Rus ordusunda
hizmette iken Bolşevizm üzerine Kafkasya’da yerleşen ve daha
sonra Türkistan’da Aktomruklar âilesine -Fransızca Hocası
sıfatıyla- dost olan, kendisini komiser Arzlanakis’e Azerbaycan
Türkü gibi gösteren Fransız zâbiti Mösyö Jon Ponyon. (Jean
Pognon)
2. Ertuğrul Bey; Semerkant’ta Aktomruklar ocağının
başı,Yıldız Hanım’ın babası.
3. Arzalanakis; aslı Yunan Yahudisi; Kral Kastin’in
ordusunda baytar iken Alman garnizonlarına gönderilen Yunan
fırkasında bulunuyor. Sonra, Orta Asya Türklerini Çarlığa karşı
ayaklandırmak üzere Berlin’de vazîfe alıyor. İşler değişince
Türkistan’da Bolşevik komiseri oluyor.
4. Pomakoğlu; Ali Efendi adıyla Türk ordusunda zâbit
iken Rusya’ya esir düşüyor, orada Bolşevizm çıkınca kendisini
nefer olarak gösteriyor.
5. Turgut; Aktomrukların on yaşında en küçük çocuğu.
6. Boşnak Halil; Türkiye’de jandarma çavuşu iken
Rusya’ya esir düşüyor; sonra Bolşevik geçinerek Türkistan’da
aynı hizmete giriyor.
7. Durmuş; aşçıbaşı.
***
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
96
İkinci Akt
Tebriz Yanında, Yeşil Tepe Çifliğinde, Oğuz Bey’in Evinde
Kişiler:
1. Yıldız Hanım; küçük Turgut’un ablası.
2. Oğuz Bey; Yıldız Hanım’ın amcası.
3. Turgut.
4. Binnaz; hizmetçi kız.
5. Kaplan; çoban başı, Binnaz’ın ağası.
6. Mösyö Jan Ponyon
***
Üçüncü Akt
İstanbul’da, Beylerbeyi’nde, Aktomruklar Yalısında
Kişiler:
1. Yıldız Hanım.
2. Oğuz Bey.
3. Kuzgun Bey; Yıldız’ın ağabeyi, Bilgiçler Yurdu’ndan.
4. Saltık Tekin; Yıldız’ın nişanlısı; Varlık Yurdu
(Dârülfünûn) büyüklerinden.
5. Varlık Yurdu ve Yüksek Bilgi Evleri (1) gençleri ile
başkaca bir çok kimseler.
6. Mösyö Jan Ponyon.
7. Senyor Kokorelli; İtalyan Hekim.
(1) İlk Bilgi Evi (İptidâî Mektep); Orta Bilgi Evi (Tâli
Mektep); Yüksek Bilgi Evi (Âlî Mektep).
***
Atıf Akgün
97
(Perde açılmadan önce muzıka Osman Paşa marşını
çalacaktır)
Birinci Akt
Aktomruklar konağının selâmlığında. Alaturka döşenmiş
misâfir salonunda. Komiser Arzlanakis için husûsî yatak ve
yemek odaları olmak üzere Bolşevizm idâresinin zabtettiği
bütün selâmlıkta yalnız bu salon yarı yarıya serbest bırakılmış.
(Sahne önünde, aşağıda çalgı)
Mansur Efendi
(Sahnede, yalnızca, elindeki mandolinle “Karmen”
operasını çalmaktadır. Aşağıdaki çalgı takımı ona refâkat eder.
Beş dakika sonra Ertuğrul Bey girer)
Ertuğrul Bey (Gülerek)
Sizi yabancılara Azebaycan Türkü gibi tanıtmağa o kadar
alışmışım ki az kaldı baş başa bulunduğumuzu unutarak
“Günaydın Mansur Efendi!” diyecektim. Haydi, ağız dolusu
“bonjor Mösyö Jan Ponyon” diye bağırayım da muhterem
elinizi, demir kafesler içindeki milletlere kurtuluş kanadı olan
Fransız diliyle sıkayım.
Buraya girdiğim sırada, yanılmıyorsam, çaldığınız parça
Karmen’dendi.
Mansur Efendi
Evet, Monşer Bey! Yıldız Hanım bunun bestesini
öğrenirken sözlerinden de Fransız Edebiyatı hesâbına
faydalanmak değilse alay etmek fikrinde!...
Ertuğrul Bey İkili birli heves!
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
98
Mansur Efendi
Tuhaftır! Eski Rus pâyitahtında iken dikkat ederdim;
politika meraklıları, misal, Fransızcada ilerlemek için kırâat
kitabı yerine (Maten) gazetesini tercüme ederlerdi. Güya hem
dil dersi, hem havâdis!
Ertuğrul Bey
“İki karpuz bir koltuğa sığmaz” tâbiri Türkçemizde
atalar sözüdür.
Mansur Efendi
Asya böyle ama, Avrupa’da sıra olur ki, bir koltuğa üç
karpuz da sığar, dört de. Sa Depan (Ça depend). Opera
bestecileri bu ölmez eserler ile sanat nâmına hârikalar
gösterdiler; bu hârikalardır ki her zaman, her yerde aynı sûretle
bütün insanlığın ruhunu yüksek duygularla titretiyor; hâlbuki
yine bu operaların sözleri, ah bilseniz, dilden dile geçirile
geçirile ne gülünç şekiller alır!
Fransızcayı Parisli bir matmazel kadar güzel öğrenen
sevimli kızınız bu şiir bozuntularıyla, hiç şüphesiz, başkaca
eğlenmek istiyor!
Ertuğrul Bey
Baytar bozması kızıl komiser şimdi hükümet konağından
döner. Çek, çek, koparma derler, fakat biz kopardık. Artık
onunla yüz yüze gelemem. Ben çekileyim.
Mansur Efendi
Ders vaktine değin burada kalmak isterdim. Maksadım
Yahudinin neler düşündüğünü anlamaktır. Siz içeri buyurun.
(Küçük Turgut girer)
Ertuğrul Bey İşte yeni Türkçü yavrumuz! Elindeki defterlerde kim bilir
neler var!...
Atıf Akgün
99
(Kalkar)
Turgut
Babacığım biraz daha dur. Ablam Türk öksüzleri
dilinden yanık bir şiir yaptı. O kadar firaklı ki ben de öksüz
kalmışım gibi bu ateşli sahifeyi ağlaya ağlaya ezberledim. İşte
okuyorum:
Akmış iki damla yaş o güzelim yanaklara
Bir söz sığınmış o gönül avlayan dudaklara.
(Turgut’un sesi kesilir)
Ertuğrul Bey
İki gözüm Turgut! Neye ağlıyorsun?
Turgut
Bu gece düşümde senden de, annemden de ayrıldığımı
gördüm. Ablamın bu acıklı şiirini ezberlerken kendimi de
bütün Türk öksüzleri arasında görmeye başladım.
Mansur Efendi
Yıldız Hanım’ın yüksek bir Türk şiircisi olduğunu her
vakit söylüyordum; bu eserinin “Şeduver (Che Duveir)”e
benzediğini görüyorum. Pek meraklandım; âlet parçalarının
diksiyonunu yine ben yapayım.
(Kağıdı Turgut’un elinden alır, inşâda başlar)
Öksüzlerin varlıkları yanık yanık inliyor
Kim dinliyorsa; hele, benzedir o yapraklara
Ki çağı ermeden solar da, dökülmeye başlar
Bir güç bulunmaz onu bağlayacak budaklara.
Sordum: A körpecikler niçin katlanıyorsunuz
Böyle ağlamaklara?
Bir kayanın üzerinde kimi bekliyorsunuz,
Bakıp da uzaklara?
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
100
“O çok beniz, yapyalnız ağlayıp, ıraklara
Bakmamız ondan ki daha şimdicik bu taşların
Altı anneyi aldı, bu yaşların ırmaklara
Benzeyerek akması da o yüzdendir işte gör:
Biz karalar giyindik de o büründü aklara!”
Gittiyse anneciğiniz aradan
Yarlığasın sizi şimdi yaradan.
Dedimse de bu sözlerim avutmadı; dediler:
“Ayrılmayız buradan!
Tanrımıza haykıralım annemizi göstersin
Acımaz mı sütsüz kalan bu diri ufaklara?
Yazık değil mi, öksüzler düşsünler tuzaklara
Yalvararak kuru bir ekmek için konaklara?”
Bin çırpınış, bin ölümle ayrıldılar oradan.
Durdukları kayadan,
Bir sevgili anadan.
Bağrım tutuştu, döndü artık yanar ocaklara...
Mansur Efendi (Heyecanla oturarak)
Bravo! Türk öksüzlerinden ziyâde öksüz Türklük işte
böyle ayaklanabilir, yürür ve bize yetişir. Îman ediyorum ki
Yıldız Hanım bu öksüz Türklüğün en canlı anası olacak. Sonra
tekrar îman ediyorum ki eski Osmanlılık eski Fransa’ya ne
kadar kıymetli bir dost idiyse yeni Türklük de yeni Fransa’ya o
derece kuvvetli bir yardımcı olacak. İşte bu bilgili hazırlıktır ki
inleyen insanlığın da birçok yaralarını saracak...
Atıf Akgün
101
Ertuğrul Bey (Yaşlı gözlerini silerek)
Gel Turgutcuğum! İçeride görüşmek üzere Mösyö Jan!
Yahudi geliyor.
(Baba ile oğul çıkarlar. Az sonra Pomakoğlu gelir.)
Pomakoğlu
Azizim Mansur Efendi, fedâkâr Fransız! Arzlanakis
geliyor. Onun yanında bahsi çok uzatmayınız. İşi bana
bırakınız. Onun kastının ipuçlarını yakaladım. Sonra anlatırım.
(Arzlanakis girer)
Pomakoğlu
Bu küçük mandolin Mansur Efendi’nin elinde koca bir
piyano oluyor.
Arzlanakis
Çalgı, resim, çalgıcı, resimci, nefis sanat, nefis sanatçı,
bütün bunlar kuru, kara sözler!
Yeni yarattığımız kızıl cihanda artık böyle lüzumsuz
şeylere yer yok.
(Mansur Efendi’ye hitap ile)
Ne dersiniz profesör? Fransız kafalı Bakü Türkü!
Mansur Efendi
Yaşadığımız insanlık asrında insanlar insanlara “sen”
diye hitap etmezler. Böyle hitapta bulunanlara Fransızlar
“sizinle birlikte domuz çobanlığı etmedim” derler.
Fransızcasını da söyleyeyim:
Je na’i pas gardé les cochons avec vous.
Arzlanakis
Vay zibidi Tatar vay! Fransızca hocalığı ede ede
Fransızların fazla duyguculuklarını, millî ve husûsî
“onur”larını da kendisine mâl etmiş.
(Ettiği bu alayı ziyâdeleştirici bir hitap ile)
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
102
Mösyö Mansur Azerbaycanof! Aklını başına topla. Artık
ne mandolin tıngırtısı karın doyuracak, ne de Fransızca
hocalığı! Yaşamak için bir çâren var:
Kızıl ordumuza gönüllü girmek!
Mansur Efendi
(Kendi kendisine)
Juif et Grec; un type chimiqnementsale!...
Arzlanakis
(Pomakoğluna hitap ile)
Ne diyor, ne diyor?
Pomakoğlu
Canım, Fransızcadan Rumcaya diksiyoneriniz varsa ne
dediğini öğrenirsiniz, bana da söylersiniz!
(Mansur Efendi hiddetle kalkar ve çıkar)
Arzlanakis Ulan Pomakof insanı hem kızdırırsın, hem güldürürsün.
Pomakoğlu
Bir emriniz varsa kışlaya gideyim.
Arzlanakis
(İskemlede)
Hayır! Otur da diğer iş için biraz hasbihâlde bulunalım.
(Bir iki dakika sükûta dalar)
Bir buçuk yıl Başkurt illerinde çadırdan çadıra göçtüm;
Türk misâfirciliğinin altın tepsili göğsünde geniş, geniş
beslendim. O ocaklarda her umduğumu buldum. Yalnız günden
güne kızıllığı artarak yüzümü, gözümü kavurmağa başlayan iri
burnuma mendillik edebilecek bir kız tenine bir türlü
yaklaşamadım; ah evet, Türk güzellerinden bir tâneciğinin
olsun gönlünü kapamadım!...
Atıf Akgün
103
Pomakoğlu
(Ayakta)
Dünyada her emelin bir haddi vardır. Çarlık zamanında
Orta Asya Türklüğünden gördüğünüz insanlık bize onların
kızlarına yan gözle bile bakmamayı telkin edecek kadar büyük
olduğundan şu son sözlerinizi çöp sepetine değilse bile her
halde şaka zenbiline atacağım!
Arzlanakis
Şaka, maka yok! O zaman beni avucunda ezen Rus eli
demirdendi. Şimdi Komünizm saltanatı sâyesinde câsusluktan
komiserliğe geçtim. Türkistan’ın en büyük konaklarından
birinde yer tutarak bütün Asya’ya karşı baş kaldırdım; yerlerde
yılanlar gibi sürünürken göklere doğru minâreler kadar
sivrildim. Moskova’dan aldığım Bolşevik âsâsıyla yeni devrin
Mûsâ’sı kesildim. Kırıp dökücü, yakıp yıkıcı adımlarımla
yürüyorum, hiç durmadan ilerliyorum! Yalnız Türk kızının o
esrarlı ferâcesini yırtamayayım... Yooo, buna dayanamam.
Pomakoğlu
Arzu, irâde insanlara bir çok kapalı hazinelerin anahtar-
larını buldurur; fakat millî ve dinî derinliklerinde bilinmeyen
büyüklükler saklayan Türk gönlünden nâmus çiçeği koparmak
bence muhaldir.
Arzlanakis
Türk gönlü ne derin, ne alınmaz şeymiş! Bu uğurda
tükettiğim emeklerle bu güne değin dileseydim yeni Bolşevizm
ülkesinin taçsız, fakat taçlara taş kırdıracak bir başı olurum.
Kayserliği Viyana’da yuvarlanan İsrail gazeteciliğinin
tahtını belki Londra’da kurabilirdim.
Yeni Dünya ...
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
104
Pomakoğlu
(Arzlanakis’in sözünü keserek)
Yeni dünya dediğiniz Vilson’un uzun çehreli resmi
gözümün önüne geldi. Affediniz sözünüzü kestim.
Arzlanakis
Vilson’u ağzımdan çaldın! Ateşiyle tutuştuğum derdimi
dinle. İçimi dökmezsem çatlayacağım. Ne diyordum? Evet o
emeklerimle bak daha neler yapabilirdim:
Yeni dünyayı eski Avrupa kavgasına sürüklediği için
haktan ziyâde halkın gazabı altında nihâyet o mûcizesiz
peygamberliğinden düşmeye mahkûm kalan zavallı Vilson’un
yerini kapmağa kadar bile varırdım.
Hele yalancı palikarya Selânik’ine başka bir ruh üflemek
üzere Balkanların en büyük hahambaşısı olarak Yunanlı
denilen deniz kıyısı çekirgelerine karşı yeni bir Minerva
kesilirdim.
Pomakoğlu Söz siyasete göçünce her şey gibi aşk ve alâka dâvâsı da
değişir! Âdeta sayıklamaya başladınız.
Arzlanakis
(Ayağa kalkarak)
Evet, of neler sayıklıyorum!... Artık yeter, kanına
sığmayan soyum kanlı bir dere olacak; bu dereye ateşli bir
yatak gerek! Artık akıntıya karşı gelecek her şeyi kavurup kül
edeceğim. Evet, bu zengin Türk yurdu benim kurduğum,
umduğum büyük bankerliğin sermâyesi olacak; adı kadar
parlak olan Yıldız Hanım, evet, Aktomruk ocağının bu on
dokuz yaşındaki nazlısı bu hafta karım olacak; bu güzel Turan
prensesi bozulmaz, sarsılmaz emelime ister istemez râm
olacak, olacak...
Atıf Akgün
105
Pomakoğlu
Özlediğim, gözlediğim o uzak pomak Balkanlarındaki
kulübelerimizde olmayacak şeylerin başlangıcına hasta
kuruntusu, sonuna da sarhoş kusuntusu derler!
Arzlanakis
Senin Bulgar dilinden yalnız deli saçması, söz çalı çırpısı
dökülür.
Pomakoğlu
Dilim sağlam beynimin yanılmaz tercümanıdır. Ömrüm-
de yalnız bir kere sayıkladığımı biliyorum o da yaralandığım
zaman ilk ve belki son defa olarak geçirdiğim bir sıtma nöbeti
yüzündendi; yoksa kendi başıma hem gelin hem de güveyi
olmak asla kafama girmez. Alman kavminin Goethe adlı büyük
filozofu yazmamış mıydı ki: “Kuru düşünce içinde yaşamak
demek mümkün olmayan şeyleri mümkünlerden saymak
demektir.”
Arzlanakis Be Bulgar daskalı, be sersem! Niye unutuyorsun ki sevdâ
önünde mümkün olmayan şey yoktur! Sevgi yalnız bir yol
tanır; evet, sevgi o biricik yol üzerinde engel nâmına büyük
küçük ne bulursa yakar, yok eder. Bana son sözünün doğrudan
doğruya redden başka bir şey olmadığını dün bildiren büyük
ağa artık bu akşamdan sonra ya kalmayacak, kendi kızından
ayrılacak; onun ocağında kızı Yıldız Hanım’la küçük çocuğu
Turgut’tan başka insan nâmına ne varsa hepsi çil yavrusu gibi
dağıtılacak, en uzak sürgün yerlerinin mezar taşı bile
uğramayan çukurlarına atılacaktır.
Pomakoğlu
Ricâ ederim, bu kanlı planlarınıza o güzel, mâsûm sevgi
sözünü karıştırmayınız. Yeryüzünde az çok her gönlü titreten
sevdâ kelimesi İsrailoğullarının para mayalı gönüllerine asla
girmemiştir. Niye açıktan açığa söylemiyorsunuz? Siz bu
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
106
sevimli, büyük yürekli Türk ocağının yalnız zenginliğine göz
diktiniz, bu güzel Türk yurdunun çayırlarını sütle sulayan
sığırlarına, koyunlarına, keçilerine tamah ettiniz. Semerkant’ın
bu eşsiz otlaklarından Pamir’in karlı yaylalarına kadar bütün
yeşilliklerini kaplayan ve bizim gibi şükür etmeyi bilmez açları
bile besleyen Türk varlığının can evine kastettiniz. Evet, bütün
bunları babanızın, dedenizin size ikinci bir Tevrat gibi mîras
bıraktığı sarraf defterine geçirmek istiyorsunuz.(1)
(1) O peuple étrange d’Israël, peuple insensible et
passionné, qui dans ton jargon bizarre où tu as mêlé tant de
langues, tant de sentiments, tant d’idées n’a oublié qu’un mot,
un seul, un mot que tu aurais trouvé partout, en Orient, en
Allemagne, en Pologne, en Espagne, et même dans tes livres
sacrés le mot gui signifie l’amour, et gue tu as négligé comme
inutile à ton coeur!...
(De l’Ombre de la Croix, par JEROME & JEAN
THARAUD grand prix de littérature de l’Académie Française
en 1919)
Arzlanakis E! Yeter; alçak Bulgar; beyinsiz! Miskin Moğol!
Pomakoğlu
Aslımdaki sağlam kanı, insan diriliğini hatırlatarak bana
şerefler, gururlar veren şu Moğol sözünden başka her hakareti
yüzünüze çarparım! Böyle bolluğunu doğduğunuz evde bile
görmediğiniz bu mübârek Türk sütünü kanlara boyamaya
yeltenmeniz bana ellerinize bağlı esir bir çavuş parçası
olduğumu unutturacak kadar iğrenç gelir; korkunç demiyorum,
iğrenç diye bağırıyorum.
Atıf Akgün
107
(Kapı açılır, küçük çocuk girer)
Turgut
Komiser çelebi! Pilav haşlandı; kuzu kızartıldı; ablam
ayranı sofraya koydu; buyurun!
Arzlanakis
O güzel ablan bugün olsun benimle birlikte sofraya
oturmayacak mı?
Turgut
(Şaşkın bir halde Pomakoğlunun yüzüne bakarak)
Anlamadım; ne diyor?...
Pomakoğlu (Kaş çatarak)
Mâsûm çocuk anlamıyor. Görüyorum ki hak günü
gelince bu ayrana bedel kabaracak diğer Türk ayranının ne
olduğunu biraz acıca hissedeceksiniz. Size kaç kere söyledim:
Türk kızının gönlü bezirgân malı değildir!
Arzlanakis
Sus! Senin bu çene çalmandır ki benim İsrailci olduğumu
ortalığa yaydı. Öyle sanıyorum ki planlarımın umduğum sona
varamaması hep senin yüzündendir.
Pomakoğlu
Afedersiniz sözümden daha sertçe bir devam ile
diyeceğim ki bu planlarınız bana vicdan azâbı veriyor.
Nâmuslu insanlara bu eşsiz Türk misâfirciliği büyük yürek
borçları yükletir. Kendi hesâbıma tekrar ediyorum ki ben bu
yoldaki düşüncelerinize iğne ucu kadar bile sokulmuyorum.
Arzlanakis
Vay bana ahlâk dersi vermeye de mi başladın?
Pomakoğlu
Ben ders vermekten ziyâde ders almaya susamış, bağrı
yanık bir kimseyim. Tuttuğunuz ağaçsız, yapraksız, fakat cellât
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
108
kölgesi altındaki yoldan aldığım yeni bir dersi hal dilinden söz
diline geçirmekten başka bir şey yapmıyorum...
Artık senli, benli konuşalım: Bir iki aydan beri
yüreğimdeki insanlık duygularına gelmiş geçmişteki yeniçeri-
lerin ayaklanması gibi, kazan kaldırtan kanlı düzenlerine ortak
ve yardımcı olmadığımı bil! Artık benim yerime başka emir
çavuşu getir!
Turgut (Yine gelerek)
Komiser çelebi! Sofra kurulu, sıcak yemekler ayran gibi
soğuyor, aşevine buyurun!
(Yemek odasına gitmek üzere Arzlanakis çıkar)
Pomakoğlu
(Arzlanakis arkasından yumruğunu kaldırarak)
Ekmeğine nâmussuzca sunduğun bu Türk sofrası bügün
son taamını veriyor! (Giren Boşnak Halil’i kucaklayarak)
Bosnalı kardaş! Tam sırasında geldin! Allah belâsını versin,
azgın herif gemi azığa aldı. Yarın, yâhut öbür gün Aktomruk
barkını darmadağın edecek, susadığı kanı bol bol içmek
isteyecek.
Boşnak Halil
Aman Ali Efendi ne diyorsun?
Pomakoğlu
Eski yüzbaşına, burada ilk defa olarak eski adıyla hitap
ediyorsun! Bilirsin ki Pomak sıfatıyla eski aslımıza kadar
uzanınca bir Türk’ten daha az Türk olmadığımı görüyorum.
Demek isterim ki ben Türklüğe yalnız dinle değil, bununla
birlikte kalbimdeki kan ile de bağlıyım. Sen Türk değilsin,
fakat eski Türk imparatorluğuna büyük sadrâzamlar vererek
candan, yürekten karışan güzel soylu Sırplardansın. Sonra iyi
Müslümansın. Hâsılı, iyi bir insansın, iyi insanlar hiç bir vakit
vicdâna karşı yürümezler.
Atıf Akgün
109
Boşnak Halil
Ah Ali Efendi! Beni Türk ordusuna gönüllü olarak
koşturan yürek Sırplığa küsmüş bir yürek değildir; fakat neye
saklamalı? Yüzlerce yıldan beri din kardeşliğiyle rûhumuzu
besleyen Türk inceliği Boşnak şiirine başka âhenkler kattı. Bizi
o mukaddes ayışığına doğru yükselmeye hazırladı.
Pomakoğlu
Pek doğru! Senin jandarma çavuşluğun bu akşam
patlayacak olan kanlı dramın önüne geçemezse çıfıtı olsun
kendi kazdığı kuyuya düşürmeye yardım edebilir. Geçirilecek
fazla dakikamız yoktur. Baytar bozması komiser burada bize
aylardan beri ekmek veren Aktomruk ocağını yıkacak,
Edirne’den Yarkent’e kadar bütün Turan birliği için çalışan
Altındağ Komitası’na Aktomrukların avuçlarla altın verdiğini
ve bundan dolayı sürülerek adı bilinmez yerlerin zindanlarına
atılmaları lâzım geldiğini Moskova’ya yazdı. Şu sırada
Moskova bizim dostumuz; fakat Yunan Yahudisi kasten işleri
ters gösteriyor. Neyse uzatmayalım bu canavarı ben derhal
tepeleyeceğim. Afganistan’a müteveccihen gizlice yola
çıkmalarını büyük ağa ile büyük oğluna şimdi söyleyeceğim.
Arzlanakis’in canını cehenneme yolladıktan sonra yirmi kadar
tüfenkli hâne halkıyla birlikte ben de Afganistan yolunda bu
sevimli baba ile oğula katılacağım.
Boşnak Halil
Pek iyi, kimseye bir şey sezdirmemek ve yanlış iş
yapmamak üzere kısaca söz birliği edelim.
Pomakoğlu
Senin rolün pek kolay; dün bana demiştin ki eski
sürgünlerin ağır hastalarını Azerbaycan’daki hânelerine
götürmeye memur olmuşsun. Bir kulp tak, Fransız zâbiti
Mösyö Jan Ponyon’u jandarma kıyâfetine sok, kendisinin
Türkçe ile Rusçayı güzel bilmesi başkaca işe yarar, sonra bu
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
110
hastaların arasına Yıldız Hanım’la küçük Turgut’u başka
adlarla kat, kendilerinin ortanca ağabeyleri İstanbul’da
Bilgiciler Yurdu’ndadır. Bundan başka Tebriz’e iki saatten
ziyâde uzak olmayan bir çiftlik kendi amcalarınındır. Bir kere
Tebriz’e vardıktan sonra İstanbul’a kadar gitmeye çalışıp
çalışmamak kendi isteklerine bağlı kalır. Afganistan ile
Azerbaycan arasında kâğıtlaşmamız için çoban Gedik Kaya ile
her tarafa el ayak salan arkadaşları var olsun...
Ayak patırtısı var. Çıfıt geliyor. Bizi birlikte görmesin;
belki bir şey sezer, çıkalım.
Arzlanakis
(Aşçıbaşı Durmuş ile girerek)
Durmuş! Akşama doğru yanıma gelecek olan yüz kişilik
asker bölüğüne şimdiden hazırlıkta bulun.
Aşçıbaşı Durmuş
Peki çelebi!
Arzlanakis
Sen çık, Pomak içeri gelsin.
Pomakoğlu
Tam yanına girmek istediğim dakikada ne rast geliş! Sen
beni arattın!
Arzlanakis
İkinci yoldur senli benli konuşuyorsun. Sonra kılığın da
burnu kanayan kediye dönmüş! Telâşın ne?
Pomakoğlu Evet, ikinci ve sonuncu yol olarak senli benli
konuşuyorum. Senli benli konuşuyorum. Kurduğun dolap
başımı döndürdüğünden sana söylemek istediklerimi kısa
keseceğim. En önce diyeceğim ki Aktomruk ocağının kanına
girmeden, ırzına geçmeden senin kendi damarların kuruyacak,
nankör varlığın beyaz karlar içine sokulmuş bit gibi donacak.
Atıf Akgün
111
Davranmağa yeltenirsen, karınca kadar yerinden oynarsan şu
altılı ile alnına adını yazarım. Sana birkaç sözüm daha var.
Arzlanakis
(Oturduğu yerde titreyerek)
Pomak çıldırdın mı? Büyümesine bunca çalıştığım yeni
doğan Bolşevik adlı oğlan bütün varlığa yeni mesih olacak. Bu
yeni din senin gibi küçükleri büyük yerlere çıkaracak. İsmini
üç gün evvel komiser yardımcıları listesine yazmıştım aklını
başına topla!
Pomakoğlu
Evet unutmadım; Boşnak ile ikimize diyordun “yeni din
yer dini olacak; gök dinini yer dinine geçirecek. Birçok dinler
arasında parçalanan Tanrıyı artık en kestirme yoldan yenecek.
Yeryüzünde bunca kıskançlıklar doğrudan yurt, nikâh, mîras
gibi şeyler şunun bunun benliğine bağlanacağı yerde herkesin
keyfini bir araya toplayacak !!!” Bunu başka dinlerin hangi
cehennem ateşiyle karşılayacakları benim işim değil, fakat
içinde bulunduğum Müslümanlık nâmına diyorum ki böyle
Tanrıya, yurda, nikâha, mîrasa karşı kurulan tuzağın içine asla
düşmem; yoksa îmanım var ki ölüm yüzlü acılar içine düşen
koca insanlık dünkü Burjuvalığın artık iflâsa uğrayan eski
politikasıyla gitmeyecek; temelli bir değişiklik lâzım, fakat
öyle Yahudi dubarasıyla değil! (1)
(1) Türkler, husûsiyle bugünkü şuurlu ve milletçi
Türkler, nereden gelirse gelsin, iyilikleri unutmazlar. Ruslar
bize, en buhranlı günlerimizde dost eli uzattılar. Onların
Bolşevikliği kendilerine âit dâhilî bir meseledir. Nasıl ki onlar
da bizim milletçiliğimize karışmıyorlar. Burada Yunan
Mûsevîlerinin fazla gayretlerine işâret var. Edirne ve Selânik
şehirlerinin Mûsevî mebusları Yunan parlamentosunda
aleyhimize pek büyük taşkınlıklarda bulundular. Yine onlar idi
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
112
ki İzmir zaferimizden evvelki sabah konferanslarında “Trakya
artık Türk barbarlığına iâde olunamaz!” diye bağırdılar. Bize
sadâkatlerini ispat eden Mûsevî kardeşlerimiz bahisten hâriçtir.
Arzlanakis Ey sen Bulgar değil misin? He hatırıma geliyor, adının
Ali olduğu hakkında bana on gün evvel bir jurnal verilmiş idi;
entrikadır diye hiç kulak asmamıştım. Neyse, bundan böyle
sana Ali diyeceğim. Sen de bana Arslan deyiver! Adımdaki
benzeyiş bana Müslüman rengi verir; Yıldız’a yakışacak bir
koca olurum.
Pomakoğlu
Birçok Yahudilerin bizim gibi mazlûm milletlerin kanını
emmekteki ustalığı şu eğlenici şeytanlıktan yem alır. Bunu ecel
dakikasında bile denemekten utanmıyorsun!
(Ali Efendi, ânî olarak ateş eder: Dan dan!)
(Arzlanakis yuvarlanır, ölür)
Ali Efendi
(Arzlanakis’in ruhsuz cesedine bakarak)
Zaman îcâbı sana yardakçılık eder gibi göründüm. Sen de
beni o karanlık Fener Ortodoksluğu içinde güya îmanını
kaçıran bir Bulgar sandın. Bu iki uyutucu sanış her ikimize
vakit kazandırdı. İş bu vaktin son dakikasına buyuruculuk
etmek idi. Küçük bir kurşunun en korkunç bir uçurumu
doldurabilmesi demek işte böyle bir dakikayı ele geçirdikten
sonra kaçırmamak demektir.
(Perde kapanır)
(Perde kapandıktan sonra muzıka “İzmir Marşı”nı çalacaktır.)
(Perde açılmadan önce muzıka merhum Tevfik Fikret’in
“Bir feda-i milletiz mert oğlu mert Turanlı biz” -Osmanlıyız
yerine Turanlıyız- marşını çalacaktır.)
Atıf Akgün
113
İkinci Akt
(Semerkant fâciasından iki ay sonra)
(Yeşil Tepe Çiftliği’ndeki küçük konağın en güzel
odasında. Bütün döşeme alaturka. Köşeye serilmiş olan yatak
iki kat edilmiş ve üzerine örtü atılmış. Güneş doğmak üzere.
Arkasını duvar yastığına vermiş bir vaziyette, Yıldız Hanım bir
seccâde üstüne oturmuş)
(Sahne önünde, aşağıda çalgı)
Yıldız Hanım
(Yanık sesle)
(Aşağıdan çalgı takımı, gâyet ince bir surette ona refâkat
eder)
Sabah namazında düştü bir Yıldız
Deftere yazıldı on iki bin kız
Aman pâdişahım biz de İslâm’ız
Geldi Nemse sardı nazlı (Budin)i...
Oğuz Bey
Kızım! Yatağından niye bunca erken fırladın? Bitişik
odada âdetime göre tam vaktinde sabah namazını kılıyorum.
Tan yeri ağarırken inceden inceye kulağıma gelen yanık sesin
beni de ağlattı. Yeter; gözlerini sil.
Yıldız Hanım Ardı, arası kesilmeyen millî belâların ağırlığı altında
ezilmiş bir Türk kızının kara saçları gibi kara yazılı kalmış başı
gözyaşından başka ne taşıyabilir?
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
114
Üstümde bulunacak yorgana bedel üstüne sığındığım
secde halıcığı uzun bir gecenin korkunç karanlığını îdam eden
sabah ezanına karşı bana en derin ilâhilerden daha parlak eski
bir türküyü hatırlattı. Dedelerimizin gün batısına doğru İslâm
ışıkları götürdükleri o şanlı devrin sonlarında bir gönüllü şehit
büyüklüğüyle bizlere fedâkârlık bilgisinin en yüksek dersini
mîras bırakan Abdi Paşa’ya bağlı şu türküden daha ruhlu bir
tesellî tesbihi bulamadım. O zaman kendisi uzun ve acıklı bir
muhâsarayla ekmeksizlik, cephânesizlik içinde en küçük
imdaddan da ümitsiz kalınca Budin Kalesi’nin arslan yürekli
son Müslüman askerlerine dememiş miydi?: “Ey son
peygamberin ak ayını Macar ufuklarında Türk sancağı üzerinde
taşıyan din kardeşlerim, yıkılan kalenin büyük çukurlarına
gömüleceğimiz bugünü ölüm arefesinden ziyâde bayram gecesi
bilmeliyiz! Sevinmeliyiz ki ne bayrağımız düşman elinde
kalacak, ne de bayraktarımız! Her ikisi de Türk ruhuyla Tuna
havalarında kanat açarak türbelerimizi yer altından gök yüzüne
çıkaracak. Bizim bayrağımız renkli bez parçaları olmaktan
ziyâde gökleri kaplayan o sönmez, ay ile yıldızlardır.
Bayraktarımız ise doğrudan doğruya dünkü, bugünkü ve
yarınki Türk yüreğidir...
Şimdi size elimizde kalan son şeylerin cetvelini
okuyorum:
600 Kur'an
4 Sancak
10 000 Kılınç
600 Dirhem barut
Bunlardan başka eşyâyı ayrı ayrı saymaktan ise bir
kalemde söyleyeceğim; evet, yekûn: Sıfır!
Atıf Akgün
115
Çoktan beri yemsiz bulunan son üç ata gelince: İşte
bunları da önünüzde boğazlatıyorum. Bu dört ayaklı kaçırıcı ve
kurtarıcı bineklere kumandanlarınızın yanaşmadığını ve sizinle
birlikte şehit düşmekten başka bir niyetleri olmadığını bilin.
Asker oğullarım! İşte son barutun ateşiyle dört sancağı
yakıyorum; bunların külleriyle o sâdık atların kanını kurutup
takdis ediniz. Cennet yolu olan şehit mezarına doğru son geçit
resmini yapmak üzerine hemen Kur'ân’larınızı öpüp
koynunuza koyunuz ve göğüslerinizi iki kat kabartınız! Kılınç
çek! İleri!...” İşte amcacığım, işittiğiniz o türkü bütün gönlümü
Osmanlı tarihinin bu eşsiz sahifelerini canlarıyla, başlarıyla
yazan o güzel Türk gençlerinin ruhlarıyla kucaklaşmaya
götürmüştü. Benim tanıdığım aşk ve sevdâ budur. Yunan
Yahudisi böyle bir Türk gönlünü elbette anlayamazdı.
Anlayamadı da yurdumuzu darmadağın etti. Ah anacığım,
babacığım neredesiniz? Afganistan’ın selâmetler verici
kucağına atlayabildiniz mi?
(Yıldız Hanım düşer bayılır)
(Oğuz Bey koşar, Turgut’la birlikte döner)
Oğuz Bey
İki gözüm Yıldız! Güzel yavrum! İşte kardeşin kendi
yatağından gece entârisi ile yanına koştu.
Turgut
Ablacığım, uyan! Sabah oldu!
(Turgut’un sesini işitir, işitmez, Yıldız Hanım kendine
gelir)
Yıldız Hanım
Gel kardeşçiğim, seni bağrıma basayım!
Oğuz Bey (Turgut’u kucaklayarak)
Şükür, yanılmadığımı görüyorum. Tebriz’den bir doktor
getirmek üzere birkaç saatlik vakit kaçırmış olaydım belki
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
116
ablacığın bir daha kalkmamak üzere uyumuş bulunurdu. Türk
mâsûmluğundan feyz alan senin tatlı sesin dünyanın bütün
ilâçlarından daha büyük bir mûcize gösterdi.
Küçük Turgut! Sen büyük Türklüğün yarınki birliğini
ayağa kaldıracak olan yeni timsâlisin! Bizim gibi eski
vurdumduymazların bundan böyle yaşamaya hak kazanmaları
senin temsil ettiğin Türk yavruları ordusunu yüksek bilgi ve
derin terbiye ile yetiştirebilmelerine bağlıdır.
Türlü türlü düşmanların çizmeleri altında parça parça
olarak inleyen o ulu Türk yurdunu yalnız kendi nabzımızın
âhengiyle bir araya toplamak; işte bundan böyle duyacağımız
biricik kurtuluş yolu!
Yıldız Hanım
Amcacığım yine kendime geldiğimi gördüğüm şu anda
bu sözleriniz kulağımı en ince bir muzıka tesiriyle okşuyor ve
bana yeniden can veriyor. Size son Budin vâlisi Abdi Paşa’nın
tarihinden bahsederken kendimden geçtiğimi şimdi hatırlıyo-
rum. Sözümü daha bitirmemiştim. O zaman kalede kalan son
şeylerin cetvelini okurken onun huzuruna ilk anamız Havva
gibi adı yine Havva olan diğer bir Türk anası çıkmış demiş idi:
“Paşa, senin defterinde yalnız bir şey eksiktir; o da bugün
Budin’de Müslümanlığın on iki bin kız oğlan kızının ayakta
kalmasıdır. Nâmusun ne demek olduğunu bilmeyen Nemse
azgınlarının ellerine diri diri düşmemek üzere hemen kılınçtan
geçirilmelerini kendileri istiyorlar.” Görüyorsunuz ki
amcacığım, ocağımızın şimdi uğradığı felâketin hisseme düşen
acılarını ehven görmek üzere o on iki bin kız kardeşimin nâmus
uğuruna isteye isteye nasıl ölüme koştuklarını göz önüne
getirmemek elimde değil. O büyük kadının paşadan aldığı
cevap dünyada kadınlığa hürmetin Türklerde hiç bir milletten
aşağı olmadığını ispat edecek bir misaldir: “Hanım! Bu on iki
bin kız yarınki insanlığın analarıdırlar. Cennet işte o anaların
Atıf Akgün
117
ayakları altındadır. Onların başları bizim kılınçlarımızın yetişe-
meyeceği bir yüksekliktedir. Düşman benim bu düşünceme
yabancı kalırsa er geç Tanrı ile görülecek başka bir hesabın
başka bir defterini kendisi açmış olur...”
Amcacığım, Nemse’nin uğradığı âkıbeti koca şehit daha
o zaman görmüştü!
Turgutcuğum! Sen yeni neslin günden güne parlayacak
bir zafer heykeli olmak için senin başındaki Türk
kızcağızlarının ileriye doğru kadınlık yolundaki büyüklüklerini
şimdiden o Budin şehidinin sözleriyle ölçmeye alış!
(Hizmetçi kız girer)
Oğuz Bey
Ne var kızım?
Binnaz
Çoban Gedik Kaya’nın Afganistan’dan aldığı bir kâğıdı
kardeşim Kaplan, pek uzun bir yolculuğu beş günde yaparak
buraya getirmiş. Onu kendi eliyle küçük hanıma verecek.
Çünkü aldığı emir öyleymiş.
Oğuz Bey
Peki, çabuk içeri gelsin!
Kaplan
Küçük hanım! Size iyi haberler getiriyorum. Konağınızın
bütün halkı sağ sâlim Afganistan’dadır. İşte sevgili babanızın
mektubu!
(Mösyö Jan Ponyon sevinçle girer)
Yıldız Hanım (Yüksek sesle okur)
İki gözüm kızım;
Derin söze girmeden önce, tırnak arasında, diyeyim ki
amcanla beraber Tebriz’den İstanbul’a geçeceğini bildiğim için
uzun kâğıdımı, kuru bir selâm mektubu olmaktan ziyâde
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
118
Boğaziçi kıyılarına selâmlar saçıcı güzel bir güvercin kanadı
gibi donatmak istiyorum...
Can evimize kan ve kin dalgaları saçan Loyd Corc
(David Lloyd George-Dönemin İngiltere Başbakanı) damgalı
gemilere karşı oradaki ağabeyine ve Bilgiçler Yurdu dediğimiz
Türk akademiyasındaki arkadaşlarına ve kendi eski
arkadaşlarımdan Demirtaş Paşa ve Yıldırım Efendi mârifetiyle
diğer bildiklere Asya insanlığının artık sabrı tükendiğini söyle!
Dilleri dillerine yabancı olan âdemoğullarıyla konuşmak
için çelik gemilere oturttukları cehennem ağızlı topları
tercüman yapan ve bunun üstüne bir de mavi renkli Yunan
istavrozu katarak İzmir’de tüy diken -İngilizler demiyorum-
Londra’nın birtakım Rum politikacıları küçük ve orta
Asya’daki tükenmez Türk kaynaklarının İslâm dünyasına nasıl
feyz verdiğini artık başka türlü görmelidirler ki yaptıklarından
vazgeçsinler...
Başına Belûcistan diye uydurma bir ad takılan eski
Horasan Türklüğü Afganistan’ın ve Afganistan ile birlikte
bütün Orta Asya Türklüğünün deniz yoludur.
Buraya geldiğimiz günden beri bize kendi yurdumuzdan
ayrıldığımızı unutturacak kadar saygılar, sevgiler içinde
Müslüman misâfirciliğinin bedîalarını gösteren Afganlılar her
gün tekrar tekrar diyorlar: 1900 yılının ikinci teşrininde, yani
ömrünün sonuna doğru merhum Emir Abdülrahman kendi
siyasi vasiyetnâmesini neşretmişti. İngiltere ve Rusya
politikalarının kararsızlığından ve oynaklığından şikayet
ederek diyordu: (İngiliz-Rus) sarsıntılarına karşı üç tedbir
bütün İslâm âleminin ileride başına gelmesi muhakkak olan
felâketin önüne geçebilir:
1. Afganistan umûmi kendiciliğini oyuncak hâline getiren
entrikalardan Herat ve Kandehar eyâletlerini kurtarmak.
Atıf Akgün
119
2. Türkiye başta olduğu halde Turan, İran, Afgan
ittifakını yapmak.
3. Eski Horasan Türklerinin yurdu olan Belûcistan’ı bu
ittifaka büyük denizi açmak sûretiyle sokmak.
Kızım, İstanbul’dakilere tekrar et; onların millî îmanı
sarsılmasın! Türk dünyası İslâm dünyasına hem dayanarak,
hem de dayanak olarak yürümek hak ve hakikatını gösteriyor;
bunu bir şey durduramayacaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi
ordularının İzmir’e girdikleri müjdesi akşam geldi.
“İki Rum çekişirken üçüncüsü kendi kendisine yaygara
koparır” diyen İtalyan dili bügünkü Atina emperyalistlerinin
gürültüden başka sermâyesi olmadığını ne güzel tasvir etmiştir!
Loyd Corc aşısı pek yanlış bir yere düştüğü için kızgın
lamba şişesine akıtılan su gibi kırmak ve kurutmaktan başka bir
mûcize gösteremezdi!
Hellas oğullarının Anadolu dullarının göz yaşlarıyla
kabaran İzmir körfezinde nasıl boğulduklarını şimdiki tarih
eski (Odise)lerden daha temelli olarak yazdı! (1)
[Ey, kara kedisinden ziyâde ada sıçanı olan palikarya
tâifesi! Ey, gündoğusunun en kirli çamaşırlarını taşıyan
yaramaz piçler! Serfice tarafında ince kara denilen su önünde
durmak, o kara adlı fakat temiz ve temizleyici sınıra
sığınmaktır ki sizin yarınki gününüzü kurtarır, bu akıcı çizgi
sizin yeryüzünde, biricik kuyruklu yıldızınızdır. Yoksa asıl
yurdunuz (Termopil)in ötesindedir. İşte, vaktinde, Rumlara
bunu diyemediği için o koca İngiltere’nin başına son ağrılar
geldi!
(1) Eserimizin ilk tab'ı iki yıl evvel vuku' buldu. Millî
îmanımız daha o zaman bu neticeyi görmemişti.
İslâm ve Türk dünyalarının katmerli pâyitahtı olan
İstanbul bir vücudun başı gibi tam yerinde, en yukarıdadır.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
120
Pâyitaht mide değildir ki vücudun behemehal ortasında olsun.
Şu kadarki baş içine yabancı oku sokulamaz. Sokulamaması
için başa sağlam bir kafatası gerektir. Bizim kafatasımız bütün
Trakya’dır. Bunun şarkîsi, garbîsi yoktur.
Hasta (Lenin)in dost Rusya’sı Loyd Corc İngiltere’sinden
daha akıllı davranmış ve demişti:
“Çarlık zamanında Rusya ile ittifak eden Fransa Paris’te
demokrat, Petrograd’da teokrat idi. Tabiîki, biz de Moskova’da
Komünist, İstanbul’da Müslümanız. Müslüman komünistliği
fabrikaların kara bacalarından ziyâde çiftçilerin ak minârelerine
bağlıdır.”
İki gözüm, kızım, Edirne, İstanbul, İzmir, Ankara,
Erzurum, Tebriz, Bakü, Buhara, Taşkent, Semerkant, Yarkent
gibi nice nice mübârek ayaklara dayanan Türk beşiğinin
salladığı altmış milyonluk dirilik, dağınık çil yavruları
olmaktan ziyâde, zincire bağlı bir ananın dünyada intikam
yerine muhabbet oturtmak için bir araya toplamak istediği
çocuklarıdır.
Türklük tecâvüzcü değildir, müdâfaacıdır. Tecâvüzcülük
ile müdâfiyecilik biri birinden ayrı iki gidiş noktasıdır.
Tecâvüzdeki metâneti, avcılar başta oldukları halde her
yırtıcı mahluk gösterebilir. Müdâfiyedeki metânetin güzellik-
leri ise yalnız ağırbaşlı kimselerden doğar.
Saldırıcılar:
Rahat durulur mu böyle canlı
Çarpışmalıyım bütün cihanla.
Diyerek her zaman, her şeye düşman kesilirler, çürürler,
giderler. Zavallı bacıyı câni diye satarlar.
Müdafiyeciler ise yalnız hak ve hakîkati korumak ve
kurtarmak için:
Kıyâm et mülk-i tahlise kıyâm et!
Önünde görmüş olsan bin kıyâmet.
Atıf Akgün
121
Feryâdıyla ayaklanırlar, kazanırlar ve kazandırırlar. Adl
ve ihsan umarak intizarlar, inkisarlar içinde vakit geçiren
mazlûmlar dâima kendilerinin fazla ihtiyatlarına kurban
gitmişlerdir. Müdâfiyeciler, insanlığı çiğneyenlere karşı
yaşayış nâmusunu ölümle kurtarırlar, bu ateşli nefistir ki yeni
nesle kendisini beğeniciliğe bedel kendicilik ve kendicilik yolu
ile de diğercilik üfler, dünyada başarmanın üçte ikisi o yürek
azmine bağlıdır. Bu yürek azmi yalnız gelecek günleri için iyi
düşünceler besleyen insanlarda vardır.
Yıldızcığım, Anadolu’da parlayan büyük adaşın, o eşsiz
Türk yıldızı Asya göklerindeki gün batısı tûfanını geldiği yere
sürükleyecek kadar büyük iş gördü. Bütün Asya milletleri
kurtuluş bayramlarını temiz sütünü emdiğin, emzireceğin
Türklüğe borçludurlar.
Türk sevmek ve sevilmek istiyor! Müdâfiyeci olduğu için
tecâvüzcülere karşı bütün kardeşleriyle bir araya gelmek
ihtiyacını duydu. Turancılık, Pantürklük bundan doğdu!
Evet, Türk sevmek ve sevilmek istiyor! Sevgi sözü her
dilde vardır; var gibidir. Bunun derinliğini ölçmek için
yabancılarda benzeri bulunmayan gönül, yürek, bağır ile koyun
sözleri Türkçe ile birlikte Türklüğün de incelik içindeki
büyüklüğünü göstermez mi?
Dilimizde kız gönlü, erkek yüreği denilince sevgi içinde
yaşayış topraklarına doğru öyle sıcak, öyle âhenkli bir şey yol
alır ki bunun karşılığını tanzir için geçit arayacak başka ellerin
dilleri epeyce yorulur. Bizim romanlarımız işte bunun için
kısadır! Geniş propaganda işlerinde düşmanlarımıza bir türlü
benzemeyiz. Onlara (Zorla güzellik olmaz) diye en kestirme
yoldan cevap veriveririz!...
Yol aydın!
Baban Aktomrukoğlu
Ertuğrul
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
122
Oğuz Bey
Tüylerim ürperdi. Sevinç titremeleri bende bu akşam
başka söz söylemek gücü bırakmıyor. Bunu İstanbul’dakiler ile
birlikte Kur'ân gibi tekrar tekrar okuyacağız; ezberleyinceye
kadar okuyacağız.
Trabzon’dan geçerek yapacağımız deniz yolculuğunun
toprak parçasına yarın başlayacağımızdan hazırlıklarımızı
bitirmek üzere çekilelim.
Yıldız Hanım
(Herkese hitapla)
Babamın yazmadığı şeyleri kendi kendimize bulup
okumak üzere bu gece, hepimize tatlı düşler dilerim.
Mösyö Jan Ponyon
Yaşasın Gazi Paşa Türkiyesi! Hurra!
(Perde iner)
[Perde yavaş yavaş inerken bütün seyirciler hurra, hurra,
hurra nidâlarını yükseltiyorlar]
***
Perde kapandıktan sonra muzıka Ey Gâziler’i çalacaktır.
Perdenin açılmasından evvel çalgı ile ve temâşâcılardan
da bilenlerin iştirâki ile:
Korkma; sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak...
Parçalarıyla başlayan istiklal türküsü terennüm ve
tegannî edilecek
Atıf Akgün
123
Üçüncü Akt
(İzmir zaferinden on yıl sonra)
Beylerbeyinde Aktomruklar yalısında. Her taraf nikâh
akdi dekorunda. Salonun kubbesinde on kırmızı yıldızlı Gök
Turan bayrağı (1). Sağda ak aylı yeşil, solda ak ay, yıldızlı
kırmızı sancaklar.
-Sahne önünde, aşağıdaki çalgıdan yalnız keman sesi
gelir-
Yıldız Hanım
(Yalnızca)
Yâlin kenarında zülfüm tararım
Zülüf taracığım kaybettim ararım
Yoktur benim kimseciğe zararım
Ko, desinler hanım eller kınalı...
(Yıldız’ın ağabeyi girer)
Kuzgun Bey
Bilmem vakitsiz mi? Türkünü yarıda bıraktırdığım için
kusura bakma! Dün gece aramızda geçen ve geleceğe doğru
senin saâdet kaftanını ölçüp biçen bahse dönmek istiyorum...
(1)Paşa ile Trakya’dan Türkistan’a kadar on milletdaş ve
dindaş devletler birliğinin yıldızları.
Yıldız Hanım O konuştuklarımıza, bilmem, katacak başka söz var
mıdır? Senin dediklerin benim dileklerime her yolda
ulaştığından işin üst yanını sana bırakmıştım.
Artık ana olmağa doğru son adımı nasıl attığımızı
babama bildirmek üzere biraz evvel bitirdiğim mektubu işte
sana bırakıyorum. Onu kendisine çabukça yolla. Toplanmakta
olan hanımların yanlarına uğramak üzere içeriye çekilirken pek
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
124
ince bir duygu ve en derin bir saygı ile senin boynuna
sarılmadan çıkmayayım!
(Yıldız Hanım çıkarken ağabeyi kendisinin gözlerini öper, az
sonra Oğuz Bey, Saltık Tekin ile girer)
Kuzgun Bey
Büyük yürekdaşım Tekin! Şimdi Varlık Yurdu ile
Yüksek Bilgi Evleri’nin bütün gençliği yalımızda bulunacak.
Bu gençler bilgideki eşsiz babalığına yakışacak saygılarla diğer
Türk babalığına nikâhlanman önünde toplu olarak bir kere daha
eğilecekler.
Babama yazdığı kağıdı Yıldız demin bana bıraktı. Bunu
senden saklamayacağımı kendisine söylemiştim. Dinle,
okuyorum:
Sevgili Babacığım;
Ayrılığımız on yaşına girdi. Şimalî Amerika ittihadı Türk
dünyasına yol gösterdi. Azerbaycan ile Hive ve Buhara’nın
arkasından Türkistanın da İstanbul-Ankara ittihadına katılması
üzerine o güzel Semerkant’daki eski yurdumuza döndüğünü
yazıyorsun. Dün gelen bu haber bütün gece gözlerimden sevinç
yaşları akıttı.
Orta Asya uyanıklığı bütün bu Bizans duvarları içinde
öteden beri vurdumduymazlık yatağında ölüm uykusuna
dalanları dürte dürte adam etti, iyi Türk ve insan yaptı. Ben
Türklüğü ve Türklükteki geriliği nasıl Moskof mekteplerinin
ters kapıları önünde derinden derine öğrendiysem buradakiler
dahi yabancı çizmeleri altına düşmek dolayısıyla eski
Osmanlılığın öldüğünü ve millî hayatın artık Türk birliğinde
olduğunu anladılar. Türk, Tatar, Moğol diye anılan kardeşle-
rimizin birliği başka Müslüman milletlerin de kendi soylarına
göre birliklerine yol açtı, medenî ve bedevî gibi adlarla kendi
kendilerini dağıtan Arapların da akıllarını başlarına getirdi, İran
ve Afgan ile Hindistan da yeni mûcizeler doğurdu; toplu bir
Atıf Akgün
125
sözle, Türk birliği, Türk federalizmi mânevî İslâm tesânüdünü
yeniden çimentoladı.
Topal Demir’in büyük dileğini Yıldırım anlamamış idi...
Sonra [Türkçeyi Türkçe, Arapçayı Arapça, Acemceyi
Acemce, öğrenelim, üçünü biribirine karıştırmakla hiç birini
elde edemediğimiz şöyle dursun Türkçeyi yutulmaz, hazmedil-
mez bir dil türlüsüne çeviriyoruz...] diyen ve hatta Türkçe için
Macar elifbâsına benzer bir yazıyı mekteplere sokmağa kadar
uzun görüşlü bir istek gösteren üçüncü Sultan Mustafa en
sevdiğim bir pâdişahtır. Ondan sonra gelenler entrika ile her
şey gibi bunu da boğmağa çalışa çalışa nihâyet kendileri
boğuldular! Son günlere kadar Türk ticâretçisi yazı makine-
sinden fayda göremezdi. Başka milletlerin ticâretçileri onu
geçerler, ezerlerdi. Zavallı Türk tertipçileri bütün dünyadaki
basma evlerinin en acınacak kimseleri idiler.
Diğer milletlerin telgraflarını Huğ makineleri doğrudan
doğruya basarken bizimkileri elden ele geçtikçe manda
arabasını da özletecek bir eskiliğe uğrardı.
Avrupa’da Türkçe bir şey bastırmak için doğrudan batıya
bir basma evi göçtürmek gerektir.
Dilleri Türkçeden başka bir şey olmayan Hristiyan
Türklere düşmanlarımız kendi elifbâlarını daha kolay
öğrettikleri için o kan kardeşlerimizin milyonlarcaları bizden
ayrılmakla kalmazlar, kendi soylarına düşman da kesilir-
ler!...Türkün Hristiyanı yokmuş! Arapların Hristiyanı olur da
Türkün Hristiyanı neden olmazmış?! On yıl evvel bunu anladı-
ğımız gün millî bulûğmuzun bayramını yaptık. Kolay elifbâyı
hiç olmazsa Hristiyan Türkler için ortaya çıkaralım dedik böyle
bir yardım ile de onların başını en kestirme yoldan yeni Türk
Eksarhlığına bağladık. Müslüman Arnavutluk amelî elifbâyı
kabulde gecikmemek sâyesinde idi ki avcı komşularına karşı
kendi varlığını kurtarmıştı. Doğurduğu eksarhlık ile Hristiyan
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
126
Bulgarlık Rum Kilisesi’ne haddini bildirmeseydi Rum
firavunluğunun Bulgaristan’ı da kapladığını görürdük.
Bizans’ta uğradığı oyuntuluk yüzünden Osmanlılık bunları
bilmedi, bilemedi. Fakat Ankara penceresi başka bir hava ile
Türk evine yeni ruh verince, kapalı gözlerinin bir kımıldaması
İstanbul Türklerine neler, neler gösterdi!...Artık yangınlar koca
koca mahalleleri silip süpürmüyor. Çünkü istikballeri emin
Türk şehirleri eskilik tahtalarını yenilik taşlarıyla kapladılar.
Yalnız kendilerine değil, çocuklarının çocuklarına bile mesken
hazırladılar.
Vaktiyle, İstanbul için söylediklerini herkes alkışlamıştı.
Her şey gibi bu Türk ve İslâm pâyitahtını dahi millîleştirecek,
boğucu gazlardan, Bizans kundakçılığından kurtardık.
Yunan barbarlığından kaçan Makedonyalı kardeşlerimiz
için Adalar ve Marmara Denizi ile Karadeniz arasında son
sıhhat sistemine göre yayılan temelli bir Türk kolonizasyonu
İstanbul Türklüğünü bir milyon daha artırdı. Rumların eski
iktisadı ve ticâri kuvvetleri bugün hep Türklerde!
Sonra Nev York Vaşinton’un nesi ise, Petrograt
Moskova’nın nesi ise, İstanbul da Ankara’nın osu oldu!
İslâm dünyasının delegeleri Haremeyn-i Şerifeyn’in
yalnız halife ordusuyla tebcilini istedi; işte İstanbul’un mânevî
büyüklüğünü ahlâkî istatukoya göre devam ettirecek yol! Artık
her Türk bir familya adı takındı.
Millî dile gelince: Başkalarının millî tiyatroları maârif
nâzırlıklarının en yüksek bilgi evleri kadar saygılı yerleri iken
Türkiye’dekiler eski tatlı su Frenkliğinden hortlayan kız
bozuntularının maskaralık ocağı biliniyordu; şimdiki tehavvül
diğer milletleri bile imrendirecek kadar parlak! Türk hanımı
çarşaf ile çarşıda iş görebilsin de Türk edebiyatına yine o çarşaf
ile sahnede neden hizmet edemesin?!
Atıf Akgün
127
Örtülünmek, bürkülünmek bahsi eskidi. Türk kadınlığı
yüksek bilgi ile silahlandıkça bu mânevî kaftanın birkaç arşın
bez parçasından daha ziyâde nâmus gardiyanı bulunduğunu
anlamakta, anlamakta ve bugün deşilmesi vakitsiz olan o
çıbanın kendiliğinden kuruduğunu görmekte, göstermektedir.
Daha mektep sıralarında iken Türk analığına doğru
yolculuğumu hatıra getirdikçe millî dili kıymetlendirmek ve
kuvvetlendirmek işinde kendisine çıraklık etmek isteğiyle bir
Türk filoloğunun hayâli, en sevilecek bir koca olarak yüre-
ğimde yer bulurdu. Millî dile göre bir elifba ve bir sarf ile
bütün Türk lehçeleri lugati, Türk dili tarihi ve Türk dilinin
gramer tarihi gibi su, ekmek kadar dilediğimiz millî bir teminat
temelini atan Saltık Tekin’in uzattığı eli öpüp de başıma
koyduğumu söylemekten değil, belki söylememekten
utanacağım. Zâten şimdiye kadar başka bir sevgiye tutulmaya
vaktim olmadığı için evlenme işinde gönlüm hiçbir zincire
bağlı değil idi. Ağabeyimin dediği gibi Saltık Tekin ile her
yolda saâdete ereceğimi sanıyorum.
İstanbul gazeteciliğindeki eski ahlâksızlığa ve satılmış-
lığa gelince; tatlı su frenklerinin suladıkları lahana yaprakları
etrafında ayvazlık eden birkaç kişiden başka hiçbir Türk
yazıcısı kendi vicdânının buyurultusundan ayrılmamıştı.
Beyoğlu akşamcılığına düşeceği yerde nasılsa Sirkeci - Bâb-ı
Ali kaldırımına sabah kapısı açan meşhur gazeteci hâlâ
unutulmadı. Son değişmelerden önce bu gazeteci Erivan’dan
bile koğulunca yokluğa geçmiş, gitmiş. İşte yalnız bu gazetenin
başında imiş ki ahlâksızlık damgasıyla bayrak açan ve Türk
yüreğinde uzak biricik Türk adını kesilen bir hin oğlu hin güzel
beslenmek için doğrudan doğruya veya Türk birliğini baltala-
mağa yeltenmekten çekinmemiş, nihâyet kendisi baltalanmış,
bitmiş... Bu artık geçmişe karışmış kötü bir anıcık. Fakat bunun
psikolojisi biraz bahse değer: Sözlerinde kırkta bir doğru nokta
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
128
bulunsa bile ‘herkes evi’ sermâyeleri dediğimiz ahlâk düşkünü
kadınların ahlâk nâmına söz söylemeye hakları olmadığı gibi
böyle yürek düşkünlerinin dahi Türklüğün ak alnına çamur
sıvamağa ne selâhiyetleri vardı, ne de hadleri...(1)
Tanrımıza şükür edelim ki ruh bozukluğu gösteren bu
bitkinlerin bütün sayısı milletimizde bir düzineye ya çıkar, ya
çıkmaz. Demek isterim ki bunca düşman azgınlıkları yüzünden
bizim gibi yoksulluğun kırmızı sıcaklık kertesine varıp da
kurtulan hiçbir millet kendi alçaklarının sayısını bundan daha
aza indiremez...
Sonsuz saygılarımla ellerini öpen kızın:
Yıldız
Saltık Tekin
Kız kardeşin olan zevcem Yıldız Hanım gerçekten
göklerdeki yıldızlar kadar yüksek bir Tanrı hazinesi.
Kuzgun Bey
(Pencereye doğru giderek)
Dışarıda tatlı bir gürültü var. Türk istikbalinin başka
yıldızları olan bilgi gençleri bahçemizi Türk yüreğinde
büyüyen sevgi ve heyecan çiçekleriyle doldurmuşlar! Yanımıza
geliyorlar.
(1)Bu satırlar iki yıl evvel aynen neşrolundu. Ali
Kemal’in o acıklı âkıbetini, müellifin kalbinde tecelli eden
millî vicdan daha o zaman görmüştü.
Saltık Tekin (Giren efendilere hitapla)
Büyük ruhlu küçük kardeşler!
Temsil ettiğiniz Türklük geçmişten ziyâde gelecekte,
varlığının mukaddes ağırlığını gösterecek.
Geçmişte Türklerin bir parçası nâmına Viyana’ya kadar
gidenlerin devletlerinden Orta Asya’daki kümemizin haberi
Atıf Akgün
129
bile yoktu. [Türk en büyük tepeye çıktı; artık oradan düşüp
ölüm çukuruna doğru yuvarlanıyor] diyenler insanlık hikmetini
yarım yamalak sadılayanlardır. Böyle bir hüküm eski
Yunanlılık, Romalılık gibi kendi zamanlarında kendi
medeniyetlerinin en son derecesini kendi milletlerinin her
ferdine vardırmış olanlar için doğrudur. Bunlar yıpramış,
çürümüş, bozulmuşlardı. Yaşayışını bugünkü Rumluk ancak
yabancı aşısıyla uzatabilir.
Beş bin yıldan beri parça parça, ayrı ayrı büyüklüklere
doğru kımıldayan Türkler asıl bundan sonra büyütecekleri o
millî birlik ile insanlığa yeni bir medeniyet verecek Asya
diriliğinin nişanlılarıdırlar. Asya insanlığın beşiğidir. Asya
dinlerin beşiğidir. Asya yeni bir medeniyetin de beşiği olacak.
Türk birliği dediğimiz ana, bu beşiği artık sallamak istiyor!
Görüyorum ki heyacanla siz de benim gibi titremeye
başladınız. Bana güzel karşılık olmak üzere söyleyebileceğiniz
sözlerin denizler kadar geniş ve derin olduğunu biliyorum fakat
heyecanınızla kesildiğini gördüğüm bu sözlerinize bedel
susmanızı selâmlıyorum. Denizlerden damla aranmaz, damlalar
denizlere dökülür. Şimdi size sevinçli varlığımın gözyaşlarıyla
birlikte uzatacak bir şeyim daha var, o da şu kardeş ve baba eli!
Mösyö Jan Ponyon
Yaşasın yeni Türkiye! Yaşasın büyük Türk birliği!
Yaşasın eski ve yeni Türk-Fransız dostluğu! Hurra, hurra,
hurra!
Senyor Kokorelli (Cocorelli)
Hârikalarınızla, mûcizelerinizle hasta insanlığa umûmî
emniyet ve ahlâki sıhhat veren Türkler! Size Bolşevik dediler,
Bolşeviklere millî dersler vererek dostluk gösterdiniz.
Siz her şeyin fevkindesiniz, çünkü yüreklerinizde her
şeye karşı sevgi ve saygı var.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
130
Mussolini İtalyası İtalyanlığı kurtardı. Bu kurtuluşu size
borçluyuz; çünkü İtalya faşistliği o yüksek dersi Anadolu’dan
aldı. Yaşasın Anadolu!
(Kuzgun Bey ile Tekin herkesin ellerini sıkarlar;
hizmetçiler şerbet getirirler)
(Bütün gençler bir ağızdan. -Çalgı da birlikte-)
Semerkant- Edirne
Kızıl ak Türk kuşağı
Kurtuluş nedir? Ne?
Babadır Türk uşağı!...
(Perde iner)
**SON**
Son Söz
Yeniliklere çabuk yanaşmayan kimseler zavallı insanlığın
dünkü yaşayışına bağlıdırlar. Bunların istikbal ile münâsebet-
leri yoktur.
Büyük Türklüğün yeni halk devleti kendi güzel dilini
artık eski zincirler altında tutamaz. Millî vicdanın heyecanı
millî edebiyata sarılıdır. Diyalektlerin çokluğu dil zenginliğine
işârettir. İtalya’nın her şehrinde ayrı (diyalekt) vardır; edebî
İtalyan dilinin açık ve sâde büyüklüğü onların hepsinden feyz
alıyor! Eski Latinceye ilk harbi Dante açtı.
Emin Ali Bey diyordu: [Kapitülasyonların en belâlısı
dilimizde! Ali Kemal gibi (konsolos)lar (Fâide)yi (Fayda)
yazdık mı hemen müdâhale ederler...] Emin ol, Emin Ali, bu
konsoloslar bundan böyle yaşamazlar...
Atıf Akgün
131
Her Arapça kelimenin imlâsını değiştirecek değiliz.
Yalnız Türkçeleşmiş sözleri söylediğimiz gibi yazacağız.
Ecnebî kelimelere karşı her millet böyle davranmıştır. Arapça
imlâsını muhâfaza ettiğimiz tâbirlere gelince, hiç olmazsa
terkiplerimizi Türkçe yapacağız. Böyle yapmazsak Türk
sarfının mânâsı kalmaz. Asılları Türkçe olmayan her şeyin
(cem’)lerini (ler) ve (lar)a bağlamalıyız. Tasriflerde de, meselâ
(Oldı, Öldi) yerine (Oldu, Öldü) yazmakta tereddüd
etmemeliyiz; çünkü olmak, ölmek masdarlarına göre Türkün
ağzından tasrifler öyle çıkıyor.
Geçen yıl Peyam-ı Sabah’ta şunu görmüştüm:
“Yazımız ve İmlâmız”
Yahya Sezâi Bey Efendi’ye,
Fikiriniz bu hususta -fakat munhasıran bu hususta- “İleri”
gazetesi gibi cezrîyim. Diyorum ki: Latin hurûfunu kabul
etmedikçe işin içinden çıkılamaz. Ama filan veya filan
sebeplerden dolayı o hurûf kabul edilemezmiş. Ne yapayım,
öyle ise boyuncağzımı büker ve proje-i âcizânemi geri alırım!
El-Hasıl beyefendi, hat ve imlâ hususunda bendeniz:
“Hep veya hiç!” taraftârıyım. Ya adam akıllı bütün kelimeyi
doğru okutabilecek bir yazımız olsun yâhut alelâde kalsın!...,
Bâkî hürmetlerim efendim.
Cenap Şahabettin
Koca Cenap! Ali Kemal ile arkadaşlığınızı affettirecek en
büyük hizmetiniz bu! Fakat yine yarım! (Hep)e varmak için
yürümek gerek. (Hiç)te kalmak (Yerinde say, yorul, öl!)
demektir. Otomobil edininceye kadar manda arabasına bedel
hiç olmazsa faytonla koşacağız.
Cenap’ları, Nazif’leri ve onların seleflerini yeni nesil
bundan böyle yalnız lisanlarda eski Osmanlı Edebiyatı diye
Osmanlı Lâtincesi gibi okuyacaklar ve okumalıdırlar.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
132
Eski Osmanlı Edebiyatı ile yeni Türkçülük arasında (Vasl
çizgisi gibi) sevilecek bir mevkide bulunan kıymetli şâirimiz
İskeçeli Sıtkı Bey Efendi’nin -bu eserimizin Sofya’da ilk
intişarı vesilesiyle- yazdıkları bir mektubunu şuraya
geçirmemek elimde değil:
921 Kânûn-ı Sâni 2
Edip-i nezih kardeşim Basri Efendi’ye
Manzûme-i belîğânenizin ihtivâ ettiği acılıklarla bilseniz
ne kadar hiss-i âşina oldum!... Hayatın zâlim nefehatı, ruh-ı
şâiri iğneler ve ondan feryatkâr izler irtisam eder; işte bendeniz
de sanatın bu lirik numûnelerine hayranım...; eser-i bediîniz bu
îtibârla cidden samîmîdir.
Bunu postadan aldığım millî temâşâ tetviç etti...; itiraf
ederim ki üç aktte koca bir cihan sanat gösteren eser-i
müstesnânız, huzur-u ilhamında necâbet-i milliye nâmına baş
eğdirecek bir kudreti yaşatıyor. İslâmiyet’i ibcal, milliyeti
takdis, Komünizmi en hurde-cû bir mantıkla intikad eden bu
şehkâr sanatın mebde-i mâzîsine benden ebedî hürmetler...;
Vesile mevcut iken şu kanaatimi arz edeyim. Bendeniz,
ezelî varlığı Arap’ın mâhiyeti mâlûm olan siyasetine asırlarca
beyhûde boyun eğen milliyetimizin en harâretli taraftar-ı
inkişâfıyım; ve bu îtibârla en katmerli bir Türkçüyüm, şu kadar
ki lisan meselesinde Süleyman Nazif ve Cenap Bey
derecesinde mutaassıp olmamakla berâber bir kısım Türkçü
kardeşlerin tâkip ettikleri garip lehçeye asla taraftar
olamıyorum. Yine bazılarının iddia ettikleri gibi “halk dili”
ucûbesini de biraz tuhaf buluyorum; ne demek efendim? Bizde
halk dili yok mu? Maksat İstanbul’umuzun lehçesini tâmim ise
evvel emirde İstanbul’da mütenâsık bir lehçe olmadığını iddia
edenlerden birisiyim. Kadıköyü’nün gelmiyorum, Üsküdar’ın
gelmorum; Üsküdar’ın on pak, Kadıköyü’nün on paralık
Atıf Akgün
133
şîveleri ortada iken bilmem bu maksat nasıl olacaktır;...yine
bazılarına göre lisan-ı edebiyatı şekl-i şi'rîsiyle umûmileştirmek
muktezî ise bir defa bu gayrikabildir. Şiiriyet tarz-ı tehassüste
oldukça lisan alelâde bir vâsıtadan başka bir şey değildir. Emin
Bey’in Türkçeden başka her şeye benzeyen mazûmeleriyle,
pek muazzez Gökalp Bey’in şiir nâmını zorla vermek
istedikleri tuhaflıkları, mevzularının samîmiyeti istisnâ edilirse
şerâiti-i hissiye ve tesiriye îtibâriyle kaç paralık meziyeti
hâizdir? Belki seksen defa tecrübe ettim... O manzûmelerden
avam şöyle dursun oldukça okur yazar geçinen memûrin-i
hükümet de bir şey anlamıyor. Emin Bey’in o meşhur
mütefelsifâne manzûmesi ki:
“Bir tarlada yürüyorum, ayağıma katı bir şey kakıldı”
mısrasıyla başlayan gılzet-i âhenk, sevdirmek istediğimiz
Türklükten halkı tenfir eder.
Size yemin ederim ki cidden hâiz-i kıymet olan eser-i
bediînizin şümûl-u şiirîsi -bazı noktalarda- bendenize bîgâne
bir vaziyet aldı.
Nûr-ı aynım beyim!... Kusur ve tesâmuhlarım için
temennâ-i af etmekle beraber şu noktayı da ilâve edeceğim ki:
Siz, ömr-ü kalenderânenin bütün safahatına vâkıfsınız; bu
vukuf fazl-ı mârifet erbâbının hasâil-i necibesindendir; hatâtımı
intikad ettiniz, bundan tevellüd edecek hicab-ı zulmânîyi,
mağfiretinizle telâfi ederim.
Kardeşin
Sıdkî
Eskilikle yenilik arasında kendileriyle her noktada
hemfikir olmamakla beraber Sıdkî Bey’i Garbî Trakya Türklü-
ğünün en canlı bir âbidesi gibi yüksek saygılarla karşıla-
yanlardanız.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
134
Bu (piyes)imiz Avrupa matbûatında da tatlı akisler
doğurdu. Tan gazetesinin bugün İstanbul mümessili bulunan
Mösyö Jan Tizon bu bâbda üç buçuk sütunluk bir takdir ve
tahlil makalesi yazdı.
Böylece yeni Türklüğü Garba tanıtmağa bile çalışırken
kendi aramızda yarım tanımamızın, ne dil hikmeti ile alâkası
kalır, ne de milletçilikle !...
***
Muhâcir Mehmedoğlu
Müellifin geçenlerde matbaamızda intişar eden (Muhâcir
Mehmedoğlu) ünvanlı millî romanı Türk kârîleri nezdinde
büyük rağbet gördü. İki bin nüshadan elyevm matbaamızda
yalnız elli kadar nüsha kaldı. Bundan edinemeyenler (İkdam)ın
kitap kısmına mürâcaat edebilirler. Bedeli yalnız yirmi
kuruştur. Bu kitap, Türklüğün millî fâciası olan hicretin en
acıklı âbidesidir. Ölmez bir (Fatma) hikâyesi içinde Türk
anasının hâli de var, istikbali de.
(En büyük düşmanımız cehâlettir) ünvanı altında,
İkdam’da Yakup Kadri Bey bu eser hakkında pek beliğ bir
tasvirde bulunuyor ve diyor:
Basri Bey “Muhâcir Mehmedoğlu” ünvanlı bir hikâye
neşretti. Pek açık, pek sâde ve samîmî bir üslup ile yazılmış bu
kitap, bize Türkü, Rumeli Türkünü ezelî bir muhâcir hâline
koyan ve yâhut onu mütemâdî katliamlara kurban eden esbabın
yalnız düşmanlarımızın zulüm ve vahşetinde inbias etmediğini
ne canlı bir tarzda gösteriyor. Basri Bey, esaslı Rumelili olmak
ve son zamanlarda uzun müddet Bulgaristan’da bulunmak
hasebiyle birçok acı hakikatlere yakında muttali olmuş. Bunları
hikâye tarzında bize naklediyor. Lâkin biz bu hikâyenin
arkasındaki millî fâcianın mânâsını derin bir râşe ile seziyoruz:
Atıf Akgün
135
Rumeli Türklerini hicretzede kılan veyâhut onları kâh
şarkta, kâh garpta küme küme mahveden yalnız Bulgar, Rum
komitacıları değildir, ne de ekseriye cehennemî ve taham-
mülfersâ bir dereceye varan takazalar ve tazyiklerdir. Bu
komitacılar bütün o havâlideki câhil köy hocalarında en gür ve
en kuvvetli müttefiklerini bulmuşlardır; elyevm, oralarda
hüküm süren hükümetler bu şuursuz mürşitler vâsıtasıyladır ki
hâlâ Müslüman ahâliyi gayrımahsus bir tarzda hicrete -yani
sefâlete yani mahve- sevk etmektedir...
***
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
136
5. Kitaplardan Bazı Görseller
Foto 1: Felâket Günlerim - Kapak
Atıf Akgün
137
Foto 2: Felâket Günlerim – Son Sayfa
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
138
Foto 3: Türk Gönlü – Kapak
Atıf Akgün
139
Foto 4: Türk Gönlü – İç Kapak
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
140
Foto 5: Türk Gönlü – Dukâkinlerden Basri
Atıf Akgün
141
Kaynaklar
Ali BİRİNCİ, “Giriş: Debre Mebusu H. Basri Gün Tekin”,
Debre Mebusu Basri - Arnavutluk ve Buhran-i Osmani,
(Haz: M. Suat MERTOĞLU) Klasik Yayınları, İstanbul, 2015,
ss. 19-29
Atıf AKGÜN, Balkan Türklerinin Muhacir Edebiyatı
İncelemeleri, Grafiker Yayınları, Ankara, 2016.
........................, Çağdaş Balkan Türk Edebiyatının İlk
Dönem Eserleri -I- Şehit Evlâtları ve Muhâcir Mehmedoğlu
(İnceleme-Metin), Gençlik Neşriyat, Bakü, 2020.
Atilla JORMA, Bulgaristan’daki Türk Edebiyatına Bir
Bakış, MBM Neşriyyat, Bakü, 2013.
Aziz ÇALIŞLAR, Tiyatro Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1995.
Can ŞEN, Körlüğü Zedelemek: Necip Fazıl Kısakürek
Tiyatrosu Üzerine Bir İnceleme, Gece Kitaplığı, Ankara,
2017.
Dukakinlerden BASRİ, Türk Gönlü (Bilinmeyen Büyüklük),
İkdam Matbaası, İstanbul, 1922. (İlk Baskı: Sofya, Bilgi Evi,
Yyy.)
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
142
Ferit DEVELLİOĞLU, Osmanlıca-Türkçe Lugat, Aydın
Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003.
Halil ZEKİ, Felâket Günlerim, Tunca Matbaası, Filibe, 1913.
Hayriye Süleymanoğlu YENİSOY, “Bulgaristan Türk
Edebiyatına Bir Bakış” Balkanlarda Türk Kültürü Dergisi,
S.52, Yıl 14, 2004.
........................; Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları
Antolojisi C. 8, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1997.
İlhan AYVERDİ, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı
Neşriyat, İstanbul, 2005.
Mehmet HACISALİHOĞLU, “Jön Türklerin Balkan Politikası
(1908-1913)” Divan - Disiplinler Arası Çalışmalar Dergisi,
C.13, S.24, 2008.
M. Suat MERTOĞLU (Haz.), Debre Mebusu Basri -
Arnavutluk ve Buhran-i Osmani, Klasik Yayınları, İstanbul,
2015.
M. Şükrü HANİOĞLU, “Jön Türkler” maddesi, TDV İslam
Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul,
2001.
Atıf Akgün
143
Müzeyyen BUTTANRI, “Bulgaristan Türkleri Arasında
Tiyatro Faaliyetleri” Motif Akademi Halkbilim Dergisi, C.3,
S.6, 2010.
Orhan KOLOĞLU, Üç İttihatçı (Arap, Kürt, Arnavut
Milliyetçilikleri ve İttihat-Terakki), Kırmızı Kedi Yayınevi,
İstanbul, 2011.
Osman KESKİOĞLU, Bulgaristan’da Türkler (Tarih ve
Kültür), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1985.
Vedat S. AHMET, “Yorulmayan Jöntürk: Ethem Rûhi
Balkan”,http://vedatahmed.blogcu.com/yorulmayan-jonturk-
ethem-r-hi-balkan/8439906, E.T.: 15.01.2020.
Felâket Günlerim & Türk Gönlü
144
Özgeçmiş
Atıf AKGÜN
1984 yılında İzmir/Menemen’de doğdu. İlk, orta ve lise
eğitimini Menemen’de tamamladı. 2006 yılında Dokuz Eylül
Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi
Bölümü’nden mezun oldu. Aynı yıl Ege Üniversitesi Türk
Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nde lisansüstü eğitimine
başlayan Akgün, 2012 yılında Türk Dünyası Edebiyatları
anabilim dalında savunduğu “Bulgaristan’da Türk Çocuk
Edebiyatı” başlıklı tezi ile doktora derecesi aldı.
2007-2013 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığına bağlı
okullarda Türkçe öğretmenliği görevi yapan Atıf Akgün, 2013
yılında Bartın Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve
Edebiyatları Bölümünde yardımcı doçent kadrosuna atandı.
2014-2016 yılları arasında Düzce Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalında
yardımcı doçent olarak görev yaptı. Akgün’ün ulusal ve
uluslararası yayınlarda Çağdaş Türk Edebiyatı, Türk Dünyası
Edebiyatları ve Balkan Türkleri Edebiyatları alanlarında
makaleleri yayımlandı; yurt içi ve yurtdışında Balkan Türkleri
ve Türk Dünyası Edebiyatları alanında çeşitli bildiriler sundu.
Balkan Türkleri ve Türk Dünyası konulu birçok bilimsel
etkinlikte düzenleyici ve katılımcı olarak yer aldı. Akgün,
hâlihazırda “Balkanlarda Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları”
dergisinin kurucu ve editörleri arasındadır.
2016 yılından itibaren Ege Üniversitesi Türk Dünyası
Araştırmaları Enstitüsü, Türk Dünyası Edebiyatları Anabilim
Dalı’nda görevini sürdürmekte olan Akgün, 2018-2020 yılları
arasında Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesi Türkoloji
Bölümü’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yapmıştır.
Not:
Bu kitap,
“Balkanlarda Çağdaş Türk Edebiyatının İlk Dönem
Eserleri” adlı projemiz kapsamında Bakü Devlet
Üniversitesi Filoloji Fakültesi Türkoloji Bölümü
Başkanlığının desteğiyle yayınlanmıştır.
Para ile satılamaz.
Çapa imzalanmışdır: 10.06.2020
Kağız formatı: 60x84 1/16 Həcmi: 9 ç.v.
“Gənclik” nəşriyyatında çap olunmuşdur.