Şiiri gibi düğünü de bir başkadır divan Şairinin s:36-45

64
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir Yayına Hazırlayanlar: Buğra ŞAMLI Sâmiha ULUANT Gülnar MIZRAK Kapak Tasarım: Havva Tûba ATİLLA Basım: ÖZAL Matbaası Yazışma Adresi : Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokağı No:3 Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56 Faks: 0 212 638 02 72 www.kubbealti.org.tr [email protected]

Upload: istanbul

Post on 26-Jan-2023

0 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Merhaba – Kış 2011 / 1

Kubbealtı Gençlerinden MERHABA Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir

Yayına Hazırlayanlar:

Buğra ŞAMLI

Sâmiha ULUANT

Gülnar MIZRAK

Kapak Tasarım:

Havva Tûba ATİLLA

Basım:

ÖZAL Matbaası

Yazışma Adresi :

Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı

Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokağı No:3

Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56

Faks: 0 212 638 02 72

www.kubbealti.org.tr [email protected]

/ Merhaba – Kış 2011 2

İÇİNDEKİLER

KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA -------------------------------- 3 MEZARCI Sâmiha AYVERDİ ------------------------ 4

ON BEŞİNCİ YIL Buğra ŞAMLI ------------------------------ 8

ADALAR ŞEHRİ STOKHOLM Güleda ENGİN ------------------------- 10

MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 3 Çelik BAHAROĞLU ------------------ 13

FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 20

BİR KONFERANSIN ARDINDAN Ceren KESİCİ -------------------------- 22

SÂMİHA AYVERDİ Ömer TURAN ------------------------- 25

ŞİİR Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------- 33

YAĞMUR GÜNCESİ Gülnar MIZRAK ----------------------- 34

ŞİİRİ GİBİ DÜĞÜNÜ DE BİR BAŞKADIR DÎVAN ŞÂİRİNİN Nesibe YAZGAN ----------------------- 36

MASAL Selim GÖKIŞIK -------------------------- 45

AYNI HAYATLARDA FARKLI

METİNLER YARATMAK

Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU --------------- 53

İLKOKUL ÖĞRETMENİM

E. Yegân ERDEM ------------------------ 55

BİLMECE - BULMACA 9 ------------ 58

KISA KISA Murat OKTAY -------------------------- 61

Merhaba – Kış 2011 / 3

KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA

Değerli Merhaba Okurları,

Dergimizin on beşinci yılında sizlere yeniden “Merhaba” demekten

büyük bir mutluluk duyuyoruz. Yıllardır dergimizi takip eden siz değerli

okurlarımıza, yazılarıyla dergiye renk ve zenginlik katan yazarlarımıza,

mizanpajından, kapak tasarımına, tashihinden dağıtımına dergide

emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz.

Öncelikle Kasım ayında vefatının birinci yıldönümünü idrak ettiğimiz

Vakfımızın kurucularından, muhterem büyüğümüz İlhan Ayverdi’yi

rahmet ve hasretle yad ediyoruz.

Siz bu satırları okurken hem hicrî hem miladî yeni bir yılı idrak etmiş

olacağız. Bu vesileyle yeni yılınızı tebrik ediyor, hayırlar getirmesini

diliyoruz.

Daha nice seneler bu sayfalarda buluşmak dileğiyle...

Merhaba Yayın Kurulu

/ Merhaba – Kış 2011 4

MEZARCI1 Sâmiha AYVERDİ

Sık servilerle başlıyan kabristanın methalinde2 mezarcı Abdinin iki

odalı bir evi vardır. Kışın soğuklarını da, yazın sıcak günlerini de o hep

burada geçirir. Zira mesleği, işinin başından uzaklaşmasına müsaid

değildir. Yalnız geceleri kahveye gidip ısınmak ve yorgunluğunu hafifletmek

arzusunu duyarsa da, o bunu da yapmaz; zira hem çok hasistir3, hem de

iki defa üstüste evi soyulmuş olduğu için bir üçüncüye meydan vermekten

korkarak uzağa gitmek istemez. Bütün eğlencesi, evinin önündeki küçük

bahçesidir. Mevsime göre burada lâtin, yıldız, horoz ibiği yetiştirir; bir kaç

saksı ıtırla sardunya da bahçenin en mutena4 çiçeği olarak, yine kendi

eliyle yapmış olduğu havuzun etrafında durur.

Düşünceli ve kasâvetli5 zamanlarında kapısının eşiğine oturarak

küreklerin, kazmaların çamurunu temizler, iğrilmiş bozulmuş madenî

kısımlarını düzeltir, sapları kırılmışsa yeniden takar. Keyifli zamanlarında

ise bahçesine çıkarak havuzundaki kırmızı balıklara kırıntı ekmek atar.

Fakat bir gün nasılsa, yolcunun birinden balıkların sudaki gıdalarla

geçinebileceğini duyduktan sonra, artık bu ikramdan da vazgeçti. O,

büdçesinden on para tasarrufu bile bir kazanç sayardı. Asık ve çetin mizaclı

olduğu için hemen hemen hiç dostu yoktu; ömrünü tek başına geçirir,

masraf etmekten korktuğu için evlenmeyi hiç düşünmezdi. Onu zevkle

avutan yegâne dost, her gün bir az daha yekûnunu6 kabartmıya uğraştığı

paralarıydı. Pek kızmadıkça kimseye çatmadığı için düşmanı da yok

denebilirdi; lâkin şu iki defa evini soyan hırsız asla af edemiyeceği tek

hasmıidi. Aksi gibi bütün araştırmalarına rağmen onu, rüyalarından başka

hiç bir yerde ele geçirememişti. Gerçi kar fırtınalariyle büsbütün

122 Kasım 1946’da Büyük Doğu dergisinin 55.sayısında neşredilen bu yazıyı Merhaba’da yeniden yayınlarken o günün imlâsına sadık kalınmıştır. 2Methal-Medhal: Giriş yeri, giriş. 3Hasis: Cimri, pinti. 4Mûtenâ: Seçkin. 5Kasâvetli: Kederli, tasalı. 6Yekûn: Toplam.

Merhaba – Kış 2011 / 5

mahuflaşan1 kâbuslu gecelerinde onu kaç kere kalın sopasiyle döğmüş,

elini ayağını bağlamış, hattâ kaç kere boazını sıkmış, boğazlamıştı. Fakat

kâh cılız çelimsiz, kâh iri bir dev gibi karşısına çıkan bu adamla boğuştuğu

geceler kan ter içinde uyanmaktan başka bir şey elde edemezdi. Abdiyi

büsbütün hasis ve sıkı yapan bu hırsızlık vakaları, aynı zamanda biraz daha

gaddar ve insafsız da yapmıştı. Bilhassa kendi kısmetine iştirak ettiklerine2

inandığı ıskatçıları3 hiç sevmez olmuştu. Evinin, mezarlığa hâkim olan

büyük methale nazıroluşu ona, bu tufeylî4 saydığı zümreile haylı mücadele

imkânı verirdi. Bilhassa bunların içinde iki çocuk vardı ki Abdi, onları hiç

sevmezdi.

- Yumurcaklar nasıl da yolunu bulup içeri giriyorlar? der ve her

görüşünde arkalarından kovalardı.

***

Servilerin mağrur5 ve mevzun6 gölgeleri altında, biri yedi, digeri on

yaşlarında iki kız oynuyor.

Başlarında kirli birer yemeni, çamurlu bir suya batırılıp kurutulmuş

hissini veren renksiz yırtık elbiseleri topuklarına kadar uzun, iki cılız

mahlûk... Ölüleri kendilerine ekmek kapısı intihab etmiş7 bu küçük

mahlûklar, işte Abdiyi ifrit görmüş gibi çileden çıkaran iki kızdır.

Devamlı yağan yağmurlarla balçık halini almış kabristanda serviden

serviye koşarak oynuyorlar. Genzi yakan reçine kokuları ve mezar taşları

arasında geçen bu oyun ve gülüp eğlenme sahneleri ancak tazallum

edilecek8 bir zair9 olmadığı zamanların hakkıdır.

İşte nitekim iki çocuk da, mesleklerine yakışmıyan bir neşe ile

oynayıp dururlarken, karşıdan bir ziyaretçinin geldiğini görür görmez,

gözliyen bir mahlûk atikliği ile bambaşka birer hüviyet giydiler. Birden bire

1Mahuf: Korkunç. 2İştirak etmek: Ortak olmak. 3Iskatçı: Mezarlıklarda dilenen, sadaka toplayan kimse. 4Tufeylî: Dalkavuk, başkasının sırtından geçinen (kimse). 5Mağrur: Kibirli, gururlu. 6Mevzun:Biçimli, düzgün, âhenkli. 7İntihap etmek: Seçmek. 8Tazallüm etmek:Sızlanmak, şikayet etmek. 9Zâir: Ziyaretçi.

/ Merhaba – Kış 2011 6

yüzlerine magmum1, hazin, muhtaç ve aciz birer nikab2 iniverdi. Yavaş

yavaş zaire doğru yürümeğe başladılar.

Bu maske değiştirme, sanatlarının en hassas ve mühim tarafı idi.

Onlar pek küçük yaştan itibaren başladıkları bu temrinlerden3

kazandıkları muvaffakiyetle, sürat ve suhuletle4 (makyaj) değiştiren bir

sanatkâr gibi, şimdi her ikisi de, aile mezarlığının başında duran yolcuya

sokulmuş, bir toprak heykelin ellerini andıran kirli ve çamurlu elleri açık,

bekliyorlardı.

Kısa bir intizardan5 sonra bu küçük ve mülevves6 ellerin birine kırk,

digerine yirmi para düştü. Hissesine tesadüfen az para isabet eden büyük

çocuktu. Arkadaşının tâliine7 haced eden de yine o oldu ve yolcu uzaklaşır

uzaklaşmaz küçügün ensesine bir yumruk vurarak yemenili başını bir

mezar taşına çarptı. Alnından ince bir kan yolu sızan küçük kız; bu tokadın

kasdettiği mânâyı anlıyarak, kuvvet karşısında zebun olanların8 kırık haleti

ruhiyesiile, kendi kırklığını arkadaşının yirmiliği ile tebdile9 razı oldu. Ve bir

eliyle yanağından çenesine doğru uzayan kanı silerek öteki eliyle de

kırklığını uzattı. Fakat parayı alan büyük kız, kendi yirmiliğini iade etmeden

küçüğe ikinci bir yumruk vurarak hızla koşmıya başladı.

***

Mezarcı Abdinin her zaman kuşkuda olan kulakları servilerin

arasındaki hâdiseden az çok bir şeyler sezmişti. Sopasını alarak evinden

çıkar çıkmaz, mezarlığın methalinden koşa koşa çıkmak üzere olan büyük

kızla karşılaştı. Kız, Abdinin korkunç hayalinin nöbet beklediği bu kapının

yanından hep böyle koşarak geçer ve mezarcı ile karşılaşmaktan şiddetle

korkardı.

Fakat bu gün kaçamamıştı işte. Abdi, donmuş bir ejderhaya

benzeyen dimdik kalın sopasıyla karşısına dikilmişti.

- Amca, bırak, geçeyim, annem hasta!

1Mağmum: Kederli, hüzünlü. 2Nikap-nikab:Peçe. 3Temrin: Egzersiz. 4Sühûletle: Kolaylıkla, kolayca. 5İntizar: Bekleme, bekleyiş. 6Mülevves: Pis, kirli. 7Tâli: Baht, tâlih. 8Zebun olmak: Zayıf ve düşkün duruma gelmek. 9Tebdil: Değiştirme.

Merhaba – Kış 2011 / 7

Mezarcının mavi gözlerinin soluk ışığı bir burgu gibi, kızın sımsıkı

kapalı duran sol avucuna dikilmişti.

- Amca anneme ekmek alacağım, bırak gideyim...

Abdiyi bu küçük ve kurnaz mahlûkun beylik yalanları büsbütün

çileden çıkarmıştı.

Kalın, dik sesi bu sakin diyarda büsbütün heybetli, çınladı:

- Aç avucunu köpek!

Mezarcı, titreyen küçük elin uzattığı altmış parayı cebine koyarken,

başını bir serviye dayayarak ağlıyan kız, pek tabiî olarak, dünyanın,

şaşmaz hükümler verilen bir siyasetgâh olduğunu düşünmüyor ve

insanlara insanlardan vaki olan sitem ve cevrlere1 de bizzat kendi

hareketleri, fiilleri yüzünden yine kendilerinin talib olduklarını bilmiyordu.

Zalime karşı bir başka zalimle mücehhez olan2 hilkatın ne hayret

verici bir dikkat ve teselsülle3 bu işi yaptığını zavallı küçük zalim nereden

bilsin ki, ona, hâkî4 bir meyille başı göğsüne düşmüş salhurdeler5, ilim ve

hüner iddiası ile yere göğe sığmayan bilgiçlerden kaç kişi vakıftı6?

Mükevvenatı7 şaşmaz ve aksamaz kanunlarla idare eden büyük zekâ,

hilkat manzumesi içinde mütevazi cirmi8 ile dönüp duran şu dünyayı, bu

dersi tâlim etmek9 için, daha milyonlarca sene devrinde ve seyrinde devam

ettirse, yine de ârif ve hakîm10 zümrenin bir noktalık mütevazı yekûnu

çoğalmıyacaktır.

1Cevir-Cevr: Eziyet, cefa, zulüm. 2Mücehhez olmak:Donatılmış olmak. 3Teselsül: Zincirleme devam etme. 4Hâkî: Hikâye eden, anlatan (kimse). 5Salhurde-Salhorde: Kocamış, çok yaşlı. 6Vâkıf: Bilen, haberdar. 7Mükevvenat: Yaratılmış şeylerin tamamı, varlıklar, mahlûkat. 8Cirim-Cirm:Cisim. 9Tâlim etmek: Öğretmek. 10Hakîm: Filozof.

/ Merhaba – Kış 2011 8

ON BEŞİNCİ YIL Buğra ŞAMLI

[email protected]

İnsanlık tarihinin yazının icadıyla başladığı kabul edilir. Hak

vermemek mümkün mü? Yazıya dökülmedikçe, anlatan ve işitenlerin insaf

ve idrakine kalmış gerçekler aslına ne kadar sadık kalarak aktarılabilir ki?

Hele “hâfıza-i beşer nisyan ile mâlüldür” hükmünün işaret ettiği gibi olan

biten zamanla müşterek hafızadan geri dönülmez biçimde

silinmekteyken... Devletler arasındaki ilk yazılı anlaşma olarak kabul edilen

ve Hititler ile Mısırlılar arasında imzalanan Kadeş Anlaşması’nın tarihteki

yüzlerce diğer anlaşmadan ayrı bir yere konulması bu sebeptendir.

Bugünlerde dijital kıyamet, siber savaş, bilgi çağının vardığı son nokta gibi

etiketler yakıştırılan Wikileaks hâdisesi, gücünü ifşa edilen belgelerin resmi

yazışmalar olmasından almaktadır. Görülmektedir ki bilgiyi aktarmak ve

saklamak için ister hiyeroglif ister bilgisayar dilinin 1 ve 0 dizileri

kullanılsın, bu kubbede bâki kalan asıl yazı olmaktadır.

Günlükler dahi kişinin kendi kendinin vakanüvisi olarak kaleme aldığı

bir nevî şahsi tarih olarak görülebilir. Nitekim, insan yıllar sonra geriye

dönüp de karıştırdığı o sayfalarda hayat serencâmının kendisinde nasıl bir

iz bıraktığını, fikir ve his dünyalarında nasıl bir rota takip ettiğini görebilir.

Kur’an’da kaleme ve onun yazdıklarına edilen yemin, yazının zahirî âlemde

olduğu kadar bâtında da müşahhas ve dikkate şâyan bir mevkide olduğuna

delil olarak kâfidir.

Bir yazar fideliği, genç kalemlere sunulan bir fırsat, Kubbealtı

gençlerinin fikir ve duygularını yazıyla paylaşabilecekleri bir platform olarak

muhterem İlhan Ayverdi’nin teşvikleriyle bundan on beş sene evvel ilk

sayısı çıkan Merhaba, elbette yukarıdaki girişte bahsi geçen yazılı eser ve

belgelerle kıyaslanmamaktadır. Ancak dergimizin Kubbealtı gençleri

tarafından tutulmuş bir tür seyir defteri olarak görülmesinin mübalağa

sayılmayacağı kanaatindeyiz. Bugüne kadar, Türk dili, kültürü ve tarihi

üzerine yazılmış denemeler, şiirler, edebiyat ve gezi yazıları, hikâyeler, film

eleştirileri, vakfımızdan haberler gibi geniş bir yelpazeye yayılmış yazıları

içeren, kimi zaman büyüklerin de katkılarıyla zenginleşen sayılar Kubbealtı

Merhaba – Kış 2011 / 9

gençlerinin mesaileri neticesinde Merhaba’nın sayfalarında yer bulmuştur.

Dergimizin Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi özel

sayıları Vakfımızın bânilerine, onların talebeleri olma sorumluluğunu

taşıyan gençlerin bir vefa ve şükran ifadesi olarak hazırlanmıştır. Ayrıca

Mehmed Âkif, Yahya Kemal, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Cinuçen

Tanrıkorur gibi sanat ve edebiyat dünyamızın unutulmaz şahsiyetleri çeşitli

vesilelerle anılmış, Türkçe’nin sırlarına vâkıf Nihad Sami Banarlı için özel

sayı çıkarılmıştır.

Merhaba, Temmuz 1996’dan bugüne hizmet bayrağını birbirine

devreden onlarca gencin katkısıyla raflarda yer alırken, Türk kültür, tarih,

sanat ve dilinde izlediği çizgiyi daima Kubbealtı standartlarında tutma

gayretinde olmuştur. On beş yıl boyunca yazılıp çizilmiş yüzlerce yazının bu

gayretin şahidi ve yazılı delili olması dileğiyle...

/ Merhaba – Kış 2011 10

ADALAR ŞEHRİ STOKHOLM Güleda ENGİN

[email protected]

Avrupa Birliği’nin 2010 yılında Stokholm’e (Stockholm) “Avrupa’nın

yeşil başkenti” lakabını vermesi altında yatan gerekçeler listesi bir hayli

uzun. Aslında bir çevre mühendisi olarak bu gerekçeleri anlatmam beklenir

belki de. Bana sorarsanız şehrin lakabı “Avrupa’nın mavi-yeşil başkenti”

olmalı idi! Zira 14 büyük ada ve 35,000 adacığın üzerinde kurulu bu güzel

şehirde yürürken mavi ve yeşil birbiriyle iç içe ve ayrılmaz görünüyor.

İskandinavya’nın başkenti olarak nitelendirilen şehir, Mälaren Gölü’nün

Baltık Denizi’ne açıldığı bir noktada kurulmuş. Stokholm’un kelime

mânâsının “adalar ağacı” olduğunu mihmandarımızdan öğrendim. İlk

duyduğumda pek de anlam verememiştim ama nasıl İtalya’nın kuşbakışı

görünüşü çizmeye benzetilirse, Mälaren Gölü’nün Baltık Denizi’ne açılırken

adaların arasında dağılışı da bir ağaca benzetilebilir.

%30’u sularla, %30’u da park ve yeşil alanlarla kaplı şehri yaya

olarak gezmek ve ziyâret etmek istediğiniz yerlerin tamamını görmek

mümkün. Tabii hava şartlarının el verdiği ölçüde… Kış şartlarında toplu

taşımacılığı kullanmak kaçınılmaz oluyor.

Bana kalırsa bir şehrin gelişmişliğinin önemli ölçütlerinden biri de

şehir içi ulaşım. Avrupa’nın en iyi ulaşım sistemine sahip Stokholm’de üç

ana hat üzerine kurulmuş olan bir metro sistemi ile son derece dakik

çalışan otobüsler hizmet veriyor. Son derece dakik diyerek abartmıyorum.

Hakikaten duraklarda ilan edilmiş hatlara ait saatlere tam olarak riâyet

ediliyor. Stokholm’de yaşayan bir arkadaşımıza İstanbul’da bazen 20

dakika otobüs beklenebileceğini söylediğimizde Stokholm’de kış aylarında

20 dakika otobüs beklenirse donma tehlikesinin yaşanabileceğini bize

gülerek anlattı. İsveçliler için soğukla mücadele hayatın bir gerçeği. Kara,

buza, dondurucu soğuklara karşı bir hayli tedbirliler. Ülke olarak iddialı

oldukları endüstriyel ürün tasarımı sahasındaki güçleri kendilerine bu

konuda da yardımcı olmuş. Mesela ülkede üretilen veya ithal edilen

otomobillerin birçoğunda koltuklar alttan ısıtmalı. Araç çalıştığı müddetçe

farlar yanmakta. Otoparklarda her bir araç için bir priz tahsis edilmiş;

Merhaba – Kış 2011 / 11

aracınızı park ettikten sonra prizden elektrik alarak uzun süreli parklarda

aracınızın donmasını önleyebiliyorsunuz.

Metro ağı, 62 km’si yeraltında olmak üzere toplam 108 km’den

oluşuyor. Üstelik toplam uzunluğu bu kadar fazla olan metro sadece

800,000 kişilik bir nüfus için… Mevcut üç hattan sonuncusu olarak açılan

mavi hattın tüm istasyonları farklı sanatçılar tarafından bezenmiş.

Dolayısıyla, istasyonda yürürken çok ilginç tasarımlar ve eserlerle

karşılaşabiliyorsunuz.

Köklü bir geçmişe sahip olan diğer şehirlerde olduğu gibi, 750 yıllık

bir tarihe sahip Stokholm’de de albenili eski şehir ile yeni, modern şehir iç

içe. Şehrin özellikle modern kısmında İsveçlilerin tasarım konusundaki

ünleri hemen fark ediliyor. Modern binaların arasında suya bu kadar yakın

olmak çok hoş bir duygu… “Riksdag” adlı İsveç parlamento binası eski

şehrin üzerine kurulduğu adaların en küçüğü olan "Helgeandsholmen" yani

“Kutsal Ruh” adasının üzerine 15. yüzyılda kurulmuş. Müştemilat binalarını

saymazsak adanın üzerindeki tek bina olarak yükseliyor. Günün belli

saatlerinde yapılan bando gösterisinin birine biz de şahit olduk. Gerçi

karakış geçmiş, hava yavaş yavaş ılınmaya başlamıştı ama yerlerde hâlâ

kar vardı. Dolayısıyla, üşütmekten de korktuğum için olacak benim

üzerimde kalınca bir kaban, bere, atkı, eldiven ne gerekiyorsa tam takım

olarak bulunuyordu. Aynı gösteriyi babalarıyla izleyen dokuz-on yaşlarında

iki kız çocuğu dikkatimi çekti. Yere serdikleri kabanlarının üzerinde uzun

kollu penye tişörtleriyle oturarak dondurma yiyorlardı! Bu ilginç görüntüyü

fotoğraflamak da eşime düştü.

Gamla Stan olarak adlandırılan eski şehir de gezilip görülmesi

gereken yerlerden bir diğeri. Daracık sokakları, bu sokaklar üzerinde yer

alan kafeteryalar, pastaneler, restoranlar, butikler, hediyelik eşya satan

küçücük dükkânlarıyla Gamla Stan’dan hiç ayrılmak istemiyor insan.

Özellikle hediyelik eşya satan dükkânlarda, bazılarını çocukluğumdan

hatırladığım, çizgi film kahramanlarıyla ilgili ürünler dikkatimi çekti.

Muminler, Uzun Çoraplı Kız Pippi, Vikingler gibi çizgi filmlerin İsveç yapımı

olduklarını orada öğrendim.

Stokholm’ün merkezine çok da uzak olmayan yemyeşil bir ada olan

Djurgården Parkı ile ortaçağ İsveç’ini sergileyen açık hava müzesi Skansen

/ Merhaba – Kış 2011 12

de ziyâret listemizde yer alıyordu. Ancak zaman kısıtından dolayı her

ikisine de gitme fırsatı bulamadık.

Seyahatimizin bir kısmını da Stokholm’ün kuzeybatısında bulunan

göllerin arasına gizlenmiş bir başka şehirde Borlänge’de geçirdik. Dediğim

gibi artık bahar yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladığından göllerin

üzeri buzla kaplı olduğu halde tehlike arz ettiği için üzerinde yürümeye izin

verilmiyordu. Oysa bize mihmandarlık yapan arkadaşımızdan kış aylarında

kamyonların dahi buzla kaplı göllerin üzerinde seyahat etmelerine izin

verildiğini öğrenmiştik. Bildiğiniz gibi, buz pateni İsveç’te oldukça yaygın

olarak yapılan bir spor dalı. Herhalde her evden yürüyerek bir göle

ulaşılabilir desem abartmış olmam, zira ülkede irili ufaklı 96,000’den fazla

göl olduğunu da yine mihmandarımızdan öğrenmiştik.

Mihmandarımızdan bu kadar bahsetmişken ondan ve kendi

“cemaati”nden de bahsetmek isterim. Eşimin eski bir öğrencisi olan ve bu

ülkede yüksek lisans yapan bu gençten İsveç’te Türkiye’den göçen 50,000

civarında Süryani yaşamakta olduğu şaşırtıcı bilgisini aldık. Bizim için bir

diğer şaşırtıcı bilgi de tıpkı Belçika ile Afyon Emir Dağı arasındaki

münasebet gibi bu ülkeyle de Konya Kulu arasında sıkı bir bağ var. Öyle ki

bir suikaste kurban giden İsveç’in ünlü başbakanı Olof Palme Kulu’yu

ziyâret etmiş ve Kululular ölümünden sonra bu ziyâretin hatırasına onun

ismini ilçedeki cadde ve parklara vermişlerdir.

Seyahatimizin son ayağı, Falun adlı biraz daha kuzeyde yer alan çok

daha küçük bir şehir. Bu şehri ziyâretimizin esas sebebi 2001 yılında

UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine giren Büyük Bakır Madeni’ni gezmek.

1992 yılında kapatılan madenin bir kısmı ziyâretçilere açık. Eski madenci

kıyafetiyle bizleri karşılayan müze görevlileri bizleri de yansıtmalı özel

kıyafetler, kask, kaska monte edilebilen fener ile donattıktan sonra yerin

65 m altına indirerek bambaşka bir dünyaya götürdüler. Devlet büyükleri

de dâhil olmak üzere pek çok ünlünün ziyâret ettiği ve duvarlarını

imzaladığı bu dev maden 1,000 yıla yakın bir süre tüm Avrupa’nın en

büyük bakır madeni olarak işletilmiş.

Şimdiye kadar ayak bastığım en kuzeydeki şehir Falun’dan

Borlänge’ye, oradan da Stokholm’e dönerek güzel anılarla dolu İsveç

seyahatimizi tamamlamış olduk.

Merhaba – Kış 2011 / 13

MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 3 Çelik BAHAROĞLU

[email protected]

MÎMAR RAIMONDO D’ARONCO

Dünya mîmârî mîrası içinde uluslararası sanat akımı tanımına uyan

ilk mîmârî üslûp olarak sayılabilecek Art Nouveau stilinin en fazla yapı

örneğini İstanbul’da barındırdığı düşünülmektedir. İngiltere’de ortaya

çıkarak birçok Avrupa ülkesinde farklı isimler altında benimsenen bu

akımın İstanbul’daki uygulayıcıları içinde belki de en önemli isim, İtalyan

mîmar Raimondo D’Aronco olmuştur.

Raimondo D’Aronco, 1857’de İtalya’nın küçük bir taşra kenti olan

Gemona’da dünyaya gelmiştir. 1877 – 1880 yıllarında Venedik Akademisi’nde

Dekorasyon ve Mimarlık dersleri alan mimar, daha önce örgün bir mimarlık

eğitimi görmemiş olduğu için biçimsel ve stilistik deneyimlere alabildiğince

açık ve özgürce çalışır. D’Aronco akademik öğrenimini büyük bir başarı ile

tamamladıktan sonra birbiri ardına yarışmalara katılır; bu yarışmalarda

projelerinin özgünlüğü, düş gücü ve belirgin kişiliği sayesinde sivrilir.

Mîmar 1890’da ilk büyük başarısına ulaşır: Torino’da Birinci İtalyan

Mimarlık Sergisi’nin cephesi için açılan yarışmayı kazanır1.

Osmanlı İmparatorluğu 1851 Londra Evrensel Sergisi ile başlayarak

hemen bütün uluslararası sergilere katılmıştır2. Bu kez İstanbul’da 1896

senesinde Ziraat Orman ve Maadin Nâzırı Selim Paşa başkanlığında II.

Osmanlı Ulusal Sergisi’nin düzenlenmesi çalışmaları başlar. Sultan II

Abdülhamit 1890 Torino Sergisi’ni göstererek İstanbul Sergisi’nin bu

modele göre düzenlenmesini ister ve böylece I. İtalyan Mimarlık Sergisi

Pavyonu’nun dekorasyon yarışmasını kazanan D’Aronco ile temasa geçilir

ve 11 Temmuz 1893’te sergi projelerini hazırlamak için D’Aronco ile

anlaşma yapılır3.

1 Batur, A.; (2004), Raimondo D’Aronco, Onduline Dünyası Dergisi, 23: 6 – 9. 2 Batur, A.; (1994), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, D’Aronco Maddesi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. 3 Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006)

Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul

/ Merhaba – Kış 2011 14

Resim 1: D’Aronco – II. Ulusal Osmanlı Sergisi için köşe pavyonu projesi1

D’Aronco İstanbul’a yeni mîmârî ifâdelere açık, Avrupa akademilerinin

basmakalıp yaklaşımlarından uzak ve genel olarak Osmanlı ve İslam

mîmârîsi ile bir diyalog kurmaya kesinlikle açık bir şekilde gelmiştir2.

Sergi çalışmaları 1893 yılının ağustos ayında başlamıştır. Temel atma

töreninin hazırlıkları tamamlandığı sırada 10 Temmuz 1894 günü

İstanbul’da büyük bir hasara neden olan şiddetli bir deprem meydana

gelmiştir3. Maddî zararın büyük olduğu deprem sonrasında sergiden

vazgeçilmesi mecburiyeti ortaya çıkmış, buna rağmen işine bağlılığı ve

profesyonelliği Osmanlı idâresinin nezdinde kayda değer bir îtibar

edinmesini sağladığı için D’Aronco Saray’ın ve Evkaf Nezâreti’nin

kadrosunda başka yabancı mimarlarla birlikte önemli yapıların onarımında

çalışmaya başlamıştır4. Osmanlı ve Bizans mîmârîsinde kullanılan inşâ

teknikleri, malzeme ve süsleme konularında çok geniş bir bilgi birikimi

edinen mimar, kısa süre içinde Saray’ın önemli şahsiyetlerinden ve

1 Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarisi ve İç Mekânları, çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul. 2 Orlandi, L.; (2006), Raimondo D’Aronco Üzerine İstanbul’da Bir Sergi, çev: Melike Ayşe Kuroğlu, Mimar.İst Dergisi, 22: 4. 3 Batur, A.; (1994), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, D’Aronco Maddesi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. 4 Evrenosoğlu, P. ve Acar, B.; (2007), Raimondo D’Aronco, Tasarım Merkezi Dergisi, 2:

14–17.

Merhaba – Kış 2011 / 15

dönemin İstanbul sosyetesinden bazı önemli müşteriler kazanır1. Sultan

kendisine Mecidiye ve Osmaniye Nişanları, eşi Madam D’Aronco’ya da

Şefkât Nişanı vermiştir2.

D’Aronco’nun mîmârîsi çevre etkilerine açık, deneyimlerle

zenginleşen bir kurgu modeli ve kişiye özgü bir dil olarak tasvir edilebilir.

İstanbul’da bulunduğu 16 sene O’nun tasarımının uluslararası bir çizgi ile

İstanbul arasında derin bağlar geliştiğini sergilemektedir3. Art Nouveau

üslûbu içinde önemli bir yeri olan D’Aronco bu mîmârî üslûbu Osmanlı –

İslam sanatı ile birleştirerek doğu ve batı kültürleri arasında bir köprü

görevi görmüştür4.

D’Aronco özellikle yalı ve köşklerin tasarımında Osmanlı evinin

mekânlarını yeniden yorumlar, yavaş yavaş onu eklektizmin taklitçi

pratiğini terk etmeye götüren daha büyük bir tasarım özgürlüğü sergiler5.

D’Aronco’nun daha önceki yapılara, şehir ve peyzaj bağlamına yönelik

dikkati onu genellikle yerin ruhuna saygılı işlemler yapmaya yönlendirir6.

Eleştirmenlerin 1902 – 1906 yılları arasındaki Türk dönemi

mîmarîlerine atfettikleri moderniteyi D’Aronco’nun yerel ruhu kişisel bir

yorumla yeniden yoğurmasına bağlamak gerekir. D’Aronco’nun farklılığını

ve sanatının özünü oluşturan şey eleştirel yaklaşımıdır, çünkü pasif

taklitten uzak durur; zaten sürekli analiz – sentez alıştırması geçmişi

özlemle anmaktan çok geleceğe bakmaktan yana dinamik bir vizyonu öne

çıkarır7. Güncelliği ise kendi geleneğine çok farklı bir kültürde çalışırken

modernlik temasını göğüslemesine izin veren cesareti ile ölçülür8.

1 Orlandi, L.; (2006), Raimondo D’Aronco Üzerine İstanbul’da Bir Sergi, çev: Melike Ayşe Kuroğlu, Mimar.İst Dergisi, 22: 4. 2 Batur, A.; (2004), Raimondo D’Aronco, Onduline Dünyası Dergisi, 23: 6 – 9. 3 a. g. e. 4 Evrenosoğlu, P. ve Acar, B.; (2007), Raimondo D’Aronco, Tasarım Merkezi Dergisi, 2: 14 – 17. 5 a. g. e. 6 Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006) Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul 7 a. g. e. 8 Orlandi, L.; (2006), Raimondo D’Aronco Üzerine İstanbul’da Bir Sergi, çev: Melike Ayşe

Kuroğlu, Mimar.İst Dergisi, 22: 4.

/ Merhaba – Kış 2011 16

Yapılarından Bazıları

Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne Binâsı

Yapı 1894 – 1903 seneleri arasında Haydarpaşa’da D’Aronco ve

Vallaury tarafından tasarlanmıştır. Yapının ana kısımlarının batılı

kompozisyon şemalarına göre düzenlenmiş olduğu simetrik özellikleri ve

kısımların birbiri ile olan ilişkisine bakılarak anlaşılabilir. Yapı kullanım

amacına bağlı olarak bütünüyle batılı bir anlayış sergiler, gerek koridorların

varlığı, gerek yüksekliği binânın üç katı boyunca olan bir boşluğa

yerleştirilmiş anıtsal teşrifat merdiveni bu özelliği ortaya koymaktadır1.

Yapı günümüzde Marmara Üniversitesi tarafından kullanılmaktadır.

Resim 2: D’Aronco ve Vallaury – Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane – 1894 - 19032

Mehmet Sâdık Efendi Evi

1904 senesinde Feneryolu’nda gerçekleştirilmiş Mehmet Sâdık Efendi

evi günümüze ulaşamamış bir yapıdır. Bu tasarımda D’Aronco Türk

konutunu Orta Avrupa modernizmi ile tasarlamaya çalışmıştır. Kare plan

çıkıntılı saçaklar ile yükselir. Odayı bir birim olarak değerlendiren mîmar

işlevine göre doluluk ya da boşluklar şeklinde cepheye yansıttığı hacim

kompozisyonlarını bu birimden oluşturmuştur. Üst kattaki çıkıntılı bölümler

1 Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006) Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul 2 Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları,

çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul.

Merhaba – Kış 2011 / 17

ve çatı kenarlarının asimetrik düzeni alışılagelmiş plan tipine canlılık

katmaktadır1.

Resim 3: D’Aronco – Feneryolu’nda Mehmet Sadık Efendi Evi – 19042

Botter Apartmanı

1900 – 1901 yılları arasında D’Aronco padişahın özel terzisi Jean

Botter için İstiklal Caddesi’nde bir apartman tasarlar. Bu bina kentsel

ölçekte Art Nouveau mîmarîsinin İstanbul’daki ilk önemli örneğini

oluşturur. Uygulanan tipoloji dar ve uzun bir parselde inşa edilmiş, konut

işlevinin ve ticaret etkinliğinin beraber bulunduğu, sokağa cephesi olan

bina tipolojisidir. İki etkinliğin bir arada bulundurulması anlayışı temelini

Avrupa geleneğinden alır. Botter Apartmanı’nın genişliği 11 m, derinliği ise

42 m’dir3.

Botter Apartmanı’nın cephesinde sıkça kullanılan bir motif Art

Nouveau florasının tipik öğesi güldür. Burada natüralistik haliyle giriş

kapısının üstündeki çerçeve içine alınmış motifte, yan panolarda, konut

katlarını ayıran cephedeki plastırların bitiş kabartmalarında, bazen de iyice

1 Gültaş, D.; (2008), Raimondo D’Aronco: İstanbul’daki Yapılarında Cephe Biçimlenişi ve Detayları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul. 2 Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006) Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul 3 Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları,

çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul.

/ Merhaba – Kış 2011 18

stilize edilmiş olarak pencere çerçevelerinin üst kısmında taçlar halinde

sunulmuştur1.

Resim 4: D’Aronco – Botter Apartmanı – 1900 - 19012

1 a. g. e. 2 Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006)

Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul

Merhaba – Kış 2011 / 19

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi

D’Aronco 1903 – 1904 yılları arasında Karaköy Meydanı’na açılan bir

köşede Cafe d’Orient’ın bulunduğu gayrimenkulün üstünde inşa edilecek

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi’ni tasarlamıştır. Bu yapı cephesinin

temel öğesi haline gelen minare ve iç mekânın sekizgen hacmi, farklı

yüksekliklere sahip aralıklı parapet ve duvar setlerinin oluşturduğu bir

kompozisyonla oluşturulmuştur1. Pencere düzenleri ortada dar ve yüksek,

iki yanda ise daha küçük T formunda açıklıklar oluşturan üçlemeler

şeklindedir. Bu üçlülerin üstünde ise floral motifli mermer oyma bir bezeme

kuşağı yer alır. Minare mescidin batı köşesinde arsanın öne doğru çıktığı

noktada yer almakta ve böylece vurgulayıcı bir konum edinmektedir. Bu

yapı 1958’deki Yıldırım Harekâtı operasyonunda yıktırılmıştır2.

Resim 21: D’Aronco – Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi –1903 - 19043

1 Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları, çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul. 2 Gültaş, D.; (2008), Raimondo D’Aronco: İstanbul’daki Yapılarında Cephe Biçimlenişi ve Detayları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul. 3 Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları,

çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul.

/ Merhaba – Kış 2011 20

FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ

Kübra YETİŞ ŞAMLI [email protected]

CHRISTOPHER NOLAN DOSYASI II

Kara Şövalye

Orijinal ismi: The Dark Knight

Yönetmen: Christopher Nolan

Senaryo: Jonathan Nolan, Christopher Nolan

Oyuncular: Christian Bale, Heath Ledger, Michael Caine, Gary

Oldman, Aaron Eckhart, Morgan Freeman, Maggie Gyllenhaal

Notu:

Hedef kitlesi: Christopher Nolan’ın yarattığı yeni Batman dünyasını

sevdiyseniz; Heath Ledger’in dillere destan Joker yorumunu henüz

seyretmediyseniz; Nolan’ın Joker analizini merak ediyorsanız; sizi soluksuz

bırakacak bir aksiyon filmi arıyorsanız; beyazperdenin ilk gerçek “ileriye

doğru takla atan tır” sahnesini görmek istiyorsanız, bu film tam size göre.

“Batman Başlıyor” ile kendi Batman yorumuna bir başlangıç yapan

Nolan, bu filmde hem Bruce Wayne’in Batman’a dönüşümünü anlatmayı,

hem kendi Batman evrenini kurmayı başarmış, bunların yanında dört başı

mamur bir Batman macerasını da ihmal etmemişti. Serinin ilk filmiyle tüm

taşları yerli yerine oturtan yönetmen böylelikle “Kara Şövalye”de enerjisini

büyük ölçüde işin hikâye kısmına aktarabildi. “Kara Şövalye”yi gelmiş

geçmiş (ve belki de gelecek) Batman filmleri arasında bir zirve noktası

kılan etkenlerden en önemlisi de, aslında yapısının ilk filmle mükemmel

şekilde kurulmuş olması. Diğer bir deyişle ilk filmin bu anlamda hiçbir açık

vermemesi sayesinde “Kara Şövalye”nin dünyasında her şey tıkır tıkır

işlediğinden filmin odağında hikâyesi yer alıyor. Bu da üç odaklı “Batman

Başlıyor”a kıyasla “Kara Şövalye”nin daha dengeli bir yapıda ilerlemesini

sağlıyor. Nolan’ın Batman evrenine giriş mahiyetindeki “Batman Başlıyor”,

Merhaba – Kış 2011 / 21

Batman hayranları nezdinde ayrı bir yerde dursa da, gönüllere taht kuran

filmin “Kara Şövalye” olması boşuna değil.

Filmin odağında hikâyesi yer alsa da, Nolan bu filmde de kendi

Batman yorumunun felsefesini ihmal etmemiş. Nolan, Joker karakterini

gerçek bir karakter gibi ele alıp tahlil etmiş olmalı ki Gotham’ın en

anlaşılmaz ve korkunç kötüsünü anlayıp çözümlemeyi başarmış. Alfred’in

(Michael Caine) Bruce Wayne’e anlattığı öykü, Nolan’ın Joker’i nasıl

anladığının da özeti aslında. Nolan’ın Joker’i, hem yarattığı ayakları yere

basan dünya ile, hem Joker’in karakteri ve yaptıkları ile uyumlu, hem de

“Kara Şövalye”nin kendi bütünlüğü içinde son derece tutarlı.

Nolan’ın Joker yorumunu kusursuzca görünür kılan ise Heath

Ledger’in Joker yorumu. Tim Burton’un 1989 tarihli “Batman” filminde

akıllara zarar bir Joker portresi çizen Jack Nicholson’ınkinden oldukça farklı

bu yorum. Nicholson’ın Joker’inde, çılgınlık fazlasıyla ön planda yer

alıyordu. Usta aktörün alamet-i farikası diyebileceğimiz dışa dönük

performansı ise bu deliliği daha da belirgin hâle getiriyordu. Burton’ın

versiyonunda, hani neredeyse sadece şaka yapmak isteyen ama şakasının

nerelere varabileceğini pek de hesaplayamayan; eğlenceli ve eğlencenin

dozunu kaçırma sorunundan muzdarip dahi bir deli görünümündeki Joker’in

ne kadar tehlikeli bir kötü olduğunu insan sık sık unutuyordu. Ledger’in

Joker’i ise perdede görünmesiyle birlikte sizi tedirginliğin ve tekinsizliğin

pençesine atıyor. Joker’in salt görüntüsünü bir gerilim unsuruna

dönüştüren ise, Nolan’ın yönetmenlik becerisi değil. Bu başarı tek başına

Heath Ledger’in.

Nolan’ın Joker’i doğru anlayan ve ilk filmin izinden giderek gerçekçi

zemine oturtan Joker yorumu ile Ledger’in bir aktör olarak elindeki

malzemeyi yaşını başını aşan bir kudretle “canlandırması” bir araya gelince

bu müthiş kimyadan yalnızca Batman serisinin değil belki de sinema

tarihinin en korkunç ve kusursuz kötü karakteri doğuyor. İşte sinemanın

en derinlikli, sahici ve dört başı mamur karakterlerinden biri olan Joker,

Kara Şövalye’nin de en büyük artısı.

/ Merhaba – Kış 2011 22

BİR KONFERANSIN ARDINDAN Ceren KESİCİ

2004 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Philadelphia eyaletine

gelerek lise eğitimime ve 2008 yılında Temple Üniversitesi’nde Halkla

İlişkiler bölümünde okumaya başladım. 2008 senesinde okulumuzda Türk

öğrenci grubu kuruldu. Philadelphia’daki çoğu genç doktora eğitimi için

burada bulunmakta ama aynı zamanda birinci lisanslarını almak için

okuyan öğrenciler de bulunuyor. Türk Öğrenci Derneği’nin başkanı olarak,

20 Kasım 2010 tarihinde, “Sâmiha Ayverdi” konulu bir konferans

düzenlemeyi arzu ettim. Bunun nedeni, Sâmiha Ayverdi’nin, Türk kültür ve

sanat hayatına çok yararı dokunmuş bir büyüğümüz olmasıydı. Sâmiha

Ayverdi, dünya görüşü ve insanlık anlayışı yolunda hayatı boyunca özellikle

gençlere memleket sevgisi aşılamaya çalışmış, hizmet ehli bir insandı.

Burada bulunan gençlerin de kendisini tanımaları, eserlerini okumaları

gerektiğini düşündük. Sadece Türklere değil Amerikalılara da hitap

edebilmek için okulun bütün öğrencilerine açık bir konferans düzenledik.

Amerika’da bulunan birçok tanıdığımız, genci yaşlısı, Sâmiha Ayverdi

ismini maalesef duymamış. Bu konferans aracılığıyla Sâmiha Ayverdi’yi

Amerika’daki tanıdıklarımızı Prof. Dr. Ömer Turan tarafından yapılan

konuşma ile bilgilendirmeye çalıştık.

Ömer Turan, lisans ve master eğitimini Ankara Üniversitesi’nde,

ikinci master ve doktorasını Belçika’da, Catholic University of Leuven’de

yaptı. 1997 yılından beri Orta Doğu Teknik Üniversitesi Tarih Bölümü’nde

öğretim üyesi olarak çalışıyor. Kendisi birkaç yıldır Amerika’da. Princeton

ve William Paterson üniversitelerinde misafir öğretim üyesi olarak bulundu,

dersler verdi. Son dönem Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi çalışması,

Balkanlar, Ermeniler ve misyonerler hakkında eserlerinin olması ve kültür

tarihi ile ilgilenmesi sebebiyle bu konferansı kendisinin vermesini istedik.

Aklımıza Sâmiha Ayverdi ile ilgili bir konferans düzenlemek fikri

gelince annem ve ben çok heyecanlandık. Aynı zamanda endişelendik, her

şey nasıl olup bitecek, bu kadar yükün altından nasıl kalkacağız diye

düşündük. Fakat biliyorduk ki Allah bize yardım edecek, her şeyi yoluna

Merhaba – Kış 2011 / 23

sokacak; çünkü Sâmiha Ayverdi gibi büyük bir insanı Amerika gibi bir

yerde tanıtacağız. Prof. Dr. Ömer Turan konuşmayı yapmayı kabul edince

kafamızdaki en büyük soru işareti de kalkmış oldu. Sonra Temple

Üniversitesi’nde konferansı yapabileceğimiz bir salon ayarladım. Ömer

Bey’in de yardımları ile davetiyeleri hazırladık. Davetiyeler hazırlandıktan

sonra öğretmenlerime, arkadaşlarıma ve Türkiye’ye e-posta göndererek

konu ile ilgili elimden geldiğince çok kişiyi bilgilendirdim. Öğretmenlerim

bana cevap yazıp konferansın çok değişik ve ilgi çekici olduğunu, beni

tebrik ettiklerini ve gelmeye çalışacaklarını yazdılar. Aynı zamanda

Türkiye’deki büyüklerimden de e-postalar aldım ve bunlar beni daha da

yüreklendirdi. Çok şükür her şey yolunda gitti ve konferans günü

heyecanını rüyalarımızda yaşamaya başladık.

Nihayet konferans sabahı son hazırlıkları yaptıktan sonra yola çıktık.

Prof. Dr. Turan, konuşmasında Sâmiha Ayverdi’nin hayatından küçük

anılar, önemli anlar, kendilerinin önemli faaliyetleri ve eserlerinden

bazılarının içeriğine yer verdi. En çok vurgulanan ise, Sâmiha Ayverdi’nin,

gençleri unutturulmak istenen geçmişimizden, kültürümüzden ve

değerlerimizden haber vermek çabası ve hizmet sevgisi idi. Benim

konferans sırasında en çok ilgimi çeken “Halka hizmet Hakk’a hizmettir”

cümlesi idi. Sâmiha Ayverdi’nin hizmet etmeyi kendisine yaşam gayesi

edinmesi, beni kişiliğinin en çok etkileyen yanı olmuştur. Tabii ki bu kadar

çok sayıda eseri olan ve hakkında öğrenilecek çok şeyler bulunan Sâmiha

Ayverdi’yi bir ya da iki saatlik bir konferansta anlatmak çok zor ama hep

birlikte elimizden geleni yapmaya çalıştık.

Konferans sonrasında Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı

tarafından Sâmiha Ayverdi külliyatından oluşan bir sergi düzenlendi. Aynı

zamanda Vakıf Başkanı Sinan Uluant’ın bize gönderdiği Samiha Ayverdi

resimleri de sergide yer aldı. Konferansa katılanlar, Prof. Dr. Ömer Turan’ın

konuşmasından sonra Sâmiha Ayverdi’nin eserlerini okumayı ve kendisiyle

ilgili daha fazla bilgi edinmeyi arzu ettiklerini ifade ettiler. Sergilenen

kitaplar aynı zamanda satışa sunuldu. Konferansımıza New York’tan

katılan, yazar Ayşe Tunceroğlu da Sâmiha Ayverdi hakkındaki anılarını

anlattı. Ayşe Tunceroğlu 1984 yılında Amerika’ya gelmiş. Geldikleri yıl Türk

Edebiyatı dergisi, Sâmiha Ayverdi Özel Sayısı’nı yayınlamış. Ayşe Hanım,

konferansa katılanlara göstermek için onu beraberinde getirmişti. Yazar ile

/ Merhaba – Kış 2011 24

tanıştıklarında, kendisine bir anahtarlık hediye ettiğini ve onu hâlâ

kütüphanelerinin çekmecesinde sakladıklarını anlattılar.

Bizler büyüklerimiz sayesinde bu güzelliklerden haberdar olduk, bilgi

edindik ancak etrafımızda bulunan birçok kişi bunlardan habersiz. Onların

da bu güzelliklere, bilgilere ulaşmalarına bir vesile olmayı ümit ettik. Prof.

Dr. Ömer Turan’a da bize sağladığı sınırsız yardımları için müteşekkiriz.

Gülen Olgaç ve Dr. Erol Olgaç’a bizi böyle güzelliklerden haberdar ettikleri

için sonsuz teşekkürler, onların torunu olduğum için gurur duyuyorum.

Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı çalışanlarına ve beni e-postaları

ile destekleyen bütün büyüklerime teşekkür ederim.

Merhaba – Kış 2011 / 25

SÂMİHA AYVERDİ1 Ömer TURAN

Sâmiha Ayverdi çok yönlü bir kişiliktir. Ne tarafından bakarsanız o

cephesi gözünüzü alır. Bâzıları için kırkın üzerinde kitabı olan bir yazardır;

roman ve hikâye ile başladığı yazarlık mâcerâsı, biyografi, anı, târih ve

sosyal meseleleri ele alan kitaplarla devam etmiştir. Bâzıları için tasavvufu

hırka ve tacdan ibâret görenlerin aksine, özü ile görmüş ve göstermiş bir

mutasavvıftır. Bâzıları için ise Sâmiha Anne’dir; yüzlerce binlerce vatan

evlâdının maddî mânevî yetişmesine öncülük etmiştir. Belki de diğer

sayamadıklarımızla birlikte bunların hepsidir Sâmiha Ayverdi. Haktan

aldığını halka vermeyi kendisine yaşama gāyesi edinen bir vakıf kadındır.

1905 yılında İstanbul’da doğmuştur. Hem anne hem de baba

tarafından İstanbul’un yerli köklü âilelerinden birine mensuptur. Dedesi

Girit’te şehit olmuştur. Babası da dedesi gibi subaydır. Balkan ve Birinci

Dünya Savaşı’nda gāzi olmuştur. İki kardeştir. Ağabeyi Türk kültürüne

büyük hizmetlerde bulunmuş sanat târihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi’dir.

Sâmiha Ayverdi özel bir insandır. Verdiği bir röportajda çocukluğunu

bir buçuk yaşından îtibâren hatırladığını belirtmektedir. Bol akrabâlı dadılı

halayıklı büyük bir âile ortamında büyümüş; dönemin İstanbul

aristokrasisini, konak hayâtını, kültür ve medeniyetini görmüş ve

yaşamıştır. Daha üç yaşındayken babasının selamlığında toplanan

meclislere katılmış, Ziyâ Paşa, Cevdet Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Çürüksulu

Mahmut Paşa ve Ressam Ali Rızâ Bey gibi zevâtın sohbetlerinde bulunmuş,

duyduklarını hâfızasına kaydetmiştir. II. Abdülhamid yönetimine, II.

Meşrûtiyet’e, İttihat ve Terakki dönemine, Trablusgarp ve Balkan

savaşlarına ve Birinci Dünya Savaşı’na, velhasıl bir imparatorluğun lime

lime dağılışına şâhitlik etmiştir.

Sâmiha Ayverdi, 1921 yılında Süleymâniye İnas Nümûne

Mektebi’nden (Kız Lisesi) mezun olmuştur. Kalan tahsili özeldir. Fransızca

bilir. Okumaya ve öğrenmeye iştahı oluşu hocalarının dikkatini çekmiş,

1 Amerika Birleşik Devletleri’nin Philadelphia Eyaleti’nde bulunan Temple University’de, 20 Kasım 2010 tarihinde gerçekleştirilen Sâmiha Ayverdi konferansında sunulan konuşma metni.

/ Merhaba – Kış 2011 26

evlerindeki kütüphâne bu bakımdan işini kolaylaştırmıştır. Ancak fikrî ve

mânevî şahsiyetinin oluşumundaki esas âmil dayısı Server Hilmi Bey’in

hem okul arkadaşı hem rehberi olan eğitimci Kenan Rifâî’dir. “Vatan ve

îmânı, kılıcın iki yüzü gibi birleştirmiş bir âilenin evlâdı olmakla berâber,

dünya görüşü ve insanlık anlayışı yolunda atmaya çalıştığım her adımı,

hocam Kenan Rifâî’ye borçluyum” demektedir.

Kenan Rifâî 1867-1950 yılları arasında yaşamış bir eğitimci

mutasavvıftır. Galatasaray Sultânisi’ni bitirdikten sonra Medîne dâhil

İmparatorluğun muhtelif şehirlerinde öğretmenlik ve maârif müdürlüğü

yaptıktan sonra 1908’de İstanbul’da açtığı Altay Dergâhı’nda irşad

faaliyetlerini yürütmüştür. Tercüme ve telif kitapları vardır. Onun asıl

eserleri yetiştirdiği öğrencileridir ki Sâmiha Ayverdi bunlardan biridir.

Sâmiha Ayverdi’nin yazı hayâtı, aşk hakkındaki duygularını ve

düşüncelerini rencide eden bir kitaba tepki olarak kaleme aldığı Aşk Budur

isimli romanıyla 1938 yılında başlamıştır. Diğer eserlerinden farklı olarak

târihin eski dönemlerine, mîlattan önceki yıllara uzanır. Irak çöllerini eseri-

ne mekân seçerek aşkı anlatır. Tâkip eden on yıl içerisinde sekiz romanı,

bir hikâye kitabı ve bir mensur şiir kitabı yayımlanır. Kitaplarının isimleri

bile muhtevâlarına dâir bir fikir verir: Batmayan Gün, Ateş Ağacı, Yaşayan

Ölü, İnsan ve Şeytan, Son Menzil, Yolcu Nereye Gidiyorsun, Mabedde Bir

Gece, Yusufcuk. Bu eserlerde aşk ve mânevî rehberlik ağırlıklı olarak ele

alınmaktadır. Mehmet Demirci, tasavvuf inancının yansıtılması bakımından

Sâmiha Ayverdi’nin bu eserleriyle Mevlânâ’nın Mesnevî’si arasında paralel-

liğe işâret eder. Dergâhların kapalı olduğu yıllarda tasavvuf kültürünü

eserlerinde yaşatmıştır. Ayverdi’nin bu kitaplarında cemiyetin kendi

değerlerine yabancılaşması, yaşanan sosyal sarsıntılar da işlenmektedir.

Sâmiha Ayverdi üslup sâhibi olan bir yazardır. Kelime hazînesi zen-

gindir. Diline tam olarak hâkimdir. Yalpalamamaktadır. Klasik Osmanlı’nın

dilini ve kültürünü tam mânâsıyla içselleştirdiği hemen farkedilir. Eserleri-

nin edebî değeri yüksektir. Mâmâfih, şöhret olmak, bilinmek gibi bir kaygısı

yoktur. Küplüce’deki Köşk isimli eseri münâsebetiyle Târihçi Yılmaz Öztu-

na’nın bir tespiti çok önemlidir: “Sâmiha Ayverdi ünlü romancıların çoğu

gibi, hayal ettiklerini yazmıyor. Yaşadıklarını, tanıdıklarını, unutmadıklarını

kaleme alıyor. Birçoğumuzun bakıp da göremediğimiz kişileri, şeyleri bize

anlatıyor. Birçok hâtırâyı ölümsüz kılıyor...”

Hayal ettiklerini değil yaşadıklarını ve tanıdıklarını yazmak Sâmiha

Merhaba – Kış 2011 / 27

Ayverdi’nin bütün edebî eserlerinde söz konusudur. Mesela, hocası, Bat-

mayan Gün isimli romanında İrfan Paşa, Yolcu Nereye Gidiyorsun isimli ro-

manında hem Cem Bey, hem de Adli’nin arkadaşı Sinan’dır. Birkaç döne-

min panoramasını veren eseri İbrahim Efendi Konağı isimli romanının kah-

ramânı İbrâhim Efendi kendi büyük dedesi Hilmi Bey’in ağabeyidir. Gerek

bu romanlarında gerekse diğerlerindeki kahramanların hemen tamâmı ya

akrabâsı, ya komşusu olarak yakın çevresindendir. Romanlarındaki hâdise-

lerin önemli bir kısmı gerçekten yaşanmıştır. Balkan Savaşlarının İstanbul’-

daki yansımasını ele alan en güzel romanlardan biri olan Mesihpaşa İmamı

Ayverdi’nin birebir şâhitlik ettiği olayların bir roman diliyle kaleme alınmış

hâlidir. Belki biraz da bunlardan dolayı bu konuları ele alan diğer yazarlar-

dan farklıdır. Hocasının 1950 yılında vefâtından bir sene sonra üç arkada-

şıyla birlikte Kenan Rifâî ve Yirminci Asın Işığında Müslümanlık kitabını ya-

yınlar. Kenan Rifâî’yi kitlelere sunmayı amaçlayan kitapta, evvela hayâtı

anlatılır, sonra fikirleri tanıtılır, en sonunda da sohbetlerinden notlar akta-

rılır. Eserde Kenan Rifâî’nin madde-mânâ dengesine verdiği önem vurgula-

nır: Terbiyesine aldığı insanları mânâ ile zenginleştirip iyi bir cemiyet insanı

ve dünya ölçülerinde başarılı bir değer hâline getirmeyi amaçlamıştır. İn-

sanların evvela kendi kendileriyle barışmalarını, sonra da cemiyetle ilişkile-

rinde âhenk ve adâleti ilk adım olarak benimsemiştir. Ona göre tasavvuf

incinmemek ve incitmemektir.

Sâmiha Ayverdi, İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü münâsebetiyle,

1953 yılında Edebî ve Mânevî Dünyâsı İçinde Fâtih isimli kitabını yazmıştır.

İstanbul’un fethi sâdece askerî bir zafer değildir. Fâtih sâdece başarılı bir

kumandan değildir. İstanbul’un fethinin ve fâtihinin bir mânevî ve kültürel

boyutu vardır. Ayverdi işte bu boyutu ortaya koymayı ve dolayısıyla o

derinliği ve dinamizmi yeni nesillere aktarmayı amaçlar.

Sâmiha Ayverdi sayılı İstanbul yazarlarından biridir. İstanbul

doğduğu ve yaşadığı şehirdir. Hocasını tanıdığı şehirdir. Büyük bir kültüre

ve medeniyete başkentlik etmiş bir şehirdir. Her köşesinde bu büyük kültür

ve medeniyete tanıklık eden bir târih gizlidir. Hem çok kozmopolittir, hem

de tektir. Kesrette vahdetin bir örneğidir âdeta. Dolayısıyla romanlarının

çoğu İstanbul’da geçer. Yetmez; İstanbul’a dâir müstakil kitaplar yazar.

Bunların ilki 1952 yılında yayınlanan İstanbul Geceleri’dir. Kitapta bir şiir

diliyle İstanbul’un târihî semtleri anlatılır. Yer yer anekdotlara yer verilir.

Gerçeklere, hâtırâlara dayalı olarak İstanbul’un târihî semtleri üzerinden bir

/ Merhaba – Kış 2011 28

dönemin kültürü, gelenekleri, sosyal hayâtı, kurumları tanıtılır. 1966

yılında da aynı şekilde Boğaziçi’nde Târih basılmıştır. Sâmiha Ayverdi’nin

bu kitaplarının hâricindeki pek çok hâtıra kitabında da İstanbul, semtleri,

medeniyeti ve güzellikleriyle konu edilmiştir.

Sâmiha Ayverdi 1960’lı ve 70’li yıllarda da târih alanında eserler

yayınlamıştır. Daha evvel temas etiğimiz İbrâhim Efendi Konağı hem

roman, hem hâtırat, hem de târihtir. Bu eser tek başına Ayverdi’nin

kaleminin kudretini göstermeye kâfidir. Büyük bir âile çerçevesinde

Osmanlı’nın son dönemindeki sosyal çözülme anlatılır. 1970 yılında Türk

Rus Münâsebetleri ve Muhârebeleri yayınlanır. Muhtemelen o yıllarda Türk

gençliği arasında komünist ve Rus hayrânı grupların ortaya çıkmasına bir

tepki olarak yazılmıştır. Rusların emellerine ve târih boyunca tâkip ettikleri

politikalara dikkat çekilerek Türk gençliği uyarılmaktadır. Türk Târihinde

Osmanlı Asırları Ayverdi’nin târih alanındaki en kapsamlı eseridir. 1975

yılında üç cilt olarak yayınlanmıştır. Türklerin Selçuklu ve Osmanlı gibi iki

büyük imparatorluk kurabilmelerinin hazırlayıcı ve yapıcı sebeplerini

inceler. Bu devletlerin dünya medeniyeti karşısındaki durumlarını araştırır.

Siyâsî târihten ziyâde sosyal târih üzerinde duran Sâmiha Ayverdi

târihçi değildir. Târihe bir katkıda bulunmak kaygısı yoktur. Târihi terbiyevî

bir bilgi kaynağı olarak görür. Târihe ilişkin eserlerinde milletini yeniden

ayağa kaldıracak değerleri târihten çıkarmak ve geleceğe sunmak amacını

güder. Târih geleceği inşâ edebilmek için lâzımdır yoksa geçmişin şanlı

günlerine saplanıp mâziperestlik yapmak için değil.

Görüldüğü gibi Sâmiha Ayverdi, teorik, cemiyetle alakasız bir

tasavvuf ve yaşanılan zamandan kopuk bir târih anlayışında değildir. Gerek

tasavvuf gerekse târih, yaratılışımızı, tabiatımızı ve geçmişimizi çok iyi bir

şekilde bilerek hem fert hem de toplum seviyesinde günümüzü en iyi

şekilde yaşayabilmek içindir. Vefâtına yakın günlerin birinde bir öğrencisi

ile sohbet etmektedir. Öğrencisi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın

ölecekmiş gibi âhiret için çalışmayı öğütleyen hadise atıfta bulunur.

Ölmeyecekmiş gibi düşündüklerini, ama yarın ölecekmiş gibi düşünmeyi

ihmal ettiklerini söyler. Sâmiha Ayverdi’nin cevâbı, “Evet, hadis. Gene bir

hadis var, ‘Hemen öleceğini bilsen dahi elinde ağaç fidesi varsa onu

dikeceksin’” olur!

İçinde yaşanılan dönemin toplumsal meseleleri böyle bir yazarın ilgi

alanının dışında kalamaz. Yaşanılan kültür buhrânı, çözülmeye yüz tutan

Merhaba – Kış 2011 / 29

âile, bozulan dil, millî değerlerde yaşanan erozyon ve bütün bu problemle-

rin eğitim yoluyla nasıl aşılabileceğine dâir fikir yazılarından oluşan kitabı

Millî Kültür Meseleleri ve Maârif Dâvâmız 1976 yılında yayınlanmıştır.

Sâmiha Ayverdi İslâm âlemiyle de ilgilidir. İslâmiyetin 1400. yılı

münâsebetiyle kaleme aldığı Kölelikten Efendiliğe isimli kitabı 1978 yılında

yayımlanmıştır. Eser daha sonra İngilizce, Arapça ve Urduca gibi dillere

çevrilerek bütün Müslüman devlet başkanlarına gönderilmiştir. İslâmiyetin

1400. yılında İslam âlemi her alanda bilgisizliğin, ahlâkî zaaf ve

düzensizliğin esiri konumundadır. Yazar İslâm âleminin idârecilerine,

düşünürlerine, sanatkarlarına ve ilim adamlarına seslenmekte, İslâm

âlemini esâretten çıkışa ve efendiliğe dâvet etmekte, bunun için somut

teklifler sunmaktadır. Mânevî uyanış, eğitim, her alanda dayanışma,

yardımlaşma ve birlik bunların başında gelmektedir.

1980 yılında Hocası Kenan Rifâî’nin hayâtını, görüşlerini ve

sohbetlerini kaleme aldığı Dost isimli eseri yayımlandı. Ayverdi’ye göre,

anlama ve inanma dünyâda kazanılan bir imtiyaz olmaktan ziyâde bir ezelî

nasip işidir. Dolayısıyla nefislerinden gayrı dâvâları olmayanlara haktan

hakikatten bahsetmek, hayâtı boyunca alış verişini Allah’la yapmış,

hesâbını Allah’a vermiş, O’nu görmüş, O’nu söylemiş bir ulu kişinin insanlık

dâvâsını anlatmaya kalkmak muhaldir. Mâmâfih dostlarının ricâlarını

kıramamış ve bu işe girişmiştir. 1985 yılında yayımlanan Rahmet Kapısı

yine ağırlıklı olarak hocası ile ilgili hâtırâlarından oluşan bir kitaptır.

Tâkip eden yıllarda da Sâmiha Ayverdi’nin yine hâtıra, seyahat

yazıları, deneme ve artistik nesir türünden yazılarını içeren kitapları

çıkmıştır. Aşkı okumuş, aşkı yazmış, aşkı yaşamıştır. 1986’da çıkan Hancı,

o yakan, yıkan, yapan aşk ateşinin bize kadar gelen yalazlarıdır. 1993

yılında vefat etmiştir. Sağlığında kaleme aldığı yazıların basımı devam

etmektedir. Herhalde devam edecektir de. Konuşmamız ağırlıklı olarak

onun kitaplarının üzerindendir ama bütün kitaplarını tek tek anlatmak bu

konuşmanın sınırlarını zorlar.

Sâmiha Ayverdi samîmî bir mümindir. Sâmiha Ayverdi’ye göre inan-

mak, tabiatı, insanı ve Allah’ı birlemektir. İnanan insan hırslarını yenmiştir,

kendisiyle ve cemiyetle barışıktır. İnsanlar onun elinden ve dilinden emindir.

Türkiye’de Hristiyanlığı yaymaya çalışan misyonerlerle uzun bir süre

yazışmış, Hristiyanlık ve İslamiyet hakkında onların görüşlerini öğrenmiş

kendi görüşlerini onlara anlatmıştır. Bu mektuplaşmalar da daha sonra bir

/ Merhaba – Kış 2011 30

kitap olarak yayımlanmıştır. Onlara imkânlarını Müslüman ülkelerde

Hristiyanlık propagandası yapmaya kullanmak yerine, Yirminci Yüzyılda bir

çığ gibi büyüyen inançsızlığa ve komünizme karşı birlikte mücâdele etmeyi

teklif etmiştir. Karşı tarafı anlamak ve ona kendini anlatmak anlamında ilk

dinlerarası diyalogu başlatan olduğunu söylemek mümkündür.

Dindarlık adına taassubu, Sâmiha Ayverdi, en az inançsızlık kadar

tehlikeli görür. Câhillik ve dar kafalılıktan kaynaklanmaktadır. Doğru inanç

insanı yüceltir ve Allah’a yaklaştırır. İnanç adına taassup ise şiddeti,

tahripkârlığı getirir. Toplumu birleştirmek yerine ayrıştırır. Derûnundan

bîhaber olarak bir kavramı kullanırken onun içini boşaltmak evvela

şekilperestliktir, sonra o mânâya zulümdür.

Sâmiha Ayverdi, konularını târihten ve tasavvuftan seçen, edebiyâtın

muhtelif alanlarında eserler vermiş, sâdece bir yazar değildir. Sâmiha Ay-

verdi’nin yaptıkları yalnız yazdıklarından ibâret değildir. Öğrenciler yetiştir-

miş, kurumlar tesis etmiş, gelenek oluşturmuştur. Çünkü hocasından öyle

hareket etmesi gerektiğini öğrenmiştir. Hocasına göre, dînin esâsı îman,

yâni Allah’ı sevmek, îmânın rûhu ise amel, yâni halkı sevmek ve ona hiz-

met etmektir. Yâni onun din anlayışında iki anahtar kelime vardır: sevmek

ve hizmet. Zenginlik bu hasletlere sâhip olabilmektir. İmtiyazlılık hizmet

edebilmektir. Ve halka hizmet Hakk’a hizmettir.

Sâmiha Ayverdi yüzlerce gence birinci elden ve binlerce gence dolaylı

olarak rehberlik etmiştir. Bir anne sabrı ve şefkati ile o gençlerle kılık

kıyâfetlerinden imlâlarına, iç dünyâlarından kariyerlerine kadar tek tek

ilgilenmiş, hatâlarını gidermeleri, mânevî ve kültürel bakımlardan

kendilerini geliştirebilmeleri için yol göstermiştir. Dolayısıyla anne olarak

anılmıştır. Tanıyanları arasındaki ismi Sâmiha Anne’dir. Son yıllarda

öğrencileri kendileriyle ilgili hâtırâlarını yayınlamaktadırlar. Bu hâtıralar

okunduğunda öğrencileriyle ilişkilerinde teori ile pratiği, şefkatle disiplini,

coşku ile sürekliliği nasıl bir dengede yürüttüğünü görmek mümkündür.

Sâmiha Ayverdi aynı zamanda bir aktivisttir. Düşündüklerini, hisset-

tiklerini etrâfına anlatmakla veya yazmakla yetinmemiş onları gerçekleştir-

me yolunda da ne yapabilecekse yapmıştır. Haddızâtında yazdıkları da

yazmış olmak için değildir. Yazma gāyesi bir yanlışı düzeltmek, bir doğruyu

göstermek, bir güzelliği paylaşmaktır. Kitaplarından telif ücreti almamıştır.

Yazı hayâtına nasıl başladığını yukarıda belirtmiştik. Türkiye’nin Ermeni

Meselesi isimli kitabının yazılış hikâyesi bu bakımdan çarpıcı bir örnektir.

Merhaba – Kış 2011 / 31

Ermeni terör örgütü ASALA militanları Los Angeles`taki Konsolos

yardımcısı Bahadır Demir’i 1973 yılında şehit etmişlerdir. Terör örgütü,

1915 yılında Ermenilerin tehcir edilmesini bir soykırım olarak niteleyerek,

Türk milletinden ve devletinden intikam almak ve dünya kamuoyunun

dikkatini bu konuya çekmek için suikastı gerçekleştirdiklerini duyurmuştur.

Uluslararası koruma altındaki bir diplomatı öldürdükleri halde, teröristler,

hak ettikleri cezâyı almamışlar, hattâ uluslararası kamuoyunda sempati ile

karşılanmışlardır. Bu şekilde bir anlamda cesâretlendirilmiş teröristler tâkip

eden yıllarda otuzun üzerinde Türk diplomatını şehit etmişlerdir. Sâmiha

Ayverdi’ye göre bu durumun temel sebebi 1915 olaylarını doğru bir şekilde

anlatan kitapların olmayışı, kamuoyunun tek yönlü bir propagandayla belli

bir istikāmette şartlandırılmasıdır. Ve bu konuda gerçekleri anlatan bir

kitabı yazmaya karar verir. Şehit diplomatın annesini ziyâret eder ve yaza-

cağı kitabı onun ismiyle yayınlama iznini alır. Şehit diplomatın annesi, Ne-

şide Kerem Demir imzâsıyla Bir Şehit Annesinin Târihe Söyledikleri: Türki-

ye’nin Ermeni Meselesi ismini taşıyan kitap 1976 yılında yayımlanır. Kitabın

esas yazarının Sâmiha Ayverdi olduğunu yıllar sonra Ergun Göze açıklar.

Sâmiha Ayverdi devlet başkanlarına, başbakanlara, bakanlara, devlet

adamlarına, gazete editörlerine ve yazarlarına sürekli mektuplar yazmış,

güzel hareketleri tebrik ederek cesâretlendirmiş, beğenmediği hususlarda

uyarmıştır. Etrâfını da bu yönde teşvik etmiştir. Beğendiği gazete yazılarını

keserek, etrâfındaki ilgili kişilere vermiş, uzaktakilere postalamıştır. Rahat-

sız olmasına ve konuşmakta güçlük çekmesine rağmen doktora tezimle il-

gili olarak benimle görüşmeyi kabul etmiş, konumla ilgili hâtırâlarını anlat-

mış ve bana Tercüman gazetesinden Ahmet Kabaklı’nın bir yazısını vermişti.

Önüne çıkan konularda büyük küçük, önemli önemsiz ayrımı

yapmadan gördüğü yanlışın üzerine gitmiştir. Bir kooperatif îlânındaki

isimlendirmenin düzeltilmesi için mektup yazmış ve yanlışı düzelttirmiştir.

Tâkip eden günlerde bir başka kişinin o îlânla ilgili olarak çok üzüldüğünü

ifâde etmek için “yüreğime indi” demesi üzerine, “keşke yüreğine ineceğine

kalemine inseydi” diyerek, sâdece üzülmekle yetinmemesi, medenî bir

şekilde tepkisini göstermesi gerektiğini söylemiştir. Bu hâliyle, “gördüğü bir

kötülüğü eliyle düzeltmek, yapamıyorsa diliyle söylemek, onu da

yapamıyorsa içinden buğz etmek” tavsiyesinin somut örneğidir. Bir

iskelede satılan kültürümüze ve inançlarımıza saldıran bir dergiyi bizzat

parasını vererek satın almış ve orada sayfa sayfa yırtarak tepkisini ortaya

/ Merhaba – Kış 2011 32

koymuştur. Fâtih’te oturduğu Fevzi Paşa Caddesi’ndeki çınar ağaçlarını

kendisi parasını vererek diktirmiştir. Bu yoğun mesâisine rağmen,

yakınları, kendisine gelen hiçbir mektubu cevapsız bırakmadığını söylerler.

Sâmiha Ayverdi sivil toplum kuruluşlarının kamuoyu oluşumunda ve

toplumu yönlendirmedeki rolünü bilmektedir. Kurumsallaşmaya çok önem

vermiştir. İstanbul’un fethinin 500. yılını kutlamak maksadıyla kurulan

İstanbul Fetih Cemiyeti’nin aktif bir üyesidir. Mevlânâ’nın ve Yûnus’un

yeniden gündeme getirilmesi, tanıtılıp sevdirilmesi için arkadaşları ile

birlikte çalışmıştır. 1954 yılında Konya’da başlayan Şeb-i Arus törenlerine

1963 yılına kadar dokuz yıl boyunca dostları ve öğrencileri ile birlikte

katılmış, konuşmalar yapmış, bu şekilde törenlerin kurumsallaşmasını

sağlamıştır. 1958 yılında Yûnus Emre’yi Anma Derneği’nin tertiplemiş

olduğu Eskişehir Sarıköy’deki Yûnus Emre’yi anma toplantılarına

İstanbul’dan kalabalık bir aydın grubuyla iştirak ederek görkemli anma

toplantılarının yapılmasına öncülük etmiştir.

1960’lı yılların başlarında İstanbul’da Yeni Doğuş isimli derneğin ku-

rulmasına öncülük etmiş, halk âşıklarını organize ederek onların plak yap-

malarına yardımcı olmuştur. 1966 yılında Ankara ve İstanbul’da Türk Ka-

dınları Kültür Derneği’nin kurulmasına öncülük etmiştir. Bu şekilde kadınla-

rın cemiyet hayâtına aktif bir şekilde katılmaları, burada verilen mûsıkî ve

klasik sanatlara ilişkin kurslarla gençlerin klasik kültürü tanıyarak yetişme-

leri sağlanmıştır. 1970 yılında ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi, onun eşi İlhan

Ayverdi ile diğer dostlarıyla birlikte İstanbul’da Kubbealtı Cemiyeti’ni kur-

muştur. Daha sonra vakfa dönüşen Kubbealtı, düzenlediği seminerler, kon-

feranslar, kurslar ve gerçekleştirmiş olduğu yayınlarla binlerce memleket

evlâdının târihi, kültürü ve sanatıyla buluşmasını ve tanışmasını sağlamıştır.

O, bizi bizimle, aslımızla tanıştırandır. O, bize unutturulmak istenen

geçmişimizden, kültürümüzden, değerlerimizden haber verendir. O, bize

güzeli gösteren, güzelden haber verendir. Onu ana hatlarıyla yazdıkları ve

yaptıklarıyla anlatmaya çalıştım. Bu kadar yapabildim. Ne yaparsam

yapayım bir şekilde eksik kalacağını biliyordum. Aramızda onun yakınında

bulunmuş, sohbetlerinden istifâde etmiş insanlar da var. Yanlışlarımı

düzeltsinler, eksiklerimi tamamlasınlar lütfen. Esâsen bu konuşmayı onların

yapmaları îcap ederdi. Bana bu konuşmayı yapma onurunu verdikleri için

Temple Üniversitesi Türk Öğrencileri Derneği Başkanı Ceren Kesici’ye ve

beni sabırla dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum.

Merhaba – Kış 2011 / 33

ŞİİR

Kübra YETİŞ ŞAMLI [email protected]

MÜEBBET

Zaman denen zindanda mahpusum

Bileğimde günlerden kelepçeler

Saatler benim değil ki...

Mevsimler geçiyor sayamadan

Belki de çakılıp kaldım güze

Dökülen yaprakları tutamıyorum

Yeşertmeye gücüm yetmez ki...

Senelerin elinde mahkumum

Ayağımda aylardan prangalar

Dakikalar benim değil ki...

Ömür geçiyor yaşamadan

Belki de çakılıp kaldım çıkmaza

Yönümü bulamıyorum

Pusula bende mi ki?

/ Merhaba – Kış 2011 34

YAĞMUR GÜNCESİ Gülnar MIZRAK

[email protected]

Sonbahar ve kış ayları

hüküm sürerken hayatın

başkalaştığını, bütün renklerin

soluklaştığını, İstanbul’un içine

kapandığını düşünürdüm eskiden.

Yaşadığım kenti böyle görmek

beni hüzünlendirirdi ve mecbur

kalmadıkça dışarı çıkmak

istemezdim. Zîra gideceğiniz yere

ulaşmak hiç kolay olmaz böyle

günlerde...

Herkes için âdeta bir savaş

meydanı olur yollar. Özellikle toplu

taşıma araçlarını kullananlar için...

İstediğiniz yere sapasağlam

varmak için Örümcek Adam gibi

süper yetenekleriniz olmalı. Öncelikle sağa, sola, her yöne dikkat

etmelisiniz. Araba çıkabilir, nehir gibi akan suların ve şelaleye dönüşmüş

merdivenlerin üzerinden akrobatik hareketler yaparak atlamanız

gerekebilir, size doğru uçan bir şemsiye, bir poşet olabilir... Hayal

gücünüzün sınırlarını zorlarsanız şıkları arttırmak mümkün.

Bunlar sadece ısınma turları tabii. Mühim olan kaldırım kenarlarındaki

su birikintileri... Çünkü arabası olanlar, puslu camlarının dışında kalanları

böyle zamanlarda düşünemezler. Onlar da, sizin gibi, gidecekleri yere

ulaşmanın çabası içindedirler. Dolayısıyla araçlarını hızlıca sürerler. Fakat

bu davranış, birikmiş suları gösteri yaparcasına havaya sıçratmalarına ve

talihsiz yayalardan bazılarını yıkamalarına neden olur. İşte siz de buna

maruz kalmamak için tam adım atacakken geri çekilir, bir türlü karşıya

geçemezsiniz. Etabı ancak dakikalar sonra başarıyla tamamlarsınız.

Ardından, ıslanmamak için, durakta bir boşluğa sığmak zorundasınız.

Merhaba – Kış 2011 / 35

Bilhassa şemsiyeniz yoksa başka şansınız da yoktur. Geriye sadece iki

adım kalır: Otobüsü beklemek ve oturacak bir yer bulmak...

* * *

Bu maceralardan sonra İstanbul’un her hâlini ne yazık ki

sevemiyordum. Yağışlı havalarda hep huysuz oluyordum. Bunun birkaç

nedeni vardı. Örneğin; birikmiş suların üzerinden atlamak istediğimde

bacaklarım kısa gelirdi, dolayısıyla bazen basmak zorunda kalırdım ve

ayakkabılarımın içi bile ıslanırdı. Ayrıca rüzgârdan ben mi şemsiyeyi

kullanıyorum, şemsiye mi beni kullanıyor, anlamak pek mümkün olmazdı!

Bu yüzden kullanmazdım, yıkanmaya mahkûm olurdum.

Genellikle sahilden gitmeyi tercih ederdim. Denizi seyretmek için cam

kenarına oturup gözlerimle kısa seyahatler yapardım ama böyle havalarda

karşı kıyıları görmek imkânsız olurdu. Anadoluhisarı, Çengelköyü... Artık

sislerin ardındaki masal ülkeleriydi. Ben de yağmur tanelerinin pencereye

vuruşunu seyrederdim ve güneşin sıcaklığını, tenimde hissettiğim

özgürlüğü, kaldırımları işgal edip yüzmeye gelenleri, balıkçıları arardım her

defasında. Sonra vazgeçip başımı cama yaslardım, bilinmeyen kıyılarda

bırakırdım gözlerimi...

* * *

İstanbul bulutlandığında hâlâ hüzünlensem de, soğuklarda

üşümekten, kalın giyinmekten hiç hoşlanmasam da sonbahar ve kış

aylarını artık seviyorum. Birdenbire oldu bu. Bir gün yağmurun toprakla

bütünleşmesini, âdeta secde edişini seyrederken mutlu olduğumu

hissettim. Zîra karamsarlığa kapılarak değil, ondaki güzelliği görerek

seyrediyordum. Sadece bakış açımı değiştirmiştim.

Yaşamak bu kadar kolaydı işte. Bunun için olağanüstü bir kabiliyete,

çaba harcamaya lüzum yoktu. Çünkü yaratılan her şeyin ve yaşanan her

hadisenin güzel tarafını görebilmek, sadece bize lûtfedilmiş bir yetenekti!

/ Merhaba – Kış 2011 36

ŞİİRİ GİBİ DÜĞÜNÜ DE BİR BAŞKADIR DÎVAN ŞÂİRİNİN* Nesibe YAZGAN

[email protected]

Osmanlı toplumunun renkli sosyal hayatına dâir ipuçları Klasik

Edebiyat metinlerinde saklıdır. Bu satırlar tetkik edilip yorumlandıkça,

unutulmaya yüz tutmuş renkler de gün yüzüne çıkacaktır. Şüphesiz

düğünler, bireysel ve toplumsal açıdan önemli törenlerdir. Bu önemli

törenler Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin şânına yakışır şekilde

kutlanmakta; şâirler çoğu kez bu eğlenceli törenleri şiirlerine

yansıtmaktaydı.

İşte bu tebliğde evlilik münasebetiyle düzenlenen düğünlerden,

bunun etrafında gelişen âdetlerden, düğün âlâtından bahsedilecek ve

bunların 16. yüzyıl şâirlerinin mısralarına yansıyan kısımları üzerinde

durulacaktır.

Mevcut bilgilere göre Türk edebiyatına mahsus bir tür olan “sûr-

nâmeler” de sultan kızlarının ya da kız kardeşlerinin evlilik törenleri ile

şehzâdelerin sünnetleri anlatılır. “Sûrîyye tarihleri” ve “sûriyye

kasideleri”nde de bu konuya değinilmektedir. Sûrnamelerle ilgili kapsamlı

bir çalışma, değerli araştırıcı Mehmet Aslan tarafından yapılmıştır.1 Bu

tebliğ ise, bakışları daha çok sarayın dışına yöneltmektedir.

Genel Olarak Evlilik Bahsi ve Osmanlı Yaşantısında Evlilik :

Kadın ve erkeğin hayatlarını birleştirmeleri olarak tanımlayabileceği-

miz evlilik, insanlar arasında bolluk ve bereketin simgesi sayılmış, evliliğin

gerçekleştirildiği gün, öncesi ve sonrasıyla birlikte çeşitli eğlencelerle

kutlanmıştır.

Türk toplumu için “aile” kutsaldır ve bu kutsal kuruma ilk adım sayı-

* Mayıs 2008 tarihinde Marmara Üniversitesi 2. Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci

Sempozyumu'nda sunulmuştur. 1 Mehmet ARSLAN, “Türk Edebiyatı’nda Manzum Surnameler(Osmanlı Saray Düğünleri ve

Şenlikleri)”

Merhaba – Kış 2011 / 37

lan evlilik oldukça mühimdir. Günümüzde her ne kadar geleneklerimizden

uzaklaştığımız söylense de evlilik söz konusu olunca insanların, anne ve

babalarından gördüğü âdetleri tekrarlamaya çalıştıklarına şâhit olunur.

Esli Türk âdetleri, İslâmiyet, yerleşik hayat ve imparatorluk sınırları

içindeki çeşitli milletlerin kültürlerinden beslenen Osmanlı yaşantısında,

evlilik öncesi ve sonrasında görülen bazı özel uygulamalar mevcuttur.

Bunlar şu şekilde tasnif edilebilir:

1-) Düğün Öncesi Hazırlıklar

Düğünün Yapılacağı Yer:

Düğünler, insanların bir araya gelerek eğlendikleri törenlerdir. Bu

törenlerin gerçekleştirileceği mekânlar da özel olmalıdır. Davetlilerin sayısı,

düğünün kaç gün süreceği gibi unsurlar düğünün yapılacağı mekânı belir-

ler. Söz konusu saray olunca, ihtişamın daha iyi yansıtılması için mekân

olarak meydanların seçildiği görülür. Örneğin; 16. yüzyıla damgasını vuran

Hatice Sultan ile İbrahim Paşa’nın düğünü, At Meydanı’nda yapılmış ve

meydanı süsleme gibi işler günler öncesinden başlamıştır.

Sarayın dışındaki düğünler söz konusu olduğundaysa, düğün mekânı

damadın ailesinin evidir. Düğün yaz mevsiminde yapılacaksa bahçe tercih

edilir. Düğüne gelecek kişi sayısı ortalama olarak bellidir; ancak her

ihtimale karşı, gelen konuklara ikramlıkları rahatça sunabilmek ve mahcup

olmamak için fazladan kap-kacak gerekir. Eksik eşyalar yakınlardan temin

edilir. Bazı durumlarda da misafirler, düğün evine kendi eşyalarıyla gider.

Bu âdete “çanak taşıma” denir. Zâtî bir gazelinde “Sevgiliye kavuşmak için

içki içmeyen kişi, düğün evini bilmeden oraya çanak taşıyan kimse

gibidir”1 diyerek bu âdetten bahsetmiştir.

Davetlilerin Düğüne Çağrılması:

Davetlileri düğüne çağırmaya “mum okumak”, ”mumla okumak” ya

da “çerağ okumak” denir. Bu deyimlerde “okumak” fiilinin “çağırmak”

anlamından yararlanılmaktadır. “Çok istekle davet etmek”2 anlamına gelen

1 Zâtî Dîvanı, Gazeller 261/3 2 Mehmet Ali TANYERİ, “Örnekleriyle Dîvan Şiirinde Deyimler” Akçağ Yayınları, Ankara

1999, sf.194

/ Merhaba – Kış 2011 38

“mumla okumak” deyimi, Nev’î tarafından şu şekilde kullanılmıştır:

Mûm-ile düğüne okumak âdet olmagın

Alduk ele çerağımızı cür’et eyledük 1

Düğün Öncesi Eğlenceler (Kına Gecesi ve Gelin Hamamı)

Düğün kadınlar arasında, “Velîme”, ”Velîme Cemiyeti”, ”Yüz Yazısı”

adlarıyla anılmaktadır. Bu günün öncesinde de kadınlar kendi aralarında

çeşitli eğlenceler düzenlerler. Bu eğlenceler “kına gecesi” ve “gelin

hamamı”dır.

Nev’î bir beytinde: “Mum gelini ayağına kına yakınmış, pervânesinin

kanına girip (onu) öldürmek ister”2 diyerek gelinlerin ayağına kına

yakılması âdetini, Şem ü Pervâne hikâyesinin anlam tabakalarından da

yaralanarak oldukça sanatlı bir şekilde kullanmıştır. Şem ü Pervâne

hikâyesinde Şem; mum, Pervâne de bir kuş cinsidir. Pervâne Şem’e âşıktır,

Şem’e ulaştığında yok olacağını bile bile onun etrafındaki dönüşünü

sürdürür. Bu çift kahramanlı aşk öyküsü tasavvufî mânâda da sıklıkla

kullanılmıştır. Nev’î de bu beytinde şem’i, yani mumu ayakları kınalı bir

geline benzetmiş, onun bu şekilde kına yakıp, âşığın canına kast ettiğini

belirtmiştir. Burada mumun yanarken etrafına kırmızı bir ışık vermesiyle,

gelinin ayağına yakılan kızıl renkli kına arasında bir benzerlik kurulmuştur.

Nev’î başka bir beytinde de “Ay cariyesi, kına gecesi mum tutup,

felek tası içindeki şafağı hazır kıldı” 3 diyerek, kına gecelerinde kınanın

taslarda karıştırılıp, cariyeler tarafından mum ile birlikte tutulması âdetine

değinmiştir. Bu beyitte, ay cariyeye benzetilmiş ve onun kına tası olarak

düşünülen feleğin içinde, kınayı yani şafağı hazırlamasından bahsedilmiştir.

2-) Düğün Bahsi ve Düğün Âlâtı:

Düğün öncesi eğlenceler, asıl eğlenceye, yani düğün gününe hazırlık

olarak yorumlanabilir. Düğün deyince, belki de akla ilk gelen “gelin”dir.

Gelin, Klâsik edebiyatta “a’rûs”, “nev-a’rûs” kelimeleriyle ifade edilir.

1 Mertol TULUM–Mehmet Ali TANYERİ, ”Nev’î Dîvan-Tenkitli Basım”, Kaside: LIV /3 2 Nev’î, a.g .e. Gazeller : 433/3 3 Nev’î a.g. e. Kasideler : 3/11

Merhaba – Kış 2011 / 39

Gelinin taktığı süsler, benzetildiği unsurlar, giydiği kıyafetler pek çok

beyite ilham olmuştur. Gelinle ilgili kullanımlar şu şekilde tasnif edilebilir:

Geline Benzetilen Unsurlar :

İncelenen eserlerde Güneş, Dünya, gökyüzü, felek, nazım, lâle, gül,

mum, şiir, güzellik, devlet ve vezâret kelimelerinin çeşitli yönleriyle geline

benzetildiği tespit edilmiştir. Şâirler, bu kavramlarla, gelinin güzelliği,

gençliği, tazeliği, konuşmaması ve damada karşı tavırları arasında bir

benzerlik kurmuşlardır.

Nev’î ‘nin kendi şiiri için kullandığı “Nev’î şiir gelinine edâsının süsünü

vererek nazım ustalarına Selman1 tarzını unutturacak” 2 ifadesi gelin - şiir

benzetmesine ilginç bir örnek teşkîl eder.

Hayâlî, gül-gelin benzetmesi yapmış ve gülü, al valalı (kırmızı uzun

boylu) bir gelin olarak düşünmüştür.

Gelinin Kıyafeti ve Süslenmesiyle İlgili Kullanımlar:

Günümüzde Batılı giyim tarzının etkisiyle beyaz renkte giyilen

gelinlik, Osmanlı’da Eski Türk âdetlerinin bir devamı olarak al renkteydi.

Gelinler al gelinlik giyer, al duvak takar ve yüzlerine allık sürerlerdi. Zâtî

bir beytinde bu durumdan “Kırmızı duvağı, turuncu güzellik bayrağı (olan)

al yanaklı o gelin (acaba) kimdir?” 3 ifadesiyle bahseder.

Gelin, düğün alanına getirilirken, çevresi cibinliğe benzer bir örtüyle

sarılmıştır. Bu cibinliğe benzer örtü, görevliler tarafından taşınır, adı

“tutuk”tur. Tutuk sayesinde gelin dışarıdan görülmez. Hayâlî Bey bir

beytinde tutuk meselesine farklı bir pencereden bakmıştır:

Subh-dem ki yakınup şafakdan hınnâ

Nev-arûs-ı tutuk-ı çârüm ola çihre güşâ 4

Bu beyitte Nev-arûs sözüyle karşılanan “güneş”tir. Güneş sabah vakti

1 Selman: Ünlü İranlı şairdir, Divan şairleri nazım vadisinde onu örnek almış ve geçmeye çalışmışlardır. 2 Nev’î, a.g .e. Gazeller : 319/5 3 Zâtî a.g. e. Gazeller : 341/1 4 Hayâlî Dîvanı Gazeller: 101/1

/ Merhaba – Kış 2011 40

şafak kanından kına yakıp, tutuğu kaldırarak yüzünü göstermesi istenen

yeni gelindir. Tutuk-ı çârüm terkibiyle de Güneş’in felek sisteminde 4. katta

yer alması kastedilmektedir.

Gelinler başlarına duvak; yüzlerine peçe, burka’ ve nikâb takarlar.

Nev’î gelinlerin burka’ ile örtünmesini akşam perdesi olarak düşünür ve

rüzgârın sabah vakti esmesiyle bu örtünün kalktığı, şafağın Güneş gelininin

örtüsünü açtığını ifade eder. 1

Gelini süslemek, saçını taramakla görevli olan kadınlara “meşşata“

denir2; ancak şâirlerin bahsettiği gelinler öyle güzeldir ki onların

süslenmeye ve meşşataya ihtiyacı yoktur. Nev’î bir beytinde bununla ilgili

olarak sevgilisine: “Ey servi güzelliğinin gelinine meşşata gerekli değildir.

Zülfünün ucuyla toprağa baş eğme (bu nedenle) el altında bulunan halk

gibi olma!” der.3

Nev’î’nin başka bir beytinde ise devlet gelin olarak düşünülmüş ve

zaman bu geline, şâhın ayağının toprağından “müşgîn hâl” (misk kokulu

ben) yapan bir meşşata olarak hayâl etmiştir.4 Dîvan şâirlerinin geniş

hayâl dünyasını yansıtan bu beyit gelin ve meşşata bahsine farklı bir

açıdan yaklaşması nedeniyle dikkat çeker.

Gelini, meşşatadan başka kişiler de süsler. Bunlara “yüz yazıcı”

denir. Yüz yazıcılar gelinin alnına, iki yanağına ve çenesine ”yapıştırma”

denilen dört elmas yapıştırır, yüzünün çeşitli yerlerine zamk yardımıyla

çeşitli süsler koyarlar.5

Gelinin saçına gümüş teller takılır, beline kuşak bağlanır. Zâtî bir

beytinde soyut bir kavram olan gayret kuşağını şu şekilde kullanmıştır:

“Aculuk görmesin ol kimse ki gayret kuşağın

Ney-şeker gibi safâ ile mükerrer kuşanur.” 6

Beyitte, gayret kuşağını şeker kamışı gibi daima mutlulukla kuşanan

1 Nev’î a.g. e. Kasideler: XI/1 2 İskender PALA, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü “meşşata” maddesi 3 Nev’î, a.g .e. Gazeller: 411/2 4 Nev’î a.g. e. Kasideler: XXIX/4 5 Orhan Şaik GÖKYAY, “Beklenmedik Kaynaklarda Folklor”, 1.Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, İstanbul 1976, Cilt : 1, sf. 119-125 6 Zâtî a.g. e. Gazeller : 430/4

Merhaba – Kış 2011 / 41

kişinin keder görmemesi dilenir. Musâhipzâde Celâl’in aktardığı bilgiye

göre: “Gelin olacak kız süslendikten sonra baba evinden ayrılmak üzere

ortaya çıkar. Kız, babasını elini öper ve baba da kızının beline Türk

an’anesine göre gayret kuşağı olmak üzere bir şal bağlar ve kılıçtan

atlatır.” 1

Gelinle İlgili Diğer Durumlar ve Gelinin Davranışları

Nev’î bir beyitinde “Karanfil yeni gelin olmuş, güzellerin şâhı olan

senin için, kendini süsler, başına gümüş teller takınır” ifadesini

kullanmıştır. Şâirin yeni gelin olarak düşündüğü karanfilin çiçek açması,

gelinlerin başlarına gümüş teller takması âdetiyle ilişkilendirilmiştir.

Düğünlerde gelinlere altın, para, şeker vb. şeylerden oluşan saçı

saçılır. Nev’î, Sultan Mehmet’e sunduğu bir kasidesinde onun cömertliğini

anlatmak için “Düğün günü denizler saçı olarak saçılsa senin cömertliğinin

bir damlası gibi olmaz” demiş ve saçı âdetini farklı bir şekilde kullanmıştır.2

Hayâlî Bey ise yüz görümlüğü âdetini “yükünü yukarı yığmak” deyiminin

anlam zenginliğinden de yararlanarak şu şekilde ifade etmiştir:

“Çün nev-a’rûs-ı gülşen-i bâğ-ı zemânedür

Yükün yukarı yığar ise vechi var serv ” 3

“Nazlanmak, kendini naza çekmek” 4[20] anlamına gelen yükünü

yukarı yığmak deyimi bu beyitte olduğu gibi yeni gelinlerin nazlı tavırlarını

oldukça iyi açıklamaktadır. Yeni gelinler naz eder, yüzünü göstermek

istemez, dâmatlar ise onların yüzünü görebilmek için geline yüzük, küpe,

altın vb. değerli şeyler hediye eder. Bu âdet “yüz görümlüğü” olarak

bilinmektedir.

Hayâlî “Şükrâne sîm-i eşk gerek görmege yüzün” dizesiyle de gümüş

paranın yüz görümlüğü olarak verildiğini ifade etmektedir.

Düğünün Diğer Kahramanı : Dâmat

Dîvan Şiiri’nde düğün konusunun ele alındığı beyit ya da eserlerde

1 Müsahipzâde Celâl ,” Eski İstanbul Yaşayışı”, İstanbul 1946, sf. 13 2 Nev’î a.g. e. Kasideler : XIII/34 3 Hayâlî Dîvanı Kasideler : 35/8 4 Mehmet Ali TANYERİ a.g. e. sf. 258

/ Merhaba – Kış 2011 42

gelinin ön planda olduğu, dâmattan gelin kadar söz edilmediği görülür.

Hayâlî’nin bir gazelinde dâmat, geline ödediği “kâbîn” nedeniyle

zikredilmiştir. “Kâbîn” ya da “ kebîn” damadın geline ödediği paradır. Bu

para, Osmanlı toplumunda ekonomik hayatın içinde aktif olarak yer

almayan kadının sosyal güvencesi olarak düşünülür. Kâbîn ailelerin sosyal

ve ekonomik durumlarına göre değişir. Örneğin; Sarıkçı Mustafa Paşa, hem

saraya dâmat olmanın getirdiği sorumluluk, hem de geline ödemesi

gereken yüklü kâbîn nedeniyle İbrahim Paşa’nın kızıyla evlenmek

istememiştir.1 Hayâlî Bey Dîvanı’nda “kâbîn” şu şekilde işlenir:

“Arûs-ı dehre baş eğmek begâyet hûb idi elhak

Eger kim nakd-i ‘ömr-i nâzenîn olmasa kâbîni” 2

Hayâlî bu beyitte, “Dünya gelininin kâbîni canın nakdi (ödenmesi)

olmasaydı, dünya gelinine baş eğmek gerçekten de gayet hoştu” diyerek,

bu dünyanın kâbînini canın teslimi olarak vasıflandırmış ve dünyanın

geçiciliğinden dem vurmuştur.

Nev’î Vezir Siyavuş Paşa’ya sunduğu kasidesinde “Sana vezirlik

gelininin mührü verildi, himmetinin damadıyla onu açman yakışır”3

diyerek; damadın, gelinin yüzünü açması âdetini Siyavuş Paşa’nın vezirlik

gelininin mührünü açmasıyla yani vezir olmasıyla ilişkilendirmiştir.

Düğün Âlâtı ve Çeşitli Alaylar

Düğünlerle ilgili en dikkat çekici özelliklerden biri de çeşitli

“alaylar”dır. Evlilik münasebetiyle düzenlenen düğünlerde “cihaz alayı”,

“nahıl alayı” ve “şeker âlâtı” yer almaktadır. Gelinin, evlilik hayatında

kullanacağı çeşitli eşyalara “cihaz”, “çeyiz” veya “çehiz” denir. Özellikle

saray kadınlarının çeyizleri oldukça yüklüdür. Örneğin; İbrahim Paşa’yla

evlenen Hatice Sultan’ın çeyizinin taşınması sabahtan akşama kadar

sürmüştür.4

1 Metin AND, “Makbul İbrahim Paşa ve Düğünü” , Hayat Tarih Mecmuası, Ağustos 1969 sf. 5-9 2 Hayâlî Dîvanı Gazeller : 409/3 3 Nev’î a.g. e. Kasideler : L/5 4 Metin AND a.g. e.

Merhaba – Kış 2011 / 43

“Nahıl, gelin ve sünnet alaylarında ağaç biçiminde yapılan, üzerinde

balmumundan yapılmış, insan, hayvan, yemiş, çiçek vb. şeklinde süsler

bulunan, ayrıca değerli taşlar, altın, gümüş yapraklarla, renkli, yaldızlı

kâğıtlarla kaplanan önemli bir düğün ve şenlik unsurudur.” 1

Nahıl kelimesinin aslı, “nahl”dır. Fidan anlamına gelen kelime

zamanla, düğün ve şenliklerde yer alan süs unsurunu belirtmek için

kullanılır olmuştur. Nev’î, Hayâlî ve Zâtî de dîvanlarında kelimeyi fidan

anlamında kullanmış, düğünle ilgili beyitlerde ise bu kelimeden

bahsetmemişlerdir.

Düğün ve şenliklerde şekerden yapılan muhtelif şekiller, ağaçlar,

hayvanlar, çiçekler, meyveler, vb. unsurlar sûrnâmelerde “Şeker Âlâtı”

adıyla kayıtlıdır.2[26] Nev’î, Hayâlî ve Zâtî’nin şiirlerindeyse şeker kelimesi

daha çok sıfatı görevinde kullanılmış, şiirlerde şeker âlâtına

değinilmemiştir.

Düğünde İkramlar

Düğünlerin ana ikramı tatlıdır. Düğünlerde özellikle şerbetli tatlılar

olmak üzere tatlının her çeşidini ikramlık olarak görmek mümkündür. Bu

konuyla ilgili Zâtî‘nin şu beyiti oldukça ilginçtir:

Bezmûnda gelüb medh-i lebün okıdı Zâtî

Ma’zûr buyur şekker ile düğüne geldi3

Şâir, bu beyitte sevgilinin meclisine gidip, dudağının övgüsünü

yapmış olduğunu ifade eder ve bu hareketi nedeniyle af diler. Çünkü

sevgilinin olduğu mecliste ondan ve güzelliğinden bahsetmek oldukça ayıp

sayılır. Zâtî bu davranışıyla tatlının oldukça bol olduğu düğün evine,

şekerle giden bir kimseye benzer. Düğün evinde şekere nasıl ihtiyaç yoksa,

sevgilinin olduğu mecliste ondan övgüyle söz etmeye de ihtiyaç yoktur, bu

ayıptır.

1 Mehmet ARSLAN, “Osmanlı Dönemi Düğün ve Şenliklerinde Nahıl Geleneği, 1675 Edirne Şenliği ve Bu Şenlikte Nahıllar”, Yedi İklim Dergisi s: 48, Mart 1994, sf. 71-85 2 Mehmet Arslan, “ Osmanlı Saray Şenliklerinde Şekerden Tasvirler”, Türk Dünyası Dergisi s: 71, Kasım 1992 İstanbul , sf. 35-42 3 Zâtî a.g. e. Gazeller : 1809/5

/ Merhaba – Kış 2011 44

Düğünlerde tatlının dışında çeşitli yemekler de mevcuttur. Saray

düğünlerinde, eski Türklerdeki potlaç anlayışını yansıtan yağma geleneği

görülür. 1

Hayâlî’nin İbrahim Paşa’nın düğünü için yazdığı Sûriyye Kasidesi’nde

yiyecek olarak pilav, kuzu büryan, çörek, buğday ve badem adları

zikredilir; sınırsız olarak saf şerbetin sunulduğu belirtilir. Nimetlerin

çokluğu binlerle ifade edilir, o gün felek sofra kuşanmıştır, Güneş ve Ay ise

bu sofranın iki ekmeğidir.

SONUÇ

Orijinal hayalleri, ince dilleri ve yarattıkları mazmunlarla farklı bir

dünyaları olan Dîvan Şâirleri, söz konusu düğünler olduğunda da sınırsız

hayal güçlerini kuvvetli kalemleriyle yoğurabilmeyi başarmış ve dizeleri

aracılığıyla bu farklı dünyanın kapılarını aralamışlardır. Bu tebliğ, son

yılarda hızla gelişen Klâsik Türk Şiiri’ne sosyal hayat penceresinden bakma

çabalarından biridir. Bu yazıyla, bazı yanlış yorumlamalar sonucu sosyal

hayattan kopuk diye adlandırılan Klâsik Türk Şiiri’nin toplumsal hayatın

önemli portreleri olan düğünleri anlatmadaki başarısı vurgulanmak

istenmiş ve Dîvan Şiiri’nin hayatla iç içeliğinin bir kez daha gösterilmesi

amaçlanmıştır.

KAYNAKÇA 1- Abdülaziz BEY, “Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri” ,Tarih Vakfı Yurt Yayınları:20, İstanbul, Ekim 2002

2- Ali Nihad TARLAN, “Hayâlî Bey Dîvanı” , İstanbul 1945

3- Cemal KURNAZ,”Hayali Bey Divanı’nın Tahlili”, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1996

4- İskender PALA, “Ansiklopedik Dîvan Şiiri Sözlüğü”, Kapı Yayınları, İstanbul 2005

5- Mehmet ARSLAN, “Türk Edebiyatı’nda Manzum Surnameler(Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri)”, AKM Yayınları Ankara, 1999

6- Mehmet Ali TANYERİ, “Örnekleriyle Dîvan Şiirinde Deyimler” , Akçağ Yay., Ank. 1999

7- Mertol TULUM – Mehmet Ali TANYERİ, ”Nev’î Dîvan-Tenkitli Basım, İstanbul Üniver-sitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No:2160, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1977.

8- Nejat SEFERCİOĞLU, “Nev’î Dîvanı’nın Tahlili”, Kültür Bakanlığı Yayınları:1159, Kaynak Eserler: 45, Gaye Matbaası, Ankara 1990

9- Vildan SERDAROĞLU,”Sosyal Hayat Işığında Zâtî Dîvanı”, İSAM Yayınları, İstanbul 2006

1 Mehmet Arslan, “Osmanlı Saray Düğünlerinde Yağma Geleneği”, Milli Folklor Dergisi,

S:10, YAZ 1991, Ankara, sf. 54-57

Merhaba – Kış 2011 / 45

MASAL Selim GÖKIŞIK

selimgokısı[email protected]

Bir varmış, bir yokmuş… Ülkelerin birinde çok güzel bir orman,

hemen yanında da alabildiğine uzanan geniş bir vadi varmış. Bu vadinin

ortasındaki küçük gölün etrafında çeşit çeşit hayvan yaşar, gündüzleri

çayırlıkta otlayıp, geceleri ormanda gizlenerek yaşayıp giderlermiş. Bu

güzel tabiat köşesinde, geniş bir at ailesi yaşıyormuş. Baba at, aynı

zamanda sürünün lideriymiş. Bir gün, anne at yeni bir tay doğurmuş ve

adını Acul koymuşlar. Acul’un ağabeyi ve ablası çok sevinmişler, bütün gün

anneleriyle bebeğin etrafında koşup kişneyerek ona hoş geldin demişler.

Acul da hemen meraklı gözlerle etrafına bakmaya başlamış. Bir ara annesi

ayağa kalkınca ne yapacağını bilememiş, ağlamaklı olmuş. Onun bu halini

gören ablası burnuyla hafifçe iterek ayağa kalkması gerektiğini anlatmış.

Acul ayağa kalkmak istiyormuş ama bacaklarının ne işe yaradığından

henüz pek emin değilmiş. Titreye titreye doğrulmuş, iki adım atmış. Tam

düşecekken ağabeyi koşup ona yaslanmış ve dengesini düzeltmiş. Acul bir

iki adımı düzgün atınca çok sevinmiş, kendine güveni gelmiş ve hemen

koşmaya başlamış. Babası uzaktan onu izleyip endişelenmiş, bu çocuğun

aceleciliği başına iş açacak gibi duruyor diye kendi kendine söylenmiş.

Günler günleri kovalamış, Acul büyüyüp yaramaz bir aygır olmuş.

Ağabeyi birkaç yıl önce onlardan ayrılıp kendi sürüsünün başına geçmiş ve

vadinin diğer tarafında yaşıyormuş. Sürüde en hızlı koşan at artık o olduğu

için ileride babasının yerine geçeceğine kesin gözü ile bakılıyormuş. Fakat

babası çok dertliymiş, Acul’un bir sürüyü idare edebilecek kadar

sorumluluk sahibi olduğunu düşünmüyormuş. Annesi bu yaramaz tayı pek

sevdiğinden onun her işini görüyor, gün içinde sürü otlarken etrafta gezip

daha hızlı koşma çalışmaları yapan oğlunun gece karanlıkta aç kalmaması

için ormanda ot biriktiriyormuş. Acul da akşamları gelip bu otları yiyerek

ekmek elden su gölden, hayatına devam ediyormuş. Acul’un sürüden

ayrılıp ayrılıp uzaklara gitmesi babasının hiç hoşuna gitmiyormuş.

Başlarında durmayacaksa benden sonra bu sürüyü nasıl idare edecek bu

çocuk diye dertleniyormuş. Artık yaşlandığı için kalp krizi geçirmesinin an

/ Merhaba – Kış 2011 46

meselesi olduğunu hissediyor, sürüyü yabancı atlar ele geçirecek diye çok

korkuyormuş. Bir gün, Acul’un annesi ot taşırken babası bunu görmüş ve

çok öfkelenmiş. Her zaman sen beslersen bu çocuk hangi otları

yiyebileceğini, topraktan nasıl ot koparacağını nasıl öğrenecek? diye

annesine çıkışmış. Annesi biraz düşününce kocasına hak vermiş, bu şekilde

Acul’a aslında yardım değil kötülük ettiğini anlamış. Topladığı otları kendisi

yemiş ve her zaman yemek bıraktığı yer boş kalmış. Hava karardığında

Acul tek başına çıktığı sürat denemelerinden birini daha bitirip eve dönmüş

ama yiyecek bir şey bulamamış. Karnı da çok açmış ama karanlıkta hiçbir

ot görünmüyormuş, üstelik bu saatte çayıra inmek çok tehlikeli olabilirmiş.

O gün sabaha kadar aç biilaç uyumaya çalışmış. Ertesi sabah hemen

annesini bulup ne olduğunu sormuş. Annesi de babasıyla konuştuklarını,

artık büyüdüğünü ve kendi başına yemek bulup yemesi gerektiğine karar

verdiklerini söylemiş. Herkesin yemek yediği saatlerde herkesle birlikte

çayıra gelip yemeğini kendi kendine yemezse aç kalacağını söylemiş. Acul:

-Ama ben o saatlerde koşmak istiyorum, hava aydınlıkken yemekle

vakit kaybetmek çok sıkıcı bir iş.

demiş. Annesi bu sözlere biraz kızmış,

-Üzgünüm, bundan sonra sana yemek getiremem. Minicik taylar gibi

kendi kendinin sorumluğunu bile taşımıyorsun, birazcık düşün ve kendine

çeki düzen ver!

demiş. Acul da annesine kızmış ve

-Ben de aç otururum.

diye hızlı hızlı koşarak uzaklaşmaya başlamış. Bu sırada babası yanına

gelmiş. Acul o kadar hızlı koşuyormuş ki, babasını geçtiği için gururluymuş.

Tam o sırada babası önünde belirivermiş. Acul onun ne zaman önüne

geçtiğini bile anlayamamış, şaşkınlıktan olduğu yerde donakalmış.

İkisi yan yana yürümeye başlamışlar. Babası söze başlamış:

- Oğlum, bir süredir seni takip ediyorum. Her gün uzaklaşıp tek

başına koşuyorsun. Diğer atlarla bir arada olmaktan niye çekiniyorsun?

- Onların hepsi çok sıkıcı baba, bütün gün otlayıp duruyorlar.

Merhaba – Kış 2011 / 47

- Sen de bütün gün koşup duruyorsun, ama bak ben seni bu yaşlı

halimde bile geçebiliyorum.

Acul öylece susup kalmış, öyle ya, kendisi de aslında koşmak dışında

hiçbir şey bilmiyor ve yapmıyormuş. Bütün işi gücü koşup oynamak,

gününü gün etmekmiş.

- Bir at, eğer arkasında onu takip eden ve yakalayacak başka atlar

yoksa hiçbir zaman çok hızlı koşamaz Acul! Bizler yüzyıllardır sürüler

halinde birlikte yaşarız. Gücümüz, kuvvetimiz, güzelliğimiz bu birliktelikten

gelir. Birbirimizden öğrendiklerimizle gelişiriz, sadece kendi istediklerini

yaparak, sadece kendi söylediklerini duyarak yeni bir şey öğrenemezsin.

Bu kadar zamandır bütün atları küçümsedin ve tek başına koştun, bu sana

ne kazandırdı?

- Çok çalıştığım için çok hızlı koşuyorum. En hızlı ben koştuğum için

lider olacağımı söylüyormuş sürüdekiler.

- Gerçekten hızlı koşuyorsun ama az önce ben seni geçtim Acul.

Sadece hızlı koşarak bir lider olamazsın. Gerektiğinde sürünü de en az

senin kadar hızlı koşturabilmelisin. Bir tehlike karşısında hızlı koşmak

sadece seni kurtarır ve başarısız bir lider olursun. Ama tehlike karşısında

süründeki her bir atın nasıl davranacağını bilirsen herkesi kurtarırsın. Bunu

da ancak onlarla vakit geçirerek, birlikte yemek yiyerek, birlikte koşarak,

birlikte kişneyerek, çevrene onların gözlükleriyle de bakarak bilebilirsin.

Sadece kendini düşünecek kadar bencilsen bile toplumu düşünmek

zorundasın, çünkü birkaç kurt senin için tehlikedir, ama sürüyle beraber

gezen en yaşlı at bile onlara gülüp geçer. Atlar sosyal varlıklardır, ancak

topluluk içinde var olabilirler. Sen ölürsen yeni bir at lider olur, ama sen

yalnız yaşayamazsın. Kendi varlığını sürdürebilmek için toplumuna hizmet

etmelisin. Hem biliyor musun, başkalarına da yarar sağlamayan bir hayat

zaten boştur. Sevdiğin şeyleri de yapacaksın tabii, ama bütün vaktini buna

harcayıp görevlerini aksatmamalısın.

Acul’un canı sıkılmış. Babam yine nutuğa başladı diye düşünmüş.

-Peki, baba bundan sonra daha dikkatli olacağım.

demiş. Gerçekten de sonraki birkaç gün herkesle beraber yemeği kendi

çabasıyla yemiş, sakin sakin oynamış, birkaç arkadaş bile bulmuş. Ama

/ Merhaba – Kış 2011 48

dördüncü günde canı yine sıkılmış, arkadaşlarından biri koşarken yanlışlıkla

ona çarptığı için çok kızmış. Tek başına koşmanın daha eğlenceli olduğunu

düşünüp yine çayırın ötesine doğru dörtnala gitmeye başlamış. Cennetin

rüzgârı atın iki kulağının arasından eser derler. Ne kadar da doğru! Acul bu

hızla koşarken kendini cennette hissediyormuş. Babasının vazife, sürü,

öğrenmek hakkındaki sözleri o iki kulağın arasından çıkıp gitmiş. Akşama

kadar dörtnala koşmuş. O kadar eğleniyormuş ki, ne evinden çok

uzaklaştığını fark edebilmiş, ne de havanın karardığını… Birden güneş batıp

da artık önünü seçemez hale gelince yavaşlamış. Olduğu yerde durarak

etrafına bakınmış. Nerede olduğunu, hangi yöne koşması gerektiğini

bilememiş. Çok korkmuş, ağlamaya başlamış. Annesini, babasını, ablasını

boşu boşuna çağırmış, diğer atlardan o kadar uzaklaşmış ki kimse onu

duyamıyormuş. Geceyi geçirecek bir yer bulması gerekliymiş. Acul o

zamana kadar koşmak dışında hiçbir şeyle ilgilenmediği, hep annesinin

getirdiği yemekleri yiyip annesinin gösterdiği yerde uyuduğu için uyumak

için elverişli bir yer neresidir bilemiyormuş. Bir süre sağa sola koşturmuş

ama uygun bir yer bulamamış. Bu sırada hava iyice kararmış ve zavallı at

vahşi ormanda tek başına kalakalmış. O zaman annesiyle babasının fazla

uzaklaşmaması, yanlarından ayrılmaması konusundaki uyarıları aklına

gelmiş ama ne çare? Olan olmuş bir kere, kaybolmuş.

Gece vakti orman çok korkutucuymuş, ağaçların gölgeleri bulutların

arkasından bir görünüp bir kaybolan ayın ışığıyla boylarından çok daha

yüksek gölgeler oluşturuyor ve bu gölgelerin her biri ne hikmetse çok

korkunç canavarlara benziyormuş. Çok uzaklardan kurt ulumaları ve

yaprak hışırtıları işitiliyormuş. Acul hiç ses çıkarmamaya çalışarak kendine

bir kuytu bulmuş ve içine büzülmüş. Tam o sırada cılız bir ses duymuş:

- Şey, şu anda bastığınız yer benim kuyruğum oluyor.

Acul hemen yerini değiştirerek sesin sahibini aramış:

- Çok özür dilerim, ben kayboldum da. Sığınacak yer ararken sizi fark

etmemiştim. Ama siz kimsiniz, daha önce hiç böyle bir hayvana

rastlamamıştım?

- Ben orman bekçisiyim. Ormandaki hayvanları izler, yaradılış

sebebine uygun davranan, rolünü en iyi oynayanları ödüllendiririm.

Merhaba – Kış 2011 / 49

- Peki kimin ne yapması gerektiğine ve en iyi oynadığına nasıl karar

veriyorsun?

- Bunu sana açıklayamam. Kimin ne yapması gerektiği bellidir ve

kendi kalbinde kodlanmıştır. Verilen rolü iyi oynamak sana düşer, lakin bu

rolü seçmek başkasına aittir.

- İyi ama ben ne yapmam gerektiğini bile bildiğimi sanmıyorum, iyi

oynadığımı nasıl bileceğim?

- Öncelikle kendini tanıyacaksın, ama canının istediklerinden değil,

ruhunun özünden bahsediyorum. Bu çok zahmetli bir iştir. Yeri geldiğinde

kendi kendine ters düşersin, kendinle savaşmak zorunda kalırsın. Sınırlarını

zorlayacaksın ve öğreneceksin. Ama öğreneceksin, aynı hataları tekrar

tekrar yapmamaya çalışacaksın. Gülüyorsun ama bu da zor bir şeydir. Çok

farklı işler gelir başına, üzülürsün, hayıflanırsın, her bir hatanı farklı

görürsün, ama gerçek gözlükleriyle bakarsan hepsinin temelinde senin

fikirlerin, senin yaşayışın, senin arzuların, senin eğilimlerin, senin

nefretlerin yani senin hareketlerin vardır. Ama sen, başına gelen iyi

olaylarla sevinir, kötü olaylarla üzülürsün. Gerçekte ise her şey oldukları

gibidir. Olayları iyi veya kötü yapan senin onlar hakkındaki fikirlerindir.

Hatayı tekrarlamamak bakış açısını değiştirmekle ilgilidir çoğu zaman…

Ama biraz daha yaşlanınca bunun şu karşıdaki dağı devirmekten daha zor

olduğunu öğreneceksin.

- Söylediklerinden hiçbir şey anlamadım, ama en azından rolümün ne

olduğunu öğrenmek ve bunu iyi yapmak isterim. Kolay bir yolu yok mudur?

- Bu dünyada güzel ve iyi olup da kolay olan hiçbir şey yoktur

maalesef. Ama sana birkaç ipucu vereyim. Ne yaparsan yap, birilerine

yararlı olacak şekilde düşünerek yap, en azından kimse senin yüzünden

zarar görmesin. Çözümleri hep kendinde ara ve kendini başkalarının

aynasında seyret. Ölçün de akıl, ahlak ve adalet olsun. Bunlar kadim

değerlerdir, aslında insanlık bilgisidir ama bazı hayvanlarda da biraz

bulunur, özellikle atlarda... Diğer atlardan çok şey öğrenirsin. Danış, ölene

kadar öğren, bildiklerine pek güvenme ve asla ben oldum deme…

- Peki sürümü nasıl bulabileceğim konusunda yardım edebilir misiniz?

/ Merhaba – Kış 2011 50

- Öncelikle sabahı bekle, sonra şu taraftaki patikayı takip et. Yolun

sonunda sağa dön, ileride gölü göreceksin, onun biraz ilerisinde otlayan

atlardan yardım isteyebilirsin.

- Çok teşekkür ederim, dediklerinizi unutmamaya çalışacağım.

Acul ormanın seslerini dinlemekten pek uyuyamayarak sabahı etmiş.

“Ailemle beraberken bu seslerin hiçbirini duymazdım, babam ne kadar

haklıymış. Güvenliğim için başka atlara ihtiyacım var.” diye düşünmüş.

Güneş iyice doğunca, patikada ilerlemeye başlamış. Bir yandan da

düşünüyormuş, “evimin ters tarafta olduğundan eminim, bu yöne gitmekle

daha çok kaybolmaz mıyım? Ters tarafa yürüyeyim en iyisi.” Geri dönüp

birkaç adım atmış ki orman bekçisinin “bildiklerine pek güvenme, danış”

sözü kulaklarında çınlamış. Tekrar dönüp patikayı izlemeye başlamış. Biraz

ilerledikten sonra bir kavak ağacının dalındaki kargayı görmüş. Hiç tüyü

yokmuş bu karganın. Dayanamayıp sormuş:

- Hayırdır karga kardeş niye tüylerini döktün?

Meğer bu sonbahar masalının kahramanı olan kargaymış:

- Sorma, pire gibi yiğit öldü, bit başında döndü, ben de tüylerimi

döktüm.

demiş. “Karganın tüylerini dökmesinin bite ne yararı var ki?” diye

düşünmüş, ama bitin acısını samimi bir şekilde paylaşmış ve onun için bir

şeyler yapmak istemiş. Kargaya bitin yerini sormuş ve yanına gitmiş.

- Bit kardeş, pirenin ölümüne çok üzüldüm, başın sağolsun. Seni

biraz teselli etmek için başımın üzerinde biraz gezdirmek istiyorum, orada

cennetin rüzgârları eser.

demiş. Bit çok sevinmiş ve atın başına atlamış. Biraz gezmişler. Acul’un

kafası çok kaşınıyormuş ama biti üzmemek için dişini sıkıp sabretmiş.

Gezinti bittiğinde bit o kadar mutlu olmuş ki acısını unutuvermiş.

- Çok teşekkür ederim. Sen çok iyi yürekli bir atsın!

diye teşekkür etmiş bit. Acul tekrar yola koyulmuş, çok vakit kaybettiğini

düşünüp hızla koşmaya başlamış. Koşarken ileride birbirlerine oldukça

kızmış görünen iki geyik görmüş. Boynuzlarını birbirlerine geçirip kavga

Merhaba – Kış 2011 / 51

ediyorlarmış. Önce yanlarından geçip gitmeyi düşünmüş, sonra

dayanamayarak sormuş:

- Özür dilerim geyik kardeşler, ama niçin kavga ediyorsunuz?

- Kardeşimle buraya kardeş kardeş otlamaya geldik. Ama o o kadar

inatçı ki illa otlamaya yuvarlak yapraklı otlardan başlamak istiyor. Halbuki

her geyik bilir ki önce daha lezzetli uzun yapraklı otlar yenmelidir ki karın

lezzetsiz yuvarlaklarla dolmasın.

- Bana inatçı diyen kardeşim yanlış biliyor, her geyik bilir ki önce

yuvarlak yapraklı otlar yenmelidir ki uzun yapraklıların tadı damakta kalsın,

tatlı yemiş gibi olsun.

Acul ikisini de dinlemiş, birazcık düşünmüş.

- Peki sen önce yuvarlak yapraklıları yesen, sen de uzunları yesen

olmaz mı? İkinizin de ağızları ayrı.

Geyikler hep bir ağızdan bağırmışlar:

- Ne adil bir çözüm! Hiç aklımıza gelmemişti.

Daha sonra iştahla otlamaya başlamışlar. Acul gülmemek için kendini

zor tutarak yürümüş, akıllı olduğu için haline şükretmiş.

Patikanın sonuna geldiğinde, orman bekçisinin söylediği gibi sağa

dönmüş ve gölü bulmuş. Çok susadığı için su içmeye başlamış. Bu sırada

yanına çok güzel ve heybetli bir at gelmiş ve ona kim olduğunu sormuş.

- Adım Acul, yolumu kaybettim ve sürümü bulmaya çalışıyorum.

- Acul! Ne kadar da büyümüşsün evlat? Hâlâ muzırlıklara devam mı?

Bu Acul’un ağabeyiymiş. Acul biraz utanmış ama ağabeyini gördüğü

için de çok sevinmiş. Epey sohbet ettikten sonra havanın yeniden

kararmakta olduğunu fark etmişler. Acul endişelenmiş:

- Ben evin yolunu nasıl bulacağım şimdi? Bugün de dönmezsem

annemle babam çok merak edecekler.

- Nihayet kendinden başkalarını da düşünmeye başlaman çok büyük

bir gelişme kardeşim. Biraz geç de olsa büyümeye başladın galiba artık.

/ Merhaba – Kış 2011 52

Hiç tasalanma, yanına bizim sürüdeki iz sürücüyü katarım, seni hemen

götürüp gelir.

- İz sürücü mü?

- Tabii, sürüdeki her bireyin bir görevi vardır, bilmiyor musun? Bu

görevler herkesin gücü ve yeteneğine göre verilir. Eğer biri kapasitesinin

üzerinde bir rolü üzerine alırsa, bu görevi iyi yapamadığı gibi yapabileceği

işleri de terk etmiş olur.

Acul orman bekçisinin sözlerini hatırlamış. Kendini ve görevini bir an

önce bulması gerekiyormuş.

Ağabeyiyle vedalaştıktan sonra “Yolcu” isimli atla yola çıkmış. O

kadar hızlı koşuyorlarmış ki kendisinin dünyadaki en hızlı at olduğunu

düşünüp diğerlerini küçümsediği zamanlar aklına gelmiş ve çok utanmış.

Bir süre sonra Yolcu:

- Bu şekilde yetişemeyeceğiz, biraz da uçmamız gerekiyor.

demiş. Acul tam “Atlar uçamaz ki” diyecekken Yolcu mavi kanatlarını

açıp havalanmış. Acul olduğu yerde kalakalmış ve her şeyi bildiğini

düşünen küçük ukala at bir daha dönmemek üzere gitmiş. Onun yerine

ağzından şu sözler dökülmüş:

- Galiba artık bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğim!

Bu sırada Yolcu başını çevirip gökkuşağı renginde kanatları henüz

çıkarken şaşkınlıkla sırtına bakmaya çalışan Acul’a gülümsemiş:

- Hadi bakalım çırp kanatlarını, orman bekçisi gösterdiğin

gelişmelerden memnun olmuşa benzer.

O zaman Acul babasının her seferinde kendisi fark bile etmeden nasıl

önüne geçiverdiğini biraz anlar gibi olmuş ve sevinçle gökyüzüne doğru

kanatlanmış. Kendini tanımak yolunda bitmeyen bir öğrenme sürecine

doğru…

Merhaba – Kış 2011 / 53

AYNI HAYATLARDA FARKLI METİNLER YARATMAK Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU

[email protected]

Yazıyorum işte, kalemi elime aldım yazıyorum. Hayır, yalan

söylüyorum. Kalem yok elimde. Bilgisayar başındayım. Evet, bilgisayar

başındayım. Seni kandırmamalıyım, aramızı açmamalıyım. Yoksa kim okur

bu yazdıklarımı? En iyisi başa alalım, ben her şeyi yalansız yazmaya

başlayayım.

Kalemim yok elimde ama yazacak bir sürü şey var aklımda.

Durumlar, olaylar ve duygular… Hepsi de yazılmayı bekliyor. Ama

başlamak güç. Ya diğerlerine benzerlerse, hem de onlar kadar yer

tutmadan...

Hep şu kalın, nâm-ı diğer hacimli kitaplar korkuttu gözümü. Onlar

kalın olunca önemli oluyordu çünkü. Yazılacaksa onlar gibisi yazılmalıydı ya

da daha hacimlisi... Geri adım atmak kabul edilemezdi. Bu yüzden

çekindim hep yazmaktan. Yazılanlarla uğraşmak daha kolay geldi bana.

Okudum, okuduğumu anlamaya, anladıktan sonra başkalarına anlatmaya

başladım. Yazdım ama hep başkalarının kahramanlarını, başkalarının

olaylarını anlatmak için. Onun üslubu nasılmış, bunun kurgusu nasılmışlarla

uğraştım hep.

İçimde sönmeyen bir ateş hep vardı; yazma ateşi. Kendi üslubumla,

kurgumla, kendi kahramanlarımı yaratma ve kendi olaylarımın içine onları

salma… Ama bu imkânsızdı. Öyle diyordu büyüklerimiz. Bir başka metne

göndermeyen metin yokmuş, yazdıklarını okuyanlar illa yazılanlara

gidermiş.

Ya sadece yazıyorsam, gözlerim kör, kulaklarım sağırsa? Harfleri

karanlığımda el yordamıyla seçip aydınlığa çıkartıyorsam, daha önce hiç

hissetmediğim dokunuşlar yaratıyorsam, yine de götürür mü seni başka

metinlere yazdıklarım, gider misin başka metinlere beni bulmak için? Her

cümle sana başka bir metni hatırlatır mı?

/ Merhaba – Kış 2011 54

Ne yazık ki gözlerim görüyor, okuyorum; kulaklarım işitiyor,

dinliyorum. Alılmadıklarımdan etkileniyor muyum yazarken, her defasında

onları mı tekrarlıyorum bilmiyorum, ama sadece beni okuduktan sonra

başka kitapları karıştırma istiyorum. Biraz dur, gözlerini kapa ve düşün…

Ne yarattın hayalinde kelimelerimle? Mazinden bir kare geldi mi gözlerinin

önüne, doldu mu gözlerin hüzünle ya da dudakların aralandı mı tatlı bir

tebessümle?

***

Ufacık bir dünyada, kısacık hayatlarımızda ne kadar büyük farklılıklar

yaratmaya çalışsak da birbirimize benziyoruz. Aşklarımız, savaşlarımız,

sevinçlerimiz, üzüntülerimiz… Ölümlerimiz bile birbirine benziyor. Bunları

dillendiren metinlerimiz neden birbirine benzemesin? Biri daha önce

okuyucusuna kavuştu diye, hiçbir şeyden haberi olmayan ikincisi neden

benzeyen olarak hep küçümsensin? Ben demiyorum ki etkilenip de

suçlanmamak için hiçbir şey okunmamalı. Tabii ki evvelini bilecek insan,

yaşamadan tatmayı bilecek bazı duyguları, yanlış yapmadan da doğru yolu

bulabilecek. Ve okumak kavuşturacak bunların hepsine insanı ama

yazarken aynı yanlışı hep aynı gözden göstermeyecek, aynı duygularla hep

aynı bayat heyecanları hissettirmeyecek.

Bu söylediklerimi şu anda uygulayabilir miyim bilmiyorum. Ama

yazıyorum işte! Seni kandırmadan, beni oku gayesi gütmeden, en önemlisi

seni başkalarına göndermeden, yormadan.

Sadece yazıyorum işte, öncemi bilerek, ama şimdimde her şeyi

unutmuş gibi...

Merhaba – Kış 2011 / 55

İLKOKUL ÖĞRETMENİM E. Yegân ERDEM

[email protected]

Hepimizin hayatında bir dönüm noktasıdır okula başlamak. Pek çok

yenilik girer hayatımıza, sorumluluklar alırız. Sosyal bir çevremiz oluşmaya

başlar, çalışmayı, disiplini, erken yatıp erken kalkmayı öğreniriz. Bu

sebeple de alışma süreci pek çok çocuk için sancılıdır. Evdeki rahattan,

anne-baba şefkatinden kopup tanımadığımız bir ortamda bütün gün belli

bir programa göre hareket etmek zor gelir.

Ben ilkokula başladığım günü çok net hatırlıyorum. Sırtımda yeni

alınmış çantam, üzerimde formamla apartmanımızdan çıktığımda evimizin

karşısında bulunan ana okulumdaki öğretmenimi görmüştüm. Kendisini çok

severdim. Bana sarılmış, başarılar dilemiş, çok iyi bir öğrenci olacağıma

emin olduğunu söyleyerek beni yüreklendirmişti. Bu güzel öğretmenden

bunları duymak beni çok mutlu etmiş ve okulla ilgili heyecanımı arttırmıştı.

Umarım ilkokul öğretmenim de böyle biridir demiştim içimden. Bize hep

öğretmenlerin çok sevilmesi gerektiği öğretildiği için onu şimdiden çok

seveceğimi düşünmüştüm.

İlkokul öğretmenleri kuşkusuz çocukların gelişiminde çok önemli bir

role sahiptirler. Sadece okuma-yazma ya da toplama-çıkarma öğretmekle

görevli değil; çocuklara iyi bir örnek olmakla, vatanı sevdirmekle, iyi bir

insan olmaya teşvik etmekle de yükümlülerdir. O yaştaki çocuklar önce

ailelerini sonra da öğretmenlerini örnek alırlar. Bu sebeple sadece bir öğ-

retmenlik diploması bu önemli vazifeyi yerine getirmek için yeterli değildir.

Benim ilkokul öğretmenim elli yaşlarında dinç bir hanımdı. Daha önce

devlet okullarında çalışmış, emekliliği yaklaşınca da özel okula geçmişti.

Benim sınıfım, okutacağı son sınıf olacaktı. Gür bir sesi vardı ve bağırarak

konuşurdu. Bu sebeple o konuşmaya başlayınca hemen susardık. Kendisi

aynı zamanda Atatürk hayranıydı. Fırsat buldukça bize Atatürk şiirleri okur,

bu sırada kelimenin tam anlamıyla kendinden geçerdi. Onun bu sevgisi

hepimizi etkilemişti ve biz de Atatürk’ü çok sevmemiz gerektiğini anlamıştık.

Fakat içimizden bir arkadaşımız bazı kavramları kafasında karıştırmış

/ Merhaba – Kış 2011 56

olacak ki ‘Öğretmenim Atatürk de bir peygamber mi?’ diye sormuştu. Aynı

akşam bu hâdiseyi ailemle paylaşınca, onlar da epey şaşırmışlardı.

Ben her ne kadar ilkokul öğretmenimi sevmeye şartlanmış olsam da,

sanırım o da kendini sevdirmemeye şartlanmıştı. Anneme sık sık beni çok

sessiz, sakin ve titiz olduğum için şikayet eder, beni de bu konuda ikaz

ederdi. Daha önce bu sebeplerle övgüye uğramış olduğumdan nasıl

davranmam gerektiğini kestiremez olmuştum. Arkadaşlarımla ilgili bir

rahatsızlığımı kendisine ilettiğimde her zaman huzursuzluğu çıkaranların

tarafında olmuştu. Birkaç kere de yapmadığım şeylerden dolayı

arkadaşlarımın önünde uzun uzun azar işitmiştim.

İlkokul öğretmenime ait ilk belirgin hâtıram bir çanta meselesidir.

Birinci sınıftaki okul çantamı annemle beraber çok severek almıştık. Oval,

sarı ve üzerinde civciv resimleri olan çok şirin bir çantaydı. Çocukluk bu ya,

çok sevdiğimden tozlanır diye yere koymak istemezdim, o sebeple

oturduğum yerin üzerine koyardım. Bir gün teneffüste ön gözünden bir şey

aldım ve çantayı masamın üzerinde bıraktım. Sonra ben bir şeylerle

meşgulken ilkokul öğretmenim hışımla geldi ve ‘Bu çantayı alır atarım’ diye

gür sesiyle bağırdı ve çantamı kaptığı gibi sınıfın öbür ucunda bulunan çöp

tenekesine doğru fırlattı. Çanta uçarak çöpün içine girdi ve ben hayretler

içinde arkasından bakakaldım. Öğretmenim söylenerek sınıftan çıktı. Ben

şokun etkisiyle hala çöpe bakıyor ve öğretmenimi kızdıracak ne yaptım

diye düşünüyordum. Arkadaşlarımdan birisi bu olayı görmüş, o da

üzülmüştü. Çöpten çantamı çıkartıp getirdi, beni teselli etmeye çalıştı. Bu

gün bu olaya hâlâ bir anlam verememekle birlikte o gün içimde

öğretmenime karşı çok büyük bir kırgınlığın oluştuğunu hatırlayabiliyorum.

İkinci hâdise ise beni daha da üzmüştü. Bir gün yemekhânede sınıfça

yemek yiyorduk. Zaten iştahım oldukça azdı ve metal tepsilerde servis

edilen bol yağlı yemekler büsbütün iştahımı kaçırıyordu. Bu sebeple yemeği

yavaş ve isteksiz yiyordum. Birden masanın başında oturan öğretmenimiz

‘Bakın çocuklar, arkadaşınız nasıl yemek yiyor’ diyerek beni işaret etti ve

sonra abartılı hareketlerle benim taklidimi yapıp ardından güldü. Sınıf

arkadaşlarım bana bakarak gülmeye başladılar. Birden herkesin alay

konusu olmuştum. Zaten o yaştaki çocukların yapmaktan çok hoşlandıkları

bir şeydi birileriyle alay etmek ve öğretmenimiz onların ekmeğine yağ

sürmüş, beni ise utandırmış, iştahımı büsbütün kaçırmıştı.

Merhaba – Kış 2011 / 57

Öğretmenler günü gelip çattığında sınıf bir çiçek bahçesine dönerdi.

Kocaman çiçek buketleri ve renkli kâğıtlara sarılı hediye paketleriyle dolardı

öğretmenimizin masası. Sınıftaki bazın zengin ailelerin çocukları

imkânlarını her fırsatta göstermekten hoşlanıyorlardı. Bir ailenin

öğretmenimizin evine beyaz eşya bile aldığını duymuştuk. Altın takıların da

hediye olarak verildiğine şahit olmuştum. Bana verilen terbiye ise bu tip

hediyelerin sembolik ve abartısız olması gerektiğiydi. Sâde bir kırmızı gülü

bir kutunun içinde vermiştim öğretmenime. Zaten kocaman çiçek buketleri

almak da hiç içimden gelmiyordu.

İlkokulda aklımda kalan diğer önemli bir olay da İngilizce öğretmenimi-

zin düzenlediği bir aktiviteyle ilgili. Yeni yıla girmeden önce sınıfça bir kut-

lama yapacaktık ve kurada çektiğimiz arkadaşımıza hediye alacaktık. Bu-

nun yanı sıra çikolata ve şekerleme getirecekti herkes. Ben de hediyemi

alarak sınıfa gittim fakat ne yazık ki çikolataları getirmeyi unuttum. Öğret-

menimiz bu durumu fark edince beni ve çikolata getirmeyi unutan bir diğer

arkadaşımı tahtaya kaldırdı, bize kızdı ve sınıfa dönerek kimsenin bizimle

çikolata veya şeker paylaşmamasını tembihledi. Tam iki saat süren ders

sonunda nefis çikolata kokusuyla dolmuş sınıftan çıktığımda ben de bir

daha unutamayacağım bir ders almıştım. Öğretmenimizin verdiği ceza ba-

na canımın çektiği bir şeyi gözümün önünde başkaları yerken yiyememenin

ne kadar kötü bir duygu olduğunu gösterdi. Annemin neden sokaktayken bir

şey yememem gerektiğini söylediğini daha iyi anlamıştım ve o günden son-

ra yiyeceklerimi hep paylaşmaya özen gösterdim, özellikle de çikolatalarımı...

İlkokul öğretmenime karşı hiç saygısızlık etmedim, bugün de ona

kızgınlık ya da kırgınlık duymuyorum. Aksine bana öğrettikleri için ona

şükran borçluyum ve belki de onun sayesinde bu yazıyı yazabiliyorum.

Bütün bunları anlatmamın sebebi öğretmenliğin basit bir vazife olmadığını

ve insan hayatını yakinen ilgilendiren kutsal bir görev olduğunu, sadece

ders kitaplarında yazan bilgileri çocuklara aktarmaktan ibâret olmadığını

hatırlatmaktı. İlkokula çok severek gitmemiş, her gün gitmemek için türlü

bahaneler uydurmaya çalışmış olsam da daha sonraki öğrencilik yıllarımda

tanıştığım değerli öğretmenlerim sayesinde okul sevgisi içimde gittikçe

çoğaldı. Her zaman saygı ve sevgiyle hatırladığım birçok öğretmenim oldu.

Bizlere emek veren, yetiştirip bu günlere hazırlayan bütün

öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun...

/ Merhaba – Kış 2011 58

BİLMECE – BULMACA 9

Kıymetli Bilmece – Bulmaca dostları! Merhaba’nın bu sayısı

hazırlanırken yeni bir hicrî yıla daha girmenin heyecanını yaşıyoruz.

Hicretin 1432. yıldönümünü idrak ettiğimiz bu yeni yılın hepimiz için

hayırlara vesîle olmasını dileriz.

Bildiğiniz gibi “haram kılınmış”, “hürmete lâyık” anlamlarına gelen

hicrî yılın ilk ayı Muharrem, gerek Peygamberimizin yaşadığı dönemden çok

önceleri gerekse de zamân-ı saâdetten hemen sonra birçok mühim

hâdisenin yaşandığı müstesnâ bir aydır. Hz. Nûh’un gemisinin tûfandan

kurtulması, Hz. Âdem’in tövbesinin kabul edilmesi, Hz. İbrâhim’in

Nemrut’un ateşinden kurtulması, Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf’a kavuşması,

Hz. Musa ve İsrail oğullarının Firavun’un zulmünden kurtulmaları gibi

insanlık için dönüm noktaları sayılabilecek birçok tarihî hâdisenin “Aşûre

Günü” adı verilen 10 Muharrem gününde meydana geldiği rivâyet

edilmiştir.

Muharrem ayının İslam tarihindeki değeri ise son derece ibretlik

hâdiselerin yaşanmasından kaynaklanır. Emevîler’in ikinci hükümdârı,

Muâviye’nin oğlu Yezid zamanında, Hicrî 61, Miladî 680 yılı Muharrem

ayının onuncu cuma günü, Hz. Hüseyin’in şahâdeti ile sona eren Ehl-i Beyt

fertlerine ve onların taraftarlarına karşı son derece acıklı, elemli, kanlı,

insafsız ve zâlim taarruzlar yapılmıştır.

İslam âlemini derinden yaralayan bu hâdiselerin yıldönümünü idrak

ettiğimiz bu zaman diliminin yaşattığı duyguların Bilmece – Bulmaca’mıza

da yansıdığını hatırlatmak isteriz.

Bu sayı elinize geçtiğinde, 2011 mîladî yılına girmiş olacağız. Yeni

yılda sağlık, mutluluk ve başarılar dileriz.

Merhaba – Kış 2011 / 59

Soldan sağa: 1)

7 Aralık 2010’da

hayırlara vesîle

olması dileğiyle

kutladığımız İslamî

takvim yılının ilk

günü. 2) Anne,

ana (Arapça); bir

dileğin gerçekleş-

mesi durumunda

yerine getirilmek

üzere yapılan vaat

veya vaat edilen

şey, nezir;

Muharrem ayının

onuncu günü ve

bugün için yapılan

tatlı. 3) Osmanlılarda Tanzimat’tan önce pâdişahlar için kullanılmış, daha

sonraları üst rütbedeki askerlere verilen unvan; soya dayanarak bütün

yetkileri elinde bulunduran devlet başkanı, konusunda en üstün. 4) Lütuf-

lar; insan cinsinin belli başlı çeşitlerinden her biri; meydana getirme,

yapma. 5) Ölçüleri olağandan daha hacimli olan, kocaman; başın saçsız

kalmış yeri. 6) En önce, en önde; bir bağlaç; adet. 7) Resim ve heykel

sanatında çıplak kadın figürü; işinde başta gelen, usta olan kimse; ters, zıt,

aykırı, huysuz; bir nota. 8) Uzak doğuda yetişen bilâder ağacından elde

edilen reçine, lake; birlikte anlamında bir bağlaç; arzulu, hevesli, şevkli. 9)

Çok şey bilen ve yapabilen kimse; Fâtih Sultan Mehmed’in mahlâsı,

yardımla ilgili. 10) En yüksek amaç, ülkü, mefkûre; eski dilde su; bir

zaman dilimi. 11) Yıllık, senelik; sırt ve göğüste bir kemik sakatlığı veya

hastalığı sebebiyle meydana gelen çıkıntı. 12) Yerkürenin peyki; -den

başka, -den gayri mânâsına; mûsıkîmizde sol perdesinde karar kılan en

eski ve basit makamlardan biri. 13) Ney üfleyen, neyzen; belirlenmiş

deney, soru ve ölçülere göre nitelik ve niceliğini yoklama; Arapçada üçüncü

tekil kişi zamiri, Allah’ın isimlerinin kısaltılmış şekli.

Yukarıdan aşağıya: 1) Hz. Peygamber’in çok sevgili iki torunundan biri,

Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın ikinci oğlu (H.4-61/M.626-680), Kerbelâ şehidi;

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10

11

12

13

/ Merhaba – Kış 2011 60

Hz. Peygamber’in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın büyük oğlu (H.3-

49/M.625-669), Hz. Hüseyin ile birlikte Hz. Peygamberin neslini günümüze

kadar devam ettiren iki şahsiyetten biri. 2) Yapma, işleyip üretme; kıvrım,

Eskişehir taşı; avuç içi, (heceler uzun okunduğunda) ümit ve istekle sorma,

acaba. 3) Çabuk hareket eden, tez davranan, çevik; görevine son verme,

işinden çıkarma. 4) Radyo dalgaları gönderip yansılarını alarak cisimlerin

yerlerini, hızlarını, büyüklüklerini ve hareket yönlerini belirlemeye yarayan

cihaz; ilim, sanat ve edebiyat dallarında seçkin kimselerin meydana

getirdiği kuruluş. 5) Saplantı, fikr-isâbit; bir nota. 6) Özel gezinti gemisi;

bir şeye üstün gelme anlamında bir hanım ismi. 7) Rebap ve kemençeye

benzer eski bir Türk çalgısı; her zaman olabilen, olağan, sıradan. 8) Çok

üreten, üretme gücü olan; emme, soğurma. 9) Arap ve eski Türk

alfabesinin ikinci harfi; aynı tabakadan insanların meydana getirdiği

topluluk, üstün yetenekli, birinci sınıf. 10) Bir kimseye veya bir şeye karşı

duyulan çok kuvvetli sevgi ve bağlılık, aşırı muhabbet; mûsıkîmizin en eski

birleşik makamlardan biri. 11) Perişan, karışık, tutkun, cezbe hâlinde;

karada ve yabânî hayvanları denizde balıkları tutma veya vurma işi; yol,

usûl. 12) Uzak, Kerbelâ hâdiselerinin vuku bulduğu hâlen de büyük

karmaşanın yaşandığı güney doğu komşumuz; şişe, cam, sırça, mine;

canlılığın özü olan, renksiz, kokusuz sıvı. 13) Esneklik.

Bilmece – Bulmaca 9’un çözümü son sayfada verilmiştir.

Merhaba – Kış 2011 / 61

KISA KISA Murat OKTAY

[email protected]

Vakfımızın Kuruluşunun 40.Yılı

Türk kültür ve fikir hayatının önde gelen isimlerinden Sâmiha

Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi ve İlhan Ayverdi’nin 1970 yılında kurmuş

oldukları vakfımızın kuruluşunun 40. yılı münâsebetiyle 5 Ekim 2010 Salı

günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir program yapılmıştır. Açılış ve

Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın konuşmalarının ardından “40. Yıl Ödülleri”

sahiplerine verilmiş ve akabinde İstanbul Târihi Türk Müziği Topluluğu bir

konser icra etmiştir.

Türkiye'de ve Dünyada SÖZLÜK YAZIMI ve ARAŞTIRMALARI

Uluslar Arası Sempozyumu:

İlhan Ayverdi Hâtırasına 4-5-6 Kasım 2010 tarihlerinde Bahçeşehir

Üniversitesi Beşiktaş Yerleşkesi'nde Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat

Vakfı, Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Elginkan

Vakfı tarafından “Türkiye'de ve Dünyada Sözlük Yazımı ve Araştırmaları

Uluslar Arası Sempozyumu” düzenlenmiştir.

/ Merhaba – Kış 2011 62

Ekim-Kasım-Aralık aylarında vakfımızda yapılan sohbet

programları;

Mesnevî’de Mûsıkî

23 Ekim 2010 târihinde Dr. Emin Işık ve Dr. Adnan Çoban tarafından

yapılmıştır.

Vefâtının birinci senesinde İlhan Ayverdi

06 Kasım 2010 târihinde Aysel Yüksel - Prof. Dr. Mustafa Fayda tarafından

yapılmıştır.

Galata Mevlevîhânesi ve İsmail Ankaravî Hazretleri

13 Kasım 2010 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılmıştır.

Bestekâr ve kanûnî Cüneyt Kosal

27 Kasım 2010 târihinde Cüneyt Kosal - Bülent Çeviksever tarafından

yapılmıştır.

Bilinmeyen Yönleri ile Mehmed Âkif Ersoy

4 Aralık 2010 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılmıştır.

Dilimiz Kimliğimizdir

11 Aralık 2010 Ekrem Erdem tarafından yapılmıştır.

2010 Avrupa Kültür Başkentinde Türk Mûsıkîsi

18 Aralık 2010 târihinde Mehmet Güntekin tarafından yapılmıştır.

Ocak-Şubat-Mart aylarında vakfımızda yapılacak olan programlar;

Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın 40. yılı

08 Ocak 2011 târihinde yazarlarımızla ikramlı sohbet ve mini konser

yapılacaktır.

Bâb-ı âli Hâtıraları

15 Ocak 2011 târihinde Gürbüz Azak tarafından yapılacaktır.

Bir kitap aşığı: Muallim Cevdet

22 Ocak 2011 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılacaktır.

Fırat Kızıltuğ’un 75. yaş ve 50. sanat yılı

29 Ocak 2011 târihinde Necdet Yaşar ve Prof. Dr. Hüseyin Hâtemî

Merhaba – Kış 2011 / 63

tarafından yapılacaktır.

Yahyâ Kemâl Konseri

05 Şubat 2011 târihinde Münip Utandı ve Merve Utandı tarafından

yapılacaktır.

Ahmet Kabaklı’nın Vefâtının 10. Yılı

12 Şubat 2011 târihinde Yavuz Bülent Bâkiler tarafından yapılacaktır.

Osmanlı Pâdişahlarının Son Yolculukları

19 Şubat 2011 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılacaktır.

Sohbet ve Konser

26 Şubat 2011 târihinde Derya Türkan ve Murat Aydemir tarafından

yapılacaktır.

Divan Edebiyâtı Estetiği

05 Mart 2011 târihinde Prof. Dr. Cihan Okuyucu tarafından yapılacaktır.

Uğur Derman’ın yazı hayâtının 50. yılı ve Ömrümün Bereketi

kitabının takdîmi

12 Mart 2011 târihinde İrvin Cemil Schick tarafından yapılacaktır.

Tâhir-ül Mevlevî ve Şefik Can

19 Mart târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılacaktır.

Su Gibi Azîz Nağmeler Konseri

26 Mart 2011 târihinde Ahmet Şahin, Mehmet Kemiksiz, Özer Özel, Fâtih

Zülfikar tarafından yapılacaktır.

/ Merhaba – Kış 2011 64

BİLMECE - BULMACA’NIN ÇÖZÜMÜ