osmanli ve sanat: hayat sanat İçinde, sanat hayat İçinde
TRANSCRIPT
Künye: “Osmanlı ve Sanat: Hayat Sanat İçinde, Sanat Hayat İçinde”, Hece Dergisi,
İslam Medeniyeti Özel Sayısı¸S:198-199-200, Haziran 2013, s. 562-574.
OSMANLI VE SANAT:
Hayat Sanat İçinde, Sanat Hayat İçinde d.ali tökel
Her camide şaşaalı bir şekilde yer alan, süsleme sanatlarının en ince örnekleriyle
müzeyyen, ihtişamıyla insanı kendisine hayran bırakan mihrabı nasıl tanımlarsınız?
Sözlüklere bakarsanız “Namaz kıldırırken imamın durduğu, kıble tarafını gösteren girintili
yer.” şeklinde bir tanım görürsünüz. Tanım nesnenin estetik, dinsel, sanatsal, görsel, tarihsel
ve duygusal boyutunu ne kadar kapsayıcı olabilir ki? Olamadığı meydanda. Zira mihrabın bu
tanımında onun sadece işlevlerinden birine bir gönderme var: Namaz kılmak için imamın
durduğu yer. Buradan anlaşılan şudur: Hiç bir tanım hiç bir tanımlananın bütün işlevlerini
kapsayıcı bir derinliği asla ihtiva edemez.
Tarihçesine baktığımızda Peygamberimiz devrinde camide mihrabın bugünkü şekliyle
olmadığını görüyoruz. Bizim bildiğimiz anlamda kıble yönünde duvarın oyuk bir şekilde inşa
edilerek kıbleyi gösteriyor olması Emevilerle başlayan bir adetmiş. Daha sonra mihrap
değişik müslüman toplumların mimarisinde eşsiz bir sanat eseri hüviyetini kazanmış.
Özellikle de Selçuklu ve Osmanlı mimarisindeki görüntüsü, sanatın artık insan aklının
sınırlarının zorlamasının hikâyesine dönüşmüş.
Mihrabın kendisi olmayan bir şey olarak neye işaret ettiğine dair kendinize bir soru
sorsanız ne cevap verirdiniz? Niçin dışa doğru oyuktur; neden oraya mihrap (savaş edilen yer
demekmiş) denmiştir; orada kim kiminle harp etmektedir; bu harbin sonucunda galip kimdir;
mağlup kimdir?.. vs… Biçimsel olarak bir kapı ya da bir pencereye benzetilebilir mi; eğer
benzerse bunun anlamı nedir?.. Tarih boyunca mihrap üzerinde işlenen sanatsal deha onun
anlam alanlarına bir katkı sağlamış mıdır?..
İslam sanatının en basit figürlerinden birisine dair basit sorular soruyorum. Bu soruları
hemen bütün bir ömrü camide, mihrabın dibinde geçmiş bir insana sorsak acaba ne cevap
alırdık? Bu sorular sanat üzerine düşünmenin, yazmanın ve hele de düşünce beyan etmenin ne
kadar zor olduğunu gösteriyor.
Kendi adıma konuşacak olursam, İtalo Calvino‟nun mihrap üzerine şu cümlelerini
okumadan, bendeniz de hayatının pek çok anını mihrap civarlarında geçirmiş olmama rağmen
bu soruları kendime sormadım; böyle bir soru sorulacağına dair en ufak bir fikrim, kaygım
yoktu; bu konu üzerinde düşünüleceğine dair düşünmedim. Çünkü düşünmek için bilmek, o
2
bilgiyle farklı bir alana açılmak gerekiyor ve o şeye o şey olmayan bir şey olarak onun ne
olduğuna dair sorular sormak gerekiyor.
İtalo Calvino’nun Mihrabı
Calvino, Doğu gezisinde ziyaret ettiği bir caminin mihrabını şöyle anlatıyor: “Mihrap,
camilerde Mekke yönünü [kıbleyi] gösteren niştir (Niş: Duvar içindeki oyuk, mihrabın
bilimsel terimi). Ne zaman bir camiyi gezsem, mihrabın önünde durur ve ona bakmaktan hiç
yorulmam. Beni çeken yön, kapı işlevini görünür kılmak için her şeyi yapan, ama hiç bir yere
açılmayan bir kapı fikridir; sanki son derece değerli bir şeyi korumak için yapılmış, ama
içinde hiç bir şeyin olmadığı gösterişli bir çerçeve fikri.”1
Bir müslüman olarak bendeniz bir mihrabı hiç de böylesi bir gözle süzmedim ve
Calvino‟nun kitapta yer alan diğer dikkatleriyle de bakmadım. İslam sanat eserleri üzerinde
böylesi -modern bir kelimeyle söyleyeyim- oylumlu bakışlar nedense hep ötekilere aittir.
Ülkemizde 2010 yılında yayınlanan bir kitap hâlâ şimdilerde bile İslam sanatına
umumun hangi gözle baktığına, oysa yayınlanan bu kitapla bu bakışın değişeceğine vurgu
yapıyor. “Leaman‟ın yaptığı da İslam Sanatı adlı kuramsal nesneyi ücra, aşağı, işaretli bir
taşra sanatı olarak ele alınmaktan kurtarıp, Avrupa tecrübesi ile aynılaştırarak „İslam Sanatı‟nı
taltif etme çabasıdır.” Bu çaba ne gibi bir sonuç doğurmak istemektedir; şöyle: “Leaman‟ın
yaklaşımı, romantik, barok ya da kübist bir sanat eseri nasıl takdir ve tasnif ediliyorsa, nasıl
bireysel olarak tecrübe edilip anlatılıyorsa, Müslümanların ürettiği ya da Müslüman
toplumlarda üretilen nesnelerin de aynı şekilde ele alınıp kavranabileceği, tasnif ve tarif
edilebileceği varsayımına dayanır.”2
Bu varsayıma bugün bile muhtacız. Kendi eserlerimizin ihtişamı gözlerimizi öylesine
kamaştırıyor ki onlara o sihirden kurtulup karşıdan bakamıyoruz. “Bakamıyoruz”a bir örnek
vermek isterim:
Yorum ve Kuram
İşi gereği edebi metinlerle hemhal olan insanlarız. Bilhassa alanım gereği divan şiiri
metinleriyle uğraşıyorum. Yusuf u Züleyha mesnevileri üzerine bir inceleme hazırlarken,
Kur‟an‟ın Yusuf suresindeki Ahsenü’l-kasas tabiri fazlasıyla dikkatimi çekmişti. Kur‟an
hikâye sanatına dair çok iddialı bir başlıkla giriş yapıyordu. Allah bu surede hikâyelerin en
güzelini anlatacağını söylüyordu. O an aklıma şu soru geldi. Acaba bu hikâyeyi en güzel
hikaye (Ahsenü’l-kasas) yapan nedir? Bu konuyla ilgili araştırmamı ve sonuçlarını bir başka
yazımdan alıntılamak istiyorum:
Yusuf Sûresinde Allah, en güzel hikâyenin anlatılacağını söylemektedir. Bu metinler
için kullanılan ahsen ne anlama gelmektedir? Bu metinleri/anlatıları en güzel yapan hususiyet
3
nedir? Anlatımı mı; yoksa konusu mu? Olay örgüsü mü? Karakterlerin işlenişi ve
sunumundaki derin dikkat mi? Zaman kullanımı ya da anlatıcı ile yazar arasındaki mesafe
dikkati mi? Edebî sanatlar, ahlâkî dikkatler, metinlerarasılık yahut konunun evrenselliği ve
metin kişilerinin bütün insanlığın tanıdıklarıyla örtüşmesi mi? Hepsi mi?
Ahsenü’l-Kasas’a Tolstoy ve Tobias’la Bakmak
„Yusuf kıssasını ahsen yapan nedir? Bu soruya/soruna Tolstoy da dikkat çekmiş ve
kendisine göre bazı cevaplar vermiş. Bu cevabı okuyunca ahsen sıfatı daha bir anlaşılır
oluyor. Yusuf ve Zeliha hikâyesi için şöyle diyor Tolstoy: “Don Quijote gibi, Moliere‟nin
güldürüleri gibi, Dickens‟in Copperfield‟i ya da Pickwick‟i gibi, Gogol‟un, Puşkin‟in öyküleri
ya da Maupassant‟ın kimi yapıtları gibi içerik yönünden bu tür içine sokulabilecek yapıtlar
varsa da, aktardığı duygunun ayrıksılığı, zaman ve yere ilişkin bir takım ayrıntılara boğulmuş
olmaları ve en önemlisi, Güzel Yusuf’un Kıssası gibi evrensel eski sanat yapıtlarıyla
karşılaştırıldıklarında sırıtıveren içerik sığlıkları nedeniyle bunların çoğu yalnızca o yapıtın
yaratıldığı halk, hatta yalnızca o yapıtı yaratan yazarın mensubu olduğu özel çevre tarafından
anlaşılabilecek yapıtlardır. Yûsuf‟u babalarından kıskanan kardeşlerinin onu tüccarlara
satması; Pentefriev‟in karısının delikanlıyı ayartmaya çalışması; yüksek makam ve mevkie
ulaşan Yûsuf‟un, en sevdiği kardeşi Bünyamin de içinde olmak üzere bütün kardeşlerini
bağışlaması... Bütün bu duygular, bir Rus köylüsü, Çinli, Afrikalı, genç, yaşlı, çocuk, eğitimli,
eğitimsiz... herkesin anlayabileceği duygulardır; Üstelik öykü öylesine tutumlulukla, öylesine
ayrıntılardan arındırılarak yazılmıştır ki, öyküyü istediğiniz ülkeye, ortama aktarın, herkes
tarafından anlaşılacak, herkesi etkileyecektir... Bundan dolayı da öykü herkesçe anlaşılmakta,
bütün halklardan, sınıflardan ve her yaştan insanı duygulandırmaktadır; gücünden bir şey
yitirmeden günümüze dek ulaşmıştır ve her halde binlerce yıl yaşamaya devam edecektir.”3
Evrensel kıymet kazanmış sanatsal eserler için söylenmiş şu sözler de bu hakikati teyit
etmektedir. “En iyi edebiyat eserleri tüm dünyanın malı olurlar. Bunların yazarları, kendi
dönemlerini, o dönemin geçmişle bağlarını, gelecekle bağlarını ve böylece de tarihin ileriye
doğru akışını meydana koyarlar. Böyle eserler, eksilmez genel-insansal anlamlarını ve dünya
düzeyindeki tarihsel anlamlarını hep korurlar; toplumun bilincinde yüzyıllar boyu yaşarlar ve
gerek her bir halkın, gerekse tüm insanlığın yasalı gelişim basamaklarının „anıtları‟ olurlar.
Yeni toplumsal gelişim evrelerinde de bu eserler tüm dünyada birbirinden çok değişik
içeriksel görünümlerde yeniden bulgulanırlar ve her seferinde yeni bir düşünsel-estetik
güncellik kazanırlar.”4
Tolstoy‟un özetle verdiği bu mükemmel bir kurmaca nasıl olmalı sorusunu Tobias
daha açmış ve bunun üzerine müstakil bir eser kaleme almış. Tobias, kitabının başında acaba
4
mükemmel bir kurmacada kaç tane kurgu vardır? Sorusuyla başlıyor ve bu soruya verilmiş
muhtelif cevapları sıralıyor. Kimi binlerce, milyonlarca (genel cevap), kimi altmış dokuz tane
(Rudyar Kipling), kimi otuz altı tane (Carlo Gozzi), kimi ise iki tane (Aristo‟den günümüze)
diye cevap vermiş. Tobias bu rakamların değişiklikler gösterebileceğini, ancak kendisine göre
mükemmel bir sanatsal eserde 22 temel kurgu olması gerektiğini, bunun azalıp
çoğalabileceğini söylemiş ve Roman Yazma Sanatı adını verdiği 275 sayfalık eserinde bu
yirmi kurgunun neler olduğunu büyük eserlerden örneklerle açıklamış. Eksik veya fazla,
bizler edebî eserlerimizdeki kurgu çeşitliliği, zenginliği, farklılığı ve genel-geçer ölçütlere
uygunluğu açısından bu eserlerden yararlanmalıydık. Tobias‟ın eseri, âdeta Tolstoy‟un o
muazzam tespitinin bir kitap boyutunda açılmış halidir. Yusuf ve Zeliha hikâyesini bu
kurgular açısından keşke inceleseydik. Tolstoy‟un ve Tobias‟ın gayret, dikkat ve endişesinin
ahsen kavramını anlamamıza son derece katkı sağlayacağından zerre kadar kuşkumuz yok.
Tobias‟a göre bir eserde bulunması gereken yirmi temel kurgu şunlardır: Araştırma,
Serüven, Kovalamaca, Kurtarma, Kaçış, İntikam, Bilmece, Rekâbet, Haksızlığa
Uğrayan Kişi, Ayartma, Metamorfoz5, Değişim, Olgunlaşma, Aşk, Araştırma,
Fedakarlık, Keşif, Gereksiz Aşırılıklar, Yükselme ve Düşme6.
Bizim dinsel bakışımız, yorum anlayışımız, geleneksel metin inceleme yöntemlerimiz
bu tür incelemelere müsaade ediyor mu? Tam da emin değilim. Kur‟an‟ı edebi bir metin
olarak incelemek hâlâ pek çok insan için bir absürtlükten ibarettir. Şu yorumda işaret edildiği
gibi: “Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında yaygın olan bir husus, temel metinlerini edebi
metinler olarak görüp, öyle incelemeleridir. Bu yaklaşım bu eserlerin köken itibariyle kutsal
olmadığı anlamına değil, fakat bu sürecin metinleri doğallaştırdığı anlamına gelir.
Müslümanlar böyle bir sürece gayretle direnme eğiliminde olup, metnin dilinin de bizatihi
İslam dininin bir delili olduğunu iddia ederler.”7 Acaba Müslümanlar böylesi bir incelemenin
Kur‟an metnine bir noksanlık getireceğini mi düşünüyorlar? Bunun böyle olmadığı
Leaman‟ın şu ifadelerinden de belli: “(Kur‟an‟ın inişi) haddizatında olağanüstü bir dilsel
hadiseydi. On dört asır geçtikten sonra bile bu mucizenin ne kadar taze olduğunu fark etmek
oldukça çarpıcı doğrusu.”8
Sanat eserlerini onları çerçeveleyen ruhanî ve dinî haleden bağımsız olarak
yorumlamak, onları anlamak için atılacak en önemli adımlardan biri bence. Öbür türlü kutsal
etki orada oldukça yorum her zaman tehlikeli sınırları zorluyor. Bu mesele bizleri sanatla
kutsal arasındaki ilişkiyi sorgulamaya götürecektir.
Sanat ve Kutsal
5
Hilmi Ziya Ülken insanlık tarihi boyunca sanatın müphemden ve belirsizden açığa,
belirliye ve aydınlığa doğru olarak geçirdiği merhaleleri şöyle anlatıyor: “Sanat, esrarlı,
karışık bir orman halindeki Hint binalarından açıklığın ve aydınlığın timsali olan Parthenon‟a;
müphem ve bulanık süslemeler yığını içinde kaybolan Endülüs saraylarından temiz ve sade
üsluplu günün yapılarına; Upanişatların gizli ve karanlık havasından Homeros‟un ve
Sofokles‟in su gibi açık ve ahenkli passion‟lar dünyasına doğru ilerliyor… İnsanlık her gün
bir adım daha doğruluğu, iyiliği, güzelliği aydınlıkta ve açıklıkta bulmaya başlamıştır. Artık
eşyanın temeli ve değerlerin mihveri mistik düşünce değil, gittikçe daha mantıki, daha açık ve
sarih hakikatin içinde ahlakı, sanatı, ilmi ve teknik çalışmayı toplayan rasyonel düşüncedir.”9
Ülken‟e göre mihverin “mistik düşünce değil” de “gittikçe daha mantıki, daha açık ve
sarih hakikatin içinde ahlakı, sanatı, ilmi ve teknik çalışmayı toplayan rasyonel düşünce‟den
yana olması olumlu bir seyir gibi görünüyor. Tolstoy‟un Ülken‟le aynı kanaatte olmadığı
kesin.
Tolstoy‟a göre “sanat her zaman dinseldi, yani insanların kafasında Tanrı‟yla olan
ilişkilerine açıklık getirme hedefine yönelikti. İşin özü buydu ve bütün toplumlarda böyleydi:
Mısır, Hint, Çin, Yunan uygarlıklarında... Dinsel formların kabalaşmasıyla birlikte, sanat da
başlangıçtaki neredeyse ibadet denilebilecek denli önemsenen hedeflerinden saptı, dinselliğin
yerini gitgide dindışı, dünyevi nitelikler aldı; geniş yığınların ya da güç sahiplerinin isteklerini
tatmin edecek, neşeli, gönül eğlendirici bir niteliğe büründü sanat.”10
Yani Ülken‟in dediği gibi müphemden belirli olana doğru bir seyir değil de Tolstoy‟a
göre, kutsaldan, yüceden aşağıya, bayağıya doğru bir iniş, bir alçalma vardır: “İçeriği
yoksullaştıkça yoksullaşan, biçimi anlamsızlaştıkça anlamsızlaşan sanatın özellikle de son
dönem ürünlerinde sanata dair bütün özellikleri yitirdiğini görmeye başladık; sanatımsı ya da
sanata benzer denebilecek şeylerdi artık sanat diye ortada görülenler.”11
Sanatta bozulma Tolstoy‟a göre pek çok felaketin de habercisidir: “İlerlemenin iki
ayağından biridir sanat. İnsanoğlu, sözcükler aracılığıyla düşüncelerini, imgeler (sanat)
aracılığıyla duygularını iletir öteki insanlara; yalnızca şimdiye değil, geçmişi de geleceği de
kapsayan bir iletişim söz konusudur burada. Bu ikili iletişim insanoğluna özgüdür; dolayısıyla
da bunlardan birinin bile bozulması topluma zarar verir.”12
Sanatın bozulmasının en büyük zararı onun yerine sahtesinin geçmesi ve insanların bu
sahte sanatı gerçek zannedip ona yönelmesindedir. “İnsanları yalnızca eğlendirmeye ve
yozlaştırmaya yönelik taklit sanat... çoğu kişinin gerçek sanat yapıtlarını anlama yetisine zarar
vermiş”tir. Bu zararın en korkunç yanı “insandan insana ancak sanat yoluyla geçen en yüce
duyguları yaşama olanağından yoksun bırakmasıdır.”13
Bugün kendini sanat diye yutturmaya
6
çalışan, “insanları cinsellik gibi toplumsal yaşamın en önemli alanlarından birinde
yozlaştıran”, “çok küçük istisnayla, bütün çeşitlilikleriyle her türden cinsel aşkı tasvir, tahrik
ve teşvik etmeye adamış” bu sahte sanatın yegâne bir hedefi vardır “o hedef de ahlaksızlığı en
geniş ölçüde yaymaktır.”14
Günümüz sanatının bu haliyle olmasa daha iyi olacağını şu ifadelerle belirtiyor
Tolstoy: “Platon‟un Devlet‟inde sunulan ya da Hıristiyan ve Müslüman din bilginlerince
getirilen yanıtın aynısı olurdu; yani „Sanatın hiç olmaması, bugün sanat diye yürütülmekte
olan ahlaksızlığın ve sanat öykünmeciliğinin sürüp gitmesinden çok daha iyidir.”15
Bütün bunlardan anlaşılması gerekenler kanaatimizce modern zamanlarda “sanat”
denilen şeyle “klasik çağlarda “sanat” denilen şeyin aynı olmadığıdır. İslam toplumlarında
geçmişte sanat algısı bugünkünden bambaşkaydı ve sanatın ne olduğundan ziyade sanatın ne
olmadığı sorgulanabilirdi. Yani sanat hayatın ta kendisiydi ve hayatın kendisiyle beraber
olduğu şeylerdeydi.
Müslüman Toplum ve Sanat
Başlangıçta şunu söylemek lazım: Bir sistem eğer sanatını yaratmıyor, bu sanatı
geliştirmiyor ve bu sanatla gelişmiyorsa o sistem tez elden çökmeye mahkûmdur.
Bugünkü dünyada sanat toplumun belli bir kesiminde, belli bir yerde, çok yüksek
standartlarda, belli ellerde, müzelerde, koleksiyonlarda, nadide mekânlarda yer alıyor, yer
buluyor. Eski toplumlar sanatla iç içeydi. Bizi ilgilendiren tarafıyla söyleyecek olursak
Osmanlı toplumunda sanatın varlık alanına bakış bile meramızı anlatmaya kâfidir.
O toplumda mimari, tezhip, hat, şiir, minyatür vb. sanatlar hayatın tam da ortasında
birbiriyle müştereken yer alırdı. Ve hemen hepsinin ekseninde de o mübarek dinin ruhaniyeti
vardı. Cemil Meriç İslam‟ın sanatlarda nasıl tecessüm ettiğini çok veciz bir dille ifade
etmiştir: “İslâmiyet Süleymaniye‟de kubbe, İtrî‟de nağme, Bâkî‟de şiir…” 16
Toplumumuzda sanatların birliği hususunda Yahya Kemal‟in tespitleri fevkalade
önemlidir: “Şair bütün öteki sanatlara bağlıydı. Hattat yazıyor, mücellit ciltliyor, müzehhip
tezhipliyor ve bestekâr ondaki şarkıları besteliyor. Şâire, mimar camilerinin, mescitlerinin,
saraylarının, hanlarının, medreselerinin, çeşmelerinin, şadırvanlarının cephelerinde bir yer
ayırıyordu, taşçı kitabe taşını kesiyor, hattat kitabeyi yazıyor, hakkak oyuyordu… Hâsılı şair
bütün sanatlara, bütün hayata böyle bağlarla bağlı ve o cemiyetin timsali idi. Şiirin âletleri,
usulleri, lisanı, zevki birdi ve her yerde aynı seviyeye hitap ediyordu.”17
Bunun anlamı toplumun hemen her işinde sanatla iç içe olması demektir. Yemek
yediği bakır kap, giydiği elbise, oturduğu ev, evinin kapısı ve penceresi, elini sildiği havlu,
namaza gittiği cami, camide okunan ilahileri mevlitler ilh. Hepsi yüksek sanat eserleridir. O
7
günün gündelik hayatında yer alan hemen her nesne bugün için yüksek kaliteli sanat eseri
olarak takdir ve rağbet bulur.
Sanatın Takdir Görmesi
Bilhassa şiir ve benzeri söz sanatları, bu sanatı icra eden şairler toplumun en
yükseğinden en aşağısındaki insana kadar fevkalade bir rağbet görmüştür. Şiirin ve şâirin
itibarı sonsuzdur. Zira şair kut sahibidir. Kanı kutsal, kendisi yücedir. Hemen hiç bir devlet
erkânı şâir aleyhinde bulunmaya cesaret edemez, olanlar da istisnadır. Çocuklarını ve
torunları devlet için boğdurmaktan geri kalmayan Kanuni, Rüstem Paşa‟nın şiddetli ısrarlarına
rağmen Taşlıcalı Yahya‟nın idamına izin vermez.
Bilhassa devlet adamları, özellikle de padişahlar nezdinde şâirlerin kıymeti
fevkaladedir: “Osmanlı‟nın Fatih Sultan Mehmet ile başlayan en ileri bir İslam topluluğu
olma iddiası sonucu olarak, bu bölgelerde âlim, sanatçı, münşi ve şâirler davet ediliyor ve el
üstünde tutuluyordu. Sehî Bey‟e göre Fatih „Arab‟dan ve Acem‟den ehl-i marifet adına olan
kimseleri buldurup getürdüb fevka‟l-hadd ri‟âyet ettirirdi. Fatih, Yeni (Topkapı) Sarayını
Arap ve Acem ve Rûm‟dan mâhir mimarlar ve mühendisler getürüp yaptırdı.”18
Fâtih‟in İstanbul‟a sanatkârları toplama hususunda ne kadar kararlı ve ısrarlı olduğuna
en iyi örneklerden biri onun Molla Câmî‟yi davetinde apaçık görülür. Halil İnalcık‟ın İslam
Dünyasının Voltaire‟si dediği Molla Câmî, çağında o kadar ünlü bir insandı ki hemen bütün
İslam hükümdarları onu ülkelerine davette yarışmışlardı. “Fatih Sultan Mehmet ona 5000
altın armağan göndererek İstanbul‟a çağırmıştı.” Daha sonra da Fatih‟in oğlu II. Bayezid onu
Osmanlı ülkesine getirmek için büyük çaba harcamıştır. Bayezid, Câmî‟ye gönderdiği
mektupta onu nûru’l-Hak ve hakîkat ve nakşbend-i i’tikad diye anıyordu… Osmanlı sultanı,
Câmî‟nin gönderdiği eserleri (külliyât-ı Câmi‟i‟l-Kemâlât) aldığını bildirerek kendisine bin
filori altın gönderiyordu.”19
Osmanlı Sultanlarının bu sanat adamlarına düşkünlüğü nedendir? Bu sorunun cevabını
Halil İnalcık şöyle veriyor: “Kuşkusuz Osmanlı Sultanı, İran ve Orta Asya ortak yüksek
kültürünün en tanınmış temsilcisi Câmî‟ye gönderdiği mektup ve bağışlarla, bu kültürün bir
hâmisi, patronu olduğunu göstermek istiyordu.”20
Bu hâmîlik düşüncesinin sadece İslam âlemiyle sınırlı olmasının istenmediği de
ortada: “Osmanlı hükümdarları kendilerini sadece İslam âleminin lideri değil, Doğu ve
Batı‟nın hükümdarları olarak kabul ettiler. Fatih‟in sarayında Bizans asıllı âlimlerden
Trapezuntios „Kimse şüphe etmez ki sen Romalıların imparatorusun. İmparatorluk merkezini
hukuken elinde tutan kimse imparator ve Roma İmparatorluğu‟nun merkezi İstanbul‟dur.‟
demekle padişahın fikirlerine tercüman olmaktadır.”21
8
Fâtih‟in Molla Cami‟ye her yıl bin altın göndermesi, II. Bayezid‟in meşk esnasında
Şeyh Hamidullah‟ın divitini tutacak kadar onun sanatını takdir etmesi, Kanuni‟nin Bâkî gibi
bir şaire sahip olmayı saltanatının iftihar vesilesi kabul etmesi gibi davranışlar sanata büyük
ilgi duyulmasını intâç etmiştir.”22
Bu yüksek iltifatın sebebi tabii ki sadece hâmîlik düşüncesi değildir. Hz. Peygamber
hırka-i şerifini onca insan, meslek, meşrep sahibi dururken bir şâire vermiştir. Bunun pek çok
sembolik anlamları vardır. Hz. Peygamber şâirleri korumuş ve hırkasını bir şâire câize olarak
vererek kendisinden sonra gelecek devlet adamlarına da bir miras bırakmıştır. Şâirler sadece
şâir değildir. Aynı zamanda devlet adamları şâirler sayesinde ebediyete intikal ederdi. Yani
şâire muhtaçtılar.
Bunu Yahya Kemal ne güzel ifade etmiştir: “Şâir milli hayatın şahidi mevkiinde idi,
padişahtan serdara kadar bütün şahsiyetleri o yaşatıyordu. Nef’i diyor ki: Sultan Süleyman‟ın
namını haşre dek yaşatan Bâkî‟nin sözündeki ab-ı hayattır... Nâimâ ise İbşir Paşa‟yı bütün
bayağılığı ile tasvir ettikten sonra hakkında hiçbir kaside yazılmadığını mühim bir fârika
olarak kaydediyor. Hasılı şâir bütün sanatlara, bütün hayata böyle bağlarla bağlı ve o
cemiyetin timsali idi.”23
Osmanlı devlet adamlarını sanatkârlara olan bu yüksek ilgisi ve sevgisi yabancı
seyyahların da dikkatini çekmiştir: “Dünyanın hiç bir cemiyetinde, edebiyat adamları Türk
Sultanlarından gördükleri ayrıcalığı görmemişler veya o şekilde cömertçe taltif
edilmemişlerdir. Birçok sultan bizzat edip olmayı vakarlarını zedeleyecek bir şey olarak
düşünmemişler, aksine şâirlerin, tarihçilerin ve diğer edebiyat adamlarının meclislerinde
bulunmaktan zevk almışlardır. İstanbul‟un fatihi II. Mehmet‟in kendisi de bir şâirdi. O, sadece
kendisinin geniş topraklarında değil, diğer yerlerde bile edebi faaliyetleri himaye etti.
Söylendiğine göre Fatih, otuz Türk şâirine aylık bağlamakla beraber, her yıl Hindistan‟daki
Hoca-i Cihan‟a ve İran‟daki Câmî‟ye binlerce altın göndermiştir.”24
. Bu da halkın şiire
bakışına dair bir tespit: “Türkler daima yazılı şiire düşkündüler ve halen de bu düşkünlük
devam ediyor. Şiire karşı Türkler derin bir sevgi ve hayranlık besliyorlar. Zengin olsun, fakir
olsun şiire büyük önem verir.”25
Osmanlı Toplumunda sanata ve sanatçıya bu yüksek değer verilirken Batı‟da durum
nasıldı; bir de ona bakmak gerekir: Batı‟da pek az istisna dışında Sanatçı 18. yüzyıla kadar
daima bir düşük statüsü görmüştür: “Platon‟un ve Aristoteles‟in sanatçıya (şâire) tanıdıkları
düşük statü, istisnalar dışında 18. yüzyıla, Aydınlanma yüzyılına kadar yaygın bir kabul
görmüştür.”26
. “İlkçağdan 17. yüzyılın sonlarına kadar sanatçılık ikinci sınıf bir uğraş
sayılmış, genellikle sanatçıların ve özellikle yazarların kendi eserlerinin hukuki anlamda
9
sahibi bile sayılmamışlar (çünkü onlar birer taklitçidir), yüksek çevrelerin ve özellikle
Kilise‟nin himmet ve lütfuyla çalışmalarını sürdüren hizmetkârlar olarak görülmüşler”dir.27
Batıda Sanatkârın ve Sanatın Yükselişi Bizde ise Düşüşüne Dair
Ortaçağ‟da Doğuda sanatın ve sanatkârın ne kadar yüce konumda olduğuna yukarıda
işaret ettik. Ama aynı çağlarda durum Batı‟da tam tersineydi ve sanatkâr pek de rağbet
görmüyor, aksine küçümseniyordu. Oysa aydınlanma çağından sonra tam tersi oldu, bizde
sanat ve sanatkâr düşerken Batı‟da aksine yükseldiler ve yüceldiler: Batı‟da Aydınlanma
çağından sonra o güne kadar düşük olan sanatçı birden kendisini tanrısal bir konuma
yerleştirmiştir: “Sanatçıya artık, bir teknisyen, bir taklitçi olarak bakmak reddedildiği gibi,
onun tanrısal güçlerin kullandıkları edilgin bir aracı olduğu görüşü de reddedilmektedir.
Evrenin merkezine tanrıyı veya doğayı koyan, insanı tanrısal veya doğal bir belirlenim altına
yerleştiren eski anlayışın yerini, büyük ölçüde, evrenin merkezine insanı koyan, dolayısıyla
onu kendi belirlenimi kendinden olan varlık, kısacası „özne‟ sayan anlayış almıştır… Sanatçı,
öznellik ve bireyselliğiyle etkin olan, taklit yapıtlar değil, özgün yapıtlar ortaya koyan,
yaratan kişidir ve sanat etkinliği bir poiseistir. Örneğin Shasftesbury‟ye göre sanatçı kendi
dünyasını kendisi yaratan bir tanrı gibidir. Sanatçı, madde dünyasına kendisinden hareketle
biçim veren kişidir.”28
Bu çağdan sonra ise bizdeki durumu Yahya Kemal çok güzel özetlemiştir: “Eski
zarifler, şuarâ dedikleri vakit, rindane yaşar insanları derûnî bir tezyifle karşıladıkları vakit
bile zahiren hürmet ederlerdi; çünkü bu sınıfın resmileşmiş bir itibarı vardı; onu ihmal
edemezlerdi. Lâkin zamanımızda şairler diye bir gençler mevkıbi (kafilesi)göründüğü vakit
istihkârın en pes perdesinden bir mânâ hâsıl oluyor.”29
... “Ancak seneler geçtikçe halkın
nazarında şâir demek toy, küstah, bâlâpervâz, sünepe, ciddiyetsiz, tufeylî ve bilhassa akılsız
ve mektep kaçkını bir mahluk olarak tecelli ediverdi.”30
Bu düşüşün sadece şâirler bazında değil, diğer sanat erbabı arasında da olduğuna
şüphe yoktur. Bir zamanlar Süleymaniye‟yi yapan insanların torunlarının yaptığı camileri
görenler; bugün eşsiz bir müze ev olarak kullanılan her hangi bir şehirdeki basit bir evi
bugünkü pespaye apartmanla mukayese edenler, hat sanatındaki inceliğiyle bütün dünyaya
eşsiz harikalar bırakmış bir sanatkar neslinin bugünkü soyut resmini izleyenler aradaki
farkları görünce elbette şaşırıp kalacaklardır.
Sanatın düşüşü, sanatkârın itibarının yerlerde sürünüşü çağın ruhu gereği midir?
Teknik ve teknolojik olanın, makinenin hâkimiyetinin insana verdiği kolaylık, zenginlik,
çeşitlilik, bolluk ve çoğulluk sanatla ortaya çıkanı işlevsiz veya gereksiz mi kılmıştır? Yahya
Kemal bu soruya çok derinlikli ve ruhani bir cevap veriyor ki âcizane aynı kanaati
10
paylaşıyorum: “Eski Türkler‟in manevî bir hayatı varken bir edebiyatı vardı. Yeni Türkler‟in
ancak manevî bir hayatı olursa edebiyatı olur.”31
Buradaki edebiyatı kelimesi yerine sanatı
kelimesini koyarsak meramımız daha iyi anlaşılacaktır.
Çağın Ruhu Meselesi ve Bizim Olanı Kaybediş
Teknik olanın sanata galebesi ve bunun çağın ruhuyla ilgisi meselesinde şu örnek
gayet açıklayıcı olacaktır: Paris‟te yayınlanan Le Temps dergisinin 14 Şubat 1887 sayısında
Fransız aydınlarının Paris‟e dikilmesi planlanan Eiffel Kulesi‟ne karşı çıkan bir bildirileri
yayınlanır. Aydınlar “Biz yazarlar, heykeltıraşlar, mimarlar, ressamlar, Paris‟in bu güne kadar
hiç dokunulmamış güzelliğinin tutkun âşıkları, değeri bilinmeyen Fransız zevki adına,
başkentimizin tam ortasına yararsız ve canavar görünümlü Eiffel Kulesi‟nin dikilmesine var
gücümüzle, tüm öfkemizle karşı çıkıyoruz…” bildiri devam eder. Bu bildiriyi kitabının
epigrafı yapan Barthes Kuleyle ilgili bugünkü bilgileri de verir. Bu kule artık Paris‟in evrensel
sembolü olmuştur. İçinde görülecek (müze anlamında) hiçbir şey olmamasına rağmen her yıl
Louvre müzesine gidenlerin iki katı insan bu kuleyi ziyaret etmektedir.32
Barthes Kulesi
sonsuz eğretilemeler yumağı olarak görür ve onu şöyle tanımlar: “Kule demirden bir
danteldir.”33
Nasıl olur da dikilirken bütün sanatkârların karşı çıktığı bir ucûbe bir zaman sonra
sonsuz bir eğretilemeler yumağı oldu? Zanaat zaman aşımıyla sanata mı dönüştü? Çağın
ruhuyla kastedilen bu olmalı. Bence burada sanatkar ruhunu inciten demirlerde bir sorun yok,
ama bir müddet sonra onu artık bir demir olarak görmeyen çağın insanında, Tolstoy‟un dediği
anlamda hakiki sanatı kaybetmiş, sahtesini de hakiki sanan insanda bir sorun var. Biz de bu
sorunlar yumağının içindeyiz ve sanatın karşısında onu seyir makamında bile değiliz. Hele
hele de bize ait olanları bunca zaman kötülemiş, hor görmüş ve aşağılamışken.
Cemal Süreya İslam Sanatı başlıklı yazısında M.C.Conil‟in Soyut resmin çok yerde
İslam Sanatlarından yararlandığını belirtiyor ve Conil‟in şu dikkat çekici görüşlerine yer
veriyor: Conil diyor ki: “Kültürler, kentler, uygarlıklar arasında yaklaşımlar, benzerlikler,
bağdaşıklıklar bulmak eski bir alışkanlık. Hele bunları Doğu ile Batı arasında düşünmek
öteden beri sık sık rastlanan bir olay. Ama şurası da belli ki, İslam estetiği Batı resmini çok
yerde etkilemiştir. Özellikle XIX. ve XX. Yüzyıllarda yaşamış romantik ressamlar İslam
sanatına büyük yakınlık göstermişlerdir. Matisse‟in, 1912‟lerde Fas‟ta, Paul Klee‟nin
1914‟lerde Keyruvan‟da yaptıkları gözlemler boşuna değildi elbet. Kandinsky‟nin 1905‟te
Tunus‟ta, Signac‟ın 1917‟de İstanbul‟a gidişi, 1893‟te Paris‟te İslam Sanat Sergisi‟nin açılışı,
bunu izleyen başka sergiler, Batı sanatçısına yeni olanaklar, yeni yönelişler getirmemiştir
diyebilir miyiz? Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupalı ressamlar arasında Cezayir
11
yükseltilerine çıkmak, Kahire camilerini gidip yakından görmek, Tunus kıyılarında dolaşmak,
büyük bir tutku, bir yurtsama haline gelmişti. Granada‟dan başlayarak bütün Doğu ve İslam
kentleri esinler dağıtmıştır Batı ressamlarına.”34
Muazzam bir birikim sunan İslam sanatlarının, o sanatların varisleri olan
Müslümanlara değil de, tam aksine muarızı olan Batılılara derin ilhamlar vermesi kaderin
cilvelerinden biri olsa gerektir.
Bugün bilhassa belediyeler, çeşitli vakıflar, dernekler aracılığıyla bize ait sanatın
dirilişine dair ufak tefek emareler, sanatın taklitleri olmaktan çıkıp da sanatın icrasına dönük
olmaya başlar ve orijinalite sanatın doğası gereği aranmaya başlanırsa daha da müjdeli bir
çağın kapısını aralayacağız demektir.
Sanatkâr Neyin Takipçisiydi
Fuzûlî Divanı‟ndaki ilk kasidede yer alan şu beyitleri anlamak, onunla zamansal değil
ama içeriksel anlamı olan başka bir dünyanın seyriyle daha kolay oldu.
Bisât-ı gülşene dün eyledim güzer ki demî
Kılam nezâre-i âsâr-ı san’at-i Mevlâ
Bu kârhâne bir üstaddan değil hâlî
Gerek bu kudrete elbette kâdir u dânâ
Özetle, Fuzûlî âlemi seyrinden ve ondaki harikalardan bahsediyor. Gül bahçesine
Allah‟ın yarattığı o muhteşem sanat eserlerini izlemeye gitmiştir. Uzun seyrinden ve ibret
nazarından sonra şu kanaate varır: Bu âlemin bir yaratıcısı vardır zira bu kudret için yüce bir
kudret sahibine ve her şeyi bilene ihtiyaç vardır. Hiç bir bina bânisiz olmaz.
Bir belgesel seyrediyorum. Bir su altı araştırma gemisi denizlerin diplerine dalmış
çekim yapıyor. Deniz dibi derken gördüğümüz mesafeler zannedilmesin. Yüzeyden yaklaşık
bin metre aşağıdalar. Güneş ışığının gitmediği, başka da bir ışığın olmadığı zifiri
karanlıklardalar. Basınç o kadar yüksek ki, insanı saniyesinde paramparça edebilir. Bu yüzden
çok yüksek donanımlara sahip su altı araçları yapmışlar. Bizim gözümüz de bilim adamlarının
gözü gibi kameranın peşinde.
Görünen mesafe sadece kameranın önündeki ışığın aydınlattığı alandan ibaret.
Yüzeyde bu kadar çekim esnasında milyonlarca canlıya rastlanırken burada henüz canlı
emaresi yok! Ama biraz sonra hareket eden, yüzen, adeta dans eden canlılar takılıyor
kameraya. Demek ki buralarda da canlılar varmış. Bu karanlıklarda, ışık olmadan nasıl
12
yaşadıkları tartışılıyor. Bir taraftan da balığın fiziki yapısı gözleniyor. Tam da yüksek basınca
dayanacak bir tasarımla yaratılmışlar. Fakat bütün bunların yanında asıl bu balıkların
olağanüstü görünüşleri benim dikkatimi çekiyor:
O kadar rengârenk balıklar ki insan hayran kalmadan edemiyor. Bir balığın
yüzgeçlerinde, sırtında, karın bölgesinde, kuyruk kısmında, başının kenarlarında adeta bütün
renklerin kompozisyonu işlenmiş. Olağanüstü bir renk, ahenk ve estetik cümbüşü
seyrediyorsunuz. Görünüşleri de insanı derinden etkileyen birer mimari şaheser halinde. Bu
balıkları şimdiye kadar kimseler görmedi. Eğer bazı insanlar o muazzam paraları
harcamasalar, o bilim adamlarını bir araya getirmeseler, merak edip de o teknolojik
donanımları tasarlamasalar kimsenin göreceği de yoktu!
Bu canlılar milyonlarca yıldır orada yaşıyorlar, gözden ırak ve o muhteşem
görünümleri kendilerine kalmış olarak. Şunu düşündüm! Milyonlarca yıl kimsenin
görmeyeceği bilindiği halde onları yaratan Allah, o dipsiz karanlıklardaki bu canlıları neden
bu kadar rengârenk yaratmıştır? Neden basit bir tasarımla yetinmemiştir de sanki hemen her
gün insanların gözü önündeymiş gibi olağanüstü bir mükemmellik ve görsellikte yaratmıştır?
Neden “Nasıl olsa kimse görmüyor!” diye yaratılışlarını geçiştirmemiştir? Bu ihtimamın, bu
dikkatin, bu özen ve olağanüstü ayrıntıya inişin hikmeti nedir?35
Övdüğümüz zamanların sanatkârı bu soruları düşünüyor olmalıydı. Fuzuli gibi âsârı
seyretmeye gidiyorlardı. Ama sadece âsârı değil, o eserleri öylesine muhteşem yaratanı da
anlatıyorlardı, görüyorlardı. O günün sanatçısı âleme baktığında eşsiz bir sanat eseri,
mükemmel bir özen ve dikkat, nereye göz atsa muhteşem bir incelik, zarafet ve itina
görüyordu. O da eser verirken bu yaratılışı taklit ediyordu: Eserlerine dikkat et, özen göster,
sanatı sakın ihmal etme, işlerini asla baştan savma, kimsenin dikkatini çekmeye, birilerinin
gözüne girmeye çalışma, alkışa göz dikme, iltifata meyletme, seni bir gören, izleyen, dinleyen
takdir eden muhakkak olacaktır. Üç kuruş çıkar uğruna yüceliğine halel getirme!
Bugünün sanatkârı gördüğüne hayran, gördüğünü görmesini sağlayandan ise
bihaberdir. Eşsiz bir hayranlıkla izlediğini (mesela bu günlerde televizyon ekranlarında
kendisine övgüler dizilen lâleler ve erguvan ağaçları), öylesine eşsiz bir surette ve sîrette
yaratan, en azından yarattığına yönlendirilen kadar bir dikkati ve hayranlığı hak etmiyor mu?
1 İtalo Calvino, Kum Koleksiyonu, (Çev: Kemal Atakay), YKY., İstanbul 2002, s. 201.
2 Oliver Leaman, İslam Estetiğine Giriş, (Çev: Nuh Yılmaz), Küre Yay., İstanbul 2010, s. 7.
3 Tostoy, Sanat Nedir, (Çev:Mazlum Beyhan), T.İş Bankası Yay., İstanbul, s. 185.
4 Gennady n. Pospelov: Edebiyat Bilimi, (Çev: Yılmaz Onay), Evrensel Basım Yayım, İstanbul 1995, s. 556.
5 Tobias bu kurgu için şunları söylüyor: “Eğer tılsımlı bir kurgu varsa, bu mutlaka metamorfozdur... Metamorfoz
kurgusu değişim hakkındadır. Ve bu pek büyük bir alanı kapsar. Ancak bu kurguda değişim belirlidir.
13
Duygusal olduğu kadar fizikseldir de. Bir metamorfoz romanında kahramanın fiziki özellikleri bir formdan
diğerine dönüşür...” bkz. Ronald B. Tobias, Roman Yazma Sanatı, (Çev:Mehmet Harmancı), Say Yay.,
İstanbul 1996, 175. 6 Ronald B. Tobias, Roman Yazma Sanatı, (Çev:Mehmet Harmancı), Say Yay., İstanbul 1996. Bu alıntı 29
Nisan 2011 tarihinde İstanbul‟da düzenlenen 1. İslami Türk Edebiyatı Sempozyumunda sunduğumuz “Bir
Kurmaca Varlık Olarak İslâmî Türk Edebiyatı başlıklı bildirimizden yapılmıştır. 7 Oliver Leaman, İslam Estetiğine Giriş, (Çev: Nuh Yılmaz), Küre Yay., İstanbul 2010, s. 213.
8 Oliver Leaman, İslam Estetiğine Giriş, s. 223.
9 Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlakı, T.İş Bank. Yay., İstanbul 2010, s. XXXVI.
10 Tolstoy, Sanat Nedir, s. 364. Tolstoy‟a göre, Shakespeare‟nin evrensel bir deha olarak pazarlanmasının baş
sorumluları Almanlardır ve bunun başlıca nedenleri, Shakespeare‟nin modern zaman tiyatrosunu yazmış
olması, tiyatroda tarihsel kişilerin yaşamlarından bahsetmesi, insana özgü güçlü bir takım yansıtması; onda
dinsel dünya görüşünün bulunmamasıdır vb. Almanların aradığı yeni şeyledir. “...bu Alman eleştirmenler,
özellikle de kendi dünya görüşleriyle örtüşen yerleri öne çıkararak ve sanat denen şeyin özünün de işte tam
bu etkiler, bu duygular olduğunu öne sürerek hiç durmadan Shakespeare‟yi övmeye başladılar.” “Ama
bütün bunlar dışsal nedenlerdir; Shakespeare‟nin ününün asıl nedeni içseldir. Buna göre Shakespeare‟nin
oyunları için söylenecek tek söz, bunların pro capite lectoris olmasıdır, yani dinsel ya da ahlaki hiç bir
inancı olmayan yüksek tabaka insanlarının ruh hallerine seslenen, tıpatıp onların ruh hallerine uygun düşen
oyunlar olması.”s. 367-370. 11
Tolstoy, Sanat Nedir, (Çev: Mazlum Beyhan), Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul 2007, s. 115. 12
Tolstoy, Sanat Nedir, s. 193. 13
Tolstoy, Sanat Nedir, 193. 14
Tolstoy, Sanat Nedir, 201-202. 15
Tolstoy, Sanat Nedir,, s. 203. 16
Aktaran, Cihan Okuyucu, Divan Edebiyatı Estetiği, L-M Yay., İstanbul 2004, 32. 17
Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., İstanbul 2005, s. 52-53. 18
Halil İnalcık, Şâir ve Patron: Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme, Doğu-Batı
Yay., Ankara 2003, s. 20. 19
Halil İnalcık, Age., s. 19. 20
Halil İnalcık, Age., s. 19-20. 21
Gönül Tekin‟den aktaran Cihan Okuyucu, Divan Edebiyatı Estetiği, L-M Yay., İstanbul 2004, s. 29. 22
Cihan Okuyucu, Divan Edebiyatı Estetiği, L-M Yay., İstanbul 2004, s.32. 23
Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., İstanbul 2005, s. 52-53. Onların aşkı bile bir
başka aşktı ve bugünün kategorilerine sığmıyordu: “Eski şiirimizde Garb‟ın anladığı manada psikolojik
vaziyetlerden, deruni mücadelelerden, insanı tarihin korkunç iradesi ile karşılaştıran terkiplerden doğmuş
beşeri aşk yoktur. Fakat onlarda sadece insanlığa has bir meziyet olan güzelliğin elde edilmiş olmasından
gelen bir beşeri aşk vardır ki, sanatta asıl istenen de odur.” Ahmet Hamdi Tanpınar, Eski Şiir, Edebiyat
Üzerine Makaleler, İstanbul, s. 177-178. 24
Charles Wells, Türk Edebiyatı, (Çev: Hüseyin Çelik), Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler, (Haz: M.
Kalpaklı), YKY., İstanbul 1999, s. 51. 25
Charles Wells, agm, s. 52. 26
Doğan Özlem, Hermeneutik ve Şiir, Notos Kitap, İstanbul 2011, s. 10. 27
Doğan Özlem, Age., s. 11 28
Doğan Özlem, Age., s. 10-11, 33. Doğan Özlem, Rönesans döneminde şâirlerin nisbeten bu düşük statüden
kurtulmaya başladıklarını, hatta bazılarının şîare alter deus (ikinci tanrı, diğer tanrı) gözüyle baktıklarını
söyler ve devam eder: “Tüm edebi sanatlar, „narrare‟ (anlatma) ile sınırlanmışken, şiir sanatı bir „condere‟
(yeni bir şey inşa etmek, temellendirmek) yoluyla özgül ve özgün bir gerçekliğin inşası ve etkinliği olarak
görülür. Zaten şiirsel yaratma, şiir sanatı anlamında „poesi‟ (poetry, poésie) sözcüğü de ilk kez geç
Rönesans‟ta, 16. yüzyılda kullanılmaya başlar.” S. 34. 29
Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., İstanbul 2005, s. 19. 30
Yahya Kemal, Edebiyata Dair, s. 19. 31
Yahya Kemal, Edebiyata Dair, s. 58. 32
Roland Barthes, Bir Deneme Bir Ders: Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi, (Çev: Mehmet Rifat-Sema Rifat),
YKY., İstanbul 2008, s. 11, 17. 33
Barthes, s. 36. 34
Aktaran Cemal Süreya, “İslam Sanatı”, Günübirlik’ler, Toplu Yazılar II, YKY.ç, İstanbul 2000, s. 158. 35
Şu yazımızdan alıntıdır: http://www.akasyam.com/kose-yazisi/490/gorenedir-gorene-kore-nedir-kore-ne.html.