\"osmanlı İstanbul'unda Çocuk olmak\", büyük İstanbul tarihi

32

Upload: deu

Post on 30-Nov-2023

0 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

A N T İ K Ç A Ğ’D A N X X I . Y Ü Z Y I L A

TOPLUM

BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ İÇİNDEKİLER6

İÇİNDEKİLER

BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ 7 İÇİNDEKİLER

TOPLUMBÖLÜM EDİTÖRÜ

ARİF BİLGİN

ÇOCUK VE SPOR

ÇOCUK ve SPOR476BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

İstanbul, imparatorluğun başkenti olarak, çocuklarına zengin bir kültürel ve dinsel çeşitlilik içinde

büyüme imkânı sunuyordu. Canlılığını her daim büyük bir enerjiyle koruyan bu devasa kentte yaşayan çocuklar, başta saray çevresi olmak üzere hayırsever ileri gelenlerin inşa ettirdiği büyük yapıların bir parçası olan eğitim kurumlarının sunduğu cömert fırsatlardan ve şehrin her türlü yeniliği kendine çeken zengin entelektüel ortamından yararlanarak yetişme şansına sahipti. İstanbul, bu kentte doğan çocukların yanında imparatorluğun özellikle Anadolu ve Rumeli coğrafyasından çeşitli nedenlerle kopup gelen çocuklara da kucak açıyordu. Bu çocukların yaşam serüvenleri aynı coğrafyalardan İstanbul’a gelen yetişkinlerin gölgesinde kalmış olmasına rağmen taşra ile İstanbul arasındaki yer değiştirme hikâyesinin tam anlamıyla inşa edilebilmesi için ehemmiyetle dikkate alınmayı hak etmektedir. Bununla birlikte, bir çekim merkezi olarak sahip olduğu cazibeye ve sunduğu fırsatlara karşın İstanbul’da yaşayan çocuklarla imparatorluğun diğer coğrafyalarında yaşayan kardeşleri arasında keskin ayrımlar üretmeye çalışmak doğru değildir. Özellikle İslam-Osmanlı hukukunun çocuklar ve yaşam döngüsünün bir dönemi olarak çocuklukla ilgili kapsamlı hükümleri, imparatorluğun tümünde çocuklar ve çocukluğa dair ortak bir algının ve dilin oluşmasını sağlıyordu.

Osmanlı toplumunda çocuklar, Arapça kökenli bir tanımlamayla, “sagîr/e” olarak tarif edilmekteydi. Bütün çocukluk dönemini kapsayacak şekilde yaygın olarak kullanılan “sagîr/e” sözcüğüne çocukluğun belli dönemlerini anlatan zengin bir söz dağarcığı eşlik etmekteydi. “Sabi/ye, oğlancık ve uşak” gibi tanımlamalar çocukluğun anneye daha bağımlı, eve dönük erken dönemlerini anlatırken; “murahık/a, mümeyyiz/e, emred, şabb-ı emred, oğlan ve emred oğlan” gibi kız ve erkek çocuklar arasındaki farklılığı belirginleştiren ve özellikle

* Dokuz Eylül Üniversitesi

erkeklerin evin dışına taşmaya başladıklarına işaret eden tanımlamalar ise yetişkinliğe geçiş aşamasındaki çocukları anlatmak için kullanılmaktaydı. Kelimelere yansıyan bu ayırım, İslam hukukunun çocuklukla ilgili tasnifine uygun düşmekteydi. Buna göre, çocukluk iki ana döneme ayrılmaktaydı: Doğumu takip eden ilk yedi yaş, çocukluğun “gayrimümeyyiz” dönemini oluşturuyordu. Çocukların bu yaş aralığında iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı birbirinden ayırabilecek ve kendilerine bakabilecek fiziksel ve zihinsel olgunluğa sahip olmadıkları düşünülüyordu. Bu nedenle çocukların yaşamlarının ilk birkaç yılını anneleri başta olmak üzere kadınların himayesinde geçirmelerine büyük bir özen gösterilmiştir. Takip eden ve yetişkinliğe kadar süren dönem ise çocukluğun “mümeyyiz” dönemi olarak kabul ediliyordu. Çocuklar, bu dönemde iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı birbirinden ayırabilecek yetileri kazanıyor; fiziksel, cinsel ve zihinsel gelişimlerine bağlı olarak kendi adlarına karar alabilecekleri yetişkinliğe hazırlanıyorlardı.1

İslam hukukçuları ve onları takip eden Osmanlılar, dokuz ile on beş yaş arasını çocukluktan yetişkinliğe geçişin birbirini tamamlayan çeşitli aşamalarının gerçekleştiği dönem olarak görmüştür. Yaygın görüşe göre, fiziksel olarak olgunlaşan ve âdet görmeye başlayan bir kız çocuğu dokuz yaşını bitirdiğinde baliğa kabul edilirdi. Erkek çocukların baliğ kabul edilmeleri için alt yaş sınırı, on iki yaşın tamamlanmasıydı. Buluğa ermenin üst yaş sınırı ise her iki cinsiyet için on beş yaşının tamamlanması olarak kabul edilmiştir. Osmanlı İstanbul’una ait sayısız mahkeme kaydının barındırdığı zengin veriler, toplumsal yaşamda kız çocukların genellikle on iki-on dört yaşları arasında, erkek çocukların da on dört-on beş yaşlarında buluğa eriştiklerini ortaya koymaktadır.2

1 M. Akif Aydın, “Çocuk”, DİA, VIII, 361-363.

2 Yahya Araz, 16. Yüzyıldan 19. Yüzyıl Başlarına Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak,

İstanbul 2013, s. 87-98.

OSMANLI İSTANBUL’UNDA ÇOCUK OLMAK

YAHYA ARAZ*

ÇOCUK ve SPOR477BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

İslam hukukunun çocuklar ve çocuklukla ilgili hükümleri, İstanbullu çocukların yaşamları ve etraflarındaki dünya ile ilişkilerinin şekillenmesinde göz ardı edilemeyecek belirleyici bir yere sahipti. Ancak bunun yanında konu, çocuk tarihçiliğinin kendine has

sorunları3 ve bu sorunların İstanbullu çocukların tarihi üzerine yapılacak araştırmalara yansımaları dikkate alınarak ele alınmalıdır. Bu bağlamda birkaç hususun

3 Colin Heywood, Baba Bana Top At! Batı’da Çocukluğun Tarihi, çev. Esin Hoşsucu,

İstanbul 2003, s. 7-15.

1- 1530 şenliğinde çocukların toplu sünnet merasimi (Şehinşahnâme)

ÇOCUK ve SPOR476BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

İstanbul, imparatorluğun başkenti olarak, çocuklarına zengin bir kültürel ve dinsel çeşitlilik içinde

büyüme imkânı sunuyordu. Canlılığını her daim büyük bir enerjiyle koruyan bu devasa kentte yaşayan çocuklar, başta saray çevresi olmak üzere hayırsever ileri gelenlerin inşa ettirdiği büyük yapıların bir parçası olan eğitim kurumlarının sunduğu cömert fırsatlardan ve şehrin her türlü yeniliği kendine çeken zengin entelektüel ortamından yararlanarak yetişme şansına sahipti. İstanbul, bu kentte doğan çocukların yanında imparatorluğun özellikle Anadolu ve Rumeli coğrafyasından çeşitli nedenlerle kopup gelen çocuklara da kucak açıyordu. Bu çocukların yaşam serüvenleri aynı coğrafyalardan İstanbul’a gelen yetişkinlerin gölgesinde kalmış olmasına rağmen taşra ile İstanbul arasındaki yer değiştirme hikâyesinin tam anlamıyla inşa edilebilmesi için ehemmiyetle dikkate alınmayı hak etmektedir. Bununla birlikte, bir çekim merkezi olarak sahip olduğu cazibeye ve sunduğu fırsatlara karşın İstanbul’da yaşayan çocuklarla imparatorluğun diğer coğrafyalarında yaşayan kardeşleri arasında keskin ayrımlar üretmeye çalışmak doğru değildir. Özellikle İslam-Osmanlı hukukunun çocuklar ve yaşam döngüsünün bir dönemi olarak çocuklukla ilgili kapsamlı hükümleri, imparatorluğun tümünde çocuklar ve çocukluğa dair ortak bir algının ve dilin oluşmasını sağlıyordu.

Osmanlı toplumunda çocuklar, Arapça kökenli bir tanımlamayla, “sagîr/e” olarak tarif edilmekteydi. Bütün çocukluk dönemini kapsayacak şekilde yaygın olarak kullanılan “sagîr/e” sözcüğüne çocukluğun belli dönemlerini anlatan zengin bir söz dağarcığı eşlik etmekteydi. “Sabi/ye, oğlancık ve uşak” gibi tanımlamalar çocukluğun anneye daha bağımlı, eve dönük erken dönemlerini anlatırken; “murahık/a, mümeyyiz/e, emred, şabb-ı emred, oğlan ve emred oğlan” gibi kız ve erkek çocuklar arasındaki farklılığı belirginleştiren ve özellikle

* Dokuz Eylül Üniversitesi

erkeklerin evin dışına taşmaya başladıklarına işaret eden tanımlamalar ise yetişkinliğe geçiş aşamasındaki çocukları anlatmak için kullanılmaktaydı. Kelimelere yansıyan bu ayırım, İslam hukukunun çocuklukla ilgili tasnifine uygun düşmekteydi. Buna göre, çocukluk iki ana döneme ayrılmaktaydı: Doğumu takip eden ilk yedi yaş, çocukluğun “gayrimümeyyiz” dönemini oluşturuyordu. Çocukların bu yaş aralığında iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı birbirinden ayırabilecek ve kendilerine bakabilecek fiziksel ve zihinsel olgunluğa sahip olmadıkları düşünülüyordu. Bu nedenle çocukların yaşamlarının ilk birkaç yılını anneleri başta olmak üzere kadınların himayesinde geçirmelerine büyük bir özen gösterilmiştir. Takip eden ve yetişkinliğe kadar süren dönem ise çocukluğun “mümeyyiz” dönemi olarak kabul ediliyordu. Çocuklar, bu dönemde iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı birbirinden ayırabilecek yetileri kazanıyor; fiziksel, cinsel ve zihinsel gelişimlerine bağlı olarak kendi adlarına karar alabilecekleri yetişkinliğe hazırlanıyorlardı.1

İslam hukukçuları ve onları takip eden Osmanlılar, dokuz ile on beş yaş arasını çocukluktan yetişkinliğe geçişin birbirini tamamlayan çeşitli aşamalarının gerçekleştiği dönem olarak görmüştür. Yaygın görüşe göre, fiziksel olarak olgunlaşan ve âdet görmeye başlayan bir kız çocuğu dokuz yaşını bitirdiğinde baliğa kabul edilirdi. Erkek çocukların baliğ kabul edilmeleri için alt yaş sınırı, on iki yaşın tamamlanmasıydı. Buluğa ermenin üst yaş sınırı ise her iki cinsiyet için on beş yaşının tamamlanması olarak kabul edilmiştir. Osmanlı İstanbul’una ait sayısız mahkeme kaydının barındırdığı zengin veriler, toplumsal yaşamda kız çocukların genellikle on iki-on dört yaşları arasında, erkek çocukların da on dört-on beş yaşlarında buluğa eriştiklerini ortaya koymaktadır.2

1 M. Akif Aydın, “Çocuk”, DİA, VIII, 361-363.

2 Yahya Araz, 16. Yüzyıldan 19. Yüzyıl Başlarına Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak,

İstanbul 2013, s. 87-98.

OSMANLI İSTANBUL’UNDA ÇOCUK OLMAK

YAHYA ARAZ*

ÇOCUK ve SPOR477BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

İslam hukukunun çocuklar ve çocuklukla ilgili hükümleri, İstanbullu çocukların yaşamları ve etraflarındaki dünya ile ilişkilerinin şekillenmesinde göz ardı edilemeyecek belirleyici bir yere sahipti. Ancak bunun yanında konu, çocuk tarihçiliğinin kendine has

sorunları3 ve bu sorunların İstanbullu çocukların tarihi üzerine yapılacak araştırmalara yansımaları dikkate alınarak ele alınmalıdır. Bu bağlamda birkaç hususun

3 Colin Heywood, Baba Bana Top At! Batı’da Çocukluğun Tarihi, çev. Esin Hoşsucu,

İstanbul 2003, s. 7-15.

1- 1530 şenliğinde çocukların toplu sünnet merasimi (Şehinşahnâme)

ÇOCUK ve SPOR478BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

üzerinde önemle durulmalıdır. Birincisi, İstanbullu çocukların içinde doğdukları ve büyüdükleri sosyal, dinsel ve ekonomik aidiyetler teorik olarak düşünülen ve tasarlananın onların yaşamına değişik şekillerde yansımasına yol açabilmekteydi. Bu nedenle İstanbullu çocukların yaşamları onların dinsel, ekonomik ve sosyal aidiyetlerinden bağımsız olarak ele alınmamalıdır. İkincisi, cinsiyetin doğurduğu farklılıktır. İstanbullu kız ve erkek çocukların yaşamları, çocukluğun ilk birkaç yılından sonra ayrı ele alınmayı gerektirecek farklı bir gelişim izleyebilmekteydi. Üçüncüsü, zaman içinde çocukların yaşamında ve onlarla ilgili algılarda meydana gelen değişim meselesidir. Osmanlı İstanbul’unda çocuklarla ilgili algı ve pratiklerde XIX. yüzyılın başlarına kadar bir süreklilik mevcuttur. Ancak “modernleşme süreci” toplumsal yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi çocukların yaşamında da değişimlere yol açtı. Elbette değişimin varlığı süreklilikleri görmezden gelmeye engel oluşturmamalıdır.

Çocuklar, Aile ve ToplumOsmanlı İstanbul’unda çiftlerin evlendikten kısa bir süre sonra çocuk sahibi olmaları beklenirdi. Çocuk sahibi olmak; çiftlere toplumsal saygınlık kazandırıyor ve sorumluluklar yüklüyordu. “Oğlu, kızı olmayan avrattan eski hasır yeğdir.” gibi deyişler çocuk doğuramayan kadınların toplumsal baskılara maruz kalabildiklerini göstermektedir. Ancak böyle deyişlerden, bir evliliğin çocuk olmadan sürdürülemeyeceği sonucu çıkarılmamalıdır. Birçok İstanbullu erkek ve kadın, yaşamlarına çocuksuz veda ediyorlardı. Çocukların doğumu sevinçle karşılanır ve kutlamalara vesile

olurdu. Doğan çocuğun erkek olması duyulan sevincin katlanmasını sağlardı. Erkek sahibi olma ve doğurma arzusu, asırlar boyunca tekrarlanan ve folklorun bir parçasına dönüşen; “Oğlan doğuran öğünsün kız doğuran dövünsün.” gibi deyişlerle ifade edilmiştir.4 Evliya Çelebi, Eyüp’te bir şey sorulduğunda cevap veren Cankuyusu adlı bir mesire ve ziyaret yerine gelen kadınların, kuyuya “Karnımdaki erkek midir?” diye sorduklarını aktarmaktadır.5 Bütün bunlardan kız çocuklarının sevilmediği ve onlara kötü davranıldığı sonucuna varılmamalıdır. Ailelerin erkek çocuk istemeleri onları nesillerinin devamı ve ekonomik güvence olarak görmeleriyle yakından ilgiliydi. Ne var ki yaşlılıklarında ebeveynlerine sahip çıkıp bakımlarını sağlayan, İstanbullu birçok kız çocuğu erkek kardeşlerinden daha vefalı evlatlar olduklarını göstermiş oluyorlardı.

Modern öncesi dönemlerin yüksek ölüm oranları karşısında önemli olan doğan çocukların yaşatılmasıydı. Veba gibi salgın hastalıklardan, yetersiz beslenmeden ve doğal afetlerden en çok etkilenenlerin başında ise çocuklar gelmekteydi. Özellikle hastalıklar sosyal ve ekonomik farklılıklardan bağımsız bir şekilde çocukların yaşamına kıymaktaydı. Osmanlı tarihleri, doğduktan kısa bir süre sonra hayata veda eden şehzade ve sultanların haberlerini vermektedir. Sarayda doğan çocukların önemli bir kısmı bir yaşına varamadan ölüyorlardı. 1812-1830 tarihleri arasında Enderun’da bulunmuş olan İlyas Ağa, şehzadelerin dramatik sözlerle anlattığı ölümlerini “şehzadelerin cennete gidişi” başlığı altında kaydetmiştir.6 İstanbullu sıradan aileler de evlerini neşeyle dolduran çocuklarının ölümünün verdiği acıyla sıklıkla yüzleşebiliyorlardı. Öyle ki boşanan çiftlerin bazıları çocuklarına dair yaptıkları düzenlemelerde onların yedi-sekiz yaşına varmadan ölme ihtimallerine değiniyorlardı.7 Çocukların ölümü ebeveynlerini ayrılık ateşiyle yakıyordu. Bazı aileler, çocuklarının ölümü karşısında duydukları acıyı mezar taşlarına yansıtarak sonraki kuşaklara aktarılmasını sağlıyorlardı. Yazılan kitaplarda ebeveynlerin, çocuklarının ölümünü “Eyüp sabrı” ile karşılamaları isteniyor, verenin ve alanın Allah olduğu

4 Şinâsi, Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye, haz. Ebüzziyâ Mehmed Tevfik, İstanbul 1302,

s. 98.

5 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1996, c. 1, s. 169-170.

6 Hülya Tezcan, Osmanlı Sarayının Çocukları, İstanbul 2006, s. 82; Hızır İlyas, Tarih-i

Enderun: Letaif-i Enderun, haz. Cahit Kayra, İstanbul 1987, s. 62.

7 İstanbul Müftülüğü Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Galata Şer‘iye Sicilleri (GŞS), nr. 494, vr.

33a, hüküm nr. 5 (18 Kasım 1788).

2- 1530 şenliğinde çocukların gösterisi (Hünernâme)

479 İSTANBUL’DA ÇOCUK OLMAK ve SPOR YAPMAKBÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

İSTANBUL ÇOCUK OYUNCAKÇILARI

FADİME GELEŞ*

Dünyanın birçok ülke, kent ve kasabasında görülebilen çocuk ve oyuncak müzeleri, bulundukları bölgelerin kültür tarihine ışık tutacak araştırmaları da desteklemiştir. Ülkemizde ise çocuk ve oyuncak tarihimizin izini sürerek söz konusu tarihi aydınlatmaya yönelik bazı çalışmalar mevcuttur. İstanbul’un eski oyuncakçılığı konusunda ise Büyükşehir Belediyesi Koleksiyonları’nda bulunan 28 adet Eyüp oyuncağı araştırmacılara yol gösterici objeler olarak önem taşımaktadır.

Eyüp Oyuncakçılarıİmparatorluğun başkenti İstanbul’un Eyüp semtinde, Eyüp Sultan Türbesi’ne giden İskele Caddesi üzerinde “Oyuncakçı Çıkmazı” denilen sokakta, karşılıklı iki sıra dükkânlarda yüzyıllarca oyuncak üretilmiş ve satılmıştır. “Eyüp oyuncakları” ismi, özele indirgeme gibi görünüp yöresellik çağrışımı yapmakla beraber geleneksel oyuncakçılığımızı tanımlamaktadır. Eyüp bu devirde bir üretim merkezi olmakla beraber buradan İstanbul ve Anadolu’ya da değişik vasıtalarla satış yapılmaktadır.

İlk oyuncak II. Mahmud zamanında memleketinden İstanbul’a Nizam-ı Cedid askeri olarak gelip Rami Kışlası’nın açılış töreninde “dümbelek” çalan Dökmeci Hasan Ağa tarafından Eyüp’te yapılmıştır. Eyüp’e yerleşen Hasan Ağa, ramazanlarda sahur maniciliği, diğer zamanlarda oyuncakçılık yapmış, “Tükrüklü Oyuncakçı” adı ile anılmıştır. Sonrasında Gümüşsuyulu Darbukacı Halil Efendi, Küçük İsmail

Efendi, oyuncakçı dükkânları açarak bu sanatın yayılmasına hizmet etmişlerdir.1

Oyuncakçı dükkânlarının arkası üretim yeri, ön kısımları ise camekânlı vitrinler olarak hizmet veriyordu. Satışlar toptan ve perakende olarak yapılıyordu. Bahsi geçen oyuncaklar arasında XX. yüzyıl başına kadar üretimi sürdürülmüş olan çember, araba, dönme dolap, toprak testi, düdük, tef, dümbelek, fırıldak, top, topaç, tel dolap, sandalye, aynalı beşik, şakşak, kaynana zırıltısı, saplı davul, hacı yatmaz, havan, yayık, cambaz, çekirge, koyun-kuzu, Karagöz-Hacivat tasvirleri ve benzerleri bulunuyordu.

Bazı oyuncak çeşitlerini türlerine göre sınıflandıracak olursak; tahta tekerlekli, önden ip takılıp çekilen, çocuğun yürümeyi öğrenmesi açısından faydalı, ayrıca kas gelişimine katkı sağlayan arabalarla, yine aynı özellikteki iki itme kolu olan tek tekerlekli el arabaları, itilip çekilebilen oyuncaklar olarak nitelendirilir.

1 Sadi Yaver Ataman, Türk İstanbul, İstanbul 1997, s.

177.

1- Eyüp imalatı dönme dolap (XX. yüzyıl başı,

İBB Şehir Müzesi)

3- Eyüp imalatı arabalar (XX. yüzyıl başı,

İBB Şehir Müzesi)

2- Eyüp imalatı salıncaklı beşik (XX. yüzyıl

başı, İBB Şehir Müzesi)

4- Eyüp imalatı cambaz (XX. yüzyıl başı, İBB

Şehir Müzesi)* İBB Şehir Müzesi

ÇOCUK ve SPOR478BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

üzerinde önemle durulmalıdır. Birincisi, İstanbullu çocukların içinde doğdukları ve büyüdükleri sosyal, dinsel ve ekonomik aidiyetler teorik olarak düşünülen ve tasarlananın onların yaşamına değişik şekillerde yansımasına yol açabilmekteydi. Bu nedenle İstanbullu çocukların yaşamları onların dinsel, ekonomik ve sosyal aidiyetlerinden bağımsız olarak ele alınmamalıdır. İkincisi, cinsiyetin doğurduğu farklılıktır. İstanbullu kız ve erkek çocukların yaşamları, çocukluğun ilk birkaç yılından sonra ayrı ele alınmayı gerektirecek farklı bir gelişim izleyebilmekteydi. Üçüncüsü, zaman içinde çocukların yaşamında ve onlarla ilgili algılarda meydana gelen değişim meselesidir. Osmanlı İstanbul’unda çocuklarla ilgili algı ve pratiklerde XIX. yüzyılın başlarına kadar bir süreklilik mevcuttur. Ancak “modernleşme süreci” toplumsal yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi çocukların yaşamında da değişimlere yol açtı. Elbette değişimin varlığı süreklilikleri görmezden gelmeye engel oluşturmamalıdır.

Çocuklar, Aile ve ToplumOsmanlı İstanbul’unda çiftlerin evlendikten kısa bir süre sonra çocuk sahibi olmaları beklenirdi. Çocuk sahibi olmak; çiftlere toplumsal saygınlık kazandırıyor ve sorumluluklar yüklüyordu. “Oğlu, kızı olmayan avrattan eski hasır yeğdir.” gibi deyişler çocuk doğuramayan kadınların toplumsal baskılara maruz kalabildiklerini göstermektedir. Ancak böyle deyişlerden, bir evliliğin çocuk olmadan sürdürülemeyeceği sonucu çıkarılmamalıdır. Birçok İstanbullu erkek ve kadın, yaşamlarına çocuksuz veda ediyorlardı. Çocukların doğumu sevinçle karşılanır ve kutlamalara vesile

olurdu. Doğan çocuğun erkek olması duyulan sevincin katlanmasını sağlardı. Erkek sahibi olma ve doğurma arzusu, asırlar boyunca tekrarlanan ve folklorun bir parçasına dönüşen; “Oğlan doğuran öğünsün kız doğuran dövünsün.” gibi deyişlerle ifade edilmiştir.4 Evliya Çelebi, Eyüp’te bir şey sorulduğunda cevap veren Cankuyusu adlı bir mesire ve ziyaret yerine gelen kadınların, kuyuya “Karnımdaki erkek midir?” diye sorduklarını aktarmaktadır.5 Bütün bunlardan kız çocuklarının sevilmediği ve onlara kötü davranıldığı sonucuna varılmamalıdır. Ailelerin erkek çocuk istemeleri onları nesillerinin devamı ve ekonomik güvence olarak görmeleriyle yakından ilgiliydi. Ne var ki yaşlılıklarında ebeveynlerine sahip çıkıp bakımlarını sağlayan, İstanbullu birçok kız çocuğu erkek kardeşlerinden daha vefalı evlatlar olduklarını göstermiş oluyorlardı.

Modern öncesi dönemlerin yüksek ölüm oranları karşısında önemli olan doğan çocukların yaşatılmasıydı. Veba gibi salgın hastalıklardan, yetersiz beslenmeden ve doğal afetlerden en çok etkilenenlerin başında ise çocuklar gelmekteydi. Özellikle hastalıklar sosyal ve ekonomik farklılıklardan bağımsız bir şekilde çocukların yaşamına kıymaktaydı. Osmanlı tarihleri, doğduktan kısa bir süre sonra hayata veda eden şehzade ve sultanların haberlerini vermektedir. Sarayda doğan çocukların önemli bir kısmı bir yaşına varamadan ölüyorlardı. 1812-1830 tarihleri arasında Enderun’da bulunmuş olan İlyas Ağa, şehzadelerin dramatik sözlerle anlattığı ölümlerini “şehzadelerin cennete gidişi” başlığı altında kaydetmiştir.6 İstanbullu sıradan aileler de evlerini neşeyle dolduran çocuklarının ölümünün verdiği acıyla sıklıkla yüzleşebiliyorlardı. Öyle ki boşanan çiftlerin bazıları çocuklarına dair yaptıkları düzenlemelerde onların yedi-sekiz yaşına varmadan ölme ihtimallerine değiniyorlardı.7 Çocukların ölümü ebeveynlerini ayrılık ateşiyle yakıyordu. Bazı aileler, çocuklarının ölümü karşısında duydukları acıyı mezar taşlarına yansıtarak sonraki kuşaklara aktarılmasını sağlıyorlardı. Yazılan kitaplarda ebeveynlerin, çocuklarının ölümünü “Eyüp sabrı” ile karşılamaları isteniyor, verenin ve alanın Allah olduğu

4 Şinâsi, Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye, haz. Ebüzziyâ Mehmed Tevfik, İstanbul 1302,

s. 98.

5 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1996, c. 1, s. 169-170.

6 Hülya Tezcan, Osmanlı Sarayının Çocukları, İstanbul 2006, s. 82; Hızır İlyas, Tarih-i

Enderun: Letaif-i Enderun, haz. Cahit Kayra, İstanbul 1987, s. 62.

7 İstanbul Müftülüğü Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Galata Şer‘iye Sicilleri (GŞS), nr. 494, vr.

33a, hüküm nr. 5 (18 Kasım 1788).

2- 1530 şenliğinde çocukların gösterisi (Hünernâme)

479 İSTANBUL’DA ÇOCUK OLMAK ve SPOR YAPMAKBÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

İSTANBUL ÇOCUK OYUNCAKÇILARI

FADİME GELEŞ*

Dünyanın birçok ülke, kent ve kasabasında görülebilen çocuk ve oyuncak müzeleri, bulundukları bölgelerin kültür tarihine ışık tutacak araştırmaları da desteklemiştir. Ülkemizde ise çocuk ve oyuncak tarihimizin izini sürerek söz konusu tarihi aydınlatmaya yönelik bazı çalışmalar mevcuttur. İstanbul’un eski oyuncakçılığı konusunda ise Büyükşehir Belediyesi Koleksiyonları’nda bulunan 28 adet Eyüp oyuncağı araştırmacılara yol gösterici objeler olarak önem taşımaktadır.

Eyüp Oyuncakçılarıİmparatorluğun başkenti İstanbul’un Eyüp semtinde, Eyüp Sultan Türbesi’ne giden İskele Caddesi üzerinde “Oyuncakçı Çıkmazı” denilen sokakta, karşılıklı iki sıra dükkânlarda yüzyıllarca oyuncak üretilmiş ve satılmıştır. “Eyüp oyuncakları” ismi, özele indirgeme gibi görünüp yöresellik çağrışımı yapmakla beraber geleneksel oyuncakçılığımızı tanımlamaktadır. Eyüp bu devirde bir üretim merkezi olmakla beraber buradan İstanbul ve Anadolu’ya da değişik vasıtalarla satış yapılmaktadır.

İlk oyuncak II. Mahmud zamanında memleketinden İstanbul’a Nizam-ı Cedid askeri olarak gelip Rami Kışlası’nın açılış töreninde “dümbelek” çalan Dökmeci Hasan Ağa tarafından Eyüp’te yapılmıştır. Eyüp’e yerleşen Hasan Ağa, ramazanlarda sahur maniciliği, diğer zamanlarda oyuncakçılık yapmış, “Tükrüklü Oyuncakçı” adı ile anılmıştır. Sonrasında Gümüşsuyulu Darbukacı Halil Efendi, Küçük İsmail

Efendi, oyuncakçı dükkânları açarak bu sanatın yayılmasına hizmet etmişlerdir.1

Oyuncakçı dükkânlarının arkası üretim yeri, ön kısımları ise camekânlı vitrinler olarak hizmet veriyordu. Satışlar toptan ve perakende olarak yapılıyordu. Bahsi geçen oyuncaklar arasında XX. yüzyıl başına kadar üretimi sürdürülmüş olan çember, araba, dönme dolap, toprak testi, düdük, tef, dümbelek, fırıldak, top, topaç, tel dolap, sandalye, aynalı beşik, şakşak, kaynana zırıltısı, saplı davul, hacı yatmaz, havan, yayık, cambaz, çekirge, koyun-kuzu, Karagöz-Hacivat tasvirleri ve benzerleri bulunuyordu.

Bazı oyuncak çeşitlerini türlerine göre sınıflandıracak olursak; tahta tekerlekli, önden ip takılıp çekilen, çocuğun yürümeyi öğrenmesi açısından faydalı, ayrıca kas gelişimine katkı sağlayan arabalarla, yine aynı özellikteki iki itme kolu olan tek tekerlekli el arabaları, itilip çekilebilen oyuncaklar olarak nitelendirilir.

1 Sadi Yaver Ataman, Türk İstanbul, İstanbul 1997, s.

177.

1- Eyüp imalatı dönme dolap (XX. yüzyıl başı,

İBB Şehir Müzesi)

3- Eyüp imalatı arabalar (XX. yüzyıl başı,

İBB Şehir Müzesi)

2- Eyüp imalatı salıncaklı beşik (XX. yüzyıl

başı, İBB Şehir Müzesi)

4- Eyüp imalatı cambaz (XX. yüzyıl başı, İBB

Şehir Müzesi)* İBB Şehir Müzesi

ÇOCUK ve SPOR480BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

gerçeğini unutmamaları hatırlatılıyordu.8 Çocukların ölümünden sonra çoğunlukla babaları tarafından yazılan, türünün en içten örneklerini yansıtan ve XVII. yüzyılda sayısı artan mersiyeler büyük bir üzüntüyü ve derin bir duygusal bağlılığı sergilemektedir. Mersiyelerde, ölümün bir hak olduğu kabul edilmiş ancak yol açtığı derin yaralar açık ve hüzünlü bir şekilde dillendirilmiştir.9

Çocukların hastalıklara ve ölüme direnmekte güçlük çeken nazik vücutları, hekimleri, onları hastalıklardan ve ölümden koruyabilecek çareler bulmaya ve ilaçlar geliştirmeye yönelik yoğun bir çabanın içine sokmuştur. Çocukların doğumdan hemen sonra tuzlanması âdeti böyle bir çabanın ürünüydü. Tuzlama, anne karnında havayla teması olmayan bebeklerin doğumdan sonra zarar görmesini engellemeye ve vücutlarının direncini artırmaya yönelikti.10 Sterilizasyon sorunun farkında olan hekimler, başka gıdalardan ve sütlerden hastalık kapma riskine karşılık bebeklerin anne sütüyle beslenmesinde ısrar ediyorlardı. Annenin olmadığı durumlarda bu işi özenle seçilecek bir sütanne yüklenebilirdi. Ancak İstanbul’da saray ve ileri gelen ailelerin dışında kalan kesimlerde ücretle sütanne tutma eğilimlerinin istisnai

8 Sufizâde Hasan Hulûsi, Mecmâu’l-âdâb, İstanbul 1307, s. 121-122.

9 Mustafa İsen, Acıyı Bal Eylemek: Türk Edebiyatında Mersiye, Ankara 1994, s. 116-122,

455 vd.

10 Eşref b. Muhammed, Hazâ’inü’s-sa‘âdât 1460 (H. 864), haz. Bedi N. Şehsuvaroğlu,

Ankara 1961, s. 11-13.

olduğu ifade edilmelidir. Mahkeme kayıtlarına bu hususta yansıyan bilgiler son derece sınırlıdır. Bununla birlikte, bazı bulgular anne sütünden mahrum kalan bebeklere süt emzirme döneminde olan komşu ve akraba kadınların kucak açtığına işaret etmektedir. Bebek ile sütanne arasında süt yoluyla kurulan ilişki, hukuki sonuçları bir kenara, ömür boyu sürecek karşılıklı sevgi ve dayanışmanın temellerini atıyordu.11

Gelenekler, çocukluk yıllarının şekillenmesinde önemli bir yere sahipti. Çocukların kırka basması, diş çıkarması, ilk saç kesimi, konuşmaya ve yürümeye başlamaları ardından erkeklerin sünnet edilmeleri komşuları bir araya getiren gelişmelerdi. Özellikle sünnet, çocukluğun önemli aşamalarından biri olup genellikle altı-yedi yaşından sonra yapılırdı. Varlıklı aileler, kendi çocuklarıyla birlikte fakir çocukları da sünnet ettirmeyi hayır işleme vesilesi olarak görmekteydi. Fakir çocukların da sünnet ettirildiği gösterişli sünnet düğünleri ve sünnetin kendisine atfedilen önem, çocukluğun bu önemli aşamasının kaynaklara ayrıntılı tasvirlerle yansıması sonucunu doğurmuştur. Çocuklar, kendileri ve aileleri için özel sayılan böyle günlerde gezdirilir, hediyelerle şımartılırdı.12

Çocukların bir kısmı ebeveynlerinin birinden ya da her ikisinden mahrum bir şekilde büyüyorlardı. Araştırmalar, ölen babaların arkalarında bıraktıkları çocukların yarısından fazlasının kayıtlara “sagîr/e” olarak geçirildiğini ortaya koymuştur.13 Bu çocuklara, boşanmaların parçaladığı ailelerde büyümek zorunda kalan çocuklar da eklenmelidir. Ölümler ve boşanmalar; çocukların bakımı, büyütülmesi ve varsa mallarının korunmasıyla ilgili çeşitli sorunlara yol açmaktaydı. İslam hukuku bu konuda çocukları gözetecek ve haklarını koruyacak teferruatlı düzenlemeler öngörmüştür. İstanbul’da babanın yokluğunda çocuklara vasi olma sorumluluğu, dindarlık ve dürüstlük gibi kriterler de göz önünde bulundurularak, anneler başta olmak üzere yakın akrabalara verilmekteydi. Vasi olanlar, buluğ çağına kadar çocukların her türlü hakkını gözetmek ve korumaktan sorumluydular. Özellikle yüklü bir miras devralan çocukların vasileri toplumun resmî olmayan denetimi altında suiistimale açık hassas bir sorumluluk üstlenmiş

11 Araz, Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak, s. 48-51.

12 Stephan Gerlach, Türkiye Günlüğü 1577-1578, çev. Türkis Noyan, İstanbul 2007, c. 2,

s. 679-680.

13 Ömer Demirel, Adnan Gürbüz, Muhittin Tuş, “Osmanlılarda Ailenin Demografik

Yapısı”, Sosyo-Kültürel Değişim Sürecinde Türk Ailesi, Ankara 1992, c. 1, s. 105-106.

3- 1582 şenliğinde gösterileri izleyen bir çocuk ve hanımlar (İntizâmî)

481 İSTANBUL’DA ÇOCUK OLMAK ve SPOR YAPMAKBÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

Çivi, tel, teneke malzeme bağlantıları ile mekanik özellikler kazandırılmış hareketli oyuncaklar; bunlar bir tekerleğin ya da parçanın diğer bir parçayı harekete geçirmesi, döndürmesi ile ses çıkararak da çocuğun ilgisini canlı tutar. Bu tür oyuncaklardan biri olan kaynana zırıltısı; değişik kültürlerde (Hint, İtalyan, Fransız) ve bizim kültürümüzde gezgin dervişlerin doğadaki hayvanları, çıkardığı sesle ürkütme ve uzaklaştırmada kullandıkları nefirin çocuk dünyasına yansımış modelidir.

Müzik aletleri ise, oyuna eğlence katmanın yanı sıra, dinleme becerisini, müzik kulağını geliştirerek ritim ve denge duygusu kazandırmakla çocuk gelişimine katkıda bulunan oyuncaklardır.

Çocuk, doğumundan yetişkinliğe nesneleri, sesleri, hareketleri, büyüklerin dünyasına ait fakat kendi fiziksel özelliklerine uygun büyüklükte objelerle algılayıp kurgulayarak anlamaya, tanımaya

çalışır. Minyatür ev eşyaları da bu amaca yönelik oyuncaklardır; beşik, havan, yayık, tel dolap, sandalye örnekleri bu çerçevede ele alınabilir.2 Başka birçok eğitici ve eğlendirici açıdan tasnifi yapılabilecek bu oyuncakların ana malzemeleri ahşap olup yapımlarında deri, kâğıt, teneke, çivi, boncuk gibi yan malzemeler de kullanılmıştır. Ayrıca Haliç’in kırmızı çamur hamurundan da toprak testiler üretilmiştir. Genellikle bezemeli olan oyuncaklar; toprak boya ile ve sarı yaldızlarla, dikkat çekici canlı tonlarda, kırmızı, mavi, yeşil, beyaz renkler ile ağırlıklı olarak boyanmışlardır.3

XIX. yüzyıl başlarında 25-30 oyuncakçı dükkânı faalken, 1921’de Eyüp Çarşısı’nda yangınla yok olan Oyuncakçı Çıkmazı’nda

2 Fadime Geleş, “Osmanlı’dan Günümüze Eyüp

Oyuncakları ve Oyuncak Tarihindeki Yeri”,

Günümüzde Çocuk Oyunlarında ve Oyuncaklarında

Yaşanan Değişimler Sempozyumu: Bildiriler, 9-10

Aralık 2010, Ankara 2011.

3 Fadime Geleş, “Eyüp Oyuncakları-Bir Sevgi Masalı”,

Oyuncak Sergisi, İstanbul 2011, s.74.

sadece iki dükkân kalmıştır. Son oyuncakçılardan Kadir Şengöz bir söyleşisinde oyuncakçılığın 1939’daki durumunu şöyle anlatmaktadır:

“Eyüp oyuncakçılığı öldü artık. Bugün burada bir ben bir de iki dükkân aşağıda diğer bir oyuncakçı kaldı. Elimde kalan son tahtadan bir iki deve daha yaptıktan sonra tezgâhı söküp çıkaracağım… Zevkler çok değişti gün geldi, Avrupa’nın oyuncak fabrikaları ve teneke oyuncakları ile rekabet edemez olduk.”4

Kadir Şengöz’ün söyleşisinden yaklaşık yarım asır sonra (2004) Hülya Yalçın, Kadir Şengöz’ün oğlu Halit Şengöz’le oyuncaklar üzerine görüşmesini aktarmaktadır:

Ben 77 yıldır çalıştırdığımız bu dükkânı, babamdan 1955 yılında devraldım… Biz burada sadece deve değil, tahtadan çift beygirli at arabaları, ördek arabaları, aynalı beşik, palyaço, Karagöz-

4 Hülya Yalçın, “Eyüp Oyuncakları Müzesi”, Tarihi,

Kültürü ve Sanatıyla Eyüpsultan Sempozyumu VIII:

Tebliğler, İstanbul 2004, s. 69.

6- Eyüp imalatı el davulları (XX. yüzyıl başı,

İBB Şehir Müzesi)

5- Eyüp imalatı davul ve trompet (XX. yüzyıl

başı, İBB Şehir Müzesi)

7 İstanbul’da bir oyuncak satıcısı (İBB Kültür A.Ş.)

ÇOCUK ve SPOR480BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

gerçeğini unutmamaları hatırlatılıyordu.8 Çocukların ölümünden sonra çoğunlukla babaları tarafından yazılan, türünün en içten örneklerini yansıtan ve XVII. yüzyılda sayısı artan mersiyeler büyük bir üzüntüyü ve derin bir duygusal bağlılığı sergilemektedir. Mersiyelerde, ölümün bir hak olduğu kabul edilmiş ancak yol açtığı derin yaralar açık ve hüzünlü bir şekilde dillendirilmiştir.9

Çocukların hastalıklara ve ölüme direnmekte güçlük çeken nazik vücutları, hekimleri, onları hastalıklardan ve ölümden koruyabilecek çareler bulmaya ve ilaçlar geliştirmeye yönelik yoğun bir çabanın içine sokmuştur. Çocukların doğumdan hemen sonra tuzlanması âdeti böyle bir çabanın ürünüydü. Tuzlama, anne karnında havayla teması olmayan bebeklerin doğumdan sonra zarar görmesini engellemeye ve vücutlarının direncini artırmaya yönelikti.10 Sterilizasyon sorunun farkında olan hekimler, başka gıdalardan ve sütlerden hastalık kapma riskine karşılık bebeklerin anne sütüyle beslenmesinde ısrar ediyorlardı. Annenin olmadığı durumlarda bu işi özenle seçilecek bir sütanne yüklenebilirdi. Ancak İstanbul’da saray ve ileri gelen ailelerin dışında kalan kesimlerde ücretle sütanne tutma eğilimlerinin istisnai

8 Sufizâde Hasan Hulûsi, Mecmâu’l-âdâb, İstanbul 1307, s. 121-122.

9 Mustafa İsen, Acıyı Bal Eylemek: Türk Edebiyatında Mersiye, Ankara 1994, s. 116-122,

455 vd.

10 Eşref b. Muhammed, Hazâ’inü’s-sa‘âdât 1460 (H. 864), haz. Bedi N. Şehsuvaroğlu,

Ankara 1961, s. 11-13.

olduğu ifade edilmelidir. Mahkeme kayıtlarına bu hususta yansıyan bilgiler son derece sınırlıdır. Bununla birlikte, bazı bulgular anne sütünden mahrum kalan bebeklere süt emzirme döneminde olan komşu ve akraba kadınların kucak açtığına işaret etmektedir. Bebek ile sütanne arasında süt yoluyla kurulan ilişki, hukuki sonuçları bir kenara, ömür boyu sürecek karşılıklı sevgi ve dayanışmanın temellerini atıyordu.11

Gelenekler, çocukluk yıllarının şekillenmesinde önemli bir yere sahipti. Çocukların kırka basması, diş çıkarması, ilk saç kesimi, konuşmaya ve yürümeye başlamaları ardından erkeklerin sünnet edilmeleri komşuları bir araya getiren gelişmelerdi. Özellikle sünnet, çocukluğun önemli aşamalarından biri olup genellikle altı-yedi yaşından sonra yapılırdı. Varlıklı aileler, kendi çocuklarıyla birlikte fakir çocukları da sünnet ettirmeyi hayır işleme vesilesi olarak görmekteydi. Fakir çocukların da sünnet ettirildiği gösterişli sünnet düğünleri ve sünnetin kendisine atfedilen önem, çocukluğun bu önemli aşamasının kaynaklara ayrıntılı tasvirlerle yansıması sonucunu doğurmuştur. Çocuklar, kendileri ve aileleri için özel sayılan böyle günlerde gezdirilir, hediyelerle şımartılırdı.12

Çocukların bir kısmı ebeveynlerinin birinden ya da her ikisinden mahrum bir şekilde büyüyorlardı. Araştırmalar, ölen babaların arkalarında bıraktıkları çocukların yarısından fazlasının kayıtlara “sagîr/e” olarak geçirildiğini ortaya koymuştur.13 Bu çocuklara, boşanmaların parçaladığı ailelerde büyümek zorunda kalan çocuklar da eklenmelidir. Ölümler ve boşanmalar; çocukların bakımı, büyütülmesi ve varsa mallarının korunmasıyla ilgili çeşitli sorunlara yol açmaktaydı. İslam hukuku bu konuda çocukları gözetecek ve haklarını koruyacak teferruatlı düzenlemeler öngörmüştür. İstanbul’da babanın yokluğunda çocuklara vasi olma sorumluluğu, dindarlık ve dürüstlük gibi kriterler de göz önünde bulundurularak, anneler başta olmak üzere yakın akrabalara verilmekteydi. Vasi olanlar, buluğ çağına kadar çocukların her türlü hakkını gözetmek ve korumaktan sorumluydular. Özellikle yüklü bir miras devralan çocukların vasileri toplumun resmî olmayan denetimi altında suiistimale açık hassas bir sorumluluk üstlenmiş

11 Araz, Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak, s. 48-51.

12 Stephan Gerlach, Türkiye Günlüğü 1577-1578, çev. Türkis Noyan, İstanbul 2007, c. 2,

s. 679-680.

13 Ömer Demirel, Adnan Gürbüz, Muhittin Tuş, “Osmanlılarda Ailenin Demografik

Yapısı”, Sosyo-Kültürel Değişim Sürecinde Türk Ailesi, Ankara 1992, c. 1, s. 105-106.

3- 1582 şenliğinde gösterileri izleyen bir çocuk ve hanımlar (İntizâmî)

481 İSTANBUL’DA ÇOCUK OLMAK ve SPOR YAPMAKBÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

Çivi, tel, teneke malzeme bağlantıları ile mekanik özellikler kazandırılmış hareketli oyuncaklar; bunlar bir tekerleğin ya da parçanın diğer bir parçayı harekete geçirmesi, döndürmesi ile ses çıkararak da çocuğun ilgisini canlı tutar. Bu tür oyuncaklardan biri olan kaynana zırıltısı; değişik kültürlerde (Hint, İtalyan, Fransız) ve bizim kültürümüzde gezgin dervişlerin doğadaki hayvanları, çıkardığı sesle ürkütme ve uzaklaştırmada kullandıkları nefirin çocuk dünyasına yansımış modelidir.

Müzik aletleri ise, oyuna eğlence katmanın yanı sıra, dinleme becerisini, müzik kulağını geliştirerek ritim ve denge duygusu kazandırmakla çocuk gelişimine katkıda bulunan oyuncaklardır.

Çocuk, doğumundan yetişkinliğe nesneleri, sesleri, hareketleri, büyüklerin dünyasına ait fakat kendi fiziksel özelliklerine uygun büyüklükte objelerle algılayıp kurgulayarak anlamaya, tanımaya

çalışır. Minyatür ev eşyaları da bu amaca yönelik oyuncaklardır; beşik, havan, yayık, tel dolap, sandalye örnekleri bu çerçevede ele alınabilir.2 Başka birçok eğitici ve eğlendirici açıdan tasnifi yapılabilecek bu oyuncakların ana malzemeleri ahşap olup yapımlarında deri, kâğıt, teneke, çivi, boncuk gibi yan malzemeler de kullanılmıştır. Ayrıca Haliç’in kırmızı çamur hamurundan da toprak testiler üretilmiştir. Genellikle bezemeli olan oyuncaklar; toprak boya ile ve sarı yaldızlarla, dikkat çekici canlı tonlarda, kırmızı, mavi, yeşil, beyaz renkler ile ağırlıklı olarak boyanmışlardır.3

XIX. yüzyıl başlarında 25-30 oyuncakçı dükkânı faalken, 1921’de Eyüp Çarşısı’nda yangınla yok olan Oyuncakçı Çıkmazı’nda

2 Fadime Geleş, “Osmanlı’dan Günümüze Eyüp

Oyuncakları ve Oyuncak Tarihindeki Yeri”,

Günümüzde Çocuk Oyunlarında ve Oyuncaklarında

Yaşanan Değişimler Sempozyumu: Bildiriler, 9-10

Aralık 2010, Ankara 2011.

3 Fadime Geleş, “Eyüp Oyuncakları-Bir Sevgi Masalı”,

Oyuncak Sergisi, İstanbul 2011, s.74.

sadece iki dükkân kalmıştır. Son oyuncakçılardan Kadir Şengöz bir söyleşisinde oyuncakçılığın 1939’daki durumunu şöyle anlatmaktadır:

“Eyüp oyuncakçılığı öldü artık. Bugün burada bir ben bir de iki dükkân aşağıda diğer bir oyuncakçı kaldı. Elimde kalan son tahtadan bir iki deve daha yaptıktan sonra tezgâhı söküp çıkaracağım… Zevkler çok değişti gün geldi, Avrupa’nın oyuncak fabrikaları ve teneke oyuncakları ile rekabet edemez olduk.”4

Kadir Şengöz’ün söyleşisinden yaklaşık yarım asır sonra (2004) Hülya Yalçın, Kadir Şengöz’ün oğlu Halit Şengöz’le oyuncaklar üzerine görüşmesini aktarmaktadır:

Ben 77 yıldır çalıştırdığımız bu dükkânı, babamdan 1955 yılında devraldım… Biz burada sadece deve değil, tahtadan çift beygirli at arabaları, ördek arabaları, aynalı beşik, palyaço, Karagöz-

4 Hülya Yalçın, “Eyüp Oyuncakları Müzesi”, Tarihi,

Kültürü ve Sanatıyla Eyüpsultan Sempozyumu VIII:

Tebliğler, İstanbul 2004, s. 69.

6- Eyüp imalatı el davulları (XX. yüzyıl başı,

İBB Şehir Müzesi)

5- Eyüp imalatı davul ve trompet (XX. yüzyıl

başı, İBB Şehir Müzesi)

7 İstanbul’da bir oyuncak satıcısı (İBB Kültür A.Ş.)

ÇOCUK ve SPOR482BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

oluyorlardı. “Allah’a asi olmak istersen vasi ol.”14 sözü bu gerçeği herkese hatırlatıyordu.

Çocukların ebeveynleriyle ilişkileri ve ebeveynlerinin onlara karşı sorumlulukları gelişimlerine bağlı olarak değişmekteydi. Hukukçular, çocukların erken çocuklukta duygusal ve fiziksel olarak annelerine daha fazla ihtiyaç duyduğunu düşünüyorlardı. Bu

14 Şinâsi, Durûb-ı Emsâl, s. 62.

nedenle kadınlar, boşanma ya da eşlerini kaybetmeleri durumunda erkek çocuklarını yedi, kız çocuklarını ise dokuz yaşına kadar yanlarında tutma hakkına sahipti. Buna “hıdâne hakkı” denilmekteydi. Bu süre boyunca çocukların nafakaları babaları, onun yokluğunda diğer erkek akrabaları tarafından karşılanıyordu. Kızların annelerinde kalma süresinin biraz daha uzun tutulmuş olması yetişkinlikte bürünecekleri rollerle yakından ilgiliydi. Kadınların, çocuklara yabancı biriyle evlenmeleri

4- 1720 şenliğinde çocuklar (Vehbî)

483 İSTANBUL’DA ÇOCUK OLMAK ve SPOR YAPMAKBÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

Hacivat, trampet, davul, def, kamyon, kaynana zırıltısı, beşik yapar ve satardık... Plastiğe teslim oluyordum yavaş yavaş. Rahmetli babam, teneke oyuncaklara isyan etmişti. Ama 16 yıl dayandı. Ben plastiğe daha çabuk teslim oldum. Hem baba mesleğimi sürdüremediğim hem de İstanbul’a

has bir güzelliğin yok oluşunu gördüğüm için çok üzgünüm. Biz sadece tahta oyuncak yapmazdık; topraktan düdüklü testi, aynalı testi ve darbuka da yapardık.5

1958 yılına gelindiğinde de Eyüp Meydanı ve çevre düzenlenmesi çalışması ile tarihî sayılabilecek son

5 Yalçın, “Eyüp Oyuncakları Müzesi”, s. 70.

iki dükkân da ortadan kalkmış, İskele Meydanı’nda bir oyuncakçı dükkânı açan Şengözlerin tek dükkânında turistik anlamda oyuncak satışı devam etmiştir.

Beyoğlu Oyuncakçıları XX. yüzyıl başlarından itibaren İstanbul kentinin tarihinde ve

9- Tahta çemberli çocuklar (XX. yüzyılın başı, F. Geleş Koleksiyonu)

8- Oyuncak bebekli çocuk (XX. yüzyıl başı, F. Geleş Koleksiyonu)

10- Taş bebekli çocuk fotoğrafı (XX. yüzyılın başları, F. Geleş Koleksiyonu)

ÇOCUK ve SPOR482BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

oluyorlardı. “Allah’a asi olmak istersen vasi ol.”14 sözü bu gerçeği herkese hatırlatıyordu.

Çocukların ebeveynleriyle ilişkileri ve ebeveynlerinin onlara karşı sorumlulukları gelişimlerine bağlı olarak değişmekteydi. Hukukçular, çocukların erken çocuklukta duygusal ve fiziksel olarak annelerine daha fazla ihtiyaç duyduğunu düşünüyorlardı. Bu

14 Şinâsi, Durûb-ı Emsâl, s. 62.

nedenle kadınlar, boşanma ya da eşlerini kaybetmeleri durumunda erkek çocuklarını yedi, kız çocuklarını ise dokuz yaşına kadar yanlarında tutma hakkına sahipti. Buna “hıdâne hakkı” denilmekteydi. Bu süre boyunca çocukların nafakaları babaları, onun yokluğunda diğer erkek akrabaları tarafından karşılanıyordu. Kızların annelerinde kalma süresinin biraz daha uzun tutulmuş olması yetişkinlikte bürünecekleri rollerle yakından ilgiliydi. Kadınların, çocuklara yabancı biriyle evlenmeleri

4- 1720 şenliğinde çocuklar (Vehbî)

483 İSTANBUL’DA ÇOCUK OLMAK ve SPOR YAPMAKBÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

Hacivat, trampet, davul, def, kamyon, kaynana zırıltısı, beşik yapar ve satardık... Plastiğe teslim oluyordum yavaş yavaş. Rahmetli babam, teneke oyuncaklara isyan etmişti. Ama 16 yıl dayandı. Ben plastiğe daha çabuk teslim oldum. Hem baba mesleğimi sürdüremediğim hem de İstanbul’a

has bir güzelliğin yok oluşunu gördüğüm için çok üzgünüm. Biz sadece tahta oyuncak yapmazdık; topraktan düdüklü testi, aynalı testi ve darbuka da yapardık.5

1958 yılına gelindiğinde de Eyüp Meydanı ve çevre düzenlenmesi çalışması ile tarihî sayılabilecek son

5 Yalçın, “Eyüp Oyuncakları Müzesi”, s. 70.

iki dükkân da ortadan kalkmış, İskele Meydanı’nda bir oyuncakçı dükkânı açan Şengözlerin tek dükkânında turistik anlamda oyuncak satışı devam etmiştir.

Beyoğlu Oyuncakçıları XX. yüzyıl başlarından itibaren İstanbul kentinin tarihinde ve

9- Tahta çemberli çocuklar (XX. yüzyılın başı, F. Geleş Koleksiyonu)

8- Oyuncak bebekli çocuk (XX. yüzyıl başı, F. Geleş Koleksiyonu)

10- Taş bebekli çocuk fotoğrafı (XX. yüzyılın başları, F. Geleş Koleksiyonu)

ÇOCUK ve SPOR484BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

ya da toplumun kabul ettiği davranış kalıplarının dışına çıkmaları çocukları üzerindeki “hıdâne” haklarını kaybetmelerine sebep olabilirdi. İstanbullu kadınların bir kısmı bu nedenlerle çocukları üzerindeki hıdâne haklarını kaybediyorlardı. Ancak evlenen birçok kadın, eski kocaları, onların yokluğunda ise onun erkek akrabalarıyla bir anlaşma yolu bularak, çocuklarını yanlarında tutmaya devam ediyorlardı.15

Hem kadınlar hem de erkekler için yeniden evlenmenin yaygın olması çocukların bir kısmının üvey anne ya da üvey baba ile büyümelerine yol açmaktaydı. Böyle durumlarda aile içindeki ilişkilerin nasıl geliştiğini anlamak her zaman mümkün değildir. Üvey annelerinden ya da babalarından baskı gören çocuklar mevcuttu. Baskılar; şiddet ve cinsel istismar şeklinde ortaya çıkabilirdi. Ancak “kötü üvey anne/baba” imajına yaslanmak, üvey çocuklarıyla iyi ilişkiler geliştirdiği anlaşılan anne babalara haksızlık olacaktır. Üvey anne-babalarla çocuklar arasındaki iyi ilişkiler, çocukluktan

15 Araz, Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak, s. 56-59.

başlayarak yaşam boyu devam edebilirdi.16 İstanbullu çocuklar için asıl sorun, üvey ilişkisi içinde olunan bir ailede büyümek değildi. Ebeveynlerinin ikisini özellikle de babalarını kaybetmiş, akrabalarının himayesinden mahrum çocuklar maddi imkânsızlıklardan dolayı sokaklarda dilenebiliyor hatta terk edilebiliyorlardı. Bu durumdaki çocukların şanslı olanlarına, ekonomik durumları daha iyi olan aileler kucak açıp bakımlarını ve büyütülmelerini üstlenmekteydi.

Çocukların Eğitimi ve YetiştirilmesiOsmanlılar, çocukların eğitimi ve yetiştirilmesiyle ilgili her şeyi “terbiye” kelimesiyle ilişkilendirmişlerdir. Bu “sihirli” sözcükten temel olarak çocukların toplumsal yaşamda ihtiyaç duyacakları bilgiyi, beceriyi ve görgüyü edinmelerini anlıyorlardı. Çocukların, çocuklukta edindikleri davranış ve becerilerin, gelecekteki yaşamlarını şekillendireceğine duyulan katı inanç, onların hâl ve hareketlerine azami dikkat gösterilmesini gerekli kılıyordu. Çocukların erken çocukluk dönemlerindeki

16 Araz, Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak, s. 66-76.

5- 1720 şenliğinde çocuklar (Vehbî)

485 İSTANBUL’DA ÇOCUK OLMAK ve SPOR YAPMAKBÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

tarihsel gelişiminde görülen değişim süreci, meydana gelen Batılılaşma hareketleri ile tiyatro-opera, fotoğraf makinaları ve diğer sanayi ürünlerinde olduğu gibi oyuncak satışı ve oyuncakçılıkta da yenilikler olmuş ve bu meslek Beyoğlu’ndaki şatafatlı dükkânlarda daha da faal hâle gelmiştir.6 Bunlardan akla gelen ilk isim Japon Mağazası veya Nakamura’nın Japon Mağazası olarak bilinir; ikincisi ise aynı yerde 63 yıldan beri faaliyetini sürdüren Çocuk Bonmarşesi’dir. Bunların dışında Karlman Pasajı’nda, Yüksek Kaldırım’ın bir iki küçük dükkânında, Hocopulo Pasajı’ndaki “Kuklalar Hastahanesi”nde ve kurşun asker söz konusu olunca, Yeniçarşı’da 1940’ların sonlarına kadar faaliyet sürdüren bir dökümhanede çeşitli oyuncak türlerini bulmak mümkündü. İlginçtir ki, çeşitli giyim, züccaciye, ev eşyası reyonları arasında oyuncaklara da yer veren Karlman’ın oyuncakçılığı 1926’dan sonra başlamıştır. Japon Nakamura Mağazası ise 1910’larda ilk dükkânını Çiçek Pasajı’nda (eski adı ile Cire de Pera ya da Hristaki Pasajı) açmıştır.

Sadece oyuncakçılık yapmayan Japon Mağazası’nın İstiklal Caddesi’ne açılan geniş, uzun vitrinlerinde oyuncaklar sergilenirdi. Askerler, kaleler, tanklar, deniz motorları, boy boy yelkenliler, gemiler, tabancalar, tüfekler, tahta kılıçlar, kovboy şapkaları, asker ve itfaiyeci miğfer ve üniformaları, çeşit çeşit kuklalar, minyatür mutfaklar, buzdolapları ve bunların boylarına uygun mutfak takımları, alçıdan yemekler, meyveler, sebzeler, garnitürlü piliçler, pastalar ve “füme” jambonlar. Sağ vitrinin giriş kapısına yakın köşesinde kimonolar, Japon

6 Scognamillo Giovanni, “Beyoğlu Oyuncakçıları”,

Toplumsal Tarihte Çocuk, haz. Bekir Onur, İstanbul

1994, s. 139.

bebekleri, yelpazeler, şemsiyeler ve akvaryumlar sergilenirdi. Sol taraftaki vitrin ise züccaciye çeşitlerine, Çin ve Japon porselen takımlarına, ejderhalarla süslü vazolara ayrılmıştı. Selim İleri, Japon Mağazası’nı anımsadığında, yukarıda saydığımız oyuncaklara ek olarak taş bebekleri, oyuncak ayıları, tahta evleri, desenli küpleri, kâğıt fenerleri, tırtılları da sıralıyor.

İstiklal Caddesi’nin çok önemli ve en uzun ömürlü oyuncakçısı olan Japon Mağazası’nın bir rakibi ya da alternatifi olarak 1930’da kurulan Çocuk Bonmarşesi, ise oyuncaktan başka bir şey satmıyordu. Burada satılan oyuncaklar arasında irili ufaklı palyaçolarla askerî oyuncaklar; Alman malı, topraktan yapılmış piyadeler, denizciler ve iki parçalı (at ve binicisi) atlı subaylar sadece bazılarıydı. Bunların içinde bayrak taşıyanlar, yere uzanmış ateş edenler, el bombası fırlatanlar, makineli tüfek kullananlar da vardı. Bunlara ek olarak burada kaleler, kamyonlar, tanklar, motosikletler; savaş yıllarının savaş oyunlarının kaçınılmaz malzemeleri de bulunurdu. Ayrıca yerli malı, tornadan çıkma, bazen insan kalıbında ve bowlingde olduğu gibi bir topla devrilen “köy oyunu” vardı. Birbirlerine eklenen saç şekillerden oluşan “mekano” ise eğitici bir oyundu. Bir çeşit leogonun atası olan mekano ile köprüler, vinçler, Eyfel kuleleri yapmak, yapabilmek ayrı bir zevkti. Tenekeden dev kelebekler, çelik çomak oyunları, hacıyatmazlar, toplar ve Eyüp işi cambazlar ise yerli malı oyuncaklardandı.

“Kuklalar Hastahanesi” diye bilinen Hocopulo Pasajı’ndaki dükkân vitrininde ve atölye bölümünde çeşit çeşit bebekler ve bebek parçaları, eller, kollar, bacaklar, gövdeler ve kafalar bulunurdu. Bu oyuncakların kiminin kolu kırık, kiminin bacağı

ezilmiş, kiminin başı kopmuş veya yarılmış, kiminin gözleri yerinden çıkmış gibiydi.7

Cumhuriyet döneminde talep ve çeşitliliğin artması ile, ithalat ve pazarlama sektörel olarak büyümüştür. Bu dönemde Marpuççular semtinde Spiro Giokas Müessesesi kurulmuş ve kurucusundan sonra yerine geçen Nikoli Mihalidis (d. 1916-ö. 1985) de az da olsa bu işi yapmaya çalışan imalatçılara destek olmuştur.8 İlk imalatçı kabul edilen Hamdi Dündar ise ithal malı “resimli küp” adlı oyunuyla oyuncak sanayine girmiş ve bunu geliştirerek inşaat oyunları ve “matador” oyunu imalatını gerçekleştirmiştir.

Zamanla değişen zevklerle oyuncak endüstrisi de bir değişime uğrayınca oyuncaklar, büyük mağazalarda, eczanelerde, marketlerde, züccaciyelerde ve sokak tezgâhlarında da satılmaya başlanmıştır.9

7 Giovanni, “Beyoğlu Oyuncakçıları”, s. 139-143.

8 Bekir Onur, Oyuncaklı Dünya, Ankara 2002, s. 158.

9 Giovanni, “Beyoğlu Oyuncakçıları”, s. 139.

ÇOCUK ve SPOR484BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

ya da toplumun kabul ettiği davranış kalıplarının dışına çıkmaları çocukları üzerindeki “hıdâne” haklarını kaybetmelerine sebep olabilirdi. İstanbullu kadınların bir kısmı bu nedenlerle çocukları üzerindeki hıdâne haklarını kaybediyorlardı. Ancak evlenen birçok kadın, eski kocaları, onların yokluğunda ise onun erkek akrabalarıyla bir anlaşma yolu bularak, çocuklarını yanlarında tutmaya devam ediyorlardı.15

Hem kadınlar hem de erkekler için yeniden evlenmenin yaygın olması çocukların bir kısmının üvey anne ya da üvey baba ile büyümelerine yol açmaktaydı. Böyle durumlarda aile içindeki ilişkilerin nasıl geliştiğini anlamak her zaman mümkün değildir. Üvey annelerinden ya da babalarından baskı gören çocuklar mevcuttu. Baskılar; şiddet ve cinsel istismar şeklinde ortaya çıkabilirdi. Ancak “kötü üvey anne/baba” imajına yaslanmak, üvey çocuklarıyla iyi ilişkiler geliştirdiği anlaşılan anne babalara haksızlık olacaktır. Üvey anne-babalarla çocuklar arasındaki iyi ilişkiler, çocukluktan

15 Araz, Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak, s. 56-59.

başlayarak yaşam boyu devam edebilirdi.16 İstanbullu çocuklar için asıl sorun, üvey ilişkisi içinde olunan bir ailede büyümek değildi. Ebeveynlerinin ikisini özellikle de babalarını kaybetmiş, akrabalarının himayesinden mahrum çocuklar maddi imkânsızlıklardan dolayı sokaklarda dilenebiliyor hatta terk edilebiliyorlardı. Bu durumdaki çocukların şanslı olanlarına, ekonomik durumları daha iyi olan aileler kucak açıp bakımlarını ve büyütülmelerini üstlenmekteydi.

Çocukların Eğitimi ve YetiştirilmesiOsmanlılar, çocukların eğitimi ve yetiştirilmesiyle ilgili her şeyi “terbiye” kelimesiyle ilişkilendirmişlerdir. Bu “sihirli” sözcükten temel olarak çocukların toplumsal yaşamda ihtiyaç duyacakları bilgiyi, beceriyi ve görgüyü edinmelerini anlıyorlardı. Çocukların, çocuklukta edindikleri davranış ve becerilerin, gelecekteki yaşamlarını şekillendireceğine duyulan katı inanç, onların hâl ve hareketlerine azami dikkat gösterilmesini gerekli kılıyordu. Çocukların erken çocukluk dönemlerindeki

16 Araz, Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak, s. 66-76.

5- 1720 şenliğinde çocuklar (Vehbî)

485 İSTANBUL’DA ÇOCUK OLMAK ve SPOR YAPMAKBÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

tarihsel gelişiminde görülen değişim süreci, meydana gelen Batılılaşma hareketleri ile tiyatro-opera, fotoğraf makinaları ve diğer sanayi ürünlerinde olduğu gibi oyuncak satışı ve oyuncakçılıkta da yenilikler olmuş ve bu meslek Beyoğlu’ndaki şatafatlı dükkânlarda daha da faal hâle gelmiştir.6 Bunlardan akla gelen ilk isim Japon Mağazası veya Nakamura’nın Japon Mağazası olarak bilinir; ikincisi ise aynı yerde 63 yıldan beri faaliyetini sürdüren Çocuk Bonmarşesi’dir. Bunların dışında Karlman Pasajı’nda, Yüksek Kaldırım’ın bir iki küçük dükkânında, Hocopulo Pasajı’ndaki “Kuklalar Hastahanesi”nde ve kurşun asker söz konusu olunca, Yeniçarşı’da 1940’ların sonlarına kadar faaliyet sürdüren bir dökümhanede çeşitli oyuncak türlerini bulmak mümkündü. İlginçtir ki, çeşitli giyim, züccaciye, ev eşyası reyonları arasında oyuncaklara da yer veren Karlman’ın oyuncakçılığı 1926’dan sonra başlamıştır. Japon Nakamura Mağazası ise 1910’larda ilk dükkânını Çiçek Pasajı’nda (eski adı ile Cire de Pera ya da Hristaki Pasajı) açmıştır.

Sadece oyuncakçılık yapmayan Japon Mağazası’nın İstiklal Caddesi’ne açılan geniş, uzun vitrinlerinde oyuncaklar sergilenirdi. Askerler, kaleler, tanklar, deniz motorları, boy boy yelkenliler, gemiler, tabancalar, tüfekler, tahta kılıçlar, kovboy şapkaları, asker ve itfaiyeci miğfer ve üniformaları, çeşit çeşit kuklalar, minyatür mutfaklar, buzdolapları ve bunların boylarına uygun mutfak takımları, alçıdan yemekler, meyveler, sebzeler, garnitürlü piliçler, pastalar ve “füme” jambonlar. Sağ vitrinin giriş kapısına yakın köşesinde kimonolar, Japon

6 Scognamillo Giovanni, “Beyoğlu Oyuncakçıları”,

Toplumsal Tarihte Çocuk, haz. Bekir Onur, İstanbul

1994, s. 139.

bebekleri, yelpazeler, şemsiyeler ve akvaryumlar sergilenirdi. Sol taraftaki vitrin ise züccaciye çeşitlerine, Çin ve Japon porselen takımlarına, ejderhalarla süslü vazolara ayrılmıştı. Selim İleri, Japon Mağazası’nı anımsadığında, yukarıda saydığımız oyuncaklara ek olarak taş bebekleri, oyuncak ayıları, tahta evleri, desenli küpleri, kâğıt fenerleri, tırtılları da sıralıyor.

İstiklal Caddesi’nin çok önemli ve en uzun ömürlü oyuncakçısı olan Japon Mağazası’nın bir rakibi ya da alternatifi olarak 1930’da kurulan Çocuk Bonmarşesi, ise oyuncaktan başka bir şey satmıyordu. Burada satılan oyuncaklar arasında irili ufaklı palyaçolarla askerî oyuncaklar; Alman malı, topraktan yapılmış piyadeler, denizciler ve iki parçalı (at ve binicisi) atlı subaylar sadece bazılarıydı. Bunların içinde bayrak taşıyanlar, yere uzanmış ateş edenler, el bombası fırlatanlar, makineli tüfek kullananlar da vardı. Bunlara ek olarak burada kaleler, kamyonlar, tanklar, motosikletler; savaş yıllarının savaş oyunlarının kaçınılmaz malzemeleri de bulunurdu. Ayrıca yerli malı, tornadan çıkma, bazen insan kalıbında ve bowlingde olduğu gibi bir topla devrilen “köy oyunu” vardı. Birbirlerine eklenen saç şekillerden oluşan “mekano” ise eğitici bir oyundu. Bir çeşit leogonun atası olan mekano ile köprüler, vinçler, Eyfel kuleleri yapmak, yapabilmek ayrı bir zevkti. Tenekeden dev kelebekler, çelik çomak oyunları, hacıyatmazlar, toplar ve Eyüp işi cambazlar ise yerli malı oyuncaklardandı.

“Kuklalar Hastahanesi” diye bilinen Hocopulo Pasajı’ndaki dükkân vitrininde ve atölye bölümünde çeşit çeşit bebekler ve bebek parçaları, eller, kollar, bacaklar, gövdeler ve kafalar bulunurdu. Bu oyuncakların kiminin kolu kırık, kiminin bacağı

ezilmiş, kiminin başı kopmuş veya yarılmış, kiminin gözleri yerinden çıkmış gibiydi.7

Cumhuriyet döneminde talep ve çeşitliliğin artması ile, ithalat ve pazarlama sektörel olarak büyümüştür. Bu dönemde Marpuççular semtinde Spiro Giokas Müessesesi kurulmuş ve kurucusundan sonra yerine geçen Nikoli Mihalidis (d. 1916-ö. 1985) de az da olsa bu işi yapmaya çalışan imalatçılara destek olmuştur.8 İlk imalatçı kabul edilen Hamdi Dündar ise ithal malı “resimli küp” adlı oyunuyla oyuncak sanayine girmiş ve bunu geliştirerek inşaat oyunları ve “matador” oyunu imalatını gerçekleştirmiştir.

Zamanla değişen zevklerle oyuncak endüstrisi de bir değişime uğrayınca oyuncaklar, büyük mağazalarda, eczanelerde, marketlerde, züccaciyelerde ve sokak tezgâhlarında da satılmaya başlanmıştır.9

7 Giovanni, “Beyoğlu Oyuncakçıları”, s. 139-143.

8 Bekir Onur, Oyuncaklı Dünya, Ankara 2002, s. 158.

9 Giovanni, “Beyoğlu Oyuncakçıları”, s. 139.

ÇOCUK ve SPOR486BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

eğitimi öncelikli olarak annelerinin sorumluluğundaydı. Varlıklı ailelerde sütanneler ve dadılar da anneye yardımcı olabiliyordu. Çocuklar dinle ilgili ilk bilgileri, duaları ve doğru/yanlış kabul edilen davranışları annelerinden ve diğer aile büyüklerinden öğreniyorlardı. Çocukların eğitimi ve yetiştirilmesi üzerine yazanlar, onlarla ilgili her hususta ölçülü olmayı önermekteydi. Beş-altı yaşına vardıklarında çocuklar ve aileler için mektep telaşı başlamaktaydı.

İstanbul’da çocukların rahat bir şekilde ulaşabilecekleri yaygın bir mektep ağı bulunuyordu. Mektepler, camilerin içinde ya da hemen yanında bulunan bağımsız bir odada hizmet verebiliyordu. Bazı mektepler, sokakların birleştiği köşelerde üst katı derslik olarak kullanılan, iki katlı şirin binalara sahipti. Mekteplerin mahallelerdeki mekânsal konumlanışı çocukların, kentin/mahallenin canlılığını hissetmesine ve yetişkinlerin gözetimi altında bulunmalarına imkân tanımaktaydı. Kurulmaları ve varlıklarını devam ettirmeleri hanedan mensupları dâhil varlıklı

hayırseverlerin katkılarına bağlı olan mektepler, merkezî bir denetimden bağımsız olarak hizmet vermekteydiler. Sağlam gelir kaynakları olan mektepler, buraya devam eden fakir çocuklara günlük sıcak yemek veriyor, bayramlarda ise onları mutlu edecek elbiseler hediye ediyordu.17

Zorunlu olmamasından dolayı çocukların mektebe kaç yaşında başladıkları ve buraya kaç yıl devam ettikleri tartışmaya açıktır. Bazı bulgular, beş-altı yaşlarındaki çocuklarla on iki-on üç yaşlarındaki çocukların bir arada eğitim gördüklerine işaret etmektedir.18 Mektebe giden çocukların merkezinde olduğu çeşitli kutlama ve şenlikler kentin hareketliliğine ve sevimliliğine katkı sağlamaktaydı. Çocukların mektebe başlamaları ve burayı bitirmeleri sokaklara taşan ve varlığını asırlar boyunca sürdüren kutlamalara vesile oluyordu. Evliya

17 Süleymaniye Vakfiyesi, haz. Kemâl Edîb Kürkçüoğlu, Ankara 1962, s. 42-43; Osman

Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1977, c. 1-2, s. 87-88.

18 Araz, Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak, s. 114-115.

7- Annesiyle birlikte mezarlık ziyaretindeki çocuk (Castellan)6- XIX. yüzyılda kız ve erkek çocuklar (Preziosi)

ÇOCUK ve SPOR487BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

7- Annesiyle birlikte mezarlık ziyaretindeki çocuk (Castellan)

Çelebi, kendine has üslubuyla, muallimleriyle birlikte ellerinde zil ve dümbelekleri, başlarında kâğıttan külahları, renk renk kıyafetleriyle şiirler ve dualar okuyup sokaklarda yürüyen mektep öğrencilerinden bahsetmektedir. Çocuklar, her zaman yaptıkları gibi padişahtan da dualarını eksik etmiyorlardı. Masumiyetle özdeşleştirilen çocuklar savaşların zaferle sonuçlanması, vakıf kurucularının ve devlet büyüklerinin ruhlarının selameti için haftanın belli günlerinde muallimleri eşliğinde dua etmeye davet edilebilirlerdi.19 Mektebe başlama merasimleri “âmin alayı” ve “bed-i besmele” isimleriyle bilinirdi. Bu isimlerin birincisi, merasim sırasında okunan coşkulu ilahi ve dualara “âmin!” denmesinden ikincisi ise muallimin mektebe başlayan çocuğa elifba cüzünün ilk harflerini okutmasından ileri gelmekteydi.20 Bütün bu etkinlikler, çocukların erken

19 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, c. 1, s. 226; Ahmed Refik Altınay, Onbirinci Asr-ı

Hicrî’de İstanbul Hayatı (1592-1688), İstanbul 1988, s. 18.

20 Musahipzade Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1946, s. 29-31.

yaşlardan itibaren sosyalleşmelerine ve yetişkinlerin dünyasına adım atmalarına katkı sağlıyordu.

Ailelerin, çocukların mektebe başlamasını kutlama vesilesi yapması burada öğretilenlerle yakından ilgiliydi. Mekteplerin ortak bir ders programları yoktu. Ancak tüm mektepler çocukların Kuran’ı, temel fıkıh bilgilerini, namaz kılmayı ve Peygamber’in hayatını öğrenmelerini sağlamaya çalışıyordu. Ağzı laf yapan yetenekli muallimler, bunlara çeşitli masalları, efsaneleri ve kahramanlık öykülerini ekleyebilirdi. Yazının bazı mekteplerde öğretilmesine karşın ders programlarının vazgeçilmez bir parçasına dönüşmesi Tanzimat’tan sonra gerçekleşecektir. Temel dinî bilgileri öğrenmek konusunda kızlar ve erkekler arasında hiçbir ayırım gözetilmiyordu. Kız çocuklar da erkek çocukların devam ettikleri mekteplere devam edebiliyorlardı. Ancak sıra çeşitli sanat ve hünerleri öğrenmeye geldiğinde farklılaşma kendini göstermekteydi. Çocukların eğitimi ve yetiştirilmesiyle ilgilenenler, erkek çocukların yaşamlarını kendisiyle devam ettirebilecekleri bir mesleklerinin olması

8- XVII. yüzyılda İstanbul’da bir kız çocuğu (Ferriol)

ÇOCUK ve SPOR486BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

eğitimi öncelikli olarak annelerinin sorumluluğundaydı. Varlıklı ailelerde sütanneler ve dadılar da anneye yardımcı olabiliyordu. Çocuklar dinle ilgili ilk bilgileri, duaları ve doğru/yanlış kabul edilen davranışları annelerinden ve diğer aile büyüklerinden öğreniyorlardı. Çocukların eğitimi ve yetiştirilmesi üzerine yazanlar, onlarla ilgili her hususta ölçülü olmayı önermekteydi. Beş-altı yaşına vardıklarında çocuklar ve aileler için mektep telaşı başlamaktaydı.

İstanbul’da çocukların rahat bir şekilde ulaşabilecekleri yaygın bir mektep ağı bulunuyordu. Mektepler, camilerin içinde ya da hemen yanında bulunan bağımsız bir odada hizmet verebiliyordu. Bazı mektepler, sokakların birleştiği köşelerde üst katı derslik olarak kullanılan, iki katlı şirin binalara sahipti. Mekteplerin mahallelerdeki mekânsal konumlanışı çocukların, kentin/mahallenin canlılığını hissetmesine ve yetişkinlerin gözetimi altında bulunmalarına imkân tanımaktaydı. Kurulmaları ve varlıklarını devam ettirmeleri hanedan mensupları dâhil varlıklı

hayırseverlerin katkılarına bağlı olan mektepler, merkezî bir denetimden bağımsız olarak hizmet vermekteydiler. Sağlam gelir kaynakları olan mektepler, buraya devam eden fakir çocuklara günlük sıcak yemek veriyor, bayramlarda ise onları mutlu edecek elbiseler hediye ediyordu.17

Zorunlu olmamasından dolayı çocukların mektebe kaç yaşında başladıkları ve buraya kaç yıl devam ettikleri tartışmaya açıktır. Bazı bulgular, beş-altı yaşlarındaki çocuklarla on iki-on üç yaşlarındaki çocukların bir arada eğitim gördüklerine işaret etmektedir.18 Mektebe giden çocukların merkezinde olduğu çeşitli kutlama ve şenlikler kentin hareketliliğine ve sevimliliğine katkı sağlamaktaydı. Çocukların mektebe başlamaları ve burayı bitirmeleri sokaklara taşan ve varlığını asırlar boyunca sürdüren kutlamalara vesile oluyordu. Evliya

17 Süleymaniye Vakfiyesi, haz. Kemâl Edîb Kürkçüoğlu, Ankara 1962, s. 42-43; Osman

Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1977, c. 1-2, s. 87-88.

18 Araz, Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak, s. 114-115.

7- Annesiyle birlikte mezarlık ziyaretindeki çocuk (Castellan)6- XIX. yüzyılda kız ve erkek çocuklar (Preziosi)

ÇOCUK ve SPOR487BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

7- Annesiyle birlikte mezarlık ziyaretindeki çocuk (Castellan)

Çelebi, kendine has üslubuyla, muallimleriyle birlikte ellerinde zil ve dümbelekleri, başlarında kâğıttan külahları, renk renk kıyafetleriyle şiirler ve dualar okuyup sokaklarda yürüyen mektep öğrencilerinden bahsetmektedir. Çocuklar, her zaman yaptıkları gibi padişahtan da dualarını eksik etmiyorlardı. Masumiyetle özdeşleştirilen çocuklar savaşların zaferle sonuçlanması, vakıf kurucularının ve devlet büyüklerinin ruhlarının selameti için haftanın belli günlerinde muallimleri eşliğinde dua etmeye davet edilebilirlerdi.19 Mektebe başlama merasimleri “âmin alayı” ve “bed-i besmele” isimleriyle bilinirdi. Bu isimlerin birincisi, merasim sırasında okunan coşkulu ilahi ve dualara “âmin!” denmesinden ikincisi ise muallimin mektebe başlayan çocuğa elifba cüzünün ilk harflerini okutmasından ileri gelmekteydi.20 Bütün bu etkinlikler, çocukların erken

19 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, c. 1, s. 226; Ahmed Refik Altınay, Onbirinci Asr-ı

Hicrî’de İstanbul Hayatı (1592-1688), İstanbul 1988, s. 18.

20 Musahipzade Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1946, s. 29-31.

yaşlardan itibaren sosyalleşmelerine ve yetişkinlerin dünyasına adım atmalarına katkı sağlıyordu.

Ailelerin, çocukların mektebe başlamasını kutlama vesilesi yapması burada öğretilenlerle yakından ilgiliydi. Mekteplerin ortak bir ders programları yoktu. Ancak tüm mektepler çocukların Kuran’ı, temel fıkıh bilgilerini, namaz kılmayı ve Peygamber’in hayatını öğrenmelerini sağlamaya çalışıyordu. Ağzı laf yapan yetenekli muallimler, bunlara çeşitli masalları, efsaneleri ve kahramanlık öykülerini ekleyebilirdi. Yazının bazı mekteplerde öğretilmesine karşın ders programlarının vazgeçilmez bir parçasına dönüşmesi Tanzimat’tan sonra gerçekleşecektir. Temel dinî bilgileri öğrenmek konusunda kızlar ve erkekler arasında hiçbir ayırım gözetilmiyordu. Kız çocuklar da erkek çocukların devam ettikleri mekteplere devam edebiliyorlardı. Ancak sıra çeşitli sanat ve hünerleri öğrenmeye geldiğinde farklılaşma kendini göstermekteydi. Çocukların eğitimi ve yetiştirilmesiyle ilgilenenler, erkek çocukların yaşamlarını kendisiyle devam ettirebilecekleri bir mesleklerinin olması

8- XVII. yüzyılda İstanbul’da bir kız çocuğu (Ferriol)

ÇOCUK ve SPOR488BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

üzerinde ısrarla duruyorlardı. Kız çocukları ise temel dinî bilgilerden sonra, hayâ ve iffetle birlikte, ev içi hizmetlerle ilgili şeyleri öğrenmeli, ergenlik çağına geldiklerinde de münasip biriyle evlendirilmeliydi.21 Toplumsal yaşama dair bilgiler, kız ve erkek çocukların önerilen doğrultuda, çocukluğun ilk birkaç yılından sonra farklılaşmaya başlayan etkinlik alanlarına ışık tutmaktadır. Erkek çocuklar beş-altı yaşından itibaren evin dışında babalarını takip etmeye başlıyor, arkadaşlar edinerek sokaklarda dolaşıyor ve biraz daha büyüdüklerinde kavgalara karışmaya başlıyorlardı. Buna karşın kız çocukları; oyunlarını evin hemen önündeki sokakta oynuyor, vakitlerinin çoğunu el işleri öğrenmeye çalışarak geçiriyorlardı.

İstanbullu çocukların ne kadarının mekteplere devam ettiklerini bilmek mümkün değildir. Birçok erkek çocuk, erken yaşlardan itibaren bir esnafın yanına

21 Tezcan, Osmanlı Sarayının Çocukları, s. 191-209.

çıraklığa verilmekteydi. İstanbul’da ilk mektepleri zorunlu hâle getiren 1824 tarihli fermanda; ebeveynlerin beş-altı yaşındaki çocuklarını para kazanma gayesiyle mektepten alıp çıraklığa vermeleri sert bir şekilde kınanmıştır.22 Ancak bir çocuğun çıraklığa verilmesinin tek amacı para kazanmak değildi. Çocuklara meslek edindirecek kurumların yaygın olmadığı bir toplumsal yapıda çıraklık bu işlevi yerine getirmekteydi. Bu yüzden çoğunluğu çocuk yaşlarda olan çıraklar, İstanbul gibi büyük kentlerin nüfusunda kayda değer bir yere sahipti.

Çocuklar, zamanlarının tümünü çıraklık yaparak ya da mekteplerde ders görerek geçirmiyorlardı. Osmanlılar, insanın çocukluk dönemini oyunla tanımlıyorlardı. İstanbullu çocuklar sokaklarda oynuyor, Eyüp semtinde toplanan oyuncakçıların ürettiği oyuncaklarla vakit geçiriyorlardı. Oyuncakçılar, dükkânlarını göz alıcı bir şekilde süsleyerek çocukların ilgisini çekmeye çalışıyordu. 1637’de İstanbul’da düzenlenen bir eğlencede oyuncakçıların: “A dadı ben bu oyuncağı isterim” yahut “istemem” diye çocukları taklit ettiği Evliya Çelebi tarafından aktarılmıştır.23 Özellikle ramazan ayı çocukların sabırsızlıkla bekledikleri bir dönemdi. Bir taraftan büyüklerinden dinledikleri hikâye ve masallarla sözlü kültürün aktarıcısı oluyor diğer taraftan bu ay boyunca sokaklara daha fazla taşarak, mevsime bağlı olarak türlü türlü oyunlar oynuyor ve muziplikler yapıyorlardı.

Sonuç: Çocukların Yaşamında Değişim ve SüreklilikOsmanlı modernleşme süreci imparatorluğun diğer coğrafyalarındaki çocuklardan önce İstanbullu çocukların yaşamlarını ve onlarla ilgili düşünceleri etkiledi. XIX. yüzyıl öncesinin cılız örneklerine karşın bu süreçte çocukların dilini yansıtan, onların zihinsel gelişimlerine uygun kitaplar kaleme alınacak, pedagojik çalışmalar yapılacak ve bir çocuk edebiyatı ortaya çıkacaktır. Batı’dan ithal edilmiş fikirlerin tartışıldığı ve yansıtıldığı bu çalışmalarda topluma, ebeveynlere ve çocuklarla daha fazla ilgilenmeye başlayan devlete hitap ediliyordu. Açılan modern okullar, çocukların gelecekteki fikirlerinin şekillenmesinde önemli bir etkiye sahip olacaktı. Bu gelişmelerin merkezinde öncelikle İstanbullu çocuklar bulunmaktaydı.

Bununla birlikte, Osmanlı modernleşme süreci çocuklarla ilgili algı ve pratikler bağlamında geçmişten

22 Mahmud Cevad, Maârif-i Umûmiyye Nezâreti Tarihçe-i Teşkîlât ve İcrââtı, İstanbul

1338, s. 1-3.

23 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, c. 1, s. 300.

8- Mezarlıkta bir hanım ve bir çocuk (Preziosi)

ÇOCUK ve SPOR489BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

bir kopuş olarak görülmemelidir. Osmanlılar eski ve yeniyi birlikte var etmeye çalışıyorlardı. Mesela çocuklara temizliği anlatırken, Hz. Muhammed’in “temizlik imandandır” hadisine göndermede bulunmaya devam ediyor ancak bunun yanında mendil taşımanın ve sabun kullanmanın “medeniyet”in bir icabı olduğunu vurguluyorlardı. Çocuklar böylece “medeniyet” kavramı ve onun gerekleri olarak görülen şeylerle tanışmış oluyorlardı. Benzer şekilde çalışmanın ve ilim öğrenmenin ne kadar güzel, gerekli ve kıymetli olduğu anlatılırken, önceki dönemlerde çocuklar üzerine yazılmış kitaplarda yer alan “meyveli-meyvesiz ağaç” karşılaştırmaları ile La Fontaine’den “ağustos böceği ve karıncanın hikâyesi” yan yana var olacaktır.24

Osmanlılar, modernleşme sürecinin dönüştürücü etkisine karşın çocukluğun sınırlarını imparatorluğun son dönemlerinde de İslam hukuku çerçevesinde düşünmeye devam ediyorlardı. Ebeveynlerle çocukların karşılıklı hak ve sorumluluklarının anlatıldığı çalışmaların dili, çocukların anlayabileceği daha sade bir üsluba kavuşmuştu. Ancak ilişkilerin asırlardır üzerinden anlatıldığı hikâyeler aynı kalmıştı. XVI. yüzyılın motifleri ve kahramanları, XX. yüzyılın başında İstanbullu çocuklara hitap etmeye devam ediyordu. İmparatorluğun son yüzyılında Osmanlı topraklarını ziyaret eden Batılı seyyahların, çocukların yaşantısına dair aktardıkları önceki yüzyıllarda yaşayan kardeşlerinin yaşamına çok benzemektedir. İstanbullu çocukların, imparatorluğun son dönemlerindeki yaşamı, değişim kadar süreklilikler üzerinden okunmalıdır.

24 Edhem İbrahim Paşa, Terbiyetü’l-etfâl, İstanbul 1293, s. 27-29; Mustafa Hâmi,

Vezâif-i Etfâl, İstanbul 1288, s. 9, 12-13.

ÇOCUK ve SPOR488BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

üzerinde ısrarla duruyorlardı. Kız çocukları ise temel dinî bilgilerden sonra, hayâ ve iffetle birlikte, ev içi hizmetlerle ilgili şeyleri öğrenmeli, ergenlik çağına geldiklerinde de münasip biriyle evlendirilmeliydi.21 Toplumsal yaşama dair bilgiler, kız ve erkek çocukların önerilen doğrultuda, çocukluğun ilk birkaç yılından sonra farklılaşmaya başlayan etkinlik alanlarına ışık tutmaktadır. Erkek çocuklar beş-altı yaşından itibaren evin dışında babalarını takip etmeye başlıyor, arkadaşlar edinerek sokaklarda dolaşıyor ve biraz daha büyüdüklerinde kavgalara karışmaya başlıyorlardı. Buna karşın kız çocukları; oyunlarını evin hemen önündeki sokakta oynuyor, vakitlerinin çoğunu el işleri öğrenmeye çalışarak geçiriyorlardı.

İstanbullu çocukların ne kadarının mekteplere devam ettiklerini bilmek mümkün değildir. Birçok erkek çocuk, erken yaşlardan itibaren bir esnafın yanına

21 Tezcan, Osmanlı Sarayının Çocukları, s. 191-209.

çıraklığa verilmekteydi. İstanbul’da ilk mektepleri zorunlu hâle getiren 1824 tarihli fermanda; ebeveynlerin beş-altı yaşındaki çocuklarını para kazanma gayesiyle mektepten alıp çıraklığa vermeleri sert bir şekilde kınanmıştır.22 Ancak bir çocuğun çıraklığa verilmesinin tek amacı para kazanmak değildi. Çocuklara meslek edindirecek kurumların yaygın olmadığı bir toplumsal yapıda çıraklık bu işlevi yerine getirmekteydi. Bu yüzden çoğunluğu çocuk yaşlarda olan çıraklar, İstanbul gibi büyük kentlerin nüfusunda kayda değer bir yere sahipti.

Çocuklar, zamanlarının tümünü çıraklık yaparak ya da mekteplerde ders görerek geçirmiyorlardı. Osmanlılar, insanın çocukluk dönemini oyunla tanımlıyorlardı. İstanbullu çocuklar sokaklarda oynuyor, Eyüp semtinde toplanan oyuncakçıların ürettiği oyuncaklarla vakit geçiriyorlardı. Oyuncakçılar, dükkânlarını göz alıcı bir şekilde süsleyerek çocukların ilgisini çekmeye çalışıyordu. 1637’de İstanbul’da düzenlenen bir eğlencede oyuncakçıların: “A dadı ben bu oyuncağı isterim” yahut “istemem” diye çocukları taklit ettiği Evliya Çelebi tarafından aktarılmıştır.23 Özellikle ramazan ayı çocukların sabırsızlıkla bekledikleri bir dönemdi. Bir taraftan büyüklerinden dinledikleri hikâye ve masallarla sözlü kültürün aktarıcısı oluyor diğer taraftan bu ay boyunca sokaklara daha fazla taşarak, mevsime bağlı olarak türlü türlü oyunlar oynuyor ve muziplikler yapıyorlardı.

Sonuç: Çocukların Yaşamında Değişim ve SüreklilikOsmanlı modernleşme süreci imparatorluğun diğer coğrafyalarındaki çocuklardan önce İstanbullu çocukların yaşamlarını ve onlarla ilgili düşünceleri etkiledi. XIX. yüzyıl öncesinin cılız örneklerine karşın bu süreçte çocukların dilini yansıtan, onların zihinsel gelişimlerine uygun kitaplar kaleme alınacak, pedagojik çalışmalar yapılacak ve bir çocuk edebiyatı ortaya çıkacaktır. Batı’dan ithal edilmiş fikirlerin tartışıldığı ve yansıtıldığı bu çalışmalarda topluma, ebeveynlere ve çocuklarla daha fazla ilgilenmeye başlayan devlete hitap ediliyordu. Açılan modern okullar, çocukların gelecekteki fikirlerinin şekillenmesinde önemli bir etkiye sahip olacaktı. Bu gelişmelerin merkezinde öncelikle İstanbullu çocuklar bulunmaktaydı.

Bununla birlikte, Osmanlı modernleşme süreci çocuklarla ilgili algı ve pratikler bağlamında geçmişten

22 Mahmud Cevad, Maârif-i Umûmiyye Nezâreti Tarihçe-i Teşkîlât ve İcrââtı, İstanbul

1338, s. 1-3.

23 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, c. 1, s. 300.

8- Mezarlıkta bir hanım ve bir çocuk (Preziosi)

ÇOCUK ve SPOR489BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

bir kopuş olarak görülmemelidir. Osmanlılar eski ve yeniyi birlikte var etmeye çalışıyorlardı. Mesela çocuklara temizliği anlatırken, Hz. Muhammed’in “temizlik imandandır” hadisine göndermede bulunmaya devam ediyor ancak bunun yanında mendil taşımanın ve sabun kullanmanın “medeniyet”in bir icabı olduğunu vurguluyorlardı. Çocuklar böylece “medeniyet” kavramı ve onun gerekleri olarak görülen şeylerle tanışmış oluyorlardı. Benzer şekilde çalışmanın ve ilim öğrenmenin ne kadar güzel, gerekli ve kıymetli olduğu anlatılırken, önceki dönemlerde çocuklar üzerine yazılmış kitaplarda yer alan “meyveli-meyvesiz ağaç” karşılaştırmaları ile La Fontaine’den “ağustos böceği ve karıncanın hikâyesi” yan yana var olacaktır.24

Osmanlılar, modernleşme sürecinin dönüştürücü etkisine karşın çocukluğun sınırlarını imparatorluğun son dönemlerinde de İslam hukuku çerçevesinde düşünmeye devam ediyorlardı. Ebeveynlerle çocukların karşılıklı hak ve sorumluluklarının anlatıldığı çalışmaların dili, çocukların anlayabileceği daha sade bir üsluba kavuşmuştu. Ancak ilişkilerin asırlardır üzerinden anlatıldığı hikâyeler aynı kalmıştı. XVI. yüzyılın motifleri ve kahramanları, XX. yüzyılın başında İstanbullu çocuklara hitap etmeye devam ediyordu. İmparatorluğun son yüzyılında Osmanlı topraklarını ziyaret eden Batılı seyyahların, çocukların yaşantısına dair aktardıkları önceki yüzyıllarda yaşayan kardeşlerinin yaşamına çok benzemektedir. İstanbullu çocukların, imparatorluğun son dönemlerindeki yaşamı, değişim kadar süreklilikler üzerinden okunmalıdır.

24 Edhem İbrahim Paşa, Terbiyetü’l-etfâl, İstanbul 1293, s. 27-29; Mustafa Hâmi,

Vezâif-i Etfâl, İstanbul 1288, s. 9, 12-13.

ÇOCUK ve SPOR470BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

Çocuk, Türk toplumunda aile bağlarını güçlendiren vazgeçilmez bir unsur olarak kabul edilir. Diğer

yandan İslam dininin çocuk sahibi olmayı âdeta evliliğin meşruiyet araçlarından biri olarak görmesi toplum nezdinde çocuğa ayrı bir önem atfedilmesine yol açmıştır. Bu nedenle evli çiftlerden bir an evvel çocuk sahibi olması beklenir. Bu beklentinin kaçınılmaz bir sonucu olarak toplum nezdinde, çocuğun varoluşunun her anı önemsenmiş ve çok çeşitli gelenek ve ritüellerle taçlandırılmıştır.

Söz konusu ritüeller nesilden nesile, yöreden yöreye farklılıklar arz etse de Osmanlı payitahtı, fetihle birlikte imparatorluğun dört bir yanından gelen ve aynı zamanda farklı kültürleri buraya taşıyan insanlar sayesinde bu geleneklerin hep bir arada yaşandığı özel bir mekân olmuştur. Bu anlamda zaman içerisinde İstanbul ve çevresinde oluşan çok yönlü folklorik yapı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan doğum ritüelleri, âdeta değişik zaman ve kültürlerin bileşkesi niteliğindedir. Bünyesinde dinî ve etnik birçok uygulama barındıran doğumla ilgili geleneklerin yalnızca İstanbul’da değil imparatorluğun hemen her yerinde benzer şekilde yaşandığını söyleyebiliriz. Bu konuda kimi zaman İstanbul diğer yerlere örnek teşkil ederken, çoğu zaman da imparatorluğun dört bir yanından payitahta gelenler bu kültürün zenginleşmesine katkıda bulunmuşlardır.

Geleneksel ve dinî motiflerle bezeli, zaman zaman hurafe denebilecek düzeyde uygulamalar içeren doğum ritüelleri, hamilelikten başlamak kaydıyla doğum sonrası sürece kadar devam eder. İstanbul’u kendine mesken tutmuş olan saray çevrelerinden toplumun en alt kesimlerine kadar insanlar arasında doğumla ilgili âdetlerin son derece yaygın olduğu anlaşılmaktadır.

Evlilikle birlikte kendilerinden çocuk beklenen çiftler bu süreçte âdeta baskı altında gibidir. Özellikle kadınlar için hamile kalabilme endişesi son derece

* Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi

yaygındır. Zira çocuğu olmayan evli çiftlerde kusur öncelikle kadında aranır. Baskı, kendisini padişaha erkek çocuk doğurmak zorunda hisseden saray kadınlarında daha fazladır. Çünkü şehzade doğuramayan kadınlar gözden düşebileceği gibi, hanedana mensup erkek çocukların azlığı nedeniyle ülkede krizler yaşanabilir.

Ait olduğu sosyal tabaka gözetilmeksizin kısa sürede çocuk doğurması beklenen yeni gelinlerin çocuğu olması için kendilerini üşütmemeleri, ayaklarını sıcak tutmaları istenirdi. Bununla birlikte, ekşi ya da tuzlu tatların gebeliği önlediği düşüncesiyle bu tarz yiyeceklerden kaçınılmıştır. Şayet bir süre sonra gebelik haberi gelmezse kadının gebe kalmasına yönelik bazıları batıl denebilecek türden tedbirlerin yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür çözüm arayışları genellikle kadında doğurganlık sorunu olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır ve tedavi için tıbbi veya alternatif tıp yöntemlerini içeren birçok uygulama devreye konulur. Bunlar arasında hamama götürme, karasakız yakısı uygulama gibi âdetler sayılabilir. Yine sürekli tekrarlayan düşük vakalarını önlemek adına kilit kilitleme denilen yöntemin sık kullanıldığı görülmektedir. Hamile kalmak isteyen kadının belinin çekilmesi, çeşitli otlardan yapılan iksirler, muskalar, İstanbul çevresindeki yatırların ziyaret edilmesi gibi çeşitli yöntem ve inanışlar bu bağlamda ele alınabilir.

Aile yapısı içinde çocuğa özel bir önem atfetmiş Osmanlılar, gebelik sürecini de bu anlamda son derece önemsemiştir. Devrin şartlarında kaleme alınmış bazı eserlerde gebelik hususu konu edilmiş ve süreçle ilgili çeşitli tavsiye ve bilgilere yer verilmiştir. Bâlî Efendi’nin, Tercüme-i Aynü’l-Hayat adlı eserinde birçoğu mantıki izahattan mahrum bu tarz bilgiler olduğu görülmektedir.

Hamileliğe verilen önem çerçevesinde Osmanlı hukuk sistemi hamile kadınların haklarını garanti eden düzenlemeler içermektedir. Bu nedenle hamile kadının taşıdığı bebeğin hakları bile gözetilmiş durumdadır. Hamile olan eşini boşayan bir erkek, kadın istediği

OSMANLI İSTANBUL’UNDA

DOĞUM RİTÜELLERİİSMAİL EDİZ*

ÇOCUK ve SPOR471BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

takdirde ona nafaka ödemek zorundadır. Öte yandan nesillerin çoğalması düşüncesini benimseyen İslam hukuku, anne karnındaki çocuğu koruma altına almıştır. Bu nedenle kasıtlı olarak sonlandırıldığı anlaşılan gebeliklerde, Osmanlı hukuk sistemi faili cezalandırma yoluna gitmiş, zorunlu hâller dışında kürtajı yasaklamıştır. Osmanlı padişahları yayınladıkları fermanlar ile nüfusun azalmasında önemli bir etken olarak gördükleri kürtajı önlemeye yönelik tedbirler almışlardır. III. Selim ve sonrasında II. Mahmud döneminde yalnızca İstanbul’la sınırlı kalmayan uygulamalar buna örnek olarak verilebilir. Tanzimat’la birlikte kürtaj konusu kanuni bir temele oturtulmuş ve bununla ilgisi olanlara sürgün, kürek veya para cezası gibi çeşitli cezalar verilmiştir.

Çocuk beklentisi içinde olan kadının hayatı hamilelikle birlikte yeni bir döneme girer. Osmanlı-Türk toplumunda hamilelik aile içerisinde mahremiyet içeren bir kavram olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle hamile olan kadınlar çeşitli yöntemlerle bunu mümkün olduğunca çevresinden saklamaya çalışırlar. Fakat buna rağmen hamilelik durumu özellikle evin büyük kadınları tarafından kolaylıkla anlaşılabilir.

Hamilelik sürecinin şüphesiz en meşhur ve eğlenceli ritüellerinden biri halk arasında “aşerme” olarak tabir edilen, hamilenin bazı yiyecek ve içeceklere karşı duyduğu ani hazdır. Herhangi bir yiyeceğe aşeren kadının bunu yemediği takdirde çocuğun uzuvlarından birinin eksik olacağına yönelik inanç dolayısıyla mevsim farkı gözetilmeksizin evin erkeğinin, kadının aşerdiği yiyeceği

1- Sarayda bir doğum sahnesi (Zenânnâme)

ÇOCUK ve SPOR470BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

Çocuk, Türk toplumunda aile bağlarını güçlendiren vazgeçilmez bir unsur olarak kabul edilir. Diğer

yandan İslam dininin çocuk sahibi olmayı âdeta evliliğin meşruiyet araçlarından biri olarak görmesi toplum nezdinde çocuğa ayrı bir önem atfedilmesine yol açmıştır. Bu nedenle evli çiftlerden bir an evvel çocuk sahibi olması beklenir. Bu beklentinin kaçınılmaz bir sonucu olarak toplum nezdinde, çocuğun varoluşunun her anı önemsenmiş ve çok çeşitli gelenek ve ritüellerle taçlandırılmıştır.

Söz konusu ritüeller nesilden nesile, yöreden yöreye farklılıklar arz etse de Osmanlı payitahtı, fetihle birlikte imparatorluğun dört bir yanından gelen ve aynı zamanda farklı kültürleri buraya taşıyan insanlar sayesinde bu geleneklerin hep bir arada yaşandığı özel bir mekân olmuştur. Bu anlamda zaman içerisinde İstanbul ve çevresinde oluşan çok yönlü folklorik yapı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan doğum ritüelleri, âdeta değişik zaman ve kültürlerin bileşkesi niteliğindedir. Bünyesinde dinî ve etnik birçok uygulama barındıran doğumla ilgili geleneklerin yalnızca İstanbul’da değil imparatorluğun hemen her yerinde benzer şekilde yaşandığını söyleyebiliriz. Bu konuda kimi zaman İstanbul diğer yerlere örnek teşkil ederken, çoğu zaman da imparatorluğun dört bir yanından payitahta gelenler bu kültürün zenginleşmesine katkıda bulunmuşlardır.

Geleneksel ve dinî motiflerle bezeli, zaman zaman hurafe denebilecek düzeyde uygulamalar içeren doğum ritüelleri, hamilelikten başlamak kaydıyla doğum sonrası sürece kadar devam eder. İstanbul’u kendine mesken tutmuş olan saray çevrelerinden toplumun en alt kesimlerine kadar insanlar arasında doğumla ilgili âdetlerin son derece yaygın olduğu anlaşılmaktadır.

Evlilikle birlikte kendilerinden çocuk beklenen çiftler bu süreçte âdeta baskı altında gibidir. Özellikle kadınlar için hamile kalabilme endişesi son derece

* Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi

yaygındır. Zira çocuğu olmayan evli çiftlerde kusur öncelikle kadında aranır. Baskı, kendisini padişaha erkek çocuk doğurmak zorunda hisseden saray kadınlarında daha fazladır. Çünkü şehzade doğuramayan kadınlar gözden düşebileceği gibi, hanedana mensup erkek çocukların azlığı nedeniyle ülkede krizler yaşanabilir.

Ait olduğu sosyal tabaka gözetilmeksizin kısa sürede çocuk doğurması beklenen yeni gelinlerin çocuğu olması için kendilerini üşütmemeleri, ayaklarını sıcak tutmaları istenirdi. Bununla birlikte, ekşi ya da tuzlu tatların gebeliği önlediği düşüncesiyle bu tarz yiyeceklerden kaçınılmıştır. Şayet bir süre sonra gebelik haberi gelmezse kadının gebe kalmasına yönelik bazıları batıl denebilecek türden tedbirlerin yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür çözüm arayışları genellikle kadında doğurganlık sorunu olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır ve tedavi için tıbbi veya alternatif tıp yöntemlerini içeren birçok uygulama devreye konulur. Bunlar arasında hamama götürme, karasakız yakısı uygulama gibi âdetler sayılabilir. Yine sürekli tekrarlayan düşük vakalarını önlemek adına kilit kilitleme denilen yöntemin sık kullanıldığı görülmektedir. Hamile kalmak isteyen kadının belinin çekilmesi, çeşitli otlardan yapılan iksirler, muskalar, İstanbul çevresindeki yatırların ziyaret edilmesi gibi çeşitli yöntem ve inanışlar bu bağlamda ele alınabilir.

Aile yapısı içinde çocuğa özel bir önem atfetmiş Osmanlılar, gebelik sürecini de bu anlamda son derece önemsemiştir. Devrin şartlarında kaleme alınmış bazı eserlerde gebelik hususu konu edilmiş ve süreçle ilgili çeşitli tavsiye ve bilgilere yer verilmiştir. Bâlî Efendi’nin, Tercüme-i Aynü’l-Hayat adlı eserinde birçoğu mantıki izahattan mahrum bu tarz bilgiler olduğu görülmektedir.

Hamileliğe verilen önem çerçevesinde Osmanlı hukuk sistemi hamile kadınların haklarını garanti eden düzenlemeler içermektedir. Bu nedenle hamile kadının taşıdığı bebeğin hakları bile gözetilmiş durumdadır. Hamile olan eşini boşayan bir erkek, kadın istediği

OSMANLI İSTANBUL’UNDA

DOĞUM RİTÜELLERİİSMAİL EDİZ*

ÇOCUK ve SPOR471BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

takdirde ona nafaka ödemek zorundadır. Öte yandan nesillerin çoğalması düşüncesini benimseyen İslam hukuku, anne karnındaki çocuğu koruma altına almıştır. Bu nedenle kasıtlı olarak sonlandırıldığı anlaşılan gebeliklerde, Osmanlı hukuk sistemi faili cezalandırma yoluna gitmiş, zorunlu hâller dışında kürtajı yasaklamıştır. Osmanlı padişahları yayınladıkları fermanlar ile nüfusun azalmasında önemli bir etken olarak gördükleri kürtajı önlemeye yönelik tedbirler almışlardır. III. Selim ve sonrasında II. Mahmud döneminde yalnızca İstanbul’la sınırlı kalmayan uygulamalar buna örnek olarak verilebilir. Tanzimat’la birlikte kürtaj konusu kanuni bir temele oturtulmuş ve bununla ilgisi olanlara sürgün, kürek veya para cezası gibi çeşitli cezalar verilmiştir.

Çocuk beklentisi içinde olan kadının hayatı hamilelikle birlikte yeni bir döneme girer. Osmanlı-Türk toplumunda hamilelik aile içerisinde mahremiyet içeren bir kavram olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle hamile olan kadınlar çeşitli yöntemlerle bunu mümkün olduğunca çevresinden saklamaya çalışırlar. Fakat buna rağmen hamilelik durumu özellikle evin büyük kadınları tarafından kolaylıkla anlaşılabilir.

Hamilelik sürecinin şüphesiz en meşhur ve eğlenceli ritüellerinden biri halk arasında “aşerme” olarak tabir edilen, hamilenin bazı yiyecek ve içeceklere karşı duyduğu ani hazdır. Herhangi bir yiyeceğe aşeren kadının bunu yemediği takdirde çocuğun uzuvlarından birinin eksik olacağına yönelik inanç dolayısıyla mevsim farkı gözetilmeksizin evin erkeğinin, kadının aşerdiği yiyeceği

1- Sarayda bir doğum sahnesi (Zenânnâme)

ÇOCUK ve SPOR472BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

mutlaka temin etmesi beklenir. Ayrıca hamile kadına, pişirilen yemekten tattırılması âdettendir.

Hamilelikle birlikte çocuğun cinsiyetiyle ilgili spekülasyonlar da gündeme gelir. Teknolojik gelişmeler sayesinde günümüzde ultrason cihazlarıyla kolaylıkla tespit edilebilen anne karnındaki bebeğin cinsiyeti geçmişte yaşamış insanlar arasında eğlenceli bir tartışma konusu olmuştur. Çocuğun cinsiyetini belirleyebilmek için anne karnının aldığı şekle bakılır, şayet anne karnı sivri ise erkek, geniş ise kız çocuk olacağına yorulur. Yine annenin yüzüne bakılarak da bazı çıkarımlarda bulunulmaktadır. Annenin yüzünün güzelleşmesi erkek çocuğa, çirkinleşmesi ise kız çocuğa işaret olarak algılanır.

Hamile kadının bazı davranışlarından da çocuğun cinsiyetinin anlaşılabileceğine inanılır, bu anlamda kadının oturacağı minderlerin altına bıçak ve makas koyma âdeti, anne adayının yattığı istikamet gibi hurafe denilebilecek birçok davranıştan hareketle bebeğin erkek veya kız olacağına dair tahminlerde bulunulurdu. Hamilelik döneminde bebeğin güzel olması için çeşitli meyveler tercih edilirdi. Bunlardan biri, bebekte gamze yaptığına inanılan ayvadır. Gül kokusunun ise bebeğin

yanaklarına allık olacağına dair bir inanış söz konusudur.Bebeğin doğacağı günlerde hazırlıklar hız kazanır,

doğum sırasında gerekli olacak malzemeler temin edilirdi. Hazırlıkların mahiyeti ailenin sosyal ve ekonomik durumuna bağlı olarak değişkenlik arz edebilmektedir. Bu anlamda İstanbul’un mevki sahibi ailelerinin yapmış olduğu hazırlıklar daha kapsamlı ve şaşaalı olduğu hâlde sıradan halkın buna yönelik hazırlıklarının mütevazı olduğu söylenebilir. Hazırlıklar kapsamında bebek zıbını, iç gömlek gibi bazı kıyafetlerin doğum odasında hazır edilmesi sağlanır, nazarı önlemek amacıyla odaya çeşitli simgeler yerleştirilirdi.

Osmanlı-Türk toplumunda doğumun önemli unsurlarından biri, doğum esnasında aktif role sahip olan ebelerdir. Ebeler aynı zamanda, konuyla ilgili adli vakalarda bilirkişi konumundadır. Taşıdıkları özel asalar sayesinde halk arasında kolaylıkla tanınan ebeler, çocuğu yıkamak, göbek bağını kesmek ve göbek adını koymak gibi diğer bazı ritüelleri de yerine getirirlerdi. Bu süreçte ebenin icra ettiği faaliyetler karşılığında kendisine “ebe hakkı” denilen maddi bir karşılık verilirdi.

Saraylı hanımlara Saray-ı Hümayun ebesi müdahale eder ve şüphesiz saraydaki doğumlar bu ebeler tarafından

2- Doğum iskemlesi (TSM, nr. 12/175) 3- Hamile bir kadın (Salutis)

ÇOCUK ve SPOR473BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

itinayla gerçekleştirilirdi. Saray tarafından seçilen ebe mutat ziyaretler neticesinde doğumun zamanını tespit eder ve doğum gününe yakın bir zamanda gelerek bebek için gerekli zıbın, omuz bezi, etek bezi, ayak bezi, çember, gömlek, kundak takımını özenle hazırlardı. Saray ebelerinin ciddi bir sorumluluk taşıdıkları açık olmakla beraber, hamilelik esnasında ve özellikle doğumların sonunda önemli maddi kazançlara nail oldukları da bilinmektedir. Para hırsı bazen işleri içinden çıkılmaz hâle getirebilmektedir. Bunun en güzel örneği muhakkak ki III. Selim’in adı verilmeyen cariyesinin hamileliğiyle ilgili olandır. İ. H. Uzunçarşılı’nın yayınladığı Rûznâme’de 25 Şubat 1792 tarihli olarak kaydedildiğine göre, III. Mustafa zamanında dadılığa alınan bir cariye bir zaman sonra azat ve çerağ edilmiş, daha sonraları tekrar ebe olarak saraya intisap etmiştir. Tatar asıllı olduğu belirtilen bu ebe başta para sızdırmak için III. Selim’in adı verilmeyen bir cariyesinden çocuk sahibi olacağının müjdesini vermiş ve uzun zamandır böyle bir mutlu havadis bekleyen bütün sarayda büyük bir sevinç hâkim olmuş, başta valide sultan ve bizzat padişah olmak üzere ebeye çeşitli hediye ve paralar verilmiştir. Cariye Dairesi büyük masraflarla yeniden tefriş edilmiş, lohusa odası hazırlanmış, bütün harem halkı donatılmış, bu iş için 9.809 kese harcanmıştır. Bütün bunlar olurken üstat ebeler gelip cariyenin hamile olmadığını ihbar etmişlerdir. Hatta cariyenin hamile olmadığı şehir ahalisinin dillerinde dolaşmaktaydı. Nihayet ebenin yalanı ortaya çıkmış ve sarayda yapılan hazırlıklar iptal edilmiştir.1

Doğum genellikle ebenin temin ettiği doğum iskemlesinde gerçekleşirdi. Yeni doğan bebeğe zıbın ve gömleği giydirilir, bezlenir, el ve ayaklarının düzgün olması için kundaklanırdı. Bebeğin yüzü gözlerinin zarar görmemesi için uygun bir örtüyle kapatılırdı. Lohusa kadın ise doğumdan sonra genellikle ter yatağına (lohusa döşeği) yatırılır ve terlemesi sağlanırdı.

Eski bir Türk geleneğine göre yeni doğmuş bebekler tuzlu suya batırılır veya tuzla ovulurdu. Amaç, bedeni temizlemek aynı zamanda çocuğu kötülüklere karşı daha dayanaklı kılmaktır. Tuzun bir amacı da bebeğin vücudunda meydana gelecek pişiklerin önlenmesidir. Bebeği nazardan korumak amacıyla şap, çörekotu, mavi boncuk, sarımsak gibi maddelerden muska ya da nazar boncukları yapılır ve bebeğin başucuna asılırdı. Ayrıca bebeğin ve annenin nazardan korunması amacıyla kurşun dökülmesi diğer bir âdettir. Doğum yapan kişinin önceki çocukları yaşamamışsa, çocuk sahibi kırk evden toplanan bezlerden dikilen gömlek çocuğa giydirilir ve böylece çocuğun yaşayacağına inanılırdı. Bebeğin göbek bağı

doğduktan hemen sonra kesilir ve bir yere gömülürdü. Göbek bağının gömüldüğü yer önemlidir zira bu yere göre çocuğun meslek sahibi olacağı düşünülürdü. Mesela göbek bağı cami avlusuna gömülen bir bebeğin imam, mektep bahçesine gömülen bir bebeğin ise muallim olacağına inanılırdı.

Doğumun gerçekleşmesinin ardından gelen ziyaretçilere şeker ve karanfilden yapılan lohusa şerbeti ikram edilirdi. Çocuğun dünyaya geldiğini yakın çevreden başlamak kaydıyla etrafa müjdelemek amacıyla sunulan lohusa şerbeti, aynı zamanda çocuğun cinsiyetinin yakınlara duyurulmasına da aracılık ederdi. Şöyle ki, şerbetin takdim edildiği sürahinin ağzının açık olması erkek çocuğa, kırmızı bir örtüyle kapatılması ise kız çocuğa işaret eder, böylelikle bebek görmeye geleceklere cinsiyet bildirilmiş olurdu.

Doğumun yedinci günü lohusanın yatması için hazırlanmış lohusa döşeği kaldırılır, ardından beşik alayı denilen bazı eğlenceler düzenlenirdi. Beşik alayı ilk çocuk doğduğu zaman yapılır ve genellikle saray çevreleri ve İstanbul’un seçkin aileleri tarafından düzenlenirdi. Beşik alaylarının gözde içeceği de yine lohusa şerbetidir. Yenilen yemeklerin ardından çocuğun içinde bulunduğu beşik çalgılar çalınarak ortaya getirilir ve hediyeler takdim edilirdi. Doğum yapan kadınlar ilk kırk gün boyunca itinayla bakılırdı. Zira bu kırk günün anne ve bebeğin beden ve ruh sağlığı için son derece kritik bir dönem olduğuna inanılırdı. Hamileye bu süreçte halk arasında

1 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “III. Sultan Selim Zamanında Yazılmış Dış Ruznamesinden

1206/1791 ve 1207/1792 Senelerine Ait Bir Vekai”, TTK Belleten, 1973, c. 37, sy. 148,

s. 623-624.

4- Çocuğunu emziren kadın (Salutis)

ÇOCUK ve SPOR472BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

mutlaka temin etmesi beklenir. Ayrıca hamile kadına, pişirilen yemekten tattırılması âdettendir.

Hamilelikle birlikte çocuğun cinsiyetiyle ilgili spekülasyonlar da gündeme gelir. Teknolojik gelişmeler sayesinde günümüzde ultrason cihazlarıyla kolaylıkla tespit edilebilen anne karnındaki bebeğin cinsiyeti geçmişte yaşamış insanlar arasında eğlenceli bir tartışma konusu olmuştur. Çocuğun cinsiyetini belirleyebilmek için anne karnının aldığı şekle bakılır, şayet anne karnı sivri ise erkek, geniş ise kız çocuk olacağına yorulur. Yine annenin yüzüne bakılarak da bazı çıkarımlarda bulunulmaktadır. Annenin yüzünün güzelleşmesi erkek çocuğa, çirkinleşmesi ise kız çocuğa işaret olarak algılanır.

Hamile kadının bazı davranışlarından da çocuğun cinsiyetinin anlaşılabileceğine inanılır, bu anlamda kadının oturacağı minderlerin altına bıçak ve makas koyma âdeti, anne adayının yattığı istikamet gibi hurafe denilebilecek birçok davranıştan hareketle bebeğin erkek veya kız olacağına dair tahminlerde bulunulurdu. Hamilelik döneminde bebeğin güzel olması için çeşitli meyveler tercih edilirdi. Bunlardan biri, bebekte gamze yaptığına inanılan ayvadır. Gül kokusunun ise bebeğin

yanaklarına allık olacağına dair bir inanış söz konusudur.Bebeğin doğacağı günlerde hazırlıklar hız kazanır,

doğum sırasında gerekli olacak malzemeler temin edilirdi. Hazırlıkların mahiyeti ailenin sosyal ve ekonomik durumuna bağlı olarak değişkenlik arz edebilmektedir. Bu anlamda İstanbul’un mevki sahibi ailelerinin yapmış olduğu hazırlıklar daha kapsamlı ve şaşaalı olduğu hâlde sıradan halkın buna yönelik hazırlıklarının mütevazı olduğu söylenebilir. Hazırlıklar kapsamında bebek zıbını, iç gömlek gibi bazı kıyafetlerin doğum odasında hazır edilmesi sağlanır, nazarı önlemek amacıyla odaya çeşitli simgeler yerleştirilirdi.

Osmanlı-Türk toplumunda doğumun önemli unsurlarından biri, doğum esnasında aktif role sahip olan ebelerdir. Ebeler aynı zamanda, konuyla ilgili adli vakalarda bilirkişi konumundadır. Taşıdıkları özel asalar sayesinde halk arasında kolaylıkla tanınan ebeler, çocuğu yıkamak, göbek bağını kesmek ve göbek adını koymak gibi diğer bazı ritüelleri de yerine getirirlerdi. Bu süreçte ebenin icra ettiği faaliyetler karşılığında kendisine “ebe hakkı” denilen maddi bir karşılık verilirdi.

Saraylı hanımlara Saray-ı Hümayun ebesi müdahale eder ve şüphesiz saraydaki doğumlar bu ebeler tarafından

2- Doğum iskemlesi (TSM, nr. 12/175) 3- Hamile bir kadın (Salutis)

ÇOCUK ve SPOR473BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ

itinayla gerçekleştirilirdi. Saray tarafından seçilen ebe mutat ziyaretler neticesinde doğumun zamanını tespit eder ve doğum gününe yakın bir zamanda gelerek bebek için gerekli zıbın, omuz bezi, etek bezi, ayak bezi, çember, gömlek, kundak takımını özenle hazırlardı. Saray ebelerinin ciddi bir sorumluluk taşıdıkları açık olmakla beraber, hamilelik esnasında ve özellikle doğumların sonunda önemli maddi kazançlara nail oldukları da bilinmektedir. Para hırsı bazen işleri içinden çıkılmaz hâle getirebilmektedir. Bunun en güzel örneği muhakkak ki III. Selim’in adı verilmeyen cariyesinin hamileliğiyle ilgili olandır. İ. H. Uzunçarşılı’nın yayınladığı Rûznâme’de 25 Şubat 1792 tarihli olarak kaydedildiğine göre, III. Mustafa zamanında dadılığa alınan bir cariye bir zaman sonra azat ve çerağ edilmiş, daha sonraları tekrar ebe olarak saraya intisap etmiştir. Tatar asıllı olduğu belirtilen bu ebe başta para sızdırmak için III. Selim’in adı verilmeyen bir cariyesinden çocuk sahibi olacağının müjdesini vermiş ve uzun zamandır böyle bir mutlu havadis bekleyen bütün sarayda büyük bir sevinç hâkim olmuş, başta valide sultan ve bizzat padişah olmak üzere ebeye çeşitli hediye ve paralar verilmiştir. Cariye Dairesi büyük masraflarla yeniden tefriş edilmiş, lohusa odası hazırlanmış, bütün harem halkı donatılmış, bu iş için 9.809 kese harcanmıştır. Bütün bunlar olurken üstat ebeler gelip cariyenin hamile olmadığını ihbar etmişlerdir. Hatta cariyenin hamile olmadığı şehir ahalisinin dillerinde dolaşmaktaydı. Nihayet ebenin yalanı ortaya çıkmış ve sarayda yapılan hazırlıklar iptal edilmiştir.1

Doğum genellikle ebenin temin ettiği doğum iskemlesinde gerçekleşirdi. Yeni doğan bebeğe zıbın ve gömleği giydirilir, bezlenir, el ve ayaklarının düzgün olması için kundaklanırdı. Bebeğin yüzü gözlerinin zarar görmemesi için uygun bir örtüyle kapatılırdı. Lohusa kadın ise doğumdan sonra genellikle ter yatağına (lohusa döşeği) yatırılır ve terlemesi sağlanırdı.

Eski bir Türk geleneğine göre yeni doğmuş bebekler tuzlu suya batırılır veya tuzla ovulurdu. Amaç, bedeni temizlemek aynı zamanda çocuğu kötülüklere karşı daha dayanaklı kılmaktır. Tuzun bir amacı da bebeğin vücudunda meydana gelecek pişiklerin önlenmesidir. Bebeği nazardan korumak amacıyla şap, çörekotu, mavi boncuk, sarımsak gibi maddelerden muska ya da nazar boncukları yapılır ve bebeğin başucuna asılırdı. Ayrıca bebeğin ve annenin nazardan korunması amacıyla kurşun dökülmesi diğer bir âdettir. Doğum yapan kişinin önceki çocukları yaşamamışsa, çocuk sahibi kırk evden toplanan bezlerden dikilen gömlek çocuğa giydirilir ve böylece çocuğun yaşayacağına inanılırdı. Bebeğin göbek bağı

doğduktan hemen sonra kesilir ve bir yere gömülürdü. Göbek bağının gömüldüğü yer önemlidir zira bu yere göre çocuğun meslek sahibi olacağı düşünülürdü. Mesela göbek bağı cami avlusuna gömülen bir bebeğin imam, mektep bahçesine gömülen bir bebeğin ise muallim olacağına inanılırdı.

Doğumun gerçekleşmesinin ardından gelen ziyaretçilere şeker ve karanfilden yapılan lohusa şerbeti ikram edilirdi. Çocuğun dünyaya geldiğini yakın çevreden başlamak kaydıyla etrafa müjdelemek amacıyla sunulan lohusa şerbeti, aynı zamanda çocuğun cinsiyetinin yakınlara duyurulmasına da aracılık ederdi. Şöyle ki, şerbetin takdim edildiği sürahinin ağzının açık olması erkek çocuğa, kırmızı bir örtüyle kapatılması ise kız çocuğa işaret eder, böylelikle bebek görmeye geleceklere cinsiyet bildirilmiş olurdu.

Doğumun yedinci günü lohusanın yatması için hazırlanmış lohusa döşeği kaldırılır, ardından beşik alayı denilen bazı eğlenceler düzenlenirdi. Beşik alayı ilk çocuk doğduğu zaman yapılır ve genellikle saray çevreleri ve İstanbul’un seçkin aileleri tarafından düzenlenirdi. Beşik alaylarının gözde içeceği de yine lohusa şerbetidir. Yenilen yemeklerin ardından çocuğun içinde bulunduğu beşik çalgılar çalınarak ortaya getirilir ve hediyeler takdim edilirdi. Doğum yapan kadınlar ilk kırk gün boyunca itinayla bakılırdı. Zira bu kırk günün anne ve bebeğin beden ve ruh sağlığı için son derece kritik bir dönem olduğuna inanılırdı. Hamileye bu süreçte halk arasında

1 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “III. Sultan Selim Zamanında Yazılmış Dış Ruznamesinden

1206/1791 ve 1207/1792 Senelerine Ait Bir Vekai”, TTK Belleten, 1973, c. 37, sy. 148,

s. 623-624.

4- Çocuğunu emziren kadın (Salutis)