İşgal et eylemleri ve Çokluk: hardt ve negri Üzerine eleştirel bir değerlendirme

18
1 İşgal Et Eylemleri ve Çokluk: Hardt ve Negri Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme * Filiz Zabcı Henüz geçeceği patikaları bilmediğimiz XXI. yüzyılın başlarındaki iki gelişme, 2007-2008 ekonomik krizi ile 2011 isyanları ve protestolar sağanağı, şimdiden yüzyıl tarihinin iki temel dönemeci gibi duruyor. Her ne kadar ikincisi, birincisine bir tepki olarak yorumlansa da iki gelişme de küreselleşmeci ya da yeni liberal politikaların son demlerini yaşadıklarına dair bir öngörü doğuruyor. Dünya çapında bir ideoloji ve hatta bir yaşam tarzına dönüştürülmeye çalışılan liberalizm eskisi ve yenisiyle bir meşruiyet sorunu yaşıyor şimdi. 80’ler ve 90’lar, “Başka Bir Alternatif Yok” [TINA] şiarı ya da F. Fukuyama’nın “İdeolojiler öldü” tezi ile siyasal sloganlar tarihine yenilerini armağan etmişti oysa. Ancak önce ekonomik kriz, ardından 82 ülke 155 şehirde birbiri ardına patlak veren protestolar, bir şeyin başlangıcının ve sonunun bazı siyasi kadrolar, uluslararası güçte sermayedarlar ya da teknokratlarca kolay kolay ilan edilemeyeceğini gösterdi. ABD ve Avrupa’da zincirleme tepkime gibi birbiri ardı sıra gerçekleştirilen ve genel olarak Occupy (İşgal Et) şeklinde adlandırılan eylemler, tam da alternatifi olmadığı iddia edilen bir sisteme ve ideolojiye duyulan derin bir rahatsızlığı ve öfkeyi dışa vuruyordu. 15 Mayıs 2011’de Madrid ve Barcelona’da Öfkeliler (Indignados) hareketi (ya da diğer adıyla 15-M hareketi) ile başlayan ardından Yunanistan, Portekiz, İngiltere, İsrail ve ABD’ye yayılan mücadeleler. 1 Farklı isteklerin, çıkarların, dünya görüşlerinin, yaşam tarzlarının, yaş gruplarının biriktiği, bir araya toplandığı bu hareketler, yeni politik eylem biçimlerine ilişkin öngörülerimizi güçlendirecek pek çok ipucu taşıyor. Aynı zamanda pek çok soruyu da gündeme getiriyor: Geniş kitle tabanına dayanan parti ve sendikalardan kopuk, onların etkisi dışında şekillenen bir mücadele ağı gittikçe gelişiyor ve yerleşiyor mu? Yeni mücadele ve protesto biçimlerinin içerdiği sınıfsal kesim nedir ve hangi yaş gruplarının ağırlığı kendisini gösteriyor? Farklı istemler söz konusu olmakla birlikte, bu farklılıkların toplandığı “ortak” bir istemler dizisinden söz etmek mümkün mü? Kapitalizme ve liberal sisteme karşı nasıl bir tavır geliştiriliyor; sadece eleştiriyle yetinen reformcu bir tavır mı yoksa dönüştürmeyi hedefleyen daha radikal bir tavır mı? Bu hareketlerin metropollerde, özellikle şehir meydanlarında gerçekleştiğine dair bir genelleme yapmak mümkün olabilir mi? Eylemlerin kalıcılığı ve etkisi değerlendirilirken, örgütlenme ve politik liderlik sorunu için yeni bir tartışma açılabilir mi? Bu soruları kısıtlı bilgilerle doyurucu biçimde yanıtlamak zor da olsa, yazının ilk kısmında protestoların nitelikleri ve protestocuların profili hakkında genel bilgi ler sunuluyor. İkinci kısımda ise, Hardt ve Negri’nin geliştirdikleri “kavramsal zemin” ve Duyuru kitaplarındaki savlarından hareket edilerek, protestoların doğası yeniden sorgulanıyor ve alternatif yaratmadaki potansiyelleri tartışmaya açılıyor. *Bu yazı, Fikret Başkaya’ya Saygı II’de yayımlanmıştır (ed. Hakan Mertcan ve Aydın Ördek), NotaBene, 2014. 1 Her ne kadar ABD ve Avrupa’daki protestocular, Arap dünyasındaki isyanlardan büyük ölçüde etkilenmiş ve esinlenmiş olduklarını açıkça ifade etmiş olsalar da bu isyanlar makaleye dâhil edilmedi. Bunun iki nedeni var. Birincisi, isyanların, başlangıç itibariyle en azından Tunus ve Mısır’da halkın hoşnutsuzluğu ve birikmiş öfkesinden doğmuş olmasına karşın, Libya ve Suriye’de bariz biçimde emperyalist ülkelerin kışkırtması ve yönlendirmesi ile ortaya çıkmaları ve bu nedenle ayrı ayrı incelenmelerinin, dış kaynaklar hakkında titiz ve ayrıntılı bir araştırmanın gerekli olması. İkincisi ise, Avrupa ve ABD’de gerçekleşen protestolar ile Ortadoğu’da isyanların ortaya çıkış nedenleri, özellikleri ve ulaştıkları noktalar açısından pek çok farklılık sergilemesi, bu yüzden ortak bir potada ele alınmalarının doğru olmayacağı düşüncesidir.

Upload: ankara

Post on 27-Feb-2023

0 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

1

İşgal Et Eylemleri ve Çokluk: Hardt ve Negri Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme *

Filiz Zabcı

Henüz geçeceği patikaları bilmediğimiz XXI. yüzyılın başlarındaki iki gelişme, 2007-2008

ekonomik krizi ile 2011 isyanları ve protestolar sağanağı, şimdiden yüzyıl tarihinin iki temel

dönemeci gibi duruyor. Her ne kadar ikincisi, birincisine bir tepki olarak yorumlansa da iki

gelişme de küreselleşmeci ya da yeni liberal politikaların son demlerini yaşadıklarına dair bir

öngörü doğuruyor. Dünya çapında bir ideoloji ve hatta bir yaşam tarzına dönüştürülmeye

çalışılan liberalizm eskisi ve yenisiyle bir meşruiyet sorunu yaşıyor şimdi.

80’ler ve 90’lar, “Başka Bir Alternatif Yok” [TINA] şiarı ya da F. Fukuyama’nın

“İdeolojiler öldü” tezi ile siyasal sloganlar tarihine yenilerini armağan etmişti oysa. Ancak

önce ekonomik kriz, ardından 82 ülke 155 şehirde birbiri ardına patlak veren protestolar, bir

şeyin başlangıcının ve sonunun bazı siyasi kadrolar, uluslararası güçte sermayedarlar ya da

teknokratlarca kolay kolay ilan edilemeyeceğini gösterdi. ABD ve Avrupa’da zincirleme

tepkime gibi birbiri ardı sıra gerçekleştirilen ve genel olarak Occupy (İşgal Et) şeklinde

adlandırılan eylemler, tam da alternatifi olmadığı iddia edilen bir sisteme ve ideolojiye

duyulan derin bir rahatsızlığı ve öfkeyi dışa vuruyordu. 15 Mayıs 2011’de Madrid ve

Barcelona’da Öfkeliler (Indignados) hareketi (ya da diğer adıyla 15-M hareketi) ile başlayan

ardından Yunanistan, Portekiz, İngiltere, İsrail ve ABD’ye yayılan mücadeleler.1 Farklı

isteklerin, çıkarların, dünya görüşlerinin, yaşam tarzlarının, yaş gruplarının biriktiği, bir araya

toplandığı bu hareketler, yeni politik eylem biçimlerine ilişkin öngörülerimizi güçlendirecek

pek çok ipucu taşıyor. Aynı zamanda pek çok soruyu da gündeme getiriyor: Geniş kitle

tabanına dayanan parti ve sendikalardan kopuk, onların etkisi dışında şekillenen bir mücadele

ağı gittikçe gelişiyor ve yerleşiyor mu? Yeni mücadele ve protesto biçimlerinin içerdiği

sınıfsal kesim nedir ve hangi yaş gruplarının ağırlığı kendisini gösteriyor? Farklı istemler söz

konusu olmakla birlikte, bu farklılıkların toplandığı “ortak” bir istemler dizisinden söz etmek

mümkün mü? Kapitalizme ve liberal sisteme karşı nasıl bir tavır geliştiriliyor; sadece

eleştiriyle yetinen reformcu bir tavır mı yoksa dönüştürmeyi hedefleyen daha radikal bir tavır

mı? Bu hareketlerin metropollerde, özellikle şehir meydanlarında gerçekleştiğine dair bir

genelleme yapmak mümkün olabilir mi? Eylemlerin kalıcılığı ve etkisi değerlendirilirken,

örgütlenme ve politik liderlik sorunu için yeni bir tartışma açılabilir mi?

Bu soruları kısıtlı bilgilerle doyurucu biçimde yanıtlamak zor da olsa, yazının ilk

kısmında protestoların nitelikleri ve protestocuların profili hakkında genel bilgiler sunuluyor.

İkinci kısımda ise, Hardt ve Negri’nin geliştirdikleri “kavramsal zemin” ve Duyuru

kitaplarındaki savlarından hareket edilerek, protestoların doğası yeniden sorgulanıyor ve

alternatif yaratmadaki potansiyelleri tartışmaya açılıyor.

*Bu yazı, Fikret Başkaya’ya Saygı II’de yayımlanmıştır (ed. Hakan Mertcan ve Aydın Ördek), NotaBene, 2014. 1 Her ne kadar ABD ve Avrupa’daki protestocular, Arap dünyasındaki isyanlardan büyük ölçüde etkilenmiş ve

esinlenmiş olduklarını açıkça ifade etmiş olsalar da bu isyanlar makaleye dâhil edilmedi. Bunun iki nedeni var.

Birincisi, isyanların, başlangıç itibariyle en azından Tunus ve Mısır’da halkın hoşnutsuzluğu ve birikmiş

öfkesinden doğmuş olmasına karşın, Libya ve Suriye’de bariz biçimde emperyalist ülkelerin kışkırtması ve

yönlendirmesi ile ortaya çıkmaları ve bu nedenle ayrı ayrı incelenmelerinin, dış kaynaklar hakkında titiz ve

ayrıntılı bir araştırmanın gerekli olması. İkincisi ise, Avrupa ve ABD’de gerçekleşen protestolar ile Ortadoğu’da

isyanların ortaya çıkış nedenleri, özellikleri ve ulaştıkları noktalar açısından pek çok farklılık sergilemesi, bu

yüzden ortak bir potada ele alınmalarının doğru olmayacağı düşüncesidir.

2

Kapitalizm Sorgulanıyor mu: Bir Tipoloji Denemesi

Yaklaşık otuz yıldır hâkim düşünce, kapitalizmin, özel olarak da liberalizmin demokrasi için

vazgeçilmez olduğuydu. Söz konusu olan liberal demokrasiydi kuşkusuz. Zaten başka bir

demokrasi hayal etmenin tedavülden kalktığı bir dönemden geçiyorduk. Üstüne üstlük sosyal

devlet gibi daha eşitlikçi politikaların kapitalist sistem içinde denenmiş ve başarısızlığa

uğramış olduğu yönünde yaygın bir kanı uyanmıştı. Bir yanda çökmüş “reel” sosyalist

sistemler öte yanda başarısızlığa uğradığı tekrar edilip durulan sosyal devletçi uygulamalar ya

da sönmekte olan sosyal demokrat siyaset. Avrupa’da İngiltere’nin başını çektiği Üçüncü Yol

ile sağlama alınan kamu-özel ortaklığı, neoliberal politikaların acı yüzünü gölgelemek ve ona

“sosyal” bir çehre kazandırmak için yeterli olmasa da özelleştirme ve sosyal harcamaları

kısma politikalarını haklılaştırmak için uygun bir temel sağlıyordu. Kısacası, son çeyrek

yüzyıl, kapitalizm dışı bir dünya düşünmenin patolojik görüldüğü, yaşadığımız sistem dışında

bir seçeneğimiz olmadığı yollu hikâyelerle dolup taşan bir anlayışla belirlendi.

Söz konusu dönemde, küreselleşme karşıtı hareketler yanında, şu ya da bu ülkede,

neoliberal ekonomik politikalara karşı kısa vadeli ama zaman zaman etkili protestolar baş

gösterdi kuşkusuz. Ancak, 2008 ekonomik krizine kadar, süregelen küreselleşmeci söylemin

ve neoliberal politikaların inandırıcılığına ciddi bir darbe vuracak bir tarihsel dönüm noktası

yaşanmadı. Gerçi, bu krizin bir kırılma noktası olup olmadığı ya da neoliberal politikaların

vadesinin dolup dolmadığı konusunda kesin yanıtlar vermek henüz olanaklı görünmüyor.

Yine de krizden hemen sonra, özellikle gelişmiş kapitalist ülkeleri sarsan bu gelişmenin

siyasal, sosyal ve ideolojik içerimleri kısa zamanda tartışmaya açıldı. Bir gerçekliği,

yaşanmışlığın sıcaklığı içinde analiz etmek ne kadar zor olsa da farklı bir döneme doğru

geçtiğimizi görmek için çok da uzak bir noktadan ya da uzak bir tarihten bakmak gerekmiyor.

En azından şunu söyleyebiliriz: 2001 yılı 11 Eylül’ünde, İkiz Kuleler’e yapılan saldırı

ardından Afganistan ve Irak’ın işgali ABD’nin önderliğini yaptığı “barışçıl bir yayılma”nın ya

da Pax America’nın2 nasıl geçersizleştiğini, hatta bunun siyasal bir yalan olmaktan öteye

gitmediğini nasıl gösterdiyse, 2008 krizi de finans sermayenin sınırsız büyümesinin herkesin

yararına olduğu yönündeki algıyı alt üst etti. Bankalar bir bir kurtarıldı; ama kimlerin yararına

ve kurtarma maliyetleri kimlerin omuzlarına yüklenerek?

Krizin doğduğu kapitalizmin merkez ülkelerinde, dikkate değer bir kesim çoktandır

refah toplumunun getirilerinden yararlanıyorken, birden ellerindekini yitirme riskiyle karşı

karşıya kaldıklarını fark ettiler. Öyle ya, sömürge ülkelerden sağlanan artı değer, ABD ve

Avrupa’nın güçlü ülkelerindeki orta ve alt sınıfların yaşam standartlarının yükseltilmesi için

önemli bir kaynak olmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalizmin genişleme eğilimi

içinde olduğu bir dönemde orta sınıf gittikçe büyümüş ve durumu iyileşmişti. Ama şimdi,

yitirilecek çok şey vardı. Avrupa’daki ülkelerde ve ABD’de, protestoları besleyen öfkenin

arkasında böyle bir yitirişin hikâyesi duruyor.3 Tam da S. Zizek’in (2011) belirttiği gibi,

“[o]nlar [protestocular] rüya âleminde değiller; kâbusa dönüşen bir rüyadan uyanıyorlar”.

2 Tıpkı Pax Romana ve Pax Britanicca gibi Pax Americana da hegemonik ülkenin ya da imparatorluk gücünün

kuşattığı ve yayıldığı topraklarda bir barış ve istikrar durumunu anlatır. Pax sözcüğü barış anlamına gelse de bu

tamamen kâğıt üzerindedir; aslında ifade edilen şey, dünyayı yönetme amacı içinde olan devletin kurallarını

belirlediği ve zora (hatta küçük savaşlara) dayanarak oluşturduğu bir barış durumudur. 3 Obama, seçim konuşmasında, ABD’deki orta sınıfların kazanımlarının, seçildiği durumda iade edileceğini vaat

ediyordu: “Bizim verdiğimiz savaş, dünyanın gördüğü en geniş orta sınıfı ve en güçlü ekonomiyi yaratan

değerleri bu ülkeye yeniden kazandırmaktır” (BBC, 2012). Liberal demokrasilerin dayandığı kitle tabanı esas

olarak orta sınıflardır. Orta sınıfın çökmesi, sistemin istikrarı açısından büyük bir tehlike oluşturur. Bu nedenle

3

Krizin ve arkasından gelen ekonomik durgunluğun sonuçlarını görmek hiç de zor

değil. Sadece bazı sayısal verilere bakmak bile yeterli olabilir. 2011’in ilk çeyreğinde, ABD

ekonomisi sadece % 1,8, ikinci çeyrekte ise % 1,3 büyüdü. İşsizlik oranı oldukça yüksek:

ABD İşgücü Dairesi’nin 23 Kasım 2010’da açıkladığı verilere göre, 15 milyon kişinin işsiz

olduğu ülkede işsizlik oranı % 9,6. Bazı eyaletlerde bu oran daha yüksek; örneğin

California’da % 12,1. Hatta aynı birimin 2011’de açıkladığı rakamlara göre 16-24 yaş arası

işsizlik oranı % 20,1’e kadar varıyor (Yangfang, 2012: 251-52).

ABD’de, kısa bir zaman önce orta sınıfa dâhil olan bir kesim, krizden sonra “yeni

yoksullar”ı oluşturuyor. Milyonlarca öğrenci, ki bunların çoğu kriz öncesinde orta sınıfa dâhil

olan, ancak krizle işlerini ve evlerini yitiren ailelerden geliyor, ilk kez bedava ya da ucuz

yemeklerden yararlanmak zorunda kalıyorlar (Tabb, 2012: 267). Kriz, yoksulluğu ciddi

biçimde körüklemiş: ABD Nüfus Dairesi’nin 16 Eylül 2010 verilerine göre, 2009’un sonunda

yoksul nüfus 44 milyona ulaşmış durumda; üstelik 2008’den itibaren 4 milyon gibi yüksek bir

artış göstermiş. Açlık çeken nüfusta da gözle görülür bir artış var: Evleri olan nüfusun %

14,7’si açlık çekiyor. Evsizler açısından da durum kaygı verici: 2009’da New York’ta

evsizlerin oranı % 30 artmış; 3111 kişi evsiz ve 38 bin kişi sığınaklarda yaşıyor (Yangfang,

2012: 252).

Avrupa’ya gelince, protestoların alevlendiği İspanya’da genç nüfusta işsizlik oranı %

44’ü buluyor ve genel nüfus açısından işsizlik oranı 2012 Ağustos rakamlarına göre % 25,1’e

ulaşmış durumda. İkinci sırada Yunanistan (23,1), üçüncü sırada ise Portekiz geliyor (15,7)

(Eurostat, 2012). 2012 Kasım ayı verilerine göre ise, işsizliğin yüzde 11,8 olarak gerçekleştiği

Euro Bölgesi’nde 18,8 milyon işsiz bulunuyor. Avrupa Birliği’nde ise işsiz sayısı 26 milyonu

geçiyor.

Gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 25’e yükselmiş durumda. Özellikle Yunanistan ve

İspanya’da 25 yaşın üzerindeki gençlerin yarısından fazlası işsiz. Aynı yaş grubu için

Avrupa Birliği genelinde işsizlik oranı krizin başladığı 2008 yılından bu yana yüzde

16’dan yüzde 24’e yükseldi (Euronews, 2013).

Ancak hemen belirtmek gerekir ki gerek ABD’deki “Wall Street’i İşgal Et” hareketini gerekse

Avrupa’daki protestoları, sadece krizin sonuçlarına yönelmiş bir orta sınıf tepkisi şeklinde

yorumlamak yanlış olacaktır. Evet, özellikle genç nüfus için işsizlik oranının gittikçe arttığı,

gelir adaletsizliğinin yükselişe geçtiği, sağlık ve eğitim sisteminin neredeyse çöktüğü bu

ülkelerde, muhalif bir hareketin oluşması hiç de şaşırtıcı değil. Fakat 2011 protestolarını

dünya gündemine yerleştiren veçhelerden biri de protestocuların sisteme karşı duydukları

derin hoşnutsuzluk. Zaten en önemli etkilerinden biri, gerek kapitalist sistem gerekse liberal

demokrasi hakkında bir yeniden sorgulamayı başlatmaları. Hatta Wallerstein (2011) bu

protestoları, 1968 eylemlerinden bu yana en önemli politik muhalefet örneği olarak görüyor

ve 68’in mirasçısı, devamı şeklinde yorumluyor. Protestocuların istemleri ve amaçları bu

görüşü doğrulayacak nitelikte mi acaba?

Protestocuların Portresi

17 Eylül 2011’de New York Zuccotti Park’ta başlayan “Wall Street’i İşgal Et” hareketi,

“Yüzde 99’u oluşturan bizler, yüzde 1’in açgözlülüğüne ve yolsuzluğuna artık tahammül

Batı demokrasilerinin orta sınıfı ayakta tutacak politikalara ama daha da önemlisi kaynaklara gereksinimi vardır.

Unutulmamalı ki orta sınıflar kazanımlarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kaldıklarında, kendilerine umut ya

da güven vadeden otoriter siyasi oluşumlara kolayca bel bağlayabilirler; Alman faşizminde görüldüğü gibi.

4

edemiyoruz” diyor (OccupyWallStreet, http://occupywallst.org/). Vergiler, sosyal

harcamaların kısılması ve kemer sıkma politikalarıyla, ekonomik krizin yükünü taşıyan kesim

olmak istemiyor protestocular. Ama bununla sınırlı değil! Bu karşı çıkışın ardında, gittikçe

artan gelir eşitsizliğine, yoksullaşmaya, işsizliğe ve bunlara adeta “paralel bir dünya” gibi

gelişen finans sermayesinin Gargantua misali sürekli semizleyip şişmesine yönelik bir tepki

var. İşgal edilen yerin Wall Street4 olması bu anlamda simgesel bir önem kazanıyor.

Kapitalizmin sınıfsal ilişkilerine karşı eleştirel bir tavır olsa da hareketin anti-kapitalist

bir içerik taşıyıp taşımadığı sorusunu yanıtlamak hiç de kolay değil. Net bir resim

çizilememesinin temel nedenlerinden biri hareketin kendisini, pek çok kesimin içinde yer

aldığı geniş tabanlı bir direniş olarak tanımlanması ve gerçekte de böyle bir yapı sergilemesi.

Eylemciler, OccupyWallStreet adlı internet sitelerinde, kendilerini “çok sayıda rengi, cinsiyeti

ve siyasal inancı” içinde barındıran direnişçiler olarak tanımlıyorlar.

Eylemler içinde çoğunlukla gençler yer alıyor; hatta bunlardan bir kısmı B. Obama’ya

2008 Başkanlık Seçimi’nde destek verenler ve umduğunu bulamayanlar. İşgalciler’in bir

kısmı ise, seçimlere katılmayan eylemci gruplardan (Greenpeace ve yerel sosyal hareketler)

oluşuyor. Bu iki grup da ekonomik sorunlarla çok fazla haşır neşir olmadıkları için, onları,

borsanın nasıl işlediği ve bankalara karşı alternatif kredi birimlerinin nasıl oluşturulacağına

dair bilgilendirmek için New York grubunda özel dersler düzenlenmiş. Eylemcilere katılanlar

arasında müzmin muhalifler ve bir de 60’lı ve 70’li yılların eylemcilerinden olaya ilgi duyup

dâhil olanlar bulunuyor. Hareketin bu çok renkli ve karmaşık niteliği, Woodstock’a5

benzetilmesine dahi neden olmuş (Judith, 2011). Değişik gruplardan oluşan hareketin belli bir

talep ile eyleme geçtiğini söylemek pek mümkün değil; ancak isyancıları birleştiren bir öğe

var: Kendilerini “yüzde 99 içinde” tanımlamak.

Avrupa’da gerçekleştirilen gösterilerde de işsiz gençlerin önemli bir ağırlığının olduğu

görülüyor. Ancak eylemlerin gerisindeki tek sıkıntı işsizlik değil; siyasete, demokrasiye ve

küresel kapitalizme dair pek çok soru gündeme getiriliyor. Protestoların Avrupa’da ekonomik

krizden en fazla etkilenen ülkelerde ortaya çıktığı bilinen bir gerçek. Ekonomik sıkıntılar ve

kemer sıkma politikalarına duyulan tepkiye eşlik eden bir başka tedirginlik de var. Ekonomik

sıkıntı içindeki ülkelerde halkın büyük bir kesimi, Avrupa Birliği’nin geleceğine dair sürekli

yükselen ve yaygınlaşan bir karamsarlık girdabına girmiş durumda. İtalya’nın bir borç krizi

ile yüzleşmek durumunda kalması ve AB’nin krizi durduracak gücü içinde barındırdığına

İtalyan halkının bir türlü ikna olmaması; Almanya’da ekonomik durgunluk, AB’nin

geleceğinin pek de parlak görülmemesi ve bankaların ekonomideki konumunu orta sınıfın

sorgulamaya başlaması; İngiltere’de öğrencilerin ve işsizlerin hem AB’ye hem de geleceğe

karamsar bakışları, 2010 Kasım’ında öğrenci harçlarının iki üç kata varan boyutlarda

artırılmasına duyulan tepki ve finans sermayesinin doymak bilmez hırsına duyulan öfke

(Myers, 2012). Avrupa’daki eylemlerde, ekonomik kriz kadar, AB’nin siyasi bir proje olarak

bir türlü gerçekleşmemesi ve gelecekte gerçekleşeceğine dair bir umut ışığının olmaması da

önemli bir rol oynuyor.

4 Dünya çapında ekonomik bir yapı olan kapitalizmin finans ağlarının birbirine bağlandığı merkezler vardır. Bu

merkezlerde adeta kapitalizmin finans sisteminin kalbi yer alır; para akışına bu merkezler yön verir. XIX.

yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bu merkez Londra’nın City bölgesiydi; çünkü İngiltere sistemin büyük

kreditörü, hegemonik gücüydü. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD sistemin liderliğini ele geçirince, dünya

finansının kalbi de bu ülkeye kaydı. Wall Street, New York’taki finans bölgesinin merkezidir; New York

borsasının yanı sıra büyük finans kuruluşlarına ev sahipliği yapar. Simgesi olduğu kesimlerden biri, kriz

dönemlerinden yararlanıp kısa sürede zenginleşen spekülatörlerdir. 5 İlki 1969 yılında ABD’nin New York Eyaleti’nin Woodstock kasabasında 500 bin kişinin katılımıyla

gerçekleştirilen müzik festivali, en.

5

Başka Bir Kriz: AB’nin Geleceğine Duyulan Kuşku

Avrupa Birliği içinde, Almanya’nın belirleyicisi olduğu yeni bir “iktidar mantığı”

biçimleniyor ve “Deutschmark milliyetçiliğinin Avrupa versiyonu” hüküm sürmeye başlıyor.

Bu düşünceleri dile getiren Ulrich Beck (2011), yeni gelişmeyi “Alman Avro-milliyetçiliği”

(German euro-nationalism) olarak adlandırıyor. Merkel’in Avrupa’sında borç veren ülkeler

ile borç alanlar arasında “emperyal bir farklılık” ortaya çıkıyor ve bu Avrupa Birliği’ni, Avro

bölgesi ülkeler ile Avro bölgesi dışındaki ülkeler arasında gelişen “yeni bir iç çatışma”nın

eşiğine getiriyor.

Avro bölgesinin dışında olanlar, AB’nin geleceği konusundaki karar alma

süreçlerinden dışlandıkları gibi “siyasal seslerini” de kaybediyorlar. Yunanistan, İtalya ve

İspanya gibi ekonomilerini krizden kurtarmak için fon arayışı içinde olan ülkeler Alman

Avro-milliyetçiliğinin taleplerine ve belirleyiciliğine boyun eğmek durumunda kalıyorlar. Bu

o kadar tepki topluyor ki Yunanistan’da basın Merkel’i Nazi üniforması içinde resmediyor

(Grace, 2012).

Belki de en fazla Avrupalı ülke olan İtalya, kıtanın bugünü ve geleceğini şekillendirmede

artık bir role sahip olmamayla tehdit ediliyor (…) Çok taraflılık tek taraflılığa dönüşüyor;

hegemonya ve egemenlikte eşitlik, [bazı ülkeler için] egemenlikten yoksunluğa;

[karşılıklı] tanıma diğer ülkelerin demokratik onuruna saygısızlığa doğru evriliyor (Beck,

2011).

Ulrich Beck, bu durumu, AB’de alttan gelen bir hareketin yaratacağı yurttaşlık pratiği ile

gelişebilecek “Avrupa topluluklarının demokrasisi”ne yönelik bir olanak olarak görüyor.

2011-2012 protestolarının yöneldiği hedeflerden biri de Avrupa Birliği’nin zayıf zincirleri

haline gelen ülkelerinde özellikle teknokrat koalisyonlar ile uygulatılmak istenen kemer sıkma

politikaları. İtalya ve Yunanistan’da iktidara gelen teknokratların, halkın taleplerine yönelik

politikalar yerine, Alman-Fransız ittifakının çıkarları doğrultusunda hareket edeceğine yönelik

ciddi kuşkular var (Mammone, 2012). Üstelik, “Avrupa kimliği” bu süreçte ciddi bir

yıpranmaya uğruyor. Kolektif bir Avrupa’nın ve dayanabileceği değerlerin kurulması ve

yaşatılması sorunu yavaş yavaş ikincil bir hal alırken, pek çok Avrupalı için artık temel sorun,

işsizliğin ve borçların azaltılmasına dönüşüyor.

Bu kimlik aşınmasının ve AB’nin içine girdiği krizin, Beck’in iddia ettiği gibi yeni bir

demokratik yurttaş hareketini şekillendirici bir etkiye sahip olabileceği konusunda iyimser bir

bakış açısına sahip olabiliriz belki. Ama başka bir gelişme, bu iyimserliği baltalayıcı nitelikte:

Avrupa’da aşırı sağın gitgide güçlenmesi.

“Otoriter milliyetçi popülist” siyaset, Avrupa’da adeta 1930’ları hatırlatan bir şekilde

destek buluyor. Öyle ki İngiltere’de sadece krizden en çok etkilenen çalışan kesimler değil;

pek çok kişi, aşırı sağ bir grup olan İngiliz Savunma Birliği’nin (English Defence League)

İslam karşıtlığı ve İslamofobi gibi tutucu düşüncelerini içeren sağ partilere doğru kayıyor.

İngiltere yalnız değil; 2009’da, Yunan borç krizi sırasında yapılan Avrupa Parlamentosu

seçimleri aşırı sağın güçlendiğinin bir işareti oldu.6 Yunanistan’da 2012 Mayıs ayında yapılan

seçimlerde aşırı sağ Altın Şafak Partisi ilk kez parlamentoda sandalye elde etti. Yine Mayıs

ayında (2012) Fransa’daki başkanlık seçimlerinde, “İslamiyet’in totaliterliğin dini” olduğunu

“ilan eden” aşırı sağın temsilcisi Marie Le Pen, ilk turda % 18 oy alarak, Fransızlar’ın yabancı

göçüne, Avrupa Birliği politikalarına, ekonomik durgunluk ve işsizliğe tepkilerinin arttığını

gösteriyordu. Hollanda’da Geert Wilders’in Özgürlük Partisi, İslam karşıtı ve AB karşıtı bir

6 Avrupa’da ırkçı ve İslam karşıtı bir çehreye bürünen aşırı sağın yükselişi ayrı bir çalışmanın konusu olmayı hak

ediyor. Konunun dışına çıkmak anlamına geleceği için bu önemli gelişme hakkında sınırlı bilgi verildi.

6

dil tutturarak radikal cepheyi genişletti; Finlandiya’da ise aşırı milliyetçi parti True Finns

2012 Mayıs ayındaki yerel seçimlerde oylarını % 4’ten % 19’a yükseltti (Hamilton, 2012;

Popham, 2012). Bir düşünce kuruluşu olan Demos’un 2011’de yaptığı araştırmaya göre,

Avrupa’da aşırı sağ ve milliyetçi popülizm birbiriyle iç içe geçiyor; özellikle genç erkeklerin

geleceğe yönelik korkuları, kimlik problemlerinin kemikleşmesi, göç ve İslam’a tepkiyi

körüklüyor. Aşırı sağ grupların bir destekçisi olan Anders Breivik’in Norveç’te bir gençlik

kampında 69 kişiyi öldürmesinden sonra hazırlanan rapor, internet ağı üzerinden gelişen

İslam karşıtlığına ve göçmen düşmanlığına dikkat çekiyor. Avrupa’da 1910’lar, 20’ler ve

30’larda Yahudi karşıtlığı aşırı sağ partileri birleştiren bir unsur iken, günümüzde bu

İslamofobi ile yer değiştirmiş durumda (Guardian, 2011).7

Gençler ve Siyaset Sahnesi

Avrupa’nın değişen çehresinin göstergelerinden biri de gençlerin siyasetçilere duyduğu

güvensizlik ve daha da önemlisi mevcut sınırları ile siyasete karşı geliştirdikleri ilgisiz ve

kayıtsız tavır. Sağ ve solun dışında kendilerini siyasi kimlik olarak farklı tanımlayan yeni bir

kuşağın belirdiğini görmek mümkün Avrupa’da. Madrid’deki protestocular, sınıfsal ya da

siyasal seçimlerden özgür olduklarını ifade ediyorlar ve kendilerini sağ-sol gibi siyasal

cepheleşmelerin dışında bir yerlerde tanımlıyorlar. “Ne bu ne şu” (Ni-Nis) neredeyse bir şiar

haline gelmiş durumda (Myers, 2012).

Teknolojiyi kullanmada genç kuşakların üstünlüğü, kuşaklararası farkın bir öncekine

göre daha keskin bir hal aldığını gösteriyor. Yeni kuşak, 70’ler ya da 80’lerdeki genç kuşak ya

da öğrencilerden farklı olarak teknoloji ile yeni bir ilişki kuruyor. İnternet, sosyal medya, cep

telefonları ve kişisel bilgisayar bu kuşağın gündelik yaşamında önemli bir yer tutuyor ve

Ortadoğu’daki isyanlar başta olmak üzere Avrupa’da gerçekleşen protestolar twitter ve

facebook üzerinden yürütülüyor. İnternet, doğası gereği, nerede nasıl bir hareketin

belireceğini önceden kestirmeyi imkânsız kılıyor. Sosyal iletişim ağları, yeni toplumsal

hareketlerin “kendiliğinden” karakterini besliyor ve çok hızlı bir biçimde birbirinden uzak

bölgelerde boy vermesine katkıda bulunuyor.

Atinalı bir öğrenci, bir söyleşide, kendilerine “siberkuşağı” adını veriyor: “Biz sadece

gerçeği istiyoruz. Ben inanmak istemiyorum, bilmek istiyorum. Gerçekleri seviyorum,

kanıtları seviyorum… Sürekli online’dayım. Söz konusu olan Yunan politikası ve borç

kriziyse, kendi sonuçlarıma kendim varıyorum” (aktaran Myers, 2012). Bu sözler gençlerin

siyasetçilere duydukları güvensizlik yanında, belli bir ideolojiye ya da siyasal akıma bağlı

olmak istemediklerinin ve belki de yeni bir özgüvenin göstergesi.

İşgal protestoları içindeki gençler, tüm sistemin çökmüş olduğuna inandıklarından,

demokratik forumlar, meclisler ve alternatif finans kurumları vs. oluşturmak yönünde bir çaba

içindeler. Kuşaklararası farka karşın, Amerika’daki protestocu gençler aslında, 60’lar ve

70’ler kuşağının komün oluşturma geleneğini sürdürüyorlar; ancak bu eylemleri

gözlemleyenler, protestocuların değiştirme yönünde güçlü bir irade sergilediklerini

söylemenin zor olduğunu ifade ediyorlar (Stein, 2011). Wall Street işgalinde eylemcilerden

biri şöyle sesleniyor: “Bize programımızın ne olduğunu soruyorlar. Programımız yok. İyi

zaman geçirmek için buradayız”. Bu ifadeleri aktaran Zizek (2011) “protestocuların kendi

kendilerine âşık olmaları” durumunun yaratacağı engellere dikkat çekiyor.

7 Zizek (2012: 15-16), Komünist Ufuk kitabında benzer bir tezi ortaya atıyor.

7

Avrupa’daki gençler kimilerine göre “kayıp kuşak”. Bir yandan “beklentileri ve

hayalleri” Avrupa’nın güçlü bankaları ve sermayesi için feda edilmiş, öte yandan üst düzey

eğitim almalarına karşın iş bulamıyorlar; düşük ücretli, kısmi zamanlı işlerde çalışıyorlar ve

kendi yaşamlarını idame ettirecek kazançları olmadığından aileleriyle birlikte yaşıyorlar.

Tekrarlayalım: Yunanistan ve İspanya’da genç nüfus içinde işsizlik % 45’e ulaşmış durumda

(Wolin, 2011).

Savaş sonrası dönemde gelişen sosyal adalete ve sosyal haklara yönelik politikaları

terk eden sosyal demokrat partiler, 1990’larda bunun bedelini gençleri kaybederek ödediler.

Avrupa’nın bugün şişen ve büyük kısmı gençlerden oluşan bir “yedek işgücü ordusu” var; bu

partiler geçerli çözüm üretmekten uzaklaştığı sürece, gençlerden destek bulamayacaklar gibi

gözüküyor. Ancak sağ partiler, özellikle de aşırı sağ partiler için aynı şeyi söylemek mümkün

görünmüyor.

Eylemciler bütün bu nedenlerle taban hareketi olarak gelişmeyi, bir partiye ya da bir

programa dayanmadan seslerini duyurmayı ve tıpkı küreselleşme karşıtı hareketler gibi

hiyerarşik olmayan bir “yatay ilişkiler ağı”8 kurmayı hedefliyorlar. Ancak, 1999’da

Seattle’da, Dünya Ticaret Örgütü toplantısında dünyanın dört bir tarafından gelen

eylemcilerin başlattığı küreselleşme karşıtı hareketlerden farklı olarak, İşgal Et eylemleri,

belli bir ülkenin sınırları içinde ve o ülkedeki siyasetçilerin aldığı kararlara ve ekonomik krize

tepki olarak doğuyorlar. Bir başka deyişle ölçek, uluslararası olmaktan çok ulusal bir nitelik

taşıyor. Harekete rengini veren şey, küreselleşme karşıtı hareketlerde olduğu gibi Dünya

Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (UPF-IMF) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi

küresel kapitalizmin hegemonik uluslararası kurumlarına ve yeni liberal politikalara karşı

doğrudan bir tepki yerine, ülkelerinin siyasetçilerinin finans sermayesini koruyan ve

ekonomik krizin yükünü orta ve alt sınıfların omuzlarına yükleyen kararlarına karşı gelişen

bir öfke. Küreselleşme karşıtı hareketlerdeki enternasyonal kaygılar, günümüzdeki

protestolarda belli bir yer bulmasına karşın, ulusal düzeydeki sorunlarla karışarak ve hatta bu

sorunların belirleyiciliği altında biçimleniyor. Bu özelliği, AB’nin varlığının ciddi bir

sorgulamadan geçtiği ve karamsarlık bulutlarının dolaştığı Avrupa’da gelişen protestolarda

görmek mümkün.

Farklı talep ve özelliklere sahip 2011 protestoları tek bir dalganın oluşturucu unsurları

olarak düşünülebilir mi? Daha da önemlisi, bu hareketler, kapitalizmi sorgulayan yeni kitle

hareketleri olarak görülebilir mi? Bir başka soru ise, ağırlıklı olarak anti-kapitalist bir nitelik

taşımasa dahi, hareketin kapitalizme alternatif oluşturabilecek, ortaklaşmacı bir öz-yönetim

modelini ortaya koyup koyamadığıdır. Bu soruları, İşgal Et eylemlerinin kapitalizm dışı bir

toplumun nüvesini ya da potansiyelini içinde taşıdığını düşünen ve her iki soruya da olumlu

yanıt veren M. Hardt ve A. Negri’nin çözümlemeleri içinde yanıtlamaya çalışacağım.

Kapitalizme Alternatif Sunuluyor mu?

Toplumsal hareketlerin farklılaşan doğasını anlama bakımından, başvurulan analiz

araçlarından biri de kuşkusuz, kapitalizmin günümüzde aldığı yeni biçim. Bu konuda en ilgi

çekici ve tartışmaya açık savlar ortaya atan düşünürler arasında A. Negri ve M. Hardt yer

alıyor. Yazarlar, kapitalist üretimin değişimi ile direnişlerin yapısının farklılaşması arasında

bağlantı kuran çalışmalar sunuyorlar. İmparatorluk (2001) kitabı, ardından Çokluk (2004) ve

8 Hiyerarşik olmayan, yatay sosyal ilişkiler ve siyasal oluşumlar için “izm” eki taşıyan bir sözcük bulunmuş bile:

“horizontalizm”. Bu sözcük, ilk defa Arjantin’deki 2001 isyanları sonrasında kullanılmaya başlanıyor ve

İspanyolca bir sözcükten, horizontalidad’dan geliyor; bkz. Sitrin (2012).

8

Ortak Zenginlik (2011) ile bir üçleme içinde hem var olanın analizi hem de değişimin temel

öğelerini saptayarak gelecekte kurulacak kapitalizm dışı bir yaşam üzerine görüşler

geliştiriyorlar.

Çokluk’ta (2004: 110) yer alan “[ü]retimin içine bakıp emeğin koşullarını ve

sömürünün temellerini gördüğümüzde, işyerlerinde direnişlerin nasıl ortaya çıktığını ve

emeğin ve üretim ilişkilerinin değişimiyle direnişlerin nasıl değiştiğini de görebiliriz. Bu da

üretim ve direnişler arasında çok daha sağlam bir bağlantı kurmamızı sağlayacaktır” ifadeleri,

derinlemesine bir çözümlemenin parçası değildir; ancak daha sonra yazılan Ortak Zenginlik

böyle bir çözümlemeyi yerine getirmiş görünüyor.

Son olarak kaleme aldıkları Duyuru (2012) kitabı ise 2011-2012’de gelişen

protestoların bir anatomisi olmakla birlikte, ortak olanın ya da ortak varoluşun nasıl

kurulabileceği üzerine “çokluk” kavramını İmparatorluk’tan devralarak tezler geliştiriyor.

Düşünce tarihi, kurumsal gelenekler, sosyal ve siyasal kuram gibi çok yönlü ve katmanlı bir

mirastan beslenen kitapları burada derin bir incelemeye ve eleştiriye tabi tutmak ne mümkün

ne de yerinde olur. Ancak kapitalizm, emek ve toplumsal başkaldırılar arasında kurdukları

zengin bağlantıları birkaç temel tez üzerinden ele almak gerekiyor. En son kitaptan,

Duyuru’dan başlayacak olursak, kitabın üç tez üzerine inşa edildiğini söylemek yanlış

olmayacaktır.

Birinci tez, –Marksist bir önermeden yola çıkarak- günümüz kapitalizminde üretici

güçler ile üretim ilişkileri arasındaki bağdaşmazlığın (ya da daha iddialı bir kavram ile

“çelişki”nin) kendini üst düzeyde hissettiriyor olduğudur. Bu durum, sürekli ekonomik ve

politik krizler getirirken aynı zamanda ortak varoluş için uygun bir maddi zemin ya da yine

Marksist terminoloji ile “nesnel koşulları” yaratıyor. Kendi ifadeleri ile:

Kapitalist gelişme çözümsüz ekonomik, toplumsal ve politik krizlerin pençesinde

kıvranıyor. Bu kriz, en azından kısmen şu nedene bağlanabilir: Üretici güçler giderek

daha fazla ortak nitelikli hale gelirken, üretim ve mülkiyet ilişkileri, yeni üretici gerçekliği

kavramaktan uzak ve değerin yeni ortak kaynaklarına tamamen dışsal, bireysel ve özel

kurallara ve normlara göre tanımlanmaya devam ediyor [vurgu bana ait-vba.] (2012: 58).

İkinci tez, politik örgütlenme meselesi bağlamında, kapitalist sistemle mücadelede Leninist

bir örgütlenme ve önderlik stratejisinin günümüzde söz konusu olmadığı ve olamayacağıdır.

Son yirmi-otuz yılda vuku bulan toplumsal mücadele biçimlerini değerlendirirken şunu

özellikle ifade ediyorlar: “Hayır, politik bilincin kendiliğindenlikten örgütlülüğe geçişini vaaz

eden eski Bolşevik teoriye yer yok burada” (2012: 43). Devamında:

Politik örgütlenme biçimi burada merkezi önem taşır; tekilliklerden oluşan âdemi merkezi

bir çokluk yatay olarak iletişime geçer (ve sosyal medya onlar için faydalıdır çünkü

onların örgütsel biçimine denk düşer). Gösteriler ve politik eylemler son sözü söyleyen bir

merkezi komiteden doğmuyor günümüzde; tersine sayısız küçük grubun bir araya

gelmesinden ve aralarında tartışmasından doğuyor [vba.] (2012: 45).

Ve üçüncü tez, “Alternatif nedir?” sorusuyla bağlantılı. Yaşanmış sosyalist deneyimler değil,

sosyal demokrasi değil, bambaşka bir ortak mülkiyet ve varoluş tarzına gönderme yapıyorlar.

Ufukta gözükmeyen, uzakta sadece bir ışık gibi yanan, belki de Zizek’in Komünist Ufuk

(2012) ve A. Badiou’nun Komünist Hipotez (2011) şeklinde adlandırdıkları, bugün belli

kadroların ya da kişilerin zihinlerinin ürünü olmayan, mücadelenin ve yaşanmışlığın içinden

beliriveren bir “alternatif”. Yine kendi ifadeleri ile

[g]ünümüzün toplumsal hareketleri düzeni tersine çeviriyor, manifestoları ve

peygamberleri gereksiz kılıyor. Değişimin failleri şimdiden sokağa indiler ve şehir

meydanlarını işgal ediyorlar; yalnızca yöneticileri tehdit edip alaşağı etmekle kalmıyorlar

aynı zamanda yeni bir dünya vizyonu oluşturuyorlar [vba.] (2012: 7).

9

“Duyurudan inşaya geçiş”in yolları, politik olarak belirlenmiş değil; sadece belli öngörüler

var, geleceğin nasıl kurulacağına, nasıl bir yaşam, örgütlenme, üretim ve bölüşüm biçimi

olacağına dair bazı ipuçları vermekle yetiniliyor.

Aslında her üç tez de günümüz toplumsal hareketlerini anlama açısından yeni bakış

açıları sunuyor ve tartışma için sayısız kapı açıyorlar. Ancak tezlerin iddiasını karşılayacak bir

analiz düzeyi ile tamamlanmayıp, bazen sadece retorik düzeyinde kalmaları büyük bir

eksiklik doğruyor ve inandırıcılıklarını büyük ölçüde sarsıyor. İleriki kısımlarda bu tezleri

kısaca gözden geçirip, 2011 protestolarını “anlamlandırma”da bu tezlerin bizlere nasıl bir

harita sunduğu sorusunu yanıtlamaya çalışacağım.

Birinci Tezle İlgili: Günümüz Kapitalizmin Çelişkisi ve “Çekirdek Komünizm”

Hardt ve Negri’nin yeni ekonomik-toplumsal koşulları açıklarken geliştirdikleri temel tez,

endüstriyel üretimden biyo-politik üretime geçildiğidir. Kısmen İmparatorluk ve Çokluk’ta,

özellikle “maddi olmayan” üretim ve canlı emek kavramlarını geliştirerek bu formülasyonun

ana hatlarını çizen yazarlar, Ortak Zenginlik’te metropoller, finans sermayesi, bilişim toplumu

ve yoksulluk gibi kavramların sağladığı yapı taşları ile ana kurgularını pekiştiriyorlar. Duyuru

ise bu ana kurgudan çıkarılmış bir siyasal broşür9 niteliğini taşıyor.

Hardt ve Negri, politik ekonomi düşünürlerinin emeğin geçirdiği dönüşüm

analizlerinden yararlanarak, üç değişim çizgisi gösteriyorlar: Birincisi, İmparatorluk kitabında

geliştirdikleri ve özellikle Çokluk kitabında üzerinde durdukları, maddi olmayan üretimin

ekonomi içinde kazandığı hâkimiyettir. Aslında daha önce enformasyon toplumu, post-fordist

üretim, sanayi sonrası toplum ya da post-kapitalist toplum gibi kavramlar aracılığıyla anlatılan

süreci, yazarlar, “maddi olmayan üretim” sözcükleriyle ifade ediyorlar. Bu kavram ile

enformasyon ve iletişimin, üretim sürecinde önemli bir rol oynadığı, kapitalizm içindeki yeni

bir aşama anlatılıyor ve bir değişim eğiliminden söz ediliyor: Endüstriyel üretimden biyo-

politik üretime doğru geçiş. Bu aşamada, üretim ve tüketim arasındaki ilişki ve denge,

enformasyona ve iletişime dayandığı gibi, gittikçe güçlenen hizmet sektörü de maddi olmayan

emeği içermesi bakımından yeni ekonomik tarzı güçlendiriyor.

Hardt ve Negri, İmparatorluk (2001: 302-306) kitabından itibaren, üretimdeki bu

değişim açısından merkezi öneme sahip olan maddi olmayan emeği tanımlamaya ve oluşum

koşullarını göstermeye başlamışlar; bunu “küresel ekonominin post-modernleşmesi” şeklinde

adlandırmışlar ve en önemlisi, İmparatorluk’ta “ortaklık”ın ya da daha sonra kullandıkları

şekliyle “ortak zenginlik”in bu emek biçimine içkin olduğunu öne sürmüşlerdir. “Maddi

olmayan emek dolaysız bir biçimde toplumsal etkileşim ve ortak faaliyet gerektirir” (2001:

306). Bu özelliğiyle emek, klasik Marksist kuramda olduğu gibi sadece “değişken sermaye”

olarak addedilemez. Maddi olmayan emeğin üretim sürecinde merkezi bir rol oynadığı

durumda, sermaye diğer girdileri sağlayıcı, değer biçici ve üretimi yönlendirici olma

durumundan uzaklaşır. Üretim, emeğini ortaya koyanların, ortak etkileşim yoluyla yarattıkları

bir süreç haline gelmeye başlar. “Dolayısıyla, maddi olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini

dışa vurarak, görünen o ki, bir tür kendiliğinden ve çekirdek komünizm imkânı sağlıyor”[vba.]

sözleriyle Hardt ve Negri, Ortak Zenginlik kitabına gelmeden İmparatorluk’ta (2001: 306)

9 Siyasal yazında özellikle kısa bırakılmış, ama hem felsefi-bilimsel değeri olan hem de doğrudan güncel siyasal

sorunlara yönelik saptamalar yapan ve çözümler arayan pek çok kısa klasik metin örneği vardır. N.

Machiavelli’nin Prens’i, J. Locke’un Yönetim Üzerine İki İncelemesi ve V. I. Lenin’in Emperyalizm:

Kapitalizmin Son Aşaması bu tür metinlerin en dikkate değer örneklerindendir.

10

yeni emek biçiminin komünizm için olanak yarattığı düşüncesini ortaya koymuşlardır. Bu

anlamda, üçlemenin, bir fikrî takip içinde yazılmış olduğu kolaylıkla söylenebilir.

Biyo-politik üretim aşamasında, “imgeler, enformasyon, bilgi, duygulanım, kodlar ve

toplumsal ilişkiler, kapitalist değerlenme süreçlerinde maddi metalara ya da metaların maddi

yönlerine ağır basar hale geliyor” (Hardt ve Negri, 2011: 142). Yazarlar, maddi üretim

boyutunun ekonomik alandan tamamen kalktığını iddia etmek yerine demir, çelik, petrol gibi

maddi üretimin bilgi üretim tekniklerine daha fazla bağımlı hale geldiğine vurgu yapıyorlar.

Bunun, yani ekonomide enformasyon teknolojisine geçişin bir sonucu da emeğin niteliğinde

bir dönüşümün gerçekleşmesi ve ‘maddi olmayan emek’i doğurmasıdır. “Düşünsel ve

duygulanımsal” emek olarak adlandırdıkları hâkim hale gelen emek biçimi, salt zihinsel bir

emek de değildir; bedensel emeği de kapsar (Hardt ve Negri, 2004: 121-29). O halde düşünsel

ve duygulanımsal emeği tanımlayan ya da diğer emek biçiminden, yani maddi emekten ayırt

eden ölçüt ne olacaktır?

Burada “biyo-politik” üretim yine anahtar bir rol ediniyor. Ekonomide gelişen biyo-

politik olana doğru dönüşüm, “canlı varlıkların sabit sermaye” haline gelmesi olarak

tanımlanıyor:10

(…) Yaşam biçimlerinin üretimi katma değerin temeli haline geliyor. Bu, işte kazanılan

ancak daha önemlisi iş dışında otomasyona ve bilgisayara bağlı üretici sistemlerle

etkileşim halinde biriktirilen insani beceri, yetkinlik ve bilgilerin uygulamaya

koyulmasıyla doğrudan değer üretilen bir süreçtir (Hardt ve Negri, 2011: 142).

İnsanların sahip oldukları dilsel ve düşünsel becerilerin, hatta iletişim kurma yeteneklerinin

üretimde gittikçe belirleyici bir konum kazanmasının nedeni artı değer yaratmalarıdır.

Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde maddi olmayan emeğin iki biçimi, düşünsel ve

duygulanımsal emek, “maddi olmayan ürünler” üreterek maddi emekten ayrılıyor: “Maddi

olmayan emek. Fikirler, semboller, kodlar, metinler, dilsel figürler, imajlar gibi ürünler

üretir”. Oldukça belirsiz olan bu tanımda, açıklayıcı olan öğe, duygulanımsal emeğe ilişkin

verilen örneklerdir. Aslında hep kullanılagelen “hizmet sektörü” içindeki emek türlerini ifade

eden yazarlar, duygulanımsal emeği bir tür güler yüzlü hizmet şeklinde adlandırıyor ve örnek

olarak “hukuki danışmanların, uçuş görevlilerinin ve fast-food işçilerinin” yerine getirdiği

işlerde bu emek türüne rastladığımızı belirtiyorlar. Hem beden hem de zihinle aktarılan bir iyi

olma hali, huzur ya da heyecan üreten hizmetler, dilsel iletişimi, beden dilini, simgeleri,

imajları ve sosyal becerileri gerektiriyorlar (Hardt ve Negri, 2004: 122).

Maddi olmayan emeğin, üretimde başat hale gelmesi, üretim örgütlenmesini de

değiştirerek “ağ” tipi bir biçimlenmeye doğru sürüklüyor. Endüstriyel üretimdeki bant

sisteminin yarattığı “doğrusal ilişkilerin” [?] yerini dağınık ve belirsiz ağ biçiminde ilişkiler

alıyor. Teknolojik ağlar ve çalışanların ağ tipi işbirliği…[?] Maddi olmayan emeğin kilit

özelliği burada yatıyor; ağlarda dolaşarak ortak hale gelen değerler yeni bir işbirliğinin,

dayanışmanın ve ortak toplumsal yaşayışın koşullarını yaratıyor (Hardt ve Negri, 2004: 127-

28). Çokluk kökenini buradan alacaktır.

Emeği dönüşüme uğratan ikinci gelişim çizgisi, endüstriyel üretimden farklı olarak

maddi olmayan üretimde çalışma gününün ve üretim zamanının köklü bir biçimde

değişmesidir. Kapitalist üretimde değerin temel kaynağının zaman olduğunu düşünen

yazarlar, bunun tümden değiştiği iddiasında olmasalar da emeğin nitelik değiştirmesinden

dolayı, yani maddi olmayan emeğin doğmasıyla birlikte, fabrika içindeki zaman ile fabrika

10

Oldukça tartışmalı ve pek çok karşı çıkışı hazırlayan bu önermelerin, yazarların sermayenin organik bileşimi

ve yeni sömürü biçimi üzerine tezleriyle birlikte, başlı başına eleştirel bir çalışmada ele alınmasının yararlı

olacağı düşüncesindeyim.

11

dışındaki zaman arasındaki ayrımın günümüzde bulanıklaştığı ve bu ikisinin iç içe geçtiğini

öne sürmektedirler. İş zamanında ortaya çıkan farklılaşma, esnekleşmenin en önemli

nedenlerinden birisidir. Yarı zamanlı, düzensiz ve birden fazla işte çalışma ya da Microsoft

gibi şirketlerde görüldüğü gibi, çalışanların uzunca süre ofiste tutulabilmesi için, ücretsiz

yemekler ve egzersiz programları gibi uygulamalarla ofisin bir eve dönüştürülmesi değişimin

göstergelerindendir. Yazarlara göre, bu uygulamaların daha önceden de var olmalarına karşın,

Fordizmden Post-Fordizme geçişle birlikte istisnai olan norm haline gelmiştir (Hardt ve

Negri, 2004: 126 ve 2011: 143-44).

Üçüncüsü, üretimin hemen hemen bütün sektörlerinde yerli emek dışında “yasal ve

yasa dışı” göçmen akışına bir gereksinim duyulmasıdır. Göçler emek hareketini

küreselleştirdiği gibi, emek yoğun pek çok iş ve sektörde (söz gelimi, ev işçiliği, yaşlıların

bakımı, hemşirelik gibi işlerde ve oyuncak, elektronik, tekstil gibi sektörlerde) kadın

çalışanların sayısının hızla artmasıyla birlikte emek göçünün cinsiyete bağlı olarak nitelik

değiştirmesi söz konusu olur (Hardt ve Negri, 2011: 144).

Bu üç eğilim, Hardt ve Negri’ye göre, biyo-politik üretimin ağırlık noktasını maddi

emekten maddi olmayan emeğe doğru kaydırır; bu aynı zamanda maddi metaların üretimi

yerine toplumsal ilişkilerin üretiminin öne çıkmasına neden olur. Maddi olmayan emek,

toplumsal yaşamın araçlarını değil, kendisini yaratmaktadır. Çünkü fikirleri, algıları, imajları,

bilgileri, iletişim biçimlerini, işbirliğini ve duygulanımsal ilişkileri içeren emek canlı emektir

ve sadece sömürülen emek değil, aynı zamanda yenilikçi ve yaratıcı bir kapasite içermektedir.

Bu anlamda maddi olmayan canlı emek, sermaye tarafından tüketilebilecek, tümüyle

sömürülebilecek bir emek değildir. Canlı emek, sermayenin ona el koyduğundan çok daha

fazlasını içerir; “(…) zira sermayenin asla zamanın tamamını ele geçiremeyeceğini görürüz”

(Hardt ve Negri, 2004: 163).

Maddi olmayan emek, işbirliğini ve iletişimi içerdiği için ortak olanı barındırır.

Bilginin ve iletişimin üretilmesi doğası gereği bir paylaşımı ve ortaklığı gerekli kılar. Aynı

zamanda başkalarıyla ilişkiye geçmeyi ve işbirliğini gerektirir. Dolayısıyla bu saptama ile de

Hardt ve Negri maddi olmayan emeğin kendi yapısı gereği ortak olanı içerdiği tezini

geliştiriyorlar. Yani kapitalizm içinde doğan bu tarz emek, kapitalizmi aşmanın nüvesini

kendi içinde taşıyor; çünkü kapitalizmin temeli olan özel olanın temellerini sarsıyor ve onu

geçersiz hale getiriyor. Bu da üretim aracı olarak maddi olmayan emeğin, kapitalist üretim

ilişkilerini aşan bir ilişki biçimine işaret ettiğini gösteriyor. Yani maddi olmayan emek

paradigması, ortak üretimin ve yaratılan zenginliğin ortak ve eşit paylaşımının temellerini

atıyor.11

İkinci Tezle İlgili: Politik Eylemin Tek Olanağı Çokluk

“Tüm nesnel koşullar hazır”! (Hardt ve Negri, 2011: 172). Bir yandan biyo-politik ya da

maddi olmayan emek, kapitalizmin içinden doğarak, onun dayandığı zeminin altını oyuyor.

Öte yandan, kapitalist kontrol ve sömürü mekanizmaları, ortak varoluşun gerçekleşmesi

önünde bir set örüyor; özelleştirme ile ortak olanın yağmalanması tüm hızıyla devam ediyor.

Değişim için çöküşün koşulları yeterli değil, ama kapitalist biyo-politik emek sürecinde

11

Kapitalizm içinde yaratıcı emeğe bir sus payı verildiği ve fikri mülkiyet haklarının sıkı bir denetime alındığı

günümüz koşullarında, bu emeğin ortaklaşmacı bir kültürü içinde taşıdığı tezi oldukça tartışmalıdır. Kapitalizm,

bir fikrin, eserin, projenin, kitabın, müziğin, filmin, programın, bilginin, kısacası bir ürünün her türlü (elektronik

dâhil) haklarını peşin olarak bağlıyor.

12

üretilen tekilliklerin politik bir nitelik kazanması, eyleme ve karşı çıkışa dönüşmesi için

politik bir özneye gereksinim var. İmparatorluk’ta, “sınırsız bir mekânda” hareket halinde,

“üretimin dokusu haline gelmiş” dil ve iletişim alanında kendi kendini yaratan bir kurucu güç

olan çokluk, kavramsal düzeyde kurulur; ancak yazarların kendilerinin de ifade ettikleri gibi,

somut pratikler ve işlevleri net değildir (Hardt ve Negri, 2001: 400-401). Yine de birkaç

politik talep (küresel yurttaşlık, garantili bir toplumsal ücret) ile iletişim ve dil üzerinden

politik kontrol gibi bir stratejiyi içeren politik program çizilmeye çalışılır. Bu önerilere karşın

oldukça belirsiz bir kavram olarak kalır çokluk.12

Buna karşın bizim açımızdan kesin olarak

belirlenmiş bir nitelik vardır: “[M]erkezi liderlik ve hiyerarşiye dayanan geleneksel”

örgütlenme tarzlarıyla yakından uzaktan bir alakası yoktur.

Irk, etnik grup, toplumsal cinsiyet gibi her tür farklılığı içeren ve bu farklılıklarla

“ortak bir paydaya dayanan” çokluk, üçlemenin ikinci kitabında (Çokluk), sol entelektüellerin

uzun zamandır ilgi göstermediği sınıf kavramı ile buluşturulur. Artık “çokluk bir sınıf

kavramıdır” onlara göre.

Biyo-politik üretimde nitelik değiştiren kapitalizm, sömürüyü yaygınlaştırmakta,

sömürü biçimini değiştirmekte; sonuç olarak, işçi ya da emekçi sınıf kavramları XIX. ve XX.

yüzyıllarda kullanıldığı biçimlerden uzaklaşarak farklı içerikler edinmektedir. Yaşanan

koşullarda işçi sınıfı sermayeye karşı durabilecek tek özne olma konumunu artık yitirdiği gibi,

politik bir mücadelenin kurucu, öncü öznesi de değildir. Çokluk sınıfsal bir yapıdır, ancak

belli bir sınıfın, yani işçi sınıfının önderliğini içermez. Sınıf, sadece ekonomik değil,

siyasaldır. Bu nedenle yazarlara göre etnik kimlik, cinsiyet vs. de sınıf kavramına dâhildir.

Bunlar potansiyel sınıftır (Hardt ve Negri, 2004: 117-18)!

Çokluk kavramı tam da bu değişimi anlatmak ve yeni bir özne tarif etmek için

kullanılır. Endüstriyel emek, artık üretim içinde başatlığını yitirdiği için, her emek türü eşit bir

durumda, hiyerarşi olmadan çokluk içinde konumlanır. Dolayısıyla, “hizmet işleri, entelektüel

emek ve bilişsel emek” maddi olmayan emeğin türleridir; ancak daha önce belirtildiği gibi,

yazarlar, başka bir emek türünün, “duygulanımsal emeğin” en az entelektüel olan kadar maddi

olmayan emeğin temel bir parçasını oluşturduğunu düşünürler.

Ortak Zenginlik kitabında ise, çokluk bu kez örgütlenme sorunu ile buluşturulur. Bu da

baştan itibaren dışarıda bırakılan, belirsiz, gölgemsi bir varlık gibi doğan çokluğa dâhil

edilmeyen bir sorundur aslında. Ama belli ki kavrama yöneltilen eleştiriler13

yazarları bu

problem üzerinde düşünmeye ve kavramın temel bir eksikliği olduğu sonucuna götürmeye

yöneltmiştir. Temel tez değişmez; merkezi ve hiyerarşik örgütlenmelere yer yoktur:

Çokluğu, toplu çıkış ve özgürleşme tasarısını politik olarak örgütlemek [vba.] açısından

yeterli bir kavram olarak düşünüyoruz; çünkü birlik, merkezi liderlik ve hiyerarşiye

dayanan geleneksel örgütlenme biçimlerinin, var olan biyo-politik üretim bağlamında, her

zamankinden de fazla, cazip olmadığı gibi geçerli de olmadığına inanıyoruz (Hardt ve

Negri, 2011: 172).

12

Yine yazının sınırlarını aşacağı için, aslında epeyce bir tartışmaya ve eleştiriye maruz kalmış olan çokluk

kavramını burada didiklemek ve sıkı bir eleştiriye tabi tutmak amacı taşımıyorum. Sadece genel hatlarını

belirlemeye çalışıyorum. Ancak, genel hatları itibariyle bile kavram hayli belirsiz. Yazarlar da bunu sık sık itiraf

ediyorlar: “Yine de çokluğun bu görevi, kavramsal düzeyde açık olmakla birlikte, oldukça soyut kalıyor. Hangi

özgün ve somut pratikler bu politik projeye can verecek? Bu noktada bir şey söyleyemiyoruz” (Hardt ve Negri,

2001: 400-401). Çokluğun üzerine kurulduğu maddi olmayan emek için: “Maddi olmayan şey, emeğin ürünüdür.

Bu bakımdan maddi olmayan emeğin çok muğlâk bir terim olduğunun farkındayız” (Hardt ve Negri, 2004: 123).

Çokluğun öz örgütlenme ve direniş kapasitesi için: “(…) Biyo-politik olaylar, ortak varoluş üretiminin yaratıcı

edimlerinde bulunur. Bu yaratım edimlerinde gerçekten de gizemli bir yan vardır; ancak bu her gün çokluk

içinden fışkıran bir mucizedir” (Hardt ve Negri, 2011: 182). 13

Yazarların kaleminden bu eleştirilerin bir özeti için bkz. Hardt ve Negri (2011: 173-76).

13

Geleneksel örgütlenmelere yer yok; ancak bir örgütlenme biçiminin de olması gerekir.

Sözgelimi, “[ç]okluğun dokuları bir beden haline nasıl gelebilir”? Eleştirel metinlerden

birinde bu soru sorulur (Hardt ve Negri, 2011: 173). Hardt ve Negri’nin örgütlenme tasarısı

konusunda geliştirdikleri savlar, kuramlarının en zayıf, en tartışmalı yönlerinden biridir.

“Çokluğun ortak doğası”nı, yani çokluğun “kendiliğinden [vba.] bir politik özne değil, bir

politik örgütlenme tasarısı olduğunu göstermek” için bir yandan toplum sözleşmesi

kuramlarına doğru, öte yandan Foucaultcu “öznellik üretimi” sorununa doğru savrulurlar

(Hardt ve Nergri, 2011: 176-84).

Temel sorun, farklılıklar ve tekilliklerden oluşan çoklukta, karşı çıkışı olanaklı kılacak

ortak paydanın ne olduğudur. “Çokluk, iç farkları olan çoğul bir toplumsal öznedir ve onun

kuruluşu ve eylemi, özdeşliğe ya da birliğe değil (hele farksızlığa hiç değil) ortak olana

dayanır” (Hardt ve Negri, 2004: 114). Ortak Zenginlik kitabı, bu sorunun etrafından dönen bir

yapıya sahiptir aslında. Çokluk kavramına yöneltilen eleştirileri yanıtlamaya yönelik bir çaba

ve en zayıf halkaya, ortak payda, işbirliği, eylem ve örgütlülük sorununa bir çözüm arayışıdır.

Ancak Hardt ve Negri’nin vardıkları yer başlangıç noktasından başkası değildir:

Biyo-politik ekonomik üretim modeli burada bize bir politik eylem analojisi olarak

hizmet eder: Tıpkı geniş bir çoğulluğun maddi olmayan ürünler ve ekonomik değerler

üretmesi gibi, bir çokluk da politik kararlar üretebilir… Bir başka deyişle, üreticilerin

işbirliğini özerk bir şekilde örgütleme ve planlı bir biçimde kolektif üretimde bulunma

yetenekleri, kolektif karar alma araçları için gerekli araç ve alışkanlıkları sağlayarak,

politik alan için de doğrudan sonuçlar doğurur [vba.] (Hardt ve Negri, 2011: 180).

Hardt ve Negri, işbirliği, örgütlenme ve eylem konularında geliştirdikleri tezlerdeki

belirsizliği, ekonomik çözümlemelere başvurarak ve hatta sadece analojiler yoluyla

halletmeye çalışırlar. Üretimin öz dönüşümünün üretim araçlarının el değiştirmesi sorunundan

azade bir biçimde gerçekleşeceği öngörüldüğü için, politik özyönetim de bu kendiliğinden

üretim dönüşümünün sonucu olacaktır. Ekonomik indirgemecilik için biraz daha ileriye

gitmeye gerek var mı acaba? Bu uçurumdan uzaklaşıp, çokluğu politik olarak yeniden

kavramak için geliştirilen yoksulun çokluğu ve sevgi konusundaki savlar ise, dile getirildikleri

her bir sayfada buharlaşıyorlar adeta.

Üçüncü Tezle İlgili: 2011 Protestoları Alternatif Yaratma Potansiyeline Sahip mi?

Farklı taleplere, stratejilere ve eylem biçimlerine sahip bu hareketleri tek bir dalganın

oluşturucu unsurları olarak görmek mümkün mü? İçerdikleri bütün farklılıklara karşın ortak

bir mücadelenin yeşermesi ve gelişmesi için olanak sunuyorlar mı? Yerleşik düzeni sarsıcı ve

hatta ona eleştirel, onu dönüştürecek bir siyasal proje içeriyorlar mı ya da böyle bir siyasal

proje yaratacak bir potansiyelleri var mı?

Belli sorular üzerinden yazarların ulaştıkları sonuçları değerlendirmeye geçmeden

önce, onların yukarıdaki sorulara toptan olumlu bir yanıt verdiklerini belirtmek gerekiyor.

Evet, 2011 protestoları (Arap isyanları, ABD ve Avrupa arasında bir ayrım gözetilmeksizin),

Hardt ve Negri (2012: 71) tarafından çokluk olarak nitelendirilmekte ve bunların,

özgürleştirici bir siyaset ile demokratik bir yaşam formunu kendi doğallığı içinde, yani

yapıları gereği barındırdıkları düşünülmektedir. Yazarlar, bu mücadelelerin oluşturucuları,

amaçları, yöntemleri açısından farklılıklarını tanısalar dahi bunları “aynı döngünün parçaları

olarak” değerlendiriyorlar. Bu genel kabulü temellendirirken şu önermelere

başvurmaktadırlar:

14

a/ Bu protestolar aynı düşmanla karşı karşıyadır; bir başka deyişle hedeflerine aldıkları

şey ortaktır: “Borçlandıran güçler, medya, güvenlik rejimi ve yoz politik sistem”14

(Hardt

ve Negri, 2012: 71).

Gerek farklı coğrafyalar açısından gerekse hareketlerin içerdiği talepler açısından ortak bir

düşmana yönelmiş oldukları, kolaylıkla öne sürülebilir bir önerme gibi görünmüyor. Arap

isyanlarını bir tarafa bırakacak olursak -bu isyanların özellikleri ve talepleri ABD ve

Avrupa’dakinden son derece farklıydı- İşgal Et eylemcilerinin –kendilerini % 99 içinde

görmekle birlikte- yaş grupları, politik tercihler ve krizin sonuçlarından etkilenme biçimlerine

göre karşılarına aldıkları şey farklılaşıyor. Belki ortak bir düşmandan değil, ama birbirleriyle

zaman zaman çakışan cephe aldıkları ortak düşmanlardan söz edilebilir.

b/ Bu protestolar, “birbirleriyle çoğul, ortak bir projede bağlantıya girme ve birleşme

yetisine” sahipler (Hardt ve Negri, 2012: 71).

Ortak bir iletişim biçimini, yeni teknolojileri ve sosyal medyayı kullandıkları doğru. Ancak,

eylemlerin bir yılını doldurduğu (hatta Avrupa’daki ve Ortadoğu’dakilerin iki yıla yaklaştığı)

bir durumda, ortak bir projede bağlantıya girme ve birleşme olasılığının gerçekleşmemiş

olduğu, hatta tersine bu eylemlerin daha parçalı, bağlantısız ve sönük bir duruma geldikleri ve

başka pek çok etken yanında böyle bir sonucun ortaya çıkmasında, ortak bir proje olarak

adlandırılan şeyin belirsizliğinin etkili olduğu söylenebilir.

c/ Bunları bir arada tutan şey, dilsel, iletişimsel, işbirliğine dayalı ve ağ temelli bir yapı

(Hardt ve Negri, 2012: 71).

Bu önerme maddi olmayan emek olarak adlandırdıkları olgu ile doğrudan bağlantılı.

Protestocuların, birbirlerinin ya da kendilerinden öncekilerin deneyimlerinden, geliştirilen

mücadele stratejilerinden ve karar alma mekanizmalarından etkilenerek kendi eylemlerini

kurdukları doğru. Sözgelimi, meydanlarda çadır kurma, İşgal Et eylemcilerinin sık sık

başvurdukları bir eylem tipi. Avrupa’nın metropollerindeki bir meydandan başka bir ülkenin

metropolüne, hatta kıtalar ötesine (Hong Kong gibi) sıçrıyor. Sloganlarda bir ortaklık var.15

Genel meclisler ve ortak karar alma sistemleri oluşturma yönünde genel bir eğilim görülüyor

ve daha çok da eğitime yönelik çalışma grupları oluşturuluyor. Örneğin, “Wall Street’i İşgal

Et” hareketi, finans sistemi hakkında göstericileri bilgilendirmek için kurslar düzenliyor.

Bütün bu protesto şekillerinin ekonomik bir temeli olduğu, yani maddi olmayan emekle

bağlantılı bir biçimde, hatta onun türevi olacak şekilde doğduğu düşüncesi yeterince

temellendirilmiyor. Protestolarda, internetin ve sosyal ağların kullanıldığına, eylemcilerin

önemli bir kısmının öğrencilerden, entelektüel emeğini kullanan kesimlerden ve kentsel

hizmetlerde istihdam edilenlerden oluştuğuna yönelik iddialar ise (Hardt ve Negri, 2012: 66-

67) ekonomi ve siyaset arasında ya da daha özgül olarak emek gücünün doğası ile

protestoların biçimi arasında kurulan ilişkide zayıf bir bağlantı unsuru olarak kalıyor.

d/ Bu hareketler “bir politik programın unsurlarını” geliştiriyorlar ve “kurucu bir

demokrasi modeli” yaratma eğilimi ve potansiyeli içeriyorlar (Hardt ve Negri, 2012: 71).

Bana kalırsa, en fazla tartışmaya konu olacak önerme budur. Yazarlar, bu hareketlerin

“federalist modellerden destek ve esin kaynağı bulma eğilimi içinde olduklarını” belirtiyorlar.

Onlara göre, protestolarda, “(…) mikro düzeyde federalist bir çağrışım mantığının tutkuları ve

14

Hardt ve Negri, Duyuru’nun “Krizin Öznel Figürleri” başlıklı bölümde bu ortak düşman tarafından yaratılan

öznellikleri ele alıyorlar: borçlandırılanlar, medyalaştırılanlar, güvenlikleştirilenler ve temsil edilenler. 15

“Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinin sloganlarından bazıları: “Borç köleliktir”, “Eğer şirketler halksa, biz

neyiz?”, “Yüzde 1’in kontrolüne son verin”, “Sizin ATM’niz değilim”, “Hitler’in bankası Wall Street”, “Savaşa

hayır, sınıf savaşımına evet”, “$ değil, değişim istiyorum”, “Üniversite diploması=işsizlik”, “Kriz, kapitalist bir

dolandırıcılıktır”, “Sadece tek dünya”, “İşe ihtiyacımız var, devrime ihtiyacımız var”, “Kalbimizde yeni bir

dünya taşıyoruz, bu dünya her saniye büyüyor” (Yangfang, 2012: 249-251).

15

aklı mevcuttur” (Hardt ve Negri, 2012: 71-72). Bu önerme, hareketleri ne denli tanımlar ve

açıklar niteliktedir, bu bir tartışma konusu; ancak tartışmaya pek mahal vermeyen bir diğer

konu Hardt ve Negri’nin ABD’nin kuruluş sürecinden, kuruluş felsefesinden ve federalist

yönetim örgütlenmesinden büyük ölçüde esinlenmeleri ve bu mirası önemsemeleridir.

Yazarlara göre, hareketlerin çoğulluğu içermesi, federalist bir modeli yaşama geçirme

kapasitesine sahip kurucu bir güç olmalarıyla paraleldir. Kurucu güç ve kurucu bir demokrasi

modelinin yolu ise, ortak olmaya giden bir anayasa yaratmayla bağlantılıdır. Yani hareketlerin

dağınık ve çoğul nitelikte olması, ortak kurucu bir anayasa yapmaları önünde bir engel

oluşturmaz. Tersine anayasa, uzmanlar tarafından değil, çokluğun kendisi tarafından

yaratılacaktır. Kendi deyimleriyle “ortak olanın özyönetimi” bu türden bir kurucu güç ya da

kurucu bir anayasal model ile yaşama geçirilir.

Burada yazarların apaçık bir biçimde ABD kurucu anayasal geleneğinden

etkilendikleri görülüyor. 2011 eylemcilerinin genel meclisler oluşturarak bazı kararları ortak

alma yönünde bir pratik geliştirmeye çalıştıklarını da biliyoruz. Ancak, var olan kaynakların

kullanımı, paylaşılması, dağıtılması ve hatta üretilmesi aşamasında ortak karar alma modeli

çok çeşitli veçheleri ve sorunları barındırıyor.

Birincisi, ölçeğin ne olacağı sorusudur? ABD Anayasası ulusal ölçeği ve belirlenmiş

sınırları kendine temel almıştır. Hardt ve Negri’nin geliştirdikleri öneri düzeyinde ise ölçeğin

ne olduğu tamamen açık bırakılmıştır. Yerel bir ölçek mi yoksa ağ tipi uluslararası bir ölçek

mi, bu husus dahi belli değildir.

İkincisi, anayasanın yapım sürecine herkesin katılması fiilen mümkün müdür?

Eğitimin yaygınlaştırılması yoluyla toplumda uzmanlığın ortadan kaldırılması, her yurttaşın

anayasa yapımına katılımının sağlanması için yazarlarca geliştirilmiş bir öneridir. Bir

uzmanlık konusu olan anayasal metinlerin hazırlanmasına ilişkin herkesin bilgi ve deneyim

sahibi olmasının nasıl gerçekleştirileceği ya da kişilerin hangi düzeylerde bu sürece

katılabileceği, yanıtı verilmemiş sorular olarak ortada durmaktadır.

Üçüncüsü, böyle bir kurucu gücün oluşması ve herkesin bu kurucu güç içinde yer

alması sağlanmış olsa dahi katılımcıların bir uzlaşıya varması mümkün olmayabilir. Bu

kurucu güç içinde fikir ayrılıklarının ortaya çıkması durumunda, hangi “üst” ya da tarafsız

merciin ya da hakemin uzlaştırma ve sonuçlandırma rolünü yerine getireceği meçhuldür.

Belki bunun sınıflı toplumlara ait bir yönetim ve karar alma tarzı olduğu, ortaklığın

gerçekleştiği bir toplumsal yaşamda bu türden üst bir mercie gerek olmayacağı gibi bir sav

öne sürülebilir. Ancak, her şeyin ortak olması, yazarların belirttiği gibi farklılıklar ve

ayrılıkların sona ermesi değil, tam tersine güçlenerek yaşamasıdır. Dolayısıyla bir fikirler ve

anlayışlar çoğulluğundan söz edilmektedir (tekilliklerin birliği). Bu çoğulluğun nasıl “genel

irade”ye dönüşeceği, siyaset felsefesinin en temel sorularından biridir ve J. J. Rousseau’nun

bıraktığı yerden, en azından teorik olarak, bir adım öteye taşınması gerekir.

Eğer ulus-devlet yapısı tamamen çözülüyor ve bambaşka bir siyasal-toplumsal

örgütlenme modeline doğru geçiş oluyorsa -ki bunu ima etmelerine rağmen gidişatın nereye

ve neye doğru olduğu (siyasal yapı anlamında) belli değildir- bu örgütlenmenin küçük bir

ölçekte, bir mahallede, bir belediyede gerçekleşmesi durumunda projenin yaşama

geçirilebilirliği söz konusu olabilecekken, yazarlar Antik Yunan modeli tarzı polis

örgütlenmesinden katiyen söz etmediklerini, yani küçük ölçek meselesini de devre dışı

bıraktıklarını alenen ilan ettikleri için bu da olasılıklar arasında yer almamaktadır. Sonuç

olarak “nasıl karara varılır”, ortak konuları ilgilendiren ya da “topluluğun ortak kaderiyle ilgili

meselelerde nasıl bir karar alma süreci işler” sorusu yeterince yanıtlanmadan bırakılmaktadır.

16

Bir diğer önemli sorun, bu tür bir önerinin, var olan şiddet aygıtlarını yeterince

değerlendirmeye dâhil etmemesidir. Yaşanan deneyimlerin bize gösterdiği şey ya da verdiği

ders, devletin yönetim aygıtı başta olmak üzere, şiddet aygıtları ele geçirilmediği sürece, bu

türden hareketlerin geçmişe özlemle bakmamıza neden olacak ve yarına dair hayallerimizi

süsleyecek yaşantılar olarak kalmasıdır. Kuşkusuz bu deneyimlerden eşitlikçi, özgürlükçü ve

ortaklaşmacı vs. olmak üzere son derece önemli değerler çıkarsıyoruz; ancak bunlardan bütün

olanakları, fırsatları ve engelleri ile ne ölçüde ders çıkardığımız ayrı bir soru olarak duruyor.

Gerçi yazarlar, daha öncesinde Çokluk kitabında burada daha fazla ayrıntısına girilmeyen pek

çok öneriden söz ettikleri halde, şu sözleri ile tartışmayı sonlandırıyorlardı: “Amacımız

çokluk için somut bir eylem programı önermek değil, yeni bir demokrasi projesinin üzerinde

yükseleceği kavramsal zeminleri görmeye çalışmak” (Hardt ve Negri, 2004: 343). Sadece

kavramsal zeminden söz ediliyorsa, ileri sürülen önermeler için yapılan eleştiriler ve itirazlar

düpedüz hükümsüz kalıyor!

Sonuç olarak, yeni direnişlerin yapısını ve özelliklerini analiz ederken, üretim ve

çalışma ilişkilerindeki değişimin, bu hareketlere ne derece ve nasıl yansıdığı konusunda

gözlemlere dayalı bazı önermeler geliştirebiliriz kuşkusuz; ancak direnişlerin niteliğini ve

alacağı yönü belirleyen net çıkarımlar yapmak yöntemsel açıdan dahi doğru görünmüyor.

Ekonomik nedenlerin, yani işyerinde zaman-mekândaki değişimin ve güvencesizleşmenin

siyasal protestolara birebir yansıması ya da bir başka deyişle siyasal protestoların, özel olarak

da 2011 eylemlerinin Hardt ve Negri’nin söz ettiği türden bir ekonomik geçişin ürünü olarak

yorumlanması doğru olmaz. Eylemlerin ortaya çıkış nedenleri ve aldığı biçimde, siyasetçilere

duyulan güvensizlik, klasik parti örgütlenmesinin çözülüş içine girmesi ve sorunlara çözüm

oluşturmaması, sosyal politikalardaki gerileme ve sosyal demokrat partilerin gerileyiş

yaşaması, sol çevrelerde ve hatta Marksistler’de Sovyetler Birliği ve diğer kapitalist

ülkelerdeki sosyalist deneyimlere kuşku ile bakılır hale gelinmesi ve dönemsel olarak 2008

ekonomik krizinin yarattığı sarsıntı gibi pek çok etkeni sıralamak mümkün. Sendika, parti gibi

örgütlenmelerin protestoların merkezinde yer almamasının nedeni ekonomideki değişim

olmakla birlikte, yaşanan deneyimlerin getirdiği genel bir güvensizlik duygusudur ayrıca.

Ancak bu örgütlenmelerin tamamen hareketlerin dışında olduğunu söylemek de doğru

değildir. Sendikalar ve partiler yeni siyasal protestolarda başat olmamakla birlikte, bu

hareketlere destek veren ve güçlendiren unsurlardır.

Kuşkusuz, Hardt ve Negri daha üst düzeyde bir çözümlemeden yola çıkarak,

eylemlerin nedenleri ve niteliği ile kapitalist yapının güncel biçimi arasında teorik olarak

gayet tartışmaya açık, fakat bir o kadar da zengin bir düşünme ve araştırma olanağı sağlayan

bir pencere açıyorlar. Ancak, öne sürdükleri tezleri yeterince doyurucu kılacak analitik bir

düşünsel temel sunduklarını söylemek oldukça zor. Teorik safta yerleştirilen kavramlar ve

onlar arasındaki yeni ve farklı ilişkilendirmeler, analitik bir araştırmanın ve verilerin kanıtları

içerisinden değil, metinler arası gidiş gelişlerden, düşünürler arası söyleşiden ve kavramlar

arası değiş tokuştan ibaret kalıyor; metin, düşünür ve kavram çokluğu içerisinde temel fikirler

kolayca kaynayıp gidebiliyor. Yine de kitapları, politik önderlik ve liderlik meselesinin

yeniden masaya yatırılması konusunda bir gerekliliğin doğmuş olduğunu bize gösteriyor.

Sözgelimi, Avrupa’da sol entelektüel çevrelerde komünizm düşüncesi yanında Lenin de

yeniden okunmaya ve değerlendirilmeye başlamıştır.16

Ayrıca gerek Badiou gerekse Zizek

gibi düşünürler, son eylemler hakkında yaptıkları değerlendirmelerde, lider, önderlik ve

siyasal örgüt konularını yeniden tartışmaya açmaktadırlar. Ancak, bütün bunlar sadece bir

tartışmanın başlangıç notları olarak kalmaktalar. Belki içinden geçtiğimiz zamanın ruhu

gereği mücadele biçimlerinin, hangi doğrultuda gelişirlerse, daha etkili ve başarılı

olabilecekleri yönünde reçeteler sunmak doğru görülmemektedir. Ancak, yeni solun ve

16

Bkz. Zizek, Budgen ve Kouvelakis (2007).

17

protestoların, lidersiz, partisiz, örgütsüz niteliği başka bir dünyanın işaretleri olarak görülüp

alkışlanırken, belli bir yön, bir ibre sunmayan sol siyasetin zayıf durumu, öfkenin yöneleceği

ve akacağı zemini daha hiyerarşik, otoriter, lider kültü olan yapılara doğru

kaydırabilmektedir.

Kitlelerin geleceğe dair duydukları korku ve siyasetçilere karşı besledikleri

güvensizlik, sol siyaseti açabildiği ve belli bir ivme kazandırabildiği gibi, aşırı sağı da

körükleyebilir; hatta sisteme karşı hoşnutsuzluk hukuki yolların geçersizleştiği ve sonuç

olarak bireysel şiddetin tek geçerli yöntem olduğu düşüncesini doğurabilir. Ekonomik krizler,

çoğu kez siyasal dönüşümlerin hazırlayıcısı olmuşlardır; ancak insanlığa kâbus yaşatan faşist

rejimler de bazen krizlerin bağrından doğarlar. Avrupa’daki ırkçı popülist sağın gittikçe

yaygınlaşması, kemer sıkma politikalarına karşı gelişen sol muhalif protestolarla birlikte

yaşandı, yaşanıyor. Bir potansiyel olarak hoşnutsuzluk, egemenler, medya ve sağ siyasetçiler

tarafından kolaylıkla radikal sağ popülizme doğru yönlendirilebilir. Ya da kapitalist

metalaşma bu protestoları dahi içine alıp eritebiliyor; eylemler zincirinin adı bir ticari marka

haline getirilmek istenebiliyor. Bir geçiş dönemi, bir akış içindeyiz; bu akışı yönlendirecek

yeni bir soluğa ve özgürleştirici bir sol siyasete gereksinimimiz var.

Kaynakça

Badiou, Alain (2011) Komünist Hipotez, Çeviren Oylum Bülbül, İstanbul: Encore Yayınları.

BBC (2012)

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_obama_speech_analysis.shtml,

[Erişim Tarihi, 7 Eylül 2012].

Beck, Ulrich (2011) “Europe’s Crisis is an Oppurtinity for Democracy”, Guardian, 28 Kasım.

Euronews (2013) http://tr.euronews.com/2013/01/08/avrupa-da-issiz-sayisi-26-milyonu-asti,

[Erişim Tarihi, 13 Ocak 2013].

Eurostat (2012) http://epp.eurostat.ec.europa.eu/cache/ITY_PUBLIC/3-31082012-BP/EN/3-

31082012-BP-EN.PDF, [Erişim Tarihi, 9 Eylül 2012].

Grace, Elizabeth (2012) 'Europe is Already Falling Apart’, The Telegraph, 28 Mayıs,

http://www.telegraph.co.uk/history/9292448/Europe-is-already-falling-apart.html,

[Erişim Tarihi, 22 Ağustos 2012].

Guardian (2011) “Far Right on Rise in Europe, Says Report”, Guardian, 6 Kasım.

Hamilton, Adrian (2012) “The Rise of Europe’s Far Right cannot be Explained by Recession

Alone”, The Independent, 27 Nisan.

Hardt, Michael ve Antonio Negri (2001) İmparatorluk, Çeviren Abdullah Yılmaz, İstanbul:

Ayrıntı Yayınları.

Hardt, Michael ve Antonio Negri (2004) Çokluk, Çeviren Barış Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı

Yayınları.

Hardt, Michael ve Antonio Negri (2011) Ortak Zenginlik, Çeviren Efla-Barış Yıldırım,

İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Hardt, Michael ve Antonio Negri (2012) Duyuru, Çeviren Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı

Yayınları.

18

Mammone, Andrea (2012) “Austerity vs Solidarity: Democratic Legitimacy and Europe's

Future”, 20 Nisan,

http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2012/04/20124185250195670.html,

[Erişim Tarihi, 22 Ağustos 2012].

Myers, Andrew R. (2012) “Dissent, Protest, and Revolution: The New Europe in Crisis”,

http://www.studentpulse.com/articles/624/dissent-protest-and-revolution-the-new-

europe-in-crisis, [Erişim Tarihi, 22 Ağustos 2012].

Popham, Peter (2012) “Rise of Far Right Threats to Pollute Politics Across Europe”, The

Independent, 7 Mayıs.

Sitrin, Marina (2012) “Horizontalism and the Occupy Movements”, Dissent,

http://www.dissentmagazine.org/article/horizontalism-and-the-occupy-movements,

[Erişim Tarihi, 22 Ağustos 2012].

Stein, Judith (2011) “OWS: A Sign of Our Times”, Dissent, 12 Eylül,

http://www.dissentmagazine.org/blog/ows-a-sign-of-our-times, [Erişim Tarihi, 22

Ağustos 2012].

Tabb, William K. (2012) “Extending Occupy Wall Street’s Message and Critique”,

International Critical Thought, 2 (3): 265-275.

Wallerstein (2011) “The Fantastic Success of Occupy Wall Street”, 11 Eylül,

http://www.iwallerstein.com/fantastic-success-occupy-wall-street/, [Erişim Tarihi, 15

Ağustos 2012].

Wolin, Richard (2011) “After the Crisis”, 28 Eylül, Dissent,

http://www.dissentmagazine.org/atw.php?id=562, [Erişim Tarihi, 10 Eylül 2012].

Yangfang, Tan (2012) “A Review of the ‘Occupy Wall Street’ Movement and Its Global

Influence”, International Critical Thought, 2(2): 247-254.

Zizek, Slavoj (2011) “Occupy First. Demands Come Later”, Guardian, 26 Ekim.

Zizek, Slavoj (2012) Komünist Ufuk, Çeviren Özgür Öğütcen, İstanbul: Encore Yayınları.

Zizek, Slavoj, Sebastian Budgen ve Stathis Kouvelakis (Der.) (2011) Yeniden Lenin: Bir

Hakikat Siyasetine Doğru, Çeviren Cumhur Atay, İstanbul: Otonom Yayıncılık.