İşgal et eylemleri ve Çokluk: hardt ve negri Üzerine eleştirel bir değerlendirme
TRANSCRIPT
1
İşgal Et Eylemleri ve Çokluk: Hardt ve Negri Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme *
Filiz Zabcı
Henüz geçeceği patikaları bilmediğimiz XXI. yüzyılın başlarındaki iki gelişme, 2007-2008
ekonomik krizi ile 2011 isyanları ve protestolar sağanağı, şimdiden yüzyıl tarihinin iki temel
dönemeci gibi duruyor. Her ne kadar ikincisi, birincisine bir tepki olarak yorumlansa da iki
gelişme de küreselleşmeci ya da yeni liberal politikaların son demlerini yaşadıklarına dair bir
öngörü doğuruyor. Dünya çapında bir ideoloji ve hatta bir yaşam tarzına dönüştürülmeye
çalışılan liberalizm eskisi ve yenisiyle bir meşruiyet sorunu yaşıyor şimdi.
80’ler ve 90’lar, “Başka Bir Alternatif Yok” [TINA] şiarı ya da F. Fukuyama’nın
“İdeolojiler öldü” tezi ile siyasal sloganlar tarihine yenilerini armağan etmişti oysa. Ancak
önce ekonomik kriz, ardından 82 ülke 155 şehirde birbiri ardına patlak veren protestolar, bir
şeyin başlangıcının ve sonunun bazı siyasi kadrolar, uluslararası güçte sermayedarlar ya da
teknokratlarca kolay kolay ilan edilemeyeceğini gösterdi. ABD ve Avrupa’da zincirleme
tepkime gibi birbiri ardı sıra gerçekleştirilen ve genel olarak Occupy (İşgal Et) şeklinde
adlandırılan eylemler, tam da alternatifi olmadığı iddia edilen bir sisteme ve ideolojiye
duyulan derin bir rahatsızlığı ve öfkeyi dışa vuruyordu. 15 Mayıs 2011’de Madrid ve
Barcelona’da Öfkeliler (Indignados) hareketi (ya da diğer adıyla 15-M hareketi) ile başlayan
ardından Yunanistan, Portekiz, İngiltere, İsrail ve ABD’ye yayılan mücadeleler.1 Farklı
isteklerin, çıkarların, dünya görüşlerinin, yaşam tarzlarının, yaş gruplarının biriktiği, bir araya
toplandığı bu hareketler, yeni politik eylem biçimlerine ilişkin öngörülerimizi güçlendirecek
pek çok ipucu taşıyor. Aynı zamanda pek çok soruyu da gündeme getiriyor: Geniş kitle
tabanına dayanan parti ve sendikalardan kopuk, onların etkisi dışında şekillenen bir mücadele
ağı gittikçe gelişiyor ve yerleşiyor mu? Yeni mücadele ve protesto biçimlerinin içerdiği
sınıfsal kesim nedir ve hangi yaş gruplarının ağırlığı kendisini gösteriyor? Farklı istemler söz
konusu olmakla birlikte, bu farklılıkların toplandığı “ortak” bir istemler dizisinden söz etmek
mümkün mü? Kapitalizme ve liberal sisteme karşı nasıl bir tavır geliştiriliyor; sadece
eleştiriyle yetinen reformcu bir tavır mı yoksa dönüştürmeyi hedefleyen daha radikal bir tavır
mı? Bu hareketlerin metropollerde, özellikle şehir meydanlarında gerçekleştiğine dair bir
genelleme yapmak mümkün olabilir mi? Eylemlerin kalıcılığı ve etkisi değerlendirilirken,
örgütlenme ve politik liderlik sorunu için yeni bir tartışma açılabilir mi?
Bu soruları kısıtlı bilgilerle doyurucu biçimde yanıtlamak zor da olsa, yazının ilk
kısmında protestoların nitelikleri ve protestocuların profili hakkında genel bilgiler sunuluyor.
İkinci kısımda ise, Hardt ve Negri’nin geliştirdikleri “kavramsal zemin” ve Duyuru
kitaplarındaki savlarından hareket edilerek, protestoların doğası yeniden sorgulanıyor ve
alternatif yaratmadaki potansiyelleri tartışmaya açılıyor.
*Bu yazı, Fikret Başkaya’ya Saygı II’de yayımlanmıştır (ed. Hakan Mertcan ve Aydın Ördek), NotaBene, 2014. 1 Her ne kadar ABD ve Avrupa’daki protestocular, Arap dünyasındaki isyanlardan büyük ölçüde etkilenmiş ve
esinlenmiş olduklarını açıkça ifade etmiş olsalar da bu isyanlar makaleye dâhil edilmedi. Bunun iki nedeni var.
Birincisi, isyanların, başlangıç itibariyle en azından Tunus ve Mısır’da halkın hoşnutsuzluğu ve birikmiş
öfkesinden doğmuş olmasına karşın, Libya ve Suriye’de bariz biçimde emperyalist ülkelerin kışkırtması ve
yönlendirmesi ile ortaya çıkmaları ve bu nedenle ayrı ayrı incelenmelerinin, dış kaynaklar hakkında titiz ve
ayrıntılı bir araştırmanın gerekli olması. İkincisi ise, Avrupa ve ABD’de gerçekleşen protestolar ile Ortadoğu’da
isyanların ortaya çıkış nedenleri, özellikleri ve ulaştıkları noktalar açısından pek çok farklılık sergilemesi, bu
yüzden ortak bir potada ele alınmalarının doğru olmayacağı düşüncesidir.
2
Kapitalizm Sorgulanıyor mu: Bir Tipoloji Denemesi
Yaklaşık otuz yıldır hâkim düşünce, kapitalizmin, özel olarak da liberalizmin demokrasi için
vazgeçilmez olduğuydu. Söz konusu olan liberal demokrasiydi kuşkusuz. Zaten başka bir
demokrasi hayal etmenin tedavülden kalktığı bir dönemden geçiyorduk. Üstüne üstlük sosyal
devlet gibi daha eşitlikçi politikaların kapitalist sistem içinde denenmiş ve başarısızlığa
uğramış olduğu yönünde yaygın bir kanı uyanmıştı. Bir yanda çökmüş “reel” sosyalist
sistemler öte yanda başarısızlığa uğradığı tekrar edilip durulan sosyal devletçi uygulamalar ya
da sönmekte olan sosyal demokrat siyaset. Avrupa’da İngiltere’nin başını çektiği Üçüncü Yol
ile sağlama alınan kamu-özel ortaklığı, neoliberal politikaların acı yüzünü gölgelemek ve ona
“sosyal” bir çehre kazandırmak için yeterli olmasa da özelleştirme ve sosyal harcamaları
kısma politikalarını haklılaştırmak için uygun bir temel sağlıyordu. Kısacası, son çeyrek
yüzyıl, kapitalizm dışı bir dünya düşünmenin patolojik görüldüğü, yaşadığımız sistem dışında
bir seçeneğimiz olmadığı yollu hikâyelerle dolup taşan bir anlayışla belirlendi.
Söz konusu dönemde, küreselleşme karşıtı hareketler yanında, şu ya da bu ülkede,
neoliberal ekonomik politikalara karşı kısa vadeli ama zaman zaman etkili protestolar baş
gösterdi kuşkusuz. Ancak, 2008 ekonomik krizine kadar, süregelen küreselleşmeci söylemin
ve neoliberal politikaların inandırıcılığına ciddi bir darbe vuracak bir tarihsel dönüm noktası
yaşanmadı. Gerçi, bu krizin bir kırılma noktası olup olmadığı ya da neoliberal politikaların
vadesinin dolup dolmadığı konusunda kesin yanıtlar vermek henüz olanaklı görünmüyor.
Yine de krizden hemen sonra, özellikle gelişmiş kapitalist ülkeleri sarsan bu gelişmenin
siyasal, sosyal ve ideolojik içerimleri kısa zamanda tartışmaya açıldı. Bir gerçekliği,
yaşanmışlığın sıcaklığı içinde analiz etmek ne kadar zor olsa da farklı bir döneme doğru
geçtiğimizi görmek için çok da uzak bir noktadan ya da uzak bir tarihten bakmak gerekmiyor.
En azından şunu söyleyebiliriz: 2001 yılı 11 Eylül’ünde, İkiz Kuleler’e yapılan saldırı
ardından Afganistan ve Irak’ın işgali ABD’nin önderliğini yaptığı “barışçıl bir yayılma”nın ya
da Pax America’nın2 nasıl geçersizleştiğini, hatta bunun siyasal bir yalan olmaktan öteye
gitmediğini nasıl gösterdiyse, 2008 krizi de finans sermayenin sınırsız büyümesinin herkesin
yararına olduğu yönündeki algıyı alt üst etti. Bankalar bir bir kurtarıldı; ama kimlerin yararına
ve kurtarma maliyetleri kimlerin omuzlarına yüklenerek?
Krizin doğduğu kapitalizmin merkez ülkelerinde, dikkate değer bir kesim çoktandır
refah toplumunun getirilerinden yararlanıyorken, birden ellerindekini yitirme riskiyle karşı
karşıya kaldıklarını fark ettiler. Öyle ya, sömürge ülkelerden sağlanan artı değer, ABD ve
Avrupa’nın güçlü ülkelerindeki orta ve alt sınıfların yaşam standartlarının yükseltilmesi için
önemli bir kaynak olmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalizmin genişleme eğilimi
içinde olduğu bir dönemde orta sınıf gittikçe büyümüş ve durumu iyileşmişti. Ama şimdi,
yitirilecek çok şey vardı. Avrupa’daki ülkelerde ve ABD’de, protestoları besleyen öfkenin
arkasında böyle bir yitirişin hikâyesi duruyor.3 Tam da S. Zizek’in (2011) belirttiği gibi,
“[o]nlar [protestocular] rüya âleminde değiller; kâbusa dönüşen bir rüyadan uyanıyorlar”.
2 Tıpkı Pax Romana ve Pax Britanicca gibi Pax Americana da hegemonik ülkenin ya da imparatorluk gücünün
kuşattığı ve yayıldığı topraklarda bir barış ve istikrar durumunu anlatır. Pax sözcüğü barış anlamına gelse de bu
tamamen kâğıt üzerindedir; aslında ifade edilen şey, dünyayı yönetme amacı içinde olan devletin kurallarını
belirlediği ve zora (hatta küçük savaşlara) dayanarak oluşturduğu bir barış durumudur. 3 Obama, seçim konuşmasında, ABD’deki orta sınıfların kazanımlarının, seçildiği durumda iade edileceğini vaat
ediyordu: “Bizim verdiğimiz savaş, dünyanın gördüğü en geniş orta sınıfı ve en güçlü ekonomiyi yaratan
değerleri bu ülkeye yeniden kazandırmaktır” (BBC, 2012). Liberal demokrasilerin dayandığı kitle tabanı esas
olarak orta sınıflardır. Orta sınıfın çökmesi, sistemin istikrarı açısından büyük bir tehlike oluşturur. Bu nedenle
3
Krizin ve arkasından gelen ekonomik durgunluğun sonuçlarını görmek hiç de zor
değil. Sadece bazı sayısal verilere bakmak bile yeterli olabilir. 2011’in ilk çeyreğinde, ABD
ekonomisi sadece % 1,8, ikinci çeyrekte ise % 1,3 büyüdü. İşsizlik oranı oldukça yüksek:
ABD İşgücü Dairesi’nin 23 Kasım 2010’da açıkladığı verilere göre, 15 milyon kişinin işsiz
olduğu ülkede işsizlik oranı % 9,6. Bazı eyaletlerde bu oran daha yüksek; örneğin
California’da % 12,1. Hatta aynı birimin 2011’de açıkladığı rakamlara göre 16-24 yaş arası
işsizlik oranı % 20,1’e kadar varıyor (Yangfang, 2012: 251-52).
ABD’de, kısa bir zaman önce orta sınıfa dâhil olan bir kesim, krizden sonra “yeni
yoksullar”ı oluşturuyor. Milyonlarca öğrenci, ki bunların çoğu kriz öncesinde orta sınıfa dâhil
olan, ancak krizle işlerini ve evlerini yitiren ailelerden geliyor, ilk kez bedava ya da ucuz
yemeklerden yararlanmak zorunda kalıyorlar (Tabb, 2012: 267). Kriz, yoksulluğu ciddi
biçimde körüklemiş: ABD Nüfus Dairesi’nin 16 Eylül 2010 verilerine göre, 2009’un sonunda
yoksul nüfus 44 milyona ulaşmış durumda; üstelik 2008’den itibaren 4 milyon gibi yüksek bir
artış göstermiş. Açlık çeken nüfusta da gözle görülür bir artış var: Evleri olan nüfusun %
14,7’si açlık çekiyor. Evsizler açısından da durum kaygı verici: 2009’da New York’ta
evsizlerin oranı % 30 artmış; 3111 kişi evsiz ve 38 bin kişi sığınaklarda yaşıyor (Yangfang,
2012: 252).
Avrupa’ya gelince, protestoların alevlendiği İspanya’da genç nüfusta işsizlik oranı %
44’ü buluyor ve genel nüfus açısından işsizlik oranı 2012 Ağustos rakamlarına göre % 25,1’e
ulaşmış durumda. İkinci sırada Yunanistan (23,1), üçüncü sırada ise Portekiz geliyor (15,7)
(Eurostat, 2012). 2012 Kasım ayı verilerine göre ise, işsizliğin yüzde 11,8 olarak gerçekleştiği
Euro Bölgesi’nde 18,8 milyon işsiz bulunuyor. Avrupa Birliği’nde ise işsiz sayısı 26 milyonu
geçiyor.
Gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 25’e yükselmiş durumda. Özellikle Yunanistan ve
İspanya’da 25 yaşın üzerindeki gençlerin yarısından fazlası işsiz. Aynı yaş grubu için
Avrupa Birliği genelinde işsizlik oranı krizin başladığı 2008 yılından bu yana yüzde
16’dan yüzde 24’e yükseldi (Euronews, 2013).
Ancak hemen belirtmek gerekir ki gerek ABD’deki “Wall Street’i İşgal Et” hareketini gerekse
Avrupa’daki protestoları, sadece krizin sonuçlarına yönelmiş bir orta sınıf tepkisi şeklinde
yorumlamak yanlış olacaktır. Evet, özellikle genç nüfus için işsizlik oranının gittikçe arttığı,
gelir adaletsizliğinin yükselişe geçtiği, sağlık ve eğitim sisteminin neredeyse çöktüğü bu
ülkelerde, muhalif bir hareketin oluşması hiç de şaşırtıcı değil. Fakat 2011 protestolarını
dünya gündemine yerleştiren veçhelerden biri de protestocuların sisteme karşı duydukları
derin hoşnutsuzluk. Zaten en önemli etkilerinden biri, gerek kapitalist sistem gerekse liberal
demokrasi hakkında bir yeniden sorgulamayı başlatmaları. Hatta Wallerstein (2011) bu
protestoları, 1968 eylemlerinden bu yana en önemli politik muhalefet örneği olarak görüyor
ve 68’in mirasçısı, devamı şeklinde yorumluyor. Protestocuların istemleri ve amaçları bu
görüşü doğrulayacak nitelikte mi acaba?
Protestocuların Portresi
17 Eylül 2011’de New York Zuccotti Park’ta başlayan “Wall Street’i İşgal Et” hareketi,
“Yüzde 99’u oluşturan bizler, yüzde 1’in açgözlülüğüne ve yolsuzluğuna artık tahammül
Batı demokrasilerinin orta sınıfı ayakta tutacak politikalara ama daha da önemlisi kaynaklara gereksinimi vardır.
Unutulmamalı ki orta sınıflar kazanımlarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kaldıklarında, kendilerine umut ya
da güven vadeden otoriter siyasi oluşumlara kolayca bel bağlayabilirler; Alman faşizminde görüldüğü gibi.
4
edemiyoruz” diyor (OccupyWallStreet, http://occupywallst.org/). Vergiler, sosyal
harcamaların kısılması ve kemer sıkma politikalarıyla, ekonomik krizin yükünü taşıyan kesim
olmak istemiyor protestocular. Ama bununla sınırlı değil! Bu karşı çıkışın ardında, gittikçe
artan gelir eşitsizliğine, yoksullaşmaya, işsizliğe ve bunlara adeta “paralel bir dünya” gibi
gelişen finans sermayesinin Gargantua misali sürekli semizleyip şişmesine yönelik bir tepki
var. İşgal edilen yerin Wall Street4 olması bu anlamda simgesel bir önem kazanıyor.
Kapitalizmin sınıfsal ilişkilerine karşı eleştirel bir tavır olsa da hareketin anti-kapitalist
bir içerik taşıyıp taşımadığı sorusunu yanıtlamak hiç de kolay değil. Net bir resim
çizilememesinin temel nedenlerinden biri hareketin kendisini, pek çok kesimin içinde yer
aldığı geniş tabanlı bir direniş olarak tanımlanması ve gerçekte de böyle bir yapı sergilemesi.
Eylemciler, OccupyWallStreet adlı internet sitelerinde, kendilerini “çok sayıda rengi, cinsiyeti
ve siyasal inancı” içinde barındıran direnişçiler olarak tanımlıyorlar.
Eylemler içinde çoğunlukla gençler yer alıyor; hatta bunlardan bir kısmı B. Obama’ya
2008 Başkanlık Seçimi’nde destek verenler ve umduğunu bulamayanlar. İşgalciler’in bir
kısmı ise, seçimlere katılmayan eylemci gruplardan (Greenpeace ve yerel sosyal hareketler)
oluşuyor. Bu iki grup da ekonomik sorunlarla çok fazla haşır neşir olmadıkları için, onları,
borsanın nasıl işlediği ve bankalara karşı alternatif kredi birimlerinin nasıl oluşturulacağına
dair bilgilendirmek için New York grubunda özel dersler düzenlenmiş. Eylemcilere katılanlar
arasında müzmin muhalifler ve bir de 60’lı ve 70’li yılların eylemcilerinden olaya ilgi duyup
dâhil olanlar bulunuyor. Hareketin bu çok renkli ve karmaşık niteliği, Woodstock’a5
benzetilmesine dahi neden olmuş (Judith, 2011). Değişik gruplardan oluşan hareketin belli bir
talep ile eyleme geçtiğini söylemek pek mümkün değil; ancak isyancıları birleştiren bir öğe
var: Kendilerini “yüzde 99 içinde” tanımlamak.
Avrupa’da gerçekleştirilen gösterilerde de işsiz gençlerin önemli bir ağırlığının olduğu
görülüyor. Ancak eylemlerin gerisindeki tek sıkıntı işsizlik değil; siyasete, demokrasiye ve
küresel kapitalizme dair pek çok soru gündeme getiriliyor. Protestoların Avrupa’da ekonomik
krizden en fazla etkilenen ülkelerde ortaya çıktığı bilinen bir gerçek. Ekonomik sıkıntılar ve
kemer sıkma politikalarına duyulan tepkiye eşlik eden bir başka tedirginlik de var. Ekonomik
sıkıntı içindeki ülkelerde halkın büyük bir kesimi, Avrupa Birliği’nin geleceğine dair sürekli
yükselen ve yaygınlaşan bir karamsarlık girdabına girmiş durumda. İtalya’nın bir borç krizi
ile yüzleşmek durumunda kalması ve AB’nin krizi durduracak gücü içinde barındırdığına
İtalyan halkının bir türlü ikna olmaması; Almanya’da ekonomik durgunluk, AB’nin
geleceğinin pek de parlak görülmemesi ve bankaların ekonomideki konumunu orta sınıfın
sorgulamaya başlaması; İngiltere’de öğrencilerin ve işsizlerin hem AB’ye hem de geleceğe
karamsar bakışları, 2010 Kasım’ında öğrenci harçlarının iki üç kata varan boyutlarda
artırılmasına duyulan tepki ve finans sermayesinin doymak bilmez hırsına duyulan öfke
(Myers, 2012). Avrupa’daki eylemlerde, ekonomik kriz kadar, AB’nin siyasi bir proje olarak
bir türlü gerçekleşmemesi ve gelecekte gerçekleşeceğine dair bir umut ışığının olmaması da
önemli bir rol oynuyor.
4 Dünya çapında ekonomik bir yapı olan kapitalizmin finans ağlarının birbirine bağlandığı merkezler vardır. Bu
merkezlerde adeta kapitalizmin finans sisteminin kalbi yer alır; para akışına bu merkezler yön verir. XIX.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bu merkez Londra’nın City bölgesiydi; çünkü İngiltere sistemin büyük
kreditörü, hegemonik gücüydü. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD sistemin liderliğini ele geçirince, dünya
finansının kalbi de bu ülkeye kaydı. Wall Street, New York’taki finans bölgesinin merkezidir; New York
borsasının yanı sıra büyük finans kuruluşlarına ev sahipliği yapar. Simgesi olduğu kesimlerden biri, kriz
dönemlerinden yararlanıp kısa sürede zenginleşen spekülatörlerdir. 5 İlki 1969 yılında ABD’nin New York Eyaleti’nin Woodstock kasabasında 500 bin kişinin katılımıyla
gerçekleştirilen müzik festivali, en.
5
Başka Bir Kriz: AB’nin Geleceğine Duyulan Kuşku
Avrupa Birliği içinde, Almanya’nın belirleyicisi olduğu yeni bir “iktidar mantığı”
biçimleniyor ve “Deutschmark milliyetçiliğinin Avrupa versiyonu” hüküm sürmeye başlıyor.
Bu düşünceleri dile getiren Ulrich Beck (2011), yeni gelişmeyi “Alman Avro-milliyetçiliği”
(German euro-nationalism) olarak adlandırıyor. Merkel’in Avrupa’sında borç veren ülkeler
ile borç alanlar arasında “emperyal bir farklılık” ortaya çıkıyor ve bu Avrupa Birliği’ni, Avro
bölgesi ülkeler ile Avro bölgesi dışındaki ülkeler arasında gelişen “yeni bir iç çatışma”nın
eşiğine getiriyor.
Avro bölgesinin dışında olanlar, AB’nin geleceği konusundaki karar alma
süreçlerinden dışlandıkları gibi “siyasal seslerini” de kaybediyorlar. Yunanistan, İtalya ve
İspanya gibi ekonomilerini krizden kurtarmak için fon arayışı içinde olan ülkeler Alman
Avro-milliyetçiliğinin taleplerine ve belirleyiciliğine boyun eğmek durumunda kalıyorlar. Bu
o kadar tepki topluyor ki Yunanistan’da basın Merkel’i Nazi üniforması içinde resmediyor
(Grace, 2012).
Belki de en fazla Avrupalı ülke olan İtalya, kıtanın bugünü ve geleceğini şekillendirmede
artık bir role sahip olmamayla tehdit ediliyor (…) Çok taraflılık tek taraflılığa dönüşüyor;
hegemonya ve egemenlikte eşitlik, [bazı ülkeler için] egemenlikten yoksunluğa;
[karşılıklı] tanıma diğer ülkelerin demokratik onuruna saygısızlığa doğru evriliyor (Beck,
2011).
Ulrich Beck, bu durumu, AB’de alttan gelen bir hareketin yaratacağı yurttaşlık pratiği ile
gelişebilecek “Avrupa topluluklarının demokrasisi”ne yönelik bir olanak olarak görüyor.
2011-2012 protestolarının yöneldiği hedeflerden biri de Avrupa Birliği’nin zayıf zincirleri
haline gelen ülkelerinde özellikle teknokrat koalisyonlar ile uygulatılmak istenen kemer sıkma
politikaları. İtalya ve Yunanistan’da iktidara gelen teknokratların, halkın taleplerine yönelik
politikalar yerine, Alman-Fransız ittifakının çıkarları doğrultusunda hareket edeceğine yönelik
ciddi kuşkular var (Mammone, 2012). Üstelik, “Avrupa kimliği” bu süreçte ciddi bir
yıpranmaya uğruyor. Kolektif bir Avrupa’nın ve dayanabileceği değerlerin kurulması ve
yaşatılması sorunu yavaş yavaş ikincil bir hal alırken, pek çok Avrupalı için artık temel sorun,
işsizliğin ve borçların azaltılmasına dönüşüyor.
Bu kimlik aşınmasının ve AB’nin içine girdiği krizin, Beck’in iddia ettiği gibi yeni bir
demokratik yurttaş hareketini şekillendirici bir etkiye sahip olabileceği konusunda iyimser bir
bakış açısına sahip olabiliriz belki. Ama başka bir gelişme, bu iyimserliği baltalayıcı nitelikte:
Avrupa’da aşırı sağın gitgide güçlenmesi.
“Otoriter milliyetçi popülist” siyaset, Avrupa’da adeta 1930’ları hatırlatan bir şekilde
destek buluyor. Öyle ki İngiltere’de sadece krizden en çok etkilenen çalışan kesimler değil;
pek çok kişi, aşırı sağ bir grup olan İngiliz Savunma Birliği’nin (English Defence League)
İslam karşıtlığı ve İslamofobi gibi tutucu düşüncelerini içeren sağ partilere doğru kayıyor.
İngiltere yalnız değil; 2009’da, Yunan borç krizi sırasında yapılan Avrupa Parlamentosu
seçimleri aşırı sağın güçlendiğinin bir işareti oldu.6 Yunanistan’da 2012 Mayıs ayında yapılan
seçimlerde aşırı sağ Altın Şafak Partisi ilk kez parlamentoda sandalye elde etti. Yine Mayıs
ayında (2012) Fransa’daki başkanlık seçimlerinde, “İslamiyet’in totaliterliğin dini” olduğunu
“ilan eden” aşırı sağın temsilcisi Marie Le Pen, ilk turda % 18 oy alarak, Fransızlar’ın yabancı
göçüne, Avrupa Birliği politikalarına, ekonomik durgunluk ve işsizliğe tepkilerinin arttığını
gösteriyordu. Hollanda’da Geert Wilders’in Özgürlük Partisi, İslam karşıtı ve AB karşıtı bir
6 Avrupa’da ırkçı ve İslam karşıtı bir çehreye bürünen aşırı sağın yükselişi ayrı bir çalışmanın konusu olmayı hak
ediyor. Konunun dışına çıkmak anlamına geleceği için bu önemli gelişme hakkında sınırlı bilgi verildi.
6
dil tutturarak radikal cepheyi genişletti; Finlandiya’da ise aşırı milliyetçi parti True Finns
2012 Mayıs ayındaki yerel seçimlerde oylarını % 4’ten % 19’a yükseltti (Hamilton, 2012;
Popham, 2012). Bir düşünce kuruluşu olan Demos’un 2011’de yaptığı araştırmaya göre,
Avrupa’da aşırı sağ ve milliyetçi popülizm birbiriyle iç içe geçiyor; özellikle genç erkeklerin
geleceğe yönelik korkuları, kimlik problemlerinin kemikleşmesi, göç ve İslam’a tepkiyi
körüklüyor. Aşırı sağ grupların bir destekçisi olan Anders Breivik’in Norveç’te bir gençlik
kampında 69 kişiyi öldürmesinden sonra hazırlanan rapor, internet ağı üzerinden gelişen
İslam karşıtlığına ve göçmen düşmanlığına dikkat çekiyor. Avrupa’da 1910’lar, 20’ler ve
30’larda Yahudi karşıtlığı aşırı sağ partileri birleştiren bir unsur iken, günümüzde bu
İslamofobi ile yer değiştirmiş durumda (Guardian, 2011).7
Gençler ve Siyaset Sahnesi
Avrupa’nın değişen çehresinin göstergelerinden biri de gençlerin siyasetçilere duyduğu
güvensizlik ve daha da önemlisi mevcut sınırları ile siyasete karşı geliştirdikleri ilgisiz ve
kayıtsız tavır. Sağ ve solun dışında kendilerini siyasi kimlik olarak farklı tanımlayan yeni bir
kuşağın belirdiğini görmek mümkün Avrupa’da. Madrid’deki protestocular, sınıfsal ya da
siyasal seçimlerden özgür olduklarını ifade ediyorlar ve kendilerini sağ-sol gibi siyasal
cepheleşmelerin dışında bir yerlerde tanımlıyorlar. “Ne bu ne şu” (Ni-Nis) neredeyse bir şiar
haline gelmiş durumda (Myers, 2012).
Teknolojiyi kullanmada genç kuşakların üstünlüğü, kuşaklararası farkın bir öncekine
göre daha keskin bir hal aldığını gösteriyor. Yeni kuşak, 70’ler ya da 80’lerdeki genç kuşak ya
da öğrencilerden farklı olarak teknoloji ile yeni bir ilişki kuruyor. İnternet, sosyal medya, cep
telefonları ve kişisel bilgisayar bu kuşağın gündelik yaşamında önemli bir yer tutuyor ve
Ortadoğu’daki isyanlar başta olmak üzere Avrupa’da gerçekleşen protestolar twitter ve
facebook üzerinden yürütülüyor. İnternet, doğası gereği, nerede nasıl bir hareketin
belireceğini önceden kestirmeyi imkânsız kılıyor. Sosyal iletişim ağları, yeni toplumsal
hareketlerin “kendiliğinden” karakterini besliyor ve çok hızlı bir biçimde birbirinden uzak
bölgelerde boy vermesine katkıda bulunuyor.
Atinalı bir öğrenci, bir söyleşide, kendilerine “siberkuşağı” adını veriyor: “Biz sadece
gerçeği istiyoruz. Ben inanmak istemiyorum, bilmek istiyorum. Gerçekleri seviyorum,
kanıtları seviyorum… Sürekli online’dayım. Söz konusu olan Yunan politikası ve borç
kriziyse, kendi sonuçlarıma kendim varıyorum” (aktaran Myers, 2012). Bu sözler gençlerin
siyasetçilere duydukları güvensizlik yanında, belli bir ideolojiye ya da siyasal akıma bağlı
olmak istemediklerinin ve belki de yeni bir özgüvenin göstergesi.
İşgal protestoları içindeki gençler, tüm sistemin çökmüş olduğuna inandıklarından,
demokratik forumlar, meclisler ve alternatif finans kurumları vs. oluşturmak yönünde bir çaba
içindeler. Kuşaklararası farka karşın, Amerika’daki protestocu gençler aslında, 60’lar ve
70’ler kuşağının komün oluşturma geleneğini sürdürüyorlar; ancak bu eylemleri
gözlemleyenler, protestocuların değiştirme yönünde güçlü bir irade sergilediklerini
söylemenin zor olduğunu ifade ediyorlar (Stein, 2011). Wall Street işgalinde eylemcilerden
biri şöyle sesleniyor: “Bize programımızın ne olduğunu soruyorlar. Programımız yok. İyi
zaman geçirmek için buradayız”. Bu ifadeleri aktaran Zizek (2011) “protestocuların kendi
kendilerine âşık olmaları” durumunun yaratacağı engellere dikkat çekiyor.
7 Zizek (2012: 15-16), Komünist Ufuk kitabında benzer bir tezi ortaya atıyor.
7
Avrupa’daki gençler kimilerine göre “kayıp kuşak”. Bir yandan “beklentileri ve
hayalleri” Avrupa’nın güçlü bankaları ve sermayesi için feda edilmiş, öte yandan üst düzey
eğitim almalarına karşın iş bulamıyorlar; düşük ücretli, kısmi zamanlı işlerde çalışıyorlar ve
kendi yaşamlarını idame ettirecek kazançları olmadığından aileleriyle birlikte yaşıyorlar.
Tekrarlayalım: Yunanistan ve İspanya’da genç nüfus içinde işsizlik % 45’e ulaşmış durumda
(Wolin, 2011).
Savaş sonrası dönemde gelişen sosyal adalete ve sosyal haklara yönelik politikaları
terk eden sosyal demokrat partiler, 1990’larda bunun bedelini gençleri kaybederek ödediler.
Avrupa’nın bugün şişen ve büyük kısmı gençlerden oluşan bir “yedek işgücü ordusu” var; bu
partiler geçerli çözüm üretmekten uzaklaştığı sürece, gençlerden destek bulamayacaklar gibi
gözüküyor. Ancak sağ partiler, özellikle de aşırı sağ partiler için aynı şeyi söylemek mümkün
görünmüyor.
Eylemciler bütün bu nedenlerle taban hareketi olarak gelişmeyi, bir partiye ya da bir
programa dayanmadan seslerini duyurmayı ve tıpkı küreselleşme karşıtı hareketler gibi
hiyerarşik olmayan bir “yatay ilişkiler ağı”8 kurmayı hedefliyorlar. Ancak, 1999’da
Seattle’da, Dünya Ticaret Örgütü toplantısında dünyanın dört bir tarafından gelen
eylemcilerin başlattığı küreselleşme karşıtı hareketlerden farklı olarak, İşgal Et eylemleri,
belli bir ülkenin sınırları içinde ve o ülkedeki siyasetçilerin aldığı kararlara ve ekonomik krize
tepki olarak doğuyorlar. Bir başka deyişle ölçek, uluslararası olmaktan çok ulusal bir nitelik
taşıyor. Harekete rengini veren şey, küreselleşme karşıtı hareketlerde olduğu gibi Dünya
Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (UPF-IMF) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi
küresel kapitalizmin hegemonik uluslararası kurumlarına ve yeni liberal politikalara karşı
doğrudan bir tepki yerine, ülkelerinin siyasetçilerinin finans sermayesini koruyan ve
ekonomik krizin yükünü orta ve alt sınıfların omuzlarına yükleyen kararlarına karşı gelişen
bir öfke. Küreselleşme karşıtı hareketlerdeki enternasyonal kaygılar, günümüzdeki
protestolarda belli bir yer bulmasına karşın, ulusal düzeydeki sorunlarla karışarak ve hatta bu
sorunların belirleyiciliği altında biçimleniyor. Bu özelliği, AB’nin varlığının ciddi bir
sorgulamadan geçtiği ve karamsarlık bulutlarının dolaştığı Avrupa’da gelişen protestolarda
görmek mümkün.
Farklı talep ve özelliklere sahip 2011 protestoları tek bir dalganın oluşturucu unsurları
olarak düşünülebilir mi? Daha da önemlisi, bu hareketler, kapitalizmi sorgulayan yeni kitle
hareketleri olarak görülebilir mi? Bir başka soru ise, ağırlıklı olarak anti-kapitalist bir nitelik
taşımasa dahi, hareketin kapitalizme alternatif oluşturabilecek, ortaklaşmacı bir öz-yönetim
modelini ortaya koyup koyamadığıdır. Bu soruları, İşgal Et eylemlerinin kapitalizm dışı bir
toplumun nüvesini ya da potansiyelini içinde taşıdığını düşünen ve her iki soruya da olumlu
yanıt veren M. Hardt ve A. Negri’nin çözümlemeleri içinde yanıtlamaya çalışacağım.
Kapitalizme Alternatif Sunuluyor mu?
Toplumsal hareketlerin farklılaşan doğasını anlama bakımından, başvurulan analiz
araçlarından biri de kuşkusuz, kapitalizmin günümüzde aldığı yeni biçim. Bu konuda en ilgi
çekici ve tartışmaya açık savlar ortaya atan düşünürler arasında A. Negri ve M. Hardt yer
alıyor. Yazarlar, kapitalist üretimin değişimi ile direnişlerin yapısının farklılaşması arasında
bağlantı kuran çalışmalar sunuyorlar. İmparatorluk (2001) kitabı, ardından Çokluk (2004) ve
8 Hiyerarşik olmayan, yatay sosyal ilişkiler ve siyasal oluşumlar için “izm” eki taşıyan bir sözcük bulunmuş bile:
“horizontalizm”. Bu sözcük, ilk defa Arjantin’deki 2001 isyanları sonrasında kullanılmaya başlanıyor ve
İspanyolca bir sözcükten, horizontalidad’dan geliyor; bkz. Sitrin (2012).
8
Ortak Zenginlik (2011) ile bir üçleme içinde hem var olanın analizi hem de değişimin temel
öğelerini saptayarak gelecekte kurulacak kapitalizm dışı bir yaşam üzerine görüşler
geliştiriyorlar.
Çokluk’ta (2004: 110) yer alan “[ü]retimin içine bakıp emeğin koşullarını ve
sömürünün temellerini gördüğümüzde, işyerlerinde direnişlerin nasıl ortaya çıktığını ve
emeğin ve üretim ilişkilerinin değişimiyle direnişlerin nasıl değiştiğini de görebiliriz. Bu da
üretim ve direnişler arasında çok daha sağlam bir bağlantı kurmamızı sağlayacaktır” ifadeleri,
derinlemesine bir çözümlemenin parçası değildir; ancak daha sonra yazılan Ortak Zenginlik
böyle bir çözümlemeyi yerine getirmiş görünüyor.
Son olarak kaleme aldıkları Duyuru (2012) kitabı ise 2011-2012’de gelişen
protestoların bir anatomisi olmakla birlikte, ortak olanın ya da ortak varoluşun nasıl
kurulabileceği üzerine “çokluk” kavramını İmparatorluk’tan devralarak tezler geliştiriyor.
Düşünce tarihi, kurumsal gelenekler, sosyal ve siyasal kuram gibi çok yönlü ve katmanlı bir
mirastan beslenen kitapları burada derin bir incelemeye ve eleştiriye tabi tutmak ne mümkün
ne de yerinde olur. Ancak kapitalizm, emek ve toplumsal başkaldırılar arasında kurdukları
zengin bağlantıları birkaç temel tez üzerinden ele almak gerekiyor. En son kitaptan,
Duyuru’dan başlayacak olursak, kitabın üç tez üzerine inşa edildiğini söylemek yanlış
olmayacaktır.
Birinci tez, –Marksist bir önermeden yola çıkarak- günümüz kapitalizminde üretici
güçler ile üretim ilişkileri arasındaki bağdaşmazlığın (ya da daha iddialı bir kavram ile
“çelişki”nin) kendini üst düzeyde hissettiriyor olduğudur. Bu durum, sürekli ekonomik ve
politik krizler getirirken aynı zamanda ortak varoluş için uygun bir maddi zemin ya da yine
Marksist terminoloji ile “nesnel koşulları” yaratıyor. Kendi ifadeleri ile:
Kapitalist gelişme çözümsüz ekonomik, toplumsal ve politik krizlerin pençesinde
kıvranıyor. Bu kriz, en azından kısmen şu nedene bağlanabilir: Üretici güçler giderek
daha fazla ortak nitelikli hale gelirken, üretim ve mülkiyet ilişkileri, yeni üretici gerçekliği
kavramaktan uzak ve değerin yeni ortak kaynaklarına tamamen dışsal, bireysel ve özel
kurallara ve normlara göre tanımlanmaya devam ediyor [vurgu bana ait-vba.] (2012: 58).
İkinci tez, politik örgütlenme meselesi bağlamında, kapitalist sistemle mücadelede Leninist
bir örgütlenme ve önderlik stratejisinin günümüzde söz konusu olmadığı ve olamayacağıdır.
Son yirmi-otuz yılda vuku bulan toplumsal mücadele biçimlerini değerlendirirken şunu
özellikle ifade ediyorlar: “Hayır, politik bilincin kendiliğindenlikten örgütlülüğe geçişini vaaz
eden eski Bolşevik teoriye yer yok burada” (2012: 43). Devamında:
Politik örgütlenme biçimi burada merkezi önem taşır; tekilliklerden oluşan âdemi merkezi
bir çokluk yatay olarak iletişime geçer (ve sosyal medya onlar için faydalıdır çünkü
onların örgütsel biçimine denk düşer). Gösteriler ve politik eylemler son sözü söyleyen bir
merkezi komiteden doğmuyor günümüzde; tersine sayısız küçük grubun bir araya
gelmesinden ve aralarında tartışmasından doğuyor [vba.] (2012: 45).
Ve üçüncü tez, “Alternatif nedir?” sorusuyla bağlantılı. Yaşanmış sosyalist deneyimler değil,
sosyal demokrasi değil, bambaşka bir ortak mülkiyet ve varoluş tarzına gönderme yapıyorlar.
Ufukta gözükmeyen, uzakta sadece bir ışık gibi yanan, belki de Zizek’in Komünist Ufuk
(2012) ve A. Badiou’nun Komünist Hipotez (2011) şeklinde adlandırdıkları, bugün belli
kadroların ya da kişilerin zihinlerinin ürünü olmayan, mücadelenin ve yaşanmışlığın içinden
beliriveren bir “alternatif”. Yine kendi ifadeleri ile
[g]ünümüzün toplumsal hareketleri düzeni tersine çeviriyor, manifestoları ve
peygamberleri gereksiz kılıyor. Değişimin failleri şimdiden sokağa indiler ve şehir
meydanlarını işgal ediyorlar; yalnızca yöneticileri tehdit edip alaşağı etmekle kalmıyorlar
aynı zamanda yeni bir dünya vizyonu oluşturuyorlar [vba.] (2012: 7).
9
“Duyurudan inşaya geçiş”in yolları, politik olarak belirlenmiş değil; sadece belli öngörüler
var, geleceğin nasıl kurulacağına, nasıl bir yaşam, örgütlenme, üretim ve bölüşüm biçimi
olacağına dair bazı ipuçları vermekle yetiniliyor.
Aslında her üç tez de günümüz toplumsal hareketlerini anlama açısından yeni bakış
açıları sunuyor ve tartışma için sayısız kapı açıyorlar. Ancak tezlerin iddiasını karşılayacak bir
analiz düzeyi ile tamamlanmayıp, bazen sadece retorik düzeyinde kalmaları büyük bir
eksiklik doğruyor ve inandırıcılıklarını büyük ölçüde sarsıyor. İleriki kısımlarda bu tezleri
kısaca gözden geçirip, 2011 protestolarını “anlamlandırma”da bu tezlerin bizlere nasıl bir
harita sunduğu sorusunu yanıtlamaya çalışacağım.
Birinci Tezle İlgili: Günümüz Kapitalizmin Çelişkisi ve “Çekirdek Komünizm”
Hardt ve Negri’nin yeni ekonomik-toplumsal koşulları açıklarken geliştirdikleri temel tez,
endüstriyel üretimden biyo-politik üretime geçildiğidir. Kısmen İmparatorluk ve Çokluk’ta,
özellikle “maddi olmayan” üretim ve canlı emek kavramlarını geliştirerek bu formülasyonun
ana hatlarını çizen yazarlar, Ortak Zenginlik’te metropoller, finans sermayesi, bilişim toplumu
ve yoksulluk gibi kavramların sağladığı yapı taşları ile ana kurgularını pekiştiriyorlar. Duyuru
ise bu ana kurgudan çıkarılmış bir siyasal broşür9 niteliğini taşıyor.
Hardt ve Negri, politik ekonomi düşünürlerinin emeğin geçirdiği dönüşüm
analizlerinden yararlanarak, üç değişim çizgisi gösteriyorlar: Birincisi, İmparatorluk kitabında
geliştirdikleri ve özellikle Çokluk kitabında üzerinde durdukları, maddi olmayan üretimin
ekonomi içinde kazandığı hâkimiyettir. Aslında daha önce enformasyon toplumu, post-fordist
üretim, sanayi sonrası toplum ya da post-kapitalist toplum gibi kavramlar aracılığıyla anlatılan
süreci, yazarlar, “maddi olmayan üretim” sözcükleriyle ifade ediyorlar. Bu kavram ile
enformasyon ve iletişimin, üretim sürecinde önemli bir rol oynadığı, kapitalizm içindeki yeni
bir aşama anlatılıyor ve bir değişim eğiliminden söz ediliyor: Endüstriyel üretimden biyo-
politik üretime doğru geçiş. Bu aşamada, üretim ve tüketim arasındaki ilişki ve denge,
enformasyona ve iletişime dayandığı gibi, gittikçe güçlenen hizmet sektörü de maddi olmayan
emeği içermesi bakımından yeni ekonomik tarzı güçlendiriyor.
Hardt ve Negri, İmparatorluk (2001: 302-306) kitabından itibaren, üretimdeki bu
değişim açısından merkezi öneme sahip olan maddi olmayan emeği tanımlamaya ve oluşum
koşullarını göstermeye başlamışlar; bunu “küresel ekonominin post-modernleşmesi” şeklinde
adlandırmışlar ve en önemlisi, İmparatorluk’ta “ortaklık”ın ya da daha sonra kullandıkları
şekliyle “ortak zenginlik”in bu emek biçimine içkin olduğunu öne sürmüşlerdir. “Maddi
olmayan emek dolaysız bir biçimde toplumsal etkileşim ve ortak faaliyet gerektirir” (2001:
306). Bu özelliğiyle emek, klasik Marksist kuramda olduğu gibi sadece “değişken sermaye”
olarak addedilemez. Maddi olmayan emeğin üretim sürecinde merkezi bir rol oynadığı
durumda, sermaye diğer girdileri sağlayıcı, değer biçici ve üretimi yönlendirici olma
durumundan uzaklaşır. Üretim, emeğini ortaya koyanların, ortak etkileşim yoluyla yarattıkları
bir süreç haline gelmeye başlar. “Dolayısıyla, maddi olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini
dışa vurarak, görünen o ki, bir tür kendiliğinden ve çekirdek komünizm imkânı sağlıyor”[vba.]
sözleriyle Hardt ve Negri, Ortak Zenginlik kitabına gelmeden İmparatorluk’ta (2001: 306)
9 Siyasal yazında özellikle kısa bırakılmış, ama hem felsefi-bilimsel değeri olan hem de doğrudan güncel siyasal
sorunlara yönelik saptamalar yapan ve çözümler arayan pek çok kısa klasik metin örneği vardır. N.
Machiavelli’nin Prens’i, J. Locke’un Yönetim Üzerine İki İncelemesi ve V. I. Lenin’in Emperyalizm:
Kapitalizmin Son Aşaması bu tür metinlerin en dikkate değer örneklerindendir.
10
yeni emek biçiminin komünizm için olanak yarattığı düşüncesini ortaya koymuşlardır. Bu
anlamda, üçlemenin, bir fikrî takip içinde yazılmış olduğu kolaylıkla söylenebilir.
Biyo-politik üretim aşamasında, “imgeler, enformasyon, bilgi, duygulanım, kodlar ve
toplumsal ilişkiler, kapitalist değerlenme süreçlerinde maddi metalara ya da metaların maddi
yönlerine ağır basar hale geliyor” (Hardt ve Negri, 2011: 142). Yazarlar, maddi üretim
boyutunun ekonomik alandan tamamen kalktığını iddia etmek yerine demir, çelik, petrol gibi
maddi üretimin bilgi üretim tekniklerine daha fazla bağımlı hale geldiğine vurgu yapıyorlar.
Bunun, yani ekonomide enformasyon teknolojisine geçişin bir sonucu da emeğin niteliğinde
bir dönüşümün gerçekleşmesi ve ‘maddi olmayan emek’i doğurmasıdır. “Düşünsel ve
duygulanımsal” emek olarak adlandırdıkları hâkim hale gelen emek biçimi, salt zihinsel bir
emek de değildir; bedensel emeği de kapsar (Hardt ve Negri, 2004: 121-29). O halde düşünsel
ve duygulanımsal emeği tanımlayan ya da diğer emek biçiminden, yani maddi emekten ayırt
eden ölçüt ne olacaktır?
Burada “biyo-politik” üretim yine anahtar bir rol ediniyor. Ekonomide gelişen biyo-
politik olana doğru dönüşüm, “canlı varlıkların sabit sermaye” haline gelmesi olarak
tanımlanıyor:10
(…) Yaşam biçimlerinin üretimi katma değerin temeli haline geliyor. Bu, işte kazanılan
ancak daha önemlisi iş dışında otomasyona ve bilgisayara bağlı üretici sistemlerle
etkileşim halinde biriktirilen insani beceri, yetkinlik ve bilgilerin uygulamaya
koyulmasıyla doğrudan değer üretilen bir süreçtir (Hardt ve Negri, 2011: 142).
İnsanların sahip oldukları dilsel ve düşünsel becerilerin, hatta iletişim kurma yeteneklerinin
üretimde gittikçe belirleyici bir konum kazanmasının nedeni artı değer yaratmalarıdır.
Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde maddi olmayan emeğin iki biçimi, düşünsel ve
duygulanımsal emek, “maddi olmayan ürünler” üreterek maddi emekten ayrılıyor: “Maddi
olmayan emek. Fikirler, semboller, kodlar, metinler, dilsel figürler, imajlar gibi ürünler
üretir”. Oldukça belirsiz olan bu tanımda, açıklayıcı olan öğe, duygulanımsal emeğe ilişkin
verilen örneklerdir. Aslında hep kullanılagelen “hizmet sektörü” içindeki emek türlerini ifade
eden yazarlar, duygulanımsal emeği bir tür güler yüzlü hizmet şeklinde adlandırıyor ve örnek
olarak “hukuki danışmanların, uçuş görevlilerinin ve fast-food işçilerinin” yerine getirdiği
işlerde bu emek türüne rastladığımızı belirtiyorlar. Hem beden hem de zihinle aktarılan bir iyi
olma hali, huzur ya da heyecan üreten hizmetler, dilsel iletişimi, beden dilini, simgeleri,
imajları ve sosyal becerileri gerektiriyorlar (Hardt ve Negri, 2004: 122).
Maddi olmayan emeğin, üretimde başat hale gelmesi, üretim örgütlenmesini de
değiştirerek “ağ” tipi bir biçimlenmeye doğru sürüklüyor. Endüstriyel üretimdeki bant
sisteminin yarattığı “doğrusal ilişkilerin” [?] yerini dağınık ve belirsiz ağ biçiminde ilişkiler
alıyor. Teknolojik ağlar ve çalışanların ağ tipi işbirliği…[?] Maddi olmayan emeğin kilit
özelliği burada yatıyor; ağlarda dolaşarak ortak hale gelen değerler yeni bir işbirliğinin,
dayanışmanın ve ortak toplumsal yaşayışın koşullarını yaratıyor (Hardt ve Negri, 2004: 127-
28). Çokluk kökenini buradan alacaktır.
Emeği dönüşüme uğratan ikinci gelişim çizgisi, endüstriyel üretimden farklı olarak
maddi olmayan üretimde çalışma gününün ve üretim zamanının köklü bir biçimde
değişmesidir. Kapitalist üretimde değerin temel kaynağının zaman olduğunu düşünen
yazarlar, bunun tümden değiştiği iddiasında olmasalar da emeğin nitelik değiştirmesinden
dolayı, yani maddi olmayan emeğin doğmasıyla birlikte, fabrika içindeki zaman ile fabrika
10
Oldukça tartışmalı ve pek çok karşı çıkışı hazırlayan bu önermelerin, yazarların sermayenin organik bileşimi
ve yeni sömürü biçimi üzerine tezleriyle birlikte, başlı başına eleştirel bir çalışmada ele alınmasının yararlı
olacağı düşüncesindeyim.
11
dışındaki zaman arasındaki ayrımın günümüzde bulanıklaştığı ve bu ikisinin iç içe geçtiğini
öne sürmektedirler. İş zamanında ortaya çıkan farklılaşma, esnekleşmenin en önemli
nedenlerinden birisidir. Yarı zamanlı, düzensiz ve birden fazla işte çalışma ya da Microsoft
gibi şirketlerde görüldüğü gibi, çalışanların uzunca süre ofiste tutulabilmesi için, ücretsiz
yemekler ve egzersiz programları gibi uygulamalarla ofisin bir eve dönüştürülmesi değişimin
göstergelerindendir. Yazarlara göre, bu uygulamaların daha önceden de var olmalarına karşın,
Fordizmden Post-Fordizme geçişle birlikte istisnai olan norm haline gelmiştir (Hardt ve
Negri, 2004: 126 ve 2011: 143-44).
Üçüncüsü, üretimin hemen hemen bütün sektörlerinde yerli emek dışında “yasal ve
yasa dışı” göçmen akışına bir gereksinim duyulmasıdır. Göçler emek hareketini
küreselleştirdiği gibi, emek yoğun pek çok iş ve sektörde (söz gelimi, ev işçiliği, yaşlıların
bakımı, hemşirelik gibi işlerde ve oyuncak, elektronik, tekstil gibi sektörlerde) kadın
çalışanların sayısının hızla artmasıyla birlikte emek göçünün cinsiyete bağlı olarak nitelik
değiştirmesi söz konusu olur (Hardt ve Negri, 2011: 144).
Bu üç eğilim, Hardt ve Negri’ye göre, biyo-politik üretimin ağırlık noktasını maddi
emekten maddi olmayan emeğe doğru kaydırır; bu aynı zamanda maddi metaların üretimi
yerine toplumsal ilişkilerin üretiminin öne çıkmasına neden olur. Maddi olmayan emek,
toplumsal yaşamın araçlarını değil, kendisini yaratmaktadır. Çünkü fikirleri, algıları, imajları,
bilgileri, iletişim biçimlerini, işbirliğini ve duygulanımsal ilişkileri içeren emek canlı emektir
ve sadece sömürülen emek değil, aynı zamanda yenilikçi ve yaratıcı bir kapasite içermektedir.
Bu anlamda maddi olmayan canlı emek, sermaye tarafından tüketilebilecek, tümüyle
sömürülebilecek bir emek değildir. Canlı emek, sermayenin ona el koyduğundan çok daha
fazlasını içerir; “(…) zira sermayenin asla zamanın tamamını ele geçiremeyeceğini görürüz”
(Hardt ve Negri, 2004: 163).
Maddi olmayan emek, işbirliğini ve iletişimi içerdiği için ortak olanı barındırır.
Bilginin ve iletişimin üretilmesi doğası gereği bir paylaşımı ve ortaklığı gerekli kılar. Aynı
zamanda başkalarıyla ilişkiye geçmeyi ve işbirliğini gerektirir. Dolayısıyla bu saptama ile de
Hardt ve Negri maddi olmayan emeğin kendi yapısı gereği ortak olanı içerdiği tezini
geliştiriyorlar. Yani kapitalizm içinde doğan bu tarz emek, kapitalizmi aşmanın nüvesini
kendi içinde taşıyor; çünkü kapitalizmin temeli olan özel olanın temellerini sarsıyor ve onu
geçersiz hale getiriyor. Bu da üretim aracı olarak maddi olmayan emeğin, kapitalist üretim
ilişkilerini aşan bir ilişki biçimine işaret ettiğini gösteriyor. Yani maddi olmayan emek
paradigması, ortak üretimin ve yaratılan zenginliğin ortak ve eşit paylaşımının temellerini
atıyor.11
İkinci Tezle İlgili: Politik Eylemin Tek Olanağı Çokluk
“Tüm nesnel koşullar hazır”! (Hardt ve Negri, 2011: 172). Bir yandan biyo-politik ya da
maddi olmayan emek, kapitalizmin içinden doğarak, onun dayandığı zeminin altını oyuyor.
Öte yandan, kapitalist kontrol ve sömürü mekanizmaları, ortak varoluşun gerçekleşmesi
önünde bir set örüyor; özelleştirme ile ortak olanın yağmalanması tüm hızıyla devam ediyor.
Değişim için çöküşün koşulları yeterli değil, ama kapitalist biyo-politik emek sürecinde
11
Kapitalizm içinde yaratıcı emeğe bir sus payı verildiği ve fikri mülkiyet haklarının sıkı bir denetime alındığı
günümüz koşullarında, bu emeğin ortaklaşmacı bir kültürü içinde taşıdığı tezi oldukça tartışmalıdır. Kapitalizm,
bir fikrin, eserin, projenin, kitabın, müziğin, filmin, programın, bilginin, kısacası bir ürünün her türlü (elektronik
dâhil) haklarını peşin olarak bağlıyor.
12
üretilen tekilliklerin politik bir nitelik kazanması, eyleme ve karşı çıkışa dönüşmesi için
politik bir özneye gereksinim var. İmparatorluk’ta, “sınırsız bir mekânda” hareket halinde,
“üretimin dokusu haline gelmiş” dil ve iletişim alanında kendi kendini yaratan bir kurucu güç
olan çokluk, kavramsal düzeyde kurulur; ancak yazarların kendilerinin de ifade ettikleri gibi,
somut pratikler ve işlevleri net değildir (Hardt ve Negri, 2001: 400-401). Yine de birkaç
politik talep (küresel yurttaşlık, garantili bir toplumsal ücret) ile iletişim ve dil üzerinden
politik kontrol gibi bir stratejiyi içeren politik program çizilmeye çalışılır. Bu önerilere karşın
oldukça belirsiz bir kavram olarak kalır çokluk.12
Buna karşın bizim açımızdan kesin olarak
belirlenmiş bir nitelik vardır: “[M]erkezi liderlik ve hiyerarşiye dayanan geleneksel”
örgütlenme tarzlarıyla yakından uzaktan bir alakası yoktur.
Irk, etnik grup, toplumsal cinsiyet gibi her tür farklılığı içeren ve bu farklılıklarla
“ortak bir paydaya dayanan” çokluk, üçlemenin ikinci kitabında (Çokluk), sol entelektüellerin
uzun zamandır ilgi göstermediği sınıf kavramı ile buluşturulur. Artık “çokluk bir sınıf
kavramıdır” onlara göre.
Biyo-politik üretimde nitelik değiştiren kapitalizm, sömürüyü yaygınlaştırmakta,
sömürü biçimini değiştirmekte; sonuç olarak, işçi ya da emekçi sınıf kavramları XIX. ve XX.
yüzyıllarda kullanıldığı biçimlerden uzaklaşarak farklı içerikler edinmektedir. Yaşanan
koşullarda işçi sınıfı sermayeye karşı durabilecek tek özne olma konumunu artık yitirdiği gibi,
politik bir mücadelenin kurucu, öncü öznesi de değildir. Çokluk sınıfsal bir yapıdır, ancak
belli bir sınıfın, yani işçi sınıfının önderliğini içermez. Sınıf, sadece ekonomik değil,
siyasaldır. Bu nedenle yazarlara göre etnik kimlik, cinsiyet vs. de sınıf kavramına dâhildir.
Bunlar potansiyel sınıftır (Hardt ve Negri, 2004: 117-18)!
Çokluk kavramı tam da bu değişimi anlatmak ve yeni bir özne tarif etmek için
kullanılır. Endüstriyel emek, artık üretim içinde başatlığını yitirdiği için, her emek türü eşit bir
durumda, hiyerarşi olmadan çokluk içinde konumlanır. Dolayısıyla, “hizmet işleri, entelektüel
emek ve bilişsel emek” maddi olmayan emeğin türleridir; ancak daha önce belirtildiği gibi,
yazarlar, başka bir emek türünün, “duygulanımsal emeğin” en az entelektüel olan kadar maddi
olmayan emeğin temel bir parçasını oluşturduğunu düşünürler.
Ortak Zenginlik kitabında ise, çokluk bu kez örgütlenme sorunu ile buluşturulur. Bu da
baştan itibaren dışarıda bırakılan, belirsiz, gölgemsi bir varlık gibi doğan çokluğa dâhil
edilmeyen bir sorundur aslında. Ama belli ki kavrama yöneltilen eleştiriler13
yazarları bu
problem üzerinde düşünmeye ve kavramın temel bir eksikliği olduğu sonucuna götürmeye
yöneltmiştir. Temel tez değişmez; merkezi ve hiyerarşik örgütlenmelere yer yoktur:
Çokluğu, toplu çıkış ve özgürleşme tasarısını politik olarak örgütlemek [vba.] açısından
yeterli bir kavram olarak düşünüyoruz; çünkü birlik, merkezi liderlik ve hiyerarşiye
dayanan geleneksel örgütlenme biçimlerinin, var olan biyo-politik üretim bağlamında, her
zamankinden de fazla, cazip olmadığı gibi geçerli de olmadığına inanıyoruz (Hardt ve
Negri, 2011: 172).
12
Yine yazının sınırlarını aşacağı için, aslında epeyce bir tartışmaya ve eleştiriye maruz kalmış olan çokluk
kavramını burada didiklemek ve sıkı bir eleştiriye tabi tutmak amacı taşımıyorum. Sadece genel hatlarını
belirlemeye çalışıyorum. Ancak, genel hatları itibariyle bile kavram hayli belirsiz. Yazarlar da bunu sık sık itiraf
ediyorlar: “Yine de çokluğun bu görevi, kavramsal düzeyde açık olmakla birlikte, oldukça soyut kalıyor. Hangi
özgün ve somut pratikler bu politik projeye can verecek? Bu noktada bir şey söyleyemiyoruz” (Hardt ve Negri,
2001: 400-401). Çokluğun üzerine kurulduğu maddi olmayan emek için: “Maddi olmayan şey, emeğin ürünüdür.
Bu bakımdan maddi olmayan emeğin çok muğlâk bir terim olduğunun farkındayız” (Hardt ve Negri, 2004: 123).
Çokluğun öz örgütlenme ve direniş kapasitesi için: “(…) Biyo-politik olaylar, ortak varoluş üretiminin yaratıcı
edimlerinde bulunur. Bu yaratım edimlerinde gerçekten de gizemli bir yan vardır; ancak bu her gün çokluk
içinden fışkıran bir mucizedir” (Hardt ve Negri, 2011: 182). 13
Yazarların kaleminden bu eleştirilerin bir özeti için bkz. Hardt ve Negri (2011: 173-76).
13
Geleneksel örgütlenmelere yer yok; ancak bir örgütlenme biçiminin de olması gerekir.
Sözgelimi, “[ç]okluğun dokuları bir beden haline nasıl gelebilir”? Eleştirel metinlerden
birinde bu soru sorulur (Hardt ve Negri, 2011: 173). Hardt ve Negri’nin örgütlenme tasarısı
konusunda geliştirdikleri savlar, kuramlarının en zayıf, en tartışmalı yönlerinden biridir.
“Çokluğun ortak doğası”nı, yani çokluğun “kendiliğinden [vba.] bir politik özne değil, bir
politik örgütlenme tasarısı olduğunu göstermek” için bir yandan toplum sözleşmesi
kuramlarına doğru, öte yandan Foucaultcu “öznellik üretimi” sorununa doğru savrulurlar
(Hardt ve Nergri, 2011: 176-84).
Temel sorun, farklılıklar ve tekilliklerden oluşan çoklukta, karşı çıkışı olanaklı kılacak
ortak paydanın ne olduğudur. “Çokluk, iç farkları olan çoğul bir toplumsal öznedir ve onun
kuruluşu ve eylemi, özdeşliğe ya da birliğe değil (hele farksızlığa hiç değil) ortak olana
dayanır” (Hardt ve Negri, 2004: 114). Ortak Zenginlik kitabı, bu sorunun etrafından dönen bir
yapıya sahiptir aslında. Çokluk kavramına yöneltilen eleştirileri yanıtlamaya yönelik bir çaba
ve en zayıf halkaya, ortak payda, işbirliği, eylem ve örgütlülük sorununa bir çözüm arayışıdır.
Ancak Hardt ve Negri’nin vardıkları yer başlangıç noktasından başkası değildir:
Biyo-politik ekonomik üretim modeli burada bize bir politik eylem analojisi olarak
hizmet eder: Tıpkı geniş bir çoğulluğun maddi olmayan ürünler ve ekonomik değerler
üretmesi gibi, bir çokluk da politik kararlar üretebilir… Bir başka deyişle, üreticilerin
işbirliğini özerk bir şekilde örgütleme ve planlı bir biçimde kolektif üretimde bulunma
yetenekleri, kolektif karar alma araçları için gerekli araç ve alışkanlıkları sağlayarak,
politik alan için de doğrudan sonuçlar doğurur [vba.] (Hardt ve Negri, 2011: 180).
Hardt ve Negri, işbirliği, örgütlenme ve eylem konularında geliştirdikleri tezlerdeki
belirsizliği, ekonomik çözümlemelere başvurarak ve hatta sadece analojiler yoluyla
halletmeye çalışırlar. Üretimin öz dönüşümünün üretim araçlarının el değiştirmesi sorunundan
azade bir biçimde gerçekleşeceği öngörüldüğü için, politik özyönetim de bu kendiliğinden
üretim dönüşümünün sonucu olacaktır. Ekonomik indirgemecilik için biraz daha ileriye
gitmeye gerek var mı acaba? Bu uçurumdan uzaklaşıp, çokluğu politik olarak yeniden
kavramak için geliştirilen yoksulun çokluğu ve sevgi konusundaki savlar ise, dile getirildikleri
her bir sayfada buharlaşıyorlar adeta.
Üçüncü Tezle İlgili: 2011 Protestoları Alternatif Yaratma Potansiyeline Sahip mi?
Farklı taleplere, stratejilere ve eylem biçimlerine sahip bu hareketleri tek bir dalganın
oluşturucu unsurları olarak görmek mümkün mü? İçerdikleri bütün farklılıklara karşın ortak
bir mücadelenin yeşermesi ve gelişmesi için olanak sunuyorlar mı? Yerleşik düzeni sarsıcı ve
hatta ona eleştirel, onu dönüştürecek bir siyasal proje içeriyorlar mı ya da böyle bir siyasal
proje yaratacak bir potansiyelleri var mı?
Belli sorular üzerinden yazarların ulaştıkları sonuçları değerlendirmeye geçmeden
önce, onların yukarıdaki sorulara toptan olumlu bir yanıt verdiklerini belirtmek gerekiyor.
Evet, 2011 protestoları (Arap isyanları, ABD ve Avrupa arasında bir ayrım gözetilmeksizin),
Hardt ve Negri (2012: 71) tarafından çokluk olarak nitelendirilmekte ve bunların,
özgürleştirici bir siyaset ile demokratik bir yaşam formunu kendi doğallığı içinde, yani
yapıları gereği barındırdıkları düşünülmektedir. Yazarlar, bu mücadelelerin oluşturucuları,
amaçları, yöntemleri açısından farklılıklarını tanısalar dahi bunları “aynı döngünün parçaları
olarak” değerlendiriyorlar. Bu genel kabulü temellendirirken şu önermelere
başvurmaktadırlar:
14
a/ Bu protestolar aynı düşmanla karşı karşıyadır; bir başka deyişle hedeflerine aldıkları
şey ortaktır: “Borçlandıran güçler, medya, güvenlik rejimi ve yoz politik sistem”14
(Hardt
ve Negri, 2012: 71).
Gerek farklı coğrafyalar açısından gerekse hareketlerin içerdiği talepler açısından ortak bir
düşmana yönelmiş oldukları, kolaylıkla öne sürülebilir bir önerme gibi görünmüyor. Arap
isyanlarını bir tarafa bırakacak olursak -bu isyanların özellikleri ve talepleri ABD ve
Avrupa’dakinden son derece farklıydı- İşgal Et eylemcilerinin –kendilerini % 99 içinde
görmekle birlikte- yaş grupları, politik tercihler ve krizin sonuçlarından etkilenme biçimlerine
göre karşılarına aldıkları şey farklılaşıyor. Belki ortak bir düşmandan değil, ama birbirleriyle
zaman zaman çakışan cephe aldıkları ortak düşmanlardan söz edilebilir.
b/ Bu protestolar, “birbirleriyle çoğul, ortak bir projede bağlantıya girme ve birleşme
yetisine” sahipler (Hardt ve Negri, 2012: 71).
Ortak bir iletişim biçimini, yeni teknolojileri ve sosyal medyayı kullandıkları doğru. Ancak,
eylemlerin bir yılını doldurduğu (hatta Avrupa’daki ve Ortadoğu’dakilerin iki yıla yaklaştığı)
bir durumda, ortak bir projede bağlantıya girme ve birleşme olasılığının gerçekleşmemiş
olduğu, hatta tersine bu eylemlerin daha parçalı, bağlantısız ve sönük bir duruma geldikleri ve
başka pek çok etken yanında böyle bir sonucun ortaya çıkmasında, ortak bir proje olarak
adlandırılan şeyin belirsizliğinin etkili olduğu söylenebilir.
c/ Bunları bir arada tutan şey, dilsel, iletişimsel, işbirliğine dayalı ve ağ temelli bir yapı
(Hardt ve Negri, 2012: 71).
Bu önerme maddi olmayan emek olarak adlandırdıkları olgu ile doğrudan bağlantılı.
Protestocuların, birbirlerinin ya da kendilerinden öncekilerin deneyimlerinden, geliştirilen
mücadele stratejilerinden ve karar alma mekanizmalarından etkilenerek kendi eylemlerini
kurdukları doğru. Sözgelimi, meydanlarda çadır kurma, İşgal Et eylemcilerinin sık sık
başvurdukları bir eylem tipi. Avrupa’nın metropollerindeki bir meydandan başka bir ülkenin
metropolüne, hatta kıtalar ötesine (Hong Kong gibi) sıçrıyor. Sloganlarda bir ortaklık var.15
Genel meclisler ve ortak karar alma sistemleri oluşturma yönünde genel bir eğilim görülüyor
ve daha çok da eğitime yönelik çalışma grupları oluşturuluyor. Örneğin, “Wall Street’i İşgal
Et” hareketi, finans sistemi hakkında göstericileri bilgilendirmek için kurslar düzenliyor.
Bütün bu protesto şekillerinin ekonomik bir temeli olduğu, yani maddi olmayan emekle
bağlantılı bir biçimde, hatta onun türevi olacak şekilde doğduğu düşüncesi yeterince
temellendirilmiyor. Protestolarda, internetin ve sosyal ağların kullanıldığına, eylemcilerin
önemli bir kısmının öğrencilerden, entelektüel emeğini kullanan kesimlerden ve kentsel
hizmetlerde istihdam edilenlerden oluştuğuna yönelik iddialar ise (Hardt ve Negri, 2012: 66-
67) ekonomi ve siyaset arasında ya da daha özgül olarak emek gücünün doğası ile
protestoların biçimi arasında kurulan ilişkide zayıf bir bağlantı unsuru olarak kalıyor.
d/ Bu hareketler “bir politik programın unsurlarını” geliştiriyorlar ve “kurucu bir
demokrasi modeli” yaratma eğilimi ve potansiyeli içeriyorlar (Hardt ve Negri, 2012: 71).
Bana kalırsa, en fazla tartışmaya konu olacak önerme budur. Yazarlar, bu hareketlerin
“federalist modellerden destek ve esin kaynağı bulma eğilimi içinde olduklarını” belirtiyorlar.
Onlara göre, protestolarda, “(…) mikro düzeyde federalist bir çağrışım mantığının tutkuları ve
14
Hardt ve Negri, Duyuru’nun “Krizin Öznel Figürleri” başlıklı bölümde bu ortak düşman tarafından yaratılan
öznellikleri ele alıyorlar: borçlandırılanlar, medyalaştırılanlar, güvenlikleştirilenler ve temsil edilenler. 15
“Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinin sloganlarından bazıları: “Borç köleliktir”, “Eğer şirketler halksa, biz
neyiz?”, “Yüzde 1’in kontrolüne son verin”, “Sizin ATM’niz değilim”, “Hitler’in bankası Wall Street”, “Savaşa
hayır, sınıf savaşımına evet”, “$ değil, değişim istiyorum”, “Üniversite diploması=işsizlik”, “Kriz, kapitalist bir
dolandırıcılıktır”, “Sadece tek dünya”, “İşe ihtiyacımız var, devrime ihtiyacımız var”, “Kalbimizde yeni bir
dünya taşıyoruz, bu dünya her saniye büyüyor” (Yangfang, 2012: 249-251).
15
aklı mevcuttur” (Hardt ve Negri, 2012: 71-72). Bu önerme, hareketleri ne denli tanımlar ve
açıklar niteliktedir, bu bir tartışma konusu; ancak tartışmaya pek mahal vermeyen bir diğer
konu Hardt ve Negri’nin ABD’nin kuruluş sürecinden, kuruluş felsefesinden ve federalist
yönetim örgütlenmesinden büyük ölçüde esinlenmeleri ve bu mirası önemsemeleridir.
Yazarlara göre, hareketlerin çoğulluğu içermesi, federalist bir modeli yaşama geçirme
kapasitesine sahip kurucu bir güç olmalarıyla paraleldir. Kurucu güç ve kurucu bir demokrasi
modelinin yolu ise, ortak olmaya giden bir anayasa yaratmayla bağlantılıdır. Yani hareketlerin
dağınık ve çoğul nitelikte olması, ortak kurucu bir anayasa yapmaları önünde bir engel
oluşturmaz. Tersine anayasa, uzmanlar tarafından değil, çokluğun kendisi tarafından
yaratılacaktır. Kendi deyimleriyle “ortak olanın özyönetimi” bu türden bir kurucu güç ya da
kurucu bir anayasal model ile yaşama geçirilir.
Burada yazarların apaçık bir biçimde ABD kurucu anayasal geleneğinden
etkilendikleri görülüyor. 2011 eylemcilerinin genel meclisler oluşturarak bazı kararları ortak
alma yönünde bir pratik geliştirmeye çalıştıklarını da biliyoruz. Ancak, var olan kaynakların
kullanımı, paylaşılması, dağıtılması ve hatta üretilmesi aşamasında ortak karar alma modeli
çok çeşitli veçheleri ve sorunları barındırıyor.
Birincisi, ölçeğin ne olacağı sorusudur? ABD Anayasası ulusal ölçeği ve belirlenmiş
sınırları kendine temel almıştır. Hardt ve Negri’nin geliştirdikleri öneri düzeyinde ise ölçeğin
ne olduğu tamamen açık bırakılmıştır. Yerel bir ölçek mi yoksa ağ tipi uluslararası bir ölçek
mi, bu husus dahi belli değildir.
İkincisi, anayasanın yapım sürecine herkesin katılması fiilen mümkün müdür?
Eğitimin yaygınlaştırılması yoluyla toplumda uzmanlığın ortadan kaldırılması, her yurttaşın
anayasa yapımına katılımının sağlanması için yazarlarca geliştirilmiş bir öneridir. Bir
uzmanlık konusu olan anayasal metinlerin hazırlanmasına ilişkin herkesin bilgi ve deneyim
sahibi olmasının nasıl gerçekleştirileceği ya da kişilerin hangi düzeylerde bu sürece
katılabileceği, yanıtı verilmemiş sorular olarak ortada durmaktadır.
Üçüncüsü, böyle bir kurucu gücün oluşması ve herkesin bu kurucu güç içinde yer
alması sağlanmış olsa dahi katılımcıların bir uzlaşıya varması mümkün olmayabilir. Bu
kurucu güç içinde fikir ayrılıklarının ortaya çıkması durumunda, hangi “üst” ya da tarafsız
merciin ya da hakemin uzlaştırma ve sonuçlandırma rolünü yerine getireceği meçhuldür.
Belki bunun sınıflı toplumlara ait bir yönetim ve karar alma tarzı olduğu, ortaklığın
gerçekleştiği bir toplumsal yaşamda bu türden üst bir mercie gerek olmayacağı gibi bir sav
öne sürülebilir. Ancak, her şeyin ortak olması, yazarların belirttiği gibi farklılıklar ve
ayrılıkların sona ermesi değil, tam tersine güçlenerek yaşamasıdır. Dolayısıyla bir fikirler ve
anlayışlar çoğulluğundan söz edilmektedir (tekilliklerin birliği). Bu çoğulluğun nasıl “genel
irade”ye dönüşeceği, siyaset felsefesinin en temel sorularından biridir ve J. J. Rousseau’nun
bıraktığı yerden, en azından teorik olarak, bir adım öteye taşınması gerekir.
Eğer ulus-devlet yapısı tamamen çözülüyor ve bambaşka bir siyasal-toplumsal
örgütlenme modeline doğru geçiş oluyorsa -ki bunu ima etmelerine rağmen gidişatın nereye
ve neye doğru olduğu (siyasal yapı anlamında) belli değildir- bu örgütlenmenin küçük bir
ölçekte, bir mahallede, bir belediyede gerçekleşmesi durumunda projenin yaşama
geçirilebilirliği söz konusu olabilecekken, yazarlar Antik Yunan modeli tarzı polis
örgütlenmesinden katiyen söz etmediklerini, yani küçük ölçek meselesini de devre dışı
bıraktıklarını alenen ilan ettikleri için bu da olasılıklar arasında yer almamaktadır. Sonuç
olarak “nasıl karara varılır”, ortak konuları ilgilendiren ya da “topluluğun ortak kaderiyle ilgili
meselelerde nasıl bir karar alma süreci işler” sorusu yeterince yanıtlanmadan bırakılmaktadır.
16
Bir diğer önemli sorun, bu tür bir önerinin, var olan şiddet aygıtlarını yeterince
değerlendirmeye dâhil etmemesidir. Yaşanan deneyimlerin bize gösterdiği şey ya da verdiği
ders, devletin yönetim aygıtı başta olmak üzere, şiddet aygıtları ele geçirilmediği sürece, bu
türden hareketlerin geçmişe özlemle bakmamıza neden olacak ve yarına dair hayallerimizi
süsleyecek yaşantılar olarak kalmasıdır. Kuşkusuz bu deneyimlerden eşitlikçi, özgürlükçü ve
ortaklaşmacı vs. olmak üzere son derece önemli değerler çıkarsıyoruz; ancak bunlardan bütün
olanakları, fırsatları ve engelleri ile ne ölçüde ders çıkardığımız ayrı bir soru olarak duruyor.
Gerçi yazarlar, daha öncesinde Çokluk kitabında burada daha fazla ayrıntısına girilmeyen pek
çok öneriden söz ettikleri halde, şu sözleri ile tartışmayı sonlandırıyorlardı: “Amacımız
çokluk için somut bir eylem programı önermek değil, yeni bir demokrasi projesinin üzerinde
yükseleceği kavramsal zeminleri görmeye çalışmak” (Hardt ve Negri, 2004: 343). Sadece
kavramsal zeminden söz ediliyorsa, ileri sürülen önermeler için yapılan eleştiriler ve itirazlar
düpedüz hükümsüz kalıyor!
Sonuç olarak, yeni direnişlerin yapısını ve özelliklerini analiz ederken, üretim ve
çalışma ilişkilerindeki değişimin, bu hareketlere ne derece ve nasıl yansıdığı konusunda
gözlemlere dayalı bazı önermeler geliştirebiliriz kuşkusuz; ancak direnişlerin niteliğini ve
alacağı yönü belirleyen net çıkarımlar yapmak yöntemsel açıdan dahi doğru görünmüyor.
Ekonomik nedenlerin, yani işyerinde zaman-mekândaki değişimin ve güvencesizleşmenin
siyasal protestolara birebir yansıması ya da bir başka deyişle siyasal protestoların, özel olarak
da 2011 eylemlerinin Hardt ve Negri’nin söz ettiği türden bir ekonomik geçişin ürünü olarak
yorumlanması doğru olmaz. Eylemlerin ortaya çıkış nedenleri ve aldığı biçimde, siyasetçilere
duyulan güvensizlik, klasik parti örgütlenmesinin çözülüş içine girmesi ve sorunlara çözüm
oluşturmaması, sosyal politikalardaki gerileme ve sosyal demokrat partilerin gerileyiş
yaşaması, sol çevrelerde ve hatta Marksistler’de Sovyetler Birliği ve diğer kapitalist
ülkelerdeki sosyalist deneyimlere kuşku ile bakılır hale gelinmesi ve dönemsel olarak 2008
ekonomik krizinin yarattığı sarsıntı gibi pek çok etkeni sıralamak mümkün. Sendika, parti gibi
örgütlenmelerin protestoların merkezinde yer almamasının nedeni ekonomideki değişim
olmakla birlikte, yaşanan deneyimlerin getirdiği genel bir güvensizlik duygusudur ayrıca.
Ancak bu örgütlenmelerin tamamen hareketlerin dışında olduğunu söylemek de doğru
değildir. Sendikalar ve partiler yeni siyasal protestolarda başat olmamakla birlikte, bu
hareketlere destek veren ve güçlendiren unsurlardır.
Kuşkusuz, Hardt ve Negri daha üst düzeyde bir çözümlemeden yola çıkarak,
eylemlerin nedenleri ve niteliği ile kapitalist yapının güncel biçimi arasında teorik olarak
gayet tartışmaya açık, fakat bir o kadar da zengin bir düşünme ve araştırma olanağı sağlayan
bir pencere açıyorlar. Ancak, öne sürdükleri tezleri yeterince doyurucu kılacak analitik bir
düşünsel temel sunduklarını söylemek oldukça zor. Teorik safta yerleştirilen kavramlar ve
onlar arasındaki yeni ve farklı ilişkilendirmeler, analitik bir araştırmanın ve verilerin kanıtları
içerisinden değil, metinler arası gidiş gelişlerden, düşünürler arası söyleşiden ve kavramlar
arası değiş tokuştan ibaret kalıyor; metin, düşünür ve kavram çokluğu içerisinde temel fikirler
kolayca kaynayıp gidebiliyor. Yine de kitapları, politik önderlik ve liderlik meselesinin
yeniden masaya yatırılması konusunda bir gerekliliğin doğmuş olduğunu bize gösteriyor.
Sözgelimi, Avrupa’da sol entelektüel çevrelerde komünizm düşüncesi yanında Lenin de
yeniden okunmaya ve değerlendirilmeye başlamıştır.16
Ayrıca gerek Badiou gerekse Zizek
gibi düşünürler, son eylemler hakkında yaptıkları değerlendirmelerde, lider, önderlik ve
siyasal örgüt konularını yeniden tartışmaya açmaktadırlar. Ancak, bütün bunlar sadece bir
tartışmanın başlangıç notları olarak kalmaktalar. Belki içinden geçtiğimiz zamanın ruhu
gereği mücadele biçimlerinin, hangi doğrultuda gelişirlerse, daha etkili ve başarılı
olabilecekleri yönünde reçeteler sunmak doğru görülmemektedir. Ancak, yeni solun ve
16
Bkz. Zizek, Budgen ve Kouvelakis (2007).
17
protestoların, lidersiz, partisiz, örgütsüz niteliği başka bir dünyanın işaretleri olarak görülüp
alkışlanırken, belli bir yön, bir ibre sunmayan sol siyasetin zayıf durumu, öfkenin yöneleceği
ve akacağı zemini daha hiyerarşik, otoriter, lider kültü olan yapılara doğru
kaydırabilmektedir.
Kitlelerin geleceğe dair duydukları korku ve siyasetçilere karşı besledikleri
güvensizlik, sol siyaseti açabildiği ve belli bir ivme kazandırabildiği gibi, aşırı sağı da
körükleyebilir; hatta sisteme karşı hoşnutsuzluk hukuki yolların geçersizleştiği ve sonuç
olarak bireysel şiddetin tek geçerli yöntem olduğu düşüncesini doğurabilir. Ekonomik krizler,
çoğu kez siyasal dönüşümlerin hazırlayıcısı olmuşlardır; ancak insanlığa kâbus yaşatan faşist
rejimler de bazen krizlerin bağrından doğarlar. Avrupa’daki ırkçı popülist sağın gittikçe
yaygınlaşması, kemer sıkma politikalarına karşı gelişen sol muhalif protestolarla birlikte
yaşandı, yaşanıyor. Bir potansiyel olarak hoşnutsuzluk, egemenler, medya ve sağ siyasetçiler
tarafından kolaylıkla radikal sağ popülizme doğru yönlendirilebilir. Ya da kapitalist
metalaşma bu protestoları dahi içine alıp eritebiliyor; eylemler zincirinin adı bir ticari marka
haline getirilmek istenebiliyor. Bir geçiş dönemi, bir akış içindeyiz; bu akışı yönlendirecek
yeni bir soluğa ve özgürleştirici bir sol siyasete gereksinimimiz var.
Kaynakça
Badiou, Alain (2011) Komünist Hipotez, Çeviren Oylum Bülbül, İstanbul: Encore Yayınları.
BBC (2012)
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_obama_speech_analysis.shtml,
[Erişim Tarihi, 7 Eylül 2012].
Beck, Ulrich (2011) “Europe’s Crisis is an Oppurtinity for Democracy”, Guardian, 28 Kasım.
Euronews (2013) http://tr.euronews.com/2013/01/08/avrupa-da-issiz-sayisi-26-milyonu-asti,
[Erişim Tarihi, 13 Ocak 2013].
Eurostat (2012) http://epp.eurostat.ec.europa.eu/cache/ITY_PUBLIC/3-31082012-BP/EN/3-
31082012-BP-EN.PDF, [Erişim Tarihi, 9 Eylül 2012].
Grace, Elizabeth (2012) 'Europe is Already Falling Apart’, The Telegraph, 28 Mayıs,
http://www.telegraph.co.uk/history/9292448/Europe-is-already-falling-apart.html,
[Erişim Tarihi, 22 Ağustos 2012].
Guardian (2011) “Far Right on Rise in Europe, Says Report”, Guardian, 6 Kasım.
Hamilton, Adrian (2012) “The Rise of Europe’s Far Right cannot be Explained by Recession
Alone”, The Independent, 27 Nisan.
Hardt, Michael ve Antonio Negri (2001) İmparatorluk, Çeviren Abdullah Yılmaz, İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Hardt, Michael ve Antonio Negri (2004) Çokluk, Çeviren Barış Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Hardt, Michael ve Antonio Negri (2011) Ortak Zenginlik, Çeviren Efla-Barış Yıldırım,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Hardt, Michael ve Antonio Negri (2012) Duyuru, Çeviren Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
18
Mammone, Andrea (2012) “Austerity vs Solidarity: Democratic Legitimacy and Europe's
Future”, 20 Nisan,
http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2012/04/20124185250195670.html,
[Erişim Tarihi, 22 Ağustos 2012].
Myers, Andrew R. (2012) “Dissent, Protest, and Revolution: The New Europe in Crisis”,
http://www.studentpulse.com/articles/624/dissent-protest-and-revolution-the-new-
europe-in-crisis, [Erişim Tarihi, 22 Ağustos 2012].
Popham, Peter (2012) “Rise of Far Right Threats to Pollute Politics Across Europe”, The
Independent, 7 Mayıs.
Sitrin, Marina (2012) “Horizontalism and the Occupy Movements”, Dissent,
http://www.dissentmagazine.org/article/horizontalism-and-the-occupy-movements,
[Erişim Tarihi, 22 Ağustos 2012].
Stein, Judith (2011) “OWS: A Sign of Our Times”, Dissent, 12 Eylül,
http://www.dissentmagazine.org/blog/ows-a-sign-of-our-times, [Erişim Tarihi, 22
Ağustos 2012].
Tabb, William K. (2012) “Extending Occupy Wall Street’s Message and Critique”,
International Critical Thought, 2 (3): 265-275.
Wallerstein (2011) “The Fantastic Success of Occupy Wall Street”, 11 Eylül,
http://www.iwallerstein.com/fantastic-success-occupy-wall-street/, [Erişim Tarihi, 15
Ağustos 2012].
Wolin, Richard (2011) “After the Crisis”, 28 Eylül, Dissent,
http://www.dissentmagazine.org/atw.php?id=562, [Erişim Tarihi, 10 Eylül 2012].
Yangfang, Tan (2012) “A Review of the ‘Occupy Wall Street’ Movement and Its Global
Influence”, International Critical Thought, 2(2): 247-254.
Zizek, Slavoj (2011) “Occupy First. Demands Come Later”, Guardian, 26 Ekim.
Zizek, Slavoj (2012) Komünist Ufuk, Çeviren Özgür Öğütcen, İstanbul: Encore Yayınları.
Zizek, Slavoj, Sebastian Budgen ve Stathis Kouvelakis (Der.) (2011) Yeniden Lenin: Bir
Hakikat Siyasetine Doğru, Çeviren Cumhur Atay, İstanbul: Otonom Yayıncılık.