avrupa bİrlİĞİ - tÜrkİye İlİŞkİlerİnde tÜrk ve tÜrkİye İmaji
TRANSCRIPT
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1098
“AVRUPA BİRLİĞİ - TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE TÜRK VE TÜRKİYE İMAJI” /
“IMAGE OF TURKEY IN THE EU – TURKEY RELATIONS: EUROPEAN
IDENTITY AND THE PROBLEM OF TURKEY’S BELONGINGS TO EUROPE” Efe Çaman / Medeniyet University
Kenan Dağcı/ Yalova University
Özet
Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde kimlik meselesi ve bu mesele ile bağlantılı olan
uygarlık, kültür, coğrafya, tarih gibi unsurlar AB’deki muhafazakar Hristiyan
Demokrat kesimlerce giderek daha fazla gündeme getirilmekte ve Türkiye’nin AB
üyeliği karşısında argüman olarak kullanılmaktadır. Kimlik meselesinin gündeme
getirilmesinin hem AB için hem de Türkiye için içsel boyutları bulunmaktadır. Bu
meselenin Türkiye – AB ilişkilerini nasıl etkilediği ve Türkiye ve AB içerisinde
bu algının ne gibi neden ve sonuçları olduğu, hem Avrupa bütünleşmesi
açısından, hem de Türkiye’deki öz algı ve Avrupa algısı bakımından önemlidir.
Bu makalede yukarıdaki sorunsal ışığında Türkiye – AB ilişkileri
değerlendirilmektedir.
Summary
The problem of identity and some related elements like civilization, culture,
geography and history are more and more in the agenda of Turkey – EU relations
and being utilized in the context of Turkey’s membership in the EU as contra
arguments. The problem of identity has both for the EU and for Turkey some
internal dimensions. Both for the EU integration process and for Turkey’s self-
perception it is crucial to understand how this issue influences the Relations
between Turkey and the EU and what kinds of reasons and effects does this
perception have. This article evaluates Turkish – EU relations from the angle of
the problem above.
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1099
Giriş
Türkiye, bugüne kadar AB’ye üye adayı veya üye olarak kabul edilmiş olan bütün diğer AB
adaylarından daha farklı bir konumdadır. Türkiye’nin adaylığı, Avrupa Ekonomik Topluluğu
(AET) ile ilk ilişki kurulan 1960’ların başlarından bugüne, giderek artan bir biçimde daha
fazla kimlik ve aidiyet gibi sübjektif ve yoruma açık kavramlar ekseninde tartışılmaktadır.
Türkiye bu kavramlar ile ilintili bağlamlarda ele alınırken, sadece Türkiye ile Avrupa Birliği
arasındaki ilişkiler ele alınmamakta, aynı zamanda Avrupa kimliği ve Avrupalılık aidiyeti gibi
esasen Birlik entegrasyonunu yakından ilgilendiren ve yatay entegrasyon kadar (genişleme)
dikey entegrasyonu da (derinleşme) ilgilendiren alanlar işin içine girmektedir. Bu nedenle
aslında Türkiye adaylığı ile AB içindeki kimlik arayışında istemeden ya da farkında olmadan
bir katalizatör rolü oynamıştır ve halen de oynamaktadır. Aynı şekilde bu tartışmalar, Türkiye
içerisinde yaşanan kimliksel süreçlere de yansımaktadır. Gerek Türkiye’ye özgü kültürel ve
coğrafi tahayyüllerde, gerekse de Türk dış politikasının aksiyon alanını giderek daha fazla
kaplayan mücavir bölgelerle kurulan ilişkilerde – bölgesel politikalar boyutu – aidiyet
sorunsalı veya konusu karşımıza çıkmaktadır. Bu kimi zaman mevcut dış politik yönelimleri
anlamlandırmak, açıklamak hatta meşrulaştırmak bağlamında, kimi zaman ise bölgesel
politikaların ideolojik arka planını oluşturabilmek adına yapılmaktadır. Her ne kadar bu
süreçler Türkiye’nin öz dinamiği olarak da tezahür etse, aslında burada AB ile mevcut bir
diyalogu tespit etmek zorundayız.
Bu tebliğde, AB ve Türkiye arasında hâlihazırda sürmekte olan tam üyelik müzakerelerinde
yukarıda bahsi geçen kimlik ve aidiyet sorunsalı ele alınacak ve bu sorunsalın mevcut
ilişkilerde oynaya geldiği rol ve işlev tartışılacaktır.
Objektif Kriter: AB Hukukuna Göre Avrupa’ya Aidiyet
AB’de Türkiye ve Türk algısının Türkiye’nin AB üyelik yolundaki etkisini tartışmaya
başlamadan önce, AB’nin kurum olarak kendisini önceden tanımlanmış bir kültürel kimlik
tanımıyla bağlamadığını, yani AB entegrasyonunda hukuki metinlerde, Türkiye bağlamında
güncel olarak tartışılan kimlik ve aidiyet konularının yer bulmadığını belirtmek gerekiyor. Bu
metinde daha çok üye ülke karar alıcılarının ve siyasi elitlerinin Türkiye’nin AB’ye katılım
sürecindeki algıları ve görüşleri ekseninde bir değerlendirme yapılacaktır. Her ne kadar
AB’nin görece objektif ekonomik ve siyasi üyelik ölçütleri – Kopenhag ve Amsterdam
kriterleri – tam üye adaylarını değerlendirmede esas olarak kabul edilse de, Birlik içerisindeki
Türkiye konusunun daha farklı bağlamlarda yapıldığı gözlemlenmektedir.
Türkiye Avrupalı mıdır? Tartışmanın özü bu soruda yatmaktadır. AB Amsterdam
Antlaşması’nın 49. maddesi her Avrupalı devletin Birliğe katılabileceğini ifade etmektedir
(EU-Vertrag, Artikel 1). Gene Avrupa Bütünleşmesini başlatan temel antlaşma metni olan
Roma Antlaşması’nın 237. maddesi de üyelik ve Avrupalılık konusunda bağlantı kurmaktadır.
AB bütünleşmesi bölgesel bir doğaya sahiptir ve sadece Avrupalı devletler AB’ye tam üye
olarak katılabilirler. Bu hukuken tespiti kolay olan objektif bir değerlendirmeyi mümkün
kılmaktadır. Fas örnek olayında bu objektif aidiyet ölçütü test edilebilmektedir. Fas’ın 1987
yılında yaptığı tam üyelik müracaatı AB Komisyonu tarafından reddedilmiş, reddedilme
gerekçesi olarak da adı geçen adayın Avrupa’ya ait olmadığı ifade edilmiştir (Margedant
1998, s. 47-50). Bu değerlendirmeye istinaden Fas’ın yaptığı müracaat işleme konulmadan,
yani bu ülkenin tam üyelik ölçütünü yerine getirip getirmediğine dair herhangi bir
değerlendirme sürecini başlatmadan, başından reddedilmiştir. Bu değerlendirme yukarıda
ifade edilen AB hukukunun bahsi geçen maddelerine göre yapılmış olup, Fas’ın Avrupalı bir
devlet olup olmadığı hususunda sadece tek bir kriter dikkate alınmıştır: Avrupa kıtasında
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1100
toprağı olup olmaması. Fas kuzey Afrika’da konumlu bir ülke olduğundan ve Avrupa’da
herhangi bir toprağa sahip olmadığından, AB Fas’ın başvurusunu AB hukukuna dayanarak
geri çevirmiştir.
Bu durum aslında Türkiye’nin antlaşmalar hukukuna dayanan en geçerli tezine bir dayanak
oluşturmaktadır. Türkiye, her ne kadar topraklarının büyük kısmı coğrafi olarak Asya
kıtasında da yer alsa, Trakya topraklarının Avrupa kıtasında yer almasından dolayı coğrafi
olarak Avrupa’ya da ait kabul edilmektedir. Avrupa entegrasyonuna katılım sürecinde
Türkiye ile AB arasında tesis edilmiş olan bütün ilişkiler temelde bu objektif
değerlendirmenin ardından başlamıştır. Burada temel göstergelerden birisi 1963 yılında
imzalanmış olan Türkiye ve AB Ortaklık Antlaşması, diğer adıyla Ankara Antlaşması’dır. De
jure bu antlaşmanın parafe edilişini müteakiben, AB müktesebatına göre Türkiye Avrupalı bir
devlet olarak resmen birlik hukukunca tanınmıştır. O dönemin AET Komisyon Başkanı
Hallstein, net ifadelerle bu durumun altını çizerek, Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası
olduğunu, imzalanan Ankara Antlaşmasının da esasen bu durun tescili olduğunu belirterek,
antlaşma ile Türkiye ve AET arasında hukuki bir bağlantı kurulduğunu ve bu bağlantı ile
Topluluk evriminin de etkilendiğini ifade etmiştir (Vali 1971: 335).
Bunun yanında 1987 yılında Turgut Özal’ın kararlılığı ile ilişkileri bir ileri safhaya taşımak
iradesini gösteren Türkiye tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. Bu başvuru da Türkiye’nin
Avrupa entegrasyonunun bir parçası olma politikasında hukuken ehliyetli olduğunun diğer bir
göstergesini teşkil etmektedir. Çünkü Ankara Antlaşması neticede sadece bir Ortaklık
Antlaşması olarak yorumlanabilmekte, tam üyelik perspektifi bu antlaşma kapsamında
opsiyonlardan biri olarak öngörülmüş olduğundan aidiyetle ilgili bir çekince ortaya
konmadığı aşikâr da olsa, kimi Avrupalı yazarlar bu antlaşmanın her halükarda tam üyeliği
garanti etmediğini işaret etmektedirler. Fakat 1987 tam üyelik başvurusu bu argümanların
geçersizliğini kanıtlamaktadır. Çünkü Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin başvurusunu işleme
koymuş ve Fas’ın başvurusu gibi Avrupa aidiyetine atıfta bulunarak reddetmemiştir. Aksine,
diğer üye adaylarının prosedüründe olduğu gibi, Türkiye’nin müracaatı işleme alınmıştır
(Vardar 1994: 121-132). 1989 senesinde Komisyon değerlendirme sürecini sonlandırarak,
Türkiye’nin Topluluğa katılımının önünde demokratikleşme ve görece ekonomik geri
kalmışlık nedenlerini tam üyelik müzakerelerinin açılmaması yönünde argüman olarak
getirmiş, ancak Türkiye’nin ilke olarak tam üyelik konusunda ehliyetli olduğunu yinelemiştir
(Şen 1989: 3-6).
1999 senesinde de AB hukukuna atıfta bulunularak Türkiye resmi olarak AB tarafından “tam
üye adayı” ilan edilmiştir ve Türkiye’nin Avrupa’ya ait olup olmadığı sorunsalı görece
gündemden çıkmış, Türkiye’nin adaylığı gerek Birliğin resmi belgeleri ve raporlarında
tamamen, gerekse de Avrupa kamuoyunda büyük oranda kabul görmüştür. 2004 yılında AB
Komisyonu Ankara’nın Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiğine karar vermiş ve
Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlama kararı almıştır. Buna rağmen AB içerisinde
Türkiye’nin AB’nin geleceğinde yeri olup olmadığı tartışmaya açılmış ve tartışmalar bu güne
kadar büyük çoğunlukla kimlik ve aidiyet üzerinden yapılmıştır.
Avrupa Birliği’nde Türkiye Algısı: Coğrafya
Formel olarak AB Türkiye’nin coğrafi olarak Avrupalı olduğuna hükmederek AB’ye üyelik
için ehil olduğuna karar vererek bugün mevcut müzakere sürecine kadar ilişkileri üyelik nihai
hedefiyle yürütmüş de olsa, özellikle müzakerelerin başlama kararından günümüze AB
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1101
çerisinde giderek artan bir şekilde Türkiye’nin üyeliğine karşı güçlü bir muhalefet oluşmuş ve
bu muhalefet en güçlü argüman olarak coğrafyayı kullanmıştır.
AB ülkelerinde bu yönde muhalefetin başını Almanya’daki ve Fransa’daki muhafazakâr
partiler ve siyasi elitler çekmektedir. Özellikle ön planda Türkiye’nin yüzölçümünün yüzde
üçünün Avrupa’da, yüzde doksan yedisinin ise Avrupa dışında yer alması nedeniyle
Türkiye’nin Avrupa’ya ait olamayacağı ifade edilmektedir. Literatürde Anadolu yarımadası
Asya kıtasına ait olarak kabul edilmektedir. Daha özelde ise Türkiye Ortadoğu’ya aittir. Bu
nedenle bu argümana coğrafi gerçeklik bakımından karşı çıkmak imkânsızdır. Aslında bazı
coğrafyacılar boğazların Avrupa ile Asya kıtalarını fiziki ve kültür coğrafyası olarak ayırması
tezini benimsemeseler ve bu ayrımı yanlış bulmaktadırlar (Louis 1979: 11-19). Herbert Louis
Avrupa’nın sınırlarının doğuda doğal bir sınır olmaması nedeniyle kolaylıkla
belirlenemediğine işaret etmekte, Wolf-Dieter Hütteroth da Anadolu’nun Avrupa’dan coğrafi
olarak ayrımının hiçbir şey ifade etmediğini belirtmektedir (Hütteroth 1982: 24). Hütteroth
Anadolu’daki yerleşim tipolojisi ile Avrupa’daki yerleşim tipolojilerinin aynı olmasından
hareketle, Anadolu yarımadasının kültür coğrafyası temelinde Avrupa’nın bir paçası olduğunu
öne sürmektedir (Hütteroth 1982: 24). Ancak ifade edildiği üzere, bu tezi savunan
coğrafyacılar azınlıktadır ve coğrafyacıların azami çoğunluğu Anadolu’yu Asya’ya dâhil
etmektedir.
Önde gelen Alman Hristiyan Demokrat politikacılardan Wolfgang Schaeuble, coğrafi
argümanı Türkiye’nin AB’nin geleceğinde yeri olmaması tezini güçlendirmek için
kullanmaktadır (Generalanzeiger 30.1.1995). Hans Arnold ise, Avrupa’nın sınırlarına dâhil bir
Türkiye’nin sadece askeri coğrafya bağlamında ele alınabileceğini, bu durumun Soğuk Savaş
döneminde kabul gördüğünü, ancak günümüzde bu terminolojinin geçerliliğini kaybettiğini
ileri sürmektedir (Arnold 1993: 31). Soğuk Savaş’ın sona erdiği dönemde iki Almanya’yı
birleştiren Şansölye Helmut Kohl de, Türkiye’nin Avrupa’ya coğrafi anlamda ait olup olması
konusunda, ders kitaplarında Türkiye’nin Asya’ya ait olduğunu öğrendiğini ifade etmiştir.
Eski Fransız Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing ve Nicolas Sarkozy de Kohl ile aynı
görüşü savunarak, Türkiye’nin coğrafi manada Avrupa’ya sadece kısmen ait olduğunu
savunmaktadırlar.
Diğer bir coğrafi argüman ise Birliğin sınırları konusudur ve bu konuda Türkiye esasen
AB’nin sınırları ya da AB’nin tamamlanması tartışmalarını başlatmış görünmektedir. En
azından, AB sınırları konusu daha çok Türkiye’nin Birliğe katılıp katılmaması bağlamında
tartışılmaktadır.
Tam da bu noktada Türkiye’nin doğuda istikrarsız bir coğrafya ile sınırdaş olması gündeme
gelmektedir. Türkiye AB’nin dış sınırını oluşturduğunda AB Gürcistan, Azerbaycan,
Ermenistan, İran, Irak, Suriye gibi çatışma potansiyellerinin ya da akut çatışmaların yaşandığı
bir coğrafya ile komşu haline gelecektir. Birçok AB’li siyasi elit ve karar alıcı, bu senaryoyu
bir kâbus olarak nitelemektedir. Örneğin Erwin Faul Türkiye’nin AB’ye üye olması
durumunda birliğin entegrasyon ve hazmetme kapasitesinin iflas edeceğini ileri sürmektedir
(Faul 1997: 446). Faul’e göre bu güvenlik boyutu olan bir meseledir. Klaus-Dieter
Frankenberger de jeopolitik olarak Türkiye’nin AB’ye üye olmasının sorunlarına işaret
ederek, bunun ciddi güvenlik risklerini beraberinde getireceğini ifade etmektedir
(Frankenberger 1998: 21-26). Bu teze göre de Türkiye’nin AB coğrafyasına dâhil edilmesi
AB’yi içinde Rusya’nın da bulunduğu sorunlar yumağı olan Kafkasya coğrafyasına ve
istikrarsızlık ve çatışmaların merkezi konumundaki Ortadoğu’ya komşu haline getirecek ve
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1102
AB’nin dış politik zafiyetlerinin güvenlik açıklarına dönüşmesine sebep olabilecektir. Bu
nedenle Türkiye Birliğe katılmamalıdır.
Avrupa Birliği’nde Türkiye Algısı: Kültür
Avrupa Birliği’nde Türkiye algısı konusunda coğrafi argümanlardan daha sübjektif olanı
kültürel farklılık tezidir. Almanya eski şansölyelerinden Kohl, Türkiye’nin Avrupa kültürüne
ait olmadığını, başka bir “Kulturkreis”a (kültür havzasına) ait olduğunu sıklıkla dile
getirmiştir. Kohl bu konuda Almanya’da karar alıcı pozisyondaki tek politikacı değildi.
Aslında partisi CDU ve Bavyeralı ortağı CSU – Almanya’nın Hristiyan Demokratları –
Türkiye’nin AB katılımı konusunda tamamen Kohl gibi düşünmektedirler.
William Wallace Avrupa’yı Müslüman kültürün ötekisi bir Hristiyan bir kültür olarak
kabullenmenin son derece tehlikelerle dolu olduğunu ifade ederken, aslında bunu yapmayı
haklı çıkartacak birçok gerekçe de bulunabileceğini itiraf etmektedir (Wallace 1992: 40).
AB’nin Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan muhafazakâr elitleri aslında tam da bunu
yapmaktalar ve Türkiye’nin Müslüman kimliği nedeniyle AB dışında tutulması gerektiğini
söylemekteler. Bu durumda Türkiye ve Müslümanlar, Avrupa kültürünün ötekisi haline
getirilerek, AB’nin ortak kimliksel özelliği olarak Hristiyanlık ön plana çıkartılmaktadır.
Huntington da kültürü ve tarihiyle Türkiye’nin Batılı bir ülke olmadığını ifade ederken,
Batılılık ile batı tipi Hristiyanlığı kimlik belirleyici öğe olarak ele almaktadır (Huntington
1997).
Somut olarak Türkiye ve AB arasındaki kültürel farkların Türkiye’nin AB üyelik süreci
bağlamında telaffuz edilmesi, 1990’lı yıllara rastlamaktadır. 1989’da Federal Almanya (BRD)
ile Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin (DDR) birleşmesi, 1991’de Sovyetler Birliği’nin
resmi olarak dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, AB’de özellikle Hristiyan
muhafazakâr kesimler AB kimliğini giderek daha fazla Hristiyan köklerine dayandırmaya
başlamışlar ve bu bağlamda da Türkiye’yi ötekileştirmekten kaçınmamışlardır. Örneğin 1992
yılında AB Parlamentosu’ndan Raymond Durry, Türkiye’nin AB kültüründen “farklı”
özellikler taşıdığına işaret etmiştir (Milliyet 15.01.1992). 1997 yılında aralarında görevdeki
Almanya Şansölyesi Helmut Kohl’ün de bulunduğu Avrupa Birliği Parlamentosu’ndaki
muhafazakâr Hristiyan Demokrat Fraksiyon, Brüksel’deki Hristiyan Demokrat Avrupalı
partilerin çatı örgütü olan Avrupa Halk Partisi toplantısında, Türkiye’nin ne kısa ne de uzun
zamanda AB üyesi olamayacağını, çünkü bu ülkenin Müslüman olduğunu deklare ederek
(Süddetsche Zeitung 22.3.1997), AB bağlamında ilk defa Türkiye’nin katılımına karşı kültürel
ve dinsel argümanlar kullanılmıştır. Muhafazakârlar bu bildiride Avrupa kültürünün Hristiyan
olduğunu ve Müslüman bir ülkenin Hristiyan kültüre mensup ülkelerden oluşan bir birliğe
katılmasının mümkün olamayacağını vurgulamışlardır. Kohl’e göre Türkiye’nin üyeliği
önünde aşılamaz kültürel ve dini bariyerler mevcuttu ve Türkiye’nin adaylığına yanlış
anlamalara yer bırakmayacak kadar net ve açık bir ret cevabı vermek gerekiyordu (Sommer
1997). Avrupa Halk Partisi – Avrupa Birliği’ndeki muhtelif ülkelerin muhafazakâr Hristiyan
vurgulu partilerinin AB Parlamentosu’ndaki fraksiyonu – AB’nin sadece bir ekonomik
topluluk ya da siyasi bir birlik olmayıp aslında bir “medeniyet projesi” olduğunu ifade ederek,
bu medeniyet projesinde Türkiye’nin yeri olamayacağını açıkladı (Nutall 1997). Bu
açıklamalara paralel olarak Türkiye’nin AB üyeliğine alternatif olarak “imtiyazlı ortaklık”
teklif edilmesi gündeme geldi.
AB içerisinde kültürel temelli dışlamaların odak noktası Türk kültürünün İslami bir kültür
olması ve bu kültürün Hristiyan Avrupa ile uyumlu olmaması olarak özetlenebilir. Türk ve
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1103
İslam kültürü doğu – Orient – olarak nitelenirken, Orient’in başlangıcı Avrupa için
Türkiye’dir. Zaten esasen Avrupalıların ötekileştirdikleri doğulu kimlik de Osmanlı
İmparatorluğu’ndan beri kendilerine coğrafi olarak en yakın ve bundan dolayı da en fazla
ilişki kurabildikleri Osmanlı – Türk kimliğidir. Öyle ki Avrupalılar ötekileştirdikleri İslam’ı
Osmanlılar üzerinden öğrenmiş ve tanımışlardır denilebilir. “Osmanlı” ve “Türk” terimleri
Avrupa’nın birçok bölgesinde Türk kelimesiyle eşanlamlı kullanılmaktadır. Örneğin eski
Yugoslavya sınırları dâhilindeki halklar etnik temelli iç savaş esnasında, ötekileştirilen
Boşnakları “Türk” olarak algılamıştır. Bugün özellikle Hristiyan demokrat muhafazakârların
perspektifinden “Avrupalı” kimliği ancak “Türk” ve “Müslüman” öteki ile
tanımlanabilmektedir. Tıpkı aydınlık kavramının tanımlanabilmesi için karanlık kavramına
otomatikman ihtiyaç duyulması gibi, kimlik tanımlanmasında mutlaka bir öteki söz konusu
olmaktadır.
Kültürel ret tezlerindeki radikal yaklaşımları ile bilinen Erwin Faul Avrupa kültürünü
tanımlarken “Batılı Hristiyanlık” kavramını kullanmakta ve Rönesans ve aydınlanma
kavramlarını Batı Hristiyanlığı ile bir bağlamda ele alarak, bunların günümüz Avrupa
kültürünün temelini teşkil ettiğini öne sürmektedir (Faul 1997: 449). Bunlarla tarihi anlamda
herhangi bir bağlantısı veya ortak özelliği olmayan Türkiye, Faul’e göre Avrupalı olamaz.
AB, sınırlarını coğrafi olarak belirleyememiştir. Doğu sınırlarının coğrafi olarak tespiti
konusu fiziki olarak mümkün değildir. Bu durumda sınırların belirlenmesi siyasi bir tercih
tercihtir. Kültürel farklılık tezi, Avrupa’nın sınırlarının belirlenmesinde kullanılabilecek
yollardan biridir ve Hristiyan demokrat Avrupalı muhafazakâr çevrelerce bu kültürel
verilerden hareketle yapılan sınır tespiti “tarihi verilere” de uygun olarak algılanmaktadır.
Onlar bu konunun Türk karar alıcı ve siyasi elitlerce neden bu kadar hassasiyetle
değerlendirildiğini ve bir tür ayrımcılık olarak reddedildiğini anlamakta güçlük
çekmektedirler. Hristiyan demokrat Avrupalılar için Türkiye’nin Avrupalı değil doğulu
olması tarihi bir gerçek ve toplumsal bir özelliktir.
Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinde özellikle adaylığının AB tarafından 1999 Helsinki
Zirvesinde resmen kabul edilmesi ve akabinde 2004’te müzakere kararının alınması ile
Türkiye ciddi bir reform sürecine girmiştir. Bu sürece bir dönüşüm süreci de demek
mümkündür. AB’ye uyum sürecinde gerçekleştirilen reformlar, 2000’li yıllara kadar
Türkiye’nin üyeliği önünde engel olarak gösterilen demokratik ve ekonomik ölçütlere
Ankara’nın uyum süreci kapsamında ger geçen yıl daha fazla uyması ve AB müktesebatının
da önemli oranda Türk müktesebatı ile uyumlu hale getirilmesi, AB’li Hristiyan Demokratları
zor durumda bırakmıştır.
Daha önceleri AB’li elitler kültürel tezleri gündeme getirmekten kaçınan ya da en azından bu
konuda Türk tarafının ve kamuoyunun hassasiyetini dikkate alan bir tutum içindeydiler.
Örneğin Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile Avrupa bütünleşme süreci arasında kurulan
ilişkilerde Türkiye’nin kültür olarak Avrupalı olmadığı argümanına literatürde
rastlanmamaktadır. Bu dönemde Türkiye’nin Avrupa bütünleşmesine üye olarak katılımı
konusuna genelde siyasi ve ekonomik kıstaslarla yaklaşılmış ve görece objektif olan bu
kıstaslar Türk kamuoyunu, özellikle siyasi elitleri fazlaca rahatsız etmemiştir. Çünkü Türk
siyasi elitleri de Türkiye’de demokratik standartların eksikliğinin farkındaydılar. Hatta bu
AB’ye üyelik bağlamında gerçekleştirilen reformlardan istifade etmekteydiler. Aynı yaklaşım
ekonomik kıstaslar için de geçerlidir. Türk ekonomisinin AB’li ölçütlere göre ciddi bir geri
kalmışlık göstermesi, AB’nin ekonomik seviyesini yakalama bağlamında ciddi bir seviye
belirlemiş ve Türkiye bu seviyeye ulaşmayı hedef olarak benimsemiştir. Özellikle 2000’li
yıllardan itibaren Türk ekonomisindeki dinamizm ve büyüme rakamları, Türkiye ile birlik
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1104
ortalaması arasındaki farkın hızla kapanmasını beraberinde getirmiş, belli başlı AB üyeleri
dışında Türkiye pek çok AB üyesinden daha iyi ekonomik standartlara ulaşmıştır. Bu durum
Türkiye’nin üyeliği karşısındaki ekonomik argümanlar temelli direnci zayıflatmaktadır.
Ekonomik olumsuz argüman, yerini artık Türkiye’nin Birliğe ekonomik katkısı beklentisi
temelinde olumlu ve Türkiye’nin üyeliğini destekletici bir argümana dönüşmüştür. Siyasi
kriterlerde ulaşılan seviye de bu konuda Türkiye’nin elini güçlendirmektedir. Özellikle askeri-
bürokratik vesayetin Türk siyasal sisteminde giderek marjinalleşmesi ve bunun yanında
demokratikleşmede kat edilen mesafeler, Batı’dan Türkiye’nin siyasi gerekçelerle
dışlanmasını haklı çıkartmaktan çok uzaktır.
Bu nedenlerle AB’li muhafazakâr çevreler Türkiye’nin giderek somutlaşan üyelik
perspektifinden rahatsız olmaya başlamışlardır. AB Komisyonu’nun Türkiye ile üyelik
müzakerelerini başlatma kararının ardından, “eksik demokrasisi” ve “gelişmemiş” ekonomisi
ile “üyeliği zaten mümkün olmayan” bir Türkiye imajı giderek değişmiştir. Demokrasisi AB
standartlarına ulaşan (ya da çok yaklaşan) ve de ekonomik bakımdan dinamik büyüme
göstererek dünyada kayda değer bir ekonomik güç haline gelmeye başlayan Türkiye’nin AB
katılıma karşı söylem olarak artan biçimde kültürel (daha çok dini) karşı söylemleri
dillendirmeye başlamışlardır. Muhafazakâr liderler olan Alman şansölyesi Angela Merkel ve
Fransa eski cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Türkiye’nin AB üyeliğini engellemeye
çalışırken, her ikisinin de mensubu bulunduğu siyasi kanadın Türkiye algısı, yukarıda
betimlenen kültürel temelli ret tezi olmuştur.
AB’nin Kimlik Jeopolitiği ve AB’nin Geleceği
Esasen yukarıda kısmen değinildiği üzere, kültürel ret tezinin jeopolitik ve güvenlik
stratejileri boyutu unutmamak gerekir. Avrupa kıtasında gerçekleşen bir ekonomik ve siyasi
birlik projesi olan AB’nin gelişiminde kabaca iki farklı dinamikten söz etmek mümkündür.
Bunlardan biri derinleşme, diğeri ise genişleme kavramı ile anlam bulmaktadır. Derinleşme
kavramı, var olan bütünleşmenin kalitatif olarak iyileştirilmesi ve entegrasyon boyutunun
güçlendirilmesi olarak nitelenebilir. Burada ulusüstü boyutun hükümetlerarasıcı yaklaşıma
göre giderek daha fazla öne geçmesi ve ilerleme kat etmesi, kısacası daha fazla federal yapıda
bir AB vizyonu söz konusudur. Genişleme ise, Birlik sınırlarının başka aday ülke sınırlarını
da kapsaması ve AB müktesebatının bu yeni katılan bölgelerde de geçerli hale gelmesidir. AB
bu bakımdan küresel açılardan da bir meydan okuma içerisindedir. Şu anda AB’nin içinde
bulunduğu ekonomik kriz, daha fazla derinleşmiş bir birliği zorunlu kılmaktadır. Bir örnek
vermek gerekirse, Avrupa bankacılık sektörünün ulusal düzeyde değil, ulusüstü seviyede AB
Merkez Bankası tarafından kontrol edilmesi gündeme geldiğinde derinleşme istikametinde bir
adım atılmaktadır. Doğu ve Güneydoğu Avrupa’dan aday ülkelerin Birliğe katılımları ise
genişleme istikametinde atılan bir adımdır. AB, hâlihazırda ulaştığı sınırlarla Avrasya
hinterlandı ile sınırdaş olmuştur. Genişleme politikasının devamında Güneydoğu Avrupalı
adayların da katılımı ile Birlik Türkiye sınırına kadar komple bir coğrafi alanı kapsayacak
şekilde genişlemiş olacaktır. Akabinde söz konusu yeni üyelerin “hazmedilmesi” sorunu söz
konusu olacaktır. AB’de mevcut hukuki normların fiiliyatta uygulanması kolay
olamamaktadır. AB müktesebatının tamamına AB’nin objektif kültürü demek olanaklıdır.
Burada bahsi geçen kültür, yönetim kültürüdür. AB, aslında uluslararası hukukun temel
sorunu olan norma tekabül etmeyen davranışa yaptırım getirmek açmazını, AB hukukunda
görece çözmüş durumdadır. AB hukuku üye ülkeleri bağlamaktadır. Üye ülkelerin iç
hukukunun AB hukuku ile çelişmesi durumunda, AB hukuku üstündür. AB yönetim
kültürünün yeni katılan bir üyede içselleştirilmesi zaman almaktadır. Bu durum özellikle
Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerde geçerlidir. Gene Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1105
Akdenizli üyeler, özellikle ekonomik normlara uyum konusunda problem yaşamaktadırlar.
Normların eksik uygulanması ise bazı sorunları beraberinde getirmektedir. AB’nin eski ve
yeni üyeleri ile gelecekte katılması planlanan Hırvatistan ve diğer eski Yugoslavya ardılı
potansiyel üyelerinin AB’nin derinleşmesi bakımından problemleri beraberinde getireceği
tahmin edilmektedir.
Bu objektif AB kültürü ile sübjektif Avrupalı – Batılı – kültür arasında jeopolitik bir bağlantı
kurulmaktadır. Bu bağlamda birinci adım Avrupa kültürü ile Batılı Hristiyan kültürün
anlamdaş olarak kullanılmasıdır. İkinci adım, demokrasi ile bu sübjektif Avrupa kültürü
arasında bağlantı kurulması ve demokrasinin evrensellik durumundan çıkartılarak
Huntington’cı bir yerelleştirmeyle, sadece Batılı Avrupalı Hristiyan toplumların demokratik
rejimleri kurup uygulayabileceği tezidir. Bunu yaparak AB’li kültür jeopolitikçileri, özellikle
Hristiyan demokrat muhafazakârlar ve aşırı sağcı Avrupa ırkçıları AB’nin de doğu sınırlarını
belirginleştirmektedirler. AB özellikle Türkiye gibi yukarıdaki kültür jeopolitiğine uymayan
adayları yukarıda zikredilen siyasi grupların güçlü etkisi ve bu etkiden güçlenen kamuoyu
baskısı ile dışlamaya başlamış görünmektedir. Özellikle müzakere süreci başarı ile
tamamlansa dahi Türkiye’nin üyeliği konusunda referanduma gidilecek olması, pratikte
Türkiye’nin birliğe üye olarak kabulünü hemen hemen sıfırlamaktadır. Çünkü referandum
sonucunda Türkiye’nin katılımı tek bir AB üyesi ülkede dahi reddedilse, Türkiye’nin AB’ye
katılımı gerçekleşemeyecektir.
Türkiye’nin olası bir AB üyeliği kültür jeopolitiği yaklaşımının başarısız oluşu ve AB’nin
kozmopolitleşmesini beraberinde getirecektir. Müslüman bir toplumun hem de nüfus olarak
en büyük üye olan Almanya’nın nüfusuna yakın bir üyenin AB’nin Hristiyan köklerden
referans alan mono-kültürünü “sulandıracağı” Hristiyan demokrat kültür jeopolitikçilerince
endişe ile karşılanmaktadır.
Bu tezin savunucularından Faul, Hristiyan Avrupa ile İslam arasında bin yıldır süregelen
hasımca bir çatışma olduğunu iddia etmektedir (Faul 1997: 449). Yurdusev bu bağlamda
Avrupa’da bazı kesimlerce İslam’ın bir düşman imajı olarak algılandığına ve bir tehdit olarak
değerlendirildiğine atıfta bulunmaktadır (Yurdusev 1997: 53).
Bu durumda AB’nin Türkiye’yi içine alacak şekilde sınırlarını genişletmesi, AB’nin esasen
tehdit olarak gördüğü bir coğrafya ile sınırdaş olarak bir güvenlik tehdidine maruz kalması ve
görece homojen Hristiyan kültürlü bir AB’ye ciddi oranda Müslüman AB vatandaşını dâhil
ederek kültürel bütünlüğünü riske atması sonuçlarına sebep olabilecektir. Türkiye’nin
üyeliğini reddeden AB’li elitlere göre jeopolitik olarak AB bunu riske atamaz. Bunun yerine
Türkiye’nin “imtiyazlı ortak” olarak AB ile İslam coğrafyası arasında bir tampon olması
önerilmektedir. Dolayısı ile kültürel jeopolitik, AB’nin sınırlarının belirlenmesinde
Türkiye’nin üyeliğinin engellenmesini olmazsa olmaz olarak öngörmektedir.
Türkiye İçin AB Üyeliğinin Kültürel Boyutu
Türkiye’de cumhuriyet döneminde devlet tarafından doktrine edilen söylem iki temele
dayanmaktaydı. Bunlardan birincisi Osmanlı İmparatorluğu’nun kimlik ve kültür siyasetinin
haricinde tutulması ile yeni bir millet oluşturulması, ikincisi ise referans olarak İslam
coğrafyasından Avrupa coğrafyasına başvurma.
Erken dönem cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen bütün reformların orijini Avrupa
kültürüdür. Bu nedenle “muasır medeniyet seviyesine yükselmek” olarak formüle edilen
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1106
siyaset, esasen yeni kültürel referanslarla yeni bir vatandaş kimliği oluşturmaktır. Ulus devlet
modeli, hukuk reformları, kılık kıyafet uygulaması, empoze edilen müzik tercihleri, eski yazı
yerine Latin harflerinin kabulü, metrik sisteme geçiş, Halifeliğin kaldırılması vb. birçok
reform, aslında Türkiye vatandaşlarının muasır medeniyet Batı ile uyumlu ve bu medeniyetin
bir parçası haline getirilme gayesinin ifadesidir. Bu yaklaşım aslında Cumhuriyet siyasi
elitlerinin keşfettikleri bir yaklaşım değil, aksine Osmanlı döneminde de görece başlamış olan
bir kısmi Batı yönelimli reform sürecinin daha radikal biçimde uygulanışıdır.
Bu bağlamda İkinci Dünya Savaşı ertesinde uluslararası sistemde Türkiye’nin güvenlik
zorlamaları ile olsa da memnuniyetle NATO’ya katılarak “Batı kulübünde” bir oyuncu olması
ve Avrupa bütünleşmesine 1960’lardan itibaren Batılılaşma ve yeni Türk kimliği
perspektiflerinden yaklaşması sürpriz olmamalıdır. Türk siyasi elitleri AB bütünleşmesini
daima erken Cumhuriyet dönemi kültür politikası ve kimlik seçimiyle aynı kontekstte
değerlendirmişler ve AB’ye katılımı “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmanın bir ispatı
olarak değerlendirmişlerdir.
Dolayısıyla AB üyelik sürecinin kültürel argümanlarla engellenmesi Türk siyasi elitleri
bakımından kabul edilemez ve onur kırıcı bir tavırdır. AB’deki tartışmaların aksine
Türkiye’de AB’nin bu tutumu objektif olarak değil duygusal olarak algılanmakta ve
değerlendirilmektedir.
Yakın dönemde özellikle AKP dönemi dış politikada artan oranda yerellik içeren kimlik
vurgusu ve dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Türkiye’yi merkez olarak tahayyül eden
konsepti, Batı ve Avrupalı kimlik etrafında seyreden genel kimlik tahayyülünü de
değiştirmeye başlamış, AB’nin kültürel ret yaklaşımına Türk siyasi elitleri giderek daha nötr
yaklaşmaya başlamışlardır. Bu tutum Türkiye’nin AB politikalarına da yansımaya başlamış ve
Türkiye AB’li Türkiye muhaliflerine Avrupalılığını ispatlamaya çalışmak yerine,
Medeniyetler Diyaloğu veya Medeniyetler Arası İttifak gibi daha fazla İslam ve Batı arasında
köprü olma fonksiyonuna atıfta bulunma stratejisini izlemiştir.
Aslında Soğuk Savaş döneminde Batı Türkiye’nin Avrupa Güvenliği eksenli işlevini
vurgularken, Türk siyasi elitleri ilişkilerin kültürel boyutları üzerinde kafa yormamış, Soğuk
Savaş’ın sona ermesinden sonra ise Doğu Avrupa’nın AB’ye entegrasyonu sürecinde geçerli
kimlik politikası haline gelen Hristiyan ve kültürel değerlere atıfta bulunan AB içi
tartışmalara da aktif olarak katılamamıştır. 1991’den buyana AB üyeliğini meşru ve gerekli
gösterebilme sorunları yaşayan Türkiye, kendi kimliğindeki dönüşümler ile AB kimliğinin
oluşması süreci arasında felsefi ve kültürel bir tartışma ve iletişim kanalı oluşturamamış
görünmektedir. Türkiye’nin kendine özgü kimlik sorunları genellikle çeşitli kamusal
alanlarda İslami kültürel referansların rolü boyutu ile etnisite ve vatandaşlık tanımları arasında
cereyan etmektedir. Avrupa’da bu Türkiye’ye özgü tartışmalar ise, daha çok siyasi sistem
üzerinden değerlendirilmekte, tıpkı yakın döneme kadar devam eden vesayetçi rejimin
algılaması gibi, zaman zaman dış politikada “eksen kayması”, zaman zaman da İslamcılık ve
Batı değerlerinin karşı karşıya getirilmesi gibi çatışma potansiyellerinden yürütülmektedir.
Türk toplumunda da Avrupa kimliği söz konusu olduğunda biz – onlar düzlemi olmadığını
varsaymak gerçekçi olmaz. Hristiyan demokrat muhafazakârların ötekileştirdikleri Türkiye
sadece AB içi bir kimlik oluşumuna – AB’nin ötekisi olarak – katkıda bulunmakta, hem de
AB’nin dışlamasıyla kendi içindeki kültürel aidiyet ve kimlik tartışmalarındaki gidişat, AB
tarafından etkilenmiş olmaktadır.
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1107
Sonuç Yerine
AB’nin kendi söylemi olan “farklılıkta bütünleşmek”, Türkiye örnek olayında geçerli
olamamaktadır. Birlik içinde Türkiye’yi destekleyen kesimler bile Türkiye’nin Avrupalı
kimliğine vurgu yapmak yerine, Türkiye’nin stratejik önemine, ekonomik dinamizmine,
Avrupa Güvenliğine yapacağı katkılara, Türk göçmenlerin entegrasyonunda AB üyesi bir
Türkiye’nin oynayabileceği role, fosil enerji boru hatları rotaları üzerinde bulunan
Türkiye’nin AB için önemine vb. atıfta bulunmaktadırlar.
En iyimser yorumlarda Türkiye’nin Afganistan veya İran gibi ülkeleri barındıran İslam
coğrafyasında kendi modeli ile rol model olduğuna ve AB üyesi bir Türkiye’nin AB ile İslam
Dünyası arasında ilişkilere önemli katkılarda bulunabileceğine vurgu yapılmaktadır.
2000’li yıllardan itibaren Türkiye’nin AB’ye katılımı konusunda kimlik sorunu giderek daha
sesli olarak telaffuz edilmektedir. Günümüzde bu sorununun buz dağının yüzey altında kalan
kısmı olduğunu söylemek hatalı olmaz.
AB’de Türkiye’nin üyeliğine karşı retçi tutum içinde olanlar sadece radikal unsurlar değildir.
Hristiyan demokratlar AB’de gerek ulusal meclislerde, gerekse AB Parlamentosunda en
yüksek oy oranına sahip partiler veya fraksiyonlardır. AB’deki kültürel retçi yaklaşımın
sadece basit bir Türk fobisi olmayıp, altında ciddi kültürel jeopolitik sebepler ve gerçekten
AB’nin finalite ve sınırlarının nihai tespiti konusunda öne sürülen bir tez olduğu
değerlendirilmektedir. Türkiye’nin üyelik sürecinde gösterdiği somut ilerlemeler ve objektif
AB ölçütlerine uyum sağlamada gösterdiği başarı, AB’ye üyelik perspektifini hâlihazırda
1960’lardan bu güne kadarki zaman dilimindeki en somut ve yakın duruma getirmiş
bulunmaktadır.
Üzerinde hemfikir olunan tek konu, Türkiye’nin AB’ye kabulünün teknik bir konu olmayıp,
siyasi bir karar olacağıdır.
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1108
Kaynakça
Arnold, Hans: Europa am Ende? Die Auflösung von EG und NATO, München 1993.
Dedeoğlu, Beril: Yeni Türkiye, Yeni AB. AB’deki Değişimin Üyelik Sürecine Etkisi, Haşimi,
Cemal (Ed.), Türkiye, Avrupa ve Avrupa Birliği, İstanbul 2011.
Eralp, Atilla (Ed.), Türkiye ve Avrupa, Ankara 1997.
Eralp, Atilla ve Şenyuva, Özgehan: Türkiye – AB İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi ve
Dönüşümü, Haşimi, Cemal (Ed.), Türkiye, Avrupa ve Avrupa Birliği, İstanbul 2011.
EU-Vertrag, Laeufer, Thomas (Ed.), Vertgag von Amsterdam. Texte des EU-Vertrages und
des EG-Vertrages mit den deutschen Begleitgesetzen, Bonn 2000.
Faul, Erwin: Eine Aufnahme der Türkei untergräbt die Legitimität und innere Sicherheit der
EU, in: Politik und Gesellschaft. International Politics and Society, 4/1997.
Frankenberger, Klaus-Dieter: Wo endet Europa? Zur politischen und geographischen
Identität der Union, in: Internationale Politik, Juni 1998, 6/53.
Genç, Savaş: Avrupa Birliği’nin Doğu’ya Genişleme Süreci ve Türkiye ile İlişkileri, Haşimi,
Cemal (Ed.), Türkiye, Avrupa ve Avrupa Birliği, İstanbul 2011.
General-Anzeiger (Almanya Resmi Gazetesi), 30.1.1995.
Haşimi, Cemal: Sunuş. 2000’li Yıllar ve Avrupa’nın Müzakere Edilişi, Haşimi, Cemal (Ed.),
Türkiye, Avrupa ve Avrupa Birliği, İstanbul 2011.
Hütteroth, Wolf-Dieter: Türkei, Darmstadt 1982.
Louis, Herbert: Die Stellung Anatoliens am Rande Europas, in: Die Türkei in Europa.
Beiträge des Südosteuropa-Arbeitskreises der Deutschen Forschungsgemeinschaft zum IV.
Internationalen Südosteuropa-Kongress der Association Internationale d’Études du Sud-Est-
Européen, Ankara 13.-18.8.1979, Göttingen 1979.
Margedant, Udo: Beirtitt, Beitrittsverhandlungen, Mickel, Wolfgang (Ed.): Handlexikon der
Europaeischen Union, Köln 1998, s. 47-50.
Müftüler – Baç, Meltem: Türkiye ve AB. Soğuk Savaş Sonrası İlişkiler, İstanbul 2001.
Nuttall, Chris & Traynor, Ian: Kohl tries to cool row with Ankara, The Guardian, 7.3.1997.
Sommer, Theo: Europa ist kein Christen-Club, in: Die Zeit, Nr. 12 vom 14.3.1997.
10th
International Conference on Knowledge, Economy and Management; 11th
International Conference of the ASIA Chapter of the AHRD & 2
nd International Conference of the MENA Chapter of the AHRD
PROCEEDINGS
1109
Şen, Faruk: Einleitung. Osteuropa hat Vorrang und die Türkei muss noch warten, Şen, Faruk
& Rehwinkel, Dieter (Ed.): Türkei und europaeische Integration. Dokumentationen einer
gemeinsamen Tagung der Friedrich – Ebert – Stiftung und des Zentrums der Türkeistudien in
der Gustav – Heinemann Akademie in Freudenburg, 15 – 17 December 1989.
Usul, Ali Resul: AK Parti Hükümetleri Döneminde Türkiye-AB İlişkileri, Haşimi, Cemal
(Ed.), Türkiye, Avrupa ve Avrupa Birliği, İstanbul 2011.
Van den Broek, Hans: Die Herausforderung eines erweiterten Europa, Röttlinger, Moritz ve
Weyringer, Claudia (Ed.), Handbuch der europaeischen Integration. Strategie-Struktur-Politik
der Europaeischen Union, Wien 1996.
Vardar, Deniz: Türkiye – Avrupa Topluluğu İlişkileri, Sönmezoğlu, Faruk: Türk Dış
Politikasının Analizi, İstanbul 1994.
Vali, Ferenc: Bridge Across the Bosporus. The Foreign Policy of Tuırkey, Baltimore &
London 1971.
Wallace, William: From Twelve to Twenty Four? The Challenges to the EC Posed by the
Revolutions in Eastern Europe, in: Crouch, Colin & Marquand, David (Hg.): Towards Greater
Europe? A Continent without an Iron Curtain, Kent 1992.
Yurdusev, Nuri A.: Avrupa Kimliği’nin Oluşumu ve Türk Kimliği, Eralp, Atilla (Ed.),
Türkiye ve Avrupa, Ankara 1997.