başyazı - somuncu baba dergisi · yerdir. mevlânâ celalettin-i rumi’nin gözyaşları-nı...
TRANSCRIPT
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
BOZKIRIN ORTASINDAKİ GÜLİSTAN: KONYA
Konya… At the heart of Anatolia, in a moor and a place of breathing spiritually. It is a city of heart which was conquered together with the most other parts of Anatolia by Seljukians after the battle of Malazgirt in 1071.
It is the voice of Mawlana spreading from here to the whole world. The love of Mawlana has spread to the hundred thousands of people for hundreds years and Mawlana is seen in the hearts of many of his admirers.
In this volume we would like to focus on these beauties of Konya and Mawlana.
THE ROSE GARDEN IN THE MIDDLE OF A MOOR: KONYA
Anadolu’nun tam ortasında, bozkırın içinde bir manevî nefeslenme yeri Konya… 1071 tarihindeki Ma-
lazgirt Meydan Savaşı’ndan sonra Anadolu’nun büyük bir kısmı ile beraber Selçuklular tarafından, Bi-
zanslıların elinden alınan bir gönül şehri Konya…
Anadolu Selçuklu Sultanı Süleyman Şah tarafından, 1076 yılında başkent, insanları akın akın kendine
çeken kement olmuş. Karamanoğlu Mehmet Beyin Türk diline olan hizmetlerine şahitlik etmiş, Osmanlı
Padişahlarından II. Murat döneminde, 1442 tarihinde Devlet-i Aliyye’nin birlik ruhuna yetmiştir. Konya,
Osmanlı Devleti zamanında şöhret ve itibarı yüceldikçe yücelmiş, Osmanlı Sultanlarından Yavuz Sultan
Selim Hanı, Kanunî Sultan Süleyman’ı ve IV. Murat Hanı bir müddet misafir etmiş.
Cumhuriyet devrinde hızla büyüyen ve gelişen Konya, tarihî eserleri ile bugün açık hava müzesidir.
Mevlânâ Hazretlerinin dünyaya haykıran sesidir. Büyük bir ilim ve din bilgini olan Mevlânâ’nın etrafın-
da halelenen ışığa yüzbinlerce pervane asırlardır dönüp durmakta, her bir seveninin gönlüne Mevlânâ,
postunu serip oturmaktadır. Nasreddin Hocamız ise, dilden dile anlatılan destan, gerek kendisinin, ge-
rek halkın onun ağzından söylediği gülmecelerle ince nükteleri dinleyenler mestan olmuştur. 1648 yılın-
da Konya’yı ziyaret eden Evliya Çelebi’nin şehrin tabii güzelliğinden bahsederek: “Peçevi şehrinin Barut-
hane mesiresi, Kırım’ın Sudak Bağı, İstanbul’un 175’ten fazla bahçe ve ya¬nında gülistanları, Tebriz’in
Şehcihan Bağı, bu Konya’nın Meram Mesiresinin yanında bir Çemenzâr bile değildir.” der. Konya’yı böy-
le över…
Karapınar yakınlarındaki Meke Gölü, dünyada benzeri olmayan zeminde çift patlama ile oluşmuş bir
krater gölüdür. Panoramik görüntüsü, jeolojik yapısı ve bölgede yaşayan kuşlar ile bir harikadır. Ayrıca
bölgede Acı Göl, Çıralı Göl, Meyil Gölü gibi görülmeye değer krater gölleri bulunmaktadır. Konya’ya yak-
laşık 110 km uzaklıkta Hadim İlçesi sınırları içerisindeki Yerköprü Şelalesi de, 20 mt yükseklikten aşa-
ğı akıp Akdeniz’e doğru koşmaktadır adeta… Ilgın kaplıcaları, Selçuklular ve Osmanlılar tarafından kul-
lanılmış ve çeşitli tesisler kurulmuş. 42 derece olan yeraltı suyu hiçbir işleme tâbî tutulmadan kullanıma
sunulmakta. Bu nedenle şifa özelliği yüksektir. Renksiz ve kokusuz tabiî lezzetinde; felç, siyatik, göz, cilt,
sinir, böbrek ve kadın hastalıkları ile romatizmaya iyi gelmekte. Şehrin merkezinde bulunan Alâeddin
Tepesi alelade bir toprak yığını olmayıp bir iskân yeri aslında… Yapılan çevre düzenlemeleriyle, çay bah-
çeleri ile gönüller Mevlânâ’nın şehri Konya’yı seyr-ü temaşa faslında…
Biz de dergimizin bu sayısında bu güzelliklere bir nazar eyleyip kıymetli okurlarımıza bilvesile selam
eyleyelim…
Gerçek Kalp Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin
Tasavvufî Görüşleri
116
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
32
48 68 80
KONYA BİR İRFAN NİŞÂNESİ - Meryem Aybike SİNAN (06)
DEM BU DEMDİR - Abdülmecit İSLAMOĞLU (10)
SEN’İ SÖYLER… - Rıfat ARAZ (13)
YURT TUTTUĞUMUZ KALPLER - Celalettin KURT (17)
ŞEHRİN KANDİLİ - Muhsin İlyas SUBAŞI (18)
El-HÂFIZ - Ramazan ALTINTAŞ (20)
ADAM GİBİ ADAM - Hanifi KARA (23)
HİCÂZ NOTLARI IX: MESCİD-İ HARÂM - Fatih ERKOÇOĞLU (28)
AMRE BİNT REVÂHA - Bünyamin ERUL (30)
GÜLÜN RENKLERİ - Mustafa AKGÜN (31)
BAYRAK SEVGİSİ - Mehmet DERE (38)
DÎVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVÎ’DE HZ.ÂDEM(a.s.) - Resul KESENCELİ (40)
HACCA GİDEMEMENİN BURUKLUĞU - Enbiya YILDIRIM (44)
GÖZLERİM MÂVERÂYA AÇILIR - Hızır İrfan ÖNDER (53)
İSLÂMÎ TEFEKKÜR - Aydın TALAY (54)
ŞEHİDE AĞIT - Abdulbaki KÖMÜR (57)
EHL-İ BEYT - Abdullah KAHRAMAN (58)
ÇAY KİTABI - Muharrem AKIN (62)
YAŞLI KİMDİR - Sefa SAYGILI (64)
MEVLÂNÂ RUBÂİLERİ - Bekir OĞUZBAŞARAN (71)
DİNLE NEYDEN - Vedat Ali TOK (72)
ÂB-I KEVSER - Rabia BARIŞ (75)
KONYA VELİLERİ - Yusuf HALICI (76)
EN UZUN KIŞ - Fazıl Ahmet BAHADIR (79)
ERCİŞ’TE HÜZÜN - M. Nihat MALKOÇ (83)
ÖKSÜRÜK - Akın DİNDAR (84)
KARALAHANA - Şifalı Bitkiler (86)
BUĞDAYLI KABAK SALATASI - Mesude SARI (87)
ANNE BABANIN RIZASI
KANUNÎ’NİN RUH YÜCELİĞİ
GÖNÜL GÖZÜ
SÖZ HARMANI
MEVLÂNÂ’NINGÖNÜL SARAYI
MEVLÂNÂ’YI ZİYARET
14Âyetlerin bize yüklediği görev, ana-babamıza öf bile demememiz, onları incitecek hiçbir söz ve davranışta bulunmamamız; onlara sevgi, saygı ve ilgiyle yaklaşmamız ve en önemlisi onlara dua etmemizdir.
Sultan Süleyman, her alayın durduğu yere gidip, her sancağın dibinde ellerini kaldırıp dua etmekte ve gözlerinden yaş dökülmekteydi. Bunu gören bütün ordu yerlere kapanıyor, padişah uğruna canlarını feda edeceklerine yemin ediyorlardı.
insanı diğer varlıklardan ayıran en büyük özelliği görmeyi gönül gözüyle yapmasıdır. Çiçeğe bakan bir insanla bir hayvanın farkı ancak eylemleriyle algılanabilir.
Köy odaları okul gibidir. Orada her davranışın her sözün bir anlamı bir ölçüsü vardır. Olmadır. Köy odalarında söz söyleyenin kılıç kuşananındır.
Kalb temizliğinin en önemli göstergesi kalbi kırık olmaktır. Kalbi kırık olanlar haddini bilenler, kendi gerçekliğini görenler, tevâzu ve alçakgönüllü şahsiyetlerdir.
Oğlum, bu sözü İstanbul’da bizim selamımızla Hattat Hâmid’e (Aytaç) yazdır, levhayı şuraya astır, gelenler bu sözü okusun ve ziyaretini bu âdâpla yapsınlar...
24Ali AKPINAR
İsmail ÇOLAK M. Emin KARABACAK Selim TUNÇBİLEK
Kadir ÖZKÖSE Musa TEKTAŞ
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 134 Aralık 2011 Basım Tarihi: 01 Aralık 2011
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Kapak Mevlânâ Türbesi / KONYA
Foto: Sulejman MURADOVIC
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Saliha AYATA
Reklam Ziya TOKSÖZLÜ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Bizim Repro Ofset ve Matbaacılık Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99/22 İskitler / ANKARA - Tel: (312) 341 10 20
Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 185 dahiliyi arayınız.
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
7Aralık 20116
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Kırkyedinci Mektup
Mektûbât-ıHulûsî-i Dârendevî
Çok Faziletli ve Değerli Efendim,
Fazilet sahibi yüce kimselere özgü bakışlarınızın, muhabbetinizin,
düşüncelerinizin bana şeref verdiğini bilerek her zaman sağlıklı olma-
nızı dilerken –sağlık haberinizle kavuşma ümidiyle dua ederken- mü-
barek vücudunuzun rahatsız olduğunu âcizane haber almakla birlik-
te hayli bir üzüldüm.
Her zaman hayalinizi düşünerek vakit geçirir ve size kavuşma ar-
zusuyla şevk ve zevkim dünyalara sığmaz ve her nefesini bin maddî
safa değmez neşe ile halen zaman geçiririm. Sizi düşündüğüm her anı
dünyadaki hiçbir maddiyata değişmem ve bu zevk ile halen size ka-
vuşmayı beklerim.
Bu yolda üzüntüm tarifi mümkün olmayan bir neticeye sürüklen-
diğinden sizin şu anki halinizden haberdar olmak için iş bu mektubu
yazmaya âcizane cüret ederek sizin yüksek zatınıza ulaşması dileğiy-
le ellerinizden öperek, size kuvvet ve saadet dileyerek, maddî manevî
kusurlarıma rağmen yine de ümitliyim ki büyükler mürüvvet sahibi-
dir, iyilik ve cömertlik sahibi büyükler daima küçükleri şefkatli kanat-
larının korumasından uzak tutmazlar. Bir nefes bile biz biçare, düş-
kün âşıkları unutup hatırdan çıkarmış olmazlar.
İnşâallah cevap olarak sıhhat haberiniz ile gönlü hoş ve mamur
olup arzusuna kavuşmuş olup memnun ve müteşekkir olurum ümi-
diyle mektubuma nihayet vererek sıhhat ve afiyetiniz hususunda
âcizâne dualarımla yüce ellerinizden öperim efendim.
Güncelleştirme: Yrd. Doç. Dr. Cemil Gülseren
9Aralık 20118
Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN
Malazgirt ülküsünün tel tel do-
kunduğu gergeftir Konya.
Konya bir semazenin iç geçi-
rişi, bozkırın bahara devşirilişidir Anadolu topra-
ğında. Konya sadağınızdaki şehirlerin en asude-
si, en dervişidir. Selçuklu hükümdarı Süleyman
Şah’ın elinde parlayan incilerin en hasıdır, boz-
kırın gerdanında.
Bir düş görüyorum Konya ovasında.
Beyaz yeleli bir at üzerinde Karamanoğlu Meh-
met Bey geliyor çok uzaklardan. Ardından Akın-
cı Beyleri sökün ediyor Meram Bağlarından. Bir
arifane sezgi düşüyor aklımızın mazgallarına, ha-
kikat el bağlıyor ruhumuzun merkezine. Zaman
geçiyor ansızın, tarih eskiyor. Vakit tespih tespih
boğumluyor geçmişi geleceği.
Konya bir arifane yürüyüşü tanımlıyor.
Konya Mevlânâ Diyarıdır
Konya yolu uzundur, çeke çeke bitmez derler.
Konya Mevlânâ diyarıdır. Şems Tebrizi’nin
yürek sığınağı, ilahi aşk ateşinin gönlüne düştüğü
yerdir. Mevlânâ Celalettin-i Rumi’nin gözyaşları-
nı sebil ettiği, gönlünü ateşlere attığı, duman du-
man âh’ının göklere yükseldiği hüzün mevsimidir
Konya. Mevlânâ Konya, Konya Mevlânâ demek-
tir. Konya aşk demek, aşkın gözyaşları demek,
hasret demek, kaybetmek ve sonra geri bulmak-
tır sevgiliyi. Konya gerçek aşka giden yolların en
edebisi, en yerlisi, en şehirlisidir.
Yavuz Sultan Selim Han, IV. Murat’ın ko-
naklamak için mazeretidir Konya. Alâeddin
Keykubat’tır hatırlayana Konya. Bahaeddin
Veled’tir bilene. “Hamdım, piştim, yandım” di-
yen Mevlânâ’nın “Şeb-i Arus” şöleninin ev sahi-
bidir.
Konya ariftir, arifanedir, hikmettir.
“Konya Mevlânâ diyarıdır. Şems Tebrizi’nin yürek sığınağı,
ilahi aşk ateşinin gönlüne düştüğü yerdir. Mevlânâ Celaleddin-i
Rumi’nin gözyaşlarını sebil ettiği, gönlünü ateşlere attığı, duman
duman âh’ının göklere yükseldiği hüzün mevsimidir Konya.”
KONYASu
lejm
an M
URA
TOVİ
ÇBİr İrfan NİşÂnesİ
KONYA
11Aralık 201110
Bozkırın Ortasındaki Şehir
Hoca Nasrettin’in doğup büyüdüğü, irfanını
ve sezgisini mizaha kattığı andır Konya. Sivrihi-
sar semalarının gülümseyen yüzüdür, aydınlığı,
Akşehir’de göle maya çalan bir halk bilgesidir.
Konya sevgidir, sevgilidir, bekleyendir bozkı-
rın ortasında bilinesi.
Bir seher vakti Konya’ya düşürse yolunuz şa-
yet, uçsuz bucaksız bir ovanın kucağında olduğu-
nuzu görür, hayrete düşersiniz. Düzdür Konya,
ovadır, kucaklayıcıdır, ev sahibidir.
Sonra Çıralı Göl, Meyil Gölü, Acı Göl mavili
mavili buyur ediyor serinliğin otağına. Sıcağın ka-
vurduğu bozkırda suların huzurlu serinliği alır sizi
götürür. Serinleyip huzura kavuştuktan sonra ca-
miler alır sizi manevî iklimine.
Konya bağrınızdaki adressiz sızıdır hissedilesi.
Alâeddin Camii, koynunda yatan ulularıyla de-
rin bir manevî büyüyü bağrında saklar gibidir. I.
Rüknettin Mesut, I. Mesut, Kılıçaslan, I. Alâeddin
Keykubat, I. ve II. Gıyasettin Keyhüsrev bu cami-
nin avlusunda ebedi istirahatlarına çekilmiş, hatı-
ralarıyla hatırlayanlarının gönlünde olup, Konya
semalarında hala göklere açılan ellerin duaların-
dadırlar.
Selimiye Camii, Piri Mehmet Paşa Camii, Şe-
rafettin Camii, Kapu Camii, Hacı Fettah Camii,
Nakiboğlu Camii, Aziziye Camii göklere yükselen
minarelerinin burcundan bütün cihana gel diye
seslenir gibidirler.
Konya bir manevî açık müzedir gidilesi.
Sonra Tınaztepe mağaraları sizi buyur ediyor
kendine. Birçok hastalığın, birçok derdin deva
bulduğu bu atmosfere bin bir sihirli el değmese de
doğaldır, hastır, aslındandır. Konya Seydişehir’de
Akdeniz ve karasal iklim birbirine geçmiş, sizi
kandırıyor gibidir. Bir an nerede bulunduğunuzu
sorgulatacak kadar şaşırtıcı ve ilginçtir.
Tabiat burada cûşa gelmiştir. Tınaztepe, şela-
ledir, akarsudur, göldür girilesi.
Kültür Çağlayanı İrfan Beldesi
Konya bir kültür çağlayanı dimağlarımızı yıka-
yan, bir irfan beldesi, bir ulemalar diyarı dil hane-
mizi besleyen. Ne zaman Konya dile gelse bir ari-
fane düşünce yığılır kalbimizin güvertesine. Gâh
bir türküdür Konya ruhumuzun tellerine bir boz-
kır tezenesi gibi vuran, gâh bir şiirdir elleri kınalı.
Gitme bülbül gitme bahar erişti
Gonca güller maverdesin karıştı
Sılada yavrular aklıma düştü
Çekilmez dünyanın cefası bülbül.
Bir de Konya mutfağı vardır durulası. Tandırda
dumanı üstünde bir Konya etli ekmeği, Mevlânâ
böreği, arabaşı çorbası, papara yemeği, batırık,
bamya çorbası, etli topalak, her dem Konya mut-
fağında tabak tabak gelene geçene buyurunuz der
gibidir.
Şairlerden Feyzi Halıcı bir narçiçeği güzelliğin-
deki şiiriyle bu sofraların ağız tadı gibidir:
Vurdum tellerine seni sazımın
Sen de anahtarı alın yazımın
Yağmur yağmur serpil yalnızlığıma
Günaydınım, narçiçeğim sevdiğim.
Konya bir ozanlar yurdudur dinlenesi. Kubad-
Âbâd Selçuklu sarayında vakit tükenmezdir, ye-
nilmezdir, dirayetlidir. Her bir parçasını Karatay
Müzesine verse de oturduğu yerden kalmamaca-
sına onurludur, soyludur. Selçuklu köşkü bir yaslı
şehzade gibi omuzları düşmüştür.
Sille, Çatalhöyük, Kilistra, Eflatunpınar, Kara-
höyük, bağrını bastığı tarihle avunmakta geçen
onca zamana tanıklık yapmaktadır. Her şey tap-
taze yerli yerinde durmaktadır, hayal gerçeği, ger-
çek hayali oyalamaktadır.
Konya sıra sıra bir anıtlar geçidir seyredilesi.
Ve Meram Bağlarında Konya halkı bir şenlik
meclisine uzanmışlardır. Alâeddin Tepesi, Atyo-
kuşu, Hadim, Çayırbağı, Hatip Suyu, Dutlu Kırı
hem yazları, hem güzleri bütün tabiatın en güzel
feracelerini giyinip yanakları kızarmış bir gelin
misali salınmaktadırlar Konya Ovasında.
Konya Bir İrfan Nişânesi
Konya bir irfan nişanesi, Konya bozkırın sesi,
erenlerin nefesi kesilmeyesi, bir nadide mücev-
herdir tartılmayası.
Gide gide Konya Ovası biter, Konya için söy-
lenen söz bitmez. Konya bir tarih koridorudur her
dem yürünesi.
Sule
jman
MU
RATO
VİÇ
13Aralık 201112
Hulûsi Kalb’denAbdülmecit İSLAMOĞLU*
Vakit kavramı Cenâb-ı Hakkın Kur’ân-ı
Kerim’de üzerine yemin ettiği (Ve’l-asr,
ve’d-duhâ, ve’l-leyl) ve bu hâliyle değer-
li kıldığı önemli mefhumlardan birisidir. Vakit
Allah’ın bir lütfudur. Manevî rütbeler, yüce ma-
kamlar vakitle elde edilir. Bu itibarla mutasavvıf-
lar için de vakit ayrı bir kıymeti haizdir. “İbnü’l-
vakt/vaktin oğlu” tabiri tasavvufta, geçmiş ve
gelecek endişesinden kurtulmuş sûfî için kulla-
nılır. İbnü’l-vakt olan kişi teslimiyet ve tevekkül
içerisindedir. “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” di-
yen kişidir ibnü’l-vakt. Gam-ı ferdâyı bilmez, hâli
değerlendirir o. Her anı şuurlu yaşar, ne yapa-
cağını ve ne yapmayacağını bilir. Her şeyden öte
müsamahakârdır ibnü’l-vakt.
Bu anlamda Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi
(k.s)’ye ait aşağıda vereceğimiz manzûme, yaşa-
nılan anın en güzel şekilde değerlendirilmesi ge-
rektiğini ifade etmekte, “Dem bu demdir dem bu
demdir dem bu dem” nakaratıyla bu husus üze-
rinde ısrarla durmakta, dikkatleri bu yöne çek-
mek istemektedir:
1. Ömrünün ser-mâyesin verme yele
Geçdi fırsat bir dahi girmez ele
Ey gönül gel Hakk’ı zikr et aşk ile
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
Ömür, insanoğlunun sahip olduğu en önemli
sermayesi, en kıymetli hazinesidir. O halde fırsat
eldeyken; yani henüz yaşıyorken eldeki bu hazi-
ne yerli yerince kullanılmalıdır. Gönüller Cenâb-ı
Hakk’ın zikri ile meşgul olmalı, kalpler O’nun aşkı
ile yanıp tutuşmalıdır. Tüm bunlar için en uygun
vakit ise şu andır, yaşanılan şu zaman dilimidir.
2. Bu dem ile devr eder devr-i zamân
Bu dem ile zikr eder hep ins ü cân
Bu dem ile diyegör sen el-emân
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
Zamanın akıp gitmesiyle devirler değişmek-
te, tarih farklı dönemlere tanıklık etmektedir. Bir
saat sonrası, şu anda gelecek kabul edilmekte,
ancak an gelip de yaşanıldığında geçmiş namına
hesaba yazılmaktadır. İnsanların ve cinlerin Yüce
Yaratıcıyı tesbihleri, zaman denilen bu mefhum
içerisinde gerçekleşmektedir. Akıllara durgunluk
veren bu harikulade sistem karşısında söylenecek
tek söz vardır; o da “el-emân”dır. “Allah’a sığın-
dım.” demek, O’ndan emniyet dilemektir.
Kâinâtın Aslı Esası
3. Kâinâtın mâyesidir hep bu dem
İns ü cinnin gâyesidir hep bu dem
Âşıkın ser-mâyesidir hep bu dem
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
“Ömür, insanoğlunun sahip olduğu en önemli
sermayesi, en kıymetli hazinesidir. O halde
fırsat eldeyken; yani henüz yaşıyorken eldeki
bu hazine yerli yerince kullanılmalıdır.”
DEM BU
DEMDİR
Aralık 201114 15
İnsanoğlu için en önemli zaman dilimi, içinde
yaşanılan şu andır. Kâinâtın aslı esası da şu an-
dır. Geçmişe takılıp kalmadan, gelecek endişesin-
den uzak yaşamak, yeryüzüne kulluk etmek üzere
gönderilen insan ve cinlerin ortak hedefi olmalı-
dır. Hak âşığının yegâne sermayesi içinde bulun-
duğu anı, Yüce Allah’ın emir ve yasakları çerçeve-
sinde yaşamaktır.
4. Evveli âhir olupdur hep bu dem
Bâtını zâhir olupdur hep bu dem
Gâibi hâzır olupdur hep bu dem
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
Bir zaman dilimini yaşamak, o anın başında
bulunmak, aslında söz konusu zamanın sonun-
da olmaktır, o zamanı sonlandırmaktır. Bir daki-
ka sonrası şu an bizler için gizli ve bilinmez iken,
o dakika yaşandıktan sonra her yönüyle açığa çık-
maktadır. Görünmeyenler, görünmekte, gizli hiç-
bir şey kalmamaktadır. Tüm bunlar işte şu anda,
şu vakitte gerçekleşmektedir.
5. Gülleri handân edendir hep bu dem
Bülbülü nâlân edendir hep bu dem
Âşıkı hayrân edendir hep bu dem
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
Yaşanılan şu andır ki gülleri güldürmekte, bül-
bülleri inletmektedir. Âşığı tüm bunlar karşısında
şaşkına çeviren işte bu andır, bu zamandır.
6. Devlet-i dünyâ vü mâ-fîhâ bu dem
İzzet-i dünyâ vü mâ-fîhâ bu dem
Lezzet-i dünyâ vü mâ-fîhâ bu dem
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
Dünya ve içindekilerin mutluluğu şu anda giz-
lidir. Dünya ve içinde yaşayanlara şeref ve izzet
kazandıran bu andır. Dünya ve onda bulunanla-
ra lezzetler sunan yine içinde yaşadığımız bu va-
kittir.
7. Bu dem ile dol Hulûsî dem olup
Bu demi âdemde bul âdem olup
Nefha-i Hakk’dır ana mahrem olup
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
Ey Hulûsi yaşadığın zamanın gereklerini yeri-
ne getir. O an, Yüce Yaratıcı neyi yapmanı istiyor-
sa, o şeyi en güzel hâliyle yapmaktır sana yakışan.
Zamanın gerçek anlamda hakkını veren insanları
bul; kâmil insanlardan ol. Cenâb-ı Hakk’ın insana
üflediği ruhun sırrına mahrem ol. Vakit bu vakit-
tir, zaman bu zaman, an yaşanılan bu andır.
SEN’İ SÖYLER…
Alın yazım, yolum, kazam; Sen’i söyler Sen’i Yâ Rab!..Ömre şahit her bir a’zam,Sen’i söyler Sen’i Yâ Rab!..
Ne ilmim var, ne nişânım;Derdim oldu can dermanım!.. Aklım, duygum, her iz’anım;Sen’i söyler Sen’i Yâ Rab!..
Nefsimdedir yakın, uzak;Ezel, ebet, menzil, durak!..Bu sönmeyen kutsal ocak;Sen’i söyler Sen’i Yâ Rab!..
Hava, ateş, toprak, suyum,Bir çilede yanar ‘nay’ım!..Rengim, şeklim, hâlim, huyum;Sen’i söyler Sen’i Yâ Rab!..
Sana ayân her ahvâlim;Dünüm, hâlim, istikbâlim!.. Şevkim, neşem, bu melâlim;Sen’i söyler Sen’i Yâ Rab!..
Aşkın ile sürsün adım;Sen’siz değil istidâdım!..Arş’a çıkan bu feryâdım,Sen’i söyler Sen’i Yâ Rab!..
Rıfat ARAZ
Dipnot *Yrd. Doç. Dr.
17Aralık 201116
İlim ve Hayat Ali AKPINAR* Anne babamız, bi-
zim dünyaya gel-
memize vesîle
olan kişilerdir. Aslında anne-
baba, bir bütünün birbirini ta-
mamlayan iki parçasıdır. Biri
olmadan öteki olmaz. Anne ol-
mak için babaya ihtiyaç vardır,
baba olmak için anneye ihtiyaç
vardır. Ne baba olmadan anne
olunabilir, ne de anne olmadan
baba olunabilir. Bu yüzden dili-
mizde anne baba, valideyn keli-
mesinde bir araya getirilmiştir.
Yüce Rabbimiz, bir âyetinde
babaya ve evladına yemin ede-
rek babanın önemini vurgula-
mıştır. “Babaya ve çocuğuna
and olsun!”/ (Ve vâlidin ve mâ
veled.)1 Âyetteki baba ve çocu-
ğundan kasıt Hz. Âdem ve ço-
cuğu yahut Hz. İbrahim ve oğlu
yahut genel olarak baba ve çocu-
ğudur. Gerçekten de insan nesli-
nin devamı için baba da önem-
lidir, anne de, çocuk da.Yüce
Yaratıcı, yeryüzünde önce Âdem
babamızı yarattı. Zira baba, yö-
netici olacaktı, yöneticinin de
öncelik hakkı vardı. Bu, onun
anneden üstün olduğu anlamın-
da değildi. Zira haklar, sorum-
luluklara göre idi. Sorumluluğu
fazla olan, sorumluluğunu hak-
kıyla yerine getirirse, başkaları-
na göre daha fazla hak ve yetkiye
sahiptir. Nitekim Hz. Âdem’den
hemen sonra eşi ve insanlığın
annesi Hz. Havva yaratılmıştır.
Allah’ın Hakkından Sonra Anne Baba
Hakkı
Kur’ân-ı Kerim âyetleri, Yüce
Allah’ın hakkından bahsettikten
hemen sonra anne baba hakkın-
dan bahseder. Yüce Rabbimiz,
bizleri yaratandır; anne baba-
mız ise bizim dünyaya gelmemi-
ze aracılık eden kimselerdir.
“Rabbin yalnızca kendisine
kulluk ve ibadet etmenizi, ana-
babanıza da iyi davranmanızı
kesin bir şekilde emretti.
Anne babandan biri veya
her ikisi senin yanında yaş-
lanırsa, ‘Of’ bile deme, onları
azarlama, ikisine de güzel söz
söyle.
Onları esirgeyerek merha-
met kanatlarını üzerlerine ger
ve şöyle dua et: Rabbim! Kü-
çüklüğümde onlar beni nasıl
yetiştirmişlerse, şimdi de sen
onlara rahmet et.”2
“Biz, insana ana-babasına
iyi davranmasını tavsiye etmi-
şizdir. Çünkü anası, onu sıkın-
tılara katlanarak taşımıştır.
Sütten ayrılması da iki yıl içeri-
sinde olur. İşte bunun için, önce
bana şükret; sonra da ana-ba-
bana teşekkür et, diye öğüt ver-
mişizdir. Dönüş ancak banadır.
Eğer onlar seni, hakkında
bilgi sahibi olmadıkları bir ko-
nuda bana ortak koşmaya zor-
larlarsa, onlara itaat etme.
Dünyada onlarla iyi geçin.
Bana yönelenlerin yoluna uy.
Sonunda dönüşünüz ancak ba-
nadır. O zaman size yaptıkları-
nızı haber vereceğim.”3
“Biz, insana, ana ve babası-
na karşı iyi davranmasını tav-
siye etmişizdir. Eğer ana baba,
seni bir şeyi körü körüne Bana
ortak koşman için zorlarlarsa,
o zaman onlara itaat etme. Dö-
nüşünüz Banadır. Yaptıklarını-
zı size bildiririm.”4
Âyetlerde, Yüce Allah ken-
disine ibadet ve kulluk yapıl-
masını emrettikten hemen son-
ra, ana-babaya iyilik ve ihsanda
bulunmayı emretmektedir. Bu,
ana-baba hakkının Allah hak-
kından hemen sonra geldiğinin
ve ne kadar önemli olduğunun
açık göstergesidir.
Ana-Babamıza Öf Bile Dememeliyiz
Yine âyetlerin bize yüklediği
görev, ana-babamıza öf bile de-
mememiz, onları incitecek hiç-
bir söz ve davranışta bulunma-
mamız; onlara sevgi, saygı ve
ilgiyle yaklaşmamız ve en önem-
lisi onlara dua etmemizdir.
Onlar Allah’a şirk koşan
kimseler olsalar ve bizi de müş-
rik olmaya zorlasalar bile, on-
larla dünyada iyi geçinme-
miz emredilmiştir. Ancak böyle
bir durumda anne babaya ita-
at edilmez. Çünkü Allah’a is-
yan konusunda hiç kimseye ita-
at edilmez. İtaat ancak hakta ve
hayırdadır.
Allah’a ortak koşmak, nasıl
ki büyük günahların başında sa-
yılmışsa; anne babaya karşı gel-
mek, onları incitip üzmek de bü-
yük günahlardan sayılmıştır.
Peygamberimiz, anne ba-
baya karşı gelmeyi (ukûku’l-
vâlideyn) büyük günahlardan
ANNE BABANIN
RIZASI
Aralık 201118 19
saymıştır.5 Bir hadislerinde de
Allah’ın rızasının anne babanın
rızasında olduğunu; Allah’ın
gazabının da anne babayı kız-
dırmakta olduğunu söylemiş-
tir.6
Hizmette Kusur Eden
Ana-baba hakkı, onlara saygı
ve ilgi duyma hakkında ise şöyle
buyurmuştur:
“Ana ve babasının ihtiyarlık
zamanlarında, bunlardan biri-
ne yahut ikisine yetişip de, bun-
lara gereken hürmet ve hizmette
bulunarak Cennet’i hak edeme-
yen kimsenin burnu yerlerde sü-
rünsün! (Bu ifadeyi üç kere tek-
rar etmişti.)”7
Savaşa katılmak için kendi-
sinden izin isteyen Muâviye b.
Cahime’ye, “Annen sağ mı?” diye
sormuş ve şöyle buyurmuştur:
“Sözlerime dikkat et! Annenin
ayağı dibinde otur. Çünkü cen-
net oradadır. Annenin yanın-
dan ayrılma, çünkü cennet onun
ayakları altındadır.”
Peygamberimize, insanlar
içerisinde kendisine iyi davran-
maya en lâyık olanın kim olduğu
sorulmuş, o cevabında üç kere
“Annen.” buyurmuş, dördüncü
soruluşta ise “Baban.” diye ce-
vap vermiştir.8 Buna göre an-
nelik, babalıktan üç adım önde-
dir. Çünkü babadan farklı olarak
anne, çocuğunu dokuz ay karnın-
da gezdirmiş, dayanılmaz acılar-
la onu doğurmuş ve onu emzir-
miştir. Çocuğun yetişmesinde
annenin ayrı bir yeri vardır. Biz-
ler, ana dilimizi öncelikle anne-
mizden öğreniriz, onunla ko-
nuşuruz ve onunla anlaşırız. Bu
sebeple annelik, insan yetiştirme
sanatıdır, anneler de bu sanatın
ustalarıdır. Bu yüzden ebevey-
nimize karşı sorumluluklarımız
büyüktür.
Hikâye olunur ki, bir ev-
lat hasta anasını sırtında taşı-
yarak ona hac görevini yaptır-
mış ve dönüp annesine, hakkını
ödeyebildim mi anne, diye sor-
muş, annesi şu cevabı vermiştir:
Ne gezer evladım. Sen beni sır-
tında taşıdın ama yorulunca, is-
tirahat ve ihtiyaçların için yere
indirdin. Bense seni dokuz ay,
kendimden hiç ayırmadan hep
karnımda taşıdım ve besledim.
Ben sana büyüyesin diye bakar-
dım. Sense bana çabuk öleyim
diye bakıyorsun!
Öyleyse her namazın sonun-
da okuduğumuz Rabbenâ dua-
sında “Rabbimiz, hesabın görü-
leceği günde bizi, anne babamızı
ve mü’minleri bağışla.”9 diye dua
ettiğimiz anne babamıza kar-
şı sorumluluklarımızın bilincin-
de olarak, vazifelerimizi yaparak,
onların gönlünü alarak duamızın
gereğini yerine getirelim. Onları
üzerek, onlara karşı gelerek du-
amıza ters düşmeyelim. Anala-
rı ağlatanlardan olmamaya, on-
ları senede birkaç gün değil her
zaman, hayatlarında ve ölümle-
rinden sonra bile hoşnut etmeye
gayret edelim. Anne baba hak-
kı ve sevgisi, onları huzur evleri-
ne mahkûm ettikten sonra orada
onları ziyaret emekle ödenmeye-
cek kadar büyük bir hak, engin
bir sevgi ve saygı selidir.
Kadının sokağa döküldüğü,
anneliğin aşağılandığı bir dün-
yada, insan yetiştirme üstadları
olan annelerimize ve onlar kadar
hakları olan babalarımıza kar-
şı sorumluluklarımızı yerine ge-
tirelim. Anne babanın rızasıyla
Rabbin rızasını kazanmaya gay-
ret edelim.
1 90/Beled, 3.2 17/İsrâ, 23-24.3 31/Lokmân, 14-15.4 29/Ankebût, 8.5 Buhârî, Müslim.
6 Tirmizî.7 Müslim, Ahmed.8 Buhârî, Müslim.9 14/ İbrahim 41.
Dipnot *Prof. Dr.
YURT TUTTUĞUMUZ KALPLER
Ben senin kalbini yâr; yurt edindim diyorsun Bayrağını öyleyse, dik kalbimin burcuna Dalgalansın bayrağın, gönderinden düşmesin Uğramasın kırk başlı, eşkıyalar kastına Kırk bir kere maşallah çıkıversin dillerden Sevdamıza tat gelsin yedi veren güllerden Katık olsun sözlerin sevdamızın harcına
Bende senin kalbini, özge diye yurt tuttum Otağında kışladım yıllarca leyl ü nehâr Efsunlandım gözüne, naif çıkan sesine Söylediğin türküler oldu bana nevbahâr Yaşadığım günlerin şeydâsına râzıyım Şeydâ sesli sevdanın avâzıyım, sazıyım Rüyâmıza düşmesin kara kışla, sonbahar
Sen benim kalbimi yâr; bende senin kalbini Yurt tutmuşuz maralım, ötesini arama Güneş gibi üstüme gökçe günler doğdurdun Umarınla ondurdun, çare oldun yarama Çatar gibi silahlar, şimdi güller çatarım Aşkımızın demine, yeni demler katarım Canım kurban olsun hey! Saçı gümrah karama
Dil vur çıkalım haydi, yücesine dağların Külünklerle dağlarda kayaları delelim Düşmediği yağmurun sahralarda susuzca Çektiğini âşığın yaşayarak bilelim Gönle yükleyip aşkı, arındırıp nefisten Sabırlara bürünüp, ses verelim kafesten Gerekirse aşk için, aşk yolunda ölelim
Celalettin KURT
21Aralık 201120
Bu ülkenin bütün şehirlerinde o şeh-
rin sembolü olmuş, o şehri hima-
yesine almış, hizmetiyle, bilgisiyle,
itibarıyla o şehrin kandili daha nice insanlarımız
vardır. Bizim topraklarımız ve bizim bayrağımız
hep bu mübarek insanların bize kazandırdıkla-
rıyla güçlenip geleceğe daha bir güven ve huzur
içerisinde yürümemizi sağlayacaktır... Bunlar sı-
ğınılan vefa limanlarıdır… Bunlar, Arif Nihat’ın
diliyle, “Barışın güvercini, savaşın kartalı” misali
bizim gönül bayrağımızdır… Bunlar şehirlerin sa-
dece sembolü değil aynı zamanda armasıdır, ko-
ruyucularıdır. Işık verici yol göstericileridir. Yeni
nesil, geçmiş neslin bu burç isimleriyle varlık se-
bebini kavrar ve yaşama bilincini geliştirir. Onlar
birer canlı öğüttür, aynı zamanda şehrin hafıza-
sı ve temsil ettikleri şehirde yaşayan neslin idra-
kidir…
Ne var ki, şehirlerimizde yaşayanların önem-
li bir kısmı bu tür insan kalitesinin farkında mı,
diye bir sızımız vardır yüreğimizde.
Şehrin Manevî Hamurunun Şekillenmesi
Burada meseleyi biraz özelleştirip Konya ve
Mevlânâ ilişkisine getirmek istiyorum. Her şeh-
rin büyüğü o şehrin şahsiyet tapusudur. Ancak
bir Mevlânâ’mız var ki, o sadece Konya’nın değil,
Türkiye’nin şahsiyet tapusu durumuna gelmiştir.
Mevlânâ’nın Konya’ya katkısının üzerinde du-
rurken çok önemli bir hususu dikkatinize arz et-
mek isteyeceğim: Bugün yurt dışından sadece
Mevlânâ için Konya’ya gelen çok sayıda Batılı ay-
dın vardır. Bunlar, Mevlânâ’sız Konya’nın düşü-
nülemeyeceğini söylerler. Bu ifade, Konya’nın
sosyal kimliğini ve manevî hamurunu şekillen-
diren bir önemli dikkat noktasıdır. Mevlânâ’yı
Konya’dan çıkarınız, mesela, Kayseri gibi bir şeh-
re dönüşür. Hatta Kayseri’nin de gerisinde ka-
labilir. Çünkü Kayseri’deki Mevlânâ’nın ruha-
niyetinin izlerini daha etkin bir şekilde görmek
mümkündür: Bu şehirdeki dört üniversitenin
üçünü Kayserili kurdu, ilk devlet üniversitesinin
fizikî kapasitesinin yüzde 75’ini de yine aynı şeh-
rin hayırseverleri sağladı. İlköğretim ve lise bi-
nalarının yüzde 90’ını yine bu hayır elleri inşa ve
ihya etti. Konya’da Mevlânâ’ya rağmen, böyle bir
etkinlikten söz etmek güçtür. Manevî mirası açı-
sından bakarsanız Konya’nın Mevlânâ ile öne çı-
kışı, bu tür hayır kurumlarından daha etkindir.
Hayır kurumları şehrin talebine cevap verir ve
yerel değer olarak kalır, Mevlânâ ise, toplumun
manevî talebine cevap veriyor ve millîleşmenin
ötesinde evrenselleşiyor. Konya’nın şansı işte bu-
dur!
Sahiplenme Duygusu
Konya’yı ve yukarıda sözünü ettiğimiz birçok
şehrimizi böylesi manevî bir imtiyazla koruyup
kurtarırken, o şehirler bu insanlarla yücelirken,
şehirli giderek bir vefa erozyonuna uğruyor ol-
malı ki, bugün böyle bir sahiplenme duygusun-
dan uzaklaşmaya başladık. Şehirleri ihya eden,
zenginleştiren, geliştiren, büyüten insanlarla, şe-
hirleri yağmalayan, parçalayan, dağıtan, tüketen
insanlar arasında seçimini sağlıklı yapamayan
şehirli, sürüklendiği bu korkunç badireden na-
sıl kurtulacaktır? Aslında, şehirlerin gelecek için
ciddi problemleri bunlar olmalıdır. Çünkü bu ve-
fasızlık yüzünden şehirler, imtiyazlı olmaktan sı-
radan olmaya doğru bir çöküşün hezimetiyle yüz
yüze kalma tehdidine doğru çekilmektedir… Çok
katlı binalarla, belki de geniş yeşil alanlarıyla bo-
yanmış, süslenmiş, aydınlatılmış şehirler yapar-
sınız ama ruhu öldürülmüşse, bu şehirler kadav-
radan başka neye benzetilebilir ki?
“Bugün yurt dışından sadece Mevlânâ için Konya’ya gelen çok sayıda Batılı aydın
vardır. Bunlar, Mevlânâ’sız Konya’nın düşünülemeyeceğini söylerler. Bu ifade, Konya’nın
sosyal kimliğini ve manevî hamurunu şekillendiren bir önemli dikkat noktasıdır.”
Kandİlİ
Şehir ve İnsan Muhsin İlyas SUBAŞI
23Aralık 201122
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
Hâfız”, görüp-gözeten, unutmayı
ortadan kaldıran, hiçbir şeyi un-
utmayan, bir şeyi telef ve kaybol-
maktan koruyan, her şeyi ilminde tutan, bir şeye
müvekkel olan (yerine getirmeyi üzerine alan)
kimseye denir.1
Allah’ın koruduğu, hiçbir zaman kaybolmaz.
Yüce Allah’ın en güzel isimlerinden birisi olan
el-Hâfiz, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan,
kullarının bütün yaptıklarını saklayan, kudreti-
yle yeri ve göğü belirlenmiş süreye kadar yok ol-
maktan muhâfaza eden mânâlarını taşır. O’nun
kâinatı dengede tutması da bir koruma biçimi-
dir. Nitekim şu âyetlerde bu hususa işaret edil-
ir: “Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yok olup git-
mesinler diye (kurduğu düzende) tutuyor.”2
“Gökleri ve yeri koruyup gözetmek ona güç gel-
mez. O, yücedir, büyüktür.”3
Yüce Allah kullarına ait; hayır ve şer, gizli ve
açık, büyük ve küçük bütün fiilleri saklar. Her şey
ilâhî yazılımda kayıtlıdır. O’ndan hiçbir şey kay-
bolmaz. Herkesin yaptığı korunur, kaydedilir.
Kıyamet günü, herkese yaptığının karşılığı tam
olarak verilir, ödenir.4 O gün, bütün depolanan
bilgiler açılır. Herkes günah ve sevap, iyi ve kötü
ne yaptıysa hepsini karşısında bulur:
“Kitap ortaya konur. Suçluları, kitabın
içindekilerden korkuya kapılmış görürsün. ‘Ey-
vah bize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük, büyük
hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!’
derler. Onlar bütün yaptıklarını karşılarında
bulurlar. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.”5
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse
onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre
ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını
görecektir.”6 İnsan bütün bu uyarılardan ibret
almalı ve intibaha gelmelidir. Beklenen o gün gel-
meden hazırlığını yapmalı ve hayatını Allah’ın
çizdiği istikamette yaşamalıdır.
Yüce Allah’ın Koruması İki Türlüdür
1. Umumi koruma: Bütün yaratılmışlar üzer-
inde hıfz ve ilim sahibi olan Allah’ın koruması
geneldir. Onların yapısını, gidecekleri istikame-
ti ve kendileri için yararlı olan şeylerin tümünü
korur. “Şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup göze-
tendir.”7 Varlığın hayatını idame ettirmesi için
gerekli bütün materyalleri yaratır. Bu bağlamda
Allah (c.c), her varlığın hayatını sürdürmesinde
muhtaç olduğu hava, su, ateş ve toprağı müşterek
menfaat için yaratarak korumuştur.
2. Özel Koruma: Allah, kendisine hakkıyla ita-
at ve kulluk eden veli ve sâlih kullarını muhâfaza
eder. Onların dünya menfaatlerini koruduğu gibi,
bedenini, ehlini, çocuklarını ve malını da korur.
Bunu farklı şekilleri sebep kılarak gerçekleştirir.
Bilindiği gibi Yüce Allah’ın herhangi bir
Müslüman’ı, darda kaldığı ve sıkıntıya düştüğü
zaman harikulade bir şekilde korumasına meûnet
denir. Ayrıca, insanın yaptığı amelleri kayıtlara
geçiren hafaza melekleri vardır. Bunlara “Kirâ-
men kâtibîn/Şerefli yazıcılar” da denir. Kur’an’da
bunlardan bahsedilir: “Oysa yaptıklarınızı bilen,
değerli yazıcılar sizi gözetlemektedirler.”8
Öte yandan, insanın yapıp-ettiklerini koru-
ma altına alan meleklerden ayrı olarak, bizzat
mü’minleri koruma işini üslenen koruyucu ‘hafa-
za’ melekleri de vardır. Bu melekler, sürekli insa-
na iyiliği telkin ederler, onu gelebilecek her tür-
lü helâk ve kötü tuzaklardan korumak için büyük
çaba sarf ederler. Kur’an’da bu özel görevli me-
leklerden şöyle söz edilir:
“İnsanı önünden ve ardından takip eden me-
lekler vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar.”9
“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sa-
hibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönder-
ir.”10
Her şeyİ İlmİnde tutan, koruyan ve muhâfaza eden:
El-HÂFIZ“Bilindiği gibi Yüce Allah’ın herhangi bir Müslüman’ı, darda kaldığı ve sıkıntıya
düştüğü zaman harikulade bir şekilde korumasına meûnet denir. Ayrıca,
insanın yaptığı amelleri kayıtlara geçiren hafaza melekleri vardır.”
“
ADAM GİBİ ADAM OL Yaptığın her işini, yap O Allah adına Sakın ola meyletme, içki, kumar, kadına Darda kalan her kimse, koş onun imdâdına Kim denize düşmüşse, tutunacak ol bir dal.
Korumamız gerekli, aileyi ve evi Her şeyler allak bullak, ne set kaldı ne yivi Yaratan’a teşekkür, bu bir kulluk görevi İmanın gereği bu, beş vaktini durma kıl.
Nice beyler, paşalar, ecel şerbetin içti Dünyaya hükmederken, işte onlarda göçtü Yarın yarın diyerek, nice yarınlar geçti Bu gün dünün yarını, kıymetini iyi bil.
O yaralı sîneni, gece gündüz dağla da N’olur güzel gözlerin, haramlara bağla da Yeri geldiği zaman, Allah için ağla da Gayrisine ağlama, iki cihanda da gül.
Gönül gönül değilse, Gönül seni neylesin Demek ki değişmedin, dünden beri böylesin Örnek alsın kendine, herkes gıpta eylesin Öyle güzel yaşa ki, “ADAM GİBİ ADAM OL”…
Hanifi KARA
25Aralık 201124
İnsanı korumakla görevlendirilmiş olan me-
lekler, sadece can, mal güvenliğini ilgilendiren
dünyevî konularda değil, aynı zamanda kişinin
din ve imanını inkâra götürebilecek mânevî ko-
nularda da aktif görev üslenirler. Özellikle, in-
san ve cin şeytanlarının telkin ve yönlendirmel-
erinden kaynaklanan; şek, şüphe, fitne, şehvet
gibi kötülüklerden korurlar. Nasıl ki, dışarıdan,
iştahımızı çeken ve arzu ettiğimiz bir şey görünse,
ihtiyarımız ve isteğimiz olmaksızın zorunlu olarak
biz onu arzu ederiz ve (içimizden uyanan doğal bir
meyil ile) ona doğru hareket ederiz. Tıpkı bunun
gibi, kendisinden kaçtığımız bir şey bize dışarıdan
ulaşsa, zorunlu olarak hoşnutsuzluk duyar ve on-
dan kaçarız. Bu böyle olduğuna göre, demek ki, ir-
ademiz dışarıdan belli şeylerle kayıtlı ve bağlıdır.
“Önünden ve ardından insanoğlunu takip eden-
ler vardır. Allah’ın emri ile onu muhâfaza eder-
ler” âyetinden anlaşıldığına göre, iç tesirlerle dış
âmiller (burada melekler) insan iradesini birlik-
te yönlendirirler.11 Eğer insan, iyiliği ilham eden
meleklerin bu yönlendirmesini hissedebilirse,
hayatında doğru kararlar verebilir. İşte İslam
itikadında ‘kader’ bu iç ve dış amillerin müşterek
terkibidir.
Zıtlıkların Ahengi
El-Hâfız ism-i celîli ile muttasıf bulunan Alla-
hu Teâlâ, zıtlıkların ahengini sağlayacak imkân-
lar yaratmıştır. Varlık düzleminde, birbirine ter-
kip ve öz yapılar itibariyle aykırı düşen bu hallerin
âhenk içinde bulunup birbirlerini yok etmemesi
için gereken sebepler de var kılınmıştır. Bu se-
bepler arasında ateş ve su, hastalık ve ilaç, zehir
ve panzehir gibi farklılıklar bazen tabiatta, bazen
de insanın bedeninde birlikte bulunurlar. Âlemde
her bir varlığa kendisini muhâfaza edecek enstrü-
manlar birlikte verilmiştir. Bakmasını ve görme-
sini bilenler için Allah’ın el-Hâfız isminin tecellî-
si her yerdedir. Kaldı ki, Allah’ın el-Hâfız isminin
tecellîgâhı sadece insan değildir; bitkilerden hay-
vanlara varıncaya kadar bütün yaratıklardır.
Meselâ, Allah bir bitkinin ya da meyvenin özünü
korumak için dış kabuğu, tazeliğini korumak için
rutûbeti yaratmıştır. Sadece kabukla korunması
mümkün olamayan meyveler için silah olarak
dikenlerini yaratmıştır. Düşmanlarına karşı
yılanın kendisini koruması için zehrini, aslanın
kendisini koruması için pençesini yaratması gibi...
Allah’ın yarattığı bütün varlıkların bir koruyucu
sebebi vardır. Öyle ki, gökten rahmet olsun diye
yere düşen bir yağmur damlasının bile bir ko-
ruyucusu vardır. Bu basîret ehline keşfedebildiği
bir olaydır.12
Özetle, Yüce Allah’ın el-Hâfız ism-i şerîfinden
hissesini alan her mü’min, Allah’ın bakışına ma-
hal olan kalbini, O’nu anmaktan alıkoyacak
her türlü kötülükten ve mânevî hastalıklardan
korur. İnsan, el-Hâfız ismiyle rabbini tanıyabilir;
Allah’ın çizdiği hudutları çiğnemez, korur; hem
Allah’ın ve hem de mahlûkatın hak ve hukuku-
nu muhâfaza eder. Rabbinin emrettiklerini haya-
ta geçirir, yasaklarından da şiddetle kaçınır. Böy-
lece hem dinini, hem insanlığını, hem ırzını, hem
şerefini ve hem de haysiyetini korur.
Yüce Allah cümlemizi el-Hâfız ismi şerifiyle
muhâfaza etsin!...
1 El-Isfehânî, el-Müfredât, s. 178.2 35/Fâtır, 41.3 2/Bakara, 255.4 Bkz. 9/Tevbe, 95; 32/Secde, 17; 46/Ahkâf, 17.5 18/Kehf, 49.6 99/Zilzâl, 7-8.7 11/Hûd, 57.8 82/İnfitâr, 10-12.9 13/Ra’d, 11.10 6/En’âm, 61.11 İbn Rüşd, Menâhicü’l-Edille, (çev. S. Uludağ), İstanbul, 1985, s. 328–329.12 Gazalî, Kitâbu’l-Esnâ, s. 80-81.
* Prof. Dr.
Dipnot
27Aralık 201126
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
İnsan yeryüzündeki var-
lığı ile hem fizikî hem
de rûhî yapıya sahip bir
varlıktır.1 Ancak insanın yapı-
sındaki temel ve belirleyici un-
sur, fizikî yapısından ziyade
rûhî yönüdür.2 Zira insan ruhu
nefs, kalb ve akıl gibi güçlü ye-
teneklere sahiptir.3 Ruhun kav-
rama ve düşünme boyutu akıl;
bedeni yönetme hâli nefs; sez-
gisel aydınlanma boyutu da
kalp kavramıyla ifade edilir.
Lügatte, bir şeyi bir yönden
öteki yöne çevirmek anlamına
gelen kalb kelimesi, çeşitli kul-
lanım biçimleriyle Kur’ân’da
132 kez geçer.4 Türkçede gönül
anlamında kullanılan, bu keli-
me genelde iki mânâ taşır. Bi-
rincisi, bedendeki yeri ve işle-
vi belli olan, anotomi ilminin
alanına giren kalptir. İkinci-
si de gözle görül meyen, insa-
nın mânevî âleminin merkezini
oluşturan ve onun anlama kay-
nağı olan kalptir. Bu kalp, in-
sanın bütün âzâlarını, maddî-
mânevî varlığını sevk ve i dare
eden öz benliğidir. İnsanı, ilâhî
âyetleri ve diğer hakîkatle ri an-
lamaya muktedir kılan bu ye-
tenektir. Bundan dolayı gözün
bakışına “basar”, kalbin bakışı-
na da “basîret” denmiştir.
Hakîkati Yakalayan Eriş ve Seziş Kudreti
Kur’ân’da kalb, insanın öz
benliği, hakîkati yakalayan eriş
ve seziş kudreti olarak tanım-
lanır.5 O, kavrayıcı ve geliştiri-
ci bir şuur, varlık ve oluşun dü-
ğümlendiği bir sırdır. Kur’ân,
bu kud reti yitirenlerin hakîkati
anlayamayacaklarını, gerçeği
görmeyi engelleyen körlüğün,
gözlerin körlüğü değil, kalple-
rin körlüğü olduğunu dile geti-
rir.6
İnsanın kavrama yeteneği
diyebileceğimiz kalbin görevini
tam olarak yapabilmesi, onun
her bakımdan sağlıklı olması-
na bağlıdır. Hasta kalb gerçek
görevini tam ve doğru olarak
yapa maz. Kur’ân’ın belirtti-
ğine göre kalbe musallat olan
en önemli hastalıklar; nifak ve
riyakârlık7; rics, yani iğrençlik,
pislik, sefihlik ve şeytan fitne-
sine yataklık8; zeyğ, yani denge
noktasından sapmak9; inkâr ve
kibir10 gibi durumlardır.
Kur’ân, insanın ilâhî huzu-
ra selîm bir kalple gelmesini is-
ter.11 Kalbe bu vasfı kazandıran
temel değer, kişinin doğru ima-
nıdır. Kalb-i selîm; inkâr, şirk
ve isyandan uzak kalan, evlât ve
mal fitnesinden arınan, imânî
ve ahlâkî noksanlarını gide-
ren, kendisinde hiçbir kötülük
bulunmayan kalp demektir.12
Selîm kalbe geçişin basama-
ğını ise münîb kalb oluşturur.
Münîb kalb; Allah’a yönelen,
O’nu her zaman hatırda tutan
ve her durumda Allah’a saygı
duyan kalbdir.13 Kur’ân’ın gaye-
si, insana selîm bir kalp kazan-
dırmaktır. Çünkü böyle bir kal-
bin olmadığı benlikte, İslâm,
sadece sözde kalan kuru bir id-
dia olur. İşte bunun için Al-
lah (c.c.) Kur’ân’ın gafletle de-
ğil dikkatle ve açık bir zihinle
okunması ve kalbin Kur’ân’la
diri tutulması gerektiğine dik-
katimizi çekmektedir.14
Korkmayan Gönülden Duyarlı
Kalbe
Kasvetli kalbden selim kal-
be, korkmayan gönülden duyar-
lı kalbe, ölü kalblerden diri gö-
nüllere, gaflet içerisinde ömür
tüketen kalblerden zikirle diri-
liş sağlayan kalblere dikkatimi-
zi çeken Mevlânâ, Mesnevî’nin
ilk hikâyesinde gönül sarayı-
nı yabancılardan ve her tür-
lü havâtırdan temizlemeye da-
“Kalb temizliğinin en önemli göstergesi kalbi kırık olmaktır.
Kalbi kırık olanlar haddini bilenler, kendi gerçekliğini görenler,
tevâzu ve alçakgönüllü şahsiyetlerdir. Allah’ın fazlı ve lutfu
kalbi kırık kişilere inzâl olacaktır.”MEVLÂNÂ’NIN
SARAYINI İNŞÂYA DAVETİ
GÖNÜL
Sule
jman
MU
RATO
VİÇ
Aralık 201128 29
vet eder.15 Kalb hastalıklarını
dikene benzeten Mevlânâ, aya-
ğa batan dikeni çıkarmadan ra-
hat edilemeyeceği gibi gönülde-
ki dikeni çıkarmadan, yani kalbi
hastalıklardan korumadan da
huzur bulunamayacağını dile
getirir.16
Mesnevî’nin takip eden be-
yitlerinde insan kalbini ambara,
sıdk ve ihlâsı buğdaya ve şeyta-
nı da fareye benzeten Mevlânâ,
şeytanın tesir halkasından kur-
tuldukça gönül ambarında iba-
det hazinesinin barınabileceğini
söyler. Gönül ambarının deliği
vesvesedir. Delikler kapanma-
dan buğdayın birikmesi düşü-
nülemez.
Sâlih amellerden müteşek-
kil maneviyat buğdayını gönül
ambarında biriktirmeye davet
eden Mevlânâ, bir başka benzet-
meyle insan vücudunu ve sâlih
amelleri çakmak taşına, gön-
lü fitile, sâlih amellerden hâsıl
olan nûrâniyeti kıvılcıma ben-
zetmektedir. İnsanın gönül fitili
ne zaman sâlih amel kıvılcımla-
rını husule getirirse karanlıklar
giderilecek ve aydınlık hâsıl ola-
caktır.17
Kalb temizliğinin en önemli
göstergesi kalbi kırık olmaktır.
Kalbi kırık olanlar haddini bi-
lenler, kendi gerçekliğini gören-
ler, tevâzu ve alçakgönüllü şah-
siyetlerdir. Allah’ın fazlı ve lutfu
kalbi kırık kişilere inzâl olacak-
tır. Akıl sahibine Allah’a giden
doğru yolu gösterir ama Allah
katına yükseliş ancak kırık gö-
nülle sağlanır.18 Kırık gönüller
hak ve hakîkate ermenin yolunu
aşk olarak görürler. Aşka girif-
tar olan gönüller her türlü kay-
gıdan azade olurlar, Hak ile ün-
siyet kesbederler. Muhabbet ve
aşktan yanmış bir âşık hakkında
konuşulurken “kalbi tutuşmuş”
denir.19
Basar, basîret ve firâset bo-
yutuyla idrak derinliğinden bah-
seden Mevlânâ bizleri baş gö-
zünün ötesinde gönül gözünü
görür kılmaya davet etmektedir.
İnsan gözünün sağlıklı oluşu ve
göz nurunun yerinde olması sa-
yesinde görme melekesini ger-
çekleştirir. Gördüklerimizin bir
anlama dönüşmesi ise nûr-ı dil,
yani gönül nuru sayesinde olur.
Gördüklerimizin bir anlam ka-
zanması, insandaki zihinsel nur-
la gerçekleşir. Nûr-ı dil, bir şeyi
anlamlı kılma ve düşünme yete-
neğidir. Buna göre göz nurunun
nuru, nûr-ı dildir.20
Selim Bir Kalb İle
Gönül, tasavvufî hayatın
merkezini teşkil eden mefhum-
lardandır. Bütün içsel faali-
yetler gönülde meydana gelir.
Kur’ân-ı Kerim’e göre, Kıyamet
günü Allah’ın huzuruna, “Selim
bir kalb ile gelenler, müstesnâ
bir yere sahip’tirler.”21 Yine
Kur’ân’da, Hz. Musa, “Rabbim
göğsümü aç!”22 diye dua etti-
ği halde; Hz. Peygamber (s.a.v)
“Senin göğsünü açmadık mı?”23
hitabına mazhar olmuştur.
Yûnus Emre’nin ilâhîlerinde be-
lirttiği üzere gönül, Allah ile bili-
şir ve buluşur. Bu cihetle gönül,
Kâbe’dir.
Gönül inciten, kalb kıran ger-
çekte Allah’ı incitmiştir. Gönül
yıkanın namazı da yoktur. Kılsa
bile kabul edilmez. Gönül yap-
mak, hacca git mekle beraberdir.
Hatta hacdan da üstündür.
Yûnus Emre dir hoca gerekse
var bin hacca
Hepisinden iyice bir gönüle
girmekdür.24
Mukaddes, harem ve müba-
rek olan Kâbe, zâhiren beytul-
lah, bâtinen gönül anlamında
bir mefhum olmaktadır.
Beytullah, İbrahim Peygam-
ber tarafından yapıldığı hal-
de, gönül, Cenâb-ı Hakk’ın
nazargâhı ve seyrangâhıdır.
Yere ve göklere sığmayan Allah,
mü’min kulun kalbine sığmıştır.
Beyitlerde Kâbe kavramı, zatî
tecellî mahalli olmaktadır.
Gönül mi yığ Ka’be mi yig eyit
bana ‘aklı iren
Gönül yigdür zîrâ ki Hak gö-
nülde tutar turagı.25
Yunus bir başka şiirinde,
mücerret ge nişliği ve madde
ötesi âlemleri de kaplaması se-
bebiyle gönlü “Arş”a ben zetir.
Rahman’ın istîlâ ettiği geniş
‘Arş’tan kasıt da, kâmil insanın
gönlüdür:
Cân gözi anı gördi dil andan
haber virdi
Cân içinde oturmış gönlümi
‘Arş eyledi. 26
Gönül, on iki hücreli yedi
dervaze/pencereli, iki dilberli
bir sa raydır. İçinde şah oturur.
Fakat gönül paslı olursa, için-
deki sultan gö rülmez. Gönlün
saraya benzetilmesi, sevilenin
saraya lâyık olmasındandır. Gö-
nül, Çalab’ın tahtıdır. Sultan bu-
rada otu rup Kaf’tan Kaf’a hük-
meder. Gönlün saraya ve tahta
benzetilmesi, se vilenin padişah
olarak düşünülmesindendir:
Gönül Çalab’un tahtı gönüle
Çalap bahtı
İki cihan bed-bahtı kim gönül
yıkarısa
Gönül oturur tahta hükmider
Kaftan Kafa
Nefis durmış ırakda meyli ‘iş-
ret içinde.27
“Su ile gönül yunmaz” diyen
Yûnus, gönül temizliğinin “vah-
det yolundan yürümekle” müm-
kün olacağını belirtir. Şaire göre
gönül, “iç ben”den başka bir şey
değildir. İç ben, hakikî mâbûda
ula şınca, eşyanın sırlan açılır. 28
Bâyezîd-i Bistâmî Allah’a ka-
vuşturacak ameli; Hak dostla-
rına hürmet ve muhabbet bes-
lemek, onların kalbine girmeye
ve gönüllerini elde etmeye ça-
lışmak olarak nitelemektedir.29
Konu ile ilgili olarak ariflerden
biri şu mısraı dile getirmiştir:
Cennet Hakk’ın bahçesidir, ârif
onun bağbânı,
Bağbânla bilişi gör, tâ giresin
bağçesine.
Allah’ın bahçesi olan cenne-
te girmek için oranın bahçıvanı
olan âriflerle bilişmek ve onlara
muhabbet beslemek gerekmek-
tedir.30
Özetle gönül kirden ve süs-
ten temizlenirse, Hak güneşinin
nuru orada parıldar.31 Duyarlı
mü’mine düşen gönül aynasının
pasını temizlemek ve gönül ay-
nasını cilalamaktır.32 Her şeyin
bir cilası vardır. Kalblerin cilası
ise zikrullahtır.33
1 15/Hicr, 26, 28, 332 32/Secde, 93 El-İsfehanî, Mufredât, s. 681; İbn Manzur, Lisânu’l-
Arab, c. I, s. 685.4 Abdülbâkî, el-Mu’cemu’l-Mufehres, s. 549-551.5 50/Kâf, 33, 376 22/Hacc, 467 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 32; 8/Enfâl, 49; 24/Nûr, 50;
33/Ahzâb, 12, 328 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 539 3/Âl-i İmrân, 7; 61/Saff, 510 23/Mü’minûn, 3511 26/Şu’arâ, 89; 37/Saffât, 8412 İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. V, s .191;
Zemahşerî, el-Keşşâf, c. III, s.118.13 50/Kâff, 3314 Kur’an’ın kalbe yüklediği anlam konusunda detay-
lı bilgi için bkz. Yıldız, Kur’ân Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, s.75-78.
15 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 150.16 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 158.17 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 385-386.18 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 530-533.19 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 534.20 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, b. 1126.21 26/Şuarâ, 8922 20/Tâhâ, 5523 94/İn şirâh, 124 Yunus Emre, Dîvân, c. I, s. 320.25 Yunus Emre, Dîvân, c. I, s. 323-324.26 Yunus Emre, Dîvân, c. I, s. 324.27 Yunus Emre, Dîvân, c. I, s. 328.28 Yunus Emre, Dîvân, c. I, s. 323.29 Ankaravî, Şerhu’l-Mesnevî, c. I, s. 51130 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1265-
1266.31 Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf Nahifî Tercümesi, s. 69.32 Mevlânâ, Şerh-i Mesnevî, c. I, s. 89. 33 Mevlânâ, Şerh-i Mesnevî, c. I, s. 89.
*Prof. Dr.
Dipnot
“Kalb temizliğinin en önemli
göstergesi kalbi kırık olmaktır.
Kalbi kırık olanlar haddini
bilenler, kendi gerçekliğini
görenler, tevâzu ve alçakgönüllü
şahsiyetlerdir. Allah’ın fazlı ve
lutfu kalbi kırık kişilere inzâl
olacaktır. Akıl sahibine Allah’a
giden doğru yolu gösterir ama
Allah katına yükseliş ancak kırık
gönülle sağlanır.”
31Aralık 201130
Kâbe’nin etrafını kuşatan boş alan
Mescid-i Harâm olarak adlandırıl-
mıştır. İslâm’ın ilk mescitlerinden
kabul edilen bu boş mekân Cahiliye döneminde
de insanlar tarafından ibadet (tavaf) maksatlı kul-
lanılmaktaydı. Mescid-i Harâm’ın çevresi öncele-
ri her taraftan evler ile sarılı vaziyetteydi. İbadet
için gelenler mescidi kuşatan evlerin arasında bu-
lunan kapılardan girebiliyorlardı. Hz. Ömer’in hi-
lafeti esnasında (17/638) mescidin kapasitesinin
sürekli artan cemaat için yeterli olmamasından
dolayı mescidin civarında yer alan evler, istimlâk
edilmek suretiyle yıktırılıp bu kısımlar mescide
dâhil edildi ve Mescit genişletildikten sonra etra-
fına kısa bir duvar örüldü ve bu duvarların üzeri-
ne aydınlatmak maksadıyla çırağlar yerleştirildi.
Yapılan bu genişletme Hz. Osman’ın hilafeti-
ne kadar yeterli oldu, fakat devamlı artan cemaa-
te karşı bu genişletme de kâfi gelmedi. Bu defa da
Hz. Osman civar evleri istimlâk ettirdi ve bunla-
rı yıktırarak, Mescid-i Harâm’ı daha da genişletti.
Abdullah b. Zübeyr, Kâbe’yi yeniden inşa ederken
Mescid-i Harâm’ı da genişletti. Bu arada mescide
tavan yapıldığı belirtilmekle birlikte mescidin ta-
mamına mı yoksa bir kısmına mı yapıldığı bilin-
memektedir. Müteakiben Abdülmelik b. Mervân
döneminde mescit genişletilmeyip, sadece tamir
ettirildi ve mescidin duvarları yükseltildi. İlk defa
yerleştirilen mermer sütunların çektiği tavan ise
sac ağacından yaptırıldı.
Abdülmelik b. Mervân’ın bu tamiratı sonrasın-
da mescit, kısa bir süre içerisinde tahrip oldu. Bu-
nun üzerine halefi Velid b. Abdülmelik yeniden
bir restorasyonda bulundu ve bu çalışmada mes-
cide mermer sütunlar üzerine tek kemer yaptırıp
Hİcâz Notları IX:
Mescİd-İ HarâM
bunların üstüne sâc ağacından tezyinatlı bir tavan
inşa ettirdi. Sütun başlıklarını altın levhalar ile
kaplattı, mescidin zeminine mermer döşetti, ke-
merleri ise mozaikler ile süsletti. Böylece Mescid-i
Harâm’ın tamirlerinde ilk mozaik kullanan Velid
b. Abdülmelik oldu.
Mescid-i Haram’ın Genişletilmesi
Süleyman b. Abdülmelik (96-99/715-717), ha-
lifeliğinde Mekke valisi Halid b. Abdullah el-
Kasrî’ye, Mescid-i Harâm’a tatlı su getirilmesini
emretti. Bunun üzerine Halid, kendi adıyla anı-
lan bir havuz yaptırdı. Kurşundan borular ile bu
havuzdaki suyu Mescid-i Harâm’a getirtti ve mer-
mer bir fıskiyeden de bu suyu fışkırttı. Hz. Ömer
ile başlanılıp Velid b Abdülmelik’le birlikte devam
edilen Mescid-i Haram’ın genişletilmesi faaliyeti-
ne 139/756-757 yılında Abbasî halifesi Mansûr da
katıldı. Mansûr, mescidin ihtiyacı karşılamama-
sı üzerine valisi Ziyâd b. Ubeydullah el-Harsî’den
mescidin genişletilmesini emretti. Mescidin ku-
zey tarafındaki evler istimlâk edilerek bu taraf-
tan genişletildi. Buraya bir revak ile bir minare
inşa edildi. Bu genişletme faaliyetinde Mescid-i
Haram’ın zemini mermerle kaplandı ve ilk defa
bir minber konuldu (140/757). Halife Mehdî-
Billâh, ziyaretinde Kâbe’nin Mescid-i Harâm’ın
ortasında kalmadığını fark etti ve Kâbe’yi merke-
ze alacak bir genişletmede daha bulundu. Bu ça-
lışma 167’de (783-84) başladı, halifenin ölümüy-
le birlikte halife olan Mûsâ döneminde bitirildi
(170/786-87). Bu genişletme esnasında Harem-i
Şerif’e yüksekliği 4, 8 m. ve çevresi 1.44 m. olan
484 sütun yerleştirildi. Bu sütunların üzeri ah-
şap bir tavanla kapatıldı. Halife Mutazıd-Billâh
zamanında yapılan çalışmada, Emevî ve Abbâsî
halifelerinin ikametine ayrılan ve Velid zamanın-
da yapılan genişletmede mescid alanının içerisin-
de kalan Dâru’n-Nedve, sütunlar eklenerek mes-
cide dâhil edildi (284/897). Muktedir-Billâh’ın
306’da (918-19) Bâb-ı İbrahim’i, Harem’e dâhil
ettirdi. 802/1400 yılında Mescid-i Harâm’a yakın
bir yerde çıkan yangın ve ardından gelen sel fe-
laketi, kuzey ve batı taraflarında yer alan sütun-
lara büyük zarar vermişti. Memlüklü Sultanı el-
Melikü’n-Nâsır Ferec zamanında yanan bu kısım
bütünüyle yenilendi. Mekke’yi basan sellerin ön-
lenebilmesi için Hz. Ömer zamanından itibaren
bir kısım tedbirlerin alındığını daha önceki bir ya-
zımızda belirtmiştik. Kânuni Sultan Süleyman
devrinde Mescid-i Harâm’ın kapılarının eşikle-
ri taş basamaklarla yükseltildi, yapılan tamirlerle
direk ve revaklar büyük ölçüde yenilendi. Metâf’ın
(tavaf edilen mekânın) taş döşemeleri değiştirildi.
Mescid-i Harâm mimari açıdan kesin şeklini
II. Selim ve III. Murad zamanındaki mimari faa-
liyetlerle aldı. Klasik dönem Osmanlı mimari üs-
lubuna göre düzenlenen Harem-i şerîf’in açık bir
alan olması özelliği muhafaza edilirken, eski düz
ahşap tavan, yerini çok sayıda kubbeye bıraktı.
Kânunî döneminde başlayan metâf ve ana kapı-
ların bulunduğu yerlerin mermerle döşenmesi ça-
lışması III. Murad devrinde (1574-1595) tamam-
landı.
Asla
n TE
KTAŞ
GeziFatih ERKOÇOĞLU*
*Dr.
GÜLÜN RENKLERİ
Gül renkleri birbirine karışmış Beyaz, sarı, pembe, alı barışmış Güzellikte birbiriyle yarışmış Güzel gül, gülşende coşar da coşar
Bahçemde açılan rengârenk gülsün Güle bakan gözler ebedî gülsün
Beyaz güller hep nurlarla bezeli Güzele meftûndur ruh tâ ezelî Gözler beyaz gül üstünde gezeli Hayran olur ona şaşar da şaşar
Gönüller açtıran bir beyaz gülsün Güle bakan gözler ebedî gülsün
Pembe gül umut verir insana Hem de dem vuruyor sevgiden yana Aşk kitabı okur nasibli cana Sevdâ ateşiyle pişer de pişer
Gözler ışıldatan bir pembe gülsün Güle bakan gözler ebedî gülsün
Sarı gülüm neden sararmış ola Aşka düşenlerin hep benzi sola Acep ne haldir ki saçların yola İçinden dertleri taşar da taşar
Âşığa işaret bir sarı gülsün Güle bakan gözler ebedî gülsün
Kırmızı gül bir kan deryası olmuş Her bir yanın kızıl alevler almış Halden anlayanın bağrını delmiş Hal ehline derdin deşer de deşer
Sinemi yandıran kırmızı gülsün Güle bakan gözler ebedî gülsün
Bülbül gülden ayrı gurbet eldedir Beyaz, pembe, sarı gül ne haldedir? Onun gönlü hep kırmızı güldedir Aşka düşen dağlar aşar da aşar
Bülbülü inleten bir nazlı gülsün Güle bakan gözlere ebedî gülsün
Mustafa AKGÜN
33Aralık 201132
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
AMRE BİNT REVÂHA
Adı : Amre
Künyesi : Ümmü’n-Nu›mân
Doğum yılı : Tespit edilemedi
Doğum yeri : Medine
Baba adı : Revâha b. Sa’lebe b. İmriu’l-
Kays el-Hazrecî
Anne adı : Kebşe bint Vâkıd
Eş(ler)i : Beşîr b. Sa’d el-Hazrecî
Akrabaları : Abdullah b. Revâha’nın kız
kardeşi
Oğulları : Nu’mân
Kızları : Übeyye veya Ümeyme
Kabilesi : Hazrec Kabilesi’nin Benî Hâris
kolundan
İslâm’a girişi : Hicretten evvel
Sohbet süresi : On yıldan fazla
Rivayeti : 1 hadis
Yaşadığı yer : Medine
Mesleği : Ev hanımı
Hicreti : Yok
Savaşları : Tespit edilemedi
Görevleri : Hz. Peygamber (s.a.v)’e biat
eden Medineli kadınlar arasındaydı.
Fizikî yapı : Uzun boylu, hakkında şiirler
yazılan güzel bir kadındı.
Mizacı : Şairdi, şiarene bir yönü olup
Bedir Savaşı hakkında şiirleri vardı.
Ayrıcalığı : Hz. Peygamber (s.a.v)’in
Medine’ye hicretinden sonra Hazrec’den ilk ço-
cuk (Numan’ı) doğuran hanımdı.
Ömrü : Orta yaşlarda olmalı
Ölüm yılı : Tespit edilemedi
Ölüm yeri : Medine
Ölüm sebebi : Yaşlılık ya da hastalık
Hakkında : Oğlu Numan’ı doğurduğunda
onu doğru Hz. Peygamber (s.a.v)’e götürür. Efen-
dimiz ağzına bir hurma alır ve iyice çiğnedikten
sonra Numan’ın ağzına koyar. Amre: “Ya Rasu-
lallah! Onun mal ve evladının çok olması için dua
edin?” der. Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.v):
“Onun dayısı (Abdullah b. Revaha) gibi övülmüş
halde yaşamasını, şehit olmasını ve cennete gir-
mesini istemez misin?” buyurur.
Kocasından, oğlu Nu›mân›a bir köle bağışlama-
sını ve Allah Rasulü’nü de buna şahit gösterme-
sini ister. Beşîr, Hz. Peygamber (s.a.v)›e varın-
ca ona diğer çocuklarına da aynı bağışta bulunup
bulunmadığını sorar. Beşîr, diğer çocuklarına
bir şey bağışlamadığını söyleyince Hz. Peygam-
ber (s.a.v) ona “Allah’tan korkun ve çocuklarınız
arasında da adaletli olun!” buyurarak bu bağışı
doğru bulmaz.
Hadisleri : “(Ergenlik çağına gelip de ar-
tık) elbise giyen kızların Bayram namazlarının
kılındığı musallaya katılmaları gereklidir.”
Kaynaklar: İstîâb, I. 471, 610; İsâbe, I. 1469; Üsd,
I. 1365, 1388, 1469; DİA, III. 96; Müsned, VI. 358;
İbn Sa’d, Tabakât, III. 531; VI. 53, 362.
*Prof. Dr.
35Aralık 201134
EdebiyatMusa TEKTAŞ
Mevlânâ Celâleddin Rûmî; 30 Ey-
lül 1207 yılında bugün Afganis-
tan sınırları içerisinde yer alan
sevgi ikliminde, Horasan Ülkesi’nin Belh şehrin-
de doğdu. Mevlânâ’nın babası Belh Şehrinin ile-
ri gelenlerinden “SuItân’ül-Ulemâ/Bilginlerin
Sultânı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatîbî oğlu
Bahâeddin Veled’tir. Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin
Veled, Moğol istîlâsı nedeniyle 1212 veya 1213
yılında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte
Belh’den ayrıldı. Sevgi izinde yürüyerek, birçok
şehri ziyaret edip hac farîzasını yerine getirdi.
Sevgililerin sevgilisi Hz. Peygamber (s.a.v)’i ziya-
ret ettikten sonra Anadolu’ya döndü, Karaman’a
yerleşti. Alâeddin Keykubâd, Sultânû’l-Ulemâ
Bahâeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya da-
vet etti. Bahâeddin Veled, sultanın davetini ka-
bul etti ve 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları
ile Konya’ya geldiler. Sultânü’l-Ulemâ ölünce, ta-
lebeleri ve müridleri bu defa Mevlânâ’nın çevre-
sinde toplandılar. Mevlânâ 15 Kasım 1244 yılında
sevgi membaından beslendiği Şems-i Tebrizî ile
karşılaştı. Hayatını “Hamdım, piştim, yandım”
sözleri ile özetleyen Mevlânâ 17 Aralık 1273 Pa-
zar günü sevginin vuslatına erdi. Mevlânâ, “Ölü-
mümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” der.
O’nun yeri seven gönüllerdir.
Bu yazımızda Mevlânâ Hazretlerini ziyaretten
ve ziyaret esnasında gelişen olaylardan bahsede-
ceğiz.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s), 1978
yılında Konya’da bulunduğu bir sırada yanında-
ki arkadaşa, “Oğul şuradan Mevlânâ Hazretleri-
nin türbesini ziyaret edelim.” der. Türbeyi say-
gıyla ziyaret için kapıdan içeri girerken yanında
bulunan İbrahim Aydoğan’a, “Oğlum cebinde ka-
lem kâğıdın var mı?” diye sorar. O da hemen ce-
binden defterini çıkarıp uzatır. Hazret bir şeyler
yazar ve sonra onlara okur:
İhtirâm eyle varup türbet-i Mevlânâ’ya
Hâk-i pây ol da eriş Hazret-i Mevlânâ’ya
Şems’in etrâfını devr eyleyü pervâne gibi
Cân ile bende olup hidmet-i Mevlânâ’ya
Ta’zim ile dergâhına yüz koy da Hulûsî
Mazhar ol merhamet-i şefkat-i Mevlânâ’ya
ve devamla, “İbrahim Bey oğlum, bu sözü
İstanbul’da bizim selamımızla Hattat Hâmid’e
(Aytaç) yazdır, levhayı şuraya astır, gelenler bu
sözü okusun ve ziyaretini bu âdâpla yapsınlar.”
buyurur. O arkadaş ‘Başüstüne Efendim!’ diyerek
alır. Yakın bir zamanda İstanbul’a gider, araştırır,
soruşturur Hattat Hâmid Aytaç’ı bulur. Sirkeci’de
bir handa yazıhanesi vardır. Çok sayıda levhanın
arasında biraz da bakıma muhtaç bir vaziyette ol-
duğu halde iken kendisiyle görüşür.
Bir Levhanın Öyküsü
Devamını İbrahim Aydoğan’dan dinleyelim:
“Selam verdim, içeri girdim, bir levhaya hat
çekiyordu, başını kaldırmadan “Buyurun.” dedi.
“Darendeli Hulûsi Efendi (k.s)’nin selamını getir-
dim.” deyince ayağa kalktı ve elimi tutarak, “Ve
aleyküm selam.” dedi. Hulûsi Efendi (k.s)’yi, sağ-
lığını ve yaptığı çalışmaları sordu. Elimdeki yazıyı
ona vererek, bir levha halinde yazılmasını istedi-
ğini kendisine ilettim. “Sağ olsun, bizi unutma-
mış, emir telakkî ederiz, yalnız biraz sürer, hemen
istemeyin.” dedi, “Olsun.” dedim ve geçmiş gün
MEVLÂNÂ’YI
ZİYARET “Oğlum, bu sözü İstanbul’da bizim
selamımızla Hattat Hâmid’e (Aytaç)
yazdır, levhayı şuraya astır, gelenler
bu sözü okusun ve ziyaretini bu
âdâpla yapsınlar”
Sule
jman
MU
RATO
VİÇ
Aralık 201136 37
ne kadardı hatırlamıyorum ama iyi de bir para
vererek, levhanın yapılmasını beklemeye koyul-
dum. Aradan epey zaman geçti, İstanbul’a gitti-
ğimde uğradım “Daha yazamadım.” dedi. Sonra
bir duyduk ki, Hattat Hâmid Aytaç Hakk’ın rah-
metine kavuşmuş.
Hattat Hâmid’in vefatını duyunca da kendisini
ziyaretimde söylediği sözlerinin yerine gelmeme-
sinden duyduğum üzüntüyü Hulûsi Efendi Haz-
retlerine dile getirdim. O zaman buyurdular ki:
“Oğul Hattat Hâmid paraya sıkışmıştı, biz onun
yazamayacağını biliyorduk ama bu para onun işi-
ni gördü. Yazı vakti gelince yazılır yerine asılır.”
Aradan epey zaman geçti, bu söz benim zih-
nimde yer etti ve içimde bir ukde olarak kaldı.
2009 yılında, Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız
H. Hamîdettin Ateş Efendi’ye bu hatırayı nakle-
derek, levhayı yazdırmak istediğimi bildirdim. O
da Hulûsi Efendi Hazretlerinin sözünün yerine
gelmesini söyleyerek, “En iyi hattatlarla görüşüp
bunu yapalım, işaret edilen yere asalım.” diye bu-
yurdu. Araştırdık, Konya’da ünlü bir hattat oldu-
ğunu öğrendik ve giderek kendisine bu levhanın
yapılmasını istedim. Olayın hikâyesini anlatınca
aldığım cevapla şok oldum. Aynı zamanda Eczacı
olan Doç. Dr. Hüseyin Öksüz (Hüseyin Konevî),
“Ben Hattat Hâmid’in talebesiyim, hocamın ya-
pamadığı levhayı tamamlamak bize düşer, Hulûsi
Efendi gibi muhterem bir zatın sözlerini büyük
bir zevkle yazacağım.” dedi.
Bulduğumuz hattatın Hâmid Aytaç’ın talebe-
si olması evliyâullahın bir kerâmeti olduğunu dü-
şünmekten başka bir şey aklımıza gelmedi.
Aradan bir süre geçti, levhanın hazır oldu-
ğu söylendi, gittik aldık. Sıra, Banu Hidâyetoğlu
adlı müzehhibe tarafından altın varaklarla süs-
lemeleri yapılan levhayı yerine asmaya gelmişti.
Mevlânâ Müzesi Müdürü Yusuf Benli’den rande-
vu alarak ziyaretine gittik ve levhanın hikâyesini
kendileriyle paylaştık. “Bu söz yerini bulma-
lı, Hulûsi Efendi gibi önemli bir zâtın böylesine
muhteşem sözlerini buraya gelen herkes okuma-
lı.” dedi ve hemen yerini belirlemek üzere müze
kısmına geçtik. Efendi Hazretlerinin gösterdi-
ği yeri tarif edecektim ki şöyle bir baktı ve “Şura-
sı nasıl olur?” dedi. Gösterdiği yer, Hulûsi Efen-
di (k.s)’nin tarif ettiği yerdi, girişte sağda yer
alan kısma hemen levhayı monte ettirdi. Hulûsi
Efendi’nin sözü yerini bulmuş ve hoşgörünün
timsali olan Mevlânâ Hazretlerinin türbesini zi-
yaret âdâbını dile getiren sözlerin yerine asılması
yıllar sonra tahakkuk etmişti.”
Hulûsi Efendi Hazretlerinin Mevlânâ’yı ziya-
retiyle başladığımız yazımıza ziyaret menkıbele-
riyle devam edelim…
Sa’dî’nin Kitabına “Tuzsuz” Dedi
“Acâyibü’l-Buldân” adlı esere göre, Şeyh
Sa’dî-i Şîrâzî, Konya’ya Mevlânâ’yı ziyarete gider-
ken, yolda Mevlânâ üslûbunda bir gazel yazmayı
düşündü ve “Sermest eğer der âyî âlem behem ber
âyed” diye bir mısra söyledi, fakat arkasını getire-
medi. Konya’ya ulaştığı gün, doğruca Mevlânâ’nın
medresesine koştu, daha kapıdan girer girmez
Mevlânâ: “Hâk-i vücûd-ı mârâ gerd-ez adem ber
âyed” diyerek ikinci mısrayı söyledi. Beyti böyle-
ce tamamladı, bununla da kalmayarak bu beyit-
le başlayan uzun gazelini okudu, beytlerin anlam-
ları şöyleydi:
“Eğer sarhoş olarak içeri girersen, âlem birbi-
rine karışır.
Bizim vücudumuzun toprağı, yokluk tozundan
meydana gelir.”
Yine bir başka rivayete göre. Şîrâzlı Şeyh Sa’dî,
“Gülistan” adlı eserini yazdıktan sonra Konya’ya
geldi, Mevlânâ’yı ziyaret ederek, eserinin bir nüs-
hasını takdim etti. Ertesi günü Şeyh Sa’dî, eseri
hakkında Mevlânâ’nın fikrini sordu. Mevlânâ’da:
- Bî-nemek...
Yani, “tuzsuz” dedi. Sa’dî’nin yüzünde bir hü-
zün belirdi, “Nasıl olur?” der gibi yaşlı gözler-
le Mevlânâ’ya baktı. Mevlânâ sözüne bir kelime
daha ekledi:
- Helvâest…
Yani, “helvadır” dedi, tuzsuz ama helva gibi
tatlıdır, helvaya tuz atılmaz, demek istemişti.
Şîrâzlı Şeyh Sa’dî, bu sözlerden memnun oldu.
Mevlânâ’nın ellerini öptü.
Bir Derya, Bir Irmağın Peşinde
İbn Arabî 604/1207’de Kahire’den
İskenderiye’ye oradan da Mekke’ye gelip dostu
Ebu Şucâ’ ile buluştu. Ancak semadan aldığı işa-
retlere bakıp yol hazırlığına koyuldu. Çünkü İbn
Arabî’nin hizmet ettiği iyi hal sahibi bir şeyh ona,
“İnsanların en ulu olanının ona boyun eğeceği-
ni” haber vermişti. İbn Arabî 607/1210’da tah-
ta çıkan Birinci Keykâvus’u ziyaret etmek için
Konya’ya gelmek üzere yola çıktı. Daha evvel şöh-
reti Anadolu’da yayılmış olan İbn Arabî, Konya’da
Selçuklu Sultanı tarafından karşılandı. Saray-
da iyi bir kabul gördü. Sultan kendisine yüz bin
dirhem değerinde bir konak bağışladı. Allah rı-
zası için kendisinden sadaka isteyen birine İbn
Arabî, “Bu köşkten başka bir şeyim yok. Bunu al,
senin olsun.” dedi. İbn Arabî Konya’da huzur için-
de geçirdiği zaman zarfında Meşâhidu’l-Esrâr ve
Risâletul-Envâr isimli iki eser yazdı. Kendisinden
“Bu söz yerini
bulmalı, Hulûsi
Efendi gibi önemli
bir zâtın böylesine
muhteşem
sözlerini buraya
gelen herkes
okumalı.”
Aralık 201138 39
faydalanmak isteyen sûfîlerle bir araya gelip soh-
bet etmeye başladı. Ünlü mutasavvıf Sadreddin
Konevî gibi yetenekli bir öğrenciye tasavvufî dü-
şüncelerini anlatma imkânı buldu.
İbn Arabî bir gün; babası önde, Mevlânâ ar-
kada yürüyerek kendine doğru geldiklerini gördü.
İbn Arabî “Fesubhanallah. Bir derya, bir ırmağın
peşine takılmış geliyor.” dedi.
Hangisi Misafir?
Bir gün Bağdat’tan Konya’ya bir şeyh geldi. Bü-
tün ulular ve faziletli kişiler onun ziyaretine git-
ti ve onu son derece iyi ağırladılar. Tesâdüfen o
gün Mevlânâ Hazretleri bütün müritleriyle birlik-
te Meram Mescidi’ne gitmişti. Şeyh:
- Acaba benim Konya’ya geldiğim haberi
Mevlânâ’nın mübarek kulağına gitmemiş mi ki
beni ziyarete gelmedi. Çünkü bir memlekete ge-
len ziyaret edilir, dedi. Mevlânâ’nın arkadaşların-
dan bir mürit onun bu sözünü işitti. Öte tarafta
Meram’da Mevlânâ hakîkatleri anlatma sırasında
birdenbire:
- Ey kardeş, gelen biziz sen değilsin. Sen ve se-
nin gibilerinin bizi ziyaret etmeleri ve bizimle mü-
şerref olmaları lâzımdır, demeye başladı. Meclis-
te bulunanlar:
- Mevlânâ Hazretleri nereye ve kime sesleni-
yor, diye şaştılar. Ondan sonra Mevlânâ:
- Biri Bağdat’tan geldi, öteki kendi ev ve ma-
hallesinden dışarı çıktı. Hangisini ziyaret etmek
daha iyi olur, diye misal getirdi. Orada bulunan-
lar:
- Bağdat ülkesinden geleni ziyaret etmek daha
iyi olur. Onu ziyaret edip ağırlamak vâcip olan
şeylerdendir dediler. Mevlânâ:
- Hakîkatte biz mekânsızlık Bağdat’ından gel-
dik. Bu aziz şeyh ise bu dünyanın bir mahallesin-
den geliyor. O halde bizi ziyaret etmesi lâzımdır.
Bizim onu ziyaret etmemiz icap etmez, dedi ve şu
şiiri okudu:
- Biz, Mansûr’un “Ene’l-Hakk” demesin-
den ve darağacına çekilmesinden çok evvel ruh
âleminin Bağdat’ında “Ene’l-Hakk” demişlerde-
niz. Mevlânâ’nın bu anlattıklarını duyan Şeyh he-
men kalktı, Mevlânâ Hazretlerini ziyarete geldi.
Başını açarak kendini ona teslim etti. Onu sami-
miyetle sevenlerden oldu ve Mevlânâ’ya:
- Babam, senin hakkında ne yap yap, demirden
çarık giy ve eline demirden bir asa al, Mevlânâ’yı
aramaya git; çünkü o ulu kişinin sohbetine nâil ol-
mak iyidir, buyurmuştu. Babamın bu sözü ger-
çekten doğru imiş, Mevlânâ’nın yüceliği babamın
söylediğinin yüz bin mislidir.
Yazımızı bitirirken, Osmanlı Padişahı Kanuni
Sultan Süleyman’ın Mevlânâ Türbesini ziyaretini
nakledelim:
Evliyâyı Seven Muhibbî
Kânûnî Sultan Süleyman Han, 11 Haziran
1534’te Irakeyn seferine çıktığında 20 Temmuz’da
Konya’ya geldi. Burada otağını kurup birkaç gün
kaldı. Bu esnada Konya’da metfun bulunan baş-
ta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî olmak üzere ve-
lilerin kabirlerini ziyaret etti. Kânûnî, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerinin türbesi yanında
dervişlerin namaz kılacakları, âriflerin dua edip
yalvaracakları bir mescit yaptırdı.
Ayrıca Behâeddîn Sultan Veled Hazretlerine
âid eski ve yıkık bir medreseyi tamir ettirip yeni-
ledi. Bu sırada Çelebi Hüsrev Hazretleri de dâhil
olmak üzere Mevlevî şeyhlerinin sohbet meclis-
lerinde bulunup dualarına kavuştu. Kânûnî Sul-
tan Süleyman Han, evliyâ dualarının da bereketi
ile seferi zaferle neticelendirdi. Bağdat’ı fethetti.
Buradaki İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Hazretleri-
nin ve diğer velilerin türbelerini tamir ettirdi. Dö-
nüşte tekrar Konya’ya geldi.
Mevlânâ Hazretlerinin türbedarı Osman
Dede’nin sohbetlerinden bereketlenmek ve
mânen istifade etmek için onun birkaç sohbe-
tinde bulundu. Bu sırada memleket meselelerin-
den bazı müşküllerini arzeden Süleyman Han, o
hususlarda kendisini rahatlatacak cevaplar aldı.
Sohbet esnasında kendisinde mânevî coşkunluk
hâlleri meydana geldi. Bunları evliyayı sevmenin
bir alâmeti bilen şanı yüce padişah bundan sonra
şiirlerinde “Muhibbî” mahlasını kullanmaya baş-
ladı.
Kânûnî Sultan Süleyman bu arada Çelebi Hüs-
rev Efendi ile de çok defa sohbet etti. Çelebi Haz-
retleri bu sohbetlerde padişaha Mesnevî’nin ince,
derin ve akılları hayrette bırakan mânâlarından
bahsetti. Kânûnî, işittiği, duyduğu bu gizli sırlar-
dan öyle bir haz aldı ki, apayrı bir âlemde yaşadı.
Kendisini değişik hâller kapladı. Kânûnî bir ara
Şeyh Hüsrev Hazretlerine bu hâllerini arzedip hik-
metini sordu. Şeyh Hazretleri; “Bu çeşit mânevî
tesir ve kalb aydınlığı başka meclislerde hâsıl ol-
maz. Ancak gönül sahiplerinin, Allahu Teâlâ’nın
sevdiklerinin yüksek meclislerinde ele geçer.”
diye cevap verdi. Padişah buna hayret edince de;
“Sultanım! Her şey, kendisine uygun olan şeye te-
sir eder. Yani söz ve kalıba ait olan şeyler, görü-
nen his uzuvlarına tesir ettiği gibi, hâle ve kalbe
ait şeyler de, görünmeyen duyguları, kalbi, aklı,
ruhu aydınlatır.” buyurdu. Bundan sonra padişa-
ha, devamlı hal ve gönül sahiplerine yönelip on-
larla beraber ve irtibat hâlinde olmayı tavsiye etti.
41Aralık 201140
DüşünceMehmet DERE Bayrak, bir devletin (milletin)
hâkimiyetini, bağımsızlığını, şerefi-
ni temsil eden, çeşitli renk ve şekil-
lerden oluşan bir semboldür.1 Tarih boyunca her
millet, bazı işaret ve sembolleri kendilerine bayrak
edinmiştir. Türkler arasında ilk zamanlardan beri
kullanılan bayrak kelimesi, Divan-ı Lügati’t Türk’te
“batrak” şeklinde geçer. Batrak kelimesi daha son-
ra badrak ve bayrak şeklini almıştır.2
Türklerin İslâmiyet’ten önce de çeşitli renk ve
şekillerde bayrakları olmuştur. Fakat İslâmiyet’i
kabulünden sonra, bayraklarında İslâmî motifleri
ön plana çıkarmışlardır.
Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde de bayrak
kullanılmış, Hz. Peygamberimizin (s.a.v) ilk defa,
Medine’ye girerken bayrak kullandığı tespit edil-
miştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) katıldığı savaşlarda
ve gönderdiği seriyelerde bayrak (livâ) ve sancak
(râye) kullanmıştır.3 Yine Peygamberimiz (s.a.v.)
bizzat kendi eliyle, Mûte Savaşı’na giderken san-
cağı İslâm ordusunun kumandanı Hz. Zeyd (r.a.)’e
teslim etmiş ve “Sen şehit düşersen sancağı Hz. Ca-
fer (r.a.) alsın.” buyurmuştur. Hz. Zeyd şehit olun-
ca, sancağı Hz. Cafer almış, Hz. Cafer de şehit dü-
şünce sancağı Hz. Abdullah b. Revâha almış, o da
şehit düşünce sancağı Hz. Halid b. Velid (r.a.) al-
mış ve Müslümanlar zafere ulaşmışlardır.
Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Malazgirt
Savaşı sırasında üzerinde Kelime-i Şehâdet yazılı
bayrağı vardı. Anadolu Selçuklu Hükümdarı Gıya-
seddin Mesut, tarafından Osman Gazi’ye gönderi-
len bağımsızlık alametleri arasında, beyaz bir bay-
rak olduğu da bilinmektedir. Osmanlılar böylece
ilk zamanlarda beyaz bayrak kullanmışlardır. 14.
yüzyıldan itibaren, diğer Türk-İslâm devletlerin-
de olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de çeşitli bay-
raklar kullanılmıştır. Padişahın, devlet ileri gelen-
lerinin, ordu ve donanma birliklerinin çeşitli renk
ve şekillerde bayrakları vardı. Padişahların şahsı-
na ait bayraklar, daha ziyade beyaz renkteyken 16
yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman döneminde sarı,
siyah, yeşil renkte bayraklar da kullanılmaya baş-
lanmıştır. Barbaros Hayreddin Paşa başta olmak
üzere, meşhur denizcilerimizin bayrakları hep ye-
şildi.4 III. Selim devrinde ilk defa bayraklarda ay ile
yıldız bir arada kullanılmıştır. Bu yıldız sekiz köşe-
liydi, bu sekiz köşeli yıldız II. Mahmut döneminde
de kullanılmıştır. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kapa-
tılmasıyla birlikte, onlara ait bütün bayraklarda ya-
saklandı. Böylece bu dönemde bayrak ifadesi yeri-
ne “al sancak” ifadesi kullanılmaya başlandı. 1844
yılında I. Abdülmecit dönemince sekiz köşeli yıldız
beş köşeli hâle getirildi.
Bugünkü ay yıldızlı bayrağımız 29/5/1936 tarih
ve 2994 sayılı kanun, 28/7/1937 tarih ve 7175 ta-
rihli kararname ile değişmez/değiştirilemez şekli-
ni almıştır.
Bayrağımız bize milletimizin bir devlet olma
yolunda harcadığı çabayı, bu uğurda verilen kutsal
mücadeleyi ve binlerce şehidimizi hatırlatır. Bayra-
ğımıza duyduğumuz sevgi ve saygı, aslında bu kut-
sal mücadeleye ve binlerce şehidimize duyduğu-
muz sevgi ve saygıyı ifade eder. Şair Mithat Cemal
Kuntay, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kan-
dır/ Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” di-
yerek bayrağımızın Müslüman-Türk Milleti için ne
anlama geldiğini çok veciz bir şekilde ifade etmiş-
tir. Bayrağımızın kırmızısı vatanımız uğruna can-
larını fedâ eden şehitlerimizin kanıdır. Ay yıldız
ise dinimiz İslâmiyet’i temsil eder. Bu nedenle her
Müslüman evladının, şanlı mazimizin ve tarihimi-
zin sembolü olan bayrağımıza sevgi ve saygı göster-
mesi gerekir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, bayrağımız
millî birlik ve bütünlüğümüzün sembolü olduğu
gibi, aidiyet duygusunu da yani bir devlete, millete
ait olma duygusunu da bayrağımız sayesinde yaşa-
rız. Zira bayrağımız, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti
Devletimizin ve istiklâl ve hürriyet âşığı milletimi-
zin en büyük sembollerinden birisidir. Bizlere dü-
şen, rengini şehitlerimizin al kanından alan bayra-
ğımızı sevmek ve gerekli saygıyı göstermektir.
1 Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay., İstanbul 1996, s. 122; İlhan Ayver-di, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. 1, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, s. 289.
2 Orhan Köprülü, “Bayrak”, DİA., C. 5, TDV. Yay., İstanbul 1992, s. 247; Komis-yon, “Bayrak”, Ansiklopedik İslâm Lügati, Tercüman Yay., İstanbul 1985, s. 121.
3 İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Evrensel Mesajı, DİB. Yay., Ankara 2005, s. 303.
4 Mithat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, Enderun Kitapevi, İstanbul 1986, s. 40.
Dipnot
BAYRAKSEVGİSİ
“Bayrağımız millî birlik ve bütünlüğümüzün sembolü olduğu gibi, aidiyet duygusunu
da yani bir devlete, millete ait olma duygusunu da bayrağımız sayesinde yaşarız.
Bizlere düşen, rengini şehitlerimizin al kanından alan bayrağımızı sevmek ve gerekli
saygıyı göstermektir.”
43Aralık 201142
Yüce Allah, Âdem
(a.s.)’ı topraktan
yaratmış ve ona ru-
hundan üfleyerek can vermiş-
tir. Böylece insan fizikî varlığı
ile dünya hayatına, ruh yönüy-
le ise mânâ âlemine uyum sağ-
layabilecek bir güce sahip kı-
lınmıştır. Cenab-ı Allah Âdem
(a.s.)’ı sırlarla dolu olarak ya-
ratmıştır. Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi (k.s.) bir beyitte
bu hususu şöyle anlatır:
Sana cân u dil verüben ismini
Âdem koydu
Nefsini katl eyleyüben kurb-ı
levlâk olagör1
Sana her şey can, dil Cenab-ı
Allah tarafından verildi ve se-
nin ismine Âdem denildi. Sen
Âdem olarak nefsinin istek ve
arzularına boyun eğmez, nef-
sini öldürürsün, böylelikle de
levlâk sırrını yakalar Cenab-ı
Allah’a yakınlaşırsın.
Yeryüzünden Bir Avuç Toprak
Hz. Âdem’in yaratılışı,
Mesnevî’de şu şekilde anlatı-
lır: “Sanat sahibi Allah, hayra,
şerre uğramak, sınamak üze-
re Âdem’i yaratmak istediği za-
man, özü doğru Cebrail’e ‘Yürü,
yeryüzünden bir avuç toprak
ödünç al.’ buyurdu. Cebrail,
hizmete bel bağlayıp âlemlerin
Rabbinin emrini yerine getir-
mek üzere yeryüzüne geldi. O,
buyruk kulu, yere el attı. Top-
rak, kendini çekti, çekindi. Dile
gelip yalvarmaya, tek Yaratıcı
hürmetine beni bırak, yürü git,
canımı bağışla diyerek yalvar-
maya başladı. Çünkü o, bunda-
ki maksadın ne olduğunu anla-
mış, bundan bir koku almıştı.
Cebrail utanç madeniydi. Top-
rak, pek çok yalvardığı, antlar,
yeminler verdiği için geri dön-
dü.
Cenab-ı Hak bu sefer Mika-
il (a.s.)’ı gönderdi. Toprak aynı
şekilde ona da yalvardı, antlar,
yeminler verdi. Mikail de geri
döndü. Cenab-ı Hak bu sefer
de İsrafil (a.s.)’ı gönderdi. Top-
rağı ona da yalvarıp, antlar, ye-
minler vermesiyle o da eli boş
döndü.
Cenab-ı Hak bu sefer
Azrail’e ‘Çabuk git, o hayallere
kapılmış toprağın halini gör. O
arık zalimi bul, hemen bir avuç
torak al, gel.’ dedi. Kaza ve ka-
der çavuşu Azrail, buyruğu ye-
rine getirmek üzere toprak yu-
varlağına geldi. Toprak âdeti
veçhile yine feryada, ant ver-
meye başladı. Birçok yeminler
verdi.
Fakat Azrail dedi ki: ‘Ferya-
dından ciğerim yanıyor. Ben,
istersen sana başımı, canımı
rehin vereyim. Yalvarmayı dü-
şünme, artık o merhamet ve
adalet sahibi padişahtan baş-
kasına yalvarma da. Ben emir
kuluyum, emri terk edemem.’
Azrail toprağı söze tuttu; o
sırada o köhne topraktan bir
avuç kaptı. Yeryüzünden si-
hirbazca bir avuç toprak aldı,
hâlbuki toprak, sözle meşgul-
dü, ondan haberi bile olmadı.
O bir avuç toprağı yeryüzünün
rızası olmadan aldı ve öylece
Cenab-ı Hakk’ın tapısına gö-
türdü.”2
Özel Önem Verilen Varlık
İnsan kendisine verilen
akıl, irade, hafıza, sabır, ga-
zap gibi duygu ve yetenekler-
le de Yüce Allah’ın özel önem
verdiği bir varlık olmuştur. Ni-
tekim Kur’an-ı Kerim’de Yüce
Allah’ın ilk insan tasarımı şöy-
le açıklanır: “Bir zamanlar,
Rabbin meleklere: ‘Ben yeryü-
zünde bir halife yaratacağım.’
demişti. Melekler: ‘Orada boz-
KültürResul KESENCELİ
“Meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ demiştik. Hemen secde ettiler.
Yalnız İblis diretti, böbürlendi ve nankörlerden oldu.”
DÎVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVÎ’DE
HZ. ÂDEM(A.S.)
Hakk ehlinin bir demi âlem ile yek-dem gerek
Âdem odur ki âdemin her bir demi âlem gerek
45Aralık 201144
gunculuk yapacak ve kan dö-
kecek birisini mi yaratacaksın?
Oysa biz seni överek tesbih edi-
yor ve bütün eksik sıfatlardan
tenzih ediyoruz.’ dediler. Allah
da onlara: ‘Şüphesiz ki ben sizin
bilmediklerinizi bilirim.’ dedi.”3
Âyetteki “halîfe” sözcüğü başka-
sının yerini tutarak, onu tem-
sil etmek üzere görev üstlenen
kimse demektir. 4 Cenab-ı Hakk
Hz. Âdem’i varlığın merkezi,
kalbi de insan vücudunun mer-
kezi yapmıştır. Dîvân’daki bir
beyitte şöyle buyrulmaktadır:
Çünki mîrâs-ı İlâhî âdemin
kalbindedir
Kadrini takdîr edene mesned-i
a’lâsı var5
Cenab-ı Allah’ın yüklemiş
olduğu görev/İlâhî miras, so-
rumlulukların tamamı Âdem’in
gönlüne/kalbine yerleştirilmiş-
tir. Bunun kıymetini değerini
bilen bu yüceliğin, yüksekliğin
derecesini de anlar.
Cenab-ı Allah: “Yeryüzünde
bir halife yaratacağım ve tayin
edeceğim.” buyurmasıyla aslın-
da O; “Kendi irade ve kudret sı-
fatımdan ona bazı salâhiyetler
vereceğim, o bana izafeten, ya-
rattıklarım üzerinde birtakım
tasarruflara sahip olacak, be-
nim namıma ahkâmımı yer-
yüzünde yürürlüğe koyup uy-
gulayacaktır. O, bu hususta âsî
olmayacak, kendi zatı ve şahsı
namına asıl olarak hükümleri
icra edemeyecek ancak benim
bir nâibim, iradesiyle benim
iradelerimi, emirlerimi, ka-
nunlarımı tatbike memur bulu-
nacak. Sonra onun arkasından
gelenler ve ona halef olarak
aynı vazifeyi icra edecek olan-
lar bulunacaktır.” demiştir.
İblis’in Kıskançlığı
Bu kadar geniş yetkilerle do-
natılan insan varlığı için me-
leklerden saygı secdesi isten-
mesi İblis’in kıskançlığına yol
açmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bu
durum şöyle anlatılır: “Melek-
lere: ‘Âdem’e secde edin’ demiş-
tik. Hemen secde ettiler. Yalnız
İblis diretti, böbürlendi ve nan-
körlerden oldu.” 6 İblis, Âdem
(a.s.)’a secde etmeyişinin se-
bebini şöyle açıklamıştı: “Ben
Âdem’den daha üstünüm. Çün-
kü beni ateşten Âdem’i ise ça-
murdan yarattın.”7 Burada
şeytanın karşılaştırması yalnız
ateşle çamur arasında yapıldı-
ğı için yanılgı olmuştur. Çün-
kü şeytan: “Onu düzenleyip in-
san şeklini verdiğim ve ona
ruhumdan üflediğim za-
man (hemen ona secde-
ye kapanın)”8 âyetinde
bildirilen ruh unsu-
ru ile “Ben yeryüzün-
de bir halîfe yarata-
cağım.” 9 ayetinde ki
insan için öngörülen
yüksek gayeleri dikka-
te almamıştır. Böyle-
ce daha önce melek-
ler arasında seçkin bir
yeri ve evrenle ilgili geniş bilgi-
si olan İblis, büyüklük taslama-
sı sonucunda cennetten ve ilâhî
rahmetten kovulmuştur.10 İn-
san yaratılmışların üstünü, var-
lığın baş tacıdır. Hulûsi Efendi
şöyle buyuruyor:
Tâc-ı “kerremnâ” başının tâcıdır
Gayrılar hep kadrinin
muhtâcıdır
Arşı A’lâ rûhunun mi’râcıdır
Sendedir Âdem demisin Adem’in
Mazharısın sırr-ı “nefahtü” de-
min11
Nefahtü: “Ona şekil verdi-
ğim ve ona ruhumdan üfledi-
ğim zaman, siz hemen onun
için secdeye kapanın. Melekle-
rin hepsi de hemen secde etti-
ler. Fakat İblis hariç... O, secde
edenlerden olmaktan kaçın-
dı.”12 Bu ayeti kerimede Hz.
Âdem (a.s.)’in ve insanların ya-
ratılışı anlatılmaktadır. “Nefah-
tü” ifadesi Allah’ın ruh üfleme-
si olarak zikredilir. Hâşâ Allah,
maddî bir var lık değil ki üfür-
sün. O bize nurundan bir nur
düşürmüştür. Bize kendi sıfat-
larından; yapma, icat etme, ke-
şiflerde bulunma gücü vermiş-
tir. İnsanda o büyük Yaratıcının
muvakkat verilmiş bir nuru, bir
emaneti vardır. İnsanın bu hu-
susu düşünerek, kendine çeki
düzen vermesi gerekmektedir.
Bunun sır rına vâkıf olunması,
o vakt-i saadetin hatırlanma-
sı istenmektedir. Osman Hu lû-
si Efendi’nin dikkatimizi çeken
bu muhammesinin bir bendin-
de iki ayet birden lâfzen geç-
mektedir.
Kerremnâ: “Biz hakikaten
insanoğlunu şan ve şeref sahibi
kıldık. On ları (çeşitli nakil va-
sıtaları ile) karada ve denizde
taşıdık; kendilerine güzel gü-
zel rızıklar verdik; yine onları
yarattıklarımızın birçoğundan
cidden üstün kıldık.”13 Âdem
(a.s.), bütün varlıklardan sonra
yaratılmasına rağmen varlı ğın
gayesi olduğu için hepsinden
öndedir. “Kerremnâ” ile kaste-
dilen İsra su re sinin 70. ayetidir.
Bu ayette Allahu Teâlâ, insanoğ-
luna lütuf ve ikramının bir öze-
tini vermekte ve onun âlemdeki
özel yerine işaret edilmekte-
dir.14 Mevlânâ, Mesnevî’sinde,
bu ayeti kerimeyi açıklarken in-
sanın manevî yönünü göz önü-
ne almış ve şöyle demiştir:
“Âdem’in boyu bir hamur tek-
nesi boyuncadır ama o, gökyü-
zünden de üstündür.”
Hul
usi G
ÜLS
EREN
1 Divân-ı Hûlusi-i Darendevî, s, 79.2 Mevlana, Mesnevi 3 Bakara, 2/304 Kettâni, et-Terûtibu’l-İdâriyye, I, 2; Elmalılı Ham-
di Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul t.y, I, 259; İsfehânî, Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul 1986, s.223; bkz. En’âm, 6/135
5 Divân-ı Hûlusi-i Darendevî, s, 87.6 Bakara, 21 34; bk. A’râf, 7/11; Hıcr, 15/31. 7 A’râf, 7/12; bkz. Hicr, 15/33.8 Hicr, 15/29.9 Bakara, 2/30.10 A’râf, 7/13; Hicr, 15/34, 35.11 Divân-ı Hûlusi-i Darendevî, s, 158.12 Hicr,15/ 29.13 İsra, 17/70.14 İsmail Palakoğlu, Gönüller Sultanı Es-seyyid Os-
man Hulusi Efendi, s, 213.
Dipnot
Aralık 201146 47
KültürEnbiya YILDIRIM*
HACCAGİDEMEMENİN BURUKLUĞU
İnsan bütün hayatı boyunca hayaller ku-
rar. Ailesiyle ilgili planları vardır: Çocuk-
larını okutacaktır, evlendirecektir, başını
sokacağı bir evin sahibi olacaktır, ayaklarını yer-
den kesecek bir arabaya binecektir. Kendisiyle il-
gili de hedefleri vardır: Emeklilik günlerini nasıl
ve nerede geçireceğinin hesaplarını yapar. Gün-
delik yaşamının bir kısmını mutlak surette hayal-
lere ayırır. Ne de olsa insan hayalleriyle yaşar.
Kurulan hayaller elbette sadece dünyevî boyut-
la sınırlı değildir. İnsan Rabbine kulluk etmek yo-
lunda da kendisine planlar yapar. Ülkemizde ve
dünyada Müslümanların çektiği sıkıntılara, uğ-
radıkları felaketlere bakarak, Allah’ın kendisine
imkân bahşetmesi durumunda yapacağı yardım-
ların hülyasına dalar. Öğrencilere burs vermekten
tutun da çok zor şartlar altında yaşam sürmeye
çalışan fukarâya-gurabâya maddî destek verme-
ye varıncaya kadar zihninden pek çok iyilik hanesi
geçer. Etrafındaki imkânı yetersiz insanları düşü-
nür. Yapacağı yardımlarla onların yüzlerini kapla-
yacak memnuniyet ve gülümseme gözünün önüne
gelir. Alacağı hayır dualarla kendisinin de mutlu
olacağını düşünerek yardım yapmış gibi olur. Kal-
bine müthiş bir ferahlık gelir.
Aralık 201148 49
“Allah’ım! Ne Olur Bana da Nasip Et.”
Müslümanların kendileriyle ilgili en büyük ha-
yallerinden birisi de Allah’ın evine varmalarıdır.
“Acaba ömrümüzde bir kez olsun Kâbetullah’a va-
rıp Medine’de Allah Rasûlünü ziyaret edebilecek
miyiz?” diye düşünürler. Maddî imkânsızlıklar
nedeniyle bu hayallerini ve arzularını bir türlü
gerçekleştiremeyenlerin gözlerinden yaşlar boşa-
lır. İmkanı olup gidenleri hacca doğru yolcu ettik-
lerinde onlarla birlikte gidemedikleri için yürekle-
ri yanar. Kendilerine de nasip etmesi için Allah’a
niyazda bulunurlar. Hele hacdan dönenleri ziya-
rete gittiklerinde, zemzemi içip hurmalardan bi-
rer ikişer yediklerinde kalplerindeki burukluk
daha da artar. Hacı olarak dönen insanların yüz-
lerindeki mânevî havaya, yüklerini atmış da hafif-
lemişler gibi duruşlarına bakarak hacca olan işti-
yakları bir kat daha artar. Ziyaret ettikleri hacının
yanından çıkarken ağızlarından dökülen ifadeler
“Allah’ım! Ne olur bana da nasip et.” olur.
Hatırlıyorum da, çocuk yaştayken evimizin ya-
kınındaki mescitte Ramazan süresince mukabele
okunuyordu. Cemaatimizden birkaç kişi Ramazan
sonrası için üç aylığına umre ve hac hazırlığı yap-
maktaydı. Kalplerinde feveran eden özlem yüzle-
rine ve vücutlarının diğer âzâlarına yansıyordu.
Kendi aralarındaki konuşmalar, taşıdıkları heye-
can cemaati de kuşatıyordu. O vakitler hacca gi-
debilen fazla olmadığı için bütün cemaat gıptayla
onlara odaklanmıştı. Hiç unutamıyorum, bu bü-
yüklerimizi İstanbul Sultanahmet’ten otobüslerle
hacca yolcu etmeye babam bizleri de götürmüştü.
Koltuklarına oturduklarında yolcu edenlerin göz-
lerinden yaşlar sicim gibi akmaktaydı. Uğurlayan-
ların önemli bir kısmı, “Ya Rabbi! Bize de gitmeyi
nasip et.” diye Kâbe’nin etrafında telbiye getiri-
yormuş gibi yüksek sesle dua etmekteydi. Dön-
düklerinde ziyaret ettiğimizde hissedilenler de
bundan aşağı değildi.
Hacca Gitmemizin Önüne Dikilen Engeller
Yüreği Kâbe ile yananlarımızın önemli bir kıs-
mı maddî imkânsızlıklar ile hacca gidemezken ba-
zılarının sorunu başkadır. Her yıl artan hac tale-
biyle orantılı olarak gideceklerin sayısına getirilen
kotalar hacı adaylarının önlerindeki en büyük en-
geldir. Yüreği Kâbe’ye iştiyak duymasına rağmen
çekilen kur’ayla yıkılan hayalleri nedeniyle büyük
bir üzüntü içine girerler. Ülkesinden hacca olan
talebin sürekli artması, Allah’ın evine koşmak is-
teyenlerin çoğalması nedeniyle çok mutlu olsa-
lar da, bir türlü hacca gidememeleri yüreklerin-
de kasılmalara neden olur. Bazen bakıma muhtaç
hastalarımız, bedensel engelimiz ve kendi rahat-
sızlıklarımız, durumumuz gâyet iyiyken içine düş-
tüğümüz borç batağı gibi maniler de hacca gitme-
mizin önüne dikilebilir.
Gidemeyenler için Allah’ın evi Kâbe, duvarla-
rı süsleyen bir tablo olarak kalmaya devam eder.
Rabbimiz bir kısmımıza sonunda evini ziyaret
etme imkânı nasip eder, bir bölümümüz de yüreği
hasret ateşiyle yanarak dünyaya gözlerini kapar.
Sonuçta insan için asıl olan, içinde bulunduğu
şartlar çerçevesinde Rabbine kulluk etmektir. Za-
ten Allah kullarını geçirdikleri yaşama göre değer-
lendirecektir. Kaldı ki her insanın hedeflediği an-
cak ömrü yetmediği için geride bıraktığı pek çok
emeli veya yarım işi vardır. Bu durum çok zengin
olanlar için olduğu kadar maddî imkânı yeterli ol-
mayanlar için de söz konusudur. Burada bir müj-
deyi zikretmek durumundayız. O da mü’minlerin
yapmak isteyip de yapamadıkları ibadetlerden
ötürü mükâfatlandırılacak olmalarıdır. Allah
Rasûlü gönlü güzelliklerle dolu olmasına rağmen,
çeşitli gerekçelerle bunları îfâ edemeyenlerin san-
ki yapmışçasına sevap alacaklarını müjdelemiş-
lerdir. Nitekim cemaatle namaz hususunda şöyle
buyurmaktadır:
“Güzelce abdest alıp camiye giden kişi, in-
sanların namazı kılmış olduğunu görürse, Allah
Teâlâ ona gelip kılanların sevabının bir mislini
verir. Bu durum kılanların sevaplarından bir şey
eksiltmez.”1 Bu hadiste belirtildiği üzere, mü’min
bir ibadeti yapmaya niyetlendiğinde, onu gerçek-
leştiremese bile, Allahu Teâlâ onun niyetine ba-
kar; sanki o ibadeti yapmış gibi mükâfatlandırır.
Nitekim Allah Rasûlü’nün “Ameller niyetlere gö-
redir.”2 buyruğu da aynı hususa vurgu yapmakta-
dır. Allahu Teâlâ önce kulun niyetine bakar, niyeti
iyiyse, yapamamış olsa bile yapmış gibi mükafat-
landırır.
Nitekim bu husus başka bir hadiste daha dile
getirilmektedir. “Şüphesiz Allah güzellikleri ve
çirkinlikleri takdir edip yazmıştır. Sonra güzel-
lerin güzelliğini, fenaların ve kötülerin de çirkin-
liklerini beyân edip açıklamıştır. Her kim bir gü-
zel iş yapmak diler de yapamazsa, Allah o kimse
hesabına kendi dîvânında tam bir hasene sevabı
yazdırır. Eğer o kimse güzel bir iş yapmak ister
de yaparsa, Allah o kimse için kendi dîvâ nında
on hasene sevabından yediyüz misline ve daha
çok katına kadar hasene sevabı yazdırır. Bir
kimse de çirkin bir iş yapmayı kasteder ve onu
işlemezse, Allah kendi dîvânında onun lehine tam
bir hasene sevabı yazdırır. Eğer o kimse fena bir
iş yapmak ister de o fenalığı yaparsa, Allah ona
bir tek kötülük yazdırır.”3
Yüreklere Su Serpen Müjde
Mü’minin Allah Rasûlünden gelen bu müj-
deyi bilmesi yüreğine su serper. Yapamasa bile
kendisini ödüllendireceği için rabbine şükreder.
Sözün özü, hac arzusuyla yürekleri yanan kar-
deşlerimiz o ateşi canlı tutmaya devam etsinler.
Allahu Teâlâ’nın bu iştiyakları nedeniyle onları
mükâfatlandıracağını unutmasınlar. Şu ve diğer
âyetleri kezâ Hac suresini hüzünlenerek okuma-
yı sürdürsünler, umulur ki Rabbimiz onlara da bir
yol ihsan eder:
“Orada apaçık âyetler (ve) İbrahim’in ma-
kamı vardır. Kim oraya girerse o güvenliktedir.
Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev’i haccetme-
si Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de
inkar ederse, şüphesiz, Allah alemlere karşı muh-
taç olmayandır.”4
“Şüphesiz, ‘Safa’ ile ‘Merve’ Allah’ın işaret-
lerindendir. Böylece kim Evi (Ka’be’yi) hacce-
der veya umre yaparsa, artık bu ikisini tavaf et-
mesinde kendisi için bir sakınca yoktur. Kim de
gönülden bir hayır yaparsa (karşılığını alır).
Şüphesiz Allah, şükrün karşılığını verendir, bi-
lendir.”5
1 Ebû Dâvûd, 4772 Buhârî, 13 Buhârî, 60104 3/Âl-i İmrân, 975 2/Bakara, 158
* Prof. Dr.
Dipnot
Orh
an D
URG
UT
51Aralık 201150
Osmanlı padişahlarının tamamı gibi
Kanunî Sultan Süleyman da itikadî ve
amelî anlamda kemal sahibi bir Müs-
lüman, dindar bir padişahtı. Güçlü dinî-ahlakî
çehre ve koyu mümin tabiat, onun kişiliğinin en
mümeyyiz vasıflarındandı. Devlet ve toplum ni-
zamını sağlarken Ebusuud ve Zembilli Ali Efen-
dilerin rehberliğinde dinî hükümleri esas alıp
hâkim kılması bunun en bariz beşaretlerinden-
dir. Din-devlet işleri ve seferlerden artan zaman-
larını zikir, ibadet, ilim ve tefekkürle geçirecek
kadar âlim, fazıl ve kâmil bir hükümdardı. Dün-
yayı sarsmasına rağmen sarayın bahçesindeki
elma ağaçlarını saran karıncaları bile incitemeye-
cek derecede bir ruh yüceliğine, kadife yüreğe ve
hassas bir mizaca sahipti.
Daha Manisa’da şehzade iken Merkez Efendi
vasıtasıyla Halvetî (Sünbülî) tarikatının etkisi al-
tına girdiği, Nûreddinzâde ve Üftâde Efendilerin
zikir halkasına dâhil olduğu kuvvetle muhtemel-
dir. Mesela Avusturya elçisi Busbecg’in sözlerin-
den anladığımız kadarıyla yaşı ilerledikçe bu dinî
hassasiyeti daha da artmıştır. Solakzade’nin de-
yişiyle “menhiyattan içtinap ederek salah ve tak-
va binasını sağlamlaştırdı.” Hatta vakit namazla-
rının cemaatle kılınması için 1546’da bir ferman
dahi çıkarmıştır.
Avusturya’nın İstanbul elçisi Ogier Ghiselin
de Busbecg birkaç defa Kanunî ile görüşme şere-
fine nail olmuş ve onun muhteşem kişiliği ve bu
arada dindar karakteri hakkında da şu dikkat çe-
kici tasviri yapmıştır: “Görünüşü, hâl ve hareket-
lerindeki onurluluk, gerçekten bu muazzam dev-
letin hükümdarı olan bir adama yakışmaktadır.
O, aşırılığı sevmeyen, kendini birçok zevklerden
mahrum etmesini bilen, irade sahibi bir kimse-
dir. Gençliğinde bile ağırbaşlılıkla hareket eder-
di, şarap içmezdi… Dindardır, ibadetlerini hiç
ihmal etmez. Bir emeli devletin hudutlarını ge-
nişletmek ise, diğeri de aynı derecede dinini yük-
seltmek, yaymaktır.” 1553’te Padişah’ın huzuruna
çıkan Venedik balyosu (elçisi) de aynı kanaati ta-
şıyordu: “Çok adil olmakla şöhret bulup hiç kim-
seye haksızlık yapmayan, dinine atalarından çok
daha fazla bağlı.”1
Kanunî, bir savaş meydanında Cenab-ı Hakk’ın
İslam askerini muzaffer kılması için “bende-i
Huda, Süleyman-ı bîriya” imzasıyla Ebussuud
Efendi’ye dua talebinde bulunurken dile getirdi-
ği, dindarlık, edep ve nezaket şahikası şu cümle-
lerini tarihe ve mirasçılarına bir numune-i imti-
sal olarak emanet etmişti: “Halde haldaşım, sinde
sırdaşım, tarik-ı Hak’ta yoldaşım, ahiret karında-
şım Molla Ebussuud Hazretleri! Dua-yı Huda’yı
ifadeden sonra nedir haliniz ve nicedir lazimü’l-
ihtiyacınız? Sıhhat ve afiyette misiniz? Hazret-i
Hakk’ın hazine-i hafiyesinden kemâl-i ihlâs ile
niyaz olunur ki, evkat-i mübârekede bu muhible-
rini kalb-i şeriflerinden ihraç ve iz’aç etmeyeler;
ola ki, bu meydan-ı gazada küffar-ı hakisar mün-
hezim ve mükedder, asâkir-i İslâm da mansur ve
muzaffer olup, rızaullaha muvafık amel ola…”
Aynı şekilde 1526’daki Mohaç Savaşı öncesin-
deki gece de uyumamış, sabaha karşı kalkıp ab-
dest alarak orduyla beraber sabah namazını kıl-
mış, ardından ellerini kaldırarak zafer nasip
etmesi dileğiyle Allah’a şu içten yakarışı yapmış-
tı: “İlahî, kuvvet ve kudret senin, ilahî tasarruf ve
nusret de senin, ilahî lütuf ve inayet senin, kerem
ve mürüvvet ile himaye senin! Bir bölük Muham-
med (sav) fukarasını yendirme ve bir nice kavî el
ve bazu ile düşmanları sevindirme!” Gözlerinden
yaşlar boşanan padişahın bu halini gören orduda-
ki komutan ve askerler çok müteessir oldular ve
onlar da ağlamaya ve yakarmaya başlayacaklardı.
Osmanlı tarihçisi Peçevî İbrahim Efendi’nin sa-
vaş öncesinde Padişah ve İslam Ordusu’nun eriş-
tiği manevî ruh haliyle ilgili naklettiği şu manza-
ra da gerçekten dehşet verici ve hissiyatı galeyana
getiricidir: “Sultan Süleyman, her alayın durdu-
ğu yere gidip, her sancağın dibinde ellerini kal-
dırıp dua etmekte ve gözlerinden yaş dökülmek-
Kanunî’nİNRuh Yücelİğİ
Tarihİsmail ÇOLAK
53Aralık 201152
teydi. Bunu gören bütün ordu yerlere kapanıyor,
padişah uğruna canlarını feda edeceklerine yemin
ediyorlardı.”2
Hz. Peygambere ve Ehl-İ Beyt’e Samimî Muhabbeti
Cihan hükümdarı Kanunî’nin, Efendimize mu-
habbet ve bağlılığı da ceddininkilerden aşağı ka-
lır değildi. Kanunî, “Muhibbî” mahlasıyla yazdığı
bir şiirinde bunu şu altın sözlerle ebedîleştirmişti:
Allah Allah diyelim sancak-ı şâhî çekelim
Yürüyüp her yandan Şarka sipahî çekelim.
Umarım rehber ola bize Ebu Bekr u Ömer
Ey Muhibbî yürüyüp Şarka sipahî çekelim.
Kanunî, bir başka şiirinde Hz. Peygambere
olan sonsuz aşkını şu şekilde vezne dökmüştü:
Hamdülillah Muhammed ümmetiyiz
Can ile Mustafa’yı kim sevmez.
Kanuni’nin rüyasında, Hz. Peygamberi (sav)
gördüğü ve kendisine şöyle emrettiği rivayet edi-
lir: “Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethede-
sin; sonra da benim şehrimi imar edesin!” Tabii
bu kutsal talimatı alan Kanunî’nin de ilk işlerin-
den biri 1522’de Rodos seferine çıkmak, ardından
da Haremeyn’i imar ve ıslah etmek olmuştu.
Öte yandan Mohaç Zaferi dönüşünde, İran’dan
İstanbul’a gelen Molla Kabız adıyla bilinen bir şa-
hıs, Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den (sav) büyük-
lüğü iddiasıyla ortaya çıkıp, halk arasında fitne
ve anarşi çıkarmaya yeltenmişti. Rivayete bakı-
lırsa Sadrazam İbrahim Paşa da Molla’yı, Divan-ı
Hümayun’un önünde Rumeli Kazaskeri Molla Fe-
narizade Muhyiddin Çelebi ile Anadolu Kazaske-
ri Kadri Efendi’nin karşısına çıkarıp ilzam ettir-
meyi planlar. Ancak buna muktedir olamaz; zira
Molla’ya galebe gelinemez. Bu münazarayı diva-
nın yukarı kısmında kendine ait yerden dinleyen
Solakzade’nin ifadesiyle “dinpehan” (dinin sığı-
nağı) olan Kanunî, hoşnutsuzluğunu ve hiddeti-
ni belli eder ve duruma derhal müdahale eder:
“Bir mülhid (sapık) divanımıza gelir, Hz. Peygam-
berimizin i’tila-i şanına (yüksek şanına) nakz ve-
ren (gölge düşüren) hezeyana cüret kılar ve zum-ı
fâsidince delâil ve nusûs dahi nakleder ve mülzem
olmadan (susturulamadan) çekip gider. Buna bâis
(sebep) nedir?” Ertesi gün Molla’nın davası, Müf-
tü Kemal Paşazade ile İstanbul kadısı Sadi Çelebi
huzurunda görülür. İleri sürülen ikna edici delil-
ler karşısında Kabız’ın çürük iddiaları ilzam edilir.
Molla, davasını şeran ve hukuken kaybeder. Batıl
itikadından dönmesi ve tövbe etmesi ihtar edilirse
de Molla iltifat etmez. Böyle olunca da idam hük-
mü derhal infaz olunur.3
1534’te Birinci İran Seferi’ne revan olan
Kanunî, Bağdat’ı fethettikten sonra ilk işlerinden
biri de İmam-ı Âzam Ebu Hanife ile Abdülkadir-i
Geylanî’nin türbelerini ziyaret etmek olmuştu.
Abdülkadir-i Geylanî’nin üzerine yüksek bir türbe
ve imaret yaptırdı. İmam-ı Azam’ın mezarı üzeri-
ne ise bir kubbe inşa ettirdi. Daha sonra da Necef
ve Kerbelâ’da Hz. Ali ve Hz. Hüseyin makamla-
rını ziyaret etti ve “yüzün sürdü”. İran ile imza-
lanan 1555 yılındaki Amasya Antlaşması üzeri-
ne Şah Tahmasb’a yolladığı mektupta ise Kanunî,
müfrit Şiîlerin, Hz. Aişe ve Üç Halife’ye karşı küf-
re varan sözlerini yasaklanmasını istemişti. 4
1566’da 72 yaşındayken Zigetvar’a tertiple-
nen sefere çıkmadan önce oğlu II. Selim’e ema-
net ettiği şu vasiyetname de, içinde billurlaşan
Allah (cc) ve Muhammed (sav) aşkını hayata ve-
daya hazırlandığı bu son seferinde dâhi terennüm
etmeyi ihmal etmediğinin vesikasıdır: “Bu iki
bâzubendi (kola takılan muska) ve bir mücevher-
li el sandığını vakfeylemişimdir (bağışlamışım-
dır). Fahr-i Cihan (âlemin övüncü) olan Muham-
med Mustafa’nın pak ruhu içindir. Bunları satıp
Cidde-i Mamure’ye su getirtesin. Bu esbab (elbi-
se) Fahr-i Âlemindir, benim değildir. Dünya kim-
seye payidar (kalıcı) değildir. Hak Teâlâ bu seferi
mübarek edip gönül hoşluğuyla gelmek müyesser
(kısmet) ede, Habibi (Sevgilisi Hz. Muhammed)
hürmetine aleyhisselam.”5
Kanunî ve İnsanî Çehresi
Daha öncede ifade ettiğimiz gibi Kanunî, bü-
yük bir asker, kudretli bir idareci, eşine az rast-
lanır bir teşkilatçı ve nihayet Osmanlı padişahla-
rının en büyük kanun yapıcılarındandı. “Kanunî”
bir kişiliğe sahip olacağının, hüküm ve icraatla-
rında hakkaniyet ve adaleti gözeteceğinin ilk işa-
retlerini daha tahta çıkar çıkmaz vermişti. Mü-
neccimbaşı Tarihi’nden öğrendiğimize göre ilk
icraatları şunlar olmuştu: “Süleyman Han işe, ya-
pılan zulüm ve haksızlıkları ortadan kaldırmakla
başladılar. Selim Han’ın Arap diyarını fethettik-
ten sonra İstanbul’a sürdükleri altı yüz evin tekrar
vatanlarına dönmesine izin verdiler. Bunlar, Sü-
“Hem kendi devrinde
hem de Osmanlı’nın tüm
zamanlarında en derli
toplu ve en mükemmel
kanunlar onun hükümdarlığı
döneminde çıktı. Bu
kanunlar, zamanının çok
ilerisinde, hiçbir devlette
bulunmayan, hatta hiçbirisinin
akıl edemediği seviyede ve
gelişmişlikteydi.”
55Aralık 201154
GÖZLERİM MÂVERÂYA AÇILIR Yaşamak acı veriyor banaHer muharremde Hüseyin olurumBilemezsin Kerbelâ’da nasıl kanadığını yüreğiminHer şehitle beraber nasıl öldüğümü bilemezsinBilemezsin nasıl ölüp ölüp dirildiğimiKardeş mızraklarıyla ölmenin acısını bilemezsinAnlayamazsın gecenin soylu mateminiAnlayamazsın sevginin sürgün edilişini Gözlerim mâverâya açılır... Her mevsim çiçekleniverir sevdamÖlümsüzdür Ehl-i Beyt’e olan sevgimHasanlar, Hüseyinler yaşar içimde Lakin dayanamıyor gönlüm hasret ateşineBilirim dağlar bile kaldıramaz acımı Utanıyorum yaşamaktan, utanıyorumÖlümü sevdiren ‘o en sevgiliye’ selâm olsunNe güzeldir cennet bahçesinin gülleriGözlerim mâverâya açılır... Hızır İrfan ÖNDER
leyman Han’a hayır dualar ederek memleketleri-
ne geri döndüler. Yine Selim Han’ın emriyle bazı
tüccarların gasbedilen mallarının geri verilmesini
emir buyurdular… Bu mallardan bazıları telef ol-
duğundan Süleyman Han, bunları kendi hazine-
lerinde tazmin eyleyip sahiplerine veya varisleri-
ne iade ettirdiler.”6
Hükümdarlığı boyunca en fazlada Osmanlı’yı
tam bir kanun, hukuk, adalet ve düzen sahibi dev-
let haline getirmek için uğraş verdi. Zamanın-
da Osmanlı merkez ve taşra yapılanması zirveye
ulaştı ve altın devrini idrak etti. Batı tarihlerin-
de “muhteşem” ve “büyük” unvan-
larıyla anılan Kanunî hakkında
Şarkiyatçı Ortalon’un ser-
dettiği şu tespitler bu ger-
çeği ifade eden en güzel
sözlerdendir: “Sultan
Süleyman’ın eserle-
ri bir sıraya konul-
sa, en altta muhare-
beleri, onun üstünde
bıraktığı abideler, en
üstte ise kurmuş ol-
duğu ilmî ve hukukî
müesseseler gelir.” Fa-
tih, II. Bayezid ve Ya-
vuz dönemlerinde çıkan ka-
nunları değiştirerek daha da
geliştirdi. Hem kendi devrinde hem de
Osmanlı’nın tüm zamanlarında en derli toplu ve
en mükemmel kanunlar onun hükümdarlığı dö-
neminde çıktı. Bu kanunlar, zamanının çok ileri-
sinde, hiçbir devlette bulunmayan, hatta hiçbiri-
sinin akıl edemediği seviyede ve gelişmişlikteydi.
Şeyhülislam Ebussuud Efendi ve Kemal
Paşazade’nin dinî-hukukî danışmanlığında
200’den fazla Kanunname çıkarak bu alanda da
bir rekora imza attı. Başta kendisi olmak üze-
re devlet ve toplum hayatında kanunlara titizlik-
le ve adaletle uyulmasını sağladı. Öyle ki, yaptı-
ğı kanunların çoğu 19. Yüzyıla kadar yürürlükte
kalmış, bir kısmı da devletin yıkılışına kadar ge-
çerliliğini korudu. Koyduğu ve geçerli kıldığı en
sağlam kanunlardan biri de, “bütün tebaa hu-
kuk karşısında eşit olduğu ve aynı cürümün ce-
zasının kim olursa olsun aynı ve eşit olacağı” idi.
(Kanunname-i Süleyman, 1. bap, 1.fasıl)
Bu yüzden kendisine yakıştırılan en güzel sı-
fatlardan biri de “Kanunî” oldu. Tarihçi Prof. Fe-
ridun Emecen’a ve Yılmaz Öztuna’ya göre daha
ziyade mevcut yasaları yaygınlaştırdığından do-
layı Kanunî unvanına layık görüldü. Mesela, hal-
ka eziyet eden idareci ve askerleri cezalandırması,
teftişleri yaygınlaştırması bu kabildendi.
Bir defasında reayanın hakları konusunda
şöyle demişti: “Velinimet-i âlem, rea-
ya yani köylüdür.” Saltanatı müd-
detince suçsuz bir kişiyi haksız
yere görevinden azletmedi-
ği ya da mağdur etmediği
gibi yetkilerinin bir kıs-
mını devrettiği idareci-
lerin bunu suiistimal
etmelerine ve devletin
yüksek menfaatlerine
aykırı hareket etmeleri-
ne de -en sevdikleri bile
olsa- asla müsamaha gös-
termemiş, tereddüt etmek-
sizin kanun ve adaleti hâkim
kılmıştır.
Sultan Süleyman’ın makam ve rütbe da-
ğıtırken ne kadar hassas davrandığını, Osmanlı’yı
hakkaniyet ve adaleti gözeterek de doruğa ulaştır-
dığını, halasının oğlu olan Semendire Sancak Beyi
Bali Bey’e 1532’de gönderdiği mektuptan hayret
ve ibretle okumak mümkündür.7
1 Solakzade, age, s.315; Busbecg, age, s.68-69.2 Süleymaniye Esat Efendi Kütüphanesi, nr. 372-91; Solakzade, age, s.142; Peçevî,
age, s.91.3 Solakzade, Solakzade Tarihi, Hazırlayan: Vahid Çubuk, Ankara, 1989, c.2, s.124;
Müneccimbaşı Ahmed Dede, Müneccimbaşı Tarihi, c.2, Haz: İ. Erünsal, İstanbul (tarihsiz), Tercüman 1001 Temel Eser, s.528-529.
4 Peçevi, age, s.184, 329-336; Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, Çeviren: Mehmet Ata, c.6, s.48, Gökbilgin, age, s.73-74, 150-151.
5 Topkapı Sarayı Arşivi, nr. 5888; Uzunçarşılı, age, s.410.6 Müneccimbaşı Tarihi, s.512.7 Peçevî, Tarih I, s.16 vd.; Uzunçarşılı, age, s.419-420; Ahmed Akgündüz, Bilinme-
yen Osmanlı, İstanbul, 1997, s.148, 151-153; Gökbilgin, age, s.7, 13-14, 92, 196, 199-201; Öztuna, age, s.135; Yücel, age, s.103. Kanunî’nin muhteşem portresinin diğer cepheleri hakkında geniş malumat için bkz. İsmail Çolak, Osmanlı’nın Gizli Tarihi, Genişletilmiş 10. Baskı, İstanbul, 2011, Nesil Yayınları, 2.Bölüm.
Dipnot
57Aralık 201156
KültürAydın TALAY
İSLÂMÎTEFEKKÜR İnsanı diğer varlıklar-
dan ayıran özellikle-
rin başında akıllı olması
ve düşünebilmesi gelmektedir.
Böylece yaratılmışların en şeref-
lisi olma makamına çıktığı gibi
tefekkür ederek kendini, çevre-
sini, Mevlâ’sını ve değerlerini
tanıdıkça yükselmekte ve baş-
kalarına da faydalı hale gelmek-
tedir. İçinde bulunduğumuz fır-
satçı, maddeci ve kuru menfaatçi
düşünce sistemi ise insanı sade-
ce maddî kaygılara yöneltmekte
semavat ve arza sığmayan insa-
nı dar kalıplara ve cendereye sı-
kıştırıp bırakmaktadır. Hâlbuki
duyu organlarımızın ihata ede-
mediği kâinat insanın yanın-
da küçük bir sayfa; insan ise
nüsha-i kübra yani küçük say-
faları içine alan büyük bir var-
lıktır. Dinimizde salim ve doğru
tefekkür daima teşvik edilmiş-
tir. Geçmiş yazılarımızda da kıs-
men konu ettiğimiz gibi bir saat
tefekkür yetmiş yıllık nafile iba-
detten üstün tutulmuştur. Ye-
ter ki düşünce yolu ve mantığı
doğru olsun. Felsefecilerin yap-
tığı gibi her şeyi inkârdan baş-
layarak tutulan yol İslâmî değil-
dir ve insanı sırat-ı müstakime
çıkaramaz. İslâm’ın ana çizgile-
ri doğrultusunda düşünmek ise
kulu hayra, fazilete, incelik ve
rikkate sahip kılar.
İnsanımız dünya işlerini sa-
dece bir uğraşı yerine ana he-
def edindiği zaman yüzü gülmü-
yor, her şeyi maddî menfaatle
ölçmeye kalkıyor ve sıkıntıdan
sıkıntıya müptela oluyor. Gözü
çevredeki birbirinden güzel
ahengi, ölçülü gidişi ve aklı dur-
duracak hesapları görmemeğe
başladığı için binbir endişe ve
basit hesaplarla boğuşup duru-
yor. Strese ve bunalıma giriyor,
dünya her an üzerine yıkılacak
ve nefesi kesilecekmiş halle-
re düşüyor. Bunlar tefekkürden
nasibini almamış insanımızın
sık sık karşılaştığı vakalardır.
Kur’an ayetlerinin mealini kav-
rayıp düşündüğü ve etrafında-
ki nizamı incelemeye başladığı
zaman bütün bu üzüntülerden
tereyağından kıl çeker gibi çe-
kilip kurtuluyor. Zira bu sıkıntı
ve üzüntülerin büyük bir kısmı
nefsin, şeytanın, heva ve heves-
lerin baskı ve dürtüsünden, aç-
mazlarından başka bir şey değil-
dir…
Şöyle dikkatle çevremize ba-
kalım. Birbirinden güzel nizam
içinde semavat ve arz ile yara-
tılan her zerre görevini yapa-
rak neşe saçarken, renklerin baş
döndürücü güzelliğini ses ve ha-
reketler tamamlıyor. Bu süru-
ru batının empoze ettiği felsefe
akımlarından, yanlı ve dar ka-
lıplardan almak kabil midir?...
Binbir çiçek dolaşan bal arıları-
nı ele alalım. Yarım kilo bal yap-
mak için 17000 arı on milyon
çiçeği dolaştığı halde kanaatin
ahengine bakın ki bir arı ömrü
boyunca bir çay kaşığının sadece
on ikide biri kadar bal tüketiyor.
Bir de onun bu hayran gidişine
çomak sokarcasına durmadan
onu şeker şerbeti içirerek sömü-
ren ve bala çeşitli hileler katan
bedbahtların ihanetine bakın ki
ne kendileri rahatlık sürüyor ne
de kazançları bereket getiriyor.
Yüce Kur’an’daki 16. sure bal
arısının adını boşuna taşımıyor:
Sure-i Nahl. En gelişmiş bilgisa-
yar saniyede 16 milyar işlem ya-
parken arı beyni saniyede tam
on trilyon işlem yapıyor. Kovan-
da sadece çalışan işçi arılara yer
var. Erkek arı döllemeyi yaptık-
tan sonra ömrü sona eriyor ve
diğerleri de tek tek ortadan kal-
dırılıyor. Ana arının yarım mil-
yon spermayı 7 yıl boyunca mu-
hafaza etmesi ilim âleminin
beyni anlamakta zorluyor. Zira
normal şartlara göre sperma-
lar ancak eksi 196 derecede ko-
runabilir.1 Kaç metre mesafede
ne tür ve ne miktarda çiçek bu-
lunduğunu güneş ışınları ile açı
yaparak bulan arı, kovandaki
arkadaşlarına bunu nasıl anla-
“İnsan, Kur’an ayetlerinin mealini kavrayıp
düşündüğü ve etrafındaki nizamı incelemeye
başladığı zaman bütün üzüntülerden tereyağından
kıl çeker gibi çekilip kurtuluyor. Zira bu sıkıntı ve
üzüntülerin büyük bir kısmı nefsin, şeytanın, heva
ve heveslerin baskı ve dürtüsünden, açmazlarından
başka bir şey değildir…”
Aralık 201158 59
tabiliyor? Ya; tevazu, bereket ve
şefkat kaynağı olan toprak anaya
ne dersiniz? Bir toprak parçası-
nı en ince değirmenlerden geçi-
rin onu hava sirkülâsyonu sağla-
yacak ve su geçirecek özellikten
mahrum edemezsiniz ki bu par-
çaya agregat diyoruz. Bu parça-
yı sağlam tutabilmek için bütün
mikroorganizmalar yarışa geçi-
yor. Tek hücreli terliksi hayvan
kuyruğunu bu yapıya sokarken
diğer biri de Japon yapıştırıcı-
sından daha kuvvetli olan bir sıvı
salgılayarak onu yapıştırıyor. Bir
santimetreküp toprak parçası-
nın içine 1-1,5 milyon canlı or-
ganizma nasıl sığıyor ve durma-
dan çalışabiliyor? Onun şair Ziya
Paşa Terciibent ve Terkiibent
adlı meşhur eserinde insanoğlu-
nun noksanlık ve acizliğine dik-
kati çekerek şöyle diyor:
Kimdir bu aczi has kılan âdeme
Kimdir bu nev-i eşref eden cümle
âleme
Şeytan-ü nefsi kimdir eden
âlet-i şürur
Kimdir koyan zebun-i havayi
cehenneme.
Kimdir veren alile tedaviye
ihtiyaç
Kimdir koyan meziyyet-i ıslahı
merheme.
Zenbur kimden eyledi tahsil-i
hendese
Bülbüllere kim eyledi talim-i
zemzeme
şiirini şu mükemmel teslimi-
yetle bitiriyor Ziya Paşa
Subhane men tehayyere fi suni
hil ‘ukul
Subhane men bikudretihi
ye’cizülfuhul
(Sanatı karşısında akılları
hayrete düşüren büyük sanatkârı
tebcil eder, şanını yüceltirim.
Kudretiyle âlimleri aciz bırakan
Yüce Rabbi takdis eylerim.)
Dünyayı yapan Yüce Sanatkâr
öylesine mükemmel dizayn et-
miş ki, çevreyi kuşatan atmos-
fer ve okyanuslar bir bebeyi sa-
ran yumuşak kundak gibi bizi
sarmalayıp tehlikelerden koru-
maktadır. Atmosfer biraz daha
kalın olsa donacak biraz daha
ince olsaydı yanacaktık. Yine at-
mosfer biz hiç farkında olmadan
korkunç hız ve gürültülerle ve 30
mil (yaklaşık 48 km) süratle ge-
len meteorları tutup parçalıyor
ve dünyamıza zarar vermeden
uzaklaştırıyor. Bazen atmosfer
yoğunlaşıyor bazen de açılıyor.
Uçakta, gemide, otobüste ve evi-
mizde rahatlık içinde seyreder-
ken çevremizde kopan gümbür-
tü ve olayların farkında olsak ne
yatar, ne oturabilir ne de yaşa-
yabilirdik. Zira dünya ekseni et-
rafında saatte bin mil ve güne-
şin etrafında ise 60.000 mil hızla
dönerken aynı zamanda saatte
20000 km süratle Lyr burcunda-
ki Vega yıldızına doğru adeta va-
kumlama gibi yaklaşıyor. 2 Bir
bilim adamı buna dikkati çeke-
rek kıyamete işaret ediyor ve bu
yaklaşma sıfır olup dünya Vega
yıldızına çarptığı zaman bütün
kürreler tozlar gibi dağılacak ve
kıyamet kopacaktır diyor. Gü-
neşe bakın ki dakikada 66000
ton helyumun parçalanması ile
60000 ton hidrojene ortaya çı-
kıyor. Peki aradaki bu 6000 ton
eksikliğe göre milyonlarca sene-
dir güneşin gittikçe küçülmesi ve
ağırlığından kaybetmesi gerek-
mez miydi? Hâlbuki kudreti son-
suz olan Mevlâ’m milyonlarca
senedir onu hayat kaynağı olarak
çalıştırıyor ve hiçbir şeyi de eksil-
miyor.
Hayatın İçinden, Tercüman Gazetesi, 30.04.2005Fi Zilâl-il Kur’an, c, 9 s, 102
Dipnot
ŞEHİDE AĞIT Yüreğinde ve alnında Durulmaz şah damar durur Uzanmış kara toprağa Dudağında kanlar kurur
Bir tebessüm yanağına Güllerden demet kondurur Yummuş gözlerini şehit Gören sanar sanki uyur
Başucunda yetimleri Elleri elimde soğur inci inci gözyaşları Ağlar durur, ağlar durur
Şehadet bir çağrı ona Hakk katından gelen onur Hüzün döken bulutlarda Islatırlar yağmur yağmur
Abdulbaki KÖMÜR
61Aralık 201160
Ehl-i Beyt’e olan derin ve duygusal mu-
habbetimiz âlemlere rahmet olarak
gönderilen Rasûl-i Ekrem Efendimize
olan muhabbetten ileri gelmektedir. Onun aile-
sini sevmek onu sevmenin bir yansıması ve par-
çasıdır. Ehl-i Beyt’ini sevmenin Hz. Peygamber
(s.a.v)’i memnun edeceği, onlara eziyet etmenin
de onu üzeceği şuuru her an zihinlerde taze kal-
saydı belki de tarihimizdeki Ehl-i Beyt merkezli
acı olaylar yaşanmayabilirdi.
Bu yazıda Ehl-i Beyt imamlarından biri
olan İmam Ali Zeynelâbidîn’in haklara dair bir
risâlesinde insanlığa verdiği evrensel mesajlar
ele alınacak; söz konusu risâlesinden bazı bölüm-
ler sunulacaktır. Böylece Ehl-i Beyt’in hikmet pı-
narından istifade edilecek ve aynı zamanda Ehl-i
Beyt’i neden sevmemiz gerektiği sorusuna da bir
anlamda cevap verilmiş olacaktır.
İmam Ali Zeynelâbidîn
O, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kerbelâ katli-
amından sağ kurtulan biricik torunudur. Hz.
Hüseyn’in oğludur. Zühd, takva, ibadet, dua ve
Allah’a kullukta zirve olan bu Ehl-i Beyt emâneti
çok secde etmesi sebebiyle “seccâd” lakabıy-
la anılmıştır. Zeynelâbidîn adı ise “ibadet eden-
lerin süsü” anlamına gelmektedir. Onun hayatı
nebîlerin hayatından numuneler taşıdığı için iba-
det konusunda ender şahsiyetlerden biridir. O,
zühdü ve Allah’a yakarışı yönüyle Hz. İsa’yı, çe-
tin imtihan ve belâlara sabredişi bakımından Hz.
Eyyub’u, ihlâsı ve yüksek ahlakıyla da büyük de-
desi Rasûl-i Ekrem Efendimizi hatırlatmaktadır.
Hicrî 38 yılında Medine’de doğmuş, 25 Muhar-
rem 98’de Medine’de vefat etmiştir. Kabri Bakî
mezarlığında amcası Hz. Hasan’ın yanındadır.
Hukuk Risâlesi
İmam Ali Zeynelâbidîn Risâletü’l-Hukûk adıy-
la hacmi küçük, ancak muhtevâsı geniş bir risâle
kaleme almıştır. Bu risâlede Müslümanın riâyet
etmesi geren bütün hakların tasnifini ve kısa
açıklamalarını yapmıştır. Böylece İslam’da ku-
lun haklar karşısında ve özellikle kul hakları ko-
nusunda duyarlı olması gerektiğine işaret etmiş-
tir. (Geniş bilgi için bkz. Abdulaziz Hatip, İmam
Ali Zeynelabidin Hukuk Risâlesi, İstanbul 2010.)
Hakların Tasnifi
Allah hakkı, vücut organlarının hakkı, amel-
lerin hakkı, yöneticilerin hakkı, yönetilenlerin
hakkı, akrabaların hakkı, iyilik yapanların hak-
kı, cemaatle namazın hakkı, meclis hakkı, komşu
hakkı, ekonomik haklar, ihtilaftan doğan haklar,
istişare ile ilgili haklar, nasihate ilişkin haklar,
sosyal haklar, fakirlerin hakları, sevindirenin ve
üzenin hakkı, toplum hakkı… Bu liste daha da
uzatılabilir...
Kısaca Bu Hakların Mahiyeti
Tüm hakların aslı Allah hakkıdır. Allah’ın en
büyük hakkı, O’na hakkıyla kulluk etmek ve hiç-
bir şeyi ortak koşmamaktır. Bu haklar samimi-
yetle yerine getirilirse Allah dünya ve âhiret işle-
rinde kuluna yardım etmeyi taahhüt eder. Her iki
cihanda kul neyi seviyorsa onu korumayı garan-
ti eder.
Vücut organlarının hakkı, onları Allah’a itaat
yolunda eksiksiz bir şekilde çalıştırmaktır. Bunun
için dile, göze, kulağa, ele, ayağa, mideye, üreme
organına meşru hakkını vererek bu konularda
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
eHL-İ BEYTHİkmet Pınarlarından
İmam Zeynelâbİdîn ve Hukuk Rİsâlesİ
Aralık 201162 63
Allah’tan yardım dilemektir. Bu organları Allah
ne için vermişse, başka işte değil, sadece o işte ve
uğurda, meşru ve doğru olan şekilde kullanmak-
tır. Dili yalanda, gıybette; eli, ayağı, gözü haram-
da; mideyi haram lokmada… kullanmak onların
hakkını ihlal etmektir.
Amellerin de insan üzerinde hakkı vardır. Na-
mazın hakkı, Allah’ın daveti ve O’nun divanın-
da olunduğu bilinciyle başlamak, bütün azalara
sükûnet ve saygı içerisinde namaz kıldırmaktır.
Orucun hakkı, onun kullarını cehennemden ko-
rumak için Yüce Allah tarafından el, ayak, göz,
kulak, şehvet ve midenin önüne gerdiği koruyu-
cu bir perde olduğu bilinciyle hareket etmektir.
Zekâtın hakkı, zekâtın Allah katında kul için bir
yatırım, yanına bıraktığı ve şâhide ihtiyaç duyma-
yan bir emânet olduğunu bilmektir. Bunun böyle
olduğunu bilen Müslüman, gizli verdiğine açıktan
verdiğinden daha fazla ümit bağlamış olur. Çünkü
ne verdiğini ve niçin verdiğini ancak Allah bildi-
ği için zekât Allah ile kul arasında sır olarak kalır.
Hac ve kurbanın hakkı, bunlarla sadece ve sadece
Allah’ın hoşnutluğunu, O’nun rahmet ve kabulü-
ne mazhar olmayı dilemektir.
Yöneticinin hakkı, senin kendisi için bir imti-
han vesilesi olduğunu bilerek hareket etmektir.
Böyle hareket edilince, dininden taviz vermeden
yöneticinin meşru isteklerinde ona itaat etmek,
doğru yapması ve bu konuda başarılı olması için
ona gönülden dua etmek de onun haklarındandır.
Öğreticinin hakkı, hocanın öğrencilerin ken-
disine emânet edilmiş kimseler olduğu bilinciy-
le hareket etmesidir. Bu bilince sahip olan öğret-
men, öğrencinin yararına olan şeyleri en güzel
şekilde, şefkat ve merhametle öğrencisine anlatır
ve öğretir.
Öğrencinin hakkı, saygı göstermek, ders mec-
lisinde edeplice oturup istifade etmek, ders esna-
sında başka şeylerle ilgilenmemektir. Öğrenci ola-
rak seni eğitmesi konusunda ona yardımcı olman,
söylediklerini zihninde tutman ve eğitime zarar
verecek zevk ve eğlencelerden uzak durmantır.
Yönetilenin hakkı, şefkat, merhamet ve adalet-
le muâmele görmektir. Çünkü yönetici her zaman
yönetilenden güçlüdür. Böyle olduğu için iktidarı
ele almıştır. O zaman zayıf konumdakine yardım
ve merhamet etmek onun hakkıdır.
Hanımın hakkı, onun Allah’ın bir lütfu ve
emâneti bilinciyle hareket etmektir. Dolayısıyla
kendileriyle sükûnet bulunan Allah’ın bu nimeti-
ne güzelce eşlik etmeli, ona sevgi, saygı, şefkat ve
yumuşaklık gösterilmelidir. Hanımın üzerinde de
beyşini aynı şekilde haklar vardır.
Anne hakkı, ona karşı şu bilinçle davranmak-
tır: Hiç kimsenin kimseyi taşımayacağı yerde o
seni aylarca taşımıştır. Kimsenin kimseyle payla-
şamayacağı, kalbinin meyvesi olan şefkati ve vü-
cut gıdalarını seninle paylaşmıştır. Gözü, kulağı,
eli, ayağı kısacası bütün bedeniyle dört gözle dün-
yaya gelişini beklemiştir. O sevinçli günü iple çe-
kerken bu uğurda nice acılara ve zorluklara kat-
lanmıştır. Karnını sana kundak, kucağını sana
beşik, göğsünü emzik, canını siper etmiştir. Ca-
nından, kanından, uykusundan senin için feragat
etmiştir. Sen de onun fedakârlıklarına karşı ona
teşekkür ve hürmet borçlusun.
Baba hakkı: Baba insanın aslıdır. İnsanın ken-
disi için hoşlandığı ve elde ettiği her nimette ba-
basının bir hakkı ve payı olduğunu unutmamalı-
dır. Dolayısıyla babaya itaat, hürmet ve teşekkür
borcu vardır.
Baba Evladını Ancak İyi Eğitmeli
Evlat hakkı, insanın kendisinin bir parçası ol-
duğu ve onun adını taşıyacağı bilinciyle hareket
etmektir. Bunun sonucu olarak baba evladını an-
cak iyi eğitmek ve ona Allah’ın yolunu göstermek-
le hakkını ödemiş olur.
Kardeş hakkı, onun tutan el, dayanılan arka,
bel bağlanan kuvvet ve hayat mücâdelesinde ha-
zırlık olduğunu bilmektir. Buna göre onu Allah’a
isyan olacak konularda kalkan ve Allah’ın kulla-
rına karşı bir zulüm aracı olarak kullanmamak
gerekir. Nefsine karşı desteksiz, düşmanına kar-
şı yardımsız, şeytanına karşı korumasız bırakma-
mak ve ona Allah için nasihat etmek gerekir.
İyilikte bulunanın hakkı ona teşekkür etmek,
huzurunda iyiliğini yâd etmek ve gıyabında onun
için içtenlikle dua etmektir. Sohbet arkadaşının
hakkı, ona tatlı dilli, güler yüzlü ve yumuşak dav-
ranmak, konuşurken sözünü kesmemek, söz hak-
kını kullanmada adalete riayet etmektir.
Komşu hakkı, o yokken onu her şeyiyle koru-
yup gözetmek, varlığında saygı göstermek, her iki
durumda yardım ve desteği esirgememek, mah-
remiyetlerini gözetlememek, ayıp ve kusurlarını
örtmektir. Arkadaşlık hakkı, elden geldiğince öz-
verili davranmak, onu kendine tercih etmek ve
yaptığı iyiliği karşılıksız bırakmamaktır.
Ortaklığın hakkı, kendisi olmadığında onun
yerini tutmak, mevcut olduğunda ona kendin gibi
davranmak, onun kararını öğrenmeden kendi ka-
rarında ısrar etmemek, malını kendisi için muha-
faza etmek, ona ihânet etmeyi asla aklından geçir-
memektir.
İmam Ali Zeynelâbidîn diğer hakları da bu şe-
kilde ele almaktadır. Onun bu risâlesinden bü-
yük dedesi Rasûl-i Ekrem’in ilim, irfan, nezaket,
rahmet, ahlak, adalet, hak, hukuk adına getirmiş
olduklarının bir özetini öğrenmekteyiz. İşte biz
Ehl-i Beyti Efendimizin bütün güzel özelliklerini,
onun yüce hatırasını ve eşsiz râyihasını bize taşı-
dıkları için seviyoruz.
* Prof. Dr.
65Aralık 201164
Kitaplık
Namus Fitnesi Mut’a Nikâhı
Prof. Dr. İbrahim CANAN
Işık Yayınları
Tel: 0216 522 11 44
Kur’ân’la Yaşayanlar
Metin KARABAŞOĞLU
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Kulluğun Özü Dua
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI
Bizim Büro Basımevi
Tel: 0424 237 00 00
Semender
Vedat Ali TOK
Berceste Yayınları
Tel: 0352 332 2728
Sağlığımı Koruyorum
Prof. Dr. Sefa SAYGILI
Elit Kültür Yayınları
Tel: 0212 446 08 08
Çay kullanımının Türkiye’de uzun bir
geçmişinin olması, Türklerin kendi
çay kültürlerini yaratıp geliştirmelerini
sağlamış¬tır. Çay yalnızca evlerde değil, çayha-
nelerde, çay bahçelerinde, kıraatha-
ne ve kahvehanelerde de içilmiştir.
Zamanla, Türkiye’de çay kullanı-
mı giderek kahve kullanımının
önüne geçmiştir. Bugün ise,
ülkemizde çay, sudan sonra
en çok tüketilen içecektir.
Bu du¬rum doğal olarak
zengin bir çay kültürünün
oluşmasına yol aç¬mıştır.
Çay, türkülere, manile-
re, bilmecelere, tekerle-
melere girmiş, şiirlerde,
hikâyelerde, romanlarda
çaydan söz edilmiş, res-
samlar çay kültürünü işle-
yen resimler yapmışlar, karikatüristler çayla il-
gili karikatürler çizmişlerdir.
Çay Kitabı’nda, çayın çeşitli özellikleri kı-
saca anlatıldıktan sonra, dünyadaki ve Türki-
ye’deki tarihi gelişimi özetleniyor. Ça¬yın halk
kültürümüzdeki yeri gösterilmeye çalışılırken,
Türk Edebiyatında çay konusu şiirden başlanıp
hikâye, seyahatname ve anı gibi türlerde ince-
leniyor. Örneklerde de görülebileceği gibi, ede-
biyatımızda çayla ilgili zengin bir malzemeyle
karşıla- şıyoruz.
Çayla ilgili şiirlerin, bu ara-
da anonim şiirlerin metinleri tam
olarak verilmeye çalışılmış. Bu
durumda okuyucu çayla ilgili sa-
nat, edebiyat ve folklor verimle-
rinin hatırı sayılır bir bölümünü
kitapta bulacaktır. Özellikle ülke-
mizin çay yetiştirme bölgesi olan
Rize ve Trabzon yöresi halk kültü-
ründe çayla ilgili zengin örnekler
vardır. Artık kaybolmaya yüz tu-
tan atışmalara fazla yer ayrılması
bu örneklerin giderek azalmakta
oluşundandır. Bu alanda yeni ör-
neklere gelecekte belki de hiç rastlanma-
yacaktır. Kitaptaki ‘İlâhilerde Çay’ bölümünde
şu ifadelere yer verilmiş:
İlâhilerde Çay
“Çayın, tarikat meclislerinde sevilerek içilme-
si ve bol çay elde etmek için semaverlerin kayna-
tılması, tasavvuftaki bazı kavramlarla bütünleş-
KitapMuharrem AKIN
tirilmiştir. Örneğin, Ahmet Yesevî’den
günümüze kadar uzanan bir gelenekte
çay şifadır. Çayın hazırlandığı suyu ısı-
tan semaver de şifa dağıtıcı olarak gö-
rülür. Yalnızca sohbetlerde değil, mev-
litlerde, hamam çıkışlarında insanları
rahatlatmak için semaver kaynatılır ve
çay verilir.
Semaver bir şifahaneye, dertlilere
şifa veren bir manevî çeşmeye benzeti-
lir. Semaver sohbetlerinde üç ana un-
sur; saki, gazelhan ve muhibbandır. Bu
sohbetlerde çaya “küçük derviş” denir.
Semaverin ise bağrı ateşte yanar. Mus-
luğundan akan sular ve çaylar, yaşlar,
kanlı yaşlardır. Sohbetlerde küçük çay
bardakları kullanılır ve sessizliğin bo-
zulmaması için çay kaşığı kullanılmaz,
çaylar sert şekerle kıtlama olarak içilir.
Sessizlik içinde yudumlanan çay (mey)
insanı başka âlemlere taşır. Semaver-
li çay sohbetlerini çok seven Es-Seyyid
Osman Hulûsi Efendi semaver hakkın-
da şöyle der:
Semaver yar u yaranıyla hazır
Çiçek altında teşrifine nazır
Zaman hoştur, zemin hoştur, mekân hoş
Bu hoş demde hoş olup gel misafir
Nakşibendî sohbetlerinde sema-
ver kaynarken ilâhîler okunur. Sema-
ver sanki bir daüşşifadır. Ondan veri-
len çayla ve sohbetin manevî havasıyla
insanlar manevî coşkuya kapılır, ruhla-
rı ferahlar.”
Çay Kitabı, geçmişten bugüne uza-
nan süreçte Türk çay kültürünü görsel
malzemelerle birlikte ele alan en kap-
samlı çalışma özelliğini taşımaktadır.
Çay KitabıMustafa DUMANKitabevi Yayınları256 sayfa
ÇAY KİTABI
67Aralık 201166
Yaşlanma; krono-
lojik, biyolojik, fiz-
yolojik, sosyal ve
psikolojik boyutları olan, do-
ğumdan başlayarak ölüme ka-
dar süren ve kaçınılmaz olan bir
büyüme ve gelişme sürecidir.
Organizmanın molekül, hüc-
re, doku, organ ve sistemler dü-
zeyinde, zamanın ilerlemesiy-
le ortaya çıkan, geriye dönüşü
olmayan, yapısal ve fonksiyo-
nel değişikliklerin tümü olarak
tanımlanmaktadır. Ölümle so-
nuçlanacak şekilde canlılık faa-
liyetlerinde giderek azalma söz
konusudur. Yaşın ilerlemesiyle
birlikte kalp, dolaşım, boşaltım,
solunum ve bağışıklık sistemle-
rinin işlevlerinde sürekli bir ge-
rileme olmaktadır. Fakat bu
durumda çok önemli bireysel
faktörler geçerlidir. Bazı kişiler
ileri yaşa ulaşmasına rağmen
yaşlılık belirtileri göstermeye-
bilir veya kronolojik yaşının
genç olmasına rağmen ileri de-
recede bireysel yaşlılık belirtile-
ri ortaya çıkmış olabilir.
Yaşlanma süreci beslenme-
den egzersize, zihinsel faaliyet-
lerden genel sağlık kurallarına
uymaya kadar hayatın her ala-
nında gerekli çabanın gösteril-
mesiyle yavaşlatılabilir.
Yaşlanmanın getirdiği biyo-
lojik ve psikolojik değişiklikler,
yıllar veya on yıllar içinde ya-
vaşça ortaya çıkar, dolayısıy-
la insanların genel olarak yaş-
lı kabul edilebileceği tek bir yaş
yoktur. Günümüzde genel ola-
rak 65 yaş ve üstü kişiler yaşlı
kabul edilmekteyse de ABD’de
1960 ve sonrasında doğmuş ki-
şiler için bu sınır 67’ye yüksel-
tilmiştir. Bu değişiklik öncelik-
le maddî sebeplere dayansa da,
yaş sınırının yükseltilmesi yaş-
lı nüfusun üretkenlik ve yaşa-
yabilirliğindeki artışı da göster-
mektedir.
Yaşlılık Sürecinde Oluşan Bedensel
Değişiklikler
Yaşlı insanlar homojen bir
grup oluşturmazlar, hem fizyo-
lojik hem de psiko-sosyal özel-
likleri çok değişik olabilir.
Bedensel değişiklikler yaş-
lanma sürecinde devam eden
psikolojik, sosyal, biyolojik ve
çevresel olayların biriken etki-
siyle vuku bulur. Bu değişik-
likler tüm insanlarda aynı şe-
kilde oluşursa da bireylerin
yaşam tarzlarına ve onların ha-
yatlarındaki çevresel özellikle-
rine bağlı olarak değişik hızlar-
da gerçekleşir.
Deri: Saçlar zayıflar ve be-
yazlar. Saç çizgileri çekilir. Tır-
naklar zayıflar, ter bezlerinde
atrofi (küçülme) meydana gelir
ve terleme azalır. Deri buruşur,
zayıflar, kurur, kolayca incinir.
Görüş: Gözyaşı azalır, göz
kapakları sarkar. Yakın nesne-
ler üzerine odaklanmada ye-
tersizlik, ışığa uyumda azalma
meydana gelir.
İşitme: İşitme refleksi aza-
lır, özellikle yüksek tonlarda
işitmede zorluklar olur.
Dokunma: Soğuk, ısı ve do-
kunma duyuları ile ağrı eşiğin-
de azalma ortaya çıkar.
Koku: Koku duyusu azalır.
Tad: Tad duyusu azalır. Tü-
kürük salgıları azalır, ağız kuru
olur.
PsikolojiSefa SAYGILI*
“Başkalarının ihtiyaç duyduğu bir kişi olmak ve kişinin kendi ailesine veya
topluma katkısı olması kişinin kendini değerli hissetmesi için önemlidir.
Yaşlıları fiziksel ya da zihinsel melekelerindeki değişikliklere rağmen
hayata bağlayacak önemli yolların belirlenmesi konusunda onlara yardım
etmek, artık yapamadıkları şeylerin ya da kaybettikleri sosyal rollerin
yasını tutmamaları için onlara fırsat tanımak kadar önemlidir.”
YAŞLIKİMDİR?
Aralık 201168 69
Kas iskelet sistemi: Kas hac-
mi ve uzunluğunda azalma, kas-
larda gevşeme, daha az enerji ve
daha çabuk yorulma, adımlar-
da kısalma ve yavaşlama, sarkık
postür, boyun kısalması söz ko-
nusudur.
Kalp dolaşım ve solunum
sistemi: Vital kapasite ve göğüs
genişlemesinde azalma, nabız-
da yavaşlama olur. Damarlarda
aterosklerotik değişiklikler gö-
rülür.
Mide-bağırsak: Salgı aza-
lır, alkali derecesi artar. Diş sa-
yısında azalma olur. Çiğneme
fonksiyonları bozulur. Midenin
boşalması yavaşlar, susuzluğa
duyarlık azalır.
Genitoüriner sistem: Pros-
tat bezlerinde genişleme, me-
sane hacminde azalma vardır.
Seksüel fonksiyonlar düşer.
Sinir sistemi: Beyin ağırlı-
ğında ve belli bölgelerdeki hüc-
relerin sayısında azalma, uyku
tarzında değişiklik, rüya görme-
de azalma ve uyanıklık periyot-
larında artma, reflekslerde za-
yıflama olur.
Bilişsel Yaşlanmayı Etkileyen Faktörler
Yeterli eğitim görmek gibi ki-
şilerin daha önceki yıllarda ka-
zandığı avantajlara ek olarak
sağlıklı ve kişiyi zinde tutan ya-
şam şekilleri faydalı olmaktadır.
Fiziksel ve zihinsel egzersizin,
sağlıklı beslenmenin ve sosyal
desteğin iyi olması çabuk yaş-
lanmaya karşı koruyucu faktör-
lerdir.
Yaşlılık ve Stres
Zihinsel açıdan sağlıklı yaşlı-
lar duygularını gençlerden daha
iyi kontrol ederler, duygu yük-
lü ikilemlerde daha esnek dü-
şünürler ve duygusal olayları
tarafsız olaylardan daha iyi ha-
tırlarlar. Yaşlılar strese yol açan
olaylarla gençlerden daha fark-
lı şekillerde baş edebilmektedir;
yaşlılar sorunları eylemci, mü-
cadeleci bir tavırla çözmek yeri-
ne; duygu odaklı bir yaklaşımla
çözebileceklerine daha çok gü-
venirler. Bu yumuşak ve hoşgö-
rülü bir yol demektir.
Yaşlılar depresyona veya
anksiyete bozukluklarına genç-
ler ya da orta yaşlılardan daha
yatkın değildir ve yaşlıların öz-
güvenlerinin düşük olması ge-
nel bir kural değildir.
Yaşlanmanın Sosyal Yönü
Yaşlılıkta rol değişikliği ve
sıklıkla da, rol kaybı olur. İnsan-
ların çoğu aile, toplum ve mes-
lek hayatı içindeki rollerinde de-
ğişiklik olmasını bekleyebilir ve
çoğu kişi için, üstlenilen fark-
lı rollerin sayısı ilerleyen yaşlar-
da azalır.
İş yaşamının bitişi toplumsal
ilişkileri ve arkadaşlık bağlarını
zayıflatarak kişiyi yalnızlığa sü-
rükleyebilir. Emekli olan kişiler
kazançlarını kaybettiklerini ve
çalışmanın sağladığı her gün in-
sanlarla temas etme fırsatını ka-
çırdıklarını söyleseler de, çoğu
emekliliği kabullenip işinin ye-
rini dolduracak yeni meşguliyet-
ler edinirler.
Emeklilik, beklenen zaman-
daysa veya kişinin kendi isteğiy-
le olmuşsa ve emekli olduktan
sonra kişinin yeterli bir geli-
ri varsa kişiler emekliliğe bu tip
bir uyum sağlayabilirler.
Az da olsa emekli maaşı alan
yaşlıların yakınları tarafından
daha çok sahip çıkıldığını görü-
yoruz.
Bir belediye başkanı kasaba-
larındaki yalnız ve kimsesiz ka-
dına maaş bağlattıktan sonra 3
ailenin birden uzaktan akrabası
olduğunu söyleyerek bakmak is-
tediklerini anlatmıştı.
Arkadaşlık ve Grup İlişkisi
Gençlerle karşılaştırıldığın-
da, yaşlıların insanlarla iletişi-
mi, teması daha azdır. Yaşlılar
önemli konularda aile bireyleri-
ne ve uzun sürmüş dostluklara
gençlerden daha çok güvenirler.
Güvenli, yakın ilişkiler yaşlılık-
ta kendini iyi hissetmesi ve ruh
sağlığı için son derece değer-
lidir. Sosyal bir hayatı olan ve
aranan bir kişi olmak yaşlanma
sürecinin başarılı geçmesi için
önemlidir.
Amerikalı yaşlıların yakla-
şık yarısı düzenli olarak kilise-
ye gitmektedir ve altı ABD’liden
yaklaşık biri kilisede gönül-
lü olarak çalışmaktadır. Dini
inançlar yaşlılığa uyum sağla-
mada önemli bir rol oynamak-
tadır. Ülkemizde de düzenli
camiye giden yaşlılar sosyalleş-
mektedirler.
Başkalarının ihtiyaç duydu-
ğu bir kişi olmak ve kişinin ken-
di ailesine veya topluma katkı-
sı olması kişinin kendini değerli
hissetmesi için önemlidir.
Yaşlıları fiziksel ya da zihin-
sel melekelerindeki değişiklik-
lere rağmen hayata bağlayacak
önemli yolların belirlenmesi ko-
nusunda onlara yardım etmek,
artık yapamadıkları şeylerin ya
da kaybettikleri sosyal rollerin
yasını tutmamaları için onlara
fırsat tanımak kadar önemlidir.
“Gençlerle
karşılaştırıldığında,
yaşlıların insanlarla
iletişimi, teması
daha azdır. Yaşlılar
önemli konularda aile
bireylerine ve uzun
sürmüş dostluklara
gençlerden daha çok
güvenirler. Güvenli,
yakın ilişkiler yaşlılıkta
kendini iyi hissetmesi
ve ruh sağlığı için son
derece değerlidir.” Asla
n TE
KTAŞ
*Prof. Dr.
71Aralık 201170
Bir gün Yunus Emre medresede
eğitim görürken hocası ve arka-
daşlarıyla birlikte kırlara çıkar-
lar. Yemek ve sohbetin ardından Yunus Emre’nin
Hocası öğrencilere:
“Bugün kırlara dağılınız ve sizlerden hediye
olarak da akşama birer çiçek demeti istiyorum.”
der.
Akşama kadar kırlarda vakit geçiren öğrenci-
ler, hepsi ellerinde birer çiçek demeti ile medre-
seye dönerler ve hocalarına tek tek sunarlar. En
sona kalan Yunus Emre ise elinde sadece kuru-
muş bir çiçek demetini sunar hocasına:
Gönül gözü açık olan hocası Yunus Emre’ye:
“Evladım, herkes en güzel çiçek demetlerini
getirdikleri halde sen neden kurumuş çiçek de-
meti getirdin” diye sorar?
Başını öne eğen Yunus Emre masun bir şekil-
de:
“Efendim! Sizden özür dilerim. Fakat ne za-
man koparmak için bir çiçeğe elimi uzattımsa onu
Allah’ı zikreder buldum. Gönlüm onları Allah’ın
zikirlerinden alıkoymaya razı gelmedi. Onun için
size de bu kurumuş çiçek demetini getirdim.” der.
“Göz nedir?” sorusuna biyoloji kitaplarına
baktığımız zaman; gözü kafatasının alın çıkıntı-
sı altındaki çukurlarda yer alan, sinirler yoluyla
beynin görme merkezine bağlı, değişik frekans-
larda ışığı algılayıp uyarılar halinde beyne yolla-
yan organ olarak tanımlamaktadır.
Görmenin tanımı ise ortamdaki ışık ve cisim-
lerin duygusal retinadaki fotoreseptör hücreleri
tarafından algılanmasıdır.
Görmek, duymak, koklamak gibi eylemleri-
nin yanında kendini diğer varlıklardan ayırabi-
len, hisseden, farkına varan, anlayan, bilinçli ey-
lemde bulunmadır.
Dinî boyuttan baktığımız zaman insanın; Al-
lah tarafından en güzel şekilde yaratılan, bu mü-
kemmeliyetlik içinde en güzel şekilde de dona-
tılan bir varlıktır. Bu mükemmeliyet donatılar
içinde de insanın dış dünyaya açılan penceresi
olarak da göz verilmiştir.
İnsanın dış dünyaya açılan ve dış dünyayı al-
gılama organı olan göz; insan için Cenab-ı Hak
tarafından ruhtan sonra verilmiş ikinci derece
önemi olan bir nimettir. Ki bu nimet insanın an-
EğitimM. Emin KARABACAK
“Çünkü insanı diğer varlıklardan ayıran en büyük özelliği görmeyi
gönül gözüyle yapmasıdır. Çiçeğe bakan bir insanla bir hayvanın
farkı ancak eylemleriyle algılanabilir.”
GÖNÜL GÖZÜ
73Aralık 201172
lamalığının yanında farkındalığınında önemini
arz etmektedir.
Göz insanın dış dünyada gördüklerini anlam-
landırmasının ötesinde farkındalığını da artır-
maktadır. İnsanın hissetmekle anlama arasındaki
farkla; bakmakla görme arasındaki farkı değer-
lendirebilmesini sağlamaktadır. Bakmakla görme
arasındaki farkın anlamlandırılmasında tek başı-
na göz bir şey ifade etmemektedir.
İnsan, görmeden öte yaptıklarına ve yapacak-
larına dair fikri olan, akıl yürütme özelliği olan bir
varlıktır. Heidegger’in dediği gibi;
“İnsan yalnızca var
olan değildir. Aynı za-
manda kendini var olan ola-
rak algılayabilendir de.” Onu diğer
canlılardan ayıran da bu algılama ve bilinçli olma
durumudur. Görüp işittiklerini, duygu ve düşün-
celerini dile getirmektir insanı insan yapan. Ha-
yata kattığı yorumdur.
İnsan Gözdür
“İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka
bir şey değil. Gözü neyi görürse, değeri o kadardır
insanın.” (Mevlânâ)
“İnsan gözdür” derken Mevlânâ Hazretleri in-
sanın görmesini bize algılama olarak tarif etmek-
tedir. Görme olayını tasavvufî boyutla ele alan
Mevlânâ bunu da Vahdet-i Vücut inanışına göre
değerlendirmektedir.
Vahdet- Vücut inanışına göre Allah tektir,
mutlak güzelliktir ve bu evrende kendini tecelli
etmiş, yani yansıtmıştır. Bu evren bir yansımalar
âlemidir; gerçeklik âlemi değildir. İnsan bu
dünyada maddî zevkler, hırs, tutku, nefret gibi
duygular içerisindedir ve “görmek” eylemini mis-
tik anlamında gerçekleştiremeyecek durumdadır.
Gözünün önünde vahdet perdesi vardır; bu perde
kalkmadığı sürece göremeyecektir.
Mevlânâ’nın ve tasavvuf felsefesinin bu du-
rumda sözünü ettiği görmek, kafatası çukurla-
rımızdaki organlarla değil, gönül gözü ile yapı-
lan görmektir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi
(k.s)’de bu hakikati bir beyitlerinde şöyle beyan
eder:
Bu göz ile görülmez rü’yet-i dil-dâre ey gönlüm
Edegör bir bakışda dostu görmeğe basar peydâ
Bu anlamda bakıldığı zamanda in-
sanın diğer varlıklardan farkı
ortaya çıkmaktadır. Çün-
kü insanı diğer var-
lıklardan ayıran en bü-
yük özelliği görmeyi gönül gözüyle
yapmasıdır. Çiçeğe bakan bir insanla bir hay-
vanın farkı ancak eylemleriyle algılanabilir. Bazı
hayvanlar için yenecek bir ot iken bazı hayvan-
lar için de bal yapılacak bir vasıta olarak görülür.
İnsanlarda da bu böyledir. Kimisi çiçeği sevgili-
sine götüren bir araç olarak görürken kimisi de
Allah’ın yaratıcı gücünü görür.
Mevlânâ: “Akıl insanı insan yapandır. Akıl in-
sandır gözdür. Ona çevreyi öğreten, bilgilerini ge-
liştiren ve insanı insan yapandır” der. Yoksa gör-
me eylemi akılla değerlendirme yapılmasaydı
insanın hayvandan farkı olur muydu?
Sonuç olarak insanı bir bütün içinde ele almak,
görmeyi sadece bakma olarak değerlendirmemek
gerekir. İnsandaki görmenin anlamlanabilme-
si içinde eğitilmesi gerekir. Nasıl ki davranışları
eğitilen insan daha sağlıklı davranışlar sergilerse
görmenin de eğitilmesi gerekir. Görmenin eğitil-
mesinde de esas amaç Yaratan olmalıdır.
Yani yaratılandan öte Yaratanı görüp sevebil-
mektir.
MEVLÂNÂ RUBÂİLERİ MEVLÂNÂ -I-
Neseb-i âlîleri; ulemâdan geçilmezTarîki; üdebâdan, şuarâdan geçilmezFarsça’dan geçilir de, insanlığın sevdiğiİslâm mütefekkiri Mevlânâ’dan geçilmez…
MEVLÂNÂ -II-
Babası ilme sultan, Bahâeddîn geçilmezHocası gize sultan, Burhâneddîn geçilmezMahdumu Sultan Veled geçilir sanmayasınMevlânâ dile sultan, Celâleddîn geçilmez…
MEVLÂNÂ DİYOR Kİ -I-
Yaratılmışları hoş gör, sevgi ve merhametle dol!İyiliktir, güzelliktir, doğruluktur tek çıkar yolRiyâkârlık yakışır mı, sıfatı insan olana?“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!”
MEVLÂNÂ DİYOR Kİ -II-
Mesnevî’yi sorarsan fikrimin gülleridirŞâirse dost bağının şakrak bülbülleridirRabbânî ilhamlardır bütün eserlerimiz“Toprak değil kabrimiz, ârif gönülleridir”…
Bekir OĞUZBAŞARAN
75Aralık 201174
EdebiyatVedat Ali TOK
Çocukluğumdan beri onun gerçekte var
olduğunu düşünemedim hiç. O, bir
mesnevînin, bir geçmiş zaman romanı-
nın içinden çıkıp Hakk’ın huzurunda edeple bağ-
daş kurmuş, bir kahraman fotoğrafından başka
bir şey değildi. Bir Mecnun, bir Ferhat, bir Alper
Tunga, bir… neyse Mevlânâ da ancak oydu… Sü-
rekli tefekkür hâlinde. İç içe yerleştirmekte oldu-
ğu tefekkür haplarını sihirli bir kapsülle insanla-
rın mânevî şifasına sunan bir hekim kahraman...
Belh’ten Anadolu’ya –Konya’ya- geldikten son-
ra onu ayakta, yürürken, gezerken hiç görmedim.
Bir yerden başka bir yere giderken de yürümüyor,
tayy-i mekân ediyor ve duruşunda, oturuşunda
ufak tefek değişiklikler olsa bile başı olgun buğ-
day başakları gibi hep eğik; edepli bağdaşı hiç bo-
zulmamış, yeninden görünmeyen ellerinden sar-
kan dualanmış tespih taneleri…
Mevlânâ bir eski roman kahramanı ve tam ma-
nasıyla bir kahraman. Seyyid Burhaneddin ve
Şems-i Tebrizî gibi iki kuvvetli mıknatısın ara-
sında bileylenmiş; yüklendiği enerjinin kuvve-i
câzibesine cem olmuş insanların arasında bâtını
Hak’la, zâhiri halkla lebâleb bir kahraman…
Molla Camî’nin dediği gibi, peygamber değil;
ama kitap sahibi. Zaten kitabı da âyetler tefsiri,
hadisler şerhinden ibaret değil miydi ki?
Mesnevî… Sıkışmış bir yanardağ patlamasın-
dan başka nedir? Seyyid Burhaneddin hazretle-
rinin şer’î, Şems-i Tebrizî’nin mânevî/tasavvufî
dolduruşlarının şekillenip bir güzel infilakıdır
Mesnevî. Bu, öyle bir infilaktır ki birbiri ardın-
ca devam eden, dur durak bilmeyen ve kaynağın
kontrolünden çıkmış bir infilak… İyi ki Hüsamed-
din Çelebi vardı ve bu yürekler sarsan, beyinler-
de inkılâplar yaratan patlayışları kayıt altına aldı.
O bir mesnevî, bir eski roman kahramanıy-
dı; çünkü hayatında romanda olması gerekenler
vardı. Ölmez konu: Aşk… Hatta baştanbaşa aşk…
Hasret… İstenmeyen, fakat mevcudiyeti inkâr edi-
lemeyen bir kötü haslet: Kıskançlık. Ve hayatında
en fazla değer verdiği kişi, romanın da başkahra-
manlarından Şems’in esrarengiz ölümü… Acaba
cinayet mi sorusu bugün bile aydınlatılamamış...
Bütün bunların arasında Mevlânâ… Yanmış, ya-
kılmış. Pişmiş Mevlânâ. Ve bir neyle müşahhas-
laştırmış öz ruhundaki macerasını. Öz yurdun-
dan, başkaları da duysun, bu yanık ve uhrevî
sedayı ve işitenler de yansın diye, koparılmış, ya-
kılmış, şerha şerha yaralanmış, atılmış özge diyar-
lara. Mevlânâ, öz yurdundan koparılmış bir ka-
mışla hülasa etmiş dünya macerasını.
Bişnev in-ney kim hikâyet mikuned
Ez-cüdâyihâ şikâyet mikuned
Ney sesini dinlememizi istiyor Mevlânâ. Ki ney
bir hikâye anlatmada. O hikâye ki ayrılıklardan
şikâyet etmede.
Mevlânâ’nın gurbet hayatını tasvirle başladığı
beyitleri Belh’ten Moğol baskını korkusundan do-
layı Anadolu’ya göç ile tevil etmek çiğ bir hüküm
olur elbet. O yanık neyin sesine iyi kulak verenler
Gayb âleminde Hakk’a “Belâ” sözü vermiş bir yü-
reğin dünya sürgünüyle kopardığı feryattan baş-
ka bir şey duyamaz aslında. Mülk-i bekâdan fani
Bişnev in-ney kim hikâyet mikuned / Ez-cüdâyihâ şikâyet mikuned Mevlânâ Celâleddin Rûmî
Dinle neyden kim hikâyet etmede / Ayrılıklardan şikâyet etmede (Tercüme beyit: Nahifî Süleyman Efendi)
(Ney’i dinle ki bir hikâye anlatıyor; ayrılıklardan şikâyet ediyor.)
DİNLE
NEYDENDİNLE
Sule
jman
MU
RATO
VİÇ
Aralık 201176 77
dünyaya düşen bir yürek feryadıdır ney… Kim onu
hakkıyla işitirse Mevlânâ’ya yoldaş, haline hâldaş
olabilir.
Mevlânâ’nın duymamızı istediği sesin mace-
rasına bakalım: Râvîlere göre: Hz. Muhammed
(s.a.v.) İlâhî aşk sırrını Hz. Ali’ye (r.a.) söyler. Sır
saklamak güçtür. Hz. Ali dayanamaz; gider, çöl-
de kör bir kuyuya anlatır bu sırrı. Kör kuyu da sır-
rını muhafaza edemez; coşar, taşar. Etraf su ile
kaplanır. Burada sazlar biter. Bir çoban sazlıktan
bir kamış keser. Delikler açar, içini temizler ve üf-
ler. Çıkan ses fevkalâde coşkuludur; çünkü İlâhî
sırrı anlatır. Ney, kamışlıktan koparılmış ve uzak
bir diyara götürülmüştür. Dolayısıyla gurbete
düşmüştür. Şikâyeti de bundandır. Mevlânâ’nın
“Mesnevî”sini Türkçeleştiren Nahifî’den dinleye-
lim devamını:
Der kamışlıkdan kopardılar beni
Nâlişim zâr eyledi merd ü zeni
(Beni kamışlıktan kopardılar; feryatlarım er-
kek ve kadın herkesi ağlattı.)
Her kim aslından ola dûr ü cüdâ
Rûzgâr-ı vaslı eyler muktedâ
(Her kim aslından ayrı ve uzak düşerse hep
vuslat zamanının izinde olur.)
Mutasavvıf der ki: Allah, önce ruhları yarat-
tı. Bunların bulunduğu yeri biz bilemeyiz; çünkü
orası Gayb Âlemidir, Bezm-i Elest’tir. Sonra ona
kendi ruhundan üfledi ve dünyaya gönderdi. Ruh
burada bir beden buldu. Yani ney’in sazlıktan ko-
puşu gibi, insan da vatanından ayrılıp gurbete
düştü. Ruh, gurbette huzursuzdur. Vatanını öz-
ler. Fakat nefsi, benliği onu dünyaya bağlamaya
çalışır.
Kâmil İnsan
Ney ile kâmil insan arasında macera ortak-
lığı vardır. Çünkü ikisi de yanar. O saz parçası
ney hâline gelene kadar çeşitli evrelerden geçer.
Mevlânâ’nın “Hamdım, piştim, yandım.” deme-
si de herhalde bundandır. Neyin kemale ermesi,
Hakk’ı zikretmesi için kızgın demir parçasıyla içi
dağlanır; içindeki pütürler ütülenir, tertemiz edi-
lir. Sonra ses çıkarması için delikler açılır vücu-
dunda. Bundan sonra üflenir neye ve ney öteler-
den haber verir duyabilenlere… Kâmil insan da
öyle değil mi? İçini benlikten, maddiyattan, süs-
ten püsten… kısacası mâsivâdan arındırır; sonra
söylediği her şey Hak ve hakîkat olur.
Ney ve insan ne kadar benziyor birbirine.
Herhalde bu yüzden Mevlânâ, hikmet kaynağı
Mesnevî’sine uzun bir ney macerasını anlatmakla
başlamış. Şair Fuzûlî, şiirlerinde fırsat düşürdük-
çe insanın hayat çizgisiyle ney arasında benzerlik-
lere işaret etmiş. Birinde de şöyle demişti:
Ney kimi her dem ki bezm-i vaslını yâd eylerem
Tâ nefes vardur kuru cismümde feryâd eylerem
(Ney gibi senin kavuşma meclisini ne zaman
yâd etsem, kuru cismimde nefes oldukça feryat
eylerim.)
Neyin, neyistânı anıp inlemesi gibi, insan da
hayatta olduğu müddetçe hep Bezm-i Elest’i yâd
edip hasretle inleyecektir. Hâl böyle olunca âşık
için ölüm “vuslat” olmaz mı Sevgiliye…
ÂB-I KEVSER İçimde bir ateş yanar, Yüreğimde sevda kanar, Gönlüm sebil, gözüm pınar, Zor günün arifesinde.
Eser deli poyraz eser, Eser yollarımı keser, Umudumdur âb-ı kevser, Dar günün arifesinde.
Yağmur yağar, şimşek çakar, Rahmet yeryüzünü yıkar, Gökkuşağı renkli bakar, Bir günün arifesinde.
Gönül Hakk’ta kıldı karar, Aşkı yüreğine sarar, Yaralı can neyi arar, Var günün arifesinde.
Allah için ağla gönül, Yüreğini dağla gönül, Mevla’ya bel bağla gönül, Her günün arifesinde.
Rabia BARIŞ
Ayha
n İŞ
CEN
79Aralık 201178
Muhammed Hadimî Hazretleri
On sekizinci asırda yetişmiş büyük veli, fıkıh
ve tasavvuf âlimi... İsmi, Muhammed, künyesi
Mevlânâ Ebû Saîd’dir. 1701 yılında Konya’nın
Hadim ilçesinde doğdu, orada 63 yaşında vefat
edip yine oraya defnedilmiştir.
Dedeleri aslen Buharalıdır. Dedelerinden
Hüsameddin Efendi, Buhara’nın tanınmış aile-
lerinden olup, âlim ve veli bir zattı. Anadolu’ya
gelerek, Hadim kasabasında yerleşti. Muham-
med Hadimî’nin babası Fahr-er-Rum (Rum di-
yarının seçilmişi, herkesin onunla övündüğü)
namıyla meşhur Kara Hacı Mustafa Efendidir.
İlk tahsilini babasından gören Hadimî Haz-
retleri on yaşında Kur’an-ı Kerimi ezberledi.
Babasının yüksek tahsil için gönderdiği Kara-
tay Medresesinde beş yıl kadar ilim tahsil et-
tikten sonra hocası İbrahim Efendinin tav-
siyesi ile İstanbul’a gitti. İstanbul’da meşhur
âlimlerinden Kazâbâdî Ahmed Efendiden ilim
öğrenerek icazet alan Muhammed Hadimî
memleketi Hadim’e dönerek babasından sonra
boş kalan Hadim Medresesine müderris oldu.
Babasının açtığı çığırda yürüyüp, etrafındaki
öğrencilere ders vermeye başladı. Bu günlerde
gördüğü bir vakıayı kendisi şöyle anlatır: “Pede-
rimin kabr-i şerifinde murakabeye varmıştım;
karşımda temessül eyledi. Nasihat istediğim
de, ‘İşte beni görüyorsun ya, dünyanın sebep ve
alâkalarından uzağım. Bu âlemde onlardan hiç
biri fayda vermiyor. Maişet hususunda hırs ve
kötü tamahtan sakınarak, Cenab-ı Hakk’a mü-
tevekkil ve onun ihsanına kâfi ol. Dünyada se-
bepleri Yaratan’ı unutup, ihtiyacını zahirde se-
bep olan kula bildirirsen, Cenab-ı Hak seni, en
adi kimseye muhtaç eder. Eğer ihtiyacını her-
kesten gizleyerek ancak Hazret-i Zülcelâl’e ar-
zedersen, dünya bile sana muhtaç olur.’ buyur-
dular.”
Örnek Hayat Yusuf HALICI
Babasının bu tür
irşatlarıyla yaşayışı-
na yön vererek, etrafında
toplanan talebelerine gerek
öğretim ve gerekse eğitim konu-
larında ders veren Hadimî Hazretle-
ri, örnek hayatıyla da onların derin sevgi
ve saygılarını kazandı.
Hadimî Hazretlerinin ünü kısa zamanda
Konya dışına çıkarak İstanbul’da padişaha ka-
dar ulaşır. Onun ilm ü irfanı, keşf ü kerameti-
ni duyan, zamanında Medine-i Münevvere’nin
Harem Ağalığı vazifesinde de bulunmuş olan
Darus-Saade Ağası Hacı Beşir Ağa’dan da,
Hadimî’ye dair çok enteresan hatıralar dinleyen
Padişah I. Mahmud kendisini İstanbul’a davet
eder.
Beşir Ağa’nın Padişaha anlattığı enteresan
hatıralardan biri şöyledir: “Vazifem sırasın-
da Ravza-i Mutahhara’daki Cibril kapısı gece-
nin seher vaktine yakın bir zamanda aralanır-
dı. Gireni anlamak ve tecessüs etmek isterdim,
fakat, vücuduma ariz olan rehavet ve durgun-
luk neticesi, içeri giren zatın kim olduğuna
muttali olamıyordum. Bir gece, yine Cibril ka-
pısı açıldı, hemen kapıya koştum. İçeri bir zat
girdi. Giren zata kim ve nereli olduğunu sor-
dum. Konya mülhakatından olup Hadimî Mu-
hammed Efendi olduğunu söyledi. Sebeb-i ziya-
retini sual ettim, ‘İmam-ı Birgivî’nin Tarikat-ı
Muhammediyyesi’ni şerh ediyorum. Şüphe et-
tiğim bazı hadis-i şeri-
fin Fem-i Saadet-i
Nebevi’den sudur buyru-
lup, buyrulmadığını Ruh-u
Peygamberîden isticvab ve is-
tima için geldim.’ deyince, onu
odama götürdüm. Bir müddet kal-
dıktan sonra müsaade istedi. Mescid-i
Nebevî’de sabah namazını kıldıktan son-
ra gitmesini söylemiş isem de: ‘Memleketim-
de imamet vazifem var müsaade buyur.’ dedi ve
ayrıldı gitti. Bu ilk görüşmeden sonra arada ge-
lir, görüşürdük.”
Padişah, Beşir Ağa’nın bu sözünün doğru-
luğuna kanaat getirmek için Hadimî Hazretle-
rini İstanbul’a davet eder. Muhammed Hadimî
İstanbul’a vardığında Padişah, yaş ve sima-
ca benzeri olan bir kaç zatı bir araya koyduk-
tan sonra Hacı Beşir Ağa’yı çağırtır ve bu zatları
gösterir. Hacı Beşir Ağa’nın bu zatlar arasın-
dan doğruca Hadimî’nin yanına giderek hoş-
beş yapması Padişah’ı hayrette bırakır. Padişah,
Hacı Beşir Ağa’nın Hadimî hakkında hikâye et-
tiği vakıaya inanır ve mutmain olur.
Hadimî’nin Yüceliği
Bu olay sonrası Hadimî’nin yüceliğini anla-
yan Padişah, onun İstanbul’da bulunduğu sü-
rede, sohbetlerinden faydalanmak ister. Şehrin
ileri gelen âlimlerini de davet ederek, huzurun-
da Hadimi Hazretlerinin ders vermesini ister.
Hadimî Hazretleri Ayasofya Camisinde de
Padişahın huzurunda yine “huzur dersleri” ver-
miş daha sonra Hadim’e dönerek eser telifine
başlamıştır.
İslâm hukuku, İslâm ahlakı ve sosyal konu-
larda birçok eser kaleme alan Hadimî’nin altmış
üç eseri arasında, Tarikat-ı Muhammediye, Bes-
mele Şerhi, Nakşibendî Risalesi, Mecmüat’ür
Risale en çok bilinenleridir. Ayrıca bir divanı
VELİLERİKONYA
81Aralık 201180
dolduracak kadar şiir yazmış
olduğu bilinmektedir. Çok bi-
linen bir beyti şudur:
“Kamil odur ki koya her yerde bir
eser, eseri olmayanın yerinde yeller eser.”
Muhammed Kudsî Bozkırî
Muhammet Kudsî Bozkırî, 1784 yılında
Bozkır’ın Aliçerçi Köyünde dünyaya gelmiştir.
İlim sahibi bir aileye mensuptur. İlk tahsilini,
akrabalarından ve Hadimî Hazretlerinin tale-
besi Şeyh İbrahim ile bu zatın oğlu Muhammed
Efendiden almıştır. Daha sonra çeşitli yerlerde
de hadis-i şerif, fen ve diğer ilimlerin yüksek de-
recesini tahsil ettikten sonra Karacahisar’a yer-
leşen Bozkırî Hazretleri burada kendi ders hal-
kasını oluşturdu.
Bu esnada Mevlânâ Halid-i Bağdadî’nin
halifesi Ödemişli Hasan Kudsî Efendi bizzat
Karacahisar’a gelerek Bozkırî Hazretlerini ir-
şat etti ve Nakşî-Halidî tarikatı üzere icazet ver-
di. Sonra Bozkırî Hazretleri bizzat Şam’a giderek
Mevlânâ Halid-i Bağdadî’den Nakşî tarikatı ica-
zeti alarak onun halifelerinden oldu. Bağdadî’nin
tavsiyesi üzerine Kudüs’te erbain çıkaran Hazret
bu sebepten “Kudsî” lakabını aldı. Mekke’ye gi-
derek hac vazifesini ifa etti.
Muhammet Kudsî Bozkırî’nin en önemli va-
sıflarından biri, Hadimî geleneğine dayanan
medreseyi esas alan bilgi ve şer’i esaslara daya-
nan Nakşî-Halidî bir tasavvuf anlayışına öncü-
lük etmesidir. Hem medreseyi hem de tekkeyi
birlikte yürüttü. Bu anlayışından dolayı kendisi-
ni çekemeyenlerin çoğalması ve kendine suikast
düzenlenmesi nedeniyle Bozkır’ın Hocaköyü’ne
yerleşti. 17 yıl burada eğitim öğretim ve irşad fa-
aliyetlerinde bulundu. Pek çok öğrenci yetiştir-
di. Burada da hasetçilerinin çoğalması üzerine
önce Seydişehir’e son-
rada aynı ilçenin bir köyü
olan Çavuş’a yerleşti.
Kendisi ve öğrencileri vasıta-
sıyla Konya, Karaman, Bozkır ve Sey-
dişehir başta olmak üzere Anadolu’nun
değişik yerlerinde medreseler açarak ilim
ve tasavvufun yayılmasına öncülük etti.
50’ye yakın halife yetiştirdi.
Bozkırî Hazretleri, herkesi dünya sevgisin-
den meneder, Allahu Teâlâ’nın sevgisini tavsi-
ye ederdi. “Rızık için üzülüp ıstırap çeken kim-
se insan defteri dışındadır.” dediği aktarılmıştır.
Şeriata uymada çok titizlik gösterir, “Bir kişi-
nin şeriatta ne kadar noksanı varsa bir o kadar
da tarikatta noksanı olur.” derdi.
Tarikatla şeriatı bir olarak bilirdi. Herhan-
gi bir mesele hususunda, “Şeriatta böyle amma
hakikatte ve tarikatta böyle, öyle değil” diyenle-
re çok kızar, “Şeytana uyarak temiz şeriatı işle-
mez hale getirirler ve böylece sapıklardan olur-
lar.” buyururdu.
1852 yılında 71 yaşında iken Hakk’ın rahme-
tine kavuşan Bozkırî Hazretleri Çavuş Köyüne
defnolunmuştur.
EN UZUN KIŞ
Minârelerde selâ Kışlada vakitsiz bir ezan sesi... Sönme pahasına ocaklarSon umutlarını da saldılar.Kimi redifKimi çocuk denecek yaştaYürüdüler.Kaderlerine doğru.Yaylalar dağlar aştılar.Ayakları potinsiz,Sırtları kaputsuzAdam boyu kar...Kimini tipi boğdu,Kimi soğuktan dondu.Keskin kılıç ,Yağlı kurşun yerineKırdı geçirdi tifüs.Yarasız şehitleriBasıp karlı bağrınaTürbeye döndü dağlar.Kirpikte kaşta kırağıBıyıklarda buzYiğitler yorgun,Yiğitler uykusuz.Yer beyaz,Gök beyaz,Ufuklar beyaz.Bir sinsi düşmandırPusuda ayaz…Kapanı verdi mi gözkapaklarıÖnce üşür parmaklar,Sonra el ayak sızlar.Ayaz işler iliğe,Damardaki kan donar.Ve doksan bin can donar.Adına kıyam ettiğim dağın
Çiçeklerinde gözleri,Çimenlerinde saçları var.Ayak basılmamış kuytularındaKarlarından daha temizRuhlar sabahlar.Uzak ufuklarda Soluk bir güneşPaşa’nın kara sevdası.Sıcacık yer yatağı,Bir de tezek sobasıBu da Mehmet’in rüyasıDumanlı bacalar tüter gözünde.Aklından, ormanı yakmak geçer.Isıtmak için ellerini.Cayır cayır gövdeler,dallarAlevler kısalır,Alevler uzar.Isınıverir içi,Uyuşur soğuğun zehriyleYuvarlanır bir hendeğeÜzerine kar dolar.Sene 1915.En uzun kışın ardındanSarıkamış Dağları’nda ilkbahar.Kardelenlerden önce,Karlar altındanDonmuş aslan bedenleri fışkırır.Sarıkamış Dağları’nda ağaçlarŞehitlerin kollarıdır. Bir bir uzanır Allah’a .İlk, onlara değer Güneşin ışıkları,En son, onları selamlar.
Fazıl Ahmet BAHADIR
Aralık 1914 - Aralık 2011 Sarıkamış şehitleri için başka ne söylenebilir ki: Onlar da Çanakkale’dekiler kadar kahramandı.Destanları da bedenleri gibi karlar altında kaldı.
83Aralık 201182
HikâyeSelim TUNÇBİLEK Güneş bütün yaz kavur-
duğu köylünün halin-
den pişman geri çeki-
lir ve güz eşikten içeri adımını
atar.Hafif hafif esintilerle ge-
len olgun meyve kokuları hasat
vaktine işaret ederek köylünün
yüreğini serinletir. Güz köylü-
ler için tatlı yorgunluğun adı-
dır. Nişanlı kızlar ve delikanlı-
lar yerine artık yapraklar solup
sararmaya başlar. Tohum top-
rağa bu mevsimde kavuşur. Ni-
şanlılar vuslata. Davulların zur-
naların sesinin göğü tuttuğu
demdir. Yılın bereketini eline
geçiren köylünün yepyeni ha-
yallere gark olduğu mevsimdir.
Hayallerin sınırını kaybetti-
ği anlardır. Kimi oğul nişanla-
ma telaşındadır, kimi kız gelin
etme telaşında. Köylünün gü-
zün yaşadıkları bütün sene ya-
şadıklarından daha renklidir.
Köylü bütün bir kış konuşula-
cak malzemeyi, göçmen kuşla-
rıyla birlikte güzün çıkın eder.
Uzun kış gecelerinde güzden
biriktirdiği konuları çıkından
çıkarır bahara kadar onlarla
oyalanır. Kışın dondurucu aya-
zından güz anılarıyla korunma-
ya çalışır. Onlarla yüreğini de
üşümekten korur.
Memleketin bütün köyüne
bin dokuz yüz seksen kışı aynı
geldi. Talaşı her köylü bir kena-
ra koydu. Dikkatli ve çekingen
kıpırtılarla yetinmeye başla-
dı. Tedirginliğini kıyıda köşe-
de saklamaya çalıştı lakin pek
beceremedi. Sonbaharın sisle-
ri çökmüştü bütün memleketin
üstüne. Hiç alışık olmadık bi-
çimde ihtilalle birlikte köylere
askerî devriyeler konulmuş, iş
devriye anlayışını da dışına çı-
karak ikişer üçer askerler köy
odalarında zorunlu misafirliğe
alıştırılmıştı. Köylü sıra ile oda-
lara yemek getirir, köye gelen
ihtilalin davetsiz misafirlerini
kıt kanaat geçindikleri sofrala-
rından artanla-
rı onlara ikram
eder olmuşlar-
dır. Köylü fark-
lıdır. Kendine
hakkıyla mua-
mele edenleri,
onu aşağılama-
yıp insan gibi
erdemli davra-
nanları bilir baş
tacı eder. Kendi
yemez yedirir,
kendi giymez giydirir. Dünya-
nın en eski topraklarına dikilen
taşlardan önce de sonra da bu
hep böyle olmuştur.
Türkü’n adım attığı her yer-
de bu böyledir. Lakin kendine
iğreti davranana da o daha iğre-
ti davranır. Uzaklaştıkça uzak-
laşır. O kaçtıkça köylü daha çok
kaçar.
O yıl İhtilalin ardından ilk
Cuma namazında ilçede olağa-
nüstü bir durum yaşanmıştır.
Kazânın büyük camiini Cuma
namazında askerlerle basan ka-
rakol komutanı camide takke
ile namaz kılanları dipçikle dö-
ver ve karakola götürerek onla-
ra akıl almadık muameleler ya-
par. Cuma günü aynı zamanda
ilçenin pazarı kurulduğu için
çevre köylerden gelen bütün
köylülerde bu olaydan nasibini
alırlar. İlçede yaşananlar bütün
çevreye duyulur. O vakte kadar
Peygamber ocağının alnı ak ev-
latlarına kusur etmeyen köylü-
ler o olaydan sonra nasıl dav-
ranacaklarını bilemezler. Aşağı
tükürse sakal yukarı tükürse bı-
yıktır. Yutkunur dururlar.
Köy odaları okul gibidir.
Orada her davranışın her sö-
zün bir anlamı bir ölçüsü var-
dır. Olmadır. Köy odalarında
söz söyleyenin kılıç kuşananın-
dır. Sözü yersiz ve anlamsız kı-
lıç gibi kuşanmak ayıptır. Hal
hareket ve davranışları da öyle-
dir. Edeple oturup edeple kalk-
mayanlar çevreden saygı göre-
mezler. Öyle odalarda cemaat
toplayamazlar. Köy odalarında
her söz ikram gibidir, dinleye-
ne, anlayana, nasibi olana.
Babam bana olayı çok son-
raları anlattı. Edep, erkân, usul
derslerinden birinde olsa gerek.
HARMANIHARMANISÖZSÖZ
“Köy odaları okul gibidir. Orada
her davranışın her sözün bir
anlamı bir ölçüsü vardır. Olmadır.
Köy odalarında söz söyleyenin
kılıç kuşananındır. Sözü yersiz ve
anlamsız kılıç gibi kuşanmak ayıptır.”
Aralık 201184 85
Yakın köyden bir komşu, oğlunu
nişanlar davet için bizim köye
gelir. İhtilalin anlı şanlı karako-
lun anlı şanlı askerleri de oda-
dadırlar. İki askerden biri köy-
lüye karşı hem sözlerinde hem
de davranışlarında hiç kusur et-
mez. Olgun meyve gibi salınır
durur.
Davranışlarında kır çiçekle-
rinin latif kokusu vardır. Edep-
li erkânlı bir biçimde odada gö-
revini ifaya çalışır. Diğeri ise
dedesi yaşındaki köy halkının
yanında adaba aykırı biçimde
konuşur, uzanır, babamın deyi-
mi ile odamızı arkaca çevirmeye
yeltenir. Bu durum oda sakinle-
rinin sabrını zorlarsa da söz söy-
lemeyi gereksiz bulurlar. Odayı
arkaca çevirmeye yeltenen asker
köylünün sabrını zorlasa da söz
söylemek için daha erkendir.
Babam birkaç kez o askeri ikaz
ederse de bir süre sonra aynı
davranışları tekrar yaşarlar.
Komşu köyden gelen zat oğlunu
nişanladığını, nişana bütün köy
halkını beklediğini söyler. Köy-
lü tabii ki gelin kızı merak eder-
ler. Kız tarafını sorarlar. Kız ta-
rafı da oğlan tarafı kadar asil bir
ailedir. Bütün köylü takdirlerini
sunar. Yakışan bir nişandır der-
ler. Misafi ri kutlarlar. İki taraf
da varlıklıdır. Edep ve erkânda
kusursuzdurlar. Merakla bu ni-
şanın kendi keselerine nasıl te-
sir edeceğini kestirmek için
düğün için anlaşma şartları-
nı sorarlar. Misafi r kendi üze-
rine düşen sorumluluğu söyler.
İki nöbetçi askerden sivri sözlü,
sivri davranışlı, sivri yüzlü olanı
başlık parasını çok bulur.
Sivri asker: ’Amca bizim orda
o paraya oğluna on tane kız alır-
sın.’ der.
Misafi r bu yakışıksız söze ne
diyeceğini bilemez. Bu söz sabır
taşını artık eritmiştir. Öyle söz-
ler vardır ki; geçmişin geleceğin
ve şimdinin harmanlandığı an-
lardır. Dil sözle bu harmanla-
mayı yaptığı oranda bellekler-
de yer eder. Babam askerlere
döner ikisini birden süzer. Pey-
gamber ocağının suyunu içmiş
askeri arı su içer gibi ak alnın-
dan öper.
Hani Dedem Korkut demiş-
tir ya ‘ozan dili çevik olur’. Ba-
bamın sözleri de öyledir. Diğer
askere döner: ‘Senin gibi oğlan
doğurmasın da aha şu asker gibi
vatana evlat versin diye vermiş
o parayı.’ der.
Babam bu olayı anlatınca an-
ladım ki söz hem geçmişi, hem
geleceği hem de şimdiyi har-
manlamalıydı. Hayat gibi…
Kaderde vardır ölmek, nerden çıktı ayrılık?Yürek yanardağ gibi, olsa da hava ılık…
Gemi kalktı limandan, yine rıhtımda kaldıkMazinin aynasında derin hülyaya daldık
Bir günün ortasında geceye döndü Erciş…Ayın on dördü iken bir anda söndü Erciş…
Van’ın gökleri kara, suların rengi mavi Titredi dağlar, taşlar bir afet ki semavî…
Yürek katran karası, yer gök arası zindanNice ana kuzusu vakitsiz geçti candan
Bir bahar ülkesine a dostlar yolculuk var!...Kanattı sol yanımı Erciş’ten esen rüzgâr
Güneşin ziyasına kapandı tüm perdelerSonsuzluk yolcuları ara, sor, bak nerdeler?...
M. Nihat MALKOÇ
ERCİŞ’TE HÜZÜN…
…yer titremesinde sonsuzluğa göçenlere rahmetle…
Bir gül boynunu büker molozlar arasındaFeleğin mührü yansır alnının karasında
Kan kırmızı şafaklar ağıt yakar sularaCanlar gün ortasında düşerler pusulara
Susar en büyük beste, şarkı yarıda kalırSilinir tebessümler, ruhları keder alır
Can, mal, mülk, evlat, ayal saçılır dört bir yanaDönmeyen yolculara yas tutar evlat, ana
Kırılır altın kadeh, âb-ı hayat dökülürSüzülür gözyaşları, gülün boynu bükülür
Toprak açar bağrını, yaş dökerken bulutlarBaşka bahara kalır ertelenmiş umutlar
Hüzün dalgalarını dağıtmakta sonbaharGönlümün yitik sesi, nerdesin gül yüzlü yâr?...
Sana bir ömür yetmez ey gönlümün kıblesi!...Nereden toplamalı, dağılan billur sesi?...
87Aralık 201186
SağlıkAkın DİNDAR
Psikojenik Öksürük:
Genel olarak, öksürük organik bir hastalığın
işaretidir, ama bazen sinirliliğe bağlı olarak psi-
kolojik etkenler de kuru bir öksürüğe sebep ola-
bilirler. Bu öksürük, kişi sinirlenince veya heye-
canlanınca daha belirgin olur. Elbette, organik
nedenli bir öksürüğün psikolojik etkenlerle art-
ma gösterebileceği de unutulmamalıdır.
İnek Öksürüğü
Ses telleri felci veya solunum kasları zayıflı-
ğında, ineklerde rastlandığı gibi, şiddeti fazla ol-
mayan, güçsüz bir öksürük vardır.
Havlar Gibi Öksürük:
Gırtlak hastalıklarında (iltihap, tümör) köpek
havlamasına benzer sert bir öksürük görülür.
Metalik Öksürük:
Ana nefes borusunu ve büyük bronşları ilgi-
lendiren hastalıklarda yüksek tonda, metalik tı-
nılı bir öksürük saptanır.
Boğmaca Öksürüğü:
Boğmacada, ani, kuvvetli, tekrarlayıcı öksürük
krizleri (bir günde 10-25 kez) vardır. Ağır olgular-
da boyun damarlarında genişleme, gözlerde dışa-
rıya doğru fırlama, morarma görülebilir. Öksürük
krizi sonunda ötme şeklinde tipik bir ses duyulur.
Kusturucu Öksürük:
Bazı şiddetli öksürük nöbetleri, örneğin boğ-
maca, kusma ile sonlanır. Bu duruma çocuklarda
sıklıkla, erişkinlerde nadiren rastlanır. Bu tür kus-
maların mide hastalıklarıyla hiçbir ilgisi yoktur.
Sigara Öksürüğü:
Sigara tiryakileri genellikle öksürdüklerinin
ya farkında değillerdir ya da bunu hiç şikâyetten
saymazlar. ‘Sigara içen birinin öksürmesinden
daha tabii bir şey olabilir mi?’ diye düşünürler.
Oysa sigara içenlerdeki bu öksürük bronş tahri-
şinin bir belirtisidir. Bu hastalar için iyi ihtimal
yeni başlayan bir kronik bronşit, kötü ihtimal ise
bronş kanseridir.
Hele her zamanki öksürüğün karakterindeki
bir değişme kanserin ilk belirtisi bile olabilir. Si-
gara öksürüğü için tiryaki öksürüğü ismi de kul-
lanılır.
Gece Öksürüğü:
Gece hastayı uykusundan kaldıran öksürüğe
sol kalp yetersizliğinde, astımda, geniz akıntısı
olanlarda ve reflüde rastlanır.
Yemeklerle İlgili Öksürük:
Öksürüğün yemeklerle bir ilişkisi varsa, mide
fıtığı, yemek borusu iltihabı ve mide hastalıkları
akla gelmelidir.
Dolu Öksürük:
Halk arasında balgamı olan hastalardaki ök-
sürük dolu öksürük olarak tanımlanır. Öksürük
sırasında salgıların hareketi hissedilebilir. Has-
ta öksürüğünün sonunda ya balgam çıkarır veya
bunu yutar.
Gıcık Şeklinde Öksürük:
Daha çok üst solunum yolları hastalıklarında
rastlanan, boğaza bir şey yapışmış da onu atmak
isteme çabasını gösteren bir öksürük tipidir.
ÖKSÜRÜKTÜRLERİ
Aralık 201188 89
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
Karalahanaİri ve kalın yapraklı bir bitki olan
karalahana, C vitamini açısından zen-gindir. Ayrıca, A, B, E vitaminleri ile kal-siyum, potasyum, kükürt, magnezyum, bakır ve demir minerallerini bol miktar-da içerir.
Faydaları
Çok besleyici bir sebze olan karalâhana, cilt, diş ve kemik doku-larının sağlamlığını arttırır. Vücutta-ki zehirli maddelerin uzaklaştırılması-nı sağlar. İştah açar. İdrar söktürür ve kabızlığı giderir. Kansızlıkta faydalıdır. Özellikle taze karalâhana suyu mide ve bağırsak ülserine iyi gelir, bağırsak kurtlarını düşürmeye yardımcı olur ve bağırsak iltihaplarına karşı koruyucu-dur. Vücudun direncini arttırır ve za-rarlı bakterileri öldürür. Kansere karşı
çok iyi bir koruyucudur. Kandaki şeker oranını düşürür. Astım, romatizma, si-yatik, sarılık ve safra kesesi hastalıkla-rında faydalıdır. Ses kısıklığını giderir. Göğüs ucunda oluşan çatlakları gider-meye yardımcı olur.
Nasıl kullanılır?
Çoğunlukla yemeği yapılarak kulla-nılır. Ayrıca, sıkılarak suyu çıkarılıp içi-lebilir. Karalahana guatr rahatsızlığı olanlara tavsiye edilmez.
Şifalı Bitkiler
Buğdaylı Kabak SalatasıMalzemeler
2 adet kabak
2 çorba kaşığı mayonez
2 su bardağı yoğurt
1 su bardağı haşlanmış aşurelik buğday
1 kahve fincanı dövülmüş ceviz
1 dal yeşil soğan
Yarım demet dereotu
Tuz
Hazırlanışı
Kabakların dışını kazıyıp yıkıyoruz ve rendeliyoruz. Tavada tuz atıp soteliyoruz. Kabaklarımızı soğuttuktan sonra haşlan-mış aşurelik buğdayı, ceviz, dereotun ve kıyılmış soğanla har-manlıyoruz. Yoğurt, mayonez ve tuzu da ilave ediyoruz.
Servis tabağına alıp üzerini kıyılmış yeşillik ve cevizle süsle-yip servis yapıyoruz.
Afiyet olsun.
Not: Mayonez kullanmadan da hazırlayabilirsiniz.
Aralık 201190
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85 TL
2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz