“geçmişin hipnozunu bozmak -...

80
“Geçmişin hipnozunu bozmak” Önce sadece regresyonu anlatan bir kitap yazayım dedim. Terapi yapacaklara yol gösteren bir kitap. Ama yazmak istediğim çoğu konu kapsam dışı kalacaktı. Esas yapmak istediğim “geçmişin hipnozunu bozmak” kitabımı yeni bir anlayışla ve çok kapsamlı olarak yeniden ele almaktı aslında. Onu ilk 2006 da yazmıştım. Aradan tam 10 yıl geçti. Köprünün altından çok sular aktı. Deneyimlerim birikti. Bilgilerim zenginleşti. Meselelere bakışım değişti. Anlayışım değişti. O ilk yıllardaki acemi ve saf heyecanımın yerini olgunlaşmış ve ayakları yere daha sağlam basan sakinlik aldı. O yıllarda yola çıkarken bir tıp doktoru da olmanın verdiği beklentiyle, esas odağım hastalıkların iyileşmesi üzerindeydi. Hipnoz ve regresyonu bir tedavi alternatifi olarak değerlendirmiştim. Henüz klasik doktor zihniyetimde bir paradigma değişikliği olmamıştı. Klasik modern tıp anlayışına göre hastalıkların nedeni beden makinesinin bozulmasıydı ve ben de sanki makineyi tamir edecek yeni bir alet bulmuştum. Ama yıllar geçtikçe meselenin görünenlerden çok farklı boyutları olduğunu anlamaya başladım. Bu nedenle de geçmişin hipnozunu bozmayı bu yeni anlayışıyla tamamen yeniden yazmaya karar verdim. İlk kitapta yazamadığım birçok ayrıntıya bu kitapta değinmeyi düşünüyorum. Bu açıdan kitap hem hastalık tedavilerine yol gösterici bir rehber niteliğini kazanırken hem de bir yönüyle kişisel gelişim kitabı olacak. Aynı zamanda terapi alanında uğraş verenlere de birçok açıdan katkısı olacağını umuyorum. Fazla yapısal olmaya çalışmayacağım. Bir ders kitabı yazmak istemiyorum. Daha çok bir anlatı olmasını tercih ettim. Biraz anlatı. Biraz hesaplaşma. Biraz bilgilerin yeniden toparlanması… Biraz insanı anlamak... Kısaca bugüne kadar yazdıklarımın ve yaptıklarımın yeni bir sentezi… İnsan zihnini anlamaya çalışacağız hep birlikte. Zihnin nasıl şekillendiğini araştıracağım. Bilinç ve bilinçaltına farklı pencerelerden bakmaya çalışacağım. Nasıl bir hipnotik dünyada yaşadığımızı konuşacağım. Bu hipnotik toplumun dünyayı gittikçe içinden nasıl çıkılmaz bir duruma getirdiğini analiz etmeye çalışacağım. Katılaşmış bir zihni adım adım nasıl açabileceğinizi öğretmeye çalışacağım. Tabi “bir zihin neden katılaşır” konusunu da konuşacağım. Bilinçaltının bilinmeyen mistik dünyayla olan bağlantılarını yaşadığım örneklerle aktarmaya çalışacağım. Bir kitap yazmanın en sıkıntılı yanlarından biri de o kitabın basılması aşamasında yaşananlardır. Kitap basımı oldukça maliyetli ve geri dönüşümü riskli bir iş... Bu nedenle kitapevleri garanti kitapları basma eğiliminde oluyorlar, haliyle. Maliyetin yüksek olması ve kitabın hacmi arttıkça satılabilirliğinin düşmesi nedeniyle, 250 sayfa üzerindeki kitaplar tercih edilmiyor. Bu durumda yazacaklarımız çok sınırlı kalıyor. Hem de kitap yazıldıktan belki bir yıl sonra okuyucuya ulaşıyor. Ayrıca her isteyen de kitabı öyle kolay bulamıyor. Kitapevleri satmayan ya da yavaş satan kitaplara raflarında yer ayırmak istemiyorlar. Tüm bu kaygılardan kurtulmanın tek bir yolu var. Kitabı online olarak internette yazmak. Daha yazılma aşamasında okuyucuyla buluşmasını sağlamak. Geri bildirimlere göre kitabı şekillendirmek. Ne yazacaksan rahat rahat yazabilmek de bonusu oluyor tabii ki. Okundu okunmadı, sattı, satmadı, bulundu, bulunmadı dertlerinden de kurtulmuş oluyorsunuz.

Upload: others

Post on 24-Sep-2019

14 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

“Geçmişin hipnozunu bozmak”

Önce sadece regresyonu anlatan bir kitap yazayım dedim. Terapi yapacaklara yol gösteren bir

kitap. Ama yazmak istediğim çoğu konu kapsam dışı kalacaktı. Esas yapmak istediğim

“geçmişin hipnozunu bozmak” kitabımı yeni bir anlayışla ve çok kapsamlı olarak yeniden ele

almaktı aslında. Onu ilk 2006 da yazmıştım. Aradan tam 10 yıl geçti. Köprünün altından çok

sular aktı. Deneyimlerim birikti. Bilgilerim zenginleşti. Meselelere bakışım değişti. Anlayışım

değişti. O ilk yıllardaki acemi ve saf heyecanımın yerini olgunlaşmış ve ayakları yere daha

sağlam basan sakinlik aldı.

O yıllarda yola çıkarken bir tıp doktoru da olmanın verdiği beklentiyle, esas odağım

hastalıkların iyileşmesi üzerindeydi. Hipnoz ve regresyonu bir tedavi alternatifi olarak

değerlendirmiştim. Henüz klasik doktor zihniyetimde bir paradigma değişikliği olmamıştı.

Klasik modern tıp anlayışına göre hastalıkların nedeni beden makinesinin bozulmasıydı ve ben

de sanki makineyi tamir edecek yeni bir alet bulmuştum. Ama yıllar geçtikçe meselenin

görünenlerden çok farklı boyutları olduğunu anlamaya başladım.

Bu nedenle de geçmişin hipnozunu bozmayı bu yeni anlayışıyla tamamen yeniden yazmaya

karar verdim. İlk kitapta yazamadığım birçok ayrıntıya bu kitapta değinmeyi düşünüyorum.

Bu açıdan kitap hem hastalık tedavilerine yol gösterici bir rehber niteliğini kazanırken hem de

bir yönüyle kişisel gelişim kitabı olacak. Aynı zamanda terapi alanında uğraş verenlere de

birçok açıdan katkısı olacağını umuyorum.

Fazla yapısal olmaya çalışmayacağım. Bir ders kitabı yazmak istemiyorum. Daha çok bir anlatı

olmasını tercih ettim. Biraz anlatı. Biraz hesaplaşma. Biraz bilgilerin yeniden toparlanması…

Biraz insanı anlamak... Kısaca bugüne kadar yazdıklarımın ve yaptıklarımın yeni bir sentezi…

İnsan zihnini anlamaya çalışacağız hep birlikte. Zihnin nasıl şekillendiğini araştıracağım. Bilinç

ve bilinçaltına farklı pencerelerden bakmaya çalışacağım. Nasıl bir hipnotik dünyada

yaşadığımızı konuşacağım. Bu hipnotik toplumun dünyayı gittikçe içinden nasıl çıkılmaz bir

duruma getirdiğini analiz etmeye çalışacağım.

Katılaşmış bir zihni adım adım nasıl açabileceğinizi öğretmeye çalışacağım. Tabi “bir zihin

neden katılaşır” konusunu da konuşacağım. Bilinçaltının bilinmeyen mistik dünyayla olan

bağlantılarını yaşadığım örneklerle aktarmaya çalışacağım.

Bir kitap yazmanın en sıkıntılı yanlarından biri de o kitabın basılması aşamasında

yaşananlardır. Kitap basımı oldukça maliyetli ve geri dönüşümü riskli bir iş... Bu nedenle

kitapevleri garanti kitapları basma eğiliminde oluyorlar, haliyle. Maliyetin yüksek olması ve

kitabın hacmi arttıkça satılabilirliğinin düşmesi nedeniyle, 250 sayfa üzerindeki kitaplar tercih

edilmiyor. Bu durumda yazacaklarımız çok sınırlı kalıyor. Hem de kitap yazıldıktan belki bir yıl

sonra okuyucuya ulaşıyor. Ayrıca her isteyen de kitabı öyle kolay bulamıyor. Kitapevleri

satmayan ya da yavaş satan kitaplara raflarında yer ayırmak istemiyorlar. Tüm bu kaygılardan

kurtulmanın tek bir yolu var. Kitabı online olarak internette yazmak. Daha yazılma aşamasında

okuyucuyla buluşmasını sağlamak. Geri bildirimlere göre kitabı şekillendirmek. Ne yazacaksan

rahat rahat yazabilmek de bonusu oluyor tabii ki. Okundu okunmadı, sattı, satmadı, bulundu,

bulunmadı dertlerinden de kurtulmuş oluyorsunuz.

Geçmişin hipnozunu bozmak “in a nutshell”

Bu 10 yılda neler öğrendim?

1. Hastalıkların nedeninin sosyolojik olduğunu öğrendim.

Önce, tıp fakültesinde okurken hastalıkların nedeninin fizyopatolojik olduğunu öğrendim. Bu

nedenle 1978 de tıp fakültesini bitirdiğimde en somut bölüm olarak nitelediğim fizyopatoloji

bölümüne girmek istemiştim. Daha sonra farmakolojiye girdim asistan olarak. 2003 de,

hipnozla tanıştıktan sonra hastalıkların nedeninin bilinçaltında olduğunu öğrenmeye

başladım. Bu düşünce tıp mantığına uyuyordu. Çünkü tıpta psikosomatik başlığı altında

incelenen bir hastalık grubu vardı. Yani hastalıkların nedeni psikolojikti. Ama son on yıldaki

deneyim ve gözlemlerim hastalıkların esas nedeninin sosyolojik olduğuna ikna olmamı sağladı.

Bunun ayrıntılarını ilerleyen sayfalarda anlatacağım.

2. Duyguların o kadar kolay boşalmadığını öğrendim.

Duygunu boşalt hastalıktan kurtul. Bunu ilk kitapta o kadar güçlü vurgulamadım. İlk kitaptaki

mesaj ve anlayış şuydu. “Derin hipnozu elde et; gerisini bilinçaltı halleder.” Duyguyu O bulur,

O güçlendirir ve gereken regresyonu yapar. Esas önemli olanın sanki “hikaye” olduğu izlenimi

daha ağırlıktaydı. Halbuki zamanla şunu anladım; Hikaye gerçekten hikayeydi. Duyguyu

yakalamak ve güçlendirmek esas üzerinde durulması gereken kısımdı.

Duyguyu yakalamak da zordu. Duyguyu güçlendirmek de zordu. Regresyon olsa bile duyguyu

boşaltmak hiç de o kadar kolay değildi.

3. Hipnoz yapmanın hiç de o kadar önemli olmadığı öğrendim.

Derin hipnoz olmadan regresyon olmaz. O zaman böyle öğrendim böyle anlattım. Halbuki

regresyon için esas olmazsa olmazın duyguyu hissetmek olduğunu öğrendim. Hipnozu bozmak

için hipnoz yapmaya çalışmanın ne kadar boş bir uğraş olduğunu anlamam yıllarımı aldı.

4. Kişide güçlü bir bilinçli bakış olmadan bilinçaltında bir değişiklik olmaz.

Sorun bilinçaltında değil, bilinçtedir. Bu sözü son yıllarda çok tekrar ettim. Eğer çalışmada bir

şeyler yürümüyorsa hiç bilinçaltıyla uğraşmayın. Dönüp bilince bakın. Hazır olmak demek

gerçekten bilinçli olarak ne istediğini bilmek demektir.

5. İyileşmek hiç de kısa sürede sonlanan bir şey değildir.

Regresyonu ilk öğrendiğim yıllarda, birkaç seansın birçok sorunu çözeceği saflığına

kapılmıştım. Yıllarla şunu anladım. Değişmeyi sürekli hale getirmezsen tüm kazanımlar kısa

sürede kaybediliyor. Kişinin kendi sürecine saygılı olması değişim başlaması ve sürmesi için

kaçınılmaz.

6. Meselelerin kaynakları düşündüklerimizden çok daha derinlerdedir.

Kronik sorunları çözmek için anne karnındaki birikimleri boşaltmanın yeterli olduğunu

söylemişlerdi. Ama zamanla bunun o kadar basit olmadığını anladım. Derin duygular ataları

ve bilinç ötesi boyutları da kapsıyor.

7. Sağlam ve ayakları yere basan bir felsefe olmadan sağlıklı değişim ve iyileşme olmaz.

Sadece somut tekniklerle, stratejilerle bir yere varılmıyor. Maddeciliğe eski bir bakış

giydirmeden bir yere varılmıyor. Spiritüel bir felsefe olmadan iyileşme olmuyor. “Yaşamın

amacı ruhu hissetmektir” felsefesini benimsedikçe iyileşmelerin çok daha kalıcı olmaya

başladığını öğrendim.

8. Kendini iyileştirmeden başkalarını iyileştiremezsin.

Ciddi bir hastalığın olmasa bile, bilinçaltın mutlaka sakattır. Kendi bilinçaltını temizlemeden

başkasına zırnık yardımın olmaz. Bunu bilirim, bunu söylerim. Bir terapistin kendini

temizlemesinin ne demek olduğunu da ilerleyen bölümlerde açmaya çalışacağım.

9. Enerji bedeninin varlığını kabul etmeden yaptığımız çalışmayı somutlaştıramayız.

Yıllarca elde ettiğim sonuçları modern fizik anlayışı ile somutlaştırmaya çalıştım. Şu anda

vardığım yer enerji bedenidir. Enerji bedenini iyileştir; Fiziksel bedenin iyileşsin. Formülümüz

bu.

10. Mevcudu koruyacaksan iyileşemezsin.

Eğer yaşamında bir şeylerin değişmesini istemiyorsan, sadece içinde bulunduğun durumu

korumak için çabalarsan bir yere varamazsın. Durursan gerilersin. Bilinçaltı bilir. Eğer kişinin

yaşamını değiştirmek gibi bir niyeti varsa, onu değiştirecek fazla bir malzeme sunmaz. Çoğu

kişiye kaç seans yaparsanız yapın, 3 yaştan geriye gidemezsiniz. Yani bilinçaltı 3 yaşından

geriye gitmiyorsa kişinin değişmek gibi bir niyeti yok demektir.

Hipnoz Anlayışım…

Hipnozla ciddi olarak Fethiye’de tanıştım. (Gayri ciddi tanışmam İzmir’de Kadir Demirel’in bir

seminerinde olmuştu). Özellikle, hiçbir şey bilmeden hamilelerde uyguladığım basit gevşeme

ve rahatlama telkinlerinin son derece olumlu etkilerini ve geribildirimlerini deneyimledikçe

hipnoz bir anda benim en önemli ilgi alanım içine girdi. İnternetten bulduğum bilgilerle

denemelere başladım. Eğitim kasetleri ve kitaplar getirttim yurtdışından… Bir süre sonra

gerçekten kitabına uygun hipnoz yapmaya (!) başladım. Bu alana giren her fani gibi hipnoz

yapmayı, kişiyi transa almak olarak öğrendim. Ama bir süre sonra o hipnoz yapmanın tek

başına bir şey sağlamadığını, hipnoterapi denen bir şeyin olduğunu öğrendim. Hipnoterapi

tekniklerini kurcalamaya başladığım zaman da regresyonla tanıştım.

Regresyon denemeleri yaptıkça (tabii 5 PATH eğitimini aldıktan sonra… Ayrıntılar ilerleyen

bölümlerde…) geçmişten gelen inançların nasıl güçlü etki yarattığını gözlemlemeye başladım.

Hipnoz kitaplarında ya da eğitimlerinde de zaten çocuklukta kritikal faktörün olmadığı için her

telkinin kontrolsüz bir şekilde bilinçaltına kaydedildiğini anlatmışlardı. O halde esas hipnoz

çocuklukta yapılandı ve sorun yaratan, hastalıklara yol açan geçmişin hipnozuydu. Bu bakış ilk

kitabımın da adı oldu bu nedenle.

Geçmişin hipnozunu bozmak... Gerçek iyileşmeye açılan kapı.

Geçmişin hipnozunu bozmak anlayışı benimle özdeşleşti diyebilirim. Kitabı yayınladığımdan bu

zamana kadar geçen sürede hipnoz kavramına farklı bir bakış yerleştiremeye çalıştım.

Verdiğim eğitimler yıldan yıla evrimleşti. Gerek eğitimlerim olsun, gerekse kişisel gelişim

çalışmalarım ki buna yaz kampları da dahil, anlattığım şeylerin ana fikri “nasıl bir hipnoz içinde

yaşadığımız” olmuştur.

Hipnoz tanımım yıllar içinde çok netleşti. Telkin içerikleri de keza buna uyumlandı.

Hipnoz dediğimiz zaman artık bir eylemi anlıyorum. Kişinin bilinçaltındaki sanal bir inanca

göre, sanki bir inanç varmışta ona göre, otomatik davranma şeklidir. Tanım gereği tüm

inançlar yanlıştır ve kolaylıkla yanlışlanabilir. O zaman hipnoz yaşamın, evrenin işleyiş

gerçeklerine aykırı bir davranış şekli olmaktadır. Basitçe hipnozda yaşamak gerçek dışı

yaşamak olmaktadır.

(İnanç, hipnoz ve hastalık ilişkisini değersizlik inancı kitabımda ayrıntılı bir şekilde anlattım.)

O nedenle geçmişin hipnozunu bozmak dediğimiz zaman gerçek dışı bir takım inançlara göre

hayatımızı şekillendirmekten vazgeçmeyi anlıyoruz. Tabi ne gerçektir, ne gerçek dışıdır, ya da

gerçek dışı yaşamak neden sorunlara yol açmaktadır, ayrıca derinlemesine tartışabiliriz. Yeri

geldikçe bunlardan bahsedeceğim.

Zamanla “hipnozda yaşamak”ın karşısına “spiritüel yaşamak”ı yerleştirdim. Bu karşılık benim

için de rahatlatıcı oldu. Çünkü spiritüellik kavramını bir türlü kafamda bir yere

oturtamıyordum. “Spiritüel yaşamak; yaşamın, evrenin işleyiş kurallarıyla uyumlu yaşamaktır”

dediğim zaman birçok şey benim zihnimde yerine oturmuş oldu.

Bu anlayışım nedeniyle benim için sağaltım (terapi demeyelim artık, psikiyatristler patent

hakkı istiyormuş), iyileşme, değişim, aydınlanma, kişisel gelişim adına ne dersek diyelim tek

bir amaca yöneliktir. Önce hipnozlarımızı fark etmek, sonra da bu hipnozlardan kurtulmak…

Farkındalık ve özgürleşme çabası diyebiliriz.

Özgürleşme çabası diyorum, çünkü bu çaba bitmez. Bazı psikoterapi anlayışları, bilişsel terapi

gibi, kişinin bilmesinin, ya da farkında olmasının iyileşme için yeteceği düşüncesinde ya da

hipotezindedir. Ama iyileşme somut bir çaba gerektirir. Enerji bedeninin temizlenmesi çabası

diyebiliriz buna… “Bilmekle yapmak aynı değildir” derim ben bu nedenle. Bilen olduğu yerde

sayar, yapan ise yol alır.

O halde hipnozlarımızı da iki gruba ayıralım. Farkında olduklarımız ve farkında olmadıklarımız.

Ancak farkında olduğumuz hipnozlarımızdan kurtulma şansımız vardır. Farkında

olmadıklarımız ise hayatımızı yönetmeye devam eder. Farkında olduğumuz hipnozlar daha

tartışılabilirdir. Farkında olmadıklarımız ise içten içe hayatımızı oymaya devam eder.

Hayatımızı oyan şeyler bedenimizi de oyar.

Sağaltımda en zor şey kişiye hipnozlarını fark ettirmektir.

Sağaltımcı olmak isteyen hevesliler bir an önce teknikleri öğrenmek isterler. Teknikteki sırrı

ararlar. Hipnoz nasıl yapılır, regresyon nasıl yapılır. Anne karnına nasıl gidilir vs…

Ama işin esas zor kısmı kişiyi bu teknikleri uygulayacak kıvama getirmektir. O nedenle de bu

kitabın belki yarı kısmı farkındalık yaratma çabalarını da anlatmama neden olacaktır.

Teknikleri de tüm detaylarıyla anlatacağım merak etmeyin. Ama bu teknikleri öğrenmek

isteyen sağaltımcı ya da sağaltımcı adayı arkadaşların hangi hipnozla sağaltımcı olmaya niyet

ettiklerinin farkında olması gerekir.

Hipnozu Bozucuya ne diyelim?

Eğitimlerim sırasında istatistiğe dökmediğim ama muhtemelen doğru olan bir gözlemim

olmuştur. Mesleğinden, işinden memnun olmayan ve yeni bir iş yapmak isteyen, özellikle de

entellektüel düzeydeki kişilerin ilk seçenekleri yaşam koçluğu olmaktadır.

Önce çok bol olan ve hatırı sayılır ücretlere verilen hafta sonu kurslarına katılınır. Hele

bunlardan uluslararası geçerliliği olan –ne demekse bu- sertifika verenleri daha makbuldür ve

daha pahalıdır. Orada verilen hap bilgilerin bir işe yaramıyor olsa gerek (en babası 3 hafta

sonu yani toplasan 6x6 = 36 saatlik bir eğitimdir) ek bilgiler aramaya başlarlar. O nedenle de

benim EFT, hipnoz ve regresyon eğitimlerim de samimi olarak bu işi yapmaya niyet edenlerin

uğrak kapılarından birisi olmuştur.

Yaşam koçluğu çok zararsız bir meslek tanımı oldu. Yaşamına koçluk etmek anlamına geliyor

herhalde. Sana nasıl yaşayacağını öğreten ve bu yaşamı gerçekleştirmek için rehberlik eden

kişiyi anlıyorum ben. Ama pratikte böyle yaşam koçu bulamazsınız. Tüm yaşam koçları bir ofis

açma, bireysel ya da kurumsal eğitim verme çabası içindedirler. Bireysel eğitim verenlerin ise

yapmaya çalıştıkları sağaltımcılıktır. Yani eski tabirimizle terapistlik, daha doğrusu psikolojik

terapistlik.

Şimdi bir kişi olarak sorunlarınız var (sorunların ne olduğunu daha sonra konuşacağım),

psikiyatriste gitmek istemiyorsunuz çünkü sizi ilaca boğacak. Psikoloğa gitmek de size

psikolojik sorunlu damgası vurdurtabilir. En uygunu yaşam koçuna gitmek oluyor o zaman.

Gidiyorsunuz, sohbet, muhabbet… Bazı sorular soruluyor, yeniden çerçevelemeler falan…

200-300 tl ödüyorsunuz… Çıkınca şöyle diyorsunuz. Ya ne var ki bunu ben de yaparım. İyi

para… Günde beş kişi gelse falan filan… Hadi al sana yeni bir yaşam koçu adayı…

Hipnoz, terapi, psikoloji lafları ettiğiniz zaman başınız derde girer. Ama yaşam koçuyum

dediğiniz zaman akan sular duruyor. İşte o zaman yaşam koçu olarak neden hipnoz yapmayı,

terapi yapmayı, regresyona falan geçmişe gitmeyi öğrenmeye çalışıyorsunuz?

Bir kere bu yaşam ön eki fazla iddialı... Koçluk olabilir. Koç basketboldan gelen bir kavram. Koç

kişiyi ya da takımı özel bir hedefe varması için destekleyen, tavsiyelerde bulunan, rehberlik

eden, antrenman veren kişidir. Yani öncelikle kişinin özel bir hedefi olacak. Sonra da kişinin bu

hedefe ulaşmasına yardımcı olarak donanımdaki başka bir kişi yol gösterici olacak.

Benim bu kitapta anlatacağım şeyler belki kısmen koçluk anlayışının içine girebilir. Bu kitaptaki

sağaltımcılık bir yönüyle kişiye kendi enerji bedenini temizlemek için yardımcı olmaktan başka

bir şey değildir. Yoksa Türk Dil Kurumu sözlüğüne bakacak olursak sağaltmak hayli iddialı bir

iş. Kişiyi iyileştirmek, sağlığına kavuşturmak, iyi etmek, tedavi etmek anlamına geliyor.

İyileşecek kişinin bu konuda bir dahli olması gerekmiyor. Bir şey anlaması ya da yapması

gerekmiyor. Bütün güç şifacıda ya da sağaltımcı da…

Halbuki ne hipnozda, ne de regresyonda, ya da benzer diğer tekniklerde, EFT gibi, yardım alan

kişinin dahli olmadan bir şey başarılamaz. O zaman yardım eden koçluk yapmaktan öte bir şey

yapamaz. O kişiye neyi fark edeceğini, nasıl hissedeceğini, nasıl odaklanacağını, duyguyu nasıl

boşaltacağını öğretmekten öte bir şey yapmıyoruz. O halde yaptığımız işe terapistlik demek

birçok yönüyle yanlış. Arkadaşımın birisi babam ve oğlum filmini seyrettikten sonra sigarayı

bırakmıştı. Şimdi filmin yönetmenine terapist diyebilir miyiz? Ya da aktörler mi terapist

sayılacak?

Kişinin dahli olmadan bir şey yapamıyorsan burada saf terapiden bahsetmek yanlış olur. Bir

kişiye bitkisel ilaç verirsiniz. O da içer. Burada kendi arzusuyla içiyor ama içtikten sonra

bedeninde olacaklara müdahale şansı yok. Sonuçta bir terapi söz konusu. İyileştiren ilaç ve bu

ilacı işe yarayacağını söyleyen terapist. Tabi aslında iyileştiren yine de ilaç ve bedenin bu ilaca

verdiği tepki.

Görüldüğü gibi derine indikçe kavramlar karışıyor. Ama zihinsel sağaltımda kişinin dahli

olmadan değişim yapılamaz. Belki de yaptığımız çalışmaya en uygun isim duygu koçluğu

olabilir. Çünkü duyguları hissetmesi için farkındalık, hissetme, duygunun boşaltılması işlemleri

tamamen kişinin kendi arzusu ve çabasıyla olacak bir şey.

Bu duygu koçluğunun çabası ve yönlendirmesi içinde zihinsel bazı kontrol edilemez değil ama,

kişinin kendi gücüyle de değil, kendiliğinden çoğu zaman beklenmedik zihinsel canlandırmalar

açığa çıkıyor. Ama bu çıkan şeyin terapistin yönlendirmesiyle de bir alakası yok. Doğal ve

kendiliğinden işleyen bir süreç… Aynı bir lokmanın sindirilmesi gibi... Lokmanın sindirilmesine

onayımız var belki ama ne düzeyde, nasıl sindirileceğini denetleyemiyoruz.

Denetleyemediğimiz, ama bir şeyler çıktıktan sonra denetleyebileceğimiz, müdahale

edebileceğimiz, yönetebileceğimiz, ne çıkacağını bilmediğimiz ama ne çıkarsa kabul

edeceğimiz bir süreç…

Duygu koçluğu… Güzel bir ifade... Yapılan bir çalışma… Ortak bir çalışma…

Geçmişin hipnozunu bozmak ancak duygu koçluğu ile başarılabilecek bir çalışma… Koç

kendinde olabilirsin bu süreçte ve olmalısın da zaten…

Zaten kitap ilerledikçe belki şöyle bir sonuç çıkacak. Yaşam zaten duygu koçluğundan başka

bir şey değil… Yaşamın kendisi de bir duygu koçu… Koçluğu siz ele almazsanız, o ele alıyor ve

sizi yönetiyor… Sizi yöneten herkeste bu hayatta aslında duygu koçluğu yapıyor… Ama kötü

niyetle, ya da iyi niyetle fark etmiyor… Her ikisinde de sonuç istenmeyen bir şey olabiliyor…

O halde çalışmayı yöneten kişiye duygu koçu diyelim, daha iyi bir öneri gelene kadar…

Yönetilen kişiye ise ne diyelim?

Müşteri? Pek benimsenmedi… Danışan? Ne danışıyor ki? Hasta? Herkes hasta değil…

Suje ya da denek? Deneme mi yapıyoruz? Yardım alıcı? Çok bir şey titreştirmiyor…

Herhangi bir kişi… Sen de olabilirsin ben de… O nedenle belli bir isimle damgalamayalım… Kişi

diyelim ve geçelim… Yardım alan, sorunları olan, değişmek isteyen kişi… İNSAN olmaya

çabalayan insan adayı bir kişi…

Herkes Duygu Koçu Olabilir mi?

Bu soru “herkes hipnoz yapabilir mi?” olsaydı, “asla yapmasın!” derdim. Herkesin yapma gücü

olmasına rağmen…

Tabi hipnoz yapmaktan neyi anlıyoruz… Basitçe bir kişinin bilinçaltına gerçek dışı bir fikrin

yerleştirilmesini… Ama gerçekmiş izlenimini vererek… “Neden hipnoz yapmamalıyız”

konusunu ayrı bir bölümde konuşacağım.

Ama herkes duygu koçu olabilir mi? Teorik olarak evet. Ama pratikte o kadar kolay değil…

Benim klasik sözlerimdendir. Uygulayacağı tekniklerle kendinde bir değişim yaratmamış bir

kişinin başkasında bir değişim yaratması beklenmemelidir. Tabi zihinsel değişim açısından

konuşuyorum. Ama koçluğun her dalında bu böyledir bence… Başkasına motivasyon vs ile

başarıya götürecek bir koçun, aynı yöntemlerle kendinde bir başarı sağlamış olması

beklenmelidir.

Kel bir doktorun saç ekme cerrahisi uygulaması hoş karşılanabilir belki ama cilt sorunları olan

bir cilt doktoruna kim güvenir ki?

Amaç sadece müşteriye güven vermekle alakalı da değildir. Zihinden zihne akan subliminal

mesajlardır insanları bir şeylere ikna eden. Hadi şunu diyelim. Bilinçaltı samimi olanla

olmayanı birbirinden ayırır. O nedenle duygu koçluğuna soyunacak bir kişinin bu kitapta

anlattığım, anlatacağım hususları çok iyi içselleştirmesi, uygulaması gerekir.

Önce kendi enerji bedenini temizle ki, temizliğin nasıl yapıldığını öğrenesin ve

deneyimleyesin… O zaman rahatça öğretirsin. Ben regresyon çalışmalarına başladığımın ilk iki

yılında regresyonun nasıl bir şey olduğunu deneyimlememiştim. Kendimde uygulatmadığım

bir şeyi başkalarına uyguluyordum. Sonunda o fırsatı yarattım, epeyi uzun seanslarla

kendimde belli bir temizlik yaptım. O seanslardan sonra yardım alıcılarla işleyişim farklı bir

boyuta geçti diyebilirim.

Duygu koçu olacak bir kişinin bazı temel bilgileri ve anlayışı olmalı. Temel tıbbi bilgilere sahip

olmalı. Beynin işleyişini bilmeli. Zihin beden ilişkileri hakkında asgari bilgisi olmalı. İnsan

ilişkilerinde biraz temel bilgileri olmalı. Bunlar olmazsa olmazlar.

Meslek sahibi ol ak, mesleğinden insan gibi yaşayacak kadar para kazanmak tabii ki olmalı.

Ama şifalandırma işinde herşeyi para uğruna yapmaya kalktığımız zaman bir şeyler bir şeylere

denk gelmemeye başlıyor.

Benim insan ilişkilerim iyidir.

Bu sözü o kadar çok duydum ki, kendisini sağaltım alanına atmak isteyenlerden… Hani samimi,

candan, içten, konuşkan olmak başarı için yeterliymiş gibi. Bekleme salonunda sıkıntıyla

bekleyen hastaları oyalama görevi gibi bir iş olsa bu dedikleri mutlaka işe alınmaları için

yeterli olacaktır. Ama sağaltım alanında geri tepen bir silah olacaktır sadece. Ne kadar çok

konuşursanız, olacak şeyi o kadar olmaza çevirme ihtimaliniz artar.

Bir ara borsaya sarmıştım, kadın doğum uzmanlığı yaparken. Hatta hasta muayene ederken

bile gözümün bir ucuyla ekrandan borsayı takip ederdim. Ama bir türlü o beklediğim patlama

olmamıştı. Sonra bir tartışma listesinde, çok isabetli önerilerde bulunan bir kişiye başka bir kişi

gıcık olmuş ve “sen nereden bunları hep doğru biliyorsun” diye sormuştu. O da o kişiye ne iş

yaptığını sordu. Mühendisti, tüyocuyu fırçalayan. İsabetli tüyo veren kişi tam bir ders

niteliğinde olan şu cümleleri sarf etmişti.

“Benim işim bu. Ben sabahtan akşama kadar 10 tane ekran takip ediyorum. Yüzlerce haber

okuyorum. Kendi işimi iyi yapmaya çalışıyorum. Eğer amacın para kazanmaksa, sayın

arkadaşım, bırak bu işleri de kendi işini adam gibi yapmaya çalış. “

Bu cümlelerden sonra kısa süre içinde borsa hayatıma son verdim ve kendi işimi iyi yapma

gayreti içinde oldum.

Yani sıfırdan başlayacaklar için de yararlı olacak bir kitap yazmak isterim ama dediğim gibi

diğer bilgilerle donanmış olmak da şart değilse de bu işi iyi yapma niyeti içinde olacaklara

yüksek düzeyde bir tavsiyedir. Haa, ben zaten bu alanda çalışıyorum ve gerçekten işimi hem

iyi, hem de severek yapmak istiyorum diyenlere ne biliyorsam, deneyimlerim ve

öğrendiklerim nelerse hiçbirini saklamadan bu kitapta aktarmayı umuyorum.

Psikiyatristler ve diğerleri

Hipnozla ciddi olarak ilgilenmeye başlamam bir gazete haberi ile olmuştu. Sabah gazetesinde

Dr. Tahir Özakkaş’ın kadın hastalıkları ve doğum alanında hipnozun etkinliği ile ilgili bir yazısı

çıkmıştı. O süreçte ben Fethiye’de özel bir hastanede kadın doğum uzmanı olarak

çalışıyordum. Anne adaylarının normal doğumları daha konforlu yapacakları bir uygulama

arayışı içindeydim. Tam akupunktur öğrenmeye niyet etmişken bu haberle karşılaştım ve

oradan benim hipnozla olan ilişkim başladı. Daha sonra regresyonla tanıştım ve öğrendim.

(Detaylarını ilerleyen bölümde anlatacağım). Regresyon beni çok heyecanlandırdı. Kronik

hastalıklarla ilgili etkisini öğrendikçe ve sonuçlar almaya başladıkça resmen başka bir aleme

geçtim. Ve sonra Ankara dönemim başladı. Ben kronik hastalık deyince somut fiziksel ve

objektif hastalıkları düşünmüştüm hep. Ruhsal denilen hastalıklarla ilgilenmiyordum bile.

Ama Ankara’da yavaş yavaş tanınmaya başladıkça ve talep artmaya başladıkça ben ruhsal

hastalıklardan kaçsam da onlar üzerime üzerime gelmeye başladılar. Panik ataklar, sosyal

fobiler, depresyonlar, kaygı bozuklukları vs… Hayır desen, ekmek kapısı… Nasıl hayır dersin.

Çalışmalarımı duyurmak için hipnozmerkezi.com adı altında bir web sitem vardı. Tabi şimdi o

siteye yazdıklarımı hatırladıkça kendi saflığıma gülüyorum. Hakikaten çok iddialı bir siteydi.

Neredeyse tüm hastalıkların hipnozla ve regresyonla iyileşebileceğini iddia ediyordum. (Yani

yine bunu söyleyebilirim ama iddia etmem artık). Hakikaten okuyan birine çok umut veren bir

siteydi. Tabi belli hastalıklarla deneyimim arttıkça sitedeki bilgi kapasitesi de artıyordu. Ben

ruhsal (!) hastalıkları tedavi(!) ettikçe ruhsal hastalıklarda hipnoz başlığı da web sitemde

gittikçe genişlemeye ve iddialı sonuçlar vaat etmeye başlamıştı.

Neyse uzatmayayım, sonunda sağlık müdürlüğü ile muhatap olmaya başladık. Bir gün Hipnoz

yapıp yapmadığımı soruşturmaya geldiler. (O dönemde Ankara Emekte Dr. Cem Keçe ile ortak

muayene işletiyorduk. Ben kadın doğum uzmanı olarak görünüyordum. Ama tabi ki sadece

hipnoz yapıyordum.)

O dönemde hipnozla ilgili Türkiye’de ne bir yasa ne de bir yönetmelik vardı. Bir belediye

yasasındaki maddeye dayanarak Hülya Avşar şovda hipnoz gösterisini yasaklamışlar ve

hakkında dava açmışlardı. Başka da bir şey yoktu. Sadece –tüm aramalarıma rağmen

orijinaline ulaşmadığım bir TC. Sağlık Bakanlığı genelgesinin sözleri ortalıkta dolaşıyordu. Bu

genelgeye göre hipnozu Türkiye de sadece hekimler muayenehanelerinde reklamını

yapmamak koşuluyla uygulayabilirlerdi. İşte ben hipnoz yaptığım için değil, web sitesinde

duyuru yaparak bu genelgeyi çiğnemiştim. Ve gerçekten de daha sonra iki kez oldukça yüksek

miktarlarda rekabet kurumundan cezalar yedim.

Şikayetçi kimdi? Türk Psikiyatri Derneği (TPD). Türk Psikiyatri Derneğinin bir hekimin uygunsuz

reklam yapmasıyla ne gibi ilişkisi olabilirdi? Türk halkının ruh sağlığı ile oynuyordum herhalde.

Neyse sonuçta ben bugüne kadar hipnozla olan ilişkimden dolayı sadece 2 kez uygunsuz

reklam yapmaktan ceza yedim. Gazetelere bilerek yanlış aksettirilen, uzmanlığım dışında

kendimi farklı bir uzman olarak tanıttığım için herhangi bir ceza almadım. Hatta savcılık

muayenehane dışında hipnoz uyguladığım için açılan bir davada bile takipsizlik kararı verdi.

Burada tarihe bir not düşmem gerekir. Türk yasalarına göre bir tıp doktoru hastasına

hastasının yararına olduğu her türlü bilimsel uygulamayı uygulama hakkına sahiptir. Bu

uygulamaların illa da hastane koşullarında uygulanması gerekmez. Hala tabip odaları fiyat

kitapçıklarında evde hasta muayene ve tedavisinin asgari ücretinin ne olduğunun listesi vardır.

Yani herhangi bir tıp doktoru, herhangi bir yöntemle, herhangi bir yerde, herhangi bir ruhsal

hastalığı tedavi edebilir. Uzmanlık yetkisi sadece bir hastanenin o bölümünü idare etmek

amacıyla verilen bir şeydir.

Daha sonra Psikiyatristler herhangi bir yasal dayanakları olmamasına reğmen bir çok hekime

ve diğer meslekteki kişilere davalar açmaya, huzursuzluk çıkarmaya devam etti. Hiç kimse,

psikiyatristler dışında bir kişinin ruh sağlığına tedavi amacıyla müdahale edemezdi. (Herhalde

bozma amacıyla müdahale edebilir. Çünkü haberler ve gündem bunu hergün yapıyor ve TPD

buna karışmıyor)

Psikiyatri ilginç bir uzmanlık… Tıpta her uzmanlık bir organa sahiptir. Genellikle uzmanlık bu

şekilde ayrışır ve dallanır. Ama organı olmayan tek uzmanlık dalı psikiyatridir. Beyin

diyemezsiniz çünkü beyin nöroloji uzmanlığının organıdır. O zaman ortada elle tutulur bir

organ kalmıyor. Ama tedavide beyindeki kimyasalları etkileyen ilaçlar kullanılıyor. Ama

bozukluk nerede? Ruhta… Çünkü TPD nin tüm yazılarında toplumun ruh sağlığına atıfta

bulunuluyor. Hatta muhtemelen yakın zamanda ruh sağlığı yasasını da bakanlıktan

çıkarttıracaklar.

Neden psikiyatristler hakkında bu kadar yazıyorum? Çünkü çok iç içe geçmişlik var. Çoğu

psikiyatrist değişik bir duygu durumu içinde. Hem her türlü günlük sıkıntısı olan, basit stresler

gibi, kişileri kendi hastaları olarak görüyorlar hem de hemen kendilerine başvuran her hastaya

ağır diyeceğimiz ilaçlar yazıyorlar. Halkın büyük bir kısmında bu ilaç yüklemesine karşı bir

antipati oluşmuş durumda. Hem alıyorlar ilaçları, hem de kurtulmak istiyorlar. Zaten

psikiyatristlerin ya da daha genelinde modern tıbbın sunduğu bu seçeneksizlik yüzünden

kişiler kişisel gelişim alanında bir takım çareler arama peşine giriyorlar.

Burada bir uzlaşma sağlamak gerekir. Tıp doktoru olmayan bir duygusal koç neye nereye

kadar müdahale edebilir?

Birinci koşul: Psikiyatrik teşhis almış ve kendisini ilaçlara bağımlı hale getirmiş kişilere

bulaşmayın. Kendi teşhisini benimsemiş kişilerle çalışmayın. Özetle kendini hasta gören ve

sizden bir hastalığının tedavisi beklentisi içinde olan kişilerle çalışmayın. Ne demek istediğimi

ve bunun önemini ilerleyen sayfalarda açıklamaya çalışacağım.

İkinci koşul: Ruhla fazla uğraşmayın. Ruhun varlığını kabul edersiniz. O ayrı bir konu. Bu

kitapta da ruhtan bahsedeceğiz ama benim ruh anlayışımla psikiyatrik ruh anlayışı pek

uyuşmayacak. Ruhu tamir edilecek bir organ, bir aygıt veya bir substans olarak görüyorsanız

eğer, bundan vazgeçin.

Üçüncü koşul: Mutlaka kendi ayakları üzerinde durabilen ve günlük sorunları olan kişilerle

sınırlı kalın. Elden ayaktan düşmüş, bakımını başkalarına bağlamış, ya da geri dönülmez

diyeceğimiz ağır bir hastalığı olanlarla çalışmayın. Emeğinize yazık.

Dördüncü koşul: Duygularını hissetmeyi kabul eden, duygularıyla çalışmak isteyen, bu kitapta

anlatacağım ilkleri anlayan ve benimseyen kişilerle çalışın. Çalışmanızın hedefi, amacı, merkezi

hep duyguları hissettirmekle ve enerji bedeninde birikmiş duygularla sınırlı kalsın. Fiziksel

bedenle çalışmayı psikiyatristlere bırakın. Hedefimiz kişileri koşulları ne olursa olsun iyi

hissettirmek olmalı. Kişi iyi hissettikçe bazı sorunları düzelirse düzelir, düzelmese de zaten iyi

hissedecek zaten.

Geçmişin hipnozu ne demek?

Adım çıkmış hipnoza inmez sekize… Hipnozla ilgili algılar çok değişik… Algının kendisi hipnozu

yaratıyor… Hipnozu hipnoz yapan da, ilginç olarak, hipnoza karşı oluşmuş olan hipnozlarımız…

Hipnoz olmak diye bir şey var… O bir şeyi olunca, başka bir şeyler yapılacak ve birşeyler

hayatımda değişecek… İşte hipnozla ilgili baş algı bu… Bu işi iyi yapanlar var, iyi yapamayanlar

da… Eğer iyi yapanı bulursak, o kişi benim sorunlarımı çözer… O zaman bakalım internete…

Kim daha çok kitap yazmışsa en iyisi odur… İşte o zaman ben, Doktor Bülent Uran internetin

reklam gücü sayesinde bir anda hipnoz uzmanı oluyorum.

Sayın arkadaşlar, sayın okuyucu, sayın şifacı, sayın hastalar, sayın terapistler ve de

psikiyatristler… Hipnoz yapmak diye bir şey yok… Beyinde hipnozun karşılığı özel bir fizyolojik

durum yok… Bunu hipnoz ve beyin kitabımda gayet ayrıntılı yazdım…

Hipnoz dediğimiz şey, beynin telkin alması ve bu telkine göre otomatik davranmasıdır.

Eylemsiz hipnoz olmaz. Hipnozu ancak bir eylemin mevcudiyeti ile anlarız. Bir eylem, bir

durum, bir olay gerçekleşmeden hipnoz olmaz…

Bu eylemlere fizyolojik değişiklikler de dahildir… Örneğin, uzun yıllar, karabiberli bir şey

yediğim zaman benim midem yanardı. Bir gün bunun hipnoz olduğunu anladım ve basit bir

EFT çalışması ile bunu çözdüm… Yani geçmişin basit bir hipnozunu bozdum…

Hipnozun yıllardır yaptığım tarifi (bu benim uydurduğum bir tanım değil) “hipnoz bilincin

kritikal faktörünün baypas edilerek bilinçaltında selektif bir fikrin kalıcı olarak kabul edilme

halidir” olmuştur. Bunu basitleştirirsek hipnoz bir telkinin kabul edilme halidir. Bir telkinin

ancak uygulaması varsa kabul edildiği anlaşılır. Sonuçta, “burada bir hipnoz var” demek için

bir eylem, bir davranış oluşması gerekir.

Hipnoz bir trans durumu değildir. Ama aynı zamanda bir trans durumudur. Kişi bir davranışı

kritize edemiyorsa, trans halinde demektir. Kritikal faktörü baypas olmuş demektir. Ama bu

durumu bir takım sihirli yöntemlerle sağlamanız mümkün değildir. Hele bilinçaltına öyle her

istediğinizi yaptırmanız zaten mümkün değildir. Zihin ancak kabul edilebilir telkinleri kabul

eder.

Her otomatik davranış zamanla kendi inancını yaratır. Her otomatik davranışın, yani bilincin

denetiminde olmayan davranışın hipnoz olması gerekmez. Farkında olmadan, sorgulamadan

sürdürülen davranış ya da eylemlere alışkanlık denir. Her hipnoz bir alışkanlıktır. Ama her

alışkanlık bir hipnoz değildir. Hipnozu hipnoz yapan dayandığı telkinin, yani inançlaşmış

telkinin gerçek dışı olmasıdır. Her hipnoz yanlışlanabilir. Hem de basitçe yanlışlanabilir. Bir

fikir yanlışlanıyorsa inançtır. Ne yanlışlanıyor ne doğrulanıyorsa kabullenmedir. Hipnoz

yanlışlanabilir inançlara göre davranışlardır. Bu konudaki ayrıntıları değersizlik inancı

kitabımda bulabilirrsiniz.

Geçmişin hipnozunu bozmak kitabımda, vermek istediğim mesaj “hastalıklardan kurtulmanın

yolu geçmişin hipnozlarını bozmakla başarılacak bir şeydir” olmuştu. Ama o kitapta, açıkçası

benim de o zamanki bilgilerimin olgunlaşmaması nedeniyle, hem hipnozu tam anlamıyla

tanımlayamamıştım hem de o hipnozların neler olduğunu… Hem de yanlış bir inancın neden

hastalık yarattığını açıkçası tam derinliğine işleyemedim. Bunu bir parça değersizlik inancı

kitabımda telafi ettim… Ama o kitap sadece açıklamalarla kaldı. Nasıl yapacağımızın

detaylarını işte yeniden bu kitaba devrettim. Nasılın ipuçlarını tabi ki EFT ile iyileşin kitabında

da bulacaksınız… Ama bu kitapta o kitaplarda söyleyemediğim, yazamadığım bir çok ayrıntıyı

bulacaksınız, çünkü kendimi, formatla, sayfa sayısı ile sınırlamıyorum. İnternetten özgürçe bol

bol yazıyorum. Öğrenmek isteyen herkesin sunumuna ve kullanımına açık bir şekilde…

Geçmişin hipnozunu bozmak demek; bilinçaltından bir inancın etkisini ortadan kaldırmak

demektir. Yani bir otomatik davranışı ya da fiziksel bir etkiyi ortadan kaldırmak demektir.

O zaman, tersten okursak, bir kişiyi hipnoz yapmak demek, oraya gerçek dışı bir fikri, yani yeni

bir inancı ekmek ve buna bağlı yeni bir otomatik davranış geliştirmek demektir. “Sigara

filtresini her dudaklarına değdirdiğinde dudaklarında tahammül edilemez bir yanma

hissediyorsun telkini” eğer bilinçaltı tarafından kabul edilirse yeni bir hipnoz yaratmışız

demektir. Çünkü bu gerçek dışı bir durum! Sadece telkini alan kişinin dudaklarının gerçeği

oluyor. Çoğu kişi “gerçek ya da gerçek dışı her neyse, sigara içmemi engelliyorsa neden

yapmıyorsun?” diye bana kızar ya da eleştirir.

Nedeni çok basit… Eski hipnozu silmeden yeni bir hipnoz yerleştirirsen çatışma yaratırsın ve

gerçek hastalıklara davetiye çıkarırsın. O halde kronik hastalıkların nedeni, sadece bilinç

altımızda hipnozların olması değildir. Bu hipnozlarla bir çatışmanın açığa çıkmasıdır,

hastalıklara giden esas yol. Hayatta her yeni bir durum yeni bir hipnoza yol açabilir. Bu

hipnozların çatışması ise hastalık yaratmaya başlar. Detayları konular ilerledikçe işleyeceğim.

Bitirmeden basit bir örnek. Daha dün görüştüm bir kişiyle. Panik atağı için youtube den hazır

bir telkin indirmiş ve gece uyurken dinlemeye başlamış. Gece müthiş bir kulak uğultusuyla

uyanmış. O günden beri birçok kulak doktoru gezmiş ama sonuç alamamış… Ne oldu? Basit.

Bilinçaltı mevcut hipnozlarına çok ters telkinler duymaya başladı ve onları susturmanın yolu

olarak bu kulak uğultusunu yarattı…

Atmasyon mu? Bilim dışı mı? Belki ama… Buna benzer ve çözümlenmiş o kadar çok hikaye

anlatacağım ki size, bu kitap boyunca… Belki sizin de kulaklarınız uğuldamaya başlayacak…

Zihin, Bilinçaltı, Bilinç, İnanç, Duygular, Hisler vs…

Tüm kitap boyunca, esas muhatabımız zihin olacak. Her ne kadar zihin muhatabımız olacak

olsa da esas oğlan bilinçaltı olacak. O nedenle baş aktörleri iyi tanımak lazım.

Zihin nedir?

Zihin basitçe varlığımıza ait olduğunu bildiğimiz ama mevcut modern cihazlarla dahi doğrudan

ölçülemeyen ya da gösterilemeyen özelliklerimizdir. Bunların başında da duygularımız ve

düşüncelerimiz gelir. Zihnin ağır topları bunlar. Duygular ve düşünceler. Tabii başka elemanlar

da var. Hisler, anılar, hayaller gibi… İrade gibi…

Zihni işleyişi anlamak için, daha anlaşılır olsun diye iki ana kategoride inceliyoruz. Kasten ve

bilerek, isteyerek iki ayrı parçaya ayırıyoruz. Yoksa gerçekte böyle bir somut ayırımı

bedenimizde bulamayız. (Her ne kadar bazı nörologlar ya da araştırıcılar diyelim, beynin bazı

bölgeleri ile bazı zihinsel süreçler arasında ilişkiler olduğunu belirtseler de, aynı beyin

bölgeleri birçok sürece eşlik etmektedir).

Bilinç düşünen aklımız diyelim. Düşünen, analiz yapan, mantık kuran, seçim yapan, karar

veren, irade ortaya koyan zihinsel ögelerimizi içermektedir. Bilinçaltı ise temel olarak koruma

görevini üstlenmiş zihinsel ögelerin toplamıdır. Bilinçaltının asli görevi ait olduğu varlığı

korumaktır. Bu koruma ögeleri en ilkel araçlardan en gelişmiş araçlara kadar bir yelpaze

oluşturur. Refleksler, savaş ya da sıvış sistemi, anılar, hafıza, alışkanlıklar hepsi bilinçaltının

kullandığı ya da yarattığı şeylerdir.

Ya da bunların toplamıdır bilinçaltı. Davranışlarımız zihnimizin bir ürünüdür. Alışkanlıklarımız

bilinçaltı ile daha yakından bağlantıda iken, iradi eylemlerimiz bilinçle bağlantılıdır.

Şu anda, çok basit bir resim çiziyorum. Bu resmin rötuşları ilerleyen bölümlerde yapılacak,

fazlasıyla ve ayrıntılarıyla.

Bilinçaltı ait olduğu varlığı tehlikelerden korumalıdır, dedik. Bunu nasıl yapacak? Ya hazır bir

bilgi arşivine sahip olacak, ya da hızla tehlikeli olanla olmayanı birbirinden ayırmayı

öğrenecek. Her ikisi de bilinçaltının çalışmasının içindedir. Doğuştan gelen tehdit bilgilerine

her canlı ve dolayısıyla insan da sahiptir. Karanlık, yükseklik, büyük ve hareketli objeler,

yüksek ses veya ışık, doğan her canlının korktuğu ve savunma mekanizmalarını harekete

geçirdiği durumlardır.

Evet, bilinçaltı sadece “aloo tehlike var” demekle sınırlı değildir. Aynı zamanda tehlikeden

korunma mekanizmalarını da harekete geçirir. Tehdit karşısında her canlının bedeni hızla

tepki gösterir. Tepkinin birinci aşaması bedendeki enerjinin arttırılması ve yeniden

dağıtılmasıdır. İkinci aşaması ise bu artan enerji ile tehlikeden uzaklaşacak bir eylemin ortaya

konmasıdır. Buy eylemler esas olarak iki kategoridir. Kaçma veya saklanma eylemleri ya da

kaçırma ya da savaşma eylemleri. Ama eylem ne olursa olsun bilinçaltının yarattığı enerji

sistemi değişiklikleri hemen hemen özdeştir. Kalp hızla çarpar, nefes alışı hızlanır, beden

kasları gerginleşir, kollara bacaklara kan dolar. Barsak, cinsel organlar ve deriden kan çekilir.

Yani kan aracılığı ile enerji o an için işe yaramayan organlardan harekete hızla geçmek için

çalışması gereken organlara transfer edilir.

İşte tehdit karşısında oluşan bu enerji değişimine duygu değişimi diyoruz. Beden nört duygu

durumundan yüksek enerjili duygu durumuna geçmiş olur.

Yani duygu dediğimiz zaman o andaki bedenin enerji durumunu ifade etmiş oluyoruz. Farklı

enerji durumları için farklı duygusal ifadeler kullanırız. Bunlar korku, öfke, üzüntü gibi

isimlerdir.

Duygular bu kitabın ana fikridir, baş aktörüdür. Tüm açıklamalarımız ve çalışmalarımız duygu

üzerinden olacak. Tüm ayrıntılarıyla öğreneceğiz duygularla çalışmayı. Çünkü duygu

koçluğunu öğreneceğiz. Amacım duygu koçu yetiştirmek. Ya başkalarına ya da kendine rehber

olacak duygu koçları. Tüm regresyon çalışması duygu koçluğunun bir parçasıdır zaten.

Duyguları yönetmeyi bilen regresyon seansını da yönetmeyi bilir.

Duygular enerji bedenimizin yapısı içindeyken, duyguların hareketlerinin fiziksel bedendeki

karşılığı hisler olur. Hisler fiziksel bedenimizi duygularla bağlantılı hale getirir.

Duyguları doğrudan saptayamayız. Sadece hisler üzerinden fark ederiz. Bu nedenle de günlük

yaşantımızda his ve duygu birbirinin karşılığı gibi kullanılır ama birbirinden farklıdır. Esas

somut olan duygudur. His duygunun sanki aynadaki görüntüsüdür. Duygular titreştiği zaman

kendini bir hisle belli eder. Duygu koçluğu sırasında duyguyu harekete geçirmek için uğraşırız,

kışkırtmaya çalışırız. Duygunun kışkırdığını ancak hisleri hissederek anlayabiliriz.

Her duygu bedende bir his kompleksi ile temsil edilir. Ama her hissin duygusal karşılığı

bulunmaz. Hisler bir yönüyle bedenimizde bir şeylerin ters gittiğini haber veren alarm görevi

görürler. Eğer fiziksel işleyişte bir anormallik yoksa duygusal hislerden bahsederiz. Duygusal

hislerde o anda bedenimizin enerji kanallarında duyguların titreştiğinin karşılığı olurlar.

Duygular ya şu anda yaşadığımız bir olayla ilgilidir ya da geçmişte yaşadığımız olaylarla. Eğer

geçmişte yaşadığımız olaylarla ilgiliyse duygu sıkışmasından bahsederiz. Yani o anda bir his

hissederken bu hissin fiziksel karşılığı yoksa ve o anda yaşadığımız olayla da duygusal bir

bağlantısı yoksa geçmişten bir duygu içimizde titremiş demektir. Yani geçmişin hipnozu

titreşmiş demektir. O zaman hisler bir yönüyle bize hipnozlarmızı işaret eder…

Buradan bir sonuç çıkarabiliriz. Hipnozlar duygularla bağlantılıdır. Ama hangi duygularla?

Geçmişin sıkışmış kalmış duygularıyla… O halde hipnozu besleyen güç sıkışmış duygulardır.

Her inanç, inanç olurken sıkışan duygunun enerjisiyle beslenir. İşte zaten inancın gücü bu

beslenen enerjiden kaynaklanır.

Geçmişin hipnozunu bozmak demek enerji bedenini temizlemek demektir.

Geçmişin hipnozunu bozmak enerji bedeninde sıkışmış kalmış duyguları yeniden akıtmak

demektir.

Bilinçaltının somut karşılığı enerji bedenindeki sıkışmış duygulardır.

Duygu Döngüsü, Duygu Sıkışması

Gözlemlerimize güvenerek bazı şeyleri kabullenme haline getiriyoruz. Kabullenme, doğru

olduğunu düşündüğümüz bir evrensel işleyişi, bu işleyişe en yakın şekilde modellememizdir.

Sonra, bu modele göre bir çalışma stratejisi geliştirip, bu stratejinin sonunda elde ettiğimiz

sonuçlar beklentilerimizi karşılıyorsa, modelimizin gerçeği uygun bir şekilde temsil ettiğini

kabul ediyoruz. Geçmişin hipnozunu bozarken bazı kabullenmeler üzerinden çalışıyoruz.

Bunlardan bir tanesi de duygu sıkışması kabullenmemiz.

Duygular hakkında bir model geliştirip bu modele göre duygu koçluğunun ilkelerini

belirleyeceğiz. Elde ettiğimiz sonuçlardan memnun kaldıkça, modelimizi daha çok

benimseyeceğiz. Son 14 yıllık süreç benim için böyle gelişti. Modeli en baştan sorgulamadan

kabullendim. Sonra, elde ettiğim sonuçları gördükçe, modele daha çok güvenmeye ve

detaylandırmaya çalıştım.

Burada kısa bir hatırlatma yapayım. Kabullenme ile inanç aynı şey değil. İnanç; bilinçaltı ile

ilişkiliyken, kabullenmeler bilincin kapsama alanındadır. İnançlar her halikarda

yanlışlanabilirken, kabullenmeler yanlışlanamaz, doğruluğu da kanıtlanamaz ama doğru

olduğuna dair içsel bir kanaat geliştirtirler.

Evet, duygu sıkışmasından bahsettiğim zaman bir kabullenme modelimizle ilişkili bir şeyden

bahsediyorum demektir. Burada temel modelimiz duygu döngüsüdür. Duyguların salınımını

sarkaca benzetebiliriz.

Bir tehdit ya da tehdit algısı karşısında (farkını daha sonra konuşuruz) bilinçaltı otomatik

olarak duygu durumunu değiştirir. Yani bedensel enerjiyi güven durumundan, tehlike var

durumun getirir. Artan bu enerji ile canlı bir eylemde bulunur. Yani o enerjiyi harcar. Ya kaçar,

saklanır, ya da savaşır. Bir şekilde enerji harcanır. Bu enerjinin harcanması verimli ve sonuç

verici ise, yani ya tehlikeden kurtulmuş, ya da tehlikeyi bertaraf etmişse enerji yeniden güven

dengesine geri döner. Sistem artık güvende olduğuna karar verir. O halde özetleyelim.

a. Tehlike var

b. Enerjiyi yükselt

c. Enerjiyi kullan

d. Tehlikeden kurtul

e. Güvende olduğuna karar ver

f. Enerjiyi dengeye döndür

İşte bu sürece duygu döngüsü diyoruz. Bu döngüde enerji kullanılmıştır. Bedende yeniden bir

denge sağlanmıştır. Harcanan enerji bir şekilde organizma tarafından yerine konmaya

başlanmıştır.

Şimdi kritik soru-(lar) şudur.

(Bu sorular gerçekten tüm kitabın en kritik sorunsalına atıfta bulunurlar. Bu sorunsalın derin

ama basit anlamını kavramakta zorlandıkça geçmişin hipnozlarından kurtulmak gerçekten çok

zor olmaktadır. Onlarca kez aynı sorular kişinin karşısına gelmekte ama yine kişi şimdi

konuşacağımız gerçeği anlamakta ve algılamakta zorlanmaktadır.)

Evet birinci soru. Eğer duygu dönmezse ne olur?

Sakın doğrudan duygu sıkışır demeyin. Öncelikle 7 yaşındaki çocuk gibi düşünün. Ona bu

sistemi anlattığımız zaman vereceği cevap canlının öleceği ya da sakat kalacağı olacaktır.

Mantık basit. Tehlike var. Enerji harekete geçiyor. Sen bunu harcamıyorsun. Yani ne

kaçıyorsun, ne savaşıyorsun. Hayatta kalma şansın çok azdır. Ya tesadüfen sana saldıran vahşi

hayvan seni görmez. Ya depremde kafana kalas düşmez. Ya da trafik kazasından sağ çıkarsın.

Ama tehdit güçlüyse mutlaka bir hasar görürsün. (İlginç olan bu gerçek tehlike durumlarından

ya donarak ya da şansı sayesinde, duygusal enerjiyi kullanmadan ya da kullanmaya fırsatı

olmadan kurtulan kişilerde üretilen enerjiyi otomatik olarak boşaltan bir mekanizma vardır.

Kişi zangır zangır titremeye başlar. Yani duyguyu boşaltır. O halde gerçek tehlikeler, o sırada

bir işgüzar kurtarıcı kişinin titremesini engellemezse, duygu biriktiremez.)

O zaman duygu sıkışması diye bir şeyden nasıl bahsedebiliriz? Ya duygu kullanılacak, ya da

canlı yaşamayacak.

Haklısınız. Bahsediyoruz. Çünkü tüm hastalık ve iyileşme modelimizi duygu sıkışması üzerine

kuruyoruz.

Öncelikle duygu sıkışması nedir? Bunu tanımlayalım.

Duygu sıkışması; Duygu döngüsünde duygunun kullanılamaması ve sistemin bir türlü güven

durumuna dönememesi halidir. Buna sıkışmış duygu diyoruz. İşte duygu koçluğunun temel

amacı kişinin bu sıkışmış duygusunu boşaltmasına yardımcı olmaktır. O halde bu sıkışan ya da

kullanılamayan duygu kendiliğinden sönmüyor. Neden? Açıkçası nedenini tam bilmiyorum.

Ama ilerleyen bölümlerde yine de bazı spiritüel spekülasyonlarda bulunacağım. Şimdilik bu

kadarını kabul edelim. Dönmeyen duygu sıkışır.

Nerede sıkışır?

Enerji kanallarında ya da enerji bedeninde… (Enerji bedeninden birazdan bahsedeceğim).

Şimdi duygunun sıkışması için duygunun yaratılmış olması gerekir. Yani sistem (Sistem

dediğim zaman bilinçaltını esas olarak ifade ediyorum ama bilinçaltından daha farklı yapıların

da bu sistemin içinde olması nedeniyle, bilinçaltından daha büyük bir şeyden bahsediyorum.)

tehlikeyi algılamış olmalı ve sonra da enerjiyi tehlike var durumuna dönüştürmüş olmalı.

Buraya kadar okey de, bundan sonra artık nedense, canlı bu enerjiyi kullanmamış ve tehlikeyi

yok saymıştır. Tehlike yok sayıldığı ve bir eylemden bulunulmadığı için (daha sonra buna

duygunun ifade edilmesi diyeceğim) dönüştürülen enerji yeniden denge durumuna

dönemeyip enerji kanallarında sıkışmış kalmıştır.

İşte sıkışan bu duygular

a. Enerji bedeninde enerjinin sağlıklı akmasını bozarlar

b. Hipnozlarımızın inançlarının sürekli yakıtı olurlar

c. Hipnozlarımıza kaynaklık ederler

d. Bu sıkışmaya neden olan benzer her olay karşısında titreşir ve o olay için üretiliş enerjiyi de

kendisine çekerler. Yani gittikçe güçlenirler.

e. Duygu titreştikçe kişi fiziksel bedeninde duygunun sıkıştığı bölgelerde olumsuz bir his

hisseder. Bu hisler de kişinin hipnozunu besleyen bir güç haline gelirler.

Hislerin Mistik Dünyası

Hisler hipnozu, hipnoz hisleri yaratır.

Hisler hala bilimin ne olduğunu çözemediği fiziksel deneyimlerimizdir. Bilimin çözemediği

derken hislerin insan bedenindeki yollarından, oluştuğu yerden bahsetmiyorum. Fiziksel ya da

enerji bedeninde normalden sapmalar, belli yollarla, sinirlerle beyine ulaşır ve beyinin parietal

korteks bölümünde bir uyarı yaratır. Buradan da beynin diğer yolları ile bağlantılar ve

iletişimler olur. Ama bu elektriksel (ve de manyetiksel) değişimler nasıl oluyor da hissedilen

bir duyum haline geliyor? İşte hislerin mistik yanı budur.

Fiziksel bedenimiz reseptörlerle dolu. Her türlü fiziksel değişikliği (ısı, basınç, kimyasal ajan)

algılayan bu reseptörlere bağlı sinir uçları elektriksel bir değişime uğruyor ve omurilik boyunca

beyine kadar hızla ilerleyen elektirksel uyarı akımı oluşuyor. Sonra beyin bu değişimi algılayıp,

sorunun olduğu bölgede bir hissel değişim yaratıyor. Beden de buna uygun bir tepki veriyor.

Hisler olmadan bir insanın ya da bir canlının ne kadar yaşayacağını bilemeyiz. Ama çok fazla

değil. Bunu yakın bir zamanda bir kez daha fark etmiştim. Dişime yapılacak bir müdahale için

uyuşturma yapılmıştı. Müdahaleden belli bir süre sonra yeme iznim vardı. Ama ağzımdaki

uyuşukluk henüz geçmemişti. Buna rağmen bir şeyler yemeye kalktım ve ağzımın içinde

yanaklarımı dilimi yediğim şeyden daha çok ısırdım. Hiç fark etmediğimiz ağız içi hislerin bile

ne kadar önemli olduğunu o zaman anladım.

Hisler beş duyumuzla fark edemediğimiz durumları içsel olarak bize haber veren bir uyarı, bir

alarm sistemidir. Yani canlının korunma sisteminin en önemli bir parçasıdır. O halde

bilinçaltının en önemli parçasıdır.

Hisler hissedilmek içindir, hissedilmemek için değil. Diyelim ayağımızı burktuk. Bir zedelenme

oldu. Doku iyileşene kadar korunması ve tekrar üstüne basılmaması gerekir. İyileşmeyi

anlayabilmemiz için hisse ihtiyacımız var. Üzerine bastığımız zaman ağrımıyorsa, yani his

kaybolmuşsa doku iyileşmiş demektir. Bir kişiyi doktora ya da hastaneye başvurmasına neden

olan ilk ve birinci neden, bedeninde hoş olmayan bir takım hisler deneyimlemesidir… Her

türlü hastalığın ilk belirtisidir hislerdir. Ağrı, kaşıntı, yanma, uyuşukluk, sıcaklık, soğukluk;

hepsi farklı farklı hisleri temsil eder.

O halde his dediğimiz zaman bedende yeri belli, vasfı belli, şiddeti belli fiziksel deneyimi

anlayacağız.

Hissi ancak hisle tanımlayabiliyoruz. Ne demek istiyorum. Şunu… Bir his hissedilmeden his

olamaz. Örnek vereyim. Nefes alırken burnunuzdan geçen havayı hissedin. Hissediyor

musunuz? Evet mi? Ama biraz önce bir şey hissetmiyordunuz. Halbuki, hava aynı şekilde

oradan sürtünerek sürekli geçiyordu. Ancak burnunuzdan geçen havayı hissetmeye niyet

ettikten sonra o hissi fark ettiniz… Yani hissi his yapan hissin kendini fark ettirmesidir. Bazan

hisler çok güçlüdür ve istemeseniz de fark etmek zorunda kalırsınız. Kalp krizindeki ağrı gibi.

Ama bazen de çok hafiftir ve ancak dikkatle odaklanırsak hissedebiliriz. Bazılarını ise hiçbir

zaman hissedemeyiz…

İşte burada hissetme hassasiyetinden bahsetmem gerekecek. Herkesin hissetme sınırı

değişiktir. Bir deney yapsak ve elimizi 5’er derece sıcaklığı artan sulara soksak, sıcaklığı

hissettiğimiz derece hepimizde farklı olacaktır. Kimimiz 25 dereceyi hissederken, kimimiz 30

derecede sıcaklığı hissetmeye başlarız.

Tüm bunları niye anlatıyorum? Gerek duygu koçu olacaksak, gerekse de geçmişin hipnozunu

bozacaksak, bu his meselesini çok iyi anlamamız ve içselleştirmemiz gerekir.

Peki hissetmediğimiz hislere ne oluyor? Beyin bunları yine kaydediyor. Bizim farkındalık sınırı

altında olan hislere subliminal eşik diyoruz. Biz fark etmesek de bu hislerinde bir şekilde

bedende birtakım işlevleri oluyor. Beden bu gelen uyarılara göre birçok fonksiyonu ayarlıyor.

İşte bu nedenle bunlara his demek yerine elektrokimyasal uyarılar demekte yarar var. Beyine

he türlü değişimin uyarıları gider ve her şeyin beyinde bir kalıbı vardır. Bunlara somatik

markerlar denir (Damasio, Dekartın yanılgısı).

Şimdilik bu subliminal uyarıların önemini bir kenara bırakalım ve biz hissedilen düzeydeki

hislerden bahsedelim.

Bir durum karşısında beden his yaratır. Bu his fizyolojik de olabilir, bedenin duygusal

değişimlerine ikincil de olabilir. Fizyolojik hislere örnek olarak açlık hissini verebiliriz. Bir

duygusal koçun esas üzerinde duracağı hisler, duygusal kaynaklı hislerdir. Duygusal kaynaklı

hisler o anda yaşanılan bir olayla ilgili olacağı gibi, doğrudan enerji bedeninde birikmiş

duygulardan da kaynaklı olabilir.

Daha öncede belirttiğim gibi bir tehdit karşısında bedende birçok fizyolojik mekanizma

harekete geçer. Bu hareketlerden en önemlisi kanın merkezi organlardan ve ciltten hareket

gerektiren organlara sevk edilmesidir. Bu hareketlenme değişik hisler yaratır. Bağırsaklardan

kanın çekilmesi bağırsaklarda kasılma benzeri hisler çığa çıkarırken, ciltten kanın çekilmesi

ciltte soğuklukla kendini belli eder. Kanın kol ve bacaklar dolması ise bu organlarda gerginlik

ve dolgu hissi yaratır. Nefesin tutulması göğüste baskı, kalp hızının artması, heyecanlanma

benzeri hislere kaynaklık eder. Tüm bu hisler o anda yaşanmakta olan olaya sekonder

kaynaklıdır. Yani önce bedensel fizyolojik değişiklikler oluşur daha sonra ise bunlara his eşlik

eder. Bu hislerin çok fazla uyarıcı yani alarm verici etkisinden bahsedemeyiz.

Duygusal titreşime ait hisler ise doğrudan bir tehdit olmamasın rağmen (tehdit analizini

birazdan yapacağım) tehdit varmış gibi algılandığında açığa çıkan hislerdir. Bunlar ya doğrudan

beyinde yerleşmiş his kalıbı devrelerin uyarılması ile olur ya da duyguların titreşmesi ile. Yanı

önce his titreşir ve daha sonra beden bu hissin yapısına uygun duygu durumuna geçer. Kişi

içinde bulunduğu durumu o andaki hissine göre değerlendirir.

İşte burada karşımıza hislerle ilgili hipnozlar çıkmaktadır.

Hipnoz bir telkinin kabul edilme ve ona göre davranma şeklidir demiştim.

Hislerle ilgili en önemli hipnoz şudur. Bir durum beni kötü hissettiriyorsa o durum kötüdür.

Örneğin birisinin size eleştiride bulunması sizi kötü hissettirirse, doğrudan o kişinin kötü

olduğuna karar verir ona göre davranmaya başlarsınız. Sağlıklı bir değerlendirme

yapamazsınız, çünkü hisler sizi hipnoza sokar.

Hislerle ilgili diğer hipnozlar ise

a. Kötü hisleri hissetmemem gerekir hipnozu,

b. Hisler iyi ve kötü diye ikiye ayrılır hipnozudur.

Tehdit nedir, ne değildir?

Yaradılış sırasında Tanrı bilinçaltına “senin görevin bu canlıyı korumak” demiş (bu bir

metafordur, kabullenme değil). Bilinçaltı da “emrin olur Tanrım, sen bana tehlikelerin listesini

ver ben de ona göre elimden geleni yaparım” demiş. Tanrı; “olmaz” demiş. “Benim kurduğum

sistem çeşitlilik ve farklılık üzerine. Sen insanoğlunu koruyacaksın. İnsan her an değişecek,

neyin tehlike, neyin tehlike olmadığını ancak öğrenebilirsin. Sana güçlü bir öğrenme sistemi

veriyorum. Bu sisteme göre tehlikeyi anlayacaksın ve kaydedeceksin ve sonra da

öğrendiklerinle canlıyı koruyacaksın.”

Bilinçaltı, doğduktan sonra bakmış, bir şey öğrenecek durumda değil. Hareket etme ve

kendine göre öğrenme becerilerine sahip değil. Yemesi, içmesi, barınması başkalarının

bakımına bağlı. “Sorun değil” demiş. “Nasılsa bu büyükler hayatta kaldıklarına göre tehlikeli

olanla tehlikeli olmayanı birbirinden ayırmışlar demektir. Onlara bakarak öğrenirim. Onların

kaçındıklarından ben de bu canlıyı uzak tutmaya çalışırım. “

Mantık güzel. Gerçekten de hayatta kalmaya başlamış. Hayatta kaldıkça büyüklerin

yaptıklarına, dediklerine daha da güvenir olmuş. Öyle ki kendi deneyimlerinin bile bir değeri

kalmamış. Tehlikeli ile tehlikesizi tamamen büyüklerden (ve de toplumdan tabi ki)

öğrendiklerine göre ayırt etmeye başlamış. Tehlikenin olduğu yerde duyguyu üretmiş ve

tehlikeden uzak durmaya çalışmış… Bilinci de canlının bu öğrendiklerine göre şekillenmiş.

Bilinçaltından ayrı bir değerlendirme ve deneyim şansı kalmamış… Çünkü, bilinçaltı tehlikenin

olduğu yerde duyguyu üretmiş ve üretilen duygu da aynı zamanda, güçlü bir his yarattığından

ve en derin bilgi de, his varsa tehlike var olduğundan, bilinç neyi değerlendirsin. Ne gerek var

sorgulamaya…

Şimdi diyelim ki, kendimizi bildiğimiz andan itibaren, “insanların hakkımızdaki düşünceleri çok

önemlidir, ve bizim hakkımızda kötü düşünmemeleri gerekir”, diye öğrendik. Kötü düşünen

insanlardan uzak durmamız lazım. O zaman bilinçaltının esas anlaması gereken şey hangi

insanın hakkında kötü düşündüğüdür. Bunun belirtilerini bilmesi lazım. Bu da çabuk öğrenilir.

Suratındaki eleştirel bakış, sesini tonundaki ayıplama, duruşu, sertliği, sözlerinin

içerdiklerinden, kötü düşünen ile düşünmeyeni kısa sürede ayırmaya başlar. O zaman, ne

zaman yeni bir insanla beraber olsa (eskileriyle de aynı durum geçerlidir aslında) bilinçaltının

odaklandığı şey onun hakkında ne düşündüğüdür. Yüzünden, sesinden, duruşundan bunu

hızla anlaması gerekir. Bir şekilde bir şeyden şüphelenirse hemen duyguyu harekete geçirir.

Tabi duyguyla beraber hisleri de… Kişinin esas fark ettiği hisleridir. Hissi fark ettiği anda

“eyvah tehlike var” uyarısını alır. Artık ona kalan tehlikenin yerini, şiddetini ve ne yapacağını

belirlemektir. Yani bilinç, tehlike var’ı sorgulamaz. Bilinçaltından gelen uyarıyı kafadan doğru

kabul eder ve sadece nedeni bulmaya çalışır.

Bilinçaltı sorgulamaz, öğrenir ve uygular. Çünkü sorgulama görevi bilince aittir. Bilinç

sorgulamayıp bilinçaltından gelen tehlike bilgisini kabul ettiği zaman bilinçaltı için bir sorun

yoktur.

Bu kısma neden bu kadar vurgulama yapıyorum. Bu ayrıntılar duygu sıkışmasının temelidir.

Daha önce konuştuk. Duygu sıkışması hipnozun gerçek nedenidir. Duygunun sıkışması normal

durumda pek mümkün değilken, tüm geçmişin hipnozunun nedeninin duygu sıkışması olması

için bayağı bir tehditten tesadüfen kurtulmak lazım. Ama bu kadar tesadüf de pek olası değil.

O halde başka bir şey olmalı.

Olan şu;

1. Duygu dönmüyor.

2. O halde canlı eyleme geçmiyor.

3. Ama canlıya bir şey olmuyor.

4. O zaman tehdit gerçek değil… Eveeet, doğru… Ama iş burada da bitmiyor.

Tehdit gerçek ya da değil. Neden canlı yinede eyleme geçmiyor?

a. Tehdit, aynı zamanda koruyucu görevi üstlenmiş olandan kaynaklanır (anne, baba gibi). Canlı

nereye kaçsın. Sokak daha tehlikeli; artı kaçacak gücü ve yeteneği henüz gelişmemiş. Savaşsa

gücü yok. Diyelim ki gücü var, kendisini koruyan bir kişiyi neden yok etsin ki?

b. Bir şekilde anlamadığımız ama tahmin ettiğimiz bazı nedenlerden ötürü (bu nedenleri ileride

konuşacağız) canlı nın başka bir sistemi aslında tehdidin gerçek olmadığını biliyor ve eyleme

geçmiyor.

c. Çoğu tehdit, gerçek tehdit olmadığından, bilinçaltına yerleşmiş olan duygularımı

göstermemem gerekir inançları koruyucu görev üstlenmiş oluyor. Yani duyguyu göstermek

daha koruyucu işlev yaratıyor. (Öyle değil midir? Bağıran bir babaya karşılık verirsen daha

fazla sopa yersin. Dayak yerken şiddetle ağlarsan, dayağın şiddeti artar. Korkan bir çocuktan

büyükler hoşlaşmaz. Cesursan aferin alırsın vs…)

d. Tehlikeyi fark edip duygu üreten sistemlerle eyleme karar verip eyleme geçirten sistemler

birbirini etkilemiyor. Yani bilinçaltı tehdidi fark ediyor (ya d tehdit olarak öğrendiği şeyi) ve

duyguyu harekete geçiriyor. Başka bir sistem his üzerinden tehdidi haber alıyor ve tehdidin

ne olduğuna bakmadan eyleme geçip geçilmeyeceğine, eyleme geçilecekse mevcut

seçeneklerden hangisini seçileceğine karar veriyor (ancak tüm bunlar bilincin farkındalığının

dışında cereyan ediyor).

e. Canlının küçüklüğü nedeniyle bazı duygular fark edilmiyor ve ifade edilmiyor (özellikle

spiritüel bir varlık olmamıza karşı yapılan eylemlere karşı oluşan öfkeler, yani spiritüel öfke…

Buna da daha sonra değineceğim)

Sonuç olarak duygu üretilmesi çok az bir olasılıkla eyleme dönüyor; çoğu duygu ifade

edilmeden enerji bedeninin kanallarında sıkışıp kalıyor.

Şimdi burada, biz, bilinçli varlıkların temsilcisi olarak tehdidi tarif edelim. Tarif edelim ki bir

sonraki aşamada ne demeye çalıştığımı daha iyi anlayabilesiniz. (Çok zor anlaşılan bir durum

da ondan dolayı, böyle bir iğneleme yapıyorum). Gerçek tehdit bir canlının yaşamını

zorlaştıran durumlara denir. En temel ihtiyaçlarımız yemek, içmek ve barınmaktır. Tabiki

bunları sağlamak için yapacağımız uğraşılar ve doğrudan yaşamımızı zora sokan durumları da

dolaylı tehdit olarak kabul edebiliriz. Örnek olarak doğal afetler, yiyecek ve suyun tükenmesi,

barınacak bir durum olmaması, yaşamımızı zora sokacak maddi hasarlar. Bu durumlar

karşısında ister istemez bedenimiz duygu üretir. Bunların dışında kalan her durum tehdit olup

olmaması açısından tartışılır.

Çocuklar için tehdit daha geniş anlamlar içerir. Sana bakmakta olan kişilerin (anne baba gibi)

yaşamından ayrılması ya da ayrılma ihtimali tehdit olarak kabul edilmelidir. Ya da senin

bakılmaya değmeyecek bir varlık olarak algılanman da yine duygu üretecektir.

İşte burada yine önemli bir ayırıma geliyoruz. Çocukken kötü hissetmemizin doğal olduğu

durumlar büyüdükten sonra çoğu zaman bir önemi kalmaz (kalmaması gerekir). Büyüdükten

sonra anne babamızın ne sevgisine ne de bakımına ihtiyacımız vardır. Ama bilinçaltında bunlar

hala varmış gibi işlem görür.

O halde geçmişin hipnozu demek çocukken tehdit olarak algılanan durumların (ve haliyle

duygu üretmiş durumların) hala yaşamımızda bir tehditmiş gibi algılanması ve duygu üretmesi

demektir.

Çocuklukta muhtemel tehditlerdir bunlar. Duygu üretmesi normaldir. Ama yukarıda da

bahsettiğimiz yetersizliklerden ve nedenlerden dolayı bu duygular döngülerini

tamamlayamazlar ve sıkışırlar. Bu sıkışan duygular benzer durumlarda enerji bedenimizde

titreşir ve fiziksel bedenimizde bir his –olumsuz olarak algılanan bir his- yaratır. Bu hissin etkisi

altında kişi içinde bulunduğu durumu kritize etmekte zorlanır. En önemli his hipnozu devreye

girer. Bir durum beni kötü hissettiriyorsa o durum kötüdür ve bir şekilde halledilmelidir.

Hislerin Hipnozhanesinde Yaşamak

Hipnoz evrensel gerçeklere uymayan bir durumu sorgulamadan doğru kabul edip ona göre

yaşama halidir demiştim. Hayatta o kadar çok irili ufaklı hipnozlarımız var ki… Çoğunu fark

etmeden bir ömür geçip gidiyor… Çoğu zararsız inançlar belki… Örneğin başımıza bir bela

gelmesin diye tahtaya 3 kere vurmak gibi… Bir işe sağ elimiz ya da ayağımızla başlamak gibi…

Totem diye kullandığımız birçok şey… Yani basit takıntılar…

Ama çoğu hipnozumuz da bu kadar basit değil… Sağlığımızı bozan hipnozlarımız var… Günlük

moralimizi bozan hipnozlarımız var… İlişkilerimizi bozan hipnozlarımız var… Maddi

durumumuzu bozan hipnozlarımız var… Tüm yaşam kalitemizin içine eden hipnozlarımız var…

Var oğlu da var… Kendi hayatımızı ya da başkalarının hayatlarını tehlikeye sokan toplumsal

hipnozlarımız var… Namus belası gibi…

Hipnozun daha resmi ve ayrıntılı tanımı şuydu; Hipnoz bilincin kritikal faktörünün baypas

edilmesi ve bilinçaltında selektif bir fikrin kalıcı olarak kabul edilmesi halidir.

Bilinç bildiğimiz bilinç. Kritikal faktör bilinç ile bilinçaltını ayıran hayali sınır. Bilgilerimizi, içinde

bulunduğumuz durumu gerçekçi olarak kritize etme halinin sınırı. Kritikal faktörün baypas

edilmesi demek, artık bu sınır geçildikten sonra içinde bulunduğumuz durumu gerçekçi olarak

kritize edemeyiz. Olduğu gibi kabul ederiz. Doğru mu yanlış mı düşünmeyiz. İşte hipnoz hali bu

demek. Yani zaten bir bilgi, bir fikir kritikal faktörü baypas etmişse artık o bilgi bilinçaltının

malı olmuş demektir… Yani bir fikir kritikal faktörü aşmışsa zaten kabul edilebilir bir bilgidir.

Kim için? Tabi ki bilinçaltı için. Kabul edilebilirliği sağlayan etkenler nelerdir? Bunlar tüm kitap

boyunca tartışacağımız bir mesele zaten… Duygu koçu olmak demek bir yönüyle de bir fikrin

bilinçaltı tarafından kabul edilebilirliğini ortadan kaldıran bir yardımcı olmak demektir.

Selektif bir fikir ne demek? Eyleme dönüşebilen bir fikir. Somut, fotoğrafı çekilebilir, el

arabasında taşınabilir, 7 yaşındaki bir çocuğa anlatılabilir bir fikir demektir. Bu nedenle soyut

fikirler de sanki bilinçaltında bir inanç yaratırmış gibi gözükse de bunların her birinin mutlaka

bilinçaltında somut bir karşılığı vardır.

Burada, bilimsel olarak da sorulması gereken bir soru var. Geçmişte öğrendiğimiz fikirler nasıl

oluyor da gelecekte de etkisini sürdürüyor ve farkındalığımızın dışında etkisi devam ediyor?

Bilim Adamları buna birçok biyolojik açıklama bulmuşlardır mutlaka. Farelerde öğrenme

deneyleri yapmışlardır. Beyin kimyasını incelemişlerdir. Beyindeki birçok bağlantıyı

keşfetmişlerdir. Ama benim sormam bu değil. Nasıl oluyor da çocukken bir şekilde böcekten

korkmayı öğrenmişsek, büyüdüğümüz zaman da böceğin bir zarar vermemesine rağmen hala

böcekten korkmaya devam ediyoruz?

İşte bunun cevabı yukarıda da biraz anlattığım hislerin mistik gücünde yatıyor. Hislerin

mevcudiyeti bilinçaltında tehdit algısı yaratıyor ve farkında olmadan korktuğumuz zamanda

ne yapıyorsak o davranışları otomatik sürdürmeye devam ediyoruz.

Bilinçaltının nasıl bir organizasyon olduğunu anlamak açısından şöyle bir metaforu hep

anlatırım.

Bilinçaltını bir devlet dairesine benzetebiliriz. Birçok alt birim var. Her birimin kendilerine göre

görev alanları belirlenmiş. Birimler arasında koordinasyonu sağlayan birimlerde var tabi ki.

Örneğin A biriminin görevi tehdidi algılamak. Tehdit var sinyalini verince B birimi devreye

giriyor ve duyguyu harekete geçiren sistemler uyarılıyor. C birimi ise arşiv işleriyle uğraşıyor.

Her tehdit için açığa çıkan duyguların yarattığı hisleri ve bu hislere göre ortaya çıkan

davranışları yani eylemleri kaydediyor. D birimi duygunun harekete geçmesiyle beraber o

duyguya uygun eylemi belirliyor ve hareket sistemlerini devreye sokuyor. Bu belirlemede

mevcut seçeneklerden birisi seçiliyor. Bu seçim hayati önemde olduğundan burada en

deneyimli ve bilinçli memurlar görev yapıyor. Eylem yapıldıktan sonra tehdidin geçip

geçmediği kontrol ediliyor. Bunu da E birimine vermişler (Devlet dairesi ya. Adama göre iş

üretiyorlar). E birimi bakıyor, “enerji dengeye dönmüşse tehlike ortadan kalkmış demektir”

sonucuna göre “artık tehlike kalktı” haberini tüm birimlere gönderiyor. Sanki bir belgenin tüm

birimleri dolaşıp en son amir tarafından imzalanması gibi bir şey. Amir tüm diğer imzaların

tamam ve doğru olduğunu görürse son imzayı atıyor.

E biriminin memurları tehlikenin ortadan kalktığına nasıl karar veriyor? Daha önce

öğrendiklerine göre. Açlık hissi ortadan kalkmışsa, doyulmuş demektir. Ayak bileğindeki ağrı

ortadan kalkmışsa, ayak iyileşmiş demektir. Boğazdaki yanma ortadan kalkmışsa, grip iyileşmiş

demektir vs. Yani his ortadan kalkmışsa, tehlike ortadan kalkmış demektir. E birimi hisler

arasında bir ayırım yapma uzmanlığına sahip değil. Elinde bir his ölçücü var ve his ortadan

kalkmışsa, müdür imzayı çakıyor ve sistem dengeye dönüyor. Yani E birimi dönüp de A

birimine “tehlike ortadan kalktı mı” diye sorma zahmetinde bulunmuyor. His varsa tehlike var.

His yoksa tehlike yok. Bu kadar basit.

O nedenle, böcek gördüğü zaman, geçmişin hipnozuyla titreşen duyguların bedende olumsuz

his yaratmasıyla ortaya çıkan korku durumu, E birimi tarafından “tehlike devam ediyor” olarak

algılanacaktır ve bir türlü imzayı çakmayacaklardır. Ama imza çakılmayınca fazla mesai

durumu ortaya çıkıyor. Sistem de bir türlü dengeye dönemiyor. Günlük rutin işlerin

yürütülmesinden sorumlu birimler söylenmeye başlıyor. Koordinasyon kurulları toplanıyor ve

sorunun hissin ortadan kalkmamasından kaynaklandığı belirlendikten sonra, yeni bir birim

daha kuruluyor. Bu birimin işi de his ortadan kalkmakta gecikirse, hissi ortadan kaldırmak. Bu

birim tehlikenin gerçekte ortadan kalkıp kalkmamasıyla ilgilenmiyor bile. Bu da F birimi olsun.

F birimi işini yapınca, E birimi de tehlike kalktı haberini gayet güzel ve gönül rahatlığıyla

veriyor.

Gel zaman git zaman iktidar bir anda değişiyor ve yeni bakan dairedekilerin hepsini başka bir

yere gönderip kadroları tamamen değiştiriyor. Yeni gelenlerin bir halttan anladığı yok. Şaşkın

şaşkın birbirlerine bakıyorlar ve hemen talimatlara ve yönergelere sarılıp işlerini öğrenmeye

çalışıyorlar. Her birim kendi işini öğreniyor ama bu işlerin tarihçesini bilmediklerinden birimler

arasında sağlıklı bir koordinasyon imkanı kalmıyor. Sonunda F birimi, gördüğü her hissi

kaldırmaya; A birimi, A desen tehlike var demeye; B birimi, tüm enerjiyi toptan devreye

sokmaya; D birimi, en olmadık eylemleri seçmeye çalışırken; E birimi, hissin ortadan

kalkmasına bakarak, “tehlike ortadan kalktı” duyurusunu yapmaya başlıyor. C birimi ise “ben

neciyim burada” deyip işgüzarlık etmeye başlıyor. Daha tehdit algılandığı anda, B birimi

devreye girmeden, C “bunun hissi budur, eylemi de budur “ diye D’yi uyarıyor. D de bu

durumda C nin söylediği eylemi harekete geçirirken, F birimi sivrisinek avcısı gibi açığa çıkan

her hissi bastırmaya çalışıyor.

Sonunda sistem değerlendirme kapasitesini iyice kaybedip “his varsa tehlike var, his yoksa

tehlike yok” ortak noktasına doğru kaymaya başlıyor. Tehdit nedir? Gerçek midir? Gerçekse

hangi eylemi seçmek gerekir? Tehlike gerçekten ortadan kalktı mı? Gibi kafa yorucu işlerin

hepsi ortadan kalkıp arşiv memurunun iki dudağı arasındaki kalıplar devreye sokulup tam bir

otomatizasyon sağlanmış oluyor. Tüm memurlar memnun. Fazla zaman harcamaya gerek

yok… Bilgisayarlarda fal açmaya devam.

Bir durum beni kötü hissettiriyorsa, o durum kötüdür.

İşte bir insanın düşeceği ve hemen herkesin düştüğü en berbat hipnoz çukuru budur. Yaşamını

kötülerden uzak durmaya göre ayarlayacağına göre, o tehdidi bir şekilde halledince iyi

hissetmeye başlıyor. Yani seçtiğim bir eylem (daha doğrusu seçtirilen) beni iyi hissettiriyorsa o

zaman doğru iş yaptım kararı veriliyor. Hislerin yönettiği bir hipnotik dünyada yaşadığını

bilmeden yaşam geçip gidiyor. Bunun nasıl olumsuz etkiler yarattığını, dünyayı nasıl içinden

çıkılmaz bir tımarhaneye çevirdiğini ilerleyen bölümlerde açıklayacağım. Şimdi burada hisleri

konuşmaya kısa bir ara verip biraz enerji bedeninden bahsetmek istiyorum.

Enerji Bedeni ve Duygular

Yıllar içinde hem kendimde, hem başkalarında şunu gözlemledim. Soyut gibi gözüken

kavramları ne kadar somutlaştırabilirsek hem çalışma yapmak, hem sonuç almak kolaylaşıyor.

Çalışmayı somutlaştırdıkça anlatmak kolaylaşıyor. Ve sanki somutlaştıkça, evrensel dünyada o

somutu gerçekleştiriyoruz. Kuantum dünyası böyle bir şey değil mi zaten? Sonsuz olasılıklar

evreninde gözlemlediğiniz gerçeğiniz olur. Bunu biraz daha açacak olursak, sonsuz ihtimaller

dünyasında somutlaştırabildiğinizi gerçekleştirebilirsiniz. Secretin secreti de biraz budur.

2004 den beri zihin dünyasını anlaşılabilir ve somutlanabilir bir şekilde sunmaya çalışıyorum.

Somutlayabilmem için öncelikle bu meselelerin benim zihnimde somutlaşması gerekir. Burada

somutlaşmaktan sadece maddeleşmeyi anlamayalım. Enerji de madde değildir ama elektrik

çarpması bir canlıyı öldürür. Somutlaşma, evrensel ölçüde fiziksel karşılığının olması demektir.

Buna enerji de dahil, 10 boyutlu string alemi de dahil, kara madde ve kara enerji de dahil.

Duygu koçluğunun en önemli ve esas elemanının sıkışmış duygu olduğunu bir kez daha

belirtelim. Duygu sıkışmasını nasıl somutlaştırabiliriz? Duygu enerji olduğuna göre sıkışan

şeyin de bir çeşit enerji formu olması gerekir. O halde bedende ya da daha doğru ifade ile

varlığımızda enerjiyi somut olarak tanımlamamız ve sıkışmış duyguyu da burada bir yere

oturtmamız gerekir. İşte burada hem güncel fiziğin bilgilerinden hem de kadim akupunktur

tıbbının dayandığı temellerden yararlanıyoruz.

Güncel fiziğe göre madde aynı zamanda enerjidir. Her madde aynı zamanda titreşen bir enerji

formudur. O kadar hızlı titreşiyoruz ki algılarımız bu titreşimi fark edemiyor. Şöyle benzetelim.

Madde bir saniye için madde, bir saniye için de enerji olarak ortamda bulunsun. Şimdi bu bir

saniyeleri biner biner küçültelim. Aklımızın almayacağı kadar küçük zaman birimlerine

düşürelim. Örneğin on üzeri eksi yirmi dört seviyesine. Saniyenin trilyonda birinin trilyonda

biri gibi ifade edebiliriz. İşte bu seviyede bir titreşim söz konusudur. Yani pratik olarak aslında

her an enerjiyiz, her anda madde. O halde madde bedenimiz her an aynı zamanda enerji

bedeni. Yani madde bedeni ayrı, enerji bedeni ayrı değil. Madde olmadığımız anlarda enerji,

enerji olmadığımız anlarda maddeyiz. Karton filmlerde bir saniyede 24 kare çizgi resmi bir

saniye içinde oynattığınız takdirde son derece hareketli bir filmin ortaya çıkması gibi bir

durum.

Enerji bedendeki değişimler de fiziksel bedene bir değişiklik olarak yansıyacaktır. Enerji

bedeninde sıkışmış kalmış bir duygunun titreşmesi fiziksel bedende his olarak hissedilecektir.

Muhtemelen duygu sıkışması enerji bedeninde hangi bölgedeyse his de o bölgede

hissedilecektir.

Enerji bedeni modelimizi şimdi de biraz akupunktur modelinden kopya çekerek geliştireceğim.

Hazır yeri gelmişken burada 2013 yılında Ankara Gazi Üniversitesinde akupunktur eğitimi

aldığımı belirteyim. O üç aylık eğitim döneminde akupunkturu oldukça detaylı incelediğimi

söyleyebilirim. Anlatılanları duygu koçu şapkası altında dinledim. Duygu koçu olarak

yaptıklarımızla akupunktur yaklaşımlarında değil ama model ve anlayış olarak çok yakınlık

buldum. Akupunktur bedendeki enerji kanallarında dolaşan çi (chi) enerjisini harekete

geçirerek tedavi etmeye çalışır. İğneler belli meridyen giriş noktalarına takılara bir anten gibi

evrensel çi enerjisini meridyen kanallar içine çeker. Akupunkturde 12 çift meridyen vardır. Bu

meridyenler hem birbirinin devamı iken hem de ara kanallarla birbirine bağlıdırlar.

Çin tıbbına göre meridyenlerdeki enerji akışını bozan etkenler akut ve kronik olarak 2 ana

kategoride toplanır. Akut nedenler daha çok iklimatiktir. Soğuk, sıcak, nem, kuruluk, rüzgar

gibi. Bunlar daha çok modern tıptaki akut enfeksiyöz durumlara benzer hastalıklara neden

olurlar. Bizi esas ilgilendiren kronik etkenlerdir. Çünkü bunlar kronik hastalık yapar. İşte

akupunktur esas burada, modern tıbbın iyileştiremediği hastalıklarda belli bir oranda iyileşme

yaptığı için ilgi çekmektedir. Evet meridyenleri kronik olarak bozan etken nedir? Sıkı durun.

Duygular. Burada duygu sıkışmasından ziyade belli bir duygudan kurtulamamak ve o duyguya

takılıp kalmak şeklinde bir açıklama vardır. Açıklamanın nasıl olduğu o kadar da önemli değil.

Bir duygu koçu olarak bizi ilgilendiren, tıbbın pek de önemsemediği ve hastalık etkenleri

olarak kendine oldukça alt sıralarda yer bulan duyguların çin tıbbında başköşeye oturtulmuş

olmasıdır. Ama sıkışmış duygu kavramı olmadığı için iğne batırmanın etkisini, duyguyu

akıtmak olarak açıklamak yerine bozuk enerjinin sağlam enerji ile beslenerek değiştirilmesi

şeklinde bir açıklama benimsenmiştir.

Burada bilimselliğin ilginç ve gözden kaçan bir hususuna bu vesile nedeniyle bir kez daha

değinmek istiyorum. Bu tip çalışmalarda, hatta ilaç kullanımlarında da bu geçerli, bir etki elde

edilir. Etki olumlu yöndeyse bu etkinin bir açıklaması olması gerekir beklentisiyle, (tabi ki

mutlaka bir açıklaması vardır), mantıklı bir açıklama yapılır. İleride de ayrıntılı konuşacağımız

antidepresan ilaçlar için de bu geçerlidir. Bu ilaçların bir takım olumlu etkileri gözlendiği

zaman, açıklama tamamen spekülatif olarak yapılmaktadır. Beyin kimyasını etkileyerek

iyileştirme yaptığı iddia edilmiştir ama henüz, insanda doğrudan beyin incelmesi yapmak

mümkün olmadığından, bu açıklama spekülatif düzeyde kalır.

Her neyse. Basitçe şöyle diyelim. Yine burada bir model yaratıyoruz. Bir kabullenme. Bu

kabullenme üzerinden çalıştığımız zaman sonuç alıyoruz. Kabullendiğimiz model için de bir

kabullenmemiz var. Olumlu yönde sonuç alıyorsak modelimiz evrensel gerçeğe uygun bir

şeyleri yansıtıyor demektir.

Enerji kanallarında dolaşan enerjinin özellikleri nelerdir?

Buna iyi enerji diyelim. Ya da evrensel enerjiyle uyumlu enerji… Bu enerjinin birinci özelliği

sinusoidal olmasıdır. Sinusoidal dalgada dalganın alt ve üst sınırları aynıdır, yani simetriktir.

Yani dalga yukarı bir birim gidiyorsa, aşağı yönde de bir birim gider. Buna amplitüd deriz, ya

da dalganın şiddeti. Amplitüd normal akış sırasında değişmez. Sinusoidal enerjinin ikinci

özelliği dalga boyunun sabit olmasıdır. Frekans bir dalganın dakikadaki titreşim sayısıdır. Dalga

boyu sabit kalınca tabiki frekans da sabit kalacaktır.

İşte enerji bedeni bu sinusoidal enerji ile doluyken kişi kendini son derece, iyi, huzurlu ve

dengede hisseder. İlginç olan her türlü sinusoidal dalganın bizi iyi hissettirmesidir. Örneğin

durgun ve berrak bir suda küçük bir taşın atılmasıyla etrafa yayılan dalgalar da sinusiodaildir

ve bunları seyretmek seyredeni sakinleştirir. Ya da ekranda sinusoidal frekansla salınan renkli

dalgalar kısa süre içinde gevşeme ve trans yaratır. Yumuşak ve gevşetici müziklerin dalgaları

da sinusoidale yakın görüntü çizer.

Sinusoidal dalganın tersi yani kötü dalga parazitik dalgadır. Adı üstünde bu tip dalgalar ses

olarak parazitiktir. Görüntüleri kişiyi kötü hissettirir. Su yüzeyinde gözlemlenmesi içimizde

huzursuzluk yaratır. Parazitik dalganın hem amplitüdü hem de dalga boyu her an değişir. Yani

bir önceki dalgaya bakarak bir sonraki dalganın dalga boyunu kestiremeyiz.

Burada bir adım daha ileri gidelim ve koherant enerjiden bahsedelim. Koherant enerji demek

dalga boyunun değişiminin grafiğe döküldüğü zaman, sinusoidal bir görüntü oluşturması

demektir. Biraz kafa karıştırıcı ama şöyle diyelim. Koherant enerjide dalga boyu sabit değildir.

Bir sonraki dalga boyu bir öncekinden farklıdır. Yani her bir dalganın frekansı aslında farklıdır.

Ama bu farklılık rastgele değildir. Bir önceki dalga bir sonraki dalganın boyunu belirler. Belli

bir süre bir sonraki dalganın boyu bir öncekinden belli oranda daha uzundur. Belli bir limite

kadar uzamaya devam eder. Maksimum dalga boyuna ulaştıktan sonra dalga boyu oransal

olarak kısalmaya başlan. Belli bir minimuma kadar kısalır ve sonra tekrar uzar. İşte bu

minimum ve maksimum dalga boylarının ortalama dalga boyuna uzaklığı aynıdır.

Koherant enerjinin tıpta bilinen bir şekli vardır. Bu anne karnındaki bebeğin kalp atışıyla

ilgilidir. Sağlıklı bir fetusun kalbi kaydedildiğinde sinusoidal yani koherant dalga boyu ortaya

çıkar. Fetus oksijensiz kalırsa bu koherans bozulmaya başlar.

Heartmath Enstitüsünün yaptığı araştırmalarda da benzer bir sonuç elde edilmiştir. Duygu

durumu dengede olan kişilerde kalp atımı koheranttır. Duygu durumu bozuldukça, yani kişi

stresli oldukça bu koherans bozulmaya başlar. Basit bir cihaz ve programla kişinin kalp

koheransı ölçmek mümkündür. 2008 gibi bu cihazı satın almıştım. Gerçekten de belli bir

duygu boşaltımı yaptıktan sonraki ölçümlerde kişinin kalbinde müthiş bir koherans ortaya

çıkmaktadır.

Kalbi koherant hale getirmek için yapılan çalışmalar vardır. Günlük duygu temizliği

yöntemlerinden bahsederken bu yöntemi de anlatacağım.

Duygularla enerji beden arasındaki bağlantıya geçmeden önce farklı duyguların enerji olarak

birbirinden nasıl ayrıldığından bahsedeyim.

Farklı duyguların frekansı ve dalga boyu farklıdır. Örneğin kızgınlık duygusunun frekansı

üzüntüye göre daha yüksektir. Frekans azaldıkça duygu yumuşar. Aynı duygunun farklı

şekilleri örneğin kaygı, endişe, korku arasındaki farklılıklar ise amplitüd düzeyindedir.

Duygunun şiddeti arttıkça amplitüdü artar. Ayrıca duyguların dalga grafiğide fazla sinusoidal

değildir, dalgalıdır. Yani inişli çıkışlıdır. Parazitik bir görünüm çizer. Bu nedenle de duyguları

fazla iyi hissedemeyiz, kötü olarak algılarız.

İşte sıkışmış duygu, orijinal duygunun frekans özelliklerini içinde barındırır. Şu an için bu “nasıl

olmaktadır?”ı açıklamaya çalışmayacağım. Çünkü o zaman daha fazla fizik konuşmamız

gerekecek. Duyguların fiziğini başka bir kitabın konusu olarak rezervde tutalım şimdilik.

Sıkışmış duygu enerji bedeninin kanallarında belli bir yerde mini titreşimler halinde salınır.

Orijinal kalıbı koruyarak. Bir şekilde titreştiği zaman aynı orijinal duygunun titreşimlerini taklit

eder. Bu titreşim hem kötü bir his olarak algılanırken hem de o meridyende akmakta olan

enerjinin yapısını bozar. Buna fizikte enterferans denir. Yani iki enerji dalgasının birbirinin

içine geçmesiyle yeni özellikte bir dalga açığa çıkar. Duygu gün içinde ne kadar çok titreşirse,

kronik streste olduğu gibi, o enerji meridyeninin karşılığı olan fiziksel bedende deki organlarda

kronik bozukluklar açığa çıkmaya başlar.

Özetle bir duygu koçu enerji bedenini dengelemeyi hedefler. Ama bunun için biyoenerji tarzı

bir yaklaşımı değil doğrudan duyguları dengelemeyi hedefler.

Enerji bedenini dengelemek demek, bilinçaltını temizlemek demektir.

Enerji bedenini dengelemek demek, geçmişin hipnozunu bozmak demektir.

Enerji bedenini dengelemek demek, aydınlanmak demektir.

Enerji bedeni metaforu çalışmalarımızı kolaylaştırmaktadır. Bu nedenle ben çoğu çalışmamda,

farkındalık yaratmak, zihni daha derin çalışmalara hazırlarken enerji bedeni meditasyonundan

yararlanırım. Bunun detaylarını zihni regresyona hazırlama bölümünde anlatacağım.

Durum… Yorum… Sorun…

Sorun neye denir? Biraz absürd bir soru gibi gelebilir. Bazı kelimeler o kadar hayatımızın içine

girmişlerdir ki, açıklamak ya da tanımlamak ihtiyacı duymayız. Sorun nedir dediğimiz zamanda

içimizden “sorun mu neye denir? Sorun işte soruna denir” diyesimiz gelir.

Hemen tüm hayatımız sorun çözmekle geçer… Başarılması gereken binlerce iş vardır.

Doğduğumuz andan itibaren… Çözülmesi gereken meseleler vardır hep etrafımızda, Daha

kendimizi bildiğimiz andan itibaren annelerimizin, babalarımızın, etrafımızdaki insanların

sorunları vardır, bir türlü bitmeyen…

Bir süre sonra çocuğunda sorunları ortaya çıkmaya başlar… Çocuğun kendisi bile sorun

olabilir… Zaten de hemen her anne baba için çocuk sorunlar manzumesidir… Yürümesi,

konuşması, çiş yapmayı öğrenmesi, yemesi, içmesi, hastalığı, okuması, okul başarısı, ders

çalışması, başka çocuklarla olan ilişkileri, kaygıları, ağlaması, anne ya da babayı daha çok

sevmesi, kardeş istemesi, başkalarında gördüğü şeyleri istemesi, gelecekte bir bok olamama

ihtimali, masrafları… Say, say bitmez… Her biri ayrı bir sorun…

Büyükler olarak da sorunlar bitmez… Ekoomik durum, uygun eş bulamamak, bulduğundan

memnun olamamak, anlaşılamamak, istediğin işi yapamamak, istediklerini alamamak, hak

ettiğin hayatı yaşayamamak, hastalıklar, ağrılar, kendini kötü hissetmeler, yetersizliklerin,

anne babanın beceriksizlikleri, sana değer ya da sevgi vermemiş olmaları, siyaset, başka

insanların dertleri, kendine zaman ayırmamak, başkalarının hayatını yaşamak, kilo

verememek, spor yapamamak, sağlıklı beslenememek, yaşlanmak, yaşından fazla göstermek,

paranı istediğin gibi harcayamamak, arkadaşsızlık… Say, say bitmez…

Bu kadar sorunlarla iç içe yaşarken, sorunlarla etle tırnak kadar içi içeyken, bana şimdi sorun

nedir diye mi soruyorsunuz?

Şimdi size acı gerçeği söyleyeceğim. Yukarıda saydığım örneklerin hepsi birer durumdur…

Parasızlık da bir durumdur, kocanın anlayışsızlığı da ir durumdur, çocuğunun başarısızlığı da

bir durumdur, hatta kanser olmuş olmak bile birer durumdur… İyi durumdur, ya da kötü

durumdur… Ama durumdur… Bir durumu iyi ya da kötü yapan bizim yarattığımız hayatla ilgili

kabullenmelere göre değişir… Eğer hayatta mutlaka evlenmen ve çocuk sahibi olman

gerektiğine inanıyorsan bekar kalmış olmak bu beklentinin icabeti doğrultusunda kötü bir

durumdur. Yani bu durumun kötülüğü tamamen kişinin seçimine bağlıdır. Hatta kanser olmuş

olmak ve yaşamının tehdit altında olması bile yaşama bakışına göre iyi ya da kötü bir

durumdur. Ne olursa olsun hayatta kalmam gerekir gibi bir kabullenmen varsa eğer o zaman

bu durum senin için kötü bir durum olur. Ama öldükten sonra ışığa, birliğe, huzura, cennete

gideceğim ve yaşamımda başıma ne gelecekse zaten o geliyor kabullenmesi içindeysen,

kanserini de tevekkülle karşılarsın.

O halde durumlar o anda yaşamımızda şahit olduğumuz, gözlemlediğimiz, deneyimlediğimiz

olaylardan başka bir şey değildir. Tabi bir kişiye göre durumlar kötüyse düzeltmek ister.

Durumlar sorun olunca, sorunları düzeltmem gerekir inancı doğrultusunda (evet bu bile bir

inanç oluyor) durumları düzeltmek için çaba harcanmaya başlanır… Tüm hayatımız sorun

kabul ettiğimiz durumları düzeltme uğraşısıyla geçer. Gücümüzün yetmediği yerde

kendimizde eksiklikler bulup terapiden, kişisel gelişimden, faldan, secretten falan umut

aramaya başlarız.

Çoğu kişi (bayağı çoğu kişi) sorun olarak gördüğü durumları düzeltecek bir güç, bir beceri, ya

da kem talihi ortadan kaldıracak bir şey yaratma umuduyla terapiste gider.

Duygu koçu olarak ilk yapmanız gereken kişinin bu hipnozunu ortadan kaldırmak olmalıdır.

Hiçbir terapisitin kişinin durumunu düzeltecek gücü yoktur. Ha “günümüz tıbbı mucizeler

yaratıyor ve olmazları olduruyor, buna ne diyeceksin” diyeceksiniz, biliyorum. Doğru. Birçok

olumsuz durumu çözüyorlar. Tüp bebekler, kanser tedavileri, baypaslar hayatı uzatıyor ya da

insanları mutlu ediyor… Ama dediğim gibi bunlar sadece olumsuz durumu düzeltiyor, sorunu

değil…

Zaten bu durumların çoğunun da esas sorundan kaynaklandığını ilk kitabımda da anlatmaya

çalıştım, değersizlik inancı kitabımda da… Bu kitapta da ayrıntılarıyla tekrar anlatmaya

çalışacağım.

Terapist durum çözücü olabilir. Sihirbaz doktorlar en olmadık ameliyatları yapıp hayat

kurtarabilirler. Bunlar ayrı bir konu. Geçmişin hipnozuyla bunların kısmen alakası var, kısmen

yok… Duygu koçu olarak bizim müdahale alanımızın tamamen dışındalar… Adı üzerinde duygu

koçu demek, kişinin duygu durumunu, daha genelde enerji sistemini dengeye getirmek

demektir.

O nedenle sorunu duygu koçunun gözlüğüyle ya da sözlüğüyle yeniden tamamlayalım… Sorun

dediğimiz şey durumlar karşısında kötü hissetmemizdir. Durumu sorunmuş gibi algılatan

durum da budur. Çoğu durum için biz kötü hissettiğimiz için o durum kötü ve sorun olarak

algılanır…

Burada durumların içinde gerçekten çözülmediği takdirde kişinin yaşamını zora sokacak şeyler

olabilir. Kanser gibi, cebinde ekmek alacak paranın olmaması gibi… Kafanı sokacak bir

barınmanın olmaması gibi...

Ama bu durumlar karşısında kötü hissetmek bu durumların çözümüne bir katkıda bulunmaz.

Kötü his ne demekti hatırlayalım. O anda fiziksel ya da enerji bedenimizde bir şeylerin yolunda

gitmediğini haber veren bir uyarı… Haberi yaratan kim? Bilinçaltı… Bilinçaltı ne? Geçmişte

yaratılmış hipnozlara göre değerlendirme yapan, korumakla mükellef bir sistem.

Bilinçaltını ortalama 10 yaşındaki bir çocuk gibi düşünün. 10 yaşında bir çocuk hayat hakkında

ne biliyorsa (onlar çok şey bildiklerini sanırlar, bize akıl bile öğretirler ya) bilinçaltı da o

kadarını biliyor. Neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edecek bağımsız ve bilgiden yararlanan bir

akla sahip değil… Bir şeyi çocukken kötü bellediyse, farkındalık devreye girmediği sürece o şey

kötüdür… Neden? Kötü hissettiriyor. Genellikle de hemen herkes o durum karşısında kötü

hissediyor.

Hemen şurada bir saptama yapayım. İsterse herkes o durumun karşısında kötü hissetsin,

yinede o durumun kötü olması gerekmez. Kötü nedir? Gerçek tehdit yaratan durumlar.

Yukarıda konuştuk tehditten… Ama hisler o kadar güçlü hipnoz yaratıyor ki, bir durum

karşısında kötü, daha doğrusu kötü olarak algıladığımız bir his hissedersek, farkındalığımız

devre dışı kalıyor ve bize o durum kötüymüş gibi geliyor… Halbuki hemen çoğu durum ne

iyidir, ne de kötü. Sadece öylesine bir durum dur. Örneğin eşin anlayış göstermemesi ne iyidir,

ne de kötü sadece bir durumdur. Bir durum hakkındaki yorumumuzdur.

Evet işte durumu sorun haline getiren yorumdur. Durum yorumlanmasa durum olarak

kalmaya devam eder.

İki türlü yorum vardır. Bilinçli olarak yarattığımız yorumlar. Yani kritik faktörün denetiminde

olan yorumlar. Diğeri ise bilinçli farkındalığımızın dışında bilinçaltı tarafından o durumun

yorumlanması ki buna basitçe algı diyoruz. Bir şekilde bilinçaltı her olayı kategorize eder.

Tehlike içerenler ve içermeyenler. Artık hangi kanallardan ne öğrendiyse… Daha sonra da

benzer bir olayla karşılaştığında o olaya ait his harekete geçer. Yani duygu titreşir ve

hissederiz. Kötü hissederiz. Kötü olarak algıladığımız bir his hissederiz. O zaman o anda içinde

yaşadığımız olay bizim için artık kötü olarak algılanır ve öyle kabul edilir.

İşte esas sorun burada başlar. Aslında tehdit içermeyen bir durum karşısında kötü hissederek,

o duruma kötü damgası yapıştırıp daha sonra da o olaydan kurtulacak şekilde bilinçli ya da

otomatik eylemler seçmemiz yaşamımızı sıkıntıya sokmaya başlar.

Duygu Koçunun Yol Haritası

Geçmişin hipnozunu bozmak için yıllardır yaptığım bireysel çalışmalar, grup workshopları ve

yaz kamplarının sonunda, herkesin kullanabileceği basit bir yol haritası şeması oluşturdum. Bir

duygu koçunun ister kendine, ister başkalarına yardımcı olmak niyeti varsa, bu yol haritası

hem çok öğretici oluyor, hem de çözümleyici…

Şu ana kadar anlattıklarımın bir özetini de bu yol haritasının içinde bulacaksınız.

1. Adım; BBB

Çalışmanın ilk adımı Bilinçli Bakıştır. Neye bilinçli bakıyoruz? O andaki duruma bilinçli

bakıyoruz. Buna ben şemamda X durumu diyorum. Bu X durumu dışsal bir olay olabileceği gibi

içsel bir şey de olabilir. Dışsal olay o anda kişiyi içeren ve vuku bulan bir şey de olabilir.

Gözlemlediği bir durum da olabilir. Kendi başına değil de başkasının başına gelen bir şey de

olabilir. İçsel şeyler düşünceler, hayaller, hatırladıklarımız, ya da fiziksel bedenimizde vuku

bulan herhangi bir şey (hastalık gibi) olabilir. Geçmişten bir olay hatırlanması, gelecekle ilgili

bir şey düşünülmesi de X durumuna örnektir.

Bilinçli bakışı 2 ayrı soru ile test ederiz, ya da oluştururuz. İlk soru şudur. Bu X durumu

karşısında ne hissediyorsun, ya da ne hissediyorum? His; bedende yeri belli, vasfı belli, şiddeti

belli fiziksel deneyimdir. O nedenle, bilinçli bakış aslında bedene bilinçli bakış olmaktadır

(Kısaca BBB). Kişi önce ne hissettiğini bulacak. “Göğsüm sıkışıyor” gibi olumsuz bir histir

aradığımız. Yani kötü hissediyorsa, demek ki ortada bir sorun var demektir. (Unutmayın.

Sorun; durumlar karşısında hissettiklerimizdir, demiştim). Hissi bulduktan sonra ikinci soruya

geçeriz.

“Bu durumda bu hissi hissetmen gerekiyor mu?”

Otomatik yanıt şudur. “Hissettiğime göre demek ki hissetmem gerekiyor.”

Ya da karşı soru gelebilir. “Siz olsanız hissetmez misiniz?”

Ya da biraz uyanık olanlar şöyle sorarlar. “Hissetmemem mi gerekiyor?”

Bu soru, yani “bu durumda bu hissi hissetmem gerekiyor mu” sorusu son derece kritik bir

öneme haizdir. Bu soruya verilecek yanıt için gösterilecek zihinsel egzersiz bile kişide bir

farkındalık yaratacaktır. Hangi hisleri hissetmemiz, hangi hisleri hissetmememiz gerekir?

Yanıt basittir. Eğer o anda hissettiğimiz his bize aklımızla ve beş duyumuzla fark

edeceğimizden daha fazla bir bilgi veriyorsa o hissi hissetmemiz, hatta hissetmeye devam

etmemiz gerekir. Ayak burkulması örneğini vermiştim. Burkulan bölgedeki doku

zedelenmesini bize en iyi bildiren şey ağrıdır. Gözümüzle ya da aklımızla o bölgedeki

zedelenmenin sürüp sürmediğini anlayamayız. O halde o ağrı gereklidir ve hissetmemiz

yararımızadır.

Diğer bir örnek geçmişte yaşadığımız bir ayrılık olayı olsun. O olayı hatırladıkça karnıma bir

kasılma geliyor. Ya da kalbim sıkışıyor. Bunu hissetmem gerekiyor mu? Bu hissin bana ne

yararı var? Gerçekte hiçbir yararı yok. Olmuş bitmiş bir olay. Hatırladıkça kötü hissediyorum

sadece. O zaman bun hissi hissetmenin ne faydası var? Hiçbir faydası yok. Ek bir bilgi de

vermiyor. O zaman neden hissediyorum? O olayla ilgili sıkışmış bir duygu var. Ya bir öfke, ya

bir suçluluk, ya da hayal kırıklığı gibi bir şey… Bu his olsa olsa bize şu bilgiyi vermektedir;

“Dikkat et enerji bedeninde sıkışmış duygu mevcut.” O halde artık bu hisse ihtiyacımız yoksa

bu hissi yaratan duygudan kurtulmamız gerekecektir. Basitçe yanıtımız “bu hissi hissetmeme

gerek yok” olacaktır.

2. Adım HHH

O zaman ne yapacağız? Sakın ola ki “madem hissi hissetmeme gerek yok, o zaman hissi

hissetmeyecek bir ilaç falan bulayım” demeyin. Bu işi psikiyatristler gayet güzel yapıyor zaten.

Bizim işimiz psikiyatristlerin alanına burnumuzu sokmak değil. Tamamen farklı bir yol

izleyeceğiz. Biz duygu koçuyuz. Biz geçmiş hipnozun bozucusuyuz. Biz kişisel gelişimciyiz. Hissi

yok saymak ya da yok etmeye çalışmak hipnozu güçlendirmekten başka bir işe yaramaz.

Şimdi tekrar bilinçaltına bakalım. X durumu için hissi yaratan bilinçaltıydı. Neden yarattı? X

durumunu tehdit olarak algıladı. Eğer biz de bilinçli olarak hissi onaylarsak, bilinçaltına “sen

haklısın, bu tehlike” geri bildirimini vermiş oluruz. Burada hissi onaylamayı, hissin bir tehlikeyi

haber verdiğini kabul anlamında kullanıyorum. Hissi hissetmemek için yapılacak herhangi bir

şey (buna sigara içmek, hatta başını kaşımak bile dahil), ya da X durumunu düzeltmek için

gösterilecek herhangi bir çaba ya da eylem, bilinçaltı tarafından verdiği mesajın onaylanması

olarak algılanacaktır.

Eğer biz, bilinçli aklımızla, bilinçaltının algısının yanlış olduğuna karar vermişsek, bunu bir

şekilde bilinçaltına bildirmemiz gerekir. Bilinçaltı ile ancak bilinçaltının dili ile haberleşebiliriz?

Bilinçaltı bizle ne ile haberleşiyor? Hislerle. O halde bizimde ona mesajı hislerle göndermemiz

lazım. Ama hissi nasıl bulacağız da bilinçaltına mesaj olarak göndereceğiz? Bu arada hislerle

haberleşmek hakkında bir fikrimiz yok. Ama hazırda bir his var. İşte o X durumu karşısında

hissettiğimiz his, haberleşme için hazır bekliyor. O halde tek yapmamız gereken hissi

hissetmeye devam etmek.

Bu ne demek? Gözlerimizi kapatarak (açık da olabilir) bedenimizdeki o hissetmemize gerek

olmayan hissi hissetmeye devam edeceğiz. Bu paradoks durum kafamızı karıştırmasın.

“Mademki hissetmememiz gereken bir his oluşmuş, neden daha fazla hissedelim?” demeyin.

Bu kademe duygu koçunun tüm diğer zihinsel, enerjisel, psikoterapötik, psikolojik, NLP varik,

tıbbi iyileştirme iddialı tekniklerden en önemli ayrılma noktasıdır. Tüm bu tekniklerde temel

amaç bir hissi yok etmek üzerine kurgulanmışken, burada amaç hissi enerji bedenine ve

bilinçaltına bir ulaşma aracı olarak kullanmaktır.

Kötü olarak algıladığımız bir hissi hissetmeye devam etmek, tam bir paradigma değişimidir.

Tüm sıkışmış duyguların içinde “şu ya da bu oranda duygularımı hissetmemem gerekir” inancı

da destekleyici bir yer tutmaktadır. Diğer bir deyişle birçok hipnozun yaratılmasındaki temel

inançlardan biri budur.

Yani biz hissi hissetmeye devam kararı vererek hissi hissetmeye odaklandığımız anda,

üzerinde çalıştığımız hipnozu besleyen önemli bir inancı sarsmış olacağız. Hissi hissetmenin bir

sakıncası olmadığı bilgisini bilinçaltına aktarmış olacağız. Ayrıca hissi hissetmeye devam

ederek, bilinçaltına “mesaj alınmıştır, değerlendirilmiştir ve X durumu için herhangi bir tehdit

unsuru bulunmamıştır” geri bildirimini de vermiş olacağız.

Hissi hissetmenin diğer bir yararı da duyguyu titreştirmeye devam etmemiz olacağıdır. Eğer X

durumu bir hipnozsa ve X durumu nedeniyle kötü hissetmişsek, bu X durumunu besleyen

duygusal enerji titreşmiş demektir. Temel amacımız hipnozu bozmak, hipnozu bozmak için de

bu hipnozu besleyen duyguyu akıtmak olduğuna göre, öncelikle boşaltacağımız duygunun

titreşmeye devam etmesi gerekir. Duygu titreştirmenin en esaslı yollarından biri, o duyguya

odaklanarak o duyguyu hissetmeye devam etmektir. Bir duygu ancak titreşirken boşalır.

Hissi hissetmeye devam etmenin üçüncü bir yararı ise, titreşen duygunun akmasına yardımcı

olmaktır. Zihinsel olarak hissi hissetmeye odaklanmak, enerji bedeninde sıkışan duyguya

odaklanmak demektir. Sıkışan duyguya odaklandığımız zaman, hem zihinsel enerjimizi, hem

de zihnimiz aracılığıyla, tüm evrensel enerjiyi duygunu üzerine foküslemiş oluruz. Burada

odaklanma anı bir yakınsak merceğin odaklanmasına benzer işlev görür. Yani enerjiyi alır,

duygunun üzerine odaklar. Bu güçlü enerjinin bozuk bir titreşim olan duygusal sıkışmışlığın

üzerine yoğunlaşması, güçlü bir türbülans yaratır ve duygu çözülme aşamasına girer.

O halde duygu koçunun yol haritasında 2. Kademe HHH kademesi olmaktadır. (HHH = Hayırsa

hissi hisset).

3. Kademe: DDD

Yol haritamızdaki 3. Kademeye geçme durumuna hissi hissetmenin sonuçlarına göre karar

vereceğiz. Hissi hissetmeye başladıktan sonra iki durumdan biri gerçekleşir. Birinci durum

yavaş yavaş hissin etkisinin azalmaya başlamasıdır. Yani hissi kaybetmeye başlarız. Bunun

anlamı nedir?

Büyük ihtimal hissi besleyen duygusal enerji akma aşamasına geçmiştir. Yani bilinçaltı aldığı

mesaj doğrultusunda duygunun akmasına izin vermiştir. İkinci ihtimal başka bir hipnoz

devreye girmiş ve hissi hissetmekle ilgili, hisleri hissetmemem gerekir inancının etkisiyle bir

takım bilinçaltı mekanizmalarla, beyinsel düzeyde hissi hissetme devre dışı bırakılmaya

başlanmıştır. Bu ikinci ihtimal daha çok başlangıç dönemlerinde karşımıza çıkabilir. Yani hissi

hissetmekle ilgili paradigması tam oluşmamış ve hissi hissetmekle ilgili şüphesi olan kişilerde

devreye girer. Ama ısrarcı olanlarda, bilinçaltı bu seçeneği işletmeyecektir.

Hissi hissetmeye devam etme sonucunda, bilinçaltının duygusunu kendiliğinden akıttığı

duyguların, daha hafif ve yüzeysel duygular olma ihtimali yüksektir. Tekrar X durumuyla

karşılaşıldığı zaman o X durumunu besleyen daha esaslı ve derin duygular devreye girecek ve

onlar sadece hissederek boşalmayacaktır.

Hissi hissetmeye devam edersek oluşacak olan 2. durum duygunun oturması olacaktır.

Duygunun oturması ne demektir? Hissedilen hissin gittikçe şiddetinin artması, sınırlarının

daha belirgin hale gelmeye başlamasıdır. Yani sanki sıkışmış duygu rötuşlanmış ve kalan kısım

yoğunlaşmıştır. Bu yoğunlaşma ile titreşme daha güçlü ve daha net hissedilmeye başlanır. Bu

duygu oturmasını bir duygu koçu şu şekilde okuyacaktır. Bilinçaltı yeni bir mesaj vermektedir.

Bilinçaltı şöyle demek istemektedir. “Tamam, mesajı aldım. X durumunda bir tehdit yok. Artık

bu inancı besleyen duyguları çözmem gerekiyor, ama bunu ben tek başıma yapamayacağım.

Bana bir destek gerekiyor.” Yani bilinçaltı, bilincin desteğini ve muhtemelen de o inancı

yerleştiren olayların bilinçli açıdan değerlendirilmesini istiyordur.

İşte tam burada artık hissi hissetmek dışındaki duygu boşaltma tekniklerini kullanmaya

başlayabiliriz. Duygu neden sıkışmıştı? Döngüsünü tamamlayamadığı için. O halde sıkışmış

duyguyu boşaltmak demek duyguyu döndürmek demektir. Duyguyu döndürmek için de duygu

boşaltma tekniklerinden yararlanacağız. Nedir bu teknikler? EFT, NLP, Nefes, Telkin,

İmajinasyon, Enerjiyi harekete geçirme, regresyon gibi duyguya ve duyguyu yaratan olaylara

odaklı tekniklerdir. Tüm kitap boyunca bu tekniklerin ne zaman nerede nasıl

kullanacağımızdan bahsedeceğim.

Bu tekniklerin hepsi çok önemlidir ama burada özellikle üzerinde durmamız gereken teknik

regresyondur. İleride de bahsedeceğim gibi, geçmişte yaşanan olaylarla ancak bilinçaltı

şekillenmektedir. O nedenle bu olayların çözülmesi duygunun boşalması açısından önemli bir

yer tutmaktadır. Çoğu zaman o olayla ilgili bilinçli bakışı bilinçaltı test etmek ister. Yani

duygunun sıkışması çoğu zaman, bilinçaltının bilince “bak sana bir şey göstereceğim, eğer sen

bir şey demezsen duyguyu boşaltmaya başlayacağım.

İşte bu 3. Kademe DDD kademesi diyoruz. (DDD= Duyguyu Doğasına Devret).

Telkin, inanç, fikir…

Geçmişin hipnozunu bozmaktan bahsediyorum. Hipnoz ise bir telkinin kabul edilme ve

uygulama halidir demiştim. O halde telkin nedir? Türk dil kurumu (TDK) sözlüğünde a. Bir

duyguyu veya bir düşünceyi aşılama. B. Bilinç dışı bir sürecin aracılığıyla, kişinin ruhsal veya

fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesi olarak tanımlanıyor.

Evet, bu tanım pek bir şey vermiyor ama en azından bir zorlamayı gösteriyor. B şıkkı zaten

hipnozu tarif etmiş. Yani TDK’ya göre telkin ile hipnoz aynı şey. Ve birisinin kötü niyetle bir

çabasını işaret ediyor. Tavsiyeden daha sert bir şey… Tavsiyede kişinin bilinçli aklına

gönderme varken, telkin bilinçaltını muhatap alıyor. Ben telkini hipnoz sözlüğüne uygun

kullanacağım. Telkinde bir zorlama olması gerekmez. Kişinin hayatın işleyişi hakkında

öğrendiği ve doğru kabul ettiği her türlü uyarı telkindir.

Telkin dendiği zaman sadece sözel bir zorlama aklımıza gelse de, bu durum gerçek hipnozların

yerleşmesinde çok az yer tutar. Hatta hemen hemen kötü niyeti çok az buluruz. Anne baba

çocuğun bir takım kurallara uyması için zorlayabilir ama her zorlama hipnoz yaratmaz, sadece

çocuk dayak yememek için bu kurallara uyar ama hipnozuna girmez. Aynı askerlikteki gibi...

Askerlikte de bir takım talimatlar verilir ve sorgulamadan uyulması istenir. Hakikaten kısa

sürede güçlü bir otomatiklik gelişir ama askerlik bittikten kısa süre sonra o otomatiklik

kaybolur. Yani askeri kuralların hipnotik bir etkisi kalmaz. Benim bu kitapta anlattığım

hipnozları yaratan telkinler çok daha dolaylı, çok daha akış içinde ve iyi niyetlidir.

Bilinçaltımıza yerleşen telkinlerde sözel öğrenme fazla yer tutmaz. En güçlü öğrenme

gözlemseldir. İnsan yavrusu hayatı dolaylı öğrenir. Kendi deneyimlerine göre değil. Deneyimle

öğrenecek yaşa geldiği zaman zaten iş işten geçmiştir. Hayat hakkında öğreneceklerinin büyük

bir kısmını yetiştiricilerinin hayat deneyimlerinden –gözlemsel ve sözel olarak- satın almıştır.

O nedenle neyin telkin neyin telkin olmadığını ancak geriye doğru incelemelerde anlayabiliriz.

Ama basitçe şunu söyleyelim. Bilinçaltı bir şekilde hayatta kalmasına yardımcı olacak her türlü

bilgiyi, uyarıyı, gözlemi telkin olarak alacaktır. Karşıdaki kişinin hiç böyle bir niyeti olmasa da…

Şimdi burada şu soruyu sorabilirsiniz? Hipnozun yanlış bilgi içerdiğini söylemiştiniz. Her

hipnozun bir inancı olduğuna göre, her inancında bir ya da daha fazla telkini olması gerekir.

Tüm inançlar yanlışlanabilir olduğuna göre, bu telkinlerin de yanlışlanabilir olması gerekmez

mi? Hayat hakkında doğru olarak öğrendiğimiz ve bizi gerçekten koruyacak bilgileri telkin dışı

bir şey olarak mı alıyoruz?

Güzel soru. Cevap. Her telkin hipnoz yapacak diye bir kural yok. Telkin kabul edilir ve ona göre

otomatik bir davranış beslerse ancak inanç olmaya ve hipnoz yaratmaya başlar. İlginç olan

şudur. Bilinçaltı yaşamın işleyişi içinde gerçek tehlike ile tehlikesizi ayırmakla görevlidir ama

işleyişi öyle olmaz. Çünkü zaten gerçek tehlikelerle ilgili uyarı sistemi doğrudan genlerimize

(ya da başka bir yerimize) kaydedilmiştir. Yani deprem, sel, yangın, terörist saldırısı, açlık gibi

durumlar yaşamımızda o kadar azdır ki… Ya da bunlar başımıza gelip de bunlardan kurtulursak

bu deneyimlerden öğrenmiş oluruz. Bunların telkini o nedenle günlük hayatımızda pek yoktur.

Bu tip korunma eğitimleri zaten ancak okula başladıktan sonra bilgi olarak verilir. Yani o

konularda bilinçaltının kaydedeceği bir şey yoktur. Bu tip gerçek tehlikelerde sıkışan bir duygu

da bulunmaz. Ya da çok nadiren birikir.

Ayrıca telkinin içeriğiyle oluşan inancın cümlesi pek birbirine uymaz. Evet, her inancı bir cümle

ile ifade edebiliriz. Örneğin “ben sevilmeye layık değilim” inancı hemen hepimizde bulunan

çok tipik bir inançtır. Ama bu inanç birçok telkinin ardı ardına yaşanması sonucunda ortaya

çıkar. Yani tek bir telkinden doğrudan inanç yaratılmaz. Örneğin babanın çocuğuna tokat

attığını düşünelim. Tokat önce can yakar. Bu gerçek tehlikedir. Ama gerçek tehlike de değildir.

Çünkü hayati bir tehlikesi (çoğu zaman) yoktur. Burada yine de korku, öfke, üzüntü benzeri bir

şeyler oluşur. Tokadı yiyen çocuğun esas ilgilendiği ve öğrenmesi gereken kısım, o tokadı bir

daha yememek için neyi nasıl yapması gerektiğidir. Babaya göre bir şeyler yanlış yapılmıştır ve

o nedenle can yakılmıştır. Esas neden biliniyorsa, muhtemelen o eylem babanın önünde bir

daha yapılmayacak, gizli gizli yapılırken de biraz kötü hissedilecektir. Zamanla bu kötü his

yüzünden belki de o eylemi yapmaktan uzak durmaya başlarız. İşte bu birinci hipnozu yaratır.

Telkin sadece bir tokat iken bunun sonucunda “artık bunu yapmamam gerekir” inancı ve

potansiyel hipnozu oluşur. Ama zamanla çocuk benzer eylemlerin diğer çocuklarda pek de bir

tepki yaratmadığını gözlemler ya da öğrenirse, ikinci inanç yerleşmeye başlar. “Babam beni

sevmiyor, o halde ben sevilmeye layık değilim.” Yani eylemin olduğu zamanla o eylemin

telkininin sonucu arasında bayağı bir zaman farkı vardır.

Her inancın duyguyla beslendiğini söylemiştim. Her hipnozun gücü birikmiş duygudan gelir. Bu

duygunun yarattığı kötü his, esas hipnotik eylemin belirleyicisi durumundadır. Peki, hangi

inanca hangi sıkışmış duygu eşlik edecek ya da belirleyecek. Bu nasıl belirleniyor? Basitçe o

inancın yerleşmesine neden olan eylem sırasındaki sıkışmış duygular bu inançların enerji

kaynakları olmaya başlar. Birinci inancın gücünün duygusu doğrudan kaçamamak ya da

savaşamamaktan kaynaklanırken, ikinci inancın duygusu daha farklı kaynaklardan

gelmektedir. Bu kaynak spiritüel bir açıklamayı gerektirir. Bunu duyguları daha derinine

incelerken konuşacağım. Şimdilik buna spiritüel öfke diyelim.

O halde bir uyarı, bir gözlem, bir durum eğer hipnoz yapıcı bir katkısı olmuşsa, bunların her

birinin telkin olarak kabul edebiliriz. O halde her telkin kendi duygusunu da taşır. Bunların

birikimi de zaman içinde inancın oluşmasına ve hipnotik eylemin şekillenmesine neden

olacaktır.

İnanç mutlaka gücü nedeniyle ya bir eylemin yapılması, ya da bazı eylemlerin yapılamamasını

zorlar. Fikirlerin ise çok fazla gücü yoktur. Kişi aklıyla o fikri uygun görürse eylem dağarcığına

alır ve zamanla belki bir alışkanlık haline de getirir. (Ayrıntılar için değersizlik inancı kitabıma

bakabilirsiniz).

Deneyimler hipnoz yapabilir mi? Hayır. Ama mevcut bir hipnozu güçlendirecek şekilde

algılanabilirler. Buna seçici algı deriz. Yani kişi farkında olmadan o anda yaşadığı deneyimin

sadece bilinçaltındaki hipnozuna uygun ögelerini algılar ve diğerlerini filtreler. Bu da mevcut

hipnozun güçlenmesine ya da pekişmesine neden olur. Her benzer deneyimde hipnoz sanki

biraz daha güçlenir.

Bir telkinin hipnotik etki yaratması için, bol tekrar edilmesi, bir otorite ya da güç tarafından

verilmesi ve duygu içermesi gerekir. Burada duygu içermesi gerekir derken sadece olay ya da

durumları kastetmiyorum. Durumlardan öte duygusal alt yapı da bir telkinin yerleşmesinde

çok önemli bir etki yaratır. İşte esas çözülmesi gereken ve duygu koçu deneyimi

kazanılmadan, kolay çözülemeyen kısımlar bu duygusal alt yapıdan kaynaklanır.

Duyguların Kaynakları…

Sıkışmış duyguların kaynakları nelerdir? Enerji bedeni sıkışmış duyguları nerelerden transfer

etmektedir? Sıkışan duygular neden kendiliğinden akmamaktadır? Evrimsel süreçte duygu

sıkışmasının bir canlının yaşam şansına nasıl bir katkısı olmaktadır? Tür böyle bir

mekanizmadan nasıl bir yarar sağlamaktadır?

Bu sorulara net yanıtlar sunmaktan uzağım. Ama gözlemlerime dayanan düşüncelerim var. Bu

bölümde bu gözlemlerimden, binlerce danışanla yaptığım çalışmalardan elde ettiğim bilgi ve

deneyimlerimin ışığında bu düşüncelerimi paylaşacağım.

Milyarlarca yıllık evrimsel sürecin incelenmesinden şunu öğrendik. Evrim her zaman yaşamda

kalma şansını arttıracak yönde evrilmiştir. Bir şekilde sahip oldukları ile hayatta kalma şansı

daha fazla olan türler ya da çeşitler, bu genlerini sonraki nesillere aktarırken bu özelliklere

sahip olmayan türler ise yok olmuştur. O halde insanın evrilmesi aşamasında duygusu sıkışan

cinslerin yaşam şansı daha fazla olmuş olmalı ki bugüne kadar bu özelliğimizi korumaya, hatta

modern toplumun gelişmesi ile güçlendirmeye başlamışız. Tabi burada her türlü cinse ait

bilginin sadece genetikle geçtiğini de savunacak durumda değiliz ama mevcut bilgilerimiz

şimdilik böyle. Belki henüz keşfedemediğimiz nakletme araçlarına da sahibizdir. Örneğin

enerji paketleri içine sıkışmış elektromanyetik kodlamalar gibi. Her neyse birazdan

anlatacağım duygu aktarımı örneklerinde, bu diğer bilinmeyen yollarında işleyiş halinde

olması ihtimalini fazlasıyla düşündürtmektedir.

Duyguların kaynakları nelerdir?

Birinci ve en sık karşılaştığımız ve üzerinde en çok çalışma yaptığımız ve yapacağımız kaynak,

kendimizi bildiğimiz andan şu ana kadar geçen hayatımızdaki yaşadığımız olaylar, durumlar ve

deneyimlerle ilgilidir. Kendimizi bilmek yaşı nedir? Hayal meyal en erken hatırladığımız

çocukluk anılarının yaşları. Çoğu zaman 3 yaşından öncesini hatırlamakta zorlanırız. Ortalama

3 yaş kabul edebiliriz. İlk seanslarda da regresyonlarda genellikle en fazla gidilen yaş bu

civardadır. 3 yaş diyelim. 3 yaşından bugünkü yaşımıza kadar yaşadığımız olaylardaki duyguları

yakın zaman duygular olarak adlandırıyorum. Yani 5-6 yaş olayları regresyon açısından yakın

zaman kabul edilir.

İkinci sırada uzak zaman duygular yer alır. Bunlarda doğduğumuz andan 3 yaşa kadar olan

dönemdeki duygusal sıkışmalarımızdır. Her ne kadar bilinçli bir dönemde olmasak da yine de

olaylar karşısında bilinçaltı duygu biriktirir. Bu döneme ait olay örneklerine ilerleyen

bölümlerde sıkı sık karşılaşacağız.

3. dönem anne karnı ve doğumla ilgili sıkışan duygulardır. Anne karnında iki ayrı yapıda duygu

çekeriz. Birincisi doğrudan anneden akan duygulardır. Bu duyguların bebekle ilgili olması

gerekmez. Annenin kendi yaşantısı ile ilgili duygular doğrudan bebeğe akar. Ayrıca anne

karnında bebeğin doğrudan maruz kaldığı olaylarda yine duygu birikmesine neden olur. Anne

karnında zaten hiçbir şekilde duygu boşaltma şansı olmadığından yaşanan her türlü olayla ilgili

duygu birikecektir.

Doğum olayı kendine özgü bir durumdur. Olayın kendisi birçok tehditkâr durumu içinde taşır.

Güvenilir bir ortamdan uzaklaşılmaya başlanması, kasılan rahimin bebeğe yaptığı baskılar,

kasılmalar sırasında bebeğe giden oksijen ve kan miktarının azalmasının yarattığı fizyolojik

değişiklikler, anneden gelen korku ile ilgili salgılanmış olan adrenalin gibi maddelerin bebekte

yarattığı fizyolojik etkiden doğan hisler, annenin doğum sırasında yaşadığı duygular, etrafta

biriken duygular, hızlı değişim, ışık ve sesler… Her biri yeni hayata gelmekte olan canlı için

travmatik olabilir.

Diğer bir duygu kaynağı nasıl olduğunu tam açıklayamadığım, ama birçok olguda şahit

olduğum (kendimde dahil olmak üzere), atalardan akan duygular ve bunlarla bağlantılı

görüntülerdir. Bu duygular çok ilgi çekicidir, sırlarla dolu bir sandığın açılması gibidir. Bir

şekilde sanki atalar bu dünyadan giderken kendinde birikmiş duyguları çocuklarına ya da yakın

bildikleri birine aktarmaktadırlar. Ya da yakın frekans ilişkisinden dolayı, duygular çözüldükçe

ve enerji bedeni özgürleştikçe bu derin ve holistik birikimli enerji odaklarına ulaşmak mümkün

olmaya başlamaktadır. Özellikle affetmesi zor olan bir kişinin yine de affedilmeye niyet edilme

aşamasında bu tip açılımlar olmakta ve affedilecek kişinin hayatından travmatik kesitler

danışanın zihnine sunulmaktadır. Buna ait örnekleri de sanırım sık olarak ilerleyen sayfalarda

değinme fırsatı bulacağım.

Bir diğer duygu kaynağı transpersonel yani kişisel sınırlarımızın ötesindeki alemlerden ya da

boyutlardan akan enerji odaklarıdır. Bunlar özellikle kendini geçmiş yaşam formları, artık ruh,

ya da insan dışı varlıklar olarak belli eden ve birçok spekülasyona konu olan duygulardır. Bir

tarafıyla çok ilgi çeken bu duyguların ve zihinsel görüntülerin değişik spiritüel okullar

tarafından farklı açıklamaları olmaktadır. Karma, ruhun tekamülü vs şeklindeki bu

açıklamaların dayandığı hiçbir kanıt bulunmamaktadır.

Stanislav Grof’un meşhur ettiği holotropik nefes çalışmalarında bu transpersonel aleme çok

atıfta bulunulmakta ve bir çok kitabında konu edilmektedir. Benim yaptığım birkaç benzer

çalışmada kişiler farklı deneyimler yaşamıştır… Daha çok hayvan figürleri şeklinde kendini belli

eden bu ulaşımlar bazı katılımcılar için belli konularda çözümleyici etki de yaratmıştır.

Bir danışanda yapılacak olan bir seri seans çalışmasında genel kural olmamakla beraber bu

duyguların açılma sırası üç aşağı beş yukarı bu bölümde verdiğim sıraya uyar. Ama birçok

istisnai durumla da karşılaşırız. Bazen anne karnına gidilmeden önce geçmiş yaşam ziyaret

edilebilir. Bazen ciddi bir taciz travmasından önce geçmiş yaşamda benzer bir konuyla meşgul

olunabilir. Bazen anne karnı uzak zaman duygulardan daha öne kendini belli edebilir.

Bu kitapta sık sık söyleyeceğimiz gibi, bilinçaltının bu konuda kendi çizdiği bir yol vardır ve o

yola göre olayların ve duyguların sırası belirlenir. Herşeyi bilen içsel bir bilge, hem sorunların

nasıl biriktiğini, hem de nasıl çözüleceğini bilir gibidir.

Tabi bu farklı kaynaklı duyguların nasıl bir fiziksel etkileşimi olduğu, enerji bedeninde nasıl

organize olduğu, yoksa tamamen genetik şifre şeklinde mi nakledildiği, yoksa beyinde kodlar

şeklinde mi saklandığı konusunda ne desek, boştur.

İyileşmenin Felsefesi

Yıllardır zihinsel değişim ya da iyileştirme teknikleri dediğimiz yöntemleri öğrenmeye ve

öğretmeye çalışıyorum. Bilinçaltının değişimiyle bir şeylerin değişeceğinin beklentisiyle

çalışıyorum. Bu çalışmalar sırasında değişik ve ilginç gözlemlerim oldu. Her seansın bitiminde

kendi deneyimlerime göre, o seansın ne kadar verimli olabileceği ile ilgili çıkarımlarda

bulunurdum. Diyelim ki yüzde elli-altmış bu çıkarımlar ile kişide oluşan değişim birbirine

uyuyordu. Ama yaklaşık yüzde kırk-ellilik bir oranda ise hiç de sonuçlar beklediğim gibi

olmuyordu. Bazen “çok kötü geçti” dediğim seanslardan sonra beklenmedik olumlu geri

bildirimler alırken bazen de tersi oluyordu. Çoğu zaman tersi oluyordu demek lazım. Yani

seans çok verimli sonuçlar verecek düzeyde geçmiş görünse de, yani regresyonlar yapılmış,

duygular boşalmış, güzel bir trans ortamı yapılmış, hatta regresyonlar derin duyguları da

kapsamış olsa da, zamanla o beklediğimiz sonucun gerisine düşmeye başlıyorduk. Tabi bu

beklenmedik sonuçları almamızdaki başlıca nedenlerden biri, kişilerin seanslarda

öğrendiklerini uygulama alışkanlığı haline getirmemeleriydi. İşte burada duygusal koça

gerçekten çok iş düşüyor. Gerçek koçluk burada oluyor. Bunu ilerleyen bölümlerde

ayrıntılarıyla tartışacağım.

Bir gün Randy Shaw’ın bir yazısını okuduktan sonra (Randy’yi daha sonra anlatacağım)

kafamda bir ışık yandı. (Tabi bu bir anda olmadı. Zaten minik minik parıldamalar oluyordu ama

dönüşüm o yazıyla başladı). Randy beyin tümörü olan bir hastayla çalışmıştı. Bu çalışmalarını

daha önce anlatmış, çalışmaların ne kadar başarılı geçtiğini ve hastanın tümörlerinde belirgin

bir gerileme olduğunu da bildirmişti. Tabi, hepimiz tebrik ettik. Fakat aradan geçen aylardan

sonra hastanın öldüğünü söyledi. Ve kendi eleştirisini yaptı. Geriye dönüp seanslara

baktığında, hastanın bilinçaltının can havliyle ne istenilirse yaptığını ama esas ulaşmak

istediğimiz anlayışa karşı en ufak bir gönderme de bulunmadığını ve bu nedenle de esas

istenen sonuca ulaşılamadığını belirtiyordu.

Bu yazı birden benim de buna benzer durumlarımı akla getirdi. Evet, aslında geçmişin

hipnozunu bozmak kitabında, benim de bunu belirtmiş olmama rağmen danışanlara yeter,

kadar yansıtamadığımı fark ettim.

Sonunda şu sonucu çıkardım.

İyileşmenin bir felsefesi olmadan gerçek iyileşme olmaz. Felsefe bir düşünce sistematiğidir.

Dünyayı ve yaşamı anlamak için kurgulanan değişik düşünce sistematikleri vardır. Bunlar

birçok kabullenmeye dayanır (Kabullenmenin ne olduğundan önceki bölümlerde bahsettim).

Felsefe ne kadar evrensel işleyişi yakalarsa, uygulayıcılar açısından o kadar çok benimsenir.

Özellikle doğu felsefeleri birbirine yakın olarak yaşamın anlamı ve işleyişi hakkında aynı

şeylerden bahseder.

Bu yaklaşım zihin-ruh-beden birliğidir. Zihin ruh ve beden dengede olduğu sürece bu

dünyadaki yaşamımız dengede olur. Bu üç ögeye şöyle bir bakalım.

Ruh:

Ruh var mı, yok mu?

Bunu bilebilecek durumda değiliz. Ama ruhsallık diye bir kavramımız var. Türkçemizde

ruhsallık ve maneviyat birbirine yakın kavramlar. (manevi: Görülmeyen, duyularla sezilebilen, soyut,

ruhani, tinsel, maddi karşıtı. Güncel Türkçe Sözlük). (Ruh: Dinlerin ve dinci felsefelerin insanda vücuttan ayrı bir

varlık olarak kabul ettiği öz, tin, can kuşu. Güncel Türkçe Sözlük)

Bilimsellik maddi kanıt ister. Ölçülebilen ve mukayese edilen bir kanıt ortaya konması gerekir. Hastalıklar da maddi olarak kanıtlanması gereken durumlar olmalıdır. Bu durumda maddi bir durumu maddi olmayan ve bilimsel olarak gösteremeyeceğiniz ya da kanıtlayamayacağınız bir kavram üzerinden açıklamanın zorluğunu ve bilim dışılığını –şimdilik kaydını koymak koşuluyla- kabul ediyorum. Ama bazı şeyleri açıklamak ve bazı dönüşümler sağlamak için ruha ihtiyacımız var. Birçok felsefik ve dini inanış dünyaya fiziksel bedene bağlı bir ruhla geldiğimizi kabul ediyor. Binlerce yıldır ruh inancı değişik grupların ilişkilerini ve yaşamını etkilemiştir.

Ruh olarak ben değişmez bir substansı (substans: fiziksel özellik, yapısal öz) veya evrenin

özünü kastediyorum. Ruh tüm evrende aynı özü içerir(ilahi Nizam ve Kainat. Dr. Bedri

Ruhselman). Hani rivayete göre Tanrının canı sıkılmış ve kendini deneyimlemek için insanı

yaratmış. Ruhsal özü deneyimleyecek şekilde dönüştürücü fiziksel bir yapı olarak insan

bedenini tasarlamış. O halde insan bedeni ruhsal özü dönüştüren ve deneyimleyen bir özelliğe

sahiptir. Dönüştürme özün bir enerji formuna çevrilmesini kasteder. Deneyimlemek ise

hissetmeyi içerir. Daha önce söylediğimiz gibi bedenimiz enerji titreşimlerini hisse çevirir. O

halde önce ruhsal öz enerjiye, daha sonra da bu enerji hisse dönüşmektedir. Özü enerjiye

dönüştüren kalptir. Bu enerjinin adı da sevgidir.

O halde esas yaşamın amacı sevgiyi deneyimlemek, yani hissetmektir. Hissetmenin esas amacı

da budur. İşte hissetmek o nedene mistik bir özellik kazanmaktır. Tabi sevgiyi hissetmek nasıl

bir şeydir? Bu anlatılabilir mi? Belki. Ama bir şeyi anlatmak demek benzer bir şeyle

karşılaştırmak demektir. Güzel bir şey de güzel şeylere benzetilerek anlatılır. Çikolata tadında,

gül kokusunda, denizin huzurunda vs diye yapacağımız hiçbir benzetme tabii ki ruhsal özün

deneyimlenmesini anlatamayacaktır. Bazı şeyle ancak deneyimlenebilir ama anlatılamaz.

Hayatında hiç renk görmemiş bir köre sarı rengi anlatabilir misiniz?

İşte Tanrı bir taraftan insan bedenini yaratırken bir taraftan da bilinçaltına bu varlığı hayatta

tutma görevini vermiş. Mümkün olduğunca yaşasın ki ruhsal özü deneyimleyip keyfini

çıkarsın. (Unutmayın felsefe yapıyorum. Anlattıklarımda mantık aramayın).

Beden:

Fiziksel bedeni anlatmaya gerek yok. Sadece bildiğimiz gördüğümüz yapımız bu. Modern

tıbbın uğraştığı bölüm... Karmaşık bir makine... Sırları çözüldükçe her türlü hastalığa çözüm

bulunacağına inanılan bir anlayışın muhatabı. Günümüz tıbbı ruh ya da zihin gibi kavramları

bilim dışı kabul ettiğinden ya da örneğin zihin, beyin üzerinde somutlaştıkça kabul edilen bir

yapıya dönüştürüldüğünden, uğraştığı fiziksel bedendir. Tıbba göre bedeni iyileştirmek sağlıklı

olmak için yeterlidir. Neyse bu konuyu daha ilerde konuşuruz.

Zihin:

Bizim kabulümüzde zihin, özelinde bilinçaltı, ait olduğu fiziksel bedeni canlı ve hayatta tutmak

için, sürekli öğreniyor ve öğrendiklerini kaydediyor. Sosyal ilişkileri öğreniyor. Kuralları,

yasakları öğreniyor. Bunları kod olarak kaydedip işleyen programlar haline çeviriyor. Ancak

her birey içinde bulunduğu ortama göre hayatı farklı öğreniyor.

Neyi nasıl öğrenirse öğrensin, bilinçaltı fiziksel bedeni koruduğu için hayatta kalmayı salt

maddi bir anlayış haline çevirmeye başlıyor. Bu nedenle de varlığımızı sadece maddi açıdan

değerlendirmeye başlıyoruz. Toplum içinde bir mal gibi değer arıyoruz. İnsanları bir mal gibi

onlar atfettiğimiz değerlerine göre sınıflıyoruz. Toplumda değerli olmanın ölçütleri tamamen

maddi özelliklere dayanıyor.

Kariyerimizle, becerilerimizle, sahip olduğumuz mallarla bütünleşiyoruz. Bunların hepsi maddi

ölçütlerdir. Beni ben olmaktan çıkaran, kendimizi dışarıdan tamamen mal gibi gören bir

hipnoza giriyoruz. (Ayrıntılar için değersizlik inancı kitabımı okuyabilirsiniz).

Tam olarak bilemediğimiz nedenlerden dolayı duygu biriktirme ya da tehdidi fark etme

sistemlerinde de hissetme önemli bir yer tutuyor. Duygu biriktirme hayatta tutunma aracı

haline geldikçe ruhu hissetme kanalları sıkışan duygular tarafından işgal ediliyor. Bilinçaltı

fiziksel bedenle ruh arasına, bu duygularla sanki duvar örüyor. Ruh bedenden uzaklaşmaya

başlıyor. İçiçeliği bitiyor. Ruh sanki bedenden disosiye (ayrışma, kopma) oluyor. (Psikolojide

de disosiasyon önemli bir mekanizma olarak kabul edilir, ama oradaki disosiasyonla bu

disosiasyon birbirinden tamamen farklı anlamlar içeriyor.)

Sonuç olarak zamanla beden ruh ilişkisi bozuluyor. Burada esas bozucu istemeden de olsa

zihin olarak ortaya çıkıyor. Dengeyi sağlamak için şimdi bu ögelerden sadece zihinle

çalışabiliyoruz. Çünkü ruh değişmez bir öz. Bozulan değil ancak dönüştürülen bir şey. ( Bu

nedenle eskiden beri kullanılan psikyatrik bozukluların karşılığı olan ruhsal hastalıklar

tamlaması yanıltıcı oluyor. Ya da ruhsal durumum bozuk terimi de yanlış. Hatta çıkması

muhtemel bir ruh sağlığı yasası var. Orada ruh nasıl tanımlanıyor, merak ediyorum doğrusu).

O halde iyileşmek için duygu koçuna düşen rehberlikler içinde;

- Ruhsal özden nasıl koptuğumuzu danışana fark ettirmek,

- Hissetmenin önemini bir kez daha vurgulamak,

- Tüm çalışmaların esas amacının ruhsal özü yeniden deneyimlemek olduğunu belirtmek,

- Mevcut toplumsal anlayışın nasıl bir değersizlik yarattığını ve varlığımızı mallaştırdığını

anlatmak önemli bir yer tutacaktır.

Spiritüellik ve Mallaşmak…

Zihinle çalışmalara başladığım yıllarda anlamakta ve anlatmakta en zorlandığım konu, insanın

spiritüel bir varlık olduğuydu. Uzun yıllar spiritüellik kelimesini kullanmama rağmen, neyin

karşılığı olarak kullandığımdan pek emin değildim. Sonra zamanla spiritüellik kavramı

şekillenmeye ve beni tatmin eden bir karşılığa oturmaya başladı. Benim için spiritüellik,

evrensel gerçeklerle uyumlu yaşamanın karşılığı oldu. Bir bakıma hipnozda yaşamanın karşıtı...

Evrensel olmayan gerçekdışılara inanarak yaşamak, hipnozda yaşama şekli olurken,

hipnozlarından kurtuldukça, geçmişin hipnozlarını akıttıkça, spiritüel yaşamaya başlıyoruz.

Tabi evrensel gerçekler deyince sadece bilinen gerçeklerden söz etmiyorum. Bugün fiziğin bile

çözemediği belki de bilinenden kat kat fazla olan gerçekleri de kastetmeye başlıyorum.

Bilimsel bilginin bir kısmı spiritüellik ile bağdaşırken, bir kısmının da hipnotik bilgiler içermesi

ihtimali yüksektir. Bilim her zaman hipnozun karşıtı değildir. O halde spiritüel gerçeğin ne

olduğunu nasıl bileceğiz? Bir takım kabullenmelere göre yaşarken, eğer bu

kabullenmelerimizin sonuçları evrensel ve doğal akışa uygun bir durum ortaya çıkarıyorsa,

muhtemelen spiritüel gerçeği yakalamış olacağız.

Evet, spiritüel yaşamak biraz muhtemelen bilgilere göre yaşamaktır. Bazı spiritüel olduğu iddia

edilen kavramlar ya da kanıtlanmamış bilgileri kesin varmış gibi ifade ederek yaşamaya

çalışmak bana yine biraz hipnozda yaşamak gibi geliyor. Örneğin bu dünyaya gelmeden anne

babamızı seçtiğimiz, meleklerin varlığı, üstün varlıklara kanal olmak vs. gibi spiritüel olduğu

ileri sürülen bilgilere kendimi ne yakın buluyorum, ne de uzak. Varsa vardır, yoksa da yoktur.

Ama varmış gibi iddiada bulunmayı spiritüellik olarak görmediğimi belirtmek isterim.

Bu kitapta şu ana kadar birçok kabullenme ortaya koydum. Bunlardan bir tanesi, duygu

sıkışması ve geçmişin duygusunun boşaltılmasının, birçok sorunu çözeceği ile ilgili

kabullenmedir. Bugüne kadar gerek benim, gerekse benzer yurt içi ve dışı terapist ya da

şifacıların aldığı sonuçlar, bu kabullenmemizin doğru olduğuna dair düşüncelerimizi

güçlendirmektedir. Ama bilimsel midir? Hayır, henüz değildir. Belki zamanla bilimin de bir

takım katkıları olacaktır.

Geçen bölümde verdiğim iyileşme modeli de benzer bir kabullenmedir. Ruhu hissederek

yaşamanın hayatın amacı olduğunu ileri süren bu kabullenme, yine birçok açıdan gerçeğe

yakın bir modelleme yaptığımıza dair belirtiler ortaya koyar.

İnsan spiritüel bir varlık derken ne demek istiyorum? Bu dünyaya spiritüel bir varlık olarak

geldiğimizi... Evrensel gerçeklere uyumlu olarak yaratıldığımızı söylemek istiyorum. Yeni

doğan bebekler ışıl ışıl parlar. En nemrut diyeceğimiz tipler bile, yolda böyle ışıl ışıl parlayan

bir bebek gördüklerinde, çok kısa bir an olsa bile enerjileri değişir. Işıl ışıl parlamak, bebeğin

“ben henüz hipnozlara bulaşmadım” işaretini vermesidir. Çocuklar spiritüelliklerini

kaybettikçe, yani beyinleri, bilinçaltları hipnozlarla doldurulmaya başlandıkça, o keyif hali,

insani hali kaybolmaya başlar. (Spiritüel insanın özelliklerini ayrıntılarıyla değersizlik inancı

kitabımda yazdım).

İnsan; ruhu olan, evrensel enerjiyle aynı frekansta titreşen, özünde enerji kaynaklı bir varlıktır.

Bu spiritüel kabullenmemiz olurken, bunun karşısına hipnotik inançlarımız yer almaya başlar;

Buna göre insan maddi bir varlık olup, fiziksel bedenin dışında başka bir gerçeği yoktur. İşte

geçmişin hipnozunu yaratan en temel inançlarımızdan biri... Salt fiziksel beden olsaydık, acaba

niye tıbbın bu kadar çok çözemediği ve iyileştiremediği kronik hastalıklarımız olsun? Bir tane

mi bile iyileşmez? Öte yandan tıbbi çarelerle iyileşmeyen birçok hasta yaşama bakışında köklü

değişiklikler yaptığı zaman iyileşmektedir (Miracles Happen: The Transformational Healing

Power of Past Life Memories. Brian Weiss , Amy E. Weiss ).

Bir hikâye daha vardır, çok duyduğumuz. Tanrı dünyayı yaratırken yaşam ile ilgili sırrın hemen

bulunmasını istememiş. Sanki insanın bilmediği ama derinlere yerleştirilen bir bilgi, insan

ancak sırrı keşfettiği zaman gerçeği bulacağı ile ilgiliymiş. Yani insanın esas çabası sırrı

aramakla ilgiliymiş. Tanrı baş melekleri toplamış. “Sırrı nereye saklayalım” diye sormuş. Bir

melek “Everest’in tepesine saklayalım. Oraya kolay ulaşmaz” demiş. Daha deneyimli biri,

“insan meraklı bir varlık olacak. Kısa sürede oraya çıkacaktır, uygun bir yer değil.” demiş.

Diğeri, “Okyanusun en derinine saklayalım. Oraya kolay gidemez.” demiş. Diğeri, “İnsan akıllı

bir varlık olacak. O nedenle oraya gidecek vasıtaları kısa sürede yapacaktır.” demiş. En yaşlı

melek “Siz onu insanın içine saklayın, oraya bakmak asla aklına gelmeyecektir.” demiş. Ve

sonunda sır insanın içine saklanmış. İşin tuhafı, sırrın içimizde olduğunu bilsek de a. Sırrın ne

olduğunu bilmiyoruz; b. Bu sırra nasıl ulaşacağımızı bilmiyoruz.

İşte muhtemelen sırdan uzaklaştıkça, sırrın keşfedilmesi için bazı işaretler de bırakmış Tanrı.

Bunlardan bir tanesi, duygu sıkışması ve titreşen duyguların yarattığı hisler. Hisler alarm

görevi görürler, demiştim. Yani her his hem içimizdeki hipnozu gösterir, hem de sırdan

uzaklaşılmaya başladığına dair uyarı verir. Belki de hislerle ilgili sır da bu olabilir. Bana uzun

süre, en anlaşılmaz gelen duygulardan biri, spiritüel öfke olarak adlandırdığım duygunun

kaynağı olmuştur. Doğrudan yaşamsal tehlike olmamasına rağmen, bir çocuğa onun spiritüel

bir varlık olduğunun tersine yapılan her davranış öfke biriktirir. Örneğin bir çocuğun yaptığı bir

resmin fark edilmemesi ve geri bildirim verilmemesi gibi…

Zamanla spiritüel öfkenin kaynağının doğrudan insan tarafımızdan kaynaklandığını ve yeniden

insanlığımızı bulmak amacıyla iz ve işaret bırakmak için üretildiğini düşünmeye başladım.

Duyguları derinine analiz ederken bu konuya tekrar döneceğim. (Bilinçaltının da böyle bir

huyu var gibidir. Hem duyguları bastırmak ister, hem de sırların açığa çıkması için sürekli

işaret bırakır. Bunu da regresyon çalışmaları bölümünde anlatacak örneklerim olacak.)

Duyguların insani ve spiritüel yönü de budur. Varlığımıza karşı fiziksel bir tehditten çok insan

olmamızı ezmeye çalışan, insani değerlerimizi çiğnemeye çalışan durumlar karşısında

duygusallığı yaşamamız son derce insani bir durumdur ve bizi diğer canlılardan ayıran en

büyük ve kutsal yönümüzdür. Duyguları çok sıkışmış, hipnozları çok derinleşmiş, insanlığın

yerini korku idaresi almış birçok kişide bu duygular hissedilemez olur. Sıkışmış duyguları

boşalttıkça, yeniden insani duygularımızla da buluşmaya başlayacağız. Duyguları bastırmak

hipnozumuz olurken, insani duygularımızı hissetmek ve ifade etmek ise spiritüel yanımız

olacak.

Özetle;

Spiritüelliğimizi kaybettikçe hipnoza giriyoruz.

Hipnoza girdikçe maddi varlıklar olduğumuza inanmaya başlıyoruz.

Bundan sonra tüm çabamızla değerli bir mal olma savaşımız başlıyor.

Mallaştıkça sırdan uzaklaşıyoruz. Sırdan uzaklaştıkça daha kötü hissediyoruz. Daha kötü

hissettikçe, iyi hissetmek için ya daha çok mallaşıyoruz ya da daha çok mallanıyoruz.

Duygu koçuna düşen görevlerden biri de bu…

Kişiyi yeniden spiritüelliği ile buluşturmak. Ben bir malım hipnozundan çıkarmak.

Yeniden duygularıyla yaşayan bir varlık olduğuna ikna etmek…

Hissi Hissetmenin Dayanılmaz Hafifliği…

Adına iyileşmek diyelim, aydınlanmak diyelim, kişisel gelişmek diyelim, değişmek diyelim, ne

dersek diyelim… Soru şu… Biraz daha iyileşmiş olmanın, kişisel gelişmiş olmanın, değişmiş

olmanın, aydınlanmış olmanın ölçüsü nedir? Nasıl bileceğiz bir kademe daha ileri gittiğimizi…

Benim için tek ölçüt iyi hissetmektir. Bir önceki duruma göre daha iyi hissediyorsa bir kişi, bir

kademe ileriye doğru gitmiş demektir. Bir kademe daha iyi hissetmek, biraz daha enerji

bedeninden duygu boşalmış olması demektir.

Bir önceki duruma göre daha iyi hissettiğimize nasıl karar vereceğiz?

Bunun için iyi hissetmeyi bir kez daha somut olarak tanımlayalım.

İyi hissetmek kötü hissetmemek demektir.

Kötü hissetmek bedeninde kötü olarak algıladığın bir his hissetmemek demektir.

His bedenimizde yeri belli, vasfı belli, şiddeti belli fiziksel deneyimlere diyoruz. Vasıf dediğimiz

zaman hissi bir sıfatla tanımlamayı kastediyoruz. Sıcak, soğuk, sıkıştırıcı, acı, baskı, batıcı,

yumuşak, zonklayıcı, sıkıntı verici gibi…

İyi hissetmek hemen şu anda vereceğim bir karardır. Gözlerimi kaparım. Saçımdan ayaklarıma

kadar tüm bedenimi kontrol ederim ve kötü olarak algılamadığım bir his ya da daha doğru

deyimle bedenimin herhangi bir bölgesinde diğer bölgelerden daha farklı bir his bulamazsam,

bedenim iyi hissediyor demektir.

Evet, burada iyi hissetmek tamamen bedenin başardığı bir şeydir. Zihnimizin değil. Zihin her

zaman yanıltıcıdır, hipnotiktir. “Ben iyi hissediyorum” derseniz, sanki bilinçaltına şu anda bana

bir şey hissettirme mesajı göndermiş olursunuz. Ama “bedenim iyi hissediyor” demeye

niyetliyseniz, o zaman bu cümleyi sarf etmeden önce bedeninizi tarafsız, samimi ve

farkındalıkla gözlemlersiniz. Hemen tüm beden bölgeleri aynı frekans bandında titreşiyorsa iyi

hissediyorsunuz demektir.

Burada frekans bandının hangi aralıkta olacağı da önemli tabi… Hemen herkes huzurlu

hissetmenin nasıl bir şey olduğunu bilir. Durgun bir su gibi, bedenimiz tatlı tatlı titreşiyorsa,

sakin ve huzurlu hissediyoruz demektir. Çok nadir durumlar dışında tüm bedenin kötü

hissetmesi mümkün değildir, zaten. Yani bir kişi, tüm bedeni aynı frekansta titreşiyor diye, bu

titreşen –enerji bedeni bölümünde anlattığım gibi- bozuk frekans bandında olsa da “kötü

hissediyorum” demez.

O halde iyi hissetmek, ancak, samimi bir gözlemle, tüm bedeni taradıktan sonra ortaya

konacak bir bedensel durumdur. Bir duygu koçunun, danışanına en çok sorduğu soru şudur.

“Tüm bedenini gez dolaş, nerende ne hissediyorsun, bana söyle.”

Neden hissetme üzerinde bu kadar duruyorum?

Tüm çalışmalarımızın amacı iyi hissetmektir de ondan. Hayatta ne yaparsak yapalım, neyle

uğraşırsak uğraşalım tek amacımız iyi hissetmektir. Başarılı olduğumuz zaman da iyi

hissederiz, zengin olduğumuz zaman da, sağlıklı olduğumuz zaman da… Ayrıca iyileşme

felsefemize bakacak olursak, insanın varlığının amacının hissetmek olduğunu görürüz. Ruhu

deneyimlemek demek, özel bir hissi hissetmek demektir. İnsan bedeni hem hissetmek, hem

de hissettiğini fark edecek şekilde tasarlanmış ve yaratılmıştır.

Zamanla “iyi hissetmem gerekir” bilgisi bazı hipnozlarla karışmaya başlar. İyi hissetme

hedefinde bir değişme olmaz da nasıl iyi hissedeceğimiz konusunda inançlarımız gelişir.

“Ancak şuna sahip olursam iyi hissederim”. Ya da “ancak şunu başarırsam iyi hissederim” gibi

inançlarla boğuşmaya başlarız. Çok az kişi yaşamında iyi hissetmenin sadece duygular

üzerinde çalışarak başarılacak bir iş olduğunu unutur. İyi hissedemedikçe, daha fazlasını elde

etmeye çalışırız.

Evet, yaşamın amacı iyi hissetmektir. İyi hissetmek bedenimizin tek ve bütün halinde

titreşmesi demektir. İyi hissetmek evrensel enerjiyle koherant bir şekilde titreşmek demektir.

Hissetmek araç değil amaçtır. Hissettikçe birçok bozukluğun değişmesi için ilk adımları atmaya

başlarız. Kötü olarak algıladığımız hislere odaklandıkça zihinsel enerjimizi, duygusal sıkışıklığa

doğru yönlendiririz. Duygusal sıkışıklıklar açıldıkça, enerji bedeninin akışı düzelir. Enerji

bedenindeki akış düzeldikçe fiziksel beden iyi hissetmeye başlar.

İyi hissetmek, iyiyim demekle sağlanan bir şey değildir. İyi hissetmek varlığımızın dışında vuku

bulan olayları değiştirmekle elde edilecek bir şey değildir. İyi hissetmek bir kişinin sadece

kendi bedeni üzerine odaklanmasıyla sağlanacak bir durumdur.

Bir duygu koçunun danışanına öğreteceği ilk şey hissetmenin önemi olmalıdır. Bir duygu

koçunun kendi üzerinde öğreneceği ilk çalışma da hissetmek olmalıdır.

Hissetmenin Dayanılmaz Ağırlığı

Gerek bilimsel, gerek sosyal, gerekse kültürel açıdan en az üzerinde kafa yorduğumuz

konulardan biridir hisler. Gün içindeki konuşmalarımızın içinde mutlaka kelime ve kavram

olarak kendine bol bol yer bulur. Kendimiz ifade ederken çoğu cümleyi, doğru ya da yanlış

(çoğu zaman yanlış) hissediyorum ile bitiririz. Doğduğumuz andan beri hislerle o kadar iç

içeyiz ki, hakkında pek bir araştırma yapmaya gerek duymayız. Sanki neden iki gözlü, ya da iki

kollu olduğumuzu araştırmamak gibi…

Ancak gel zaman, git zaman hisler o kadar hayatımızı yönetmeye başlar ki, bu kadar hayatımızı

etkileyen, yaşam süremizi, yaşam kalitemizi etkileyen bir konunun, bu kadar farkındalığımız

dışında bırakılması ilginç bir paradokstur.

Bizi kötü hissettiren hislerden kaçmak ya da kurtulmaya çalışmak o kadar normaldir ki…

Başımız ağrıdığı zaman doğrudan ağrı kesici alırız. Ancak çok şiddetli olursa korkup doktora

gideriz, yapılan araştırmalarda bir şey çıkmazsa, ağrı kesici almaya devam ederiz. Fiziksel

ağrılarda çoğu zaman hissi hissetmekten kaçmak yerine hissi hissetmeyi engelleyecek çarelere

başvururuz. Masaj yaptırırız, ilaç alırız. Oturmaktan bacaklarımız uyuşursa, kalkıp hareket

ederiz. Yani içgüdüsel ya da öğrenilmiş olarak fiziksel bir arıza sonucu ortaya çıkan ağrı ya da

hisler için daha somut bir şeyler yaparız.

Ama mesele duygusal kaynaklı, yani daha çok da sıkışmış duyguyla ilgili bir takım hislere sıra

geldiğinde, genellikle bu hisleri yol gösterici, yüce bir bilgenin uyarıları, içimizdeki tanrı vs gibi

kabul edip bu hislere göre pozisyon almaya başlarız. O hissi yaratacak ortamlardan kaçarız. Ya

da o hisleri farkındalığımızın dışına çıkaracak işlere dalarız, ya da sigara-yemek-alkol üçgenine

dalarız.

İşin ilginç yanı şudur. Duygusal hisler, fiziksel hislere göre çok daha az acıtıcıdır. Yani 10

üzerinden değerlendirme yapacak olursak çoğu titreşen duygusal his ortalama 5 civarındadır.

Hâlbuki fiziksel hisler 7-8 in altında değildir. Fiziksel his çok daha keskin ve hareket kısıtlayıcı

özelliğe sahipken, duygusal hisler nadiren korkutucu olabilir (panik atak gibi).

Ama nasıl bir mekanizma devreye girmişse girmiş, bilinçaltlarımız, duygusal hisleri

hissetmekten ya da fark edilmesinden fiziksel hislere göre çok daha fazla korkar olmuştur.

Böbrek taşı ağrısı çekerken bile, “nasılsın” diye sorulduğunda “böbreğim ağrıyor” diye cevap

veren bir kişi, eğer kalbinde bir ayrılık acısı hissediyorsa “kötü hissediyorum” diye yanıt verir.

Yani duygusal hisler otomatik olarak kötü hisler sınıfına girerler. Çoğu kişi için öfke, korku,

suçluluk, kızgınlık, üzüntü, utanma kötü hislerdir. Bu hislerin hissedilmemesi gerekir. Bu hisleri

hissetmek kişiye ağır gelir.

Yıllardır bireysel seanslara, kişisel gelişim çalışmalarına, hatta kamplara katılmış bir kişi

benden bu his muhabbetini en az on kere dinlemiştir. Dersin ki, “artık paradigması

değişmiştir”. Hayır. Yine bir mesele çıkar ve farkında olmadan, hissi hissetmeyecek yönde

saçma bir seçimde bulunur.

Bir numaralı his hipnozumuz budur. KÖTÜ HİSLERİ HİSSETMEMEM GEREKİR. Bunun daha

doğru açılımı şudur. Kötü olarak ALGILADIĞIM hisleri hissetmemem gerekir. Hisleri nasıl bir

eleme sistemiyle iyi ya da kötü diye sınıfladığımız da ayrı bir meçhuldür. Hâlbuki his histir.

Hissin iyisi kötüsü olmaz. Alarm sesinin kötüsü olamayacağı gibi... Tehdidin şiddetine göre

şiddetli çalan alarmlar var mıdır, bilmiyorum ama bir hissin şiddeti arttıkça enerji bedeninde

sıkışan duygunun etkisi o kadar olumsuz demektir. Histen ancak bu anlamı çıkarabiliriz. Hissi

yok etmeye çabalamak, arabanın alarm sesinden rahatsız olup, alarmı devre dışı bırakmak

demektir.

Bir hisse kötü damgasını vurduğumuz andan itibaren o hissin kendisi savaşılacak bir materyal

olur. Duygu koçunun yol haritası bölümünde anlattığım gibi, ikinci adım hissi hissetmektir.

Ama hisse kötü takısını eklersek, doğrudan bilinçaltı devreye girer ve hissi hissetmemizi

engelleyecek mekanizmaları devreye sokar. O nedenle öncelikle hisleri kötü veya iyi diye

sınıflamak yerine sadece hissedilmesi gereken ajanlar olarak görmek gerekir. “Her türlü hissi

hissetmeyi seçiyorum”, iyi bir seçenek cümlesi olacaktır. Seçimle biten cümleler, bilinçli

irademizi ortaya koyarlar. O halde hisleri hissetmek aslında bilinçli irademizi ortaya koymak

demektir. Bilinçli irademizle hisleri hissetmeye başladığımız andan itibaren bilinçaltı ile

iletişim başlamış demektir.

Duygu koçu olarak yola çıkacaksanız eğer, öncelikle kendi hislerinizin farkında olmayı öğrenin.

Hissedin, hissettirin. Eğer, danışanınıza hissetme konusunda yeteri açıklıkla yaklaşamıyor ve

hissetme dışında farklı bir takım yollardan gitmeye çalışıyorsanız, sizin de bilinçaltınızda

hissetmeye karşı güçlü hipnozlar var demektir.

Beden hassas bir aygıttır. Zihin, ya da akıl her zaman yalan söyler, ya da yanıltır. Ama beden

yalan söylemez. İnatla hissetmeyi ön plana alan bir kişi bir süre sonra hissetmeye başlar.

Hisleri birbirinden ayırmadan, fırsat buldukça, hatta inadına fırsat yaratarak, her an, her

durumda, neremde ne hissediyorum çalışmasını yapın. Günde en az elli kez bu soruyu

sormayan bir kişi değişim konusunda yeteri kadar samimi değildir.

Beyin denen organ user friendly çalışır. Yani kullanıldıkça gelişir. Beynin değişik bölgeleri için

bu mekanizma geçerlidir. Görme ve işitme ancak bu duyulara odaklandıkça hassaslaşır. Bir

orkestra müziğini dinlemeyi başlayın. Başlangıçta tek ses gibidir. Ama farkındalıkla

odaklandıkça, işitme transına girmeye başlarsınız. İşitme transına girdikçe müziğin içinde

birçok ayrıntı bulursunuz. Davul sesini, keman sesinden, hatta kemanların seslerini birbirinden

ayırmaya başlarsınız. Buna kalibrasyon diyoruz. Hisler de çok hızla kalibre edilirler. Daha

önceki bölümlerde verdiğim nefes örneğine dönelim. Nefesinizi burundan geçerken

hissetmeye başlayın. Her nefeste daha fazla ayrıntı hissedersiniz. Nefesin başı ile donu

arasındaki farklılıkları, giren ve çıkan havanın farklı hislerini, sağ ve sol burun deliği arasındaki

farklılıkları, burun boşluklarının değişik bölgelerindeki his farklılıklarını ayırmaya başlarsınız.

Halk arasında, kişi orasını burasını hissedip, şikâyet etmeye başladığı zaman, “kendini fazla

dinliyorsun” derler, “o kadar dinleme”. Ben ise tersini söylüyorum. Hipnozdan çıkmaya ilk

adımlar, kendini dinlemekle başlar. Hisler bilinçaltının sesleridir. Hisleri birbirinden ayırmaya

başladıkça bilinçaltınızın dilini çözmeye başlarsınız.

Hissetmekten kaçtığın her türlü his uzun vadede sana hastalık olarak geri iade edilir.

Hisler içinizde yüce bilge aksakallının mesajları değil 8 yaşındaki çocuğun dünyayı

algılamasının yansımasıdır.

Bütün hisler iyidir. Size bedeninizde bir şeylerin ters gittiğini haber verirler.

Hisler bazen çığlıktır, bazen yalvarıştır, kendi gerçeğini fark etmen için...

Bilinçli Bakış. Evet, ama nereye?

Regresyonla ilk başladığım dönemlerde, tüm sorunların kökeninin bilinçaltı olduğu bilgisiyle

donanmıştım. Bilinçaltına ulaş, gerisi kolaydı. Bilinçaltına nasıl ulaşacaktık? Hipnozla. Derin

hipnozu elde et. Gerisini bilinçaltı halleder. Sanki bir takım bilinmez güçler benim bu alanda

kalmamı istermiş gibi, ilk zamanlarda işler çok yolunda gitti. Tıp için mucize sayılacak sonuçları

4-5 seansta alıyordum. Sonuç aldıkça iştahım kabardı.

Ama sonra, yavaş yavaş tökezlemeye başladım. Herkes öyle tereyağından kıl çeker gibi

hipnoza girip, geçmişine gidip sonra da duygusunu boşaltıp, mucize yaratmıyordu. Bu

vakalarda hep kendimi sorguluyordum. Nerede yanlış yapıyordum? Kaçırdığım ne vardı?

Bazen istenilen hipnotik derinlik olmuyordu. Bu sorun değildi. Derinleşene kadar çalışırdım.

Bazen ise derinleşme olmasına rağmen regresyon olmuyordu. Bilinçaltları direniyordu. Bir

türlü istenilen malzemeyi vermiyordu… Yurt dışındaki bilgi paylaşım listelerine soruyordum.

Bir şeyler anlamaya çalışıyordum. Hep basmakalıp yanıtlar geliyordu.

Nasıl keşfetmeye başladım bilmiyorum, ama bilinçli bakış eksikliği diye bir şeye takılmaya

başladım. Standart regresyon kitaplarında olsun, ya da aldığım eğitimde olsun, böyle bir

şeyden bahsedilmiyordu. Amerika’daki regresyon tartışma listeme bu konuda düşüncelerimi

yazdığım zaman da karşıdakilerin bir şey anlamadığını fark ediyordum. “Bilinçli bakış eksikliği

de neymiş?” diyorlardı. “Yeteri kadar bilgilendirirsin, sonra da açıklamanı yaparsın, gerisi olur

gider.” O sıralar Fethiye’deydim. Birkaç İngiliz müşterim oldu. O kadar kolay anlayıp, hemen

çalışma atmosferine giriyorlardı ki. O zaman bizim ulusumuza ait bir sorunla karşı karşıya

olduğumu anladım.

Bizim Türk halkının ortak bir özelliğini keşfetmeye çalıştım. Bizim vatandaşa “duygularla

çalışacağız” demek yetmiyordu. Ya da duygularla nasıl çalışacağımızı anlatmanın bir yararı

yoktu. Bizimkileri önce duygunun gerekliliğine ikna etmen gerekiyordu. Toplumun büyük

çoğunluğu tarafından duygu gereksiz ve dışlanması gereken bir şeydi. Gereksiz bir şeyin şimdi

onların iyileşmesini sağlayacaklarına öyle kolay ikna olmaları pek mümkün olmuyordu.

Bilinçaltına yerleşmiş çoğu inancın gerçekten gerçek bilincimiz olduğu hipnozuyla yaşıyoruz.

Yani bilinçaltında “kötü hisleri hissetmemem lazım” hipnozu varken kişinin bilinçli bakışına da

bu durum gayet normal ve doğru geliyor. Böyle olunca da normal durumun hissetmemek

olduğu inancı ortaya çıkıyor. Bilinçaltı ile bilinç aynı telden çalarken bilinçaltında nasıl bir

değişiklik yapabiliriz ki?

Bir diğer paradoks da şu oluyor.

“Bu durumda bunu hissetmen gerekiyor mu?” diye sorup, yanıt “hayır” olduktan sonra,

çalışmaya başladığımız “her türlü hissimi hissetmeye hakkım var” cümlesi de kafa karıştırmaya

başlıyor. Sorunların hissetmemekten kaynaklandığını açıklamak oldukça zor oluyor.

Yine bir diğer sıkıntı da, bizim eğitim sistemimizden kaynaklanıyor. Bizim eğitim sistemimiz

ilkokuldan itibaren bilmek üzerine dayalıdır. Bilgi de testlerle ya da sınavlarla ölçülen bir

şeydir. Bildiğin konuyu ne kadar anladığının önemi yoktur. Sınıfta öğretmen “anladın mı?”

diye sorar ama esas sorduğu “bildin mi?” olmaktadır. Yani, “ben sana bu soruyu sorduğum

zaman, bilebileceğini düşünüyor musun?” anlamına “anladın mı” diye sormaktadır. Öğrenci

de bir tek bu soruyu anlamakta, yani öğretmenin ona anladın mı sorusunu, bildin mi

anlamında sorduğunu anladığı için, genellikle yanıtı evet olmakta ve gerçekten de sınavda

konuyu bilmektedir. Ama o konuyla ilgili ne anladığı meçhuldür. Bilme eylemi kritikal faktörde

tutulan bir şeydir. Eğer hayati bir bilgiyse ancak anlaşılan bir şeye dönmeye başlar. Çünkü

anlamak demek, bilincin bildiğinin bilinçaltı tarafından kaydedilmesi ve gerektiği zaman hayati

bir durumda kullanılacağı anlamına gelir. Hâlbuki kritikal faktörde tutulan bilgi işe yaradığı

sürece orada kalır ve sonra atılır, içeri alınmaz. Buna bilincin geçici hafızası diyoruz. Bunun

örneğini hipnozun kitabında vermiştim. Tekrar hatırlatayım. Başıma gelen bir olaydan yola

çıkarak. Ankara Emek’te muayenehaneme her sabah geldiğimde aracımı farklı yerlere fark

ediyordum. Akşama kadar park ettiğim yer kritikal faktörde tutuluyor, akşam aracımı

bulduktan sonra yok ediliyordu. Ertesi gün bile bir gün önce aracımı nereye park ettiğimi

hatırlamam çok güçtü. Bir gün akşam geldiğimde, aracımın camları kırıktı ve teybim çalınmıştı.

İşte aradan on yıl geçmiş olmasına rağmen hala o aracın yerini size birebir verebilirim. Çünkü

bilinçaltına göre o yer tehlikeliydi ve hatırlanması gerekiyordu. Ne zaman aracımı oraya park

etmeye niyetlensem, gerilirdim ve park da etmezdim, bir tarafım bilinçaltının saçmalığını

bilmesine rağmen. Yani sahip olduğumuz bilginin ilerde hayat kurtarmak açısından işe

yarayacağına ikna olmazsak o bilgiyi bilinçaltına aktarmakta zorlanırız ve bu durumda da

meseleyi anlamamış oluruz.

Dokuz günlük duygusal yüzleşme kampına katılan katılımcılardan çoğu kamp sonunda bir

sınav yapacak olsak rahatlıkla 90-100 alırlar. Ama bir yıl sonra aynı testi yapsak inanın çoğu

kalırlar ve “bu bir yılda bunları ne kadar uyguladın?” diye sorduğumda da ya hiç, ya da pek az

yanıtını alırım.

O halde sonuç.

Bilmekle anlamak aynı şey değildir. Sonuç almak isteyen bir kişi, samimi bir şekilde

anlamadığını anlaması gerekir. Anlamadığını anlamadan başlanacak her çalışma hüsranla

sonuçlanacaktır. Regresyon çalışmalarını geliştirmem de bilgilerinden çok yararlandığım

Randy Shaw “setup, setup, setup” der. Matt Sisson ise “pretalk, pretalk, pretalk” der. Aslında

her ikisi de “kişi anlamadan işe başlamayın” demek istemektedir. (Bunların anlamına, ön

görüşme aşamalarını anlatırken değineceğim).

Anlamak, bilinçli bakışın bir parçası oluyor. Anladığın ölçüde, bilinçli bakışın güçleniyor, bilinçli

bakışın güçlendiği ölçüde daha derin anlıyorsun. Tabi burada daha derin, anladığım halde

anlatmakta zorlandığım bazı ilişkiler var.

Daha önceki konularda da bahsettim. Sorunların temelinde zihnin parçalanması yatar.

Bilinçaltının bildiklerinden bilincin haberi yoktur. Bilincin yaşam anlayışından da bilinçaltının...

Duygu koçluğunun bir amacı da bütünlüğü sağlamaktır. Bu kopukluk bilincin meseleyi

anlamasını zorlaştıran önemli bir meseledir. Bilmek, dediğim gibi bilinçaltının pek karıştığı bir

şey değildir. Bilme işlemine bilinçaltını dahil edebildiğimiz ölçüde bilinçli bakışı güçlendirmeye

ve bazı şeyleri daha iyi anlamaya başlarız. O nedenle bilinçli bakışı sağlamak da duygu

koçunun çalışmaları arasındadır ve zaten hipnoterapistlikten duygu koçluğuna geçişin en

önemli nedenlerinden biri de budur.

Bilinç, bilinçaltından farklı bakışa sahip olmadan bilinçaltında bir değişiklik yapma olasılığı

hemen hemen imkânsızdır. Bilincin bilinçaltından farklı bakışa sahip olması demek, hipnozdan

farklı bir anlayışa sahip olması demektir. Bu da gerçeğin kavranması ve anlaşılmasıdır. Daha

bugün bir danışanımla bir yerde takıldık. Kız kardeşinin çocuğunu karda oynamaya çıkarmak

istemiş. Bit kaç kez dediği halde kız kardeşi sallamamış. Ama biraz sonra komşusu aynı talepte

bulununca çıkmışlar. Tabi danışan bozulmuş, ama bozulduğunu belli etmemiş. Hem bir şey

hissetmedim, diyor. Hem de bir daha niye ona gideyim, diyor. Gidersen ne olur? Değersiz

hissederim. Siz olsanız bir şey hissetmez misiniz? O zaman, kötü hissedeceğini bildiği için

bilinçaltı gitmekten vaz geçiyor ve sen de buna uyuyorsun. Kötü hissetmiyorum ama niye

gideyim.

İşte burada güçlü bir bilinçli bakış eksikliği var. Kişiye böyle durumda kötü hissetmesi gayet

normal geliyor. Gitmeme seçeneğinin bilinçli bir seçim olduğuna kendini kandırıyor, kendini

kandırdığını farkında olmadan. Hâlbuki olan şu. Bilinçaltında güçlü bir güçlü görünmem

gerekir hipnozu var. Bu nedenle kırıldığının belli olmaması gerekir. Acıtsa da acıtmamış gibi

davranacak. Ama acı hissederken, acımamış gibi durmak zordur. İşte bilinçaltı bunun

bilincinde (!) olarak, gerçekten bir şey hissetmesini engelliyor. Bir çeşit self hipnozla ağrıyı yok

ediyor. Kişi buradaki zihinsel çarpıklığı fark edip onaylamadığı müddetçe, bilinçaltından ne

güçlü görünmem gerekir hipnozunu yıkabiliriz, ne de kız kardeşim bana değer vermiyor

inancını.

Bazen aynı konunun altını tekrar tekrar çizmek gerekir. Çoğu zaman sadece konuşmak

yetmez. Bilinçli bakışı davet etmenin değişik taktikleri vardır. Özel bir konuşma şekli vardır.

Bilinçaltına yönelik teknikleri kullanması vardır. Bunları konusu gelince tüm detaylarıyla

anlatmaya çalışacağım.

Duygu koçunun yol haritasında da anlattığım gibi ilk adım bilinçli bakışı sağlamaktır.

İlk oluşturulacak bilinçli bakış hislerin hissedilmesi üzerine olacaktır. Bu konuyu bol bol

konuştuk ve yeri geldikçe de konuşacağız. En kafa karıştıran ve algılamakta güçlü çekilen

durum yukarıdaki örnekte olduğu gibi bazı durumlar için hissetmeme gerek yok diyebilirken

kişi, bazı durumlar için ise bu kararı vermekte zorlanır. O zaman duygu koçuna düşen tekrar

tekrar farklı çerçevelerle farkındalığı sağlamaya çalışmaktır.

Bir zorlayıcı durum da, regresyon sırasında karşımıza çıkar. Bir şekilde geçmişten bir olaya

gidilir ve kişi o anda orada tıkanır kalır, bir türlü istenen tepkiyi ya da duygu boşaltmasını

sağlayamaz. Çünkü beklenmedik bir olaydır. Duygu yoğundur. Kişi bir türlü olayı bilinçli bakışla

değerlendiremez. Duygu boşaltamaz. İşte burada, bu anda duygu koçu çok yumuşak şekilde

bilinci olaya davet etmeye çalışır. Tabi bazen duygu koçunun kendisi de o karşılaşılan olayda

bilinçli bakışa sahip olmayabilir. O zaman zaten duygu koçu henüz duygu koçu olacak

olgunluğa gelmemiş demektir.

Hangi olaylar zorlar, hangi olaylar da daha kolay bilinçli bakış oluşur, bunu da yeri geldikçe

örneklerle tartışacağım.

Hipnoz ve Bilinç…

Hipnozu ilk öğrenmeye başladığım dönemlerde, hipnoz bana bilinçaltı ile iletişim kurma yolu

olarak pazarlanmıştı (Hala da çoğu kişi bunu böyle pazarlıyor ya!). Başarmak isteyip de

başarmadığımız ne varsa, bilinçaltının anlayışsızlığından olmaktaydı. Bilincin istekleri bir türlü

bilinçaltına aktarılamıyordu. İşte hipnoz bunu başarıyordu. Ne kadar müthiş bir şey değil mi?

Yap hipnozu, bul o derinliği, değiştir bilinçaltını. Bul karayı, al parayı. Tabi ki hikaye.

Hipnoz için şu ana kadar neler dedim?

Hipnoz bir telkinin kabul edilme ve uygulanma şeklidir. Her hipnozun inanç dediğimiz bir

yazılımı var. Her inanç yanlışlanabilir. Yani hipnoz evrensel gerçeklere uygun olmayan

safsatalara inanarak yaşama halini ifade ediyor. O halde eğer siz bir insanı yeniden hipnoz

edecek olursanız, bir safsatanın yerine yeni bir safsata ekmek durumunda kalırsınız.

Örnek. Sigara içmek bir hipnoz halidir. Birçok safsata inanca dayanarak yaratılmış bir

eylemdir. Eğer kişi “yap bana bir hipnoz, şu sigaradan kurtulayım” derse, yapacağınız şey, eski

safsatadan daha güçlü bir safsatayı oraya eklemektir. Örneğin “her sigara içtiğinde burnuna

bok kokusu geliyor!” gibi.

Şimdi bilinçli bir insan, bilinçaltının zaten safsatayla dolu olduğunun bilincinde olan bir insan,

yeni bir safsatayı bilinçaltına ektirir mi? Eğer ektiriyorsa, onda bilinç falan yok demektir.

Hipnoz olarak iyileşme arayan insanda bilinç falan hak getire. Bir bölüm önce ne dedim? Bilinç

olmadan bilinçaltında değişim olmaz.

Zaten bize geçmişte safsatalar neden gerçekmiş gibi yutturularak hipnozlandık? O konularda

bilincimiz olmadığı için. Şimdi çocukken bir safsataya inandık. Bu safsata o andan itibaren

çocuğun o konudaki bilincidir. Ve aynı zamanda da kritikal faktörüdür. Yani artık o kişinin o

bilgisi kritikal faktör ile korunmaktadır. O halde kritikal faktör bir yanıyla da ne işe

yarıyormuş? Safsataları korumaya. Eğer doğmadan önce gerçekten anne karnında Oxford’u

bitirseydik, ya da Ana Britannica’nın tüm bilgileri beynimize download edilseydi, feriştahınız

gelse çocuğu bir gram hipnozlayamazdı, bir gram safsata ekleyemezdi. Çünkü, tamamen

gerçek bilgilerden oluşmuş bir kritikal faktörümüz ve bilincimiz olmuş olacaktı. Yani çocukken

bilinçaltımız bizim aynı zamanda bilincimiz olmaya başlar. Çocuğun beyni gelişmeye, korteks

büyümeye ve gelişmeye başladıkça, muhakeme etme, analiz yapma, mantık yürütme, irade

ortaya koyma, yani 8. bölümde anlattığım bilincin özellikleri oluşmaya ve işlemeye başlar. İşte

bu andan itibaren bilinçaltı diye bir şey şekillenmeye başlar. Bildiğimiz ve deneyimlediğimiz

dünyadan farklı bir programa sahip olmaya başlarız. Halbuki o zaman kadar program ile

bildiğimiz dünya birebir uyuşmaktaydı.

Tabi bu değişimler bir anda oluşmaz. Kritikal faktör parça parça oluşurken, bilinçaltı da bölük

pörçük oluşur. Yani A bilgisi belki 3 yaşında bilinçaltı olmaya başlarken, B bilgisinin bilinçaltı

olması belki 8 yaşını bulacaktır. Hem kritikal faktör parça parça oluşur. Her yeni safsata kritikal

faktöre bir parça eklerken, ilk ağızda bilinci de içeren bu bilgi, ilerde potansiyel bilinçaltının

inancının besleyici adayıdır.

İlerde bahsedeceğim 5-PATH sisteminde çocuğun bilgilendirmesi işlemi vardır. Yani hipnoz

altında(!), regresyonda, çocuğa bu kritik bilginin ilk ekildiği anın gerisine gideriz. Yani “annem

beni sevmiyor” bilgisi 2 yaşında ekilmişse, biz kişiyi 2 yaşın gerisine geriletiriz ve ona esas

doğru bilgiyi, şimdiki yaşının da onayladığı bilgiyi veririz. Ondan sonra artık o safsatik bilgi

çocuğu etkilemez. Ama işte uzun yıllar sihirli bir işlem gibi gelen bu işlemin daha sonraları

aslında yeni bir hipnoz yaratmak olduğunu fark etmeye başladım. Hem terapist hipnozdaydı,

hem de müşteri (Amerikan ağzıyla konuşuyorum). Çünkü regresyonda zamanda geriye gitmek

diye bir şey yoktu, bir. İkincisi ise duygu boşalmadan yeni bir bilgiyi bilinçaltına

yerleştiremezsiniz iki. Yerleştirmek için o safsatik bilgiden daha güçlü çıkar sağlayacak bir

safsata bulmanız lazım.

Evet, işte duygu boşaltmadan, sadece regresyonla bazı olaylara gidip, sadece çocuğu

bilinçlendirmeye çalışmak tam bir hipnoz halidir. Evrensel gerçekte yeri olmayan bir durum!

Regresyonla ancak bir takım enerjik bağlantıları çözebiliriz. Başka bir şey yapamayız. (Tabi işin

bir takım matriksvari boyutları var, yeri gelince bunlardan da bahsedeceğim, ama o durumla

bu yapılan aynı şey değil).

O halde hipnoz olmayı özetleyelim. Birincisi gerçek hipnoz… Yani çocuklukta o kritikal faktör

gerçekten yok iken ekilen bilgilerin, zamanla zıt bilgilerin, kişinin bilgi sistemine yerleşmesiyle

oluşan bilinçaltının malı olan hipnozlar. Diğer tarafta ise hipnoz hakkındaki hipnozlarımız. Yani

hipnoz öyle bir şey ki, gerçekten hipnozla bir şeylerin değişeceğine inanırsan, zihnin telkine

açık hale gelebiliyor ve yeni bir safsatanın beynine ekilmesi ihtimali doğuyor. (Bu konuda daha

detaylı bilgi sahibi olmak isteyenler, Hipnozun Kitabı’na bakabilirler).

İnsan zihni doğası gereği, telkine açıktır. Bir otorite, güvendiğimiz biri, toplumsal bir inanç

kolaylıkla telkinlerini bilinçaltlarına yerleştirir. Çocukken zaten herkes otorite, herkes güç,

herkes herşeyi biliyor. Bu da doğuştan gelen bir hipnozumuz herhalde. Aslında bu hipnoz

değildir. Kutsal bir bilgidir. “Seni bir takım bakıcılara emanet ediyorum. Onlar seni hayata

hazırlayacaklar. Onlara güvenebilirsin.” Spiritüel bilgisiyle dünyaya geliriz (muhtemelen, bu da

bir kabullenme tabi ki). Ama doğduktan sonra yavaş yavaş güvendiğimiz dağlara kar yağar da,

kar yağdığını fark edene kadar atı alan Üsküdar’ı geçmiştir (artık bunlardan ne anlıyorsanız

odur).

Bilinçli insanı o safsataları ekmek için hipnoz dediğimiz o zihinsel boyuta almak kolay değildir.

Halbuki hipnoza inanmış bir kişiyi, zaten hayatı hipnoz olan, her türlü telkini eleştirmeden,

yargılamadan kabul edenleri ise anında, üflesen hipnoza alırısın. Zaten bunlara hipnoz

jargonunda somnanbulistik yani uykuda gezer denir.

Bizi, yani hipnoz bozucusunu, o ne olduğu belli olmayan ama çoğu hipnoz uygulayıcısı

tarafından adına hipnoz hali denen zihinsel duruma almak ilgilendirmiyor. Somnanbulistik bir

kişiyi çok kolay o hipnoz haline alırısınız ama bir gram hipnozdan çıkaramazsınız. Çünkü bu

konudaki bilinci sıfırdır.

Yıllardır yaptığım çalışmalardan sonra şu sonuca vardım. Bilinç, bilinçaltında neler olup

bittiğinin pek farkında değil ama bilinçaltı bilincin her an farkında. Sanki her adımda dönüp

bilince bakıyor. Sokakta kızımın köpeğini gezdirirken de aynı şeyi gözlemledim. Önden

yürüyen köpek, sürekli başını arkaya çevirip benim de gelip gelmediğimi kontrol eder. Yani

bilinçaltı bir olaya gitmek için olsun, hatta olaydan önce bir duyguyu hissettirmek için olsun

bilincin onayını arar. Bilinç gerçekten duyguyu hissetmek konusunda samimi ise, bilinçaltı

duyguyu hissettirir. Bilinç açığa çıkacak olaya bilinçli bakma olgunluğuna sahipse eğer (işte

bilinçaltı bir şekilde bunu anlıyor sanki), bilinçaltı olayı açar.

Ve bunları gerçekten son derece samimi ve gayretli bir şekilde yapar. Ben şunu söylerim. “Siz

bilinçaltına doğru bir adım atın, bilinçaltı size doğru 10 adım atar”. Bilinçaltının direndiğine

dair psikoloji camiasında bir mit dolaşır. Bilinçaltında direnç falan yoktur. Bilinç kararlılık

ortaya koyduktan sonra bilinçaltı, bilinç ne değişimi uygun görüyorsa o yönde değişim

yapılmasına izin verir.

Burada kararlılık dediğimiz durumda bir ince ayrıntı vardır tabi. Eğer bilinç içinde bulunduğu

hipnozun farkındaysa ve bu hipnozun bozulması yönünde bir eylem planı istiyorsa, bilinçaltı

bu değişime yardımcı olacaktır. Yoksa yeni bir safsata ekilmesi yönünde yapılacak baskılara,

bir yere kadar direnir, sonra direnmez belki ama acısını daha sonra çıkarır. Bu çıkan acının adı

da hastalık oluyor zaten. İlerleyen bölümlerde bu hastalıklara giden yolların nasıl döşendiğini

göreceğiz.

O halde çözümün ilk adımı yeni bir hipnoz istemek değil, aksine hipnozumuzun farkında

olmaktır. Farkında olmadığımız hipnozlar arka planda işler ve hastalıklara giden yolları

döşerler.

Samimiyet, niyet, gayret…

Hatta biraz da zahmet ve ciddiyet…

İşte değişimin koşulları…

Önce istemek lazım! Neyi istediğini bilerek... İstemek tamamen bilinçli bir karar ve seçimdir.

Çoğu kişi ne istediğimi bilmiyorum der. Ama duygu koçluğu çalışmalarında ne istediğimiz

bellidir. Her türlü koşulda öncelikle iyi hissetmeyi isteyeceğiz. İstemek sadece istemektir. Bir

şeyi isteriz. Niçin isteriz, neden isteriz, istediğimiz doğru mu? Bunlar boş sorulardır. Kime ya

da neremize soracağız? Bilinçten gayrısı bilinçaltı olduğuna göre bilinçaltına mı soracağız?

Yapacağımız en büyük hata bu olur. Çoğu kişi gerçekten bilinçaltına sorar. Bilinçaltına

sorduğunun farkında olmadan…

Canım istemiyor!

Bilinçten gayrı can dediğimiz bir şey vardır. O bilendir. O istemiyorsa, onun istemediği şeyi

seçmeyiz. O can dediğimiz ne ola ki? Bilinçaltının ta kendisidir. Canım istemiyor demek, o

istemediğim şeyi seçmeye kalkarsam kötü hissederim demektir. Peşinen kötü hissedeceğimi

bilen bir taraf vardır ya da zaten o ihtimal karşısında kötü hissetmişimdir. O halde istememek

demek istediğim takdirde kötü hissederim demektir. İşte tam burada Türkçemizin

bilinçaltımızı bilinç yapan kurgusundan bahsetmek isterim. Bir cümlede en kritik kelime

eyleme aittir, yani fiildir. Türkçede fiil en sondadır. Hemen tüm dillerde bir fiilin olumsuz

olacağı fiilin başında iken bizde fiilin sonunda bir ek olarak ifade edilir.

Örneğin İngilizcede istemek “want”. İstememek “not want” tır. Ama not want’ı tekrar tam

Türkçeye çevirirsek şöyle bir karşılık ortaya çıkar. Yok istemek. Zaten Türkçeyi yeni öğrenen

yabancılar da böyle konuşur. “Yok ben istemek.” Şimdi istemek’in zıddı istemek yok olduğuna

göre istememek ne demek?

Bir şey ya istenir ya da isteme seçimi ortaya konmaz. Her ikisi de bilinçli bir seçimdir. O zaman

bilinçli konuşmayı seçen bir kişinin kelime dağarcığında istememek’e yer yoktur. O zaman da

canım istemiyor boşa düşer. Bilinç her şeyi isteme özgürlüğüne sahiptir. Ama gerçekleşir, ama

gerçekleşmez. İsteme seçeneği ortaya konmadan değişime başlanmaz. Değişimi bir yolculuğa

benzetecek olursak önce yola çıkmayı isteriz.

Sadece istemek değişim için ilk basamaktır, ama tek başına asla yeterli değildir. Kişi sigara

bırakmayı ister ama bırakamaz. Çünkü yeterli niyeti ortaya koymaz. Eğer değişimin kaynağı

bilinçaltı olacaksa, bilinçaltını yanımıza almanın bir tek yolu vardır. Niyeti ortaya koymak…

Bilinçaltı istekten anlamaz. İstek kritikal faktörün labirentleri arasında yok olur gider. Niyet, ne

istediğimizi, bilinç olarak ne istediğimizi bilinçaltına bildirmenin en olmazsa olmaz yoludur.

O nedenle yine bir duygu koçunun danışanına söyleyeceği, sık sık söyleyeceği bir cümle de

“Göster niyetini!” olacaktır.

Niyet aynı zamanda isteğimizdeki samimiyeti de ortaya koyacaktır. Niyet nasıl ortaya konur?

Eylemle, hareketle, enerjiyi işin içine katarak... Yani sigara bırakmak isteyen bir kişi sigarayla

kavgaya başlar. Sayısını azaltmaya çalışır, bir iki gün içmez. İçmeyecek yollar arar. Bırakır,

başlar, bırakır başlar. İçmeyi geciktirir, geciktirdiği zaman duygularına odaklanır. Değişik

zihinsel teknikleri uygulamaya başlar vs.

Duygularıyla çalışmaya istekli ve bu konuda samimi bir kişi, duygularıyla oynamaya başlar.

Gün içinde sık sık “neremde ne hissediyorum” diye bedenine sorar. Gün içinde fırsat buldukça

hissetme meditasyonu yapar (daha sonra anlatacağım). Öğrendiği basit duygu boşaltma

tekniklerini (EFT, nefes, yastığa vurmak, bağırmak gibi) itiraz etmeden, sallamadan yapmaya

başlar.

Bu çabalar hem niyeti, hem samimiyeti ortaya koyarken niyetin ancak gayret göstererek

olacağını da bize bildirmiş olur. Ortada bir eylem varsa, bilinçaltı çıtırtı duymuş köpek gibi

kulakları diker. Çünkü bilinçaltının en asli görevi budur. Bilincin bir şey yapma gayretini

anlamak ve onu alışkanlığa çevirmek. Günlük rutin alışkanlıklarımız böyle oluşur. Bir şeyi

tekrar ettikçe bilinçaltına nakledilmeye başlanır ve bir süre sonra bilinçaltının malı olur.

Bisiklet kullanmak da böyle öğrenilir, daktilo yazmak da…

Ortada sürekli tekrar eden bir eylem varsa, bilinçaltı bilincin ne yapmaya çalıştığını anlamaya

ve okumaya çalışır. Niyetin karşısında bir direnç yoktur. Direnç dediğimiz şey zaten kötü

hissetmekten başka bir şey değildir. Bilinçaltında yerleşik bir inancın karşısında bir eylem

yapıyorsanız şayet, yani o “canım istemiyor”un tersine bir şeyler yapıyorsanız eğer, bilinçaltı

duyguyu titreştirecek hissi de bedene verecektir.

Bir eyleme başladığımız zaman kötü hissetmeyi hipnotik de okuyabiliriz, spiritüel de…

Genellikle hipnotik okuruz. Yani hisler hakkındaki hipnozumuza göre. Kötü hislerden

uzaklaşmam lazım. Demek ki yanlış karar verdim. Ya da yanlış bir şey yapıyorum gibi… Hâlbuki

o hissin bir tek anlamı vardır. Bilinçaltı mesajı aldığını haber vermektedir.

“Ey bilinç, niyetini okudum ve bunu bir alışkanlık haline getirecek düzenlemelere başlıyorum

ama burada bir itiraz var, bu eylemin tersine yönde bir enerji var, haberin olsun!” demek

istemektedir. İşte buna hissin spiritüel okuması denir. Hatta daha da spiritüel okumak

istiyorsak, bilinçaltı şöyle demektedir.

“Hele şükür. Yıllardır bunu yapmanı bekliyordum, hemen şunları temizleyelim.“

Tekrar ediyorum. Hipnoz bozmak demek, duygu boşaltmak demektir. Duygu boşaltmak için

duyguyu titreştirmek gerekir. Duygunun titreşmesi kendini hisle belli eder. Her temizlenen

duygu bir hipnozun temizlenmesidir. Hipnozdan çıkmak demek, spiritüelliğe açılmak

demektir.

İçinden gelmese de, canın istemese de duygunu ifade edeceksin.

İçinden gelmese de, canın istemese de yastıklara vuracaksın…

İnatla hissini hissetmeye çabalayacaksın…

Bilinç kararlı, istekli olduğu sürece bilinçaltı direnç falan göstermez, aksine çözülmek için tam

bir işbirliği içine girer.

Şimdi çoğu danışanın ben bunları söylediğim zaman “ben zaten bir şeyleri düzenli yapabilsem

sizden yardım istemezdim” diyecektir. Bir yönüyle haklıdır. İşte burada duygu koçluğu koçluk

kısmını devreye sokacaktır. Değişik yöntem ve tekniklerle, çalışmalarla, kişi yolda yürümeyi

öğrenene kadar ona niyetini ortaya koymasına yardımcı olacaktır. Ama kişiden de burada

biraz zahmet, biraz ciddiyet bekleyecektir.

Hastalıkların nedeni; Psikolojik mi, Sosyolojik mi?

Geçmişin hipnozunu bozmak kitabımı yazmamın esas nedeni, kronik hastalıkların iyileşmesi

konusunda gerçek bir çözüm bulmuş olduğuma inanmamdı. O nedenle de kitabımın alt

başlığına gerçek iyileşmeye açılan bir kapı diye yazmıştım. 1978 de tıp fakültesinden mezun

olurken, bir şekilde psikosomatik kavramına aşinaydım. Kişinin ruhsal durumunu bazı

hastalıkların oluşumunda etkili olduğu söylenmişti. Buna en tipik örneklerden biri düodenum

ülseriydi. Buna benze bazı başka hastalıklar da vardı. Ama ilginç olan şuydu. Ülser yine ülser

olarak tedavi ediliyordu. Ülseri iyileştirmek için biz doktor adaylarına, hastaların ruhsal

durumunu nasıl değiştireceğimiz ile ilgili bir şey öğretilmemişti. Bazı sakinleştirici ilaçların

isimleri dışında tabi... Bu nedenle de doktor olduktan sonra en çok yazdığım ilaçlardan biri

diazem olmuştur. Çünkü başka ruhsal durum düzeltici bir çare bilmiyordum. Gelene diazem,

gidene diazem.

Kadın doğum uzmanlığı yaparken de özellikle menopoz hastalarına antidepressan ilaç yazmayı

kendimde tıbbi bir aydınlanma olarak görüyordum. Çok sıkıntılı hastaları psikiyatri kliniğine

göndermekten başka bir şey de bilmiyordum. Kronik bir hastalığın iyileşmez olduğunu

öğrenmiştik bir kere. İnsan bedeni böyle bir şeydi. Bir kez makinanın işleyişinde bir arıza çıktı

mı artık onu kolay kolay geri dönüştüremezdiniz. Modern tıbba düşen bu hastalıklara rağmen

hastaların ömrünü uzatmak, hastalıklardan oluşacak yan etkileri düzeltmek ve yaşam

kalitesini mümkün olduğunca korumasına yardımcı olmaktı. Tüm bu hedeflerde elimizde tek

tip silah vardı. İlaçlar. İlaç kullanmamak gibi bir seçeneğimiz yoktu (hala da öyle ya). Sadece en

yeni ilaçları keşfetmek, en güzel ilaç birlikteliklerini sağlamak iyi doktorluk oluyordu. Hastasına

en yararlı olacak ilacı keşfedip verebilen iyi doktor oluyordu. Hastalara ekstradan söylediğimiz

cümle en fazla “stres yapma” oluyordu. Bir sonraki gelişinde hasta hala bir takım

sıkıntılarından bahsedecek olsa hastaya “sana stres yapmayacaksın demedim mi!” diye bir de

fırça kayıyorduk. Hasta dediğin nasıl stres yapılmayacağını bilir. İnsanoğlu isterse stres

yapmaz.

Sonra, hipnozu, regresyonu ve bilinçaltını tanıdıkça, stresin öyle kişinin keyfine göre yapılan

veya yapılmayan bir şey olmadığını anladım. Kontrol bilinçaltındaydı. Stres yapmak istemeyen

bunu bilinçaltına bildirmek zorundaydı. Zaten stres dediğimiz şeyin de bedende birikmiş

duyguların yarattığı baskı hissinden başka bir şey olmadığını geç de olsa anlamış oldum.

Bu arada şunu bir ekleme olarak söyleyeyim. Ben 1972 Ankara Fen Lisesi mezunuyum. Bu lise

o zamanlar Türkiye’nin tek fen lisesiydi ve tüm Türkiye’den 2 kademeli sınavla her yıl 96 kişi

okula alınırdı. Ben 8. Olarak kazandığım, 5. Olarak mezun olduğum, matematik takımına

seçilerek Türkiye takım şampiyonluğu kazandığım, tam bir fizik ve matematik bağımlısı bir

yapım olarak biyolojiyi bile biraz pozitif bilim dışı olarak gördüğümü de belirtecek olursam,

değil psikolojiyi falan, liseden mezun olduğum dönemde tıbbı bile aşağılayan bir

durumdaydım. Ama hayatımın en büyük salaklığını yapıp tıbba girdim (hala da öyle

düşünüyorum). Tıp doktoru olduktan sonra da tüm hastalıkların mekanizmasının bedendeki

fiziksel işleyişteki bozukluklardan kaynaklandığı görüşüne sıkı sıkı bağlıydım. Bu nedenle de

fizyopatoloji ihtisası yapmak istedim vs.. Demek istediğim bırak 1978’leri, 2000’ler de bile

bana hastalıkların nedeninin psikolojik olduğunu söyleseniz size en basitinden bir “ha….r”

çekerdim.

O nedenle de hipnozla ilgilenmeye başladıktan sonra, hep beyinde bunun mekanizmasını

araştırdım. Mutlaka bir fizyolojik karşılığı olmalıydı. Hipnoz ve Beyin kitabını yazarak bu

merakımı tatmin etmeye çalıştım. Sonra da artık günümüz fiziği içinde bunun

açıklanamayacağını kabul edip bu uğraşıma son verdim. Regresyon çalışmalarımın ilk

yıllarında vatandaş basitçe anlasın diye tüm hastalıkların nedeninin psikolojik olduğunu

söylerdim. Sonuçta psikoloji ne demekti? İnsan zihnini ve davranışını inceleyen bilime verilen

ad. Psikoloji biliminin insanda incelediği tek bir karşılık ya da organ, ya da bir organın bölümü

yoktu. Bedendeki değişik işleyişlerin insanın zihinsel ve davranışsal süreçlere yansımasını

inceliyordu. Yani bilinç ve bilinçaltı da psikolojinin inceleme alanındaydı. O zaman hastalıkların

nedeninin psikolojik olduğunu söylemek demek, hastalıkların nedeninin zihinsel ve

davranışsal olduğunu söylemek demekti. Ama bu son derece soyut bir açıklamaydı. Benim gibi

bağımlısı birini tatmin edemezdi. Bunun bir yerlere oturtulması gerekiyordu. İşte zaten biraz

da bu eğilimim nedeniyle bu kitabın birçok bölümünde konuştuğum her kelimeyi

somutlaştırma çabası içindeyim.

Bir hastalığın nedeniyle o nedenin bedende nasıl hastalık yaptığı ayrı bir şeydir. Örneğin

mikropları ele alalım. Rahatlıkla birçok hastalık için, örneğin grip için hastalığın nedeni

mikroptur deriz. Bu mikrobun bedene girdikten sonra, hastalığa nasıl neden olduğu apayrı bir

konudur. Orası sıradan vatandaşı ilgilendirmez. Onun bileceği mikroplardan uzak duracak

tedbirleri almaktır.

Ya da bir yemekten dolayı gastroenterit olmuşsak, bunun nedeni yemeğin bozuk ya da zehirli

olmasıdır. Yani esas neden yine bedenin dışında bir şeydir. Ya da röntgen ışını kanser

yapmışsa, kanserin nedeni zararlı şuadır deriz. Ama birçok hastalık için gerçek neden

bulunmaz. Örneğim romatizmanın nedeni bedende immün kompleks oluşması değildir. O

hastalığın oluş mekanizmasıdır. Nedenleri arasında ancak dıştan gelen bir takım etkenlerin

bedenin savunma mekanizmasını bozduğu yazar (www.webmed.com). Yani sonuç olarak

demek istediğim şu. Bir hastalığın nedeni olarak bedenin dışında bir takım etkenler ararız.

(Örneğin eski Çin tıbbında hastalıkların akut nedenleri rüzgâr, nem, ısı, soğuk, kuruluk olarak

beş iklim koşuludur. Başka bir etken tanınmaz. Tüm tedaviler bu etkenleri enerji kanallarından

uzaklaştıracak şekilde organize edilir).

O zaman bu anlayışı temel aldığımızda, hastalıkların nedeni psikolojik demek yanlış

olmaktadır. Çünkü psikoloji bilimi insanların zihinsel ve davranışsal süreçlerini inceler. Bu

davranışlara ya da zihinsel değişimlere hangi etkenlerin etken olabileceğini de açıklamaya

çalışır. Kişini yaşam standartları, ilişkileri, çocukluğunda yaşadıkları falan filan diye birçok şey

sayar. İşte bütün bu saydıkları insan psikolojisini bozan şeylerdir. Psikolojinin kendisi değildir.

Bu kitabın da birçok bölümünde belirttiğim gibi X olayı ayrı bir şeydir. X olayına bedenimizin

verdiği tepki ayrı bir şeydir. Yani X olayı mikrop, bedenimizin bu mikroba savunma üretmesi

(burada duygu oluyor) ayrı bir şeydir. X olayına bedenimizin gösterdiği tepki psikolojinin

konusudur. Ama X olayının kendisi psikolojinin kendisi değildir. (Yanlış olarak bazı olaylara

psikolojik etkenler denmektedir. Yani bedendeki psikoloji denen ne menem şey olduğu

bilinmeyen bir şeyi bozma gücü olan etkenler gibi bir anlam çıkmaktadır ama böyle bir etken

bu güne kadar gösterilmemiştir).

Regresyon yaparken ilk yıllarda bilinçaltına şöyle derdim.

“Şimdi bu duyguya neden olan bir olaya gidiyorsun.” İfade olarak doğru oluyor. Bir olay bu

duyguyu tetikledi. O zaman esas nedeni olaylar olarak ifade edeceğiz. Ama bu olaya A kişisi

başka tepki vermiş, B kişisi başka bir tepki vermiş. Olabilir. Sonuçta grip mikrobu da bulaştığı

herkesi grip yapmıyor.

Duyguları titreştiren olaylara baktığımız zaman (örneklerini bol bol ilerleyen bölümlerde

vereceğim) hemen hepsinde insan faktörü söz konusudur. Tek başına insan olmadan bir

olayın duygu üretmesi ya da sıkıştırması söz konusu değildir. Yani bir masa, hatta bir rüzgâr,

hatta bir deprem bile tek başına duygu sıkışmasına neden olmaz. (Duygu üretebilir, bu ayrı

konu, ama duygu sıkıştırmaz). Tüm regresyon olaylarında en az bir kişi davranışıyla bu

duygunun titreşmesinden sorumludur. Kişi o anda yalnızsa eğer, orada olması gereken kişinin

olmayışı da yine o kişiyi sorumlu etken yapar. Yani X faktörleri özünde insan kaynaklıdır.

İnsanların grup içindeki etkileşimlerini inceleyen bilime sosyoloji denir. Sosyal demek

toplumsal demektir. Toplum demek birden fazla insanın bir arada olması demektir. O halde

özet olarak şunu demek istiyorum.

Bu kitabın iddiası olan bedendeki duygu sıkışıklıkları kronik hastalıkları yaratan bedensel

mekanizmalar olurken duygu sıkışmasına neden olan X olayları sosyolojik oluyor. İşte o

nedenle yaklaşık son 3-4 senedir ben konuları anlatırken hastalıkların nedeni sosyolojiktir

diyorum.

Tüm iyileşmeyen kronik hastalıkların nedeni sosyolojiktir, nokta.

Yolcu, rehber ve yolculuk

2004 yılında, regresyonun ne olduğunu ve ne işe yaradığını öğrendiğim zaman o kadar

heyecanlanmıştım ki… Hazine bulmuş maceracı gibiydim. Aç kurtlar gibi öğrenmek için ne

bulursam alıyor, okuyor, izliyor sonra da uygulamaya çalışıyordum. 5 PATH sistemi benim için

her kilidi açacak bir anahtar gibiydi. Yaşamın tüm sorunları sanki çözülmüştü. İyi

edemeyeceğim hastalık ya da sorun yoktu. O zamanlar Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı

olarak Fethiye’deki muayenehanemde hastalarımı izliyordum. Genelde hastalar beni kısa, net

konuşan biri olarak bilirler. Hatta birbirlerine tavsiye ederlerken “çok konuşmaz, yüzü gülmez

ama çok bilgilidir” derlerdi. Ama iş hipnoz ve regresyona gelince susmak bilmiyordum.

Hastanın sorunu ne olursa olsun konuyu hipnoza, bilinçaltına, regresyona getiriyordum. Her

şeyin iyileşebilir olduğunu iddia ediyordum.

Bir hastamın bir akrabası varmış. Kız yıllardır, konuşmuyor, odasından çıkmıyormuş. Onu

tedavi edebilir miymişim? Elbette, hemen getirin, ben hallederim. Kızı getirdiler. 30’larında,

tombulca bir hanım. Sürekli duvara bakıyor. 2 saate yakın konuştum, dil döktüm… Tek kelime

etmedi. Bitmiştim. Tüm hayallerim yıkılmıştı. Güçlü bir tokat yemiştim. Tabi, insanlar bana

büyük bir umutla gelmişlerdi. Onlara karşı da mahcup olmuştum. Ama o kız beni kendime

getiren ilk tokadı vurmuştu. Daha sonra çok tokatlar yedim. Yediğim her tokat ile biraz daha

kendime geldim. Haddimi, sınırlarımı, yaptığım çalışmanın sınırlarını çok daha iyi anlamaya

başladım. Kısa süreli mucize vaatlerinden vaz geçtim.

Kimlerle dans etmem gerektiğini çok daha iyi öğrenmeye başladım. İyileşmenin, iyide

kalmanın bir yolculuk olduğunu fark etmeye başladım. Evet, bu bir yolculuktur. Yolun

bitmesinin, bir yere varmanın hiçbir önemi yoktur. Bir yere varmak isteyenler bu yolculuktan

çabuk koparlar. Bu çalışmalar yolculuk yapmak ve yolculuğun keyfini çıkarmaya hazır olanlar

içindir.

Konunun özünde hipnoz olduğu zaman, danışan sizden bir şeyler yapmanızı bekler. Sihrinizi,

gücünüzü konuşturup onun bilinçaltına inmenizi ve oradaki sorunu, onun hiçbir dahli olmadan

halletmenizi bekler. Siz ön görüşme sırasında onun da bir şeyler yapacağını söylemeye

başladığınız anda raport kopmaya başlar (Rapport: Terapist – danışan uyumu).

Duygu koçu ile danışanın yaşadığı ilişki aslında hayatın küçük bir kesitidir. O çalışma da bir

yolculuktur, danışanın yaşadığı hayatta… Çalışmaların ardı ardına eklenerek sağlanan ilerleme

de…

Yıllarca danışanlara benden ne beklemeleri gerektiğini aşağıdaki cümlelerle söyledim.

“Bu bir yolculuk… İyileşmek yolda yürümektir. Bana düşen öncelikle size yürüyeceğiniz yolu

göstermektir. Daha sonra da size nasıl yürüyeceğinizi öğretmeye çalışacağım. Yürümek

tamamen sizin başaracağınız bir şey. Belki önce ayakta durmayı, sonra küçük adımlar atmayı

ve sonra da düşmeden yürümeyi öğreneceksiniz. Bazen yoldan çıkacaksınız farkında olmadan,

ben size tekrar yolu göstereceğim, yoldan çıktığınızda uyaracağım. Ama tüm işi siz

yapacaksınız. Benden sizi sırtınıza alıp taşımanızı beklemeyin. Benim öyle bir gücüm yok.

Kimsenin yok.”

O halde sınırlarımızı da bu anlatıma göre çizebiliriz. Kimlerle çalışmamız uygun olacaktır?

1. Kendi ayakları üzerinde durup, kimseye muhtaç olmadan yürümeye hazır olanlarla…

2. Yürümek isteyenlerle…

3. Kendi kafasındaki yolu değil, bizim gösterdiğimiz yolu öğrenmeye ve yürümeye hazır

olanlarla…

4. Yürümeyi sıfırdan yeni baştan öğrenmeye hazır olanlarla…

5. Bizim rehberliğimize kendini tamamen bırakanlarla…

6. Acelesi olmayanlarla…

7. Bir yere varmayı bekleyip, oraya varır varmaz tekrar kendi yoluna dönmeye niyetli

olmayanlarla…

8. Sürekli yolda yürümeyi, yaşam felsefesi olarak benimsemeye hazır olanlarla…

5-PATH bulucusu Calvine Banyan’dan öğrendiğim ve hala tamamen uymaya çalıştığım ve

yöntemi öğretmeye çalıştığım kimselerden de birebir uymasını istediğim altın kural şudur.

Sıradan sorunları olan, sıradan insanlarla çalışın.

Çok basit ama çok önemli içeriği olan bir cümle…

Sıradan olmamak ne anlama geliyor? Bakımını başkalarına yüklemiş, herşeyi onlardan

bekleyen, yapamadığı her şey için onları suçlayan tipler… Randevuyu onlar alır, seansa onlar

getirir, hatta seans ücretini onlar öğrenir. Seansın açıklaması ile ilgili bir şey sormaz, onlara

anlatmamı ister. Sıradan insan kendi başının çaresine bakma potansiyeli olan insandır. Ikına

sıkına da olsa bir şekilde kendini kurtarabilir. Buradan ayakta durmak demek mecazi anlamda

alınmalıdır. Kişi tekerlekli sandalye de olabilir, ya da iki bacağı olmayabilir. Ama yine de kendi

başının çaresine bakmaya çalışıyorsa iyileşme sınırımızın içindedir.

Sıradan sorunu olmak ne demektir? Kişiyi hayattan koparmamış sorun. Yani yukarda örnekte

verdiğim konuşmayan hanım artık sıradan bir soruna sahip değildir. Ya da tamamen felçli,

sizinle iletişim kurmayan, ya da kurmak gibi bir niyeti olmayan, sadece onun bunun hatırı için

siz dinliyormuş gibi yapan kişiler. Yani her türlü gerçek psikiyatrik vaka bizim çalışma

sınırımızın dışındadır. Hastalığı kişiyi elden ayaktan düşürmüşse artık bizimle birlikte yürüme

sınırının dışına çıkmış demektir.

Daha önce de belirttiğim gibi, bilmeye, anlamaya ve yapmaya hazır kişi sıradan kişidir.

Sorununun sıradanlığını da kabul ediyor demektir.

Gelelim rehbere…

Rehber de sıradan olacak. Sıradan insanın gücü sınırlıdır. Gerçekten yapamayacağını vaat

etmeyecek. Aynı yolda her danışanınla yürümeyi sürdürecek. O yolun kendisi için de

bitmediğini, yolda her zaman yeni keşiflerin hazır olduğunu ve keşif edilmeyi beklediğini

bilecek. Kendini olmuşlar sınıfında görmeyecek… Bu yolculukta durmanın geriye kaymak

olduğunu bilecek.

Evet, bu yol öyle bir yol. Durursanız gerilersiniz.

İlişki olmadan duygu birikmez

İnsan olarak tek başına bir adada doğup büyüseydik, yalnız başımıza, hiç başka insanla temas

etmeden, doğal ihtiyaçlarımız karşılayacak becerimiz olsaydı, doğduğumuz andan itibaren, bir

şekilde hayatta kalmayı becerebildiysek, doğallıkla uyum içinde kalmışız demektir. Bu

durumda da duygu fazlan birikmezdi. Duygu üretilmezdi demiyorum. Doğal tehditlere karşı

korkardık, yiyeceklerimizi başka hayvanlar çaldığı zaman üzülürdük, kızardık. Belki başka

hayvanların yiyeceklerini çaldığımız zaman utanırdık. Ama duygu döner dururdu. Çünkü

gerçekten ortada ya tehdit vardır ya da yoktur. Bize hayatı yanlış öğretecek hiç kimse olmadığı

için, mecburen sadece kendi deneyimlerimizle hayatı öğrendiğimiz için gerçek neyse o

kaydedileceği için duygu birikmesine balı herhangi bir sorun da yaşamazdık.

O halde ilişki yoksa hipnoz yoktur. İlişki yoksa inanç yoktur. İlişki yoksa çatışma yoktur. İlişki

yoksa kronik hastalık yoktur. Hatta ilişki yoksa psikolojik bozukluk yoktur. Hani bir zamanların

meşhur şarkısı gibi. “no woman, no cry”.

Sorun ne olursa olsun, ister kronik hastalık, ister depresyon, ister panik atak, ister şişmanlık,

regresyonlarda açığa çıkan olaylarda olayın mutlaka bir veya birden fazla muhatabı vardır. O

olayda duyguyu biriktiren mutlaka başka bir kişinin davranış ya da sözüdür. Bazı kişiler orada

olduğu için duygu birikmesine neden olurken, bazı kişiler ise olmaları gereken yerde

olmadıkları için duygu birikmesinin muhatabıdır.

Çok nadir durumlarda regresyonda açığa çıkan olayların muhatabı yoktur ama o

muhatabsızlığı biraz kurcaladığımızda yine de bozuk bir ilişkinin işaretlerini buluruz.

Örneğin bir kedi korkusunda danışan bebektir, pencere açıktır. Kedi gelir üzerinde dolaşır

gider. Bebek pencere açık olduğu için üşür. Bilinçaltı kedi görürsem üşürüm gibi bir ilişki kurar

ve inanç geliştirir. Daha sonra 5 yaşındayken aynı pencereden içeri kedi atlayınca birden bu

inanç tetiklenir ve korku yerleşir. Şimdi burada hiçbir muhatap olmadığına göre nasıl duygu

birikmiş olabilir? Cevap basit. O pencereyi açık bırakan ve çocuğunun üşüyüp üşümediğiyle

ilgilenmeyen anne sorumludur. Bu sorumluluğu yerine getirmemiş olması spiritüel öfkenin

kaynağıdır. Bu tarzda bir anne mutlaka birçok durumda o kız çocuğunda benzer duyguların

birikmesine neden oldukça, muhatapsız gibi görünen kedi korkusunda da olaylar birikir.

Tabi diğer olaylarda her zaman görünen görünendir. Anne kızar, suçlar, önemsemez. Baba

öfkelidir, anneye kötü davranır, çocuklarla ilgilenmez. Ya da aşırı talepkardırlar (Değersizlik

inancı kitabımda birçok olay örneğinden bahsetmiştim). Çocuk çoğu zaman yalnızdır. Bir

taraftan bilinçaltı birçok yanlış bilgiyle doldurulurken, diğer taraftan da hayatı kendi başına

öğrenmek durumundadır. Çocuklar arasında yaşanan cinsel deneyimler birer sırdır. Çünkü

ailenin böyle durumları nasıl karşılayacağı bilinemez. Yani çocuk daha 7 yaşına gelmeden anne

babaya güvenini kaybetmiştir. Yanlış bir şey yapmışsam eğer, başım daha çok belaya girer

inancı nedeniyle sırlarını kendine saklar. Bu ilişki kalıbı daha sonraki her türlü ilişkisini etkiler.

Yani hayatına giren herkese karşı güvensizdir. Okul arkadaşları, sevgilileri, eşi, iş arkadaşları

sürekli birikmiş duyguları büyütmekten başka bir şeye yaramazlar.

Her türlü ilişki kendi içinde duygu üretir. Bir sevgilinin ilgi göstermesi ya da göstermemesi

duygu biriktirir. Yanlış bir şey söylemesi duygu biriktirir. Ailesi ile olan ilişkiler duygu

pekiştirmeye devam eder.

Bir ilişkide bir olayda her türlü duygu birikir. Örneğin sevgilisi terk ettiği zaman, üzüntü, hayal

kırıklığı, öfke, korku, utanma bir arada birikir. Koruyacak birinin yok olması üzüntü ve korku

kaynağıdır. Yapılan haksızlık öfkenin kaynağıdır. Terkedilecek bir değersizliğe sahip olmanın

açığa çıkmış olması utanmanın kaynağıdır.

Bazen danışan karşımıza oturur. Sorun olarak bize ya sigarayı, ya depresyonu, ya da migrenini

getirmiştir. Bunların arkasında ne var dediğimiz zaman aslında bir şey yok, her şey yolunda,

kötü hissedebilecek bir olayım yok der. Ama biraz ilişkilerini kurcalamaya başladığımızda ne

kadar kırılgan bir yapıda olduğunu, insanlara kolay güvenmediğini, değersizliğini gizlemek için

gösterdiği bilinçaltı zorlama eylemlerin ona ne kadar doğal geldiğini açığa çıkarırız.

Yani bir duygu koçu olarak, karşınıza böyle ketum bir danışan geldiği zaman hemen nereden

başlayacağım diye paniklemeyin. Kafadan yakın insanlarla olan hikayelerini anlattırın. Daha

birinci dakika dolmadan duygular kendini belli etmeye başlayacaktır. Bir danışanın ilişkileri

karşısında rahat hissetmesini sağlamaya yönelik çatışmalara başlamanız bile ve biraz o

alandan duygu boşaltmanız kişi hangi sorunla gelmiş olursa olsun belirgin bir rahatlama

yaratacaktır.

Ancak farkındalık düzeyi düşük bir danışanla çalışıyorsanız biraz işiniz zor demektir.

Farkındalık düzeyi düşük ne demektir? Yani kötü hissetmesine neden olanlar onlardır.

Kendisinin bir dahli yoktur. Bu kişilere onların davranışlarının sadece bir durum olduğunu, o

bu durumlara bilinçaltı düzeyde bir anlam vermese kötü hissetmeyeceğini o nedenle de esas

yapılması gerekenin algı değişimi olduğunu, algıyı değiştirmek için de duygularla çalışılması

gerektiğini anlatmakta gerçekten zorlanırsınız, zorlanacaksınız da. Aylarca bu işin içinde olan,

birçok kişisel gelişim çalışmasına katılmış olan deneyimli danışanların bile hala bir limitleri

vardır. Sanki tamam başkalarının davranışları karşısında kötü hissetmem gerekmiyor ama işte

bu yaşadığım da öyle ir şey ki nasıl kötü hissetmemeyeyim.

Hele ortada bir bayanın erkeği tarafından aldatılma hikayesi varsa, o bayana kötü hissetmene

gerek var mı diye sorarken dilimizi ısırmakta yarar vardır. Öyle pat diye sorarsanız, ya kafanıza

bir şey yersiniz, ya da o anda rapport kopar gider. ( Kadının bir erkeği aldattığı için bana bir

erkek danışan geldi mi bugüne kadar emin değilim. Gelmişse de çok özel bir durum olmalı.)

İşte hastalıkların nedeni sosyolojiktir derken kastettiğim bu. İnsan olmadan biriken duygu

olmaz. İlişkiler olmadan duygu birikmez. Doğal olaylarda duygu birikmez. Bazı kişiler

depremden sonra panik atak hastası olurlar. Benim ilk çalıştığım vakada da durum böyleydi.

Ama o devenin kıh ettiği yerdir. (Bunun ne anlama geldiğini anlamak için eski geçmişin

hipnozu kitabına bakabilirsiniz.) daha önce anne baba ile ilgili birikmiş olaylar o deprem

sırasında yaşanan benzer ama gerçek duygular yüzünden titreşmiştir. İlerde bahsedeceğim

gibi bu tip fobilerde bilinçaltı o anda titreşen duyguların açığa çıkmaması için bu duyguları

titreşen o ortamdan uzak durmaya gayret eder. O durum aklına gelmesi bile panik atağın

titremesine sebep olur.

Peki bir suçlu sıralaması yapabilir miyiz?

Kesinlikle evet. Her zaman en baş suçlu annedir. Daha sonra baba gelir. 3. Sırayı ise sevgili ya

da eşler alır. Daha sonra ancak kardeşlere ve yakın akrabalara sıra gelir. İş ya da günlük

arkadaşlar ise çok nadiren başrol oynarlar.

Sorunu tanımlamak

Sorununuz nedir?

Bu soru, danışanı en zorlayan sorulardan biridir. Tabi bazen sorun olarak tanı konmuş bir

hastalık ismi varsa ortalıkta kişi doğrudan o ismi sizin önünüze sorun olarak atar.

- Bende bipolar bozukluk var.

- İrritable barsak sendromu benin sorunum.

İlk kitapta da belirttiğim gibi teşhis konması kişiyi çok rahatlatan bir şeydir. Yaşadığı bütün

sıkıntıların nedeni meğerse o hastalıktan dolayı imiş. Eğer bedeninde öyle bir hastalık olmasa

o ağlamalar, huzursuzluklar falan olmayacakmış. Doktorun, özellikle de psikiyatrik ir teşhisin

sadece kişinin anlattıklarına göre konduğun un farkında değildir, çoğu zaman. Bu ters

paradigma, kişinin yanlış bir yola girmesine neden olur. O hastalığın teşhisini koyduran bütün

o belirtiler göz ardı edilerek doğrudan hastalığın kendisi tedavi edilmesi gerekir

paradigmasıdır bu. Günümüz tıbbının paradigmasıdır aslında bu. Önce teşhis, sonra tedavi.

Teşhis yanlış olursa tedavi de yanlış olur. O belirtilerin her biri aslında o hastalığın

belirtileridir. Hastalık teşhis edildikten sonra, artık tek tek belirtilerle uğraşmaya gerek yoktur.

Hastalık iyileşince tüm belirtiler ortadan kalkacaktır. Objektif hastalıklar için bu mantıklıdır.

Baş ağrısının nedeni bir beyin uruysa şayet, o zaman ağrıyı geçirmeye çalışmak çok anlamsız

olur. Uru ortadan kaldırınca baş ağrısı da geçecektir. Ama sadece hissetme üzerine konmuş

teşhisler için, kaygı bozuklukları gibi, kaygı bozukluğu hastalığını ortadan kaldırmak o kötü

hissi ortadan kaldıracaktır mantığına bürünür. O zaman ilaç kullanmak mantıklı. Eğer o verilen

ilaçlar tam olarak hastaların(!) beklentilerini karşılasa, yani, o kötü hissi tamamen ortadan

kaldırsa, insanlar o ilacı ömür boyu kullanır ve başka bir çare de aramaz.

Yani bir duygu koçuna bir danışan ancak, konulan teşhislere göre verilen ilaçlar ya da yapılan

tedaviler sonuç vermediği için gelir. Aradığı yine tedavidir ve bu nedenle de sizden tedavi

edecek mucize bir müdahale beklemektedir. Hipnoz bu nedenle kişiler sihirli görülür. Sen

sadece gözünü kapa gerisini sihirbaz halleder. O nedenle de bir duygu koçunun işi zordur.

Bu zorlukların başında da sorunu soyuttan somuta indirgemek gelir.

Tüm psikiyatrik ya da psikolojik teşhisler soyuttur. Diğer tıbbi teşhisler daha somuttur.

Eylemsel şikayetler de somuttur. Sigara içmek, ertelemek, aşırı yemek gibi.

Ama duygu koçu için sorun neydi?

Durumlar karşısında hissedilenlerdir sorun olan. Diğer her şey durumdur. Sigara içmek bir

durumdur. Kilolu olmak bir durumdur. Fiziksel b r hastalığı olmak da bir durumdur.

Bir duygu koçu olarak atacağımız ilk adım kişiye sorundan ne anladığımız iyi anlatmak

olmalıdır. Kişi şunun farkında olmalıdır. Esas sorun bütün bu durumlar karşısında

hissedilendir. O şeyleri sorun yapan da o durumlar karşısında kötü hissetmektir.

Şimdi burada bazı itirazlar olacak. Adam kanser işte, nasıl iyi hissedebilir ki? Çok doğru gibi

görünse de yanlış. Birincisi kötü hissetmek hastalığın iyileşmesine katkıda bulunmaz. Eğer bir

kişi ölüme karşı bile iyi hissediyorsa eğer zaten bu kitapta ortaya koyduğumuz felsefeyi

kalpten benimsemiş demektir. Bu nedenle de zaten kanser karşısında bile samimi olarak iyi

hissedecek bir kişi ya zaten o kanseri olmaz, ya da kanseriyle barışık olduğu için kendini kötü

hissetmeden tıbbi olarak hem tedavisini sürdürür hem de spiritüel çalışmalarını.

O nedenle danışanın sorununu şu kalıba getireceğiz.

Şu durum beni böyle hissettiriyor.

Hiçbir duygu koçu, sorun ister tıbbi olsun, ister psikolojik herhangi bir hastalığı tedavi etmek

ya d ortadan kaldırmak iddiasında olmamalıdır. Duygu koçuna düşen danışanını her koşulda

iyi hissetmesi gerektiğine önce ikna etmek ve sonra da bu durumu yaratmak için ona rehberlik

etmektir. Bundan gerisi amiyane tabirle “Allaha kalmış”tır. Sen bu durumda bile iyi

hissedersen eğer, sanki evren de seni iyileştirerek ödüllendirecektir.

O halde her türlü danışan ifadesi kötü hissetme tamlamasına getirilmelidir.

Tabi duygu koçunun danışana yaklaşımda bir takım taktikleri olacaktır. Kişiye kanseri olmasına

rağmen iyi hissetmesi gerektiğine ikna etme çabası bile büyük bir tepkiyle karşılacaktır. Bu

nedenle sorunun neden hissetmekle ilgili olduğunu iyi ikna etmelidir.

Tüm kronik ve iyileşmeyen hastalıkların duygularla bağlantılı olduğunu ve bu duyguların

olaylar karşısında titreştikçe kötü his yarattığını bu nedenle esas sorunun kötü hissetmekle

tanımlanabileceğin, kötü hissettiği bir şeyler ortaya çıkarırsa bunlardan yola çıkabileceğimizi

söyleyecektir.

Tüm soyut kavramlar bir şekilde bir sosyal ilişkinin somutluğuna indirgenebilir.

Örnek verelim.

- Mutsuzum.

-Özellikle seni mutsuz eden şey nedir?

- İnsanlar beni anlamıyor.

-Özellikle seni kim anlamıyor.

-Eşim.

-Özellikle hangi konuda anlamıyor.

- Çalışmak isteğimi önemsemiyor ve izin vermiyor.

- Bu durumda ne hissediyorsun?

- Kötü hissediyorum.

- Nerende ne hissediyorsun.

- Nefesim sıkışıyor.

Sonunda bir yere vardık işte.

Sorun nedir?

Eşinin çalışmasına izin vermediği için göğsünde baskı hissetmesi…

Bundan sonrası yol haritasını işletmekte…

Regresyon mu, rekreasyon mu?

Regresyon geçmişte yaşadığımız bir anın kendiliğinden zihnimizde canlanma halidir. Zoraki

hatırlama çabası değildir. Beklenmedik bir anda bazen aklımıza bir olay geliverir. İşte bu

regresyondur. Regresyon basitçe budur da, bir duygu koçunun regresyondan anladığı bu

değildir.

Bir duygu koçu için regresyon geçmişin duygusunun titreşmesidir. Eğer geçmişin duygusu

yeteri kadar titreşirse, mutlaka o duyguyu içeren zihinsel olaylar da görünür hale gelecektir.

Ama yine de olayın ne olduğundan çok, bu olayda sıkışmış duygudur bizi asıl ilgilendiren.

Hikâyeler bizim merakımızı daha çok çekse de, hikâye her zaman hikâyedir. Çoğu zaman da

hikâyeler hiç de ilgi çekici değildir. Aksine çok sıradandır.

Hem duygu koçu, hem de danışan esas amacın duyguyu boşaltmak olduğu gerçeğini odaktan

kaybederse, bir şeyleri toparlamak zorlaşır. Özellikle bu konuda yeteri kadar bilgilenmeden ve

anlamadan yapılan regresyon çalışmalarında başımıza gelen budur. Kişi bir anda hikâyenin

içinde kaybolur. Hikâyeyi analiz etmeye, ayrıntılarını yakalamaya çalışır. Sadece olaya odaklı

bir seans beklentisi içinde olanlara ben rekreasyon değil, regresyon yapıyoruz derim.

Rekreasyon gezme anlamınadır.

Geçmişi gezmeye gelmedik, geçmişin şimdiyi etkilemesine son vermeye geldik.

Regresyon geçmiş röntgenciliği değildir. Regresyon geçmişin geçmişte bırakılması için yapılan

bir çalışmadır.

Benim de bu anlayışa ulaşmam kolay olmamıştır. İlk başladığım yıllarda olayı aydınlatmak için

uğraşır dururdum. Belli bir olay açığa çıkmadan duygu boşaltmaya geçmezdim. Duygu

boşaltma sanki olayı bulmamızın bir kutlaması gibiydi. Hâlbuki şimdi tam tersini

düşünüyorum. Bir olayın gösterilmesi duygu boşaltma çabasının ödüllendirilmesidir.

Regresyon, bilinçaltının zaten bildiği bir durumu, geçmiş yaşantı parçasını bilince sunması

demektir. Bilinçli değerlendirmenin huzuruna çıkarılmasıdır. Bilinç olayı değerlendirecek ve

gereğini yapacaktır.

O halde regresyondan sonuç almak için güçlü bir bilince gereksinimimiz vardır.

Regresyon bir yanıyla kişinin bilinçaltının değiştirilmesi, hipnozdan arındırılması çabasının bir

parçasıdır. Şimdiki bilinçaltının geçmişin üzerinden değiştirilmesi işidir. Şimdiki bilinçaltımız

çocukluktaki bilincimizdir. Regresyonla büyüğün bilincini çocuğun bilincine taşırız ve duyguyu

boşaltarak eski bilinci boşaltır, yerine yeni bilinci (yani büyüğün bilincini) yerleştiririz. Bu

şekilde şimdiki bilinçaltı, bilincin bilgisini transfer etmiş olur. Bilinç bilinçaltı ayrılığı ortadan

kalkmış olur.

Regresyonun Türkiye’de bir iyileşme ve değişim tekniği olarak tanınmasında benim katkım,

özellikle de ilk kitap sayesinde oldukça fazla olmuştur. İnsanlar regresyonu öğrendikleri

zaman, bu tekniğin kendilerinin de işlerine yarayacaklarını hissetmişler ya da sezmişlerdir.

Çünkü çoğu insanın geçmişle derdi vardır. Kendi pişmanlıkları, başkalarının yaptığı haksızlıklar,

anne babalarının ona güzel bir gelecek hazırlamamış olması vs. kişinin geçmişinden

kopamamasına ve kendi hayatını yaşayamamasına neden olur. Bu nedenle kişiler regresyon

olmak için beni ararlar. Benim sihirli dokunuşlarım ya da sözlerimle, bir anda geçmişlerine

gidecekler ve hayatları değişecektir. Bunun için de bir iki seans yetecektir. Haklılar da. Çünkü

kitap gerçekten o izlenimi veriyor.

Duygu koçunun görevi, zihni adım adım doğallıkla regresyon yapacak duruma hazırlamaktır. O

an geldiğinde akış kendiliğinden olmaya başlayacaktır. Kişi regresyon olmaya hazır olabilir

ama zihin çoğu zaman henüz hazır değildir. O halde kişinin hazır olmasıyla zihnin hazır olması

aynı şey değildir.

Bir danışan hatırlarım. 30’larında falandı. Bir türlü işinden ve iş arkadaşlarından memnun

olamıyordu. Depresyondaydı falan. Benim de daha bu işe ilk başladığım yıllardı. Kör topal bir

şeyler yapıyor bir takım regresyonlar oluyordu ama tatmin edici değildi. Genellikle zaten

bildiği olaylara gidiyordu. Bir gün “neden ben bir türlü çocukluğuma gidemiyorum” dedi. Ben

de “vardır bilinçaltının bir derdi. Demek ki hazır olmadığın bir şeyler var” dedim. “Ben her

türlü olaya hazırım” dedi. “Geçmişindeki her türlü olayla yüzleşecek misin” dedim. “Evet,

utanacağım ya da yüzleşemeyeceğim hiçbir şey yok” dedi.

Hızlı hipnoz aldım (henüz hipnozla çalıştığım bir dönemdi). “Gece mi gündüz mü vs” sorularını

sordum. Yanıtlar geldi. Bir olaya regresyon yapmıştı. “Ne oluyor? Nasıl bir olaya gittin?” diye

sordum. Yanıt yok. Sessiz sessiz bekliyor. Sorumu birkaç kez tekrarladım. Sonunda “bunu

anlatamam” dedi. “Nasıl yani? Hani her türlü olayı anlatacaktın, yüzleşecektin?”. “Ama bunun

çıkacağını hiç tahmin etmemiştim” dedi. Olayı anlatması için yarım saat kadar değişik

çalışmalar yaptım ama anlatmadı. Tabi ben de seansı bitirdim. Bir daha da gelmedi zaten.

Henüz hazır olmadığını kendi de anlamıştı.

İşte bilinçaltı böyledir. Sana hazır olmadığını bazen bırak geçmişte kalmış bir olayı, bildiğin bir

olayı hatırlatarak bile yapar.

Dediğim gibi henüz sistemi tam anlamıyla tanıyamadığım zamanlara ait bir çalışmaydı. Artık

başıma böyle şeyler gelmez. Çünkü artık öyle acele iş yapmıyorum. Adım adım, duyguları

yoğura yoğura, zihni hazırlaya hazırlaya ilerliyorum. O nedenle de yaptığımız iş duygu koçluğu

oluyor. Regresyon kendiliğinden doğal olarak açılıyor ve ilerliyor. O nedenle de artık hipnoz

yapmaya, hipnoterapist olmaya ve zihni zorlamaya gerek yok.

Regresyon son derece doğal bir şeydir. Doğal olduğuna, bilinçaltının kendi işini yapmasına izin

verdiğimiz zaman, yarattığı çözümlemenin sürecinin hayranlık uyandırıcı olmasından karar

veriyorum. Bilinçaltı sanki şöyle der. Çocuğu veren Allah, rızkını da verir. Yani bu sorunların

nasıl yaratıldığına bizzat şahit olmuş olan bilinçaltı, nasıl çözüleceğini de gayet iyi bilir.

Bilinçaltı ile çalışma işini lokma çiğnemeye benzetebiliriz. Ne yiyeceğimize karar veririz.

Lokmayı ağzımıza alır istediğimiz kadar çiğneriz. Sonra da yutarız. Lokma boğazımızdan geçtiği

andan itibaren artık olaya bilinçli bir dahlimiz yoktur. Gerisini bedenin otomatik sindirme

fonksiyonları yapar. Belki bize düşen lokmayı çok iyi çiğneyip lokmanın hazmedilmesini

kolaylaştırmaktır.

Bilinçaltı çalışmalarında da bu ilke geçerlidir. Lokmayı yuttuktan sonrası artık sizin elinizde

değildir. Bilinçaltı hangi olayı seçecek, olayları hangi sırayla dizecek, hangi duygunun ne kadar

boşalmasına izin verecek vs. tamamen bilinçli denetimin dışındadır. Bilinçaltı işini bilir. Hangi

sırayla gideceğini bilir. Olayları izleme sırası bile, ilerde esas hazmedilecek bir şeyler varsa ve

henüz kişi bunları tam hazmetmeye hazır değilse, onları da hazmetmeye hazır hale

getirmektir.

Hem duygu koçu, hem danışan bir taraftan birlikte çalışırlarken, bir taraftan da bu ilerlemeyi

biraz şaşkınlıkla, biraz hayranlıkla şahit olurlar.

Regresyon duygu koçunun yol haritasında önemli bir duygu temizleyicidir. Ama tüm

çalışmanın olmazsa olmazı değildir. Benim yuvarlak hesaplamalarıma göre enerji bedeninin

sıkışmış duygulardan temizlenmesinde regresyona maksimum yüzde yirmi pay düşer.

Delik kapatmak mı, ıslanmak mı?

Yüzde yüz değil ama, yüzde doksandan fazla ihtimalle, insanlar terapistlerden, koçlardan,

kişisel gelişimden deliklerini tıkamak için yararlanmak isterler. Yanlış anlaşılmasın bu delikler

fiziksel bedene ait değildir. Bu delikler hayali bir şeyi koruyan hayali bir zırha aittir. Hayali şey

nedir? Değersizlik inancı. Hayali savunma zırhları nelerdir? Değersizliği gizleyen donanımlar.

Bilinçaltının işi değersizlik gizlemektir. Tüm yaşam savaşını bu strateji üzerine kurar.

Bilinçaltının asli görevi neydi. Ait olduğu canlıyı belalardan korumak… Bilinçaltı varlığı doğal

afetlerden ve vahşi hayvanlardan korumayı beklerken bir de baktı ki esas korunması gereken

vahşi insanlar. Elalem. Dili canavar boyutunda. Ve elalemden daha değersiz yani zayıf, yani

korunmaya muhtaç olduğunu öğrendi. Ama elalem olmadan hayat da olmuyordu. O halde

gizlenmek gerek. O nedenle bilinçaltı kısa sürede gizlenme ve etrafa uyma uzmanı oldu.

Ama büyüdükçe, insan içine daha çok karıştıkça çocuklukta işe yarayan donanımlar yetersiz

kalmaya başladı. Zırhlar delik deşikti. Yama lazımdı. Ne kadar çalışsa da, uğraşsa da bir yere

kadar o delikleri tıkıyordu. Mutlaka bir şeyler olmalıydı. Kapasiteyi zorlayacak yeni bir şeyler

yapılmalıydı. Zayıflığını açığa çıkaracak şeyleri yok edecek ve onu diğerlerinin gözünde güçlü

gösterecek yeni şeyler.

İşte bilincin öğrendiği her bilgiyi bilinçaltı da aslında okur. Ha, bu kişisel gelişim ayakları fena

değilmiş. Bundan yararlanalım der. Ha bu hipnoz iyiymiş, kestirmeden yeni özellikler

kazanalım der.

İşte ben her zaman dediğim noktaya böyle geldim.

Sorunlar ikiye ayrılır.

Gerçek sorunlar.

Sorun zannettiklerimiz.

Kişiyi terapiste getiren çoğu zaman sorun olmadığı halde sorun zannettiği şeylerdir. Ki

bunların çoğu da diğer insanlarla ilişkilerine aittir. Diğer insanların yanında yetersiz olduğunu

algıladığı alanları örtmek için arayışa girer. Aslında tek sorun kötü hissetmesidir. Bilinçaltı her

an açık vereceği korkusuyla sürekli vatandaşı uyarır. Aman dikkatli ol. Bu huzursuzluk kişiyi

doktora, psikiyatriste, psikologa, yaşam koçuna, melek terapistine vs götürten en önemli

güdüdür.

Kişi bilinciyle bunun farkında değildir ve aksine o da kabul etmiştir deliklerin varlığını ve

tıkanması gerektiğini. Halbuki ortada tıkanacak delik yoktur. Sadece kör bir inanç vardır. Aman

değersizliğim fark edilmesin. Sanki o deliklerden içerisi görünecek. Pislikleri açığa çıkacak.

Pislik var mı? Var. Başkalarının pislikleri. Bilinçaltına doldurulan her türlü hipnoz pisliktir. Tüm

inançlar pisliktir. Orada utanılacak, gizlenecek bir pislik yok. Sana ait olmayan bir şeyden

neden utanasın ki. Birisi gece uyurken gelmiş yüzünü siyaha boyamış. Sabah kalkınca

uğraşıyorsun, uğraşıyorsun, boya çıkmıyor. O yüzden dışarı çıkamıyorsun. Utanıyorsun,

insanlar ne der diye? Bu mudur? Kim boyadıysa o utansın.

İşte o delikler yağmurun içeri girmesi için. Bırak açık kalsınlar. Hatta büyüt. Yağmur

temizleyecek o pislikleri. Yüzüne boya sürüldü diye sen kirlenmedin ki… Birisi çocukken oranı

buranı ellemişse sen kirlenmedin ki… Anan, baban aşağılamış diye aşağılanmadın ki? Sen

bunlardan ibaret değilsin ki…

Hele o bilinçaltın sana ait değil ki… Ayağındaki ayakkabıdan daha az senin malın. Çünkü senin

onayın alınmadan oraya yerleştirildiler.

O zaman kim pislettiyse o temizlesin, demeyeceksin.

Stephen Parkhill’in dediği gibi. Bu iş atın ahırını temizleme benzer. O sabaha kadar sıçar. Sen

de sabah eline küreği, kovayı alıp temizlersin…

Bir duygu koçunun ilk fark etmesi ve fark ettirmesi gereken şey danışanın delik tıkamaya mı

geldi, ıslanmaya mı? Aman burada dikkat. Duygu koçu olarak sen de hala kendindeki delikleri

tıkamakla meşgulsen ne bunları fark edersin ne de fark ettirebilirsin.

Talep edilen değişimin çok yararlı olması bile onun delik tıkamak için istenmediğini göstermez.

Biraz cümle ters oldu. Şunu demek istiyorum. Kişi sigara bırakmak istiyor. Neden? Çünkü artık

toplumda sigara içmek 2. Sınıf vatandaş eylemi olarak görülüyor. Al sana yeni bir delik. Bu

sigara belasından kurtulmak lazım diyor o zaman bilinçaltı.

Hele vatandaş yanında eşini, çocuğunu, akrabasını düzeltmek için getiriyorsa, kesin derdi delik

tıkamaktır. Sahip olduğu malların kalitesizliği onun için bir deliktir ve tez elden tamirden

geçmeleri ve güncellenmeleri gerekir.

Delik tıkamaya yönelik hiçbir duygu çalışması, duygu boşaltması ya da regresyon teşebbüsleri

belki kısa vadede biraz işler gibi görünse de uzun vadede geri teper. Kısa vadede alınan

olumlu sonuçlar sadece hipnozdur. O eylemin deliği tıkayacağına inanıldığı için o eylem

bilinçaltı tarafından kabul edilir ve delik tıkanmış algısı yaratılır. Yapılan işlemin ne olduğu

önemli değildir. İster telkin, ister NLP, ister psikoterapi, ister enerji terapisi, ister EFT, ister

regresyon… Hepsinde seans çok başarılı geçer, sonuç çok iyidir. Ama hipnozun etkisi geçene

eski enerji yeniden pırtlayana kadar.

Hipnoz eğitimi alanlar ya da Hipnozun kitabını okuyanlar hatırlayacaklardır. Hipnozun

anatomisinde dört parça açığa çıkar. İkna, beklenti, hayal ve inanç… Beklenti ikna olmayı

kolaylaştırır, ikna olma sonuçla ilgili tatlı hayaller yaratır, o hayaller de geçici bir inanç

yerleştirir. Sonuç hipnozdur.

İyileşmek yeni bir hipnoz yaratmak değildir.

İyileşmek delik tıkamak değildir.

İyileşmek ıslanmayı göze almaktır.

İyileşmek başkalarının pisliklerinin üzerini örtmek değil aksine onları temizlemeyi

kabullenmektir.

Duyguyu Doğasına Döndürmek…

Yaşamla ilgili tüm sorunların kökeninin duygu döngüsünün tamamlanmamış olması olduğunu

sürekli söyledim.

O halde duygu koçuna düşen temel iş bu sıkışmış duyguların doğasına dönmesine yardımcı

olmaktır.

Bu yardımcı olmanın birçok yolu var.

Ben öncelikle bir duygu döngüsünü yeniden hareketen geçirecek en temel adımlardn

bahsetmek istiyorum. Bu temel adımların içinde regresyon merkezimiz olacak. Böyle deyince

“hani bir önceki bölümde regresyon çalışmaların yüzde yirmisinden fazlasını içermiyordu”

diyeceksiniz. Yine öyle, göreceksiniz. Esas iş yoğunluğunu, duyguyu açığa çıkarmak, duyguyu

boşaltmak ve affetme süreçleri alacak.

O halde lafı uzatmadan öncelikle duygu döndürme aşamalarını görelim.

Duygu döndürmenin 7 aşaması;

1. Duygunun açığa çıkarılması ve abartılması

2. Duyguya regresyon

3. Duygunun boşaltılması

4. Başkalarının affı

5. Kendinin affı

6. Değişimin onaylanması

7. İyiyi bulmak

Bu temel aşamaların bir çalışmanın akışı sırasında birçok farklı içi içe geçmişliği olabileceğini

belirteyim.

Önce bir seansın yapısı içinde, en basitinden bu 7 aşamanın nasıl işleyebileceğinden

bahsedeyim. Diyelim ki ortalama 90 dakikalık bir seans çalışması yapıyoruz. Danışanla

sorunun ne olduğuna karar verdik. Danışan duygularıyla çalışmanın ne olduğunu biliyor. Yani

her türlü ön hazırlık aşamasından başarıyla geçmiş. İşte kişinin hazır olma durumuna göre

duygunun abartılması çalışmasıyla işe başlarız. Duygunun nasıl abartılacağını ilerleyen

bölümlerde örnekleriyle göreceğiz. Süre olarak duygunun abartılması diyelim ki 10-15 dakika

zamanımızı aldı. (Bazan 2-3 dakika da olabilir). Belli bir duygu yoğunluğu elde ettikten ve

sıkışmış duyguyu güçlü bir şekilde titrettikten sonra bu duyguya regresyon aşamasına gelmişiz

demektir.

Bu yedi aşamada en kısa kısım burasıdır. Basitçe duyguya regresyonu isteriz. Ya bir olaya

regresyon yapar ya da yapmaz. Yapmazsa başa döneriz. Bir olaya gittiyse genellikle olayın

kabaca ne olduğunu anlar, bilinçli bakışı da test ettikten sonra duygu boşaltma aşamasına

geçeriz. Her olay için 5-10 dakikalık sürelerle duygu boşaltır, ne kadar boşaldığını test ederek

ilerleriz. Bazan tek olayla, bazen birbirine bağlı 3-4 olayla çalışırız. Birbirine bağlı 3-4 olay

varsa. Duyguyu boşaltır, yeni olaya geçer, duyguyu boşaltır ya eski olaya döner, ya da başka

bir olayda devam ederiz. (Ne zaman neler yapacağımızı da yeri geldikçe anlatacağım). Diyelim

ki yarım saat kadar olaylar arasında gezerek duyguyu boşalttık ve başladığımız o abartılmış

duygunun tamamen boşaldığına emin olduk. Yaklaşık 45-60 dakika zaman harcadık. İşte

bundan sonra 10-15 dakikamızı affetme çalışması alacaktır. Sonra kalan 10-15 dakikamız da

da değişimi onaylatma ve iyiyi bulma çalışması alır.

Yani bu en basit formatta yaklaşık 1.5 saatlik bir seansımızda şu akışı uygulamış olduk.

1, 2, 3, 2,3,2,3,4,5,6,7.

Ama çok az seans bu kadar net ve basit akar. Çoğu seans da spiral gibi kademeler birbirinin

içine girer.

Örneğin duygu açığa çıkarma ve abartma aşamasında şu spirali izleyebiliriz.

1,3,1,3,1,3,6. Ya da bazan 1,2,3, 1,2,3,1,2,3 4,5,6,7.

Yani duygunun açığa çıkarılması ve özellikle de abartılması aşamasında kademeler kısa kısa içi

içe birbirine destek olur.

Biraz duygu titreşir, daha fazla güçlenmesi için biraz boşaltırız. Tekrar duyguya döner,

titreştirir, tekrar boşaltırız. Birkaç kez boşaldıktan sonra boşalmanın değişimini onaylatırız. Bu

onaylatma aynı duygunun daha güçlenmesine ve regresyona hazır hale gelmesine neden olur.

Ya da regresyon aşamasına 1,2,3 olarak geldikten sonra tekrar 1,2,3, 1,2,3 şeklinde

ilerlememiz gerekebilir. Yani her duygu boşalmadan sonra tekrar duygunun abartılması ve

ondan sonra yeni bir regresyon yapmamız gerekebilir.

Ya da 1,2,3,4 , 2,3,4, 2,3,4, 5, 6, 7 şeklinde de ilerleyebiliriz. Bu ne anlama gelir? Affetme

aşamasına geçildiğinde başka duyguların titreşmeye başladığını yeniden regresyon duygu

boşaltması ve affetmeye geri dönüldüğünü, her affetmeye geri dönüldüğünde yeni bir duygu

ve olayın titreştiğini belirtir.

Ya da bir seans birkaç basit formatın ilerlemesi şekilnde de geçebilir.

O zaman ilerleme şu şekilde olur.

1,2,3,4,5,6, 2,3,4,5,6, 2,3,4,5,6,7.

Bu ne anlama gelir? Değişimin onaylanması aşamasında yeni bir duygunun titreştiğini, bir

döngü yapıp yeniden değişimin onaylanması aşamasında yeni bir duygu titreşmesi olduğu ve

yeni bir döngü tamamlayarak en sonunda iyiyi bulacak aşamaya ulaştığımızı gösterir.

“En iyi ilerleme hangisidir?” derseniz. Aşağıdaki şekilde bir ilerleme bilinçaltının açılmasının ve

akışının sorunsuz olmasını sağlar.

1,2,3,2,3, 4,5,6…2,3,2,3,4,5,6…

Ya da;

1,2,3,2,3,6… 2,3,2,3,6… 2,3,2,3,6, 4,5,6…

Ne demek istiyorum?

Duyguyu abart ilk regresyonu yap boşalt, satellit olay varsa git, boşalt, değişimi onayla…

Değişim onaylanırken duygunun yeniden abarmasını bekle, abarınca regresyon, boşalt,

satellitler varsa regresyon, boşalt, değişimi onayla.. abarırsa bir tur daha. Ne zamana kadar?

Artık değişimin onaylanması kısımında yeni bir duygu gelmeyene kadar. O zaman af

aşamasına geçeriz. Eğer af aşamasında duygu gelirse 4,2,34,5 e döneriz. Gelmezse sona doğru

ilerleriz.

Gördüğümüz gibi burada ilk belirleyici olan yola çıktığımız duygunun boşalmasıdır. Duygu

titreştikçe yolumuzu ona göre çizeriz. Yani denetim bir açıdan bilinçaltındadır. Diğer sınırlayıcı

bir ajan ise seansın süresidir. Bir şekilde duygu boşalmasa da ki çoğu zaman her şeyi ile o

duygu boşalmaz zaten, şu ya da bu şekilde bilinçaltı yapılan çalışmayı uygun görür ve başka

duygu titreştirmez. O zaman seansı bağlarız.

Yani duyguyu doğasına döndürme kademelerimiz bellidir ama bu kademelerin akışı esnek

olabilir. Burada zaten duygu koçluğunun ustalığı ön plana geçer. Aynı olay, aynı duygu değişik

koçların elinde değişik yollardan geçebilir. En iyisi hangisidir derseniz. Duyguyu hakkıyla

boşaltmış olan en iyisidir. Bazen öyle de böyle de aynı sonuca varabiliriz.

O nedenle duygu koçu olarak en iyiyi ararken kendi sezgilerimize, kendi bilinçaltımıza,

danışanın bilinçaltıyla kurulan enerji bağlantısına güvenerek çalışalım. Yoksa kağıt üzerinde

en iyi gibi gözüken o anda en iyi seçenek olmayabilir.

Değişime Hazır Olmak

Bir şeyler istediğimiz gibi gitmediği zaman, kaçtığımız en güzel söz “henüz yeteri kadar hazır

değilsin” olur. Danışan da haliyle hazır olmasam niye geleyim ki?” der.

Bir duygu koçu olarak, danışanın gözüne bakarak onun hazır olduğunu anlayamazsınız. Ya da

hazır olduğunu gösteren herhangi bir test yoktur. Hazır olmak bir bütün olarak, bilinciyle

bilinçaltısıyla hazır olmak demektir.

Çalışmalara başlamadan önce yüzde yüz hazır olmak diye bir şey yoktur. Hazır olma durumu

her çalışmayla şekillenen bir durumdur. Her bir seans bir sonraki seansa zihni daha hazır hale

getirecektir.

Gerek danışan, gerekse duygu koçu bunun farkında ve bilincinde olması gerekir.

Daha önceki konuşmalarda da değindiğim gibi eğer çalışma bir yerde tıkanırsa, tam istediğimiz

gibi akmazsa hep dönüp bilince bakacağız. Ya o anda çalışmakta olduğumuz konu ile ilgili

yeteri kadar bilinç yoktur, ya da birazdan yüzleşilecek olayla ilgili olarak.

Örneklere bakalım.

Kadın kocasına kızmaktadır. 30 yıllık evlilikleri hep onun çapkınlıklarına tahammül etmekle

geçmiştir. Yılların birikmiş duygusundan kurtulmak için artık kararlıdır. Birikmiş öfkesini

boşaltmak ve kocasını affetmek istemektedir. Hoş kocası hala aynı telden çalmaktadır. Neyse

birkaç seans olması gerektiği gibi akar. Bayan hislerini fark etmekte, duygularını boşaltmakta

bazı hatırladığı olaylara da yarı regresyon, yarı hatırlama ziyaretleri yapmaktadır. Ancak o

beklediğimiz iyi hissetme hali ya da huzur pek gelmemektedir Bir şeyler eksiktir ama ne

olduğunu ben de anlayamıyorum. Yine bir olayı hatırlıyor. Yazlıktalar. Komşularıyla birlikte

akşam yemeği yiyorlar. Komşuya genç bir bayan gelmiş. Bunun kocası ona bodoslamış, ağzının

içine düşecek. Yemekleri ikram ediyor falan… Danışanımız da sinir oluyor… Ama bir şey

yapmıyor, sesini çıkarmıyor. Olaya bak diyorum. Duyguyu boşaltman için kendini ifade et… Bir

şeyler söyle…

- Bir şey söylemek istemiyorum.

-Anlamadım. Bir şey söylemeyecek misin? Adam her haliyle seni yok sayıyor. Şu anda ben

bile adamına gıcık oluyorum. Nasıl bir şey söylemek istemiyorsun?

- Ya ne isterse yapsın. Benim esas istediğim o ne yaparsa yapsın, ben sinir olmayayım.

İşte zurnanın zırt dediği yerdeyiz. Bu işe ilk başladığım yıllarda ben de böyle düşünmüştüm.

Karşıdaki ne yaparsa yapsın öfkemizi boşaltıp, bir şey olmamış gibi yaşantımıza devam edelim.

Ancak burada danışanın seçimi bilince değil, bilinçaltına aittir. Çünkü bilinçaltında koca ne

yaparsa yapsın kocadan ayrılınmaz inancı var. Bu arada danışanın hayli iyi bir emekli maaşı

olduğunu da belirteyim. Yani o adama muhtaç değil. Ama işte bilinçaltı o kadar güçlü ki… O

adamın yaptıkları karşısında ne kadar kötü hissederse hissetsin, ayrılmış bir kadın olmanın

yükü karşısında hafif kalıyor. Tabi bir duygu koçu olarak bize düşene danışanın isteklerine ve

duygularına saygı göstermek ve ona herhangi bir tavsiye ya da seçim yapmasında etki

etmemek. Ayrılır ya da ayrılmaz bu onun bileceği iş. Ama spiritüel bir varlık olmamıza karşı bir

tehdit varsa, işte bu olayda olan da tam budur, eğer kişi sesini çıkarmazsa, yani yapılması

gerekeni yapmazsa, yani samimi değilse, bilinçaltı da fazla gayretkeş olmaz. Sakız çiğner

durur.

O seansı yaşarken benim de kafam bu konuda hala karışıktı. Ortada bir tehdit yoktu. Hayati bir

şey yoktu. Ama içgüdüsel olarak kadına şunu demiştim. Masaya bak hangi yemekler var.

Yoğurtlu bir salata vardı. Şimdi o salatayı alıyorsun, kocanın kafasından aşağı geçirdiğini hayal

ediyorsun, bak bakalım, nasıl hissedeceksin…

- Yok, yok ben asla böyle bir şey yapamam.

- Yapamazsan çalışma burada biter.

Evet, henüz o zamanlar ben de katıydım. Bir şeyler ilerlemiyorsa kestirip atıyordum. Çünkü

henüz duygu koçluğu değil hipnoterapistlik yapıyordum.

Bu olay benim için öğrenme sürecimde dönüm noktası olmuştur diyebilirim. İnsanlık onuru

dediğimiz şeyin bilinçaltı için değil ama varlığımız için son derece önemli olduğunu ve esas

enerji bedeninde biriken duyguların doğrudan hayati tehlikesi olan olaylar için değil ama

insanlığımıza, insanlık onur ve insani değerlerimize yapılan ve karşılığı verilmeyen durumlarla

ilgili olduğunu bana öğretmiştir.

Bu olaydan öğrendiğimiz başka bir şey daha vardır. Bilinçaltı kuru kuruya değişime izin

vermez. Değişmek sadece enerji bedeninin yeniden organizasyonu değildir. İçten olan

değişimin bir şekilde dışa da yansıması beklenir. Yani kişinin günlük yaşamında, seçimlerinde,

ilişkilerinde bir şeyler haliyle değişecektir. Zaten bir şey değişmeyecekse ortada kurulmuş bir

denge zaten vardır, bilinçaltı neden bu dengenin bozulmasına izin versin ki.

Yani bu danışanın olaya yaklaşışı şöyle olsaydı seanslar bambaşka akardı. Ya ben neden

yıllarca bu adamın bana bunları yapmasına ve beni gerip üzmesine izin verdim ki… Sonuçta

ona bir mecburiyetim de yok. Çocuklar da büyümüş gitmiş. Ben bu adamdan kurtulmak

istiyorum. Yani öce affet sonra kurtul. Affetmek kurtulmaktır. (Affetme konularına geldiğimiz

de bunları daha geniş yönüyle tartışacağız zaten).

O halde hazır olmak demek, seanslardan sonraki değişime de hazır olmak demektir.

Gerçek değişimi bilinçaltı mı istiyor yoksa bilinç mi bunu her zaman bir iki seansta keşfetmek

mümkün olmayabilir. Değersizlik inancında verdiğim bir örnek vardı. Kanser olan bir işadamı.

Operasyonlarını olmuş, ama bir akrabası yoluyla biraz da zihinsel temizlik yapması gerektiğine

karar vermişti. Sıfırdan zenginliğe ulaşan, durmak bilmeyen bir iş yapma arzusu ve kazanma

durumu söz konusuydu. Dokuz seans havanda su dövdük. Gerçi o benimle sohbet etmekten

memnundu ama ben değildim. Sadece kanser olmuş bir zihnin neden hala bilinçaltına

inilmesine izin vermediğini merak ediyordum ve sonra bum! Bir güm keşfettim. Artık

uslandığını ve durulduğunu söylerken bir gün “doktorum insan kafasına koyduğunu yapmalı”.

Dedi. İşte burası. Çünkü içsel temizliği arayan bilinçaltıydı. Sadece hayatta kalmak ve biraz

daha fazla kafasına koyduğunu yapmak istiyordu. Rahmetli Necmettin Erbakan’ın tüm

Türkiye’ye öğrettiği deyim tam buraya uygundu.

Bilinçaltı “takiyye” yapıyordu.

(Takiyye: Müslümanlığın ilk yıllarında Müslümanların canlarını korumak için hala putperestmiş

gibi davranmaları durumuna denmiştir).

Seans ve süreç…

Bir terapistle bir danışanın, danışanda bir değişim yaratmak amacıyla geçirdiği süreye seans

denir. Seans süresi 45 dakika ile 3 saat arasında değişir. Bir duygu koçu için seans süresi

ortalama 90-120 dakikadır. Standart bir seans iki kişi arasında geçer. Şahsa özeldir.

Bir duygu koçu için seansın bir tek amacı vardır. Boşaltabildiğin kadar duygu boşaltmak…

Bazen seanslar çok verimli geçer. Bazen de havanda su dövmüşsün gibi… Ama boşa geçmiş

gibi görünen seansların bile ileriye yönelik bir hazırlık olduğunu bilmek lazım. Ancak sorunlu

olan bir kişiye bunları anlatmak oldukça zordur.

Zihinsel tekniklerle çalışmanın paradoksu şudur.

Arızalı olan zihindir. Bu nedenle çalışma zihne yönelik olacaktır. Ama bu çalışmaların başarılı

olması için de, içinde bulunduğu durumu sağlıklı değerlendirmesi gerekir. Sağlıksız bir yapıdan

sağlıklı bir değerlendirme beklemek. İşte duygu koçunun bu paradoksu çok iyi bilmesi ve

seansları bilek güreşi yapmaktan kurtarması gerekir.

Ne demek bilek güreşi yapmak? Zorla danışanın bir şeyleri fark etmesini sağlamak için

konuşup durmak. Çok yorucu… Danışan şunu bilmeli… Ne yapılıyorsa onun yararına yapılıyor…

Zihinsel çalışmalar aceleye gelmez. Acele ettikçe gecikmeler olur. Ama duygu koçluğu

seansları psikoterapi gibi yıllarca da sürmez. Adam olacak çocuk kakasından belli olur misali,

daha 2-3 seans içinde hangi verimlilikle ilerlediğimiz belli olur.

Günümüzde insanlar çok hızlı ve mucizevi çözümler istiyorlar. Zamanları kıymetli… Kimse

kimseye güvenmiyor. Hem sana seansa geliyor, hem de seni sürekli tartıyor. Acaba

kazıklanıyor muyum diye… Karşılıklı güven olmadan bu işler yürümez. Ama zaten bilinçaltını

hasta eden de bunlardır. Yani Acelecilik, zaman karşı yarışmak, başarı hırsı, güvensizlik… Kişiyi

zaten çıkmaza sokan bu durumların daha “dakika bir gol bir” gibi olumlu bir şekle dönmesini

beklemememiz lazım.

Freud’dan beri seans haftada bir yapılan buluşma olmuştur. Ama bu haftalık görüşmeler

sadece bir tarihi eğilimden başka bir şey değildir. Bir duygu koçu danışanıyla günde iki kere de

çalışır, her gün de çalışır… Yeter ki ilerleme olsun… Bazen 15 günde bir çalışırsınız bazen ayda

bir… Ama ideali ne derseniz, başlangıç aşamalarında daha sık, zamanla sistem oturdukça daha

seyrek çalışabilirsiniz…

Haftalık çalışmak her zaman pratiktir. Haftanın aynı günü, aynı saatine odaklanmak, uyumu

arttırır.

Evet, uyum. NLP’cilerin çok önem verdiği şey. İngilizcesi rapport… Yani müşterinin bilinçaltını

manipüle etmek! Manipüle ederek onun sana açılmasını sağlamak. “Ben senin babanım kızım,

bana güvenebilirsin” gibi bir şey… Bunun için birçok teknik öğretilir. “Danışanın davranışlarını

aynala, nefesini taklit et… Sesini onun sesine uydur” gibi… Ben bu yaklaşımları

benimsemedim, benimseyemedim. Bilinçaltı zaten kalıplarla çalışır. Modelleme ile çalışır. Her

hipnoz bir kalıptır. Amacımız kalıpları kırmak iken yaklaşımımızın her türlü kalıptan uzak

olması gerekmez mi?

Danışanla hiç mi rapport olmayacak? Olacak tabi, ama bilinçaltısıyla değil, bilinciyle. Güven

bilinçaltının aradığı bir şeydir. Bir ortamda bilinçaltı ya güvende hisseder, ya da güvensiz. Sizin

tipinizi, o andaki davranışınızı, giyiminizi beğenmediyse ve kendisin bir tehdit olarak

algıladıysa güvensizlik hissi yaratacaktır. Bu sanki danışan için bir ilk test gibidir. Duygu koçuna

karşı güvensiz hissetmesine rağmen bilinçli aklıyla ilişkiyi sürdürmeyi göze alıyorsa değişim

şansı yüksektir.

Yok hissettiği güvensizliği o anda o ortamın gerçeği olarak algılıyorsa yapacak bir şey yoktur.

Belki duygu koçu olarak buradan başlarsınız ve hissettiğinin geçmişin hipnozundan

kaynaklandığını ona fark ettirmeye çalışırsınız. Fark etmeye niyeti varsa tabii.

Ben yıllarca bunun mücadelesini veririm. Gerek eğitimlerimde, gerekse bireysel

çalışmalarımda doğal ve rahat davranırım. Eşofmanla gelirim. Karnım açsa danışanın yanında

bir şeyler atıştırırım ve bunları onun farkındalığını uyarmak için de kullanırım. Doğallıktan

rahatsız olan taraf bilinçaltıdır.

Gelelim sürece…

İyileşmek bir süreçtir. İyileşmek yolculuktur, yolculuğun kendisidir. İyileşme biten bir şey

değildir. Sürdürülen, sürdürülmesi gereken bir şeydir. Her aşamada bilinçaltı, ego “ben

oldum” hipnozunu yaratır. Daha birkaç seans sonunda danışan mükemmel hisseder ve bir

daha ne gelir, ne de bir şey yapar. İşte bunlar kaybedenlerdir. Fırsatı tepenlerdir. Duygu koçu

olarak bu konuları danışanın dikkatine sunmanız gerekir. İyileşmenin bitmesi, hipnozların

bitmesi, değersizliğin sıfırlanması, tam değişim vs yoktur. Her zaman çalışacak bir şeyler

vardır.

Zaten değişmez kuralımız şudur:

Durursan gerilersin. Kazandıklarını korumak için de ilerlemeyi sürdürmelisin.

Seans sayıları sonsuz değildir. Ama kendi içinde bir akışı vardır. İlk seanslar meseleyi anlamak,

duyguları oturtmak idmanlarıyla geçer. Yakın duygulardan bir şeyler boşalır. 5. Seanstan

itibaren derin duygular açılmaya başlar. Derin duygulara ulaşmadan tam bir değişim

beklemeyin.

Derin duyguların temizlenmesi bile yine de her şeyin bittiği anlamına gelmez. Ondan sonra

spiritüel açılımlar vardır. Ve spiritüel açılım zaten yıllarca sürecek bir şeydir. Buradan sürekli

seans yapılacak anlamı çıkmasın. Zaten çok az danışan 10 seanstan fazla gelir.

Benim değişmez istatistiğim şudur:

İlk gelenlerin yüzde ellisi 2. Seansa gelmez.

2. seansa gelenlerin yüzde ellisi 3. Seansa gelmez.

3. seansa gelenlerin yüzde ellisi 4. Seansa gelmez…

O nedenle duygu koçunun değişmez şarkısı da şudur:

“Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.”

Çeşit, çeşit zihin…

Karşımızda birey vardır, ama duygu koçu için her bir birey farklı bir zihindir. Her zihin hem

birbirine benzer, hem birbirinden çok farklıdır. Tıbba ilk girdiğimiz yıllarda hastalık yok hasta

var demişlerdi ama sonra hep hastalık öğrettiler, hiç hastayı öğreten olmadı. İşte o zihin

hastadır. Hasta zihindir. Buradan zihnin hastalıklı olduğu anlam çıkarılmasın. Demek istediğim,

bir tıp öğrencisine eğer hastayı öğretmek gerekiyorsa, zihni öğretmek gerekir. Ama bu kitabın

iddiası da değişmemiştir. Hastalığı yaratan zihindir. Hastalıklı zihin hastalık yaratır.

Nasıl her hastalık birbirine benzese de her biri birbirinden farklıdır; işte bu farklılığı yaratan en

önemli güç zihindir. Ne genetik ne de başka bir şey… Önce zihin.

Bir duygu koçunun genel bir yol haritası vardır. O harita duygu koçunun rehberidir. Ancak

duygu koçu karşısındaki zihne göre de esnek olmasını bilecektir. Her zihin aynı yaklaşıma, aynı

şekilde yanıt vermez. Aynı girdi, farklı zihinlerde farklı çıktılara neden olur.

Bazı zihinler çok yumuşaktır, bazı zihinler çok sert.

Bazı zihinler çok esnektir, bazı zihinler çok kalıplı…

Karşımıza gelen zihinleri iki gruba ayırabiliriz öncelikle…

Pozitif olanlar ve negatif olanlar.

Pozitiflerle çalışmak kolaydır ama her zaman hızlı değildir. Pozitif olanların bir kısmı size ve

sisteme çok güvenir. Aslında genel olarak insanlara kolay güvenir. Kolay telkin alır, kolay

etkilenir. Kolay duygusunu hisseder. Söylediklerinizi tartışmaz ve uygulamaya çalışır. Ama bu

demek değildir ki çok bilinçlidirler. Aksine bilinçaltları böyle şekillenmiştir. Bilinçli bakış o

kadar yerinde ya da güçlü değildir.

Bu kişilere fiziksel telkine yatkın deriz. Sorunları daha çok fiziksel bedenle ve hissetmekle

ilgilidir. (Ayrıntılı bilgi için Hipnozun Kitabı’ndaki Telkine Yatkınlık bölümüne

bakabilirsiniz).Duygu koçları açısından en hızlı sonuç veren yine de bu zihinlerdir. Ancak

duygunun boşalmasına rağmen güçlü farkındalık sağlanamazsa semptomlar geri tepebilir ya

da kişinin yaşamında beklenen olumlu değişiklikler olmayabilir.

Örneğin çok telkine yatkın genç bir erkek danışanım olmuştu. Bipolar bozukluk nedeniyle

yıllardır bir ton psikiyatrik ilaç kullanıyordu. Daha ilk çalışmamızda çok hızla derinleşti, birçok

çocuklukla ilgili travmatik olaya gitti, duygu boşalttı. Sonra da bana 1 yıl içinde 15-20 kere

geldi gitti. Her seferinde bir şeyler çözdük. 3 paket sigara içerdi, bıraktı. Çok saldırgandı, bir

şeyi kalmadı. Liseden terkti, üniversiteyi bitirdi. Tüm ilaçları bıraktı. Resmen hayatı kurtuldu.

Ama ben onun pek de bir şeyin farkında olmadan, güçlü telkine yatkınlığı ve bana olan aşırı

güveni sayesinde bu değişimi geçirdiğinin farkındaydım. Bu nedenle benim düzenlediğim bir

yaz kampına gelmesini istedim. Dersleri dinledikçe esas değişimi geçirdi. Birçok gerçeği,

annesinin gerçeğini, babasının gerçeğini o zaman fark etti. İlk defa onlar için üzülmeye

başladı. Gerçek affı o zaman oluşmaya başladı.

Pozitif zihinlerin diğer grubu duygu koçunun en sevdiği zihinlerdendir. Farkındalık vardır,

bilinçli bakış vardır, niyet vardır, gayret vardır. Size gelene kadar birçok çalışma yapmıştır. Ne

aradığını üç aşağı beş yukarı bilir. Çalışma sırasında koça sorun ya da çatışma çıkarmaz.

Burada yine vurguluyorum, pozitif olması bilinçaltının çok hızla çözüleceği anlamına gelmez.

Süreç yine de süreçtir. Yani bu kişilerin de kendilerine ait bir çözülme ve değişim süreci

olacaktır. Bir seanslık mucize falan yaratamazlar.

Duygu koçunu esas yoracak olanlar negatif zihinlerdir. Bunların genellikle ortak sorunu

duyguları hissetmedeki zorluktur. Negatif zihinlerin en kötüsü hiçbir şey bilmeden ve sizden

mucize bekleyerek gelmiş olanlardır.

Bu kişiler çoğu zaman en baştan kendilerini belli etmeye başlarlar. Telefondaki sorularından

anlaşılır, henüz yolun neresinde oldukları. Kaç seans, ücret nedir, daha önce benim gibi

vakanız oldu mu, hemen hipnoz yapıyor musunuz, garanti veriyor musunuz vs. Bu soruları

soranların sizinle bir şekilde uyuma geçmeleri ve bu kitapta anlatmaya çalıştığım ve

anlatacağım kademeleri geçmeye hiçbir şekilde niyeti olmadıklarını hemen söyleyeyim.

Boşuna, çaba, boşuna uğraşı olacaktır. Ama yine de burada aman bunlarla çalışmayın

diyemem. Ben deneyimlerimi paylaşırım, ama ne yapacağınızı size söylemem. Ama şu kadarını

söylerim. Benim bu son paragraftaki yargılarıma ulaşmam için bayağı bir zamanı boşa

harcamış olduğumu belirteyim. Ya da daha amiyane tabirle kafamı epeyce duvarlara tosladım.

Sizin de aynı duvarlara toslayarak öğrenmenize gerek yok.

Duygularıyla çalışmak istemeyenlerle çalışmayın…

Kestirme yol arayanlarla çalışmayın…

Hislerini hissetmek için çaba göstermeyenlerle çalışmayın…

Anlamak için çaba göstermeyenlerle çalışmayın…

Gerçek değişimi aramak yerine egosunu beslemek için uğraşanlarla çalışmayın…

Az olsun, öz olsun, temiz olsun, yaptığınız işten, aldığınız sonuçtan keyif alın…