editör’den · faziletli ameller ve davranışlarla yükselmişlerdir. vakfımızın kurucusu...

Post on 26-Oct-2019

16 Views

Category:

Documents

0 Downloads

Preview:

Click to see full reader

TRANSCRIPT

Güzellikler dini İslâm ve İslâm’ın en hassas bir şekilde yaşanmasını öğütleyen tasavvuf yolu, insanların medenî bir şekilde toplum ha-yatının şekillenmesine büyük önem vermiştir. İn-sanlar arası ilişkilerde başta edep olmak üzere sa-mimiyet, muhabbet, sevgi, saygı ve sadeliği öğüt-leyen bir inanç sistemi olan yüce dinimiz, insanca yaşamanın sırlarını açıklamış, hudutlarını çizmiştir.

Edeb (âdâb); insanları güzelliklere davet eder, kötü dav-ranışlardan alıkoyar. Muaşeret ise, insanların birbirleriyle sosyal ilişkilerinde dostâne davranmalarını ve iyi geçinmelerini sağlar.

Âdâb-ı muâşeret, insanların birbirleriyle iyi münasebetler kurabilmeleri ve sürdürebil-meleri için gereklidir. İnsanın en başta kendine, daha sonra çevresine duyduğu saygının dışa vurumu görgü kurallarına uymakla kendini gösterir ve belli eder.

Bu manevî yolda terakki edenler, sırf namaz ve oruç gibi farz ibadetlerle bu yüceliğe ulaşmış değillerdir. Aksine bunları eksiksiz ve kusursuz bir şekilde ifa etmeye ilâveten, faziletli ameller ve davranışlarla yükselmişlerdir. Vakfımızın kurucusu Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle buyurur:

Âdemi ikmâle sebeb lâzım olan cümle edeb Hulûsî’yâ bak gör ki hep sıdkı bütünlerde bütün

(Âdemoğlunun kemâl bir hâl kazanması için evvela edepli olması gerekir. Ey Hulûsi bu mükemmel hâl samimi Müslümanlarda, sadık insanlarda bulunur.)

Muaz bin Cebel (r.a.) Yemen’e kadı olarak gönderilirken Efendimize hitaben; “Ey Al-lah’ın Rasûlü, bana faydalı olacak şeyi öğret!” dediğinde Allah Rasûlü: “Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Kötülüğe karşı iyilik yap ki, kökünü kesesin. İnsanlara karşı da iyi ahlâkla mu-amele et!” buyurur. Mü’min daima insanlara hilm ve yumuşaklıkla davranmalı, öfke ve kin beslemeden muamele etmelidir. Hz. Lokman (a.s.); “Güzel ahlaktan üç şey vardır ki, üç va-kitte belli olur. Bir kimsenin halîm ve yumuşak huylu olduğu öfkeli zamanında belli olur. Mert ve cesur olduğu savaşta belli olur ve bir kimsenin yardımsever olduğu ona bir ihtiyaç düştüğünde belli olur.” buyurmuşlardır. Netice olarak bizler yapmakla mükellef olduğumuz farz ibadetlerimizden tutun, en küçük di-yebileceğimiz adab-ı muaşeret kanunlarını dahi yüce kitabımızdan ve Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in sünnet-i seniy-yesinden, öğrenmeliyiz. Yazımızı Peygamber Efendi-miz (s.a.v.)’in şu güzel duası ile bitirelim:

“Allah’ım, yaratılışımı güzelleştirdiğin gibi, ahlâkımı da güzelleştir.”

Editör’den...

Aile EkiYıl: 3 Sayı: 36

Somuncu Baba Dergisi’nin Ücretsiz Ekidir.

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ

Musa TEKTAŞ

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK, Prof. Dr. Ali YILMAZ

Prof. Dr. Sebahat DENİZ, Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN,

Prof. Dr. Ali AKPINAR

Grafik Tasarım ve Uygulamaİrem BAYRAKTAR

Yapım

www.grafiturk.com.tr

Baskıİhlas Gazetecilik A.Ş.Tel: 0 (212) 454 30 00

Basım-Yayım-Dağıtım-PazarlamaVİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.No: 71 (44700) Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79

ARALIK 2017 / YIL: 24 - SAYI: 206

04

08

12 1824 28

1420

2630

Kul Hakkı

Yılbaşında Çocukları Kimin Kuşu Yapıyoruz?

Gözün Nuru Edep

Yenidoğan Bebeklerde “Cilt Bakımı”

Fatıma binti Yeman (r.anhâ)

Dilekçe

Selam Olsun Aşk Yarenlerine Müslümanca Duruş

Osmanlı Kadınında İffet ve Hayâİki DünyaSümeyye Büşra YILDIZ

Hilal OTYAKMAZ Emine Büşra YÜKSEL

Zühal ÇOLAK

Sare Çizmecioğlu

M. Emin KARABACAK

Halide YENEN

Nesibe AYDIN

N. Nida DURAN

Ayşe Gül PINAR

KUL HAKKISümeyye Büşra YILDIZ

Günümüzde yaşayan Müslümanlar olarak, kul haklarına dikkat etmedi-ğimizi, bu konuda gereken duyar-

lılığı göstermediğimizi rahatlıkla söyleyebili-

riz. Şunu çok iyi bilmemiz gerekiyor ki; dinin

temel hedefi, canlı cansız tüm varlıkların iliş-

kisini adalet üzere düzenlemektir. Ayet-i ke-

rimede şöyle deniyor: “Şüphesiz Allah, ada-

leti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi

emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da

yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt

veriyor.”1 Burada her şeyi yerli yerine koymak,

hak sahibine hakkını vermek ve orta yolu iz-

lemek kastedilmektedir.

Temel vasfı kulluk olan insanın diğer

varlıklara karşı belli esaslar çerçevesinde

davranması ve insanlara ezâ verecek şeyleri

ortadan kaldırması imanın gereği sayılmak-

tadır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“İman, yetmiş şu kadar şubedir. Bunun en

yukarı derecesi Allah’tan başka ilâh yoktur

demek; en aşağı derecesi ise yolda insanla-

ra ve diğer varlıklara engel olan, eziyet ve-

ren şeyi ortadan kaldırmaktır.”2

Allahu Teâlâ, insanî ilişkileri düzenleye-

cek kurallar koymuştur. “Ölçtüğünüz za-

man tam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu

hem daha iyidir, hem de sonucu bakımından

daha güzeldir.”3, “Ölçü ve tartıyı adaletle ye-

rine getirin.”4, “Yazıklar olsun ölçü ve tartıya

hile karıştıranlara! Onlar insanlardan bir şey

aldıklarında tastamam ölçerek alırlar. Satar-

ken ise eksik ölçüp tartarlar. Onlar büyük bir

günde hesap vermek için diriltileceklerini hiç

mi akıllarına getirmezler? O öyle bir gündür

ki insanlar, âlemlerin Rabb’inin katında divan

duracaklardır.”5

Allah Rasûlü, ashabına: “Müflis kimdir,

biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab-ı ki-

ramdan bazıları: “Bizim aramızda müflis, pa-

rasını ve malını kaybeden kimsedir.” dediler.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu

ki: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet

günü namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla ge-

lir. Fakat ona buna sövmüş, kimilerine zina

iftirası yapmıştır. Bazı kimselerin malını yiyip

bazılarının kanını dökmüştür. Kimilerini de

darbetmiştir. Böyle birinin iyiliklerinin sevap-

ları hak sahiplerine verilince üzerindeki kul

hakları bitmeden sevapları biter. Bu sefer hak

sahiplerinin günahları kendisine yükletilerek

cehenneme atılır. İşte müflis budur.”6

“Takva ehli bir Müslüman, din kardeşinin haklarına saygı göstermedikçe kendisini beşerî ilişkiler terazisine hile katmış sayar. Çünkü söz konusu ayetlerin doğru tartıp ölçmesini istediği terazi, sadece kantar, gram ve

metre değil, aynı zamanda adâlet ve insaf terazisidir.”

“Kul hakkı konusundaki duyarlılıklar dünyevî hayattaki huzuru sağladığı gibi, ahiret mutluluğunun da teminatıdır. Nitekim eliyle, diliyle, gözüyle ve sözüyle başkalarını incitmenin kul hakkına taalluk ettiğini bilen; eline, diline, gözüne ve gönlüne sahip olur. ”

4 5

Böyle bir müflis, kendisinden kul hakla-rının tahsil edildiği dehşetli kıyamet günün-de amel defterine baktığında kazandığı ve kurtuluşu için ümit beslediği sevaplarının silindiğini görecek ve paralarını başkalarına kaptıran müflis tüccarın “servetim ve para-larım” demesi gibi “amellerim ve sevaplarım” diyerek üstünü başını parçalayacaktır. Bun-ların temelinde gaflet, dikkatsizlik ve ahiret endişesinden uzak yaşayarak hak hukuk ta-nımazlık vardır.

Kıyamet günündeki hesaplaşmanın deh-şetini anlatan Allah Rasûlü’nün yukarıdaki hadisinden başka boynuzsuz koyunun boy-nuzludan hakkını alacağı hadisi çok dikkat çekicidir.7

Sadece insanlar birbirlerine yaptıkları zu-lüm ve haksızlıklardan değil, diğer varlıklar da kendi içlerinde ve insanlarla hakları açı-sından hesaba çekileceklerdir. “İnkârcı kâfir diyecek ki keşke toprak olsaydım.”8

İnsanların amel defterlerinde günahla-rının üç çeşit olduğunu görüyoruz: Birinci

olarak küfür ve şirk gibi günahlar yer alır ki

bunlar asla affedilmez. İkinci sırada Allahu

Teâlâ’ya karşı küfür ve şirk dışında işlenen

günahlar vardır ki bunlar affedilebilir. Üçün-

cü sırada ise kul haklarına karşı işlenmiş

günahlar yer alır. Bunlar asla karşılıksız bı-

rakılmaz. Hak sahipleri haklarını almadıkça

hesap işlemi tamamlanmaz.

Bu konulardaki ayet ve hadisler, Müslü-

manların din kardeşleriyle olan ilişkilerinde

hak konusunda duyarlılıklarını arttırmakta,

ticarî ilişkilerden komşuluğa, borç alışve-

rişinden yolda yürüyüşe kadar hassas ol-

masını istemektedir. Çünkü takva ehli bir

Müslüman, din kardeşinin haklarına saygı

göstermedikçe kendisini beşerî ilişkiler tera-

zisine hile katmış sayar. Çünkü söz konusu

ayetlerin doğru tartıp ölçmesini istediği tera-

zi, sadece kantar, gram ve metre değil, aynı

zamanda adâlet ve insaf terazisidir.

Tevbe ve istiğfarda kul hakkına taalluk

eden günahın mutlaka hak sahibiyle helâlleş-

mek suretiyle gerçekleşeceği kaydı, kul hak-

kının tevbe ve istiğfar ile giderilemeyeceği

gerçeğini ve önemini anlatmaktadır. Burada

şu ilkeyi göz önünde bulundurmak gerekir:

“Affetmek büyüklük, başkasının hakkını zayi

etmek ise zulümdür.”

Allahu Teâlâ, kulunun kendisine karşı

olan haklarını bağışlar, ama huzuruna bir

başkasının hakkıyla gelen kimseyi ise -hak

sahibinin hakkını zayi etmemek için- bağışla-

maz. Kur’an-ı Kerim’deki: “Kim zerre miktarı

şer işlerse onun karşılığını görür.”9 ayeti kul

hakkına ait günahları kapsamaktadır.

Kul hakkının kapsamının genişliği sebe-

biyle Peygamberimiz (s.a.v.), bu konuda du-

yarlılık göstermiş ve vefat hastalığı sırasında

mescide çıkıp minberden nasihat ettikten

sonra halka hitaben: “Kimin ben de bir hak-

kı varsa, altın ve gümüşün bir işe yaramadığı

günde, benden isteyeceğine şimdi çıkıp iste-

sin.”10 buyurmuştur.

Ayrıca Allah Rasûlü cenaze namazları

sırasında, ölenin borcunun olup olmadığını

sorardı. Varsa borcun mirastan ödenmesini

talep ederdi.11

Allahu Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de hem ken-

disine küfür ve inkârda bulunanlara, hem de

kul hakkını ihlâl edenlere zalim adını vererek

onları lânetlemiştir: “O gün bir melek her-

kesin duyacağı bir sesle bağırıp (şöyle der)

haberiniz olsun ki Allah’ın laneti zalimler

üzerinedir.”12

Kul hakkı konusundaki duyarlılıklar dün-

yevî hayattaki huzuru sağladığı gibi ahiret

mutluluğunun da teminatıdır. Nitekim eliy-

le, diliyle, gözüyle ve sözüyle başkalarını in-

citmenin kul hakkına taalluk ettiğini bilen;

eline, diline, gözüne ve gönlüne sahip olur.

Toplum hayatında her türlü imkânı başkala-

rını rahatsız etmeden kullanabilme becerisi

bu duyarlılığı kazanmaya bağlıdır. Çünkü

başkalarını rahatsız etme endişesi taşıma-

yan; yaptıklarının başkalarını inciteceğini dü-

şünmeyen kimse, kolaylıkla kul hakkına girer.

Başkasının apartmanının ve evinin önüne

rızası olmadan arabasını park eder. Trafikte

kuralların kendisine vermediği hakları uya-

nıklık zannederek elde etmeye çalışır, önüne

geçtiği ya da sıkıştırdığı insanların haklarını

ihlâl ettiğini düşünmez. Evinin saçağından

ya da balkonundan akan suyun başkasının

bahçesine ya da arabasına zarar vermesini

önemsemez.

Bizde kul hakkı denilince genellikle doğ-

rudan başkasının malına ve canına taalluk

eden haklar ile onlara verilecek zarar hatıra

gelmektedir. Oysaki kul hakkının içine insan-

ları incitebilecek her türlü davranış girmekte;

sözden bakış ve kötü düşünceye kadar hep-

si bu kapsam içinde yer almaktadır. Hatta

çevreyi, ekolojik dengeyi korumaya riayet

etmeyen; suya, havaya ve toprağa iyi davran-

mayan insanları bile aslında bu kapsam için-

de görmek gerekir. Rabb’im bizleri kul hakkı

yemekten korusun. Âmin...

Dipnot

1. 16/Nahl, 90.2. Müslim, İman, 58. Ayrıca bkz. Buharî, İman.3. Ebu Davud, Sünnet, 14; Neseî, İman, 164. 11/Hûd, 85.5. 83/Mutaffifîn, 1-6.6. Müslim, Birr, 59.7. Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyâmet.8. 78/Nebe, 40.9. 99/Zilzâl, 8.10. Buharî, Mezâlim, 10, Rikâk, 48.11. Mevsılî, el-İhtiyâr, V, 85, 86.12. 7/A’râf, 44.

6 7

Canımız ciğerimiz olarak gördüğü-müz minik kuşlarımız olan çocuk-larımızı nasıl yetiştiriyoruz? Minik

kuşlarımıza dinin hangi emir ve yasaklarını uygulamada model olmaya çalışıyoruz? Top-lum tarafından doğru gibi öğretilen yanlışlar konusunda çocuklarımızı ne kadar bilinçlen-direbiliyoruz?

Bu ve buna benzer soruları çoğaltabiliriz. En önemlisi, kendimizi ve çocuklarımızı di-nin emir ve yasakları konusunda bilinçli bir Müslüman olarak yetiştirebiliyor muyuz?

Her yıl aralık ayın da Hıristiyan Batı top-lumunda olduğu gibi Müslüman olan bizim toplumda da ister istemez gündeme yılbaşı oturmaktadır. Müslümanlarla uzaktan ya-kından alakası olmayan yılbaşının, eskiye

nazaran daha belirgin olarak kutlandığı göz-lenmektedir. Çoğu Müslüman tarafından bilinçsizce yapılan bu kutlamalar, zamanla tahmin dahi edilemeyecek sonuçlar doğur-maktadır.

Rasûlullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kendisin-den başka ilah olmayan Allah’a kasem ederim ki, içinizde öyle adam bulunur ki, cennet eh-linin ameli ile amel eder ve kendisi ile cennet arasında bir zira’dan (Yaklaşık 50 cm) ziyade mesafe kalmaz. Derken (hükm-i) kitap (yani o yazının hükmü) ona galebe eder, cehen-nem ehlinin ameli ile amel eder de cehenne-me girer. Keza içinizde öyle adam bulunur ki, cehennem ehlinin ameli ile amel eder, kendi-si ile cehennem arasında bir zira’dan ziyade mesafe kalmaz. Derken (hükm-i) kitap ona galebe eder, cennet ehlinin ameli ile amel eder ve cennete girer.”1

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte Avrupa ile iç içe olan toplumumuz, son yüz yılda de-ğerlerinden daha da uzak kalmaya başlamıştır. Eskiden televizyonlardaki yılbaşı programları-nı seyretmeyi dahi uygun bulmayan toplumu-muzda yılbaşılar artık vazgeçilmezler arasına girmeye başlamıştır. Eskiden bırakın kutlama-yı televizyonda seyredeni dahi kınayan toplu-mumuz, son zamanlarda yılbaşını kutlamaya-cağını söyleyenleri yadırgamaktadır.

Müslüman’ın Ramazan ve Kurban Bay-ramı’ndan başka bayramı yoktur, inanç ve düşüncesi içinde iken; bugün Hıristiyanlar tarafından bayram olarak kabul edilen yılba-şılar bizim toplumuzda da kabullenmeye ve benimsenmeye başlamaktadır.

“Kim bir kavme benzerse, onlardandır.”2 buyuran Peygamber Efendimiz (s.a.v.); bir Müslüman’ın hiç kimseye benzemeyeceği ve bir Müslüman’ın taklit eden olmayacağını bu hadisiyle çok güzel ifade etmektedir.

M. Emin KARABACAK

YILBAŞINDA ÇOCUKLARI

KİMİN KUŞU YAPIYORUZ?

“Kim bir kavme benzerse, onlardandır.’ buyuran Peygamber Efendimiz (s.a.v.); bir Müslümanın hiç kimseye benzemeyeceği ve bir Müslüman’ın taklit eden olmayacağını bu hadisiyle çok güzel ifade etmektedir.”

8 9

İslâm toplumuyla uzaktan yakından iliş-kisi olmayan yılbaşı ve yılbaşı kutlamaları, büyükleri olduğu kadar çocukları da ister istemez olumsuz etkilemektedir. Çocukla-rına yılbaşını sadece tatil, eğlence veya yeni bir yılın kutlaması olarak gösterip kutlamaya çalışan, televizyondaki yılbaşı kutlamalarını seyretmekte sakınca görmeyen anne baba-lar, aslında kendilerinin olduğu kadar çocuk-larının da maneviyatlarına zarar verdiklerinin farkında bile değillerdir.

Yılbaşı kutlamaları büyüklerin olduğu ka-dar okuldaki çocukların da gündemini meş-gul etmektedir. Eskiden çocuklar, yılbaşını sadece tatil olarak algılayıp konuşurlarken son zamanlarda kutlamalar şeklinde davra-nışlara dönüştüğü görülmektedir.

“Biz bu yıl yılbaşını …… kutlayacağız. Biz yılbaşında …. gideceğiz. Biz yılbaşı için şunu aldık. Yılbaşında şunu yapacağız, bunu ya-

pacağız….” diye başlayan cümleler, çocuk-ların en çok kurdukları cümlelerin başında gelmektedir.

Çocukların bu konuşmalarından anlaşıla-cağı üzere, yılbaşı kutlamaları aileler tarafın-dan da normal karşılanmakta ve çocuklara o şekilde ifade edilmektedir. Bunun sonucun-da da çocuk başkasına benzeme ve onların değerlerini benimseme adına yapılan yılbaşı kutlamalarını, Müslümanların da yapabile-ceği normal bir faaliyet olarak algılamaktadır. İleri yaşlarda çocukların bunu biraz daha abartarak dinin diğer değerlerine de genel-leyerek farklı yaşam tarzlarına girmesine neden olacaktır. Bu da kişi için telafisi müm-kün olmayan maneviyat tahriplerine sebep olmaktadır.

Cenab-ı Hak, “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateş-ten koruyun.”3 buyuruyor.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, “He-piniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden koru-malısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmezse-niz, mesul olursunuz.”4 buyuruyor.

Yılbaşı Kutlamalarının Çocukları Etkilememesi İçin Neler Yapılmalı?

1. Başta anne babalar, yılbaşı kutlamaları konusunda çocuklara model olmaktan kaçınmalı.

2. Yılbaşı kutlama konusunda ailenin plan ve programı olmamalı.

3. Çocuklar için yılbaşı tatili pekiştireç ola-caksa bunlardan kaçınılmalı.

4. Çocuklar için önemli olan memleket, an-neanne, babaanne ziyaretleri ile yılbaşı arasında bağlantı kurdurulmamalı.

5. Yılbaşı tatilini normal bir tatilmiş gibi algı-layıp o şekilde değerlendirme konusunda çocuklara model olmalı.

6. Yılbaşı kutlamaları konusunda aile, özen-

dirici konuşma ve davranışlardan kaçın-malı. Müslümanların bayramları hakkın-da çocuklar bilgilendirilmeli.

7. Yılbaşının gerçek hikâyesi araştırılıp dini-miz ve kültürümüzle bağlantısı olup ol-madığı konusunda çocuklarla bilgi payla-şımı yapılmalı.

8. Çocukların yılbaşı ile ilgili sorularına on-ların anlayacağı şekilde ve doğru cevap verilmeli.

9. Yılbaşı gecesi mümkünse televizyon seyret-memeli ve seyredilecekse de yılbaşı kutla-ması yayınlamayan kanallar seyredilmeli.

10. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in, “Kim bir kavme benzerse, onlardandır.”5 hadisinin yılbaşıyla bağlantısı konusunda ailecek sohbet edilmeli.

Dipnot

1. Buhari-Müslim.2. Ebu Davud.3. 66/Tahrim, 6.4. Buharî, Vesâyâ, 9.5. Ebu Davud.

10 11

müderris, şair, sûfi olduğu kanaatleri vardır. Yah-

ya Efendi’nin doğumundan birkaç gün sonra

Şehzade Selim’in oğlu Süleyman’ın dünyaya

gelmesi ile Kanuni Sultan’ımızın hem sütkardeşi

hem de yoldaşı olur. Eğitimini Trabzon, İstanbul

gibi şehirlerde tamamladıktan sonra Sahn-ı Se-

mân Medresesi ve diğer farklı medreseler olmak

üzere müderrislik vazifesini devam ettirir. Kanu-

ni’ye yazdığı bir arîza yüzünden araları açılmış-

tır ve görevinden uzaklaştırılır. Sonrasında da

emekliye ayrılır. Görevinden ayrılmasından sonra

kendi imkânlarıyla Beşiktaş’ta geniş bir arazi sa-

tın alır ve hayatının geri kalan kısmını ziyaretine

gittiğimiz dergâhında geçirmiştir. Onun Boğaz

kenarında, Hz. Musa ile Hızır’ın buluştuğu yer

olarak kabul edilen Hıdırlık adını verdiği bölgeye

rüyasında gördüğü bir şahsın işaretiyle gidip tek-

kesini kurduğu belirtilir. Bazı kaynaklarda Yûşa

Peygamber’in Beykoz’daki makamının Yahya

Efendi tarafından keşfedildiği de anlatılır. Yahya

Efendi renkli bir kişiliğe sahiptir. Edebî yönü de

kuvvetlidir. Kendisinin şiirlerini vefatından sonra

Divan’ında toplarlar. Divan edebiyatının kadın

şairlerinden Hubbî’nin de (ö. 998/1590?) Yahya

Efendi’nin torunu olduğu rivayet edilir.

Yahya Efendi’yi sadece Müslümanların ziya-

ret etmediği, dergâhın gayri müslimlerin yoğun

biçimde yaşadıkları bir bölgede kurulmuş olma-

sı sebebiyle çoğu denizci birçok Hristiyanın da

onu ziyarete gittiği, bazı konularda kendisinden

yardım istediği anlaşılmaktadır. 1571 yılında vus-

latı gerçekleşir. Vefatından sonra tekkesi Kadirî

ve Nakşî meşâyihi tarafından kullanılmıştır.1 İn-

sanların Yahya Efendi’yi ziyarete gitme istekleri

bu hakikatlerden sonra anlaşılmıştır, diye dü-

şünüyorum. Dönelim yolcularımıza. Kafadaki

soruların cevapları ile trafik açıldı, yol ferahladı.

Kalp menziline varış hızlandı. Ziyaretimize var-

dık, çok şükür. Görevli: “Türbe kapandı. Sade-

ce namazınızı kılıp çıkın.” dedi. Hemen kılmaya koştuk. Namaza başlamıştık ki, zikir sesleri gel-meye başladı. “Kalpler ancak Rabb’i anmakla mutmain olur.”2 buyruğu ile ritme yönlendirildik. Ne oluyordu böyle? Bu zikir sesleri de nereden geliyordu? Nasıl da özlemiş ruhum, bedenim zi-kir meclisini... Ziyarete yetişemedik, namazı kılıp çıkalım diye düşünürken Rabb’imin ikramları bir bir her zamanki gibi gelmeye başlamıştı. Şüp-hesiz ki her zorluktan sonra bir kolaylık, inşirah vardı.

Erkeklerin namaz kıldığı giriş kısmında, üç muhterem kişi zikir halkası oluşturmuş, Rabb’ime aşkla zikrediyorlardı. Yer-gök şahit oluyordu. Bu zikirler vatanımızı, milletimizi daim koruyordu; çok şükür, bin şükür. Zikir bitti ve bir baktık ki, Beşiktaşlı Yahya Efendi’nin kapalı türbe kapısı açıldı. Biz: “Ne oluyor?” diye bakınırken, aşağıdan gelen sesler ile Rabb’im ikramlarını yine gösteriyordu. Devlet büyükleri Zat’ı ziyarete geldikleri için kapı açılmıştı. Biz de onların arka-sından girebilmiştik. Neye niyet, neye kısmet? Lütufların daim yağar da, gören kalp ver daim Ya Rabb’im!

Selam olsun, Beşiktaşlı Yahya Efendi’me! Her zamanki gibi, misafirlerini çok güzel şekilde ağırlamıştı. Rabb’im kapıların açılması için nasıl da vesilelerini gönderiyordu. Yeter ki, her işini O’na bırakmasını bil! “Ve üfevvizü emri illallah.”3 Beşiktaşlı Yahya Efendi ile birlikte hazirede yatan bütün yolculara, Abdülhayy Hazretleri’ne de se-lam olsun. Himmetleri, bereketleri daim Ümmet-i Muhammed’in üzerine nur olsun, aşk olsun... Vesselâm…

Size güzel bir anıyı ve her anıyla birlikte gelen hikmetleri âcizane aktarmak istiyo-rum. Aylardan ekim, günlerden pazar...

Hava, dökülen sonbahar yapraklarının rüzgâr-la ahengi ile hazan... Ve yolcular yine yollarda, daim seyr halinde, sükûnete bürünmüşlükle menzillerine ulaşma gayretinde... Hayat menzili işte... Yola çıktıktan sonra istikamet ile aşkı bul-ma, bilme, olma şevkiyle daim yürümek... Arkana bakmadan yürümek... Önce çiçek olmak, sonra

selsebil olarak gül bahçesine dönebilmek… Akıl-

da bu düşüncelerin akışı ile yolun akışı, Beşiktaşlı

Yahya Efendi’ye bağlanır. Ancak menzile varıla-

na kadar trafik yoğundur, Beşiktaşlı Yahya Efen-

di’nin kapanış vakti gelmiştir. Her işte olduğu

gibi, ya nasip! Bu arada Beşiktaşlı Yahya Efendi

kimdir? Neden yolcular ona ziyarete giderler?

Beşiktaşlı Yahya Efendi hakkında İslâm An-

siklopedisi’nde birçok tezkirelerden hareketle;

SELAM OLSUN AŞK YARENLERİNE!

Hilal OTYAKMAZ

Dipnot

1. Ayrıntılı bilgi için, İslâm Ansiklopedisi, TDV, Beşiktaşlı Yahya Efendi- Haşim Şahin, 2013, c. 43-s. 243-244.

2. 13/Ra’d, 28.3. 40/Mü’min, 44; ‘Ve ben, işimi Allah’a havale ederim

(bırakırım).’

12 13

GÖZÜN NURU EDEPHalide YENEN

Çocukluğumun mahallesinde bir meczup vardı. “Okur âlim, tutmaz zalim.” derdi avlu kapısından gi-

rerken de kimse üstüne alınmazdı. Gülüp geçerlerdi. Meczuptu neticede. Ama öyle herkesin evine girerken söylemezdi bu sözü. Bilhassa okumuş, ilmiyle tanınmış kişilerin evlerine girerken çıkardı bu sözler ağzından. Şimdi o günlere baktığımda öyle gülünüp geçilesi değil çok önemli, üzerinde düşünül-mesi gereken bir söz olduğunu fark ediyo-rum. İlmiyle amel etmeyip gündelik yaşamı-na arzuları, dikenli ahlakı hâkim olan âlimin zalime dönüştüğünü söylüyordu aslında.

Kötü ahlak kadar, edepsizlik kadar insa-nın dünya ve ahiret kazancını tüketen, yok eden başka özellik var mıdır sizce? Sahip ol-duğu bilgiyi bir hamal gibi, bir tüccar gibi ta-şıyıp ihtiyaç duyduğu halde faydalanmamak,

kişinin başkalarına olduğu kadar belki de daha fazla kendine yaptığı haksızlık, zulüm değil midir? Müflis hadisini hepimiz biliriz, değil mi? Hani bir gün sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ashabına, “Müflis kimdir, biliyor mu-sunuz?” diye sorar. Onlar da, “Parası ve malı olmayan kimsedir.” diye cevap verirler. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurur: “Şüp-hesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnad ve iftirası ya-pıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da ce-henneme atılan kimsedir.”1

Üstlendiği görevde, başına geçtiği işte o görevin, o işin gerektirdiği bilgi ve beceriye, o

“Allahu Teâlâ’nın kulları arasındaki ilişkiye ilişkin koymuş olduğu kanunları çiğnemek kulluk adabını gözetmeme, haddi aşma demektir.”

“Üstlendiği görevde, başına geçtiği işte o görevin, o işin gerektirdiği bilgi ve beceriye, o mesleğin adabına göre değil de keyfine göre tutum ve davranış sergileyen kimse nasıl iflas eder yahut işini kaybederse insan olma mesleği

için de, Allah’a kulluk için de aynı kanun geçerlidir.”

14 15

mesleğin adabına göre değil de keyfine göre tutum ve davranış sergileyen kimse nasıl iflas eder yahut işini kaybederse insan olma mes-leği için de, Allah’a kulluk için de aynı kanun geçerlidir. İnsan olmanın, Allah’a kul olmanın yolu güzel ahlaktan, mahlûkata hürmetten geçiyor. Allahu Teâlâ’nın kulları arasındaki ilişkiye ilişkin koymuş olduğu kanunları çiğne-mek kulluk adabını gözetmeme, haddi aşma demektir. Bu nedenledir ki namaz, oruç, zekât gibi temel ibadetleri yaptığı halde mah-lûkatın haklarını ihlal eden ahlak bozukluğu, mü’minin ahirette iflasına sebep olmaktadır.

Mevlâna, Divan-ı Kebir’de der ki;

“Canım efendim, iyi huylu ol da herkesle hoş geçin. Tam kâr edilecek yer burası. Ne diye işe sarılmaz da kâr etmezsin?

Ben dersin gece gündüz namazla meşgu-

lüm, namaz kılıp duran adamım ben. İyi ama

a kardeş, sözlerin namaza ait değil ki!

İnsan elbisesine bürünmüşsün, en güzel

en iyi şekilde bir mazhariyete sahipsin. İş

böyleyken ne diye tutar da kendini tava gibi

karartırsın.”2

İnsanları, hayvanları inciten, hatta canlı

cansız bütün mahlûkata zarar veren kötü ah-

lak insanın kalbini, vicdanını, aklını karartır.

Çünkü her şey, âlemler sultanı Yüce Allah’ın

kuludur. O’nun kullarına zarar vermek, O’nu

incitir, rahatsız eder, kulluk adabına aykırıdır.

Bu nedenledir ki günahtır ve her günah siyah

bir leke bırakır insanda. Ve o lekeler çoğal-

dıkça gözü, kalbi, idraki körelir insanın. Dav-

ranışlarındaki kabalığı, dilindeki bıçağı, elin-

deki baltayı fark edemez de kendini ibadet

ehli zanneder. Hep başkalarıdır kötü olan

ve kendisinin o şekilde davranmasına sebep

olan da başkalarıdır ona göre. Kör gözüyle

ancak bu kadar görebilmekte, kör idrakiyle

ancak bu kadar anlayabilmektedir çünkü.

Oysa ahlakımızda tezahür eder insanlı-

ğımız, imanımız, kulluğumuz. Ağzımızdan

çıkan, kalemimizden dökülen kelimelerde,

tutum ve davranışlarımızda içimiz dışa açılır.

Dışa açılan içimizi görebilmek için edebin

nuruna ihtiyacımız var. Ve gördüğümüzde

‘Bu benim içimdir.’ deyip sahip çıkabilirsek

eğer, başkalarını suçlama yerine kendi dav-

ranışlarımızdaki çirkinliği görebilirsek eğer,

kendi elimizin, dilimizin sorumluluğunu ala-

rak terbiye edebilirsek eğer, işte o vakit kul-

lukta, insan olmada mesafe katedebiliriz.

Gül Vereceğim

Aşk bahçemin papatyası mor gülü,Dertli yüreğimin şeyda bülbülü,Has bahçemin sarıçiğdem sümbülü,

Tutun yüreğime sevda çiçeğim,Gelirsen yoluna gül sereceğim.

Hasretimdi iki şehrin arası,Özlemimdi gözlerin karası,Nasır tuttu şu gönlümün yarası,

Tutun yüreğime sevda çiçeğim,Gönül bahçesinde gül dereceğim.

Yıllar dolanıyor yerinde zaman,Gelmedin bebeğim oy aman aman,Özlem dem tutuyor hasretin yaman,

Tutun yüreğime sevda çiçeğim,Uzat ellerini gül vereceğim.

Gayrı gurbetlik yeter oldu canıma,Sen gelmedin hasret geldi yanıma,Son demimde yetişiver sonuma,

Tutun yüreğime sevda çiçeğim,Gül dersen gönlümü güldüreceğim.

Rabia BARIŞ

Dipnot

1. Müslim, Birr, 59.2. Mevlâna. Divan-ı Kebir, No:. 3130, 3132, 3133.

16 17

MÜSLÜMANCA DURUŞEmine Büşra YÜKSEL

Müslümanın, inancı dünya görüşü ile olaylara karşı tavrı, duruşu, al-gısı da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

sünneti ile muvafık olmalıdır. Müslüman, sadece, amentü ve ibadetlerde değil, beşeri münasebetlerde, ticari faaliyetlerde, sosyal faaliyetlere katılımda, olayları algılama ve yorumlamada, göstereceği tepkide hatta oyun ve eğlencede Müslümana yaraşır ha-reket etmek ve Müslümanca bir tavır sergi-lemek durumundadır. Müslümanlar, insanlık için çıkarılmış hayırlı bir ümmettir. Dolayısı ile Müslümandan her hâlükârda çözüm odaklı,

müspet yaklaşımlı, yapıcı bir tavır beklenir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Siz, insan-lar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.”1

Ümmet-i Muhammed, Kur’an’da vasat ümmet olarak nitelendirilir: “Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şâhid olasınız.”2

İslâm dini dengeli bir dindir. Aşırılığa karşıdır. İslâm dini coğrafi olarak dünyanın ortasındadır. Düşünce ve yaşantı olarak da hayatın ortasındadır.

Dipnot

1. 3/Âl-i İmran, 110.2. 2/Bakara, 143.3. 4/Nisa, 135.4. İbn-i Mace, Mukaddime, 19.5. Buhari, İman, 4; Müslim, İman, 64.

Müslüman, aklını, bilgisini, yeteneğini ve sahip olduğu bütün imkânları, kendisi, ailesi, içinde yaşadığı toplumu ve insanlığın yararına kullanır.

Müslüman, daima, kendi ve yakınları aley-hine bile olsa hak ve hakikatten yana tavır alır. Nisa Suresi’nde şöyle buyuruluyor:

“Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şa-hitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kim-seler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır.”3

Müslüman, hayra öncü, şerre set olur. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu hususta şöyle buyur-muştur: “İnsanların bir kısmı hayrın anahtarı, şerrin kilididir, bir kısmı da şerrin anahtarı hay-rın kilididir. Ne mutlu hayrın anahtarı olana, yazıklar olsun şerrin anahtarı, öncüsü olana.”4

Mü’min, güven veren ve güvenilen insan-

dır. Güven verme, agâh olma, diğerkâm olma

ve vakarlı bir duruş, Müslümanın başlıca

sıfatlarıdır. Peygamberimiz (s.a.v.), “Müslü-

man, elinden ve dilinden başkalarının emin

olduğu kimsedir.”5 buyurmuştur. Fetih Sûresi

29. âyette de mü’minlerin bazı vasıflarından

bahsedilirken mü’minlerin, “inkârcılara karşı

çetin, birbirlerine karşı merhametli” oldukla-

rı belirtilmiş ve vakur bir duruşa işaret edil-

miştir.

Müslüman, bir karar vereceği, bir iş yapa-

cağı ve bir duruş sergileyeceği zaman önce-

likle Allah’ın rızasına uygun olup olmadığı-

na bakar, “Elâlem ne der?” diye düşünmez.

Toplumun beklentileri ve değerlendirmeleri

çok gerekli ise mübah olan konularda nazarı

itibara alınabilir.

Müslümanca tavır; makul, meşru, ger-

çekçi, fayda sağlayan ve sonuç getiren bir

tavırdır. Müslümanca duruş; ilkeli, ahlaklı,

vakur, Müslümanın izzet-i nefsine uygun bir

duruştur. Hz İsmail (a.s.)’in teslimiyeti, Hz

Eyüp (a.s)’ün sabrı, Hz Yusuf (a.s)’un iffeti ve

Peygamberimiz’in davasına sadakati ve asaleti

Müslümanca tavırdır. Bir birinden cazip teklif-

ler karşısında Allah Rasûlü, “Bir elime güneşi,

bir elime ayı verseniz ben yine bu davadan

vazgeçmem.” buyurarak, davaya sadakat ve

tavizsiz olma konusunda bize en güzel örneği

sunmuştur. İslâm tarihinde Müslümanca tav-

rın âlimler ve kahramanlar tarafından ortaya

konmuş sayısız örnekleri vardır.

“Müslüman, aklını, bilgisini, yeteneğini ve sahip olduğu bütün imkânları, kendisi, ailesi, içinde yaşadığı toplumu ve insanlığın yararına kullanır.”

18 19

Nesibe AYDIN

“Doğum öncesinde sıvı bir ortamda bulunan bebeğin cildinin doğum sonrası kuru havaya alışması, 2 veya 3 hafta kadar sürebilir. Bu sebeple,

doğum sonrası ilk 2-3 hafta derinin üst tabakasında cilt kuruluğu, kabuklanma ve soyulmalar görülebilir.”

Yenidoğan bebeklerin cildi çok daha hassas ve ince olduğu için özel bir ba-kım gerektirir. Seçilecek ürünlerden

göbek bağı bakımına, banyo koşullarından pişiğin önlenmesine kadar pek çok konuda anne babalar uzman doktorların kontrolünde bazı önemli noktalara dikkat etmelidir. Uz. Dr. Seda Günhar ve Uz. Dr. Aşkın Güra Nemli-oğlu, yenidoğan bebeklerde cilt bakımı konu-sunda anne babalara önerilerde bulundu.

Yenidoğanlarda dolaşım sistemi de tam gelişim göstermemiş olduğundan, doğum sonrası cilt kızarıklıkları sık görülebilir. Ay-rıca, doğum kanalından geçerken yaşanan basınç nedeniyle yüzde ve vücudun çeşitli bölgelerinde kırmızı noktalar ve morluklar da görülebilir. Bunlar genellikle bir hafta içinde gerileyerek kaybolur. Gerileme göstermiyorsa veya yaygın olarak görülüyorsa mutlaka bir uzmana danışılmalıdır. İnce cilt tabakası, be-beklerde su ve ısı kaybına bağlı dehidratasyon yani sıvı kaybının bebeklerde daha sık yaşan-masına neden olur. Deri yoluyla su kaybında, cilt özelliklerinin yanı sıra; ortam nemi ve ısısı, bebeğin aktivitesi de önemlidir. Bebekler ge-reğinden fazla giydirilmemeli, bulundukları ortam ısısı bebek giyinik olduğunda 22-24 derecenin üzerine çıkmamalıdır.

Doğum öncesinde sıvı bir ortamda bu-lunan bebeğin cildinin doğum sonrası kuru havaya alışması, 2 veya 3 hafta kadar sürebilir. Bu sebeple, doğum sonrası ilk 2-3 hafta deri-nin üst tabakasında cilt kuruluğu, kabuklan-ma ve soyulmalar görülebilir. Eğer soyulmalar çok yaygın ise ve gerileme göstermiyorsa bu durum patolojik olabilir ve mutlaka doktora danışılmalıdır. Diğer durumlarda ebeveynle-rin önceliği, bebeğin cildinin temiz ve nemli tutulması olmalıdır. Bebek cildi yetişkinlere

göre daha kuru ve nemi tutma kapasitesi daha düşük olduğu için, bebekler özellikle prema-türeler enfeksiyonlara ve toksinlere karşı daha duyarlıdır. Nemlendirici özellikli bebek yağla-rı ve losyonları kullanılabilir; su bazlı ve vazelin içerikli nemlendirici bakım losyonları ve yu-muşatıcılar uygulanabilir. Yağlı pomatlar, mer-hem ve kremler, deri gözeneklerini tıkayarak terlemeyi önlediği ve isiliğe neden olduğu için kullanılmamalıdır. Yenidoğan cildinde, kimya-sal maddelerin çok daha hızlı emilebildiği de unutmamalıdır. Kimyasal içerikli bakım ürün-leri kullanılmamalıdır. Bebeğinizin cildiyle di-rekt temas eden giysilerde pamuklu kumaşlar tercih edilmelidir; giysilerin temizliğinde ciltte tahrişe neden olabileceği için deterjan ve yu-muşatıcılar konusunda dikkatli olunmalıdır. Bebek giysilerinin temizliğinde, sabun tozu kullanılabilir, giysiler bol su ile durulanmalı ve mutlaka ütülenmelidir.

YENİDOĞAN BEBEKLERDE

“CİLT BAKIMI”

20 21

Raziye SAĞLAM

İNANÇ VE YAŞAMA

NOKTASINDA“Abdurrahman Erzincanî Hazretleri Camii ve Külliyesi”

Malatya’dan Darende’ ye giderken, Balaban ilçesinde mimarisi ile dikkati çeken bir cami ile karşı-

laşırız. Cami önceleri çok eski olduğu için, Osman Hulûsi Efendi Hazretleri 1960’da yıktırmış ve Mimar Şerif Ali Akkurt’a pro-jesini çizdirerek, Allah katında makbul bir hizmet örneği sergileyerek bu güzel caminin yapılmasına vesile olmuştur. Caminin ilginç bir mimarisi vardır ve her detayında derin bir anlam yüklüdür. Haziresinde tasavvuf erenlerinden büyük âlim Abdurrahman Er-zincanî Hazretleri medfundur ve bu zat aynı zamanda Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri’nin de kayınpederidir.

Mübarek zatın hayatı incelendiğinde bir rivayet dikkati çeker. Bu rivayete göre, İstanbul’un Fethi’nden önce Ayasofya’da âlimler ve din adamları arasında bir müna-zara düzenlenir. Hazret de bu münazaraya katılır ve sonuç olarak hazretin 40 Hristiyan din adamının Müslüman olmasına sebep olduğu söylenir. Bu gerçektir ya da sadece bir rivayettir ama bir gayri müslimin Müslü-man olması, hangi dönemde olursa olsun, heyecan verici mucizevî bir olaydır. Burada dikkati çeken önemli konu, Abdurrahman Erzincanî Hazretleri’nin kırk rahibin Müslü-man olmasına vesile olacak ilme ve manevî kişiliğe sahip olmasıdır. Zaten Müslümanlar olarak bizler tam gerektiği gibi İslâm’ı yaşa-sak birçok kişinin İslâm’la şereflenmesine vesile olabiliriz.

Günümüzde İslâmiyet’le şereflenen in-sanlar, o zaman gelene kadar bir arayış ve sorgulama dönemi geçirdiklerini anlatırlar. Bakara Suresi’nin ikinci ayetinde sonsuz merhamet sahibi Allah (c.c.) mealen “İşte o kitap, bunda şüphe yok. O muttakiler (Kötü-lüklerden korunacaklar) için bir hidayettir.” buyurur. Bunlar Kur’an-ı Kerim’i incelerken,

kendi inanç ya da inançsızlıklarındaki zavallı-lığı kıyas edebilme imkânını bulurlar ve sonuç olarak İslâmiyet’le şereflenen o bahtlı insan-lardan olurlar. Müslüman olduktan sonra da dinlerini en güzel şekilde öğrenmeye ve ya-şamaya gayret ederler. Bu nokta benim çok dikkatimi çeker. Bizler doğduğumuzdan beri hep Müslüman çevrenin içinde olduğumuz için, çoğunlukla dinimizi pek araştırmaz, Al-lah (c.c.) Kur’an’da bize ne diyor bilmeyerek, gördüklerimiz ve bize öğretilenle amel ede-riz maalesef. Bizde bol olup hor kullanma diye bir tabir vardır ki, İslâm’ı layıkıyla yaşama noktasında tam da bize uyar.

Sonradan Müslüman olan bu insanların yüzlerinde görülen huzurun dışında, anlat-tıklarına göre birçoğunda ortak bir nokta olarak dikkati çekense, İslâm’la şereflendik-ten sonra gerek aile gerek diğer insanların, onların davranış ve ruh hallerindeki olumlu değişimden memnun olduklarını belirtme-leri. Darısı diğer gayri müslimlerin başına derken, aynı zamanda da inanç ve yaşama noktasında tüm Müslümanların başına. Her geçen gün dökülen kanların daha çok arttığı ve sıradan insanlar arasında bile düşmanlık-ların olduğu dünyamızda gerçekten buna ihtiyacımız var.

“Caminin ilginç bir mimarisi vardır ve her detayında derin bir anlam yüklüdür. Haziresinde tasavvuf erenlerinden büyük âlim Abdurrahman

Erzincanî Hazretleri medfundur ve bu zat aynı zamanda Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri’nin de kayınpederidir. ”

22 23

Birçok Batılı yazar, seyyah ve diplo-matın dikkatini çeken hususlardan en önemlisi, kaynağını dinî terbiye,

ahlak ve adap hükümlerinden alan Müslü-manların, başkalarının kadınlarına rastla-dıklarında, “gözlerini dikip bakmayı haram sayma” ahlakını sergilemeleridir.

İngiliz Diplomat J. David Porter’in ko-nuyla ilgili müşahedeleri bunun çarpıcı mi-sallerindendir: “Sokakta bir kadına rastlayan erkek, bakmak yasak edilmiş gibi başını çe-virir. Türkler küstah bir kadından, bir çeşit tiksinti ile kaçarlar. Böyle bir kadın onlarda sadece nefret uyandırır.”

O yüzden Lady Elizabeth Craven, 18. yüzyılın son çeyreğinde bile şu hükmü ver-mesini bilmişti: “Türklerin kadınlara olan muameleleri bütün milletlere örnek olma-lıdır.”

Avusturya’nın İstanbul elçisi Ogier Ghi-selin de Busbecg’in; “Türk kadınlarındaki yüksek ahlak seviyesi; eşlerinin iffeti, Türk-ler için o kadar önemlidir ki, başka hiçbir millette, ona bu derece önem verildiğini göremezsiniz.” sözlerinden de anlaşılacağı üzere Müslüman-Osmanlı kadınında gö-rülen ahlak, iffet ve hayâ mefhumları, göz kamaştırıcı ziynetlerdendir.

İskoçyalı Seyyah William Lithgow, ahlak ve iffetine düşkün olan Osmanlı kadınının seyrek olarak sokağa çıkmayı tercih ettiğini ve gerekmedikçe bundan sarfı nazar ettiği-ni ifade ediyor. Seyahatnamesinde, kadınla-rın ve genç kızların, sokağa çıkma lüzumu doğduğunda, genellikle kocaları, harema-ğaları veya dadılarının refakatinde hareket ettiklerine temas ediyor. Yanı sıra, Osmanlı

toplumunda Müslüman kadınların ve genç

kızların, tanıdık veya akrabadan bir erkekle

sokakta konuşmalarının ender görüldüğü-

nü de dikkat çekici bir durum olarak kay-

detmiştir.

Aynı hususta İngiliz kadın yazar Dori-

na L. Neave’nin değerlendirmesi şöyledir:

“Türkler, kadınların topluluk içinde peçesiz

görünmelerine çılgınca öfkelendikleri için

sımsıkı peçelenmedikleri sürece evden çık-

malarına izin verilmediği gibi ailenin erkek-

leri dışında bir erkekle konuşmaları yasaktı.”

Fransız yazar A. Brayer, yaşanan bu uy-

gulamaların, dinî hükümlerden ve Osman-

lıların bunları tatbik etme hususundaki du-

yarlılıklarından kaynaklandığı kanaatinde-

dir: “Kur’an, kadınların evlerinde oturmaları-

nı ve sokağa örtülü çıkmalarını emretmekle,

cemiyet hayatı için meşum olan temayülleri

mümkün olduğu kadar imha etmiştir.”

Bu konuda Osmanlı erkeği ve kadınının

ne denli titizlik gösterdiği ve derin bir has-

sasiyet taşıdığıyla ilgili Fransız Seyyah Jean

du Mont’un, 1690-1691 yılında bizatihi

kendi intiba ve araştırmalarına dayanarak

yaptığı tespitler hem tatmin edici hem de

etkileyicidir.

Mont’a göre, Osmanlı erkeği, eşinden

dürüstlük ve ciddiyet bekler; herhangi bir

erkekle herhangi bir vesileyle konuşmasını

katiyen affetmezdi. Zikrettiği diğer müthiş

misal de şudur: Aynı evde yaşayan erkek

hizmetkârların, senelerce evin hanımının

yüzünü görmeden yaşamaları, Osman-

lı toplumunda sık görülen bir davranış ve

adab-ı muaşeret kaidesidir.

Zühal ÇOLAK

“İstanbul ve diğer şehirleri gezen birçok Batılı seyyah, yazar, araştırmacı ve tarihçi, kaleme aldıkları eserlerde, Osmanlı ülkesinde kadının yüksek

mevkii, sahip olduğu hak ve özgürlükler karşısında hayret ve gıpta hislerini dile getirmişlerdir.”

OSMANLI KADININDA

İFFET VE HAYÂ

24 25

FATIMA BİNTİ YEMAN (R. ANHÂ)

Bu grubun içerisinde Huzeyfe ibni Ye-man da vardı. Bunlar bir müddet Medine’de kaldıktan sonra memleketlerine döndüler ve İslâm’ı tebliğe başladılar. Önce aile efradına ve akrabalarına son dini anlattılar. İslâm’ın güzel ahlakını söz ve davranışlarıyla onlara göstererek Müslüman olmak isteyenlere ön-cülük yaptılar.

Huzeyfe ibni Yeman (r.a.) babası ve kar-deşlerini alarak Medine-i Münevvere’ye geldi. Peygamber-i Zişan Efendimiz’in huzu-runda kelime-i şehadet getirerek ailecek İs-lâm’la şerefyap oldular. Gönüllerini bambaş-ka bir ufka açtılar. Sevgili Peygamberimiz’in sohbetleriyle büyüdüler. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in sohbetlerinde Fatıma binti Ye-man (r.anha) kendisini yetiştirdi. Müslüman hanımlarla birlikte sık sık ziyarete gider, Pey-gamber (s.a.v) Efendimiz’den hadis dinlerdi.

“Belâ ve musibetlerin en şiddetlisi, Al-lah’ın sevgili kullarına verilir.” hadisini de böy-le bir sohbette duymuştu. Kendisi bu anısını şöyle nakleder:

“Hazreti Peygamberimiz’in rahatsız ol-duğunu duymuştuk. Bir grup hanımla birlik-te ziyaretine gittik. Hane-i saadete varınca humma hastalığının verdiği ateşin şiddetin-den mübarek vücutları titriyordu ve ateşler içerisinde yanıyordu adeta. Onu bu durum-da görünce dayanamadık ve:

‘Ya Rasûlallah! Allah’a dua etseniz de bu hastalığı sizden giderse.’ dedik. Bunun üzeri-ne Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki:

‘Belâ ve musibetlerin en şiddetlisi pey-gamberlere gelir. Sonra derece itibariyle onu takip edenlere sonra onların peşinden gelen-lere.’ buyurdu.”

Fatıma binti Yeman (r. anha) dini tebliğ konusunda İslâm’a girecek kadınlara önder-lik ederdi.

Hanımların ziynet takmakta aşırı gitmele-ri hususuyla ilgili olarak Peygamberimiz’den şöyle işittiğini nakleder:

Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) bizi riya-dan gösterişten sakındırmak için şöyle bu-yurdu:

“Ey hanımlar topluluğu! Ziynet eşyalarını-zı gümüşten temin edemez misiniz? Göste-riş maksadıyla altından ziynet edinen hiçbir kimse yoktur ki ona azap edilmesin.” buyur-du.

Fatıma binti Yeman (r. anha)’nın nerede ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Al-lah ondan razı olsun.

Akrabalarının Müslüman olup Pey-gamber (s.a.v.) Efendimiz’e biat et-melerine öncülük yapan mücahide

bir hanım. Rasûlullah’ın sırdaşı olan meşhur

sahabisi Huzeyfe ibni Yeman (r.a.)’ın kız kar-

deşi...

Babasının adı Huseyl’dir. Onun İslâm’la mü-

şerref olması kardeşi Huzeyfe (r.a.) aracılı-

ğıyla olmuştur. Şöyle ki;

Benî Abs kabilesinde Hristiyan bir âlim vardı. O, son peygamberin gelmesinin yakın olduğuna dair bilgileri çevresindeki insanlara duyurmuştu. Kabile halkı son dini ve son elçi-yi beklemekteydi. Allah Rasûlü ve arkadaşları-nın Medine’ye hicret ettiği haberi kendilerine ulaştı.

Kabilenin önde gelenlerinden dokuz kişi-lik bir grup Medine ye geldi. İki cihan serveri-nin huzurunda Müslüman oldular.

N. Nida DURAN

“Fatıma binti Yeman (r. anha) dini tebliğ konusunda İslâm’a girecek kadınlara önderlik ederdi. Hanımların ziynet takmakta aşırı gitmeleri hususuyla ilgili olarak Peygamberimiz’den, ‘Ey hanımlar topluluğu! Ziynet eşyalarınızı gümüşten temin edemez misiniz? Gösteriş maksadıyla altından ziynet edinen hiçbir kimse yoktur ki ona azap edilmesin.’ hadisini rivayet etti.”

26 27

İKİ DÜNYAise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sa-

rılmıştır.” Böyle olduğu halde, iyi niyetlerimi,

güzel amellerimi bozmaya çalışan şeytan,

vadem dolana kadar müsaadeli beni yoldan

çıkarmaya. Yasakları hoş göstermek, ayakları

kaydırmak onun işi. Her aldanış bir oyalan-

ma, her oyalanma mukarenet cahîme doğru.

Cennet içimde benim, cehennem de.

Musa’yla Firavun gibi. Seçimlerimle kurulan

sahnenin oyuncusu, suflörü, kostümcüsü,

her şeyi benim. Metrajı belli olmayan filmin

de. Rolümü başarıyla, dekorlar sınırında can-

landırmam, seyirciler ve ilâhî kameranın sa-

hibi tarafından kayda geçirilir. Hayat denilen

şey yani hepimize biçilen rollerin neticesi iki

dünyadaki cennet ve cehennem değil mi?

Unutuyorum doğduğum an ölüme talip ol-

duğumu. Unutuyorum bana sunulan Küllî İra-

de’nin Cüz’ünü. Unutuyorum, yaklaşılmaması

gereken tek bir ağaçtı ceddimi aslî yurdundan

çıkaran. Unutuyorum, bülbülü kanatan diken-

lerin güle renk verdiğini. Hz. Âdem’i vesvese-

siyle aldatan İblis, kulağımın dibinde bitmeyen

şarkısını söylüyor. Dinlediğim an yükseltiyor

sesini. Ve coşkuyla razı oluyorum isteklerine.

Biliyorum, nefsimi sıkıştıran bir gülüşle

baharlar açıp neşvünema bulacak renkler.

Bir anlık görmezden gelmekle mahzun olan

bakışlar, teker teker dökecek yapraklarını.

Dünya ve ahiret çatıştığında nefsimin hoş-

landığını seçmek kolay. Hayatıma anlam kat-

maksa zor. Acı çekiyorum karar aşamasında.

Şayet duygularıma yenilmeden düşünceleri-

mi yönlendirebilirsem belki cennetin kapıları

açılacak. İstemeden, Allah için tuttuğum so-

ğuk bir el ısınıp çalışmaya başlayacak belki,

zorlanarak sadece O’nun rızası adına yaptı-

ğım bir akraba ziyareti belki ihya edecek iki-

mizi de. Kalplerimiz ısınacak, zıtlıklar tebah-

hur edecek. Nitekim kudsî bir hadiste “İhlâs

sırlarımdan bir sırdır, onu sevdiğim kulumun

kalbine tevdi ederim.” buyrulur.

Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyur-muştur: “Cehennem, nefse hoş gelen

şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin iste-mediği şeylerle kuşatılmıştır.”1

Yüce Yaradan’ın kitabında on yerde bah-settiği “muhlisîne lehü’d-dîn” yani şirk ve ri-yadan uzak ihlâs verdiği kullarının amelleri

koruma altındadır. Çünkü Cüneyd-i Bağda-dî’nin söylediğine göre, ihlâs o kadar gizlidir ki melek bilmediği için sevap hanesine yaz-maz, şeytan bilmediği için bozamaz, nefis ise bilmediği için şımarmaz.

Her adımda iki seçenek var karşılaştığım. Efendimiz (s.a.v.)’in verdiği ölçü “Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet

Sare ÇİZMECİOĞLU

“Unutuyorum, bülbülü kanatan dikenlerin güle renk verdiğini. Hz. Âdem’i vesvesesiyle aldatan İblis, kulağımın dibinde bitmeyen şarkısını söylüyor. Dinlediğim an yükseltiyor sesini. Ve coşkuyla razı oluyorum isteklerine.”

Dipnot

1. Buhârî, Rikak 28; Müslim, Cennet 1.

28 29

Küçük çocuk, birinci sınıfı bitirdiğinde okumayı sökmüş ve “dilekçe” denilen şeyin ne demek olduğunu öğrenmişti.

Artık bütün isteklerini bir yazı ile dile getire-

cek, altına da imzasını attı mı, bu iş olup bite-

cekti. Karne aldıkları gün, çantasını bir tarafa

fırlatıp sokağa çıktı. Babasının kapıcılık yaptı-

ğı apartmanın önündeki boş alan, top sahası

olarak seçilmişti. Ama o, kısa boylu ve çelim-

siz olduğu için, maçlara alınmazdı. Bu du-

rumda ister istemez misket oynar, ya da “en iyi

arkadaşım” dediği bisikletiyle gezerdi. Çocuk, babasının durumunu bildiği için, apartmanın sakinleri tarafından çöpe atılan hurda bir bi-sikletle idare ediyordu. Bisikletin her yeri dö-külmüştü. Üzerinde “boya” diye bir şey kalma-mış, bütün metal kısımları paslanmıştı. Üstelik de pedalları yamulmuş ve seledeki yaylar tek tek fırladığından, poposunu acıtmaya baş-lamıştı. Küçük çocuk, esasında bu duruma razıydı. Fakat bisiklet, geçen sene bile küçük gelmişti. Bu yıl biraz daha uzadığından, onu terk etmekten başka çaresi yoktu.

Bisikleti kucaklayıp kapı önündeki çöple-rin arasına bıraktığında, küçük çocuğun ak-lına bir fikir geldi: Artık bisikletsiz kaldığına göre, bir dilekçe yazıp yenisini isteyebilirdi. Ama onu kime göndereceğini bilemiyordu. Üstelik de annesi, ne kadar fakir olursa ol-sunlar, başkalarına el açmayı çirkin bulurdu. O halde?..

O halde, dilekçesini Allah’a gönderirdi. Zaten dedesi de, Allah’ın çok zengin ve cö-mert olduğunu, insanlara verdiği hediyelerle, zenginliğinin bir gram bile azalmayacağını sık sık tekrarlıyordu. Çocuk, büyük bir titiz-likle yazdığı dilekçesini, karne parası ile aldı-ğı bir uçan balonun ipine bağladıktan sonra,

Ayşe Gül PINAR

DİLEKÇE

“O halde, dilekçesini Allah’a gönderirdi. Zaten dedesi de, Allah’ın çok zengin ve cömert olduğunu, insanlara verdiği hediyelerle, zenginliğinin bir gram bile azalmayacağını sık sık tekrarlıyordu.”

30 31

onu serbest bıraktı. Dilekçede: “Allah’ım...

Bana bir bisiklet gönderir misin?” yazıyordu.

İmza yerinde ise, onu çağırırken kullandıkları

isim vardı: “Ufaklık”

Küçük çocuk, balonun nereye gittiğini ta-

kip etmeye koyuldu. Biraz sert esen rüzgâr,

onu civardaki yüksek binalar arasında dolaş-

tırıyor ve yükselmesini engelliyordu. Balon,

onların arasında gidip geldikten sonra, dar

bir sokağa girerek gözden kayboldu. Küçük

çocuk, yaptığı işi arkadaşlarına anlattığında,

onların alaylı gülüşmeleriyle karşılaştı. Fakat

hiçbirine aldırmadı. Dilekçesi yerine ulaşırsa,

bisikleti kesinlikle gelirdi.

Ufaklık, top oynayanları seyre koyuldu-

ğunda, bisiklet taşıyan bir adam gördü. Her

yanından pırıltılar saçan bisiklet, kim bilir

hangi zengin çocuğun karne hediyesiydi.

Bu arada, maç yapan çocuklar da oyunları-

nı kesmiş ve meraklı bakışlarını, kendilerini

büyüleyen bisikletin üzerine çevirmişlerdi.

Kucağında bisiklet olan adam, onlara bir şey

sorduktan sonra, ağır adımlarla çocuğun ya-

nına geldi ve yanağını okşayıp:

- Merhaba arkadaş, dedi. “Ufaklık” deni-

len adam sen misin?

Küçük çocuk, ağzını açmasına rağmen

bir ses çıkartamadı. Cebindeki misketleri

sanki boğazına sıralanmış ve nefes alması-

nı zorlaştırmıştı. Sadece başını sallayabildi.

Adam kısık bir sesle:

- Dilekçen kabul edildi yavrum!.. Hediyeni

inşallah beğenirsin.

Adam, bisikleti çocuğun kucağına bıra-

kırken, onun küçük kalbinin yerinden fırlaya-

cak kadar hızlı attığını fark etti. Ve kızarmış

yanaklarına bir öpücük kondurup uzaklaştı.

Yan sokağa kıvrıldı ve bir apartmana girip üst

kattaki dairesine çıktı. Kapıyı açtığında, ken-

disini karşılayan küçük kız:

- Baba, diye bağırdı. Biliyor musun, bizim

balkona uçan bir balon girmiş!...

Adam, onu kucaklayıp:

- Biliyorum yavrum, diye okşamaya baş-

ladı. Sen uyurken girmişti. İpine de bir kâğıt

bağlamışlar.

32

top related