devlete carpan kamyon
Post on 16-Apr-2015
82 Views
Preview:
TRANSCRIPT
DEVLETE ÇARPAN KAMYON
HAYRETTİN BULUT
MİZAH DİZİSİ - 7
GENEL D İZ İ-1 3 7
1. Basım-Ocak 1997
DEVLETE ÇARPAN K AM YON (Mizah Öyküleri) / Hayrettin Bulut/ Kapak: Mahmut Özçcker/ Bayrak Matbaacılık'ta basılmıştır / YALÇ IN Y A Y INLARI: Ankara Caddesi No. 45 Güncer Han Kat 4 Cağaloğlu 34410 İSTANBUL Tel. : 0212 519 31 35
HAYRETTİN BULUT
DEVLETE ÇARPAN KAMYON
KAPAK:
MAHMUT ÖZÇEKER
YALÇIN YAYINLARI
Yaşamıma giren üç güzel hanıma;H .-Z . T.-T. B.'ye...
1. Not: Soyadları, yasa karşısında yalnızca bürokratik bir ayrıntı olduğundan ve kendi i-
nisiyatiflerini kullanarak almadıklarından, bu ithafta dikkate değer bulmadım.2. Not: Sıralamada alfabetikselliği değil, tarihsel durumu dikkate aldım.3. Not: Üçünüzü de çok seviyorum.
KİTAP ÜZERİNE OKURA ALTIN DEĞERİNDE ÖNERİLER
1- Bu kitabı okuduktan sonra, yalnız başınıza yürürken, içindeki öyküleri düşünmeyiniz, riskli olabilir. Durduk yerde ya da duramadığınız yerde gülmeye başlayabilir ve yanlış anlaşılabilirsiniz. Ama kitabımı sürekli olarak elinizde taşırsanız, herhangi bir sorunla karşılaşmazsınız. Kitabım böyle bir durumda delil yerine geçecektir.
2 - Kitabımı, özellikle toplutaşıtlarda okuyunuz. Ve rahatça, sıkılmadan gülünüz. Hatta başka komik şeyler de düşünüp, gülmenizi uzatabilirsiniz. Unutmayın ki her gülüş, bir kalem pirzolayla eşdeğerdedir. Böylece; kitabımın karşılığı olarak, bol bol et gereksiniminizi de gidermiş olacaksınız. Hem de, bünyenize aşırı kolesterol yüklemeden gerçekleştireceksiniz bunu.
Kitabımın kapağını ise başka insanlara göstermekten sakınmayınız. Sakınım yoluna başvurursanız çok bencilce bir davranış sergilemiş olursunuz. Bencillik herkes tarafından ayıplanan, anne ve babalarımızca
5
çocukluğumuzda, bizlere sık sık "Bencillik yapma yavrucuğum, bu çok kötü bir davranıştır," diye yinelenen bir tümcedir.
3 - Şimdi bu ilk satırları okuduğunuza göre, büyük o- lasılıkla kitabımı aldınız. Ya da başınızda vıdı vıdı etmeyen, kitap satan bir „kitapçıda bu altın değerinde önerileri okuyorsunuz. Ama henüz kitabımı almadınız. Bu duruma göre iki olasılık var. Ya kitabımı alacaksınız ya da almayacaksınız. Aldıysanız sorun yok. Ama almadıysanız, küçük bir sorun var. Bir arkadaşınızın önerisiyle zaten alacaksınız. Buysa sizin için zaman kaybıdır. Ve bu gerekçenin ışığında lütfen kitabımı hemen alınız. Çünkü insanın bu dünyadaki en değerli şeyi zamandır. Her şeyi bir kez ya da birçok kez alma şansınız var, fakat geçen zamanı asla geri alamazsınız. Onu gereksiz harcamayınız.
4 - Kitabımı, önünüze gelen ya da sizin her önüne gittiğiniz kitapçı dükkanına sorunuz. Ve hatta, başka ürünler satan dükkanlara da sorabilirsiniz. "Burası kitapçı dükkanına benziyor mu?" gibi bir soruyla karşılaşmanız halinde, bunu yalnızca "Pardon," sözcüğüyle yanıtlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecektir. İnanın oldukça dikkat çekeceksiniz. Eğer birinin "Var," yanıtıyla karşılaşacak o- lursanız, "Aldım zaten, yalnızca sizde de olup olmadığını merak etmiştim," demeniz yeterlidir. İnanın herhangi bir yaptırımla karşılaşmazsınız. Bu küçük katkınız sonucunda, aradan geçen küçük bir süreçte bütün kitapçı dükkanlarında ve hatta vitrinlerinde yer alacak olan kitabım; okura ulaşmak için, “En Çok Satan Kitaplar" listesine girecektir. Bu boyutta, bol miktarda, sayısı küçümsenmeyecek kitap satıcısına ulaşmış olan kitabım;
6
henüz kitap kurtları, kitapseverler, kitap dostları, kitap bi- riktiricileri, kitap okurlarıyla buluşmamış dahi olsa "En Çok Satan Kitaplar" arasında yer alacaktır. Ve listeye girdikten sonra, doğal olarak satacaktır. Siz de böylece, "En Çok Satan Kitaplardan birini en önce okuyan, ailenizin gelecek kuşaklarına bu kitabın ilk basımlarından birini miras olarak bırakma şansına sahip öncülerden olacaksınız.
5 - Kitabımın üzerine birkaç satır yazı yazıp; gazete, dergi ve TV'lerin kültür-sanat sorumlularına yollayınız. Ve hatta başka bölümlerin sorumlularına da yollarsanız, çok daha sorumlu bir davranış sergilemiş olacaksınız. Ayrıca, arkadaşlarınıza bu doğrultuda telkinlerde bulununuz. Bu yazdıklarınızı fotokopi makinelerinde çoğaltmanız, Telif Hakları Yasası'na aykırı değildir. Ben şimdiden, bu tür mektuplardan ilk üç bin adedini, değişik adlar altında imzalayıp, postalama işlemini gerçekleştirmiş bulunuyorum. İsim konusunda, telefon rehberi bana oldukça kolaylık sağlamıştır. Yöntemlerden bu yolu seçecek olanlara, bu davranışım rehber olarak kabul edilmelidir. Sahibi olduğunuz kitabın birçok yerde yapılacak olan tanıtımı, sizi mutlu kılacaktır. Böylesi davranışlar, demokratik katılımın en güzel örnekleridir. Unutulmamalıdır ki, ülkemizdeki demokrasi, ancak katılımcılıklarla mesafe alacaktır. Bu tür bir katılım karşılığında yapacağınız harcama, sanırım sizi sarsmayacaktır. "Ülkemize şeriat gelmeli midir, gelmemeli midir?" “Polis, gösteri yürüyüşü yapanları coplamalı mıdır, coplamamalı mıdır?" "Başbakan, basın toplantılarını gözlüklü mü yapmalıdır, gözlüksüz mü yapmalıdır?" "Üniversite öğrencilerinin her birine birer polis tahsis edilmeli midir, yoksa tahsis edilmemeli midir?" "İmam osu
7
rursa cemaat sıçmalı mıdır, sıçmamalı mıdır?" türünden, kamuoyu oluşturma ve geliştirme işlevi gören anketler için 900'lü hatlara, sizin bu mektuplara yapacağınız harcamalardan daha fazlası yapılmaktadır. Gene unutulmamalıdır ki; demokrasi, öyle bedavadan sahip olabileceğimiz bir şey değildir.
6 - Kitabımı, Kültür -Bakanlığı'na bağlı devlet kütüphanelerinde arayınız. Hem bulunduğunuz kentte, hem de tatil için olsun, iş için olsun gittiğiniz diğer kentlerde... Sizde kitabımın olması bir şeyi değiştirmez. Düşününüz ki, bu kitabı daha çok insan okumalıdır. Kültür bencillikle bağdaşmaz. Kültür önce ulusal, sonra evrensel olmalıdır. Böylesi bir davranışla, devlet kütüphanelerinde de bir talep yaratabilirsiniz. Bu taleplerin, çok az bir bölümü de olsa, Kültür Bakanlığı'na yansıyacaktır. On- larsa, Yayımlar Daire Başkanlığı kanalıyla, küçük bir o- lasılık dahilinde de olsa; doğrudan, kitabımın yayımlandığı yayınevine talepte bulunacaktır. Çünkü yayınevim, bu işe başını, yaşını, parasını koyarak yıllarını tüketmiş profesyonel bir kuruluş olmasına ve içlerinden bazıları birden fazla baskıya ulaşmış, yüzlerce yazarın kitabını yayımlamasına karşın, nasıl pratik bir yol izlerek başarıya ulaşıldığını henüz bulamamış. Yayınevim, üç-beş kitap yayımlayıp da, devlet kütüphanelerine kitapları giren yayınevlerinin geçtiği yolları izlemek istememektedir. Kendisine anlatıldığı kadarıyla bu yollar pahalıdır. Kendisi biraz da aristokrat olan yayıncım, Ankara yollarına düşmeden, kapı kapı dolaşıp para harcamadan, normal, yasal yollardan kitap satmak istemektedir!
İşbu altı maddeden oluşan, bu alçakgönüllü altın
8
değerinde öneriler, yayınevi sahibinin ısrarlı talepleri sonucu, yazan (yani ben, başka bir yazar değil) tarafından kaleme alınmış, taraflar arasında kitaba önsöz olmak üzere kararlaştırılmış, test edilmek üzere onaylanarak, sîzlerin okuması için yürürlüğe girmiştir.
HAYRETTİN BULUT
9
DEVLETE ÇARPAN KAMYON
"Alo!""Buyrun.""Tam dört saattir arıyorum. Bir türlü düşüremedim!
Hep meşgul, hep meşgul.""Haklısınız beyefendi. Telefonu düşürme şansına
erişen herkes, aynı tümceyle başlıyor konuşmasına. Üzgünüm, ama yapabileceğim bir şey yok!"
"Bir ihbarda bulunmak istiyorum.""Buyrun, alıyorum.""Bir trafik kazası...""Normal mi, siyasi mi?""Tam olarak bilemeyeceğim. Siyasiye benziyor. Sizin
incelemeniz sonucu ortaya çıkacaktır.""Ölü var mı? Ölü!..""Ben telefon etmeye gelirken, ölü de vardı, yaralı da..." "Biraz açar mısınız?""Açsam bile, görebileceğinizi sanmıyorum!"Sekreter, sorusuna aldığı yanıt karşısında kızdı, fakat
ilişkiyi sonlandırmamak için telefonu kapatmadı. Telefon
11
belki de, gerçekten çok önemliydi. Ama gene de, yanıtı karşılamak için bir şeyler söyleme gereksinimi duydu:
"Ne biçim konuşuyorsunuz siz öyle?" dedi.Adam:"Sizinle anlaşamayacağız galiba. Orada anlaşma ya
da antlaşma yapabileceğim birisi yok mu? Müdürünüzü bağlayın."
"Müdürümü bağlayamam!""Neden?""Müdürüm bağımlı zaten.""Ne yapacağız şimdi? Ben canlardan söz ediyorum.
Hem hayat, hem de memat meselesi bu.""Müdür bey, birçok müdür gibi meşgul birisidir. Ne laf
anlamaz adamsınız!""Ne meşgulü, ense yapıyor herhalde!""Bakın, herhalde diyorsunuz, siz de emin değilsiniz.
Delilsiz konuşmayın lütfen. Ense mense yapmıyor.""Size mi inanayım, gözlerime mi? Eskiden çöp a-
damdı müdürünüz. Tanırdım. Şimdi maaşallahı var. Ensesi de yapılı, gıdısı da... Önerim o ki; daha fazla ilerletmesin bu gelişimini. Tanımladığım bölgelerin de bir sınırı vardır. Onun hayranları olarak üzülürüz sonra!"
"Bakın, beni fazla meşgul etmeye başladınız. Diğer telefonlar da vızır vızır çalıyor. Şu konuyu bana, tam olarak bir anlatın bakayım."
"Müdürünüzle konuşacağım. Anlatmam. Size karşı susma hakkımı kullanıyorum."
"Bakın beyefendi, müdür bey akşama hazırlık yapıyor. Şu anda bir tecavüzcüyü sorguluyor."
"Benim olayım daha önemli. Müdürünüzü telefona
12
çağırın."Sekreter bayan baktı olmayacak:“Bekleyin biraz. Bakayım bitirmiş mi sorgulamasını?"
dedi.Sekreter, telefonu fon yayınına bağladı.Fona güzel bir
müzik hakimdi. Fakat birtakım tümceler de müzik eşliğinde yinelenip duruyordu. En sık yineleneniyse: "Nerde bu devlet, nerde bu insanlardı. Telefondaki beklenti süresi u- zamış, fona reklamlar girmişti. Üç gazete, iki jilet, bir kooperatif, beş deterjan reklamından sonra, otomatik fon yayını son buldu. Meşhur müdür telefonun karşı uçundaydı. Canlı bağlantı kurulmuştu.
“Buyrun ben müdür. Lütfen, çabuk ve öz konuşun. Sırada bekleyen bir sürü konu var. Anlayışınıza sığınıyorum."
"Anlayışıma sığınabilirsiniz. O sığınakta tam güvence verebilirim, hatta bu konuda açık çek bile sunabilirim. Size hak vermiyor değilim. Hakkinizin sonuna kadar savunucusu ve destekçisiyim. Olabileceği kadar kısa anlatayım. Kimlik dökümümü yapmakla işe başlayayım mı? Ana adım, baba adım, doğum yerim, doğum yılım, medeni halim, kan grubum, dinim, nüfus cüzdanımın verildiği nüfus idaresi, veriliş nedeni, cüzdan kayıt no...“
"Hayır kardeşim, hayır! Bırak bürokrasiyi, onlar sonraki konu. Hem bürokrasiden şikayet edersiniz, hem de bürokrasisiz yapamazsınız."
“Biz demokrasiden de şikayet ederiz, ama de- mokrasisiz de yapamayız. Bildiğiniz gibi, demokrasi ile bürokrasi arasında diyalektik olarak bir ilgi vardır."
“Vardır tabii sevgili kardeşim. Fasulye ile karpuz,
13
çağırın."Sekreter bayan baktı olmayacak:“Bekleyin biraz. Bakayım bitirmiş mi sorgulamasını?"
dedi.Sekreter, telefonu fon yayınına bağladı.Fona güzel bir
müzik hakimdi. Fakat birtakım tümceler de müzik eşliğinde yinelenip duruyordu. En sık yineleneniyse: "Nerde bu devlet, nerde bu insanlardı. Telefondaki beklenti süresi u- zamış, fona reklamlar girmişti. Üç gazete, iki jilet, bir kooperatif, beş deterjan reklamından sonra, otomatik fon yayını son buldu. Meşhur müdür telefonun karşı uçundaydı. Canlı bağlantı kurulmuştu.
“Buyrun ben müdür. Lütfen, çabuk ve öz konuşun. Sırada bekleyen bir sürü konu var. Anlayışınıza sığınıyorum."
"Anlayışıma sığınabilirsiniz. O sığınakta tam güvence verebilirim, hatta bu konuda açık çek bile sunabilirim. Size hak vermiyor değilim. Hakkinizin sonuna kadar savunucusu ve destekçisiyim. Olabileceği kadar kısa anlatayım. Kimlik dökümümü yapmakla işe başlayayım mı? Ana adım, baba adım, doğum yerim, doğum yılım, medeni halim, kan grubum, dinim, nüfus cüzdanımın verildiği nüfus idaresi, veriliş nedeni, cüzdan kayıt no...“
“Hayır kardeşim, hayır! Bırak bürokrasiyi, onlar sonraki konu. Hem bürokrasiden şikayet edersiniz, hem de bürokrasisiz yapamazsınız."
“Biz demokrasiden de şikayet ederiz, ama de- mokrasisiz de yapamayız. Bildiğiniz gibi, demokrasi ile bürokrasi arasında diyalektik olarak bir ilgi vardır."
"Vardır tabii sevgili kardeşim. Fasulye ile karpuz,
13
karınca ile ağaç arasında da diyalektik bir bağlantı var. Ama siz hemen konuya gelin."
“Geleyim, ama bir konuya da burada ışık tutmak istiyorum. Hiçbir şey karanlıkta kalmamalı."
"Tamam sevgili kardeşim, tamam! Ama o ışığı ülkemiz somut gerçeklerini göz önünde bulundurarak kullanın. Bizde, kişi başına düşen kilovat saat ile, Batı'da kişi başına düşen kilovat saat arasındaki farkı hiçbir zaman unutmayın. Ülkemiz, bir enerji darboğazı ile karşı karşıyadır. Gerçekleri dinlediniz. Bundan haberdar mısınız?"
"Anlayamadım! Şimdi siz karanlığı mı savunuyorsunuz?"
"Yok be kardeşim! Ne karanlığı? Enerji tüketiminin en fazla olduğu yerlerden birinde çalışıyorum. İnanmazsan gel, elektrik faturalarını göstereyim sana. Elektrik bizim işimizin önemli bir parçası. Gizlimiz, saklımız yok. Her şeyi gözler önünde yapıyoruz. Bütün zamanların en çok izlenme rekoru bize ait. Telefonuna yanıt vermeye gelmeden önce, bir sapığı sorguluyordum. İstersen, telefonun başına getireyim, ne boyutta elektrik kullandığımızı ona sor. Siz şimdi, şu konuya gelin lütfen. Nerede, nasıl, ne biçimde bir kaza bu? Kazanın anatomisini bir çizin bakalım."
"Kamyonla, bir Mercedes..."“Eee... Kamyon mu Mercedes’e vurmuş, Mercedes mi
kamyona?""Ne fark eder?”“Çok şey fark eder!""Mercedes kamyona vurmuş, ama suç kamyonda."“Bak kardeşim, peşin yargıda bulunma. Yargısız in-
14
fazcılar gibi davranma. Önce yargılayalım, infazı sonra yaparız. Unutma, önce yargı, sonra infaz. Sıralamayı şaşırmayalım. Suçu muçu, her ikisini birlikte, koy şimdi bir kenara. Yorum yapmadan objektif olarak anlat!"
"Kaza anında objektifim yoktu, o yüzden, an be an, delilleriyle tespit edemedim. Ama bundan sonra, elden düşme olsun, çatışmalarda ya da itişmelerde yere düşmüşlerden olsun, mutlaka bir kamera edineceğim ve gözlemlerimi somutlayacağım. Çünkü bu türden vakaların artacağı anlaşılıyor. Vatandaş olarak bunu görev edineceğim."
"Kardeşim kaza... Kazaya gel... Diyalektikten başladın, objektife girdin. Çık şu objektiften."
"Medyatik olmak yalnız sizlere mahsus bir şey mi? Bizim vatandaş olarak objektife girmeye hakkımız yok mu?"
"Öf be kardeşim, sıktın ama! Tamam, güzel bir şey yakalamışsın, oynayıp, oynatıp durma! Anlat, seni medyatik yapayım. Ama, önce bir karar verelim. Bakalım düşündüğün, düşündüğümüz gibi bir şey mi veriyorsun bize?"
"Hop, dur orada müdür bey! Bize çocuklar anlattılar. 'Abi' dediler, 'kalite okeydir.' Atladık gittik arabayla. Gördük; dolaştırdılar bize olay mahallini. Hepsi okumuş çocuklar! Yığılmışlar kamyonla, Mercedes'in başına. Okuldan dağılmışlar, belli... Hepsi mektep üniforması taşıyorlar. Bıçak, tabanca, susturucu, lav silahından söz ettiler. Dedim; 'durun orada, bize uymaz.' 'Yanlış anladın,' dediler hep bir ağızdan. 'Mercedes'ten kaza anında yere döküldü,' diye eklediler."
"Evet evet, girdin işte konuya. İlginç, sonra?"
15
"Kamyonun hemen hemen her yanında birer tümcelik plakalar asılı. Kazadan sonra bunu bizzat ben de gördüm. En ilginci de kamyon kasasının arkasındaki... Bu yazılar dikkat çekiyor ve çektiği gibi de, dağıtıyor dikkati tabii. Yani yazıların ikili bir işlevi var. Dikkatin hem çekilip, hem de dağıtılması, trafikte Seyreden araçların, bunları seyreden şoförlerinin bazen çarpışıp, araçlarıyla birlikte dağılmasına yol açabiliyor. Neyse; kamyon bir de hızlı gidiyormuş. Tabii arkasındaki Mercedes de hızlı... Kamyona bir yanaşıp, bir uzaklaşıyormuş. Aslında istese, kamyonu geçip gidebilirmiş. Ama geçmemiş. Mercedes şoförü, kamyonun her yanındaki yazıları okumuş, bir tek kasanın arkasındaki hariç. Bir rivayete göre; o yazıyı da okuyup, basıp gaza gidecekmiş. Kamyon hızlı, Mercedes hızlı... Bu hızı yaparlarken, kamyon şoförünün, yol kenarındaki bir u- yarı levhasına gözü takılmış. Levhada 'Sürat felakettir' yazıyormuş. Kamyon şoförü uyarıyı dikkate alıp, frene asılmış. Durup, uyarı doğrultusunda, yoluna yavaş yavaş devam edecekmiş. Mercedes şoförünün de gözü tüm dikkatiyle kamyon kasasının arkasındaki yazıdaymış. Tam yazıyı okuyup bitirecekken, fren yapan kamyona arkadan bindirmiş."
"Ne yazıyormuş kamyon kasasının arkasında?""Kazadan sonra, ben okudum. Hem de çok rahat oku
dum. Okurken, herhangi bir tehlikeyle karşılaşmadım. Çünkü kamyon duruyordu."
“Ne yazıyordu?""Kasanın arkasındaki plakada mı?"“Evet orada!""Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun."
16
"Peki, fren yapan kamyona bindiren Mercedes ne olmuş?"
"Hiç... Kamyon gibi, o da kaza mahallinde duruyor.""Nerede duruyor, durduğu yeri tarif edebilir misin?""Tarif etmek çok kolay. Bu tarifi bir çocuk bile ya
pabilir.""Yap öyleyse.""Kamyonun altında!""Mercedes'in tamamı mı girmiş kamyonun altına?""Hayır, bagajı sığmamış.""Sonra, sonra...""Sonra Mercedes’in önü yok olmuş, üstü uçmuş, yan
kapıları tarlaya dağılmış.""Devam, devam...""Tabii, Mercedes'in arkasına bağlı römork da payını
almış kazadan. O da param parça.""Ne römorku? Nereden çıktı römork?""Traktörden.""İşin içinde traktör de mi var?""Traktör, işin içinde değil, dışında.""Öyleyse nereden çıkardın traktörü?"“Traktörü bir yerden çıkarmadım. Traktör benim falan
da değil. Ayrıca traktör kullanmasını bilmem.""Traktör kimin peki? Nerede şimdi?""Traktör de Mercedes de aynı şahsın. Mercedes'in ye
rini tanımladım. Ama traktörün yerini tanımlayamam.'“Niye tanımlayamazsın?"“Şu anda bulunduğu yeri bilmiyorum da onun için.
İstersen soruşturayım, öğreneyim, yeri konusunda sana bilgi vereyim."
Devlete Çarpan Kamyon 17/2
"Dur, şimdi bir şey soruşturma, öğrenme ve bu konuda bilgi verme. Bunu geçelim, sona bırakalım. Başa dönelim!"
"En başa mı? Sekreterle konuştuklarımdan mı başlayayım, yoksa sana anlattıklarımdan mı?"
"Yok hayır, römorke dönelim. Römorkten al!""Ne alayım? İstediğin özel bir şey var mı?""Kardeşim, istediğim özel bir şey yok. Kazadan pay
almış dedin ya, hani param parça olmuş! Neden o da param parça olmuş?"
"O da kazanın bir parçası. Olayın baş kahramanları a- rasında. Kazada rol dağılımı yapılırken, ona da diğerleri gibi eşit bir pay ve değer biçilmiş."
"Buraya kadarını anladım. Römork burada ne ilgi? Yani ne alaka? Römorke kadar kaza güzel, anlaşılıyor. Ama römork kel alaka..."
"Kel alaka tanımının muhatabı ben değilim.""Kim öyleyse?""Ağa!""Hangi ağa?""Römorkun sahibi olan ağa."“O nereden çıktı şimdi?""Mercedes'ten.""Nasıl yani?""Camdan uçarak! İlk görenler öyle söyledi.""Orada, yanında mı şimdi?""Yok kazanın olduğu yerde."“Çağırsan, gelebilir mi?”"Gelemez, çünkü ölüler arasında!""Peki anladım. Buraya kadar öyle güzel anlattın ki, TV
18
belgesellerinde, anlatımın örnek olarak alınabilir. Ama bazı taşlar eksik. O taşlar yerine oturabilirse daha iyi olacak."
"Ne gibi taşlar? Değerli mi, değersiz mi?""Bak güzel kardeşim! Sevgili, güzel, pek değerli ve
pek muhterem kardeşim! Taşlar üzerine kurduğum tümceyi ya da tümceleri unut. Böyle bir tümceyi ne ben söyledim, ne de sen duydun! Tamam mı? Bu güzel güzel gelişen diyaloğumuzdan taşları sil at. Ben de atacağım. Sen bildiğin gibi anlat. Ben seni dinlemeye hazırım."
"Ha... Öyle mi? Öyleyse anlatıyorum, dinle. Yaralılardan biriyle konuştum. O anlattı. Mercedes'in sahibi aşiret reisiymiş. İki Mercedes ile çıkalım yola demiş. Ama korumalarına sözünü geçirememiş. Korumalar Nuh demiş, peygamber dememişler. Konuşan yaralının yorumu, kazanın Nuh yüzünden çıktığı doğrultusunda."
"Kamyon şoförünün adı Nuh muymuş?""Ne bileyim ben. Kaza yerine geldiğimde, kamyon
şoförü kaçmıştı oradan.""O zaman, Mercedes'i kullananın adı Nuh'muş, öyle
mi?""Hayır! Adını bilmiyorum, ama mesleğini öğrendim.""Neymiş, neymiş?""Söylerim, ama ne vereceksin?""Dile benden ne dilersen!""Utanırım, söyleyemem!""Utanma, utanma! Bak ben utanıyor muyum? Haydi
söyle... Haydi söyle, seni İbo'yla tanıştırayım!""Hangisiyle? Cilalısıyla mı cilasızıyla mı?""Cilalı İbo çocukluğumuzda kaldı. Güncel olanıyla
tanıştıracağım."
19
"İbo'yu ne yapacağım?""Kendi dükkanlarının birinde hazırlanmış acılı lah
macunu, sana elleriyle yedirsin, viski yudumlatsın. İstersen bir de şarkı söyletirim."
“Olmaz! İstemem! Ben başka bir şey isterim.""İste, iste!""Utanırım ama...”"De hadi! Bitirelim şu işi. Fato'nun kameramanını mı
istiyorsun?""O kadın rezil eder insanı. Erzurumlu demokrat ta
rikatçının eşcinsel porno filmlerini, üşütükten bile kork- maksızın tüm ülkeye izletti. Hem benim o taraklarda bezim yok."
"Kim o üşütük?""Hani canım, şu meşhur üşütük! Bütün TV kanallarının
belalısı! Kafasına estikçe: 'Bugün çalışamazsınız, içeriye kimseyi bırakmam, sıkıysa girip de yayın yapın bakalım,' diyen ve halkın; haber alma, eğlenme, bilgilenme, üzülme, ağlama, gülme, dedikodu, zaman değerlendirme, zaman öldürme hakkına göz koyan üşütük!"
"Üşütüğü de geçelim! Nerde bezin var, onu söyle. Söyle bezinin rengini, ne olduğunu söyleyeyim sana."
"Benim isteğim çok basit. Ne zamandır kulağım kaşınıyor."
"Eee... Kulağını mı kaşıyalım?""Siz kaşıyamazsınız. Bulun bana bir kadın, o kaşısın
kulağımı!"“Değişik fantazileri olan bir adamsın. Ama söz...
İstediğin kadın olsun. Söz... Ayrı bir program yapıp, seni canlı yayına çıkaracağım. Oradan, bu isteğin
20
doğrultusunda, misak-ı milli sınırları dahiline ve hatta sınır ötesi, sinir ötesi ulaşabildiğimiz yerlere seslenirsin. Şimdi söyle şu şoförün mesleğini!"
"Şoför!""Şoför, şoför, ne şoförü? Mesleği ne şoförün?""Şoför dedim ya! Mesleği, aşiret reisinin şoförlüğü.
Ama bak, söz verdin. Benimle bu konuda ayrı bir program yapacaksın!"
"Yapacağım, yapacağım... Devam et, Nuh'ta kalmıştık!"
“Kaza Nuh yüzünden olmuş. Çünkü korumalar Nuh deyip, peygamber dememişler ya... Peygamberin adını anmadan yola çıktıklarından bu kaza başlarına gelmiş. Yaralı böyle söyledi."
"Römork! Römork!"“Aşiret reisinin şehre inerken kullandığı korumalar o
gün izindeymişler. Yasal, haftalık izin günleriymiş o gün. Korumaların tümü sendikalıymışlar. Sendika ile aşiret reisi arasında yapılan toplu sözleşmede taraflar arasındaki tüm ilişkiler maddeler halinde sıralanmış. Sözleşmede; aşiret reisinin, korumalarını izin günlerinde, fazla mesai ücreti ödese bile, istekleri yoksa, ırgat gibi çalıştıramayacağı çok açık bir biçimde belirtilmiş. Korumalar ayrıca, aralarında bir de dernek kurmuşlar. Sendikanın adı ile derneklerinin adını birlikte içeren bir büyük tabela da yazdırmışlar. Çalışmalarını yürüttükleri yeri ise ağadan söke söke almışlar. Ağa bunlara, beş ahırından en büyüğünü tahsis etmek zorunda kalmış. Tabelayı ahırın girişine asmışlar. Tabelada kocaman harflerle, “KOR-SEN-DER" yazıyormuş. Tabii bu ahıra hayvanların girişi yasaklanmış.
21
Korumalar kendi ahırında, hayvanlar kendi ahırlarında top- lanıyormuş. Düzen gayet iyi sağlanmış. Neyse, gelelim kazayla ilgili bölüme. Aşiret reisi şehre inme gereksinimi duymuş. Şehre sürekli indiği korumalarına haber salmış, gelmelerini buyurmuş. Fakat ağanın şehir korumaları, şehre ineceklerini önev sürüp, ağayla şehre gelemeyeceklerini bildirmişler. Aşiret reisi de ısrarın yararsız olacağını kavradığından, köy içi korumalarına başvurmuş. Ve bu birlikte kaza geçirdikleri üç korumayı, fazla mesai ücreti ödeyeceğine söz vererek ikna edebilmiş. Ancak, korumalar Mercedes'e binmeyi reddetmişler. Buna kesinlikle yanaşmamışlar. Alıştıkları araç ile görevlerini yapabileceklerini ağaya bildirmişler. Ağa, bunları ikinci bir Mercedes'e binmeye ikna edememiş. Tarladaki traktörlerden birinin römorku sökülüp, ağanın Mer- cedes'ine bağlanmış. Bu şekilde çıkmışlar yola."
"Bunları kim anlattı sana?""Kaza geçiren yaralı."“Yaralının durumu iyiydi herhalde? Ya diğerleri?..""Bu yaralının durumu, diğerlerinden farklı değildi. Yani
hemen hemen, üçü de aynı durumdaydı. Benim görebildiğim kadarıyla, üçü de oldukça kötü durumdaydı."
"Anlatımında bir çelişki var. Sana bunca şeyi anlatan yaralı, pek öyle, doğru düzgün ifade kullanamaz gibi geliyor bana!"
“Doğru düzgün ifade kullandığını söylemedim ki sana. Epey eziyet çektim, epey zaman harcadım, bu anlatıları a- labilmek ve sana aktarabilmek için. En az iki saatim gitti. Diğer yaralılarla konuşanların durumu da benden farklı değildi. Kan gölü içinde yatan yaralılardan ifade almak,
22
pek öyle kolay olmuyor.""Peki, ne kadar alana yayılmıştı bu insanların kanları?""Ben diyeyim üç, sen de on metre kare kadar. Asfaltın
bu bölümü hemen hemen kırmızıya bulaşmıştı. Ben okul- daykene; metre kare, metre küp işlerine pek aklım basmazdı. Öğretmenlerden çok tokat yedim. Bir gün, bir öğretmenimiz vardı..."
"Bırak şimdi öğretmenini! Korumaların ve şoförün dışında kalanların mesleklerini öğrenebildin mi?"
"Evet.""Neymiş, onların meslekleri neymiş?""Hepsi ağanın adamları. Biri kahya. Öbürü değirmen
yöneticisi. Bir diğeriyse, büyük ve küçükbaş hayvanların baş çobanı."
"Be kardeşim, sen beni niye aradın? Bu kadar zaman beni niye meşgul ettin? Yazık değil mi bu devlete, yazık değil mi bu insanlara? Telefona gelmesem ya da pat diye suratına kapatsam, medya ilgilenmedi dersin değil mi?",
"İstersen kapat, sen kaybedersin! Açarım telefonu başka bir medyacıya, onlara anlatırım. Haydi kapat erkeksen?11
"Anlat anlat... Heyacanlı oluyor... Benim kadar sabırlısını bulabilecek misin bakalım?"
"Peki o zaman... Sana iyi güüünlerrr... Devlete çarpan kamyonu da onlara anlatırım."
“Dur, dur kapatma. Nerde devlet, nerde insanlar, nerde o kamyon?"
"Devlet de burada, insanlar da burada, kamyon da... Devlet bu işten büyük bir hasar aldı. Kamyonun durumu iyi. Kazanın ilk şokunu atlatan insanlar, olay üzerine yo
23
rumlara başladılar. Kazanın birinci dereceden ilgilileri suskun, bu işin içinden nasıl sıyırtabilirim hesapları yapmaya başladılar."
"Ne hesabı yapıyorlar?""Para!.. Prestij!..""Nereden biliyorsun?""Gözlerimle şahit oldum.""Para ve prestijin ne ilgisi var kazayla?""Olur mu ne ilgisi var?! Son model bir Mercedes, dan
dik bir kamyona vuruyor ve Mercedes parçalara ayrılıyor, kamyondaki hasar ufacıcık. Ölenler öldü, kalan sağlar hesaba oturdu."
"Benim aslan kardeşim, bari şu kazayı ağız tadıyla bi güzel anlat! N'olur herhangi bir katkıda bulunma."
"Biz yolun bu tarafında ölü ve yaralılarla ilgilenirken, karşı yolda da bir kamyonla, bir Mercedes birbirine girdi."
"Eee... Onlardaki durum ne?""İki ölü, bir ağır yaralı.""Peki, onlarla da ilgilendin mi?""İlgilenmez olur muyum? Bu benim vatandaşlık
görevim. Önce doğruyum, sonra çalışkanım, ondan sonra da görevlerimin bilincindeyim. Övünüyorum, çalışıyorum, güveniyorum. Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymaktır."
"Çok güzel... Övünmene, çalışmana ve güvenmene devam et. Bu kaza, diğerinden farklı mı? Siyasi yan var mı işin içinde?"
"Dedim ya, devlete kamyon çarpmış... Olay tamamen siyasi. Yaralı kurtulana yardım etmek istedik, yoldan kaldırıp taşıyalım dedik. Yardım sever biri, ceplerini
24
karıştırmaya başladı. Yaralının cebinde kalın bir cüzdan bulmuş, yanlış anlarız diye amacını açıklamak gereksinimi duydu. Kimliğini öğrenmek için, nüfus cüzdanını arıyormuş. Ağır yaralı şahıs, kendisine dokunmamamızı istedi. Kurcalanmak kendisini rahatsız etmiş olmalı, uğraşmayalım, didiklemeyelim diye, dokunulmazlığı olduğunu söyledi. Milletvekiliymiş. Çok zor durumdaydı, acıdım doğrusu. Sözcükleri kullanırken zorlanıyordu. Yanlış bir şey söylememek için bin düşünüp, bir söylüyordu. Suskunluğa gömülmeden önce son tümceleri: 'Bir şey hatırlamamaya başladım. Hatırlayamıyorum... Hatırlayamıyorum... Hafızamı kaybediyorum,' oldu."
"Öldü mü sonra?""Hayır, ölmedi. Ama hafızasız yaşıyor.""Diğerleri... Ya diğerleri?!""Birinci ölü, bir devlet görevlisi. Üst düzey bir em
niyetçi. İkincisi mafya... Mafya da öldü. Fakat bu İkincisi, kazayı yorumlayanların ikiye bölünmesine yol açtı."
"Mafyanın meslektaşları mı var orada?""Hayır.""Öyleyse... Ölü nasıl böler insanları?""Evet haklısın. Bayağı böldü! Bunu gözlerimle gördüm,
ben de şaştım.""Bölünme birbirine eşit mi?”"Bilemeyeceğim! Bu, sizin uzmanlık alanınıza giriyor.""Nasıl yani?""900'lü hatlarınızı devreye sokarak!""Tamam, tamam... Anladığım kadarıyla, oradaki
bölünme fiziksel bir bölünme değil.""Hayır, değil. Kaza yerinde toplu olarak bulunanlarda
25
herhangi bir vukuat yok. Bölünme tamamen fikirsel. Bir bölümü mafya diyor, diğer bir bölümü ülkücü mafya diyor. Kazanan taraf hangisi olacak, bu henüz belli olmadı. Bence bu tartışma uzar gider. Mafya ya da ülkücü mafya; bayağı da tanınan biriymiş. Ünü yurt dışına taşmış. Oralarda da tanınan ve aranan biri olmuş. Yorumculardan duydum. Bunun için, kırmızı bir davetiye mi, kırmızı bir bülten mi ne, bastırmışlar. Ama bir türlü kendisine ulaşamıyorlarmış. Davetiyeyi bizim devlete bırakmışlar: 'Bulursanız verirsiniz, bizi durumdan haberdar edersiniz,' demişler. Bizim devlet de: 'Şimdi burada değil, görürsek iletiriz,' demiş. Bir söylentiye göre de, o davetiye mi, kırmızı bülten mi nedir, ölen o üst düzey emniyetçinin cebindeymiş ve ölmeseymiş, ölen öbür ilgiliye, yani mafyaya verecekmiş. Yani senin anlayacağın biraz karışık, karmakarışık bir iş... Biri daha vardı. O da bunlarla birlikteydi. Fıldır fıldır gözleri olan bir adam. 'Biz bu yola baş koyduk civanım, arabaya taş koyduk,' diye dönenip duruyordu."
"Ne taşı koymuş ki arabaya? Tarihi eser kaçakçılığı mı yapıyorlarmış?"
"Bilmem o işe de mi el atmışlar?""Sen dedin ya be kardeşim, 'arabaya taş koyduk,1 di
yormuş.""Yok! O taş, bildiğin taşlardan değil, sözün gelişi. Söz
öyle geldiği için, kafiyeli olsun diye söylemiş. Hani yarım kafiye, tam kafiye meselesi..."
"Kafiyeyi bırak şimdi. Devam et.""İşte o, 'biz bu yola baş koyduk civanım, arabaya taş
koyduk,' diye dönenip duran, lafı çevirdi. Ve 'arabamıza taş koydular,' deyip toz oldu ortadan."
26
"Ortadan toz olan kim?"“Fıldır fıldır gözlü adam.""Kim o adam, ilgisi ne?""İlgisi çok yakın. O da sizin başka bir işiniz. İşleriniz
üst üste yığılıp duruyor. Bakalım bu işlerin altından nasıl kalkacaksınız?"
"Peki, kim bu adam? Biraz tanımla adamı. Henüz bir şey anlamış değilim. Anladımsa Arap olayım."
"O zaman anlatmam!"“Ne güzel anlatıyordun, gene başladın!""Anlatırsam seni kaybederiz.""Tehlikeli biri mi?""Evet tehlikeli, ama salt bu tehlikeden ötürü olmaz se
ni kaybedişimiz."“Neden kaybedersiniz? Niçin kaybedersiniz? Göz
altında mı kaybolurum, gözler üstümdeyken mi kaybolurum? Hem muammalı, hem de gizemli bir alana çektin konuyu."
"Söyleyeyim mi?""Söyle!"“Anlatırsam, Türk vatandaşlığından çıkmayacaksın
ama!""O denli mühim ve de vahim mi anlatacakların?""Yoo... Bizde böyle vakalar olur. Ama Türk polisi ya
kalar. İstersen tümceyi yaygın olarak bilinen şekliyle yineleyeyim: 'Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar'."
"Öyleyse...""Anlarsan, Arap vatandaşlığına geçeceğinden söz et
tin ya!..“"Ha! Ha! Ha! Gülme taklidi yaptım duyduğun gibi.
27
Kim? Bu adam kim?""Hem aşiret reisi, hem de milletvekiliymiş. Bilmem ki,
bu kadar ileri gitmem doğru olur mu? Konu bir yanıyla da içişlerini ilgilendiriyor. İçişlerini bir tartışsınlar bakalım! Bize, dışarıya olay nasıl yansıyacak? Bekleyelim, görelim."
"Başka sayın kardeşim... Gözüne çarpan başka bir şey oldu mu? Silah, beyaz falan, filan gibi..."
"Silah!.. Var tabii... Ama öbür Mercedes'ten çıkanlarla, bununkiler birbirine karıştı. Hemen hemen, ondan da, öbürü gibi bu tür silahlar çıktı. Makineli tüfekler, tabancalar, susturucular, lav silahı... Ama bunda bir de çelik kutu var. Kutunun üstünde uranyum mu ne yazıyor. Mektepten dağılan veletler bütün silahları birbirine kattılar. Yerde buldukları silahlarla oyun oynamaya kalkıştılar. Tabii çok kötü kızdık. Toparladık hepsini ellerinden, düzenli bir biçimde yere dizdik. Yalnızca, üzerinde uranyum yazan kutuyu ellemediler. Biz de ellemedik. Hiç kimse ne olduğunu bilmiyor. Allah muhafaza... Düzenli olarak sıraladığımız silahların ve uranyum kutusunun başına iki kişi diktik nöbetçi olarak. Ben bu konularda çok tecrübeliyimdir. Ben askerkene, Azimet adında bir çavuşumuz vardı. Köylüoğlu köylü biriydi, nöbet işlerinde benden yardım isterdi. Ve bir gün, benim onbaşı olmam için..."
"Ne olur, şu senin onbaşılığı başka bir programa erteleyelim. İnan, uzun zamanlı bir programda sözünü kesmeden, senin onbaşılığı tüm kamuoyuna duyurmak için e- limden geleni yapacağım. Söz... Söz veriyorum! Ne olur anlat! Sonra ne oldu?"
"Sonra onbaşı oldum."
28
"Peki, onbaşı olduktan sonra ne oldu?""Çavuş olamadan terhis oldum.""Be canım kardeşim! Sonra ne oldu?""Terhis olduktan sonra mı?"“Hayır be hayatım! Hayır! Canını seveyim, kazadan
.sonra ne oldu? Uranyumun ve silahların başına iki nöbetçi diktiniz. Sonra ne oldu?"
“Ölenleri de sıraladık. Bu Mercedes'ten çıkanları bu Mercedes'in yanına, o Mercedes'ten çıkanları o Mercedes'in yanına dizdik. Kazanın olduğu yerde toplananlarla anlaşıp, aramızda para topladık. En yakın bayiden, en ucuzundan olan gazeteleri satın aldık, rahmetlilerin üstüne serdik. Hak geçmesin diye, aldığımız gazetelerde eşitlik ilkesine uyduk. Yaralananlar yer değiştirip, şaşırtmaca vermesinler diye, gözlerimizle (jözlem altına aldık, kazadan önce bulundukları araçların plaka numaralarını birer kağıda yazıp, ceketlerinin cebine koyduk."
"İkinci kazada koruma falan yok mu?""Korunamamışlar ki, kaza yapmışlar.""Hayır, o anlamda söylemedim. Koruma, koruyucu ya
da korucu gibi...""Vardı.""Onlar ne oldu?""Onlar gitti.""Nereye gittiler.""Bilmiyorum. Bizlerle ilgilenmediler bile. Kendi Mer-
cedeslerinden hızla inip, bir kısmı, kaza yapan öndeki Mer- cedeslerinin yanına gitti. Diğer bir bölümüyse, kaza yapan Mercedes'ten sapa sağlam çıkıp, kendi kendine söylenip,
29
ortada dönenen adamın yanına gitti. Demin bu bölümü parça parça, parçalar halinde, parçalanmış Mercedes de dahil olmak üzere anlattım. Ceplerinden kağıt kalem çıkartıp, kazada dağılıp, hurda yığınına dönmüş Mer- cedes'in sağına soluna bakıp, birtakım hesaplar yaptılar. Hatta, bir ara, hesap yapanlardan biri bana dönerek, altı kere yedi kaç eder diye sordu. O anda, ona otuz altı diye yanıt verdim, ama sonradan bu yanlışımı düzeltemedim. Çünkü gitmişlerdi. Yanlarında götürdükleri fıldır fıldır gözlü adamın, milletvekili ve aşiret reisi olduğunu ise, ifade biçimlerinden çıkardım. Adama bazıları: 'Sayın milletvekilim,' bazılarıysa: 'Ağam,' diye hitap ediyordu. Zaten bu insanların, kılık kıyafetlerinde bir bütünlük yoktu. Bir kısmı kravatlı takım elbiseli, bir kısmıysa şalvarlıydı ve başlarına poşu takmışlardı. Kravatlıların hitabeti; sayın milletvekilim, şalvarlılarınki ise ağamdı."
"Sonra, sonra?! Neler götürdüler yanlarında?""Kaza yapan Mercedes'in bagajından bir çanta ve bir
teyp aldılar, götürüp sağlam Mercedeslerinin bagajına yerleştirdiler. Milletvekili ağalarına dönüp, hazır olduklarını, gidebileceklerini söylediler. Ağa onlara, bagajdaki giysilerini de almalarını söyledi. İçlerinden biri, aldığı talimatı hemen yerine getirdi. Bagaja, ağalarının şalvar ve poşusunu da yerleştirmişlerdi. Milletvekili ağaları belki de ileride bir yerde elbisesini değiştirecekti. Çünkü takım elbisesinin sağ tarafı hemen hemen yırtılmış, kravatına da kan bulaşmıştı."
“Sonra?""Gittiler! Sağlam Mercedes'e binip, hızla kaza
bölgesinden uzaklaştılar."
30
"Kazaya uğrayan Mercedeslerinden çıkan silahları niçin götürmediler?"
"Onu, ben de düşündüm, ama olası değildi. Kendi arabaları da tıka basa silah doluydu. O silahları da alsalardı, araçlarındaki en az iki kişiyi kaza alanında bırakıp gitmek zorunda kalırlardı."
"Tüm bu anlattığın olaylar gelişirken, gelişmelere ambulans katılmadı mı?"
"Katılmaz olur mu? Üç adet ambulans katıldı. İlk gelen ambulanslar tam teşekküllüydü hem de."
"Ne yaptılar?""Durdular. Şoför ve hademelerle konuştuk. Gittiler.""Yaralı ve ölüler!?""Yaralı ve ölüler bizimle kaldı. Ambulans görevlileri,
sekiz saat önce aldıkları bir ihbarı değerlendirmeye gidiyorlarmış. Durum oldukça üzücüymüş. Bir otobüs dolusu ölü ve yaralı varmış. Bizden sekiz-on kilometre ötede imiş bu kaza? Adamları haklı bulduk ve yolladık."
"Ya üçüncü ambulans? O ne zaman geldi yanınıza?"“O da, seninle konuşmaya gelmeden biraz önce gitti
yanımızdan.""O kaç kişiyi götürebildi?""Bir kişiyi.”“Tercihini en ağır yaralıdan yana mı yaptı?""Hayır! Kaza yerinde toplananlardan biri köylüsüymüş,
tercihini ondan yana yaptı. Evleri yan yanaymış, giderken onu da aldı yanına. Mesaisi bitmiş ve evine dönüyormuş. Ambulansta sedye, sedye taşıyan görevli, gereken diğer cihazlar yokmuş. Ayrıca, günlerdir baş ağrısından kıvranan karısını, akşama üfürükçüye götürecekmiş. Randevuyu
31
zor almış. Randevu için, araya adamlar sokmuş, hatırlı iki kişinin kartvizitini kullanmış. Üfürükçünün günleri doluymuş. Bu randevuyu kaçırırsa, karısı kim bilir kaç hafta daha acılar içinde sürünürmüş."
"Sonra?!""Sonrasını ben bilmiyorum. Sana telefon etmek için,
dört saat bu telefonun başında zaman harcadım. Bir saattir de konuşuyoruz."
"Kaza mahallini bulunduğun yerden görüyor musun?""Görüyorum bir parça.""Ne görüyorsun? Gördüklerini anlat.""Anlattım ya! Yeniden mi anlatayım?""Hayır, hayır! Yeterli! Seni bu akşam konuğum olarak
kabul edeceğim.""Evin nerede?""Çalıştığım yere beş kilometre kadar var. Niye sor
dun?""Konuğum ol dedin ya! Adresini alayım.""Evimde de konuk ederim, ama yanlış anladın. Seni
programımda konuk edeceğim. Yerinden kımıldama. Ben seni helikopterle aldıracağım. Sen, bu arada bana şu anki durumu anlat."
"Bir değişiklik yok ki, neyi anlatayım? Kazanın başında birikenlerin bir kısmı sıkılıp gitti. İnsan sayısında oldukça azalma var. Hatta ben oradayken bazıları, yemeklerini yiyip, akşam haberlerinde kazayı izleyeceklerini, oradan daha net bir bilgi edineceklerini söyleyerek gitmişlerdi. İnsan sayısındaki azalmanın çok çeşitli nedenleri var. İstersen, burada o konuya girmeyeyim. Trafik ise biraz yavaş ilerliyor. Yolda belli bir araç yığılması var. Bir
32
parça bekleyebilirsen, bir koşu gidip, yaralıların durumuna bakayım. Ölü sayısında artış olup olmadığını buradan fark edemiyorum."
"Sen oradan ayrılma, bir helikopter yola çıktı bile. O- layın canlı şahidi olarak, seni canlı yayına çıkartacağım. Bekle orada."
Medya müdürünün, telefon ile bağlantı kurduğu adam, helikopterden inip, televizyon binasından içeri girerken saatine baktı. Yanında ona eşlik eden görevli de saatine baktı. Henüz bir saatten fazla zamanlan olduğunu söyledi.
Görevli, adamı büyük bir salona aldı. Salon ışıl ışıldı ve iyi döşenmişti. Salona ilerlerlerken yanlarından geçip giden birtakım yüzleri tanıdı adam. Ekranda sık gördüğü bu yüzlere ailesinden binleriymişçesine aşinaydı. Yıldızlara bu denli yakındı. Kolunu uzatsa dokunabilirdi onlara. Fakat böyle bir şey yapmadı. Bir saat sonra tüm ülke onu izleyecek, o da yıldızlaşacaktı.
Görevli onu salonda yalnız bıraktı ve oradan ayrıldı. Başka bazı insanlar da oturuyordu burada. El ele tutuşmuş, neredeyse ağızlarının içine düşecek kadar, birbirlerine dudaklarını yaklaştırmış kadın ile erkeği tanıdı. Onları, değişik televizyon kanallarında defalarca görmüştü. Önce teker teker, sonraysa birlikte... Demek ki bugün, kaza olmasa ve evinde otursa, bir canlı eğlence ya da rating artırmayı kafaya takmış bir başka yapımcının programında, gene birlikte izleyecekti bu bay ile bayanı. Bu iki insanın evli olduğunu biliyordu. Ama, duruş ve oturuş şekillerini yadırgamıştı. Kadın, çok meşhur olmuş bir
Devlete Çarpan Kamyon 33/3
filmin yatak sahnesinden etkilenerek, kocasıyla benzer etkileşimi sağlarken bıçak darbeleriyle süzgeçe döndürmüştü onu. Filmdeki aynı sahneyi yaşamış ve yaşatmıştı. Evliliklerinin ve yaşamlarının mutsuzlukla noktalanacak bu olayı, yeni bir başlangıç olmuş, bugünkü mutlu günlere ulaşarak medyanın göz bebeği konumuna yükselmişlerdi.
Adam onları izlerken, kendisini buraya bırakan görevli içeri girdi. Elini ileri doğru uzatarak:
"Buyrun." dedi."Tamam mı? Başlıyor muyuz? Müdür beyin yanına mı
gidiyoruz?""Hayır! Müdür beyin yanına böyle çıkamazsınız! Mak
yaj yapacaklar size, ondan sonra biraz bekleyeceğiz. Müdür bey hazır olunca alacak sizi yanına."
“Hop hop, dur orada! N'oluyoruz? Ne makyajı hemşerim? Ben kamera karşısına geçmek için gelmiştim buraya. Yanlış yapma!"
"Ne yanlışı beyefendi? Burada herkes profesyonel. İşlerini dört dörtlük yaparlar. Hiç üç üçlük ya da iki ikilik yapmazlar. Burada yanlış yapılmaz. Müdür beyden önce, makyaj odasındaki arkadaşların elinden geçmek zorundasınız. Çok sert bir görünümünüz var. Önce onlar, sizi biraz yumuşatacaklar. Ondan sonra sıra müdür beye gelecek. Buradaki hiyerarşi böyle çalışıyor. Önce makyaj o- dasındakiler, sonra müdür bey..."
"Annamadım! Medyatik olacağız diye... Bu yaştan sonra olmaz öyle şey! Önce makyaj odasındakiler şey yapacak, sonra müdür ha? Kalsın kamera mamera... Delikanlı doğduk, delikanlı öleceğiz."
34
"Neler saçmalıyorsunuz? Ciddi bir programa çıkacaksınız."
"Makyaj nesi oluyor peki? Yumuşatılma, mu- muşatılma!?"
"Eğer kamera karşısına geçip, milyonlarca kişiye ulaşmak istiyorsanız, bu yollardan geçeceksiniz. Biraz dişinizi sıkacaksınız. Sizin izlediğiniz tüm erkekler ve kadınlar, bu yollardan geçip kamera karşısına ulaştılar. O, çok sert görünümlü mafya babaları bile dahil buna."
"Yapma ya! Demek onlar da ha? Vah vah... Ben de onları bir şey sanıyordum. Demek bu medya dünyası denilen yerde, böyie yürüyor işler ha?"
"Tabii böyle yürüyor. Ne sandınız. Bakmayın siz o söylentilere. Aslında burası ciddi yerdir. Diğer TV kanallarını bilemem, ama burada böyle yürüyor. Herkes makyaj odasından geçer. Oradaki görevli berber, insanları gerekirse tıraş eder, gerekirse saçını tarar. Yüz, kamera karşısında parlamasın diye pudra falan sürülür."
"Başka?""Başka ne yapılacak beyefendi? Kamera, kokuyu te
levizyon ekranlarına iletmediğinden, banyo falan yaptırılmaz. Bu söylediğim türden şeyler... Başka bir şey yok! Hepsi bu..."
"Yalnız bu saydıklarınız mı?""Evet! Size yapacaklarını sayayım. Birincisi sakal
tıraşı, İkincisi saç tarama, üçüncüsü elmacık kemikleriniz parlamasın diye biraz pudralama. İşte o kadar. Şu anda sert bir görünümünüz var. Saydığım uygulamalardan sonra bu sertliğiniz gidecek. İzleyici üzerinde biraz inandırıcılık kazanacak yüzünüz. Biz görüntü satıyoruz beyefendi."
35
"Gerçekten bana da bunlar mı yapılacak?""Evet, gerçekten bunlar! O odada sünnet, ameliyat,
yüz germe, yağ alma falan gibi şeyler yapılmaz. Yalnızca bunlar..."
"Tamam o zaman..."Makyaj odasından çıktıklarında, söylenenlerin hepsi
yapılmış, müdürle telefon görüşmesi yapan adam, surat o- larak canlı yayına hazır hale getirilmişti. Görevli tarafından, canlı yayının yapılacağı salonun, ilgililer için kullanılan bölümüne getirilip oturtulmuş ve içeri alınıncaya kadar buradan ayrılmaması gerektiği kendisine bildirilmişti. Trafik kazasının şahidi olan adam, bekleyenler için yaptırılmış ve oraya konmuş banka otururken selam verdi:
"Selamünaleyküm.""Aleykümselam hemşerim."Kaza şahidi, hemen yanında oturan ve selamını alan
adama:"Görevli misiniz?” dedi."Hayır sıra bekliyorum."“Sıra sizin mi?""Hayır, benim değil, yanımdaki beyin?"Bu kez diğer oturana döndü şahit:"Sana da selamünaleyküm bey." dedi."Esselamünaleyküm verahmeturullah.""Sıra sizin mi?""Allah nasip ettiyse benim.""Ne demek nasip ettiyse? Nasip etmiş ki, sıra sizin ol
muş.""Orası belli olmaz. Allah istemezse, insan şuradan
şuraya gidemez. Her şey Allah'ın isteğiyle olur. Sıra da
36.
öyle...""Hemşerim, o kadar uzatacak bir şey yok. Sadece bir
soru sordum. Sen uzattıkça uzattın. Sıranı alacak değiliz. İstersen, kalkıp ayakta bekleyebilirim. Sormadan oturdum, kusura bakma. Görevli otur dedi, oturdum."
"Otur hemşerim, otur. Biz hepimiz kullarız. Bizde sen ben yok. O'nun huzurunda hepimiz biriz. Makamlar, mevkiler, koltuklar geçicidir. Baki olan O'dur. Yalnızca O'nun hikmetinden sual olunmaz. O ki yaratandır. Otur hemşerim otur. Bu koltuk bize geçici verilmiştir. Koltuk hırsımız yoktur. Biz şu anda geçici kiracılarız."
"Satın almadınız anladığım kadarıyla. Kiraladınız, öyle mi?"
"Haşa! Nasıl konuşuyorsunuz, satın almak ne söz! Kiralamadık da. Bizi emin gördüler, emniyet ettiler, güvendiler, verdiler... Güvenlerine mashar olduksa ne mutlu bize."
"Bedava mı?""Bedava tabii... Ne sandın sen bizi? Bunlar hep
batılların uydurmaları. Hak geldi, batıl zayii oldu. Bu mücadele hak ile batılın, inanan ile inanmayanın mücadelesi. Bunlar Batıcı, rantiyeci, faizci... Faizci bunlar, faizci..."
"Faiz mi alıyorlar?""Faiz alıyorlar tabii!""Kafam çorbaya döndü. Bir şey anlamadım.""Vatandaş, bunlar senin kafanı çorbaya çevirmek için
hep tuzaklar kurarlar. Çevren tuzaklarla dolu. Cumhuriyet kurulalı beri, bu tuzaklar hazırlanmakta, kurulmakta... İçindeki kini, nefreti unutma. Yeryüzünde tek başıma da
37
kalsam, bu zulüm düzeni değişecek."Medya müdürünün çağrısını bekleyen trafik kazası
şahidi olan adam yanındakine döndü, kulağına kısık sesle:“Kim bu geri zekalı şaklaban, tanıyor musun? Benim
gözüm bir yerden ısırıyor, ama çıkaramadım. Bir sırayı nerelere kadar sürükledi?" diye sordu.
Yanında oturan:"Benim de gözüm ısırıyor, ama çıkaramadım. Ben
kamyoncular derneği başkanıyım, üyelerimiz arasında böyle biri yok.” dedi.
Trafik kazası şahidi adam konuşmasına kısık sesle devam etti:
"Önce sıranın kendisinin olduğunu söyledi. Sonra kiracıyım, dedi. Onu da beğenmedi. Bedava sözüne sarıldı. Kısa bir süre sonra işe faizi de kattı. Bu şirketin tefecisi mi acaba? Belki, verdiği faizli paraların nerelerde kullanıldığını denetliyor burada oturup! Evet evet, ikimizin de gözü ısırdığına göre, gazetelerde falan resmini görmüş o- lacağız. Bu herif büyük tefecilerden. Bu televizyon şirketinin kanını emen sülüklerden olacak. Burada oturmuş, malını gözlüyor. Sıra mira palavra... Herhalde sizi de kazıklamış olmalı, sıra benim diye..."
"O bana bir şey söylemedi, ben geldiğimde, burada sessiz sakin oturuyor, tespih çekiyordu."
Trafik kazası şahidi yeniden, garip diyaloğu kurduğu insana doğru, onun duyabileceği bir ses tonuyla:
"Hişt hemşerim, sıra konusundaki açıklamalarından pek tatmin olmadım, ama söyler misin niye bekliyorsun bu sırayı? Sıranın başında beklemesen birileri alıp kaçar mı sanıyorsun?"
38
"Sıra nasıl kaçırılabilir ki?"“Ne bileyim ben, hayatımda hiç sıra kaçırmadım ki!
Madem bu kadar ısrarlı bekliyorsun, kuşkulandığın birileri var herhalde!?"
"Sen kuşkulu değil misin?""Yoo, benim öyle bir derdim yok.""Ama olmalı, sen de dert edinmelisin kendine. Cum
huriyet dönemi başladığından bu yana kuşkulanmalısın. Süslü püslü göründüğüme bakıp da sakın aldanma. Belki başbakanların, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak senin hiçbir mecburiyetin yok."
"Hemşerim, sana bir şey soracağım? Kendimi zorunlu ve sorumlu duyumsadığımdan soracağım bu sorumu!"
"Sor! Sor tabii. Aydınlatayım seni. Soruları soracaksın ki, bilesin. Bilirsen sorarsın! Sorarsan bilirsin! Sorup da gelmen için; köprüler kurduk, kapılar açtık, paralar saçtık."
"Benimki, öyle felsefî falan bir soru değil! Seni gözüm bir yerlerden ısırıyor. Manisa'da bulundun mu hiç?"
"Evet, bir ara bulundum. Niye sordun?""Çiviciyi tanır mısın?""Manisa'da değil, ama kendi şehrimdeki çivicileri
tanırım. Çok yakın ahbabımdır onlar. Manisa'da da u- zantıları mı var?"
"Sırf Manisa'da değil, her yerde uzantıları olduğundan eminim. Ama onlar henüz kendini tanıtamadığından, bilemeyeceğim. Bu sözünü ettiğim; çivicilerin en meşhuru. Manisa'da kalan çiviciyi çok yakından tanıyorum."
“Yakının mı olur?""Yok canım. Yakınım falan olmaz. Medyadan tanıdım
onu? Manisa Akıl Hastanesi'ni ikametgahı olarak kul
39
lanıyor.""Fakir mi?“"Bilmem! Medyada, malvarlığını konu etmediler. Niye
sordun?”"İkemetgah olarak akıl hastanesini kullanıyor dediğin
için.”"Zorunlu kullanıyor, kendi isteğiyle değil. Kafayı yemiş
biraz. Altı kişiyi katletmiş."“Benim tanıdığım çiviciler çok büyük bir topluluktur ve
henüz şimdiye kadar bunların arasında tanıdığım hiçbiri katliam falan yapmadı. Kahramanmaraş'ta ve Sivas'ta u- fak bir girişimleri oldu belki, ama o kadar. Devede kulak misali... O ManisalI bunlardan olamaz, onun tepkisi bireysel bir tavır."
"Peki, senin çiviciler, toplumsal bir tavır mı koyacaklar?"
"Niye olmasın kardeşim. Bu düzende, insanların toplu cinnet geçirmemesi için bir örnek ver bana. Mesala ben i- nancımıza saygı duyulmadığı bir dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü törenlere katıldım."
"Törenler sizin için kışkırtıcı mı oluyor?""Evet, tören dendi mi, özellikle de törene katıldım mı
kışkı rıyorum.""Peki, peki anladım... Dış görünüşünden de pek bir
şey anlaşılmıyor.""Sana söyledim, süslü püslü göründüğüme bakıp da
sakın aldanma."Trafik kazası şahidi, söyleşinin böyle bir kanala gir
mesiyle, artık susmasının ve yeni bir soru sormamasının gerektiği sonucuna varmıştı. Zaten aradan çok fazla bir
40
süre geçmesine gerek kalmadan, oturdukları sıranın karşısındaki kapı açılmış, takım elbiseli biri belirmişti. Trafik kazası şahidi, takım elbiseli adamı da tanıdı. Hem de hemen tanıdı. Bu adam, oturduğu kasabanın adliyesinde uzun yıllar hizmet vermiş, sonra emekli olmuş bir görevliydi. Kahvehanede, yolda sık sık görür, ara sıra da selamlaşırlardı. Adam, mübaşir üniformasını, iş saatleri dışında da hiç üzerinden çıkartmazdı. Emekli olduktan sonra bir daha görememişti mübaşiri. Demek ki, hem e- mekli aylığını alıyor, hem medya müdürünün yanında görevini sürdürüyordu. Bugün ne çok tanıdık yüze rastlamıştı bu televizyon binasında. Medya müdürünün görevlisi, elinde tuttuğu kağıdı yüksek sesle okuyarak:
"Trafik kazası şahidi, kamyoncular derneği başkanı, belediye başkanı!" diye bağırdı.
Bulundukları mekanda üçünden başka kimse bulunmamasına karşın, oturan üç kişi de yerinden kımıldamadı. Çünkü üçü de ayrı ayrı ifade vermeye şartlamıştı kendisini.
Takım elbiseli, yeniden elindeki kağıda bakarak yineledi deminki çağrısını:
"Trafik kazası şahidi, kamyoncular derneği başkanı, belediye başkanı! İfadeleriniz toplu olarak-alınacak, buyrun içeri!"
41
TORBADA KEKLİK
Ev sahipleri:Bu öyküyü okumadan evinizi kiraya vermeyiniz! Kiracılar:Bu öyküyü okumadan ev kiralamayınız!
Apartman yüz yirmi daireli, mühendisliğin ve mimarlığın hem teorik hem de pratik olarak başarılı bir çalışması sonucu birbiriyle irtibatlanmış iki bloktan oluşan dev bir yapıydı. Bloklar on beşer katlıydı ve her katta dört daire vardı.
Bu dairelerden dördünde oturan; Ferhunde, Serpil, Rahmiye, Sema Hanımlar ve onların kocaları Beşir, Rengin, Temel Dursun, Besim Beyler çok iyi anlaşan, birbirlerini seven, adeta yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen komşulardı. Yiyecekleriyle içecekleri bir bütünlük arz ediyordu. Besim Bey ve karısı Sema Hanım B blok on üçüncü, diğer üç aile de aynı bloğun on ikinci katında oturuyorlardı.
42
İki bloklu, yüz yirmi daireli apartmanda, birbiriyle bu denli hem sıkılık hem de fıkılık açısından bir başka örnek yoktu. Başka bir örnekleme yapılacak olursa, diğer daire sakinleri, genellikle çekirdek ailenin bilimsel tanımına uygun sakince bir yaşam sürüyorlardı. Onlar için her şey; dış dünya ile irtibatlarını sağlayan ve sınır görevi gören daire kapılarında başlayıp bitiyordu. Yılda bir kez yapılan apartman genel kurul toplantısı bile, olağan ilk toplantısında yeterli çoğunluğu toplayamayıp, bir sonraki hafta bir araya gelen on-on beş kişiyle yasa gereği sonuca ulaşıyordu. Ve bu apartmanın bilinen geçmişinde ise hiç olağanüstü bir toplantı yoktu. Toplantılar hep olağan bir seyir izliyordu. Son dört yıldır da, bu ve benzeri nedenlerden ötürü hep aynı insan yönetici seçiliyordu. İlk oturumda yapılamayan genel kurulun, ikinci hafta bir araya gelen müdavimleri, daha da açılmış, açık saçık bir ifadeyle, apartman genel kurulcuları, oybirliğiyle, dört yıl önce emekli olup, emeklerinin karşılığını bu apartmandaki bir dairenin mülkiyeti ile takas yapan topçu albayı, yönetim kurulu başkanı seçiyorlardı. İki yardımcı, üç denetçi ve ikişerden dört adet de yedek olmak üzere toplam on kişi apartmanın yönetimini paylaşıyordu. Yani, ikinci hafta, genel kurul toplantısına katılanların hemen hemen her biri birer görev alıyorlardı ama, bir yıl boyunca da albay hariç, hiçbiri görev yapmıyordu. Zaten albayın da arzusu bu doğrultudaydı. Albayın düşünce sistematiğine göre, matematiksel olarak, çok kafadan doğal olarak çok ses çıktığından, sesler birbirini etkileyip ve aynı zamanda da etkilenip, uyumsuzlaşıyordu. Yıl boyunca, yalnızca albayın çıkan sesi, uyum işini tam bir başarıya ulaştırıyordu.
43
Topçu albay aslında iyi birisiydi. Hem özü, hem sözü bir bütünlük içindeydi. Ne özü, ne de sözü, bu bütünlüğü bozacak şekilde birbiriyle çelişkiye düşmüyordu. Ama albay, emeklilikten önce ve emeklilikten sonra diye iki ana başlıkta toplanan başlıkları birbirine karıştırıyordu. Bu karışıklıktan ötürü de, emekliliğe uyum sağlayamıyor, kendini kışlaların birinde sanıyordu.
Apartmanın dört adet kapıcısı vardı ve bunların her biri sabah servisine başlamadan önce, albayın bizzat hazır bulunduğu sabah içtimaına çıkmak zorundaydılar. İçtima her gün sabah saat altıda olurdu. İçtima saatinde ise mevsimsel herhangi bir değişiklik söz konusu değildi. En kıdemlisi tekmil verir, albayın üst-baş ve temizlik denetiminden sonra kapıcılar; gazete, ekmek, süt almak üzere çevre esnafın dükkanlarına dağılırlardı.
Topçu albayın soyadı da emeklilik öncesi askersel kimliğiyle örtüşüyordu. Albayın adı Evren, soyadı Topçu'ydu. Yani, Topçu Albay Evren Topçu... Apartmanın girişindeki diafonun künyesinde ve kendi dairesinin kapı girişindeki zil butonunda on iki punto harflerle aynen böyle yazıyordu. Topçu Albay Evren Topçu... Yerin müsait olmamasından olacak, "Emekli" ya da kısaltılmış olarak "Em." yazmıyordu ünvan olarak.
Albay Topçu ya da Topçu Albay da yönetimde görev alan diğer komşuları gibi pek bir şey yapmıyordu aslında. Bina için para harcama yanlısı biri değildi. Komşularının parasını, kendi parasından daha kutsal görüyor ve harcamalarda kıtsal yöntemi uyguluyordu. Komşu sitelerde ve hatta bölgesel bazda ondan daha az aidatla binasını yöneten yönetici yoktu. Onun yönetici seçilmesinin asıl
44
kaynağı da, bu az harcamanın gerçeklerle ilişki kuruyor o- lup, oradan kaynağını alıyor olmasıydı.
Esnaf, albaydan çekiniyordu. Binanın herhangi bir bölümünde arıza olduğu zaman gelmek istemiyorlardı. Çünkü albay, emeklerinin karşılığı olduğunu savladıkları ödemeyi değil, kafasında oluşturduğu rakamı ellerine sıkıştırıp, onları savsaklıyordu. Sapla samanı, savla savsaklamayı bir bütünlük içinde birbirine karıştırıyordu. Ayrıca onları emireri, ataların söyleyiş biçimiyle emirberi gibi görüyordu. Yine de istemeye istemeye de olsa, diğer sitelerle diyalogları bozulmasın diye, albayın çağrılarını yanıtsız bırakmıyor, mutlaka ona bir yanıt veriyorlardı. Albay, diğer apartmanlarla ilişkilerini zedeleyebilirdi. Zedelenmiş ilişkiyle iş yapmaları zorlaşırdı. Artık ekmek aslanın ağzından midesine inmişti ve bazen tüm çabalarına, özverilerine, cesaret girişimlerine karşın, ekmeğin miğde civarından daha alt kısımlara doğru yol aldığını yaşam pratiklerinden çıkarıyordu çevre esnaf.
Emekli oluncaya kadar birçok şehir gezmiş, her türden insan tanımış olan albay, her şeyi bilirdi. May- donozun faydalarından, kazan dairesindeki brülörün üstünde yer alan cıvatalara kadar her şeyi... Bildikleri aslında yüzeyseldi ve pratikte hiçbir kıymet, mana veya e- hemmiyet ifade etmiyordu. Ama o bildiğini biliyordu. Ve bu da kendisine yetiyor ve her şeye karışıyordu. Esnaf ve kapıcılar onu artık öyle kabul etmişlerdi. O, onların "Albayım"! idi. Hele bir de bu "Albayım"ı topuk selamıyla bütünleştirdiklerinde, Topçu Albay Evren Topçu'nun içinin yağları eriyip, yağ miktarı azalmış vücuduyla daha bir zindeleşiyordu.
45
Topçu Albay Evren Topçu'nun bir de lakabı vardı o çevrede... Çocuklar takmıştı ona... Kel Evren... Çünkü o da kafayı hem çocuklara, hem de kargalara takmıştı. A- partman çevresini saran bahçelere ne çocukları sokuyordu, ne de kargaları. Her gün bir kapıcı, güneşin kendini göstermesinden, gün .batımına değin apartman çevresi bahçelerin nöbetçisiydi. Kapıcılar bu işi, değişim ve dönüşüm çerçevesinde yapıyorlardı. Her gün ayrı biri görevliydi kargalar ve çocuklar için. Hatta Evren Albay çizelge bile yapmıştı bu çalışma için. Kapıcılar, bahçe görev emrini bu çizelgeyi izleyerek gerçekleştiriyorlardı. Çocuklar ve kargalar emir gereği bahçeden uzaklaştırılıyorlardı. Emir mühim şeydi ve demiri keserdi.
Topçu Albay Evren Topçu'nun saçları dökük olduğundan -o yaşta zaten hemen hemen herkesin saçları dökülür- Kel Evren lakabını takmışlardı çocuklar ona. Ona kızdıklarından ve bahçelerin kendi paylarına düşen kullanım hakkından yararlanamamaktan kaynaklanıyordu çocukların tavrı. Yoksa apartmanda oturanların yarısından fazlasının saçı döküktü ve hiçbirine kel lakabını takmamıştı çocuklar. Bazen birçoğu bir araya gelip, dördüncü katta o- turan Topçu Albay Evren Topçu'nun dairesine kafalarını kaldırıp, “Kel, kel, kendine gel," diye bağrışıp, sonra da bu davranışın doğal sonucu olan hareketi gerçekleştirip, kaçışırlardı. Bu işi de daha çok, tam öğle saatlerinde yaparlardı. Albay Topçu, öğle yemeğini yemiş ve bir saatliğine koltuğa uzanıp uyumuş olurdu bu uyumlu koro başlamadan önce. Albayın uykusu kaçar ve kaçan uykusunu yakalayamadığından, o gün çekilmez olurdu. En kalın halatlarla bile her yanından bağlansa, ne evinde, ne
46
yönetimi altındaki kapıcılarca, ne de üçüncü tekil ya da çoğul şahıslar tarafından çekilmesi olası değildi.
Topçu Albay Evren Topçu büyükler için de sık sık talimatlar hazırlar, apartmanın uygun yerlerine asardı. Bu talimatlar, sokak kapılarının nasıl açılıp kapatılacağından başlar, asansör kullanımına ve hatta bazı dairelerde bulunan panjurların açıklık derecesine -dar açı, dik açı, geniş açı gibi... Bunun için bakınız Liseler İçin Geometri, MEB Basımevi- kadar türlü konuları içerirdi. Aksaklıkları pratikten çıkarır ve hemen eski talimatları yerinden çıkarıp eklemeler yapar, yenilerini, güncelleştirilmişlerini asardı. Komşulardan biri -bugüne kadar kimliğini hiç kimse sap- tayamadı- bu talimatlardan birinin altına, bir gün büyük harflerle; "1. ve 2. Bloklar Sıkıyönetim Komutanı" tümcesini, albayın imzasının hemen üstüne tükenmez bir kalemle yazmıştı. Hatta son sözcüğün, son harfinin tam olarak çıkmamasından da, tükenmez kalemini burada tüketmiş olduğu anlaşılıyordu. Bu yazı, Topçu Albay Evren Topçu'nun grip olduğu için dışarı çıkamamasından yararlanılarak, garip bir günde yazılmıştı. Kapıcılar dahil hiç kimse bu yazıyı bulunduğu yerden kaldırmamış, üstünü çizmemiş ve hatta albaya haber vermemişti. Albay; üç gün yatak, dördüncü gün toprak atasözünün doğruluğunun test edilmesine bir gün kala, üçüncü günün akşamında iyileşmiş, sabah içtimalarını yeniden uygulamaya koymuş, bahçe ve blok denetimini yapmış, günlük yürüyüşlerini başlatmış, fakat bu yazı yerinde kalmıştı. Yazı, tam on beş gün korumuştu kendisini orada. Gene albayın, bir yakınını ziyarete gittiği bir gün, -on beşinci gün- büyük olasılıkla yazılan el tarafından,
47
üstündeki talimatla birlikte oradan alınmıştı.Topçu Albay Evren Topçu bu yazıyı görmemiş miydi?
Bunu olasılıklar içinde düşünmek güç! Çünkü "Albayım", bahçede bulunan yüzlerce gülden biri kopartılsa hemen fark ederdi. Dikkatliliği "Albayım"ın en önemli özelliğidir. Her şeye şüpheyle bakar, h,er şeyi sorgular... Netekim de öyle oldu. Talimatının yırtıldığını, yakınını ziyaretten döndüğü gece fark etti. Günün yorgunluğunu üstlerinden çıkarıp atma hazırlığına girişmiş kapıcıların, pijamalarını üstlerinden çıkarttırıp, gece toplantısı düzenledi ve kimliğini araştırmaya girişti apartmana sızan hainin(!)
"Albayım"ın yönetiminde; yüz yirmi daireli, iki bloktan oluşan dev yapı, aslında tıkır tıkır, -tık ır tıkırdan başka ses çıkmaksızın- önemli bir aksaklık olmadan idare ediliyordu.
Bina da henüz yeni sayılırdı. Altı yıllıktı... Büyük şanssızlıklar olmazsa, büyük teknik aksaklıkların çıkmasına -takurtu ve tukurtu seslerinin çıkmasına- daha çok zaman vardı.
"Albayım"ın yönetiminin dördüncü yılında B blok on i- kinci kattaki Asude Hanım gözlerini yaşama kapattı.
Asude Hanım, etliye sütlüye karışmaz, kendi halinde; yaşlı, tonton biriydi. Bir önceki tümcede ifade edildiği gibi; dairesinin mutfağında et pişirene de, süt kaynatana da karışmaz, aspiratörünü ikinci ya da üçüncü ayarda çalıştırır, kokuların mutfağına girmesine engel olurdu. Kimsenin kapısını çalıp da; sen niye et pişiriyorsun, sen niye süt kaynatıyorsun demezdi. Asude Hanım, her tür pişkinlik ve kaynatmaya olgun bir şekilde yaklaşır, hiç hamlık yapmazdı.
"Albayım", Asude Hanımın cenazesine, genel kurulda
48
alınan karar gereğince, çiçekçiyle pazarlığını yapıp çelenk gönderdi ve rahmetlinin defnedildiğinin akşamı da, yaşarken oturduğu daireye gelerek oğluna başsağlığı diledi.
Asude Hanım, hakkın rahmetine kavuşmadan önce dairesindeki yaşamını yalnız başına sürdürüyordu. Hemen hemen her cenaze evinde olduğu gibi, Asude Hanımın evi de kapatılmadı. Başta oğlu ve gelini olmak üzere, bazı diğer akrabaları evde başsağlığı dileklerini kabul ettiler, helvasını kavurdular, duasını yaptırdılar.
Asude Hanımın oğlu, Ankara'da ikamet ediyordu ve devlette üst düzeyde bir memurdu. Asude Hanım vefat e- dince işyerinden izin almış, eşiyle birlikte, annesine olan son görevlerini yerine getirmişti.
Ölüm hak miras helaldi, ama Asude Hanımın oğlu E- rol Bey tok gözlü biriydi. Bu tok gözlülüğü tek mi- rasçılığından mı, yoksa kendisi epey zengin olduğundan mı kaynaklanıyordu? Bu sorunun yanıtı bilinemez! Çünkü, böyle bir soruyu kimse soramazdı Erol Beye.
Asude Hanımın toprağa verildiği akşam, bazı komşular birbirlerine hep aynı soruyu sormuşlardı! Daire şimdi ne olacak? Ama hepsi de sorunun doğrudan muhatabı olmadıklarından, gene birbirlerine verdikleri yanıtların da hiçbir kıymeti yoktu. Böylesi bir soru yanıt, gerçekle ilişkilenemediğinden, son tahlilde -ama daha önce bütün tahlillerin eksiksiz yapılması koşuluyla-Türkçe Sözlük'te; "Konusu çekiştirme veya kınama olan konuşma" diye açıklaması yapılan dedikodu oluyordu.
Erol Bey işinden sınırlı bir süre için izin almıştı ve annesinin toprağa girişinin üçüncü günü, dairenin kapısını ki-
Devlete Çarpan Kamyon 49/4
lifleyerek Ankara'ya uçtu. Tabii ki uçarken, Yeşilköy Havaalanından kalkan bir uçağın yolcu koltuğunu kullandı. E- rol Beyin uçacağı saatte, rastlantısal olarak VIP salonu boştu. Herhangi bir bakan ve onun uzak ya da yakın bir akrabası, arkadaşı, partidaşı, bu türden tanıdıkları da beklenmediğinden uçak tam zamanında havaalanından havalandı.
Bu üç gün içinde de eve gelerek; merhumeye Tanrı'dan rahmet, kederli ailesine sabır ve başsağlığı dileyen, hanımefendinin ebediyete intikalinden duyduğu sonsuz acıyı dile getiren komşu ve yakınlara da dairenin geleceği hakkında hiçbir açıklamada bulunmamıştı Erol Bey.
Günler günleri, günler haftaları, haftalar ayları izledi. A ve B bloktan oluşan on beş katlı apartmanda her şey eskisi gibi sürmeye devam etti. "Her şey eski tas eski hamam" atasözünün tam anlamıyla gerçekleşmesini, iki dairedeki banyo tadilatı ve birkaç dairenin de bozulan bataryalarının değiştirilmesi bozdu, ama genelde pek büyük değişimler ve gelişimler yaşanmadı apartmanda. A- sude Hanım da, mirasçı oğul Erol Bey de unutuldu. Daire kapalıydı ve boştu. Ama Erol Bey her ay başı, annesinin alışkanlığını ve sistemini bozmamış, apatmanın aylık fon giderlerini bankanın yönetim hesabına havale etmişti. Oğlu da annesi gibi bu ödemelerde ya birinci ya ikinci, en kötü olasılıkla da üçüncü oluyordu. Erol Beyin bu disiplini, "AlbayırrV'ın takdirini kazanıyordu. Çünkü "Albayım", dairesini boş tutan ve İstanbul dışında bulunan bazı daire sahipleriyle zaman zaman cebelleşmek zorunda kalıyordu. İstanbul dışındaki bu türden daire sahipleri, uzakta ol
50
manın avantajlarını kullanmak istiyor ve fon giderlerini havale etmiyorlardı. "Albayım"sa ayın bitiş günü akşamı, kaleme kağıda sarılıp, cezaları da ekliyor, bu daire sahiplerine taahhütlü mektuplarını postalıyordu. Fon giderlerini cezalı da olsa tahsilde zorluk çekiyordu Topçu Albay Evren Topçu. Çünkü genel kurulca tayin edilen ceza yüzdesi, kredi faizlerinin ve enflasyonun altında kalıyordu. Uzakta olmanın avantajını üç ay peşi peşine kullanan bir daire sahibini bu yüzden icraya vermişti "Albayım". Erol Beyin sistem ve bir disiplin altında ödemesini yapması, böylesi nedenlerden dolayı "A!bayım"ın beğenilerine mashar olmuştu.
Asude Hanımın ölümünün üstünden beş ay geçmişti. Bu beşinci ayın bir günü "Albayım"ın telefonu çaldı. “Al- bayım"ın telefonu hep çalardı. Çalmaz değil... "Albayım" da normal olarak telefon abonmanlarını, faturalarını zamanında öderdi, bu yüzden onun da telefonu diğer aboneler gibi çalardı. Bu çalışlarda belki biraz ses farkı vardı, çünkü o, PTT'nin verdiği makineyi bodrumdaki odasına kaldırmış, bir dükkandan ses ve görüntü olarak farklı bir makine almıştı. Ayrıca "Albayım"ın yöneticiliğinden kaynaklanan normal dışı bir durumu da söz konusuydu ve telefonu biraz fazla çalışırdı.
Telefonu, Erol Bey Ankara'dan çaldırıyordu. Bir istirhamı vardı. "Albayım"ı rahmetli annesinden dinlemişti. Duyarlı, titiz, çelik disiplinli biriydi. Bunları söylemekle başladı telefondaki konuşmasına Erol Bey.
"Albayım," dedi. "Sizin de onayınızdan geçmiş birine dairemi kiralamak istiyorum. Tanıdık birileri var mıdır acaba? Sizin düzeninize uyacak, komşularla uyum
51
sağlayacak birilerini bulabilir miyiz? Münasip midir?"Topçu Albay Evren Topçu:"Münasip birilerini bulalım Erol Bey!" dedi.Ve karşılıklı telefonları kapattılar. Çünkü, konuşma her
ikisi tarafından da bitirilmişti. İki taraftan birinin, su koy- vererek telefonu kapatmaması âbukluk olurdu.
Zaman gene ilerledi. Çünkü zaman ilerlemek üstüne programlanmıştı. Erol Bey kiracı arıyor, "Albayım" münasip midir, değil midir, diye düşünüp onaylaması için, onlara u- yup, zaman duramazdı. Zaman milyarlarca kişiyi ilgilendiriyordu. Böylece iki ay daha her zamanki normal seyrinde ilerledi zaman. Ne bir fazla, ne bir eksik...
“Albayım" Topçu Albay Evren Topçu, Erol Beyle yaptıkları telefon görüşmesini unutmuş, her zamanki mesaisiyle emeklilik günlerini değerlendiriyor, apartman otopark bölgesinin denetimini yapıyordu. Ve bu sırada B bloğun önüne, içi yarısına kadar eşya dolu bir kamyon yanaştı. Kamyonun şoförü aracından indi, gidip ağaçlardan birinin altına ayaklarını uzatarak oturdu. Kamyonun üstü açık kasasından aşağı da, örtünme biçimlerinden hamal oldukları anlaşılan iki kişi atlayarak indi. Hamalların üzerindeki giysilere gerçekten giysi demek için, insanın bu yüzyılda ve bu şehirde; görgü, bilgi, belge, deneyim, bakış ıçısı edinmemiş olması gerekiyordu. Zavallılar, vücutlarını gizlemek, na mahreme sergilenmemek için adeta örtünmüşlerdi. Gene de örtünme işinde başarı sağladıkları söylenemezdi. Vücutlarının göbek, sırt, bacak gibi bazı u- zuv parçaları birkaç santim de olsa açıkta kalmıştı. İnsanlarınsa onlara, açıkta bir şey görmüş gibi bakması doğaldı.
52
"Albayım" binaya ait araçların, park çizgilerini ihlal e- dip etmediğini, nizami duruş şeklini iyi ayarlayıp ayarlamadığını denetlerken, ilgisi B bloğun otoparkına giren kamyona yöneldi. Ve tabii hemen ilgisinin yöneldiği kamyona kendisi de yöneldi. Şoförün yanına gidip:
"Kalk ordan!" dedi.Şoför bir anda ne olduğunu kavrayamamıştı, fakat
zıplayarak ayağa kalktı."Biraz dinleneyim demiştim de..." dedi.Topçu Albay Evren Topçu, şoförü ayakları üstüne di
kerek, birinci emrinin yerine gelmiş olmasının verdiği kazanımla:
"Burası özel mülkiyettir! Burada dinlenilmez! Git kamuya ait bir yerde dinlen!" dedi.
Şoför:"Gidemem!" dedi."Albayım" ikinci kazanımı da sağlamak için:"Adamlarını ve kamyonunu da a!, git diyorum sana!"
diye ikinci emrini yineledi.Şoför ortama ayak uydurmuştu artık ve bu kezki ka
zanımı o sağlayacaktı."Eşyalar taşınmadan şurdan şuraya bir adım atmam!"
dedi."Albayım"ın aklı başına gelmişti. "Aibayım"ın aklı
başında duruyordu ve hiçbir yere gitmemişti tabii ki... Ama böylesi şaşkınlık belirtileri oluşmaya başladığında söylenen bir deyimle konuya ışık tutulduğunda, yaygın söyleyiş biçimi bu olduğundan, aklı başına gelmişti. Yoksa aklı da başı da yerindeydi.
Demek ki eşya taşınacaktı apartmana! Ama eski
53
püskü, hemen hemen yatak yorgandan oluşan bu eşya kime gelmişti?
"Kime?" dedi "Albayım" sertliğini bozmadan."On ikinci kat, kırk yedi nolu daire." dedi şoför."Albayım" bir an düşündü:"Boş daire..." dedi."Ben bilemem! Boş mu, dolu mu?.. Bana, bu eşyaları
götür dediler, paramı da verdiler! Boşluğu, doluluğu beni ilgilendirmez!" dedi şoför.
"Sana bir şey demedim," dedi "Albayım". "Kendi kendime düşünüyordum. 'Boş daire1 sözü, ben sessizce düşünürken, şaşırma sonucu sesli olarak kullandığım bölümden ibarettir!"
“Sorması ayıp olmasın ama, sen kimsin amca?" dedi şoför.
"Ben Topçu Albay Evren Topçu!" dedi “Albayım". “Yönetim kurulu başkanı!" diye de ekledi.
Şoför bir anda toparlandı. Askerden teskeresini almasının üstünden henüz iki ay geçmişti. Albay sözcüğüyle, istemi dışında bacakları birbiriyle bitişti, kolları yanına düştü. Tam anlamıyla hazrola geçmişti alışkanlıkla.
“Albayım"ın şoföre kanı kaynadı."Peki evladım,” dedi. "Emir ver adamlarına, taşısınlar
eşyaları!"Hamallar eşyaları taşıdılar. Ama düşünceler “Al-
bayınrTın kafasına takıldı. Gün boyu da terk etmedi düşünceler onu. Hani onaylayacaktı geleni? Hani münasip mi, değil mi karar verecekti?
Akşam saat sekizden sonra, telefon ücreti indirime gi
54
rince Ankara'yı aradı. Erol Bey evdeydi."Erol Bey!" dedi. "Hani münasip birileri olacaktı?"Erol Beyden hiç beklemediği bir yanıt aldı:"Münasebetsizler mi acaba Evren Bey?" dedi Erol
Bey. "Sizin iki ayda bulamadığınız kiracıyı, emlakçi iki günde buldu. Tam iki gün önce verdim emlakçiye daireyi. İki ay ilgilenmediniz. Ayrıca kiracıyı tanımadan, nereden çıkardınız bu münasebetsizliği. Daire benim mülkiyetimde, istediğime veririm. Bir daha telefon edip, münasebetsiz münasebetsiz konuşmayın!" diye uzun bir konuşma yaptı "Albayımla.
"Albayım"ın hiç beklemediği ve ummadığı bir tarzdı bu tür konuşma. Saygısızcaydı. Yardım isterken, evini kiraya vermesi için ricalarda bulunurken "Albayım"dan başka bir sözcükle hitap etmemişti kendisine. Ama işi bittiğinde adıyla sesleniyordu ve neler neler söylüyordu münasebetsiz adam. "AlbayırrTın penceresinden bakınca, ikiyüzlülüktü bu!
Yeni kiracılar, hamalların eşya boşaltmasından bir gün sonra geldiler B blok kırk yedi numaraya. Tempra bir otomobilden, on sekiz-yirmi yaşlarında zayıf bir kızla, kırk-kırk beş yaşlarında şişman bir kadın indi. Kız mini, dar etek ve iri göğüslerini açıkta bırakan bluz giymişti, elinde de cep telefonu vardı. Mini eteğine, mini etek demek, kişiden kişiye değişebilirdi. Buna bazıları mini, bazıları da mini mini diyebilirlerdi. Ve her iki bakış da doğru idi. Çünkü bu tür durumlar için konunun uzmanları tarafından net bir tanımlama yapılmamıştı henüz. Kız ayakta dururken giydiği kilodun rengi ve modeli belli olmuyordu, ama bir yere oturunca, bu konuda aydınlanmak için, bu bölüme
55
yalnızca bir bakış atmak ya da o bakışı fırlatmak yeterliydi. Kız ayrıca güzeldi de... Şişman kadınsa, oldukça çirkin ve giyimi de o ölçüde kapalıydı. Neredeyse yerleri süpüren bir eteği, biri indikten sonra, diğeri etkiye tepki gösterip kalkan kalçalarını örten bir kazak vardı üst tarafında. Boyatalı ya da boyayalı çok zaman geçtiği belli olan, üst yanı tümüyle siyah, kafaya yakın kısımlarındaysa beyazlığın yer yer göze çarptığı, karışık renkli bir görünüm vardı saçlarında. Bazıları kırılmış tırnakları ise saçlarıyla uyum içindeydi. İtici bir görünümü vardı şişman kadının.
Daha sonraki günler, Tempra ile gelen iki kişiden başkaları da geldi B blok on ikinci kat kırk yedi numaraya.
Evi kiralarlarken, üç kişinin ikamet edeceğini bildirmişlerdi daire sahibine. Baba, anne ve küçük yavruları ... Daha sonra, her birinin ayrı soyadı taşıdığı bu insanlara yenileri eklendi. Dayı oğlu, teyze kızı... Ortalama günlük nüfusları altı kişiye çıkmıştı. Bu sayı zaman zaman artıyor, eksiliyordu. İlk günler değişik soyadlı baba da yanlarındaydı, fakat bir ay geçmeden baba ortadan yok oldu. Apartmanın bilinen ve görünen yerlerinde dolaşmıyor, sakinler tarafından bilinmeyen, fakat araştırılırsa ya da izi sürülürse bulunabilecek bir yerde oturuyor, dolaşıyor, yemek yiyor, uyuyor; kısaca herkesin yaşarken yaptığı şeyleri yapıyordu. Ama ayın belli günleri geliyordu eve. Ve genellikle de geceleri kalmıyordu. Evin anası ve babası rolünü üstlenmiş bu iki insan, sözü edilmeye çalışılan konu ahlak zabıtasına intikal etmediğinden, kimsenin doğrudan şahit olmadığı, aralarında her türden alış-verişi kapalı kapılar ardında -apartman ana giriş kapısı, daire kapısı ve oda kapıları- gün ışığında bitiriyorlardı. Ev artık,
56
giderek değişik dayı kızları, teyze kızlarının geçici uğrak yeri olmuştu. Evi ziyaret eden dayı ve teyze kızlarının zahirî görüntüsünü belleklerinde tutamıyordu komşular. Kızlar, evin asıl kızı gibi dekolte giyimli oluyordu ve genellikle de güzeldiler. Fakat hiçbiri diğerine benzemiyordu. Akrabaların birbirine benzemesi gibi genel geçerli bir kural yok, ama bir ya da birkaçı bir anlamda birbirine benzeyen organlar taşıyabilirlerdi. Burun, ağız, göz, saç şekli gibi... Bu akrabaların, bu türden organları arasında hiçbir benzeşme ya da benzeşim olmadığı gibi "andırma" da yoktu.
Apartmanda da dekolte giyen, tam kapalı olan, yarı kapalı dolaşan hanımlar vardı. Vardı ama, bu hanımların hiçbirinin giyim tarzı kimsenin dikkatini çekmiyordu. "Al- bayım"ın hakkını yememek gerek, o bile bu türden giyimleri dikkate almıyor, üzerinde düşünmüyordu bile. Ama apartmanda, dekolte giyim tarzını seçmiş hanımlar a- rasında bile, B blok kırk yedi nolu dairenin dekoltesi dilden dile dolaşıyordu. Bu dolaşım epey mesafe katetmişti. A- partmandaki dillere yeni bir konu çıkmıştı. Artık günlerini bu doğrultuda değerlendiriyorlardı.
"Albayım" için bile, artık kargalar ve çocuklar ikincil plana itilmiş, bu konu güncellik kazanmıştı. Dört kapıcıyı da konu hakkında uyardı bir sabah içtimaında "Albayım". Kapıcıların nöbetçilik sistemini ortadan kaldırdı. Tümü birden, tüm mesailerini ve fazla mesailerini bu işe has- redeceklerdi. Tabii aldıkları yeni emir ve talimatlar doğrultusunda... Temel gereksinimler dışında kalan işler erteleniyor, bu konuda yoğunlaşıyordu artık kapıcılar.
On ikinci kat kırk yedi numaraya sık sık otomobilli beyler de gelmeye başladı. Otomobilleriyle park çizgilerini ih
57
lal ediyorlar, apartman sakinleri araçlarının genellikle uydukları nizami duruş şekillerine aldırış etmiyorlardı. On beş dakikadan başlayıp, iki-üç saate uzayan sürelerde apartman otoparkını işgal ediyorlar, daha sonra onların park yerini boşaltmasıyla yenileri aynı görüntüyü sergiliyorlardı. A- partmanın otoparkındaki hareket, bir kısmına mafyanın da el attığı dedikodusu yapılan ticari otoparklarla çekişir hale gelmişti. Bazı beylerin otomobilleriyse, fazla sık olmamakla birlikte, bir tam gün, gece ve gündüz olmak üzere kalıyordu otoparkta.
Kapıcıların her biri, her gün yeni ve taze bilgiler taşıyordu "Albayım"a. Artık "Albayım" sabah içtimalarının mutat kontrollerini bile savsaklıyor, içtimaların asıl konusu on ikinci kat kırk yedi numara oluyordu. Özellikle B blokta ikamet eden kapıcılar rahatsızdı durumdan. Gece yarıları i- kide, üçte onların zilleri çalınıyordu. Gelenlerin içeri girmesi için kapı otomatiğiyle sağladıkları ilişki, uykularının bölünmesine neden oluyordu. On ikinci kat kırk yedi numara, onlar için artık bir bölücüydü. Uykularının bölücüsü...
Bir sabah içtimaında B blok kapıcıları zam istediler "Al- bayım"dan. Bu kapıda yirmi dört saat görev yapıyorlardı, geceleri gündüzlerine karışmıştı. Karışık, karmakarışık bir yaşam sürüyorlardı.
"Albayım"ın hiddeti çok şiddetliydi."Artık o kapıyı, gece on ikiden sonra kapalı tu
tacaksınız. B blok ana giriş kapısından gece giriş-çıkışı, i- kinci bir emre kadar yasaklıyorum!" dedi.
Kapıcıların zam isteğinin yarısı ağızlarından çıkmış, yarısı henüz çıkmamış, duruyordu. Yarım kalmıştı
58
ağızlarında zam istemleri, ama alınan sistemli karardan memnundular. Hiç olmazsa artık kesintisiz uyuyabileceklerdi geceleri. Uykuları bölünmeye uğramayacaktı. En doğal hakları olan uykularını bir araya toplayabileceklerdi. Ama bir sorun vardı, ya diğer daire sakinlerinden gece on ikiden sonra gelen olursa ne olacaktı? Onların da mı giriş çıkışları engellenecekti?
"Albayım" o kadar sinirlenmişti ki, gece giriş-çıkış üzerine talimatını verirken, sivil apartman kullanım kuralını göz ardı etmişti. Ayrıca, kapıcılardan aldığı bu akla da bozulmuştu. "AlbayıırTın bir özelliği daha vardı. O özelliği de birçok özelliğinin yanında yer alıyor, başka yerde yer almıyordu. Söz konusu edilen özelliği, özellikle şuydu: Kendi istemi dışında, hiç kimseden bir şey almazdı. Buna akıl da dahildi. Kendisi karar verir ve kendisi karar alırdı. Bu tür alış-verişleri tümüyle kendisi yapardı, hiç kimseyi karıştırmaz, inisiyatifi tamamen elinde bulundururdu. Onu elinden hiç kaçırmazdı. Hiçbir şeyin etkisi altında kalmazdı. Bu konuda çok duyarlıydı. Televizyon reklamları bile onu etkileşim alanında tutamazdı. Adeta çamaşırlara ayrı bir sağlamlık kazandıran Ayşe Abla'nın çamaşır suyunu, en çok reklamı yapılan bol köpüklü sabunu veya hafifliğinden ötürü uçup göklerde kaybolan, oturan insanları yerçekiminden muaf kılıp tavanlara yapıştıran zeytinyağını seçmez, semt pazarından markası olmayan ürünleri alırdı. Ve hatta, "Bunu al, onu alma abi," diyen pazarcının başka önerilerini sıralamasına olanak tanımadan, karısının alışveriş listesinde bulunmayan herhangi bir ürünü, örneğin limonu alır, eve götürüp suyunu sıkar, şeker katmadan içerdi. Böyle bir adamdı "Albayım". Ama bu aklı almak zo
59
rundaydı, çünkü geçmişinde böyle bir şey olmamış altmış dairenin, geleceği söz konusuydu bu aklın içinde. Kırk yedi numara hariç tutulsa bile, diğer elli dokuz daire sakininin ya da kullanım hakkı sahibinin, geceleri de gelebileceklerini düşününce sıkıntı bastı yüzüne.
Yanlış emrini geri aldı."Gece sabaha kadar giriş-çıkış serbest, ama daireler
kendi işlerini kendileri görsünler. Diafon ve her dairenin ana kapı anahtarı var. Gece gelene kapıyı siz açmayacaksınız!" diye yumuşattı emrini "Albayım".
"Albayım" kafaya takmıştı B blok kırk yedi numarayı. Bir an önce çözecekti. Kafasındaki takıntıdan kurtaracaktı kafasını.
Apartman oturanları ve "Albayım" tarafından emin olunan bir durum vardı artık ortada. Tüm çıplaklığıyla herkesin yüzüne çarpıyordu gerçek. Gerçek ve güneş balçıkla sıvanamazdı. Güneşin konuyla bir ilgisi olmadığından, o şimdilik konu dışı bırakılabilirdi. Ama gerçek... Oydu şimdi asıl konu... Gerçek, adeta çırılçıplak soyunmuş, erotik bir film çeviriyordu. B blok kırk yedi numara bir işletmeydi. Hem de iyi bir işletme. Ailelerin yer aldığı bu apartmanda bir kerhane kurulmuştu. Kerhen de olsa, bu kerhaneye göz yumulamazdı artık. Gözler açılmıştı ve açıklık muhafaza edilmeliydi. Kerhanenin kâr hanesi gittikçe yükseliyordu ve kârın yükselişiyle doğru orantı kuran müşterilerin sayısal katsayısı da artıyordu.
"Albayım", nihayet duruma otoparklar bölümünde el koydu bir gün. Bu dünyada, pezevenk rolünü kendisine uygun görmüş kıçı büyük şişman kadın; Tempra'sını park etmiş aracından iniyordu ki, "Albayım"ın duruma
60
müdahalesiyle hareketini erteleme gereğini duydu."Sen sürekli bu çizgileri ihlal ediyorsun ve aracını
diğerlerinin hizasında tutmuyorsun!" dedi "Albayım".Kadın yanıt vermeksizin Tempra'sını yeniden çalıştırdı,
bir-iki hareketle hem çizgilerin arasına girdi, hem de diğer araçlarla aynı hizaya geçti.
"Albayım" bu hareketleri yapan otomobilin hemen ardında duruyordu ve kadınla konuşacakları bitmemişti henüz.
Pezevenk kadın, "Albayım"ın isteğini yerine getirmiş olarak otomobilinden indi.
"Oldu mu?" dedi."Albayım", oldu ya da olmadı gibi bir yanıtla
karşılamadı kadının sorusunu. Olmak ya da olmamak, asıl sorun bu değildi burada. Burada soruları o sorardı. Doğal olarak yanıtları da başkası verirdi.
"Sana çok gelen-giden var! Ayrıca geceleri de vızır vızır işliyor oturduğun daire!" dedi.
Kadın bu kez, "Albayım"ı daha da alttan almak gereksinimi duydu. Çünkü kadın, konuşmanın başlangıcında epey altta kalmıştı ve "Albayım" ne de olsa binanın yöneticisiydi, iyi geçinmek gerekiyordu. "Albayım", geçimini engelleyecek bir konumdaydı.
"Biz Doğuluyuz albayım, bu sebepten dolayıdır ki, ge- lenimiz-gidenimiz çok olur. Ayrıca geldik geleli, bir hoş geldine gelmediniz yönetim kurulu başkanı olarak! Fakirhanemize teşrif buyurursanız ikramda kusur etmeyiz!" dedi.
”Albayım"a, albayım diye hitap ederek konuşan birinin, ilk defa hitabetine icabet etmedi "Albayım". Ve hatta
61
kızdı içinden. Kadın "AlbayırrTa üstü kapalı rüşvet teklif e- diyordu. Üstü kapalı da olsa, açık da olsa rüşvet rüşvetti "Albayım" için. İkramının ne olacağı da malum... "Al- bayım"a özel, bedava pezevenklik yapacaktı kadın.
“Albayım" kızgınlığını belli etmeden soğukça:"Apartman yüz yirmi daireli ve başka Doğulular da
var. Onlara da gelenler, tabii ki durmuyor sonra da gidiyorlar. Ama sana gelen-gidenler gibi dikkat çekmiyorlar!"
Kadın bu kez gülümseyerek:"Bana gelip-gidenler dikkat çekiciyse, bunda benim
suçum ne? Siz de giyiminiz, kuşamınız, yakışıklılığınız ile dikkat çekicisiniz albayım!" dedi.
"Albayım" konunun, tamamen konu dışına çıkartılması girişimine iyice kızdı. Ve bu kez kızdığını belli etmek zorunda kaldı kızardığından. Yüzü kıpkırmızı olmuştu "Albayım" ın.
"Bak!" dedi beyaz kadın taciri kadına -aslında pazarladığı etler arasında bir de zenci vardı kadının-, “Bak hanım sana söylüyorum! Senin hanen fakir midir, yoksa başka hane midir, içinde bulunduğumuz koşullarda tartışma konusudur! Ayağını denk al, adımını denk at! Denkliği bozma!" dedi.
"AlbayınV'ın diklenmesine, diklenme ile yanıt verdi kadın. Öyle pabuç bırakacak cinsten biri değildi. Ayrıca bayraklıydı da... Deminki ağzını bırakmış, yeni bir ağız e- dinmişti kendisine:
"Sen!" dedi. "Sen buranın dayısı mısın?"Emekli Topçu Albay Evren Topçu şaşırmıştı. Hiç
böyle bir soru beklemiyordu. Ayrıca hiçbir zaman kendisine bu soru sorulmamıştı. O yüzden hazırlıksızdı. Bu
62
soruya hazırlıksız yakalanmıştı, dolayısıyla karşılığında vereceği yanıtın doğruluğundan emin olamazdı. Ama soru da o kadar karmaşık değildi. İki yanıt şıkkı vardı karşılık o- larak. Bu yanıtlardan birini tercih etmek zorundaydı "Albayım". Ve hakkını kullandı:
"Evet!" dedi. "Ben buranın dayısıyım!"Yanıtı vermiş ve sonucu bekliyordu. Pezevenk kadının
yüzüne dik dik ve dikkatlice bakmaya başladı. Acaba doğru yanıtı mı vermişti? Öncelikle bunu, kadının suratının alacağı durumdan çıkartacaktı. Ama kadının surat karakteri buna uygun değildi. Yaptığı işin etkileşiminden olacak, kadının karaktersiz bir suratı vardı. Doğru mu, yanlış mı yanıt verdiğini bu surattan çıkaramamıştı.
Kadın ”Albayım"ı fazla ikircikli bırakmadı, sonucu hemen açıkladı:
"İyi öyleyse!" dedi. "Burada iki dayı olduk!"Şimdi iş tam sarpa sarmıştı. Yanıta öyle bir yanıt ve
rilmişti ki, ayak üstü yapılan bu konuşmayla, yarışmanın galibi belli olmamıştı. Anlaşılan oydu ki; bu sözlerle yarışmadan galip olarak çıkacak olan insanın kim olacağı haftalara, aylara yayılmıştı. Yarışmayı "Albayım" mı kazanacaktı, canlı et satıcısı mı? "Albayım" çetin bir cevize çatmıştı.
Özetle, bu otopark söyleşisinde ana ve ara başlıklarıyla şöyle bir durum çıkıyordu ortaya:
1- Kadın öyle pabuç bırakacak cinsten biri değildi.A) Kadının başka pabucu yoktu! O yüzden "Albayım"a
pabuç kadar diliyle, pabuç bırakmayacaktı. Pabucunu sonuna kadar savunacak ve ya kazanacak ya kazanacaktı.
B) Gene kadının başka pabucu yoktu! Pabucunu
63
mücadele sonucu kaybedip, yalınayak kalacak ve böyle dolaşınca da ya hastalanacak ya hastalanacaktı. O- lasılıkların en küçüğüyle de, ayaklarının altında nasır oluşacaktı. Sonuç olarak ya pabucu eline verilerek ya pabucu ters giydirilerek ya da pabucu dama atılarak apartmandan yollanacaktı.
C) Kadının evinde başka pabuçları vardı, ama para sayarak aldığı pabucunu bedavadan bırakmayacaktı. Pabucu kirli ve kara parasıyla almış, ama dükkan sahibinin verdiği KDV dahil fişine elini silip, bulaşan kirlerinden arınmıştı. Kara ve kirli parası böylece yıkanıp aklanmış, temiz bir pabuca dönüşmüştü. O yüzden bu mal kıymetliydi. Yani pabucu pahalıya satacaktı.
D) Gene kadının evinde başka pabuçla ı vardı ve "Allah kahretsin"in yeni versiyonu ,'Kahretsin"i, her hecesini vurgulayarak kullanıp, ayağındakini bırakacak, öbür pabuçlarından birini giyip apartmandan ayrılacaktı. Ya da sürekli pabuç bırakması durumunda, boyna kunduracılara para dökmek zorunda kalacak, ekonomisi sarsılacaktı. Belki de sonunda pabuçsuz kaçacaktı.
E) Bu şıkkın en son ve belki de en uygunsuz maddesi olarak, kundurasına kum dolacak, "Kundurama kum doldu, atmaya kürek gerek," diye bağırarak dolaşacaktı.
2 - Kadın bayraklı biriydi.A) Anlaşılan oydu ki, kadının kendine ait bir bayrağı
vardı. Acaba "Albayım"a bayrak kaldırır mıydı?B) Bu bayrağı, Bayrak Kanunu'na uygun asar mıydı?
"Albayım"ı bu konuda uğraştırır, olur olmaz günlerde bayrağını açar mıydı?
3 - Son olarak, çetin ceviz konusuna gelince:
64
A) Kadın evinde cevizleri kırarken ya da kırdırırken, çıkan sesler çevre komşuları rahatsız mı ederdi, yoksa özendirir miydi?
B) Kadının kırdığı ya da kırılmasına aracılık ettiği cevizler bini aşınca ne yapılabilirdi? Sayı bir önem arzeder miydi?
Evet "Albayım"ın işi vardı. Bunca işinin yanına bir iş daha eklenmişti. Ve açık söylemek gerekirse, bu kez "Al- bayım"ın gözü korkmuştu. Ömrünün kalan kısmını korkak bir gözle birlikte geçirmek tehlikesi belirmişti.
"Albayım"la, B blok kırk yedi numara sakinlerinin temsilcisi pozisyonundaki bayan arasındaki fikrî tartışma, kullanılan son sözcüklerin sertliğine karşın, her iki tarafça da fiilî bir saldırganlığa dönüştürülmediğinden, uygarlık ölçü ve sınırları dahilinde kalmıştı. Ama bu fikir alış-verişi apartman otoparkında kamuya açık yapıldığından, otopark sınırlarında kalmamış, sınır tanımayıp tüm dairelere sızmıştı.
Otoparkta ikisinden başka kimse yoktu görünürlerde, ama buna rağmen bilgiler yavaş yavaş, farklı yorumlar içerecek şekilde de olsa tüm apartman sakinlerine sızmıştı. Sızıntı farklı yorumlar içeriyordu, çünkü bilgiler tek bir ağızdan ve birinci elden değildi. Ve sakinler, bu bilgileri olayın gerçek kahramanlarına, doğrulatamıyorlardı. Doğrulatma işleminin doğruluğu, ancak iki tarafın birlikte doğrulamasından geçiyordu. Buysa olanaklı değildi. Her iki taraf da son tümceleriyle, ip inceldiği yerden kopar diyerek, ipleri kopartmışlardı. İpin ucu hiçbirinin elinde kalmamış, her ikisi de ipin ucunu kaçırmıştı. İpe sapa gelmez, ipe un serer konuşmalarla, neredeyse birbirlerini bir ipe
Devlete Çarpan Kamyon 65/5
çekmedikleri kalmıştı. Özellikle kadın, ipten kazıktan kurtulmuş biriydi ve "Albayım"ın, ipliği pazara çıkarıp, sergileme girişimini engellemiş, adeta onu ipipullah sivri külah ortalık yerde bırakarak ipi kırmış, B blok kırk yedi nolu dairesine çıkmıştı.
Artık daire sakinleri de, sakinliklerini kaybederek konu hakkında fikir üretimine başlamışlardı.
Üretimi en yoğun olan daire sakinleri ise, sakinlikleri gün geçtikçe bozulan B blok on ikinci kattaki kırk beş, kırk altı, kırk sekiz nolu dairelerde oturan Gülaçtı, Sarıdurdu ve Ofli soyadlı, birbirlerini seven, çok iyi anlaşan, yedikleri içtikleri aynı yerden giden ailelerdi.
Önce bu konuyu tartışmak üzere ailenin kadınları bir araya geldiler. Toplantılarına aynı bloktan on üçüncü kat elli numaralı dairedeki Sema Hanımı da dahil ettiler. Sema Hanımın yediği içtiği de ayrı katta olmasına karşın, diğer komşularınınki gibi aynı yere giderdi. Yenen ve içilenlerin aynı yere gidişi, sistemin ortak bir pik boruyla kanalizasyona bağlanması değildi.
Zaten bu dört hanım sık sık bir araya gelirlerdi. Ama toplantı için özel ve tek gündem maddesi saptayıp bir araya geldile,. Tek maddelik gündem; kırk yedi numaralı dairenin hal ve gidişi ana başlığı altında; a) açılış, b) gündem üzerine yorun.!ar, c) strateji oluşturma, d) dilekler, e) sözü geçen dairenin ibra edilip edilmeyeceği, alt başlıklarından oluşturulmuştu. Hanımlar kesinlikle gündem dışına çıkmayacaklar, başka konuları konuşmalarına alet etmeyeceklerdi. Ve hatta konuşmaların dağılmaması, hem derii hem de toplu gitmesi için; çay, kahve, kek, leblebi, çekirdek, fıstık gibi eğlencelikler, bira ve bilumum diğer al
66
kollü keyif verici içkilerin kullanımı toplantı sonuna bırakılmıştı.
On ikinci kat kırk yedi nolu daire yorumlandığından habersiz, yorumcular tarafından, sonuç itibariyle iyiye yorumlanmayacak biçimde yorumlandı ve birtakım kararlar alındı.
Kararlardan bazıları şöyleydi:Kırk yedi numaranın tam üstündeki daireyi kiracı ola
rak kullanan Sema Hanım, her gün düzenli olarak balkonunu yıkayacak ve yine her gün yılmaksızın bir halısının temizliğini, çırpmak ve tokaçla dövmek ya da çubuklamak suretiyle gerçekleştirecekti. Temizlik imandan gelirdi, mahalle imamından ya da şehir limanından değil. İmandan gelen bu temizlik eylem klavuzu yapılacak ve işe iman gücüyle asılınılacaktı. Temizlenen halı içeri alındıktan sonra, ertesi gün aynı işlemlerden geçecek olan diğer iri kıyım bir halı, yeterli güvenlik önlemleri alınıp, balkon parmaklıklarından asılarak aşağı sarkıtılacaktı. "Albayım"ın bir talimatla, alt kat camlarının pislenmesi nedeniyle yasakladığı balkon yıkama ve halı çırpma emri, geçici bir süre askıya alınacaktı. Askıda bekletme süresi şu anda belirsizdi, durum ve şartlar belirsizliği belirleyecekti. Kırk yedi numaranın güneşle ve gün ışığıyla bağlantısı da, bu bağlamda bağlarından kopartılacaktı.
Hanımlardan biri vakit yitirmeksizin, hemen toplantı bitiminde, büyük boy bir kartona: "Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur," diye yazacak ve kırk yedi numaranın üstüne isabet eden on üçüncü kat elli numaranın salon duvarına asacaktı. Ve hanımlar da hiç aksatmaksızın, sabah en erken saatte elli numaralı dairede bir araya gelip,
67
kültür fizikle başlayıp, daha ağır sporlara geçeceklerdi. Ve mutlaka kültür-fizik her sabah yapılacak, bu tür faaliyetlerden zaman kalmadığı için edebiyat, matematik gibi uğraşılar sonraki belirsiz bir tarihe ertelenecekti. İp atlamak için, beylerden birine dört adet, zamana ve hızlı harekete dayanıklı ip ısmarlanacaktı. Yine bu numaralı dairenin iki çocuğunun yanına, mümkün olduğu kadar okul ve mahalle arkadaşı bir araya getirilerek, oyun oynamaları sağlanacaktı. Çocuklar özellikle birdirbir, uzun eşek, seksek, top oynamak için özendirilecek, oyun alanlarının daire sınırları ve on ikinci kat sahanlığında kalması için tüm teşvikler devreye sokulacaktı. Kırk yedi numaralı dairenin zil sesine karşı direncini ölçmek için, ana giriş kapısı yanında bulunan zil, olasılıklar dahilinde çalıştırılacak, bu konuda da çocukların ilgisi bu yöne çekilecek ve bu işin sürekliliğini sağlayacak bir oyun programı hazırlanacaktı.
Kırk yedi numaradakilerin kuşa benzetilerek, kuş gibi uçup gitmeleri ya da kuş uykusunda uyumaları için, gene üst kat balkonundan kuşbakışı biçiminde; kuşkonmaz, kuşekmeği, kuşyemi, kuşkirazını kuşkusuzca atıp ya da bazı durumlarda kuşku uyandırılırsa, kuşdiliyie haberleşip, kuş meraklısı kuşbazlar gibi çalışarak, balkon kuşhaneye çevrilecekti.
Daire içlerinde üreyen çöpler, kapıcıya her gün verilmeyecek, tasarruf yoluna gidilecekti. Atıkların ayrışması, çözelmesi, çökelmesi, çürükçül duruma gelip, çürümekte olan karbonlu maddelerden çıkan renksiz metan gazının şehir çöplerinin toplandığı merkezleri tehlikeye sokmaması için, en az haftasını doldursun diye daire kapılarında bekletilecekti. Bu işlemi yalnızca kırk beş, kırk
68
altı, kırk sekiz nolu daireler uygulayacaktı. Kendilerinin, ailelerinin ve diğer dairelerde oturanların burnunun direği kırılıncaya ve bu uzvun dayanabildiği ölçüde; kırk yedi numaranın burnundan yakalayıp, burnundan fitil fitil getirip, burnunu kırmak, burnunu sürtmek için, bu yapılana burun kıvırıp, burunlarının dikine gideceklerdi.
On ikinci kat sahanlığı her gün temizlenecekti. Kapıcının yaptığı merdiven temizliği dikkate alınmayacak, her gece kırk beş, kırk altı, kırk sekiz nolu dairelerin son a- ile üyesi eve girdikten sonra, sahanlığa bol sabun köpüğü dökülecek, mikropların sabaha kadar cebelleşmesinden sonra sabah erkenden silinecekti. Bu işlem de her gün kesintisiz uygulanacaktı.
On ikinci kattaki hanımlar artık televizyon, teyp, müzik seti gibi ses veren iletişimsel ve iletimsel aletlerin, can alıcı en yüksek volümüne kulaklarını alıştıracaklardı. Ve dolayısıyla, kırk yedi numaranın da bu alışkanlığı kazanması için özel bir gayret içine gireceklerdi.
Ok yaydan çıkmıştı ve artık okun kaçınılmaz olarak yapacağı tek bir işlem kalmıştı: Hedefini bulmak üzere ilerlemek ve vurmak...
Gerçekten de öyle oldu ve kararlar, büyük bir kararlılıkla uygulama alanına konuldu.
Zaman ilerledi.On ikinci kat kırk yedi nolu dairenin kullanım hakkı sa
hipleri ya da onları ziyarete gelen herhangi biri, “Allah Allah, bu nasıl şey?" "Olacak şey değil!" veya "Şaştım kaldım!" gibi ve benzeri hiçbir ifadeyi kullanmadılar yapılan uygulamalar için. İşte bu ifadeleri ya da sahibinin üreteceği özgün bir ifadeyi kullanmalarını gerektirecek
69
birçok veri vardı ortalık yerde. Hem de sırf ortalık yerde değil, kenar, köşe, üst, yan gibi yerlerde de... Bunca şeye karşın hiçbir hareket, girişim veya bunların belirtisi bile yoktu kırk yedi numarada. Yapılanlara ses-soluk çıkarmıyor, ana faaliyet konusunu sürdürüyordu.
Kırk yedi numaranın, girişimler karşısındaki suskunluğu aynı kattaki kırk beş, kırk altı, kırk sekiz ve üst kattaki elli numarayı daha da çileden çıkarttı. Çileden çıkıp, eskiden de birbirlerine bağlı dört aile, bu kez bir yumak olmuşlardı. Birliktelikleri daha sıkılaşmış, fakat huzursuzlukları daha çok artmıştı. Huzursuzlukları birbirlerinden değildi, kırk yedi numaradan kaynağını alıyordu. Bu kaynağı ya kurutacak ya kurutacaklardı. Kesin kararlıydılar.
En sonunda genişletilmiş, eşgüdümsel bir toplantıya karar verdiler. Bu kez hem hanımlar, hem de beyler eksiksiz katılacaktı toplantıya.
Toplandılar... Kırk beş numaradan Beşir ve Ferhunde Gülaçtı, kırk altı numaradan Rengin ve Serpil Sarıdurdu, kırk sekiz numaradan Temel Dursun ve Rahmiye Ofli, elli numaradan Besim ve Sema Mutlu çiftleri, çifter çifter katıldılar toplantıya. Yine her tür içki ve yiyecek toplantı dışı tutuldu.
Oflu Temel Dursun Ofli, toplantının açılışını kesin sonuç getirici bir tümceyle açtı:
"Furalim oni!"Eşi Rahmiye Hanım:"Kimi ha Temel Dursin?" dedi telaşla."Kiracı ya da ev sahibi pezevengi!" dedi Temel Dur
sun.
70
"Kısa yoldan gidiyorsun," dedi Rengin Bey. "Böyle bir kararı uygulamaya koyarsak, bu toplantı çok çabuk biter." diye ekledi.
Beşir Bey:"Temel gidip fursin onlardan birini, biz devam edelim
toplantıya!" dedi.Besim Bey:"Durun arkadaşlar, ne yapıyorsunuz? Vurmayalım!"Temel Dursun Bey:"Furmayalum da ne edelum. Pu poh yıyanları," dedi.
"Söyle ha baha!"Besim Bey iyice sulandırdı konuşmaları. Konuşmalar
vıcık vıcık oldu:"Fistuk ilen besleyelum!"Şaka ve ciddi bölümlerin yüzdesi tam olarak sap-
tanamasa bile; hemen hemen ya da yaklaşık olarak yarı şaka, yarı ciddi üç saate yakın bir toplantı yaptı bu dört aile. Daha önce toplantının kadın üyelerince alınan kararlara, başka daha sert kararlar da ekleyerek, genişletilmiş bu toplantıda, genişletilmiş kararlar aldılar. Hanımların daha önce almış olduğu kararlara eklenen bu yeni kararlar işi iyice sertleştireceğe benziyordu. Şaka yollu ortaya atılan "Furalım", "Besleyelum" gibi öneriler bu kararların dışında tutulmuştu. Fakat bu kararların içinde aldıkları ve ailelerin tamamı tarafından da hafif görülen, ama uygulanmasında da herhangi bir sakınca saptanamayan bir karar daha almışlardı. Aldıkları kararlar içinde, çok küçük bir ayrıntı gibi yerini alan bu karara göre, kırk yedi numaranın ev sahibini durumdan haberli kılacaklardı. İçlerinden biri, kırk yedi nolu dairenin sahibi
71
Erol Beye, Ankara'ya telefon edecek ve oturanların durumunu tüm çıplaklığıyla, adeta anadan üryan biçimde anlatacak, ne gibi bir önlem almayı düşündüğünü soracaktı.
Derin bir denize düşmüşler, kırk yedi numaranın yeni sahibi Erol Beye sarılacaklardı. Acaba Erol Bey yüzme biliyor muydu? Ya da yüzme biliyor da, kurtarılmak için el u- zatan birini kurtarmak için el uzatır mıydı? Erol Beyi hiç mi hiç tanımıyorlardı. Bu nedenle, yanıtın istekleri doğrultusunda bir sonuç doğuracağından ise hiç umutlu değillerdi.
Telefonla irtibat kurma işine Temel Dursun Bey talip oldu.
Doğma büyüme Oflu olan Temel Dursun Bey, gelişme yıllarında ailesiyle birlikte İstanbul'a göç etmiş bir Karadenizliydi. Yöresel dilini de, İstanbul dilini de ayrı ayrı çok iyi kullanırdı. Ve bu dörtlü aile grubunun hem görsel, hem sözsel gülmece kaynağıydı. Yazınsal alanı ise işinin yoğunluğu nedeniyle hiç deneyememişti. İnşaat mühendisiydi ve mezuniyet konusu alanına giren malzemelerin pazarlamasını yapıyordu.
Toplantının yapıldığı günü izleyen gecenin sabahında Temel Dursun Bey, "AlbayınY'dan kırk yedi nolu dairenin yeni sahibinin telefonunu aldı. "Albayım" çok kısa süren bir sorgulamadan sonra, Erol Beyin telefonunu Temel Dursun Beye verdi. Telefon edilme gerekçesini Temel Dursun Bey kısaca özetleyince, "Albayım" herhangi bir yaptırımla karşılaşma riskini almamak ya da üstlenmemek için telefon numarasını hemen vermişti. Bu konuda, kendisi herhangi bir girişimde bulunma belirtisi dahi göstermemişti. Bunun nedeniyse, kırk yedi numaranın hem sahibiyle,
72
hem de kiracısıyla acı-tatlı birtakım anılarının olmasıydı. Anılar bellek kıvrımlarının arasından hayali bir şekilde akıp geçmişti. O anıları canlandırıp, ağırlığını daha fazla yitirmek istemiyordu. Gerçekten de otopark tartışması sonrası uzun süre evine kapanmış, düşler ve düşünceler girdabında fiziksel ağırlığından iki kilo kadar kaybetmişti.
Temel Dursun Bey, iş yerinin bulunduğu semte ulaşınca arabasını park etti, sekreterine günaydın dedikten sonra, cebinden çıkardığı telefon numarasını vererek Erol Beyi aramasını rica etti.
Sekreterin aracılık ettiği telefonun öteki ucundaki Erol Bey, konuyu dinleyince, bir önceki günün gecesinde, toplantıda taşıdıkları kaygıların yersizliğini duyumsattı Temel Dursun Beye. Erol Bey konu üzerine çok duyarlı davranmıştı, Temel Dursun Bey, şaka yollu da olsa önceki gece yaptığı konuşmaları anımsayınca, oldukça üzüldü.
Erol Bey, telefonu kapatır kapatmaz konuyla ilgileneceğini ve zaman yitirmeksizin bu hatasını telafi edeceğini, kiracıların evini terk etmesi için elinden gelen çabayı göstereceğini söyledi. Önce bin, sonra bir özür daha dileyerek, özrünü bin bir kez olmak üzere Temel Dursun Beye aktardı, diğer komşulara aralarındaki iletişimi özet olarak da olsa iletmesi için ricalarda bulundu.
Bu telefon konuşmasının üzerinden tam bir ay geçmişti ki, kırk yedi nolu dairenin kiracılarının buraya yerleşirken gerçekleştirdiği işlemin tersini uygulamak üzere apartman otoparkına bir kamyon yanaştı.
İşlemin basit olarak açıklaması şuydu: Kırk yedi nolu daire taşınıyordu. Evet bu kadar basitti!
Kırk yedi nolu daire boşaldı.
73
Dairenin kiracılardan arındırılmasından sonra, gene bu kez, dörtlü grubun temsilcisi sıfatıyla Temel Dursun Bey, sekreterini bile aracı olarak kullanmadan telefona sarıldı, Erol Beye bin bir özrünün karşılığında, bin bir teşekkür e- derek telefonu kapattı. Telefon konuşması bittikten bir süre sonra sonra, olayın heyacamyla sarıldığı telefonu, ait olduğu yere zor bıraktı. Birkaç kez daha telefona sarılmak için hamle yaptı, artık telefonla sarmaş-dolaş olma aşamasına varıyordu ki Erol Beyin numaralarını yeniden tuşladı.
Erol Bey, tüm nazikliğiyle telefona "Alo," deyince, Temel Dursun Bey de tüm nazikliğiyle özür diledi ve aynı gün ikinci telefonun açılış gerekçesini sıkıntılı bir ifadeyle açıkladı:
"İsterseniz dairenizin kiralama işiyle ben ve komşularım ilgilensin, ne dersiniz?" dedi.
Erol Beyin yanıtı kısa ve netti:"Çok memnun olurum, ilginiz mutlu etti beni." deyip,
ayrıca teşekkür de etti. İki tarafın da konuşmaları çok içtendi. Dış kulvarlarda dolaşmayıp, içtenlik boyutlarında gelişen, değişik zamanlardaki birkaç telefon görüşmesi, birbirini hiç görmemiş bu iki insanı, aralarındaki yüzlerce kilometre mesafeye karşın birbirlerine oldukça yaklaştırmıştı. Uzaklığın ya da yakınlığın yaklaşımla yakinen bir ilintisi vardı. Yaklaşımla ulaşılamayan ya da kısaltılıp yok edilemeyen uzaklık yoktu.
Temel Dursun Bey, Erol Beyle yaptığı telefon konuşmasının heyecanını üzerinden henüz atmadan, bu heyecanı diğer komşularıyla da paylaşmak için yeni bir telefon trafiği başlattı. Akşama kendi dairelerinde bir
74
görüşme ve durum değerlendirmesi yapmak istiyordu. Beşir ve Rengin Beyi aradı. Beşir Beyi, akşama bir iş yemeğine davetli olmasına karşın ikna etti. Fakat her ikisine de ayrıntılı bilgi vermedi. Tüm bilgileri aktarma işini akşama saklıyordu. Şu anda diğerlerine göre ayrıcalıklı bir konumdaydı.
Sıra Besim Beyin telefonuna gelmişti. Onu da aradı. Fakat Besim Bey, üzgün bir ses tonuyla karşıladı Temel Dursun Beyi. Temel Dursun Beyin fazla ısrar etmesine gerek kalmadan üzgün ses tonununun, ton farkının neden kaynaklandığını açıkladı Besim Bey. Evde dokuz aylık bir ömürleri kalmıştı. Evin sahibi biraz önce telefon etmiş ve yılbaşında kızının yurt dışından geleceğini ve evlenip bu dairede ikamet etmeye başlayacağını söylemişti.
Temel Dursun Bey sevinçli bir sesle:"Sema Hanıma kuma mı getireysun ev sahibunun ki-
zunu dokuz ay sonra uşağum?" dedi."Bırak dalga geçmeyi Temel Dursun!" dedi Besim
Bey."Yanı senlan değul, başkasıynan mu evlenecaymuş
da, sızınla bırlıkta mu oturacağmuş uşağum dokuz ay sonra? Anlamadum ha, açık et!" diye sürdürdü Temel Dursun Bey konuşmayı.
Besim Bey:"Temel Dursun, dokuz ay sonra yokuz burada di
yorum sana! Ev aramaya başlayacağım." dedi.Temel Dursun Bey:“Saha ev mu yok ha uşağum, inarsun bir alt kata!
Akşam gel bize, açuklayacağum saha!" dedi.Besim Bey de karısıyla birlikte gelecekti Temel Dur
75
sun Beylere. Temel Dursun Bey tüm ince ayarları yapmış, toplantı ayarlanmıştı.
Akşam bu dört aile verilen adresteydiler. Bu kez masa kurulmuş, yemekler ve içkiler sıralanmıştı.
Temel Dursun Bey komşularını merakta bırakmadan, Erol Beyle olan telefon görüşmesini onlara aktardı. Kiracı da hazırdı. Besim Beyle Sema Hanım...
Yemek ve içki faslına başlamadan Erol Beyi evinden aradı Temel Dursun Bey. Besim Beyle Sema Hanımın durumunu anlattı. Erol Bey dinledi. Ve hemen kararını verdi. Evi, Besim Beyle Sema Hanıma hayırlı olsundu. Ayrıca bir daire sahibi oluncaya kadar da evini kiracı olarak kullanabilirlerdi. İlerde ne kendisi gelecekti, ne de kızı ya da oğlu... Satmak gibi bir niyeti de yoktu dairesini.
Temel Dursun Beyden sonra telefonu Besim Bey aldı. Erol Bey, kendisine tüm güvenceleri veriyordu. Kira miktarını konuştular. O da tamamdı. Şu anda oturdukları dairenin sahibi Hicabi Kuşkonmaz'a ödedikleri kira miktarında anlaştılar. Erol Bey üstüne üstlük, ilk aylık kirayı da istemiyordu. Taşınmada geçecek zamanı, eski ev sahibine ödenecek o ayın kirasını gerekçe olarak gösteriyordu ev sahibi... Tersine bir işlem ya da anlayışla, gerekçe ev sahibi tarafından gösteriliyordu. Kiracı adına yapılan depo anlamına gelmesi gereken ve enflasyonist baskı ya da enflasyonun galebe çalması sonucu, ev sahibi tarafından deve yapılan paraya dönüşen depozito da istemiyordu E- rol Bey. Ev artık Besim Beyle eşinindi. Anahtarı kapıcıdan alıp, gerekli hazırlıkları yapıp, hemen taşınabilirlerdi. Kontrat sorun değildi, Erol Bey İstanbul'a gelince yapılabilirdi. Erol Bey olağanüstü bir insandı. Böyle ev sahibi az bu
76
lunurdu.Telefon görüşmeleri biter bitmez hazırlanan yemek ve
içkilere büyük bir keyifle sarıldılar. Toplantı bitiminde, kadın erkek ayrımı olmaksızın, biri bile sallanmadan duramıyordu ayakta o akşam. Tamamı sarhoş olmuşlardı. Gece geç vakit ayrıldılar birbirlerinden,, evlerinde uyumak üzere.
Besim Mutlu Bey, ertesi gün, oturduğu evin sahibi Hi- cabi Kuşkonmaz'ı aradı. Bir aylık kirasını ödeyip, kendisinin de istediği gibi evini boşaltacağını, ev bulduğunu söyledi. Telefon görüşmelerinde genellikle bu türden durumlarda uygulandığı gibi sıra teşekkür bölümüne gelmişti ki, Besim Beyin hiç beklemediği, hiçbir kiracının da bek- leyemeyeceği bir tepki gösterdi Hicabi Kuşkonmaz:
"Evimi bu kadar kolay terk edemezsin!""Nasıl terk etmemi isterdiniz Hicabi Bey? Size borcum
mu var? Ayrıca, oturmayacağım ayın kirasını da ödeyeceğim." dedi Besim Bey.
"Ben size evimi terk edemezsiniz diyorum! Elimde kapı gibi kontratınız var!" dedi Hicabi Kuşkonmaz bağırarak.
"Anlayamadım!" dedi Besim Bey şaşırarak. "Siz bana, evimi dokuz ay içinde boşaltın, yılbaşında kızım yurt dışından gelecek, evlenip bu dairede oturacak demediniz mi?"
Aynı yüksek ses tonundan hiçbir ton farkı kaybetmeksizin Hicabi Kuşkonmaz yanıt durumuna geçti. Çünkü kendisine bir soru sorulmuştu.
"Dedim!" dedi. "Ama, kızım yılbaşında gelecek! Ben, şimdi mi gelecek dedim sana! Sen evimi ancak yılbaşında
77
boş olarak teslim etmek zorundasın!"Besim Bey gene anlamamıştı:"Anlayamadım!" dedi. "Gerçekten anlayamadım, özür
dilerim. Sizi yoruyorum, ama bir kez daha başka biçimde açıklarsanız belki anlarım! Şimdi siz, kızım yılbaşında geliyor, sen de yılbaşında boşalt diyorsunuz, değil mi?"
"Evet, bunda anlaşılmayacak bir şey yok, anlamışsın işte!"
Besim Bey:"Bu kısmı anladım da, teknik olarak bu nasıl mümkün
olacak, onu anlamadım. Ben buradan taşınırken, kızınız da buraya taşınacak, öyle mi?"
"Evet öyle!" dedi Hicabi Kuşkonmaz."Ama taşınma anında, benim eşyalarımla kızınızın
eşyaları birbirine karışabilir. Kızınızın eşyalarını taşıyan hamallarla, benim eşyaları taşıyan hamallar kamyonları birbirine karıştırabilirler!"
"Siz de kendinize akıllı hamallar bulun, karıştırmazlar!"Besim Bey gülümsemeye başlamıştı, fakat telefon ile
konuştuklarından, Hicabi Kuşkonmaz bunu göremiyordu. Besim Beyin gülümsemesi, gülmeye dönüşmemişti henüz.
"Yani, hamallara iş vermeden önce bir sınavdan geçirmemi öneriyorsunuz anladığım kadarıyla... İsterseniz bir de diploma şartı koşayım eşya taşımaları için!" dedi Besim Bey.
"Valla senin ne şartı koşacağın beni hiç mi hiç ilgilendirmez! Ben şartımı koştum sana! Sen şimdi istediğin yere ve yöne koşabilirsin, ama yılbaşından önce çıkamazsın! Eğer çıkarsan, yılbaşına kadar olan kiralarımı
78
alırım senden! Kontratın var elimde! Yılbaşında da çıkacaksın evimden!"
Besim Bey:"Bak Hicabi Bey, konuşmamız boyunca evim, evim
deyip durdun!" dedi.Hicabi Kuşkonmaz: Besim Beyin konuşmasının a-
rasına girerek:"Evim tabii! Benim evim! Üç kuruş kira ödedin diye, e-
vimi kendi evin mi sandın? Ben oraya çuvalla para ödedim!" dedi.
"Çuvalla mı ödedin, torbayla mı ödedin bilemem! Parayı taşıdığın şeyin cinsi beni hiç ilgilendirmez. Ayrıca sen doğru bir adam değilsin! Görüntün bile yamuk! Doğru mu söylüyorsun, eğri mi söylüyorsun, bir sen bilirsin bunu!" derken, gene ağzından sözü Hicabi Kuşkonmaz kaptı. Ama bu kez Besim Bey kararlıydı ve ilk sözcüğün ilk hecesinde geri aldı ağzından kapılan sözü. "Ev senin! Ben e- vine sahip çıkmıyorum! Ama sana üç kuruş falan değil, tam yirmi milyon sayıyorum ayda! Uyardığın çok iyi oldu, mâliyede çalışan bir arkadaşım kanalıyla, ödediğim kirayı üç kuruş gösterip göstermediğini araştıracağım, bunu da bilmende yüksek bir yarar var. Yedi senedir evinde oturuyorum, hep yeni kiracı gibi ödeme yapıyorum. Buna hiçbir zaman itiraz da etmedim. Benimle birlikte bu binaya taşınan, hatta daha sonra taşınanlar bile, benim yarım kadar kira ödemiyorlar ev sahiplerine. Her yıl kontrat yeniledin, her yıl tahliye taahhütnamesi aldın. Ne de- dinse yaptım, ne istedinse verdim! Bırak da evinden çıkayım! Sonra pişman olursun! Otel mi burası, ben çıkarken başkası gelsin?"
79
Hicabi Kuşkonmaz diretiyordu:"Beni tehdit mi ediyorsun? Çıkamazsın!"Besim Bey:"Peki!" dedi. "Çıkmıyorum! Kalıyorum! Kalmaya karar
verdim, hiçbir zaman da çıkmayacağım! Yılbaşından sonra da çıkmayacağım ve artık kira zamlarını yaparken senin dediğin değil, benim dediğim olacak!" dedi ve Hicabi Kuşkonmaz'ın da başka bir şey söylemesine olanak tanımadan telefonu kapattı.
Besim Bey oldukça üzülmüş, evin sahibi Hicabi Kuşkonmaz'ın tavrından ötürü bir boşluğa düşmüştü. Boşluğun çapını, enini-boyunu, derinliğini bilemiyordu. Kör bir boşluktu bu. Buradan nasıl çıkacaktı? Hiçbir şey düşünemiyordu. Beyni boşalmıştı sanki. Epeyce bir süre, öylece koltuğa yığılıp kaldı.
Telefon sesiyle kendine geldi.Bu dünyadan elini-eteğini çekip gitmişti sanki. Telefon
sesi adeta onu bu dünyayla yeniden irtibatlandırmıştı.Ahizeyi kaldırıp, kulağına götürdü. Aslında, ev sa
hibiyle konuşmak öylesine etkilemişti ki, ahizeyi başka bir yerine de götürebilirdi. Ama, bazı işler gibi -yemek yemek, yürümek, araba kullanmak- bu iş de omirilik soğanı marifetiyle gerçekleştiğinden, kulağına götürmüştü ahizeyi.
Arayan, en yakın komşusu ve arkadaşı Temel Dursun Ofli'ydi. Boyacı bulmuştu taşınacağı daireyi boyatması için. Boyacı hem iyiydi, hem de uygun bir fiyatla yapacaktı işi. Temel Dursun Beyin yakından tanıdığı birisiydi.
Besim Bey, Temel Dursun Beyi sonuna kadar dinledi ve yalnızca tek bir sözcükle düşünebildiğini ve hâlâ var ol
80
duğunu duyumsadı ve duyumsattı:"Yattı!"Teme! Dursun Bey, bir anda birçok anlam içeren,
içerdiği anlamlarla birçok yere çekilebilecek sözcüğün açılmış halini sorma gereksinimi duydu.
“Anlamadım, yatan nedir? Ya da kim kimle yattı?""Kimse kimseyle yatmadı, bizim iş yattı! Evden
çıkarılmıyorum!""Gene anlamadım! Evden çıkarılmamak ne demsk?""Şu anda oturduğum, ikamet ettiğim, kontratla bağlı
olduğum evden, ev sahibi tarafından çıkışım yasaklandı!"Ve Besim Bey ev sahibiyle aralarında geçen ve ge
lişen diyaloğu olduğu gibi olmasa da, benzeri biçimde, gerçeğe en yakın şekliyle, mealen aktardı. Diyaloga herhangi bir katkıda bulunmayıp, bilerek ya da isteyerek çarpıtmayıp, yalnızca anımsayabildiği, belleğinde kalabildiği kadarıyla Temel Dursun Beye aktardı.
Temel Dursun Bey şaşırarak dinledi Besim Beyin anlattıklarını. Anlatımın akışı bozulmasın diye, yalnızca dinlediğini ve şaşkınlığını belirtir, tek heceli sözcükler kullandı:
"Ya!", "Ha!", "Vay!", "Oo!". Heyecan, şaşkınlık,kızgınlık, üzgünlük ifade eden tek heceli sözcüklerin tümü ona, atalarından yadigar kalan sözcüklerdi. Son yıllarda türetilen sözcükleri ise haznesine almamıştı. Bu sözcüklere ısınamadığı gibi, ısıtıp ısıtıp piyasaya sürenlere de kızıyordu. Örneğin son yılların en çözde sözcüğü "Vav!" gibi.
Temel Dursun Bey de üzülmüştü, çaresiz insanların başvurduğu tümceyle telefon görüşmesini sonuçlandırdı:
Devlete Çarpan Kamyon 81/6
"Üzülme, bir çaresi bulunur elbet!" dedi.Besim Bey telefonu kapattıktan sonra, biraz daha ra
hatlamış duyumsadı kendini. Temel Dursun Bey, bir anlamda psikologu olmuştu. Biraz daha bekleyip, iyice kendine geldikten sonra, Ankara'dan Erol Beyi arayıp, gelişmeleri ve dairesini kiralayamayacağını bildirmeye karar verdi. Erol Beye kullanacağı tümceleri ve sözcükleri belleğinde tasarlamaya girişti. Tasarımında epey yol almıştı ki, çalan telefon sesi, bu tasarımlarını param parça etti.
Tasarımlarını parçalayan, telefonun öteki ucundaki sesti. Ses, kısa zaman önce konuştuğu Temel Dursun Beye aitti.
"Uşağum!" diyordu Temel Dursun Bey, sesinin tonu ve konuşmasının üslubu neşe saçıyordu. Yöresinin şivesini kullanarak konuşması, bunun en önemli kanıtıydı. "Uşağum sakın ola ki Erol Beyi aramayasun! Evi tut- mayacağunu söylemayasun. Ha bak aklıma gelenleri, ak- lumdan gitmadan söyleyacağum saha! Dinle peni!"
Besim Bey dinledi Temel Dursun Beyi. Dinledikçe o da neşelendi, sevindi. Ve bu kez Besim Bey, Temel Dursun Beyin konuşmasını dinlediğini ve sevinciyle karışmış, iç içe geçip harmanlanmış şaşkınlığını ifade etmek için; Temel Dursun Beyin kurduğu tümcelerin arasına:
"Yapma ya!", "Olur mu?", "Böyle de olmaz ki!" gibi kesik kesik, tek başına herhangi bir mana ve ehemmiyeti olmayan, bir anlam ifade etmeyen sözcüklerle girdi.
Temel Dursun Bey, İstanbul Büyükşehir şivesiyle sonuçlandırdı konuşmasını.
"Bayrampaşa, Sinop, Diyarbakır ve adını burada ana-
82
madiğim diğer cezaevlerinden insanlar; tünel kazıp, gardiyan elbisesi giyip ya da başka yöntemler kullanarak kaçıyorlar. Sen bu cezaevlerinde kalanlardan daha avantajlı bir konumdasın ve bu avantajını, elini-kolunu sallayarak, tereyağından kıl çeker gibi evinden ayrılarak kullanacaksın! Ve inan elin yağlanmayacak bile! Akşam, Rengin ve Beşir Beylerle de bir araya gelip bu konuyu de- taylandıralım." dedi.
Akşam bu işi detaylandırdılar.Zaman yitirmeksizin, detayları ertesi günden
başlamak üzere uygulamaya koydular.Temel Dursun Bey, öğle yemeğinden az önce Besim
Beyin ev sahibi Hicabi Kuşkonmaz'ı telefonla aradı. Telefona çıkan bayana, en yumuşak ses tonunu kullanarak, Hicabi Beyi rica ettiğini söyledi. Hicabi Bey karşısındaydı. Yine aynı yumuşak ses tonuyla Hicabi Beyi rahatsız etmesinin gerekçesini açıkladı:
"Sayın beyfendi, sizin kiralık bir daireniz olduğunu duydum.Telefonunuzu kapıcı kanalıyla bina yöneticisinden aldım." dedi.
Hicabi Bey:"Yanlış bilgi almışsınız, benim dairemde halen kiracım
oturuyor. Duyduğum kadarıyla boş daire, benim dairemin bir alt katında olacak. Size yanlış telefon vermişler."
Temel Dursun Bey, telefonun karşı tarafça kapanmasını engellemek için, Hicabi Beyin konuşması biter bitmez konuşmayı sürdürdü. Telefonun bir kez kapanması detaylar açısından sakıncalıydı. Bu ilk telefon görüşmesi, şu ya da bu veya başka biçimde asla Hicabi Kuşkonmaz tarafından sonuçlandırılmamalıydı.
83
"Evet beyfendi biliyorum, c daire boş, fakat tutulmuş. Kapıcı bana öyle söyledi."
"Tutulmuşsa benim yapabileceğim bir şey yok. Birtakım insanların söylediği gibi, sizin adınıza çok üzüldüm de diyemeyeceğim. Ancak, buna üzülmesi gereken biri varsa, o da siz olmalısınız. Değil mi efendim? Doğal olanı bu değil mi?" dedi Hicabi Bey.
Temel Dursun Bey:"Tutulmuş, fakat sizin kiracınız tarafından tutulmuş Hi
cabi Bey."Hicabi Kuşkonmaz aksilenir gibi oldu:"Tutamaz kardeşim! Benim kiracım tutamaz! Sana
yanlış bilgi verilmiş." dedi. “Hem ayrıca, o binada kiralık ev kalmamışsa, mutlaka başka bir yerde, başka bir ev bulabilirsiniz."
"Hicabi Bey, bakın anlatayım size." diye araya girdi Temel Dursun Bey hemen. Çünkü konuşmanın akış yönü, telefonun kapanması yönüne doğru kayıyordu. "Ben kapıcının cebine bir şeyler sıkıştırdım ve bana durumu bütün açıklığıyla anlattı. Kapalı herhangi bir yan bırakmadı. Sizin kiracınız o daireyi tutmuş ve boyatmak için boyacı bile getirtmiş. Ve benim de bu bölgede bir daire kiralamam gerekiyor. Ben müteahhitim ve devlete ait büyük bir iş aldım sizin binanıza yakın bir yerde. Yedi ayda bitirmem gerekiyor. Sizin de başınızı ağrıtıyorum böylesi şeylerle, ama konumuzla da çok yakından ilgili. Şu anda otelde kalıyorum. Yaptığımız iş gereği, öyle sıradan bir o- telde de kalamam. Bu iş bana çok pahalıya patlayacak böyle giderse. Patlamayı engellemem için bir ev bulmam şart. Ve de sizin evinizin bulunduğu bölge ya da yakın
84
çevresi, benim işim ve cebim açısından en uygunu. Bir iki daire buldum, fakat kısa süreli kiraya vermek istemiyorlar. Bana ise kısa süreli, yedi aylığına kiralayabileceğim bir daire gerekiyor. Bilirsiniz, apartmanlarda kapıcılar her şeyi bilirler. Sizin daireniz de size dokuz ay sonra gerekliymiş, oğlunuz gelecekmiş galiba." dedi Temel Dursun Bey.
Hicabi Bey hemen düzeltti konuşmadaki yanlışı:"Oğlum değil, kızım gelecek!"Temel Dursun Beyin attığı yemin ucunu ısırmıştı Hi
cabi Bey. Düzeltmeden sonra devam etti hemen Temel Dursun Bey:
"Özür dilerim, ben kapıcının yalancısıyım, yoksa hayatta hiç yalan söylemedim. Kapıcının bana söylediklerini aktarıyorum size. O, oğlunuzun dokuz ay sonra geleceğini söylemişti. Allah bağışlasın, demek kızınız gelecek!" Temel Dursun Bey konuşmasının teklif bölümüne geldiğini, artık bu bölümü uygulaması gerektiğini duyumsadı.
"Hicabi Bey!" dedi. Sesinin yumuşak tonunu değiştirip, üst perdeden bir tavırla: "Kısmetse, dairenizi o- tuz beş milyondan, dokuz aylık peşin ödeme yaparak kiralamak istiyorum. O bölgede bir-iki gündür yaptığım araştırma sonucu, daire kiralarının yirmi milyon ile yirmi beş milyon arasında olduğunu saptadım. Evinize dokuz aylık ve yüksek kira ödeyeceğim, en fazla yedi ay kullanacağım. Kontrat yaparız, tahliye taahhütnamesi imzalarım. Kabul ederseniz hemen size, evinize gelip, bir miktar da kaparo verebilirim."
Temel Dursun Bey telefondaki son sözlerini de söylemiş, Hicabi Beyin yanıtını almak için beklemeye geçmişti. Hicabi Beyin yanıtı biraz geç geldi. Sözsüz
85
geçen süre içinde Temel Dursun Bey, bir ara telefonun karşı tarafça kapatıldığını sandı. Fakat geç gelen yanıtla yanıldığını anladı.
"Aylık kırk milyon ve dokuz aylık kira peşin, evimi de yedi ay sonra terk edeceksiniz, kabul ediyorsanız şimdi gelin görüşelim!" dedi Hicabi Kuşkonmaz.
Hicabi Bey, yemin geri kalan bölümünü bütünüyle yutmuştu. Temel Dursun Bey biraz daha oynamak istedi:
"Benim önerdiğim rakam zaten oldukça fazla Hicabi Bey. Lütfen aylık kirayı otuz beş milyon olarak düşünün." dedi.
Hicabi Bey kararlı bir ses tonuyla:"Benim dairem kırk milyon eder beyfendi, kabul edi
yorsanız gelin görüşelim. Ben size yardımcı olmaya çalışıyorum, işiniz görülsün istiyorum. Ama, aylık kira kırk milyondur. Dokuz aylık peşindir. Bir Lira aşağı olmaz!" dedi.
Temel Dursun Bey, sesine çaresiz insanların ses tonuna benzer bir hava katarak Hicabi Beyin adresini aldı. İnşaata uğrayıp, vakit yitirmeksizin kendisini rahatsız edeceğini söyledi. Telefonu kapatır kapatmaz, ilk yaptığı iş, masasına kuvvetli bir tokat atmak oldu. Sevincini böyle dışa vururdu. Ama bu hareketi, yalnızca iş yerindeki masaya yapardı.
İş yerinden ayrıldı, evine en yakın beş yıldızlı bir otele gidip, bir günlüğüne bir oda kiraladı ve otelin telefonunu telefon defterine kaydetti. Bir gün öncesinin akşamındaki detaylar arasında bu işlem de vardı.
Temel Dursun Bey, Hicabi Kuşkonmaz'ın verdiği adresi, arabasını park ettikten sonra rastladığı apartmanın
86
kapıcısına da doğrulattı. Doğru adrese gelmişti. Gün ışığı yerini, yeni yeni karanlığa terk etmekteydi. Temel Dursun Bey, doğru adresin, doğru dairesini de buldu ve vakit yitirmeksizin doğruca zile dokundu. Diafondan yükselen "Kim o,“ sorusuna da adını doğruca yanıtlayarak, otomatiğin açtığı sokak kapısından girerek doğruca asansöre yöneldi ve ulaştığı kattaki asansör kapısının açılmasıyla birlikte, kendisini daire kapısı açık olarak bekleyen şahsın Hicabi Kuşkonmaz olduğunu anlamakta gecikmedi. Çünkü, açık daire kapısında, sıkmak üzere elini uzatan şahıs:
"Buyrun hoşgeldiniz, ben Hicabi Kuşkonmaz," diyordu.
Hicabi Bey, Temel Dursun Beyi içeriye buyur etti.Kahvelerin eşliğinde konuşmaya ya da konuşmanın
eşliğinde kahvelerini yudumlamaya başladılar.Hicabi Kuşkonmaz:"Beyfendi, telefon görüşmemizden bu yana
nasılsınız? Anladığım ya da anlattığınız kadarıyla bu şehirde ikamet etmiyorsunuz?" dedi. Amacı, hem konuşmanın başlangıcını yapmak, hem zekasının boyutlarını kiracı adayına duyumsatmak, hem de Temel Dursun Beyi, kendi ölçülerine göre tartmaktı.
Temel Dursun Bey de bu ölçümü saptamış ve ölçüm için gerekli doneleri karşı tarafa vermeye başlamıştı:
"İyiyim, siz de iyisiniz inşallah. Aslen Karadenizliyim. Ofluyum. Şu anda ailemle birlikte İzmir'de mutlu bir şekilde ikamet ediyorum. Fakat İstanbul'un da yabancısı değilim. Üniversiteyi İstanbul'da bitirdim. Teknik Üniversite inşaat Fakültesi'nden iyi dereceyle, en iyi arkadaşlarımla
87
birlikte mezun oldum. Okul yıllarımda hiç kopya çekmedim. Spor yapmak, kırlarda dolaşmak, boş vakitlerimde kitap okumak, işten ve dişten artırdığım zamanlarda televizyon izlemek hobilerim arasındadır." dedi. Yaşını, işini, geçmişini, gelecekten olan beklentilerini özet olarak Hicabi Beye aktardı. Hicabi Kuşkonmaz Beye bu aktarma işini yaparken dam aktarıcıları gibi dikkkatliydi. Ve en son olarak da, şu anda iş gereği İstanbul'da kaldığı beş yıldızlı otelin adını verdi.
Temel Dursun Beye göre, sınavın ilk sorusunun yanıtı başarıyla tamamlanmıştı. Çünkü, sınav yapma girişiminde bulunan Hicabi Kuşkonmaz'ın yüz ifadesi, bunun böyle olduğunun işaretlerini veriyordu.
Karşılıklı olarak, telefonda yaptıkları görüşmenin daha ayrıntılı yinelemesini, teknik ve içerik olarak eklentiler de katıp, yaklaşık bir saat süren bir konuşma yaptılar.
Temel Dursun Bey, önce ceketinin iç cebine yönelip, telefon defterini çıkardı, oradan daha önce adını andığı o- telin telefonunu bulup, Hicabi Beye yazmak suretiyle verdi. Sonra, markalı olduğu, bilen gözlerce ilk bakışta fark e- dilen takım elbisesinin pantolon cebine kaydı eli. Oradan büyük bir para tomarını avuçlayarak çıkardı ve içinden beş adet bir milyonluğu sayarak aldı ve Hicabi Kuşkonmaz'a uzattı:
"Beyfendi lütfen yanlış anlamayınız. Size beş milyon Lira kaparo vereyim. Anahtarı teslim ettiğiniz gün, hem kontrat ve tahliye taahhütnamesini hazırlarız, hem de ben dokuz aylık kirayı peşin olarak size takdim ederim." dedi.
Hicabi Bey beş milyon Lirayı uzanıp alırken:"Bakın Temel Dursun Bey, evi henüz size kiralamış
88
değilim. Ama kiralamayı düşünüyorum. Bir de hanımla bu konuyu konuşayım. Malum, hayat müşterektir!" derken bir öksürük nöbetine yakalandı. Ve hanımına adıyla seslenerek bir bardak su istedi. Su, öksürük nöbetini engellemişti. Sonra Temel Dursun Bey için başladığı konuşmayı tamamladı. "Size sonucu bildireceğim. Eğer sonuç olumlu olmazsa, beş milyon Lira kaparonuzu geri alırsınız." dedi. Hanımın adını gene yüksek sesle yineleyerek kalem ve kağıt istedi. Kağıda, aldığı kaparo miktarını, başka bazı tümcelerle birlikte yazdı, Temel Dursun Beye uzattı.
Temel Dursun Bey uzatılan kağıdı aldı, okudu ve yırttı."Estağfurullah Hicabi Bey. Sizin, ilk görüşte nasıl bir
insan olduğunuzu anladım, fakat konuştukça daha da e- min oldum. Demin söylemeyi unuttum; ayrıca, öğrencilik yıllarımda sarraflar derneğinde memurluk yaptım, konumumdan ötürü sarraflara her ay aidat makbuzu kestim. Yaşamımın bu döneminde çok sarraf tanıdım. Ben insan sarrafıyım efendim. Saygın, güven verici bir insansınız siz. Böyle bir belgeye gerek yok. Aldığı parayı inkar edecek bir yapı yok sizde. Yalnız bir tek ricam olacak sizden, yanıtınız olumlu ya da olumsuz olsun, en geç bu gece bildirin lütfen bana. Kaldığım otelin telefon numarasını verdim size. Buradan ayrıldıktan sonra otelime gideceğim, karım ve çocuklarımla telefonla konuştuktan sonra dinlenmeye çekileceğim. Gece yarısı on iki gibi de uyuyacağım. Malum, işimiz gereği belli kurallara uymamız gerekiyor." dedi.
Artık bundan sonra yapılacak konuşmanın gereksiz olduğunu ve işin kıvama tam bu noktada geldiğini sap
89
tamıştı. Ayağa kalktı, izin istedi.Hicabi Kuşkonmaz asansör kapısına kadar geçirdi
müstakbel kiracısını. Temel Dursun Bey, asansörü aşağı hareket ettirir ettirmez de soluğu telefon başında aldı. Hicabi Bey çok deneyimli biriydi ve yaşamında nelerle karşılaşmıştı. Adam iyi konuşuyordu, fakat o, tedbiri gene de elden bırakmamalıydı.
Telefonun başına ulaştığında, aldığı soluğu geri verdikten sonra ahizeyi kaldırdı ve hemen yüz on sekizi tuşladı. Şansı vardı. İki, üç, beş, on beş kez tuşlamadan, ilkinde yüz on sekizi düşürdü. Yüz on sekize, Temel Dursun Beyin kaldığını savladığı beş yıldızlı ünlü otelin adını verdi, telefon numarasını istedi. Yüz on sekizden aldığı numarayla, Temel Dursun Beyin verdiği numara tıpkı birbirinin aynıydı. Şablon olarak üstüste oturmuştu.
Eşinin adını yeniden tekrarladı. Zaten bu adı günde sayısız kez tekrarlardı. Çünkü genellikle evin ayrı bölümlerini kullanırlardı. Eşi, adının aynı anda ikinci kez yinelenmesine olanak tanımadan, yılların getirdiği alışkanlıkla Hicabi Kuşkonmaz'ın yanında belirdi.
"Otur şuraya da dinle!" dedi eşine. "Kocanın ne kadar akıllı bir adam olduğunu anlatayım sana da dinle!"
Aklının, zekasının yüksekliği üstüne birkaç paragraflık açıklamasını birtakım örneklerin desteğiyle açıkladı. Eşi, Hicabi Kuşkonmaz'ı hiç yanıtsız dinledi, her zamanki gibi sürekli başını salladı, anlatımın bittiğini anladıktan sonra da, gene genellikle zamanının büyük bölümünü tükettiği mutfağa yöneldi.
Hicabi Kuşkonmaz, bu evde, müşterek hayatın tek temsilcisi olduğundan, şu ya da bu kararı, Medenî Ka
90
nun'dan da aldığı yasal destekle, reis olma sıfatıyla hep kendisi verirdi. Temel Dursun Beyle konuşmasının bir yerine sıkıştırdığı "Hayat müşterektir," sözcüklerini, şu andaki kiracısının, küçük bir olasılıkla da olsa çıkarabileceği aksilik için, önlem olarak kullanmıştı.
Hicabi Kuşkonmaz, yeniden telefona davrandı, aksilik çıkarması küçük bir olasılık dahilinde de olsa, "Hayat müşterektir" pürüzünü gidermek için kiracısı Besim Beyi a- radı.
Telefona çıkan, Besim Beyin eşi Sema Hanımdı.Hicabi Kuşkonmaz:"Besim oğlum geldi mi yavrum?" dedi Sema Hanıma.Sema Hanım, sanki telefon edenin sesini tanımak zo
rundaydı. Fakat Sema Hanım, Hicabi Beyin sesini tanımıştı, ama gene de:
"Siz kimsiniz beyfendi?" dedi."Hanım kızım, ben Hicabi Kuşkonmaz?" dedi.Hicabi Kuşkonmaz’dan hemen önce Temel Dursun
Bey telefon ederek, gelişmeler konusunda bilgilendirmişti onları.
"Evet geldi!" dedi Sema Hanım. "Ama, banyoda şu anda!"
Hicabi Bey:"Peki kızım, ben gene ararım, selam söyle Besim Bey
oğluma!" diyerek telefonu kapattı.Hicabi Kuşkonmaz, yarım saat, kırk beş dakika zor
bekleyerek gene telefona asıldı.Telefondaki ses gene Sema Hanımındı."Besim banyodan çıktı. Fakat dinleniyor. Telefona
çağıramam bir saat sonra arayın!" deyip telefonu kapattı.
91
Hicabi Kuşkonmaz sinirlenmişti, ama sinirlerini sergilemek, yapması gereken en son işti. Bu konuda erken davranırsa kendisi kaybederdi.
Kendisine telefonda denileni aynen uyguladı. Tam bir saat bekledi. Bu kez ne erken, ne geç davrandı.
Besim Beyle irtibat kurmak için telefonun tuşlarına dokunurken, kolundaki saatin, gözünü ayırmadan izlemeye aldığı akrep ve yelkovanı kendisine tanınan sürenin dolduğunu bildirmişti.
Telefona gene Sema Hanım çıktı."Sema Hanım kızım," dedi Hicabi Kuşkonmaz, "Sizi
rahatsız ediyorum, ama hayırlı bir iş için arıyorum. O yüzden Besim Bey oğlumla görüşmek istiyorum. Herhalde dinlenmiştir kendileri. Bi zahmet telefona gelebilirler mi?"
Sema Hanım:“Bekler misiniz lütfen, bir sorayım?" dedi ve telefonun
ahizesini masanın üzerine bıraktı.Masanın üzerine bırakılan ahizeyi bu kez Besim Bey
aldı."Buyrun Hicabi Bey! Konuşacak bir şeyimiz kaldı mı
da beni arıyorsunuz?" dedi."Besim Bey oğlum," dedi yumuşak bir sesle Hicabi
Kuşkonmaz; “Ben düşündüm ki, bu çocuklar kendilerine uygun bir yer bulmuşlar, gitmek istiyorlar... Sizi, karı-koca çok sevmiştim. Bırakmak istemedim. Bir süre daha misafirim olarak kalın dedim... Yanlış anladın..."
"Neyi yanlış anladım Hicabi Bey, kapı gibi kontratınızı mı? Yoksa tahliye taahhütnamenizi mi?"
"Bak yavrum Besim'ciğim... Kontrat da, tahliye taahhütnamesi de burada konu değil... Kapıcıdan duy
92
duğuma göre sen kırk yedi numaralı daireyi tutmuşsun. Boyatıyormuşsun da..."
"Evet tuttum, boyatıyorum. Bundan size ne? Kontratınız gereği, siz alacağınız kiraya bakın. Başka taraflara niye bakıyorsunuz? Sizin kiranızı da ödeyeceğim. Hem zamanı gelince de çıkmayacağım. Tahliye taahhütnamesini koz olarak kullanıp, mahkemeye gidin. Mahkemeye bu kozunuzu gösterin, bu bir delildir deyin. Biraz uğraşın, çabalayın; emek, zaman, para harcayın. Ancak mahkeme kararıyla dairenizi size teslim edeceğim. Siz aldığınız kiraya bakın!"
Hicabi kuşkonmaz:"Olur mu yavrum! Hem bana, hem yeni tuttuğun ye
re kira ödeyeceksin! Yazık sana, parayı bu kadar kolay mı kazanıyorsun?"
Besim Bey daha da üstüne gitti Hicabi Beyin. Acaba Hicabi Kuşkonmaz taşıyabilir miydi? Gülecekti, fakat zor tuttu kendini. Ayrıca gülse de pek bir şey fark etmeyecekti. Hicabi Beyin, bu gülmeyi farklı yorumlayacak durumu kalmamıştı. Düşünce sistemi, artık sistemsiz bir biçimde, istemsiz olarak çalışıyordu.
"Parayı kazanan benim. Siz aldığınız kiraya bakın! Kontratınızda, başka daire kiralayamaz diye de bir madde olmadığı için, tuttuğum yeni yere karışamazsınız!" dedi Besim Mutlu Bey. Bu konuşma, Besim Beyi, soyadı gibi mutlu yapmıştı.
"Besim oğlum," dedi Hicabi Kuşkonmaz. "Zorla güzelik olmaz. Ben sizi çok seviyorum, o yüzden ayrılmayın istedim dairemden. Madem yeni bir yer tuttun, gel kontratı feshedelim. Bana kira ödeme ve güzel güzel
93
yeni tuttuğun daireye taşın.""Yok!" dedi Besim Bey. "Hem bu dairede, hem öbür
dairede oturacağım. Sizin bu ayki kiranızı da ödedim. Diğer ayları da ödemeye devam edip, burayı kullanacağım. Bir ayağımı bu daireye, bir ayağımı da yeni tuttuğum daireye uzatıp oturacağım!"
"Çok şakacısın yavrum. Gel sana bu ayki kiranı iade edeyim de çık! Vicdanım rahatsız oluyor benim bu durum karşısında! Rahatsız vicdanımı, rahat vicdana dönüştürmemi sağla, ne olur!" dedi ve somut bir adım attı Hicabi kuşkonmaz.
Besim Bey de artık somut bir adım atmasının zamanı geldiğini saptadı. Ve attı:
"Bakın Hicabi Bey, hiçbir şey anlamadım bu önerinizden. Bu işin içinde bir iş var ya, çıkaramadım. İşin içindeki işi çıkarmaya da çaba göstermeyeceğim. Beni daha fazla yormayın. Önerinizi tek bir şartla kubul ederim. Yarın notere gideriz. Orada bir çay içeriz. Sonra tüm işlemleri noterde yaparız. Kontratı feshederiz ve bu ay ödediğim yirmi milyonumu da geri alırım. Ve o zaman, ancak dairenizi bir hafta içinde boşaltırım. Tamam mı? Tamamsa tamam deyin, yoksa devam edelim ve beni bir daha da meşgul etmeyin! Benim de sosyal bir yaşantım var. Oturup, sosyal yaşantımın gereğini yerine getirip, televizyonda sosyal konuları seyredeceğim yerde, bir saate yakındır sizinle konuşuyorum!" dedi.
Hicabi Kuşkonmaz:"Tamam yavrum, tamam. Sen bu akşam sosyal
yaşantını sürdür, televizyonun çeşitli kanallarında bol sayıda sosyal içerikli film var, onları seyret. Yarın bu
94
luşalım, notere gidelim. Paranı da vereyim yarın... Sen de anahtarı verirsin." dedi.
Besim Mutlu Bey:"Anahtarı bir hafta sonra veririm. Henüz oturuyorum.
Gece taşınacak halim yok ya! İstersen kalsın bu iş burada?" diyerek konuşmayı sonuçlandırma aşamasına sürüklemek istedi.
"Tamam yavrum, ona da tamam. Anahtarı bir hafta sonra ver." dedi ve ertesi gün için nerede, saat kaçta buluşacaklarını kararlaştırdılar ve karşılıklı olarak telefonları kapattılar.
Hicabi Kuşkonmaz, telefonu kapattıktan sonra ellerini oğuşturmak istedi, fakat zaman yitireceği için vazgeçti ve hemen yeni bir telefon numarası tuşladı. Ahizeyi başıyla boynu arasına kıstırıp ellerini oğuşturdu. Ellerini oğuşturma işini de gerçekleştirmiş oldu böylece.
Telefon iki kez çaldıktan sonra açıldı. Karşı taraftaki ses, ünlü beş yıldızlı otelin telefon santralinden geliyordu. Temel Dursun Beyin telefonunu bağlamasını istedi santraldeki çalışandan Hicabi Kuşkonmaz.
Karşı tarafta elleri-kolları bağlı olarak Hicabi Kuşkonmaz'ın telefonunu bekleyen Temel Dursun Beyin, santral memuru tarafından bağlanan telefonla bu büyük sıkıntısı gitti. Artık telefon bağlanmış ve kendisi bağlarından kurtulmuştu. Bağ yer değiştirmişti.
“Alo buyrun Hicabi Bey, nasılsınız efendim?" diyordu Temel Dursun Bey.
Hicabi Bey hemen konuya girdi. Nasılsınız efendim sorusunu bile yanıtlamadan:
"Temel Dursun Bey, siz evimden ayrıldıktan sonra
95
karımla konuştum. Sizin güven verici biri olduğunuzu, anlaşabileceğimizi söyledim ona. Benim hanım zor beğenir biridir. Şu saate kadar onu iknaya çalıştım. Ama sonunda muaffak ve muzaffer oldum. Karım caymadan, hemen yarın sabah erkenden sizinle kontratımızı yapalım, yedi aylık tahliye taahhütnamesini imzalayın ve dokuz aylık kiramı; aylığı kırk milyondan, üç yüz altmış milyonumu ödeyin. Bir kısmını hanıma vereyim de çenesi kapansın bari." dedi.
Şimdi yanıt veya konuşma sırası Temel Dursun Beye gelmişti. Hiç duraksamadan başladı:
"Hay hay Hicabi Bey. Paranız cebimde hazır. Verdiğim beş milyon Lira kaparoyu düşüp, üç yüz elli beş milyon lirayı yarın sabah size vereyim. Sizden de dairemin a- nahtarını alayım, bu iş de böylece bitmiş olsun." dedi.
Hicabi Bey:"Temel Dursun Bey bir mahzuru yoksa, anahtarınızı
bir hafta sonra vereyim. Halen kiracı var evimde, ancak bir hafta sonra teslim edecek anahtarı." dedi.
Temel Dursun Bey:"Bakın Hicabi Bey, lütfen yanlış anlamayın n'olur! Siz
den kuşkum yok, anahtarı verirsiniz! Ama bakalım kiracınız size anahtarı verir mi? Malum, kiracılara o kadar güvenilmez. Benim için bir hafta daha otelde kalmanın bir sakıncası yok. Beklerim. Lütfen, anahtarı alayım, kontratı ve para ödeme işini aynı gün yapalım." diyerek, biraz da bunun ancak böyle yapılabileceğini ses tonuyla duyumsatarak yanıtladı Hicabi Kuşkonmaz Beyi.
Hicabi Beyse bir hafta daha beklemesinin bilincine vararak, yeni kiracısının üstüne gitmekle hiçbir şey ka
96
zanamayacağını kavrayarak, istemeyerek de olsa bu öneriye "Evet," dedi.
Temel Dursun Ofli, telefon görüşmesi sonuçlandıktan sonra, konuyu tüm çıplaklığıyla kavramış, detayların hiçbir aksama olmaksızın gerçekleştiğinden emin olmuş, bu yüzden Besim Beyle yeni bir telefon görüşmesi yapmak gereğini duymamıştı bile. Kendisinden iki saat sonra otele gelen eşi Rahmiye Ofli'ye; bara inip, kafaları çekme önerisinde bulundu. Öneriyi sıcak karşılayan eşi ile birlikte bara indiler, kendilerine soğuk bir şeyler söylediler ve evlerinin bulunduğu, hem de epey yakınında bulunduğu beş yıldızı olan ünlü otelde, artık burada bir işleri kalmamasına rağmen sabahladılar. Çünkü otelin kalacakları bölümünü, gece de dahil olmak üzere kiralamışlardı.
Aradan bir hafta geçmiş, Besim Bey, Hicabi Kuşkonmaz ile noterden yaptıkları anlaşma gereği dairesini boşaltmış, anahtarları teslim etmişti.
Dört aile, evin boşaldığı akşam, Hicabi Kuşkonmaz'dan Besim Beyin aldığı paradan masraflar çıktıktan sonra artan üç milyon Lira ile bir içkili lokantaya gittiler. Hesap geldiğinde, Besim Bey üç milyon Liranın üstünü tamamladı ve bahşiş de verip lokantadan ayrıldılar.
Gene aradan günler geçti ve Hicabi Bey, Temel Dursun Beyi boşuna bekledi. Her telefon sesinde Temel Dursun Bey arıyor diye sarılıyordu telefona. Her kapı zili çalmışında, diafondan "Kim o?" diye seslenirken, Temel Dursun Beyin sesiyle karşılaşacağını düşünüyordu.
Hicabi Kuşkonmaz, bir akşam üstü boş dairesinin bulunduğu apartmana gitti. Apartmanın önünde, Yönetim Kurulu Başkanı "Albayımla karşılaştı. Daha önce birkaç
Devlete Çarpan Kamyon 97/7
kez birbirlerini görmüş, selamlaşmışlardı."Albayım", Hicabi Kuşkonmaz'ı görünce yanına yak
laştı, her zamanki gibi selâmlaştılar. "Albayım":"Hicabi Bey, geçen ayki fon giderlerini ödememişsiniz.
Size ceza da tahakkuk ettirdim. Lütfen beni yeni bir u- yarıda bulundurmadan, ödemenizi cezasıyla birlikte bankaya yatırınız!" dedi.
Hicabi Bey itiraz edecek oldu:"Kiracım Besim Mutlu'dan alın!" dedi."Albayım":"O artık sizin kiracınız değil, ama kiracınız olduğunu
kanıtlarsanız ondan alırım. Besim Bey noterden yaptığınız anlaşmayı gösterdi. Bu ayki fon gideri, anlaşmaya göre sizin borcunuzdur. Lütfen bir kez daha tekrarlatmadan ödeyiniz!" dedi.
Hicabi Bey, "Albayımla konuşurken park ettiği otomobilden inen birine gözü ilişti. Bir yerden anımsıyordu. Anımsama işlemi fazla uzun sürmedi. Bu, Temel Dursun Beydi. Bir anda "Albayım"ı yüzüstü bırakıp Temel Dursun Beye yöneldi. Acaba daireyi görmeye mi gelmişti? Umutları yeniden yeşerdi. Yeşeren umutlarına çiçek açtırmak için:
"Neredesiniz Temel Dursun Bey, haftalar oldu sizi bekliyorum. İsteyenler oldu, daireyi tuttum, sizin için beklettim." dedi.
Temel Dursun Bey:"Ava gitmiştim. Bir keklik avladım. Torbada keklik...
Dairenize gelince; bence boşuna tutmayın elinizde. Ağırlığına dayanamazsınız. Verin kiraya. Ben tutmayacağım!"
98
"Hani tutacaktınız, müteahhitlik işi almıştınız?" dedi Hicabi Kuşkonmaz.
"İflas ettim Kuşkonmaz Bey! Elimde kalan birkaç Lirayla, iş alanımı değiştirip, sizden de etkilenerek kuşkonmaz işine girdim. Ama, siz beni beklemeyin. Daha yolun başındayım. Sizdeki kaparoya da, kaparo kurallarını uygulayın. Kaparo bu, geri alınmaz ve geri verilmez. Siz afiyetle yiyin." dedi ve “Albayım"a: "İyi akşamlar albayım, saygılarımı ve sevgilerimi sunarım, başarılarınızın devamını dilerim!" deyip, dairesinin bulunduğu B bloğa yöneldi.
"Albayım"sa cevaben:"İyi akşamlar Temel Dursun Bey!" dedi.Hicabi Kuşkonmaz, konuyu biraz kavrar gibi oldu, fa
kat detayları düşünmedi. Yalnızca, değişik semtlerdeki diğer sekiz kiracısını ve hiç ilgisi yokken keklikleri düşündü. Kiracılarıyla olan ilişkilerini yeniden gözden geçirecekti.
"Albayım"a döndü:"Geçen ayın fon giderlerini yarın bankaya cezası ile
birlikte yatırırım, merak etmeyin!" dedi.
99
RIDVAN BEYİN HAYATINDAN BİR GÜN
Rıdvan Bey postaneden içeri girdi. Telefon jetonunu nereden alabileceğini sorduğu posta memuru, sert bir şekilde havaya kaldırdığı sağ elinin beş parmağı birbirine yapışık olarak, "Dur" anlamına gelen işareti yaptı. Bu işaret; demokrasinin beşiğinde, eşiğinde, kucağında ya da uzağında, dünyanın her ülkesinde, yönetilme biçimiyle ilgisi olmaksızın aynı anlamı içerirdi.
Orta yaşını epey geçmiş ve hatta yaşlılığa attığı ilk adımı bir daha geri alma şansı kalmayan Rıdvan Bey, sorusunun yanıtıymış gibi görünen hareketin anlamını çözümlemeye çalışırken, memur "Dur" işaretinin devamı o- larak; aynı çevik davranışla, avuç içini kendisine döndürdü. Kesintisiz hareketle bileğini büktü ve işaret parmağı dik açı oluşturarak yüzünü gösterir şekilde açık kalırken, dile getirilmek istenen bu eylemde herhangi bir işlevi olmayan diğer dört parmağını görüntü dışı bırakmak için büküp, avucunun içinde bir araya topladı. Memur kendisini gösteriyordu. Yapılan hareketin anlamını çözme düşüncesi yarım kalan Rıdvan Bey, Jetonu kimden ala
100
cağını anlamıştı.Rıdvan Bey, memurun davranışından dilsiz olduğu so
nucuna ulaştı. Konuşmasına destek sağlamak amacıyla, vücut uzuvlarından elini devreye soktu. Sağ el, baş ve işaret parmaklarını "Kaç para," anlamında birbirine sürterek, şehirlerarası beş jeton istediğini söyledi. Hareketli konuşmasını yaparken, memurun dilsizliğinin, sağırlığından kaynaklanmış olabileceği aklına geldi. Kaynağın kökenini keşfettiğinden; herhangi bir baskı altında olmaksızın, havada askıda bıraktığı eline başka bir görünüm verdi. Beş parmağını açıp kapadı, belirgin şekilde "Beş şehirlerarası jeton" tümcesini dudak hareketleriyle, ama ses çıkarmaksızın yineledi.
Posta memuru, beş şehirlerarası jetonu, halkla kendisi arasında engel oluştursun diye, devleti tarafından ödenek ayrılarak yaptırılan bankın üzerine koydu. Çok değerli bir şeyini elinden çıkarıyormuş ve kıyamiyormuş tavırla, jetonların parasal değerini söyledi. Çok değerliymiş havası verdiği sözcüğünün yanına, fazladan bir ekleme yapmadı.
Rıdvan Bey, cebinden çıkardığı parayla ödemesini yaptı, kendi aleyhine olmak üzere, parasının üstünü küçük bir farklılıkla aldı. Farkın farkına vardı, ama farklı şeyler olmaması için sesini çıkarmadı. Engellediği sesini, yeteri kadar tanıyordu ve böylesi bir girişim, yeni sonuçlar doğmasına neden olabilirdi. Jeton satışı yapılan yerin içinde bulunan ve bölüm bölüm birbirinden ayrılmış telefonlara yöneldi. Dört bölüm içinde yer alan telefonların tamamı, kartla çalıştırılacak gibi düzenlenmişti.
Rıdvan Beyin canı sıkılmıştı. İstemeye istemeye,
101
sıkıntısı yüzüne yansımış biçimde, sıkılmış canıyla birlikte, yanından ayrıldığı memura yöneldi. Sıkılma sonucu daralıp, daha küçük bir hacme hapsolma eğilimine girmiş can ve yüzüyle, telefonların kartla çalıştığını söyledi.
Memur; bu çalışma sisteminin bilgisi dahilinde olduğunu, ama sistemi kendisinin kurmadığını, yalnızca kendisinin görevlendirildiği, yükümlü kılındığı görevi yaptığını ve mevcutlar içinde kendisinden talep edilen şeyi satmaya memur tayin edildiğini, ayrıca başka bir mal satmayı öneremeyeceğini, böyle bir önerinin; talimatlara, yönetmeliklere, Memurin Muhakâmat Kanunu'na aykırı düşeceğini, jeton istendiği için jeton sattığını, kart is- tenseydi kart, pul istenseydi pul satacağını söyledi.
Rıdvan Bey, posta memurunun; sözcüklerini sakınmaksızın, büyük bir hovardalık ya da mirasyedilik anlayışıyla, uzun ve hatta gereksiz ayrıntılara girerek, böylesi bir tümce kurmasına şaşırdı. Bunca uzun yanıttan, memuru üzdüğü sonucuna ulaştı. Gönlünü almak istedi. Tüm ömrü boyunca kim bilir neleri alınmıştı memurun, gönül mönül mü bırakırlardı insanda!
Haklı olduğunu söyledi. Bütün gün, bütün hafta, bütün ay, bütün yıl, bütün yıllar bu işin insanı yıpratacağını ve özür dilemesinin gerekip gerekmediğini sordu kendi kendisine. Gene kendisinin kendisine verdiği yanıttan, gerektiği sonucuna vardı. Özür diledi. Telefon kartı alırsa; en azından uzun zaman kullanamayacağı için, pahalı ve ayrıca bunun hem kendi, hem de ülke menfaatleri açısından müsrifçe bir davranış olacağını, o yüzden jeton aldığını açıklamak gereğini duydu.
Evdeki telefonla şehirlerarası görüşme yapmıyordu.
102
Gene evdeki araç-gereci ortak kullandıkları ve kan bağıyla birbirlerine bağlı oldukları insanlar da bu anlamda bir konuşma yapmadıklarını savlıyorlardı. Fakat zaman zaman, şehirlerarası telefon ücreti ödeme emrini, faturadaki ilgili sütunda, hiç ilgileri yokken gördüğü için; ev dışı haberleşme gereksinimlerini sağlayan telefonu, şehirlerarası görüşmeye bir dilekçeyle kapattırdığını ise söylemedi. Memuru, ilgisi olmayan konularla sıkıp daraltmamak ve devlet tarafından az ücret ödenerek de olsa satın alınan zamanını, herhangi bir ek ücret ödemeksizin bedavadan almamak gerekiyordu.
Rıdvan Bey, jetonla nereden telefon edeceğini sorarken özrünü bir kez daha yineledi. Posta memuru, dışarı çıkmasını ve postanenin önünde tebrik kartı satanlara sormasını söylerken, gene sözcüklerinin öneminin ayırdına varmıştı. Onları, Moliere'nin Cimri'si ya da Teodor Ka- sap'ın uyarladığı Pinti Hamit'i gibi kullanıyordu.
Rıdvan Bey dışarıya çıktı. Ama aslında bu "Çıkış" sözcüğüne gerçek anlamını yükleyerek kullanmak gerekirse; "Kendini dışarıya attı," ya da "Dışarıya fırladı," olarak ifadelendirmek, yükleme işleminin içeriğini daha iyi açıklar.
Dışarının biraz soğuk ve biraz da pis havasının ciğerlerine dolmasından mutlu oldu. Soğuğun ve pisliğin ciğerle sağladığı uyumdan ya da ciğerlerin bağışıklık kazanmasından kaynaklanmıyordu bu mutluluk. Yaşamında, sözü edilemeyecek denli çok küçük kesitinde oluşan değişimdi bu mutluluğun kaynağı.
Dışarıda, telefon kulübesinin yerini soracağı tebrik kartı satıcısını gözleriyle diğer insanlardan ayırt etmeye
103
çalışırken, hiçbir yardım almasına gerek kalmaksızın ve yine aynı gözleriyle, on-on beş metre ilerde, üç adet telefon kulübesine bakışları kilitlendi. Bakışlarını üzerlerinden ayırırsa, sanki yok olabileceklermiş gibi, gözkapaklarını kırpmamaya çalışarak, bir hamlede telefon kulübelerinin yanına ulaştı. Üçü de boştu.
İlk baştakine girdi. Telefon ahizesini kaldırdı, kulağına götürdü. Ses gelmiyordu. Kapattı, bir daha açtı. Yine ses yoktu. Bu işlemi birkaç kez daha yineledi. Sonuç değişmiyor ve hep aynı çıkıyordu. Ses gelmediği için, doğal olarak ses de gitmeyecekti. İletişim işinde, gidiş- gelişe, bilemeyeceği ve şimdi çözemeyeceği nedenlerden ötürü kapalıydı telefon. Çözümleme işi üstünde durmayarak ikinci kulübeye geçti. Burada da gene, işlem başlangıcı olarak ahizeyi eline aldı. Ahizeyle telefon kutusunun irtibatını, ilişkisini sağlayan kordonun kısa bir bölümü naylon ipten oluşuyordu. Naylon ip, kordonun kesik uçlarını kaba düğümlerle birbirine ilişkilendirmişti. Ses geçirme işlevine sahip olmayan naylon ip, büyük bir o- lasılıkla ahizeyi koruma altına almak içindi.
Doğal sıra üçüncü kulübeye gelmişti. Kulübenin ilk bakışta insan üstünde bıraktığı izlenim, kırık camları puanlamaya dahil edilmeyip, dikkat sınırları dışına çıkarılacak olursa, olumluydu. Montajında büyük olasılıkla ithal parçalar vardı belki, ama görünürde hemen hemen her şeyi yerii yerindeydi. Ahizeden ses geliyorsa, geçici kullanıcılar açısından, estetik görüntü değerlendirme dışı tutulacak olursa herhangi bir sorun yoktu.
Rıdvan Bey biraz tedirgince ahizeyi kaldırdı, kulağına götürdü. Ses vardı ve sese eşlik eden, onunla
104
eşgüdümsel olarak harekete geçen kırmızı ışık da yanıyordu. Sesi ve kırmızı ışığı yitirmemek, konuşmasının da kesintiye uğramaması için, elinde bulunan beş jetonu, birbiri peşi sıra uygun olan deliklerden kutuya attı. Numarayı çevirip karşı taraftan ses gelmesini beklemeye başladı. Uluslararası normlardaki bekleme süresinde ses gelmeyince, ulusal bekleme sürecine girdi. Bu süreyi de sabırla birkaç kat aşıp, beklenti içinde kalmasına karşın, telefon, kendisinden beklenen veya umulan harekette bulunmuyordu. Ahizeyi ait olduğu yere yerleştirdi, alternatif hareket olarak jetonların gelmesini bekledi. Fakat jetonlar, konuşma yapılmayınca, en doğal hareketleri olması gereken geri dönüş işlemine geçmemişti.
Rıdvan Bey, kutunun yan tarafına, okşarcasına hafif bir tokat attı. Bir tepkiyle karşılaşmadı. Etki-tepki kuralı, rastlantısal olarak, bilimsel yönden açıklanamasa da, burada hayata geçmemişti. Başka bir yere de geçmemiş, öylece bir kurallar manzumesi olarak, ilk yazıldığı ve çoğaltıldığı tüm kitaplarda duruyordu etki-tepki kuralı.
Rıdvan Bey, bu kez yumruk yaptığı elini, orta şiddette telefon kutusuna indirdi. Bu kez bir reaksiyon bekliyordu. Reaksiyonu da boşuna bekledi, çünkü reaksiyon da ortalarda gözükmüyordu. Yumruklarını daha şiddetlendirerek, kutuya peşi peşine, kesintisiz darbeler şeklinde savurmaya başladı. Kutu; direniş-yaşam-ölüm a- rasında gidip geliyor, fakat gidişi olduğu gibi dönüşü de güvence altında olduğundan, bulunduğu noktada direnmesini sürdürüyor ve bana mısın demiyordu. "Bana mısın"ı, metal parçalarından oluşan telefon kutusu tabii ki söyleyemezdi. Söyleyemezdi, çünkü bu telefon kutusu bi
105
lim-kurgu filmlerinde kullanılamayacak kadar hırpanileşmişti.
Rıdvan Beyin yumruk yaptığı eli, kutuya indirdiği darbelerden kızarıp, acı şeklinde kendisine yansımaya başlamıştı. Yansıma, yanılsamaya kapıldığını duyumsattı. Rıdvan Bey, darbecilerin kaçınılmaz sonu olan tuzağa düşmüştü. Eylemine son vererek, telefon kutusuyla giriştiği savaşımın sonucunu tek taraflı olarak kabul etmek zorunda kaldı. Savaşımın yenilen tarafı oldu. Sinirleri son sınırına kadar gerilmişti. O anda kendisine yapılabilecek herhangi bir ek müdahale, gergin sinirlerini kopartabilir, vücudunun merkezî sinir sistemi bozulabilir, birçok merkeze bölünüp, çok merkezli sinir sistemine dönüşebilirdi.
Fırlayarak terk ettiği jeton satış yerine fırlayarak girdi. Bir solukta memurun karşısında, yer alması gereken yerde yer aldı. Yer alması gereken yeri, aslında burası yapılırken almıştı. Bu ülkenin vergi veren bir vatandaşı olarak, payına düşeni ona ödetmişlerdi. Tapu cebinde değildi, ama vekil tayin ettiği insanlar saklıyordu onu. Rıdvan Bey fırlama işlemini gerçekleştirirken, soluklarını tasarruf etmiş, mümkün olduğu kadar az soluk kullarak, kullanması gereken soluklarını kullanmamıştı. Soluklarını tutup, tek bir solukta, memurun karşısındaki kendi mülkü olan yerini aldığındaysa; sakladığı soluklarını, harcamada bulunması gereken, tasarruf yapmasının artık olanağı kalmamış soluklarıyla karışmış olarak geri veriyordu. Soluklarını tutarak doğal akışını bozduğundan, kesik kesik soluyup, bir yandan da kararlı ses tonuyla memura; "İşaretle değil, ses tellerini kullanarak kendisini yanıtlaması," için önce bir uyarı konuşması yaptı. Ve ardından sorusunu, kısa ve net bir
106
biçimde yöneltti.Dışarıda, telefon kulübesi görünümünde inşa edilmiş
metal yığınlarının çalışma sisteminin de, bilgisi dahilinde olup olmadığını sordu memura. Ve ücretini ödeyerek, mülkiyetini kendi üzerine geçirdiği jetonları, cihazların karşılıksız yuttuğunu, bu işte parmağı olup olmadığını da sorusuna ekledi.
Bu soruları sorarken, parmağını memura doğru u- zatmıştı. Sorduğu soruda çok belirgin iki yanlışı birlikte kullandığını, düşüncesiyle saptadı. Ayrı tümcelerde de olsa, iki kez, birbiri peşi sıra, "Olup olmadığını" sözcüklerini yinelemişti. Jeton yutmak için, kutuda yapılabilecek bir değişiklikte memurun parmağının olması ise, çok zayıf bir olasılıktı. En uygun organ el olabilirdi böylesi bir değişim ve dönüşümde.
Posta memuru, savunmasını oluşturan yanıtını kısa, öz ve soğukkanlıca yaptı. Müdürlük makamına başlığını taşıyan, sağ üst köşede tarih, sol alt köşede isim, adres, imzadan oluşan, ilkokullarda biçim ve içeriği öğretilen, beyaz çizgisiz dosya kağıdından bir dilekçeyle başvurmasını, derdini yazılı anlatarak, köşede bulunan şikayet kutusuyla işbirliği yapmasını söyledi.
Rıdvan Bey, kendi konuşması ve memurun yanıtıyla geçen, bilirkişilerce ve bilen kişilerce dahi, fazla uzun o- larak nitelendirilemeyecek zaman dilimi içersinde toparlandı. Soluğundaki düzensizlik de yerini alışılmış, kanıksanmış tempoya bıraktı. Göz ucuyla kapı yönünü süzerken, ayaklarını ve vücudunu çıkışa uygun duruma getirmişti. Fakat, giriş bölümünü yapıp, gelişme kısmını tamamladığı konuşmasının, son sözünü de söylemeden
107
böylesi bir devinime geçmek istemiyordu. Jeton alımında bulunduğu sırada, yaptığı el-kol hareketlerinden, sağır olduğu sonucunu çıkardığını söyledi memura. Ardından da yanıldığını sözlerine ekledi. Memurun "Sağır" olmadığını, şu birlikte bulunmak zorunda oldukları zaman diliminde, o- nun tam bir "Sığır" olduğu sonucuna, tüm verilerin ve belirtilerin ışığında ulaştığını söyledi. Ve yanıt hakkı tanımadan postaneyi terk etti. Postacıyı, Anayasal hakkı o- lan savunma mekanizmasından mahrum kılmıştı. Ve postacı kapısını iki kez çalmak bir yana, bir kez bile çalamayacaktı. Çünkü postacı, Rıdvan Beyin adresini bilmiyordu.
Evindeki telefonu, şehirlerarası görüşmeye kapattırdığına hayıflandı. Fakat, yaptıkları telefon görüşmeleri, yalnızca kentin sınırlarıyla, hatta surlarıyla sınırlı kalıp, daha öteye taşmadığı halde, gelen ödemeler aklına gelince, hayıflanması zayıfladı.
Telefon ve türevlerine ilişkin düşüncelerle cadde boyu ilerlerken, karşıdan hızla gelen son model bir BMVV'ye gözü takıldı. Takılan gözünü BMVV'den bir türlü a- lamıyordu. BMW, caddenin araçlara ayrılan bölümünden, hem de üç araçlık bölümün tam ortasından, Rıdvan Beyse, kendisi gibi yayalar için düşünülüp tasarlanmış ve bu plan çerçevesinde inşa edilmiş yaya kaldırımından ilerliyorlardı. Otomobille Rıdvan Beyin yönleri birbirlerine dönüktü. Rıdvan Bey, BMVV'nin tüm hareketlerini açık ve ayrıca da çok seçik izleyebilecek bir konumdaydı. İki büyük avantaja sahipti. Durumda hem açıklık, hem de seçiklik vardı. Ama Rıdvan Beyin, bu konumsal avantajlı durumuna karşın, arabanın caddede kendine ayrılan
108
bölümde ilerlemesi, hem de kurallara uygun ilerlemesi, nedense ürküntüye kapılmasına yol açtı. Gerçi otomobil biraz süratliydi, ama konunun kendisiyle hiçbir ilgisi ve ilişkisi yoktu. Hem arabanın, hem kendisinin yolu açıktı. O yüzden, burada yol açma çalışması yapılması gayet lüzumsuz olduğu gibi, böylesi bir girişim, belediye ya da karayollarına ek bir külfet yükler, onlar hakkında vatandaşların yanlış düşüncelere kapılmasına da yol açardı.
Durduk yerde, herkes kendi yolundayken, böylesi bir ürküntüye nereden kapılmıştı Rıdvan Bey?
BMW, tam Rıdvan Beye yaklaşırken, birden yönünü değiştirdi. Rıdvan Beyin paralelindeki caddede bulunan ve yüksek yaya kaldırımına komşu konumda olan su birikintisine, sol ön ve arka lastiğini daldırdı. Rıdvan Beyin önsezisel düşüncesi boşa gitmemiş, reflekslerini zamanında harekete geçirmişti. Ama, vücuduna hakim olan refleksleri, kafa bölümünde yeteri esnekliği yaratamamıştı.
Vücudu çevik bir devinimle geri kaçarken, kafası yerinde saymış, hatta öne doğru uzanık kalmıştı. Vücut-kafa birlikteliğinin organizasyon yetersizliği, kafanın yenilgisiyle sonuçlandı. Su kayağı yapan BMW lastiklerinin, birikintiden havalandırarak savurduğu sular, Rıdvan Beyin kafasıyla buluştu. Bu buluşma, tarihsel olarak nitelendirilemezdi. Buluşma, yalnızca Rıdvan Bey ve BMVV'yi kullanan için bir anlam ifade ediyordu. Bunun başkaları içinse hiçbir anlamı yoktu. Çünkü her ikisi de tarihe mal olmuş şahsiyetler arasında değildi.
Araç yolu üstünde bulunan birikinti suların büyük bir bölümü, yerini değiştirerek yaya kaldırımına geçmişti. Rıdvan Beyin kafası, suyun geçiş sürecini
109
gerçekleştirirken sağladığı hareketten oldukça etkilendi. Atak davranışının karşılığını, eksik bir ödül olarak da olsa görmüştü. Elbisesine herhangi bir damla, bu buluşmada bulaşmamıştı.
Yanağından, yer çekiminin etkisiyle aşağıya doğru süzülen suların, giysisiyle ilişkiye geçmemesi için, kafasını öne doğru tutmaya devam ederken, yanına sokulan gencin küfürlerini dinliyordu.
Genç, en yaygın olan küfürlerin, en açık-saçık ve güncelliğini kaybetmemiş olanlarını kullanıyordu BMW sahibi için. Küfürlerini yeteri ölçüde sıraladığından emin olduktan ve olayın birinci dereceden muhatabı olan Rıdvan Beyden de herhangi bir ek talep gelmediğini kavradıktan sonra, bulunduğu konumu bozmamasını, dile yaptığı katkıların ağırlık taşıdığı kendi özel lisanıyla aktarıp, koşarak yakındaki büfeye girdi. Elinde küçük bir bidon suyla geri döndüğünde, bu mesajının Rıdvan Beyce de algılandığını tespit etmiş oldu.
Genç, bir yandan bidondaki suyu Rıdvan Beyin eline döküyor ve onun yüzünü yıkamasını sağlıyordu, bir yandan da, öncekinden daha farklı, henüz dolaşıma çıkmamış, fakat birkaç yinelenme sonrasında, her an güncellik kazanabilecek küfürleri sayıyordu.
Rıdvan Bey, cebinden çıkardığı mendille yüzünü kurularken, mendilinin altından, minnettar gözlerle küfürbaz gence bakıyordu.
BMW sahibinin sapıkça davranışını, gencin insancıllığı bütünüyle nötrleştirmişti.
İşte asıl insan, sokakta birlikte olduklarımız diye düşündü. Yüzünü kuruladı, ıslanmış ve rengi değişmiş
110
mendilini cebine yerleştirirken gence teşekkür etti. Yaşından aldığı güven ve biraz da tecrübelerinden kattığı cesaretle gence, küfür de etmezse çok iyi bir insan olabileceğini söyledi.
Rıdvan Bey, yürümek için yaptığı hamleyi, gencin kullandığı bir tümceyle erteledi. Gencin tümcesi yaklaşık olarak şuydu:
"Bir şey unutmadın mı bey amca?"Gence döndü:"Teşekkür ettim ya çocuğum!" dedi.Genç:"Teşekkürüne, teşkürler bey amca! Ayrıca babasal
nasihat babından da bir şeyler sarkıttın, onları da tuttuk. Ve bir teşkür de ona... Ama şu suyun parasını ver de, bi de ona teşkür edelim, iyi mi?" dedi.
Rıdvan Bey, sıkkın bir suratla cebine davrandı, çıkardığı paralardan birini, diğerlerinden ayırıp gence verdi.
Genç bu kez:"Bey amca, çeşme suyu değil bu! Yüzünün ehem
miyeti benim için çok mühim olduğundan, özel damıtılmış bir su kullandım sana!" dedi.
Rıdvan Bey, henüz bulunduğu yere koyamadığı paralarına bir kez daha hamle yaptı. İçinden bir adet daha çıkartıp gence uzatırken, yeni istekte bulunmasını engelleyecek bir yüz ifadesi takındı. Rıdvan Beyin yüzüne o- turtttuğu bu ifadenin anlamını kavrayan genç, onun paralara bir daha uzanmaması için bitiş tümcesini kullandı.
"Teşkür eder, sana hayatta başarılar dilerim bey bal" dedi.
111
Dönemlere ve kuşaklara göre; hür teşebbüsçülük, yuppielik, özel girişimcilik sözcükleriyle tanımı yapılan, ama hepsi de aynı anlama gelen hareketin, ulusumuza özgü ufak bir örneğiyle karşılaşmıştı Rıdvan Bey. Özel girişimciliğin ilk basamağında pratik eğitimini yapıyordu genç.
Rıdvan Beyse, gözünü açtığında devletle karşılaşmıştı. Ömrünün en aktif yıllarını devlete vermesinin karşılığında emeklilik ödülünü almıştı. Her ay cebine, çalıştığı yılların bir ödülü olarak, az da olsa bir para koyuyordu. Ama bu değildi memuriyete başlarkenki düşüncesi. İdealleri vardı, hayalleri vardı. Halkına yardımcı olacaktı. Halkı ve ülkesi gelişecekti. Kendi çıkarlarını, düşlerinde bile en sona bırakmıştı. Yemyeşil çayırlar içinde, ağaçlarla çevrili bir ev düşlemişti hep. Düş evinin rengi ise hiç mühim değildi. Pembede ısrarlı olmayacaktı. Pembe düşler kurmak için, evin ille de pembe olması gerekmiyordu. Yani, renk zorunluluğu yoktu O'na göre. Mavi, lacivert, sarı ya da başka bir rengi de seçebilirdi. Fakat düşlerindeki ev, hep fluluklar içinde kaldı, hiçbir zaman belirginlik kazanmadı.
Sabahın dokuzunda işe başlayıp, akşamın beşine kadar, çeşitli şehirlerde devletine dürüstçe hizmet etmişti. Devlet ona, her gittiği şehirde, bir masa, bir sandalye ve bir de mühür vermişti. Tabii bunların aksesuarları da ekleniyor ve birlikte zimmetleniyordu üstüne. Onun, diğer arkadaşlarından ayrılan önemli bir özelliği vardı. Tüm memuriyet yılları boyunca, hangi şehirde olursa olsun, her gün masasını üç kez silerdi. Sabah işe başlarken, öğle yemeğinden dönüp siesta yapmadan ve akşam paydosu
112
başlamadan az önce... Masası pırıl pırıl bir memurdu. Tüm memuriyetinde, hiç kimse, kül tablasında iki izmariti bir a- rada görmemişti. İzmaritleri hep birbirinden ayırırdı. Ve mührü de çok okunaklı olurdu onun, her kezinde ıstampayı kullanır, kurallara uygun basardı. Ona teslim e- dilen mührü hiçbir zaman kendi çıkarları doğrultusunda kullanmamıştı. İmzasını hep, devletin verdiği maaş karşılığı atmıştı. Zaman zaman, bastığı mühür ve attığı imza bedeli olarak, kendisine dosya içinde uzatılan paraları, "Dosyada paranızı unutmuşsunuz," diye geri çevirirdi. İşin oluru varsa, olmazlanmayıp mührünü basıyor, imzasını atıyordu. Devletin ona teslim ettiği mührün ve tanıdığı imza yetkisinin satın alınması olası değildi. Mührünün ve imzasının, pazarlama ve pazarlık sözcükleriyle birlikte amlmaması için, bu dört sözcüğü asla birlikte kullanmaz ve kullandırmazdı. Bazen Şeytan dürtmüyor değildi. Ama, yanına geldiğini duyumsar duyumsamaz kovalardı Şeytanı. Bir daha dürtmemesi için lanetler okurdu ona. Zaten sevmezdi ve Tanrı'nın cennetten kovduğu bu melekten nefret ederdi. Uzun bir süre yanına uğrayamazdı Şeytan da bunu bildiğinden. Bazı arkadaşları Şeytan'a u- yup yakalanır, polis ve mahkemede kullandıkları "Şeytan'a uyduk” ifadeleri geçerli bir mazeret sayılmazdı. Şeytan'ın azmettiriciliği, Türk Hukuk Sistemi'nce kabul görmüyordu. Böylesi arkadaşlarından birisinin mahkemesine izleyici o- larak gitmiş ve bir soru karşısında, arkadaşının apışıp kalmasına şahit olmuştu. Hakimin; "Şeytan bunun neresinde, hadi göster," demesi üzerine, dinleyici sıralarına dönüp a- ranan arkadaşının, boş bakışlarını hiçbir zaman unu- tamıyordu.
Devlete Çarpan Kamyon 113/8
Rıdvan Beyi geçmişinde dolaştıran anıları, yürümesine bir engel oluşturmuyordu.
Sokağa kurulmuş seyyar bir masanın üstünde bir telefon ve yanında da elle yazılmış "Telefon edilir" levhasıyla karşılaşınca, evinin dışına çıkışının asıl nedenlerinden en önemlisini anımsadı. İstemeden düşünmeye başladığı anıları, istemeden düşüncesinden çıkıp gitti.
Üzerinde telefon bulunan masanın yanında, küçük bir taburede oturan adama, şehirlerarası görüşüp görüşemeyeceğini sordu. Adam, Rıdvan Beyi çok kibar bir biçimde yanıtlarken ayağa kalkmış, bir yandan da telefonun masada bulunduğu yeri değiştiriyordu. Adam telefonu, Rıdvan Beye birkaç santim yaklaştırdı ve eline aldığı ahizeyi, Rıdvan Beyin eline tutuşturdu.
Rıdvan Bey telefonun tuşlarına bastı. Biraz bekledikten sonra, karşı taraftan gelen "Alo" ile konuşmasına başladı. "Nasılsınız, iyi misiniz?", "Evdekiler nasıl?", "Sizin evdekiler nasıl?", “Küçük kızımız büyüdü mü?", "Orada da yağmur yağıyor mu?“, "Geçen gün televizyonda oynayan filmi seyrettiniz mi?", “Yengemin yemekleri hâlâ güzel mi?" gibi, bu iletişim şeklinin önsözü niteliğindeki sözcüklerden sonra, asıl konuya geçip, telefonla olan ilişkisine son verdi. Akrabasıyla olan görüşmesi bitmiş, öğreneceklerini öğrenmiş, öğreteceklerini öğretmişti.
Kısa süren telefon görüşmesinde, işin sahibi ayakta, elleri birbiri üstünde göbeğini gizler gibi önünde bağlı, asıl tabiriyle, el pençe divan duruyordu Rıdvan Beyin karşısında.
Telefonun; döküntü, dar bir handan gelen kabloyla, içerde bir odaya bağlı olduğu belli oluyordu. Seyyar masa
114
ve onunla birlikte hareketini gerçekleştiren sandalyenin, akşamları han içinde bir yerde sabahı beklediğini tespit etmek içinse, büyük araştırmalara girişmek gerekmiyordu. Böylesi derme-çatma oluşturulmuş bu girişim; hem derlenme, hem de çatılma yönünden çok büyük harcamalar gerektiren, sayısı belirsiz bol personelli postaneden aktifti, başarılıydı ve daha iyi çalışıyordu. Gerçi; saygıda kusur etmeyen, hatta gereksiz saygı gösteriminde bulunan girişimcinin çıkardığı ödeme, içinde gelir vergisi, KDV, stopaj, fon payı, muhtasar, SSK gibi kalemlerden oluşan devlet payının yer almamasına karşın, postanenin birkaç katıydı. Ama olsun, yeter ki girişimcinin teknesi dolsun. Dış görünümünden, fitre ve zekat gibi ödemeleri yapmaktan kaçınmadığını duyumsatan girişimcinin, elbet bir gün, tekne dolunca, vergi ile de tanışabilmesinin ya da tanıştırılabilmesinin olasılık içinde olduğunu düşündü.
Rıdvan Bey, amacına ulaşmış insanların mutluluğu ile seyyar telefoncudan ayrıldı. Yeniden cadde boyu yürümeye başladı. Vitrinlere yüzeysel olarak bakarken, yanından geçip giden yayaları da göz ucuyla izliyordu. Birisinin, vücudunun bir yerine çarpması en sinir olduğu şeylerdendi. Gene de bu tür çarpışmaları yaşamak zorunda kalıyordu. Zaman zaman gerçekleşen çarpışmalarda, en çok sağ ya da sol omzundan darbe alıyordu. Cephe cepheye çarpışması ise, bir elin parmak sayısını geçmemişti şimdiye değin. Asıl, cephe cepheye çarpışmama konusunda uzmanlaşmıştı caddelerde. O- muzlarındaysa durum farklı oluyordu. Bir omzunu koruma altına alırken, bazen öbür tarafını feda etmek zorunda kalıyordu. Henüz her iki omzunu aynı anda güvenceye a
115
labilecek yöntemi bulamamıştı.Cadde boyu yürürken, gene iki kişinin kıskacında
kalmış, bir tarafını korurken öbür omzundan darbeyi almıştı. Tam dönüp darbe girişimcisine, kalıp olarak belleğinde hazır bekleyen uyarı metnini sözcüklerle ifade etmeye hazırlanırken, bir otomobilin çalan klaksonu ile dikkati bu yöne çekildi Rıdvan Beyin. Omzuna darbe indiren, Rıdvan Beyin yapacağı uyarıdan haberi olmaksızın, olay yerini terk etmek üzereydi. Rıdvan Bey, darbeciyle klakson sesi arasında tek bir seçenekle karşı karşıyaydı. Darbecinin, hızla kendi yolu doğrultusunda yaptığı kesintisiz birkaç adımlık atılım, Rıdvan Beyin otomobilden yana tercihini kullanmasına neden oldu.
Klaksona basan şoför, duran aracının içinde sağ tarafına doğru yatmış, Rıdvan Beye adıyla sesleniyordu. Rıdvan Bey büyük bir şaşkınlıkla, adının geçtiği son model Mercedes'e yöneldi. Araç sahibi gibi eğildi.
İlk şaşkınlığı atlatan Rıdvan Bey, eğik kafasının karşısında, eğik duran kafayı hemen anımsadı. Bu kafayı taşıyan insan, bir zamanlar, pek uzun olmayan bir süre, devlete hizmet verdiği yıllarda onun yardımcılığını yapmıştı.
Kafasının eğimini bozmayan Mercedes sahibi, uzanıp aracının kapısını açarken, Rıdvan Beyi içeriye buyur etti. Rıdvan Bey otomobile yaptığı hamleyi bir an geri almayı düşündü, fakat emekli olduğu aklına gelince, bu hareketini zincirleme olarak sürdürdü. Açılan kapıdan, kendisini geçici bir süre ağırlayacak olan yere oturdu. Oturur oturmaz, yorgunluğunun belirgin bir şekilde bünyesini terk etmeye başladığının somut olarak ayırdına vardı.
116
Bir zamanlar yardımcılığını yapan arkadaşının, devletten ayrıldıktan sonra ticarete başladığını duymuştu. Ama, onun ticarete başladığını kendisine anlatanlar, bu arkadaşının böylesi bir konuma ulaşacak denli bir ticaretle uğraştığını söylememişlerdi. Arkadaşının altındaki otomobil, kendisinin oturduğu apartman dairesi gibi iki tane daha alıp, üste para kalacak bir pahadaydı. Yani otomobil, hem yükte ağır, hem pahada ağırdı. Arkadaşını, arkadaşları anlatırken; onun ancak karnını doyurabilecek bir tuhafiyeci dükkanı sahibi olduğunu söylemişlerdi. Gerçi arkadaşı için, devlette çalıştığı yıllarda birtakım şaibeler dolaşıyordu ortalıkta. Ama ne yalan söylemeli, Rıdvan Bey doğrudan bir şeyine şahit olmamıştı. O yıllarda türlü dedikodular üretiliyordu arkadaşı üzerine. Hatta, yaptığı her özel hizmetin karşılığını bilemediğinden, cebinde taşıdığı fiyat çizelgesine başvurduğu bile bu söylentilerdendi. Dosya kaybetmenin, yeni dosya oluşturmanın, borcun bir bölümünün silinmesinin, evrak üstünde oyun oynamanın fiyatları hep farklıydı arkadaşının cebindeki listede. İşin önemine göre artıp, eksiliyordu. Toplu iş bitirmeler, sürümden kazandırdığı için indirimliydi. Hatta, normal yapması gereken işleri de fiyatlandırmıştı arkadaşı. Mühür ve imza bile ücrete tabiydi. Ama Rıdvan Bey, doğrudan şahit olmamıştı böylesi olaylara.
Arkadaşı Mercedes'i çok güzel kullanıyordu. Otomobil adeta yolda süzülüyor, kendiliğinden gidiyordu. İlerlediklerini, ancak dışarıdaki görüntülerin değişiminden anlıyordu Rıdvan Bey. Otomobil hiç sarsılmıyor, sanki olduğu yerde duruyordu. Yapılan ödemenin karşılığında, tüm teknik icatlar en küçük ayrıntısına kadar yansıtılmıştı
117
Mercedes'e.Devlette birlikte oldukları yıllarda pek konuşkan ol
mayan arkadaşı, şimdi durmadan anlatıyordu. Devletten ayrıldıktan sonra yaptıklarını, açılan şansını, peşi peşine vuran Milli Piyangoları, Spor Totoları, at yarışlarını, kazı kazanları, kazımadan kazandıklarını; ulaştığı zenginliği anlatıyordu Rıdvan Beye. Hatta anlatımını tatlandırmak için, ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Rıdvan Bey, arkadaşının Mercedes ortamında anlattığı şeylerin birbirinden kopukluğunu saptamış ve memurluk yıllarında dolaşan şaibelerin doğruluğundan emin olmuştu artık.
Mercedes'in biraz daha hızlandığını, yan camdan izlediği görüntülerin daha hızlı değiştiğinden anladı Rıdvan Bey. Gözünü Mercedes'in hız göstergesine kaydırdığında, yanılmadığını anladı. Hız göstergesindeki ibre, yüz yetmiş ile yüz seksen arasında titreşiyordu.
Tem'de ilerliyorlardı ve arkadaşı hızlı yaşamanın propagandasını yapıyordu Rıdvan Beye. Çok ilerilerinde olan paralı geçiş turnikelerinin dolu olduğunu gören arkadaşı hız kesip, otomdobilini bu konuma göre hazırladı. Az sonra da, turnikelerin önünde yığılan arabaların en arkasındaki yerini aldı.
Arkadaşı elini cebine atıp, büyük bir para tomarını avuçladı. Döküp saçmamak için çaba gösterdiği tomarda, turnikeye vereceği küçük rakamlı parayı araştırmaya koyuldu. Fakat başarı sağlayamadı. Tomarın tamamı, tedavüldeki en büyük paralardan oluşuyordu. Rıdvan Bey göz ucuyla, arkadaşının paralarla savaşımını gözlüyordu. Arkadaşına yardımcı olmak gereksinimini duyumsadı. Elini
118
cebine attı ve ilk hamlesinde gişeye verilebileceğini varsayımsal olarak düşündüğü parayı yakaladı. Arkadaşına, gişeden ne kadar istendiğini sorduğunda varsayımının doğru çıktığını anladı. Elindeki parayı arkadaşına uzattı. Arkadaşı olmazlandıysa da, elindeki tomarı cebine yerleştirdikten sonra, Rıdvan Beyin uzattığı parayı aldı.
Para arama çalışmalarıyla geçen zaman içinde gişeye ulaşmışlardı. Arkadaşı, Rıdvan Beyin verdiği parayı gişe memuruna uzattıktan ve gişe memuruyla olan ilişkisini bitirdikten sonra otomobilini sürdü. Henüz gişelerden yüz, yüz elli metre uzaklaşmışlardı ki bir trafik polisi, koluyla Mercedes'i çevirdi. Trafik polisi, demek ki çok güçlü ve kendisine de güveniyor, diye düşündü Rıdvan Bey. Gücü tartışılmaz olan Mercedes'i, koluyla şöyle bir çevirip, hem de durdurmak her babayiğidin harcı değildi.
Trafik polisi, arkadaşından ehliyetini ve ruhsatını istedi. Dikkatli şekilde incelemesini yaptıktan sonra geri verdi. Açık cama eğilerek, arkadaşına niçin emniyet kemerini takmadığını sordu ve ceza yazmak için elindeki makbuzun sırası gelen sayfasını açtı.
Rıdvan Bey otomobile bindiğinde emniyet kemerini takmıştı ve polisin dikkatini dağıtmak, arkadaşına arka çıkmak için, emniyet kemerini kullandıklarını söyledi. İnanmıyorsa, biraz daha eğilmesini rica etti trafik polisine. Trafik polisi, Rıdvan Beyin emniyet kemerini takmış olduğunu gördüğünü, ama şoför mahallindeki şahsın da bu işlemi yapmasının zorunlu olduğunu söyledi.
Arkadaşı trafik polisine, pek de kibar olmayan ve hatta havayı gerginleştirir bir ses tonuyla, üç şey dışında emniyet kemerinin zorunlu olduğunu söyledi. Maddeleri,
119
başlarına rakamlar oturtarak sıralıyordu:"Bir, taksi şoförleri; iki, kalp hastaları..." derken trafik
polisi araya girdi."Siz bu Mercedes'te taksi şoförlüğü mü yapıyorsunuz,
yoksa kalp hastası mısınız?" dedi.Rıdvan Beyin arkadaşı:"Bırakın da tamamlayayım," dedi. "Taksi şoförü de
değilim, Allaha şükür, kalp hastası da değilim tabii ki..."Trafik polisi bunu hep yapıyordu demek ki, yine ko
nuşmanın arasına girdi:"Öyleyse müsaade edin de cezanızı keseyim.
İsterseniz pantolon kemerinizi takmayabilirsiniz, hatta pantolonunuzu da giymeyebilirsiniz, ama emniyet kemerinizi takacaksınız! Görevimi yapmama engel olmayın!"
Rıdvan Beyin arkadaşı elini camdan dışarı uzatıp, sanki cezayı yazacağı defteri trafik polisinin elinden kapacakmış görüntüsü vererek diyaloğu sürdürdü.
"Üçüncü ve sonuncu madde... Şişmanlar emniyet kemeri kullanmazlar!"
Trafik polisi bu kez şapa oturmuştu. Rıdvan Beyin arkadaşı, gerçekten bu üçüncü tanıma tıpa tıp uyuyordu. Yüz kırk, yüz elli kilo kadar geldiğini ilk bakışta hiçbir göz yadsıyamazdı. Memuriyet yıllarının ilk döneminde, Rıdvan Beyin yardımcısıyken çöp gibi zayıf olan arkadaşı, ilk kilolarını memuriyetinin ilerleyen yıllarında edinmiş, yaklaşık yüz kilo kadarken de meslekten ayrılmıştı. Sonraki yıllarında ise bugünkü görüntüsüne ulaşmıştı.
Trafik polisi cezada ısrarlıydı. Kafasına koymuştu bir kez, ceza kesmeden bırakmayacaktı.
"Peki, şişmanlık raporun var mı, onu göster!" dedi.
120
Rıdvan Beyin arkadaşı, bu soru karşısında doğal davranış olması gereken, gülmeyi ya da gülümsemeyi kullanmayarak, suratını biraz daha astı. Konuşmanın akışı, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?1' aşamasına gelmişken, trafik polisinin komiseri olayın cerayan ettiği ma- hale intikal etti.
Rıdvan Bey suskunluğunu korurken, her iki hasım taraf da kendi haklılığını kanıtlamak için tezlerini komisere sundular. Komiser, tüm dikkatiyle gelişmeleri algıladıktan sonra:
"Buyrun beyfendi, gidebilirsiniz!" ifadesiyle, olayı noktalayan tümceyi kullandı.
Rıdvan Beyin arkadaşı, gaza basıp uzaklaşırken olayı yorumlamaya başladı. Yorumlarıyla aydınlatıp, ışığa boğduğu insanın, kendisiyle birlikte bütün aşamaları yaşadığını, epey ilerleme sağladıktan sonra düşünebildi ancak.
Bunca zamandır otomobilinin özelliklerini pratik olarak gösterip, yeri geldiğinde anlatmış, Rıdvan Beyi, Mercedes üzerine uzmanlık derecesinde hazırlayıp, bilgilendirmişti. Bu konuda artık, Rıdvan Beyin hiçbir eksiği kalmamıştı. Yaptığı ayrıntılı servet beyanından, arkadaşının bir kent ağası olduğunu da öğrenmişti. Servetinden Rıdvan Beye pay aktarımına gelmişti şimdi sıra.
"Sana, güzel bir yemek yedireyim şefim!" dedi.Rıdvan Bey, emekliliğin sağladığı başıboşluk içinde,
arkadaşıyla sohbet ve geçmişi anmak üzere binmişti Mer- cedes'e. Ne arkadaşı ona nereye gideceğini sormuş, ne de o arkadaşına böyle bir talepte bulunmuştu. Bu konuda Rıdvan Bey inisiyatifsiz kalmış, arkadaşı da kendiliğinden
121
inisiyatifi almıştı. İnisiyatif hiçbir zaman ortada kalmazdı.Arkadaşının yemek daveti üzerine Rıdvan Bey;
yanıtsal alternatiflerden, kendisi için en uygununu seçti. Tem'den çıktıktan sonra, uygun bir otobüs durağında kendisini bırakmasını, karnını evden çıkarken doyurduğunu, bazı başka işlerini henüz halletmediğini söyledi.
Arkadaşı:"Sana yemek yedirmeden hiçbir yere bırakmam
şefim!" diye yinelerken, oldukça kararlı ve bu konuda ta- vizkar davranmayacağını, tümceyi kullanışından, ses tonuna kadar her şeyiyle duyumsatıyordu.
Arkadaşı, boğaz sahilinde bir lokantanın önünde otomobilini park ederken, başına oturttuğu şapkayla, oraların park sorumlusu olarak kendisine görev verdiği anlaşılan biri yanlarında belirdi. Yarısı anacaddeden, yarısı yaya kaldırımından oluşan otoparkın kahyası, önlerinde iki büklüm eğilip, büyük bir saygıyla “Hoş geldiniz abi," ile inşa edilmiş iki sözcüğün arasına arkadaşının adını da ekledi.
Arkadaşı, demek ki buralarda tanınan ve saygı duyulan biriydi. Arkadaşına gösterilen saygının bugünkü bölümünden Rıdvan Beye de bir pay düşüyordu. Çünkü kahya "Hoş gelmeyi", iz ekiyle çoğullaştırmıştı.
Birlikte lokantanın kapısına yönelirlerken, arkadaşı Rıdvan Beyi adeta ileriye doğru iterek, arkasına geçmeye çalışıyordu. İtişmeyi, kendisinden genç ve güçlü olan arkadaşı kazandı, lokantanın kapısından; önde Rıdvan Bey, arkada arkadaşı girdiler. Kapı açılıp da hemen hemen tüm masaları dolu, oldukça lüks lokantanın içine adım attıklarında, Rıdvan Bey daha da şaşırdı. Dördünün giysisi
122
aynı, birisininki değişik beş garson; disiplinli, hazrol vaziyetinde, artı-eksi en fazla yarım santim hatayla hizaya girmişlerdi. Giysisi farklı garson, duran otomobillerden sorumlu kahyanın kullandığı iki sözcüğün, yalnızca birini değiştirerek, ama öz, biçim ve içerik olarak aynı anlama gelen; "Hoş geldiniz beyfendi!" sözcüklerinin ortasına gene arkadaşının adını yerleştirmişti. Giysisi renk ve model açısından değişik olan, şef konumuna yükselmiş garsondu ve onun kullanıp bitirdiği kısa tümce, diğer aynı giysili dört garson tarafından, bir kez daha, fakat koro halinde yinelendi.
Bu tarza alışık olmayan ve ömrünün süregelen hiçbir döneminde böyle karşılanmayan, hiçbir yerde askerî, yarı askerî ya da sivil denetimde bulunmayan Rıdvan Beyin a- yakları, bu denetlemeye uyum sağlayamayıp, adım atarken birbirine dolaştı. Vücudu, adımlarıyla uyum sağlamak için, son direnme hakkını da kullanıp, tam teslimiyet içine girmişken, koluna yapışan arkadaşının eli durumu düzeltti, yere düşmesini engelledi.
En önde Rıdvan Bey, ardında arkadaşı, hemen ard- larında da ünvan ve kıdem sırasına göre garsonlar olmak üzere konvoy halinde, cam kenarında, diğerlerinden farklılığı ilk bakışta göze çarpan masaya doğru ilerlediler. Rıdvan Bey, yön hatası yapmamak için, dönüp dönüp ardına bakıyor, arkadaşını yakın takibe almış şefin havada duran elinden, istikametinin doğru olduğunu du- yumsuyordu. Şefin eli, yürüyüşe başladıklarından beri hep aynı kararlılıkla, o farklı masayı gösteriyordu.
O anda Rıdvan Beyin tek nihai düşüncesi vardı: Bir an önce, neresi olursa olsun bir yere oturmak ve arkadaşı ha
123
riç, diğer insanların yanlarından uzaklaşması... Sonunda kılavuzunun şaşmaz yol göstericiliğinde, öncü görevini başarıp, masaya ulaşmış ve grubu da ulaştırmıştı.
Şef garson kanalıyla ilk siparişler verilmiş, garsonların her biri emirleri uygulamak üzere ilgili bölümlere dağılmışlardı.
Diğer masalardan bazı gözlerin arkadaşıyla kendisini, fark ettirmemeye çalışarak gözlem altına aldığını fark etti Rıdvan Bey. Gizli bakışlar nedeniyle, oturuş şekli, kollarının konumu rahatsız etti kendisini. Özellikle, kolları kendisine fazla gelmiş gibi bir karamsarlığa kapıldı. Sonunda, bir çözüm bulamayınca, duyumsatmamaya çalışarak, arkadaşının vücut duruş konumundan kopya çekmeye karar verdi ve uyguladı.
Lokantanın içinde, kendilerini karşılayan garsonların dışında, büyük bir titizlik, sessizlik ve kıvraklıkla dolaşan, bazı daha farklı üniformalı gençlerin de olduğunu, biraz zaman geçip, salondaki görüntüler, gözlerinde yerli yerine o- turmaya başlayınca ayırt etti.
Yavaş yavaş lokantaya uyum sağlamıştı. Acaba bu u- yum öncesi uyumsuzluğunu, devlette çalıştığı yıllardaki eski yardımcısı fark etmiş miydi?
Arkadaşının servet beyanını almıştı otomobilde, ama:"Bu lokanta senin mi?" diye sordu bir şeyler söylemiş
olmak için.Arkadaşı gönlünü oldukça alçaklarda tutmaya çalışır
bir görüntü çizerek, yani alçakgönüllüce:"Hayır," dedi. Fakat niye sorduğunu sormadan ve bu
sorunun oldukça anlamsız olacağını düşündüğünden; "Sağ olsunlar, beni çok severler," dedi.
124
Araba içinde başlayıp, park ettiklerinde bıraktıkları, sohbet ve anılar eşliğinde yediler yemeği. Hiç abartısız, Rıdvan Bey böyle bir yemek yememişti yaşamında. Masasında bu kadar; mevsim içi ve dışı, ithal ve ihraç, et, sebze, meyve türü bir arada sergilenmemişti. Ne arkadaşı, ne kendisi masaya gelenleri ağızlarına götürebilmek bir yana, tümüne dokunabilmiş değillerdi. Kuş sütü eksik kalmasın diye, Ebabil kuşunun tükürük salgısıyla, fincan biçimli yuvalardan yararlanılarak yapılan, Çin Mutfağı'na özgü, kuş yuvası çorbası bile vardı masada. Yemekler, bir yarışma heyecanıyla önlerine konmuş, fakat onlar da aralarından seçtikleri bazılarının tatlarına bakarak aşçılara; "Hımmm güzel", "Hımmm bu da güzel", "Hımmm bu daha da güzel" gibi ifadeler kullanmamışlardı. Çünkü, olayın gelişimi açısından, aşçılar yarışmacı ve kendileri de bu yiyecekleri hazırlayanlara puan verecek jüri değildi. Objektif olarak da, sübjektif olarak da bakılsa, müşteriydiler. Önlerine kurulan sergi kalkıp da, kahvelerini içerlerken gelen hesap bunun kanıtıydı.
Hesap; masaya özenle yerleştirilip kaldırılan yiyeceklerle doğru orantı kurmuştu. Rıdvan Bey, tam olarak rakamı görememişti ve arkadaşının ödemesinin çapını bilemeyecekti. Ama arkadaşının turnikede zorlanan avucu rahatlamıştı. Arkadaşı, tedavüldeki en yüksek paralardan şef garsona beş, diğer dördüne de ikişer adedini bahşiş o- larak verdi.
Lokantayı terk ederlerken, girişte karşılaştıkları uygulama, bazı küçük farklılıklar içererek yinelendi. Şef ve diğer dört garson, bu kez uğurlama eylemini lokanta dışına taşırmışlar, Rıdvan Bey ve arkadaşının göbek hi
125
zalarına kadar eğilirlerken hep bir ağızdan:"Güle güle beyfendi, yine bekleriz beyfendi,"
tümcesine, gene arkadaşının adını da katarak birkaç kez yinelediler.
Mercedes'in anahtarını arkadaşına uzatan kahya da aynı işlemden geçti. Lokanta ve çevresine ilişkin herhangi bir başka sorunları kalmayan Rıdvan Bey ve arkadaşı arabaya binip, kontak anahtarıyla başlayan hareketle yola koyuldular.
Birbirlerine kullanacakları hiçbir sözcük, hiçbir tümce kalmamıştı. Birbirlerine aktarabilecekleri, söylemek istedikleri her şeyi tüketmişlerdi. Sessizce bir süre yol aldıktan sonra:
"Seni Taksim Meydam'nda bıraksam olur mu?" dedi arkadaşı Rıdvan Beye.
"Yolunun üzeriyse tabii olur! Şuralarda bir otobüs durağında da inebilirim!" dedi Rıdvan Bey.
Arkadaşıysa:"Tabii ki yolumun üzeri, o yüzden Taksim Mey-
danı'nda bırakacağım. Özel şoförün müyüm senin şefim!" dedi.
Taksim Meydanı'na kadar hiçbir şey konuşmadılar. Rıdvan Bey, bazen ön camdan, bazen yan camdan çevreyi izliyordu. Arkadaşıysa, trafiğin en çok uyulması gereken kuralını uygulayarak, tüm dikkatini önündeki yola vermişti. Tem'de çok daha süratliyken bile, bu denli dikkatle önündeki yolu izlemiyordu.
Rıdvan Bey içinden; “Alçak herif," diye düşündü. "Keşke o zaman, senin için ortada dolaşan söylentilere boş vermeseydim, söylentilere müdahale edip,
126
başıboşluktan kurtarsaydım," diye düşüncelerini sürdürdü. "Şeytanın bacağını kırsaydım, bakalım kırık bacaklı, sakat bir Şeytan'la ne bok yiyebilirdin, ne kadar birlikteliğini sürdürebilirdin? Ben ettim, sen etme şefim, Şeytan'a uydum demeyecek miydin dürzü? Bana hava atmak, beni ezmek için, en az üç saatini ve aldığım emekli harçlığının üç aylık karşılığını gözünü kırpmadan benim için harcadın. Evin nerede, bırakayım bile demedin! Özel şoförüm mü o- lurdun evime bıraksan? Çünkü amacına ulaştın, kendini tatmin ettin!" türünden devam eden düşüncelerle Taksim Meydanı’na vardılar.
Rıdvan Beyin arkadaşı, Rıdvan Beye bırakmaksızın u- zanıp, Rıdvan Beyin ineceği kapıyı iterek açtı. Bu hareket, Rıdvan Beyin daha da sinirlenmesine yol açtı. "Sanki, işini bitirdiği orospuyu indiriyor arabadan it!" diye, araba içinde gerçekleştirdiği son düşüncesini de kullandı. Sinirlendiğini arkadaşına duyumsatmamaya çalışarak, arabadan inerken:
"Teşekkür ederim, görüşelim!" dedi.Sıcaklığı ikisi de yitirmişti. Aynı soğuk davranışla ar
kadaşı da:“Görüşelim!" dedi.Rıdvan Bey Mercedes'i terk etti. Mercedes uzaklaştı,
Rıdvan Bey birbiri peşi sıra duran otobüslere ilerledi.Ne Rıdvan Bey nerede oturduğunu söylemişti, ne de
arkadaşı işyerinin ve evinin adresini vermişti.Eve gidecekti, vazgeçti. Biraz daha dışarda kalayım,
kafam dağılsın, yardımcımla rastlaştıktan sonra yaşadıklarımın arasına başka engeller koyayım, diye düşündü.
127
Yönünü otobüs durağından, Tünel tarafına çevirdi. Yürümeye başladı. Trafik ışıklarının yönlendiriciliğine kendini bıraktı. Araçların kullanmadığı İstiklal Caddesi'ne geçti. Çok seyrek de olsa, bazı araçlar bu caddeyi, her şeyi göze alarak kullanıyordu. Rıdvan Bey, bu kullanımı göz ardı etmeksizin cadde boyu ilerlemeye başladı. Zaman zaman duruyor, vitrinlere bakıyordu. Kentin tüm caddelerinde olduğu gibi, burası da insan kaynıyordu. İşsizlik istatistikleri geldi aklına. Bu istatistiklerin nerede, nasıl ve hangi ölçüler göz önüne alınarak yapıldığını düşündü.
Rıdvan Bey, kalabalıktan uzaklaşmak için, sokak içlerinden birine saptı. Orada da kalabalık vardı, fakat caddeyle kıyaslanamazdı. Caddedeki kalabalık ile, sokak içindeki kalabalığın niteliğini birbirinden ayırt edecek sözcüğü bulabilmek için, kalabalık sözcüğünü hecelemeye başladı. Önce kala ile balık hecelerini ayırdı birbirinden. Balık istifi gibi sözcüğü, caddeyi tanımlamak için önce uygunmuş gibi geldi kendisine. Sonra denizdeki balıkların durumunu düşündü, hiç uygun değildi bu sözcük. Denizler balıktan arındırılmıştı. Bir süre sonra, deniz ve balık sözcüklerinin birbiriyle hiçbir ilişkisi kalmayacaktı. O zaman doğal olarak, "Balık istifi" deyimi anlamını yitirip, yalnızca tarihsel bir sözcük olarak tarihteki yerini alacak ve halk arasındaki kullanımdan çekilecekti. Bu kez, kalabalık içinde bir grubun alık olduğu tespitini yaptı. Kalabalığın içinden alığı çekip çıkarmak, gerçek alıkların alınması sonucuna yol açıp, topyekûnsal bir saldırıymış havasına büründürülürdü. Bunun kitle katliamından farkı yoktu. Kalabalık ile alıkları birbirinden ayırt etmek için, derin araştırmalar yapılmalıydı. Ama bu da olası değildi şöyle
128
bir düşününce. Çünkü bu tanımlama, ayrıntısı büyük ve çok masraflı bir çalışma gerektiriyordu. İstatistiksel çalışmada, yöntemlerden biri olan, soru-yanıt biçiminde düzenlenecek bölüm hedefine ulaşamayacak, hiç kimse kendisini alık olarak göstermeyecekti. Ve bu istatistik de bilimsel olmaktan uzaklaşacaktı. İstatistikçiler böyle bir girişimde oldukça tepki alacaklardı, çünkü hiç kimse kendisini alık olarak görmeyecekti. Tepkilerse, alıklık ölçüsünde artıp, azalacaktı. Had safhadaki alıklar, tavırlarının vehameti ölçüsünde; ağır ceza, sulh ceza mahkemelerini de meşgul edecekti. Bu aşamada, bilimin günümüz koşullarında ulaştığı seviyede, bu yüzde tespit edilemeyeceğine göre de, üstünde durmaya gerek yoktu böyle bir konunun. O da bazı konular gibi boş verilenler bölümüne atılmalıydı. Kalabalıkla, alıklık arasında da net bir ilinti sağlayamayınca vazgeçti Rıdvan Bey sözcük parçalama işinden.
Rıdvan Bey düşüne düşüne ilerlerken, bir kahvehanenin önüne gelmişti. Burada düşünceleri birbirinden koptu. Yalnızca kahvehaneye girmeyi düşündü. Kahvehanenin kapısını açıp içeri girerek, son düşüncesini uygulama alanına koydu. Boş bulduğu bir masaya elini dayayarak, kahvehanelerin en önemli aksesuarlarından olan sandalyeye oturdu. İlk yorgunluk soluklarını verirken, omzuna peştamal atmış garsonun yanı başında bittiğini görünce, çay söyledi.
Bitişiğindeki dört kenarlı masa, dört kenarı da, her birinde birer kişi olmak üzere doluydu. Her biri ökeye tam konsantre olmuşlardı.
Rıdvan Bey, yan masadaki okey oyununu göz ucuyla
Devlete Çarpan Kamyon 129/9
izlemeye başladı önce. İlerleyen zaman içinde, o da tüm dikkatiyle, en yakınında bulunan gencin ıstakasındaki taşların birbiriyle uyumunu ya da uyumsuzluğunu çözmek istercesine oyuna kapıldı. Olasılık hesapları yapmaya başladı. Gencin ıstakasındaki taşlar -okey taşı diye nitelenen şey, sert plastikten yapılmıştı, ama her nedense adına taş deniyordu- her an açılabilecek duruma gelmişti. Hatta joker gelirse, çift bile atabilirdi.
Sıra dönüp, hem de dolaşarak, yeniden gence geldi. Genç, artistik -bu hareket şekli, bu sözcükle tanımlanabiliyor- bir biçimde kolunu uzatıp taş çekti. Bakmadan, ters biçimde vurarak, ıstakasına oturttu. Ve yeni bir artistik hareketle elini uzatıp, rakam kendisine bakacak şekilde ters çevirdi. Taş jokerdi. Birkaç taşın yerini değiştirerek ve jokeri, ortada çekilmeyi bekleyen düzenli taşların üstüne vurarak, ıstakasını diğer oyunculara çevirdi. Çift atmıştı.
Rıdvan Bey, sandalyesini oyuncuların masasına, kendisi de üstünde olmak üzere kaydırdı. En yakınındaki çift atan genci hedef alarak: "Daha yakından izleyip, izleyemeyeceğini?" sordu.
Genç:"Ne demek izlemek! Gel yanıma hayatını yaşa! Birlikte
idare edelim durumu! Babama bak be!" gibi, pek de ne anlama geldiği, ilk duyulduğunda kavranamayacak, fakat el- kol hareketleri ve tavırlarıyla olumlu karşıladığını ifade etti. En azından Rıdvan Bey, isteğinin uygun karşılandığı sonucuna ulaştı.
Genç, çay ocağına doğru:"Yap bir çay babama, benden!" diye bağırınca Rıdvan
13C
Bey, okeycilerin masasına yaklaşmasının hiçbir sakıncası olmadığına emin oldu.
Oyun; oyuncuların bağırış, çağırış ve küfürleriyle, hemen hemen, kahvehanede oynanan okey oyunları gibi normal seyrini izliyordu.
Rıdvan Beyin kahvehaneye girip, ökeyi sessiz ve hiçbir şeye karışmaksızın izlemeye başlamasının üzerinden bir saat geçmişti ki, oyunculardan birinin, taşlarla döşenmiş ıstakasını yeşil çuha masaya savurarak atıp, karşı tarafındakine:
"Taş çalıyorsun ulan!" demesiyle, masa, etrafını saran oyuncularla birlikte birbirine girdi. Samimi arkadaş görünümündeki oyuncular, birbirlerine saldırıya geçtiklerinde, küfürleri onlara eşlik ediyor, kavgalarına fon oluşturuyordu.
Masa etkileşim sonucu devrilmiş, sandalyeler de savrularak eşlik durumunu bozmamış, okey taşları ve ıstakalarsa kahvehane içinde geniş bir alana yayılmıştı.
Rıdvan Bey, "Ulan"la temel harcı atılan kavganın ilk anlarında, kahvehanenin uygun bir köşesine kaçarak, kendini güvenceye aldı. Küfürleşen ve birbirine giren dört oyuncu, eylemlerini sürdürmek için, bulundukları alanın darlığını içgüdüsel olarak düşünmüş olacaklardı ki, kahvehanenin dışına sürüklendiler. Kahvehane önünde gelişimini sürdüren kavga, giderek daha uzak mekanlara kadar ulaştı. Daha sonraki üst gelişime göre, kavganın tarafı olan genç insanların, ses ve görüntüleri, kahvehane çevresinde de yitiklere karıştı.
Garson, ocakçı ve bazı müşterilerin, imece küfürleri ve imece çalışması sonucu, kahvehane eski görünümüne
131
kısa bir süre içinde kavuştu.Rıdvan Bey kendini güvenceye aldığı köşede, ortamın
normal seyrine kavuştuğunu saptayınca, en yakınındaki sandalyeye çöktü.
Bir süre geçtikten sonra, garson Rıdvan Beyin yanına gelerek:
"Yirmi iki çay var hesapta amca!" dedi.Rıdvan Bey, garsonun ifadesini yorumlayamamıştı:"Ne yirmi iki çayı?" dedi.Garson:"Oğlunun içtiği ve sen dahil ısmarladığı çaylar!" diye
açıkladı. "Yaptığım hasar tespit çalışmasında ise kayda değer bir şeye rastlayamadığımdan, ek bir talepte bulunmuyorum!" dedi.
"O, benim nereden oğlum oluyormuş?" diye tepki gösterdi Rıdvan Bey.
"Onun anası, on beş dakika uzaklıktaki Zürafa So- kak'ta (Zürafa Sokak: İstanbul Karaköy'de bulunan, devlet denetiminde ve gözetiminde, resmî, meşhur genelev sokağı.) icrayı sanat eyliyor. Belki oradan oğlun oluyordur! Ne bilim ben! Sana babam diye hitap etmedi mi? Yap bir çay babama, demedi mi? Yirmi iki çay için oğlunu inkar mı ediyorsun?" diyerek, Rıdvan Beyin tepkisel sorusunu, sorunsal tümcelerle yanıtladı garson.
Rıdvan Bey, tanımadan, ön araştırma yapmadan girdiği bu yerde, baktı ki başı derde girecek, fazla uzatmadan, henüz her şey kısayken, yirmi iki çayın parasını, gülümseyerek konuşmaları izleyen diğer kahvehane sakinlerinin bakışları altında ödeyip, ayrıldı oradan.
Artık bir an önce eve gitmek ve uzun bir süre de dışarı
132
çıkmamak üzere kurgusu yapılan bir isteğe kapılarak, ulaşımda kullanacağı otobüse binmek amacıyla adımlarını hızlandırdı.
Otobüs durağına geldiğinde, bunca yolu nasıl oldu da bu kadar kısa zamanda katettiğine şaşırdı. Demek insanın, azmederse elinden gelmeyecek şey yoktu.
Fazla uzun olmayan bir süre geçtikten sonra, onu dış tehlikelerden koruyan evine kavuşturacak otobüs geldi. İnsanların, bir sonraki mesaiye güç toplayıp, yeniden çalışmaları için, evlerine gitmeleri gereken, o günkü işlerini tamamladıkları saatti.
Otobüs durağındaki ortamı, kalabalık sözcüğüyle açıklamak olası değildi. Arapça mahşerî sözcüğünü destek alarak, yine Arapça sözcük, kalabalığın yanına eklemek gerekiyordu. Bu durum ancak mahşerî kalabalık o- larak tanımlanabilirdi. Zaten Türkçe, esas olarak, çeşitli ülke dillerinden oluşan bir koalisyonun etkisi altındaydı. Batı ile Doğu arasında bir köprü olan Türkiye, köprüden geçenlerin kullandığı sözcüklerden etkilenerek dilini zenginleşti rmişti.
Mahşerî kalabalıktan kopan, daha küçük çaplı bir mahşerî kalabalık, kapısı açılmamış ve duraktaki yerini henüz tam olarak almamış, tekerlekleri hafif hafif dönüşünü sürdüren otobüse saldırıya geçti. Otobüsün kapısı açıldığındaysa, hiç kimsenin tahminde yanılmayacağı şey gerçekleşti.
Dışarıda sakince durumu gözlemleyen biri; otobüsün sabit olan iç hacmiyle, doluşma eylemini gerçekleştirenlerin uyumunu ise, matematiksel olarak kolay kolay hesap edemezdi.
133
Mahşerî kalabalıktan kopan, daha küçük mahşerî kalabalığı yüklenen otobüs, ağır ağır duraktan ayrılırken, henüz ön kapısı kapanmamıştı. Elbirliği, dayanışma ve dayanma ile, sonraki durağa ulaşmasına az bir süre kala, ancak kapısı kapandı. Otobüs o durakta durmadı. Durakta; yolcu olduğu sanılan birtakım insanların, otobüs şoförüne el ve kollarıyla yaptıkları -bazıları ayıp olarak da nitelendirilebilecek ya da yorumlanabilecek- işaretler ise o- tobüs içi yolcular tarafından gülüşmelerle karşılandı. Şoför; yöneticilerine, amirlerine, suyu akmayan, elektriği sık sık kesilen evine, açık kanalizasyonlu mahallesine, çamurlu bozuk yollara alıştığı gibi, bu türden şeylere de alışmıştı. O da güldü ve durağı geçti.
Rıdvan Bey ilk girişimciler arasında yer alamadığından ayakta kalmış, yanında duran hanımın el çantasının demir akşamı bacağına dayanmıştı. Hanıma, çantasını çekmesini söyleyecek olduysa da vazgeçti. Çünkü çanta, mantıken en doğru yerde bulunuyordu ve hanımın bu konumunu bozması ise olası değildi. Rıdvan Bey, ilk yolcuların o- tobüsü terk etmesiyle, göreceli bir rahatlık sağlanıncaya kadar, bu duruma katlanmak gerektiğini saptadı.
Otobüs, her zaman olduğu gibi, normal trafik içindeki, normal seyrini izliyordu. Kırmızı ışıkta duruyor, diğer araçların geçişine izin veriyor, kırmızı ışık, yeşil ışığa dönüşünce, yoluna, önündeki araçların hızları oranında devam ediyordu. Her nedense, otobüsün önündeki araçlar çok tembel ilerliyorlardı. Çünkü, onların önünde yol alan araçlar da tembeldiler. Ve tabii onların önündekiler de... Bazen yaya kaldırımında yürüyerek ilerleyen insanlar, içinde yer aldıkları otobüsten daha fazla sürat yapıyordu.
134
Şehir içinde yayalara uygulanmayan hız sınırı, özellikle iş dönüşü ve işe gidiş saatlerinde araçlara uygulanıyordu. İçinde insan olmasa ve zaman zaman da araçlar yer değiştirmeseler, bu şehir içi yollar, sonsuz bir otopark sanılabilirdi.
Otobüsün bunca ağır yol almasına karşın, ilerleyen zaman içinde, yavaş yavaş da olsa ilerleyen otobüsle, epey bir mesafeyi geride bırakmışlardı. Fakat yanındaki hanım, kıpırdanmaya başlamış ve her hareketinde de elindeki çantanın metal kısmı Rıdvan Beyin bacağına daha şiddetli batıyordu. Artık hanımı, çanta konusunda uyarmasının sırası geldiğini düşündü. Bu sırayı çok beklemişti, artık hak sahibi konumuna ulaşmıştı. Ama düşüncesini uygulama aşamasına gelince, uygulamaktan vazgeçme gereğini duydu. Kadının hareketlenmesinin nedeni, kadın değildi. Onu hareketli kılan, kadının tam arkasında yer a- lan, yüzünde iki haftalık bir sakal taşıyan orta yaşlı, pis suratlı adamdı. Adam oldukça dalgın, camdan dışarıyı izler bir görünümdeydi. Rıdvan Bey, yanındaki kadınla, onun ardındaki adamın durumlarını ayırt edince, rahatsız olduğunu pis surata duyumsatmasının en doğru davranış o- lacağı tespitini yaptı.
Gözleriyle, adamın gözlerini yakalamaya çalıştı. Fakat başarılı olması olanak dışı gibi görünüyordu. Bu yeni durumu olanaklar içine alıp değerlendirmek için, koyacağı eylem biçimini planlamaya başladı. Pis suratın göz-eri o- tobüsü terk etmiş, dışarıda cadde boyu uzanan vitrinlere takılmıştı. Ama gene de Rıdvan Beyin bakışları, adamın bakışlarını yakalayamasa da, etkisini gösterdi. Pis surat, her ne kadar tüm dikkatiyle dışarıyı izlese de, kadının ar
135
kasındaki hareketleri kesildi. Kadının hareketliliği de buna bağlı olarak durdu. Ama kadın, gene de kendisini güvenceye almak ister gibiydi. Konumunu değiştirmek istiyor, fakat otobüs içi yoğunluk buna izin vermiyordu.
Rıdvan Bey her şeyi göze alarak, adamı omzundan dürttü ve yönünü değiştirmesini söyledi. Adamsa, Rıdvan Beyin uyarısını sesli yapmasından dolayı, yanıtının sesli olması gerektiği sonucuna varmıştı. Tam olarak nece olduğu belli olmayan, fakat hece ve ses karekterinin yabancı gelmemesi nedeniyle, yanıtın Türkçe kullanıldığı sonucu çıkarılabilirdi.
Mealen şöyle diyordu adam:"Rahatsız mı ettim, nerem dokunuyor sana? Şurada
durmuş, ineceğimiz yeri kaçırmamaya çalışıyoruz! Nereden geldik bu kahrolası şehre!"
Biraz daha diklense, adamın, konuşlandığı yerden saldırıya geçebileceğini, tatsızlık çıkarabileceğini düşündü Rıdvan Bey. Evine tatlı tatlı ulaşmak istiyordu. Ayrıca, yanındaki kadın, cereyan eden bu yeni durum karşısında herhangi bir girişimde bulunmamıştı. Adamla arasındaki diyaloğu geliştirmek için yeni bir söz atmadı Rıdvan Bey. Pis surat da zaten diyalog geliştirmek için hiç hevesli görünmüyordu. Aralarındaki bağlantı bütünüyle koptu böylece.
Otobüs şoförü, saptanan günlük sefer sayısının birini daha tamamlamak için, maaş karşılığı verilen görevini yapıyor, yolcusunu hedefine ulaştırmak üzere kendisine zimmetlenmiş aracı sürüyordu. Kendisinin ve ailesinin iaşesini karşılamak için sabrını zorluyor, gönlünün aldırmamasını, yolların gide gide biteceğini düşünüyordu.
136
Otobüs şoförü, gide gide yolları bitirmiyor, adeta her gün gide gele ipek böceği gibi dokuyordu. Otobüs şoförü için bu yollar, aldırmayan gönlü eşliğinde ister gide gide bitsin, isterse gide gele ipek böceği gibi dokunsun; Rıdvan Bey içinse durum tamamen farklıydı. Bu sefer sayılı o- tobüs hedefine ulaşıp, seferini tamamlandığında, Rıdvan Bey için her şey bitmiş, kaloriferin ısıttığı sıcak aile yuvasına ulaşmış olacaktı. Ama hiç öyleye benzemiyordu gerçekte durum. Bugün evine varamayacaktı galiba. Günün gelişen olayları ve somut gerçekler, tüm çıplaklığıyla bunun mümkün olamayacağını duyumsatıyordu Rıdvan Beye. Yanındaki kadın ve onun ardındaki adam, gene birlikte sallanmaya, ileri gidip, geri gelmeye başlamışlardı. Rıdvan Bey, içgüdüsel bir davranışla, kendi bacağına sürtünen çantayı pis suratlının bacağına doğru itti. Tam da ne olduysa, burada ve bu anda oldu. O kalabalıkta, hareketsizliğin kader olduğu, kıpırdanılamaz tespitlerinin yapıldığı ortamda, kadının çantası havaya kalkmış, bir anda sakallının kafasında patlamıştı.
Durgun, sessiz, boynu bükük dev uyanmıştı. Kadın, kendi hesabını kendi görüyordu. Bin yıllar boyu, yazılı tarihin başlangıcından bu yana; ardından, önünden itilen, tarihe yenilmiş güç olarak geçen anaerkillik, babaerkilliğin kafasını ezme girişimini başlatıyordu. Artık ne analık, ne babalık erk hegemonyasının sökmeyeceği bir dönemin gelmiş olduğunun bir simgesiydi adeta bu kafada patlayan çanta. Ard arda değil, her iki cinsin de yan yana durduğu, cinsler arası erk mücadelesinin olmayacağı bir dünyanın ilk müjdecisiydi sanki bu çanta.
137
Fakat binlerce yılın deneyimini, bilgisizce dahi olsa, içgüdüsel olarak kullanan babaerkillik, bu savaşımda bazen kendi cinsinden insanları da ezerek yoluna devam etmek istiyordu. Bu savaşımda, her türlü üç kağıt mübah sayılıyordu. Pis surat da öyle yaptı.
"Hırsız var! Bırak ulan çantayı!" diye bağırmaya başladı. Bir yandan da Rıdvan Beyin boynuna uzattı ellerini.
Kadınsa bir yandan:"Hayvan herif, ırz düşmanı!" diye bağırıyordu. Bir anda
Rıdvan Beyin ve olay muhataplarının bulunduğu bölüm karışmış, az da olsa, sağa sola kaçışmalar nedeniyle bu kısım, biraz ferahlamıştı. Kadının, pis suratlının ve Rıdvan Beyin bağrışmalarına, başka sesler de katılmış, karmaşık bir ortam oluşmuştu. Rıdvan Bey ve sakallı, birbirlerine kalabalıktan ötürü vuramıyorlar, ancak vücutlarını iki samimi dostmuşçasına kucaklayabiliyorlardı. Ortam ne yumruklaşmaya, ne de güreşmeye uygun değildi. Öylece birbirlerine sarılmışlar, yalnızca bağrışıyorlardı.
Bu bağırtılara karışan bazı başka sesler şoför ma- haline farklı biçimde, değişerek yansıyordu:
“Otobüste hırsız var! Çek karakola!"Otobüs içi hırsızlığa karşı duyarlılık gösteren ve
böylesi durumlara tepki duyan otobüs şoförlerinin tavırları, bazen önerileri dikkate alma doğrultusunda oluyordu. Bu otobüs şoförü de tercihini, karakol yönüne aracını çevirmekte kullandı. Rastlantısal olarak çok yakında olan karakol, önünde nöbet beklemekte olan polis kanalıyla o- tobüsü karşıladı.
Karakola ulaşma süreci içinde, otobüs içi karmaşa da
138
ha da gelişmiş, kimin ne dediği anlaşılmaz olmuştu. Bu karmaşıklığı çözecek olan, Büyük İskender konumu ve rolündeki polisti.
Karakol kapısı önündeki görevli, taş binanın bir parçasıymışçasına, tüfeğinin namlusu ileri dönük olarak duruyordu.
Kendisine ait özel kapıdan inme hakkına sahip olan şoför, bu avantajını kullanarak dışarıya adımını attı. Fakat yolcuların inmesini sağlayacak kapıları açmadı. Bu davranışı da kurallara uygun ve doğaldı. Çünkü kalabalık a- rasından hırsız, kaçıp kayıplara karışabilir, otobüsün karakol önüne çekilmesinin hiçbir manası ve anlamı kalmazdı.
Karakol içinden, kapı önüne çıkan birkaç polis, durumu özet olarak şoförden aldılar ve yeniden otobüse dönmesini, yolcu kapılarını açmasını istediler. Amaçları herhangi bir telefata yol açmadan, normal yollardan suçluya ulaşmaktı.
Açılan kapılardan, söylene söylene inen yolcular, indikleri yerden olayın geliştiği bölümü gözlem altına aldılar.
Sıra artık Rıdvan Bey, pis surat ve kadına gelmişti. Onlar da indiler. Tüm dikkatler onların üzerinde toplanmışken, polislerden biri; hep birlikte topluca konuşan, ama aslında bağrışarak, anlam kaymasına uğramış sesler çıkartan kitleye, hırsızın hangisi olduğunu sordu. Birkaç parmak, olayın gerçek kahramanlarına şans tanımadan, bir anda Rıdvan Beyi gösterdi.
Rıdvan Beyin, kendisini savunacak tümcesinin ilk sözcüğü henüz ağzından çıkmadan:
"Geç lan sen şuraya!" diyen polisin, tam olarak
139
gerçekleştiremediği, hatta gerçekleştirmek istemediği tümcesi ve suratının ortasına patlattığı destekli yumrukla oluşan, gözlerinin önünde ışıl ışıl yanan yıldızımsı görünümdeki soyut parlaklıkla, gösterilen yere, istemi dışında, biraz da sarsılarak ulaştı Rıdvan Bey.
Işık hızıyla yarış yaparcasına gerçekleşen otobüs dışı, karakol önü gelişmelere, bu kez kadın, aynı süratli davranışla, Rıdvan Beyin daha fazla hırpalanmasını engellemek için:
"Hayır, hırsız değil, ırz düşmanı!" diye bağırarak konuşmaya başladı.
Polis, tümcenin devamını beklemeden, Rıdvan Beye yeni bir girişime başlama aşamasındayken, kadınının kollarına yapışan hareketiyle duruldu. Hiç beklemediği bir engelle karşılaştığını gören polis, eylemini kesintiye uğratarak, tümcenin devamını dinlemeye karar verdi.
Kadın:"Hayır, bu hırsız değil. Hem de ırz düşmanı da değil.
Hırsız olmayan, ama ırz düşmanı olan bu!" diye pis suratlıyı gösterdi.
Kesintiye uğrayan engelin ortadan kalktığını, bir yenisiyle de karşılaşmayacağından emin olan polis, bu kez gösterilen gerçek hedefe yöneldi. Hemen hemen aynı tona eşdeğer bir darbeyle, sakallıyı da Rıdvan beyin yanına kadar ulaştırdı.
Her zamanki monoton iş dönüşlerinin dışında, ortaya çıkan bu değişimle, yaşamları bir ölçüde renklenen otobüs yolcuları, tüm dikkatleriyle gelişmeleri izliyorlardı.
Polislerden birinin:"Olayın muhataplarıyla birlikte iki şahit kalsın, geri ka
140
lan yolcu gitsin!" komutuyla, başta şoför, ardında yolcular; önce konvoy, sonra da yenilgiye uğramış; silah icat olup, mertlik bozulmadan önceki eski zaman orduları gibi, dağınık bir biçim ve şekil alarak otobüse yöneldiler. Ortada şahit kalmayacağını anlayan polis, dağınıklaşmış o- tobüs kitlesine hamle yaparak iki şahit talebini yineledi. Ve hatta birkaç kişiye bireysel hamle girişiminde bulunduysa da, kalıp olarak kullanılan yanıtla yüz yüze geldi:
"Ben bir şey görmedim, duymadım, bilmiyorum!"Olayın ilk sıcaklığıyla Rıdvan Beyi gösteren par
makların sahiplerini aramaya başladı polis. Ama başaramadı. Sıcağı sıcağına yönelen parmakları, sıcaklığın soğuklukla yer değiştirmesi üzerine bulamadı. Rıdvan beyin darbe almasına yol açan parmaklarsa, ait oldukları vücutlarla birlikte, kitlenin arasına karışmış, kaybolmuşlardı. Belki de otobüs karakol önüne gelirken ayakta olan bu parmak sahipleri, geri kalan yolculuklarını oturarak yapacaklardı.
Otobüs, tüm eski yolcusunu alarak karakol önünden uzaklaştı. Rıdvan Bey, pis surat, kadın ve karakoldan çıkan polisler, hep birlikte içeri girdiler. Karakolun dışı, gene kanıksanan, alışılmış görünümüne büründü.
Kadının müdahalesiyle Rıdvan Beyin suç işlemediği somutlaşmış, fakat şahit olarak alıkonmuştu bu kez.
Kadın bir sandalyenin ucuna ilişmiş, Rıdvan Bey ve sakallı ayakta dikiliyorlardı. Pis surat, ayaktaki görüntüsüne masum ve mazlum bir maske takmıştı. Ellerini göbeğinde bağlamış, her iki ayakkabısını birbirine yapıştırmış, başını ise sağ omzuna doğru yatırmıştı. Topuklarını birleştirmiş, fakat ayak uçlarında, askeriyenin
141
tanımladığı nizami açıklığı bırakmamıştı. Duruş stili, tüm denge avantajlarını yok ederek, ortadan kaldırıyordu. Herhangi bir dış müdahalede, müdahalenin çok zayıf olarak gerçekleşmesi durumunda bile, yere boylu boyunca u- zanırdı. Bu uzanımı, böylesi durumlara çok şahitlik yapmış, ama dile gelemediğinden şahitliğini gerçekleştiremeyen ve gerçekleştiremeyecek olan karakolun zemini çok rahat kabullenirdi. Pis suratın, başının sağ omzuna tam olarak yatmasını ise, başıyla gövdesi arasında köprü görevi yapan boynu engelliyordu.
Bu kez başka bir polis, görevinin en önemli işlevini yerine getirdi. Sorusunu sordu. Sonucunda, sorgulamanın gerekli olup olmayacağını saptayacaktı. Çünkü soru ile sorgulama arasında, sözcük benzerliğinde de olduğu gibi bir ilinti vardı. Soru ilk inceleme, sorgulama da ayrıntılı inceleme olarak değerlendirilebilirdi. Sorgulama uzun ince bir yoldu ki, hem polis, hem de sorgulaması yapılan insan açısından epey zahmetli, eziyetli, zaman alıcı ve ince ayrıntılar içeriyordu. Kısaca iki tarafı da yıpratıyordu. Bu yüzden sorulara; düşünülüp, taşınılıp, bir kerede, kopya çekmeden, doğru yanıtlar verilmeliydi.
Kadın, otobüs içinde başından geçenleri -daha doğrusu, arkasında geçenleri- tüm ayrıntısıyla anlatmış, yaşamının geçmişine yönelik bazı başka gerçeklerine yönelmişti.
Polis:"Siz de şöyle geçip oturun beyfendi!" dedi Rıdvan Be
ye."Yorgun değilim, böyle iyi." dedi Rıdvan Bey."Geç, geç, otur!" dedi yeniden polis. Rıdvan Bey ge-
142
üşmelere, yeni gelişmeler eklenme olasılığının ortaya çıkmaması için denileni yaptı. Orada duran sandalyelerden birinin ucuna ilişti. Ayakta, suçlu olduğu savlanan ve ilk hazırlık sorusunda da suçunun sabitliği açıklık kazanan pis surat kalmıştı yalnızca.
Tacize uğrayan kadın, geçmiş yaşamına ilişkin benzer bir olayı anlatmaya başladı:
"Böyle bir olay gene otobüste başımdan geçti memur bey." dedi. “O olay mahkemeye yansıdı. Hem şahitler de vardı ve duruşmaya bile geldiler. Ama mahkeme salonundan çıkıp, koridorda yürümeye başlamıştık ki, kocamın taciziyle karşılaştım."
Polis, kadının anlatımının arasına büyük bir şaşkınlık ifadesiyle girdi.
"Nasıl yani, kocan adliye koridorunda mı sana şey yapmaya kalkıştı? O; devletin, komşularının, ailenin kabullendiği, nikahlı resmî kocan değil mi? Hevesini niye eve saklamadı da, orada şey yapmaya yeltendi? Sapık mı senin kocan?" dedi.
"Sapıktır bir parça memur bey. Beni herkesin içinde tekme tokat dövmeye başladı. Hevesini eve bile sak- layamadı. 'Namusumu herkesin içinde ayaklar altına aldın orospu,' diyerek dövüyordu beni. 'Bir daha, namusumu herkesin içinde ayaklar altına alırsan öldürürüm seni!' diye de, önceki tümcesini güçlendiren bir tümce ekledi. 'Bu davayı geri alacaksın. Ben namusumu, böyle herkesin içinde çiğnetmem. Nasıl sen böyle, her şeyi açık açık, herkesin içinde anlatırsın?' diyor ve Allah yarattı demiyordu. Ad- liyedeki görevli polisler zor aldılar elinden memur bey. Her tarafımdaki çürüklerle, günlerce öyle gittim işe!"
143
Polis gene girdi araya:"Kocanın bu yaptığına taciz denmez. Sapıklık da değil
bu! Seni bir temiz dövmüş. Dövüldüğüne üzüldüm, ama senin kocan bu. Kocanın vurduğu yerde gül biter. Ama sen sulamadığın için gülü soldurmuşsun. Olayın üstünden zaman da geçmiş ayrıca. Şikayetçi misin kocandan? Orada şikayetçi olacaktın, hemen rapor da alacaktın! Hem konumuzla ne ilgisi var anlattıklarının?" dedi.
Kadın:"Kocamdan şikayetçi değilim memur bey. Yuvarlanıp
gidiyoruz birlikte. Daha doğrusu, o beni yuvarlıyor, ama i- dare ediyoruz. Ama bu kez öldürür beni. Çok sinirlidir. En ufak şeyde; ne eti senin, kemiği benim der, ne de kemiği senin eti benim diye savlar. Hem etim, hem de kemiğim o- nundur, bu yüzden ikisini de bırakmaz. Eve gitmeliyim, o kahvehaneden dönmeden yemeğini hazırlamalıyım. Bu ırz düşmanından şikayetçi olsam, mahkemeye gitsem, affetmez beni bu sefer kocam. Namusunu ikinci kez ayaklar altına aldım diye öldürür beni!"
Kadının anlatısını polis ve Rıdvan Beyle birlikte tüm dikkatiyle dinleyen pis surat, şikayetçi olunmamanın da verdiği rahatlıkla:
"Valla billa, ben bacıma bir şey yapmadım zaten memur bey!" dedi.
"Sus lan sen eşşoğlu eşşek," diyen memur, otomatik bir hareketle, peşi peşine iki tokat salladı sakallıya. Tokatlardan yalnızca biriyle sakallının suratı temas kurmuştu. İkinci tokat, ilk tokatın etkileşimiyle yere yıkılan pis surata rastlamamış, boşluğu dövmüştü.
Attığı tokatın etkisiyle avucunun içi acıyan polis, diğer
144
pasif kalan eliyle, aktif elini ovalarken:"Madem şikayetçi değilsiniz, gidebilirsiniz hanfendi."
dedi.Rıdvan Beye dönüp:"Siz de beyfendi, siz de gidebilirsiniz." dedi.Gerçekleşen bu yeni durum karşısında yasal olarak,
bir tümce daha kurmasının bilincinde olan polis, üçüncü tümcesini de pis surat için kullandı:
"Hadi bakalım, sen de siktir git, bir daha buraya düşme!" dedi.
Rastlantıların bir araya getirdiği, bu koca kentte bir daha bir araya gelmelerinin olası olmadığı bu üç kişinin, karakolun kapısına çıktıktan sonra, attıkları her adımla, birliktelikleri biraz daha bozuluyordu. Bu birlikteliği ilk bozan pis surattı. İlk adımlarını izleyen, ikinci, üçüncü ve gittikçe hızlanan daha sonraki adımları, Rıdvan Beyle kadının adımlarının tam tersi yönde ilerleyerek ilk sokaktan içeri girdi, tamamen gözden yitip gitti.
Az ışıklı, karanlık sokaklar ilk olarak pis suratı yuttu.Rıdvan Bey, durağa geldiğinde kalabalığın içine gir
meyerek, epey uzağa çekildi, otobüsünü beklemeye başladı. Kalabalığın, iş dönüşündeki yoğunlukla ilgisi kalmamış, trafik de oldukça açılmıştı. Gün epey ilerlemişti.
Kendisi için uygun otobüsün geldiğini gördü. Fazla kalabalık değildi, ama gene de ayakta yolculuk yapması gerekiyordu. Rıdvan Bey bir girişimde bulunmadı otobüse binmek için. Beklemeye karar verdi. Gerekirse bundan sonraki otobüse de binmeyecekti.
Karısı meraklanacaktı. Çalıştığı yıllarda bile böylesi geç kalışları azdı. Bir günde ne çok şey geçmişti
Devlete Çarpan Kamyon 145/10
başından. Eve bir varsın, kolay kolay terk etmeyecekti artık bu kalesini. Ya da kale çevresinde dolaşacak, kolay kolay aşmayacak, daha ötelere taşmayacaktı. Ekmek almak için bile, en az bir hafta evden çıkmayacaktı. Evinin, yuvasının sıcaklığı gözlerinde tütmeye başladı.
Gözlerinin önünde tüten duman, görüşünü engelleyecek denli yoğunlaşmaya başladı. Bu durumdan ciğerleri de etkilenmiş, öksürük tutmuştu.
Daldığı düşüncelerinden, önünde klakson çalıp duran otomobil uzaklaştırdı onu. Yoğun duman da eksozu bozuk olan otomobilden geliyordu. Karbon monoksite boğmuştu onu otomobil.
"Buyur komşu, evine mi gidiyorsun? Seni bırakayım." dedi otomobilin içinden bir ses.
Eğilip baktığında, iki apartman ötelerinde oturan Aydın Beyi gördü. Görüntü ona ait olduğuna göre, doğal olarak bu ses de onundu.
Uzanıp kapıyı açtı, oturdu."Epey klakson çaldım komşu!" dedi Aydın Bey. "Ne
relere gitmiştin öyle? Dalıp gitmişsin. Feneri nerede söndürdün? Bize de anlat, gidip biz de söndürelim fenerimizi!"
"Yok Aydın Bey, fener mener söndürmedim. Fener mi kalır bizim gibi insanlarda! Ufacık bir mum ışığımız var, onu da karartmak için türlü düzenler kuruyorlar. İşim vardı, yoksa ne işim var dışarıda benim?!" dedi Rıdvan Bey.
İki komşu, derinlere inmeyen bir söyleşiyle yollarını tüketmeye başladılar. Rıdvan Bey, komşusuna başından geçenlerden hiç söz etmedi. Emniyet kemerini kontrol etti. Tamamdı, tam olarak yerleştirmişti vücuduna. Kanun ve
146
nizamlara tam uygundu. Göz ucuyla komşusu Aydın Be- yinkine baktı. O da takmıştı emniyet kemerini. Aydın Bey normaI bir hızla gidiyordu. Bu konuda da sorun yoktu. Gerçi Aydın Bey, istese de sürat yapamazdı bu otomobille. Herhangi bir trafik çevirmesinde, ancak arabanın modeli ve yaşı tez olarak kullanılabilirdi. Şu anda görev yapan trafik polislerinin en az yarısının doğumundan önce üretilmişti otomobil. Artık kaderine kalmıştı. Kaderine, aynı günde ikinci trafik çevirmesi yazılmışsa, bu da olurdu. Kaderin önüne geçemezdi.
Kaderin önüne geçemezdi, ama o da hep kaderin arkasında kalıp nal topluyordu. Başkalarının kaderi çoktan motorize olmuş, onlara mal toplatıyordu. Rıdvan Beyinse ömrü boyunca hep böyle olmuştu. Hep kaderin arkasında kalmıştı. Tam yerini tespit edebilse, güçlü bir tekme indirecekti önündeki kadere. Kaderi, bugün de onu, bu e- mekli haliyle arkasına takmış, nallarını toplatmıştı.
Komşusu Aydın Beyin:"Geldik işte, evlerimiz göründü!" tümcesiyle mut-
lulandı. Gerçekten evleri gözüküyordu. Orda evi vardı, görse de, görmese de, o ev onun eviydi.
“Çok teşekkür ederim komşu, hiç ileri gitme, dur senin evinin önünde. Elli-altmış metre yürürüm ben." dedi Rıdvan Bey.
Komşu Aydın Bey itiraz etti:"Olur mu komşum?! Seni elli-altmış metre yürütür
müyüm?! Bırakır, geri dönerim ben." diyerek, tam Rıdvan Beyin kapı girişinde durdurdu otomobilini.
Rıdvan Bey kapıyı açıp inmeden:"Gerçekten çok teşekkür ederim, mahcup ettin beni,
147
nasıl öderim senin bu borcunu?! Bize gel de bir kahve içelim. Acı Kahve... Bunca yıllık hatrımız var, üstüne bir kırk yıl daha eklensin." dedi.
"Gelmeyeyim komşum, bir-iki tur daha atayım. Malum, ar dünyası değil, kâr dünyası bu!" dedi komşu Aydın Bey.
Rıdvan Bey uyandı. Uyumuyordu, ama komşusu Aydın Beyin konuşması, ancak bu sözcükle açıklanabileceğinden uyandı. Fakat gene de bir gaf yapmaktan korkuyordu. Gaf yapmak yerine, gereksiz bir laf yaparak, ne kadar dolaşacaksın, diye sormak istedi.
"Ne kadar..." dedi Rıdvan Bey. Dolaşacaksın, sözcüğüyle tümcesini tamamlayacaktı ki, araya girdi komşusu. Rıdvan Beyce gereksiz olduğu tespiti yapılan tümcenin, Aydın Beyce gereken bölümü kullanılmıştı.
"Sen yabancı değilsin komşu, ver bir şeyler!" dedi komşu Aydın Bey.
Rıdvan Bey cebinden çıkardığı parayı komşusuna u- zattı. Aydın Bey paraya şöyle bir baktı göz ucuyla ve cebine koydu. Rıdvan Bey bir süre para üstü beklediyse de, böyle bir davranışı Komşu Aydın Beyin hiçbir zaman göstermeyeceğini kavradıktan sonra, kapıya hamle yaptı. Yarım ağızla da olsa; "İyi geceler," diyerek otomobilden indi. Komşusunun bu davranışını, kendince, ağzının tamamını kullanmayıp, yalnızca yarısıyla "iyi geceler" diyerek protesto etmişti. Kafasında yaptığı hesaba göre, gerçek ticarî bir taksiyle bu yolu gelmiş olsaydı, bu kadar tutmayacağını düşündü. Ama gene de komşusuydu, komşu Aydın Bey!
Apartmanın ortak kullanım alanlarından olan ana giriş kapısı, içeriye girişe uygun durumdaydı. İtince açıldı. Bazı
148
dairelerin kapı otomatiği bozuktu. Ve bu ana kapının anahtarını ise sık sık kaybediyorlardı. Kendi daire kapılarının a- ııahtarlarını niye kaybetmezlerdi de, özellikle bu kapınınkini kaybederlerdi? Kapıcı da sık sık, kapı otomatiğinin düğmesini kullanmamak için, kilidin uygun yerine bir mandal sıkıştırıyordu. Kapıcıyı bu konuda uyarmıştı birçok kez Rıdvan Bey. "Hırsızlık olabilir, güvenliğimiz tehlikeye girer, kapı hep kapalı dursun!" demişti. Kapıcı da bu uyarıları hep aynı yanıtla: "Peki bey!" diye karşılamıştı. Zaten kapıcı hiçbir uyarısına ya da sorusuna olumsuz yanıt vermememişti şimdiye kadar. Ama hiçbirini de verdiği yanıt doğrultusunda uygulamamıştı.
Kapının kilitlenmesini engelleyen mandalı, kapıcının sokuşturduğu yerden aldı. Apartmanın ana giriş kapısı, kendisinden sonra içeri girmek isteyen insana; ancak ya anahtar ya çalışan bir daire otomatiği ya da kapıcı marifetiyle açılacaktı.
Kapıcının kapısını çalıp, uyuşuk bir surattan, "Peki bey," yanıtını almaktan vazgeçti.
Merdivenleri tırmandı, daire kapısına geldiğinde anahtarı çıkarmak üzere elini cebine attı. Henüz anahtarı V-ıkarmış kilide uzatıyordu ki, karısının yüzüyle karşılaştı. Karısı ondan önce kapıyı açmıştı.
"Merak ettim, nerede kaldın Rıdvan?" dedi karısı. Bir yandan da eğilip, terliklerini tam önüne koydu.
"İşlerim uzadı, eski arkadaşlarıma da rastladım, ondan..." diye yanıtladı Rıdvan Bey karısını. Ayakkabılarını çıkartmış, ait olduğu yere yerleştirmişti. Karısının tam önüne yerleştirdiği terliklerini de alıp, yerine koymuş, tek- ıar eğilip oradan almış ve giyinmişti Rıdvan Bey.
149
Karısı, Rıdvan Beyin bu davranışına bir anlam verememiş, veremediği bu anlamı çözümlemeye çalışırken:
"Artık ben dahil, kimsenin önünde eğilme ne olur! Kendi işimi kendim görürüm." dedi.
Salona geçti. Karısı aç olup olmadığını sordu.Boğazına elini götürdü Rıdvan Bey:"Burama kadar doluyum. Yemek yiyecek halim kal
madı!" dedi.Eline, uzaktan kumanda cihazını aldı. Televizyonun
karşısındaki koltuğa geçip uzandı. İlk bastığı kanalda film oynuyordu. Biraz izledikten sonra, kanal değiştirdi. Şarkı söyleyen bir grup genç insan vardı. Onları da değiştirdi. Yeni geçtiği kanalda komedyen vardı. İzledi bir süre, gülümseyemedi bile. Gerçek hayattan kopuktu konuşması. Kendisi söyleyip, kendisi gülüyordu. Hem de kahkahalarla gülüyordu. Bir yandan hem iniyor, hem çıkıyordu sahneye. Komiklik yaptığını zannedip, komik oluyordu. Suratı dışında komik hiçbir yanı yoktu.
Bugün, onun yaşamaması gereken bir gündü. Ama yaşamda kesinti olamazdı. Yaşadı o yüzden. Yaşamından bugünü silip atması ise olanaksızdı.
Başka bir kanala geçti. Haberler vardı. İzlemeye başladı. Zaman zaman görüntüye gelen Türk büyükleri komik sözler söylüyorlardı. Onu bile, bugün başından geçen bunca şeye karşın güldürebiliyorlardı.
Giderek gözkapakları birbiriyle buluştu Rıdvan Beyin. Bir süre, söylenenleri gözleri kapalı dinledi.
Dudaklarında gülümseyen bir çizgiyle uykunun derinliklerine yuvarlandı Rıdvan Bey. Artık söylenenleri de duymuyordu.
150
ULTRASONİK VE ULTRAKONİK ULTRA MEGA-MUGA OTOMOBİL KUPONU
Bu öykü için önemli -hem de çok önemli- bir not!Öykü, Afrika Kıtası'nın adı duyulmamış yeni bir
devletinde geçmiştir. Bu devlet o kadar yeni bir devlettir ki, henüz haritalara bile işlenmemiştir. Hatta bu devletin vatandaşları arasında yamyamlık hâlâ oldukça yaygındır. Ve bu yamyamlar genellikle birbirlerini yemektedirler.
Benim, sizlere bu devletin adını vermememin nedeni muhbirlik konumuna düşer miyim kaygısı değildir!
Bu devletin adını öğrenmek; insanın başını göğe erdirmez, boyunu uzatmaz ya da yaşam standartlarında bir değişikliğe yol açmaz!
Öykü, bana oldukça pahalıya patladı. Yazarını bir ay boyunca Bodrum'da ağırladım. Karşılığında bu öyküyü aldım.
Öyküde, Türk öykü şekline benzer çok yanlar tespit ettim. Sizler de tespit edeceksiniz. Bizlerden parçalar, adeta parça parça sunulmuştu. Hatta bir ara, bazı Türk semtlerine ve Türk ürünlerine öyküde rastladığımda: "Bu Afrikalı, öyküyü Türkiye'de mi yazdı a- caba?" diye bir kuşkuya kapıldım. Sordum. "Yok!" dedi. "Bunlar bizim semtlerimiz, bizim ürünlerimiz ve bu adı taşıyorlar." diye ekledi. Ayrıca: "Siz de bu adları
151
mı kullanıyorsunuz?" diye bir soru sordu. Düşündüm, haklı olabirdi. Yunanlılar da; Hacivat-Karagöz'e, kuru fasulyeye, imam bayıldıya -onlar papaz bayıldı di- yorlarmış-, osuruğa, oturağa, Türk gibi kuvvetli, deyişine -onlar, Yunan gibi kuvvetli, tabirini kullanıyorlarmış- ve bizim diye nitelendirdiğimiz birçok şeyimize, "Bizim" demiyorlar mıydı? Konu üzerine bir araştırmam olmadığından ve olması da olası olmadığından, ifadesini doğru kabul ettim.
Girişte yazdığı nottan anladığım kadarıyla, -s iz de anlayacaksınız- bu öyküyü kendi ülkesinde yayımlamak istemiş ya da yayımlamış.
Bu satırlardan sonraki tüm yazılanlar yazarındır.
"Bu öyküyü okuyup, yorumlamaya kalkışıp, yorulanların dikkatine!
"Öykünün kahramanları hayalidir."Öyküdeki mekanlar hayalidir."Öykünün geçtiği zaman hayalidir."Bu öykü, yukarıdaki sıralamadan anlaşılacağı gi
bi tamamen bir hayal ürünüdür."Sakın ola ki kimse üstüne alınmasın!"Bu öykü, su üstüne yazılıp, hayal dünyasındaki
yerini alacakken, rastlantı sonucu, suların kesik olduğu bir gün, 'acaba bu şekilde bir değerlendirmeye tabi tutsam daha iyi olmaz mı?‘ diyerek, teksir kağıdına tarafımdan kaydedilip sizlere ulaşmıştır. Keyfiyet yalnızca bundan ibarettir."
152
Hollyvvood'un sonsuz parasal olanaklarıyla, patron- baba sahnelerinin çekimi için dizayn edilmiş setler ile ikiz kardeş gibi benzeşiyordu geniş odam. Hava muhalefetiyle herhangi bir sorunu yoktu. Çalışma masam estetik uzmanlığın en somut örneklerindendi. Bir mimar- marangozun elinden çıkmıştı adeta. Marangozun tek eksiği, çerçevelenmiş bir diplomaydı. Ve ben, masamla bir bütünlük oluşturan deri kaplı döner koltuğumda oturmuş, basıma hazır durumdaki "Bir Numara" dergimizin bu sayısında, bir numarayı kaptırmamak için, hangi numaraları kullandığımızı belleğimin süzgecinden geçiriyordum.
Nereden nereye gelmiştik yayımcılıkta... Teknik öyle boyutlara ulaşmıştı ki, düşününce insanın başı dönüyordu. Baş dönmesini engellemek için, düşüncenin önüne mutlaka bir engel koymak gerekiyordu. Az zamanda büyük işler başarmış; kimin elinin, kimin elini tutup öptüğü kaygan bir zeminde, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmıştık. Bilim-kurgu filmlerindeki kahramanlara dönüşmüştük.
153
Her şeye bilgisayar egemen olmuştu. Yazıların dizgisinden, filmlerin çekimine; derqinin montajından, baskısına kadar her şey, bilgisayarın .. ^ ız şartsız hakimiyeti altına girmişti. Tipo tekniği, tarih yazara ........... . j
alanına terk edilmişti. Adres belli olsun diye kullanılan; yarı karanlık, kışları mevsim normallerinden soğuk, yazları ise normların üstünde sıcak, dar ve küçük han odaları çorapçı atölyelerine devredilmişti.
Yayıma hazırlığından, baskısına, oradan dağıtımına kadar, dergicilik emek ürünü olmaktan çıkmış, sermaye işine dönüşmüştü. Bu alan, karmaşık konulu uzun metrajlı dizi filmleri gölgede bırakıyordu. Ve gölgeler, bölgelere göre açıktan koyuya ton farkı içeriyordu. Artık eskisi gibi üç-beş edebiyatçının maaşlarından artırdıkları paralarla dergicilik yürümüyordu. Başarıya ulaşmak ve işi sürdürmek için, Napolyon'un üç temel ilkesinden mutlaka birinin bu alanda hayata geçmesi gerekiyordu. Yüzeysel tarihin magazin bölümünde, Napolyon'un birinci ilkesi para olarak gösteriliyordu. İkinci ilkesi, birinci ilkenin oldukça etkisinde kalmış bir ilkeydi ve bu da birinci ilkenin adını taşıyordu. En önemli iki ilkesini tarihe para olarak yazdırmış birisinden, üçüncü ilkesini bunların dışında bir ilke olarak seçmesi ise doğal olarak beklenemez.
Bu koşullarda, Türkçe'siyle “Bir Numara", İngilizce yazım biçimiyle "Number One" olunmalıydı. Tüm dillerde bu anlama gelen sözcükleri telaffuz etmek gerekiyordu. Telaffuz etmenin yanında, o tümceyi yaşamak ve yaşatmak en temel davranışlardan biri olmalıydı. Başarmak için, derginin ilanlardan artan sayfalarına milliyetçiliği okur gazı olarak iteleyip, tam bir enternasyonalist
154
tavır konmalıydı.Ekmek “Number One"daydı. İnsanların insanlar
karşısındaki eşitliği, Anayasal bir hak olmakla birlikte ki- tabîlikten öteye gitmiyordu. Bu gidişat, pratikte sayısız kez delinip kevgire çevrilmişti. İşlerliği olmadığı yaşam tarafından kanıtlanmıştı. Hiçbir yabancı parmağı olmaksızın, yalnızca ailemiz fertlerinin gayretkeş parmaklarıyla dil ailemize yamanmak istenen sözcüklerle ifade edilirse; two, three, four'a (iki, üç, dört) hayat hakkının tanınmaması, kitlesel kabul gören bir anlayış haline gelmişti. Hayatın para getiren her alanında olduğu gibi, dergicilikte de, derinlere dalıp çıkmak, yaşam tarzı olmuştu. Bu dalışların herhangi bir mesaisinde vurgun yiyenler, Halikarnas Balıkçısı'nın kitap kahramanlarına benzeyerek kenara çekilirken, kalan sağlarla iş yapılıyordu.
Dergide kullandığımız son sayı "Bir Numaraları belleğimin süzgecinin deliklerinden süzülüp akmıştı. Yalnızca, anı parçaları ve yüzeysel edebiyat tarihinin kırıntıları takılıp kalmıştı süzgece.
Telefon sesinin dalga halinde yayılan titreşimleri, belleğimin süzgeçleşen bölümünde direnen nostaljik-güncel karışımı düşüncelerin de dökülmesine neden olmuş, beni salt bomboş süzgeçle başbaşa bırakmıştı.
Sekreterin verdiği isim, bir anda kanımın beynime sıçramasına neden olmuştu. Yalnız sinirlenince değil, heyecanlanınca da vücudumdaki kilolarca kan beynimde toplanırdı. Beynime sıçrayan kan; dengesiz, denetlenemez davranışlar içine girer, yerçekimi kuralını alt üst ederek bu işlemi gerçekleştirirdi. Vücudumda; bıkmadan usanmadan, dur durak bilmeden, gece ve
155
gündüz yorulmaksızın dolaşan kan, beynime hangi gücü kullanarak, hangi kurala dayanarak sıçrar, beynimin hangi noktalarında nasıl depolanır... Olağanüstü halden, normal yaşam biçimine geçtikten sonra beni düşündüren, fakat içinden çıkamadığım bir sorundur bu.
Kanımın normal seyrini bozan isim, son yılların ilk on sıralamasına girmeyi başarmış biriydi. Medyanın; haber, kısa haber, haber program, magazin, show, yarışma, köşe yazısı v.b. gibi başlıklardan destek alarak sunumu yapılan bölümlerinde, adı parti liderlerinden bile çok anılan, liste başı iş durumuna gelmiş bir isimdi. Şimdi yitiklere karışmış bir kupon gazetesinin genel yayın müdürüydü.
Elimden geldiğince toparlanıp, sekretere bağlamasını söyledim. Başbakanı aradığımda ya da başbakan beni a- radığında heyecanlanmıyordum. Bu tür diyaloglar vakayi adiyeden olmuştu. Benim için olduğu kadar, benim konumumdaki diğer medya üyesi arkadaşlar için de geçerliydi bu. "Başbakanla yaptığım telefon görüşmesi..." "Başbakanın bana dediği gibi..." "Dün sayın başbakanla yaptığım özel mülakatta..." gibi tümceler, müşteri katında da kıymeti harbiye ifade etmiyordu. Medyada, artık bu tür yazılar ve görüntüler; taktiksel durumlar gereği, sıcak temaslar göz önünde bulundurularak, bazen de boş yer doldurma amaçlı yayımlanıyordu.
Alexander Graham Bell sayesinde, herkesin ilgi odağı sese ulaşmıştım. Daha önce kimseyi aramadığını, benim ilk olduğumu söyleyerek konuşmasına başlamıştı. Kirli medya dünyasında, kanının tek ısındığı kişinin ben olduğumu özellikle vurguladı. Telefondaki giriş bölümü beni rahatlatmıştı. Verdiğim yanıtlarla; bu bölümü başarılı bir
156
biçimde sunan karşı tarafa, gelişme ve sonucu da aynı şekilde tamamlayıp, kompozisyon ilkelerine ters düşmemesi için yardım etmeye başlamıştım. Fakat giriş bölümündeki saygı ve sevgi ifadeleri, gelişme bölümünde kirlenme eğilimine girmişti. Konuşma, para ağırlıklı olarak sürmüş, "Diğer medya yöneticileriyle zorunlu kalmadıkça konuşmayacağım, ama..." gibi bir tümceyle, tehdit ve şantaj boyutlarına ulaşmıştı. Bu zatın konuşması, kompozisyon ilkeleri açısından, en yüksek notu kendisine saklamayan bir lise öğretmenince, adı geçen notla ödüllendirilebilirdi. Ama, İnsanî ve ticarî açılardan olaya yaklaşanlar tarafındansa, notlardan en küçüğü acımasızca kullanılarak, bütünleme sınavına girmesi sağlanabilirdi.
Mekanı ve bölgesi belirsiz sesin önerisi, dergimizin uçuşa geçmesine neden olacaktı. Estirdiği rüzgarın kinetik veya dinamik enerjisiyle, yıl içinde de, sağlayacağı bu tiraja paralel gitmemizi garantileyecek olsa bile, istediği rakam, boyut olarak benim boyumu birkaç kat aşıyordu. Bulunduğu yerin telefon numarasını istedimse de, konuşmanın seyrinde gelişen bazı numaralardan bunun o- lanaklı olmadığını kavradım. Israrlı olmadım. Önerdiği rakamı kendisine ödeyebilmek için, danışma müessesesini kullanmam gerektiğini, bununsa patron olduğunu söyledim. Bir saat sonra araması için tüm ikna yollarını denedim. Yolların bazıları açık olmak zorundaydı ve ben bu yollardan birinde hızla ilerleyerek sonuç alabilmiş, ikna etmiştim.
Sekreteri atlayarak, patronu kendim aramaya başladım. Patronu bulabileceğim tüm telefon numaraları aynı azizlik ve azizeliği yapıyordu.
157
Patronun üç yıl önce, üçüncü sınıf bir barda, epey alkol aldıktan sonra, çişini ederken tanışıp, bir dakikalık a- yaküstü heyecanının karşılığı olarak, yerli bir otomobille ödemesini yapıp ilişkisini sonuçlandırdığı, orta yaşını epey geçmiş, geçmişte aldığı vesikası pratik olarak geçerliliğini yitirmiş, eski mesleğini ifa ettiği sıralarda, payını alamadığını düşünen muhabbeti doyumsuz tellalı tarafından yüzü kezzaplanmış tuvalet bekçisi kadını bile aradım.
Son olarak, ancak olağanüstü hallerde aranabileceği cep telefonuna sıra gelmişti. Yangın, sel, deprem, halk hareketleri; olağanüstü hale girmiyordu. Çünkü, grubumuz sigortalıydı, bu tür sonuçlarda otomatik süreç devreye giriyordu. Cebindeki telefon, en üzgün olmamız gereken bu gibi durumlarda dahi kullanılmayacaktı.
Bu numaradan ilk kez kendisini arayacaktım. Telefonun tuşlarına basmaya başlamadan derin bir nefes aldım ve "Boyundan büyük işlere karışma," atasözü geldi bir an aklıma. Atasözünün aklıma gelip yerleşmesiyle, aklımı terk edip gitmesi arasındaki süre pek uzun sürmedi.
Telefonun dört-beş çalış sesinden sonra, fonda müzik ve karşı cinsten birinin kahkahası eşliğinde, patronun "E- vet," sözcüğüyle karşı karşıya gelmiştim. Yalnızca patrona özel; en sevecen, en yumuşak, en kibar ses tonumla; kiminde az, kiminde fazla, ama herkeste bulunan artistik yanımı devreye sokarak halini-hatrını sordum. Patronun halinde, son görüşmemizden bu yana herhangi bir değişikliğin olmadığını bir kez daha tespit etmiştim. Sonra, kendisi için yaptıklarımın hatrına binaen "Evet"in yanına adımı ve "Nedir?" soru sözcüğünü ekleyek, anlatımını zenginleştirdi. Kullanacağım sözcüklerde indirim yapmamı,
158
hal-hatırda kullandıklarımdan; boyut, çerçeve ve içerik olarak küçük tutmamı ses tonu marifetiyle duyumsattı. Yanıt alma konumuna geçti. Tüm gazetecilik yeteneklerimi bir a- raya getirip, yeteneklerimin içinden en uygununu seçtim. Konuyu kendisine; öznesi, tümleci, yüklemi mükemmel o- larak sıralanmış tek bir tümce kurarak aktardım. Tümce, lastik ve türevleri devre dışı bırakılıp, tamamen lastiksiz kurulmuştu. Yoruma kapılarını sımsıkı kapatmış, başka anlamlara çekilince, kendisini otomatik olarak yok eden bir yapıya kavuşmuştu. Patron, tıpkı söylendiği anlama gelen, başka anlamları bünyesinde barındırmasının olanaklı olmadığını kanıtlamaya çalıştığım bu eksiksiz tümce karşısında, bir an sessiz kalmış, fakat sonunda sessizliğini bozmuştu.
Şimdiye kadar verdiğim kararlar, pratik bağlantılarım, ilişkilerim, ilkelerim veya ilkesizliklerim patrona hep kazandırmış, bu özelliklerimin yankısıysa beni bulunduğum yere taşımıştı. Taşınma işim, anlatımımdan da anlaşılacağı gibi pek kolay olmamıştı. Sırtıma zaman zaman ağır yükler binerdi ve ben bunları hep bir yolunu bulup başkasının sırtına yükleyerek, ayrıca kendimi de başkasının sırtına basarak kurtarırdım. Bu kez yük tamamen benim sırtımdaydı. Fakat hiçbir girişimim negatif sonuç vermemişti.
Patronun yanıtı pozitifti. Fakat onun da bir an kararsız kalmasına neden olan, benim boyumla yarışan rakamdı. İstenen rakam hiçbir zaman, onun konumundaki biri için önemli olamazdı. Fakat işin ilginci, patronun kütüphanesindeki Türk Dil Kurumu Sözlüğü'nde, kayıp sözcüğünün bulunmamasıydı. Kayıp sözcüğünün bulunduğu sayfayı yırtıp atmıştı patron. Kaybın ne anlama
159
geldiğini bilmiyordu ve başvuracağı kaynak da ne yazık ki kendisi tarafından yok edilmişti.
Aradan bir saat geçmeden içsel sorunlarımızı çözmüştüm. Sekretere, yalnızca tek bir telefon bağlaması için talimat vermiştim. Sekreter yılların deneyim birikintisine sahipti. Bu birikinti nedeniyle, "Kimi?" sorusunu yöneltmeyerek, gereği olmayan bir diyaloğa girmemişti. Zaten ona, işe başlarken; "Az laf, çok iş" yazılı, kırılmaz camlı bir gümüş çerçeve armağan etmiştim. Diğer tüm bağlantılarım, tarafımdan ikinci bir emre kadar askıya alındığından, görüşmem olası değildi. Başbakan bile buna dahildi. O bile askıda bekletilecekti.
Telefon çaldığında, bir saatlik süre, yalnızca on saniyelik sapma yapmıştı. Bu zaman aralığı da, sekreterin payına düşen bölümdü.
Telgrafın tellerine kuşlar kona kona, bu eski iletişim a- racı kuş yuvasına dönüşmüştü. Ve pabucu, emsalleri tarihe karışmış olan tek katlı evlerden birinin damına atılmıştı. Telgrafın pabucu damdaki yerini aldıktan sonra, ağırlığını duyumsatarak, şu anda en yaygın iletişim aracı konumuna telefon yükselmişti. Tarihsel gelişimini kısaca aktardığım bu aygıt, duygusallıktan teknik alana taşınan konuşmamızın birinci dereceden tanığı oluyordu.
Bilgi ve para takasının biçimi, yeri, zamanlaması; tüm ayrıntılarıyla, hiçbir yardım almaksızın ikimiz arasında çözümlenmişti. Gösterime girmiş hiçbir casusluk filminin benzer bölümü, her ikimiz tarafından da kopya konusu yapılmamıştı. Tamamen özgün bir anlayışla hareket edilmişti.
Aynı gün geç saatlerde, programımızdan bir milim
160
şaşmaksızın, ana hatlarını ve ara hatlarını saptadığımız takas işini gerçekleştirmiştik. Her ikimizin çantasının değeri, bu değişimden sonra binlerce kat artmıştı. Onun eline tutuşturduğum çanta olağanüstü bir değer taşıyordu. Kalpazanlarla herhangi bir bağlantısının olmadığı, gerekli kontrol noktalarından temiz raporu alınarak, Merkez Bankası Banknot Matbaası'nda basıldığı açıkça anlaşılan, seri ve sıra numaralı paralar yerleştirilmişti çantanın içine. Yeni bir takas durumu yaratıldığında, bu paraların son model üç adet Mercedes'e dönüşme gibi bir özelliği vardı. Takasın uluslararası kuralları gereği, aynı saniyede onun elinden aldığım çantanın içindeyse; tiraj patlamasına yol açıp, patlamanın şiddetli etkisiyle ödüller topluluğuna dönüşecek bilgiler vardı.
Takastan sonra yapılacak iş; basıma hazır hale gelmiş dergide bazı değişiklikler yaparak, üç Mercedes'le özdeşleştiği varsayılan bilgiyi boyutları ölçüsünde değerlendirmekti. Ulaştığımız teknik olanaklarla işin en kolay yanı buydu.
Yüzlerce gün yayın faaliyeti içinde yer alıp, kupon sever biriktiricilerini yüzüstü bırakan bu gazetenin ana politikası gelirler üstüne inşa edilmişti. Giderler hesap dışı tutulmuştu. Personeli bir adet çaycı, bir adet bilgisayar operatörü, bir adet montajcı, iki adet getir-götür işi yapan çocuktan ibaretti. Beklenmedik -aslında her zaman bekleniyordu- bir anda dördüncü kuvvet olmaktan sıkılarak yayın hayatına son verip, başka bir kuvvete dönüşmüştü. Masa, sandalye, kalem, kalemtraş, üç top teksir kağıdı gibi malzemelere ve üç kilo hıyar, bir kilo domates, yarım kilo beyaz peynir, yüz gram beyaz leblebi, bir şişe yeni rakı
Devlete Çarpan Kamyon
gibi yiyecek-içeceklere el sürmemişlerdi. Yönetim kadrosunda bulunanlar, yalnızca kendi ceketlerini askılıktan a- larak terk etmişlerdi bu gazeteyi. Adı geçen büro malzemesi, ödenmeyen son iki ayın maaş karşılığı olarak personele bırakılmıştı. Askılık ise, eskiciler tarafından paha biçilemediğinden bu malzemeler içinde sayılmıyordu. Zaten kullanımdayken de, kurtlar tarafından kemirilmemiş bölümleri değerlendiriliyormuş.
Bizim patronun da, dergimizin bu sayısını sabır sınırlarını zorlayarak beklediğinden emindim. Ortada başıboş dolaşan bir söylenti vardı. Patronumuzun da bu gazetenin; çekilişsiz, kurasız, herkese kupon karşılığı otomobil kampanyasına, günde beş adetle abone olup, kupon keserek katıldığı rivayet ediliyordu. Ancak, medya grubumuzun personeli arasında mekik dokuyan, fakat çok katlı ve sayısı konusunda çalışanlarca mutabakat sağlanamamış çok odalı binamızın duvarlarını aşıp, dış dünyada yaşama şansı olup-olmadığını henüz denemeye girişmeyen bir dedikoduydu bu.
İşin dedikodu kısmı devre dışı bırakılırsa, adamlar -aralarında hiç kadın yoktu- gazetenin künyesinde yer a- lan yönetim kadrosundan daha az bir personelle, bir gün öncesinin herkesin malumu haberlerle, tek başlarına on milyonluk tirajı tutturmuşlardı. Ülkenin günlük yayın organlarının tiraj toplamı ise promosyonlarına rağmen üç buçuk-dört milyonu geçmiyordu.
Bu tirajı hepimiz görmezden gelmiştik. Bu yayın organına safra muamelesi yapıp, saf dışı tutmuştuk. Patent ve marka hakkını almadan, ortak kullanmaya devam ettiğimiz "Bir Numara" sözcüğüyle kendimizi nitelemeye de-
162
vam etmiştik. Bu yayın organınınsa, hemen hemen tek ortak davranışımızdan hiç rahatsızlık duymadığını, böyle bir dertleri olmadığını, herhangi bir şikayette bulunmadığından anlamıştık. Bu sesli dünyada, hem çok sessiz, hem de oldukça derinden ilerlemelerinisürdürmüşlerdi.
Yayın hayatını "Bir gece ansızın gidebilirim" şarkısı TRT 1'de, ortaklardan birinin isteği üzerine söylenirken, bir veda yazısı bile yazmaksızın terk etmeyip; vatandaşın elindeki tarih sırasına konmuş düzenli ya da gayrı ciddi kesilmiş düzensiz kuponları otomobillerle değiştirselerdi, hükümetin bitkisel yaşama geçmesine, türlü kriz senaryoları yazılmasına neden olabilirlerdi. Şehirlerarası ve şehir içi karayolları mevcut otomobillerle, ilan edilmemiş bir savaşa sahne görevi görürken, dolaşıma on milyon a- dedin daha katılması, serbest dolaşım hakkını ortadan kaldırırdı.
Bizlerin bağlı olduğu medya grupları da, kupon karşılığı; bardak, çanak, kürdan, tencere, tava, sıkıştırılmış hava, ayakkabı bağı, şok buharlı ütü, dilimlenmiş karpuz v.s. veriyordu, ama bunlar, ev içlerinde, ufak tefek rötuşlarla yerlerine yerleşebiliyordu. Hiç olmazsa bizim kuponlar, geçici ev içi sorunlarla çözüme kavuşuyor, sokağa taşmıyordu.
Son yılların en büyük bilgi-belge hâzinesini, takasın gerçekleştiği günün ertesinde, kendi ellerimle bilgisayarda dizip, düzeltilerini yaptım. On yıl önce; bakkaldan ekmek, manavdan sebze, kasaptan et almak için bana para kazandıran gündüz işimdi bu. On yıl önce ayrıca, haftanın dört günü devam ettiğim, bir de gece işim vardı. Bir barın
163
kasasında oturuyordum ve bu iş de, ev sahibimle iyi ilişkiler içinde olmamı sağlıyordu. Ama şu anda hiçbir kiracımın benimle ilişkileri iyi değil.
On milyonluk satış rakamını yakalamış gazetenin künyesini oluşturan isim topluluğu, çok ilginç bir görüntü sergiliyordu. Yazı işleri müdürü hariç, tüm künye Bayrampaşa kökenliydi. Örgütün temellerinin, bir akşam yemeği sonrası, kısık sesle yapılan bir ranza toplantısında atıldığını, verilen bilgilerin üzerine ışığı tuttuğumda tespit e- diyordum. İlgimi çeken ve çekmesi de gereken şey, künyede adı geçenlerden birinin, o tarihi toplantıda, adı geçen yerde gardiyan olarak görevli olmasıydı. Gardiyanın, emekliliğini isteyerek, içlerinde yer alması tamamen duygusal nedenlerdendi. Çünkü gardiyan, cezaevinin ana kapısına gelmeden, sağ baştaki sokakta gazete satan bayie her gördüğünde kıskançlıkla bakıp, yaptığı işe imreniyormuş. Ve bu grubun, gardiyanı da içlerine alıp, bu girişimi başlatmaları, tarihsel kararın verildiği yerin tesciliydi adeta. Kadronun tamamı, hemen hemen bir ay ara ile ya delil yetersizliğinden beraat ederek ya da zamanı dolduğu için; koridorları, kapıları kullanarak, ellerinde yasal belge ve kişisel eşyalarını içeren birer bavulla, normal çıkış haklarını kullanarak özgürleşmişlerdi. Yalnızca yazı işleri müdürü temiz bir görüntü çiziyordu. Zaten yazı işleri müdürleri, yasa gereği, lise mezunluğunun yanı sıra, temiz olmak zorundaydı da. Bu temizliğin, suyla ilişkisi yasaları ilgilendirmiyordu. Yasa katında kirliliğin tescil edilebilmesi için; cezai ehliyeti olan birinin, ehliyetini istismar ederek suç işleyip, ayrıca bu suçu delillerle sabit görülüp, yüzünün kıpkırmızı kesileceği bir suçtan, hakim
164
tarafından da; "Evet yüzü kızartan bir suçtur bu," denerek, ilgili madde yüzüne karşı ya da gıyabında okunarak, hüküm giymesi gerekiyordu.
Bana bu bilgileri, üç adet Mercedes parasıyla veren genel yayın müdürüne; gazeteleri otomobil kuponuyla birlikte yayımlandığı sıralarda, henüz işinin başında görevini ifa ederken birkaç nezaket ziyareti yapmıştım. Ama şimdi hangisinde olduğunu tam olarak anımsamıyorum, zaten fazla uzun olmayan yayımcılık faaliyetleri sürecinde, topu topu üç ziyaretti bu. Bu ziyaretlerin birinde ısmarlanan çayı, bardağı ve tabağı birbirinden ayırmaksızın, masaya koyması gereken çaycıları, sözünü ettiğim temel iş aletlerini, bir damlası boşa gitmeyen içindeki ürünüyle birlikte, pantolonuma boca etmişti. Adamın ayakta yardım almaksızın durması için, boş elinde mutlaka bir asa ya da benzeri bir alet taşıması gerekiyordu. Vaktin henüz uygun olmamasına karşın, en az bir büyüğü götürdüğüne kalıbımı basabilirdim. Olayın hemen akabinde, çaycıyla a- ramızda gelişen diyalogdan, bunun bir büyük değil, bir a- det Güzel Marmara ve yarım Kavaklıdere olduğunu saptadığımda, kalıbımı yanlış yere bastığımı anlamıştım. Çaycı, markalı pantolonumu neden bu hale getirdiğini, gerekçeleriyle birlikte sıralıyordu. Saydığı gerekçelerin benimle bağlantısını saptayamadımsa da, pantolonumun fatura miktarını kat kat aşan bilgilere ulaşmıştım.
Çaycı iki işle birlikte uğraşıyordu ve eline geçen ücretin azlığından yakınıyordu. Çaycının burada üstlendiği ikinci işiyse, yazı işleri müdürlüğüydü.
Bunca yıl çeşitli şehirlerin, çeşitli liselerinde, eli çenesinde ders dinleyip, her iki dirseğini de bu uğurda
165
çürükler içinde bırakmıştı. Bin bir meşakkatle, normal sürenin çok üstünde zaman harcayarak ve araya tanıdıklar koyarak, adını kendinde gizli tuttuğu bir okuldan diplomasını almıştı. Bununla, temsil ettiği aile topluluğunun en tahsilli kişisi olduğunu da belgelediğini sözleri arasına sıkıştırdı. Şahsının müesseseyi terk etmesi durumunda, yazı işleri müdürsüz kalan gazetenin çıkamayacağını, ama tüm bunca tehlikeye karşın, emniyet supabı diplomasının çaydan daha az para ettiğinden yakınmıştı. Ayrıca müdürlük makamını; dizgi ve montaj işinin bu odada yapılmasından ötürü, gündüzleri yalnızca çay servisi yaparken gördüğünü, kazancının içinde, ev kirasına ilişkin bölümü, hemen hemen bildiği tüm hesap yöntemlerini uygulayarak henüz saptayamadığından, günlük zaman diliminin, geceye isabet eden bölümünü burada geçirdiğini söylemişti.
Muhatabımın çaycı mı, yazı işleri müdürü mü olduğunu düşünüp, iki arada ve ayrıca bir derede kalmıştım. Deredeki ve aradaki bu mücadelemi sürdürürken, genel yayın müdürü meslektaşımın, gökkuşağının tüm renklerini, büyük bir başarıyla suratında taşıdığını, gözlerim kanalıyla saptamıştım. Ama sanırım, meslektaşım bu başarıya, elinde olmaksızın ve hatta isteksiz bir biçimde ulaşmıştı. Suratının, her bakışımda ayrı bir renk alması, oldukça ilgimi çekmişti. Oraya giderken bacaklarımı örten, hatta sanatkar ellerden çıktığı için, onlara estetik bir görünüm de veren, nitel değişikliğe uğramış pantolonum, konu itibariyle, benim için değerini tamamen yitirmişti. Genel yayın müdürü meslektaşım, konuyu ilk konumuna getirip, pantolonuma güncellik kazandırmaya, çaycı-yazı işleri müdürünün be
166
nim için manşet değerindeki bilgilerini, haber değeri olmayan bir konuma taşımaya çalışmıştı.
Şoförünü çağırtıp, ceketi de konu içinde değerlendirip, üç takım elbise ısmarlamıştı. Şoför talimatları uygulamış o- larak geri döndüğünde, elinde üç adet paket taşıyordu ve kutuların üzerindeki marka, benim çaylı pantolonumun markasından hiç de aşağı değildi. Paketlerden birini diğerlerinden ayırarak, yandaki boş odada deneme giyimi yapmıştım, takım elbise üstüme kalıbına geçirilmişçesine oturmuştu. Şoförün zevkiyle benimki çakışıyordu, renk anlayışımız bile tek yumurta ikizi gibiydi.
Meslektaşım, yanına geçtiğimde uzun bir ıslıkla -genellikle, bu ve benzeri durumlarda, böyle bir tavır sergilenir- beğenisini belirtti. Öbür paketlerde iade hakkını kullanmasını söyledimse de, davranışından bunun; olası ya da olanaksız sözcükleriyle açıklanabileceğini, ancak değiştirme koşulu baki olmak üzere, evimde benzerlerinin yer aldığı, elbise dolabıma kaldırabileceğim sonucuna ulaşmıştım. Bizim konu üzerinde birkaç dakika süren çalışmamız sırasında, üzerimden çıkan takım elbise, pantolon ve ceket ayrı ayrı olmak üzere paketlenmiş, öbürlerinin yanına konmuştu.
Şoförümü çağırtıp, paketleri evime yollamıştım. Oturduğu mahallenin kahvehanesinde, okeyin girdabına kapılacağını adım gibi bildiğim halde, maksadını ifade etmeyen bir tümceyi kullanarak, evime uğradıktan sonra, e- vine gitmesini söylemiştim.
Meslektaşım, şoförlerle bir ilişkimiz kalmadığından, kalkıp iki adet buzlu viski hazırlamış ve konuyu bu kez kendisi, artık bence de haber değeri kalmamış olan, yazı
167
işleri müdürlüğüne getirmişti. Şoförlerin hareketli ortamından sonra, bu konuda aynı düşünceyi paylaşmaya başladığımızı görünce de; benim görebildiğim, fakat kendisinin göstermemeye çalıştığını zannettiği sevinci eşliğinde, bir tümce manevrasıyla, ilgi sahamızı, erkeklerin genel günceli olan kadın konusuna açmıştı.
Evime döndüğümde, ilk işim karımı uyarmak olmuştu. Kendisi ve iki oğlumuz için biriktirdiği otomobil kuponlarına artık bir son vermesini ve mevcut otomobilleriyle yetinmelerini söylemiştim.
Anılarımda ve genel müdür bozuntusunun anılarında kalması gerekirken, bana verdiği üç takım elbise de, bazı küçük ayrıntılar eşliğinde, yukarıdaki benim anlatımımdan farklı olarak üç Mercedes'lik belge yığıntısı arasında söz konusu ediliyordu.
Markalı dahi olsa, ben üç takım elbiseyle takas işlemlerine girişecek adam mıydım da, çaycı-yazı işleri müdüründen dergimde söz etmemiştim! "Adam köpeği ısırırsa haber olur, köpek adamı ısırırsa haber olmaz," klasik tümcesi, artık ayağa düşmüş, yerlerde sürükleniyor, kendine gazeteciyim diyen herkes tarafından çiğneniyordu. Benim gazetecilik anlayışım, tamamen bambaşka arayışlar peşindeydi. Bulunamayanın, bilinemeyenin ardında, arayışını hâlâ bu doğrultuda sürdürüyor. Kaldı ki, çaycı-yazı işleri müdürü olayında, herhangi bir ısırık vakasını tespit etmediğimden, meşhur olmuş klasik tümceyle de irtibatsal bir yan yoktu, mevzu bu yüzden dergimde yayımlanmamıştı, hadise bundan ibaretti yalnızca.
Bu gereksiz bilgiyi, gereksiz ayrıntılarıyla birlikte, bil
168
gisayarımın hafızasına yüklemeyi gereksiz gördüm. Burada asıl sorgulanması gereken; biriktirilen kuponlarla otomobil alınamıyorsa, yerine ne alınabileceğiydi? Bu birikimin bugünkü karşılığı neydi? Ama biz, yine de geçmiş alışkanlıklarımızdan kopamayıp, yayın organlarımızda, kimin ne dediğini, kimin nereye ne koduğunu, ne kadar ko- duğunu, dediler ve kodular sözcüklerini birleştirip, sunmanın ötesine geçememiştik.
Grubumuz, bu genel yayın müdürüne, miktarını hemen hemen kimsenin azımsayıp da; “N'olacak bu çekirdek parasıdır," diyemeyeceği bir ödeme yapmıştı. Ancak bu i- fadeyi, ülkenin yirmi üç lüks semtinde, üçer adet dükkanı olan bir kuruyemişçi, yıllık çekirdek satışının havasal boyutunu vurgulamak için, pavyonumsu bir yerde, bol alkolün etkisiyle kullanabilirdi.
Fakat ben, bunca ödemeye karşın, bu yazıda bir bütünlük oluşturmak için olağanüstü bir çaba harcamıştım. Haberin konusu kendileri değil, bendim sanki. Beni de pis tezgahlarının, bir tezgahtarı olarak gösterme gayreti içindeydi. Hem de fonda bir tezgahtar olarak. Benim gibi deneyimli biri, bu fonu, az bir çabayla, birkaç bilgisayar tuşu darbesiyle temizleyebilirdi.
"Kirli medya dünyasında, kanının tek ısındığı kişi"ye, insan böyle ikiyüzlü olabilir miydi? Bu ifade; katkısız, katıksız, kaçak genel yayın müdürünün bizzat ken- disinindi. Gazetelerinden götürdükleri dışında, son girişimciliğiyle, bunca parayı benim kanalımla kazanmıştı ve bu ödeme kendisine, tek yüzünü satması için yapılmıştı. Gereksiz bir gayret içine girerek, ikinci yüzünü olaya dahil etmesinin hiç gereği yoktu.
169
Canım oldukça sıkkın, bu öykünün gereksiz kahramanı olduğum tespitini yaptığımdan, fondan şahsıma ilişkin bölümler ayıklanmış bir içerikte yazıyı tamamlamıştım. Yine de tiraj konusundaki düşüncelerim doğruydu. Bu batık gazete, kapalı bir kutuydu. Benim bile bilmediğim epey şey vardı anlatılanlar içinde. Verilen bilgi ve belgeler eşliğinde, aktarılması gereken hemen her şeyi, bazı gereksiz istisnalar hariç, yazmıştım. Konuyu kapaktan vermiştik. Sonucu bekleyecektik.
Okurlara, resim bakarlara, sayfa karıştırırlara, sehpa üstü tutarlara, ayrıca saptayamadığımız nedenlerlealırlara; özetle entel, yarı-entel, anti-entel ve butanımlardan herhangi birine girmek istemeyenlere, dergimizin bu sayısının yaygın tanıtımını yapmak için, gerekli tüm çalışmalar yapılmıştı. Gazeteler için ilanlar, televizyonlar içinse reklamlar hazırlanmıştı. Reklamlarda bebekler, yaşlılar da dahil her iki insan cinsi, hatta birkaç duyuruda üçüncü cinsin ameliyatlı ve ameliyatsız engözdeleri kullanılmıştı.
Reklamların televizyonda gösterime gireceği akşam; dinlenme, değişiklik ve stres atmak amacıyla uyguladığım, ama biraz da rutinleşmiş gece yarısı faaliyetlerimi erteleyerek, eve erken gelmiştim. Eşimle çocuklarışaşırtarak, ev yemeklerinden oluşan menüyü erken yemiş ve ilk reklamın yayınlanacağı kuşağı sabırsızlıkla beklemeye başlamıştım. Eşim ve çocuklara da benim heyecanım yansımış, dalgalar halinde, kendiliğinden, hızla, hiçbir müdahalem olmaksızın yayılan yansıma sonucunda, onlar da benimle birlikte televizyonunun karşısındaki, her- birinin özel yeri konumuna bürünmüş yerlerini almışlardı.
170
Bizim reklamın yayınlanacağı kuşakta, bizden önce verilen reklam, kafamdan aşağı kaynar suların dökülmesine neden olmuştu. İzlediğimiz reklamla, bir anda yönleri bana dönmüş ve üçü birden, telaşla üzerime hamle yapmıştı. Kaynar sular, beklenen etkisini en süratli biçimde gerçekleştirmiş, suratıma ateş basmıştı. Eşimle çocukları telaşlandıran, sanırım bu reklamdan çok, suratımın yeni görünümüydü.
Öyküme konu olan genel yayın müdürünün, beige- bilgi takasını, bizden başka bir medya grubuyla daha gerçekleştirdiğinin, en somut belgeleniş biçimiydi bu reklam. Eşim ve çocukların abartık ilgileriyle, içinde bulunduğum ortamdan sıyrılırken, yarım, biraz da yamalak, bizim reklamın gösterime giren parçalarına, bölük, biraz da pörçük, gözüm takılıyor, sesli bölüm uğultulu kulaklarımdan süzülmeye çalışıyordu. Reklamı bütünüyle görememiştim, ama artık hiçbir önemi kalmamıştı benim için.
Kaderin çok garip bir cilvesi olarak, üçüncü reklam da bu konu doğrultusundaydı. Kader ağlarını örerken, çok kalın ipleri seçmiş, ayrıca anlaşılmaz ve kötü bir biçimde, tüm ayrıntılardan yararlanmış, iş işten geçtikten sonra da, cilveleşme aşamasına gelmişti.
Üçüncü dergi, henüz üçüncü sayısına ulaşmış; "Burası köpeksiz köy mü?“ diyerek, koskoca medya dünyasını köye benzeten, ama tümcede kendisine de pay ayırmayı unutmayarak, bu alanda da güçlü sesini duyuran, en eski zamanlar hayalicisinindi.
Gülümsemeye başladım, eşim ve çocuklar bu kez daha bir telaşlandılar. Düşüncelerini okur gibi oldum. Bunca
171
olaydan sonra, hâlâ düşünce okuma alışkanlığımı yitirmediğime sevindim. Onları düşündükleri gibi olmadığına ikna edip, daha ciddi olan ikinci hamlelerini engelledim. Ve oturduğum tek kişilik koltuk, dört kişiye karşı direncini kanıtlamak zorunda kalmadı.
Gülmemin olaylarla bağları tamamen kopmuştu. Belleğimin katkısı sonucunda, yeni ilişkiler kurduğu, ilgisiz bir konuyla dirsek temasına geçmişti gülme organım. Belleğim, çok derinlerde olması gereken, lise yıllarındaki bir anımı, tamamen ilgisiz anda, tanımı olanaksız bir ustalıkla bulunduğu yerden çıkartıp, beni güldürüyordu.
Lise birinci sınıfta, perişan adını taktığımız, şimdi nüfus kaydındaki adını telaffuz etmeme karşılık, Topkapı Sa- rayı'nın deniz manzaralı büyük bir bölümünü; ücretsiz, bakım-onarım garantisiyle verecek olsalar bile, anımsayamayacağım bir fizik öğretmenimiz vardı.
Adamın en önemli özelliği; fiziği öğretmez, ama öğretmediği fiziksel bilgileri bizden, not karşılığı sorardı. Biz yine de, beşlik değeri içerecek bilgileri; Milli Eğitim'in Tebliğler'den geçip, okullara tavsiye edilmiş resmi kitabından derleyerek kendisine sunardık. Ama her seferinde de bunun iki numarasını pazarlık konusu yapar, bize üç verirdi. O zamanlar, liselerde onluk not sistemi yürürlükteydi ve beş, ortayı oluşturan rakamların ilk basamağıydı. Ve biz, bu üçlerle bütünlemeye kalacağımız sonucuna ulaşmıştık. Ulaştığımız bu aşamadan sonraki girişimimizin, hocayla yüz yüze durum değerlendirmesinden başka bir şey olamayacağı tespitini yapmıştık.
Bazılarımız; "Beş hakkımız, söke söke alırız," gibi slo- gansal ifadelerle şiddete başvurmayı önerdiyse de, bu
172
görüş arkadaş topluluğumuz arasında taraftarı cılız kalan bir anlayış olmaktan öte gitmedi. Barışçıl yol, önce denenmesi gereken yoldu ve dolayısıyla oylama; bizim bu yol üzerinde gezinmemiz doğrultusunda tecelli etmişti.
Artık son bir sınavımız kalmıştı, hoca bu sınavı, ayrıca bir kurtarma yazılısı olarak da kabul edeceğini ve en az beş alanı sınıfta bırakmayacağını söylemişti. Işık, hocanın bu söyleminde gizlenmişti. Işık öncesi yaptığımız toplantıda, doğru karar aldığımızı anlamıştık. Arkadaşlar a- rasında yaptığımız ikinci oturumda, aramızdan, başında bir müteahhit çocuğu olan dört kişilik komisyon seçtik ve bu ışığın gizlendiği yerden açığa alınarak, bize de yansıması için hocayla görüşmeye yolladık.
Görüşme, komisyonumuza tam bir binliğe patlamış.O zamanki binlik heybetli, yanına yaklaşmak için in
sanda hem yürek, hem de bilek olmalı. Gücü de tam yerinde, dört kişilik bir aileyi bana mısın demeden, bir ay boyunca taşıyabiliyor. Ve de ayrıca vakur, biraz da şımarık, herkesle görüşmüyor, ilişkisi sayılı insanlarla sınırlı. Tedavüldeki en büyük o, ondan başka büyük yok. Geçmişinden gelen alışkanlık ve yarım asırlık güvenle böbürleniyor, ilerde müzelik olacağını ise aklının köşesinden bile geçirmemiş.
Komisyonumuzla hocanın, sıcak ilişkiler kurmasını sağlayan binlik, hocanın bir aylık maaşı. Ve o zamanın öğretmenleri, her ne kadar istedikleri yaşam biçimini sağlayamasa da, günümüz öğretmenleriyle parasal açıdan benzerlikleri pek yok. Günümüz öğretmenleri gibi, aldıkları sıfırı bol maaş, fakat sıfıra yakın satın alma gücüyle, ya ölüm ya kalımla zorlanmayıp, bir ara ya da
173
ana seçim zorunlulukları da yok. Ölüm ya da kalım şıklarından, “Her şeye rağmen dünyada kalıyorum," seçeneğini işaretleyip; pazarcılık, işportacılık gibi yan gelir, genellikle de esas gelir sağlayan ikinci bir işe tevessül etmiyorlar, hatta düşünmüyorlardı bile. Ama bizim hocamız büyük düşünüyordu. Şunu, burada hemen eklemek boynumun borcudur. Uzun öğrencilik geçmişimde, orta ve liseyi sekiz, üniversiteyi yedi yılda, yalnız ilkokulu normal süresinde bitiren biri olarak, benim rastladığım ilk ve son örnekti bu öğretmen.
Fizikçimiz, kendisinin ve ailesinin fiziğine uygun bir kat almış, ama taksitlerini ödemekte zorlanıyormuş, işte bize düşen görev de hocaya sırt verip, ağırlığını paylaşmaktı. Ve tüm sınıf, sınıfsal gücümüz oranında, katılımda bulunmak üzere kolları sıvamıştık.
Şu satırları yazarken, en yüksek katılımı komisyonun yaptığını anımsadığım gibi, babası mahallemizde gece bekçiliği yapan bir arkadaşımızın, bir kilo zeytinyağı ile, hocanın kat taksidini ödeme kampanyasına dahil olup, kendini güvenceye aldığını da çok iyi anımsıyorum.
Belleğim bu anım ı çok derinlerden çekip çıkarmış, belki de ertesi güne hazırlık yapmıştı. Ertesi gün, ayın ilk günüydü.
Ayın bu ilk gününde, gazete ve televizyonlarda büyük kampanyalarla duyurumu yapılan, adı 24 Ocak, Banka- Banker Faciası ve 5 Nisan Kararları'yla birlikte anılmayı hak etmiş, Otomobil Kampanyalı Batık Gazetecilik Olayı, tam üç dergide kapaktan, sekiz gazetede de, manşetten verilmişti.
Otomobil Kampanyası'nın büyük kahramanı genel
174
yayın müdürü, olayın medyaya satış kampanyasını, tam o- tomobil kampanyası gibi düzenlemişti. Son yılların en önemli atlatma haberini, yalnız kendilerinin verdiğini düşünen medya elemanlarına ve içinde yer aldıkları "Bir Numara" savındaki tüm gruplara kazığını atarak, kazığın çok yönlü kullanım alanı olabileceğini somut delilleriyle göstermişti.
Nasıl becerdi, sorusunun muhatabının ben olmadığım çok açık gözükmekteydi. Bu soru, bu şahıs bulunabilirse oğer, bulan tarafından doğrudan ona yöneltilmelidir. Ve artık bence bunun önemi kalmamıştır, hiçbir zaman da nasıl becerdiğini merak etmeyeceğim. On milyonluk kampanyalarında gerçekleştirdikleri gibi, burada da toplu bir bocerme söz konusudur. Sözü edilmesi gereken şık, bu- dur yalnızca.
Tabii ki, diğer yayın organlarında, yayın organımızdaki düzeltmeler yapılmamış, benim üç takım elbise de anlatımlardaki yeri bozulmaksızın, haber olarak okura ulaştırılmıştı. Ayrıca, haber değeri görmediğimden ve tamamen yoruma dayalı olduğu sonucuna vardığımdan, bizim dergide çıkarttığım bir bölüm de, bütünüyle bu yayın organında yerini korumuştu.
Bu bölümde; gazetenin sözde perde arkası kişisinin adı veriliyor ve geçmişinden söz edilip, bir zamanlar benimle olan ilişkisi sergileniyordu.
Bünyemize yerleşen röntgencilik, bu tür perde arkası, yorgan altı v.b. gibi başlıklarla sunumu yapılıp, toplumsal bir yaraya dönüştürülerek, kronikleştirilmeye çalışılıyordu.
Sözü edilen, sözde perde arkası kişiyle aramdaki korsan yabancı yayın işi, benim ve onun beraatiyle so
175
nuçlanmış, yanımızda çalışan iki kişi bu işten mahkumiyet alıp, kader kurbanı olmuştu. Bizim olayla ilişkimizin olmadığı, avukatlarımızın çalışması sonucunda belgelenmişti. Suçlandığımız konuda, yalnızca parasal ve de- neyimsel boyutu kullanmıştık. Anadolu liseleri ve kolejler için ithal edilen yabancı kitapların film çekimi, montajı, baskısı ve pazarlanmasına ilişkin tüm faaliyetlerin başında, ortasında, sonunda hep bu iki kişi vardı ve kaderlerinin onları sürüklediği bu yerde kurbanlaşmışlardı. Biz tamamen iyi niyetliydik. Bu işten ayrıca öğrenciler de yararlanmış, kitaplarını epey indirimli, ucuza almışlardı.
Ülkede kullanılan fotokopilerin ağırlıklı bir bölümü, böylesi faaliyetler içindeyken, yanımızda çalışan insanların mahkemeleri meşgul etmesi abes bir olaydır. Bu insanların aldıkları mahkumiyet de, öyle gazete ve dergi sütunlarına taşınacak önem arz etmiyordu. Ne on kişiyi öldürüp, ortadan kaçmışlardı, ne de birinin başını kesip karakoldaki masanın üstüne suç aletiyle birlikte bırakmışlardı. Zaten topu topu da yedi gün mahkumiyet almışlar ve bu da para cezasına dönüştürülmüştü. Kaldı ki bunun benimle hiçbir ilişkisi yoktu ve ben ömrümde; değil yedi gün, yedi saatlik bir mahkumiyet bile almamıştım.
Ve otomobil kampanyalı işin perdesi ardında durduğu savlanan bu insanı ben, polis olduğu günlerde değil, daha sonra tanıdım. Sokak sergisinde, kitap satıcılığı günlerinde tanıştığımız doğru. Fakat, amirlerine bilgi aktarmak için sergicilik yaptığı dönemde değil, emekliliğini isteyip, kendi başına, profesyonelce, yalnızca para kazanmak amacıyla sergicilik yapmaya başladığı dönemde tanıştım onunla.
Amirleri, onu bu işle görevlendirdiklerinde, işin Ame-
176
rikanvari heyecanından çok, sergiden kazanacağı ek gelire sevinmiş. Ama bir süre sonra, böyle bir yolla, o çevrede çalışma yapan gizli örgütlere sızamayacaklarını, en azından, sızma operasyonuna arkadaşımın uygun olmadığını kavrayıp, arkadaşımı bir semt karakoluna resmi elbiseyle tayin ve sergi çalışmasını da iptal etmeye kalkıştıklarında ip kopmuş. Çünkü arkadaşım, görevin heyecan ve vatanî yanını tamamen unutup, parasal bölümüyle ilgilenmeye başlamış. Nedeni de, evine götürdüğü ekmek sayısındaki artışmış ve bakıp gözetmekle yükümlü olduğu ailesi, artık ekmekleri saymadan yeme mutluluğuna kavuşmuş.
Arkadaşım çok derin düşüncelere dalıp vakit yitirmeksizin, basmış istifayı, beylik tabancasını koymuş komiserinin masasına, Merkez'den atladığı gibi bir taksiye, ne kolunu camdan sarkıtmış aşağıya, ne de mırıldanmış "İninin, ininin" diye oturduğu yerde. Doğru, para kazandığı işinin başına dönmüş. Dönüşünün ilk saatinde, taksiye ödediğinin beş katı bir satışla, profesyonel esnaflığa ilk adımını atmış. Memurken taksi tutma ayrıcalığını iki kez yaşamış, o da en üzgün günü olan annesinin ölümünde.
Bense, daha önce ifade ettiğim gibi, arkadaşımla işte bu profesyonel esnaflık girişiminden sonra tanışmıştım. Ayrıca, memurluk yıllarında tanışmış olsam ne fark eder, ama işin doğrusu bu. On yıl kadar önce, ikinci işimden arta kalan zamanlarda, ara sıra yanına gider, birkaç saat yardım ederdim ona ve o da bana harçlık adı verilebilecek bir şeyler verirdi. Tabii bu yardımlarımı, üçüncü bir iş olarak nitelemek, nitel açıdan doğru olmaz.
Gerçi arkadaşım, esnaflıkla adımını attığı profesyonel
Devlete Çarpan Kamyon 177/12
para kazanma çalışmalarında, zaman zaman, kendi ifadesiyle yamuk yollar, diye isimlendirdiği işler yaptıysa da, çıkışı hep doğru oldu. Bu ifadeyi çok severdi ve tek esprili özgün tümcesi bu olduğundan, ne işle uğraştığı sorulduğunda; "Her nevi yamuk iş yapılır," diye yanıt verirdi.
Bu tümce de spekülasyon konusu yapılmış, sekiz gazete, üç dergiyi birlikte çarpıp, çarpmadan sonra yaptığı toplama işleminde, dört adet Mercedes lastiğine kadar düşen genel yayın müdürü, arkadaşımla ilişkilendirip sıraladığı işleri; "Her tür yamuk yol onun ilgi alanına giriyordu," başlığıyla vermişti.
Yollar da her şey gibi görecelidir, bazısına göre iyi o- lan bir yol, bazısına göreyse bozuk olabilir. Tamamen yol gereksinimine göre değişebilen ve açıklanması tamamen felsefe bilim dalına giren, ayrıntılı tahlilleri içeren bir görüştür bu.
Bir görüşe göre, "Yollar yürümekle aşınmaz," diğer bir görüşe göreyse, "Yürümekle aşınmayan yol neden tamir edilir, kaldırım taşları neden sık sık değiştirilir?" diye başka anlamlar da yüklenen görüştür ki, bu da yine büyük tartışmalara yol açıp, sonuçta herkesin, bildiğini müsvette kullanmaksızın okuduktan sonra, geldikleri istikametlere ayrı ayrı geri döndükleri de bir gerçektir.
Arkadaşım, bugün itibariyle çok saygın bir yerdedir ve birçok kimsenin ekmek için kuyruğa girdiği, birçok kapısı vardır. Meyveli ağacın kıymeti bilinmez; meyvelerin olgunlaşması beklenilip, az bir emekle toplanacağı yerde, uygar olmayan yöntem seçilerek taşlanır. Böyle girişimci insanların giriş-çıkışlarını engellemek; vatan, millet, Sakarya ve özetle ülkenin yüksek menfaatleriyle çeliştiği gibi,
178
bir gece ansızın bunalıma girip, başka diyarlara göçmelerine, göçmen statüsüne tabi tutulmalarına yol açmak da hiç kimsenin haddi ve hakkı değildir.
Bizim dışımızdaki gazeteler ve dergiler, otomobil kam- panyalı gazetenin genel yayın müdürünün verdiği belge kalıntılarını, hiçbir düzeltme gayreti içine girmeden, olduğu gibi vermişlerdi. Adamın yazısında üslup diye bir şey olmadığı gibi, satışlarda birinciliği hiçbir zaman kaptırmayan yazım kılavuzu diye bir kitaptan haberli olmadığı da gayet açıktı.
Patronumun, cep telefonumdan beni arayıp, bizim dergimizin dışında kalan; üslup hataları dahil, birçok yanlış haberle bezenmiş yayın organlarını da titizlikle mütalaa e- dip, aykırı sonuçlara ulaştığını; konuşmasının şekil, ton ve biçiminden anlamıştım.
Patronum, birkaç üst düzey yöneticinin bildiği cep telefonunu kullanarak beni arıyordu. Telefon numarasını bildiği evimdeydim ve o da telefon olan evinden arıyordu beni.
Sapıkça bir davranış biçimi...Ayrıca, bana yaptığı öneri de oldukça sapıkçaydı. Ben,
bu işlerde çok yorulmuşum da, biraz dinleneymişim. Epey uzun süre dinledikten sonra, onun lügatinde olmayan "Kayıp" sözcüğünün anlamını ayrıntılı olarak yazsaymışım. Benim üslubum, onu her zaman etkilemişmiş. Bir madde yazımı için; Emekli Sandığı'ndan birinci dereceden emekli birine ödenen, bir yıllık ücretin toplamını, bana iki taksitte aksatmadan ödermiş. Buysa, dünya yayımcılık tarihinde, bir sözlük maddesine ödenen en yüksek telif hakkıymış. Guennes Rekorlar Kitabı'na geçmeme bile neden ola
179
bilirmiş.Bense, bu önerisini kabul edemeyeceğimi, istifa et
tiğimi, yalnızca kendisi için kullandığım o gayet nazik ses tonumla ifade ettim. Gene, ses tonumda hiçbir değişiklik yoluna gitmeden; hakemler için, toplu infial sonucu, topluca ve tempolu olarak kullanılan, üçüncü cinsi en kaba biçimde tanımlayan sözcüğü konuşmama alet ederek, telefonu kulağına karşı kapattım.
Kendi armağanı olan küçük telefon defterinin, altın kaplama cilt kapağını ayırarak, parça parça yırttım, tablaya atıp yaktım.
Telefon defterine, bu şekilde bir son hazırlamamın ayrıntıları aşağıda sıralanmıştır.
1 - Defter tek yapraktan oluşuyordu, patronun kendi e- liyie yazdığı, özel cep telefonu numarası, sayfanın tam or- tasındaydı. Ve bu sayfada başka yazı da yoktu.
, 2 - Yaprağın tekliği nedeniyle, başka amaçlı kullanıma uygun olmamasıydı.
3 - Parçalar haline getirişim, içinde yakma işlemini yapacağım tablanın küçüklüğünden kaynaklanıyordu.
4 - Cilt kapağı altın olduğundan yanmazdı. Ayrıca, bu bölümü yakma gibi bir anlayış bana uygun değildi.
5 - Cildin içine yeni ekleteceğim sayfa adedini, daha sonra, duruma göre saptayacağım. Tek veya çok sayfa olmasına, daha sonraki gelişmeler ışığında karar vereceğim.
180
BEN DE ARABA ALDIM
Gökyüzü delinmişti, yağmur bardaktan boşanırcasına iniyordu. Üstelik rüzgarın etkisiyle savruluyordu. Altımda yeni aldığım araba var. Arabanın henüz yarı parasını ödemişim. Diğer bir ifadeyle arabanın yarısı benim, yarısı önceki sahibinin. Hangisi uygun olur bilemem, arabanın dikey ya da yatay olarak yarısı benim. Yatay ya da dikey, payıma arabanın iki lastikli kısmı düşüyor. Sıkı bir pazarlık sonucu, arabayı emsallerinden hem daha ucuza, hem de yarısına senet vererek almışım. Kelepir... Tabii doğal olarak araba henüz benim üstüme geçmemiş. Yeni aldım dediğim, sözün gelişi... Arabayı yeni aldım almasına da, arabanın kendisi bizzat eski. İkinci elden aldım. Belki de üçüncü, dördüncü el değiştirişi arabanın. Doğrusu bazı eksikleri de var. Örneğin lastikleri biraz kabakça. Huyunu suyunu da tam kavrayamamışım.
Trafik yavaş ilerliyor, henüz şehir içindeyiz. Amacım şehir dışına çıkmak. Tam da havasını seçmişim... O gün işten izin aldım, amacım arabayı denemek. İlk kez bir arabam oluyor. Araba kullanmayı arkadaşların arabalarında
181
öğrenmişim. Birkaç kez bin dereden su getirip, bu konudaki uzmanlığımı kanıtlayarak, kullanıma yönelik olarak arabalarını almışım. Artık ne kadar yüzsüz kalmayı göze alsam da, arabalarını almam olası gözükmüyordu. Canlarını, sırlarını, serlerini veriyorlar; arabalarını vermiyorlardı. Gözü karartıp, yıllardır yaptığım birikimi arabaya ciro ediyorum. Artık benim de bir arabam var.
İşyerinden izin aldığımda yağmur falan yok. Fakat hava limoni. İzni almışım bir kez, geri dönüş yok. İşler durgun, patronun da iyi zamanı. İş hem durgun, hem de patron iyi... Ters adam zaten bizim patron. Ne yapacağı, nasıl davranacağı belli olmayan biri. Dengesiz... Geri dönersem, iş olmayan başka bir günü kollarsam, keçiliği tutup izin vermeyebilir. Bizim işyerinde izin müessesesine sık başvurulmaz. Bu başvurular birkaç kez yinelenir hale gelirse, başka müesseselerde iş aramak için başvurulara başlamak gerekir.
Trafik yavaş ilerliyor, arabamla ben yavaş yavaş şehir dışına kayıyoruz. Bende ufaktan bir neşe dalgası... Sabah evden çıkarken, arabanın teybi olmadığından yanıma bizim oğlanın vvalkmanini almışım, birkaç da Türkçe kaset... İşyerinden izni kopartabilirsem, programıma kaset dinlemeyi de eklemişim. Taktım vvalkmane rasgele bir kaset.
"Arkanı dön ve çık. Arkanı dön ve çık."Şarkı tam günüme uygun bir şarkı. Daha da
neşelendim. VValkmanin kulaklıkları kulağımda, ben de katıldım şarkıya. Mırıldanarak kendime uyarlıyorum.
"Arkamı döndüm ve çıktım. Arkamı döndüm ve çıktım."Şarkıya eşlik ederken, bir yandan da patronun mi
mikleri canlanıyor gözümde. Bir anda nereden çıktı, nasıl
182
çıktı, önümde bir yığıntı. Yığıntı, patronun mimikleri, şarkının sözleri bir bütün oldu karşımda. Şehir dışına çıkmışım -aslında gene şehrin içindeyim, ama trafik olarak şehir dışındayım- altmış, yetmişle gidiyorum. Altımdaki arabayla daha fazla hız yapmam olası değil.
Frene asılıyorum, tekerleklerin dönmediğini du- yumsuyorum, ama araba gidiyor.
Araba gitti, gitti yığıntıyla bütünleşti. Emniyet kemerimde bir azizlik yok, gövdeme bütün gücüyle sarılmış, koruma' görevini pratik içinde kanıtlamıştı. Fakat kulağımdaki kulaklık ve vvalkman, ortama ayak uydurup savruluyorlar bir yana. Ben yerimdeyim. Araba yerinde. Daha önce önümdeki cama çarpıp dağılan yağmur parçacıkları, bu kez fikir değiştirerek parçalanmaksızın bir bütün olarak suratıma çarpıyor. Arabanın en çok gözlem altında tutulan parçası artık yok. Mikroskobik ayrışmaya uğramış cam parçaları; benim üzerim, ön ve arka koltuklar, iç zeminler, ön kaporta ve cadde olmak üzere geniş bir mekana yayılmış vaziyette. Arabam artık camsız. Olsun, ben canlıyım ya. Canım sağ olsun. Kapı da bu infialden payını almış olacak, zorlandı açılırken. Zorlandı, ama açıldı. Arabadan aşağı indim. Kararan ufkumda, görüntüler birer birer eski yerine oturmaya başlamıştı. Kazanın etkisiyle fu- lulaşan ayrıntılar, yaşamın parçaları olduklarını, onları ıskalayamayacağımı bana duyumsatmak için acele ediyordu sanki.
Koskoca otomotiv sanayicileri; kaza anında canını kurtarmış, yongası mahvolmuş araba sahiplerine ek bir üzüntü kaynağı yaratmak için mi ön kaportayı bu denli u- zun yapıyorlardı? Yongası gitmiş can kaç para eder? Ka
183
za halinde aracın alacağı görüntüyü önceden hesaplayıp, imalatlarını o ölçüde kısa tutamazlar mıydı?
Arabamın ön tarafının orijinal halinin bir zamanlar bu kadar kısa olmadığını düşündüğümde, bu ve benzeri ifadeler görsel olarak, yan tutmaksızın, hemen hemen eşit ağırlıkta, önce bir film şeridi görünümünde, sonra da bilgisayar ekranında kayıp giden yazılar gibi beynimin düşünce merkezinde uzayıp gitti.
Arabamın ön tarafı hemen hemen yok gibiydi. Beynimin düşünce merkezi, bu görüntüler eşliğinde diğer merkezleri de etkisi altına alıp, özellikle üzüntü merkezine haince baskılar yapmak üzereyken, olay mahalline intikal etmiş, motosikletinden inmek üzere olan trafik polisini gördüm.
Sonunda derdimi paylaşımda bulunabileceğim biri yanıma gelmişti. Sivil ya da resmî biri olması fark etmezdi. Her ne kadar ateş benim malımın üzerine düşmüş, beni yakıyor olsa da, bu anda önemli olan, konuşup bir parça rahatlayabileceğim, dinlediklerinin karşılığında herhangi bir ücret talebinde bulunmayacak birinin duruyor olmasıydı karşımda. Üstüne üstlük, devletin yasama, yürütme, yargı gibi üç temel ayağından biri olan, yürütmenin bir parçasıydı karşımda duran insan. Devlet vatandaşın yanında...
Polisin ilk sözcükleri birer birer ağzından döküldü. "Döküldü" sözcüğü, aslında tanımlamayı tam anlamıyla karşılamıyor. Yine de yumuşatılmış bir izahla, "Polisin ağzından ilk sözcükler saçıldı," demem gerekiyor. Polisin ağzından saçılan sözcüklerle birlikte tükürükleri de aynı eyleme katılıyordu. Yağmur eski hızını yitirse de, bu
184
lutlarda depolanan su tamamen tükenmemiş olsa gerek, hareketini sürdürüyordu. Eylemci tükürük taneleri, bulutlardan sıyrılarak gelen su karşısında etkisiz hale geliyordu. Fakat eylem timinin diğer elemanı sözcükler, polisle benim arama bomba gibi düşüyordu. Kazadan sıyrık almadan kurtulmuştum, ama polis infiale başlamış, kullandığı sözcükler beni yaralamıştı.
"Trafik canavarı, devletin malını ne hale soktun!"Tam olarak tümceyi anımsamıyorum, ama buna ben
zer bir ifadeydi polisin kullandığı.Demek ki anacaddede giderken gözüme ilişen, bana
yığıntı gibi gelen şey, devletin malıydı! Doğrusu, gözlerim kendi malımda hasar tespit çalışması yaparken, bir an olsun karşı tarafın haklarını gözetmemişti. Yığıntı gibi duran şeye daha bir dikkatle baktım.
Polisin dediği doğruydu galiba. Arabamın ön tarafıyla bütünleşmiş gibi bir görüntü arz eden yığıntı, demir korkuluk topluluğuydu ve sekiz-on parçadan ibaretti. Öncelik hakkını benim malımdan yana kullanarak gözlemlerde bulunan gözlerim, bu kez aynı titizliği devlet malına göstermek için harekete geçiyordu.
Hemen, hemen tam tepemizde, varsayımsal bir yaklaşımla, beş-altı metre yukarımızda, bildiğimiz köprülerden biri duruyordu. Köprünün tam da sol kenarıyla; olaya el koyan trafik polisi, satın aldığım zamanki görüntüsüyle ir- tibatlandırabilmenin olanağı kalmamış olan arabam ve ben, izdüşümsel bir konumdaydık. Yani, köprünün bizden yana olan kenarından ip bağlanmış bir ağırlık sarkıtılsa, bu ağırlık arabamın tam üstüne gelir, yamulmuş tavanın bir kıvrımında sıkışıp kalırdı.
185
Tanımını yaptığım köprünün üzerinden vızır vızır geçen araçlar, yanılıp, aşağı yola beş-altı metre yükseklikten inip, trafiği ihlal etmesinler diye demirden korkuluk yapılmış yan taraflarına. Fakat izdüşümünde yer aldığımız bölümde bir eksiklik var. Eksik parçalarla arabam şu anda o kadar iç içe geçmişler ki, onları birbirinden ancak kaba bölücü uygulamalarla ayırmak olası.
"Bakar mısınız?" dedim trafik polisine, yukarımızda kale gibi duran köprüyü gösterek. "Bunlar devletin köprüsünün, devletin korkuluğunun parçaları. Ama köprü ve korkuluğun ana parçaları yukarıda asıl yerindeyken, bu sekiz-on parça ait olmadığı bir yerde duruyor."
Bir anda trafik polisinde bir tepki, bir tepki... Tepki değil, adeta tepki patlaması. Kimi kez büyük, kimi kez küçük, matematiksel sıra gözetmeksizin, karıştırıp kıvamına getirerek, tek tek anlamları ve gerekçeli sonuçlarını da unutmaksızın, işlediğimi savladığı suçların karşılığı olduğunu çıkarsamaya çalıştığım rakamları bir savcı bilgiçliğiyle sıraladı. Sıralamanın doğru yapılıp yapılmadığını, rakamlarla birlikte anılan sözcük kümelerinin, kümülatif değerlendirmesini yapabilmem için ya hukuk öğrenimi görmüş ya da kaşarlanmış bir suçlu olmam gerekiyordu. O anda içinde bulunduğum ruhsal çöküntünün de katkısı eşliğinde, bu rakamlar altında ezildiğimi duyumsadım. Rakamların beni bu denli etkileyebileceğini hiç düşünmemiştim. Anımsayabildiğim kadarıyla toparlayacak olursam; devletin manevi şahsiyeti ile dalga geçmiş, güvenlik kuvvetine direnmiş, devletin maddi kaynaklarına zarar vermiştim.
Araçların caddede akışı önce yavaşlamaya başlamış,
186
yanımızda biriken insanlar çoğalıp, araçlara geçit vermez boyuta ulaşınca, trafik bütünüyle kilitlenmişti. Çevremizdeki kitlesel görüntüyü biraz daha uzaktan gözlemleyen biri, çok rahat yanılgıya düşebilir; bir protesto eylemi, futbol fanatiklerinin toplu gösterimi ya da bol figüranlı bir film çalışması olarak yorumlayabilirdi. Arkalardan ön taraflara doğru kayma eğilimi gösterenlerden etkilenen yakın çevremizdekiler, olayın biz asıl kahramanlarına o denli yakınlaşmışlardı ki, pozisyonumuz ancak, hareket halindeki şehir içi otobüslerin iç mekan görünümüyle tariflendirilebilinirdi.
Çevremizi saranlar, sorgular gözle bir bana, bir polise bakıyor, aradaki diyaloğun akışından, olayın perde arkası boyutlarını; enine, boyuna, ağırlığına, derinliğine çözümlemeye çalışıyorlardı. İlerleyen dakikalarda, polisin devam eden suçlamalarından hangi tarafın yanında yer a- lacağının kararını veriyordu kitlenin öncü güçleri. Ben, kısa ve kesik tümcelerle polisin suçlamalarını etkisiz kılmaya çabalarken, tavrını resmî yandan koymuş ilk misafir sözcükler ayrı ağızlardan sökün etmeye başlamıştı.
"Ayu!""Gonuşma lenl""Cuvap virme malak!""Sen polis gadar mı bilicen?"Sanırım bu sözcüklerin duyarlı vatandaşların ağzında
hayat bulmasının nedeni, dolan bardağa eklenen son damla olan "Terör" sözcüğüydü. Bardağı taşıran bu son damla, bardağın hacmini zorlayıp, diğer damlalarla bir bütün teşkil edemeyeceğinden, fizik kanunu gereğince vatandaşın dudaklarından dökülüp, bana yöneliyordu. Trafik
187
polisi, aslında "Terör" sözcüğünü tek başına kullanmamıştı, yanına "Trafik" sözcüğünü de ekleyerek, "Trafik terörü" demişti. Ama birbirine sımsıkı bağlı kardeş sözcükler yan yana kullanılırken, polisin tutulduğu hapşırık nöbeti, aralarına bir nifak tohumu gibi girmişti. "Trafik" sözcüğü hapşırıklar eşliğinde, hecelenerek, piç olmuş vaziyette, söylenmese daha iyi olacak gibi çıkmıştı. Trafik polisine, olayın muhatabı olmam nedeniyle, doğal olarak en yakın ben durduğumdan ve belki de işime böylesi geldiğinden, "Trafik terörü" sözcüklerini yalnızca ben duymuştum. Belki bu sözcükleri kullanırken, trafik polisi hapşırıklarına başlamasa, bardak torpil geçip hacmini biraz zorlayıp genişletecek, bu iki sözcüğü de çifte standart uygulayarak idare edip diğerlerinin arasına alacak, bardağın taşmasına engel olup, vatandaşların eylemini en- geleyecekti. Bu arada trafik polisi, "Pardon düzeltiyorum, 'Terör' değil, 'Trafik terörü' dedim, bütünüyle duymanızı hapşırıklarım engelledi," gibi bir tümce kullanarak durumu düzeltebilirdi. Bu da olmadı.
Trafik polisinin, olayı farklı boyutlara taşıması, durumumu ne hale getirmişti!
Kalabalık önce dalgalanmış, sonra da yarılmaya başlamıştı.
Kalabalığı yararak ilerleyen dört polis ve bir trafik polisini görünce müthiş bir umuda kapıldım. Tam da sözlü saldırıların fiili saldırıya dönüşeceği tespitinde bulunduğum sırada görmüştüm gelen polisleri. Adeta yeniden doğmuş gibi duyumsadım kendimi.
Galeyana gelen kitle, yeniden doğulup doğulmayacağım, bana kanıtlatacak aşamaya gelmişti.
188
Yeniden doğuşun kesin olduğunu bilsem ya da bunu tüm delilleriyle eksiksiz olarak biri bana kanıtlamış olsaydı sorun yoktu. Orada katliama uğrayıp, başka bir yerde yeniden gün yüzünü göreyim. İkinci hayat belki de bana farklı, yeni ufuklar sunardı. Ama bir adet canım var. İkinci deneme şansım olup olmadığını, ancak bu bir adet canımı riske ederek öğrenebilirim.
Kalabalığı yararak gelen polisler, otomatik makineli tüfek taşıyorlardı. Olayın benim çevremde geliştiğini duyumsayan polislerden biri beni, çarptığım yeni arabama dayamış, diğerleri kalabalığı, enlemesine tuttukları tüfekleriyle geri itiyordu. Polislerin duyumları gelişmişti, konuşarak boşa harcanacak zaman yok, reklam sloganından hareket ederek, mesailerini istismar etmiyorlar, yaygın olarak bilinen yöntemleriyle çalışmaya girişiyorlardı.
Beni arabaya yapıştıran polis; arkamı dönmemi, ellerimi arabanın üstüne yerleştirmemi ve bacaklarımı açmamı emretmişti. Bu kez çenemi tuttum, hiç yanıt vermeksizin dediklerini uyguladım. Üstümü en mahrem yerlerime kadar arayan polis, sağ elimi tuttu, kıvırıp belime getirdi, aynı işlemi sol tarafıma da uygulayarak, ellerimin üst üste olmak üzere belimde buluşmasını sağladı. Bileklerimde duyumsadığım metalik soğukluğun kelepçe olduğunu anlamam için birkaç saniye yeterli olmuştu.
Polis beni, arkadaşlarının açtığı insan koridoruna doğru sürüklerken:
"Silah falan yok!" dedi.Olaya yol açan trafik polisi, dört diğer polis ve ben,
birlikte trafiğin açık olduğu karşı yola geçtik. Yeni gelen
189
trafik polisi, trafiği eski düzenine getirmek üzere kalabalığın arasında kaldı.
Arabamı denemek için geldiğim yöne, kapalı trafiğin içine dönmek üzere, kafamdan tutularak ekip münibüsünün kapısından içeri itildim. Şoförün arkasındaki sırayı boş bırakarak orta koltuğun cam kenarına oturdum. Ya da oturtuldum. Hangi yaptırım uygulanarak oturtulduğumu şimdi anımsamıyorum. Yani koltuğa otururken inisiyatif bende miydi, poliste mi, bunu bilemeyeceğim. Ama, ben koltuğa oturduktan sonra, polislerden birinin yanımdaki koltuğa, diğerinin önümdekine, ikisininse arkamdaki koltuğa; bunca heyecanlı anlar yaşamama neden olup, renksiz yaşantıma renk ve heyecan katan trafik polisinin de, en önde, şoförün yanına oturduğunu anımsıyorum. Yanımda oturan polisin makineli tüfeğinin namlusu bana yönelikti ve işaret parmağı da tetiği tutuyordu. Fark edemediğim şeylerden biri de, namlusu bana yönelik duran tüfeğin emniyetiydi. Emniyet, emniyetli miydi? Emniyet açık mıydı, bunu ayırt edemedim. Zaten bende şafak atmıştı. Sanırım bir parça da altıma kaçırmıştım.
Hayatımda hiç denemediğim bir biçimde oturuyordum, belimde kelepçelenmiş bileklerim acımaya başlamıştı. Böyle bir şeyin başıma geleceğini bir an olsun düşünsem, önceden zaman zaman bu tarz oturma çalışmaları yapardım. Abartmıyorum, gerçek söylüyorum. Çünkü askere gitmeden önce, soğuk suyla hızlı tıraş olmayı sayısız kez çalışmış ve askerde bu konuda hiç eziyet çekmemiştim.
Ekip arabası hareket ettiğinde yağmur hâlâ yağıyordu, fakat hızını ve dozunu oldukça azaltmıştı. Uzuvlarımın yeni
190
konuşlanma biçimine uygun olarak oturduğumdan, başım öne eğik duruyordu. Kaşlarımın altından dışarıya bakıyordum.
Ekip aracı olay yerinden uzaklaşırken, karşı yoldaki bazı arabaların camlarından sarkıtılan üç hilalli bayrakları ve gene caddede dikilmek için direnen bazılarının havaya kaldırılmış, bozkurt işareti yapan ellerini görüyordum. Bulunduğumuz araç, kalabalığın tersi yönde ilerlemesini sürdürdükçe, giderek azalan bağırtıları duyuyordum.
"En büyük Türkiye, başka büyük yok!"Bu sloganın kulaklarımdaki etkisi azalırken, karşı yol
dan, henüz bir bölümü dağılmamış kitleye doğru hızla, camekanlı el arabasını sürerek ilerleyen börekçiyi görüyorum.
"Bürek, büüürek, sıcak büüüreek!" diye bağırıyor.Bulunduğum ahval ve şeraite uymayan bir atasözü
geliyor aklıma: "Çağrılmayan yere çörekçiyle börekçi gider"...
Atasözünde adı geçen meslek gruplarından biri nihayet teşrif ediyor. Yine içinde bulunduğum ahval ve şeraite uymayan bir davranışta bulunuyorum: Gülümsüyorum.
Yanımda oturan polis, tüfeğinin namlusunu karnıma i- tiyor.
“Gülme lan karı gibi!" diyor.Erkek millet olduğumuzu birden anımsıyorum ve ekip
arabasının park edeceği yer geliyor aklıma.
-B İTTİ-
191
İÇİNDEKİLER
Kitap Üzerine Okura Altın Değerinde Öneriler..............5
Devlete Çarpan Kamyon................................................11
Torbada Keklik.................................................................42
Rıdvan Beyin Hayatından Bir Gün............................. 100
Ultrasonik ve Ultrakonik Ultra Mega-Muga Otomobil Kuponu...........................................................151
Ben de Araba Aldım......................................................181
top related