97349158-arzars-mirac-1

176
ZİG-ZAG ÖĞRETİSİ 2.BAND CİLT 1 ARZdan ARŞa Mİ'RAC 1 Hans von Äiberg Hazırlayan Metin KILIÇ [email protected] Ocak 2011 Amacımız, HANİF kazanmaktır, onlara hangi milletten olursa olsun ulaşmaktır. Hans von AIBERG

Upload: drescape

Post on 14-Aug-2015

282 views

Category:

Documents


60 download

TRANSCRIPT

Page 1: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ZİG-ZAG ÖĞRETİSİ

2.BAND

CİLT 1

ARZdan ARŞa

Mİ'RAC1

Hans von Äiberg

Hazırlayan

Metin KILIÇ[email protected]

Ocak 2011

Amacımız, HANİF kazanmaktır, onlara hangi milletten olursa olsun ulaşmaktır.

Hans von AIBERG

Page 2: 97349158-ArzArs-Mirac-1

The course of By the name of ALLAH

ZİG-ZAG by (Beneathful) AL RAHMAN

Transscientists (Merciful) AL RAHİM

THE MIRACLE OF ALLAH

Authorized by

Hans von Aiberg

VOL.3

Arz’dan Arş’a

M İ R A C(1988)

Page 3: 97349158-ArzArs-Mirac-1

SUNUŞ

Çağımızın İslam’ı “Bilim yoluyla” da Hıristiyan ve tanrısızları fethetmeye başlardı. Bu sürpriz gelişme sonucu, “Eski kâfir, yeni Müslüman” batılı bilimcilerin bir kısmı “İslam’ın Batı cephesini” açarak, bilim-kalem cihadı vermeye başladılar.

Sadece bilimle iştigal eden batılı Müslüman bilim adamları “Cemaat” çalışmalarının toplu bilimsel sonuçlarından “21.yüzyıl bilimi” diye gösterilen “ZİG-ZAG ÖĞRETİSİ” ortaya çıkmış, İslam ve bilimi buluşturduğundan, bilim adamlarını aynı zamanda din adamı durumuna sokmuştur.

“Zig-Zag öğretisi” içinde “Arz-Arş dizisi” de yayınevimiz yazarı Prof. Dr. Hans von Aiberg’in payına düşmüştür. Yazarın tespitlerine göre, bütün kâinatların bilimi (Transscience) üç katlı olarak tertiplenmiştir. Bundan ötürü “Arz-Arş” derken, Arz, tire ve Arş simgelerinin kullanmasının nedeni ayetlerdeki “Yerler-gökler ve ikisi arasındakiler sırrını taşıyor:

ARZ= Yer, alt, aşağı, taban, dip, tümevarım, çokluk, madde vb.dir.

ARŞ= Gök, üst, yukarı, tavan, doruk, tümdengelim, teklik ve alanlar vb.dir.

ARA= Tire (-) ile gösterdiğimiz Araf, Arasat, ara âlemler, iki doğu, iki batı, üç karanlık, Soyut ve misal (Süper ve Hyper uzaylar) âlemleri vb.

Böylece karşımıza bir sonsuzluk kulesi hiyerarşisi çıkmaktadır. Ayetlerdeki “Katımızdan ilim verdiğimiz, katlarımızdan biri… Rabbin yukarıdan aşağıya işlerini kat be kat yönetmesi…” sırları uyarınca bu kulenin “katları” olduğunu yazarımız tespit ediyor.

Arz-Arş dizisi 8 BANT’tan oluşmaktadır. Her bant ortalama iki ciltten kurulmaktadır. İlk bandımızın birinci cildinde (Beyaz sırtlı ve beyaz arka kapaklı) kabaca çevremizdeki uzayda olup bitenleri, evrenin yaratılışını ele almış, sonra “Gökkapısı” ayetlerinin sırrından olmak üzere Karadelikleri keşfetmiştik. Bu çekim girdabı Karadelikten içeri girerek, ardındaki tüneli ve bunun çıkış ucu olan Akdelikten, geçerek paralel evrenlere fırlamıştık.

“Rabbil âlemin=Âlemlerin Rabbi…” ayetleri sırrınca sayısız paralel evrenlerin de birbirinden bağımsız olmadığını, her birinin “Süper Uzay” denen evrenler çiftliğinden filizlendiğini belirlemiştik.

İkinci cildimizde ise (Siyah arka kapaklı ve sırtlı) Süper Uzayın bir üstüne çıkış yolu aramıştık. Bu aşamada Karadelikler gibi “Elif noktaları denen sonsuz ötesindeki Gökkapıları” da bizi kulenin üçüncü katı olan “Hyper Uzay”a ulaştırmıştı.

Teorik fizik yöntemlerinden en başta gelen “idealize deney” yolculuğuyla uzandığımız Süper ve Hyper uzaylar, “İki katlı olduğu” İslam verilerinde bildirilen “MİSAL ALEMİ”nden başka bir şey değildi!..

Page 4: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Yine, ikinci cilt içeriğinde, İslam verilerinde “Mücerret âlem” diye bildirilen “soyut kütleyi” kuran “Takyonlar” teoremine de yer vermiştik. Esiri âlemi oluşturan takyonlar, Mücerret âlemi “Manalandıran, şuurlandıran” AKIL denen beşinci boyut fiziğidir.

“Aklın fizik kuvveti”, aynı zamanda parapsikologların “Ruhsal kuvvet” (Psi enerjisi) dediği beşinci boyut dinamizmi olup, bütün bu olguların itici gücü, meleklere yaptırımı, ALLAH’ın NUR’u olan kudretten kaynaklanmaktadır. Bu soyut enerjiye, sonsuz özenerji kudreti de diyoruz. Bu enerjinin de bir termodinamiği olmalıydı. Yazarımız, dünyada ilk ve tek olarak pozitivize yasaları oluşturmuştu.

Bu üçüncü kitap ya da ikinci bant’ın ilk cildi ile yeniden huzurunuzdayız. Kapakları ve sırtı “kırmızı olan iki ciltlik eserler “Arz’dan Arş’a Mir’ac” ismini taşıyor ve dört ciltlik bir dizi oluşturuyor. Bu dizi önceki ciltlerimizde özetle geçiştirilen, ayrıntı verilmeyen konuları açıyor ve daha sonra kaldığımız yerden devam niteliğini koruyor.

Elinizde tutuğunuz ilk cilt, insanlığın uzaya açılma serüvenini ele alıyor, özellikle ayetlerde saklı olan kozmik ve bilimsel sırları yorumluyor. Bu arada evrenin sonu gelmez ufuklarına açılıyor.

İzleyen ikinci cildimiz, “KARADELİKLER, AKDELİKLER, PARALEL EVRENLER” sistematiği üzerine yazılmış en geniş kapsamlı tek kitap sayılabilir.

Üçüncü cildimizde ise, bütün bu sistematiğin de dışına çıkıyor ve süper âlemlere, sonsuzluk kulesinin yukarılarına “Mir’ac” yapıyoruz. Söz konusu süper âlemler bir ön bilgi olarak iki bölümden oluşuyor:

SÜPER SOYUT (MANA) ÂLEMLERİ: Mana, Gayb, Lâhut, Ceberut, Melekût, Ervah ve Berzah âlemleri.

SÜPER CİSİM ÂLEMLERİ: Arş, Levh, Kürsi, Sur, Kalem, Cennet, Sidre, Cehennem, Araf, Arasat (Sırat, Mizan, Sancak, Havz vb.) âlemleri.

Üçüncü bandımız ise “Turuncu” kapaklı ve sırtlı olup “CAN-İNSAN” adını alıyor. İzleyen dördüncü bant “Sarı olup, “CİN-ŞEYTAN” ismini taşıyor. Sırada “Yeşil” bant “NUR-MELEK” var. Böylece, aylık yayınlar halinde bu bilimsel gökkuşağını okuyucuya iletmeyi inşallah sürdüreceğiz.

Bütün dizi, her zamanki gibi Fiziko-matematik yasaların güvencesindeki bilimin sağduyusuyla işlenecektir.

AYRICA ledünni bilimlere de yüksek düzeyde vakıf olan yazar, Rabbin izin verdiği yere kadar cesur tırmanışını sürdürecek.

Çaba ve becer bizden; beğeni sizden, başarı ALLAH’tan…

KİT-SAN/ZİG-ZAG

Page 5: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“Ben, ömrün, insanın bir şey bulması için takdir edilmiş bir vade olduğuna inanıyorum. Ömrümüz boyunca, neyi aradığımızı bilmeden hep bir şeyler ararız, çoğunlukla da bulamayız. Eğer hala aradığının ne olduğunu bulamayanlar varsa, vakit geçirmeden Arz-Arş serisini okusunlar. Sonra da bir daha okusunlar ve bir daha… Her sayfası bir doktora, her paragrafı bir tez olan bu eserler kitaptan öte; adını koyamadığım bambaşka bir şey!.. Fakat evladım bildiğim Hans Aiberg’in adını koyuyor, ona bilimin harika çocuğu diyorum…”

NEZİH DÜNDAR

Gazeteci-Sanatçı

“… Ahlak ve iman dini olan İslam’a inanıyordum ama körü-körüne dogmatik bir inancın, akıl ve mantığa yapılan büyük bir haksızlık olduğunu da düşünüyordum. Yüksek tahsilimin verdiği bilim görüşü ile dinimiz sözcülerinin anlattıkları arasında, kimselere açamadığım bir tatminsizlik, bir dev uçurum vardı. Meğer bu uçurum ‘Sonsuzluk Kulesi’nin eksikliğiymiş! Eserlerinizi okuyunca, sizin de yazdığınız gibi, aklen Müslüman olmanın huzuruna erdim. İslam’ın aynı zamanda bilim dini olduğunu sayenizde idrak ederek, ezberletildiği için değil, kavradığım için Kelime-i Şahadet getiriyorum. Namaza başladım… Bütün gerçek Türk Müslimeleri adına size minnettarlığımızı iletiyoruz…”

Bayan: Ç.T. İSTANBUL

Eserimin sevabını, sayesinde MÜSLÜMAN-TÜRK olduğum, anne bildiğim, MÜFİDE ATALAY’a ALLAH rahmetine vesile olması için ithaf ediyorum.

Hans von AIBERG

Page 6: 97349158-ArzArs-Mirac-1

OKUYUCUYA TEŞEKKÜR

Kur’an tefsirine de hizmet eden “Arz-Arş” dizimizin, bazı bölümleri zaman zaman ağırlaşmakta, yer yer uzmanlarının anlayabileceği hitaplara kaçmaktaydı. İddiasız olarak çıkardığımız bu eserler, okuyucudan büyük bir ilgi topladı. Okuyucu eserleri değerlendirdi ve “iddialı” duruma soktu. Anlaşılır olması bakımından binlerce ayrıntı ve sırrı sadece birer cümle ile geçiştirmiş olma rağmen görülmemiş bir ilgi topladık. Profesyonel bilimciler yanında, hemen her kesimden halkımız da bu esere sahip çıktı.

Türlü ideoloji olan her görüşten değerli bilim adamları, bilimi zevk edinenler, bilime gönül veren öğrenci ve arifler, kendiliklerinden eserlerin bir değerlendirmesini yaptılar: Yer verilen bilimsel teorilerin yüzyılımızı aştığını; genel ve resmi bilimin doğal akışının önünde olduğunu, Resmi bilimin onu izlediğini belirttiler. Teoriler Kur’an’dan kaynaklandığı içindir ki, bunların tersinin ispatlanmasının günümüzde mümkün olmadığını, dolayısıyla hep yürürlükte kalacağını vurguladılar. Hatta daha da ileri giderek, artık “Nur ve meleklerin” bilimsel varlıklarının fizik konusu içinde yer alabileceğini söyleyenler de çıktı.

Eserlerimize kısa zamanda büyük rağbet gösterenler, “İnsanın bilimsel doyumsuzluğunu ve susuzluğunu giderdiğini” de savundular. Övgü ve siyatişlerin, tanışmaya gelenlerin izdihamının ardı-arkası kesilmedi, telefonlar susmak bilmedi…

Okuyucumuz sağ olsun, eksik olmasın, Rabbim ilimlerini artırsın!..

İLKSÖZBİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM: İKRA

Kadir gecesi Kur‘an’ımız ilk bu ayetle müjdelenirken, İslam’ın ilk emrinin OKU olduğunu bildiriyordu. Sevgideğer okurlarım, izin verirlerse, bu ilk inen 19 harfli Alak suresinin ilk 7 ayetini önsüzümüzde yorumlamak istiyorum:

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM OKU:

İnsana isimlendirmeyi anlamlandırmayı öğreten, akıl nimetini bütün insanlığa veren (RAHMAN) ve ayrıca kalpleri mühürlemeyen, gözleri açan, bilen ve anlayanlara da ikinci bir ödül olan hidayeti veren (RAHİM) Allah’ın ismiyle ve Onun bilimini öğrenmek için oku!.. İlk görevin iyi bir okuyucu olmaktır. Öğrenim ve bilgilenmenin, görgülenmenin tek yolu “Okumak”tır.

Page 7: 97349158-ArzArs-Mirac-1

YARATAN RABBİNİN ADIYLA OKU.

Yaratan, yarattığını başıboş bırakmadı. Onu her maddi-manevi nimetiyle donattı ve TERBİYE etti. Bu kozmik-ilahi alfabenin anahtarı onun adıdır. Besmeleyle oku!..

Kİ O İNSANI BİR ALAK’TAN YARATTI.

Alak yani “Aşılıp tutunan” bir aşılanmış hücre” işte bunun 1400 yıl öncesi haber verilmesi ürpertiyor insanı… Canlının dış görünüşünün (objesinin içsel dizilişini (subjesini) şifreleyen genetik kodları, ırksal hafızası, işte o Alak içinde yer almaktadır. Maddi bedenimizin kurgusu geriye oynayan bir film gibi, cenin (Embriyo) içindeki üç karanlığın (Tünellerin) sırrındandır. Gen denen bu kalıtım ve ırksal bellek birimleri, dişinin yumurtası ve erkeğin sperminin bir koalisyonu ve sentezidir. Bunun da özü, dört çekirdek asidinin muhtemel tertipleri üzerine kurulmuştur. Orada bütün canlıların milyarlarca yıl diye hesapladığımız BİLGİ BİRİKİMİ vardır. Her bir özün, kendine özgü karakteri, kendi ayrıcalığının örgüsü kişisel yazgısı, bireysel öyküsü ve ırksal hafızasının görgüsü vardır. O halde anlayan için, her bir genetik kodlama, bir AÇIK KİTAP niteliğindedir. Biyolojinin son aşaması olan genetik mühendisliğine habercilik ve teşvikçilik yapan bu ayet, şimdi bunları bilenlere çok kolay gelebilir. Fakat bu buluşa ermemiz ikinci dünya savaşından bile sonradır. Kur’an’da ise 14 asır önceden bildirilmiştir. Kur’an bunun için bir mucizedir ve her çağın kitabıdır.

Biyoloji teknisyenliği ya da genetik mühendisliği sayesinde artık kromozomları kuran genleri takma-geçme biçiminde ve türlü yöntemlerle laboratuarda deneyebiliyoruz. Fakat karacahil bir Ateist çıkabilir ve size kendisinin “Hücre, virüs yarattığını” söyleyebilir. O, acaba, var olan, yaratılan hücre üzerinde çeşitlemeler mi elde etmiştir; yoksa hiç yoktan mı bir virüs var etmiştir? Ona dört element (C, H, O, N) istediği kadar veriniz. Bunlardan dört çekirdek bazını yapabilir. Ama bunlar, canlılarda olduğu gibi, polarize ışığı sola kıramaz (Canlı protein değil) sentetik protein olarak kalırlar.

Hüner ya da marifet, var olan üzerinde oynamak değil; hiç yoktan yaratmaktır. Yoksa bizim biyoloji mühendisliğimizi, yüzyıllar önce atalarımız, hayvan türleri elde etmekte ya da bitkileri birbirine aşılamakta, evcilleştirmekte kullanıyorlardı. Ama kimse, o bitki ve hayvanı yoktan var ettiğini söylemiyordu. Bu ancak şimdiki sivri akıllıların, atalarını beğenmeyip, dünyada tek akıllı ve evrenin merkezini kendileri sananların hüsnü kuruntusudur. Yaratılma ihtiyacı kaçınılmaz şarttır!... Aynı şey mucitler için de söz konusudur: Acaba elektrik akımı kanunun koyucusu ALLAH mı, yoksa Edison mu daha büyüktür? Eğer ölçüt bir “Ampul” ise, Güneş denen dev ampul’ün yaratıcısı daha büyüktür!... Bunun için “Allah (c) En Büyüktür=ALLAHÜEKBER” diyoruz, yoksa “yobazlık” yaptığımızı ileri sürenlerin anladığı biçimde değil!...

“- Pekiyi neyi ve nasıl okuyacağı?”

Bunun karşılığı çok kolay, sevgideğer okurlarım: Besmeledeki ALLAH, RAHMAN ve

Page 8: 97349158-ArzArs-Mirac-1

RAHİM ismiyle bağdaşmayan, besmele çekmeye ar, utanç duyacağın şeyleri okuma. Eğer rahatlıkla besmele çekebiliyorsan, işte o okuduğun şey yararlıdır. Hatta “Düşmanınızın dilini ve geleneklerini” öğrenin hadisi uyarınca, onların eserlerine de besmele çekiniz. Hatta insanın içgüdülerine yönelik (Beslenme, savunma, üreme) eserleri de bilgilenmek için okuyorsanız, yine meşrusunuz ve besmele çekebilirsiniz. OKU!..

OKU (Allah) KALEMLE YAZMAYI ÖĞRETTİ

Okumaya canlının kalıtım şifresiyle başladık Orada tarihin toplam bilgilerini, evrimini YAZAN, bir KALEM sahibi vardır. O kitaptaki bütün bilgi birikimi KALEM ile yazılmıştır. Bu ilahi kalem insanlık yaratılınca, bu kez insanın eline tutuşturulmuştur. İnsana YAZAR olması öğretilmiştir. Önce kil tabletlere, papirüslere, kâğıtlara yazıyorduk. Alfabeyi bulmuştuk. Şimdi ise kompüterlerin dilini ve alfabesini bulmuş, monitörlerine MANYETİK KALEM ile yazıyoruz. Bilgisayar dili de biyolojik şifremizin diliyle özdeştir. Bu sayede laboratuarlarda tek hücrelilerin genleriyle oynayarak yeni türler elde edebiliyor ya da eski türlerin alışkanlıklarını değiştirebiliyoruz. Rabbimizin RAHİM ismi ile ona rahimdeki oluşum arasında süper ilişki vardır. Bilgisayarlar olmasaydı, birçok şeyleri hesaplamamız mümkün değildir. Örneğin bir uydunun çarpmaması için yapılan yörünge değişikliğini bilgisayar hesap etmeseydi, yüz matematikçinin 300 yıl hesaplamaları gerekecekti. Buna bağlı olarak insanın bilgilenmesi de yüzlerce yıl gecikecekti. Hatta günümüzde, bilmediğimizi de, bilgisayardan elde edebiliyoruz.

Rabbimizin katmanı bir sibernetik merkez olup, (Arş) orada Bilgi İşlem KÜRSÜSÜ vardır. Kozmik düzenin programladığı bellek bantları vardır. (LEVHİ MAHFUZ) ve bu programı yapan bir AKILLI (Âlimler âlimi) yaratıcının “YAZ!” diye emrettiği KALEM vardır. Kalem’in yazdığı ise KADER’dir. Yaratanın Aklı küll olan zekâsı insanın irade-i cüzziyye zekâsını yaratmıştır. İnsan da kendi tasarımcılığından, yani organik zekâsından, YAPAY ZEKÂ da denen mekanik-elektronik zekâyı, bilgisayar ve robotu başarmıştır. Böylece Allah katından başlayan zekâ gösterisi, sonunda bilgisayar da tecelli etmiştir.

İNSANA BİLMEDİĞİNİ DE ÖĞRETTİ

Bu büyük Kelamullah’ın yorumu ve tefsiri aslında ciltler tutardı. Akıl sahibi insanı, beslediği hayvanlardan, ormandaki maymundan ayıran bu öğreti, ALLAH (c) ÖĞRETİSİ’dir. İnsana bilgisayarı da yardımcı olarak veren Rabbimizin, insanı, özellikle akıl sahiplerini her gün eğittiğini, öğrettiğini de sezebiliriz. Bilim ne kadar zor olursa olsun, rabbimiz bilmediğimizi ARAYANA verir. Kendi katında BİNLERCE BİLİM vardır, bunları gizli ya da açık olarak, bir nimet gibi sahibine, iletir. Ancak bu bilimden, nasiplenecek kimselerin KALPLERİNDE mühür gözlerinde körebe kuşağı, kulaklarında tıkama tamponu olmaması gerekir.

Rabbimiz (Terbiyecimiz) olan ALLAH, kendini inkâr etsin-etmesin, her yaratığına RAHMAN’dır. Yani, nankörü de rızıklandırır, doyurur, besler, savundurur, korur. Ama

Page 9: 97349158-ArzArs-Mirac-1

kendisini tanıyana ve teslim olana (Müslümanlar)a ise ayrıca RAHİM’dir. Onların gönül, göz ve kulaklarını İKİNCİ CENNETİNE açar. Elbette burada söylediklerim “AKIL SAHİBİ” olmayanlara bir şey ifade etmez. Çünkü Kur’an’daki “AKIL SAHİBİ” mühürsüz ve bağsız olanlar içindir. Hidayet (Doğru yol) yoksunu ve yoksulu olanlar ise ne kadar kurnaz ve nefsanî yönde zeki olularsa olsunlar, idrak yeteneği vardır. Bilim kurnazlıktan, demagojik zekâdan değil; tek gerçek olan o harika AKILCILIKTAN türer. Bilim bütün insanlığın malıdır. “İnananların ise kaybolmuş malı” olarak hadiste belirtilmiştir. Hatta hadislerin bilime aykırı olması halinde “BİLİMİ” tercih etmeniz de Resulullah (s) emridir.

Hassas okurlarım, kitaplarımın ateist kesim üzerinde ikna uygulamadığı teessürüne kapıldılar. Üzülmesinler, Rabbimizin bizatihi sözü olan Kur’an bile, onların mühürlenen organlarını açmıyorsa, o nur yanında şu aciz kitaplarımın ne önemi var? Kalp gözünün kapalı olması müminde de mümkündür. Böyle biri bilimi gereksiz bulduğu gibi, radikal mümin de kitapları “Bilim dışı” bulur… Neyse ki ölümle birlikte, özellikle mahşer randevusunda, bütün bu kilitli gözler açılacaktır. Rahman BAKTIRIR. Rahim ise GÖRDÜRÜR. Biri duyar, ama işitmez; ötekisi işitir ama duymaz… Dünyadaki akıl gözleri kör olanların, ötede gözleri çılgın ateş ile açılacaktır. Bu dünyanın sahte zevklerine, şeytan ve Deccal’ın (nefsin sembolünde) sevdiklerine kimin göz kapalıysa, bilerek bunlara kör olursa, onların da gözü Cennet güzelliklerine açılacaktır. İnanmazsak, yaşar-ölür görürüz. Ölümden sonra dirilir yine görürüz. Cennet mekânınız olsun sevgideğer okurlar, çünkü şimdi haram ve günahtan sakındığınız gözleriniz, inşallah bizatihi ALLAH’ı görecektir.

O BÜYÜK İKRAM SAHİBİDİR (Alak Suresi 1-7 ayetler)

Page 10: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“… KENDİLERİNE BİLİM VERİLENLER İSE (Kur’an’ın tek doğru olan) GERÇEĞİN TA KENDİSİ OLDUĞUNU BİLİR VE HAMD ETMEYE (tek) LAYIK MUTLAK GALİP OLANIN (Allah’ın doğru) YOLUNU GÖSTERİRLER.”

(Sebe Suresi 6.ayet)

BİRİNCİ BÖLÜM

BİLİM VE İMAN

Page 11: 97349158-ArzArs-Mirac-1

KESİM: 1

Niçin Bilim?

Bütün semavi kitaplar, tüm canlıların en mükemmelinin insanoğlu olduğunu bildiriyor. İnsanoğlu bu mükemmelliğini “AKIL” ile niyetlendirilmesinden kazanmıştır. Yaratan kudretin, yarattığı üzerinde tecellisi, cansızlarda “Fizik yasaları”; canlılarda “İçgüdü” ve insanoğlunda ise “AKIL” sıralamasıyla kendini ortaya koyuyor.

Aklın soruşturma yeteneği olan BİLİM, İnsanoğlunun kuşaklar boyu, “Deneme-yanılma-doğruyu bulma” çabaları sonucu “Hak olan tek gerçeğe“ doğru mükemmelleşmektedir. Günümüz, suların bulandığı, henüz durulmadığı bir bilimsel kargaşa dönemidir. Bilinçsiz ve amaçsız bir arayış dönemi yaşayan bilim, insanı yorumsuz, doyumsuz ve hatta sorumsuz kılmıştır. Önemli olan bir bilimsel bulguyu tüme varım-tümden gelimle çifte yorumlamak, neyi, niye ve nereye kullanacağımız bilebilmektir. Bu denenmemişi yapmak amacındayız sevgideğer okurlarım.

Kuşaklar boyu ektiğimizi, artık biçmeye başlıyoruz. Bulanık sular duruluyor. Deneme-yanılma-doğruyu bulma yöntemi ile dolu, bilim tarihimizin, dünya dışına, uzaya taştığı günümüzde, kâinatın uzanamayacağımız öteleri, erişemeyeceğimiz hızları, dehşetli sıcaklıkları, gidemeyeceğimiz başka evrenleri var. Bunları, asla laboratuarda oluşturup sınayamıyoruz. Bunun yerine evreni gözlemleyerek, fenomenlere birer teori oluşturuyoruz. Evrensel olayların sınanamayacağının farkına önce, modern fiziğin kurucusu Galileo vardı. Örneğin, bir göksel cismi, gezegeni “Uzay”a yerleştirdi. “Hiçbir etki olmazsa, bu cismin yerinde durduğunu, ya da bir yörüngede ilerleyerek dönmekte olduğunu” buldu. Onu izleyen Newton da evrensel yasalarını, aynı “Beyin Jimnastiği” ile oluşturdu.

Einstein bu “Beyindeki deneyi” idealize ve metodize ederek, rölativite kuantumu teorik fiziğe kazandırdı. Uçsuz bucaksız evrenin gidilmeyecek ücralarını, bir daha oluşturulamayacak yaratılış patlamasını, karadelikleri vb. deney masalarında sınayamıyoruz ama “Zihinsel idealize deney” ile bundan iyi çözümlüyoruz. Çağımızın bilimi, artık “Teorik”dir. Teorik fizik, deneylerini “Akıl” ile yapmaktadır.

Önceleri, deneme-yanılma sistemi, çok fazla fire ile yanılmaya yer veriyordu. Günümüzde “yanılma payı” yok denecek kadar azalmıştır. Çünkü, insan bilgilenmiş, aklımız (labirent karmaşasından kolayca çıkış yolu bulan bir elektronik fare gibi) doğruya yakınlaşmıştır. Gidemediğimiz uzaklara, erişemediğimiz şartlara, sadece akıl yoluyla ulaşıyor, görmediğimizi bile dolaylı olarak da test ve tespit edebiliyoruz.

“Evrenin üstünde, dışında ne var?” sorusuna hiçbir zaman laboratuarlar ve deney masaları düzeyinde cevap bulamayacağımız içindir ki, bilim artık teoriktir. Teorik bilimci ise beyin laboratuarıyla çalışan, zihnine bütün evreni sığdırıp, düşünülmeyenlerin, akla gelmeyenlerin üzerinde kafa yoran, belki de en zor mesleğin sahibidir. Bu zorluğuna

Page 12: 97349158-ArzArs-Mirac-1

karşılık, ALLAH’a ulaşması da o kadar kolaylaşmaktadır. Felsefe bir düşünüş tarzıdır ve kişiden kişiye, görüşten görüşe değişir. Fakat bilimin tartışılmaz “TEK DOĞRU”su kişiden kişiye değişmeyen tek görüş birliği vardır, sabitleri vardır, teorileri vardır. Kur‘an gibi “TEK” bir kitap, akıl sahibi teorik bilimci için ister istemez bir başvuru kaynağı oluyor.

Evren bilimcilerin, “AKIL YOLUYLA” niçin Müslüman olmaya yatkın olduklarını, niçin, İslam’ın batı cephesinde bir Zig-Zag “Bilim cihadı” doğduğunu biraz olsun sezebiliriz, sevgideğer okurlarım…

Haçlı zihniyetini ve uygarlığı temsil ettiğini söyleyen, “Tek dişli canavar batı”, önceleri bilim üstünlüğüyle İslam’ın karşısına dikilmişti. Şimdi ise, medarı iftiharı seçkin bilim adamlarının, Müslümanlaşarak saf değiştirmeleri karşısında, sürpriz bir çözülmeye uğramıştır. Eski Haçlı şövalyeleri fire veriyor ve “Hilalli mücahit” oluyorlar. İslam heyecanına taze kan katılıyor!.

Bu teselliye gerçekten İslam âleminin ihtiyacı vardı: Yüzyıllardan beri süren batasıca duraklama ve kahrolası gerileme çağlarının tek sorumlusu, pozitif bilimlerden (Heyet bilimleri Fen, teknik) yana cehalet utancımız olmuştur.

Önceden lideri olduğumuz bu pozitif bilimlerden sırt çevirmemizin bedelini, ümmetler yarışında geride kalmışlığımızın ezikliği olarak yaşıyoruz. Önceden Ortaçağ aydınlığını yaşayan İslam, şimdi yakın çağ karanlığında “Cahiliye çağına” döndü sanki…

KESİM: 2

Bilim imana getirir!

Hep, tepeden bakmaya alışmış, kibirli batılı bilim adamlarının (Hangi ilahi gizli çağrıyı almışlarsa) İslam’a akmaları, kendilerinin bile beklemediği bir dönüşümdür. Buna en başta şaşanlardan, yaşayanlardan biriyim, Hem, bir aptal gibi, niçin çok daha önce Müslüman olmadığıma hayıflanırım, hem de kıyasıya karşı olduğum İslam’ı nasıl böyle bütün benliğimle benimsediğime hala hayret eder, dururum.

İyi bir Hıristiyan disiplini ardından, “Akil” olduğum çağda, eski dinimin kendi içinde çeliştiğini, akıl ve bilim ile hemen hiç ilgisi olmadığını görerek koptum. Böylece dinsizliğe, tanrısızlığa mecbur kalmıştım. Kâfirliğin “Denize düşen yılana sarılır” örneği, felsefeleri olan Maddecilik (Materyalizm) varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) gibi inançlarla felsefe boşluğumu doldurmaya çalışıyordum. Materyalizmin, bilim dışı gerici kaldığını, yeni bir köleci toplumu amaçladığını, madde ötesini bütün gerçekçiliğiyle hissetmemize rağmen, göz göre göre inkâr ettiğimizi sezdim. Önceden doyumsuz kaldığım “Hıristiyanlık” gibi, o da gerçeğe ters düşüyordu.

Daha sonra “Nemelazımcılık, kozmopolitizm, şovencilik, spiritüalizm” gibi ne varsa, arayışa girdim. Sonuçta aynı boşluğu hep hissettim. Bu kez dünya dinlerini, (Özellikle, Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya dinlerini) incelemeye aldım. Bunlar, tamamen kapalı, “Açıklığı” olmayan, törenleştirilmiş bir oyun, bir sır gibiydi. Üstelik şeytansı bir şeyler

Page 13: 97349158-ArzArs-Mirac-1

vardı artlarında…

İslamiyet’in kitabı “Kur’an”ı ise hiç mi hiç düşünmüyordum. “Almanya içlerine kadar dalan akıncıların” nasıl malları yağmaladığının, köy basıp, kızlarımızı cariye olarak götürdüklerinin hıncıyla doluydum. Bana göre Kur’an, bu “Yarı-barbarların, çöl bedevilerinin ve geri kalmışlığın” bir simgesiydi. Bu yüzden asla ve asla Kur’an’ı okumaya niyetli değildim.

Günün birinde Almanya’da uzun bir tren yolculuğunu yapmam gerektiğinde, kompartımanda tek yol arkadaşım, aşağı-yukarı bir rahibe gibi kapanmış, yabancı asıllı bir kadındı: Belirli aralıklarla “Garip hareketler” yapıyordu. Dayanamayıp bu tuhaf tapınma hareketlerinin nedenini kendisine sorduğumda, çok temiz bir İngilizce ile “Seferi namaz kıldığını anlattı. Uzun yol arkadaşlığımız boyunca, bana orijinalinin ve İngilizcesinin birlikte yer aldığı bir Kur’an’ı gösterdi. Kitabı elime aldığımda, kolayca anlayıp, hayretle okudum. Bu mübarek kitap adeta beni teslim almıştı. Önceleri, Müslümanların, Hz. İsa ve Hz. Meryem’e kıyasıya düşman olup, küfrettiklerini ve diğer peygamberlerle, dinleri, kitapları reddettiklerini sanıyordum. Ne var ki, elime ilk kez aldığım Kur’an, tam tersine surelere Meryem, Ali İmran ismini bile vererek, ilahi ana-oğlu methediyordu. Hz. İsa’nın “Allah’tan bir kutsal Ruh” ve Allah kelamı (Kelimesi) olduğunu ve Hıristiyan olarak inandığımız gibi, gelecekte yeniden “GERİ DÖNECEĞİNİ” yazıyordu. Daha sonra, teslis gibi yanlışlarımızı biz Hıristiyanlara yüzlüyor, evren bilime ve yaratılış bilimlerine yönelmiş olan aklıma “TAM HİTAP” ediyordu.

Bu Kur’an, diğer kitaplar gibi çelişik, diğer dinler gibi kapalı değildi. Tam tersine, aradığım netlik, açıklık ve çağrı mesajı, İlahi davet vardı. İsminin Müfide Atalay olduğunu öğrendiğim bu saygın TÜRK kadını, eğer benimle yolculuk etmese, mübarek kitabı elime (Hayır, gönlüme) vermeseydi, bugün Müslüman olmam söz konusu edilemezdi. Müfide hanım bir vesileydi ama beni ikna eden KUR’AN’IN TA KENDİSİYDE. Kur’an’ın aynı zamanda bir bilim kitabı olduğunu ve doğrudan AKLIMA hitap ettiğini kavradığım için (Elhamdülillah) Müslüman oldum.

Müfide Atalay hanımefendinin bana pek çok etkisi olmuştur: Bunlardan ilki, kadınların birer zevk aleti, şımarıklık örneği, geri zekâlı aşağı sınıf olduklarına ilişkin düşüncelerimi alt-üst etmesiydi. Mümine, Müslime ahlakının canlı bir örneği (sanki Hz. Meryem ana’nın dönüşü) gibiydi. Kadının “Asli görevinin Müşvik bir ANNE, tabiatının sadık bir EŞ” olduğunu anladım. Halen kadınlardan özür diliyorum… Müfide Hanımın tesettürüne, bilgisine, iman vakarına, İslam heybetine, kendisine hayran olmamak elde değildi. Haçlı zihniyetim onun karşısında pes ederek, yerini İslam‘a hayranlık duygusuna bıraktı.

Müfide Hanım’ın ikinci büyük etkisi ise, milliyetimi bulmama yardım etmesiydi. İsveç ve Danimarka’ya bölünmüş bir ailenin Almanya’ya yerleşmiş Almanlaşmış dalına mensuptum ve “Milliyetimin, vatanımın ne olduğuna” ilişkin bir fikrim yoktu, adeta vatansız kozmopolit biriydim. Ben elit ve enteldim, kalanlar ise tebaamdı(!) Öte yandan asıl annem Eva Weissschild, “Halktan” bir kız olduğu için ve İsveç-Danimarka kraliyet akrabası olan “Soylu” baba tarafımın (von Heiberg) “Yüzkarası” olduğu için, “beni doğuran” ikinci dünya savaşında öldürülen babamdan artı kalan “ben öz oğlunu, para karşılığında” satmış. Ve ayrıca bir başkasıyla evlenmiş, beni hiç mi hiç aramamıştı. Dadılar elinde, din masalları ile büyümüş bir yetimdim. Aklım erdikçe anne ve babamı ilk kez

Page 14: 97349158-ArzArs-Mirac-1

sorduğumda, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş putunu “Babam” ve duvardaki müşfik yağlıboya Meryem Ana ikonasını da “Annem” diye tanıştırdılar. Sonra bunların ana-oğul olduğunu nasıl annem-babam olabileceğini akıl ettiğimde, dünyam yıkıldı: Bu kez mirasımı yemekle meşgul olan “halam ve amcam” kendilerini annem-babam olarak yutturmaya kalkıştılar. Onların sert saraylı disiplini nedeniyle çocukluğumu yaşayamadığımdan ikisinden de nefret ediyordum.

Çok sonra annem ve babamın ikisinin birden öldüğünü söylediler. Lisede iken, bu kez “Annemin yaşadığını, beni yüklü bir para karşılığında satıp, hiç aramadığını” öğrenince anne-baba kavramlarının iyice düşmanı kesilmiştim. Annemin yeni evliliğinden doğan dört kız kardeşimin ısrarıyla beni doğuranı görmeye gitmiştim. İlk karşılaşmamız, aynı zamanda son karşılaşmamız oluverdi: Buz gibiydi ve beni doğuran evinde bile ağırlamayacaktı. Otelde kalacağıma tam bir yıkım halinde o “Acele ile bindiğim” gece yarısı treninde “Müfide Hanım”ı tanıdım.

Vatansız, dinsiz, imansız annesiz-babasız olmamın nedeni, sonradan çok iyi anlıyordum ki “KADER”in ta kendisiydi. Aslında bir GERÇEK VATANA, GERÇEK MİLLETE ve GERÇEK EBEVEYNE susamıştım. Tabii, gerçek bir DİN İNANCINA ve bilimin tam çözümü olan Allah inancına da kupkuruydum.

Müfide hanım, bütün bunları bir hikmet ile “Oğlum” diyerek bir anda çözümledi. Aslen Ural Türklerindendi. Sovyetlerin (savaş sonrası) soykırımı nedeniyle, göçler aileyi üçe bölmüştü. Bir kısmı Türkiye’ye yerleşmişlerdi ama kız kardeşi Mançurya üzerinden Japonya’ya, diğer kardeşi de Finlandiya’ya yerleşmişler ve her üç ülkede “Türk-İslam cemaatleri” kurmuş ya da bu cemaate katılmışlardı.

Türklüğün kaderi olan “Parçalanmış yurdundan olmuş” aileler, böylece birbirlerini her yıl ziyaret ederek, hasret gideriyorlardı. Bu nedenle Müfide Hanım Finlandiya’ya ben ise geri dönmek için İsveç’e gidiyorduk. Güney Almanya’dan başlayan ve Danimarka, İsveç boyunca süren tren yolculuğunda birlikte olduk. Müfide hanımın bu “Çok uluslu” yapısı ile benimki arasında bir benzer bir drama vardı. Fakat o, hak dini olan İslam’dan başka, “Milliyetini, yurdunu” da bulmuştu. Çünkü her yeni Müslüman gibi, hemen Hicaz’a yerleşmeyi düşünüyordum. Fakat kutsal topraklar başka, Sünneti uygulamak başkaydı!

Dış Türkler başlarına gelen fecaat nedeniyle dinlerine kıyasıya sahiptiler ve her türlü emperyalizme karşı, hiçbir konuda asimile olmadan DİN-MİLLİYET bilincini her an hazır tutuyor, adeta kafa tutuyorlardı. Oysa diğer doğulu İslam milletlerinde bir “Gevşeklik, rehavet ve (Biz kuzeyli ırkların hiç sevmediği) tembellik” vardı. Türk Müslüman’ı ise başkaydı: İlk tanıdığım Türk’ten başlayarak, “BAMBAŞKAYDI”. Gerçi, Türkiye’de de bir kısım “Arabesk miskinliği” vardı ama bunlar diğer İslam ülkelerine göre o dönem pek azdı. Dış Türkler ve göçmenler din ve milliyet kavramlarına sımsıkı yapışmışlardı. Müfide hanımın Ural Türklerinden olmasına bağlı olarak, Türkoloji’ye de Türkçe ile birlikte öğrenerek, Müslümanlık yanında, Türklüğe tam bir gönül verdim.

Kronik bir yetim olarak, anne-baba yoksunluğunun verdiği duble şefkat noksanlığı çok geç de olsa galeyana gelmiş, bir anda bizi anne-oğul olarak ısındırmıştı. O da bu samimiyeti hissettiğinde, beni yasal olarak “Evlatlık” edindi, O günden sonra, gerçek ve ÖZ bir ANA-OĞUL olarak kaldık. 1973 yılında vefat ettiğinde, tesettürü açılıverdi ve o

Page 15: 97349158-ArzArs-Mirac-1

güne kadar hiç görmediğim saçlarının rengini gördüm, meğer benim annem kızıl saçlıymış da haberim yokmuş!..

İşte, böyle bir Müslime hanımefendiyi ÖZ ANNE edinmiştim. Hz. Osman (r) kadar “AR”lı bu anneye, niçin kitaplarımı “ithaf ettiğimi” soran okurlara bu açıklamayı borç bildim. Fakat okuyucunun da bana karşıt bir borcu var: Müfide Atalay’a Fatiha okuyan okuruma ben de Rabbimin “ilmini arttırması” için peşin duacıyım.

KESİM: 3

Bilim Allah delilleridir.

Aradığımı artık İslamiyet’te bulmuştum. Aradığım ise, “Bilim ile uyuşan herhangi bir GERÇEK” idi. Kur’an’ı hıfzettiğimde, gördüm ki, bilim adamının aradığı “Hedefler” orada yazılıydı. Evrenin mimarı, kâinatın bileni olan yaratıcı ALLAH (c), bilim adamlarına hedef gösteriyordu: Bu demekti ki, bütün evrenleri “Dışında kalarak bilen, kontrolünde bulunduran” ve her dediğini çağlar boyunca bilim ile doğruladığımız ile YARATICI (Mütekevvin, Hallak) ALLAH vardı. İşte “O”na teslim olmuştum!..

Önceleri, “TEK başıma kaldığımı” sanıyordum. Fakat (Benden önce ve sonra) pek çok ünlü batılı bilim adımının, aynı hidayet yolundan geçtiğini, bir vesile ile (Gizli ya da Açık) Müslümanlar olarak Zig-Zag adıyla bir (İcma-i ümmet-vel) cemaat oluşturduklarını anladım.

Ben ve benzerimde olanlar için, bu beklenmedik dönüşümün bir tek açıklaması vardı: ALLAH (c), hidayet yolunun ilahi yordamına, AKLEN ve TAHKİKEN ulaşma kerameti BİLİM’den gelmekteydi!..

Üçyüzden fazla batılı bilim adamı aynı kerameti yaşamış, kendilerinden başka aileleri, öğrencileri, izdaşları ve ikna edebildikleriyle birlikte, bilim aracılığıyla İslam’a telim olmuşlardı. Demek ki, dünya zırvasından Rabbimize ulaşan zirveye giden anayollardan biri de “BİLİM”in ta kendisiydi!..

Allah’a mir’ac eden bu dağın dört yamacı dört “İ” harfiyle mümkündür. Bunlar, İMAN (İtikat), İBADET (Abitlik, kulluk), İRFAN (Ariflik, aydın-ilerici ve veli, mürşit mümin) İLİM (Bilim, Allah (c) a yönelik öğretiler topluluğu) Ledünni şifresindendir. Hepsi de “İLİYYİN” denen bir VAHDANİYETE toplanırlar. Bu da İHLÂS ile şifrelendirilir.

Bilim bulur, fakat bulunan kavram kendisine bir yorum bulunmasını bekler. İşte yorumlama gücünden de “Bilimin amacı olan Yaratanı yaratığı ile kavramak” amacı doğar. Çoğunlukla hurafe ya da batıl boş inanç kabul edilen “Din” verilerini bilgisiz, yorumsuz ile bilen sorumsuz elinden kurtarılması bilim ile olur. Bilim ile imana gelen bizler, en büyük bilim kitabının da Kur’an’ı Hâkim olduğunu biliyoruz.

Önceki bandımızda yazdıklarım fantezi değil; doğrudan bilimsel yasalardır. Örneğin ışık hızıyla gitmenin çelişkilerini bize anlatan rölativite ve evrenin yaratılış sırrı olan Kuantum teoremleri zaten bilim adamını istemeden kurgu bilim yazarı haline getirmiştir.

Page 16: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Karadeliklerin bulunması da bunun tuzu biberi oldu. Bu kez kurgu-bilim yazarı haline gelen bilim adamlarının “Din adamı” görevini yüklendiklerini görüyoruz.

İsra suresi 9. ayet: “Gerçekten bu Kur’an insanları en doğru yola iletir” mealindedir ve bunun kapsamında BİLİM teorileri vardır. Teorilerimin sağlamasını hep Kur’an yapmış, “Doğru yola” sürüklemiştir. Birçok eksiğimi de Kur’an tamamlayacaktı. Örneğin En’am suresi 38. ayette “Bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” kerametini yaşamışımdır.

Allah bilim konusunda tekrar tekrar teşvik etmektedir. “Oku!” emri uyarınca okur olmak ilk şart oldu. “Kalemle öğretti” yazarlığın sırrı “İnsana bilmediğini öğretti” ise “Bilim” sırrıdır.

Daha sonra ise şöyle buyuruyor:

“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Zümer-9)

Sonra da Rabbimiz, Kur’an yorumunun ta kendisi olan BİLİM’e sayısız davetiye çıkarıyor, ayetler, misaller ve deliller göstererek, bilim yapmaya teşvik ediyor:

“HEM BU (Verdiğimiz) MİSALLER VAR YA, BİZ ONLARI İNSANLAR(ın mümin, abit, arif, âlim, veli ve mesleği bilim olanlar) İÇİN VERİYORUZ. BUNA RAĞMEN ONLARI(n içindeki, kimsenin akıl edemeyeceği vurguları) ÂLEMLERDEN BAŞKASI ANLAMAZ.” (Ankebut-43)

Bu öyle bir avantajdır ki, bütün insan dereceleri içinde, sadece âlim’e verilen bu imtiyaz, aslında, âlimi korkudan titreten sonra da imana getiren, başka insanların kaldıramayacağı kadar büyük bir kozmik zelzeledir:

“KULLARI İÇİNDE YALNIZ ÂLİMLER ALLAH’TAN KORKAR!” (Faatır-28)

Çünkü doğru bilim üzerindeki bilgin yani burada kastedilen ÂLİM için verilen misaller (Gözlem konusu) ve deliller (varsayım, hüküm destekleyiciler) sonunda ALLAH öğretisi teorilere ulaşmaktadır. Teori ise Rabbin en büyük ÂLİM olduğunu bulmakta AKLI KÜLL ile buluşan “AKLI CÜZZ” sahibi bilgin, onunla birlenmek gibi bir depreme tutulmuşçasına korkmakta titremektedir. “Zilzal” diye başlayan ZELZELE suresinin örtülü (Ledünni) sırlarından ve Zig-Zag adının nedenlerinden biri de budur.

Yanlış bilim, sahipleri ile doğru bilim ve akıl sahipleri hakkında hakemlik Casiye-17’de verilmektedir. Bugünkü batı bilimi Yahudileştirilmiş, üniversite ve laboratuar tekeli kurulmuş, adına da “Resmi bilim” denmiş, tek tip olarak okutulmaktadır. Söz konusu ayet, İsrailoğullarının geçmişte, dünyalara üstün tutulduğunu, onlara din konusunda da belgeler verildiğini, ancak “doğru ve yanlış”, “Ahmaklık ile akıl” ayrılığı çıktığını belirtiyor:

“… ANCAK KENDİLERİNE BİLİM İNDİRİLDİKTEN SONRA, BİRBİRLERİNİ ÇEKEMEDİKLERİ İÇİN AYRILIĞA DÜŞTÜLER. EY MUHAMMED, AYRILIĞA DÜŞTÜKLERİ ŞEYLER HAKKINDA, KUŞKUSUZ RABBİN, KIYAMET GÜNÜ ARALARINDA HÜKMEDECEKTİR.” (Casiye-17)

Günümüzde de bu alışkanlık sürüyor, yanlış bilim sahiplerinin basit çıkar ya da bilimi tanrısızlaştırma çabaları “Resmi Bilim” ardındaki bir mafya elinde tarihin tekerrürünü yaşıyor. Bugün, bilimin Vatikan’ı sayılan Hıristiyan Birleşik Amerika’da en makbul bilim

Page 17: 97349158-ArzArs-Mirac-1

adamı Musevi’dir. Sonra “Tanrısız” olanlar, bunu Hıristiyanlar izlemektedir. Müslümanların lafı bile geçmez!...

Oysa biz Müslümanlar, Kur’an’ın çelişmez doğru hedeflerini bilimsel düşünce içeriğinde teorileştirip, ayrılıklardan müstağni kalabiliyoruz. Kur’an yanlış bilim sahiplerini Âlim saymaz, ancak doğru bilim ve akıl sahibi olanları bu yetkinliğe aday göstermektedir.

Dinimizde bir ayrılık ve aykırılık yoktur. Bunu varmış gibi gösterenler ise, yeterli bilgisi olmayanlardır:

“ALLAH HAKKINDA BİLGİSİ OLMAYANLAR (ayrılığa düşerek, gereksiz ve yanlış) TARTIŞMAYA GİREREK, ŞEYTANIN TUZAĞINA DÜŞERLER.” (Hacc-3/4)

Her üniversite mezunu, diploma kariyer, makam, ödül koleksiyonu sahibi “AKIL SAHİBİ”, doğru bilim sahibi (ÂLİM) değildir. Doğru ve tabii yol üzerinde olmayanlar, bilimi ne anlamış ne sindirmiş sayılmıyorlar:

“BİLİMİ YALNIZCA DOĞRU ÜZERİNDE OLANLAR ANLAYABİLİRLER.” (Muhammed-16)

Doğru yolun ne olduğunu KUR’AN hedeflemiştir. Bilim ile Kur’an’ı birleştiren pozitivist bilginlere ve velilere işaret olmak üzere, aynı surenin 23/24. ayetleri şöyle buyuruyor:

“KUR’AN’I YALNIZCA DOĞRU YOL ÜZERİNDE OLANLAR ANLAYABİLİR.”

Âlimlerin (hidayet denen) doğru yol üzerinde olmaları, onları er-geç amaçlarına ulaştırır, Çözümlemeleri gerçekleşir, Âlimi Cüzz, Âlimi Küll ile buluşur:

“… BİZ KUR’AN’I BİLENLERE BESBELLİ EDELİM DİYE GÖNDERDİK.” (En’am-105)

İnsanın bilgilenmesinde, en alttan en üste bir dizi sıralama vardır: Bu yedi basamak çok önemlidir. Birlikte izleyelim:

“… İşte bunda (verilen misalde) AKLINI KULLANACAK bir grup için elbette DELİL var.” (Ra’d-3)

“… İşte bunda, İYİ BİLMEK İSTEYEN bir grup için elbette delil var.” (Bakara-118)

“… İşte bunda, DÜŞÜNECEK bir grup için elbette delil var.” (Nahl-69)

“… İşte bunda, İYİCE DÜŞÜNECEK bir grup için elbette delil var.” (Nahl-13)

“… İşte bunda, İYİCE ANLAYACAK bir grup için elbette delil var.” (Nahl-12)

“… İşte bunda, İYİ BİLEN bir grup için elbette delil var.” (Neml-52)

“… İşte bunda, İNANACAK bir grup için elbette delil var.” (Nahl-79)

Ayetlerdeki ince ayrım, verilen örnek (ya da dikkat çekilen bilimsel veri) üzerinde “Aklın kullanılması” ön şartını koşuyor. Dikkatli bir bakış bu iş için yeterlidir. Sonradan “Daha iyi bilmek” için gözlem deney tavsiye edilmektedir. Gözlemler üzerinde “Düşünmek” gerekiyor. Bu da sözünü ettiğimiz “İdealize beyin deneyi, zihin jimnastiği”dir. Bir gözlem ve deneyden çıkan türlü hipotezler olabileceği için, “Hüküm” verilir. O zaman bu hükümler üzerinde deneme-yanılmayla “iyice düşünmek” gerekiyor. Hipotezin, varsayımın teorileşmesi için “iyice anlayacak” bir gruba dikkat çekiliyor. Sindirilmiş, özümsenmiş bir teori ise “İyi bilen”ler elinde doğrultulur. İspatlanır. Fakat bu “İyi

Page 18: 97349158-ArzArs-Mirac-1

bilen”lerin, bilimin hem gösterdiği, hem gözlediği ALLAH (c) sanatına, yaratanına “İNANMASI halinde, BİLGİN sayılacağı belirleniyor. Batılı Bilim Adamları’nın son durağı olan İSLAM’ı kabullenmeleri, bu son ayetin sırrındandır.

Böylece “İnsanlara” her şeyin “AP-AÇIK” verildiği; fakat bu açıklığı, yalnızca alimlerin anlayabileceği kriptolojik¸ ezoterik anlamda verilmiştir.

Kur’an ve bilimin aynı şey olduğunu, bildiren birçok mübarek Hadis-i Şerif’e bir önceki bandımda zaman zaman yer vermiştim. Bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: “Kur’an bütün bilimlerin anasıdır. Dünya (Maddi evren vb.) ahreti (Öte evrenlere) ilişkin ne kadar bilim varsa ondan türemiştir.” Bu hadis’i bilginler, Kur’an’ın 77200 (bilinen, bulunacak olan ve bulunmayacak ya da gaybi katlardan verilen) bilim dalı içerdiği biçimde yorumlamışlardır. Kur’an’ın ARŞ’taki orijinali olan LEVHİ MAHFUZ ya da “Kitabı Mubiyn”de, bütün varlıklar, zerreden kürreye; diriliği öncesinden, ölümün sonrasına kadar, diri ölü bütün tutanaklarıyla en önceden belirlenmiş her varlık ya da öz (Nefs) kendi başına bir bilim olmuştur:

“NE YAŞ (Brüt) NE KURU (Net) HİÇ BİR ŞEY OLMASIN Kİ, MÜBİYN’DE (Önceden kayıtlı) OLMASIN.” (En’am-59)

Nasıl ki Kur’an’ımız, “Arş”taki Levhi Mahfuz’un “Arz”daki yansısı ise, göksel bilimlerin de yeryüzünde böyle bir yansısı, delili olduğu söylenmiştir:

“GÖKLERDE VE YERDE NİCE DELİLLER VARDIR Kİ, BUNLARDAN YÜZ ÇEVİRİCİ OLARAK, ÜSTÜNE BASIP GEÇERLER.” (Yusuf-105)

Gerçekten de, insanların üzerine, (deyimi yerindeyse) sanki “Ölü toprağı” serpilmiştir. Gaflet (uyanık olmama) kavrayış ve dikkat noksanlığı kafa yorma acizliği, umursamama, önemsememe, düşünce tembelliği, boş şeyler insanları bilimden uzak tutmaktadır. Çoğu, insan, bir aptallık kutusu önünde hipnoz etkisine girmişler adeta… Yukarıdaki ayet, düşünmeyen müminlerle, münafıklar, kâfirler için toplu bir hitaptır. Mümin (İnanmış) koca ömrüne, hemen her şeyi sığdırmış, fakat bilime zaman bulamamıştır(!)

Ayetler, (Önceki kitaplarımdan da izlendiği ve seri boyunca yazacaklarımdan da anlaşılacağı üzere) sayamayacağım kadar çok LEDÜNNİ (Şifre-bilim) anlamlar içermektedir. Burada şifre olan hitap, her çağın bilgesine, her dönemin bilginine olan özel bir ipucudur. Bu ipuçları her zaman aşamasının çağdaş uygulamaları için Âlim’e ışık tutmaktadır. İnşallah, bir KUR’AN tefsir denemesinde bunları sunacağım.

Ayetler bir yana, Resulullah’ın (En sıradan gibi görülen) mübarek sözleri bile inanılmaz Ledünni kehanetlerin habercisidir. Hadislerde olay yoksa söylendiği çağın malı olmaktan çıkar, her çağın süzgecinden geçirilebilir. Bu tespitlerimi yazmaya kalksam, herhalde başlı başına bir kütüphane doldururdum. Sadece bir örnek verip geçiştirmek istiyorum.

Resulullah, saçımıza zeytinyağı sürmemizi tavsiye etmiştir. Hatta bu tavsiye, bir kısım müminler de “Vıcık vıcık yağı saçıma sürüp bitlendirmemin anlamı ne?” itirazı uyandırdığından, kendice anlamsız gördüğü bir hadis’e “sahih olmayabilir” diyebiliyor. Oysa hem hadis tamamen sahihtir hem de söylenen doğrudur.

Hadis’in söylendiği dönem, bilindiği gibi sabunun keşfinden öncedir. Sabunun ana maddesi olan zeytinyağı, bekletildiği kaplarda, uygun koşullarda yavaş organik çözünme

Page 19: 97349158-ArzArs-Mirac-1

sonucu (Adı üzerinde) ARAP SABUNU haline gelince insanlığa kazandırıldı. Eğer bu sıvı sabunu fırınlarsanız (suyunu alırsanız) kalıp sabun olur. Eğer bu sıvı sabun alkol ve katkı maddeleri ile konsantre edilirse adı “Şampuan” olur. Bu şampuana ayrıca zeytinyağı desteği yapılırsa, saç toniği elde etmiş olursunuz.

Gözümüze çekmemize izin verilen sürme ile rimel gözlük lens gibi türlü bağlantılar kurabilirsiniz. Hadisleri baştan keşfetmeli, Resulullah’ın neyi, niçin¸neyi ve nasıl haber verdiğini kavramaya çalışmalıyız. Çünkü özellikle “AHİR ZAMAN MÜSLÜMANI” diye bize seslenmektedir, Resulullah Sallalahu Aleyhi ve Sellem!

Hadislerde bile başlı başına bilimsel sırlar varken, artık ayetlerin “HER ÇAĞA HİTAP EDİCİ ÖZELLİĞİNİ” (Çağların eskidiğini, “Kur‘an’ın yenilendiğini”) çağlara göre adaptasyonunun “Âlimlerin anlayabileceği” biçimde işaretlendiğini anlayabiliriz.

(*) Her âlim, aynı zamanda arif, abit, mümin, teokrattır. Ama her arif ya da teokrat, âlim değildir. Bu nedenle ALİM’in peşine takılmaktan başka çare yok. Çünkü gelecek çağlarda artık keramet BİLİMDE, ÂLİMİN KILAVUZLUĞUNDA olacaktır. Geleceğin Âlimi aynı zamanda din adamı olmak zorunda kaldığından bu yeniçağ (Mehdi‘nin doğumu, Hz. İsa’nın inişi, kıyamet alametleri dönemi) hiç birimizin aklına getiremeyeceği kadar inanılmaz olaylara gebedir. Arz-Arş serisi dışında yer alan “Kıyamet serimiz” bu konuları ayrıntılayacaktır.

KESİM: 4

Hiç bilimsiz Kur’an olur mu?

Bilimle desteklenmiş imanın yüceliği gönlümüzde olduğu sürece, mürteci, yobaz diye itham eden çatal dillerin hedefi olmaktan kurtuluruz. Onlardan önce ve en başta bizler gerçek irtica olan taassuba karşı çıkmalıyız ki, onlar hizaya gelsin, düşmanımızın da silahı elinden alınmış olsun, irtica-taassup terimlerinden gocunuyorsak, onu kabullenmiş, üstümüze alınmak durumuna düşeriz. Okurlarım bu tuzaktan uzak durmalı. Taassubu ve cehaleti olandan kaçınmalıdır. Çünkü ortaçağda Hıristiyanlık o kapkara irtica ve taassubuyla cehalet kokarken, aynı dönemde İSLAM bilimin nuruyla ap-aydın ışıyordu. Bunun gerçek İSLAM olduğu aklıda tutulmalıdır. İSLAM ilericidir, bilime dayandığı sürece taassuba aman vermediği için ortaçağı-yeniçağı nuruna boğmuş, Hıristiyanlığın zifiri dünyasını bile bilim nakliyle aydınlatmıştır. Bu nur, AKLIN aydınlığıdır.

Akılcı olmak zorundayız: Çünkü ayetler bile “Akıl sahipleri için ayetlerimizde bir DERS vardır” biçiminde akılcı düşünceyi öngörmektedir Rabbimizin ilk yarattığı varlık bizzat kendi nurundan oluşturduğu AKIL’dır. Akıl Nur’dur. Aklı yoksunu olan yüzkaramız, gerçek yobazlık olup onları kendimizden soyutlamalı asla arka çıkıp, cesaret ve ümit vermemeliyiz. Çünkü onlar bizi içimizden vuran SÜFYANİ’lerdir.

Şu iyi bilinmelidir ki, DİN değil; insanlar bozulmaktadır. İster taassupla ister batı taklitçiliği biçiminde olsun bu bozulmanın ikisi de bizden değildir. Batının taklitçiliğni

Page 20: 97349158-ArzArs-Mirac-1

her yönde alıyor, bozgunculuğu yapıyoruz. Batının bize satamadığı tek şey bilimdir. Çünkü bilim zordur, ibadet kadar zor gelir insana… Bilim kolaydır, ibadet kadar kolay gelir insana…

Allah’ın ilmini öyle basit bulacağımız umuyorsak aldanırız! Rabbimizin kâinat sistematiği kolay, kısıtlı sanılırsa hem aldanmış oluruz, hem de “Durakla-gerileme” döneminin o batasıca inadını sürdürmüş oluruz. O zaman da “Doğu-batı uçurumu…” gibi yakınmalarımız, kıyamete kadar dilimizden düşüremeyiz.

Rabbimizin ilmi, gerçekten zordur ama AKIL’a BİLİM denen öyle bir imtiyaz vermiştir ki, insan aklı evreni de aşıp, ona uzanabilmektedir. Evrenden geniş olan beyin bu başarıyı yalnızca bilimle elde eder, çünkü İslam ve bilim kenetlenmişlerdir. Akıl ve Bilim sahibinin eserlerinde anlayamayacağımız yerler olsa bile, akılda kalanlarla ufuklarımız birkaç misli engin iklimlere genişler. Bilime verilen, (örneğin burada okuduğunuz) bir saatin “70 yıllık ibadet sevabına denk olduğunu” bilerek okuyunuz sevgideğer okurlarım. Kur’an’ımızın çok ileri yorumlarına bilimle ulaşıp, ARİF oluruz. Bilimin olmadığı yerdeki boşluğu ise TAASSUP cehaleti doldurur. Bilim aydınlık ve bilgidir; taassup ise karanlık ve cehalettir ve de rezalettir. Resulullah, bu konuda diyor ki:

“Allah bir kulunu REZİL etmek isterse onu İLİMDEN MAHRUM kılar.” Rezil olmaktan kurtulmanın sırrı da Taha/114’dedir:

“RABBİM İLMİMİ (Çokça) ARTIR”

İlim insanı rezil olmaktan koruyan ömrünün şeref ve bereketidir. İlim öyle özgür bırakılmıştır ki, bunu özgür kullanmam da yadırganabilir. Biz güneşe gidemeyiz ama güneşi aklen dünyaya getirir ve sırrını çözeriz. Aynı şey dini bilimler için de geçerlidir. Din bilimleri kalıpları değişmeden tekâmül eder ve her çağa göre yenilenir. Mesela “Deveye sağdan besmele ile binilir” şimdi uçaklar hatta uzaya giden roketler var. Geçtiğimiz Kurban bayramı namazını Uzay’da kılan Arap prensi, uzay mekaniği sağ ayağını besmeleyle atarak bindi. Burada değişmeyen şey “BESMELE”dir. Yani besmeleyi değil, bindiğimiz araçların değişimin incelemeliyiz. Ne var ki, taassup tuzağına yapışmış kimseler, (Bir Arap prensinin bile namaz kıldığı) uzaya gittiğimize inanmıyorlar ve hala deve tartışılıyor. Ben önüme deve getirilirse ona besmeleyle binerim. Bu uçak ise ona besmeleyle binerim. Hatta Hazerfan Ahmet Çelebi ilk uçaktan 400 yıl önce yaptığı (Galata kulesinden Üsküdar’a kadar uçtuğu) PLANÖR’üne BESMELE ile binmişti. Ama onu şeytanın uçurduğuna Allah’ın ilmine karıştığına fetva verenler başını vurdurttular. İşte taassup şeytanın mümine hazırladığı en büyük tuzaktır: Bu kahrolası taassubun acısını bütün İslam âlemi çekmiştir. Çünkü eğer uçağın bu ilk biçimi üzerinde durulsaydı, şimdi İslam roketleri uzayda tur atacaktı. Avrupa, Hazerfan’dan 4 yüzyıl sonra ancak “Balonu” daha sonra da “Uçağı” buldu ve uçmayı öğrendi. İslam’da da kimse korkusundan Hazerfan deneyini bir daha ele alamadı. Taassubu çoktan yenen batı ise uçağı, dört yüzyıl sonra yeniden keşfetti, artık roller değiştiği için uzay’a onlar önce hâkim oldular.

Bilim, TAASSUP denen canavarı önleyecek tek çaredir. Çünkü taassup, geçmişte “Cehaletten”; şimdi “Abit=İbadet edenden” yarın ise “Arif” olandan çıkacaktır.

(*) Kıyamet alametlerini içerecek olan “Çeyrek kala ve Çeyrek gece kıyamet” isimli seri dışı eserlerimizde, kıyametin büyük alametlerinden biri olan Hz. Mehdi denen sonuncu evliya,

Page 21: 97349158-ArzArs-Mirac-1

müceddid ve en büyük âlime karşı çıkacak olan Modern bir taassup ordusu bulunacaktır. Bunlara ilgili hadislerde “Süfyani” taraftarları denmektedir. Şiiler ise aynı Süfyani’ye “Kaim” adını vermişlerdir. Hz. Mehdi ve ona biat edenlerin, tek tip Sünnet ve kıyassız BİR TEK İSLAM birleştiriciliğine ayrılıkçı olarak çıkacak olan bu Süfyani ya da Kaim denen geleceğin “Ultramodern” (Bilgisayarlı, roketli, ışın silahlı, üniversite mezunu, süper arif olan) taassubu, Hz. Mehdi ve onun müminlerini “Öldürmek amacıyla” İslam’ı ikiye bölecektir. Teknoloji bir araçtır, insan amacına uşaktır. Gelecekte böyle bir kardeş katili mutaassıp (Süfyani, Kaim) Lazer topu ya da tabancasıyla ateş edecektir.

Teknoloji, taassubu engellemez, tersine ölümcül amaçlara hizmet eder. Ama (Bilime bağlı) bilgi eksikliği bizzat taassubu doğurur, bilgilenmek ise taassubu öldürür.

1699 yılından beri bütün İslam alemi bu gerilemeyi hak etmiş değildir!.. Çünkü bizde eksik olan tek şey “BİLİM”dir. (Zig-Zag öğretisi müminin kaybolmuş malı, eksiği, gediği, açığı olan BİLİMİ amaçlamıştır.)

Batı’da da, (Örneğin Hıristiyan bir rahip) mümindir, dürüsttür, ahlaka ve ibadete inanır. (Onun yanlışı, bu fevkalade yönlerini İSLAM Vahdaniyetinde değil; Hıristiyan teslisinde yaşamasıdır.)

Ahlak ve iman, ehli kitap müminlerinde de vardır. Müslüman olarak ahlak ve imanımızla ehli kitaba değil; ancak ateiste karşı övünebiliriz.

Ehli kitap müminlerin (Hıristiyanlık, Yahudilik) bizden fazlası, zamanında bilime düşman kesilmiş kilisenin, bilimin değerini anlayarak, gereken atılımı yapması ve bu sayede öne geçmeleridir. 1699 yılı, bunun için “Utanç verici bir fren” tarihidir. Çünkü ilk roketin, ilk planörün ve bisikletin frenlerine basılmıştır.

Bunlar olup biterken, o çağın İslamları olarak, garip bir kibre kapılmışız. Hıristiyanlara “Küffar” dedirten bir anlayışla, onlara tepeden barken, birden tepemizde bitivermişler.

Onlar birleşip, dünyayı bölüşmüşler ve kendi fütuhatlarına koyulmuşlar. Hıristiyanlık ve emperyalizm fütuhatları, sömürgeleştirdikleri her, yere esareti, köleliği ve zoraki Hıristiyanlığı götürmüş, bu fütuhat zulüm ve sindirmeyle yayılmış” (Amerika’ya ilk Müslümanlar ayak bassaydı, bugün Kızılderililerin Müslüman olma şansı vardı. Çünkü Müslümanlık, hiçbir zorlama olmaksızın, kendiliğinden Türkistan Endonezya ve Afrika siyahîlerine yayılmıştır.)

Biz ise bölündükçe bölünmüşüz, bununla da yetinmeyip, ufalanmışız. Hatamızı taassup ile sürdürüp, formel (biçimci, kalıpçı) ahkamcı (Radikal, septik, ukala) olmuşuz. Şöyle demişiz: “İlim denen şirk ve zındıktan Allah‘a sığınırım!..” Bizler, asıl bu prototip-süfyanilerden Allah’a sığınırız. Çünkü Hz. Mehdi’nin sıfatı ilimdir.

KESİM: 5

Yeryüzü Halifesi

Page 22: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Arz-Arş dizimizde yayınlanacak kitaplar boyunca dört ana maddeden, dört tür akıllı yaratılış olduğunu ayrıntıyla izleyeceğiz. Bir ön bilgi olarak, insanın başını çektiği canlılar dünyasının TOPRAK (Katı) unsuruna bağlı olduğunu, daha doğrusu sitoplazmik sıvı özelliyle, “Süzülmüş çamur” tanımıyla “TOPRAK-SU KARIŞIK” unsurunu temsil ettiğini anlıyoruz. (Müminun-12)

İnsanın dişisi ise (topraktan değil) ilk erkekten yaratılmıştır. (Nisa-1) ve bütün insanlık da onlardan türemiş, çoğalmıştır. (Secde-8)

Cennet Sakinleri olan “Huri” insanları ise SU (Sıvı) unsurundan yaratılmıştır. SU üzerinde olan ARŞ‘a yakınlıkları dolayısıyla su kökenli yaratılan Huri’lerden, erkeklerine Gılman, kadınlarına da Vildan (Huri kızı) denmektedir. Hurilerin de tıpkı meleklerde olduğu gibi kendi aralarında üremeleri yasaklanmıştır. Dolayısıyla yalnızca insanoğlu ile evlenebilecekleri, Fizik olarak, orada üreme-evlilik olayının “Kendi cinsleri arasında” mümkün olmadığı ayet ve hadislerde bildirilmiştir.

Yine pek çok ayetten anladığımız üzere, Cin-Şeytan (ve zulmani müekkiller, Tılsım bekçileri, Pastoforlar ile bunların melezleri) “ATEŞ” denen maddeleşmemiş saf enerjiden yaratılmışlardır. Bu üç yaratılış dışında kalan bütün canlılar ise “HAVA” unsurundan türetilmişlerdir.

Dört unsura bağlı “Dört tip akıllı yaratığın” ortak görevi, yaratanına KULLUK yapmaktadır. Bütün bu dört yaratık türü başıboş bırakılmamış, kulluk borcundan kaçınamamış ve akıl verildiği için sorumlu tutulmuşlardır. Kulluk borcu karşılığında da “HAYAT” denen “HARİKAYI” kazanmışlardır.

Hayat harikası, “Yoktan var olmak” yani hayat hakkı kazanmak nimeti olup, “Kulluk borcu karşılığında” yaratıklara tek bedel olarak verilmiştir.

Hayat ve ömür başka başka kavramlardır. Zamanın ebediyen durduğu, bir saniyenin sonsuzluğa eşitlendiği ya da zamanın olmadığı bir HAYAT ortamında, “ÖMÜR= Yaşama süreci, vade, vakit” söz konusu değildir. Ömür bitse de HAYAT HAKKI vardır. Ömür varlığı kısıtlar, HAYAT varlığı serbest bırakıp sonsuzlaştırır. Varlıklar ebedi yaşamak isterler. Bu istekleri Rabbin “HAYY” isminin yansısıdır.

Yaratılmada öncelik meleklerin olup, nefisleri olmadığı için yani Rabbin her dediğini kesinkes yaptıkları ve evrenin yönetimini üstlendikleri için, Rabbin Halifesi olmaya hak kazanamamışlardır. Çünkü meleklerin “Karşı çıkma, seçme hakkı” yoktur, özerk değillerdir. Halifelik ise “Özerk=muhtar” bir kurumdur.

Melekler, “Sonsuzözenerji” dediğimiz NUR’dan yaratılmışlardır. Nur, kuantlaşınca bildiğimiz ENERJİ=NAR olur ki, ışıyan-ışımayan-elektromanyetik olan ya da olmayan her türlü enerjiyi (DUMAN UNSURU) içine almaktadır. Cinlerin yaratılışı bu döneme rastlamaktadır. Cinler, henüz ateştop, eriyik halinde olan dünyanın ilk sakinleri olmuşlardır. Uzun tarihleri boyunca, giderek bu ateştop dünya, plastik kıvamına gelmiştir. Yeryüzünün sıcak yapısı “Ateş” yaratılışlı cinler için bir “Yeryüzü” Cennetidir. İnsan ve canlılar ise tam tersine “Serin, sulak” kavramından hoşlanırlar. Çünkü Dört unsurun içinde geçiş fazları vardır. İnsan Toprak unsurunun Çamur (Toprak-su karışımı) fazına ait olduğu için, serin ve sulaktan hoşlanır. Cinler ise Ateş unsurunun Duman (Ateş-hava karışımı) fazına bağlı olup, sıcak ve kuraktan hoşlanmaktadırlar. Buna rağmen, nasıl ki

Page 23: 97349158-ArzArs-Mirac-1

insanoğlunun çölden kutuplara kadar yerleşim adaptasyonları varsa, cinlerin de böyle adaptasyonları vardır. (Su perileri gibi)

Dünya soğudukça, ilk mikroorganizmalar ardından bitkiler, hayvanlar da dünyada yer almaya başlamışlardır. Bu dönemde yeryüzünün sahipleri olan Cinler, giderek şeytanlaşarak kulluk borçlarını unutarak İFSAD’a düşünce, yaratılış kronolojisinde sıra insan alternatifine gelmiştir. Daha önce, Cinlerin yeryüzünü kana boyamaları, bozgunculuk, ayrılıkçılık yapmaları, fesada düşmeleri ardından insanın gündeme gelmesi melekleri çok telaşlandırmıştı:

“RABBİN MELEKLERE ‘BEN YERYÜZÜNDE BİR HALİF YARATACAĞIM’ DEDİĞİNDE MELEKLER: ‘YA RABBİ, ORADA İFSAD EDECEK (Nifak, savaş nankörlük) VE KAN DÖKECEK BİR YARATIK MI YARATACAKSIN? OYSA BİZ SANA ŞÜKRANLA TESBİH EDİYOR, SENİ ZİKREDEREK KUTSUYORUZ‘ DEDİLER. CENABI HAK DA ONLARA ‘BEN BİLMEDİĞİNİZİ BİLİRİM’ BUYURDU. VE ALLAH ÂDEM’E BÜTÜN VAR OLANLA DAHA VAR OLUNACAK (Eşya, kavram, mana) ŞEYLERİN İSİMLERİNİ ÖĞRETTİ.” (Bakara:30-33)

Bu ayetlerden, insanoğlunun da diğer yaratıklar gibi “Kulluk amacıyla” yaratıldığından başka özel bir ayrıcalık, imtiyaz ve sorumluluk olarak “ALLAH HALİFESİ” olarak işbaşı yaptığını anlıyoruz. İnsan, kısaca yöneten ve düşünen bir ALLAH HALİFESİ olup, asli amacı kulluk; hedef ise “BAŞARILI HALİFE” olmak, Rabbini yeryüzünde en iyi biçimde temsil etmektir. Çünkü insanı RABBİ, HALİFELİĞE ATAMIŞTIR. İnsan kendini kimin atadığını Akıl-bilim yoluyla kendine kanıtlamak zorundadır. Aklen Allah’ı bulması için insana, “ÖMÜR” denen bir süre ve BİLİM denen donanım tanınmış, gereken nimet, fırsat, vade verilmiş ve her bir insanın ayrı ayrı Halifelik liyakati sınanmak üzere “ALLAH MÜLKÜ” insana vekâleten verilmiştir.

Yaratık olarak görevimiz, diğer canlılar gibi KULLUK yanında Allah Halifesi olmak, kimin VEKİLİ, ELÇİSİ, HALİFESİ olarak atandığını bilim ile SORUŞTURARAK, tahkiki ve aklen iman ederek, kulluk borcunu (İbadet, itaat, dürüstlük) ödemektir.

Halifelik demek YÖNETMEK demektir. İnsan sorumlu olduğu kulluktan da (yöneticilik denen halifelikten de kaçınamaz, istifa edemez, başıboş kalamaz, cemaatten ayrılamaz.

Bütünlük ilkesine göre, insan evrenle birlikte vardır, evrenden ayrı değildir. Evrenle birlikte var edilmiş, evrenle birlikte yok edilecektir. Sonra evrenle birlikte yeniden ve sonsuza kadar yaşamak üzere var edilecektir. (Cennet de Cehennem de ebedidir, orada ömür değil HAYAT vardır.)

Halife demek, ”Yönetici=İdareci” demektir. Hadis “Her biriniz yöneticisiniz” buyurmaktadır. Bu kutsal sözün devamı da şöyledir:

”Herkes de yönettiğinden sorumludur!”

Önce aile bireylerimizden başlayarak, alt üyeleri yönetiriz. Evlenmemiz, çocuğumuzun doğması bile bizi yönetici yapar ve ondan sorumlu tutuluruz. Sorumluluğumuz yönettiğimiz kişilerin sayısı kadar artır ve aslında bizler yöneten olmaktan çok, hizmetçi oluruz. Amir, şef, müdür, mülti-müdür, devlet yönetim kademeleri (Yönetim birimleri yöneticileri, valiler, parlamenterler, kabin-hükümet başkanları, devlet başkanı) yönettiği

Page 24: 97349158-ArzArs-Mirac-1

kişilerin sayısınca bütün ADALET töhmet ve vebal ile günah yükünü tutmaktadır. En küçük bir adaletsizlikten, kaç milyon kişiye yansıyıp mağdur etmişse, her birinin milyonlarca yıl ”Özel Ahret hizmetkârı” olacaktır, haksız bir yönetici… Bu hizmetçilik, uşaklık, şu hadisle belirtilmiştir:

“Bir kavmin büyüğü, onların hizmetçisidir!”

O halde efendi-uşak ilişkisi gizlice boyut değişmiştir. İnsan ne efendi, ne uşaktır, ona ismi ayetle “YERYÜZÜNDEKİ ALLAH HALİFESİ” diye verilmiştir.

Halife, Rabbinin mülkünün de yönetmenidir, yani ALLAH’ın bütün yarattıklarını, bütün varlıklarını “Emrine ve hizmetine” almış demektir:

“ALLAH’IN, GÖKLERDE VE YERDE VAR OLANLARI SİZİN (Halifesi kıldığı biz insanların) EMRİNE VERDİĞİNİ GÖRMEZ MİSİNİZ?” (Lokman-20)

“O (Allah) GÖKLERDE (Üst katlarda) VE YERDE (Dünya nimetleri ile varlıkları) NE VARSA TÜMÜNÜ, KENDİ KATINDAN SİZİN (Halife insanın) HİZMETİNİZE BAĞLADI. KUŞKUSUZ BUNDA (Söylenende) SAĞLIKLI DÜŞÜNEN BİR KAVİM (Eş düşünceyi paylaşan mütefekkir, arif ve âlimler) İÇİN ÇOK (sayıda) İBRET (Ders)LER VARDIR.” (Gaşiye-13)

İnsanoğlu Halifeliği Hz. Âdem’den sonra, baş halife olan Allah Resulü Hz. Muhammed’e (s) verildi. Allah(c)ın en sevgili halifesinin de halifeleri olan, dört büyük halife bu emanetlerinin hakkını kusursuz vermişlerdir. Bu eşsiz ve 1400 yıl öncenin İslam Cumhuriyeti, hemen dört halifenin ardından “Oligarşiye” yani saltanata dönüştürülmüş, bir daha da İSLAM CUMHURİYETİ kurulmasına saltanatın sultanları izin vermemişlerdir. Bugün “İslam Cumhuriyeti” denildiğinde, hemen zihinde o batasıca saltanat ve sadabad imajı oluşuyor!...

İnsan, gerçekten bir halife olduğunu kanıtlamıştır. Şimdiki uzay çağımızda gökteki nimetlere erişmiş, uzayın istismarına koyulmuş ve gezegenlerin sömürgeleştirilmesine yönelmiştir. Göklerin kendilerine (Cinler gibi) yasaklanmadığını; dilediği evren kesimini kullanabileceğinin bilincine ermiştir.

İnsanoğlu halifelik görevini ideal başarmıştır da, acaba “Kulluk” borcunu başarmış mıdır? Bunun da Ledünni sırrı, Halife teriminin içinde saklıdır: İhtilaf, hilafet yani MUHALEFET yapmasıdır. Çoğu nankör insanlar ise Allah (c) iktidarına MUHAFELET yaparak gerçekten, meleklerin kaygılandığı gibi, (Cinlerin yeryüzünde fesat çıkarmasından sonra) insanın da “YERYÜZÜNDE YENİ BİR FESAD” olabileceğini göstermişlerdir. Kadiri Mutlak ALLAH (c) iktidarına çirkin muhalefet (İnkârcı, ortakçı) yapmakla, insan, halifelik görevini kötüye kullandığını göstermiştir.

İnsanoğlu, ALLAH’ın YERYÜZÜ halifesidir. ARZ=Yer terimi, pratik olarak “Taban, topraksı, çekim oluşturmuş göksel cisimlerin ve maddenin tümünü” kapsamaktadır. Madde, “ARZ” ve (maddi olmayan enerjetik) kuvvet alanları da “GÖK” ismini almıştır. Yer, yalnızca dünyamız değil; başka her dünya ihtimalini de içermektedir. Maddenin yoğunlaşıp, gökteki hidrojen “DUHAN”ı olmaktan kurtularak, bir çekim odağına toplanması ile oluşan masif ivmeli bütün göksel cisimlerde (gezegenler, yıldızlar, galaksiler, daha üst sistemler) YER kavramının üyeleridir. Merkez biz olduğumuzda, her

Page 25: 97349158-ArzArs-Mirac-1

biri yüzmilyarlarca güneşten (Yıldızdan) oluşmuş yüzmilyarlarca galaksi bulunmaktadır. Bu inanılmaz rakamlara rağmen, ayetler, sonu gelmeyen bu 10-20 milyar ışık yılı enindeki aktüel evrenin “Aşağıların en aşağısı” katmanı olduğunu (Tin-5) ve “Yıldız-galaksilerden” oluşmuş bir ziynet-süs dekoru olduğunu bildirmiştir. (Fusilet-12)

Aşağıların en aşağısı olan bizim “ARZ” katmanımız, ışığın saniyede 300 bin km hızla, ancak 10-20 milyar yılda gidebileceği inanılmaz büyüklükte bir “Gözlem=Rasat ufkunu” kapsamaktadır. Bu ufkun ardına, evren genişlediği için her an binlerce uzak galaksi daha kaçmakta ve gözlem ufkumuzun dışında kalarak, başka OLAY UFUKLARINA yol almaktadır.

İnsanoğlu da bir gizli içgüdü ile “O ötelere gitmek” eğilimindedir. Sanki gizli bir çağrı mesajı (Merak) almıştır. İnsanın toprağı dünyanın dört bucak-yedi iklimden alınmış olduğu için dünyaya iade olmuştur, sanki… Ama hilkati (yaratılışı) “YUKARI” da özlediği öz-evinde yani CENNET denen bir BAŞKA dünyada gerçekleşmiştir. Kozmik gurbetçilik, sıla hasreti ve tevhit vuslatı terimleri de bu özleyişin özdeyişlerinden başka bir şey değildir.

İnsanoğlunun ilk çifti, yukarı katlara özgü elbisesiyle, orada yaratılmıştır. “Şeytana uymanın bedeli” olarak, “Soyunun ve aşağı inin!” ilahi cezasıyla, bir başka dünyaya, toprağının alındığı ve ARŞ nezdinden bakıldığında ”Aşağıların en aşağısı=Esfeli safilin” olan bu ARZ denen emanet, geçici dünyaya “Zorunlu konuk” olarak indirilmiştir. (Bakara Suresi)

Biz, aslında, “O DÜNYANIN” insanlarıyız!... Atalarımız oradan gelmişlerdir ve aynı Cennet’e dönmek içgüdüsünü taşımışlardır.

Biz o dünyanın sürgündeki halifeleriyiz! Ya halife olarak Cennet gezegenine döneriz ya da MUHALİF (Müşrik, ateist münafık) olarak başka bir mekâna gideriz ki, bu mekân Cehennem olup, aslında İNSAN İÇİN YARATILMADIĞI HALDE, İNSANLARI SATIN ALMAYA YARIŞTIĞI İÇİN O ÇABANIN KARŞILIĞI VAR EDİLDİ.

(*) Kimi, geçici olarak Cehennemde kalacak, sonradan Cennet’e dönecek, kimi de (ne Cennet ne Cehennem olmayan, ikisi arasında ve ikisinin de bileşiminden oluşmuş) ANTİ DÜNYA=A’raf’a konuk olacak!.. İkisi arasında kalmanın bir diğer mekânı da geçici ağırlanacağımız ARASAT (Mahşer meydanı olan düzlem) sahrasıdır. İşte Arz-Arş arasında kalan bu iki bölge ARS adını almaktadır.

Mükaşefe ehline göre;

Cennet ve Cehennem’in yaratılışından sonraki “Dile gelmeleri” anlatılır:

Güzellikler içindeki “Cennet’e bakarak” kendisinin iyice terk edilmişliğine inanan Cehennem şöyle demiş:

“Ya Rabbi, şu güzelim Cennet dururken, benim ateşten bağrıma kim gelir ki, beni var ettin ve sonra da öksüz bıraktın?”

Karşılığında şöyle cevap alır;

“Mahzun olma ey Cehennem! Andolsun, cinler ve insanlar seni satın almak için evlatlarını da ortak ederek var güçleri, malları, canları, ırzları ile yarışacaklar. Sana koşmak için

Page 26: 97349158-ArzArs-Mirac-1

birbirini çiğneyecekler, sana ulaşmak için her yolu deneyecekler, seni temelli bir yurt edinmek için bin insandan 999’u koşacaktır. Ancak bin insandan biri seni istemeyecek(Cenneti isteyecek)tir.”

Kesim: 6

Genişleyen çember

Kuantum ve takyon teoremleri bize gösteriyor ki, tüm evren ve varlıkları bir bütündür, hiç birinin arasında bir fark, uzaklık, ayrılık yoktur. İşte bu bütünlüğe, bizler “AKIL” (BEŞİNCİ BOYUT) adını veriyoruz.

Aklın “Kişi ve varlık başına pay edilmesi” için NEFİS (Nefs, özkimlik denen birer kişiye özel KAVRAMA MERKEZİ ya da algı odağı) oluşturulmuştur. Akıl, Rabbine yönelirken (Hünnes=Merkezcil kuvvet) Nefis, Rabbine ters dönen TERS BİR AKIL oluşturur. (Teklikten çokluğa eğilimli Künnes=Merkezkaç kuvvet)

İkisinin impuls=moment=süredurum denen bir ORTAK DENGEDE buluşmasıyla da VARLIK ortaya çıkar. Bizler bir bütün AKLIN ve zalim bencil, kurnaz ve zeka olan NEFSİN, Süper uzaydan tüneller ucuyla On boyutlu kuantlar dizgesi olarak, yeryüzünde bedenlendiği birimler ve biçimleriz!...

Her birim, kendini (Özbenliğini, süper ego’sunu) evrenin merkezi olarak görür. Zaten bencillik, kibir, saldırganlık ve diğer şeytani taşkınlıklarımız bu süper egonun daha da yoğunlaşmasından ortaya çıkar. O yoğun odağa da “NEFS” diyoruz.

Asıl yaratılışımızdan itibaren, doğum öncesine kadar idrak yoksunu boş bir hafıza (Programsız) bandı olarak bekleriz. Allah’ın RAHİM isminin tecellisi olan ana rahminde, bütün bir evrimin sırlarını yaşarız: Parmağımızı emeriz (Beslenme içgüdüsü) tekmeleriz (Savunma içgüdüsü) ve cinsiyetimiz oluşur. (Üreme içgüdüsü) bu halimizle masum hayvanlarla eşit duyguları paylaşmaktayız. (Nefsi hayvani)

Doğarız: Ağlar, nefes alırız. Ağlamayı ve solumayı öğreniriz. Ağzımız, süt veren çeşmeyi hemen keşfeder. Daha sonra ışık, ses gibi değişikleri fark ederek, onların “Neyin nesi” olduğunu anlamlandırmaya ve hafızamızın boş bantlarına hatıra olarak yazmaya çalışırız. Aylar boyunca, bu kez, anne-baba gibi bize en yakın olanları, canlı renkli şeyleri ilgi alanımıza alırız. Giderek bu verileri tanımaya, öğrenmeye, birbiriyle benzerliklerinden yeni bağıntılar çıkarmaya, yeni durumlar ve yeni dengeler, yargılar, yorumlar edinmeye başlarız. Ateş bir kere elimize yakınca, o “CEHENNEMİ” hatırlar ve bir daha ateşe elimizi süremeyiz. “AKIL=Akılca yetişkin ve sorumlu olduğumuz” güne kadar SABİİ’liğimizi yaşarız. Büyüdükçe bedenimizi kullanmayı ve bunun yanında yen bir şeyler öğreniriz. Önce kıra-döke, evimizin bütün eşyalarını keşfederiz. Sonra, yaşıtımız komşu bebeklerle oynar, mizaç farklarımızı buluruz. Daha sonra bize dört mevsim eşliğinde, cam ardında engin bir dünya gösterilir. Çocuk parkına gitmek için can atarız. Böylece, her zaman anne-babaların göz önünde olmak kaydıyla, artık dışarıda da oynayabileceğimiz yaşlara zaman

Page 27: 97349158-ArzArs-Mirac-1

asansörü ile tırmanırız.

Yeni oyunlar, yeni arkadaşlar, TV alıcısı önünde masallardan belgesellere; ilkokuldan liseye doğru bilgi dağarcığımızı genişletirken, her an yeni bir şey, yeni bir çevre öğreniriz. Deneyerek-yanılarak-sınayarak doğruyu bulmaya yöneliriz.

Önce sokağımız ve okul yolundan başlayan “Çevreyi genişletme harekâtımız” daha sonra kaçamaklarla, ya da erken gelen özgürlüklerle, başka sokaklara, mahallelere taşar. Bulunduğumuz semtten dışarı genişleyen halkalar çemberlerle keşfederiz. Köy-kasaba-kentler arası verilerle ufkumuzu engin kılar…

Er ya da geç hayatla tanışırız; kimi zaman tek başımıza kalır ve her zaman nazımızın geçebileceği anne-baba ve yakınlar yerine “Otoriter” olan öğretmen, patronlar, yönetici ve rütbelilere de tıpkı anne babamız gibi itaat etmemiz gerektiğini öğreniriz. Okuyabildiğimiz en yüksek okuldan düş-kalka mezun oluruz. Cinsiyetimizi keşfettikten sonra “Karşıt cinsin” keşfine çıkarız. Asker oluruz, erken anne oluruz ve buluğ (Vücut erginliği) dönemi psikozlarımız bizi “Ayrık kimlik sahibi, daha az denetlenebilen, daha kendi başına buyruk kimseler” yapmaya iter. Değişen kendimizdir dünya değildir. Değişiklik bizde olmuştur. Ama sanki anne-babamız değişmiş gibi, isyan kokan serzenişlere girer ve “Kuşak çatışması” lafları etmeye başlarız. Anne-baba’dan aldığımız özgürlükten hemen sonra, başka otoritelere tam tutsak oluruz. Hepimiz, Esirizdir! Ne insanın hürriyeti, ne milletlerin istiklali vardır, hepsi laftır!..

Sonunda “Çok şükür” özgürlüğümüze kavuştuğumuzu sanırız: Ya asker olmuşuzdur ya evlenmiş ay da y aşımız gereği “Oto-kontrolü” ve özerkliği elde etmişizdir.

Bu sırada sürekli teorik bilgi ile bilgilenmenin yanında, uygulamalı deneyimler de ediniriz. Ülkemizi tanırız, komşu ülkeler ve turistlerin geldiği diğer ülkeler ya da bizim turist, gurbetçi diye gittiğimiz başka ülkelerin insanları ile dolu bir dünyada hayran olunacak bir başka millet, felsefe, doktrin ya da ideolojisinin uydusu-tutsağı oluruz.

Bu dünyayı keşfe çıkarız. Ya TV alıcısı başında onları izleriz ya onlarla arkadaşlıklar kurarız (Mektuplaşırız, ağırlarız vb.) ya OKUR ya da GEZER öğreniriz. İnsanın kendi merkezinden giderek genişleyerek büyüyen bu KEŞFE ÇIKMA eylemi günün birinde, giderek genişleyen çemberler sonucu, dünyanın “Ekvatoru” ile eşleşince dünyanın işi “Tamam” olmuştur sanırız!..

Dünya ile ilgili evrensel olmayan bilimlerin bir dalını seçeriz. Eğer, bizim için dünya değil de İNSAN, (toplum) önemliyse, sosyal bilimlerin arif bilgesi oluruz. Eğer dünyanın yapısı önemliyse yarı-evrensel hey’et-fen bilimleri önem kazanır. Kısaca ilgi alanları çoğaldıkça, bunlardan birinde profesyonelce ihtisaslaşmaya ya da amatörce hobi edinmeye yönleniriz.

Dünya ile ilgili tanıma, biriktirme, değerlendirme ve gözlemleme yeteneklerimizden “Hayat tecrübesi (Yaşam deneyimi)” oluşur. Türlü felsefeler ve inanç ağı eşliğinde dünya mekânının sakinleri olan insanların davranış bilimleri, ekonomik-politik ve sosyal-psikolojik yapısına ilişkin görüşler ediniriz.

Dünya zevkleri, cinsel ve safahata yönelik tutkunluklar, günlük hayatın gayesi, yaşama telaşı, mülti-kanallı TV programlarına ek olarak binbir kanal oluşturan Videokasetler, kahvehaneler, meyhaneler, dedikodu partileri eğer bize izin verilirse, eğer zamanımız

Page 28: 97349158-ArzArs-Mirac-1

biraz artarsa, “OKUMA” ya da “İBADET” ya da başka bir CİDDİ EYLEME fırsat doğar.

Teknik de böyle bir oyalayıcı ilgi alanı olup, BİLİM değil, meslek ya da heva-heves verir bize… Teknik tefekkür ettirmeyen pahalı bir oyuncaktır, oyalar. Sadece tekniği yaratanlar tefekkür eder, bilim adamı ya da ona azmeden mütefekkir (düşünür) daha arif (Bilge) belki de âlim (Bilgin) oluverir. Arif ile âlim burada yol ayrımına girer.

İnsanoğlunun öğreneceklerini kapsayan ve genişleyen çember, eğer ekvator (eşlek) çemberini de taşarsa, o zaman, zihince bir büyüme ya da genişleyen evreni ile yarışan bir akıl genişlemesi oluşur. (Âlim budur!) Dünyaya tam bağlanan bu fasid çemberde kalırken, Âlim de tam evrensel olarak evrenle genişleme yarışına girer.

Geçmişte atalarımız, geceden ve karanlıktan korkmuşlardır. Bunun için önce ateşe sonra karanlık ve bomboş uzayda Gündüz güneşi, gece Ay’ı yıldızları görerek, onlara tapınmaya başlamışlardır. Bu esirce tapınma, dinlerin ve bilgilenmenin etkisiyle terk edilmiştir.

Artık bilim ile güneşin hakkından gelinmiş, yani güneşe gidilmiştir. Bu hadis, güneşin sırrı olan Çekirdek parçalanması (Fission= Atom bombası yapımı) ve Çekirdek erimesi (ya da birleşmesi Fusion=Hidrojen bombasının bulunuşu) ile doğrulanmıştır. İnsanoğlu, nükleer endüstriyi bularak, gitmediği halde “Güneşe gitmiş” yani onu da sırlarıyla birlikte “Emrine, hizmetine, halifeliğine“ almıştır.

Romantik Ay da insanın “Şöyle bir geçerken uğradığı” ilk atlama taşı gezegendir. “Ay’a ayakbastı ücreti alanlar ya da yerlileri olmadığı için” insanın en kolay, en büyük sömürgesi olmuştur. Ay ve gezegenler, hammadde rezervleriyle dünyanın tükenmeye iyice yüz tutmuş kaynaklarının yerini doldurmaya yönelik, ALLAH’tan bize verilmiş pek büyük bir lütuftur.

Ay işletmeciliği sayesinde, maliyet ucuzlamaları gözlenecektir. Eğer ay ve uzay prodüksiyonlarında soylu, eşit ve eşgüdümlü ve bütün milletlerin ortak olarak paylaştıkları soylu bir işbirliği programı yapılırsa, insan konfor ve refahına yönelmiş olunur. İnsan ise en temel değerdir.

Ekolojisi iyice kirlenen dünyada, böylece rahatça nefes alınabilecektir. Dünyayı kirleten ağır sanayiler “YUKARI” aktarılırsa, insanoğlunun yaşlı ve yorgun dünyası, hep içine edilen bir tuvalet ve kokuşmuş mezar olduğu yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük çöplük olmaktan kurtarılacaktır. Dünyanın her iğne ucu kadar yerinde trilyarlarca ölü (Mikrop, mikroorganizma, bitki, trilyarlarca hayvan, bunun birçok katı bitki, türlü leşler) ve bir o kadar da canlıların dışkıları bulunmaktadır. Dünya bu nedenle, hem mezar hem tuvalet hem de mezbeledir.

İnsanın insana yaptığı sömürüyle dolu olan tarihten ders alınmazsa, gelecek kuşaklarda (geçmişte ve şimdi olduğu gibi) “Dünya Ekonomi imparatorlarının emrinde yoksul köle adayları olmaktan, (uzay çağına rağmen) kurtulamayacaklardır. Çünkü Ay-Uzay ve sıradaki diğer gezegenlerin istismarı, yeniden haksız kazancın kesesine, çirkin paranın kasasına akıtılırsa, o soylu milletlerarası işbirliği, kişisel çıkarlara, bozuk askeri ve politik art niyetlere kurban edilecektir.

Uzay çağımız “Babil Kulesi yaparak, uzaya tırmanmaya çalışan” Nemrut suratlı insanların komik düşüncelerinden farklı gelişmiş, 1400 yıl önce İslam ile haber verilen “Ciddiyet”

Page 29: 97349158-ArzArs-Mirac-1

içinde gerçekleştirilmiştir. Oysa insanoğlu, Kur’an ve Hadislerin uzay yolculuğunu ilk bildirdiği yıllarda, ancak iki metre yukarı sıçrayabiliyordu.

(*) Resulullah’dan iki yüzyıl kadar sonra Abbasi Fernas’ın uçan bir “Araç” gerçekleştirdi. Müslüman-Türk bilim adamı Cevheri (1002) şehit olmasına rağmen ilk dev uçurtmayla uçmayı başardı. Bizans kaynakları, ilk paraşütü bir Selçuklu Türkünün İstanbul’da denediğini kayda geçtiler. Her ikisi de IV. Murat zamanında yaşayan Hezarfen Ahmet ilk planörü ve Lagerli Hasan ilk roketi pilotlar kendileri olduğu halde başarıyla denedilerse de taassubun kurbanı olarak idam edilmekten kurtulmayı başaramadılar. Fakat Avrupa, taassubu yenmiş olmanın rahatlığı içinde, geç de olsa, ilk balonu (Mongolfier kardeşler) ve ilk uçağı (Wright kardeşler 1903) buldular. İkinci dünya savaşı içinde ilk roketler ve jetler bulundu. Savaş bitimi tutsak bu bilginler sayesinde insanoğlu, uzaya ve aya taşınmayı başardı. (Von Braun)

Böylece, insan denen HALİFENİN emrine ve hizmetine, evren dolusu nimet veriliyordu. İnsanın Halife olması BİLİM sayesinde mümkün olmuştur. Çünkü öteki canlıların yarattığı bir uygarlık, bilim yoktur. (Bitki-hayvan, melek-Huri, Cin-Şeytan ve diğerleri) Fakat insanın bir medeniyet, bilim-teknoloji yani BİLİM gücü vardır. İNSAN BUNUN İÇİN HALİFE OLARAK SEÇİLDİ! İnsan bilimi oluşturarak, şu ayetin sırrını gerçekleştirmiştir:

“VE ALLAH ÂDEM’E BÜTÜN (var olanla, var olacak, ileride isimlendireceği her eşya ileri teknoloji ve manayı ifade gibi) İSİMLERİ ÖĞRETTİ.” (Bakara-31)

Resulullah bir hadisinde (Muhammed İ.Ali) gelecekteki keşifleri sunuyor:

“BİZDEN GELECEK MEHDİ’NİN GELECEĞİ ZAMANA İLİŞKİN İKİ İŞARET VARDIR. BU İKİ İŞARET, ALLAH’IN SEMALARI VE YERİ YARATTIĞI ANDAN BERİ HİÇ VUKU BULMAMIŞTIR. BUNLARIN BİRİNCİSİ RAMAZAN AYININ GECESİNDEDİR Kİ, O ZAMAN AY KEŞF OLUNUR. DİĞERİ İSE MEZUKR AY’IN (Aynı Ramazan) ORTASINDADIR Kİ O ZAMAN DA GÜNEŞ KEŞF OLUNUR.”

(*) Hz. Mehdi, Resulullah soyundan son Müceddid olup, gelmesi beklenmektedir. Güneş ve Ay ile ilgili olarak “Keşf” kelimesi yazılmıştır. Ancak, bunu imla yanlışıyla KESF (Tutulma) yerine Keşf=Keşfetme biçiminde yazıldığını ileri sürenler de olmuştur. Oysa güneş ve ay tutulmaları çok olağandır. Evren yaratılalı beri ilk kez olacak bir olay ise KEŞF ile bağdaştırılır.

Bu “Ay’ın keşfi, yerleşimi, iskânı anlamındadır. Nitekim diğer bir hadis konuyu kuşkusuz açıklamaktadır:

“İNSANOÜĞLU AY KARINDA (Yüzeyinde altında) İKAMET (koloni kurmadan) ETMEDEN KIYAMET KOPMAYACAKTIR.”

Yine Resulullah, gökteki bir parlak yıldızı (Muhtemelen Venüs, Jupiter) işaret ederek, Müslümanların da dinlerini ve ibadetlerini gezegenlere götüreceklerini bildirir:

“NEFSİMİ ELİNDE TUTAN ALLAH HAKKI İÇİN, GECE VE GÜNDÜZ OLUŞU BİTMEDEN (Güneş batıdan doğmadan önce) BU DİN MUTLAKA ‘ŞU YILDIZIN’ VARACAĞI YERE KADAR ULAŞACAKTIR.”

Ebu Hureyre kaynaklı bir hadiste de Resulullah, Arap olmayan ecnebi Müslümanları kastederek şöyle buyurmuştur:

Page 30: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“EV FERRUH OĞULLARI (Arap olmayan Müslümanlar) YAKLAŞIN, EĞER BİLİM SÜREYYA YILDIZINDA KALMIŞ OLSA, İÇİNİZDEN ONA ULAŞIP BİLİMİ ALACAKLAR BULUNACAKTIR.”

Dolayısıyla, Resulullah, önce Arapların değil, diğer milletlerin bu uzay yarışında başarılı olacaklarını haber vermiştir. Aynı zamanda o dönemde çıplak gözle 3 tane olarak görünen bu yıldızın 7 tane olduğunu da önceden bildirmiş, doğrulanmıştır.

O dönemlerde bu kehanetler “İmkânsız” gibi görünürken, günümüzde tam onbin uzay aracının (ve artığı olan uzay çöplerinin) cirit attığını görüyoruz. Kısaca Allah vaadi ve Resulullah kehanetleri açık ya da gizlice MUTLAKA HABER VERİLMİŞTİR. Bu bildirimlerin bir kısmı gerçekleşmiş olup kıyametin ortanca ve gizli alametlerindendir.

(*) Yazarın “Çeyrek kala-çeyrek gece kıyamet” isimli eserinde, kıyametin küçük, büyük, ortanca gizli alametlerini okuyabilirsiniz.

Page 31: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“Andolsun siz tabakadan tabakaya (Dünyadan, uzayın etaplarına, uzay araçlarıyla) bindirileceksiniz.”

İKİNCİBÖLÜM

ARZ’DAN YAKIN SEMA’YA…

Page 32: 97349158-ArzArs-Mirac-1

İLERİ BİLGİLER-1

CİFİR VE UZAY FETHİ

Çoğu okurumuz, “Kur’an matematiğini” duymuş, okumuş ve şaşırmış olmalıdır. Kur’an’da genellikle 19 sayısına bağlı bu sayısal düzeni de içine alan CİFİR sistematiği, Kur’an’ın başka sayısal düzenlerini de kapsamaktadır. Arapça kökenli olan Cifir, batı dillerine Şifre (Chifree) adıyla geçmiştir. Cifir, fal dışında kalan her şeyi (Burçlar, tılsımlar, yıldızname, Remil kehanetleri gibi fanteziler yanında) Batıni, ezoterik, Ledünni, Havas ve bütün gizli bilimleri kapsamaktadır.

Mükaşefeye başvurmadan özel matematiğiyle NET sonuçlar ile bulunabilen Cifir bilimi, münakaşefe gibi müphem, muğlâk değildir. Aslında cifir, bir beşinci işlem matematiği öğretisi olup, bunun kullanım alanı LEVHİ MAHFUZ’un tüm sırrını içeren KUR’AN’ı konuşturabilmesidir.

Önceki Cifir anlayışı, küçük çapta sırlara kullanılabiliyordu. Günümüz öğretisinde (Matematik beşinci işlem sayesinde) sırların geniş çapta çözümlenmesi mümkün olmaktadır. Dünyanın en zor sistematiği olan (ve bir bilgini olmayan) Cifir’in varlığı, Kur’an’ın ASIL İNDİRİLİŞİ SIRASI ile ŞİMDİKİ TERTİP SIRASI arasındaki “İlahi fark”dan doğmaktadır. Çünkü Kur’an, indirilme sırasına göre değil, ilahi buyrukla şimdiki Sure sıralamasına göre tertip edilmiştir. Kur’an’ın bir tek harfinin bile değiştirilmeksizin, sonsuza kadar, olduğu gibi “KORUNACAĞINA” ilişkin, bizzat ALLAH (c) VAADİ ve güvencesi verilmiştir. Fakat vahiy sırası, Hz. Cebrail tarafından yine “İLAHİ BİR HİKMET” olarak değiştirilmiş, tam Kureyşçe yeniden okunmuş kontrol edilmiştir. Böylece, Rabbin en büyük ismi olan “İsmi Azam” Kur’an içinde saklanmıştır. Bu en büyük isim, o kadar güçlüdür ki, bu ismi kullanarak bir kayaya altın olması emredilirse, o kaya som altın kesilir! Gerek bu İsmi azam’ın, gerekse “AP-AÇIK BİR KİTAP OLAN” Levhi Mahfuz’daki kaderimizin kötü emeller ve bedavacılar eline geçmemesi için ve pek çok hikmet olarak Kur’an’ın tertibi değiştirilmiştir.

Kur’an’ın “AP-AÇIK BİR KİTAP OLUP, içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmaması” uyarınca, CİFİR devreye girmiştir. Cifir, Levhi Muhfuz sırasına göre inen ayetlerle, sonradan başka biçimde sıralanan ayetler arasındaki “Yer değiştirme göstergesi olan matematik bilimi”dir.

Cifir’e yalnızca “Matematik” demek mümkün değildir. Çünkü Cifir, sayının sese (ya da rakamın harfe) dönüştürülmesidir ve bu da “Rabbimizin Hz. Âdem’e eşya kavramlarının isimlerini öğretmesi” sırrını taşır. Ses-sayı dönüşümü, Cifir’in ABCD aritmetiği (EBCeD Hesabı) konusu olup, çok eski melekût kaynaklıdır. Kur’an ile konuşmak ya da konuşturmak için öncelikle ABCD Aritmetiğini bilmek gerekmektedir. Bu demektir ki, Kur’an’da her harfin (Dördü rahmani ve dördü karanlık) 8 bekçisi olan varlık vardır. Bunlar HECE bekçisinin (Pastofor) buyruğundandır. Hecelerden de “KELİME” bekçisi olan müekkili bulunur. Daha sonra yan cümleler ve sonra da ana cümlelerin müekkilleri

Page 33: 97349158-ArzArs-Mirac-1

bulunur. Bunu yaparken, harflerin değer sayı cinsinden yazılır ve toplanır, sonra da bu toplu sayı yeniden harflerle çevrilir ve bur kutsal İSİM çıkar. Bu matris’in (Vekfin) ana sayısıdır. (Determinant)

Bu ön bilgiden sonra, Cifir’i nasıl kullandığımızı “Uzayın fethi” konusunda örnekleyelim. Cifir’in kullanımı için önce beşinci işlem (Üç boyutlu Matrix) sistematiğini bilmek gerekir (ki, bu hiç abartmadan birçok cilt tutacak ayrı bir konu oluşturur; Dolayısıyla, Cifir’in karmaşık yöntemini şimdilik göz ardı ederek, onu nasıl uyguladığımızı gösterelim.)

Uzayın fethinden söz ederken, Kur’an’ı konuşturmak için, “Uzay cisimlerinin yörüngelerinde yüzmeleri ile uzay araçlarının rotalarında yüzmeleri” arasındaki analog ve benzeşim (Heibit) dolayısıyla, Seyir=Yüzmek kelimesinin Kur’an’da 19 kez geçtiğini buluyoruz. Bütün bu ayetlerin EBCeD hesabı yapılınca toplamın en küçük ASAL sayısı bulunur. Bizim örneğimizde bu sayı 83’dür. Meleklerin ortak son eki (takısı) bir tür soyadı olan Yail ail (Rukyail, Anyail, Azrail, Cebrail, Mikail gibi) ekin karşılığı olan 41, bu sayıdan çıkarılır. 83-41=42 bulunur. EBCeD hesabında M=40 ve 2=B harfidir. Öyleyse “Seyir, hareket” eyleminin görevli meleğinin adı MEBYAİL Aleyhisselam’dır.

Her ulvi (Yüce) müekkelin bir de YERYÜZÜ temsilcisi vardır ve bu bir insandır. Onu bulmak için 83’den 19’u çıkarıp 64’ü buluruz. 64 ise Hz. NUH’un isminin EBCeD toplamıdır. Üstelik eski semavi kitaplar ve veriler Hz. Nuh’un gemisine (Kendi eşi, çocukları, gelinleri, torunları dâhil) 83 müminin bindirilip tufandan kurtulduğu yazmaktadır ki, Cifir bunu DOĞRULUYOR. Hz. Nuh, dünyanın ilk dev aracının transatlantik kaptanı, gemiciliğin piri, insanların da ikinci Âdem’idir. Dolayısıyla, bu tür muazzam araçların yönetiminin pirliği ve sırrının Hz. Nuh’a verilmiş olduğu ortaya çıkar.

Bulduğumuz 83 sayısının bu yöntemle sürekli teyit alarak bulduğumuzda onun Asal olup olmadığını kontrol ederiz. Gerçekten de 83, kendisinden başka hiçbir sayıya bölünmez, ASALDIR. Buna emin olunca, (83)’ü kullanarak Kur’an’ı konuşturmak için bir çift arayışa gireriz:

1. Kur’an’da içinde 83 ayet geçen bir SURE ararız.

(YASİN SURESİ indirilme sırası itibariyle 41. sure, diziliş itibariyle 36. suredir.)

2. Kur’an’ın (Diziliş değil) İNİŞ sırasına göre 83. SURESİNİ ararız.

(İNŞİKAK SURESİ, diziliş sırasında 84. suredir.)

Şimdi bu tespitlerimizi sırayla inceleyelim:

İLERİ BİLGİLİER-2

CİFİR VE YASİN

Yasin 41. sırada olduğundan, onun 41. ayetini açarız ve orada ARADIĞIMIZ KONUNUN, olup-olmadığına bakarız: Gerçekten de “ONLARIN ZÜRRİYETİLERİNİ (Önceki atalar ve sonraki torunları) YÜKLÜ BİR ARAÇTA TAŞIMAMIZ YİNE ONLAR HAKKINDA

Page 34: 97349158-ArzArs-Mirac-1

KUDRETİMİZİN BİR GÖSTERGESİDİR.” Yazılıdır. Dolayısıyla doğru iz sürdüğümüzün teyidini almış oluyoruz. Bu da CİFİR diliyle, Kur’an ile konuşmamızın sağlanmış olması anlamına gelen bir SAĞLAMA’dır.

Bundan sonra yapılacak işlem, Surenin varsa en baştaki Mukatta harflerini bulmak, eğer bu yoksa Sureye isim veren ayetin yerini araştırmaktır. Yasin Süresinin, her iki özelliği de vardır: Hem surenin ismi hem de Cifir harfleridir. (Ya-Sin Y ve S harflerinin, Kur’an’ca okunuşudur.) Bu iki harfin toplamı EBCeD hesabıyla 70 olduğundan aynı Surenin 70. ayeti bulunup okunur: Bundan amacımız, aradığımız sırra “Evet” ya da “Hayır” izni almaktır.

“(Bu Kur’an Muhammed’e verildi ki) DİRİ OLANLARI UYARSIN. VE VERİLEN SÖZ DE İNKÂRCILARIN ALEYHİNE ÇIKSIN…”

Burada geçen Hayye=Diri sözü sırı, tıpkı Hz. Nuh’un gemisine seçilen, seleksiyona alınmış kimseler gibi TARİHİN YENİDEN TEKERKÜR EDECEĞİ gelecekteki yolculuklar da DİRİ KALMAYA UZAY YERLEŞİMİNDE YAŞAMAYA İZİN sırrıdır. Uzayda yaşanacağına ilişkin bir “Evet” ve “ALLAH VAADİ”dir.

Çünkü 41. ayette “Zürriyet” yani önceki ve sonraki kuşaklarla dolu türlü taşıtlarla yolculuk yapılmaya cevaz verildiğini biliyoruz. Hz. Nuh’un zürriyeti olan bizlerin de devasa deniz, uzay-havacılık araçları yapabileceğimizi, Hz. Nuh varisleri olan bizlerin başka gezegenleri fethedeceğini bildirmektedir.

Rabbin 99 isminin hiçbiri Y harfi ile başlamaz. Y harfi, gökte YAİL (yani 41 değerindeki) MELEKLERİN genel çağrılışıdır, ismen tanışmayan farklı kat melekleri birbirine “YA-İL” (Ey Nurlu) diye hitap ederler. Yerde ise bu kelime YA (Ey!) hitap ünlemiyle temsil edilir. Ya Rabbi, Ya Ali, Ya İman endeler gibi…

Demek ki, Y harfinde genel bir HİTAP vardır. Kime hitap edildiğini anlamak için yukarıdaki 41 ile 19 toplanır ve 60 sayısı bulunur. Bu sayı S (Sin) harfinin karşılığıdır ki Ya-Sin’in “S”sidir.

Gerek Arabî, gerek Süryani, gerekse Hindi (Sanskrit) tılsımlarının tamamında S harfi Seyir=Yüzme ve Sefine=Gemi (Seyreden araç) ve Seyyare=Gezegen ile Sankritçe Süwari=Gemi Süvarisi harflerinin sembolüdür.

Böylece Ya Sin, “Ey seyreden (yüzen) sefinelerin (Gemilerin, taşıtların) ve araçların pilot, kaptanları, süvarileri ve Seyyarelerin (Gezegen kolonisi) yöneticileri…” hitabıdır.

Cifir böylece, bizlere soruşturduğumuz konuda doğru yolda olduğumuzu sürekli teyit ederek, KUR’AN İLE KONUŞMAMIZI sürdürür. Kur’an’daki SEYİR (Yüzmek) SEFİNE (Deniz, hava ve uzayda giden her taşıt) sonucuna getirmektedir. Nitekim Hz. Nuh, ilk KAPTAN’dır ve kendi ismen geçmediği halde (PİRİ olduğu için) İsmi Kur’an’ın kalbi olan YASİN Suresinde dolaylı geçmektedir.

Yasin suresinin de kalbi 41. ayetidir. Çünkü iniş sırasına göre 41. suredir. Bunu teyit etmek için 83 ayetli bu sureyi tam ikiye böleriz. 83 tek sayılı olduğu için, ortası (yani ikiye bölümü buçuklu) çıkar. Bu da 41. ve 42. ayetlerdir. Bu belkemiği ayet içinde “Bize gerekli ayetlerin limitini bulmak için, 83 sayısını tıpkı Arapçanın sağdan sola yazılması gibi ters yazar ve 38 olduğunu görürüz: Bu demektir ki, 38., 39. ve 40. ayetler, merkezi ayetler olan 41/42’nin ÖNCESİNDE kalmaktadır. Aynı simetri ile bu kez sonrasına yine 3 ayet daha

Page 35: 97349158-ArzArs-Mirac-1

yürürüz. (43, 44, 45)

38. ayet birden “Güneş” ile ilgilenip, galaksi içinde seyrettiği, bir yörüngesi olduğunu, bu işlevini Âlimlerin âlimi olan) Rabbin takdiri ile sürdüreceğini bildirmektedir. Bunun anlamı da “Güneşe de gidileceği” olup, önceden değinmiştik.

İzleyen 39. ayette ise AY’dan söz edilir:

“AY! ONA DA BİR DİZİ MENZİLLER TAKDİR ETTİK. SONUNDA URCUNİ KADİME DÖNDÜ.”

Kur’an’ın içindeki semantik (Anlamlandırma) kozmik bir prizma gibi ışık tayfının (Spektrum) 7 ışığına karşılık iç-içe katlanmış 7 anlam vermektedir. Cifir bilen birinin görevi bu yedili gökkuşağının tümünü soruşturmaktır. Şimdi bu tatbikatımızı yedi taneden birine örnek vererek yapalım:

Örneğin “MENZİL” sözü, Burç Davranış bilimlerinde ya da İlmi Havas denen Gizli Bilimler günlüğünde temel sırlardan biridir. Ay’ın (her bir,i bir hafta süren) dört hali vardır. Bu nedenle insanlar ayın ilk dördün, son dördün, dolunay ve Hilal oluşlarına bakarak “HAFTA” ve toplamı olan “AY” kavramını oluşturmuşlardır. Bu dört evre toplam 28 gündür ve Ay’ın çevremizde bir turunu tamamlama süresidir. 12 ay adı üzerinde AY’ın ölçütüdür. Gizli Bilimlerde bu 28 menzilin, yani her gün başına düşen yay derecesinin, birbirinden farklı, iyi-kötü (Suud ve Nahs) ruhani etki yayımı ve yayınımı vardır. Bilindiği gibi Ay, gündüz de vardır. Dolayısıyla günün her saati, içinde bulunduğumuz döneme (Burca, tarihe ve kendi burcumuza bağlı değişkenlere) göre türlü etkiler yaymaktadır. Canlılara, bir tür “KOZMOLOJİK” yansıma etkisi vermektedir. Ay’ın gözle görünen ve bütün dünya canlılarını (Biyosfer) yöneten GEL-GİT (Meddü cezir) kabarmaları, canlıların davranışlarına da etki etmektedir. Hidrosfer (Su küre) gibi biyosfer (Hayat küresi) de bu gelgitlerden etkilenmektedir. Kozmik ve psikolojik görünmez gelgitler, canlıların “ELEKTROMANYETİK IŞIMA YAPAN” bedenlerinde biçim, renk ve ışıma şiddeti değişmelerine yol açarak GÖRÜNÜR olmaktadır. İnsandaki NEFSİN, bedenimiz ve bilincimiz arasında TEĞET olarak iki yanlı geçirgenliği sonucu, o etkilerin, manyetik alanda fotoğrafı çekilebilen, bir Esiri (Aura) bedenin varlığı ortaya kondu. Günümüzde bu teknoloji, bilgisayarlarla birleştirilince, laboratuar düzeyinde kozmik “AY ÇEKİM” etkisi de kanıtlanmıştır günümüzde…

(*) Kirlian fotoğrafçılığının tespit ettiği “Enerji bedenimiz ya da Nefsimizin yüksek manyetik alanlarda kendini girişim yaparak göstermesi sonucu çekilen biyoelektromanyetik ve psikolojik bedenimiz, Cinler‘in enerji yapısının tıpatıp aynısıdır. Cinlerde bu enerji beden vardır. İnsanda yine bu bedene ek olarak fizik GÖVDE bulunmaktadır. Madde ve enerjinin iki ayrı tip yaratık oluşturması bir fizik yasasıdır. Kirlian fotoğrafçılığı yanında, BİYORİTM teorisini de burç mizaçları hakkındaki bilgilerle birlikte “CAN-İNSAN” isimli, izleyen bandımızda sunacağız.

Ay menzilleri ise Kur’an alfabesinin sırayla 28 harfine karşıdır. Biyoritm teorisindeki 28 günlük “Duygusallık” eğrisi ile de TAM UYUŞUM içindedir. Ay menzilleri, bütün İslami Gizli Bilim mensuplarının (Muhyiddin-i Arabî, İbni Haldun, Geylani vb.) değerli CİFİR eserlerinde de yer almaktadır. Ay gelgitlerinin, denizlerdeki etkisi neyse, aynısını “Çamur” olan insan unsurunun sıvı bölümünde de uygulaması beklenir. Vücudumuzun

Page 36: 97349158-ArzArs-Mirac-1

%90 kadar sitoplazmik sıvı ve diğer akışkan sıvılardan (Kan, Lenfa vb.) oluşmaktadır. Bunun başını ise kan çekmektedir. Özellikle şeytanın vesvese vermek üzere kanımızda gezindiği hadisle bildirilmiş, ayrıca DOLUNAY’ın da kanda kabarmayı körüklediği ortaya konmuştur. Güneş ışığının tam yansıtıldığı (yani Güneş’in dolaylı olarak gözlendiği dolunayda, enerji bedenimizin biyomanyetik ışımasının saçaklı, renkli-desenli yapısı ve ışıma şiddetleri değişmektedir. Eğer kötü (Nahs menzilleri) güdümler söz konusu ise, had durumlarda Licontrophi vakaları ortaya çıkmaktadır.

(*) Werewolf da denen “Kurt adam” fantezilerinin doğması, öncelikle Ay ile ilgilidir. Ay, Gümüş metalinin, Yengeç burcunun ve DUYGUSALLIĞIN ya da Romantizmin olduğu kadar, Biyoritmlerde de 28 günlük duygu eğrisinin yönetmenidir. Kurt Adam olaylarına, geçmiş çağlardaki “KUDUZ” kudurmaları ikinci bir etken olarak yol açmıştır. Kuduzlar, ses ve ışıktan kaçındıkları için, geceleyin ortaya çıkarlar, beslenme içgüdüsü gereği bilinçsizce saldırırlardı. Bu verilerden yararlanan Cinler de metamorfik (Biçim değiştirme özellikleri) olan doğal becerilerini kullanarak, Kurt adam efsanelerini pekiştirmişlerdir. Bütün bunlar yanında, Ay evreleri kanımızdaki vesvese, vehim (Paranoya vb.) gibi kabarmaları coşturduğunda, zayıf yapıların dizginlenemez basınç altında biçimsiz saldırganlıkları ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Koç burcunun az gelişmiş mensupları söz konusu dönemde cinsel suç işlemeye, (tecavüze vb.) yönelmektedirler. Yengeç burcunun insanları ise dolunayda nedensiz kahkaha atmakta, giyinip süslenmektedir. Örneklediğimiz bu tespitleri, Kirlian fotoğrafçılığı (deşifre edebildiğimiz) lezyon ve desenler ile ortaya koymaktadır. Can-İnsan isimli izleyen bandımızda sözünü ettiğimiz bilgiler iyice sunulacaktır.

Ay menzillerinin bize verdiği dinamik değişkenlik batın (içre) anlamda bir yorumdur. Zahir (Aktüel) anlamda ise “Menzil=Erişim mesafesi” ya da bir şeyin atıldığı (ivmenin sıfır olduğu başlangıç) andan sonra giderek hızlanıp, sonra yeniden itici gücünü kaybedip (ivmesinin yeniden sıfır olduğu) düşme-konma anına kadar geçen aralıktır. Taşı atarız ve sonunda bir yere “nazil” olur, yani konar ya da iner, Yine bu kökten konmak, konulan yer, konaklanan yer anlamındaki Münazil türevi vardır. Bu konaklama “Ay iskânı” anlamındadır. Menzil de erişilip de konduğumuz yer anlamında fizik mekanik ivmenin bir tanıtımıdır. Özellikle balistik (Top güllesi, mermi, askeri bir roket, füze, uzay aracı vb.) her nesne, bir erişim mesafesi kat ederek, bir konum noktasına ulaşıp konar. Bu nedenle tabanca mermisinden kıtalar arası balistik roketlere kadar her ivmelenen cisim için “Menzil” terimini kullanırız. Her menzilin bir de yörünge yolu vardır. Yörüngeye oturttuğumuz uydular ile bütün gök cisimleri, bu menzil içinde, birbirlerini tedirgin etmeden “Yörüngelerinde YÜZERLER.”

Ay menzillerinden söz edilerek, Ay’ın Dünya çevresinde döndüğü ve yörüngesinin elips olduğu da bildirilmiştir.

Bütün bunlar çok ileri bir yorum sonucu “Ay menzillerinin KONULACAK, KONAKLANACAK, Kolonize edilecek” istasyonlar olduğunu gösteriyor. Ay iskânı, Yasin-39’da 7 anlamda birden verilmiştir.

Aynı ayetteki Ay’ın “Urcuni Kadim=Yaşlanmış, diriliğini kaybetmiş ve aşağı doğru süzülmüş, hurma ağacı dalının kavisli görüntüsüne, yarım ay biçimdeki kavisli salkımına”

Page 37: 97349158-ArzArs-Mirac-1

benzerliğine işaret etmektedir.

Urcun’un kelime kökü “Rücu=geri dönmek, geriye bükülmek, aslına çevrilmek”den gelmektedir. Yaşlanan hurma dalı, diriliğini yitirdiğinde, püskülleri alta gelir ve sırtı DÜZGÜN olarak tam bir kavis çizerken, iç yüzeyi ise düzensiz sarkık, eğridir. Bu gölgeyi denedik ve KRATERLERİN Ay’ı delik deşik etmesine bir haberci olduğunu gördük, ilk Ay astronotları kraterleri daha yakından gördüklerinden, Ayet onlara yakın planda tecelli etmiştir. Bu zahiri anlamın altında daha köklü anlamlar da vardır:

Urcuni Kadim, eski haline dönmek, rücu etmek demektir. Diğer anlamları “Zamanda geriye gitmek”, Eski bir yolculuğu yeniden tekrarlamak, eskiden “Ayak basılan bir yere” yeniden gitmek, yeniden döndürülmek” demektir. Örneğin, daha önce Ay ve dünya “Güneş gibi” sıcaktı. O dönemin Cinleri, giderek “Dünyanın soğuduğunu” görmek istemiyorlardı ve gerçeği saptırıyorlardı. Oysa cinleri uyaran cinden peygamberler ve bilgeler, “Dünyanın giderek soğuduğunu, Ay’ın çoktan söndürüldüğünü, sıranın dünyaya geldiğini” söylediklerinde, asi Cinler buna inanmak istememişlerdi, Allah katından, özel bir “izin” çıkarılarak, Salih bir Cin-astronot grubu Ay’a, korunarak “Korunmuş bir NESR” ile götürüldüler. Böylece Ay’ın söndüğünü ve onun gece mehtap ışımasının “Güneş yansısı” olduğunu anlamış oldular.

Urcuni Kadim, bu eski yolculuğa sonradan “İnsanların da çıkacağı ve orada konaklayacağı” anlamını taşımaktadır. Münazil bu ”Konaklamak” ve “Konmaz” demektir.

Gerçekten İnsanoğlu, Ay’a “ilk KONDUĞUNDA”, Ay’ın dünyadan görünüşü, “Eski bir hurma dalı” biçimindeydi! Üstelik Dünya da Ay’dan dört evreli (Dolun-Dünya, Hilal-dünya, dördünlü-dünya) olarak görünmektedir. O sırada Ay’dan çekilen fotoğraflarda, dünyanın biçiminin, Naziat-30’da verildiği gibi, kutuplarından basılmış yani, DEHAHA benzerinde olduğu açıkça belli olmuştur. Dehaha, devekuşu yumurtası, hamile kadın karnı, su toplamış sarkmış sirozlu hasta karnı anlamındadır.

Menzil, bilindiği gibi Nuzul(=İnme, felç), Nezle(=Gripte akıntının burna inmesi), Tenzilat(=İndirim) örneklerinden anlaşıldığı gibi çok çeşitli anlamlara işarettir. Menzil, böyle konaklama yerlerine “İndirileceğimiz yer” anlamına gelmektedir. Böylece uzay-Ay-Gezegenlerin iskânı, kolonizasyonu ve istasyon ve konaklar kurulması gibi ileri anlamlara varmaktadır. Urcuni Kadim de, daha ileri anlamlarda “Eskiden dinozorlar gibi yaşamış soyu tükenmiş bir tür Hurma, Hindistan cevizi ve Palmiyenin ORTAK ATASI’nın bildirimini taşır. Erkeği ve dişisi aynı ağaçta olmayan HURMA ağacı tek eşeylidir, yani dişi ve erkek hurma ağacı diye bizi şaşırtan yegâne ağaç hurmanın, Hz. Âdem’in yaratıldığı topraktan yaratıldığı cennette de onun dibinde ruh üflendiği söylenmiştir. Bu ağacın DİŞİSİ olduğunu, Resulullah “Halanız olan Hurma ağacı” diye bir hadisinde bildirmiştir. Bilindiği gibi Hala “Babanın kız kardeşi” demektir.

İLERİ BİLGİLER-3

YASİN VE UZAYSAL CİFİR

Page 38: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Şimdi yeniden kaldığımız yerden Yasin Suresi, 40. ayete devam edelim:

“NE GÜNEŞİN AY’A ERİŞİP ONA ÇATMASI, NE GÜNDÜZÜN ÖNE GEÇMESİ (Mümkün değildir. Yıldızlar, gezegenler, kuyruklu yıldızlar, insanların yaptığı uydular vb.) HER BİRİ (Kendilerine ölçümlenen yörüngeleri olan ayrı, ayrı) FELEKLERDE (Çember, Daire, elips, parabol, hiperbol, sinüzoidal yörüngelerde) YÜZERLER.”

İvme yani giderek hızlanma-yavaşlama insanoğluna akıl almaz görünmüştü. Kartezyan formüller ivmelendirilen ya da bir itme gücü ile fırlatılan bir cismin menzilinin fırlatan kuvvetin şiddetiyle orantılı olduğunu gösterdi.

Eğer fırlattığımız roket dünyanın çekim sabiti olan G=9,81 değerini yenebilecek 7,9 km/saat değerinden küçükse ivme sıfırlanınca (Kendi kuvveti bittiğinde) yeniden dünyaya geri düşer. Eğer o cisme verdiğimiz itici güç, dünyanın çekim sabitine eşitse, YÖRÜNGEYE OTURUR ve çevremizde uydu olup döner.

Dünya çekiminden kurtulmamızı sağlayan itici kuvvete “Alt orbital hız” ya da “Kurtulma hızı” denmektedir. Eğer dünyanın çekim eşdeğerinden daha büyük bir itme gücü verirsek, yörüngesi FELEK (Çember) olmaktan çıkar ve uydumuz geniş bir Elips çizen (eliptik) yörüngeye oturur. Eğer bu hız daha da artırılırsa, artık bizden temelli kopar ve kendi başına bir rota (Yörünge) de uzaklaşır.

Dolayısıyla “Felek” terimi eşmerkezli bir çemberden başlayarak, iki merkezli bir elipse, ya da izafi eğrilik çapları olan parabol ve hiperbol yörüngelerin KUR’an şifresidir. Yapay uydularımızın da yörüngeleri bu kozmik yörüngeler taklit edilerek başarılmaktadır. Dolayısıyla uzayda, birbirinden ayrı iki cismin ayrı ayrı yörüngelerde yüzmesi nedeniyle onların birbirine çarpışması için ancak, olağanüstü bir kaza olması gerekir. Bu, otomobilin olmadığı dönemlerde bir “kaza” yapmak kadar çok az ihtimaldir. Her şey kendi feleğinde (yörüngesinde) yüzer. Ancak iki yörünge arasında bizler mekik yapabiliriz.

Fakat iki ayrı Felekten, bir diğerine “Uydularımız” ile geçilebileceğini yani kurtulma hızının büyümesine bağlı araçlarla, dünyadan Ay’a gitmenin mümkün olduğu da Ledünni olarak anlatılmıştır. Uydularımızın yörünge hesaplarına da önceden “Takdir etti=ölçü koydu” ilahi kelamıyla dikkat çekilmiştir.

Gündüz ya da gecenin birbirini geçmesi, ancak “Güneşin Batıdan doğacağı” güne kadar ertelenmiştir. Yani iki gün art arda gündüz ya da gece olması gibi alışılmadık bir anormalite hiç gözlenmemiştir. Bundan başka, bir diğer sır gece-gündüz uzamasının “Periyodik” yani düzenli olduğunu gösteriyor. Yoksa gece ve gündüz, birbirini süre olarak, kural dışı olarak aşmamaktadır. Kutuplarda bile, gece ve gündüz altışar ay olmakla birlikte birbirine eşittir.

Zaten bu kozmik ve ilahi işleyişte bir aksama ya da bilim adamlarının karşı çıkabileceği bir kusur bulmak mümkün değildir. En küçük bir hata olsaydı evren daha o an helak olurdu. Nitekim Mülk-3.ayette Rabbimiz bizzat aklımıza sormaktadır:

“RAHMANIN YARATTIĞI ŞEYLERDE DEĞİŞİKLİK GÖREMEZSİN. İŞTE GÖZÜNÜ ÇEVİR, HİÇ BİR ÇATLAK GÖREBİLİYOR MUSUN?”

(*) “Çatlak”ın Cifir anlamları çok çeşitlidir: Bu kıyametle “Yarılacak” olan göğün ya da bizim “Yarık biçimindeki çıplak tekillik (olarak, gök yılanı diye isimlendiğimiz ilk bandımızın ilk

Page 39: 97349158-ArzArs-Mirac-1

cildinde anlattığımız) Karadelik kıyametidir. Diğer anlamları da “Kesinsizlik, süreklilik” gibi zaman-mekân olarak devamlılık (Continum) araya bir sınır, durak, gedik, boşluk, başka bir olay ufku vb. konmamasıdır. İkinci bölümde gökteki çatlağın ne anlamlara geldiğini ayrıntılı olarak sunacağız. Daha sonraki cildimizde de göğün nasıl yırtıldığını, bir Sur borusu içindeki bu evrenin biçimi olan 7 sarmallı “Salyangoz” kabuğunun Sur borusuna olan benzerliğini göreceğiz. Kabuğun çatlama biçimi ise KIYAMET isimli kitabımızın içeriğinde yer almaktadır.

İLERİ BİLGİLER-4

“GECE AYETİNİN MAHVİ”

YASİN-39’da “Gündüzün geceye tecavüz etmemesinin” iç-içe katlı ve saklı Cifir sırlarından biri de “Ay’ın görünmeyen yüzünün” haber verilmesidir. Bilindiği gibi Ay, dünyaya (%53’ünü) hep bir yüzünü gösterirken, öteki yüzü dünyadan hiç görünmez. Çünkü Ay, kendi çevresinde dönmesini, dünya ile eşleştirmiştir. Ay’ın görünmeyen yüzünü insanoğlu 1968 sonunda görüntüleyebilmiştir. Ama Resulullah, (Kuzeni İ.Abbas’tan bize ulaşan Hadisinde) çok daha önceliklidir:

“Ay’ın yalnız bir yüzü dünyaya karşıdır.”

Cinlerin de peygamberi olan Resulullah, kendisine “Aydaki karaltı” hakkında soran ümmetinden Cin ve insanlara:

“Ay da Güneş gibi (sıcak bir magma) idi.” Buyurdu ve ardında da İsra-12.ayeti okudu:

“BİZ GECE İLE GÜNDÜZÜ İKİ AYET (Delil) KILDIK DA(ha sonra) GECE AYETİNİ MAHV-ETTİK; GÜNDÜZ AYETİNİ DE GÖSTERİCİ ETTİK.”

Ayetin birinci anlamı, Ay yüzeyinin söndürülmesi ve ikinci anlamı Ay’ın görünmeyen yüzünün haber verilmesidir. Fakat ayette, Ay’dan söz edilmediği için başka sistemlerde de benzeri olaylar olduğunu anlıyoruz:

Örneğin, Güneş sisteminde kendi çevresinde dönmeyen yegâne gezegen Merkür’dür. (Utarit) Güneşe çok yakın olması nedeniyle, süre-durumu (dönme momenti) çekimle frenlenmiştir. Güneşe sürekli dönük yüzü Cehennem gibi sıcak ve insanın gözünü kapalıyken bile kamaştıracak kadar ışıklıdır. Bunun tersine, öteki yüzü sürekli güneşe ters olduğundan, karanlık ve mutlak soğuğa yakın derecelerde buzul soğuktur. Söz konusu ayet Merkür’ün bu durumunu da bildirmektedir.

(*) Dolayısıyla hem “Ay’ın karaltısı” hem de Merkür gezegeninin bu durumu ancak “MAHV” sözü ile açıklanır. Mahv’a daha çok “Söndürülmek” anlamı verilmiştir. Mükaşefe ehli ise, Ay’ın bizzat Logo-meleği olan Hz. Cebrail’in bir kanadı tarafından söndürüldüğünü bildirmektedirler. Bu tanıma göre, böyle bir Vakum (Sıcaklığı emme) olayı varsa, o zaman, Ay’daki kraterler, bir meteor bombardımanı ya da Yanardağ sonucu olmamıştır. Bu tür kraterler, “Yenik” denen dış bir etkiyle sanki emilmiş, fokurdayarak gizli sıcağı dışarı vermiş gibidir.

Page 40: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Aynı Ayetin Ay’dan Merkür’e, buradan da Güneş sistemine büyütülmüş yorumu, bize “KARADELİK” tehlikesini haber veriyor: Daha önceki kitaplarımda da açıkladığım gibi, yıldız sistemleri en az ikili olmak üzere üçüz-dördüz vb.dir. Güneş de bir yıldız olduğuna göre, “İkizi” olması gerekmektedir, oysa Güneş kural dışı olarak TEK’dir.

Günümüzde, Güneş’in kendisiyle birlikte gezegenlerini ve dünyayı da sürükleyerek aktığı “Kural dışı bir çekilme merkezi” ve “Özel bir çekimsel yönlenmesi” olduğu fark edilmiştir. Yani Güneş, kendini Galaksi içindeki yörüngesinden saptırarak, özel olarak çeken, “Görünmez” bir cisme yönlenmiştir. Ölçümlerimiz, bize (Güneş ile bildiğimiz en son gezegeni olan Plüton’un uzaklığının) Güneş sistem çapının 50 misli uzakta, göremediğimiz yani karanlık bir cismin varlığını haber vermiştir. (300.000.000.000 km)

Işımayan ve Güneşi çekecek kadar ağır olan böyle bir gök cismi (çok az ihtimalle bir Nötron yıldız, en çok ihtimalle de) Karadelik felaketi olmalıdır. Bu Güneş’ten, en az 3 kez daha büyük bir “İkiz ya da Ortak” başka bir güneş olup, ömrünü tamamlayarak, erkenden çökmeye uğramış bir karadelik halinde bizi kendine çekiyor olabilir. Durum böyleyse, bir çift güneşten, birinin MAHV edilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Daha, sistemimizde kaç gezegen olduğunu bile bilmiyoruz: Keşfettiğimiz gezegen sayısı, (dünya dâhil) 9’dur. Oysa Yusuf-4’de bildirildiği gibi 12 tane olmalıdır. Ama en güçlü teleskopumuz bile onuncu gezegeni görmekten acizdir. Cifir’in bir sistematiği olan Tietz-Bode sayıları gezegen sayısını 12 olarak öngörmektedir. Bunlardan “Mahv” edilen gezegen ise (Mars ile Jüpiter arasındaki) “Asteroit” kuşağı olup, 200 kadar dev parçacığa parçalanmıştır.

(*) Tietz-Bode sayısı birinci gezegeni (6) ve diğerlerini 3-6-12-27-48-96 gibi ikiye katlayarak, güneşten uzağa yerleştirir. Bu dizinin her birine 4 ekleyip 10’a bölerek gezegenlerin uzaklığı DOĞRU olarak bulunur. Güneş-Dünya arasındaki 150 milyon km. (1) birim kabul edildiğinde, 10 misli uzakta Satürn gezegeni bulunur. Bildiğimiz en uzak gezegen olan Plüton ise 47,2 birim uzaktadır. Fakat Yusuf Suresinin Cifir sayısına göre Güneş sisteminin çapı 374,8 birim öteye uzanmalıdır. Buraya keşfedilmeyi bekleyen üç gezegen tam yerleşir. MAHV edilen Asteroit gezegeni, sistemin beşinci olduğuna göre, dizinin devamı halinde (13, 14, 15, 16, gezegenler varmış gibi) yeni bir MAHV noktası daha buluruz. Bu nokta, Güneş-Dünya mesafesinin 6390,8 misli uzaktaki bir BAŞKA KARANLIK ÇEKİM merkezini haber vermektedir.

Galaksi boyutlarında “MAHVI” ele aldığımızda ise, her Kuazarın (Akdeliğin) karşıtında bir de “Mahvolmuş” Kuazar yani Karadelik olduğunu anlarız. Nitekim kuazarlar ve karadelikler birbirinin içinde gezinmektedirler. Bunlardan ikisi Galaksi merkezimizde yer alan MERKEZİ KUAZAR ve/veya MERKEZİ KARADELİK’tir.

Aynı “Mahv” ayetini, evrenin yaratılışı çapında uygularsak, evrenin en başta “İKİ TAKIM” maddeden yaratıldığını bulan bilimle karşılaşırız. Bu iki takım maddenin biri ışımıyordu. (Elektromanyetik değil; gravitik idi.) Ama bildiğimiz evren (Görünen evren) hem, garivitik hem elektromanyetiktir. Böylece salt gravitik olan öteki görünmez madde “Mahv” edilmiş, asıl evren ise aydınlığa doğmuştur. (Gündüz ayeti)

Daha sonra elektromanyetik-gravitik evrenimiz de “İkiye ayrıldı” bunlardan birincisi

Page 41: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“Görünmeyen yani zımni KUVVET alanlarına; diğeri de bildiğimiz Madde âlemine dönüştü. Birincisi “Gök” terimiyle, (Gece ayeti), maddi (Atomlardan kurulu) evren ise “YER” kavramıyla (Gündüz ayeti) yerine geçer. Bu demektir ki, kuvvet alanları “Mahv” edilerek öylece enerjetik bırakılmıştır. (Nötrinolar gibi) Işıyan kuantlar da maddi evreni oluşturmuşlardır. Evren en başta daha dar, daha sıcaktı. Göğün her noktası güneş kadar parlaktı. (Gündüz ayeti) Daha sonra genişledi, soğudu ve şimdi olduğu gibi karardı. (Gece ayetinin mahvı)

Bütün bunlardan önce de TAKYON-TARDYON yaratımı bir çift TAKIM olup, Takyonik (Esiri) âlem, insan gözünden “Mahv” edilmiş, saklanmış gösterilmemiştir.

Künnes genel isminin altındaki bütün “Merkezkaç ve Afakî (Objektif) görünüşler birer Günüz delili, Hünnes adı altındaki bütün merkezcil kuvvetler ise Enfüsi (Sübjektif) her şey gecenin “Mahv” edilmiş birer delilleridir. Çünkü Afak dışarıda görünmeye Enfus ise içeride gizlenmeye programlanmıştır. (Obje-Sübje/materyalizm-spirtualizm farkı)

Bu tür yorum ve tefsirler adeta sınırsız uzar gider. Bilim ile ilgili olanın daha kolay idrakine hitap edebilen bu CİFİR sırları, bilgi donanımında, bizlere yorum getirme gücümüzü daha engin kullandırabilmektedir.

Güneş’i “Mahv” edecek olan ise, Güneş’in bir zamanlar kendisi gibi yıldız (Güneş) olan sönmüş ya da “Mahv” olmuş ortağıdır. Güneş kendinden çok daha güçlü bu yöne giderek daha hızlı çekilmektedir. Bu ivmelenme, bizi çeken yabancı çekim alanının katma gravitik değerlerinin zamana da etkimesiyle, (Uzay-Zaman hızlanması) çekim-zaman-uzay akışını atbaşı hızlandırmaktadır. Dolayısıyla olayların akma hızı da çabuklaşmaktadır. Aman, giderek daha hızlandığından, sanki her şey çarçabuk olup bitiyormuş duygusu verecek, sonra da tersine dünyanın ilk dönemlerindeki gibi yavaşlayacaktır. Karadeliğe yakalanan dünyamızda çekim “gelgit”leri, zamanı bir hızlandıracak, bir yavaşlatacaktır.

“(Gelecekte kıyamet eşiğindeki bir zamanda çevrenizi kuşatan) O GÖK’ÜN CEREYAN HIZI (Olayların seyretme, akım hızı) ÖYLESİNE ARTACAK Kİ… “ Tur-9

(*) Bu ayetle birlikte “Urcuni Kadim’e yeni bir anlam boyutu da verebiliyoruz: Geriye dönüş yani dünyanın ilk zamanındaki gibi pes (Bas) akan bir zamandan sonra akım hızı süratlenecektir. Zamanın tensor gösterdiğini, ilk zamanlar insanların iki misli uzun ve dev cüsseli olup, yüzyıllarca ömür sürdüğünü, yani çekimin az, zamanın yavaş aktığını Arz-Arş dizimizin birinci cildinde sunmuştum. Ayrıca “Kıyamet” konulu kitabımızda da Deccal’ın zamanının, bir güne karşılık bir yıl, bir ay, bir hafta gibi uzayıp, sonra “Saman alevi kadar çabuk geçen bir SAAT” hadisini tecelli edecek, Çekim “gelgit”lerinde çekim “gel”inin zamanı yavaşlatmakta ve çekim ”git”inin de hızlandırmakta olduğunu açacağız.

Şimdi Yasin 40. ayetinin yorumlarını sürdürelim. Güneş ve Ay’ın ve bütün gezegenlerin, her biri kendi çember yörüngesinde dönmekte ve bunlar birbirinin önüne çıkmamaktadır. Böylece Güneş ve Ay’ın birbirine değip, yetişmediği, çarpışmadığı anlatılmaktadır. Çünkü ilk insanlar gökyüzünü bir sinema perdesi gibi yani derinliksiz olarak algılıyorlardı. Dolayısıyla, Güneş ve Ay, sanki aynı perde üzerinde, dünyaya eşit uzaklıktaymış gibi algılanınca birbiriyle çarpışıp çarpışmayacağı akla gelmekteydi. Ayet, Ay ve Güneş’in dünyadan farklı uzaklıkları olduğunu önceden bildirmektedir.

Page 42: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Aynı ayetin bir diğer iması da (Kürreler evreninde 7 göğün birbirini böylece tedirgin etmediği gibi) zerreler âleminde de “Atomların” çevresinde dolanan elektronların dizilişindeki enerji seviyeleri olan yörüngelerin haberciliğidir. Örneğin ağır atomların 7 kat göğü olan, elektron yörüngeleri vardır. Aynı yörüngede bulunan birden fazla elektron da birbirine değmeden (Zıt spin yaparak) sürekli dönerler. Aynı kurla gök cisimleri için de geçerlidir. Genelde iki yörüngenin birbirini kestiği, çarpıştığı bir kaza henüz gözlenmemiştir.

“Gece ile gündüzün birbirini aşmaması” da türlü tefsirlere açıktır. Madde ve anti maddeden birisi gündüzü; diğeri geceyi simgelemektedir. Bunlar, evrenin en başından BİR ÇİFT halinde yaratılmışlardı. Madde zamanda ileriye; anti madde zamanda geriye gitmişti. Dolayısıyla bir çift evren, gelecekte bir çember çizip de yeniden birleşecekleri kıyametli günlere kadar ertelenmişlerdir. Aralarında ZAMAN PERDESİ girmiştir.

Gelecek yüzyıllar, ışık hızına yakın seyreden yeni araçlara aday ve gebedir. Işık hızına ne kadar yaklaşılırsa, o oranda “ÖZ ZAMAN KISALMASI” denen zaman gelişmesi oluşur. Zaman duvarının aşılarak, geleceğe geçilmesi olan ZAMAN YOLCULUĞU “Tarihteki sıralamanın, kestirmeden atlanması” demektir. Zaman yolculuğu başarılana kadar, gece ve gündüz şimdilik birbirine erişemez, akışa tecavüz edemezler. Ama zaman yolculuğu gerçekleşince (iki gece ya da beş gündüz) üst üste yaşanabilecektir. Ayet bu teknolojiye de “İZİN” vermekte fakat bunun yapılması halinde, kıyametin “Gizli ve ORTANCA bir alametinin” oluşacağını bildirmektedir.

(*) “Çeyrek kala-Çeyrek gece KIYAMET” isimli eserimizde, kıyametin küçük ve büyük alametleri yanında “Ortanca ve saklı alametlerini” de okuyabilirsiniz. Anons edildiğinden beri okurlarımızın ilgisini çeken ve “Öncelik” verilmesi yolunda yoğun istek olan “KIYAMET”i Arz-Arş dizimiz dışında, ayrıca yayınlaşacağız. KIYAMET isimli mini dizimiz de “Kıyametin küçük, ortanca, gizli ve büyük alametlerini; daha sonra, kıyametin oluşumunu ve bunun yeniden dirilişe kadar olan “Çeyrek geçesini” yine BİLİM içeriğinde açıklayacaktır. Ne var ki, kıyametin küçük alametleri, “70 büyük günahın yaygınlaşması, haramın helal sayılması” konularını içerdiğinden, kıyametin küçük alametlerinde söz edildiğinde, zorunlu olarak sosyal, ekonomik, politik bilimleri de içermekte olduğundan, matematik-fizik bilimler dışına çıkarak, sosyal bilimleri kapsamaktadır. Fakat büyük alametlerle, yeniden bu fiziko-matematik bilimlere dönüş yapacağız. Kitaplarımızın “AYLIK” olarak yayınlanması için, büyük bir program oluşturduğumuzdan, okuyucumuza dizimizin her bandını aylık dergi gibi ulaştırmayı planladık. Şimdiki eserimizin gecikmesi, piyasadaki kâğıt sıkıntısıyla ilgiliydi. Bu durumun yinelenmesi halinde, elimizde olmayan aksamalara karşı okurumuzdan peşinen özür dileriz.

İLERİ BİLGİLER-5

KUR’AN’IN KALBİNDEKİ UZAY

Yasin 40. ayeti izleyen ve Surenin tam ortasına gelen 41. ve 42. ayetleri yeniden konu başı

Page 43: 97349158-ArzArs-Mirac-1

edelim:

“ONLARIN ZÜRRİYETİNİ, O YÜKÜNÜ TUTMUŞ BİNEK (Taşıt) DE TAŞIMAMIZ DA BİR AYETTİR.” (Yasin-41)

Ayetin aktüel (Zahiri) anlamı “Hz. Nuh’un yolculuğuna” dönüktür. O dönemdeki en büyük gemilerin, ancak iri bir sandal (Çektiri) kadar olduğu düşünülürse, onun belki de yüz katı büyüklükteki bir geminin nasıl bir mühendislik harikası olduğu da anlaşılır. Dünyanın bu ilk transatlantiği aynı zamanda, “yüzer bir hayvanat bahçesi”dir. Evrim teorilerinin baş tacı olan “Doğal ayıklama” ilkesinin tam tersine, kozmik bir seleksiyon yapılarak her evli çift hayvandan binlercesi iç bölmelere ve katlara “Biyolojik sınıflandırma ile” yerleştirilmişlerdi. Bütün bunları, bazı akla gelmeyenleri “Vurgulamak” üzere sunuyorum. Değil o çağlarda, bu yüzyılın başında bile böylesine büyük bir gemi yapımı akla hayale getirilemezdi. Dünya çapındaki bir tufana yakışır büyüklükteki bu geminin tarihi yolculuğu, canlıların ırklarını seçip korumak (Seleksiyon-Konservasyon) ve önceki çağların biyolojik kargaşasını bir defada helak etmeye kimi canlı neslini yok etmeye yöneliktir.

Ambarlar zahire ve türlü yiyeceklerle doludur. Kargo işlemi mükemmeldir. Kimi hayvan “Evcilleştirilmiş” davarlar, ev hayvanları, kümes hayvanları Mesihlerinde (Yaratılış, hilkat) olumlu mutasyonlar ve değişmeler olmuştur.

Aynı şey insanın “Seçiminde” de oluşmuştur. 83 insanın da yer aldığı bu geminin halkına önceki din kitaplarının kaynakları “Magami=mongol” demektedirler ki, belki de gözleri çekik ve sarı ırk diye bildiğimiz Çin-Moğol ırkının diğerlerinden kalabalık olmasının sırrı buradadır. Bunun yanında dört büyük din kitabı verileri de Hz. Nuh’un “İnsan benzerlerinden çok farklı” çok değişik bir yapısı ve yaratılışı olduğunu bildirmektedir. Bu değişikliğini kendi çocuklarına aktarmıştır.

Cifir araştırmalarına göre, Hz. Nuh’un dört oğlu, dört temel ırkın daha doğrusu dört Mesih’in temsilcisidir. Oğlu Ham; esmer, zenci ve Hami ırkının atasıdır. Sam ise buğday-beyaz esmer Akdeniz ırkının Samilerin atasıdır. Yafes, Sarışın (Töton) ırkının atasıdır. Diğer (kâfir olup, tufanda boğulan oğlu Kenan ya da Yam’ın) çocukları da Mongol ırkın atasını temsil ediyor olabilirler. Durum böyleyken Ham simgesinde zenci pigmentasyonu; Sam simgesinde “Merkezi ırk” korunmuştur. Yafes simgesinde, ALBİNO (Saç, göz ve tende en açık renk, süper sarışın-platin ALBA ırkı mutant bozukluğu) ortaya çıkmıştır. Yam simgesinde ise bir fazla (47) kromozomlu “Mongol” hastalığı genlere miras kalmış olmalıdır. O çağlarda zencinin kapkara, sarışının bembeyaz, Mongol mutantlarının tam çekik gözlü ve safran sarısı benizli olduğunu daha sonra bunların arasındaki evliliklerden, “Ton farkı” ile türlü melez ırkların çıktığı, insan simasındaki sertliklerin giderildiği akla yatkındır.

Nuh tufanını önemsememizin nedeni, bütün dünyanın ORTAK TEK EFSANESİ olması yanında, bütün semavi dinlerde de çok ÖZEL bir yeri olmasındandır. Atlantis’in bu dönemde battığı da akla yatkındır. Çünkü Atlantis, insanın ırksal hafızası (toplu bellek) kalıtım ile bize ulaşmış mit ve miraslardan biridir. İnsanlar durup dururken, görmedikleri bir şeyden (Tanrı, Cin-Şeytan-Melek vb.) söz etmezler. Bunların belleğin gizli sürekliliğindeki bir uzantısı vardır. Nitekim genellikle (Tevrat) efsaneleri de, Hz.Nuh’un

Page 44: 97349158-ArzArs-Mirac-1

gemisinde, “Uzak-kuzeyden” gelen, tenleri tuzlu (Tuz renginde beyaz) denizci bir kavimden iman edenler dışında o kıtanın battığından söz etmektedir. Bunu şimdiki Coğrafya düzenimize yerleştiremeyiz. Çünkü “Hz. Nuh’un nasıl ki insanlarla olan benzerliği az” ise, “Dünyanın da şimdi bildiğimiz dünya olmadığı” yazılmıştır. Dünyanın tufan sonrası şimdiki coğrafik düzenine oturduğu anlaşılmaktadır. Rad-4.ayette yaratılıştaki kıta ve okyanus çanaklarının birleşik iken, bütün-dünya (Pangea) kıtalarının parçalanıp şimdiki görüntüsünü aldığına ilişkin sırlar ayetin cifirinde “Nuh” ismi ile EBCeD’lenmiştir:

“YERYÜZÜNDE BİRBİRİNE KOMŞU KITALAR VARDIR.”

İLERİ BİLGİLER-6

Hz. NUH TRANSATLANTİĞİ GÜNDEMDE

Yine Nuh Cifiri, Cudi=Ced (Ataların karaya ilk ayak bastığı zirveler olan) dağını bir içdenizin “Güney ortası” olarak bildirmektedir. Bugün, Akdeniz, Karadeniz, Marmara, Hazar denizi, Orta-Asya gölleri (Isığ, Aral, Baykal, Balkaş) bunun yanında bütün sahraları (Büyük Sahra, Önasya, İran-Türkistan, Gobi, Taklamakan, Çungarya vb.) kapsayan bir içdenizin kalıntılarıdır. Hatta hiçbir ırmaktan beslenmeyen, Çad gölü de bu kapsama alınmıştır. Bu yapay dev iç-okyanusun göl, çöl ve bütün Sibirya’dan Batı Avrupa ovalarına kadar olan donmuş bataklıkları kapsadığı, coğrafya hesaplarında da tastamam doğrulanmaktadır. Hatta mevsimleri oluşturan (Dünyanın 16’da bir oranında eğilmesine neden olan) aksımızın sapması da o günlerde dayandırılmaktadır. Bu veriler ışığında ve dünyanın minyatürünün “Rüzgâr tünelinde” bizzat ekibimizce deneylenmesiyle (Eşit etki altındaki bir mini tufanda) şimdiki Altın, Himalaya Tanrı dağları yöresinde oturması çok mümkündür. Tufan, asla sanıldığı gibi (Mezopotamya çapında) küçük olmamıştır. Çünkü Amerika yerlilerinin de “AYNI NUH İSİMLİ” tufanları vardır. Gılgamış tufanı, o çağda her uygarlığın kendisini “Merkez” gibi göstermesine dayalı bozuk bir referans uyarınca destanlaştırılmıştır. Oysa “Gökyüzü suyunu tut, yeryüzü suyunu yut!” ilahi buyruğu gereği, tufan tam dünya çapında, hatta (Yakın geçen Venüs gibi bir gezegen kozmik sürtüşmeleri dolayısıyla belki de) “Gezegenler-arası” boyutlardadır. Hz. Nuh’un “Tendürünün kaynaması” da pekâlâ bir “Reaktör” olabilir.

40. ayet başında “ONLARIN” ifadesi de, daha önceki yani insan ırkı öncesi diğer ırkların da savaş, tufan vb. doğal afetler gördüğünü simgelemektedir. Örneğin, insanlardan çok önce yaratılan cinlerin, insan tarihi öncesindeki afetleri, tufanları, meleklerle olan genel büyük savaşları ve daha önce değindiğimiz, “Ay’ın sönmesi” dolayısıyla bindikleri bir “BİNEK=Taşıt” da onların sırrını taşır. İnsanoğlunun tufanı ise sonuncusudur. Bir daha gazap olmayacak, fakat KIYAMET ile topyekünleştirilecektir.

Ayetteki “ZÜRRİYET” terimi de, Erkeğin baskın ya da çekik (Dominant) olduğu spermleri anlatan “Zerre=genler”den türemiştir. Zürriyet, “Çoğalma, üreme, kuşaklar” demektir. Zürriyet seçilmiş özel bir kelimedir. Mikroskobun bulunmadığı dönemlerdeki spermin ve

Page 45: 97349158-ArzArs-Mirac-1

içindeki kromozom-gen yapılarının da haberciliğidir ki, okurlarım vurgularımı iyice tefekkür etmelidirler. On milyonlarca sperm zerrelerini çıplak gözle görmenin mümkünü yoktur.

ZÜRRİYET türevi, ilk insandan, kıyametin son insanına kadar bütün geçmiş, şimdi ve gelecek kuşakların TOPLUCA ve en genelde tanıtımıdır. Yani ataları, şimdiki ve gelecekteki bütün kuşakları, tek başına “Zürriyet” anlatmaktadır. Dolayısıyla, “Nuh’un gemisi gibi dev BİNEKLERİN gelecekte yapılacağı haber verilmiştir. Nitekim insanların “Nuh transatlantiği” boyutlarında gemiler yapabilmesi için binlerce yıl geçmiş, ancak bu yüzyılın birinci çeyreğinden itibaren tersane mühendisliği dev projeleri gerçekleştirmeye koyulmuştur. Bir başka deyişle Hz. Nuh’un gemisinin rekoru, ancak son 50 yıl içinde “Egale” edilebilmiştir. Transatlantiklerin yapımı henüz pek yenidir ve gerçekte ilhamını Hz. Nuh serüveninden almıştır. Çünkü ayette “TAŞIMAZ” ve “DELİL=Ayet” olarak hem teknik hem de proje bildirilmiştir.

Dolayısıyla, geçmişte neyse şimdi ve gelecekte de bu serüven “Tarihin tekerrürü” olarak yinelenecektir. Böylece ayet “TAŞIMACILIK” ile ilgili sorumlu bütün ekipmanı (Araç-taşıt, gereç, mürettebat ve yan endüstriler vb.) açıklamaktadır. Bunun şifresi de “Hamelna=Yüklenmiş”, gemicilikteki Tahmil=Yükleme ve yük=Kargo anlamına yöneliktir. Kara taşımacılığında “Dev taşıtlar” (Örneğin tankerli bir kamyon) katı mekaniğine göre pratik değildir. Ama denizdeki bir tanker için gerçekten çok büyük boyutlar söz konusudur ve çok pratiktir. Bu nedenle ayet “YÜKLENMİŞ” gemilerden söz ederken, günümüzün yüzen kentleri olan dev deniz taşıtlarını bildirmekte ve böylesi bir dev kargoculuğun gerçekleşeceğini, daha tasarruflu olacağını önceden haber vermektedir. (Kendimizi, o günün insanları yerine koymadıkça pek kavrayamayız!)

Şimdi gemi olayını, denizcilikten başka alanlara da getirip getirmeyeceğimizi test edelim: Bir önceki ayet olan 40. ayet “Yörüngeler” ile Ay’dan ve gök cisimlerinin, daha doğrusu göğe bırakılan her şeyin, bir yörüngesi olduğundan ve cisimlerin bu YÖRÜNGE (Felek=Elips, çember) üzerinde YÜZDÜĞÜNDEN söz ediyor. Bunun “Eylemsizlik” ilkesi olduğunu bin yıl sonra Galileo buluyordu.

Kur’an dilinde yürümek ZEBEHE; yüzmek SEBEHE’dir. Hem bu SEBEHE’nin hem de SEYİR (Yol kat etmek) kelimelerinin “S” harfi, Ya-Sin‘in “S” harfi Cifir şifrelerinden bir başkasıdır. Aslında Sami-Hint tılsımlarında ve bunun türevlerinde ve Hint-Avrupa dillerinin birçoğunda da cifir şifreleri “Kelime” olarak kendini ortaya koyar.

(*) Örneğin İngilizcedeki Sail (Seyl okunur) yüklemi seyretmenin ağız değiştirmiş biçimidir. Türkçede Seyir iki anlamlıdır: İlki İngilizce karşılığı “Watch” olan seyir (seyirci perde, ekran maç izleyicilerine teşmil edilir) bakmak, izlemek anlamındadır. İkinci olarak “Seyir” denizci, havacı ve trafik terminolojisinde kullanılır. Seyrüsefer (Trafik) Seyran (Gezip-görmek, temaşa etmek) gemicilikteki Seyir subayı, hava kontrolörlüğündeki terimler “Seyir kulesi” uçakların seyretmesi, Seyyar=Gezgin, seyyare=taksi ve gezegen vb., Seyir ile ilgilidir. Hatırlanırsa, Ya-Sin’in S harfi, Sefine=Gemi, Süvari=Binici, kaptan yanında burada ayrıca Sefer=Yola çıkmak ve Sebehe=yüzmek anlamına gelen CİFİR sembolleridir. Kur’an’ı bu Cifir tılsımı ile soruşturduğumuzda, meal, tefsir ve yorumlarda bilgimiz oranında ufuklara ulaşırız. Kur’an’da “Bu verdiğimiz misaller var ya, onları bütün insanlar için veriyoruz ama onu yalnızca âlimler

Page 46: 97349158-ArzArs-Mirac-1

anlar” ayeti cifirin ana anahtarıdır.

40. ayetin Ay-Uzay’dan söz etmesinden sonra, birden 41. ayetin “Dolu dolu gemilerden” söz etmesi, uzayın fethinin de yine bu tür “Dev gemilerle” olacağını bildirmektedir. Gerçekten de geçmişte ve şimdi zürriyetlerin kuşaklar boyu gemiye bindirilmesi taşınması, kargoculuk, birden çağımızda “Uzay”a da mal edilmiştir. Klasik denizcilikteki bütün terimler, şimdi uzay-havacılık için de geçerlidir. Şilep derken bir gemiyi kastetmemiz neyse, “Uzay gemisi=Feza sefinesi” dediğimizde de dev uzay teknolojisini kastettiğimizi biliriz. Bir uzay gemisinden söz ederken, artık onun uçtuğ3unu, yani havada seyrettiğini biliriz. Uçaklar bile günümüzde “Seyir” etmekte, “Seyir Kulesinden” izlenmektedir.

Sivil ve askeri denizcilik terimleri (Amiral, Süvari, Güverte vb.) uzay terminolojisi için de geçerlidir. (Özellikle öncü bilimkurgu eserlerinde kullanılmıştır.)

İnsanoğluna yasak bir ortam yoktur: Katı, sıvı, gaz, enerji uzay ortamlarında yolculuğu sırayla becerip başarabilmektedir. Buna klasik olarak “Dört unsurda SEYRETMEK” deniyor.

TOPRAK unsurunda “Kara araçları” vardı ki, bunlar yüzmez yol alırlar. Bu yol almak hem yolların karmaşası hem de engebe yükselmeleri nedeniyle çok indi çıktılı ve dağınıktır. Düzgün bir geometri değil, bir şebeke (ağ) biçimi görünür. (Zebehe)

SU unsurunu insan “Deniz araçları” ile aşmaktadır. Buna SEYİR ve SEBEHE=Yüzmek denmektedir. Su unsurunda kara yolu değil, rota kavramı vardır, kara unsuru gibi “İndi çıktı” (Denizaltılar dışında) söz konusu değildir ve rotalar düzgün geometriktir.

HAVA unsuru ise öncekiler gibi 2 boyutlu değil 3 boyutludur ve “Gök taşıtları” ile anlatılır. Su unsuru gibi “Seyir ve Sebehe=Yüzmek” fiili sıvı ve gaz dinamiğinin, akışkanlar mekaniğinin sonucu yakıştırılmıştır. Atmosfer içi uçuşlarda yine rotalar bulunmakla birlikte, atmosfer dışı yani uzaya açılan yolculuklarda, artık rotalar son derece düzgün çemberler olmaktadır ki buna YÖRÜNGE demekteyiz. Uzay araçlarımız, (Süredurum ilkesince) uzaya serbestçe bırakıldığında bir “YÖRÜNGEYE” otururlar. Bu yörünge, yeryüzü ve deniz yüzü kargaşasının tersine son derece “Düzgün geometrik”dir. Böylece uzay taşıtlarımız ve uydularımız, tıpkı gök cisimleri gibi “Atalet=Eylemsizlik, süredurum” ilkesine tabi olarak düzgün geometrik yörüngelerde seyrederler. Zaten “Felekler de yüzmek” ile kastedilen de budur. Felek bilindiği gibi “Sinüzoidal” ve “Dairesel” eğriliği olan her şeyi kapsamaktadır. Çember, elips, parabol, hiperbol ve tüm dalga mekaniği tarzı yörüngeleri önceden bildiren Kur’an’ımız, bu terimle ayrıca, uzayın EĞRİLDİĞİNİ de anlatmıştır. Uzayın düz olmadığını, eğrildiğini “FELEK” terimi tam açıklamaktadır. Ayrıca Sinüsler “Bukleli (saç) gibi yollara sahip gök hakkı için” (Zariat-7) ayetinde yer alır.

KRİPTOLOJİK BİLGİLER-A

ATEŞTEN-NURDAN GEMİLER…

Page 47: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ATEŞ unsurunun yolculuk türlerini ise insanoğlu yeni yeni bulmaktadır ve ileride daha da inanılmaz aşamalar yapacaklar, yeni boyutlar ve ufuklar bulup, kendi nefislerini de çözebileceklerdir. Kur’an bunu apaçık bildirmiştir.

“KUDRETİMİZE İNANMAYANLARA UFUKLARDA VE KENDİ CİSİM VE NEFİSLERİNDEKİ BÜYÜKLÜĞÜMÜZÜ BİLDİRECEK, KUDRETİMİZE GÖSTERGE OLAN AYETLERİMİZİ MUTLAKA GÖSTERECEĞİZ, TA Kİ BU DİNİN HAK ÜZERE OLDUĞU TESLİM EDİLSİN!” (Fussilet-23, dikkat; Secde ayetidir!)

Cisimlerin kuruluşu, yani yüzeysel görünümü “Afakî=boyutlara ve zarfa dayanmakta olan biçim geometrisi içerir. Ayetteki AFAK=UFUKLAR ile bilinen olay ufukları, gözlem ufukları, karadelik ve keşfedilecek daha başka olay-rasat ufukları, evrenin keşfedilecek yeni bölgeleri, insanoğlunun gözünün görebileceği en son noktanın ardında çıkacağı, yeni ufuklar, yeni menzilleri yeni uzay yolculukları kastedilmektedir.

Ufuklar, bizden büyük, dev mikroskobik kürreler evrenini anlatmaktadır.

“KENDİ CİSİMLERİ” ile anlatılan da, insanın dev evrenle, minik evren arasında TAM ORTADA bir MERKEZ boyut olduğunu (geosantrik değil fakat antropik) bir ölçüt olduğunu anlatır. Gerçekten de insan çıplak gözün göremediğine “SKOP” cihazlarla ulaşır.

İnsanın elinde bir gözlem aracı, örneğin dürbün vardır. Buna düz baktığında uzakları (Teleskop) ters baktığında yakınları (Mikroskop) görmektedir. Dolayısıyla insan boyutu, tam ortada olduğundan antropik (insan merkezli görüş) gerçekleşmiştir. İnsanın kendi biyolojisini keşfetmesi, “Kendi cismi” ile bildirilmiştir.

İnsanoğlu aynı dürbünü ters çevirdiğinde, kendin küçük mikroskobik, zerreler âlemini görmektedir ki, bu da “İNSANIN NEFSİNE” yöneliştir. Enfüs, öz kimliğimiz olan Nefis’in çoğuludur, iç dizilişimizi (sübjektif yanımızı) anlatmaktadır. Afak=Ufuklar, bu iç diziliş olan Enfüs=Nefislerin dış görünüşüdür: Atomaltı parçacıkların dizilişinden atomlar ortaya çıkar ki, atomaltı parçacıklar, asla atoma benzemez. Atomlar molekülleri oluşturur ki, moleküller de asla atomlara benzemez. Moleküller hücreleri oluşturur ve hücreler de insanı. Ne hücreler genlerine ne de insan hücrelerine hiç benzemez. Dolayısıyla, bizi “İÇSEL DİZİ (Enfüsi) olarak kuran bu altyapılar, büyüdükçe afak (Yüzeysel kuruluş) biçimlerimizi değiştirerek hiyerarşik bir biçim geometrisi (Matrix) kurar.

Enfüs, teklikten gelir ve afakları kurduğunda çoklukları oluşturur. Ancak, “BÜTÜNLÜK-AYNILIK ilkesi” uyarınca, her şey temelde birdir. Örneğin bütün maddi ve enerjik evren sadece KUANTLARDAN kurulmuştur.

İnsan ise “KENDİ CİSMİ” sırrındandır. Antropi olarak insan, kendi cismi dışında kalan ufukları algılar. Oysa insanın bedeni, gövdesi, cismi; enfüs=Nefislerden değildir. Afak insanoğluna şahdamarına kadar yakındır. Ama Enfüs ona ŞAHDAMARINDA da yakındır. İnsan ufuklardan sonra kendi yapısında (ve kendi yapısından içerideki süper-mikroskobik yapılan olan) nefsinde de, dış ufukların erişilmez yapılarının özde birleştiğini, birbirinin tıpkısı olduğunu, büyük ile küçüğün şahdamarında aynılaştığını, en uzak ile en yakının, uzayın şahdamarı olan TÜNELLERDE birleştiğini teklik ile

Page 48: 97349158-ArzArs-Mirac-1

çokluğun sonsuz ötesinde birleştiğini görecek, ruhsal yeteneklerini zamanla akademikleştirecektir.

Ateş unsuru yolculuklar, kendi nefsimizin psişik kudretlerinden, ruhsal becerilerimizin sonucudur. En yalın anlamda, atmosfer dışına çıktığımızda yakıcı kozmik ışınlar içinde seyretmemiz bir “ATEŞ” tipi yolculuktur.

Yine “Güneş’e gidileceği” sırrı da ateş tipi yolculuklardandır. İnsanın dış ve iç uzayının değişmesi (dış uzaya taşınmamız olan elektromanyetik deşarjlar ve yolculuklar” sonucu kendiliğinden yanma, alev alarak yanıp kül olma da bir ateş tipi yolculuk olup, BEDENSİZ ASTRONOMİ’yi ispatlamaktadır.

İnsanın deri direnci ile ilgili ateş yolculukları da vardır: Kızgın kor ya da alev üzerinde ayakları yanmadan yürüyenlerin deneyimi de bir “Enfüsi” ateş-yolculuğu örneğidir. Bunun sırrı da Hz. İbrahim’in yakılması sırasında ateşin gül bahçesine dönmesi mucizesidir.

Ateş yolculukları, Cinlerin doğal yol teknolojisidir. Çünkü onların enerji yapısına bağlı olarak, diğer canlı yaratıkları (Hayvan, bitki, yiyecek vb.) ile bütün eşyaları (Araç-gereçleri) bu ateş (enerji) doğasındandır. Cinlerin bu yapısını açımlamak için, yeniden rölativite teorisine değinelim:

Eğer bizim maddi bir uzay gemimiz olsaydı ve bu ışık hızına erebilseydi, o zaman, madde kaydından çıkıp, enerji (Ateş) bir gemimiz olacaktı. İşte buna “ATEŞİN TAŞITI” diyoruz. Elektromanyetik her yolculuk bir BENİK (taşıt) içermektedir.

Philadelphia deneyinde tayfalarıyla kaybolan ve sıçramalı olarak zamanı aşarak türlü yerlerde görünen deney gemisi de bu “Ateş-Taşıt” yani elektromanyetik aşırı yolculukların “binek”liğine birer örnektir. Aynısını tabiat da yapmakta, elektromanyetik fırtınalar, taşıt kaybolmalarına (Şeytan üçgenleri kazalarına) neden olmaktadır. Diğer Enfüsi yolculuklar ise özellikle “Öteki âlemlerde” yer almaktadır: Cinlerin ateşten yanmamaları, Zebanilerin (Cehennemin görevli melekleri) ateşten etkilenmemeleri, (Hatta onların doğal ortamı olan Cehennemi “Cennet kadar serin bilmeleri”) mahşerde, güneşin tam tepemize açılıp uzatılması sırasındaki aşırı sıcağa dirençlerimiz, hep “Ateş-tipi” yolculukları örneksemektedir.

“Öte âlemde” afak-Enfüs ve cisim BİR ARADA gerçekleşir. Dünyadaki Enfüsi ve Cismani yolculuklar ise bedensiz astronomi (Zikir, yakaza, halvet, keşif, gezici durugörü, hipnoz-telkinle ve OOBE denen astral vizyonlar) ile tecelli etmektedir. (İç uzay yolculukları)

Afakî yani dış uzay yolculuklarımız ise bedenli olmaktadır. Bunlar, elektromanyetik fırtınaların uzay-zaman paradoksları, zaman yolculukları, mekân ve tayyı-mekân yolculukları, aynı anda birçok yerde olmak gibi türlü ışınlama biçimlerinde ortaya çıkmaktadır.

Uzay gemimizin ışık hızında “Ateş kökenli=saf enerjik” bir gemi olması ile Cinlerin bunun tıpkısı olan teknolojileri de afakî yolculuklardandır.

Aslında HER VARLIK BİRDİR, fakat değişik hızlara göre değişik görünüm ve yasalar oluştururlar. Hilkat=Yaratılış=Mesih BİRDİR. Ancak, hızlara göre canlılar türlü biçim

Page 49: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ve isim alırlar. Melekler ışıktan hızlıdır, Cinler ışık hızındadır ve insanlar (ile canlılar ve madde) hız olarak ışıktan küçüktür.

Ruh’un tek enfüsi hilkatı (Mesihi) olmasına karşılık, bedenleşmiş cisimlerin (Takyon, tardyon, lukson) afakî görünümü birbirinden farklı, fizik yasaları da HIZINA GÖRE rölatiftir.

Hız süratle birlikte MESİH (Yaratılış biçimi) de DÖRT UNSURA bölünmektedir. Bütün bedensel yapılar, TEK BİR ASILDAN yani Simya=Alişim denen maddenin vahdaniyeti olan TEK BİR UNSUR olan Süper-maddeden yapılmıştır. Daha sonra bunlar, (doğanın dört kuvveti gibi) dörde ayrılmışlardır: Toprak, su, hava, ateş dört unsuru, en bilinen biçimiyle katı, sıvı, gaz, enerji olan dört halin açıklamasıdır. Bunun yanında Simya sırlarını da Cifir ile gözlemleyebiliriz:

“Yaş ağaçtan ateşin çıkması” gibi ayetler, MESİH=Hilkatın bir tek SİMYA ASLINDAN (Maddenin beşinci hali) doğduğunu bildirir. Kur’an’da gerçekte ölü-diri değil; ayetlerde bildirildiği gibi “Ne yaş ne kuru (Hiç bir şey olmasın ki Allah’tan gizli değildir)” örneği üzere, canlı-ölü değildir. Cifir’in ana konularından biri olan Simya=Alşimi, ticari istismar olarak, örneğin cıvanın altına çevrilmesi, ucuz zenginlik olarak istismar edilmiştir.

Oysa bugün, atom sayesinde uranyum elementi bölünmesinden “İki ayrı” element elde etmemiz, SİMYA’nın atom çağında gerçeklenmesi, doğrulanmasından, Hilkat ya da Mesih’in değişmesinden başka bir şey değildir. Simya bilimi çağımızın kimya bilimini doğuran ve göksel sırları olan en eski laboratuar uygulamalı bilimlerindendir. Nasıl ki 7 bin yıl önceki Astroloji günümüzün astronomisini doğurduysa, simya da kimyayı doğurmuş göksel kaynaklı bir müstakbel bilimdir.

Simya biliminde ateş unsuru (kuru) su tarafından (Yaş) söndürülmektedir. Dolayısıyla, ateş-su birbirine düşmandır. Ama su-toprağın dostudur ve toprağı korumaktan (magma olmaktan) kurtarır. Hava ise ateşin dostudur. Çünkü havasız ortamda ateş, alev olmaz. Hava yanıcı hidrojen ve yakıcı oksijenden oluşmuştur. Bu iki element bir araya geldiğinde “SU” olmakta ve ateşin düşmanı kesilmektedir.

Böylece havanın Mesihi değişmiş ve düşmanı SU olmuştur. İnsanın topraktan, Huri kızlarının sudan yaratılması, bu DOSTLUĞUN bir simyasal örneğidir.

Ateşten yaratılan cinlerin ise Cenneti “HAVA” tabiatıdır. Onların Hurileri HAVA unsurundan yaratılmıştır. Cennetleri insanınkinden farklıdır. Cinlerin Cenneti, yanmaları; cehennemleri ise “Yakmaları” biçiminde eziyet görmeleridir. İnsanların ise yanması eziyettir. Böylece cinler (ve şeytanlar) YAKARAK; insanlar YANARAK eziyet görürler. Bunun tersine cinler yakmayarak, insanlar yanmayarak Cennetlerinde SEFA sürerler.

İnsanın topraktan, hurilerin ve Arş dibinin sudan olması, Cinlerin ateşten, “Cin-hurilerinin” dumandan (Hava-Ateş) yaratılmasının bütün cifir ve Ledünni sırları yanında DURAKAPALAM, BURAKAPALAM gibi Hint cifirsel araçları ile Tarık Burak ve Refref gibi, “Mir’ac”a yönelik araçların da bir NUR’dan yapısı olduğunu, bütün değindiklerimizi, izleyen seri bantlarımızda ve yeri geldikçe okurlarımıza ayrıntıyla sunacağız.

Hint aracı Durakapalam ya da Süryani Turak-ı gayb âlem (Gayb âlemlerine giden yolun aracı) Tevrat’ın Tarıki Kabala’sı (7 yer altı dünyasının biri olan “Arka”lıların aracı) ve

Page 50: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Kur’an’daki TARIK suresine ismini veren “Gece” taşıtı ateş yolculuklarındandır. Hint efsanelerinde Durakapalam isimli bu araç, “İncimsi ışıltılar saçan” anlamında olup, “Gri hiçlik dediğimiz, uzay-üstü uzayın kurşuniliğinde tek “Hareketli” dolayısıyla tek ışık saçan taşıttır. Tibet efsanelerinde de “Turakapalam” diye bilinen ve son Rus Çarı ile şimdiki Çin hükümetinin resmen aratmakta olduğu Durakapalam, belgelerde uzay üstü uzay’a (Galaksiler üstü uzaya) ışık hızıyla çıkabilmekte, sonra seçilen bir uzay bölgesine ve ZAMANA inmekte olan imtiyazlı bir taşıttır. Fransız Cedir, yazdığı eserde Durakapalam’ın “Defne külü” ile çalışan “Şeffaf cam balon” biçimi olduğunu yazmıştır. Bunun benzerine Nur suresi 35. ayette de rastlıyoruz: “ALLAH GÖKLERİN VE YERİN NURUDUR. O’NUN NURU, İÇİNDE ATEŞ KAYNAĞI BULUNAN, KÜRESEL BİR DUYA BENZER O KAYNAK DA BİLLUR SIRÇA (Cam ampul) İÇİNDEDİR. BU CAM, SANKİ MÜCEVHER IŞILTILI BİR YILDIZDIR. NE DOĞUDA NE BATIDA YETİŞMEYEN MÜBAREK BİR ZEYTİN AĞACINDAN (Yakıtı) YAKILIR. Kİ, NERDEYSE ONA ATEŞ DEĞMESE DE YAĞI (Yakıtı) IŞIK VERİR! BU DA NUR ÜSTÜNE NURDUR. ALLAH DİLEDİĞİ KİMSEYİ NURUNA İLETİR. ALLAH İNSANLARA ÖRNEK VERİR. ALLAH HER ŞEYİ BİLİR.”

Bu ayet, en yüzeyde bildiğimiz elektriğin ve ampulün haberciliği yanında, “Nur üzerine nurdur” diyerek, iki ayrı dalga boyunun TEK DALGA BOYUNA eşleştirilmesinden elde edilen LASER’in ANA İLKESİNİ de haber vermektedir. Elektriğin bilinmediği dönemde ampul neyse, elektriğin bulunmasında da Lazer’i bilmeyişimiz odur. Aynı mantıkla Lazer çağında da Durakapalam teknolojisini hayal edemeyişimizde benzeri bir çaresizlik oluşturuyor.

Durakapalam, “Ampul” biçiminde ve bir CAM koruyucu içindedir. Uzay-üstü-uzay’a çıkmaktadır ki, bu bildiğimiz evrenin “Ne doğusu ne batıdır”dır. Durakapalam’ın yakıtı, (Peter Colossimo’nun da kitaplarında da yazdığı gibi) “Defne” külüdür. Bilindiği gibi defne ve ZEYTİN aynı, akraba ağaçtır. Bir defne dalı ile Zeytin dalı arasında HİÇ BİR FARK yoktur. Durakapalam mit’i ile Kur’an’ın “Zeytin” ağacı arasındaki BENZERLİK tamdır.

Kur’an’da “Ağaçlar” vardır. Örneğin, Son sedir ağacı (Sidretül Münteha) Cennet’e varıldığında görülecek bir ağaçtır. Sanki Zeytin ağacı da onun tersindedir, batı ve doğuda değildir. Bir anlamda sedir ağacı gibi aktüel evren dışındaki “Kuzey-Güney” de yetişmektedir. Durakapalam’ın TARIK’ı işaret ettiği Ledünni olarak da doğrulanmaktadır. Uzay*-üstü-uzayda bulunan (Kendinden başka hiçbir ışığın bulunmadığı) ve ”Kendisi ışık saçan” Tarık’a basit anlamda “Gece gelen yıldız, Erke=Arka yıldızı” tefsirleri yakıştırılmıştır. Tarık Bâtıni anlamda “Karadelik” ile ilgili olup, batıl anlamda da onu ve Nur-36’yı “Uçan daire gibi adlandıranlara” malzeme olmuştur.

Tarık terimi, Nur’un Cifirinden olduğu için Tarık’ın isminin açıklaması için Nur-35. ve 36. ayet konuşturulmaktadır. Kur’an’da sure isimlerinde (Bir anlamda kafiye diyebileceğimiz) benzer harf sayısı %66 olduğunda Cifir yolu izlenir.) Tin, Cin ve Tur-Nur, Nur-Nuh gibi) Tarık suresine ismini veren “TARIK” BİNEĞİ EBCeD olarak, (T=400, R=200, K=100 biçiminde düzenli yarılanmakta, toplam 700 EBCeD sayısını vermektedir. 700’ün bağlı değeri EBCeD’de tek başına Zel diye okunan ince Z harfidir, mutlak değeri ise 7 olup yine aynı EBCeD tablosunda kalın okunan Z=Zal harfinin karşılığıdır. Zil-Zal, Zez-Zağ (Zig-

Page 51: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Zag)ın da ismini veren bu değerin meleğinin karşılığı olan “Şifre, birbirini izleyen çift ayetle saklı sayılmaktadır. Şifreyi, 700 ile 7 arasında kalan (70) ondalık değerini ikiye bölerek saptarız. Yani 35. ayet ve devamı olan 36. ayetle “KONUŞULUR” Nur-35 Tarık suresinin adresini verir.

Kur’an’da olan her şey, daha önceden insanların toplu bilinçaltına verilmiştir. Gizli bilimler Durakapalam teknolojileri ve efsaneleri de (“Harut-Marut” isimli bir çift meleğin insanlara gökten indirdiği ve bildirdiği kozmik sırlar) gibidir. Gerçekten ikisi arasında aşırı benzerlikler gözleyebiliyoruz. (Doğrusunu ALLAH bilir!)

Nur-36. ayet de, 35. ayetin “Allah, dilediği kimseyi Nuruna iletir” şifresinin açıklamasıdır.

“(O Şey) ALLAH’IN YÜKSELTİLMESİNE VE İÇİNDE ADININ ANILMASINA İZİN VERDİĞİ EVLERDEDİR. ONUN İÇİNDE SABAH-AKŞAM O’NU TESBİP EDERLER.”

Bir takım “İmtiyazlı kimselerin” ya da Allah’ın seçkin ve Salih kullarının Durakapalamlı “Uzay-üstü-uzay” yolculuğuna izin verilmiştir. 35. ayetteki “Allah insanlara örnek verir” açıklaması bu aracın varlığının örneksendiğini yani imal edildiğini açıklar.

Nur’un kafiyelisi “Tur” suresidir. Tur ise Sina’da bir dağdır ve o dağ ayrıca Tin Süresi’nde ikinci ayette de geçmektedir. Tin, İncir demektir ve “Süper Uzay” bir kesilmiş İncir gibidir.

İlk ayette İncir ve Zeytin’e ant verilerek başlanır, sonra ikinci ayet ile Tur dağına da ant verilir. Ayetteki “Zeytin” Durakhapalam’ın ne doğuda ne batıda yetişmeyen Defne-Zeytin ağacı ve yağı ile Cifirde buluşmaktadır.

Harut’un sırrı Durakhapalam gibi Marut’un sırrı BURAKHAPALAM (Hint-Sind-Sanskrit-Süryan tılsımlarındaki) “Burakı gayb âlem” cifirindendir. Resulullah’ın Mur’acındaki “BURAK” denen bineğini hemen her okuyucu duymuş olmalıdır. Burak evrenin en hızlı aracı olup, “Bir anda ufukları” (Evrenin çapı ile ölçülen olay-rasat ufuklarını) aşmaktadır. Işığın BİN YILDA aldığı mesafeyi bir günde almaktadır. Her bir ufuk, onun için bir adımdır. (Hadisi Kutsilere göre)

Burak’dan daha hızlı olan araç ise REFREF olup ışığın 50 bin yılda aldığı mesafeyi bir günde kat etmektedir. Refref için “Minder, seccade, yaygı” yakıştırması yapılmıştır. Burak ve Refref Resulullah’dan başkasının binmediği, kişiye özel bir çift araçtır.

Çok kısa ve sadece “Çıtlatma” kabilinden verdiğimiz bu bilgileri ve Ateş-Nur tipi yolculuk teknolojilerini dizimiz kitapları boyunca sunacağız.

İLERİ BİLGİLER-7

YASİN TECELLİ EDİYOR!..

Önceden de bildirdiğimiz üzere, Yasin Suresinin kalbi, 41. ve 42. ayetlerdir. 40. ayet, “GÜNEŞ SİSTEMİNİN” haberciliğini yapmaktadır. Güneş-Dünya-Ay üçgeni (ya da

Page 52: 97349158-ArzArs-Mirac-1

kuturları) içinde kalan “BİZE YAKIN GÖĞÜ” çevremizdeki uzayı, “HER ŞEYİN KENDİ ÖZGÜN YÖRÜNGESİNDE YÜZDÜĞÜNÜ” yani Galileo’nun “Eylemsizlik kütlesi ve ilkesini” önceden haber vermekte, insanoğluna öncelikle “Bir cismi uzaya bırakması için gerekli Kurtulma=Kaçış hızını daha sonra da “Uzaya bırakacağımız yapay uyduların” eylemsizlik ilkesi yardımıyla düşmeden yörüngeye oturması için “Yörünge hesaplarını” kısaca bize “UZAY YOLCULUĞUNU” bildiriyor!..

Çünkü bu ayeti izleyen 41. ayet “UZAY YOLCULUĞUNA” izin veriyor. “Denizdeki bir gemi” kadar basit düşünülemeyecek olan Meşhun=BİNEK, ilahi kelamı, Nuh gemisi olayını “Uzay boyutlarına” çıkarmaktadır.

(*) Yanlış ve dar görüşlü tefsirler, bineği sadece “Gemi” diye lanse ederek, okuyucuyu kısıtlamaktadır. Kupkuru bir “Gemi” meali ile yenilmek, hem çağın gerçeklerinin gerisine düşmek, hem beynimizin helmelerine, tasavvurlarımızın engin ufuklarına bir katliamdır, hem de “HER ÇAĞA HİTAP EDİCİ” KUR’AN’a ters düşmektir. Binek, binilebilen, taşıyan, sürülebilen, yerleşilebilen, seyyar her şeydir. Seyreden her nesne bir binektir. Binek, her çağın dinamik-değişken taşıtları yanında çok boyutlu bir ilahi kelamdır. Binek terimini, CİFİR yöntemini ikinci kez kullanacağımız İNŞİKAK suresinde de açacağız, ayrıca Kıyametin “Ortanca-Gizli” alametlerinden biri olan uzay fethini ilgili kitabımızda sunacağız.

Ayetteki “Hamelna=Yüklenmiş, yükünü tutmuş”, terimi KARGO teknolojisini (Ambarlama, depolama, yakıt tankları, araç için gerekli malzeme ve donanım ile hayati destek stokları) PERSONEL TAŞIMACILIĞINI ise Zürriyet ve malzeme yükü olarak açıklamaktadır.

Binek ve Kargo ikilisi, insanın uzayı tedricen fethedeceğini, uzay ufuklarının giderek insan elinde genişleyeceğini önceden bildirmektedir. Uzayın endüstriyel ve sosyal yerleşimine bağlı işletmeciliğin bütün taşıt, araç, gereç, ünite-tesis, donanım ve malzemesi “YÜKÜNÜ TUTMUŞ BİNEK” şifresindendir. Oysa böyle bir proje dün imkânsızdı. Günümüzde kısmen gerçekleştirilmekte; gelecekte de olağan, klasik bir teknoloji sayılacaktır. Yakın gelecekte bile uzay astronotiksi (Havacılık-pilotaj gibi) sıradan bir meslek sayılacaktır. Öyle ki, Ay bile “KAPI KOMŞUSU” sayılacaktır.

Gezegen iskânı yanında¸ uzay kolonizasyonu ile sosyal yerleşimler oluşturulacak, uzayda yüzen kentler, transit-ara dev uzay istasyon ve platformları kurulacak, üsler, fabrikalar, tesisler ile “UZAY YÜKÜNÜ TUTMUŞ” olacaktır. Uzay taşımacılığını, Hz. Nuh’un gemisinin birçok misli büyüklükte Kargo gemileri, Füzyon reaktörüyle çalışan örneğin onbin yolcu kapasiteli MEKİK’ler üstlenecektir. Türlü Kurye ve robot taşıtların yanında, yürüyen merdivenler gibi yürüyen kaldırımlar da birer binek olacaktır. Merkür, Venüs, Mars gibi iç-topraksı gezegenlerin her biri sırayla sıçrama taşı olarak kullanılacaktır. Resulullah hadisleri kaynakça olduğu sürece, tasavvurumuzu bu yönde kullanmalıyız.

Kur’an’ın kalbinin de kalbi olan 41.-42. ayetler, bize bütün fizik ilkelerini eksiksiz vermektedir. İşte kurtulma hızı, işte eylemsizlik (Atalet) prensibi, işte “Yörünge hesapları” ve bunun yanında “Uzay teknolojisi” Yasin’in niçin “KALP” olmayı hak ettiğini gösteriyor. Yoksa mübarek Yasin sadece “Ölülerimize okunan” öylesine bir “hediye” değildir.

Page 53: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Eylemsizlik ilkesini, kurtulma hızı, yörünge hesapları ve uzay teknolojisinden önce, bütün “DİNAMİK” formülleri de aynı ayetlerde verilmiştir.

İnsanoğlu doğduktan sonra yürümeyi öğrenmiş, sonra yaya olarak, KARAYI keşfe çıkmıştır. Atı evcilleştirince de piyadelikten süvariliğe terfi etmiştir. Atının beygir gücünü, daha sonra motorlarına güç birimi olarak mal etmiştir. Buhar ve elektriği Hz. Nuh’un tendürü (Tandırı) benzeri buhar kazanlarında, yüksek fırınlarda, dev elektrik santrallerinde yeninde keşfetmiştir. Şimdi de füzyon reaktörlerinde onu mükemmelleştirerek Tabutüs Sakine (Ahit sandığı) gibi ilahi ileri teknolojileri gerçekleştirme yolunda girmiştir.

İnsanoğlu yürümeden sonra da yüzmeyi öğrenmiştir. Yüzmekten yorulunca tutunduğu kütükleri yüzdüren suyun kaldırma kuvvetini kavramıştır. İçini oyduğu küt uçlu kütüklerin balık biçimi verilince (hidrodinamik biçimler) daha uygun olduğunu akıl etmiştir. Balıkların Yüzgeçleri yerine, kürekleri kuyruğu yerine dümeni takmış, yüzücü taşıtlarını balıklar gibi dar, yuvarlak ve füze biçimi bir hidrodinamiğe kavuşturmuştur. Bu arada sal denen ilk kargo şileplerini de bulmayı ihmal etmemiştir.

Karada nasıl ki tekerleği bulup da onu hayvanlara kağnı, fayton diye çektirmişse, denizde de ilkel motoru (Rüzgârın şişirdiği) yelkenleri olmuştur. Daha sonra Hz. Nuh’un tendürü (Tandırı) olan fırını buhar, kömür, petrol ve nihayet atom ile tutuşturmuş gemilerini büyütmeye başlamış, forsalık da kölelik gibi tedavülden kalkmıştır.

Suyun kaldırma kuvvetinin (yalnızca, tahta gibi özgül ağırlığı sudan küçük olan materyalde olmadığını kavramış,) suyun yüzey geriliminin çeliği bile yüzdürdüğünü anlamış, hatta biraz batmasını sağlayarak denizaltıları da yapmıştır.

Aynı insan, kara yüzeyini ve denizlerin ufuklarını tüketince dünya dar gelmiş, gözünü göğe kaldırarak, kuşlara imrenmiştir. Artık yüzeyden hacme (iki boyutludan üçüncü boyuta, yükseklere) azmetmiştir.

Uçurtmalar ve havai fişekler (Donanma maytapları) önce, insanoğlunun eğlencesiydi. Daha sonra bunları “Ciddiye” alarak fizik yasalarını ve nihayet teknolojisini imal etmeyi başarmıştır: Uçurtmayı kanatlı planör; havai fişeği de jet-füze olarak yeniden tanımıştır. Sudaki hidrodinamik ile havadaki aerodinamik arasında fark olmadığını, hem suyun hem de havanın “BİRER KALDIRMA GÜCÜ” olduğunu öğrenmiştir.

Uçan araçlarına kırlangıç ve kırlangıç balığının kopyasını vermiştir. Gövdeyi yuvarlamış, (karada rüzgâra karşı en iyi ilerleyen biçim olan kargı, zıpkın vb.) OK dinamizmini kullanmıştır. Yüzgeçlerin, küreklerin yerini “Kanatlar” almış tersane ve havacılık mühendisliğinin birbirine aynen benzediğini bulmuştur. Akışkanlar dinamiği (Girdap ve Laminer akımlar, sirkülâsyonlar, konveksiyonel akımlar, akıntılar, su ve havanın dirençlerine bağlı ideal biçim ve ideal hız modelleri) kısaca hidrodinamik ve aerodinamik teknolojisidir.

Enerji insanın “Emrine” musahhar kılınmış, tahsis edilip, bağlanmıştır. İnsanın emrine sudan başka (Bineklerden barajlara, lokomotife kadar) havanın da verildiğine birazdan ayetlerle değineceğiz. Su ya da hava ya da enerjinin bir başka çeşidi, suyun ve rüzgârın döndürdüğü klasik değirmenler veya şimdiki dev rüzgâr kuleleri ya da dev güneş enerjisi seralarıdır. Adı ne olursa olsun, insan emrine verilmiştir. Çünkü insana aklıyla keşfetme

Page 54: 97349158-ArzArs-Mirac-1

yeteneği olan ilahi bir nimet verilmesiyle, maymunlardan farklılığımızı anlamışız. İnsan ENERJİYİ ALLAH’IN İZNİYLE EMRİNE ALMIŞTIR. Oysa bunu hayvanlar yapamaz!..

Bu “Emrine alma işlemini” de DOĞADAKİ DOĞAL YARATILIŞTAN kopya etmiştir. Sudaki paraşüt Medüz (Denizanası) ve havadaki paraşüt ise uçucu bitki tohumlarının taklididir. Helikopteri ise “Helikopter böceğinden” yararlanarak almıştır insan…

Sudaki bu hidrodinamik yasalar ve biçimlendirilmeler, havadaki canlılarda ise Aerodinamik yüzme (uçma) biçimi ile tam benzeşir. Gerek havanın gerek suyun kaldırma güçleri vardır. Yüzgeç ve kuyruk dümeni neyse, kuşların da kanadı ve kuyruğu odur. Çünkü ikisi de “Yüzmekte”dir. Sadece uçucu oldukları için Seyyar değil Tayyar olarak nitelendirilmişlerdir. (Seyyare=Gezegen, Tayyare=Uçak gibi)

Balıklar ile kuşların “Dinamik yapısı” arasında temelde fark yoktur. Dolayısıyla, UÇMA serüveni, önce YERYÜZÜNÜN DENİZLERİNDE gerçekleştirilmiştir. Denizde yüzmek, sanki bir tür uçuş gibidir. Kuşların kanatları, dümen olarak kullandıkları kuyrukları ile kedi otunda olduğu gibi paraşüt gibi süzülen tohumların uçma düzeneği hep havacılığın doğal örnekleridir. Yasa koyucu ise bizzat Rabbimizdir:

“YERLE GÖK ARASINDAKİ CEVVİS SEMA’DA MÜSAHHAR (Yasalara uygun) OLARAK UÇUŞAN UÇUCULARA (Böcek, kuş, Uçak) BAKMADILAR MI? ONLARI ORADA ALLAH’TAN BAŞKASI TUTMUYOR. BUNDA İMAN EDECEK BİR ZÜMRE (Bilim erbabı) İÇİN NİCE AYETLER (Delil, kanıt, ders, ibret, model, öğreti, tasarım, gösterge, işaret, ipucu) VARDIR.” Nahl-79

Yukarıdaki ayet hem yatay (Ufki) hem de dikey (Şakuli, Enfüsi) jiroskop olayını, kısaca “Uçucu teknolojiyi” anlatmıştır.

Bu sayede bizler de uçakları yapmıştık. Kuşların kanatları uçak; hava keseleri ise balonlarımız olmuştur. İnsanoğlu kendine kuşbakışı bakan kuşlara da tepeden bakmış ve daha yukarılara, yani atmosferde oksijenin artık yakmaya yetmediği “Cevvis Sema=Atmosfer biyosferine” kadar yükselebilmiştir.

İLERİ BİLGİLER-8

HAVACILI ENDÜSTRİSİ

İÇİN KUR’AN EMRİ…

Kur’an’ın kalbinin kalbi, Yasin’in ortası olan 41.-42. ayetlerden 42.’si BİNEKLERİN türlü türlü oluşunu açıklayarak, kara, hava, deniz, uzay vb. taşımacılığının bütün taşıtlarını insanlara müjdeliyor. Bu taşıtlar o kadar basite alınmamalıdır. Örneğin en basit bisikleti (bu yüzyıla doğru keşfeden ve bildiğimiz şimdiki modelini) yüzyılımızın içinde bulabilen insanoğluna “TAŞIT” kavramı öyle kolay gelmemelidir:

“ONLARA BUNUN GİBİ BİRÇOK TAŞIT YARATTIK!” (Yasin-42)

Ayette, Onlara=İnsanoğluna, BİNEK serisinden evrimi boyunca türlü türlü taşıtlar

Page 55: 97349158-ArzArs-Mirac-1

yaratıldığını bildiriyor. Bu yaratım dinamik yasaların yani fizik ilkelerinin ta kendileridir. Buna benzer olarak daha önceki ayette de “Zürriyetlerin TAŞINMA” işlemini bizatihi Allah (c) üstlenmektedir. Devamı olan ayette ise, taşıtlarımıza model olan canlıların “Yaratılmasıdır.” Bunun anlamı, kısaca bizim HAYVANDAN OLAN FARKIMIZDIR. Hayvanların uygarlığı, taşıtları yoktur. Ama insanoğlunun, (Rabbin koyduğu) fizik yasalarına bağımlılığı vardır. Örneğin, suyun kaldırma kuvveti, rüzgârın kaldırma kuvveti fizik yasası olarak konmasaydı, “TAŞIMA İŞLEMİ” olmayacaktı. Yine bu yasaları keşfedip taklit etmeseydi insanoğlu türlü taşıtlar yapmayı beceremeyecekti.

Suyun kaldırma gücü yanında “Havanın da bir kaldırma gücü olduğu” ayetlerde bildirildiği üzere uçaklar, helikopterler, (atmosfer içinde uçan jet denen öncü füzeler) roketler havadan ağır olduğu halde bulunmuştur. En önceki baruttan yakıtlar, sonra petrole çevrilerek, havai fişekler, son sistem yolcu jetlerini ve hatta jumbo dediğimiz dev ve çok katlı uçakları uçurmuştur. Bunların tümü de “Havanın kaldırma kuvvetinin” aerodinamizme uygulanmasıdır. Hava, rüzgâr ve fırtınanın bu “Kaldırma kuvveti” Kur’an’da pek çok yerde geçmektedir. Özellikle üç ayet, bu kaldırma gücüne dayandırılarak bir “Uçan aracın” daha önce yapıldığını bildiriyor. Hz. Nuh’un gemisi nasıl ki, insanın tıpkısı boyutlarda onu yapabilmesi için binlerce yıl geçmesini gerektirmişse, aynı türde bir hava aracı da, Hz. Süleyman’ın emrine verilmiş daha sonra yüzyılımızda gerçeklemiştir:

“BİZ DE ONA (Hz. Süleyman’a) RÜZGÂRI MUSAHHAR KILDIK (Hizmetine verdik) ONUN EMRİYLE LATİF BİR HAVA İLE İSTEDİĞİ YERE GİDERDİ.” (Sad-36)

“SÜLEYMAN’IN EMRİNE, SABAH GİDİŞİ BİR AY, AKŞAM DÖNÜŞÜ BİR AY OLAN RÜZGÂRI DA VERDİK. ONA ERİMİŞ BAKIRI PINAR GİBİ AKITTIK. CİNLERDEN BİR KISMI RABBİNİN EMİR VE İZNİYLE ONUN ÖNÜNDE (Bakır eriyiğini) İŞLERLERDİ. ONLARDAN (Cinlerden) HER KİM SÜLEYMAN’A İTAA ETMEYİP, FERMANIMIZDAN DIŞARI ÇIKACAK OLSA ONA ALEVLİ AZABI TATTIRIYORDUK.” (Sebe-12)

“BİR DE (Hz. Davud‘a) SİZİN İÇİN, SİZİ SAVAŞIN ŞİDDETİNDEN KORUSUN DİYE ZIRH SANATINI ÖĞRETTİK. SİZ ŞİMDİ BUNUN ŞÜKRÜNÜ YAPIYOR MUSUNUZ? SÜLEYMAN’IN EMMRİNE DE ŞİDDETLİ RÜZGÂRI (Fırtına, bora, kasırga) VERDİK. O (Taşıt) ONUN EMRİYLE (Pilotu direktifiyle) KENDİSİNE BAREK (Mübarek, bereketli) YERLERİMİZE GÖTÜRDÜ, BİZ HERŞEYİ BİLENİZ.” (Enbiya-80. ile 86. ayetleri)

İnme sırasında ve Cifir şifresine göre sunduğumuz bu üç ayetten, üç ayrı türde hava taşıtı verildiğini anlıyoruz. Bunlar sırayla, HAFİF HAVA, RÜZGÂRLI HAVA ve TAYFUN TİPİ HAVA esintileri şifreleridir.

Birinci ayetteki hafif hava, “Yavaşça” esen bir rüzgâr olup, sırt uçurtmalarından paraşüte, balondan zepline, helikopterden hava yastıklı (Yarı uçucu Hoverkraftlar) araçlara, ağırlıksız uydu türünden disk biçimli UFO’lara kadar türlü “Süzülebilen” araçları vermektedir. Ayette bunların istenilen yere yöneltilebilecek bir kumanda mekanizması olduğu da açıkça bildirilmiştir.

İkinci ayet ise daha hızlı TAŞITLARI, özellikle “UÇAĞI” şifrelendirmektedir. Bunun açıklamasını daha önce “cev”de açıkladık.

Üçüncü ayet “Şiddetli rüzgâr=Kasırga” anlatımıyla bütün bunlardan daha hızlı bir taşıtı

Page 56: 97349158-ArzArs-Mirac-1

bildirmektedir. Cifir yöntemiyle, bunun “Tepkili” olan jet-füze türü taşıtlar olduğunu anlıyoruz.

İkinci ayetteki “Bakır” endüstrisi üçüncü ayetteki (Daha önce Hz. Süleyman‘ın babası olan Hz. Davud’un DEMİR endüstrisiyle birleşmektedir. Zırh sanatı, tank gibi zırhlı araç teknolojisinin habercisidir. Böylece “Rüzgârın uçurduğu” metal taşıtların açıkça haberi vardır. Üstelik bu taştılar, sürücüsü olan, (Peygamberin) pilotluğu yönetimindedir. “Mübarek yerler” ise, bakım-onarım-yakıt ikmal ve hangarı olan, inip-kalkılan hava alanlarını AÇIKÇA İŞARET ETMEKTEDİ. Aynı “Mübarek yerler” daha önce de NUR’a adını veren 35. ve 36. ayetlerin sırrındandır. “…ALLAH, DİLEDİĞİ KİMSEYİ NURUNA İLETİR. (O nesne) ALLAH’ın YÜKSELTİLMESİNE VE İÇİNDE ADININ ANILMASINA İZİN VERDİĞİ EVLERDEDİR ONUN İÇİNDE SABAH-AKŞAM ONU TESBİH EDERLER.”

Okuyucumuz, bunların “Yorum” değil; Kur’an cifirinin konuşturulması olduğunu aklında tutmalıdır. Çünkü yorum, kişiseldir, fakat Cifir yöntemi “Ümmetin yanlış üzerine birleşmediği” asıl ve genel anlama yöneliktir. Kişisel yorumlarda, zan-zenab, sanı ve hatta sanrı vardır. Oysa CİFİR’de bulunanlar metodiktir. Akıl-mantık yolu ile imana uygun geliyorsa inanılabilir. Sunduğumuz 3 ayet için izleyen “kriptolojik bilgiler-B” ekini okuyabilirsiniz.

KRİPTOLOJİK BİLGİLER-B

CİFİRE ÖRNEKLER

Kur’an tertibinde, her ayetin kendi başınalığı vardı. Fakat birbiriyle ilişkilendirilmiş, birbirinin gizli devamlılığını üstlenmişlerdir! Örneğin Yasin suresinin 83 ayetinin Y ve S harflerinden kurul 83 çift yeryüzü görevlileri vardır. Y (Yakup, Yunus, Yusuf) S (Süleyman, Sebe, Sema, Secde, gibi) örneğin 42. ayetin Y harfinin simgesi olan Yunus Peygamber “Denizaltı” teknolojisi ile (Yunus ve Balina gibi) deniz memelilerinin biyolojik içgüdülenmelerini yönetir. Yunus balığının zekâsı bütün maymunlardan da ileridir. Eğer evrim varsa (!) insanlar maymunlardan değil, Yunus balıklarından gelmelidir. Yunus balıklarının Hz. Yunus’a kılavuzluk yaptığı ve onu sevindirdikleri için duasını alarak güler yüzlü oldukları o günden bu yana insan dostu oldukları, DENİZALTI şifresinden balinaların Yunus peygamberi yuttuğu, tövbe edince de karaya vurarak kustuğu keşfolunmuştur. Balinaların yüzlercesini, toplu olarak karaya vurarak intihar etmeleri, Hz. Yunus’un iadesinin geleneksel bir tekrarı olabilir. Y= Yusuf(As.) olunca, bu kez 12 gezegenin fethedileceği bildirilmiştir. (Yasin’deki Güneş’i temsilen Y harfinden babası Yakup ve Ay’ı temsilen S harfinden annesi Sera) kendisi de dünya olan Yusuf(As.)’un diğer kardeşleri bilinen 8 gezegen (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, Plüton) ve daha bulunması gereken (Sümbüle, Mizan gezegenleri) kuşağıdır. Yusuf(As.) Yasin’in Y harfini ve Sema ile S harfini üstlenmişlerdir. 42. sure ise Yunus ve Süleyman peygamberin şifresindedir. Süleyman Peygamber’in S’si aynı zamanda Sebe’nin şifresidir. Sebe ise SB; S=Sefine, B=Belkıs şifrelerinden oluşmaktadır. Sebe suresinin EBCeD değerini

Page 57: 97349158-ArzArs-Mirac-1

vermektedir. D=800, (Mebyail ise daha önce bildirdiğimiz üzere 83 olup) toplam Dımebyail isminin eş değeri 883 önce ayet olarak aranır. (Bu sayıda ayeti olan bir sure olmadığından) bu kez KELİME ararız ve karşımıza 883 kelimeli SEBE Suresi çıkar. Yusuf (as) 12 kardeş olduğu için 12. ayet okunur. Bu ayetin meleğinin ismi de “Bastyail” olup, ince S(sin) ile okunduğu halde, kalın S(sad) ile yazılmaktadır. (Aynı istisna A’raf 69. ayetteki Bastahda da vardır. Bu surenin ilk ayetinde “Sad” vardır. Her sure birbirinin yarısı ve/veya iki katıdır. A’raf ise Meryem (19. sure)nin yarısıdır. Bunun da ilk ayetinde “Sad” harfi vardır. Meryem ikiye katlanınca ortaya 38. sure olan Sad suresi çıkar ki, bunun da ilk ayetinde “Sad” vardır. Sad suresi hem diziliş hem de iniş sırasında 38. suredir. Bunun Cifir çizelgesindeki karşılığı olan iki Sad harfi çıkınca kalan sayı 36. ayete bizi gönderir. Sin ve Sad’dan başka bir de peltek S (Se) harfi vardır ki, bunun da karşılığı Enbiya suresidir. (Sad, Saffat, Saf ve Sad surelerini yönetir. Peltek S harfi ise En’am, enbiya, Enfal surelerini yönetir.) Yine 83’den iki tane “S” harfinin hakkı çıkarılır ve 81. ayeti okunur. Bütün bu ayetlerin birbirine bağlı gizli Ledünni ARA sırları da vardır. Örneğin Hz. Süleyman’ın Kuşların dilini bilmesi (Sin) neyse Hz. Yunus’un balina-yunus balığının dilini öğrenmesi de odur. Papağanın konuşması Süleyman(As.)’dan ve Yunuslarla konuşulması da Yunus(As.)’dan hikmetlidir. Kuşlar “Havacılık tekniği ve aerodinamizmini”; balıklar da “Denizcilik teknolojisi ve hidrodinamizmi”nin şifresidir. Bunların Mesihi (yaratılışı) ise Yunus ve Süleyman peygambere verilmiştir. Aynı zamanda Hz. Davud’a Hadid (Demir) verilmiştir ki bununla zırh yapmıştır. Davud, Salı gününün, Koç burcunun ve Demir’in cifirdeki yeryüzü timsalidir. Süleyman (As.) ise Cuma gününün, Boğa ve Terazi burcunun ve Bakır’ın timsalidir. Hz. Davud savaşkandır, kumandandır, sapan kullanır. Oğlu Hz. Süleyman ise adaletli, zengin ve güzel sanatlar ile lüks düşkünüdür. Onun Atlara düşkünlüğü, At’ın Yay burcunu temsil etmesiyle bir yıldız çekimidir. Zülkarneyn ise ergimiş bakır ve demiri Yecüc-Mecüc kavimleri için SED yapımında kullanmış, TUNCU oluşturmuştur. Kur’an’da başka ayetlerde de Nuhas=Bakır zerrecikleri olan ATMOSFER DIŞI kozmik ışınlar bildirilmektedir. Hadid (Demir) Suresi ise demir metalinin, göktaşlarının son durağı olduğunu ve elektromanyetizma ile yıldız kalıntıları ve göktaşlarının niçin demir çekirdek haline geldiklerini açıklamaktadır. (2. cilde bakınız.)

İLERİ BİLGİLER-9

İLK HAVAYOLLARI

Hz. Süleyman’ın emrine havanın sayesinde giden üç değişik tip uçucu taşıt teknolojisi verilmiştir. Tıpkı Hz. Nuh’a Cebrail(As.)’ın gemi yapım hesaplarını ve tekniğini iletmesi gibi, Hz. Süleyman’a da aynı teknoloji iletilmiş olabilir. (Tevrat doğrudan bunu benimser ve Hezakiel peygambere, Kerrubi isimli meleklerin bir aracının indiğini anlatır. Yel’e bir anlamda YAYGI meali verilmiştir ki, klasik doğuyu veren karikatürlerin konusu olan uçan seccade, uçan halı gibi ÇOK BASİT düşünmek bize yakışmaz.)

Çağımızda uçakla iki saatte aldığımız 3000 km.lik bir yolu otomobille (Yarım gün yolculuk

Page 58: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ve yarım gün dinlenme üzerinden) üç günde alırız. Önceki çağlarda ise bu binek hayvanlarıyla yapılırdı. Yayalar, saatte 5 km, atlılar tırıs gidişle yaklaşık dört misli yol alırlar. O dönemin tırısı, günümüzde bisiklet ya da deniz araçlarının hızına eşittir. (Normal deniz motorları saatte 20-25 km. yaparlar.)

Gündüzün kısalmadığını, 21 Mart ya da 23 Eylül dönemindeki gibi gece ve gündüzün eşit olduğunu varsayalım. 12 saatte örneğin bisikletle “Silme gidiş” ile 240 km. kat ederiz. Bu bir ayda 7200 km. eder. İki ayda da 14.000 km.dir. Hz. Süleyman’ın “RÜZGÂR DİNAMİĞİNE UYGUN TAŞITI” bu 14.400 km.yi yarım iş gününde (6-4 saatte) almaktadır. Çok basit bir hesapla saatte 2400 km. - 3600 km. yapmaktadır. Bu da süpersonik bir uçak ve roketlerin hız limitlerinin göstergesidir.

Şimdi bir başka türlü yaklaşım kuralım:

Bir aylık yol olarak bildirilen SIR, ikinci anlamda Ay’ın bize uzaklığı ve üçüncü anlamda Ay’ın dünya çevresinde döndüğü 28 gün (Bir AY dediğimiz zaman) ve Ay’a bağlı olan dünyanın bu süre içinde uzayda aldığı yoldur.

Ortalama olarak, kuş uçuşu ya da atlı tırısı, ya da bir Ralli bisikleti ya da bir deniz aracının hızı birbirine eşittir ve saatte 28 km. kadardır. Bu araçlar silme gidişi ile günde 666 km ve ayda ise 20000 km. kat ederler ki, bu da, dünyanın ekvator çevresinin TAM YARISI’dır. Diğer yarısı ise karanlıkta kaldığından, Sebe-12’de “Akşam dönüş” biçiminde verilmiştir. Hep giderek bilmeden geri dönmek, (aynı noktaya gelmek) ise dünyanın yuvarlaklığını bildirmektedir. Bu yuvarlağın en geniş çevresi de yine 40000 km. yuvarlaklığını haber veren diğer ayetler de vardır. (Örneğin karanlığı günün üstüne bürümek, sarmak aynı zamanda döndüğünü haber vermektedir. Çünkü gece ile gündüz birbirini dünya döndüğü için izlemektedir.)

Sunduğumuz üç ayette, üç değişik hıza bağlı 3 yapım teknolojisini anlatan “Rüzgâr taşıtları” bulunmaktadır. Zaten Sebe-12’deki anlatım, üç değişik tefsirle verilmiştir:

A – PLANÖR

Hazreti Süleyman’ın aerodinamik aracı gündüz bir aylık yol, akşam yine bir aylık yol kat etmektedir. Bu havadan hafif (Balon gibi) havaya eşit (Planör gibi) taşıtların yanında, Rüzgâr Cifirine göre iklimlerin yayılma hızını ılımlı rüzgâr (Knot) değerlerini bulutların esintiye göre hızını, meteorolojiyi de haber vermektedir.

B – PERVANELİ UÇAK

Gün doğumundan gün batımına geçen (Yıllık ortalama 12 saatin) yarısı gidiş olarak bir ay ve yarısı geliş olarak bir ay tutmaktadır ki, bu da UÇAK teknolojisidir. Rüzgârın meleğinin cifiri ile yel değirmenlerinin tıpatıp benzeri olan PERVANE’nin (Uçak ve helikopter olarak) hızını vermektedir.

C – TEPKİLİ UÇAK

Öğlenden ikindiye kadar bir aylık ve ikindiden akşama kadar bir aylık yol aldığı

Page 59: 97349158-ArzArs-Mirac-1

bildirilen bu araç tepkili (Pervanesiz yani jet) olan taşıtları haber vermektedir. Gerçekten de tribünlerden elde edilen ve egzoz bilmesinden dışarı atılan itici güçteki hava, tam bir kasırga oluşturur. Rüzgârın (meleği Demyail As.) Cifirine göre, moleküllerin havada yayılma hızı yani SES’in hızını da haber vermektedir. Gerçekten çağımızda sesten birkaç misli süpersonik araçlar yapılmıştır. Bunlarla dünyanın çevresi yarım günde dolaşılmaktadır.

Bu ayetlerin uzay boyutlarında da ileri tefsirleri vardır. Bunlar bildiğimiz roketlerden, ışık ivmeli roketlere kadar türlü yorumlar içermektedir. Işık ivmesi söz konusu olduğunda, RÖLÂTİVİST olarak, bir günün bir aya eşitlendiği, “zaman aşırı yolculuklar” söz konusu olacaktır. Aksi halde “Yıldızlara gitmek hayal” olur. Bir başka tefsirle de Ay’ın kendi çevresinde ve dünyanın çevresinde döndüğü süre içerisinde, güneş çevresinde dönen dünya ile birlikte uzayda kat ettiği yol ve bize uzaklığı olan 384000 km. de çıkmaktadır. Yakın gelecekte, benzin motoru yerine, Hidrojen (Fuzyon) santrali ve artık kanat ihtiyacı duyulmayan dev taşıtlar yapılacaktır. Bunların yanında jumbo jetler bile komik kalacaktır. Hidrojen yakıtlı bu araçlar için doğadaki model, mercek (Mercimek ya da lentil) biçimli bulutlardır. Bu kozmik biçim ideal olup, hem havada hem uzayda saniyede 100 km. yapabilecektir. (Ki saatte 384000 km. olup, Ay ile dünya arasını vermektedir.)

Page 60: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“HIZLANDIKÇA HIZLANANLAR (Egzoz ve namlularından) ATEŞ ÇIKARANLAR, SABAH AKININA ÇIKANLAR (bombardımanla) TOZU DUMANA KATANLAR (Pike yaparak) DÜŞMAN BİRLİKLERİ İÇİNE DALIŞA GEÇENER HAKKI İÇİN…”

(Adiyat Suresi 1.-5. ayetler)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

“GÜÇ VE KUVVET ATMAKTA’DIR!”

Hadis

Page 61: 97349158-ArzArs-Mirac-1

İLERİ BİLGİLER-10

OK, YAYDAN ÇIKIYOR!...

İnsanoğlunun bulduğu İLK ideal aerodinamik alet Kargıdır. (Mızrak, zıpkın, bıçak vb.) Bu kargı, zamanla OK biçimini alarak “YAY” denen ilk rampasına oturtulduğunda, bu modelin daha hızlı, daha ivmeli, hava direncine daha girgin olduğu anlaşıldı. Ok, spora, avlanmaya, savunmaya-savaşmaya en elverişli tek silahtı. İslam’ın yayılması “OK” doğrultusunda olmuştur. Resulullah’ın mübarek ellerinde, Ok, yaydan çıkmış, batıda Puvatye’ye, doğuda Hindistan’a ulaşmıştır. Ok, İslam’ın (uzak savaş taktiğinde) ilk cihat aracıdır.

Geleceği tam olarak bilen Resulullah, diğer ümmetlerin kullandığı Mancınık’ı Taif savaşında, ilk kez bizzat kullanarak, İslam’ın gücünün ve kuvvetinin ATICILIK’ta olduğunu göstermiştir:

“İyi bilin ki güç ve kuvvet ATMAKTAdır. İyi bilin ki güç ve kuvvet ATMAKTAdır. İyi bilin ki güç ve kuvvet ATMAKTAdır!...”

Resulullah, bu öngörmesini üç kez tekrarlayarak, ümmetinin üç dönemi olan üç zaman dilimini, atıcılığın üç etaplı aşamasını anlatmıştır. Bu evrelerden ilki, döneminde klasik atıcılık (Ok-yay, Mancınık) evresidir. Bilindiği gibi, mancınık da dev bir ok ve yaydan başka bir şey değildir. Ok yerine dev bir zıpkın (ya da gülle, taş vb.) yay yerine de bir rampa içermektedir.

Resulullah, atıcılıktaki ikinci dönemi hem bu hadisle hem de aşağıdaki hadisle yinelemiştir:

“Çocuklarınıza ATICILIĞI öğretiniz, çünkü atıcılık düşmanı kırıp geçirir.”

Hadis’e dikkat edilirse, atıcılık üzerine kurulmuştur. Çala-kılıç, gürz (Topuz) balta gibi vuruculuk yerine atıcılık (fırlatıcılık)tan söz edilmektedir.

Öte yandan insanoğlu havai fişeği de bulmuştu ama bununla ilk roketi ve/veya ilk mermiyi bulduğunun farkında değildi. Barut tepkimeli bu donanma fişekleri, sadece BARIŞ (Şenlik, eğlence, tören) niyetiyle FIRLATILIYORDU. Daha sonra SAVAŞ niyetiyle mermi diye kullanılabileceği akıl edilince, “Silah icat olmuş, mertlik bozulmuş” gibiydi.

Çakmaklı tabanca ve tüfekleri barutla doldurup, harbiyle sıkıştırır sonra atacağınız çekirdeği (Kurşun, saçma vb.) yerleştirip, barutu ateşlerseniz, İKİNCİ AŞAMADA ATICILIĞI GERÇEKLEŞTİRMİŞ OLURSUNUZ. Daha sonra, barut, “Kovan” içine konarak mermi yapıldı ve silahlar da müzelik olmaktan kurtularak, silah tüccarlarının kanlı kazancına peşkeş oldular.

Ok ve yay nasıl ağır silah olarak Mancınığa esin kaynağı olmuşsa, mucit ve askeri deha Fatih Sultan Mehmed’in de böylesi bir ağır silah ilhamı vardı: Dev namlular, dev saçmalar yapmak!...

Page 62: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Dev toplar ve dev gülleler döktürüp, icadını İstanbul’un surlarında başarıyla denedi.

İlk astronot Lagerli Hasan Çelebi’nin bizzat binip uçtuğu de havai fişek, aslında ilk jet füzesi ya da ilk balistik insanlı rokettir. Bir anlamda da “Namlusuz, rampasız roket dönemini başlatmıştı: Topçuluk yanında roket mermiciliği de konveksiyonel silahlar safına katılıyordu: Havan mermileri, bazuka mermileri, işaret fişekleri, sis bombaları, roketatar mermileri, tanksavar-füzesavar (ve daha birçok şey savar) mermileri, hem vuruculuk hem de deposunda infilak maddesi taşıyıcılığı yapıyorlardı.

Lageri roketinde “KALEM” biçimini seçmişti. O Kalem ki, Allah’ın “Yaz” dediği kalemdir. O kalem ki, minarelere de roketlere de MAKET OLMUŞTUR…

Kalem ya da minare biçimli bu ilk füzeye sahip çıkamamamızı fırsat bilen Almanlar, genel iki savaş boyunca Oberth, Goddard, van Braun gibi “Rakete”ciler eliyle bu teknolojiye kafa yordular ve JET’i bulmuş oldular. Von Braun’un “V serisi” roketleri savaşta Londra’yı; savaş sonrası barışta da “Uzay ve Ay’ı” hedef aldı.

Londra’yı vuran güdümlü V roketleri sadece (TNT denen bildiğimiz klasik ve konveksiyonel) tahrip maddesi ile doluydu. Fakat günün birinde Einstein’in emriyle Hiroşima ve Nagazaki üzerinde MANTAR gibi atom bombası bitiverdi. Daha sonra yapılan hidrojen bombalarıyla “Yüklenmiş binekler” yani roketler üniformalı insanoğlunun eline geçti. İnsanın insanı yok etme yarışı (kısa-orta-uzun-kıtalararası çok başlıklı diye tasnif edilen seri nükleer kapsül üretimi olan) silahlanma yarışını doğurdu. Dünya dolusu, denizaltı ve üsler yetmiyormuş gibi, bu kez “Yıldız savaşları=Starwars” filminin uzayda çekimi yapıldı. Üstelik bu filmin senaryosunda “Nükleer bir savaşın galibi olmayacağı” yazılıdır.

İşte bütün bunlar Resulullah’ın bildirdiği “İYİ BİLEN Kİ GÜÇ VE KUVVET ATMAKTADIR” hadisinin sonuncu tecellisidir. Geleceğe dönüktür. “GELECEK” daha başka hadislerde de iyice vurgulanmıştır ki, bunlardan birini örnek verelim:

“(Gelecekte, kıyamete çeyrek kala dönemi olan) SON ZAMAN YAKIN OLUNCA, GÖKTEN KAZİF (Fırlatmak atmak ve yerden çöküntü yıkıntı olan) HASİF VE MESİH (Yaratılış normlarının değişmesi, hilkat başkalaşması olan mutasyonlar, yeni türler) VAK’İ OLACAKTIR.”

Bu hadiste Kazif, uzun menzilli balistik füzelerin fırlatılmasıdır. Bu füzelerin havalanması NEDEN ve ETKİ’dir. Füzeler yüklü yani “GÜÇLÜDÜR” daha sonra hedefini bularak vurur ve orada Hasif yani yıkıntı, çöküntü, krater, çukur, yıkım enkaz oluşturmaktadır. Etkiye tepki; nedene sonuç olarak bu tahrip ortaya çıkmaktadır. Füze patlayana kadar “GÜÇLÜ”dür, çünkü bu güç potansiyeli içinde mevcuttur. Patladıktan ve hasif oluşturduktan sonra da “KUVVETİ” ortaya çıkmaktadır. İşte güç ve kuvvet terimlerinin farkları budur. Güç, nedendir, etkidir, potansiyel birikimdir. Kuvvet ise sonuçtur, tepkidir, kinetik bir deşarjdır. Güç “Yüklenir, biner” kuvvet ise “Yükünü boşaltır, iner”

Kazife (Atmaya) karşı hasif (yıkıntı) her mermi için geçerlidir. Ama burada MESİH yani yaratılış değişmesi de söz konusu olunca, klasik bir yıkıntıdan ötede, nükleer bir felaketin sonuçlarından söz edilmektedir.

Kalıtım birimi olan Genlerin nükleer radyasyon etkisi ile mutasyona uğ3raması

Page 63: 97349158-ArzArs-Mirac-1

(Radyoaktif ışınların Çernobil paniğinde olduğu gibi doğacak zürriyetin genetiğini etkilemesi) kaygısı vardır.

Mesih, fırlatmak olan neden-etki ve yıkılmak olan sonuç ve tepki dışında kalmaktadır. Mesih’de ne doğal sağlık, ne mutlak yıkım yani ölüm yoktur. Bu radyoaktif yanık, ilik erimesi gibi yavaş bir ölüm ya da yaratılış garibesi kalmak biçimindedir. Yani Kazifin vurduğuna Hasif olarak kurban gitmeyip de kurtulanlar için “Bir başka yavaş ölüm, biçim değiştirme, hilkat garibesi olma” uyarısı verilmiştir.

Maalesef, Hadisler “Nükleer savaşların, nükleer kazaların kaçınılmazlığını haber vermektedir ki, bunları “Çeyrek kala ve çeyrek geçe kıyamet” isimli eserimizde sunacağız. Buraya o hadislerden birini örnek olarak konuyu açalım:

“Batıdan bir fitne (Batı bloğu) gelir. Doğudan bir fitne gelir. (Doğu çarları) her ikisi de Şam’ın içinde (Arap yarımadasının kuzey bölgesi, Ortadoğu-Önasya İsrail, yakın doğu) karşılaşırlarsa, o zaman YERİN ALTI, yerin üzerinden daha hayırlıdır.”

Bu hadis, bize nükleer fitneyi anlatırken, klasik anlamda, sığınakları; şimdiki anlamda “Nükleer sığınakları” (yer altı Undergroud system) tavsiye ederek zararlı radyasyondan korunmamızı salık vermektedir.

“Güç ve Kuvvet her ikisi de ATMAKTAdır” ibresi daha başka yorumlara da açılır. Güç ile süper güçler (Süper Devletler) bildirilerek, ümmetinin de bu yarışta geri kalmaması için nükleer üretim yapacak güce ulaşması istenmektedir. Kuvvet ile de bunun “Caydırıcı bir kuvvet” yani savunma aracı olduğu bildirilmektedir. (“Düşmanla çarpışmayı dilemeyin ama karşılaştığınızda çarpışın ve kaçmayın”, emri uyarınca)

Barış (Bilim) söz konusu olduğunda Güç ve Kuvvet, yine bize fizik yasalarını haber verir: Güç=itici güç ve Kuvvet=Kurtulma kuvveti (Eylemsizlik, gravitasyon ivme ve kaçış hızları) yasalarını dile getirmektedir.

Uzayın fethinde “Atmak=Fırlatmak” için “Güç ve (Ayrıca) kuvvet” gerekmektedir: İlk roketler “Güçlü” değillerdi, dünyanın Çekim KUVVETİ’ne yenilerek GERİ düşüyorlardı. Eğer bu bize yetiyorsa adı jet teknolojisidir. Ama hedefimiz Uzay ise atmosfer dışına çıkabileceğimiz Roket teknolojisi gereklidir. O halde “GÜÇLÜ” roketler yapılması istenmiştir.

Atmosfer-içi jet uçuşları ile atmosfer-dışı uzay uçuşları arasında SULTAN bir güç kuvvet FARKI vardır. Sadece yüklenmiş bineklerin biçimleri birbirine benzemektedir: örneğin jet pervanenin yerini alır. Atmosfer-içi uçuşlar “Rüzgârın kaldırma KUVVETİ” ile araçlarımızın “Yakıt GÜCÜ”nün bir arada oksidasyonu ile mümkün olur. Oksijensiz ortamda motorlar çalışamaz, hava boşluğunda düşerler. İster pilotlu (jet uçaklı) ister pilotsuz (Güdümlü savaş roketleri) olsun, her iki “Yüklenmiş bineğimiz” de güdük güçtedir. Modern havayollarının dev jetleri de buna güç getiremez. Çünkü sultan güç denen “ÇEKİMDEN KURTULMA KUVVETİ” gerekmektedir. Dolayısıyla burada problem, “ÇOK GÜÇLÜ” dev kuvvetlerin oluşturulmasıdır. Kurtulma hızı yasağını ilk olarak 1949 uçuşu ile von Braun’ın roketi delmiştir. İlk roket üç-ana problemin de üstesinden gelmiş, sonra fırlamıştır. Bunlardan biri, oksidasyon (Atmosfer oksijeni) yapamayan uzaya “Sıvılaştırılmış oksijen” tankı eklenmesidir.

Page 64: 97349158-ArzArs-Mirac-1

İkinci yasak ise “Kurtulma ya da kaçış hızının” sağlanması için çok dev bir “YÜKLENMİŞ BİNEK” imalatının çözümlenmesidir: Çünkü bu dev apartman boyu ağırlığı yerden kaldırmak için büyük yakıt depoları gerekiyordu. Depolar kalkıştan az sonra tükeniyordu ve gereksiz bir ağırlık olduğu için, bu boş tank ya da birinci kademe boşluğa bırakılıyordu ve gereksiz bir ağırlık olduğu için, bu boş tank ya da birinci kademe boşluğa bırakılıyordu. Böylece daha hafiflemiş ve daha hızlanmış olan roket, hızlanılmasını daha da tırmandırıyordu. Sonra bu yakıt tankı tükenince (Boşalmış kademe) uzaya terk ediliyor, İKİNCİSİ devreye giriyordu. Böylece giderek, hem hızlanmış, hem safra bırakıldığı için hafiflemiş, hem de yukarıda çekim kuvveti iyice azaldığı için daha da ivmelenmiş olarak uzay aracı atmosfer dışına çıkabiliyordu.

İLERİ BİLGİLER-11

“GÜÇ VE KUVVET ATMAKTADIR”

Bir merminin çekirdek ve kovanı neyse, bir uzay aracının da kademeleri ile ana kabini de odur. Ok ucundan mermi yapan insan, bu kez aynı mermisini DEV BOYUTLARDA bir roket yapmıştır. Bütün kademeli balistik birbirinin aynıdır: ATMAKTAdır!

Resulullah döneminde güç ve kuvvet “OK” ATMAKTA idi. Sonra mermilerin bulunmasıyla, güç ve kuvvet batı âlemine geçtiğinden bütün dünyayı sömürgeleştirdi. Koca Afrika, Amerika kıtasının yağma edilmesinin nedeni, mermi atıcılığının ok-mızrak atıcılığından üstün olmasıdır. Ama mermi de miadını doldurmuştur. Gelecekte ise Laser-Taser-Faser serisi ışık toplarının atıcılığı beklenmektedir.

Bütün konveksiyonel silahlar, klasik mermiler, demode olmuştur ve asıl güç ile kuvvet “Nükleer başlık atmakta” olanın eline geçmiştir. Üstelik bu çok iyi bir şantajdır. Çünkü askeri devletler dönemi bitmiş, yerine ekonomik devletler modeli gelmiştir. Bunlar da “Nükleer yük bindirilmiş, ROKET denen binekler ile tehdit edilmektedir. Üniformalıların çok sevdiği savaş oyunları, şimdi “YILDIZ-SAVAŞ oyunları” adıyla uzayda sürmektedir. Bütün bunlar “Yüklenmiş binekler” konulu ayetin tecellisidir.

Resulullah’ın “Üç kademeli hadisinde” de bu roketlerin TASTAMAM ÜÇ KADEME olmasının kehaneti vardı: “Güç ve Kuvvet ATMAKTAdır!” Gerçekten kademeli roketler ile “KURTULMA HIZI” barajını aşan KAÇIŞ KUVVETİ sayesinde bir SULTAN güç bulmuş, çekim kuvvetini aşmış, insanoğluna uzay yolunu açmış, tarihi boyunca ilk kez insanoğlu 1949’da koca dünyanın çekimini alt ederek, uzaya açılmayı başarmıştır.

Şimdiye kadar yine ÜÇ ASTRONASYON yapılmıştır: Önce yapay uydular-bitkiler ile test edilmiştir uzay… Sonra sıra hayvanat bahçesi kurmaya gelmiştir. Bir köpek, bir maymun ve sonra maymundan türeyen insan: Gagarin!.. (Uzayda Allah’ı bulamamış.)

1969’da ise insana “Ay keşfolunmuş”tur. Elbette bu keşfe kadar, insan, yolu üzerinde fizik yasalarını da keşfetmiştir.

Daha yüzyılımızın başında atoma bile inanılmıyordu. Bilimin sonuna gelindiği sanılıyor,

Page 65: 97349158-ArzArs-Mirac-1

saatte 35 km. hız yapan bir trenin parçalanacağı ileri sürülüyordu. Aynı “Resmi bilim” erbabı, “Sudan ağır bir şeyin yüzemeyeceğini, batacağını” söylerken, daha cümleleri bitmeden, yüzbinlerce tonluk çelik transatlantikler yüzmeye başlamıştı bile…

Aynı mantıkla, havadan ağır bir şeyin uçamayacağı söylendiğinde, bu resmi bilim yobazlarına inat, Eiffel kulesinden, en ünlü gökdelenlerden daha uzun ve daha ağır KADEMELİ ROKETLER uçmaya koyulmuştu bile…

Bu devasa roketleri uçuran SULTAN GÜÇ VE KUVVET bulunmuştu çünkü… Güçlü tepkimeler, kuvvetli motorlar yerçekimi ve göklerin “GÜÇLÜ KUVVET ÇİZGİLERİNDEN” dışarı çıkabilen Sultanlardı sanki…

Dünya MERKEZ olduğunda, bizi kuşatan atmosfer katmanları tek tek aşılmaya başlanmış, “Bir tabakadan bir tabakaya bindirileceksiniz” ayeti ile “FELEKLER sırrı da tecelli etmişti artık.

Dünya merkez olduğunda, gidilerek “Bir tabakadan diğerine büyüyen küreler yani FELEKLER bizi kuşatmaktadır. Dünya çekimine bağlı bu iç içe eş merkezli felekler (Çemberler, daireler) hem atmosfer katları olan “Yakın 7 Gök” yorumunu hem de Çekim (Gravitasyon) yasasına göre, uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalan (fakat hacimce büyüyen) YERÇEKİMİ FELEKLERİNİ anlatıyordu. Gerçekten de insan “Bir tabakadan diğerine bindirilerek” bu felekleri aşmıştı. Gerçekten de kurtulma hızıyla dünya çekiminden kurtulana kadar giderek hafiflediğimiz çemberler vardır. Bu da dünyanın merkezinden kabuğa şiddetleniyor, sonra yerden göğe doğru giderek azalan çekim daireleri oluyordu. Örneğin 600 km. yukarıda 80 kiloluk bir insan 20 kilo çeker… Buna rağmen, halen dünyanın çekim etkisindedir. Çünkü dünyamız, bir cismi saniyede 9,81 metre ivmeyle kendine düşürmeye çalışmaktadır. Dünyanın çekim eşdeğeri bu hızdan aşağı olan her cisim kurtulamaz geri düşer. Ama bu hız aşılırsa, dünyadan kurtulur. (Sultan kuvvet=Kurtulma hızı)

İLERİ BİLGİLER-12

SULTAN GÜÇLER

Dünyanın bir çekimi olduğunu bize Tarık-11. ve 12. ayetler de bildirmektedir. Burada “REC EDEN DÜNYA” çekimi olan ve yukarıda bulutlara daha az çekim uyguladığı için, bulutların ve görmediğimiz bulutlar olan havanın ne yere kapaklanmasını ne de kurtulup kaçarak bizi Havvasız bırakmasını engellemektedir. Arapçada ayak basılan her yer taban=Arz’dır. Bunun dışındaki her şey de tavan=Gök’tür. Ayet, bize Tavanın, tabana bağımlı olduğunu, dünyanın “Çektiğini” bildirmektedir. Dünyanın çekim merkezi olduğunu da Mürselat-25. ve 26. ayetler açıkça bildirir. (Kifat=Toplanma merkezi olan dünyamızda canlı, cansız bütün varlıkların “Toplandığını” bildirir.) Bu terimlerin Arapça karşılığı, eğilim, yöneliş, odaklanıp toplanmak demektir ki, Gravitasyon dediğimiz Çekimin ta kendisidir. Çekimin bir gelgit dalgası olduğunu, (ossilasyonu olduğunu) da Naziat 6. ayet en yalın biçimde anlatır.

Page 66: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“TİTREYEN TİTREYİNCE”

Burada Racife=Titremek, ossilasyon yaparak sarsılmak anlamındadır. Ayette zahirde “Dünyanın titremesi” ile batında “Gravitasyonun titreşmesi” anlatılmıştır. Racife, denizdeki yüzey dalgaları olan “Mevce” değildir, sarsılmak da değildir, zelzele hiç değildir. Arapçada Mevce, boyuna (küresel) dalgalardır ki, ses dalgaları, havuza atılan taşın oluşturduğu (asında küresel) dalgalar gibi, kasılıp gevşeme değil, salınım olayıdır. Bu enine dalgaların, yani ışık ve diğer bütün elektromanyetik dalgaların yaptığı gibi, kasılıp gevşemek yerine “Karın düğüm” oluşturmak olan Racife’dir. Mevce, “Boyuna” dalgaları; Racife ise enine (Transversal) dalgaları anlatmaktadır.

Gravitasyon denen çekim (Cazibe de enine ve assilasyonik bir dalgadır. (Işık ailesindendir.) Çekimci dalgalar, özellikle karadeliklerde iyice belirlenen “Gelgit” biçiminde tensor gösterirler ki bu da Racife’nin tam karşılığıdır.

Çekimci dalgalar, bir cismin diğerine hızlanması sırasında ve cisimlerden kaçarak “Çekimci özellik” gösterirler, çekim ortaya çıkar. Bütün evren bu çekim altında “Boyun eğmiştir” dolayısıyla dünya da kendi çekimine boyun eğmiş, yenilmiş “YER” olmuştur. Dünyadan yükseldikçe, çekim ivmeli olarak azaldığından, uygun hıza ulaşılınca roketlerimiz, dünyanın çekiminden artık GÖK’E çıkabilirler. Yani “GÜÇ” dünyadan, roketimize devir olmuştur. Bunu da başaran roketimizin kurtulma kuvveti olan “Sultan kuvvet”tir. Daha dev, daha güçlü, çok daha büyük bir KUVVET ile nihayet uzaya açılmış oluyoruz. Bu kuvvet SULTAN güç ya da SULTAN KUVVET’tir. Rahman suresinin “BEYNİ” olan 33.-36. ayetler bu SULTAN KUVVETİ, bir çift olarak sunmaktadır. Birincisi “Kurtulma hızını aşmak” ikincisi de “Göğü korunmuş bir tavan yaptık” (Enbiya-32.) sırrının bildirdiği SULTAN gücüdür. Rahman suresinin BEYNİ şöyledir:

“EY CİN VE İNSAN TOPLULUKLARI! AKTARİS SEMAVAT (Göğün türlü çaplarından) VE YERDEN (Birinden diğerine) NÜFUZ EDEBİLİRSENİZ EDİN. BİLİNİZ Kİ SULTANSIZ ÇIKAMAZSINIZ. ÖYLEYSE RABBİNİZİN HANGİ KUDRETİNİ YALANLAYABİLİRSİNİZ? SULTANSIZ NÜFUZ EDERSENİZ, ÜZERİNİZE ŞUVAZ (Dumansız alevli ateş olan kozmik ışınlar ve zararlı elektromanyetik radyasyon) İLE NUHAS (İyonize kozmik atom çekirdekleri, baryonlar) SAĞANAĞI BOŞANIR (ki) BUNU (Sultansız) BAŞARAMAZSINIZ. ÖYLEYSE RABBİNİZİN HANGİ KUDRETİNİ YALANLAYABİLİRSİNİZ?”

Ayette, Allah’ın kudret ve nimeti İKİLİSİ bildirmektedir:

1. Çekim dolayısı ile kurtulma hızının bir SULTAN KUVVET olduğu…

2. Atmosferin katmanları olduğu ve koruyucu tavanın ötesinde de KORUNMUŞ bir binek ile SULTAN GÜCÜN sağlandığı…

Rahman suresi baştan sona, hep “KUR’AN ÇİFTLERİNİN” yani “İkililerin” sırrını taşır. Cin-İnsan ikilisi, Gök-Yer kuturları (Çapları) Nuhas-Şuvaz, bir çift sultan güç, güç ve kuvvet ikilileri gibi…

KRİPTOLOJİK BİLGİLER-C

Page 67: 97349158-ArzArs-Mirac-1

RAHMAN VE ATMOSFER

Rahman suresi, beslemeden başlayarak en son ayetine kadar ÇİFTLERİN sırrını verir. Rahman-Rahim çiftini, birinci ayetteki “Rahman ve kelamı olan KUR’AN çifti” izler. 3. ayet, Cinden sonra insan ikilisini, 4. ayet iki türlü beyan (Kitap-Hitap) olduğunu, 5. ayet Güneş-Ay ikilisini, 6. ayet Ot-Ağaç biyolojik ikili tasnifini, 7. ayet Yer-Gök ayrışmasını ve terazisinin iki kefesini, 8. ve 9. ayetler yaratıkların çiftler olduğunu da onuncu ayet ile bildirmektedir.

11. ayette meyve ve (dişli-erkekli hurma) ağaçlarını, 12. ayette Eğrelti otu gibi çiçeksiz Saman-Ot ilişkisini (Yaş-Kuru olayı ki yosunlar da yaş gruba girmektedir.) ve çiçekli bitkiler biyolojik tasnifini haber verip, 13. ayetten itibaren 31 kez “Rabbinizin hangi nimetini (kudretini) yalanlayabilirsiniz?” diye sormaktadır.

İnsan ve Cin çiftleri de 15. ve 16. ayetlerde anlatılır. (Yecüc-Mecüc ile benzerliğimiz neyse, Cin-Şeytan cinsleri de bir çift benzer alt ırktır.)

17. ayet, Rabbimizin iki doğunun ve iki batının da Rabbi olduğunu; 19. ve 20. ayetler “İki denizi” bir engelle ayırdığını, 22. ayet denizden İNCİ ve MERCAN ikilisinin çıkarıldığını, 24. ayet denizde DAĞ-GEMİ ikilisinin ilişkilerini (Buzdağları ile çarpışma Titanic gibi) faciaları Aysberglerin suda yüzdüğünü dağ büyüklüğünde gemiler yapılacağı, hem de dağların da buzdağı olarak yüzebileceği, teknoloji ilerlediğinde “Buzdağlarının yüzdürülüp büyük Sahra gibi çöllere yanaştırılarak, eritilip göller dolusu tatlı su elde edileceğini de bildirmektedir.

26. ayet, şimdiki yaratılışımızın “Gelip-Geçici” olduğunu, yani İKİ KEZ yaratılacağımızı, iki kez öleceğimizi bildirmektedir. 27. ayet Yücelik-Celal ve nimet ikramı Rabbimizin kalıcı, baki ebedi oluşunu 29. YER ve GÖK çifti yaratıklara nimetlerini ikram ettiğini 31. ayet, Cinler ve insanların sorumluluğunu, 33. ayet de bir önce sunduğumuz çiftleri ortaya koymaktadır.

37. ayet (Kızarmış bir gül örneği) çıplak tekilliğin göğü İKİYE YARACAĞINI anlatmaktadır. Devamı ise yine Cin-İnsan ikilisine yöneliktir.

41. ayette günahkârların ve sevaplıların İKİ AYRI BİÇİMİ olacağı, günahkârların “Alın ve ayaklarından” yani tepe ve tırnaklarından çifte kavranacağını, 43. ayet Cinlerin ve insanların İKİ ayrı cehennemi olduğunu, 44. ayet Cehennemin alev ve kaynar eriyikler İKİLİSİNDEN tutuştuğunu, bildirmektedir.

46. ayet İKİ Cennetin olduğunu; 48. ayet İKİ türde nimet ağacı olduğunu 50. ayet orada İKİ kaynak olduğunu, 52. ayet Her meyvede İKİ TÜR olduğunu iki Cennet iki tür Tat, 56. ayet biri dünya kadını (Toprak) diğeri Cennet kadını (Huri=Su) yalıtılışlı iki tür dişi cinsi olduğunu, 58. ayet o dişilerin Yakut (Toprak) ve Mercan (Su) ikilisi bir letafetleri olduğunu, bildirmektedir.

60. ayet ise iyiliğin mükâfatının yine iyilik olduğunu bildirerek, kötülüğün cezasının mutlak kötülük olmadığını, affedilerek iyiliğe çevrileceğini, fakat asla iyiliğin karşılığının kötülük olamayacağını bildirmektedir. Bu iyiliğin karşılığı da 62. ayetin sırrıdır: ”BU İKİ CENNETTEN BAŞKA İKİ CENNET DAHA VARDIR!” 64. ayet bu cennetlerin daha

Page 68: 97349158-ArzArs-Mirac-1

koyu yeşil (Açık ve koyu iki yeşil nüansı) ortamını bildirmektedir. 66. ayet bu öteki bir çift pınarı (kaynağı) olduğunu bildirerek sonlanır.

Rahman suresinin çiftler üzerine kurulduğuna ilişkin çok kısa bir açıklama verdikten sonra, şunu anlıyoruz ki, 31 çift nimet kudret SULTANI vardır. Kur’an 19 üzerine kuruludur ama Rahman’ın ayrıca 31 ve 67 asal sayı şifresi vardır. Yani bu tek asal sayılar üzerine kurulu “ÇİFT ÇİFTLER” vardır.

İLERİ BİLGİLER-13

ATMOSFER VE KATMANLARI

Öte yandan Kur’an tayf ve katmanlar sayısı 7 üzerine kuruludur. 7 gökten başka, 7 iç içe dünyadır ki, bunun en altı SİCCİN’dir. 7 göğün doruğu da göklerin bittiği İLİYYİN’dir.

Zahiri anlamda ise gerçekten yer 7 kattır (Ara katmanlarıyla 28 tanedir.) Yerkürenin içinde ağır metallerin çöküp soğumadıkları için eriyik halinde kaldığı ateşten denizler bulunmaktadır. Demir, nikel gibi en ağır metaller daha içte, Alüminyum, silisyum daha yukarıdadır Bunların ara kesitlerde (Yer felekleri) karıştığını, sonra en üstte yanardağının akıttığı lav (Magma) yani magnezyum katmanları ve ergimiş topak (silisyum) içerdiğini biliyoruz. Okyanuslar ve karalar, plakalar halinde (Altlarında dibi erimiş, yüzü soğumuş) kıta salları üzerinde yüzerler. Bunun üzerinde türlü kabuk katmanları vardır. 6 bin kilometrelik bu çap boyunca, bizler sadece elmanın kabuğundan daha ince bir su küre=Hidrosfer ve kaya küre=Litosferin bulunduğu bir ince felekte yaşarız.

Maden ocaklarındaki seviye altında yaşamak sıcak yüzünden ve yüksek dağlarımız üzerinde de yaşamak soğuk ve oksijen sıkıntısı nedeniyle imkânsızdır. Hayat, en fazla 6 km. ’ye kadar mümkün olmaktadır ki, buraya (Biyosfer) denmektedir.

Bu yükseklikten itibaren giderek oksijen azalır, nefes almak mümkün olmaz. Bu tabaka, üstümüzdeki “Koruyucu tavan”a kadar ulaşan trapez (Troposfer) katmanıdır. Su buharı (Bulut ve nem) yükseklerde güneşin, kızılötesi denen zararlı ışınlarını emerek durdurur ve koruyucu tavan işlevlerinden birini oluşturur. Hem de radyo dalgalarının uzaya kaçmasını önleyerek bize tekrar yansıyıp gelmesini sağlarlar. Böylece radyo dinlememiz mümkün olur. (Van Allen kuşakları)

Troposferin en üstünde ise, özellikle yanardağ püskürüğü bir toz tabakası vardır. O tabaka, oluşum sırasında yanardağ indifalarının küllerinin yeryüzünden hayatı silmemesi için yaratılmıştır. Bu toz tabakası, genetik olarak bitkileri, canlıları “Devleştirmekte” olan bir “Yukarı yeryüzü” gibidir, Kafdağı da bir anlamda burasıdır.

Onun üstünde ise koruyucu tavanların en önemlilerinden biri olan “OZON” tabakası gelmektedir. Koruyucu tavanın şimdiki yırtığı yüzünden zararlı ışınların süzülüp filtre edilmesi işlemi tehlikeye girmiştir. Oksijenin son limiti olan bu tabaka, dışarıdan gelen zararlı ışınları (O₃) molekülü oluşturarak durdurmaktadır. Şimdiki güncel yırtık yüzünden zararlı ışınlar (Kazif=Şeytanlara taş atmalar) Hasif (Göğün taşlanan şeytandan

Page 69: 97349158-ArzArs-Mirac-1

korumasında aleyhte açılan gedik) oluşturmaktadır.

ŞEKİL: 1

RİSKLİ GEDİK

Dünyadaki hayatı kozmik afetlere karşı koruyan Ozon tabakası korunma kalkanımızın ilkidir. Dünya Biyosferi denen hayat küremiz ve Cinlerin de salimen yaşamasını sağlayan Ozon zırhı milyarlarca yıldan beri Dünyamızı korumaktaydı. En büyük tahribi insan kendine yapmıştır. Uygarlığın nimetlerini külfetleri bizi Mor ötesi çok zararlı ışınlara karşı koruyan Ozon ambalajını yırtmıştır. Sprey (Aerosol) yapısında bulunan “Hidro-Fluoro-Karbon” bileşikleri ozon tabakasını önce inceltmiş sonra yırtmıştır. Dolayısıyla Güneş’ten gelen zararlı etkiler artık bu yırtığın olduğu yerden “İçeri buyur edilmektedir”. Resimde temsili olarak Dünya üzerindeki ozon yırtığı ve Güneş’ten gelen dehşetli bir alev kolu görülüyor. Olay yalnızca Güneşin zararlı etkileri değildir. Örneğin bir Süpernova patlaması Güneş’ten de kötü bir kozmik rüzgâr oluşturacaktır. Kozmik ışınları ve radyoaktiviteyi de dengeleyen ozon tabakası yırtığının sürüp sürmeyeceği, kendini onarıp onarmayacağı belli değildir. Ne var ki, sprey üretimi artan nüfus ve artan tüketici nedeniyle katlanarak artmaktadır.

Ozon özellikle morötesi denen kanserojen ışınları durdurmaktadır. Bunun sonucu türlü kanser (Özellikle çıplakların can attığı bronzluğun bedeli olan CİLT KANSERİ) ortaya çıkmaktadır. Kanser ve AIDS, çağımızın Dabbetlerinden olup, olağan bir hastalık değil; Mutant MESİH (Hilkat, yaratılış değişmesi) bozulması olayıdır. Yeryüzünde nükleer bomba denemelerinin (Ve kazaların) oluşturduğu bu kanserojen radyasyon, zaten uzayda HEP VARDIR. Dolayısıyla, ozon yırtığı, bir HİLKAT DEĞŞİMESİ yapacaktır. Nükleer bomba deneyleri ile aerosol (Sprey gazları) ise ozon tabakasını bir de alttan deldiği için, hem insanların hem iklimlerin hilkatinde değişme (MESİH) oluşmaktadır.

Ozonu ise stratosfer tabakası izlemekte ve türlü katmanlar halinde Mezosfer denen “Orta katmanlara” ulaşmaktadır. Bunlara harflerle de (Atomun enerji seviyelerine eşit bir) sıralama yapılmakta, ya da (İyonosfer örneğinde olduğu gibi) isim verilmektedir. Böylece 6. gök olan en dış tabakaya Egzosfere ulaşılmaktadır.

Yedinci tabaka ise henüz bulunan MAGNETOSFER olup, çevremizde manyetik akı

Page 70: 97349158-ArzArs-Mirac-1

kuşaklarından oluşan bir ZIRHtır. “Göğün korunmuş tavanının en üstü” burasıdır. Ay bile şemsiyemiz altında korunur.

İnsanoğlu şimdilik bu limiti geçecek bir teknolojiye sahip değildir. Çünkü “KOZMİK IŞINLAR” denen çok zararlı, çok girgin ışın bulunmuştur. Kozmik ışınların kaynağı, önceki anlayışla Güneş sanılıyordu. Ne var ki Güneş bile bu şiddetli ışını yaratacak güce sahip değildir. Böylece kozmik ışınların bir kaynağı olmadığı, durup dururken adeta yoktan var olduğu ya da bir başka yerden “Nakledildiği” kaynağının belirsiz, her nokta olduğu anlaşılmıştır.

İşte bu kozmik ışınların dünyayı bombardıman etmesini MAGNETOSFER önlemektedir. Kozmik ışınlar manyetik akılara yakalandıkları için frenlenirler ve zararlarını biraz olsun azaltırlar. Onlara “Kozmik primer” denmektedir ki, Kur’an’daki adıyla kozmik primerler, ŞIHAB’lardır. “Şeytana taş atmalar” diye bildirilen ve ismen verilen ŞIHABLARI, önceki bandımızın ciltlerinde sunmuştum.

Kozmik primerler, magnetosferden, bize gelene kadar törpülenirler ve daha az zararlı olan “KOZMİK SEKONDERLER” halinde yan ürünler oluştururlar. Bu da Kur’an’da Rahman Suresinin “ŞUVAZ”ladır. Dolayısıyla, bilimin kozmik ışın dediği ve primer ile sekonder diye iki aşamada tanımladığı kâinat ışınlarının haberciliğini, yine mübarek ayetler “ŞİHAB VE ŞUVAZ” diye önceden haber vermiştir.

Şihabın şuvaz halinde gelmesi yani kozmik primerin kozmik sekonder olması sırasında bilimin SAĞANAK (Shower) adını verdiği törpülenme olayı oluşur ki, bunu da Rahman suresinin sunduğumuz ayetleri içinde AYNEN SAĞANAK BOŞALMASI biçiminde okuduk. Ayrıca kozmik ışınların yine de yere (ve hatta yer altına) sızmaları NÜFUZ diye yine önceden haber verilmiştir. Dolayısıyla YERYÜZÜ DE, KORUYUCU TABAN olmaktadır.

Page 71: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ŞEKİL: 2

DÜNYANIN MANYETİK ZIRHI: Magnetosfer

Dünya sanki iki kutbu arasında bir mıknatıs varmış gibi manyetik akılarla kuşatılmıştır. Magnetosfer dünyanın dışındaki en büyük “Yeryüzüne bağlı” tabakadır Güneşin ve kozmik ışınların risklerini manyetik akılarından yakalar, böylece ışınlar dünyamıza ulaşmadan durdurulmuş olur. Hayat bu koruma ile başlatılmıştır. Kur’an da Magnetosfer, Ozon tabakası gibi “Güneş rüzgârı” etkisindedir. Bu üflenti nedeniyle, magnetosferin Güneş’e bakan yüzünde basıklık, yani akı sıkışması vardır. Bunun tersine olan yüzü ise tam serbest kalır. Bu iç içe kabuk biçimindeki görünmez manyetik kabukların her bir tabakası zararlı ışınları ve parçacıkları yakalayıp bir alta geçirmezler. Böylece her tabaka bir yoğunluk oluşturur. İşte bu yoğunluklara bulucusunun adıyla Van Allen kuşakları denir. Bize en yakın kuşak Dünyadan dört bin km; ikinci kuşak 16 bin km yüksekte olup 30 bin km’ye kadar etkisini gösterir. Magnetometre ölçümlerine göre dünyamız tam bir mıknatıs özelliği gösterir. Kuzey kutbundan çıkan akılar Güney kutbundan yutulur. Manyetik çizgileri izleyerek göçmen kuşların yönlerini buldukları ileri sürülmüştür. Yine bu manyetik alanın nedeni dünyanın göbeğindeki demir nikel gibi beş Ferromanyetik elemente bağlanmıştır. Bu elementler dünyanın merkezinde “Dinamo etkisi” yapmaktadır.

Kozmik primerler törpülenirken, sağanaklar oluşturup sekonder (Şuvaz) haline gelirler ve tali-yan ürünler oluştururlar. Bunların yan ürünlerinden biri de ultra-kısa morötesi dalgalar olup, Ozon tabakasında tutulur ve bizler salimen “Korunmuş tavan, güvenceli kubbe” altında yaşamamızı sürdürürüz. Kozmik ışınlar, iyonosfere girdiğinde, buradaki atmosfer atomları İYONİZE olarak onları tutarken, iki bilardo topunun çarpışması gibi, biri diğerini fırlatır. İşte bu kazif olayı da, aynı ayette “NUHAS=İyonize ve hızlandırılmış atom” diye bildirilmiştir. (Buna bakır tanecikleri meali verenler de haklıdır, çünkü Nuhas, bir elementin elektronlarının koparılmış, sükûnet bulana kadar tepkimeye girmiş rölâtivist hızlarla anlatılan metal-ametal çekirdekleridir.)

Bütün bu saydıklarımız, birer MİKROSKOBİK MERMİ’den başka bir şey değildir. Deler geçerler, hatta bunlardan birinin dünyaya düşmesi “Tunguska felaketini” aynen oluşturabilir. Üstelik insanlar gibi, CİNLERİ de öldürmektedir.

Kendiliğinden yanan insanlarla; Cinlerin MERDUT olup kendiliğinden yanmaları aynı şeydir:

Cinlerin gerek doğal ölüm biçimleri gerekse Hüddamcı denen kimselerce yakılması sonucu ölümleri vardır. Cinlerin yakılması alev ya da bildiğimiz ateş ile değil; tıpkı kendiliğinden tutuşan ve hiçbir kalıntı bırakmadan yanan insanlarımızın durumuyla aynı olan “Kozmik ışın” yakmasıdır. (Hüddamcı ya da Cindar ise, bu kozmik ışınlardan SİMYASAL olan birini “Çağırıp” mermi gibi çarptırdığını öne sürer.)

Hatırlanırsa, daha önceki bandımızda, bazı insanların elektromanyetik aşırı fırtınaya yakalanması, ya da bedensiz astronomi denen astral yolculukta, atmosfer dışına çıkıp orada bir kozmik şihab ile karşılaşması sonucu, kendiliğinden yanma kazaları olmaktadır. Bunun somut örnekleri “Philadelphia deneyinde” kendiliğinden tutuşan

Page 72: 97349158-ArzArs-Mirac-1

(deneylenmiş) tayfalardan bir kısmının alev almasıyla da gözlenmiş ve tutanaklara geçmiştir.

Gökler Cinlere yasaklanmıştır: Bunun Kur’an’da birçok ayet bildirmektedir. (Gökte şeytanlara taş=Şuvaz, nuhas atılması ile göğün taşlanan şeytandan korunması, Mele-i alaya kulak misafiri olan cinlerin yakıcı Şıhablarla kovalanmaları gibi) Cinlerin bedeni ile ortak bir bedenimiz vardır: Buna nefsimiz ya da onun göstergesi olan “Biyoelektromanyetik-enerji kalıbı beden” diyoruz ki, bunu da Kirlian fotoğrafçılığı görüntülemektedir. Dolayısıyla bir Cinin bu bedeniyle gökte yukarı çıkması ile bir insanın (trans halinde) ASTRAL yolculuk yapması AYNI şeydir ve AYNI TEHLİKELERE açıktır, her ikisi de aynı mekanizmayla kendiliklerinden alev alırlar. Çünkü beden olarak (Düğüm noktası) yeryüzünde; fakat bilinç-beden olarak (Karın noktası) atmosfer dışındadırlar: Bedenleri, “dışarı” taşınmıştır ve dolayısıyla, kozmik bir ışın (Şıhab, şuvaz, Nuhas) onlara isabet ederek, “Yeryüzüne” sığınsalar bile “Kovaladığı” için yakmıştır.

Kendiliğinden yananların kesinlikle, diğer yangınlarda yananlara benzemeyen bir görüntüsü vardır. Kemik, et vb. gibi HİÇ BİR ORGANİK artık bırakmadan KOMPLİKE YANARLAR ve yok olurlar.

Cinlerin de böyle olağan bir yanma biçimleri vardır. Onlar böyle ölürler. Maddi bedenin yanması “KOZMİK SEKONDER” bir yanıştır, fakat Kirlian bedenin (Aura, esiri gövde, Biyoelektromanyetik enerji-beden) yanması “KOZMİK PRİMER” bir yanış biçimidir ki, işte buna şaşmaktayız. Bu yanış, ışık saçaklı bedenimizin çok yüksek bir Şıhab işareti alarak, vital (Hayati) yanının tutuşması ve yitmesi, cinlerle aynı eceli paylaşmaktadır. İşte bu da ileri bir anlamda “Güç ve Kuvvetin ATMAKTA” olduğunun delilidir. Lazer ışını gibi delici ve girgin bu şıhablar enerji bedeni öldürdüğü için, bunun peşinden maddi bedeni de yakmakta, daha doğrusu birlikte alev alarak ve hiçbir organik iz bırakmadan tutuşup-bitmektedirler.

Morötesi, röntgen ve Lazer gibi “LUXON” teknolojisinden de daha girgin yani NÜFUZ edici bu İSABET mekanizması kozmik (Hiperonik, baryonik, nükleonik) yükün iki mislidir ki, hiçbir yük doğada tam sayı olarak biri geçmemelidir. Spin denen dönüleri de 3/2 gibi üstün değerler vermektedir. Kendileri ışık ya da tanecik değil; REZONANS (Delta ya da Nü serisi) birimleridir. Bunların NÜFUZU (Sızma, geçirgenliğe gerginliği, içeri işlemesi) her messammata nüfuz edebilen Cinlerden bile çok üsttedir. Cinlere de nüfuz ederek, onları rahatlıkla tutuşturmaktadır.

Bu şiddetli ışınlar, ışık hızının %99’u hızdadır. Yani cinlerle eşit hızdadır. Bu nedenle de cinler, Şıhab, şuvaz ve nuhaslarla HER AN ve eşzamanlı olarak tehdit altındadır. Oysa insan için bu tehdit kaldırılmıştır. Çünkü biz o parçacık ya da ışınların (ışık hızına yakın hızda olmasıyla “Katı rölâtivist bölgede, sonsuz genleşmiş zaman birimi”) dışında kalmakla, rölativiteyi hissedememekteyiz. Dolayısıyla kozmik bu ışınlarla eş-zamanlı olmadığımızdan, bize ŞIHAB isabet etmemektedir. Yani saniyenin milyarda birinden de kısa zamanda doğup-ölen bu rezonanslar bize etkileyecek ZAMAN bulamamakta, fakat Cinlere “Rahatlıkla etkileyecek” zamanı bulabilmektedirler. Gökler bu nedenle cinlere yasak; insanlara “SERBEST”tir. Eğer bilincimiz, yani Kirlian beden ile eşleyen içsel yapımız söz konusu olursa, o zaman cinlerin başına gelen ölüm bizim de ender olarak başımıza gelir ve tutuşturur.

Page 73: 97349158-ArzArs-Mirac-1

(*) Bu konuları Can-İnsan ve Cin-Şeytan isimli bantlarımızda iyice işleyeceğiz.

ŞEKİL: 3

İLERİ BİLGİLER-14

“SULTAN GÜÇ,

SULTAN KUVVET”

”EY CİN VE İNSAN TOPLUMLARI GÖĞÜN ÇAPLARINDAN VE YERDEN (diğerine) NÜFUZ EDEBİLİRSENİZ EDİN. BİLİNİZ Kİ SULTANSIZ NÜFUZ EDEMEZSİNİZ.” (Rahman-33)

“SULTANSIZ NÜFUZ EDERSENİZ, ÜZERİNİZE ŞUVAZ (Kozmik sekonder) İLE NUHAS (İyonize tanecikler) SAĞANAĞI BOŞANIR (Kİ) BUNU BAŞARAMAZSINIZ.” (Rahman-35)

Ayetler, 14 yüzyıl önceden bizlere, atmosferin üst katlarını bildirmekte, bunları bir gün (ŞİMDİ) insanoğlunun keşfedeceğine ve bu katların yakıcı kozmik ışın etkisinde olduğuna habercidir. Işınların girgin, yakıcı olduğunu (Kendiliğinden yanan insanlar ve tutuşan Philadelphia deneyi tayfalarını hatırlayınız.) Cin ve insanları öldüreceğini açıkça anlatmakta, kozmik primerler (ŞİHAB) sekonderler, (ŞUVAZ) hiperon denen nükeonlar (NUHAS) ile tavan arasının dolu olduğunu belirtmektedir.

İkinci anlamda da insanların göklere, uzaya çıkması için gereken kurtulma kuvveti ile ATMAK (Fırlatmak) gücünü sağladığımızda bu SULTAN ÇİFT sayesinde uzaya çıkabileceğimizi gösteriyor ki, çıkılmıştır!

İnsanın uzayın içine, derinliklerine işlemesi (NÜFUZ) başarılmıştır. İnsan “Katmandan

Page 74: 97349158-ArzArs-Mirac-1

katmana” (roket evrimleri, atıcılık tarihçesi itibariyle) BİNDİRİLMİŞTİR.

Bindirilmiştir, çünkü “Yüklenmiş binekler” ile “tabakadan tabakaya nüfuz ederek” çıkmıştır. Bize bu zararlı ışınlardan nasıl kurtulacağımız korunacağımız ayrıca uzay gemimizin BİÇİMİ tanımlanmıştır.

Çünkü SULTAN aracımız, korunmuş bir taşıt, soyutlanmış bir binek olup, üstelik YÖRÜNGE HESAPLARINI da evrenden kopya çekerek, SEYRETMEKTE=YÜZMEKTE’dir.

İnsanoğlunun balığı taklit ederek gemiciliği; kuşu taklit ederek havacılığı bulması neyse, gezegenleri taklit ederek “YÖRÜNGE HESAPLARINI” bulması da odur.

Türlü yörüngeler vardır: Kimi kuyruklu yıldızlar ve göktaşlarıyla ilgili ayetlerdeki gibi hiperbolik, paraboliktir. Kimi de küçük gezegenler gibi eliptik (FELEK BUDUR!) ve buna yakın dairesel yörüngelerdir. Onların doğal hesapları ile bizim YAPAY UYDULARIMIZIN yörünge hesapları TIPATIP AYNIDIR!

Zariyet-7. ayet doğrudan “Uydu yörüngelerini” bildirmektedir. Bunlar yerden kutrumla hızından küçük, eşit büyük (Eliptik) ve uzayda yol alan bütün rotaları kapsamaktadır. Ayet daha içreci anlamda doğrudan TÜNELLERİ haber verir.

Sebe-2. ve Hadid-4. ayetler ise yeryüzüne inen, yeryüzünden çıkan, gökten inen ve göğe yükselen her şeyi Rabbimizin bildiğini açıklar ki, bu da ileri ve Cifirsel tefsirle yine uzaya gidip-geleceğimizi, uzayda MEKİK dokuyacağımızı yanında ileri anlamlarda “Tünelleri” sunmaktadır.

En’am-125. ayet ise İnsanoğlunun göğe çıkmayı tadacağını açıklar:

“… SANKİ GÖK İÇİNDEN ÇIKARTILMIŞ GİBİ OLUR!”

İnsanoğlunun keşfetmeyeceği, yani tatmayacağı, bilmediği bir şeye niçin örnek verilsin? Ayet gelecekte, insan zürriyetinin “Semaya çıkacağını”, oradaki yalnızlık duygusunun yanında havasızlık duygusunu yaşayacağını bildirmektedir. En basit tefsir ile atmosferimizin üst katmanlarında “Oksijen yetersizliği” yine ileri tefsir ile de TÜNELLERE habercilik yapmaktadır.

Hacc-31. ayet ise insanoğlunun uzaya çıkacağını, MEKİK dokuyarak geriye döneceğini açıkça bildiriyor:

“KİM ALLAH’A EŞ KOŞARSA, SANKİ O GÖKTEN DÜŞMÜŞ GİBİDİR!”

Gökten düşmek için “Önce göğe çıkmış olmak” gerekmez mi? Kur’an yalnızca insanın tadacağı, bileceği, bulacağı ve Allah’ın vereceği şeyleri kapsar. Bunun dışındakiler, “GAYB ÂLEMİ” ve Levhi Mahfuz içine indirilmemiş olarak saklıdır. O halde insanın uzay trafiğini ve uzay kazalarını bu ayetten kavrıyoruz.

Sultan güç, dünyanın kifatı (Kurtulma hızı) üstesinden gelen ivmelendirici her araçtır. Aktarıssemavat ise, üzerimizde bulunan gök katmanlarının, atmosfer tabakalarının kuturları (Çapları) olduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla her tabakanın ayrı bir kutru vardır, ayrı çap değerlerine sahiptir. Örneğin magnetosfer, düzgün değildir. Dünyanın güneşe bakan yanında daha basık, ters yönde ise geniştir. Bu sanki bir fasulye tanesi ya da böbreğe benzer.

Page 75: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Sultan güç bir taşıttır aynı zamanda: Uzay modüllerimizin dev roketleri bu Sultan gücün yüzeysel (Afakî) bir göstergesidir. İnsanoğluna böyle bir teknolojiyi vaat eden Rabbimiz, bu nimetimizin hangi nankör görüşle yalanlanabileceğini 31 kez soruyor.

Eğer, bir uzay modülünü korugan biçimde ve atmosferdeki (termosfer) ısınmaya karşı dayanıklı bir teknoloji ile yapamazsak, kaçınılmaz uzay kazalarının olacağını haber alıyoruz. Bunlar cinleri yakan kozmik primer şıhaplar değil; kozmik sekonder ışınlar olan ŞUVAZ’lardır. Yine aynı bölgede, atmosferimizin moleküllerine çarpan bu kozmik ışınlar, molekülleri iyonize etmekte, elektron kopartmaktadır. Dolayısıyla iyonosfer, GİZİL ISI (Spestifik olup da yakmayan yüksek ısı) içermektedir. İşte bu, uzay aracının, yere dönüşü sırasında, atmosfer ile sürtüşüp, aşırı ısınıp, akkor hale gelmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla dünyaya geri dönen araçlar, atmosferimize 11 derecelik bir eğilim açısıyla girmekte ve kurtulabilmektedir. Eğer bu açı, yarım derece saparsa, uzay taşıtı akkor hale gelir tutuşur, izi bile kalmaz. Aynı koruyucu tavan, meteorları da böyle parçalayıp yok etmektedir. Sadece 11 derecelik bir eğimli (Kifat) girmemiz bize yaşama şansı tanıdığına göre, bu da SULTAN bir gücün iznidir.

Üzerimize iyonize edilmiş protonların sağanağı, yani boşalması ile kozmik ışınların yerde deneylendiği sağanak (Shower) parçacıkları HABER verilmiştir. Dolayısıyla bu Sultan güçlere baktığımızda, Rabbimizin hiçbir nimetini yalanlayacak halimiz kalmamalıdır.

Sultan gücün, korunmuş, izole edilmiş, dayanıklı, hızlı, roket biçiminde olduğunu anlıyoruz. Silta=Uzun ince ok demektir. Sultan ise saltanat sahibi, yönetmen demektir (ki astronotiks pilotluğu anlamı da ortaya çıkar.)

Bu ayetlerle, insanoğlunun “Uzaya çıkacağını, bu risklere karşı BİNEK yapabileceğini” anlıyoruz.

Sultan gücün bütün katmanlar boyunca her kaz için ayrı bir karşılığı vardır. Atmosfer içinde “KURTULMA HIZI” sultan güçtür. Daha sonra “Korunmuş tavan, manyetik zırh olan” (Enbiya-32) bölgede onu bekleyen kozmik tehlikeler vardır ve bunların üstesinden gelen teknoloji de bir SULTAN GÜÇ’tür.

Yörünge hesapları da bir sultan güçtür, çünkü bilgi işidir. Yasin-38’de uzaydaki her şeyin kendine özgü bir yörüngesi olduğu, Zariyat-7’de bu yörüngeler arasında biz SULTANLARIN rotası olduğunu bildirmektedir. Örneğin, Ay’a gitmek için, Ay’a varacağımız gün, onun nerede olacağını hesaplayarak, Ay’dan başka bir yere gideriz ve sonra biz oraya ulaştığımızda, Ay da bizimle buluşur.

İLERİ BİLGİLER-15

YASİN’İN KALBİNDEKİ ASTRONOMİ

Yan bilgilerimize başlarken, Yasin Suresinin “Cifirsel” yorumuna girmiş ve Yasin’in Kur’an’ın kalbi olduğunu! Yasin’in kalbinin ise 37 ila 46 arası ayetler olduğunu açıklamıştık. Bu ayetlerden anlaşıldığı üzere, insanoğlunun uzay serüveni Yasin’in

Page 76: 97349158-ArzArs-Mirac-1

kalbinde atmaktadır.

Yasin’in TAM ORTASI 41. ve 42. ayetler olup, bunun önceki dört ayeti ile sonraki dört ayeti, birbirini TERAZİLER! Yani “İki kefenin dengesine” dayanır. Mizan’ın (Terazi) sırrı ise Rahman Suresinin 7. , 8. , 9. ayetlerinde ve Mutaffifin suresi 1. , 2. , 3. ayetlerdir. Bu ayetler aynı zamanda “Terazi burcunun Venüs’ün ve vücudumuzdaki ikiz organlarımızın (Bademcik, böbrek, yumurtalık çifti ve testis çifti) yönetmenidir.

Yasin’in kalbindeki terazinin her iki “kefesi” de kolay bozulan fakat kararlı dengede kalırlar. Bu bir çift “Kefe’nin birincisi “Yasin’in 37. , 38. , 39. , 40. ayetleri; denge göstergesi 41./42. ayetler ve diğer kefe ile 43. , 44. , 45. , 46. ayetlerdir.

Terazinin birinci kefesinin cifirsel ilgilisi “Rahman Suresi”dir. İkinci kefe ise İnşikak suresidir. Bu ilişkiyi, özel ayetlerin aynı melek ismini vermesinden anlarız. Örneğin Rahman-5’deki “Güneş, Ay, muayyen bir hesapla döner” Yasin-38 ile eş anlamlıdır. Şimdi topluca, “Terazinin birinci kefesini” sunalım:

* “ONLARA GECE DE KUDRETİMİZİN BİR GÖSTERGESİDİR. BİZ ONDAN (Geceden) GÜNDÜZÜ SOYUP ÇIKARIRIZ, ONLAR HEMEN KARANLIĞA GİRERLER.” Yasin-37

* “GÜNEŞ DE KUDRETİMİZİN BİR GÖSTERGESİDİR Kİ, KARAR TUTACAĞI YERE KADAR YÜZER VE IŞIR. İŞTE BU ÂLİM OLAN (Allah) IN TAKDİRİDİR. (Ölçü koymasıdır.)” Yasin-38

* “BİZ AY’IN DA SEYRETMESİ İÇİN BİRTAKIM MENZİLLER TAYİN ETTİK Kİ HER TURUNUN SONUNDA KURU VE EĞRİ HURMA DALI GİBİ KALIR.” Yasin-39

* “NE GÜNEŞ AY’A YETİŞEBİLİR NE GECE GÜNDÜZÜ GEÇEBİLİR, HER BİR ŞEY KENDİ DAİRELERİNDE (Feleklerinde) YÜZERLER.” Yasin-40

Yasin’in kalbinin birinci kefesi bu ayetlerden oluşur. Yasin’in terazisinin “Denge göstergesi” ise aşağıdaki MERKEZİ iki ayettir:

* “ONLARIN ZÜRRİYETLERİNİ, YÜSKLENMİŞ BİNEKLERE TAŞITMAMIZ DA YİNE KUDRETİMİZİN BİR GÖSTERGESİDİR.” Yasin-41

Şimdi de Yasin’in Terazisinin “İkinci kefesinin” dört ayetini de topluca sunalım:

* “DİLESEYDİK BİZ ONLARI, TAŞITTAYKEN BOĞARDIK DA ONLAR İÇİN NE BİR KURTARICI BULUNURDU NE DE KENDİLERİ KURTULABİLİRLERDİ.” (Yasin-43)

* “ŞU KADAR Kİ, ACIDIĞIMIZDAN BİR ZAMANA KADAR GEÇİNMELERİ İÇİN ONLARI KURTARDIK.” (Yasin-44)

* “ONLARA, ‘MERHAMET OLUNMANIZ İÇİN ÖNLERİNİZDE, ARKALARINIZDA OLAN AFETLERDEN SAKININ’ DENDİĞİNDE YÜZ ÇEVİRİRLER.” (Yasin-45)

* “ONLARA RABLERİNDEN HİÇ BİR DELİL VE GÖSTERGE (Hüccet) GELMEZ Kİ ONDAN YÜZ ÇEVİRMEMİŞ OLMASINLAR! (Daha önce de hep yüz çevirmişlerdi.) (Yasin-46)

Böylece Yasin’in kalbinin “İnsanoğlunun astronotluğunun sırrını” taşıdığını anlıyoruz. Terazinin birinci kefesinde “İnsanoğlunun uzay fethetme başarıları” ve ikinci kefesinde de (Buna şükredilmesi ile birlikte, kaçınılmaz uzay kazaları gibi) başarısızlıkları

Page 77: 97349158-ArzArs-Mirac-1

bildirilmektedir.

53. ayet, klasik anlamda Hz. Nuh’un kavminin suda boğulmasına neden olan “Oksijensizliğin” uzaydaki (Havasız yerlerde olduğu gibi) boğulmayla aynı olduğunu bildirmektedir. Uzayda 30 kadar astronotun ölmesine neden olan kazaların bir kısmı infilak bile olsa, sonuçta “Boğulmak” nedeniyle ölümler ortaya çıkmıştır. Kozmik hasar alan uzay araçlarının oksijen yitirmeleri sonucu kaza ne kadar hafif olursa olsun “Boğulmaya” mahkûm olduklarını duymuş olmalıyız. Onlara, ne yerden bir kurtarıcı ekip gönderilebilmiş, ne de kendi imkânlarıyla kurtulabilmişlerdir ki, 43. ayet bunu açıkça anlatmaktadır. Eğer her uzay yolcusu boğularak ölseydi, uzay konusu daha baştan kapanmış olacaktı. Fakat ayet, “Dileseydik biz onları taşıttayken boğardık” diye bildirdiğinden, bazı kazalara rağmen uzay insan için serbest bırakılmıştır. İnsanoğlu her kaza için daha iyi önlemler almıştır. Ama ileride daha “Sultan güç”ler aramak zorundadır.

Bundan sonraki uzay faaliyetlerinde de benzeri kazaların olacağı 44. ayet ile anlatılmış bir kısım kazazedenin ise Allah’ın izniyle kurtarılabileceği bildirilmiştir. Bütün bunları bir “Yorum” olarak değil; yine doğrudan Cifir sonucu sunmaktayım sevgideğer okurlar…

Çünkü bu ayetler, Bakara suresinin 255. ayeti (ayetel Kürsi)nin de ikizidir. Ayetel Kursinin birinci pasajı ile İhlâs suresi kardeştirler. İkinci bölüm ise sunduğumuz ayetlerle kardeş olup, şöyledir:

* “ONUN İZNİ OLMADIKÇA, KİM ONUN NEZDİNDE KURTARICI OLABİLİR? O (Allah, onların) ÖNLERİNDEKİLERİNİ ARKALARINDAKİNİ BİLİR.”

Şimdi, okuyucu Ayetel Kürsi’nin bu pasajı ile Yasin’in 43. , 44. ve 45. ayetlerinin KARDEŞ olduğunu sezecektir:

* “DİLESEYDİK BİZ ONLARI, BİNEKLERİNDE BOĞARDIK DA, ONLAR İÇİN NE BİR KURTARICI BULUNURDU, NE DE KENDİLERİ KURTULABİLİRLERDİ. ŞU KADAR Kİ ACIDIĞIMIZDAN BİR ZAMANA KADAR GEÇİNMELERİ İÇİN ONLARI KURTARDIK. ONLARA ‘ACINMANIZ İÇİN ÖNLERİNİZDE, ARKALARINIZDA OLAN AFETLERDEN SAKININ’DENDİĞİNDE YÜZ ÇEVİRİRLER.”

Bu kardeş anlamların ikisi birden “Allah’ın izni olmaksızın, kimsenin ne kendini kurtarmasının ne de bir kurtarıcı (Şefaat edici) bulmasının mümkün olmayacağı bildirilmiştir. Burada da en büyük SULTAN GÜÇ VE KUVVET en büyük şefaatçinin Rabbimiz olduğu ortaya çıkar. O “İzin verince, bir sorun kalmamakta”dır. İzni ise bir SULTAN GÜÇ ve KUVVET teknolojisiyledir. Her çağın ya da bir teknolojinin etaplarının (Örneğin ok, mermi, roket aşaması gibi) bir SULTAN karşılığı vardır.

Yine her iki Surede de Rabbimiz “Önlerindekileri ve arkalarındakileri de MUTLAK bildiğini” yinelemiştir. Ön ve Arka terimi pek çok derin anlamlar taşımaktadır. Açıktaki ve gizlinin bilinmesi de en önce aklımıza gelir. Bunun yanında öğretimizin tespitleri de önemli olabilir.

Ön ve Arka, aslında dört yönün şifresidir. Nasıl ki Sağ=Meymene ve aynı zamanda “Güney” sayılmışsa; yine Sol=Meşeme, şimal yani “KUZEY”dir. O halde Kuzey-Güneyi yanımıza aldığımızda ön ve arkamız Rahman Suresinde “İki doğu ve iki batı” ile dört yönü oluşturmaktadır. Arapçada, ayak bastığımız yer=Arz ve bunun dışında kalan

Page 78: 97349158-ArzArs-Mirac-1

gök=sema olduğundan Taban-Tavan ilişkisi ortaya çıkar. Taban (Arz), Esfeli safilin ve Siccin ile “Aşağılanırken”; Tavan (Sema), Melei Ala, İliyyin diye mübarek edilir. (Taban, Tavan ve dört yön bize “6 yüzlü bir küpün hacmini” vermektedir.)

Taban yerçekimi ile ilgilidir. Bu yeryüzü ya da bir gezegen yüzeyi olduğu kadar, tıpkı “Santrifüj rotalarda” olduğu gibi, hızlı dönmenin etkisiyle oluşan yapay bir yerçekimi ile yan duvara yapışmamız yerçekimini yenmemiz anlamına da gelir. O zaman aşağı ve yukarı kavramı karışır. Zaten ÇEKİMİN olmadığı UZAYDA, yön duygusu yoktur. Birbirine ters duran iki astronotun hangisinin baş aşağı olduğu anlaşılamaz. Ya da motorları duran bir uzay aracında “Aşağı-Yukarı” hissi kaybolur. Ne zaman ki motorlar çalışır da ayağı ”Yere basarsa” orası taban, bunun tersi ise tavan olur. Böylece yine “Yukarı ve Aşağı” kavramı karışıp, rölatif olur. Ön ve arka terimleri yer değiştirir ve veya boşlukta ön-arka duygusu da yok olur. Hangi tarafa dönerse orası “Önü”; tersi de arkasıdır ki, bunlar rölatiftir. Aslında “UZAYDA ÇEKİMSİZ ALANDA YÖN YOKTUR.” Bu nedenle küre, uzay için “İdeal bir biçim”dir. Çünkü kürenin de önü-arkası, yukarı-aşağısı, sağı-solu yoktur.

Ayetteki “Önündekiler ve arkalarındakiler” anlatımı, çekimsiz uzaydaki yön duygusunun kaybolması, her yönün bir olmasıdır. Dolayısıyla, evrenin kendisi de “Her yönü bilenmiş” bir Vahdaniyet benzerindedir. Uzaya hangi yönden bakılırsa bakılsın, iki özelliği fark edilir:

İLERİ BİLGİLER-16

ASTRONOTA’A “YASİN” GÜVENCESİ

* Uzay ince yapısı türdeştir. (Homojen, üniform) Yani evrende her şey aynı birimlerin aynı değeri taşımasından kurulmuştur.

* Uzay izotroptur: Uzaya hangi doğrultudan bakılırsa bakılsın, her yönde aynı görünür.

“Ön ve arkanın” aynılanmasının nedeni, “Kaynağı belli olmayan” TÜNEL SÜRECİ ile ilgilidir. Kozmik ışınların kaynağı belli değildir: Kozmik ışınların kaynağı belli değildir: bunlara Şıhab, Şuvaz ve nuhas olarak önceden değinmiştik. Kozmik ışınlar, herhangi bir zamanda, herhangi bir noktadan ortaya çıkarlar. Çünkü dördüncü mekân boyutuna saklı olan tünellerine gizlenmişlerdir. Yeri gelince spin yaparak “Madde dünyasına” ATICILIK sembolü olarak girerler, şeytanları taşlarlar, yakarlar.

Görüldüğü gibi 1400 yıl önceden “İzotropi, türdeşlik ve Tünel süreci” bildirilmiştir. Ama insanoğlunun izotropiyi (Evrenin hangi doğrultudan bakılırsa bakılsın aynı görünmesi, her yönün aynı olmasını) bulması henüz 1965 yılında başarılmıştır.

Tünellerin bulunması bundan daha sonradır: Bilindiği gibi, tünel süreci, belirsizlik ilkesinin bir sonucudur. Radyoaktif bir çift atomun yarı ömrü dolunca, tünel uzanarak bir atomu yutar ve kaybeder. Kuantların ardındaki bu tünel bir yıldızın da ardında vardır: Karadelik tüneli ile Uranyum atomunun ardındaki mikro tünel AYNI şeydir.

Page 79: 97349158-ArzArs-Mirac-1

* Bundan başka sonsuz ötesindeki “Elif noktası” da tünellerin üstündeki mekânda yer alır. Tüneller Süper Uzayda (Misal âleminin alt katında) ve Elif noktaları ise Hiper Uzayda (Misal âleminin üst katında) yer alırlar.

* Kuantum teoreminde BÜTÜNLÜK (Tümellik) ilkesi vardır: Buna göre, kuantlar arasında bir uzaklık, ayrılık bulunmaz. Uzak ile yakın; arka ile ön arasında HİÇ BİR mesafe yoktur, her şey “Evren çapında BİRDİR.”

“Öndekiler ve arkadakiler” terimi, Afak (Obje) ve Enfüs (Sübje) olaylarının da şifresidir. Örneğin, sesli söylediğimiz (Afakî) her konuşmayı “Yazıcı=Recorder meleklerimiz” kayda geçer. Melekler her söylediğimizi mutlaka teypler, öğrenmiş olur, sırrımızı paylaşırlar.

Fakat söylemediğimizi, içimizden geçirdiğimizi onlar bilemez. (Nitekim çok sevdikleri ve öğrencisi oldukları İblis’in de “İçinden geçenleri” bilemediklerinden yanılgıya düşmüşlerdi.) Çünkü Rabbimiz içimizdekini de bilir. Ama melek bunu bilip de kayda geçemez. Dolayısıyla söylemediğimiz, içimizden gizlice ya da art niyetle sinsice geçirdiğimiz her düşüncemiz, kayda ve zapta geçmemiş olmasına rağmen Rabbimizin bildiği her şey “ARKAMIZ” sayılmaktadır. Şahitlerimizin sesli kayıtları da “ÖNÜMÜZDEKİLER”dir.

“Öndekiler ve Arkadakiler” aynı zamanda, bir ZAMAN SIRALAMASI, Zürriyet denen kuşaklar arası ardışık ve nedensel olmayan bağlantılardır: Önümüzde GELECEK vardır; arkamızda ise “GEÇMİŞ” bulunmaktadır. “Ehli zürriyetin ZAMAN YOLCULUĞU” da bu ayetlerde, daha ileri çağlara seslenmektedir.

(*) “Zaman yolculuğu” çok başka bir teknolojidir. Önce, uzay aracımızın ışık hızına ulaşması gerekmektedir ki, bunu sağlayan SULTAN GÜÇ, (Manyetik şişe de denen) Foton tepkimeli bir roket tasarımıdır. Bu roketin egzozunda maddi ve antimaddi (eşlenik) bir çift kritik yakıt bulunur. Bunlar serbest bırakılınca, birbirilerini YOK ederler ve roketli ışık hızına ulaştıracak tepkiyi oluştururlar. Böylece tasarım halindeki bu SULTAN GÜÇ sayesinde, Zaman yolculuğu denen SULTAN KUVVET doğar. Işık hızı engelini aşmak SULTAN KUVVET’tir.

Rabbimiz Yasin 43. ve 44. ayetlerde “Şefaat eden, merhamet eden (Acıyan) kurtarıcının bizzat kendisi” olduğunu bildirmekte ve her ikisinde de “Acınmak, merhamet olunmaya dilememizi” buyuruyor. Bu Rabbin, “RAHİM” isminin tecellisidir. Çünkü Yasin ve özellikle Rahman Surelerinde Allah’ın RAHMAN (Koruyan, esirgeyen, kendini inkâr eden kuluna bile fırsat ve süre tanıyan) ismi anahtardır. Dolayısıyla “Bağışlanmak, acınmış olmak için, bu ayetlerde ayrıca “RAHİM=Merhamet eden” isminin talimi istenir. O halde, bir uzay yolcusu Müslüman’ın ritüelleri vardır: Besmele ile aracına biner, her yolculuk türü için geçerli olan “Ayetel Kürsi” ve “Tebareke” dualarını okur.

Yerde ve gökte ne varsa ALLAH’ın mülkü olduğuna göre, yer ve deniz taşıtları gibi, gök ve uzay taşıtları da Ayetel Kürsi kapsamındadır. Ledünni bir dua da “Hadis” olarak verilmiştir:

“Allahü Teâlâ’nın ismini anan kimseye yerde ve GÖKTE bir zarar gelmez. O (Yani Allah, astronotun bile sesli duasını) işiten ve (sessiz, içinden de geçirse, niyetini işitmeden de) önündekini-arkasındakini bilendir.”

Kaçınılmaz uzay kazalarından ve dolayısıyla “Afetlerden” söz eden diğer ayeti de Cifir

Page 80: 97349158-ArzArs-Mirac-1

olarak şöyle buluruz; Yasin’in kalbinin her kefesi dörder ayet olup, kardeşi Rahman’ın iki Cennet ve ayrıca iki Cennet (Dört Cennet) bildirmesiyle ve Rahman suresinin 78 ayet olması nedeniyle, dördüncü Surenin (Nisa) 78. ayetini okuruz:

“NEREDE OLURSANIZ OLUN, HATTA MUHKEM BURÇLARDA BULUNSANIZ DA ÖLÜM SİZE ERİŞİP ÇATAR.”

Bu ayetin zahiri (Yüzeysel, afakî) anlamı tahkim edilmiş yani sağlamlaştırılmış “Kale Burçları”dır. Ne var ki, her çağın kitabı olan Kur’an’ı (Artık hiçbir “Kale”nin olmadığı günümüzde) dar ve ilkel düşünemeyiz: İki türlü BURÇ vardır: Birincisi Yer=Arz burcudur ki, bunun da birçok anlamı vardır. Siperlerden şimdiki nükleer sığınaklara kadar her şey “Yer burçlarından”dır. Burcun bir diğer Ledünni anlamı da “İnsan mizacını tasnif eden biyoritmik trans psikolojik kozmik kuşak” olayıdır. Doğum tarihimize göre, hangi burca mensup isek, onun belli yönteminde görülürüz. Ölüm nedenimiz de buna dâhildir: Örneğin Aslan burcu mensubunun kalp krizine; Yengeç burcu insanlarının solunum akciğer enfeksiyonlarına yatkın olduğunu klasik astroloji bile önceden belirlemiştir.)

Oysa “Burç terimi, ayette muğlâk (Nekire) ifade edilmiştir: Çünkü Buruc (Burçlar) suresi bile “BURÇLARI BULUNAN GÖK HAKKI İÇİN” diye başlamaktadır. Dünyadaki kale burçları gibi, gökteki burçları kastedildiği “Nekire” esnekliği vardır.

Bu gökteki gök burçlarının uzaysal konumu, burç bilimlerini (Astroloji) oluşturur. Gökteki YER burçları ise “Uzay istasyonları” konusudur.

Bu istasyonların çok büyük boyutlarda olacağı; muhkem uzay ve gezegen kolonilerinin muhtemel her türlü afete karşı iyi korunacağına işarettir. Ama insanoğlu, asla “Ölümden” kaçamayacaktır. Ayrıca yakın burçlardan birinin yıldızlarından birine de gidebileceğimiz belirtilmiştir. Bütün bunlar muhtemel pek çok kaza’nın ve bunun yanında afetin de habercisidir. Bu yeni “Türde kaza ve afetleri” şimdiden kestirmek zordur ama denemeye değer:

Uzayda insanoğlu kendine yeni hastalıklar, yani Mesih değişmesi gereği tanımadığı rahatsızlıklar tanımlayacaktır. (Sözgelimi uzay humması, uzay vurgunu, Agorafobik gravitik şok, uzay melankolisi, uzay yalnızlığına özgü psikoz ve melankoliler gibi.

“KİMİ SAPIKLIKTA BIRAKMAYI DİLERSE ONUN GÖĞSÜNÜ SON DERECE DARALTIR (Psikosomatik astım, oksijen yetersizliği) VE SIKAR SANKİ GÖK İÇİNDEN ÇIKIYORMUŞ (Yeniden uzayın derinliklerine yükseliyormuşçasına merkezcil kuvvet etkisinde) GİBİ OLUR.” (En’am-125)

Uzayda yetişecek olan bir insan kuşağının yukarıdaki çekime olan az bağımlılığı yüzünden MESİH değişmeleri baş gösterecektir: Uzayda erken büyür, geç yaşlanır, dünyaya intibak zorlaşır ve uzay aşinası biri, yerçekiminden son derece yılar.

Gerek Ayetel Kürsi gerekse Yasin-45’de “ÖNÜMÜZDE VE ARKAMIZDAKİ AFETLERDEN SAKINMAMIZ” istenmiştir. Uzay afetleri, bu Mesih değişmeleri (Uzayvari hastalık ve psikozlar yanında muhtemel uzay kazaları olan afetlerdir. Bunun yanında, insanın günahlarını yerleşeceği Ay ve diğer gezegenlere birlikte götürmesi (Alkol, zina, kumar ve her istenmeyen yasak) “UZAY’IN BAKİRLİĞİNİ” bozacaktır ki, uzaydaki her noktanın bir melekçe meskûn olması dolayısıyla, ya da bu gezegenlerin (LOGO)

Page 81: 97349158-ArzArs-Mirac-1

meleklerine saygısızlık olması yüzünden AFET nedeni sayılmaktadır.

Her fethe yönelik bir “Öncü, kâşif, ilk göçmenler, ilk kurucu kafileler bulunur. (Amerika tarihindeki Explorer kılavuz ve Pioneer denen göçmen koloniler Resulullah’ın ilk ashabının 10 müminden oluşan ÇEKİRDEK KADROLAR, öncü atalar vb.)

Allah (c), hangi inançta olursa olsun o “Çekirdek öncülere” kurucu olduklarından dolayı “MERHAMET ederek” yani esirgeyerek, acıyarak, özel bir koruma ile şefkat göstererek, (Nuh tufanındaki öncü ata-hayvan çiftleri örneğindeki gibi) KORUMAKTA’dır: Ama korunmanın bir limiti de vardır. Eğer o toplum, Allah’ın yasağı olan afetleri zevk edinmişse, er-geç gadap ve kada (Gazap ve Kaza) gelecek, erişecektir.

“Onlara, ‘Merhamet olunmanız için önlerinizde ve arkalarınızda olan afetlerden sakının‘ denildiğinde yüz çevirirler. Onlara rablerinden hiçbir delil ve hüccet (Gösterge, hacet) gelmemiştir ki, ondan (da, eskiden olduğu gibi) yüz çevirmemiş olsunlar.” (Yasin-45,46)

Bu ayetlerin ne anlama geldiğini, Yasin 46’dan sonraki CİFİRSEL geçiş olan İNŞİKAK suresinde inceleyeceğiz.

Hatırlanırsa, Yasin ile birlikte İnşikak suresinin de “Uzayın fethi” için Cifir gereği BİR ÇİFT olduğunu belirtmiştik.

İnşikak suresi Nüzul sırasına göre 83. sure olup, 83 ayetli Yasin suresinin “İKİZİ”dir. Üstelik Kur’an’daki sırasının da 84. sure olması dolayısıyla, gerçekten Yasin’in “GİZLİ BİR DEVAMI” olduğu ortaya çıkmaktadır. Bakara ve Yasin ilişkisi gibi…

KRİPTOLOJİK BİLGİLER-D

CİFİR İLE MÜKAŞEFE

Okuyucu, İslam kriptolojisi dediğimiz Ledün, Batın, Havas bilimlerin sistematiği olan Cifir (Şifre) bilimine bir ölçüde vakıf olduğumu anlamış olmalıdır. Cifir, sayesinde TILSIM gibi gizli bilimlere semantik (Meal-üstü-meal) verilebilmektedir. Örneğin, “Kehf ve Rakim” yani boyutlu bir matematik olan CİFİR, kâinatın öteki katlarındaki fiziğin de en azından matematik anlatımını gerçekleştirmektedir. Fiziğin matematiğe dönüştürülmesi, “VEFK/Simetrik toplama”, EBCeD/ABCD ses-sayı dönüşümü gibi beşinci matematik işlemleri kapsamaktadır. Bu “Sonsuz-ötesi” matematik, doğrudan Kur’an bilimlerinden biridir ve “Cifir” (Şifre) adıyla bilinmektedir. Bu yöntemin, doğrudan ayetlerin saklı anlamlarına erişilebilir, tefsirlerde tartışılan birçok sır, kıyasa yer vermeyecek biçimde ayetlerin numeroloji ve kriptolojisinden deşifre edilebilir. Ayetler “Ses-harf” karşılığı RAKAM (Rakım, sayı) olarak yazılmış sayı karşılığına dönüştürülebilmektedir. (Ebced)

O zaman, ayetlerin operatör sayılarından dinamik bilincinin mantralarını sezmek mümkündür. Cifir bilimi kriptolojik semantikler teknolojisi olan TILSIM gibi çok ileri kerametleri de kontrolünde tutar. Öğretimizde, bunların “Gaybı taşlamamak, havada kalan tahminler” olmadığına ilişkin örnekler verdik.

Page 82: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Kur’an’da asıl sıranın değiştirilip, Cifir esasına göre yeniden ve şimdiki tertibi nedeniyle, her ayeti KENDİ BAŞINA YORUMLAMALIYIZ. Bir önceki ve sonrakiyle MUTLAK İLİŞKİLENDİRMEK gerekmez.

Her ayetin bir kardeşi, ikizi ve tekrarı vardır ve bunar simetrik (Karşılıklı) olarak durur. Kimi aynı sürelerde, kimi de aynı surededir. Örneğin Rahman süresinde bu ikizlerden birer çift aynı sürede yer alır. 31 kez “Rabbinizin hangi nimetini inkâr edebilirsiniz?” diye sorulması dışında) “İKİZLER”den bir çift örnek sunuyorum:

Hem Rahman’ın 27. ayetinde “CELAL VE İKRAM SAHİBİ RABBİNİN YÜZÜ BAKİDİR” ve 78. ayetinde “CELAL VE İKRAM SAHİBİ RABBİNİN ADI MÜBAREKTİR” gibi tekrara çok yakın bir “Kardeş anlam” vardır.

Rahman-56: “O CENNETLERDE EŞLERİNDEN BAŞKASINA BAKMAYAN HURİLER VARDIR Kİ ONLARDAN ÖNCE KENDİLERİNE NE CİN NE İNSAN DOKUNMUŞTUR.”

Rahman-74: “ONLARDAN ÖNCE BU HURİLERE NE CİN NE DE İNSAN DOKUNMUŞTUR.”

Ayrı surelerde de “Kardeşlik” vardır. Örneğin çok güçlü olan Ayetel Kürsi üç bölümlüdür. Birincisi İHLÂS ile kardeştir. İkinci bölümü Yasin terazisinin ikinci kefesiyle ve üçüncü pasajı da CİFİR ile kardeştir.

Bakara-255’in son pasajı şöyledir:

“(Allah’ın) ONUN BİLİMİNDEN YALNIZCA KENDİSİNİN DİLEDİĞİNDEN BAŞKALARI HİÇ BİR ŞEY KAVRAYAMAZLAR. ONUN KÜRSİSİ GÖKLERİ VE YERİ İÇİNE ALMIŞTIR. BUNLARIN İŞLEYİŞİ (Denetimi) ONA AĞIR GELMEZ. O ÇOK YÜCE VE ÇOK ULUDUR.”

Bilindiği gibi Kur’an’ın orijini LEVHİ MAHFUZ’dur. Yani Levhi Mahfuz’un bir bölümü “SEMAVİ KİTAPLAR” olarak indirilmiştir ki, Kur’an’da bütün bu kitapların var olduğunu biliyoruz.

Levhi Mahfuz da Arş’ın (Zezzağ denen) EN ALT KATMANINA çakılıdır. Bu katman ise “Hz. Hızır örneğinde” olduğu gibi “Katımızdan ilim verdiklerimiz” sırrına teğettir. Göklerin ve yerin yönetimini üstlenen Kürsi ile Cifir bilimi iç içedir.

Kur’an’ın alındığı orijin “Levhi Mahfuz” olduğundan her sure ve ayetin türlü gizli (Cifirsel özellikleri) vardır. Dünyamızla ilgili olanlar “GEÇİCİ” bilimlerdir. (Özellikle fıkıh denen İslam hukuku, sosyal akideler, evlilik-miras aile hukuku, ticaret, ibadet, kıyas vb. DÜNYA HAYATIMIZ ile ilgili olduğundan bu ayetlerin kapsamı cihanşümul (Kozmik çapta) değildir. Cennet ya da Cehennemde ibadet, çalışmak, fıkıh, miras-evlilik işleri namaz, oruç, Hac, zekât gibi İslam’ın şartları yoktur. (Sadece Kelime-i Şahadet bütün bunların yerine geçmektedir.) Yaşlıya saygı, çocuğa bir eğitim fıkıhı da yoktur, çünkü HERŞEY AYNI YAŞTADIR. Ahlak ilkeleri, günah-haram olayı, uyku adabı, biyoloji, tıp da yoktur. Çünkü herkes bunlardan arınmıştır. Dolayısıyla DÜNYASAL ayetler geçerliliğini dünya dışında hemen yitirmektedir. Aslında Mensuh-Nesih “Sonradan iptal edilen ayetler” diye algılanmamalıdır. Daha BÂTINİ büyük anlamları vardır.

Page 83: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Bir kısım ayetler ise dünya dışına çıkınca “Geçerliliğini” yitirir. Örneğin, Ay’ın bize bakan yüzündeki bir astronotun, “Kıbleye yönelmek için” dünyaya dönmesi astronotun, “Kıbleye yönelmek için” dünyaya dönmesi yeterlidir. Fakat ay’ın arka yüzünde namaz kılan bir Astronot için bu şart da ortadan kalkar, dilediği yere döner ve namazını kılar.

Uzayda ağırlıksızlık nedeniyle namazın Tadili Erkânı başkalaşır, secde zorlaşır. Abdest almamız gereken su, çekimsizlik nedeniyle bildiğimiz gibi akamaz ve baloncuklar oluşturup uçuşur. Görüldüğü gibi, dünyamızdaki temel ilmihal bile uzayda başkalaşmaya adaydır.

Uzay söz konusu olduğunda birçok şey, dünyasal işlerliğini ve gerekçelerini yitirir: Uzayda yağmur duası gereksiz ve geçersizdir.

Öteki dünya için ise Fatiha, Yasin, İhlâs gibi ana dualar vardır. (Bunlardan değerini sadece “Rahmetlilerimiz” açıklayabilirlerdi.) Evrensel çapta olan Ayetel Kürsi, Haşr’ın son üç ayeti gibi ayetler ve Vakıa, Rahman, Tebareke, Yasin, Nas, Tarık, Zilzal, Kehf, Tekvir, İnşikak ve benzeri kıyamet sureleri; bütün fen ayet ve süreleri; zaman bildiren (Fecr=Sabah, Leyl=Akşam, Duha=Kuşluk ve öğle, Asr=İkindi, Felak=Gece gibi) “Tulu” ayetleri KOZMİK önemlidir. Gerek tarikatlarca seçilen ünlü “Ders” sureleri gerekse, rahmetlilerimize okunması tavsiye olan ayet ve surelerin hiç biri “Dünyasal fıkıh ve bilim içermez. Rahman suresi cennet-cehennem ve fen içindir. Hiç biri sosyal bilimler ayet ve sureleri değildir, tam tersine POZİTİF BİLİM (hey’et, fen) ayetleridir. Taassubun anladığı anlamda ya da mezarda okunduğu anlamda Yasin, Yasin değildir. Okuyucu bu tespitlerim üzerinde iyice düşünmeli Kur’an’ı “Ölüler kitabı” sayan o batasıca taassubun alışkanlığından sıyrılmalıdır.

Bundan sonra gireceğimiz konu ise Yasin’in “İkinci kefesinin” kardeşi olan İnşikak (Yarılma) suresidir. Tekvir, İnfitar, Mutaffifin ve İnşikak sureleri bir denge, bir dörtgen oluştururlar. Her birinin içinde birer Cifir şifresi olan NİRENGİ kelam bir çift olarak bulunur. Örneğin, 29 ayetli 29 asal sayılı Tekvir Suresinin tam ortası “HUNNES”dir.

Hûnnes’i daha önceki bandımızın iki cildinde de açmıştık: Hûnnes, bir “KARADELİK TEKİLLİĞİ”dir. Ama Tekvir, İnfitar ve İnşikak surelerindeki Hûnnes, “Görünen karadelik tekilliği” olup, artık göründüğü için “Karadelik=Hünnes değil; Künnes=Çıplak tekillik” haline gelir. Böylece iplik, yılan biçiminde bir “Gök yarılması” olan ÇATLAK TEKİLLİK ortaya çıkacak, gök çatlayıp, yarılmış, arkasına ise, (şimdi görmediğimiz) PARALEL EVREN ortaya çıkacaktır. (İzleyen cildimize bakınız.)

Bu iki evren aynı karakteristiği taşıdığından, aynı felakete uğramışlardır ve ikisi de kıyameti yaşamaktadırlar. Tek çatlak iki yana da “Cehennemini” göstermekte olacaktır. Çıplak ve Asimetrik bu tekillik, kıyametin şiddet olaylarından etkilenerek, “Gökyüzünün kırmızı bir gül gibi katmerli olmasına, tutuşmasına, kıyamet yangınına, evrenin alev almasına neden olacaktır. (“Kırmızı gül gibi” terimi bizzat Kur’an’da ilgili surede geçmektedir.)

Tekvir Suresinden, bu çıplak tekilliğin, uzayı bükeceği için güneşi ve diğer yıldızları der-top ederek, dökeceği, söndüreceği anlamı gelmektedir. Böylece Hûnnes (Saklı tekillik) Künnes (Çıplak yarık, katmerli gül biçimi) açık tekilliğe dönüşmüş olacaktır.

Karadeliklerin görünür olması için “ışıktan hızlı dönmeleri” gerekmektedir. Nitekim daha

Page 84: 97349158-ArzArs-Mirac-1

önceki ayetlerden de “Göğün kıyamete doğru cereyan hızının ÇOK ARTACAĞI” bildirilmişti ki, bu çok normal olarak, yaratılışımızla BENZEDİR. Çünkü Kur’an’da birçok yerde, “Yaratılış ile yok oluşun” birbirinin aynı biçimde olduğu bildirilmiştir.

Tekvir suresini izleyen Mutaffifin Suresine daha önce de “Terazinin denge” yasası uyarınca değinmiştir. Bu sure bize gravitik ve kozmik bütün (Hûnnes-Künnes gibi merkezcil ve merkezkaç kuvvetlerin dengesi, çekim ve diğer kuvvetlerin birbirini dengelemesi) gibi kozmik dengelerin bozulacağını bildirmektedir.

Denge bozulduğunda Kazif=Etki ve buna yanıt (Respons) olan Hasif=Tepki oluşur. Terazinin kararlı dengeyi bulma çabaları sırasında da osilasyon ve MESİH oluşur. (Rahman suresi 7. ayet: “Göğü o kaldırdı ve teraziyi o kurdu” biçimindedir.)

Bunu izleyen İnfitar (Gök yarılması, yıldızların dağılması) Suresi ise 36 ayet olup, ortasında “İliyyin” bulunmaktadır. Bu da Hûnnes-Künnes gibi İliyyin-Siccin ikilisidir. Evrenin rotasyonunun dönme aksı (Ekseni) bu doğrultudadır. Aksın dibi “Siccin ve Esfeli Safilin”den geçer ki, aşağıların en aşağısı, Cehennemdendir. “Kiramen katibin’in Arkamızdakileri yazdığı” bildirilmektedir.

Şimdi İnşikak suresini inceleyelim:

Page 85: 97349158-ArzArs-Mirac-1

”AND OLSUN ŞAFAK’A, GECENİN KAMUFLE ETTİKLERİNE, (Keşfi) TAMAMLANDIĞINDA AY’A, KUŞKUSUZ SİZ BİR TABAKADAN DİĞER TABAKAYA (Astronomik Gök katlarına, Uzay Teknolojisi etapları olan araçlara) BİNDİRİLECEKSİNİZ.” ONLARA (Ay’a giden Astronotlara) NE OLUYORDA İNANMIYORLAR. ONLARA KUR’AN (Ay’da) OKUNDUĞU ZAMAN NEDEN SECDE ETMİYORLAR. TERSİNE İNKÂRCI OLUP YALANLIYORLAR.”

(İnşikak Suresi 16.-22. ayetler)

DÖRDÜNCÜBÖLÜM

AY’DA OKUNAN KUR’AN

Page 86: 97349158-ArzArs-Mirac-1

İLERİ BİLGİLER-18

İNŞİKAK VE UZAYIN FETHİ

Üçüz “Gök yarılması” ayetlerinden Yasin’in “İkizi” olan İnşikak suresi, doğrudan göğün yarılmasının ismini almıştır. Göğün yarılmasının Türkçede tek karşılığı vardır ama Kur’an’da İnfitar suresinde “İzessemaünfetaret” ve İnşikak suresinde “İzessemaünşakkat” olarak birinci ayetlerde verilmiştir. Birincisinde “Göğün çatlaması, yıldızların bulanıp düşmesi, denizlerin kaynayıp akması ve birbirine karşıması” bildirilmiştir ki, bu çekimsel bir dengesizliktir.

İnşikak’da ise “Yarılma” olayı vardır ve yarılmanın yasaları bildirilmektedir:

“GÖK YARILDIĞI ZAMAN. RABBİNE YARILMAK KONUSUNDA BOYUN EĞDİĞİ ZAMAN-Kİ GÖK BOYUN EĞECEKTİR. YER DÜZELTİLİP (İki boyutlu kalınlıksız) İÇİNDE OLANLARI DIŞARI ATARAK BOŞALDIĞI ZAMAN. VE YER RABBİNE BOYUN EĞDİĞİ ZAMAN-Kİ YER BOYUN EĞECEKTİR.”

Göğün yarılması, onun “Üç boyutluluğunu” dürülerek, tek bir sayfa gibi iki boyutlu olmasıdır. Yer de kendini ayna yüzeyi gibi “İki boyutlu” olarak dümdüz uzatacaktır. Yani Kazife karşı hasif bir daha oluşacaktır. Çekimsel dengenin bozulması nedeniyle uzay burulacak (dürülecek) ve içindeki bütün göksel cisimler de bir kitap sayfasına resim gibi yapacaktır. (Enbiya-104) Yarılmak ETKİSİNE karşılık DÜMDÜZ UZATILMAK TEPKİSİ oluşmaktadır.

Yaratılış ile yok oluş, aynı biçimdedir. İkisi de bir “OL=ÖL” patlamasıdır. (“Kıyametin tek bir sayha olması” denen büyük patlama)

Yaratılış sırasında, yer ve göğün ikisinin birbirinin aynı ortak yapı bitişik olduğunu anlıyoruz. Bu birçok ayetten birini örnek verelim:

“SONRA DUMAN HALİNDEKİ (Homojen tek bulut olan) GÖĞE YÖNELDİ. ONA (Göğe) VE YER’E (Arz) ‘İSTEYEREK YA DA İSTEMEYEREK BUYRUĞUMA (Evren yasalarıma) GELİN’ DEDİ. İKİSİ DE ‘İSTEYEREK GELDİK’ DEDİLER.” Fussilet-11

Şimdi Yer ve göğün Rabbine niçin boyun eğdiğini (Hukka) buradan anlayabiliriz. Yaratılış ve kıyamet birbirinin TAM BENZERİ olduğundan, AYNI FİZİK YASALAR (HUKKA) güdümündedirler. En başta gök ve yer bitişikti, daha sonra bunlar ayrıldılar ve sonra yeniden bir araya getirildiler.

Dışımızdaki atmosfer “Gök”tür, bize bağlanmıştır. Çevremizden kaçmadığı için rahatlıkla “Yer”de yaşayabiliyoruz.

Öte yandan, aynı yüklerin birbirini itmesi nedeniyle Elektromanyetizmayı bile yenecek bir ÇEKİRDEK KUVVETİ (Sultan) ortaya çıkmıştır. Böylece Hidrojen ve Helyumdan sonraki element atomları içinde yer alan “Protonlar birbirini itememiş, isteyerek bir araya gelmelerine neden olan güçlü kuvvet (Gluon denen parçacıkların taşıdığı kuark

Page 87: 97349158-ArzArs-Mirac-1

düzeyindeki güçlü çekirdek kuvveti) ortaya çıkmıştır. Protonun yarı ömrünün bozunmasından sonra da bu kuvvet dağılacaktır ve doğanın dört kuvveti tek çekim kuvvetine yenilecektir. Çekim SULTAN olacaktır.

Yaratılış sırasında, yer ve göğün atomik ince yapılarının bir araya gelmeleri” “Atom ağırlıklarını” bildirmektedir. Çünkü Fussilet 12. ayet konuyu sürdürmektedir:

“ALLAH, BUNUN (İsteyerek bir araya gelmeleri) ÜZERİNE İKİ GÜN (Dönem, periyot) İÇİNDE YEDİ GÖĞÜ VAR ETTİ VE HER BİR GÖĞÜN İŞİNİ KENDİSİNE BİLDİRDİ…”

Kıyamette ise bunun tam tersi olacaktır: Önce 7 göğün katmanlarının ahengi bozulacaktır: En içte dünyamız “Yerin yedi katı” olup, ortasında Nikel-Demir grubu eriyik hatta doğrudan buhar halinde iç çekirdeği oluşturur. Dış katmanlara doğru hafif elementler yer alır. (Nifsima, Siall vb.) sonra manto dediğimiz tabakayı 120 km. kalınlığında kabuk kuşatır. Kabuk katmanları bitince atmosfer tabakaları başlamaktadır. Bunlar Oksijen, Azot, Karbon gazları olup, dışa doğru daha hafif ve seyrek gazlar halinde atmosferimizin 7 göğünü oluştururlar. Böylece “Ağırdan hafife büyüyen felekler” ortasında korunmaktayız.

Evrende en başta hayatı oluşturan bileşikler yoktu. Bunlar süpernovalar sonucu yıldızlarda oluştular ve sistemimizde “Organik bağlar” kurarak bir araya geldiler. Yani elektronun kovalent bağlanması “İSTEYEREK BİR ARAYA GELDİK” sırrındandır.

İki protonun birbirini itmesi gerekirken, nükleer kuvvet ile bir arada kalması da “isteyerek bir araya geldik” sırrıdır.

Bu yaratılış (Fussilet) tersine bir film gibi “İnşikak”a dönüşecektir. Gök katmanları bozulacak, yer katmanları uzatılıp birleşecek. Gök ve yer yeniden ikisi de “İsteyerek ya da istemeyerek bir araya gelecektir.” Böylece gök ve yer “Doğanın dört temel kuvvetinin teklikten (Vahdaniyetten) gelmesi şartına” uyarak aynı şey olacak, bitişecek ve bir üst disiplin sistemine bağlanacaktır.

İzleyen İnşikak ayetleri ise “16. ayete kadar “İnsanın sigaya çekileceğini” bildirmektedir. İyilerin defterleri (Tutanakları, kayıtları, raporları) SAĞ ve ÖNDEN; asilerin ise SOL ve ARKADAN verileceği bildirilmektedir (ki bu “Önünüzdekilerin ve arkalarınızdakilerin” şifresinin yeni bir anahtarıdır.)

İLERİ BİLGİLER-19

ŞAFAK

İnşikak suresi 15. ayete kadar “İlk bölümünü” böylece bitirip, birden “İttesak” adlı ikinci bölüme döner: Yeni bölüm ise şöyle başlamaktadır:

“AND OLSUN O ŞAFAK’A… GECELEYİN VESAK’A… AY’DAKİ İTTESAK’A” (İnşikak-16, 17, 18)

Page 88: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Şafak terimi, Türkçemize tan sökmesi, fecir-seher arası alacalık diye yerleşmiştir. Oysa asıl anlamı “Alaca karanlık” olup, “tanyeri ağarmak” kadar “Akşam grubunu” da kapsamaktadır. Daha ileri anlamlarda da “kutuplardaki gece yarısı güneşi denen kızıllık” ta şafaktır. Kutuplarda 6 ay gece, 6 ay gündüz nedeniyle ÇİFTE YASAK vardır, şafak SÜREKLİDİR.

Yerel olarak, gün ağarması ve gün batımı kızıllığının aynı anda olmadığını sanırız. Ama “Ay’dan dünyayı seyreden biri” dünyanın doğu ufkunda güneşin doğması sırasında ufkun kızardığını görür. AYNI ANDA, bunun antipodu (Ayakucu) olan öteki batı ufkunda da güneş battığı için “Grup” denen akşam şafağını görür.

Dünyaya dışarıdan bakıldığında, şafak (Tan sökmesi ile akşam grubu) EŞZAMANLI olarak, AYNI ANDA oluşmaktadır. Bu simetrinin ikisi birden ŞAFAK’tır. Çünkü (Öğlen zevalinin dimdik gelmesine karşılık) sabah ve akşam, gün ışınlarının en yatık, en eğik ve dünyayı teğet yalayıp geçtiği dönem Şafaktır.

1400 yıl öncesinin insanı “Güneşin çevremizde döndüğünü”; bir yerde bir tek kez şafak sökmekte, olduğunu, gün bitiminde grup şafağı ile geceye girildiğini sanıyordu. Oysa ayet, Dünyanın yuvarlak, simetrik olduğunu aynı anda çifte ŞAFAK söktüğünü, böylece güneşin dünyanın çevresinde dönmeyip; tam tersine, dünyanın Güneş çevresinde döndüğünü bildirmiştir. Bunu şimdi rahatlıkla biliyoruz.

(*) Çünkü bize okutuluyor. Ama kendimizi 1400 yıl önceki Göktürklerden biri olarak düşündüğümüzde Kur’an’ın yüce tezahürü iyice anlaşılır. Diğer göksel kitaplarda “Allah kelamı üzerinde kul kalemi” oynatıldığı için, (Örneğin rahipler İncil üzerinde 50 bin hata bulabilirken) Kur’an üzerinde hiçbir hata saptamak mümkün değildir. DEĞİL BİR TANE, hatta yarım tane hata bulabilselerdi, Kur’an’a da saldırırlardı. Bu kusursuz Allah Kelamı, çağlar boyunca bilimsel verileri “KONTROL EDEN”, her çağın gerçeğini doğrulayan bir “KOZMİK SAĞLAMA KİTABI”dır. Kur’an’ın bilimsel gerçekleri bir kez olsun TEKZİB EDİLMEMİŞ, EDİLEMEMİŞTİR. Kur’an bunun için de Mucize’dir.

Venüs ise tersine döndüğü için, güneş batıdan doğar; doğudan batar ve orada TERS bir şafak vardır. Plüton gezegeni dünya eksenine dik doğrultuda olduğundan Plüton Şafağı ekvatordadır. Yani kutupları “Ekvator” olup, ekvatoru kutup şafağıdır. Gece ve gündüz ekvatorda 6 ay; kutuplardan ise normal sürede cereyan eder.

Dünya, 23 derece eğri aksa (Eksene) sahip olduğundan, bizim şafağımız ile dik eksenli Mars şafağı da farklıdır. Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün ve Mars’da gece-gündüz uzaması-kısalması yoktur. Buna karşılık bu gezegenlerin bir kısmı aynı düzlem üzerinde bulunmadığından eğik (Ekliptik) düzlemleri nedeniyle farklı mevsim ve şafak özelliği gösterirler. Günümüzde Şafak, Ay ve diğer bütün gezegenlerde “Gün doğması ve/veya gün batması” olup, insanoğlunun bu gezegenlere gideceğini, oradaki şafakları yerinde gözlemleyeceğini bildirmektedir. Nitekim ilk olarak Dünya’nın Şafak ve Mehtabını AY’dan seyredebildik!

Dolayısıyla dünyamızın “Ay ve Güneş ile” yuvarlaklık açısından BENZEDİĞİ anlaşılmıştır. Güneş’in Şafağı olmadığı için, bize bir fikir vermez. Ama AY’ın Şafağı (ve haftalık Şafağı olan Menziller ile anlatılan Hilalin en inceden dolunaya büyümesi olayı)

Page 89: 97349158-ArzArs-Mirac-1

bize “BOYLAM=Meridyen” ilhamını vermiştir. Dünyanın da menzilleri bizim BOYLAM derecelerimizdir. Ay’dan bakan birisi, bizim Boylam derecelerimizi dünya Hilali olarak gün-be-gün fark edecektir.

İLERİ BİLGİLER-20

“GECENİN VESAK’I AY’IN İTTESEKA’SI”

1400 yıl sonra “Ayet” tecelli etmiş ve İnsanoğlu, uzaydan dünyanın şafağını seyretmiştir. Yine 1400 yıl önceden beri “Gök ve Uzay” aynı sayıldığından RENK farkı olan “VESAK” da ortaya çıkmıştır. Uzayın “Sürekli gece renginde” olduğunu “Uzay çağındaki insanımız “ŞİMDİ” biliyor ama daha geçen yüzyıl bile birkaç kuşak önceki insanlar, gündüz de uzayın MASMAVİ olduğunu sanıyorlardı.

İlahi bir lütuf olarak, atmosfer MASMAVİ, ferah aydınlık olarak, gün ışığını dağıtıp, yayar. Atmosfer içindeki güneş ışığı yansımaları, bize “Masmavi” göğü armağan etmiştir. Ki, bunun bir benzeri hiçbir gezegende yoktur.

Atmosfer dışında yani uzayda, ne güneşin ne de yıldız ışıklarının aydınlatamadığı MUTLAK bir karanlık ile tanışırız ve sürekli “Geceyi” yaşarız. Ta ki, bir gezegene ayak basınca yansımayı hissederiz.

Uzay, genişlediği için kararmakta ve soğumaktadır. Bu nedenle yaratılışın 700000.’inci yılına kadar, göğün her noktası güneşten bin kez parlaktı. Giderek soğudu ve karardı. İnşikak-17. ayet Uzay’ın mutlak karanlığını bildirir. Dünya, dışarıdan seyredildiğinde, gözler, gece-gündüz ufukları olan “Şafak” denen “grup-tan” olayı daha iyi anlaşılır.

Uzayın engin sürekli bir gece olduğunu biliriz. Ama gün ışığı metal uzay araçlarımıza çarptığında, (Hava tabakası olmadığı için) çok aydınlık, adeta ayna etkisi yapar. Güneş enerjisi en iyi “Uzaydaki” bir reflektörden toplanır. Bu nedenle, örneğin, uzay mekiğinin (Challenger) ekseni çevresinde dönmesi sağlanarak, sürekli bir yanının ısınması önlenmiştir.

Gece terimini burada “Uzayın mutlak karanlığının” fark edilmesi olarak yorumlamalıyız. Gecenin büründüğü “Her şey=Veseka” ise “İnsanın araçlarını, bineklerini, taşıtlarını” da kapsamaktadır. Bunların “Uzay”ı işaret ettiğini anlayabiliriz.

“VELLEYLİ (Ve geceye) VE MA (Ve onun) VESEKA (İttesak ettiklerine) VEL-KAMERİ (Ve Ay’ın) İZETTESEKA (Veseka ve izetteseka’sına yemin ederim.) İnşikak-17/18

Görüldüğü gibi, VESEK, İTTESEKA “Gecenin büründüğü şeyler” anlamına gelmemektedir. Bu iki terim aynı kökten gelmektedir ve kökü “Koleksiyon yapmak, numune toplamak” anlamındadır. Veseka, bize Gezegenlerden “Numune alınacağını” bildirmektedir ki bu da tecelli etmiştir.

“Veseka” kökünün zengin türevleri vardır: Veseka=Belge’den başlayarak (Gezegenler-arasını da kapsayan) “İhracat=İthalat-İstif, kargo gibi türlü anlamları” vardır. Ayrıca, ikmal

Page 90: 97349158-ArzArs-Mirac-1

etmek, toplayıp, taşımak, tamamlamak, bütünlemek, pınar, su kaynağı, göle-gölet oluşturmak, yağmur ya da su taşınmak, bir şeyin bereketlenmesi, çoğalması, artması, zam-ilave, yük=Kargo, Rahim içinde yaşamak ya da bir şeyin içine ve altına sığınmak, bir şeyin dibini meskûn etmek gibi türevleri vardır.

İzleyen iki ayette, bu türevlerden önce “VESEKA” daha sonra, “İTTESEKA” kullanılmıştır. Bu demektir ki, gece ayetinin mahvı ile “Veseka” başarılmıştır. Daha sonra Ay’ın da İtteseka ile tamamlandığını anlıyoruz. Ay fethinde önce GECE VESEKA’sıyla Uzay’ın kademe kademe fethedileceği, daha sonra İtteseka ile “Ay’a gidileceği” ortaya çıkmaktadır. Kademeli roketler (Missile), yarı “Veseka” kapsamına girmektedir. Çünkü bunlar Dünya ile Ay arasının fethindendir.

Daha sonra Ay’a gidilmesi etabı gerçekleşmiştir. Sırada Ay’a yerleşilmesi yani “İtteseak’a” vardır ki, bunun tam anlamı “AY TAMAMLANDI”dır. Mecaz olarak “Ay’ın işi tamamdır” derken, oraya insan yerleşiminden söz ederiz. Çünkü ittesek’a aynı zamanda “AY’DA TOPLANMAK” anlamına gelmektedir. İşte bu bize “İnsanların Ay kolonizasyonu” gerçekleştirileceklerini haber vermektedir.

Şimdi Kamer=Ay terimi üzerinde duralım:

“Evren galaksilerden oluşmuştur” derken Galaksi’nin ve cins bir isim olduğu anlaşılır. Bizim içinde bulunduğumuz “Galaksimiz” ise Özel isim olarak “Samanyolu” adını almaktadır.

Galaksiler yıldızlardan oluşmuştur. Yıldızlar yine cins isimdir. Ama bizim yıldızımız “Güneş” özel adını almaktadır.

Güneş sistemleri gezegenlerden oluşmaktadır. Gezegenlere “Seyyare” adı verilmekle birlikte aslında, Kur’an’da bu isimle zikredilmez, ARZ=Yer ve kevkeb diye bildirilir.

Sistemimizin bilinen 9 gezegeninden Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, Plüton “GAZIMSI” gezegenlerdir. Bunlar “Donmuş gaz” ise buz üzerine ayak basarız. Ama salında bunlar güneş gibi “Ayak basılamayacak” kütleye sahiptirler. Dolayısıyla onlara Gaz gezegenler (Aynı zamanda dış gezegenler) ismini vermekteyiz. Asıl gezegenler “İÇ GEZEGENLER” olup, bunlar Merkür, Venüs, Dünya, Mars dörtlüsüdür ki, bunlara ayak basılır. Bu yüzden adları TOPRAKSI GEZGENLERDİR.

Diğer gazımsı gezegenlerin de topraksı AY’ları vardır ve insanoğlu bunlara bildiğimiz anlamda ayak basabilir. (Örneğin Jüpiter bir gaz gezegendir ama uyduları Merkür’den de büyüktür. Jüpiter yüzeyine inemeyiz ama uydularına yerleşebiliriz.)

Dünya, Mars, kısmen Venüs ve Merkür ile AY, insanın zorlanmadan yaşamasına ve iskânına elverişlidir. İşte KAMER bu topraksı gezegenler ve uyduların CİNS İSMİ, fakat bizim Ay’ın özel ismidir. Dolayısıyla, önce Ay’ın özel ismidir. Dolayısıyla, önce Ay’ın sonra diğer TOPRAKSI GEZEGENLERİN aynen “KAMER=AY” gibi iskânının mümkün olduğu bildirilmektedir. İnsanoğlu önce Ay’ı tamamlayacak, orada toplanacak, sonra da diğer gezegenlere ileri karakollarını taşıyacaktır ve her seferinde “Ay’ın işi tamam, şimdi Mars’ın işi tamam, Venüs’ün de işi tamamlandı…” diye bilecektir. İşte bu “Tamam”lar İtteseka terimi ile de verilmiştir. Nitekim ilk astronotlar Ay’a indiklerinde; “Kartal (Ay aracı) kondu” dediler. Daha sonra inip Ay’da yürüdüler ve dünyaya şu mesajı ilettiler:

Page 91: 97349158-ArzArs-Mirac-1

- “Ay’ın işi tamam!..”

Ve sanki “Vel Kameri İzzetteseka” ayeti İngilizce söylenmişti: “Ay tamamlandı!”

İttesek’a, aynı zamanda “Bir şeye bir şeyi eklemek” ve “Devreyi kapatmak, aklımı tamamlamak, çatıyı kondurmak, kapağı kapamak, kalite kontrolü yapmak, etiket kondurmak, son hareketi yapmak” demektir. “Ay’a konulduğu” anlamı da tecelli etmiştir.

Diğer türevlerine baktığımızda “Veseka ve İttesak’a” bize Ay-Uzay fethiyle ilgili büyük sırlar vermektedir:

* Ay’dan numune alındı. (Ay taşları toplandı.)

* Ay gezegen koleksiyonumuzun ilkini oluşturdu.

* Veseka, ana rahmi ile de bağlantılıdır. Örneğin bir dişi hayvan hamile kalınca, dışa kapanır ve içindeki yeni oluşun filizlenmesine adapte olur. Araplar bunu daha çok “Devenin hamile kalması= Vesekatin Nakatu” olarak kullanılır. Bu da ilk astronotlarımızı taşıyan MODÜL (Rahim) dediğimiz ana kabin, kumanda bölmesinin sırrıdır. Çünkü Ay’a inen bütün araçlara “AY MODÜLÜ=Ay Rahmi” denmektedir. Veseka’nın MODÜLE EDİLMİŞ biçimi de İTTESEKA olmaktadır.

* Vesik ise yağmurla bulutların dolu olması, bulutun yağmur yüklenmesi anlamındadır bir türevi “Su gözesi, su pınarı, su tankı” ile ilgilidir. Günün birinde, süt vb. gibi sıvıları, atmosfer dışına taşıyarak, orada kendiliğinden buz tutmasını sağlamak ve bunu “Uzay Aysberg”i olarak, Ay ve diğer ikmal istasyonlarına ulaştırmak da MÜMKÜN olacaktır. Orada yeniden eritilecektir. Bu “Uçan buzdağları içine konacak roketlerle istenilen yere Veseka=Sürüp toplamak” yanında Ay’a, suni yağmur da yağdırılabilecektir.

* İtteseka ise “Toplama, taşıma” anlamından başka, MODÜLE Ay kentlerinin (Şeffaf kubbeler içine yerleşim birimleri) kurulmasını anlatan RAHİM olayı ile ilgilidir Bundan başka “İçine alma” karşılığı da bulunduğundan, Ay altında “Korugan kentlerde” yaşama ipuçlarını da vermekte ve sığınak teknolojisini yinelemektedir. Böylece dünya yapısı malzeme de oraya götürülüp, toplanmış, yüklenmiş olacaktır.

* Yüklenmiş binek (Yasin suresi) ile Veseka İtteseka (Yüklü toplu yerleşim) birbirinin aynıdır. Birincisi binektir, seyyardır. İkincisi ise SABİT istasyondur.

* Vesekat ise “Bir ağacın meyvesinin çoğalması” olayıdır ki, uzay-ay kolonizasyonunda Plantasyon denen çiftliklerin kurulabileceğine de işarettir.

Daha önceki bantlarımızda da böyle çift kelimelerin birer kitap kalınlığında yorumu olacağını, örneğin Hûnnes ve Künnes ikilisi içinde görmüştük.

Eğer bu iki kelimenin sadece sözlük karşılıklarına bakar da meal verirsek, aldanırız, acizliğimiz okuyucuya –hâşâ- Kur’an’ı da acze düşmüş gibi gösterir. Bir Türk okuyucu, Arapça bilmek zorunda değildir. Bir meal (Tercüme) Kur’an alır ve okur. Ondaki Türkçe ifadenin belli kelimelerine ve kavramlarına şartlanır. Bunlar kişisel tercüme yüzünden yanlış anlaşılabilir, o kişinin kültür-bilim seviyesini aşamayan ilgisiz anlamlar, klasik ağdalı bir dil okuyucuya sevimsiz gelebilir. Okuyucunun “Kur’an’ı” benimsemesine engel olabilir. Nitekim piyasada pek çok meal kitabının hiç biri birbirine benzemez, türlü anlatım ve yorum biçimleriyle sayısız meal enflasyonu ortaya çıkar. NE VAR Kİ KUR’AN

Page 92: 97349158-ArzArs-Mirac-1

TEK KİTAPTIR!.. Meallerin bilimsel noksanlık ve ekip olmayışı yüzünden güdük karşılıkları vardır, anlaşılamayan da “Sözlükten bakılıp, geçiştirilir.”

(*) Örneğin Hûnnes ve Künnes sözlükten birer kelime ile göz ardı edilmiştir. Oysa BİLİM boyutlarında onların birer KARADELİK-AKDELİK’ten başlayarak, TÜRLÜ ZIT ÇİFTLER olduğunu önceki iki cildimizde sunmuştum. Veseka-İtteseka (ve hatta İVTESEKA) işte böyle bol karşılığı olan bir çift oluşturuyor. Bu konuda değerli bir eser olarak Mehmet EMİNOĞLU’nun “Kur’an ışığında Kâinat ve göklerin fethi”ni okura tavsiye ederim.

İLERİ BİLGİLER-21

TABAKADAN TABAKAYA

Şimdi yeniden toplu olarak İnşikak’ın İKİNCİ BÖLÜMÜ olan İTTESAK’ı sunalım:

“AND OLSUN O ŞAFAKA, VE O GECEYE VESAKA, VE AYDAKİ İTTESAK’A Kİ, SİZ MUTLAKA TABAKADAN TABAKAYA BİNECEKSİNİZ.”

İşte şimdi gerçekten Ay’a ve diğer Kamerlere (Sıradaki gezegenlere) gitmek için “Leterkebünne tabekan an tabak” mübarek tanımı kullanıldığı anlaşılıyor. Diğer mealler bunu “Halden hale” ya da “Bir durumdan bir başka duruma döndürülmek” biçiminde tercüme ederler. Oysa görüldüğü gibi TABAKA ismi vardır ve Türkçe karşılığı KATMAN, KAT, KAT ETMEKLE YÜKLÜ OLDUĞUMUZ ARALIKLAR, KATMERLER ve EVRENSEL AŞAMALAR, ETAPLAR, EVRİMLER, FAZLAR’dır.

Dünyadan havalanan bir uzay aracı “Atmosfer tabakalarını” geçer. Sonra dış katmanlara (Tabakalara) ulaşır ve sonra da felekleri aşar. Örneğin, Dünya ve Ay çekiminin birbirini dengeleyip eşitlendiği bir TABAKA vardır ki, buradaki bir araç, ne dünyaya ne Ay’a bağlıdır, doğrudan EVRENSEL ÇEKİME bağlıdır.

Sistemlerin menzilleri vardır. Ama iki sistem arasında bu TABAKALAR kat edilmezse o menzillere ulaşılamaz. Eğer buna “Bir durumdan diğerine binmek, halden hale binmek” dersek, bu yorum değil yorgunluk olur. Çünkü bizlerin MUTLAKA tabakadan tabakaya bineceğimiz=Terkebünne (Terkebenne) ile açıklanmıştır. Terkebenne “Muhakkak bineceksiniz” anlamındadır. Kökü ise Rekibe’dir ve BİNEK olunan şeye BİNMEK, onu SÜRMEK, yönetmek demektir.

* Bu tabakalar bizler üzerinde “YUKARIDA” yer alır. Yani her birine tırmanılıp binilecektir. Her tabakaya insan teknik imzasını atacaktır. İşte yapay uydular tabakamız ki, bunlar dünyanın çekimine bağlıdır. Çekim alanı dışında yani Ay ile eşit çekim paylaşılan tabakaya da “ara istasyonlar” kurulacak ve bir tabakanın daha keşfi gerçekleşmiş, o tabakaya insanoğlu bindirilmiş olunacaktır.

* Terkebünne ya da terkebenne “BİNDİRİLMEK, BİNMEK, SÜRMEK” anlamındadır. Merkep gibi türevi üzerine binilen hayvan, binek hayvanı anlamında kullanılmaktadır. Rakip türevi ise sürücüsü, binicisi SÜVARI’dir ki, yine “Kaptan pilotlar, Sefini Süvarileri”

Page 93: 97349158-ArzArs-Mirac-1

oluveriyor.

Yeniden “Tabakadan tabakaya” kelimesine dönersek, yine sayısız sır buluruz:

* Hem yer feleklerinin her birinin tabaka-tabaka olduğu bildirilmektedir, hem biyosfer atmosfer, magnetosfer gibi başka tabakalar olduğu bildirilmektedir.

* Gezegenlerin felekleri zikrediliştir ki, bunlar SIRAYLA fethedilecektir.

* Tabaka, feleklerden başka, KADEMELİ roketlerimizin de işaretidir. Transit uzaya açılmanın, yani ara istasyonların da TABAK=KADEMELİ olacağını göstermektedir. Örneğin, Dünyadan bir ARA İSTASYONUNA sonra oradan Ay’daki bir istasyona ve daha sonra oradan Venüs veya Mars’daki bir istasyona “Gidebileceğimiz” menziller, felekler, tabakalar halinde Uzayın etapları demektir.

* Uzayın fethindeki bütün teknik aşamalar, Ok ucunun, mermi biçimini alması, bu mermi-ok biçiminin ebadının büyütülerek Jet-Roket biçimi alması; sonra bunların “MENZİL” denen birbirinden uzak tabakalara (Kısa, orta, uzun, kıtalararası gibi) iletilmesi de birer TABAKADAN TABAKAYA BİNME olayıdır.

* Böylece Menzilden menzile gidilecektir. Her menzil de bir Gök katmanına ulaşmaktadır. Sistemimizdeki gezegenler sırayla keşfedilince, artık sırada yakın yıldızlar TABAKASI yani “Bir gökten diğerine gidiş” söz konusu olacaktır.

* Paralel evrenler arasında giden bir “Evren yolcusu” ise yine tabakalar halindeki paralel evrenlerin bir tabakasından diğerine gitmiş olacaktır. Yani Rabb’il Âlemi’nin Âlemlerinden birinden diğerine gitmiş olacaktır.

* Soyut astronomide ise bu evrenin katları arasındaki bir “Gezici durugörü” (mana âleminin keşfi) mana ehlinin din performansıyla “Bedensiz astronomi” yapması küçük çapta miraçlar, derecelerin yükselmesi, uzayın dolaysız keşfi gibi “Manevi tabakalar”

* TABAKADAN TABAKAYA BİNMEK, “YÜKLENMİŞ BİNEKLERLE” gerek yolculuk etapları olarak kat etmek, gerekse teknik aşama olarak teknolojik evrimdir. Teknik aşamaya örnek olarak roketlerimizin giderek hızlanacağını, ışık hızına çok yakın hızlara ulaşınca “MADDE TABAKASINDAN” “ENERJİ TABAKASINA” bineceğimiz, hatta bunu da aşarak Takyonik (SOYUT TABAKALARA) gidileceği ortaya çıkar.

* Işık hızına çok yakın uzay araçlarımız ise “TABAK” biçiminde olacaktır. Ayetin “Tabekan an TABAK” sırrı, bu UFO biçiminin de işaretçisidir. Nitekim onlara önce “UÇAN TABAK” (Flying Saucers) denmiştir. Uçan bir “Tabak” biçimi araçlar, insanın MADDE olarak en yüksek hız limitlerine ve gelecek çağların Kur’an tefsirine hitap etmektedir.

* Bunun yanında “Resulullah’ın miracında olduğu gibi” Arz-Arş arasındaki bütün TABAKALAR da yer alır. Burak ve Refref ise Resulullah’ın BİNDİRİLDİKLERİ’dir.

* Evren “TABAKALAR” halindedir insan (Ölü ya da diri fakat) MUTLAKA TABAKALARA binecek, yükseleceği ya da aşağılanacağı yerlere kadar türlü tabakadan tabakaya bindirilecektir.

* Arz-Arş dizisi eserlerimiz, zaten bu sonsuzluk kulesinin katları (Katmanları=Tabakaları)’nın KAT edilmesi üzerine kurulmuştur. Hatırlatmak bakımından

Page 94: 97349158-ArzArs-Mirac-1

bu kozmik tabakaları bildiren ayeti bir kez daha sunalım: (Mümin-84)

“ARZ’I BİNANIN (Yapının, kulenin) İLK KATI; SEMAYI (Gökleri) DA DİĞER KATLARI GİBİ KILAN ALLAH’TIR.”

İLERİ BİLGİLER-22

“AY’IN KEŞFİ-KESFİ-SAKKI”

Hadisler Ay hakkında üç önemli şeyi bildirmektedir:

1. Ay’ın keşfolunması, yani Ay’a gidilmesi.

2. Ay’ın kesfolunması, yani küsuf=Tutulma olayı.

3. Şakkı Kamer=Ay’ın Resulullah mucizesi olarak “İKİYE YARILMASI”

Bunların üçü de gayri Müslimlere nasip olmuştur. Ay’ın keşfolması, Neil Armstrong ve Edwin Aldrin’in ayak izlerindendir. Ay’ın kesfolunması (Ay’a isabet eden “Küsufa karşı Hüsuf” tutulma ve krater olayları) ileride açıklanacak. Şakkı Kamer denen Ay yarılması ise, Resulullah’ın mucizelerinden olup, Resulullah (sas) eliyle, gökteki Ay’ı iki parçaya ayrılmış olarak göstermiştir. (Bu mucize karşısında birçok inanmayan imana gelmişti.) işte bu da Ayın İtteseka ve İnşikak’ındandır. Ay olayları ise İnşikak Suresi’nin “YÖNETİMİNDEN”dir:

“ŞAFAK’a, geceleyin VESAK’a, Ay’daki İTTESAK’a yemin ederim ki, siz bir TABAKADAN diğer TABAKaya bindirileceksiniz. Artık ne oluyor da onlar iman etmiyorlar?”

Şimdi yeniden bir şifreyle karşılaşıyoruz: Astronotlar ve insanlara “Tabakaları aşıp gittikleri halde” niçin hala iman etmedikleri” soruluyor. Daha önce de Ayetel Kürsi’de ve Yasin Suresinin “İkinci kefesinde” bu kardeş anlam yer almaktaydı:

“ONLARA (Uzayda kurtardıklarımıza, sağ salim tabakadan tabakaya geçirdiklerimize) ‘TARAFIMIZCA MERHAMET OLUNMANIZ İÇİN ÖNLERİNİZDE, ARKALARINIZDA BULUNAN AFETLERDEN SAKININ’ DENİLDİĞİ ZAMAN ONLAR YÜZ ÇEVİRDİLER. ONLARA RABLERİNDEN HİÇ BİR AYET (Delil) VE HÜCCET (Gösterge) GELMEMİŞTİR Kİ ONLAR YÜZ ÇEVİRMEMİŞ OLSUNLAR.” (Yasin-45,46)

Şimdi bunun “İkizi” olan İnşikak suresindeki 19 ile 25 arası ayetlere de bakalım:

“SİZ (İnsanlar) MUHAKKAK TABAKADAN TABAKAYA BİNDİRİLECEKSİNİZ. ÖYLEYSE ONLARA (Astronotlara, uzay bilimi ile uğraşanlara, görevlilere) NE OLUYOR Kİ, İMAN ETMİYORLAR? VE KENDİLERİNE KUR’AN OKUNDUĞU ZAMAN NEDEN SECDE ETMİYORLAR. BİLAKİS O KÜFREDENLER YALANLIYORLAR. OYSA ALLAH ONLARIN BÜTÜN DÜŞÜNDÜKLERİNİ (Önlerindekilerini, arkalarındakilerini ve afetlerini) PEK İYİ BİLENDİR. BUNUN İÇİN (İslamiyet’i kabul etmedikleri için) ONLARI ACIKLI BİR AZAP İLE MÜJDELE. İMAN EDİP DE GÜZEL AMEL (Örneğin

Page 95: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Müslümanların uzay yarışına girmeleri) VE DAVRANIŞLARDA BULUNANLAR MÜSTESNA(dır)… ONLAR İÇİN KESİNTİSİZ (Bitip tükenmeyen armağan) ECİR VARDIR!”

Sunduğumuz kardeş ayetlerden Cifirsel sonuçlar çıkarabiliriz artık:

İLERİ BİLGİLER-23

UZAYA İLK GİDECEKLER

“MÜSLÜMANLAR” OLMAYACAKLARDIR!”

Çünkü ümmetler yarışı “HAKÇA” bir yarıştır. Müslümanların zamanla bilim ve teknolojiden “YÜZ ÇEVİRMELERİ” dolayısıyla uzay çağının dışında kalacakları bildirilmiştir. Allah (c) ın ilk emri olan “OKU”nun ta kendisi BİLİM olup, herkese farzdır. Bu emir-farzı terk eden Ümmeti Muhammed’e BİLİM küstürülmüştür. Bu yüzden “Mümin’in kayıp malı olan BİLİM” hadisi tecelli etmiş, Uzay çağının gerisine düşen 20. yüzyıl Müslüman’ının “Uzay ve Ay’a ilk gidenlerden olamayacağı” ortaya konmuştu. Cahil bir ümmet olmanın sırrı da, sadece sosyal bilimleri İLİM sayıp, kendimizden başka hiç kimseye faydası olmayan şahsi borcumuz (ibadetimizi) HER ŞEY sayan, Arabesk toplum olmamızın bedelinde ümmetler yarışında geri kalmışız. Bunun için “Bir saatlik ilim 70 yıllık ibadetten efdal” tutulmuştur.

Kâfir (Ateist) ve gayri Müslim ehli kitap ise “Erkenden kalkmış, çoktan yol almış” didinip çalışmasının mükâfatını bu dünyada HAKÇA almıştır. Batı âleminin bilim ve teknolojide atağa kalkarak, aşamalı ve etaplı olarak “Tabakadan tabakaya” binmesi sonucu uzaya çıkılmış, sonra Ay’a ulaşılırken, bir yandan da sistemimiz içinde “Yolcular, Kâşifler” dediğimiz robot uyduları yollamış ve bu başarıyı bileğinin hakkıyla HAK ETMİŞTİR! Daha da ilerisi, gezegenlerin yollarını yine onlar açmaktadırlar. Çalışkanlığın, bilgili oluşun mükâfatı batılı, Japon ya da Müslüman herkese eşittir.

* ONLARA NE OLUYOR DA İMAN ETMİYORLAR?

Bu ayetin anlamı, uzaya Müslümanlardan, Hıristiyanlardan önce imansız (Kâfir) bir ümmetin insanlarının çıkmasıdır. Pravda’nın haberine göre, Uzaya ilk çıkan insan Rus Gagarin, “Uzaya çıktım, tanrı vardır diyenlerin tanrısını arayıp bulamadım” diyordu. Onun bu zırvasına karşı, Kur’an 14 yüzyıl önce “Soru sorarak, peşin cevap vermiş” bulunmaktadır: “Onlara ne oluyor da iman etmiyorlar?”

* VE KENDİLERİNE KUR’AN OKUNDUĞU ZAMAN SECDE ETMİYORLAR?

Bu ayet ise, kâfirlerin siftah başarısını “Hıristiyanların” aşacağını ve ateizme karşı “Ehli kitaptan Hıristiyanların” kazanacağını bildirmektedir. Nitekim Uzay’a siftah çıkmaktan çok önemli olan AY’A AYAK BASMAK, Hıristiyan astronotlar Collins, Aldrin ve Armstrong ekibine nasip olmuştur: Onlar ise tersine “Kim olursanız olun, nerede olursanız olun, son saatlerde oluşan bu olayları düşünüp, her biriniz kendi ibadet

Page 96: 97349158-ArzArs-Mirac-1

biçiminize göre Allah’a dua edin” mesajını gönderdiler

Ay’a ilk ayak basan Neil Armstrong ve Edwin Aldrin’in serüvenini hemen hiç duymayan kalmamıştır; Onların Ay’da başlarına gelenler İBRET ve HİKMET doludur:

1. Ay modülü, Ay’a ayak basılana kadar bir çift “UFO” kontrolündeydi. Eşit bir açıyla ”Koruma perdesi” oluşturan bu ikiz disk biçiminin video “RESİMLERİ” çekildi. Bu bir çift yabancı araç naklen TV yayınını izleyen milyar kişi tarafından izlendi ama “Işık opakları” sanılarak fark edilemedi. Ne var ki, bunu yayınlayan LIFE dergisinin o sayısı tez yoldan toplatıldı.

2. Ay’da “Esrarengiz bir MÜZİK YAYINI” hem yer hem de uzay aracının bantlarına kayıtlandı. Bu esrarengiz müzik yayınının “NE OLDUĞUNU” dönüşünden 14 yıl sonra astronot Armstrong anlayacaktı:

Bu sırada Mısır’da bir konferans veren Armstrong’un konferansını bir Camiinin ezan sesi bölmüştü. Armstrong susmuş, ezanı dinlemişti. Bu dünyada ilk kez duyduğu ezandı, ama onu daha önce de Ay’da dinlemiş olduğunu, “AY’DAKİ ESRARENGİZ MÜZİK YAYINININ” ezan olduğunu o an anlamıştı:

“Bu ses, Ay’a ilk adımımı attığımda duyduğum ve ürperdiğim, esrarengiz bir müzik yayını sandığımız melodidir.”

3. Ay’da havasız ortama rağmen, ses-üstü bir ses hitap etti ve bu hitap da yer ve uzay aracının bantlarda uğultu yapan bu uzunca cümleye hem Museviler hem de Hıristiyanlar sahip çıktılar. Fakat NASA’daki Müslüman bilim adamları bunun Arapça olduğunu resmen ortaya koydular!

“(İs) Lam… Rabbi… (Ves sema) vel ARZ (d) dini indehu… İza kun alim”

Bu cümleyi birazdan açacağız ve Ay’da Kur’an’dan okunduğunu iyice anlayacağız. Çünkü gerek EZAN gerekse CÜMLE olarak KUR’AN’ın okunacağını İnşikak açıklıyor:

“ÖYLEYSE ONLARA NE OLUYOR Kİ İMAN ETMİYORLAR VE (Daha sonra Ay’a indiklerinde) KENDİLERİNE KUR’AN OKUNDUĞU ZAMAN SECDE ETMİYORLAR? TERSİNE O KÜFREDENLER YALANLIYORLAR!”

Armstrong’un “Müslümanlığı kabul ettiğine ilişkin yayınları” birçok okurumuz duymuş olmalıdır. Bunu doğruluğunu Allah bilir. Fakat üç astronotun da kendilerine Ezan ve Kur’an okunduktan sonra “Neden MÜSLÜMAN olmayıp, NAMAZA yönelip SECDE etmedikleri” sorulmaktadır. Armstrong’un “Akıl hastası olduğu, ne söylediğin bilmediğini NASA’nın İsimsiz bir sekreteri” açıklamıştı. Life dergisinin toplanması, refakatçi UFO’ların göz göre göre yalanlanması, bantların ve kayıtların devletin sinir bozucu resmiyeti ve sansürü ile saklı tutulması, insanların bir paniğe kapılmasından çok; İSLAMIN ZAFERİNİ saklamak istemelerinden, kendi kâfirce düşüncelerinden dolayıdır. Art niyetli olarak gerçeği göz ardı etmek üzere daha gizli loncalardan emir aldıklarını da devam eden ayet önceden bildiriyor:

“TERSİNE, O KÜFREDENLER YALANLIYORLAR. OYSA ALLAH ONLARIN BÜTÜN DÜŞÜNDÜKLERİNİ (Art niyetlerini, satılmışlıklarını, sinsiliklerini, başlarına gelecek bütün afetleri) PEK İYİ BİLENDİR. BUNUN İÇİN (İslamiyet’i kabul etmedikleri için)

Page 97: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ONLARI ACIKLI BİR AZAP İLE MÜJDELE…”

İLERİ BİLGİLER-24

GERÇEKLEŞEN ÖNGÖRÜM

İnsanın ”Uzay-Gezegenler fatihi” olmasına ilişkin bir başka kriptolojik kehanet kaynağı da “Halidi Kameriyye’si”dir.

(*) Söz konusu belgeler, doğuda Halidi kolunun; batıda Zig-Zag’ın kurucusu Mevlana Halidi Bağdadi’nin (“93 savaşı” dönemde) Hz. Hızır’dan aldığı ilahi bilgiler, Hekim (Ya da Ekim) bey diye bilinen öğrencisine emanet edilmiştir. Ekim bey bu belgenin bir nüshasını, Batılı Müslüman Bilim Adamlarından Gurdjieff’e İstanbul’da teslim etmiş, Gurdjieff de bunlardan iki nüsha çoğaltarak K.M.Allein (Allain) ve Hansel-Axel Heiberg’e iletmiştir. Tamamı 7 paragraf olan belgenin İngilizce nüshası “Ve Hızır bana dedi ki…” diye çoğaltılmıştır. Bağdatlı Halid’in Hz. Hızır’ın öğrencisi olduğu Batılı Müslüman Bilim Adamları grubunun kısa adı olan “Zig-Zag”a bu ismi bizzat verdiği rivayet edilmektedir. Bu isim aslında “Zez-zağ” olup, batı dillerine uyarlama kolaylığı bakımından Zig-Zag biçiminde geçmektedir.

Söz konusu belgenin birinci paragrafı Resulullah’a ve Hz. Hızır’a yöneliktir. İkinci paragraf ise NUN başlığıyla şöyle yazmaktadır:

“Arz(dünya)dan Süreyya Arz (Dünya, yıldız)ına kadar Kamerler silsilesi (Aylar zinciri, zincirleme aylar) vardır. Âdemoğlu kıyamete kadar bunları KEŞF edecektir. Arz’ın Kameri (Dünyanın Ay’ı) ismini NUN-Kalem suresinden ve bunun KAF harfinden almıştır. KAF-NUN icazıyla Dünya kamerine ilk Nasranî’den Nisra Nail olacaktır. Onların şeytanı dünyada kalacağı için kalp, göz ve kulak mühürleri açılacaktır. Ay’ın şeytan yerine geçen süfli mahlûku dünyaya inecektir. Ay o gün toplantı yeri olacak, Âdemoğlu, Âdemoğlunun oğlu, Süfli müekkili, rahmani müezzini ve münadi müekkili hazır bulunacaktır.”

Şimdi “Halidi öğretisine göre” bu paragrafı “açmaya çalışalım: Sistemimizden bir başka sisteme kadar birçok gezegen bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, bildiğimiz Ay’dır. Sonra diğer gezegenler (ve başka sistem gezegenleri) sırayla insanoğlu tarafından keşfedilecektir.

Ay’a ilk gidecek olan insanlar ise “Nasranî=Hıristiyan” / “Nisra=Kartal” / “Nail=Umduğuna erişmek, idealine kavuşmak, yarışı kazanmak” ile şifrelendirilmiştir. Hz. İsa’nın doğum yeri Nasıra=Nezareth kenti olduğundan Hıristiyanlara Nasranî (İsevi, Nesturi) denmektedir. Ay’a ilk gidenlerin Hıristiyan olduklarını sezebiliyoruz.

Nisra ise Kartal demektir ki, bu da iki yoruma uyuyor. Amerika Birleşik Devletlerinin Amblemi Kartal’dır. (Ayrıca savaştan sonra Amerika ve Rusya’ya sürüklenen Alman roket bilginlerinin de arması kartaldır.) Amerikalı Hıristiyanların Ay’a ilk ulaşanlar olacağı bildirilmektedir. İkinci olarak Ay’a inen ilk aracın adı da “Eagle=Kartal”dır. (Ay modülüne örümcek denmekteydi, sonradan Kartal olarak değiştirildi.) Ankebut yani “Örümcek”

Page 98: 97349158-ArzArs-Mirac-1

suresinde de bu sır saklıdır. Hatta bu araç Ay’a indiğinde, dünyaya “Kartal kondu” mesajı verilmiştir.

Nail olmak ise bir “Rekabet, yarış” söz konusu olduğunu bildiriyor. Sovyet-Amerikan uzay yarışmasını Amerika’nın kazanacağını bildirdikten başka, eğer çok büyük bir rastlantı yoksa Ay’a ilk ayak basan astronotun adının Neil olduğu da söylenmiştir.

Neil, İngilizceye İbranice (İncil’in indirildiği dil) kökenli olarak girmiş bir temenni-isimdir; “Umudun gerçekleşsin, idealine erişesin” anlamında bir duadır. İbranice ile Arapça, bilindiği gibi akrabadır ve ikisi de Sami dil ailesindendir. (Örneğin Rabbin El Melik ismi, Yahudice de “Al Maleh”dir. Nail’de bunun gibi Neil’dir ve İrlanda O’Neal ya da Nale ismiyle ilgisi yoktur.)

Şimdi izleyen ikinci paragrafı aktaralım:

“Nasranî Nisrası Nail olup, kameri keşfederken şeytanı (Dünyada kaldığından) Kesfe uğrayacak, küsufu da hüsufu da görecektir. Âdemoğluna, Âdemoğlunun oğlu olan Süreyya Kameri ehlinden mahfuz beyz refakat(eyn) ve Nezaret(eyn) edecektir. O TABAKEYN’dir ki, Sultandandır, Hızırdan’dır, İzhardandır, ivtisakdandır. Onları mühürsüz gözler görecek, mühürlü gözler de yarılayacaktır. (İnşikak) Hüsuf ve Küsufu Rasulullah “Şakkı Kamer” icazı ile o gün için mübarek etmiştir. Sonraki ümmeti de evvelki ümmeti olan Âdemi mübarek kılmıştır o gün… Onlar da(hi) Zürriyetten ümmetin ahiri bir acib Rakib’dir ve Rakib’dir, El-Rakib talimindendir.”

İkinci paragraf, burada uzun uzadıya açılmayacak kadar uzun sırları içermektedir. Metin aslında Arapça olduğu için, bütün titizliğimize rağmen çeviriyi yeni dille yapmanın bir takım sakıncaları vardı. Özetle şunlar belirtilmektedir:

Hıristiyan Kartal (Amerikan) aracının astronotları Ay’a inene kadar onlara “Kendilerinin de oğulları” olan ve Süreyya yıldızının bir gezegenine ulaşmış bir dönemden gelebilen Mahfuz (Saklı ya da muhafaza edilmiş ya da muhafızlık yapan) beyz (Disk oval biçimli) bir çift refakat (Eşlik, eskort) aracı nezaret edecek=gözetecektir. O araçlar bir çift TABAK biçimindedir. Sultan’dan (Bu teknolojiye erişmişlerden ve Hz.) Hızır’dan=onun teknolojisi olan zaman yolculuğu yapabilenlerdendir. İzhar=Zahir açıkça görünürler, maddedirler. İvtisak=bir görevi tamamlamak, muhafız oldukları yere toplamak üzere bulunmaktadırlar.

Onlara madde olduğu için her gözün göreceği Septik gözlerden de perdenin kalkacağı, türlü teknolojiye tanık olacakları bildiriliyor. Onların “gözleri yarılayacak-belirecek” türünde ayetler vardır. Örneğin Yecüc-Mecüc ortaya çıktığında da inanmayan gözler belirecektir.

Hüsuf=Çöküntü, krater, tutulma ve Küsuf=Gezegen tutulumu olaylarının Resulullah mucizelerinden biri olan “Ay’ın yarılması” ile ilişkisi olduğunu, Resulullah’ın o gün, insanoğlunun Ay’a gittiği bu günü kutsadığını açıklamaktadır. Torunların da Ay’a inen atalarının bu tarihsel günlerini kutsadıklarını ve kutladıklarını, bu görevle orada olduklarını anlıyoruz.

Resulullah’ın “Önceki ve sonraki ümmetim” dediği bir çift ümmet vardır. İşte bu bizi yeniden “Zaman yolculuğu” sırrına zorluyor. İnsan, önce Ay’ı fethetmiş sonra diğer

Page 99: 97349158-ArzArs-Mirac-1

gezegenlere yönelmiştir. Kuşaklar boyu bu fethini çok uzak sistemlere taşıyabilecek “Âdemoğlunun da oğulları” zincirleme olarak uzay fethini sürdüreceklerdir. “Kıyamete yakın” ya da “Sonraki ümmetim” dediği kuşakların dizimizin birinci cildinde “Zaman yolculuğu” mekanizmasını üstlendiğini sunmuştuk. Torunların atalarını ziyareti ışık hızının aşılması ya da uygun koşullarda tekillik tünellerinin kullanılmasıyla (TERSİNEN RÖLATİVİTE) çok mümkündür. Bu torun kuşakların o beyzi (disk, oval mercek biçiminde) “Uçan tabaklarını” yapmalarının akla yatkınlığına da değinmiştik. Bunun üzerinde duralım: Tabak-tepsi biçimi anlamına gelen “TABAKEYN” gerçekten de “Bir çift” de yayınlanmış, Life dergisinin kapak konusun oluşturmuş, ayrıca, ilgilenen basın organlarında da bir çift TABAK (yani disk biçimli UFO kimliği bilinmeyen uçan obje) fotoğrafları içine alınmıştır. Acaba, gelecekteki torunların, yaptıkları ve “Uçan tabak biçimindeki” araçlarıyla atalarını kutlayan “Sonraki ümmet=Torun Müslümanlar” mı kastedilmektedir? Üstelik Yasin’de geçen “Zürriyet” burada da zikredilmiştir. Bu zürriyet, “Sonuncu ümmetten kişiler” olup, Acib=Acayip, tuhaf teknolojileri” olan “Rakib=Binici, sürücü, pilot, astronot”lar olduğu mu ima ediliyor? Üstelik onların düşman kamplara bölünme ihtimalini “Rakib=Rekabetçiler” terimi haber veriyor. Rabbimizin 99 isminden biri olan “El Rakib” de zikredilmiştir ki bu ismin fonksiyonu insanların “Pilotaj ve astronotiks” yeteneğine yansımıştır.

İzleyen paragraf ise şöyledir:

Acib zürriyet ve siftah eden âdemlerden başka orada cismani olmayan Ay süflisi (Şeytanı) vardır. Biiznillah mübarek vakit grince bir nurani müezzin ezan okur. Ay ehli (Melekler) namazını kılar ve namaz bitince bir münadi (Tellal, mesajcı melek) Âdemoğullarına karet (Kur’an) okur. Sonra şöyle seslenir:

“BUGÜN, BURAYA GÖKLERİN VE YERLERİN VE ARASINDAKİLERİN RABBİ (Olan Allah’ın İNDİNDEKİ (Hak) DİN İSLAM’A GELDİNİZ. O, OL DEDİĞİNDE (dilediği hemen) OLUVERİR. O ÂLİMLER ÂLİMİDİR. İLMİNDEN DİLEDİĞİ KADAR VERİR. GÖKLER VE YER ONUN MÜLKÜDÜR. BU ARZDA (Ay) ONUNDUR.”

Bu nidayı kulağı mühürlü olmayan her bir Âdem duyacak, fakat dönerken onu bekleyen şeytanı vesvese ile unutturacak. Yalnızca üç taneden biri vesveseye kanmayınca kalbinin mührü açılacak. Besmelesiz ayak bastığı Ay’da unuttuğu besmeleyi, dünyaya dönünce hatırlayacak. Kim secde etmeyi dilerse Rabbi ona secdeye kolaylık verir. Kim yüzünü çevirirse onu afete boğar.”

Açıklamadan, orada bir çift “Araç”tan başka, görünmeyen süfli=Kötü, sefil aşağılık” bir takım varlık da olduğunu, şeytanın yerine geçtiğini, çünkü şeytana gökler yasaklı olduğundan, oraya ulaşamadığını, kavrayabiliyoruz. Bundan başka görünmeyen bir “Müezzin=ezan okuyan” ve bir münadi=nida eden, bir şey duyuran, tellal bulunmaktadır. Müezzinin Ezan’ının ne olduğunu RESMİ BANT KAYITLARINDA açıklamıştık. “Kıraet=Okuma, bildiri” ise, yine bantta kayda geçen kelimelerle TAM UYUŞUM halindedir. Bunlar RABBİ=Rabb, Allah, mürebbi, öğreten, terbiye eden EL ARZ=Dünya, dünyalar, yerler ikisi birden “Yeryüzünün Rabbi” anlamı çıkar ki bu da Ay’ın da Rabbi anlamına gelir. Muhtemelen bu, Rabbimizin katı, İndehu=İndinde, katında, nezdinde anlamındadır. Din ise her üç kitapta da aynı anlamda “DİN”dir. Bu Rabbimizin katındaki din olan “İslam”ı kastetmelidir. İza=… dığı zaman anlamındadır, kun=ol demektir ki “Ol

Page 100: 97349158-ArzArs-Mirac-1

dediği zaman” yine ihtimal dâhilindedir. Âlim ise bilindiği gibi “Allah’ın en büyük isimlerinden birisi ve aynı zamanda BİLGİN anlamına gelmektedir.

Aynı belgenin, diğer Kamerlerini sayan başka paragrafları vardır. Bir cümle şöyledir: “Kamerlerden Zühre zuhur edecek, kamerlerden Mirrih (Mars) merhamet bilmeyecek.”

İLERİ BİLGİLER-25

UZAY’DA KILINAN NAMAZ

Son bölümde ise Müslümanların “Uzay ve Ay’a gidecekleri” anlatılmaktadır:

“Kıyametin vasati (Ortanca) alametleri inşikak (yarılma) ile zuhur edecek yardıkça yarayacaktır. Hüsuftan küsuf; hamızdan humuz; Aden Kar’ı’ndan (Arap yarımadası) Kızıldeniz Tur’u yarılacak. Kızıldeniz firavunun na’şını (Cesedini) kıyıya red edecek (dışarı atacak.) Kudüs Müslüman’dan gasp edilecek, Kur’an’ın 113’ü Yahudiye lanet edecek. Şakkı Kudüs’ten sonra Şakkı Kâbe (Kâbe bölünmesi) olacak. Haram ayın ihramını beyazken kan kırmızı yapan Rafızî Deccali zalim Mecusi Süfyani Kaim’e Tevbe suresi Lanet edecek. Süfyani Kaim Mesihi Deccal’dendir. (Kötülük Meshi’nin adamı) Haşimi’den Mehdi ise Mesih’dendir. (Hz. İsa’dan) Nasranî Nisrası ile Meş’um’un Miş’a’sı arasında Şakkı Kamer (Ayın paylaşılması, bölüşülmesi) ardından şimal şom olacak, Ay mahvolacak, Mescidi Kamer (Ay mescidi) kurtulacak.”

(*) Kıyametin küçük, büyük ve “Ortanca ile saklı” alametleri bulunmaktadır. Yukarıdaki paragraf, bir kısım “Ortanca” alametleri bildirmektedir. Burada İnşikak’ın, her türlü bölünme, nifak, paylaşma anlamına geldiğini, ayrıca Arap yarımadası-Kızıldeniz arasında coğrafik bir bölünmeyi haber veriyor. Kızıldeniz’in Sina yarımadası, zamanında Hz. Musa ümmeti için yarılan Kızıldeniz’de boğulan Firavun’un cesedinin kıyıya vurması yanında Kudüs’ün İsrail tarafından işgali ve Kâbe’nin son hac sırasında “Mezhep propagandası” için kullanılması da gerçekleşmiştir. Hac mevsimi kan yasağına karşı gelenlerin “Rafızî=Şii” oldukları ve Deccal’a hizmet ettikleri, zalim ve Mecusi=Ateşe tapan kalıntıları, “Süfyani=Hz. Mehdi’ye karşı olan taassup yobazları olduğu anlatılmış, üstelik “Kaim” adı da verilmiştir ki, bu Şiilerin “12. İmamı” olan sahte “Mehdi”leridir. (Asıl Mehdi ise Hz. İsa’dandır.) Ay yeniden ele alınmış, uzayda da gezegenlerin bölüşülmesine ilişkin işaret verilmiştir. Bunlardan birincisi Hıristiyan Amerika, diğeri ise Meş’um (Uğursuz, sol, kuzeyli) kamptır. Şimal hem solcu rejimi hem de Kuzey’i anlatmaktadır. (Miş’a henüz günümüzde anlaşılamamıştır.) Şimal, Meş’um şom vb. Meşeme’nin türevleridir. Ay’da bir “Mahv”dan söz edilmekte orada “Uzay Camileri’nin kurulacağı” bildirilmektedir. Çeyrek kala/çeyrek gece kıyamet” kitabında bu konuları kıyametin, küçük, büyük ve söz edilmeyen gizli-ortanca alametleri sunulmaktadır.

“Hızır Tezkiresi diye de bilinen Halidi Kameriyesinin son pasajı son derece anlamlı olup, “Tecelli” etmiştir:

“Fezadaki yeniay mahrekine uhruc eden (Yörüngesine oturan) ilk Müslim, ehlibeytten

Page 101: 97349158-ArzArs-Mirac-1

bir seyyid ve Kureyşi Emiridir. (Resulullah soyundan ve kabilesinden bir prens olacaktır.) Fezada namazını eda ederken, yeniay ona bayram müjdesi verir. (Verecektir.) Nafilesi vacibe tebdil olacaktır. Namazının ezanı ise ruhani müezzinin daha önce okuduğudur. (Ay’daki ezan-Kur’an) Bunun zuhuratı (Ortaya çıkışı) vasat alamettendir. (Kıyametin ortanca alametidir.) Kureyş Emir’i secdeye güç kifayet eder. (Güçlükle secde edecektir.) güç kıyafet eder. (Güçlükle secde edecektir.)

Gerçekten de hatırlanacağı üzere, Uzay mekiği Challenger, Müslüman Suudi Prensi Ahmed’i uzay programına almıştı. Prens, uzayda namaz kılmış, fakat çekim azlığı nedeniyle beden hareketlerini zor kontrol ettiğini açıklamıştı. Namazını kıldığı sırada da “Yeni ay”ı dünyadakilerden önce ilk o uzaydan görmüştü. Bilindiği gibi bir vakit namazı “Yeni Ay göründüğünde” bayramın girmesiyle iptal olur. Prensin niyetlendiği nafile namaz, “Yeni Ay”ın görünmesiyle Vacib olan kurban bayramı namazına dönüşmüş oluyordu.

(*) Arap astronotun yaşadığı bu olay, belki de İslam ülkeleri arasındaki takvim birliği için bir uzlaşma verisi olabilir. Bilindiği gibi ülkemizde, bir istisna olarak, diğer çoğunluğun tersine Ramazan, Bayramlar ve mübarek geceler, bir gün sonra kutlanmaktadır. Ne var ki, oruca bir gün sonra başlamanın bedeli, bayramın ilk gününe taşmakta, bayramda oruç tutulması haram olduğundan risk doğurmaktadır. İçinde “Bin ay sevabı” olan Kadir gecesi de kayabilir. Uzayda kılınan bayram namazı olayı, bu çifte standartlı İslam takvimi çelişkisi için bir kıstas, ölçüt olabilir.

Eser Ali İmran suresinin benzeri biçimde sona ermektedir:

“Müslüman âlimler acibe hayret edeceklerdir. Fezada kıyam (Ayakta duruş) rükun (Eğiliş) Ka’de (oturuş) ve secde ile ufki yatış hep birdir. (Aynıdır.) Müslüman âlimler kâinatı (Kozmoloji bilimini) ve Kâinatın “Kun”unu (Kozmogoni bilimi) idrak ederler. (Edeceklerdir.) Hidayet fezadakilere (Astronotlar) erişir. (Erişecektir.) Gadap (Gazap) dünyada ertelenmiştir ama feza kâfiri olursa ona da ateş azabı erişir. (Erişecektir.) Onlara hiçbir yardım da erişemez. (Erişemeyecektir.) Kim Allah’ın azamet ve kibriyasını yan üstü, yüzüstü, sırtüstü de olsun düşünürse, Müslüman olur. Bir de secde ederse ona da sonsuz nimet vardır ve ona emanetçi olarak Allah yeter. Kameriye Tezkiremizin Mahreki Sıratal müstakiym’den Mahreci (Kaynağı) sadaka Hızır As.’dan tamamdır. Doğrusunu Allah bilir.”

Şimdi Ali İmran suresinin 189 ve 192 arasındaki ayetlerin ÇİFTE YORUMUNU sunalım:

* GÖKLER VE YERLER ALLAH’IN MÜLKÜDÜR. “ (Gezegenlerin de Rabbidir.) ALLAH HER ŞEYE (İnsanoğlunu uzaya çıkarmaya) KADİRDİR.”

* “ELBETTE GÖKLERİN VE YERİN YARATILIŞINDA (Yaratılış bilim=Kozmogoni) VE GECE İLE GÜNDÜZÜN PEŞPEŞE GELİŞLERİNDE (Evren bilim=Kozmoloji) AKIL (Bilim) SAHİPLERİ İÇİN AYETLER (Deliller, ders, ibret, kanıtlar) VARDIR.

* “ONLAR (Akıl-bilim sahibi kozmolog, kozmogonist ve kozmonotlar eğer Müslüman olmaya azmetmişlerse) Kİ AYAKTA (Kıyam=Yeryüzü ve gezegenlerde ayak basmakta) OTURURLARKEN (Kadede ve/veya kumanda mahallinde oturmak) YAN ÜSTÜ (Yatakta uzanırken ve/veya çekimsiz uzayda yan-dik olduklarının farkına varmadan yan üstü)

Page 102: 97349158-ArzArs-Mirac-1

DURURKEN ZİKREDERLER (Akıl sahipleri olduğu için tefekkür ederler) VE DERLER Kİ: ‘EY ALLAH’IMIZ SEN (Evreni ve sırlarını) BOŞUNA YARATMADAN. BÜYÜKSÜN (Uzay o kadar büyüktür ki, insanoğlunun ne kadar küçük olduğunu anlaması için bu sonsuz uzayın içinde olup idrak etmesi yeterlidir.) BUNDAN DOLAYI BİZİ ATEŞ AZABINDAN (Cehennem ve mahşer azabından ve/veya uzaydaki kozmik yakmalardan) KORU.”

(Ve derler ki: ) “ALLAH’IMIZ, ÇÜNKÜ SEN KİMİ ATEŞE SOKARSAN ONU KESİNLİKLE REZİL VE PERİŞAN EDERSİN VE ZALİMLERİN YARDIMCISI YOKTUR.”

Şimdi yeniden “İnşikak” suresine dönerek, topluca ifade edelim:

“ŞAFAK’a geceleyin VESAK’a Ay’daki İTTESAK’A and olsun ki, SİZ mutlaka TABAKAdan TABAK’aya bineceksiniz. (Uzay, Ay ve gezegenlere gideceksiniz.) Öyleyse ONLARA ne oluyor da İMAN ETMİYORLAR? Ve kendilerine KUR’AN OKUNDUĞU halde secde etmiyorlar? Bilakis o küfredenler YALANLIYORLAR. Oysa ALLAH onların bütün DÜŞÜNDÜKLERİNİ iyi bilendir. Bundan (İslam’ı kabul etmediklerinden) ötürü onları çok acı verici bir azap ile müjdele. İMAN EDİP DE GÜZEL İŞLER YAPAN (Müslüman Astronotlar, bilim adamları gibi) İSTİSNADIR. ONLAR İÇİN NİHAYETSİZ BİR ECİR (Ödül) VARDIR.” (İnşikak – 16 ila 25)

Majüskül olarak yazdığımız son ayet, Müslümanların da Ay’a, Uzay’a ve gezegenlere gideceğini açıkça bildirmektedir.

Sevgideğer okurum, bu birinci bölüm boyunca, Kur’an’ın BİLİM ve TEKNİĞE yöneldiğin, uzay-ay-gezegenler (Kevkebler, Kamerler) gibi sonsuz bir nimetin, insanın bilgisi oranında “Yararına sunulacağını” anlayabilir.

İLERİ BİLGİLER-26

YASİN VE İNŞİKAK UZAY YERLEŞİMİDİR

Uzay çağının tam eşiğindeyiz. Dünyamızı kara-deniz-hava olarak kirletmiş, ekonomik kaynaklar için savaşlar icat eden modern barbarlar kesilmişiz. Dünyaya mahkûm kaldıkça, bölüşemez, paylaşamaz olmuşuz. Ama önümüzde uzay çağıyla yeni ufuklar ve ufuklarda görünen kudretler belirmiştir. Artık dünya ekolojisinin tabiat tahribini frenlemek zamanıdır. Hayvan nesillerinin tüketilmesi usulsüz avlanma, usulsüz betonlaşma asit yağmuru ile kıyıma uğrayan ormanlarımız, yok olan bitki örtümüz yerle bir ettiğimiz, yaşanmaz, dünyamızın sorumlusu biziz.

Doğa, insan olmadığı sürece kendini dengeler ve korur. Ne var ki, insanın doğaya hükmetmesi (gerek nüfus artışıyla gerekse teknolojik hafriyat-istihkâm iş makineleriyle) hızlanmıştır. Kelaynak kuşlarının birkaç tane; yüz milyonlarca bizonun, birkaç yüz kalmış olmasından insan sorumludur. Hayvan türlerini “Kürk” diye giymek üzere acımasızca telef etmiş adına da spor demişiz.

Page 103: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Endüstrinin bacalarından büyük kentler üzerine “Hava kirliliği” diye gri, puslu bir kasvet sisi oluşturmuşuz. Radyoaktif deney ve tesis artıkları Mesihimizi değiştiriyor, bizi için için çürütüyor. Kanser modası oluşturuyor. Deterjanlar ile deniz-akarsu hayatını da kanser etmişiz. İlaçlı artıkları iç denizlere akıtıp, doğal sahipleri olan balıklara bile hayat hakkı vermemişiz. Ticari pratizm yüzünden “Hidro-Fluoro-Karbon bileşikleriyle Ozon tabakasını delmişiz “şıhab”ları içeri buyur etmişiz. Gelecek yakın dönem için önümüzde üç ihtimalli yol ayrımı var:

* Ya doğayı yok ederiz, teknoloji çevreye hâkim olur, doğayla bağlantımız kesilir ve bütün dünyayı KENT haline sokarken zehirlenerek ölürüz, bozulan iklim akışının saptırdığı doğa afetleriyle tükeniriz.

* Ya doğa bize hâkim olur ve klasik çağ ya da şimdiki “Camping” hayatını sürdürürüz ki, bu geriye dönüştür.

* Ya da doğa ve teknolojiyi EŞİT şartlar altında birbirinin içinde eritiriz. (Şimdiki İsviçre politikası gibi) Doğal biçimlere ve ritimlere saygı duyarak doğanın tam tutsağı olmadan çevre tahribatını en alt seviyede tutmaya çalışırız.

Dünyayı kirleten endüstriyi de dünya dışına atarak kurtuluruz. Çünkü Uzay bir nimettir. Uzay, yeryüzünün her noktasına (Satelitler gibi) eşit ve aynı uzaklıktadır. Yani yakın-uzak problemi yoktur. Üstelik uzayın dünya gibi bir ekolojisi yoktur. Uzayı ve Ay’ı istesek de kirletemeyiz.

Uzay ve Ay’ın yararları saymakla bitmez. En başta, yeryüzünün çoktan tükenmeye yüz tutmuş kaynaklarını petrol dışında tamamlayacaktır.

Uzayda astronomik gözlemevleri, transit istasyonlar ve fabrikalar kurulacaktır. Nükleer teknoloji uzayda zararsızdır, nükleer artıklar, (Beton tabutlarla deniz dibine değil; ) uzay çöplüğüne bırakılacaktır. Riskli laboratuarlar uzayda kurulacaktır. (Yeni virüs deneyimleri gibi Uzayda “Vakum” ortamı vardır. Yüksek ve düşük sıcaklıklar çevreyi tehlikeye sokmadan elde edilebilir. Sert ışınlar üretilir, ideal mercek ve ideal rulman-bilye gibi “Az çekim” isteyen ortam sağlanmış olur.)

Uzayın daha sayılmayacak kadar birçok özelliğinden yararlanarak, yeryüzünün güç ve imkânsız endüstriyel süreçlerini ele alacak fabrikalar, uzay kolonileri kurulabilecek, bunların hammaddesi de (Örneğin) Ay’dan alınacaktır. Dünya’nın ağır endüstrisi Ay ve Uzay’a nakledilebilecektir, dünya ferahlatılmış olacaktır. Enerjinin her türü uzaydan rahatlıkla elde edilip, dünyayı takviye edebilir. (Güneş enerjisi projeleri)

Bütün bunların olabilmesi için zorluk teknolojiden değil, insanın feragat edemediği ihtiraslarından kaynaklanmaktadır. Terörist devletler (Ve Dünya ekonomi imparatorluğu) aradan çıkarılıp, Milletlerarası ortak-eşit-eşgüdümlü dünya çapında insancıl bir işbirliği oluşturulması gerekmektedir. Elbette bu soylu işbirliğine küçük çaplı, kötü, hileli ihtiras sahibi çıkarcı çevreler gölge düşürecektir. Barışçı amaçlar dışında Uzay ve Ay parsellenmemeli, uzay savaşları için kullanılmamalıdır. Dünyanın Ay’dan kalkan nükleer roketlerle vurulmasına misilleme olsun diye Ay’ın vurulması (Mahvı) da mümkündür. İnsanoğlu rahat oturursa, o zaman, gezegenler sırayla Resulullah’ın bildirdiği gibi tespih taneleri gibi dizilirler:

Page 104: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“Yaklaşan Ferruhoğulları (esmer, kumral olup da Müslümanlığı kabul edecek olan Arap olmayan ırklar, sarı saçlı ırk) Eğer bilim Süreyya yıldızında kalmış da olsa, içinizden ona ulaşıp, bu bilimi alacak kimseler bulunacaktır.”

Resulullah, kuşkusuz, olacakları (Allah’ın izniyle) biliyordu ve bu hadisini Araplar için değil; Ferruh, genel ismiyle anılan Sami-Arap ırkı dışındaki Müslümanlara ve kıyamete doğru Müslümanlaşacak Töton (Germen, Slav) ırklarına yöneltilmiştir. Halidi Kameriyyesi’nde de “Süreyya yıldızından” söz edilmiştir ki, bunlar birbiriyle uyum halindedir. Süreyya yıldız sistemine kadar genişlemiş bir “Uzay” insan zürriyetinin elinde tuttuğu Allah (c) vaatlerinden biridir. Bunun için Kur’an’ın kalbi Yasin ve kardeşi de İnşikak suresidir.

Yasin ve İnşikak surelerini sunmamızın nedeni, insanoğlunun uzay fatihi olacağının, bizatihi Rabbimiz vaadi olduğunu vurgulamaktı. Bir kez daha Mübarek kitabımızın ölüler kitabı olmadığını, insanoğlunun uygarlık ve teknoloji denen çifte hasat aldığı “BİLİM” nimetinin teşvikçisi olduğunu, biz yirmi birinci yüzyıl Müslümanları olarak, bir an aklımızdan çıkarmamalıyız. Kur’an’ımızın üç bölümü vardır. İlki sosyal bilimlere giren genelde fıkıh dediğimiz kurallar, diğeri tarih bilimi içine giren geçmiş ümmetlerle ilgili ayetlerdir. Fakat çok gariptir ki, Kur’an’ın %70’i gelecekteki bulgularda dâhil bütün pozitif bilimleri ipuçlamasıdır. Bu nedenle Rabbimiz şu dua’nın kendine edilmesini önemle bildirmiştir:

“RABBİM İLMİMİ ÇOK ARTIR.” (Taha-117)

Allah ilminizi artırsın sevgideğer okurlarım…

Page 105: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“O ALLAH’Kİ YEDİ GÖK (Yüzünüzü) VE BUNUN MİSLİ YER (Yüzünü) YARATANDIR.”

Talak Suresi 12. ayet

BEŞİNCİBÖLÜM

YEDİ YER KUŞAĞI

Page 106: 97349158-ArzArs-Mirac-1

KESİM-7 GİRİŞ

AŞAĞI GÖK

Arz-Arş öğretimizin temelini “Kozmik jiroskobi” oluşturmaktadır. Birincisi yatay ve dört yöne olan evren katmanlarıdır ki, bunlar Rahman-17’deki bu ufki (Horizal=Yatay) şifreden başka düşey (Şakuli=Vertical) jiroskobiyi de Nebe-27’de “Gökler ve yer(ler) ile ikisi arasında bulunanların Rabbi…” ayeti bildirmekte, Rabbimizin “İşlerini yukarıdan aşağıya doğru yönettiği” Kur’an’da türlü yerlerde yer almaktadır.

Böylece evrenin tertip edilmesinde apsis-ordinat dört yönlü ile taban-tavan katmanları da ortaya çıkmaktadır. Bu jiroskobinin Hacmini, dolgusunu ise “Âlemler” oluşturur. Âlemler Kur’an’da Fatiha’nın ilk ayetinden başlayarak, 43 yerde “Âlemlerin Rabbi” biçiminde tekrarlanır. Ayrıca 7 yer ve Arş katmanlarının da Rabbi olduğu bildirilmekle limitler de anlatılır. “Sonsuzluk Kulesini” bu nedenle isim olarak seçmiştik.

Arz-Arş dizimizin ilk cildi, tabanı=Arzı ele almış, 7 gök ve 7 yer katmanlarını, bineceğimiz tabakaları sunmuştu. İzleyen ikinci cilt ise “Gökler-yerler arasındakileri” işlemekteydi. Şimdi ise TAVAN’a tırmanışımızı sürdürüyoruz. “Hatırlatmak bakımından ilk bandın kısa özeti ile birlikte izleyen bölümlerde de kaldığımız yerden “Sonsuzluk Kulesine” tırmanışı sürdürmeye çalışacağız.

Dünya çocukları “Deniz”i en iyi anlatan kompozisyon yarışması düzenlenmiş birinciliği en kısası almıştı: “Denizi gördüm. Çok büyüktü!”

Evreni de böyle kompoze edebiliriz: “EVREN ÇOK BÜYÜKTÜR!”

Fakat evren şimdi, çok büyük, çok soğuk, çok karanlıktır. En başta ise “Evren çok küçük çok sıcak, çok aydınlıktı. En başta evren sonsuz küçük bir noktaydı.

Bu sonsuz küçük nokta, şimdiki evrenimizin, toplam sıcaklığına ve toplam sağırlığına eşitti. Evren minik bir yaratılış odağından ya da akmerkezinden “Büyük bir patlama” ile birden şişip, genişlemeye başlamıştır.

En başta evren, “Cehennem” sıcağı (Trilyarlarca derece) idi. Şimdi ise “Zemherir” soğuğuna çok yakındır. Zemherir soğuğuna “Mutlak soğuk derece” de denmektedir ve değeri sıfır altında (-273,16°C) derecedir. Bundan daha soğuk yoktur. Soğuğun sonu Zemherir’dir. Bu dereceye (-3) °C yaklaşmış bulunuyoruz.

Bir santimetreyi alıp milyarda bir kere milyarıncı kökünü aldığımızda, ortaya çıkan sonsuz küçüklükte bir nokta evrenimizdi. Bu öyle küçük bir noktadır ki, “Hiçlik” anlamına gelen “Sıfır” bile onun yanında dev kalır. Yani “yoktan” var edilmiştir.

Evrenin ilk yaratılışı sıfırdan küçük uzay-zamanda maddileşmediği için “Soyut=Mücerret”tir. Çünkü maddiliğin sırrı, “Kuant” denen en küçük (boyutsuz) bir koordinat noktasından itibaren başlar. Bundan önce her şey “NUR” denen “Sonsuz bir Kudret” etkisindedir. Planck’ın bulduğu bir aralığa kadar olan, yaratılış SOYUTTUR.

Page 107: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Çünkü Uzay-Zaman soyuttur. Maddileşme olmadığı için yaratılış önce soyuttur. Daha sonra evren Planck sabitesinden itibaren kuantlaşmaya başlamıştır.

Kuantlaşma maddileşmeye başlamak demektir. Kuantlar, mini-enerji tespihçikleri olup, aldıkları değerlere ve soğuma oranlarına göre “Türlü maddi görünüm” verirler.

Aslında madde yoktur, kuant (Enerji noktacıkları) vardır. Enerjinin soğumasına yoğunlaşmasına, kararlı olup yoğuşmasına MADDE denmektedir.

Madde, yoğuşan enerji (Kuantlarının) “Kararlı” önce atom-altı zerreleri haline gelmesi ve sonra soğuyarak, “Atomlaşması” olayıdır. Eş anlamda bir enerji kalıbı olan maddenin saklı hali (Ateş unsuru) enerjidir. Diğer halleri ise Gaz, buhar (Hava unsuru) Su, sıvı (Su unsuru) ve katı (Toprak unsuru)dur.

Bir parça buzu ısıtarak erir, ısıtmaya devam edersek buharlaşır ve bu ısıtmayı Güneşin enerjisine eşit derecelere) yükseltirsek, Moleküller atomlara, onlar da çekirdeklere çözünür ve geriye çekirdek plazması kalıverir. Bu da aşırı bir ısıtmayla “Quant=Kuant” denen enerji noktacıklarına ulaşır. Dolayısıyla enerji maddenin içinde saklıdır. Örneğin bir gram Uranyum içindeki enerji yüzbinlik nüfusa sahip bir kenti Atom bombası olup yok eder.

Evren, önce, bu enerji plazması halindeydi. Daha sonra giderek genişledikçe, cehennemi sıcağı, daha geniş bir alana yayıldı.

En başta, gök ve yer yoktu, her nokta Güneş kadar sıcak ve aydınken, sonradan kararmaya, soğumaya başladı. (Buna Termodinamik tek yönlü deniyor.) Madde hantal, fakat enerji çok cevval (Akıcı, dinamik) ve hızlıdır.

Enerjinin hızı, maddi evrenin en büyük hızıdır ve saniyede 300 bin km. olup, bir saniyede 7,5 kez dünyanın çevresini döner. En tanınan enerji tanımı IŞIK’tır.

Güneşin ışığı bize (Bu değişmez hızla) 8 dakikada gelir. Aynı ışık, komşu bir başka güneşe 4 yılda ve komşu bir galaksiye 4 milyon yılda gider.

Güneş, bize en yakın yıldızın “Özel” ismidir. Diğer Güneşler “Yıldız=Necm” adını; gezegenler de Kevkeb adını alır.

Güneşin bitişik komşusu olan en yakın yıldızı ışık, 51 ayda gider. Bizim en hızlı roketimiz aynı yere 43 bin yılda gider. Hemen-her komşu güneş arası bu uzaklıktadır. İçinde bulunduğumuz sistemde, en az yüzmilyar güneş (Yıldız) vardır ki bu sisteme “Gök adası” anlamında “Galaksi” denmesi adet olmuştur.

İçinde bulunduğumuz gök adası galaksinin özel adı “Samanyolu”dur. Bize en yakın diğer Samanyolu ise Andromeda isimli komşumuzdur. Oraya ışık, 3-4 milyon yılda ulaşır. Eğer roketle gitmeye kalkışırsak 30 milyar yıl boyunca yolculuk yapmamız gerekirdi ki bu evrenin BÜTÜN ÖMRÜNÜN, yaklaşık, İKİ KATIDIR.

Kaldı ki, oraya 30 milyar yılda gitseydik bile, ulaşamayacaktık! Çünkü hedef aldığımız KOMŞU GALAKSİ, aslında orada değildir: Evren sürekli genişlediği için, bu yolculuk boyunca önümüzden, bizden de hızlı kaçmaktadır. Bu, oraya hiç ulaşamayacağımız anlamına gelir. Çünkü EVREN SÜREKLİ GENİŞLEMEKTE, HEDEFİMİZ BİZDEN KAÇMAKTADIR. Öyleyse, oradan bize ne gelen olur; ne de biz oraya gidebiliriz! Bunun için evren çok büyüktür ve hatta bunları yazarken bile evren, “Dördüncü kuvvetiyle

Page 108: 97349158-ArzArs-Mirac-1

orantılı” olarak, çok daha büyümektedir. Boyumuzdan (Ve ömrümüzden) büyük işlere kalkışmadan, en iyisi olduğumuz yerden “Uzaya uzanalım” sevgideğer okurlarım…

Uzay, yani Kur’an’daki ismiyle “SEMA” bilim diliyle, “Uzay-Zaman-madde ve enerji” namına ne varsa hepsini kapsar.

Maddi cisimler YER kavramını ATOMLARDAN; enerji alanlar da, GÖK kavramını kuantlardan kurmuşlardır. Yani yer ve gök bitişik olarak “Kuant” denen boyutsuz enerji noktalarından kuruludur.

Kuantlar maddileşirse atomları; atomlar gök cisimlerini oluştururlar. Onlar da daha büyük bir sisteme bağlanırlar. (Güneş sistemleri, galaksiler, meta-galaksiler, süper diziler ve âlemler)

Evrende çekim, büyük balığın küçük balığı yutması biçiminde özetlenebilir. Evreni bir bütün olarak bir arada tutan sadece ÇEKİM (Gravitation, tutunum, kütleçekim, evrençekim, cazibe) kuvvetidir. Ay’ın çevresine bir uydu oturur. Ay ise, kendinden daha ağır olan dünyanın çevresinde döner. Dünya ve diğer gezegenler de Güneş’in çevresinde döner. Güneş galaksi içinde yörüngeye sahiptir. 150 kadar galaksi de bir YEREL KÜME oluştururlar. Bu kümeler de Süper dizileri oluşturur. Sonra bütün bu devasa âlemler Kur’an’da bildirilen “AŞAĞI GÖĞÜ” oluştururlar.

KESİM-8

GENİŞLEYEN EVREN

Samanyolu ve Andromeda birbirine çok benzerler. Her ikisinin de merkezinde dev bir karadelik vardır. 150 ila bin galaksi, daha büyük bir meta-galaksi oluştururlar. Daha sonra da Süper-diziler bir arada bir doku oluştururlar. Kısaca uzayın sonu gelmez. Fakat en başta, sadece bir tek nur olan AKNOKTA’dan başlamıştır yaratılış…

Yaratılış, düşünülmeyecek kadar en küçük bir noktada, çok sıcak ve HEMEN oluvermiştir. Evrenin yaratılışındaki ilk bir saniyeyi alıp da milyar parçaya bölerseniz, bu küçük zaman diliminden birinde, şimdi evrende olan HERŞEY (Atomları yapan kuantlar denen enerji tuğlaları) hazır ve nazır olmuştur.

Elbette Kur’an bunu ap-açık bildirmişti:

“BİZİM HERHANGİ BİR ŞEY İÇİN TEK SÖZÜMÜZ, ONU DİLEDİĞİMİZDE, O İŞ İÇİN SADECE OL DERİZ, HEMEN OLUVERİR.” (Nahl-40)

Gerçekten evrenin, (Daha zamanın akmaya bile fırsat bulamadığı) sonsuzda-bir saniyelerde her şeyiyle HEMEN oluverdiğini, bize, BİG BANG (Büyük patlama) teoremi ve fiziğin şaşmaz TERMODİNAMİK yasaları ispatlamıştır.

Evren yaratıldığında 700 bin yıl sonra sadece bir tek gök kavramı yoktu. Daha sonra “Karanoktalar ve/veya mini kuazar denen aknoktacıklar” patlayarak açıldılar ve bu bulutu “Adalara, kümelere” böldüler. Adalar “Yer” (ve kalan enerjetik alanlar) boşluklar

Page 109: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ise “Gök kavramını” oluşturdular. Böylece yer-gök Ratk iken Fatk ile yarılıp ayrıldılar.

“O KÜFÜR EDENLER HALA GÖRMÜYORLAR MI, YER VE GÖK BİTİŞİKKEN, İKİSİNİ BİRBİRİNDEN BİZ YARIP AYIRDIK.” (Enbiya-30)

Evren sürekli şişmekte, yani galaksiler (YER) arası boşluk (GÖK) büyümektedir. 1920’lerde bulduğumuz bu gerçek 14 yüzyıl önce Kur’an’da şöyle bildirmektedir:

“GÖĞÜ KUDRETİMİZLE BİNA ETTİK, HERŞEYİ GENİŞLETEN DE BİZİZ.” (Zariat-47)

Evren içinde, madde olmadığında “Düz”dür. İçine madde konduğunda ise “Yuvarlanır” yani başı ve sonu birleşir. Göğün bu “Binası” düz, yuvarlak ve negatif yuvarlak (Semer biçimi) olmak üzere modelize edilir.

Önce, evren en küçük noktaydı. Bu küçük noktanın genişleyip, büyümesi Hz. Ali’nin (ra), Arapçadaki noktalı B harfini kastederek “…Ben B harfinin noktasıyım.” Demesiyle özetlenebilir.

Evrende “ÖNCÜ” her şey, kuantlar (ya da fotonlar dediğimiz bütün enerji noktacıkları) hep “NOKTA” biçiminde bize görünürler.

“Oluş” ya da yaratılış, “AKNOKTA”; “Ölüş” ise “KARANOKTA” biçimindedir. Geldiğimiz yere Rücu etmek aslımıza döndürülmek üzere “Ömür” ediniriz. Kur’an’da en genel olarak, “AKNOKTALAR=Künnes” ve “KARANOKTALAR= Hûnnes” terimiyle anlatılmıştır. RATK=Bitişik=Hûnnes: FATK=Ayrılık=Künnes sırrının tecellisidir.

Yaratılış, iki nokta (Neden-Sonuç) arasındaki türlü geometrik biçimlerin yaşamasından ibarettir.

Bir geometrik mekânda “ZAMAN” olmazsa, bize hiçbir şey ifade edemez. Bu yüzden, evrenden “ZAMAN-MEKÂN” bileşimi olarak söz ederiz.

Mekân, kabaca, en, boy ve yükseklik ile anlatılır. Fakat ZAMAN böyle metrik ölçüme hitap etmez, cetvelle değil, saatle ölçümlenir.

Kur’an’daki “Feza” sözünden “Mekân-Zaman” biçimini anlarız. Mekân üç boyutludur, Zaman da dördüncü bir boyut olarak bu sisteme alınmıştır.

Mekânı üç boyutlu olarak en boy ve yükseklik biçiminde ve düz olarak düşünürken “İki boyutlu” olarak yaşadığımızı bize Gauss ile öğrencileri ispatlamışlardır. Dolayısıyla bir de evrenin görünmeyen saklı ÜÇÜNCÜ DÜZLEMİ (Üçüncü mekân polirazasyonu) olduğu ortaya konmuştur:

Bir kâğıt, iki boyutludur. (Yani alanı olan yüzeydir.) Bunu büküp bir küre yüzeyi gibi bombeli hale getirdiğimizde, yine “İki boyutludur” fakat sahte bir “Üçüncü boyut” izlenimi verir. Önceden insanlığı bu yanılttığı için uzayı (Bir sandık gibi) düz ve sonsuz düşünmüştük. Daha sonra, aslında “İki boyutlu” bir evren yüzeyinde, sandık değil balon zarında yaşadığımız ortaya çıktı. Bunu bize “Riemann” isimli Alman matematikçisi sundu. Uzayın Soyut olduğu ve “Düz” kavramına yer verilmediği iyice anlaşılmıştır.

İLERİ BİLGİLER-27

Page 110: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“7 GÖK - 7 YER SİSTEMATİĞİ”

Sıradaki konumuz, TARDYON yani bildiğimiz maddeyi oluşturuyor!. “Sema=Gök, tavan” kuvvet alanları ile dopdolu olan “ENERJİ=Luksonları” temsil eder. “Arz=yer, taban, (yani yerde kümeleştiği için) akla gelen her maddeyi de kapsamaktadır. Madde, cisimlerin kurgusudur. Örneğin ÇEKİM, maddeyi “madde” yapar, ayak bastığımız yer “Madde”dir ya da beş duyuyla algıladığımız maddedir. Kur’an’daki ARZ terimi aynı zamanda Gravitation=çekim ile temsil edilen BÜTÜN MADDE âlemidir. Sema ise taban değil tavan olup, ayak basılamaz, beş duyuyla algılanamaz, örneğin gökkuşağını görürüz ama gökte bir yer tutmaz, havadan ayrı bir şey değildir.

Böylece Sema ile yer arasında (Taban ile tavan) arasında Madde-Enerji dünyamız (Tardyon-Lukson ikilisi) yer alır.

Elbette sonsuz kulenin de bir bodrum katı (Esfeli safilin, Siccin ile Cehennemin en alt tabakası) bulunmaktadır. Bir de çatısı vardır ki, oraya; Melei ala’dan İliyyin’e ve son olarak ARŞ’a kadar tırmanılır. Aşağıların aşağısı “Esfeli Safilin” tabanıdır. Göğün tavanı da Arş’tır. Bu nedenle tabandan tavana; tümevarıma doğru olmak üzere “Sonsuzluk kulesinden” söz ederek, buna “Arz’dan Arş’a…” adını vermiştik.

Bu sonsuzluk kulesinin türlü hızlara bağlı katmanları vardır. Bu en alt katların alta gelmesinin seçilme nedeni “Gravitation=Çekim”dir. Ayağımızın bastığı yer “Aşağı ve Arz” olduğundan, biz gerçekten “Aşağıda, zemin katta” bulunmaktayız. Üstte ise gökler=semavat denen tavan katmanları vardır. Gök katmanları sayısız tabakalar halindedir. Bu nedenle “Tabakadan tabakaya binmekteyiz.” Elimizdeki tek veri her tabaka sisteminin “7’lerden” kurulduğudur.

Arz’ın dibinde de “7 YER ALTI” tabakası vardır. Ayetler, “Birbiriyle uyumlu 7 gök ve bunun mislinden (Bir o kadarından) 7 tabaka da yer altı yaratıldığını anlatmaktadır. (Talak suresi-12) “Bu misli yediler” birbirinin çiftli olan yedili (Ondörtlü) dizgelerden oluşmaktadır. Her bir “Yedi” birbirinin çifti eşleniği, özdeşi ya da anti paralelidir. Kur’an’ın kendisi 19 sayısıyla fakat YORUMU, TEKSİRİ 7 sayısıyla mümkün olup, bu sayı CİFİR’in anahtarıdır.

Varlık olan her şey ARZ kavramındadır. Arş bile maddi varlıktır ve Fatiha’nın 7 ayetine denk gelen 7 katmandır. Bunlar 7 günün temsilcisi de olup sırayla EBCED, MEVZAH, TAYKAL, MENSA, FESKAR, ŞETSAH ve ZEZZAĞ arşlarıdır ki sonuncusu, Zig-Zag’ımıza ismini veren Arş’tır.

Yüce katlar 7 ile temsil edilir. Levhi Mahfuz ise 19 ile temsil edilir. 7 Cifir’in de ana sayısıdır ve Kur’an anahtarıdır. Örnek vermek gerekirse Hicr-87, Resulullah’a bizzat hitap eder.

“AND OLSUN BİZ SANA ÇİFT KATLANAN YEDİYİ VE ŞU BÜYÜK KUR’AN’I VERDİK.”

Kur’an gökleri, yerleri denizleri her tertibi 7 adet olarak bildirmiştir. Kur’an bile iç-içe kutlanmış 7 TEKSİR mucizesidir. Bu yedi yorum, yedi renk gibi bir “meal tayfı” (Semantik spektrumu) oluşturur.

Page 111: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Yine Kur’an’da 7 nota gibi, ezberletmeyi kolaylaştıran, beynin ezberleme merkeziyle melodik ve harmonik uyumlaşma sırrı vardır. Bir kitabın kısacak paragrafını ezberlemek zordur. Şiir daha kolay ezberlenir, aynı insan dilerse Kur’an’ın tamamını kolaylıkla ezberleyebilir. Kur’an 7’si erkek 7’si dişi yani 14’ü noktasız 14’ü noktalı 28 harf üzerine kuruludur ki, bu haftanın 7 günü, Ay’ın ondördü ve Ay’ın 28 menzili ile uyuşur. Arapça ve Tevrat’ın dili olan Samice “7’ler” üzerine şifrelidir. İşte bu kurgu beyne ezberlemesi için sanki bir gökkuşağı yayımı yapar.

“Göklerin 7 katı” olmasının sırrı “Gökkuşağının” yedi rengi”; göklerin yuvarlaklığı (Feleği) da gökkuşağının çember biçiminde oluşuna alamettir. “Alâimi sema” yani, göklerin nişanesi olan gökkuşağı hacim olarak bir yer tutmadan VARDIR. O halde gökler de, VAR olan, iman edilmesi gereken boşluk katmanları, tabakalardır.

Bunun gibi bir de “7 yerkuşağı” vardır. Yer kuşaklarının sırrı da jeolojik eski kayaçların kıvrımlarında, katmerli katmanlarında saklıdır. Bunlar temel olarak 7 kayaç türüdür. Yedi yer kuşağının oluşumu yeraltındaki magmadan kaynaklandığından “Yerin gökkuşağı” olmaya hak da kazanırlar.

“Arz” dediğimiz bizim dünyamız da dâhil, her dünyanın (Kevkebin) içinde küçük çapta bir güneş, (sanki bir kırmızı cüce) çekirdeğinde saklıdır. Güneş, Ay ve iç gezegenlerin kabukları soğumuş, fakat içi tamamen sıcaktır. (Güneş yüzeyi sadece 6000°C’dir.)

“Yedi gök ve yedi yerin, BİRBİRİNİN MİSLİ” olarak Kur’an’da verilmesinin nedenlerinden ilki, “İç-içe” ve birbirleriyle kaynaşmış olmalarındandır. Bu, onların “En küçük modelinin (Zerre) en büyük model (Evren kürre) ile eşit biçimi taşıdığını gösterir. Evrendeki hiyerarşi nedeniyle küçüğün büyüğün altyapısını kurması ve/veya teklik olan büyüğün altyapısını kurması ve/veya teklik olan büyüğün çokluk olan küçüğü doğurmasıdır. Dolayısıyla BİÇİM vardır.

Kur’an’da “Zerre” ve “bundan küçüğü ile büyüğü” denmiştir. Zerre, maddenin en alt birimi olan ATOM’u haber vermiştir. Madde zerrelerinin temelinde ATOM yatar. Ama atomun parçalanabileceğini “Bundan da küçüğü” ilahi kelamı haber veriyor. Buna göre atomun en temel biçim olmadığını, bileşenlerden kurulduğu için bileşenlerine bölünebileceğini anlıyoruz. Bu “Zerreden küçük” bileşenlere subatomal (Atomaltı) yapı demekteyiz.

Böylece her bir Enfüs=Sübjektif içsel kuruluşun oluşturduğu Afakî=Objektif yüzeysel kuruluş “Arz=Yer katmanları” sayılmaktadır. Sonra bu dipteki afak, bir üstteki Enfüs yerine geçer ve kendinden bir üstteki büyük Afakî yapının biçimini oluşturur. Evren hiyerarşik bir tırmanışla en küçükten en büyüğe bir Enfüs, bir afak biçiminde düzenlenmiş olur.

Örneğin galaksi (Ve atom) dıştan bakıldığında bir toplu maddi blok, maddesel yapıdır. Ama onların da bir Enfüsi alt yapısı vardır. Bu, onların “Arzları”nı temsil eder: Galaksiler daha büyük galaksi topluluklarının (Süper kümeler, meta galaksiler) üyeleridir. Bunu fark edemeyeceğimiz kadar küçüğümüzdür. Onlar da daha büyük bir yapı olan BİRİNCİ GÖK katmanının üyeleridirler ki, bu “En alttaki göğü yıldızlardan ibaret bir süs kıldık” ayet’inde bildirilmiştir.

Galaksiler böylece bize “Arz=Yer” gibi gözükürler. Ama onların yüzmilyarlarca yıldızdan

Page 112: 97349158-ArzArs-Mirac-1

oluştuğunu biliyoruz. (İçindeki dev boşlukta yaşıyoruz.) Yıldızlar (Güneş sistemleri) ise gezegenleriyle bir aile oluştururlar ki bu da bize dev bir boşluktur.

Yıldızlar (Nücum) ve gezegenler (Kevakib) ise sadece ATOMLARDAN kurulmuşlardır. Böylece, bir üst sistemin “YER” dediği şey bir alt sistemin “GÖK”ünün yerine geçer. Atoma göre molekül göktür; moleküle göre ise atomlar onun yer tabakalarından biridir. Moleküle göre makromoleküller göktür, tersinden bakılırsa moleküller yerdir. Çünkü makromoleküller de hücre-alt yapıları oluştururlar. Sonra bunlar organelleri; onlar hücreleri, hücreler organları ve onlar da canlıları YEDİ GÖK ve/veya YEDİ YER gibi oluştururlar. Bu tespitimize Türdengelim ile bakılırsa, alt yapıların, üst yapının “Yer katları” olduğunu görürüz. Bunun tersine tümevarımdan bakılırsa, evrenin üst yapıları bize “Gökler” gibi gelir. Oysa Rabbimiz, “İşlerini, yukarıdan aşağıya doğru yönettiğini” ayetlerde bildirerek, EVRENİN TÜMDEN GELİMLİ olduğunu, vahdaniyetten yaratıldığını, dolayısıyla buna kadir olduğundan azamet ile kibriyası da bildirilmektedir.

Kur’an’da “7 GÖK” terimi tam 7 kez geçmektedir. Bunun anlamı, saydığımızın tersine göklerin gerçek anlamda gök olup yedi kattan kurulmasıdır. Gökler ise bir “Atlas” küresi içinde birbiri üzerine dolanmış tek bir ünitedir. Böylece sonsuzluk kulesinin ara (Arka) katları ortaya çıkmaktadır. Bu katların bir kısmına (Öncelik ciltlerimizde) değinmiştik: Süper ve Hyper uzaylar “Misal âleminin, alt ve üst katmanını” oluşturmaktaydılar. Bunun üzerindeki diğer katları da öğretimiz boyunca sunacağız. Madde âlemin en alt katı olup onun kuşatıcısı göklerdir. “Misal âleminden” doğduğunu, bu üst sisteme bağlı olduğunu ve her birinin 7 sayısının katlarına göre tertip edildiğini, yani “Yedinin mislinden” çift yediler oluştuğunu anlayacağız. Ön bilgi olarak, bütün kâinatı Manevi ve Maddi “MİSLİ YEDİ”lere ayırabiliriz:

1. MANEVİ ÂLEMLER: Gayb/Mana/Emir/Misal = Hyper ve Süper Uzaylar/Ervah = Berzah/Melekût/Mücerret = Takyonik, Esiri olmak üzere 7 tanedir. Bunlardan Süper uzay ve mücerret âlem “Yarı manevi” âlemden, fakat içinde yaşadıkları ”Sur Borusu” maddi âlemdendir. Tıpkı göklerde (Mana’da) cisimlerin (Maddenin) yer alması gibi.

2. MADDİ ÂLEMLER: (Süper cisimler âlemi) Bunlar da iki bölümdür. Cisimler âlemimiz fanidir, geçicidir, diğer maddi katlar ise kalıcı Continuum’a (Beka âlemine) girer. Bu süper cisimler de 7 tanedir: Arş/Levh, Kalem, Kürsi, Sur/Sidre/Cennet/Cehennem/Araf/Mutlak misal âlemi (Hyper uzay)

Her bir katmanın da tam sayı ya da ondalık “Misli yedilisi” vardır. 7 gök de böyledir. Ayrıca göklerin alt yörüngeli felek katları vardır; Melei ala/Semavatı Ula/İliyyin/Sidretül münteha/Aktarı-s Semavat/Sekizinci ve/dokuzuncu göklerdir. Bu son ikisi, yedi göğü kuşatan rezerv kabuğun (Zarfın) limitleridir. Sekizinci gök, evrenin gelecekte genişleyeceği (henüz genişlemediği) rezerv bölgedir. Dokuzuncu gök ise kendisinin de sonudur.

Bu dokuz dev gök “Kürsi”nin göbeğinde, bir çöldeki simit halkası kadar yer tutmaktadır. Berzah âleminin (Sur borusunun içi) de bu yedi göklerin eş merkezli olmayan küçükten büyüğe dizilişinden oluşmuştur. Sur borusu ağzı dar, sonu kalın bir BOYNUZ biçiminde TÜNELDİR. Böylece küçükten büyüğe bütün gökler, Sur içinde jeodezik boğumlar halinde ve eş merkezli olmayan küreler biçiminde yer alırlar. Gökleri, bundan sonraki

Page 113: 97349158-ArzArs-Mirac-1

kesimlerde ve ilerleyen bölümlerde ele alacağız.

Şimdiki konumuz ise yerler yani “Arz”dır. “Arzlar” da, en yukarıdaki Arş’tan başlayarak, aşağı doğru Sidre/Cennet/Araf/Cehennem/ 7 gök/ 7 yer / ve ARASINDAKİLER den oluşan yedili YER KAVRAMIdır.

İLERİ BİLGİLER-28

ATOM ÖLÇEĞİNDE

YEDİ YER SİSTEMATİĞİ

Yedi yer kavramının ilkini bu kesitte “Atomik” düzeyde ele alacağız: Bilindiği gibi maddenin temeli olan atom “Arz”ların en küçüğüdür. Madde=Arz olduğuna göre, Atom=Mini Arz demektir. Atom “Birim” olduğunda, onun “7 yer=yani 7 arzı” öncelikle, elektron tabakaları olan K, L, M, N, O, P, Q yedilisidir. Bilindiği gibi ayrıca bunların alt kabukları vardır ve onlar da “Tabakadan tabakaya binmenin” sırrını yaşamaktalar…

Atomun altındaki diğer “7 Yer” ise, minik mesafeler sırlamasıyla ortaya çıkan, kuantum fiziğidir. Örneğin, Atom birinci arz ise, onu oluşturan elektron ve çekirdekler “İkinci Arz katı” demektir. Çekirdekler ise proton ve nötron ikilisinden oluşur ki, bu da üçüncü arz katıdır. Bir proton ya da nötron ise “Üç kuarktan” oluştuğundan, bunlar da dördüncü yer katının üyeleri oluverirler.

Kuarklar ise gluonlarla etkileşen daha küçük beşinci yer katmanı birimleri Rişonlardan kurulmuşlardır. Rişonlar da Gluono denen bir kuvvet birimini takas ederler. Rişonların ardındaki dünya ise Altınca gök katmanı olan ağır bozonlardır. (Bunlar Higgs bozonları ve Leptokuarkları oluşturan “Bozino” önermesiyle gündeme gelen kuantlardır.) Kuantların sınırı ise son yer katı olan “Hilbert Uzayı”dır. Artık bu noktadan sonra “Yer biter ve gök katları başlar.” Hilbert uzayı, kuantlaşmanın bittiği ve maddenin artık MADDE (Kuant) olamayacağı kadar mini-mini bir uzay-zamandır. Hatta uzay ve zamanı bile yoktur.

Atom fiziğinde de YEDİ YER ÖLÇEĞİ daha çıkar karşımıza: Bunlar makro (Bildiğimiz sistemi) mikro sistemden ayıran Planck sabitinden geriye sayma biçiminde dizilirler. Makro sistem, yani bildiğimiz cisimler (Ecram) Birinci Arz’ı; Planck sabitiyle belirlenen mini mesafe de ikinci Arz’ı oldurur. Üçüncü Arz bir atomun çapı olan Angström mesafesidir (Santimetrenin yüzmilyonda biri olup, elektromanyetik gücü de içerir.) Dördüncü Arz Fermi mesafesidir. (Nükleonların çapları olan santimetrenin on trilyonda biri olup güçlü nükleer kuvvet alanıdır.) Beşinci Arz, Planck sabitinin alt limiti, yani kuantlaşmanın bittiği yere kadar olan Kuantik bölgedir. Altıncı Arz katında maddenin sınırında bulunan nötrinolar, gravitionlar, gluonolar, bosinolar, fotinolar, aksiyonlar ve başka hipotetik parçacıklar yer alır. Son tabaka ise (Yine sonsuz özünlü enerji bölgesi olan) kuantlaşmanın bittiği “Hilbert uzayı”dır. Bu limitte artık ışıktan hızlı takyonlar ve Feinberg Esir yapısı yanında Wheeler geonları (ne somut ne de soyuttur) bulunur.

Page 114: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ŞEKİL: 4

ATOMUN 7 GÖĞÜ: Elektronların 7 ana tabakası ve alt tabakaları topluca böyle düşünülebilir.

İLERİ BİLGİLER: 29

“ARZIN YEDİ KATMANI”

“Yedi Yer” Ayetinin zahiri (Aktüel) anlamı, bize dünyanın içyapısının katmanlarını bildirmektedir. Gerçekten de dünyamızın içinde 7 jeolojik (Katman) bulunmaktadır. Daha önce de kısa değindiğimiz bu tabakalara kısaca A, B, C, D, E, F, G katları denmektedir. Deprem dalgalarına duyarlı sismik ölçümlerle, yerin yedi kattan oluştuğu doğrulanmıştır. Her tabakanın da “Alt-katmanları” bulunmaktadır. (D₁ D₂ gibi)

Bütün kıta blokları ve okyanuslar altında birer plaka vardır ki daha alttaki magma (Lav) denizi üzerinde yüzmektedirler. Adından anlaşılacağı üzere başta magnezyum olmak üzere Silisyum, demir, nikel, alüminyum, kükürt gibi 7 ana dünya demeti eriyik halinde içte yer almaktadırlar. Kabuktan iç mantoya kadar bu elementler, giderek ısınan yer ile birlikte, ergime noktasına ulaşırlar Daha içlerde (Dış çekirdek çevresinde) konveksiyon

Page 115: 97349158-ArzArs-Mirac-1

akımları oluşturacak kadar iyice ergiyip sıvılaşır, alev alarak tutuşurlar. En içteki iç çekirdekte ise plazma (Buhar gib) akkorlaşması oluşur. Henüz kavradığımız bu gerçeği bize yine 7’nin iki katı olan 14 yüzyıl önce Tur-7.ayet bildirmektedir:

“(Andolsun) YANMAKTA OLAN DENİZE…”

Virtüel (Bâtıni, İçreci) anlamda da “7 Yer altı uygarlığından” söz edildiğine ilişkin İslam kriptolojistleri (Mükaşefe ehli) görüş birliğine varmışlardır. Örneğin Lokman-37’de 7 deniz haber verilmiştir. Bu yüzeysel anlamda bildiğimiz okyanuslardır. (Atlantik, Pasifik, Hint okyanusları, Güneş buz ve Kuzey buz denizleri ve bunların dışındaki bütün iç denizleridir. (Akdeniz gibi)

Virtüel (Bâtıni) anlamda ise 7 deniz şöyle sayılmıştır: Mühit/Kaynas/Muzlem/ Mırmas/Sakin/Baki. Bunların da ara katları vardır. (Yasak deniz, Rızıklar denizi, Yağmur denizi, Hayvan denizi gibi) Gökler katlar “Su üstünde duran Arş” ayeti uyarınca, Arş’ın altından başlayarak Esir denizini de kapsayarak, evrenin sıvı element ve birleşiklerine uzanan 7 deniz yorumunu da kullanabiliriz.

Dünyanın altında 7 tabaka olduğuna ilişkin, hemen her yerleşik dinde inanışlar vardır: Budizm ve kısmen Hinduizm, “Agartha, Şamballah” gibi bir çift yer altı uygarlıklarına ilişkin sarsılmaz inanç beslerler. İslam verilerindeki Ye’cüc, Tevrat ve İncil’de Gog ve Uzakdoğu ile Güney Asya dinlerinde Yeti (Kar adamı, koca ayak) denen insansız (Android) yer altı ırkları olup, (özellikle Himalaya dağları altındaki geniş çok büyük mağara-galerilerde) yaşadığına inanılır. Öyle ki satanist akımlar, bu konuyu son derece dejenere etmişlerdir. Bu inançlar, yerli halk arasında son derece yaygındır: İslam’da Mecüc, Tevrat-İncil’de Mog ve dünyada “Yeşil Cüceler” ırkı da popüler olmuştur. Bu yaratıkların, zaman zaman bir kozmik karışıklıktan dolayı, yer altı ülkelerinden (Subterrains) dışarı çıkabildikleri ileri sürülür (!) elbette bu tür verilerin savunuculuğunu yapmıyorum, sadece yer altı inançlarının dökümünü sunmaya çalışıyorum.

İslamiyet’te Kehf=Cave=Büyük yer altı mağaralar şebekesi inancı vardır. Daha önceki iki cildimizde, Kehf suresine ismini veren 7 uyurlar “Ashabı Kehf”den söz etmiştik. Aynı surede, Zülkarneyn’in “Bir sed” arkasına sürdüğü “Yecüc-Mecüc” isimli insansı ırklara da değinmiştik. Budizm inançlarına göre Yecücler (Yetiler) 7 milyon kilometrekarelik, tamamen ıssız bir kütle olan Himalayalar altında yaşamaktalar. Sözde Himalaya kütlesi aşırı sıkışmayla yeşil Camgöbeği haline dönüşmüş ve gün ışığına karşı geçirgen olmuştur. Efsanelere ne kadar itibar edeceğimizi bilemiyoruz. Bilim ve İslam verisi olmayan her şeye karşı septik ve akılcı tutum takınmak zorundayız. Buna rağmen, söz konusu mitlerle “Yecüc” “Kehf” ve “Yer altı” uygarlıkları konusunda ortak yanımız bulunuyor.

Tevrat’ın yan kitaplarından biri olan “Kabala”da da, 7 yer altı dünyası inancı vardır. Aynı görüşü İslami gizli bilimciler de benimsemekte ve desteklemektedir. Kabala’nın 7 dünyası kendine özgü isimler almaktadır. (Tzlah, Nezsiah gibi) Fakat bunlardan birinin tanımı, diğerinin de adı bizimkiyle tam uyuşmaktadır. Arqa=arka (Bunun anlamı da “Tarık” ile bağlantılıdır.)

İslam inancında, pek yer almayan, sadece “Marifetname” kökenli iddia’da 7 yer altı dünyası Dimka/Celde/Arka/Harba/Melsa/Siccin/Ucma diye sayılmıştır.

Bu yedi yeraltının sakinleri (Yerlileri) aynı sıraya göre şu isimleri alırlar:

Page 116: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Berşem/Temas/Kabes/Culhan/Muhtat/Kutata/Cüsûm.

Bu dünyaların ahalisinin insana benzerliğinin pek az olduğu yazılmıştır. Bitkileri dünyamızdaki gibidir. Fakat hayvanlar tuhaftır: Celde dünyasında katır büyüklüğünde Akrepler bulunmaktadır ki radyoaktivite yüksekliğine eşittir. Hârbâ dünyasında Dabbet denen dinozor ailesinden dev sürüngen canlıların olduğu yazılmıştır.

Irkların birbiriyle benzerliği yoktur amaçları da farklıdır: Berşemli ırkı, insanı en çok andırırlar ve onlar da “Kulluk borcundan” sorumludur. Temaslı ırkı birbirini yerken, Kabes ırkı toprakla doymaya rutubet içmeye şartlanmışlardır. Cülhan ırkının göz ve ayakları yoktur, fakat bir çift kanatları vardır. Yine birbirini yiyen kalabalık ırk Muhtat’lar, Cehennem görevlilerinden sayılmıştır. Kur’an’da da ismen bildirilen Siccin katında, Cehennemliklerin Sicilleri tutulmaktadır. Bu nedenle buranın ırkı olan Kutatalar sürekli ibadet eden birer melek gibidirler; Yemez-İçmez ve saydığımız diğer ırklar gibi cinsleri yoktur, eşleşmezler. Kutata’lar kuş biçimli, insan pençeli, sığır kulaklı, keçi ayaklı diye anlatılmıştır. Son tabakadaki Cüsum ırkı, cüce zenci görünüşlü, yırtıcı el-ayak pençelere sahiptir. Bu aynı dünyanın bir başka sakini de bütün şeytanlardır. Ataları ve diktatörleri olan İblis’in emrinde bu sonuncu ve yedinci yeraltındadırlar.

Yedi yer altı dünyasının altında 7 Esiri Arz katmanı daha bildirilmiştir. (Özellikle İbrahim Hakkı Marifetname’si ve onun yararlandığı daha eski eserlerden naklettiğimiz bu bilgileri yorumdan kaçınarak sunuyorum: )

Birinci katı, Atlas adlı Melek(!), bütün yer altı dünyalarını omuzları üzerinde yüklenmektedir.

Onun ayakları altındaki ikinci katman ise bütün dünyadan da büyük, kare biçiminde dev bir kaya (Blok-dünyadır.) Bu Atlas’ın ayaklarının dayandığı yerdir. Kayanın en küçük pürüzünde binlerce vadi bulunmaktadır. Üçüncü katmandaki 40 bin boynuzlu (Dayanıklı) Liyunan denen Boğa bu blok kayayı boynuzları üzerinde tutmaktadır. Dördüncü katman, Liyunan’ın üzerinde durduğu çok büyük bir balıktır. Balığın üzerinde durduğu büyük bir okyanus beşinci katmanı oluşturmaktadır ve Cehennem üzerinde durmaktadır. Altıncı kat “Mutlak soğuk” (Zemherir) tabakası diye bildirilmiş ve yedinci kat ise Cehennemin en üst kesiti (Sırat) sayılmıştır.

Okuyucuya sunduğum “Yer altı” dünyalarının “canlılarına” ilişkin bilimsel kanıt bulmak mümkün değil, ama eğer bildiğimiz biyolojik hayat bulmak mümkün değil, ama eğer bildiğimiz biyolojik hayat tarzından bir ipucu var: Bunlar PRION yani canlı ile cansız sınırındaki virüslerden de daha cansız olan bir “Ön-Canlı” yapısındaki mini-mini protein yumaklarıdır.

Archoebakteri türlerinden bazıları oksijeni hiç kullanmaz, hatta soluduğunda ölür. Oksijenden, proteinden zehirlenen, bunun yerine Lav ve kükürt ile demir yiyen, inanılmaz bu mikroorganizmalar.

Aşırı biyolojik ortamlarda (Doymuş tuz eriyiklerinde, hayatın tamamen kuruduğu Lut gölünde, Amerika tuz gölünde İzlanda kaynar gayzerlerinde ve hatta lavlarda, metanlı ve zehirli kültürlerde) yaşayan bakteri aileleridir. Bu en eski bakterilerin belli biçim ve büyüklükleri, çekirdekleri de yoktur. Çekirdeksiz yaşadıkları halde dallanarak budaklanarak üreyebilmektedirler. Doğada ilk kez “Tomurcuklanarak üremeyi” başaran

Page 117: 97349158-ArzArs-Mirac-1

bu canlılar kükürt solurlar, sıcak magma kayaları ve zehirli Demir sülfür minerallerini yerler. Bir kısmı da CO₂ ve CO solurlar.

Oksijenin ve proteinin zehirlediği bir canlı türü olan bu canlılar mikrobiyolojide Archaebakteri sınıfının termopteal grubunun Prokoriyont türü olarak isimlendirilmişlerdir. Bunlardan başka, (Bizim karbon-su kimyamıza eşit biçimde) silisyum-Nişadır kimyasına dayanan “İzler” bulunmuştur. Toprağın altında en bol element yüzmilyonlarca ton silisyumdur. Burada savunduğum herhangi bir fikir yok. Ama mikroorganizmal düzeyde hayat inanılmaz bölgelerde bile başarılabiliyor, bu gerçeği göz ardı edemiyoruz… Belki de soyutlandığımız yer altında Silisyum kimyasına bağlı bir oluşum vardır.

İLERİ BİLGİLER-30

7 CEHENNEM TABAKASI

İnanışa göre Balığın altındaki okyanusun dibi “Zemherir Soğuğu”dur. Buradan aşağıda ise (Bu âlemde mi, yoksa öteki âlemde mi olduğu anlaşılmayan) 7 kat Cehennem çağrışımı olmaktadır. Yani Cehennem “Arz=Yer” sayılmaktadır. Çünkü Cennet’in tersine, çok güçlü bir çekim olduğu ve Cehennemlikleri kendine (Haviye çukuru gibi) şiddetle çektiği belirtilmiştir. Bu bir gravitik özelliktir. Yalnızca Cehennemin en üst tabakasında “Zemherir Soğuğu” denen MUTLAK SOĞUK derece ile “Eza” da vardır. Bu en üst tabaka sadece asi Müslümanlar içindir. Son Müslüman da yanıp Cennete alınınca, bu tabaka tamamen söndürülecek ve cehennem sonsuza kadar “Tecrit” edilecek, tamamen kapalı bir sistem olacak ve içindekiler sonsuza kadar orada kalacaktır. Cehennem Arapça kökenli değildir ve ilk tabakanın ismidir. (Allah indindeki din hangisiyse o dönemin Ümmetleri, Müslüman sayıldığından) Cehennem, sadece günahkâr Müslümanlar için “Geçici” bir kattır. Diğer katlar ise üstten alta doğru şunlardır: Sair (Hıristiyanlar evi, Sakar (Yahudiler evi), Cehim (Mürtet ve şeytanlar evi), Hûtame (Ünlü Gayya kuyusunun bulunduğu, Kâfirler=Ateist insan, cin ve Yecüc Mecüc evi) Leza (Putperestler, ateşe tapanlar ve sihri meslek edinenler için) En dipteki atman Haviye ise münafık, dinsiz ve yalancılar içindir. Cehennemin her tabakası da kendi arasında yine yetmişer bin alt tabakaya bölündüğü bildirilmiştir. 70000 vadisi, her vadide 70000 azap kenti, her kentte de 70000 Azap köşkü olduğu bildirilir. Bu “Yediler” Cennette de 70000’e çoğalırlar.

Bunun gibi Cennet’te bir Arz=Yer olduğundan onun da tabakaları vardır. Cennetler “Sudan” yaratılmıştır, ateş doğalı değildir. Cennet kelimesi de Arapça kökenli değildir. 7 Cennet katmanları şunlardır: Darü’l Celal / Darü’s selam / Me’va / Huld / Naim / Firdevs / Adn… (Aden Cenneti en yüksek yer olup, Sidreden de sayılmaktadır. Cennetten sayılırsa 8 Cennet oluşmaktadır.) Cennet ile ilgili hadisi Kutsiler, hep 70 bin ile çarpılarak büyümektedir. (70 bin bahçe, her bir bahçede 70 bin şehir, her şehirde 70 bin site, her site de 70 bin ev, her evde 70 bin oda, her odada 70 bin mekân (Taht, köşk gibi…) Bu bakımdan, tekrarlanan 7 aynı zamanda “Ondalık olarak sıfır eklenen 7 demektir. Ondalık arttığı gibi, bağıl değeriyle tekrarlanarak da artabilmektedir. (7*11=77 ve 37*21=777 gibi

Page 118: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Cifir anahtarı kök sayılar vardır. 7 katlıları 8 büyük güç ve Sekiz tabakalar izler. Örneğin bazı katmanlar sekizer sayılır. Cennet’te sekiz sayılmıştır, çünkü Allah’ın Rahmeti, gazabından üstündür. Bu nedene Cehennem 7 kat, fakat Cennet 8 kattır. Cennetin tavanı da Sidre sınırlarıdır. Cennetler çift çift artmaktadır. (Rahman suresinde 2 Cennet ve bundan başka iki Cennet ve daha başka iki Cennet bulunur.)

Yedi sayısı çok ilginç bir kökene sahiptir. Bazı temel kavramlar, bütün dünya dillerinde birlik gösterirler. (Arz=Ard okunur) germen dillerinde, Erd., Earth, Jord ve Türkçede YURT olarak kullanılmıştır. İblis kelimesi, Süryani, Sami ve Sanskrit dillerinde aynıdır. Türkçede de türlü şive farklarıyla “Albız, Yılbız, Albus, Yablus” diye kullanılmaktadır. (Perl=Fairy de böyledir.)

Özellikle Tevrat’ın eski İncil sayılmasıyla batı dünyasına bol İbranice kelime ve isim geçmiştir. Bu da Arapçanın en yakın akrabasıdır. Germen dilleri ile Sami dilleri arasında büyük bir ortak eklime hazinesi vardır. Örneğin Arapça Karn, germen dilerinde Corn, Korn, Horn=boynuz demektir. Arapça Kehf, yine İngilizce örneğindeki gibi (Keyv ve keyf okunan) Cave’dir. Aynı kelime Türkçede “Oyuk” anlamına gelen ve “Kof-boş”dan türeyen “Kovu=Kovuk”dur. Yedi sayısının da böyle bir özelliği vardır. Arapçada Seb’a yedi ve türevi “Es Sebit=Yedinci gün=Cumartesi”dir. (Latince, sabodo, sabbath) Yedi, yani Sebt, Latin dil grubunda da aynen “Sebt” olarak okunmakta, Germen dillerinde Seven, Sieben vb. olarak girmektedir.

İLERİ BİLGİLER-31

GÖKYÜZÜNDEKİ YEDİ YERYÜZÜ

Öğretimizce incelemeye değer bir başka “Yedi yer altı” da Ledünni kaynakların “Kafdağı” yani “K-Kütlesi” verileridir. Bu Kafdağları sekiz tanedir ve bunlar “Evrenin yedi göğünün aralarını” içbükey olarak kuşatan ARZ katları diye tanımlanmıştır. Bunlardan en alttaki (Sekizincisi) göğümüzü çepeçevre kuşatmaktadır ki bu veri bizi ilgilendirir. Çünkü “Gökteki yerler” gerçekten Rölativite teoreminin kapsamındadır, fark edilememiştir. Benzeri bir teori de “Hohlwelt=Oyuk dünyalar” ismiyle sunulmuştu, fakat dayanağı rölativite değildi. Çünkü böyle bir oyuk dünyayı, “Eşzamanlı olarak ele almış, asla bulamamışlardı. Ayet, “BENİM ARZIM GENİŞTİR” buyurmaktadır. Bu demektir ki, Arz’a eklenecek başka Arzlar da vardır. Aslında bu durum, bütün evren için geçerlidir. Çünkü bütün evrenin her noktası, her mini koordinatı “Sahipli”dir, bir varlık tarafından “Yerleşik” bulunulmaktadır. Bu varlıkların fark edilmesi için onların “Hızlarıyla eşleşmek” böylece eş zamanlı” olmak gerekmektedir. (Uzay-Zamanlarına senkronize olmak.)

Varlık TEK fakat Varlığın hızına bağlı olarak “Evrenleri” birbirine teğetleşir, genellikle birbirini göremez olurlar. Eğer ışıktan hızlı bir hız seçimimiz olsaydı, o zaman bütün evrenin “Meleklerle” tıka basa dolu olduğunu, bütün boşluklara (Neredeyse demografik patlamayla) yerleşildiğini, sahiplenildiğini fark ederdik.

Page 119: 97349158-ArzArs-Mirac-1

EVRENİN GENİŞLEMESİNİ aynı zamanda, meleklerin teksir edilmesi yaratılması ve bunlara yeni görev alanları oluşturulması diye yorumlayabiliriz. Sözünü ettiğimiz varlıklar, elbette bütün evrenin operatörleri olan Takyon canlılar=Meleklerdir.

Konuyu yeniden “dünyamıza” indirgersek evrenin küçük bir Arz parçası olan dünyamızda da evren gibi “Türlü hızlara” bağlı binlerce, milyonlarca, milyarlarca “Ara âlemler” ortaya çıkar: Bunun için bir başka kararlı hıza geçmek yeterlidir. Çünkü Enbiya-104. ayette, çok kalın bir kitabın sayfaları halinde sayısız paralel evren bulunduğu bildirilmekte, 67 kez “Âlemlerin Rabbi” denilmektedir. Bunlardan en az 67 tanesinin “Canlılar” içerdiğini, (Rabbimizce terbiye edildiklerini) anlayabiliriz.

Hızımız sabit iken, “Kendi evrenimizde yaşarız ve kalan her şeyi boşluk, yokluk gibi görürüz. Fakat evrenin türlü hızlara bağlı, “KARARLI ÂLEMLERİ” var olması gerektiğini bize RÖLATİVİTE teoremi bildirir.

Bunu ayırt etmek için, evrendeki kararlı hızlardan birini seçmek yani, o seviyeyle eşleşmek yeterlidir Örneğin, elektronlar hızlandırıldığında fotonların hızına %99 oranında yaklaşırlar. Eğer bunu başaran bir uzay sefinemiz olsaydı, (Onu tam bu hıza eşleştirseydik) o zaman, hızlı elektronlardan kurulmuş bir dünya ile karşılaşacaktık. Bu sürpriz dünyanın iyonlaşmamış, yani elektronu koparılmamış olması gerekmektedir. Altı iyonizasyon limiti, iyonosfer tabakasına kadardır. İşte bu nedenle “Yasak bölgeye kadar” uzanan bir “KAFDAĞI” dünyasından ve onun sakinleri olan “Kafdağı ifritlerinden ve/veya Gök cinlerinden” söz edebiliyoruz. (İlk bandımızın ilk cildinde kısaca değindiğimiz bu konu, çok daha ayrıntılı olarak, “Cin-Şeytan” bandımızda sunulacaktır.) marifetname bunu sekizler. (8 ayrı hızın sekiz dünyası.)

Bizim ilgilendiğimiz “Kaf” ülkesi dünyanın biyosferik atmosferidir. Sözünü ettiğimiz gök ifritleri işte bu, oyuk dünyada yaşamaktadırlar. Bu dünya, gökte hep vardır.

Eğer ışık hızının %99,97 hızla gidersek ona rastlarız. Geride bıraktığımız “Dünya” ve madde saatimiz dışında kalacağı için, silinip, bulanıklaşacak ve sonunda “Dünya” gözden kaybolarak gök haline gelecek. Bunun yerine, “Gök” diye bildiğimiz atmosferde, sanki çepeçevre bir çember çıkacaktır. Çünkü bu dünya “Elektrondan” yani bir manyetik alana teshir edilmiş “Elektron kabuğundan” oluşan dev bir KÜRESEL ZARF’tır.

Bu çember-dünyanın içyüzeyinde yaşanılmaktadır. Dünyamızın 180 derece tersindeki bir insan nasıl ki bize zıt olarak ayakta durduğu halde bunun farkında olmadan her zamanki günlük hayatını sürdürüyorsa, Oyuk dünyalı bir yaratık da bir kürenin iç yüzeyinde bize zıt yönde ayak basmaktadır.

Aramızdaki “Göz perdesi” denen görünmezlik olayı, sadece ve sadece “Farklı hızlar” olayıdır. Eğer evrende, farklı hızlar olmayıp da tek bir hız olsaydı (Mahşer böyledir), herkes birbirine “Eşzamanlı” olarak görünürdü. Elbette o zaman, “Zürriyet, nesil, Kuşak” farkı da kalkardı, herkes yaşıt olurdu, ölen ile doğmamış ve şimdi yaşayan herkes bir araya gelmiş bulunurdu.

Öte yandan Cin-melek ve İnsan arasında da hız-zaman farkı kalktığından yine BİR ARADA olacaklardı.

İşte mahşer gününün özelliği, hızlara bağlı zaman farklarının ortadan kalkıp, herkesin

Page 120: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“Eşitlenmesi” olayıdır. Dolayısıyla “Her varlık tek zamanlı=Senkronize olarak bir araya gelmiş olacaklar.”

Evrenin en önemli sırlarından biri de “Zaman ötesi” olan AKIL-NEFİS gibi zıt ikilinin bir tek varlık halinde yani RUH’da “İsteyerek ya da istemeyerek bir araya gelin” sırrınca örgütlenmesidir. Bu, her zamanın varlığı=Ruh görgü, bilgi, idrak=algı, deneyim ve kulak için (Madde, enerji, nur gibi evren bölgelerinde) “Beden” denen bir Biyo-mekanik alete üflenerek tecelli eder, yani sınava doğarlar.

Kıyamet, eşit biçimde her varlığın, her özün BİRLİKTE ve eşzamanlı ölümüdür. Yaratılış da böyleydi: Ruh ve onun yazı-tuğrası olan Akıl-Nefs koalisyonu en başta, eşit ve herkes için özel yaratıldı. Bu birlikte ve zaman ötesi yaratık olan RUH’un (Madde-enerji ortamı olan) “Uzay-Zaman” bileşimine intibakı ve intikalidir. Bu intibak (Uyarlama için) tıpkı rezonans (direnç) devrelerinde olduğu gibi, başka başka intikal süreçleri vardır. Bu da nedenselliği oluşturmakta ve bizleri “Bir doğum sırasına göre” zaman içinde dünyaya getirmektedir.

Bunu, YUVARLAK BİR EVRENDE, “Finiş çizgisine eşit olarak ulaşmak” üzere parkurlarında (Ya da kulvarlarında) yarışan yarışçılar örneği sayabiliriz. En iç parkurda, yarış yolu daha kısa ve en dıştakinde ise daha uzundur. Bu haksızlığı gidermek üzere, Parkurun “Başlama= Start” çizgileri, farklıdır. En içteki koşucu en geriden başlar, en dıştaki ise başlama çizgisini “En ileride” belirler.

İşte bunu, zamanın “Erkenliği-geçliği” olan doğum sıralaması diye düşünebiliriz. Başka zamanlarda doğuyor, fakat kıymeti, komplike aynı zamanda yaşıyoruz. Doğumumuz başlama çizgisi olup, farklı mesafelerde (Zamanlarda); kıyametimiz, bitiş çizgisi olarak “AYNI ANDA” olmaktadır.

Yarışın adı kulluktur. Herkese eşit şans verilmiştir. Verilen şans Zaman-mesafe olarak aynıdır. Fakat yarışı bitirmek artık bizim kişisel (Nefsanî) becerimize, çabamıza kalmıştır.

Yarışı en önde bitirenler mutlu sonucu hak etmişlerdir. Diğerleri de elemelere girememişlerdir. Kuşkusuz bu yarışın “Ezeldeki soyut provasında” en önde bitireni Hz. MUHAMMED SALLALAHÜ TEÂLÂ ALEYHİ VESSELEM olmuştur. Çünkü o ilahi yarışı, zamansız uzayda (Kalu bela) ezelde nedenden önceki sonuç olarak kazanmış, Habibullah olmaya hak kazanmıştı Onun mübarek kulvarı “Sen olmasaydın, sen olmasaydın FELEKLERİ yaratmazdım” siyatişi hak eder. O hız farkı ile oluşan bütün âlemlere RAHMET (Şefaatçi) olarak gönderilmiştir.

Elemeyi kazanan Cennet denen güzellikle ödüllendirilir ve kaybeden ise, adı üzerinde “Kayıptadır” kayıp ise “EŞİT ŞANS TANINDIĞI HALDE” yapılan KİŞİSEL bir hatanın kefaretidir.

Bütün bunlardan varlığın tek biçim olmasına rağmen, hız fazlarına göre “SAYISIZ EVRENE” pay edildiğini anlıyoruz. “Benim Arzım geniştir” ayeti bu ilahi sırrın anahtarıdır. İşte bu katma arzlardan “Kaf dağı”nı gündeme getirdik. Bu “Gökteki dünya”nın sadece verdiğimiz kararlı hız değerinde görülebildiğini bunun bir puan altında ya da üstünde yeniden gözden kaybolacağını vurguladık. Hızlı elektrondan oluşan ifritlerin hızına (yani zamanında) eşleşmeyi becerebilirsek, “Gökyüzündeki yeryüzünü” fark ederiz. Fakat %99,97 ışık hızı değerinin limiti dışına çıktığımızda, yeniden onların

Page 121: 97349158-ArzArs-Mirac-1

yerine boşluk, yani gök peydah olur.

Evrenin böyle kararlı türlü hızları vardır. Burada sadece “Elektron hız limitine” yer vererek, “Gökteki yeryüzünün” teorik varlığını bilimsel olarak öngörmek durumundayız. Adına Cin desek de demesek de, Pozitif fizik olarak BÖYLE BİR DÜNYA VARDIR! Bunu öngören, bizzat kuantum-rölativite denklemleridir.

Evren böyle kararlı sayısız hız tabakalarından ve dolayısıyla türlü Uzay-zaman değerlerindeki paralel evrenlerinden kuruludur. Bu, demektir ki evrende, türlü “Kararlı hız bölgelerine bağlı Arzlar” bulunmaktadır. Bunlardan ilkini Kafdağı diye sunarken göklerin iyonosfer altında kalan bölgede ve “hızlı bir arz” olduğunu yazdım. Cinlerin bu bölge dışına çıkmaları mümkün değildir. Onu izleyen ikinci Kafdağı ise “Melei Ala” diye ayetle bildirilen katman olup, Cinlere teğet olan kuant hızının yani yeni bir Arz’ın habercisidir. İzleyen Kafdağı ise üçüncüsü olup, Semayı Ula‘ya (Rölativite ve izotropi ötesine) sonuncusu İliyyin’e ulaşır. Bu son derece bilimseldir, çünkü: Aynı durum kuantum düzeyinde de “Yedilenmiştir.”

Kararlı proton ve elektron en alttaki bildiğimiz maddeyi oluştururken, protonun göbeğindeki mini uzayda da “Kuarkların” uzayı bulunur. Kuarkları diğer doğa kuvvetleriyle gluonlar birleştirir. Elektromanyetik ve Zayıf kuvveti ise “Bozonlar” birleştirir. Bunlar bir üst düzeyde rişonleptokuark bölgesiyle birlenirler. Daha üstte ise çekim kuvvetinin de birleştiği gravitonlar vardır. Bunlar graviton önermesini, diğer foton, gluon, bozon ile birleştiren sistemin bir parçasıdır. Böylece gravitino, fotino, bozino, gluino gibi daha üst parçacıkların birleştiği bir teorik (X) parçacığına ulaşıyoruz. Bu da iki parçacıktır: Birincisinden kuvvet alanları, (X₁); ikincisinden de madde oluşturur. (X₂) Bu düzen de bir üstte BİRLENİR ve sonunda evrenin yaratıldığı KOZMİK AKNOKTA’ya yani “Big Bang” parçacığına ulaşır. Evrende ne varsa bu tek aknoktanın sayısız çokluğa ufalanmasından ve genişlemesinden doğmuştur. Evren bir tek (Kuant) iken sayısız kuanta yedi katlı bir törpülenme ile çoğalıp yayılmıştır. Bu, ne tuhaftır ki 7 kat halindeki kozmik ışın törpülenmesiyle aynı olgudur. Bu nedenle her kata İslami bir isim verilmiştir: Her biri ayrı bir “İlahi Arz” katmanı olup 7 aşamalıdır. Bunlar aşağıdan yukarıya doğru Cehennem/A’raf/İliyyin/Cennet/Sinde/Süper cisimler=Kürsi, Sur, Levh, Safiyyun-Hafiyyun katları vb./Ve son olarak ARŞ ile yedili bir ARZ dizgesi oluştururlar.

En başta yerler ve gökler bitişik idi. Yani, yedi yer ve yedi gök bir RATK (Tek birlik halinde) idi. Sonra FATK=ayırıcı faz mekanizma araya girmiş, bütün halindeki, duman biçimindeki hidrojen plazmasını galaktik bulutlara bölmüştü ve böylece, bu bulutların merkezlerindeki toplaşmalardan “Galaksiler” ortaya çıkmışlardır.

Arapça Ratk=Ekleme, kaynama, kaynaşma, doğuştan bitişiklik anlamına gelmektedir. Bunun tersi olan Fatk=koparılma, birbirinden ayrılmadır. Ratk eylemini “Tekvir=Küre oluşturmak üzere bitiştirmek, dilimlerin küre olması” sırrı üstlenmiştir. Fatk yani ayrılığı da FAATIR ve İnfitar suresindeki Fatr İnfitar yani “Bölerek ayırmak”tır.

Şimdi, 7 yerden sonra YEDİ GÖK keşfine uygun bir uzay aracıyla enginlere açılmayı deneyebiliriz.

Page 122: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“ALLAH ODUR Kİ 7 KAT GÖK (Uzay) YARATMIŞ ve ARZ’DAN DA ONLARIN (7) MİSLİNİ YARATMIŞTIR. ALLAH’IN BUYRUĞU VE KAZASI (Kaderin yerini bulması) BÜTÜN BUNLARIN ARASINDA İNİP DURUYOR…

(Talak Suresi 12. ayet)

ALTINCI BÖLÜM

“YEDİ GÖKYÜZÜ”

Page 123: 97349158-ArzArs-Mirac-1

KESİM-9

BİRİNCİ GÖK: CEVVİS SEMA

“Arz=Taban, ayak basılan yer; Sema=gök, uzay, feza, Esir ve boşluk olan her şeydir” demiştik. Sema “Tekil” değildir ve genelde SEMAVAT=Semalar çoğulu ile ayetlerde yer almaktadır. Kelime kökeni ise “Yükselmek” olup, Sema=YükselDİ geçmiş zamanını bildirir.

Denizlerin 8 km. altından yeryüzünün “Cevvis sema” yani uçucuların yükselebildiği kata kadar hayat hakkı tanıyan Biyosfer ilk gök katmanıdır. Burada Aerodinamik yasaların yasa koyucusu Rabbimizdir.

Atmosferin diğer ismi de “Saklı Mahfuz”dur ve gazların mahfuz yani çekime tutulduğunu ve aynı zamanda dünyayı MUHAFAZA ettiğini anlatır. Bu gazlar da 7 ana gazdır: Karbon, Oksijen, Nitrojen, Hidrojen, Klor, Fluor, Kükürt… Diğerleri eser miktarda rastlanan başka yedilerdir. Örneğin Helyumdan başlayarak 118. elemente kadar 7 asal gaz vardır ve bunlara evrende bol; fakat dünyamızda çok az rastlarız.

Böylece bizler atmosferin daha önce sıraladığımız 7 tabakasından (Sferlerden) sırayla her birine binerek yükseliriz. Bu 7 katmanın diğer adı da “Dünya göğü” ya da gökyüzü diye bildirilmiştir. (Nuh-15)

Ne var ki, bu tek gökten daha “Yüksekte” semalar yani gökler olduğu haber verilmiştir. Taha-4’de “Ulu, Yüksek gökler (Es semavat-ı ula) denir ki, bunları uzay yolculuğumuz boyunca daha sonra izleyeceğiz. Burada ele aldığımız birinci sema, ayetlerdeki “Her kevkebin=gezegenin” ya da her Arz’ın semalarıdır.

Gök cisimleri yuvarlak olduğu için, onları mahfuz edip kuşatan semalar da yuvarlaktır. Yuvarlak terimi Kur’an’da “Kürre=Bildiğimiz küre” olarak bildirilmiştir. Bunun türevleri de aynı anlama gelmektedir. Örneğin Kuvviret=bir şeyi beline sarmak, yün topu sarmak, küresel biçimde kuşak dolamak, köşeli ya da pürüzlü bir şeyi yuvarlamak üzere törpülemek, küre biçimi vermek, ekleyerek küreyi büyütmek düz bir şeyi derlemek, dermek, bükmek, yuvarlamak, bombeli biçimde kıvırmak anlamındadır. Kur’an’da Sureye adını veren Tekvir ve bundan türeyen Kevr ayeti gibi yerlerin ve göklerin dürülüp bükülmesi, olan UZAY-ZAMAN BÜKÜLMESİ, Uzay-zamanın düz değil geodezik olması, Riemann küresel uzayı anlatılmıştır. Anlaşıldığı üzere Küre (Yuvarlak) ve bunun türevi olan Kevr ve Kuvvire, bir “KUVVET İLE KÜRELEŞTİRMEK” anlamına gelmektedir. Küreselliği “Birtakım kuvvetler” oluşturmaktadır. İşte şimdi bunları gündeme getirelim:

* Çekim nedeniyle her cisim kendi haline bırakılınca küreleşir. Çünkü küre ideal biçimdir. Kürenin köşeleri, altı-üstü, dört bucağı yoktur. Burada ÇEKİM (Gravitation=Cazibe) KUVVETİNDEN söz edildiğini ve çekimin bir göksel cismi doğal olarak “YUVARLADIĞI” anlatılmıştır. Bu kuvvetin klasik adı “MERKEZCİL KUVVET”tir. Merkezcil kuvvet Kur’an’da pek çok ikili içinde verilmiştir. Önceki ciltlerimizden hatırlanacağı üzere Hûnnes=Merkezcil kuvveti; Künnes=Merkezkaç kuvvetini

Page 124: 97349158-ArzArs-Mirac-1

anlatmaktadır. Yer ve göğün bitişikliği merkezcil kuvvetten olan RATK ve bunların ayrılması MERKEZKAÇ kuvvetten olan FATK (Fetekna=Ayırım, faz ayrılması, bileşenlerin elemanlarına çözünmesi, elektrolizde kutuplanma) etkisindendir.

Mikro düzeydeki sistemin korunmasına örnek olarak, Saffat suresinin iki türlü yorumunu verelim:

“SAF TUTUP, SAFTAN ÇIKARAN VE BU SIRADA ZİKR EDEN ŞEYLER HAKKI İÇİN YEMİN EDERİM Kİ, HEPİNİZİN İLAHİ BİRDİR.” (Saffat-1)

Burada, Saf tutan Safiyyun meleklerinin yorumu, çoğu tefsirde geçer. Fakat “Şeyler” denildiği için, bunun tefsirine de işaret edilmiştir. Bu magnetosfer örneğinde olduğu gibi, elektromanyetik örneğinde olduğu gibi, elektromanyetik akıların parçacıkları özellikle şıhabları ya da en azından elektronları tutmasıyla ilgilidir. Elektromanyetik dalgaların ve diğer yörüngesel elektron benzeri “Mini zerreler âleminin felekleri yani SAF’larından söz edilmektedir. Bunlar manyetik kalkanımızın kuvvet çizgilerine önce tutulurlar, yani SAF’fa girerler. Sonra bir aşağı inmeyip, orada tutulurlar ve ne saf dışında kalır ne saf içinden aşağı inerler. Yine mikrofizik düzeyinde bir tefsir de, atomun safları olan elektron seviyeleri çemberleridir. Elektronların yörünge, Spin ve doğuya sapma olarak 3 yönlenmesi de bildiriyor.

Fotonlar, bu çembere çarptıklarında elektron koparak, saf dışı bırakırlar. (Galganometri, fotosel olayları gibi) Zikir de burada, titreşim frekans ve rezonans değerledir. Görüldüğü gibi Kur’an ayetlerinin tefsiri, bilimin bulgularıyla daha da genişliyor ve sırayla 7 anlamını birden gün be gün “Âlimlere” açıyor.

Merkezcil kuvvet en küçük birim olarak proton-nötron içindeki kuarkları bir arada tutan Gluon parçacığıdır. Çekirdek elemanlarını bir arada tutan merkezcil kuvvet ise Güçlü çekirdek kuvvetidir. Atomu oluşturan yani çekirdek yöresine elektronu bağlayan ise “elektromanyetik kuvvet”tir. Elektron hem küresel YÖRÜNGESİNDE döner hem de kendi çevresinde döner ve bu durum birbirini dengeleyen iki kuvvetin TERAZİLENMESİNİ doğurur. Böylece elektron ve proton birbirini belirli bir uzaklıkta tutar ya da klasik deyimle merkezkaç ve merkezcil kuvvet birbirini dengeler, çeken ve çekileni eşit bir uzaklıkta tutar. Elektron hem kendi çevresinde (gece-gündüz hareketi yaparak) döner, hem de proton çevresinde (Yıldönümü hareketi) ile döner ve bu dönme sisteme DENGELENME-TERAZİ kazandırır.

Bütün göksel cisimler de böyledir: Bir cisme uydu olan diğer daha küçük cisimler, hem yörüngeye oturur, hem de kendi çevrelerinde dönmeye çalışırlar. Ay çevremizde döner, dünya da güneşin çevresinde döner.

“Göksel bir cismi uzaya bıraktığımızda onun bir yörünge üzerinde (Dinamik güç verilirse) ilerlediğini ya da (Statik ise) orada durakaldığını“ bize “ Galileo tespit etmiştir. Bu da eylemsizlik ilkesinin doğumudur.

Atomdan yani elektronun mini 7 göğünden başlayarak bizzat bütün evrene kadar her şey KÜRESELDİR ve merkezkaç ile merkezcil kuvvet dengesinden küresellik doğmaktadır. Yörüngeler de (Elektronda olduğu gibi) küreseldir. Elektron 7 tabakadan büyülendiğinden dönmeye başlar.

Page 125: 97349158-ArzArs-Mirac-1

KESİM-10

Güneşin Keşfi

Mikro düzeyden, makro, yani göksel massiv ivmeli necm, kevkeb gibi cisimlere gelince, onlar da ÇEKİM etkisiyle hem bir yörüngeye oturarak yıllık turlarını tamamlarlar, hem de (Elektron gibi) kendi çevrelerinde dönerek spin yaparlar, böylece Gece-gündüz oluşur.

Gerek elektronlar, gerekse uydular, bağlı oldukları cisimler çevresinde bu “Bir çift” dönü hareketini yaparak, sistem dengesini kurarlar. Böylece, kendilerini çeken güç merkezi üzerine düşmezler. Hatta elektronlarda aynı yörüngede birden fazla elektron varsa, bunlar, kendi çevrelerinde dönme hareketini “Zıt yöne” çevirerek, çarpışmazlar. İşte bu da ilahi bir ahenktir ki, bu konuya ileride yeniden döneceğiz. Kendi çevresinde hür dönemeyen Merkür ise, bu güçlüğünü, Güneş çevresindeki yörüngesine elipsoitler çizdirerek dengelemektedir.

Kur’an’daki ayetleri şimdi yeniden adlandırmayı deneyebiliriz:

“Gece ile gündüzün birbirini izlemesi” biçimindeki ayetler, dünyanın da başka dünyalar (Gezegenler) gibi YUVARLAKLIĞINI ortaya koymaktadır. “Gecenin gündüzün üzerine bürünmesi, gündüzden gecenin soyunması” tanıtımı dünyanın yuvarlak olduktan başka DÖNDÜĞÜNÜ göstermek içindir. Çünkü dönmeyen bir şey için “Bürümek, sormak, sonra ondan soyunmak” gerekmez. Nitekim bu ayetlerin ileri anlamları “Zıt” istisna olarak Merkür’ün dönmediğini, (Gece ve gündüzün yokluğuyla, orada bürüme-sarma-soyma işlemi olmadığını) kısmen sürekli ŞAFAK (Alaca karanlık, gölgelik) ara bir bölüm olduğunu ve bir yanının sürekli geceyi yaşadığını anlatmaktadır. Elektronların da kendi çevrelerinde dönmelerinden mikro “Gece-gündüz” oluşturan SPİN (Uydusal dönü, kendi çevresinde dönerek gündüz ve geceyi oluşturması) bir başka ileri yorum sayılabilir.

Atomdan başlayarak bizzat koca evrene kadar her cisim kendini bir KÜRE halinde tutmak ister. Kürelerin dönmesi için yine KUVVETLER gerekmektedir. Bu kuvvetlerden ikisini tanıdık: Merkezkaç kuvvet içi su dolu bir kovanın çevrilerek fırlatılması; merkezcil kuvvet kovanın fırlatılmayıp, sürekli çevrilmesi bir denge oluşturur ve kovadaki su hiç dökülmez. Bunun için kovayı sürekli bir eksen yöresinde çevirmek gerekir. Eğer bu durdurulursa su dökülür. Gök cisimleri de böyle kendilerini çevirmezlerse, atılmış pamuk gibi, (Kıyamette dağların sökülüp, denizlerin kaynaması gibi) sistemi mahvederler.

Yıldızlar, gezegenler ve her şey için bu böyledir. Yıldızların izledikleri yol (Yörünge) ÇEKİM etkisiyle oluşur ama kendi çevrelerinde dönmelerinin ÇEKİM İLE İLGİSİ YOKTUR; “İmpuls sakınımı” ya da “Moment (Süredurum) yasası” ile ilgilidir. Gök cismi bu ekseni çevresinde dönmeyi kendisi kazanır, çekimin buna katkısı yoktur. Demek ki dünyanın güneş çevresinde bir yıl boyunca bir yörünge turu atması ÇEKİM kuvvetinden yani Güneş’e uydu olmasından; fakat kendi çevresinde dönmesi ise MOMENTUMUNDANDIR: Gece ve gündüz bu nedenle oluşmaktadır. Güneşin, gece ve gündüze kendi ışıdığı sürece karışamaz, gece ve gündüzün oluşmasına engel olamaz.

Page 126: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Dünyanın momenti kendisin güneş çekimiyle dengelenmesinden doğmuş bir asgari ortak koalisyonudur. Aynı yasa bütün gezegenler (Kevkebler) için de geçerlidir.

Kevkebler, bir ağırlık merkezine bağlıdır ve o ağırlık merkezinin ışığını yansıtırlar, ışık kaynağı değil kaynağın yansıma aynasıdırlar. Örneğin Dünya, Ay ve gezegenler “Kevkeb”; Güneş (Şems) ise “Necm=Yıldız”dır.

Güneşler, bir gaz-toz buutsusunun, bir ağırlık merkezi edinip çökerek toplanmasından oluşur. Bu seyrek gaz bulutu, bir merkeze toplandıkça kütlesi büyür, büyüdükçe daha çok çeker, çektikçe de daha sıkışır, sıkıştıkça da ısınır. Bir an gelir o kadar ısınır ki, çekirdek tepkimesi denen nükleer oylalar başlar. İşte bu bir yıldızın doğumudur. Güneşler yani yıldızlar sağlıklı (Asal) oldukları sürece, bir arada trilyonlarca atom-hidrojen bombası patlatan Işık=Ziya kaynaklarıdır. Güneşin ve diğer yıldızların bu durumu, Fusion=Hidrojen bombasındaki gibi çekirdek erimesi ya da Fission=Atom bombasının patlamasındaki çekirdek bölünmesi mekanizmasıdır. Kur’an’da ise “Alevli kandil” diye meal verilmesi alışkanlık haline gelen “Sevakib” kelimesi aslında, fusion ve fission nükleer tepkimeleri (Ayrıca karbon-Azot çevrimi gibi katalizantlı reaksiyonları) açıklamakta en isabetli ilahi simgedir. Yıldızların içindeki bu nükleer kozmik fırınlar olan dehşetli sevakib tandırları, güçlü nükleer kuvvet sayesinde güneş ve yıldızların nasıl hiç tükenmeden milyarlarca yıldır enerji verdiğini açıklamıştır. Bunu anlayalı henüz çeyrek asır olmasına rağmen, eskilerin “Sevakib” terimini kandil, mum, çıka (Çerağ, meşale) diye meallendirmeleri normaldir. Fakat günümüzün müfessiri için de nedense aynı ilkel meal ve kısır yorumları kullanmak anormaldir.

Birçok kez belirtildiği gibi, Güneş’in dolaysız ışık kaynağı olup, Ay’ın da onun dolaylı yansıtıcısı olduğunu, (İsmini güneşten alan) Şems suresinin ilk iki ayeti 14 yüzyıl öncesinden bildiriyordu:

“GÜNEŞE VE AYDINLIĞA, ONA DÖNÜK OLDUĞUNNDA NURLANAN AY’A AND OLSUN”

Ayette açıkça Güneş’in bir ışık kaynağı yani aydınlatıcı olduğu bildirlimiş, bunun yanında, o çağın insanlarının sandığı gibi, Ay’ın da çok zayıf bir ışık kyanağı değil; Güneş ışığına dönüklüğü oranında yansıtıcı bir ayna olduğu bildirilmiştir, aynı anda Güneş’in bir yıldız (Necm) Ay’ın ise bir gezegen (Kevkeb) olduğu da belirtilmiştir.

Güneş ve Ay terimleri “Özel” değil; bir evren çapındaki genelleme için, yakın örnekler olarak verilmiş “Her bir yıldız ve herhangi bir gezegenin” modelidir.

Güneş, özel bir durum içermez ve sıradan bir yıldızdır. (Necm) Aynı mantıkla, Ay ‘da dünyanın her yönden bir benzeridir. Bu benzerlik diğer gezegenler için de geçerlidir. (Kevkeb)

Dünyanın düz ya da tepsi gibi daire sanıldığı dönemde Ay’a bakılarak, dünyamızın da aynı onun benzerinde olduğu işaret edilmiştir Kur’an’da…

KESİM-11

Page 127: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Ay’ın Keşfi

Güneş’in ışık kaynağı; Dünya ile Ay’ın o kaynağın ışığını yansıttığı fakat ne dünyanın ne de Ay’ın söndüğü için bir ışık kaynağı olamayacağı anlatılmıştır. Günümüzde bu gerçeği biliyoruz: Ya 1400 yıl önce?...

O dönemde dünya, ay ve diğer gezegenlerin sönmüş uydular yani KEVKEBLER olduğu akla gelebilir miydi? Güneş’in de bir yıldız olduğu ve içindeki nükleer tandırdan “Ziya” kuantum teoreminin baş tacı foton denen elektromanyetik Radyasyon yaydığı bilinebilir miydi? Güneş başka, yıldızlar başka bir şey sanılıyordu. Hele galaksiler olacağı bu yüzyıl başına kadar hiç akla gelmiyordu. Çünkü o yüzmilyarlık yıldız toplulukları da “Bir tek yıldız” gibi görünüyordu dürbünsüz insana…

Bir genelleme yaparsak, Necm denen yıldızların ziya=Elektromanyetik radyasyon kaynağı ve çekim merkezi olduğu, kendisine bağımlı olan gezegenlere (Kevkeblere) ışığını yansıttığı görülür. Ayetteki Münir= Yansımayla aksetme olayı ise mikrofizik düzeyinde, fotonları elektron kopardıklarını anlatmaktadır. (Compton ve fotosel olayı) Bu yüzden “Kur’an misallerinin bütün insanlara verildiği fakat yalnızca âlimlerin anladığı” ayeti tecellisini sürdürüyor…

Tekvir suresinde kıyametle birlikte yıldızların “İnkederet=Işığını kaybedeceği, söndürüleceği”, (Örneğin karadelik içine dürülerek girdaplar hilendi bulunacağı, berraklığını yitireceği) anlatılmaktadır. Yıldızların asal dizi süreçleri sonunda yakıtı bitince kırmızı dev haline gelmesi yani akkor parlaklığını kaybederek kırmızıya soğuması da bir “İnkederet” olayıdır.

Güneşler (yıldızlar) de yaşayan ve yaşlanan varlıklardır. Ömürlerinin güz dönemi (Ya da akşam hüznü) gençlik enerjisini yitirmiş kimselerin ısıtmayan sonbahar ya da akşam güneşi ile aynı kaderi verir. Kızıl dev aşaması bir grup kaderidir yıldızın…

İnfitar suresinde de, konu Yıldızlar değil; gezegenlerdir ve “Ve izel Kevakibu inteseret” diye bildirilmiştir. Kevakib, kevkebin çoğuludur, gezegenler demektir. “İnteseret” ise dağılma, çözülme, çekim birliğinden sıyrılma, saçılma, momentumunu koruyamama, sistem dışı kalma anlamındadır.

Tekvir ve İnfitar surelerinden aldığımız bu bir çift örnek ayet, yıldızların parlaklığını kendilerinin oluşturduğunu, fakat kevkeblerin parlaklıklarını dışarıdan aldığını anlatmaktadır. Güneşin ışığının ateş alev (Nar) değil de Ziya=elektromanyetik ışıma olduğunu Yunus-5. ayet bildirmektedir. Çünkü ateş ve alev “Sönmeye” mahkûmdur. Oysa güneş Ziya olup, kuantum fiziği uyarınca 50 milyar yıl boyunca ışıması öngörülen bir “Sürekli” aydınlıktır.

Güneş sistemine üye kevkebler=gezegenler, kendi dolanım sürekli bir tur atarak, çekim etkisinde yollarını sürdürürler. Bu arada kendi çevrelerinde de momentum (Süredurum) yasası uyarınca dönerler. Yıllık turlarından çekim (Güneş) sorumlu; fakat günlük dönmelerinden ise Moment yasası (Kendi açısal hızları) sorumludur.

Bu ekseni çevresinde dönmenin tanımı birçok ayette verilmiştir. Bu ayetlerden ikisini

Page 128: 97349158-ArzArs-Mirac-1

hatırlatalım:

* “RABBİN GÖSTERİSİNE HALA BAKMADIN MI? O, GÖLGEYİ UZATIP YAYMIŞTIR (Gölge uzaması) EĞER DİLESEYDİ ONU SABİT (Gölgenin olduğu gibi kalması) DURDURURDU. AYRICA BİZ ONA (Gölgeye) GÜNEŞİ NASIL BİR DELİL (Belirteç) YAPMIŞIZDIR? SONRA ONU BİZE DOĞRU NASIL ÇEKMİŞİZDİR?” (Furkan-46, 47)

Gölgenin sabit olmayışı, dünyanın kendi çevresinde döndüğünün açık ifadesidir.

* “SEN DAĞLARI GÖRÜR, ONLARI SABİT (Yerinde durur) SANIRSIN. OYSA ONLAR BULUT GİBİ GEÇER GİDERLER.” (Neml-88)

Bu iki ayetten birincisi, Yerden gözlem yapmak (Örneğin çubukla güneş saati yapmak gibi) için verilmiştir. İkincisi ise “Yukarıdan yapılan bir gözlem” olarak verilmiştir.

Yörüngeler yani FELEKLER, elektronlarınkinden Güneşin Samanyolu içindeki yörüngesine kadar ayetlerde tekrarlanır: Her şeyin birbirine değmeden ayrı ayrı yörüngelerde yüzdüğü bildirilmiştir. (Yasin-38, Enbiya-33, Ra’d-2, Faatır-13 vb.) Yörüngeler ise “Felek” yani çark, çember, daire, yuvar, küre kesiti ve Güneş sistemlerinin” bir tutulum düzemi, yani Ekliptik dairesi içerdiğini anlatmaktadır. Felekler terimi aynı zamanda galaksilerin (Satürn gezegeninin halkalarında olduğu gibi) bir “Ekliptik düzlemi” olan sarmal kolların yer aldığı “Ekvatoral kemer form”larını anlatmaktadır. Galaksi kolları galaksi merkezine doğru sarılarak, bu düzlem üzerinde yer alırlar. İşte bu halka biçimindeki yapı da yine “FELEK” yorumudur.

Felek terimi her göksel çember biçiminin habercisidir: Satürn, Uranüs, Neptün’ün çevresindeki halkalar da felektendir. Galaksi çevresinde, atom çekirdeği çevresinde ve Güneş sistemlerinde hep bu “FELEKLER=Eflak” bulunmaktadır. (Çember=Felek, çoğulu olan “Eflak” biçiminde verilmiştir: Örneğin Resulullah’a Rabbin “Sen olmasaydın, sen olmasaydın EFLAK’ı yaratmazdım!” hitabı gibi hadiste de yer almaktadır.

Felekler teriminin açıklaması tam evren çapındadır. En başta, evrenin bizzat yuvarlaklığını bildirmektedir. Felek objektif=Afakî halkaların (Galaktik, Satürn ve karadelik halka tekilliği) tümüdür.

Evrenin bir “ÇARKI FELEK” gibi sürekli döndüğünü, evrenin kozmik DEĞİRMEN GİBİ bir rotasyonu olduğu (BURÇ terimiyle de bu Çarkı Felek’in “DİŞLİLERİ” olduğu) anlatılmıştır. Evrendeki rotasyon (Devran) belirli bir güne kadar, (Çekimsel çöküntünün dağıtacağı o güne kadar) işleyecektir. (İşlerliğini doğa yasalarının desteklediği biçimde sürdürecektir.) Felek sübjektif (Enfüsi) olarak da yörüngelerdir! Her bir cisim kendi yörüngesinde yani FELEĞİNDE yüzer. Bu cisim=Ecram tanımına atom düzeyindeki elektron kabuğu olan küresel feleklerden başlayarak, bizzat evrenin yuvarlaklığına kadar her varlık girmektedir:

“ECRAMDAN HER BİR NESNE KENDİ FELEĞİNDE (Yörüngesinde) YÜZER.” (Enbiya-33)

Bunun daha önce “Takdir olunduğunu” “terazi konduğunu” ve “Bir güne kadar” aksamadan işleyeceğini ayetlerden tekrarlı olarak öğreniyoruz.

Page 129: 97349158-ArzArs-Mirac-1

KESİM-12

Anaforların Tavafı

Tekvir ve İnfitar suresindeki ayetleri okuyucu gözden geçirirse, kıyametle “Yıldızlar=Nücum” ve “Gezegenler=Kevakib”, ayrı biçimde mahvolacaklardır: “Yıldızlar bulanıp, sönecek” ve “Gezegenler dağılıp, saçılacak ve toz olacaktır.” Yıldız sönmesi yıldızın Güçlü-zayıf nükleer kuvvet ve elektromanyetizmal 3 kuvvetinin mahvıdır. Gezegen dağılması da dördüncü kuvvet olan çekimin mahvıdır.

Şimdi bu mahvları “TERSİNE” ÇEVİRİRSEK YARATILIŞI kavrarız: Yıldızların aslında bir yerleri vardı. (Vakıa-76) Bu yerler çekim merkeziydi ve oradaki Nebüloz denen gaz-toz bulutlar o yoğun tarafa çekilmekteydi. Çekim merkezi kütle topladıkça daha güçlü çeker oldu, sonra da küre biçiminde toplu bir limit oluşturdu. Bu küre-Limit seyrekti ama öyle bir an geldi ki, çekim etkisiyle çöktü ve merkez iyice sıkışıp, derlenip-toplandı ve yoğunlaştı. Bu arada basınç nedeniyle ısındı. Önce kızıl, sonra sarı ve sonra akkor ışıma yaparak yıldız oluverdi. Yani önce bulanıktı, sonra ışıdı…

Bu arada çöken kürenin içinden gezegenleri oluşturacak ağırlık merkezleri ortaya çıktı. Sonra hepsi birden sistem oluşturdular.

Yıldızların ve sistemlerinin bu oluşumunda baştaki sönüklük ve toz bulutu kıyametle iade edilecektir. Önce yıldız bulanık, sönük bir “Kızıl cüce” idi ve gezegenler de TOZ kütlesiydi. Kıyamet de yine bu doğuma dönüşten söz ediliyor ayetlerde…

Daha önceki iki cildimizde “OL=ÖL’ün aynı anda verilmiş bir TEK komut olduğunu deşifre etmiştim. Çünkü neden ve sonuç aynılaşmış, TEKLEŞMİŞLERDİ!... Bu TEK İLAHİ KOMUT, “Etki durumunda yaratılış OLUŞ” olarak tecelli etti. Ve aynı tek komut “Tepki” olarak da kıyamet yani “ÖLÜŞ” olarak İKİLENMEKTE ve neden ile sonucu sonradan yaratmaktadır.

Oluş ve ölüş “AYNI” mekanizmadan geçmektedir:

“O GÜN (Kıyamette uzay-zamanı bir karadelikle) KİTAPLARIN SAYFASINI (Bütün paralel evrenlerle birlikte) DÜRER GİBİ BURACAĞIZ. İLK YARATILIŞTA (Big bang aknoktası neyse) BAŞLADIĞIMIZ GİBİ YİNE ONU ÖYLESİNE (Kıyamet karanoktasına) İADE EDECEĞİZ. (Yaratılışı tersine çevirecek ve evreni tünelden, öte tarafa nakledecek, orada bir daha oluşturacağız ki) BU ÜSTLENDİĞİMİZ BİR VAADDİR. (Oluş-Ölüş birlenmiştir.) KUŞKUSUZ BİZ BUNU YAPARIZ. (Vaadi tutmaya ve yarattığımız gibi yok edip, tekrar yaratmaya Kadiriz.)” Enbiya-104

Verdiğimiz örnek ayetin daha birçok biçimde tekrarı vardır ve bunlar “Kıyamete bakarak” bu konuda kafa yorarak, yaratılışı, bunun tersi olarak çözeceğimizi bildirir.

“… BÖYLECE YARATMANIN NASIL BAŞLADIĞINI ARAYIN!” (Ankebut-20)

Yaratılışı aramamız buyrulduğuna göre, bu konuyu zorunlu açacağız:

Evren dediğimizde, bizi kuşatan 10-20 milyar ışık yılı çapındaki ÇEVREMİZİ kastederiz.

Page 130: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Bunun ötesini-berisini göremeyiz. (Bu gerisi-ilerisi yok demek değildir!)

Çevremizdeki evren “Yakın GÖK” den başka bir şey değildir ve bir bulutlar anaforunun hiyerarşisinin ufalanarak, azdan çoğa bölünmesi ve cisimleri oluşturmasıdır. Maddi evren önce BİR TEK BİRLEŞİK BULUTTU. Yani yerler ve gökler ayrılmadığı için BİTİŞİKTİ. Bu bulut sadece ve sadece hidrojen ve biraz da Helyum dumanıydı. Ayetler bulutun tanımını “Duman halindeki gök” diye bildirmektedir.

Bütün evren, bu DUMAN idi ve daha başka hiçbir cisim, madde, faz (Yer-gök vb.) yoktu. Bütün evren bir tek bulut halinde 700 bininci yıla kadar öylece biçimsiz bir biçimde duruyor, bekliyordu. Sonra ileride sunacağımız bir nedenle “TEKİL” yani evren dışı bir etkiyle ana bulut, 200 milyar kadar buluta bölündü: Bunların her biri ileride galaksi olacaktır.

Bulutu bölen (İnfitar eden) ETKİ, nedeniyle 200 milyar galaktik bulut adaları, “KAOS” denen kargaşa dinamizmine koyuldu: Girdaplar gaz konveksiyon akımları, sirkülasyonlar ve Weizsaecker’in teoremi olan iç-içe anaforlar halinde artık hiç durmamacasına dönmeye başladılar.

Her biri kendi kütle değeriyle orantılı bir BULUT KÜRESİ oluşturuyordu. Kütlesiyle orantılı hızlarda dönmeye koyuldular. Bu dönme onların daha derlenip-toparlanmasına ve daha yoğunlaşıp mükemmel birer küre halinde gelmesine neden oluyordu. (Tekvir=Küreleşme budur!)

Böylece bulutlar çevrelerindeki diğer küçük kütleleri toplamaya ve kendilerine katıp, üstlerine dolamaya başladılar. Bu tekvir nedeniyle kütleleri büyüdü, daha çok çeker oldular ve bu KÜRELER öyle bir an geldi ki, kendi kütle çekimlerine yenildiler ve her yönden içeri çöktüler.

Çekim kuvveti, her yönden merkeze çökmeyi (Hûnnes’i) başardı ama bulut küre bir EKSEN ÇEVRESİNDE döndüğünden, eksene dik geçen EKVATOR DÜZLEMİNDE “Künnes” MERKEZKAÇ KUVVET (Moment=Süredurum) çekime direndi, öteki bölgeler çekim kuvvetine yenilip, daha küçük, daha yoğun bir küre olurken, bu kürenin “Ekvator Feleği” direndi.

Dolayısıyla “EKLİPTİK DÜZLEM” çökmedi, sadece alt ve üstten preslenen bir plaka haline geldi. Böylece o küre bulutun ekvator kesiti olan plak(Felek) olduğu gibi kalırken, diğer yer çöktü ve galaksiler bu yüzden, bildiğimiz (Mercek-mercimek) biçimini aldılar. Çekimin merkeze topladığı kütle galaktik ÇEKİRDEK; çökmeyen ekvator düzlemi de “Sarmal kollardan oluşan çevre HALKASI oluşturdular. İşte kısaca galaksilerin öyküsü…

Anafor denen ve bir eksen çevresinde bulutların dönmesi olayı, galaksilerden sonra galaksi içindeki sayısız yıldızlara kadar hep aynı oluşumu sürdürür. Bu bir evrensel yasadır.

Bir galaksi, ortalama 200 milyar güneşten (Yıldızdan) kuruludur. İçinde de bulut parçaları vardır. Yıldız (Güneş) sistemlerinin tek-yapım malzemesi de budur: En baştaki hidrojen bulutu, galaktik bulutlara ve sonra sideral (Yıldız, güneş) bulutsuları olan nebula’lara kadar TEK TİP YAPIDIR. Galaksiler nasıl oluşuyorsa, onun içindeki 200 milyar ila 200 TRİLYON yıldız da aynı yasaları taklit ederek hem kendilerini hem de çevrelerindeki

Page 131: 97349158-ArzArs-Mirac-1

gezegen sistemini oluştururlar.

Anaforlar hakkında ileri bilgiler Kesim-20’de sayfa 300’de bulunmaktadır.

KESİM-13

7 Gök Tayfı

Böylece 7 Gök bilimsel olarak haber verilmiş ve üç katlı “Necm-Kevkeb-Felek” yorumuna değinmiş olduk. Astronomik olarak 7 gök katmanı, iç-içe anaforların da katlarıdır.

1- YAKIN SEMA (Gezegen atmosferi)

Dünyanın çevresinde en yakın gök vardır ve buraya Sakfi Mahfuz=Atmosfer demekteyiz. Dünya burada Necm=Yıldız yerini alır ve atmosferi onun uydusu olduğu için “Kevkeb” yerine geçer. Atmosferdeki katmanlar ise “Felek” yerine geçer. Ayrıca Van Allen kuşakları gibi magnetosfer eğrileri de birer “Felek” kapsamına girer.

2- NECM-KEVKEB (Güneş sistemi küresi)

Güneş, necm=yıldız olup, bunun çevresinde dönen Dünya ve diğer gezegenler “Kevkeb”dir. Onların izledikleri yolların bulunduğu kesit ise ortak olarak “Felek dairesi=Tutulum=Ekliptik düzlemi”dir.

3- MECERRE SEMASI (Galaktik küre)

Güneşler de Galaksilerin Kevkebleridir. Galaksinin merkezi Necm=yıldız yerine geçer ve sarmal kolların yer aldığı ekvatoral kemer düzlemi de “Feleği” rolünü üstlenir. NOVA denen, merkezden çevreye atılan büyük denge maddesi de FELEK sırrındandır.

4- BURÇLAR SEMASI (Süper galaktik küre)

Galaksilerin çökmediği dönemdeki KÜRE limitleri içinde kalan uydu galaksileri vardır. Örneğin bizim galaksinin, bu küre limiti içinde merkeze ve kollara toplanmamış, fakat kürenin limitleri içinde kalmış, kendi başına kümeleşmiş Dorado, Tucan, Magellan bulutsuları vb. gibi 25 kadar uydu-galaksisi, bunun yanında Cüce galaksileri vardır. Kürenin limiti ara gök katmanıdır, fakat asıl dördüncü gök, bu galaksilerin bir üst disiplin sisteminde birleşmesi, yani galaksi kümelerin bir üst DEV sistemin UYDUSU olmasıdır. Samanyolu ve Andromeda isimli komşusu gibi 200 milyarlarca yıldız barındıran öteki yakın galaksilerden en az 150 tanesinin üye olduğu lokal grup, METAGALAKSİ ya da SÜPER SALKIM adını alırlar.

İşte bu dördüncü GÖK katıdır, Kur’an’da da BURUC=burçlar seması olarak bildirilmiştir. Burçlar (Kale mazgalları benzeri) yuvarlak bir dişli çarkı anlatır. Günümüzde de “ANAFORLAR”ın tanımıdır.

5- MÜZEYYEN SEMA (Gözlem ufku)

Süper kümeler de gözlem ufkumuzun içinde kalan yerlere kadar uzar giderler. Bu “Çevremizdeki yıldızlardan ibaret süs” tanımıyla ayetlerde bildirilmiştir.

Page 132: 97349158-ArzArs-Mirac-1

6- SEMA-I ÛLÂ (Gözlem ufku ötesi)

Göremediğimiz olay ufkunun dışına genişlemeyle kaçan ve şimdi sayabildiğimiz 200 milyar galaksinin oluşturduğu daha MEGA GALAKTİK evren feleği vardır. Bu FALAKSİ ŞABLONLARIN yani Galaksi matrislerini oluşturan ANA ŞABLON KATIDIR.

7- NİHÂİ SEMÂ (Ulaşılmamış rezerv uzay bölgesi)

Evrenin henüz genişleyemediği, dört kuvvetini ulaştıramadığı, hiçbir cismin bulunmadığı REZERVDEKİ son GÖK katıdır.

Bunu bize Kur’an’a paralelleşmiş GÜNÜMÜZÜN ASTRONOMİSİ söylemekte ve evreni İSTER İSTEMEZ YEDİ KAT olarak düşünmektedirler. Öğretimiz bu 7 katmanı belirlemiş ve yukarıdaki isimleri seçerek adlandırmıştır. Bu 7 gök, daha sürecektir ki, bunlara ileride değineceğiz. 7 göğün türlü yorumu daha vardır:

Güneş, galaksi içindeki yörüngesinde, şimdiye kadar 19 kez dönmüştür, fakat güneş sistemi bilinen yaşına göre 22 kez feleğine dönmeliydi. (Bunun nedeni ileride değineceğimiz, Güneş’in karadelik arkadaşının onu frenlemesi ve uzun bir feleğe yönlendirmesidir.) Güneşin 22 kez tur attığını “Pi” sayısına (3,1416) bölersek tam 7 çıkar. Galaksimizin çevresindeki kol sayısı da 7 tanedir. (Biz Orion=Avcı kolunda bulunuyoruz.)

Evren, kendi üzerine dolanarak (Tekvir) ve nabız gibi zonklayarak (Zikir) genişlemektedir. Hubble sabiti ortalamasına göre, evren kendi üzerine 7 kez dolanmış ve kendi 7 göğünü oluşturmuştur. Bu salyangoz kabuğu gibi üzerine dolanma, tam küreleşmeye ulaşınca sekizinci kez dolanmayı reddedecek ve dolanma yedincide küreleşecektir, sonra da evren muhtemelen çökecektir.

Çünkü evren de, “Galaksi bulutunun küre halinde olduğu ilk dönem” gibi küreseldir ve her küre gibi kendi çekimine yenilerek ÇÖKMEK zorundadır. Şimdiki genişlemesi, yıldızların KIZIL DEV aşamasına geldikleri son dönemlerindeki ”Genişlemesi” gibidir. Güneşimiz de tek yakıtı olan hidrojenini bitirince, gövdesindeki hidrojeni yemeye yönelecek ve gövdesi çözüneceği için, tekvir mekanizması tersine çalışacak ve güneşi genişletecektir. Dolayısıyla akkorluğu kızıllığa (Gruba, şafağa) benzer bir kırmızı renge dönüşecektir. (ŞAFAK, aynı zamanda KIRMIZI DEV’İN Kur’an şifresidir.) Bu genişleme, hesaplandığına göre, Merkür, Venüs, Dünya ve Mars’ın da yörüngelerini içine alacak ve bu gezegenleri yutacaktır. Daha sonra da gövdesindeki hidrojen yakıtını bitiren güneş bir süpernova patlamasıyla BEYAZ CÜCE haline geleceği çekimsel çökmeye uğrayacaktır.

Beyaz cücenin büyüklüğü DÜNYAMIZ kadardır. Dünyamız bir futbol topu kadar varsayılırsa Güneş’in şimdiki büyüklüğü futbol sahasındaki santra yuvarlağını aşar. Güneş ileride bir “Kızıl dev” olduğunda ise, genişlemesi o hale gelecektir ki, bir koca stadyumu, tribünleriyle hatta çevre yapısıyla içine alabilecek kadar genişleyecektir. Sonra da Güneşimiz beyaz cüce adayı olduğundan, bu stadyum, büyüklüğünden bir futbol topuna küçülmüş olacaktır.

Evrenin de genişlemesi böyle bir genişlemenin en dev biçimidir. Çökme, er-geç kaçınılmaz olur. Evren (Bir beyaz cüce olarak kalamayacak kadar büyük olduğundan) sonsuz küçük bir merkezi noktaya yani KARADELİĞE çökecektir ki, işte tek KIYAMET budur.

Page 133: 97349158-ArzArs-Mirac-1

KESİM-14

Kur’an’daki Gök Mekaniği Mucizesi

Galaksi sistemleri nasıl ki, kendi bulutlarının çekimsel çökmesinden oluşuyorsa, onun üyeleri olan yıldızlar (Güneşler) da, bu bulutun içinde kalan daha küçük bulutlardan kendilerini (Necm) ve sistemlerini (Kevkeb) oluştururlar. Tıpkı galaksilerinin oluşumları gibi, önce güneşi olduracak toplanma bölgesinin çekim merkezi yöresinde bir küresel bulut oluşur. Bu bulut da giderek daha yoğunlaşırken bir yandan da anaforu sürdürüp, ağır ağır dönmeye başlar. Bütün güneş sistemimizin çapını (Ekliptik düzlemini) kapsayan bu dev küre bulut iyice yoğunlaşınca, yeterince ağırlaşır v ekendi çekimine yenilir. Yani “Çökme sürecine” girer. Çökme etkisiyle çap (Kutur) kısaldığı için, hızla dönmeye başlar. Dönme ise aks ya da Eksen denen hayali bir “DİREK” ya da değirmen mili çevresinde oluşur. Buna dik gelen ekvator düzleminde, dönme hızı en yüksektir. Bu eşlekte merkezkaç kuvvet (İmpuls sakınımı yapan süredurum, moment) etkisiyle çökme olamaz, o merkeze gitmez ve olduğu gibi kalır. Bu düzlemdeki yoğunluk fazlarından gezegenleri oluşturacak bulutlar kümelenir. (Onlar da daha küçük çapta bulut-küre-çökmeleriyle kendilerini oluştururlar. Dünya da bu kevkeblerden biridir.)

Gezegenlerin kendi çevresinde dönmeleri moment yasalarıyla ilgilidir. Anaforlar ve çekimsel çökme nedeniyle boşaltılan bu dönme kendine bir EKSEN edinmiştir ve milinin etrafında dönen “Değirmen, devran, Çarkı felek” artık eylemsizlik ilkesine göre sonsuza dek dönecektir.

Dönme bir aks=eksen çevresinde olduğundan, güneş sistemini oluşturan bulutun her yanı çekim etkisinde tek bir noktaya doğru sıkışmak isterken, bu merkezcil kuvvetin sözünü geçiremediği tek yer ekvator kemeri denen halka-daire biçimindeki “Tutulum Düzlemi”dir. Dolayısıyla, burada bulunan kütleler, öteki yönlerde olduğu gibi, güneşin kütlesine katılmaktan kurtuldu. Bunlar da kendi aralarında odaklandılar ve dünya dâhil bütün gezegenler ile bunların Ay gibi kendi uydularıyla, asteroitleri oluşturdular. İşte bu durumu müzik dinlediğimiz “PLAK”lara benzetebiliriz. Ortada güneş vardır ve plağın ses çizgileri yörüngelerdir.

(*) Daha önce de temel kavramların dünya dillerinde saklı bir cifiri olduğunu birkaç örnekle belirtmiştim. Bunlar din yoluyla giren (Örneğin İngilizce Marry, Arapça merye=Evli) ya da egzotik isimler (Lilac=Leylak, Jasmin=Yasemin, Orange=Narenciye) ya da bilimsel isimler (Zero=Sifir=Sıfır; Admiral=Amir-ül-ma) değil; kökte SAKLI-ORTAK kelimelerdir. Nasıl ki Arz’ın “Erd” karşılığı varsa, özellikle Latince ve şimdiki uzantılarında bu SAKLI-ORTAK kelimeler bulunmaktadır. Arapça Heva=Hava, Latince Avi(Avion=Uçak gibi) ya da Arapça El Narenc (Okunuşuyla Ennarenc, alev, ateş, ısı) Latincede Energie=Enerji’dir. Arapça harfi tarif olan El (Al) örneğin İspanyolca da da vardır: el Magazin=El Mahzen=Giriş kat ya da mağaza, El Caravan=El Kervan gibi…

Page 134: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Felek ile Plak arasında da bu ilişki vardır: Plak, biçim olarak diski ve dinamizm olarak eksende-dönmeyi ve kalınlıksız yuvarlaklığı temsil eden Felek kelimesidir. Önceden yuvarlak tabela kullanıldığından plaka ve bunun küçültme türevi plaket Türkçeye de girebilmiştir. Felek ve Plaque ikisi de yuvarlak TEPSİ, YUVARLAK SİNİ-tabak demektir. Halen Plat=Tabak, tepsi, Plato=Yüksek yuvarlak biçimli düz pist, döner sahne, yuvarlak set ya da yüksek yayla türevlerine ek olarak platform (Felek biçimi) de yaygın kullanılmaktadır.

Dillerin CİFİR yoluyla çözümlenebilen ortak sözcükleri %50 kadardır. Örneğin Sami dillerinde Zikr’den türeyen Müzekker (Titreşen, melodik zikir edilen) Hint-Avrupa dil ailesindeki “Müzik=musiki”dir. Giraffe=Zürafa. (Zarif hayvan) Ortaklık soyut ürkünç kavramlarda daha belirgindir: Genli (Cin) Satan (Şeytan) Ehprates (İfrit) Dewil (Dev); Hüda=Hoda=Goda=gott, god(Tanrı), Gog Mog (Yecüc-Mecüc), Fairy (Peri), Magie (Mucize) gibi…

ŞEKİL: 5

GALAKSİLERİN ORTAYA ÇIKIŞI

Evren bir tek hidrojen bulutu olup, yer ve gökleri BİTİŞİK olarak bünyesinde tutmuştur. Daha sonra bu bulut parçalandı ve çevremizdeki uzay 200 milyar kadar çekim odağına bölününce,

Page 135: 97349158-ArzArs-Mirac-1

galaksiler sistemi ortaya çıktı. Bu sistemlerin her biri KÜRE biçimindeki gaz-toz bulutudur. Bu geniş küre, sıkıştıkça çöktü ve moment yasası uyarınca dönmeye zorlandı. Dönme bir AKS=Eksen çevresinde oluşmaktadır. Bulutun her yanı ÇEKİM etkisinde çöktü. Fakat Eksen çevresinde eski dilde MERKEZKAÇ KUVVET dediğimiz implus sakınımı ilkesine göre ekvator düzlemi (Gravitik-merkezcil kuvvetin çöktürmesine direndi ve dengelenerek çökmedi. O zaman galaksi merkezi ve çevresindeki sarmal düzlem oluştu. Galaksilerin daha önceki küresel bulut kalıntılarını uydu galaksilerin varlığından anlıyoruz.

ŞEKİL: 6

KUR’AN’DAKİ GÖK MEKANİĞİ TERİMLERİ

Güneş sistemi için de aynı mekanizma geçerlidir. Bu kez galaksi içindeki nebula denen bulutsulardan birinin küre biçiminde kümeleşmesi Güneş sisteminin merkezini oluşturur. Bulut küre, merkezi olan ağırlık noktasına giderek çökmeye, sıkışmaya başlar ve daha derlenip toplanır. İyice yoğunlaşır. Bu arada implus ya da moment yasası devreye girer ve bulutu açısal hızla döndürmeye başlar Dönmeye başlayan bulut ise impulsunu sakınmak için çapını küçültüp, denge kurmaya çalışır. Yeterli kütle birikince, çekim (Merkezcil kuvvet) işbaşına geçer ve bu

Page 136: 97349158-ArzArs-Mirac-1

dev küre her noktadan çöker. Fakat serbestçe çökemediği tek yer, yine Aks dikmesine yatay gelen EŞLEK (Ekvator-ekliptik-tutulup) dairesi düzlemidir.

KESİM-15

Göklerin Direği Çevresinde Saf ve Tavaf

Böylece uzayın keşfine çıktığımızda Güneş sistemimizi tanımış oluyoruz. Bu katman ise 7 Gökten biriydi. Burada bir necm=yıldız çevresinde kevkebler=gezegenler tutulum plakında=feleğinde yüzerler. Sistem dışına çıkarsak, daha geniş kapsamlı bir enginliğe ulaşırız ki, bu da GALAKSİ’dir. (Güneşimiz gibi en az yüzmilyar yıldız ve uyduları olan bir trilyardan fazla da kevkeb barındırmaktadır.) Galaksilerin oluşumunda, onları oluşturan yasalarla, güneş sistemini oluşturan yasaların yasalarla, güneş sistemini oluşturan yasaların birbirinin aynı (Büyük-küçük) modelleri olduğunu sunmuştum. Bilimin şimdi henüz yeni söyledikleri aslında Kur’an’da Âlimler için çoktan örneksenmişti:

Bir gök cismi çevre-çap-Eksen ile tanımlanır. Dinamik hareketi (Eylemsizliği) ise yörüngede seyretmesi ve kendine özgü bir dönüşü (Spini) olmasıyla açıklanır: Onun hangi hızla kendi çevresinde döndüğünü ve (Çekime uyumu sonucu) yörüngesindeki ilerleme süratini astrofizikte henüz yeni anlatabiliyoruz. Ama zaten Kur’an’da bunlar vardı:

Gök cisimleri KAYYUM’dandır. (Kaim edilmiş, kıyama kalkmış “Dik”lendirilmişlerdir.) İşte bu Kayyuma biz AKS=Eksen diyoruz. Arapça Mihver ve Kur’an’da da “Görevini yapmak, hangi yasaya tabi olduğunun ilhamını almak, ayrıca değirmen MİLİ (Ekseni)” anlamına gelen HÜSBAN terimi ile Yıldız ve gezegenlerin şahsında Güneş ve Ay’a dikkat çekilmiştir:

“GÜNEŞ İLE AY HÜSBAN İLE GÖREVLERİ BAŞINDADIR.” (Rahman-5)

“GÜNEŞ İLE AYI BİRER HÜSBAN KILMIŞTIR.” (En’am-96)

Değirmen mili=Hüsban ile diklenmiş mihver=Kayyum, açıkçası bir EKSEN (Aks) varlığının tanımıdır, insanın tekerleği icadıdır. Bu, gök cisimlerinin bir eksen çevresinde düzenli döndüklerini açkılamaktadır.

Ayrıca Aktarıssemavat=Semanın kuturları=Göğün çapları tanımıyla da ÇAP ölçümü verilmiştir. Çap, pi sayısıyla çarpıldığında dairenin çevresi (Ekvator) bulunur. Kutur=Çap, tekili; Aktar=Çaplar çoğuludur. Çoğulun nedeni YARIÇAP’dan iki tane (ODAKLARDAN dört tane) olduğunu bildirmektedir.

Bütün elektromanyetik dalgaların birer izafi yarıçapı vardır ki bunlar kuturları: Aktarı’dır Bu kutur, aks ile birleşmez, çekim etkisiyle her yuvarlak cisim kutuplardan basık ovaldir. Kutur ufuk ile yataydır; Şakül ile dikeydir ve her iki farklı çap da “Aktar”dır.

Çekim etkisiyle bütün gök cisimleri, dünyamız gibi kutuplardan (Yani Aks’dan) basıktır. Dolayısıyla kutupların çapı ile buna dik gelen ekvator çapının birbirine eşit olmadığından

Page 137: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“KUTURLAR” terimi seçilmiştir. Hatırlanırsa Aktar=çaplar Rahman suresi 33. ayette geçmekteydi. Sunduğumuz nedenlerden dolayı bir kutur=çap değil, birçok çaplar=Aktar verilmiştir.

Tekvir=Kuvviret=Küreleşmek, kürenin şablondan ayrılması, kürenin kendi üzerine öteki cisimleri çekmesi ve dolayarak büyümesi, işte bu kelime ile anlatılmıştır. Bulut çekerek, büyür ve üzerine dolayarak çevresini kendi bünyesine katar ve sistemi oluşturur. (Galaksi ya da güneş sistemi) işte çekim nedeniyle bu ilk odağın, çevresindeki gaz-tozları burarak kendine çekmesi “Kuvviret” olayıdır. Çektikçe güçlenir, sıkışır ve çökme yapar. Çökme sırasında dönme aksına gelen tutulum Ekvator düzlemi olan ekliptik çökmez ve örneğin galaksilerin kolları gibi bir düzlem oluşturur. Ya da güneş örneğindeki gibi, gezegenlerin (Kevkeblerin) düzlemini oluşturur. İşte bu Eşlek yani eklipt düzlem de Kur’an’da SAF-TAVAF ikilisinin tecellisidir. SAF TUTMAK eliptik düzleminin ismidir. Bu düzlemde saflara sıralanan (Galaksi sarmal kolları ve Güneş’in gezegenleri) ise TAVAF denen (Güneş çevresinde) dönüşlerini gerçekleştirir. Gezegenler Güneş çevresinde saf tutup, tavaf yaparak yörüngelerinde yüzerler.

”ÖYLE SAF TUTUP, ÖYLE (Saf dışı kalan) ATAN VE BU ARADA ZİKİR EDEN ŞEYLER HAKKI İÇİN YEMİN EDERİM Kİ İLAHINIZ BİR TEKTİR (Hepinizin tanrısı bilir.)” (Saffat-1/4)

Görüldüğü gibi, ekliptik düzlemine çekilen uyduların, bağımlı oldukları cisme merkezcil kuvvetle düşmelerini ya da merkezkaç etkilerle bu saftan çıkmalarını önlemek üzere, çekim ile merkezkaç kuvvetin dengelendiği doğanın 3 kuvveti ve “Moment” yasası ayette şifrelidir.

Çöken bulutun merkezi dışında kalan uydular, bu çekim ile SAF’lara çekilip orada eşlekte yörüngelere oturup tavaf ederler. Sisteme düşmemek için de merkezkaç kuvvetleri sayesinde kendi çevrelerinde döndüklerinden sistem döngededir; Yani terazilenmiştir. Nitekim Rahman-7’de bu denge açıkça anlatılmıştır:

“SEMAYA GELİNCE, ONU DA ALLAH YÜKSELTTİ (Yer ve göğü ayırdı, bitişik olan ilk primitif tek parça evren bulutunu yer ve gök olarak ayırdı. Yer alta, gök üste geldi) VE BİR TEVAZÜN (Terazi, denge) KOYDU.”

Ayette, Tevazün=Mizan=terazi koymak hem dengelemektir, hem de balans ve momentum’un birleşik ifadesidir. Çünkü eksen bu işin direği, terazinin dengedeki göstergesidir. Ra’d-2. ayette EKSEN açıkça bildirilmektedir:

“ALLAH O’DUR Kİ, GÖKLERİ GÖZÜNÜZÜN GÖREMEYECEĞİ BİR DİREK İLE YÜKSELTTİ.”

(*) Resulullah (s) hadisinde aynını belirtmektedir:

“Semaların direği vardır ama görünmez.”

Bu direği aynı zamanda TÜNELLER olduğunu ileride ele alacağımız için 7 anlamdan burada yalnızca EKSEN DİREĞİ ile ilgiliyiz.

İşte bu açıklama aynı zamanda Eylemsizlik ilkesinin (Atalet prensibi) ta kendisidir. Değirmenin mili (Ekseni) vardır, bu elle tutulur ama gerçekten gök cisimlerinin santrifüj

Page 138: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ekseni izafidir, yani görünmez.

İşte bu denge yasası, yani iki zıt kuvvetin birbirini dengelemesi olayı sonucu, ana cismin çekimi baskın olur. Bu nedenle, çekim, kendine uydu olan cisimleri, çekim alanı içindeki bir yörüngede tutup onu ilerlemeye zorlar ve TAVAF olayı başlar.

Tavaf ise ekliptik düzlemi olan SAF’da saf tutmaktır. Gezegenlerin her birinin yörüngeleri ayrı ayrıdır ve bu Tietz-Bode sayısıyla “Tevazün” edilmiştir, ayin sistem dengelenmiştir.

Saf tutan ve tavaf eden kevkeblerin kendi çevrelerinde dönmeleri de ZİKİR diye bildirilmiştir. Çünkü zikir’in bir başka ledünni anlamı da “KAMIŞ, DİKLİK, MİHVER, MİL” türevleriyle ilgilidir ki bu yine AKS=Eksen mihverini anlatmaktadır.

Eksen çevresinde dönmenin hızı o cismin kütlesi ile ilgilidir. Ayrıca hızlı dönen daha da büzüşür ve/veya en çok büzüşen en hızlı dönendir. Paten yapan birinin ekseni çevresinde daha hızlı dönmesi için kollarını kapayarak, dönme hızını artırdığını hatırlayalım. İşte bu moment olayının tipik örneğidir.

Böylece açısal momentum ve buna bağlı açısal hız ortaya çıkar ve sistem “Tevazün” ile dengeler. Dengeye kavuşan “Teşhir edilip, musahhar” kılınır. Bir yandan da çekim anlamına bağımlılığı nedeniyle meczup=Cezp edilmiş, cazibeye kapılmış yani uydu olmuştur. Böylece bir çift kuvvet ortaya çıkar: Kozmik denge, işte bu Hûnnes (Cazibe kuvveti) ile kendi çekim alanına (Uzay çukuruna) yakalanan gök cisimlerini ekliptik dairesinde (Tutulum düzleminde) bir feleğe oturtur. Artık bu cisim de uydu olmuş, öteki kevkebler gibi SAF tutmuştur. Olduğu yeri koruması için, kendisini ekseni çevresinde dönmeye mecbur tutar, bir yandan da TAVAF edeceği yörüngesini bulmuş olur. Bütün bunlar, fizik yasalarıdır ve her cisim kendinin ne yapacağını bilir:

“… SONRA HER (Bir) GÖĞE (Gereken) GÖREVİNİ İLHAM ETTİ.” (Fussilet-12)

KESİM-16

Gözler ve Gökler

Yıldızların oluştuğu çekim merkezlerini (Ve aynı zamanda yıldızların yok olduğu karadelik gibi yıldız yerlerini) Vakıa-75/81. ayetler de bulabiliyoruz:

“…(Artık yerinde olmayan) YILDIZ YERLERİNE YEMİN EDERİM. BİLESİNİZ Kİ BU NE YAMAN BİR YEMİNDİR… BU KİTAPTA YAZILI OLANLARI YOKSA KÜÇÜMSÜYOR MUSUNUZ?”

Evrenin ileride çekimsel çöküntüye uğrayacağını, yani karadelik büzüşmesiyle KUTUR=Çapının giderek küçüleceğini ve dönme hızının artacağını, impuls (Moment) hızlanmasını açıkça Tur-9. ayet anlatmaktadır:

“O GÜN, GÖK CİSİMLERİNİN HIZI ÖYLE ARTACAK Kİ, DAĞLAR DA YERİNDEN KOPUP YÜRÜYECEK. (Merkez kaç kuvvet birer Nova gibi her şeyi savurup atacak.)”

Page 139: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Ayette “Mâre=Zaman hızlanması” da ayrıca belirtilmiştir. Tercümesi, “Olayların cereyan hızının ve uzay-zaman hızlanmasının artması”dır.

Evrenin şimdiki işleyişi gayet normaldir. Fakat bu işleyiş belirli bir süreye kadar ertelenmiştir. Çünkü evren yaratıldığı gibi yok olmak zorunda olan ölümlü, fani bir canlıdır. Takdir edilmiş bir ömrü vardır, o da doğmuş, erginleşmiş, yaşlanmıştır ve yakında da ölecektir.

Kıyamet Suresi, Yasin Suresinin tersine, kıyamette, kendi yörüngelerinde yüzen “Ay ve Güneş” yani nücum ile kevakib’i bir araya getirecek “Kırmızı dev” genişlemesinden ve kıyametin gökleri dürüp, birleştireceğinden söz etmektedir:

“İŞTE, GÖZ ŞAŞKINLIK VE DEHŞETLE ÇAKTIĞI, AY MAHVOLDUĞU, GÜNEŞLE BİR ARAYA GETİRİLDİĞİ ZAMAN, O GÜN İNSAN ‘NEREYE KAÇABİLİRİM?’ DİYECEK, HAYIR HİÇ BİR SIĞINAK YOK, O GÜN HERKESİN VARIP DURACAĞI YER RABBİNİN HUZURUDUR.” (Kıyamet 7-12)

Resulullah da “Kıyamette Ay ile Güneş’in bir araya getireceğini” bildirmiştir. Kırmızı dev aşamasının da gizli bir habercisi olan bu ilahi bildirimler uyarınca, bir kırmızı dev güneşin genişlemesinin, Ay’ı da içine alacak KUTURLARA eriştiğinin bilimsel açıklamasıdır.

Oysa Yasin’deki “Limüstekarrin lehâ” ifadesi, Güneş’in önceden konmuş TEVAZUN (Çekimsel denge) ile MİHVERİNDE aktığını, ayrıca galaksi içinde bir yörüngesi olduğunu, “Saptanan yere kadar gideceğini” bildirmektedir: Güneş kendi çevresinde 8 günde döner. Yörüngesinde ise saatte 70 bin km. hızla ilerler. Bu arada kendine bağlı olan dünya ve diğer gezegenleri de her yıl 500 milyon yıl öteki uzaya götürür.

Evrende iç-içe dönen platformlar birbirine “Göre” iç-içe anaforlar biçiminde dönmelerini sürdürürler. Uydularımız Ay’ın çevresinde; Ay, dünya çevresinde; dünya Güneş çevresinde döner. Güneş ise Galaksi içinde dönmektedir. Galaksi de hem kendi ekseni çevresinde döner hem de “Genişleme doğrultusundaki takdir edilen yörüngesinde” ilerler.

Bütün bunların “Varıp duracağı bir yer” ve “Zaman” vardır. Güneş, Ay’a yetişecektir o gün… Rad-2 ve Fatır-13. ayetlerdeki gibi, Güneş ve Ay’ın tayin edilmiş (Muayyen) bir zamana kadar görevleri neyse onu yapacakları bildirilmiştir.

Kıyametin bütün evren çapında (Kâinat kutrunda) olduğunu da bize türlü ayetler dolaylı ve dolaysız bildirmektedir. Kıyametin yalnızca dünya yöresinde değil, yıldızların bulanacağı, göğün yarılacağı “Olay ve Gözlem ufukları kutrunda” olacağı anlaşılmaktadır:

“GÖK’ÜN VE YERİN (Akışının) ONUN EMRİYLE SÜRMESİ DE DURMASI DA, YİNE ONUN KUVVET VE KUDRETİNE GÖSTERGE OLAN AYETLERDENDİR…” (Rum-25)

“KUŞKUSUZ, ALLAH, GÖKLERİ VE YERİ KAYIP GİTMEKTEN ALIKOR. EĞER ONLAR KAYIP GİDERSE, AND OLSUN Kİ, ONDAN SONRA HİÇ BİR KİMSE BUNLARI (Yer ve Göğü) TUTAMAZ.” (Fatır-41)

“SEMADAKİLERİ ARZIN ÜZERİNE DÜŞMEKTEN O TUTUYOR (Göğün yere bitişmesini önlüyor. Onlar, önceden, kendi izniyle, bitişikken ayrılmışlardı; şimdi de aynı biçimde)

Page 140: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ANCAK KENDİ İZNİYLE DÜŞEBİLİRLER.” (Hacc-65)

Böylece çekimsel ve diğer kuvvetlere bağlı kararlı dengelerin işleyişinde ve her şeyde kusur bulmaya aciziz. Yer ve gök bitişikken ayrılmış, yerden madde; gökten de kuvvet alanları doğmuştu. Yer, madde olarak iyice belirginleşirken, (Çekim, elektromanyetizma, güçlü etkileşim ve zayıf etkileşim) kuvvetler de “Gök” adını alarak belirsizleşmişlerdir.

O halde dört kuvvetle korunan gök, sapasağlam bir tavandır. Yeniden yerle bitişene, ya da birlikte uzatılana ya da her ikisi de yarılana, çatlayana kadar bu işleyiş kusursuzdur.

Nuh-15 ve Mülk-3. ayet “Birbiriyle uyumlu 7 göğü” tanımlarken, özellikle onun “Çatlaksız” olduğuna dikkat çekiyor. Bu tür ayetlere bir örnek sunalım:

“O (Allah) BİRBİRİYLE UYUMLU YEDİ KATLI GÖK YARATMIŞ, OLANDIR. O ÇOK RAHMAN ALLAH’IN YARATIŞINDA (Tesadüfe, olasılığa, belirsizliğe, nedenselliğe tapınıp, evrenin hataya yer veren kör rastlantılar bileşkesi olduğunu ileri sürenlerin tersine) HİÇ BİR NİZAMSIZLIK GÖREMEZSİN. İŞTE GÖZÜNÜ (Dürbününü ve yorumunu) BİR KEZ DAHA GÖĞE ÇEVİR BAK. (Yanlış hesaptan dönmen için bir kez daha uzayı ve yaratılışı incele) ORADA BİR ÇATLAK (Karadeliğin çatlak biçimindeki çıplak tekilliğini) GÖRECEK MİSİN?”

“SONRA GÖZÜNÜ İKİNCİ KEZ DAHA ÇEVİR. (Üçüncü kez sağlama yap: Bilimin muhtemel yanlışlarına ve hesap hatalarına hemen kapılma, iyice incele, asıl gerçeği bulmaya çalış yoksa) SONUNDA O GÖZ HORLANMIŞ VE HAKARET GÖRMÜŞ OLARAK YİNE SANA DÖNECEKTİR VE (Gerçekler ilerleyen bilimle ortaya çıkınca) ARTIK BİR KUSUR BULABİLMEKTEN YORULMUŞTUR O GÖZ…” (Tebareke-3,4,5)

Madde uydusu birçok kuantum teorisyeni, gökbilimci ve kozmolojist hep yaratılış tekilliğine yenilmişlerdir. Örneğin kozmologların (Entel-Elit-Sosyetik) gözdelerinden Fred Hoyle’un “Hiç yaratılmamış, ezelden önce de var olan durağa evren modelini, Big Bang teoremi ile Gamow yerle bir edene kadar, hemen bütün resmi (!) bilim erbabı adeta ona esirce tapınıyorlardı. Fakat “Geri plan ışımasıyla” hakikat başka türlü çıktı, evrenin yaratıldığı anlaşıldı.

Bir teorinin peşinden giderken ya da bir teoriyi reddederken, bunların “Üç kez gözden geçirilmesini” isteyen yukarıdaki ayetlerde “Dünya görüşümüzü belirleyen ve gözlemleyen GÖZ üzerine” dikkat çekilmiştir: Yanlışlarında haksız ısrar edenlerin, bilim gerçeklerine yenileceği ve “GÖZDEN DÜŞECEĞİ”, Kur’an’ın gerçeklerine inanmayanların “Gözlerinin mühürlü olduğu=bakar kör oldukları, görgüsüz, yorumsuz, sorumsuz, felsefe yoksunu, tefekkür yoksulu oldukları ve rezil olacakları, bu ve daha birçok ayette bildirilmiştir. Fakat, kendilerine er-geç gerçek gösterilince “Gözleri yarılacak, gözleri belirecek” göz mühürleri gerçekle yüzleşecek, sonra da onlara ’İşte inkar ettikleriniz’ denecektir. Kimi (Yecüc-Mecüc istilasındaki gibi) “Gözleri belirecek ve ‘Eyvan bize’ diyecekler.” (Kehf-94 ve Enbiya-96)

Kiminin de gökle birlikte gözü yarılacak, kiminin gözü patlamaların dehşetiyle çakacaktır. Gözlerin ve göklerin yarılması birbirine de yansımasıdır. Çünkü evrenin ÇATLAYAN, YARILAN GÖĞÜ, insanın dehşetle açılmış, yarılmış “Gözlerinde belirecek” göklerin yarılması gözlerin yarılmasına “Aksedecek” ayna, gibi yansıyacaktı. Gözümüzdeki kör nokta (Karanlık nokta) ile gökteki “Karanokta” birbirini görecektir…

Page 141: 97349158-ArzArs-Mirac-1

KESİM-17

Yumurta Çatlıyor!

Evren, kozmik bir yumurtadır:

Süper uzay denen kuluçkadan bu uzay bölgesi olan folluğa düşmüştür. Evrenin kozmik yumurta diye anılması bir kelime oyunu değil; doğrudan “Bilimcilerin yakıştırdığı” bilimsel isimdir.

Kozmik bu yumurtanın da kabuğu olan gökleri ve iç katmanları vardır. Bir yumurta, nasıl ki gözle görülebilen en büyük hücre ise, evren de yine gözle görülemeyen bir dev yumurta hücresidir ve katları vardır. İşte evrenin bu durumu gökbilimci diliyle “Kozmik bir yumurta”dır.

Bu yumurtanın kabuğu göklerdir. (Uzay) ve yumurtanın akmasını, imhasını, kırılmasını önleyen ÇATLAKSIZ bir zara, sağlam bir kabuğa sahiptir. Eğer kozmik yumurta amacına ulaşmadan rastgele kırılırsa, öteki dünyaya “Kuluçkadan çıkacak olan bizi” ulaştıramazdı. Günü gelince bu yumurta ASIL DOĞUM için ÇATLAYACAK’tır. Şimdiki evren ve varlıklarının ömrü “Asıl doğum için çekilen bir sancı”dır. Güzel (Cennetlik) ve çirkin (Cehennemlik) doğmak da bizim elimizde üstelik!...

Yumurtanın çatlaması, asimetrik (Kutuplarından basılı olan tam yumurta biçimli) evrenin, öteki karadelikler gibi bir tek merkez noktaya, halkaya çekememesi; bunun yerine bir GÖK ÇATLAĞI ya da YARIĞI olan “Çıplak tekillik” dediğimiz görünen TEKİLLİK durumuna gelmesidir.

Bundan önce kozmik yumurtamızda bir çatlak yoktur. Ama günü gelince çatlayacaktır, hatta bazen darbeler de almaktadır: Şuara-5. ayette, Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu (!) sayan Hıristiyanlara karşı gökler böyle bir riske girmişlerdir ve Melekler dehşete kapılmış, fakat fazla “Tesbih” ile önlemişlerdir. “Çatlama” en üstteki en büyük hiyerarşik gökte (TEPE) noktasında tehlike yaratmıştır:

* “… GÖKLER NEREDEYSE TEPELERİNDEN ÇATLAYACAKLAR. MELEKLER RABLERİNİ HAMD İLE (Korkularından) TESBİH EDİYORLAR.”

“Muayyen bir zamana kadar” bu kozmik afetlerden korunmuş durumdayız. Çünkü “Gök Râki=Elektromanyetizmal Kubbe gibi koruyucu bir tavandır.” (Hadis) Fakat günü gelince üç aşamalı kıyamet tepkimeleri kozmik yumurtanın kabuğunu (GÖĞÜ) çatlatacaktır.

* “GÖK O GÜN ZAAFA DÜŞMÜŞTÜR.” (Hakka-15)

Göğün yarılması (Rahman-37) Göğün sallanıp, çalkalanması (Tur-9) Göğün erimiş maden gibi tutuşması (Mearic-8/9) Gökyüzünün yeryüzüne kapanması (Mülk) Yıldızların söndürülmesi, göğün yarılması (Mürselat 8/9) Göğün yarılması (Müzzemmil-18) Güneşin dürülmesi, yıldızların bulanıp düşmesi, göğün koparılması ve Hûnnes-

Page 142: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Künnes (Tekvir-15,16) Göğün yarılmakta rabbine boyun eğmesi, yeryüzünün dümdüz uzatılması ve içini boşaltıp düzlem olması (İnşikak suresi) Gök ve yerin birlikte yarılması (İnfitar suresi) Yerin dümdüz olurken kütlenin yürümesi=dağların osilasyonu (Kehf 47) Göklerin dürülmesi (Enbiya 104) Kıyamet zelzelesi olan çekimsel gel-gitler (Hacc 1-2) Gök ve bulutların parçalanması, meleklerin sürekli indirilmesi, çekimin tersyüz olup, çekip de toplayacağına; Toplu olan her şeyi dağıtması (Furkan 25) Kıyametin kopacağı zamanın bilimle bulunabileceği (Araf-187) gibi ilahi bilisel tanımlar kısaca kıyametin portresini çiziyor.

(*) Yazarın “Çeyrek kala; çeyrek geçe kıyamet” isimli dizisinde kozmik kıyametin oluşunu, zamanını, fiziksel senaryosunu sunacağız.

Şimdi sunacağımız ilerleyen kesimlerde, “Gök mekaniğinin” Kur’an’da nasıl işlendiğini izleyeceğimiz zorunlu “Tefsir ve yorum” kesimleri bulunmaktadır. Bunlar kısmen, önceki yazdıklarımızın tekrarını da içermektedir. Ne var ki, amacımız, “Kur’an yorumu” olunca, bunları yazmadan ve unutulmaması için hatırlatmadan geçmek mümkün değildir.

Arz’dan Arş’a Mi’rac isimli bu bandın ilk kitabı, “Gök” kavramını ayrıntılamaktadır. İzleyen cildimiz ise “Rölativite, zaman ve Karadelikler” konuları üzerinde uzman bir eser oluşturacaktır. Öğretimizin bir metodu vardır. Hem hatırlatmak hem de pekiştirmek dolayısıyla bazı yerleri “Gereksiz tekrar” gibi görmekten kaçınmak gerekir. Bilim zordur, fakat öğrenmek; en KOLAY ve kolaylaştırılmış “Bilmek yöntemi”dir. Bunun için Rabbimizden ilmimizi artırmasını dilemek yeterlidir. Resulullah ise bilimi ibadetlerin en hayırlısı saymıştır:

“İBADETLERİN EN EFDALİ İLİM TALEP ETMEKTİR.”

KESİM-18

Eksen Mili

Kur’an’ın en büyük şifre (Cifir sözcüklerinden biri de “Göklerin direği” ve kutur=çap kavramlarıdır. Bunlar sonsuza kadar bilim adamlarının bulduklarına ve bulacaklarına belkemiği oluşturacak engin verilerdir.

En başta Evrenin yaratılışında “Bir çift takım madde” yer alır. Bunlar sürekli tevazün=kararlı denge durumunda kendi başlarına evrimlerini sürdürmüşlerdir. EVREN ÇATLAKSIZ BİR KAPALI SİSTEMDİR. Yani kozmik yumurta şimdilik kırılmaktan korunmaktadır.

Bu bir çift takım maddeden birisi GÖK=KUVVET alanlarını; ikincisi de ARZ=madde yani “Yer” dediğimiz her göksel cismi oluşturmuştur. Önceden de belirttiğimiz gibi yer ve gök bitişik duman bulutuydu. Bütün “Arz”ların yuvarlanması ve kendilerini kapayıp soyutlamaları dışında kanla her kavram GÖK=uzay olmuş onlarda kendilerini çekim etkisiyle yuvarlamışladır. (Geodezik uzaylar-geometrik çekim) Dolayısıyla, şimdi sezgiyle de algıladığımız gibi, yer=taban alta gelmiş, Gök de üstte hissedilmektedir. Bu durum

Page 143: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Göğün yükselmesi, yer ve göğün birbirini, dört kuvvet olarak dengelemesidir ki Rahman-7. ayette belirtilmiştir:

* “… GÖĞE GELİNCE ALLAH ONU DA YÜKSELTTİ VE BİR TEVAZÜN (Terazi, denge) KOYDU.”

Bu demektir ki gök cisimleri bir rayları olmadan yörüngelerinde yüzer ve bir yere dayanmadan kendi çevresinde döner. (Eylemsizlik yasası)

* “O ALLAH’TIR Kİ GÖKLERİ GÖZÜNÜZÜN GÖREMEYECEĞİ BİR DİREKLE YÜKSELTTİ.” (Rad-2)

Resulullah (sas)’da “Göklerin direği vardır ama görünmez” buyurarak ayetteki direk teriminin eksen (ya da aks) olduğunu bildirmektedir: “Evrende her göksel cismin kesinkes bir ekseni vardır.”

Bu dik dediğimiz eksene, yatay olarak gelen bir ekvator düzlemi ve bunun kuturu (Çapı) vardır. Bu eksen çevresinde dönüş “SÜREDURUM=MOMENT” yasalarınca olur, çekim ve süredurum birbirlerini açısal hızlarla dengelerler; Çekim çekip kendine yapıştırmak isterken; diğeri temelli çekenden kaçmak ister. Böylece biri merkezcil kuvvet (Hûnnes) diğeri merkezkaç kuvvet (Künnes) denen iki zıt kararlı dengeye kavuşurlar ve koalisyon yaparlar. Hayat, bu koalisyonun sibernetiği olan kararlı dengenin ömrüdür.

Bu dengenin bozulması, örneğin eksenin alt-üst olması bu cismi helak eder:

* “KUŞKUSUZ ALLAH GÖKLERİ VE YERİ KAYIP GİTMEKTEN ALIKOYMAKTADIR. EĞER ONLAR KAYIP GİDERSE ANDOLSUN Kİ ONDAN SONRA KİMSE BUNLARI TUTAMAZ.” (Fatır-41)

“Eksen” değişmez ama kutur çekime göre değişebilir: “Örneğin çöken bir yıldızın cesedi (Büyüklüğüyle orantılı olarak) beyaz cüce (Sonra kara cüce!) Puslar (Sonra natron yıldızı!) karadelik (ya da çıplak tekillik, gök yarılması) haline gelir.

Bu içe çökme sırasında çap=kutur çok küçüldüğünden, cismin normal dönmesi bin ile milyon kez hızlanır. Çünkü çap küçüldükçe dönme hızı artar işte buna implus sakınımı ya da diğer adıyla momentumun korunması diyoruz. Direk (Eksen) kutur (Çap) verileri yanında bu hızlanma açıkça Tur-9. ayette bildirilmiştir:

“O GÜN (Evrenin ya da bir yıldızın er-geç başına gelecek çökme günü) GÖĞÜN (Gök ve cisimlerinin, angular) HIZI ÖYLE ARTACAK Kİ, DAĞLAR DA YERİNDEN KOPUP YÜRÜYECEK (Savrulmaya doğru hareket edecek.)”

Yukarıdaki ayetin önemini bilimsel olarak inceleyelim: Burada iki tür hızlanma verilmiştir:

1. Yörüngede akış hızının artması, dolanımın hızla cereyan etmesi: Özellikle bir karadelik çukurunda (Aşırı çekimin bir gökcismi yakalaması ile) uzay-zaman hızlanmaktadır. Karadeliğe tutsak olan bir cismin, bu uzay-zaman girdabına yakalanmasıyla, yörüngeleri daha dar helisler somya yayları gibi spiraller çizerek KUTUR’ları küçültürler ve bu arada, yörüngede seyretmeleri inanılmaz hızlanır. Öyle ki tam karadeliğe yakalandıklarında bu hız, ışık hızına eşitlenir.

2. Kendi çevresinde dönmenin hızının artması: Bu açıkçası ayette “Hızlanma ile dağların kopup savrulması (Yürümesi)” tanımında belli edilmiştir: Bir uydu cismin

Page 144: 97349158-ArzArs-Mirac-1

yörünge hızının artmasından başka, o göksel cismin çevresindeki dönüş hızının da artacağı bildiriliyor.

KESİM-19

Tevazün: Denge

Dengeleme arayışları impuls sakınımı ilkesi ile sonuçlanır. Otomobilimizin, viraj alırken, bizi dışa fırlatması neyse, gök cisimlerinin de “Maddeyi fırlatmaya zorlaması ve hatta fırlatması” odur.

(*) Eğer otomobilimizde sımsıkı tutunuyorsak, dışa fırlamayız. Ama içeride gevşek ve iğreti bir şeyler varsa, onlar dışarı fırlayacaktır. Gezegenlerin de durumu aynıdır: Onlar, bir hipodromdaki gibi sürekli bir dairesel viraj dönmektedirler. Eğer dönme hızlanırsa gezegenler kendilerini büzmek, ya da bir kısım maddeye fırlatarak dengelenirler.

İşte bu açısal hıza oranlanan “Madde atılımı” NOVA olayıdır ve dağların da fırlaması bu nedenle olacaktır.

Bir top üzerindeki bir böcek, top ekseni çevresinde dönmeye başladığı sürece bu durumunu ayarlar ve düşmez. Ama topu birden durdurursanız, böcek uzaya fırlar. İşte dağların durumu da bu böceğin durumundan farksızdır: Dağlar da zavallı ve çaresizdir. Dünyamızın üstündeki en yüksek dağ bile bir portakalım, tipik pürüzlerinden biri yüksekliğinde olduğundan dünyanın biçimine etki etmez. Dünyanın yanında bu kadar küçük olan dağların bile savrulması (Yürümesi) kıyamette dengenin bozulmasının çok şiddetli olacağını göstermektedir.

Evrende denge üç biçimde vardır:

1. Kararlı denge: İçbükey bir kaba koyduğumuz bir bilyenin, ya da oynayacak biçimde üstten çivilenmiş, alttan da serbest bırakılmış bir cetvelin yerçekiminin doğrultusunu bulana kadar, düzenli ve periyodik olarak sarkaç göstermesi ve sonra ŞAKUL (Çekül) doğrultusunda, enerjisinin sönüşerek KARARLI kılınması ile oluşan kararlı denge, hayatı sürdürür.

2. Kararsız denge: Bu kez o kabı ters çevirir ve bilyeyi ters yüze korsak, ya da cetveli alttan çivileyip üstten serbest bırakırsak iş değişir: Bunda bir düzen, sarkaç gel-git yoktur. Örneğin tencereyi ters çevirip üzerine bir bilye korsanız, bu bilye kendi kararlı dengesini bulana kadar rastgele yuvarlanır. Oysa tencere böyle ters değil de düz durduğunda, bilye iki yana düzenli gider-gelir ve tam ortada KARARLI DENGEYİ bulunca durur.

3. Merkezcil kuvvet ile merkezkaç kuvvetin birbirini dengelemesi ise kararlı uzay dengesidir. Bu denge, gök cisimlerinin (ya da rötardaki varlıkların) dengesidir.

Rötar denen ve silindirik sabit ya da dönen duvarları olan “Lunapark, panayır stantlarını” hatırlayınız: Bunlar santrifüj (Merkezkaç) rotasyonu ilkesine göre dönen dik silindir bir yapıdır. Silindir (Eğer motorla döndürülüyorsa) yerçekimi ivmesinden fazla ekseninde

Page 145: 97349158-ArzArs-Mirac-1

dönmek zorundadır. Ya da silindir sabitse, örneğin motosiklet çok hızlanarak, hızla dönerek merkezcil kuvveti yenen bir merkezkaç kuvvet ve dolayısıyla yapay bir çekim elde etmiş olur, yerçekimi etkisiz hale gelir. Fakat eğer motosiklet yeterince hızlanmazsa, çekim etkili olur ve araç yine TABANA düşer. İşte gezegenlerin eksenleri çevresinde bir dönme hızı ile rotasyonu budur. Kendilerini ana cisme (Güneşe) çeken çekime karşı koymak için, gezegen ve uydular kendi çevrelerinde dönerler Güneş’e düşmezler.

Bütün bu hatırlatıcı ön bilgilerden sonra yeniden “Dağların kopması, yürümesi ve fırlatılması” ile ilgili ayetlerin tanımına dönelim: Bunun evrendik ismi NOVA’dır.

Nova, bir büyük cismin, çevresiyle denge kurması için ağırlık fazlasını fırlatmasıdır. Tıpkı hızlandığında virajdan dışarı uçan bir otomobil gibi…

Fazla madde miktarını “Nova” olarak fırlatmak sonucu sistem kararlı dengesini kurar… Bu sanki elektriksel gerilim farkı ya da termodinamik denge gibi fizik yasadır.

Nova, bir KARARLI DENGE parçacığıdır, kozmik bir felaket değildir. Örneğin güneş, eğer zamanında bulutken kütle fazlasını NOVA ile çevreye atmasaydı, gezegenler (Dünyamız, hayat) olmayacaktı. Cenab-ı Hakk’ın burada dahi her olayı bir sebebe bağladığının delili (Düşünen akıl sahipleri için) vardır.

Oysa Süpernova böyle değildir ve tam bir kozmik afettir. Bir yıldız, ömrünün sonuna gelip de kırmızı dev olduktan daha sonra, son nefesini verip “İKİYE” ayrılır: Dış katman ve yüreği!...

Çözünmüş olan kabuğunu dışa savururken, yüreği de hızla içe çöker ve iyice büzüşür. Böylece yüreği bir yıldız artığı (Cüce yıldız, puslar, karadelik) ve dış katmanları da yine bir “Gaz-toz bulutu” ya da DUMANI halinde dışa savrulur.

Süpernova bir KARARSIZ DENGE patlamasıdır, bütün sistemi öldürür. Oysa Nova patlaması, sistem düzenini KARARLI DENGEDE tutan, kozmik, sibernetik bir sübap olayıdır.

KESİM-20

Tavaf: Anafor

Gök cisimlerinin DİREK=Eksen ve KUTUR=Çap faktörlerine bağlı zorunlu dönme hareketleri vardır. Bu dönüler yörünge çevresindeki dolanım, bir cismin kendi ekseni çevresinde dönmesi (Rotasyon, Spin) ve daha başka fizik dönüleri (Prosesyon, nütasyon vb.)

Bütün bunlar KUR’AN’DA özgün isimlerle zaten verilmiştir: Yörüngede yüzmek TAVAF olayıdır. (Tavaf Arapçada bir şeyin çevresinde dolanmaktır.) Tavaf edenler gezegenler ise bunlar bir kozmik-gravitik dizgeye göre yıldız çevresinde SIRAYA girerler yani SAF tutarak tavaf ederler.

Bu cismin, kendi çevresinde dönmesi (Mevlevi Semah’ı) fizik dilinde Rotasyon; atom

Page 146: 97349158-ArzArs-Mirac-1

düzeyinde spin ve Kur’an’da ZİKİR adını alır. Zikrin nedeni ANAFOR olayıdır.

Çünkü evren önceden yeri-göğü bitişik bir “DUMAN, BUHAR, BULUT, SİS” idi. Daha sonra bu (Hidrojen bulutu olan) sis içinden “Yer ve Gökleri” ayıracak olan sis dönemi burguları başladı. Cisimler bu burgular içinden çıkacaktı. Burgu yani ANAFORLAR sözünü ettiğimiz SEMAH ZİKİR olayıdır.

Sonra bu anafor bulutları kendi başına galaksiler, sistemler vb. haline gelince ANAFORLAR yerlerine PLATFORMLARA bıraktı. İster gökte, ister yerde zerrece kütle ve bundan küçük (Soyut) ne varsa hepsinin ZİKRETTİĞİ bildirilmiştir. Gökteki zikir anaforal; yerdeki zikir de platformel zikirdir.

Gökler, düalitenin enerji ve dalgacık yapısını yerler ise madde ve tanecik yapısının özelliğini üstlenir. Bilindiği gibi, Madde, aynı zamanda enerjidir ve bu bir düalitedir. Enerji de hem dalgacık (Vibration=Gök) hem de parçacık (Particle=Yer) düalitesine sahiptir. Bu nedenle, kuantlar düzeyinde de YER-GÖK BİTİŞİKTİR. Kuantların bütünlüğü fakat düalitesi (İkincilliği) vardır. Kuant ölçeğinde dalgacık davranışı gök; parçacık durumu ise yer adını alır. Madde de hem (Adı üzerinde) madde hem de enerjidir. “Madde dalgaları” da var olduğundan, gerçekten yer ve gök mikrofizikte BİTİŞİKTİR. Yeniden makro fiziğe dönerek, oradaki düaliteyi yani ikicilliği izleyelim:

Evren en başta bir HİDROJEN BULUTU olarak öylece bekliyor, bir yandan da genişliyordu. Bu yaratılıştan takriben 700 bin yıl ila bir milyon yıl sonra (Elektronların protona bağlanıp, Hidrojen elementini oluşturdukları) sıcaklığın 3000°C - 5000°C (derece) olduğu dönemdir. Bu TEK bulutun saklı bir DÜALİTESİ vardır: O hem gök hem de yerdir. Fizik diliyle hem kuvvet alanları hem de Maddedir. Hem dalgacık hem parçacıktır!...

Ayetlerde “Buhar halindeki göğe yönelmek” ile zikredilen bu EVREN BULUTU, durağan (Statik) bir denge halindeydi. Statik denge öylece kalmamış, Allah kudretinden gelen bir TEKİL etkiyle daha küçük sayısız bulut adalarına bölünmüştür. Bu etki ile dinamik denge yani ZİKİR olayı başlamıştır. (Bir nesneye bir kuvvet etkimediği sürece konumunu aynen sürdürür. Yani madde tembeldir. (Atalet) kütlesini ve hareketini korumaya çalışır.)

Yaratıcı tekil etki evrensel “DİNAMİZM”i doğurunca, ayrık bulutlar ANAFOR (Girdap, burgu, çevrinti hareketleri) denen ZİKRE başlamışlardır.

Böylece evrenin tek bulutu, iç-içe daha küçük bulutlar halinde binlerce ANAFORLAR yapmaya başlamışlardır. Bu anaforlar, “Kutu içinde kutu” çıkan sürpriz oyunlara benzemektedir. Fakat kutular böbrek (Fasulye tanesi) biçimindedir. Bir kutudan dört küçük kutu ve her birinden yine dört kutu ve ondan da dört kutu çıkmaktadır. Bu kutuların en küçüğü ise “Güneş Sistemleri”dir. Anaforlar teoremini, şimdiki Federal Almanya Cumhurbaşkanının babası, ünlü astrofizikçi ve kozmogonist Carl von Weizsaecker bulmuş, ispatlamıştır.

Bunlar teklikten çokluğa doğru yarıya katlanma (Yarılanma, kesir) olarak düşünebiliriz. Örneğin, 1-2-3-4-8-16-32-64-128… 200 milyar gibi bir katlanma oluşur. Böylece, önce, gök katları, sonra daha küçüğü olan meta galaksi anaforları, sonra bunların içinden daha alt galaksi kümeleri ve bunların içinde de galaksiler, daha sonra güneş sistemleri (Nücum) bunların bulutundan da gezegenler, uydular (Kevakib) oluşmaktadır. Halen bu bulutlar (Nebula) yıldızlararası uzayda beklemekte ve yeni yıldızlar bunlardan oluşmaktadır.

Page 147: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Evren böylece, tek bir bulutun bir ANA DİREK (Eksen) çevresinde iç-içe anaforlar yaparak dönmesinden biçim alır. Bu dönmelerin ayrı bir hızı (Zikir) ve ayrı birer ekseni vardır. Her bir bulut sistemi birbirinin içinde biri diğerine ZIT yönde döner.

(*) Zıt yönde dönmesinin nedeni iç-içe konmuş arabaların tek sayılılarının öne-çift sayılıların arkaya gitmesi olan bildiğimiz eylemsizlik yasasıdır. Aynı yasa deniz akıntılarından, rüzgâr konveksiyonlarına, elektron spinlerine kadar tek tip dinamizmle geçerlidir.

Evrenin (Yer-Gök bitişik) TEK ve süper dengedeki, çekimden hiç etkilenmeyen, (Çünkü birbirini eşit çeken ve dolayısıyla ÇEKİMİ paralize eden) primitif yapısına etki eden TEKİL KUDRET, evreni hep böyle homojen ve statik kalmaktan kurtarmış ve hiyerarşik parçaladığı için, yer ile göğü ayırmıştır. Dolayısıyla bütün evren ortaya çıkmıştır. Eğer o bulut öylece kalsaydı, hala bekliyor olacaktı ve yer, madde, gök cisimleri ardından biz YARATILMAMIŞ olacaktık.

Öte yandan bu homojen (Uniform, tek-biçim, türdeş) bulut birçok buluta değil de “TEK BİR MERKEZE” çökseydi, evren o andan itibaren bir KARADELİK olacaktı. Evren böyle bir HETEROJENLİK de içermemiştir. Doğrudan bir tek merkeze değil 200 milyar kadar “Çekim odağına” ayrık bulutlar halinde çökmüştür.

Böylece ne homojensizlik ne de heterojensizlik olmamış, tam ikisinin ortası SÜPER KARARLI DENGE=TEVAZÜN konmuştur. Süper denge olan tevazün HÛNNES (Karadelik merkezcil kuvvet olma) eğilimini, KÜNNES (Akdelik olma, santrifüj, merkezkaç) eğilimi ile dengelemektir.

Bu süper dengenin DİREĞİ yani (ekseni) aksı ise, evrenin ileride çökeceği (Heterojensizlik) kozmik KARADELİĞİ olan MERKEZİ NOKTADIR. Tünel ise, “Kalem” biçiminde görünen bir tek boyut=UZUNLUK BOYUTU yani DİREKTİR.

İşte bu nedenle de kozmik DİREK vardır. (Hem noktasal, hem uzunluk olduğundan) GÖRÜNEMEZ!..

Evrenin ilk ve tek bulutu bu direk çevresinde dönerken, ROTASYON dediğimiz ekseni çevresinde SPİN olayını gerçekleştirdi. Bu çevrinti hareketine EN ÖNCE ANAFOR diyoruz. Çünkü anafor, hem kendi çevresinde dönme hem de yörüngeleri seyrin İKİLİ ORTAK atasıdır. (ZİKİR)

Fakat evrenin yapısından bir tek değil; bildiğimiz kadarıyla meta-galaksilerin sayısıyla eşit adette İÇ-İÇE ANAFORLAR, yani ÇARKIFELEK DEVRANLARI oluşmuştur. Bunların da her birinin birer “Görünmez direği” olan kuazar=akdelik tüneli adıyla sunduğumuz EKSENLERİ vardır. Eylemsizlik ilkesine göre anaforlar, bir kez dönmeye başladılar mı, artık o hareket süreç ve durumlarını korurlar. Böylece iç-içe rulman bilyeleri gibi kaygan bir FELEK (ÇARK hareketi) başlar. Bu hareket üç boyutlu olduğundan, daha doğrusu BURGU biçimindedir. Burgunun yapısı tam yuvarlanmaz (Fasulye-böbrek biçimi) işte bu evren akıntılarının, kendi anafor yörüngelerinde birbirine zıt yönde dönmeleri sonucu iç-içe anaforlar hiyerarşisi doğmuştur.

Bazı “İstatistik savunucusu” kozmogonistler ise bunu düzenli değil tam bir kaos anaforlar olarak sunmak isterler. Oysa açıkça düzensizlikten düzen yani SİSTEM çıkmıştır. Çünkü daha sonra bu iç-içe anaforlar, maddeleşmeye başladıklarında bu kez “İç-içe gök

Page 148: 97349158-ArzArs-Mirac-1

anaforlarından, iç-içe yer platformları” çıkmıştır.

ŞEKİL: 7

ANAFORLAR TAVAFTA!..

“Evren’de her şeyin Allah’ı zikretmesi” mekanizması önce ve genelde anaforlar ile tecelli etmiştir. Bu başlangıç dolayısıyla büyük tek bulut giderek küçülen daha küçük ve ayrık geometrik bulutlara bölünmüştür. Bu bölünme anafor denen girdap hareketlerini oluşturur. Anaforlar dolayısıyla küreleşme=kuvvire olayı başlar. Anaforların dönme yönü şekilde gösterilen ok yönlerinde olup, birbirinin tersidir. Dolayısıyla bu “Ayrılmayı, kendi başına bir sistem olmayı, bağımsız platform kurmayı” sağlar. Bütün galaktik sistemler böyle oluşmuşlardır ve anafor denen dinamizm ile hem tavaf hem zikir etmektedirler.

Anaforlardan kalan miras ile bütün sistemler birbirinin içinde dönmektedir.

(*) Ay, dünya, güneş, galaksi, metagalaksi, en alt gök vb. böylece iç-içe platformlardır. Her biri döner bir plak olan bu platform düzleminde, hem uydu oldukları ana cismin çevresinde hem de kendi çevrelerinde dönmektedirler. Yıllık yörünge turlarının nedeni ÇEKİM kuvvetidir.

Page 149: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Yörünge ise merkezi çeken sistemin aks direğinin çevresinde dolanım yoludur. (Orbitasyon=TAVAF) Uyduların, ana cisim yöresinde dönmelerinden başka, moment yasasına göre kendi çevresinde döndüklerini (Zikir) de biliyoruz: İşte buna da ROTASYON denmektedir. Rotasyon, bir cismin ekseni çevresinde dolanıp, gece-gündüz hareketini yapmasıdır. Bu atomik düzeyde, elektronların DÖNÜ’südür ve SPİN adını alır. Yörünge periyodu ve rotasyondan başka gök cisimlerinin Nütasyon ve presesyonları diye nitelenen hareketleri vardır. Kısaca evren, iç-içe anaforlar yapan küresel bulutların, sıkışarak çökmesinden oluşmuş iç-içe platformlarda yer alan göksel sistemleridir. Bunlar Kur’an’da saf, tavaf, zikir ve tesbih şifresiyle verilmiştir.

Evrenin türlü, “Mevlevi dönüleri” vardır. Önce bir yörünge kulvarında (FELEKTE TAVAF) ile yüzerler, saf tutarak sonra kendi çevrelerinde (Mihverlerinde) rotasyon denen semazenliği yaparlar. Fakat her sistem aslında bir başka platform (Anafor) içinde dönmektedir. Yani neyi “Ölçüm için ele alırsak alalım” o bir platform üzerinde dönmektedir. Güneş çevresinde dönmemize karşılık, Güneş de galaksi platformunda dönmektedir. Galaksi de kendi metagalaktik platformunda dönmektedir. Her platformun içinde de kendinden daha küçük fakat daha çok sayıda plak dönmektedir. Ta ki, trilyarlarca atomun sürekli spin yapan mini-mini platformundan, evrenin en büyük platformuna kadar her şey bir EKSEN=Direk çevresinde rotasyon yapmaktadır. DİREK VE FELEK budur!..

İşte bu iç-içe dönen sayısız çark nedeniyle “Görecelik” ortaya çıkmaktadır. Bir şeyin ölçümünü amaç edindiğimizde, o sabit bir sistem olmadığı için, iki şeyin hareketlerini, “Birbirine göre” ölçeriz. Ama araya üçüncü platform girdiğinde, iş farklılaşır ve parametreler sökün eder. Neyse ki, evrende (Şimdilik) tek sabit ölçüm “Işık hızı” olarak bulunduğundan diğer her hareket “buna göre” ölçümlenebilmektedir. İşte Rölativitenin “Başvuru” sistemi budur. Din verileri evrende dönmeyen tek şeyin ARŞ olduğunu bildirmektedir. Bu demektir ki, bütün her sistemin “TEK REFERANS!” hiç dönmeyen ve TEK SABİT olan Arş’tır. Kalan her şey ise onun çevresinde döner. (Tavaf eder.) Evren bile onun için dönmektedir yani bir rotasyonu vardır.

KESİM-21

Evrenin Rotasyonu

Gök cisimlerinin çapının küçülmesi, onları, eksenleri çevresinde çok daha hızlı hareket etmeğe zorlar. Örneğin elektron milyarlarca kez (Bir saniyede çekirdek çevresinde) döner. Atomdan bile küçük olan bir karanokta yine buna yakın bir hızda döner, Oysa dünya kendi çevresinde 24 saatte-bir; Güneş kendi çevresinde 8 günde-bir ve galaksiler de kendi çevrelerinde yüzbinlerce yılda-bir döner.

Elektronun kendi çevresinde dönmesine spin, çekirdek çevresinde dönmesine periyot=dolanım süreci denir. Gök cisimleri ise kendi çevrelerinde döndüklerinde buna rotasyon denmektedir. Evreninde bir rotasyonu olmalıdır. Buna göre ekseni çevresinde

Page 150: 97349158-ArzArs-Mirac-1

dönmesi milyarlarca yılı bulur. Şimdiki ölçümler evrenin bir rotasyonu olduğuna yani döndüğüne karşıdır. (Bunun nedeni resmi bilimin sözde septik, güya radikal görüşüdür.) Evren genişlediğine göre süper kararlı dengesini sağlamak için aynı hiyerarşiye göre ekseni çevresinde dönmek zorundadır. Çünkü en büyük ANAFOR bizzat Hidrojen bulutu olan primitif maddeydi.

Ayrıca yaratılış patlaması, evreni kendi üzerinde dolayarak genişletmektedir. Dolayısıyla evren bu burgu hareketini nabız gibi zonklayarak yapmayı sürdürmektedir. Bunun tersine düşünmek Fred Hoyle’un durağan evren yanlışına düşmektir. Çünkü evren statik (Durağan) değil genişlemeyle dinamiktir. Kendi üzerinde dolanması ispat edildiğine göre bir ekseni ve rotasyonu vardır.

Gerek güneş sistemini; gerekse galaksiyi oluşturan küresel ilkel bulutun çökmesi aynı mantıkla evren içinde geçerlidir. Merkezcil kuvvet, bu küreye merkezkaç kuvvetin direndiği (Güneş ekliptik düzlemine ve galaksi eşlek düzlemi dışında) her yerde etkili olmuş ise, evren de bu kozmik yasanın en dev modeli olmalıdır, Uzay-zaman eğri olduğu için evren de bitişikken (yani sadece bir bulut küreyken) dönmeye başlamış olmalıdır. Bunun tersini söylemek yüreklilik ister. Çünkü hiçbir septik ve radikal bilim adamı evren dışına çıkıp onu dışarıdan seyredemeyecek ve yazdıklarımın tersini söyleyemeyecektir. Oysa öğretimizin bunu ileri sürmesi için üç temel dayanak vardır:

1- YUKARI VE AŞAĞI BİRBİRİNİN YANSISI, AYNISIDIR:

En küçük ile en büyüğün yani alt yapı ile üst yapının birbirinin minik ve dev modeli olması nedeniyle evren dediğimiz göklerin=semavat’ın (Bir elektron zarfındaki ya da bir galaksinin merceksi ve helezonik örneğindeki) evrensel yuvarlağa benzemelidir. Dolayısıyla evreni, kesinkes Riemann’ın uzay-zaman modeli olarak düşünmek gerekir. Hilbert modeli uzay ile bu evren kat kat kabuklardan oluşmuş yassı bir soğan gibi düşünülebilir.

2- EVREN KEND İKÜTLE ÇEKİMİYLE YUVARLANMALIDIR.

Bu iç içe soğan kabukları örneğinin nedeni, evren henüz bir gaz bulutu iken, ona bu biçimi veren etkinin iç içe anaforlar oluşturmasıdır. Bu anafor (Girdap, çevrim hareketleri) gazlarda konveksiyon akımları, ya da akışkanlar biçim dinamiğinin sonucu evreni zorunlu olarak küreleştirmektedir. Yani evren kendi çekimini dengelemek üzere yuvarlanmak zorundadır.

3- İSLAM VERİLERİ:

Evreni “Dışarıdan bir bilen, seyreden ve anlatan; Yani YARATAN ve maiyeti” (Kur’an’da Biz denen tanıklar) vardır: Kur’an’ın indirilme nedenlerinden biri de budur. Birçok verilerde, evrenimizin “Yuvarlak olduğu” 7 KUBBELİ GÖK örneğiyle bildirilmiştir. Bu dev yedi göğün (Bildiğimiz bütün evren) Rabbinin “Kürsüsü”nün ortasında bir halka kadar yer tuttuğu diğer İslami verilerde yer alır. Rabb’in kürsüsü bir büyük çöl ise ve yedi göğün bu Sahra’da bir halka (Yani tekerlekten daha küçük bir daire kesiti) kadar yer tuttuğu örneklenmiştir.

Kuşkusuz yer ve gök bir iken, küreye çok yakın biçimde bir buluttu. Fakat yer-gök ayrıldığında, evren (Örneğin 200 milyar galaksi odağına) çöktüğünde, YER KAVRAMI

Page 151: 97349158-ArzArs-Mirac-1

oluştu. Çökme, evrenin “EKLİPTİK DÜZLEMİ” dışında her yerde olmalıdır.

Evrenin tam anlamıyla çökmesini engelleyen bir intikal süreci vardır. Yani çökme ışık hızıyla olursa, evrenin bir merkeze toplanması (Tek bir karadelik olması) için 12 milyon ışık yılı gerekmektedir. (Belki de bu sürecin içindeki ölümlüleriz. Çökme sırası bize doğru hızlanarak ulaşıyor olabilir.)

Öte yandan evrenin genişlediğini biliyoruz. Bu doğrudur, fakat bir takım aykırılıkları vardır. Genişleme galaksiler arası uzayın genişlemesi biçimindedir: Tayfın (Soğuk) kırmızı ışımaya kayması ya da dalga boyu pesleşmesine Doppler etkisi denir ve bize evrenin genişlediğini açıkça anlatmaktadır. Ne var ki, öte yandan galaksiler de (Örneğin bin tanesi bir LOKAL GRUP (Meta galaksi) oluştururlar. Her bir galaksi bir üzüm tanesi sayılırsa, içinde bulunduğumuz üzüm taneleriyle birer salkım oluşturur. Hatta Virgo galaksisi en az bin üzüm tanesinde oluşmuş dev bir Satürn gezegeni gibidir. Bu durumda onun içinde güneşimizden tam 200.000.000.000.000 tane bulunmaktadır.

O zaman “Genişlemenin niçin taneler arasında olduğunu” sorabiliriz. Yani salkımlar kendi aralarında birbirinden uzaklaşacaklarına, salkım içindeki taneler uzaklaşmaktadır. Bunun bir tek açıklaması vardır: Genişleme, üzüm çöplerinin uzaması ve salkımları birbirinden uzağa gitmeye (Genişlemeye) zorlamasıdır.

O halde, genişlemenin kaynağı “Süper Uzay BAĞI”dır. Bütün üzümler, evrenin EKLİPTİK DÜZLEMİNE yayılmaktadır. (Galaksi merkezi neyse evrenin merkezi de odur.) Dolayısıyla uzaklaşma, ekliptik (Tutulum) düzleminde gerçekleşmektedir. Evrenin merkezi bir KOZMİK KUAZAR=Big bang akdeliğidir. Çevresi de, işte bu ekliptiğin ekvator düzlemidir. Burada MÜZEYYEN (Modiflenmiş, süslenmiş) bir Galaktik ŞABLON bulunmakta ve evrenin yüzeyi ile ekliptik düzlemi bir bağ oluşturmaktadır. Bu bağ ise “Salkım salkım üzümler” vermektedir. Her bir üzüm tanesi ise bir Galaksi gibidir.

Evrenin ağırlığı kendi çekiminin toplamına eşittir. Bundan fazla-eksik olamaz, çünkü bir cismin ağırlığı, kendine eşdeğer yani kütlesinin karşılığı olan bir ÇEKİM kuvvetiyle, çevresindeki uzayı “Eğriltip, büzmesi, burması, yuvarlaması” (Ve böylece çekmesi olan) çekim eşdeğeridir.

Kısaca Evren kendi çekim alanını yaratmaktadır ve kendini de bununla etkilemekte, hapsetmektedir.

Evrenin bu çekim kuvvetine karşılık, “İç tutunum kuvvetleri” de oluşturması gerekmektedir. Örneğin evrenin genişlemesini fazladan bir kuvvet “Büyük patlamanın itici gücü” sağlamaktadır Bunun LEVİTİK kuvvet olduğuna ileride değineceğiz. Levitation, çekimin tersidir.

Evrenin çekmesini de ÇEKİM sağlamaktadır. Evrenin çekimi, kendini madde iken enerjiye çevirdiğimizde bunun eşdeğeri olan ENERJİ miktarıdır. İşte evrenin eşit bu enerji miktarına Schwarzschild ışıması ya da (Görünmeyen çekim ışıması) gravitation astronomisi demekteyiz.

Bu temel nedenle evren kendi çekimine yenilmek zorundadır. Çünkü enerjisi bitecektir. Genişleme kuvvetinin negatif ivmesi yanında, termodinamik mutlak soğuk dereceye ulaşılınca, (Nasıl ki güneş kırmızı dev olarak genişleyecek ve yakıtını bitirince hızla

Page 152: 97349158-ArzArs-Mirac-1

çökecekse) genişlemesi çökme haline gelecektir.

Çünkü evren o kadar çok genişlemiştir ki, değil kırmızı ışımaya kaynak, buz gibi karanlık ışımaya kadar soğumuştur.

KESİM-22

Ufuklardaki Kudret

Evrenin hala çökmeyişinin nedeni, genişleme gücünün hâlâ sürmesidir. Bu genişletici güç durduğunda, bir ÇATLAMA olacaktır. Çünkü “Dışarıdaki karşı güç olan” Gravitation=Çekim onu frenleyecek, durduracak ve geriye büzecektir.

Bir şey genişlediğinde ÇATLAR! Çünkü direnç limitinin ve mukavemet hesaplarının maksimalinin dışına çıkmıştır.

Bunun tersine bir şey dışarıdan da bastırılınca çatlar ve darmadağın olmak üzere çatlaklar evreni esir alır. Böylece (Dış veya iç) basınç, limiti (içeriden ya da dışarıdan) çatlatır. Sulu bir meyvenin kuruması, yani suyunu kaybetmesiyle ortaya çıkan “Pörsüme” olayı da bir anlamda içe çatlamadır. Civciv de bir yumurtayı çatlatabiliyor: Civciv çökme kuvveti ve yumurta da KOZMİK EVREN YUMURTASI olduğuna göre evren (GÖKLER) çatlamalıdır.

Gök çatlayacaktır: Çünkü evren, asimetrik bir yuvarlaktır. Elipsoit bir küre, (Yan yatmış bir yumurta) biçiminde, bir başka deyişle biri uzun biri kısa olan iki çapı vardır. Kutuplardan basıklık bu kısa çapı (Kutup kuturu) anlatır. Dolayısıyla böyle CİSİMLERİN AKTARI=İki kuturu bulunmaktadır. Dünyamız gibi, Güneş, Ay hep üstten basıktır.

Bir cisim ne kadar küçükse o kadar kolayca ve en az basık düzeyde ideale yakın küre halinde toparlanmak ister. Ay küçük olduğundan basıklığı da küçüktür. Daha büyük olan dünya oldukça basıktır. Güneş ise göstermemesine rağmen daha basık bir küredir. Yüz milyar güneşin yer aldığı galaksi yandan bakıldığında beyzi (Lens = Mercek/Lentil = Mercimek) biçiminde ince bir kutur gösterir. Yukarıdan bakınca da aslını temsil eden bulut kürenin yuvarlak kesitine daire biçiminde açıkça gösterir. Yükseklik kuturu ötekinden kısa olduğu için yine AKTAR=Kuturlar çifti ortaya çıkar ki bu da Aktarıssemavat sırrı olan AKTAR’dır.

Evrene gelince, o iyice basıktır ve bir balon yüzeyi görünümündedir. Evrenin de bir kutru (Yani ekliptiğinin çapı) ve de buna dik bir ekseni vardır. Yüksekliği ise pek çok azdır.

Böyle bir tanımı mahşer meydanından da tanıyoruz: Bir top hamur gibi, dünyamızın kalınlığı en ince açılmış yuvarlak biçimli bir YUFKA haline gelir. İşte bu iki boyutlu biçimler Kur’an’da “Arz’ın uzatılması, yerin yayılması, bir tepsi gibi düzlenmesi” diye bildirilmiştir.

Mahşer meydanı daire biçimli dümdüz bir ARZ’dır. Eğer deyimi yerindeyse yüksekliği bir mezar derinliği ve buna ek olarak bir mızrağın yüksekliği arasına sıkışmak diye

Page 153: 97349158-ArzArs-Mirac-1

yazılmıştır. Arz, dünyamız ve gök ise böyle dümdüz açılmış, uzatılmış “GÜNEŞ”tir. Güneş’in de artık yuvarlak değil bir tepsi gibi dümdüz olduğu İslami verilerde geçmektedir, başka örtülü ayetler de vardır:

Yer topuklarımızı yakalamıştır; gök ise perçemlerimizi… Böylece Aktarıssemavat çizgileri içinde bir başka kaçıcı kuvvet çizgisi (Sultan güç) bulmamaksızın sıkışmış olacağız. Bu kıstırıldığımız yerde her madde (Canlıların tamamı), her enerji (Cin ve şeytanların tamamı) sıkışmış olacaktır. SOYUT MADDE’de orada olacaktır. (Melekler çepeçevre parmaklık gibi dizilmiş olacaklardır. Böylece kaçacak, onları aşacak bir SULTAN İZİN sadece imtiyazlı kimselere verilecektir.)

Evrenin durumu da mahşer sahrasından farklı değildir: Evren bir disk biçiminde olunca iç-içe yedi gök feleği içerdiği ortaya çıkar. Evren kendi üzerinde dolanarak genişlemektedir. Evrenin galaksiden farkı, merkezi çekirdeğinin “GEÇMİŞİMİZ” olmasıdır. Çünkü evren toplu iğne ucundan küçüktü. Sonra bir portakal, sonra bir futbol topu, sonra dünya kadar büyüdü. Daha sonra Güneş kutruna erişti, bir galaksi çapını buldu ve şimdi de trilyarlarca kez trilyarlarca galaksi salkımından da geniştir.

Dolayısıyla şimdi evrenimizin içeriğinden olan sayılacak ne kadar nicelik varsa ve ne kadar büyük olursa olsun, Evren bir portakal kadarken onun içindeydi. Orası evrenin merkeziydi. Bir su damlası kadar olan galaksimiz de onun içindeydi.

Önce bütün galaktik bulutlar birbirine değiyordu. Daha sonra bu galaktik bulutlar birbirinden ayrılmaya başladılar ve o gün bugündür ayrılmalarını sürdürüyor, aralarındaki bir santim farkı, milyonlarca ışkı yılı öteye büyütebiliyorlar.

Eğer kıyamet olmasaydı, bir gün, evrenin iki galaksisi olan Samanyolu ve Andromeda arasındaki mesafe o kadar genişleyecekti ki, biri şimdiki 10-20 milyar ışık yılı olan evren çapının en ucuna diğeri de ona zıt uca gidecektir. Sonra Andromeda da bizim OLAY UKUMUZ (Olan bu 10-20 milyar yıllık gözlem olayı ufkunun) arkasına kaçacak ve bizi tek başımıza yapayalnız bırakacaktı evrenin “Bilinen ve görünen” tek galaksisi biz olacaktık. Galaksimiz içindeki yıldızlardan başka hiçbir pırıltı görmeyecektik. Bunlar da bize sabit yıldız olarak görüneceği için, evrenin genişlediğinin de farkına varamayacaktık ve evrende tek galaksi olduğumuzu söyleyecektik.

Evren tabaka tabaka gök katmanlarından oluşmaktadır. Burada sunduğumuz bir GÖK katmanı da ”Rasat=Gözlem ufku” göğüdür. Bunun ardında yani “Ufuklardaki kudreti” görmemiz için evrenin genişlemesinin durması ve sonra geriye büzüşmesi gerekiyor. Böyle olunca gözlem ufkumuzdan kaçan bütün galaksiler geriye dönerek, ufukta belirecektir. Şu satırları okurken bile, (Evrenin en uzak cisimleri sayılan) kuvazarlardan birkaç düzinesi gözlemlenemeyecek olan ufuk ardına kaçıyor, gözlem ufkumuzu terk ediyor. Yakında görebildiğimiz 200 kadar kuazarı da kaybedecek, onların da neslinin tükendiğini söyleyeceğiz belki de…

Kuazarlardan sonra da yarı kuazar yarı galaksi olan Seyfert galaksiler ufkumuzu terk edecekler. Sonra sıra uzak galaksilere gelecek. Onları yakın galaksiler izleyecek ve en sonra komşumuz olan Andromeda da bizi terk edecek, bomboş evrende tek başımıza bırakacaktır.

Evrenin çökmesi söz konusu ise, UFUKLARDAKİ KUDRET görünecektir: (Secde ayetidir!)

Page 154: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Bütün kaçmış olan galaksiler sonuncudan itibaren gözlem ufkumuza gireceklerdir. Evren büzüştükçe belki yüz trilyarlarca galaksi geriye dönüş yolculuğu yapacak. Ve 12 milyon ışık yılı çapındaki gözlem ufkumuz tıka basa dolacaktır. Galaksiler arasındaki mesafe giderek kısalacak, herkes kendi kutur (Çap) doğrultusunda geriye gelecek ve sonunda galaksiler birbirine değecek, sonra da birbiri içinde sıkışacaktır. Evren, genişledikçe soğuduğu ve karardığı için, bu kez tam tersine büzüştükçe aydınlanacak ve ısınacaktır. Bu ısı 5000°C dereceyi bulunca, elektronlar kopacak ve ayrılacak, (İyonizasyon) artık atom denen şey kalmayacak ve çekirdekler ile elektronlar milyonlarca derecelik bir plazma içinde serbest dolaşacak. Geriye dönüş sürdüğünden evren daha çok ısınacak, daha çok sıkışacak ve artık evrenin dört kuvveti birleşecek tek kuvvet olacaktır. Sonunda bu plazma da evrenin ilk bulutu haline gelecek, daha sıkışacak ve sıkıştıkça da bir portakal büyüklüğünde olacak, sonra başladığı gibi bir toplu iğnenin ucundan da küçük bir AKDELİĞE sıkışacaktır.

İşte bu senaryo “Big Bang” denen büyük “OL emri patlamasının” öyküsüydü: Yaratılış bunun tersine olarak en küçük bir noktadan başlayarak, soğuyarak karararak, evrenin genişlemesi biçimindedir. Bu filmi ters oynattığımızda ise sunduğumuz geriye dönüş serüveni başlamaktadır.

Karadelik aşaması da budur. Bir cismin önce atomlarına, sonra proton-elektronlarına ve nötronlarına ayrışması, daha sonra basınç nedeniyle bunların da birleşenleri olan piyonlara bölünmesi, piyonlarında kendilerini oluşturan kuarklara vb. bölünmesi ile ulaşılacak maddenin en son durağı olan en küçük kuant haline gelmektir, karadelik içinden çekilmek…

Evrensel bir karadelik ise böyle bir seviyede bile kalamaz. Çünkü o kadar ağırdır ki (Evrenin ta kendisi kadar ağırdır) kuantları da parçalar, Kuant parçalanması ise uzay-zamanın Planck sabitinden Hilbert uzayı denen en minik uzaya küçülmesidir. Bu kadar küçük bir yerde, ne çekim çekebilir, ne zaman akacak zaman bulabilir, ne mekân bildiğimiz uzay olur. Artık kuantlaşma yerine TEK BÜTÜN olacağımız bir tünele çekiliriz. Bu tünelin ucu ise SÜPER UZAY’a açılmaktadır. Orada katrilyonlarca üzüm bağı bulunmaktadır. Bu kez her bir evren bir üzüm tanesidir. Kimi bağ bozumuna uğramıştır, kiminin salkımı koparılmıştır, kiminin de taneleri… Kimi daha tane vermemiştir, kimi koruktur, kimi devşirilmiştir, kimi de tutmamış filizlenmemiştir. Ama onların saplarının ucunda ya hiç doğmamış ya da doğmuş, ya da doğum adayı ya da ölmüş ve yeri boş hayali tanecikler (Evrenler Mevakiin nücum) bulunmaktadır.

Şimdi yeni bir aşamaya ulaşıyoruz: Göklerin direkleri aynı zamanda kuturlar eksenler de olabiliyor; Arş’ın direkleri de, TÜNELLER de sur borusu da yine “GÖRÜNMEZ DİREK”dir.

Direk teriminin 7 tanımı vardır ki, onları daha sonra inceleyeceğiz.

Page 155: 97349158-ArzArs-Mirac-1

“GÖKLERİN VE YERİN YARATILIŞI İNSANLARIN YARATILIŞINDAN DAHA BÜYÜKTÜR. FAKAT İNSANLARIN ÇOĞU BİLMEZLER.”

YEDİNCİBÖLÜM

İĞNEYLEKUYU KAZMAK

Page 156: 97349158-ArzArs-Mirac-1

KESİM-23

Zamanla Yarışa Kalkışmak

Jules Verne, balonla 80 günde dünyayı dolaştığını varsaymıştı. Şimdilerde ise Apollo araçlarının hızıyla 86 dakikada dünyanın çevresini dolaşıyoruz. Aynı araç, Ay‘a 15 saatte gider. Fakat Güneş sisteminin en uzak gezegeni Plüton’a ise 84 yılda gidecektir. (6 milyar km.) Normal (Ve buna ek olarak astronotluk) eğitimini 28 yaşına kadar almış birinin, Plüton’a ulaşması 112 yaşında ve dönmesi ise 196 yaşında olacaktır. (Işık hızının %66’sı hızla) gidebilecek manyetik şişeli (Foton+iyon tepkimeli) 21. yüzyıl aracı ise Plüton’a 4 yılda ulaşabilir.)

Eğer, aynı araç güneşimizin en yakın komşusu olan öteki güneş P.Centrauri’ye gitmeye kalkarsa 210 bin yılda ulaşır. Güneşimizin bitişik komşusu olan bu yıldızın bize uzaklığı ise 47.000.000.000.000 km.dir.

Kısaca evren çok büyüktür ve komşular arası bile ikiyüzbin yıl tutmaktadır.

O zaman, bir başka yolu deneyelim: Yani çok hızlı bir uzay aracı bulalım. Bu da ışık hızıdır ve saniyede 300 bin km. olup, madde asla bundan hızlı gidemez. Eğer bu hıza ulaşsaydık, uzay gemimiz artık maddeden değil; ışıktan bir araç olacaktı.

Işık gemimiz, evrenin EN BÜYÜK hızı olan ışık hızının %99 kadarıyla gidebilme şansına sahiptir. Bu hızla bir saniyede dünyanın çevresini 7,5 kez dolaşabiliriz. Aynı hızla 150 milyon km. ötedeki Güneş’e 8 dakikada ve Plüton’a 6 saatte gidebilirdik. O zaman da komşu yıldıza 4,3 yılda ulaşabilirdik. Ünlü kutup yıldızına 600 yılda ve Samanyolu’nun bir ucundan diğerine (Kutruna) 150-200 bin yılda gidip-gelebilirdik.

Şimdi de “Samanyolu galaksimizin en yakın, kapı komşusu Andromeda galaksisini” hedefleyelim: IŞIK HIZIYLA 5 milyon yıl tutacaktır.

Demek ki, ışık hızı yani evrenin bilinen en yüksek hızı bile, ömrümüzü yüzmilyon kez aşan uzaklara bizi götüremiyor. Evren bunun için çok büyüktür.

Eğer ölümsüz olduğumuzu var sayarsak böyle 200 milyar galaksi arasındaki 6 milyon yılları Trilyonlarca yıl kat ederek işin sonunu yine getiremeyiz. Şimdilik bütün imkânsızlıklarımızı görmezlikten gelerek, evrenin sonuna ulaştığımız varsayalım: Orada evrenin daha genişlemediği dört boyutlu bir bölge vardır ki asla madde ile enerjinin kırıntısını bulamayız, orada bizim dışımızda “Hiçbir şey” vardır.

(*) İşte burası, evrenin din verilerinde “Esiri saf bir tabaka olan 8. gök” diye bildirilen Esiri bölgesidir. Esir ise madde-enerji “Hiçliği, yokluğu” demektir. Bu bölgeyi de geçersek, yine din verilerimizde 9. gök (Bazıları Atlas feleği diyor!) olan en dış katman bildirilmiştir. Artık burası, göklerin dışındaki Sonsuzluk kulesinin katlarıdır ve GÖKLER sayılmamakta, KATLAR ismi almaktadır. Orada bir şey yoksa bile evreni yanımızda götürmüş olacağımız için “Evren üretmek” durumuna düşeriz. Eğer orada din verilerinin bildirdiği “Bir şeyler” var ise, o bir

Page 157: 97349158-ArzArs-Mirac-1

şeyler ile karışacak, onları madde ile aşılarken, biz de onlarla aşılanmış, yeni bir birleşik haline gelmiş olacağız. Yani niteliğimiz değişmiş olacaktır. (Mir’ac yolunun özel bir fiziği vardır ki, onu izleyen ciltlerimizde sunacağız.)

Oysa biz, hiçbir zaman evren dışına çıkamayız. Çünkü biz evrenle birlikte var olduk, evrenle şimdi varız, evrenden ayrı değil, onun materyalinden oluşmuşuzdur. Nereye gidersek gidelim kendi evrenimizi de yanımızda götürmek zorundayız, ya da eş anlamda evren bizimle gelmek zorundadır. Evreni götürmek demek ise, maddi olmayan bölgelere bizim parçacık, dalgacık ve kuvvet alanlarımızla birlikte çekimi götürmek demektir. İstersek maddi bir atom taneciği bırakalım, o boşlukta yeniden çekim ve elektromanyetizma üreten bir kaynak olacak ve izotrop olarak her doğrultuda kuvvet alan dalgalarını yayımlamaya başlayacaktır.

Kısaca hem sınırlı hem sınırsız olan bu en dıştaki ve sonuncu gök sınırlarından çıkamayışımız da bir “AKTARISSEMAVAT” fizik yasağıdır. Bu yasağı ise yalnızca SULTAN güçler delebilmektedir ki, onlar da FİZİK YASASI içindedirler.

Aslında olay böyle de değildir: Biz en uzak bir cismi hedef alırsak (Onun olay ufkunun hemen kıyısında bir Kuazar olduğunu ve onun) bizden ışık hızına yakın bir hızla uzaklaştığını görürdük. Eğer onu ışık hızıyla giden gemimizle kovalarsak hiç yakalayamayız: Aramızda 16 milyar yıllık sabit uzaklık hep kalır.

Fakat bütün yasaları çiğneyerek illa o en uzak “Kuazar”a gitmeye kalkıştığımızda işler tam tersine dönecektir. Çünkü biz, ışıktan hızlı gitmekle bir kere ZAMAN İÇİNDE geriye gitmiş oluyoruz ki, bu mekân içinde de geri gidiştir ve geçmişimizle, tarihimizle yüz yüze geliriz. Çünkü o hedeflediğimiz Kuazar (evrenin EN UZAK CİSMİ) evrenin kıyısında kenarında değil, tam ortasındadır.

Galaksileri oluşturan bulutlar, önce KUAZAR denen (Tünel ucundan yayınlanan) odaklara sahiptirler. Evren genişleyip büyüdükçe, bunlar soğumayla birlikte çevrelerine yaydıkları (Püskürttükleri karadelik emisyonunu) galaktik eşleklerine püskürtüp soğumaya başladılar: Bunlar, merkezlerinde bir kuazar bulunan galaksilerdir. Kuazarlardan sonra en uzak cisimler de bunlardır. Daha yakın kuşakta ise bildiğimiz galaksiler vardır. O halde galaksilerin şimdisi bu yakın gök katmanıdır.

Page 158: 97349158-ArzArs-Mirac-1

GEZEGENLER ARASI EVREN:

Uzay sondaları onu araştırıyorlar. 21. yüzyıl içinde sistemimizin sınırlarına varacağız.

ŞEKİL: 8

Burada sıvı roketleriyle uzay uçuşlarının şimdiye kadar neler yaptıklarını görüyoruz. Aya çıkan insanlar, Mars ve Venüs’e iniş yapan sondalar, Jüpiter ve Satürn, Uranüs’ün yanından geçerek fotoğraf çeken sondalar. Yeni daha hızlı İyon-roketleriyle güneşten hemen hemen altı milyar km. uzakta olan Plüton’a bile erişecektir.

Bu YAKIN GÖKTEN bir sonraki GÖK KATMANI ise Seyfert galaksileridir ki, takriben bize 5 ila 10 milyar yıl uzaklıktadırlar. Bu uzaklık mesafe gibi zamanda da geçmişimiz olan uzaklıktır. Çünkü galaksilerin ışığı bize on milyonlarca yılda gelmektedir. Biz ise evrenle ışık aracılığıyla haberleşiriz. Işık ise sonsuz hızlı değildir, saniyede 300 bin km. ile bize ulaşır ve hızı hiç değişmez. Güneşten bize 8 dakikada gelen ve en yakın yıldızdan 51 ayda; Andromeda galaksisinden ise 3 milyon yılda gelen ışık, uzak galaksilerden milyar yılda ulaşır dürbünümüze…

Page 159: 97349158-ArzArs-Mirac-1

YILDIZLARARASI EVREN:

Yanımızdaki güneş sistemlerine önümüzdeki yüzyıllarda roketlerle varılacaktır.

ŞEKİL: 9

Foton roketleriyle-saatte 200.000 km hızla-duran yıldız “Proxima Centauri”ye gitmek kabil olacaktır. Uzaklık 4,3 ışık yılı. Bugün ışık ışınlarıyla işletilebilecek bir Foton roketi tasarımı gerçekleştirilebilir.

O güneşten gelen ışık aslında şimdiki gördüğümüz ışık değil Güneş’in sekiz dakika önceki “Son” ışığıdır. Centauri yıldızının ışığı 51 ay öncesine ve bir başka komşu yıldızın beş yıl önceki tarihinin, geçmişinin ışığıdır. Belki de o yıldız şimdi çökmüş, yok olmuştur. Ama beş yıl önceki ışığı gelmeye devam ettiğinden onu orada sanmaktayız. İşte “Yıldızların yerlerine” ant veren Vakıa Suresi 76. ayet “Yıldızlardan” değil; “yıldız yerlerinden” söz etmektedir. Bu yıldızların yerlerinin 7 tefsirini de astronomi öğretimiz doğrulamıştır:

1- Yıldızların doğduğu kızıl cüce odakları,

2- Daha doğacak olan müstakbel yıldız yerleri,

3- Çoktan yok olup da bize ışığını gönderen ve oradaymış gibi görünen yıldız yerleri,

4- Yıldızlar diye çoğul yapıldığından “Galaksi” yerleri: Galaksiler bizden kaçtığı için şimdi gördüğümüz yerlerinde değillerdir, şimdiki yerleri milyonlarca yıl öncesine aittir.

5- Aynı mantıkla “Kuazarlar” bir yıldız yeri olup, onlar çoktan galaksi olmuşlardır.

Page 160: 97349158-ArzArs-Mirac-1

GALAKSİ İÇİ EVREN:

Dışarıya çıkabilmek için birkaç bin ışık yılının geçmesi gerekecekti.

ŞEKİL: 10

Samanyolu’nun çapı 100.000 ışık yılı olarak tahmin edilmektedir. Güneş sistemimiz onun dar bir yan kolunda bulunmaktadır. Teorik olarak uzay uçuşlarıyla Samanyolu’ndan ayrılmak kabildir: Eğer yaklaşık ışık hızı elde edilebilirse, zaman hemen hemen duracak demektir.

Page 161: 97349158-ArzArs-Mirac-1

GALAKSİLERARASI EVREN:

Büyüklüğü 10-40 milyar ışık yılıdır.

ŞEKİL: 11

Işık hızı ile bile evrenin bu uzaklıklarına yapılacak bir uçuş birkaç milyar yıl sürecektir. Rokette zaman tamamıyla duracağı için böyle bir uçuş her şeye rağmen düşünülebilir.

6- Bir yıldızın çökmesinden sonraki yıldız kalıntısı olan beyaz ve karacüceler, puslar-nötron yıldızlar ve hiçbir iz bırakmayan KARADELİKLER.

7- Yaratılıştaki anaforlar teoremi odakları.

Bir Seyfert galaksisi de bize 5 milyar yıl önceki ışığını gönderir. O galaksi belki de yerinde yoktur, ya da en doğrusu soğuyarak normal bir galaksi olmuştur.

Eğer kendi galaksimizin genişleme rotasını tersine izleyebilseydik, o rotanın milyarlarca yıl önceki bir yerinde kendi geçmişimizin oluşumuna tanık olacaktır. Geçmişte “Seyfert-Samanyolu” olduğumuzu, galaksi merkezinde bir Kuazar bulunduğunu görecektik.

Aynı yolu, yine tersine, bu kez 10 milyar yıl geriye izlediğimizde, galaksimizin en başta bir KUAZAR olduğunu görecektik. (Samanyolu kuazarı)

Demek ki evrenin “Gözlem ufkunun” iç-içe üç Gök duvarı vardır: Şimdiki galaksiler, dünkü Seyfert galaksileri ve önceki günkü kuazarlar kuturları…

Evrenin kendi üzerinde salyangoz gibi, daha geniş spiraller çizerek, merkezinden itibaren hacmini büyüterek genişlediğini belirtmiştik.

Page 162: 97349158-ArzArs-Mirac-1

İşte yedi gök kavramında yeni bir aşamaya geliyoruz. Dıştaki galaktik gök katını birinci gök olarak sayarsak, ikinci kuşakta Seyfert Galaksileri vardır. Üçüncü kuşakta ise Kuazarlar bulunmaktadır. İşte kuazarların sırrı da budur: Onlar Big Bang’ın yani TEK BİR AKNOKTANIN 200 milyar kadar daha alt aknoktaya (Kuazara) bölünmesidir.

DÖRT BOYUTLU EVREN:

Kendi üzerine dolanıp, bürünen evren 7 sarmal sardamdan oluşur. Zariyet 47. ayetteki gibi nabız biçiminde atarak bürülüp dürülmesini “Açmakta”, yani “Genişlemekte”dir.

ŞEKİL: 12

Dört boyutlu evren: İnsan ne kadar hızlı uçarsa uçsun hedefe varamaz, gerisin geriye geçmişe döner. Eğer insan bir gün ışık hızından daha fazla bir hızla uçabilse bile, bir mekân sardamının içine düşerdi. Basit ışık hızında olduğu gibi zaman durmaz, gerisin geriye giderdi. Bu kurama göre evrenin sınırlarına hiç bir zaman erişilemez.

* Şekiller Asimov’un orijinal makalesinden alınmıştır.

Page 163: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Zamanla bu (Kuazar denen) aknokta merkezleri, çevrelerine galaksi materyalini yaydılar ve yarı-yarıya soğuyunca (Carl Seyfert bulduğu için) Seyfert Galaksisi adını aldılar. Daha sonra merkezdeki kuazar, bütün materyali sonuna kadar püskürttüğünde, boşluğunda ilk dev yıldızlar oluşturdular. Öyle büyüklerdi ki, kendi çekimlerine hemen yenilip hızla çöktüler ve karadeliklere dönüştüler. Bu karadelikler ise birbiri içinde eriyerek birleştiler ve çevredeki yıldızları da yok ederek galaksimizin merkezindeki KARAKABİR olan galaktik karadeliğimizi yarattılar.

Kuazarlardan önceki kuşak yani gök katmanı ise pek çok küçüktür. Çünkü bu aşağı yukarı bizim 15 milyar yıl öncemizden gelen ışığın kuşağıdır. O dönemde kuazarlar mümkün olan en küçük noktaydılar.

Kuazarlar ile karadeliklerin aynı yerde iç-içe bulunduğunu Bilim ispatlamıştır. O halde Kuazarlardan söz ederken, orada evrenin yaratılış patlamasının etkin olduğu dönemde bir atomdan da küçük (Femion boyunda) mini karanoktaların da var olduğunu anlarız. Bunlar, “Yer ve gök” bir tek Hidrojen bulutuyken onları nasıl parçaladığının da açkılanmalarından biri olup, Hawking, Penrose (ve sonra naçizane ben), evrenin yaratılış patlaması sırasında “Mini karanoktaların” oluştuğunu, o tek bütün hidrojen bulutunu en az 200 milyar galaksi bulutuna parçalandığını, bulutların bu çok ağır çekim odakları çevresine çöktüklerini benimsedik.

Bir milyon yıl kadar sonra da, bu mini-mini nokrasal karadeliklerin (Artık iyice bilinen “Hawking sızıntısı” ya da) “Karanokta buharlaşması” denen süreç sonunda patlayarak açıldığını ve yok olduklarını biliyoruz. Çünkü TÜNEL süreci sonunda kendi karadeliklerini de imha eder. Tüner süreci ise “Belirsizlik ilkesinin” kesin bir sonucudur. Hiçbir sicim sonsuza kadar bulunduğu yerde kalamaz, bir başka yere sıçrar, sıçramayı da Kuantum tünel mekanizması üstlenmiştir. (Ahrete intikal)

O zaman karanoktalar, tam tersine aknokta halinde patlayarak açılırlar. İşte bu durum da kuazarları ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle karadelik ve akdelik iç içe aynı şeydir. Bu ayrılığın nedeni aknokta, sonucu karadeliktir.

Demek ki, kuazarların öncesindeki evren sardamında da ayrık bulutlara bölündüğü ve içlerinde mini karanoktaların odaklandığı bir mini GÖK KATMANI daha vardır.

Böylece bir tek dehşetli Big Bang=Yaratılış patlaması, 200 milyar kadar mini patlamalar yapan karadelikleri oluşturarak, milyonuncu yılda “Seconder Bangs” halinde patlayan ve iz bırakmayan çekim odaklarını oluşturdular.

Öyleyse evren, en başta bir büyük patlamayla iğne ucundan küçük bir KUTUR’dan fışkıran bir kozmik aknoktacıktı. Bu patlama şiddetinin etkinlikleri de mini karanoktacıkları oluşturdu. Bunlar evrenin tek bulutunu yüzmilyarlarca ayrık bulutlara böldüler ve milyonuncu yılda bu mini karanoktaların sonları geldi. Bunlar patlamaya başladılar. (Hawking’e göre bu patlamalar halen sürmektedir ve galaksimizde en az bir milyon karanokta olduğu da matematiksel analizlerle ispatlanmıştır.)

Page 164: 97349158-ArzArs-Mirac-1

ŞEKİL: 13

EVRENİN GENİŞLEMESİNİN BİR BAŞKA GÖSTERİMİ

Evrenin tek biçim olarak, kendi üzerine dolanan bir salyangoz biçiminde en küçük noktadan (Zerreden) en büyük sonsuza (Kürreye) genişlemektedir. Genişlemeyi çap=Kutur belirler. Burada en içte sonsuz küçük Big Bang aknoktacığı vardır. Evren giderek genişlerken soğumaktadır. Tonların grileşmesi bunun anlatımıdır. En dıştaki sembolik küre, şimdiki aktüel evrendir ve galaktik evren diyebiliriz. Daha içerideki ise “Dünümüz” olan Seyfert galaksileri dönemidir. Onun öncesinde salt kuazarlar dönemi bulunmaktadır. Evrenin bir milyon yıl önce her noktası güneşten 50 kat parlaktı. Şimdi ise tamamen kararmıştır.

Page 165: 97349158-ArzArs-Mirac-1

KESİM-24

Aktârıssemâvât=Uzay-Zaman Çizgileri

Evrenin en uzak cismi olan bir Kuazarı hedef aldık ve kenarı yerine evrenin tam ortasına gittik: Orada evren sonunda bir portakal kadar küçüktü. Çünkü bu evrenin 15 milyar yıl önceki halidir. Biz oraya gidiyorsak, yine o mini evrene sıkışmış olacaktık, evren yine bize büyük gelecekti. Çünkü hep ama hep evrenin içindeyiz ve dolayısıyla evren bizim AKTÂRISSEMÂVÂTımızdır.

Evren, ister şimdikinin bin misli kadar büyük olsun, ister, bir tespih tanesi kadar küçük olsun, (Matematikçilerimizden Banach ve Tarski), ikisinin birbirine eşit olduğunu göstermişlerdir. (Buna ileride değineceğiz.)

O halde biz hangi boyda olursa olsun, o KUTUR’daki evrenin içine sıkışıp kalırız. Çünkü bir kutru ve dolayısıyla bir zarfı olan bu evrene içinde kaldığımız için “Aktârıssemâvât=Semaların kuturları=Göklerin çapları” diyoruz. Evrenin genişlemesi Banach, Tarski aritmetiğine göre yani en küçücüğün en büyüğe eşitleme kadar çapının (T) değerini korumasıdır. Göklerin KUTURLARI=çapları Zariyat-47. ayet uyarınca büyümekte yani evren genişlemektedir:

“GÖĞÜ (Uzayı) KUDRETİMİZLE BİNA ETTEK, ONU GENİŞLETEN DE BİZİZ!”

Gökler “Geometrik çekim etkisiyle eğrilmiş Uzay-zaman’lar yani soyut matematik uzaylardır. Örneğin Riemann’ın Küresel evreni bizim şimdiki evrenimizdir:

Evren ister büyük, ister küçük bir küre olsun, bu tıpkı bir küre biçimindedir ve dünyamıza çok benzer. Biz “Evrenin sınırlarına” gitmeyi denerken, bunu düşüncemizde deneyleyebiliriz. Önümüzde bir şişirilmiş balon olsun. Bunun sürekli şişirildiğini, yani Zariyat-47. ayetle bildirildiği üzere sürekli genişlediğini varsayalım. Balonun üzerine de her biri bir galaksiye karşılık olan şekiller çizelim. Balon büyüdükçe bizim bitişik şekillerimiz (Galaksilerimiz) birbirinden uzaklaşmakta, araya daha çok mesafe girmektedir. Oysa bunlar hep bitişikti. Yani yer-göklerin birleşik iken yarılmasının bir başka anlamı da bu sırrı ortaya koyuyor.

Bir balonun altı-üstü, sağı-solu, ilerisi-gerisi hep birdir. Bu hangi yönü seçmek istediğimize bakar. Balonunu en uzağını hedef alıp, tam yarıçap’a yani KUTRUN ortasındaki büyük patlamanın (Şişirmenin) başladığı merkeze gitmiştik. (Bu da Aktârıssemâvât sırrındandır.)

O merkezde evrenin TARİHİ vardır. Çünkü impulsif darbelerle, kendi üzerine dolanarak genişleyen evrenin, bu geri gidişimizde, daha dar sarmallar halinde kıvrıldığını, (Zembereğin daraldığını) görecektik. Sonunda bu eğriler iyice daralacak ve bir bilye tanesi içine sığışacaktı. Daha sonra da evrenin patladığı aknoktada bitecekti. İster bilye, ister nokta olsun, bu ultra mikroskobik evrenin ağırlığı şimdiki evrenin ağırlığına tam denk, eşitti.

Şimdi başlangıcın sonuna gelelim ve aknoktanın ardından geçmeye çalışalım: Aslında aknokta sonsuz küçüktür ve bir kozmik kuazar olduğundan hep bizi reddeder geri iter.

Page 166: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Çünkü ona çekim dalgaları koşmaktadır ve bu da bizi (Fıskiye üzerine konmuş pinpon topu gibi) reddeder. (Ayetteki Reddedici sema budur.)

Ama biz sultanı da yendiğimizi ve bu sonsuz küçük soyut uzaydan arkaya çıkabileceğimizi varsayalım: O zaman, Planck uzayından, çıkmış, Hilbert uzayına yani evrenin üzüm sapıyla bağlı olup da üflediği KOZMİK TÜNELE çıkacaktık. O tünel gibi sayısız (Trilyarlarca kez trilyalarca) tünelden her biri SÜPER UZAYA yani Misal âlemine çıkar. “Misal âlemi”, (İşte o artık 7 hatta 9 kat göğün yer aldığı birinci kat değil;) kulemizin ikinci katıdır.

KESİM-25

Yeni “Sultan Güçler” Peşinde

Evrenin dışına çıkmak demek, “Üç boyutlu küremizin Aktârıssemâvât”ının dışına çıkmak demektir ki, bunu hiç becerememiştik.

Evrenin yaratıldığı noktada ise (Sonsuz en küçük) boyutsuz, zamansız dolayısıyla ÇAPSIZ=kutursuz bir mekân vardır. Aktârıssemâvât o mekânda biçim değiştirmiş, uzay ve zaman çizgileri de yer değiştirmiş, tekillik ardındaki SOT (Mücerret) Hilbert uzayı olan o TÜNELLERİN dokuduğu SÜPER UZAY vardır.

O nokta, Süper uzayda Hz. Ali’nin sözü olan “B harfinin noktası” ve bir üst kattaki Hyper Uzayda Elif noktasıdır. Bütün bunların ne anlama geldiğini, yine bu seri boyunca izleyeceğiz. Öyle ki YEDİ GÖĞÜN yetmişbin misli tanımından ancak birkaç “Misli yedilileri” sunduk ve sunacağımız daha “Yedili misliler” olacak.

Evrenin keşfine kestirmeden, kolayca en serbest kaçamaklarla tam serbest gitmeye kalkışmıştık. Oysa Aktârıssemâvât bizi her yerde kısıtladı ve durdurdu.

Örneğin, madde olarak en fazla ışık hızıyla gideceğimizi söylemiştik. Fakat ışık hızıyla 3 milyon yılda, bitişik galaksiye gitmenin ne anlamı ve kimin üç milyon yıllık ömrü var? (Hz. Âdem bile sadece bin yıl yaşadı.)

Aktârıssemâvât, burada ZAMANIN da karşımıza çıkan bir gök kutru yani dördüncü boyut olduğunu açıklıyor. Bundan daha büyük bir hız ile ışığı aşmaktır ki, ışık hızını aşarsak, Zaman duvarını da aşmış oluruz. Ama ışık hızından hızlı giden bir nesne, tarihte geriye gitmiş olacaktır. Çünkü ışık hızı eşiğine kadar zaman yavaşlar; tam ışık hızında ise durur, hiç akmaz. Işık hızını geçince de zaman gerisin geriye çalışmaya başlar. Bu da NEDENSELLİK ilkesi ve BELİRSİZLİK İLKESİNİ de mahveder!... O halde ışıktan hızlı bir SULTAN HIZ bile bizi sadece evrenin tarihine götürür.

Daha sonra değineceğimiz bir başka sultan güç ise karadelik tüneline dalarak, uzayı bir anda yürütmüş olur ve bir adımdan kısa ve bir saniyeden 60 milyonda-biri kadar zamanda başka bir uzay-zamana çıkardık. İşte bu SULTAN GÜÇ, tünelin harikalarından biri olup, karadeliğin karakteristiğine göre bizi ya kendi evrenimizin bir anda milyarlarca

Page 167: 97349158-ArzArs-Mirac-1

yıllık ötedeki bur yerine nakleder, ya da paralel başka bir uzay-zaman evrenine çıkardık. Bu kez yine “O aktârıssemâvât”dan nasıl çıkacağımızı düşünür, başladığımız yere dönerdik.

(*) Bu konuları izleyen cildimizde sunacağız, Arz’dan Arş’a Mirac bandımızın, ikinci cildi, “KARADELİKLER” konusunda en gelişkin eser olacaktır.

Işıktan hızlı gitsek bile, negatif bir uzaya düşeriz. Bu da geçmişimizin mekân sardamı olan sarmal küredir. Kürenin içindeki ortak merkez, kuturların (Aktarın) tam yarısıdır.

Eğer ışıktan hızlı gidersek, zamanımız geriye çalışırdı: Örneğin 70 yıllık ömrümüz varsa, biz süreyi yaşlanacağımıza gençleşerek; genç isek çocuklaşarak; çocuk isek bebekleşerek ve sonunda “Cenin” olana kadar bitirir ve hiç doğmamış yani HİÇ YARATILMAMIŞ olurduk. O halde ışıktan hızlı gitmek de BİR SULTAN güç değil, çünkü onu da aciz kılacak bir ÜST AKTÂRISSEMÂVÂT sistemi içine hapistir.

Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Her alt platformda, bir Aktârıssemâvât vardır. Bundan çıkacak bir SULTAN KUDRET her zaman mevcuttur. Ama bu alt platformdan, bir üst sisteme çıktığımızda, bu kez platformun kendine özgü bir Aktârıssemâvât’ı bulunmakta, bizi oraya çıkaran “Sultan güç” daha yukarısı için acizleşmekte ve daha yeni bir Sultan güç aranmaktadır. Böylece Sultan güçleri bularak, hep bir üst sisteme (Göğe) çıkabilir, sonra gökleri de bitirip, kule katlarına tırmanabilirdik. Her bir kule katında da bir başka Aktârıssemâvât bulunmaktadır ve her birinde yine bir SULTAN GÜÇ daha beklenir. Kulenin son katı ise ARŞ denen yerde biter ve artık bunun üstü MUTLAK SONSUZ KAT’tır. Resulullah miracında SULTAN BURAK’a binmiş, sonra da yeni bir AKTÂRISSEMÂVÂT’da REFREF sultan kuvvetiyle son kata ulaşmıştır.

İşte böyle özel SULTAN GÜÇLER bugüne kadar, yalnızca Resulullah’a MİRAC’ı için ALLAH (c) tarafından tanınmıştır. Buna rağmen Resulullah ile Rabbi arasında bir SULTAN PERDE kalmıştır. Çünkü Resulullah, “CEMAL” ile teşrif etseydi, bir daha geri DÖNMEYECEKTİ!..

Nasıl ki en büyük Rabbimiz ise (Allahüekber!) EN GÜZEL de O’dur! Ruh ve varlığın amacı O’na ulaşmaktır. O’nunla ve O’nda var olmaktadır!

KESİM-26

Zaman Şartlanması

Evrenin sınırlarına ulaşmak için, en başta bir yolculuğa niyetlenirken biz daha en başta acizleşmiş ve Plüton’a gitmeye ömrümüzün yetmeyeceğini ışık hızı gibi bilinen EN BÜYÜK HIZ avantajına RAĞMEN başka uzaklara gidemeyeceğimiz belirtmiştik.

Biz ışık hızına ulaşsaydık bile, bıraktığımız dünyanın ZAMANINI AŞACAĞIMIZDAN, zamanı-mekânı bıraktığımız gibi bulamayacaktık. Rölativite teoremi ışık hızıyla gidip gelen, (olduğu yerde ışık hızıyla dönen birisi de olabilir) birinin

Page 168: 97349158-ArzArs-Mirac-1

hızına bağlı olarak zamanın farklılaşacağını, hemzaman olduğu ikizinin “Geleceğine” geçeceğini ispatlamıştır.

Bu konuda sunacağımız aşağıdaki pasaj, BİG BANG teoreminin kurucusu George Gamow’un “Bilimin uzak sınırlarında” isimli kitabının çevirisinden alınmıştır:

“- Hareket halindeki sistemlerde zaman akımının yavaşlaması, yıldızlararası geziler bakımından ilgi çekici sonuçlar doğuracaktır. Söz gelimi, Güneş sisteminden 9 ışık yılı uzakta bulunan Sirius (Akyıldız) yıldızının gezegenlerinden birine gitmek istiyoruz ve bineceğimiz uzay gemisinin hızı, (aşağı-yukarı) ışık hızı kadardır. Akla yakın gelen, gidiş gelişin en aşağı 18 yıl süreceği ve yanımıza büyük miktarda yedek erzak ve malzeme almamız gerektiğidir. Fakat gemi gerçekten ışık hızına yakın bir hız yapabilirse bu yedeklere hiçbir ihtiyacımız olmayacaktır. Çünkü gemimizin hızı ışık hızının yüzde 99,9999999’una eşit olursa; kol saatimiz, kalbimiz, ciğerimiz, sindirim sistemimiz ve beynimizin işleyişi, 70.000 faktöre kadar yavaşlayacak ve yolculuk için dünyada bıraktığımız insanlar bakımından gerekli 18 yıl, bize sadece birkaç saatlik bir süre olarak görünecektir. Eğer kahvaltıdan sonra yola çıkmışsak, Sirius gezegenine vardığımız zaman, öğle yemeği için karnımız ancak acıkmış olacak; acelemiz olur da öğle yemeğinden hemen sonra dönüş yolculuğuna çıkarsak, dünyada akşam yemeğine tam zamanında yetişmiş bulunacağız. Fakat rölativite yasalarını unutursak, eve döndüğümüzde büyük bir şaşkınlığa düşmekten kurtulamayacağız. Ev halkının bizden çoktan ümit kestiklerini ve bizden tam 6570 akşam yemeği yemiş bulunduklarını öğreneceğiz. Aşağı yukarı ışık hızıyla yolculuk ettiğimiz için dünyadaki 18 yıl bize sadece bir gün sürmüş gibi gelecektir.”

Kurgu-bilim (Science-Fiction) yazarları gerçekten birer amatör bilimcidir. Çünkü onların amatörce düşünüşleriyle, Einstein, Newton ve Galileo’nun profesyonel “İdealize edilmiş düşünsel deneyleri” arasında sadece meslek farkı vardır.

Evrendeki hız-zaman ikilisinin ters orantısı çeşitli önermeler getirmiştir. Kimi takyon benzeri “Işıktan hızlı” bir gidişi seçmiştir ki, Takyon teoremi de bilim adamının aynını arayışından doğmuştur. Kimi yazar da ışık hızıyla gitmekle şartlanarak, bu maksimal hıza dokunulmasın diye “Atalet kütlesini sıfırlamayı” düşünmüşlerdir. Elbette bu mümkün değildir ama soyut kütle için daha da ötesi mümkündür. Çünkü Takyonlar, sıfırdan da küçük atalet kütlesi sahibidirler.

Kimi ışık hızıyla şartlanmış yazar “Uzayı yürütmek” ile eş anlamda olan bir Transmitter (İleteç) düşünmüşlerdir. (Bu zaman-mekân aletinin, içine girince ötede başka bir uzaydan çıkıyorsunuz.) Oysa bir doğal yapı zaten “Tünel transmisson” olayı olarak vardır. (Daha sonra göreceğimiz Worm Hole hemzemin geçitleri, köprüleri, tünelleri vb.)

Çabuk giden bir araçta, yavaş gidene nazaran, zamanın daha yavaş geçeceği günümüzde hassas ölçümlerle doğrulanmıştır. Işık hızının %87 kadarıyla gitmeyi başaracağımız bir iyon motorlu rokette, astronotların zamanı yerdekilerden 2 kez yavaş akacaktır. Işık hızının %99’unda giden bir foton roketinde ise bir yıla karşılık, dünyada on yıl geçecektir; Zaman on kez yavaşlayacak, dünyanın bir yılına karşılık roketle bir ay geçecektir. Uzay yolcusu yurduna dönecek, fakat asla kendi çağına dönemeyecektir. Çünkü 14 yıl sonra dünyaya döndüğünde dünyada bir YÜZYIL geçmiş olacaktır. Işık hızının ondalıklarına

Page 169: 97349158-ArzArs-Mirac-1

tırmandığımızda bu bir saatin karşılığında 18 yıl geçecektir. Tırmanış sürdükçe de karadeliklerde göreceğimiz gibi bir saate karşılık yüzyıl, binyıl, milyon ve milyar yıl geçecektir. Bir güne karşılık bin yıl ise “DİN” kaynaklıdır: (İkinci cildimize bakınız.)

Bu konuda Dr. Isaac Asimov’un popüler bir makalesinden bir kısım pasajları aynen örnek verebiliriz:

KESİM-27

Uzay-Üstü-Uzay

Işık hızı açmazı nedeniyle daha başka çıkış yolları arayan, Kurgu bilimcilere ışık tutan Dr. Isaac Asimov’un popüler bir makalesinden bir kısım pasajları aynen örnek verebiliriz:

“Çok daha yaygın olan bir bilim-roman aracı da, bir cismin tüm evrenin dışına çıkmasını düşünmektir. Bunun ne demek olduğunu anlayabilmek için, basit bir benzetme yapalım: bir kimsenin çok engebeli dağlık, uçurumlar, iniş-çıkışlar, deli akan girdaplı ırmaklar vs. ile dolu bir arazide yaya olarak ilerlemeğe savaştığını düşünelim. Bir kimse, günde iki milden fazla yol almanın olanak dışı olduğunu pekâlâ ileri sürebilir. Eğer bu kimse ilerlemenin yol almanın, aklın alabileceği tek yönteminin karadan gitmek olduğunu düşünecek kadar, oldum olası hep kara yoluyla ilerleme konusuna saplanmış ise, günde iki millik bir hız sınırının doğal bir kanun olduğuna ve bu hızın her türlü koşul altında erişilebilecek en son hız olduğuna pekâlâ inanmış olabilir.

Peki, ama jet uçağı ya da roket ile olmasa bile, balon gibi basit bir araçl seyahat ederse ne olur? O zaman iki millik bir uzaklığı, altındaki arazi ne kadar çetin ve engebeli olursa olsun, bir saatte ya da daha az zamanda kolaylıkla aşabilir. Balona binmekle, bu kimse, kendi düşüncesine göre en son hız sınırı kuralına bağlı olan “Evrenin” dışına çıkmış olmaktadır. Veya boyut terimi ile söylemek gerekirse, bu kimse, bir yüzey üzerinde iki boyutlu bir ortam için hız sınırının ne olduğu kuralını ortaya çıkarmış, fakat bu hız sınırı, bir balon aracılığı ile üç boyutlu bir ortamda yapılan hareket için geçerli olmamıştır.

Buna benzer olarak Einstein‘ın hız sınırının, yalnız bizim evren için geçerli olduğu düşünülebilir. Bu durumda, örneğimizdeki balonumuzun arazi yüzeyi dışına çıkışı gibi, biz de uzayımızın dışındaki bir ortama girebilseydik ne olurdu? Uzayın dışında böyle bir ortamda, yani “Uzay-ötesi” (Hyperspace) denilen yerde belki de hiçbir hızın sınırı yoktur. Uygun biçimde enerji kullanarak, ne kadar muazzam olursa olsun, istediğiniz her hızda hareket edebilirdiniz: ve belki de birkaç saniyede, olağan yöntemlerle ancak iki yüzyılda gidilebilecek bir noktada tekrar normal uzaya dönebilirdiniz.

Uzay-ötesi, ister açık seçik açıklanan, isterse sessiz sedasız kabul edilen biçimde, birkaç on-yıldır bilim-roman yazarlarının dağarcıklarında sermayenin bir parçası olagelmiştir.”

“Ölüm denen yeni bir tür sona ulaşma ”fenomeni bu tünel tarafından yutulmak (Ütülmek) olayıdır. Tünelin normal olarak, bir girişi gibi bir çıkışı olduğunu ve öteki paralel evrenlere açıldığını birçok kez yinelemiştik. Fakat bir varlığın “Tünel” yutacak bir şey bulamazsa

Page 170: 97349158-ArzArs-Mirac-1

kendi girişini (Karadelik kapısı) ile çıkışını (Akdelik kapısı da ÖLÜM, KIYAMET, RADYOAKTİF BOZUNMA ve özel olaylardaki gibi) imha edilebiliyor. Örneğin, Kuantum teoremi belirsizlik ilkesinin bildirdiği tünel süreci, bir radyoaktif elementin iki atomundan birine uzanır ve onu yutar. Böylece radyoaktif maddenin ağırlığı yarıya iner (Yarılanma süreci ya da yarı-ömür kavramı fiziksel bir gerçektir.)

Bir Yıldız da ömrünün sonuna geldiğinde süpernova ile ortaya çıkan tünel ona uzanır ve cisim karadeliğe dönüşüp, kendi kendini yutar, yok olur.

Daha büyük perspektifle, bir galaksi de böylece kendi merkezindeki dev karadeliği tarafından yutulur. En sonunda da evren kendine yutulur. Kıyametin olmayacağını var sayarsak, evren (On rakamının yanına konup da okunacak 1027 sıfır kadar) uzun yıllar sonra evren, hiçbir kuant kalmayacak biçimde buz tutmuş olacaktır. “Buz tutması” ise bütün kuantların SÖNMESİ demek olan mutlak soğuk dereceye ulaşmaktır. Evren, “Mutlak soğuk” derecede durunca kalan tek sıcak nesne “Karadelikler” olacaktır. Karadelikler o güne kadar çevrelerinden sıcağı almaktaydılar. Termodinamik yasalarına göre ısı akımı sıcak uçtan soğuk uca tek yönlüdür. Evren buz tutunca, karadelikler yutmak alışkanlığından vazgeçerek yuttuklarını kusmak zorunda kalacaklar ve bütün bu sızıntılar sonucu buharlaşma bitince de patlayarak açılacaklardır.

İşte bu patlamaya “Tünelin Karadeliği yok etme” yasası dönmektedir. Yani 10¹º²⁷ yıl sonra bile karadelik süpernovası olan HYPERNOVA vardır ki, bizzat tünel kendi kapısını yok etmektedir. Böylece karadeliğin kapısı örtülmüş olacak, tünel giriş-çıkışı temelli kapanacaktır. Tünelde hapis olan birisi ise artık, paralel evrenlere çıkamaz, bunun yerine SONSUZLUK KULESİ’ne yani “YUKARI KATLARA” çıkacaktır.

Tünelin bir çıkışı olmaması demek yuttuklarını YANLAMASINA (Afakî) olarak evrenler arasında değiş-tokuş kanalını kaybetmesi demektir. ÇEVRESEL UZAYDA hiçbir çıkış olmayan tutsak cisimleri, bu kez tünel (Yatay dış uzay yerine) ÇAP doğrultusunda yer alan YUKARI asansörüne nakleder. Böylece cisimler artık TÜNEL içinde kalabilecek şarta ulaşmış olurlar.

Tünelin DİKEY olması onun Afakî değil Enfüsi Şakuli=Dikey tanımını yani ÇAP kavramını da sunmaktır. Bildiğimiz aktüel evren, ÇEVRESEL (Felek) bir evrendir, yuvarlaktır, küreseldir. Fakat bu kürenin içindeki ve Feleğe (Dairesine) her noktada DİK gelen ÇAP ise İÇ UZAY’dır. İşte bu ÇAP, KUTURDUR. Yatay olarak aşağıda bildiğimiz gökler ve buna dik olarak KUTUR=İÇ UZAY ÇAPINDA âlemler (İç uzay) bulunmaktadır.

Bir tünel, çıkışlarını kapamışsa, (Örneğimizdeki üzüm tanesi koparılmışsa) artık TÜNELİN BİR GİRİŞ VE ÇIKIŞI YOKTUR. Çünkü varlık ortada yoktur, ne doğduğu için doğması gerekmektedir ne de öldüğü için bir daha ölmesi gerekmemektedir. O zaman asıl doğduğu (BERZAH) ve asıl öldüğü (Kıyamet) evrene gidecektir. İşte bu da ayetteki “İki kez doğmak, iki kez ölmek” sırrındandır.

Tünelin giriş çıkışı iptal olunca, varlığı rızıklandırmak, ruh olarak üflemek ve KABZ ederek öldürmek görevi bitmiş olur. Tünel, toplu KADERİN, zaman impulsları içinde KAZA edilmesini sağlamakla yükümlüdür. Rızk ve sayılı nefesi verip, bağlantı kablosu olarak uzandığı Süper Uzay’a (Misal âlemine) geri döner. İçindeki hapis varlık için artık orada bir “Kabir hayatı” (Bir canlı rüya ya da kâbus) başlar.

Page 171: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Eğer, bir karadelikten girseydik ve (Tesadüfen) o tünel, aynı anda karadelik ve Akdelik giriş-çıkışlarını İMHA etseydi, o zaman başka bir paralel evrene değil; bütün paralel evrenlerin üst katındaki SÜPER UZAY’a yani salt beşinci boyuta çıkardık.

Basit bir örnekle “Baloncu”nun başına gelenler, karmaşık bir astrofizik gereği bizim başımıza gelmiştir. Baloncunun göğe çıkması neyse, birinin SÜPER UZAY’a çıkması ve bütün evrenlere “YUKARIDAN BAKMASI” da odur.

Genelde bu Süper Uzay’a psişik içdünyamızda ve düşlerimizde, düşüncelerimizde aşinayız. Uyku ve uyanık uyku (Hipnoz gibi) kendimizden geçme (Bayılma, komaya girme) gibi geçici, girgin kısa kalıcılığımız, teğet olarak etkileşimlerimiz de vardır. Bunun yanında Mi’rac, Mükaşefe, Tayyı mekân Teleportation, viloction vb.) gibi paranormal hallerde de türlü kerametlere tanık olabiliriz. Zikir, yakaza gibi yüksek şuur halleri ile daha da yükseliriz. (Piri Reis haritaları gibi.)

Ölümle Süper Uzay’ın temelli malı olarak kalabileceğimiz gibi, Mi’rac imtiyazıyla da Resulullah’ın MADDİ BEDENİ İLE KEŞFETMESİ ÖRNEĞİNİ DE bir özel durum sayabiliyoruz. Tünellerin atası, bileşkesi, tümevarımı ise SUR BORUSU (Corn Hole) denen BERZAH ALEMİ’dir.

KESİM-28

Başlangıcın SonuSonun Başlangıcı

Rabbin katlarına ve Arş’ına giden yollar o kadar azametlidir ki, zaman dev boyutlara ulaşır. Bir saniyenin 60 milyonda-biri zamanda kaldığımız tünel süreci( Bir günün tutarı olan 86.164 saniyenin de 366.000 katına ulaşan) bir zamana büyür. Bu kozmik tünelde kalma süresi dünya hesabıyla 50 bin yıl ve kozmik zaman olarak BİR GÜNLÜK “Yükseliştir.”

Saniyenin 60 milyonda biri zamanda buradaki bir paralel evrenden trilyarlarca yıl ötedeki bir başka paralel evrene geçebiliyoruz. Eğer, biz bu kadar kısa bir tünel zamanı yerine, BİR GÜNDE tünel boyunca yol alsaydık, inanılmaz bir ARŞ yüksekliğine (Mi’rac yolu) tanık olacaktık. İşte bu “Mİ’RAC” tünelidir. Diğeri de “Sur Borusu”dur ki, biri 1000 yıl, diğeri 50.000 yıla eşdeğer “BİR GÜNLÜK” yolculuk ortamıdır.

Rabbin huzuruna (Arş’ına) giden yükseklikler için türlü hız fazları ve türlü sema (Uzay) kapıları (Karadelik-Akdelik geçişleri) bildirilmiştir. Bu kapıların da göklerin direği gibi görünmez olduğu hem ayetlerde hem de hadislerde bildirilmektedir ki, yeri geldikçe değineceğiz.

Yine ileride ele alacağımız, bütün tünellerin açıldığı bir ana tünel (Sur borusu=Berzah âlemi=Horn Hole) bulunmaktadır. İşte bu tünel içinde geçen süre bir gün ise, bunun dünyadaki karşılığı 50.000 yıl (Yaklaşık 18.250.000.000 gündür.

Page 172: 97349158-ArzArs-Mirac-1

(*) Ahretteki geçen bir gün, dünyadaki bin yıl ila elli bin yıl kadardır. Bu arada ışık hızının 365.000 ila 19.000.000 katı bir çift standart takvim olduğunu göstermektedir. Özellikle zamanın bu uzunluğu, bekleme azabı içindir. Sabırlı olan için bu zaman çok kısa gelecektir. Örneğin Resulullah 50.000 yıldan fazla Mi’rac edip, 100.000 yıl sonra döndüğünde henüz “YATAĞI SOĞUMAMIŞ”tı.

Evren, paralel evrenler ve her şey, sadece KAİNAT’tır. Kâinat tek bir bütündür. Yani, sonsuz sayfası olan bir kitap gibidir. Sayfalar birbirine dikgendir.

Bütün âlemler (Paralel evrenler) ise bir uzaya sahiptir. Sema=Gök tercümesi artık bu düzeyde yavan gelmektedir. Çünkü yüce katlar SEMA=UZAY ile özdeştir. Fakat bu uzaylar yine de YEDİ GÖK olup, bunu rezerv ve kabuk olan 8. ile 9. gökler kuşatmaktadır. İşte burası bir sonsuzluk kulesinin ZEMİN katı, girişi antresidir. Asıl olan sonsuzluk kulesinin katlarıdır. Öğretimiz boyunca ilk kat olan Süper Uzay’a yani Misal âleminin asma katı olan “SULTAN ALEM”e sonra “Mutlak Misal Âlemi” olan HYPER UZAY’a çıkacağız ve bu katların bilimsel incelenmesini sürdüreceğiz.

Arş’tan ALLAH’a isimli bu bandımız 3 cilt olup, gelecek ciltte de Rölativite ve Karadelik-Akdelik-Tünel-Süper Uzay-10 boyutlu kuantum teoremi yanında Misal âlemlerine ulaşacağız.

ARZ’DAN ARŞ’A Mİ’RAC

BİRİNCİ CİLDİN SONU

(Dizinin üçüncü kitabının sonu)

Page 173: 97349158-ArzArs-Mirac-1

FİHRİST

ARZ’dan ARŞ’a

Mİ’RAC

BİRİNCİ CİLT FİHRİSTİ

Sunuş

İlksöz

BİRİNCİ BÖLÜM

(Bilim ve İman)

Kesim 1 Niçin Bilim?

Kesim 2 Bilim imana getirir.

Kesim 3 Bilim Allah delilleridir.

Kesim 4 “Hiç bilimsiz Kur’an olur mu?”

Kesim 5 Yeryüzü halifesi

Kesim 6 Genişleyen çember

İKİNCİ BÖLÜM

(Arz’dan Yakın Semalara…)

İleri Bilgiler 1 Cifir ve uzay fethi

İleri Bilgiler 2 Cifir ve Yasin

İleri Bilgiler 3 Yasin ve uzaysal cifiri

İleri Bilgiler 4 Gece ayetinin mahvı

İleri Bilgiler 5 Kur’an’ın kalbindeki uzay

İleri Bilgiler 6 Hz. Nuh transatlantiği gündemde

Kriptolojik Bilgiler A Ateşten, nurdan gemiler

İleri Bilgiler 7 Yasin tecelli ediyor

İleri Bilgiler 8 Havacılık Endüstrisi için Kur’an emri

Kriptolojik Bilgiler B Cifire örnekler

Page 174: 97349158-ArzArs-Mirac-1

İleri Bilgiler 9 İlk hava yolları

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

(Güç ve kuvvet atmaktadır)

İleri Bilgiler 10 Ok, yaydan çıkıyor.

İleri Bilgiler 11 “Güç ve kuvvet atmaktadır.”

İleri Bilgiler 12 Sultan güçler

Kriptolojik Bilgiler C Rahman ve atmosfer

İleri Bilgiler 13 Atmosfer ve katmanları

İleri Bilgiler 14 Sultan güç, sultan kuvvet

İleri Bilgiler 15 Yasin’in kalbindeki astronomisi

İleri Bilgiler 16 Astronota “Yasin” güvencesi

Kriptolojik Bilgiler D Cifir ile mükaşefe

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

(Ay’da okunan Kur’an)

İleri Bilgiler 18 İnşikak ve uzayın fethi

İleri Bilgiler 19 “Şafak”

İleri Bilgiler 20 “Gecenin vesak’ı/Ay’ın ittesakı”

İleri Bilgiler 21 “Tabakadan tabakaya…”

İleri Bilgiler 22 “Ay’ın keşfi, kesfi ve sakkı”

İleri Bilgiler 23 Uzaya ilk gidecekler Müslümanlar olmayacaklardır.

İleri Bilgiler 24 Gerçekleşen öngörüm

İleri Bilgiler 25 Uzayda kılınan bayram namazı

İleri Bilgiler 26 Yasin ve İnşikak “Uzay yerleşimidir”

BEŞİNCİ BÖLÜM

(7 Yer Kuşağı)

Kesim 7 “Aşağı gök”

Kesim 8 Genişleyen evren

Page 175: 97349158-ArzArs-Mirac-1

İleri Bilgiler 27 7 gök/7 yer sistematiği

İleri Bilgiler 28 Atom ölçeğinde 7 yer sistematiği

İleri Bilgiler 29 Arz’ın 7 katmanı

İleri Bilgiler 30 7 Cehennem tabakası

İleri Bilgiler 31 Gökyüzündeki 7 yeryüzü

ALTINCI BÖLÜM

(7 Gök Kuşağı)

Kesim 9 Birinci gök: Cevvissema

Kesim 10 Güneş’in keşfi

Kesim 11 Ay’ın keşfi

Kesim 12 Anaforların tavafı

Kesim 13 7 Gök tayfı

Kesim 14 Kur’an’daki Gök Mekaniği mucizesi

Kesim 15 Göklerin direği çevresinde saf ve tavaf

Kesim 16 Gözler ve gökler

Kesim 17 Yumurta çatlıyor

Kesim 18 Eksen mili

Kesim 19 Tevazün=Denge

Kesim 20 Tavaf=Anafor

Kesim 21 Evrenin rotasyonu

Kesim 22 “Ufuklardaki Kudret”

YEDİNCİ BÖLÜM

(İğneyle Kuyu Kazmak)

Kesim 23 Zamanla yarışa kalkışmak

Kesim 24 Aktârıssemâvât=Uzay-zaman çizgileri

Kesim 25 Yeni “Sultan güçler” peşinde

Kesim 26 Zaman şartlanması

Kesim 27 Uzay-üstü-uzay

Kesim 28 Başlangıcın sonu; sonun başlangıcı

Page 176: 97349158-ArzArs-Mirac-1

Hans von Äiberg

* YASİN ÖLÜLERE Mİ OKUNUR; ASTRONOTLARIN DUASI MIDIR?

* İNŞİKAK SURESİ: HAVACILIK VE UZAY ENDÜSTRİSİ

* HZ. NUH’UN TRANSATLANTİGİ, HZ. SÜLEYMAN’IN İLK HAVA YOLLARI

* AY‘DA OKUNAN KUR’AN, EZAN, UZAYDA NAMAZ

* OZON YIRTIĞI VE MANYETİK ZIRHIMIZ

* 7 YER KUŞAĞI, YER ALTI DÜNYALARI, KAF DAĞLARI

* “GÜÇ VE KUVVET ARTMAKTADIR” HADİSİ VE ROKET

* 7 GÖK VE GÖRÜNMEYEN DİREKLERİ

* SAF TUTUP, TAVAF YAPAN ANAFORLAR, GEZEGENLER