42 07 temmuz
DESCRIPTION
Marmara Üniversitesi Bilim-Kurgu ve Fantezi Kulübü tarafından hazırlanan ve yayınlanan '42' adlı alt-kültür dergisiTRANSCRIPT
Up the irons!
42'nin 7. sayısına hoşgeldin. Bu ay da size yazın sıcağında çok iyi gidecek, soğuk ve egzotik içecekler gibi bir dergi
hazırladık.
Öncelikle, bu ayki kapak konumuzdan bahsetmek istiyoruz. Genelde hep metal müzik ağırlıklı incelemeler
yaptığımız için eleştiriliyoruz, ve bu ay diğer aylardan da daha metal ağırlıklı bir dergi oldu. Ancak, haklı
sebeplerimiz var, çünkü yakın zamanda -26 Temmuz'da- Iron Maiden efsane bir tur ile kendisine yakışır bir yerde
epik bir konser verecek ve biz de dahil bir çok kişinin unutamayacağı bir tecrübe olacak. İş bu dosya konumuz da,
hala gitsem mi gitmesem mi diye düşünen arkadaşlarımızı gaza getirmek için yazılmıştır. Olur da headbang
partneri arıyorsanız, Facebook'taki grubumuzdan irtibata geçebilirsiniz. Sonuçta, ne kadar kalabalık o kadar iyi :)
Geçtiğimiz şubat ayı dergimizi okuyanlar hatırlayacaklardır belki, tabi eğer editörden kısmına ilgi gösteriyorlarsa.
O zamanlar bir Minecraft server'ı açmıştık, bir süre komün toplumumuzla devam ettikten sonra, PvP'nin açılması
ve Faction sisteminin gelmesinden kısa bir süre sonra toplumsal bir çökme yaşamıştık. Şimdi komün yaşama
tekrar başladık, ve güzel güzel yaşıyoruz. Biriken stresimizi de arena ve ara sıra düzenlediğimiz oyunlarda
atıyoruz. Server whitelist'li, dolayısıyla girmeden önce Facebook grubumuza girip oradan belirtmeniz gerekiyor
nick'inizi, grup adresimiz de hemen aşağıda.
Dergi ile ilgili geribildirimlerinizi, @mubkfk twitter adresinden, facebook grubumuzdan ya da
[email protected] adresine mail atarak gönderebilirsiniz.
Hepinize iyi okumalar,
Stay steel…
Minecraft Grubumuz: https://www.facebook.com/groups/437609839646075/
Facebook Sayfamız: http://www.facebook.com/mu.bkfk
Facebook Grubumuz: http://www.facebook.com/groups/marmara.bkfk/
Twitter Profilimiz: https://twitter.com/mubkfk
Aykut&Çağlar
İÇİNDEKİLER
Sayfa 5 – Borderlands
Sayfa 9 – Deadlight
Sayfa 12 – Final Fantasy A Realm Reborn
Sayfa 14 – Borderlands 2 Karakter Rehberi
Sayfa 20 – Iron Maiden
Sayfa 28 – Megadeth
Sayfa 29 – Children Of Bodom
Sayfa 31 – Earth One
Sayfa 34 – Fatale
Sayfa 35 – Rebel Blood
Sayfa 37 – Moonrise Kingdom
Sayfa 38 – Oblivion
Sayfa 40 – Macera Oyunları I - Ron Gilbert
Oyun
Wub Wub Wub!
Borderlands’i ilk bitirdiğimizde(evet ilk oyunun
sonundaki o müthiş hayal kırıklığından bahsediyorum)
42 editörü Aykut Kekeç’in “Nasıl yani? Bitti mi? E?
Ama? Vault?” diyişini asla unutmayacağım. Tüm o
silahlar, tüm o oyunun harika atmosferi bizi “Nasıl
lan?!” demekten öteye götürmeyen bir sonla dumura
uğratmıştı. Oyun genel olarak inanılmaz başarılıydı
ancak eksikleri de vardı… Derinliği olan karakterler
görememiştim, bazı sınıfların oyuna çok düzensiz bir
şekilde dahil olduklarına şahit olmuştum. Ah be abi
keşke oyunda şu şu da olsaydı dediğim çok anlar
olmuştu. Ve sonra geçen sene çıkan bir fragman tüm
‘keşke’lerimizin duyulduğunu ve giderildiğini bize
haber veriyordu. Bahsettiğim fragman: ‘Borderlands 2
Doomsday’. Sanırım benim en çok sevdiğim oyun
fragmanı bu oldu. Dubstep’in etkisi var mı bilmiyorum
(Deadpool! Bang! Babes! Mayhem! Bzzz wubwub)
Yakışıklı adamdan korkacaksın
Evet artık incelememize başlayalım. Kısaca özetlersek;
ilk oyundaki Vault olayından sonra Pandora etkilenmiş
ve değişim geçirmeye başlamıştır. Bu değişimlerden
en önemlisi Vault açıldıktan hemen sonra Pandora’da
çıkmaya başlayan Eridium adlı büyük potansiyellere
sahip bir hammadde. Tabi bu zengin hammadde
kaynağı ilk oyundan da tanıdığımız bir şirket olan
Hyperion’ın ilgisini çekmiş, Hyperion’ın Pandora’nın
yörüngesine devasa bir uydu kurmasına sebep
olmuştur. Yakışıklı abimiz Hyperion CEO’su Handsome
Jack de bu zenginlikten nasibini almış, kendisini
diktatör ilan etmiş, bir önceki oyunun kahramanının
kendisi olduğunu iddia etmektedir. Tabi bu abimiz
psikopatın en önde gideni bir kişilik olduğundan gelen
Vault avcılarına karşı bir garezi var. Bizden önceki
avcılara yaptığını bize yapamayınca da Pandora
üzerindeki maceramız başlıyor.
Söylemeden geçmeyelim ilk oyundaki gibi bu oyunda
da bizi geveze dostumuz CL4-TP , biz onu Clap-trap
adıyla tanıyoruz, karşılıyor. Bu oyunda daha çok
karşılaştığımız Claptrap’in ilk oyuna göre aşırı
derecede fazla konuştuğunu söyleyebilirim ancak
genellikle güldürdüğü için problem yaratmıyor
Gelelim seçilebilir karakterlerimize…bir sonraki yazıda
yetenek ağaçlarını detaylı olarak açıklayacağım
karakterlere yine de bir göz atalım(Şimdilik sadece ilk
sürümdeki 4 karaktere bakacağız. Mechromancer ve
Krieg Build’leri bir sonraki ayda inşallah ). Bu
oyundaki karakterlerimizin hepsi yeni. Yani Lilith,
Mordecai, Roland veBrick bu oyunda yok. Yani aslında
var ancak bu kez karşımıza Npc olarak çıkacaklar. Yeni
karakterlerimize gelirsek Commando Axton ortaya
otomatik kurulabilen bir makineli tüfek atarak bize ilk
oyundaki Roland’ı hatırlatıyor. Ancak Axton’ın
makineli tüfeği daha kapsamlı yani daha farklı tarzda
oynanış sunabiliyor. Mordecai ‘nin yerine gelen Zer0
tam bir suikastçi. İsterseniz sniper tüfeğinizle
‘headsh0t’ peşinde koşun, isterseniz Zer0’nun
yeteneği olan hologram ile hedef şaşırtıp yakın
mesafeden avlayın. Pandora üzerindeki tek taş
hatunlar olan Siren’lardan birini oynama şansına bu
oyunda da sahibiz. Maya isimli bu güzel Siren ablamız
ilk oyundaki Lilith’ten farklı olarak bir rakibi bir
süreliğine başka bir boyuta hapsetmeyi sağlayan
‘PhaseLock’ yeteneğine sahip. Duyurulduğunda bayağı
şaşırdığım ve coşku naraları attığım karakterimiz ise:
Salvador. Gunzerker adı verilen bu sınıfımızın yeteneği
belli bir süre için envanterinizdeki 2. silahı da eline alıp
2 silahı birden kullanması. Ne olduğunun önemi yok.
İki elinize birden hafif makinalı alıp orta mesafeden
element efektleri yağdırabilir ya da isterseniz
Borderlands’in fazla güçlü raid boss’larına
(Terramorphous the Invincible… isme bak!) karşı çift
roketatar deneyebilirsiniz
Bazilyon silah 12 kapasite Borderlands’in en başarılı olduğu ve göze çarptığı
nokta tabi ki de silahlar ve çeşitliliği. İlk oyunda
sunulan çeşitlik dürüst olmak gerekirse ,unique ve
legendary silahlar dışında, oldukça yüzeyseldi. Evet
isim olarak birbirlerinden farklıydılar ama sundukları
farklılık sadece daha koyu renk, daha uzun namlu ya
da daha yüksek hasar gibi çok fark yaratmayan
öğelerdi. Bundan pek çok kişi rahatsız olmuştur
tahmin ediyorum ki. Ancak bu oyunda böyle bir
sıkıntımız yok. Yani öyle farklı silahlar öyle farklı
bomba modları veya kalkanlar var ki. Kimi kalkanlar
belirli elementlere bağışıklık kazandırıyor, kimisi size
gelen mermilerden bazılarını envanterinize ekliyor
kimisi ise tamamen tükendiğinde melee atağınıza
ekstra hasar sağlıyor. Bombalar da aynı şekilde.
Bazıları direk patlıyor, bazıları patlamadan önce
yakındakileri kendine çekiyor, bazıları ise daha küçük
bombalara bölünüyorlar.
Asıl farklılık yaratan silahlara gelirsek… Önceki
oyundaki silah markalarının çoğu bu oyunda da
duruyor. Ancak farklılık olarak silahların çoğuna ikincil
bir özellik verilmiş. Örneğin, Tediore marka silahlar
şarjör doldururken el bombası gibi patlıyor. Dahl,
yakınlaştırdığınızda daha hızlı ateş ediyor. Jakops, siz
fareye ne kadar hızlı tıklarsanız o kadar hızlı ateş
ediyor… Gibi … Element efektleri bu oyunda yine var.
Tabi bazı değişikliklerle birlikte. Yeni bir element efekti
olan ‘Slag’ düşmana zarar vermektense slag dışındaki
tüm hasarları daha da arttırıyor. Artık patlama efekti
sadece Torgue marka silahlarda var. Kalkanlı
düşmanlara en etkili element elektrik iken zırhlılara
asit, herhangi bir koruma kullanmayanlara ise alev.
Oyundaki element efektlerini kalkan,silah ve bomba
modları içerisindeki çeşitliliği övsem de envanterinizin
inanılmaz küçük olması oyunun başından sonuna
kadar tüm geliştirmelere rağmen başınızı ağrıtıyor.
Ben derim ki; Sanctuary isimli kasabadaki bankayı
satmaya atmaya kıyamadığınız silahlarınız için kullanın
Sanctuary demişken; Fast travel ünitesinin olduğu
yerde üzerinde kuru kafaların olduğu özel bir sandık
var. Bu sandığın olayı şu, belli bir anahtarla açılıyor ve
sadece mor renkte seviyenize göre silah düşüyor. Yani
işiniz tamamen şansa kalmış. Bu anahtarlardan sadece
bir tane elinizde var. Daha fazla anahtar elde etmenin
yolu ise yapımcılar tarafından internete verilen kodları
denemek. Twitter ya da Facebook üzerinden oluyor bu
daha çok.
Psycho musun evladım? Pandora çok ilginç bir gezegen sevgili dostlar. İlk
oyundan bu yana ise bırakın normalleşmeyi yerinde
dahi duramıyor. 3 tane cüceyi dev kalkanına bağlayan
mı dersiniz, maskesini düşürdüğünüzde sinirden kafayı
yiyip kendi arkadaşlarına saldıran Goliath mı…
“Çeşitlilik sadece mühimmatlarda olacak değil ya”
diyip akıllarına ne kadar uçuk kaçık fikir varsa
yerleştirmişler. “Ride of The Valkyries” mırıldanan
buzzard’lara çok güldüm.
Pandora’ya hakim olan uçuk mizah havası benim için
her şeyden önemliydi . İlk oyunda var olan bu espri
anlayışı daha da ileriye götürülmüş. Tabi uçuk olan
sadece düşmanlarımız değil. Dostlarımızdan olan
Scooter’ın ablası Ellie, patlayıcı uzmanı ve durup
dururken bağırarak konuşmayı seven 13 yaşındaki
Tinny Tina ve tabi bar
sahibi Moxxy(beybi!)
hepsi gerçekten
olağanüstü orijinal ve
uçuk karakterler. Oyun
içerisinde önemi olan
karakterleri ilk
gördüğünüzde çıkan
karakter introlarına
bayıldığımı itiraf
etmeliyim.
Görev sistemi her ne
kadar aynı gibi gözükse
de fark ettiğim bazı
farklılıklar var. Öncelikle
eski oyundaki gibi görevleri aramakta hiç
zorluk çekmiyorsunuz. Arayüzdeki
haritanızda olası görev yerleri belirli
oluyor gidip görevinizi alıyorsunuz.
Bunun sağladığı iki yarar var. 1.si görev
bulacağım diye harcadığınız saatlerinizi
artık oynanışa veriyorsunuz. 2.si ise her
görevin belirli bir hikayesi arkasındaki bir
fikri ve bir amacı var. ilk oyunda eksik
noktalardan biri buydu. Görevi
yapıyorduk ama niçin yaptığımız
yaptıktan sonra ne olacağı bir muamma
idi. Borderlands 2’de ise belli sayıda
nesne toplama görevlerinin bile bir hikayesi amacı var.
Bu oldukça hoş bir artı. Fark ettiğim diğer bir farklılık
ise Borderlands 2’deki görev seviyeleri ilk oyuna göre
oldukça merhametli. İlk oyunda bir görevi
yapabilmeniz için bazen etrafa sataşıp seviye
atlamanız gerebiliyordu(bazen). Ancak 2. oyunda bunu
göremedim çünkü gerek yok. Görev sayısı ilkine oranla
o kadar çok ki oyun sizi görevsiz bırakmıyor.
Badass Rank adı altında toplanmış pek çok challenge
var sevgili dostlar. Bunları başardıkça Badass Rank
kazanacak ve belli bir seviyenin üstünde Badass Rank
kazandıysanız Badass Token sahibi olacaksınız. Bu
token’lar rastgele 5 değerinizden siz seçtiğiniz birine
yüzde 0.7 gibi küçük eklemeler yapabilecek. Ancak
dediğim gibi challengelar aşırı derecede çok ve
neredeyse yaptığınız her şey bir challenge’ın parçası
olduğundan eğer aynı şeye token harcarsanız +%15
gibi bir değer elde edebilirsiniz ki bu neredeyse bir skill
puanına eşit düzeyde bir getiri.
Borderlands 2 oynarken yapmanızı önerdiğim bir şey
var ki o da mümkün oldukça etrafa göz atmanız. Her
şeye bakın, her şeyi dinleyin, her şeyi okuyun.
Dinleyin, çünkü ses kayıtları ya size yeni bir görev
veriyor ya da bulduğunuz bölge hakkında size bir
şeyler anlatıyorlar.
Araç bakımından hayal kırıklığına uğradığımı itiraf
etmeliyim. İkinci oyunda sadece 1 tane yeni araç var.
Bir şey olacağı yok ama insan yine de uçan bir araç
bekliyor işte
Teknik detaylar Teknik detaylardan kastım ses ve görüntü olarak
Borderlands 2’nin bize sundukları… Sesten başlayacak
olursak; ilk oyun ile arasındaki fark inanılmaz.
Borderlands 1’de insan sesi duymaya hasret kalmış,
psycho’ların çığlıklarına maruz bırakılırken ikinci
oyunda var olan diyaloglar “Oh be!” dedirtir cinsten.
Sadece karakterlerin değil robotların, silahların
kısacası her şeyin sesi mükemmel. Görüntüye gelecek
olursak, Borderlands’in kendi çizim tarzını koruyan
grafikleri öyle ahım şahım bir görsel şov sunuyor
dersem yalan olur. Fakat bu demek değildir ki güzel
değil. Özellikle Phsyx efektlerinin kullanımı göze
gerçekten hoş geliyor. Yalnız burada bir parantez
açmak lazım genel manada en yüksek ayarda ve Phsyx
orta seviyede iken hiçbir problem yaşamazken Phsyx
yüksek seviyeye çıktığında oyunda inanılmaz donmalar
yaşadım ve evet ekran kartım Nvidia değil
Artıları;
Loot çılgınlığını bir üst seviyeye taşıyan
çeşitlilik
Farklı ve sürprizlerle dolu ana hikaye
Eski oyundan tanıdık yüzler
Sınıfların yetenekleri
Eksileri;
Araç sayısı çok az
Loot olayı biraz dengesiz( Zero karakterimle
16 lvl’a kadar 3 legendary düşmüş olmasına
ragmen 32 lvl Siren ancak mor takılabildi)
Borderlands 2 mükemmel bir oyun Vault avcıları.
Sadece özellik değil tip olarak da birbirinden farklı
binlerce silah peşinde koşmak ve bu esnada harika bir
hikayeyi eski yüzlerle takip etmek inanın büyük bir
keyifti. Bittiğinde ise tek düşündüğüm bir daha
bitirmeliyim oldu. Multiplayer da cabası. Oynayın
oynatın. Meraklıları sınıflar hakkındaki yazıya
bekliyorum. Iyi oyunlar
Not: Steamde geçen haftalarda borderlands 2 fiyatı
29.99$ olarak yeniden belirlendi. Summer Sales’e
kadar beklemeyenlere 4lü paket öneriyorum
Faruk Yaylaz
Oyun
Aynı fikri farklı bir biçimde anlatmakmış
önemli olan…
Sizi bilmem ama ‘zombi’ kavramı bana o kadar normal
geliyor ki artık ‘Neymiş ölüymüş de…Sonra ayaklanıyormuş…
Bizi kovalıyormuş…BREH!’ tarzı bir yaklaşım edinmeme ramak
kaldı sevgili dostlar.(O değil de gezi parkındaki olayları bile
doğru dürüst veremeyen medyamız olası bir zombi istilasında
eden zombiler, ‘Şemsiye’nin altından çıkan zombiler , bir
mantar türü yüzünden zombileşmeye başlayan insanlar(Bir de
aşık olunca iyileşen zombiler var.AH! Vurmayın yav şaka
yaptım…Warm bodies…Öğk!) derken iş aldı başını gidiyor.
Peki neredeyse her türünü öğrendiğimiz bu zombi
kavramını sadece farklı bir şekilde işlerseniz başarılı
olabilir misiniz? Genellemeyelim ama…Deadlight olmuş…
Kimisi şu şekil dirilir kimisi bu şekil
dirilir…
Hikayemiz, Randall isimli bir park bekçisinin ‘shadows’
diye adlandırılan zombilerin istilası sırasında hayatta
kalma ve ailesine kavuşma mücadelesini anlatıyor.
Anlatımı ise kendi ağzından günlüğünü okuyarak sağlıyor.
Gölgelerden kaçarken anılarımızı kovalıyoruz.
Buraya kadar hiç mi hiç yabancı değil. Peki Deadlight farklılığı
ne ile sağlıyor? Şöyle ki; Deadlight 2 boyutlu bir side-
scroll,platform oyunu. Pardon daha doğrusu zombi temalı
side-
beni vuran kısmı işte bu farklılığı olmuştu. Tequila Works
çalışanlarını takdir etmekte fayda var. Genellikle farklı bir
oynanış sunan oyunlarda hikayenin yetersiz ya da geri planda
bırakılmasına sık sık şahit oluyoruz ancak Tequila Works bunu
uygulamayıp bize klişe gibi görünen bir hikayeyi; ilerledikçe,
Randall hafızalarını tazeledikçe ve günlüğümüzün kayıp
sayfalarını bölümlerdeki gizli yerlerde buldukça
derinleştirmeyi başarmış.
Naçizane tavsiyem oyuna
başlamadan önce ana menüden
“Randall’s Memories” başlığı
altından günlüğe biraz göz
atmanız. Oyun sizi istilanın patlak
verdiği anlarda oynattığı için
Randall’ın önceki hayatına hakim
olmak, oyunun derinleştirmekte
biraz geç kaldığı hikayesine
bağlanmakta size yardımcı olabilir.
Ben tek siz
hepiniz…(Öldü)
Biraz oynanıştan bahsedelim.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda
var. Siz teksiniz ve shadows
binlerce. Yani ortada durup da
zombi öldüreyim biraz diyorsanız
bayağı bir restart sizi bekliyor olacaktır. Ayrıca oyunda
gerçekçilik katan bir diğer unsur olarak da stamina barınız var.
Hızlı koşmak, tırmanmak, balta savurmak… Takdir edersiniz ki
kolay işler değil. Bu barınız tükendiğinde Randall nefes
almakta güçlük çekiyor ve öyle ağır işlere girişemiyor. Stamina
barınız için, canınızı doldurmaya yarayan ama yanınıza
alamadığınız yardım çantaları gibi bir olasılık da bulunmayınca
durup dinlenmek kalıyor geriye. Hele bir de önden ve arkadan
aynı anda gelen ‘shadow’lar uzuvlardan birini kesmeden
ölmeyince oyunumuz zombi öldürmeyi sadece gerçek manası
olan hayatta kalmak üzerine yoğunlaştırıyor. Oyunda bize
eşlik eden silah sayımız ise bir elin parmaklarını
tamamlayamıyor bile. Fakat bu, oyunun içinde geçtiği
bölümler düşünülünce pek bir mantıklı.
Platform öğelerinden bahsedecek olursak, düşünmeyi pek
gerektirecek bulmacalar bulamıyoruz Deadlight içerisinde…
Tırmanmak veya koşup zıplamaktan ibaret olan platform
öğelerimize elektriği kapatmak ya da yüzme bilmeyen Randall
abimiz boğulmasın diye ortamdaki suyu boşaltmak eşlik
ediyor… İnsan ‘Ah be abi birazcık bir bulmaca ekleseydiniz
fena mı olurdu?’ demekten kendini alamıyor.
Gelelim Deadlight’ın asıl başarılı olduğu yere: atmosfer.
Bölüm tasarımları o kadar harika ki bazı bölümlerde, özellikle
açık alanlarda, durup etrafı seyrettim. Çatılarda gezdiğimiz
bölümlerde arkada meydana gelen yıkılma ve patlamalar,
uzak kesimlerin o sisli ve bulanık görüntüsü, lağımlarda
mahsur kalan insanlarca yazıldıklarını düşündüğüm duvar
yazıları atmosfere o kadar iyi gidiyor ve sizi içine çekiyor ki
gözünüze batan veya az önce ölmenize sebep olan basit
hataları gözden kaçırıveriyorsunuz. Yalnızlık ve saniyeler
içerisinde can verebileceğiniz gerçeği etrafa o kadar güzel
yansıtılmış ki duvar yazıları veya yıkılmış bir elektrik direği ile
Deadlight sizi post-apokaliptik bir Seattle’a götürüyor.
Atmosfere bölüm tasarımlarından sonra en çok katkıda
bulunduğunu düşündüğüm özellik ise Deadlight’ın müzikleri;
yavaş ve boğuk… Oyuna başlamadan önce mutlaka bir menü
gezintisi yaparım. Ana menüdeki arkaplan ve fon müziği
oyuna başlamak için herhangi bir tuşa basmaktan bile
alıkoyuyor sizi. Tabi ki oyundaki ses ve müzik başarısı ana
menüyle sınırlı değil bütün bölümler için geçerli bir özellik bu.
Çizgi roman oynuyorum
Deadlight’ın güzel yanlarından bir diğeri de çizgi roman
havasındaki ara videoları. Bu videolar o kadar güzel ki, bir çizgi
romanın size hikayesini anlattığı izlenimine kapıldım pek çok
kez. Side-scroll bir oyuna müthiş grafikli 3d videolar koymak
çok abes kaçardı zaten. Hazır çizgi roman demişken
hikayedeki bazı küçük öğeler bana ‘Walking Dead’ dedirtti
birkaç kez. Peki napıyoruz? Mazur görüyoruz tabi ki.
Son olarak söylemek istediğim birkaç şey var ondan sonra sizi
rahat bırakacağım. Deadlight’ı bitirir bitirmez çok sinirliydim
açıkçası… Hayal kırıklığına uğramıştım çünkü takip ettiğim
beklediğim bir oyundu. Beklentim fazlaca büyüktü. Peki
neden bu kadar sinirlendim? İlk olarak oyun inanılmaz kısa.
5,5-6 saatlik bir oyun var karşımızda. Açıkçası daha uzun
süreceğini hayal etmiştim. Kızdığım diğer bir yön ise bazı
kontrol sıkıntıları ancak bu fazlaca sübjektif bir konu
olduğundan pek bahsetmeyeceğim. Deadlight başarılı bir
bağımsız oyun. Evet. Ancak şimdiki yerinden çok daha
yüksekte olabilirdi. Herkesin konuştuğu herkesin oynadığı bir
platform oyunu olabilirdi. Ancak bu, oldukça kısa oluşu ve
bazı diğer olumsuz yönleri yüzünden engellenmiş.
Oyun bitince açılan bela bir hardcore mod var. Kayıt
yapmadan oyunu bitirmeniz isteniyor. Yani 5,5 saat başından
sonunda ise farklı bir son bizi bekliyor ancak berbat bir son
olmuş.
Herşeye rağmen çok güzel bir oyun olmuş Deadlight. Bazıları
Klei Entertainment’tan Shank ile kıyaslamış. Çok yanlış bir
kıyas; Shank daha çok bir beat-um up oyunu olduğu için
aksiyon konusunda daha başarılı olduğu
doğrudur ancak Deadlight’ın bize vermek istediği oldukça
farklı ve bunu başarıyor da…
Artıları ;
• Zombi oyunlarına farklı bir oynanış getirmesi
• Müzik ve oyunun genel atmosferi
• Atmosfer ve ana fikre uygun bir hikaye
• Çizgi roman tadında ara sahneler
Eksileri ;
• Hikayenin derinleşmekte biraz gecikmesi
• Çok kısa oynanış süresi
• Bazı kontrol aksaklıkları
Minimum sistem gereksinimleri
işletim sistemi : Microsoft® Windows XP SP3 / Vista / 7
İşlemci : 2GHz+ or better
Ram : 2 GB
Ekran kartı : Shader model 3.0 support
DirectX®:9.0c
Bellek :5 GB
Ses:DirectX 9 uyumlu ses kartı
Faruk Yaylaz
Oyun
Konsollarda MMORPG Fantazisi
FF14(Final Fantasy 14)betasını duyduğum gün gerçekten
heyecanlandığımı hatırlıyorum. Bu heyecan konsollarda online oyun oynayacağım için değil PC’de FF serisinden bir oyun göreceğimiz içindi. Konsol oyuncusu olmayan bir çok oyuncunun içinde ukdedir FF serisi. Ne zaman o şahane teaserları görsem içimde bir burukluk olur. Bu ay ilk kez gene hayran kaldığım teaserla duyurulan bir FF oyununu oynama imkanı buldum. Hem de PC’de hem de online ! Ne yazık ki bu heyecanım fazla uzun sürmeyecekti.
Büyüleyici açılış Her zamanki gibi şahane bir teaserla karşıladı FF bizi. Server seçip karakter yaratma ekranına geldiğimde ise bu bölümde çok uzun süredir, bu kadar zaman harcayacağımı hiç düşünmemiştim. Şu ana kadar 2 online oyunda karakter yaratma ekranında bu kadar eğlenmişimdir. Biri Guild Wars 2 diğeri FF14. Çok ayrıntılı ve güzel bir karakter yaratma bölümü yapmışlar. Grafiklerin kalitesi de bunu pekiştirmiş. Animevari grafikler ile beraber çok güzel karakterler yaratabiliyorsunuz.
Karakter yaratma işimiz bittiğinde hikayenin başlangıç videosuyla beraber oyuna başlıyoruz. Ne yazık ki bu noktadan sonra eksiklikler göze batmaya başlıyor. Öncelikle oyun, sistem olarak çok sıradan. Klasik mmo sistemi olan 5 tane yaratık kes şuna bunu taşı, bu arkadaşa git konuş tarzından ekstra pek bir şey yok oyunda. Neverwinter’daki hikaye içeriğinden sonra biraz kuru geldi bu sistemle beraber hikayenin anlatımı da. Jrpg(Japon Rol Yapma Oyunu)lerde genellikle yavaş ilerleme oluyor. Oyunda diğer mmolardan biraz farklı olarak her oluşumun bir “Loncası” bulunuyor. Bu loncalara girerek kendimizi loncanın faaliyet
gösterdiği alanlarda geliştirebiliyoruz. Ayrıca özel görevleri de loncalardan alıyoruz.
Peki Nasıl Dövüşüyoruz? Dövüş sistemi basit kombolar üzerine kurulu. Başta eğlenceli gelse de 1-2 saat sonra aynı komboyu tekrar tekrar yapmak monotonlaşıp sıkıyor. Özellikle
kombolar fazla kısa ve çeşitli değil. Bunun sebebi ise oyunda az yetenek bulunması ve ayrıntılı bir yetenek ağacının bulunmaması. Kombolara örnek verecek olursak ilk mızrak atağından sonra 2. mızrak atağının gücü 2 katına çıkıyor.
Böylece bu 2 yeteneği sürekli üst üste kullanarak oynuyorsunuz. Yetenek ağacında belirli seviyelerde karaktere ekstra özellik ekleyen bir sistem var. Tüm oyuncuların aynı özellikleri aldığı ve yetenek sayısının da sınırlı olduğunu düşünürsek oyuncular arasında neredeyse hiç bir farklılık olmuyor karakter bazında.
Konsollarda MMO mu demiştik? Evet arkadaşlar Pc versiyonunu oynamama rağmen oyunda gamepad kontrolünü test etme imkanım oldu. Sağolsunlar çıkartmamışlar Pc sürümünden. Bence başarılı sayılabilecek bir iş çıkartmışlar kontrol açısından. Tabi oyunun içeriğinden kırpmışlar bunun için de. Yeteneklerin az olmasını ben gamepad kontrolüne bağlıyorum. Analog tuşları ile hareket edip kamerayı döndürürken yön tuşları ile hedef seçip üçgen, kare, x ve yuvarlak ile de etkileşime geçiyoruz. Daha önce oyunlarda Auto-Target(Otomatik Hedef Seçme) özelliğini sık kullanan oyuncular için gamepade alışması çok zor olmayacaktır. LT tuşuna basarak yetenek barımıza erişip yine üçgen, kare, x ve yuvarlak ve yön tuşu kombinasyonları ile yeteneklerimizi kullanıyoruz. Ben bir türlü ısınamadım gamepad kontörlüne, o akıcılığı yakalayamadım. Fakat PS3’de oynayacak arkadaşlar için sorun olacağını sanmıyorum.
Irklar ve Sınıflar
Oyunda 5 ırkımız var. Hyur, Erezen, Lalafell, Roegadyn ve Miqo'te. Hyur evrendeki insana benzeyen ırk. Erezenler elflere, Lalafelller Guild Wars’taki Asuralara, Roefadyn ise iri yapılı kuzeylilere benzemekte. Miqo’te yi ise kedimsi insana benzetebiliriz. Sınıf olarak 6 sınıf mevcut. Conjurer ve Thaumaturge büyücü sınıfları olarak karşımızda. Conjurer daha kontrol ve destek büyüleri ağırlıklı yeteneklere sahipken thramature ateş, buz ve yıldırım büyüleri ile hasara yoğunlaşmış durumda. Pugilist yakın dövüş ustası . Gladiator kılıç ve kalkan kullanıp tanklığımızı yapan sınıf. Marauder çift el balta kullanıcısı. Archer bildiğimiz okçu. Lancer ise mızrak kullanan savaşçı sınıfı. Açıkcası classlar arasında yetenek açısında da pek fazla fark yok. Bir tek conjurer ile Gladiatör biraz farklı gibi. Diğer sınıflar ise güç ver işlev olarak çok yakın yeteneklere sahip.
Oyun beta aşamasında olduğunu farz edersek bazı eklemelerle oyunu çıkaracaklarını düşünebiliriz. Umarım güzel eklemelerle satışa sunulur. Pc oyuncuları için MMO olarak tavsiye etmesem de FF evrenini merak edenler alabilirler.
Gökberk Düzgündikiş
Oyun
Borderlands 2 karakterlerinin hepsi harika öncelikle bunu
söylemeliyim. İlk oyuna göre oldukça eğlenceli ve farklı tarzda
buildler geliştirebilir yetenek ağacınızı istediğiniz zaman
sıfırlayabilir, bulduğunuz class modların tadını çıkarabilirsiniz.
Karakterlerin çoğu yeteneklerini denediğimden sizlere her
ağacın temelde nasıl bir oynanış sunduğunu, yeteneklerin en
etkili biçimde nasıl kullanılacağını elimden geldiğince
açıklamaya çalışacağım
Axton – Commando - Sabre Turret
En çok klasik fps oyuncularının alıştığı ve seçeceklerini
düşündüğüm karakter Axton. Level 5 olduğunuzda
açılan yetenek Axton’ın gözbebeği kurulabilen bir
makinalı tüfek. İlk başta 42 saniyelik bir geri sayımı
olan bu kurmalı tüfeği ihtiyacınız kalmadığında geri
alıp bu geri sayımı azaltabilirsiniz. Gelelim Axton’ın
yetenek ağaçlarına: Guerrilla, Gunpowder ve Survival. Guerrilla ağacı genel olarak Sabre Turretinize çalışan
ve sizi geri planda bırakan bir ağaç. Makinalı tüfeğiniz
rakipleri oyalarken ki Sentry yeteneğiyle makinalı
tüfeğinizin atış gücü ve sahada kalış süresi artacak bu
esnada bayağı bir hasar verecektir siz de geride kalan
ve sizinle ilgilenmeyen düşmanları haklayacaksınız. 16.
seviyede makinalı tüfeğinize roketatar takabilirsiniz.
Eğer bu şekilde ilerlemek hoşunuza gittiyse 31. seviye
sonunda ulaşabildiğiniz ‘double up’
yeteneğiyle makinalı tüfeğinize bir de slag silahı ekleyerek
düşmanlarınızı zayıflatacak ve onları Pandora’nın yüzeyinden
silmeyi daha kolay bir hale getireceksiniz. Bu ağacın
getirilerinden biri de el bombası kapasitenize +5 ekleyen
‘Granadier’ skilli. İncelememde bahsettiğim bölünenerek
patlayan el bombalarını kullandığınız zaman slag elementiyle
kaplanmış ve üzerlerine roket yağan düşmanlarınız pek fazla
dayanamayacaktır.
Eğer siz de Sabre Turret’i Axton kadar sevdiyseniz Guerrilla’da
oldukça eğleneceksiniz.
Gunpowder ağacımız adından da anlaşılacağı üzere daha çok
silahlarınıza hasar bonusu veren agresif bir ağaç. Özellikle
element etkileri bulundurmayan silahlarınıza Impact,
Battlefront ve Duty Calls adlı yetenekleriniz ile +%70’e varan
hasar bonuslarıyla oldukça size çalışan bir ağaç Gunpowder.
15. seviyede seçebildiğiniz Longbow Turret ile makineli
tüfeğinizi istediğiniz uzaklığa fırlatabilir makineli tüfeğiniz
kuruluyken alacağınız + %70 hasar bonusuyla uzaktan işinizi
halledebilirsiniz. Bu haliyle bile oldukça güzel bir build olan
gunpowder’ın dilerseniz daha alt seviyedeki temel
yeteneklerini kullanabilirsiniz ama “ben ağacın sonunu
görmek istiyorum” diyorsanız sizi Nuke ile tanıştıralım .
Doğru duydunuz. 31 level olduğunuzda elinizde istediğiniz
noktaya fırlatabileceğiniz bir atom bombası olacak.
Survival ise Axton’ın hayatta kalmasını sağlamaya yönelik bir
ağaç. Bu sebepten silahlarınıza veya el bombalarınıza bonus
almaktansa canınız ve kalkanınız bonuslardan faydalanıyor.
Healthy ve Preparation sırasıyla canınıza ve kalkanınıza
bonuslar sağlamakla kalmayıp, Preparation eğer kalkanınız
tamamen doluysa size ekstra can yenileme sağlıyor ki bu hızlı
dolan bir kalkan ile oldukça faydalı oluyor. Survival ile size etki
eden element etkilerini azaltabilir hatta Phalanx shield ile
makineli tüfeğinize ekstra bir kalkan açtırabilirsiniz. Mag lock
ile makineli tüfeğinizi duvar veya tavana kurabilirsiniz.
Survival ağacının sonunda ise size ikinci bir Sabre turret
veriliyor. Ancak dediğim gibi ne turretiniz ne de siz ofansif
manada bir bonus almadığınız için zor öldürüyor ama aynı
zamanda zor ölüyorsunuz. Zira tüm o can ve kalkan
bonuslarıyla 2 Sabre Turret’in açtığı iki ekstra kalkanın içinde
ölmek zor olsa gerek
Maya – Siren – Phaselock
İlk oyundaki siren Lilith ile oynanış tarzı oldukça farklı
Maya’nın. Lilith ile önceki oyunda element hasarları
üzerinden gidip Phasewalk yeteneğimiz ile yakınlaşarak
devasa hasarlar verebiliyorduk. Maya ile bu oldukça değişmiş
durumda. Maya’nın yeteneği olan Phaselock’ta rakibimizi
havaya kaldırıp belli bir süreliğine başka bir boyuta
hapsediyor ve etkisiz hale getiriyoruz. Tabi bu demek değil ki
biz zarar veremeyeceğiz Bilhassa bu yeteneğimiz fazla
güçlü ya da fazla büyük düşmanları etkisiz hale getirmek
yerine onlara büyük miktarda hasar uyguluyor. Gelelim
yetenek ağaçlarımıza Motion, Harmony ve Cataclysm…
Motion adından da anlaşılacağı üzere bizi sürekli hareket
halinde olmaya teşvik eden bir ağaç. Her ne kadar verdiği
silah hasar bonusu az olsa da asıl yeteneğiniz Phaselock
süresini ve geri sayım hızını arttırdığı için oynamakta büyük
keyif aldığım bir build idi. Bu ağaçta izleyeceğiniz mantıklı iki
yol var. İlki silah hasarı ve kalkan bonuslarının yanında Kinetic
Reflection ve Inertia yeteneklerini alarak en iyi defans etkili
bir hücumdur demek Çünkü 2 yeteneğiniz de düşman
öldürünce aktive olan yetenekler. İlki size gelen mermileri
sahiplerine geri gönderirken diğeri kalkanınızı daha hızlı
dolduruyor. Ağaç sonuna ulaşıp Thoughlock’ı aldığınızda ise
üzerinde Phaselock uyguladığınız düşman artık sizin için
savaşıyor. Bu yetenek her ne kadar yeteneğinizin süresini
arttırsa da artık daha çok bekliyorsunuz. Bir 2. yol ise
Suspension ve Sub-sequence alarak rakiplerinizi Phaselock
içine alıp öldürmek ve bu kilidin bir başka düşmanı içine alışını
izlemek olacaktır.
Gelelim daha çok co-op sırasında tutulacağını düşündüğüm
ağaç Harmony’ye. Bu ağaç daha çok takım arkadaşlarınızı
iyileştirmeye(ki yine onları vurarak ) ve düşen
arkadaşlarınız üzerinde Phaselock kullanarak onları direk
ayakları üzerine dikmek üzerine kurulu. Bu ağacın size
olan getirileri ise rakibinizi öldürdüğünüzde aktive olan
Life Tap ile ateş ettiğiniz her düşmandan can çalmak ya
da sürekli olarak canınızı yenilemek. Kısacası bu Harmony
ile psikopat bir hemşire olabiliyorsunuz(hehe ).
Maya’nın element hasar ve efektleri üzerine kurulu olan
ağacı Cataclysm ise sizleri elemental silahlar almaya
teşvik edecek,siz ise bol bol eriyen, yanan, çarpılan
düşmanlar göreceksiniz. Flicker olmazsa olmazımız. Chain
Reaction ileyse Phaselock altına aldığımız düşmana
verdiğimiz hasar %40’a varan bir olasılıkla yakındaki
başka bir düşmana sekecektir. Cataclysm adına güzel bir
class mod bulursanız ki bunlar yüksek ihtimalle Helios ve
Blight Phoenix yeteneklerine ekstra puanlar verecektir,
mutlaka deneyin derim. Açıklamam gerekirse Helios her
Phaselock kullandığınızda etrafa alev hasarı veren bir patlama
oluşturuyor. Blight Phoenix ise her düşmanı öldürdüğünüzde
kendi etrafınıza sürekli olarak asit ve alev hasarı vermenizi
sağlıyor. Açıkçası bu yeteneği pek beğenmemiştim. Heliostan
aldığım puanları Reaper’a verince kullanışlı buldum. Blight
Phoenixin canını azalttığı düşmanları Reaper yardımıyla daha
çabuk öldürebiliyorsunuz çünkü Reaper eğer düşmanın canı
yarıdan az ise size ekstra silah hasar bonusu veriyor
Salvador – Gunzerker – Gunzerking
İşte bu abimiz duyurulduğunda çılgın atmıştım ben. Kendisi
aslında fazla steroid kullanarak bu hale gelmiş bir cüce. Sınıf
isminin de ismini aldığı yeteneği Gunzerking, Salvadorun aynı
anda 2 silahı birden kullanmasını sağlıyor. Aktive olduğu anda
canının yarısı direk doluyor. Darbelere karşı ekstra direnç
kazanıyor ve sürekli olarak canı ve mühimmatı yenileniyor.
Ancak 2 roketatar kullanayım diyen uyanıklara bir haberimiz
var bu arkadaş Brick değil o yüzden roketler yenilenmiyor.
Daha çok tank olmaya meyilli steroid çuvalı Salvador’un
yetenek ağaçları ise şunlar: Gunlust, Rampage ve Brawn.
Gunlust biraz garip bir yetenek ağacı. Silahlarınıza direk bir
hasar bonusu vermiyor. Ancak silah değiştirme hızınızı, atış
hızınızı ve kritik hasarınızı arttıran yetenekler mevcut. Örneğin
Money Shot, şarjörünüzde kalan son merminin %400 hasar
vermesini sağlıyor. Ayrıca Gunzerking esnasında kullandığınız
silahların türlerine göre değişen bonuslar var. Her ne kadar
efektif gözükmese de Gunlust’ta takip edilecek basit 2 yol var
bana göre. İlki I’m Your Huckleberry, Divergent Likeness ve
Money Shot yeteneklerini alıp yüksek hasar verebilen pistoller
kullanmak. Divergent Likeness aynı silah tipi kullandığınızda
bonus hasar verirken farklı silahlar kullandığınızda bonus
isabet sağlıyor. Polis Akademisine selam çakarak beni
gülümseten yeteneğimiz ise tahmin edeceğiniz üzere
pistollere kıyak geçiyor. Money Shot da devreye girince
yüksek hasar güçlü bir silah (büyük ihtimal Atlas olacaktır) ile
oldukça efektif sonuçlar elde edebilirsiniz. Diğer bir yol ise
Quick Draw ve All I Need is One adlı yetenekleri alarak sürekli
silah değiştirerek saldırmak olacaktır. Ayrıca bu sürekli silah
değiştirme yoluna yardımcı olarak Auto-Load
almanızı öneririm. Bu yetenek her bir
düşman öldürdüğünüzde kullanmadığınız
her silahı otomatik olarak dolduruyor. R’yi
rulodan daha az kullanmayı hayal bile
etmezdim Gunlust sonunda bulunan No
Kill Like Overkill ise bayağı tartışmalara konu
olmuş bir yetenek. Çalışma prensibi kısacası
şöyle: bir düşmanı öldürürken verdiğinizde
hasardan, rakibin hasar gören can miktarını
çıkartıyorsunuz ve bir sonraki merminize
ekliyorsunuz Yani 1500 canı kalan birine
3000 hasar verdiniz(kritik vuruşlarla oldukça
mümkün). Bu 1500 hasarlık fark sonraki
atışlarınıza ekleniyor Ancak bunun bir
sınırı var. Ne kadar fazla hasar verirseniz
verin toplam hasar silahınızın verdiği
hasarın 5 katını geçemiyor.
Rampage’de her ne kadar farklı yetenekler
olsa da bu ağacın temel amacı sürekli
Gunzerking halinde kalmak. Örneğin
Inconceivable % 50 olasılığa kadar bedava mermi
kullanmanızı sağlıyor. Last Longer ve I’m Ready Already
gunzerking süresini arttırırken gerisayımı hızlandırıyor. Yippee
Ki Yay ve Get Some yetenekleri ise önceki iki yeteneğin rakip
öldürdükçe meydana gelen halleri. En sondaki yeteneğiniz ise
mouse’a basılı tuttukça silahlarınızın daha hızlı ateş etmesini
ve daha hızlı doldurulmasını sağlıyor. Basit bir fikre dayanıyor.
Brawn ise tam bir Co-op olmazsa olmazı. Bu ağaçtaki
yetenekler sayesinde Salvador tam bir tanka dönüşüyor.
Azalan element efektler, her fırsatta can yenilemesi hasara
karşı olan dirençlerle oldukça basit ve ölmeme üzere kurulu
olan bir ağaç Brawn. Yalnız öyle mükemmel bir son yetenek
var ki burada tüm bu tek düzeliği siliyor. Multi oynuyorsam
bundan başka ağaca puan yatırmayacağım. “Come At Me
Bro”… Salvador ile Gunzerking halindeyken tekrar ‘Action
Skill’ tuşuna basarsanız Salvador rakiplere hareket çekiyor :D
Bu sırada tüm canı dolan Salvador rakiplerini üzerine çekse de
ilk saniyelerde aldığı hasarda inanılmaz bir düşüş yaşanıyor.
Ah şu Pandora… Herkes bir manyak. Herkes bir deli
Zer0 – Assassin – Decepti0n
Ne idüğü belirsiz olan bir abimiz Zer0. Kendisinin uzaylı
olduğu düşünülüyor ancak öyle yetenek ağaçları var ki bu
bizim bildiğimiz Ninja diyorsunuz, demeden edemiyorsunuz.
Zer0 incelemede dediğim gibi tam bir suikastçi. Aktif yeteneği
kendisinin bir hologramını oluşturarak gözden kaybolmak…
Herhangi bir şekilde saldırırsanız hologramınız kayboluyor.
Ne kadar uzun beklerseniz aldığınız hasar bonusları o kadar
çok oluyor. Yetenek ağaçları da oldukça açık. Sniping, Cunning
ve Bloodshed.
Sniping sniper tüfeklerini seven ve critical skor peşinde
koşmayı seven oyuncular için inanılmaz zevkli bir ağaç. Bu
ağaçtaki yeteneklerin çoğu mermi hızı, hasar , kritik vuruş
hasarı gibi temel şeyleri arttırsa da ilginç ve çeşitlilik katan
yetenekler de yok değil. Örneğin B0re, mermilerinizin
düşmanları delip geçmesini sağlıyor. Rakibi delen bir kurşun
devamında da deldiği her bir rakibe 2 kat hasar veriyor. Eğer
aktif yetenek Deceti0n açık ise B0re bize rakibe kritik hasar
verebileceğimiz noktaları gösteriyor. Sniping adına en güzel
yetenek ise en son açılan Critical Ascension , yaptığınız her
kritik vuruş için bonus kritik vuruş hasarı veriyor ve bu 999’a
kadar katlanabiliyor.
Cunning, daha çok tuzaklar ve kurnazlık üzerine
kurulu yeteneklerden oluşan bir düzene sahip.
Örneğin Hologramınız süresi dolduğu zaman
kendisine çektiği düşmanlara elektrik çarpıyor
Rising Sh0t yaptığınız her başarılı atağa %10 luk
bir hasar bonusu veriyor ve bu 5 defa
toplanabiliyor. Sevdiğim diğer bir yetenek ise
Death Mark. Bu yetenek ile melee hasar
verdiğiniz düşmanları işaretliyorsunuz ve bu
işaret sayesinde herşeyden %20 daha fazla hasar
alıyorlar. Buradaki en son yetenek ise Zer0’nun
Decepti0n sırasında kunai fırlatmasına olanak
sağlayan Death Bl0ss0m. Zer0 her bir Decept0n
sırasında 5 tane kunai fırlatabiliyor ve bu
kunailerin hepsi rastgele bir element etkisi
yaratıyor. Her ne kadar kunailer Decepti0n’ın
melee hasar bonusundan yararlanmasa da
düşmanlara Death Mark uygulayabiliyor.
Bloodshed ise benim favori yetenek ağacım. Diğer karakterleri
de katsak bile benim en sevdiğim build bu olabilir. Öncelikle
bu ağacın temeli melee hasarı. Killing Bl0w ile canı az
olanların acılarına bir son veriyorsunuz. ( %500 melee bonus.
Decepti0ndan gelen %650yi de düşününce…) Her ne kadar az
olduğunu düşünsem de +%15er melee hasar ve can bonusu
veren Ir0n Hand alınabilir. Grim geri sayımı hızlandırmasından
ziyade kalkan dolumuna verdiği bonus için alacağız çünkü
Zer0 nerdeyse hiç can bonusu almıyor. Bu ağaçta ise rakiplere
daha yakın olacağımız için mutlaka almamız gereken bir
yetenek. Backstab(+%40 melee hasar bonus) ileride çok
işimize yarayacak. Resurgence ise bu Bloodshed yolunu takip
eden karakterler için olmazsa olmaz. Melee hasar vererek
öldürdüğünüz herkes canınıza can katıyor Veeee gelelim
dananın kuruğunun koptuğu yere: Many Must Fall. Eğer
Decepti0n açıkken melee hasar vererek bir öldürürseniz,
hologramınız kaybolmak yerine yeniden ortaya çıkıyor. Ancak
hologramın süresi en baştan başlamıyor sadece uzuyor. İşte
bu yüzden daha çok melee bonusu almak için beklemek
yerine Execute yeteneğimizi alıyoruz. Belli bir mesafedeki
düşmana nişan alarak melee hasar vermek isterseniz Zer0
hedefe doğru dalışa geçip olağanüstü melee hasar veriyor.
Many Must Fall ile Execute birleşince zincirleme suikastler
yapıyorsunuz.
Uzun uzadıya anlattım ancak tüm sınıflar için geçerli olan bir
durum var. Eğlenceli ve güçlü bir karakter gelişimi için tek bir
ağaca yönelmek zorunda kesinlikle değilsiniz. Tüm sınıfların
yetenek ağaçlarının ortasında tek bir puan ile alabileceğiniz
özel yetenekler(Gamechanger) var. Tek bir ağaca yönelip 31
level’e kadar sabredip yetenek ağacının sonunu görmek
istemiyorsanız 27 seviyede istediğiniz 2 ağacın ortasındaki
özel yetenekleri alabilirisiniz. Farklı kombinasyonlar farklı
oynanış tarzları sunacaktır. Örnek verelim. Axton karakteriyle
gunpowder-survival kombinasyonu bir gelişim izlerseniz
Longbow Turret ve Phalanx Shield’ı aynı anda alabilirsiniz. Bu
sayede Co-op sırasında tank olarak oynayan arkadaşlarınıza
nerede olursa olsun Sabre Turret açabilir yardımcı
olabilirsiniz. Zer0 ile Sniping-Cunning kombinasyonu bir
gelişim izlerseniz Death Mark ile düşmanları işaretleyebilir
B0re ile delik deşik edebilirsiniz. Farklı kombinasyonların
getirdiği oynanışlar oyunun en eğlenceli unsurlarından biri
Borderlands’in ilk 4 karakterinin tüm yetenek ağaçlarını
elimden geldiğince tanıtmaya, biraz olsun yardım etmeye
çalıştım. Unutmayın bu yazı sadece size buildler hakkında fikir
vermek içindir. Siz oynarken eğlenmedikten sonra çok hasar
vermişsiniz vermemişsiniz ne önemi var değil mi? Kendi
oynayış tarzınıza en uygun ağacı bulup o yönde ilerleyin. Fakat
biraz da bundan biraz da bundan diyerek puanlarınızı geniş bir
yelpazede dağıtırsanız düşük ve orta seviyeli karakterle pek
bir değişiklik göremezsiniz. Benim naçizane önerim düşük
seviyelerde daha çok hasara yönelik tercihler yapmanız.
Yetenek puanları kazandıkça geliştirir istemezseniz sıfırlar tüm
buildleri denersiniz . Herkese iyi oyunlar. Esen kalın.
Faruk Yaylaz
Mü zik
Heavy Metal ile veya daha doğrusu Metal Müzik ile alakası
olmayan herhangi biri bile Iron Maiden adını duymuş belki birkaç parçasını bile dinlemiştir.(Ki bu parça genelde Fear Of The Dark oluyor.). Kendinden sonra gelen pek çok grubu etkileyen pek çok yeni türün oluşumuna ön ayak olan bu grup 1975' ten beri dimdik ayakta ve hala taş gibi albümler yapıyorlar.Hayranlarının da gönülden bağlı olduğu grubun bu kadar sevilmesinin en büyük nedenleri ise güzel parçalar yapmalarının yanı sıra başından beri müzikal duruşlarından ödün vermemeleri. Iron Maiden dergi çıkaracağımız ve içinde müzik ile alakalı bir bölümün olacağını öğrendiğimden beri kafamda olan bir dosya konusuydu. Bu ay yazmamın en büyük nedeni ise bu efsanevi grubun gelecek ay İstanbul İnönü stadyumunda bir konser verecek olması. Ayrıca bu konser öyle alelade bir konser değil grubun en efsanevi zamanlarında turladıkları 88' yılında yaptıkları dünyaca ünlü Maiden England turunun yeniden yapılmış versiyonu olacağı için o zamanlarda daha doğmamış veya çocuk olan bizler için bulunmaz bir nimet gerçekten. Maiden ile tanışmam ise 2005 yılında dinlediğim Dream TV'de pazar akşamları çıkan Rock Me isimli 1-1,5 saat civarı süren haftalık rock programında çalınan Wasted Years ile olmuştur. Girişini duymamla beraber ergen bünyesini harekete geçiren bu şarkının melodikliği beni benden almış “vay be demek Iron
Maiden buymuş dostum!” dememe sebep olmuştur. O günden sonra grubun toplama kasedi olan Best of the Beast isimli albümünü edinerek hayatımın en güzel adımlarından birini attığımı düşünüyorum. Maiden'dan bahsederken grubun öncülerinden olduğu New Wave Of British Heavy Metal (N.W.O.B.H.M.)'den bahsetmemek olmaz. 70'li yılların sonlarına doğru çıkan Heavy Metal gruplarının öncülük ettiği tür. Punk Rock'ın etkisini yitirmesi ve yerini yeni akım müziklere bırakması ile beraber yeni akım müziğin yükselişiyle bundan etkilenen yeni nesil metal gruplarının ortaya çıkarttığı Heavy Metal' in bir alt türüdür. Iron Maiden, Saxon, Tygers Of Pan Tang gibi gruplar bu akımın öncüleridir.Bu kısa tanıtımdan sonra grubun esas hayat hikayesine geçelim.
Kürülüş ve İ lk Yıllar Iron Maiden 1975 yılında bas gitarist Steve Harris tarafından önceki grubu olan Smiler 'dan ayrıldıktan sonra kurulur. Grubun adı Demir Maskeli Adam romanındaki işkence aleti olan Demir Bakire'den gelir. Çeşitli yerlerde küçük konserler verdikten sonra vokalist Paul Day grup içinde sahnede gerekli olan enerji ve karizmadan yoksun olduğu gerekçesi ile Steve Harris tarafından gruptan yollanır.Yerine gelen Dennis Wilcock ise bir kiss fanıdır ve sahneye makyajlı bir şekilde çıkar. Wilcock'ın arkadaşı olan Dave Murray ise gönderilmesi düşünülen eski gitaristleri Dave Sullivan ve Terry Rance'in
yerine davet edilir.Çeşitli anlaşmazlıklar sonucu bu gerçekleşmez ve Steve Harris 1976 yılında grubu dağıtır. Grubun dağılmasının ardından bir süre sonra Dave Murray solo gitarist olarak grup yeniden kurulur.Yeni gitarist olarak Bob Sawyer alındıktan sonra Wilcock ve Murray arasında tartışmalar yaşanır. Davulcu Ron Matthews ve gitarist Murray gruptan yollanır. Yeni eleman olarak Tony Moore klavyeci Terry Wapram gitarist ve Barry Purkis davulcu olarak gruba dahil olur. Fakat grubun bu kadrosuyla verilen kötü konserler bazı değişikliklere yol açacaktır.Purkis Doug Sampson ile yer değişir vokal Wilcock ise kendi grubunu kurma nedeni ile grupla yollarını ayırır. Bunun üzerine Dave Murray solo gitarist olma koşulu ile gruba geri döner ve Wapram ile yollar ayrılır.Grup bunun üzerine vokalist arayışında iken 1978 yılında tesadüf eseri bir pubda Paul DiAnno ile karşılaşmaları grubun sonraki yıllarına damga vuracak önemli bir adımdır.
Kendi Adını Taşıyan Bir İ lk Albü m 1978 yılbaşı arefesinde ilk demosunu kaydeden grup bunu içlerinde Neal Kay ve ileride grubun menajerliğini üstlenecek olan Rod Smallwood gibi kişilere yolladıktan sonra grubun popüleritesi artar.Bunun üzerine şimdi efsane olarak bahsettiğimiz The Soundhouse Tapes isimli demoyu yayımlarlar. The Soundhouse Tapes “Iron Maiden” , “Invasion” , “Prowler” gibi dönemin hit potansiyelli şarkılarını içerir.
1979 EMI Records ile ilk büyük plak anlaşmasına yapan gruba aynı yıl Dave Murray'nin çocukluk arkadaşı olan Adrian Smith'e gitarist olarak katılması için teklif yapılır fakat Smith kendi grubu olan Urchin ile devam etmek istediğini belirterek kabul etmez. Bunun üzerine grup Dennis Stratton' ı gruba dahil eder. Kısa süre sonra ise baterist Doug Sampson sağlık sorunları sebebiyle ayrılır ve geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz eski Samson elemanı Clive Burr gruba dahil edilir. Daha sonra grup Metal for Muthas isimli toplama albümde “Sanctuary” ve “Wrathchild” ile kendine yer edinir. 1980 yılında grup kendi adını taşıyan ilk albümleri Iron Maiden ile piyasaya adım atarlar. 4. sıradan Britanya albüm sıralamasına giren grubun önü çok açıktır. Albümdeki şarkılarda 70'ler sonu Judas Priest etkileri ile beraber punk-rock etkilenimi de mevcuttur ki Paul DiAnno'nun yırtıcı ve sert vokalleri bu tarza tabiri caizse cuk diye oturmuştur. Albümde “Remember Tomorrow” gibi balladın yanı sıra “Running Free” gibi tempolu “Transylvania” gibi melodi ağırlıklı parçalar bulunmaktadır. Bunlar gibi ilk albümünü çıkaran bir gruba göre oldukça çeşitli etmenler kullanılması göze çarpan unsurlardır.Ayrıca 7 dk'lık Phantom Of The Opera şaheseri ise grubun ilerde çoğunlukla kullanacağı değişken tempolu uzun parçaların ilki olarak göze çarpar.
Morg Sokag ı Cinayetleri İlk albümleri olan Iron Maiden' ın Kiss ve Judas Priest ile beraber yapılan turnesi sonrasında grup Dennis Stratton ile yollarını ayırır ve yerine Adrian Smith gruba dahil olur. 1981 yılında Killers isimli yeni albümleri raflardaki yerini alır. Çoğunluğu önceden yazılmış parçaların oluşturduğu albümde yeni parça olarak “Prodigal Son” ve “Murders In The Rue Morgue” yer alır. Bu albümde yeni prodüktörleri Martin Birch daha iyi bir ses kalitesi elde ederler. Killers albümünün ilk albümden en önemli farkı Murray- Smith Judas Priest ikilisi K.K. Downing ve Glenn Tipton ikilisine benzer bir uyum yakalayıp karşılıklı gitar atakları ile öne çıkmasıdır. Steve Harris'in gitarların arkasındaki boşluğu dolduran yüksek bas yürüyüşleri de albümde kendini belli eden unsurlardır. “Murders In The Rue Morgue” şarkısı Edgar Allen Poe' nun aynı adlı meşhur korku romanından esinlenerek yapılmış bir eserdir. “Purgatory” akılda kalıcı nakaratı ve vuruculuğu ile öne çıkan bir şarkıdır. Klasik Maiden
soundundan farklı olarak klasik gitarlar eşliğinde düşük tempolu bir şarkı olan “Prodigal Son” göze çarpar. Şarkılarda biraz tutarsızlık gözlense de ikinci albümünü çıkaran bir grup olarak Maiden'ın en başarılı işlerinden birisidir Killers. İlk albüme göre daha sönük parçalar barındırmaktadır fakat bunların da dinlenildiği zaman kendine has güzellikleri olduğu görülebilir. Bu parçalardan önereceklerim ise epikliğiyle The Ides Of March , tam bir enerji bombası Murders In the Rue Morgue, eski parçalardan biri olan Wratchild'ın yeniden kayıt edilmiş versiyonu olur.
Şeytanın Nümarası Kaçtı? 1981 yılında Paul DiAnno' nun kendine ve etrafına zarar veren tutumu ve bununla beraber artan uyuşturucu kullanımı ve bunun sonucunda gelen berbat konser performansları grubun Killer World Tour öncesi DiAnno'yu yollama kararı almasına yol açar. Reading festivalinde Rod Smallwood ile kısa bir görüşme yaptıktan sonra grubun seçmesinde katılan eski Samson vokali Bruce Dickinson hemen gruba dahil edilir.Dickinson DiAnno'nun agresif ve sert vokalinin aksine gür, yüksek oktavlara rahatça çıkabilen birisidir ve hatta bu ses aralığı sebebiyle kendisine “The Air Raid Siren” lakabı takılmıştır .Bu ileride grubun şarkı yazımını da etkileyecek bir değişimdir.Çünkü DiAnno daha thrash metal/heavy metal tarzı vokalken Dickinson'ın gelişi ile beraber daha progresif/ power tarzı bir müziğe dönüp daha epik olarak nitelendirilebilecek şarkılar yapmaya başlamışdır. Dickinson' ın gruba katılmasının hemen ardından İtalya' da küçük bir tur yapan grup bu sırada sonraki albümlerinden parçalar olan “Run to The Hills” , “The Prisoner” , “22 Acacia Avenue” konserlerinde çalmışlardır. Dickinson' ın gruba katılış albümü olan The Number Of The Beast pek çok yönden grup için dönüm noktası albümüdür. Yukarıda belirttiğim gibi grubun şarkı yazım tarzı gibi popülaritesi ve seyirci sayısında artış olmuş gruba daha geniş dünya çapında kitlelerin yolunu açmıştır. Grubun ilk defa liste başı olduğu albümdür ayrıca The Number Of The Beast. Grubun Dickinson gibi sahne karizması efsane Rob Halford (Judas Priest) ile yarışacak bir frontman'e sahip olması her şeyi grup açısından harika bir yöne sokar. Albümdeki şarkılardan bahsedersek “Run To the Hills ” gibi konserlerin vazgeçilmezi olan kızılderililerin istila sırasındaki durumlarıyla alakalı bir şarkı , “Hallowed be the Name” (Epikliğin tanımı olan bir şarkı) hapishanedeki idam mahkumunun son anlarının anlatıldığı şaheser , daha çok DiAnno için yazılmış gibi duran Charlotte The Harlot parçasının devamı sayılabilecek “22 Acacia Avenue” gibi genelev fahişesine değinen veya şeytan gibi metafizik konuya sahip bir parça olan “The Number of The Beast” gibi çeşitli farklı eksenlerde şarkılar yazmışlardır. Grup için herşey iyi gidiyor gibi gözükürken Amerika'daki aktivist hristiyanlar “The Number of
The Beast ” 'teki şeytana yapılan göndermeleri satanik buldukları gerekçesiyle pek çok albüm kopyasını yok eder. 1982 Aralık ayında baterist Clive Burr kişisel ve tur takvimine yönelik sorunları sebebiyle gruptan ayrılır ve yerine fransız bir grup olan Trust' ın bateristi Nicko Mcbrain katılır.
Savülün sü variler geliyor! 1983 yılında grubun 4. stüdyo albümü olan Piece of Mind (ki en sevdiğim Iron Maiden albümüdür ) raflardaki yerini alır. Bu albümle listelerde 3. sıraya kadar tırmanan albümde “The Trooper” ve “Flight of Icarus” gibi vurucu singlelar bulunmaktadır.Piece of Mind' ın en önemli özelliği önceki albümlere nazaran daha oturaklı olan besteleri ve bunu tamamlayan soundudur. Nicko McBrain gibi gitarlara ve bas gitara eşlik edebilen bir baterist sayesinde “The Trooper” ve “To Tame a Land” gibi fantastik eserler ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu albümde grubun diğer elemanları olan Adrian Smith ve Bruce Dickinson'ın Steve Harris' in yanında şarkı yazımına
katkıda bulunduğunu ve bunun Steve Harris' in epik şarkı sözleriyle beraber mükemmel bir kombo oluşturduğu görülüyor. “Revelations ” slow ve melodik parçanın nasıl yapılacağının tanımı gibidir. Arkadaki bas yürüyüşleri enfes, gitarlar da bir o kadar duygusal melodiler çalar. “Quest For Fire” 'ı pek fazla seveni olmamasına rağmen mağara adamlarını anlatan Bruce Dickinson' ın vokaliyle süper bir havası vardır. “To Tame A Land”e gelirsek de bu şarkı Phantom Of The Opera ile beraber Iron Maiden'ın yazdığı en progresif hayvani şarkıdır şahsi görüşüm.
Geceyarısına 2 Dakika Kala Neler Olüyor? Piece Of Mind ve arkasından gelen başarılı geçen turne sonrasında grup yeni albüm çalışmaları için işe koyulur. 9Eylül 1984' te Powerslave isimli grubun beşinci albümü raflardaki yerini alır. Albüm şu an pek çok kişinin favori şarkıları konumundaki “2 Minutes to Midnight”, “Aces High”, “Rime Of The Ancient Mariner” (yazıyı yazarken dinliyorum) gibi hit parçalar içermesi bakımından hit deposu sayılabilecek bir albüm olarak görülür. The Number Of The Beast, Piece Of Mind ve Poweslave Iron Maiden diskografisinin 3 efsanevi halkası olarak görülür ve bunun içerisinde çoğu kişinin favorisi Powerslave' dir(Buna ben dahil değilim ne yazık ki ezelden Piece Of Mind'cıyımdır). Önceki çıkan albümlere göre daha tempolu Speed Metal tarzına yakın yaldır yaldır dörtnala giden şarkılar vardır Powerslave'de. (Aces High, Back In The Village gibi ) Hemen hemen her albümünde uzun epik parça kısmına yer ayıran grubun bu albümde bu gidişe örnek olacak olan şarkısı “Rime Of the Ancient Mariner ”'dir. 13:38' lik uzunluğuyla diğer parçalardan ayrılan Mariner değişken tempoları ve melodik yapısıyla inci gibi parlar. Ayrıca albümün bonus versiyonlarında Mission From Arry isimli grubun tartışmalarının yer aldığı bir kayıt bulunmaktadır(İngiliz adamları nasıl tartışıyor öğrenin :D).Ayrıca bu albüm grubun kariyeri içerisinde bir kadronun arka arkaya çıkardığı ilk albümdür.(Piece Of Mind- Powerslave). Albümün çıkışına takip eden World Slavery Tour turnesinde grup 13 ay içerisinde 28 ülkede 135 konser verir. Bu şovlardan California' da yapılan ve 4 gün arka arkaya bütün biletleri tükenen konserler verir ve bu konserler efsane live albüm olan Live After Death ' i oluşturur. Ayrıca grup aynı yıl Rock In Rio'da Queen ile beraber headliner olup yaklaşık 350000 kişiye efsanevi bir konser verir. Grup bu yoğun konser programından sonra 4 aylık bir ara verir. Normalde 6 ay olarak planlanan bu aranın çeşitli nedenlerle 4 aya indirilmesi grup içinde tartışmaya sebep verir ve bu tartışma son değildir.
Harcanan Yıllar ve Deneysellik Turne ve sonrasında gelen aranın ardından grup farklı bir tarzda yapacakları Somewhere In Time ismi verilen yeni albümlerinin üzerinde çalışmaya başlar. Grup tarihinde ilk defa Synthesizer kullanır ve bunu bas ile harmanlayıp katmanlı gitarlarla bunu desteklerler. Bu albümün farklarından birisi de Bruce Dickinson'ın albümde hiç bir parçaya söz yazmamış olması ve katkıda bulunmamış olmasıdır(Diğer elemanlar kabul etmemiş yazdığı şarkı sözlerini.). Bunun üzerine Bruce daha çok kendi solo çalışmaları üstüne yoğunlaşır. Ondan arta kalan şarkı yazım boşluğunu ise önceki albümlerde de eserler veren Adrian Smith üstlenir. Bunun sonucunda ortaya “Wasted Years” , “Stranger In a Strange Land” , “Sea Of Madness” gibi harika parçalar çıkar. Somewhere In Time öncesinde çıkmış olan 3 albüme oranla daha düşük seviyede dursa da deneysellik ve yaratıcılık açısından gözümde çok farklı bir yerdedir. “Caught Somewhere In Time” gibi vurucu bir şarkıya veyahut “Wasted Years” gibi fanların favorisi konumundaki bir hit şarkıya sahip albümde “The Loneliness Of Long Distance Runner” veya “Deja Vu ” gibi saklı hazineler de vardır. “Heaven Can Wait ” tam bir konser şarkısıdır “Alexander The Great ” ise bu albüme epik şarkı kontenjanından girmiştir.
Yedinci Og lünün Yedinci Og lünün Yedinci Og ..... Gelelim Piece Of Mind' dan sonra en çok sevdiğim albüm olan Seventh Son Of A Seventh Son albümüne. Bu albüm progresif müzik yapan Iron Maiden' ın doruk noktasıdır. Tekdüze gitmeyen yaratıcı rifflerle bezenmiş davul ritmleri ve bunun takip eden bas yürüyüşleri albümün imzasıdır. Seventh Son Of A Seventh Son ismiyle uyumlu bir şekilde Iron Maiden'ın 7. stüdyo albümüdür ve 1988 yılında çıkmıştır. Albümün konsepti Orson Scott Card' ın yazdığı Seventh Son
romanına dayanır. Slow girişiyle ve daha sonra hızlanan temposuyla “Moonchild”, tam bir melodi fabrikası olan favori şarkılarımdan “Infinite Dreams” , yüksek tempolu gaz parçalar olan “Can I Play With Madness” ve “The Evil That Men Do” , bu albümün epik şarkısı olarak ise albüme adını veren “Seventh Son Of A Seventh Son” . Bu saydıklarım genel olarak ön plana çıkan şarkılar olsa da bu albümün saklı hazinesi “Only The Good Die Young” ' dır. Albümü takip eden turne içerisinde İngiltere Donington Park'ta efsanevi Monsters Of Rock festivalinde çalan grup festival tarihinin en fazla seyirci sayısına ulaşmasını sağlar (107,000). Aynı yılın Kasım ve Aralık ayında Birmingham'da canlı konser kaydı yaparlar ve adı Maiden England olur. 26 Temmuz'da ülkemizde yapılacak olan konser de 2 senedir dünya çapında verdikleri Maiden England turnesinin bir ayağı olacak ve konser ağırlıklı olarak Seventh Son Of A Seventh Son albümünden parçalar barındıracak.
Ayrılıklar ve kızını katliama getirme zamanı Seventh Son albümü ve ardından gelen turneler sonrasında ara veren grupta bu ara sırasında kendi projesi olan ASAP ile Adrian Smith Silver & Gold isimli albümü çıkarır. Bu sırada vokal Bruce Dickinson ise kendi solo projesi için albüm çalışmalarına girişir ve 1990 yılında Tattoed Millionare isimli albümünü yayımlar. Grup ise bu sırada ilk 10 yıllarındaki albümlerinden seçilmiş parçalarla bir toplama albüm hazırlar. Grup yeni albüm için stüdyoya girdiği sırada grubun bir sonraki albümünde izleyeceği yol konusunda Adrian Smith ve Steve Harris arasında yaşanan anlaşmazlık sonucunda Adrian Smith gruptan ayrılmak zorunda kalır ve yerine Bruce Dickinson'ın solo albümünde beraber çalıştığı Janick Gers (konserlerde çok enerjik bir adam) gruba dahil edilir. Grubun 8. stüdyo albümü olan No Prayer for the Dying Ekim 1990'da raflarda yerini alır. Albümde Tattoed Millionare'de bulunan ve Elm Sokağı 5 filminde de soundtrack olarak kullanılmış olan Bring Your Daughter .. To The Slaughter da yer alır. “No Prayer For the Dying” genel açıdan bir önceki albümdeki “Infinite Dreams” ' i andırsa da diğer parçalarda eski albümlere göre bariz farklılıklar görülür. Bruce Dickinson' ın daha sonraki projelerinde ve albümlerinde kullanacağı kirli düşük oktavlı vokal bu albümde ilk defa kendini belli eder. (“Holy Smoke” gibi istisna parçalar da vardır.) .Dikkat çeken parçalar albümde “The Assasin” , “Run Silent Run Deep” ve tabiki epik kontenjanından albüme katılan “Mother Russia” 'dır. Adrian Smith' in gidişi şarkı yazımında ve şarkı tarzlarında
bariz farklara yol açsa da diğer elemanlar (özellikle Steve Harris) aynı olduğu için Maiden albümü olduğu bariz olan bir albümdür No Prayer for the Dying.
Çabük olürsün yada O lü rsü n No Prayer For The Dying albümünün turnesinin ardından 1992 yılında grubun 9. stüdyo albümü olan Fear Of The Dark yayınlanır. İngiltere' de listelerde 1 numaraya kadar yükselen albümde “Wasting Love” ve “Be Quick or Be Dead” gibi hit parçaların olduğu singlelar büyük başarı elde eder. Fear Of the Dark bir önceki stüdyo albümü olan No Prayer For The Dying' in aksine daha eski tarzda köklere dönüş olarak nitelendirilebilecek bir albümdür. “Be Quick Or Be Dead” Maiden'ın bazı şarkılarında gösterdiği Thrash Metal' e örnek verilebilecek şarkılarından birisidir. “Wasting Love” grubun yazdığı güzel balladlara en iyi örneklerden birisidir. “Fear Of The Dark” stadyumları coşturan herkesin sözlerini bilip eşlik ettiği dillere pelesenk olmuş parçalardan birisidir keza “Afraid to Shoot Strangers” da aynı şekilde konserlerde hep beraber söylenecek harika parçalardandır. “Childhood's End” , “Chains of Misery” ve “Judas be My Guide” genel olarak albüm seviyesinin altında kalsalar da yine de dinletirler kendilerini. “Fear Is The Key” ise albümdeki dikkat çeken hoş Rock tınılı parçalardan birisidir.Grup albümün yayınlanmasının ardından Monsters Of Rock turnesinin 7 ülkede headlinerlığını yapar. Donington Park' ta tekrar konser verirler ve hatta Adrian Smith'in konuk sanatçı olarak Running Free'yi çaldıkları konser daha sonra Live at Doninton adı altında canlı kayıt olarak yayınlanır. 1993 yılında Bruce Dickinson solo projesine ağırlık vermek için gruptan ayrılır fakat ayrılmadan önce A Real Live One ve A Real Dead One isimli veda turnesi canlı kayıt albümleri yayınlanır.
Blaze ve Sineklerin Efendisi 1994 yılında grup yeni vokal arayışı için pek çok kaset ve kayır dinler ve son olarak 1990 yılında beraber turladıkları Wolfsbane grubunun vokali Blaze Bayley'de karar kılınır. Bayley'nin vokal tarzının Bruce 'tan farklı olması hayranlar arasında görüş ayrılıklarına sebebiyet verse de grup yoluna bu kadrosuyla devam eder ve albüm çalışmalarına girişir. 2 yıllık bir aranın ardından 1995 yılında grup 10. stüdyo albümü olan The X Factor ' ü yayınlar.Grubun 1981' den beri en düşük liste başarısını yaşadığı The X Factor buna rağmen Almanya ve Fransa' da yılın albümü seçilir. Albüm öncekilere nazaran beğeni uyandırmasa da “The Sign Of The Cross ” bu albümün epik şarkısı olduğunu ve Blaze' in de böyle şarkılar söyleyebileceğini herkese gösterir. “ Man On The Edge” ve “The Lord of the Flies” gibi roman ve filmlerden uyarlanmış şarkılar da albümün iyilerindendir fakat albümde öncekilere göre enerji ve tempo eksikliği bariz bir şekilde gözlenmektedir. Albümün çıkışının ardından 1995 ve 1996 yıllarını turlayarak geçiren grup daha sonra Best Of the Beast isimli bir toplama albüm yapar ve bu albümün içerisinden yeni bir parça olan “Virus” kendine yer bulur.
Yabancının go zü ne bakma sakın Yapılan turnelerden sonra stüdyoya geri dönen grup bir sonraki albümleri için çalışmaya başlar. 1998 yılında grubun 11. stüdyo albümü olan Virtual XI yayımlanır. Albüm o zamana kadarki en kötü liste başarısını elde edip İngiltere listelerinde 16. olur. Dünya çapında 1 milyon satış rakamı yakalayamayan albüm kişisel fikrim olarak Iron Maiden' ın yaptığı en kötü albümdür. İyi parçalar yok mu içinde tabiki de var. “Futureal” , “The Clansman” gibi şarkılar albümün geneline göre yukarıda fakat albümdeki genel sorun bence hiç akılda kalıcı şarkı onu geçtim akılda kalıcı bir riff bile bulunmaması. Sanki grubun 80'lerin tümünde ve 90'ların genelinde olan enerjik ve yaratıcı hali gitmiş yerine posası kalmış gibi.
Kan Kardeşler ve Yeniden Brüce 1999 yılında grup Virtual XI turnesi sırasındaki yetersiz performansından memnun olmadığı Blaze Bayley' i göndermek durumunda kalır. Janick Gers ' de bu performans sorununun grubun şarkıları onun sesinin yetemeyeceği şarkılar seçerek yapmasından kaynaklandığını söyler. Bu sırada ise Rod Smallwood Steve Harris' i Bruce Dickinson'ı gruba geri alması yönünde ikna etmeye çalışıyordur. Daha sonra grup bu konu üstünde tartışır ve Bruce ve eski gitaristleri Adrian Smith' i gruba geri çağırırlar. Janick Gers ise Smith' in yerine gelmesine rağmen grupta kalır ve grup 3 gitaristli kadrosuyla yoluna devam eder ve çok başarılı bir yeniden birleşme turnesi yaparlar.The Ed Hunter turnesi ile beraber turnenin sonunda Ed Hunter isimli greatest hits albümü ve bu albümle beraber grubun maskotu olan Eddie' nin bilgisayar oyunu satışa sunulmuştur. 2000 yılının Mayıs ayında grubun 12. albümü olan Brave New World raflardaki yerini alır. 3 gitaristin beraber nasıl bir uyum göstereceklerinin merak konusu olduğu ve ayrıca Bruce Dickinson'ın performansının da merak edildiği bir albüm olan Brave New World beklentilerin altından başarı ile kalkar ve Dünya çapında büyük sükse yapar. Grup bu albümde bir nevi yeniden Seventh Son günlerine dönmüştür çünkü bu kadronun beraber son çıkardığı albümdür Seventh Son. Aynı progresif tatlara modern bir sound ekleyerek çıkan Brave New World yeniden birleşen Maiden soundunun da habercisi olan albümdür. Uzun progresif şarkılar ve gitar çeşitliliği ile daha önceki Maiden albümlerinden farklı bir yerdedir Brave New World. Tam konserlik bir şarkı olan “The Wicker Man” , değişken temposuyla “Brave New World” , harika Adrian Smith solosuyla “Blood Brothers” ,doğu temalı Dave Murray gitar riffleriyle bezeli “The Nomad ” albümün parlayan incileri. Albümü takip eden turne içerisinde 2001 yılında yeniden Brezilya' ya giden grup yeniden Rock In Rio'da yine efsane bir konser verir.
O lü mü n Dansı Give Me Ed … Til I'm Dead turnesi sonrasında yeniden stüdyoya giren grup yeni albüm çalışmalarına başlar. 2003 Eylül'ünde grup 13. albümleri olan Dance of Death'i yayımlar. Eski albümleri olan Killers, Piece Of Mind, Powerslave kalitesinde bir albüm olan Dance of Death , Brave New World' ün ve birleşmenin ardından gelen başarının pekiştiricisi olur. “Wildest Dreams” hareketli bir Rock etkilenimli bir parça olarak göze çarpar. “Rainmaker” ise Dave Murray' nin yazdığı az ama öz şarkılardan birisidir ve melodi dolu bir şarkıdır. Bir başka melodi deposu şarkı ise “Montsegur” 'dur ve grubun eski dönemlerine selam niteliğindedir. Albüme ismini veren şarkı olan “Dance Of Death” albümün epik şarkısı olarak kendini belli ediyor. Eski tarz eğlenceli Rock parçaları olan “No More Lies” ve “Gates Of Tomorrow” ve süper bir soloya sahip olan “Paschendale” albümün diğer dikkate değer parçaları. Her ne kadar klavye ağırlıklı parçalar olsa da güzel bir geridönüş albümü olan Brave New World iyiydi fakat bence grubun asıl dönüş yaptığı albüm harika tınıları ile Dance Of Death' tir.
Benjamin Breeg'in yeniden dog üşü 2005 yılının sonuna doğru stüdyoya giren grubun 14. stüdyo albümü olan A Matter of Life And Death 2006 yılının sonbaharında yayınlanır. Konsept albüm olmamasına rağmen savaş ve din bütün albümde kendisini belli eden konulardır. Albüm çok büyük reklam ve başarı elde eder bunun sonucunda yılın albümü ödülünü kazanır.
Dance of Death ile beraber artan geri dönüş rüzgarının devam ettiği 2000'ler sonrası Maiden soundunun klasik bir temsilcisidir A Matter Of Life And Death. Seventh Son ve Piece Of Mind 'da uzun progresif parçalar vardı ama hiç birisi 70 dk'lık bu albümün uzunluğuna erişemez.Ortalama 7 dk lık parçalarla ilerleyen albüm pek çok değişik riff barındırmasıyla farklılık vaadediyor ama ben Dance Of Death'ten iyi olduğunu düşünmüyorum. Albümde “Reincarnation of Benjamin Breeg” , “ Brighter than Thousand Suns” , “Longest Day” gibi epik parçalar bulunuyor(önceki albümlerde bu sayı 1 veya 2 en fazla.). Açılışı yapan “Different World ” ise önceki albümden “Wildest Dreams” ' in bir uzantısı gibi. Albümün çıkışının ardından Somewhere Back In Time ve Flight 666 (belgeseli de var öneririm) turnelerine katılan grup bu turnelerde eski şarkılarının olduğu bir setlist ile çıkar.
Deli Rü zgar Estig inde Bu yoğun turnenin ardından 1 yıl ara veren grup 2010 başında yeni albüm için stüdyoya girer. Mart ayında yeni albümün
adının The Final Frontier olacağını duyuran grup 16 Ağustos'ta 15. stüdyo albümünü yayınlar. Albüm çok büyük ticari başarı getirerek 28 ülkede liste başı olur. Kapak teması ve birkaç şarkı için uzay teması seçilen albümde ilk şarkı olan “Satellite 15....The Final Frontier” albüme giriş şarkısı ve Rock tarzı rifflerle bezeli. “Mother Of Mercy” ise Bruce Dickinson'ın solo çalışmaları tarzında bir şarkı. “Coming Home” albümün genelinden sıyrılan epik bir ballad olarak göze çarpıyor. “El Dorado ” 80'ler ortası tempolu Maiden
şarkılarını andırsa da o kadar güçlü değil. “Isle Of Avalon” albümde epik tanımına koyabileceğimiz bir şarkı. “The Alchemist” ise daha çok 90'lar tempolu Maiden şarkıları gibi (mesela Be Quick Or Be Dead) . Son 3 şarkı ise daha uzun
soluklu progresif ögelerin bulunduğu güzel şarkılar. Şahsen Dance Of Dead'in 2000'ler sonrası birleşmenin en iyi albümü olduğunu düşünsem de The Final Frontier da bana kalırsa onun hemen bir tık altında bir albüm. 2011 yılında Fear Of The Dark albümünden The Final Frontier'a kadar olan aradaki albümlerdeki parçalardan From Fear To Eternity isimli bir toplama albüm yapılır. 2012 yılında ise grubun Şili konserinin görüntüleri ile En Vivo! Isimli bir DVD hazırlanır. Aynı yıl içerisinde grup 1988'de yaptığı gibi Dünya çapında bir Maiden England turuna başlar. Halen devam eden bu turun bir ayağı da ülkemizde Temmuz ayında gerçekleşecek. Ben orada olacağım ve şarkılara eşlik edeceğim sesimin yettiği kadar eğer gelecekseniz siz de hep beraber söyleriz tek bir ağızdan.
Maiden O zel Bu kısımda grubun bazı özelliklerinden bahsedeceğim.İlk olarak maskot Eddie'den başlayayım. Eddie Iron Maiden'ın ilk başlangıcından beri albüm kapakları olsun ,t-shirtler olsun her türlü Iron Maiden geçen şeyde bulabileceğiniz korkunç bir kafatasıdır.Kimi zaman bir deli olur, kimi zaman uzaylı,kimi zaman ise korku filminden fırlayan bir canavar. Eddie'nin mucidi Dave Beasley' nin arkadaşı olan bir öğrencidir. İlk olarak davulcunun takacağı bir maske olarak düşünülse de daha sonra grubun her şeyine maskot olmuştur.
Iron Maiden bildiğim kadarıyla dünyada uçağa sahip olan tek gruptur. 2007'de Aestraeus Havayolları 757 nolu uçağı kendilerine alarak Somewhere Back In Time Dünya turundan itibaren bütün konserlerine bu uçakla gitmişlerdir. Uçağın pilotu Bruce Dickinson'dır. Grubun bütün teknik ekipmanları, teknisyenler, grup elemanları ve bazen grup elemanlarının çocukları bu uçakta yolculuk yapar.Uçağın adı Ed Force One' dır.(Amerikalıların Air Force One' ına gönderme) Bruce Dickinson çok garip bir insandır. Kendisi pek çok işle uğraşmıştır. Dünya çapında bir müzisyen olmanın yanı sıra yazar, pilot, radyo programcısı, şarkı sözü yazarı, eskrimci ve yakın zamanda ekonomi danışmanı ve şirket sahibi olmuştur. Çağlar Durmaz
Mü zik
MEGADETH– SUPER COLLIDER
Sanatçı : Megadeth Albü m Adı: Süper Collider Tü r: Thrash Metal, Hard Rock Çıkış Tarihi: 4 Haziran 2013 Şirket: Tradecraft
Big Bang mi yoksa Kara Delik mi?
2000'ler sonrası Megadeth pek çok albüm çıkardı büyük
çoğunluğu vasat olan albümlerden sonra 2009'da çıkardığı Endgame ile yeniden hayata dönüş sinyalleri veren grup ardından gelen Thirteen ile umutları söndüren grubun 14. (vay be) stüdyo albümü olan Super Collider Haziran ayı içerisinde raflardaki yerini aldı. Adından da anlaşılacağı üzere İsviçre Cern' deki büyük hadron çarpıştırıcısına ithafen Super Collider ismi verilen albüm iddialı gibi durup heycanlandırsa da aslında her dinleyişle beraber Dave Mustaine' den beklenen ikinci Rust In Peace ve hatta ikinci bir Youthanasia gelmediğini bunun yerine ise United Abominations ve Thirteen ayarında sönük ve tatsız bir albümün dinleyicileri beklediği belli oluyor. Basit şarkı sözlerinin üstüne düz gitar riffleri ve manasız sololar grubun bu albümde hiç bir heyecan yaratmamasında büyük etkenler. Albüme giriş parçası olan Kingmaker başlangıcında gaz bir girişle nispeten bir thrash havası getiriyor albüme. Skin O'My Teeth tarzı nakaratı ile göze çarpan şarkıda ayrıca bazı bölümlerde Dave Mustaine' in gaza gelip kendi çapında çığlığı bastığını duyabilirsiniz. Orta tempolu bir parça olan Kingmaker şahsen albümde iyi diyebileceğim birkaç parçadan birisi. Sonrasında gelen Super Collider ise tam bir Hard Rock parçası. Şarkı sözlerinin basit olduğu parçalardan biri olan Super Collider albümün vasat şarkılarından olması ile beraber Kingmaker ile kısmen iyi bir giriş yapan albümü vasat bir çizgiye sokuyor. Burn ise şarkı sözleri bakımından albümün en kötü şarkısı “Burn Baby Burn ” ile şarkı başlıyor ve bitiyor nerdeyse.Orta tempoda Heavy Metal/Hard Rock arası giden şarkı albümün kötülerinden. Built For War ise sırasıyla gelen iki kötü şarkıdan sonra biraz nefes almayı sağlıyor. Genel olarak şarkının riff ilerliyişini beğensem de arada söylenen
duraksamalı Build For War kısımları hoşuma gitmedi fakat genel olarak bu şarkıyı beğendiğimi söyleyebilirim.Ortasındaki korosal kısım konserlerde iyi bir eşlik kısmı olabilir. Off The Edge ise sıradan bir Heavy Metal parçası. Vasat bir şarkı olan Off The Edge ' in dikkat çeken kısmı ise güzel bir solosunun olması. Düşük tempolu bir şarkı olan Dance In the Rain Dave Mustaine' in konuşmaları ile başlıyor (Sweating Bullets gibi). David Draiman' ı da konuk vokal olarak barındıran şarkı fena olmayan melodik geçişleri ve bir o kadar melodik solosuyla ön plana çıkıyor . 3:40 gibi biraz tempo kazanan şarkı bu atağıyla kabul oyumu alan ender parçalardan birisi oluyor. Sıradaki Beginning of Sorrow ise Super Collider'ın kardeşi gibi desem yanlış olmaz. Orta tempo vasat rifflerle bütünleşerek bir o kadar vasat bir parça çıkarmış ortaya. Banjo'lu ve kemanlı girişiyle ilgi çeken The Blackest Crow albümün geneli gibi orta tempoda ilerleyen bir parça. Banjolu ilginç açılıştan etkilendiğimden sanırım albümde en çok ilgimi çeken parça oldu The Blackest Crow. Bir sonraki parça olan Forget To Remember ise önceki çoğu şarkı gibi orta tempoda ilerliyor. Eşlik edilebilir radyo dostu olan Forget to Remember kabul edilebilir şarkılardan biri albümdeki. Sert girişi ile umut veren Don't Turn Your Back daha sonrası şarkı sözleri ile beraber orta tempolu hale dönüyor. Gelelim albümdeki genel açıdan en sevdiğim parçaya.Neden böyle diyorum çünkü aslen bir Megadeth parçası olmayan Thin Lizzy coverı Cold Sweat tamamen Thrash yapmayacaksa Megadeth'in bundan sonra gideceği yön olmalı bence. Chris Broderick gibi yetenekli bir gitariste, David Ellefson gibi kalitesini kanıtlamış bir bas gitariste ve Dave Mustaine gibi bir beyne sahip grubun albümü böyle olmamalı. En azından Alman Thrash gruplarının son işleri göz önüne alınarak daha iyi ve sert bir albüm yapılabilir. Super Collider gibi iddialı bir isimle girişilen albümün sonucu bunun gibi Kara Delik değil yapıcı , dünyaları oluşturan bir Big Bang olmalıydı fakat bu gerçekleşmedi ne yazık ki. Çağlar Durmaz Şarkı Listesi 01.Kingmaker 02.Super Collider 03.Burn! 04.Built for War 05.Off the Edge 06.Dance in the Rain 07.Beginning of Sorrow 08.The Blackest Crow 09.Forget to Remember 10.Don't Turn Your Back... 11.Cold Sweat (Thin Lizzy cover)
5.5/10
Grup Dave Mustaine – vokal,gitar, akustik ve slide gitar Chris Broderick – gitar , geri vokal David Ellefson - bas gitar , geri vokal Shawn Drover – davul ,perküsyon
Mü zik
CHILDREN OF BODOM– HALO OF BLOOD Sanatçı : Children Of Bodom Albü m Adı: Halo Of Blood Tü r: Melodik Death Metal , Power Metal Çıkış Tarihi: 7 Haziran 2013 Şirket: Nüclear Blast
Kana süsamış Azrail
Sevinçle söylemek istiyorum “Aranan bodom geri döndü
sonunda! ”. 1997'de başladıkları kendi yarattıkları bir tür olan Melodik Power Death Metal türünde Something Wild gibi Black metal etkilenimli bir albüm ve ertesinden gelen efsane Hatebreeder ve bir o kadar iyi olan Follow The Reaper ile yoluna devam eden Children Of Bodom 2000' lerle beraber metalcore tarzından etkilenimli albümler yapmaya ve kendi tabirleriyle sadece konser yapmak için albüm çıkarmaya başladılar. Ve hatta bir önceki albüm olan Relentless Reckless Forever çok vasattı. Fakat aradan geçen 2 yılda ne olduysa olmuş Bodom herkesin dört gözle beklediği kimliğine bürünmüş. Kişisel olarak internette çıkan birkaç şarkı ile umutlansam da sadece bunların olacağı bir albüm bekliyordum fakat iyi ki de yanılmışım demek istiyorum. Hatta şöyle diyeyim Follow The Reaper'dan beridir çıkan en iyi Children Of Bodom albümü karşımızda.(Hate Crew Deathroll'un bende yeri ayrı olduğu Için objektif olmaz.) Albüme geçmek gerekirse ilk parça olan Waste Of Skin'in melodik girişine bayıldığımı söyleyebilirim.(Sevdiğim In Flames şarkılarından Embody The Invisible'ı anımsattı.). Çok hızlı tempoda ilerleyen gaz bir parça olan Waste Of Skin'de ustaca çalınan klavye ve bas gitarlar da şarkının artı yönleri olarak göze çarpıyor. Halo Of Blood ise karanlık ve kaotik atmosferi ile beraber Something Wild dönemlerindeki Black Metal etkilenimleri ile ön plana çıkan bir diğer parça. Thrash Metal'in agresif temposuyla Power Metal'in melodikliği güzel bir şekilde uyumlu. Ortalarda giren güzel Melodik solo da cabası. Scream For Silence ise Melodik Bodom şarkılarının en iyi örneklerinden bir tanesi.Orta tempoda ilerleyen parçanın en göze çarpan yeri ise mükemmel melodik solosu. Alexi'nin yine virtüöze seviyesindeki Neo Klasik sololarından birini attığı şarkı albümün iyilerinden. Klasik Bodom soundu ve catchy nakaratı ile Transference albümün ortalama parçalarından birisi.Aradaki melodik kısımlar iyi olsa da parçayı kurtaramıyor
ne yazık ki. Sıradaki Bodom Blue Moon ise çok tempolu ve agresif bir girişle bizleri selamlıyor. Harika klavye soloları ile süslenmiş şarkı tempolu yapısıyla bu soloları çok güzel bir şekilde yansıtıyor dinleyiciye. Ve gelelim albümün en iyi şarkısı olan These Days Are Numbered'a. Gerçekten ben buradayım diye sırıtan bir parça bu. Şarkının ortasında giren riff tek başına yeter diyeceğim ama buna mükemmel bir solo ekleniyor ve ortaya muhteşem karışım denilebilecek bir şarkı çıkıyor. Sıradaki parça ise These Days Are Numbered' ın aksine slow bir power ballad olan Dead Man's Hand On You. Alexi' nin baştaki konuşma tarzı vokali şarkıya bir o kadar güç katmış.Temiz gitar soundu ve piano tonuyla süper bir parça var karşımızda. Damage Beyond Despair ise direk kafadan dövüşmeye hazırlayan gaz bir şarkı.TEmpolu ritmleri ve buna eşlik eden güzel gitar melodileri şarkıya renk katmış.Bir sonraki şarkı olan All Twisted klasik Bodom klavye tonlarıyla beraber ilerleyen gitarlarla güzel bir şarkının oluşmasını sağlamış. Parçanın solosunu ise ayrıca beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Albümün normal versiyonun son şarkısı olan One Bottle And Knee Deep ise albüme güzel kapanış yapmamızı sağlayan Bodom'un yaptığı en yaratıcı ve melodik parçalardan birisi. Albümün benim dinlediğim versiyonunda ise Japon grup Loudness'ın Crazy Nights isimli şarkısının bir coverı mevcut. Klasik Rock'n Roll tarzı bir parça daha önce de Britney Spears (Oops I Did it Again) coverı yapmış bir grup için alışımayacak bir şey değil ve altından iyi kalkmışlar bence. Özetlemem gerekirse albüm yıllardan beri Bodom'dan beklenen sertlik ve melodinin buluşmasının en iyi örneklerinden biri olmuş. İleride grubun konser setlistlerinde kendisine yer bulacak Halo Of Blood , These Days are Numbered gibi parçalar bulundurması da cabası. Ben albümü çok beğendim ve sürekli dinlemeye çalışıyorum umarım siz de beğenirsiniz. Çağlar Durmaz
Şarkı Listesi 01.Waste Of Skin 02.Halo Of Blood 03.Scream For Silence 04.Transference 05.Bodom Blue Moon 06.These Days Are Numbered 07.Dead Man's Hang On You 08.Damaged Beyond Despair 09.All Twisted 10.One Bottle And Knee Deep 11.Crazy Nights
8,5/10
Grup Alexi Laiho – Vokal, Gitar Jaska Raatikainen - Davul Henkka Blacksmith - Bas Gitar Janne Warman - Klavye Roope Latvala - Gitar
Çizgi Roman
Earth one
Yabancı çizgi romanları takip edenler bilir DC Comics son
yılların en büyük olayına imza atarak bütün çizgi roman
evrenlerini sıfırlamıştı. Tüm kahramanlar, kötüler, hikayeler
tekrar baştan yazılacak. Kimisi büyük kimisi küçük pek çok
değişikliklere gidilecekti. Yani anlayacağınız yıllardır
bildiğimiz karakterleri bambaşka bir açıdan ve oldukça farklı
bir gözle görecektik. Kulağa eğlenceli geliyor değil mi?
Oldukça güzel ve orjinal bir fikir. Ancak ülkemizde malesef
yabancı çizgi romanların çok çok az bir kısmı, hele ki DC’nin
neredeyse hiç bir yayını gelmediği için
ayda 8 10 farklı sayıda devam eden bu
olaya pek çoğumuz uzak kalıyoruz.
Peki madem hepsini okuyamıyoruz, biz
de en önemlileri okuruz. Bunun için de
serinin en başından daha güzel bir
başlangıç olabilir mi?
Earth One serisi Superman ve Batman’in
ilk kahraman olmaya başladıkları dönemi
anlatıyor. Neden başladıkları, ne gibi
zorluklarla karşılaştıkları gibi pek çok
arkaplan hikayesi okunmayı bekliyor.
Okumuş olanlar farkedecektir. Eski serideki Year One ile
neredeyse aynı konsept olmuş. Zaten eski serideki Year
One’ın büyük başarısından sonra yeni seride de de aynı
fikrin uygulanması kaçınılmazdı. Tabi konsept olarak aynı
olsa da içerik olarak oldukça farklı. Pek çok bildiğiniz
karakteri farklı biçimlerde görecek, bazen hoşunuza gidecek
bazense beğenmeyeceksiniz. Ancak güzel bir yeni soluk
getirdiği de gerçek.
Şimdilik 3 cildi çıkan Earth One serisi 2 Supermen 1 de
Batman sayısından oluşuyor. Seriler Kendi içlerinde farklı hikaye ve yapılara sahip oldukları için
kısaca bunlara da değineceğim.
Superman
DC nin Batman’le beraber en önemli
kahramanı olan Supermen diğer pek
çok şey de olduğu gibi ilk sırayı burada
da kapıp açılışı yapıyor(her ne kadar
batman daha popüler olsa da
Supermen 1 yaş daha büyük olduğu
için kıdem sırası onda oluyor
genelde.). Earth One evrenindeki yeni
süpermenimiz Smallvilleden
Metropolis’e yeni gelmiş. Henüz
hayatı ve güçleri ile ne yapacağına
karar vermemiş bir genç. Olasılıkları çok. Size
bana söylenen istersen atom mühendisi bile
olabilrsin lafı arkadaş için sıradan bir başka
meslek. Bu şekilde başlıyor hikayemiz. Her ne
kadar çizgi romanımızda karakter gelişimi
ağırlıklı olsa da aksiyonsuz bir çizgi roman
beklenemez. Nispeten başarılı bir kötümüz, bol
bol güzel aksiyonlarımız var.
Hikayeyi bırakıp içeriğe gelelim. İlk ve en taktir
ettiğim nokta hikaye anlatımı oldu. Çizgi roman
muhteşem bir giriş ile başlıyor ve sizi bir anda
içine alıyor. Hikaye boyunca bol bol flashbackler
ve farklı karakterlerin gözünden olayları
izliyoruz. Superman’i ve karakterini çok güzel
yansıtmışlar. Zaten J. Michael Straczynski’nin
yazdığı bir hikayeden daha azı beklenemezdi.
Bilmeyenler için açıklayayım, kendisi pek çok
film, dizi, kitap, çizgi roman alanında çalışmış bir
yazardır. Eserlerinin arasında Babylon 5 ve
Amazing Spiderman’ın en sevilen sayılarının
olduğunu da belirtip çizimlere geçeyim.
Öncelikle steroid deposu bir Superman yerine daha ölçülü
bir Superman çizilmiş bu güzel(belki de genç olduğundan
diyedir.). Köşeli surat tipi gitmiş, daha bebek suratlı bir
Superman gelmiş. Açıkcası oldukça karizmatik ve yakışıklı bir
kahramanımız var, beğendim. Ama asıl bomba Lois Lane.
Önceden pek sevmezdim kendisini(bir Mary Jane varken
gölgede kalıyordu doğal olarak) ancak yeni hali ile taş çizgi
roman hatunları listeme girmeyi başardı. Kızıl kahverengi
saçları ve yeni vücud ölçüleri ile(doğru bildiniz sayın geek
arkadaşlarım boobs :) ) sevilesi bir karakter olmuş. Ama en
büyük değişim Metropolis fotoğrafçısı Jimmy Olsen.
Kendisini önceden de severdim ancak bu yeni hali çok daha
güzel olmuş, okuyup görünce bana hak vereceksiniz.
Tipler dışında çizimlerin genel kalitesinden bahsetmem
gerekirse memnun kalacağınızı söyleyebilirim. Shane Davis
karakterleri çok güzel çiziyor. Arka planlar çok yok, çünkü
genelde karakterler yakın plandan çizilip görüntünün
çoğunu kaplıyorlar. Ancak aksiyon sahnelerinde bu durum
azalıyor ve mevcut arkaplan çizimleri de karakter çizimleri
kadar detaylı olmasa da güzeller.
İkinci ciltde ise aynı yazar ve çizerler olduğu için teknik
olarak üzerine ekleyeceğim bir şey yok. Ancak hikaye
hakkında yorum yapmam gerekirse önceki cildin aksine bu
cildin ağırlıklı konusu tek bir kötü üzerine odaklanıyor.
Aralarda gene karakterimizin geçmişi ile ilgili detayları
öğreniyor, yeni çevresine gösterdiği uyumu görüyoruz. Ama
ağırlıklı olarak aksiyona dayalı olduğunu söyleyebilirim.
Ancak üzülerek söylüyorum ki baş kötümüz oldukça vasat.
Ne tip olarak, ne de gücü ve düşünce yapısı olarak 2. Sınıf
kötülerden ayrılıyor. Neyse ki arkaplanda dönen hikayeler
oldukça ilgi çekici. Özellikle sondaki süprize çok
şaşıracaksınız. Bu detaylar sayesinde çizgi romanımız
vasatlıktan kurtulup bir sonraki sayıyı beklememizi sağlıyor.
Earth One: Superman serisi Superman’e başlamak isteyen,
ilgilenen herkes için çok güzel bir başlangıç noktası olmuş.
Superman ile ilgili pek çok merak ettiğiniz şeyi ve daha önce
aklınıza takılmayan, ancak görünce vay be demek bu
yüzdenmiş! dediğiniz hoş detaylar mevcut. Superman ile
azıcık ilgileniyorsanız alıp okumanızı öneririm.
Earth One nedir?
Earth One DC nin evrenlerinden birinin adı. DC’de
birden fazla evren mevcut ve her birinin kendine
özel süper kahramanları veya mevcut süper
kahramanların farklı halleri bulunuyor. Bir nevi
alternatif evrenler gibi düşünün. Infinite Crisis
eventinden sonra tam 52 adet evren
oluşturulmuştur. Earth One ve Earth Two içlerinde
en önemlileri diyebileceğimiz iki evrendir. DC’nin
reset atma olayından sonra New Earth yaratılmış
ve bütün kahramanlar, olaylar ağırlıklı olarak Earth
One ve diğer evrenlerden alınıp toplanarak kimi
zaman değişiklikler yapılarak New Earth yaratılmış
ve şu an DC nin asıl evreni olmuştur.
Batman
Gelelim kara şövalyemize.
Superman’den oldukça farklı
daha karamsar bir evrende,
her biri orjinal kötüleri ve saf
aksiyona dayanmayan
hikayesi ile Batman her
zaman favori çizgi
romanlarımdan biri olmuştur.
Bu yüzden Earth One’ı
özellikle merak ediyordum.
Year One’ dan sonra yine
müthiş bir seri geleceğinden
şüphem yoktu.
Çok bilindik ama bir o kadar da farklı başlıyor Earth
One:Batman. Özellikle açılış sahnesi çok hoşuma gitti.Sizi de
şaşırtacağını tahmin ediyorum. Hikayemiz tahmin
edebileceğiniz gibi. Şehre dönen Bruce Wayne, ailesinin
ölümünün ardındakileri bulmak istemektedir. Ancak bunu
bilindik yollardan yapmak gibi bir niyeti yoktur.
Hikayemiz güzel, ancak serinin asıl vurucu yanı bildiğimiz
karakterleri yeni halleri ile karşımızda görmek. İçlerinden
sizi en çok şaşırtacak olan Alfred. Kendisi ilk seriden oldukça
farklı bir karaktere sahip. açıkcası ilk serideki her daim
kusursuz bir uşak ciddiyetinde olup, yeri geldi mi ince
esprileri ile Batman’e laf sokmaktan geri kalmayan
Alfred’de yapılan bu büyük değişiklik cesur bir adım olmuş.
Her ne kadar ilk seridekini daha çok sevsem de, bu hali ile
Batman ile aralarındaki ilişki daha gözle görülür ve duygusal
olmuş. O yüzden başarılı buldum. Okuyunca siz de bana hak
vereceksinizdir. Bir diğer yeni karakterimiz ise Harvey
Bullock. Daha önce bir kaç Batman sayısında gödüğümüz
dedektif bu seride bambaşka biri olmuş. Hikayede oldukça
ön planda olan Harvey’i sizde benim kadar seveceksiniz.
Umarım Harvey tek sayılık bir karakter değildir ve devamını
görürüz. Bunun
dışında başka pek çok
karakterde kimi ufak,
kimi büyük
değişikliklere gidilmiş.
Güzel de olmuş bence.
Hikaye dışında
çizimlerden
bahsetmem gerekirse;
Çizimler güzel, ancak
suratlar genelde aynı
tip çizilmiş. Çok göze
batan bir durum değil
bu, ancak daha iyisi
olabilirdi.
Aksiyon
sahneleri
güzel, dövüşler
anlaşılır
çizilmiş.
Batman de güzel çizilmiş, olması gerektiği gibi olmuş. Bir
diğer taktir ettiğim nokta da karakterlerin duygularını çok
rahat bir şekilde suratlarından anlayabiliyorsunuz.
Çizer(Gary Frank) burada oldukça güzel iş çıkarmış.
Earth One: Batman hem Earth One serisine yakışan, hem de
Batman serisine yakışan çok güzel bir başlangıç olmuş.
Batman seven herkes alıp okusun. Serinin ikinci cildinin
2014’de çıkması planlanıyor. İlk giriş serisinden sonra
merakla bekliyorum açıkcası.
2010 yılında başlayan Earth One serisi şimdiye kadar 3
ciltten oluşuyor. Serinin sıradaki ciltleri Batman vol 2 ile
Wonder Woman’ın 2014 yılında çıkması planlanıyor
Özellikle Wonder Woman’da Grant Morrisson’un olacak
olması beklentileri oldukça arttırıyor. Çizgi Roman
seviyorsanız bu arşivlik seriyi mutlaka öneriyorum. Hem
baskı kalitesi muhteşem hem de çok uzun aralıklarla çıktığı
için takip etmesi kolay. Umarız ileride bu
seriyi türkçe olarak da görürüz.
Aykut Kekeç
Çizgi Roman
Femme fatale… Pek çok kültürde, ki buna Türk mitolojisi de
dahil, var olan bu kavram Fransızca da ‘ölümcül kadın’
anlamına gelip oldukça çekici, gizemli, baştan
çıkarıcı ve baştan çıkardığı erkekleri korkunç
felaketlere sürükleyen kadınlara işaret eder.
Literatürde yazdığına göre pek çok femme
fatale büyülemek, hipnoz etmek ya da
ölümsüzlük gibi farklı güçlere sahip olabilir.
Bunlardan neden mi bahsettim? Tabi ki
birden fazla best-seller ve ödül sahibi çizgi
roman yaratıcıları Ed Brubaker ve Sean
Philips’in hala çıkmaya devam eden aylık
serisi Fatale’i sizlere tanıtmak için…
1930’lardan günümüze kadar olan geniş
ancak parça parça zaman dilimlerine yayılmış
çizgi romanımızın konusu, isminin hakkını
verecek kadar güzel bir femme fatale
Josephine’in etki ettiği hayatlar; suç, savaş ve
kara büyü dahilinde gelişen olaylardır.
2012 yılının başında 12 sayılık bir seri olarak
yola çıkan Fatale, aldığı övgüler ve elde ettiği
yüksek satış oranlarıyla aynı yılın Kasım ayında
yola devam etme kararı aldı.
Çizimler ve anlatımından bahsetmek istiyorum bir an önce
çünkü konusunun ilginçliğinin yanı sıra anlatım ve kullanılan
dildi beni Fatale okumaya daha çok teşvik eden… Öncelikle
şunu belirteyim Fatale’de uzun uzun diyaloglar, sayfalarca
süren betimlemeler veya ağır bir dil bulamayacaksınız. Onun
yerine çerçeveleri harika kullanan yarıda kalıp devam eden
cümleler, yalın bir dil ile gizemini her an koruyan diyaloglar
okuyacaksınız. Her ne kadar Fatale’in kurgusu inanılmaz
oturaklı ve düzenli ilerlese de anlattığı bazı öğelerden ya da
kullandığı bazı imgelerden haberdar değilseniz, farklı zaman
dilimlerinde anlatılan hikayeler, gelişmeleri takip etmenizi
biraz zorlaştırabilir. Tabi çizgi romanımızda kullanılan bu yalın
dil bunu muazzam bir ölçüde azaltıp sizi diyaloglarda boğmak
yerine olay örgüsünü kafanızda oturtmanıza olanak sağlıyor.
Her ne kadar serinin en gizemli karakteri tabi ki Josephine
olacaksa da okudukça diğer karakterler tarafından
şaşırtılacağınıza bir o kadar eminim. Seks, cinayet , entrika
içeren ciddi bir çizgi roman arıyorsanız noir ‘Fatale’ tam size
göre… İyi okumalar dilerim
Faruk Yaylaz
Çizgi Roman
Rebel Bood
“Yine mi zombi?!” demeden önce beni bir dinleyin sevgili
okuyucular. Her ne kadar Image Comics bile üstü kapalı bir
şekilde artık zombi temalı yeni çizgi romanları istemediğini
belirtse de Rebel Blood’ı yayınlamanın ne kadar doğru bir
karar olacağını onu görür görmez anlamış olmalılar. İçindeki
herhangi bir diyaloga ulaşmak için bayağı bir sayfa
çevirmenizin gerektirdiği Rebel Blood’ın anlatacağı çok ilginç
bir hikayesi var.
Konu aslında klasik bir zombi hikayesi gibi görünüyor. Tam
anlamıyla zombi çizgi romanı olduğunu da söyleyemeyiz
aslında… Daha çok bir salgın ve mutasyon romanı…
Ana karakterimiz Chuck Neville hayatından pek bir şey
beklemeyen ve mutlu olmayan bir itfaiyecidir. Başına gelen
bir kazadan(?) sonra bir gözetleme kulesinde işe tekrar başlar.
Dış dünyayla olan tek ilişkisi pek de mutlu olmayan evliliği
olan Chuck’ın bu aşırı durağan ve sakin hayatı şehre vuran bir
saldırıyı bildiren bir telsiz anonsu ile artık değişmiştir. En
azından hikayenin ilk sayfalarında inandırıldığımız senaryo bu.
Ama işin içinde bir bit yeniği olduğunu Chuck’ın daha eve
giderken hayal ettiği klişe senaryolardan sezeceğinizi
düşünüyorum. Konusu hakkında daha fazla konuşmayacağım
4 sayılık bu kısa dumur seriyi mutlaka okumanız gerektiğini
söyleyip çizimlerden bahsetmek istiyorum.
Çizimler tek kelime ile harika. Bana yine diğer bir zombi serisi
olan Walking Dead’i anımsattı. Ancak Rebel Blood’daki
çizimler daha karmaşık daha kirli daha sivri ve her ne kadar
kendi dünyası öyle olmasa da kendisi daha renkli. Korku
temalı çizgi romanlara bu çizim stilinin gerçekten çok güzel
gittiğini farkettim. Rebel Blood’daki yaratıcılık ve çizgilerdeki
başarıları sebebiyle Riley Rossmo’nun diğer yapımlarına da bir
göz atacağım bundan sonra. Ama konuyu dağıtmayalım.
Bahsetmek istediğim diğer bir nokta ise Rebel Blood’ın
işlenişi. Açıkçası ilk sayıyı okuyan pek çok kişi gibi benim de
kafam oldukça karışmıştı. Zamanda yapılan ileri geri hamleler
ve özellikle Chuck’ın o bulanık zihnindeki olası senaryolar bazı
sayfaları birkaç kez okumama neden oldu. Ancak ikinci
sayıdan sonra buna alışıyorsunuz ki zaten bu sayıdan sonra
işler çığrından çıkmaya başlıyor. Haliyle ne baş kahramanımız
Chuck’ın klişe senaryolar hayal etmesine ne de Riley
Rosso’nun aynı karede birden fazla farklı zamanlı olay
çizmesine vakit kalıyor.
Rebel Blood’ın sonu etkileyici ve çarpıcı ancak arkasında pek
çok soru bırakıyor. Fakat amacı zaten sorularımızı cevaplamak
değil biz okuyucuları şaşırtmak ve başından sonuna kadar bizi
kendine inandıran başkahramanın kişiliğini işlemek. Bunu ne
kadar başarılı işlediğini geriye dönüp önceki sayılara
baktığımda anlayabiliyorum. Aslında sürpriz görünen son ile
ilgili ne kadar ipucu verildiğini ancak bunları sırf ana karaktere
inandığım için göremeyişimi sonradan fark ettim.
Leonardo DiCaprio’nun başrolünü oynadığı Zindan Adası
filmiyle oldukça benzer noktalar taşıdığını düşündüğüm Rebel
Blood’ı herkese öneriyorum. Zombi temalı şeyleri sevmeseniz
hatta korku öğeli her şeyden tiksinseniz bile kısa topu topu 4
sayılık Rebel Blood’a bir şans vermenizi gerektiğini
düşünüyorum. Herkese keyifli okumalar.
Faruk Yaylaz
Dizi&Film
Moonrise Kingdom
Merhabalar,
Tadının damağımda kaldığı çok keyif alarak izlediğim 2012 yapımı bir Anderson filminden bahsedeceğim bu ay. Wes Anderson sıradan sayılabilecek film konularını; öylesine güzel bir şekilde işliyor ki, bu sayede filmi sıradan olmaktan kurtarıyor ve filme bambaşka bir kimlik kazandırıyor. Bu yüzden yönetmenin kendine has bir tarzı olduğunu söylemek de mümkün. Wes Anderson’ un önceki filmlerinde karşımıza çıkan oyuncu kadrosundan tanıdık isimler bu filmde de yerini almış bulunuyor, Bill Murray bunlardan sadece bir tanesi. Filmdeki çocukların oyunculuk performanslarını da en az ünlü oyuncu kadrosu kadar başarılı bulduğumu itiraf etmeliyim. Filmin öte yandan masalsı bir yanı da var. Anderson; karakterler, mekanlar ve tatlı renklerle masalımıza bambaşka bir boyut kazandırarak, farklı bir hava vermeyi de ihmal etmemiş. Masalın büyülü yanından da sanırım bu saydıklarım sorumlu. İlk etapta daha çok çocuklara hitap eden bir film gibi gözükse de ilerleyen sahnelerde film,fikirlerin değişmesine sebep olabiliyor. Yüzünüzü gülümsetecek samimiyete sahip, ustaların büründükleri karakterleri gördükçe, filmin sonunun gelmemesi için yakarışlarda bulunacağınız, kesinlikle izlenecekler listenizde olması gereken bir film.
“#” Spoiler içerir. #Bir grup izcinin kamp kurduğu bir adada geçen film, kamp üyelerinden Sam’in ardında bir mektup bırakarak, kamptan kaçması ve bununla beraber oymak başı ve izcilerinin Sam’in peşine düşmesiyle başlıyor. Kahramanımız Sam, bu yolculuğunda yalnız değil, daha önceden tanıştığı,adanın öte tarafındaki Suzy ile birlikte maceradan maceraya atılırken bir yandan da daha önce hiç hissetmediği duyguları hissetmeye başlıyor.Issız bir koya kamp kuran Sam ve Suzy birlikte geçen günün ardından;
ada polisi, oymakbaşı, izciler ve Suzy’nin ailesinden oluşan bir arama ekibi tarafından yakalanıyor ve böylece olaylar sıcağı sıcağına gelişiyor. #Sam’in Suzy’nin kulaklarını olta iğnesi ile deldiği sahne seni asla unutmayacağım! #Filmin en hoşuma giden yanlarından biriyse karakterlerde kendi hayatıma dair parçalar bulmam oldu. Suzy’nin kardeşinin ablasıyla olan ilişkisi, kendi kardeşimle aramda olan ilişkiyi anımsattı bana. Hele ki gecenin bir yarısı kendisine ait bir eşyanın ablası tarafından alındığını fark ettiğinde, ablasının odasına sessizce girip, takındığı o koca adam ses tonunda kardeşimi nasıl bulduğum belli değil. #Ah son olarak söylemeden geçemeyeceğim, filmin başında ve geçişlerde beliren, ada ve çevresi hakkında gerekli-gereksiz bilgileri veren kırmızı paltolu amcam seni çok sevdim, bilesin istedim. Gelecek ay görüşürüz, iyi seyirler. Ece Gündüz IMDb Puanı: 7,8 Oyuncular ve filmle alakalı detay için (bknz.) Fragman için (bknz.)
Dizi&Film
Oblivion
Efendim.
Açlık çekiyoruz. Güzel bir bilim-kurgu filmine ya da güzel bir post-apokaliptik hikayeye açlık çekiyoruz. Yok ! Yok bulamıyoruz. İki üç ay önce arkadaşım dedi Tom Cruise'un filmi var dünya mahvoluyormuş gidip izleyelim diye. Gittik izledik ve şimdi filmin afişini gördüğümde direk olarak aklıma I'm Legend geldi. Bir an umutlandım sonra neyse dedim filmi izledim. Filmin ilk yarısını hatırlıyorum pek çok soru vardı hiç bir cevap yoktu. Özellikle hiç bir filmde görmediğim kadar iyi görseller vardı. Ciddi anlamda mutlu mesut uzundur aradığım şeyi bulacağıma dair bir heyecanla filmi izledim. Filmin kaba hikayesi, bir esas oğlan (Tom Cruise) bir de esas kızımız (Andrea Riseborough) böyle epey yüksekte jetgil vari bir evde yaşıyorlar. Dünya darma duman olmuş, vakti
zamanında bir uzaylı saldırısı sebebiyle insanlar Titan'a kaçmış geride de çeşitli işler için bu ikisini bırakmışlar. Bol bol merak bol bol heyecan bol bol soru içeren bir ilk yarısı var filmin. Heyecanla izliyordum ölecektim zevkten. Sonra küçük bir saçmalık fark ettim filmde. Esas oğlanımız küçük bir aksiyona girişiyor. Elindeki fantastik silahla karanlık bir yerde çatışma yaşıyor ve o da ne ! Acayip gelişmiş teknolojinin olduğu bir zamanda o fantastik tüfeğin ucuna fener takmış karanlıkta gelin beni vurun diye dolanıyor Tom abimiz. Yani ne gece görüşü ne de o durumda işe yarayacak başka teknolojik bir şey. Kurşun geçirmez üstü var ama kafası açık. Böyle küçük küçük saçmalıklar iyice fazlalaşmaya başladı. Ben filmden hafif şüphelenmeye başladım bu yüzden. (Çok takıyor demeyin dahası var. )
Şimdi bir ikinci husus film devam ettikçe karşımıza çıkıyor. Bir Hollywood klişesi olarak en beklenmedik şeylerin bile beklendik şeyler çıkması. Filmde epeyce soru vardı ve berbat cevaplar geldi. Ciddi anlamda mutlu son klişesine ulaşmak için doldurulan bir ikinci yarıdan bahsediyorum size. Uzaylı olarak filmin sonunda gösterilen saçma bir şey var ciddi anlamda bu kadar olmaz dedirtiyor insana. Kısa kesmek gerekirse filmi hakkında mütevazi yorumum güzel görsel, güzel aksiyon, ortalamanın üstünde bilim kurgu, sürükleyici hikaye ama ucuz son. Çok büyük can sıkıntılarına birebir demekle yetiniyorum Korcan Romya
Retro
Ron Gilbert
5 ya da 6 yaşlarında ilk kez bir bilgisayarla münasebet
kurmuştum, münasebet dolaylı gerçekleşiyordu tabi, DOS’ta
açılan oyunlarla dolaylı. O zamanlar var olan oyunlardan
hatırladıklarım, Day of the Tentacle ve Wizard of Oz’du. Day
of the Tentacle ile yıllar sonra tekrar karşılaştık, o
karşılaşmadan sonra yaptığım çıkarım şuydu; ben
muhtemelen küçükken oynadığım platform dışı oyunları çok
fazla bilmeden, saçma sapan (?) oynamışım
Jazz Jackrabbit 1.23 versiyonunu ararken, Abandonia sitesine
rastlamıştım. Neyse ki sırf bu oyunla kalmadık. Siteyi
keşfetmeye çıktığımda, Day of the Tentacle’a rastladım ve çok
tanıdık geldi. Oyun içeriğine girdiğimde ise, eski dostla
karşılaştığıma emin oldum. Hemen indirdim, kurdum ve yıllar
sonra olmasının getirdiği ingilizce birikimiyle birlikte oyunu
oynamaya başladım. Oyunu incelemeyeceğim, ancak birazdan
ufak bilgi vereceğim hakkında oyunun.
Normal sıklığın biraz üzerinde film izleyenler çok yaparlar
bunu, bir filmi izleyip beğendilerse, aynı yönetmen ve
senaristin diğer filmlerini de izlerler, en azından ben
yapıyorum bunu. Aslında, macera/platform tipi eski
oyunlarda da bu geçerli, çünkü hikâye ve bulmacalar oyunun
büyük çoğunluğunu karşılıyor. Monkey Island’dan yaşadığım
bu hadiseyi, burada da denemeye çalışmam üzerine, büyük
usta Ron Gilbert ile rastlaştık.
Bu rastlaşmada farkettiğim şey, aslında bir kaç oyununu zaten
oynamış olmamdı. Çok oyun oynayan biri değilim şimdi belki
ama, eskiden de oynuyordum. Maniac Mansion, The Secret of
Monkey Island, LeChuck’s Revenge, Grim Fandango, Day of
the Tentacle oynadığım oyunlar arasındaydı. Oyunlar aslında
Ron Gilbert’ın oldukça usta biri olduğunu yeteri kadar
gösteriyor. Ama belirtmeden geçmemek de lazım, Tim
Schafer ile birlikte Ron usta, LucasArts ve macera oyunlarının
kurucuları/yükseliş dönemi padişahları demek yanlış olmaz.
Başka kişiler, başka oyunlar da var tabi ki. Ama benim
gözümde çok başka bu fantastik ikili.
Şimdi, Star Wars ve Monkey Island hakkında komik ve
sürprizlerle dolu bir yazıya devam ediyoruz, koltuklarınıza
yaslanın ve kendinizi hazırlayın.
LucasArts’tan Öncesi
LucasArts ile başlamıyor tabi ki macera, macera 1964 yılında
başlıyor
Ron Gilbert, 1 Ocak 1964’te Amerika’da Oregon’da doğuyor.
Babası eski bir rektör, ve aynı zamanda bir fizik profesörü. Bu
olayın Ron’a etkisi şöyle oluyor, babasının evde kullandığı TI-
59 model hesap makinesi’nin içinde bulunan amiral battı
benzeri bir oyun, Ron’un ilgisini fazlasıyla çekiyor. Ron, bir çok
insanda olmayacağı gibi, hesap makinesinin bu yetenekleri
karşısında büyüleniyor, ve belki de o zaman bir oyun yapımcısı
olmaya karar veriyor, kim bilir ?
İkinci bahsedeceğimiz nokta da, tabi ki Star Wars’ın etkisi.
Bildiğiniz üzere, A New Hope, 1977’de vizyona giriyor, ki bu da
Ron’un gençliğine tekamül ediyor. Kendisini sosyal bir nerd
olarak tarif etmek doğru olur diye düşünüyorum aslında, bu
konuda bir şey okumadım ancak kendisinin de buna çok karşı
çıkacağını sanmıyorum.
Hah, ne diyorduk. Star Wars o kadar
etkiliyor ki, arkadaşları ile birlikte
Super-8 kamera ile birlikte bir kaç
Star Wars filmi çekiyorlar. Stars
Blasters, Tomorrow Never Came gibi.
Filmlerin konuları hakkında bilgi
aradım, ancak internette bir detaya
rastlayamadım maalesef, yoksa
onlardaki hikaye örgüsü de bende
merak uyandırdı.
Kırılma noktası diyebileceğimiz diğer
bir an da, 1979’da ailesinin NorthStar
Horizon isimli bilgisayarı almasıyla
gerçekleşiyor. Donkey Kong, Pacman,
Asteroids ve Space Invaders gibi
efsane oyunları oynamaya başlıyor
kahramanımız, ve bu oyunların her
biri üzerinde saatler harcayarak
oyunları analiz etmeye çalışıyor.
Ayrıca, oyunları defalarca oynayıp yapay zekanın vereceği
tepkileri de not almayı esgeçmiyor. Yine bu dönemde
programlamayla ilgilenmeye başlıyor, ve Atari 2600
oyunlarının incelendiği oyun dergilerini takip etmeye başlıyor.
Farkındayım, biraz biyografi şeklinde gidiyor gibiyiz, ki şu ana
kadar yazdıklarımın bir kısmını Wikipedia ile harmanlayıp
yazmaktayım. Ancak birazdan detaylar ve oyunlar ortaya
girdiğinde olayın boyutu değişecek, o yüzden lütfen
sabrediniz.
Gilbert’in 3-4 yılı öğrenme ile geçiyor, yapmak istedikleri de
şekilleniyor tabi bu sürede. 1983 yılında lisedeyken Tom
McFarlane –çocukluk arkadaşı- ile geliştirdikleri Graphics
Basic isimli uygulamayı, HESware’e lisanslayıp satıyorlar.
Graphics Basic nedir ne iş yapar derseniz; Graphics Basic
Commodore 64’e gelişmiş grafik ve ses özellikleri ve 100 yeni
komut ekleyen bir Commodore 64 paketi. HESware, bu
olaydan sonra iş öneriyor, ve Gilbert yarım yıl kadar HESware
altında Commodore 64 için oyunlar geliştiriyor. Ancak bu
oyunların hiçbiri yayınlanmıyor, hatta HESware de kapanıyor.
Hiçbir şey olmamış gibi.
LucasArts
HESware’in kapanmasının üzerinden çok da geçmeden,
Gilbert LucasFilm Games’de –LucasArts değil- işe başlar. O
altın çağ, macera oyunlarının yükselişi ve güzel şeyler buradan
sonra başlıyor. Tabi ki girdiği gibi oyun yapmaya
başlayamıyor, neticede ufak bir firma değil. Öncelikle
Lucasfilm’in Atari 800 oyunlarını Commodore 64’e port
etmeye başlıyor. 1985 yılında, artık LucasFilm Games
LucasArts adını aldığı zamanlarda, grafik sanatçısı/geliştiricisi
Gary Winnick ile birlikte
bir oyun projesinde
görev alıyor. Oyun ise,
hepimizin en azından
bir kez adını duyduğu
ve macera severlerin
vazgeçilmezi olan bir
oyun, Maniac Mansion.
Maniac Mansion,
dönemin en çılgın
oyunu aslında.
Grafikleri alışılmışın
dışında, hikâyesi de
öyle tabi ki. Hem
sıradan bir şey
beklemek hata olurdu.
Maniac Mansion’un
hikâyesi şöyle; Dave
isimli arkadaşımız,
sevgilisini malikanesine
kaçıran, tipinden ve
davranışlarından deli olduğunu çıkarttığımız bir profesörden
kurtarmaya çalışıyor. Profesörün hikayesi de ilginç, bu
malikane onun ailesine ait ve yıllar önce çarpan bir meteor
tarafından kontrol ediliyorlar. Meteor bu insanları nasıl
kontrol ediyor, çok saçma abi gibi tepkileri radikal şekilde
veriyorsanız, girişmeyin. Oyunun sonu daha sürprizli çünkü
Oyun hakkında başka bir yazıda çok konuşuruz, bahsetmek
istediğim bir kaç nokta var ancak. Öncelikle, bu oyun,
döneminin bir çok oyununun at koşturduğu/koşturacağı
SCUMM isimli oyun motorunun çıkışına kaynak oluyor. Bu
oyunda kullanılan motor, biraz daha geliştirilerek, SCUMM
ortaya çıkarılıyor ve LucasArts’ın dayanağı oluyor bu oyun
motoru. Maniac Mansion, point&click ve grafikler konusunda
da çağına yol gösteriyor. Aslında oyun kültürüne katkı
sağlıyor, ve bu dönemde çıkan bir çok oyunda benzer grafikler
görüyoruz, aynı oyun motoruna sahip olmasa dahi. En iyi
oyunlar arasında gösteriliyor, ve popüler kültürü de fazlaca
etkiliyor. Kaldı ki, 3 sezon sürüp 66 bölüme sahip olmuş bir
diziye de sahip oluyor. Son olarak, 1993 yılında oyun Day of
the Tentacle ile devam ediyor.
Maniac Mansion çıktıktan bir yıl sonra, Zak McKracken and
the Alian Mindbenders yayınlandı. Ron Gilbert, burada da rol
alıyordu. Ancak bu kez, rolü geliştirici değil, hikâyeciydi. Garip
evet, kendisi de bu role
alışamadığını daha sonra bir
söyleşide söylemiştir, ancak David
Fox ve Alan Kane ile çalışmaktan
keyif aldığını ve sevdiği bir proje
olduğunu da. Bu oyun, SCUMM
motoru ile geliştirilmişti ve
LucasArts tarafından yayınlandı.
Commodore 64’e asıl olarak gelip,
sonrasında Amiga, Atari ST ve
PC’ye gelmiş.
Hikaye oyundan 10 yıl sonrasında
geçiyor, 1997’de. Zak bir gazeteci,
Annie bir freelance bilimadamı (?),
Melissa ve Leslie ise Yale
Üniversitesi öğrencileri. Uzaylılar,
telefon hatlarını ele geçiriyorlar ve
bu hatlar yardımıyla insanları
aptallaştırmaya başlıyorlar. Amaç,
tüm insanlar aptallaşıp uzaylılar dünyaya egemen olmadan
uzaylıları durdurmak.
Hikâyenin her yerinde yine espriler mevcut, tabi yazar Ron
Gilbert olunca. Bolca Maniac Mansion göndermesi var.
Maniac Mansion’un üzerine bu oyunun gelmesi, LucasArts’ı
iyice burada taht sahibi yapmıştır, çünkü bu oyun da Maniac
Mansion gibi oyun otoriteleri ve dergiler tarafından pozitif
yorumlar almıştır. Ancak donanımsal uyumsuzluk sorunları –
21. yüzyıldayız, bu sorunlardan bahsetmiyorum- yüzünden
bazı sert yorumlar da yapılmıştır.
Peki Zak’in geleceği ne oldu ? Devamını yapmak Rob Gilbert’in
kafasında da vardı aslında, çünkü o da çok sevmişti bu seriyi.
Ancak kendisinin vakit bulamamak diye yakındığı sorundan
ötürü, onun yeraldığı ya da önayak olduğu bir girişim olmadı
bu seriyi tekrar diriltmek adına. Ancak, hayranlar 2001’da yeni
bir proje ile diriltmeye çalıştılar. Şu sıralar başka bir grup,
oyun üzerine çalışmaktalar. Henüz bir release mevcut değil,
ancak en son Mayıs 2013’te post attıklarını düşünürsek,
güncel diyebiliriz. Şöyle de bir bakış atabilirsiniz -
http://www.mckracken.net/
Zak’in geleceği olmadı, olamadı yani hala. Merakla bekliyoruz,
projeyi takipteyiz tabi. Şimdi, 1989 yılına gidiyoruz, Indiana
Jones and the Last Crusade: The Graphic Adventure. Aynı yıl
çıkan ve bir Indiana Jones klasiği olan aynı isimdeki filmin
oyunu. Hikâyeden bahsetmek yersiz aslında, merak
ediyorsanız kesinlikle filmi izleyin, kendisi zaten bir klasik.
Kaldı ki, Harrison Ford, Sean Connery ve Steven Spielberg’in
sizi etkilemeye yetmesi gerek. Hala ne duruyorsunuz, gidin
izleyin, yazı kaçmıyor ya ?
Indiana Jones oyunu da bazı yenilikler içeriyor, yine SCUMM
motoru ile yapılmış olmasına karşın, farklı olan bir puan
sistemi var. Ayrıca bu puan sisteminde maksimum puana
ulaşmak için, tüm alternatif çözümleri uygulamanız gerekiyor
–ve evet, alternative çözümler mevcut.
Bitirmeden Ron Gilbert’in yakın zamanda
yayınlanan bir röportajda, ‘Ron Gilbert’in bir
günü nasıl geçiyor acaba ?’ sorusuna verdiği
cevabı yayınlamak istiyorum;
- Her gün saat 6 gibi kalkıyorum ve inekleri
sağıyorum, tavuklara su veriyorum ve
domuzları besliyorum. Sonra direk olarak
ofise gidiyorum –şu an için Tim Schafer’in
beni kiraladığı Doublefine’da. Hızlıca 300’e
yakın RSS’I okuyorum ve dünyada neler
oluyor görüyorum, ki böylece kokteyllerde
zeki gözükebiliyorum Sonra kahve
içiyorum ve masama dönüp oyun
dizaynlarına bakmaya başlıyorum. Yaklaşık 8
saat bunu yaptıktan sonra, akşam 10’a
kadar TV izliyorum ve sonra yatıyorum.
Çok ayıp oldu.
Söylediğim üzere, Star Wars ve Monkey Island kısmına
geçemedim. Tam da beraber bir Monkey Island macerasına
çıkacakken, yazıyı burada noktalamam gerekiyor sevgili okur.
Gelecek ay kaldığımız yerden devam edeceğiz, bu sefer
hikâyeye yeni başroller katılacak ve yeni zaman dilimlerine
gideceğiz/döneceğiz.
Gelecek ay görüşürüz, kendinize çok iyi bakın.
Çağlar
Bozkurt