112

72
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Bir tarih profesörünün yanında çamurdan söz açılır. Çamur kelimesine genellikle küçültücü anlamlar yüklendiği anlatılır. Hatta, “çamur at izi kalsın”, “çamura yatmak” gibi deyimlerin bunu ispat ettiği dile getirilir. Söylenenleri önce sessizce dinleyen profesör, sonra heyecanlı bir dille bu gibi an- lamların gerçeğe hakaret olduğunu söyler ve oracıkta çamurla ilgili küçük bir konferans verir: “Çamur, kötü, pis anlamlarında kullanılacak bir kelime olamaz. Çünkü çamur olmasaydı insanlar uygarlığa ulaşamazlardı. Dünyanın her yerinde binaların çoğu tuğ- ladan yapılmıştır. Tuğla ise fırında pişirilmiş çamurdan başka bir şey değildir. Köy ve ka- sabaların tertemiz küçücük evleri, New York’un küstah gökdelenleri fırınlardan çıkmış çamur yığınlarından başka bir şey değildir. Eski Babil’de tuğlaya daha da büyük önem verilirdi, çünkü üzerlerine çivi yazılarıyla ilâhiler, krallara övgüler kazılırdı. Allah ilk insanı, Hz. Adem’i çamurdan yaratmadı mı? Efsanelerde bazı ilkel top- lumların çamurla beslendikleri anlatılır. Zaten yediklerimizin çoğu güneşte gelişip bü- yüyen bir çeşit çamur özünden gayrı nedir? Heredot, Mısır’ın dillere destan bereketini, Nil Nehri’nin çamuruna borçlu olduğunu yazar. Nil’in bıraktığı çamur az olunca, kıtlık olurmuş. Çamurun yiyecek-içecekle her zaman ilgisi olmuştur. Eski devirlerin çoğu boyalı ve süslü çömlekleri, günümüzde birçok kap-kacak türü, hep fırınlanmış çamurlardan yapılmıştır. Etrüsk, Grek, İspanyol, Peru testileri, sürahileri, Rönesans fayansları dünya müzelerinde saklanır. Ama çamurun en şereflisi, en dikkati çeken kıymeti şimdiye kadar tarihçilerin gözünden kaçmıştır: Dünyada en büyük medeniyetler çamurda doğup gelişmiştir. İh- tişamlı eski Mısır medeniyeti, Afrikalı göçebeler tarafından Nil Vadisi’nde kurulmuştur. Asur ve Babil, şehirlerini Mezepotamya’nın sulak topraklarında kurmuşlardır. Çin’in ilk medeniyet ocağı Hoang-Ho göllerinde idi. Avrupa’nın en ünlü şehirleri de çamurdan çıkmıştır. Floransa vadisi, Arno nehri ile dağlar arasında bir bataklıktır. Paris, Sen nehri- nin balçık kıyılarından yükselmiştir, Luteçya kelimesi de balçık anlamına gelir. Venedik, sığlıktaki çamur adacıkları üzerine kurulmuştur. Berlin, iki ırmağın ağzındaki bataklıklar üzerindedir.” Profesör, sözlerini şu sonuca vararak bitirir: “Dünya tarihi şöyle özetlenebilir: Medeniyetler çamurda başlıyor, kan- da bitiyor.” Kan zulüm ve gözyaşının bitmesi için hilafet ruhunu yakalamış insanların dün- yada söz sahibi olacağı günlere ulaşabilmek ve Müslümanların halifenin gölgesinde bir araya gelebilmesi dileğiyle Allah’a emanet olunuz. “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”

Upload: alperulug

Post on 25-Dec-2015

226 views

Category:

Documents


7 download

DESCRIPTION

dergi

TRANSCRIPT

Page 1: 112

“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”

Bir tarih profesörünün yanında çamurdan söz açılır. Çamur kelimesine genellikle küçültücü anlamlar yüklendiği anlatılır. Hatta, “çamur at izi kalsın”, “çamura yatmak” gibi deyimlerin bunu ispat ettiği dile getirilir.

Söylenenleri önce sessizce dinleyen profesör, sonra heyecanlı bir dille bu gibi an-lamların gerçeğe hakaret olduğunu söyler ve oracıkta çamurla ilgili küçük bir konferans verir:

“Çamur, kötü, pis anlamlarında kullanılacak bir kelime olamaz. Çünkü çamur olmasaydı insanlar uygarlığa ulaşamazlardı. Dünyanın her yerinde binaların çoğu tuğ-ladan yapılmıştır. Tuğla ise fırında pişirilmiş çamurdan başka bir şey değildir. Köy ve ka-sabaların tertemiz küçücük evleri, New York’un küstah gökdelenleri fırınlardan çıkmış çamur yığınlarından başka bir şey değildir. Eski Babil’de tuğlaya daha da büyük önem verilirdi, çünkü üzerlerine çivi yazılarıyla ilâhiler, krallara övgüler kazılırdı.

Allah ilk insanı, Hz. Adem’i çamurdan yaratmadı mı? Efsanelerde bazı ilkel top-lumların çamurla beslendikleri anlatılır. Zaten yediklerimizin çoğu güneşte gelişip bü-yüyen bir çeşit çamur özünden gayrı nedir? Heredot, Mısır’ın dillere destan bereketini, Nil Nehri’nin çamuruna borçlu olduğunu yazar. Nil’in bıraktığı çamur az olunca, kıtlık olurmuş.

Çamurun yiyecek-içecekle her zaman ilgisi olmuştur. Eski devirlerin çoğu boyalı ve süslü çömlekleri, günümüzde birçok kap-kacak türü, hep fırınlanmış çamurlardan yapılmıştır. Etrüsk, Grek, İspanyol, Peru testileri, sürahileri, Rönesans fayansları dünya müzelerinde saklanır.

Ama çamurun en şereflisi, en dikkati çeken kıymeti şimdiye kadar tarihçilerin gözünden kaçmıştır: Dünyada en büyük medeniyetler çamurda doğup gelişmiştir. İh-tişamlı eski Mısır medeniyeti, Afrikalı göçebeler tarafından Nil Vadisi’nde kurulmuştur. Asur ve Babil, şehirlerini Mezepotamya’nın sulak topraklarında kurmuşlardır. Çin’in ilk medeniyet ocağı Hoang-Ho göllerinde idi. Avrupa’nın en ünlü şehirleri de çamurdan çıkmıştır. Floransa vadisi, Arno nehri ile dağlar arasında bir bataklıktır. Paris, Sen nehri-nin balçık kıyılarından yükselmiştir, Luteçya kelimesi de balçık anlamına gelir. Venedik, sığlıktaki çamur adacıkları üzerine kurulmuştur. Berlin, iki ırmağın ağzındaki bataklıklar üzerindedir.”

Profesör, sözlerini şu sonuca vararak bitirir:“Dünya tarihi şöyle özetlenebilir: Medeniyetler çamurda başlıyor, kan-

da bitiyor.”

Kan zulüm ve gözyaşının bitmesi için hilafet ruhunu yakalamış insanların dün-yada söz sahibi olacağı günlere ulaşabilmek ve Müslümanların halifenin gölgesinde bir araya gelebilmesi dileğiyle Allah’a emanet olunuz.

“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”

Page 2: 112

� � � � � � � � � � � � � � � � � �� � � � � � � � � � � � �� � � � � � � �� � � � � �� ! " � # � � $ � # � � � � #� % & ' & ( ) * � ! + � ' , + - ' & +� . / 0 1 2 0 3 � 4 5 � 6 2 7 / � 1 8 9 8 / 8 * ! , � ! � � - � 3 � 3 5 : 9 � : 5 6 1 � : 2 � / 5; ! < = + ! + � > ! � " & ( � � � � � � � ; ! < = + ! + � $ ' � = � � ? � � � @� � ! , + < A + B + � ! � ' � C � � � � 3 � 3 5 : D 0 / 0 2 0� $ = � � � � � � � ( � E � # F � � � � � , � # � � - � � � & " � � � @� $ � � � � G �H / � I � D J � � � / 5 1� ! " � # � K � # $9 � L 5 J 5 1 . / H � : � 4 � � 3 . : 0� $ � ( � � � ? C� $ ( � M N O P Q O O N M M MI R S T U V� * � � � � � W J 2X � � � � � � Y X Q � � � Z � > < # * � [ � J 2� ! ' , � \ �X � � � � � � � > < # * � [ � 7 ] ^ _� ` _ a b c R d � e R a � b f T g : ] h T ^ T c T ^ V; < $ ' � F * � & @ < � � � i � � W [� j ! � & � * k & # � # $ � ' � # > * � � & - > * $ &� ! " � # � � $ � # � � � + � % ' + � ! + � ' , + - ' & +� j \ ' * ! & @ < � � i � i � l5 � � : m J / W [ � � � � W � � � W n � � � i � i � l � � � �o & ! � � ' � � # � � $ � � ' � # > * � � & - > * $ &B * $ � p @ < � � W [ n q r r � W � � l l s � � � �5 � � : m J / W i � � � � � � � W [ n r r � W � � l l � � � �3 � 3 5 : t 7 � 2 7 J � 6 � 1 � 9 / 7 � �� * " ( * ' � � & = � � " +� ! � # � ! $ G � , + @ < � P u � ' � # > * � � & v � � +� * � � w x Y M Q X y Z z x P x z M Mk � � $ � w x Y M Q X y Z O x P x z y x� : J 7 / : 7 J � 9 / 7 � �> ! " � # , * ! { & $ & | " < ' ( � & � + � < (} } } + > ! " � # , * ! { & $ & + � < (� � � D 5� & � $ � # � + - + M Q X Q y x u X M M M3 � 3 5 : J 8 / 8� � � � � j ! * � & � � � � #H ~ a � b ^ R c b a S T � V c T ^ � T b � R U ~ ^ � b S T S V a d ] ^ ] c ]� b � R � R d c R d S T g T ` R c R ^ � H ~ a � b ^ R c b a S T � V c T ^ R T � bb � R c h b � � 3 T � V c T ^ � T a d T S a T d � ~ f U b ^ R c b ^ b dT c V a U V S T g V c T ` R c R ^ �3 T S V a c T a T a ^ b d c T h c T ^ � T d R � ^ � a � b � R � h b U c b ^ R af _ ^ ] h c ] c ] � ] ^ b d c T h � b ^ b a b T R U U R ^ �

İçindekiler

Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK

M. Emin KARABACAK

Yard. Doç. Dr. Ebubekir Sifil

Dr. İhsan ŞENOCAK

Hace Muhammed Lütfi Hz.

Prof. Dr. Ali AKPINAR

Memduh ERGİN

Sultan Hacı Şaban Efendi Hz.

Elif ALACA

Murat TÜRKER

Abdullatif ACAR

Abdullah SEZGİN

M.Şevket EYGİ

Kıssadan Hisse...

Salih AYDIN

Yusuf KAPLAN

Mehmet CÜRA

Kıssadan Hisse...

Ömer Nasuhi Bilmen

Musa KARACA

Sofra Duası

Sorumluluk ve Adâlet Sahibi

Halife Ömer (r.a.) 4

Camiler Çocuklara “Cısss!” mı? 6

İki Ayet Etrafında Korkularımız 10

Selefi ile Taklit ve Mezhepler Üzerine 14

Bâd-ı Hazân Esti Bağlar Bozuldu (şiir) 19

Medeniyet, Medineli Olmaktır 20

Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 23

Edeb Ya Hu! 24

Hikmet Deryasından Damlalar 27

Namazı Yaşamalı 8

En’am 148 Üzerinden

Kader İnancını Tenkit Etmek 30

İnsanın Hilafet Sorumluluğu 32

Olmaz Hocaefendi Olmaz 40

Ehl-i Sünnete Göre İslam Nasıl Öğrenilir? 42

Rabbime hamd ederim 45

Hz. Selman el-Farisî (r.a) 46

Abdulkadir-i Geylani (k.s) hazretlerinden 54

“Kur”ân İslâm”ı” tehlikesi 56

17 Yaşında Müslüman Olan Amerikalı Bir Âlim:

Hamza Yusuf 60

Talebe ve Hoca Olmak 63

Mukaddesata Hürmet ve Saygı 64

Kitap Tanıtım 68

Burhan Çocuk 70

Gülbeng-i Rufai 72

Page 3: 112

Medeniyet, Medineli OlmaktırProf. Dr. Ali AKPINAR

17 Yaşında Müslüman Olan Amerikalı Bir Âlim:

Hamza YusufMehmet CÜRA

En’am 148 ÜzerindenKader İnancını Tenkit Etmek

Murat TÜRKER

6

20

30

60

Camiler Çocuklara “Cısss!” mı?M. Emin KARABACAK

Page 4: 112

Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK*

Sorumluluk ve Adâlet Sahibi

Halife Ömer (r.a.)

Hz. Ömer’e (r.a.): “Oğlun da ilk

hicret edenlerden biridir. Onun

hakkını niçin kıstın?” diye

sordular. Hz. Ömer (r.a.) şun-

ları söyledi: “Oğlum babasıyla

birlikte hicret etti. Bu sebeple

yalnız başına hicret edenlerle bir

tutulamaz.”

(Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45).

Rasûlüllah (s.a.v.) Milâdî 632 yılında vefât edince peygamberlik makamı da bitmiş oldu. Fakat Müslümanları bir lider etrafında

toplayan hilâfet makamı devam etmesi gerekmek-tedir. Rasûlüllah’dan (s.a.v.) sonra hilâfet maka-mına gelen insanlara da halife denilmiştir. İlk dört halifeye “Hulefâ-i râşidîn” denir. Dört halifeden her biri farklı özellikleriyle ön plana çıkmaktadırlar. Hz. Ebû Bekir (r.a.) sadakatiyle, Hz. Ömer (r.a.) adâle-tiyle, Hz. Osman (r.a.) hayası ile, Hz. Ali (r.a.) ise ilim ve cesaretiyledir.

Hz. Ömer (r.a.), Müslümanların ikinci halifesi ve Hz. Ebû Bekir’den (r.a.) sonra ashabın en fa-ziletlisidir. O, peygamber olmadığı halde kendisine ilham edilen (Buhârî, Enbiyâ, 54), Rasûlüllah’ın (s.a.v.), du-asına ortak etmesini istediği kişi (Ebû Dâvûd, Vitr, 23; Tirmizî,

Deavât, 109) ve yöneticilerden ilk “Mü’minlerin Emiri” lakabını alandır. Onun faziletiyle ilgili Rasûlüllah’ın (s.a.v.) ağzından birçok rivayet aktarılmıştır. Bu rivayetlerden birkaçı şöyledir: “Benden sonra peygamber gelseydi Ömer gelirdi.” (Tirmizî, Menâkıb,

4 Ocak

Page 5: 112

17; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 154) “Her peygamberin sema-da ve arzda iki veziri vardır. Benim semadaki vezirlerim Cebrail ve Mikail’dir. Yeryüzünde olan vezirlerim ise Ebû Bekir ve Ömer’dir.” (Tir-

mizî, Menâkıb, 16). “Güneş Ömer’den daha hayırlı bir kimsenin üstüne doğmamıştır.” (Tirmizî, Menâkıb, 17).

İkinci halife Hz. Ömer (r.a.) yaklaşık on yıl ha-lifelik yapmıştır. Müslümanlar arasında adâletiyle bi-linmektedir. Fakat onun adâletiyle ilgili anlatılanlar adâletinden daha çok sorumluluk duygusuyla ilgilidir. Onun adâleti denince daha çok şu olay ilk aklımıza gelir: “Halife iken sahâbilerden birisiyle bir gece Me-dine sokaklarında halkı teftişe çıktığı zaman bir evin yanından geçerler. İçeriden çocukların ağlama sesleri gelmektedir. İçeride çocukları avutmak için tencerede taş kaynatan bir kadın vardır. Bu durumu gören Hz. Ömer (r.a.) diğer sahâbi ile birlikte devlet hazinesine giderler oradan yağ ve un getirirler. Daha sonra ço-cuklar uyuduktan sonra onlar da oradan ayrılırlar.” Onun adâletiyle ilgili anlatılan bu olay, onun adale-tinden daha çok bir yönetici de bulunması gereken sorumluluk duygusuna işaret etmektedir. Belki de her yöneticide bulunması gereken bir sorumluluktur bu. Onun bu sorumluluğunu milli şâir Mehmed Âkif Er-soy şöyle dile getirmektedir. “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt kapsa da bir koyunu; gelir adli ilâhi sorar Ömer’den onu.”

Hz. Ömer’in (r.a.) adâletini anlatan olaylardan birisi şudur: Ömer b. Hattâb (r.a.) ilk hicret eden sahâbilere dörder bin, oğlu Abdullah’a da üçbinbeş-yüz dirhem maaş bağlamıştı. Hz. Ömer’e (r.a.): “Oğ-lun da ilk hicret edenlerden biridir. Onun hak-kını niçin kıstın?” diye sordular. Hz. Ömer (r.a.) şunları söyledi: “Oğlum babasıyla birlikte hicret etti. Bu sebeple yalnız başına hicret edenlerle bir tutulamaz.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45).

Hz. Ömer (r.a.) yöneticilerde olması gereken tatlı sert tavrının en iyi örneğidir. Hatta İslam dün-yasında karışıkların onun döneminde değil de daha sonra çıkmasında onun sert üslûbunun etkisi olduğu bilinmektedir. Çünkü yönetici demek güç demektir. İnsanlardan herkesin yapısı ve karakteri farklı ol-duğundan iyi niyet yetmeyebilir. Hz. Ömer’in (r.a.) avantajı güzide sahâbilerin hayatta olması yani is-tişâre heyetinin iyi olması, fetihler sayesinde devle-tin elde ettiği ekonomik güç ve onda bulunan liderlik vasfıdır. Lider, istişâre sonucunda bir şeye karar ver-

diğinde kararlı ve doğru bildiğinden şaşmaması ge-rekir. Çünkü onun kararlılığını ve gücünü test etmek isteyenler olabilir. “Toplumu ilgilendiren her ko-nuda onlara danış, görüşlerini al; sonra bir ha-reket şekline karar verince de, Allah’a güven. Çünkü Allah, kendisine güvenip, dayananları sever.” (Âl-i Imrân, 159).

Yöneticiye düşen vazifeler olduğu gibi halka da düşen sorumluluklar vardır. Bunun karşılıklı olma-sı gerektiği unutulmamalıdır. Birincisi yönetilenlerin yani halkın sorumluluğu, işi ehline vermek ve meşru otoriteye itaat etmektir: “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne gü-zel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Nisâ, 58) “Ey İman Edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan yöneticilere de…” (Nisâ, 59).

Yöneticilerin sorumluluğu ise çalışıp halkına karşı samimi olmak ve işlerini danışarak yürütmektir: “Eğer bir idareci Müslümanların işini üzerine alır, sonra onlar için çalışıp samimiyet göster-mezse onlarla birlikte cennete girmez.” (Müslim,

İmâre, 22) “Onlar işlerini aralarında danışma ile karara bağlarlar.” (Şûrâ, 38) “İş konusunda onlara danış.” (Âl-i Imrân, 159).

Yönetilenler her zaman kendi eksikliklerini gi-dermek yerine yöneticileri eleştirmekle işe başlarlar. Aslında herkes bilir ki “herkes evinin önünü temiz tutarsa, sokaklar temiz olur.” Temizlemeye evimizin önünden, temizlenmeye de kendimizden başlamalı-yız. Kendimiz, ailemiz, akrabalarımız, komşularımız dalga dalga temizlik dalgası devam etmelidir. Ama insan olarak her zaman kolay olanı seçeriz. O da başkasının düzelmesini istemektir. Bilinmesi gerekir ki bizler kendimizi iyiye doğru değiştirmedikçe Allah bizi değiştirecek değildir. “…Siz kendinizi değiştir-medikçe Allah sizi değiştirmez…” (Ra’d, 11). Bilelim ki bizler dinimizin istediği gibi insanlar olursak Allah da bizim layık olduğumuz yöneticiler elbette verecek-tir. “Nasıl iseniz öyle idare olunursunuz.” (Kudâî,

Müsnedü’ş-Şihâb, I, 336).

Selam ve dua ile…*Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi.

5Ocak

Page 6: 112

M. Emin KARABACAK

Camiler Çocuklara “Cısss!” mı?

Babam bunları işitince cem

aate;

“Bu çocuklar yerine göre oyunu

bırakıp geliyorlar; tabi ki cami

kirlenecek. Cami kirlenecek diye

bu çocukları camiye almayalım

mı? Konuşmalarına gelince bun-

lar daha çocuk, o kadar olacak,

cami adabını da öğrenecekler.

Yok, konu yanlış okumaları ise

hatalarını da burada düzeltecek-

lerdir.

Cami cemaatlerine baktığımız zaman genelde çocukları camide görememekteyiz. Görebildikleri-mizi de ya teravih namazlarında ya da mübarek ge-celerde görmekteyiz. Ramazan aylarında özellikle de teravihlerde camilerin, çocuklar adına cıvıl cıvıl olması gerekirken bazı cami cemaati yüzünden ço-cukları pek göremiyoruz. Caminizde bir saf çocuk cemaatiniz var mı diye sorduğum bir abimiz:

“Ne çocuğu hocam; bir ayağı çukurda 70 yaşında ihtiyar bir amcamız var, onun sayesinde çocuklar teravihe de gelmez oldu-lar.” der.

Sokakta ya da cami çevresinde oyun oyna-yan çocuklar, su ihtiyaçlarını genelde cami çeşme-lerinden ya da cami şadırvanlarından karşılamaya çalışırlar. Çocuklar, su içmek ya da el ve yüzlerini

Çocuklar NedenCamide Yoklar?

6 Ocak

Page 7: 112

yıkamak için camiye gittikleri zaman, etrafı kirletecek ya da zarar verecekler diye cami cemaati tarafından cami avlusuna sokulmamaktadırlar. Cami cemaati tarafında cami avlusuna sokulmayan çocuklar, büyü-yünce cami cemaate alışmaları da kolay olmayacak-tır.

Bir gün camide namaz kılmak için ezanın okunmasını bekliyordum. O sırada arkada oturan iki çocuk, kendi aralarında fısıltılı şekilde konuşmaya başladılar. Ön safta oturan cemaatten biri kalktı ve çocukların kulağından tuttuğu gibi caminin kapısına doğru yöneldi. Hemen koştum ve “Amca sen ne yapıyorsun? Camide çocuk mu dövülür?” dedim. Adam çocukları bıraktı, kendince gerek-çelerini açıklama adına da benimle tartışmaya başladı. Cemaat başı-mıza toplandı ve kimisi beni, kimi-si de adamı desteklemeye başladı. Baktım olay farklı boyutlara gide-cek, bende Peygamber Efendimizin (s.a.v) çocuklara karşı yaklaşımını vaazlarında anlatması için konuyu hocaya havale ettim.” der bir hoca-mız.

Yukarıda anlattığım olay, rah-metli babamın öğrencileri ile cami cemaati arasında yaşananları aklıma getirdi. Yıllar geçse de çok fazla değişen bir şey yok gibi.

Rahmetli babam yaklaşık otuz yıl köyümüzün camisinde hem namaz kıldırdı hem de mahalle oda-sında hiçbir ücret almadan köyün çocuklarını okuttu.

İlkokulu bitiren kız ve erkek çocukları, iki yıl mahalle odasında Kur’an-ı Kerim ve dini eğitim gö-rürlerdi. Öğlene kadar Kur’an Kerim okurlar, öğle-den sonra itikat ve ibadet dersleri alırlardı. Çocuklar sabah odaya gelirler öğlene kadar okurlar, öğle arası yemek için kızlar evlerine giderken erkek çocukları da babamla birlikte topluca öğle namazına giderlerdir.

Camiye giden bu çocuklar, müezzinlik yapmak için birbirleriyle yarışırlardı. “Ezanı ben okuyaca-ğım, kameti ben yapacağım” diye. Bu, oda nöbetçisi ayarlanıncaya kadar devam ederdi. Oda nöbetçisi; odanın temizliği, sobanın yakılması, içilecek sularını doldurulması, odanın açılıp kapanması ve o gün oda nöbetçisi erkekse cami müezzinliğinden de sorumluy-du.

Çocukların camiye gelmeleri, çocuk psikolo-jisinden haberi olmayan bazı cami cemaatinin tep-kisine neden olurdu. Tepkinin nedeni de genelde;

caminin kirletilmesi, camide konu-şulması, yanlış okuma gibi konular-dı.

Babam bunları işitince cema-ate; “Bu çocuklar yerine göre oyu-nu bırakıp geliyorlar; tabi ki cami kirlenecek. Cami kirlenecek diye bu çocukları camiye almayalım mı? Konuşmalarına gelince bunlar daha çocuk, o kadar olacak, cami adabı-nı da öğrenecekler. Yok, konu yanlış okumaları ise hatalarını da burada düzelteceklerdir.

Çocukları ben camiye getir-meye çalışıyorum sizde göndermeye çalışıyorsunuz. Şimdi camiye alışmayan, cami cemaatine katılmayan bu çocuklar, ileride cami cemaatine katılıp müezzinlik yapabilirler mi? Sizler bugün camiye gelip müezzin-lik yapabiliyorsanız çocukluğunuzda odada aldığınız eğitim sayesinde olduğunu biliyorsunuz. Çocukluğu-nuzu unutmayın lütfen!” derdi. Çocuklarda bu des-teği görünce hem kendilerine güven gelirdi hem de hocalarını mahcup etmemek için gereken özeni gös-terirlerdi.

Rahmetli babam; çocukların camiye alıştırılma-sı konusu açılınca görev yaptığı köyün birinde yaşa-nan bir olayı da örnek olsun diye şöyle anlatırdı:

Çocukları ben camiye getirmeye çalışıyorum sizde göndermeye çalışıyorsunuz.

Şimdi camiye alışmayan, cami cemaatine katılmayan bu çocuklar, ileride cami cemaati-

ne katılıp müezzinlik yapabilirler mi?

7Ocak

Page 8: 112

Eskiden cami imamı olmayan köyler, kendi imamlarını kendileri tutar, parasını da kendileri öder-lermiş. Yine köyün birinde, imamı giden köylü, ca-milerine yeni bir imam tutmuşlar. Göreve başlayan hoca bakmış çocuklara abdest almadan namaz kılı-yorlarmış.

Hoca çocuklara; “Siz neden abdest almadan namaz kılıyorsunuz?” dediğinde çocuklar; “Hocam sizden önceki hoca abdestsiz de namaz kıla-bileceğimizi söylediği için kılıyoruz” demişler.

Hoca da önceki hocanın adresini almış ve he-men bir mektup yazarak sebebini sormuş. Gelen ce-vapta önceki hoca; “Hocam ben çocukları oyun alanında tutup camiye alıştırdım; sizde abdest almasını alıştırın” demiş.

Değerli hocalarımızdan biri cami ve namaza alışmasını şöyle anlatır:

“Çocukluğumuzda mahalle hocasında okur-ken, namaz vakti gelince hocamız haydi çocuklar ellerinizi yüzünüzü yıkayın, camiye namaz kılmaya gidiyoruz derdi. Bu bize çok kolay gelirdi. Sonraki haftada çocuklar ellerinizi yüzünüzü yıkamışken kol-larınızı da yıkayıverin dedi. Her hafta bir uzvumuzu yıkayıp abdest alarak namaza başladık.

Çocuklar bugün cami cemaate katılmıyorlarsa bu, cami cemaati kadar anne babalardan da kaynak-lanmaktadır.

Birçok baba namazlarını düzenli olarak kıldıkla-rı halde cami cemaate katılmamaktadırlar. Nedenleri sorulduğunda ise kimisi işlerinin yoğunluğunda, kimi-si üşendiğinde, kimisi yorgun olduğundan, kimisi ca-

minin uzak olmasında, kimisi de alıştırılmamasından kaynaklandığını ifade etmektedirler.

Sonuçta herkesin camiye gitmemek için bir ge-rekçesi olsa da cumadan cumaya camiye giden bir babanın çocukları da cami cemaate karışmayacak-lardır. Bunun için çocukları camiye alıştırmak için öncelikle onlar nasihat etmek yerine en güzel şekilde model olmak gerekir. Çünkü çocuklar da yetişkinler gibi duyduklarını unutur, gördüklerini hatırlar; fakat yaptıklarını ise yıllar geçse de unutmazlar.

Çocukların cami alışkanlığı kazanmaları için küçük yaştan itibaren ellerinden tutarak götürmek onların cami cemaatin alışmasını kolaylaştıracaktır. Bu hususta örnek alacağımız kişi yine Peygamber Efendimiz (s.a.v). Her konuda olduğu gibi çocukları camiye alıştırma konusunda da Peygamber Efendi-miz (s.a.v) söz ve davranışlarıyla bize en güzel şekilde örnek olmuştur.

Peygamber Efendimiz (s.a.v), çocukla-rı sık sık camiye götürürdü. Orada gördüğü başka çocuklarla da ilgilenirdi. Küçük torunu Ümame’yi omzuna alır, camiye gelirdi. Cami-deki cemaate namaz kıldırır, Ümame orada beklerdi. (Buharî, Salât, 156.)

Namaz vakitlerinin yanı sıra cuma ve bay-ram namazlarına kimi zaman Hz. Hasan ve Hz.

Çünkü çocuklar da yetişkinler gibi duyduklarını unutur, gördüklerini hatırlar;

fakat yaptıklarını ise yıllar geçse de unutmazlar.

Çocukları Camiye Alıştırmada Anne Babalar

8 Ocak

Page 9: 112

Hüseyin kendileri gelirlerken, kimi zamanda Peygamberimiz (s.a.v) torunlarını bizzat ken-disi camiye getirirdi.

İbn Abbas (r.a.), Peygamberimizle bir-likte bayram namazına gittiğini, orada namaz kıldığını ve Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) okuduğu hutbeyi dinlediğini anlatır. (Buharî, İdeyn, 16)

Abdullah bin Şeddâd, babasından şöyle nak-lediyor: “Resulullah (s.a.v) bir akşam veya yat-sı namazında yanımıza gelmişti. Hasan veya Hüseyin’den birini omzuna almıştı. Öne geçip çocuğu yere bıraktı. Sonra tekbir getirip namaza durdu. Namaz sırasında secdeyi çok uzattı. Başımı kaldırıp baktım. Bir de ne göreyim! Secdede olan Re-sulullah’ın sırtına çocuk binmiş duruyor. Ben hemen secdeme geri döndüm. Namaz bitince ce-maatten:

– Ey Allah’ın Resulü! Na-maz sırasında öyle uzun bir sec-de yaptınız ki, bir hadise mey-dana geldi veya sana vahiy indi zannettik!” diye soranlar oldu. Rasûlullah (s.a.v) şöyle cevap verdi:

“– Hayır! Bunlardan hiçbiri olmadı. La-kin torunum sırtıma bindi. Ben de, acele edip hevesi geçmeden sırtımdan indirmeyi uygun bulmadım.” (Nesâî, İftitah, 83)

Peygamber Efendimiz (s.a.v) rukû sıra-sında bacaklarının arasından geçmek isteyen çocuk için ayaklarını aralamış, müdahale ede-rek gönlünü kırmamıştır. (Suyutî, Tarihu’l-hulefâ, s.189)

Kızı Zeyneb’den olan torunu Ümâme omzunda olduğu hâlde namaz kılmış, rükû ve secdeye gittikçe yere bırakmış, kıyama kalkar-ken tekrar omzuna almıştır. (İbn-i Sa‘d, Tabakât, VIII, 232)

Yine Efendimiz (s.a.v) secdeye gittiğinde bazen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gelip sırtı-

na binmişlerdir. Allah Resulü secdeden kalkarken onları yu-muşak bir şekilde alıp yere koy-muş, secdeye vardığında onlar yine sırtına binmişlerdir. Bu du-rum namaz bitene kadar böyle devam etmiş, namaz bittiğinde de Resûl-i Ekrem Efendimiz hiç kızmadan onları alıp dizi-ne oturtmuştur. (İbn-i Hanbel, II, 513)

Peygamber Efendimiz (s.a.v) yine bir gün hutbe okur-

ken mescide tökezleyerek giren torununu kaldırmak üzere hutbesini kesip aşağıya inmiş, evladını kucaklayarak minberin üzerine oturtmuş ve hutbesine devam etmiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 30/3774)

Sonuç olarak;

Çocukları camiden kovmak için değil camiye alıştırmak için çaba sarf etmeli. Babalar camiye gi-derken çocuklarını da beraberinde götürmeli.

Çocukların camilerdeki çocuksu davranışları görülmemelidir. Eğer çocuklara müdahale edilecekse bu, cami görevlisinin tarafından yapılmalı.

Cami çevresi çocukların oyun alanı olmadır. Çocuklar cami avlusunu ve çeşmelerini rahatça kul-lanabilmelidirler. Cami ile haşır neşir olan çocuklar da cami ve cemaate alışmaları da kolay olacaktır.Cami çevresinde oynayan çocukları uygun bir dille namaza davet etmeli.

Çocukların camiler-

deki çocuksu davra-

nışları görülmeme-

lidir. Eğer çocuklara

müdahale edilecekse

bu, cami görevlisinin

tarafından yapılmalı.

9Ocak

Page 10: 112

Yard. Doç. Dr. Ebubekir Sifil

İki Ayet Etrafında Korkularımız

Zor günlerden geçiyoruz. Kişisel ve

toplumsal plânda karşılaştığımız olum-

suzluklar her birimizi derinden sarsı-

yor, yaralıyor. Sıkıntılarımız, toplumsal

alanla sınırlı kalmıyor, bireysel hayatı-

mıza da ağırlığını koyuyor.

Bir an için her türlü komplo teorile-

rini bir yana koyarak kendimizi Allah’ın

ayetlerinin mihengine vurma, ciddi bir

nefs muhasebesi yapma zamanı değil mi

şimdi?

Gazete sayfalarından, televizyon ekranların-dan, sokaktan gözlerimize ve gönüllerimi-ze kasvet akıyor. Sıkılıyoruz, bunalıyoruz;

etrafımızı çepeçevre kuşatan karanlıktan şikayet et-

mekle geçiyor günlerimiz.

Niçin bu durumdayız? Üretilen çözümleri bir

zaman sonra çözümsüzlüğe dönüştürüveren, çıkış

diye yöneldiğimiz yolları tıkayan, umutlarımızı yıp-

ratan ve bizi hep başladığımız noktaya döndüren

bu labirentten nasıl kurtulabiliriz?

Nefis ve şeytanın gözlerimize çektiği perdeleri

aradan kaldırıp da kendimizi samimi bir sorgulama-

ya tabi tuttuğumuz zaman, evet işte o zaman, hep

görmezden geldiğimiz gerçekle yüz yüze geleceğiz.

Kendi iç barışımızı zedelememesi ve hayatın akışı

içinde tutturmuş gitmekte olduğumuz istikametin,

Kendi GerçeğimizleYüzleşmek

10 Ocak

Page 11: 112

hayat standartlarımızın, rahatımızın, huzurumuzun bozulmaması için türlü yorumlarla geçiştirdiğimiz çıp-lak gerçekle…

“Nedir bu gerçek?” diye sorulacak olursa, bu satırların yazarının buna vereceği cevap, kendi kalbî ve amelî hayatının bir yansıması olarak şudur: İman-da zaaf, ihlasta eksiklik ve amelde kusur!

“Teslim olma”ya yanaşmıyoruz. Rahatımız bozulmasın, konforumuz tehlikeye düşmesin, kim-senin kimseye faydasının do-kunmadığı bu zamanda kimseye muhtaç olmadan yaşayalım; biz kimseye karışmayalım, kimse de bize müdahale etmesin diyerek içimize kapanmanın faturasını, herbirimiz ayrı ayrı problemlere muhatap olarak ödüyoruz. Yani çözüm diye sarıldığımız şey, as-lında problemin baş müsebbibi.

“Sana gelen iyilik Al-lah’tandır. Başına elen kö-tülük ise nefsindendir” (Nisa/79) diyor Yüce Kitabımız. Günlük hayatın hay-huyundan biraz olsun sıyrılıp da kendimize karşı acımasız ve tevilsiz bir “nefis muhasebesi” yapabiliyor muyuz? İşte bütün mesele burada. Bunu yapabildiğimiz zaman pek çok eksiğimizin farkına va-racak ve bu eksiklikleri samimi gayretlerle gidermeye başladığımız anda birçok şeyin düzelmeye başladığı-nı göreceğiz. Bir türlü içinden çıkamadığımız en zor problemlerin çözümünün bu noktada kendisini ele verdiğini bir an önce keşfetmemiz gerekiyor.

Bu noktada sadece aşağıda zikredeceğimiz iki ayet etrafında düşünmek bile, bireysel ve toplumsal

plânda yaşadığımız olumsuzlukların sebebini ve çıkış

yolumuzun tesbitini veriyor.

“Kim Allah’tan ittika ederse, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül eder-se, O ona yeter.” (Talâk/2)

Bireysel sıkıntı ve problem-

lerin aşılması konusunda bizim

için bulunmaz bir rehber olan bu

ayeti yakından incelediğimizde

karşımıza çıkan hususlar şunlar-

dır:

Yüce Allah, kendisinden

“ittika” edenlere, içinde bulun-

dukları darlıklardan bir çıkış yolu

ihsan edeceğini ve onları hiç bek-

lemedikleri yerden rızıklandıraca-

ğını vaad ediyor.

Burada geçen “ittika” ke-

limesinin, Allah Tealâ’nın emir

ve yasaklarına uyma konusunda

titiz davranmak ve ilâhi gazaba

muhatap olmaktan şiddetle sa-

kınmak anlamına geldiğini hatırlatalım.

Sahabeden Ebu Zer R.A.’ın naklettiğine göre

Hz. Peygamber A.S. bu ayeti tekrar tekrar okuyarak

şöyle buyuruyor: “Eğer insanlar bunu tutsaydı, kendilerine yeterdi.”

Bu hadis, sözkonusu ayetin hükmünün, nazil

olduğu bağlam (talâk konusu) ile sınırlı olmadığını

“Kim Allah’tan ittika ederse, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona bekleme-

diği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül ederse, O ona yeter.” (Talâk/2)

Hz. Peygamber A.S. bu ayeti tekrar tekrar okuyarak şöyle buyuruyor: “Eğer insanlar

bunu tutsaydı, kendilerine yeterdi.”

Kişisel Sorunlarımız veÇıkış Yolu

11Ocak

Page 12: 112

göstermektedir. Nitekim Kurtubî’nin belirttiğine göre Sahabe’den, Tabiun’dan ve müfessirlerden pek çok kimse, bu ayetin anlamının talâk ile sınırlı bulunma-yıp, genel olduğunu söylemişlerdir.

Öyleyse yaşadığımız olumsuzluklar karşısında sızlanmak veya günü kurtarmaya yönelik olan -ve çoğu zaman da bir işe yaramadığını gördüğümüz- geçici çözümler aramak yerine, içimize dönmeli, ne-fis muhasebesine ağırlık vermeliyiz. Başta farz olan ibadetlerin hakkıyla edası olmak üzere, günlük ha-yatımızda, insanî ilişkilerimizde, ticaretimizde ve ka-zancımızda, aile düzenimizde, davranışlarımızda ve sözlerimizde takva ölçüsüne riayet edip etmediğimi-zi ve onu ne ölçüde belirleyici kıldığımızı sıkı sıkıya kontrol etmeliyiz.

Üzerinde kısaca duracağımız ikinci ayet-i keri-me ise, toplumsal plânda yaşadığımız sıkıntılardan kurtuluşun ve topluca esenliğe ulaşmanın reçetesini sunmaktadır:

“Allah, iman edip salih ameller işleyenle-re yeminle vaad etti ki: Daha önceki bazı top-

lumları hakim kıldığı gibi, onları da yeryüzüne mutlaka sahip ve hakim kılacak. Onlara razı olduğu dinini kuvvetle icra kudreti verecek ve mutlaka onları korkularının arkasından güven-liğe kavuşturacak…” (Nur/55)

Bu ayette dile getirilen vaat, iman edip salih ameller işleyenlere yöneliktir. Şu halde burada şöyle bir tesbitte bulunmamız doğru olacaktır: Yeryüzüne sahip ve hakim olmanın, Allah Tealâ’nın bizler için razı olduğu dinin hayatımıza nakşolmasının ve ay-rıca, yaşadığımız korkuların, sıkıntı ve bunalımların yerini güvenliğe ve esenliğe bırakmasının şartı, iman etmek ve salih amel işlemektir.

Burada “iman” ve “salih amel” şeklinde iki kavramla ifade buyurulan hususlar, hepimizin günlük konuşmalarda sık sık dile getirdiği veya kitaplardan okunup geçilecek kadar basit ve sıradan şeyler de-ğildir. Karşılığı ahirette ebedi mutluluk ve dünyada zilletten kurtuluş olan şeyin, elbette zannedildiğinden çok daha önemli olması gerekir.

Burada geçen “iman” konusu, imanın bütün şartlarını içinde barındıran bir husustur. “Amentü”

İman ve amel ikilisi, birbirinden ayrılmayan ve birbirini bütünleyen hususlardır.

Bunun için pek çok ayetite “Allah’a iman” ile “salih amel” bir arada zikredilmiştir.

İman Deyince

Toplumsal Sıkıntılarımız ve Gerçek Çözüm

12 Ocak

Page 13: 112

diye ifade ettiğimiz cümlenin içinde geçen, “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gü-nüne, kadere, hayır ve şerrin Allah Tealâ’dan olduğu-na ve öldükten sonra dirilmeye iman” ilkeleri burada “iman” şeklinde özet olarak ifade buyurulmuştur.

Elbette “Amentü” cümlesi de önemli açılımla-ra sahiptir. Bu cümlede ifade edilen hususlara “hak-kıyla” iman etmek zannedildiği kadar basit olsaydı, İslâm tarihi boyunca görülen bu kadar bid’atçı grup ortaya çıkmaz ve doğru imanı göstermek için Ehl-i Sünnet uleması tarafından ciltlerce akaid ve kelâm kitabının yazılmasına gerek kalmazdı. Burada işa-ret edilen hususların her birine, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesine uygun bir şekilde iman etmek ve bu iman-dan zerre kadar taviz vermemek, doğru yol (Sırat-ı Müstakim) üzere bulunmanın vazgeçilmez şartıdır.

İslâm Dini, iman edilmesi ge-rekli olan hususlar yanında, yeri-ne getirilmesi gerekli olan birtakım amelleri de ihtiva eder. İman ve amel ikilisi, birbirinden ayrılmayan ve bir-birini bütünleyen hususlardır. Bunun için pek çok ayetite “Allah’a iman” ile “salih amel” bir arada zikredilmiştir. Nasıl ki Allah’a iman konusu, akaidin inanılması zaruri diğer nokta-

larını da kapsıyorsa, salih amel de yapılması gereken bütün amelleri bünyesinde toplamaktadır. Farz iba-detlerden, nafilelere; ana-babaya saygı ve itaatten, insanlara güzel davranmaya; ilim tahsil edip bildiğini başkalarına öğremekten, helal yoldan çalışıp kazan-maya kadar; farz, vacip, sünnet ve müstehap olan bütün amel ve işler salih amelin kapsamına dahildir.

Yüce Allah şöyle buyurur:“O’na (Allah’a) ancak güzel sözler yük-

selir. Onları da Allah’a salih amel ulaştırır.” (Fâtır/10)

Buradaki “güzel sözler”, müfes-sirlerin izahına göre Allah Tealâ’yı zikretmek için söylenen kelime-i tevhid, tekbir, tehlil gibi bizzat “söz” olmakla birlikte; nasihat, ilim öğret-mek gibi Allah Tealâ’nın rızası için söylenen diğer sözler de böyledir. (er-Razî, Mefatahu’l-Gayb)

Müfessirler bu ayetin hükmü-nün geneli kapsadığını söylerler. Şu halde günümüz müslümanları da bu ayette anlatılan özelliklere sahip olurlar ise, bu vaatler onları da kap-samına alacaktır. Allah Tealâ vaadin-

den dönmez ve tarih bunun örnekle-riyle doludur.

Nitekim 1372 tarihinde vefat etmiş olan İbnu Kesîr, kendi döneminde İslâm coğrafyasının sınırları-nın genişliğini ve İslâm’ın hakimiyetini dikkate alarak, “İşte bizler, Allah Tealâ ve Rasulü’nün vaad ettiği şeye ulaşmış bulunuyoruz…” diyerek bu ayetin hükmünün umumî olduğunu fiilen ifade et-miştir. (Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm)

Nitekim bir hadiste Efendimiz A.S.’ın şöyle bu-yurduğu rivayet edilmiştir:

“Kur’an’da sizden öncekilerin haberleri, sizin aranızda geçen olayların hükmü ve siz-den sonra olacakların haberi vardır.” (Tirmizî, Ahmed)

Farz ibadetlerden, na-

filelere; ana-babaya say-

gı ve itaatten, insanlara

güzel davranmaya; ilim

tahsil edip bildiğini baş-

kalarına öğremekten, he-

lal yoldan çalışıp kazan-

maya kadar; farz, vacip,

sünnet ve müstehap olan

bütün amel ve işler salih

amelin kapsamına dahil-

dir.

Salih Amel

13Ocak

Page 14: 112

Dr. İhsan ŞENOCAK

Selefi ile Taklit ve Mezhepler Üzerine

Selefi: Zihnen yoruldum. Tü-

kendim desem daha doğru olur.

Sünnet ve Cemaat alimlerinin

eserlerini okumayışım beni onla-

ra karşı mağrur etmişti. Fakat bu

konuşma, onlarsız İslam’ı anla-

manın nafile bir gayret olduğunu

bana gösterdi.

(Geçen Ay’ın Devamı)

İctihat Duruşması

Selefi: Siz -bu cevabınızla- mukallit alimle-rin taklit devrinde yaşayan müçtehit fakihleri içtihat yapmaktan alıkoymadıklarını söylemeye çalışsanız da tarih bunun zıddı örneklerin mahşeri gibidir. Örneğin Osmanlı Devletindeki yetkili alimlerin mu-taassıp Hanefilerden oluşması bir çok müçtehidin içtihat yapmasına mani olmuştur. Hadiseyi doğru tahlil edebilmeniz için farklı boyutları dikkate alma-nız bir zorunluluktur.

Hanefi: İddianızın hilaf-ı hakikat olması, tak-lit hadisesini ideolojik kaygılarla ele aldığınızı gös-termektedir.

Duruşuna dair bir değerlendirme yapmak gerekirse şunlar söylenebilir: Başkalarında aradı-ğın bu yüzden de bulma bahtiyarlığına eremediğin; meseleleri çok yönlü tahlil etme özelliği, itiraf ede-

14 Ocak

Page 15: 112

yim ki sende tek bir şubesi ile dahi mevcut değildir. Bu yüzden ekmek ve sudan ziyade, bende olmasını istediğin şeye muhtaçsın.

Devlet-i Aliyye’nin alimlerini yargılamadan evvel tabakat-ı fukaha kitaplarına baksaydın söy-lediklerinin gerçeği yansıtmadığını görecektin. Zira söz ve davranışlarıyla bağlı bulundukları mezhebin fetvalarını ictihadlarıyla aşan fakihler tenkit edildik-lerinde, kendilerinin müçtehit, yaptıkları işinde içti-hat olduğunu söyleyince mukallit alimler tarafından saygıyla karşılanmışlardır. Konuyla alakalı olarak Taş-köprüzade (ö.960/1553) Şakaik’in de şöyle bir olay nakletmektedir: Sinan Paşa (ö.891/1486) Şeyh İbn el-Vefa’nın (ö.896/1491) müritle-rindendi. İbn el-Vefa Hanefi olduğu halde namazda besmeleyi açıktan okurdu. Müfti’l-Enam Molla Güra-ni (ö.893/1488) İstanbul ulemasını bir gün camiye topladı, maksadı İbn el-Vefa’yı mezhebe muhalif olan amelden alıkoymaktı. Meclise Sinan Paşa da geldi, toplantının sebebini öğrendikten sonra, Molla Gürani ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:

- Beklediğiniz zat gelince “Ben ictihat ettim ve ictihadım besmeleyi açıktan okumamı gerektirdi” derse ne cevap vereceksiniz.

-O müctehid midir?- Evet! Kur’an-ı Kerim’in tefsirini bütün incelik-

leriyle bilir, Kütüb-i Sitte ezberindedir ayrıca ictihadın şartlarını, usül ve kaidelerini de bilmektedir.

- Sen buna şehadet edermisin?- Evet!- Kalkın arkadaşlar, böyle şahidi olan birisine

itiraz edilemez.53

Müntesip müçtehitlerin ictihad yolundaki asil yürüyüşleri taklit devrinde de devam etmiştir. Top-

lumsal baskının onları yıldırdığı iddiası, her biri bir cesaret ve onur abidesi54 olan o güzel insanlara say-gısızlıktır.

Cürcani’nin Fetvası

Selefi: Konuşmanın ilk fasıllarında dört mez-hepten herhangi birini taklit etmenin caiz olduğunu söylemiştiniz. Madem bunlar bahsettiğiniz özellikler-den dolayı taklit edilmeye daha layıktır, niçin fakihler insanların kendi mezheplerinden başka mezheplere geçişlerine mani olmaya çalışmışlardır?

Hanefi: Nasıl yani?

Selefi: Nasıllığı aşikar. Bir örnekle izah edeyim: “Ebû Bekir el-Curcani (ö. 522/1128) zama-nında, Hanefi mukallitlerden birisi, Şafii bir adamın kızı ile evlenmek istemiş, kayınpeder olacak adam Hanefi mezhebini taklit eden damat adayına, ancak Şafii mezhebine geçmesi koşulu ile kızını verebilece-ğini aksi takdirde bunun imkansız olduğunu söylemiş, bunun üzerine Hanefi olan damat mezhep değişti-rerek kızla evlenmiş. Şafii bir kadın-

la evlenebilmek için, mezhep değiştiren bu adamın durumu el-Curcani’ye sorulduğunda Cürcani adamın günahkar olduğunu söylemiştir. Madem dört mezhep haktır niçin birinden ötekine geçen günahkar kabul edilmektedir?

Hanefi: Hadiseyi doğru teşhis edemediğiniz-den yanlış yargılara varıyorsunuz. Cürcani’nin günah dediği mezhep değiştirmek değil, kadına ulaşmak için dini bir meseleyi basite indirgemektir. Bu nevi bir mezhep değiştirme dini meselelerin kutsallığını ihlal eder. Naklettiğiniz hadiseyle alakalı Allame İbn Abi-din, Cüveyni adına şunları söylemektedir “Damadın nikahı sahihtir. Fakat, mezhep değiştirirken günaha

İçimden adım İbn Teymiye değil de Ebu Hanife ya da Muhammed b. İdris

Şafi’dir demek geçiyor.

15Ocak

Page 16: 112

girmiş olmasından endişe ederim. Çünkü; mezhebi-ni küçük gördü, bir kadın uğruna onu terk etti. Eğer kadınla evlenmek için değil de, yaptığı bir içtihat neti-cesinde mezhep değiştirseydi bu hareketi takdir edilir, Allah katında da sevap kazanırdı.”55 Görüldüğü gibi karşı çıkılan mezhep değiştirme değil, değişmenin şeklidir. İçtihat neticesinde mezhep değiştirene ise gü-nah değil sevap müjdelenmektedir.

Mezhep değiştiren Alimler

Selefi: Eğer mezhep değiştirmek alimler nez-dinde yanlış mütalalara vesile olmasaydı İslam tari-hinde mezhep değiştiren bir çok alim olurdu. Fakat tabakat kitaplarında bu tür bilgilere ulaşmak imkan-sızdır. İmkansızlık ise yokluktan kaynaklanmaktır.

Hanefi: Okumadığınız meseleri reddetme hak-kını size kim veriyor? Sonra nereden iddia ediyorsu-nuz alimlerin mezhep değiştirmediğini? Bu nevi bilgi-leri “Bin Baz’ın, Useymin’in” kitaplarında bulamazsın. Eğer merakın, öğrenme aşkından kaynaklanıyorsa işte buyur mezhep değiştiren allamelerden bir kaçı:

Maliki mezhebinin önde gelen fakihlerinden Abdulaziz b. İmran el-Huza’i (ö.234/848), İmam Şafii Bağdat’a gidince mezhep değiştirerek Şafii olmuştur.

Ebû Cafer Tahavi (ö.321/933), önce Şafii mezhebine mensuptu, hayatının ilerleyen yıllarında mezhep değiştirerek Hanefi olmuştur. Meşhur mu-haddis Hatib el-Bağdadi (ö.463/1070) Hanbeli iken, mezhep değiştirip Şafi mezhebine; Âmidi, Hanbeli mezhebinden Şafii mezhebine geçmiştir. Nahiv alimi Muhammed b. Dahhan’ın (ö. 612/1215) bu konuda-ki durumu ise ilginçtir. Çünkü o Hanbeli iken Şafii ol-muş, halife oğluna nahiv öğretecek bir alim isteyince de Hanefi mezhebine geçmiştir. Nizamiye medrese-sindeki nahiv kürsüsü boşalınca, orada ders okutabil-menin bir şartı da Şafii olmak olduğundan tekrar Şafii mezhebine geçmiştir.56

Yukarıda adını verdiğimiz fakihler, bağlı bulun-dukları mezhepler içerisinde ilmi kariyere sahip kişi-lerdi.

İmam Suyûti (ö. 911/1505), kendinden önceki alimlerin; Maliki mezhebine mensup bir mukallidin, Hanefi ya da Şafii oluşuna, sonra Hanbeli mezhebine geçişine, ardından tekrar Maliki mezhebine dönüşü-ne tepki göstermediklerini söylemektedir. Suyûti’ye göre onlar, bir mezhepten diğerine geçen kişiyi sade-ce mezhepleri oyuncak haline getirmesi durumunda eleştirmişlerdir.57 şekilde tadat etmek mümkündür:

• Mukallit iki ya da daha fazla mezhebin hü-kümlerini icmaya aykırı şekilde bir araya getirip telfik yapmamalıdır.58

• Mukallit, taklit edeceği müçtehidin ilmi açı-dan üstünlüğüne inanmalıdır.59

• Mukallidin özellikle ruhsatlarda taklit edeceği müçtehitlerin dini durumlarını yakından bilip/tanıma-sı gerekir. 60

• Mezhep değiştirme kısmen olmamalıdır. Buna göre, bir tek konuyla sınırlı olmamak şartıyla bir Hanefi, Şafii mezhebine geçebilir. Örneğin, Hane-fi mezhebine bağlı bir mukallidin vücudundan çıkan

Anladım ki tek doğru anlayış usulü Sünnet ve Cemaat alimlerine aittir. Al-

lah Teala onlardan razı olsun.

16 Ocak

Page 17: 112

kan akar ve mukallit Şafii mezhebine uyarak bu kanı yıkamadan namaz kılarsa, kıldığı namaz bâtıl olur. Her ne kadar İmam Şafi, kanın abdesti bozmadığını söylese de, namazdan önce yıkanmasının vacip ol-duğunu söylemektedir.61

• Mukallit, devlet başkanları nezdinde itibar görmek, bürokraside yüksek bir konuma gelmek gibi dünyevi kaygılarla mezhep değiştirmemelidir. Böyle yapan kimselerin durumu, sevdiği kadınla evlene-bilmek için hicret eden ve bu yüzden Allah Resulü (s.a.v.) tarafından yerilen adama benzer.62 Fukaha, dünyevi çıkarlara dayalı bu tür mezhepler arası geçişi tasvip etmemiştir.63 Hatta, bazı Ha-nefi fakihler böyle birisinin ta’zir cezası alması gerektiğini de söylemiştir.

• Geçmek istediği mezhebi bağlı bulunduğu mezhepten anlama açısından daha kolay bulan bir mu-kallidin de mezhebini değiştirmesi gerektiği, hatta önceki mezhebinde ısrar etmesinin haram olduğu belir-tilmiştir. Çünkü; mukallidin anladığı bir mezhebe bağlanması, bilgisiz bir şekilde önceki mezhebine devam et-mesinden daha hayırlıdır.65

Hanefilerce meselede müç-tehit kabul edilen İmam Tahavi (ö.321/933) Şafii mezhebinden Ha-nefi mezhebine geçmiştir. Tahavi, dayısı ve İmam Şa-fii’nin talebesi olan Müzeni’nin fıkıh derslerine katılır ancak konuları tam kavrayamadığından sık sık Ebû Hanife’nin kitaplarına müracaat ederdi. Tahavi’nin bu tavrında rahatsızlık duyan dayısı Müzeni, bir gün ona “Allah’a yemin olsun ki; senden hiçbir şey

olmaz” der. Bu ifadeden alınan Tahavi Hanefi mez-hebine geçerek orada fakih olur ve zamanla değerli eserler kaleme alır. Hatta bazı konularda da Ebû Ha-nife’ye muhalefet eder. Kendisine yöneltilen zor so-ruları çözdüğünde ise: “Allah (cc) dayıma merhamet etsin, eğer yaşamış olsaydı yaptığı yemininden dolayı kendisine kefaret gerekecekti” derdi.66

• Mukallidin, mezhebini dini ve dünyevi hiçbir gaye olmaksızın değiştirmesi de caizdir. Fakat, dini ve dünyevi gayelere bağlı olmaksızın mezhep değiştiren kişi fakih olursa, bu durumda onun mezhep değiş-tirmesi mekruh olur.67 Çünkü; önceki mezhebini terk eden fakihin yeni mezhebini öğrenmesi uzun zaman

ister. Halbuki fakih, yeni bir mezheple ilgilenip zamanını harcamak yerine bildikleri ile amel etmelidir.68

Mutlak anlamda mezhepler arası geçişi yasaklayan fakihler, tes-bit ettikleri bu şartlarla mezheplerin, insanlar tarafından istismar edilme-sine mani olmuşlardır.69 Yoksa bağlı bulundukları mezhebi diğerlerinden daha üstün gördüklerinden böyle bir yaklaşım içinde olmuş değillerdir.

Selefi: Müctehitler hatadan masum değillerdir. Avamı onları taklit etmeye çağırmak bir anlamda

hataya yönlendirmektir. Çünkü taklit edilen müctehidin ictihadında isabet edip-etmediği kesin değildir. Allah Teala’nın Müslümanlara bu du-rumdaki kişileri taklit etmelerini emretmesi ise söz ko-nusu olamaz.

Hanefi: Mukallit, içtihat edecek seviyede bir ilme sahip olmadığından onun hataya düşme ihtima-li, müçtehidin hataya düşme ihtimalinden çok daha yüksektir. Sonra müctehidin hata etmesi avamla aynı değildir. Müctehit hataya düşse bile sevap kazanır. Ayrıca fıkıh kitapları tedvin edilirken aynı konudaki farklı fetvalardan hangisinin daha muteber olduğu “tercih” dirayetine sahip alimler tarafından belirtil-miştir. Fakat bunun anlaşılabilmesi için “fetva usulü” ilminin bilinmesi gerekir. Avam bu ilimden mahrum olduğundan “hükmü” direkt olarak bütün görüşle-ri içeren fıkıh kitaplarından değil de onları okuyup anlayabilen fakihlerden (Nakılu’l-Fetva) ya da fetva kitaplarından öğrenmelidir. Fukaha, mukallidin en

Ayrıca, Kur’an ve

Sünnet’in açıklanmaya

muhtaç, “zahir”, “nas”,

“hafi”, “müşkil” vb.

özelliklere sahip kapa-

lı ifadelerine içtihadla

açıklık kazandırmanın

ciddi anlamda bir fıkıh

melekesine sahip ol-

mayı gerektirdiği unu-

tulmamalıdır.

17Ocak

Page 18: 112

doğru ictihatla amel etmesi için bütün imkanları ha-zırlamıştır. Bu yüzden, onun için en güvenilir yol, bir müçtehidi taklit etmektir.

Ayrıca, Kur’an ve Sünnet’in açıklanmaya muh-taç, “zahir”, “nas”, “hafi”, “müşkil” vb. özelliklere sa-hip kapalı ifadelerine içtihadla açıklık kazandırmanın ciddi anlamda bir fıkıh melekesine sahip olmayı ge-rektirdiği unutulmamalıdır. İçtihadın şartları ve nasıl yapılacağını bilmesi şöyle dursun, içtihat olgusunun ne demek olduğunu dahi tam kavrayamayan avamı, içtihadla sorumlu tutmak ve taklidi tercihlerinden do-layı müşriklerle aynı kategoride değerlendirmek öyle vahim bir durumdur ki; cehalet kelimesi onun büyük-lüğünü ifade etmede son derece küçük kalır.

……Daha neler ve neler konuşuldu. Fakat buradan

sonrası yerin azizliğine uğradı. Noktalarla geçiştirdiği-miz bölümleri belki ilerde kitap çapında bir çalışma-nın içerisinde okuyacaksınız. Fakat merakınızı gider-mek için konuşmanın son cümlelerini arz ediyorum:

Selefi: Zihnen yoruldum. Tükendim desem daha doğru olur. Sünnet ve Cemaat alimlerinin eser-lerini okumayışım beni onlara karşı mağrur etmişti. Fakat bu konuşma, onlarsız İslam’ı anlamanın nafile bir gayret olduğunu bana gösterdi. İçimden adım İbn Teymiye değil de Ebu Hanife ya da Muhammed b. İdris Şafi’dir demek geçiyor.

Anladım ki tek doğru anlayış usulü Sünnet ve Cemaat alimlerine aittir. Allah Teala onlardan razı ol-sun.

Hanefi: Amin.

Dipnotlar:1-Bkz. Ebu Velid Muhammed b. Ahmed İbn Rüşd, Tehafutu’t-Tehafut, Daru’l-Kutu-bi’l-İlmiyye, Beyrut, 2003., 2-Ebû Abdil-lah Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyub İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lamu’l-Muvakkiin an Rabbi’l-Alemin, (tah. Muhammed Mu’ta-sımbillah el-Bağdadi), Daru’l-Kitabi’l-A-rabi, Beyrut, 1996, II, 180., 3- Seyfuddin Ebü’l-Hasan b. Ebi Ali b. Muhammed Âmi-di, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Daru’l-Kutu-bi’l-İlmiyye, Beyrut, t.y, III, 170., 4-Bkz. M. Mani’ b. Hammad el-Cuheni, el-Mevsua-tu’l-Muyessere fi el-Edyan-i ve’l-Mezahib-i ve’l-Ahzab-i ve’l-Muasıra, Daru’n-Ned-veti’l Alimiyye, Riyad, 2003, I, 139-157., 5-Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd İbn Hazm, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Da-ru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty, I-VIII., 6-İbn Hazm, a.g.e., VI, 241., 7-İbn Hazm, a.g.e., VI, 307., 8-İbn Hazm, a.g.e., (bkz. Yazarın Biyografisi) I, 3., 9-İbn Hazm, a.g.e., VI, 286., 10-İbn Hazm, a.g.e., VI, 303., 11-Muhammed Saîd Ramazan Bûtî, el-Lâmezhebiyye Ahtâru Bida’tin Tuheddi-du’ş-Şeriate’l-İslamiyye, Mektebetu’l-Fara-bi, Dımeşk, ty, s.66., 12-Kur’an, Bakara(2), 170., 13-Kur’an, Zuhruf(43), 23., 14-İbn Hazm, a.g.e., I, 286., 15-Muhammed İb-rahim Hafnâvî, Tabsirü’n-Nüceba bi Ha-kikati’l-İctihad ve’t- Taklîd ve’t-Telfik ve’l-İftâ, Darü’l-Hadis, Kahire, 1995, s.207., 16-Kur’an, Zümer(39), 17-18., 17-Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl es-Serahsi, Usûl, (tah. Ebû’l-Vefa el-Afgâ-ni), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, I, 329; Muhammed b. Ali Şevkânî, İrşâ-dü’l-Fuhûl, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty, s.49; Zeydan, el-Vecîz, s.171., 18-Bûtî, a.g.e., s.72., 19-Bkz. Fahruddin Muham-med b. Ömer Râzi, et-Tefsiru’l-Kebîr, Da-ru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, XIV, 297., 20-Şevkâni, İrşâd, s.400., 21-Şevkâ-ni, İrşâd, s.400., 22-Şevkâni, İrşâd, s.400.,

23-Şevkâni, İrşâd, s.400., 24-Şevkâni, İrşâd, s.400., 25-Kur’an, Nisa(4): 59., 26-Yusuf Kârdâvi, Fetâvâ Muâsırâ, Daru Uli’n-Nühâ, Beyrut, ty, II, 116., 27-Kar-şılaştırma için bkz. Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakîm, (Menar), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, V, 179., 28-Kur’an, Tevbe(9): 31., 29-İbn Hazm, a.g.e., VI, 302., 30-İbn Hazm, a.g.e., VI, 305., 31-Bûtî, a.g.e., s.66-67., 32-Ahmed Zafer Tahânevi, Mukaddimât-u İ’lai’s-Sünen, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Bey-rut, 1997, XX, 17., 33-Kârdâvi, a.g.e., II, 114., 34-Muhammed İbrahim Ahmed Ali, el-Mezheb inde’l-Hanefiyye, Mekke, ty, s.74., 35-Kârdâvi, a.g.e., II, 113., 36-Kâr-dâvi, a.g.e., II, 113., 37-İbn Kayyım, a.g.e., II, 178., 38-Nureddin Ebü’l-Hasan b. Mu-hammed Ali el-Kâri, Feth-u Bâbi’l-İnaye bi Şerhi’n-Nukâye, Daru’l-Erkam, Beyrut, 1997, III, 48., 39-İbn Mace, 1/Mukaddime, 17 (I, 81, H.no: 224)., 40-Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, II, 1157., 41-Kur’an, En’am(6): 159., 42-İbn Hazm, a.g.e., VI, 244., 43-Bûtî, a.g.e., s.66., 44-Ebu İshak ibrahim b. Ali b.Yusuf Firuzabadi Şirazi, el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmami’ş-Şafii, Beyrut, 1995, I, 51; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, Beyrut, 2000, I, 44-45; Ebû Muhammed Abdul-lah b. Ahmed b. Muhammed İbn Kudâ-me, el-Mugni ala Muhtasarı’l-Hıraki, (tah. Muhammed Ali Şahin), Daru’l-Kutubi’l-İl-miyye, Beyrut, 1994, I, 153-154., 45-İbn.Rüşd, el-Bidaye, I, 45; İbn Kudame, a.g.e., I, 153-154; Serahsi, el-Mebsût, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1986, 67-68., 46-Abdulvahhab Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, Lübnan, 1942, s. 144., 47-İbn Rüşd,el-Bidaye, I, 45; İbn Kudame, a.g.e., I, 153-154; Serahsi, el-Mebsut, 67-68., 48-İbn Kudame, a.g.e., I, 110-l18; İbn Rüşd, el-Bidaye, I, 20; Haf-navi, a.g.e., s. 217., 49-Karşılıklı deliller için bkz. Ali el-Kâri, a.g.e., I., 50-Hafı-zu’d-Din b. Muhammed el-Kerderi, Menâ-

kib-u Ebi Hanife, Daru’l-Kitabi’l-Arabi Bey-rut, 1981, II, 221-222., 51-Alauddin Ebu Bekir b. Mesud Kasani, Bedaiu’s-Senai, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, II, 622., 52-Abdu’l-Vahhab b. Ali İbn Sübki, Tabakâtü’ş-Şafi’iyyeti’l-Kübrâ, Mısır, 1967, V, 77-90., 53-Ahmed Isamüddin Taşköp-rülüzade, eş-Şagaiku’n-Nümaniyye, İstan-bul, ty., s. 73; Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s. 296., 54-Karaman, a.g.e., s. 298., 55-Muhammed Emin İbn Abidin, Reddül-Muhtar ala’d-Dürri’l-Muhtar, Da-ru’l-Fikr, 1979, IV, 80., 56-Abdulvahhab b. Ahmed b. Ali Şa’rani, , el-Mîzanu’l-Kübrâ, Daru’l-Kutubi’l- İlmiyye, Beyrut, 1998, I, 50; Hafnâvî, a.g.e., s.240-241., 57-Şa’rânî, a.g.e., I, 50., 58-Şa’rânî, a.g.e., I, 49; Haf-nâvî, a.g.e., s.239., 59-Şa’rânî, a.g.e., I, 49; Hafnâvî, a.g.e., s.240., 60-Şa’rânî, a.g.e., I, 49; Hafnâvî, a.g.e., s.240., 61-Şa’rânî, a.g.e., I, 50., 62-İbn Mes’ud diyor ki: Bizim zamanımızda Umm Kays isimli bir kadınla nişanlanan bir adam var-dı, kadın ona evlenmek için hicret etmeyi şart koşunca kadınla evlenebilmek için hic-ret etmişti.Bu yüzden biz ona Umm Kays için hicret eden adam derdik. Şihabuddin Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali b. El-Askalâni İbn Hacer, Fethu’l-Bâri bi Şerhi Sahihi’l-Buhâ-ri, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1998, I, 13; Ebû Tayyib Muhammed Şem-su’l-Hak Azimâbâdi, Avnu’l-Ma’bud Şerhu Süneni Ebi Davud, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, VI, 298-299; Nevevi, a.g.e., VII, 48., 63-Şa’rânî, a.g.e., I, 52; Hafnâvî, a.g.e., s.243., 64-İbn Abidin, Reddül-Muhtar, IV, 80., 65-Şa’rânî, a.g.e., s.53., 66-Abdulâli Muhammed b. Nizameddin Muhammed Leknevi, el-Fevâidü’l-Behiyye fî Terâci-mi’l-Hanefiyye, Daru’l-Erkam, Beyrut, 1998, s.59-60., 67-Şa’rânî, a.g.e., I, 53., 68-Şa’rânî, a.g.e., I, 53., 69-İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, IV, 80., 12 May, 2008

(http://ihsansenocak.com)

18 Ocak

Page 19: 112

Bâd-ı hazân esti bağlar bozuldu Gülistânda katmer güller mi kaldı? Şecerler kırıldı bârlar üzüldü El atacak dahî dallar mı kaldı?

Bir sel aldı sahrâları bürüdü Ağaçlar kurudu kökler çürüdü Erler yüreğinde yağlar eridi Hasb-i hâl edecek kâller mi kaldı?

Bozuldu dünyanın bâğ u bostânı Zâğ-ı siyeh yaktı bu gülistânı Bülbüller okusun dertli destânı Elvân nakış keşmir şallar mı kaldı?

Er olan eridi yağ gibi gitti Şîr-i nerler zîr-i türabda yitti Serviler yerinde mugaylan bitti Petekler söndüler ballar mı kaldı?

Ebnâ-yı zemânın gaflet serinde Oynarlar gülerler yerli yerinde Saâdet hidayet binde birinde Helâki fark eder haller mi kaldı?

Er olan çekildi çıktı aradan Her biri mahvoldu gitti sıradan Gazab etti âlemleri yaradan Mübtela olmamış iller mi kaldı?

Dillerde kalmamış hidayet nûru İslâm’ın kalmamış kalbde süruru Kurban olur İslâm bulsa kubûru Lutfî Hak söyleyen diller mi kaldı?

Hace Muhammed Lütfi Hz. (Alvarlı Efe) (1956-1868)

Bâd-ı Hazân Esti

Bağlar Bozuldu

Page 20: 112

Prof. Dr. Ali AKPINAR

Medeniyet, Medineli Olmaktır

Medeniyet, Medine coğrafyası-

nın uzağında olunsa bile, Me-

dine ruhunu yaşamak ve yaşa-

dığımız yere taşımaktır. Zira

medeniyet, yığınların oluşturdu-

ğu niteliksiz yerleşim merkezleri

değildir. Medeniyet, sadece la9a

kalan kuru bir iddiadan ibaret

de değildir.

Medine, medenî ve medeniyet aynı kökten türemiş kelimelerdir. Medenî, Medineli, şehirli demektir. İslam ve insanlık tarihin-

de en muhteşem ve mükemmel medeniyet örneği, Peygamberimiz ve ilk Müslümanlar eliyle Medi-ne’de kurulmuştur. Medine’de başlayan bu dönü-şüm-gelişim proje ve pratiğine baktığımız zaman şu hususlar öne çıkar. Bu tespitler, aynı zamanda me-deniyetin ve medenî olmanın temel taşlarıdır.

Peygamberimiz Medine’ye hicret etti-ğinde, orada Müslümanların yanında, Yahudi ve müşrik topluluklar vardı. Peygamberimi onlarla birlikte sosyal ve siyasî bir anlaşma yaparak birlikte yaşamanın tecrübesini gös-terdi.

Bu yüzden medeniyetin en temel şartı, farklı din, ırk ve seviyelerde olan insanların kardeşlik ve hak-hukuk esasları içerisinde kurulmuş olmasıdır.

20 Ocak

Page 21: 112

Peygamberimizin gelmesiyle birlikte, o zamana kadar kardeş kavgalarıyla çalkalanan Medine, güven ortamına dönüştü.

Buna göre medeniyet, güven ortamında kuru-lur. Medenî insanlar, birbirlerine güven veren insan-lardır.

Kendisi mükemmel bir aile reisi olan Peygam-berimiz, güçlü aile binası üzerinde ısrarla durdu ve toplumu güçlü ailelerle oluşturdu.

İslam medeniyeti, her bakımdan güçlü aile yuvala-rıyla oluşan, aile fertleri ara-sında sıkı ilişkilerin kopmadan ve sürekli olarak sürdüğü bir oluşumun adıdır.

Peygamberimiz, Me-dine’ye gelir gelmez ilk olarak Mescidin temelini attı, daha sonra mesci-din etrafında kendi evinin yanı başına, yoksul Müs-lümanların kalıp ilim tah-sil edecekleri suffeyi kur-du, geniş çaplı bir okuma yazma seferberliği başlattı.

Buna göre İslam medeniyeti, mescid merkezli kurulan, inanç odaklı bir oluşumdur. Bu medeniyette hayat temel ibadetlere göre programlanır. Zamanın dilimleri ve hayatın akışı namaz vakitlerine göre belir-lenir. Yine İslam medeniyetine göre yoksul insanların ihtiyaçlarını karşılamak ve diğer insanlar gibi onların da en donanımlı bir şekilde yetişmesini sağlamak

toplumun en temel görevidir. Zira toplumun huzur ve güveni buna bağlıdır.

Peygamberimiz, sosyal ve siyasal hayatı düzenlediği gibi, ekonomik hayatı da ihmal etmedi. Medine pazarını helal kazanç esasları üzerine yeniden inşa etti.

İslam medeniyeti, ik-tisadî hayatla ilgili genel geçer, uygulanılabilir ve ön önemlisi herkesin hayrına/yararına ilkeler koyar. Bu il-kelerde her zaman helal-ha-ram ölçüsü belirleyicidir.

Peygambe r im i z , kadın erkeğin birbirleri-ne karşı sorumluluk ve hakları üzerinde ısrarla durdu, kadınları dövme-yi yasakladı, onlara mi-rastan pay verilmesini, evlilik başta olmak üzere onlarla ilgili kararlarda onların görüşlerinin alın-masını emretti, bu ko-nuda insanlara en güzel örnekler sundu.

O halde edeniyet, er-keği ve kadınıyla insanların birbirini ezmediği, sömür-mediği ve istismar etmediği bir hayat tarzıdır.

Peygamberimiz, yetim ve yoksulların ko-runup gözetilmesini istedi ve ashabıyla birlikte insanlığa bu konuda en güzel örnekler sundu.

Medeniyet paylaşım demektir, yoksul ve zayıf-ların haklarının korunması demektir.

Buna göre İslam medeniyeti, mescid merkezli kurulan, inanç odaklı bir oluşum-

dur. Bu medeniyette hayat temel ibadetlere göre programlanır. Zamanın dilimleri ve ha-

yatın akışı namaz vakitlerine göre belirlenir.

21Ocak

Page 22: 112

Peygamberimiz, ge-nel olarak herkesin hakkı-nın korunması istedi; özel olarak ise anne baba, ak-raba, komşu başta olmak üzere, insanların zaaf gös-terdiği haklara ayrıca dik-kat çekti.

Bu yüzden medeniyet anne baba ve akrabalık iliş-kilerinin zirvede tutulduğu, komşuluk gibi erdemlerin en mükemmel şekilde yaşatıldığı kurumdur

Peygamberimiz, taharetlenmeden, evleri, mescidi ve tüm çevreyi temiz tutmaya varın-caya dek çok yönlü bir temizlik seferberliği başlattı.

Bu yüzden medeniyet, temizliktir. Medeniyetin bânileri, hem manevî hem maddî temizliğe büyük önem veren ve yaşayışlarıyla bunu gerçekleştiren kimselerdir.

Peygamberimiz, Medine’nin ağaçlarının ve yeşilinin korunması için çok önemli yönlen-dirmelerde bulundu ve Medine’yi sit alanı ilan etti.

Bu itibarla medeniyet, çevre bilincinin toplu-mun bütün fertlerinde yaşatılmasıdır.

Peygamberimiz, hayvan hakları ile ilgili çok önemli uygulamalar başlattı. Hayvanlara ağır yük yüklemeyi, onları dövmeyi, onlara ezi-yet etmeyi, hayvanları hedef tahtası yapmayı yasakladı, kedi köpek gibi evcil hayvanlara bakmayı, kısaca her hak sahibine hakkını ver-meyi emretti.

Bu nedenle medeniyet, yalnızca insan haklarına değil, tüm canlıların haklarına riayet etmeyi emreder.

Peygamberimiz, içerisinde yaşadığı Me-dine ile ilgilenmekle kalmayıp çevresindeki yerleşim merkezleriyle ve hatta tüm dünya gündemi ile ilgilendi, dünyadaki gelişmeleri yakından takip etti, çevreye davetçi ve elçiler gönderdi, Medine’ye gelen içlileri ağırladı.

İslam medeniyeti, gündemle ilgilenen, gündemi belirleyen ve gidişatın adalet, hakkaniyet gibi evren-sel değerlere göre yürümesi için tedbirler alan sosyal ve siyasal güçtür.

Sonuç olarak, medeniyet, Medine coğrafyası-nın uzağında olunsa bile, Medine ruhunu yaşamak ve yaşadığımız yere taşımaktır. Zira medeniyet, yığın-ların oluşturduğu niteliksiz yerleşim merkezleri değil-dir. Medeniyet, sadece lafta kalan kuru bir iddiadan ibaret de değildir. İnsanlığa en güzel medeniyet örne-ği sunmuş olan İslam dini de yalnız namaz oruç gibi ibadetlerden ibaret değildir. Allah’ın hak dini, insan-lar, canlılar ve tüm evrenle ilgili bütün alanları kuşa-tan, bu alanlarla ilgili en mükemmel ölçüler koyan bir sistemin adıdır. Medenî insan bütün bu sayılanların sağlanması için üzerine düşenleri yerine getiren, me-denî toplum da bu sayılanları yaşatandır.

İslam medeniyeti, her bakımdan güçlü aile yuvalarıyla oluşan, aile fertleri arasın-

da sıkı ilişkilerin kopmadan ve sürekli olarak sürdüğü bir oluşumun adıdır.

22 Ocak

Page 23: 112

Ariflerin Dereceleri

Ey Kardeş! Bilmiş ol ki arifler muhtelif sınıflara ayrılmıştır. Onlar, değişik metot-lara, muhtelif mertebelere, farklı çeşit ve derecelere sahiptirler. Onlardan bir kısmı, Allah’ı kudretiyle tanı ve bu yüzden O’ndan korkarlar. B ir kısmı, O’nu murakabe ile tanır ve sıdkına inanır. Bazıları da O’nu azameti ile tanır ve haşyetine inanır. Bazıları ise O’nu kifayeti ile tanır ve bu yüzden sadece O’na muhtaç olunması gerektiğine inanır. Bazıları, O’nu zatı ile tanır ve bununla vuslata ulaşacağına inanır. Böylece o kudreti tanıyabildiği kadar havfı, fazlı tanıyabildiği kadar hüsni zannı, murakabeyi tanıdığı kadar sıdkı, azameti tanıyabildiği kadar haşyeti, kifayeti tanıyabildiği kadar iftikârı, ferdaniyyeti tanıyabildiği kadar safveti tanır. Rab Teâlâ’yı tanıyabildiği kadar da vuslata ulaşır.

Aynı şekilde ehli sema da, ibadet hususunda muhtelif makamlara ayrılmıştır. Bazıları hürmet ve hayâ, bazıları kurbet ve muanese, bazıları ruk’yet’ül minne, bazı-ları murakebe ve bazıları da heybet makamındadır.

Marifet ehlinin tamamı, Allah’ın birliğine âlemlerin efendisi Rasûlullah (s.a.v)’in haber verdiği gibi inanırlar. O’nu kalpleriyle tasdik, fiilleriyle izhar ederler. Ancak ne-fislerini masiyet ve günahla kirletip dünyada cehalet ve kusurlar içerisinde yaşayan-lar ise, bu grubun yani marifet ehlinin dışındadırlar. Böyleleri Erhamur-rahim olan yüce Allah’ın merhameti olmazsa, büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Bir kısım insanlar da vardır ki, onlar, Allah’ı birtakım delillerle tanırlar. Bunlara ehli akıl, ehli nazar ve ehli fikir denir. Bunlar Allah’ın birliğine deliller, ayetler ve rububiyyete dair haberler vasıtasıyla iman ederler. Görünmeyen şeyler hakkında, zahirde görünen şeylerle istidlal ederler. Böylece hüsni zan yoluyla delaletin sıhhatine inanırlar. An-cak onlar, Allah’ın delillerini gördükleri için, Allah Teâlâ’dan perdeli olarak yaşarlar.

Marifet ehlinin havassından olanlar, Hak celle ve ala hazretlerine yakini olarak inanırlar ve mütemekkin olarak beklerler. Yani onlar temekkün sahibidirler. Bu işe onları, ne deliller ne de illetler sevk etmez. Onların delilleri Rasûlullah (s.a.v), imam-ları Kuran-ı Kerim ve nurları ise önlerinde ve yanlarında koşan şeydir.

Hz. Pîr Seyyid

Ahmed er-Rufai (k.s) den

Page 24: 112

Memduh ERGİN

Edeb Ya Hu!

“Edep bir tac imiş nur-i hüdadan

Giy ol tacı emin ol her beladan”

Dünya bilimde altın çağını yaşarken insan-lıkta yerlerde sürünüyor. Hayâ kalmamış, saygı kalmamış, sevgi kalmamış, büyüğe

hürmet kalmamış. Hayatımızda ne eksik biliyor musunuz? Edeb. Edebe hiç önem vermiyoruz. Ba-kın edebe önem vermeyince ne oluyor? Sehl Tüs-teri’i asırlar öncesinden bunun cevabını vermiştir. “Edebi küçümsemek, haramı küçümsemeye götürür. Haramı küçümsemek saygıyı terke götürür. Saygıyı terk etmek ise şükrü terk et-mek demektir. Şükrü terk etmenin de iman-dan ayrılmaya sebep olacağından korkulur. Kulun imanı yalnız edeple doğru olur. Edep-sizlik ise ilahi bilginin azlığından ileri gelir.”

Ne demek edeb? Edeb kelime anlamı olarak, “ahlâk, terbiye ve nezâket kuralları anlamına ge-lir. Birini ziyafete davet etme manasını ifade eden edep, İslâm’ın güzel saydığı söz ve davranışlardır. Bu itibarla edep, insanların kendisine davet olunan bilumum hayır, zarafet, usluluk ve güzel ahlâk de-

24 Ocak

Page 25: 112

mektir. Seyyid Şerîf, (et-Tarifât) adlı eserinde edebi, “bütün hata türlerinden kendisiyle korunulan şeyi bilmekten ibarettir.” diye tarif etmektedir. Edeb, in-sanı ayıplanma ve kötülenme sebeplerinden koruyan nefsin köklü bir kuvvetidir. “ Fıkıh ıstılahına göre ise edeb, “Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnetine uy-gun olarak yapılan hareketlerdir.” Daha geniş ifadesiyle Allah’ın ve Peygamber’in emir ve yasakları-na uygun biçimde hareket etmektir.”

Edeb’in çoğulu âdâb’tır. En güzel ve hiçbir za-man eskimeyecek olan edeb ve ahlâk, Kur’an’da öğ-retilen ve Hz. Peygamber’(s.a.v)in sünneti ile tatbik edilip yaşanan âdâbtır. Peygamberimiz güzel ahlâkı tarif ederken şöyle buyurmuştur: “İyilik güzel ah-lâktır; fenalık da, kalbin yatışmadığı ve halkın duymasını hoş görmediğin şeydir.” buyurmuş-tur.

Edeb ya hu! Bu yazı eskiden ilim irfan mec-lislerinde evlerin kapılarında, duvarlarında asılırdı. İlim irfan meclislerinde eskiden edep üzerine eğitim verilirdi. Eski devirlerde dergâha ilim öğrenmek için gelenlere önce edep öğretilirdi. Zaten amaçta o değil midir? Edebli insan yetiştirmek.

“Edeb; ehl-i ilimden hâli olmaz. Edebsiz ilim okuyan, âlim olmaz.” (La edrî)

Amaç kemale ermektir, olgunlaşmaktır, üstün ahlak sahibi olmaktır. Ahlakın zirvesi ise Kuran ahla-kıdır. Onunda ete kemiğe bürünmüş hali Peygambe-rimiz(sav)’in ahlakıdır. Hazret-i Aişe Validemize (r.a); Bir adam: “Ey müminlerin annesi! Bize Allah’ın Resulünün ahlakından bahseder misin?” dedi. O da: “Sen hiç Kur’an okumuyor musun?” diye sordu. Adam: “Tabi ki okuyorum.” diye cevap ve-rince Aişe de: “Onun ahlakı, Kur’an (ahlakı) idi.” dedi. (Müslim)

Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” bu-

yurmuştur. Maksat, gaye o güzel ahlaktır. Kendisin-

den: “Ya Rasulullah din nedir?” diye sorulduğu

zaman, ilginçtir; “Güzel ahlaktır.” buyuruyor. Bir

daha soruluyor. Cevap yine “Güzel ahlaktır” olu-

yor. Edebin zirvesi peygamberimizin ahlakıdır. Çün-

kü Peygamberimiz (s.a.v)’i bizzat Cenabı Allah (c.c)

terbiye etmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Beni Rabbim terbiye etti. En güzel terbiye ile terbi-ye etti” buyuruyor. Kuranı Kerim’de yüce Allah Pey-

gamberimiz (s.a.v)’i: “Ve muhakkak ki sen, mut-laka çok büyük bir ahlâk üzeresin.” (Kalem-4)

diyerek tarif etmiştir.

Edep yoksa hayvandan ne farkımız var. Mevla-

na’nın buyurduğu gibi: “İnsanla hayvan arasında-ki fark edeptir.” Edep yoksa öğrendiğimiz bilgi de

boştur. ‘Hz. Ömer (ra) buyurduğu gibi “Edep ilim-den önce gelir.” Ne güzel demiş Yunus Emre:

‘’İlim meclislerinde aradım, kıldım talep. İlim geride kaldı ille edep ille edep.’

“Edeptir kişinin daim libası

Edepsiz kişi üryana benzer.”

25Ocak

Page 26: 112

Edep sevgidir, şefkattir, hürmettir, tevazudur. Edep sevgiden beslenir, şefkatten beslenir. Edep gö-nül almaktır, kalp kazanmaktır. İnsanları incitmemek-tir. Sevmeyenin edebi olmaz. Siz hiç sevdiğinize karşı edepsizlik yapar mısınız? Sevdiğinizi üzecek, kıracak davranışlarda bulunur musunuz?

Edep, insanın her şeye şefkat ve merhamet gö-züyle nazar etmesidir. Hoş görmektir. Kendini kibirlik-ten beri etmektir. Kibirle edep aynı kalpte bulunmaz. Hani derler ya şeytan Rabbine edepsizlik ettiği için huzurdan kovulmuştur. Onun için diyoruz ki edeb haddini bilmektir. Kul haddini bilecek. Edebin en yü-cesi kulun Rabbine olan edebidir. Kul Rabbine karşı edepli olmalıdır. Rabbine karşı edepli olmak, Rabbine şirk koşmamak, Rabbinden hakkıyla korkmak, Rab-binin emir ve yasaklarını yerine getirmektir. Bizler bi-liyoruz ki biz rabbimizi görmesek de Rabbimiz bizleri görüyor. Kul bu bilinçli yaşarsa edepte zirve noktası-na ulaşmış olur. Her an Rabbinin gözetimine olduğu-nu bilen kul yanlışlar yapmaktan kaçınır. O böylece arifler arasına girmiş olur.

Edep susmaktır. İnsan bazen susar, susması gerekir. Bazen binlerce kelimenin anlatamayacağı şeyi susarak anlatabiliriz. Edepten nasibi olanlar için susmak ona verilecek en güzel cevaptır. Ama edep-ten nasibi olmayanlar için yapılacak bir şey yok. Ne söylersen söyle bir şey ifade etmez. Nefesini boşa har-cama, kendini boş yere heba etme. Ne güzel demiş Yunus Emre:

Edebim el vermez Edepsizlik edene...Susmak en güzel cevap, Edebi elden gidene.

Edeb, eline, diline, beline sahip olmak demek-tir. Bu anlamda edebin E’si eli, D’si dili, B’si beli temsil eder. Peygamberimiz (s.a.v)’in buyurduğu

gibi: “Hayâ, iffet, dile hâkimiyet ve akıl, iman-dandır. Böyle kimselerin ahiret arzusu çoğalır, dünya hırsı azalır. Cimrilik, müstehcenlik, çir-kin sözlülük, hayasızlıktan, nifaktan ileri gelir. Böylelerinde dünya hırsı çoğalır, ahiret arzusu azalır.” [Beyheki]

“Edeptir kişinin daim libası Edepsiz kişi üryana benzer.”

Sözlerimi iki cihan güneşi Peygamber Efen-dimiz (s.a.v)’in duaları ile bitirmek istiyorum. “Al-lah’ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakı mı da güzel yap.” (Ahmed, I, 403. VI, 68, 155), “Allah’ım! Beni amellerin en iyisine ve ahla-kın en iyisine ilet. Amel ve ahlakın en iyisine ancak sen hidayet edebilirsin. Amellerin kö-tüsünden ve ahlakın kötüsünden beni koru. Amel ve ahlakın kötüsünden ancak sen koru-yabilirsin.” (Nesaî, İftitah, 16, II, 129), “Allah’ım! Ayrılıktan, ikiyüzlülükten ve ahlakın kötüsün-den sana sığınırım” (Ebu Davûd, Salât, 367; bk. Nesaî, İstiâze, 21)

“Edeb; ehl-i ilimden hâli olmaz.

Edebsiz ilim okuyan, âlim olmaz.”

26 Ocak

Page 27: 112

• Mümin, Allahın isimlerindendir. Kuluna da adını vermiş. Mümin

mümine düşman olamaz. Mümine düşman olan Allah’a düşmandır.

• Allah için Salihleri sevmek, Allah için fasıklara buğzetmek farzdır.

Allah’ım bizi Salihlere refik eyleye.

• Sizin üzerinize şeyh olduğum, sizin üzerinize üstünlüğüm aklım-

dan geçerse Allah beni Firavun’la haşretsin. Sen kim? Ben kim? Hepimiz

birer miskiniz. İptidamız bir damla su, nihayetimiz de lâşeden ibaret değil

midir? İkisinin arasında din aklı, akıl da dini kabul ederse ne ala. Dini

kabul etmeyen akıl ne işe yarar?

Sultan Hacı Şaban Efendi (k.s) Hazretleri (Tarikat-ı Aliyye-i Rufaiyyede Dualar Zikirler Virdler)

Hikmet Deryasından Damlalar...

Page 28: 112

Namaz da diğer tüm ibadetler gibi titizlikle korunması ve samimiyetle yerine getirilmesi gereken bir ibadettir. Kuran’ın pek çok ayetinde namazın faziletleri bildirilir, katıksız olarak yalnızca Allah’ın hoşnutluğu istenerek, huşu içinde O’na yönelerek kılınan namazın değeri hatırlatılır;

“Sana Kitap’tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut Suresi, 45)

Kur’an’da tüm canlıların Allah’a boyun eğip secde ettiği bildirilir; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, bitkiler, ağaçlar ve gölgelerin bile. Çok açıktır ki, herşey Allah’a tamamen teslim ol-muştur. Ancak Rabbi karşısında aczinin bilincinde olmayan insan teslim olmakta direnir. Ve yazık ki her insan secdeye güç yetiremez.

Allah, Hz. Adem (a.s)’a secdeyi emrettiğinde, İblis’in büyüklenmesinin en önemli se-bebi nefsinde gizlediği enaniyetiydi. Su yüzüne çıkan enaniyeti onun sonsuz azaba mahkum olmasına neden olmuştu. Bu sonuç, enaniyet özelliğini içinde taşımanın kişi için ne büyük bir tehlike olduğunu göstermesi açısından oldukça önemlidir.

Şeytanın telkin ettiği gaflet halini engelleyen namaz, insanın Yaratıcısıyla olan rande-vusudur. Samimi mümin her randevusuna içinde hissettiği bu aşkla, Rabbiyle buluşacak olmanın verdiği heyecanla gider. Namazla en içten şekilde Allah’a yönelir, vicdanını en fazlasıyla kullanır ve Allah’ın beğendiği ahlâkı yaşamakta süreklilik gösterir. Günün belirli vakitlerinde Allah’a yönelen, üstün sıfatlarını/güzel isimlerini zikreden, rahmetine sığınan ve aczinin bilincinde O’ndan yardım dileyen bir mümin -Allah’ın dilemesiyle- imanî derinliğine sahip olabilir.

Namaz, hayat boyunca sürdürmesi emredilen, vakitleri belirlenmiş bir ibadettir. Ken-dimizi günlük olayların akışına bırakacak olursak, gaflete kapılabiliriz. Rabbimizin bizi ta-mamen sarıp kuşattığını, her an bizi gördüğünü, her sözümüzü duyduğunu, içimizdekini bildiğini ve herşeyi hayır ve hikmetle bir kader üzerine yarattığını unutabiliriz. İşte namaz, çirkin davranışlardan alıkoyduğu gibi, Allah’ın huzurunda sorguya çekileceğimizi, ölümün yakınlığını, cennetin, cehennemin varlığını ve Allah’ın sonsuz kudret sahibi olduğunu bize hatırlatır.

Namaz müminin, Allah’a karşı boyun eğiciliğini göstermesi, her şeyden kendini çeke-rek O’na yönelmesi, huşu içinde Rabbi ile güçlü bağ kurabilmesi için bir fırsattır. Namazla-rı konusunda da titizliğiyle bize örnek Peygamberimiz(asm)’ın buyurduğu gibi “Bu dinin başı İslâm’dır, direği namazdır.” (Kütüb-ü Sitte, 4627)

Namaz, kulun Allah’a yönelmesi ve bu yönelişle O’nu övüp yüceltmesi, yalnızca O’n-dan yardım dilemesi, O’na bağlanmasıdır. Namaz insana, Allah’ın sonsuz kudret sahibi ol-duğunu, ölümün yakınlığını, Allah’ın huzurundaki sorguyu, cennetin ve cehennemin varlı-ğını hatırlatır.

Namazı Yaşamalı

28

Page 29: 112

Namazda huşu içinde Allah’a yönelmek imanımızda derinliği, samimiyetimizi ve Rab-bimiz’e olan yakınlığımızı artırır. Allah, namaz kılıp, Kendisi’ne dua eden kullarına rahmet kapılarını açar, onları kötülüklerden arındırır ve içinde kötü düşünce barındırmayan mü-mini ahlaken de çok güzelleştirir. Bu insanın Kuran ahlakına uygun olmayan davranışlar sergilemesi -Allah’ın dilemesiyle- artık mümkün değildir. İşte bu durum, ‘dosdoğru’ kılınan namazın ayette söz edilen çirkin utanmazlıklardan ve kötülüklerden alıkoyma özelliğinin tecellisidir.

Bilinçsizce ve samimiyetle Allah’a yönelmeden, düşünmeden, yalnızca şeklen yapılan ibadetlerin Allah Katında bir değeri olmayabilir. Yaptığımız ibadet Allah’a olan yakınlığımızı, takvamızı artırıyor, tefekkürümüzü geliştiriyor, ahlâkımızı güzelleştiriyor ve kötülüklerden en-gelliyorsa Allah’ın hoşnut olacağını umabiliriz.

“...Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermaye-i ömrünü (ömür sermayesini), âhirete mal edebilir. Fâni (ölümlü) ömrünü, bir cihette ibka eder (sonsuzlaştırır). (Risale-i Nur, 4. Söz)

Namaz, müminlerle münafıkları birbirinden ayıran önemli farklardan biridir. Samimi müminler büyük bir şevk ve istekle namaz kılarken, münafıklar namaza isteksizce gelirler.

Sonsuz gücüyle kulları üzerinde gözetici ve koruyucu olan Rabbini tanıyan insan yanlış davranışlarını, düşüncelerini, alışkanlıklarını, dünyaya dair her şeyini bırakarak yalnız O’na yönelir, kıyam eder, namazla Rabbine hicret eder. İnanan insan Allah’ın doğru yolunda hic-ret ederek O’na boyun eğer, gönülden teslim olur, yardım diler, O’nun korumasına sığınır.

Namazı hayat biçimi olarak gören, Rabbi huzurunda kıyam eden, nefsani ve dünyevi tüm bağlarından koparak Allah yolunda hicret eden kulun yolculuğu -Allah’ın dilemesiyle- en güzel konaklama yerinde son bulur.

“…Onları, rüku edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri, secde izinden yüzle-rindedir…” (Fetih Suresi, 29)

Elif ALACA

29

Page 30: 112

Murat TÜRKER

En’am 148 ÜzerindenKader İnancını Tenkit Etmek

14 asırdır hiç seslendirilme-

miş bir görüşü seslendiren

kişi, en azından kendisi gibi

düşünmeyen yüzlerce-binlerce

âlimden birkaçını adam akıl-

lı bir şekilde dinleyip, tezini

onlarla müzakere ederek test

etme ihtiyacı duymaz mı!?

Erzurum’da yayın yapan Kardelen TV’deki bir programa misafir olan Abdülaziz Bayındır, programda ilginç tespitler yapmış.

Kader inancının konuşulduğu sözün bir ye-rinde, “Abdülaziz Bayındır konuşmasın, Cenab-ı Hakk’ın ayetine bakalım” diyerek başladığı söze En’am Suresi 148-149. ayetleri okuyarak devam ediyor Bayındır…

Ayetler mealen şöyle:“Puta tapanlar, ‘Allah dileseydi baba-

larımız ve biz puta tapmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık’ diyecekler; onlardan ön-cekiler de, Bizim şiddetli azabımızı tadana kadar böyle demişlerdi. Onlara ‘Bize karşı çıkarabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz an-cak zanna uyuyorsunuz ve sadece tahminde bulunuyorsunuz’ de. ‘Üstün delil Allah’ın de-lilidir. O dileseydi hepinizi doğru yola erişti-rirdi’ de.”

Bayındır devam ediyor:“ ‘Allah dileseydi babalarımız ve biz puta tap-

30 Ocak

Page 31: 112

maz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık’ diyorlar müşrik-ler, yani ‘kaderimiz bu’ diyorlar. Allah Teala da di-yor ki, ‘Bundan öncekiler de böyle yalana sarıldılar’. Şimdi Allah ne diyor buna? ‘Yalan’ diyor değil mi? ‘Hatta bizim baskınımızı yiyene kadar, ölene kadar bunu söyleyip durdular’ diyor. ‘Onlara de ki, elinizde bir bilgi var mı çıkarıp bize gösteresiniz?’ Yani diyor ki, neye dayanarak bunu söylüyorsunuz, Allah bizi müşrik yaptı diyorsunuz!? ‘Siz sadece kendi zannını-zın peşinden koşuyorsunuz ve siz sadece atıyorsunuz’ diyor. O zaman geleneksel kader anlayışı bu değil mi, burada anlatılan değil mi?”

Orada bulunan zatlardan biri soruyor: “Yani Hocam, Allah, sizin biraz sonraki durumunuzu biliyor mu, bilmiyor mu?”

“Biraz sonra ortaya çıkacak zaten bunun ceva-bı…” diyor Bayındır. Muhatap, “Kısaca cevap verin Hocam biliyor mu, bilmiyor mu?”

Bayındır: “İmtihanla ilgili fiilleri bilmediğini Al-lah kendi söylüyor”

*Evet, bu malûm “Allah’ın bilgisi” tartışmasını

tekrar gündeme taşımak değil niyetim. Ancak Ba-yındır’ın adeta kelime cambazlığı yaparak, Kur’an tarafından tenkid edilen müşriklere ait bir tavrı, ‘İşte geleneksel kader anlayışı da bu değil mi?’ diyerek yutturmaya çalışmasına ne demeli!?

Kur’an, müşriklerin “Allah dilemeseydi biz müş-rik olmazdık” diyerek suçu Allah’a yüklemeye çalış-malarını zemmetme sadedinde onların iftiralarını bir ibret vesikası olarak nazara veriyor; Bayındır da, üm-metin icmasına konu olan kader anlayışını –uzaktan yakından ilgisi olmadığı halde- bu zihnî arıza ile aynî-leştirerek önümüze koyuyor.

Gerçekten ümmetin benimsediği kader telakki-si, Bayındır’ın ima ettiği gibi Cebrî düşünceden besle-nen bir anlayış mıdır?

Kadere iman ettiğini söyleyenler içerisinde bir tane aklı başında adam çıkıp da, “Ben günah işliyo-rum, işlediğim bu günahlarda benim hiçbir dahlim, dolayısıyla sorumluluğum olamaz. Çünkü bunu Allah istiyor, ben de iradesi tamamen Allah tarafından ilga edilen bir kul olarak bu yazgıya boyun eğiyorum” de-miş midir? Hadi diyen bazı istisnanın da istisnası tip-ler olmuşsa, bu arızalı tavra ulema iltifat etmiş midir?

Değilse, müşriklerin söz konusu tavrıyla kader anlayışını özdeşleştirerek, kelime oyunlarına müra-

caat ederek, bir taşla kuş katliamı yapmaya çalışan Bayındır’ın söz konusu tespitinin ilmî ahlâkla örtüşen yanı nedir?

Bayındır, En’am 148’de ifade edilen müşrik-lerin söylemiyle kader inancının aynı şey olduğuna inanmamızı bekliyorsa, bunu öyle cımbızlama ayet seçmeciliğiyle değil, ulemanın çerçevesini çizdiği ka-der telakkisi ile mezkûr müşriklerin jargonu arasında ciddi paralellikler olduğunu ortaya koyarak yapmak zorundadır. (Kaldı ki, seçtiği ayet de onu kesinlikle teyid etmiyor)

Cebriyeyi ümmetin tamamı gibi gösterip, bura-dan enikonu bir kader inancı tenkidine girişmek, şık durmuyor.

NOT 1: Bayındır’ı ilmî çalışmalarından dolayı kınamak doğru olmayabilir. Kur’an’ı sadece veya çok büyük bir oranda Kur’an üzerinden anlamaya çalıştığı görülüyor. Çok aykırı görüşleri de olabilir. Bu bir yere kadar normaldir ve bilimsel çalışmalarda rastlanabilen bir durumdur. Ancak burada çok ama çok mühim bir sorun var: Bayındır, maalesef bunu halkın önünde yapı-yor. [O kadar ki, Kardelen TV’deki söz konusu konuşma-ya stüdyoda katılanlardan biri, (ki bu kişi dinî bilgisinin yüzeysel olduğunu kendisi de ifade ediyor) programın 1. Bölümünün sonunda, Bayındır’ın o ana kadar çizdi-ği mezhep tablosundan çok etkilenmiş olacak ki, “Hadi hocam siz bunları tespit ettiniz, peki, biz nasıl bu mez-heplerin bize yüklediği bu olumsuzlukların farkına varıp da kurtulacağız!” mealinde serzenişte bulunuyordu.]

Demem o ki, Bayındır, bu ‘aykırı’ görüşlerini, önce kendisiyle aynı düşüncede olmayan âlimlerle, mesela bir toplantıda, ilmî bir ortamda, bir kongrede konuşsa, orada mesele enine boyuna tartışılsa, kar-şıt argümanlar ortaya konsa, Bayındır buna rağmen aynı kanaati sürdürüyorsa, bunu kamuoyuna deklare etse daha ilmî ve ahireti adına da daha selametli bir yol olmaz mı?

14 asırdır hiç seslendirilmemiş bir görüşü ses-lendiren kişi, en azından kendisi gibi düşünmeyen yüzlerce-binlerce âlimden birkaçını adam akıllı bir şekilde dinleyip, tezini onlarla müzakere ederek test etme ihtiyacı duymaz mı!?

NOT 2: Yukarıda bahsettiğim programın kaydına ben Youtube’dan ulaşmıştım. İnternette aranarak ulaşı-labilir. (Erzurum Kardelen TV-Soru Yorum)

31Ocak

Page 32: 112

Abdullatif ACAR*

İnsanın Hilafet Sorumluluğu

“Allah’ın göklerde olanları da yer-

de olanları da buyruğunuz altına

verdiğini, nimetleri açık ve gizli

olarak size bolca ihsan ettiğini

görmez misiniz, insanlardan,

Allah katında hiçbir bilgisi olma-

dan doğruluk rehberi ve aydınla-

tıcı bir kitap olmadan tartışanlar

vardır.” (Lokman,20)

Halife olarak yaratılan insanoğlu, cisim ola-rak şu yeryüzünde belki, bir zerre kadar, şu alem de bir nokta mesabesinde bile

değilken, ruhen ve manen alemlerin taşıyamaya-cağı kadar ağırlıkta, dünyalara sığmayacak kadar büyüklüktedir. Çünkü o, Allah’ın ruhundan ruh üf-lediği bir mahlûktur.

Çok necis ve hakir görünen, bedenden he-men atılan bir menidir belki başlangıcı, ancak ya-ratan tarafından nice şereflere layık görülmüş, Al-lah’ın seçtiği çok özel bir konuma, ağır bir görev ve sorumluluğun başına getirilmiş, hilafet gibi bir makama tevdi edilmiştir. Nice hikmetleri kendisin-de barındıran, adeta bu âlemin özü, öz deni, mev-cudatın hulasası ve hayatın ruhudur.

O; kendine akıl denen ulvi bir nimet verilerek, hayvanlardan ayrılmış, nefis denen bir düşmana muhatap kılınarak ta meleklerden farklı kılınmıştır.

Eşrefi mahlûk olan insan

32 Ocak

Page 33: 112

İmtihana tabi tutularak da hayvani ve nefsani özelliğiyle, rabbani yönünü temsil eden ruhi ve insani özellikleri arasında akıl ve iradesiyle tercih yapmaya tabi tutulmuştur. İşte insan bu iki zıt kutup arasında gelip gitmektedir. Allah’ın, asıl muradının tecellisine, meleklerin insanın hilafetindeki anlayamadıkları hik-metlerin vuku bulmasına sahne olmuştur.

Yüce Allah bu iki yönünü şöyle ifade etmekte-dir: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık, son-ra onu aşağıların aşağısı kıldık.” (Tin, 4-59)

Evet, insana verilen bu gü-zellik, muhafaza edilmedikçe, ya-ratılış gayesi istikametinde hayata yön verilmedikçe, insanın aşağıların aşağısına düşeceği gerçek bir va-kıadır.

Bu bağlamda insan aklını kullanır, iradesinin hakkını vererek, şeytan ve nefsiyle mücadele ederek o temiz fıtratını korur, yüce Yara-dan’a teslimiyetini gösterir, Allah’a ibadet ve itaatle ruhunu besler ve büyütürse meleklerden üstün duru-ma çıkabilir, nefsinin peşine takılır, ilgi ve alakasını dünyaya döndürür-se hayvanlardan da aşağı duruma düşer. zelil ve hakir bir hayat sürerek dünyasını da kayıp eder ahiretini de. (Allah muhafaza)

İnsan aslında çok cahil, çok da zalimdir. Düşün-ceden yoksun, ferasetten mahrum, hakikatten uzak bir şekilde hayatını sürdürmektedir çoğu zaman. Ya-nında yöresinde ayan- beyan cereyan eden hakikat-leri bir türlü görememekte, bile bile bataklıkta çırpın-maktadır.

Bir düşünse insan, niye yaratıldığını, başıboş serserice hayat sürmenin anlamsızlığını, bir iğnenin bile abes yere yapılmadığını, yerde sürünen bir böce-ğin bile gayesiz olmadığını, uçsuz bucaksız şu âlem-de görevi olmayan hiç bir şeye rastlanılmayacağını... Kendine hizmet için, etrafında pervane gibi dönen, şu mahlûkatın niye döndüğünü, güneşin üzerine gülerek doğduğunu, toprağın bağrından çeşit çeşit meyveleri çıkarıp sunduğunu, ağaçların ellerini -bin bir türlü meyveleri- ikram etmek için uzattığını, yü-künü taşırken itiraz etmeyen hayvanatı hem karada hem havada hem denizde yürüten, uzayları gezdiren

sahip olduğu akılı, kendini takip eden koruyucu melekleri, dağı taşı daha nice şeyleri düşünse bir, anla-yacak: Allah’ın nimetlerini saymak la bitirilemeyeceğini ve Anlayacak, kendisinin neden gönderildiğini şu dünyaya.

İnsanı başıboş zannetmek, ona bu dünyada basit bir görev biçmek, hayatı anlamsız bilmekten, şu dünyayı inkâr etmekten daha da vahimdir.

Anlayanlar ve ibret alanlar için yüce yaratan buyuruyor ki: “Ya sizi ancak boş yere yarattığımızı ve gerçekten bize döndürül-meyeceğinizi mi sandınız.” (Mü’minûn, 115)

Hilafet gibi bir görevle onurlandırılan insana, her şeyi emrinin altına verildiğiyle ilgili bir ayeti keri-me de Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah’ın gök-lerde olanları da yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetleri açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz, in-sanlardan, Allah katında hiçbir bilgisi olma-dan doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap olmadan tartışanlar vardır.” (Lokman,20)

Hilafet görevini yerine hakkıyla getirebilmek için bir diğer önemli unsur sorumlulu-ğu hissedebilmektir, bu da doğal olarak insani melekelerin hastalıksız olmamasıyla ala-kalıdır. Bu melekeler tam işlevini yapamadığında, kulluk hususunda İslami emirlere karşı

pek duyarlılıklar yaşanmaz o insanda.

Her şey ona hizmet ediyor,ya insan…

33Ocak

Page 34: 112

Başka bir ayeti kerimede ise: “Gök-lerde olanları, yerde olanları, hepsi-ni sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu bunlarda düşünenler için dersler vardır” (Casiye,13) buyuruyor.

Şu kâinatta her şey insana hizmet ediyor. Allah mahlûkatı insan için, insanı ise kendisi için yaratmıştır, Kâinata sığma-mış, zaman ve mekandan münezzeh olan Allah, sevgisiyle insanın kalbine sığmıştır. Onu kendine kul olarak layık görmüş, hi-lafet cübbesi giydirmiştir. Her şeyi onun emrinin altına vererek, vereceği görevin ağırlığını hissettirmiştir, merhamet ederek kuranı mübinin de görevini hatırlatmıştır. Taki gaflet-te olmasın, aklını kullanıp kendine, özüne dönsün, nimetlerin sarhoşluğuna kapılıp isyan etmesin, baş-ka şeylerin kulu değil hakkın kulu olsun, şerefliyken şerefini onurluyken onurunu, kulken kulluğunu, akıl-lıyken aklını, farklıyken farklılığını, izzetliyken izzetini kayıp etmesin.

İnsanın yaratılış gayesini, başıboş olmadığını bir ayeti kerimede ise Yüce Allah şöyle ifade ediyor: “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsin-ler diye yarattım” (başka bir şey için değil) (Zariyat, 56)

İnsana kâinatın meyvesi dedik ya bir tohumda saklıdır ağacın bütün müfredatı, plan ve programı, o tohum buluşunca toprakla, aslına dönünce, tevazu ile toprağa karışınca, yani nefsini ve benliğini ara-dan çıkarıp özüyle toprak olunca, kocaman çınarlar büyütür üzerinde. Belki o tohum nice güller çiçekler olur, meyveye durur. Anlamsız mıdır ‘küçüktür diye’ o tohum, ağaç kökleriyle, bağlanır toprağa, toprak onu besler ihtiyacı olanı verir. Yürür tavizsiz yılmadan usanmadan, gövdeye, asıl gayesine ulaşır; dallar bu-daklarla serpilir. Yapraklarla hazırlanır asıl gayeye. Çi-çeklerle müjdeler verir, o müjdenin hemen akabinde meyveye durur, vuslata kavuşur/kavuşturulur. O kök

anlamsız mıdır, o yaprak, çiçek gayesiz midir? Ya in-san! İşte o, bazen bir tohumdur, dünyayı imar ve ıslah etmek için, bazen bir meyvedir Allah’a kul olarak...

Evet, halife olan insan imar ve ıslah edicidir bu dünyada, yapıcıdır, onarıcıdır, birleştiricidir, sevendir, sevilendir, merhamettir, yardımdır, bazen bir ıstırap-tır, karanlıkta kalanlar için, bazen sevinçtir sevinenle-re, sevileceklere. Bazen tevazudur, görünüşte insana aslında Allah’a. bazen ağlamaktır ağlayanla, bazen gülmektir tebessümle, ümit ederek. Bazen bir Müslü-manın çığlıklarıyla fırlamaktır, dünyanın her yerinde inleyen bir mazlum için. Bazen düşenin eli, inleye-nin iniltisi, sızlayanın sızısı. Bazen Allah düşmanları-nın, bozguncuların korkusudur. Paramparça olmuş Müslümanların ölmemiş, çıkmamış canıdır. Bazen dik duran, dikleşmeyen, asaleti kendinden bilmediği hilafetiyle. Bazen başı yerden kalkmayan Allah’ın en yakınıdır. Hulasa o yıkan değil yapandır, çünkü O Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.

Ancak gel gör ki günümüzde insanlar insanlı-ğından uzaklaştılar, özünü kayıp ettiler, kendilerine yabancılaştılar, adeta karanlığa gömülmüş cahiliye dönemini aratmayacak asrımızda, insanın bütün kötülüklerin müsebbibi olduğuna nasılda şahit oluyo-ruz. Zulüm kıtalar da kol geziyor, bir küçük menfa-atleri uğruna dünyayı cehenneme döndüren de yine

“Hani Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim demişti, Me-

lekler orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin oysa biz seni

devamlı övüyoruz ve taktis ediyoruz. Dediler, Allah, ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi

bilirim dedi” (Bakara 30)

34 Ocak

Page 35: 112

insanoğlu, kardeş kardeşin gırtlağına sarılmış, sokak-larda kan gövdeyi götürüyor; güçlü olanların haklı ilan edildiği bir dünya da yaşıyoruz, nice entrikalarla dünyayı yaşanılmaz hale getiren insanlık, bugün can çekişiyor. İslam adına dahi kan dökülüyor, çoluk ço-cuk, yaşlı masum demeden, önüne geleni öldürmeyi, yok etmeyi cihat zannediyorlar. Müslümanlar, şey-tanın ve havarilerin kurduğu tuzaklarda, İslam düş-manlarının yazdığı senaryoda, kendine altın tepside sunulan, rolü oynuyor. Bunları kahvesini yudumla-ma rahatlığıyla yapıyor bunları maalesef.

Çünkü Müslümanca nasıl olunur, mümince ta-vır neyi gerektirir bir türlü anlayamadık, bana neci-lik -sıkışılınca- insanların hemencecik kaçtığı kapı haline geldi, vurdum-duymazlık iliklerine işledi, baş belli değil ayak belli değil, tefrika tohum-ları boy verdi, kök saldı, her tarafta birlik- dirlik bozuldu düzen alt üst oldu, şuur kayıp oldu akıl, izan iflas etti, kısaca insan halifeyken köle du-rumuna düştü, kendine hizmet ede-ne; dünyaya ve nefsine hizmet eder duruma geldi.

Evet, bu duruma yeniden bir dur demek gerek, yani yeni bir can suyu, yeni bir can gerek, Allah’ın ruhundan ruh gerek, peygamberin( s.a.v.) hayatından yeni bir nefes ge-rek, misakımızı hatırlamak biatimizi yenilemek gerek, sorumluluğumuza yeniden dönmek, hilafet yükünü yeniden yüklenmek gerek.

“Hani Rabbin meleklere: Ben yeryüzün-de bir halife var edeceğim demişti, Melekler orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin oysa biz seni devam-lı övüyoruz ve taktis ediyoruz. Dediler, Allah, ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim dedi” (Bakara 30)

Meleklerin, insanın hilafetindeki hikmetini anla-yamamışlar. İbadet ve itaatse onlar zaten bunu yapı-yorlar, ancak yine de belki insanlardan önce var olan bozgunculuk yapan cinlerle mukayese yaparak, yada insanların, fesatçılık çıkarıp yeryüzünde kan döke-

cek mahiyette olacaklarını kavramış olduklarından olacak ki “kan dökecek birisini mi yaratacaksın halife olarak” diye sormadan edememişler, ancak onlara bunu sorduranda yüce Allahtır. Her işini hikmet üzere yapan Rabbimizin bunda da kim bilir nice hikmetleri saklıdır.

Evet, onun bildiğini biz bilemeyiz, Allah’ın kim-senin ibadetine ihtiyacı da yoktur. Ancak, yapılan ibadet ve itaat, yapanın onur ve şahsiyetini yükseltir. Allah’a Allah olduğu için boyun eğmeli, kul olmanın manası budur, ona teslim olunduğunda, asla onun razı olduğundan şüphe etmemeli. Zaten bizim bildik-

lerimizde halık-i zülcelalin bildirdiklerin-den başka ne ki.

Sonra ayetin devamında:“Ve Âdeme bütün isimleri

öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi, eğer sözünüzde sami-mi iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin dedi”

“Cevap verdiler sen mü-nezzehsin öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur, şüp-hesiz sen hem bilensin hem hakimsin, Allah “Ey adem on-lara isimlerini söyle dedi. Âdem

isimlerini söyleyince, , Allah ben göklerde ve yerde görünmeyeni biliyorum si-zin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bilirim diye size söylememiş miydim,” dedi

Anlayanlar ve ibret

alanlar için yüce ya-

ratan buyuruyor ki:

“Ya sizi ancak boş

yere yarattığımı-

zı ve gerçekten bize

döndürülmeyece-

ğinizi mi sandınız.”

(Mü’minûn, 115)

Yeryüzünün halifesi insan*

35Ocak

Page 36: 112

Meleklere Âdeme secde edin demiştik, iblis müstesna hepsi secde ettiler, o ise kaçın-dı büyüklük tasladı ve inkar edenlerden oldu” (Bakara31-34)

Evet, insanın eksik ve kusurlu tarafları olmasına rağmen, kabiliyeti donanımı, eşyaya müdahale etme ayrıcalığı veriyor. Bu ne cinlerde nede meleklerde bulunan bir özelliktir. Yeter ki bu müdahale, hakkın emirlerine karşı olmasın.

İşte ayeti kerimede ifade buyurulduğu gibi, hi-lafet görevinin insana verilmesinin görebildiğimiz hik-meti, meleklerle insanların arasında yapılan bu imti-han neticesinde daha iyi anlaşılıyor.

İnsanlar öğretilen isimleri sayarken melekler sayamayıp, kabul ediyorlar Allah’ın alim-i mutlak olduğunu, her şeyin hükmünün ona ait olduğunu. Burada, insanlar imtihanı kazanırken sorumluluğu da sırtlarına alıyorlar.

Bir ayeti kerimede bu ağır emaneti insanın nasıl kabul ettiğini bizlere anlatıyor: “Biz emaneti, gök-lere, yere ve dağlara teklif ettik, bunu yüklen-mekten çekindiler,( sorumluluğundan) kork-tular, onu insan yüklendi, doğrusu insan çok zalim, çok cahildir.” (Ahzap, 72)

Allah insana nice bilmediklerini öğretmiştir. Bu sayede insan bu özelliğiyle Allah’ın dinini, her tarafa duyurabilir, dünyayı değiştire bilir, devletler muva-zenesinde de dünyanın her yerine hak ve hakikatin adını duyurabilir, insanların hidayetine vesile olabilir, yanlışlığı haksızlığı hukuksuzluğu

Önleyebilir, düzen nizam ve intizamın temsilcili-ğini böylece fevkalade yerine getirebilir.

Bir düşünelim! Ne kadar ağır bir görev ki hiç kimse bu sorumluluğu almaya yanaşmıyorlar. İnsan kabul ediyor. İşte asıl imtihan bundan sonra başlıyor.

Zira secde etmeyen, insanın yüceltilmesini yükselme-sini kabul etmeyen, kibir ve gururla Allah’ın dergâ-hından kovulan iblis (Şeytan) kıyamete kadar bizi bu yoldan alıkoymaya çalışacak.

Şeytan nefsani yolları kullanarak, insanı aldat-maya çalışır. Menfaatine olduğunu düşünüp doğru yolda olduğunu zanneden insan bu sefer Allah’ın verdiği salahiyeti, sınırsız kullanabileceği yanılgısına düşer. Bu sefer meleklerin tereddüt ettikleri, hep bu dünyada ıslah ediciler gibi değil de, karıştırıcı zulme-dici yıkıcı rol oynamaya başlarlar. Ancak bunu da asla kabulde etmezler “biz ıslah edicileriz derler”

İnsan bir defa nefsinin ona kötülüğü emrettiği-ni, her şeyi yanlış gösterdiğini çok iyi bilmeli, kendini bilmeyen Rabbini de bilemez, bu sefer hayal dünya-larında hiç hakları olmadığı halde kendilerini padişah ve kral zannetmeye başlarlar böyle insanlar; her şeyin asıl sahibi halikı Zülcelal’i unuturlar, unuttuklarından Allah’ta onlara kendilerini unutturur. Nice zalimlikleri yaparlar nefislerine, bile bile ateşe koşuştururlar. Ce-zaya müstahak olurlar.

Böylelerinin durumu, tabiri caizse, padişahın koltuğunda, bir günlüğüne oturulmasına izin veri-len bir hizmetlinin, kendini bir an padişah zannedip,

Hal ve hareketini Allah için yapacak, ondan referans almadığı hiçbir işe girişme-

yecek. Kanun, nizam, yönetmelik diye kılı kırk yaran bir müdürün, valinin hassasiyetin-

den daha çok hassasiyet sahibi olacak.

36 Ocak

Page 37: 112

fesatçılarında kulağına fısıldadığı, “sen çok farklısın yetkilerde elinde” telkinleriyle oraya buraya emirler yağdırması, çok disiplinli olan bu sarayın düzen ve intizamını huzur ve sükûnetini bozmasından, insanın bu dünyada kendini unutması, haddini bilemeyişi daha ahmakça daha cahilcedir.

İnsan yeryüzünde hayatını devam ettirirken, her hal ve hareketini Allah için yapacak, ondan refe-rans almadığı hiçbir işe girişmeyecek. Kanun, nizam, yönetmelik diye kılı kırk yaran bir müdürün, valinin hassasiyetinden daha çok hassasiyet sahibi olacak. Daha baştan bir şey yapmadan “dur bakalım yapacağım bu iş kurana, sünnete uygun mu değil mi?” diye inceden inceye araştıracak, uygun-sa yapacak, yoksa “asla asla” deyip mesuliyetinin ağırlığını düşünecek. Sevecekse Allah için sevecek, buğz edecekse de Allah için buğz edecek, vermesi, alması oturması, kalkması her şeyi Allah için olacak.

Mahbubun da, matlubun da Allah olacak, yaptığı hiçbir işi, hiçbir görevi asıl yaratılış gayesinin önüne geçirmeyecek, Hayatının orta yerine koyduğunda kulluğunu, dünyevi her işini de bu ana caddeye çıkan tali yollar olarak görecek. Keyfince yaşamak için olmayacak yemesi ve içmesi, ibadet edebilme güç ve kuvvetine kavuşmak için olacak. İşte böyle bir istikamette yol

aldığımız da, bu ağır görev ve sorumluluğun bilinciyle hareket etmiş oluruz.

Hilafet görevini yerine hakkıyla getirebilmek için bir diğer önemli unsur sorumluluğu hissedebil-mektir, bu da doğal olarak insani melekelerin hasta-lıksız olmamasıyla alakalıdır. Bu melekeler tam işlevi-ni yapamadığında, kulluk hususunda İslami emirlere karşı pek duyarlılıklar yaşanmaz o insanda. Hassasi-yetleri körelmiş, imanları zayıflamış, kalpleri kararmış olanlar hiçbir şeye berrak, bir şekilde bakıp, doğru değerlendirme imkanı elde edemezler. (bknz. Araf, 179) Kendilerine bahşedilen bu hayatın karşılıksız verildiğini zannederek, aslında alınmış olan bu so-

rumluluğu kabul etmezler.

Duyarsız vurdumduymaz ta-vırlarla hayatı huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşayacaklarını zannederler. Kalabalıklar içerisinde yalnızlıklar yaşarlar, böyle insanları Allah’ta kendi hallerine bırakır, koruyucuları da olmaz kollayıcıları da.

Peygamberimiz bir hadisi şe-rifte buyuruyor ki: “Hepiniz ço-bansınız ve hepiniz eliniziz al-tındakilerden sorumlusunuz, yönetici bir çobandır, Erkek aile halkının çobanıdır, kadın,

kocasının evi ve çocukları için çobandır, hepiniz çobansınız ve çobanlık yap-tıklarınızdan mesulsünüz” (Buhari, Nikah, 91)

İnsanlarla ilişkilerimiz sadece dünyevi şeylerle ilgili değil, ahirete dönük olmalı. Madem bu dünyanın yaratılış gayesi Allah’ın emrini hayatı-mıza hakim kılmak, o zaman her dav-ranışlarımızda ki niyetlerimizde buraya endeksli hale getirmeliyiz Mesela in-sanların ahlaksızlıkları en büyük derdi-miz olmalı, namaz kılmayanı namaza başlatmak hedefimiz olmalı, içki içenin acısını yüreğimizde hissetmeliyiz. Al-lah’ın koyduğu düzeni bozan, onun kanunlarını umursamayan, bu neden-le insanların huzurunu ve mutluluğu-nu baltalayan, ahiretlerini tehlikeye sokan hiçbir bir davranış, öyle vurup

“Yoksa siz Allah içi-

nizden cihat eden-

leri, belli etmeden,

sabredenleri ortaya

çıkarmadan, cenne-

te gireceğinizi mi

sandınız” (Ali İm-

ran,142)

Bu yolda nelere dikkat etmeli

37Ocak

Page 38: 112

geçilecek umursanmayacak kadar küçük bir şey ola-rak görülmemeli. Unutmamalı ki her kes bu geminin içerisinde, bu gemi batarsa herkes batar. Komşuda yanan bir yangını görmemezlikten gelmek ne kadar ahmakça bir davranıştır değil mi?

Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyorlar ki: “Kim kötü ve çirkin bir iş görürse, onu eliyle düzelt-sin, eğer buna gücü yetmiyorsa, diliyle düzelt-sin, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz et-sin. Buda imanın en zayıf noktasıdır” (Müslim, İman,78- Ebu Davut, Salat,248)

Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın asla bir Müslümanın söyleye bileceği bir söz olamaz.

İnsan her şeyden önce sosyal bir varlıktır, yani insanın yalnız hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Her halükarda birbirleriyle ilişki içerisinde olmaları zaruridir. İşte İslam aslında bu ilişkilerin bütünüdür. Hele bu ilişkiler Müslümanlar arasın da daha farklı bir boyutta dır. Bir vücudun uzuvlarının yakınlığı neyse bir binanın tuğlalarındaki ahenk, kenetlenme neyse oda odur. Yeryüzünü, imar ve inşa etmenin, Allah’ın hükümlerini hakim kılmanın, anlamıyla buluştuğu işte bu noktadır.

Bu saydığımız hasletler birbirleriyle bağlantılı şeylerdir, biri ötekinin bazen içine girmiştir, öteki be-rikini tamamlamıştır.

Hele ihlas ki yapılan amellerin neticesinin yegâ-ne kriteridir. Şöyle diyelim, yapılan ameller Allah’ın huzurun da arz edilirken, bu süzgeçten geçer, onay alırsa kabul edilir, almazsa reddedilir. Emek ve gay-ret neticesinde yaptıklarımızın ve ettiklerimizin hasılat terazisidir ihlas.

Peygamberimiz buyuruyor ki: “Ameller niyet-lere göredir” (Müslim, İmare,155)

Çünkü ameller ancak niyetlere göre muamele-ye tabi tutulur.

Öyleyse dünyaları dahi güllük gülistanlığa çe-virsen, gül bahçesine döndürsen, hakkın hakikatin gür sesini, dünyanın en ücra köşelerine duyursan, bunları Allah için yapmamışsan yada, niyetlerinde -hafifte olsa- bir bulanıklık varsa, asla uhrevi menfaat elde edemezsin.

Bu yolda en önemli bir noktada şu; Allah’ın hükümlerini ilk önce insanın kendi hayatına hakim kılmasıdır. Bu hususta yüce Allah uyarıyor: “Ey iman

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz eliniziz altındakilerden sorumlusunuz, yönetici bir çobandır, Erkek aile halkının çobanıdır, kadın, kocasının evi ve çocukları için çoban-dır, hepiniz çobansınız ve çobanlık yaptıklarınızdan mesulsünüz” (Buhari, Nikah, 91)

38 Ocak

Page 39: 112

edenler yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyor-sunuz” (Saf,2) çünkü insan kendini aşabildiği kadar başkalarına ulaşır. Nefsine söz geçiremeyen bir insan nasıl olur da yeryüzünün hilafetine layık olabilir ora-yı imar ve inşa edebilir. Hem böyle bir insanın iddia ettiği davasında, samimi olması da mümkün değildir. Bu; düzeni bizzat kendi bozan kargaşa çıkaran, sonra başkalarını kanun ve nizama davet eden bir padişa-hın durumuna benzer. İnsan sözüyle özü bir olmalı, kalbinin kabul ettiği hakikat mutlaka azalarda ken-dini göstermeli, çünkü her davranış kalbin onayını almadan asla gerçekleşmez, eğer kalp kabul etmediği halde bir şey ifade edilmişse de, yaşanmışsa da buda taklidi bir davranış olur. Niyeti farklı yöne dönük bir davranıştır.

Birde bu ulvi görevi yerine getirirken, suret-i haktan görünen, nefisin ve şeytanın tuzaklarına düş-memeli Zira yüce Allah: “Şüphesiz şeytan size düşmandır, sizde ona düşman olun” (Fatır,6) bu-yururken peygamberimizde nefisle mücadelenin önemini belirtmek için: “Hakiki mücahit nefsine karşı cihat açan kimsedir” (Tirmizi, Ci-hat,2) diye bizleri uyarmıştır.

Diyelim bir insan namazını kıl-mıyor, yada onu geçirdiğinde ıstırap

duymuyorsa, zekat vermiyor, cihat görüntüsünde malını mülkünü dağıtıyorsa burada da niyette prob-lem olacağı muhakkaktır. Yada dünyayı düşünürken, orayı ıslah etmeye çalışırken kendi ailesini unutmuş-sa, evine Allah’ın dinini hakim kılmak adına hiçbir şey yapmamışsa burada da niyette bir problemin ola-cağı muhakkaktır.

Bir başka nokta sabır ve tevekküldür.

Yüce Allah kuran-ı Mübin’inde: “Yoksa siz Allah içinizden cihat edenleri, belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan, cennete gire-

ceğinizi mi sandınız” (Ali İmran,142) Başka Ayette : “Sen en sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, Ama Allah dilediğini doğru yola eriş-tirir, Doğru yola girecekleri en iyi o bilir” (Kasas,56) buyuruyor.

Bizler Allah’ın memurlarıyız, merhameti sonsuz olan Allah bir ku-luna asla taşıyamayacağı yükü yük-lememiştir, o nedenle Yüce Yara-dan yaptığımız işin neticesine değil, o amelin bizdeki niyetine bakar. O meselede insanın iradesinin hakkını verip vermediğine bakar, biz birer vesileyiz, Allah’ın kanunlarının yer-

yüzünde hakim hale gelmesinde. So-nuç Allah’ın elindedir. O dilemese sebepler aciz kalır. O dilemese kalplerde iman güneşi doğmaz, elimiz-den geleni yapıp tam bir teslimiyetle ona bağlanmalı-yız, sabır belki acıdır, ancak sonucu selamettir. Sabrın tersi teslimiyetsizlik ve -haşa- Allah’a güvensizliktir. Böyle sorgular bir sabırsızlık insanın imanını dahi tehlikeye sokabilir (Allah muhafaza.)

Allah bizleri sorumluluk bilinciyle yaşayan kul-larından eylesin (Âmin)

* Not: Hilafet kelimesi kuranda, arkasından gelen, geride kalan yerine geçen, sonradan gelen ve yönetici anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda İslam da halife yüce Allah’ın hükümlerini in-sanlar üzerinde, yeryüzünde uygulayan kimse-nin sıfatıdır..........................................................................(Mahmut Sami Ramazanoğlu Camii İmam Hatibi)

“Kim kötü ve çir-

kin bir iş görürse,

onu eliyle düzeltsin,

eğer buna gücü yet-

miyorsa, diliyle dü-

zeltsin, buna da gücü

yetmiyorsa kalbiy-

le buğz etsin. Buda

imanın en zayıf nok-

tasıdır”

39Ocak

Page 40: 112

Abdullah SEZGİN

Olmaz Hocaefendi Olmaz

Olmaz hocaefendi olmaz. Haram

işlediği açık olan bir bayanın

karşısında işlenen harama hiç ses

çıkarmadan “ayet-i kerime” oku-

yamazsınız. Buna hakkınız yok.

Allah’ın ayetlerini böyle edepsiz-

ce bir ortamda adeta ayağa düşü-

rür gibi okuyamazsınız. Bilmem

hangi kanalın reytingi uğruna

inandığınız değerleri pazar metaı

gibi uluorta kullanamazsınız.

Her emrinde mutlak hikmet sahibi olan Yüce Rabbimiz, mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, (ihtiyaçları için dışarı çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Böyle giyinmele-ri, tanınıp eziyet edilmemeleri için daha uy-gundur. Allah, çok bağışlayıcı ve çok esirge-yicidir.” (Ahzap, 59)

Diğer bir ayet-i celilede ise şöyle buyurulmak-tadır: “(Habibim) mümin kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını ko-rusunlar. Ziynetlerini (süslerinin takılı oldu-ğu boyun, kulak, baş, kol ve bacak gibi yer-lerini) açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz, eller, ayaklar) müstesna. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (Göğüs ve boyunlarını gösterme-sinler). Ziynet (yer)lerini ancak şu kimselere

40 Ocak

Page 41: 112

gösterebilirler: Kocalarına, babalarına, koca-larının (başka anadan olma) oğullarına, kendi erkek kardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğul-larına, kız kardeşlerinin oğullarına, müslüman kadınlarına, ellerindeki cariyelere, (şehvetsiz ve kadına) ihtiyacı olmayan ihtiyar kimselere, henüz kadınların gizli yerlerinin farkına var-mamış olan çocuklara. Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını da (yere veya birbiri-ne) vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz Allah’a tevbe edin ki dünya ve ahiret saadetine kavu-şasınız.” (Nur, 31)

Evet; ayet-i celile açıkça gös-teriyor ki, müslüman kadınların yüzleri, elleri ve bir rivayete göre ayakları hariç, bütün uzuvlarını ört-meleri farzdır. Açmaları ise haram-dır. O halde hiçbir müslüman ka-dın yüzü, elleri ve ayakları dışında hiçbir yerini, kendisine nikah düşen yabancı erkeklere gösteremez.

Rabbimiz, Habib-i Kibriya s.a.v.’in hanımlarının şahsında bü-tün müslüman hanımlara şöyle em-reder:

“(Ey peygamber hanımla-rı) evlerinizde oturun (ve ihtiyacınız için dı-şarı çıkmanız gerektiğinde) evvelki cahiliyet (zamanında süslenerek, ince elbiseler giye-rek, açılıp saçılarak sokağa çıkan kadınların) çıkışı gibi çıkmayın. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin.” (Ahzap, 33)

Hz. Aişe ve Ümmü Seleme r.a. validelerimizin bildirdiğine göre, yukarıda zikredilen tesettürle ilgili ayet-i celileler nazil olduğu zaman, müslüman hanım-lar derhal vücutlarını örtmüşler, tereddüt gösterme-den Allah’ın emrine itaat etmişlerdir.

Erkek ve kadının konuşma ve birbirine muhatap olma durumunda bakışlarını kontrol altında tutmaları gerekir. Bir mü’min, karşı cinsin bakılması yasaklanan yerlerine bakamaz ve bakışını ihtiyaç dışında uzata-maz. Ayetlerde şöyle buyurulur: “Mü’min erkekle-re, gözlerini haramdan sakınmalarını söyle.” (en-Nur, 24/30.) Mümin kadınlara da söyle: Göz-

lerini haramdan sakınsınlar...” (en-Nur, 24/31.)

Bu açıklamaları şunun için yaptık: Hocaefendi televizyonda karşısına almış açık giyimli bir bayanı “dini” konuşuyor. Güya tebliğ yapıyor, irşad ediyor, ayet-i kerime ve hadis-i şerif okuyor. Yok mudur bu televizyon kanalında bir erkek sunucu? Neden teset-türsüz bir bayanın karşısında “ezik” bir şekilde halden hale girip eğip büküp bir şeyler konuşmaya çalışıyor-sunuz? Neden ağzınızdan, karşınızdakinin tesettürsüz haline bir iki kelime çıkmaz? Sizi bu halde görenler te-settürsüzlüğün “ses çıkarılmaması gereken” bir durum

olduğu kanaatine varamaz mı? Ne-den varmasınlar ki? Siz insanların gözünde televizyonda konuşan kos-koca bilmem ne ünvanlı hocasınız.

Sizi hiç mi karşınızdakinin bu haram durumu rahatsız etmiyor? Peki, bu rahatsız olmama halinizle sizin anlatmaya çalıştığınız şeylerde samimi olduğunuzu nereden anla-yacağız? Bu anlayışınız nebevî ha-yatın neresinde vardır?

Olmaz hocaefendi olmaz. Ha-ram işlediği açık olan bir bayanın karşısında işlenen harama hiç ses

çıkarmadan “ayet-i kerime” okuyamazsınız. Buna hakkınız yok. Allah’ın ayetlerini böyle edepsizce bir ortamda adeta ayağa düşürür gibi okuyamazsınız. Bilmem hangi kanalın reytingi uğruna inandığınız değerleri pazar metaı gibi uluorta kullanamazsınız. Karşınızdaki sunucunun rahatsız olmaması için çırpı-nıyorsunuz ama inandığınız Allah’ın gazabı sizi hiç mi düşündür mü yor?

Aziz okuyucular, bütün bu programların insan-ların zihnine İslamî olmayan bazı şeyleri hoş göster-mek için yapıldığını düşünüyorum. Toplumsal dönü-şüm için bizim içimizden olan “hocaefendilerle”!!! dini algı operasyonu yapıldığı kanaatindeyim. Lütfen bu konuda tepkisiz kalmayalım.

Şöyle bir soru sorulabilir: Anlatılmasın mı? El-bette anlatılsın ama haram helal bir birine karıştırıla-rak değil. Allah’ın çizdiği sınırlar “hududullah” muha-faza edilerek anlatılsın. Berekette ancak bununla elde edilir.

41Ocak

Page 42: 112

M.Şevket EYGİ

Ehl-i Sünnete Göre İslamNasıl Öğrenilir?

Muhterem genç kardeşim…

Şayet İstanbul’da yaşıyorsanız

dininizi, akaidinizi, fıkhınızı, il-

mihalinizi, İslam ahlak değerleri-

ni Ebubekir Sifil ve benzeri Sünnî

hocalardan öğrenmenizi tavsiye

ediyorum. Onları arayın bulun,

size rehberlik etmeleri, bu işi biz-

zat yapamazlarsa ehil birilerini

bulmaları için ısrarla yalvarın…

DİN dersleri almak, din kültürü edinmek is-teyen temiz niyetli bir gence:

Madde madde yazacağım aşağıdaki bilgile-ri ve uyarıları iyice okumanızı istirham ederim.

1. Sizin, bir Ehl-i Sünnet Müslümanı ola-rak, dininizi icazetli Ehl-i Sünnet hocalarından ve Ehl-i Sünnet kitaplarından öğrenmeniz gerekir.

2. Bir Sünninin, dinini Sünnilik dışı veya Sünnilik karşıtı kimselerden öğrenmesi doğrusu yaman bir çelişki olur.

3. Dinde yenilik ve değişiklik yapmak iste-yen reformculardan İslam öğrenilmez. Sapıtabi-lir, hattâ Allah saklasın küfre düşebilirsiniz.

4. İslam’ı Vehhabîlerden, Selefîlerden öğ-renmeyiniz. Sapıtma tehlikesi vardır.

5. Allah gökte oturuyor diyenlerden din öğ-renilmez.

6. Allahı kemal sıfatlarla sıfatlamayan ve noksan sıfatlardan tenzih etmeyenlerden din öğ-renilmez.

42 Ocak

Page 43: 112

7. Fazlurrahmancılık çağımızın en bozuk mez-hebidir. Din onlardan öğrenilmez.

8. Kemalist ilahiyatçılardan din öğrenilmez.9. AIlah hâşâ cisimdir diyen mücessimeden

İslam öğrenilmez.10. Allahı yaratıklardan birine, bir şeye ben-

zeten müşebbiheden din öğrenilmez.11. “Allah gerçek bir Janustur” diye yazarak,

Allahı hâşâ iki çehreli bir Roma putuna benzeten-den din öğrenilmez. Bu söz zındıklıktır, küfürdür.

12. İmanın altı şartından biri olan kaderi in-kar eden, imanın şartları beştir diyen Pakistanlı ak-tivistten din öğrenilmez.

13. Din ayrı, dünya ayrıdır diyen sekülerist-lerden İslam öğrenilmez.

14. Hulefa-i Râşidînin bazısına düşmanlık edenlerden veya saygısızca tenkit edenlerden din öğrenilmez.

15. Ehl-i Sünnet, Ashabın hepsini sever, sa-yar, hürmet eder, onların arasındaki ihtilafları icti-had farklılığı olarak kabul eder, hiçbirine dil uzat-maz. Ashaba dil uzatanlardan din öğrenilmez.

16. Medrese icazeti olmayanlardan din öğre-nilmez.

17. Şeriattan kıl kadar ayrılanlardan din öğ-renilmez.

18. Ehl-i Sünnetin itikatta (inanç konu ve hü-kümlerinde) iki imamı vardır: İmam Eş’arî ve İmam Mâturidî. İkisinin arasında temelde, usulde, esasta ihtilaf yoktur, birbirlerini tadlil etmezler. (Sapıklıkla suçlamazlar).

19. Ehl-i Sünnetin temeli Kur’anın doğru yo-rumudur.

20. Ehl-i Sünnet, İslam hükümlerinin ikinci ana kaynağı olarak Sünneti görür.

21. Sünneti inkar edenler veya bir kısmını ka-bul, bir kısmını inkar edenler bid’atçidir, onlardan din öğrenilmez.

22. Buharîde ve Müslimde mevzu hadîs var-dır diyenler Ehl-i Sünnet dairesinin dışına çıkmış bid’atçilerdir, onlardan din öğrenilmez.

23. Ashabın büyüklerinden Ebu Hureyre haz-retlerini tenkit eden, onu hadis uydurmakla suçla-yan müfteridir, bid’atçidir.

24. Ehl-i Sünnette kadere iman vardır ama

bu konuda tartışmak doğru görülmemiştir.

25. Ehl-i Sünnet üçüncü râşid Halife Osman

Zinnureyn hazretlerine saygı besler; onu tenkit

edenler Ehl-i Sünnet çizgisini aşmış olur.

26. Ehl-i Sünnet Ehl-i Beyt-i Mustafayı (Sa-

lat ve selam olsun ona) sever ve onların yolundan

gider.

27. Din, şazz ictihad ve görüşlerden öğrenil-

mez.

28. Dinimizde teravih namazı yoktur diyen-

lerden din dersi ve kültürü alınmaz.

29. Biz bir kaldık öteki Ehl-i Sünnet Müslü-

manları sapıttı diyenler ve meşreb farklılıklarından

dolayı mü’min kardeşlerini ötekileştirip dışlayanlar

gulüvve sapmış, aşırılığa kaçmıştır.

30. Ehl-i Sünnet İslamlığında, sahih ve doğ-

ru bir imandan sonra beş vakit namazın dosdoğru

kılınması gerektiğini bildirir. Târik-i namazdan din

öğrenilmez.

31. Zamanımızda İslamdan başka hak ibra-

himî dinler vardır diyenler Ehl-i Sünnet değildir.

Onlardan din öğrenilmez.

43Ocak

Page 44: 112

32. Ehl-i Sünnet müteşabih ayet ve hadisleri,

Allaha noksanlık izafe edecek şekilde lügavî ma-

nalarıyla tefsir ve tev’il etmez; bunları aynen kabul

eder, manalarını Allaha havale eder.

33. Ehl-i Sünnet, Efendimizin “Ümmetim

içinde bir ihtilaf çıktığı takdirde siz Sevad-ı Azam

içinde olunuz” dediği fırka-i nâciyedir.

34. Ehl-i Sünnet tekfirci değildir, kolay kolay

tekfir etmez.

35. Şeriattan kıl kadar ayrılmamak şartıyla ta-

rikat ve tasavvuf haktır. Tarikat ve tasavvuf İslamın

ihlas, ahlak, taqva, vera boyutudur.

36. Gerçek tarikat evliyasına evliyauşşeytan

diyenler kafir olur.

37. Tasavvuf ve tarikat mü’minlerini tekfir

edenlerin kendileri kafir olur.

38. Önemli kural: Ehl-i Sünnet ile bid’at fır-

kaları arasında ne kadar ihtilaflı mesele varsa bun-

ların hepsinde, yüzde yüz Ehl-i Sünnet haklı ve

doğrudur.

39. Mutezile mezhebinin İslam dünyasında

taraftarı kalmamış iken, bu bid’at mezhebi Türki-

ye’de, İslamın içini boşaltmak isteyen derin dalalet

güçleri tarafından hortlatılmıştır.

40. Türkiyedeki Mutezilîler, reformcular, Faz-

lurrahmancılar ve diğer bid’atçiler taqiyye ve kit-

man yaparak kendilerini Sünnî gibi gösteriyor ve Ehl-i Sünnet İslamlığını içinden yıkmak istiyor. On-ların tuzaklarına düşülmemelidir.

41. Mezhepsizlik ve fıkıh inkarcılığı, İslamı tehdit eden en tehlikeli bid’attir.

42. Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür.43. Telfik-i mezahib dini oyuncak etmektir.44. İslam’ı bir ideoloji olarak görmek Ehl-i

Sünnete aykırıdır.45. İslam dünyasındaki, Pakistandaki, Mısır

‘daki, Arap alemindeki aktivistler birçok husus ve konuda Ehl-i Sünnetten ayrılmış ve hepsi de başa-rısız olmuştur.

46. Âlet ilimlerini ve ‘âlî ilimleri okuyup ica-zet almamış cahil ve kültürsüz kimseler Kur’an ter-cümelerinden, hadis kitaplarından İslam’ı doğru olarak öğrenemez. Bu yolla doğru dürüst iki rekat namaz kılmasını bile öğrenemez.

47. Kur’anı kendi re’y ve hevalarıyla cahilce yorumlamaya yeltenenler küfre düşebilir.

48. İslam rehberlikle öğrenilen ilahî dindir.49. Hanefî mezhebine mensup Müslümanlar

ilmihallerini Seyyid Ömer Nasuhî Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’den veya Hacı Zihni Efendinin Ni-metü’l-İslam’ından yahut bunlar gibi güvenilir ve muteber kitaplardan öğrenmelidir. Şafiî kardeşleri-miz de kendi muteber kitaplarından öğrenmelidir.

50. Ehl-i Sünnette cahillerin ve yetersizlerin dinî konuları, ayetleri, sahih hadîsleri tartışmaları ve mıncıklamaları yasaktır.

51. Ehl-i Sünnetin temellerinden biri Ümmet birliği ve râşid âdil bir İmama biat etmektir.

52. Yirminci asırda büyük Ehl-i Sünnet alim-lerinden biri Şeyhülislam Mustafa Sabri efendidir. Bir diğeri Düzceli Zâhid el-Kevserîdir.

Muhterem genç kardeşim…Şayet İstanbul’da yaşıyorsanız dininizi, akai-

dinizi, fıkhınızı, ilmihalinizi, İslam ahlak değerlerini Ebubekir Sifil ve benzeri Sünnî hocalardan öğren-menizi tavsiye ediyorum. Onları arayın bulun, size rehberlik etmeleri, bu işi bizzat yapamazlarsa ehil birilerini bulmaları için ısrarla yalvarın…İktibas, Milli Gazaete : 12.12.2014

44 Ocak

Page 45: 112

Gencin birisi Kâbe’de hep, “Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım, ey haramdan sakı-nanların yardımcısı olan Allah’ım, sana hamdı sena ederim” diye dua eder. Bu durum herke-sin dikkatini çeker. Birisi, (Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka bir şey bilmiyor musun?) der.

O da anlatır: – 7-8 sene önce yine Kâbe’de iken içi altın dolu bir torba buldum. Tam 1000 altın vardı.

İçimden bir ses (Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın) diyordu. Hayır dedim kendi kendime, bu benim değil, başkasının malı, kullanmam haram olur dedim. Bu sırada birisi, “şöyle bir torba bulan var mı?” diye bağırıyordu. Çağırdım onu, nasıl bir torbaydı, içinde ne vardı diye sordum. Torbayı tarif etti ve içinde 1000 altın vardı dedi. Al öyleyse torbanı diyerek verdim. Adam torbayı açıp içinden bana 30 altın verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. Yanlarına gittim, bu köle için ne istiyorsunuz de-dim. 30 altın dediler. Adamdan aldığım 30 altını verip genci satın aldım. Bir iki yıl geçti. Genç çok çalışkan, çok edepli idi. Onu aldığıma çok memnun olmuştum. Bir gün onunla giderken karşıdan iki üç kişi geliyordu. Genç bana dedi ki,

– Efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Beni buldular. Senden beni satın almak isterler. Sen iyi bir insansın, onlara 30 bin altından aşağıya satma) dedi. O kişiler yanıma geldi, bu esiri bize satar mısın dediler. Satarım dedim. 60 altın verelim dediler. Olmaz dedim. İyi ama sen bunu 30 altına almadın mı? Biz sana iki mislini veriyoruz dediler. Öyleyse gidin pazardan alın dedim. Artıra artıra 20 bin altına kadar çıktılar. 30 binden aşağı olmaz dedim. Çaresiz kabul ettiler. Altınları verip, genci alıp gittiler.

Ben o 30 bin altınla işyerleri açtım, ticaret yaptım, daha çok zengin oldum.

Bir gün bana arkadaşlar, “çok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim” dediler. Ben de “olur” dedim. Nikah kıyıldı. Deve yükleri çeyizini getirdiler. Çeyiz arasında bir torba dikkatimi çekti. Kıza, “bu nedir” dedim. “İçinde 970 altın var, babam Kâbe’de bunu kaybetmiş, bulan gence 30 unu vermiş. Kalanını da bana hediye etti, çeyizine koyarsın dedi”. Demek ki bulduğum altınlar benim rızkım imiş, vermese idim haram yoldan gelecekti, simdi helal yoldan yine bana geldi. Bana yardım edip haramlardan

koruyan, nice nimetler ihsan eden yüce Rabbime hamd ederim. Milli gazete 10.12.2005

Rabbime hamd ederim

Kıssadan Hisse...

Page 46: 112

Salih AYDIN

Hz. Selman el-Farisî (r.a)

O, hiçbir zaman sadaka kabul

etmemiştir. Çoğu zaman eline

geçen parayla hemen et alır

ve onu pişirerek, hadis ehlini

çağırır ve birlikte yerlerdi (İbn

Sa’d, IV, 9).

Seçkin ve meşhur sahabilerden biri. İran asılı olup, İsfahan’ın Cayy kasabasında doğmuş-tur. Bir rivayete göre de doğum yeri Râme-

hürmüz’dür. Doğum tarihi hakkında bilgi bulun-mamaktadır. Selman (r.a)’ın müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahsan’dır. Müslüman ol-duktan sonra Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah’tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; “Ben; Selman b. İslâm’ım” demiştir (İbn Sa’d Ta-bakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV, 75; İbnul-Esir, Üs-dül-Gabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, rel-isâbe, Bağdat (t.y.), ll, 62).

Selman (r.a)’ın babası Mecusiliğe aşırı bağlı olan bir köy ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı ve onda ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiy-le Selman (r.a) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selman (ra), Mecusiliğin gerçek bir din olup ola-mayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o

46 Ocak

Page 47: 112

kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüz-den Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanın-dan yoksun bulunmaktaydı.

Bir ara babası, işleri yoğunlaşınca onu tarlalar-dan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için her şeyden değerli ol-duğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman (r.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibâdet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hapsedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir bil-giye sahip değildi. Selman (r.a) tar-laya gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusilik-ten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen hristiyanlar, dinleri hakkın-da onu bilgilendirmişler ve bu dinle-rinin kaynağının Suriye de olduğu-nu söylemişlerdi.

Selman (r.a), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar gönder-mişti. Eve dönen Selman (r.a), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, kar-şılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selman (r.a) babasına karşı çıkarak, hristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti.

Selman (r.a), kilisedeki Hristiyanlarla irtibat ku-rarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu

zaman, kendisine haber vermelerini istedi. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriye-ye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarfetmeyerek kendisi için biriktiriyordu. Bu rahib ölünce, Selman (r.a), onun yerine geçen rahibe tabi oldu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selman (r.a), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye edebileceği-

ni sordu. Rahip ona, tabi olunabi-lecek tek kişiyi tanıdığını, onun da Musul’da bulunduğunu söyledi.

Selman (r.a), Musul’a gidip, bu kimseye tabi oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine ki-min gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulundukları itikad-ta hiç kimseyi tanımadığını, ancak, Nusaybin’de bulunan bir âlime tabi olabileceğini söyledi. Selman (r.a) doğruca Nusaybine gitti. Nusay-bin’deki rahibin yanında bir müd-det kaldıktan sonra, onun da ölüm

döşeğine yattığını gören Selman (r.a), yine kime uya-bileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında, Ammuri-ye’de bulunduğunu söyledi. O ölünce Selman (r.a), Ammuriye’ye gitti. Ammuriye’de bir müddet kaldık-tan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yak-laştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryü-zünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi:

“Ancak bir peygamberin gelmesi yakın-dır. O, İbrâhim’in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret edip, içinde hurma

Rasûlüllah (s.a.v); “Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir” diyerek onu

ehl-i beytine dahil etmiştir

47Ocak

Page 48: 112

bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun peygamber olduğunu belir-ten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü bulun-maktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gi-dip ona katılmayı başarabileceğine inanıyor-san bunu yap” (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa’d, IV, 77-78; İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, II, 417-418).

Selman (r.a), burada bir müddet kaldıktan son-ra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat geti-rerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürme-sini istedi. Selman (r.a)’ın teklifini kabul eden Kelb-li Arap onu yanına alarak Hicaz’a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura’ya geldiklerinde bu kimse Selman (r.a)’a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura’da hurmalıkları gören Selman (r.a), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye’deki rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyor-du. Vadil-Kura’da bir müddet kaldıktan sonra, efen-disinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları’ndan bir kimse tarafından satın alınarak Medine’ye götürülen Selman (r.a), burayı görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı.

Rasûlüllah (s.a.s) Mekke’de peygamberlikle gö-revlendirilip Medine’ye hicret edene kadar köle ola-rak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekli meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlül-lah (s.a.s) Kuba’ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec’in ona iman etmesine kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (r.a), hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden bi-risi gelmiş ve ağacın altında oturan Selman (r.a)’ın sahibine (Evs ve Hacrec’i kastederek); “Allah Benu Kayle’ye lânet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mek-ke’den bu gün gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar” dedi.

Selman (r.a) şöyle demektedir: “Ben kendi ken-dime; “bu kesinlikle o peygamberdir” dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sa-hibimin üzerine düşeceğim korkusuna kapıldım. Sü-ratli şekilde ağaçtan aşağı inip; “Ne diyor? Bu haber nedir?” diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve; “Bundan sana ne! işinin başına dön” diye bağırdı. Ben ona; “Sadece duydu-ğum bu haberin ne olduğunu anlamak istemiştim” dedim. Akşam olunca Selman (r.a), biriktirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Kuba’da bulunmakta olan Rasûlüllah (s.a.s)’ın yanına gitti ve ona; “Senin sa-lih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda ih-tiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin hali-nizi duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm” dedi ve getirdik-lerini Rasûlüllah (s.a.s)’ın yanına koydu. Rasûlüllah (s.a.s), ashabına;

“Yiyin” dedi. Ancak kendisi bunlardan yeme-di. Selman (r.a), sadaka kabul etmediğini gördügü zaman kendi kendine; “Bu alametlerin biridir” dedi. Daha sonra Rasûlüllah (s.a.s) Medine’ye geç-ti. Selmân (r.a) tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasû-lüllah (s.a.s)’ın yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bun-lardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu. Bir zaman sonra Selman

“Bir çok geceler Selman (r.a) Rasûlüllah (s.a.v) ile yalnız kalırlardı. Bu be-

raberlik o kadar sürerdi ki Rasûlüllah (s.a.v) hanımlarından birinin yanına bile

girmezdi”

48 Ocak

Page 49: 112

(r.a) tekrar Rasûlüllah (s.a.s)’ın yanına gitti. Rasûlül-lah (s.a.s) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlüllah (s.a.s)’ın etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah (s.a.s) ridasını kaldırdı. Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)’ın sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye’deki rahibin kendisine bahsettiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek ağla-maya başladı. Rasûlüllah (s.a.s) onu yanına oturtarak halini sordu. Selman (r.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlüllah (s.a.s) ve orada bulunan sahabiler bunu hayretler içe-risinde dinlemişlerdi (İbn İshak, es-Sîre, Nesr: M. Hamdullah, İstanbul 1981,

66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa’d, a.g.e., IV, 77-79; İbnul-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 418-

419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut

(t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafiz el-Hakemî, el-Kısasul-islâmiye,

(muhtemelen) Riyad 1976, I,187-189). Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)’e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayı bilen bir tercüman aracılığıyla konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir (Diyar-bekrî, a.g.e., I, 352).

Selman (r.a)’ın İsfahan’daki köyünde başlayan ve müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa’d, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas’dan rivayet etmektedirler. İbn Sa’d’ın Kurre el-Kindî’den naklettiği başka bir riva-yette ise Selman (r.a)’ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, islâm’a ulaşan yolculuğu es-nasında, hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms’a gittiği; yine buradan tavsiye üzerine Kudüs’e ulaş-tığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan

ilim tahsil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz’a doğru hareket ettiği ve so-nunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine’de bir kadına satıldığı nakledilmektedir (İbn Sa’d, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk. el-Hâ-kim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd.).

İbnul-Hacer, Selman (r.a)’ın müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle fark-lılıklar arzettiğini, bunların arasını telif etmenin güç olduğunu söylemektedir (Askalanî, a.g.e., II, 62).

Selman (r.a), Hicret’in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o,

Hendek savaşından önceki gaza-lara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah (s.a.s) ona, efendisiyle mükâtebede bulunma-sını söyledi. Selman (r.a), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üçyüz hurma fidanı temin edip dik-mek ve kırk ukiye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), Sahabi-lere: “Kardeşinize yardım edin” dedi. Sahabiler güçleri miktarınca fidan temin ederek üç yüz tane fi-danı ona verdiler. Rasûlüllah (s.a.s), ona: “Selman, git çukurlarını

kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları ken-di ellerimle yerlerine koyayım” dedi. Selman (r.a), çukurların kazılma işini Sahabîlerin yardımıyla bitirdi. Rasûlüllah (s.a.s), bahçeye giderek bütün fi-danları yerine koydu. Bu fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı. Daha sonra, Rasûlüllah (s.a.s) Selman (r.a)’ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukiye altını ödemesi için ona yumurta büyüklü-ğünde bir altın külçesi verdi. Selman (r.a): “Bu be-nim ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?” demekten kendini alamadı. Rasûlül-lah (s.a.s) ona, Ey Selman! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır” dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gere-ken miktarı ödedim”. Artık böylece Selman (r.a) hürriyetine kavuşmuş oluyordu (Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa’d, a.g.e., IV, 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü’l-Gabe, II, 419; onun azad edil-

Hz. Ali (r.a) onun

hakkında; “Ona ev-

velkilerin ve sonra-

kilerin ilmi verilmiş-

tir. Onda bulunan

bu ilme ulaşılamaz”

demiştir.

49Ocak

Page 50: 112

mesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469).

Selman (r.a)’ın katıldığı ilk savaş Hendek sava-şıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine’ye doğru hare-kete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (s.a.s), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine’nin çevresinde düşmanın şehre giri-şini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)’e, “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edil-diğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek ka-zarak kendimizi savunurduk” deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü (Taberi, Tarih, II, 566). Bu görüş Rasûlüllah (s.a.s) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selman (r.a), kuvvetli bir kim-seydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (r.a)’ı sahiplenerek, “Selman bizdendir” dediler. Bunun üzerine muhacirler; “Hayır Selman bizdendir” demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (s.a.s); “Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir” diyerek onu ehl-i beytine dahil et-miştir (Taberi, aynı yer; İbn Sa’d, a.g.e., IV, 83).

Selman (r.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (s.a.s) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehir-le aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usu-lünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasın-da hendeğin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.

Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)’ın yanından ve-fat edinceye kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir (r.a)’in Halifeliği zamanında da Medine’de bulunmuştur.

Ömer (r.a) devrinde islâm ordusu İran’ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (r.a) da bu or-duya katıldı. Selman (r.a) İran asıllıydı. Bundan do-layı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların islâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı. İranlılar, Ka-disiye yenilgisinden sonra Medain’de toplanmışlar-dı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar.

Sa’d b. Ebi Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönde-rip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabar-mış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa’d (r.a)’ın yanında Selman (r.a) bulunmaktaydı. Sa’d (r.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ’nın dostlarına yardım edece-ğini, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ’ya isyan eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm’a) galebe çalama-yacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heye-canlı bir halde bulunan Sa’d (r.a)’a, Selman (r.a) şöy-le demekteydi: “İslâm yepyenidir. Allah, karaları nasıl müslümanların emrine vermişse, denizle-ri de onların emrine verecek güçtedir. Allah’a yemin ederim ki müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çı-kacaklardır”. Gerçekten Selman (r.a)’ın dediği ol-muş ve müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti (Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbn ul-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, II, 511-512). İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişleri ne bakıyorlar ve kendi kendilerine; “Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden baş-kaları değildir” demekteydiler (Taberi, II, 514). İranlı askerler kaçarak Kisra’nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (r.a)’dı. O, surun önüne geldiği zaman, İslâ-mın emrettiği şekilde onları üç defa müslüman olma-ya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Sel-man (r.a) onlara şöyle diyordu: “Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dininiz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle sava-şırız” (Taberi, a.g.e., IV,14). Selman (r.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara an-latabilmek için, “Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor” diyerek (İbn Hanbel, V, 444) ikna etmeye

50 Ocak

Page 51: 112

çalışıyordu. Selman (r.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve böylece Kisra’nın muhteşem sarayı müslümanların eline geçmiş oldu (Taberi, a.g.e., IV). Daha önce Behuresirdekileri de o islâm’a davet etmişti. An-cak buradakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşı-larak mağlup edilmişlerdi (Taberi, aynı yer).

Sa’d (r.a) Medâin’de karargah kurmuştu. An-cak buranın havası, islâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değiş-mişti. Bu durumu öğrenen Ömer (r.a), Sa’d’a haber göndererek, müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için Selman (r.a) ile Huzeyfe (r.a)’ı görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özellikle vur-guladı. Bölgede araştırmalarda bu-lunan Selman (r.a) ve Huzeyfe (r.a), sonunda Kufe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi (17/638) (Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbn ul-Esir, el-Kamil fit-Tarih,

II, 527-528). Selman (r.a) İran’ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda ak-tif olarak rol almıştır (Taberi, IV, 305; İbnul-Esir, el-Kâmil fit-Tarih, III, 132).

Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin valiliğinde bu-lunmuştur. Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain’de vefat etmiştir (İbn ul-İmad, Sezerâtu’z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İb-

nul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa’d, a.g.e., VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)’ın hilafetinin sonlarına doğru, (35) veya 37 yı-lında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer

zamanında öldüğü de söylemektedir (İbnul-Esîr, Üsdü’l-Gabe,

II, 421). İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)’den, İbn Mes’ud’un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)’ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes’ud’un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (r.a)’ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler (el-Askalanî, a.g.e., II, 62; İbnul-Esîr, Tarih, II,

287; Üsdül-Gabe, 421). İbn Hacer, Zehebî’nin rivayetlerini de-ğerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmekte-

dir (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (r.a)’ın mezarı, Bağdad’ın 30 km doğusun-da Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarında-dır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendi-rilmiştir. Onun mezarının içinde bu-lunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

Selman (r.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasû-lüllah (s.a.s)’e yakınlığıyla tanınmak-tadır. Hz. Aişe (r.an), şöyle demek-

tedir:

“Bir çok geceler Selman (r.a) Rasûlüllah (s.a.s) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o ka-dar sürerdi ki Rasûlüllah (s.a.s) hanımların-dan birinin yanına bile girmezdi” (İbnul-Esir, Üsdül-Gabe,

II, 420). Rasûlüllah (s.a.s), Hendek savaşı esnasın-da onun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti.

Hz. Ali (r.a) onun hakkında; “Ona evvelkile-rin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bu-lunan bu ilme ulaşılamaz” demiştir. Başka bir zaman da: “O bizim ehl-i beytimizdendir. Ara-nızdaki konumu Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir” demiştir. Muaz (r.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (r.a)’ın da bulunduğu dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hak-kında yapılan övgüler Rasûlüllah (s.a.s)’in söylediği; “Selman ilme doyuruldu” (İbn Sa’d, a.g.e., IV, 85). Sözüne

Selman (r.a) ona şöyle

karşılık verdi; “Eğer

sen müslümanların

toprağından bir dir-

hemden az veya fazla

bir para alır, sonra

onu, haksız bir şekilde

sarfedersen, sen hali-

fe olmayıp bir melik

olursun”

51Ocak

Page 52: 112

dayandırılmaktadır. Selman (r.a), Ebu Derdâ’ (r.a)’ın gece boyu namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan ye-mekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar et-miş ve ona; “Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen na-maz kıl, bazan ara ver” (bunları nafile olan ibâdetleri için söylemiştir). Ebu’d-Derdâ’ bu durumu Rasûlül-lah (s.a.s)’e ilettiği zaman o; “Selman senden daha âlimdir” dedi ve bunu üç kere tekrarladı (İbn Sa’d, a.g.e., IV, 85-86).

Hz. Ömer (r.a), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (r.a), duyduğu bir endişesini dile getirerek Selman (r.a)’a şöyle sormuştu: “Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?”. Selman (r.a) ona şöyle karşılık verdi; “Eğer sen müslümanların toprağından bir dir-hemden az veya fazla bir para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun” (Taberi, a.g.e., IV, 211; İbnu’l-Esir, Tarih, III, 59).

Hz. Ömer (r.a), fey gelirlerini taksim ederken, Selman (r.a)’a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, “Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farslı ise dört bin dirhem alıyor” diyerek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: “Sel-man, Rasûlüllah (s.a.s) ile Abdullah’ın katılmamış ol-duğu bir çok savaşa katılmıştır” diyerek cevapladılar

(İbn Sa’d, IV, 86). Başka bir rivayette, Ömer (r.a), Fey ge-lirlerinden müslümanlara maaş bağlamak için Diva-nul-Atâ’yı tesis ettiği zaman, Sahabiler için islâm’daki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selman (r.a)’ı, Hasan (r.a), Hüseyin (r.a) ve Ebu Zer ile birlikte olmadıkları hal-de Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir (Taberi, a.g.e., III, 614).

Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Cennet üç kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selman” (Tirmizi, Menâkib, 34).

Selman (r.a), son derece mütevazi ve kanaat-kar bir hayat yaşamıştır. O, Medain’de vali bulundu-ğu ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son , derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezerdiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal üzere de-vam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi. Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Su-riye tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman’ı çağırarak yüklerini taşıma-sını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla birlikte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, “Bu validir” dediklerinde adam; “Seni ta-nımıyordum” diyerek özür diledi. Selman (r.a) ona, “Hayır bunları evine kadar götüreceğim” diyerek yo-luna devam etti (İbn Sa’d, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer).

Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanın-dan geçerlerken, onu göstererek; “Emiriniz budur” diyerek gülüyorlardı. Selman (r.a)’ın yanındaki adam ona, “Ey Ebu Abdullah! şunların ne dediğini görüyor musun?” dedi. Selman (r.a) ona şöyle dedi: “Onları

Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: “Rasûlüllah (s.a.s) biz-

den bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti: “Sizin dünyadaki

geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun.”

52 Ocak

Page 53: 112

bırak. Hayır ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumda-ki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur” (İbn Sa’d, a.g.e., IV, 87-

88). Selman (r.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü (İbnul-Esîr, Üs-dül-Gâbe, II, 420).

O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişi-rerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte yerlerdi (İbn Sa’d, IV, 9).

Selman (r.a), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Me-dain valisi Sa’d b. Malik ve Sa’d b. Mes’ud onu ağlarken buldular. Ne-den ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: “Rasûlüllah (s.a.s) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti: “Sizin dünyadaki ge-çimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun.”

Onun ilmi ve takvası diğer sa-habileri de etkilemekteydi. Zira onu ziyarete giden Sa’d b. Ebi Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği

şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti (İbn Sa’d, a.g.e., IV, 90-91).

Selman (r.a), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun Medâin’de Bukeyre adında bir hanımı vardı (İbn Sa’d, IV, 92). Selman (r.a), Medine’deyken Hz. Ömer (r.a)’in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs’ın bu konuda Selman (r.a)’ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir (İbn Abdirrabbih, İkdu’l-Ferid, Beyrut 1949,

VI, 90). Ancak onun ailesi hakkında açık rivayetler bu-lunmamaktadır.

Sufiler, Selman (r.a)’ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun kurucularından biri olarak kabul ederler.

Bir çok tarikat silsilesi ona dayandı-rılmaktadır. O, Rasûlüllah (s.a.s)’ın berberliğini yaptığı için Futuvvet teş-kilatına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi. Selman (r.a)’ın sahip olduğu haklı şöhreti, bütün müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını bü-yük bir sevgiyle anarlar. Ehli beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbela’dan sonra onun mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan

hadislerin çoğunu ona isnad ederler. Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî sudur sırasında Ali (r.a)’den hemen sonra yer alır. Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriliğin teslis aki-desini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali’yi, mim Muhammed (s.a.s)’i, sin ise Selman’ı ifa-de eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Sel-man’dır. Buna göre o Nusayrî teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had’dir. Durzîler ise, Kur’an’ın Selman’a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur’an’ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluş-turdukları inanç sistemlerinde diğer bir kaç sahabi ile birlikte Selman (r.a)’ı temel unsur olarak kullan-mışlar ve ona çesitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçekte mutedil Şia ile alakaları yoktur. Zira muhtevâlarındaki inanç prensipleri gözönüne alındığı zaman islâmî şahsiyetlerin isimlerini kullana-rak putperest bir inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir.

Rasûlüllah (s.a.v)

şöyle buyurmuş-

tur: “Cennet üç

kişiyi özler. Ali,

Ammar ve Sel-

man” (Tirmizi,

Menâkib, 34).

53Ocak

Page 54: 112

Ahiret sermayen olsun. Dünyayı ticaret yeri say. Zamanını sermayeni batırmamak için evvela ahireti-ne sarfet. Eğer fazla kalırsa onu da dünyaya harca, geçimini sağla. Sakın dünyayı sermaye, ahireti tica-ret saymayasın. Bunu yapınca namazını vaktinde kılamazsın. Kılsan da erkanını yerine getiremezsin. Rukûu belli olmaz, sücûdu belli olmaz. Çünkü senin için maksat dünya olmuştur. Yorgunluk gelir, uyursun. Namazın kazaya kalır, kılamazsın. Gece cife gibi ya-tar, sabahları tenbel olarak kalkarsın. Nefis seni peşin-den sürükler, heva seni takip eder. Şeytan artık sana hakimdir. Böylece ahiretini dünyaya satmış olursun. Sen bu durumda nefsin kulu ve onun uşağı olmuş-sun. Halbuki sen onu emrine alacak, terbiye edecek, doğru yola getireceksin. Bu, onun ahiret tarafı idi. Yani iyilik yüzü idi. Ama sen böyle yapmadın, onu hakkıyla idare edemedin. Onun sözlerini kabul et-mekle zulüm ettin. Onu kendi başına bıraktın, netice lezzete, zevke, sefaya daldı ve şeytana uydu. Sen de ona uydun. Daha sonra hem dünyan battı, hem de ahiretin.

Yarın kıyamet günü iflas halinle meydana çıkar-sın. Orada ne din bakımından, ne dünya bakımından hiç karın olmaz. Ne kazandın nefse uymakla?.. Eğer onu doğru yola getirseydin, her iki cihanda da mesut olacaktın. Nefse uymadan ahireti sermaye kabul et-seydin, her ikisini de kazanacaktın. Ayrıca dünyadaki nasibin, bol ve rahat gelecekti. Sen her kötülükten temiz ve her pislikten beri olacaktın. Peygamber efen-dimiz buyurdu:

“Allah, dünyayı ahiret niyetine göre verir. Ahireti, dünya niyetine göre vermez.”

Niçin aksi olmuyor? Olmaz, çünkü ahiret Al-lah’a kulluktur. Allah’a kulluk niyeti ile ibadet eden ahireti bulur. Niyet ibadetin ruhu ve özüdür. Kötü-lüklerden çekinerek ibadet edersen dünyan hoş olur. Dünya bir yana der, yalnız ahireti arzularsan Allah’ın öz kullarından ve O’na halis ibadet edenlerden olur-sun. Dolayısıyla ahiret nimeti senin için olur. O nimet-lerin başında cennet ve Allah’a yakınlık gelir.

Dünya sana hizmet eder. Kısmetin kendiliğin-den gelir. Çünkü her şey yaratanına bağlıdır. Eşyanın haliki ise Allah’tır, sen de O’nun öz kulu olduğuna göre, her şey senin olur.

Ahireti bırakır dünyaya çalışırsın. Hak sana ga-zabını karşı yapar. Ahireti kaybedersen, dünya sana isyankar olur. Her şeyini güçlükle alırsın, ufacık bir makam elde etmek için güçlük çekersin. Çünkü Al-lah’ın sevmediği bir insan oldun. Dünya ehli olup öte-kini kaybetmeyi mi, yoksa ahiret ehli olup dünyada manevi bir huzur duymayı mı?

İnsanlar iki kısımdır. Biri dünya arar, diğeri ahi-ret. Bunlar kıyamet günü de böyle olacak. Bir kısmı cennet ehli, diğer kısmı da cehennem...

Yine o gün, bir kısım insanlar hesap çokluğun-dan korunurlar, bunlar ahiret ehlidir. O günün uzun-luğunu anlatırken:

“O gün, dünya gününe göre bir günü “bin” senedir.”

Buyuruldu. Yine o gün bir kısım insanlar Pey-gamber (s.a.v) Efendimizin buyurduğuna göre şöyle anlatılır:

“O gün siz, arşın gölgesinde rahat eder-siniz, lezzetli meyveleri yer, tatlı yemekleri ta-darsınız. Kardan daha beyaz, soğuk ballardan afiyetlenirsiniz...”

Diğer bir Hadis-i Şerifte ise şöyle buyuruldu:“Cennet ehli, o gün yerlerine bakarak

görürler. Hesap bitince yerlerine giderler. On-lar yerlerini tanırlar. Dünyadaki evlerine gider gibi, cennetteki yerlerine varırlar.”

Bunlara verilen bu yüksek derece, dünyayı ter-kettikleri için oldu. Dünyayı attılar bir yana, Allah’a kul oldular. Diğer kısmın, şiddetli hesaba maruz kal-ması ise dünyaya tapmaları yüzünden oldu. Dünyaya tapmanın neticesi onları öbür alemde buldu.

Dünya ve Ahiret İşleri

54

Page 55: 112

Allah’ın emri hilafına gidiş felakettir. Bu hatala-rın hepsi yarın senin önüne çıkar. Hata işleme, hata ettikçe batarsın. Kitap ve Peygamberin emirlerinde bulun, yoksa ne iyilik, ne kötülük kaybolur.

Nefsine acı; ona rahmet ve şefkatle bak. Onu kötü yola atma. Ona hata işleme fırsatı verme. Onu birinci sınıftan yapmağa çalış, ikinci sınıftan koru. Nefsine kötü arkadaş seçme, insan ve cin şeytanların-dan onu esirge. Kitap ve sünneti eline al. Her zaman onları gör, onlarla amel et. Oldum olası sözlerle uğ-raşma. Boş heveslerle kendini yorma. Allah-ü Taâla şöyle buyurdu:

“Peygamberlerin getirdiklerini alın, ya-sak ettiği şeyleri yap-mayın.”

Allah’tan korkunuz. O’na muhalefet etmeyiniz. Ameli terkediyorsunuz. Peygamberlerin getirdiği şey ile amel etmiyorsunuz.

Boş işle nefsini al-datma, amel ve ibadetini daima yap. Yeni icadlar çı-karmağa kalkışma. Allah-ü Taâla icatçı bir kavim hak-kında şöyle buyurdu:

“O kendiliğinden konuşmaz. O’nun ko-nuştuğu vahiydir. Ona vahyolunur.”

Yani peygamberin getirdiği bendendir. Şahsi ve indi mütealası değildir. Dolayısıyla Ona uyunuz. Son-ra peygamberimiz şöyle buyurdu:

“Allah’ı seviyorsanız bana uyun. Bana uyarsanız Allah’da sizi sever.”

Anlaşılıyor ki; sevgi sevilene uymakla olur. Söz ve hareketle peygambere (s.a.v) uymak gerekir.

Peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdu:

“Çalışmak adetim, tevekkül halimdir.”

Zayıf iman sahipleri çalışmasına güvenir. Çalış-mak, peygamberin sünnetidir. Kısmetli iman sahipleri tevekküle bağlanır. Çalışmaya devam edersen pey-gamberin sünnetini işlemiş olursun. Tevekkül yoluna kıymet verdikçe de peygamber’in ruhaniyeti seni sa-rar. Allah-ü Taâla tevekkül üzerine şöyle buyurdu:

“İnanıyorsanız Allah’a tevekkül ediniz. Allah’a tevekkül edene O yeter. Allah tevekkül edenleri sever.”

Bu ayetlerle sana tevekkül emri veriliyor. Bunu hak Taâla peygamberi-ne de emretti. Her halin-de Allah’a tevekkül et. Allah’ın emri haricine gitme. Her halinle Allah ve peygamberin emrini rehber tut. Çünkü pey-gamber efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurdu:

“Emrimiz hari-cinde işlenen hiçbir şey makbul değildir.”

Bu emir her şeye şamildir. İster dünya, is-ter ahiret, ister söz, ister iş hepsini işine alır.

Benim için Al-lah’tan başka Allah, peygamberden başka

peygamber yoktur. Kur’an ve sünnet yolundan baş-ka, her kapı kapalıdır. Biz onlara göre amel etmeliyiz. Aksi, şeytan ve nefsin yoludur. Allah- ü Taâla bu ma-nada şöyle diyor:

“Hevaya tabi olma, seni yoldan alır.”

Selamet kitap ve sünnettedir. Helak bunların haricindedir. Kul, bunlarla yükselir. Veli, bedel ve gavs makamlarına bunlarla erer. Velhasıl, insan-ı Kamil bu yolda yetişir. En doğrusunu Allah bilir.FUTUHU’L - GAYB - Abdulkadir Geylani Hazretleri (k.s.)

55

Page 56: 112

Yusuf KAPLAN (Yeni Şafak)

“Kur”ân İslâm”ı” tehlikesi

Hadisler, Kur”ân”ın önüne

geçiyor, diyenler, kendilerini

hadislerin de, Kur”ân”ın da

önüne geçirdiklerini görebili-

yorlar mı acaba?

Neo-selefî mantık, İslâm dünyasında hızla yaygınlaşıyor.

Neo-selefî mantık, tastamam düz mantıktır. Sadece kör zâhire göre hükmeder. Mânâ”nın as-lında, derûnî dünyada gizli olduğunu göremez. O yüzden hakîkî Selefîlik”le ilgisi filan yoktur.

Bu selefîlik, tam anlamıyla, selefisizliktir ve hâricî mantığıdır. İslâm tarihinin hiç bir döneminde, hâricî mantığı bu kadar hâkim olmamıştı, olamazdı da.

Neo-selefîlik, İslâm”ı protestanlaştırma proje-sinin bir uzantısıdır. En fazla öne çıkarılan söylemi ise, “Kur”ân İslâm”ı” söylemidir. Bu söylemin ne kadar tehlikeli olduğunu görebilmek için Batı”da Protestanlığın hikâyesine bakmak gerekiyor.

Protestanlığın kurucusu Martin Luther”in 95 tezini astığı Wittenberg Kilisesi”ne gitmiştim bir kaç yıl önce.

56 Ocak

Page 57: 112

Wittenberg Kilisesi”nin girişinde bir pano vardı ve panoda aynen şu cümle yer alıyordu: “Artık ben de İncil”i anlayabileceğim.”

İyi de kimsin sen? Çapın ne? Daha önemlisi de, “yetkin/liğin ne?”

Oysa Luther”in kilisesinin girişinde yer alan pa-nodaki bu söz, dinin protestanlaştırılmasının motto-sudur.

Ya da şöyle söyleyelim: “İncil Hıristiyanlığı”-nın temelidir: Hıristiyanlığı temelinden yıkan, önüne gelenin, kafasına, arzularına, hatta keyfine göre İncil yazmasına yol açan yıkımın temel gerekçesi.

İnsanın, dine uymak yerine, dini kendisine uy-durmasının kapılarını sonuna kadar açan protestan-laşmanın âmentüsü.

O yüzden, bugün önüne gelen kafasına göre İncil yazıyor: “Benim İncil”im bu!” diyor.

O yüzden eşcinseller kafalarına göre İncil ya-zıyor. Feministler kafalarına göre İncil yazıyor. Ateist papazlar kafalarına göre İncil yazıyor!

Son zamanlarda, sıklıkla, “Kur”ân İslâmı”ndan sözeden insanlara rastlıyorum.

Önce şunu söyleyeyim açık açık: “Kur”ân İslâ-mı”ndan sözeden biri, eğer kötü niyetli ya da görevli değilse, ne söylediğini bilmeyen, beyinsizin ve densi-zin tekidir.

“Kur”ân İslâmı” söylemi, ancak çapsız insanla-rın eseri, ayartıcı ve insanı ana kaynağını Kur”ân”ın oluşturduğu İslâm”dan saptırıcı bir söylemdir.

Kur”ân İslâmı”nın ne kadar tehlikeli bir söylem olduğunu söylerken, İslâm”ı protestanlaştırıcı, sonuç-

ta İslâm”ı paçavraya çevirecek bir söylem olduğunu söylemiş oluyorum.

Anlama kıtlığı çekeceklerin zannedecekleri gibi, Kur”ân”ı devre dışı bıraktıracak bir şey söylemiş ol-muyorum. Aksine, “Kur”ân İslâmı” söylemini dillen-direnlerin, Kur”ân”ı devre dışı bırakacaklarına dikkat çekmiş oluyorum.

Çağ körleşmesi yaşıyoruz: Algılama biçimleri-miz İslâmî idrak ve zihin setleri üzerinden işlemiyor.

Müslümanca bir zihin ve idrakten yoksun oldu-ğumuz bir zaman diliminde, Kur”ân”ı sadece mevcut seküler zihin ve algılama biçimleri üzerinden algıla-maktan kurtulamayız. Bu da seküler algılama biçim-lerini Kur”ân”a giydirmemize yol açar ve tam anla-mıyla cinayetle sonuçlanır.

Ümmîleşilmeden, zihnimizi, algılama biçimleri-mizi ve dilimizi İslâmîleştirmeden Kur”ân İslâm”ından sözetmek, İslâm”ın çağın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile anlamaya kalkışmaktır.

Ki, bu tam anlamıyla çağın algılama biçimlerini Kur”ân”a giydirmek ve İslâm”ı tanınamaz hâle getir-mekle sonuçlanacak bir cinayettir.

Kur”ân kaynak”tır, Sünnet-i Seniyye, ırmaktır. Aslolan hakikat yolculuğuna çıkmak, hakikate var-maktır. Irmak, gürül gürül akacak ki, Kaynak, hayat fışkıracak...

İyi de, hakikat yolculuğuna nasıl çıkacağız?Bu sorunun cevabı şu tespitte gizli: Kur”ân asıl-

dır, Sünne-i Seniyye usûldur. Aslolan, hakikate vusul-dür/varmaktır.

Yani: Usûl olmadan, vusûl olmaz. Usul yoksa, fusûl (kopma / sapma) kaçınılmazdır.

ÇAĞ KÖRLEŞMESİNİN KÖRLEŞTİRİCİLİĞİ

“KUR”ÂN İSLÂM”I”: DİNE UYMAK YERİNE DİNİ KENDİNE

UYDURMA PROJESİ

KUR”ÂN”I PAÇAVRAYA ÇEVİRECEK BİR SÖYLEM!

PEYGAMBER’’İ DEVRE DIŞI BIRAKAN DİN,

KISA DEVRE YAPAR!

57Ocak

Page 58: 112

Hakikate vusûl”ü sağlayacak usûl”ü bize ve-ren, hakikatin misali ve timsali, vasatı ve vasıtası olan Efendimiz”dir.

Eğer “ben de Kur”ân”ı anlayabilirim”, diyerek, peygamberi devre dışı bırakırsanız, İslâm kısa devre yapar. Önüne gelen, “İslâm budur” diye saçmalama-ya başlar. Böyle yapmakla, kendisini peygamberin yerine koyduğunu da, din icat ettiğini de göremez.

Batılıların, Kur”ân”a değil de, Hz. Peygamber”e saldırmalarının, hadisleri tartışmaya açmalarının te-mel nedeni, Peygamber’’i devre dışı bırakmak ve in-sanların kafalarına göre din icat etmelerinin ve dini paçavraya çevirmelerinin kapılarını sonuna kadar açmaktır.

Müslümanların yaşadıkları ikinci büyük mede-niyet buhranı, İslâmî zihin ve idrak biçimleri ve yerle-rini yitirmeleriyle sonuçlandı.

Müslüman zihninin ve idrakinin yok olduğu, Müslümanların, İslâm”ın çağrı”sının kurmadığı bir çağ”ın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile konuştukları, bunun farkında bile olmadıkları bir dilsizlik ve yersizlik ortamında, Kur”ân İslâmı”ndan sözetmek, geri dönüşü zor büyük bir felâketle sonuç-lanır sadece.

Geliyorum diyen felâket: “Kur”ân İslâm”ı” söy-lemi

İki yıkıcı oryantalist proje var. Meseleyi kişileş-tirmeden, kimseyi kırmamaya özen göstererek bu iki hayatî sorunu kısaca mercek altına almak istiyorum. Dünkü yazıda bazı genel teorik gözlemlerde bulun-dum. Dil ve algılama sorunu ekseninde.

Bugünkü yazıda anlaşılır ve net ifadelerle bu konuya biraz daha açıklık getirmek istiyorum. Uma-rım, herkes anlamak istediği gibi anlamaz.

Batılıların iki asır önce teorik temellerini attıkları oryantalist söylemin İslâm dünyası için geliştirdikleri iki tehlikeli proje var.

Birincisi, İslâm”ın protestanlaştırılması, seküler-leştirilmesi, böylelikle hayattan uzaklaştırılması proje-si.

İkincisi de, İslâm dünyasının diriliğini, dinamiz-mini, canlılığını koruyan, her şeye rağmen İslâm”la irtibatını sürdürmesini sağlayan 500 yıllık mücahede ve mücadeleyle Selçukluların kurdukları, yine 500 yıllık mücadeleyle Osmanlıların korudukları, Ehl-İ Sünnet omurganın çökertilmesi projesi.

Bu iki projenin hedefi, Müslümanları birbirine düşürerek, bir daha ayağa kalkamayacakları kadar büyük bir darbe vurmak.

Bu iki projenin somut olarak hayat geçirilebil-mesi için belirlenen hedef, hadislere ve Hz. Peygam-bere (s.a.v) saldırmak. Bu saldırının, uzun vadede, en kalıcı ve yıkıcı sonuç verecek saldırı biçimi olduğunu düşünüyor Batılılar.

Soru şu burada:Batılılar, neden Hz. Peygambere ve hadislere

saldırıyorlar peki?

Düşünün!Sıra Kur”ân”a gelecek! Bazı âyetler öne çıkarı-

lacak ve sonuçta, “bu kitap saçma -hâşâ- bir kitap” diyecekler!

Müslümanlar da bu durumu tevil edip duracaklar.

Muharref Hıristiyanlığı Aziz Pavlus kurdu. Pey-gamber olsa, insanlar din icat edemezdi oysa.

YÜZYILLIK İKİ TEHLİKELİ PROJE ÖRNEK, HIRİSTİYANLIĞIN

TARİHİ

58 Ocak

Page 59: 112

İlke şu burada: Tevhid”in koruyucu kalkanı, Nübüvvet hakikati.

Luther “İncil Hıristiyanlığı” çağrısı yaptı. İncil”i çağın zihin kalıbına göre okudu. Her şeyi yıktı. Sahte bir din icat etti.

İslâm”ı bekleyen tehlike de bu!“Kur”ân İslâmı” söylemi, geliyorum diyen en

büyük felâketlerden biridir. İslâm”ı protestanlaştırma projesidir çünkü bu söylem.

Din, kuru bilgi kaynağı değildir. Hayat kayna-ğıdır. “Yaşayan Kur”ân” olarak tavsif edilen Hz.Pey-gamber olmazsa din kalmaz.

Elbette ki, Kur”ân, Temel”dir. Sünnet, o Temel üzerinde yükselen ve Temel”i ayakta tutan Sütun. Sü-tun çökerse, gökkubbe de, Temel de çöker.

İslâm”ı hurafelerle doldurdular, diyorlar. Luther de öyle demişti. Ama asıl hurafeyi o üretti: Sahte Din.

Dine Karşı Din icat edecekler! O yüzden “Uyu-ma!” diyorum.

Şunu iyi bilelim: Kimseden çekmedi bu din, hu-rafe temizliyoruz, diyerek zihninin çağdaş hurafelerle iğdiş edildiğini göremeyen çapsızlardan çektiği kadar!

Hurafeleri temizleyeceğiz, diyorlar. Böyle di-yenlere şu soruyu sormak zorundayız: İyi de, kimsin “sen”?

Hurafe “sen”sin: Ç/ağ”ın, insanın zihnini iğdiş eden seküler hurafelerinin kölesi!

Kalkış Noktası ve Varış Noktası olmadan Kurân”a gidemeyiz. Çağın kavramlarını ve bağlamla-rını Kur”ân”a giydiririz sadece.

Soru şu burada: Varış Noktası belli, Kur”ân ve Sünnet. İyi de Kalkış Noktası neresi?

Çağ”ın ağları ve bağları, bağlamları ve kav-ramları. Yani bizim çağrı”mızın kurmadığı, zihnimizi ve idrak biçimlerimizi allak bullak eden, bizi İslâmî duyuş ve düşünüş, varoluş ve yaşayış biçimlerinden uzaklaştıran ve devâsâ bir ağ”a dönüşen seküler çağ! Kalkış Noktası burası. Bu ağ!

O yüzden, bura”yı zihnen ve idrak açısından terketmeden, çağ”ın ağlarını ve bağlarını, kavramla-rını ve bağlamlarını aşma çabası göstermeden yani Ümmîleşmeden Kur”ân”a gidemeyiz: Çağdaş hurafe-leri Kur”ân”a giydirir, her şeyi tarumar ederiz!

O yüzden önce Zihinsel Hicret şart, diyorum.

Özetle 200 yıllık oryantalist proje şunu hedef-liyor:

Hadisler tartışılsın! Ardından Peygamber”in ko-numu tartışılsın ve devredışı kalsın!

Sonuçta, Her kafa Kurân”ı yorumlasın, nere-deyse kelle sayısı Kur”ân çıksın. Nifak çıksın ve insan-lar dinden uzaklaşsın, kaçsın!

Sözün özü: Hadisleri, Hz. Peygamberi tartışmalı hâle getirip Kur”ân”ı kıt akıllarına göre yorumlayan Müslüman Lutherler icat edecekler!

Oysa, diğer dinler paçavraya çevrildi. Niçin? Peygamberi olmadığı için.

Tevhid, peygamber varsa, korunur. Yoksa, önü-ne gelen “tanrılığa” soyunur.

Son söz: Hadisler, Kur”ân”ın önüne geçiyor, di-yenler, kendilerini hadislerin de, Kur”ân”ın da önüne geçirdiklerini görebiliyorlar mı acaba?

KUR”ÂN TEMEL, SÜNNET SÜTUN

ÖNCE ÇAĞDAŞ HURAFELERDEN ARINMAK!

VARIŞ NOKTASI NE, KALKIŞ NOKTASI NEREYE DÜŞER?

ÜMMÎLEŞME”DEN ASLÂ!

59Ocak

Page 60: 112

Mehmet CÜRA

17 Yaşında Müslüman Olan Amerikalı Bir Âlim:

Hamza Yusuf

Öldükten sonra ne olacak soru-

suna birçok inancı inceleyerek

cevap aramış olan Hamza Yusuf

Hristiyanlıktan kısa süre içerisin-

de soğumuş. Bunun da en temel

sebeplerinden birinin karanlık ve

utanç verici Hristiyan Avrupa ve

Amerikan tarihi olduğunu belir-

tiyor.

İngiltere’nin önde gelen gazetelerinden The

Guardian tarafından Batı’nın en itibarlı ve sözü ge-

çen Müslüman alimi olarak gösterilen Hamza Yu-

suf, 1960 yılında Amerika’nın Kaliforniya eyaletin-

de doğdu. Katolik bir babayla Ortodoks Hristiyan

bir annenin oğlu olan Hamza Yusuf daha 17 yaşın-

dayken İslamiyet’i seçti. Müslüman olduktan sonra

uzun yıllar İslam Coğrafyasının birçok noktasında

Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkan Yardımcı-

lığı da yapmış olan Şeyh Abdullah bin Beyye gibi

alimlerden ilim tahsil etti. 1996 yılından beri kuru-

cusu olduğu Amerika’nın ilk İslami yükseköğretim

kurumu olan Zaytuna Enstitüsü’nde eğitmenlik

görevini yürütmektedir. Dünyanın birçok yerinde

sohbetler veren Hamza Yusuf, Eylül 2014’te Ma-

lezya’da vermiş olduğu bir sohbette Müslümanların

sorunlarına tek çözümün küresel bir tevbeyle Al-

lah’a yönelmek olduğunu dile getirmiştir. Aşağıdaki

yazı Hamza Yusuf’la yapılan bir söyleşinin derlenip

Türkçeye çevrilmesiyle hazırlanmıştır.

60 Ocak

Page 61: 112

Hamza Yusuf, yapılan araştırmalara göre in-sanların din ve maneviyata en çok ilgi gösterdikleri dönemin 12 ile 21 yaşları arasında olduğunu belirti-yor. Kendisinin de İslamiyet’i seçmeden önce birçok kurala sahip bir dinden çok manevi bir doyum arayışı içerisinde olduğunu, genç yaşlarda geçirdiği bir trafik kazasının kendisini ölüm ve hayatın manası üzerine düşünmeye ittiğini söylüyor.

Hamza Yusuf İslamiyet’e geçi-şin basit değil tam aksine çok yön-lü bir olay olduğunu Hz. Ömer’in (r.a.) Müslüman oluş kıssasıyla ifa-de ediyor. Hz. Ömer (r.a.) Rasulul-lah’ı (sallAllahu aleyhi ve sellem) öldürmek için yola çıkmış aynı gün O’nun (sallAllahu aleyhi ve sellem) kapısında şehadet getirerek Müslü-man olmuştu. Her ne kadar başın-dan kız kardeşinin evinde Kur’an’ı işitmesi gibi bir olay da geçse Müs-lüman olmak için bir kişinin maddi ve manevi birçok değişikliği göze alması ‘neden Müslüman oldunuz’ sorusunun tek bir olayla açıklanamayacak kadar kap-samlı bir soru olduğunu gösteriyor.

Dört yıl boyunca bir Acil Servis’te hasta bakı-cılık yapması bu sorunun cevabını anlama yolunda Hamza Yusuf için çok eğitici bir tecrübe olmuş. Acil Servis’in kardiyoloji bölümünde genelde kalp krizi geçirmiş hastalarla ilgilenen Hamza Yusuf birçok has-tanın bu olaydan sonra hayatını baştan sona gözden geçirdiğini ve ölüm üzerine düşünmeye başladığını görmüş. Bu durumu bir kapının aralanışı olarak ni-telendiren Hamza Yusuf birçok vakada bu kapının daha bir gün bile geçmeden nasıl kapandığını ise

doktorların hastalara yaptığı açıklamalara bağlıyor. Doktorların muayene bitip ‘Kalp dokunuzda ufak bir hasar oluştu ancak şunları şunları yaparsanız uzun ve sağlıklı bir hayatınız olacak’ demelerinden sonra gün boyu ölümü düşünen hastaların hemen telefonlara sarılıp birkaç hafta içerisinde işlerine dönebilecekleri-ni iş yerlerine bildirdiklerini ve ‘aralanan kapının’ aynı gün içerisinde kapandığını belirtiyor. Hamza Yusuf da ise bu kapı kapanmamış ölümü düşündükçe kendisi-ni İslamiyet’e yönelmiş bir şekilde bulmuş.

Öldükten sonra ne olacak sorusuna birçok inancı inceleyerek cevap aramış olan Hamza Yusuf Hristiyanlıktan kısa süre içerisin-de soğumuş. Bunun da en temel sebeplerinden birinin karanlık ve utanç verici Hristiyan Avrupa ve Amerikan tarihi olduğunu belirtiyor. Birçok insanın ‘ölümle burun buru-na gelme tecrübelerini’ (near-death experience) de araştıran Hamza Yu-suf İslamiyet’in ahiret hakkında en detaylı ve gerçeğe en uygun açıkla-mayı getirdiği kanaatine varmış.

Amerikan halkı arasında Hamza Yusuf’un İs-lamiyet’i araştırdığı ve Müslüman olduğu 1976-77 yıllarında İslam ve Müslümanlar hakkında çok kor-kunç bir algı yaygındı. Hristiyanlık dışındaki inanışları araştıran bir insan bile İslamiyet’i araştıracağı son şey olarak görüyor, Hinduizm ve Şintoizm gibi Uzakdoğu inançları bile İslam’dan daha kabul edilebilir görülü-yordu. Batı’da İslamiyet hakkındaki bu kötü ve yanlış algının oluşmasının sebepleri arasında Müslümanlar-la Hristiyanlar arasında yüzyıllar boyu süren savaşlar ile Avrupa’nın İslamiyet’i kapısının önündeki bir teh-dit şeklinde görmesi gösterilebilir.

Hristiyanlık dışındaki inanışları araştıran bir insan bile İslamiyet’i araştıracağı son

şey olarak görüyor, Hinduizm ve Şintoizm gibi Uzakdoğu inançları bile İslam’dan daha

kabul edilebilir görülüyordu.

Batı ve İslamiyet

Neden İslam?

61Ocak

Page 62: 112

Ancak, Hamza Yusuf günümüzde sadece İs-lam’ın değil Hristiyanlık dâhil tüm inanç sistemleri-nin ve genel olarak din kavramının batıda kötü bir algıya sebep olduğunu belirtiyor. Bunun sebebi ola-rak da Batılıların yüzyıllarca din adı altında önlerine sunulan Hristiyanlık gibi inançların tutarsızlığını gör-mesini ve birçok bilimsel araştırmanın günümüzdeki İncil’in insanlar tarafından tahrif edilmiş olduğunu kanıtlamasını gösteriyor. Hamza Yusuf, kendi kimli-ğini sorgulamaya başlamış olan bu batılı toplumda İslamiyet’in bir bakıma ferahlatıcı ve yeni bir anlayış olarak algılanmaya başladığını, onların akıllarında cevaplandıramadıkları birçok soruya tam manasıyla cevap vermesi sebebiyle de İslamiyet’in tam da Batı toplumunun aradığı şey olduğunu belirtiyor.

Batı için İslam’a bir bakıma post-modern bile denilebileceğini ifade eden Hamza Yusuf, batıda bir-çok insanın ailelerinden dolayı Hristiyan olduğunu, yaşadığı toplumun bir ürünü olmak yerine kendisinin nereden geldiğini sorguladığı zaman kişinin en man-tıklı yol olarak İslamiyet’i bulacağını belirtiyor. Ancak bu bulmanın da temel sebebinin mantık değil insanın fıtratındaki Allah inancı olduğunu açıklıyor. Hamza Yusuf’a göre bu durumun en açık örneği ise Ame-rikan nüfusunun büyük çoğunluğunun yapılan onca ateizm ve evrim teorisi propagandasına rağmen hala bir yaratıcıya inanması.

Hamza Yusuf insan fıtratındaki bu Allah inan-cına bir örnek de Kur’an’daki Hz. İbrahim (aleyhisse-lam) kıssasından veriyor. Hz. İbrahim (aleyhisselam) putlara tapınmanın ne kadar aptalca bir şey olduğunu göstermek için kavminin putlarını kırıp baltayı da en büyük putun boynuna asar. Kavmi kırılan putları ve baltayı görünce ona olanları sorar. Hz. İbrahim (aley-hisselam) diğer putları büyük putun kırdığını söyle-yince de kavmi ona büyük putun hiçbir şey yapama-yacağını söyler. Hz. İbrahim (aleyhisselam) da onlara neden hala bu putlara tapıyorsunuz ki diye sorar. Bu

noktada Allah (celle celaluhu) Kur’an’da ‘raci’u’ keli-

mesini kullanarak ‘onlar kendilerine döndüler’ ya da

Elmalılı Hamdi Yazır’ın tabiriyle ‘vicdanlarına müra-

caat ettiler’ der. Bu noktada kavmi kendi içlerine dö-

nerek Hz. İbrahim’in (aleyhisselam) dediklerinde bir

doğruluk olduğunu anlar ve onlar için bir kapı arala-

nır. Ancak kavmi kapıdan içeri girmek yerine biz ata-

larımızı böyle yaparken bulduk diyerek iman etmek

istemez ve onlar için kapı kapanır.

Son olarak Müslüman olduğu zaman ailesinin

verdiği tepkiden bahseden Hamza Yusuf, aslında açık

görüşlü denilebilecek bir ailede yetişmiş. Sosyal Bi-

limler profesörü olan babası dünya olaylarına felsefi

- düşünsel açıdan bakabilen bir kişi, üniversite eği-

timli olan annesi ise uzun yıllar Amerika’da özellikle

zencilerin insan hakları mücadelesine katılmış bir ka-

dın. Ancak her ne kadar çok sert bir tepki vermeseler

de ailesi oğulları 17 yaşında Müslüman olunca bunu

radikal bir değişim olarak algılamış o dönem için bu

değişimin sebebini tam olarak anlayamamış.

Batı için İslam’a bir bakıma post-modern bile denilebileceğini ifade eden Hamza Yusuf,

batıda birçok insanın ailelerinden dolayı Hristiyan olduğunu, yaşadığı toplumun bir ürü-

nü olmak yerine kendisinin nereden geldiğini sorguladığı zaman kişinin en mantıklı yol

olarak İslamiyet’i bulacağını belirtiyor.

Ailesinin Tepkisi

62 Ocak

Page 63: 112

Talebeliğe talip olmak sıkıntıya talip olmak demektir. Bunu her babayiğit yapamaz. Bunun

için talebelik zordur, odun taşıtırlar, ciğer sattırırlar, zehir tattırırlar, hepsine katlanmak gerekir.

Hazret-i Musa Peygamber iken Hızır aleyhisselama talebelik yapmıştır. Onun için âlimler “Talebe, rütbe itibarı ile hocasından üstün olsa da, hocasına tevazu göstermelidir. İlim talebesi, ilme ve ilim öğreten hocasına hürmet etmedikçe, öğrendiği ilmin faydasını göremez” buyurmuşlardır.

Tevazuun aşırı şekline temellük denir. Nefsini zelil etmek demektir. Bunu yapmak caiz olmaz. Temellük, ancak hocaya, üstada, âlime karşı caizdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Üstad hariç, temellük mümin ahlakından değildir.) [İmam Maverdi](Hocaya hürmet eden, Rabbine hürmet etmiş olur.) [İmam Maverdi](İlim öğrendiğiniz zata tevazu gösterin!) [Taberani]

Eskiden sadık bir talebe, hocasına hürmet olarak onun kapısını çalmaz, çıkmasını bek-lerdi. Hocasının hakkının ana-babasının hakkından önce geldiğini bilirdi. Hocasına hürmet göstermedikçe, ilimden fayda görmeyeceğini anlardı. Hocasının yanında izinsiz konuşmaz, konuşmak icap edince de az konuşurdu. Mecbur kalmadıkça sual sormazdı. Hocası, kendisine hitap ederse, ona bakar, başka hiç bir yere bakmazdı. Hocasından hoşuna gitmeyen bir işi görürse, kötü düşünmezdi. Hazret-i Musa ile Hazret-i Hızır’ın kıssasını hatırlardı.

Abdullah-ı Ensari Hirevi hazretlerinin “Ya Rabbi! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan sana kavuşuyor, sana kavuşamayan onları tanımıyor” buyurduğu gibi, Hak teâlânın rızasına kavuşmak için hocasının rızasına kavuşmayı, talebe kendine şart bilmeli. Ho-casının kıymetini bilmeli, ona tam teslim olmalı. Cenab-ı Hakkın rızasına kavuşmak için hoca-

sının sohbetini büyük nimet bilmeli.

Talebe ve Hoca Olmak

Kıssadan Hisse...

Page 64: 112

Yüce Allah ile ilgili olan, din yönünden pak ve temiz bulunan manevî büyüklüğü kazanan şeylere Mukaddesat (Kutsal şeyler) denir.

Yüce Allah mukaddes olduğu gibi, onun bütün isimleri de mukaddestir. Öyle ki, bir yüce ismi de “Kuddüs”dür.

Yine, Yüce Allah’ın kitabları, Peygamberleri ve velileri de birer kudsiyet kazanmış-lardır. İslam ibadetleri birer mukaddes görevdir, İslam mabetleri de mukaddes ve müba-rek yerlerdir.

Biz müslümanlar, bütün mukaddes varlıklara son derece saygı ve hürmetle mü-kellefiz. Mukaddesata saygı ve hürmet etmeyen kimse, ruhu sönmeye başlamış, yüksek duygulardan yoksun kalmış, gaflet içine düşmüş bir insan demektir. İnsanlık değerini kaybetmiş olur.

Mukaddesata yapılacak hürmet ve saygının şekli, mukaddesatın hüviyet ve mahi-yetine göre değişir. Biz burada bunların bir kısmına işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Herhangi mukaddes bir ibadete veya hayırlı bir işe başlayacağımız zaman, Yüce Allah’ın adını anarak Besmele okumamız gerekir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

“Herhangi hayırlı bir işe Bismillah sözü ile başlanmazsa, o iş bereketsiz-likdir, güdüktür.”

Biz mukaddes mabudumuzun mübarek isimlerini anarken “Teala, Celle Celâlü-hu” gibi bir ifade kullanırız. Allah Teala, Hak Celle ve Alâ deriz. Veya “Rabbimiz Celle

Mukaddesata Hürmet ve Saygı

64

Page 65: 112

Celâlühu Hazretleri” deriz. Bunları söy-lemek, birer İslam terbiyesi gereğidir.

Büyük Peygamberimizin yüksek isim-lerinden biri anılınca salat ve selam okuruz. “Hazret-i Muhammed sallallahu aley-hi ve sellem,” deriz. Mübarek isimlerin-den birini yazdığımız zaman da “aleyhis-salatü vesselam, sallallahu aleyhi ve sellem” diye yazar veya okuruz.

Diğer Peygamberlerin mübarek ad-larını da “Selam” ile anarız. “Adem aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam” deriz, iki peygamber anılırsa: “aleyhimes-selam”, ikiden çok olurlarsa, “aleyhi-müsselâm” denilir.

Peygamberlerden başka kimseler,

yalnız başına oldukları zaman salat ve se-

lam ile anılmazlar. Ancak bunlar peygam-

berlerle beraber anılınca, salat ve selam’a

katılabilirler. Ebû Bekir aleyhissalatü ves-

selam veya aleyhisselam, demeyiz. Yine

Allah Teala Ashab-ı kirama salat ve selam

buyursun, demeyiz. Ancak şöyle deriz:

“Allah Teala, Hazret-i Muhammed’e, onun âl ve ashabına salat ve selam buyursun.”

Peygamberlerle onlara uyan ashabı

kiramın aralarını ayırmak ve saygıdaki far-

ka işaret etmek için böyle yapmak, İslam

adabından olarak bütün alimler arasında

kabul edilmiştir.

İsimleri yalnızca anılan seçkin ashab

hakkında, “radıyallahü anh” deriz. Bun-

lardan iki kişi için, “radıyallahü anhü-ma” ve ikiden çok kimseler için de. “radı-yallahü anhüm” deriz.

Diğer alimler için, “rahmetullahi aleyh, rahmetullahi aleyhima, rahme-tullahi aleyhim” denilir.

Evliya-i kiramdan tanınmış zatlar için: “Kaddesallahü Esrarehü, esrarehü-ma, esrarehüm” denilebilir. Bütün bun-lar, İslam adabı gereğidir.

Bütün ashabı kiram ve din büyükle-rini hayırla anmak, hepsine karşı sevgi ve saygı göstermek, hiç birine dil uzatmamak gerekir. Onlar arasında geçen bazı olayları ileri sürerek haklarında hürmete aykırı söz-ler söylemek hiç bir müslümana yakışmaz, ve asla caiz olmaz.

Kur’an-ı Kerimi okumaya “Euzü çe-kerek ve Besmele okuyarak” başlanır. Rabbimizin bu mukaddes kitabından gere-ğince yararlanmak için her halde yüce var-lığına sığınmamız ve kendisinden yardım dilememiz lazımdır.

Bir Kur’an-ı Kerim ele alınarak oku-nacağı zaman abdestli bulunmak gerekir. Okurken kıbleye dönmeli, toparlanıp say-gılı bir duruma geçmelidir. Abdestsiz kim-se kılıfsız (bir mahfaza içinde olmayan) Kur’an-ı Kerimi ele alamaz. Kutsal kitabı ancak temiz ve abdestli olan eller tutabilir.

Kur’an-ı Kerim, temiz yerlerde, avret yerleri kapalı olan kimselerin yanında, onu dinlemeleri şartı ile, açıkça okunabilir. Pis yerlerde veya avret yerleri açık olanlarla başka işle uğraşanlar yanında açıkça okun-ması mekruhtur.

65

Page 66: 112

Dışarda bulunup okunan Kur’an-ı Kerime karşı saygılı bir vaziyet takınmaya-cak kimselerin işitecekleri şekilde aşikare Kur’an okunması uygun değildir. Bu du-rum, Kur’an-ı Kerime saygısızlığı ve halk için de manevî sorumluluğu gerektireceğin-den buna sebebiyet vermemelidir.

Hattat olan bir yazar, yazacağı Kur’an-ı Kerim’in yapraklarını yüksekçe tu-tup ince olmayan bir kalemle ve temiz bir mürekkeble beyaz kağıt üzerine yazmalı, satırlarını seyrekçe bırakmalıdır. Kur’an-ı Kerim nüshalarını pek küçük boyda ince kalemlerle yazmak, tenzihen mekruhtur. Bu mübarek nüshaların altın veya gümüşle süslenmesi, bir saygı ifade ettiğinden caiz görülmüştür.

Kur’an Kerim’i, Hacer-i Esved’i, Ka-be’nin eşiğini hürmet için öpmek caizdir. Buna “Diyanet öpmesi” denilir. Müba-rek bir adamın elini öpmeye de “Tahiyye Öpmesi” denir.

(İmam Şafiî’ye göre ekmeği öpmek, mubah veya hasen olan bir bid’attır. Bu öpmek, Hanefîlerce de mubah görülebilir.)

Kur’an-ı Kerimle, diğer din kitabları ile, kaşında (yüzüğün taşında) Kur’andan bir şey yazılı yüzüğü dinde taşıyarak, bir zaruret bulunmadıkça, helaya (tuvalde) girilmez, hürmete aykırıdır. Bunları helaya girmeden önce çıkarmalı ve temiz bir yere bırakmalıdır.

Bir Kur’an-ı Kerim okunamayacak hale gelince, temiz bez parçası içine konup ayak basılmayacak bir yere gömülmelidir. Bu, Kur’an’ı bir küçümseme değil ona bir ikramdır. Bununla beraber üzerine toprak atılmamalı, tahtadan bir çatı yapılmalıdır. Bu gibi Kur’an-ı Kerimleri yakmak caiz de-ğildir.

Kur’an’dan başka diğer din kitabları eskiyince hem gömülebilir, hem de akar suya bırakılabilir, hem de içlerindeki mu-kaddes isimler silindikten sonra yakılabi-lirler. Bu gibi kitabların kağıtlarına bir şey sarmak dine ve ilme karşı hürmetsizliği do-ğuracağından caiz olmaz.

Yine, içlerinde Yüce Allah’ın veya Resül-ü Ekrem’in isimleri yazılı kağıt par-çalarına da, bu isimler silinmeksizin bir şey sarılması mekruhtur.

Mabedlere karşı saygılı olmak da va-cib olan bir görevdir. Bir cami veya mesci-de hürmetle girilir. Bunların içinde edeb ve saygı ile oturulur. Biçimsiz ve yersiz hare-ketlerden gereksiz konuşmalardan kaçınılır.

Kur’an-ı Kerim’e, din ve imana, Pey-gamberlerden herhangi birine Peygambe-rin bir sünnetine, bir hadis-i şerife, bir İslam mabedine -Allah korusun- sövmek, haka-rette bulunmak veya bunlardan birini kü-çümseyip hiçe saymak küfürdür. Bundan

66

Page 67: 112

hemen tövbe etmek, Allah’dan mağfiret dilemek ve böylece imanı ve nikahı tazele-mek icab eder.

Bir insanın sarhoş halinde böyle çir-kin bir işte bulunması, küfrünü gerektirmez. Çünkü küfür inanç bölümündedir, aklın git-mesiyle beraber küfür gerçekleşmez. Böyle bir kimse için gerekli olan günahından tev-be etmek ve içkiye son vermektir. Böyle bir harama devam etmemektir.

İnsan, aslında en güzel şekilde ya-ratılmış olan muhterem bir yaratıktır. Hiç bir kimseye sövülmemesi gere-kir. Hele ağıza sövülmesi büyük bir günahtır. (Hakimin takdir edece-ği ölçüde) tazir cezasını ve tev-be etmeyi gerektirir. Öyle ki, bazı fıkıh alimlerine göre, bir müminin ağzına sövülmesi küfrü gerektirir. Çünkü mü-minin ağzı iman ve Kur’an yeridir. Onun ağzına sö-ven, Kur’ana dil uzatmış gibidir. Onun için böyle yapan kimsenin imanını ve nikahını tazelemesi gerekir.

Kur’an-ı Kerimi veya herhangi bir din kitabını bi-lerek temiz olmayan bir yere atmak, Kur’an-ı Kerim ayetleri-ni ve kelimelerini sihir (büyü) gibi bir maksadla temiz olmayan şeylerle yaz-mak ve yine bu maksadla hürmete aykırı sözler söylemek küfrü gerektirir. Onun için bu gibi sözlerden son derece kaçınmak ge-rekir.

Sihir (büyü), bedenlere, ruhlara ve gönüllere tesir eden, insanı hasta bırakan, öldüren, karı-koca arasını açan birtakım dökümlerden, yazı, dua ve efsunlardan ibarettir ki, bütün din alimlerince (mücte-

hidlerce) kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fasık kimselerin ellerinden çıkabilir. Öyle ki, bazı müctehidlere göre, sihri öğrenip baş-kalarına öğreten kimseler, dinden çıkmış olurlar; öldürülmeleri gerekir. Ancak bu işin cevazına inanmayarak yalnız kendisini bü-yünün fenalığından korumak için sihir yap-mayı öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz.

“Büyücüler ve şeytanlar her is-tediklerini yaparlar” diye bir inanca sahib olmak da küfrü gerektirir.

Sihrin (büyünün) bir gerçek tarafı var mıdır, yoksa bir sanattan, bir göz

bağcılıktan ibaret midir? Üç imama göre, sihrin gerçek bir yönü var-

dır. Bazı büyüler Yüce Allah’ın dilemesiyle tesir ederler. Fakat İmamı Azam’dan rivayet edil-diğine göre, sihrin ne hakika-ti vardır, ne de eşya üzerinde bir tesiri vardır. Bazı olaylar bir rastlantı eseri olabilir. Bununla beraber sihrin çe-şitleri vardır. Bir çeşidi sa-dece bir sanattan ibarettir, bir üstünlüğü yoktur.

Sihir yapanların tev-beleri, bazı müctehidlere göre

kabul olunur, bazılarına göre olmaz. Muhakkak dünyada ceza

görmeleri lazımdır. Çünkü bu bir zındık-lıktır.

Kehanette bulunmak (gaybdan haber vermek), yıldızlardan birtakım hükümler çı-karmak, “Remil” atmak da haramdır. İslam dini bu gibi işleri kesinlikle yasaklamıştır. Bunlarla zaman öldürmek, aydın ve düşü-nen insanlara asla yakışmaz.

Ömer Nasuhi Bilmen: Büyük islam ilmihali

Kehanette

bulunmak

(gaybdan haber

vermek), yıldız-

lardan birtakım

hükümler çıkarmak,

“Remil” atmak da

haramdır.

67

Page 68: 112

Kitap Tanıtım

TABAKLARI AYIRDIK…ÇOCUKLAR SÖZ DİNLEMEZ OLDU

Eğitimci yazar M. Emin KARABACAK’ın Ensar Yayınları’ndan çıkan üçüncü kitabı; TABAKLARI AYIRDIK… ÇOCUKLAR SÖZ DİNLEMEZ OLDU (Söz Dinlemeyen Çocuklar) kitabı da okurlarla buluştu.

Okurların severek okudukları; BAYRAMLIK İSTEMEYEN ÇOCUKLAR (Çocukların Okul Başarısını Artırmada Anne Babalara Düşen Görevler) ve BİLİNÇALTI APTALDIR ŞAKADAN ANLAMAZ kitabından sonra yazarın bu kitabını da severek okuyacaklarına inanıyoruz.

TABAKLARI AYIRDIK… ÇOCUKLAR SÖZ DİNLEMEZ OLDU isminden de anlaşılacağı gibi çocukların söz dinlememe ne-denini yazar, farklı bir bakış açısıyla ele alıp değerlendirmiştir.

Anne babalar tarafından ço-cukların söz dinlememe davranışla-rının nedenini yaramazlıklara bağ-lanırken yazar; anne babanın evlilik öncesi ve hamilelik döneminde yiyip içtikleri ile davranışlarının etkili ol-duğunu araştırma örnekleriyle açık-lamaya çalışmıştır.

Yazar; “Araştırmalarda hamile-lik döneminde sinirli olan annelerin çocuklarının sinirli, sakin olanlarında daha sakin olduklarını görülmüştür. Ayrıca hamilelik esnasında dinlenen müziğin bile çocuğun bilinçaltını et-kilediği, dini konulara meyilli olan annelerin çocukları dini konulara meyilli olduğu gibi hamilelik döneminde helale harama dikkat etmeyen annelerin çocukları da büyüdükleri zaman helal ve harama dikkat etmedikleri gözlenmiştir.” diyor.

Bunun yanında yine; haram lokma, beddua, çocuklar arasında ayrımcılık, bencil yetiş-tirme, şükürsüzlük, susma becerisini kazanamama gibi nedenlerin de çocukların söz dinle-memesine neden olduğunu ifade ederek çözüm konusunda da yine örneklerle sade bir dille açıklamıştır.

Page 69: 112

Yazar kitabında önemli bir noktaya parmak basmış-tır. Çocukların söz dinlememelerinin temel nedeni olarak tabakları ayırırken farkında olmadan bencil yetiştirildik-lerini ifade etmektedir. Çocuklukta her şeyleri ayrılan bu çocuklar, paylaşmayı değil ayrışmayı öğrendiklerinde toplumun karşısına da kendi başların buyruk ve söz din-lemeyen birer çocuk olarak çıkacaklardır.

Yazar; “Eskiden yemekler yer sofrasında ve aynı ta-baklarda yenirdi. Aile bireyleri kendi aralarında sohbet imkânı buluyorlardı. Toplumsal kurallardan tutunda sofra adabına kadar her şeyi burada öğrenilirdi. Sabah kahval-tıları birlikte yapılır okuluna giden okuluna, işine giden işine giderdi. Okul harçlıkları sabahları babadan alınırdı. Şimdilerde ise yemekler masada ve herkes kendi taba-ğında yemektedir. Tabaklar ayrılınca çocuklar daha küçüklükten itibaren ailede paylaşmayı değil de ayrışmayı öğrenmektedirler.” diyor.

Çocukların söz dinlememesinin birçok nedeni olduğunu bunun içinde öncelikle doğru teşhisin yapılması gerektiğin ifade etmektedir. Aksi takdirde güç çatışması haline getirilen ilişkilerde, başlarda kaybeden çocuk gibi görünse de, sonunda pes eden anne baba ve ka-zanan çocuk olacağından yazar; söz dinlemeyen çocukların eğitimleri içinde anne babalara şu tavsiyeyi yapmaktadır:

“Çocuklar, birbirlerine benzer gibi görünseler de bu çocukların dış görünüşleri farklı olduğu gibi akıl, zekâ, kabiliyet ve anlayışları da farklıdır.

Evde bir çiçeği dahi yetiştirirken onun özelliklerine göre hareket ettiğimize göre; “Dün-yaya en güzel şekilde yaratılarak” (Tin,4) gönderilen çocukları da kendi özelliklerine göre yetiştirilip eğitmeliyiz.

Onun için çocuğa verilecek eğitim de çok iyi ayarlanmalıdır. Eğitimde çocukların geli-şim dönemleri ve ihtiyaçları göz önünde bulundurulmalıdır. Eğer çocukların gelişim dönem-leri ve ihtiyaçları dikkate alınmazsa ilerde çocuklar, güvensiz, uyumsuz, sorumsuz… kişiler olarak karşımıza çıkacaklardır.” diyor.

Yazar bu çalışmasında çocukların gelişimlerini ve günümüz şartlarını da göz önünde bulundurarak konuları psikolojik olarak ele almış ve ayet ve hadislerle desteklemiştir.

Kitaba ulaşmak isteyen okurlar; http://www.ensarkitap.com/ adresinde ulaşabilecekler gibi daha fazla bilgi için de Ensar Yayınları’yla iletişime geçebilirler.

Ensar Neşriyat Tic. A.Ş.

Oruçreis Mahallesi Giyimkent 12. Sokak No: 40/42 Esenler/ İstanbul

Tel: (0212) 491 19 03 - 04 Faks: (0212) 438 42 04

www.ensarnesriyat.com.tr - [email protected]

Page 70: 112

70

Musa KARACA

Canım ÇÇıha ErrzzurummAntalya›da o o ortaokukukul soson n sınınıftfta a a okuyuyuyanan Erzurururumumlu b birir ö öğrenenciciyi öğretmeni tatatahtayayaya a a kakaldldırırırır ve e sorarar:r:r: “ “YaYavrumumumum Erzururumumum›un n bibitki örtüsünü bibibize a anlnlatatır m mısısın?”?”?”Öğrenci bababaşlar: : «C«Cananımım ç çıhıhıha a ErErzuzuzururum, dokokokokkukuz ayay g gışış, ikiki ayay y yağağağağmumumumur,r, bir ay dadada yazi i i gögörir r gögörmrmrmiririr bididahahaha a gışa d d dönönir, bizim dedede her y y yananımımımızız d donononirir.Bu durururumdadada b bitkiki n ne arariririr öğrğretetmemenim.m.m.”

Arkadaşlar, birinci dönemin sona ermesine az bir zaman kaldı. Sınavlar başladı, dersleriniz yoğunlaştı, biraz yorulmaya başladınız değil mi? Olsun, emeksiz nimet olmaz. Yorulmadan başarılı olmak mümkün değil. Başaracağınıza inanın ve verimli ders çalışın. Başarmak için bu iki şart yeterli.

Sakın derslerin zorluğundan yakınmayın. Şu ders kolay, şu zor gibi dersleri etiketlemeyin. Çünkü beynimizi harekete geçiren düşüncelerimizdir. Olumlu düşünürseniz beyniniz olumlu tepkiler geliştirir, olumsuz düşünürseniz olumsuz tepkiler geliştirir. Bir dersin zor olduğunu düşünürseniz bey-nimizde bu komuta göre kendine yön verip “ A, bu ders zormuş, bunu anlayamam.” diye anlamak için gayret göstermez. Onun için bütün dersleri anlayacağım düşüncesiyle çalışmalısınız. Her dersi anlarız fakat bazı dersleri biraz zor öğrenebiliriz. O zamanda bu derslere biraz daha fazla zaman ayırıp çalışmanız gerekir. Zor da öğrenseniz başaracağınıza inancınızı kaybetmeyin, tıpkı kaplumbağa gibi.

Hatırlarsınız hani, çok beğenerek okuduğumuz tavşanla kaplumbağanın yarışmasını anlatan bir hikâ-ye vardır. İşte o hikâyeyi bir de kıssadan hisse almak için okuyalım.

Tavşanın birisi çok övünüyormuş: “Bu ormanda benden hızlı koşan yoktur. Varsa gelsin yarışalım.” diye söylenip geziyormuş.

Bir gün Kaplumbağa: “O kadar böbürlenme, kendine de o kadar güvenme. Ben senden daha hızlı koşarım. İstersen yarışalım.” demiş.

Tavşan kaplumbağanın bu sözlerine kahkahalarla gülerek: “Sen mi benimle yarışacaksın?” diyerek alay etmiş. Ama yine de yarışı kabul etmiş. Yarışın başlangıç ve bitiş yerlerini belirlemişler, yarış başlamış.

Tavşan çok hızlı başlamış, biraz ileriye gidince geri dönüp bakmış ki kaplumbağa hiç görün-müyor. Yatmış bir ağacın dibine, uyumuş. Uyandığında, bakmış ki kaplumbağa yarışı bitirmek üzere.

Tavşan koşmuş fakat kaplumbağa bitiş noktasına ondan önce ulaşmış.Kaplumbağa tavşana: “ Sen uyudun, ben çalışarak seni geçtim.” demiş. Minik adımlarla yılmadan mücadele eden kaplumbağa sonunda zafere ulaşmış. Bu hikâyeden

bize düşen pay ise hiçbir dersten yılmadan, zor öğrensek bile pes etmeden, mücadeleyi bırakmadan çalışmaya devam ettiğimizde sonunda biz de başarırız.

Öyleyse son hamleyi yapın. Bugünden itibaren kalan yazılı notlarınızı yükseltme kararı alın. Zayıf notunuz varsa önce onu kurtarmayı hedefleyin. Yoksa teşekkür alma veya takdir almayı hedef-

leyin. Birinci yarıyılı başarıyla tamamlayın. Şimdiden hepinize başarılar.

Page 71: 112

1. Derste öğretmeni etkili dinlemek En iyi öğrenme derste öğretmeni etkili dinleyerek gerçekleşir. Öğretmenin anlattıklarından

hareketle daha sonra söyleyeceğini önceden tahmin etmeye çalışmak en etkili dinleme şeklidir. Bunun dört yararı vardır: Uyanık kalırsınız, dikkatiniz dağılmaz, derse aktif katılım sağlar, moti-vasyonunuz artar.

2. Anlaşılmayan konuları derste öğretmene sormakÖğretmen konuları öğrencinin anlayabileceği en kolay şekliyle anlatır. Anlamadıklarınızı mut-

laka öğretmene sormalısınız. Daha iyi öğrenmek için ise tahtaya kalkmalısınız. Çünkü kişi okuduk-larının %10’unu, duyduklarının %20’sini, gördüklerinin %30’unu, duyup gördüklerinin %50’sini, söyleyip yazdıklarının %70’ini, uyguladıklarının %90’ını hatırlar. Anlamadığınız bir konuda tahtaya kalkıp bir soru çözdüğünüzde o konuyu %90 öğrenirsiniz ve kolay kolay da unutmazsınız.

3. Günlük ders tekrarı yapmak Öğrenciler tarafından pek sevilmeyen davranış olan ders tekrarıyla ilgili “Bugün o konuları

derste zaten işledik evde neden tekrar çalışalım, tekrar edince sıkılıyorum.” gibi itirazlar edilmektedir. Beyin öğrendiklerini önce kısa süreli hafızaya yerleştiriyor. Tekrar edilmeyen bilginin 24 saatte %70’i unutuluyor, tekrar edilen bilgi ise uzun süreli hafızaya atıldığı için unutma gerçekleşmiyor.

Tekrar yapmayan öğrencilerde en çok karşılan durum sınavdan sonra “Tüh be, bu soruyu nasıl yapamadım? Tanıdık geldi fakat bir türlü hatırlayamadım.” gibi yakınmalardır. Bunun sebebi derste öğrenme gerçekleşiyor fakat tekrar yapılmadığı için bilgi unutuluyor fakat öğrenci hala o ko-nuyu bildiğini zannediyor. Sınava girince de bir türlü hatırlayamıyor.

Sınav akşamı yapılan çalışmalar faydalı değildir. Sınav için çalışıldığı için sınavdan sonra unutulma olasılığı çok fazladır. Verimli ders çalışma her gün belli saat ders tekrarı yapılmasıdır ki böyle çalışıldığında unutma ihtimali de çok azdır.

4. Kitap okumak Başarının temel şartlarından biri de kitap okumaktır. Özellikle sınavlarda iyi okumak başarıyı

arttırır. Cümlenin ilk kelimesi ile son kelimesi arasındaki zaman ne kadar az olursa beyin cümleyi o kadar hızlı anlamlandırıyor, zaman uzadıkça anlama da zorlaşıyor. Bu sebeple okumaya yeni geçen öğrenciler heceleyerek okudukları için cümle bittiğinde ne okuduğunu sorarsanız hiçbir şey söyleye-mez çünkü heceleyerek okuduğu için beyin heceleri bütünleştirerek anlamlandırmada zorluk yaşa-maktadır.

Okumak ödev değil, temel bir ihtiyaçtır. Kitap okuma kelime hazinesini geliştirdiği kadar insanın hayal gücünü de geliştirir. Hayali olanlar hedef koyabilirler, hedef koyabilmek ise başarının yarısıdır.

Özellikle son dönemde ortaöğretime yerleştirme sınavında yorum soruları çıkmaktadır. Ka-demeli olarak üniversite sınav soruları da yorum ağırlıklı olacağı belirtiliyor. Dolayısıyla yorum gücü-

nün gelişmesi gerekir. Yorum gücünü geliştirecek tek şey ise kitap okumaktır.

71

Page 72: 112

Gülbeng-i Rufâi

Elhamdülillah, Eş Şükrü Lillâh, El Fazlu Lillâh, El Mennü Lillâh.

Hak bereketin vere, Erenlerin Nân-u nimeti ziyade ola. Ha-yır, sahibinin hayrı kabul ola. Fenâ’dan bekâ’ya göçenlerin ruhu revanı şâd ola. Allâh-u Azimüş Şân’ın nuruyla kalblerimiz pür nûr ola.

Artsın eksilmesin. Taşsın dökülmesin. Bu gitsin, ğanîsi gel-sin. Hak, yerine Halil İbrahim bereketi versin.

Lokma nûr, kaza bela dur. Lokma zâd olsun münkir müna-fık ıslah olsun.

Üçler, Yediler, Kırklar, Ricâli Ğayb Erenler, Cemî evliyaullâh, Gül Beng-i Muhammed-i Nebî, İmam-ı Kerem Ali, Pirimiz Sey-yid Ahmed-i Kebîr Rufai, Pîr Abdulkadir-i Geylanî, Cemî Pîrân Demlerine “Hu” Diyelim. Hu

Yiyenlere afiyet, sofraya bereket, ölmüşlerimize rahmet, Lillâh-i Teâlâ’l-Fatiha’te mea’s-salevât.