yol kış 2016

158
ol SİYASİ DERGİ Kış 2016 «5 TL Yeni Güç Dengelerine Giderken Dünya ve Türkiye Mehmet Yılmazer Bitmeyen Masal: Demokrasi Mehmet YILMAZER Paralel Faşizm Okumaları Sosyalizm, İktidar Sorunu ve Özyönetimler M. Sinan MERT Fabrikayı Geri Almak: Günümüz Krizinde İşçi Denetimi AyşeTANSEVER İşçi Sendikalarında Yeni Bir Başlangıç M. Sinan MERT Mehmet AKYOL Ekonomide Sosyalist Alternatifi Yaratmak M. Sinan MERT Venezüella Zor Bir Dönemeçte AyşeTANSEVER Röportaj Prof. Dr. Fulya Atacan "İsyan Kontrol Altına Alındı" NEOLIBERAL OTORİTERİ ZM, FAŞİZM, DEMOKRASİ; YOL AYRIMINDA TÜRKİYE? Ermeni Soykırımı ve Sol Tarih Yazımı Üzerine Muzaffer KAYA Thomas Piketty'nin Kapitali Marks'ın "Kehanetini" Boşa Çıkartma Çabası Mehmet YILMAZER

Upload: yol-siyasi-dergi

Post on 27-Jul-2016

261 views

Category:

Documents


3 download

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

TRANSCRIPT

o lS İ Y A S İ DE RG İ

Kış 2016 «5 TL

Yeni Güç Dengelerine Giderken Dünya ve

Türkiye

Mehmet Yılmazer

Bitmeyen Masal: Demokrasi

Mehmet YILMAZER

Paralel Faşizm Okumaları

Sosyalizm, İktidar Sorunu ve Özyönetimler

M. Sinan MERT

Fabrikayı Geri Almak: Günümüz Krizinde İşçi Denetimi

AyşeTANSEVER

İşçi Sendikalarında Yeni Bir Başlangıç

M. Sinan MERT Mehmet AKYOL

Ekonomide Sosyalist Alternatifi Yaratmak

M. Sinan MERT

Venezüella Zor Bir Dönemeçte

AyşeTANSEVER

Röportaj Prof. Dr. Fulya Atacan

"İsyan Kontrol Altına Alındı"

NEOLIBERAL OTORİTERİ ZM,

FAŞİZM, DEMOKRASİ;

YOL AYRIMINDA TÜRKİYE?

Ermeni Soykırımı ve Sol Tarih Yazımı Üzerine

Muzaffer KAYA

Thomas Piketty'nin Kapitali Marks'ın "Kehanetini" Boşa Çıkartma Çabası

Mehmet YILMAZER

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi

Kasım Özel Sayısı 1İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Sezgin KARTAL

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Sezgin KARTAL

Adres:Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B

Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68

Basım Yeri:Yön Matbaacılık

Adres:Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366

Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

içindekilerYeni Güç Dengelerine GiderkenDünya ve Türkiye 5Mehmet Yılmazer

Bitmeyen Masal: Demokrasi 15Mehmet Yılmazer

Paralel Faşizm Okumaları 34M. Sinan Mert

Ekonomide Sosyalist Alternatifi Yaratmak 44M. Sinan Mert

Venezüella Zor Bir Dönemeçte 58Ayşe Tansever

"İsyan Kontrol Altına Alındı" 94Röportaj: Prof. Dr. Fulya Atacan

Sosyalizm, İktidar Sorunu ve Özyönetimler 99M. Sinan Mert

Fabrikayı Geri Almak: GünümüzKrizinde İşçi Denetimi 112Darioa Azzellini / Çeviri: Ayşe Tansever

İşçi Sendikalarında Yeni Bir Başlangıç 120Mehmet Akyol

Ermeni Soykırımı ve Sol Tarih Yazımı Üzerine 132 Muzaffer Kaya

Thomas Piketty'nin KapitaliMarks'ın "Kehanetini" Boşa Çıkartma ÇabasıMehmet Yılmazer

138

YENİ GÜÇ DENGELERİNE■ ■■ ■

GİDERKEN: DÜNYA VE TÜRKİYEM ehmet YILMAZER

Dünya özellikle 2008 krizinden beri baş edemediği sorunlarla boğuşmaya de­vam ediyor. Bu zaman aralığının en temel özelliği sorunların derinleşmesi ancak çözümlenememesidir. Sorunlar her geçen gün derinleşiyor, fakat hala ufukta bir çözüm işareti görünmüyor. Günümüzü daha iyi kavrayabilmek için duvar yıkıl­dıktan sonra dünya güçler dengesinde yaşanan üç döneme yeniden göz atmak yararlı olur.

İlk dönem, sosyalist sistemin çöküşünden sonra başlamıştır, ikiz kulelerin yıkı­lışına kadar bir on yıl devam etmiştir. Bu dönemin temel özelliği, silahların deh­şet dengesinin ortadan kalkmasıyla başlayan "barışçıl ekonomik yarış"tır. Aslında "barışçıl ekonomik yarış" tüm emperyalist sistemin tercihi değil, özellikle Japon­ya ve AB'nin -özellikle Almanya- tercihiydi. Bugünlerde "tarihin sonu"nun geldiği ilan edilmişti ve kapitalizmin nihai zaferi kutlanmaktaydı. "Barışçıl ekonomik ya­rış" döneminde Almanya ve Japonya, Körfez ülkeleriyle büyük enerji anlaşmaları imzalamışlardı. Büyük bir ekonomik atılım için hazırlanıyorlardı.

Bu gidiş o dönemin "süper gücü" ilan edilen ABD'nin çıkarlarına kesinlikle ay­kırıydı. Silah ve havacılık sektörleri dışında rekabet gücünü kaybetmiş olan Ame­rika, "barışçıl ekonomik yarış" döneminde sürekli kaybeden olacaktı. 1991'deki ilk Körfez savaşından sonra, savaşın faturasının ödenmesi sırasında Washington, Tokyo ve Berlin'le büyük gerilime girdi. Japonya, artık kendi ordusu olan "normal bir ulus" olmak istiyordu. O dönemde Amerika'ya "Hayır diyen Japonya" en çok tartışılan konuların başında geliyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan gü­venlik şemsiyesi altında gelişmiş ülkeler, Berlin Duvarı yıkılınca Washington'dan bağımsızlaşmak istediklerini açıkça ortaya koydular. Bu Amerika için kabul edil­mez bir "ihanetti".

Duvarın çöküşüyle kendiliğinden ortaya çıkan "barışçıl ekonomik yarış" strate­jisi mutlaka değiştirilmeli, daha doğrusu "süper güç" Amerika, o günlerdeki kav­ramlarla dünyayı "dostlarıyla birlikte mi", ya da "tek başına mı" yöneteceğine karar vermeliydi. Bu konudaki "Büyük Strateji" tartışmaları oldukça uzun sürdü, ta ki New York'ta 2000 yılında ikiz kulelerin havaya uçurulmasına kadar.

İkinci dönem 21. yüzyılla birlikte başladı; ilk on yılında devam etti. "Barışçıl ekonomik yarış" hayalleri ikiz kulelerle birlikte havaya uçtu; yerini "uluslararası terörle savaş"a bıraktı. Artık tam da Amerika'nın istediği gibi bir dünya yaratılı-

LOYEN

İ GÜÇ DEN

GELERİN

E GİD

ERKEN

: DÜ

NYA

VE TÜRK

İYE

ON

YENİ GÜÇ D

ENG

ELERİNE G

İDERK

EN: D

ÜN

YA VE TÜ

RKİYE

yordu. Gerilim ve bölgesel savaşların yaşanacağı, rekabetin ray değiştirip, sıra­dan ekonomik alanlardan silah ve yüksek teknoloji alanına taşınacağı bir dönem başlıyordu. "Süper güç" süperliğini bu alanlarda gösterebilirdi. Bilindiği gibi bu dönemle birlikte Afganistan ve Irak işgalleri yaşandı. ABD'nin stratejik tercihi başrol oynamaya başlamış, dünya güçler dengesi bu duruma göre şekillenmeye başlamıştı.

Bu dönemin iki temel özelliği vardır. ABD'nin yakın hedefleri kısmen ger­çekleşmiştir. Ekonomik rekabetle öne geçme imkanını yakalamış olan AB ve Japonya'nın yolu Irak'ın işgaliyle kesilmiştir. Fakat Washington'un dünyayı tek başına yönetme ana stratejik yönelişi gerçekleşmemiştir. Bölgeye Irak'ın işgaliy­le "demokrasi" getirmeyi hayal eden ve bu adımdan alacağı hızla tüm bölge ve dünyada gerçek bir süper güç gibi esmeyi hedefleyen Amerika, Irak bataklığında debelendikçe bu hayali kabusa dönüşmüştür.

Böylece bu dönemin ikinci temel özelliği 2007 sonrası şekillenmeye başlamış, Washington'a rağmen BRİÇ ülkeleri, özellikle Çin ve Rusya dünya güçler denge­sinde mevziler kazanmaya başlamıştır. Artık çok kutuplu bir dünya şekilleniyor­du. 2008 ekonomik bunalımı ABD'nin mevzi kaybını iyice hızlandırmıştır. Süper gücün hızı iyice kesilmiş, dünyayı tek başına yönetmek bir yana Ortadoğu batak­lığından kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştır. ABD, ikinci dönemde dostla­rı AB ve Japonya'nın "ekonomik rekabette" yolunu kesmiş, fakat bu kez kendine başka, belki de daha riskli rakipler yaratmıştır. Çin ve Rusya artık dünya güçler dengesinde yeni yerlerini almışlardır.

Bu gelişmeler üzerine Amerika'nın Ortadoğu'dan çekileceği, ağırlığını Pasifik bölgesine vereceği tartışmaları yoğunlaşmış, fakat henüz gerçekleşmemiştir.

Üçüncü dönem, iki bin onlar sonrası yılları kapsar. Hala bu dönemin içindeyiz. Bu dönemin temel özelliği "dengeleme" yılları olmasındadır. Çok kutuplu dünya­nın kutupları ABD, AB, Rusya, Çin hatta Hindistan ve Brezilya mevzilerini koruma çabasındadır. Bu konuda BRİÇ ülkelerinin kendi bankalarını kurmasıyla dünya dengelerinde kendi lehlerinde bir adım attıkları söylenebilir. Ayrıca BRİÇ ülkele­ri yavaş adımlarla da olsa dünyada dolar kullanımını daraltan adımlar atıyorlar. Şimdiden dünyada dolar kullanımı yüzde 60 civarındadır.

Bu dönemde neoliberalizme karşı isyanların Ortadoğu bölgesine ve Avrupa'nın güneyine yayılması dünya güçler dengesindeki satranç oyununu ge­rilim li ve heyecanlı noktalara vardırmıştır. Arap isyanlarına ve Avrupa'nın krizine karşı Batı dünyası tam ittifak halinde olmasa da bazı karşı hamleler gerçekleş­tirmiştir. Bunlar, Arap isyanları bahanesiyle Libya ve Suriye'ye müdahale ederek, bölgeyi tam bir cehenneme çevirmek; öte yandan Rusya'nın yükselişini durdur­mak için Avrupa'nın doğusunda Ukranya savaşını başlatmaktır. Rusya'ya bu ne­denle yaptırım uygulanması bir sınırın ötesine geçemiyor. Yaptırımların Avrupa tarımına verdiği zarar da onun uygulama alanını daraltıyor.

Bu iki adımın Batı emperyalizmi lehine sonuçlar doğurup doğurmayacağı hala gelecek günlerin cevaplayacağı bir sorudur.

Dengeleme döneminin bazı özelliklerine değinelim:

1- AB içinde bunalım yükseliyor. Yunanistan bunun en güçlü işaretidir. Syriza'nın "kuşatılması" AB "derin" merkezinin zaferi değil, yükselecek kriz dalgasını erteleme çabasıdır. AB'nin üyelerine "ortak" bir gelişme sağlamadığı, zayıflardan güçlülere bir sermaye transferi olduğu yeterince ortaya çıkmıştır. Bu gerçekliğin biriktirdiği gerilim Yunanistan ile patladı ve devam edecektir.

Syriza deneyi çok önemlidir. Bugün değerlendirme için yeterli malzemeye sahip değiliz. Ancak bu deneyin iki yönüne vurgu yapmak gerekiyor. Syriza, AB Troika'sını daha Yunan halkından yana veya daha insani bir programa inka etme beklentisini taşımakla önemli bir hata yapmıştır. Bu nedenle güçlü bir alternatif programa sahip olmadığı için AB'nin çizdiği kıskacın içinde kalmıştır. Bir diğer yön, AB kurmayları Avrupa'nın güneyinden kendilerine karşı yükselen dalgayı ne paha­sına olursa olsun bastırmak zorundaydılar. Yoksa sırada İspanya'dan İtalya'ya kadar uzanan bir tepki beklemektedir. "Yunanistan'ın yenilgisi" bu birikimi yok etmemiş sadece ertelemiştir.

2- AB'nin iç bunalımının yükselişi, özellikle ABD'nin büyük iştahla devreye sok­tuğu Ukranya savaşıyla Rusya'yı hırpalama hedefinin gerçekleşme şansını zayıf­latmaktadır. Bu çok önemlidir. Doğu Avrupa'daki güçler dengesi bugüne kadar sürekli olarak Batı lehine gelişti. AB'de krizin yükselme işaretleri ilk kez bu denge­leri "doğu" lehine değiştirebilir. Doğu Avrupa ekonomileri birbirinden beter du- rumdalar. ABD dünyada ne ölçüde yıprandıysa Almanya ve AB de Avrupa'da aynı ölçüde yıpranmaktadır.

3- Ortadoğu'da Arap ayaklanmalarının ortaya çıkardığı olası devrimci-demok- rat gelişmelerin yolunu kesmek için yaratılan cehennemin daha yıllarca devam etme olasılığı güçlüdür. Bu çatışmaların emperyalizme karşı düzenli ve örgütlü bir mücadelenin potansiyelini çürüttüğü çok açıktır. Ancak bir bakıma bu yaratılmış kaosun emperyalizme maliyetinin ne olacağı henüz belli değilse de, mutlaka bir maliyeti olacaktır.

4- Amerika, Irak işgali ile ortaya çıkan saflaşmalar üzerinden bölgede kesin üs­tünlük kurma hedefinin tıkandığını gördüğü için İran'la uzlaşma yolunu seçmiştir. Bu anlaşma son on yılın en önemli gelişmesidir. Böylece ABD'nin Sunni eksenine karşı şekillenen Şii ekseni ortadan kalkıyor mu? Tam tersine bu uzlaşma Suudilere ve Körfez ülkelerine kısmi bir uyarıdır. Şii ekseni güçlenmiştir, ancak Batı dünyası bu uzlaşma ile ikinci adımına hazırlık yapmaktadır. Artık neoliberalizmin "bütün nimetleri" İran'a büyük bir hızla akacaktır. Olursa esas güç dengesi kayması o za­man yaşanacaktır. Batı dünyası buna hazırlanıyor.

5- Bugünün dünyasında henüz bir etkisi olmasa da, geleceği şekillendirecek"At- lantik ortak pazarı" dengeleme döneminin en önemli hazırlıklarındandır. ABD ve AB arasında "serbest ticaret" yollarının inşası gerçekten kapitalizmin geleceği açı­sından çok önemli bir gelişme olacaktır. Bu anlaşma aynı zamanda AB'nin Rusya ve Çin'le geliştireceği ilişkilere kaçınılmaz sınırlar getirecektir. ABD'nin Ortadoğu'dan kurtulup Pasifik bölgesine yönelmek istemesinin temel nedeni Çin'in yükselişini durdurmaya yönelikti. Çin'i kuşatma çabalarını Çin denizinde gerilimler yaratarak yerine getirmeye çalışan ABD, bu çabalarını yoğunlaştırma amacındadır.

^1

YENİ GÜÇ D

ENG

ELERİNE G

İDERK

EN: D

ÜN

YA VE TÜ

RKİYE

oo

YENİ GÜÇ D

ENG

ELERİNE G

İDERK

EN: D

ÜN

YA VE TÜ

RKİYE

Bu özelliklere genel olarak baktığımızda dünya güçler dengesinde İçinde bu­lunduğumuz üçüncü dönemin de sonuna gelinmekte olduğu anlaşılır. Bu dengele­menin bozulması gerekiyor. İkinci dönemin terörle mücadele stratejisi artık "süper güç" lehine bir sonuç yaratmıyor. Üçüncü dönemin "dengeleme" adımları artık bir olgunlaşma veya tıkanma noktasına gelmiştir. Yeni ABD strateji belgesinde bu du­rum açıkça vurgulanmaktadır:

"Geçtiğimiz on yılda askeri eylemlerimizin temelini şiddet yanlısı radikal şebekeler oluşturdu. Fakat bugün ve yakın gelecekte, ülkelerin çıkardığı zorluklara odaklanmak istiyoruz. Gün geçtikçe bölgesel hareket serbestisine daha fazla muhalefet ediyor ve anavatanımızı tehdit ediyorlar. Özellikle kaygı teşkil eden balistik füzelerin çoğalması, duyarlı hedef teknolojileri, insansız sistemler, uzay ve siberyetenekleri, kitle imha silah­ları teknolojileri ABD ordusunun avantajlarını ortadan kaldırmak ve ABD'nin küresel ortaklarına erişimini engellemek için tasarlandı." (ABD strateji belgesi)

On yıldır askeri eylemlerin "radikal şebekelere" karşı yapıldığı, artık "bölgesel hareket serbestisine muhalefet eden ülkelere" odaklanılacağı tesbiti yapılmaktadır. Bu ülkelerin başta Rusya ve Çin olduğu yeterince açıktır. ABD dünyada kendi çı­karlarına göre istediği gibi davranma yeteneğini kaybettikçe hedeflerini büyütmek zorunda kalmaktadır. Birkaç ay önce ABD genelkurmay başkanı açıkça "büyük ülke­lerle çatışmak zorunda kalabiliriz" açıklamasını yapmıştı. Bu konu şimdi bir strateji belgesinde yer almaktadır.

ABD 25 yılda "süper güç" konumundan sürekli mevzi kaybeden, dünyayı amaç­ladığı gibi "tek başına" yönetemeyen bir güç haline geldi. Olaylar dünya güçler den­gesini bir kez daha kritik eşik noktasına sürüklemektedir. ABD'nin duvarın çökme­sinden bugüne izlediği stratejiler, kendi dostlarının -AB ve Japonya- zayıflamasına, fakat buna karşılık "düşman" konumunda gördüğü Rusya ve Çin'in yeni mevziler kazanmasına yol açtı. Washington bu gidişi durdurmanın zamanı geldiğini düşü­nüyor. Yaşanan "dengeleme" döneminden yeni hamlelerin yapılacağı bir "taarruz" dönemine girişin hazırlıklarının yapıldığı bir sürecin içine giriliyor.

ABD "vekalet savaşları"ndan doğrudan savaşlara mı hazırlanıyor? Buna gücü­nün yetip yetmeyeceği tartışma konusudur. Ancak olaylar Washington'u bu yola zorluyor. Amerika Rusya ile Çin'in bağlarını koparmak; aynı zamanda Rusya ile Avrupa'nın her türlü yakınlaşmasını engellemek amacındadır. Bugüne kadar bu yolda yaptığı hamleler etkin sonuçlar yaratmamıştır.

Dünya farklı kutupların hareket yeteneğini daraltan, onların ellerini bağlayan bu "denge" durumundan çıkış hazırlıklarının yapılmakta olduğu bir döneme giriyor.

Bu noktada yoksulların kutbundan söz edilmelidir. 21. Yüzyıl Sosyalizmi'nin sembollerinden Venezüela sıkıntılı günler yaşamaktadır. Bir yanda petrol fiyatları­nın düşmesi vardır, bu durum Bolivar devrimini zorluyor. Öte yandan, yaklaşan baş­kanlık seçimleri nedeniyle ABD son süreçte kendi uydu muhalefeti eliyle Caracas'a yükleniyor. Özellikle ekonomide yarattığı spekülasyonlarla Maduro iktidarının gü­cünü zayıflatmaya çalışıyor.

Dünyanın her kritik bölgesinde yeni güçler dengesi için sancılar yükselmektedir. Daha sancılı ve daha sürprizli bir döneme giriliyor.

BölgeBölgemizde de yeni bir güçler dengesi sürecine giriliyor. Ortadoğu Irak iş­

galiyle önemli ölçüde değişti. Arap isyanlarıyla bir başka değişimin içine girdi; şimdi de İran'la yapılan nükleer anlaşmayla yeni bir dönem başlıyor.

ABD'nin Irak'ı işgaliyle bölgede Körfez, Suudi, Mısır ittifakına karşı İran, Su­riye ve kısmen Lübnan ittifakı ortaya çıktı. Hatta işgal altındaki Irak yönetim i de İran-Suriye ittifakına her zaman daha yakın konum aldı. ABD bölgede hayal ettiğ i düzeni kuramamakla kalmadı, tüm bölge halkları tarafından lanetlenen bir ülke konumuna düştü.

2011 yılında patlak veren Arap isyanları bölgede çok daha köklü değişim­lerin potansiyeline sahipti. Kırk yılı aşkın kireçlenmiş ve çürümüş Ortadoğu diktatörlükleri sallanmaya başladı. Üstelik bu isyan dalgasının güç kaynağında sadece Siyasal İslam değil, yoksullar ve demokrat bir gençlik öfkesi de vardı. Batı dünyası gidişin taşıdığı riskleri algılayarak Arap isyanlarına Libya ve Suriye üzerinden müdahale etti. Daha sonra bu halkaya Mısır da askeri darbe ile ek­lendi. Siyasal İslam aşırı çıkarcı ve pragmatik davranışlarıyla emperyalizmin işini kolaylaştırdı.

Bölgede hala Arap isyanları sonrası emperyalizm tarafından yaratılmış kaos ve cehennem egemendir. Bölgedeki çatışmalarda tarafların yıpranması ABD için istenen bir durumdur. Ancak olayın öbür yüzü ABD'nin bölgede belirgin bir plandan yoksun olmasıdır. Batı egemenlik ve kültürüne karşı olsa da, hiçbi­ri halklar açısından bir gelecek vaat etmeyen çok sayıdaki İslami grubun çıkar çatışmasıyla cehenneme dönen bölge, esas olarak devrimci potansiyelini tüke­tiyor. Bu yolda Suudiler ve Körfez ülkeleriyle birlikte Türk Devleti lanetli bir rol oynuyorlar.

Bu yaratılmış kaos, baş aktörü ABD olsa da, büyük bir göç dalgası yaratarak AB ülkeleri için bir kabusa dönüşmektedir. Bugüne kadar yaşanmadık ölçüde dramatik bir göç dalgası kapitalist merkezler için artık yeni ciddi bir seviyesine çıkmaktadır.

Bölgede üç gelişme önem taşıyor. İlki IŞİD'dir. İŞİD Irak'ta iktidar ve serve­tinden edilen Sunni nitelik taşıyan BAAS'ın kadro ve askeri yetenek temeline dayanan, ancak "Batı yaşam tarzına" tepki duyan genç kuşakların da katıldığı sosyal ve siyasal temele dayalı bir örgütlenmesidir. IŞİD'in doğuşunda ABD'nin parmağı olmasına rağmen sonraki gelişmelerde bunu söylemek mümkün de­ğildir. Ancak askeri taktiklerinde IŞİD doğrudan Amerika'yı hedef almıyor. Ko­alisyonun saldırılarına rağmen IŞİD belirgin bir güç kaybına uğramamıştır. Pek çok inkar ve yanıltıcı görünüşe rağmen IŞİD'e halen Suudi ve Türkiye desteği devam ediyor.

İkinci gelişim Rojava'da yaşanmaktadır. Demokratik özerk bir yönetim le halk­ların temsil edildiği, farklı din ve kültürlerin birlikte yaşadığı, yoksulluğa karşı mücadelenin önem taşıdığı gelişmeler bölge halkları için bir gelecek umudu yaratmaktadır. Kobani, Tel Abyad direnişleri ile yenilmez görünen İŞİD'e önemli darbeler indiren PYD güçleri Suriye iç savaşındaki güçler dengesinde önemli

VO

YENİ GÜÇ D

ENG

ELERİNE G

İDERK

EN: D

ÜN

YA VE TÜ

RKİYE

oYEN

İ GÜÇ DEN

GELERİN

E GİD

ERKEN

: DÜ

NYA

VE TÜRK

İYE

bir yere sahiptir. Gelişmelerin yönüne göre Kürt özgürlük güçlerinin bölge güç­ler dengesinde de ağırlığı her geçen gün artmaktadır. Kürt halkı kendi ulusal birliği konusunda olumlu adımlar atabilirse bölgede belirleyici güçlerden birisi haline gelebilir.

Türk devleti bir dönem Güney Kürdistan'da yaptığı gibi Rojava için de kırmızı çizgiler ilan etti. Her fırsatta saldırılara devam ediyor.

Öte yandan Kobani direnişi günlerinde başlayan PYD ve ABD ilişkileri bugüne kadar devam etmiştir. Bu ilişki zaman zaman sorgulanmaktadır. İlişkinin özü saha­da taktik işbirliğinden ibarettir. Bu pratik adımlar emperyalizme karşı mücadele konusunda temel duruştan bir ayrılma anlamına gelmiyor.

Üçüncü gelişme, İran anlaşmasıdır. Bu anlaşma bir yanıyla ABD'nin İran'ı kuşat­ma ve çökertme taktiğinin başarısızlığı anlamına gelir. Öte yandan, İran'ın nükleer potansiyelinin sınırlandırılmasıdır. Irak işgaliyle oluşan "Şii ekseni" Suriye iç sava­şıyla bazı güç kayıplarına uğrasa da, bu anlaşmayla güç kazanmıştır. Bu eksen bir yanıyla Yemen iç savaşında da ortaya çıkmıştır. Hutiler Tahran'a bakmakta ve des­tek almaktadırlar. İran'la varılan uzlaşma aynı zamanda Suudilere ve Körfez ülke­lerine bir uyarıdır. Aynı zamanda bu uzlaşma İran üzerinde Rusya ve Çin etkisini sınırlandırma amacı taşımaktadır.

Uzlaşma bölge güçler dengesinde önemli gelişmelerin başlangıcı ve haber­cisidir. İran'a uygulanan yaptırımların gevşetilmesiyle Tahran'da belli ölçülerde neoliberalizm rüzgarı esecektir. Batı dünyası bu yollardan giderek İran üzerindeki egemenliğini inşa etmeyi hesaplıyor.

İran pazarına giriş ABD, AB ve Japonya arasında bazı gerilimlere bugünden gebedir. ABD pek çok alanda rekabet gücüne sahip değildir. Silah konusunda ise İran köklü bir değişime gitmezse bu konuda Rusya ile ilişkilenecektir. Öteki alan­larda ise AB ve Japonya Amerika'ya baskın çıkabilir. Bu da İran açılımının yeni bir gerilimle tıkanması sonucunu doğurabilir.

Öte yandan, yaptırımların kıskacından kurutulan İran, doğal zenginliklerinin ve teknik gücünün avantajlarıyla hızla bölgede çok daha etkili bir güç haline ge­lebilir. Dolayısıyla uzlaşmayla Batı dünyası ile İran arasındaki mücadele ortadan kalkmamış, sadece kulvar değiştirmiştir. Bölgedeki güçler dengesinin yeni bir dö­neme girdiği kesindir. Ancak ağırlık noktasının nasıl değişeceğini yakın gelecekte­ki gelişmeler cevaplayacaktır.

Türkiye'nin bölgede iflas eden politikalarına bu uzlaşmayla yeni bir halka eklen­miştir. Bölgedeki kuşatılmış en güçlü rakibinin elleri belli ölçüde serbest kalmıştır. Bu durum bölgede Türkiye'yi hem siyasi hem de ekonomik olarak zorlayacaktır.

Öte yandan bölgede Türkiye'nin durumunu çok daha riskli hale getirebilecek İncirlik anlaşması da önemli bir gelişmedir. Türk devleti bunu Kürt güçlerine bir saldırı fırsatı olarak değerlendirmeye çalışsa da, bölgede manevra alanını o ölçü­de yitirm iştir ki, ABD ile IŞİD anlaşmasını yapmak zorunda kalmıştır. Washington'la tıkanma noktasına gelen ve giderek Ankara için riskli hale gelen tecrit edilmişliği kısmen aşmak için İncirlik anlaşması yapılmıştır. Ancak bizzat bu anlaşmanın belir­siz kapsama alanı Ankara'yı çok daha büyük riskler altına sokabilecektir.

Türkiye7 Haziran seçimleri ülkenin siyasal tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur.

Bugüne kadar yaşanmayan bir gelişmeyle Kürt Özgürlük Hareketi ve Devrimci Hareket'in ittifakı önemli bir güç kazanmış, tahminleri aşan bir ölçüde parlemento- ya girmiştir. Siyasal İslam'ın uygulamalarıyla kabus noktalarına varan politik denge­lerde önemli bir kırılma yaşanmıştır.

Cumhuriyetin büyük bir döneminde, kuruluşundan iki binli yıllara kadar toplum, sosyal ve siyasal olarak Kemalizm kalıplarına göre şekillendirilmeye çalışılmıştır. "Ne 11 Mutlu Türküm Diyene!" ile özetlenebilecek bu sosyal çimento bu topraklardaki fark­lı kültür ve etnik grupların inkarını temel almıştır. Topluma giydirilmeye çalışılan bu deli gömleği önce Türkiye Devrimci Hareketi'nin yükselişi ile ilk darbelerini almış­tır. En önemli onarılamaz ölçüdeki darbeyi ise Kürt Özgürlük Hareketi'nin 80'lerin ortasında yükselen mücadelesiyle yemiştir. Kürt Hareketi'nin yıprattığı Kemalizm,Siyasal İslam'ın iki binli yılların başında iktidar olmasıyla etkisini büyük ölçüde yitir­miştir.

Siyasal İslam'ın iktidarının ilk döneminde "ileri demokrasi", askeri vesayete karşı mücadele söylemleri ve bazı uygulamalarla, ülkenin Kemalizm'in dar milliyetçi ka­lıplarından daha demokratik bir ortama yol aldığı kanısı uyanmıştır. Bu rüya fazla uzun sürmemiş, 2011'den itibaren Siyasal İslam kendi yaşam tarzını, Türk-İslam sen­tezinden oluşan yeni bir deli gömleğini topluma giydirmeye çalışmıştır. Bu süreçte Kürt Özgürlük Hareketi'nin yaygınlaşıp meşrulaşan mücadelesi yanında bir de Gezi isyanı Siyasal İslam'ın bu hevesini kursağında bırakmıştır.

Haziran seçimleri bu yeni deli gömleğinin yırtılması oldu. Artık ne Kemalizm ne de Türk-İslam sentezinden dokunmuş bu gömlekler bu toplumsal yapıya uyma­maktadır. Elbette Haziran seçimleriyle hiçbirisi buharlaşıp yok olmamıştır. Fakat artık onarılıp yenilenmeleri-restore edilmeleri toplumsal ideolojik çimento olarak işlev görmeleri mümkün değildir. İlk kez demokratikleşme yolunda bir işaret, doğ­rudan halkların örgütlü tepkisiyle ortaya konmuştur.

Devrimci demokrat güçlerin yükselişi bugüne kadar askeri darbelerle engellen­miştir. Düzen sürekli olarak yeni tehdit ve korkular üreterek politik ortamı şekillen­dirmiştir. Son yaşanan seçimlerde benzer devlet refleksleri kendini gösterse de, bu yöntemlerin çok yıpranmış olmasından ve özellikle Kürt Halkı'nın uzun mücadele yılları sonucu bilinçlenmesinden dolayı etkileri çok sınırlı kalmıştır. Bu topraklar­da daha önceki dönemlerde siyasal dengelerde sürekli dikkate alınmak zorunda olunan ordu bir süredir hesap dışıdır. Bunalımlı günlerde ordudan darbe beklemek gibi pasif ve edilgen siyasal tutumun yerini artık gerçek politik tepkiler almaya baş­lamıştır. Bu durum, halkların siyasal örgütlenmelerinin daha aktif ve sürekli hale gelmesi demektir.

Bu gerçekler karşısında ve 7 Haziran yenilgisinin ilk şokunu atlattıktan sonra Sa­ray ve düzen devrimci güçlerin kazandığı mevzileri yok etmek için masayı devirerek savaşı yeniden başlatmıştır. Bir erken seçim taktiği olarak başlayan süreç daha sonra düzenin yükselen devrimci ve özgürlük mücadelesinden intikam almasına dönüş­tü. Sivil darbe sayılabilecek gelişmelere yakından bakınca ortaya çıkan tablo şudur:

YENİ GÜÇ D

ENG

ELERİNE G

İDERK

EN: D

ÜN

YA VE TÜ

RKİYE

<NYEN

İ GÜÇ DEN

GELERİN

E GİD

ERKEN

: DÜ

NYA

VE TÜRK

İYE

Düzen bu savaşı oldukça yıpranmış güçlerle sürdürüyor. AKP-MHP bu savaşın siyasal kurmaylığına soyundular ancak altlarında o kadar batak bir zemin var ki bu Saray darbesiyle önceki darbelerden alınan sonuçları almaları imkansız görü­nüyor. Ordu Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı saldırılarda bir uygulama gücü ola­rak yer alıyor. Ancak konu bölgede savaş oyunlarına kadar giderse iktidarla bir gerilim yaşanabilir.

Öte yandan zaman uzadıkça ekonomik çöküntü de güçlü olasılık haline geli­yor. Duvara yaklaşılıyor.

Seçim sonrası savaşa evrilen günlerde CHP bilinçli olarak sessiz kalmayı tercih etmiştir. Terörle aynı karede görünmemek gibi bir korkuyla Saray'ın taktiklerine müdahalede bulunmayarak onun manevra alanını genişletmiştir.

Kürt Özgürlük Hareketi ve devrimci demokrat güçler önceki darbe zaman­larındaki gibi yorgun ve yıpranmış değillerdir. Kimi taktik hatalar ve onların ya­rattığı sıkıntılar dışında yıpranmış düzen güçlerinin saldırılarını karşılayabilecek güçtedirler.

Seçimden hemen sonra ittifak güçlerinde bir dağınıklık ortaya çıkmıştır. HDP ve Kandil'den yapılan açıklamalar birbiriyle çelişmiştir. Yersiz bir parlamentarizm korkusuyla yapılan eleştiriler gelişmelere güç katmamıştır.

Kürt Özgürlük Hareketi seçim sonrası süreci olduğundan yukarı seviyede gö­rüp Batı'da meclis ve daha üst seviyeli taktiklere yönelmiştir. Sağlam değerlen­dirmelere oturmayan bu yönelişler ittifak güçleri arasında sıkıntılar yaratmıştır.

Özerk yönetim ilanları ile yükselen savaş, barış ve demokrasi mücadelesinin alanını daraltmaktadır. Devletin yoğun saldırılarına karşı sessiz kalmak düşünü­lemezdi. Fakat aynı zamanda yoğun çatışmalar, barış ve demokrasi mücadelesini basınç altına almaktadır.

Yaşananlar basit bir erken seçim taktiğinin ötesine geçmiş, adım adım yakla­şan faşizme karşı demokrasi mücadelesi niteliğini kazanmıştır.

1 Kasım Seçimleri ve Sonrası7 Haziran-1 Kasım arası kısa zaman aralığı düzenin özgürlük ve demokrasi

güçlerinin kazandığı mevzileri geriletme savaşı olarak yaşandı. AKP, özellikle Sa­ray masayı devirdikten sonra bu süreçte her türlü saldırı ve provakasyonu geliş­tirdi. En son Ankara katliamı saldırıların zirvesi oldu.

1 Kasım seçimleri her şey bir yana daha önceleri askeri darbelerle yapılanların bu kez bir sivil darbe ile yapılması anlamında özel bir yere sahiptir.

Seçimin tekrarından Saray amaçladığını elde etmiştir. Ancak ne pahasına? Saray'ın sözde "zaferi" cumhuriyetin krizinin aşılması sonucunu yaratacak mıdır? AKP oylarını bu kısa sürede 9 puan arttırmıştır. Bunun çok önemli bir bölümü MHP'den gelen oylardır. Diğer küçük sağ partilerin de oyları eriyip hemen hep­si AKP'ye akmıştır. 7 Haziran seçimlerine katılmayan bir "küskünler" kitlesinin de bu seçimlerde AKP lehinde sandığa gittiğ i anlaşılıyor. Bu oy artışında bir diğer önemli kaynak HDP'den bir iki puanlık oyun AKP'ye kaymasıdır.

Yürüttüğü savaş politikasıyla AKP hedeflerinin önemli bir bölümüne ulaşmış­

tır. Artık yeniden tek başına iktidardır. Aslında bu durum dolaylı bir AKP-MHP ko­alisyonudur. Çünkü çözüm sürecinin bitirilmesi ve savaş çığlıkları atarak erken se­çime giren MHP kendi kazdığı kuyuya düşmüştür. Vekillerinin yarısını kaybeden MHP böylece AKP'ye tek başına iktidarın yolunu kendi eliyle açmıştır.

Ancak 1 Kasım seçimlerinin düzen ve AKP açısından diğer amacı, HDP'nin ba­raj altında bırakılma hedefi gerçekleşmemiştir. Sınırda da olsa HDP barajı yeni­den aşmıştır. Bunu savaş ortamında ve tüm medya tarafından HDP'nin şeytanlaş- tırıldığı koşullarda yapılan bir seçimde başarı olarak görmek mümkündür. Ancak milyona yakın oyun beş ayda yeniden AKP'ye geri dönmesinin nedenleri önem­lidir. Buradan halkların ittifak partisi HDP doğru dersler çıkartmak göreviyle yüz yüzedir.

Elbette bu seçim deneyini değerlendirirken konuya sadece HDP açısından bakılamaz. Kürt Özgürlük Hareketi'nin çeşitli bileşenlerinin davranışları irde­lenmelidir. Bu açıdan baktığımızda seçimde yenilgiye uğrayan aslında HDP'den çok Kandil'dir. Kandil, 7 Haziran seçimleri sonrası politik ortamı yanlış okumuş­tur. "Devrim durumuna" yakın siyasal tespit yapan ve özerklik ilanları gibi, buna uygun taktikleri hayata geçiren Kandil, bu davranışıyla "masayı deviren" Saray'ın taktik olarak işini kolaylaştırmıştır. Saray'ın savaş ilanına cevap vermek ile siyasal ortamı hatalı okumak ayrı şeylerdir. Yanlış okuma HDP'nin demokrasi mücadele­sindeki politik alanını daraltmıştır. Seçim sonuçlarından epeyce "emanet oy"un olduğu da ortaya çıkmıştır.

HDP'nin kaybettiği bir milyona yakın oyu sadece seçim sürecindeki şiddetle açıklamak hata olur. Yanlış siyasal değerlendirmelerin bedeli ödenmiştir.

1 Kasım seçim sonuçları sonrasında "Türkiyelileşme stratejisinin" ne durumda olduğu kaçınılmaz olarak akla geliyor. Savaş gibi seçim sürecinde hiç şüphesiz ki, HDP bu stratejisini 7 Haziran'daki gibi güçlü bir şekilde gündemleştiremezdi. Bu noktada bütün şeytanlaştırmalara rağmen alınan seçim sonuçlarının büyük öne­mi ortaya çıkmaktadır. HDP hala barajın üzerindedir ve 5 milyonun üzerinde bir desteğe sahiptir. 7 Haziran öncesi HDP'yi desteklemek ile 1 Kasım seçimlerine gi­derken desteklemek arasında "dağlar kadar" fark vardır. İlkinde, AKP ve Erdoğan'a karşı tepkinin örgütlendiği daha düşük bir siyasal seviye söz konusu iken; 1 Ka­sım seçimlerine giderken çok daha cesaretli bir siyasal tercih gerektiren ve hatta Kürt Özgürlük Hareketi'nin mücadelesinin desteklenmesi gibi siyasal zemini yük­sek olan bir destek söz konusudur. Ve bu destekle seçim barajı aşılmıştır. Aslında konu basit bir seçim barajı değil savaş ve provakasyonlarla örülmeye çalışılan bir korku duvarının aşılmasıdır. HDP bunu başarmıştır. Bu zaferin önemi büyüktür.

Sonuç olarak, HDP'nin "Türkiyelileşme stratejisi" bazı darbeler alsa da hala ayaktadır. Yeni koşullarda sürdürülmesi çok daha fazla çaba ve siyasal ustalık ge­rektiriyor.

1 Kasım seçimleri sonrasında sorulması gereken bir diğer önemli soru; sonuç­ların cumhuriyetin yaşadığı siyasal bunalımın aşılmasını getirip getirmeyeceği­dir. AKP yeniden tek başına iktidar olmuştur. Fakat bu Saray'ın ikide bir vurguladı­ğı "istikrarı" getirmeyecektir. Yeni AKP iktidarıyla Türkiye faşizme doğru güçlü bir

co

YENİ GÜÇ D

ENG

ELERİNE G

İDERK

EN: D

ÜN

YA VE TÜ

RKİYE

YENİ GÜÇ D

ENG

ELERİNE G

İDERK

EN: D

ÜN

YA VE TÜ

RKİYE

adım atmıştır. Seçimler öncesi Türkiye bir kavşakta duruyordu; şimdi kavşaktan faşizme doğru sapmıştır. Yeni iktidarın yürüyeceği yol budur. Oysa Türkiye artık ne Kemalizm'in ne de Siyasal İslam'ın toplumsal deli gömleklerine sığmayacak kadar bir birikim içindedir.

Genel olarak demokrasi ve onun çok özel ve önemli parçası Kürt sorunu or­tada durmaktadır. Üstelik çok daha karmaşık hale gelmiştir; hem ülke iç siyasal dengeleri açısından; hem de bölgesel güç dengeleri açısından Kürt sorunu artık "Dolmabahçe mutabakatı günlerinde değildir".

AKP problemleri büyütme pahasına iktidar olmuştur. Bugünün Türkiye'sin­de tek sorunun tek parti iktidarıyla sağlanacak bir istikrar olduğuna inanmak son dört beş yıldır yaşananları hiç anlamamak olur. Seçimler faşizm yolunda bir adımdır. Faşizmin hiç bir sorunu çözme yeteneğinin olmadığı, ancak yok etmek "gömmek" istediği tarihi deneylerle sabittir. Cumhuriyetin önünde şimdi böyle bir yol duruyor.

İttifakın DurumuHalkların ittifakı 1 Kasım seçimlerinde bir darbe aldı. Ancak ayakta kalmayı

başardı. Yeni dönemde güçlenen faşizme karşı mücadele gündemin ilk sırasında olacaktır. Bu nedenle ittifak zeminini büyütmek önemli bir görev olarak önümüz­de duruyor.

İttifak hem Kürt coğrafyasında hem Batı'da destek kaybına uğradı. Bu kaybın geriye kazanılması için HDP yeni taktikler geliştirmelidir. Bunun için iki ana ek­sende çok ustaca politika üretmek gerekiyor.

Birisi çözüm sürecidir. İktidarın soruna nasıl yaklaşacağı henüz belli olmasa da konu çok yakın zamanda gündeme gelecektir. İktidar ancak yeni oyalama taktik­leri geliştirebilir. Bunları deşifre eden, sorunu oyalamadan öteye gerçek zeminine çeken politikalar izlenmelidir.

Diğer eksen Türkiyelileşme stratejisi yolunda faşizme karşı demokrasi müca­delesini, ekonomik sorunları da kucaklayan bir siyasal mücadeleye yükseltmek gerekiyor.

AKP'nin gerilemesini beklerken yeniden bir yükselişe girmesi siyasal tabloyu değiştirdi ve kafaları karıştırdı. Kendileri bile böyle bir zafer beklemiyordu. Siya­sal İslam'ın kendi büyük yıkılışını engellemek için bütün gücüyle yüklendiği bir seçim yaşandı. Fakat AKP'nin artık tek başına iktidar olup günahlarını örtmekten öteye bir misyonu yoktur. Bu zirve belki de ardından gelecek düşüşün şiddetini arttırmak gibi bir rol oynayacaktır.

BİTMEYEN MASAL: DEMOKRASİ

M ehmet YILMAZER

Sosyalist sistemin çökmesinden sonra "demokrasi" insanlığın varabileceği tek siyasal hedef haline geldi, Berlin Duvarı yıkılınca "Tarihin Sonu"nun geldiğini sa­nan Fukuyama, insanlık için varılacak hedef olarak "liberal demokrasi"yi göster­mişti, Ancak bu öngörü çok kısa sürede boşa düştü, "Tarihin sonu" gelmek şöyle dursun duvarın yıkılışından sonra tarih yeniden yazılmaya başlandı, Koşullar "So­ğuk Savaş" yıllarına göre çok değişmişti fakat dünyanın girdiği süreç biraz tarih bilincine sahip olanlar için hiç de biricik değildi, Tersine günler aktıkça Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllara benzerlikler artmaya başladı,

Batı dünyası 15, yüzyılda sömürgeciliği başlatırken barbar halklara "uygarlık" götürmekle övündü, Dünyanın ilk büyük, toptan soygunu Kılıç ve Kitap eşliğinde başladı, Bu soygun ve talan hızlanarak devam etti, sonunda Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'na gelip dayandı, Berlin Duvarı yıkılır yıkılmaz tarih adeta tekrar etmeye başladı, Küreselleşme adı altında yeni paylaşım savaşları dönemi açılı­yordu, Bu savaşların yoğunlaştığı bölge Ortadoğu oldu, O günlerdeki ünvanıyla "süper güç" Amerika bölgeyi işgale hazırlanırken elinde "demokrasi" bayrağını sallamaktaydı, Saddam'ın heykelleri yıkıldı, ama ne Irak'a ne de bölgede başka bir ülkeye "demokrasi" bir türlü gelemedi,

Günümüzde "demokrasi" şekillenmekte olan birbirine zıt iki dünyanın ortak parolası olmakla ayrıcalık ve önem taşıyor, Emperyalizm, Irak'ı işgal ederken de veya "portakal devrimleriyle" Doğu Avrupa'yı paylaşırken de hep "demokrasi" bayrağını salladı, En son olarak Libya paramparça edilirken, Suriye yıkılırken, öte yandan Ukrayna paylaşılırken batı dünyasının dilinden demokrasi lafı hiç düş­medi,

Oysa dünyada çok başka nitelikte gelişmeler de yaşanıyor, Latin Amerika'da özellikle Venezüella, Bolivya ve Ekvador'da seçim yolundan değişik siyasal güç­ler iktidara geldi ve 21, yüzyıl sosyalizmini inşa etme yoluna çıktılar, "Temsili demokrasi"yi yetersiz bularak "katılımcı demokrasi" yaratmak için yoğun mü­cadele içindeler, Öte yandan, büyük ekonomik krizle birlikte Batı Avrupa ve Amerika'da da halklar sokağa taştı, İspanyol "Öfkeliler"i "gerçek demokrasi he­men şimdi!" parolasıyla Madrid'i işgal ettiler, Demek ki demokrasinin beşiği oldu­ğu söylenen Batı ülkelerinde de bu konuda sorun vardı,

Herkesin diline düşen demokrasi konusunu yeniden ele almak boşuna olmaz,

LOBİTM

EYEN M

ASAL: DEM

OKRA

ON

BİTMEYEN

MASAL: D

EMO

KRASİ

Demokrasinin Kapitalizmle İlişkisiBugünün dünyasından bakınca kapitalizm ve demokrasinin "doğal" bir ilişkisi ol­

duğu kanısı çok yaygındır, Kapitalist merkezlerde işler hala oldukça yolunda gittiği için vitrinler göz alıcı tüketim malları ile dolu ve en yüksek perdeden demokrasi nu­tukları atılmaya devam ediliyor, Dünyanın bu cennet bölgelerinin biraz dışına çıkıl­dığında cehennemin yakıcı sıcağı insanı kavursa da, neredeyse insanlığın tümü bir gün Batı cennetine benzemek umuduyla yaşıyor, Bir gün ulaşılacak hedef olarak Batı demokrasileri yükseklerde ışıldamaya devam ederken, aynı zamanda dünyanın ce­henneminden yükselen alevler bu ışıldayan demokrasileri ciddi olarak tehdit ediyor,

Demokrasi, yaşam koşulları ve zenginlik açısından herkesi imrendiren Batı ülke­lerindeki gelişmelerin temelini oluşturuyorsa, neden dünyanın cehennem bölgele­rinden demokrasi düşmanı tepkiler yükseliyor? Bu noktada demokrasi ve kapitalizm ilişkisine bir kez daha bakmak gerekiyor,

Ne ünlü burjuva devrimleri, ne de kapitalizm kendiliğinden "demokrat" değildir, Burjuvazinin ekonomik çıkarları derebeylikten kurtulmayı ve pazarda özgür işgücü bulmayı gerektirir, Fakat siyasal olarak bir küçük azınlık olan burjuvazi iktidarda du­rabilmek için genel, tüm toplumu kapsayan özgürlüklere karşı hep ihtiyatlı olmuş­tur, Bunu en iyi genel oy hakkının kazanılması mücadelesi anlatır, 1830'lar Fransa'sı­nın nüfusu 30 milyon olmasına rağmen, sadece mülk sahibi 200 bin kişi seçme ve seçilme hakkına sahipti,

"Kanadalı siyasal bilimci Francis Dupuis-Deri, Birleşik Devletler, Fransa ve Kanada'da önemli siyasal figürler tarafından on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda "demokrasi" kelimesinin kullanımının dikkatli bir haritasını çıkartmıştır... 1770 ve 1800 arasında ilk kez kelime güncellik kazandığında, hemen hemen tamamıyle aşağılayıcı ve küfür terimi olarak kullanıldı. Fransız devrimcileri Amerikalılar kadar "demokrasi"yi küçümsüyordu- lar."

"Birleşik Devletler ve Fransa'daki politikacılar 1830 ve 1850 arasında kendilerini de­mokrat olarak nitelemeye başladılar." (1)

Kapitalizmin tarihindeki en ünlü burjuva devrimlerinin liderleri için "demokrasi" aşağılayıcı bir terimden öteye anlam taşımamıştır, Devrimler sonrası eski düzen ka­lıntıları ile mücadele derinleştikçe "demokrasi" kelimesi anlam değiştirmeye başla­mıştır,

Kapitalizmin kurucularında ciddi olarak "çoğunluk" korkusu olmuştur, "Onlar, ser­vet farklarından dolayı derin bir şekilde bölünmüş yetişkin beyaz erkekler arasında çoğunluğa dayalı doğrudan demokrasi sistemi kurulduğunda bunun kargaşaya, istikrarsızlığa ve kaçınılmaz bir şekilde kanlı sonuçlara, tiranların ve demagogların yükselişine yol açacağını tartıştılar,

"Öte yandan onların ileri sürdüğü diğer bir tez, ancak mal edinmiş bir adamın oy kullanmasına ve yönetimde görev almasına izin verilebilir, çünkü ancak onlar bağımsız ve kendi çıkarlarından öteye, ortak çıkarlar konusunda düşünebilir." (2)

Atina demokrasisinin 6, yüzyılda tiranlığa dönüşmesini hatırlayan Amerikalı li­derler "demokrasinin genişlemesinin" demagoglara ve tiranlara yol açtığına güçlü bir şekilde inanmışlardı,

Kapitalizmin ve burjuva devrimlerinin kolaylıkla, adeta kendiliğinden demok­rasiye doğru ilerlediğini düşünmek büyük bir hata olur, Demokrasiye giden süreç yoğun mücadelelerle yüklüdür, Burjuvazi feodal egemenliğe ve onun imtiyazla­rına karşı mücadele ederken "eşitlik, kardeşlik, adalet" sloganlarını atmış olsa da, esas olarak bu talepleri kendi sınıfıyla sınırlıyordu, Ancak devrimler ve restoras­yonlarla geçen uzun mücadele yıllarında ister istemez köylüler ve işçiler de bi­linçlendiler, Bunun sonucu olarak, örneğin İngiltere'de genel oy hakkını burjuvazi değil, işçi kökenli Chartist Hareket 1830'larda parola haline getirmiştir,

Fransa'da kadınlar hariç genel oy hakkı ancak devrimden 60 yıl sonra 1851'de tanınmıştır, Kadınlara oy hakkının tanınması 1946 yılını bulmuştur, Fransa'da 1820'lerde "çift oy hakkı" diye bir kanun bile çıkartılmıştır, Aile reisi olan ve serveti fazla olanlara iki oy hakkı tanınmıştır, İngiltere'de kadınları da kapsayan genel oy hakkı 1928'de kabul edilmiştir,

Burjuva demokrasilerinin bugün temellerinden birisini oluşturan genel oy hakkı burjuva devrimlerinden en erken yarım yüzyıl sonra kabul edilmiştir, Bur­juvazi yıllar süren sınıflar savaşı sonrası düzenini sağlamlaştırdığına inandığında "çoğunluk" korkusundan kısmen kurtulabilmiştir,

Kapitalizmin tarihinden ilk çıkartılması gereken önemli ders şudur: Burjuva devrimleri, kapitalizm ve demokrasi arasındaki bağlar "doğal" ve ayrılmaz değil, tam tersine oldukça zayıf ve çeşitli koşullara bağlıdır,

Buradan ikinci önemli derse geçilebilir, Burjuva demokrasileri bir kez kurulun­ca artık geri dönülmez bir ileriye gidişin başladığını sanmak yine büyük bir yanıl­gıdır, Bu yanılgıyı insanlık kapitalist anayurtlarda 20, yüzyılın ilk çeyreğinde başla­yan ve 1945'lere kadar devam eden faşizm yıllarında yaşamıştır, Faşizm, kapitalist demokrasilerin içinden doğmuş; Almanya ve İtalya'da seçimle iktidara gelmiş, sonra demokrasinin kurumlarını imha edip kendisi kurumlaşmıştır,

Bu dönemin koşullarına baktığımızda olanları açıklamakta üç neden öne çı­kıyor, İlki, kapitalizmin yapısında yaşanan önemli değişimdir, 19, yüzyılın ilk yarı­sında kapitalizm serbest rekabetçi günlerinden tekelci dönemine geçiyordu, Bu yüzyılın ikinci yarısı sömürge paylaşım savaşları ile doludur, 20, yüzyılın ilk on yılı içinde bu paylamış savaşları hızlanmış ve "Birinci Dünya Savaşı" boyutuna çıkmış­tır, Kapitalizmin tekelci ve sömürgeci karakteri onun içinde gelişmekte olan de­mokrasi filizlerinin yolunu kesmiştir, İkincisi, sistemin yıkılma korkusu somut hale gelince kapitalizm savunma mekanizması olarak faşizmi yaratmıştır, Rusya'da ger­çekleşen 1917 Ekim Devrimi ile kapitalizmin yıkılma korkusu somutluk kazanmış­tır, Kapitalizm köylülüğü özgürleştirmiş, kentlere taşımış, ancak bu özgürlüğün bedeli cehennem gibi fabrika koşullarında sömürülmek olmuştur, Sınıflar savaşı yükseldikçe işçi sınıfının iktidar olma olasılığı güç kazanmış, Rusya'da ise gerçeklik haline gelmiştir, Kapitalizm, sosyalizm "tehdidini" demokrasiyi genişleterek de­ğil, onu yok ederek aşma yolunu seçmiştir, Üçüncü neden, "sosyalizm tehdidinin" Rusya ile sınırlı kalmayıp, o dönem dünyasında neredeyse tüm Avrupa'yı sarması­dır, Almanya, İtalya ve Avusturya-Macaristan'da iktidara ulaşamayan ayaklanma­lar yaşanmıştır, Başarısız sosyalist devrimlerin bedeli faşizm olmuştur,

^1

BİTMEYEN

MASAL: D

EMO

KRASİ

oo

BİTMEYEN

MASAL: D

EMO

KRASİ

Amerika ve Avrupa, İspanya'da faşist Franco'yu desteklemiştir, Ford, General Motors ve Firestone firmaları Franco'ya silah yardımı yapmıştır, Texaco Oil, hem Hitler hem de Franco'ya kredili petrol vermiştir, 1936'da Franco iç savaştan galip çıkınca 100 bin cumhuriyetçiyi yakmıştır, (3)

Unutulmaması gereken bir gerçek daha vardır, Batı'da faşizmin çökmesini sağlayan kendi demokrasilerinin iç güç kaynakları değil, İkinci Dünya Savaşı'nda Sovyetlerin faşizme karşı kazandığı zaferdir, Fakat bu zafer Avrupa'da iki ülkede, Portekiz ve İspanya'da faşizmin yıkılışına yetmemiştir, Salazar ve Franco faşizmi "demokrasinin beşiği" Avrupa'da uzun yıllar, 1970'li yılların ortasına kadar yaşa­maya devam etmiştir,

Tekelci kapitalizmin en temel siyasal açmazı çok küçük bir azınlığın egemen­liğinin, tüm toplumun çıkarına olduğu algısını sürekli olarak yeniden üretmek zorunda olmasıdır, Bu algıyı en başta kutsal özel mülkiyet hakkıyla yaratır, Eğitim, medya hep bu algıyı yeniden yeniden üretmek için planlanır,

Bu algı yaratma operasyonlarının tek başına finans kapitalin egemenlik sis­temini garanti altına alamayacağı biliniyor, Belli bir refah seviyesiyle herkesin tüketim cennetindeki yerini alabileceği koşullar da çeşitli yollarla maddi olarak sağlanmalıdır, Hiç bir egemenlik sistemi sadece algı operasyonları üzerine kuru­lamaz, Batı'da 1950'ler sonrası şekillenen refah devletleri demokrasi için maddi bir zemin, başka türlü söylenirse demokrasinin ödenmesi gereken faturası oldu­lar,

20, yüzyılın ikinci yarısı "Soğuk Savaş" yılları olarak anıldı, Sosyalist sistemin varlığı kapitalizm için daima bir tehdit olarak kabul edildi, Bu yıllarda kapitalist dünya siyasal olarak çelişkili bir görüntü verdi, Kapitalist anayurtlarda refah dev­letleri ve demokrasi; ancak yeni sömürgecilik sistemiyle kendine bağladığı üçün­cü dünya ülkelerinde ikide bir gündeme gelen askeri darbelerle desteklenen faşizm, kapitalizmin hep taşıdığı iki yüzü oldu, "Soğuk Savaş" yıllarında Türkiye dahil pek çok Afrika ve Latin Amerika ülkesinde faşist yönetimler hiç eksik ol­madı, Böylece kapitalizm, anayurtlarda insanların imrendiği demokrasi ile yaşar­ken, üçüncü dünya ülkelerinde faşizmle ilişkisini hiç koparmadı, Çoğunu askeri darbelerle doğrudan kendisi örgütledi, Sosyalizme doğru herhangi bir yönelişin bedeli üçüncü dünyada daima faşizm oldu, Aslında Batı Avrupa'da 20, yüzyılın ilk yarısında yaşanan Hitler'in adıyla anılan faşizm, bir alın yazısı gibi 20, yüzyılın son elli yılında üçüncü dünyada ülkeden ülkeye gezindi durdu, Şili diktatörü Pinoc­het bu yılların sembol ismi oldu,

Bu tablodan günümüze baktığımızda artık "sosyalizm tehdidi kalmadığına göre faşizm olasılığı da bununla birlikte ortadan kalkmış mıdır?" sorusu doğal olarak akla gelebilir, Faşizmin temel kaynağının tekelci finans kapital olduğu ha­tırlanırsa böyle bir sorunun eksik olduğu anlaşılır,

"Kısacası sorun, biçimsel demokrasinin kurumsal sisteminin -tam da bir demok­rasi olduğu için- aynı demokratik sistem içerisinde antidemokratik kurumların orta­ya çıkmasına ve büyümesine imkan vermesindedir. Antidemokratik partileri kastet­miyorum, çünkü onlar kendiliklerinden demokrasiyi tehlikeye düşüremezler...

"Demokrasinin hayatını sürdürmesini tehlikeye düşüren veya kuşkulu hale geti­ren, "iç" veya "dış" amaçlara hizmet eden, böyle üç kurum vardır: Çokuluslu şirketler, askeri kurumlar ve gizli polis örgütleri." (4)

Günümüzdeki duruma, yani neoliberalizm ve demokrasi konusuna daha son­ra geleceğiz. Bundan önce tekelci finans kapital egemenliğindeki kapitalizmle demokrasinin genel ilişkisini aydınlatmak gerekiyor. Bu açıdan kapitalizmin baş­lıca üç dönem yaşadığı söylenebilir. İlki, 19. yüzyılın sonlarında sömürge savaş­larıyla başlayan ve iki emperyalist paylaşım savaşıyla kapanan dönem; ikincisi, kapitalizmin refah devleti günleridir; üçüncüsü, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra neoliberalizm ve küreselleşme günlerinde demokrasidir.

İlk dönemi, sınıflar mücadelesi ve devrim tehditleriyle yaşayan kapitalizm, bu­radan çok önemli dersler çıkartmıştır. Tekelci kapitalizm kendini inşa eder etmez dünyada sömürge savaşları dönemi başlamıştır.

"Son on beş-yirmi yıl içinde, özellikle Ispanyol-Amerikan (1898) ve Ingiliz-Bo- er (1899-1902) savaşlarından bu yana, eski ve yeni dünyanın ekonomik yazınında olduğu gibi, siyasal yazınında da yaşadığımız çağın temel özelliğini belirtmek için, 'emperyalizm' terimi, giderek daha çok kullanılmaktadır." (5) Lenin 1916 yılında böy­le yazıyordu.

Kapitalizmin tekelci yapıya dönüşmesi 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşir. Bu dönüşümle zamandaş olarak emperyalist dönem de başlamıştır. Kapitalizmin 1873-93 ilk uzun büyük bunalımı aslında "serbest rekabetçi kapitalizmin son kri­zi" olmuştur. 1890'ların sonunda tekelci kapitalizm, emperyalist paylaşım savaş­larıyla bunalımdan çıkış yolları aramaya başlamıştır.

Bu dönem, kapitalizm öncesi ve onun ilk gelişim yıllarındaki kaba sömürgeci­lik ve ilkel sermaye birikim yıllarından farklıdır. O günler bir anlamda Latin Ame­rika halklarının zenginliklerinin katliamlarla birlikte yağma edilmesidir. Emperya­lizm dönemi ise tekelci finans kapitali varsayar. Bu paylaşımda meta ihracatının yanında sermaye ihracı da büyük önem kazanmıştır.

Bu emperyalist paylaşım dönemi yirmi yılı bulmadan Birinci Dünya Savaşı'na tırmanmıştır. Ardından devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları başlamış, kapita­lizm tekelci aşamaya girişinin üzerinden bir çeyrek yüzyıldan biraz fazla zaman geçtikten sonra yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir.

Tekelci mali oligarşinin demokrasiyle ilişkisinin çok sınırlı olacağı yeterince açıktır. Kapitalist anayurtların hemen hepsi 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında devrimlere gebe yüksek boyutlu sınıflar savaşı ile karşı karşıyaydılar. Aslında emperyalist savaşlar bir yanıyla yaklaşan iç savaşların dışarıya taşınma- sıydı. Tekelci finans kapital egemenliği ve yükselen sınıflar savaşı denkleminden, Rusya hariç, hemen bütün kapitalist merkezlerde faşizm çıkmıştır. İnsanlık, bur­juva devrimleriyle Tanrı'yı da tahtından indirdikten sonra, "bilim in kılavuzluğun­da" tarihinin en büyük katliam ve vahşetine başlamıştır. Kapitalizm ve demokrasi ilişkisi 19. yüzyılın ikinci yarısındaki çok kısa balayı günlerden sonra karanlık fa­şizm yıllarına varmıştır.

VO

BİTMEYEN

MASAL: D

EMO

KRASİ

o<NBİTM

EYEN M

ASAL: DEM

OKRA

Faşizm kapitalist anayurtlarda proletarya devrimlerini engellemişti, ancak yarattığı vahşet ile "sürdürülebilir" bir toplumsal düzen olmadığını kısa sürede kanıtlamıştır. Elbette bu kanıtlanma kendiliğinden gerçekleşmemiş; Sovyetler Birliği yirm i milyon evladını bu savaşta kaybetme pahasına büyük kahramanlık­larla faşizmi ezmiştir.

Faşizmin yenilgisinden sonra kapitalizm ve demokrasi ilişkisinin tarihi, ikinci önemli dönemine girer. Bu dönem tekelci kapitalizmin Keynes politikalarıyla işçi sınıfıyla uzlaştığı -"büyük uzlaşma"- ünlü refah devletleri dönemidir. Bu yıllarda Batı ülkelerindeki işçi sınıfı, zamanla Sovyetler Birliği'ne düşman edilse de, hem ekonomik hem de siyasal olarak sosyalizmin varlığının keyfini epeyce sürmüştür. Faşizm yıkıldıktan sonra kurulan, dünyanın üçte birine egemen olan güçlü sos­yalist sistemin varlığı ve Batılı ülkelerde ve hemen tüm dünyada güçlü devrimci partilerin oluşması, kapitalist anayurtlarda benzeri daha önce görülmemiş, daha sonra da görülmeyen, bir "tarihsel uzlaşma" yaratmıştır. Günümüz dünyasında örnek gösterilen "batılı demokrasi" bu yıllarda şekillenip, yıldızı parlamıştır.

Demokrasinin görünen şirin yüzünden öteye bu yıllarda onun yapısına giren önemli kurumlar mutlaka vurgulanmalıdır. Bunlardan en önemlisi, Gladio adıyla anılan " derin devlet" örgütlenmesidir.

John Kane'nin "Sivil Toplum ve Devlet" derlemesinde Agnes Heller, "demok­rasinin hayatını sürdürmesini tehlikeye düşüren" "üç kurum"dan söz ediyor: "Çok uluslu şirketler, askeri kurumlar ve gizli polis örgütleri." "Çok uluslu şirketler" bu demokrasilerdeki mutlak egemen zümre ve diğer kurumlar da onların egemen­lik araçlarıdır. Düzenin egemen zümresi "çok uluslu şirketler" yazara göre aynı zamanda demokrasi için tehlikedir. Bu içinde yaşadığımız burjuva demokrasileri­nin unutulmaması gereken temel özelliğidir. Tekelci finans kapital ve demokrasi özde uyuşmayan niteliklere sahiptirler. Sözde genel oy hakkı, fakat her seferinde sandıktan finans kapitalin bir partisinin iktidara taşınması; yani her seferinde ge­niş kitlelerin bir avuç azınlığın egemenliğini onaylaması, bu oyunun adı demok­rasidir.

Pamuk ipliğine bağlıymış gibi görünen egemenlik sistemi atlattığı badireler­den sonra güçlü önlemler almıştır. Bu yolda en önemli kurum olarak "Gladio"dan söz etmiştik. Soğuk Savaş yıllarında NATO içindeki bütün ülkelerde sınıflar sava­şının yaratacağı olası tehditlere karşı, düzen, kendi hukukunun tamamen dışında gizli örgütlenmeler yaratmıştır. Kapitalist sistem yaşadığı deneylerden hareket­le, kendi egemen düzenini sadece "yasallıkla" sürdüremeyeceğini kavradığı için, "tehditleri" yasa dışı yollardan imha etmek amacıyla derin devletler yaratmıştır. 1950'ler sonrası refah devletleri, vitrinleriyle çok pırıltılı görünürken, derinlikle­rinde kurumsal olarak böyle gizli karanlık güçler örgütlediler. Bu kurumlar tekelci egemenlik sisteminin zorunlu araçları oldukları için vardırlar. Yoksa bir dönem politikacılar tarafından işlenmiş "hata" değildirler.

Tekelci finans kapital egemenliğinin yeraltı dehlizlerinde Gladio ve gizli polis örgütlenmeleri mevzilenmişken, onun aydınlık yüzünde gittikçe büyüyen med­ya ve eğitim kurumları toplumun her kılcal damarına sızan bir yapılanma yarat­

mıştır. Elbette bir burjuva demokrasinin işleyebilmesi için sözü edilen kurumlar yetmez. Faturası dünyanın herhangi bir köşesindeki yoksullara ödetilen bir orta sınıf da var olmalıdır. Refah devletleri yıllarında böyle bir orta sınıf kapitalist dü­zeni teminat altına alacak ölçüde yaygınlaşmıştır. Burjuvazi ve proletarya saflaş­masını varlığıyla birbirine bağlayan orta sınıf kapitalizm tarihinde ilk kez "refah devletleri" yıllarında bu ölçüde zenginleşmiş ve yaygınlaşmıştır. "Tüketim top lu­mu" ilk kez bu dönemde yaygınlık ve istikrar kazanmıştır.

Kapitalist düzenin öbür yüzü olan üçüncü dünya ülkeleri anayurtlardakinden çok farklı bir tablo sergiliyorlardı. Üçüncü dünya ülkeleri "Soğuk Savaş" yıllarında başlıca üç grupta kümelenmişlerdi: Sosyalist ya da sosyalizmin inşasına yöne­len ülkeler; emperyalizme karşı olup sosyalist sistemle mesafeli ilişki içinde olan Hindistan ve Mısır'ın başını çektiği "Bağlantısızlar Blok"u ve yeni sömürgeciliğin pençesinde inleyen üçüncü dünya ülkeleri. Sonuncuların Soğuk Savaş yıllarında­ki yaşamlarından Amerika destekli askeri darbeler eksik olmamıştır. Türkiye dahil pek çok Latin Amerika ve Orta Afrika ülkesi böyle darbelerle haşır neşir yaşamış­lardır. Kapitalist dünyanın merkezlerinde demokrasi ve zenginlik ışıltılı bir vitrin gibi bütün çekiciliğiyle var olurken; yeni sömürge üçüncü dünya ülkelerinde fa­şizm halkların ensesinde Demokles'in Kılıcı gibi sürekli sallanmıştır. Sadece sal­lanmakla kalmamış, sık sık katliamlar yaratmıştır.

En ünlüleri 1966 yılında Endonezya Komünist Partisi'nin bir milyon üyesinin bir kaç haftada katledilmesidir. Şili, Arjantin darbeleri on binlerce devrimciyi yok etmiştir. Demokrasi kapitalist anayurtlar içindi, üçüncü dünya bu demokratik re­fahın faturasını ödemekle yükümlüydü.

Sonuç olarak, kapitalizm demokrasi ilişkisinin ikinci döneminde Batı ülkeleri göz alıcı demokrasi örnekleri verirken, kapitalizmin cehennem yüzü olan pek çok üçüncü dünya ülkesi uzun yıllar faşizmle yaşamışlardır. Gladio'ların pervasızca ci­rit attığı bu ülkelerde demokrasi adeta bir fanteziydi. Sınıflar mücadelesinin her yükselişinde katliamlar yaşanıyordu. Kapitalizmle demokrasinin ilişkisinin ne ka­dar kırılgan olduğunun kanıtı bu dönemde üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan askeri darbelerdir. Askeri darbelere gerekçenin genellikle "komünizm tehdidi" olması gerçekliği değiştirmiyordu.

Demokrasi ModelleriTekelci kapitalizmin demokrasi ile ilişkisinin günümüzdeki durumuna geçme­

den, kapitalizmin demokrasiyle arasının iyi olduğu tarihsel dönemlerde ortaya çıkan modellere değinmek gerekiyor. Bu dönemin kapitalist merkezlerde İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllar olduğunu söylemiştik.

Bu yıllara iki büyük tarihsel gelişimin içinden geçilerek gelinmiştir. Uzun fa­şizm yılları ve sosyalizmin ütopya olmaktan çıkıp yeryüzüne inmesidir. Klasik adlandırılmasıyla "Batı demokrasileri" bu dönemin ürünüdür. Hiç şüphesiz her birinin ardında kendi ülke orijinalliğinin izleri vardır, ancak 50'ler sonrası aynı zamanda burjuva demokrasilerinin bir standarda ulaştığı ve dünya için model gösterildiği yıllardır. Burjuva devrimlerinden hemen sonra yaşanan burjuvazi ve

<NBİTM

EYEN M

ASAL: DEM

OKRA

<N<NBİTM

EYEN M

ASAL: DEM

OKRA

toprak sahiplerinin egemenlik kavgası, bunun arasına büyük dalgalar halinde işçi sınıfı ayaklanmalarının girdiği dönem artık bir sonuca ulaşmıştır. Kapitalist merkezlerde tekelci finans kapital egemenliği kurulmuş ve işçi sınıf ile "büyük" ve "tarihsel uzlaşma" inşa edilmiş; Burjuva demokrasileri artık "istikrarlı" hale gel­miştir. Sermayenin "güven" ve "istikrar" istediğine dair ortalıkta yıllardır dolaşan bir söylenti vardır. Sanki son üç yüz yılda bütün savaşları kendisi çıkartmamış gibi! Büyük savaşlardan devrimler çıka geldiği için kapitalizm "istikrarsızlıktan" bu anlamda korkmaya başlamıştır.

Sorun sermaye egemenliğinin korunmasındadır; "istikrar" bu yönde bir rol oy- nuyorsa anlamlıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda kapitalizm açısından so­run büyük ölçüde değişmişti. Kapitalist merkezlerde egemen zümre, çok küçük bir azınlık olan finans kapitalken, bunu bütün vatandaşların egemenliği olarak göstermek, sosyalist sistemin de olduğu bir dünyada yepyeni araç ve uygulama­lar gerektiriyordu. Genel oy hakkı bunların içinde en önemlisi, ancak en basitiydi. Sadece bu aracın egemenliğin devamını teminat altına almayacağı gibi, serbest rekabetçi kapitalizm günlerindeki liberal burjuva korkuların yeniden hortlaması için çok uygun koşullar vardı.

Tekelci finans kapital egemenliğinin garanti altına alınması ve bunun için geniş kitlelerde bir onay-rıza yaratılması "Batı demokrasileri"nin 1950'ler sonrası temel sorunuydu. Devletin zoru ile, yani ordu, güvenlik ve Gladio güçleriyle ege­menliğin teminat altına alınması dışında araçlar gerekiyordu. Bunlar iki ana bölü­me ayrılabilir. Demokrasi ve yönetim biçimleri; bunların yanında rıza yaratımında büyük öneme sahip eğitim, medya, tüketim imkanları inşa edilmeliydi. Konumuz açısından eğitim, medya ve tüketim kültürü gibi rıza yaratma araçlarını irdele­meyeceğiz. Demokrasi ve yönetim biçimlerini, siyasal egemenliğin kurulma ve sürdürülme yollarını gözden geçireceğiz.

Burjuva demokrasisi seçme ve seçilme hakkı, özgür seçimler, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi temel konuları kapsar. Ve onun en büyük illüzyonu mülkiyet hakkı ve "kanun önünde eşitliktir!" Devlet zoru, rıza yaratma ve sürdürme araç­ları, mülkiyet ve eşitlik illüzyonları siyasal sistemi çevreleyen bir fanustur. Siyasal sistem bu fanus içinde devinir durur.

Buradan demokrasi biçimlerine gelelim. Bu konuda her ülkenin kendine özgü yanları vardır. Bu özgünlük tarihlerinden ve özellikle sınıflar mücadelesi yılların­dan gelir. Örneğin; demokrasinin beşiği olarak görülen İngiltere'deki demokrasi modelinin ardında 1200'lü yıllarda ilan edilen Magna Carta, 1400'lü yılların ikinci yarısını kapsayan Güller Savaşı ve 1650'de patlak veren burjuva devrimi, ayrıca 1850'lerde yükselen Chartist işçi hareketi vardır.

Özgürlük Heykeli'yle ünlü Amerikan demokrasisinin ardında ise 1750'lerdi Bağımsızlık Savaşı, 1860'lardaki Güney-Kuzey Savaşı, göç ülkesi olduğu için ta­rihinin çok genç ve aristokrat sınıflarının olmayışı vardır. Fakat bu iki ünlü de­mokrasinin aynı zamanda dünyanın en büyük emperyalist ülkeleri olduğu da hiç akıldan çıkartılmamalıdır.

Bütün kapitalist merkezleri kapsayan soyut bir demokrasi modeli yoktur. De­mokrasi tarihinin gelişimi içinde, biraz da zorlamayla, iki demokrasi modelinden söz edilebilir. Birisi, İngiltere'nin temsil ettiği "çoğunlukçu demokrasi" veya özgün adıyla "Westminster modeli demokrasi"dir. Diğeri "oydaşmacı-uzlaşmacı" veya "çoğulcu demokrasi" modelidir. Bunun da saf denebilecek örneği İsviçre'dir. (6)

Yazar "çoğunlukçu demokrasiler"e örnek olarak İngiltere, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, İsveç, Yunanistan, Portekiz gibi ülkeleri göstermektedir. "Çoğulcu demokrasiler"e örnek olarak ise İsviçre, Belçika, İspanya, Hindistan gibi ülkeleri göstermektedir. Bir de "melez" "yarı çoğulcu demokrasiler" olarak ABD, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Avusturya gibi ülkeleri saymaktadır. (a.y s .83)

"Çoğunlukçu demokrasiler"in bir kaç temel özelliği vardır. Siyasal irade ve yönetim çoğunluk tarafından belirlenir. Güçlü bir yürütme ve hükümet vardır. Genellikle hükümet iki parti arasında el değiştirir. İngiltere örneğinde ise, yazılı bir anayasa olmadığı için çoğunluğun aldığı kararların bir denetleyicisi ve sını­rı yoktur. Parlamento çoğunluğunun aldığı karar tartışılmazdır ve itiraz edilecek başka bir kurum yoktur. Yılların siyasal deneyleri ve gelenekleri İngiltere'de de­mokrasinin ikide bir yolundan çıkmasını engellemiştir. Bir denetleme kurumu olarak daha yakın zamanda, 2009 yılında, AB nedeniyle Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi kurulmuş, kanunları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne göre denet­leme yetkisiyle donatılmıştır.

Demokrasilerde iktidar sandıktan çıktığı için seçim sistemi düzenin en hassas noktasıdır. İngiltere örneğinde olduğu gibi genellikle "çoğunlukçu demokrasiler"de "dar bölge çoğunluk" sistemi vardır. Başka bir tanımlamayla "gayri-nispi seçim sistemleri"yle siyasal iktidarlar şekillenir. Bu seçim sisteminde büyük partiler avantajlıdır, küçüklerin temsil hakkı büyük ölçüde sınırlıdır. Örne­ğin; İşçi Partisi 2005 seçimlerinde %35 oyla, meclisteki 646 sandalyeden 355'ini almıştır. Ülkede oy oranı % 35 iken mecliste temsil oranı % 54 olmuştur. Seçim barajı olmamasına rağmen "dar bölge sistemi"yle küçük partiler siyasal arena dı­şına itilirler.

"Westminster modeli"nde siyasal iktidar o kadar güçlü bir hükümet elinde topla­nır ki, "eski bakanlardan Lord Hailsham (1978) İngiliz yönetim sistemini 'seçimli dik­tatörlük' olarak tanımlamaktadır" (a.y. s.29)

"Oydaşmacı veya çoğulcu demokrasiler"de kararlar basit çoğunlukla alın­maz genellikle uzlaşma yolları aranır. Yürütme gücü genellikle geniş koalisyon hükümetlerinden oluşur. Çok partili aktif bir siyasal sistem vardır. Seçim sistemi genellikle nispi temsil sistemine dayandığı için parlamentoda siyasal güçlerin temsili daha iyidir. Genellikle katı bir anayasal yapı vardır. Kararların denetimi bu mekanizmalarla yapılır. Bu demokrasi modeli İsviçre ve Belçika'da temsil edilir. Oydaşmacı model genellikle dil, etnik farklılıkların sürekli var olduğu ülkelerde bu varoluşların bir uzlaşmasını sağlamak için ortaya çıkmıştır.

Bu iki demokrasi modeli katı kalıplarla birbirinden ayrılmaz, arada pek çok "melez" modeller de vardır. Her ülkenin demokrasi modeli kendi tarihi ve sosyal yapısıyla belirlenir. Modeller toplumlara sonradan giydirilen elbiseler değildir.

co

<NBİTM

EYEN M

ASAL: DEM

OKRA

<NBİTM

EYEN M

ASAL: DEM

OKRA

Bu iki demokrasi modelinin detaylarına girmek çok anlamlı değildir. Fakat iki yönden karşılaştırma yapmak yararlı olabilir. Birisi, siyasal güçlerin sistem içinde temsil durumları; diğeri ise, yasama-yürütme ilişkisinde yürütmenin sistemdeki ağırlığıdır.

Arend Lijphart demokrasilerde temsil durumunu "seçimlerdeki ortalama orantısızlık derecesi" ile tanımlamaktadır. Buna göre "orantısızlık derecesi" arttık­ça seçimlerde temsil kötüleşmektedir:

Orantısızlık dereceleri Seçim sistemleriHollanda 1.21 nispi temsilİsviçre 2.55 nispi temsilAlmanya 2.67 nispi temsilBelçika 3.35 nispi temsilİtalya 3.61 nispi temsilJaponya 7.00 nispi çoğunluk-nispi temsilİspanya 7.28 nispi temsilYunanistan 7.88 nispi temsiİngiltere 11.70 nispi çoğunlukABD 14.28 nispi çoğunlukFransa 20.88 karma

(a.y. s.195)

Nispi temsil siyasal güçlerin parlamentodaki dağılımı için daha "orantılı" so­nuçlar yaratıyor. 1960 sonrası Türkiye'deki seçim sistemi de bu nitelikteydi. O nedenle cumhuriyet tarihinde ilk kez 1965 seçimlerinde TİP'li on beş vekil par­lamentoya girebildi. Düzenin tepkisi gecikmedi, seçim kanunu değiştirildi; 1969 seçimlerinde oy miktarında önemli bir değişim olmamasına rağmen TİP'in vekil sayısı ikiye indi.

Batı demokrasilerine baktığımızda genellikle burjuva devrimlerinin şöhre­tinden dolayı demokrasinin beşiği olarak görülen ülkelerde: İngiltere, Fransa ve Amerika'da temsilde orantısızlık, Hollanda ve İsviçre'ye göre çok büyüktür. Orta­lama olarak ele alırsak son üç ülkedeki orantısızlık ilk üçünden yedi kat fazladır. İngiltere, Amerika ve Fransa'da siyasal temsil diğerlerine göre oldukça kötüdür. Bu ülkelerde genellikle iki partili sistem ve tek parti iktidarı işler.

Diğer karşılaştırmaya gelirsek; yasama-yürütme ilişkisinde yürütmenin üstün­lüğü konusundaki sıralama şöyledir:

Yürütme üstünlük endeksi

Ortalamahükümet ömrü endeksi

İsviçreİtalyaBelçikaHollandaJaponyaAlmanyaABDYunanistanFransaİngiltereİspanya

1.001.492.572.913.373.804.00 4.458.00 8.12 8.26

12.511.492.572.913.373.807.054.453.228.128.26

(a.y. s.162)Burada bizde son yıllarda yapılan "başkanlık sistemi" tartışmasına da değin­

mek gerekiyor. Başkanlık sistemi tartışmaları bizde neredeyse sınırsız yürütme yetkisini elinde tutacak bir başkan olarak tasarlanıyor. İktidar partisinin bunun için denemediği yol kalmadı. Ancak dünya deneylerine bakınca başkanlık de­nince otomatik olarak yürütmenin artan üstünlüğü sonucu çıkmıyor. Tabloda parlamenter sistemle yönetilmelerine rağmen yürütme İngiltere ve İspanya'da diğerlerine göre daha güçlüdür. ABD yürütme gücü endeksinde Batı ülkeleri için­de orta seviyelerdedir. Fransa "yarı başkanlık" sistemine sahip olmasına rağmen ABD'den daha güçlü bir yürütme yapısına sahiptir.

Batı demokrasileri belli bir seviyeye ya da deyim uygunsa bir standarda 1950'li yıllar sonrası varabildiler. Dünyaya demokrasi modeli sunan bu ülkeler 1970'li yıl­lara kadar kendi ülkelerinde bile toplumsal dokularında var olan yoğun bir ze­hirle yaşadılar. Bu zehir ırkçılıktı. Avrupa kıtasında ırkçılıktan faşizm türedi. Batı demokrasileri yirm i yıldan fazla ırkçılık ve faşizmi yaşadıktan sonra, ancak 1949 yılında Birleşmiş Milletler tarafından İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ilan edildi.

Amerika'da köleci günlerden gelen siyah ırk düşmanlığı 1960'lı yıllara kadar bütün yoğunluğuyla devam etti. Aslında hala devam ediyor. Tüm dünyada dev­rimci dalganın yükseldiği günlerde Amerika'da Kara Panterler Hareketi doğdu. İki önemli lideri katledilmesine rağmen hareket büyük başarı kazandı. Bu zehirler belli ölçüde aktıktan sonra Batı demokrasilerinin belli bir seviye yakaladıkları söy­lenebilir. Merkezlerde demokrasi vitrini böylece biraz daha parlatılmış oluyordu.

Sosyalist sistemin varlığı İkinci Dünya savaşı sonrası kapitalizmin demokrasi sorununu iki yönden etkiledi. Kapitalist merkezlerde demokrasi belli bir nitelik kazandı. Bu demokrasilerde her kazanılan hakkın arkasında uzun mücadele yılla­rı olduğu hiç unutulmamalıdır. Sosyalizmin varlığı merkez ülkelerde hem yaşam seviyesi hem siyasal haklar açısından önemli bir basınç yarattı. Ancak "komünizm tehdidi" sol partiler üzerinde büyük baskılar kurulması sonucunu doğurdu; fakat öte yandan çalışanların yaşam koşullarının yükseltilmesini kaçınılmaz hale getir­di.

LO<NBİTM

EYEN M

ASAL: DEM

OKRA

<NBİTM

EYEN M

ASAL: DEM

OKRA

Bu durum resmin merkez ülkeler tarafıydı. Üçüncü dünya ülkelerinde ise sos­yalist sistemin varlığı emperyalizmi sık sık faşist askeri darbeleri uygulamaya itti.

Bu nedenle Batı demokrasileri veya genel olarak demokrasi konu olunca sü­rekli "çifte standart" kavramıyla birlikte anılır. Bu "çifte standart" hala artarak de­vam ediyor.

Küreselleşme günlerine gelmeden Batı demokrasi modelleri tartışmasını so­nuçlandıralım. Modeller ne olursa olsun temel konu egemenlik ve rıza yaratma mekanizmalarının yaratılmasıdır. Çoğunlukçu veya çoğulcu demokrasiler, baş­kanlık sistemi veya parlamenter sistem; öte yandan güçler ayrılığı ilkeleri belli farklılıklar taşımalarına rağmen sonuç olarak bir küçük azınlık olan finans kapital zümresinin egemenlik biçimlerini teminat altına alır. Hepsinin arkasında o ülke­deki toplumsal yapı ve sınıflar mücadelesi dersleri vardır.

Neoliberalizm ve Demokrasi İlişkisiKapitalizm ve demokrasi ilişkisi Katolik nikahı gibi olmadığı için oldukça de­

ğişkendir. 1970'li yılların ortalarından itibaren kapitalizm Keynesçi refah devlet­leri dönemini geride bırakarak yeni bir ekonomik, sosyal ve siyasal modele yöne­liyordu. Bunun Batı ülkelerindeki somut karşılığı başlıca iki yönden oldu. Yaşam seviyelerinin düşmesi ve örgütlenme haklarına yoğun saldırılar başladı. Bu ko­nuda liderliği İngiltere'de Thatcher ve Amerika'da Reagan yaptı. Neoliberalizmin üçüncü dünya ülkelerinde uygulanması ise genellikle askeri darbelerle mümkün oldu. Şili, Arjantin ve Türkiye en bilinen örneklerdir.

Neoliberalizmin tüm dünyaya yaygınlaşması ve uygulama derinliğinin artma­sı Berlin Duvarı'nın yıkılışından sonra gerçekleşti. Kapitalizmin ideologları "özgür dünyanın" zaferiyle coşup, liberal demokrasiyi "tarihin sonu" ilan ederken büyük yanılgılarını çok geçmeden anladılar. "Tarihin sonunu" yazan Fukuyama en son "Political Order ve Political Decay" kitabını yazmak zorunda kaldı. Doğru olan buydu, son yirmi yıldır yaşanan, liberal demokrasilerin yozlaşması ve çöküşüydü.

Demokrasi Berlin Duvarı'nın yıkılışından sonra hızla çekiciliğini kaybetti. Kü­reselleşmenin özelleştirmeler ve sıcak para ile yaygınlaştırdığı soygun derinleş­tikçe Batı demokrasilerinin 1950'li yıllar sonrası parlayan yıldızı hızla kararmaya başladı. Bu konuda parlayıp sönen alev gibi son göz kamaştırıcı dalga Doğu Av­rupa ülkelerindeki "portakal devrimleri"ydi. 90'lı yılların başlarında bu ülkeler bü­yülenmiş gibi Batı ülkelerinin parıltılı vitrinlerine koştular, kalın vitrin camlarına çarptıklarında büyük düş kırıklığı başladı.

Neoliberalizm ve demokrasi ilişkisinde en önemli nokta refah devletleri yılla­rında, sosyalist sistemin varoluşunun yarattığı basıncın da etkisiyle kırk yıla yakın süren işçi sınıfıyla yapılan büyük tarihsel uzlaşmanın yırtılmasıdır. Bu tarihsel uzlaşmanın anlamı burjuva demokrasinin sınırlarının genişletilmesiydi. Sosyal haklar, yaşam koşulları ve örgütlenme hakları açısından bu yıllarda önemli ka­zanımlar elde edilmişti. Thatcher ve Reagan bu uzlaşmanın yırtılmasına öncülük ettiler.

Tarihsel uzlaşmanın bozulmasıyla kapitalizmde başlıca iki yönlü gelişme hız­landı. Egemen sınıflar açısından Anansın büyümesi, dolayısıyla spekülasyon ve çürümenin artması gelişmenin bir yanıdır. Özelleştirme ve kuralsızlaşmayı sa­vunan neoliberalizmin demokrasiyle arasının iyi olmayacağı yeterince açıktır. Bunun sonucu olarak, "tarihin sonu"nun gelmesiyle birlikte refah devletlerinin alt yapısı erozyona uğrayınca kendisi de erimeye başladı. Sosyal haklar, çalışma koşulları ve örgütlenme özgürlüğü 70'li yıllarda ulaştığı en yüksek noktadan hızla aşağıya kaymaya başladı. Böylece tarihsel uzlaşma yıllarında genişleyen burjuva demokrasileri istikrarlı bir tempoyla daralmaya başladı.

Duvarın yıkılması sonrası kapitalizm büyük bir paradoksun içine yuvarlandı. Bir yandan sosyalizme karşı "özgür dünya"nın zaferi kutlanıp, demokrasi yüceltilir- ken; öte yandan neoliberalizmle kapitalizminin soygunu 18. yüzyılı aratmayacak ölçüde vahşileşiyor, demokrasinin normları bu soyguna dar geliyordu. Neolibe­ralizmin mantığı finansa uçsuz bucaksız spekülasyon özgürlüğü isterken; işgü­cüne neredeyse eski kölelik koşullarını dayatıyordu. Oysa işçi sınıfının ve geniş kitlelerin iki yüzyılı bulan mücadele döneminde kazandıkları artık tüm dünyada "İnsan Hakları" olarak kabul ediliyordu. Bu en meşru haklara el uzatmak örneğin 20. yüzyılın başlarındaki kadar kolay değildi. Günümüz kapitalist dünyası duvar yıkıldıktan sonraki yıllarda sürekli ayağına dolaşan bu paradoksla yürüdü.

Dünya finans kapitali bu paradoksu 2001 yılında New York'daki ikiz kulelere saldırı sonrası başlatılan "uluslararası terörizme karşı savaş" stratejisiyle aşmaya çalıştı. "Demokrasi" yerine "güvenlik" öne geçirilecekti. Bu uğurda çok şey yapıldı ancak korkunç paradoks finans kapitalin peşini bırakmadı.

Bunun siyasi tercümesi şöyle yapılabilir: Uluslararası finans kapital yeni soy­gun düzenini ancak demokrasilerin iyice daraltılması, savaşlar ve otoriter yöne­timlerle yürütmek zorunda iken; dünyanın okyanuslar kadar geniş yoksul kit­leleri her geçen gün demokrasi ve özgürlük talebiyle tüm gövdeleriyle dünya sahnesine çıkıyorlar.

90'lı yıllarla birlikte neoliberal soygun pervasızlık kazandıkça genel olarak ka­pitalizme ve "sandık" demokrasilerine tepkiler yükselmeye başladı. Bunları irde­leyerek kapitalizmin bu paradoksunun nereye doğru gittiğ in i ve yeni günlerin niteliğini yakalamaya çalışalım.

Berlin Duvarı'nın yıkıldığı yıllardan beri neoliberalizme karşı yükselen tepkileri üç dalga olarak ele almak mümkündür.

Birinci dalga, 1990'larda başlayan Irak Savaşı'na kadar yükselerek devam eden anti-küresel hareket ve yine bu kapsamda dünya sosyal formlarıdır. Neoli­beral soyguna ilk çarpıcı karşı çıkış Zapatistaların Chipas'da 1994'de başlattıkları isyandır. Daha sonraları Cenova'da 1998'deki anti-küresel hareket o güne kadar en güçlü tepki olmuş, kent iki gün anti küreselcilerin işgalinde kalmıştır. Ertesi yıl 1999'da Seattle buluşması anti küresel hareketin zirvesi olmuştur. Bu yıllarda "yeni dünya düzeni"ni tartışmak için sosyal formlar örgütlenmeye başlamıştır. İlk üçü 2001, 2002, 2003 yıllarında Porto Alegre'de toplanmıştır. Irak'ın işgalinden sonra bu hareketler giderek sönümlenmiştir.

K>

^1

BİTMEYEN

MASAL: D

EMO

KRASİ

oo<NBİTM

EYEN M

ASAL: DEM

OKRA

Bu yıllardaki gelişmeleri demokrasi açısından değerlendirirsek, her seferinde bir avuç finans kapitalin iktidara gelmesinden başka siyasal sonuç üretmeyen "temsili demokrasi"ye yükselen bir tepkiyi görmek mümkündür. Bu tepki özel­likle Latin Amerika'da yükseliyordu. Bu kıta neoliberalizmin ilk laboratuvarıdır. Askeri darbelerle sözde demokrasilerin iç içe yaşandığı Latin Amerika'da sistem büyük ölçüde yozlaştığı için "temsili demokrasi"ye yaygın tepkiler bu kıtadan yükselmiştir. Bu yolda kıpırdanışların ilki 1980 yılında Brezilya İşçi Partisi'nin ku­rulmasıyla başlamıştır.

1989 yılında BİP'nin Porte Alegre'de iktidar olmasıyla kıtada yeni bir mücadele örneği gündeme giriyordu. "Katılımcı bütçe" çalışmalarıyla ünlenen Porto Alegre o dönemin dünya sosyal formlarına ev sahipliği yaptı, özellikle Latin Amerika'da çürüyen "temsili demokrasi"ye karşı yeni bir başlangıcın öncülüğünü yapıyordu.

Porto Alegre, Brezilya'nın güneyinde 4 milyonluk bir kenttir. Katılımcı bütçe ile sembolize olan bu deney 2004 yılına kadar sürmüştür. 16 bölgeden oluşan kentte her bölge halkın katılımıyla kendi önceliklerini ve bütçesini belirliyordu. Dünyada büyük yankı uyandıran bu uygulama on beş yıl sürdü. Brezilya İşçi Par­tisi içinden de tam bir destek görmediği için 2002'de Lula başkan seçilmesine rağmen fazla yaşayamadı.

Katılımcı bütçe hareketinin sönümlenmesini Hilary Wainwright başlıca üç ne­dene bağlıyor. İlki, gerek partide gerek sivil hareketlerdeki lider kadroların hükümet içine çekilmesiyle partinin, otonom toplulukların ve sivil örgütlenmelerin zayıflama­sıdır. İkincisi, katılımcı bütçe sürecinin kendisiyle ilgilidir. Katılımın gittikçe artma­sına, özellikle yoksul halk, kadın ve siyahların kendine güvenlerinin ve örgütlenme kapasitelerinin yükselmesine rağmen bir noktadan ve pragmatik talep öncelikleri­nin belirlenmesinden öteye gidilemedi. Böylece katılımcı bütçe stratejik hedeflerden koptu. Üçüncüsü, eşitlik, demokrasi ve halk etkinliğinin belli standartları üzerine ka­rarlılık yokluğudur. Bu, topluluk örgütlenmeleri için kaynakların merkezi biçimden çıkarılması sürecine, topluluk yönetimlerinin neoliberal yoldan müdahalelerine karşı Parti'nin liderlik edişinin kırılgan oluşu anlamına geliyordu. Onların hedefi genellik­le özelleştirme yönündeydi. (7)

Katılımcı bütçe deneyi dünyanın neoliberal sermaye birikim sürecine girdiği günlerde çok önemli bir tepki olarak sembolleşti. Elbette hem bu yolda deney eksikliği, hem de bizzat uygulamayı yapan Brezilya İşçi Partisi'nin bu konuda açık bir düşünceye sahip olmayışı bu girişimi bir başka seviyeye taşıma imkanına var­madan sönümlenmesi sonucunu getirdi.

Daha sonraki deneylerin de gösterdiği gibi böyle girişimlerde iki olgu büyük önem taşıyor. Kitlelerin bilinçli katılımını sağlamak ve siyasal liderliğin açık bir programla kararlı bir tavra sahip olmasıdır.

Katılımcı bütçe uygulaması seçilmiş temsilcilerin keyfine kalan sandık demok­rasilerine önemli bir tepkiydi. Kapitalist merkezler, sosyalizmin yıkıntılarının ya­nında poz verip, kendi demokrasilerini tek örnek olarak yüceltirken; büyük anti küresel hareketler ve Porto Alegre deneyi bu oyuna bir meydan okumaydı. Sos­yalist sistemin yıkılışıyla itibar kazanması beklenen Batı demokrasileri tam tersi­

ne duvarın yıkılışının üzerinden beş altı yıl geçmeden hızla bir İtibar kaybına uğ­ruyordu, Tüm bunlar sosyalist sistemin yıkılışıyla başlayan dönemde yeni eşiğe gelindiğinin ilk önemli işaretleriydi,

İkinci dalga, neoliberalizme ve yozlaşan temsili demokrasilere çok güçlü tepki­lerin yükseldiği bir dönemi temsil eder, Bu güçlü dalganın yaşandığı yer Latin Ame­rika kıtasıdır, Kısaca hatırlayalım: 1998'de Chavez Venezüella'da seçimle iktidara gelir, Kendisine yapılan darbeye rağmen 2002'de yeniden seçilir, böylece dünya ilk kez "21, yüzyıl sosyalizmi" kavramıyla tanışır, 2001 yılı sonunda Arjantin'de bir yılı bulan ayaklanma başlar, 2002'de Brezilya İşçi Partisi lideri Lula başkan seçilir, 2005 sonunda Bolivya'da Evo Morales iktidara gelir, Yerli halkların öncülük ettiği Boliv­ya devrimi başlamıştır, 2006 yılında Ekvador'da uzun kriz yıllarından sonra Correa başkan seçilir, Darbe girişimleriyle sürekli boğuşmak zorunda kalsa da hala iktidar­dadır, Sembolik bir önem taşıyan Tupamaro gerillası Jose Mujica'nın 2005'de tarım bakanı, ardında 2010-2015 arası Uruguay devlet başkanı olmasından da söz et­mek gerekir, "Pepe Mujica" bu yıllarda Latin dünyasının sevgilisi olmayı başarmıştır,

İkinci dalga klasik pencereden olaylara bakılırsa çok şaşırtıcı gelişmelerle yüklüdür, Sosyalist liderler ve partileri yıpranan temsili demokrasinin bizzat ken­di mekanizmaları ile iktidara geldiler, Beğenmediğimiz "sandık" işe yaramaya mı başladı? Elbette hiç bir ülkede ne seçimler, ne de sonrası sakin geçmedi, İktidar siyasi olarak ezilen hakların eline geçince egemen sınıflar darbe dahil her türlü engelleme yolunu denediler, Söz etmenin tam yeridir, bizde de 7 Haziran seçimleri sonrası tam da böyle bir niteliğe sahiptir,

Bu gelişmeler çok önemlidir, Burjuva demokrasisinin finans kapital egemen­liğini sürekli teminat altına almak için sahip olduğu zor mekanizmaları ve rıza üretme araçları eskisi kadar "sağlıklı" işlemeyince araya beklenmedik gelişmeler girebiliyor, Önceleri özellikle üçüncü dünya ülkelerinde ezilenlerden yana her tür­lü gelişme "komünizm tehdidi" olarak büyük gürültülerle yansıtılır ve ardından as­keri darbeler gelirdi, Sosyalizmin yıkılışıyla kapitalizm açısından büyük bir stratejik boşluk ortaya çıktı, Hem demokrasiyi yüceltmek, hem de onun sonuçlarını askeri darbelerle yok etmek 21, yüzyılda kolay uygulanır taktikler olmaktan çıkmıştır, Bu­gün burjuva demokrasileri egemen sınıfların aleyhine sonuçlar doğurma potansi­yeline sahiptir,

Böylece biraz sancılı da olsa evrimsel bir geçişle burjuva demokrasilerinin halk demokrasilerine dönüşebileceği beklentileri ortaya çıkabilir, Olaylar bunun tersini kanıtlıyor, Sandıktan sosyalistler çıktıktan sonra dişe diş bir mücadele devam edi­yor, Şu anda Latin dünyası böyle örneklerle doludur!

İkinci dalgaya damgasını vuran gelişmeler şüphesiz ki, "ikili iktidarlar" ve "katı­lımcı demokrasi" olgularıdır, Seçimi kazanmakla ülkedeki egemenlik sistemi esas olarak değişmiyor, eski düzenin ve henüz tümüyle şekillenmemiş yeni düzenin kıran kırana mücadelesi başka bir seviye kazanıyor, Latin Amerika'da Venezüella, Bolivya ve Ekvador'da tam da bu yaşanmaktadır,

"Katılımcı demokrasi" Venezüella'da "Bolivar devrimi" sonrası halkların günde­mine güçlü bir şekilde girdi, "Bolivar çemberleri", "misyonlar" ve "komünal kon-

ON

<NBİTM

EYEN M

ASAL: DEM

OKRA

oCO

BİTMEYEN

MASAL: D

EMO

KRASİ

şeyler" halkın temsili demokrasiden koparak doğrudan demokrasi yönünde İler­leyişinin çeşitli yollarıdır.

"Temsil" sisteminin iflasını en iyi Arjantin ayaklanması ortaya koydu. "Arjantin halkı, mahallerinde ve topluluklarında onları temsil iddiasında olanların egemenli­ğinden uzun bir tarihsel dönem çok çekmiştir. Özellikle punteros (liderlere), mahalli parti bürokratlarına ve yalakalarına güvene dayanan 'temsilcilik' kavramı, Peronizm koşullarında en göze batar durumdaydı. Yeni otonom sosyal hareketler politikanın bu biçiminden bilinçli bir kopmadır. Onlar kulluk sisteminin hiyerarşik içeriğini red­dettiler ve onun yerine doğrudan demokrasiyi koydular." (8)

Latin Amerika'da yozlaşmış "temsili demokrasi"den kopma o ölçüde radikal oldu ki kitleler neredeyse dillerinden "temsilci" sözcüğünü çıkarttılar. Topluluklar artık kendi adlarına "temsilci" seçmiyorlar, sadece "sözcü" seçiyorlar. Onlar her an değiştirilebiliyor, sözcülükten öteye bir yetkiye de sahip olamıyorlar.

Katılımcı demokrasi kararların geniş katılımlarla aşağıdan yukarıya doğru inşa edildiği bir demokrasidir. Karar almada yavaşlık, katılımların disiplinli olmaması, konularla ilgili bilgilendirmenin yeterli olmaması gibi yönlerden önemli sorunları vardır. "Katılım" kendi başına bir sihirli değnek değildir; üstelik bu uygulamalar tarihte ilk de değildirler. Diğer örnekler kendi koşullarında uygulandı ve tarihe dersler bıraktı.

Önceki örneklerdeki iki temel özellik bugünden farklıdır. Burjuva devrimleri ve ardından gelen proletarya devrimleri döneminde, burjuva demokrasileri bir istikrara varmamış, yetkin olmayan örneklerdi. Öte yandan, kapitalizmin gelişimi devam ettiği için tarihsel olarak yeterince yıpranmamışlardı. Günümüzde burju­va demokrasileri iki yüzyıllık geçmişleri ve hepsinden önemlisi son altmış yıldır belli bir seviyeye varıp, deyim uygunsa olgunlaşmadan çürümeye geçişleriyle ta­rihsel ömürlerinin sonuna yaklaştıklarının tüm işaretlerini veriyorlar.

Bugün yaşanan katılımcı demokrasi pratikleri bu çürümeye somut tepkilerdir; bir anlamda bu çürümenin ürünleridir.

Üçüncü dalga, aslında nitelik olarak İkincinin devamıdır. Onun ayırıcı özel­liği neoliberalizme tepkilere Ortadoğu'nun ve Avrupa'nın güneyinin katılması­dır. Tunus ve Mısır'daki isyanlar, özellikle Tahrir Meydanı'ndaki isyan insanlığın mücadele tarihinde unutulmayacak bir yere sahip olacaktır. Bahreyn, Yemen ve Sudan'daki isyanlar da unutulmamalıdır. Occupy Wallstreet tüm dünyaya hızla yayılması ve finans kapitali ve spekülasyonu hedef almasıyla önemlidir. İspanya, Portekiz, İzlanda, Yunanistan'daki olaylar neoliberalizme yükselen bir tepki ol­makla kalmadı ortaya Syriza gibi yeni siyasal pratikler de çıkardı. Bu halkanın son güçlü eylemi Taksim Gezi isyanıdır.

Bu dalgada demokrasi açısından öne çıkan bir kaç ders vardır. Arap isyanları Tunus ve Mısır'da patlak verdiğinde çürümüş Ortadoğu diktatörlüklerine karşı tam bir demokrasi rüzgarı oldu. Fakat böyle devam edemedi. Batı'nın alel ace­le Libya'ya ve Suriye'ye müdahalesi ile demokrasi rüzgarı tam bir çöl fırtınasına dönüştü. Merkez ülkelerin demokrasi gibi bir sorunlarının olmadığı Arap isyanla­rında bir kez daha kanıtlandı. Irak işgalinden beri tekrarlanan bölgeye demokrasi

getirme yalanı büyüdükçe bölge cehenneme dönüştü,Ortadoğu'da farklı bir nitelik taşıyan deney Rojava'dır, Kanton uygulamasıyla

mahalli özerkliği yaşama geçirmeye çalışan Kürt Halkı, bölgede kol gezen terö­rün içinde çöldeki vaha gibidir,

Bir diğer tepki de önemlidir, Bu da demokratik bir ülke olan İspanya'da ge­niş kitlelerin Madrid'de Puerto del Sol meydanını günlerce işgal edip "demokra­si hemen şimdi" parolasını yükseltmeleridir, Bu da bir Avrupa ülkesinde temsili demokrasinin itibar yitirmesinin kanıtıydı, Bu eylemin daha güçlüsü Taksim'de yaşandığında hiçbir zaman doğru dürüst demokrasi deneyi olmayan Türkiye'de iktidar adeta çıldırıp, büyük direnişi sadece komplo teorileriyle açıklamak gibi cumhuriyetin çok eski reflekslerini göstermekten öteye gidemedi,

Syriza deneyi, demokrasinin beşiğinde Avrupa Birliği'nin nasıl bir otokrasiyle yönetildiğini ortaya koydu, Geniş kitlelerin desteğiyle iktidara gelen Syriza kar­şısında AB Troika'sı tehditkar ve diktatör gibi davranmıştır, Demokrasilerin topla­mından meydana gelen AB, kendisinin demokrasiyle bir ilgisi olmadığını, finans kapitalin çıplak diktatörlüğü olduğunu Syriza olayıyla dünyaya göstermiş oldu,

Üçüncü dalga, neoliberalizmin paradoksunu derinleştirmiştir, Finans kapi­talin pervasız soygunu artık "demokrasi" güzellemeleriyle örtülemiyor, Latin Amerika'dan yükselen dalga, Ortadoğu, Afrika'nın kuzeyini ve Avrupa'nın güne­yini etkisi altına almıştır,

Sonuç21, yüzyılda burjuva demokrasisi güçlü bir meydan okumayla karşı karşıyadır,

20,yüzyılın başında Bolşevik Devrimi yine güçlü bir meydan okuma olmuştu, Bu büyük meydan okumaya kapitalizm burjuva demokrasisini tasfiye edip faşizmi kurarak cevap vermişti, Faşizm sosyalizmin eliyle yıkıldı; ancak Sovyet deneyi "de­mokrasi" konusunda insanlık için çekici ve ikna edici bir deney olamadı, Sovyet- ler o günün dünyasında "katılımcı demokrasi" örneğiydi, Üretimden siyasal yö­netime kadar sovyet tip i örgütlenmeler karar veriyordu, Seçilenlerin her an geri çağrılma hakkı vardı, Ancak zaman aktıkça Sovyetler halkın nabzının attığı siyasal kurumlar olmaktan çıkıp parti bürokratlarının ruhsuz kurumları haline geldi,

21, yüzyıldaki katılımcı demokrasi deneyi sadece burjuva demokrasilerine değil ruhunu yitiren Sovyet deneyine de bir tepkidir, Arkasında böylesine uzun tarihsel deneylere dayanan günümüz katılımcı demokrasi pratiklerinin önceki hatalara düşmemesi beklenir, Fakat katılımcı demokrasinin çeşitli siyasal karar­larla yukarıdan kurulamayacağı biliniyor,

Çürümeye yüz tutan temsili demokrasi bir kaç egemenin keyfi isteği olarak ortaya çıkmamıştır, Toplumsal yapı ve yaşam karmaşıklaştıkça ve nicelik olarak büyüdükçe "temsil" sistemi kaçınılmaz hale gelmiştir, Sorun tek başına "temsil" sisteminde, büyüyen nicelikte değildir, "Temsil"in arkasında kutsal özel mülkiyet, egemenlerin siyasal iktidarı olunca, ulaşılmaz hale geldiler,

Sovyet deneyinde ise halkların iktidarı genişletilmek yerine parti ve devlet ku- rumlarına daraltılınca kitleler kendi iktidarlarına yabancılaştılar,

co

BİTMEYEN

MASAL: D

EMO

KRASİ

<NCO

BİTMEYEN

MASAL: D

EMO

KRASİ

Bugün katılımcı demokrasi filizleri şüphesiz ki benzer risklerle yüz yüzedir- ler. Yoksa katılımcı demokrasinin zorluğu sadece niceliksel büyüklüğün yarattığı teknik sorunlarda değildir. Tam tersine bugün iletişim teknolojilerinin geliştiği seviye bu tür teknik sorunları rahatlıkla çözümleyebilir.

Sorun siyasidir. 20. yüzyılın başlarındaki devrimlerde iktidar ve halk demok­rasisi sorunu en kaba haliyle iki biçimde kendini ortaya koydu. Birisi Sovyet ik­tidarı deneyi; bu deneyin bir bozulmaya gittiğ ini düşünen Rosa Luxenburg'un kendiliğinden hareketlere vurgusudur. Tarihsel olaylar bize iki bakış açısından da çıkartılacak önemli dersler bıraktı.

21. yüzyılın başında yaşanan Arjantin ayaklanması merkezi iktidarı reddeden, yatay örgütlenmeleri öne çıkartan tutumuyla özgün bir deney oldu. Onu önceki yüzyılın anarşizmiyle aynılaştırmak hata olur. Merkezi örgütlenme ve iktidarla­rın yarattığı büyük düş kırıklıklarının ortaya çıkardığı bir tepkisel bilinçle yeni yol arayışlarını temsil ediyordu. Venezüella ve Bolivya deneyleri ise 21. yüzyıla özgü ikili iktidar deneylerini yarattı. Onları Sovyet deneyi ile aynılaştırmak mümkün olmadığı gibi, neden bir türlü bütün iktidarın alınmadığı, burjuvaziye ait ne varsa tasfiye edilmediği yönünden yapılan eleştirilerin de öğretici hiçbir yanı yoktur.

Her iki deneyin çok farklı yönlerine rağmen ikisinin önemli ortak yanı katılım­cı demokrasiyi öne çıkartmalarıdır. 21. yüzyılın girişinde yozlaşan sadık demok­rasilerinden katılımcı demokrasi yoluna çıkış rastlantı değildir. Sosyalist sitemin yıkılışı dünya güçler dengesinde ve sosyalizm hedefinde büyük sorunlar yaratsa da bu büyük dersin içinden yeni işaretler ortaya çıkıyor. Kapitalizm ve demokrasi çifti rakipsiz kalmasına rağmen onların şenlik havasına aldırmadan çok farklı bir süreç işlemeye başladı. Kapitalizmin spekülasyona, demokrasinin sandığa indir­gendiği günümüzde, doğrudan demokrasi arayışları çeşitli biçimlerde tüm dün­yada yol alıyor.

Bolivya Devlet Başkan Yardımcısı Garcia Linera'nın bu gidişi yorumlayışı ile "demokrasi masalı"nı bitirelim: "21. yüzyıl, Latin Amerika olarak bizim deneyleri­mizle başlayan başka bir yola işaret ediyor: Devlet ve sosyal hareketler arasında, sos­yalleşme ve merkezileşme arasındaki ilişkinin katılaşmış bir formüle indirgenmesi yerine, olması gereken sürekli diyalektik, sürekli gerilimdir." (9)

Katılımcı demokrasi veya daha ileri aşaması doğrudan demokrasi, sakin bir cennet değil, sorunların iktidar ve kitleler arasındaki sürekli gerilimin yönetilmesi ile çözümlenmesidir. Her çözüm, kitlelerin deney ve bilincini yükselttiği ölçüde demokrasi sandığa hapis olmayacak, doğrudan halk inisiyatifini yetkinleştirecek- tir.

(1) David Graeber, The Democracy Project, 2013, s.168(2) David Graeber, a.e. s.196(3) Yaman Torüner, Milliyet, 12.01.2015(4) John Keane, Sivil Toplum ve Devlet, 1993, s.153(5) V.I. Lenin, Emperyalizm, s.19, 1979(6) Arend Lijphart, 2012, Demokrasi Modelleri, s.26-63,(7) Leo Panitch edit. The Question of Strategy, Socialist Register 2013, s.149(8) Marina Sitrin, Horizontalism, 2006, s.5(9) Mehmet Yılmazer, 21. Yüzyıl Sosyalizmine Giriş, s.151

co

co

BİTMEYEN

MASAL: D

EMO

KRASİ

co

PARALEL FAŞİZM O

KUM

ALARI

PARALELFAŞİZM OKUMALARI

M. Sinan MERT

Neoliberal otorlterlzmden faşizme doğru İlerleyen bir yolun üzerinde oldu­ğumuz açık, Saray'da somutlanan iktidar, hayatta kalabilmek adına hukuku ne­redeyse tamamen kağıt üzerinde bırakan uygulamalarla yoluna devam ediyor, Paramiliter unsurlar çok daha belirgin bir biçimde devreye giriyor, Teamülleri ve alışkanlıkları ortadan kaldıran bir dönüşüm süreci yaşıyoruz, Dönüşümün nere­ye varabileceğinin ucu açık, Masada çok fazla seçenek bulunmakta, Mısırlaşma, Pakistanlaşma, Saray faşizmi ve gerçek demokrasi, Bunların her birinin gerçekle­şebilmesi ya da birbirleriyle melezleşerek ortaya bir sonuç çıkarması mümkün, Sonucu alanda mücadele eden güçlerin iradesi belirleyecek,

Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki 20, yüzyılda yaşanan faşizm deneyimini ve faşistleşme süreçlerini çok daha fazla anımsatan olayları günübirlik yaşar bir hale geldik, Sadece devlet kaynaklı ve yukarıdan aşağıya baskı merkezli okuna- mayacak kadar geniş kapsamlı bir faşistleşme süreci içinde bulunduğumuz söy­lenebilir, Sosyal bilim ler açısından yaşanan gelişmeleri belli bir modelin/kalıbın içerisine tıkıştırmaya çalışmak genelde zorlama değerlendirmelere yol açabilir, Ancak önemli dönemeçlerde tarihsel olgularla kapsamlı bir karşılaştırma yapmak da yaşadıklarımızı anlamlandırabilmek açısından önemli sonuçlar çıkarabilir, 20, yüzyılda Almanya'da, İtalya'da, İspanya'da yaşananlara baktığımızda bugünün Türkiye'sine dair çok fazla boyut bulmak mümkün, Tabii ki bu örneklerin kendi aralarındaki önemli nüanslar kadar bugün yaşadıklarımızla da büyük farklılıkları bulunmakta, Fakat içinden geçtiğimiz siyasi rejim krizini okumak için ihtiyaç duy­duğumuz daha geniş çerçeveyi bu tartışmalarda bulabiliriz, Bu yüzden bundan birkaç yıl önce başlayan faşizm/rejim değişimi tartışmalarının yeterince derinleş­tirilememiş olması hepimiz açısından büyük bir eksiklik,

Bütün faşizmler aslında kendilerini yaratan krizlerin izlerini taşır, Her bir ülke­nin kendi faşizminin özgünlükleri de aslında yaşanan krizlerin özgünlüklerinden doğar, Krizler var olan siyasi yapının sürdürülemezliğini imler, Bu krizi aslında ekonomik, siyasi, ideolojik ve askeri boyutları olan devasa bir toplumsal problem olarak algılamak gereklidir,

Bugün yaşanan kriz de aslında 92 yıllık Cumhuriyet'in karşı karşıya kaldığı en büyük meydan okumadan kaynaklanıyor, Cumhuriyet'in üvey evlatları İslamcı­lar ve Kürtler toplumun en önemli örgütlü güçleri haline geldiler, Dolayısıyla var

olan yapı bir çok yönden revizyonist basınçlar altında, Suriye savaşı sonrasında ortaya çıkan dinamikler "Pandora'nın Kutusu"nun tamamen açılmasına yol açtı, Erdoğan ile Kürt Özgürlük Hareketi arasındaki müzakere görüntülü bilek güre­şi sistem üzerindeki basıncı arttıran etkiler yarattı, Rojava'da PYD hakimiyetinin gelişmesi ve güçlenmesi, özellikle de uluslararası meşruiyet kazanması Türkiye devleti için yeni bir Kerkük travmasına yol açtı, Müzakere sürecinde gerçekleşen Gezi Direnişi, HDP'nin olanak dahiline girmesini sağladı, Öcalan'ın taktiksel ham­leleri Siyasal İslam'ın iki veçhesi AKP ve Cemaat arasında kopuşma potansiyelini tetikledi, Erdoğan, kendi tabanı dışında yaratabildiği hegemonyasını kaybetti, "%50'yi evde zor tutuyoruz" söylemi sonrasında kendi tabanını olası bir iktidar mücadelesinde doğrudan bir maddi güç olarak örgütlemek üzere hamleler ger­çekleştirdi, Derin devletin eski uzantılarının bir kısmı ile yeniden anlaştı, bunların bir kısmını kendi tabanının örgütlenmesi amacıyla yeniden işlevlendirdi, Ordu yeniden denklemin önemli bir parametresi olarak oyuna dahil oldu, İç savaş bek­lentileri yükseldi, IŞİD hem Ortadoğu'da hem de içeride önemli bir yedek güç olarak konumlandırıldı ki böylece cihatçı İslami hareketin Türkiye'deki etki alanı ve meşruiyeti daha da gelişti,

Krizin boyutlarının ve etkin öznelerin sayısının fazlalığı olası çözümlerin yel­pazesini de genişletiyor, Saray fiili iktidarını hukukileştirmekte zorlandıkça hem sürekli hukuk dışına çıkarak, hem de paramiliter unsurları daha fazla kullanarak tabloda faşizm renginin oluşmasına yol açıyor, "Hukukun koyduğu bu sınırlama­lar, aynı zamanda sınıf egemenliğinin halk kitlelerinin mücadelesi ile sınırlan­masının da ifadeleridirler... Faşizm koşullarında özlü şekilde söyleyecek olursak artık hukuk kuralları işlemez, Yürütmede keyfilik egemendir, Kendi işleyiş kural­larını k o y a r . Adliye egemen kol ve aygıta (bizim durumda Saray b.n) dolaysız tabi duruma gelir"( Nicos Poulantzas, "Faşizm ve Diktatörlük", Birikim Yayınları, Mayıs 1980, s, 334-336) Hukuk içerisinde kalınarak değiştirilemeyen güç den­geleri zorla dönüştürülmeye çalışılır, Bunun Türkiye için yeni bir durum olmadığı açıktır, Devletin her zaman rutin içinde çalışamayacağı sağın liderleri tarafından dönem dönem veciz biçimde ifade edilmiştir, Fakat son dönemde esas olan t i­kel olaylarda hukuk dışına çıkmadan ziyade sürekli olarak hukuk dışında kalma, fiili olma, fiilen hükmetmedir, Bir nevi devlet ve sivil toplum öncesi doğal hale dönüşü anımsatan anlar yaşanmaktadır, Bu durumun en açık örneği AKP'nin 7 Haziran'da iktidarı aslında kaybetmiş olmasına rağmen fiilen iktidarda kalmayı başarmasıdır, Burada daha ziyade quasi-judicial (hukuki görünümlü, hukukimsi) bir yapı ile karşı karşıyayız, "İki faşist lider de (Hitler ve Mussolini kastediliyor, b,n) kısmi anayasal pozisyonlarını sınırsız kişisel otoriteye dönüştürüp devlet üzerin­deki kontrollerini tamamladılar, Bu tam anlamıyla iktidara el ko ym a k tı. Bu hika­yenin temel kurgusunu faşist liderlerin gerçekleştirdiği kitlesel kanunsuz eylem oluşturuyordu" ( Robert O, Paxton, "Faşizmin Anatomisi", İletişim Yayınları, 2014, s, 180) Türkiye'de özellikle 17-25 Aralık 2013 operasyonları sonrasında hukukun bir meşruiyet kaynağı olarak görülmediği anlaşılmaktadır, Meşruiyetin temel kaynağı iktidarı elde tutma zorunluluğunun kendisinden kaynaklanmaktadır, Bu

LOco

PARALEL FAŞİZM O

KUM

ALARI

YO

CO

PARALEL FAŞİZM O

KUM

ALARI

aslında büyük oranda bir savaş hukuku olarak da değerlendirilebilir. Dolayısıyla siyasetteki muarızlar da rakipten ziyade düşman olarak görülür. Suçlu düşman ile yer değiştirir. Artık politik rakiplerin tutumları eleştirilmez, mahkum edilir, bunlar topluma karşı işlenmiş suçlar olarak lanse edilir, muhalifler kriminalize edilir, top ­luma karşı öğeler olarak kodlanır. Toplumun iradesi "reis"in denetimindeki par­tide somutlaşmaktadır, milletin hakikatini parti temsil eder, dolayısıyla partiye muhalefet eden unsurlar aslında topluma ve ülkeye ihanet içindedir, dolayısıyla siyasi mücadele giderek bir suçla mücadele olarak kodlanmaya başlar. Bu tablo çeşitli uluslararası komplo teorileriyle de bezenir.

Faşizmin en önemli öğesinin paramiliter örgütlenmeler olduğu açıktır. Dola­yısıyla aslında faşizm tabandan tavana doğru yürüyen bir siyasi harekettir. Şid­det uygulama kapasitesine sahip çeteler bu yürüyüşte çok önemli rol oynarlar. 1. Dünya Savaşı sonrasında bu çeteler özellikle Almanya ve İtalya'da gündelik hayatın bir parçası haline gelmişlerdi. Bu anlamda devletin silah kullanma tekeli ciddi biçimde aşınmıştı. Almanya'da savaş sonrasında oluşan Freikorps çeteleri Sosyal Demokrat hükümet tarafından da Spartakist'lerin bastırılmasında kulla­nılarak meşrulaştırılmıştı. Hitler iktidara gelene kadar bütün siyasi hareketlerin çok önemli sayılarda silahlı milisi bulunmaktaydı. " Weimar Almanyası son dere­ce militarize bir toplum olarak kaldı, özellikle cumhuriyet 1929'dan sonraki ni­hai ve ölümcül kriz ve istikrarsızlık dönemine girdikten sonra silahlı üniformalı milisler, Weimar siyasi kültürünün önemli bir unsuruydu" ( Colin Storer, "Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi", İletişim, 2015, s. 92) Nazilerin milis gücü SA (Sturm- bteilung) 1926'da 6000 kişilik bir güçken dağılan Freikorps üyelerinin de katılı­mıyla 60 bin kişilik derli toplu bir sokak gücüne dönüştü. Fakat sokakta olan tek güç Naziler değildi. Bu dönemin 1929 krizinin etkileri giderek belirginleşene ka­dar en güçlü örgütü olan SPD'nin de Reichsbanner üzerinde önemli bir etkisi var­dı. Bu örgütün üye sayısı 1933'te dağıtılmasına kadar hiçbir zaman 1 milyonun altına düşmedi. En az 160 bin kişilik silahlı bir gücü olan Reichsbanner, "düşmana bahane sağlamamak" gerekçesiyle SPD tarafından Nazilere karşı asla kullanılma­dı ve sonunda Hitler tarafından dağıtıldı. Komünist Parti'nin de 1927'de sayıları 111 bine ulaşan Roter Frontkampferbund'u bulunmaktaydı. Bu kısa bilanço bile Hitler'in engellenememesinin aslında güçsüzlükle açıklanamayacak bir olgu ol­duğunu gösteriyor. Faşizmi en ayrıksı kılan yönlerinden bir tanesi devletin şiddet tekelinin dışında güçlü şiddet aygıtlarının sivil toplumun içinden fışkırması oldu­ğu görülmektedir.

Türkiye'de bu oranda bir paramiliterleşme olgusu ile karşı karşıya bulunmadı­ğımız açıktır. Fakat özellikle Eylül ayında HDP binalarına tüm ülke çapında geliş­tirilen saldırılarda Osmanlı Ocakları adı verilen yapının bu kadar öne çıkması dik­kat çekicidir. Bu yapı, ülkenin neredeyse batıdaki her ilinde bu saldırıları organize etmişlerdir. Saldırıların organizasyonunda devletin yerel ayaklarıyla ile işbirliği içinde davranmışlardır. Yine aynı dönemde Sedat Peker'in Rize'de gerçekleştir­diği m itingde nefsi müdafaaya geçerlerse oluk oluk kan akacağına dair tespitleri gerçekleştirilen planlarla ilgili ipuçları vermektedir. Daha önceki süreçte BBP'ye

bağlı Nizam-ı Alem ücakları'nın üyeleri partilerinden ayrılarak AKP çatısı altına girmişlerdi. Muhtemelen üsmanlı Ocakları adı verilen yapının nüvesi de bunlar­dan oluşmaktadır. Bunlar ülke çapında estirilecek bir dalgada harekete geçirile­bilirler mi? Bunun önümüzdeki dönemin güç dengeleri belirleyecektir. Sonuçta AKP 13 yıldır devlet iktidarını tutan, devletleşmiş bir partidir. Bu anlamda hali ha­zırda devletin zor aygıtlarını yönlendirebilmektedir. Polis içindeki cemaat örgüt­lenmesi büyük oranda etkisizleştirilmiş görünmektedir. Erdoğan Mısır'daki gibi bir senaryonun gerçekleşmesinden muhakkak ki çekinmektedir. Gezi benzeri bir kitlesel kalkışmanın yeterli momentumu kazanmadan ezilmesi için polise güve­nebilir ancak ülke içindeki kaotik bir iç hesaplaşmanın oluşması söz konusu olur da ordu bu aşamada Mısır'daki gibi harekete geçmek isterse Saray'ın korunma­sı noktasında da paramiliter unsurlar devreye sokulabilir. Erdoğan eğer 1 Kasım sonrasında da iktidarını hukukileştirecek sonuçlar alamazsa iktidarı paylaşmama arzusu paramiliter çeteleri daha yoğun devreye sokmasına yol açabilir. Bu anlam­da paramilitarist örgütlenme klasik faşizm örneklerinin tersine aşağıdan yukarıya değil yukarıdan aşağıya yaratılmaktadır. MHP'nin benzeri yapıları da aynı şekilde yukarıdan aşağıya yaratılmıştı. Bugün HDP'yi "terörist" olarak yaftalayıp Erdoğan diktasına nefes aldıran MHP, NATü/Gladio uzantılarının devrimci hareketlere karşı komando kamplarında örgütlenen paramilitarist çetelerin, Türkiye'nin en korkunç katliamlarını gerçekleştiren teröristlerin uzantısıdır. Erdoğan Müslüman Kardeşler'in Mısır'da iktidarı koruyamamasından kendince bir takım sonuçlar çı­karmış görünmektedir. Bu denklemde IŞİD'i de sokak güçlerinin bir parçası ola­rak unutmamak gerekmektedir. Özellikle iç karışıklığın yükselmesi durumunda IŞİD son birkaç senede ülke içinde edindiği mevzileri ve meşruiyeti bir biçimde kullanacaktır. Tekrar vurgulamak gerekirse Erdoğan, iktidarını hukuki bir kılıfa büründüremezse paramiliter güçlerin siyasetteki ağırlığı artacaktır. Bu güçlerle IŞİD ve benzeri siyasi İslamcı örgütlerin tabanları arasında kesişmeler ve karşılık­lı geçişler mümkün olacaktır. Paramiliter unsurların belirleyici biçimde devreye girmesi sürece faşizm rengini veren en temel boyutlardan birisidir. Örneğin; neo- Weberci sosyolog Micheal Mann verdiği kısa faşizm tanımında paramilitarizmi temel parametrelerden birisi olarak ortaya koyuyor: "Faşizm aşkın ve arındırıcı bir ulus-devletçiliği paramilitarizm üzerinden gerçekleştirme arayışıdır."! Micheal Mann, "Faşistler", İletişim Yayınları, 2015, s.29)

Faşizm genel olarak yenilen bir devrimin halka çıkarılan faturası olarak da okunabilir. 1919-1920 arasındaki Biennio Rosso (Kızıl Yıllar) boyunca İtalya işçi grevleri ile sarsılır. Sosyalist belediyeler topraklara el koymaya başlar. İşçiler ül­kenin birçok fabrikasında denetimi ele geçirirler ve kurdukları İşçi Konseyleri aracılığıyla üretimi sürdürürler. Fakat işyeri denetiminden kentlerin ve giderek devletin yönetimine doğru ilerlenemeyince hareket irtifa kaybeder. Fakat dev­letin savaş sonrasında neredeyse paralize olması, özel mülkiyetin tehdit edildiği noktada güvence sağlayamaması sermaye sınıfında büyük korku yaratır. Bu kor­ku paramiliter çeteleriyle özel mülkiyet için tehdit oluşturanlara saldıran faşist hareketlere olan desteği büyütür. Mussolini, bu desteği büyük ve hızlı bir ham-

^1

PARALEL FAŞİZM O

KUM

ALARI

oocoPARALEL FAŞİZM

OKU

MALARI

leyle (Roma Yürüyüşü) İktidara dönüştürür. Faşist partilerin muhafazakar partiler karşısında güç kazanması aslında bu korkunun bir ürünüdür. Faşist partiler hem işçi sınıfını sosyalizan söylemleri ile kendi hegemonya projelerine eklemleyerek deklasse ederler, hem de sınıf örgütlerini siyasi zorla ezerler. İşçi sınıfını atomi­ze edebilmek için bu iki kanalı da kullanırlar. Fakat faşist projenin hegemonya kazanması güçlü bir kriz ve sermaye sınıfının korkusunun rezonansa gelmesi ile mümkündür. Almanya'nın savaştan yenik çıkması sonrasında Spatakistlerin başını çektiği yeterince örgütlenememiş ayaklanma, Sosyal Demokratların ta­rihi ihaneti olmasaydı, bütün eksikliklerine rağmen başarıya ulaşacaktı. Sosyal Demokratlar burjuvaziyi devrim tehlikesinden korumuş olmalarına rağmen son kertede devrimci olmayan sosyalistlerden oluşan bir partiydi, güçlü işçi örgüt­lenmelerine dayanmaktaydılar. Dolayısıyla Almanya'nın toprak ağası kökenli Junkerleri için güvenilir bir iktidar seçeneği olmaları asla mümkün değildi. İşçi sınıfı belki devrim yapmamıştı ama Bismarck zamanından itibaren hayata geçi­rilmek zorunda kalınan sosyal devlet düzenlemeleri giderek kök salmıştı. Özellik­le kriz koşularıyla beraber sermayenin tüm bunlardan kurtulmak için büyük bir arzu duyduğuna şüphe yoktur. Komünistlerin güçlü varlığı da devrimin nefesini sürekli enselerinde duymalarına yol açıyordu.

AKP'nin içinden geçtiği faşistleşme süreci neye tepki olarak okunabilir? AKP'nin "Reis" ekseninde tamamen Fuhrerprinzip'e göre örgütlenen, paramiliter uzantılarını yaratan, hukuku fiilen durumun "olağanüstülüğü"ne karar vererek devre dışı bırakabilen bir yapıya dönüşmesinin Erdoğan'ın iktidarını koruma te­laşı dışında bir maddi zemini bulunmakta mıdır?

Bir süre önce Ankara Kızılcahamam'da toplanan bir AKP kampında özellik­le Kürdistan bölgesinden gelen partililer müzakere sürecinin derhal bitirilmesi gerektiğini ifade eden açıklamalar yapmışlardı. Kürt burjuvazisi, sokağa çıkama­maktan şikayet ediyor, müzakere sürecinin derhal bitirilmesini ve devletin demir yumruğunun bölgede hissettirilmesini talep ediyordu. 7 Haziran sonrasında ya­şananların bu talepleri ne kadar karşıladığını göreceğiz.

Müzakere sürecinin en önemli parametresinin Rojava olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Devletin beklentisi Rojava'yı özgürleştirmek için bölgeye geçen gerilla güçlerinin eli kulağında olan İslamcı iktidar tarafından ezileceği, savaşın durduğu dönemde de özellikle Barzani'nin ideolojik etkisiyle Bakur'un çözülme- siydi. 2014'te Kobane Direnişi ekseninde yaşananlar devletin beklentilerinin tam tersinin gerçekleştiğini ortaya çıkardı. 6-8 Ekim'de Kürdistan sokaklarının ortaya koyduğu direniş örgütlenmenin ulaştığı seviyeyi, devleti de alarme edecek bi­çimde sergiledi. Erdoğan'ın müzakere sürecinde "kandırıldık" demesi buna teka­bül ediyor. Ortada bir kandırılmadan ziyade hesapların tutmaması vardır. Devlet bu anlamda bir irade savaşını kaybetmiştir.

Bütün bunların üstüne bir de müzakere sürecinde ortaya çıkan esin, Gezi ile Kobane ruhlarının birleşmesi ve bir politik programa dönüşmesi yönünde değer­lendirilmesi, HDP'nin giderek Türkiye'nin temel demokratikleştirici unsuru olarak öne çıkarılması eklenince 7 Haziran sonrası yükseltilen sürecin neye karşılık oldu­

ğu daha da iyi anlaşılır hale geliyor, Perlnçek'ln bu anlamda her yerde bas bas " Bu bir saray savunması değil vatan savunmasıdır" diye bağırınması bir gerçeği orta­ya çıkarıyor, 7 Haziran sonrası yaşanan saldırı 1, Cumhuriyet'in restorasyon güç­leri ile 2, Cumhuriyetçileri Kürt Özgürlük Hareketi ve Demokrasi güçlerine karşı bir oranda birleştirmiştir, Ordu Kürtlere karşı savaşın yükseltilmesinden rahatsız olmamakla birlikte, Erdoğan ile ne oranda koordine durumdadır, bunu önümüz­deki dönemde daha iyi anlayacağız,

Burada düzenin önemli açmazları bulunmakta, Kurulan savaş koalisyonunun iç tutunumu çok zayıftır, Savaşın çok boyutlu geliştirilmesi için bir hegemonik söylem inşa etmekte zorlanmaktadır, Koalisyonun anti-RoJava programı ve IŞİD ile el ele yürümesi uluslararası desteğini ortadan kaldırmaktadır,

Daha da önemlisi direniş bloğunun ruh halinde kapsamlı bir çözülme söz ko­nusu değildir, Yani İtalya ve Almanya örneklerinde olduğu gibi işçi sınıfı hareke­ti ciddi bir tehdit oluşturup, mevziler elde edip ve sonra da bunları korumada bir acziyet sergiler duruma düşülmemiştir, Direniş bloğunun en büyük zafiyeti bir ikilik üzerine oturmuş olmasıdır, Direniş bloğunun Batı'daki unsurları büyük oranda Kürdistan'dan güç alarak öne çıkabilmektedir, Kendi zemininde bir ör­gütlenmeyi geliştirmekte zorlanmaktadır, Gezi bu anlamda AKP iktidarını ger­çekten fazlasıyla korkutmuştur fakat toplumun örgütsüz matrisinden dolayı hızla geri çekilmiştir, Kürdistan'daki güçlü örgütsel yapıyla Batı'daki dağınıklık büyük bir tezat oluşturmakta ve direniş bloğunun yumuşak karnı olmaktadır, Suruç'tan Ankara'ya kadar düzenin en sert vuruşlarının hep bu noktaya dönük olması da bu anlamda açıklayıcıdır, Sürecin temel belirleyicisi direniş bloğunun iki ayağının rezonansa gelip gelemeyeceğidir, 7 Haziran bu rezonans konusunda çok önemli işaretler ortaya çıkarmıştı, HDP'ye duyulan büyük öfkenin altında bunun rövan­şını alma arzusu bulunmaktadır,

Faşizmin 20, yüzyılda iktidara geldiği ülkelerde düzenin geleneksel elitlerin­den el almadan bunu yapamadığı açıktır, Almanya'da Junker militarizminin tem ­silcisi Cumhurbaşkanı Hindenburg ve muhafazakar sağın temsilcisi Von Papen önünü açmış olmasa Hitler'in tek başına iktidarı ele geçirmesi ve ülkeyi kararna­melerle fiilien başkan gibi yönetebilmesi imkansızdı, İtalya'da da hem muhafaza­karlar hem de Kral ellerindeki olanaklara rağmen Mussolini'yi iktidardan edecek hamlelerden imtina etmişlerdir,

Erdoğan'ın şu anda kendi dışındaki odaklara Kürtlere karşı birleşmek dışında sunabileceği bir projesi yoktur, Eğer 1 Kasım seçimlerinden sonra mecliste par­tisine mutlak çoğunluğu sağlayacak bir sonuç elde edemezse sadece "Kürtlerle savaş, Rojava'ya yaşam hakkı tanımama" projesiyle geniş bir kesimin rızasını ne kadar sağlayabileceği belirsizdir, Buna karşılık politik krizi tetikleyen Kürt Özgür­lük Hareketi tarihsel olarak en güçlü olduğu dönemlerden birisini yaşamaktadır, Bu tablo "faşizmin yenilmiş bir devrimin faturası" olma boyutunun 2015 Türkiye'si için geçerli olmadığını göstermektedir, Böylesi bir durum belki kısmen Batı'da Gezi sonrası yaşanan süreci tarif etmek için kullanılabilir, Saray faşizmi muhale­fetin görece dağınık olduğu Batı'da fiili durumları süreklileştirebiliyor, sokaklarda

ONcoPARALEL FAŞİZM

OKU

MALARI

oPARALEL FAŞİZM

OKU

MALARI

aleyhine bir sürecin gelişmesini engelleyebiliyor ancak KGrdistan'da tüm çabala­rına rağmen kentlerde bile böylesi bir hakimiyeti inşa edemiyor. Bu tablo varo­lan politik momenti son derece kararsız ve kırılgan yapmaktadır. Saray, HDP'nin Batı'da güçlenmesini engelleyebildiği oranda, Kürdistan ve Batı'nın rezonansı en­gellenebildiği oranda ayakta kalabileceğini hesaplamaktadır. 1 Kasım'da Saray'ın fiili durumunu güvence altına almayan bir tablo çıkarsa bu sürdürülemez duru­mun çok daha şiddetli krizlere yol açacağını öngörmek zor değildir. Bu noktada Batı, Kürt sorunu ile ilgili ön yargılarını aşabilse ve demokrasi mücadelesi çok daha güçlendirilebilse faşizmin kök salmasının olanakları son derece sınırlıdır. Almanya ve İtalya'da mülk sahibi sınıfların işçi sınıfı hareketlerinden duyduğu korkunun orta sınıfları da etkisi altına alması faşizm için iktidar koşullarını yarat­mıştı. Bu anlamda Türkiye'deki koşullarda ideolojik kerte sürecin belirlenmesinde daha etkindir. Milliyetçi ideolojinin devletin meşruiyetinin temel kaynağı olarak kullanımı Kürt halkının eşit ve özgür yaşam talebine karşı önemli bir bariyer rolü oynamaktadır. Müzakere sürecinde görece düşen ve etkisizleşen bariyeri AKP 7 Haziran sonrasında yeniden inşa etmeye çalışıyor. Kürt halkının haklarını alması ve ülkenin bu anlamda demokratikleşmesi Türklere bir tür hak kaybı olarak akta­rılmaya çalışılıyor. Erdoğan sırf bu ideolojik mücadelede olanaklarını kaybetme­mek için 28 Şubat Dolmabahçe Mutabakatı sonrasında masayı devirme iradesini sergiledi. Aksi takdirde demokratikleşme karşıtı cephenin en önemli kozlarından bir tanesi elinden alınmış olacaktı. İdeolojik kertenin bu önemi son süreçte ide­olojik aygıtların özerkliklerinin tümüyle ortadan kaldırılmasına dönük hamleleri arttırıyor. Demirtaş'ın örneğin ısrarla önemli TV kanallarına çıkmasının engellen­mesi, Doğan Grubu'nun aslında uzlaşmayı arzulayan tüm girişimlerine rağmen ısrarla taciz edilmesi, internet ve sosyal medya üzerinde denetimin süreklileşti- rilmesi aslında ideolojik aygıtların üzerindeki hakimiyeti derinleştirmeye dönük hamlelerdir.

"Hala sınıf kökenlerinin damgasını taşıyan faşist parti aracılığıyla ve devlet sis­temi ve aygıtlarının yeniden düzenlenmesi yoluyla, küçük burjuvazi siyasal ba­kımdan egemen bir sınıf haline asla gelmeksizin yönetici sınıf durumuna geçer. Ve devlete sahip çıkmakla işe başlar." Poulantzas burada egemen sınıf ile yönetici sınıf arasında bir ayrım üretmiş ki bunun bizim durumumuzla oldukça uyumlu olduğu açık. Siyasi dönüşüm ve kriz süreçlerinde siyasi odaklar o kadar belirleyici roller oynuyor ki sosyal sınıflar görece görünmez hale geliyorlar. Bu klasik faşizm örnekleri için de kısmen böyledir. Sonradan tasfiye edilmiş olsalar da Nazilerin içinde işçi sınıfının taleplerinin önemli bir kısmına sahip çıkan unsurlar vardı. Bun­ların en önemlilerinden Strasser üretim araçlarının mülkiyetini isterken işçilerin haklı olduğunu söylemekteydi. "Biz savaştan çıkmış genç Almanlar, biz nasyonal sosyalist devrimciler, Versailles Barışı ile somutlaşan kapitalizm ve emperyalizme karşı savaşa giriyoruz" Nazilerin işçi sınıfı içinde de bir karşılığı vardı. Hatta o ka­dar ki Komüntern'in yanlış yönlendirmelerinin de etkisiyle önemli güç ve olanak­larına rağmen faşizmin iktidara gelmesine engel olamayan Alman Komünist Par­tisi (KPD), Kasım 1932'de Nazilerle birlikte Berlin toplu taşıma sistemine karşı grev

yapmıştı, Paxton, Hitler ve Mussolini'yi büyük Avrupa ülkelerinde İktidar elde et­meye çalışan ilk alt sınıf maceracılar olarak da tasvir eder, Tabii ki Marksizm'e olan düşmanlıkları onları sermaye çevreleri için önemli bir aktör haline getirmekteydi ama "Hitler'in iktidara gelmesini sağlayan son pazarlıktan önce Alman iş dünya­sının büyükleri, güven veren güçlü bir muhafazakar olan Von Papen'i, etrafında kaçık ekonomi danışmanları olan ve pek tanınmayan Hitler'e tercih ediyorlardı." Kaçık ekonomi danışmanları tabirinin Saray'dan çıkmayan Yiğit Bulut ile Cemil Ertem'e son derece uyduğunun özellikle altını çizmek gerekiyor.

Erdoğan ile kendisine biat etmeyen finans kapital bileşenlerinin önümüzdeki dönemde ilişkisi nasıl olacaktır? Koza İpek grubunun başına kayyum atanması­nın aslında bu konuda finans kapitalin Koç, Eczacıbaşı gibi kimi önemli ailelerine de verilmiş önemli bir gözdağı olduğu açıktır. AKP'nin 13 yıllık iktidarı iktisadi egemenlik açısından muazzam bir alt oluş yaratamadı. Erdoğan "devlete sahip çıkmasını" sermaye dağılımını kökten değiştirecek bir hamleyle taçlandıramadı. Ama özellikle TÜSİAD'a, yüksek faiz geliri olanlara dönük zaman zaman gerçek­leştirdiği salvoları, sosyalist bir işçi hareketinin yeterince gündeme getiremediği bir toplumsal gerilimi kendisine eklemleyebildiğim gösteriyor. Siyasal İslamcılık için şizofreni giderek bağımlılık yapan bir varoluş biçimi haline dönüşüyor. Bir yandan zenginleşmenin tüm olanakları sonuna kadar zorlanırken bir taraftan da anti-finans kapital bir söylemi zaman zaman eklemleyebilmesi de bu şizofreni­nin bir tezahürüdür. Erdoğan, var olan yapıyla olan karşıtlığı bir sistem eleştirisi üzerinden kurmuyor. Tam tersine sistemin tepesinde olanların bu ülkenin otantik halkından olmaması üzerinden bir eleştiri geliştiriyor. Hitler'in zenginlere değil de Yahudi olan zenginlere karşı saldırganlaşmasına benzer bir durumla karşı kar- şıyayız. Öyle veya böyle siyasetin, özel mülkiyetin çelik kozasını delerek onun el değiştirmesine yol açması sermaye sahibinin en büyük korkusudur. Egemen olan sınıfın yönetici olan sınıftan korkması durumunda nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Bunu önümüzdeki dönemde daha açık bir biçimde göreceğiz. Fakat bu gerilimin siyasi tansiyonu geçmişe göre çok daha fazla yükseltme potansiyeli taşıdığını vurgulamak gerekmektedir.

Bu kıyaslamada üzerinde durmak istediğim son nokta faşistleşme sürecinin muarızları tarafından algılanması ile ilgilidir. Faşistleşme sürecinin sonuçlarına ulaşması ancak onu engelleyebilecek güçleri etkisizleştirebilmesi ile mümkün olacaktır. Poulantzas, Hitler'in iktidara gelmesini komünistlerin iki önemli hata­sının kolaylaştırdığını düşünüyordu: 1) Dönemin yanlış değerlendirilmesi (işçi sınıfının devrimci saldırı dönemi) 2) Faşist tehlikenin yeterince önemsenmemesi. İşçi sınıfının olduğundan daha güçlü, faşist tehlikenin ise olduğundan daha zayıf olduğunu düşünmek doğru yerlere doğru yığınakları yapmayı zorlaştırıyordu. " KDP, 'Faşistlere gördüğünüz yerde vurun' parolasını erteler. Çünkü 'Thaelmann'a göre, bu parolanın proletaryanın dikkatini baş düşman sosyal demokrasiden başka yere çekme tehlikesi vardır. Ayrıca bu parola seçim sürecini engellemekte­dir" (Poulantzas, age, s. 194) Nazilerin giderek çok önemli bir güç haline geldiği 1930'larda KPD hala baş düşman olarak SPD'yi görmektedir. Oysa 1930 seçim­

PARALEL FAŞİZM O

KUM

ALARI

<NPARALEL FAŞİZM

OKU

MALARI

lerinde Nazilerin oyları %2,6'dan %18,3'e fırlar, Nazller güç olarak çok gerilerden gelerek daha önceki merkez sağ partileri ve kısmen de sosyal demokratları çö­zerek %37'lerde oy alabilen ve sokakta etkin bir paramiliter aygıtı olan bir güce dönüşürler, KDP ise hala Hitler'in pek yakında düşeceğini ve devrimci durumun patlak vereceğini beklemektedir, Böylece Hitler'in iktidarı almasına rağmen "güç­lerini zarar görmemiş halde korumayı başarmakla övünürler" Ne KPD ne de SPD kendilerini baş düşman olarak gören bir hareket karşısında güçlü milis güçlerini yaygın bir şekilde kullanmaya yanaşmamıştır, Hukuk dışında davranmakta ısrarcı bir güç karşısında ısrarla hukuk içinde kalmaya çalışmışlardır, Eli kolu bağlı olarak iki yumruğunu da etkin bir biçimde kullanan rakipleri karşısında, kağıt üstünde çok daha güçlü olmalarına rağmen yenilmişlerdir,

Siyasi biçimleri ekonomik altyapının bir epifenomeni olarak görme sorunu da faşizmin yaratabileceği risklerin okunmasını zorlaştırmıştır, Sonuçta bu devlet biçimlerinin hepsi burjuvazinin diktatörlüğüne denk düşmektedir, Siyasi rejimler ile ilgili bilincin Marx'ın Bonapartizm tartışmasıyla sınırlı kalması faşizme karşı et­kili bir mücadele geliştirilmesini zorlaştırmıştır,

"Faşistleşme sürecinde olup biten burjuvazinin siyasal bunalımı ile saldırı stra­tejisinin birbirine tekabül etmesidir" (Poulantzas, age) Yaşanan krizi, hegemonya kurma ile ilgili güçsüzlükleri, demokrasi güçlerinin doğrudan kendi gücü gibi görmesi risk algılamasını zayıflatmaktadır, Günümüz Türkiye'sinde AKP'nin saldı­rı politikasını kaybetmeye mahkum olarak değerlendirmek ajitasyon anlamında mümkündür, ama gerçeklerle örtüşmemektedir, Erdoğan'ın hele de seçimlerde istediği sonuçları çıkaramazsa tek adam diktasına istikrar kazandırması zordur, ama imkansız değildir, Buna karşı doğru bir mücadele hattı geliştirilemezse en- gellenemeyebilir, Saray faşizmin daha da kurumsallaşması masadaki seçenekler­den birisidir, Burada Erdoğan'ın zorlukları demokrasi güçleri bunları değerlendi­remezse doğrudan birer sonuç olarak ele alınamaz, Erdoğan 7 Haziran'da iktidarı hukuken kaybetti ama fiilen ona sımsıkı sarıldı, Suruç ve Ankara katliamlarında bütün oklar Saray'ı göstermesine rağmen bu katliamların bedelini ödemek zo­runda bıraktırılamadı, Tüm şuursuz propagandalarına, aleni yalanlarına, skan­dal seviyesindeki gaflarına rağmen iktidara kilitlenme gibi kendi açılarından bir meziyete sahipler, Demokrasi güçleri bu iktidar hevesini açık olarak kıramadan kesinlikle rahat nefes almamak durumundandırlar, Çünkü tüm hal ve davranışla­rıyla iktidarını asla paylaşmak istemediğini ortaya koyan bir politik aktör ile karşı- yadırlar, Faşizmin en somutlaşmış şekli son kertede kişicil bir iktidarın önündeki tüm engelleri aşarak mutlaklık kazanmasıdır, "İki faşist lider de kısmi anayasal po­zisyonlarını sınırsız kişisel otoriteye dönüştürüp devlet üzerindeki kontrollerini tamamladılar." (Paxton, age, s, 180) "Hitler daha atanmasının üzerinden 24 saat geçmeden anayasayı değiştirmesi için gereken parlamento çoğunluğunu elde etmek umuduyla yeniden seçim ilan etti, Ancak seçimler adil ve tarafsız olmadı, 31 Ocak 1933'te Hitler hükümet başkanı konumunu kullanarak 'Alman Halkına sesleniş'i yayımladı, Bu bildiride, mevcut koşulların sebebi olarak demokratik sis­temi ve komünistlerin terörist faaliyetlerini gösteriyordu (ironik bir şekilde seçim

kampanyasının bir korku ve şiddet atmosferinde geçtiğini belirtiyordu) ve hü­kümetinin Almanya'nın onurunu ayağa kaldıracak bir 'milli yükseliş' olarak sunu­yordu..." ( Storer, age, s.230) Hitler bu seçimlerden istediği mutlak çoğunluğu elde edemedi. Ancak 23 Mart 1933'te Geçici Yetki Yasası ile kendisini kimsenin onayına sunmaksızın anayasa değişiklikleri dahil yasa çıkarabilir bir konuma taşı­dı. "1934 sonunda, Almanya tek partili bir devlet olmuş; ordu devlete değil bizzat Hitler'e yemin etmiş ve Nazi lideri hem şansölye hem de devlet başkanı yetkileri­ni elinde toplamıştı" (Storer, age, s.230)

DE TA FABULA NARRATUR ( Bu anlatılan senin hikayendir...)

co

PARALEL FAŞİZM O

KUM

ALARI

EKON

OM

İDE SO

SYALİST ALTERN

ATİFİ YARATMAK

e k o n o m id e s o s y a l is tALTERNATİFİ YARATMAK

M. Sinan MERT

2008'den bu yana derin bir krizle sarsılan kapitalizmin çeşitli meydan okuma­larla karşı karşıya kaldığı bir dönemden geçiyoruz,

L. Amerika'da yükselen 21, Yüzyıl Sosyalizmi dalgasını, 2008 krizi sonrası önce toplumsal hareketler, meydan eylemleri sonra da bunlardan türeyen par­tilerin yarattığı hareketlilik takip etti. Özellikle Ocak 2015'te Syriza'nın kemer sıkma programlarına açık karşıtlık içinde ve daha önceden açıkladıkları Selanik Programı'nı uygulamak üzere iktidara gelmesi dünya çapında heyecan yarattı. İspanya'da PODEMOS'un hızlı yükselişi de bu umutları büyüttü. SYRIZA'nın ke­mer sıkma dayatmasına karşı referandum kararı alması sonrasında Yunan halkı %60'ları aşan bir oranla OXI diyerek direnişi seçti. Kapitalizm karşıtı politikalar ile küresel sermayenin neoliberal mimarisi, belki de 1989 çözülüşü sonrasında­ki en büyük karşı karşıya gelişi yaşama noktasına gelmişti. Bu noktada SYRIZA içindeki uzlaşmacı eğilim ağır bastı, taleplerde ısrarcı olmak yerine Troika'nın dayattığı ve Yunan ekonomisini bütünüyle teslim alan program kabul edildi. Yu­nan halkının direnme eğiliminin küresel sermaye cephesinde yarattığı büyük gerilim hızla azaldı, Yunanistan şimdilik gündemin ağırlıklı maddelerinden biri olmaktan çıktı.

SYRIZA'nın geri çekilişi ve hatta içindeki kemer sıkma karşıtı Ulusal Birlik Platformu'ndan da kopuşması sonrasında İspanya'da PODEMOS'un yakala­dığı yükseliş ivmesinin de gerilediğini gözlemleyebiliyoruz. Bu geri çekilişin Portekiz'de de sosyalist alternatifin inandırıcılığını azalttığını söyleyebiliriz.

Fakat bu sefer de belki de hiç beklenmedik bir noktada, neoliberal hegemon­yanın kalelerinden İngiltere'de Jeremy Corbyn'in İşçi Partisi'nin lideri seçilirken yarattığı rüzgar neoliberalizmin karşısında bir mevzi oluşma beklentisi olanları yeniden heyecanlandırdı.

Kapitalizmin yaşadığı krizin derinliği düşünüldüğünde şimdiye kadar çok daha somut bir alternatifle karşı karşıya kalmamış olmasını neoliberalizmin ideolojik he­gemonyasının gücü ile açıklamak mümkün. Marksizm'i işçi sınıfı mücadelesi ile bütünleştiğinde muazzam bir devrimci güç haline getiren, kapitalizme karşı çok açık bir hedef ortaya koymasından kaynaklanmaktaydı: ÖZEL MÜLKİYET. Liberalizmin tarihsel olarak dokunulmaz kılmaya çalıştığı, gelişme ve özgürlü­ğün güvencesi olarak gördüğü özel mülkiyet artık işçi sınıfının hedefindeydi.

Toplumsal vebaya yol açan olgu; üretimin toplumsallaşmasına rağmen üretim araçlarının özel mülkiyetinin üretimin sonuçlarına sermayedar tarafından el ko­nulmasını mümkün kılan üretim ilişkileriydi. Bu üretim ilişkisi, sömürüyü ürettiği gibi aynı zamanda üretici güçlerin gelişimine de engel olmaktaydı. Dolayısıyla özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesi hem sömürüyü ortadan kaldıracak hem de üretici güçlerin gelişi­mini hızlandırarak toplumları ileri doğru sıçratacaktı. Limit durumunda bütün sınıfların ortadan kalktığı, herkesin imkânları ölçüsünde üretime destek sunup ihtiyaçlarını da karşılayabildiği mutlak özgürlük ve eşitlik hali komünizme varı­lacaktı.

Gayet açık ve ikna edici bu reçete Marksizm'i ideolojik omurga olarak alan komünist ve sosyal demokrat hareketlere büyük bir hegemonik güç sağlamak­taydı. 1989 çöküşü sonrasında bu hegemonya, neoliberal söylem karşısında ne­redeyse bütün inandırıcılığını kaybetti. Komünist ülkelerde yaşanan çöküş ka­pitalizmin tüm zaaflarını bir anda neredeyse görünmez kılmıştı. Fakat karşıtını kaybeden kapitalizmin yarattığı toplumsal tahribat, muazzam bir eşitsizlik ola­rak kendisini açıkça ortaya koydukça sorgulamalar yoğunlaşmaya başladı. ABD hegemonyasında somutlaşan neoliberal dayatma, öncelikle L. Amerika'dan yırtıldı. Bu yırtıkta 2008 krizi sonrasında yaşanan toplumsal direnişleri besleye­cek ideolojik cephanelik ve özgüven belli bir noktaya kadar gelişti. Occupy Wall Street, Indignados, Tahrir örneklerindeki kitlesel kabarışlar neoliberal tahribatı ve yarattığı büyük öfkeyi daha da belirgin bir biçimde açığa vurdu.

Bütün bu kabarışlara rağmen 2015'in sonlarına yaklaştığımız şu günlerde ka­pitalizmin karşısında özel mülkiyeti doğrudan tehdit eden, sermaye döngüsünü imha etmeyi önüne hedef olarak koyan, toplumsal ekonomiyi inşa etmeyi başaran/ başarmak için yola çıkan bir somut ve kitleleri peşinden sürükleyen bir program yaratabilmiş değiliz. L. Amerika'dan Avrupa'ya düzen karşıtı programlar büyük oranda kapitalizmin yarattığı tahribatı sınırlamaya dönük adımlar atmaktalar ancak buralardan ortaya çıkan sonuçlar neoliberalizmi alt edecek etkiler yara­tabilmiş değil. Piyasalara Keynesyen diyebileceğimiz çerçevede müdahaleler radikal ekonomi politikaları olarak lanse edilse de bunların uygulanmasından hegemonya yaratacak sonuçlar elde edilebilmiş değil.

Fakat dünyanın dört bir yanında halkların bu konuda yoğun bir beklentisi var. Belli bir eşiği aşabilen ve topluma umut verebilen, kapitalizmi gerçekten sorgulayan girişimler toplumsal anlamda ciddi destek bulabiliyor. Kemer sık­ma karşıtı partilerin ve hareketlerin dünyanın birçok ülkesinde destek bulması bu eğilimle açıklanabilir. Halkların beklentisi kapitalizmin dayattığı cehennemi yaşam koşullarının aşılmasını sağlayacak bir programın ortaya konabilmesi. Thatcher'in TINA'sı "There is no alternative-Alternatif Yok!" barajının yıkılmasının eli kulağında.

Halkların beklentisi neden karşılanamıyor? Yaldızları bu kadar dökülmesine rağmen neden özel mülkiyete karşı doğrudan bir saldırı gelişemiyor? Reel sosyaliz­min zihinlerde yarattığı tahribatın aşılabilmesinin koşulları neden yaratılamıyor?

LOEKO

NO

MİD

E SOSYA

LİST ALTERNATİFİ YARATM

AK

ON

EKON

OM

İDE SO

SYALİST ALTERN

ATİFİ YARATMAK

Kamusal olanın özel olandan her açıdan daha nitelikli bir toplumsal yaşam yarata­cağı neden kesin bir üstünlük elde edemiyor?

Özel mülkiyeti doğrudan tehdit eden ekonomik modellerin çok ciddi bir ve­rim lilik ve etkinlik sorunu yaratacağına dair bir önyargı hala oldukça güçlü gö­rünüyor, Piyasaların zenginlik üretme konusunda bir alternatifinin bulunmadığı, dolayısıyla yarattığı tüm olumsuzluklara rağmen yerlerine konabilecek başka bir seçenek olmadığı yargısı en muhalif bilinçlere dahi büyük oranda yerleşmiş durum­da. Oysa bugün özel mülkiyetin uygulanmasındaki üretim ilişkisi bile bu savla ilgili çok çeşitli tartışmalara açık, Dev tekellerin yönetim leri artık mülkiyet sahip­lerinden tamamen farklı kimselerin elindedir, Mülkiyet sahiplerinin kararların alınması aşamasındaki etkileri oldukça azalmış durumda, Çok yüksek maaşlar alsa da hala ücretli statüsündeki kimseler tarafından yönetilen şirketlerin sahip­leri temettü dağıtımlarının pasif alıcısı haline dönüşmüş durumda, Serbest piya­sa artık tamamen kurgu, bir çok sektörde dev tekellerin hakimiyeti söz konusu, Üretim artık karlı bir olgu olmaktan görece çıktığı için finansal faaliyetler dünya kapitalizmini bir gazino haline çevirmiş durumda, Milyarlarca dolar üretim ala­nında girecek farklı alanlar bulamadıkları için üretilmiş artı değeri sömürmenin yollarını arıyor, İşsizlik ve aşırı çalışma bir arada yaşanıyor, Devrevi krizler birik­miş zenginliklerin kontrolsüz ve toplumları tahrip edecek biçimde yok olmasına yol açıyor, Yunanistan'ın son beş yılda GSMH'sinin dörtte biri buharlaştı, Olağan koşullarda devletin ekonomiye müdahale etmesi finans kapitalin tüylerini diken diken ederken kriz koşullarında devletin bankaları ve sermayedarları kurtarması yeni bir normal olarak karşımıza çıkarılabiliyor, Ekolojik krizi ayrıca anmaya ge­rek bile yok bunca örnekten sonra, Özel mülkiyetin verimsizliğinin, dünyayı nasıl bir yıkımın eşiğine taşıdığı bu kadar açıkken nasıl oluyor da toplumsal hareketler tarafından doğrudan hedef alınamıyor?

Toplumsal üretimin yarattığı muazzam zenginlikler toplumun denetimine girmediği için neredeyse gereksiz bir fazlalık durumuna dönüşmüş durumda, Bu "gereksiz fazlalık" üretim sürecinde yatırıma dönüşmeyip finansallaşma ağ­ları ile bütün toplumu örümcek ağı gibi sarmakta, Finansallaşma, üretimin ken­disini ikincilleştiren bir biçimde en büyük servet yaratıcı aktivite haline gelmiş durumda, Gelirlerini arttırmakta zorlanan emekçiler, finansal sistemin ağlarına borçlular olarak düşüyor ve çifte sömürünün kurbanı haline dönüşüyorlar, Ban­kalar artık en yoksulların bile cüzdanının ortağı olmuş halde, Finansal iktidar, ülkeleri sahte zenginlik balonlarına dönüştürebildiği gibi hızla çölleştirebiliyor da... SYRIZA'nın teslim alınmasında Yunan bankalarına uygulanan küresel am­bargonun ne kadar etkili olabildiğini açıkça gördük,

Kapitalizmin ihtiyaç üreten yapısının ekolojik anlamda da taşınamaz bir nok­taya doğru taşındığını artık açıkça görebiliyoruz,

Dolayısıyla emekçilerin finans kapitali mülksüzleştirmeye dönük bir proje­ye her zamankinden daha fazla ihtiyacı var, Kapitalizmin dibini bulamayan krizi bunu her zamankinden daha da mümkün kılıyor,

Sermaye İlişkisi Üzerinde İşçi Denetiminin İnşasıTemel sorumuz şu: Üretenlerin üretim üzerindeki denetimini her yönüyle arttırdıkları bir noktaya ulaşmamızı nasıl sağlayabiliriz?

Özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasındaki temel amaç toplumun üretim üzerinde denetim kurmasını sağlamaktı, Böylece toplumsal olarak başarılan üretimin sonuçlarına kişilerce değil toplumun kendisi tarafından el konulacaktı, Bunun başarılmasının temel yöntemi ise üretim araçlarının devlet mülkiyetine geçirilmesi idi, İşte tam da burada devlet iktidarı ile halkın iktidarının örtüşme- si sorunu ortaya çıkıyor, Bu örtüşmenin gerçekleşmemesi durumunda işçilerin üretim süreçlerine yabancılaşması, üretimin toplumsallaşmasının önünde engel oluşturmaktaydı, "Öncü Marksizm, sosyalizmi hukuksal mülkiyetle özdeşleştirdi­ği ve öncülük ilişkileri altında işçilerin sömürülmesini ve deformasyonunu göz ardı ettiği için, tüm bunların gerçekleştiği kişiler adına sosyalizmi ve Marksizm'i itibarsızlaştırmaktadır, Bu, Reel Sosyalizmdeki işçileri güçsüzleştirmekle kalma­yıp diğer yerlerdeki işçilere de Marksizmin işçilerin sömürülmesine ve deformas- yonuna geçit verdiği mesajı taşımaktadır" ( Micheal Lebowitz, Reel Sosyalizmin Çelişkileri- Yöneten ve Yönetilen, Çev, Barış Baysal, s.225, Nota Bene, cümle dü­şüklükleri çevirmene aittir,)

Reel Sosyalizm en büyük eksikliği özgürlükler alanında yaşandığı için günü­müzde toplumsal hareketlerin önüne doğrudan demokrasi ile ilgili hedefler koy­ması yabancılaşma sorununu çözecek temel manivela olarak düşünülmektedir, Özyönetimlere, katılımcı bütçelere, halk meclislerine, konseylere dayalı top lum ­sal hareketler öncülük kavramını sorgulamakta belki haklıdırlar, ama doğrudan demokrasi vurgusunun her sorunu çözecek bir iksir olmadığı da açıktır, Serma­ye ilişkisinin demokrasiye, biçimsel olanı dışında neredeyse hiç alan bırakmadığı açıktır. Sermaye döngüsü kendisini sorgulanamaz bir kutsallık çehresine bürün- dürmeyi başardıkça, siyaset ile ekonomi arasındaki uçurum korundukça, siya­si demokrasinin işyeri içinde de vücut bulması temin edilemedikçe doğrudan demokrasinin kırılganlığı da aşılamayacaktır, Yunanistan örneğinde de olduğu gibi sermaye diktatörlüğü kendi meşruiyetine zarar verebilecek hiçbir sonuca yol vermemek için milyonlarca insanı açlıkla sınava çekebileceğini göstermiştir, Ser­maye ilişkisini sorgulamayan bir siyasi demokrasi gerçek sonuçlarına ulaştırılamaz. Mücadele edenlerin ortak karar alması kapitalizmi öldürmez, ne yönde karar aldıkları da en az karar alma yöntemleri kadar önemlidir, Toplumsal hareketler sadece doğrudan demokrasi üzerinden gelişip sermaye ilişkisini de yapıbozuma uğratıp toplumun denetimi altına alma konusunda yeterli netlikte bir program ortaya koyamazlarsa demokrasi projesinin de kadük olacağı açıktır, Sermaye iliş­kisinin kendisi daha çitleme günlerinden bu yana toplumun güçsüzleştirilmesi, kendi üzerinde denetim kuramaz şekilde kötürümleştirilmesi üzerine kuruludur, Sermaye ilişkisinin kendisi demokrasi ilişkisinin anti tezidir, Başta işçiler olmak üzere, üretim araçlarının/paranın hakimleri dışındaki tüm toplumsal kesimlerin toplumsal iktidarın dışında bırakılmasının koşuludur, Doğrudan demokrasi ancak sermaye ilişkisi toplumun denetimi altına alındığında mümkün olabilir. Özel mülki-

^1

EKON

OM

İDE SO

SYALİST ALTERN

ATİFİ YARATMAK

oo

EKON

OM

İDE SO

SYALİST ALTERN

ATİFİ YARATMAK

yetin üretimin sonuçlarına el konulmasını mümkün kılan sonuçları ortadan kal­dırılmadan biçimsel demokrasi aşılamaz.

Bu yazıda yukarıda kısaca çerçevesi çizilen bakış açısıyla sermaye ilişkisine güncel meydan okumaları da gözden geçirerek alternatif/devrimci bir ekonomi politikası ile ilgili sonuçlara ulaşmayı hedefliyoruz.

Syriza'yı İktidara Taşıyan Selanik Programı21. yüzyılın en şiddetli ekonomik krizini yaşayan Yunanistan'da önemli bir

toplumsal destekle iktidara gelen Syrıza'nın Ocak 2015'deki seçimlere giderken ekonomi ile ilgili temel görüşlerini açıkladığı ve kendisini iktidara taşıyan Selanik Programı'nda şu başlıklar bulunmaktaydı:

1- Kamu borçlarının önemli bir kısmının silinmesiyle bunların ödenebilir hale getirilmesi. Bu 1953'te Almanya için yapılmıştı. Şimdi de Güney Avrupa ve Yuna­nistan için uygulanabilirdi.

2- Kalan borçların geri ödenmesi planına sadece bütçenin geri ödenmesini garanti altına alan değil aynı zamanda büyümenin de öncelikle ele alınmasını içeren bir içeriğin oluşturulması.

3- Büyüme için fon yaratılabilmesi amacıyla borçların belli bir süreliğine erte­lenmesi- moratoryum.

4- Kamu yatırımlarının sınırlanmasına dönük baskının hafifletilmesi.5- Avrupa Yatırım Bankası tarafından finanse edilen yeni bir kamu yatırımı pla­

nının gerçekleştirilmesi.6- Avrupa Merkez Bankası tarafından devlet tahvillerinin doğrudan alımı ara­

cılığıyla finansal destekleme sağlanması.SYRIZA esas olarak toplumun geniş kesimlerinin bedel ödemesine yol açacak

şekilde faiz dışı bütçe fazlası yaratmak yoluyla borçların ödenmesinden ziyade büyüme aracılığıyla devletin ve toplumun gelirlerini arttırmasını önceleyen bir borç ödeme planını dayatmayı hedefliyordu. Bu amaçla iktidara gelir gelmez kamu yatırımlarını en az 4 milyar Euro arttırmayı hedefliyordu. İşçi /kamu çalışanı ücretlerini ve emekli maaşlarını tüketim ve talebi arttırmak adına yeniden kriz öncesi seviyelerine çekmeyi taahhüt ediyordu. Küçük ve orta ölçekli işletmele­re istihdam teşvikleri verilmesi ve sanayinin enerji giderlerinin finanse edilme­si planlanmaktaydı. Bilgi, araştırma ve yeni teknolojilere yatırımı arttırarak son yıllarda artan beyin göçüne son verilmesi hedefleniyordu. En önemlisi de refah devletinin yeniden inşası hedeflenmekteydi.

Söz konusu planda SYRIZA, Yunan halkına Samaras'ın Almanya'nın her tale­bini kayıtsız şartsız kabul etmesine karşılık Avrupa ile yürütülecek bir müzakere süreci vaat etmekteydi.

"Müzakere mi kayıtsız şartsız biat mı,Büyüme mi kemer sıkma mı,SYRIZA mı Yeni Demokrasi mi?" (Syriza'nın Selanik Programı'nın girişi)Müzakereler sona erene kadar ise ulusal bir Yeniden İnşa Planı önerilmektey­

di. Yeniden İnşa Planı'nın dört temel hedefi mevcuttu:

1- İnsani krizi göğüslemek,2- Ekonomiyi yeniden hareketlendirmek ve vergi adaletini sağlamak,3- İstihdamı yeniden temin etmek,4- Demokrasiyi derinleştirmek için politik sistemi dönüştürmek,i - İnsanî krİz İ göğüslemek

300 bin haneye ayda 300 kWh'den az olmak kaydıyla ücretsiz elektrik, geliri ol­mayan 300 bin aileye yemek sübvansiyonu, konut garantisi ile yoksullara çok düşük kira ile (m2'si 3 Euro) kamusal konutlar, 13, emekli maaşı olarak yılbaşı ikramiyesi, güvencesiz işsizler için ücretsiz ilaç, uzun süreli işsizler ve yoksullar için özel kamusal ulaşım kartı, ısınma ve mazotta özel tüketim vergisinin düşürülmesi gibi uygulama­larla krizin yarattığı tahribatı onarmak,

2- eko n o m İy İ yenîden hareketlend İrmek ve vergî adaletînî yenîden sağ­lam ak

Geliri olmayanların borçlarını geri ödeyememekten kaynaklanan yükümlülükle­rinin 12 ay ertelenmesi, orta sınıflar üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, artan oranlı vergilendirme düzenlemesi ile daha zenginden daha çok vergi alma, asgari ücretin yeniden 751 Euro'ya yükseltilmesi, borçların devlet aracılığıyla yönetilmesi,

3- îstîhdami yenîden tem în etmek

İlk iki yıl içinde 300 bin yeni istihdam yaratmak ve kitlesel işten çıkarmaları yasak­lamak,

4- DEMOKRASİYİ DERİNLEŞTİRMEKDevletin bölgesel olarak yeniden yapılandırılması, bölgelerin ve belediyelerin şef­

faflığını, ekonomik otonomisini ve etkin işlemesini geliştirmek, vatandaşların demok­ratik katılımını güçlendirmek, halkın yasama inisiyatifi, halkın vetosu, halkın referan­dum çağrısı yapma hakkı gibi yeni yasal düzenlemeler,

Görüldüğü gibi SYRIZA'nın ekonomik planında, toplumun en geniş kesimlerini ül­kenin tüm kaynaklarına el koymaya hazırlanan Troika'ya karşı birleştirmeye dönük bir çatı inşa edilmişti, Kemer sıkma politikasının boğduğu ulusal ekonominin canlandırıl­ması, krizin en çok mağdur ettiği kesimlerin toplumsal güvence altına alınması ve de­mokrasinin yerel ölçekte de geliştirilmesi ile toplumun güçlendirilmesi hedeflenmek­teydi, Bu dönüşümün gerçekleşmesi için amaçlanan kaynaklar ve koşullar nereden sağlanacaktı? AB ile yürütülen müzakerelerden, Finans kapitalin mülksüzleştirilmesi ile ilgili somut bir hedef konmamıştı, Artan oranlı bir vergilendirme hedefi konmak­la birlikte bu programın ağırlık merkezini oluşturmamaktaydı, AB ile müzakerelerde sonuç alınabileceği, kamu borçlarının yeniden yapılandırılabileceği dışında kaynak yaratmaya dönük çok önemli bir plan bulunmamaktaydı, Zaten AB tarafı müzakere­lerde bu zaafı fark ettiği için neredeyse hiçbir geri adım atmadı, SYRIZA'nın bir B pla­nına sahip olamaması, kaynak yaratmak için kendi zenginlerine yönelemeyişi açık ye­nilginin yollarını döşedi, Yaz başında toplumun neredeyse üçte ikisinin desteğini alan bir parti müzakerelerde uğradığı bozgun sonrasında şu anda bölündü, buna rağmen Eylül seçimlerinde iktidarı kaybetme riskini şimdilik savuşturdu, Müzakerelerden so­nuç alamayan parti yönetimi programını uygulamak için daha radikal adımlar ataca­ğına kendisini radikal adımlar atmaya zorlayan sol kanadından kopuşmayı tercih etti,

VO

EKON

OM

İDE SO

SYALİST ALTERN

ATİFİ YARATMAK

oLOEKO

NO

MİD

E SOSYA

LİST ALTERNATİFİ YARATM

AK

SYRİZA'nın yenilgisinin sadece kendi yenilgisi olmayacağı açıktı. Kasım 2014'te anketlerde birinci parti olarak görülen PODEMOS, İspanya'da şu anda 3. parti durumuna düştü. PODEMOS'un programında da aslında SYRİZA'nınkinden çok temelli bir farklılık yok. Vincent Navarro ve Juan Torres tarafından kaleme alınan partinin 68 sayfalık ekonomi programında da krediler, asgari gelir güven­cesi, emekli maaşları, emeklilik yaşı en yüksek ücretle en düşük ücret arasındaki makasın bir lim itle sınırlanması, sağcı Halk Partisi'nin İş Kanunu'nda yaptığı deği­şikliklerin iptali, özellikle kredi borçlarını ödemekte zorlananların borçlarının ye­niden düzenlenmesi, Avrupa Merkez Bankası'nın tam istihdamı da hedeflerinin arasına alacak biçimde yeniden yapılandırılması ile ilgili maddeler mevcut.

İngiliz İşçi Partisi'nin başına geçen Corbyn de aslında devlet eliyle yatırımların arttırılacağı bir modeli önermekte. Thatcher zamanından beri neoliberalizmin dogmalarından biri haline gelen büyük sermayeye sağlanan vergi indirimlerinin ve teşviklerin kaldırılması ile oluşacak kaynaklarla bir Ulusal Yatırım Bankası'nın oluşturulması ve Merkez Bankası'nın bastığı paralarla finanse edilen altyapı yatı­rımları bu programın en başta gelen iki hedefi. Yakın geçmişte özelleştirilen de­miryolu, posta gibi kimi alanlarda yeniden millileştirme yapılması da Corbyn'nin kitlelerde karşılık bulan taleplerinden oldu. Corbyn aslında devlet harcamaları eliyle piyasanın ve büyümenin canlandırılmasına dönük bir yatırım şemasını ha­yata geçirmeyi hedefliyor.

Neoliberalizmin yarattığı tahribatın giderilmesine dönük önlemler tüm bu programların ortak noktasını oluşturuyor. Özellikle toplumun en altındakilerin temel ihtiyaçlarının karşılanmasının güvence altına alınmasına dönük hamleler bir tür sol Keynesçiliğin temelini oluşturuyor. Benzeri bir çerçeve HDP'nin 7 Ha­ziran seçimlerine giderken ortaya koyduğu "Güvence Ekonomisi" programında da mevcuttu. Toplumun en alt kesimlerine sağlanması hedeflenen kaynaklar nere­den bulunacak? Bunun çok açık bir biçimde ortaya konamaması aslında söz konu­su programların inandırıcılığını da ciddi anlamda zorluyordu. Aslında popülist bir programla devrimci bir program arasındaki temel fark tam da bu kaynak başlı­ğında ortaya çıkıyor. Eğer sermaye ilişkisini adım adım kamusal denetim altına almaya dönük net bir duruş söz konusu değilse bu programlar ne kadar "ilerici" maddelere referans verse de inandırıcı olamıyor, inandırıcı olsa bile hayata geçi­rilmesi mümkün olamıyor. Finans kapitali net biçimde tehdit altında bırakmayan bir sol proje bugün için umut kırıcı sonuçlar yaratmaktan kurtulamayacaktır. Top­lumsal mücadelenin gelinen konağında aslında tam da böylesi bir saflaşmanın ve gerilimin ortaya çıkarılmasına, derinleştirilmesine ihtiyaç vardır.

Halkçı bir ekonomi programının önüne koyması gereken en açık, toplumun en zenginlerinden en yoksullarına doğru bir kaynak aktarımının sağlanmasıdır. Bu kaynak transferinin iki anlamlı yolu bulunmaktadır: Birincisi finans kapitalin ve özellikle finansal, spekülatif sektörün gelirlerini ciddi oranlarda vergilendirebil- mektir. İkincisi ise finans kapitalin elindeki üretim araçlarını kamusallaştırarak or­taya çıkan artı değeri de kamusal tasarrufa açmaktır. Üretenleri kendilerinden ça­lınan artı değer üzerinde denetim sahibi yapabilmek bu şekilde mümkün olabilir.

Venezüella'da da benzer bir İkili görevi başarmak hedeflendi. Birincisi mis­yonlar aracılığıyla toplumun en yoksul kesimlerinin yaşam koşullarının güven­ce altına alınması İkincisi ise Bolivarcı ekonomi kurumları inşa ederek var olan ekonomik yapının kamusal bir ekonominin inşasıyla kuşatılması. Bolivar Devrimi çok uzun yıllardır iktidarda olmasına rağmen özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya doğrudan girişmedi. Burjuvazinin farklı kesimlerinin ekonomik ve siyasi sabotaj­larına rağmen kimi temel sektörlerdeki kamulaştırmalar dışında özel mülkiyete topyekün bir yöneliş geliştirilemedi. Bolivar Devrimi bu anlamda özellikle geçti­ğimiz 1ü yılda giderek artan petrol fiyatlarının da sağladığı olanaklarla geçmişte ayrıcalıklı kesimlere aktarılan kaynakların önemli bir kısmını alt gelir gruplarına yönlendirmeyi başardı. Fakat kendi ayakları üzerinde durabilen bir üretim yapı­sının inşasında gerçek anlamda kalıcı sonuçlar elde edilemedi. Petrol fiyatlarının hızla düşmesinden en çok etkilenen ülkelerden birisi Venezüella oldu. Dünyada şu anda yıllık enflasyon oranı en yüksek olan ülke durumuna gelen Venezüella, üretim yapısı açısından da birçok bakımdan dışarıya bağımlı bir durumda görü­nüyor.

Dayanışma EkonomisiÖzellikle Yunanistan'da kriz sonrasında hızla gelişen Dayanışma Ekonomisi,

krizin yarattığı tahribatla başa çıkabilmek için halkın geliştirdiği yaratıcı örnekleri de ortaya çıkardı.

Örneğin Atina'da kurulan Atina Zaman Bankası bu örneklerden bir tanesiydi. Bankaya üye olan kişiler genellikle profesyonel meslek sahipleri, başkalarına hiz­met sunarak geçirdikleri her bir saat için bir kredi kazanıyorlar. Bu kredileri yine ihtiyaç duydukları başka hizmetleri almak için kullanabiliyorlar. Bankanın üyeleri arasında her işkolundan insan var, ama kriz sonrasında ortaya çıkan yaşam ko­şulları psikoterapistleri en popüler hale getirmiş. Böylece para tamamen ortadan kaldırılmış oluyor. Benzer şekilde her gün en az 1üü kişiye bakan Helleniki Kliniği de zaman ve erzak bağışı ile çalışıyor, paranın ödeme aracı olarak kullanılması is­tenmiyor. En yaygın örgütler ise tüketici kooperatifleri, özellikle aracıların kaldırıl­ması ile ihtiyaç ürünlerinin fiyatlarının ucuzlamasının sağlanması son derece ca­zip geliyor. Yine giderek artan evsizlere gelir sağlamak için çıkarılan Shedia isimli derginin aktivistlerinden Christos Alefantis kriz sonrasında Yunanistan'daki ruh halini şöyle özetliyor: "STK'lar toplumun geri kalanından ayrışmış durumda değil. Dahası onlara ayrılamaz bir biçimde bağlanmış durumdalar. Uzayan toplumsal ve ekonomik kriz koşulları, kurumlara tüm inançlarını kaybeden vatandaşların ekonomik ve psikolojik durumlarını etkiliyor. Buna rağmen, kriz ve getirdiği acılar dayanışmanın, sevginin, kolektif aksiyonun gücünü ve bir toplum olarak birlikte hareket etmenin kararlılığını ortaya çıkardı" ( Maria Kottari- Christian Kanata, Gre­ece: "The crisis has brought out solidarity, love and collective action, 22 Haziran 2015, the Guardian)

Halkın kendi yarattığı ve tabandan geliştirdiği ekonomi aygıtları bu haliyle toplumsal örgütlenmeyi sağlamak ve yerel ölçekte yaşamın yeniden üretimini

LOEKO

NO

MİD

E SOSYA

LİST ALTERNATİFİ YARATM

AK

<NLOEKO

NO

MİD

E SOSYA

LİST ALTERNATİFİ YARATM

AK

sağlayabilse de bunlar kendiliklerinden flnans kapitali tehdit eden sonuçlar yara­tamıyorlar. Bütünlüklü bir stratejinin parçası olabilseler de dayanışma ekonomi­lerinin ülke ekonomisini yapısal dönüşüme uğratabilmesini beklemek gerçekçi değil. Finans kapitalin toplumsal ilişkilerden bağımsızlaşacak oranda sivrildiği, piramidin tepesinde olağanüstü bir ekonomik ve siyasi gücün biriktiği koşullar­da dayanışma ekonomileri bir politik söylemi hegemonik kılma işlevi oynayabil­mekte fakat bundan daha fazlasını başaramamaktadır.

Ekonomide Ne Yapmalı?Siyaset ve ekonomi arasındaki duvarları yıkmak; artı değeri üretenleri, ürettik­

lerinin üzerinde irade sahibi kılmak, kısacası ekonomiyi toplumsallaştırmak için bütün bu örnekler ışığında ne önerebiliriz?

Doğrudan iktidarı ele geçirerek yukarıdan aşağıya ekonomiyi kamusal temelde yeniden yapılandırmak ile sistemin içinde ortak ekonomiye dayanan adacıklar yara­tarak yağ lekesi gibi kamusal ekonomiyi büyütmek stratejileri birbiri ile karşıt konum­lara yerleştirilmek durumunda mıdır? Bu iki strateji, yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı stratejileri birbirinin rakibi değildir. Lebowitz'in deyimiyle Öncü Marksiz- mi, ekonomideki düzenlemeyi büyük oranda iktidarın ele geçirilmesi sonrasına bırakan ve burada da iktidarı partinin ve teknokratların, plancıların elinde yo­ğunlaştıran yukarıdan aşağı stratejinin bir örneğidir. Bu yaklaşımda toplumun, işçilerin seyirci kalması yabancılaşmadan kaynaklanan çok çeşitli sorunlara yol açmaktadır. Ayrıca günümüz dünyasında hele de doğal kaynaklar açısından Rus­ya kadar zengin bir ülkeden bahsetmiyorsak, küresel üretim zincirlerinin ve fi- nansal ağların bütün yerküreyi sardığı koşullarda izole bir ekonominin kendisini yeniden üretmesi neredeyse imkansızdır. Küresel kapitalizmin saldırıları karşısında ayakta duramayacak hale düşebilecek bir ülkede sosyalizmin inşası imkansız olma­sa bile çok zordur. Bu koşullarda toplumsal artı değerin çok daha büyük bir kısmı ister istemez ekonomiyi ayakta tutm ak ve asgari yatırım oranını yakalamak için harcanacak bu da toplumla devlet arasında otoriter bir ilişkinin oluşmasına yol açacaktır. Ekonominin bu koşullarında ezilenlerin kısa vadeli çıkarları ile uzun va­deli çıkarları arasında uzlaşı sağlamak neredeyse imkansız olmaktadır. Sermaye hareketlerinin kontrolünün giderek zorlaştığı siber ekonomi çağında kamulaştır­ma tehdidi karşısında sermayenin büyük oranda ülke dışına kaçacağı da açıktır. Çok yönlü sabotajlar karşısında sadece güvenlik önlemleri yeterli olmayacaktır. Dolayısıyla kendini belli seviyelerde yeniden üretebilecek bir noktaya ulaşmış kamusal ekonominin, imece yapılarının devrim öncesinde yapılandırılmış olması devrimi güvence altına alacaktır.

Buna karşılık dayanışma ekonomileri ile siyasi iktidar hedefini gözden çıka­rarak sosyalizme ulaşabilmenin hayalci bir perspektif olduğu da çok açıktır. Bu yapıların açık devlet desteği olmaksızın tüm toplumsal üretimi kucaklayabilmesi mümkün değildir. Şimdiye kadar bu alanda yaratılan kimi başarılı örnekler her ne kadar umut verici olsa da siyasi iktidarın ele geçirilmesini ve yukarıdan aşağı politikaları, kısacası proletarya diktatörlüğünü gereksizleştirecek bir çerçeveye

ikna olmak mümkün değildir. Siyasi İktidar hedefi olmayan toplumsal hareket­lerin İnşa ettiği dayanışma ekonomileri ancak sosyal devletin geri çekildiği boş­lukları doldurarak pansuman görevi görmekle sınırlı kalmaktadırlar. Daha geniş ölçekli üretim gerçekleştiren İspanya'daki Mondragon tarzı işçi kooperatifi mül­kiyetindeki şirketler de son kertede piyasa mantığının içine hapsolmaktadırlar. Venezüella'daki Bolivarcı Ekonomi yapıları bile ekonomik sisteme tam anlamıyla renklerini verememektedirler.

Bu anlamda ekonomi ile ilgili sosyalist stratejinin aşamalı olması kaçınılmaz­dır. Devrim öncesinde toplumsal hareketlerin eşliğinde kamusal ekonominin alanı olabildiğince genişletilmelidir. Bu altyapı hem MST örneğinde olduğu gibi toplumsal hareketin motivasyonunu arttıracak, olağan koşullarda siyasetle ilg i­lenmesi imkansız olacak toplumun en altındakileri siyasetle ilişkilendirecektir. Kamusal ekonominin sistem karşıtı toplumsal hareketlerin etkisi altında olma­dığı koşullarda bu alanda patronaj ilişkilerini mümkün kılan, otoriter popülist liderlerin siyasi tabanını oluşturan kitleleri finanse eden ancak özgürleştirici ola­mayan gerici "dayanışma" ağları da oluşabilmektedir. Kapitalizmin dışlama etkisi­nin son derece arttığı, toplumsal sınıflar arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğinin inanılmaz boyutlara ulaştığı koşullarda egemen sınıflar için bu tarz ağları finanse etmek neoliberalizme rıza üretmek için son derece hayati bir iktidar teknoloji­si haline gelmiştir. Bizler Dayanışmaevleri örgütlenmesiyle düzenin bu alandaki hegemonya mücadelesinin etkilerini çok yakından hissettik. Özellikle Siyasal İs­lam geleneği büyükşehir belediyelerini ele geçirince bu alanı muhalif, devrimci öznelere kapatmak için muazzam bir çaba harcadı. Bunu da büyük oranda zor kullanarak değil de rekabeti geliştirerek yaptı. Dayanışmaevleri, belediyelerin varoşlarda sunduğu "hizmet"ler ile rekabeti kaybetti ve etkinliğini bu anlamda yitirdi. Tabandaki kamusal, dayanışma ekonomileri ile siyasi iktidarı ele geçirme arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair önemli bir deneyim olarak da tarihe geçti.

Kamusalcı dayanışma ekonomisinin minimal programındaki hedefleri şu şe­kilde maddeleştirilebilir. Bu hedeflerin hayata geçirilebilmesi sermaye ilişkisinin topyekün kamusal kontrol altına alınmasının da koşullarını yaratacaktır:

1- MetasızlaştırmaSermaye ilişkilerini hayatın olabildiğince sınırlı bir alanına hapsetme. 1990'lar

sonrasında küresel anlaşmalar eliyle hayatın neredeyse tüm alanları metalaştı- rılmaya çalışıldı. Kendisini değerlendirebileceği alanlar bulmakta zorlanan ser­maye, daha önceden kamusal olarak finanse edilen birçok alanı bu çerçevede sermaye ilişkilerine açtı. Sermayenin bu kendine yeni alanlar açma stratejisi bizler açısından da yeni mücadele alanları açıyor. HES'lere karşı dereye ve suya sahip çıkma mücadeleleri bunun en açık örneği. Eğitimin, sağlığın ve diğer bir­çok alanın sermaye ilişkilerine açılması hiç kuşku yok ki kapitalizmi güçlendiriyor. Dolayısıyla günümüzdeki sınıf mücadelesinin en önemli başlıklarından bir tanesinin de metasızlaştırma olması gerekiyor. Özellikle toplumsal bir faaliyet olan üretimin

co

LOEKO

NO

MİD

E SOSYA

LİST ALTERNATİFİ YARATM

AK

LOEKO

NO

MİD

E SOSYA

LİST ALTERNATİFİ YARATM

AK

gerçekleştirilmesinde görev alan herkesin temel ihtiyaçlarının kamusal olarak karşılanması toplumun kendisiyle kurduğu ilişkinin makul bir zemine oturması için bir zorunluluktur. Toplumsal üretim gerçekten toplumun ihtiyaçlarım karşıla­mak için gerçekleşiyorsa o zaman bunu gerçekleştiren emekçinin kendisini yeniden üretebilmesi de toplumun güvencesi altında olmalıdır. Emek gücünün kendisini yeniden üretmesinin koşullarının güvence altına alınması neoliberalizmin emek­çiler üzerinde yarattığı tahribatı asgariye indireceği için de işçi sınıfını güçlendirir, örgütlenme eğilimlerini besler. Günümüzde sınıfın örgütlenme eğilimini azaltan en önemli etkenlerin başında güvencesizleştirme gelmektedir. Güvencesizleş- tirme işçinin emek gücünü yeniden üretme koşullarını da tehdit etmektedir. Bu açıdan su, elektrik, ısınma, ulaşım, barınma, sağlık, eğitim gibi alanlarda meta iliş­kilerinin ortadan kaldırılması sağlanmalıdır. Bu durum aynı zamanda toplumun siyasetle de çok daha sağlıklı bir ilişki kurmasını sağlayacaktır. Temel yaşam ko­şullarının güvence altına alınmadığı koşullarda otoriter popülist rejimleri besle­yen patronaj ilişkileri gelişmektedir. Bu ilişkiler faşizmi destekleyecek biçimde de konumlanabilmektedir. Polanyi'nin de altını çizdiği faşizm de aslında sınırsız pi­yasacı güçlerin yarattığı tahribata karşı bir sığınma olanağı sunduğu için gelişme şansı bulmuştur. Hayatın zorunluluk yükünden kurtulamayan işçiler, kendilerini güvenli sığınaklara konumlandırma ihtiyacı hissetmektedirler. Bu güvenli sığı­nakların inşasında düzen karşıtı güçlerin etkinlik kurması devrimci mücadeleleri besleyebilir ancak aksi durumlarda ortaya çok gerici sonuçlar da çıkabilmektedir. O yüzden başarılması gereken siyasi özgür iradelerin ortaya çıkabilmesi için ik­tisadi özgürlüklerin belli seviyede sağlanmasıdır. Bu tarz bir güvence ekonomisi inşası sağlanamadan işçi sınıfının geniş ölçekli örgütlenmesinin zemini de müm­kün olmayacaktır.

Aynı zamanda emek gücünün üretiminin kamusallaşması işgücü maliyetlerini de düşüren bir etki yaratacak, kısa vadede küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki ittifak zeminini de güçlendirecektir. Doğrudan finans kapitalin vergilendirilmesi ile emek gücü yeniden üretim maliyetlerinin kamulaştırılması sanayi ve hizmet­ler sektöründe küresel rekabet karşısında ayakta kalma olanaklarını büyütecek­tir. Emek gücü maliyetlerinin düşürülmesi aynı zamanda metaların ucuzlamasını da mümkün kılacaktır.

2- Artan Oranlı Vergi SistemiToplumsal artı değeri toplumun denetimi altına almanın önemli bir yolu da

artan oranlı vergi sistemi ile sermaye sahiplerinin eline geçen kaynakların yeni­den topluma döndürülmesinin sağlanmasıdır. Artan oranlı vergi sistemi bir tür ka­mulaştırma olarak algılanmalıdır. Bu yüzden vergilendirmenin yapısı aslında sınıfsal ilişkilerin seviyesini en açık biçimde ifade eden göstergelerden bir tanesidir. Doğru­dan karlara uygulanabilecek artan oranlı vergi sistemi, hem adaletli gelir dağılımı ile ekonominin dengeli büyümesini sağlayacak, işçi sınıfının denetimindeki fon­ları arttıracak hem de yukarıda bahsedilen güvence ekonomisinin finanse edil­mesini mümkün kılacaktır. Devrimci bir hükümetin de ilk el atacağı alanlardan

bir tanesi vergi politikasıdır. Sermayenin hangi kanatlarının hızla kamulaştıracağı aslında vergi politikası konusundaki işbirliği seviyesine göre belirlenecektir. Vergi politikalarını sabote etmek isteyen, yıllar boyunca halkın sırtından biriktirdiği biriki­mini kendisine saklamak için yurt dışına kaçırmaya çalışanların tüm mal varlıklarına anında el konacaktır.

Ancak vergi politikası sadece devrim sonrasının meselesi değildir. Devrimden önce de toplumsal hareketler sermaye sahiplerinin elinde biriken ve aslında büyük bir kısmı spekülatif finansal faaliyetlere yöneltilen birikimleri, kamusal faaliyetlerin finanse edilmesi için vergilendirme yoluyla ele geçirmek için mücadele etmelidir. Sermayenin daha çok vergilendirilmesi için mücadele, olgun bir sınıf hareketinin belirtisidir.

3- İşçi Denetiminde İşletmelerToplumsal artı değerin daha büyük bir kısmına sahip çıkmak için yaratılması ge­

reken araçlardan bir tanesi de doğrudan işçilerin denetimindeki işletmeler, köy ve kent kooperatifleridir. Bu gibi işletmelerde ortaya çıkan artı değer, doğrudan üre­tenlerin elinde kalmaktadır. Bu işletmelerin büyümesi işçi sınıfı açısından devrim sonrasını güvence altına alacak en önemli kazanım olacaktır. Hem sermaye ilişki­sinin alanı daralacak, hem de son kertede toplumsala karşı duran sermayedarla­rın elindeki kümülatif artı değer azalacak hem de işçilerin üretim üzerine denetim kurma deneyimleri artacaktır. İşçiler burada edindikleri deneyimleri kamulaştırarak devrim sonrasında işyerlerindeki faaliyetler üzerinde denetim kurabileceklerdir. İşçi denetimindeki işletmelerde ortaya çıkan artı değerin önemli bir kısmı işçi ör­gütlenmelerinin altyapı harcamalarının finansmanı için kullanılabilecektir. Yaban­cılaşmayı aşacak bir çalışma faaliyetinin ortaya çıkabilmesi için bu tarz işletmeler hayati önem taşımaktadırlar. Bu işletmelerin belli ölçeğin üzerinde toplumsal ihti­yaçları karşılayabilecek bir üretim seviyesine ulaşması ise devrimin kendisine yöne­lik sabotajlara rağmen ayakta kalabilmesinin en önemli güvencesini oluşturacaktır. Özellikle sermaye ilişkilerini hegemonik kılan kimi "sağduyu" öğelerinin kırılması açısından da bu tarz işletmeler hayati önem taşımaktadır. Özel mülkiyet olmayan bir işletmenin kendisini üretebilmesi, çalışanlarına insanca çalışma koşulları sağla­yabilmesi, üretim yordamlarını geliştirebilmesi sosyalizmin ve özel mülkiyet karşıt­lığının hegemonik hale gelebilmesi için de büyük katkılar sağlayacaktır.

Bu tarz işletmelerin yaygınlığı aslında sivil toplumun özgüvenini ve örgütlene­bilme kapasitesini yansıtması açısından da önemlidir. Sınıf inisiyatifinin zayıf ol­duğu ülkelerde bu tarz işletmeler sayıca son derece sınırlı kalmaktadır. Türkiye'de örneği geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan Kazova Direnişi, benzer bir işçi denetiminde işletme yaratmıştır. Böylesi deneyimler büyük önem taşımaktadır ancak ülkemizde yeterli oranda heyecan yaratmamıştır. Oysa başta Batı ülkeleri olmak üzere daya­nışma ekonomileri çerçevesinde çok geniş bir işleyiş söz konusudur. Başta Richard Wolff olmak üzere işçi denetimindeki işletmeler konusunda geniş bir literatür üre­timi de söz konusudur. (Örneğin Richard Wolff, "Democracy at Work, A cure for ca­pitalism, Haymarket Books)

LOLOEKO

NO

MİD

E SOSYA

LİST ALTERNATİFİ YARATM

AK

YO

LOEKO

NO

MİD

E SOSYA

LİST ALTERNATİFİ YARATM

AK

SonuçKapitalizmin krizinden devrimci sonuçlar üretebilmek ancak bir karşı hege­

monya projesine sahip olmakla mümkündür. Şu aşamada dünyada krizin sonucu olarak ortaya çıkan kemer sıkma politikalarına karşı yaygınlaşan bir bilinç ortaya çıkmaktadır. Fakat bu bilinç tam anlamıyla kapitalizmle hesaplaşmayı önüne ko­yan bir noktada değildir. Şu aşamada özellikle Avrupa'da ortaya çıkan tepkiler kapitalizmin emekçi sınıflar üzerinde yarattığı tahribatı telafi etmeye ya da kapi­talizmin işleyişini finansallaşmadan ziyade istihdam yaratan bir yapıya dönüştür­meye dönüktür.

Günümüzde kamulaştırma eliyle kapitalizmi kolayca aşabileceğimizi anla­tabilecek durumda değiliz. Belli sektörlerde, özellikle temel ihtiyaçlar alanında kamulaştırmalar tartışılabilir ancak reel sosyalizmin bilinçlerde yarattığı tahribat onarılamadan kamulaştırmayı karşı hegemonya projesinin merkezine koyabilme şansı bulunmamaktadır.

Kapitalizme karşı temel çizgimiz, sermaye ilişkisinin alanının daraltmak üzerin­de inşa edilmelidir. Burada yukarıdan aşağıya (siyasi iktidar eliyle kamulaştırma ve demokratik merkezi planlama) ve aşağıdan yukarıya (metasızlaştırma, artan oranlı vergilendirme, işçi denetiminde işletmeler) stratejileri birbirlerini destek­leyecek biçimde çalıştırılmak durumundadır. Yukarıdan ve aşağıdan stratejiler in­sanlık adına artık büyük bir tehdit haline dönüşmüş sermaye ilişkisini yok edecek bir perspektife sahip olmalıdır.

Sosyalist bir ekonomi politikasının önceliğinin eşitlikçi bir paylaşımı inşa et­mek olması son derece normaldir. Neoliberal karşı devrim sonrasında dünyanın her yerinde eşitsizlik şahlanmıştır. Türkiye'de nüfusun %1'inin servetinin geri ka­lan %99'un toplam servetini aştığı bilinmektedir. Kapitalizm kadın ve erkekler arasındaki gelir ve servet dağılımını sürekli olarak bozmaktadır. İşsizlik ve genç işsizlik dünyanın her yerinde artmakta, artık nüfus büyümektedir. Kapitalizm bu anlamda en büyük zenginliğimiz olan insanı öğütmektedir. Bu anlamıyla büyük bir verimsizlik yaratmaktadır. Gelir adaletinin sağlanması ve bir güvence ekono­misinin inşası, geniş yığınların üretim süreçlerine katılacağı, yaratıcılıkları ile or­tak yaşama katkıda bulunacakları bir ortamı açığa çıkaracaktır.

Fakat sadece eşitliğin temini yetmez. Sosyalist bir ekonominin özellikle bir dünya devriminin gerçekleşmesi öncesinde ayakta kalabilmesi güçlü bir üretim yapısına sahip olabilmesi ile mümkündür. Dolayısıyla sosyalizmin de insanı ve doğayı imha etmeyecek biçimde bir büyüme politikası geliştirmesi elzemdir. Burada esas amaç kapitalizmle kim daha çok zenginlik üretecek, kim daha fazla GSMH artışı sağlayacak yarışına girmek değil kapitalist merkezlerden ve finan- sal sermayeden kaynaklı saldırılar karşısında ayakta kalabilecek bir yapının inşa edilebilmesidir. İsrafa ve verimsizliğe göz yumulmayacağı bu anlamda şimdiden açıkça ilan edilmelidir. Reel sosyalizmde siyasi iktidardan ve genel olarak siyasi özgürlüklerden mahrum bırakılan işçilerin kapasitelerini tam anlamıyla kullan­mamalarına göz yumulması bu anlamıyla her açıdan sürdürülemez bir yapı açığa çıkarmıştır. İktidar işçilerin yabancılaşmadan kaynaklı yetersizliklerini görmez­

den gelmiş işçiler ise iş güvencesi ve temel gelir karşılığında siyasi haklarından vazgeçmişlerdir,

21. Yüzyıl Sosyalizmi'nin bu iki zaafı da taşıma lüksü olamaz, İşçiler üretimin gerçek sahipleri olarak hem üretim süreçlerinde hem de siyasette en etkin ve ör­gütlü bir biçimde yer almak durumundadırlar. İşçilerin siyasette yabancılaşması sosyalizmin ölümü anlamına gelir. İşçilerin siyasi özgürlüklerini kullanamadıkları ve toplumsal yaşamı örgütlü bir biçimde dönüştürme olanağından mahrum bı­rakıldıkları hiçbir siyasi sisteme sosyalizm ismini veremeyiz. Ancak küresel serma­yenin tehditlerine ve yıkıcı faaliyetlerine karşı direnemeyecek bir sosyalizmin de yaşama şansı yoktur. Dolayısıyla üretim yapısını sürdürebilecek altyapının inşası tek ülkede sosyalizmin inşası için hala bir zorunluluktur. Sermaye ilişkisinin ne oranda korunup, ne oranda yönlendirilip ne oranda yok edileceği ise tamamen bu güç ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkacaktır. İşçilerin üretimi yönetme deneyiminin arttığı, üretme konusunda herhangi bir motivasyon sorunu yaşamadıkları, üreti­me ve hayata gerektiği ölçüde katılabilecek enerjiyi sergiledikleri her durumda sermaye ilişkisi yok edilmeyi hak edecek noktaya ulaşmış demektir. Sermaye iliş­kisinin kaderini belirleyecek olan işçi sınıfının yaşamı yönetme kapasitesinin gel­diği uğrak olacaktır. Venezüella Devrimi'nin açmaz yaşadığı alanlardan belki de en önemlisi burasıdır. Sınıfın kayıtsızlığı bürokratikleşmeyi, bürokratikleşme ise sistemin yozlaşmasını doğurmaktadır. Bunun ötesinde devrimi bir kamulaştırma kararnamesi olarak gören anlayışın tarihin kötü bir tekerrüründen ibaret olacağı açıktır. İşçi sınıfının öncü müfrezesinin önünde hazır bir reçete bulunmayacak­tır. Üretkenlik, işçi sınıfının özgürleşme inisiyatifi, sermaye ilişkisinin toplumun denetimi altında tutulması, toplumsal artı değerin nasıl kullanılacağına toplum tarafından karar verilmesi, yabancılaşmanın aşılması gibi hedeflerin hangi oran­da hayata geçirilebileceği sınıfın öncü müfrezesinin gerçek bir demokrasi içinde sınıfın bütünüyle istişare içinde yönetileceği bir sürecin sonunda belirginlik ka­zanacaktır.

CJ1

^1

EKON

OM

İDE SO

SYALİST ALTERN

ATİFİ YARATMAK

ooLOVEN

EZÜELLA ZO

R BİR DÖ

NEM

EÇTE

VENEZÜELLA ZOR BİR DÖNEMEÇTE

A yşe TANSEVER

Venezüella zor, tarihi günler yaşıyor. Çok ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. He­nüz sosyalist iktidarın ölüm kalım savaşı içinde olduğunu söylemek biraz abart­ma olacaktır, ama ciddi bir darboğazdan geçiyor. Devrimin bugüne kadarki kazanımları sınavdadır. İç ve dış koşullar onu önemli bir darboğaza sokmuştur. Buradan ya güçlenerek çıkacak ya da geri adım atmak zorunda kalacaktır.

Ülkede 6 Aralık 2015'de parlamento seçimleri yapılacak. Burjuva sınıf her se­çim öncesi yaptığı gibi saldırıyor. Petrol fiyatlarının dünya piyasalarındaki düşüşü de işin tuzu biberidir. Halk ekonomisi burjuva ekonomisi ile yarışta geri kalıyor. Burjuva güçleri de ekonomik güçlerini iktidarı devirmek için acımasızca kullanı­yorlar. İktidar ekonomik bir tıkanıklık içinde. Bütçe açık veriyor. Kenara konulmuş bir birikim yok. "İflastan korunmak için yakında IMF'nin kapısı çalınabilir" deniyor.

Her yerde bir suçlu aranıyor. Chavez ve Maduro'yu popülist davranmakla suç­layanlar var. Kutuplaşma epey yükselmiş. Bir iç savaşa gidildiğini söyleyenler var. Seçimleri burjuva muhalefetin kazanma olasılığı hiç bu kadar yüksek olmamış. O zaman sosyalist iktidarın parlamentoda çoğunluğu kaybetmesi ile yeni yılda Maduro'nın iktidardan alınması söz konusu olabilecek. Ama Venezüella halkının devrimine sahip çıkacağına kesin gözü ile bakanlar da var. Halkın 16 yıllık süreç­teki kazanımlarını canı pahasına koruyacağına inanıyorlar.

Yazımızda Chavez ile başlayan Bolivar devriminin deneylerini ve sonuçlarını derinlemesine incelemeye çalışacağız. Onu içeriden incelemeye geçmeden en başta şunu söylemek yanlış olmaz: Venezüella bu kısacık döneminde birçok ba­şarılar elde etmiştir. En önemli başarısı dış politikasıdır. Batı'nın ona olan düş­manlığı bunun kanıtıdır. ABD'nin ona ambargo koyup abluka altına alması sa­dece Venezüella'nın petrol zenginliği ile açıklanamaz. Venezüella dış politikada Batı'ya iyi saldırmış ve çok başarılı işler yapmıştır. Onun çıkarlarına dokunmuştur. Venezüella dünyada bir çığır açmıştır. Bunu kimse inkâr edemez. Venezüella'nın dış politikadaki başarılarına bakarak başlayalım.

Batı'nın DüşmanlığıBatı emperyalist güçleri sürekli Venezüella'ya karşı bir saldırı içindedirler. Ya­

kasından düşmüyorlar. 16 yıllık geçmişi boyunca birçok darbe yaşandı. Kaç kez hem Chavez'e hem de şimdilerde Maduro'ya suikast düzenlendi. Onların amacı

sadece Venezüella burjuvalarını İktidara getirip, genel flnans-kapltal çıkarlarını korumak ya da sürdürmek değildir. Asıl olan Venezüella iktidarının 21. Yüzyıl Sos­yalizmi olarak uyguladığı dış politikalarla da ilgilidir. Bunu kendi dilimize çevirir­sek Venezüella kıtada öyle politikalar uygulamaktadır ki Batı emperyalist güçleri­nin cinlerini tepesine çıkartıyor.

Venezüella Chavez ile Latin ve Güney Amerika kıtasında bir sol dalga yarattı. Sanki sosyalizmi Küba hücresinden alıp tüm kıtaya aşıladı. Hatta yalnız kıtada değil tüm dünyada finans-kapital çıkarlarına karşı bir cephe oluşmasına öncülük etti. Günümüz Avrupasındaki Syriza'dan Podemos'a birçok sol güç buraya gelip yaşananlardan öğreniyorlar. Kendilerine örnekler alıyorlar. Dünya solu açısından büyük bir deney alanıdır. Avrupa topluluğunun hemen hemen her ülkesinde şe­killenmeye başlayan eski Komünist Partilere alternatif sollar Venezüella'nın açtığı yoldan esinleniyorlar. Venezüella halklarının kazanımları diğer kıta ülke halkları­na örnek oluyor.

Latin Amerika kıtasında büyük bir Chavez hayranlığı vardır. Yoksul halklar uya­nıyorlar ve iktidarlarına her alanda baskı yapıyorlar. Bolivya ve Ekvator gibi zaten 21. Yüzyıl Sosyalizmi'ni bayrak etmiş ülkeler dışında Brezilya, Arjantin, Uruguay, hatta Peru, Şili gibi ülke iktidarları bile halklarının baskısından korktukları için es­kisi gibi ABD çıkarlarına evet demiyor, diyemiyorlar. En ABD uşağı Kolombiya'nın yeni lideri Santoz bile FARC ile barış görüşmelerine oturma dışında da sola ya­kın politikalar uyguluyor, uygulamak zorunda kalıyor. Hatta Venezüella ile son sınırların kapanması öncesi diplomatik düzelme bile yaşandı. Venezüella Bolivar Devrimi ile, çoktan ölmüş olan yeni liberal politikalar ve kemer sıkma politikaları altında inleyen halklara bir alternatif doğmuştur. Finans-Kapital güçleri açısından bu gerçekten önemli bir tehlikedir. Ölümlerini görüyorlar. Venezüella bu direni­şin yol açıcısıdır.

Ayrıca ABD ve Batı kendi çıkarlarını dayattığında elbette sırf yoksul halklar ezilmiyor, bölge burjuvaları da paylarını alıyorlar. Onun çıkarlarına boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. 21. Yüzyıl Sosyalizmi'nin sol dalgası bölge burjuvalarını da oldukça özgürleştirdi. Bölgedeki hiçbir burjuva iktidar Chavez'in ABD'ye karşı aç­tığı bayrağa karşı çıkıp "hayır biz ABD gölgesinde, ABD serbest ticaret alanına g i­receğiz" demedi. Chavez politikalarının arkasında saf tuttular. Artık onlar da ABD baskılarına karşı direnebiliyor, üstelik aralarında ortak davranabiliyorlar. ABD'ye meydan okuyup daha bağımsız politikalar izleyebiliyorlar. Dünya'da istedikleri ülkelerle ittifaklar kurabiliyorlar. Destekler verebiliyorlar. Chavez'in açtığı yol iş­lerine yaradı. Bağımsızlaştılar.

Bölgedeki liberal ülkeler, Mercosur (Güney Pazarı) adında Avrupa Birliği'ne benzer bir ortak pazar geliştirmeye çalışıyorlardı. Chavez öncülüğünde buna al­ternatif ALBA kuruldu. ALBA 21. Yüzyıl Sosyalizmi ilkelerine uygun bir ülkeler topluluğudur ve ekonomik, siyasi bir güç olarak gelişiyor, 9 asil üyesi var (Boliv­ya, Küba, Dominik, Ekvador, Nikaragua, St.Lucia- Vincent ve Grenada, Surinam ve Venezüella) ve 5 ülke de gözlemci statüsünde yer alıyorlar. ALBA'nın, Sucre adın­da para birimi, bankası, yayın organları, siyasi kurumları var. Birbirlerine maddi,

ON

LOVEN

EZÜELLA ZO

R BİR DÖ

NEM

EÇTE

oYO

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

manevi destek oluyorlar. Sağlık alanında ortak çalışıyor, ortak sosyal projeler ge­liştiriyorlar, ABD'nin yaptırımlarına karşı onlar da ABD'ye yaptırım koymayı konu­şuyor ve birbirlerine destek oluyorlar, Hatta Mercosur burjuva birliği ile işbirliği yapıyorlar birleşme arayışları içindeler, Yeni gelişen Avrupa solu, Avrupa toplu lu­ğunun ALBA'yı örnek alması ve değiştirilmesini savunuyorlar,

Onun dışında bölgedeki küçük, güçsüz, yoksul ülkeler aralarında UNASUR (Güney Birliği) CELAC, Petrocaribe (Karaip petrol ülkeleri) gibi ABD karşısında ko­ruyucu topluluklara üye oldular, Orta Amerika'da Honduras'da bile sol güçler ikti­dar olunca artık ABD darbe yapmak zorunda kaldı, Tüm güney kıtası bu darbeye karşı direndi, Devrik başkanı ülkelerinde sakladılar, ABD koskoca kıtada yapayal­nız kaldı, Tam bir meydan okuma yaşandı,

Meksika'da Zapatistalar'ı unutmayalım, Güney kıtası bunlara tam destek ve­riyor, Meksika halkları artık liderlerinin mafya uygulamalarına karşı susmayıp so­kaklara dökülme gücünü güneyden alıyor, Güneydeki yerli halklar bir daha geri döndürülemez şekilde haklarını her fırsatta savunuyorlar, Hatta direniş son za­manlarda ABD'nin içinde yükseldi: İçerideki zenci halkların çeşitli direnişleri, Bu kadar çok zenci katliamı aslında kıtanın güneyinde başlayan uyanışın bir uzan­tısıdır,

Eskiden ABD'nin arka bahçesi ilan ettiği bir alanda böyle şeyler düşünüle­bilir miydi? Kimin haddine ABD'nin isteklerinin karşısında durabilmek, BM'de onun politikalarına karşı oy kullanılabilir miydi? Kıtanın güneyi Libya'da Kaddafi, Suriye'de Esad'a saldırı yapmasının karşısında cephe oluşturdular, Filistin ve Kürt halklarını destekliyorlar, Suriye göçmenlerini ülkelerine alıyorlar, İran'a en büyük destek gene buradan geliyor,

Bu bayrak açılmamış olsa Çin ve Rusya Latin Amerika'ya girip yatırımlar ya­pabilir, dayanışma gösterebilir miydi? Brezilya acaba BRİC örgütü içine girebilir miydi? Venezüella BM Güvenlik Konseyi'ne üye seçilebilir miydi? Mümkün değil! ABD artık hiç bir politikasını bölgede tutturamıyor, Bölge dışında dünyada ken­dine yandaş bulamıyor, Çeşitli sol renklerin arasında bocalıyor, Küba ile ilişkilerin normalleşme kararı bu baskının bir sonucudur, Tüm OAÖ üyeleri Küba'yı top lu­luğa katma ve ambargonun kalması doğrultusunda baskı yaptılar, Sonunda ABD yalnızlığından kurtulmak için buna bile razı oldu,

Kıtaya sosyalizm bayrağını diken Küba ise o yolu genişleten Chavez'in Vene­züella'sıdır, Artık "çıbanın başı" Venezüella'dır, Bayrağı Küba'dan o teslim aldı, Artık bayrak "petrol zengini" daha güçlü Venezüella'nın elindedir, ABD Venezüella'ya saldırmasın da ne yapsın? Venezüella iktidarı ABD'nin ve tüm emperyalizmin baş düşmanıdır, Öyle bir düşmandır ki İran gibi onu dünyadan tecrit edemiyor, Onunla geçinmeye zorlanıyor, Venezüella "yılanının başıdır, ezilmelidir, mutlaka yok edilmelidir". Yıllardır küçücük Küba'yı hazmedemeyen ABD şimdi kocaman bir düşman ile karşı karşıyadır,

Hem de bu düşmanın elinde kendinde olmayan bir silah, petrol vardır, Ve­nezüella dünyada varlığı tespit edilmiş en büyük petrol alanlarına sahiptir, Bu alanlar Suudi Arabistan'dakinden bile çoktur, Ayrıca Venezüella petrolünü çevre­

sindeki ülkeleri ezme, İşgal etme aracı olarak kullanmıyor aksine yoksul Karabik ülkesi dışında bizzat ABD ve İngiliz yoksullarına ayrıcalıklı fiyatlarla dağıtıyor. Var mı dünya da bunun eşi, benzeri? Bu türden dayanışmayı bir zamanlar Sovyetler Küba'ya göstermişlerdi. Chavez Bush'a şeytan demişti. Bush da ona "melek" de­meliydi. Venezüella 21. Yüzyıl Sosyalizmi'nin, barış, dayanışma, eşitlik gibi ilkeleri­ni dış politik model olarak ABD'nin karşısına dikiverdi. Kapitalizmin vahşi sömürü düzenine karşı alternatif bir sistem olarak ortaya çıkıyor.

Bütün bunlara karşı ABD çaresizdir. Venezüella muhalefetini desteklemek için artık milyonlarca doların önemi yoktur. Onları paraya boğabilir, boğuyorlar da. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenir mi?

Küba ile ilişkilerin normalleştirilmesi kararının açıklandığı günlerde Obama senatonun Venezüella'ya yaptırım kararını imzaladı. İnsan hakları bahane edile­rek devlet yetkililerine vize verilmeyecek ve yurt dışındaki mal varlıklarına el ko­nulacaktır. Bölgedeki birçok ülke ve Mercosur, ALBA toplulukları kararı protesto ettiler. 133 üyesi olan G77 ve Çin de sert bir dille yaptırıma karşı çıktı. Kararın BM anlaşmalarına aykırı olduğunu, bir ülkenin iç işlerine karışılamaz ilkesinin çiğnen­diğini söylediler. Her zamanki gibi ABD gene bildiğini okuyor.

Venezüella'nın 21. Yüzyıl Sosyalizmi uygulamaları dış politikada bölgeye bir rahatlama getirmiştir. ABD'nin ve Batı'nın bunu hazmetmesi düşünülemez. Venezüella'nın dış politikadaki antiemperyalist başarıları engellenmeli, ülke için­de kökü kazınmalıdır.

Sürekli Saldırı, BaskıVenezüella 21. yüzyıl sosyalist iktidarının devrilmesi için Batı emperyalist güç­

leri ülkeyi abluka altına alırken içeride de büyük kapitalist burjuva güçlerle sıkı bir işbirliği yapılır.

Chavez'in 2013 Mart'ında ölümünden önce 2012 Aralık ayında yerel seçimler yapılmıştı. Her seçimde Venezüella büyük burjuvazisi elindeki ekonomik gücü kullanarak ülkede yapay bir kıtlık yaratır. Ortalığı karıştırırdı. 2012 Aralık seçimleri öncesi başlayan bu saldırı ve baskı bu kez Chavez'in hastalığı nedeniyle seçimler sonrası devam etti. Öldükten sonra başkanlık seçimleri nedeniyle baskı sürdü. 2013 Nisan ayında Maduro 1,5 puanlık oy farkı ile seçimleri kazandı. Ama bu az oy farkı muhalefeti yüreklendirdi ve saldırılarına devam ettiler. Seçim sonuçlarını tanımadıklarını açıkladılar. Sonra aynı yıl yerel seçimler vardı o nedenle 2013 yaz aylarında birkaç ay soluklandıktan sonra yaz sonlarında ekonomik saldırıya yeni­den başladılar. Aralık 2013 sonrası ise yeni bir saldırıya başladılar. Ama bu saldırı diğerlerinden farklıydı. İşin içine ekonomi dışında başka faktörler sokuldu.

2014 ilkbahar saldırısı Doğu Avrupa ülkelerindeki renkli devrimlerden ör­nek aldı. Sharp'ın "Yumuşak Darbe" ideolojisi çerçevesinde önce yapay bir hu­zursuzluk yaratılır, suçlu iktidar gösterilir, arkasından halklar sokaklara dökülür ve iktidar alaşağı edilir. Buna da "halk ayaklanması" denir. Bir de o günlerde "Arap Baharı" ayaklanmaları yaşanıyordu. Tüm dünyaya "Venezüella halkları diktatör sosyalist lidere karşı ayaklandı" denildi. İşte o peşinden koşulmaya çalışılan 21.

ON

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

<NYO

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

Yüzyıl Sosyalizminde de ¡ş yoktu ve o da Mısır, Tunus v s . olduğu gibi bir d ikta­törlüktü. Dünya halklarına bu yanlış izlenim verilmek istendi.

Saldırının planlayıcıları Venezüella büyük bvurjuvaları ile işbirliği içinde, Maduro'nun kovduğu, sonradan CIA ajanı olduğu kanıtlanan eski ABD kon­solosu ve Kolombiya eski devlet başkanı Uribe idi. Yerel bağlantıları da halkı savaşa çağıran, silahlanmaya iten aşırı muhalefet lideri Lopez oldu. (Geçenler­de yargılanması b itti ve halkı savaşa kışkırtmaktan 13 yıl 9 ay hapse mahkum oldu.) ABD ve Kanada her türden maddi manevi desteği verdiler. Boyalı basın da yalan propagandalarına başladı. Devreye Kolombiya paramiliter güçlerin­den, silahlı uyuşturucu çetelerine kadar herkes sokuldu. Hatta bazı otellerde El-kaide bağlantısı olduğu saptanan intihar saldırıcılarının yakalanması da bu işin ne kadar büyük bir plan ve örgütlülükle yapıldığını gösterir. Plana göre or­talık iyice karışınca sonunda ABD, Venezüella'ya asker bile çıkartacaktı. Irak ve Afganistan'a girdiği gibi buraya da girecekti.

Fakat olaylar başlar başlamaz bunun "Arap Baharı" ya da son zamanlardaki halk protestolarından farkı ortaya çıktı. "Arap Baharı" yaşanan ülkelerde sokağa dökülen halklar barışçıldılar. Ancak devlet güçleri onlara gazlar, silahlar ile sal­dırdığında halklar da kendilerini savunmak için ellerine taşlar sopalar aldılar. Kendilerini savunmak için barikatlar kurdular, sokakta buldukları şeyleri yakıp yıktılar. Şiddet ilk karşıdan geldi. Ve genellikle de silah kullanılmadı. "Arap Baha­rı" ülkelerinde, bizim Gezi Parkı'nda da olaylar böyle gelişti.

Ama Venezüella'da sokaklara çıkanlar zengin mahalle gençleriydi. En önem­lisi gençler protestoya ilk günden şiddetle başladılar. Ellerinde silahlarla sokak­lara çıktılar. Barikatlar kurdular ve aralarına Ukrayna'daki gibi silahlı kişiler al­dılar. Bu silahlı kişiler Kolombiya'dan içeri sızmış paramiliter eğitim li katillerdi. Yüzleri maskeliydi. Rastgele ortalığı kurşun yağmuruna tuttular. Ya da özel uzak mesafe görür gözlükler ve silahlarla sırf "devlet güçleri vurdu" süsünü verebil­mek için belirledikleri kendi saflarından kişileri kurşunladılar. Ya da halkı kış­kırtmak için oradan geçen sıradan insanları hedef aldılar. Karışıklık yaratmak istediler.

Verdikleri tahribatlara bakalım. Metro istasyonlarına girdiler. Yepyeni, daha kontak açmamış kaç tane metrobüsü yaktılar. 100'ün üstünde otobüs tahrip edildi. Barikat yapmak için 5000 tane ağaç kestiler. Bir ulusal parkı ateşe verdi­ler. Hedeflerinde yalnızca sokak lambaları, yoldan geçen, park etmiş arabalar yoktu. Devlet dairelerini, başsavcılık binasını yaktılar. 15 tane yepyeni üniver­site yakıldı. Venezüella tarihinde ilk kez üniversitelere saldırı yaşanmış oldu. Elektrik trafoları başlıca hedefler arasındaydı. Kente elektrik taşıyan kabloları yaktılar. Karakas'ta içme suyu depolarına bile bile petrol dökerek kullanılmaz hale getirdiler. Konut Bakanlığı'nı m olotof kokteyller ile yaktılar. İçerideki 1200 tane işçi son anda kurtarıldı. Binadaki 100'e yakın ana okul öğrencisi neredeyse yanıyordu, mucize eseri kurtuldular. Hastanelerden ne istediler hala bilinmiyor. Kübalı doktorların çalıştığı 152 tane sağlık ocağını kullanılamaz hale getirdiler. Olaylarda yarısı polis 43 kişi öldü. Çok sayıda kişi tutuklandı.

Venezüella'da bu saldırı karşısında Maduro İktidarı savunma taktiğini uy­guladı, Venezüella polisinin elinde silah yoktur ve son güne kadar da yoktu, Maduro'nun yönettiği söylenen kolluk kuvvetleri özellikle titiz davrandı, Maduro istese barrioları sokaklara dökebilirdi, Ama aksine onları sakin olmaya çağırdı ve böylece ülke bir iç savaşın eşiğinden döndü, Batının ayaklanma planı boşa düştü,

Maduro iktidarı Batı basınının yalan dolan düzmece haber bombardımanı­na karşı çok başarılı bir kampanya yürüterek yalan ve yanlış haberlerini tek tek anında deşifre etti, Batı basını iktidarı vahşi, saldırgan göstermek için başka yer­den çekilmiş fotoları kullandı, Örneğin; Haiti'de yerde ölü yatan çocuklar Maduro iktidarının katlettiği çocuklar oluverdiler, Suriye'de yıkılmış harabe ev resimleri Venezüella'da gibi gösterildi, Malezya protestocuları ile polis çatışması sanki Karakas'ta yaşanmış gibi basıldı, Bizzat Chavez'in düzenlediği bir gösterideki ka­labalık muhalefet protestosu oluverdi, On kişilik grup 100'ler, binler yapıldı, Böy­lece dünya halklarının gözünde 21, Yüzyıl Sosyalizmi bir diktatörlük olarak çizildi, Chavez ve ideolojisi sorgulama altına alındı, Hatta bazı radikal solcular bile bun­lara inanıp Chavez projesini sorgulamaya başladılar,

Olaylar bütün ülke çapında değil, 335 belediyeden muhalefetin başta olduğu önce 9 sonra da 3 belediyede yaşandı, Muhalefet valileri buralarda polisle işbirli­ği içindeydi, Barikatları burjuvaziden rüşvet olan polisler korudu, Bu işbirliği ne­deniyle sonra 2 vali tutuklandı,

Maduro zengin protestocu gençleri defalarca masaya çağırdı, Burjuva kesime, gelin görüşelim, dedi, Derdiniz nedir? Ne istiyorsunuz? Anlatın tartışalım, dedi, Hiçbiri gitmedi, Gezi Parkı'nda böyle bir şey oldu mu? Mısır'da Mübarek böyle bir çağrıda bulundu mu? Göstericilerin tek talebi Maduro'nun gitmesiydi: "Exit" ya da "Saluda", çık-git, dediler, Gerekçelerini yüz yüze anlatacak, savunacak cesaret ve güçleri yoktu,

Sonuçta, 2014 Şubat başından Nisan ortalarına kadar yaşanan sokak olayları, Venezüella'da sıradan halkların iktidara karşı protestosu değil, büyük burjuvazi­nin planlı bir saldırısıydı, Arkasına gizlendikleri ekonomik bozukluklar, kıtlıklar, enflasyon gerekçelerinin sorumlusu da iktidar değil kendi babalarıydı,

Venezüella burjuvazisi Nisan başlarında "yumuşak darbe" yani "sokakları ısı­tarak" iktidarı deviremeyeceğini anladı, Çünkü sıradan halkları bu protestolara katamadılar, Başkentin yoksul mahalleleri, merkezleri ve birçok kentte hayat normal sürdü, Halklar Maduro'nun sözünü dinlediler ve sokaklara son ana kadar dökülmediler, Dışarıdan seyrettiler, Sokaktaki zengin çocukların sabrı her gün sokakta olmaya yetmedi, bıktılar, Ayrıca protestoları kışkırtan liderler, valiler tu ­tuklandı, Bazısı da saf değiştirdi,

Bir iç savaştan kaçınmak için savunmayı seçen iktidar güçleri muhalefetin zayıflamaya başladığını hissettiler, Gençler her gün barikatlardan bıkmaya baş­ladılar, İktidar motosikletli güçlerini devreye soktu, Motorize güçler ülkenin en aktif ve örgütlü militanlarıdır, Muhalefetin saldırı gücü zayıflayınca bir de Maduro barriolarla kentin merkezinde gösteri yapmaya başladı, Halkın muhalefetin değil iktidarın arkasında olduğu artık açıkça ortaya çıktı, Ancak o zaman muhalefet ile-

co

YO

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

ON

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

ri gelenleri Maduro'nun defalarca yaptığı masaya oturup görüşme teklifini kabul etmek zorunda kaldılar.

Muhalefet masaya oturur oturmaz da parçalandı. Sokak gösterilerinin arka­sında, planlayıcısı olan radikal muhalefet görüşmeleri reddetti. Ilımlı iş çevreleri örneğin; işverenler odası ve Maduro karşısında aday olan H.Caprilles ise masa­daydılar. O günden beri de muhalefet parçalıdır, bir araya gelemiyorlar. Ortak bir zeminde buluşamıyorlar. Aralık seçimlerine de böyle katılacaklar. Yaptıkları saldırıdan parçalanarak çıktılar.

Masaya oturmanın iki taraf için de taviz olup olmadığı çok tartışıldı. Muhale­fet kanadı baştan beri reddettiği Anayasa'ya saygılı olma sözü verdi. Karşılığın­da da kendinin çoğunlukta olduğu bazı bölgelere devlet kredilerinin verilmesi ve bazı devlet kadrolarına kendi adamlarının alınmasını kabul ettirdi. Bu sonu­ca bakarak bir takım tavizlerin verildiğini söylemek doğrudur. Haziran başında görüşmeler kesildi ve birkaç ay sonra da eski ekonomik saldırılar yani depola­ma, kıtlıklar, kuyruklar, kaçakçılık yeniden başladı.

Dünya piyasalarında petrol fiyatlarının düşmesi Venezüella'yı olumsuz etkiliyor. 2014 Haziran ayında 115 dolar olan petrol fiyatı yavaş yavaş düşme­ye başladı. Şimdilerde 50 dolar seviyesinde seyrediyor. Venezüella'nın petrol zengini Arap ülkeleri gibi kenara koyduğu birikim i yoktu ve bu düşüşten et­kilenmeye başladı. Muhalefet şimdilerde düşüşten yararlanmaya kalktı. Eski ekonomik saldırısı arttı. Ülke aşağıda anlatacağımız bir darboğaza girdi. Es­kiden ekonomik saldırı bir süre sonra ya da seçimler b ittikten sonra şiddetini kaybederdi. Şimdi işveren kesimi iktidarı iyice baskı altına almak için saldırıyı hafifletmiyor. Maduro ve işverenlerle bir "barış için çalışma gurubu" kuruldu. Ülkenin bu sorunların üstesinden gelmesi için onların fikri alındı. Onlar kıtlık ve enflasyonun çözümünü ülkede serbest pazar koşullarının kurulmasında bu­luyorlar. Yani, kapitalist pazar geri gelsin fiyatlar arz ve talep yasalarına göre belirlensin o zaman ne kıtlık kalır ne enflasyon, diyorlar. Maduro halk ekonomi­sinin böyle bir rekabete şu anda dayanamayacağını görüyor. Sübvansiyonlara devam ediyor. Maduro dışarıdaki paralarını getirip yatırım yapmalarını istedi. Onlar da kuru serbest bırakmasını istediler. Bu noktada görüşmeler her zaman­ki gibi kilitlendi.

Ekonomik saldırıya karşı devletin aldığı önlemlerin pek işe yaramadığı gö­rülüyor. Kıtlık ülkede şimdiye kadar görülmemiş şekilde arttı. Karaborsa almış başını gidiyor. Sıradan halk bile depolama yapıyor. Bu durumda her şey ateş pahası oluyor. Enflasyon yükseliyor. Halkı korumak için maaşlar ve ücretler enf­lasyona göre ayarlanıyor. Böylece enflasyon daha da yükseliyor. Tam bir kısır döngü başlıyor. Düzeltmek için Maduro bir takım değişik para sistemleri devre­ye soktu, ama bunlar da soruna çözüm getirmiyorlar. İşveren çevreleri de yan­gına körük ile gidiyorlar. Bu nedenle, 21. Yüzyıl Sosyalizmi ciddi bir darboğaz içindedir. Maduro, kemer sıkma politikaları uygulamıyor ve uygulamayacağı sözünü veriyor, ama önümüzdeki günlerde Misyonlara para bulmak zorlaşabi­lir. Seçimlerden sonra acı reçeteler devreye girebilir.

Ayrıca Chavez'in partisi PSUV yekpare bir parti değildir. Chavez iktidara geldikten sonra sol güçleri bu parti bayrağı altında birleştirmişti, O günden beri de çeşitli görüşler varlıklarını PSUV içinde sürdürüyor, Parti içinde hâkim iki ka­nat, radikal ve ılımlı Chavezciler vardır, Sınıf Mücadelesi (Luchade Clases) ve Sos­yalist Akım (Socialist Tide) gurubu radikal Chavezcilerin belli başlıları arasındadır, Bunlar daha devrimin ilk gününden beri Sovyetlerdeki gibi bir devrimle burjuva sınıfının ilgası, üretim araçlarının devletleştirilmesini savundular, Ülkede şimdiye kadar yaşanan tüm sorunların sorumlusunun burjuvalar olduğunu, tutarlı bir şe­kilde yıllardır kendi sınıf çıkarlarını savunduklarını söylediler, İktidarı burjuvaziye yumuşak davranmakla suçluyorlar, Petrol fiyatlarının düşmesi ile içine girilen du­rumu da gene devrimin kendi istedikleri gibi yapılmamasına bağlıyorlar, Madu­ro iktidarını reformistlikle suçluyorlar, Sonuçta her burjuva saldırısı sonucunda PSUV içinde de olumsuz sesler yükseliyor, Bir de bunlarla baş etmek gerekiyor,

Maduro iktidarı son 3 yıldır hiç rahat yüzü görmedi, Aksine şiddetini giderek arttıran çeşitli saldırı biçimleri ile karşı karşıyadır, Sorunlar birikiyor, büyüyor, Venezüella'da güçler dengesi hala halktan yana güçlenemiyor, Şimdilerde denge petrol fiyatlarının düşmesi ile değişmeye gebedir, Ne tarafa değişeceği büyük bir sorudur,

Burjuva Ekonomik Saldırısı ve Devlet Savunmasıa) Burjuvazinin ekonomik saldırı yöntemleri

Yaşanan Sovyet sosyalizminde üretim araçlarının kamulaştırmasına rağmen işçi sınıfı kapitalist üretim ile baş edecek ve halkın ihtiyaçlarına yanıt verecek dü­zeyde üretim yapamadı, Bu nedenle de bürokrasiden parti kemikleşmesine, tüke­tim malları kıtlığına gibi birçok sorunla yüz yüze gelerek tarihe gömüldü, Chavez de yaşananlardan ders aldığı için 21, Yüzyıl Sosyalizmi'ni şiar yaparak ikili iktidar modelini denemeye soyundu, Yani halkın üretim yapmayı, ekonominin tüm çark­larını döndürmeyi öğreneceği bir süreç yaşanacaktır, Halkın üretimi öğrendiği sü­reç içinde güçler dengesi kollanarak bu ayrıcalık burjuvazinin elinden alınacaktır, Yani Sovyetlerin en başta devrim ile yaptığı, bir sürece yayıldı, Bu o güne kadar denenmemiş, bilinmezlerle dolu bir yoldur, Şimdi de bu 21, Yüzyıl Sosyalizmi de­nizinde pek çok fırtınalar, çalkantılar yaşanıyor,

16 yıldır halkın üretimi öğrenme süreci burjuvalar ile birlikte sürüyor, Seçimler dönemi yaşanan kıtlıklar ekonomik üstünlüğün hala burjuvazinin elinde olduğu­nu gösteriyor, Venezüella burjuva muhalefeti ülke ekonomisinin hala 2/3'ünü elin­de tutuyor, Stratejik olarak belirlenen petrol, alüminyum ve çelik fabrikaları gibi birkaç temel sanayi dışındakiler özel sektörün elindedir, Altta sosyalizm sürecinde yaratılan işletmeler vardır, Devlet 2012 yılına kadar 1168 şirketi millileştirmiş, ama bunlar ülke üretiminin ancak 1/3'ünü yaratıyor, Tarımda kendi karnını doyuran bir ülke olma konusunda geçmişten miras kalan ağır bedel hala ortadan kaldırılama- dı, Karınlar ithal mallarla doyurulabiliyor, Yani siyasal iktidarın ipleri halkın elinde olsa bile ekonomininkiler Venezüella burjuvazisindedir, Ekonomik güçleri ile ik­tidarı zor durumlara sokabiliyorlar, Petrol fiyatlarının düşmesi ile de bunlar arttı,

LOYO

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

ON

ON

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

Chavez'in parlamentodan geçirdiği karara rağmen dış ticaret konusunda da iktidar büyük bir ilerleme sağlayamadı, İthalat büyük ölçüde hala muhalefet güç­leri tarafından gerçekleştiriliyor, Burjuvazi petrolden elde edilen döviz ile ithalat yapıyor ve cebini dolduruyor,

Seçim dönemleri ya da iktidar ile pazarlık sırasında yapay kıtlık yaratmayı çok sık kullanıyor ve başarı sağlıyorlar, Halkın ihtiyaç duyduğu mallar birden market raflarından kalkar, Süt, mısır unu, tuvalet kâğıdı vs, vs, bulunmaz hale gelir, Ka­raborsa başlar, El altından aranan maddeler fahiş fiyatlara satılır, Başka bir kara ekonomi doğar, Evvelsi yıl başkanlık seçimleri sırasında en az 40 000 ton kıtlığı çekilen mal depolarda ele geçirilmişti,

Bu kıtlık öyle aç kalmak anlamında bir kıtlık değildir, Ülkede aç insan yok, Ama aranan malın bulunma garantisi ortadan kalkıyor, İnsanlar her an her şeyi bulamamanın huzursuzluğunu yaşıyorlar, Mal geldiğinde de bu kez herkes ih ti­yacından fazlasını alıyor, Depoluyor, Depoladığını fahiş fiyata satıyor, Kuyruklara giriyor, saatlerini harcıyor, Düzenine duyduğu güveni sorgulamaya başlıyor, Son zamanlarda kuyruklarda ayaklanmalar, yağmalamalar olduğu haberleri var, Bur­juvazi iktidara güvensizlik tohumları ekiyor,

Kıtlık ile birlikte her şeyin fiyatı artıyor, Yerli ve ithal metaların fiyatı görülme­dik düzeylere çıkıyor, Beyaz eşya fiyatları rekorlar kırıyor, Fahiş fiyatlara bir örnek verelim, 4,200 bolivara yani 668 dolara alınan bir çamaşır ve kurutma makinesi seçim dönemlerinde 47,000 yani 7,470 dolara satılıyor, Yani % 100'ün üstünde bir zam yapılıyor, Ülkede üretilmeyen televizyon, ütü, cep telefonu gibi ürünler akıl almaz fiyatlardan alıcı buluyor,

Sonuç korkunç bir enflasyondur. Enflasyon Venezüella'nın petrol ile başla­yan temel sorunudur, Chavez'den çok önceleri başlamıştı ve son olaylar sırasında çığırından çıktı, Daha açık yazarsak, bir yanda ithalata dayalı bir ülke ve bunun burjuvazi elinde olması, diğer yanda burjuvazinin dövizleri dışarı kaçırma tehli­kesi Venezüella iktidarının zayıf yanıdır, Burjuvazinin ulusal değerlerden b iriktir­diği sermayenin dışarı kaçması engellenmelidir; o nedenle iktidar dövizi serbest bırakmaz, denetiminde tutar, Öbür yandan da halkın ihtiyacı olan malların ithali için onlara döviz verir, Halkın ihtiyaçlarının ucuz karşılanması için de ithal dövizi­ni ucuz tutmaya çalışır,

Süreç şöyle gerçekleşir: İthalat yapacak firma malların listesi ile devlete baş­vurur ve ucuz kurdan döviz alır, ithalatı gerçekleştirir, Bunlar fabrika yan ürünü olabilir, yiyecek maddesi olabilir, Burjuvazinin ithal edeceğim diye devletten al­dığı dövizin karşılığı malı getirip getirmediğini devlet etkin bir şekilde kontrol edemez, Bu yolla kaçan dövizin haddi hesabı yoktur, Gene ithal edilen yiyecek maddelerinin alım ve satım arasındaki fiyat ayarlamasını denetlemek gene zor bir iştir, Çünkü rekabet, serbest pazar yoktur, Burjuvazi kendi arasında anlaşır, Daha büyük bir yolsuzluk yolu ise içeri giren tüketim maddesinin tekrar komşu ülkelere satılmasıdır, Kolombiya ve Brezilya en baş pazarlardır, Ne olur? İthalatçı ucuz döviz ile ithal ettiği malı Kolombiya'ya kaçırır ve iyi fiyata satar sonra dövizi içeri getirir döviz karaborsasında fahiş fiyata bolivara değiştirir, Yani iki kez üç kez

kar etmiş olur. Sonra, yeni mal ithal edeceğim, diyerek birkaç bollvara gene döviz alır.

Örneğin; tek bir dolar resmi kurda 6,3 karaborsada 60 bolivardır. Ama bu za­man zaman 78 hatta seçim sırasında 100 bolivara kadar tırmandı. Petrol fiyatla­rının düşmesi ile de 600 bolivarın üstünde seyrediyor. Rakamın daha da yüksek olduğunu yazanlar var. O zaman ithal edilen malı ülke içinde satmak yerine nor­mal fiyatından Kolombiya'da satıp dolar olarak ülkeye getirip karaborsada dolar satmak çok karlı bir iştir. Bu iş o kadar karlıdır ki sonuçta onlarca yapay şirket kurulur. Onlarca naylon fatura piyasada ithal için dolaşır. Dış finans kapital güçleri de bu işi bilirler ve Venezüella'daki yandaşları ile işbirliği yaparlar. Venezüella iyi bir pazardır.

Burjuvazi bu oyunu Chavez öncesinden beri yapmayı çok iyi öğrenmiştir. Ey­lül 2014'den beri de artık iş zıvanadan çıktı.

Enflasyon halkların alım güçlerini sürekli düşürür. 21. Yüzyıl Sosyalizmi ile cep­leri ilk defa para gören, karınları doyanlar nedenini pek anlayamadıkları enflas­yonla yoksullaşınca elbette rahatsız oluyorlar. İktidar halkı enflasyona karşı koru­mak için maaşlara her yıl enflasyon oranında zam yapıyor. Örneğin; yalnız 2014 çeyrek yılı için asgari ücrete % 59 zam yapıldı. Ancak asgari ücret dışı alanların uygulamaları farklıdır. Devlet sektöründe çalışanların maaşları enflasyona göre ayarlı, ama özel sektör çalışanları toplu pazarlık ile dövüşerek almak zorundalar. Enflasyon hızı ile maaşlara zam baş başa gidemiyor ve halkın gelir kaybı artıyor. Bazı kaliteli işlere elaman bulma sıkıntısı yaşanıyor. Bazı belediyelerde birçok ka­liteli elaman kadrosu açığı son zamanlarda devasa boyutlara çıktı. Yolsuzluklarla bir günde kazanacakları paraya insanlar bir ay çalışmak istemiyorlar. Bu kesim ça­lışanları doğal olarak iktidara şüphe ile bakıyorlar. Burjuvazi, halkları ve iktidarını böyle bir kıskaç içine alıyor. Bir yandan da işverenler ceplerini dolduruyor.

Petrol kaçakçılığı da başlı başına bir sorundur. Aynı sübvansiyonlu ihtiyaç maddeleri gibi petrol kaçakçılığı da Venezüella burjuvazisi ve de birçok devlet bürokratı için çok karlı bir iştir. Kaçakçılık sınır boylarında çeteler, mafyalar pa- ramiliter güçler yarattılar. Kaçırılan petrolün Kolombiya'da satış bayileri var. 100 litre petrol Venezüella'da 1,5 dolar iken aynı miktar Kolombiya'da 113 dolar. Sını­rın Venezüella kısmında da petrol kıtlığı çekiliyor. Sınır boyunda yaşayanlar ara­balarına doldurup doldurup karşıda satıyorlar. Bu işin en alttan yapılan kaçakçılık miktarıdır. Oysa devlet halkını korumak için benzine % 95 sübvansiyon yapıyor. Bu da yılda 12 milyon dolar demektir. En baştan her yıl bu kadar miktar para sırf petrolün alttaki kaçakçılığı ile kayboluyor. Öte yandan tepeden tankerlerle kaçıranlar vardır. Sınırda zaman zaman yakalanıyorlar. Toplam kaçırılan petrol miktarının yılda 5 milyar değerinde olduğu tahmin ediliyor. Buna bir de PDVSA içindeki bağlantıları, kaynağın başından dışarı çıkarılanları düşünürsek akıllara durgunluk gelebilir. Bu durumda petrol şirketinin modernleştirilmesi yapılamı­yor. Günde çıkarılan petrol miktarı 2002 yılındakinden farklı değildir. Ülke petrolü korkunç bir soygun malzemesidir.

ON

^1

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

ooyo

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

b) İktidarın karşı önlemleri21. Yüzyıl Sosyalizmi'nin, bu ikili iktidar deneyinin en büyük sorunu şudur:

Halk ekonomisi kurulana kadar burjuvazinin elindeki ekonomik gücü düşmanca kullanması nasıl engellenecek? Bu gücü silah olarak halklara yöneltmesinin bin bir yolu ile mücadele etmek kolay değildir. Bir yanda halkların ekonomik ihtiyaç­larının en uygun şekilde karşılanması için burjuvaziye mecbur olmak; diğer yan­dan da onu tasfiye için rakip halk ekonomisini kurmak. Bu gerçekten ekonomik, siyasi alanda bir bıçak sırtında durmaktır. Her gün ölümüne gittiğ ini gören bir burjuvazi elindeki güç ile çılgınlaşabiliyor. Vatan millet, halk hepsinin burjuvazi için hiç bir anlamı olmadığını bilmiyor muyuz? Varsa yoksa kar!

Maduro iktidarı için bunlar yeni değildi, ama bu kadarı da görüşmemişti. Ma­duro iktidar olduğu günden başlayarak elinden geldiğince ekonomiye sekte vur­mayacak önlemler almaya çalıştı. Daha doğrusu savaşa karşı savaş açtı.

Yapay kıtlığa karşı en baş önlem dağıtım işini devletin eline almasıdır. Daha Chavez döneminde bu doğrultuda halk marketleri kurulmuştur. Marcal adı veri­len satış dükkânları zinciri oluşturuldu. Şu anda 16.600 satış dükkânı vardır. Sırf seçimlerin yapıldığı yıl devlet bu marketlerden 10 milyon insana 12 milyon ton sübvanse edilmiş yiyecek sattı. Sosyalist işletmelerde işçi "Marcal"ları açıldı. Me­murların ayrı "Marcallar"ı var. 23 bin memura 32 kurum üzerinden ayrıcalıklı tü ­ketim malı satılıyor. Ama yetmiyor. Devlet dağıtım ağı hizmetini daha geliştirip etkinleştirmeye çalışıyor.

Stok yapmak, yapay kıtlık yaratmak yasal olarak suçtur. Yapanların stokları ba­sılıyor. Mallarına el konuluyor ve hemen halka normal fiyatlardan satılıyor. Bazen aradaki fark % 500'ü bulabiliyor. Yapanlar deşifre ediliyor, ithal ve satış lisansları iptal ediliyor. Piyasadaki malların fiyatlarını denetlemek için "Adil Fiyat Bürosu" kuruldu, birçok memur alındı. Bunlar dükkân dükkân dolaşıp fiyat denetimi ya­pıyor. Halkın her türden şikâyetlerini bildirmesi için özel telefon hatları oluşturu­luyor.

Depolama yapmaktan korkanlar yukarıda da değindiğimiz gibi ucuz dövizle alınan malları komşu ülkelere satıyorlar. Bizim ülkemizde nasıl İran, Irak gibi ülke­lerden ucuz petrol gizli olarak sokuluyorsa Venezüella'nın sübvansiyonlu tüketim maddelerinin % 40'ının sınırdan Kolombiya, Brezilya, Guyana gibi ülkelere kaçı­rılıp satıldığı tahmin ediliyor. Kolombiya ile aralarında 2,200 km'lik sınır Ağustos ayında kapatıldı ve dışarı kaçan gıda mallarının oranı % 40 azaldı. Oraya satış için çıkan 414 bin litre yakıt ve 128 bin ton gıda, 301 bin ilaç kaçırılırken yakalandı. Bu doğrultuda 106 araca el konuldu. 150 kişi tutuklandı. Birçok şirketin lisansı ellerlinden alındı.

2014 ortalarında yeni bir uygulama getirilmeye çalışıldı. Devlet "garantili arz kartı" diye bir kart çıkardı ve bu kart sahiplerine üye süpermarketlerde indirim li mal satılmaya çalışıldı. Teoride böylece hükümet stoklamayı, mal saklamayı ya da satılmış malın tekrar satımını engelleyecektir.

Bu sistemle marketlerden parmak izi ile alışveriş yapılarak bir yandan halkın evinde stoklaması önlenecek, diğer yandan da istediği malı istediği an bulabilme

güvencesi verilecekti. Halktan kıtlık korkusunun silinmesi gerekiyor. Mal kıtlığı bir kez başlayınca artık bu garantili arz kartları bir anlamda savaş dönemlerinde kullanılan karneli dağıtım gibi oluyor. Muhalefette tabi eleştirisini yapıyor. Halk karneye bağlandı, diyor.

Fahiş fiyatlarla savaş için de yöntemler geliştirildi. İşletmelere baskınlar verilip defterleri denetlenmeye çalışıldı. Malların dükkâna giriş fiyatı tespit edilip satış fiyatı ile karşılaştırılmaya çalışıldı. Ama bunda da büyük bir başarı sağlanamadı. Her beş şirketten ancak bir tanesinin defter tuttuğu tespit edildi. Ticaret Baka­nı 2014 yılında 1046 şirketin fiyat vurgunculuğu yaptığının tespit edildiğini ve 15ü kişinin bu nedenle tutuklanıp hapse atıldığını açıkladı. Bunun üzerine tüm işletmelere defter tutma zorunluluğu getirildi. Bunu da oturtmak deveye hendek atlatmaktan zor oluyor.

Onun üzerine Maduro fiyat politikası izlemeye başladı. Devlet her şeyin f i­yatını belirlemeye kalktı. Bir malın her dükkâna maliyeti, malın kalite farkı, işçi maliyeti, taşımacılık vs hesap edilince bu da işe yaramadı. Devlet bu kez defter tutmanın yanına fiyat değil % 30 kar sınırlaması getirdi. Burjuvazinin bu engeli de sahte girdili faturalar vs vs ile aştığını tahmin etmek zor değildir.

Ayrıca bu önlemleri denetlemek devlet için de bir külfet haline geldi. Cezai yöntemlerle ancak bir noktaya kadar gidiliyor. Denetleme memurları, kolluk kuv­vetleri hatta ordu güçleri ile silahlarla dükkânların basılması noktasına gelmek hoş değildir. Halkta tersinden güvensizlik, korku yaratıyor. Bu kez rüşvet vs orta­lığı sarıyor. Korku ve denetim ile bir yere kadar gidiliyor. İşi kökünden düzeltmek gerekmektedir.

Petrolün de diğer ihtiyaç malları gibi sınırdan kaçırılması önlenmeye çalışılı­yor. Bu uğurda arabalara cipsler takılmaya çalışıldı. Böylece depoları doldurup doldurup sınır dışına geçirilip kaçırılması önlenmeye çalışıldı. Ama ona da bir üçkâğıt gelişti: cips sistemi bir şekilde "teknik arıza yapıyor".

Petrol fiyatlarındaki düşüş ve ülke gelirlerinin azalması sonucu ülke içinde petrol fiyatlarına zam yapma önerisi tartışılmaya başlandı. Uzun süre halkla bir­likte tartışıldı. Ancak Maduro şimdilik buna karşıdır. Çünkü böyle bir zammın meta fiyatlarına taşıma maliyeti olarak dolaylı olarak halka yansımasından ve enflasyonu daha da arttırmasından çekinildi. Yoksa yoksul halkın çoğunun zaten binek arabası yok ve kamu taşımacılığını çok ucuz kullanıyorlar. Devletin eko­nomi çarklarını eline aldığı koşulda petrole zam halklara zarar vermeyebilir. O nedenle şimdilik bekliyor.

Chavez, 2002 yılında petrolden elde edilen dövizin burjuvazi tarafından dı­şarı kaçırılmasını önlemek için kur sistemini devletin eline aldı. Ama ihtiyaçların ithalatı burjuvazinin elinde olduğu için halkın korunması sorununa da şöyle bir çözüm getirilmiştir. Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi ithalat yapan şirketler ithal edecekleri mal listesi ile geliyorlar. Eğer ithal edilecek mal halkın süt, mısır unu, tuvalet kâğıdı ya da bu ürünleri üreten fabrika ara maddesi gibi acil ihtiyaç­ları arasında ise devlet onlara 6,3 bolivar üzerinden dolar satıyor. Ama eğer elekt­rikli ya da elektronik aletler ise bir doları 12 bolivar üzerinden satıyordu. Onun

ON

YO

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

^1 o

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

dışında ise döviz yoktur. Sonuçta ülkede büyük bir kara döviz pazarı kurulmuştur. Yukarıda bunun burjuvaziye doğurduğu kaçakçılık yollarını anlattık. Chavez'in burjuvazi ile bu konuda yeterince dövüşmediği savunulur. Onlara ithalatı aksat­masınlar diye göz yummuştur.

Ama son zamanlarda döviz gelirleri azalınca Maduro bu işe el atma kararı aldı. Ayrıca burjuvazinin kaçıracağını kaçırdığı düşünüldü. Hemen tahmini rakamları verelim. 2003-2013 yılları arasında 300 milyar doların dışarı kaçırıldığı düşünülü­yor. 25 milyar dolar da yolsuzluklar yolu ile kaçırılmıştır. Venezüella korkunç bir soygun ülkesidir. Ayrıca günümüz bankacılık sisteminde de para kaçırma işi b il­gisayarlar ve borsalar yolu ile çok kolay yapılabiliyor. Bu nedenlerle 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren döviz sistemine yeni bir ek yapıldı. Belirli koşulları yerine ge­tiren istediği kadar dövizi alabilecek. Yani döviz satışı daha kolay hale getirildi. Böylece karaborsa önlenmeye çalışıldı. Öte yandan da ayrıcalıklı tüketim mad­delerinin sınıflaması da daha titiz ve değişken hale getirildi. Bugün şu madde ayrıcalıklı iken yarın olmayabilir ve fiyatı değişebilir, dendi. Böylece ithalat sanki daha serbest kura uygun yapılacak, enflasyon ve kıtlık önlenecektir.

Bu kararla işverenlerin kurda serbest pazar talebi bir ölçüde yerine getirilmiş oluyordu. Karşılıklı görüşmelerde kurun serbestleşmesi durumunda dışarıdaki paralarını ülkeye getirip yatırım yapma sözü vermişlerdi. Bugüne kadar öyle bir yatırım gerçekleşmedi. Ayrıca devlet döviz daralması yaşadığı için zaman zaman talebi karşılayamadı ve sonuçta yeni sistem bir işe yaramadı. Son olarak Maduro burjuvaziye verdiği ayrıcalıklı kur sisteminden vazgeçtiğini açıkladı. Bunun so­nuçları önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak.

Yukarıda yazdık, sorunun kökten çözümü ithalatın devlet eline alınmasıdır. Chavez döneminden beri devlet bu konuda çalışmalar yapıyor. Maduro bunu hızlandırdı. Samsung, Toyoto vs. gibi uluslararası şirketlerle anlaşmalar imzala­yarak onların ülkede fabrika açmasına izin verildi. Samsung televizyon gibi bazı ürünleri Venezüella'da üretecek. Devlet dağıtım sisteminin güçlendirilmesi için Çin'e 5000 adet kamyon siparişi verildi. Taşıma ve dağıtım işlerinin kamyonlar ge­lince daha düzenli yapılabileceği düşünülüyor.

Bir halk iktidarının sorunlarını çözmesinin baş yolunun halkın bu işi ele alma­sında yattığı açıktır. Halkın bu burjuva sisteminin nasıl işlediğini görmesi ve so­runun kaynağının o olduğunu anlaması gerekiyor. Anladıktan sonra da kendisi sürece girip kendi iktidarının çarkını çevirecektir. Bizce yukarıda anlattığımız dev­let önlemleri bile 16 yıllık bir iktidar açısından acemiliklerle doludur. Bir burjuva geçmişi olan insan bu türden üçkâğıt yollarını çabucak aileden öğrenir. Ama Ve­nezüella iktidarı halk iktidarıdır ve burjuva sisteminin bin bir hilesini ancak yaşa­yarak, deneyler edinerek öğreniyor. Ayrıca yeni teknolojik gelişimin de finansın dalaveresine yeni büyük olanaklar tanıdığını, buna ayak uydurmanın da kolay olmadığını hesaplamak gerekir.

Bu işi halkın anlaması, öğrenmesi gerekiyor. Maduro bu doğrultuda da adım­lar attı. Başkanlık seçimleri sırasında verdiği sözü yerine getirip ülkeyi karış karış dolaşmaya başladı. Venezüella aşağıdan yukarıya bir komün devleti yapılacaktır.

Bunlar kuruldu, kuruluyor. Güçlendirilmesi gerekiyor. Halk İktidarı komünlerin üstünde yükselecektir. Chavez'in bu işi tamamlamaya ömrü yetmedi. Burjuva saldırıları karşısında Maduro bu çalışmaları hızlandırdı.

Ekonomik alanda iktidar ve burjuvazi arasında sıkı bir ikili iktidar savaşı sürü­yor. Karşılıklı saldırılar ve savunmalar yaşanıyor. Halk ekonomisinin kurulması acil bir görev olarak duruyor. Üretimin hızlı bir şekilde arttırılması lazımdır. Şimdi bu doğrultuda atılan adımları inceleyelim.

Halk Üretim Temelinin KurulmasıChavez'in 21. Yüzyıl Sosyalizmi, her ülkenin kendi gelişkinlik düzeyi, kendi

ekonomik ve coğrafi koşullarına göre çeşitli yollar izleyebileceğini öngörür. Bu sosyalizm yaşanan Sovyet deneyinden farklı olabilir hatta olmalıdır. Venezüella da kendi yolunda bir sosyalizm kuracaktı.

Chavez 21. yüzyıl sosyalist ekonomisini nasıl kuracaktı? Halkın kendisi için, kendi tarafından üretim yapmasının neresinden başlanacaktı? Üretim araçlarının işçiler ve halk tarafından sosyalizm hedefleri doğrultusunda çalıştırılması nasıl başarılacaktı? İnsanın tam gelişimi ve herkesten yeteneğine herkese ihtiyacına göre tezi nasıl hayata geçirilecekti?

Chavez tezlerini geliştirirken elbette yanına birçok danışman aldı. Marta Har­necker ve Michael Lebowitz bunlardan en tanınan iki tanesidir. Lebowitz o gün­lerde Chavez'e sunduğu tezde sosyalizm için önerdiği yolu anlatır. 2014 başında­ki barikat olayları sırasında bu yazı Monthly Review dergisinde tekrar yayınlandı. Yazar tezinde 21. Yüzyıl Sosyalizmi yolunda doğabilecek sorunlara Marksist açı­dan yaklaşımlar getiriyor. Oradan bazı alıntılarla konuyu açmaya çalışalım.

Yazar, 21. yüzyılda büyük bir adımla sosyalizme ulaşmanın imkânsız olduğu­nu herkesin bildiğini yazdıktan sonra "sorun sadece mülkiyet sahipliğini de­ğiştirme sorunu değildir. Bu sorun yeni bir dünya kurmada işin en basit kıs­mıdır. Bundan çok daha zor olan üretim ilişkilerini, genel olarak sosyal ilişkileri, davranışları ve düşünceleri değiştirmektir." (1)

Aşağıda anlatmaya çalışacağımız gibi aslında 16 yıllık Venezüella deneyi bu­nun kanıtlanmasıdır. Hala daha bu ilişkilerin rayına oturduğunu söylemek ola­naksızdır. Radikal solcuların inançlarının aksine Chavez başından beri işletmele­rin işçiler tarafından yönetilmesinin yollarını açmaya ve örmeye çalıştı. Bu çok sancılı gitgelli bir süreçtir. Kooperatifleşmeye her alanda hızla girişildi, devlet finansmanlarıyla desteklendi. Şimdi bu konuları ayrı ayrı işleyelim.

a) Üretim Araçları Mülkiyeti ve İşçilerSovyet deneyi işçilerin bir devrimle üretim araçlarına sahip olmasının bir kur­

tuluş olmadığını gösterdi. Öyleyse nasıl bir yol izlenmelidir? Chavez işçilerin üre­tim araçlarına sahip olmadan onları hak etmeleri, yani üretim sürecini aksatma­dan yürütebilecek bilgi ve beceriye sahip olmaları gerektiğini düşündü. Patronu alınca üretim aksamamalıydı. Patronun üretim bilgilerinin işçilere aktarımı sağ­lanmalıydı. İşçiler bu işi bileklerinin hakkına kazanmalıdırlar. Yoksa onun kıymeti

^1

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

^1

K>

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

bilinmiyor. Ülke üretimi bu süreçte aksamamak ve ayrıca Sovyetlerdekl gibi çarpık hale gelmemelidir. Oradaki merkezi planlama ekonomiyi felç etti. Dondurdu. Tüm canlılığını aldı götürdü. Kapitalizmdeki gibi hatta ondan daha canlı bir üretim yap­ma yeteneği işçilerde vardır, ama bu nasıl devreye sokulacaktır? Ayrıca hangi yol ve araçlarla, işin neresinden tutup başlanacaktı?

Devrimin hemen başında ülkede cogestion diye bir terim kullanılmaya başladı. Cogestion aslında ortak yönetim demektir. (İngilizce co-management ya da co­government anlamında kullanılır.) Anayasa ve çeşitli yorumlardan çıkan anlamı in­sanın tam gelişimini sağlamak için ekonomik alana işçi ve devletin ortak katılımı ve ortak yönetiminin kurulmasıdır.

Ortak yönetimin nasıl olacağı ve kimlerle nasıl, hangi derecede ortaklık yapılaca­ğı sürekli tartışma konusu oldu. Çeşitli işçi katılım modelleri denendi. İşçi komiteleri işletmelerde her seviyede baştan aşağı kuruldu. Bazıları kooperatif olarak ve çeşitli oranlarda devlet ve işçi payı olarak dengelendi. 2005 yılı hemen hemen bütün dev­let denetimindeki işletmelerde işçi ve devlet ortaklıklarının kurulması ile geçti. İşçi­lerin cogestion ile işyeri yönetimini ele almaları ve eğitimlerle sosyalizmin çok yönlü insan hedefine doğru yol alma adımları atıldı.

"Ancak 2006'ya gelindiğinde cogestion'da işçilerin odağının şirket hisselerine sahip olmak olduğu anlaşıldı ve hükümet içinde de işçilerin işletmeleri yönetmeye hazır olmadığı inancına doğru kayıldı." (2) Çünkü ortaya bir karmaşa çıktı, herkes cogestion'u ayrı şekilde yorumladı. Kimisi mülkiyet sahipliğine ağırlık verirken kimisi de katılıma odaklandı. Ayrıca bakanlık içinde de farklı görüşler, farklı uygulamalar görüldü.

İşçiler işletmede yönetime katılmayı ya da fabrikayı işgal etmeyi, şirketin kendile­rinin mülkiyetlerine geçmesi ve karların paylaşılması olarak düşündüler. "Tüm fabri­ka işletmeleri işçilere dağıtılsın ve onlar da karları paylaşsınlar" eğilim ve isteği ağır­lık kazandı. Oysa Bolivar devrimi açısından sorun mülkiyet değil işçilerin fabrikanın yönetimini öğrenerek gelişmelerinin önünün açılmasıydı. Özel mülkiyet hakkı ikinci boyuttu. "Chavez'in vurgusu açıktı. Cogestion bir işyeri sahibini 'şimdi şirkete sahip olduklarını düşünen 300 sahiple değiştirmek değildir__Bu bile bile ladestir. Kapita­lizm yaratığını çoğaltmak demektir, egoistliktir, başka bir düzeyde bireyselliktir.'" (3)

İşçileri yönetime katmada amaç üretim ilişkilerini değiştirmekti. Yani eskisi gibi amaç bireysel kar olmayacaktı. İşyerinde hiyerarşi kalkacak demokratikleşecek, şef­faflaşacak ve işçiler neyin neden yapıldığını göreceklerdi. İşyeri muhasebe defter­lerini anlayacaklardı. Fabrika planlamasına katılacaklar ve üretimi yönetmeyi öğre­neceklerdi. Amaç basit bir mülkiyet değişimi değildir. İnsanın çok yönlü gelişimidir.

Başlarda INVEPAL başarılı bir işçi kooperatifi olarak örnek gösterildi. Hisselerin % 49'u işçilere verildi ve iyi yönetirlerse ödüllendirilecekler ve bu pay % 99'a çıkacaktı. Sonra ama Chavez şu yorumu yaptı:

"Burada ne oldu? Bazı hisselerin devlet, diğerlerinin işçilere ait olduğu bir mülki­yet rejimi kurduk. Ne oldu burada? Sonuç kapitalist işçilerle ittifak yapmış kapitalist devlet ve kapitalist kooperatif oldu ve eğer düzeltmezsek verdiğimiz ilaç hastalığın kendisinden daha kötü olacak." (4)

Chavez, sosyal mülkiyet biçimini geliştirmek gerektiğine karar verdi, Böylece % 10ü devlet mülkiyeti başladı, O güne kadar kolektif mülkiyet olan yerler de değiştirildi, Mülkiyetin devlet ve yerelde kurulmuş komiteler, komünler arasında paylaşılmasını önerdi, Yani artık özel kapitalist üretime paralel bir sosyal ekonomi kurmak yerine sosyalist bir ekonomi kurma yollarının aranmasına başlandı,

Devlet alüminyum işletmesi ALCASA'da başlarda büyük başarılar elde edildi, Maliyet düşürüldü, borçlar ödendi, işçi eğitim merkezi açıldı, yeni teknoloji kulla­nımı konuları tartışıldı, Ama sonra engeller çıktı, Burada da eski yöneticiler san­dalyelerini bırakmak istemediler, İşçi yönetimine karşı kampanyalar yürüttüler, Diğer bazılarında ise yönetim hiyerarşisi kırılamadı, İşçi katılımı engellendi, Hatta bazı yerlerde yeniden özelleştirmelere kapılar açıldı, Bu arada sendikalarda kendi güçleri azalacağı için sürece müdahale ettiler, Yani kendi çıkarlarını ve karlarını kaybedeceğini düşünenler engel koymaya başladılar, İşçiler bu duruma karşı tu ­tarlı bir mücadele veremediler, Görüş farklılıkları çıktı, Bir yıl sonra fabrikadaki işçi komiteleri toplantıları azaldı, Hatta bazı bölümlerde hiç toplanılmaz oldu, O çok başarılı olan ALCASA da eski tek başlı hiyerarşik yönetime dönme kararı aldı,

Kapitalist bir işletmede maliyetlerin düşmesi, üretkenliğin artması ve kar edil­mesi ana hedeftir, İşçiler yönettikleri işletmelerde böyle bir şeyi düşünmediler, Hadi diyelim bir süre gelecek karlı günler için maliyetine ve zararına çalışılır, Kredi alınır, Ama işçiler hiç böyle bir şey planlamadılar, Borçların ödenmesi diye bir so­runları olmadı nasılsa devlet ödüyordu, Üretimde yeni teknik nedir, uygulanması nasıl olacaktır kafalarında böyle sorular gelişmedi, Hammadde nasıl alınır, nasıl nerden ithal edilir, en iyisi ucuzu nerededir, kalite nasıl arttırılacaktır bunlara pek kafa yormadılar, Ayrıca bunların kolay öğrenilebilecek şeyler olmadığı açıktır, İş­çilerin o güne kadarki eğitimleri ve deneyleri buna yetmiyordu, Üretim artmadı, Devlet işletmeleri verimli çalışmadı genellikle sürekli zarar etti,

Neden durumun buralara vardığı konusunda çeşitli yorumlar yapıldı, Yöne­timdeki işçilerin kafasında yolsuzluk ve ahbap çavuşluk olayının derin izleri oldu­ğu sonucu çıkartıldı, İşçilerin politik bilinci yetersizdi, Amaçları çalışma saatlerini azaltmaktı, Kendilerini zenginleştirmek ve zenginler gibi yaşamak istiyorlardı, Petrol Bakanı sonuçta Venezüella işçi sınıfının cogestion'a hazır olmadığını ve tutucu bir şekilde kendi çıkarlarını koruma mücadelesi verdiklerini açıkladı, Yeni insan yaratma daha başka politikalar, başka yollar gerektiriyordu,

İşçiler ise sorunun kendilerinde olmadığını, yanlış yöneticilerin başa geçiril­diğini savundular, Yolsuzluk yapıldığını söylediler, Bunlar doğru olabilirdi, ama işçi komiteleri zaten bunlarla dövüşülmesi için kurulmamış mıydı? Bu durum işçi komitelerinin başarısızlık hanesine yazıldı,

Ya işçi sendikaları? Chavez bir yandan da sendikaları devreye sokmaya çalı­şıyordu, 100ü tane terk edilmiş fabrikayı göstererek ele geçirmelerini söyledi, UNETE sendikası 2 yıl içinde bunlardan ancak 80ü tanesini devreye sokabileceği­ni hesapladı, Ancak 4ü tanesini ele geçirme başarısını gösterdi, Sendika yönetici­leri de kendi çıkarları doğrultusunda gerekli enerjiyi göstermiyordu,

"Bir zamanlar Chavez'in 2003 yılında kurduğu Ulusal İşçiler Birliği şöyle diyor:

co

IXVEN

EZÜELLA ZO

R BİR DÖ

NEM

EÇTE

^1

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

Bu büyük firmaların (devletin millileştirdiği büyük alüminyum ve çelik fabrikala­rı) verimli olmamasının nedeni sendika bürokrasisidir. Devlet ücret ödesin diye etkin bir şekilde korunan endüstri tipidir. Devlet ücretleri ödesin sosyal bir kriz yaşanmasın." (5) Yani sendika yöneticileri işçi hakları vs. diye neden uğraşacaklar? Nasılsa devletleşmiş çalışılsa da çalışılmasa da ücretler ödenecektir. İşçileri dürt­menin anlamı yoktur.

Bu uygulamanın ekonomideki sonucunu Fuentes'den özetleyelim: 2008 kü­resel ekonomik krizle birlikte devletin geliri petrol fiyatlarındaki düşüşle azaldı. 2009 yılının ilk çeyreğinde ekonomi durgunluğa girdi. GSH % 3,3 düştü. Öte yan­dan enflasyon sürekli olarak her yıl % 20 artmaya ve yiyecek kıtlığı gerçek bir sorun olmaya başladı. Enflasyon artışını artık yayınlamıyorlar. % 100'leri geçtiği tahmin ediliyor.

Sonuçta üretim araçlarının tekrar devlet mülkiyetine geçmesinin çözüm ol­duğuna karar verildi. Devlet toplum çıkarları doğrultusunda üretim görevine devam edecekti. Üretkenlik ve kalite ancak böyle arttırılabilecekti. Öte yandan kapitalist sınıfın baskısı ve kuşatması da acilen ekonomiye çekidüzen vermeyi gerektiriyordu.

İşletmelere yavaş yavaş devlet görevlileri atanmaya başladı. Özel sektörün yıl­lardır kazandığı üretim deneylerinden anlayan, yetenekli eleman bulmak gerçek­ten hiç kolay değildi. Venezüella devlet işletmelerinde bu başlı başına sorundur. Bir işletmeye gerekli yeteneği olan kişiler atanabildiğinde durum biraz düzeliyor ve düşen üretkenlik artabiliyordu. Ama bu da işçilerin bilincini geliştirme ve yol­suzluk sorununu çözmedi. Hele hele halk ihtiyaçlarına göre üretim yapma soru­nu ortada kaldı.

b) Sosyal Üretim İşletmeleri (SÜİ)Bütün bunlar Chavez'i Sosyal Üretim İşletmeleri (SÜİ) kurma fikrine itti. Fik­

rin sahibi Macar asıllı yazar Meszaros "Beyond Capital" adlı kitabından bu öneriyi ortaya atmıştı. Marks'tan yaptığı alıntıyla şöyle diyordu: "Kapitalizmin meta deği­şimine dayalı olmasına karşın sosyalizmde değişim ilişkileri komünal ihtiyaç ve amaçların belirlediği eylemler temelinde yeniden kurulmalıdır" (6)

Yani sosyalizm radikal bir şekilde yepyeni üretim ilişkileri kurmalıdır. Üretim ilişkilerinin temeli meta olmamalı halkın ihtiyaçları olmalıdır. Peki, bu nasıl başa- rılacaktır? "Chavez'in kafasında SÜİ'nin nasıl olması gerektiği konusunda en baş­ta iki görüş gelişti. Birincisi üretim kara değil sosyal ilişkilere odaklanmalıdır ve İkincisi SÜİ karları çevresindeki toplulukların yaşam koşularının iyileşmesine kat­kı sağlamalıdır." (7) Böylece "emek kendi değerini bulacak, yabancılaşmayacak, otantik olacaktı. Yani herhangi bir emekte sosyal ayrımcılık, hiyerarşik konuma dayalı hiçbir kayırma yaşanmayacaktı" (8)

En azından işçilerin emekleri korunarak yerel halkın ihtiyaçları ile üretim bağ­lanmaya çalışıldı. Gıda, giyim, ev ve sağlık gibi dört sektörde işletmeler açıldı. Yer­leşim yerleri ve şirketlerin ortak mülkiyeti kuruldu. Amaç kesinlikle yerel halkın ihtiyaçlarının karşılanmasıydı. Kısa zamanda bazı yerlerde üniformalar, ayakkabı­

lar, tekerlekli sandalyeler ve mobilya vs. üretildi ve bazı hizmetler gelişti. Üretim ve tüketim arasındaki bağ kurulmaya başladı. İşçilerin halk ile kaynaşılıp pratik­ten bilinçlenmeleri başladı. Başka bir değişle var olan işletmeler içinde üretim ilişkilerini değiştirme mücadelesi vermek yerine sıfırdan yeni sosyalist ilişkilere dayalı işyeri kurma seferberliğine girildi.

SÜİ'ler büyük umut oldular. Başka yararları da oldu. İstihdam yükseldi. Ayrıca bir işletmenin kar etmesi gerektiği bilinci gelişmeye başladı. SÜİ'ler kendi kendi­ne ayakta durabilmeye, kendi yağları ile kavrulmaya yöneltildiler. Karları olursa bir fona aktarılacak ve yeni SÜİ'ler açılacaktı. Çünkü diğer deneylerde bu konuya hiç dikkat edilmemişti ve işletmeler devlet fonları ile ayakta tutuluyordu. Böylece dev­let petrolden elde ettiği karları, fonları başka alanlara kaydırabilmeye başladı.

Cogestion döneminde kamu üretimi büyük sekteye uğramıştı. İlerlemek değil üretimde geriye düşülmüştü. Ayrıca işsizlik acil bir sorun olarak yeni işyerlerinin açılmasını dayatıyordu. Devlet o nedenle özel işletmelere de büyük teşvikler yaptı. Eğer özel bir işletme işçilerine yönetime katılma hakkı verirse devletten kredi, teş­vik alıyordu. 2006 yılında 847 şirket böyle kredi kullandı. Ekonomi biraz canlanma gösterdi, istihdam yükseldi. Petrol fiyatlarının da bu süreçte yükselmesi iktidarın elini rahatlattı.

Ulusal üretim bu dönemde biraz arttı ve yeni işyerleri açıldı. Bu anlamda başarı sağlandı. İşçiler kolektif örgütlenmeyi öğrendiler ve bilinçleri yavaş yavaş artıyordu. Olumluluklar görülünce birçok yerde kooperatifler ile işgal edilmiş fabrikalar SÜİ haline dönüştürüldü. Ama hemen hemen hepsi devlete kontratla çalıştılar ve dev­let fonları sayesinde ayakta durdular.

Ancak sosyalizm yolunda gene bir başarı sağlanamadı. Burada çalışanlar gene yönetime gerektiği gibi katılmadılar. Kapitalist üretim ilişkileri yeniden şekillen­di. Geleneksel işçi-yönetici ayrımı kurutulamadı. "Daha önemli bir engel de şirket yönetiminin ve sendika liderlerinin eski özel şirketlerle kontrat yapma eğilimleri başladı." (9) Bu doğrultuda projeler yapılmaya başladı. Ama bu projelerde işçilerle işbirliği yapmak ya da yerellerin ihtiyacını karşılamak hedefleri olmadı. Üretim ve tüketim arasında bir bağlantı kurulamadı. Beklenen fonlar oluşturulamadı. Bu iş­letmeler de kar etmediklerini söylediler. Bu yeni açılan işyerleri devletle bağ kurdu yerellerdeki halkla ilişkisi, bağı gelişmedi.

Devlet denetimindeki sektörde durumun bir türlü düzelmemesi, sosyalizm yo­lunda adımlar atılamaması, verimliliğin düşük olması öte yandan işsizlik iktidarın önünde devasa bir sorundu. İktidar kapitalist üretimle yarış içindeydi ve kaybedi­yordu. Kapitalist üretim içindeki işletmeler daha üretken ve daha başarılıydı. İşçi ve devlet ortaklığındaki işletmeler onları geçemiyordu. Bu süreçte kamu üretimi aza­lırken kapitalist üretim canlandı. GSMH içinde özel sektörün payı 1998-2006 arası % 70,4 oldu ve kamu sektörü payı azaldı. Sosyal ekonomi payı ise %1,8 de kaldı. (10)

Sosyalist Üretim İşletmelerinin de tüketim ile bağlantısının kurulmadığı görül­dü. Üretim ihtiyaçlara göre yapılmıyordu. Bu işletmeler halktan kopuk üretiyorlardı. İşçilerle bağlantı yoktu. Hepsinin ülke içinde dengeli bir üretimi gelişmiyordu. O nedenle komünlere dayalı yeni bir sisteme geçildi.

^1 CJ1

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

^1 ON

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

c) Sosyal Mülkiyet İşletmeleriSosyal Mülkiyet İşletmeleri sosyalist üçgen denilen yeni bir sistemdir. Üretim

üç bacaklı olarak düşünüldü: Üretim, tüketim ve dağıtım. Özünde bu sistem baş­taki cogestion deneyinin gelişmiş hali gibidir. Chavez "Bundan sonraki ortak yö­netim (cogestion) deneyleri sosyalist üçgene ... sosyal mülkiyet, sosyal üretim ve ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olacaktır." dedi. (11)

Sosyal mülkiyet yine stratejik üretim alanlarının devlet elinde olmasıydı, ama bu bildik devlet kapitalizmi ile aynı şey değildi. Devlet, komünler ve işçi konsey­leri üzerine inşa edilecekti. Kolektif mülkiyet ilişkileri böylece yeni bir şekil aldı.

Chavez bunları şöyle açıkladı: "Sosyal mülkiyet tümüyle ve gelecek nesillerde halka ait mülktür. İki biçimi vardır: Dolaylı sosyal mülkiyet, yerel halkların adına devletin yönettiğidir ve direkt sosyal mülkiyet ise devletin çeşitli biçimlerde ve çeşitli belirlenmiş alanlarda bir veya birkaç komünün yönetimine verdiği mül­kiyettir. Böylece bu mülkiyet komün mülkiyeti ya da çeşitli kentlerin (komünler bn.) mülkü olur ve vatandaşların mülkü olarak üretilir" (12)

Böylece ülkede komünlere ağırlık verilmeye ve komünlerden oluşan bir sosya­list yapıya geçilmeye başlandı. Kentlerde ve kırlarda yani yerleşimin daha seyrek olduğu alanlarda farklı sayıda ailelerin bir araya geldiği komün komiteleri kurul­maya başladı. Komün komiteleri birleşerek komünler oluşturdu. Her bir komün komitesinin tarımsal alanı olduğu gibi Sosyal Mülkiyet İşletmelerine sahiptiler. Komün komiteleri yerleşim alanlarının yönetimleri oldular. Hangi üretim birim in­de ne üretilecek, ne kadar üretilecek, ihtiyaçlar nelerdir onların belirlemelerine göre üretim yapılmaya başladı. Sonuçta bir üretim biriminin etkileyeceği herkes o üretim aracının kararında söz hakkına sahiptir. Chavez mısır değirmeni fabrika­sını basit bir örnek olarak verir. Değirmen fabrikası yalnız o fabrikada çalışanlar değil mısır üreticileri ve aileleri dâhil o bölgede yaşayan herkesin ortak kararı ile çalışacaktır. Yoldan, su tesislerine, tavuk yetiştirmekten ineğe tutunda mobilya fabrikasının kurulmasına kadar her şeyin kararı komün komitelerinde belirleni­yor. Üretim araçlarının sosyal mülkiyeti ancak böylece hem tüketim in karşılan­ması hem de dağıtım safhalarını içine alıyor.

Bu yeni örgütlenme biçimi ile fabrikalarda işçi konseyleri yeniden canlandı­rılmaya çalışıldı. Ama artık onlar özerk birimler gibi değil komün komitelerinin belirlediği komün ihtiyaçları doğrultusunda, onlarla birlikte alınacak kararlar çer­çevesinde çalışma yürütmek zorundaydılar. Böylece mülkiyet, üretim, tüketim ve dağıtım sorunları temelden, en alttan belirlenip üste doğru inşasına başlandı.

Son olarak, bir konuya daha değinmekte yarar vardır. Bu sosyal mülkiyet biçi­mi komünizmin herkese ihtiyacına herkesten yeteneğine göre ilkesine doğru g it­mek için de uygundur. Üretim bencil çıkarlara odaklanırsa o zaman insanlar bir­birlerini rakip olarak görüyorlar. Fuentes, Lebowitz'den aktarıyor: "Bireyin sınırsız tüketim hakkı, insanın gelişimine odaklanma ile yer değiştirmelidir. Yoksa ben­cillik, kendini düşünme kaçınılmaz olarak güçlü kalıyor ve üçgenin diğer köşele­rini etkiliyor" Üçgen, yani üretim, tüketim ve dağıtım eş zamanlı olarak gelişirse dengeli oluyor. İnsanın gelişmesi öne çıkmalıdır. Sosyal mülkiyet, işçi katılımı ve

sosyal ihtiyaçlar için üretimin birbiri ile kaynaşması 21. Yüzyıl Sosyalizminin ay­rılmaz bir parçası olmak zorundadır.

Bu teorik özetlemeden sonra Venezüella'da komünlerin pratikteki durumları­na bakalım.

KomünlerGünümüz Venezüella'sındaki güçler dengesinin odağına komünler oturur.

Burjuvazi ve halk arasındaki son yaşananları anlamak için bu dengenin halk ya da komün bacağını anlamak gerekir. Onların gelişmesi kapitalist güçlerle olan nihai savaşın bel kemiğidir. Chavez'in devrimle yıkmadığı devlet işte bu komün­lerin alttan tepeye tüm devlet kadrolarını ele geçirmeleri ile ortadan kalkacaktır. Bir anlamda bunlar Venezüella'nın Sovyetleridirler. Komünler ülke yönetimini ellerine aldıklarında burjuva devlet yapısı tasfiye olacaktır. Sosyalist Venezüella o zaman tam kurulmuş olacaktır. Chavez ve şimdi de Maduro komünlerin güç­lenmesini hızlandırdı. Venezüella'da politik, siyasi, ekonomik tüm sorunların çö­züm çekirdeği komünlere bağlandı. Şimdi onların geçmişine ve son gelişmelere bakalım.

Komünler en alttan kurulmaya çalışılıyor. Kentlerde 200, kırlarda daha az sa­yıda ailenin yaşadığı alanlarda komün komiteleri kuruluyor. Sonra bu komiteler, konseyler ve komün kentleri olarak birleşiyor. Eyalet komünleri olacak. Bunların temsilcileri ile de hükümet komünleri oluşacak. Böylece şu anki devlet yapısı ta­mamen tabandan tepeye inşa edilmiş olacaktır. Peki, şimdi Venezüella bu ağın neresindedir?

Komünlerin, komitelerin kurulması henüz tamamlanmamıştır ve eyaletten eyalete farklı hızda gelişiyor. Örneğin; Apure eyaletinde 39 komün komitesi bir­leşti ve ilk komünal kent böylece kurulabildi. 2014 Eylül ayındaki ulusal sayıma göre 33,223 komün komitesi, 1234 komün ve 17,332 sosyal hareket bulunuyor. Devlet 2014'de 169 tane daha yeni komün kurma kararı aldı. Kurulmuş olanların da iyi işlediği söylenemez. Ancak 420 tanesinin şöyle böyle çalıştığı yazılıyor.

Her komün istendiği, olması gerektiği gibi çalışmıyor. Kurulu olanları da de­rinleştirmek gerekiyor. Yıllardır komünlerin ulusal konferansı toplanmaya çalışılı­yor. En sonunda birçok aksaklığa rağmen 16-17 Kasım 2013 tarihlerinde gerçek­leşti. Başarılı bir konferans oldu. Tüm ülkeden komün temsilcileri bir araya gelip hem üretimlerini tanıttılar, hem birbirlerini tanıdılar hem de sorunlarını tartıştılar. Önlerinde duran en büyük sorunun ülke üretim temelini genişletmek ve ithalden bağımsız, kendi karınlarını doyuran bir ülke kurmak olduğu kabul edildi.

Tarım, komünlerin çözmesi gereken en temel sorundur. Halkın karnının doyurulması, yani kendi ayakları üzerinde durmak için tarım geliştirilmelidir. Venezüella'da kırlar eskiden beri büyük sorundur. Ülkede petrol yataklarının bu­lunması ile her şey dışarıdan ithal edilmeye başlandı. Tarım öldürüldü. Ülke dö­vizlerinin bir şekilde dışarı akması için ÇUŞ'ler Venezüella'da latifunda ağaları ile birleşerek ticaret burjuvazisi oldular. Kırlar öldü. Köylülük neredeyse iflas etti ve ülkenin merkezlerinde barrio denilen gecekondu alanlarında iş aramak zorunda

^1 ^1

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

^1 oo

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

kaldı. Kalan köylüler de kır proleteri olarak çalıştılar. Toprak nasıl sürülür, ekilir biçilir unutuldu. Hayret edilecek bir şekilde günümüz Venezüella'sında toprağı ekip biçmeyi bilen çok az sayıda köylü kalmış. Köylülüğe yeniden tarım bilgisi verilmesi, yeni nesil köylüler, toprakla uğraşan insanlar yetiştirilmesi gerekiyor. Komünlerin önlerindeki en büyük sorun budur. Hükümette onları bu konuda çe­şitli şekillerde destekliyor.

Ekilecek alanlar komün önerileri doğrultusunda belirleniyor ve devlet bunları komün ortak mülkiyetine veriyor. Her fırsatta genişletilmeye çalışılıyor. Komün komiteleri tarımsal ihtiyaçlarını belirliyor. O ihtiyaçlara göre ekim yapılıyor. Ekim planlamasında sanayi ihtiyaçları da göz önüne alınıyor. Kentlerde de Küba'nın küçük ölçekli, ekolojik tarım örneğinden yararlanılıyor. En ufak ekilebilir alan de­ğerlendirilmeye çalışılıyor.

Ama asıl değerlendirilmesi gereken büyük toprak ağalarının latifunda top ­raklarıdır. Bunlar 30 milyon hektarlık sürülebilir toprakların 7 milyonuna sahipler. 2013 planlamasında latifundalardan ilga edilecek toprak miktarı artırıldı. Hükü­met 2014 ulusal bütçesinde Ulusal Toprak Kurumunun 350 bin hektar toprak ilga etmesini hedefliyordu. 2001 yılından beri ilga edilen toprak miktarı böylece 4 milyona ulaşacaktır. (12) Gerektiği gibi kullanılmayan toprakların ilgası anayasal bir haktır. Komünler bu alanları tespit ediyorlar, devlete bildiriyorlar ve devlet de gerekeni yapıyor.

Ama bu da pürüzsüz yürümüyor. Burjuvazi ile işbirliği yapan ağalar büyük d i­renç gösteriyorlar. Kiralık katiller tutarak terör estiriyorlar. Yalnız 2011 yılında 311 köylü öldürüldü. Her yıl sayı artıyor. Devlet kurumlarında tanıdıklarından, ban­kalara kadar birçok kanalla da ilgayı çeşitli şekillerde engellemeye çalışıyorlar. Banka, pazar bilmeyen halkın bilgisizliğini sömürüp çeşitli dalavereler yapıyorlar. Son zamanlarda bu dirence karşı daha ciddi savaş açıldı.

İşlenecek alan dışında tarımsal ürünün yetiştirilmesi yani tarımı sanayi haline getirmek, modernleştirmek için devlet başka adımlar attı. Yeni bütçede hedef sosyalist tarım çiftlikleri kurmak. Hayvan yetiştirmeye ağırlık vermek. 30 yerleşim alanında 708 hektarlık tarım kompleksi kurulacak. Büyük baş hayvan yetiştirilip süt elde edilecek. Mısır ve ayçiçeği yetiştiricilerine krediler verilecek. Üretkenlik arttırılacak. Yalnız 2014 yılında yurt dışarıdan 320 tarım teknisyeni getirildi. Ma­duro 2014 yılında 80.000 kırsal proje gerçekleştirmek istiyordu.

Bu önlemler sayesinde 2013 yılında domates, biber, soğan ve havuç ihtiyacı­nın % 100'ü ülke içinden karşılanmış. Bu başarı halkın karnını tamamen doyurma hedefine sıçratılacak. Venezüella kendi karnını kendi doyurabilen bir ülke olmak için tarıma büyük önem vermeye ancak başlayabildi.

Komünlerin birçok sorumluluk ve yetkisi vardır. Tarım sosyal üretimin bir parçasıdır. Tarım ama aynı zamanda sanayi için de üretim demektir. Tarım sana­yi tüketim ini de karşılamalıdır. Böylece sanayi işletmeleri de komüne bağlandı. Gerçekten komünler özünde yerel devlet yönetimi gibidirler. Çevrelerini geliştir­mek için projeler üretebilirler. Yani biz kendi fırınımızı kurmak, işsizliğe karşı şu maddeyi üretmek için şöyle bir fabrika, taşınması için şöyle bir yol yapılmasını

istiyoruz. Şöyle evler İstiyoruz, diyebiliyorlar. Ülkede büyük bir inşaat seferberliği vardır. Komünlerin uygun gördüğü yerlere insanlara yaraşır konutlar yapılır. 2.5 yılda tam 600 bin konut yapılıp dağıtıldı. Yapımlar devam ediyor. Bunun için pro­je geliştirip devletten finansman talep edebiliyorlar. Alt yapı tesisleri, yollar köp­rüler hep onların talepleri ve projeleri doğrultusunda devletten krediler alıyor. Ancak sık sık komünlerin projeleri diğer komünlerle ortak planlaması ve devlete danışması gerekiyor. Projeleri Ulusal Mecliste anlatıp savunuyorlar. Yetkileri çok­tur ve her yıl devletin komünlere ayırdığı bütçe miktarı oran olarak ulusal bütçe içinde büyüyor.

Komünlerin SorunlarıBu halk demokrasisini alttan üste kurma güzel projesi şimdiye kadar nasıl

işledi ve sorunları nelerdir? Onlara da bakmakta yarar vardır. Aynı fabrikalarda, işçilerle karşılaşılan sorunlar komünlerde de yaşanıyor.

Tarımdan başlarsak köylüler genelde yöre halkının ihtiyacı yerine en çok kar getirecek tarım ürününü ekmek istiyor ve bunda diretiyorlar. Oysa yerelin kar­nını doyurmak, gene yörelerinin ihtiyaç duyduğu, gerekli olan sanayi ürünlerini ekmeleri gerekiyor. Köylülüğün bilinci de aynı sanayi işçisi gibi henüz istendiği kadar sosyalistleşmemiştir. Sosyalleşmelerini başarmak için köylüleri de komün­lerin içine aldılar. Bu kez komün içinde çatışmalar yükseldi. Ayrıca aynı işçilerde olduğu gibi köylüler de kendilerini devlet güvencesinde hissettiklerinden olsa gerek toprağı ekme zahmetine katlanmak istememeye başladılar. Toprağı ekip biçmiyorlar. Toprağı atıl bırakıyorlar, tembellik ediyorlar. Nasıl olsa devlet kendi­lerine bir şekilde bakacak düşüncesi hâkimdir.

Şimdi komünlerdeki demokratik işleyişe bakalım. Halklar kendi kaderlerini el­lerine alabilmede ne kadar istekliler? Kendilerini yönetmek istiyorlar mı? Siyasi bilinç seviyesi ne düzeydedir? En temel sorun ilgisizliktir. Karar mekanizmasına yereldeki her üye katılmıyor. Konut ihtiyacı varmış, okul, yol yapılması gerekliy­miş, su sorunu varmış, eğitim şöyle olsun gibi konuları tartışmaya gelmiyorlar. Buna kafa yormuyorlar. Olanak var, ilgi yok. Genellikle üyelerin % 40'ı toplanabili­yor. Bazı yerlerde daha da düşüp % 15'e iniyor. Katılım düzensizdir. Bugün biri d i­ğer gün başkası geliyor. Bazıları bu konseyleri gereksiz buluyor. İktidarın kurmak istediği katılımcı demokrasi sonuçta yine bir şekilde temsili demokrasi haline dö­nüşüyor. Gelenler gelmeyenlerin temsilcisi oluyorlar. Halkların demokrasi isteği, kendi kaderini belirleme azmi başka bir bilinç gerektiriyor.

Birileri bencillik yapıp kayıtsız kalırken diğerleri onların yerine de çalışmak zorunda kalıyor. Vatandaşlık görevi aktif olan başkalarının sırtına atılıyor. Sonra toplantılara katılmayanlar katılanları bencillik yapmakla suçluyorlar. Aksaklıkla­rın üstesinden gelmenin yolu politik bilinci yükseltmekte yatıyor. Komünlerin görevlerinden bir tanesi de budur. Özellikle seçimler sırasında çeşitli politik eği­tim ler yapılıyor. Kır halkının bilinçlenmesi de uzun bir süreç gibi görünüyor. Bu 21. Yüzyıl Sosyalizmi'nin ayrı bir sorunudur.

^1 YO

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

oo o

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

Elbette sadece halkın İsteksizliği, bilinç düzeyi olayları açıklamaya yetmez, İlgisizliği devlet bürokrasisi de kışkırtıyor. Örneğin; komünler devlete yollaya­cakları projeler için belirli formlar doldurmak, bazı bürokratik işlemleri tamam­lamak zorundalar, Halk her zaman bunları anlamıyor, Karmaşık olmasından ya­kınıyorlar, Halkların eğitim düzeyi ile yönetim zorluklarının üst üste düşemediği açıktır, Mühendislik gibi eğitim isteyen projelerde halkın bilgi düzeyinin yetme­mesi doğaldır, Devletin formülleri basitleştirmesi isteniyor,

Devlet kadrolarının da görevlerini yapabilmek için komünlerin bürokratik bazı koşulları yerine getirmesini istemesi doğaldır, Bürokrasinin sıfıra inmesi sa­nırız günümüz koşullarında henüz gerçekçi olmaz, Komünlerden uygun yanıt­lar gelmeyince veya halklar uygunsuz kararlar alınca işin halledilmesi için devlet kadroları başka çareler arıyorlar, İşler çığırından çıkabiliyor, Haksızlıklar yapılabili­yor, Yanlış anlaşılmalar, yanlışlıklar silsilesi işleri kördüğüm haline getirip tarafları vurdumduymazlığa, ilgisizliğe sürükleyebiliyor,

Devlet yapısı da tamamen burjuva özelliklerden temizlenmiş değildir, Burjuva kesimlerin iktidarda kolları vardır, Bu adamları kanalıyla komünlerin bazı proje­leri engellenebiliyor, İşe demokratik yollar yerine rüşvet, kayırma, kendi çıkarını kollama gibi binlerce sorun girebiliyor, Olmadık kişilere olmadık fonlar verilebi­liyor, Komünler ve devlet kadroları arasında sürtüşmeler doğuyor, Komün kon­seylerinin gereksiz olduğunu, bunlardan bir iş çıkmayacağını düşünenler artıyor,

Komünlerin Venezüella'da 21, Yüzyıl Sosyalizmi'nin çekirdek nüveleri olduğu kesindir, Sosyalizm komünlerdeki halkların bilinçlenmesi ve iktidarı tabandan örmesi ile gerçekleşecektir, Kolay bir iş olmadığı biliniyor, Zaman alıyor, Burjuva muhalefet tüm sorunları komünlere atıyor, Her fırsatta komünlere saldırıyorlar, Ülkedeki şiddet ve suç yüksekliğini komünlerin üstüne atmaya çalışıyor, yalan ya­yıyorlar, Silahlı çeteler kuruyorlar, diye suçluyorlar, İktidarın asıl suçluları buralar­da aramasını istiyorlar, Burjuvazi onları karşılarında bir tehlike olarak görüyor, Bu korku ve suçlamalardan kalkarak komünlerin doğru yolda olduğu söylenebilir,

Maduro bunun farkındadır, O nedenle 2014 yılında yaşanan barikat olayla­rında komünlerin gücünü ancak muhalefet yorulma belirtileri gösterince devre­ye soktu, Böyle yapmasa ülke bir iç savaşa girebilirdi, Maduro amaçlarının "Halk güçlerini canlandırmak ve onları hükümet yapıp sorunları çözmek" olduğunu hep tekrarlıyor, Komünleri tek tek dolaşmanın, sokak hükümetleri ile temas kur­manın büyük yararı vardır, Devlet kadroları ile halk temsilcileri birbirlerini daha yakından tanıyor ve anlıyorlar, İktidar bölgesel kalkınma stratejisini çizmede daha canlı bilgi edinmiş oluyor, Maduro komün ve sokak hükümetleri ile yaptığı toplantıları şöyle değerlendirdi: "Bu yöntemle iktidar oluşumuzun ilk 100 günün­de insanlarla yaptığımız yüz yüze toplantılarda 2000 proje kabul edildi, Bu sokak hükümetleriyle günlerce birlikte çalıştık ve 16 milyar dolar ekonomik kalkınma, alt yapı, yol, konut, tarım sanayi, eğitim ve sağlık için yatırım yaptık, Bu devrim içinde devrimdir" (13)

Maduro son dönemde aldığı kararlarla komünlerin yetkilerini yerelden devlet üst kademelerine kadar tırmandırdı, Komün bölgesel bakanlık konseyleri kurulu­

yor. Şöyle işliyor: Her bir komün komitesi kendi İçinden merkeze yollayacağı ko­mün temsilcisini seçiyor. Çeşitli komün komitelerinden gelen temsilciler o kentin ya da komünün yönetimi oluyorlar. Kentler tabandan örgütlenmeler ile yöneti­lir hale geliyor. Bunlar bölgesel bakanlık konseyleri, ulusal hükümetin yereldeki temsilcileri oluyorlar. Sonra aralarından merkez hükümetine temsilci yolluyorlar. Bu sistem yerine oturduğunda da ulusal hükümet organları bu temsilcilerden oluşacak. Yani devlet kurumlarının yerini alacaklar. Tepeden atanma ortadan kal­kacak. Maduro 2015 yılı başında komünal yönetimin ulusal başkanlık konseyini kurdu. Halk devleti olma yolunda bir adım daha atıldı. Yakında burjuva devlet yapısı tamamen kalkacak yerini komün konseylerine devredecek. Ülkede 24 böl­ge var şimdiye kadar bu konseyler 21 tanesinde kurulmuştur.

Yavaş yavaşta devletin yaptığı işler bu komünlere devredilmeye başladı. Sağ­lık, eğitim, alt yapı inşası, tarımsal kalkınma konularının devrinde de önemli çalış­malar yürüyor. Hizmetlerin, sorumluluk ve komün mülkünün transferi ve komün ekonomik faaliyetlerinin yükseltilmesi hepsi bu komün başkanlık konseylerine devredilecektir. Komünlere döviz alma yetkisinin verilmesi tartışılıyor. Böylece devlet tepeden değil yerelden yönetime başlayacaktır. Ekonomik sorunlarını da kendileri halledeceklerdir.

Belki bu bilgilendirmeden sonra sorabiliriz: PSUV içindeki radikal kanadın ülke sorunlarını 21. Yüzyıl Sosyalizmi'nin gerçek bir devrim yapmamasına bağlaması ne kadar yerindedir? Bu eleştiri mücadeledeki güçler dengesini hesaba katma­yan bir yaklaşımdır. Günümüzün devrim sorununa 19. ve 20. yüzyıldan dersler çıkarmadan yapılan bir eleştiridir. Ayrıca zamanında Chavez ve şimdi de Maduro yaşananlardan çıkardıkları sonuçla sürekli boğuşuyorlar. Her gün yeni bir şey ku­ruyorlar, deniyorlar. Olmadı değiştirmekten kaçınmıyorlar. Bu süreç böyle süre­ceğe benzer. 16 yıl halkların bilinçlenmesi için uzun bir süre olmasa gerek.

Düzen YaratıklarıVenezüella 21. Yüzyıl Sosyalizmi deneyinde burjuvazinin yok edilmediğini dü­

şünürsek onun devrim sürecinde sayıca azalmış olacağını tahmin edebiliriz. An­cak Maduro seçimleri % 1,5 oy farkı ile kazandığına göre ortada başka bir durum vardır. Burjuvazi hala varlığını ve etkisini pek kaybetmemiştir. Hatta kimi yorum­culara göre burjuva sayısı artmıştır. Halktan bu düzenden umudunu yitirenler vardır. Konuyu biraz açmak gerekiyor.

İlginçtir, ama 16 yıllık deneyim sırasında ekonomik gelişim düzenden semi­ren ve burjuvalaşan bir kesim yaratmıştır. Bunlara Venezüella'da boliburguesia deniyor, yani Bolivar burjuvazisi. Bunların bir kısmı PSUV içinde duruyorlar. Ör­neğin; Komünist Parti, PSUV'a bu nedenle katılmadığını iddia ediyor. PSUV bu kişiler nedeniyle parçalıdır, diyor.

Boliburjuvalar 21. Yüzyıl Sosyalizmi denilen sistemden yana olan muhalifler olarak da biliniyor. Hatta ne-ne'ler diye de anılıyorlar. Ne iktidardan yanalar ne de muhalefetten. Aslında bir şekilde "Chavezciler". Bu düzenin böyle gitmesinde çıkar sağlıyorlar. Düzenin yaratıkları olmuşlar. Ekonominin çeşitli boşluklarından,

00

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

<Noo

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

karmaşasından yararlanıp ceplerini dolduruyorlar. Düzen buna çeşitli olanaklar yaratıyor. O nedenle ne burjuvazi gibi eski düzene dönülmesini istiyorlar ne de 21. Yüzyıl Sosyalizmi'nin tam kurulmasından yanalar. Bu çarpıklığı ile devam et­sin, iş nereye varırsa varsın düşüncesindeler. İktidarın geleneksel burjuvazi ile dö­vüşünden kendilerine pay çıkarıyorlar.

Uruguaylı yazar R. Zibechi, Guerrero'dan aktarıyor: "Techint'in üretimi çok uluslu şirketteyken verim lilik daha fazlaydı." dedikten sonra ekliyor. "M illileşti­rilmiş şirketler reel sosyalizm tarihini tekrar ediyor gibiler. Radikal değişimlerin olduğu yerlerde devlet bürokrasisi denilen zehirli ve kangrenleşmiş yapı sosyal, devrimci organizmada ortaya çıkıveriyor" Yani tüm çabalara rağmen tesisler m il­lileştirilince bürokrasi hortlayıveriyor. Gerçekten de Venezüella'da işçi ve devlet yönetim ve sahipliğindeki şirketler verimsizlik ve karmaşa nedeniyle tekrar dev- letleştirildikten sonra bürokrasi ayyuka çıktı. Ve o zamandan beri de tüm çaba­lara rağmen bu değiştirilemedi. Boliburjuvalar hem devlet şirketlerine hem de devletin çeşitli kadrolarına yerleştiler ya da orada burjuvalaştılar. (14)

Çeşitli kademelerde çöreklenmişler. Örneğin; komünlere verilecek projeleri bunların engellediği söyleniyor. Elbette projelerin yerleri, biçimleri konusunda karar verilirken bir takım yetkililer vardır. Bunlar yetkilerini çeşitli burjuva kesim­lerine çıkar sağlayacak ve dolayısıyla kendi ceplerini dolduracak şekilde kullana­biliyorlar. Burjuvazi ile yakın bağ içindeler. Onlar gibi zengin olma sevdasındalar. Eskiden gelen burjuvazi zaten devlet kadrolarından kendilerine yandaş yaratma­da beceriklidir. O nedenle iktidar kadroları içinde burjuvazinin yandaşları, adam­ları vardır ve bunlar kendi çıkarları için her türlü rüşvet ve yolsuzluktan nasiplerini alıyorlar.

Rüşvet ve yolsuzluk dışında devlet politikalarından da yollarını buluyorlar. Na­sıl mı? Para politikası, döviz politikası bunlardan bazılarıdır. Devletin çeşitli ne­denlerle dağıttığı ayrıcalıklı dolarların musluk başı ellerindedir. Bunların bankada hesap açacak kadar paraları vardır ve bu kanalla örneğin her yıl dışarı seyahat ne­deniyle 3000 dolar alırlar. Sonra bu parayı karaborsada tekrar bolivara çevirirler. Düzen sayesinde her yıl en azından böyle bir ek gelir elde etme olanakları vardır. Sistemin değişmesine karşı elbette fren yaparlar.

İşçi sendikalarının tepesine oturmuş, bu düzenin düzelmesini istemeyenler de vardır. Bunlar çeşitli işleri istedikleri kişilere verme yetkisini kaybetmek iste­mezler. Bundan çıkar devşirirler. Daha öncede söyledik rahat rahat oturmak yeri­ne ayrıca sınıf mücadelesi vermekten kaçınırlar.

Gene yukarıda yazdık. Devletin Marcal halk marketlerinden kaçırılan sonra komşu ülkelere satılan on binlerce ton sübvanse edilmiş tüketim mallından söz ettik. Bunların bir kısmı marketlerin başında oturan müdürlerdir. Sınırdan petrol kaçıranların arasında da tepelerde oturan bürokratlar vardır. Ordu, sınır polisi ile işbirliği içinde kaçırıyorlar. Polis içinde de, ordu içinde de suçlu bulunur. Yani işin plancısı, taşıyıcısı, sınırdan geçiricisi, orada satıcısı hepsi bir ağ içinde çalışıyorlar. Eli silahlı koruyucular da işin cabası diyelim. Herkes soygundan nasibini alıyor. Suçluların yakalanması ciddi olunsa zor olmasa gerek. Ama işte bu yaratıklar ile

işler karışıyor. Çürüme artıyor, Tepedekller görmüyor, duymuyor. Düzen güçlen­mediği sürece kendi gemisini kurtaran kaptan oluyor, Bunlar düzenin doğurdu­ğu Bolivar burjuvaları haline geliyorlar,

Devlet işletmelerinde, devlet kadrolarında memur olarak çalışan iyi niyetli yö­neticiler olabilir, Belki başlarda iyi niyetle bu göreve geldiler, ama zaman içinde işçilerin sorunları, onlara bir şey öğretme, onlardan bir şeyler bekleme zorlu ça­lışması içinde de inançlarını yitirmiş, kendi çıkarlarını kollamaktan başka çıkar yol göremeyenler de olabilir, Kısır bir döngüdür, İşçilerdeki ilgisizlik, hedefe istendiği hızla varılamaması, çeşitli engeller onları kendi başlarının çaresine bakma yoluna itmiş olabilir, Çünkü 21, Yüzyıl Sosyalizmi'ni kurmak uzun ve zorlu bir süreçtir, Herkesten aynı soluğu beklemek yanlış olur, Sistemin yarattığı çarpıklıkları görüp inancını yitirenler de gününü gün etmeye çalışanlar da olacaktır, Her düzende yok mu?

PSUV radikallerinin iddiasına göre Bolivar burjuvaları iyi niyetli olanların yap­tıklarına köstek oluyorlar, Örneğin; geleneksel muhalefetin yarattığı kıtlık, depo­lama ve son zamanlarda sokak gösterilerinde öldürme olayları, saldırılar kısacası politik ekonomik suç işleyenler biliniyor, Bunların halk önünde açıklanması is­teniyor, Ancak devlet kadrolarındaki bu Bolivar burjuvazisi engeline takılıyorlar, Bu isimler deşifre edilemiyor, Ya da sadece bir kaçı göstermelik ortaya çıkarılıyor,

Ordu içinde de bu düzenden çıkar sağlayanlar vardır, Hatta son günlerde üst düzey subaylar darbe örgütleme suçlaması ile tutuklandılar, Özellikle muhale­fetin elindeki eyaletlerde polis kadrosunu bu burjuvalar besliyor, Bu eyaletlerde kurulan barikatlar gene bu polislerin denetimi altındaydı, Buradaki polisler mu­halefetten yana davrandılar, Olaylar durulunca da bir kısmı tutuklandı,

Düzenin çarpık yanları böyle bir halk kesimi doğurabiliyor, Sosyalizmin kurul­ma sürecinde böyle ne olduğu belirsiz bir insan şekillenmesi yaratabiliyor, Belki de bu kaçınılmazdır, Çarpıklıktan beslendikleri içinde geleneksel burjuvazi gibi sistem değişikliği istemez, O muhalefet ile tam örtüşmez,

Genel DeğerlendirmeZayıflıklar

Venezüella 16 yıldır 21, Yüzyıl Sosyalizmi yolunda ilerliyor, Halk ekonomisi­ni yaratma ve kapitalist ilişkileri, üstüne çıkarak tasfiye etme mücadelesi veriyor, Görüldüğü kadarıyla henüz kapitalist üretim bu süreçte zayıflamamış hatta geliş­miştir, Sosyalist üretim ve ilişkiler, pek kök salmamış yavaş yavaş ağır aksak gidi­yor, Halkın bilinçlenmesi yükseliyor, ama daha istenilen düzeyde değildir,

Ülke devrim yolunda yepyeni bir yol deniyor, Eski sosyalizm deneylerinden kalkarak onların yanlışlıklarını yapmamaya ve ülke ekonomisini yepyeni bir yo l­la geliştirmeye çalışıyor, Mülkiyet ilişkilerini kurma doğrultusunda bir şunu bir bunu deniyor, Bakıyor olmuyor değiştiriyor ve yenisini uygulamaya sokuyor, Dersler çıkarıyor, öğreniyor, Bu anlamda çok aktif bir ülkedir, Yanlış yapmaktan korkmuyor, Umudunu yitirmiyor, Bunlar rotadan sapma değil doğru rotayı, yolu bulma çalışmalardır,

co

ooVEN

EZÜELLA ZO

R BİR DÖ

NEM

EÇTE

oo

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

KolombiyalI yazar Venezüella'yı şöyle tanımlıyor: "Yoksulların şenlik, zengin­lerin protesto yaptığı bir ülkedir." Gallup kamuoyu araştırma şirketi 2011 yılında dünyaca ünlü Washington Post gazetesinde dünya mutluluk sonuçlarını açıkladı. Buna göre Venezüella Finlandiya'nın arkasından dünyanın 5. en mutlu insanları­nın yaşadığı ülke oldu. İnsanlar hayatlarından memnun mutlu mutlu yaşıyorlar. Neden olmasın ki? Açlık yarı yarıya azalmış. Herkes üç öğün yemek yiyor. Herke­sin iş, sağlık, emeklilik, eğitim garantisi var. Yüz binlerce konut yapıldı, yapılıyor. Birçok sosyal hakları var. Yarınlarına umutsuz bakmıyorlar. İnsanın çok yönlü ge­lişimi için büyük çaba sarf ediliyor. Bu insanların mutluluğuna giden yol değil midir?

Ama kocaman bir "ama" var ortada. Bütün bu rahatlık halk üretiminden gel­miyor. Halklar ülkenin yeraltı zenginliğinin sefasını sürüyorlar. Yani bu ülke halkı bir anlamıyla rantiyer gibi davranıyor, petrol gelirlerini yiyip içiyor. Hatta bazı sol yorumcular düzene "Petro-sosyalizmi" adını takmışlar. Elbette bu doğru bir yol değildir. Petrolün bir gün biteceği ya da başka enerji kaynaklarının devreye so­kulma olasılığı bir yana, rantiyer olarak yaşamak bir süre sonra toplumu çürütür. İnsanı insan yapan üretimin, yaratıcılığın gelişmesi ile bağlantılıdır. Venezüella halkları elbette çalışıyorlar, ama sırtlarında bir küfe olmadan çalışıyorlar. Günle­rini gün ederek çalışıyorlar. Ülkelerinin sorunları ile ilgilenmek, kendi kaderlerini ellerine almak, gösterilen yolda ilerlemek anlamında gereken adımı atmakta bi­raz yavaş ve vurdumduymaz davranıyorlar. Ellerine geçirdikleri büyük bir fırsatı gerektiği gibi değerlendiremiyorlar, diyelim isterseniz.

Neden böyleler?Buna çeşitli gerekçeler getirilebilir. Bu insanlığın bir özelliği olabilir. Zor olma­

dan ya da yumurta kapıya dayanmadan davranmıyorlar. Öyleyse acaba bir zor­lama mı, gerekli? Bir dürtü mü şart? Bilmiyoruz. Belki de yıllardır öyle yoksulluk, geleceksizlik içinde yaşadılar ki şimdi biraz bunun tadını çıkartmak istiyorlar. Bu kadar yaşadıkları acıdan sonra bu on yıl devede kulak olarak düşünülebilir. Belki bir korku gerekli! Belki bu daha disiplinli çalışmak için bir dürtü olabilir.

Her ne olursa olsun ancak herhalde şöyle bir tespit yapmak yanlış olmaz: Halklar öyle kolay öğrenmiyorlar ve sosyalizmi kurmak öyle kolay bir şey değil. Devrimi yapıp, alın üretim araçlarını, şimdi sosyalist ilkeler ile üretin, yepyeni pı­rıl pırıl sömürünün olmadığı bir ülke kurun, demekle olmuyor. Hatta dizlerinin dibinde tehdit eden kapitalist sınıf var ona rağmen gerçekleri görmeleri o kadar kolay olmuyor. Elbette bilinmeyen bir gerçeği söylemiyoruz, ama en azından so­runları anlamak açısından önemlidir.

Venezüella halkları Batı halkları seviyesinde eğitim li değiller. Chavez bu ko­nuya çok önem verdi. Şimdi okuma yazma bilmeyen oranı çok düşük. Devrim sonrası açılan üniversitelerde genç, yaşlı birçok insan okuyup mezun oldu. Ve­nezüella halkı hızlı bir şekilde eğitiliyor. Ancak bu eğitim ve çalışma bilgisini mo­dern düzeye yükseltmek, üretime aktarmak bir çırpıda olmuyor. Fabrikada, kırda üretimin bütün safhalarını öğrenmek ve onu yönetme becerisini edinmek ayrı bir iştir. Başka bir disiplin, inat, bilinç ve emek ister. Ayrıca işçilerin hepsi böyle

bir zora gelmek istemiyor. Böyle bir zorunluluk da dayatılamaz. Böyle bırakmak mı gereklidir? Elbette değil. Sosyalizmi kurmak demek o insanların fark etmediği ama içlerinde kesinlikle olan yeteneklerini ortaya çıkartmalarını sağlamak ve bu kaynağı üretim içinde, insanın mutluluğunu daha da arttırıcı bir şekilde kullan­manın yollarını yaratmak demektir. İnsanın çok yönlü gelişimi sosyalist ilkesini bu insanlarda da gerçekleştirmek demektir. Onları sırf günlük maddi çıkarları pe­şinde koşmak darlığından kurtarmak, geliştirmek demektir.

Ancak bunlar yapıldıktan sonra bencillik, yolsuzluk, yozlaşma gibi sorunlar halledilebilecektir. İnsanlar maddi değerlerden manevi değerlere doğru kayma­ya ya da gelişmeye başladıklarında bir takım sorunlar çözülecektir. Disiplin ayrı bir sorundur. Onun insanı zora sokma dışında rahatlatan bir yanı da vardır. Çünkü ancak disiplin ile bir takım şeyler başarılabilir. Bir işi yapıp bitirmenin insanda yaratacağı mutluluğu görüp yaşamak başka bir şeydir. Başka bir mutluluk düze­yidir. Buna da belirli adımlarla varılıyor.

Yolsuzluk çeşitli düzeylerde yaşanıyor. En basitinden mahallede el altından süt satılıyor. Kıtlığı çekilen bir mal stokçuda bir şekilde var ve mahallede satıyor. Devlet bunlarla mücadele edilmesi çağrısını yapıyor. Bu işi yapanı bildirin demiş. Yardım hatları kurmuş, telefonla haber vermek gerekli. Ya da ne bileyim bir yer­lerde kıtlığı çekilen malın stok edildiğini bir şekilde biliyorsun. Bunu bildirmek gereklidir. Stokçuyu, rüşvetçiyi bildirmek o düzenin sağlam temellere oturması için, gelecek için gerekli. Yolsuzluk, rüşvet, yozlaşma ile mücadele böyle en alttan başlamak zorundadır. Bilinç ister.

Ama Chavez'in barriolarında yani gecekondularında yaşayan halklar dahi bunu yapmıyorlar. Yapsa halbuki bu zenginler kesimine bir darbe vurmuş olacak, ama yapmıyor. Bunun mantığı nedir? Çünkü bu kıt maddeyi satan ya komşusu ya bir yerlerden tanıdığı olabiliyor. Onunla arası açılsın istemiyor. İkincisi iktidarın ya da düzenin yarın bu eksikliği çekilen maddeyi marketin rafına koyabileceği güvencesi yok. En azından bu kanalla yarın o maddeyi elde edebileceği güven­cesini neden ortadan kaldırsın. Evet, kendi bindiği dalı kesiyor. Onun yarın daha pahalı olmasına göz yumuyor. Kolektif bilinç henüz bu seviyededir. Yukarılardan başlayan yozlaşma aşağılarda yankısını buluyor. Ya da tersi, yılların yoksulluğu­nun birikimi alttan tepelere tırmanıyor.

Bunun çözümü yalnız bilinçlenme değil elbette yolsuzlukların halk düşmanı olarak deşifre edilmesi, hesap vermelerinin sağlanması gerekiyor. Sosyal hesap verme işi nasıl örgütlenecektir? Bunun yolu hala tam olarak bulunmuş değildir. 2002 darbesini yapanlar serbest bırakılabiliyor. Stoklama yapanlar, fahiş fiyatla mal satanlar yakalanıyor. Valiler bile yakalıyor tutuklanıyor. Ama bunların deşifre edilmesinde engellemeler olduğunu yazdık. Bunlar tepeden aşağıya sonra aşa­ğıdan yukarı doğru gidip geliyor. Bir yumak olarak toplumu çürütüyor.

Eleştiriler ve Çözüm ÖnerileriVenezüella'da kurulmaya çalışılan 21. Yüzyıl Sosyalizmi'ni sol içinde çeşitli şe­

killerde eleştirenler vardır. Yukarıda bir kısmını verdik. Venezüella'nın yolundan

LOoo

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

YO

oo

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

umudunu kesmiş olanlardan bir tanesi eskiden Chavez ideologu Alman soIcu Heinz Dietrich'tir. Çin ve Alman dergilerine verdiği röportajlarda şimdiki iktidarı çok çirkin biçimde eleştiriyor. Maduro'nın yönetme yeteneğini sorguluyor. Dev­rimin itici güçlerinin hiçbir şey beceremeyeceğini ilan ediyor. Petrol gelirinin bu finansal modeli sürdürmeye yetmediğini söylüyor. Bunun Chavez döneminde ipuçlarını gösterdiğini ama şimdi artık gözle görülür olduğunu iddia ediyor. Kıt­lığı, ekonomik güvensizliğin hepsini Maduro iktidarının sırtına yüklüyor. Ona bir­kaç hafta ömür biçtikten sonra (bu biçtiği süre çoktan bitti) politik çözümün ılım­lı sağ ile koalisyon kurmak olduğunu söylüyor. (15) Yani ülke tekrar yeni liberal politikalara dönmeli ve kapitalist bir yol izlemelidir. 21. Yüzyıl Sosyalizmi deneyi bitmiştir. Venezüella içinden Dietrich'e büyük eleştiriler geldi.

Soldan eleştirenler arasında PSUV içinde Sosyalist Akım kurucusu Gonzalo Gomes de vardır. Gomes burjuva muhalefetle masaya oturmayı eleştiriyor. "Son yıllarda ve özellikle Chavez hastalandıktan sonra burjuvazi parçalama yolları bul­du ve gelirleri yağmaladı ve bunları sivil bürokrasi, yolsuz devlet yapısı ve iktidar sektörlerinin yardımı ile yaptı." diyor. (16) Gomes aksaklıkların suçunu bürokrasi­ye yükleyerek, "Kapitalist mantık ile komün ve sosyal mülkiyet, işçi denetimi ve tarım devriminden koparak devlet endüstrisindeki gelişmenin önünde durdular" diyor. (17) Sonra çözümü burjuva ile birlikte yaşamak değil ondan uzaklaşmakta görüyor. Bunun içinde komünlere, işçi denetimlerine daha çok yetki verilmeli ve onların önü açılmalıdır, diyor. Bu arada aktardığımız iktidarın işçiler ve sendika­larla olan deneyleri, sonuçları ve yanlışlıklarına hiç değinmiyor.

Elbette sorun daha teorik düzeyde de tartışılıyor. 21. Yüzyıl Sosyalizmi Venezüella'da ne yanlışlar yaptı, nasıl olmalı, diye soruluyor.

Bu konuya kafa yoranlardan bir tanesi de Raul Zibechi. "Venezüella: Petro sos­yalizmi labirenti" (18) adlı yazısında konuyu başka kaynaklardan da yararlanarak ele alıyor.

"Evet, kıtlıkların bir kısmı fiyatı indirilmiş metaların Kolombiya'ya kaçırılması ile izah edilebilir, ama başka sorunlar da var. Özel sektör büyümüyor çünkü bur­juvazi yatırım yapmıyor" Güven duyulmayan yere elbette yatırım yapmayacaklar­dır. Doğru bundan anlaşılmayacak bir şey yok. İkili iktidar sürecinde burjuvaziye yatırım yapması için neden güvence verilsin ki? Akla ilk gelen yanıt bu. Özünde halk ekonomisinin gelişeceği öngörüldüğü için buna ihtiyaç olmayacağı düşü­nüldü. Venezüella örneğinde evdeki hesap çarşıya uymadı. Halk ekonomisi hızlı gelişemediği ve de burjuvazinin sabotajları nedeniyle bu bir sorun oluyor. Halkın ihtiyaçlarını karşılamak için özel sektörün üretim ve ihracatına mecbur olundu. Ama o da yeni yatırım yapmadı. Gelişmeyen halk ekonomisi karşısında ve daya­tan işsizlik sorunu nedeniyle Chavez özel sektöre krediler vermek zorunda kaldı. Ama yukarıda yazdığımız gibi gene belirli koşullarla. Onlarla masa başına oturul- du. Maduro da son zamanlarda ekonomik saldırılarına karşı onlara döviz garanti­si, hâkim oldukları bölgelere yatırım gibi sözler vermek zorunda kaldı. Ama sonra da muhalefet verdiği sözlerde durmayınca bunları geri aldı.

Raul Zibechi sonra yazısında Latin Amerika'nın önde gelen aydınlarından

Arturo Uslar Pietri'nin 1936 yılında yazdığı "Sowing the Oil" ( Petrolü Ekip Biç­mek) adlı yazıdan söz ediyor. Bu yazı yayınlandığı zaman bölgede büyük yankı­lar uyandırmış. Petrolün yararlarını sıralandıktan sonra çıkarım endüstrisinin bir ekonomiyi tahrip ettiği tespitini ilk kez yapıyor. "Tahrip edici ekonomi (destructi­ve economy) geleceği şimdi adına kurban edendir. Çünkü onun üretkenliği ulu­sal ekonominin dışındaki etkiler ve faktörlere bağlıdır"

"Toprak altı kaynakları sömürmek 'Venezüella'yı verimsiz ve tembel bir ülke haline getirebilir. Bir süre devasa petrol paraziti içinde yüzülür ve bolluğu içinde yozlaşılır ve kaçınılmaz ve nihai bir şekilde felakete sürüklenir'. Bu felakete kay­maktan kaçınmanın tek yolu tarımı ve endüstriyi geliştirmektir ya da daha iyisi üretken iş yapmaktır. Petrol maden gibidir ve madenler 'üretmezler' onlar sömü­rülürler. Onlar zenginliktir ekonomi değildir.... petrol 'şeytan'ın salgısıdır.'" Petrol yani eğer akıllıca kullanılıp ekonominin ve tarımın geliştirilmesine yatırılmaz ise bir şeytan gibi ülkeyi tahrip eder. (19)

Raul Zibechi devam ediyor:"Uslar Pietri şöyle yazıyor: 'Uygulamamız gerekli saygın ve akıllı bir politik

ekonomi ancak yer altından elde edilen karları tarımsal krediye aktarmak, bilim ­sel ve modern tarımı teşvik etmek, hayvancılık ve tarım alanları açmak, ormanları korumak, sulamayı düzenleyen gerekli barajlar ve sulama tesisleri inşa etmek, kır alanlarını makineleştirip endüstrileştirmek ayrıca küçük tarım için kooperatifler kurmaktır.'"

Bu söylenenlerin çoğu sanki Venezüella'yı anlatmaktır. Venezüella halkı bir yanı ile petrolün nimetlerinden yararlanıyor, ama aynı zamanda onun kendini tembelleştirmesi, yozlaşmaya yol açmasının sorunlarıyla da boğuşmak zorunda kalıyor. Gelecek, şimdi adına tahrip ediliyor. Bir ülkenin sanayi ve tarım ile kalkı­nabileceği su götürmez. Elbette iktidar bunun farkındadır ve gelirlerin önerildiği gibi tarım, havancılık ve sanayiye aktarılması gibi işleri de yapıyor. Bu kadar ilerli­yor ve sorunlar ile boğuşuyor. Yani 21. yüzyıl iktidarı bunun bilinci ile davranıyor, diyelim.

Raul Zibechi yazının bu bölümünü şöyle noktalıyor. "Teorisyenlerine göre sosyalizm çalışma ve üretimle kurulur yoksa topraktan çıkarılan zenginlik hal­kın yoksulluğunu azaltsa, yaşamını geliştirse ve kalitesini arttırsa bile zamanla b i te r . Petrol ekmek yolsuzluk biçmektir. Sosyalizm ekilmez ve uzun süreç içinde yorulmaz bir şekilde inşa edilmelidir. Bunun kestirme bir yolu yoktur" (20)

Petrol fiyatları düşmüş, gelirler azalmış; halk ihtiyaçlarını karşılamak, Misyon­lara paralar aktarmak giderek zorlaşıyor. Maduro bir takım önlemler alınması ge­rektiğini kabul ediyor. En azından gıda maddeleri sübvansiyonu kaldırmak değil ama daha başka türlü yapılmalıdır. Petrole zam yapmak uygun görünüyor. Ancak seçimler öncesi bunu yapmak tehlikeli olabilir. Seçimlerden sonra da ne olacağı belli değildir.

Yaşanan ekonomik sıkıntılar halkta eski düzene dönmeye eğilim mi yaratıyor? Halklar eski burjuva iktidarların kendilerine bunu bile vermediğini ne kadar hatır­lıyorlar? O günler ne kadar bilinçlerdedir? Bu konuda çeşitli görüşler var. Kimisine

00

^1

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

oo oo

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

göre bardak dolmuştur kimisine göre ise yarım doludur. Ülkenin zor bir dönemeç içinde olduğunu söylemek gerekir. Düşman düzende kendi ölümünü görüyor. Yatırım yapmıyor. Halk epey yol kat etti, ama henüz rehavetlerinden sıyrılmadılar. Petrol gelirlerinin azalması onları silkeleyecek ve kendilerine getirecek midir? Bu iş nasıl olacaktır? Venezüella'da yakın gelecekte bunları yaşayacağız.

Nasıl Bir Kalkınma?Sorun halkların ülke kalkınmasını kavrayıp gerekeni yapmalarıdır. Ancak kal­

kınma konusunda da Latin Amerika solunda ciddi tartışmalar vardır. Başlı başına bir yazı konusudur, ama biz biraz değinelim. Ekvator eski başbakan yardımcısı ve ekonomist Pablo Davalos'un bu konuda yazdıklarını aktaralım:

"Alternatif belki de kalkınmayı finanse etmek, gelirleri yeniden dağıtmak de­ğil bizzat kalkınmanın kendisinde yatmaktadır. Bu noktada günümüzde Latin Amerika'nın istediği kalkınmak değil ondan kaçmaktır. Kalkınma modeli ondan acı çeken halklar için değil, bölgenin elitleri ve orta sınıflar için bir ideolojik yapı­dır. Metalar ziyafetinde doğal kaynakların denetimini ele almak için bir gerekçe­dir. Örgütlü kesimler ve sosyal hareketler için günümüzde konuşulan konu 'iyi ya­şamdır' (buen vivir). 'İyi yaşam' kıtanın sosyal örgütlenmelerinin açıklamalarında anlaşıldığı kadarıyla ne kalkınma ne de ekonomik büyüme ile bağlantılı değildir." (21)

Latin Amerika halklarına bugün baktığında yazar, onların istediği kalkınmak değil ondan kaçmaktır, diyor. Kalkınma dedin mi halklar acı çekiyorlar. Üretim, üretim, üretim ... Burjuvazi kendisini zenginleştirmek için halkları çalıştırıp duru­yor. Onlara bir yaşam biçimi modeli sunuyor. Oysa Venezüella'da ve diğer bölge ülkelerinde halkların disiplin anlayışı, çalışma isteği bizim alışık olduğumuzdan farklıdır. Bizler kapitalist toplum insanları kafamızda bir kalkınma modeli belirle­mişiz ve halkları bir kalkınma modelinin yapısı içine sokmaya çabalıyoruz. Böyle çalışın ki şunu üretin ki şuna sahip olun, diyoruz. Kendi beklentilerimizi sorgula­madan başkalarına öneriyoruz. Acaba kendi bildiğimiz, öğrendiğimiz, öğretilen yaşama biçimini, "kalkınma biçimini" sorgulamamız gerekmiyor mu?

İyi yaşamak ekonomik büyüme ile bağlantılı değildir, diyor yazar. Halklar, işte Venezüella'da görüyoruz sağlıkları, eğitimleri, gelecekleri şimdilik garanti al­tında, mutlular. Kısacık ömürlerinde illa villalarda oturmak, tüm dünya nimetleri tüm tekniklere sahip olmak, kapitalizmin ürettiği en lüks arabalarla gezmek değil beklentileri. Onun peşinde koşmuyorlar. Olursa tamam. Ona sahip olmayı da is­teyebilir. Ama şimdiki yaşantısının da tadına varmak istiyor.

Bolivar Devlet Başkanı Evo Morales'in kendi yerli halklar bilinci ile ortaya attığı bien vivir "iyi yaşam" felsefesi kapitalizmin "refah toplumu" anlayışına alternatif­tir. Bien vivir doğa ile bütünleşmiş, insanın kendisini onun bir parçası olarak göre­rek yaşamasının ona mutluluk vereceğini ön görür. Bu anlamı ile tüketim tüketim diyerek doğayı tahrip eden sonuçta kendi mezarını kazan kapitalist insana vaat edilenden farklı bir yaşam felsefesidir.

Tüketim ve yine tüketim ile mutluluğa ulaşılamaz. İyi yaşam anlayışı farklı

bir şeydir, İnsanlar meta tüketmeden de doğa ve insanlarla kaynaşarak da mutlu olabilirler. Belki de bu felsefe sosyalizmin insanın çok yönlü gelişimi ile daha üst üste düşmektedir, Meta tüketme ve dolayısıyla üretme peşinde koşarken yaşa­mın kendisi gibi yığınla şeyden yoksun kalmıyor muyuz? Doğa'yı yok ettik, Şimdi doğanın içinde olmak, bütünleşmek için kilometreler kat etmek zorunda kalarak gene doğayı kirletiyoruz, Onu tahrip etmenin yol açtığı sel, kuraklık gibi bir dizi felaketin hayatımızı tehdidi ile karşı karşıyayız, Son model bir arabamız, televiz­yonumuz, cep telefonumuz, kocaman evimiz olsun diye bunlara katlanmak zo­runda mıyız?

Kapitalist ülke insanları tüketim mallarına sahip olabilmek için harıl harıl ça­lışıyor, Hatta artık karın doyurmak, susuzluğumuzu gidermek için oturmaya vak­tim iz yok, Kısa bir zaman önce hızlı yemek yeme yerleri, fastfoodlar, yaşantımıza girdi, Artık yürürken yiyip içmek moda oldu, Fastfoodlarda oturup yemeğe bile vakit yok, Sokakta gençler yiyeceklerini içeceklerini ellerine alıp yürürken karın­larını doyuruyor, susuzluklarını gideriyorlar, Eskiden toplumumuzda oturmadan ayakta yemek yanlıştı, Yemek yerken oturmak gerekliydi, Ama kapitalizm öyle çalıştırıyor ki artık oturup yemek yeme vaktimize bile el koyuyor, Buna alışmanın ötesinde bunu bir moda halinde benimsedik, Doğru dürüst yemek yemek özel bir gün, bir kutlama halini aldı, Bunun gibi birçok örnek verilebilir, Bu perspek­tiften Venezüella, Bolivya, Ekvator gibi ülke halklarına bakınca onları disiplinsiz, tembel, gününü gün eden insanlar olarak görebiliriz, Ülkenin petrol ya da her­hangi bir yeraltı zenginliğini sömüren, yarınını düşünmeyen insanlar olarak ba­kabiliriz,

Bunun elbette doğru bir yanı var, Ama bizim söylemek istediğimiz yargılarken başka bir gözle bakmaya da hazır olalım, 21, Yüzyıl Sosyalimi, insanları kapitalist kalkınma modeli, onun çalışma ve disiplin standartları ile yorumlarken dikkatli olmak gerekiyor, Kalkınma modeli başka olacaksa o zaman halkların bilinçlen­mesini başka standartlarla ölçmek zorundayız, Ya da daha iyisi kendi bilincimizi sorgulamalıyız, Başka insanların başka yaşam anlayışları, başka beklentileri olabi­leceği gerçeğine açık olmalıyız,

21, Yüzyıl Sosyalizmi'nde her ülke kendi kalkınma modelini seçecek ve bu kendi halklarının geçmişten gelen, özümsedikleri her türlü eğitim, bilgi, gelenek görenek ve yaşam alışkanlıkları ve istekleri ile bağlantılı olacaktır, O yolu bulma­ları gerekecektir, Kapitalizmin standartları belirlemeyecek! Latin Amerika halkla­rına düşen en büyük kısım bunun bilincinde olarak kapitalist toplumun tüketim ­den, özel mülkiyetten gelen alışkanlıklarını kendi anlayışları ile iyi sorgulamaktır,

Birkaç EleştiriYukarıda çizilen mutlu halk tablosunun altında elbette sıkıntılar vardır, Kıtlık­

lardan canları yanıyor, ama çareyi üretim yapmaya çeviremiyorlar, Bu beceri gös- terilemeyince burjuva sınıfı da kendini dayatıyor, Kargaşalık çıkarıyor, Bu konuda olağan dışı bir şey yoktur, İkili iktidar anlayışı zaten bunun üstüne oturur, Ancak işçi sınıfı ve köylülük genel olarak halklar, burjuvazinin bu baskısını sürekli ensele-

ON

00VEN

EZÜELLA ZO

R BİR DÖ

NEM

EÇTE

VO

O

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

rinde hissedeceklerdir, 0 nedenle de koşacaklardır. Üretim yapmaya ve istikrarı sağ­lamaya yetenekli olduklarını göstermeleri gerekmez mi? Venezüella halkı koşmuyor sanki her şeyi iktidardan bekliyor, Acaba işte bu noktada Chavez ve Maduro biraz popülist mi davrandı? Şimdi tartışılan konu budur, Halklar biraz fazla mı rahat ettiril­miş, gereğinden fazla mı yardım edilmiştir, Sırf başkanlarına suikastlar, darbeler ve barikatlar dışında başka bir korkuları ya da bir dürtüleri olmamalı mıdır? Sırf politik bilinç geliştirmek uğruna bunları deşifre etmenin dışında bir şeyler yapılmamalı mı­dır? Sübvansiyonlar fazla mı yapıldı? Misyonlara çok mu para yatırıldı? Ne zaman, nerede? Bu sorular tartışılıyor, Komün projeleri akılcı mı? Bilgili tercihler değil mi?

Sübvansiyonların yapılmasının sosyalizm mantığı, insanların aç kalmaması, libe­ral politikaların düzeltilmesi anlamında uygundur, Elbette olanak varsa yapılmalıdır, Ama bu bol keseden dağıtılmamalı uçlara kaçmamalıdır, Bugün adına gelecek yenil­memelidir, Bunun başka bir anlatımı da sosyal amaçlarla ekonomik amaçlar arasında bir denge kurulmalıdır, Çünkü sosyal amaçların içinde de halkın ekonomik çıkarları öngörülür, Eğer halklar bugünkü çıkarları adına yarınki çıkarlarını yiyip bitiriyorlarsa o zaman bu sosyalizm mantığının dışına çıkmak demektir, Chavez bu anlamda den­gede bazı kaçmalar yapmış gibi görünüyor, Halklara tanınan sosyal haklar gelecek­ten çalmış gibi görünüyor, Petrol fiyatlarının düşmesi ile de bu sorun daha yakıcı bir biçimde gündemleşmiş hatta sistemi tehlikeye atar seviyeye gelmiştir,

Peki, bundan nasıl geri adım atılacaktır? Şimdi zor günlerde ve gerektiğinde bu hakların neresinden kısıntı yapılacaktır? Öngörüldüğü gibi halkın bilinçlenme süre­ci, kapitalist sınıfı tasfiye etme süreci henüz boy ölçüşemeden zorlu bir dönemeçle karşıya kalındı, Burjuvazinin zenginliği tasfiye edilip halklara verilemiyor, Öyley­se halktan kısma işlemi, geri adım atma nasıl yapılacaktır? İşin en zor kısmının bu olduğu söyleniyor, 21, Yüzyıl Sosyalizmi bir şeyler verdi mi onlardan geri dönüşün sancıları olacaktır, Bunun için olayı halklara çok iyi anlatmak gerekir, Halklar için­de tartışılmalıdır, Maduro böyle bir dönüşe hazırlanıyor, Seçimler sonrası da petrol fiyatlarına zam getirilmesi düşünülüyor, Zor günlerin halklara yansıyan bir bedeli olacak ve bu halklara anlatılarak devreye sokulacaktır, Bu kısıntı yetecek midir? Ya da halklar bunu anlayabilecekler midir?

Sosyalizmin diğer en önemli sorunu disiplindir, Kapitalizmin elinde işçi sınıfını işsizlik ve açlık ile terbiye etme yeteneği vardır, Ama sosyalizmin böyle bir yolu yok, Halkların aç kalması sosyalist teoriye uymaz, Ama ütopik düşüncelere de kaçma­malıdır, Görüyoruz sorumluluk duygusu ve genel olarak çalışma kültürü yapısal değişim ile aynı hızda gelişmiyor, Michael Lebowietz yazılarında şu tümceyi alıntı yapıyor: "'Sosyalizm gökyüzünden düşmez.'" 21, Yüzyıl Sosyalizmi bu türden zor­luklar karşısında kendi yaratıcı ve uygulanabilir mekanizmalarını yaratmalıdır, En başta sorunun derinliğini kabul etmeli sonra da geçmiş deneyleri inceleyip dersler çıkartmalıyız, Venezüella ikili iktidar sürecinde bu çok önemli bir sorun olarak ortaya çıktı ve henüz çaresi bulunamadı, İş güvenliğinden elbette tavizler verilmemelidir, ama üretim de nasıl rayına oturacak, kapitalist üretimin üstesinden gelip onu tasfiye etme gücüne erişecektir?

SonuçVenezüella gerçekten zor bir süreçten geçiyor. Belki de Chavez'ln darbe İle

koltuğundan alındığı günlerdeki kadar önemli bir süreç içinde. Bunun iç olduğu kadar dış dünyadan kaynaklanan çeşitli sebepleri var. Geçen yıl bir avuç gele­neksel burjuvazi, tam bir Batı desteği ile yeni bir darbeye girişti. Bu darbenin amacı ülkeyi bölmek, bir iç savaş çıkartıp iktidarı almaktı. Sözüm ona bu da "Ve­nezüella Baharı" olacaktı. Maduro sakin davranışı ile bu emelleri boşa çıkartmayı başardı. Aksine muhalefet kendisi radikal ve ılımlı kanat olarak bölündü. Ilımlı kanat ile masaya oturuldu. Onların Anayasa'ya saygıları sağlandı.

Ama arkasından petrol fiyatlarında düşmeler dolayısıyla ülke gelirleri azaldı. Halka verilen sosyal haklarda zorlanmalar yaşanmaya başladı. Muhalefet güçleri bunu fırsat bilip şimdi daha güçlü şekilde ekonomik saldırıdalar. 6 Aralık 2015'te parlamento seçimleri yapılacak olması onları daha da vahşileştirdi. Bu kez ço­ğunluğu kesin olarak alacaklarına inanıyorlar. Zorluklar, halkın bezginliği ve Maduro'nun başkanlık seçimlerini %1,5 oy farkı ile almış olduğu düşünülürse bu ciddiye alınması gerekli bir tehlikedir. Bu nedenle de Maduro gerekli bir takım reformları, değişiklikleri yapmada çekingen davranıyor. Halkın canını acıtmak is­temiyor. Ekonomideki çarpıklıkların düzeltilmesi yoluna girilemiyor. Sorunların ertelenmesi ise çözümünü daha da güçleştiriyor. Gerçek bir darboğaza giriliyor.

Öte yandan muhalefetin de ortak bir programı yoktur. Çeşitli versiyonlarla yeni liberal politikaları uygulayacaklardır. Muhalefetin arkasında hiçbir zaman halk olmadı. Onları arkalarına almaya çalışıyorlar. Bu nedenle programlarına hal­ka verilecek bir takım haklardan, yardımlardan söz ediyorlar. Sosyalist iktidarın verdiğinden öte ne verebilirler ki? Halkı bunlarla arkalarına almaları zordur. Çalış­ma koşullarını zorlaştırıp, sosyal harcamaları kesip bir çeşit kemer sıkma politika­ları uygulayacaklarını halk seziyor olmalıdır.

Halklar elbette devrim sürecinde çok şey öğrendiler. İktidarlarına ne olursa olsun sahip çıkacaklardır. Onlar bir kez bu işin ne olduğunu anladılar ve epey politikleştiler. Birçok sorunlarına, eksikliklerine rağmen komünlerde epey şey tar­tışılıyor. Venezüella halkları bir daha açlığa, işsizliğe, sosyal haksızlığa mahkûm edilemezler. O dönem geçti. Ancak şimdi petrol gelirlerinin düşmesi ile eski ra­hatlıklarını korumaları zorlaşıyor. Kendi karınlarını doyurmaları için başka şekil­de çalışmaları, üretimi arttırmaları gerekiyor. Daha disiplinli, sorumlu, kolektif düşünce içinde çalışabilecekler mi? Bu bilince sıçrayabilecekler mi? Venezüella aslında büyük üretim devrimi yapmak zorundadır. Sorun buradadır. Eğer bunu yapamazlarsa tepelerine gene onları zorla yapmaya zorlayacak birileri gelecektir. Yukarıda eksikliğinden söz ettiğim iz "zor" belki bu olur. Ancak burjuva kesimin de geliştiği düşünülürse ülkede bir iç savaş çıkabilir. Elbette ağzımızdan yel alsın.

Venezüella 21. Yüzyıl Sosyalizmi eski sosyalizmden aldığı derslerle ikili bir iktidarda çözüm arıyor. Ancak görülüyor ki sosyalizmi kurma yolunda onun da önüne başka sorunlar dikildi. Burjuvazi ile halk güçlerinin aynı ülkede birbirle- riyle yarış etmesinde başka türden sorunlar gelişiyor. Bunun diyalektiği de kolay değildir. Bazı aydınlar gibi günümüz koşullarında sosyalizmin kurulamayacağı

YO

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

<NOn

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

anlayışını taşımıyoruz. Ama bunun çok zorlu, uzun bir süreç olduğunu da kabul etmek gerekir. Sorunlar da her ülkeden ülkeye değişik olacaktır. Çünkü her ülke­nin ekonomik gelişkinliği farklıdır. Her ülkenin alt yapı zenginliği yoktur. Kimisi zengin kimisi doğal kaynaklar açısından fakirdir. Halklarının ve burjuvazinin ge­lişimi, bilgi düzeyi ayrıdır. 21. Yüzyıl Sosyalizmi kuruluşunda farklı farklı sorunlar yaşanacaktır. Venezüella deneyi bize bunları anlatıyor.

Sosyalizmin hedefi çok yönlü yeni insan, ihtiyaçlara göre üretim, herkesten yeteneğine göre alma ve herkese ihtiyacına göre verme ilkelerine Latin Amerika el yordamı ile kendi özelliklerini getiriyor. O bunu kendi yerli halklar bilinci ile zenginleştiriyor. Ya da nasıl zenginleştireceğini araştırıyor. Deniyor, yanılıyor, ama öğreniyor. Bu arada kapitalizm de onu kendi girdabına almak için elinden geleni arkasına koymuyor, koymayacaktır. Yani zaten zor olan süreç bir de bu engelle­melerle daha sancılı hale geliyor.

Sovyetler sosyalizm deneyi insanlık yolunda bir ilkti. Şimdi Venezüella bize Küba'dan sonra çok değerli üçüncü bir ikili iktidar deneyini sunuyor. Ayrıca içeri­deki burjuvaziye dış güçler tarafından sonuna kadar her türlü desteğin yapıldığı­nı, halkın başarısını bastırmak için kanlarının son damlasına kadar dövüşecekleri gerçeğini de unutmamak lazımdır. Venezüella'yı izlemeye, dersler çıkartmaya devam etmek yanında tüm gücümüzle desteklemeliyiz.

(1) Proposing a Path to Socialism: Two papers for Hugo Chavez, Michael Lebowltz Monthly Review 30 Mart 2014

(2) Venezuela's 21st Century Socialism: neo-Developmentalism or Radical Alternative, Federico Fuentes-Links 16 Temmuz 2013

(3) ay. Fuentes(4) Alo Presidente 2007 a:70(5) "Socialism" in its Labyrinth (5 Mayıs 2014 tarihinde Americas Program'dan

alıp yayınlayan upsidedownworld.com)(6) ay.(7) Fuentes ay.(8) Fuertes ay. s.46(9) ay.(10) ay. s.49(11) Fuentes ay.(12) Venezuelan Government to Continue Pace of Land Expropriations for

"Agrarian Socialism" Ewan Robertson 13 Ocak 2014(13) Venezuela: A day with Nicolas Maduro. Venezuelanalysis.com 26 Eylül 2014(14) Venezüela:Petro-"Socialism" in its Labyrinth R. Ziebechi 5 Mayıs 2014

tarihinde Americas Program'dan alıp yayınlayan upsidedownworld.com(15) Aktaran The "Leftist" protest of Heinz Dietrich. Yazan Percy F. A. Godoy

29 Nisan 2014 venezuelanalisis.com(16) We still have time to change course away from bourgeois conciliation"

An interview with activist and aporrea founder gonzalo Gomez, committee for the abolition of third world dept/Gonzalo Gomes 3 Mayıs 2014 venezuelanalysis.com)

(17) ay.(18) Venezüela: Petro-"Socialism" in its Labyrinth 5 Mayıs 2014 tarihinde

Americas Program'dan alıp yayınlayan upsidedownworld.com(19) ay.(20) ay.(21) Latin America-Economic Socialism in the 21.st century: neolieberalism

'pure and simple' Pablo Davalos, 15 Nisan 2014 upsidedownworld.com

COOn

VENEZÜ

ELLA ZOR BİR D

ÖN

EMEÇTE

VO

“İSYAN KON

TROL ALTIN

A ALIN

DI”

“İSYAN KONTROL ALTINA A LIN D I”

Prof. Dr. Fulya Atacan’la Drtadoğu ve Suriye üzerine 21 Ekim 2015’de yaptığım ız röportaj

Arap coğrafyasında "Arap Baharı" olarak adlandırılan halk isyanlarının başlamasının üzerinden yaklaşık beş yıl geçti. Bu beş yılın ardından bu ülkelere baktığınızda nasıl bir tablo görüyorsunuz?

Çok umutlu bir durum yok, İsyan, her tarafta farklı biçimlerde kontrol altına alınmış durumda, Mısır'daki süreç askeri darbeyle kontrol altına alındı, Hem Müs­lüman Kardeşler hem de tüm muhalif gruplar, tüm sol ve liberal grupların hepsi hapishanede; kaybedilen insanlar büyük sayıda, dolayısıyla bu süreç askeri darbe kanalıyla kontrol edildi, Libya'da ve Suriye'de iç savaş üzerinden süreç kontrol edildi, Çünkü oralarda isyan olarak başlayan şey, hızla silahlandırıldı ve iç savaşa döndü, Dolayısıyla artık isyanın kendi dinamiği değil, iç savaşın dinamiği hareke­te geçirilmiş oldu, Başlangıçta değişimi talep eden büyük isyan dalgası, iç savaşa yönlendirilerek kontrol edildi, Bahreyn'deki ayaklanma ise Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin askeri müdahalesi ile kontrol edildi, Yemen'de iç savaşı yeni baştan çıkardılar, Başlangıçta Suudi Arabistan'ın yardımıyla üst düzey­de bir değişimle kontrol altına alınmaya çalışıldı ama beklenilen sonuç gelmeyin­ce, doğrudan Suudi Arabistan'ın -biraz Şii alerjisiyle de alakalı olarak- müdahale­siyle şimdi bir iç savaş hali devam ediyor, Dolayısıyla orda da isyan dinamiğinden bahsedebileceğimiz bir ortam kalmadı,

Tunus bir başarı hikayesi gibi görünüyor, ama baktığımızda Tunus'taki süreç­te, eski yönetimin Tunus'un Sesi (Nida Partisi) aracılığıyla bir tür, o laik korkuları mobilize ederek, eski yönetimdekilerin yeni baştan seçimle işbaşına gelmesiyle sonuçlandı, Bu arada Avrupa Birliği'nden ciddi destek aldılar, Dünya Bankası ve IMF ile anlaşma imzaladılar, Tunus, müzakerelerle çatışmaların çözülebileceği başarı hikayesi olarak sunuluyor, Nobel Barış ödülünü de onun için verdiler za­ten, Aslında bir başarı hikayesi olarak sunulan Tunus'ta eski rejimin restorasyonu oldu, İki üç gün önce aynı şekilde bir seyyar satıcı kendisini yaktı, aynı talepler­le ... Gerçi bu sefer isyan olmadı gördüğünüz gibi, Eski düzeni restore edip yolla­rına devam ettikleri için başarı hikayesi Tunus,

Baktığınız zaman tabi ki bu beş senenin sonundaki Tunus aynı Tunus değil, Mısır aynı Mısır değil, ama sadece sınırlı bir düzeltmeyle isyan kontrol altına alın­mış durumda, Sonuç olarak sorunlar duruyor, hiç bir şey değişmedi, hiç bir şey çözülmedi, Tam tersine eski ekonomik politikalarda ısrarcılar, Potansiyel olarak gerilim hatları hala orda, ama politik olarak çok daha baskıcı, çok daha şiddet yüklü rejimler yeni baştan ihya edilmiş durumda,

Mısır'da Müslüman Kardeşler tümüyle tasfiye mi edildi, yoksa güçlerini belli mevzilere çekebildiler mi?

Şöyle diyelim, çok bir yerlere çekebildiklerini zannetmiyorum, Müslüman Kar­deşler örgütünün sadece üst düzey yöneticileri değil mahalle düzeyindeki yö­neticileri de dahil olmak üzere hepsi hapiste, Yönetici konumda olmayanların az bir kısmı yurt dışına gitti, Direnenler daha çok yoksul bölgelerdeki alt orta sınıf, Ama onlar da hala çok ciddi polis baskısı altında, Öldürme ve kaybedilme devam ediyor, Baktığınız zaman örgütten geriye ne kaldı diye; Nasır'dan sonra tarihle­rindeki en büyük darbeyi aldıkları muhakkak, Nasıl kendini dönüştürerek ayakta kalacak onu hep birlikte göreceğiz, Dışarda olan üyeler alt düzey üyeler, eşler, çocuklar, Ama bu eşler ve çocuklar da her an gözaltına alınabilir, öldürülebilir, kaybedilebilir konumda,

Peki Mısır solu bugün ne durumda?Gençlik hareketlerinde örgütlenen, soldan kaynaklı 25 Ocak'a katılanların yö­

netici ve önder kadrolarının hepsi hapiste, Daha eski sol kökeni olan örgütlen­melerin büyük bölümü muhalif ama bunların güçlü bir tabanı yok, Eski solun bir bölümü de "İslamcılar geleceğine askerle ittifak yapmak lazım" diyor, Kimi açıkça kimi üstü örtü olarak askerle ittifak yapmış durumdalar,

Gençler arasında önemli tabanı olan, 25 Ocak'ın mobilizasyonunu sağlayan temel grupların hepsinin yöneticileri hapiste, Bir bölümü öldü, bir bölümü içerde ağır işkence altında, bir bölümü kaybedildi, Bu süreç devam ediyor,

Ortadoğu geneline baktığımızda cihatçı örgütlerin yeni bir yükseliş yaşadığını görüyoruz. Radikal İslamcılığın yeni bir yükseliş dönemine mi giriyoruz, yoksa kısa süreli konjonktürel bir durumla mı karşı karşıyayız?

Radikal İslamcı gruplar Arap isyanlarından önce de vardı, Mübarek yönetimi 1990'larda radikal gruplarla çarpıştı, Cezayir iç savaşını biliyoruz, Tunus'ta vardı, bütün Arap ülkelerinde vardı dolayısıyla yeni bir fenomen değil, Yeni olan tarafı, o zamanlar bahsettiğimiz ülkelerin çoğunda iç savaş yoktu, Şimdi Suriye'de, Irak'ta, Libya'da iç savaş var, Bu iç savaşların tarafı olarak cihatçı örgütlerin, radikal İslami örgütlerin oynadığı rol yerleşik iktidara karşı mücadele veren cihatçı örgütlerden farklı, Hareket ettikleri bağlam değiştiği için biz şimdi bir başka konumda gö­rüyoruz bu grupları, Bu yeni konum onların hareket etme biçimini de, dünyaya bakışlarını da, ittifaklarını da değiştiriyor, Yeni olan tarafı bu ve bu önemli bir şey, çünkü bu iç savaşların sonu nasıl gelecek bilmiyoruz, Bu iç savaşların her birinde önemli bir aktör durumunda cihatçı gruplar,

Tabi Sisi'ye karşı Sina'da savaşanlar hala mevcut Mısır yönetimine karşı sava­şıyor, Ama Libya'daki iç savaşta bir grup, Suriye'deki iç savaştaki gruplardan bir tanesi, Daha başarılı, daha ilerliyor, ittifakları farklı, ama ikisi aynı şey değil cihatçı olmasına rağmen, Bugün yeni olan şey, cihatçıların yükselmesinden çok, ortaya çıkan yeni tarihsel koşullarda bu grupların oynayabileceği rol,

LOON

“İSYAN KON

TROL ALTIN

A ALIN

DI”

VO

ON

“İSYAN KON

TROL ALTIN

A ALIN

DI”

Bu konuda herhalde en ileri oldukları yer Suriye şu anda. IŞİD bağlamında konuşacak olursak önemli bir coğrafi alanı tutuyorlar ve belli bir toplum­sal destek de var gibi görünüyor. Sünni Arapların IŞİD'le kurduğu ittifak kalıcı olabilir mi sizce?

Bence bir defa bu tür ittifaklar kurulduğu zaman, ¡ç savaşın kendi mantığı için­de, kendi dinamiği içinde hareket ettikleri için bunlar çok gelip geçici ittifaklar ol­muyor, Çünkü bir iç savaş var, bu iç savaşta kimin nereyi kontrol edeceği kavgası var, Bu kavgada alanı kontrol etmeye başladığınız zaman, kalıcı aktör haline ge­liyorsunuz, Ama IŞİD'de bu kalıcı aktörün ilginç olan tarafı, onunla birlikte savaş­maya gelen çok sayıda yabancının olması, Bu çok sayıdaki yabancının büyük bir bölümü profesyonel asker, yani paralı asker, Afganistan'da başladı, Çeçenistan'a gitti, Bosna'ya gitti, Nijerya'ya gitti, Sudan'a gitti, Yemen'de, Irak'ta savaştı ve şim­di Suriye'de savaşıyor, Bu insanlar çok genç yaşta bu İslami hareketlere katıldı­lar, Hayatta bildikleri tek şey savaşmak ve bir aşamadan sonra artık bir tür paralı asker haline dönüyorlar, Nerde bu tür çatışma varsa oraya gidiyor, deneyimli, savaşmayı bilen insanlar olarak orda "hizmet" sağlıyor, Bunları yok etmek kolay bir şey değil, çünkü bu türden savaşlar yeni paralı askerleri üretiyor, Ama bunlar gittikleri yerde çok da kalıcı değiller, Bunlar gittikten sonra, yerelde kurulan ilişki sistemi içinde İslami cihatçı hareketler devam ediyor,

Yani IŞİD burada bitirilse bile cihatçılık belli biçimlerde sürecek.IŞİD'in bir bölümü belki bitirilecek, belki savaşanlar başka bir tarafa gidecek­

ler, ama kalıcı, Çünkü kendisine uygun bir üye profili yaratıyor, iç savaşta o savaşı götüren gurup olarak kazanımları var, o kazanımları içinde olan insanlar kendi­lerini IŞİD'e dahil olarak tanımladıkları sürece o savaş içinde yer tutabiliyorlar, Dolayısıyla iç savaş sonrası yapılacak uzlaşmada bunlar yok diyemeyeceksiniz, Savaş sonrası kurulacak muhtemel parlamentoya, yönetime bu gurupları bir şe­kilde entegre edeceksiniz, Afganistan'da olduğu gibi,

Suriye'deki durum Türkiye'yi fazlasıyla etkiliyor. Özellikle göçmen sorunu Türkiye-Avrupa ilişkilerinin merkezine oturmuş durumda. Şimdi Rusya da doğrudan sahaya inmiş durumda ve ABD'den çok da fazla itiraz gelmedi. Siz iç savaşın gidişatını nasıl görüyorsunuz?

Şuradan bakmak lazım; iç savaşları nasıl sona erdiriyorlar? Bölgeye yakın Af­ganistan ve Lübnan örnekleri var, Buralarda nasıl bitirdiler? Tüm bu silahlı milis kuvvetlerini, savaş lordlarını bir araya topladılar, Lübnan'da senelerce savaştıktan sonra Suudi Arabistan'ın Taif kentinde topladılar, Dediler ki tamam bir anlaşma yapacağız, Bütün savaş lordlarını milletvekili yapacağız, herkes payını almış ola­cak dolayısıyla, Ama problemimiz ne, silahlar, Silahları kim toplayacak? Birinin toplaması lazım ki, yeni baştan çatışmalar olmasın, O zaman da Amerika, can düşmanı olan Suriye'ye izin verdi ki, girsin ve Suriye askeri birlikleri silahları top ­lasın, Hepsini topladılar, Hizbullah hariç, Hizbullah İsrail'le savaştığı için ve Suri­ye Golan yüzünden kendi savaşacağına Hizbullah üzerinden bu savaşı devam

ettirmeyi daha makul bulduğu İçin Hlzbullah'ın silahlarını toplamadı. Kalanların hepsini topladı ve Suriye'nin denetiminde bir süreç başladı. İşte Refik Harlrl geldi, seçimler yapıldı vs. bir düzene oturtulmuş oldu iç savaş hali. Sonuçta da dendi ki işgalci kuvvet Suriye çıksın buradan, şartlar değiştikten sonra.

Şimdi Suriye'de bu iç savaş halini çözebilmek için yeni baştan toplanacak bu savaşan gruplar, aynen Lübnan'daki gibi. Sadece grupların kendisi yok, onların vekaleten savaştıkları asıl devletlerin de katıldığı bir toplantı olacak bu. İçinde Türkiye de, Irak da, Suudi Arabistan da, Rusya da, Amerika da var. Tamam, her­kes bir pay alacak. Esad'la bir geçiş dönemi olacak, Esad ve Suriye Ordusu bir biçimde var olacak. Ama bu uzlaşma kimin nezaretinde olacak? Türkiye olmaz. Suudi Arabistan olmaz. Mısır olmaz. Rusya? Amerika? İran'ın olması son derece riskli. Dolayısıyla bölgede bu işi yapabilecek bir ülke yok. Çünkü her birinin içeri­ye dahil olma hali vekaleten yürüttükleri savaşı doğrudan savaşa döndürecektir. Bu yüzden dışardan birilerinin olması gerekiyor, Rusya mı olur Amerika mı bile­miyorum. Ama bunun anlaşmasını yapacak olan ne Suudi Arabistan ne Türkiye, Rusya'yla Amerika. Onlar bunda uzlaştıktan sonra, iç savaşı nasıl bir geçiş süreciy­le sonlandıracağız ya da sonlandırmak istiyor muyuz? Sonlandırmak istediklerine dair emareler var, ama sonlanacak mı, o yönde kesin bir girişim var mı çok fazla bilgimiz yok. Ama biliyoruz ki eğer bu bitecekse, tüm savaş lordlarını parlamen­toya taşıyan, seçim yoluyla bir düzen kurulacak. Tabi bunun ön şartı Suriye'nin bütün halde kalması. Kalabilir mi? Bilmiyoruz. Şu anda anladığımız herkes kal­masından yana. Ama bu süreç o kadar kaygan bir zeminde işliyor ki, bugünden yarına böyle olacağını söylemek bizim açımızdan zor. Çünkü arkadan yapılan pa­zarlıklara dair hiçbir bilgimiz yok. Hakikaten emin değilim, sahiden savaş artık burada dursun deniyor mu?

Göçmen meselesi tabi büyük problem. Ama hiç unutmamak lazım ki, Avrupa için hala çok da büyük bir problem değil. Bütününü düşündüğünüz zaman, çok az sayıda insan gidebiliyor Avrupa'ya. Evet, tabi ki felaket, denizlerde ölüyorlar, ama yani politika yapanların hiç buna dertlendiklerini zannetmiyorum. Çünkü bu politikayı oluştururken herkes biliyordu ki bu yerinden edilmeye, göçe yol açacak. Libya'yı bombaladıkları gün biliyorlardı ki Libya'da mülteciler Avrupa'ya geçmeye çalışacak. Bu politikayı geliştirenler bu tür sonuçları olacağını bilerek yapıyor. Dolayısıyla buna çok dertlendiklerini zannetmiyorum. Ama bu, politik manevra yapabilmek açısından iyi bir argüman. Asıl dert bu mu, şüpheliyim. Çünkü hala çok az sayıda insan gidebiliyor Suriye'den Avrupa'ya.

Rusya'nın müdahalesi Sünni ve Şii cepheleşmesi açsından nasıl bir etki yapmış olabilir? İran'ın bölgede etkinliğinin artması Türkiye, Suudi Arabis­tan ve İsrail arasında yakınlaşmaya yol açar mı?

Yakınlaşma var zaten. Bence Amerika'nın yapmaya çalıştığı şey; Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye eksenini oluşturmak. Görünürde böyle bir hat oluşuyor. Bu hattın hemen yanı başında duran İsrail, çok görünür olmamakla beraber bu itt i­fakın içinde. Bu uzun zamandır Amerika'nın üzerinde çalıştığı bir proje. Mısır'ın ve

YO ^1

“İSYAN KON

TROL ALTIN

A ALIN

DI”

ooOn

“İSYAN KON

TROL ALTIN

A ALIN

DI”

Suudi Arabistan'ın İsrail'le sorunu yok, Suudi Arabistan'ın Sisi yönetimiyle hiçbir sorunu yok. Türkiye'nin Sisi yönetimiyle olan sorunları bir biçimde çözülüyor gibi görülüyor. Bence Suriye'de en son Esed'den tekrar Esad'a geçmemiz bunun gös­tergesi. Şimdi bu hat oluşturulduğu sürece bil ki karşısında Rusya ve İran hattı olur, ama bunu soğuk savaşın iki kutuplu çatışması gibi görmemek lazım. Çünkü Amerika'yla Rusya'nın o kadar da birbirlerini boğazlamak üzerinden yaptıkları bir şey olmadığı açık. Uzlaşılabilir, pazarlığa açık, ama nüfuz bölgesi bölüşümün- de herkesin maksimumu almaya çalıştığı, dolayısıyla kendisine uygun ittifakları oluşturduğu bir durum. Ama hala keskin iki kutbun çatışması halinde değil, bir biçimde müzakere, mücadele, vekalet savaşlarıyla nüfuz alanlarını genişletmeye yönelik bir süreç işliyor. Ayrıca oluşan bağlar kopmaz değil, her an çözülebilir, oldukça kaygan bir zeminde kuruluyor bu hatlar.

Bu kaotik durumda Suriye Kürtlerinin kalıcı bir statü kazanma ihtimali var mı sizce?

Görebildiğim kadarıyla Mısır-Suudi Arabistan-Türkiye ve görünmeyen İsrail hattı kurulduğu zaman Kürtler çok önemli olmuyor Suriye'de. Dolayısıyla bu hat kurulup devam ettirilebildiği sürece, Kürtlerin feda edilmez müttefik olma şans­ları yok. Rusya bu yüzden PYD gelip Rusya'da ofis açsın diyor. Yani Amerika'nın kolaylıkla gözden çıkarabileceği bir müttefike Rusya diyor ki "bizim tarafa geli­niz". Her gün yeni ittifakların kurulup çözüldüğü bir zemin. Buradan Suriye'deki Kürtler için bir kalıcı statü çıkar mı, pek çok şeye bağlı. Altı ay önce güçlü bir olasılık vardı, şimdi daha zayıf. Çünkü Türkiye İncirlik'i açtı, Esed'den tekrar Esad'a geçti. Ama şimdi Rusya'nın doğrudan devreye girmesi Kürtlere yeni ittifak zemin­leri açabilir. Altı ay sonra ne olacağını öngörmek kolay değil.

Peki, son aylarda yaşadıklarımızdan hareketle Türkiye hangi örneğe daha çok benziyor sizce?

Yönetim açısından Mübarek Mısır'ına benzetilebilir. Ancak bizde Kürt me­selesine benzer bir çatışma zemini yoktu Mısır'da Mübarek giderken. Bizde ise belirleyici olarak var. Dolayısıyla iç savaşa da göz kırpan bir dinamik olduğunu görmemiz lazım. Böyle bir olasılığın olduğunu zannederim herkes görüyor.

Çok teşekkür ediyoruz hocam.

SOSYALİZM, İKTİDAR SORUNU VE ÖZYÖNETİMLER

M. Sinan MERT

20. yüzyıl sosyalizminin en büyük zaafının iktidar alanında olduğu söylene­bilir, İktidarın sınıf adına inşası görevinin büyük oranda sınıfın öncü partisi tara­fından üstlenilmesinin, sınıfın kendisinin iktidar ilişkisinin dışında kalmasına yol açtığı açıktır. Öncünün kuruluş adına ortaya koyduğu planlamanın, üretici güçler teorisinin yanlış bir yorumuna dayanması, bu planlamanın sınıfın adına kurulan iktidarla sınıfı karşı karşıya getirmesi ve bunun yarattığı büyük yarılmanın yol aç­tığı yabancılaşma 20. yüzyıl sosyalizminin krizini üretmiştir. Bu krizin ağırlığının hala hissedildiği ortadadır.

Oysa dünyanın sosyalizme her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı vardır. Özellikle 2000'li yıllarla birlikte küresel kapitalist sistemin içine düştüğü sistemik kriz tablosu, kitlesel halk hareketlerini ve devrimci çıkışları yeniden tarihin ön sahnesine çıkarmaktadır. Bu isyanların kurucu bir iradeye dönüşememiş olsalar da yarattığı büyük heyecan, devrimci bir iktidarın yönetme biçimi üzerine tartış­maları geliştirmektedir. Sokaklara dökülen kitlelerin en önemli taleplerinden bir tanesinin daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük olduğu açıktır. Liberal de­mokrasi anlayışının biçimsel özellikleri ve sınırlılıkları sorgulanmaktadır. Temsili demokrasinin yetmezlikleri, siyaset ile iktisat arasına çekilen yüksek duvarların sorgulanması, ezilenlerin hem siyasi iktidardan hem de üretilen kümülatif zen­ginlikten daha fazla pay talep etmeleri, kapitalizmin yarattığı çelişkilerin sürdü- rülemezliği düzenin sorgulanmasını desteklemektedir. Bu sorgulamanın bir yeni yaşama sıçramasının ise kitlelerin önünde etkin ve verimli bir yol haritasının bu­lunması ile yakından alakalı olduğu açıktır. Neoliberalizmin, piyasa ekonomisinin ve liberal Batı demokrasisinin aşılmasına dönük bir aklın inşası bu anlamda her günkünden daha fazla katkıya ihtiyaç duymaktadır.

Halkların doğrudan kendilerini iktidara taşımaları anlamında doğrudan de­mokrasi girişimleri her geçen gün daha da artmakta ve güçlenmektedir. Daha hala geniş ölçekte sürdürülebilir ve yaygın bir deneyim inşa edilememiş olsa da liberal demokrasinin sınırlarını zorlayan arayışlar giderek ön plana çıkmaktadır. Özellikle Rojava'da ve Türkiye Kürdistanı'nda kurulmaya çalışılan özyönetimler de bu anlamdaki tartışmayı güçlü bir biçimde teşvik etmektedir. Çok boyutlu ve etkin biçimde işleyen bir deneyim değil de daha ziyade sarayın faşizm saldırısına bir karşı hamle olarak işleyen bir tutum söz konusu olsa da KÖH uzunca süredir

VO

VO

SOSYALİZM

, İKTİDAR SO

RUN

U VE Ö

ZYÖN

ETİMLER

ooSO

SYALİZM, İKTİD

AR SORU

NU

VE ÖZYÖ

NETİM

LER

ideolojik zeminde geliştirdiği düşünceleri hayata geçirmeye dönük bir adım at­mış görünmektedir, Abdullah Öcalan bu anlamda eski ve yeni sosyalizm görüşleri arasında yeni bir sentez inşa etmeye çalışarak, Türkiye ve Ortadoğu'daki güç den­gelerine de oturan bir canlı modelin kurgusunu geliştirmeye gayret etmektedir, Diğer yandan ise özellikle 21, Yüzyıl Sosyalizmi kapsamında L, Amerika merkezli geliştirilmeye çalışılan açılımlarda da reel sosyalizmin iktidar deneyimini aşmaya çalışan, devlet ile ezilen kitleler arasındaki bağı yeniden yapılandırmaya çalışan, ezilen halkların doğrudan kendi meclisleri, konseyleri ile iktidarın sahibi olarak öne çıkmasını sağlamaya gayret eden hamleler dikkat çekmektedir, Bu anlamda geçmişte saha ziyade anarşizmin hegemonik bir aracı olarak işlev gören hiye- rarşisizlik, doğrudan eylem-doğrudan demokrasi, konseyler, meclisler yeniden sosyalist mücadelenin araçları haline gelmektedir, Bu tutum lar kimi zaman ikti­dara sahip olmanın gereksizliğini vaaz eden görüşlere kadar uçlaşabilse de esas olan iktidar olgusunu reddetmek değil iktidarı toplumun kılarak yürümeyi başa­rabilmektir, İktidarın ezilenler adına öncü tarafından üstlenildiği değil öncünün, iktidarın kitleler tarafından ele geçirilmesinin yolunu açtığı bir stratejiye dair bir düşünsel çerçevenin oluşturulması esastır, İktidarın öncüyle sınırlı bir zümre ta­rafından ele geçirilmesi değil de zümrenin açtığı yoldan yürüyen kolektif halk örgütlerinin iktidarı sahiplenmesi mümkün değil midir?

Burada aslında yeniden 1917'ye dönmemek neredeyse imkansızdır, Aslında tam da burada bahsedilen biçimde RSDİP'in ön açıcılığında iktidarın Sovyetler tarafından üstlenilmesi söz konusu iken Sovyetlerin süreç içerisinde giderek si­likleşmesi, 20, yüzyıl sosyalizminin kırılma noktasını oluşturmuştur, Sovyetler aslında çok açık bir biçimde ezilen halkların özyönetim aygıtları olarak ortaya çıkmış, bu çerçevede Şubat-Ekim sürecinde ikili iktidar odağı olmuş daha sonra da Ekim'de en azından görünümde iktidarı ele geçiren yapı olmuştur,

Sonuç olarak sosyalizmin devletle ilişkisinin son derece sorunlu olduğunun unutulmaması gerekmektedir, Kapitalizmin günahlarının büyüklüğü, halkların bu yalın gerçeği unutması için yeterli değildir, Devletin öldürülmesi aslında sos­yalizmin en büyük hedefidir, Devletin sınıfları ortadan kaldıracak bir araç olarak kullanılması akla yakın gelse de bu sürecin içinde ezilenlerin bir politik özne olarak etkinliğini kaybetmesi telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açmıştır, Proletar­ya diktatörlüğü proletaryanın kendisinin bir politik özne haline gelmesini de en­gelleyen bir duruma geldiğinde aslında doğrudan proletaryaya dönmüş olmak­tadır, "Evet, diktatörlük! Ancak bu diktatörlük, sosyalist dönüşümün başka türlü gerçekleşemeyeceği, burjuva toplumunun yerleşik haklarına ve ekonomik ilişki­lerine nerjik, kararlı müdahalelerle demokrasinin uygulanması anlamındadır, yok edilmesi anlamında değil, Ancak bu diktatörlük sınıfın ürünü olmalıdır, sınıf adına hareket eden küçük bir yönetici azınlığın değil, kitlelerin etkin katılımıyla adım adım gelişmeli, kitlelerin doğrudan etkisi altında bulunmalı, kamuoyunun tam bir denetimine tabi olmalı, halk kitlelerinin siyasal eğitiminden çıkmalıdır." (Rosa Luxemburg, "Rus Devrimi", Rosa Luxemburg Kitabı, s,458, Dipnot)

Özyönetim fikrinin, doğrudan demokrasinin, "devlet ile toplum arasındaki ya­

rılmanın kapanması olarak demokrasi" anlayışının İzini 20. Yüzyıl Markslzml İçin­de sürebllmeyl hedefliyoruz. Bu amaca dönük olarak cevabı bulunması gereken birkaç soru ortaya atılabilir:

Proletarya diktatörlüğünün işçi sınıfını iktidarsızlaştırmasına götüren kırılma nerede, neden ve nasıl yaşanmıştır?

İşçi sınıfının evrensel bilincinin (parti) ile işçi sınıfının gündelik bilincinin karşı karşıya gelmesi (özörgüt) durumunda her durumda aynı tutum geliştirilebilir mi? Bu ikisinin arasındaki gerilimi en verimli bir biçimde nasıl değerlendirebiliriz?

Toplum tüm gövdesiyle yönetime katılma fikrine nasıl bakar? Sıradan bir işçi için iktidara katılmanın maliyeti, külfeti ve getirisi ne kadardır? Sınıfın iktidara ka­tılma konusunda direnç geliştirmesi ve üretime yabancılaşmayı ortadan kaldı­racak biçimde çok yönlü katılmaktan imtina etmesi durumunda öncü ne tutum almalıdır?

Özyönetim fikri proletarya diktatörlüğü ile taban tabana karşıtlık içinde mi­dir? Aslında bir arada yürümeleri gerekmez mi?

Özyönetim ile devlet arasında bir ortak yaşam kurgusu nasıl inşa edilebilir? Demokrasinin bir güvencesi olarak iktidarı parçalamak ve toplumsal güçlere da­ğıtabilmek, "devlet iktidarını dengelemek" ve demokrasiye yol vermek için ne oranda işlevseldir?

Devletin sönümlenmesi meselesi aslında özyönetimin bir biçimde devleti ikamesi anlamına geldiğine göre aslında özyönetim doğrudan demokrasi anlamında sos­yalist teoriye içrek bir konu olmak durumundadır. Ancak burada sorun doğrudan demokrasi ve özyönetim aygıtlarının aslında bir biçimde kapitalizm ile de eklem­lenme riskidir. Kapitalizm katılımcı demokrasiyi kendisine istikrar kazandıracak bir araç haline dönüştüremedi mi? Burada aslında katılımcı demokrasinin bir tehdit olmaktan çıkarılmasının yöntemi iktidarın toplum içine Foucoultcu an­lamda yayılmasıdır. İktidarın bir özne olmaktan çıkıp bir manyetik dalga, bir bu­lut olmaya doğru evrilmesidir. Foucoult buradan yola çıkarak devletin kendisini önemsizleştirmiştir. Post Marksist tezlerde devletin ele geçirilecek bir kale olarak görülmekten vazgeçilmesi bu yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Devlet madem merkezi iktidarı odak olarak temsil etmekten düştüyse o zaman devlet iktidarı­nı hedeflemeden de iktidar olabilmek mümkündür. Sivil toplumun içinde inşa edilen otonom birimler üzerinden iktidar çözülebilir, alternatif bir iktidarlaşma yaklaşımı benimsenebilir. Foucoultcu iktidar okumasının toplumsal hareketlerin bilincinde yarattığı temel zafiyet noktası budur.

Oysa 2000'li yıllardaki tüm mücadeleler bütün görkemlerine rağmen aslında iktidar olmadan iktidarı almak tezlerinin, demokrasinin sosyalizmi ikame değer­lendirmelerinin yanlışlığını da göstermiştir. Devlet iktidarını almayan hiçbir top­lumsal hareket herhangi bir kalıcı mevzi elde edememektedir. Büyük kabarışlar­dan geri çekilme sonrasında kum taneleri kalmaktadır ancak.

Devletlerde somutlaşan iktidarları alacak organlara da bu iktidarı topluma yayarak çözecek ve devleti sönümlendirecek mekanizmalara da ihtiyacımız var. Ancak devleti sönümlendirecek mekanizmaların iktidarı alacak mekanizmaları

OSO

SYALİZM, İKTİD

AR SORU

NU

VE ÖZYÖ

NETİM

LER

<NOSO

SYALİZM, İKTİD

AR SORU

NU

VE ÖZYÖ

NETİM

LER

ikame etmesini ummanın da gerçekçi olmadığı anlaşılmaktadır. Bir aygıtın halkın doğrudan demokrasisini mümkün kılması onu iktidarı ele geçirme için ideal bir araç haline getirmez. Eski kabilelerde savaş ve barış durumunda farklı şeflerin bulunmasının meşruluğu gibi sosyalizm teorisi açısından da bu iki işlevin farklı­lığı görülmeli ve meşru kabul edilmelidir. Buradaki büyük zorluklardan bir tanesi de hiçbir devrimden gerçek anlamda katılımcı bir demokrasi üretilememiş olmasıdır. Devletler sönümlememiş, proletarya diktatörlükleri işçi sınıfı için de bir diktatör­lük olmaya devam etmiştir. Kimileri işçi sınıfının kimi yaşamsal kazanımlarını si- yaseten iktidarsızlığını örtecek bir açıklama olarak kullanmaya çalışıyorlar. "Reel sosyalizmler... Nihai hedefleri 'devletin kuruyup gitmesi' idi. Zıt doğrultulara savruldular. İşçi sınıfı iktidarları oluşturabildiler mi? Tartışmalıdır. Ama, emekçi toplumları inşa ettiler." (Korkut Boratav, Reel Sosyalizmler Kıymetlerini Bilelim, Hatırlayalım) Sınıfın iş güvencesi, temel barınma hakkı güvencesi, parasız eğitim ve sağlık gibi hakları onun siyaseten hiçbir role sahip olamayışını ancak isyan etmeyerek-edemeyerek bir tür pasif rıza ürettiğini görmemizi engellememelidir.

Sosyalizmde Sivil Toplum-Siyasal Toplum-Devlet MekaniğiMarx ve Lenin'deki tüm açık vurgulara rağmen sosyalizm neden devletle öz­

deşleşmiştir? Sosyalist devletler neden sivil toplumu tamamen pasifize edici bir rol oynamışlardır? Sivil toplumun devlet karşısında güçsüzleşmesinin devletin sö­nümlenmesini engelleyen olgu olduğu çok açıktır. Toplumsal yaşamın kendisi ortak yürütülmesi gereken görevleri sınıflı toplumda olduğu gibi sınıfsız toplumda da üretmeye devam edecektir. Bu ortak işlerin yürütülmesi konusunda sivil toplum örgütlenerek tamamen denetimindeki siyasal toplum eliyle devletin boşluğunu dol- duramazsa devlet yok olmaz. Hatta giderek kendisini çıkarları toplumdan farklı bir zümre olarak da örgütleyebilir. Bu anlamıyla diktatörlük gerçekten de toplumun kendisine doğru yönelebilir. Toplumu örgütsüzleştiren, temel bir çerçeve dışında sivil toplumun devletten özerk alanının oluşmasını bir güvenlik sorunu olarak al­gılayan bir devletin denetimi altında sönümlenme gerçekleşmez. Hiçbir devrim­den demokrasi çıkmamış olması tam da bu süreçle alakalıdır. Devrimin güvence altına alınması ile toplumun kendi öz örgütlülüğü ile devleti sönümlendirecek adımlar atması arasındaki çelişki nasıl aşılacaktır? Güvence meselesi konusunda da ham hayallere kapılacak bir durum yoktur. Allende ve Şili örneği ortadadır. Egemenlerin iktidarlarını tehdit eden toplumsal hareketlere neler yapabilecek­lerini tarihin kanlı sayfalarından çok iyi biliyoruz. Fakat güvenlik kaygılarının si­vil toplumu boğması da nitelikli bir sosyalist demokrasinin gelişmesini imkansız hale getirmektedir.

Sınıf iktidarı aslında bir siyasi hareketin iktidarıdır. En azından şimdiye kadar yaşadığımız sınıflı toplumlar tarihinde hiçbir sınıfın doğrudan iktidarından bah­sedilemez. Çünkü sınıflar siyasi yapılar değildirler, kolektif olarak bir siyasi bü­tün olarak hareket edemezler. Belli dönemlerde yaşam koşulları çok ortaklaşan toplumsal kesimler doğal olarak benzer siyasi programları destekleyebilirler. Ancak aynı sınıftan insanların tamamının tek bir siyasi partiyi desteklemesi de

mümkün değildir. Dolayısıyla sınıflar içinde her zaman farklı siyasi eğilimler ola­caktır. Bu siyasi eğilimlerin her biri ayrı bir siyasi örgüt inşa etmek zorunda değil­dir. Bu siyasi eğilimler zaman içerisinde dönüşümler de geçirebilirler. Niteliksel olarak tamamen farklı bir hatta da geçebilirler. Örneğin; Sosyal Demokrasi işçi sınıfının devrimci bir eğilimi iken süreç içerisinde burjuvazinin bir eğilimine dö­nüşmüştür. Dolayısıyla bir siyasi partinin iktidarını bir sınıfın kolektif iktidarı olarak tanımlamaya çalışmak o siyasi harekete altından kalkamayacağı bir aşırı meşrui­yet yüklemektedir. Bu aşırı meşruiyet ise bu partinin iktidarını herhangi bir sınır olmaksızın uygulamasını ve halkın açık rızasını aramasının gereksiz görülmesi sonucunu doğurabilmektedir. Sınıfın iktidarını güvence altına almak için hu­kuksuzluğun kabulü sivil toplumun kendisini yeniden üretmesini imkansız hale getirir. Devrim anlarında bir kırılmayı zorlamak için hukuksuzluğu kabul etmek kaçınılmazdır. Hiçbir siyasi rejim sadece hukuk içinde kalınarak değiştirilemez. Çünkü hiçbir siyasi rejim sadece anayasal güvencelere sahip değildir. Siyasi reji­min temel güvencesi kendisini ayakta tutm ak için harekete geçecek güçlerin fiili mücadelesidir.

Aşırı meşruiyet, bir siyasi iktidarı son kertede çürütür çünkü söz konusu ik­tidarın meşruiyet yaratma ihtiyacını azaltır. Hegemonya kurmak için meşruiyet arayışı bütün siyasi organizasyonların temel varoluş motivasyonunu, canlılığını sağlar. Oysa aşırı meşruiyet yaratan bir tanımla ("Tanrı'nın yeryüzündeki tem ­silcisi olmak", "işçi sınıfının sömürüden kurtuluşu mücadelesini yegane öncü gücü olmak" gibi) iktidarın sınırsızlaştırılması böylesi bir arayışı gereksizleştirir. Aşırı meşruiyet sahibi bir iktidar, toplumun rızasını üretme ihtiyacını hissetmez. Burada rıza, a priori bir olgu haline gelir. Devletin üzerine oturduğu toplumsal yapının krizsel tepkileri ortaya çıkmadıkça da rıza üretme ihtiyacı hissedilmez. Bu kanalların kapalı olması toplumsal çelişkilerin yıkıcı noktalara ulaşmadan çö­zülebilmelerini sağlayacak olanakları ortadan kaldırır. Devlet ve toplum birb iri­ne tamamen yabancılaşır. Bu durum çelişkisizlik hissi yaratır oysa çelişki üretimi mutlaktır. Devlet-sivil toplum ikiliğinin olduğu tüm durumlarda çelişki üretimi asla sönümlenmez. Aşırı meşruiyet durumu çelişkilerin yok edici aşamaya ulaşana kadar fark edilememesine, önemsenmemesine yol açar. Bu açıdan liberal demok­rasilerin kapitalizme kazandırdığı esneklik kapitalizmin kendisini yeniden ürete­bilmesi için oldukça önemlidir. Liberal demokrasi kitlelerin kandırılabilmesinin, öfkelerinin boşaltılabilmesinin, toplumsal çelişkilerin önemli bir kısmının düzen açısından yıkıcı hale gelmeksizin çözülebilmesinin olanaklarını sağlar. Bu esnek­lik, kimi zaman düzene dönük devrimci meydan okumaların pasif devrimler ara­cılığıyla içerilmesini de mümkün kılar. Bu anlamda devrimlere karşı en dayanıklı rejimlerin parlamenter liberal demokrasiler olması rastlantı değildir. Çünkü dev­rimci durumlar ancak sivil toplum içinde ve sivil toplum ile devlet arasında ortaya çıkan çelişkilerin çözülemez bir noktaya ulaştığı momentlerde ortaya çıkarlar.

Bu anlamda devrimci kırılma yaşandıktan, ancient regime'in dönüşüme d i­renci kırıldıktan sonra sivil toplumun kendi öz dinamikleri ile siyasal toplumlar yaratması engellenmemelidir. İşte tam da bu momentte eğer siyasal toplumun

co

OSO

SYALİZM, İKTİD

AR SORU

NU

VE ÖZYÖ

NETİM

LER

oSO

SYALİZM, İKTİD

AR SORU

NU

VE ÖZYÖ

NETİM

LER

kurumsallaşması başarılamazsa önceki devletin egemenlik sistemleri de tam olarak tasfiye edildiği için sonuç olarak proletarya diktatörlüğü kendisini den­geleyecek tüm unsurlardan mahrum kalır. Toplumdaki tek egemen güç haline dönüşen bir bürokrasi ise sivil toplum içindeki her türlü alternatif politizasyonu kendisine ezilecek düşman olarak görür. Bunu ezmek için çeşitli gerekçeler üret­mekte zorlanmayacaktır.

Proletarya diktatörlüğünün eski rejimi tasfiyesi bir zorunluluktur. Fakat bura­dan sürdürülebilir bir rejim ortaya çıkabilmesi için sivil toplumun kendisinden bir siyasal toplum üretebilmesi de zorunluluktur. Böylesi bir siyasal toplumun oluşması ve giderek devletin işlevlerini dönüştürerek üstlenmesi, bürokrasinin işlevlerinin önemli seviyede üreten insanların kolektifi tarafından yerine geti­rilmesi sosyalist demokrasinin oluşması için bir zorunluluktur. "Toplumun tüm üyelerinin ya da hiç olmazsa büyük bir çoğunluğun devleti kendi başlarına yö­netmeyi öğrendikleri bu işi bizzat kendi ellerine aldıkları, önemini artık yitirmiş olan kapitalist azınlık, kapitalist alışkanlıklarını koruma niyetinde olan asilzadeler ve kapitalist tarafından iliklerine dek bozulmuş işçiler üzerinde belli bir denetim örgütledikleri andan itibaren şu ya da bu tür bir hükümet için duyulan gereksi­nim yok olmaya başlar." (Lenin, Devlet ve Devrim) Sivil toplum kendi bağrından devleti, devletteki siyasi partiyi dengeleyecek, geriletecek ve gerekirse dönüş­türecek bir siyasal toplum çıkaramıyorsa bürokratik yozlaşma kaçınılmazdır. Bü­rokratik yozlaşmanın temel gerekçesi bu anlamda devletin tek yönlü günahları olarak görülmemelidir. Sivil toplum bu anlamda örgütlü bir siyasal toplum inşası­nı gerçekleştiremezse teori ne olursa olsun bürokratikleşme kaçınılmazdır. Örne­ğin; Venezülla'da devletin tüm çabalarına rağmen hem devleti denetim altında tutacak hem de burjuvazinin topyekün tasfiyesini zorlayacak bir siyasal toplum ortaya çıkamamaktadır. İşyerlerinin denetimini üstlenen, devletteki bürokratik kireçlenmeleri denetim altında düzelten bir siyasal toplumsal canlılığa ihtiyaç bulunmaktadır.

Bu anlamıyla hiçbir siyasi partinin iktidarı ele geçirmesi gerçek bir sosyalist demokrasinin güvencesi olamaz. Üreten insanların belli kırılma noktaları dışında sivil toplumdan siyasal topluma geçmedikleri bilinen bir gerçektir. Özgürlüğün neredeyse havada solunacak kadar somut bir yaşamsallık kazandığı momentler hariç işçiler gündelik hayatın dehlizlerinde salınırlar. Özellikle çalışma koşulları­nın ağırlığı bunun en önemli gerekçesidir. Uzun saatler ve yüksek efor sarfedi- lerek çalışılan bir toplumda işçi sınıfının, emekçilerin siyasal toplum içinde yer alması ve devleti dengeleyecek özyönetim araçları yaratması mümkün değildir. Dolayısıyla "iş"in kapitalist tanımı değişmedikçe sivil toplumdan siyasal toplum oluşması da önemli oranda engellenecektir. İşçi sınıfının tüm öbeklerinin işten önemli oranda özgürleşmesi bu açıdan hayatidir. Oysa üretici güçleri hızla geliş­tirmeyi bir tür takıntı haline getiren, sosyalizmi bir tür hızlı kalkınma yöntemi ola­rak tanımlayan, oluşan kümülatif artı değerin önemli bir kısmını işçi sınıfının ya­şam koşullarını acilen rahatlatacak harcamalar yerine sabit sermaye yatırımlarına yönlendiren 20. yüzyıl sosyalizmi bu açıdan sağlıklı bir deneyim yaratamamıştır.

Ortaya çıkan siyasi yabancılaşma ¡se bir süre sonra Schumpeterd anlamda bir çalışma toplumunun ortaya çıkmasını da engellemiş, üretim altyapısı da giderek aşınmış, var olan siyasi dengelerin hassaslığı gözetilerek de ortaya çıkan iktisadi irrasyonaliteye müdahale de bulunulamamıştır.

Burjuva Demokrasisi ve Pasif Devrim DinamiğiEzilenlerin siyasal toplumunun devrimi gerçekleştiremeyip buna rağmen

egemenlik sistemini tavizlere zorlaması, ezilenlerinin hareketinin devlet içinde mevziler kazanmasına yol açar. Egemenlik sistemi öz niteliklerini kaybetmeden dönüşür, bu dönüşümü gerçekleştirirken de kendisine tehdit teşkil eden siyasal toplumu da kapsayarak onu da dönüştürür. Avrupa işçi sınıfının özellikle 2. Dün­ya Savaşı sonrasında devlet içinde kazandığı mevzilerin devrimci özün tamamen kaybına yol açtığı açıktır. Sermaye ilişkisi öz olarak korunarak, iktisat ile siyaset arasında çizilen kalın duvarlar görece aşılarak, sosyal devlet uygulamalarıyla üre­tim araçlarının özel mülkiyetine dokunulmaksızın kümülatif artı değerin belirli bir kısmı kamulaştırılarak işçi sınıfının devrimci tehditi savuşturulmuş, yaşanan demokratikleşme ile de rejimin meşruiyeti daha da gelişmiştir. Buna karşılık iktidar ilişkileri Foucoultcu anlamda toplumu bir örümcek ağı gibi sarmış, sivil toplum ve birey panoptikon benzeri bir yapı içerisine hapsedilmiştir. Daha sonra gerçekleşen neoliberal karşı devrim bu hapsediliş sayesinde mümkün olabilmiş, iktisat ile siyaset arasındaki finans kapital açısından hayati duvar yeniden tahkim edilmiştir. Postmodern teoriler ise aslında siyasal toplumu çözücü sonuçlar ya­ratmış, siyasal toplumu çözerek yeniden sivil toplum içine dökmüştür. Bu oluşan sersemleme hala büyük oranda devam etse de Seattle İsyanı sonrasında yaşanan gelişmelerle Batı açısından da büyük oranda aşılmış görünmektedir.

Bu anlamda sermaye ilişkisini ısrarlı biçimde imha etmeyi hedeflemeyen ya da devlet ile sivil toplum arasındaki konjonktürel temel çelişkiye dayanmayan tüm siyasal toplumlar burjuva egemenlik ilişkisinin içine rahatlıkla emilebilirler. Bu emilme hem egemenlik rejimini yenileyerek hem de ölümcül bir düşmanı imha ederek devletin meşruiyetini güçlendirir.

Sosyalizmin böylesi bir esneklik gösteremeyişi öncelikle ortaya çıkan aşırı meşru­iyet durumuyla ve sonrasında da bunun yarattığı bürokratik yabancılaşma ile izah edilebilir. Sosyalizm içerisinde devlet sivil toplumdan türeyen siyasal toplumları kendisine tamamen rakip olarak görür. Kendisini sınıfın iktidarı ile özdeşleştirdiği için kendi dışındaki tüm siyasal toplumları sınıf dışı olarak kodlar, düşmanlaştırır, kendisine nüfuz edebilecek güce ulaşmadan böylesi siyasal toplumları yok eder. Bunun tam aksi bir iradi zorlamayı Çin'deki Kültür Devrimi'nin yarattığı belirtil­melidir. Bu anlamıyla Mao, ortaya çıkan deneyimin sonuçları ne olursa olsun bü- rokratikleşmeyi ölümcül bir sorun olarak algılama noktasında diğer tüm ideoloji de üreten devrim öncülerinden ayrışır. Fakat yine de Çin'de de farklı bir tablo ortaya çıkmamıştır. Sadece ÇKP, komünist parti anlayışını uygulanan politikalar setini sonsuzlaştırarak mantık sınırlarına zorlamıştır. Klasik bir komünist partinin yönettiği bir kapitalist toplum gerçeği ancak böyle ortaya çıkmıştır. Komünist

LOOSO

SYALİZM, İKTİD

AR SORU

NU

VE ÖZYÖ

NETİM

LER

oSO

SYALİZM, İKTİD

AR SORU

NU

VE ÖZYÖ

NETİM

LER

parti yönetimi bu haliyle devrimci özünden tamamen kopuşup bir idare tekni­ği haline dönüşmüştür. Kültür Devrimi'nde siyasal toplum ile devlet-partinin karşı karşıya gelmesinden bir sentez ortaya çıkmamasının temel sebebi ise sivil toplum­daki çelişkilerin doğal seyrinde siyasal toplumlar yaratmayıp bunun yerine siyasal toplumun ortaya çıkmasını ve programının esas olarak parti içindeki fraksiyonlar çekişmesini tetiklemesidir. Ancak yine de devlet-partinin siyasal toplum tarafın­dan dengelenmesi adına böylesi bir girişim Çin'deki deneyimi gerçek anlamda ayrıksı kılıyor.

Özyönetimler ve Sosyalist DemokrasiSiyasal toplumun, sivil toplumun içindeki çelişkilerden doğal olarak türeye­

rek devleti dengeleyecek bir pozisyonu ortaya çıkarabilmesi sosyalist demok­rasinin yegane güvencesi olacaksa tam da burada özyönetimlerin sosyalizmin kuruluşu açısından oynayabileceği hayati rol ortaya çıkmaktadır. Toplumun tüm kesimlerinin düzenin temel parametrelerinin devlet tarafından güvence altına alın­ması kaydıyla (ki bir sosyalist toplumda bu temel parametrenin ancak sömürüyü mümkün kılacak, sermaye ilişkisini yeniden üretecek tüm taleplerin engellenmesi olacağı açıktır) örgütlenerek kendi yaşamlarının koşulları üzerinde mutlak söz sa­hibi olmalarının sağlanması sosyalist demokrasinin ihtiyaç duyduğu dengeleyici rolü mümkün kılacaktır. Özyönetimler öncelikle devletin mutlak iktidarını sınır­layacak, daha sonra da öncelikle yerel ölçekte devletin temel işlevlerini üstlene­rek iktidarın sönümlenmesinin önünü açacaktır. Toplumun öz örgütlerinin inşası ve güçlenmesi devletin sönümlenmesinin yegane koşuludur. Temel parametreleri benimsediği oranda farklı siyasi anlayışların örgütlenmesi, kendi programlarına destek üretmek için özyönetimler içinde ve dışında politika yapmaları sosyalist devletin güvencesi altında olacaktır. Kapitalist devletin temel dokunulmaz hücresi nasıl sermaye ilişkisinin yeniden üretilmesi ise sosyalist devletin temel hücresi de ser­maye ilişkisinin restore edilmesini engellemektir. Devlet dışındaki siyasal toplumun onun dışındaki tüm toplumu doldurması, politik düşüncelerin eşitliği ve özgür­lüğü geliştirmesi yönünde siyaset üretmesi toplumsal canlılığın en büyük gü­vencesi olacaktır. 20. yüzyıl sosyalizminin en büyük yanlışlarından biri pozitivist bilimselciliğinden kaynaklı epistemolojik kırılmasıydı. Mutlak doğrunun bilinebi­leceği ve bunun da partinin tekelinde olduğu önyargısı toplumsal yaşamı boğ­muştu. Bunun da ötesinde çelişkisizlik takıntısının, toplumun tüm öbeklerinin ancak bu doğrunun yanında durdukları oranda siyasal toplumda kendilerine yer bulabilmelerinin de yapının giderek köhneleşmesine yol açtığı açıktır. Çelişkisizlik durumu sınıflar ortadan kalksa bile ulaşılabilir bir nokta değildir. Sivil toplum hayatı bu çelişkileri mutlaka bir biçimde üretir. Bu çelişkiler zaten toplumsal yapı için bir sorun değil tam tersine onun ilerlemesinin ve "daha doğru"ya ulaşmasının temel yakıtıdır. Marx, diyalektik materyalist bakışın sadece kapitalizm koşullarında ge­çerli olabileceğini hiçbir yerde söylemedi.

Sivil toplum içinde ortaya çıkan çelişkilerin olgunlaşması, politik talepler ha­line dönüşmesi ve bu taleplerin sosyalist devlete nüfuz etmesi her zaman ça-

tışmasız bir biçimde gerçekleşmeyecektir. Ancak devletin, temel parametreleri ortadan kaldırmayı hedeflemeyen talepleri zorla bastırması asla kabul edilemez. Fakat bu dengenin oluşması asla sadece hukuki yöntemlerle sağlanamaz. Dev­let her zaman kendi olanaklarını kullanarak bu hukukun dışına çıkabilecektir. Devleti hukuk içinde davranmaya ikna edecek tek etken sivil toplumun siyasal toplumda cisimleşen örgütlü gücüdür. Bu devletin sosyalist olması bu gerçeği değiştirmez. Sosyalist devletin de siyasal toplum tarafından dengelenmeye ihtiyacı vardır. Sadece hukuki anlamda değil ama gerçek politik güçler anlamında görece homojen bir güç dağılımı gerçekleşmeden o toplumda demokratik bir yapı or­taya çıkmayacaktır.

Bu anlamıyla bütün tarihsel deneyimlere rağmen Marksizm, devlet karşıtlığı anlamında Anarşizm'den daha geride değildir. "Epistemolojik kopuş avcısı" A lt­husser işin bu kısmını pek vurgulamaz ama proletarya diktatörlüğü nezdinde devletin sosyalizm uygulamalarında sivil toplumun önüne geçmesi belki de en önemli Hegelci sapmadır. Hegel'in insanın yarattığı en mükemmel aygıt olarak gördüğü devlet, sosyalizmin inşasının tüm yükünü sivil topluma rağmen üstlen­meye kalkınca ortaya yaratılan tüm değerlere rağmen son kertede bürokratik bir çürüme çıkmıştır.

Peki sermaye ilişkisinin ortadan kaldırıldığı proletarya diktatörlüğü koşulla­rında devletin sönümlenmesini mümkün kılacak örgütlenme biçimleri olarak öne çıkardığımız özyönetim örgütlenmeleri sermaye ilişkisi ortadan kaldırılma­dan nasıl bir rol oynayabilir? Sermaye ilişkisi koşullarında devleti dengeleyen, böylece liberal demokrasinin alanını görece geliştiren bir rol oynayabilir mi? De­mokrasinin geliştirilmesi noktasında özyönetimler ne derece katkı sunabilir?

"Kapitalist Devlet'in Özgürlüğünü Sınırlamak" ve ÖzyönetimlerHiç kuşku yok kİ devlet İle sivil toplum arasındaki güç dengesi sermaye iliş­

kisinin yeniden üretimi koşullarında da mevcuttur ve siyasal toplumun ortaya çıkarabildiği direnme enerjisi oranında da değişkendir. Yani sermaye ilişkisi ko­şullarında devletle sivil toplum arasındaki ilişki tüm toplumlarda türdeş değildir. Marksizm olağanüstü devlet biçimleri başlığında bu konuyu belli bir çerçevede tartışır, ancak konuyu genelde devlet-sivil toplum-siyasal toplum üçgeninde de­ğil de daha ziyade burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiler çerçevesinde ele alır. Oysa ülkelerin siyasi rejimleri gerçekten de her ne kadar aynı ideal tipler çatısı altında anılsa bile birbirlerine göre önemli farklılıklar içerirler. Bu farklılıklar ise büyük oranda sivil toplum ile devlet arasındaki güç dengesine büyük oranda bağlıdır. "Özgürlük, toplumun üstüne yerleştirilmiş bir organizma olan devleti, topluma tamamen bağlı bir organizma biçimine sokabilmektir ve bugün bile devlet biçimleri 'devletin özgürlüğü'nün sınırlandırılması ölçüsünde az ya da çok özgürdür, ya da değildir." ( Alman İçi Partisi Programının Kenar Notları, Karl Marx, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, s. 40, Sol Yayınları) Devletin özgür­lüğünün ne kadar sınırlandırılabileceği toplumun gücüne bağlıdır ve bu anlam da siyasi rejimin niteliğini belirler.

O

SOSYALİZM

, İKTİDAR SO

RUN

U VE Ö

ZYÖN

ETİMLER

o oo

SOSYALİZM

, İKTİDAR SO

RUN

U VE Ö

ZYÖN

ETİMLER

Kapitalist devlet kendi özü olan "sermaye ilişkisinin yeniden Gretlml"nln tas­fiyesine meyletmediği sürece her türlü toplumsal talebi kapsayabilir. Bu anlam­da kapitalist öze temelde itirazı bulunmayan hatta itirazı bulunsa da bu itirazı maddiyata dökme şansı olmayan tüm siyasi hareketleri bir biçimde kendisine katabilir ya da birlikte yaşayabileceği bir siyasi rejimi yaratabilir. Bu anlamda finans kapitalin egemenliğinin çok farklı siyasi rejimlerle örtüşebileceği belirti­lebilir. Bu anlamda özyönetimler siyasal topluma güç yansıtabildikleri oranda, devletin alanını daraltabildikleri oranda özgürleşme imkanı sunacakladır. Fakat yukarıdaki açıklamalardan da görülebileceği gibi özyönetimler kendiliklerinden devrime yol açacak örgütler olarak da görülemezler. Devrim sonuç itibariyle dev­rim için mücadele eden bir siyasi öznenin toplumsal çelişkileri derinleştirmesine, siyasal toplumda bu çerçevede bir hegemonya üretmesine bağlıdır. Böylesi bir hegemonya oluşturan siyasi hareket olmaksızın özyönetimler devrimci bir mat­risin parçası olamaz. Özyönetimlerin nasıl bir rol oynayacağı doğrudan onları da yönseyen politik hegemonya ile ilişkilidir. Özyönetimin kendisine özcü anlamda bir devrimcilik atfetmek anlamlı değildir. Özyönetimler farklı toplumsal zümrele­rin farklı ölçekteki öz örgütleri olarak katılımcı bir demokrasinin koşulu olarak anlamlıdır ancak bunlara devrimci öncüyü ikame edecek bir misyon tanımlamak gerçekçi değildir. "Sovyetler, devrimci iktidarın çekirdekleri olduklarından, onla­rın gücü ve önemi tamamen ayaklanmanın gücüne ve başarısına bağlıdır. Bu tür kuruluşlar silahlı bir devrime yaslanmıyorlarsa ve yönetimi devirmiyorlarsa (yani geçici devrim hükümetine dönüşmezlerse) yok olmaları kaçınılmazdır." ( Lenin, 1906 Nisan'ında RSDİP'in IV. Kongresi'ne işçi temsilcileriyle ilgili olarak sunduğu karar, akt. Oskar Anweiler, Rusya'da Sovyetler, s.124) Ekim Devrimi'nin temel slo­ganı olarak "Tüm İktidar Sovyetlere"nin ortaya çıkmasını sağlayan en önemli isim Lenin'in özyönetim örgütleri ile devrimci öznenin yarattığı hegemonya arasın­daki ilişkiye dair vurgusu tam da bunu tanımlamaktadır. Özyönetim örgütlerinin süreklilik kazanması ve güçlenmesi aslında ilgili sınıf, zümre, etnik/dinsel/mez- hepsel grup, bölgesel/territoryal iradenin bir hegemonyanın etkisi altına girmesi ile mümkün olduğu düşünülmelidir. Rusya tarihinde 1905 ve 1917'de Sovyetler işçi sınıfının özyönetim aygıtları olarak ortaya çıkmış ve tarihsel rol oynamışlardır. 1871'de yine aslında bir kentin özyönetim aygıtı olarak ortaya çıkan Komün ta­rihsel bir rol oynamıştır. Fakat bu özyönetim örgütlerinin rolü genel olarak bir dö­nemle sınırlı kalmıştır. Yakın tarihimizde Gezi Direnişi sonrasında belli bir süre etkili olan mahalle/park forumları da ayaklanmanın yarattığı politik etkiyle tetiklenmiş nüve halinde özyönetim örgütleri olarak tasavvur edilebilir. Bu kurumlar bulunduk­ları alanlar üzerinde iktidarlaşma perspektifine kavuşamayınca kitle hareketinin de geri çekilmesi ile büyük oranda yok olmuşlardı. Bu anlamda ikili iktidar perspektifi ile hareket etmeyen ya da genel bir devrimci hegemonyanın etkisiyle bulundu­ğu noktadan isyanın bir parçası haline dönüşmeyen özyönetimler kapitalist dev­letin genel döngüsü içerisinde pasif devrim etkisi yaratacak örgütlenmelere de dönüşebilirler. Yasal mevzuatın bir parçası haline gelen ve giderek karikatürleşen Kent Konseyleri bu duruma bir örnek olarak verilebilir.

Kürt Özgürlük Mücadelesi ve ÖzyönetimlerÖzyönetimlerin günümüzde yoğun olarak gündeme gelmesi özellikle Kürt

Özgürlük Hareketi'nin geliştirdiği yeni paradigmada özyönetimlere dayalı demok­rasinin merkezi bir hedef olarak konması ve belli oranda da bu yönde pratiklerin hayata geçirilmesidir. Özellikle Rojava'da hayata geçirilen meclisleşmelerin hal­kın iradeleştirilmesi noktasında önemli bir sıçrama anlamına geldiği açıktır. Yine 7 Haziran sonrası gelişen savaş sürecinde de kent merkezlerinde gençlik eksenli öz savunma örgütlenmeleri ön plana çıkmıştır. Bu durum aslında yukarıda çizilen çerçeve ile de uyumlu gözükmektedir. Bir devrimci politik öznenin hegemonyası altındaki kitleler belli oranda da öncünün yönlendirmesiyle gerçekten de bir dev­rimci sıçrama momentinde öz örgütlerini inşa etmektedirler. Abdullah Öcalan'ın demokrasi çerçevesi liberal demokrasinin sınırlarını aşmayı önüne hedef olarak koymuştur. Bu anlamda devletsizliği, komünaliteyi, özyönetimi ve doğrudanlığı esas almaktadır. "Demokrasilerde yönetilme yoktur. Kendini yönetme vardır. Ege­menlik altına almak yoktur, kendi kendine egemen olmak vardır." (Abdullah Öca- lan, Bir Halkı Savunmak, s.124) "Demokratikleşmeyi ve demokrasiyi devletleşme hastalığından kurtarmadıkça da demokratik sisteme geçilemez." (s.122) Abdullah Öcalan'ın demokrasiyi devletin sınırlarını daraltmak olarak düşündüğü açıktır, öz­yönetimler halkın kendisini iktidarlaştırarak devleti sınırlamanın/dengelemenin bir aracı haline dönüşmektedirler. Bu anlamda aslında yukarıda Lenin'in çizdiği çerçe­veden oldukça farklı bir tutumla karşı karşıya bulunuyoruz. Öcalan özyönetimleri devlet iktidarını dengeleyen uzun süreli ikili iktidar aygıtları olarak değerlendir­mektedir. Çünkü sunulan çerçeve genel bir demokratikleşme perspektifine sahip olsa da esas olarak ulusal sorunun çözümünde bir yöntem olarak önerilmektedir. Oysa Lenin'de Sovyetler kısa sürede son verilmesi gereken bir ikili iktidar durumun­da, kendisini hızla geçici hükümete dönüştürmesi beklenen özyönetim aygıtlarıdır. "Lenin'de iktidarı ele geçirme çağrısı gerçekten de ideolojik bir 'iktidar' kavramına esaslı bir şekilde bağlı görünür. Lenin'de iktidar diyalektik olmayan, diyalektikleşti- rilemeyen doğal bir mutlaktır. Onun iktidar tanımı tekil olarak burjuva iktidar teo­rilerinin tanımına yakındır. İkili iktidarın ancak kısa süreli olabileceği savı, Lenin'de böyle bir iktidar kavrayışının açık bir sonucudur" (Antonio Negri, Strateji Fabrikası Lenin Üzerine 33 Ders, s.182) Lenin'i böyle düşünmeye iten iki etken vardı. Bu et­kenlerden konjonktürel olanı özellikle 1917 Şubat sonrasında Rus Devleti'nin içine düştüğü sonsuza kadar süremeyecek olan aczinin açtığı olanaklardı. Diğer yapısal etken ise RSDİP'in sermaye ilişkisinin temeline çomak sokmayı stratejinin temeli yapma çabasıydı. Sermaye ilişkisine son vermek isteyen bir siyasi hareket açısından devlet iktidarının ele geçirilmesi/yok edilmesi bir zorunluluktur çünkü burjuvazinin hiçbir devleti böylesi bir talebi kabul edemez, ancak 20. yüzyılın başında yaptığı gibi bu talebi revizyona uğratarak bir pasif devrimle kapsayabilir. Böylesi bir kapsamanın ürünü olarak da Keynesyenizm ya da İthal İkamesi gibi sınıf uzlaşmasına dayalı bi­rikim stratejileri üretebilir. Ama sermaye ilişkisini yok etmeye dönük hiçbir hareket bu anlamda kapsanamaz ancak etkisizleştirilerek yakın tehdit olmaktan çıkarılıp tahammül edilebilir, aksi takdirde mutlaka ezilmelidir.

O YO

SOSYALİZM

, İKTİDAR SO

RUN

U VE Ö

ZYÖN

ETİMLER

oSO

SYALİZM, İKTİD

AR SORU

NU

VE ÖZYÖ

NETİM

LER

Oysa bunun dışındaki tüm talepler demokratikleşme ekseninde kabul edile­bilir, Kabul edilebilir olması tabii ki rahatlıkla kabul edileceği anlamına da gel­mez, Abdullah Öcalan'ın devletsiz bir demokrasiye bu seviyede yaptığı vurgu aslında var olan güç dengesi içerisinde Kürt Sorunu'nu özerklik temelinde çözü­me kavuşturma arayışıyla doğrudan ilgilidir: "Halkın demokrasisinde özyönetim, kendini yönetme esas olduğundan eşitlik ve özgürlük de genel olur, Demek ki en kapsamlı özgürlük ve eşitlik halk demokrasilerinde, devlet ve iktidar olma­yan demokrasilerde oluyor, Demokrasiler devlet inkarı değildir, ama devletlerin süs örtüsü de değildir, Devleti yıkarak demokrasi istemek bir yanılgıdır, Doğru­su, devlet- uzun bir süre sonunda sönmesi gereken devlet- ve demokrasilerin ilkeli bütünlüğünü yürütebilmektir." (s.124) Komünist bir özne açısından sermaye ilişkisinin lağvını böylesi bir süreç ile izah edebilmek mümkün değildir, Çünkü kapitalist devletin gerçek anlamda yenilmesi mümkün olmadan sermaye ilişkisi ortadan kalkamaz, Ancak Öcalan devletin demokrasi tarafından dengelenmesi­nin bir ürünü olarak devletin sönümlenebileceğini öngörmektedir, Devlet Kürt halkının güçlü öz örgütlenmesi ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin devrimci müca­delesi sonucunda ulus devlet olma biçiminde revizyona gidebilir, Türklük yerine Türkiyelilik temelinde örgütlenebilir, hatta 1921 Anayasası'nda olduğu gibi yerel özerkliklere alan açabilir, bu anlamıyla Kürt sorunu açısından gerçekten sönüm­lenebilir, kısa vadede böyle bir gelecek görünmese de teorik olarak bu mümkün­dür, dünyanın farklı bölgelerinde ulusal sorunun çözümü açısından bakıldığında en azından böyle görünmektedir, Fakat tekrar vurgulamak gerekirse devletin sermaye ilişkisi açısından benzer biçimde sönümlenebilmesi bir devrim olmak­sızın mümkün değildir, Bu açıdan Öcalan farklı türden mülkiyet biçimlerinin var­lığını uzunca bir süre koruyabileceğini kabul etmektedir, Dolayısıyla da reddetti­ği demokratik modernitenin üç ayağından biri olan kapitalist modern topluma karşı Ahlaki Politik toplumu önermektedir, Sosyalizmin tarihi sermaye ilişkisini ortadan kaldırmak için özel mülkiyetin devlet mülkiyetine geçmesinin yetersiz olduğunun da bir tarihidir ancak mülkiyet ilişkilerinde bir altüstlük yaratmadan "ahlaki ve politik ilkenin azami rol oynadığı, sınıflaşmanın pek gelişme imkanı bulamadığı, dolayısıyla iktidar ve devlet aygıtlarının ya zorlarını dayatamadıkları ya da karşılıklı tanımayla bir uzlaşmanın gerçekleştiği" bir sonucun ortaya çıkabi­leceğine inanmıyoruz, Tam tersine mülkiyet ilişkilerine kamusallaştırma eliyle mü- dahele olmaksızın toplumla devlet arasındaki ilişkinin kalıcı olarak dönüştürülm e­yeceğine inanıyoruz çünkü devletle toplum arsındaki çelişki esas olarak son kertede finans kapital ile geniş mülksüzyığınlar arasındaki ilişkinin politik bir tezahürüdür. Devlet ile sivil toplum arasındaki çelişki bu anlamıyla toplumun kendi içindeki bir çelişkinin dolayımlanmış halidir, Dolayısıyla devlet ve toplum arasındaki güç dengesinin demokratik bir ölçekte yeniden yapılandırılması esas olarak sermaye ilişkisinin yok edilmesine bağlıdır, Finans kapital ile ezilenlerin birbirini tanıması, bir ezme ilişkisinin ezilenler tarafından takdisi anlamına gelir ki kabul edilmesi bir komünist açısında tasavvur bile edilemez,

Finans kapital yok edilemeden hiç bir demokrasi biçimsel sınırlarından kurtu­lamaz, Devrim olmadan devletin sönümlenmesi, sermaye ilişkisi toplumsallaştı- rılamadan demokrasinin inşası ise bir komünist için hayalden ötesi değildir,

Sonuç OlarakKürdistan'da inşa edilen özyönetimler halklarımız açısından olağanüstü de­

neyimler ortaya çıkarıyor, Gençliğin direnişi bölgede sömürgeciliği kıpırdayamaz noktaya getiriyor, Fakat özyönetimler meselesini ortaya konan direnişin de öte- 111sinde anlamlandırmak gerekiyor, 20, yüzyıl sosyalizmlerinin iktidar konusundaki --------ortaya koydukları zafiyet karşısında halkın doğrudan iktidar aygıtları olarak Kon­seylerin, Sovyetlerin, Halk Meclislerinin, Şuraların, Misyonların ortaya çıkardıkları g deneyimleri geleceğimizin yeniden inşasında temel alan bir sosyalizm kurgusu geliştirmenin zorunluluğu çerçevesinde de özyönetimler önemli tartışmaları zorluyor, Halkın doğrudan iktidar aygıtlarının devrimden önce ve sonra nasıl bir rol oynayacakları üzerinde önümüzdeki dönemde daha da olgunlaşmış tartış­malar yürütmemiz gerekiyor, Bu anlamda halkın doğrudan iktidar aygıtları 21,Yüzyıl Sosyalizmi'nin ruhudur, Özellikle Ekin Wan ve Hacı Lokman Birlik şahsında bu ruhu diriltm ek için Kürdistan'da bedel ödeyenlere selam olsun,

o ­N-<O-

73

<NFABRİKAYI G

ERİ ALMAK: G

ÜN

ÜM

ÜZ KRİZİN

DE İŞÇİ D

ENETİM

İ

FABRİKAYI GERİ ALMAK: GÜNÜMÜZ KRİZİNDE

İŞÇİ DENETİMİ*Çeviri: A yşe TANSEVER

Geçtiğimiz yüzyılın ilk on yılında, fabrika işgalleri ve üretimin işçilerin deneti­minde yapılması Asya'daki birkaç örnek dışında sadece Güney Amerika'ya özgü gibiydi. Sanayileşmiş ülkelerdeki işçilerin çalıştıkları şirketleri işgal edeceği, ede­bileceği ve onları kendi başlarına işletebilecekleri ne işçiler ne de aydınları tara­fından hayal bile edilemezdi. Bununla birlikte, 2008 yılında başlayan kriz Kuzey Yarımküre'de işçi denetimini yeniden gündeme oturttu. Yaşanan kriz sırasında, fabrika işgalleri tüm Avrupa'da özellikle Fransa, İtalya ve İspanya dışında İsviçre, Almanya ve ABD, Kanada gibi diğer ülkelerde de ortaya çıktı. Bununla birlikte, genellikle işgaller işçi denetimine doğru bir adım değil bir mücadele aracı oldu. İyi örgütlü olanlarda işçiler taleplerini elde ettiler diğerlerinde ise işgaller fabrika kapatılmasına ya da kitlesel işçi çıkartmalarına karşı kendiliğinden gelişen bir öf­keydi ve mücadeleler herhangi somut sonuç alınmadan parçalandı.

Saldırgan bir mücadelenin parçası olan geçmişteki tarihi anlardaki fabrika iş­galleri ve ele geçirmeleri günümüzdekilerle karşılaştırırsak şimdikiler savunma durumlarından gelişiyorlar. Ancak Venezüella'da işçi denetimi için son yaşanan mücadele gibi birkaç olay dışında bu değerlendirme 1980'lerin başından beri işçilere yapılan yeni liberal saldırılar süreci için geçerlidir. Krizin sonucu olarak, işgaller ve işyerini ele geçirmeler üretim yerinin, ya da şirketlerinin kapanması, üretim yerinin farklı bir ülkeye taşınması gibi olaylara karşı işçiler tarafından ger­çekleştiriliyor. Yeni bir iş bulma umudu çok az olduğu için işçiler işyerlerini sa­vunmaya çalışıyorlar. Bu savunma durumunda, işçiler sadece protesto ya da istifa etmiyorlar aynı zamanda inisiyatif alıyorlar ve kahramanlaşıyorlar. Mücadele için­de ve üretim alanında yatay sosyal ilişkiler kuruyorlar ve doğrudan demokrasi ve kolektif karar mekanizması kuruyorlar. Ele geçirilen işyerlerinde genellikle kendi­lerini yeniden yaratıyorlar, yakın çevreleri ve diğer hareketlerle bağlar örüyorlar.

Tüm işyeri ele geçirmelerinin mutlaka bu kriterlere sahip olması gereklidir diye bir belirleme de yapılamaz. Her işçi kontrolündeki şirket modeli, içeriği ola­yın kendisinin farklı farklı olduğu temel gerçeğine rağmen işçi kontrolü ve ele geçirmelerini sadece bir ekonomik yöntemden öte sosyo-politik bir eylem ola­rak değerlendirmek her şeye rağmen önemlidir. Bu nedenle ele geçirilmiş şir-

* Occupy Times sitesine konuşma tarihi: 26 Nisan 2015 Bu yazı Darioa Azzellini'in Zed yayınlarında çıkan “An Alternative Labour History: Worker Control and Work­place Democracy (Alternatif Emek Tarihi: İşçi Denetimi ve İşyeri Demokrasisi) adlı kitabından bir bölümdür.

ketleri tartışırken bazı temel kriterlerin olması gereklidir. Bazı İyi niyetli yazarlar Avrupa'da işçi denetimi altında 15ü ele geçirilmiş işyeri olduğunu hesaplıyorlar (2ü13 Troisi). Yakından baktığımızda bunların sadece çok azının gerçekten "ele geçirilmiş" ve işçi denetiminde olduğu söylenebilir. Bu sayı en iyi durumda ge­leneksel kooperatifler yapı ve işleyişini benimsemiş olan tüm işçilerin aldıkları yerleri de kapsar. Hepsi olmasa bile birçoğunda iç hiyerarşi ve bireysel mülkiyet hisseleri vardır. En kötü durumlarda şirketin sosyal hiyerarşisine (bu nedenle de ekonomik gücüne) ya da dış yatırımcı ve hissedarlarına göre (bireysel ve büyük şirketler) eşitsiz bir hisse dağılımı görülür. Olaya böyle baktığımızda da işgal etme kavramı başta kapanmaya mahkum olan ve sadece mülkiyetin bir sahipten, bazı­larının şirkette çalıştığı çok sahipliliğe geçmesi olarak değersizleşir. Bu yapıyı izle­yen şirketlerin, toplumun ve üretimin örgütleniş biçimine değişik bir perspektif katmadığı için "işgal edilmiş" olarak kabul edilmesi zordur.

Bir işyerinin kolektif yönetimi ve sahipliğinin tek yasal zemini kooperatif o l­duğundan çağdaş işçi kontrollü şirketlerin hemen hemen hepsi kooperatif şirket oluyorlar. Genellikle bunlar herhangi bir özel mülkiyet seçeneği olmadığından da kolektif mülkiyettirler, tüm işçilerin eşit hisseleri ve eşit söz hakları vardır. Üre­tim araçlarının özel mülkiyetini sorgulamaları önemli ve ayırt edici özellikleridir. Temelde kolektif ya da sosyal mülkiyet fikrine dayalı olduklarından da kapita­lizme alternatiftirler. Şirketler özel mülk değildir (bireyler ya da hissedarlar gru­bunun), onlar bundan en çok etkilenenlerin doğrudan ve demokratik biçimde yönettiği sosyal mülkiyet ya da "ortak mülkiyet" olarak görülürler. Farklı koşullar altında işçilerden başka, o bölgede yaşayanlar, tüketiciler, başka işyerleri ve hatta bazı durumlarda devlet de (Venezüella veya Küba gibi ülkelerde örneğin) dahil olabilir.

Üretim sürecini denetledikleri ve karar almada belirleyici olduklarında da ge­nellikle işçiler üretim süreci ve şirketin ötesinde sosyalleşir ve politikleşirler. (Ma- labarba 2ü13, 147)

Kriz sırasında ele geçirilen fabrikaların hepsi aşağıdaki örnek modellere uy­maktadır:

Pilpa-La Fabrique du SudPilpa, Güney Fransa'da Narbonne yakınında Carcassonne'da 4ü yıldır don­

durma üreten bir şirketti. Eskiden 3A'ya bağlı devasa bir tarım kooperatifi ola­rak aralarında büyük Fransız dükkanlar zinciri Carrefour gibi müşterilerine çeşitli ünlü marka dondurmalar satardı. 3A şirketi 11 Eylül 2011'de finansal zorluklar nedeniyle Pilpa'yı sattı. Alıcı firma R&R (bir ABD yatırım fonu olan Oaktree Capital Management) onu sadece ünlü markası nedeniyle şirketi değerlensin diye satın almıştı (sonra da Nisan 2013'te sattı.) 2ü12 Temmuz'unda R&R, Pilpa'nın kapatı­lacağını, üretimi başka yere taşınacağını ve 113 işçinin atılacağını açıkladı. İşçi­ler direndiler, işyerini işgal ettiler ve dayanışma hareketi örgütlemeye başladılar. Amaçları üretim alanını kurtarmaktı (Borris 2014).

İşçiler fabrikanın sahibi tarafından makinelerin sökülüp alınmasını önlemek

co

FABRİKAYI GERİ ALM

AK: GÜ

Z KRİZİND

E İŞÇİ DEN

ETİMİ

FABRİKAYI GERİ ALM

AK: GÜ

Z KRİZİND

E İŞÇİ DEN

ETİMİ

için 24 saat nöbet tuttular. Aralık 2012'de İşçiler davayı kazandılar. Mahkeme R&R'nln işçi çıkartma planını ve işçilere ödenecek ücretleri "yetersiz" buldu. R&R yeni bir öneri geliştirirken 27 işçi Pilpa'yı "Fabrique du Sud" (Güney Fabrikası) adı altında işçi sahipliğinde ve kontrolünde bir kooperatif haline getirip çalıştırma planı geliştirdiler.

R&R'nin yeni sahibi ilkbahar 2013 sonlarında tüm işçilere 14 ve 37 aylık brüt maaşları ve 6000 Euro'luk meslek eğitimi parası vermeyi kabul etti. Üstelik Fabri­que du Sud'un aynı pazarda faaliyet göstermemesi koşuluyla kooperatife meslek eğitimi ve pazar araştırması için 1 milyon Euro'luk finansal ve teknik yardım yap­ma ve tek bir üretim birimindeki makineleri devretmeyi de kabul etti. Carcasso- ne Belediyesi de fabrikasının arazisini satın almak için anlaştı (Borrits 2014). Eski Pilpa işçisi ve Fabrique du Sud kurucusu olarak, Rachid Ait Ouaki aynı pazarda faaliyet göstermeme şartını kabul etmenin bir sorun olmadığını şöyle açıklıyor:

"Biz hem çevre dostu hem de yüksek kalitede dondurma ve yoğurt üretece­ğiz. Meyveden süte sadece bölgede yetişen ürünleri kullanacağız ve ürünlerimizi yerelde dağıtacağız. Aynı zamanda biz fiyatları tüketiciler için düşük tutacağız. Biz Pilpa gibi yılda 23 milyon değil sadece yerelde dağıtabileceğimiz 2-3 milyon litre üreteceğiz. Kooperatife eski çalışanlardan ancak 21 işçi katılabildi çünkü daha fazla para yatırmamız ve ayrıca ödediğimiz işsizlik parasını işyeri yaratma programına göre yükseltmemiz gerekiyordu. Herkes bu riski göze almak isteme­di."

Diğer durumlarda olduğu gibi, işçi denetimindeki bir şirket yasallaşmak için kooperatif olmak zorunda kaldı. Kararlar bütün işçiler tarafından birlikte alınır ve 2014 yılı başlarında üretime geçildiğinde de kazançlar çalışanlar arasında eşit olarak dağıtılacaktır.

Maflow'dan Ri-Maflow'aMilano sanayi bölgesinde Trezzano sul Naviglio'deki 1990'larda gelişmiş, çe­

şitli ülkelerde 23 üretim alanı ile dünya çapında ünlü klima tüpleri üreticisi olarak Maflow İtalyan uluslararası araba parçaları üretiminin bir parçası oldu. Krizin tüm acı veren sonuçlarından etkilenmemesine ve tüm tesislerini ayakta tutacak müş­terisi olmasına rağmen 2009 yılında finans işlemlerinde yolsuzluk ve hileli iflas kararı nedeniyle Maflow mahkeme kararı ile zorunlu yönetim altına alındı.

Milano'daki ana üretim tesisinde çalışan 330 işçi fabrikanın yeniden açılması ve işyerlerini korumak için mücadele başlattılar. Mücadele sırasında tesisi işgal et­tiler ve tesisin damında çok muhteşem protesto eylemleri düzenlediler. Mücade­leleri nedeniyle Maflow tüm tesisleriyle birlikte bir paket olarak yeni yatırımcılara açıldı. Kasım 2012'de tüm Maflow grubu Polonyalı yatırım gurubu Boryszew'a satıldı. Yeni sahip çalışan işçi sayısını 80'e indirdi. Geri kalan 250 işçi özel gelir programı fonuna alındı. Buna rağmen yeni sahip üretime bir daha geçmedi ve iki yıl kapatmama anlaşma süresi bittikten sonra 2012 Aralık'ında Boryszew grubu Milano'daki Maflow tesisini kapattı. Kapatmadan öncede içerdeki makinelarin çoğunu kaçırdı. (Blicero 2013 Occorso 2013 ve Massimo Lettiere)

İşsîz kalan bir gurup işçi birbirleri ile bağlantılıydılar ve vazgeçmeme kararı aldılar. Eski Maflow işçisi ve radikal solcu Confederazione Unitaria di Base (CUB) sendika delegesi Massimo Lettiere şöyle anlatıyor:

"Boryszew şirketi aldıktan sonra meclisler kurmaya başladık. Bu meclislerin bazılarında fabrikayı ele geçirmeyi ve içerde çalışmayı tartıştık. Ne yapabilece­ğimizi bilmiyorduk ama bu kadar boş kaldıktan sonra artık işsiz kalacağımızı anlamıştık. O nedenle başka bir seçeneğimiz kalmamıştı ve denemeliydik. 2012 yazında daha önceden yaptığımız piyasa araştırmaları sonucunda burada bilg i­sayar, sanayi makineleri, ev ve mutfak aletlerinin doğaya yeniden dönüşümü için bir kooperatif kurma kararı aldık."

2012 Aralık'ında tesis kapandıktan sonra işçiler eski fabrikalarının önündeki alanı işgal ettiler ve 2013 Şubat'ında eski işçiler bölgedeki hileli iflaslarla kapan­mış diğer fabrikaların işçileri, güvencesiz işçiler ile hep birlikte fabrika içine girip işgal ettiler.

"Biri gelsin sana yardım etsin demenin bir yararı yok. Geride kalanlara sahip çıkmalıydık. Ben işsizim. Yeni bir işyeri açacak param yok. Ama başkasının terk et­tiğ i bir binayı alıp bir iş kurabilirim. Yani bir proje için ilk gerçek yatırım harekete geçmek ve politik eylemdir. Biz politik bir tercih yaptık. Ve o noktadan itibaren çalışmaya başladık"

Mart 2013'de Ri-Maflow kooperatifi resmen kuruldu. Bu arada fabrika binası Unicredito Banka geçti. İşgal sonrası Unicredito işçileri atmamayı kabul etti ve binayı kullanmalarına izin verdi. 20 işçi tüm zamanlarını projeye vererek hem fab­rikayı hem de kendilerini yeniden yarattılar diye anlatıyor Lettiiere:

"Biz daha geniş bir ağ örmeye başladık. Ekonomik faaliyet olarak doğaya ye­niden kazandırma hedefi ile elimizde 'Ri-Maflow' kooperatifi vardı. Binada bazı etkinlikler ve alanlar geliştiren "Occupy Maflow" adında bir dernek kurduk. Bir salonda bit pazarımız var. Bar açtık, konserler ve tiyatrolar örgütledik... Kiraya verdiğimiz bürolarla ortak çalışma alanımız var. Bütün bunlardan elde ettiğim iz az bir kazançla kooperatife bir taşıma aracı ve palet alabildik. Elektrik donanımını yeniledik ve her birimize ayda 300-400 Euro maaş ödedik. Bu çok değildi ama buna 800 Euro'luk işsizlik yardımını ekleyince normal bir ücret gibi oluyor.

2014 yılında biz kooperatif olarak daha büyük ölçekli işler yapmak istiyorduk. Başlattığımız çevrebilim ve kaldırılabilirlikle ilgili iki tane projemiz var. Yerel orga­nik tarım üreticileri ile bir ittifak kurup dayanışma amaçlı alışveriş yapmaya baş­ladık ve Güney İtalya'daki Rosarno Calibria tarım kooperatifi ile bağlantı kurduk. Onlar bir kooperatif ve adil ücret ödüyorlar. Üç ya da dört yıl önce Rosarno'da sömürüye karşı isyan eden göçmen işçilere destek vermişlerdi. Bu kooperatif­ten hem portakal alıp satıyoruz hem de portakal ve limon likörü üretiyoruz. Aynı zamanda devasa bir yeniden dönüşüm projesi geliştirmek için Politeknik Üniversitesi'nde çalışan bir gurup mühendis ile bağlantı halindeyiz. Gerekli tüm izinleri almamız birkaç yıl sürebilir. Atığın azalması vs gibi çevre korumaya uygun bir faaliyeti seçtik ve kolay olan bilgisayar yeniden dönüşüm işine başladık bile ama bunu daha büyük ölçekli yapmak istiyoruz"

LOFABRİKAYI G

ERİ ALMAK: G

ÜN

ÜM

ÜZ KRİZİN

DE İŞÇİ D

ENETİM

İ

ON

FABRİKAYI GERİ ALM

AK: GÜ

Z KRİZİND

E İŞÇİ DEN

ETİMİ

Geleneksel ekonomistlere bu darmadağınık bir ¡ş gibi görünebilir ama ger­çekte fabrikanın sosyal ve çevrebilimle ilgili kullanımlı dönüşümü şu üç temel ilkeye dayalıdır: "a)dayanışma, eşitlik ve tüm üyelerin kendi kendine örgütlülüğü; b)aynı işi yapan kamu ve özel işyerleri ile sürtüşmeli bir ilişki; c)genel iş, gelir ve haklar mücadelesine katılma ve onları yükseltme." (Malabarba 2013, 143).

Yunanistan: Vio.me Sanayi Tutkalından Organik Temizlik MalzemelerineSelanik'teki Vio.Me fabrikası sanayi tutkalı, izolasyon malzemesi ve diğer çe­

şitli kimyasal yapı malzemeleri üretirdi. 2010 yılından sonra işçiler işverenle dört ila altı hafta ücretsiz izne ayrılma konusunda anlaştılar. Ardından fabrika sahibi işçi ücretlerini azaltmaya başladı ama bunun geçici bir önlem olduğunu söyledi ve yakında eksik ücretlerini de alacakları güvencesini verdi. Patron sözünde dur­mayıp ücretlerini ödemeyince işçiler ödenmesi için greve gittiler. Onların müca­delesine tepki olarak işveren 2011 Mayıs'ında arkasında 70 işçinin ödenmeyen ücretini borç olarak bırakıp fabrikayı terk etti. Daha sonra işçiler, şirketin hala kar ettiğini ve "kayıpların" aslında ana firma Philkeram Johnsosn'a Vio.Me'nın açtığı kredi olduğunu öğrendiler. Temmuz 20'da işçiler fabrikayı ele geçirip gelecekle­rini ellerine alma kararı verdiler (ayrıntılar için kitabın 10 bölümüne bakınız). Vio. Me işçisi Makis Anagnostou'nun açıklamalarına göre:

"İşveren fabrikayı terk ettikten sonra biz ilk önce politikacı ve sendika bü­rokrasisi ile pazarlığa başladık. Ama bunun zaman kaybetmek ve mücadeleyi yavaşlatmak olduğunu anladık. Zor günlerdi; kriz ani ve şiddetli etkilerini gös­teriyordu. Yunanistan'da işçiler arasında intihar oranı çok yükseldi ve bizim işçi arkadaşların intihar etmesinden endişelenir olduk. Bu nedenle emek uzlaşmazlı­ğımızı tüm topluma açma kararı aldık ve insanlar bizim ittifak gücümüz oldular. Gerçekten hiçbir şey yapamayacağını düşündüğümüz insanların herşeyi yapa­bileceğini keşfettik!! Birçok işçi bizimle aynı düşüncede değildi, başka nedenler­le mücadeleyi bıraktı. Mücadeleyi sürdüren bizler arasında bir eşitlik, katılım ve güven zemini vardı"

Üretimi ve işyerini ellerinde tutmada başarılı olmasalar bile Vio.Me uluslarara­sı üne sahip oldu ve Yunanistan'da birçok başka işyeri işgaline ilham oldu. Bunla­rın içinde uluslararası olarak tanınan en iyi örnek devlet kamu yayıncılığı şirketi, ERT'dir (ELLINIKI Radiofonía Tileórasi). Hükümet, 11 Haziran 2013'de tüm kamu TV ve radyo istasyonlarının kapanacağını açıkladıktan sonra (yeniden inşa edilip daha az işçi ve daha düşük ücret, sosyal hak ile) işçiler ve memurlar radyoyu işgal ettiler ve 5 Ekim'de zalimce tahliye edilene kadar kendi programlarını ürettiler.

Vio.Me işçileri Şubat 2013'de üretime yeniden başladılar."Artık daha önce ürettiğim iz sanayi tutkalı yerine organik temizlik malzeme­

leri üretiyoruz. Dağıtım resmi değil. Ürünlerimizi pazarlarda, fuarlarda ve festi­vallerde kendimiz satıyoruz ve çoğu ürünümüz sosyal hareketler, merkezler ve hareketin içinde olan dükkanlarda satılıyor. Geçen yıl temel olarak fabrikayı ayak­ta tutmaya çalıştık. Üretim, dağıtım ve satış anlamında çok olumlu bir sonuç al­dığımızı henüz söyleyemeyiz. Kazançlarımız oldukça düşük ve tüm işçileri geçin-

dirmeye yetmiyor, O nedenle bazı işçiler İnançlarını kaybettiler ya da yoruldular ve Vio.Me'yi bıraktılar, Son zamanlarda meclisimiz oy birliği ile kooperatifleşerek statümüzü yasallaştırma kararı aldı."

İşçi El Koymaları Önünde Duran Ortak ZorluklarGünümüzde işgal edilen ya da el konulan işyerlerinin genel bazı sorunları ara­

sında şunlar sayılabilir: Politik parti ve bürokratik sendikaların desteğinin olmaması, eski sahipler ve birçok diğer kapitalist işverenlerin temsilcileri tarafından sabotaj ya da reddedilme; işçilerin özlemlerine yanıt verecek yasal şirket biçimlerinin bulun­maması; kurumsal çerçevesizlik; kurumlar tarafından engellenme; özel kurumlar- dan daha da az olmak üzere hiç bir finansal destek ve kredi olanağının olmaması.

Günümüz işgal fabrikalarının karşısında genel olarak elverişli koşullar yoktur. İşgaller küresel ekonomik kriz sırasında gerçekleşiyor. Yeni bir üretim faaliyetine başlamak ve durgunluk içinde olan ekonomide pazar elde etmek kolay bir iş değil. Dahası, işçi kontrolündeki şirketlerin ulaşabilecekleri sermaye desteği kapitalist iş- letmelerinkinden daha azdır. Fabrika işgalleri ve onu ele geçirmeler genellikle sa­hibi fabrikayı terk ettikten sonra gerçekleşiyor ve işveren ya ortadan kayboluyor ya da işçileri birbiri arkasından işten attıktan sonra terk ediyor. Fabrika sahipleri işçile­rin ücretlerini, tatil paralarını, tazminatlarını ödemeden kaçıp gidiyorlar. Genellikle fabrika sahibi işletmeyi kapatmadan makineleri, araçları ve hammaddeleri başka yerlere kaçırıyor. Bu durumda, hiç ya da çok az bir finansal destek, belirsiz bir gelir nedeniyle çoğu kaliteli özellikle genç işçiler işletmeden daha iyi olanaklar ya da yeni bir iş bulma umudu ile uzun dönemli bir mücadele ufkundan uzaklaşıyorlar. Kalan işçiler de dar anlamı ile yalnız üretim sürecini değil aynı zamanda tüm şirketi tüm özellikleri ile yönetebilmek için ek bilgi edinmek zorunda kalıyorlar. Ama bir kez işçiler fabrikayı ele geçirince eski işveren birden yeniden ortaya çıkıyor ve "ken­di" işyerini geri istiyor.

Kapitalistlerin nasıl, kiminle yapılırsa yapılsın iş iştir inancının tersine başka mantık taşıyan işçi kontrolündeki işyerleri kapitalizmin özündeki dezavantajları dı­şında, kapitalist işveren ve kurumlar kadar burjuva devletin saldırı ve düşmanlıkları ile de karşı karşıya kalıyorlar. İşçi kontrolündeki şirketler eğer ki kapitalist işleyişe boylu boyunca teslim olmazlarsa o zaman farklı bir örnek oldukları için tehdit ola­rak görülüyorlar.

İşçi El Koymalarının Ortak ÖzellikleriVarlığını sürdürdüğünü bildiğimiz yukarıda anlatılan birkaç işyeri ele geçirmesi

birbirinden büyük farklılıklar gösterir. Bazı fabrikalarda modern ve teknik açıdan tam çalışır makineler vardı. Diğerlerinde eski sahip tarafından kelimenin tam an­lamıyla tamamen yağmalanmıştı ve her şeye sıfırdan başlamak zorunluluktu. Bazı fabrikalar yerel yetkililerden diğerleri yerel sendikalardan destek buldular. Ele geçi­rilen fabrikaların ortak özelliği ne kadar özgün olduklarının listesi değildir. Yukarıda anlatılanlar, özellikler dizisidir ama ele geçirilen fabrikalarda mutlaka yerine getiril­mesi zorunlu değildir.

^1

FABRİKAYI GERİ ALM

AK: GÜ

Z KRİZİND

E İŞÇİ DEN

ETİMİ

oo

FABRİKAYI GERİ ALM

AK: GÜ

Z KRİZİND

E İŞÇİ DEN

ETİMİ

Tüm ele geçirme süreci demokratik bir şekilde yönetiliyor. Kararlar her zaman ister bir konsey ister meclis olsun tüm katılımcıların oy eşitliği ile doğrudan de­mokrasi biçiminde alınıyor. İşçi kontrolündeki fabrikalarda bu doğrudan demok­ratik mekanizma uygulaması yalnız tek tek işletmelerde değil aynı zamanda tüm toplumda kararların nasıl alınması gerektiği konusunda önemli sorular sorduru­yor. Böylece yalnız kapitalist bir iş değil aynı zamanda "demokratik" iktidarın libe­ral ve temsili yapısına da meydan okunuyor.

Diğer belirgin ortak özellikler işgaldir. Bu yasadışı bir eylem yapmak ve sonuç­ta yetkililerle çatışmaya girmek demektir. Bu işçilerin kendileri tarafından doğru­dan eylemdir. Onlar ne "temsilciler" ne de bir sendika ya da parti tarafından tem ­silci olmayı bekliyorlar hatta kendileri eyleme geçmeden devlet kurumlarının sorunlarını çözeceği umutları da yoktur. Malabarba'nın doğru olarak tespit ettiği gibi: "Eylem tepesi taklak konulmalıdır: İlk önce girişim, işgal ve sonra az çok bi­linçli olarak başarısız olan kurumlarla bağlantıya geçmek" (Malabarba 2013, 149}

Bu aynı zamanda, Latin Amerika deneyimlerini de doğrular. Arjantin, Brezilya, Uruguay ve Venezüella'da da işçiler her zaman sorunlarına pratik yanıtlar bul­mada, sendikalar ve kurumların önünde olmuşlardır. İşgaller, kamulaştırmalar, yasalar, mali ve teknik destek vs. her zaman işçi inisiyatifinin arkasından gelir ve onların doğrudan eylem ve mücadelesine bir tepki olarak gelişir. Ele geçirmeyi gerçekleştiren işçiler tarafından yapılan üretim için de aynı şey geçerlidir: Yasaları harfiyen yerine getirmek, tüm yasal yetki için bekleme ve vergileri ödeme demek aslında bu eylemin en başta ölü doğması demektir.

Üretim eylemi eskiden yapıldığı şekilde sürdürülemediğinden çoğu fabrika yeniden yaratıldı (çünkü makineler sahibi tarafından götürülmüştür, çünkü çok müşterileri yoktur ve işçilerin daha önce erişemedikleri çok uzmanlık isteyen iş­lerdir ya da işçiler başka nedenlerle başka kararlar alırlar}. Diğer daha belgelen­miş durumlarda çevreyle ilgili konuların ve sürdürülebilirlik sorularının eksene oturduğunu görüyoruz. Bu İtalyan fabrikasında olduğu gibi geri dönüşüm üze­rine gelişim, Selanik'teki Vio.Me'da sanayi tutkalları, tinerlerden organik temizlik maddelerine ve Fransa'daki iki fabrikada organik ürünler, yerel ve bölgesel ham­maddelerin kullanımı ve ürünlerin yerel ve bölgesel dağıtımına dönüşüm oluyor. İşletmenin geleceğine yönelik uzun vadeli sorun doğanın geleceği, kısa vadeli olarak da bölgelerinde yaşayanların sağlık sorunları öne çıkıyor. İşçilerin öngör­düğü yeni toplum yapısında çevrebilimle ilgili unsurlar kadar demokratik ilkeler de önemlidir.

İşçilerin mücadelesi ve işgal edilmiş ya da ele geçirilmiş işyerleri aynı zamanda yeni sosyal ilişkilerin geliştiği ve pratiğe geçirildiği alanlardır: Güvenilirlik artıyor, karşılıklı yardımlaşma, katılımcılar ve diğerleri arasında dayanışma, katılım ve eşitlik yeni kurulan sosyal ilişkilerdeki bazı özelliklerdir. Yeni ve en azından ka­pitalist üretim sürecinde ortaya çıkandan farklı değerler doğuyor. Bir kez işçiler karar verdikten sonra örneğin işyeri güvenliği öncelik oluyor.

Ele geçirilen fabrikalar genellikle bölgeleri ile güçlü bağlar geliştiriyorlar. Çev­relerini destekliyorlar ve onlardan da destek alıyorlar. O bölgede olan çeşitli öz-

nelliklerle etkileşim içinde olup ortak girişimler geliştiriyorlar. Ayrıca farklı sosyal hareketler, sosyal ve politik örgütlerle bağlantılar kurulup güçlendiriliyor. Bütün yukarıda sözü edilen fabrikaların sosyal hareketler ve özellikle 2011'den beri küresel ayaklanmanın parçası olan yeni hareketlerle doğrudan ilişkileri var. Bu özellikler, bölgelerinde güçlü bağlar kuran, diğer hareketlerle yakın ilişki içindeki Latin Amerika'daki başarılı fabrika ele geçirme örnekleri ile açık paralelliktedir.

Bölgede böyle sağlam bir duruş başka önemli sorunlara karşı meydan oku­maya da yardımcı oluyor: Değişen çalışma ve üretim koşulları tam gün sözleş­meli işçi sayısını radikal bir şekilde azalttığı gibi her şirkette çalışan işçi sayısını azaltıyor. Geçmişte iş ve üretim süreci otomatik olarak işçiler arasında bir kaynaş­ma yaratıyordu ama bugün işin bir dağıtma etkisi var, çünkü aynı işyerinde ça­lışan işçiler artık başka başka statülerde ve farklı anlaşmalarla çalışıyorlar. Genel olarak giderek daha çok işçi güvencesiz çalışma koşullarına ve kendi kendine iş kurmaya itiliyor (yaptıkları iş tamamen bir "işverene" bağlı olsa bile). Bu tür işçiler nasıl örgütlenecekler ve mücadele araçları nelerdir? Eğer sermaye üzerinde zafer kazanılacak ise bu solun yanıtlaması gereken önemli bir sorudur.

İtalya'da Ri-Maflow ve üfficine Zero, güvencesiz ve bağımsız çalışanlar ile me­kanlarını paylaşarak yeni çalışma biçimi ile güçlü bağlar kurdular. Kanada'daki Toronto olaylarında bu işin yeni dağıtıcı özelliğine karşı farklı bir yaklaşım geliş­tirildi. Ele geçirilen fabrikalardaki işçiler hem birbirlerini tanıyorlar, hem de ken­dilerini daha geniş bir hareketin parçası olarak görüyorlar. ünların mücadelesini duyan Mısır'da Kouta Çelik Fabrikası İşçileri Yunan Vio.Me işçilerine destek mek­tubu gönderdiler. Vio.me işçisi Makis Anagnostou şöyle diyor: "Vio.Me çalışan­larının hedefi işçi denetimi altında birçok fabrika ile Avrupa ve uluslararası ağ oluşturmaktır" Bu hedefin gerçekleşeceğine inanmak için yeterli neden vardır.

YO

FABRİKAYI GERİ ALM

AK: GÜ

Z KRİZİND

E İŞÇİ DEN

ETİMİ

o<NİŞÇİ SEN

DİKALA

RIND

A YENİ BİR BAŞLAN

GIÇ

İŞÇ İ SENDİKALARINDA YENİ B İR BAŞLANGIÇ

Mehmet AKYOL

Ülkede işçi sendikalarının İçinde bulunduğu İçler acısı durum hakkında bu­güne kadar yeterince tartışma yapıldı. Bu durumda çıkış konusunda yazılanlara bakıldığında ise bilinen hazır reçetelerden başka bir şey ortalarda görülmemek­te. Gerek Bölge açısından gerekse de metropollerdeki yurtseverler açısından ise toplumsal mücadelenin her alanında görülen atılım henüz işçi sınıfı mücadelesi içinde pek hissedilmemekte.

Oysa demokratik ekonominin inşasında çalışanların rolü ve katılımı en önemli faktör durumundadır. Sendikaların bu süreçte, sınıfın ekonomik kurumları olarak hangi rolü oynayacağının tartışmaya açılması, varılan sonuçlar çerçevesinde sen­dikaların yeniden yapılandırılması önümüzde duran önemli bir adımdır.

Ülkedeki sosyal mücadele dikkate alındığında, mevcut sendikaların günün ih­tiyaçlarına cevap veren yeni bir yapılanmayı başaramayacakları açıktır. Bölge'de verilen mücadele ise pek çok açıdan söz konusu yeniden yapılanma için yol açı­cıdır, hatta giderek belirleyici tek etken olarak öne çıkmaktadır. Gerek mücadele anlayışı, gerekse de örgütlenme yöntemleri, mevcut sendikaların yeniden nasıl yapılanması gerektiğini göstermektedir.

Sendikalar bilinen nedenle bugüne kadar mücadeleye ya karşı tavır aldılar ya da aralarına mesafe koymaya çalıştılar. Sendikalar içindeki devrimci demokrat kesim de benzer bir yaklaşım içinde. Mücadelenin sendikalar içindeki tutumu ise bugüne kadar mevzi elde etme çabasını aşamadı. Kuşkusuz bunda hareketin ön­celiklerinin önemli bir yeri var. Ancak gelinen aşamada HDP/HDK deneylerinde gördüğümüz gibi 'yeni bir yaşam için' bir araya geliş önemli bir ivme yaratmakta, değişimin önünü açmaktadır.

Nereden Başlayacağız?Sorunun tek bir cevabının olmayacağı açık. Üstelik hedeflenen demokratik

ekonomi için sendikaların yeniden yapılanması gerektiği dikkate alındığında bo­yutlar daha da artmakta. Elimizde hazır reçetelerin olmadığı noktasından hare­ketle somut gelişmelerin ışığında bir yol çizebiliriz.

İlk adımın atılması için ön şart, sendikaların içinde olmak ve sendikaların so­runlarını beraberce çözmeye çalışmaktır. Gerek Bölge'de, gerekse de metropol­lerde yurtseverlerin sendikaya üye olmaya teşvik edilmeleri, sendika içinde söz

sahibi olmalarının sağlanması ilk adım olarak nitelenebilir. Ancak bu adımla bir­likte, yeniden yapılanmanın teorik çerçevesinin çizilmesi için bir tartışma açılmak bir zorunluluktur. Tek başına sendikalara üye olmayı teşvik, mevcut sendikal so­runların kangrenleşmesinden başka bir sonuç vermeyecektir.

Somut bir örnekten yola çıkarak bazı önerileri tartışmaya açalım. Meclis'te ka­bul edilen son Torba Yasa'da yer alan küçük bir nokta, Toplu İş Sözleşmesi yetkisi konusunda bitmek bilmeyen tartışmalar için yeni bir umut haline getirilebilir. Öncelikle TİS için ön şart olan baraj maddesi iki durum için yürürlükten kaldırıl­makta. 2009 öncesi %10 barajını aşarak bir işyerinde yetki almış olan sendikalar, bu işyerlerinde tekrardan yetki alma hakkına kavuşmakta. 2009 Temmuz ila 2012 Temmuz'u arasında kurulan sendikalarda bu yetkiye sahipler. Tek şart ise işyerin­de çalışanların yarısından fazlasını sendika üyesi olması.

Bu maddenin hukuksal anlamı özenle incelenmeli. Öncelikle Dev Turizm İş gibi sendikaların hızlı bir biçimde işyerlerini örgütleyerek yetki alması, buna bağ­lı olarak barajı aşma hamlesi yapabilmesi olanaklı hale gelmekte. Bu maddeden DİSK ve Türk-İş'e bağlı 7 sendika yararlanacak.

Bu sendikaları yapacakları hamlede ön koşulsuz desteklemek sendikalar için­deki ön yargının kırılmasına önemli bir katkıda bulunacaktır. Burada önemli bir konu dikkatlerden kaçmamalıdır. Sendikalar daha başlangıcından bu yana sü­rekli olarak politik hareketlere dayanarak var olabilmişlerdir. Politik hareketler ne kadar güçlü ise o kadar sınıfa hizmet etmişler, politik hareketlerin zayıf düşmesi ile sınıftan uzaklaşmışlardır. Bu anlamda bugün ülkede yükselen politik hareket, sendikaların derdine deva olacak tek ilaçtır.

Ancak daha ilginç olan konu, bu maddenin Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı­lığının doğuracağı sonuçlar. Örneğin; BATİS gibi sendikalar bu kapsam içinde de­ğil. Bu durumda BATİS bir işyerinde çalışanların yarısından fazlasını üye yaparak TİS yetkisi isteyebilir. Bakanlık bu yetkiyi kabul etmeyecektir. Bu durumda konu Anayasa Mahkemesi'ne götürülüp eşitlik talep edilebilir.

Başka bir deyişle barajda bir delik açılmış oluyor, bunu ciddiye alarak barajın tümüyle yıkılması hamlesi yapılabilir. Bunun için atılacak ilk adımlar önemli. Çün­kü söz konusu yetki talep süresi bir yılla sınırlı. (Nisan 2016'ya kadar)

Yol HaritasıYukarıda belirtildiği gibi sorun iki boyutu ile birlikte ele alınmalıdır, yeniden

yapılanmanın çerçevesi ve somut örgütlenme adımları. Bunun için ilk elden bir Koordinasyon Kurulu oluşturulması gerekmektedir. Kurul üyelerinin tespiti ve görev çerçevelerinin çizilmesi en kısa zamanda yapılmalıdır. Kurul ilk toplantı­sında bunun için gerekli kadro ve mali desteği hesaplayarak alanda çalışmaları başlatmalıdır.

İlk etapta, söz konusu 7 sendika değerlendirilmeli, bu sendikalarla kurulacak ilişkinin çerçevesi çizilmelidir. Diğer bağımsız sendikaların tespiti ve yukarıda sözü geçen yasal girişimlerin yapılması için de ortaklaşa bir yol haritası yapılması denenmelidir.

<NİŞÇİ SEN

DİKALA

RIND

A YENİ BİR BAŞLAN

GIÇ

<N<NİŞÇİ SEN

DİKALA

RIND

A YENİ BİR BAŞLAN

GIÇ

Buna paralel olarak yeniden yapılanma İçin başlatılacak tartışmaların nasıl yü­rütüleceği de kararlaştırılmalıdır. Bu çerçevede çalışmaları yürütecek kadroların eğitimi tartışmaların bir parçası olarak düzenlenmelidir.

Gerek yapılan çalışmalara ilişkin haberler, gerekse de söz konusu tartışmalar yayın organları aracılığıyla yaygınlaştırılmalı, gerekli olduğunda broşür ve benzeri destek yayınlar çıkarılmalıdır.

Demokratik Ekonomide Üretimin Yeniden ÖrgütlenmesiSendikal hareketin doğuş döneminde çalışanlar için örgütlenme sadece işye­

rinde örgütlenme ile sınırlı değildi. Sınıf dayanışmasının hayatın her alanında ör­gütlenmesi için sosyal konut inşasından dayanışmacı tüketime kadar her alanda girişimlerde bulunulmuştu. Kapitalizmin gelişmesi sonucu bu alanlar birer birer terk edildi. Bugün pazar ekonomisinin insanlığı bir uçurumun kenarına getirdiği görülüyor. Yalnızca sınıf dayanışmasının yeniden örülmesi değil ekonominin yeni­den yapılandırılması artık bir gereklilik. Kuşkusuz bu tek başına sendikaların başa­racağı bir görev değil. Ama sendikalar bu süreçte önemli bir rol oynayacaklardır.

Tüketim, yaşam kolektiflerinin yanı sıra üretim kolektiflerinin kurulması sendi­kalarla birlikte gündeme alınmalıdır. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde son yıl­larda gündemden düşmeyen üretim kolektifleri deneyleri ile Rojava'daki benzer deneylerin yan yana getirilmesi bizlere yeni ufuklar açacaktır.

Benzer şekilde Batı Avrupa'da sendikalardan bağımsız olarak ortaya çıkan tü ­ketim ve yaşam kolektifleri de tartışmaların gündemine taşınmalıdır. Bu tartışma­ların Bölge'de ve metropollerde farklı biçimlerde yapılması gerektiği ise gözden kaçırılmamalıdır. Bu tartışmaların DTK ve HDK Emek Meclislerine taşınarak hayata geçirilmesi mümkündür.

Bu konuda çalışmaların hangi çerçevede yürütüleceği ve yol planının belirlen­mesi için ön çalışmalara başlanması gerekmektedir.

Hedef BüyütmeSendikal hareketin yeniden yapılandırılması için bir sonraki aşamada, her iki

çalışmanın sentezinin yaratılması sonucu ortaya çıkacak olan örgütlenme modeli öncelikle çalışmanın sürdürüldüğü sendikalarda gündeme taşınmalı, gerekli tü ­zük değişiklikleri için girişimlerde bulunulmalıdır. Bunun doğrudan sonucu diğer sendikalarda benzer tartışmaların başlatılması olacaktır.

Bu aşamada diğer ülkelerdeki tartışmalar dikkate alınarak, tartışmanın ulusla­rarası bir boyutta sürdürülmesi için girişimlerde bulunma noktasına sıçranabilir.

Sendikal hareketin, demokratik ekonominin örülmesi çalışmalarının bir parça­sı olarak kavranması ile somut adımlar atmak mümkün hale gelecektir.

HDK Emek Meclisi'ne Öneriler7 Haziran sonrası oluşan yeni durum bu konuda ilk adımların atılabileceğini

gösterdi. Bu çerçevede HDK Emek Meclisi'ne aşağıdaki öneriler sunuldu. Ancak erken seçimin gündeme gelmesi bu önerilerin tartışılmasını şimdilik erteledi.

Öneriler şu şekilde:Seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı imkanları ve bunların nasıl gerçekleştiril­

mesi gerektiği emek alanı için ayrı bir önem taşıyor. Kürdistan direniş hareketinin Gezi İsyanı ile yan yana gelmeye başlamasını başarının önemli halkalarından biri olduğunu kabul edersek, Bursa 'metal fırtınası' ile ortaklaşma bu başarının deva­mını getirecek demektir.

HDP ve vekilleri bu anlamda zaman geçirmeden aynı zamanda sınıfın tem­silcileri olduklarını somut adımlarla göstermek zorundadır. Bunun için atılması gereken ilk adım yerel emek meclislerinin nasıl oluşması gerektiği tartışmasıdır. HDK EM bunun için bir 'Örgütlenme Komisyonu' oluşturmalı, bu komisyonun ta­rafından hazırlanacak bir 'Eylem Planı' doğrultusunda harekete geçilmelidir. Ör­gütlenme Komisyonu bu amaçla HDK Kadın, Gençlik Meclisleri ile ortak çalışma imkanlarını da araştırmalıdır.

İkinci önemli adım ise HDK EM olarak diğer 'emek örgütleri' ile ortak çalışma zemininin araştırılmasıdır. Başta sendikalar olmak üzere sınıfı ilgilendiren konu­larda nasıl ortak bir çalışma mümkün olabilir sorusu cevaplandırılmalı, bunun için gerekli kurumlaşmalar tartışmaya açılmalıdır.

Bu iki başlığın ivme kazanması ise seçilen vekillerin yapacakları çalışmalar­la sağlanmak durumundadır. HDK EM parti yönetiminden, bu alanda çalışacak vekilleri görevlendirilmelerini talep etmelidir. Bu vekillerle birlikte yapılacak dü­zenli toplantılar sonunda 'politik bir yol haritası' ortaya çıkarılmalıdır. Politik yol haritası bir yandan mecliste yapılacak çalışmalar, bir yandan yerellerde yapılacak etkinliklerden oluşmak durumundadır.

Meclis çalışmaları geçmişten farklı olarak, sadece soru önergeleri biçiminde değil, mevcut yasal düzenlemelerin çalışanlar lehine nasıl değiştirileceği ekse­ninde olmalıdır. Daha önceki meclis aritmetiklerinden farklı olarak bugünkü mecliste bu konularda çoğunluk oluşturulacak bir ortamın yaratılmasının müm­kün olduğu veya mümkün hale getirileceği kabul görmek zorundadır. Taşeron sorunundan, işçi sağlığı iş güvenliği sorununa kadar her alanda meclis çoğunlu­ğunu sağlayacak öneriler hazırlanmalı ve çoğunluğu sağlamak için diğer parti­lerle meclis komisyonlarında ortaklaşmanın sağlanması hedeflenmelidir.

Yerel EM'lerinin oluşması ile birlikte gene vekillerle birlikte yerel emek sorun­ları gündeme getirilmeli, bu sorunların çözümü için yerel sendika ve emek ku- rumları ile ortak çalışma zemini yaratılmalıdır. Gerekli olduğu yerlerde bu çalış­malara vekillerin desteği sağlanmalıdır.

Mevcut HDK EM'nin bunları yapacak kapasiteye sahip olmadığı gerçeğinden yola çıkarak meclisin nicel ve nitel kalitesinin yükseltilmesi için gerekenlerin tes­piti ve bunların sağlanması için yürütmeden gereken karar ve yardımların talep edilmesi ayrıca tartışılmalıdır.

Not: Bu yazı sadece bir öneri için ilk düşünceler olarak kaleme alındı, konuların ele alınışı ilk bakışta yüzeysel ve uçuk olarak görülebilir. Önerilerin anlaşılabilme­si için daha önce yayınlanan,

co

<NİŞÇİ SEN

DİKALA

RIND

A YENİ BİR BAŞLAN

GIÇ

<NİŞÇİ SEN

DİKALA

RIND

A YENİ BİR BAŞLAN

GIÇ

-'Demokratik Ekonomide Emek- Sendikalar ve Sınıf Hareketinin Kurumları- Yeni Sömürgecilik 'Süreci'-İşçi Meclisleribaşlıklı yazıların ek olarak dikkate alınması yardımcı olacaktır,

'DEMOKRATİK EKONOMİ'DE EMEKBu hafta sonu Demokratik Toplum Kongresi'nce düzenlenecek olan Demok­

ratik Ekonomi Kongresi'nin gündeminde "alternatif ekonomi modelleri çerçeve­sinde komün ve kooperatifler üzerine tartışmalar" bulunuyor, Yapılan açıklamada kongre amaçları arasında "ilkeler" ve "gerçeklik" arasında ortaya çıkan farklılıkları ortadan kaldıracak "somut çözümler" de bulunmakta,

Başka türlü ifade edilecek olursa, bugüne kadar derinlemesine tartışılan ko­nular, artık hayata geçirilme aşamasına gelmiş durumda, Bu süreç içerisinde gerek çalışanların gerekse de onların sendika gibi kurumlarının rolü üzerine bir tartışma kaçınılmazdır,

DTK'nın daha önce yapılan "Demokratik Özerkliğin Ekonomisi" çalıştayında haklı olarak "Hiçbir toplum ya da siyasal ve sosyal sistem kendi ekonomik modeli­ni gerçekleştirmeden kendini var edemez" tespiti yapılmıştı, Demokratik özerklik esas olarak toplumu, "aşağıdan yukarıya" yeniden yapılandırmayı hedeflediğine göre, ekonomik alanın da bu çerçevede yeniden yapılandırılması esas alınacaktır,

O zaman en alta giderek bu yapılanmanın nasıl olacağı tartışılmalıdır, Bu ko­nunun teorik tartışmasını bir yana bırakarak, bugün Bölge'de bunun nasıl yapı­lacağı konusuna cevap arayalım, Konumuz genel olarak ekonomi, özel olarak işçi hareketi olduğundan somut bir öneriyi nasıl hayata geçiririz sorusuna cevap arayalım,

Mevcut yasal çerçeveye göre yerel idareler, istesinler veya istemesinler, halka sunmak zorunda oldukları hizmetlerin bir bölümünü, kendileri yapmak yerine satın almak zorundalar, Bu zorunlu "özelleştirme" hem vurgun düzenine kan ak­tarmakta, hem de taşeronlaştırma faciasına yol açmaktadır, Bu konuda belediye­lerin eli kolu bağlıdır ancak sendika gibi meslek kuruluşları için aynı şey söylene­mez,

Sendikalar haklı olarak taşeronlaştırmanın sona erdirilmesini talep ediyorlar ancak talep etmek yetmiyor, en azından AKP'nin hükümet olduğu sürece bu dü­zeni değiştirmeyeceği açık, İş başa düştü diyerek kolları sıvamak bir gereklilik, Mümkün mü sorusunu bir kenara atıp şöyle bir "hayal" kuralım, Belediyelerin hiz­met alımı için yapılacak ihaleye girecek bir şirketin, ihaleyi kazanması halinde, çalıştıracağı işçilerle bir toplu iş sözleşmesi yaptığını düşünelim,

Bu sözleşme çerçevesinde "Herkesin kendi işinin ve işyerinin emekçisi olduğu bir ekonomik üretim sistemi" oluşturmak mümkün değil midir? Bu işin "demok­ratik bir temelde kurulması, işletilmesi ve yönetilmesi"ne bir engel var mıdır? Çalışanların "karar alma sürecine katılması, yönetimin demokratik bir biçimde seçilmesi" bu sözleşme kapsamında gerçekleştirilemez mi?

İhaleyi alan şirketin, yukardakl İlkeler doğrultusunda yapacağı bir toplu ¡ş söz­leşmesi İle yukardakl prensipler doğrultusunda oluşacak bir "işçi kolektifi" ile be­lediyeye bu hizmeti sunması mümkün. Bu durumda kuşkusuz şirketin karı asgari düzeyde gerçekleşecektir. Hatta şirketin oldukça "hayırsever" olması da elbette mümkündür, ettiği karı da toplum yararına harcayacak kadar hayırsever!

Nerede böyle bir şirket diye sormayalım lütfen, elbette henüz böyle bir "şir­ket" yok, önerimiz de zaten böyle bir şirketi "yaratalım" şeklinde. Kimler yapsın derseniz, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları el ele neden yapamasın demek mümkün. Yasalar? Evet, yasalar buna engel değil, en azından bu prensipler çer­çevesine uygun bir yapı mümkün. E, biraz da hukukçulara iş düşsün.

Sendikalar taşeronu ortadan kaldırmak için böyle bir adım atmak zorunda. DTK için ise bu öneri alternatif bir ekonominin bir "tuğlası" olabilir. Üstelik bölge­deki belediyelerin önemli bir kısmı söz konusu "hizmet alımından" rahatsız, böyle bir öneri onların da önünü açacaktır.

Öte yandan sözü edilen "işçi kolektlflerl"demokratlk özerkliğin sağlam bir yapı taşı olmaya adaydır. Bölgedeki kapitalizmin ortadan kaldıramadığı "geleneksel üretim" ile birlikte bir altyapı oluşturulabilir. Biliyoruz, hayalleri gerçekleştirmek için mutlaka "ateşi çalacak Prometheus"lara ihtiyaç vardır, yoksa ne insan insan olur, ne de toplum toplum. DTK çalıştayında denildiği gibi "Alınması gereken me­safe hala fazladır, fakat asla olmayacak bir ütopya değildir."

SENDİKALAR VE SINIF HAREKETİNİN KURUMLARIBugüne kadar sınıf mücadelesinin siyasal ve ekonomik mücadele kurumları

üzerine yapılan tartışmalar hala derine inmiş değil. Sınıfın nitel ve nicel değişme­lerine denk düşen örgüt biçimleri hala el yordamı ile bulunuyor. Bu konuda dişe dokunan bir tartışma ise ufukta görünmüyor.

Ekonomik mücadele alanı konusunda bir tartışma başlatmak için bir ön tespit gerekli. Ekonomik alan denince akla ilk gelen sendikaların başarılarının altında sürekli olarak bir politik yapılanma olduğu çoğu kez unutulur. Bu nedenle sendi­kaların içinde bulundukları krizden çıkmaları öncelikle politik örgütlerin güçlen­melerine bağlıdır tespiti yapılmalıdır.

Ekonomik alan denince sendikaların yanı sıra geçmişte kooperatif, dayanışma kasaları gibi kurumlaşmalar yaratıldığı bilinir. Sınıfın sorunlarına cevap vermek konusunda sendikaların bu tür kurumlara öncülük ettiği de. Ancak günümüzde özellikle sınıfın yapısının giderek daha heterojen hale gelmesi ile sendikaların hem kendi yapılarını buna denk hale getirmeleri, hem de diğer kurumlaşmalar artık hayati bir hale gelmiştir. Her iki alanda önümüzde duran sorunlar ve bunun çözüm yolları nelerdir?

Sendikalar Nerede Durmakta?Resmi rakamlar meydanda, çalışanların neredeyse üçte biri slgortalı/kayıtlı

olarak çalışıyor. Bunların ise onda birinden daha azı sendikalara üye. Üyelik için noter şartının kaldırılması sendikalara yeni bir imkan getirmemiş gibi gözükmek-

LO<NİŞÇİ SEN

DİKALA

RIND

A YENİ BİR BAŞLAN

GIÇ

YO

<NİŞÇİ SEN

DİKALA

RIND

A YENİ BİR BAŞLAN

GIÇ

te. Tam tersi yeni yasa sendikaların önünü daha da tıkamakta. Hemen hemen her sendikanın başının üstünde bir işkolu barajı satırı sallanmakta. Yeni Torba Yasa ile üç sendikal federasyonun üyesi sendikaların yetki barajlarınının tedrici olarak %3'e çıkarılmasını iptal etti. Başka bir deyişle bir federasyona başlı iseniz işkolu barajınız %1'de kalacak, değilseniz %3.

Yeni yasa çıktıktan sonra görüldü ki işkolu barajı, işkolu sayısının 20'ye düşü­rülmesi ile neredeyse eskiyi aratır bir durum yaratmakta. Geçiş döneminde %1 olan baraj pek çok sendikayı yetkisiz hale getirmişken, bunun 2018'de %3'e çık­ması sonucu bütün sendikaların barajın altında kalmasına neden olacaktı. Sorun, bağımsız sendikalar için bir hilkat garibesi eşitsizlik yaratılarak şimdilik çözülmüş durumda.

Gerek bu durum gerek malum sendikacılık anlayışı, sendikaların kendi dert­leri ile uğaşmaktan sınıfın dertlerine zaman ayıramama (!) sonucunu doğurdu. Elbette geleneksel olarak sendikaların, en azından sınıfın bir bölümü için bir ge­reklilik olmaya devam ettikleri açık. Ancak bu sendikaların kendi örgüt anlayışını değiştirmeleri zorunluluğunu ortadan kaldırmamakta.

Sigortasızların SendikasıYasaların belirlediği sendika anlayışının yansıra yeni tip sendikalara da ihtiyaç

ortadadır. Herşeyden önce sigortalı/kayıtlı çalışmayanların sendikal örgütlenme­leri nasıl olmalıdır sorusuna elle tutulur bir cevap gereklidir. Yasaların belirlediği sınırlar içerisinde sigortasızların sendikal mücadeleye katılımı için akla ilk gelen cevap; işçilerin e-devlet üzerinden üye olması yerine doğrudan sendikalara üye olmalarını sağlayacak bir örgütlenme anlayışı, bir tüzük değişikliği olanağı araştı­rılmalıdır.

Bu durumda sendikalarda iki ayrı türden sendika üyesi ortaya çıkacaktır. Tüzük bu anlamda bu farklılığı ortadan kaldıracak bir anlayışa sahip olmalıdır. Baraj der­dine düşmüş olan sendikalar bu tür örgütlenmeleri bir yük olarak göreceklerdir. Ancak bu durumun sendikalara yeni bir imkan yaratacağı da unutulmamalıdır.

Sendika AidatıÖte yandan sigortasızların ayrı bir sendikal örgütlenme modeli de tartışma­

ya açılmalıdır. Özellikle bağımsız sendikalar için bu yeni bir perspektiftir. Bunun önündeki engel olarak görülen sendika aidatı artık bir çözüme kavuşturulmalıdır. Mevcut durumda sendikalar e-devlet üzerinden üye kazanmakta, işkolu barajını aştıktan sonra, toplu iş sözleşmesi yaparak işveren üzerinden sendika aidatlarını almaktadırlar.

ABD gibi ülkelerde 'Chek-off' sistemi olarak adlandırılan bu sistem, sendikaları maddi açıdan işverene tam bağımlı hale getirdiğinden, AB ülkelerinde daha çok karma sistemler ortaya çıkmıştır. Esası, sendika aidatının bir kısmının işveren üze­rinden tahsili, geriye kalanının işçinin kendisinin ödemesidir. Bu durum işçi ile sendika arasında daha yakın bir ilişki ortaya çıkarmaktadır. Ülkemizde sendikal hareket, aidatın sadece toplu iş sözleşmesine bağlanmasını aşmak zorundadır.

Diğer Tip SendikalarÜlkemizde biraz el yordamı biraz taklitle ortaya çıkan kadın, gençlik, işsiz ve

emekli sendikaları üzerine neredeyse hiç tartışma yapılmıyor. Gerek ülkemizde gerekse de diğer ülkelerdeki deneyler biriktikçe bu konuda artık bir derlenip dü­zenleme aşamasına gelinmektedir.

Esas olarak bu kurumların mevcut sendikal düzenin dışında kaldıkları orta­dadır, ancak varlıkları bir gerekliliktir. Sorun örgütlenme ve mücadele yöntem­lerinin geliştirilmesidir. Bu alanın aktörlerinin bir araya gelerek sorunları masaya yatırmayı ve ortak çözümler üretmeyi gündemlerine almaları gereklidir.

Çalışanların haklarını korumayı amaçlayan, genelde yerel veya bir konu ile sınırlı kalan çeşitli adlardaki işçi kurumları içinde benzer şeyler söylemek müm­kündür. Bu çerçevede 'sokak sendikacılığı' kavramı da tartışılmalıdır. Mücadele­nin yarattığı özgür alanlarda, yasaların sınırlamalarını aşarak yürütülen hak mü­cadelesinin kamuoyunda meşruluğu ilan edilmelidir.

Her Alanda KurumlaşmaSınıfın bütün ekonomik sorunlarını sendikaların üzerine yüklemekten vazge­

çerek her alan için kendine özgü kurumlaşma gerçeği kendini dayatıyor. Örneğin işçi sağlığı, iş güvenliği artık sendikalara bırakılmayacak kadar toplumsal önem kazanmış durumda.

Çalışanların mesleki öğreniminden tüketim kooperatiflerine kadar bir dizi so­run için benzeri şeyler söylemek mümkün. Bu tür kurumlaşmalar için daha cesur olunması, daha az acaba soruları sorulması lazımdır.

YENİ SÖMÜRGECİLİK 'SÜRECİ'2013 Newroz'u ile yeni bir sürecin başladığı konusunda hemen hemen her­

kes fikirbirliğinde. Ancak bu sürecin tam olarak ne olduğu konusunda tam bir karmaşa görülmekte. İlk bakışta göze çarpan sürecin kendisinden çok biçimi üze­rinde tartışmalar yoğun. Silahlı mücadele yürütenler sınır dışına çıkma hazırlıkları yaparken diğer taraf "silahları bırakın da sınır dışına çıkın" diyebiliyor.

Göze çarpan başka bir değerlendirme bu sürecin en fazla kimin yararına ol­duğu. Hükümetin başı savaş kazanmış muzaffer komutan tafrasında, bakanları açıkça 'havlu attılar' diye hava atmaya bayılıyorlar. Hatta hava atma konusunda en çekimser olan Maliye Bakanı Şimşek bile "Süreç başarılı olursa Türkiye ekono­mik açıdan uçar!" diyebilmekte!

Kürt tarafı ise oldukça mütevazı. Kürt kimliğinin kabul edilmiş olması, hükü­metin resmen kendi temsilcileri ile görüşmesi kazanç hanesine yazılanlar. Kuş­kusuz toplumun Alevi kim liğini tanımasını takiben Kürt kimliğini de tanıması demokratikleşme açısında önemli bir kazanç. Her ne kadar bu her iki konuda da ayrımcılığın bitmediği bir gerçekse de alınan yolun da küçümsenmemesi gerek.

Gazetelere yansıyan haberlere göre süreçten en çok memnun kalanların ba­şında 'iş çevreleri' gelmekte. Ülkelere kredi notu veren Fitch'e göre süreç 'yeni not' habercisi ve 'süreç ekonomiye olumlu yansıyacak'mış. TÜSİAD Başkanı Yılmaz ise

K>

^1

İŞÇİ SEND

İKALARIN

DA YEN

İ BİR BAŞLANG

oo<NİŞÇİ SEN

DİKALA

RIND

A YENİ BİR BAŞLAN

GIÇ

"İmralı sürecine destek sunmayı sürdüreceklerini" söylemiş,Türkiye'nin Davos'u olarak lanse edilen Uludağ Ekonomi Zirvesi'ne bu yıl 'te ­

rörle ilgili çözüm süreci' damgasını vurmuş, Haber şu şekilde devam ediyor, "Çö­züm süreciyle ilgili konuşan Türkiye'nin önde gelen iş adamları, sürecin olumlu sonuçlanması halinde Türkiye ekonomisinin büyük bir sıçrama yaşayacağı gö­rüşünde, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'ın "Çözüm olmazsa 2023 hayal olur" sözlerine de destek veren işadamlarına göre bölgeye yatırımlar artacak, Türkiye daha da güçlenecek, Zirveye katılan birçok işadamı da bölgeye şimdiden yatırım sözü verdi"

Zirveye katılan kriz kahini Roubini'nin "Türk-Kürt barış süreci başladı", "Türkiye en büyük başarı hikayeleri arasına girebilir" demesi ise boyalı basını iyice coştur- muşa benziyor, Kahini duyan Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan daha da coşuyor, Türkiye'yi dünyanın ilk 10 ekonomisi içine sokacaklarından ve ihracatı 500 milyar dolar seviyesine getireceklerinden dem vurmaya başlıyor,

Olaya iyice kendini kaptıran Sabah gazetesi ise 'Çözüm süreci ekonomisi' adı altında bir yazı dizisi başlattı, "Çözüm süreci sokağa hızlı yansıdı, Ticaret 10 günde % 17 arttı" denerek başlıyor yazı dizisi, Bu veriler neye dayanarak yapılmış belli değil ama konuşulan varlıklı ailelerin yatırım niyetleri tartışılmaz,

Furyaya yabancı basın da katıldı, Financial Times gazetesi sayfalarında Türki­ye'deki çözüm süreci ve barışın maddi getirileriyle ilgili bir yazıya yer verdi, "Kürt azınlık ile yapılacak olan barış, Türk yatırımların ve ticaretin bölgenin Kürt ağırlıklı diğer bölümlerine de girmesini kolaylaştıracak"mış,

Neler Oluyor?Tartışmalara konu olan yer Kürtlerin yaşadıkları coğrafyadır, 80 yıl önce bu

coğrafya ile ilgili olarak yapılan tespitler şu şekilde idi:"Bugün Türkiye nüfusunda önemli bir toplam tutan iki ulusal varlık var: Türk-

lük-Kürtlük, Siyasal, ekonomik egemenlik ve üstünlük Türk burjuvazisinde oldu­ğu için, Kürt halkı mistik ve belirsiz "Doğu illeri" sözcüğü altında, özel ve gizli bir sömürge, şiddetli bir asimilasyon ve daha doğrusu bir yok etme siyasetine uğra­tıldı,

"Bunun böyle oluşu, Türk burjuvazisinin orada henüz aldatabildiği çalışkan Türk kütleleri, kısmen ulus demagojisiyle intihara uysallaştırabilmesi; burada (yani Doğuda) ise Kürtlüğü Türk ulusu yapmanın olanaksızlığı yüzünden soygu­nunu, düpedüz ve açıkça yalnız "süngü" gücüne dayanarak yapmaya zorunlu tu ­tulması yüzündendir" (H, Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: M illiyet (Şark))

Geçen süre içinde bu gerçeklerin önemli ölçüde değiştiği bir gerçekliktir, Sözü edilen 'asimilasyon'a, 'süngü gücü ile soygun' ile istenilen sonuca bir türlü ulaşılmadı, Bu süreç içinde köprülerin altından çok sular aktı, konumuz açısından değinilmesi gereken özel bir süreç ise, klasik sömürgeciliğin evrimleşerek 'yeni sömürgeciliğe' dönüşmesidir,

Özellikle İkinci Evrensel Paylaşım Savaşı sonrası sömürge halkları dünyanın üçte birine yayılan sosyalist sistemden de güç alarak metropollerde isyan bayrağı

açtılar. Artık buralarda 'süngü gücü' İle egemenlik sürdürmek İmkansız hale geldi. Öte yandan kar oranlarının artırılması için pazarların genişletilmesi, daha fazla tüketici gerekmekteydi, Sömürge halklar tüketici yığınlarına dönüştürülmeliydi,

Ve birbiri ardından sömürge ülkelerin bağımsız ülkeler haline gelmelerinin önü açılmaya başlandı, Artık askeri işgal dönemi bitmiş, ekonomik işgal başla­mıştı, Sürecin ayrıntılarını sıralamaya gerek yok, kapitalizm bu hamlesi ile yeni­den dünyayı işgal etti, sonuçlarını bugün görüyoruz,

Yeni sömürgeleşme sürecinde Türkiye burjuvazisi Kürdistan'ı klasik sömürge statüsünde bırakmayı sürekli olarak bir avantaj olarak görmeye devam etti, aynı yöntemlerle sömürüsünü devam ettirme yolunda ısrarlı oldu, Dünyada esen rüz­garların farkına varan bazı sermaye kesimlerinin yeni sömürgecilik yoluna gitme önerileri, kendini o kadar güçlü görmeyen sermaye çoğunluğu tarafından bir türlü dikkate alınmadı,

12 Eylül ülkedeki egemen burjuvazinin üzerinde de değişikliklere neden oldu, Özellikle üretim yaparak büyüyen 'sonradan görme' sermaye çevreleri g i­derek güçlenerek güneşin altında yerlerini istemeye başladılar ve AKP iktidarı ile 'hak ettikleri' yeri almaya başladılar, Tıpkı sonradan gelen Prusya burjuvazisi gibi onlara da artık paylaşılmamış pazar kalmamıştı, Pazar elde etmek için çıktıkları ilk yol 'Müslüman misyonerliği' oldu, Ancak 'Dünya Pazarına' açılma hayalleri is­tedikleri hızla gitmiyordu, Prusya gibi savaşla pazar elde etmenin rüyasını bile göremediklerinden dikkatleri 'içe çevrildi'.

Orta Asya'da Afrika'da ürettikleri mallara tüketici arayanlar 'kendi ülkeleri'nde- ki milyonlarca (Kürt) tüketiciye mal satma, bu coğrafyaya sermaye yatırma (ihraç etme), kendine bağımlı bir 'endüstri' yaratma mümkün mü diye sormaya başla­dılar, Prusya gibi sonradan gelmeyi ataklıkla dengelemek en akıllıca yol olacaktı,

Kuşkusuz bu süreç Kürt Özgürlük Hareketi'nin son yıllarda ulaştığı seviye ile daha da hızlandı, 'Süngü gücü' artık işe yaramıyordu, üstelik maliyeti arttıkça ar­tıyordu, Neden bir taşla iki kuş vurulmasın ki?

Sabah gazetesinde Şeref Oğuz 'Barış Ekonomisi' adlı yazısında belirtiyor: '"Güneydoğu'da sürecin getirdiği ekonomik canlanmayı, arkadaşımız Metin Çan'ın bizzat bölgedeki incelemelerinden izliyoruz, Yüzlerce rafından indirilen proje söz konusu ve bunların hayata geçmesi için girişimcilerin daha cesur adım­larını okuyoruz", "Barışın ekonomisi, savaşın ekonomisinden daima büyük olmuş­tur, Çözümsüzlükten beslenen ekonominin aktörleri, yavaş yavaş teşhis edilip, açığa çıkmaktadır", "Barışın ekonomisi yalnızca Doğu ve Güneydoğu'yu yeşert­mekle kalmayacak, yüksek büyüme liginden düşen Türkiye'yi de yeniden hızlı büyüme trendine oturtacak,"

İyi güzel de bu 'güzel emeller' gerçekleşebilir mi? 'Sürecin' ekonomik amaçla­rına ulaşma şansı ne kadardır? 'Süngü gücü' yerine ikame edilmeye çalışılan 'eko­nomik zor', yani sermayenin gücü yeterli midir?

Süreçle ilgili söylenen çok şey var, ama sürecin kendisi nedir, ne olacaktır sorusuna bir yanıt bulmak için ekonomik boyut gözlerden ırak tutulmamalıdır, Sürecin hem Kürt Özgürlük Hareketi'ne hem de Türkiye Demokrasi Hareketi'ne

ON

<NİŞÇİ SEN

DİKALA

RIND

A YENİ BİR BAŞLAN

GIÇ

oco

İŞÇİ SEND

İKALARIN

DA YEN

İ BİR BAŞLANG

düşen görevleri bir de bu açıdan irdelenmek zorundadır. Deyim yerindeyse 2013 Türkiye'sinde 'İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)' yeniden yazılmalıdır.

İŞÇİ MECLİSLERİÜlkemizde sendikaları eleştirmek için pek çok nedenin bulunduğu bir ger­

çeklik. İşçi sınıfının ülkemizde doğuş şartları dikkate alındığında, kapitalist geliş­menin çarpıklığı öyle veya böyle sendikal örgütlenmeye yansımış. Sınıfın politik iradesi belirleyici olmaya başladığı şartlarda bu çarpıklık aynı oranda gerilemiş. Bunun tarihsel gelişimini irdelemek oldukça öğretici olacaktır. Ancak günümüz­de politik iradeye bağlı olarak ortaya çıkan yeni sendikal perspektifler de irdelen­melidir.

Bunlardan bir tanesi sendikal mücadele içinde yeşermeye başlayan işçi mec­lisleridir. Kuşkusuz işçi hareketi içerisinde işçi meclisleri ve benzeri kurumlaşma örnekleri oldukça fazladır. Ancak Devrimci Turizm İşçileri Sendikası'nın bir böl­gede yaptığı 'işçi meclisi' çağrısı yeni bir anlayışın ürünü olarak dikkat çekmekte. Sendika tarafından yapılan bir çağrıda şöyle denilmekte:

"Güvencesiz-sigortasız çalışma! Bazen yemek paydosu bile vermeden çalıştı­ğımız uzun çalışma saatleri ve bütün sorunlarımızın çözümü kendi ellerimizde! Kafe-bar çalışanları örgütleniyor, kendi meclislerini kuruyor. Haydi meclislerde buluşalım!" Neden böyle bir çağrı?

Sendikanın verilerine göre bu işkolunda çalışanları sayısı, özellikle turizm se­zonunda 2.5 milyon, resmi verilere göre ise 700 binin üzerinde. Başka bir deyişle iyimser bir hesaplama ile her üç çalışandan biri sigortasız, yani gayri resmi çalış­makta. Yeni sendikalar yasası bilindiği gibi, sendika üyesi olmak için resmi çalış­mayı şart koşmakta. Bunun sonucu her üç çalışandan sadece biri sendikaya üye olabilmekte. Ya geriye kalanlar?

Yasanın öngördüğü barajı aşıp toplu iş sözleşmesi yapmak isteyenler için ge­riye kalanların hiç bir anlam ifade etmeyeceği açık. Sendikaların büyük bir kısmı için toplu iş sözleşmesi temel amaç veya en azından en önemli amaç. Sözleşme olmadan sendikalar aidat almayı akıllarına getiremedikleri için bir gelirleri olma­makta, bunun sonucu örgütlenme çalışmaları neredeyse imkansız hale gelmek­tedir.

Bu fasit çemberi kırmanın tek yolu politik iradedir. Bu anlamda yapılan çağ­rının anlamı mevcut durumdaki politik iradenin yansımasıdır. Bir Türkiye partisi olma iddiası ile kurulan HDP ve HDK'nin aynı zamanda 'meclisler' biçiminde bir örgütlenme anlayışını da beraberinde getirdikleri biliniyor. Kürt illerinde hızla ve başarılı bir biçimde hayata geçirilen bu yeni anlayış, batıda da yankı buluyor. Daha doğrusu yankı buldukça, batıda politik hareket yükseliyor, yükselecek.

Ancak bu anlayışın yaşanan alan veya bölgenin anlayışına göre şekillenmesi bir zorunluktur. Yukarda verilen örnekten devam edelim. Tek amacı sözleşme ol­mayan bir sendikanın, sigortalı sigortasız bütün çalışanları örgütleyebilmesi için bir çerçeveye ihtiyacı olacaktır. İşçi meclisleri günümüzde tam da bu çerçeveyi sunacak somut bir anlayıştır.

Çağrının yapıldığı Kadıköy bölgesinde İrili ufaklı kafe ve barlarda çalışanların ne kadarı sigortalı ne kadarı sigortasız bilinmiyor. Çağrıda da belirtildiği gibi çalı­şanların sorunları bir tek sözleşme yapılarak çözülecek boyutta değil, alabildiğine karmaşık sorunlar yumağı ile karşı karşıyayız. Bu durumda ilk adım olarak sigor­talı sigortasız tüm çalışanları bir araya getirecek bir yapılanma gerekli. Yukarıda belirtilen nedenle bu yapının bir 'meclis' olması bu anlamda bir tesadüf değil.

Gene tesadüf olmayan başka bir konu bu meclisin bir forum biçiminde top­lantı yapmasının dile getirilmesi. Biliniyor, Kadıköy Gezi İsyanı sırasında ve sonra­sında en aktif bölgelerden biri olmuştu. Bu anlamda örgütün çalışma biçiminin forum olarak akla gelmesi doğal bir sonuç.

Çağrının önemi de tam bu noktada, bir yanda Kürt Hareketi'nin halk örgüt­lenmesinde somut deneylerden çıkardığı meclis anlayışı, bir yanda batıdaki bir düzen karşıtlığının kendiliğinden yarattığı forum tip i tartışma platformu. Deyim yerindeyse iki ayrı dinamiğin buluşması.

Çağrı ne kadar hayat bulacaktır, yaşayıp göreceğiz. Ama önümüzdeki engel­leri aşmak istiyorsak sızlanma ve şikayetleri bir yana bırakarak bu tür çağrıları çoğaltmayı, yeni mücadele ve örgütlenme yöntemlerini cesurca denemek zo­rundayız. En azından Yunanistan ve İspanya kadar.

co

İŞÇİ SEND

İKALARIN

DA YEN

İ BİR BAŞLANG

<NCO

ERMEN

İ SOYKIRIM

I VE SOL TARİH

YAZIMI Ü

ZERİNE

E R M E N İ SO YK IR IM I V E SOL TA R İH YA ZIM I Ü Z ER İN E*

M uzaffer KAYA

Bu oturumda felsefi olmaktan çok tarihsel ve güncel boyutları olan bir tartış­ma yapacağız, Nejat'ın Menkıbe'de ve diğer yazılarındaki sola ilişkin tartışmaları açmaya çalışacağız, Ben biraz daha geçmişe giderek Nejat'ın Ermeni soykırımı üzerinden solla yaptığı tartışmaya değineceğim ve sol tarih yazımındaki boşluk­lar üzerinde duracağım, Bu Nejat'ın Paramaz ismini almasıyla alakalı bir şey, Yani doğrudan Nejat'ın çok öne çıkardığı bir mesele olduğu için önemli, Harun Ercan, Menkıbe'deki 196ü sonrası Türkiye Sol Hareketi ve Kürt Özgürlük Hareketi'ne iliş­kin polemikler üzerine bir sunum yapacak, Barış Şensoy ise Menkıbe'den hare­ketle Türkiye solu ve öznellik konusunu işleyecek,

Öncelikle Ermeni soykırımına; -tesadüf olarak da denk geldi, önümüzdeki günlerde 10ü. yıldönümünü anacağız- soykırım tartışmalarına Nejat nasıl bir açı­dan bakıyor ve bugün bir devrimci ya da bir komünist olarak Ermeni sorununa nasıl bakmalıyız? Ermeni soykırımı tartışmasında bizim pozisyonumuz ne olmalı? Meseleye ordan başlamak istiyorum,

Soykırım tartışması -ki biliyorsunuz buna uzun yıllar soykırım diyemedik- son 1ü yıldır, özellikle Hrant Dink'in olağanüstü kahramanca çabalarıyla Türkiye gün­demine girebildi, Bu konuşamadığımız tabu meselelerden bir tanesiydi, Ama son 1ü yılda bu meseleyi biraz daha konuşabilir hale geldik ve solda bu konuda bir kafa açıklığı, yeni bir kavrayışın hızla gelişmeye başladığını görüyoruz,

Tabi bu konuda Nejat'ın yaptığı tartışma, insanlık suçu ya da insan hakları bağlamında bir tartışma değil; daha başka bir yerden, daha politik bir yerden tar­tışmaya çalışıyor, Menkıbe'de çeşitli tartışmalarda bu meseleye referans veriyor Nejat, ama dağınık bir şekilde, Soykırım tartışmasını daha derli toplu sistematik olarak tartıştığı yer fraksiyon.org sitesinde çıkmış olan yazısı, Yanlış hatırlamı­yorsam 2ü12 tarihli "Cadı Kazanında Kaynayan Günahlar" diye başlayan bir ya­zısı var, okuyanlarınız vardır, Aslında bir kitap tanıtımı gibi başlayan bir yazıdır o, Federici'nin kitabını anlatmakla başlıyor ve kadın meselesine giriyor, Menkıbe'nin okuru çok zorlayan, kapalı bir metin olduğunu söylüyoruz çoğu zaman, ama o makalesi son derece net, çok sistematik ve çok güçlü bir şekilde argümanlarını kuruyor ve Ermeni meselesine bugünün komünistleri olarak nasıl bakmamız ge­

* Kobane Direnişinde şehit düşen Suphi Nejat Ağırnaslı'nın anısına 19 Nisan 2015'de gerçekleştirilen Menkıbe Tartışmalarındaki "Paramaz'ın Nazarında: Türkiye'de Sol ve Kürt Hareketi" isimli oturumda yapılmış olan konuşma­nın metnidir. Metin daha önce hayalgucuiktidara.org adlı sitede yayınlanmıştır.

rektiğini çok iyi anlatıyor, Burda sabahtan beri yapılan konuşmalarda geçen bir vurgu var, biz bu insanları sadece tarihin kurbanları olarak değil, tarihin siyasi aktörleri olarak da görmeliyiz diyoruz, Nasıl ki kadın meselesinde, kadınlar öz­gürlük mücadelesine girdikleri ya da iktidara karşı direndikleri için katledildiler ve katlediliyorlarsa, Osmanlı Ermenileri de özgürlük mücadelesinin aktörleri o l­dukları için katledildiler, Meseleyi sadece masumiyet ve mağduriyet üzerinden okuduğumuzda Ermeni devrimcilerine haksızlık etmiş oluruz,

İşte Nejat, bugün asıl Ermeni devrimcilerinin özgürlük mücadelesini anla­mamız, o mücadeleden öğrenmemiz, onu kendi deneyimimiz gibi hissetmemiz lazım, diyor ve burda insan hakları tartışmasının ötesinde siyasi ve ideolojik bir tartışma yapıyor, Ve Ermenilerin aslolarak bir siyasi tahayyülü olduğunu, bu siyasi tahayyülün milliyetçilikle sosyalizm arasında gidip gelen özgürlükçü bir tahayyül olduğunu vurguluyor, Bir Ermenistan hayali elbette var ama imkan buldukları öl­çüde, mesela 1908'de eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganlarıyla Meşrutiyet Dev­rimi gerçekleştiğinde, devrimci Ermeni örgütleri kaderlerini Osmanlı'yla birleş­tirmeyi de tartışıyorlar, Halkların eşit ilişkiler içinde birlikte yaşadığı demokratik fedaratif ve hatta sosyalist bir Osmanlı devleti ve toplumu hayal ediyorlar, Yani burada biz Osmanlı'nın geleceğine dair farklı bir tahayyül görüyoruz; daha de­mokratik, daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir Osmanlı tahayyülü var, Bu yüzden soykırım sadece bu insanları fiziken yok etmedi, bir etnik temizlik ve mülke el koymanın ötesinde siyasi ve ideolojik bir soykırım olduğunu da söylemeliyiz, Bir siyasi ihtimalin yok edilmesi anlamında, Oysa tarih başka türlü gerçekleşebilirdi, 20. yüzyılın başında tekçi bir ulus devlet yapısı ortaya çıkmayabilirdi, Soykırımla tam da bu ihtimali yok etti İttihat ve Terakki yönetimi, yani o zamanki Türk dev­leti,

Burada Ermenilerin siyasi aktörlüğü meselesini sadece Nejat'ın ya da komü­nistlerin öne çıkardığı birşey olarak görmeyelim, Bu aktörlük meselesini sol libe­raller de 1990'lı yıllardan itibaren yazmaya başladılar, Ermeniler eğer yok edil­meseydi ve Rumlar gönderilmeseydi Osmanlı devleti, tektipçi otoriter bir ulus devlet yerine liberal demokrasinin ve burjuva kültürünün hakim olduğu daha çoğulcu bir imparatorluk modeline dönüşebilirdi, Bu ihtimal Ermeni ve Rum­ların tasfiyesiyle heba oldu, Sol liberal aydınların geliştirdiği bu yaklaşım, ikili bir karşıtlık üzerinden tarihi anlatır, Ya bürokrasinin hakim olduğu Türk miliyet- çisi otoriter bir rejim kurulacaktı ya da Hıristiyan burjuvazinin varlığı sayesinde demokratik çoğulcu bir imparatorluk yapısı ortaya çıkacaktı, Bu liberal ihtimal, aslında bugünkü Avrupa Birliği projesine tekabül ediyor, 1990'lardaki AB tartış­maları ile beraber, Rum ve Ermenilere dönük daha pozitif bir söylem öne çık­maya başaldı, Bu bakışta iki tane seçenek var; ya koyu m illiyetçilik ya liberalizm, Geçmişe dönük sol liberal eleştiride Ermenilerin ve Rumların tasifiyesi, aslolarak Osmanlı burjuvazisinin tasfiyesi olarak kodlanıyor, Ama Nejat, bu iki ihtimalin dı­şında, başka ihtimaller de vardı diyor, İşte sadece sol liberallerin değil, devrimci solun da görmezden geldiği bu başka ihtimal ya da ihtimaller üzerinde durmak istiyorum,

coco

ERMEN

İ SOYKIRIM

I VE SOL TARİH

YAZIMI Ü

ZERİNE

co

ERMEN

İ SOYKIRIM

I VE SOL TARİH

YAZIMI Ü

ZERİNE

Bunun için öncelikle Türkiye sol tarih yazımı üzerine bir şeyler söylemek ge­rekiyor, Türkiye sol tarih yazımında, adı "Türkiye" sol tarihi olarak geçse de, asıl olarak Türklerin kurduğu örgütler anlatılır, Osmanlı Ermeni hareketlerinin muaz­zam özgürlükçü potansiyeli, bizim neredeyse resmi tarih anlatısına dönüşmüş olan sol tarih yazımımızda yer almıyor, Ve biz bu yüzden, Ermenilerin ve Rumla­rın tasfiyesini, burjuva demokratik, liberal bir siyasi projenin yok edilmesi olarak okumak durumda kalıyoruz, Başta Ermeniler olmak üzere -bu konuda Ermeniler hakikaten öncü konumda- Hıristiyan ve Yahudilerin kurduğu sol siyasi oluşumlar, Türkiye sol tarihinin dışında bırakılıyor, Oysa sosyalist fikir ve örgütlenmeler ilk olarak Osmanlı Ermenileri arasında başlıyor, Daha sonra Osmanlı vatandaşı Yahu­dilerin, Makedonların, Bulgarların ve Rumların öncülük ettiği sol parti ve sendi­kalar var, İşçi hareketleri tarihinde bunlara kısmen değinilse de, Türkiye sosyalist hareketinin tarihi yazılırken Türk olmayan halkların kurduğu sosyalist örgütler bu tarihin bir parçası olarak değerlendirilmiyor,

Çoğu zaman Ermeni özgürlük hareketi, sadece milliyetçi bir hareket olarak ta­nımlanıyor bizim tarih yazımımızda, Oysa yakından baktığımızda, Kafkasya'daki Ermenilerle de sıkı ilişkiler içinde olan devrimci Ermeni örgütlerinin, demokratik ve sosyalist nitelikleri çok açık, Ermeni özgürlük hareketlerinin sosyalizmle gö­rece erken tanışmasının nedeni Kafkasya ile olan bağları, Kafkasya tıpkı Balkan­lar gibi halkların içiçe yaşadığı bir coğrafya, Önemli bir sanayileşme var ve Rus İmparatorluğu'nun sınırları içinde, Burada Gürcüler ve Ermeniler arasında önce Rus Narodnizmi'nden etkilenmiş halkçı, daha sonra Marksist çok sayıda örgüt kuruluyor, Ermenilerin özgünlüğü, nüfuslarının Osmanlı, İran ve Rus İmparator­luklarına dağılmış olması, Aslında çok ilginç bir şekilde 20, yüzyılın başında Erme­niler bugünkü Kürtlerin durumuna benzer bir siyasi konumdalar, bugün nasıl ki Kürt Özgürlük Hareketi, Ortadoğu özgürlük hareketine dönüşmüş durumdaysa, Ermeniler de Kafkasya ve Osmanlı coğrafyasında etkin olan bir özgürlük hareke­tine dönüşmüş durumdaydılar, Gerek Rusya'daki 1905 Meşrutiyet Devrimi'nde, gerekse 1906 İran Devrimi'nde ve 1908 Osmanlı Devrimi'nde Ermenilerin önemli katkıları var, İran'da mesela İranlı devrimcilere silah kullanmayı ve bomba yapı­mını Ermeni fedailer öğretiyor, Taşnak'a bağlı Ermeni fedailer Tahran'a kadar gi­diyorlar ve 1906 devriminin kahramanları arasında anılıyorlar, Rus Devrimi tari­hinde yine Ermeni devrimcileri görüyoruz, Türkiye'de ise 1908 devriminde İttihat Terakki'nin Anadolu'da hiçbir varlığı yoktu, devrimin Anadolu'daki gücü Ermeni örgütleriydi aslında,

İçlerinden sosyalizme en yakın olan örgüt Hınçak Partisi'ydi ki Nejat da Para- maz ismini Sosyal Demokrat Hınçak Partisi'nin yöneticilerinden olan ve 1914'de Beyazıt Meydanı'nda idam edilen Paramaz'dan alıyor, Yani oldukça zengin ve çok şey öğrenebileceğimiz bir Ermeni sosyalizmi tarihi var ve bu aslında bizim tari­himiz, çünkü bu olaylar Osmanlı'nın içerisinde cereyan ediyor, Bugün yaptığımız pek çok tartışma o zamanlar Ermeni sosyalist hareketi içersinde de yapılmış, Bir kere milliyet ve sosyalizm sorununu çok yoğun tartışmak durumunda kalmışlar, Nasıl bir yönetim tarzı olacak? Kafkasya'da tüm halkların özgürce yaşayabileceği

bir sosyalist federasyon olabilir mİ? Demokratik özerklik tartışması var mesela, Anarşizm'den Marksizm'e kadar çok değişik Ermeni devrimci gruplar var ve bun­lar bugün de bizim tartıştığımız pek çok konuyu aslında tartışmışlar, Federasyon, demokratik özerklik, bağımsızlık, ezilenlerin b irliğ i... Türkçe yayınlar çıkararak Müslümanları da örgütlemeye ve ortak bir cephe kurmaya çalışıyorlar, Yani çok basit ayrılıkçı bir eğilim olarak yaftalanmaması gerekiyor, Bölgesel ölçekli düşü­nen ve bölgesel bir perspektifle davranan, aslında çok ileri tartışmaları yapan bir hareket Ermeni özgürlük hareketi, Komünist Manifesto'nun Osmanlı coğafyasına ilk Ermenice olarak girmesi de bir tesadüf değil,

Meşrutiyet'ten sonra kurulan Osmanlı meclisindeki tartışmalara baktığımız­da, burada yine Ermenilerin çok önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz, Meclis-i Mebusan'da işçi hakları konuşulduğunda ve grevlerin yasaklanması kanunu gel­diğinde İttihatçılara karşı en sağlam muhalefeti yine Ermeniler yapıyor, Taşnak ve Hınçak milletvekilleri sosyalizm propagandası yapıyorlar mecliste, İttihatçı­lar çoğu zaman onları yanıtlamakta zorlanıyorlar, Çok enteresan tartışmalar var, Bunları sadece Ermenilerle sınırlamayayım, Ermenilerin özel bir rolü var ama Bulgar ve Yahudi sosyalistleri de bu süreçte bir Osmanlı sosyalizmi, özgürlükçü federatif bir siyasi rejim hayal ediyorlar,

Şimdi bütün bunlar hiç yokmuş gibi, biz Türkiye'de sol tarih kitaplarına bak­tığımızda, Nejat'ın da söylediği gibi, bir milad olarak 1920'de Bakü'de kurulan TKP'yi görüyoruz, Gerek sol örgütlerin gerekse bağımsız yazarların kaleme aldığı sol tarih kitaplarında Türklerin dışındaki Osmanlı halklarının kurduğu sosyalist örgütler Türkiye sosyalizminin tarihi içinde konumlandırılmaz, En son mesela Dipnot'tan bir kitap çıktı "Türkiye Sol Tarihi 1 ve 2" diye, Mustafa Suphi ile başlı­yor, Yakın zamanda kısmen Osmanlı Sosyalist Fıkrası ve İştirakçi Hilmi de bu ta­rihe eklenmeye başladı, Veya daha eskiye gitmek istediğimizde Şeyh Bedrettin'e gidiyoruz, Ya da işte Alevi ayaklanmalarına falan gidiyoruz, Nedense Selanik'teki Sosyalist İşçi Federasyonu'nu, Hınçak ve Taşnak örgütlerini Türkiye sol tarihinin bir parçası olarak göremiyoruz, Bu daha sonraki meselelerde de geçerli, mesela ASALA'nın hiç konuşulmaması, 12 Eylül'de soldan idam edilenler sayılırken ASA­LA militanı Ekmekçiyan'ın unu tu lm ası.

Benim bildiğim Türkiye sol tarihine dair en eski metin, Hikmet Kıvılcımlı'nın Yol serisinde yer alan anlatımlardır, Aslında Yol serisinde Ermeni Sorunu'na de­ğinir Kıvılcımlı, Hatta tarihte eşi benzeri az görülmüş bir katliam olarak bahseder Ermeni kıyımından, O zaman soykırım kavramı yok biliyorsunuz, Konuya duyar- lıdır ama Ermeni meselesinden, sadece burjuvaziyi anlattığı bölümde ve ikinci olarak da ulusal sorunu, yani Kürt sorununu anlattığı bölümün girişinde kısaca bahseder, Türkiye sol tarihini anlattığı bölümde ise Ermeni örgütlerinden hiç söz etmez, Türkiye sol tarihini Mustafa Suphi ve Halk İştiriyakün Fırkası ile başlatır, Daha sonra yazılan bütün sol tarih kitap ve makaleleri de aşağı yukarı bu çerçeve içinde kalır,

Bu tarih yazımında, Yahudilerin önderliğinde Selanik'te kurulan, Türkçe, Yahu­di İspanyolcası, Rumca ve Bulgarca yayın yapan, on binden fazla işçiyi örgütlemiş,

LOcoERM

ENİ SO

YKIRIMI VE SO

L TARİH YAZIM

I ÜZERİN

E

YOco

ERMEN

İ SOYKIRIM

I VE SOL TARİH

YAZIMI Ü

ZERİNE

Sosyalist Enternasyonel'e üye olmuş bir hareketi kendi deneyimimiz olarak gö­remiyoruz, Hınçak ve Taşnaklar da Sosyalist Enternasyonel'in üyesiydi, Soykırım Ermeni sosyalistleriyle olan bağı koparmış gözükse bile, daha sonra kurulacak olan Şefik Hüsnü TKP'sinin militan kadrosunun büyük bir çoğunluğunu Balkan topraklarında sosyalizmle tanışmış olan göçmenlerin oluşturduğunu unutmaya­lım, Yine komünist hareket içinde çoğu Balkan göçmeni çingenelerin önemli bir yer tutmuş olduğu da sol tarih yazımının yeterince yer vermediği konulardan birisidir,

Ulus devlet paradigmasını örtük olarak benimsemiş bu sol tarih yazımını aşma konusunda bazı çabaların olduğunu da söylemem lazım, Bu konuda ilk önemli çalışma, 1990'ların başında Mete Tunçay ve Eric Zürcher'in derlediği "Os­manlı İmparatorluğu'nda Sosyalizm ve Milliyetçilik" adlı kitaptır, Türkiye sol tari­hi üzerine en kapsamlı arştırmaları yapmış olan Tunçay, 1960'larda yayınlanan "Türkiye'de Sol Akımlar" kitabınına başlığını koyarken, milliyetçi olmamak için Türk yerine Türkiye kavramını tercih ettiğini ama kitapta sadece Türklerin kurdu­ğu örgütlerden bahsettiğini söyleyerek bir özeleştiri yapar, Gerçekten de bugüne dek Osmanlı vatandaşı Ermeni, Rum, Bulgar ve Yahudi sosyalistlerin deneyimle­rini kendi deneyimlerimiz olarak göremedik, Bütün bunları dahil ederek yeni bir Türkiye sol tarihi yazımı yapılmasına ihtiyaç var, İnternet taramalarımdan göre­bildiğim kadarıyla yurt dışında Sait Çetinoğlu'nun yazıları var bu konuda, Yine en son yeni bir kitap çıktı: Paramaz, Kadir Akın'ın, Hınçak arşivini de kullanarak hazırladığı kitap yeni bir sol tarih yazımı için öncü bir çalışma niteliğinde,

Türkiye sol tarihini bütün Türkiye halklarının mücadele tarihlerini de katarak yeniden yazarsak bunun nasıl bir faydası olur ya da ne anlamı olur diye soracak olursanız; birincisi öğrenecek çok şeyimiz var bu hareketlerden, Gerçekten bir sürü şeyin ta o zamandan tartışıldığını görmek son derece ilginç ve öğretici, Ama bundan daha da önemlisi, yeni bir tarih yazımı kendimizi yeniden tanımlama­mız anlamına gelecektir, Eğer bunu yapabilirsek, Ermenilerin ve diğer Osmanlı halklarının mücadele deneyimlerini kendi deneyimlerimiz olarak görebiliriz, Bu bambaşka bir bakış açısı demektir, Onların da kahramanlıklarına şarkılar yazabi­lir, acılarına ağlayabiliriz, O zaman sadece Mustafa Suphiler için değil Paramazlar için de şarkılar yazılır Türkiye'de, Çok daha zengin bir tarihin mirasçıları olduğu­muzu fark edebiliriz, Ve nihayet Ortadoğu'nun en önemli devrimci dinamiği hali­ne gelmiş olan Kürt Özgürlük Hareketi'nin deneyimini kendi deneyimimiz olarak görebiliriz böyle bir bakış açısıyla,

Ve son olarak bize daha geniş bir mücadele perspektifi kazandırır böylesi bir sol tarih yazımı, Ulus devletin sınırlarına aşan bölgesel bir devrimci mücadele için gerekli zihinsel donanımı inşa etmek anlamına gelir, Tabi bu uğraş aynı zaman­da komşu halkların dillerini öğrenmemizi de gerektiriyor, Biz Türkiye sosyalistleri olarak Kürtçe öğrenmiyoruz, Ermenice bilmiyoruz, Bulgarca, Rumca ya da Arapça bilenimize rastlamak pek mümkün değil, Bence Osmanlı sonrası coğrafyasında devrimci hareketler arasında yeni bir ilişkilenme ve bölgesel bir mücadele pers­pektifi oluşturabilmek için bu toprakların toplumsal mücadele tarihine yeni bir

bakış zorunlu, O zaman ulus devletlerin bizi kapatan sınırlarını aşıp komşu halk­ların bir zamanlar denedikleri ortak mücadele pratiğini tekrar deneyebiliriz, Bu sefer çok daha bilinçli ve tarihten dersler çıkarmış olarak bunu yapabiliriz,

Son olarak şunu söylemek istiyorum, Paramaz Kızılbaş; Nejat'ın seçtiği bu iki isim iki soykırıma referans veriyor, Paramaz, Ermeni Soykırımına, Kızılbaş da Der­sim Soykırımına, Paramaz ismi, Ermenilerin Osmanlı'da başka bir hayat kurma, daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyasi proje hayaline referans veriyor, Bu modern bir alternatif, Marksizm'le tanışmış, modern zamanlara ait bir özgürlük projesi olarak Paramaz... Kızılbaş ise Dersim'deki kapitalizm öncesi komünal ilişkilerin hala sürdüğü daha kadim bir alternatifi simgeliyor, O da çok kıymetli Nejat için, Biz genellikle kapitalizm öncesi yaşam deneyimlerinin geleceğin komünist top- lumunun inşası açısından son derece öğretici ve ilham verici olabileceğini unu­tuyoruz, Böylece Nejat seçtiği kod ismiyle, hem bu topraklardaki kadim komünal ilişkileri yaşatan asi Dersim aşiretlerine, hem modern özgürlükçü bir ideolojinin temsilcileri olan Ermeni devrimcilerine selam göndermiş oluyor,

Kaynakça:1} Anaide Ter Minassian, Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm,

İletişim, 2012.2} Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve

Milliyetçilik, İletişim, 1995,3} Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, Dipnot, 2015,4} Paul Dumont ve George Haupt, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist

Hareketler, Ayrıntı, 2013,5} Arsen Avagyan, Gaidz F, Minassian, Ermeniler ve İttihat Terakki, Aras, 2005,6} Masis Kürkçügil, Bir Başka Tarih Mümkün Müydü? Ya da "Ermeni Meselesi"

"Modernite"ve "Soykırım" http://www,yeniyol,org/bir-baska-tarih-mumkun- muydu/

7} Sait Çetinoğlu, Türkiye "Sol"Hareketlerindeki Milliyetçi Virüs, http://ermenis tan,de/sait-cetinoglu-yazi-turkiye-sol-hareketlerindeki-milliyetci-virus/

^1

ERMEN

İ SOYKIRIM

I VE SOL TARİH

YAZIMI Ü

ZERİNE

ooCOTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

THOMAS PIKETTY’NIN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI

Mehmet YILMAZER

Thomas Piketty'nin Kapital'inin Marks'ınkiyle bir benzerliği yoktur. Olması da beklenemezdi, Marks kapitalizmin işleyişini büyük bir açıklıkla tahlil etmiştir. Binlerce eleştiriye rağmen hala burjuva iktisatçıları Kapital'den bir türlü kurtula­madılar. Sosyalist sistemin yıkılışından sonra Marks'ın da tarihe gömüldüğünü düşünenler neoliberalizmin her krizinde onun hayaletiyle karşılaştılar. Özellikle 2008 büyük bunalımıyla birlikte Marks güçlü bir şekilde "geri döndü".

Thomas Piketty'nin "21. Yüzyılda Kapital" kitabının büyük ilgi görmesinin esas nedeni de Marks'ın bu geri dönüşüdür. Burjuva ekonomistlerin büyük çoğunlu­ğu kapitalizmin krizlerinin "hükümetlerin hatalı politikalarından kaynaklandığı­na" inanırlar ve herkesi bu yalana inandırmaya uğraşırlar. Neoliberalizm günlerin­de yaşanan krizler ve onların en büyüğü olan 2008 krizi bu aldatmacaya büyük bir darbe vurdu. Bu nedenle Marks'ın geri dönüşü de güçlü oldu.

T.Piketty, kitabının adına uygun bir şekilde "21. Yüzyılda Kapital"in yapısını ve sermaye birikim yollarında bu yüzyıla özgü farklılıkları anlatmıyor. Sermaye birikiminin neden ve nasıl büyük eşitsizlikler yarattığını açıklamaya çalışıyor. Gü­nümüzün en kör göze batar hale gelen bu çılgın gidişi nedeniyle de kitap haklı olarak büyük bir ilgi çekmiştir. Fakat bu süreci açıklama yolları ve hele çözüm önerileri Occupy Wall Street eylemi ile ünlenen "yüzde 99"u büyük düş kırıklığına uğratmıştır. Bu nedenle kitabın etkisinin Kapital gibi uzun ömürlü olma olasılığı yoktur.

Yazar kitabın girişinde, vardığı iki önemli sonucu açıklayarak yola çıkar. "Birin­cisi, zenginlik ve gelirin eşitsizliği konusunda herhangi bir ekonomik determinizme ihtiyatlı yaklaşılması gerekir. Zenginliğin dağılım tarihi daima derinlemesine politik bir tarihtir ve sadece ekonomik mekanizmalara indirgenemez." ("21 Yüzyılda Kapi­tal", Thomas Piketty, s.20) Bu tespit çok haklıdır. Yazar epey zamandır ekonomist­lerin "aşırıca matematik modeller kullanmalarına"; "ekonomik gerçekleri açıklamak yerine bütün enerjilerini sırf teorik spekülasyonlara harcamalarına" ( Piketty, s.574) tepki gösteriyor.

Burjuva ekonomistleri içinde matematik modellere aşırı düşkünlük 1970'li yıl­ların sonlarında iyice artar. Gerçeklerden ve pratikten uzaklaşıldığı ölçüde "eko­nomi bilim i" sırf matematik modellere kaçmaya devam ediyor. Bunun en temel nedeni, tekelci finans kapitalin ("yüzde 1") neoliberal soygununu haklı göster-

mek, kendi ekonomi politikalarını dokunulmaz hale getirebilmek için, ekonomi­nin politikadan kesinlikle ayrılması ve özellikle merkez bankalarının iktidarlardan "bağımsız" olması gerektiğini savunmaya başlamasıdır. Politika yapmak özellikle yüzde 99'u da dikkate almakla mümkün olur. Ancak ekonomi, politikadan kopa- rılırsa, o zaman "yüzde 1"in ekonomik çıkarları daha rahat savunulabilir. Dünyada son otuz yıldır yaşanan budur.

Aslında günümüzde finans kapitalin bir"ekonomi bilimi"yoktur,"para politika­ları" vardır. Neoliberalizm ya da monetarizm finans kapitalin sözde "ekonomi bi­liminde" geldiği son noktadır. Amerika'nın en yetenekli matematikçileri 1980'ler sonrası Wall Street'te bol gelirli işler buldular. Yüksek isabetli olasılık hesapları ve spekülasyonlar "ekonomi bilim i" yerine geçti. Başkan nezle olsa "piyasalar" etkile­niyordu. "Ekonomik mekanizmaların" ve "pazarın" kendi işleyiş kuralları vardı; on­lara müdahale edilmesi felaketle sonuçlanabilirdi. O nedenle, ekonomiye politik müdahaleler yapılmamalıydı. Böylece ekonomik kararlar alınırken "yüzde 99"un çıkarlarını dışlamak kolay hale geliyordu.

Yazarın soyut matematik modellere dönüşen "ekonomik determinizme" tepki göstermesi haklı olsa da, bunun bir sınırı olduğu açıktır. Her şey "sadece ekono­mik mekanizmalara" indirgenemeyeceği gibi, sırf iktidardakilerin politikasına da indirgenemez. Tüm sınıfları kuşatan bir tarih ve toplumsal düzen vardır. Ekono­mik yapı ve sınıflar arası güç dengeleri kararları etkiler. Bu anlamda bir determi­nizm vardır.

Piketty'nin vardığı diğer sonuç kitabın eksenini oluşturmaktadır: "Bu kitabın merkezinde olan ikinci sonuç, zenginliğin dağılım dinamikleri, birbiri ardından birleşti­rici ve ayırıcı yönde akan güçlü mekanizmalar ortaya çıkarmaktadır... Birleştirici temel güçler, eğitim ve yeteneğe yatırımın ve bilginin yaygınlaşmasıdır." "Ayrıştırıcı temel güç: kar oranının ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasıdır" (Piketty, s.21,25) Yazımızın genel konusu Piketty'nin çıkarttığı bu ikinci sonuçla ilgili olacaktır.

Eşitsizliğin Genel TablosuÖnce yazarın çıkarttığı eşitsizlik tablosuna genel olarak bir bakalım. Gelir eşit­

sizliğinin Amerika'daki bir yüzyıllık seyri (1910-2010) kapitalizmin tarihi açısından anlamlı bir tablo ortaya koymaktadır. Zirvedeki yüzde 10'nun 1910 yılında ulusal gelirdeki payı yüzde 40'ın biraz üzerindedir. 1929 yılında bu pay artarak yüzde 48'e ulaşır. Büyük bunalım yıllarında keskin bir düşüş yaşar.1944 yılına gelindi­ğinde ulusal gelirde tepedeki yüzde 10'un payı yüzde 32'ye kadar geriler. Bu pay 1980 yılına kadar aşağı yukarı küçük iniş çıkışlarla aynı seviyede seyreder. 1980'le birlikte, yani neoliberal politikalarla tepedeki yüzde 10'un payı tırmanmaya baş­lar, 1990'da yüzde 40'ı bulur; 2008 yılında tarihinin en yüksek noktasına yüzde 50'ye ulaşır. 2008 büyük bunalımında yeniden düşüş başlar 2010'da yüzde 47'ye geriler. (Piketty, s.24) Bugünün 1930 bunalımından farkı zirvedeki yüzde 10'un ulusal gelirdeki payı 1930'larda olduğu gibi keskin bir şekilde gerilememiştir. Kü­çük bir gerilemeden sonra kendi payını korumaktadır. Bu Federal Rezerv'in "piya­salara" "helikopterle para yağdırmasının" sonucudur.

ON

co

THO

MA

S PİKETTY’NİN KAPİTALİ: M

AR

KS’IN “KEH

AN

ETİNİ” BO

ŞA ÇIKARTMA ÇABASI

oTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

Tablo genel seyir açısından Avrupa'da biraz farklıdır. Özel sermayenin ulusal gelirdeki payı 1910'larda keskin bir düşüş yaşar, bu aşağıya gidiş azalarak 1950'ye kadar devam eder. 1950 sonrası sermayenin payı yükselişe geçer, 1990 sonrası ise yükseliş hızı artar. (Piketty, s.26)

Küresel eşitsizlik 1820'lerden günümüze artarak devam ediyor. 1820 yılın­da Asya-Afrika'da kişi başına gelir dünya ortalamasının yüzde 82'sidir. Avrupa- Amerika'da kişi başına gelir ise dünya ortalamasının üzerindedir, yüzde 150'dir. 1950'lere kadar mesafe sürekli açılır. 1950'de Asya-Afrika'da kişi başına gelir, dünya ortalamasının yüzde 37'sine gerilerken; Avrupa-Amerika'da yüzde 215'e çıkar. 2012'de aynı oranlar Asya-Afrika için yüzde 57; Avrupa-Amerika için yüzde 225'dir. (Piketty, s.61) Kutuplaşma giderek büyüyor.

Bir başka açıdan bakıldığında bugün geri ve gelişmekte olan ülkeler dün­ya nüfusunun yüzde 85'ini meydana getirirken, dünya gelirinin sadece yüzde 54'üne sahiptirler; oysa dünya nüfusunun yüzde 15'ini meydana getiren Avrupa- Amerika-Japonya dünya gelirinin yüzde 46'sına sahiptirler. (Piketty, s.63)

Kapitalizmin tarihinde (1870-1914) yılları finans ve ticarette "ilk küreselleşme"dir. İkincisi 1970'lerin sonlarında başlamıştır. (Piketty, s.28)

"İlk küreselleşme" insanlığı dünya savaşlarına götürmüştü; bakalım ikinci kü­reselleşme nereye götürecek?

Bu tablo çok çarpıcı olmasına rağmen çoktandır ilginç değildir. Bilinen sıra­dan bilgiler arasında yer almaktadır. Önemli olan gittikçe büyüyen eşitsizliğin mekanizmaları ve elbette bu gidişe karşı mücadele yollarıdır. "İkinci küreselleş­me" birincinin yol açtığı felaketleri yeniden yaratacak mıdır? Bu konuda Piketty "karamsar" değildir.

Bu noktada yazar, Marks'ın kapitalizme biçtiği "alın yazısını" hatırlar. "Gerçek­te, onun temel sonucu, 'sınırsız birikim prensibi' denebilecek sermayenin insafsız birikim eğilimi ve doğal bir sınır tanımadan çok az sayıdaki elde yoğunlaşmasıdır. Bu Marks'ın kapitalizmin nihai alınyazısı için esas öngörüsüdür: ya sermaye getiri oranı sürekli düşecektir (böylece birikim makinesi ölür ve kapitalistler arası şiddetli çatışmalara yol açar), veya sermayenin ulusal gelirdeki payı sınırsız yükselecektir (bu durumda eninde sonunda işçiler ayaklanma için birleşecektir). Her iki durumda da sosyoekonomik ve politik istikrar mümkün değildi." (Piketty, s.9)

Fakat "Marks'ın karamsar kehaneti gerçekleşmez." "On dokuzuncu yüzyılın son otuz yılında ücretler yükselmeye başlar... aşırı eşitsizlik devam etse de belli ölçülerde I. Dünya Savaşına kadar yükselmeye devam eder. Komünist devrim aslında gerçek­leşmedi, Avrupa'nın en geri ülkesi Rusya'da gerçekleşti." (Piketty, s.10)

"Öncülleri gibi Marks da, özel sermayenin birikim ve yoğunlaşma sürecine denge­leyici ağırlık olarak bir dereceye kadar hizmet edebilecek bir gücü, istikrarlı teknolojik gelişme ve sürekli üretkenlik artışı imkânını tümüyle göz ardı etti." (Piketty, s.10)

Piketty, kendisi 21. yüzyılda kapital üzerine yazarken Marks'ın "Kapital"iyle ilişkisi son derece kabadır. "Kapital"i incelemediği anlaşılıyor. Marks'a "sınırsız ser­maye birikim i" diye bir "prensip" yakıştırıp buradan devrimleri çıkartıyor. Marks, devrimleri sermaye birikim ve yoğunlaşma mekanizmalarına bağlamaz. Devrim-

lerin "üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiden çıkageldiğini" iddia eder. Daha da ötesi "içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşumun asla yok olmayacağını tespit eder. (Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisi­ne Katkı, s.26)

Piketty'nin devrimleri harekete geçiren güçlerden haberi yoktur. O sadece yarım yamalak sermaye birikim süreciyle ilgilenir. Sermaye birikim süreçleri­nin tıkanmasından kapitalizmin krizleri çıkar, ancak her krizden devrim çıkmaz. Marks'a göre kapitalizmin krizlerinin kaynağı "aşırı üretim"dir. Aşırı üretim aynı zamanda aşırı sermaye birikimidir. En son örnekleri 2001'de informatik sanayi alanındaki krizde (Nasdaq hisselerinin borsada çöküşü); 2008'de ise emlak ala­nındaki "şişme"de (mortgage krizi) çok canlı olarak yaşandı.

Piketty, Marks'ı o kadar kabalaştırır ki, "sermaye yoğunlaşması sonucu, ya ser­maye getirisi düşecek böylece kapitalistler arası çatışma çıkacaktır, ya da ulusal gelir içinde sermayenin payı sınırsız yükselince işçiler ayaklanma yolunu seçecek­tir." Bu yorumunun Marks'la hiçbir ilgisi yoktur. Sermayenin getirisi neden düşer? Her düştüğünde kapitalistler arası çatışma mı çıkar? Ya da sermayenin payının sınırsız artışı ne demektir? Sermayenin ulusal gelirdeki payı çok artsa da, aynı za­manda işçi ücretleri de artamaz mı? Marks kapitalizmin krizlerini sermaye birikim süreçlerinin tıkanmasıyla birlikte ele alır. Üstelik kriz kapitalistleri de, işçileri de aynı anda vurur. Yoksa krizlerin kapitalistler için nedeniyle (sermaye getirisinin düşmesi); işçiler için nedeni (ulusal gelirde sermayenin payının sınırsız artması) farklı değildir.

Piketty, kapitalizmin krizlerinden söz ederken "aşırı üretim" veya "aşırı birikim" kavramlarından özellikle kaçınır, bunun yerine "sınırsız birikim" kavramını öne çı­kartarak Marks'ın düşünce sistematiğini çarpıtır.

Piketty, kapitalizmde sermaye birikim ve yoğunlaşma süreçlerinin işleyişini o kadar kavramamıştır ki "sermayenin birikim ve yoğunlaşma sürecine dengeleyi­ci ağırlık olarak" Marks'ın "istikrarlı teknolojik gelişme ve sürekli üretkenlik artışı imkânını tümüyle göz ardı"ettiğini ileri sürer. Kapital'in I. kitabı neredeyse tüm üy­le" "artı-değer üretimi"nin mekanizmalarıyla ilgilidir. Artı-değer üretim mekaniz­malarında ise teknik değişim ve üretkenlik başrolü oynar. Ancak teknik gelişme ve üretkenlik artışının neden sermaye birikim ve yoğunlaşmasına "dengeleyici bir ağırlık" oluşturduğunu yazar açıklamaz. Teknik değişim ve üretkenlik serma­ye birikim ve yoğunlaşma sürecini, değil "dengelemek", tam tersine hızlandırır.

Kapitalizm, "manifaktür döneminde" daha çok "mutlak artı-değer" sömürü­süyle sermaye birikimi yaptı, fakat buhar makinelerinin bulunmasıyla başlayan "sanayi kapitalizmi" ve hızlı yaşanan teknik gelişim nispi artı-değer sömürüsünü imkânlı hale getirdi. Böylece sermaye birikim süreci önündeki zaman sınırı (in­sanın kaldırabileceği çalışma zamanı-işgünü) engeli kalkıyor, teknik gelişim ve üretkenlik artışıyla neredeyse sınırsız sermaye birikim imkânı yolları açılıyordu. Yazarın yerli yersiz kullandığı "sınırsız birikim" kavramı mutlak artı-değerden nispi artı-değere geçişin anlatımıdır.

Teknik gelişim ve üretkenlik sermaye birikim sürecine ve sermayenin çok az

THO

MA

S PİKETTY’NİN KAPİTALİ: M

AR

KS’IN “KEH

AN

ETİNİ” BO

ŞA ÇIKARTMA ÇABASI

(NTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

elde yoğunlaşmasına bir karşı ağırlık oluşturmaz. Teknik gelişimin fırtınalı bir hız kazandığı son yirmi yılda, "yüzde 1" ile "yüzde 99" arasındaki uçurumun görülme­dik ölçüde açılması Piketty'nin Marks'ı eleştirisini boşa çıkartıyor.

"Eşitsizliğin Dinamikleri"Yazar, eşitsizliğin temel dinamiğini "sermaye getirisinin ekonomik büyüme ora­

nından büyük (r>g) olmasın"da görür. Kitabın temel tezi budur."Sermayenin getirisinin neden sistematik olarak büyüme oranından büyük ol­

ması gerektiğinin derin temelleri var mıdır? Açık olmak gerekirse, bunu tarihsel bir gerçek olarak ele alıyorum, mantıksal bir gereklilik olarak değil"

"Uzun bir tarihsel dönemde r'in gerçekte g'den büyük olduğu itiraz edilemez bir tarihsel gerçekliktir." (Piketty, s.353)

Bu tarihsel gerçekliğin kanıtları yazarın tablolarıdır. (Piketty, s.354) Ancak tab­lolar o kadar geniş bir zaman aralığını (0 yılı ile 2100) kapsıyor ki, sonuçları "itiraz edilemez" olarak kabul etmek çok zordur. Üstelik "kapital"den söz ediyorsak, bu kavram kapitalist sistemi varsayar. Servet birikimiyle sermaye birikimi ayrı şeyler­dir. "Bir toprak parçasının etrafı bir çitle çevrilip" özel mülkiyetin insan yaşamına girdiği yıllardan beri, yaklaşık on bin yıldır, servet birikimi vardır. Fakat sermaye birikimi çok daha gençtir, hepi topu dört yüzyıllık bir tarihi vardır.

Tabloda bu aralığa baktığımızda (1700-2012) kar oranı yüzde 4-5 bandında seyrederken, büyüme yüzde 0,5'lerden yükselişe geçer, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısı hızla tırmanır yüzde 4'e yaklaşarak bir zirve yapar, sonra düşüşe geçer.

Yazar, sermaye getirisi ve büyüme arasındaki ilişkiyi bir de kardan vergiler düşüldükten sonra irdeler. "Sonuç olarak, yirminci yüzyılda, mali ve mali olmayan şokların yarattığı sonuçlarla tarihte ilk kez, sermaye getirisinin büyüme oranından daha az olduğu bir dönemi buluruz" (Piketty, s.356) Bu dönemde, yani 20. yüz­yılda sermayeden vergi oranı ortalama yüzde 30'dur. Bu oran 21.yüzyılda yüzde 10'lara geriler. İki dünya savaşının yaşandığı yıllarda -yazar bunları "şoklar" olarak nitelemeyi tercih ediyor- sermayeden vergi oldukça yükselir. Bunun da etkisiyle "tarihte ilk kez" sermaye getirisi büyüme oranının altına düşer. Bu dönem aynı za­manda kapitalizmin Keynes ekonomisini uyguladığı yıllardır. Büyük yıkımlardan sonra devlet vergileri yükselterek, bu sermayeyi yatırımlara yönlendirir. Böylece büyüme oranı sermaye getiri oranının üstüne çıkar.

Neoliberalizm yılları gelince -1980 sonrası- "şokların" etkileri azalır ve yeniden vergiler inişe geçer, böylece sermaye getirisi yeniden büyüme oranının üstüne çıkar.

Sermaye getirisinin büyüme oranından sürekli büyük olmasının anlamı nedir ve nelere yol açar? Yazar bu temel tespitini şöyle derinleştirir. "r>g'nin eşitsizliği, geçmişte birikmiş zenginliğin üretim ve ücretlerden daha hızlı büyüdüğünü anlatır. Bu eşitsizlik temel mantıksal zıtlığı açıklar. İşverenler kaçınılmaz bir şekilde rantiyeli­ğe eğilim duyarlar, emeğinden başka bir şeye sahip olmayanlar üzerinde gittikçe ar­tan bir hâkimiyet. Bir kez bu yapı ortaya çıkınca, sermaye kendini, üretim artışından daha hızlı üretir. Geçmiş geleceği yutar" (Piketty, s.571)

Sermaye getirisinin büyüme oranından büyük olması, en genel olarak karın tümünün üretime yatırılmaması anlamına gelir. Kapitalist sistemde böyle bir tercih her zaman mümkündür. Ancak bunu kapitalizmin tüm tarihine yaymak, Piketty'nin verileri öyle gösterse de, doğru değildir. Yazar, tüm dünya için ve çok uzun bir zaman aralığında rakamları ele alıyor. Oysa sadece kapitalizm yıllarını ele alsak bile, dünya baştan aşağıya "eşitsiz gelişim" yaşamıştır. Aynı zamanda emperyalist savaşlar, devrimler, ulusal kurtuluş savaşları, dönemler arası büyük farklılıklar yaratmıştır. Yazar, bütün bunları uzun zaman aralığı içinde ve tüm dün­ya için ortalamalarla silikleştiriyor.

Gelelim r>g eşitsizliğinin yarattığı sonuçlara: Bu eşitsizlik devam ederse, yaza­ra göre sermaye rantiyeleşiyor ve kendini üretim artışından daha hızlı büyütüyor. Piketty, sermayeyi nasıl ele alır? "Bu kitapta, sermaye sahip olunabilen ve pazarda değiştirilebilen insan dışı tüm değerlerdir. Sermaye, şirketler ve hükümet firmaları tara­fından kullanılan, finansal ve profesyonel sermaye (işletmeler, altyapı, makine, patent vb) kadar bütün gayrı menkulleri de içerir." Piketty'nin sermayesini, Marks'ın tanı­mıyla karşılaştırdığımızda, yazar işgücünü (değişen sermayeyi) sermaye dışında tutuğuna göre, onun tanımı değişmeyen sermayeyi kapsamaktadır. İçinde değişen sermaye (işgücü) olmadığında hiçbir sermayenin birikim yapamayacağını ayrıca anlatmayacağız. Çünkü Piketty'nin "Das Kapital"in mantığıyla bir yakınlığı yoktur.

Sermaye getirisi ulusal büyümeden fazla olunca sermaye neden rantiyeleşme- ye yönelir? Yani neden üretime yönelmez de spekülasyona yönelir? Yazar bu ko­nuda doyurucu bir açıklama yapmaz. Sermaye, üretime veya üretim dışı alanlara kar oranlarındaki farklara göre yönelir. Karın yüksek olduğu alanlara sermaye akışı artacağı için bir dönem sonra bu alandaki kar da diğer alanlardaki seviyeye geriler. Yazar'ın kendi tespitine göre rantiyeliğe yönelen sermaye, kendini üretimdekinden daha hızlı büyütür. Başka bir deyişle kar oranları rantiyelik alanlarında üretim ala­nından daha yüksektir. Piketty, bunun nedenini de bize açıklamaz. Bu ayrıca hep böyle midir? En son yaşanan 2008 büyük bunalımı bir kez daha böyle olmadığını gösterdi. Spekülasyon alanında sermaye bollaştıkça, neticede balon patladı. Dola­yısıyla bu alanda kar oranları uçurumun dibine yuvarlandı.

Yazar, r>g eşitsizliğini "kötülüklerin anası" ilan ettikten sonra bu eşitsizliğin ne­denleriyle ilgili bazı görüşleri ele alır.

"Özetlersek, bu kitap boyunca vurguladığım r>g eşitsizliğinde belirlenebilecek temel kutuplaştırıcı gücün, pazarın yetersizliğiyle bir ilişkisi yoktur ve pazarlar daha serbest ve daha rekabetçi olsa da ortadan kalkmayacaktır." (Piketty, s.424) Yazar, liberallerle tartışırken bu tezi savunuyor. Bunu biz şöyle tercüme edebiliriz: Eğer r>g eşitsizliği varsa, pazarlar eksiksiz işlese de, sermaye rantiyeleşmeye yönelir. Bu kısmen doğrudur. En son küreselleşme yıllarında pazarlar önceki yıllara göre çok daha iyi işledikleri halde spekülasyon ya da rantiyeleşme zirvelere tırman­dı. Tam 2008 bunalımı öncesinde, 2007 yılında dünya toplam hâsılası 65 trilyon dolar iken, finansal varlıkların toplamı 1000 trilyondu. (Küresel Kriz ve Finansal- laşma, Volkan Yaraşır) En kaba hesapla "hayali ekonomi" "gerçek ekonomi"nin 15 katı büyüktü. Bu pazarlar "iyi" işlediği için böyle olmuştur.

co

THO

MA

S PİKETTY’NİN KAPİTALİ: M

AR

KS’IN “KEH

AN

ETİNİ” BO

ŞA ÇIKARTMA ÇABASI

THO

MA

S PİKETTY’NİN KAPİTALİ: M

AR

KS’IN “KEH

AN

ETİNİ” BO

ŞA ÇIKARTMA ÇABASI

Fakat yazar, r>g eşitsizliğinin tersine döndüğü dönemi nedense hep ıska­lamayı tercih eder. Keynes ekonomi politikasıyla pazara devlet müdahalesinin yapıldığı yıllarda -yazara göre şok yıllarında-büyüme, sermaye gelirinin üstüne çıkmış (g>r olmuş) ve eşitsizliğin yarattığı kutuplaşma yumuşamıştır. Fakat ya­zar, 20. yüzyıldaki bu durumu insanlık tarihinde bir istisna olarak kabul edip özel olarak incelemeye gerek duymaz. Pazarlar mükemmel işlese de r>g eşitsizliği insanlığın alın yazısıdır. Bu alın yazısının kırıldığı dönem (1914-1975) bir istisnadır ve yazarın700 sayfalık kitabında fazla ilgisini çekmez.

"Bugün 'rant'sistematik olarak 'tekellerle' birlikte anılır... Oysa sermayenin ge­tirisinin büyüme oranından daha yüksek olması gerçekliğinin tekellerle bir bağlan­tısı yoktur ve daha fazla rekabetle çözülemez. Tam tersine sermaye pazarında daha saf ve daha fazla rekabet, sermayenin getirisi ile büyüme oranı arasındaki uçurumu daha fazla büyütür. Sonuç sermaye sahibi ile yöneticinin ayrılmasıdır." (Dynamics of inequality, New Left Review, Piketty, Jan/Feb 2014) Tekellerin rantla bir ilgisi yoksa kimlerin vardır? Bankalar ve tekellerin kaynaşması onlara her alanda rant sağlama imkanı yaratır. Üretim alanında, para sermayenin hüküm sürdüğü kredi piyasalarında, spekülasyon alanı olan borsalarda hep tekellerin sözü geçer. Te­keller rekabeti yok edemez, ancak çoğu zaman kendileri için en uygun ortamı yaratma gücüne sahiptirler.

Öte yandan, daha fazla rekabet neden r>g uçurumunu büyütsün? Rekabetin, karları aşağıya çeken bir etkisi vardır. Böylece sermayenin getiri oranı da azalır. "Saf veya güçlü rekabetin" büyümeyi mutlaka arttırması gibi bir ekonomik kural da yoktur. Rekabetle güçlü olanlar büyüyüp ayakta kalırken, diğerleri iflas eder­ler. Bunun otomatik sonucu büyüme değildir. Yazar, r>g eşitsizliğinin yumuşa­tılması için neoliberallerin pazarı savunan tezlerini reddediyor. Bu kadarı güzel, fakat çözüm için 20. yüzyılın "şok" yaşanan yıllarından, yani eşitsizliğin gerilediği yıllardaki ekonomik uygulamalarından bugüne bir ders ya da çözüm önerisi ak­tarmıyor. Netice olarak, bu lanetli alın yazısı r>g eşitsizliğinden kurtuluşun bir yolu kalmıyor.

Aslında bir yolu var ancak Piketty o yolu gözlerden saklamak için epeyce gay­ret gösteriyor. Yazara göre "insanlık tarihinde" sadece bir kez, 20.yüzyılın önemli bir bölümünde (1914-1980 arası) eşitsizliği yaratan r>g bağlantısı tersine dön­müştür. Yazar İsa'dan bugüne rakamlarla konuşma iddiasındadır. Fakat bunun spekülatif tahminden öteye bir anlamı elbette yoktur. İnsanlık tarihini bir yana bırakalım, kapitalizm yıllarına bakarsak gerçekten sözü edilen yıllar özel bir yere sahiptir. Yazar bu yıllardaki olayları "mali ve mali olmayan şoklar" olarak yuvarlı­yor, derinliğine inmekten ısrarla kaçınıyor.

"Gerçekte, iki savaşın bütçe ve mali şokları, sermayenin kendi içindeki savaşlar­dan daha yıkıcı olduğunu kanıtladı. Fiziksel yıkıma ilave olarak, 1913 ve 1950 ara­sında sermaye ve gelir oranındaki baş döndürücü düşüşün açıklanmasında temel faktörler; yabancı tahvillerin çöküşü ve bu zamanın özelliği çok düşük tasarruf oranı ve öte yandan savaş sonrası yeni politik koşullarda karma mülkiyet ve kuralların ge­çerli olmasıyla varlıkların düşük fiyatlarıdır." (Piketty, s.148)

Bu söylenenler o günün sadece bir fotoğrafıdır, "Şokların" ¡ç bağlarına değinil­mez, Örneğin; yazar "savaş sonrasının yeni politik koşullarında karma mülkiyet ve kuralların" ortaya çıkış nedenlerini fazla kurcalamaz,

Fakat kitabıyla ilgili New Left Review dergisiyle yaptığı bir söyleşide yazar, derginin sorusundan fazla kaçamaz, "1914-1975 arası gelir eşitsizliğindeki azal­mayı sadece iki dünya savaşına bağlıyorsunuz. Güçlü işçi örgütlenmelerinin rolü yok mudur?" sorusuna cevap verirken kimi gerçeklere değinmek zorunda kalıyor, Fakat yine de kendi mantık duvarlarının dışına çıkamıyor, ya da çıkmayı tercih etmiyor, "Görüşüm basittir, bu değişimler, Bolşevik Devrimi süreci ve Doğu'da ortaya çıkan tehlike dâhil, büyük ölçüde savaşların ve Büyük Bunalım'ın yarattığı şokların ürünüdür." (New Left Review, a,y, s.115)

Yazar, Sermaye'nin içinde "değişen sermaye"ye (iş gücüne) yer vermediği için "şoklar"ı anlatırken sermayenin bu yanının davranışlarına hemen hiç değinmez, Kitabının başında ekonomi bilim inin soyut matematik formüllere indirgenmesini eleştiren yazar, aynı zamanda "ekonomik determinizme" ihtiyatla yaklaştığını, so­runun "politik" olduğunu ileri sürmüştü, Ancak "şokları" açıklarken sırf ekonomik determinizm sınırında kalıyor, "İnsanlık tarihinde ilk kez eşitsizliğin azaldığı" ara­lığı anlatırken savaşın yıkımı yanında, yabancı sermaye portföylerinin çöküşüne, az tasarruf olmasına ve varlık değerlerinin düşük olmasına değinir, Fakat "yeni politik koşullarda" ortaya çıkan "karma mülkiyet ve kurallar"ın içine girmez, Ya­zarın bakışı ekonomik nesnelerle sınırlı kalır, Oysa Marks'ın ana buluşunu açıklar­ken Engels politikanın, ekonominin neresinde olduğunu mükemmel bir şekilde açıklamıştır,

"İktisat, nesneyi incelemez, insanlar arasındaki ilişkileri ve son tahlilde, sınıflar arasındaki ilişkileri inceler; oysa bu ilişkiler, her zaman, nesneye bağlıd ırlar ve nes­ne g ib i gözükürler." (F.Engels, Karl Marks'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisi, s.39)

New Left Review, "şoklarda" "güçlü işçi örgütlenmelerinin rolünü" sorduğun­da, yazarın cevabı totolojiktir, "Değişimlerin, savaşlar ve büyük bunalımın sonu­cu olduğunu" tekrarlar, İnsanlar ya da sınıflar arası ilişki konunun dışında kalır, İşçi sınıfı mücadelesinin 19, yüzyılın özellikle ikinci yarısında yükselmesi, Paris Komünü'nden Bolşevik Devrimi'ne giden bir sürecin başlaması, şokların içinde işçi sınıfı örgütlenmelerinin büyük rolünün olduğu yıllardır,

Oysa Piketty'nin hiç değinmemeyi tercih ettiği sosyalizm korkusu kapitaliz­me olmadık işler yaptırmıştır, Refah devletleri adı altında işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları tarihte olmadık ölçülerde iyileşmiştir, ayrıca sermaye getirisine büyük vergiler konabllmiştir, Elbette bütün bunlar aynı zamanda işçi ücretlerin­de yükselme demekti, Dolayısıyla r>g eşitsizliği "uzun tarihsel dönemde" kendi­liğinden işleyen bir "tarihsel gerçek" değildir, Sınıflar mücadelesinin kendini or­taya koyma biçimlerinden birisidir, Savaş şokları zaten sınıflar savaşının bir başka biçimiydi, Ortaya sosyalist bir sistem çıkınca eşitsizliğin uçurumu belli ölçülerde daraldı,

Diğer şeyler bir kenara Piketty çözümü vergide gördüğü için "şok" yıllarında bu konudaki gelişmeleri nasıl yorumlayacaktır? Bu yıllarda, sermaye üzerinden

LOTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

ON

THO

MA

S PİKETTY’NİN KAPİTALİ: M

AR

KS’IN “KEH

AN

ETİNİ” BO

ŞA ÇIKARTMA ÇABASI

yüksek oranlı vergilerin alınabilmesini, fakat bu vergi oranlarının 1980'ler sonrası yeniden azalışını nasıl açıklayacaktır? Ekonomik determinizmle değil, "politika­larla" açıklayacaksa, politikaların bu köklü değişiminin de bir izahı gerekir. Bu so­ruların cevabı sınıflar savaşında, işçi sınıfı mücadelesinin gücünde yatmaktadır. Fakat Piketty'nin "21. Yüzyılda Kapital"inde sınıflar savaşı yoktur.

Piketty, İsa'dan bugüne istatistik tabloları yaparak, iki bin yılı aşkın zaman ara­lığında bir "tarihsel gerçeği" kanıtlamaya çalışırken, dürbünün tersiyle olaylara bakıp, özgün dönemleri silikleştirir. Eşitsizliğin dinamiğinde rantiyeleşmeyi gör­mek, sonuçla uğraşmak oluyor. Das Kapital'e göre, kar oranlarında düşme serma­yeyi üretim alanları dışında arayışlara iter. 1975'ler sonrası yaşananlar bunun bir kez daha en iyi kanıtıdır. Sermaye üretim alanlarından spekülasyona kaymıştır. Öyle ki, kapitalizmin tarihinde spekülasyona hiç bu ölçüde kayış yaşanmamıştır.

Piketty ve Kar Oranlarında DüşmePiketty, Marks'ın kar oranlarında düşme yasasına inanmadığı için rantiyeleş­

meyi r>g eşitsizliğine bağlar. Bu eşitsizliği ise istatistiklere dayanarak "tarihsel bir gerçek" olarak kabul eder. Eşitsizliğin dinamiklerinin içine doğru yolculuğa de­vam edebilmek için yazarın Marks'ın kar oranlarındaki düşme yasasını nasıl yok ettiğine bakmalıyız.

"...kapitalistler sürekli artan miktarda sermaye biriktirirler, bu birikim sonunda kaçınılmaz biçimde kar oranlarının (yani sermaye geliri) düşmesine ve daha sonra da kendi çöküşlerine yol açar. Marks matematik modeller kullanmadı ve onun metni daima berrak değildi, bu yüzden aklında ne olduğundan emin olmak zordur." (Pi­ketty, s.228)

Önce yazarın Marks yorumunda zorunlu düzeltmeler yapmalıyız. Kar oranla­rında düşmenin nedeni "kapitalistlerin sürekli artan miktarda sermaye biriktirme­si" değildir. Sermaye birikiminin değişen yapısıdır. Ayrıca Marks kar oranlarının düşmesi yasasını bir matematik formül üzerinde açıklar. Fakat bu "model" basit bir tanımdan ibarettir. Açıklama kar oranı formülünün yapısında vardır.

Marks kar oranını k=A/S olarak tanımlar; A: artı-değer miktarıdır, S: toplam ser­mayedir. S, yani toplam sermaye, değişmeyen (makine, diğer donanımlar ve ham maddeler) (s) ve değişen (işgücü ücretleri) sermaye(d) olarak ayrılır. Sonuçta kar oranı formülü k=A/s+d olarak ifade edilebilir. Eşitliğin pay ve paydasını (d) deği­şen sermaye ile bölersek k=a/b+1 olur. Burada a=artı-değer oranı, b=sermayenin organik bileşimidir. Kar oranında düşme olması için sermayenin organik bileşimi­nin (b) artı-değer oranından (a) daha hızlı büyümesi gerekir.

Marks kapitalist birikimin yasasını çok berrak biçimde şöyle açıklar: "Değişme­yen sermayedeki bu sürekli değer artışına... ürünlerde sürekli bir ucuzlama tekabül eder. Her tek tek ürün, kendi başına alındığında, ücretlere yatırılan sermayenin, üre­tim araçlarına yatırılan sermayeye kıyasla daha büyük bir yer tuttuğu daha düşük üretim düzeyine göre, daha az miktarda emek içerir... Bu üretim tarzı, değişmeyen sermayeye kıyasla, değişen sermayede gitgide nispi bir azalma, ve dolayısıyla top­lam sermayenin organik bileşiminde sürekli bir yükselme yaratır. Bunun doğrudan

sonucu, aynı ya da hatta artan bir emek sömürü derecesinde, artı-değer oranının sürekli düşme gösteren bir kar oranı ile temsil edilmesidir." (K.Marks, Kapital III, s.225)

Marks, Piketty'nin yorumladığı gibi, artan sermaye birikiminin kar oranlarını düşürdüğünü söylemiyor. Kapitalizmde sermaye birikim sürecinde, teknik ve üretim örgütlenmeleri geliştikçe, sermayenin organik bileşimi, artı-değer sömü­rü oranına göre daha hızlı arttığı için kar oranları düşme eğilimi gösterir. Marks'ın bu düşmeyi mutlak değil bir eğilim olarak ele almasının da bir nedeni vardır. Çünkü bu eğiliminin yanında "zıt yönde etkiler" de vardır.

"Zıt yönde etkileri" çok kısa özetlersek bunlar; "sömürü yoğunluğundaki artış", "ücretlerin, emek gücünün değerinin altına düşmesi", "değişmeyen sermaye un­surlarının ucuzlaması", "nispi aşırı nüfus", "dış ticaret" ve "hisse senetli sermayenin artışı"dır. (Marks, ay. s.244-254) Kar oranlarının düşme yasası ve zıt yönde etkiler incelendiğinde Marks'ın "metninin berrak" olduğu görülür.

Yazar, Marks'ın Kapital'in I. kitabında bir tekstil fabrikasının defterlerini incele­yerek "sabit ve değişken sermaye arasında aşırı yüksek -ondan büyük- bir oran bul­duğunu söyler. Marks ve pek çok şüpheci diğer gözlemciler için bütün bunların (özel­likle on dokuzuncu yüzyılın başından beri durgunlaşan ücretler nedeniyle) nereye gideceğini ve böyle hiper-sermaye-yoğun sanayi gelişmesinin ne tip uzun dönemli bir sosyoekonomik denge yaratacağını sormaları doğaldır" (Piketty, s.229)

"Bu önemli sezgiye rağmen problem, Marks'ın elde edilebilir istatistiklere genel­likle hikâye gibi ve sistematik olmayan bir yaklaşım içinde olmasıdır. Özellikle, bazı fabrikaların hesap defterlerinin gözleminden çok yüksek sermaye yoğunluğunun bir bütün olarak İngiliz ekonomisini veya bazı sektörlerini temsil edip etmediğini bul­maya çalışmamıştır." (Piketty,s.229)

Yazar, bugün Marks'tan çok daha fazla ve gelişkin veriye sahip olmasına rağ­men, rakamlarla onun hatasını kanıtlamaya kalkışmıyor. Marks'ın "sezgisine" önem veriyor, fakat metodunun "sistematik olmadığını", dolayısıyla birkaç rakam­dan böyle bir sonuca ulaşılamayacağını söylüyor. Eğer, yazar rakamlarla Marks'ı yalanlamaya kalksaydı bunu başaramazdı. Çünkü sanayi kapitalizmi Marks'ın keş­fettiği yolda gelişmiştir. Sermayenin organik bileşimi sürekli büyümüştür. Hele bugünün kapitalist dünyasında bunun tersini iddia etmek sadece gülünç olur.

Yazar, "sürekli sermaye birikimi yaşanırken, büyümenin sıfıra yakın olması koşullarında, sermayenin gelirdeki payının bütün ulusal geliri yutacağını" iddia ederek, kapitalistlerin böyle koşullarda kendi "mezarlarını kazacağını" (bu "mezar kazıcılığını" Marks proletarya için söylemiştir, ancak konu dışı kaldığı için geçe­lim) savunmaktadır. (Piketty, s.228) Bu tespitin ne Marks'ın kapitalist bunalımlarla ilgili söyledikleriyle, ne de üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çatışmadan çıkıp gelen devrim dönemleriyle ilgili öngörüleriyle yakından bir ilişkisi vardır.

Yazara göre bu felaketten çıkış yolu "yapısal büyüme"dir, fakat Marks'ın bunu görmediğini ileri sürmektedir. "Marks'ın aklında, on dokuzuncu yüzyılın tamamın­da ve yirminci yüzyıl başındaki ekonomistler gibi,... sürekli ve sağlam üretkenlik ar­tışına dayanan yapısal büyüme fikri açıklıkla tanımlanmış veya formüle edilmemiş­t i" (Piketty, s.228)

^1

THO

MA

S PİKETTY’NİN KAPİTALİ: M

AR

KS’IN “KEH

AN

ETİNİ” BO

ŞA ÇIKARTMA ÇABASI

oo

THO

MA

S PİKETTY’NİN KAPİTALİ: M

AR

KS’IN “KEH

AN

ETİNİ” BO

ŞA ÇIKARTMA ÇABASI

Evet, Marks kendi döneminde "ulusal büyüme", "ulusal gelir"le ilgilenmemiştir. Ulusal kapitalist pazarların oldukça genç ve dünya pazarlarının paylaşımının baş­ladığı günlerde bu kavramlar henüz ortaya çıkmamıştı, İlk "ulusal gelir" hesapla­ma girişimleri 1800'lü yıllarda ortaya çıkmış olsa da, konunun bir ekonomik kav­ram olarak şekillenip kullanılması büyük bunalım (1930'lar) yıllarına kadar gider,

Sonuç olarak, yazar, Marks'ın kapitalizmin çöküşü ile ilgili "kehanetini"yle, "sü­rekli yapısal büyüme" olgusundan habersiz olduğu için hatalı bir tespit yaptığını iddia ediyor, "Marks'ın işaret ettiği dinamik istikrarsızlık, gerçek bir zorluğa denk dü­şer, bundan mantıklı tek çıkış yapısal büyümedir; sermaye birikim sürecini dengele­yecek tek yol budur." (Piketty, s.228)

"Özetle, üretkenlik artışına ve bilginin yaygınlaşması temeline dayanan modern büyüme, Marks tarafından öngörülen kehanetten kaçınmayı ve sermaye birikim sü­recini dengelemeyi mümkün kılar" (Piketty, s.234)

Yazar, "sürekli sermaye birikimi yaşanırken, büyümenin sıfır veya sıfıra yakın olması durumunda", Marks'ın kapitalizmin çöküş kehanetinin gerçekleşebilece­ğini iddia ediyor, Bu çöküşten kaçınmak için, sermaye birikim sürecinin sürekli yapısal büyüme ile dengelenebileceğini ileri sürüyor, Ortada bir gariplik olduğu açık! Önce, büyüme sıfırken sürekli sermaye birikimi nasıl gerçekleşiyor? Diğer bir ifadeyle, sermaye birikim sürecinin yapısal büyüme ile dengelenmesi ne an­lama geliyor? Bu garip paradokslardan yazarın sermaye birikim sürecinden an­ladığının, üretim temelli olmayıp, spekülatif veya ranta dayalı olduğu anlaşılıyor,

Eğer büyüme sıfırsa, yani toplam ekonomide artı değer yaratılmıyorsa, "sürek­li sermaye birikim i" ancak spekülasyonla, yani para oyunlarıyla gerçekleşebilir, Yazar bu noktada haklıdır, eğer ekonomi sadece bu kanaldan gidiyorsa bir çöküş kaçınılmazdır, Fakat böyle çöküşler genellikle kapitalist sistemin çöküşünü değil, balon yapan değerlerin patlayıp yok oluşunu getirir,

Öte yandan, sermaye birikiminin tahrip edici etkisini yapısal büyüme ile dengelemekten ne anlamalıyız? Yazar, spekülatif veya ranta dayalı sermaye bi­rikiminin yanında üretime dayalı sermaye birikimi gerçekleşirse çöküşten kaçı- nılabileceğini iddia ediyor, Bu bakış açısının ne Marks'ı ne de kapitalist sistemin yapısını hiç anlamadığı çok açıktır, Marks sermaye birikiminin kaynağının artı- değer üretimi olduğunu tespit eder ve bu süreçlerin işleyiş kanunlarını ortaya çıkartır, Aslında kapitalizmin ilk günlerinden beri burjuva iktisatçıları "zenginliğin kaynağını" araştırmışlar, "değer yaratan nedir?" sorusunun cevabını aramışlardır, A, Smith ve daha çok Ricardo, değerin kaynağında emeği bulmuşlar, böylece kapitalist üretimin gizleri çözülmeye başlamıştır, Marks daha ileri giderek, artı- değer yaratma süreçlerini ve bu süreçlerin yıkıcı çelişkilerini ortaya koymuştur, Marks, özel olarak spekülatif veya rantiye sermaye ile ilgilenmemiş, sanayi üre­tim inin yapısıyla ilgilenmiştir, Çünkü kapitalizmin temel çelişkileri bu üretim ve sermaye birikim süreçlerinde yatmaktadır,

Piketty, "sermaye birikim sürecini yapısal büyüme ile dengelemekten" söz edince şunu da söylemiş oluyor: Kapitalizmi yıkıma götürecek olan üretim ala­nı dışındaki rantiye sermaye birikimidir, yoksa "yapısal bir büyümeyi" sağlayacak

kapitalist üretim, Marks'ın kehanetinden kaçınabilir. Başka bir değişle, üretime dayalı sermaye birikim sürecinde yıkıcı bir çelişki yoktur.

Das Kapital'le Piketty'in Kapital'inin temel ayrılık noktası budur. Yazar kapita­lizmin bir kusuru ile uğraşıyor; r>g eşitsizliğinden türediğini iddia ettiği rantiye- leşmenin etkileri azaltılırsa kapitalizm pek ala "sonsuza" kadar yaşayabilecektir. Sermayenin, üretim devresi dışına kaçmasının, böylece rantiye sermayenin şiş­mesinin temel nedeni olan kar oranlarında düşme gerçekliği, Piketty'nin görmek istemediği, üstelik vergilendirmeyle de kurtulamayacağı kapitalist üretimin esas­lı çelişkisidir. Kapitalizm, Piketty'nin sevdiği deyimle, emeğin "sınırsız" sömürüsü­nü gerçekleştirmek için tekniği geliştirdikçe, kar oranlarını riske sokmaktadır. Bu çelişkiden, kapitalizm, "sürekli büyüme" ile kurtulamaz. Ayrıca kapitalist üretimin yapısı gereği sürekli büyüme imkânsızdır.

Yazara, kapitalizmin yapısı gereği sürekli yapısal büyümeyi gerçekleştireme­yeceğini hatırlatmak gerekiyor. Aşırı üretim, aşırı sermaye birikimi, yani değersiz- leşen sermayelerin bir köşeye atılmasını gerektirir. Bu da ancak büyük bunalım­larla gerçekleşebilir. Bir tanesinin içinde yaşıyoruz. Kapitalizm hala büyüyemiyor. 90'lı yıllardan beri gerçeklik olan "Japon sendromu" -sıfır büyüme- dünya eko­nomisini sarmış durumda. Neden helikopterlerden piyasaya atılan dolarlar üre­tim devresine girmiyor da "rantiyeleşiyor"? Yoksa finans kapital intihar etmeye mi niyetlidir? Piketty, kapitalizmi Marks'ın "kehanetinden" kurtarmak istediğinde sadece gülünç oluyor.

Rantiyeleşmenin Gerçek Nedenleri ve Günümüzdeki DurumuPiketty, sermayenin günümüzdeki rantiyeleşmesine veya ikinci küreselleşme­

nin nedenlerine fazlaca değinmez. Onun için r>g eşitsizliğinin işlemesi yeterlidir. Fakat eşitsizlik üzerine araştırma yapmış bir başka yazar, J.Stiglitz, Amerikan eko­nomisini saran spekülasyon havasıyla ilgili çarpıcı bir soru sorar:

"Ne zaman yoldan çıktık?""Bu soruya kolay bir cevap yoktur, fakat Birleşik Devletlerde Reagan'ın başkan

seçilmesi bir dönüm noktasıdır." (The Price of inequality, Joseph Stiglitz, s.xxxi) Stiglitz'e göre 1981'de "yoldan çıkma süreci" başlar ve hızla gelişir. 2008 öncesi Amerikan tekellerinin karlarının yüzde 40'ı finans sektörüne gidiyordu. (Stiglitz, ay) Reagan havayollarında 1981'deki grevi kırarak yeni süreçte sınıflar mücade­lesinin nasıl bir zeminde yürüyeceğini gösteriyordu. Margaret Thatcher aynı yo l­dan giderek liman işçileri grevini kırmıştı.

Stiglitz bu dönemin en tip ik olgularının başında "rant arayışı"nı vurgular. (Stigtilz, s.48) Sermaye kendini büyütmek için yeni yollar aramaya çıkmıştır.

Yine bu dönemde "yeni ekonomi"ye büyük umutlar bağlanmıştı. "Bilgi sanayi"si kapitalizmin geleceği için büyük imkânlar sergiliyordu. Fakat bu da uzun sürmedi. 2002 yılında büyük umutlar bağlanan "dotcom" çöktü ve 7 trilyon dolar buharlaştı. (Capitalism's Last Stand?, Walden Bello, s. 69) "Dotcom"un çök­mesinden sonra Amerikan finans kapitalinin emlak alanında balonlar yaratma yoluna çıktığı biliniyor. Onun da çöküşü 2008'de geldi.

YO

THO

MA

S PİKETTY’NİN KAPİTALİ: M

AR

KS’IN “KEH

AN

ETİNİ” BO

ŞA ÇIKARTMA ÇABASI

oLOTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

Neden Amerika ve İngiltere'nin öncülüğünde neollberallzm yoluna çıkıldığı­na, kar oranları açısından baktığımızda açık bir tablo ortaya çıkar. Çin hariç kar oranlarındaki gelişim şöyledir: İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra 1965'e kadar kar oranları sürekli yükselir ve yüzde 25'e varır. 1965 yılı aynı zamanda kar oran­larında kırılma noktasıdır, düşme başlar. 1982'de yüzde 14,5'e geriler. Neoliberal uygulamalarla kısmen bir yükseliş başlar ve 1998'de yüzde 18,5'e varır. Ancak burada tutunamaz yeniden inişe geçer ve "dotcom" krizinde yüzde 16,5'e düşer. Büyük krizin ilk yılında 2009'da ise yüzde 15,5'e geriler. (A world rate of profit revisited with Maito and Piketty, Michael Robert Blog)

Fortune dergisinin 500 büyük Amerikan firması için kar oranları daha da kö­tüdür. "Ekonomist Philip O'Hara'nın sunduğu endekse göre, 1960-69 arası %7.15 ; 1980-89 arası %5,30 ; 1990-99 arası %2,29 ; 2000-02 arası %1,32'dir." (W.Bello, s.7)

İşin bu kadarı kapitalizmin rutini içinde kalır. Piketty kabul etmese de kar oranlarında düşme sermayeyi üretim alanı dışına iter, Stiglitz'in deyimiyle "rant aramaya" yöneltir. Fakat bunlar kapitalizmin neoliberal ekonomi politikalarla 1980 sonrası kazandığı özellikleri yeterince açıklamaz. Kapitalizmin tarihinde ol­madık ölçüde borsanın rolü ve hacmi 1980 sonrası artmıştır. Finans sermayesinin gücü hiç bu kadar büyümemiştir. Emekli ve sigorta fonlarındaki trilyonlar "borsa­ya" akmıştır ve bu kapitalizmin tarihinde bir ilktir. Ortaya ikili bir ekonomik yapı çıkmıştır: "gerçek ekonomi" ve "finans ekonomisi". 2007 rakamlarına göre "finans ekonomisi", "gerçek ekonomi"den 15 kat büyüktür.

Öte yandan büyük 2008 krizine rağmen finansal şişme devam etmektedir. "Krizden bu yana dünyadaki merkez bankalarının varlıklarının toplamı iki kat ar­tarak 20 trilyon doları aşmıştır." (Mustafa Durmuş, Küresel Kapitalist Krizde Son Durum, internet, 14.08.2014) Merkez bankaları krizi aşmak için para basıyor.

Dolayısıyla yarattığı bütün yıkıma rağmen "finans ekonomisi"nin egemenli­ği devam etmektedir. Bu anlamda 2008 krizi ve çözüm yolları da kapitalizmin tarihinde ilk olma özelliğine sahiptir. Kapitalist ekonomide büyük krizler değer- sizleşen sermaye yığınının süpürülmesi anlamına gelir. Schumpeter'in deyimiyle krizler aynı zamanda "yaratıcı yıkımlardır." Çürükler silinir. 2008 krizinde de böyle silinmeler, batışlar elbette olmuştur. Fakat yıkımın 1929 bunalımındaki gibi ol­maması için Amerikan Merkez Bankası piyasaya helikopterle para yağdırmıştır. Böylece "batmayacak kadar büyük" olanlar kurtarılmıştır. O nedenle, bugün bü­yük bunalıma rağmen kapitalist ana yurtlarda ekonomide çürüklerle sağlamlar iç içedir. Böylece ekonomik çürüme devam ediyor. Değersizleşen sermaye yığını hala ekonomi içinde kalmaya devam ediyor. Çöp insanlar gibi kapitalizm çöp­leriyle birlikte yaşamaya devam ediyor. Bu da günümüz kapitalizmine özgü bir yeniliktir.

Günümüz kapitalizmine bir de Marks'ın kar oranlarının düşmesine karşı sis­temin ürettiği "zıt yönde etkiler" tarafından bakalım. Kapitalizm, Piketty'nin id­dia ettiği gibi "yapısal büyüme" arayışlarıyla mı çıkış yolu arıyor; yoksa düşen kar oranlarını kurtarmak için bütün gücüyle "zıt yönde etkileri" mi harekete geçirmek için didiniyor?

Neoliberalizmle birlikte kar oranlarındaki düşmeyi dengelemek İçin uygula­nan karşı tepkileri Marks'ın sıralamasına bağlı kalarak irdeleyelim:

"İlk karşı tepki, "sömürü yoğunluğundaki artış"tır. Bunun temel iki yolu mut­lak ve göreli artı-değeri arttırmaktan geçer. Mutlak artı-değeri arttırmanın yolu, işgününü uzatmaktır. Vardiya, fazla mesai veya doğrudan işgününü uzatma biçi­minde olabilir. Günümüzde artık genellikle fazla mesailere ücret ödenmiyor ve ücretlerde bir artış yapılmıyor, işgünü çeşitli yollarla uzatılıyor; hepsinden önem­lisi işgücü geçici iş bulma büroları tarafından pazarlandığı için üstündeki mutlak sömürünün arttırılmasına karşı hiçbir pazarlık gücüne sahip olamıyor.

"Diğer yol nispi artı-değerin arttırılmasıdır. Ancak bu yol kendi içinde bir han­dikap taşır. Sömürü oranını nispi olarak arttırmak için belli bir canlı emekten mümkün olduğu kadar fazla artı-değer sömürmek gerekir, bu da onun üretken­liğinin arttırılması demektir. Bunun için de daha fazla sermaye yatırımı ve etkili iş organizasyonu gerekir. Emeğin üretkenliğini arttırmak için yapılan sermaye yatırımı ise kar oranlarını aşağına çeken bir etki yaratır. Bu handikapın çözümü işgücünün fiyatını ucuzlatmaktan geçer.

"Burada, ikinci tepkiye gelinir: "ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi"dir. Bu tüketim mallarında bir ucuzlamayla da olabilir; ancak esas olarak işgücünün pazarlık gücünün kırılmasıyla sağlanır. Günümüzün en tip ik olgusu­dur. (Kapitalizmin tarihinde ilk kez bu kadar uzun bir dönem verimlilik artmasına rağmen ücretler yerinde saymakta ve hatta gerilemektedir.)

"Üçüncü tepki, "değişmeyen sermaye öğelerinin ucuzlaması". Üretkenlik arttıkça Kesim I üretiminde de verim lilik artar, dolayısıyla makinelerin fiyatında ucuzlama olabilir. Daha çok da ham madde fiyatlarındaki ucuzlamalar bunu sağ­lar. Günümüzde, üretim araçlarının yenilenmesi büyük bir hız kazandığı için, ma­kinelerin satın alınması yerine kiralanması yönteminin gelişmesi de bu konuyla ilgilidir. (Böylece değişmeyen sermaye öğeleri ucuzlatılır.)

"Dördüncü tepki, "nispi aşırı-nüfus"tur. Bu ücretleri aşağıya çeken bir baskı yaratır. Bugün tüm ülkelerde (gelişmiş-gelişmemiş), büyük bir rol oynamaktadır. (Özellikle geniş genç işsizler denizi çalışanların ücretleri için tehdittir.)

"Beşinci tepki, "dış ticaret"tir. Bu ham madde fiyatlarında ucuzlama yaratabi­lir, aynı zamanda emeğin yaşam gereksinmelerini ucuzlatarak da, hem değişen hem değişmeyen sermayede ucuzlama yaratarak kar oranının yükselmesine yol açar. Öte yandan, sermaye ihracı da aynı yönde etki yaratır.

"Son tepki, "hisse senetli sermayenin artışı"dır. Bu senetler ortalama karın al­tında kar sağlarlar. Bunların yaygınlaşmasına rağmen kar ortalamasına girmedik­leri için, oranı aşağıya çekici bir etki yaratmazlar. Üretime çekilen bu tür sermaye artar, ancak bunlar ortalama kar oranına girmedikleri için, sonuçta değişmeyen sermayenin ucuzlatılması etkisinin aynısını yaratırlar. (Marks, s.244-253, a.y.) (Bor- sadan firmaların devşirdiği sermaye netice olarak, değişmeyen sermayenin ucuz­laması etkisini yaratır.)

"Günümüz neoliberal politikalarına bu yönden bakınca, kar oranlarının düş­mesine karşı hangi mekanizmaları harekete geçirdikleri görülebilir. Bugünün

LOTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

(NLOTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

en tip ik olgularından taşeronlaştırma, kar oranlarının ortalama karda eşitlenme eğiliminin önünü keserek, bu yolla ara girdilerin, yani değişmeyen sermayenin ucuzlatılmasından başka bir şey değildir. Yine bu konu içinde ele alınabilecek, tasarımının merkezlerde yapılıp bütün üretimin emek ucuz ülkelere taşınması da sermayenin organik bileşimini düşüren etkiler yaratmaktadır. Özelleştirmeler de çok düşük fiyatlarla gerçekleştirilen bu sözde yeni yatırımlar, bu özellikleriyle, sermayenin organik bileşiminin düşmesini sağlamaktadır. Artan spekülasyon ise, kar oranlarındaki düşmeye gösterilen üretim devresi dışından tepkidir. Kar kitle­sinin büyük bölümünü temsil eder hale gelmeleri ise, kar oranlarındaki düşmenin kapitalist üretimin temellerini nasıl aşındırdığının iyi bir kanıtıdır." (M.Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, s.255-56)

Bütün bu etkilerin odak noktasında 1980 sonrası sınıf mücadelesinin yaşadı­ğı büyük değişimler yatmaktadır. Piketty, eşitsizliği istatistik olarak sergiler, fakat onun mekanizmalarını irdelemez ya da sadece r>g eşitsizliğine indirger. Onun için de "sınıf mücadelesi mi ya da yüzdeler mücadelesi mi" başlığı altında en üst yüzde 10 en alt yüzde 50 arasındaki gelir dağılımını irdeler. İstatistik bir tablo açısından bu çok doğaldır. Ancak "eşitsizliğin" kaynak ve mekanizmalarını açık­lamak açısından yeterli değildir. Kapitalizmde, üretim araçlarının mülkiyeti, ser­maye birikim yasaları ve işçi sınıfın mücadele gücü dikkate alınmadan "eşitsizlik" konuşulursa, ortada sadece gerçekten "yüzdeler" kalır.

Bu konuda sözü uzatmanın anlamı yoktur. Sözü "Amerika'nın 20. yüzyıldaki en başarılı yatırımcısı' borsa yıldızı Warren Buffett'a bırakalım: "Son yirm i yıldır sı­nıflar savaşı yaşanıyor ve benim sınıfım kazandı." (aktaran, J.Stiglitz, s.225) Elbette Amerika'daki sınıflar savaşı sadece son yirmi yılla sınırlı değildir. Fakat son yirmi yılda "yatırımcıların" kesin kazandığı işçi sınıfının kaybettiği bir sınıflar savaşı ya­şanmıştır. Ancak Piketty, bütün günahı karların yapısal büyümeye değil de rant sağlamaya yatırılmasına bağladığı için sınıf mücadelesiyle ilgilenmez. Neolibera- lizmin sınıf örgütlenmelerini güçsüz düşürmek için nasıl büyük bir savaş verdiği­ne fazla değinmez.

Sermaye Yapısında Değişim"21. yüzyılda sermaye" hakkında yazınca sadece "eşitsizlik" değil onun değişen

yapısının da irdelenmesi gerekirdi. Yazar bu konuda oldukça yüzeysel bir tespitle yetiniyor. "Değer yapısı açısından, yirmi birinci yüzyılda sermayenin on sekizinci yüz­yıldaki sermaye ile en küçük bir ortak yanı yoktur... Basitçe koyarsak, uzun bir süreçte görünen, tarım topraklarının derece derece gayrimenkul, iş sermayesi ve firmalar ve hükümet kurumlarında yatırılan finans sermayesiyle yer değiştirmesidir." "Sermaye­nin doğası değişti: bir zamanlar o topraktan ibaretti fakat artık esas olarak gayrimen­kul artı sanayi ve finans sermayesine dönüştü." (Piketty, s.118,120) Böyle bir tespit için özel bir çaba gerekmiyordu, söylenen çoktandır bilinen gerçeğin tekrarıdır.

Yazar, sermayenin üç yüz yılda geçirdiği değişimlere ve özellikle bugünkü yapısının detaylarına değinmiyor. Sermayenin yapısında özellikle üç temel de­ğişime değinmekle yetinelim. Sanayi sermayesinin yığınağı imalat sanayinden

bilgi-hizmet alanına kaymıştır. Ulusal hâsılada artık bu alanın payı büyümekte­dir, Kapitalizmin ilk yıllarından itibaren sermaye önce topraktan sanayiye kaymış, 1970'ler sonrası imalat sanayinden bilgi-hizmet alanına kaymıştır, Bu alanın imalat sanayi kesiminden temel farkı, makinelerin insanların yerini alması bu sektörlerde daha yavaştır, Bilgi-hizmet sektöründe insanın yerini makinelerin alamayacağı ke­simler oldukça çoktur, Özellikle yaratıcı düşüncenin yerini makineler hiçbir zaman alamayacaktır, Kitlesel meta üretiminden sürekli yeni meta üretimine, başka bir deyişle meta yaratımına geçilince yaratıcı emeğin üretimdeki rolü artmaktadır,

Böylece, sermayenin yapısındaki "değişen sermaye"nin rolü bant sistemi gün­lerinden farklı bir özellik kazanmaya başlamıştır, Ancak nasıl bir gelişim izleyece­ği henüz yeterince aydınlık değildir,

Sermayenin yapısında ikinci çok önemli değişim, üretim dışındaki bölümünün- rant veya spekülasyon alanları-gittikçe büyümesidir, Bu büyüme kapitalizmin önceki dönemlerinden çok farklıdır, Hatta ekonomilerde artık iki ana bölüm oluşmuştur: gerçek ekonomi; finans ekonomisi! Bugünün rakamlarıyla finans ekonomisi gerçek ekonomiden değer olarak 15 kat büyüktür, Kapitalizmde kar­ların en son dayanak noktası artı-değer üretimidir, Finans ekonomisinde karlar bu gerçekliğin dışında geliştiği için büyük balonlar ve patlamalar biçiminde akan büyük bir ekonomi alanı oluşmuştur, Aslında bu bir toplumsal çürümenin ekono­mik nesnelerle kendini ifade etmesidir,

Üçüncü değişim, sermaye sahipliğinde değişimdir, Büyük bir finans ekonomi­sinin oluşması ve bu alana dev parasal havuzların -sağlık sigortaları, emeklilik fon­ları gibi- akması sermayenin doğrudan sahipleri ile onu yönetenler arasında kesin bir kopma yaratmıştır, Bu elbette ilk değildir, Marks zamanındaki anonim şirketler­den beri vardır, Fakat bugünkü boyutlar önceki masum haliyle kıyaslanmayacak ölçüde büyüktür, Çılgın yönetici -CEO- ücretleri bu kopan çatlaktan çıkmıştır, Bu­nun en derin yaşandığı Amerika'da CEO ücretleri de en çılgın noktalara çıkmıştır,

Sermaye sahipliği ile yönetenin kopması kapitalizmin mevcut koşullarında "yatırımların" kısa vadeli yüksek karlara yönelmesini getirmektedir, "Yatırım" de­yimi yanıltıcı olabilir, buradaki anlamı spekülatif yatırımlar anlamındadır, Borsa, döviz, emlak spekülasyonu alanlarında yoğunlaşır, Orta ve uzun vadeli yeni tek­noloji ile donanmış stratejik doğrudan yatırım bir türlü canlanmıyor,

SonuçSonuçta yazarın, uçurumlaşan eşitsizliğin yumuşatılması için çözüm önerisi

vergidir: "Doğru çözüm sermaye üzerinden yıllık ilerleyen vergidir." "Bu çözümdeki zorluk, sermaye üzerinde ilerleyen vergi, yüksek seviyeli uluslar arası dayanışmayı ve bölgesel politik entegrasyonu gerektirir." (Piketty, s.572)

Yazar, "iki kutuplu dünya yıllarında" sermaye üzerinden verginin ortalama yüz­de 30 ve üzerinde iken, hatta İskandinav ülkeleri ve Amerika'da yüksek servet­lerden vergilerin yüzde 80'lere kadar çıktığı dönemlerden, neden günümüzde yüzde 10'ların altına düştüğünü açıklayamadığı sürece bu önerinin hiçbir değeri yoktur,

co

LOTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

LOTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

New Left Review ile konuşmasında yazar, vergi ile ilgili soruya verdiği cevapta aslında bir gerçeği de dile getiriyor. "Kademeli artan vergi... geçmişteki her büyük demokratik devrimin yüreğinde bir mali devrim vardı ve aynısı gelecek için de doğru olacaktır." (Piketty, New Left Review, s. 113} Böylece yazar dolaylı olarak, böyle bir verginin ancak demokratik devrim ölçüsünde büyük bir gelişmeyle mümkün olabileceğini söylemiş oluyor.

Bugünün dünyasında bu konuda bir uluslar arası dayanışma imkânsızdır. Her büyük gücün diğerinin kuyusunu kazmak için uğraştığı günümüzde yazarın önerisi tam bir komedidir. Kendi deyimiyle hiçbir karşılığı olmayan "faydalı bir ütopya"dır.

"21. yüzyılda sermaye" üzerine koca bir kitap yazıp sonunda onu anlamsız bir öneriyle noktalamak basit bir öngörüsüzlük olarak görülebilir. Kitabın baş­ka bir "hizmeti" olmasa dikkate almamak mümkündü. Ancak onun esas rolü ka­pitalizmle ilgili Marks'ın "kehanetini" boşa çıkartmaktır. Yazar, "ayrıştırıcı temel güç olarak" "kar oranının ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasını" görüyor; "teknik gelişim ve üretkenlikle yapısal bir büyüme sağlandığı ölçüde, Marks'ın kehanetinden kaçınılabileceğini" iddia ediyor (Piketty, s.21,25)

Böylece kapitalizmde, onun sermaye birikim süreçlerinde bir sorun yoktur. Tek sorun, "kar oranının ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasıyla" or­taya çıkan rantiyeleşmedir. Üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasında bir çelişki yoktur. "Zenginliğin dağılım dinamiklerinde" üretim araçlarının özel mülkiyeti bir rol oynamazken r>g eşitsizliğinden doğan rantiye- leşme rol oynamaktadır.

Oysa Das Kapital'e göre zenginliğin dağılımında genel olarak özel mülkiyet, kapitalizm koşullarında ise üretim araçlarının özel mülkiyeti belirleyici bir rol oy­nar. Piketty'nin bundan haberdar olmaması mümkün değildir. Ancak yazar bu noktada bir sorun görmez.

"Marks özel sermayenin tümüyle ortadan kaldırıldığında bir toplumun politik ve ekonomik olarak nasıl örgütleneceği konusunda en küçük bir düşünce yürütme­di— görüldüğü gibi, özel sermayenin kaldırıldığı devletlerde trajik totaliter uygula­maların yürütülmesiyle, böyle kompleks bir sorun var olduysa" (Piketty, s.10) Yazar dolambaçlı konuşsa da, ne demek istediği bellidir: Özel mülkiyetin kaldırıldığı toplumlar totaliter uygulamalar üretiyor ve Marks bu konu üzerine hiç akıl yor- mamıştır.

Yazar, Marks'ın özellikle Paris Komünü deneyinden sonra bu konuda önem­li görüşler geliştirdiğini biraz zahmet etse okuyabilirdi. Ancak Marks elbette ki sosyalist sistemin uygulamalarının yarattığı olumsuzlukları yaşadığı günlerden öngöremezdi. Fakat Marks çok açık bir şekilde artı-değer üretiminin sermaye birikiminin kaynağı olduğunu, bu artı-değer kitlesine de, üretim araçlarına sa­hip olanların el koyduğunu kanıtlamıştır. Dolayısıyla kapitalizmde "zenginliğin dağılım dinamiklerinin" temelinde, r>g eşitsizliği değil, üretim araçlarının özel mülkiyeti durmaktadır.

Fakat Piketty, kapitalizmde eşitsizliğin temel kaynağı olan üretim araçlarının

özel mülkiyeti konusunu r>g eşitsizliği İle örter. Eğer özel mülkiyet kaldırılırsa "trajik totaliter uygulamaların" çıkabileceği konusunda da uyarıda bulunur, Böy- lece özel mülkiyeti bütün kapitalistler gibi kutsamış olur,

Ona göre, sorun, üretim araçlarında özel mülkiyet ve tekel değil, rantiyeleş- medir, Rantiyeleşmenin de bizzat kapitalist sermaye birikim sürecinin kaçınılmaz bir ürünü olduğunu kavramaz, Kar oranlarında düşme eğiliminin kapitalist üre­tim sisteminde nasıl krizler ve yıkımlar ürettiğine hiç değinmez, r>g eşitsizliğinin İsa'dan beri bir "tarihsel gerçek" olduğuna kendi yarattığı istatistik tablolar yoluy­la inanır ve yedi yüz sayfa boyunca herkesi inandırmaya çalışır,

Sonuç olarak, sorun kapitalizmde yatmıyor, insanlık tarihi boyunca var olan bir "gerçek"tir söz konusu olan! Sanki bir alın yazısıdır, Çıkış yolu ise "faydalı bir ütopya" olan "ilerleyen vergi"dir,

Öte yandan, Marks'ın ömrü Kapital'i tamamlamaya yetmemiştir, El yazma­ları "sınıflar" konusunda kalır, "21, Yüzyılda Kapital" hakkında yazan birisinden Marks'ın yarım bıraktığı konuyu ele alması beklenirdi, Ancak Piketty, sınıflar mü­cadelesinden özellikle kaçınmıştır, İstatistiklerle eşitsizliğin nasıl derinleştiğini anlatıp, işgücünün örgütlü mücadelesinden söz etmemek, "zenginliğin dağılım dinamiklerini" hiç kavramamak anlamına gelir, İşçi sınıfı güçlü örgütlenmelere sahip olduğunda artı-değer üretiminden daha fazla pay alabilir, Yazar'ın İsa'dan beri yaptığı tablolarda bile bu gerçeklik silik de olsa görülmektedir, İnsanlık Paris Komünü'nden 1970'li yılların sonlarına kadar böyle bir dönem yaşamıştır, Yazar bugünlere "şoklar" deyip geçmekte, altında yatan sınıf mücadelesi gerçeğini ö rt­mektedir,

Sadece bu değil, daha ileriye giderek, güçlü sınıf örgütlenmeleri yeri­ne eşitsizliğin yumuşatılmasının ancak, "eğitim ve yeteneğe yatırım ve bilginin yaygınlaşmasıy la mümkün olabileceğini savunmaktadır, Yazar, kapitalizmin ta­rihini özel olarak fazla merak etmediği için, sermayenin ihtiyacına göre sürek­li işgücünü eğittiğini, yeteneklere büyük yatırımlar yaptığını gözden kaçırıyor, Ayrıca 1980'ler sonrası kapitalizmindeki gelişmelere "bilimsel teknik devrim" adı verildi; "informatik çağı"nda bilginin herkesin ulaşabileceği hale geldiği iddia edildi, Emeğin niteliğinin yükseltilmesi için bilgi yaygınlaştırılıyordu, Fakat bizzat yazarın tablolarında 1980'ler sonrası "yüzde 1" ile "yüzde 99" arasındaki uçuru­mun dehşetli büyüdüğü görülüyor, Neden eşitsizlik bir türlü hafifletilemiyor? Bu­rada işgücünün bilgi ve yeteneğinin yanında onun örgütlü gücünün rolü "elveda proletarya" şarkılarının söylenmeye başladığı postmodern dünyada unutulmaya başladı, Piketty de aynı unutkanlık hastalığından inmelidir,

"Eğitim ve yeteneğe yatırım ve bilginin yaygınlaşması" ne rantiyeleşmeyi ne eşitsizliği engelleyebiliyor, Piketty burada kapitalizmin zenginliğin dağılım dina­miklerinde temel rolü olan özel mülkiyeti unutuyor, Bilgi de bir metadır ve esas sahibi onun üretim sistemlerini elinde tutan sermayedir, Daha somut olarak, de­vasa iletişim tekelleridir, Nasıl ki kutsal özel mülkiyetten sıradan insanlara araba, ev gibi bir şeyler düşüyorsa; bilgi konusunda da bir şeyler düşecektir, Ancak bu ne rantiyeleşmeyi ne de eşitsizliği engeller, Tam tersine derinleştirir,

LOLOTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

LOTH

OM

AS PİKETTY’N

İN KAPİTALİ: MA

RK

S’IN “KEHA

NETİN

İ” BOŞA ÇIKARTM

A ÇABASI

Sonuç olarak, bir "ilerleyen vergi sistemi" İçin yazar "demokratik devrim gün­lerini" anmak zorunda kalıyorsa; bize düşen, eşitsizliğin kaldırılmasının özel mül­kiyetin tasfiyesiyle çok sıkı bağını bilerek, Marks'ın kapitalizmle ilgili "kehanetini" yeniden hatırlatmaktır.

Halkım ben, parmakla sayılmayan

Sesimde pırıl pırıl bir güç var

Karanlıkta boyatmaya

Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa

Tohuma dururlar yeniden

Ve halk, toprağa gömülü

Tohuma durur bir yerde

Buğday nasıl filizini sürer de

Çıkarsa toprağın üstüne

Güzelim kızıl elleriyle

Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.

“Buğdayın Türküsü”

PABLO NERUDA