vatandaşliğin tarihçesi

86
VATANDAŞLIĞIN TARİHÇESİ

Upload: irem-namli-altintas

Post on 13-Aug-2015

179 views

Category:

Education


5 download

TRANSCRIPT

VATANDAŞLIĞIN TARİHÇESİ

VATANDAŞLIĞI TANIMLARKEN

•DEVLET AÇISINDAN •BİREY AÇISINDAN

DEVLET AÇISINDAN

•YÖNETİM ŞEKLİ •TOPLUMA BAKIŞ AÇISI•RESMİ OLARAK BENİMSEDİĞİ DİL•RESMİ OLARAK

BENİMSEDİĞİ/ÇOĞUNLUĞU OLUŞTURANLARIN DİNİ-MEZHEBİ

•DEVLETİN BENİMSEDİĞİ ANAYASAL DÜZEN

•TOPRAĞA BAKIŞ AÇISI

BİREY AÇISINDAN

•DEVLETE BAKIŞ AÇISI •DİNİ•ETNİK KİMLİĞİ •KONUŞTUĞU DİLE BAKIŞ AÇISI •TOPRAĞINA BAKIŞ AÇISI •SOSYO-KÜLTÜREL ÇEVRESİ

Bireyin vatandaş olma süreci ulus-devletlerin ortaya çıkmasına dayanmaktadır. Bu sürece kadarki dönemde birey ait olduğu topluluğa görev ve sorumlulukları ya da hak ve ödevleri ile çeşitli şekillerde bağlılık göstermiştir. Bu durumlar dönem ve coğrafyaya göre değişiklik göstermiştir.

ANTİK YUNAN’DA VATANDAŞLIK

Antik Yunan’da vatandaşlık kavramı, polis adı verilen sitelerin oluşmasıyla başlamıştır. Bu kültürde vatandaşlık Spartalılar ve Atinalılar modeli bağlamında değişiklik gösterirdi. Spartalılar, devlet daimdir ilkesinden hareket ettikleri için bireyin görevlerini yerine getirmesi, devletin ayakta durması anlamına gelirdi (Heater, 2007). Dolayısıyla bireyin devlete karşı görev ve sorumlulukları vardı ve haklar dikkate alınmazdı.

Sparta’nın tam tersine Antik Yunan’da belirli koşullar altında bireyin yönetime katılma özgürlüğü vardı. Söz konusu özgürlük, demokrasi sözcüğüne karşılık geliyordu (Crick, 2012).

Tüm vatandaşların özgürce seçime ve karar alma sürecine etki etme yetkileri Antik Yunan’da tam olarak bizim anladığımız şekilde değildi. Öncelikle vatandaş olarak tanımlanan kişiler Antik Yunan’da köleler, kadınlar ve 25 yaşın altındaki erkekleri kapsamıyordu. Bunların dışında kalan bireyler alanlarda toplanır ve tüm toplumu ilgilendiren kararlar alırlardı. Site devletinin içinde bulunan bu uygulama doğrudan demokrasinin bir uygulamasıdır (Doğan, 2001).

Atina modelinde Antik Çağ’ın önemli düşünürlerinden Platon yurttaşları üç sınıfa ayırır; yöneticiler, askerler ve üreticiler. Platon, yurttaşları eşit olarak düşünmez. Zengin sınıf, toplumda daha fazla temsil edilir. İyi yurttaş, sosyal ve siyasal sisteme saygılı, yasalara uyan ve özdenetim uygulayan yurttaştır (Göze, 2005).

Platon’un öğrencisi Aristo ise birey geliştikçe polis’in işlerinde katılım için kendisinde var olan potansiyelin de artacağını belirtmiştir. Aristo’nun bahsettiği devlet küçük bir devlettir. Zira devletin coğrafi olarak büyük olmasının bir gereği yoktur. Dolayısıyla bu sayede yönetime katılım da artacaktır. Küçük bir devlette yurttaşlar da sayıca az olacak, birbirini tanıyan ve birbirine kenetlenmiş bir topluluk halinde yaşayacaklardır (Heater, 2007).

Aristo’nun iyi vatandaşı erdem sahibiydi ve toplumun var olma sebebi de bu vatandaşları yetiştirebilmekti (Göze, 2005).

«Genel anlamda kamusal yaşama sırası geldiğinde yöneten ve yönetilen olarak katılan herkes yurttaştır. Terimin özel anlamındaysa bu, anayasadan anayasaya farklılık gösterir ve ideal bir anayasa altında erdemlice bir yaşam tarzına erişme niyetiyle yönetebilen ve yönetmek isteyenler yurttaş olmalıdır.» (Aristo)

Atina demokrasisinde büyük dönüşüm M. Ö. 7. yüzyılda yaşanan toplumsal gerilimler ve kargaşa ile oluşmaya başlamıştır. Şehir devletleri ihtiyaçlarını gidermek üzere ticaret yapmaya, birbirlerinden borç alıp vermeye başlamışlardır. Bu borçlanmalar kimilerinin zenginliğine, kimilerinin fakirliğine sebep olmuştur.

Roma yurttaşlığı ise Sparta ve Atina’dan farklı olmak üzere bir görevler ve haklar modeliydi. Bahsedilen görevler askerlik hizmeti yapmak ve vergi vermekti. Bu vergiler emlak üzerinden alınan zorunlu vergiler ve veraset vergisini içeriyordu.

Roma, Yunanistan ve Sparta gibi bir demokrasi değil, cumhuriyet oldu. Romalı yurttaşlar siyasal bir katılım gerçekleştiremedi. Cumhuriyet döneminde iktidarı elinde tutan güç; senato ve konsüllerin, imparatorluk döneminde ise imparatorun elindeydi (Heater, 2007).

Tarihsel süreç içerisinde Yunan ve Roma yurttaşlığı karşılaştırıldığında Yunan yurttaşlığının daha katılımcı, Roma yurttaşlığının ise daha çok statüye bağlı olduğu fark edilebilir. Roma yurttaşlığı özünde bir yaşam biçimiydi (Clarke, 1994, Akt. Üstel, 1999).

ORTA ÇAĞ’DA VATANDAŞLIK

İslam egemenliği ve Norman Macar istilaları Avrupa’nın kendi içinde bir düzen kurmasına yol açmıştır. Kapalı tarım ekonomisi beraberinde yeni bir düzen getirmiştir. Ortaya çıkan senyörler, topraklarını, işlemeleri için topraksız kalan köylülere ve yaşamını çiftçilikle kazanmak zorunda kalan kişilere veriyordu. Bu kişiler toprağı; para, ürün ya da özel bir hizmet karşılığında işletiyorlardı.

Yeni düzende, ticaret yollarının kesilmesi, tüccar sınıfını ortadan kaldırmış, tüccarların döndürdüğü şehir hayatını söndürmüş, para ile yapılan alış verişi azaltmıştır. Altın para basımı ve dolaşımı kesilmiş, düşük düzeyde yapılan alışverişler düşük ayarlı gümüş ve bakır paralarla yapılmıştır.

Vasal: hizmet karşılığı kendisine toprak ve köylü tahsis edilen kişi. Vasal bu hizmeti karşılığında bir anlamda senyörün koruyuculuğuna giriyordu.

Senyörlerden toprak alıp bu toprağı işleyen Servaj denilen bir sınıf oluştu. Bu sınıf, köleler ile özgür köylüler arasındaydı. Toprağı işlemekle mükellefti. İstilalar döneminde, kıtlık, bu sınıfın yaygınlaşmasını sağladı.

X. yüzyıldan başlayarak büyük malikane sahipleri arasında soylular sınıfı oluşmaya başladı. (silahlı ve atlılar). Toprak sahibi bu sınıfın en önemli görevi savaşmaktı. Feodal düzende bu sınıf şövalyelerden oluşuyordu. Zenginlik ve iktidar ölçüsüne dayanan bir ayrıcalığa sahiptir. XI. yüzyılın başlarında ise soyluluk ecdadı arasında bir kölenin bulunmaması anlamını taşıyordu.

İngiltere’de yurttaşlık statüsü bir kent veya kasabanın kral veya yerel lordun bahşettiği bağımsızlık derecesini belirten bir imtiyaz beratı elde edilmesiyle başlıyordu. Yurttaşlık hakları ve görevleri diye adlandıracaklarımıza sahip olan bireyler şayet bir kentte yaşıyorlarsa yurttaşlar diye, bir ilçede yaşıyorlarsa (beratı alan kasaba için kullanılan isim) ilçeli diye tanımlanıyordu (Heater, 2007).

Toplumsal yapıda ayrıca demokratik haklardan ziyade kilisenin baskın gücüyle karşılaşıyoruz. Öyle ki; siyasal anlamda kral ve hükümdarlar kilise önünde diz çökmüştür. Çünkü kilise, yeryüzünde Tanrı’yı temsil ediyordu ve dönemin en geçerli olan toprak gücü de kilisenin elindeydi (Tanilli, 2006). Roma İmparatorluğu gelişerek Hıristiyanlığı da kendi yönetimiyle özdeşleştirdi.

Kilisenin egemen anlayışı, dünya malından kimsenin eline bir şey geçmeyeceği ve insanların ellerindekiyle yetinmeleri gerektiğiydi. Toprak sahibi kilise, zamanla zenginleşti ve siyasi bir güç olmaya aday oldu.

Ortaçağ düşüncesinde Yurttaşlık devlette değil kent veya kasabalarda ayrıcalıklı bir statü içerisinde ele alınır (Heater, 2007). Böylelikle ortaçağ yurttaşlık bir sınıfsal ayrıcalığa dönüşmeye başladı. Feodal düzendeki siyasi anlayış, mal varlığına dayanıyordu. Senyör, siyasal ve idari haklarını mal varlığını öne sürerek kullanmaktadır. Bu da aynı toprak içerisinde yargı ve idari yetkilerin birden fazla olmasına sebep oluyordu.

Kilisenin artan gücü Haçlı seferlerinin başlamasına sebep olmuş, Avrupa nüfusu artmış, yeni topraklar tarıma açılmıştır. Haçlı seferleri sonucunda ticaret gelişti ve paranın hakim olduğu yeni bir pazar ekonomisi düzenine doğru gelişim gösterilmeye başlanmıştır. Yeni ekonomik düzende; burjuva sınıfını oluşturmaya başlamıştır.

1215 Magna Carta ile İngiliz Kralı Yurtsuz Jean, feodal ayrıcalıkları tanımak, olağandışı yardım ve para istememek zorunda kalmıştı. Kral, özgür kişileri mahkeme kararı olmadan tutuklayamayacak, mallarına el koyamayacak, sürgüne gönderemeyecekti

Yeni ekonomik düzen, Merkantilizmin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Orta çağın sonunda yeni keşfedilen topraklardaki madenler, piyasada altın ve gümüş ticaretini başlatmıştır. Değerli madenlerini ülkelerinde tutmayı ve madenlerin dışarı çıkmasını engellemek için; sömürgecilik Orta Çağın sonunda bulunan önemli bir icat (!) olmuştur.

Zenginliğin peşine düşmek önemli bir amaç olunca; devlet, ekonomiyi milli bir kavram üzerine oturtmuş ve ulus-devletlerin kurulması da bu yolla mümkün olmuştur.

FRANSIZ İHTİLALİ VE VATANDAŞLIK

Yurttaş sözcüğünün günümüze yakın anlamını Fransız İhtilali ve buna paralel ürettiği terimlerle bulabiliriz. İhtilalden sonra ortaya çıkan ulus kavramı, vatandaşın devlet karşısında hak ve özgürlüklerini elde etmesi bir yana “uluslaşma” sürecini de içermektedir. 18. yüzyıl düşünürlerinden Rousseau, toplumu bütünleştiren cumhuriyetçi bir anlayışı savunarak, bireylerin eşitliği ve özgürlüğünü savunmuş, genel iradenin doğru bir karar vereceğini düşünmüştür (Rousseau, 2006).

“Özgürlük anlayışı; köleliğin kaldırılması noktasına ulaşmış, yardım isteme hakkı, eğitim hakkı, ayaklanma hakkı, baskılara karşı koyma hakkı vatandaşlara tanınmıştır” (Bauberot, 2009, s. 64).

Fransa’nın konuyla ilgili yaptırımlarından biri de aktif yurttaşı belirlemesi olmuştur. Ulusal meclis, aktif yurttaşı seçmenler olarak belirleyip bunları; “en az on günlük çalışıp vergisini doğrudan devlete ödeyenler” olarak tanımladı. “Bu kişiler de 25 yaş üstü erkeklerdir.” Bu ayrım 1790’ların başında kalktı ve “Egemen halk Fransız yurttaşlarının tamamıdır” anlayışı getirildi (Heater, 2007, s.126, 130).

Ulus-devletlerin oluşum süreci devlet ve birey arasındaki hak ve görev konusunun oluşmasını sağlamıştır. İnsan hakları düşüncesi 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Hobbes, Locke, Monstesquieu ve Roussesau’nun insan hakları ile ilgili birçok yanıtı vardır.

İnsanlar toplum haline geçerken, yalnızca toplumun kurulması ve yaşaması için gereken bir kısım haklarından vazgeçmişler, diğer en önemli özgürlüklerini devretmemişlerdir. Devredilmeyen bu özgürlükler, devletin dokunamayacağı bir alanı oluşturur. Devlet, bu haklara uymak zorundadır.

Bu doğal haklar 4 özelliğe sahiptir:•Doğuştan sahip olduğumuz bu haklar,

devredilemez ve vazgeçilmez niteliktedir. •Doğal haklar toplumdan ve devletten önce

vardır; toplumsal-siyasal ya da siyasal düzenin eseri değildir.

•Doğal haklar mutlaktır; hiçbir düşünceyle geçersiz kılınamaz, uygulanmaları engellenemez.

•Doğal haklar evrenseldir. Zaman ve mekana bağlı olmaksızın bütün insanlar doğal haklara sahiptir.

İnsan haklarının Sınıflandırılması

•Klasik Haklar: Birinci Kuşak Haklar: 17. ve 18. yüzyıl düşünürleri tarafından geliştirilmiş ve Amerikan-Fransız Devrimleriyle uygulama olanağı bulmuştur. Yaşama hakkı ve kişi dokunulmazlığı, kişi özgürlüğü, inanç ve ibadet özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, mülkiyet hakkı, dernek kurma hakkı, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, çalışma özgürlüğü, dilekçe hakkı, seçme ve seçilme hakkı, kamu hizmetine girme hakkı ve tarafsız bir yargıç önünde yargılanma hakkı.

•Sosyal Haklar: İkinci Kuşak Haklar: İnsanların haklardan yararlanabilmek için özgürlüğün yeterli olmadığı, yoksulluk ya da başka nedenlerle bu haklardan yararlanamayanların desteklenmesi gerektiği ortaya çıkmıştı. Çalışma hakkı, sendika kurma hakkı, grev ve toplu sözleşme hakkı, işyeri yönetimine katılma hakkı, dinlenme hakkı, kültürel yaşama katılabilme hakkı, sağlık hakkı, beslenme hakkı, konut hakkı ve anne-çocuk, yaşlı gibi korunmaya muhtaç kesimlerin korunmasıyla ilgili haklar.

•Dayanışma Hakları: Üçüncü Kuşak Haklar: bu haklar, mücadele değil; bireyler, gruplar ve devletler arasındaki dayanışmaya dayalı olarak ortaya çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyadaki gelişme ve değişmeler sonucu ortaya çıkan, ama henüz tam olarak görülmeyen bu haklar, bugün insanlık hakları olarak tanımlanabilir. Çevre hakkı, insanlığın ortak mal varlığına saygı hakkı, gelişme ve barış hakkı.

OSMANLI DEVLETİ VE VATANDAŞLIK

Türk devlet geleneğinde hükümdar bir cihan devleti kurmak, hâkim olduğu bölgede düzeni sağlamak ve bölgede adaletli davranmakla yükümlüdür. Bilinen en eski yazılı belge olan Orhun kitabelerinde bunu açık olarak görebiliriz; “Türk milleti için gece uyuyamadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Çıplak milleti elbiseli kıldım, fakir milleti elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli vatanlıdan, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tabi kıldım. Hep bana itaat etti” (Ergin, 2008, s. 43).

Hakimiyet anlayışı gereği hükümdardan beklenen görevler özetle; “halkı refah içinde yaşatmak, savaş gücü ile devleti düzen içinde bulundurmak ve fetihler yapmak kanunları düzenleyip uygulayarak dirlik ve düzenliği sağlamak, adaleti temin etmektir” (Genç, 2002, s. 56, 63).

Bunun yanın da halk ya da tebaa da hükümdarın emir ve fermanlarına mutlak itaat, hazine hakkı olan vergiyi veya öteki devlet alacaklarını zamanında ödemek, hükümdarın dostunu dost düşmanını düşman bilmek ve bunun gereği olan görevleri yerine getirmekle yükümlüdür (Genç, 2002, s. 73).

Osmanlı İmparatorluğu uzun yıllar belirlediği İslam inanç sisteminde devlet ve din ya da daha açık bir ifadeyle İslam ve siyaset birbiri içine girmiştir. Bu özdeşliğin kavranması; Osmanlı’da her şey devlet içindir, din de devlet içindir mantığı hüküm sürmekteydi. Bu sistem tek başına İslam’ı içine alan bir yapı da değildir. Aynı zamanda Eski Türk geleneğinin Kut anlayışı ve Bizans siyasal geleneğinin Osmanlı kurumlarında görünen, örneğin Tımar Sistemi bunlardan biridir, etkilerindendir (Ocak, 2003).

Bilinen vatandaşlık algısının başlangıç noktası Tanzimat Fermanıdır. Dünya üzerinde başlayan milliyetçi politikalardan devletin etkilenmesini önlemek için 1839 yılında ferman ilan edilmiştir. 1839-1878 yılları arasındaki Tanzimat Dönemi olarak adlandırılan dönem Osmanlı kimliğinin İslam ekseninin dışında sorgulanma sürecidir.

Tanzimat terimi; “etnik ve dini açıdan farklı halkların uyumlu şekilde bir arada yaşamasıyla ilgili” fikir akımını belirtmektedir. Bu düşünce Şerif Mardin’e göre bir nevi “vatandaşlık kavramına analojik bir geçiştir” (Mardin, 2009, s.365-366). Nitekim Gülhane Hatt-ı Hümayunu diye bilinen Tanzimat Fermanı, Müslim ve gayrimüslim tebaanın can ve mal güvenliğinin sağlanması yolunda hukukun üstünlüğünü öngörüyordu.

1850 yılında Protestan Kilisesinin ve cemaatinin bir millet olarak tanınması da bunun bariz göstergelerindendir (Ahmad, 2010). Ayrıca 1849-1850 yıllarında ilk defa Hristiyan köylülerin toprak kiralamasına izin verildi. Bu durum Müslüman çevrelerde oldukça tepkiyle karşılandı (Erdoğdu, 2008).

1856 Islahat Fermanı da Tanzimat’ın devamı olarak Müslüman ve Hristiyan kullar arasındaki eşitliği yeniledi. “Osmanlılar için eşitlik tüm Osmanlı tebaasının yasalar önünde eşit olması, cemaatlere yönelik ayrıcalıkların din konularına ve millet kavramının da cemaate indirgenmesiydi” (Ahmad, 2010, s.43).

Osmanlı İmparatorluğunu dağılmaktan kurtarmak için İslamcılık düşüncesini ortaya çıkaran grubun başını Mehmet Murat çekmekteydi. Bir anlamda ümmetçilik anlayışı ile Osmanlı ülkesinde yaşayan Müslümanların bir araya gelmesi gerektiği ve dolayısıyla Müslümanların, Osmanlı vatandaşı olması ile kurtuluşun sağlanacağını düşünmektedir.

Bu düşünce Batı dünyasının Osmanlı’ya ekonomik anlamda oldukça fazla müdahale etmesinden kaynaklanmaktadır. İslam etrafında toplanmanın Osmanlı’nın Batı’ya karşı mücadelesine yardımcı olacağı düşüncesi üzerinde durulmuştur.

Tanzimat ve Anayasa reformlarının başarılı olamama nedenini Osmanlı toplum yapısının niteliğine bağlamıştır. “Asıl dava, II. Abdülhamit’i devirmek değil Doğulu toplum tipinden Batılı toplum tipine geçmektir” (Berkes, 2002, s. 397).

Osmanlı tebaasının kimliğini Ermeni, Rum, Yahudi vs. ayırmadan ve dolayısıyla hiçbir zümreye ayrıcalık göstermeden hazırlanan bu düşünce Müslüman bakış açısına göre; “modern millet kavramı mevcut dini cemaat toplumuna aşılanır ve ona yeni bir biçim, daha büyük bir canlılık ve yeni bir hayat beklentisi” verir (Karpat, 2005, s. 586). Vatandaş terimi resmi olarak söylenmese de reformlarla ve aydınların fikirleriyle belirtilmek istenen; kişilerin sınıf, din ve zümre tanınmadan “Osmanlı” sayılmasıdır.

Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasını ve yok olmasını engellemek için hazırlanan bu çalışmalar devletin toprak kaybetmesini veya devlet içinde yaşayan azınlıkların isyan etmelerini engelleyemedi. Devletin parçalanması için azınlıklara haklar vermekle daha çok yıpranılacağını düşünen İttihat Terakki grubu 1908’de Meşrutiyeti ilan etmesi için II. Abdülhamit’i ikna etti ve Kanun-i Esasi yürürlüğe konuldu (Berkes, 2002).

Böylece Türkiye’deki ilk siyasal parti de kurulmuş oldu. Kanun-i Esasi’nin 8. Maddesi Osmanlı vatandaşlığını tarif etmiştir: “Devlet-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine, herhangi din veya mezhepten olur ise biâ-istisna Osmanlı tabir olunur.” (Akt. Erdoğdu, 2008).

1908’de Meşrutiyetin ilanıyla birlikte ‘Vatandaş’ kavramı resmi anlamda ortaya çıkmıştır. 23 Ağustos 1908’deki cemiyet kanununa göre; “etnik veya ulusal gruplara dayanan veya onların adını taşıyan siyasal dernekler kurulması yasaklandı” (Lewis, 2007, s. 217). Böylece din eksenli hareketler engellenmiş oldu.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ VE

VATANDAŞLIK

Nihayetinde imparatorluğunun topraklarının Mondros ve Sevr Antlaşmaları ile parçalanması neticesinde yeni bir kimliğin ortaya çıkacağı anlaşılmıştır. Bu kimlik artık devletin kendi geleceğini belirleyeceği bir ulus devlet kimliğiydi ve İmparatorluk anlayışından çıkan ulus-devlet biçimi özgür yurttaşlar yaratmış oluyordu.

Yurttaşlık vasıtasıyla millet içinde bir uyum yaratılmaya çalışılmıştır. Uzlaşma ile her türden çatışma engellenmek istenmiş, millet savunmasına bir katılım gerektirdiğinden gerekirse güç kullanarak sorunları çözme yöntemine ilişkin uzlaşma yaratılmaya çalışılmıştır. Seçilmek, kamu işlerine katılmak, askerlik yapmak ve bilhassa oy vermek vatandaşla yabancıyı ayıran durumlardandır.

Yeni Türk devletinin inşa sürecinde Milli Mücadele yıllarında yeni bir ulus yaratılmaya çalışılmıştır. Milletin bütünleşmesine yönelik mitingler, kongreler, milli iradeyi temsil eden yayınlar aracılığıyla; vatan, millet, sadakat duygu ve şuuru yaratılmaya çalışılmıştır.

Atatürk’ün Erzurum Kongresinde “Kuvayi Milliyeyi âmil ve iradeyi milliyeyi hâkim kılmak esastır” maddesi milli egemenliğe işaret etmektedir (Eroğlu, 1998, s. 21).

Bu duyguların yerleşmemesi durumunda (firariler ve muhaliflerin olması) TBMM kanunlar çıkararak vatan ve millet görevlerine zorlanmışlardır.

Mustafa Kemal Atatürk Lozan görüşmelerindeki azınlıklar maddesiyle ilgili büyük Nutuk’ta şöyle demektedir: “Osmanlı Devleti, kendisini kuran temel unsurun, Türk Milletinin, insanca yaşamasını sağlayacak tedbirleri alma bakımından da engellenmiştir; memleketi idare edemez, demiryolu yaptıramazdı. Hatta okul yaptırmakta bile serbest değildi. Bu gibi durumlarda yabancı devletler hemen işe karışırlardı” (Nutuk, 2004, s. 475).

Yeni kurulan devlette kazanılan milli mücadelenin bir vatandaşlık zaferine dönüştüğü antlaşma Lozan Antlaşmasıdır. «Tabiyet» başlığı ile Osmanlı sınırlarının değişimi üzerine kişilere kendi iradeleri ile kendi geleceklerini arama, değişen sınırlara göre istedikleri ülkelerde yaşama hakkını ya da yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına sığınma hakkı verilmiştir.

Lozan Antlaşmasında; “Türkiye hükümeti doğum, milliyet, dil, ırk veya din ayırmaksızın Türkiye halkının hayat ve hürriyetlerinde tam ve üstün koruma sağlamayı taahhüt eder” hükmü 38. maddede yer almıştır (Özbay, 2005, s.504).

«Müslüman olmayan Türk vatandaşlarının kendilerine ait iş yeri, dini ve içtimai kurum, her türlü okul ve diğer eğitim ve yetiştirme kurumu kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dini törenlerini serbestçe yürütmek hususunda eşit haklara sahip olacaklardır” (Özbay, 2005, s. 505).

Antlaşma diğer ülkelerdeki Türk vatandaşlarını da kapsamaktadır; “Türkiye’den ayrılan topraklarda yerleşmiş Türk vatandaşları” yerleştikleri toprağın vatandaşı olacaklardır (Özbay, 2005, s. 503).

Osmanlı Devleti’nin başarısız bir şekilde takip ettiği kimlik anlayışı resmi olarak 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile yerini yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlık ve kimlik politikasına bıraktı. 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan Görüşmelerinin bu kadar uzun sürmesinin nedeni İtilaf Devletleri’nin antlaşmayı imzalayan Türk tarafının hâlâ Osmanlı Devleti’ni temsil ettiğini düşünmesiydi (Turan, Safran, Hayta, Çakmak, Dönmez, Şahin, 2011).

1921 Anayasasına göre Türkiye devletinin bir cumhuriyet olduğu kabul edilmiştir. Devletin dini İslam’dır hükmü kabul edilmiş, 1928’de Anayasadan çıkarılmıştır. Devlet vatandaş ilişkileri bakımından ele aldığımızda 1924 Anayasası’nda klasik temel hak ve özgürlükler sıralanmış; ancak ekonomik ve sosyal haklar anayasada yer almamıştır. Temel hak ve özgürlükler de bulunmamaktadır.

1924 anayasasının 88. maddesinde «Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk ıtlak olunur» ibaresi yer almaktadır.

5 Ocak 1934’te yapılan değişikliklerle kadınlara da seçme ve seçilme hakkı tanınmış ve seçmen yaşı 18’den 22’ye çıkarılmıştır. 5 Şubat, 1937’deki değişiklik devletin temel nitelikleriyle ilgilidir. Türkiye devleti; cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçı olarak kabul edilmiştir (Çiftçi, 2006).

1982 yılında yapılan ve günümüzde de geçerliliğini koruyan anayasaya göre; Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir (Madde 1). Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir (Madde 2).

Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır (Madde 3). Anayasanın 1. maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez (Madde 4)

Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir (Madde 10) (Doğan, 2001).

Atatürk’ün millet tanımı: «zengin bir hatırat mirasına sahip bulunan; beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatta samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücude gelen cemiyete millet namı verilir” (İnan, 1930, s. 30).

1982 ANAYASASININ ÖZELLİKLERİ

TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER

KİŞİSEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER• Kişi dokunulmazlığı• Zorla çalıştırma yasağı• Kişi Özgürlüğü ve güvenliği• Özel hayatın gizliliği ve korunması (aile hayatının gizliliği,

konut dokunulmazlığı ve haberleşme özgürlüğü)• Yerleşme ve seyahat özgürlüğü• Din ve vicdan özgürlüğü• Düşünce ve düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü• Bilim ve sanat özgürlüğü• Dernek, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü• Mülkiyet hakkı• Temel hak ve özgürlüklerin korunması

SOSYAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER•Ailenin korunması •Eğitim ve öğrenim hakkı •Kamu yararı•Çalışma ile ilgili hükümler•Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması •Gençliğin, sporcunun ve sanatçının

korunması•Sosyal güvenlik hakları

SİYASAL HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLER•Seçme ve seçilme hakkı•Siyasi parti kurma hakkı•Partiye girme ve partiden çıkma hakkı•Kamu hizmetlerine girme hakkı•Vatana hizmet etme hakkı •Dilekçe hakkı

Ulus devletin sorgulanmaya başlaması süreci Türkiye’de farklı kimliklerin de gündeme gelmesiyle başlayan bir süreçtir. 1999 yılı Helsinki Zirvesi Türkiye’nin resmen Avrupa Birliği’ne üye olmasıdır ve bu tarihte vatandaşlık kavramının demokratikleşmesine yönelik gelişmeler baş göstermiştir (Kadıoğlu, 2012).  

KAYNAKÇA ________________ (2004) Nutuk 1919-1927. Ankara: Atatürk Araştırma MerkeziAhmad, F. (2010). Bir kimlik peşinde Türkiye. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Bauberot, J. (2009). Laiklik: akıl ile tutku arasında (A. Er, Çev.). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Berkes, N. (2002). Türkiye’de çağdaşlaşma (Ahmet Kuyaş, Yayına Haz.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Crick, B. (2012). Demokrasi. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.

Heater, D. (2007). Yurttaşlığın kısa tarihi (M. Delikara Üst, Çev.) İstanbul: İmge Kitabevi.Doğan, İ. (2001) Modern toplumda vatandaşlık demokrasi ve insan hakları. Ankara: PegemA Yayıncılık. Erdoğdu, A. T. (2008). Osmanlılığın evrimi hakkında bir deneme: bir grup (üst düzey yönetici) kimliğinden millet yaratma projesine. Doğu Batı Dergisi II. Meşrutiyet Özel Sayı, I (45), 19-48. Ergin, M. (2008). Orhun abideleri. İstanbul: Boğaziçi Yayınları.Genç, R. (2002). Karahanlı devlet teşkilatı. Ankara: Türk Tarih Kurumu.

Göze, A. (2005). Siyasal düşünceler ve yönetimler. (10. Basım). İstanbul: Beta Yayım ve Basım.Gündüz, M. & Gündüz, F. (2002). Yurttaşlık bilinci. Ankara: Anı Yayıncılık.İnan, A. (1930). Vatandaş için medeni bilgiler kitap I. Milliyet Matbaası: İstanbul.Kadıoğlu, A. (2012). Vatandaşlık: kavramın farklı anlamları. Ayşe Kadıoğlu (Ed.), Vatandaşlığın dönüşümü üyelikten haklara içinde (s. 21-30). İstanbul: Metis.Karpat, H. K. (2009). Osmanlı’dan günümüze kimlik ve ideoloji. (3. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları. Mardin, Ş. (2009). Yeni Osmanlı düşüncesinin doğuşu. (8. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.Ocak, A. Y. (2003). Osmanlı toplumunda zındıklar ve mülhidler. (Üçüncü Baskı) İstanbul: Tarih Vakfı Yayıncılık.

Özbay, T. (2005). Lozan’dan Sevr’e Türkiye. (2. Baskı). Ankara: Anı Yayıncılık. Rousseau, J. J. (2006). Toplum sözleşmesi (M. T. Yalım, Çev.) İstanbul: Kalkedeon Yayınları.Tanilli, S. (2006). Uygarlık tarihi. (22. Baskı) İstanbul: Alkım Yayınevi Turan, R., Safran, M., Hayta N., Çakmak, M. A., Dönmez, C., & Şahin, M. (2011). Atatürk İlkeleri ve inkılâp tarihi. Ankara: Okutman Yayıncılık. Üstel, F. (1999). Demokrasi ve yurttaşlık. Ankara: Dost Kitabevi.