tasavvufta 10 esas
TRANSCRIPT
Tevbe Görüntüle
What links here
Pzt, 12/03/2007 - 21:57
Ana Başlıklar:
o Tasavvuf'un On Esası
Tevbe, kulun kendi iradesiyle Allah'a dönmesidir. Tıpkı «Sen Rabbinden, Rabbin de senden razı
olduğu halde O'na dön, emrinde ölünün kendi iradesi olmadan A1lah'a dönmesi gibi.
Yani asıl tevbe iradi ve istekli olarak Allah'a yönelmektir. Ölüm, iradesiz ve zorla olan bir dönüştür.
Nitekim bu, yukarıdaki ayetten açıkça anlaşılmaktadır. Yani «Rabbine dön!» emri ölümdür ki, bu da
nefsin en çok korktuğu şeydir. Hatta Hz. Musa'nın ölüm meleğinin taşla gözünü çıkardığı anlatılır. Hz.
İbrahim'in (a.s,) ise «Yarab hiçbir dost başka bir dostun canını alır mı?» dediği ve Hz. Peygamberin
ölümüne yakın zamanda kendi kendine: «Ey nefis sana ne oluyor da öyle sığınaklarla kaçıyorsun?»,
dediği rivayet edilir. Yani ey nefis, ölüm tamamen yaklaşmışken sana ne oluyor da bazı yerlere sığınıp
kendine çare . arıyorsun. Aslında bunlar ümmetini uyarmak ve ölüme karşı hazırlıklı olmasını tembih
içindir. Yoksa ölümden korktuğu' için değildir. Nitekim bir hadislerinde: «Ölüm mü'mine bir hediyedir»,
buyurmuşlardır .
Kur'an'ın ifadesinde « ... radiyeten merdiyyeh.» kelimeleri tasavvuftaki nefs-i radiye ve nefs-i
mardiyyeye işaret buyurulmaktadır. Burada nefs eğer mutmainne makamında ise ölüme kerahet
görmeyecek. Kerahet (kötü görmek) tabiatında olduğundan dolayı rıza ve teslimiyeyiyeti yok etmez.
Bununla birlikte tevbenin istek ve iradeyle olması gerekmektedir. Çünkü zorla yapılan tevbe tevbe-i
ye'se benzer ki, bu da makbul değildir. Salik'in Hakk'a rücu' etmek istemesi gerekir. Yoksa zorla
tutulan orucun ve kılınan namazın faydası olmaz. Bunun içindir . Peygamberler hiçbir zaman zora
başvurmadan genellikle bazı mucizelerle ümmetlerini ikna etmişlerdir.
Tevbe, günahtan dönüştür. Dünya metaından Allah'ın kullarına verdiği nimetlere yönelmektir.
Yani yukarıdaki rücu' kavramı mutlak anlamda kullanılmıştır. Ondan maksat günahtan dönüştür,
Günah ise kulu Allah'tan uzaklaştırır ve araya perdeler koyar. Ahiretteki derece ve mertebelerden
sadece biridir. Gerçi cennetteki ereceler kulun am el ve takvasına göre taksim edilecektir. Fakat kul
sadece amel-i salih işleyip na güvenmeyip Allah'ın rahmetine güvenmelidir. Dünyadaki mertebeler de
bu şekildedir. Eğer insan sahip olduğu mertebeye aşırı bağlı değilse bu onun için bir engel ve perde
teşkil etmez. Öyle olmasaydı makam sahibi olan raşid halifeler en çok Allah'tan uzak kalanlardan
olurlardı.
Hatta dünyevi makama sahip iken bile manevi mertebelerini kaybetmeyen melikler Mesela Nureddin
Mahmud Zengi ve oğlu Salih birer tasavvuf büyÜğü idiler.
Kısacası tasavvufta günah,' şer'i kaidelerle yasaklanan şeyler değildir. Günah: Kalbin nefsin meylettiği
her şeydir. Nitekim yüce Kur'an'da « ••• Rabbim, beni ve neslimi puta tapmaktan koru» (İbrahim, 35)
İmam Gazali burada geçen 'esnam' yani putlar kelimesini dünyalık para olarak tefsir etmiştir. Açıkça
anlaşılmaktadır ki, insanın çok aşırı derecede bağlandığı herşey put haline konulmuştur. Günah,
insanın eşyaya bağlanmasıdır, eşyanın kendisi değildir. Bu konuda «eğer "masiva" olmasaydı
kimsenin olgunlaşması gözlenemezdi» Çünkü olmayan şeyden kaçınmak, o ihtiyaçtan. feragat etmek
diye bir şey olamaz. Aksine bir şeyin ihtiyacına karşı koymak için önce o şeyin olması gerekir.
Allah'a ulaşmak isteyen kişi (salik, mürid, muvahhid) O'ndan başka bütün isteklerinden vazgeçmelidir.
Hatta kendi vücudundan (var olmasından) bile. Bununla ilgili bir söz vardır: «"Senin var olman
(varlığını sezmen ve kabul etmen) günah olarak yeterlidir. Ona başka bir günah eklemen ve kıyas
etmen gereksizdir.»
Hakk'a talip olanın üzerine gerekli olan şey kendi varlığı dahil hiçbir şeye meyletmemesidir. Nitekim
tasavvuf büyükleri demişlerdir ki: Senin varlığın (vücudun) öyle bir günahtır ki, onun üzerine hiçbir
günah kıyas edilemez.
İnsanın kendi varlığında bile istiğina etmesi «tamahhuz» olarak adlandırılır. Bu fena halidir bu halin
farklı tarafları ortaya çıkar. Çünkü fena halinde insan bazen şuur ve iltifatla karşılaşabilir. Buna fena-i
nakıs derler. Fena ender fena ise masivanın tamamen yok olmasıdır. Bu durumda müridin kendi
sıfatlar da fena bulur. Nitekim şöyle bir söz vardır: «Gerçek ihlas,. kişinin ameldeki ihla.smı bile
görmemesidir,.. Bu, fena. fillah ve yüksek bir cezbe halidir. İşte fena-i kamil ve ihlas-ı tam durumu
budur.
Tevbe
Zühd
Tevekkül
Kanaat
Uzlet
Devamlı Zikir
Tamamen Allah'a Yöneliş (Teveccüh)
Sabır
Murakabe
Rıza
Zühd Görüntüle
What links here
Pzt, 12/03/2007 - 21:52
Ana Başlıklar:
o Tasavvuf'un On Esası
Necmeddin Kübra
Zühd, dünyada mal, şehvet ve her türlü maddi istek ve arzularımızdan -az olsun çok olsun- tıpkı bir
ölünün uzaklaştığı gibi uzaklaşmaktır. İbrahim b. Edhem. hazretleri buyurmuştur ki: «Cinsel ilişkiyi adet
haline getiren kişiden hayır gelmez». Bu söz daha çok sülik hayatına başladıktan sonra geçerlidir.
Nitekim ben de tasavvufa ilk başladığım yıllarda, Şeyh-i Ekber Muhyiddin b. Arabi kaddesallahu
sirruhussanii hazretleri beni üç şeyden menetti. 1 - Alaca kıyafet giymekten. Çünkü vahdeti arzulayan
kişinin elbisesinin renginde de bir vahdet olması gerekir. Ehlullah nazarında insanın mana ve suret
(şekil) birliği gerekli olan bir şeydir. 2 - Asaya yani bastona dayanmak. Bu şu demektir: Masivaya
dayanma, dayanılacak tek şey Allah'tır. Dünyada herhangi bir şeye güvenmek öyle bir ağaç parçasına
dayanmaktır. Süleyman (a.s,) bir gün asasına dayanmış fakat bir müddetsonra asanın içindeki kurt
asayı kemirerek onun yere düşmesine sebep olmuştur. 3 - Aşırı cinsel ilişkiden sakınmak. Buna bir
örnek olarak tarikatımızın piranından Üftade hazretleri, efendimiz Aziz Mahmud Hüdai'ye, sülükunun
ilk yıllarında evine ancak haftada bir kere gitmesine izin veriyordu. Metinde geçen 'cah' yani makam ve
itibar kelimesi insanlar arasında itibar, izzet ve kabul anlamındadır. Bunun haklı veya haksız olması
fark etmez. Bir bölgede bir insanın şöhreti ve halkın sevgisi' beraber olabilir. Fakat bu yine de uygun
değildir. Ve manevi terakkiye manidir. Bu gibi şeylere olan sevgi, nefsani arzulardan olduğundan
onlardan annmak gerekir. Bu gibi mal ve makam sevgisinden annmak tıpkı tabii ölümün insanı
dünyadan ayırdığı gibi bir mevt-i fena halidir. İnsan bu makamda bütün nesnelerle ilişkisini keser. Ta
ki, bu nesneler kendisine en-gel ve set olmaktan çıkana kadar. Fakat eğer evliyse boşanmaz, öylece
devam eder. Evli değil ise, evlenmesi doğru değildir. Çünkü insan genellikle evlilik durumunda zihnini
toparlayacak zamanı bulamaz. Halbuki süluk, zinde bir gayret ve dağınık olmayan bir irade ister.
Zühdün hakikatı dünya ve ahirette zahid olmaktır. Hz. Peygamber (a.s,) şöyle buyurdu: «Dünya ahiret
ehline, iihiret de dünya ehline haramdır. Fakat ehlullaha her ikisi de haramdır.» Yukanda açıklanan
zühd dünyayı zihnen terk ediştir. Buna terkoi dünya denir. Fakat 'gerçek anlamda tam zühd ahireti de
terketmektir. Yani ahiretin makam ve derecelerine de iltifat etmemektir. Çünkü bunların hepsi
mahlüktur. Oysa mahlük gaye olamaz. Yaratan dururken yaratılana meyletmek ve onu hedef almak
yanlış ve abestir. Bunun için aşıklar Süleyman (a.s) hazretlerine iltifat etmedikleri gibi onun mülküne ve
cennet nimetlerine de iltifat etmediler. Bu, cenneti küçümsemek anlamında alınmamalıdır. Allah'ı
müşahede yeri olan Cennet'in, süfiler tarafından küçümsenmesi düşünülemez. Yukarıdaki hadiste
geçen 'haram' kelimesi yasak anlamındadır. Normal huküki yasaklar gibi, ahiret ehli için de dünyalık
şeylere bağlanmak yasaktır. Çünkü her ikisini, yani dünya ve ahireti beraber yürütmek iddiası, doğu ile
batıyı birleştirmek gibi olduğundan imkansızdır. Bunlar iki kuma gibidir ki, birini razı etsen diğerini
küstürürsün. Aynı şekilde dünya ehline de böyle yasaklar getirilmiştir. Çünkü köşk, villa ve saraylar
yapmak peşinde olanların ahirete vakit ayırması imkansızdır. Veliler Allah'ın özellikle seçtiği
kullarıdır.Dünya ve ahiretle irtibatlı olmalan yasaklanmıştır. Bunlar bir hükümdann özel hizmetlerini
gören kişilerdir ki, beldeler zabtedip meydanlarda savaşmazlar. Ehl-i dünyanın ahiretten menedilmesi
'hizlan', 'haylület' ve 'tevekkül-i nefs'dir. Nitekim yüce Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır: «İyi biliniz ki,
Allah kişi ile kalbi arasına girer ...»(Enfal, 24). Hz. Peygamberde (s.a.v) şöyle dua etmişti. «Allahım,
beni bir an bile nefsimle başbaşa bırakma». Bundan. da anlaşılacaği gibi Allah'tan yardım dilemek
gerekir. Ehl-i ahiretin dünyadan, ehl-i dünyanın da ahiretten menedilmesi Allah'ın bir yardımı ve
ihsanıdır.
Tevekkül Görüntüle
What links here
Pzt, 12/03/2007 - 21:51
Ana Başlıklar:
o Tasavvuf'un On Esası
NECMEDDİN KÜBRA (K.S)
Tevekkül, tıpkı bir ölünün dünyadan kopması gibi, kulun Allah'a güvenip bütün sebep ve tedbirlerden
uzak kalmasıdır. Nitekim. Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: «Kim. Allah'a tevekkül ederse O, ona
yeterlidir ... » (Talak, 21).
Tıpkı tabii olarak ölenin artık dünyayla İrtibatını kesme si gibi, iradi olarak ölenin'de bağ bahçe ve
işlerini bırakıp her şeyini Allah'a havale etmesi gerekir. Çünkü bir kimse kendini yok sayıp sadece
Allah'a güvenirse Allah ona yeterlidir. Zaten Allah dünyaya: «Ey dünya benim hizmetimde olanlara
hizmetçi ol», buyurmuştur.
Bunun gibi İbrahim b. Edhem ve onun gibi daha niceleri Allah'a tam tevekkül ettiklerinden. çöl
ortasında umulmadık anlarda kendilerine, karınlarını doyurmaları içip yiyecek sofraları indirildiği
anlatılır. Aynı şekilde bir dervişe her öğün taze bir ekmek gelirmiş, bunun sebebi sorulduğunda «Bunu
yaşlı bir hanım getiriyor» dermiş. Bu yaşlı kadın dünyadır. İşte dünya yalancı bir dost olmasına rağmen
Allah dostlarına böyle yardım eder. Şeytan bile kırk yıl bir dervişin camiye gitmesi için fenerini tutmuş.
Zaten Kur'an-ı Kerim'de şeytanın, salih kulları doğru yoldan saptıramayacağı bildirilmektedir. (Hicr
süresi).
Yukarıda bahsedilen tevekkül havass içindir. Çünkü avam için tevekkül, sebebi yerine getirdikten
sonra söz konusudur. Mesela önce tohumunu ekip sonra tevekkül eder. Devesini bağladıktan sonra
tevekkül etmelidir.
Kanaat Görüntüle
What links here
Pzt, 12/03/2007 - 21:50
Ana Başlıklar:
o Tasavvuf'un On Esası
NECMEDDİN KÜBRA (K.S)
Kanaat: İnsanın zarüri ihtiyaçlannın dışında, tıpkı bir ölü gibi nefsani ve hayvani istek ve arzularından
arınmasıdır. Cenab-ı Allah'ın (C.C,) «Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz» (A'raf, 31) emri gereğince
yeme, giyme ve mesken konusunda israf etmemektir.
Kanaat, kelime.oİarak insanın kısmetine düşenlere razı olmasıdır. Ehl-i tasavvufun yüklediği ıstılahi
anlam ise bolluk veya darlık sözkonusu olmaksızın her hal ü. karda kalbin tatmin olmasıdır. Asıl olan
mana da budur. Kanaat vusulun, lütfun ve kahrın aslı marifetininalametidir. Ayet-i kerimede «yiyiniz
içiniz» diye her ne kadar bir ayının sözkonusu ise de aslında bunların her ikisi de aynıdır. Hatta bazı
tasavvuf büyüklerince israfından sakıllmamız gereken bu üç olay yani yeme, giyme ve iskan aslında iki
madde halinde ele alınabilir. Çünkü evli olmayan biri çok müsait olmayan ortamlarda da yaşayabilir.
Giyinme de aynı şekilde haram olan yerleri örtmek ve soğuklara karşı korunacak kadar giyindikten
sonra ilerisi israftır.
Yalnız 'israf' ile 'tebzir' arasını ayırmak/ gerekir. Tebzir: Bir şeyi gereksiz yere harcamaktır. İsraf ise bir
şeyi, herhangi bir yere gereğinden fazla harcamaktır. Ancak şöyle derler: Hayırcta israf yoktur. Yani bir
şeyeğer hayırlı bir yolda harcanıyorsa onda israf olmaz, bilakis çoksa şevaba vesile olur. Çünkü
ameller niyete göredir. Nitekim ehlullahtan biri verdiği bir yemekte tam bin tane mum yakar. Buna
çevredekiler israf deyince o da: «Öyleyse söndürün» dedi. Bunun üzerine ziyaretçiler ne
kadar ,söndürmese çalıştılar ise de bunu başaramadılar. Bunu seyreden ev sahibi: «Biz bunlan
kendimiz için' yakmadık. Hakk için yaktık ki, bunda da israf yoktur. Bunun için söndüreıtıezsiniz, Hakk'-
ın ışığını kimse söndüremez» diyerek, şu ayeti okumuş: «Onlar Allah'ın nurumı ağızlarıyla. söndürmek
isterler. Halbuki Allah kafirler istemese de nurunu tamamlayacaktır». (Saf, 8).
Burada kafirlere ve mÜllkirlere de işaret vardır. Onun için Allahü ,Teala onlara rağm mü'minlerin
ışıklarını ayakta tutmuştur.
Ondan sonra bu yolun yokusu günde bir defa yemek yer. Avamdan olanlar ise «Onların sabah akşam
nzıklan vardır» (Meryem, 62) ayetinee günde iki defa yemek yerler. Günde üç defa yemek
yemekisraftır. Şer'i şerifin dışındadır. Eğer bir insanin gücu kuvveti var ise 'savm-ı visal' yapması iyidir.
Yani iftar yapmadan. bir ikinci günün orucuna başlamak. Nitekim Hz. İdris (a.s,) tam onaltı yıl yeme ve
içmeden ayn kalarak Allah' a ulaşmayı başarmıştır.
Denilmiştir ki, bir kimse kırk günde bir yemek yerse ona melekut aleminin bütÜn sırlan açılır. İşte kırk
günlük çile doldurma işleminde buna benzer birçok fayda vardır. Nitekim bir hadiste: «Bir kişi kırk gün
üstüste sürekli Allah'a ihlasla ibadet ederse kalbine hikmet dolar ...» buyurulmaktadır. Buradaki
ihlastan maksat güzel bir itikad ve çokça zikirdir. Çünkü batıni şartlar olmadıkça, zahiri ortam
olmadıkça kalbe feyzin dolması mümkün değildir.
Uzlet Görüntüle
What links here
Pzt, 12/03/2007 - 21:49
Ana Başlıklar:
o Tasavvuf'un On Esası
NECMEDDİN KÜBRA (K.S)
Uzlet: Bir insanın tıpkı bir ölü gibi inziva ve aynlık suretiyle insanlardan ayrı yaşamasıdır. Yani
insanlarla sohbet ve ülfetten çekinip ayrı bir hayat yaşamaktır. Bu ayrılık tıpkı bir ölünün hayattan
ayrılması gibidir. Çünkü bir ölü, akraba ve dostlarından -aralarına dünyada bir daha dönmernek üzere-
kesin olarak ayrılır. Salik 'gaybu'l-guyub'a yönelen kişidir. Bunun için bu dünyanın mal ve mülkünden
kendini arındırıp sadece Allah'ı düşünmelidir. Yar için ağyarın sohbetini bırakmalıdır. Çünkü hala ağyar
alemindedir. Eğer gerçekten Allah ile yar olabilirse başkasıyla sohbet ve ülfet ihtiyacını
hissetmez. Nitekim Ebu Yezid Bistami: «Ben otuz yıldır Hakk'la sohbet etmekteyim fakat halk da
kendisiyle sohbet ettiğimi sanıyor» buyurmuş'tur. Yani, Bistamı halkın batıni deruni hayatına, halk ise
onun dış görünüşüne göre hareket etmektedir. Kalp gözü açılmış (mükaşif) kişiler bir vadiden bakıyor,
gözleri örtülü (mahcub) olanlar ise bir başka vadiden bakmaktadırlar. Uzlet eden kişi demek aynı
zamanda susan kişi demektir. Çünkü uzlette olan kimse konuşacak birini de bulamayacaktır ve
susacaktır; susmak ise 'süluk'un şartlarındandır. Burada anlattığımmız uzlet, 'mürid'lerin uzletidir ki,
bedenle yapılır. Fakat 'muhakkik'lerin uzleti kalp ile yapılır. Uzlet ancak şu iki sebepten dolayı yapılır.
Ya halkın şerrinden, ya da onlara zarar vermekten korktuğu için ayrılır. İkinci sebep, birinciden daha
iyidir. Çünkü insanın kendi nefsinden şüphe etmesi başkasından şüphe etmesinden iyidir. Müridin
kendisini terbiye eden şeyhine yaptığı hizmet de uzlet hayatına dahildir. Yani uzletten dolayı şeyhinin
eğitimini ve hizmetini bırakmak gerekmez. Fakat buradaki şeyh için birtakım sebepler ileri sürülmüştür.
Hakk'a vasıl olmalıdır. Hakk' avasıl olan ise kamildir. Her mertebede müridin terbiyesine bakabilir. Aksi
takdirde müridin sülüku eksik kalır. Salik yol ortasında kalmış yolcuya benzer. Bir de mürşid, müridin
daimi mürebbisi (eğitimcisi) olmalıdır. Zaten mürid sülük hayatı boyunca karşılaşacağı zorlukları ancak
mürşid sayesinde aşabilir. Büyük mutasavvıflar demişlerdir ki: Sülük hayatında iki türlü derece
katedilir. Biri müridin mal ve bedenle hizmet etmesi, diğeri ise mürşidin müride kabiliyetine göre feyz
vermesidir. Nitekim Hz. Ebü Bekir (r.a) bu anlamda Hz. Resülullah'a hizmet etmiştir. Onun için mal ve
nefsini en çok feda eden Ebü Bekir'dir (r.a). Onun için ehlini ve ailesini terk etmiştir. Birçok yerde
kendini onun için tehlikeye atmıştır. Hz. Ali (k.v.) ise kabiliyeti miktarınca ondan ilim bakımından
yararlanmıştır. Buradan da anlaşılıyor ki, şeyh iki türlü olur. Biri müridin kendi terbiyesi için başvurduğu
şeyhtir ki, artık ondan başkasını arayıp intisab etmesi dôğru değildir. Diğer bir tür şeyh ise müridin
teberrüken ziyaret ettiği fakat kendisine hizmet etmek zorunda olmadığı şeyhtir. Bir de öyle şeyhler
vardır ki, sadece isimleri şeyhtir, fakat kendilerinin tasavvufi hallerden haberleri yoktur. Bunları ziyaret
etmek bile boşunadır. Binbir türlü sapıklık ve bid'atla dolu olan zamanımızın. birçok şeyhi gibi. Eğer
şeyh gerçekten faydalı olamıyorsa mürid, tekke ve tarikatı bırakmayıp, istifade edebileceği tarikat
arkadaşları bulmalıdır. Bunlar başka tarikata da mensup olabilir. Bu zatın da müşfik ve aynı zamanda
faydalı olması gerekir. Buradaki işfak yani şefkatli olmaya şu anlam verildi: Yanındaki müridlerin
yücelmesini kıskanmamak ve onların bir tehlikeye düşmesini istememektir. Buna ihvan fillah' denir .
Böyleleri zamanımızda çok azınlıktadır. Mürid bir ölü gibi olduğundan, şeyh de onu yıkayan . (gassal)
gibipir. Şeyh huzurundaki ölü (meyyit) üzerinde dilediğince tasarrurta bulunabilir: Mürşid kendisini bir
ölü gibi teslim eden müridi istediği gibi sağa sola çevirebilir. Mürid 'itiraz'ı terketmiştir. Çünkü eğer tam"
teslimiyet olmazsa o müridden ona hayır yoktur. Kısacası feyzin alınması için kalp yolundan bir irtibat
gereklidir. Çünkü iç dünyası karanlık, hizmet ve davranışları eksik olan, kimse, istenilen makama
ulaşamaz. Şeyh, meyyiti (mürid) velayet suyuyla bütün kirlerden ve sonradan oluşan pisliklerden
temizler. Velayet suyundan maksat ilahi feyizdir ki, velayet zincirine girmedikçe bunun insanın kalbine
akması imkansızdır. Çünkü burada velayetten maksat 'velayet-i hassa'dır, velayet-i amme' değildir.
'Ecnebiyet' ise insanın Allah'tan uzaklaşma-sıdır ki, cünüplük vb. hallerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de
«O'na (Kur'an'a) ancak temiz olanlar el sürebilir,. (Vakıa, 19) denilmiştir. Temizlik, cemibet ve kirlilikteli
arınmak olduğu gibi, dünyalık şeylerle olan ilişkileri kesmek ile de olur. Allah'a yönelmek için dünya ve
içindekilerden kendimiz uzak tutmamız gerekir." Bu, namaza durmak için cünüblükten uzak ve abdestli
olmak gibidir. İşte mürşidin müridine feyz "vermesi, onun kalbini eğitmesi, onu bu tün pisliklerden
temizlemesidir. Bu pisliklerin herbiri Allah'a ulaşmayı engelleyen birer manidir. Buradaki hüdus,
evvelive sonu olmayan 'kıdem'in zıddıdır. Salik'in peşinde olduğu şey ise 'Vacib-i Kadim'i seyretmektir.
Temiz olmayanın yani bu dünyevi makamları aşamayanların ise kutsal mekanlara ayak basması
imkansızdır. İşte burada da anlaşıldığı gibi sülük'un evveli sıfat-ı nefsaniyyeden, sonu ise gayriyyetten
uzaklaşmaktır. Bu sıfatlardan kurtulmadıkça Hakk Teala'ya ulaşmak, 'vucüb ve kıdem' alemine girmek
müşküldür. Nerede kaldı ki, sırtı ile tahakkuk ve zevki ile zevklenilsin. Uzletin aslı, halvet yoluyla beş
duyu organlarını bazı tas'arruflarından uzak tutmaktır. Bu organlar sayesinde çeşitli şekilde eşyayı
tanınz. Mesela kulak sesleri alıp kalbe ulaştırır. Onun için Şer'-i şerif bazı seSleri duymamayı
tavsiyeetti. Çünkü' bazısesler insarın Hakk' yolundan uzaklaşmasına sebep olur. Bütün duyu organları
kendince bu özelliği taşır. Uzlet ile ruh geçirdiği bela ve musibetlerle güçlenir.Nefis sıfatlarıyla disipline
edilir. Fakat aynı zamanda beş duyu organları vasıtasıyla ruhun nefse uyması ve esfel-i safilin
derecesine düşmesi muhtemeldir. Ruh nefis tarafından kuşatılıp sınırlandırılabilir. Hulasa nefis duyu
organları (havass-ı hamse) vasıtasıyla ruhu emir ve tasarrufu altına alıp vücut da ona hükme"der.
Nefis hükümdar gibidir. Sultan olan ruhu azledip kalbin tahtına oturur ve oradan hükmeder. Oysa
ruhun bedenle olan ilişkisi böyle olmamalıdır. Ruhun bedendeki fonksiyonu bedenin bütün görevlerini
üstlenmektir. Zaten enfüsİ ve afaki planda evrenin nizamı da böyledir. Bundan da anlaşılıyor ki, bir
insana uyanlar eğer sapık ve anarşist ruhlu ise onu da kendilerine benzetirler, doğrudan ayırırlar.
Padişahlara ve sultanlara şuna benzer nasihatler yapılmıştır: «Devlet idaresine insanların en iyisini
getiriniz» ve «kim kurdu çoban yaparsa, koyunlara haksızlık etmiş olur» denilerek halkın idaresine ehil
insanların getirilmesini tavsiye etmişler. Aynı zamanda uzlet ve halvet yoluyla nefsin duyu organları
(mahsusat) üzerindeki tasarruf gücü de kırılmış olur. Yani bu şekilde havass-ı hamsenin faaliyetleri
üzerindeki nefsin tahakkümüne, dünyalık şehvet ve ihtiraslann esaretine son verilmiş olur. Böylece
nefis zayıflar. Nefsin zayıflaması da kalbin kuvvet bulması demektir. Heva, nefsin kendine uygun olan
işlere yönelmesi, şehvet ise aklın maverasındadır. Bunun için. denilmiştir ki: «Herhangi bir iş
konusunda alimlerle konuş, onların da özellikle akıllı alanlarıyla ... Yoksa o işi terk etmelisin. Çünkü
ehl-i şehvet ile bir şey müşavere edilirse O şeyin sonu mutlaka hüsran, ve yenilgi olur.» Bunun için
meleklerde sadece akıl vardır, şehvet yoktur.. Hayvanda sadece şehvet vardır. Ama insanda ise her
ikisi de vardır. Şehvet tabii ve süfli bir sıfattır. Akıl ise ruhani ve yüce bir sıfattır. İlmin neticesidir,
dolayısıyla ilim akıldan daha üstündür. İnsan çeşitli kuvvelerden mürekkebdir. Kimisi iyi, kimisi de
kötüdür. Bir sıfat iki mertebede iki isimle anılır. Mesela: Akıl ve ruh aslında birdir. Fakat tecridi itibarıyla
ruh, taalluk ve idrak itibarıyla da akıl denilir. İnsan şeref, kemal-i akl, ilim, kalp ve ruh yapısıyla insan
olur. Tersine insanlıktan çıkması ise nefis, şehvet ve hevasına uymasıyla olur. Çünkü çeşitli zıt
kuvvetleri bünyesinde toplayan insan, varlığındaki süfli duyguları bertaraf etmek zorundadır. İnsanın
fıtratındahayır ile şer, celal He cemal ve 'lütuf' ile 'kahır' gibi zıt kuvvetler vardır ki, bundan dolayı
insana 'kabzeteyn' denilmiştir. İşte insanın olgunlaşması ve tekamülü bu zıt kuvvetlerin çarpışmasıyle
olur. Meleklerde ve ehl-i cennet olanlarda ise bu mü cahede ve çarpışmaya gerek kalmamıştır. Çünkü
meleklerin, tabiati nurdandır. Cennet ise mücahede mahalli değil zevk ve sefa yeridir. Adem, (a.s)
imtihan edilip şer mertebesin de akıl ve hakikat dairesinde aşk ve muhabetle mükerrem kılındı. Çünkü
melekler ehl-i muhabbet ise de ehl-i aşk değildir.. Adem (a.s) ahve pişmanlık ehlidir, melekler ise
sadece tesbih ve temhid ehlidir. Bunun için melek Adem'in parçasıdır. Nitekim doktar hastasını tedavi
etmeye başlayınca evvela hastalığına zarar getirecek olan yiyeceklerden uzak durmasını tavsiye eder.
Böylece hastalığa sebep olan yolları kapatmış olur. Denilmistir ki: «Perhiz bütün tedavilerin başıdır.»
Salik'in halvete basladığı sırada nefsani şehevani hislerden arınması ve bunlardan uzaklaşması
gerekir. Mürşid-i kamilin, müridini manevi tekamül ve tedaviye alması böyle olur. Doktorun hastasına
birtakim yasaklar önermesi gibi. Bununla hastalığın önüne geçilmiş olur. Mesela bir insani zehirli yılan
soksa ya da köpek ısırsa bu hastalığın önlenmesi için hayvanların öldürülmesi gerekir. Ayni şekil
zararlı yiyeceklerden hasta korunmazsa iyileşmesi imkansızdır. Hindistan bölgesinde gibi bazıları
hastayı hiçbir sey yememek sure iyileştirmek isterler. Anadolu yöresinde yolu ile tedavi yapılırdı.
Mesela hazım için no hut ve benzeri şeyler yedirilirdi. Birinci metod daha etkilidir. Bundan sonra
hastaya müshil yedirilerek içindeki zararlı maddeler de atılırdı. Dolayısıyla bünye hastalığa karşı
savunma gücüne kavu şurdu. Böylece bünye eski halini alir. Çünkü bazı zararlı yiyeceklerin
galebesiyle vücud zafiyete ugramıştır. İnsan dört unsurdan oluşur. Toprak, su, hava ve ateş. Bu dört
unsurdan da çesitli tabii haller meydana gelmiştir. Sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet bunlardandır.
Bu ikinci dört unsurdandegişik unsurlar hasıl olmustur. Mesela kan, balgam, sevda ve safra gibi. Bu
tabii haller kullanıldığı miktar ve zamanına göre hastalık ve sihhate sebep olurlar. Bu zıt tabii hallerin
birbirine karşı galibiyet ve mağlubiyetine göre hastalıklara zemin olur. En doğrusu insanın bunları itidal
halinde tutmasıdır. Özellikle gençler bu gibi şeylere dikkat etmediğinden yaşlılıkta bunun kötü
sonuçları ortaya çıkar fakat bundan sonra ilaç da fayda vermeyecektir.. Böylece dünyayı ahu zar
içinde terk ederler. Bu anlattıklarımızda bize dersler vardır. Maddi hastalıklanmızdan manevi
hastalıklanmızı hatırlamamız gereklidir. Çünkü Hakk'tan uzaklaşmak gibi büyük bir hastalık yoktur.
Bunun tedavisi ise keşf ile ve tevhid-i efal ve sıfat ile hasıl olur. Bu da ancak bir maneviyat doktoruyla
mümkün olabilir. Burada perhizden sonra alınması gerekke müshilden, maksat sürekli ve uzun süreli
zikirdir. Nasil ki, müshil şerbeti bünyedeki bütün zararlı maddeleri söküp aıiyorsa, sürekli zikir aynı
şekilde kalpteki bütün tabii ve nefsani hastalıkları temizleyip müridin derununu hastalıklardan arındırır.
Çünkü masiva her zaman karanlığı, zikir ise nur ve ışığı temsil eder. Güneşin doğmasıyla karanlıktan
eser kalmadığı gibi zikir nuru geldiği zaman da şerden ve karanlıktan eser kalmayacaktır. Buna sabah-
i tecelli denmiştir. Zikir burada sürekli olmakla mukayyed kılınmıştrr. Çünkü arada kopukluk olan zikir
yeterli randuman vermez. 'İlk fetih' (kalbin, açılışı) kişilerde farklılık arz edebilir. Mürşidin kontrolü
altında on veya onbeş gün sürer. Bu, mürsidin gözetimi altında yapılmalıdır. Aksi takdirde kimse
kendisinin yükseldiğini veya düstüğünü anlayamaz. Son fetih ise on sene ve belki daha fazla bir
zaman alabilir. Çünkü bunda herbiri uzun süre alan merhaleler vardir: Tevhid, tecri tefrid, enfüs ve
afak. Bunların herbiri tertib tedric üzerine yapılmalıdır. Bütün bunlar uzun bir süre alir. Fena
makamından sonra kırk yıl sürebilir. Bundan sonra beka ile yirmi üç yıl ancak nihayetin nihayetine
ulaşmak mümkündür. Öyleyse birkaç keşf ve tecelli vakıasıyaşayan artık iş bitti sanıp, aldanmasın.
Burada yol çok uzundur.
Devamlı Zikir Görüntüle
What links here
Pzt, 12/03/2007 - 21:48
Ana Başlıklar:
o Tasavvuf'un On Esası
NECMEDDİN KÜBRA (K.S)
Devamlı zikir, her seyi unutarak sadece Allah'ı zikretmektir. Kur'an-i Kerim'de: «Unuttuğun, zaman
Allah'i zikret» denilmiştir. Buradaki unutmak kelimesi Allah'tan baskasını unutmak anlamındadır.
Zikir devamli olmazsa munkati (kesik, devamsız) zikirle bir yere varılmaz. Bunun için ayette
Resülullah'a (a.s.) ibare yollu, varis-i Resül'e ise işaret yoluyla 'zikr-i' muttasil' (sürekli zikir)
emredilmektedIr. Hz. Aişe, Hz. Peygamberin halinden soranlara: "O her zaman zikrederdi" demiştir.
Büyük yelilerin ve özellikle Peygamberin her hali zikir sayılır. Çünkü onlar her ne halk ile içiçe olsalar
bile her an Hakk'ı düşünürler. Zikrin gayesi ise kalbin huzur bulmasıdır. Dilin deveranetmesi değildir.
Zikredenin masivayi unutmasi bir ölünün dünyadan kopması gibidir. Bu 'iradi' ölüm' eğer 'tabii ölüm'
gibi olmazsa nefsi ile zinde kalmış olur mürid. Nefis ile zinde olan kişi ise kendini masivanın ve nefsin
zikrinden alıkoyamaz.
Burada devamlı zikirden maksat ehl-i ZIkrin dil ile yaptığı zikirdir. Sesli zikrin (zikr-i cehri) çok faydası
vardir.. Zikr-i cehrinin gayesi Allah'ı nefse duyurmaktır. Çünkü nefis sağırdır ve bağırmaya muhtactir.
Yoksa buhun amacı Allah'a duyurmak değildir. Onun için uzak-yakın. sesli-sessiz farketmez. Sesli
zikre müdahale eden, onu iyi görmeyen, aksine onu gereksiz görenler tasavvufun makamlarından ve
sırlarından habersizdirler. Bizim muhatabımız ise bilmeyenle değil alimlerdir.
Müshile benzetilen zikir "La ilahe illallah" keIime-i tevhididir. Bu kelime 'nefy' ve 'kabul'den mürekkeb
bir ilaçtır.
Bu Kelime-i Tevhid tıpkı bir macun gibi çeşitli tedavi edici unsurlar ihtiva ettiğinden zikirlerin en
faziletlisidir. Allah, Allah veya Hu, Hu şeklinde yapılan zikirden daha faziletlidir. Çünkü bu gibi isimlerde
birlik vardir. Fakat Kelime-iTevhid çift yönlü bir zikirdir. Hem nefy, hem de inkar vardır. O'nun için 'vird-i
leyli' geceye ait zikir) olması uygundur. Gecede de birlik tek renk hakimdir her yerde. Fakat Kelime-i
Tevhid'de kesret vardır. Dolayisiyla 'vird-i nehari' (gündüze ait zikir) daha önemlidir.
'Nefy' kısmı, kalbi hastalıkları doğuran, ruhu habseden, nefsi, hayvani ve sehevği sıfatların güçlendiren
kötülükleri yok eder.
Yani Kelime-i Tevhid'deki nefy kısmının özelliği kalbi hastalıkları güçlendirmektir. Bir de ruhu
habsetmektir. 'En yüce sultan' olan ruha bu yakışmaz. Çünkü onu habsetmek onu zincire vurmak
gibidir..
Nefsin kötü sıfatları ise cahillik, cimrilik, korkaklık, nifak, haset, kibir, kendini beğenmişlik, iki yüzlülük,
asırı mal sevgisi gibi özelliklerdir. Bunların hepsi de cehennem kapısını açmaya. yöneliktir.
Hayvani ve şehevani istekler ise çok yemek, çok içmek, çok uyumak ve cinsel ilişkide bulunmaktır.
Bunların hepsi de rezil alışkanlıklardır.
Bunlan Kelime-i Tevhid'deki 'la' nefiy edati ile süpürmek gerekir.
Kelime-i Tevhid'in nefy edatıyla baslamasının sebebi budur. Buradaki hikmeti anlayamayanlar Kelime-i
Tevhid'in nefyle başlamasını garip karşıladılar.
İsbat ise kalbin sihhatini ve selametini korur. Böylece onu bu rezil huylardan kurtarır. Kişinin asıl
kimliğinden sapmasını önleyerek ahlakında ve hayatında iIahi nur'un hakim olmasını sağlar.
Kalb esas itibariyle salim ve saf bir haldedir. Çocuk doğduktan sonra kalbin yine aynı şeklini almasi
için ilahi feyiz gereklidir. Öyleyse bu hastalıklar kalbe sonradan bulasmaktadırlar. Nitekim hadis-i
serifte: Her çocuk fitrat üzere doğar. Daha sonra anne babası onu Yahudi, Hiristiyan veya Mecusi
olarak yetistirir. (Buhari). Yani her doğan insan mu'tedil bir fitrat ile doğar. Onun kalbinde bir fikrin veya
dinin galip gelmesi imkansızdır. Fakat kalbin sürekli bu hal üzerine bırakılmasi onun tabii halinin ruhi
haline galip gelmesini sağlar. Bunun devamı ise insani hayvan ve belki de şeytan şekline sokabilir.
Fakat yukarida 'macun' olarak vasıflanan Kelime-i Tevhid'in sürekli zikredilmesiyle kalbin ıslahı ve
ruhani mizacının galip ve baskın gelmesi sağlanmış olur. Aslında Allah'ın zat'ında vahdet-i vücuttan
baska bir nesne olmadığı halde küfrün şüphe, ve evhamlarını defetmek için Kelime-i Tevhid'e nefy
edatı da dercedildi. Çünkü sülukun ilk yıllarında salikte de böyle vehimler olabilir. Kendisinde 'isbat'
hali galip olan meczub kimseler sadece Allah, Allah,. diye zikrederler. Mesela: Şeyh Sibli (k.s.)'la'nin
verdiği iztrap ve vahsetten ürktügü için sadece Allah, Allah' diye bağırırdı ve zikrederdi.
Böylece ruh, Hakk'ın şahitleri, zat'ının ve sıfatlarının tecellisiyle aydınlanır. «Yeryüzü Rab.. nuru ile
aydınlandı ...» (Zümer, 69) ve böylece onun sıfatı olan karanlık ve körlük ise yok oldu.
'İllaIlah' kelimesinin isbati dolayısıyla insan kalbi merkez olmak üzere ruh da şevahid-i Hakk ile yani
ilahi nur ve zat ve sıfat-ı Hakk ile süslenmiş oldu. Nur elbisesini giydi. Yeryüzü de bu nurun varılğıyla
aydınlandi. Karanlık sıfatı yeryüzünden silindi. Yani gecenin gelmesiyle yeryüzünün karanlığı tamamen
kabul etmesi gibi nefsani sıfatların galip gelmesiyle vücud sathi da karanlığı kabul etti. Güneş
doğduktan sonra, yani kalpte ilahi nur tecelli edince bütün karanlıklar kaybolup gitti. Bu ilahi nur önce
kalbe ve ruha daha sonra da kulun cesedine nüfüz eder. Böylelerinin cesetleri kabir'de bozulup
tefessühe uğramaz. Gece namazına (teheccüd) kalkanların durumu da böyledir. Ehl-i teheccüd
olanlardan tecelli sahibi olanların nurunun diğerlerine de geçmesi mümkündür. Kısacasi Allah'ın
nurunun tecellisiyle bir insandaki bütün karanlik sıfatlar yok olur,silinir gider. Allah'ın sıfatlarının tecellisi
eşyada belirmeleridir. Suya 'muhyi' denmesi gibi. Aslında bu ilahi bir sıfattir. Bu, ilahi sıfatın suya
yansımasıdır. Bu, bütün eşya için geçerlidir. Dolayısıyla bütün her şeyde zati hayat vardır. Fakat
gözleri ve kalbi perdeli olanlar bunu sezemezler. Yunus Emre ne güzel söylemiş:
Yitirdim Yusuf'u Ken'an ilinde
Yusuf bulundu Ken'an bulunmaz
Yani kesreti temsil eden Ken'an ilinde vahdet olan Yusuf kayboldu, bulunmaz. Fakat aradan Ken'an
kalkınca vahdetten başka bir şey bulunmaz. Görünen sadece O'nun zatının ve sıfatlarının tecellisidir.
Kamil insan bunu sadece eşyada görmez. Aynı zamanda kalbinde de hisseder. Bu seviyeye
ulaşanlarda sapıklık ve ilhad gibi seyler düşünülemez. Onlar bilakis ehl-i sünnet inancı, şeriat, tarikat,
marifet ve hakikat mertebelen üzerindedirler. Fakat böyle insanların çevresindekiler bunun farkına
varamazlar. Bu mertebede bulunmayanlarda ilhad ve çeşitli sapıklıklar bulunabilir.
Her mertebenin ayrı ayrı zikir usulleri vardır. Bunu ancak ehil olanlar kavrayabilir.
«Yerin baska bir yer, göklerin baska bir gök olduğu o günde Kahhar olan Allah'ın huzurunda bütün
insanlar toplanacaklardır» (İbrahim. 48>.
Yani Kıyamet Günü'nde yer ve gök degişip baskalaşacaktır. Aynen bunun gibi küçük alem sayılan
insanda da buna benzer değişiklikler olacaktır. Çünkü bambaşka olan o alemde abdes bozma, def-i
hacet, kadınların bazi özel halleri vb. olmayacaktır. Dolayısıyla insanin ilk hali sonraki haline
benzemez. Çünkü insan 'makam-i evedna'dan (Necm, 9) döndükten sonra Hakk'ın elbisesine bürünür.
Buna 'celvet' denir. Bu aşamada insan, beşeri özellikleri itibanyla görünür ve insanIar arasında
yaşarlar. Hakikatları itibarıyla da görünmezler. Halktan uzak gayb aleminde yaşarlar. Bunun için
bunlara 'guraba-i hakikiye' derler. «Vahid ve Kahhar olan Allah'a döneceklerdir» denilirken insanların
değişeceği ve her şeyin aslına döneceği ifade edilmektedir. Her şeyin aslında olan zat zuhur edecektir.
Bütün eşyanın ve masivanin geçici oldugu ortaya çıkacaktır. « O'na döndürüleceksiniz» (Bakara, 28).
Bedenler böyle değisecek fakat ya ruhlar hasıl değişecektir şeklinde gelen bir soruya ise cevabımız
şöyledir: Ruhun da iki yönü vardir. Zahir olan yön ki, bu hadistir. İkincisi zahiri ve kadimdir. Arş ve
Kürs'üye yükselen ruhlar için fena olmak, yok olmak yoktur. Alem-i ervaha yakın olan şeyler de
ruhların hükümlerine tabidir. Buna da 'beka' denir. 'Fevka'l-arş' dediğimiz mekan, filozofların dediği gibi
'ne boştur ne de dolu' (La hala ve la mela) değildir. Bilakis burası 'mela' alemidir ki, bu da ruhlar
alemidir.
Eğer sen gerçekten gönül ehli isen seni çok önemli bir konuda uyardım. Beni zikrediniz, Ben de sizi
zikredeyim ...» (Bakara, 152) ayetinde zikredenle zikredilen yer değiştirmektedir, içiçe girmektedirler.
Zikreden kişi zikirde fena bulmaktadır.Zikredilen ise zikredeni yerine baki olmaktadir. Zikredeni
istediğin zaman mezküru, mezküru taleb ettiğin zaman ise zikredeni. Beni gördüğün zaman O'nu
görmüş olursun, O'nu gördüğün zaman ise beni görmüş olursun.
Yukarıda geçen ayet-i kerimede zakir mezkür dolaşımlı bir şekilde yer değiştirmektedirler. Bu da
zakirin mezkürda yok olması, mezkürun da zakirin halifesi olmasıdır. Dolayısıyla birbirine ayna olmuş
durumdadırlar. Hangisini görmek istesen diğerine rastlarsın. Buna nafile ibadetler hakkındaki hadis-i
kudsi de işaret eder. "... Ben onun gözü ve kulağı oldum" Hazret-i Resülullah (a.s,) , «Allah (c.c,)
kulunun ağzından: "Allah kendisine hamdedenleri işitti" buyurmaktadırlar. Cüneyd'i Bagdadi'ye, "arif
kimdir» diye sormuşlar. O da: «Suyun rengi binin rengidir», diye cevap vermiştir. Aslında suyun, sesin
ve ışığın rengi yoktur. Fakat kırmızı bir camdan geçen ışığın rengi de kırmızı olur. Aynı şekilde su da
ışık da bulundukları rengini alırlar.
İşte tecelli de bu şekilde olmaktadır. Allahinsana bulunduğu renkte ve şekilde görünür. Onun belirgin
rengi yoktur. Ahirette de insanlar, O'nu inandıkları gibi göreceklerdir. Yani' görünen, onların
itikadlarıdır.«Allah'ı (c.c) yaratıklar gibi düşünüp alğılayanlardan olma. Çünkü bu bir sapıklıktır. Bu
benden sana bir irşatır.»
Tamamen Allah'a Yöneliş (Teveccüh) Görüntüle
What links here
Pzt, 12/03/2007 - 21:46
Ana Başlıklar:
o Tasavvuf'un On Esası
Tamamen Allah'a Yöneliş (Teveccüh)
* Görüntüle
* Düzenle
seyyahin tarafından Çar, 06/13/2007 - 13:57 tarihinde gönderildi.
* Tasavvuf'un On Esası
TASAVVUFUN ON ESASI
NECMEDDİN KÜBRA (K.S)
Tamamen Allah'a yönelmek demek O'nun dışındakilere çağıran her seyi tıpkı bir ölü gibi terk etmektir.
Burada salik, sadece Allah'i ister. Onun dışında ne bir mahbub, ne matlub ve ne de bir maksadı vardır.
İnsanın Allah' a yönelişi bir insanın öldükten sonraki eşyaya karşı olan tavrına benzetiliyor. Gerçekten
böyle olmazsa insan kendisini tamamen O'na veremez. Onun için hiçbir şeye karşı ilgi ve istek
duymak yoktur artık. Buna çocuk, kadın, mal hatta Kabe ve benzeri yerleri ziyaret etmek bile dahildir.
Kısacasi salik'in kendini masiva ile olan her türlü ilişkilerinden koruması gerekir. Hatta zahiri ve batını
ilim ve kanunlardan bile kalbini tecrid etmesi gerekir. Çünkü zahiri ilim salik'in dünyası, batıni ilim ise
onun ahireti gibidir. Dolayisiyla süfinin kendini dünya ve ahiret ile olan ilişkilerinden kurtarıp tamamen
Allah'a tahsis etmesi gerekir.
Bu mertebedeki birine bütün peygamberlerin ve velilerin makamları kendisine teklif edilse onlara bir an
bile iltifat etmez, ilgi göstermez. Çünkü (manevi) makam, mevki aşkı ve ilgisi insani Allah'a giden
yoldan alıkoyar. Bunun için salik kendini bu gibi düsüncelerden ve belki de Hakk'ı bile istemekten
hazer etmek gerekir. Çünkü cenab-ı Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de: "Allah sizi kendi nefsinden
sakındırır " (AI-i İmran, 28). Çünkü Allah'ı sevme bile O'na giden yolu kesen bir garaz olabilir. Buna
çok dikkat etmek gerekir. Allah'ı istemede bir ikilik (ortaklık ve insanın kendi enesini de hesaba
katması) olabilir. Fakat ehl-i tevhid bu çeliskiye asla düşmez. Bu inceliği kavrayamayan nice salik
gayeye ulaşmayı başaramadı.
Bu konuda Cüneyd-i Bağdadi (k.s.) şöyle der: Sıddık bir insan binlerce yıl Allah'a müteveccih durumda
olup da O'ndan bir an bile yüz çevirirse kaybettiği kazandığından daha fazla olur.
Burada zikredilen sıddık 'arif' anlamında alınmıştır. Yoksa sıddık makamına ulaşan seden -bir an bile
olsa- Allah'tan yüz çevirmesi düşünülemez. Cümle farazidir. Bunun için şartedatı kullanılmıştır. Bu
makama ulaşanlar genellikle katettikleri seviyeyi sabit tutarlar. Yaşanan hertasavvufi hal bir öncekinin
üzerine bina edilir. Her zaman bir önceki mesafeleri ihtiva etmektedir.Akl-ı evvelleden insan durumuna
gelene kadar böyledir. Bir sonnraki mertebe her zaman bir önceki mertebeden daha kapsamlıdır.. Bu
son mertebenin olmasi için ilk mertebe (mertebe-i safile) nin olması gerekir. Yoksa böyle düşük
mertebelerin yaratılmasi abes olurdu. Bütün mertebeleri bünyesinde toplayan insan onun için
üstündür. Nitekim Hz. Peygamber kendinden önceki peygamberlerin, özelliklerini taşıdığından dolayı
onlarla eşit olduktan sonra onlardan üstün kılan bazı dereceler de edindi. Harflerde de bu durum
vardır. 'Huu' iki farklı derecede olan harflerden olusmaktadır. «He» harfi harflerin çıkış yerlerinden olan
boğazın en sonundan çıkar. İkinci harf olan «vav» harfi ise en son çıkış yeri olan dudaklardan,
çıkmaktadır. Böylece bir insan Huu' deyince bütün harfleri zikretmis olur. Mutasavvıflar bunun için
zikirde vird olarak 'Huu' çekerler. Çünkü bununla bir insan bütün harferin ve çıkış noktalarının
üzerinden geçeceğinden Cenab-ı Allah'ın bütün isimlerini zikretmiş olacaktır. Her ne kadar bazi zahiri
alimler bunun bir zamir olduğunu ve dolayısıyla anlamsız bir vird olduğunu söylemişler ise de bu
mesele onların bildiği gibi değildir.
Sabır Görüntüle
What links here
Pzt, 12/03/2007 - 21:42
Ana Başlıklar:
o Tasavvuf'un On Esası
NECMEDDİN KÜBRA (K.S)
Sabır, nefsin isteklerinden tıpki bir ölü gibi uzak durmaktır. Ve bu mücahede ile yapılmalıdır.
Yani nasil ki, bir ölünün nefsi istekleri kalmıyorsairadi ölümde de kalmamasi gerekir.
Yalnız buradaki mücahede, nefse karşı onun isteklerini yapmamakla ve istemediklerini yapmakla
mücadele etmektir. Mesela nefis vahdeti istemez, daha çok kesreti ve çesitliliği ister. Bunun için ehl-i
heva olanlar bir yerde durmazlar. Vakitlerini gayr-i mesru sohbetlerde geçirirler. Sürekli pis ve necis
sözler ve gazeller söylerler. Nitekim bu durumu açıklayan bir hadis vardir: «Cennet'in etrafı sıkıntı ve
güçlüklerle, Cehennem•in ise istek ve hazlarla doludur.» (Buhari) İste mü'minlerin bu konuda dikkat
etmesi gerekir. Kalplerinin hangi tarafa meylettiğini ve bazi insanların Cennet' e bir akçe ile girmek
yerine Cehennem'e bin akçeyle girmeyi nasıl terkettiklerini görmek için.
Nefsin isteklerini ve ülfette bulunduğu şeyleri ona vermeyerek doğru ve güzel bir yol üzerine sebati
ancak bir şekilde mümkündür. Nite- Kur'an-i Kerim buna şöyle temas eder: «Onlardan, sabrettikleri için
sizlere dogru yolu gösteren önderler yetiştirdik. Onlar ayetlerimizi de yakinen biliyorlardı» (Secde, 24).
Böyle bir yola girdikten sonra önemli olan sebattir. Bir insanin tevbe etmesi güzel bir şey fakat o hal
üzerinde devam olmadıktan sonra bu tevbe anlamsızdır. Ayni şekilde tarikata girmek de gaye değil
vasıtadır. Tarikatta sebat eden ancak gayeye varabilir. Nitekim yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadir:
'Rabbimiz Allah'tır' dedikten sonra doğru yolda devam edenler ...» (Fussilet, 30). Yani, sadece
'Rabbimiz Allah'tır demek yetmiyor; bunda devam etmek gerekir. Bunun için Allah (c.c) sabır ve sebat
ile mukayyed kıldı.
Murakabe Görüntüle
What links here
Pzt, 12/03/2007 - 21:41
Ana Başlıklar:
o Tasavvuf'un On Esası
NECMEDDİN KÜBRA (K.S)
Mu'rakabe,müridin her türlü havl (değişim ve kuvvetten bir ölü gibi kendini tecrid etmesidir. Buradaki
degisim '(havl), Allah'in emriyleolan değişiklik demektir. Bunun için duada şuifade kullanılır: "Ey
değisenlerin ve değişikliğin sahibi Allah..." Bununla her türlü değişikligin sahibiolarak Allah'ı kabul
etmek demektir. Kendi değişikliklerin ve degişimlerin dışında bırakmaktır. Kuvvet sıfatı da böyledir.
Zaten Allah 'ın bir ismi de Kavi'dir. Kocaman ve son derece ağır degirmen taşı bu ismin tesiriyle ve su
taşıyla döner. Taşın dönme kabiliyeti var, fakat bu ancak su ile yapılabilir. Murakabe bir mevhibe-i-
ilahiyedir.
Bu hibede ise her salik'in kendine düşen payı vardir. Başkalarının bu konudaki mertebesine talib
olmak himmtte kusur sayılır. Bunun için nefahat-i ilahiye'ye sarılmak gerekir. Bunun için Hz.
Peygamber (a.s.) söyle dua ederdi:« Ya Rabbi! Senden mağfiretine sebep olan en güzel ameli
isterim». Bunun için «ağlamayan çocuğa erne verilmez» atasözü• meşhur olmustur. Denilmiştir: ki,
amel merdivenin basamaklarıdır. Nasil ki, merdiven basamaksız çıkılmazsa amelsiz gayeye vasil
olmak da imkansızdır.
Murakabe halinde olanların şu vasıfları taşıması gerekir:
Masivadan yüz çevirmek:
Saliklerin buna dikkat etmeleri gerekir. Çünkü masiva Hakk'a yönelmeyi engeller. Buna dikkat etmeyen
niceleri yarı yolda kalmışlardır. Bunun için demislerdir ki: «Malını seven fitneye düsmüş, çoluk
çocuğunu seven aldanmış ve halini seven de mecnun olmuştur». Bunun içinsalikin bunlara çok dikkat
etmesi gerekir. çünkü her an masivanin sekline aldanıp yolda kalabilir.
O'nun aşkının deryasına dalmak:
Bütün deryaları geçip O'nun aşkının deryasına varmaktır. Nitekm Mecnun mecazi aşki tattıktan sonra
gerçek aşkı, Hakk'ı bulur. Aslında insanın bütün hareketleri O'nun aşkından şudur eder. Bunun için
ehl-i Hakk'a ta'nda bulunmak hata ve belki de küfürdür. O'na kavuşma özlemini duymak:
İştiyak muhabbet üzerine bina edilen bir durumdur. Bu durumda kişi O'na kavuşmak arzusuyla
efsunlanır. O'nun huzurunda ağlamak:
Ehl-i murakabenin huzur-i ilahide şevke gelip ağlaması onun vuslata olan aşkındandır. Bunlar sevinç
gözyaslarıdır. Bu gözyaşları soğuktur. 'Firkat' dolayisiyla akan yaslar ise sıcaktır. Çünkü kalpteki ateş
onları da ısıtır.
Sadece O'na güvenir.
Allah'in lütfu için yine O'nun lütfunu ister.Çünkü kendine yardım eden ona yol gösterip dergahiha kabul
eden yine O'dur.
Sadece O'ndan yardim diler.
Salik 'Senden Sana sığınırım prensibince Allah'ın yardımı için yine O'nun yardımını, O'nun kahrından
sakınmak için yine O'nun yardımını ister. Tıpkı bir çocuğun annesinde dayak yerken bile 'anne' diye
bağırması gibidir bu. Bütün bu sifatlari kendisinde bulunduran salik için Cenab-i Allah hiç kimsenin
kapatamayacağı azap kapılarını kapatır. Öbür taraftan hiç kimsenin kapatamıyacağı rahmet kapılarını
açar.Ebrar için hasenat olan sey vardir ki, 'mukarribin için seyyiattir. Kur'an-i Kerim'de: "Güzel amelde
bulunanlara daha güzel karşılık vardır, ki (Yunus, 26)." Bu ziyadelik Allah'ın ikramıdır. "Bu Allah'ın bir
lütfudur, istediğine verir, (Maide, 54) buyurulmaktadır.
Buradaki 'fazlalık'tan maksat Allah'ın (c.c,) lütuf ve iyilikleridir. Bunun en yüksek ve yücesi"
rü'yetullahtir. Yani Cemal-i ilahi'yi temaşadır. Allah bunu dilediğine verir demekten maksat ise
'mukarribin'dir. Bunlar Allah'ın hass kullarıdır. Ahirette de cennetin en üst mertebesi plan 'Firdevs'
cennetine konulacaklar, burada peygambere komşu olacaklardır. Bu komşuluk dünyadaki manevi
bağın bir devamıdır.
Rıza Görüntüle
What links here
Pzt, 12/03/2007 - 17:46
Ana Başlıklar:
o Tasavvuf'un On Esası
NECMEDDİN KÜBRA (K.S)
Riza, nefsin isteklerinden tıpki bir ölü gibi kendini tecrid ederek, hiçbir itiraz ve münakaşada
bulunmadan Allah"in ezeli tedbirlerine teslim olmaktır.
Bu konuda tartışma ve kavgaya gerek yoktur. Çünkü Hakk'ın ilmi, kulun akIından geniştir. Hakk
herkesin istidadına göre ezelden takdir etmiştir. Bunun için kula düsen vazife teslimiyet ve kabul
etmektir. Yoksa red ve itiraz değildir. Nitekim bir hadis-i kudside: «Her şeyide Ben takdir ettim, Ben
tedbir aldım ve her şeye Ben hükmettim. Kim buna rıza gösterirse Benden kendisine rıza vardır, kim ki
aksilik yaparsa Benden aynısını bulur», denilmiştir.
Bazi sufilerin «bütün islerimi mabuduma haveIe ettim, O dilerse beni yaşatır, dilerse öldürür demeleri
gibi.
Böyleleri yanında lütuf ile kahır arasında bir fark yoktur. İkisinde de mahbubun etkisi olduğundan
aradaki perdeler ortadan kalkınca her şeyin aslında ayni olduğu görülür.
Kim bu dünyanın perdelerinden ve karanlık vasıflarindan sıyrılarak iradi ölümü tadabilirse Allah onu
kendi yardımıyla tekrar diriltir. Nitekim Kur'an-i Kerim'de: "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine
insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse karanlıklar içine kalıp çıkamayan kimse gibi
olur mu? ..» (En'am, 122)şeklinde bu sınıftan bahsedilir.
'Iradi ölümden' sonra meydana gelen bu hayata 'hakkani hayat' denir. Fani cesed akıp eriyip yok
olunca, baki çıkar ortaya. Ve artik bakininhükmü geçerli olur. Ayetin tefsirini Şeyh Necmüddin Kübra
şöyle yapmaktadır: Yani biz onu 'enaniyetin' kati ve karanlık çukurlarından alıp kurtarır, kendi rabbani
vasıflarımızla diriltir ve yüceltiriz.
Onun bu zulmet çukurundan kurtarılması ağacın yeni bir meyvaya aşılanması gibidir. Ağacın verdiği
meyvalar degişiktir. Artık ağaç bambaşka bir ağaçtır.
Daha sonra ona cemalimizden bir nur ,veririz ki, soo o sayede insanlararasinda yürür- ve ai,n hallerini
müsaJiede eder.Ehl-i feraset sahibi bir mü'minin mertebeleri söyledir:
1 - İman: Avam seviyesindeki mü'minlerin halidir. Bu mertebe bir ağacın çiçeği gibidir . 2 - Velayet:
Hass mü'minlerin halidir. Bu mertebeye 'ihsan' mertebesi de denir. Ağacın mertebesi gibidir bu. Zaten
iman ve amel-i salih ile müşahede makamı kastedilmektedir.
3 - Nübüvvet: Ehassu'l-havass mertebesidir. Bu da meyvanin özü gibidir.
4 - Risalet: Bu da 'hülasa-i ehass, veya 'dehn-i lübb' gibidir. Yani özün özü.
Bu saydigimiz mertebelerden ilk ikisi kesbidir, insanin kendi mücahedesiyle elde edebileceği
mertebelerdir.
Üç ve dördüncüsü ise vehbidir. Allah'in istediği kullarına verdiği mertebelerdir.
Her veli de bir yönüyle öz sayilir. Fakat Hz. Peygamber'e göre dis ve kabuk sayilir. Bu mertebenin en
yücesi de Hz. Muhammed'e aittir.