sty - beykoz gazetesi

16
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Baş- kenti Ajansı’nın katkılarıyla ve Habertürk’ün ana sponsorluğunda gerçekleşen Genç Hayat Vakfı’nın “Sokağımdan Tarih Yazıyorum” adlı sözlü tarih projesi, İstanbul’un on ilçesindeki otuz ortaöğretim kurumunda eğitim gören bin lise öğrencisini kapsamaktadır. Proje bu öğrencilerin kendi kimliklerini, aidiyetlerini ve farklılıklarını İs- tanbul, İstanbul’un bir kent olarak dönüşümleri, mahalleler ve semtler, İstanbul’da gündelik hayat ve yaşa- yanların hikayeleri üzerinden anla- maları; İstanbul’un dünya ve Avru- pa kültür ve tarihi ile bağlantılarını beraber araştırmaları ve keşfetme- leri için hazırlanmış bir sözlü tarih ve kent kültürü/tarihi projesidir. Tarih denilen olgunun sadece sa- vaşlardan ve antlaşmalardan ibaret olmadığına, bunun yanında kişisel tanıklıkların da var olduğuna ina- nan Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesi, İstanbul’daki son 50 yıllık değişim ve dönüşümü sıradan in- sanların yaşamöyküleri üzerinden anlamak için lise ve üniversite öğ- rencileriyle beraber saha çalışmala- rı gerçekleştirmektedir. Öncelikle, proje kapsamında liseli öğrencilere rehberlik edecek olan üniversite öğrencileri Tarih Vakfı tarafından hazırlanan ve uygula- nan sözlü tarih/yerel tarih konulu eğitimlere katılmakta; eğitimin ar- dından ise liseli öğrencilerle birlikte önce sözlü tarih atölyeleri ve daha sonra da saha çalışmalarını gerçek- leştirmekteler. Elinizde tuttuğunuz bu gazete, Soka- ğımdan Tarih Yazıyorum projesinin bir ürünüdür ve Beykoz’da gerçek- leştirilen çalışmalardan meydana gelmiştir. Gazeteyi hayata geçiren kişiler ise, İstanbul’daki çeşitli üni- versitelerde okuyan üniversite öğren- cileri ve Beykoz’daki Fevzi Çakmak Lisesi, Ferit İnal Lisesi ve Anado- luhisarı Anadolu Ticaret ve Ticaret Meslek Lisesi’nin öğrencileridir. Gazetede okuyacağınız yaşamöykü- leri, öğrencilerin gerçekleştirmiş ol- duğu röportajlardan yine kendileri- nin hazırladıkları şekilde birer kesit olarak sunulmuştur. Röportajların tamamını okumak için Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin web si- tesine girmeniz yeterli olacaktır. Beyoğlu, Fatih, Eyüp, Kağıthane, Şişli, Maltepe, Üsküdar, Tuzla ve Beykoz gazetelerinin ardından pro- jenin son ilçesi olan Sarıyer’de yapı- lan çalışmaları içeren gazete de ya- kında sizlerle buluşacak. Projeyle ilgili detaylı bilgi almak için Genç Hayat Vakfı’nın internet sitesini ve projenin web sitesini zi- yaret edebilirsiniz. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, keyifli okumalar… Uğur Elhan & Pınar Eriç • “Akşam beş olup fabrika dağıldığında Beykoz’un sokaklar insanları almazdı” »4 • “Yaşadığımızı hisse- diyorduk” »5 • “Fener’de 1960 yılına kadar balık satmak diye birşey yoktu” »6 • “Sandallarla gelen bütün İstanbullular Ayazma’ya toplanırlar, yerler içerler, laternalar çalar oynarlar, eğlenir - lerdi” »10 • Beykoz Kundura Fabrikası »11 • “Boğaz bizim için yüzme havuzu gibiy- di” »12 • “Tekel Fabrikası buradaydı, Paşabah- çe’deydi” »13 • “Ortaçeşme’de bir fayton arabası vardı, o kadar…” »14 • Beykoz »15 • Kanlıca »15 • Beykoz Spor Kulü- bü »15 Polonezköy»15 • Küçüksu Plajı»15 İstanbul’un Kuzey ucu; Beykoz İletişim [email protected] [email protected] İnternet Adresi www.sokagimdantarihyaziyorum.org www.genchayat.org Genç Hayat Vakfı’nın sözlü tarih projesi... Sayı: 09 Sokağımdan Tarih Yazıyorum Beykoz Gazetesi

Upload: sty-ghv

Post on 07-Mar-2016

268 views

Category:

Documents


13 download

DESCRIPTION

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın katkılarıyla ve Habertürk'ün ana sponsorluğundan gerçekleşen Genç Hayat Vakfı'nın Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin Beykoz Gazetesi

TRANSCRIPT

Page 1: STY - Beykoz Gazetesi

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Baş-kenti Ajansı’nın katkılarıyla ve Habertürk’ün ana sponsorluğunda gerçekleşen Genç Hayat Vakfı’nın “Sokağımdan Tarih Yazıyorum” adlı sözlü tarih projesi, İstanbul’un on ilçesindeki otuz ortaöğretim kurumunda eğitim gören bin lise öğrencisini kapsamaktadır. Proje bu öğrencilerin kendi kimliklerini, aidiyetlerini ve farklılıklarını İs-tanbul, İstanbul’un bir kent olarak dönüşümleri, mahalleler ve semtler, İstanbul’da gündelik hayat ve yaşa-yanların hikayeleri üzerinden anla-maları; İstanbul’un dünya ve Avru-pa kültür ve tarihi ile bağlantılarını beraber araştırmaları ve keşfetme-leri için hazırlanmış bir sözlü tarih ve kent kültürü/tarihi projesidir.

Tarih denilen olgunun sadece sa-vaşlardan ve antlaşmalardan ibaret olmadığına, bunun yanında kişisel tanıklıkların da var olduğuna ina-nan Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesi, İstanbul’daki son 50 yıllık değişim ve dönüşümü sıradan in-sanların yaşamöyküleri üzerinden anlamak için lise ve üniversite öğ-rencileriyle beraber saha çalışmala-rı gerçekleştirmektedir.

Öncelikle, proje kapsamında liseli öğrencilere rehberlik edecek olan üniversite öğrencileri Tarih Vakfı tarafından hazırlanan ve uygula-nan sözlü tarih/yerel tarih konulu eğitimlere katılmakta; eğitimin ar-

dından ise liseli öğrencilerle birlikte önce sözlü tarih atölyeleri ve daha sonra da saha çalışmalarını gerçek-leştirmekteler.

Elinizde tuttuğunuz bu gazete, Soka-ğımdan Tarih Yazıyorum projesinin bir ürünüdür ve Beykoz’da gerçek-leştirilen çalışmalardan meydana gelmiştir. Gazeteyi hayata geçiren kişiler ise, İstanbul’daki çeşitli üni-versitelerde okuyan üniversite öğren-cileri ve Beykoz’daki Fevzi Çakmak Lisesi, Ferit İnal Lisesi ve Anado-luhisarı Anadolu Ticaret ve Ticaret Meslek Lisesi’nin öğrencileridir.

Gazetede okuyacağınız yaşamöykü-leri, öğrencilerin gerçekleştirmiş ol-duğu röportajlardan yine kendileri-nin hazırladıkları şekilde birer kesit olarak sunulmuştur. Röportajların tamamını okumak için Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin web si-tesine girmeniz yeterli olacaktır.

Beyoğlu, Fatih, Eyüp, Kağıthane, Şişli, Maltepe, Üsküdar, Tuzla ve Beykoz gazetelerinin ardından pro-jenin son ilçesi olan Sarıyer’de yapı-lan çalışmaları içeren gazete de ya-kında sizlerle buluşacak.

Projeyle ilgili detaylı bilgi almak için Genç Hayat Vakfı’nın internet sitesini ve projenin web sitesini zi-yaret edebilirsiniz.

Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, keyifli okumalar…

Uğur Elhan & Pınar Eriç

• “Akşam beş olup

fabrika dağıldığında

Beykoz’un sokaklar

insanları almazdı” »4

• “Yaşadığımızı hisse-

diyorduk” »5

• “Fener’de 1960

yılına kadar balık

satmak diye birşey

yoktu” »6

• “Sandallarla gelen

bütün İstanbullular

Ayazma’ya toplanırlar,

yerler içerler, laternalar

çalar oynarlar, eğlenir-

lerdi” »10

• Beykoz Kundura

Fabrikası »11

• “Boğaz bizim için

yüzme havuzu gibiy-

di” »12

• “Tekel Fabrikası

buradaydı, Paşabah-

çe’deydi” »13

• “Ortaçeşme’de bir

fayton arabası vardı, o

kadar…” »14

• Beykoz »15

• Kanlıca »15

• Beykoz Spor Kulü-

bü »15

• Polonezköy»15

• Küçüksu Plajı»15

İstanbul’un Kuzey ucu; Beykoz

İletiş[email protected]@genchayat.org

İnternet Adresiwww.sokagimdantarihyaziyorum.org

www.genchayat.org

Genç Hayat Vakfı’nın sözlü tarih projesi...

Sayı: 09

Sokağımdan Tarih YazıyorumBeykoz Gazetesi

Page 2: STY - Beykoz Gazetesi

Hizmet, Aktivite, Yardımlaşma (HAY) Projesi, bundan bir sene önce sivil toplum ve sosyal sorumluluk bilincinin geliştiği toplumsal bir dönüşüm sağlamak için yola çıktı. Yola çıkarken amacımız öğrencile-rin, kendilerini ve çevrelerini tanıma ko-nusunda farkındalık kazanmaları, temel iletişim becerilerini edinmeleri ve geliştir-meleri yanında, bireysel ve sosyal sorumlu-luk bilincinin ve davranışının gelişmesi idi. Çevresindeki bir ihtiyacı görüp fark eden, kendi sosyal statüsü ne olursa olsun, çok fakir veya gelişmemiş bir bölgede de olsa, henüz yetişkin olmayan bireylerin, ekip halinde ya da bireysel olarak, ihtiyacı yeri-ne getirme çabası bizim için çok önemliydi. Bu sebeple ülkemizde yardımların genelde devletten ve çeşitli kurum, kuruluşlardan beklendiği bir ortamda, her bireyin önce-likle kendine, sonra ailesine, okuluna ve çevresine yardım edebilmesinin yolunu göstermek projenin amacını oluşturdu. Projenin ilerleyen aşamalarında ise yardım edenin, yardım alandan daha çok kaza-nımları olduğunu gençler bizzat yaşayarak gördüler. Projenin, gençlerin vizyonlarını henüz okul çağlarında geliştirmek, onların toplum liderleri olarak yetişmelerine des-tek vermek, bu gençlerin öncelikle kendi hayatlarını olumlu yönde değiştirmelerine, yetişkin olduktan ve meslek seçimlerin-den sonra da toplumun dokundukları di-ğer katmanlarına, hem örnek hem de yol gösterici olmalarına yol açmasını istedik. Bu doğrultuda, HAY Projesi kapsamın-daki öğrenciler 2009–2010 Eğitim-Öğre-tim Yılı’nın birinci dönemi kendilerini ve çevrelerini tanıma konusunda farkındalık kazanmaları ve temel iletişim becerilerini edinmeleri konusunda eğitim aldılar. İkinci dönem ise sosyal sorumluluk, gönüllülük, yardımlaşma ve proje yazma konularında eğitim alan öğrenciler kendi projelerini ge-liştirdiler ve yazdılar.

Yılsonunda ise, HAY öğrencilerinin haya-ta geçirdikleri projeler, Hizmet, Aktivite, Yardımlaşma (HAY) projemizin en güzel çıktıları oldu. İstanbul’un 5 farklı ilçesinde (Sarıyer, Beyoğlu, Fatih, Sultangazi, Esen-ler) 9 okulda, 1170 öğrenci, 31 öğretmen, 4 proje danışmanı ve gönüllü üniversi-te öğrencileriyle birlikte yürüttüğümüz projemiz her okulun ürettiği farklı sosyal sorumluluk projelerinin uygulamasıyla 2009–2010 Eğitim-Öğretim yılının kapa-nışını yaptı.

Okullar ve projeleri:

1. Aksoy İlköğretim Okulu, Esenler

Aksoy İlköğretim Okulu’nda bulunan 600 HAY öğrencisi okullarında 6 farklı proje

yürüttüler. Projelerden biri “Temizlik Ko-nulu Akran Eğitimi Projesi” oldu. Projede HAY öğrencileri, projeyle ilgili duyurula-rın ve tanıtımın yapılması, okul idaresi ile iletişimin sağlanması, proje posterinin ha-zırlanması, temizlik konusunda akran eği-timini gerçekleştirecek öğrencilerle temiz-lik bilgilendirme seminerinin yapılması, çok amaçlı salonun ayarlanması ve düzen-lenmesi, akran eğitiminin yapılacağı birin-ci kademe sınıflarının nasıl bir düzenle çok amaçlı salona alınacağının belirlenmesi, eğitimlerin birinci kademe öğrencilerine verilmesi, verilen eğitimlerin çıktılarının değerlendirilmesi ayaklarını büyük bir ti-tizlikle takip ettiler. Proje sonunda okul-daki öğrencilerin çoğu temizlik konusunda bilgilenmiş, eğitimi veren öğrenciler su-num yapma becerilerini geliştirmiş, birinci ve ikinci kademe öğrencileri kaynaşmış, yapacakları bir işin tanıtımının nasıl yapıl-ması gerektiğini öğrenmiş ve okullarının daha temiz bir yer olabilmesi için uzun va-deli bir yatırım yapmış oldular.

Diğer projeleri “Çok Amaçlı Salonu Yeni-leme Projesi” oldu. Bu projede HAY öğ-rencileri değişik görevlerde rol aldılar. Pro-je posterinin hazırlanması, projeyle ilgili duyuruların ve tanıtımın yapılması, okul idaresi ile iletişimin sağlanması, çok amaç-lı salondaki eksikliklerin tespit edilmesi, alınması veya yenilenmesi gereken malze-melerin listesinin çıkartılması, yenilemeye maddi destek sağlayabilecek kurum veya kişilerin tespit edilmesi ve iletişime geçil-mesi, yenilemeyi yapacak iş gücünün tespit edilmesi, yenilemenin yapılması gibi proje ayakları öğrenciler tarafından gerçekleşti-rildi. Sonuç olarak bu projeyle çok amaç-lı salon kötü görüntüsünden kurtulmuş oldu, oyunlarını ve yaptıklarını daha iyi ve rahat bir şekilde sergileyebildiler, salon daha fazla sınıfın bir arada etkinlik yapa-bileceği hale geldi, öğrencilerin de okulda böyle önemli şeyleri değiştirebileceğini göstermiş oldular.

Başka bir HAY grubu ise “Elazığ’a Yar-dım Projesi”ni hayata geçirdiler. Elazığ’da 8 Mart 2010’da meydana gelen deprem sonrası HAY öğrencileri o bölgeye yar-dım etmek için proje geliştirdiler. Herkes projenin oluşturulmasında ve hayata geçi-rilmesinde rol aldı. Proje posterinin hazır-lanması, projeyle ilgili duyuruların ve tanı-tımın yapılması, okul idaresi ile iletişimin sağlanması, kırtasiye malzemelerinin top-lanması, giyeceklerin toplanması, toplanı-lan giyeceklerin temizlenmesi ve kullanıma hazır hale getirilmesi, kullanıma hazır du-rumdaki giysilerin katlanması, toplanılan yardımların yerine ulaşması için gerekli kurumlarla iletişim ve işbirliğinin sağlan-ması, yardım gönderilecek yerin tespit edilmesi, toplanılan yardım malzemeleri-nin yerine ulaştırılması görevleri arasında yer aldı. Proje sonunda, Elazığ’da zarar gören insanlar az da olsa bir yardım almış oldular, HAY öğrencileri yardımlaşmanın önemini görmüş oldular, önemli bir işi ba-şardıkları için kendilerine olan güvenleri arttı, ortak hareket etmenin önemini kav-ramış oldular ve yapacakları bir işin tanıtı-mının nasıl yapılması gerektiğini öğrenmiş oldular.

“HAY’da Neler Oluyor?” isimli diğer bir projeyle ise HAY öğrencileri HAY sınıfla-rını izlediler ve değerlendirdiler. Bu proje-de yer alan öğrenciler HAY sınıflarındaki sorumlu öğrencilerle irtibatta oldular, bu sınıfların çalışmalarını yakından takip etme ve değerlendirme fırsatı buldular ve sonuç olarak bu çalışmalarla ilgili olarak okulun çeşitli yerlerinde panolar hazırla-dılar. Proje sonunda, HAY sınıflarının ve projelerinin tanıtımları tüm okula yapılmış oldu, diğer HAY sınıfları takibiyle çalış-malarının daha verimli geçmesini sağlamış oldular.

Okullarındaki kütüphanenin yetersizliğini fark eden başka bir grup HAY öğrencisi ise “Kütüphane Projesi”ni geliştirerek ha-yata geçirdiler. Projenin amacı kütüphane-

lerini zenginleştirmenin yanında daha faz-la kitaba ve bilgiye ulaşma şansına sahip olmaları oldu. Projenin hazırlanmasında HAY öğrencileri değişik görevlerde yer aldılar. Projeyle ilgili duyuruların ve tanı-tımın yapılması, okul idaresi ile iletişimin sağlanması, proje posterinin hazırlanması, kütüphanenin eksikliklerinin belirlenmesi, eksikliklerin temin edilebilmesi için ilgili kurum veya kişilerin tespit edilmesi, eksik-liklerin temin edilebilmesi için ilgili kurum veya kişilerle irtibata geçilmesi, toplanan yardımların düzenli bir şekilde kütüphane-ye yerleştirilmesi yer aldıkları bazı görevler arasındaydı.

Son olarak “Okulun Arka Bahçesini Gü-zelleştirme” projesiyle HAY öğrencileri okullarını daha yaşanır bir yer haline ge-tirmeyi hedeflediler. Bu projede yer alan HAY öğrencileri, okulun arka bahçesinin fotoğraflarının çekilmesi, ilgili HAY proje öğrencilerinin arka bahçenin ve duvarın yenilenmesi ile ilgili beyin fırtınası yapması ve sonuçların raporlanması, proje uygula-ması için İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Peyzaj ve Mimarlık Bölümleri ile iletişime geçmek, okulun arka bahçesinin duvarı-nın, arkadaşlarının veya yabancı kişilerin izinsiz giriş çıkışına engel olabilecek hale getirilmesi, arka bahçenin çöp yığını haline gelmesini engellemek için düzenleme ya-pılması ve okulun diğer öğrencilerinin bu konu ile ilgili bilgilendirilmesi, temizlik ak-ran eğitimi projesini yürüten HAY sınıfları ile ortak çalışmalar yapılması ve çeşitli üni-versitelerden gelen gönüllü öğrenci ağabey ve ablalarla proje aşamalarının oluşturul-ması gibi görevlerde yer aldılar. İTÜ’nün Peyzaj ve Mimarlık bölümüyle yürütülen ortak çalışma henüz sonlanmadığından projenin tahmini çıktıları mevcuttur.

2. Bala Hatun İlköğretim Okulu, Sarıyer

“Küçük Büyük El Ele Buluşalım Darülaceze’de” diyerek çıktılar yola Bala Hatun İlköğretim Okulu HAY öğrencile-ri. Onların isteği Darülaceze’de yaşayan yaşlılara bir nebze de olsa bir umut ışığı olmak, küçücük elleriyle ellerini birleştir-mekti. Bu istekleri doğrultusunda projele-rini oluştururlarken amaçları, aralarındaki kuşak farkına rağmen orda ki yaşamları daha yakından tanımak, nesiller arası ile-tişimi güçlendirmek ve yaşantılardan ders çıkarmak olarak belirlediler. Projenin uygulama aşamasında HAY öğrencileri, Darülaceze yetkilileriyle irtibata geçilmesi, ziyaret için gerekli izinlerin alınması, ora-da yapacakları etkinliklerin belirlenmesi ve hazırlanması, giderken götürecekleri hediyelere karar verilmesi, proje poster-lerinin hazırlanması gibi konularda görev dağılımı yaparak projenin kusursuz işle-mesini sağladılar. Proje sonunda hem ziya-ret ettikleri yaşlıların yüzlerindeki sevinci görmenin hem de kendi adlarına kendile-rine kattıkları değerlerin farkına varmanın mutluluğunu yaşadılar. Yaşlılarla onlarla yaşantısal deneyimlerini paylaşırlarken onlar da yaşlıların yalnızlıklarını paylaştı-lar.

3. Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi, Fatih

Beykoz

012

İmtiyaz Sahibi: Genç Hayat Vakfı adına Adil Candan Günek

Yayın Yönetmeni: Uğur Gülderer

Sorumlu Müdür: Uğur Elhan

Grafik Tasarım: Eray Sayraç, Mehmet Güzel

Yönetim Yeri: Genç Hayat VakfıKoru Mah. Boğaziçi Cad. Demircan Apt. No. 19/15-16 İstinye - İstanbulTel. 0212 277 53 23 Faks. 0212 323 42 89

Basıldığı Yer: Ciner Matbaası

Matbaacının Adı: Habertürk Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.Tepeören Köyü, Kurugöl Mevkii, Akfırat - Tuzla Tel. 0216 581 82 00

Gençler için yeni bir şeyler söylemek lazım…

Türkiye’de 11-18 yaş aralığında yaklaşık 14 milyon genç vardır. Bu gençlerin 6,5 milyonu Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda eğitim görmektedir. Bu rakamlar Avrupa’da ortalama bir ülkenin nüfusu kadardır. Genç nüfusumuz bizim en önemli ve işlenmesi gereken değerimizdir. Ancak günümüzde artık “Gençler için yeni bir şeyler söylemek gerekmektedir.” Bugünün küçüğü, yarının bü-yüğü denilen genç bugününü de yaşamayı hak etmektedir. Vakıf kuruluş gerekçelerimizde, vizyon ve misyonumuzda ve gerçekleş-tirdiğimiz tüm projelerde görüleceği gibi gençleri şimdi ve burada hayata katmak için çalışıyoruz. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır.

Toplumların en önemli değeri olan insan kaynağının ergenlik gibi bir döneminde desteklenmesi, bireyin hayatı boyunca sürecek olumlu sonuçlar yaratacaktır. Genç Hayat Vakfı olarak amacımız; etkileri doğrudan topluma da yansıyacak bu olumlu sonuçların alınması için çalışmaktır.

Gençlerin tehlikelere karşı korunmasının yanı sıra kişisel olarak kendilerini tanımalarına, potansiyellerinin ortaya çıkmasına ve ön-lerinin açılmasına imkân vermek gerekmektedir. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır.

İnsana yapılan yatırımın toplumları geliştirip yücelttiğine inan-maktayız. Vakfımız gençlerle yapılacak tüm eğitim çalışmalarının belirlenen hedefler doğrultusunda gerçekleşmesi için kurulmuştur. Kendini tanıyıp becerilerinin farkında olan gençliğin kendi so-rumluluklarını taşıması kolaylaşmaktadır. Kendini tanıyan gencin “ötekini” algılayışı da değişmektedir. Farklılıklardan sinerji elde etmek kolaylaşmakta, gençler sosyal hayatta ihtiyaçları olan pratik deneyimler edinmektedirler. Gençlerle temas halinde olan ve onla-rın yetiştirilmesinde rol oynayan ebeveyn, öğretmen, polis, yargı birimleri gibi kişi ve kurumlar eğitim çalışmaları ile desteklenmek-tedir. Gençlerle ilgili devlette ve tüm toplumda farkındalık yarat-ma çalışmalarına devam edilecektir. Vizyonumuz

Türkiye’de 11–18 yaş grubundaki gençlerin, özgüvenli, eleştirel düşünme ve farklılıklarla bir arada yaşama becerisine sahip, in-san haklarına saygılı bireyler olarak yetişmeleri sonucu demokrasi ve insan haklarının yerleştiği, farklılıklarından sinerji yaratabiilen, iletişim kültürünün hakim olduğu bir toplumsal dönüşümü ger-çekleştirmek.

Misyonumuz

Ruhsal ve fiziksel değişimlerin en yoğun yaşandığı 11–18 yaş arası dönemde gençlerin:

•Kendini tanımada

•Ötekini tanımada

•Farklılıklarla bir arada yaşamada

•Potansiyelini açığa çıkarmada

•Ailesine, cemiyete, ülkesine karşı sorumluluklarının farkındalığını kazanmada

•İnsan hakları ve demokrasinin içsel- leşmesinde

•İletişim ve empati kültürünün yerleşmesinde

Çeşitli programlar ve aktiviteler geliştirmek, farkındalık ve bilinç oluşturmak, bu dönüşümün devamlılığını sağlamak için politika-lar üretilmesine bir sivil toplum kuruluşu olarak destek vermektir.

Gençlerle beraber, gençler için, Genç Hayat Vakfı.

Hayata Dair Bir Keşif: HAYHAY projesi sivil toplum ve sosyal sorumluluk bilincinin geliştiği toplumsal bir dönüşüm sağlamayı hedefliyor...

Page 3: STY - Beykoz Gazetesi

013

Genç Hayat Vakfı tarafından yü-rütülmekte olan Doğru İletişim Projesi (DİP), 11–18 yaş grubu er-genlerde ve onların ebeveynlerinde farklılıklarla bir arada yaşama kül-türünün ve bilincinin gelişmesi ve onlara temel iletişim becerilerinin

kazandırılması amacıyla oluşturul-muştur. Ergen ve ebeveynlerde dav-ranış değişimi elde edilmesiyle aile-den başlayarak, toplumda sağlıklı ilişkilerin oluşturulması yönünde bir dinamik sağlanmaktadır. Proje uygulamalarıyla ergenlerin kendi-

lerini ve “öteki” diye nitelendir-diklerini tanıma ve “biz” olabilme konularında becerileri artırılırken; ebeveynlere de çocuklarını bu dö-nemde daha çok destekleyebilmele-ri için bilgi ve beceri aktarımında bulunulmaktadır.

Milli Eğitim Bakanlığı ile Genç Hayat Vakfı’nın yaptığı protokol doğrultusunda ilköğretim ve orta-öğretim kurumları ile belediyelerin gençlik, kültür ve toplum merkezle-ri, sosyal hizmetlerin ilgili bölümle-ri, ergenlerle ve ebeveynlerle çalışan sivil toplum kuruluşlarında uygula-nan Doğru İletişim Projesi, bu se-nenin Mayıs ve Haziran aylarında İstanbul’un 6 farklı ilçesinde bulu-nan 15 ilköğretim okulu ve lisede uygulandı. Projenin uygulandığı okullar ise şöyle oldu: Karagümrük İlköğretim Okulu (Fatih), Samiha Ayverdi Anadolu Lisesi (Fatih), Ko-camustafapaşa Lisesi (Fatih), Edir-nekapı İlköğretim Okulu (Fatih), Hasköy İlköğretim Okulu (Beyoğ-lu), Abidin Gün İlköğretim Okulu (Üsküdar), Âşık Veysel İlköğretim Okulu (Kâğıthane), Şair Nigar İl-

köğretim Okulu (Sarıyer), Yavuz Türk İlköğretim Okulu (Üsküdar), Zübeyde Hanım İlköğretim Okulu (Sarıyer), Hacı Mehmet Şalgamcı-oğlu İlköğretim Okulu (Sarıyer), Şehit Kubilay İlköğretim Okulu (Kâğıthane), Hacı Ethem Uktem İl-köğretim Okulu (Kâğıthane), Tur-gut Akan İlköğretim Okulu (Sarı-yer) ve Halkalı Mehmet Akif Ersoy Lisesi (Küçükçekmece). Uygulama kapsamında verilen seminerlerin ardından, ergenler ve ebeveynler

gruplar halinde eğitimler aldılar. Eğitimlerde empati kurma, etkin dinleme, ben dili-sen dili, çatışma çözme ve kendini ifade etme be-ceriler ile farklılıklarla bir arada yaşama konularında bilgilerini ve becerilerini geliştirdiler.

İletişim:[email protected]@genchayat.org

Doğru İletişim Projesi

Beykoz

Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi HAY öğrencileri “Aydınlık Paylaşımı” isim-li projeleriyle Veysel Vardal Görme Engelliler Okulu’nda okuyan öğren-cileri hedef kitle olarak seçtiler. Proje-lerini oluştururlarken adım adım ince eleyip sık dokuyarak ilerlediler çünkü hassas bir konu üzerinde çalıştıkları-nı biliyorlardı. Veysel Vardal Görme Engelliler Okulu’nda okuyan öğrenci-lerle şuan üniversite öğrencisi olan 2 görme engelli arkadaşlarını bir araya getirerek paylaşımlarda bulunmaları-nı sağladılar. Projede HAY öğrenci-leri, Veysel Vardal Görme Engelliler Okulu ile irtibatın sağlanması, görme engelli öğrencilerle HAY öğrencile-rinin bir araya geleceği iki oturumun içeriğinin belirlenmesi ve hazırlanma-sı, görme engelli arkadaşlarına sesli kitap okunması için kitap seçimi, pro-je posterlerinin hazırlanması, görme engelli üniversite öğrencisi iki kişiyle irtibata geçilmesi, okuldaki organi-zasyonun sağlanması ve oturumların yürütülmesinde görev alarak projeye verdikleri özeni gözler önüne serdiler. Proje sonunda Veysel Vardal öğren-cileri, HAY öğrencisi ağabey ve ab-lalarına oturumların ve paylaşımların yine aynı bu şekilde tekrarlanmasını çok istediklerini belirttiler. Proje pos-terlerinde hazırladıkları yazı aslında her şeyi anlatıyordu: “Yardımlaşma kadar güzel, rengârenk bir poster ha-zırlamıştık ilk başta. Sonra göze hoş görünenin aslında herkese görünme-diğini fark ettik. Onun yerine bunu hazırlamaya karar verdik. Bir baktık ki; paylaşmanın güzelliğini anlatmak böyle çok daha kolay. Biz parmak-ları ile göremeyenler, bunu yapabi-lenlerin siyahını paylaştık bu sayede. Şimdi sıra, büyük siyahlarla küçükleri buluşturmakta! Bu tam da biz grilere göre bir iş!”. Kendilerini “gri” olarak nitelendirip çıktıları bu yolda görme engelli arkadaşlarının ve kendilerinin dünyalarını biraz da olsa aydınlatmayı istediler ve başardılar.

4. Esenler Çok Programlı Lisesi, Esenler

Esenler Çok Programlı Lisesi’nde bu-lunan 160 HAY öğrencisi okullarında bir ilke imza atarak çok geniş kap-samlı bir proje ürettiler. “1. Gelenek-

sel Gençlik Şöleni” ismini koydukları projelerinin ilk amacı okullarına bir müzik odası kurulması ve beden eği-timi malzemelerinin zenginleştirilmesi oldu. Bu kapsamda öğrenciler şölen hazırlıklarına başladılar ve büyük gö-revler üstlendiler. Gönüllü olarak yü-rüttükleri projede öğrenciler, okul ida-resinden proje ile ilgili gerekli izinlerin alınması, projenin kapsayacağı hedef kitlenin belirlenmesi, sınıflara görev dağılımlarının yapılması, posterlerin hazırlanması, duyuruların yapılması, konser etkinliği planlaması, konser dışında yapılacak etkinliklerin belir-lenmesi, konser için kurulması planla-nan platform için belediye ile irtibata geçilmesi, davetiyelerin dağıtımı, şen-liğe katılarak stant açacak kurumların belirlenmesi ve irtibata geçilmesi, et-kinlik esnasında fotoğraf ve video çe-kimi, biletlerin satılması, pilav ve içe-cek dağıtımı gibi görevleri büyük bir özveriyle üstlenerek şenlik gününün kusursuz geçmesini sağladılar. Bunun sonucu olarak okullarına yaptıkları kalıcı yeniliğin yanında öğrencilerin aidiyet duyguları güçlenirken, birlikte hareket etme becerileri arttı. Aynı za-manda okulun yeni olmasından dolayı okula ait geleneksel bir organizasyon başlatmış oldular ve okulun çevreden algılanan olumsuz imajını değiştirmek için büyük bir adım atmış oldular.

Esenler Çok Programlı Lisesi’nde uy-gulanan diğer bir proje de “Farkın-dayız” adlı proje oldu. Proje 9V sınıfı tarafından öğrencilerin çevrelerinde bulunan engelli bireylere yönelik far-kındalık yaratmak ve engelli bireylere karşı duyarlılık kazandırmak amacıy-la oluşturuldu ve uygulandı. Projenin hedef kitlesi Esenler Çok Programlı Lisesi’ndeki tüm dokuzuncu sınıflardı (1100 kişi). Proje kapsamında bu öğ-rencilere engellilerle ilgili bir film izle-tildi. Filmin ardından yapılan analizler ve proje posterinin hedef kitlede yarat-tığı çıktılar öğrencilerin çevrelerinde var olan engelli bireylere karşı duyar-lılık kazanmış olmaları, HAY grubu öğrencilerinin birlikte hareket edebil-me duygularının pekiştirilmiş olması ve öğrencilerin okula aitlik duyguları-nın artması şeklinde sıralanabilir.

5. Güner Akın Lisesi, Beyoğlu

Güner Akın Lisesi HAY öğrencile-ri “Gazi ve Şehit Yakınları Ziyareti” isimli projeleriyle çevrelerinde bulu-nan 9 adet gazi ve şehit yakınını ev-lerinde ziyaret ettiler. Öğrenciler pro-jenin amacı olarak yakın çevrelerinde fedakâr yaşam geçirmiş insanların hayatlarını yakından görmenin yanı sıra onlarla karşılıklı bir paylaşımda bulunarak çevreleriyle daha aktif bir bağ kurmak ve çevrelerinde yaşayan insanlara karşı daha duyarlı olabilme-yi belirlediler. Proje sonunda öğrenci-ler herhangi bir karşılık beklemeden yardımlaşmanın verdiği mutluluğun ve kuşaklar arası paylaşımın, yaşlılar-la gençlerin kurdukları güzel iletişimin zevkine vardılar. Proje uygulama sıra-sında öğrenciler evleri ziyaret ederken birer menekşe ve fanus içinde birer balığı da gittikleri evlere götürmeyi ih-mal etmediler.

6. Hasköy İlköğretim Okulu, Beyoğlu

Hasköy İlköğretim Okulu’nda öğre-nim gören 6. ve 8. sınıflardan oluşan HAY öğrencileri bir sene boyunca al-dıkları eğitim sonunda “HAY’di Ço-cuklar Sinemaya!!!” isimli projelerini hayata geçirdiler. Projenin amaçları Hasköy İlköğretim Okulu öğrencileri-nin sinema kültürüyle tanışması ve bu kültürü edinmeleri, okulun çok amaçlı salonunun aktif hale getirilmesi, proje sonunda elde edilen gelirle yardıma ihtiyacı olan öğrencilere destek olun-ması ve sosyal sorumluluk bilinci-ni kazandırılması ve içselleştirilmesi oldu. Bu kapsamda HAY öğrencileri projeyle ilgili duyuruları ve tanıtımları yaptılar, proje posterini hazırladılar, sinema biletlerini tasarladılar, hazırla-dılar ve sattılar, elde edilen geliri oku-lun sosyal fonuna aktardılar, sinema gösteriminde kullanılacak filmleri tes-pit ettiler ve okul aile birliği ile iletişi-me geçerek sinema gösterimi sırasında patlamış mısır hazırlanmasını sağla-dılar. En sonunda ise okullarındaki 4. ve 5. sınıf öğrencilerine çok amaçlı salonlarında sekiz defa film gösterimi yaparak projelerini sonlandırdılar.

7. Hürriyet İlköğretim Okulu, Sarıyer Ferahevler’de bulunan Hürriyet İl-köğretim Okulu düzenledikleri kla-sikleşmiş veli kermeslerinin dışına

çıkarak, Hürriyet İlköğretim Okulu HAY öğrencilerinin isteği ve çabala-rı doğrultusunda bu sefer bambaşka bir amaçla bir kermes düzenlediler. “HAY’di Hürriyet Hep Beraber Ele-le” diyip yola çıktıkları projelerinde, okullarında düzenledikleri kermesten elde edilen geliri okullarındaki ana-sınıfını geliştirmek için kullandılar. HAY öğrencileri, kermesin düzenlen-mesinde, gerekli izinlerin alınmasında, kermeste kimlerin görev alacağının karar verilmesinde, proje posterlerinin hazırlanmasında, anasınıfının ihtiyaç-larının belirlenmesinde rol alarak pro-jenin tüm ayaklarının belirlenmesinde ve uygulanmasında görev aldılar. Bu proje sonunda öğrenciler okullarında bir şeyleri kalıcı olarak değiştirebilme-nin, kendi yaşam alanlarına yaptıkları katkıların ve en çok da küçük kardeş-lerinin sevinçlerini paylaşmanın mut-luluğunu yaşadılar.

8. Melahat Öztoprak İlköğretim Okulu, Sultangazi

Melahat Öztoprak HAY öğrencileri okullarında iki tane sosyal sorumlu-luk projesi yürüttüler. Bu projeler-den biri “Okulumuzu Güzelleştirme Projesi” adı altında yer aldı. Bu pro-jede öğrenciler öncelikle okullarının nelere ihtiyacı olduğunu belirleyerek yola çıktılar. Spor salonlarını güzel-leştirmek için duvarlarını çeşitli grafik çalışmalarıyla süslediler. Belediyeyle iletişime geçerek arka bahçelerine fi-dan diktiler ve okullarına yeni banklar getirilmesini sağladılar. Çok amaçlı salonlarının daha aktif kullanılmasını sağlamak için bir tiyatro oyunu ha-zırlayıp okullarında bunu sergilediler. Proje sonunda okullarına bıraktıkları kalıcı farklarla büyük sevinç yaşadılar ve okullarını tüm öğrencilerin daha rahatça kullanabileceği bir alan haline getirmiş oldular.

Diğer hayalleri ise, “Çeşitli Meslekle-rin Tanıtımı” konulu proje ile gerçek-leşti. Her hafta çeşitli mesleklerden uz-man kişiler gelerek öğrencilere kendi meslekleri hakkında aktarımda bulun-du. Halkla İlişkiler Uzmanları Damla Timurcioğlu ve Burcu Parlak, Tiyatro Oyuncusu Hakan Bilgin ve Bonomo Music’in bateristi Ferhat Zamanpur kendi ağızlarından kendi mesleklerini ve inceliklerini öğrencilere aktardılar. Bu kişilerin okulla bağlantısının sağ-lanması ve davet edilmesi, katılımcı-ların ve mesleklerin belirlenmesinde HAY öğrencileri görev aldılar.

9. Recaizade Ekrem İlköğretim Oku-lu, Sarıyer

Recaizade Ekrem İlköğretim Oku-lu HAY öğrencilerinin çıkış noktası çevrelerindeki temizlik problemi oldu ve “HAY’di Temiz Bir Okul İçin El Ele” isimli sosyal sorumluluk proje-lerini geliştirdiler. Proje kapsamında çocukların amacı kendilerine en yakın çevre olan okullarını temiz tutmak ve bütün okul öğrencilerine de bu bi-linci yerleştirmek oldu. Okullarında düzenledikleri kampanyalarla bütün öğrencilerini okullarını temiz tutma-ya yönlendirmeye ve bir çevre bilinci oluşturmaya çalıştılar. Bu bağlamda öncelikle belediyelerle irtibata geçerek okullarına plastik, cam, kâğıt gibi geri dönüşüm çöp kutularının gelmesini sağladılar, okullarında projelerini ta-nıttılar ve duyurdular, proje poster-leri hazırladılar, kendi arkadaşlarına akran eğitimi yöntemiyle çevre bilinci oluşturmaya çalıştılar, her hafta en te-miz sınıfı seçerek öğrencileri buna teş-vik etmeyi amaçladılar. Proje sonunda hem kendilerinde hem de arkadaşla-rında geleceğimizi korumak adına bir çevre bilincinin oluşmaya başladığını gözlemlemek onlar için çok umut ve-rici oldu. Projenin sürekliliği için yeni dönemde de aynı uygulamaya devam edilmesine karar verdiler.

İletişim:[email protected]@genchayat.org

Page 4: STY - Beykoz Gazetesi

Ahmet Cingil, 1928 yılında Kay-seri Bünyan’da doğmuş, ailesi ile birlikte İstanbula göç etmiş ve İstanbul’un belli başlı birçok ye-rinde yaşadıktan sonra 1950 yı-lında Beykoz’a yerleşmiş ve hala Beykoz’da ailesiyle birlikte yaşa-mını sürdürmektedir. Beykoz’a camcılık yapmak için gelen Ahmet Cingil şu an Beykoz’da ev ve oto anahtar işi yapan bir esnaf. Bizleri anahtar dükkânında ağırladı ve biz de Beykoz’u Ahmet Bey’in ağzın-dan dinledik.

Beykoz’un Hacı Ahmet Amcası’yım

“1928 doğumluyum. Bu da demek oluyor ki 82 yaşındayım. Aslen Kayseri Bünyan kazasındanım fa-kat 1950’den beri Beykoz’dayım. Beykoz’da esnaflık yaptım ve ha-len de yine esnaflık yapmaktayım. Anahtar işi yapıyorum. Ev ve oto anahtarları işiyle meşgulüm. Emek-li işi kendime göre. Parası olanın da işini, yapıyorum olmayanın da. Mühür kazıyoruz imzalarını atamayan yaşlılara, 65 yaş maaşı alanlardan para almıyorum. Sakat-lardan da para almıyorum. Diğer vatandaşlardan 5 lira alıyoruz. Fa-kat onların da çoğu hemen hemen veremiyor. Bizde diyoruz ki kimi-nin parası kiminin duası, böyle gi-diyoruz.”

“Ailemin kökeni esasta, dedele-rim Maraş’tan gelmiş Kayseri’ye yerleşmişler. Babamlar da buraya İstanbul’a gelmişler. Fatih’te otur-duk, Kumkapı’da oturduk fakat ben Beykoz’a geldim, yerleştim. Bu-rada hiç camcı olarak kimse yoktu, araştırdım, geldim buraya camcılık yapmaya. İlk işim camcılıktı. Son-ra yaş ilerleyince camcılık falan yapmak biraz zor olmaya başladı, derken tam yaşımıza göre anahtar işi… Oturduğum yerde rahat iş yapmak için… Fazla sermaye de ge-rekmeyecek bir iş olduğu için bunu yürütüyoruz. İşte hayatta iki kızım var. Kızlarımı çok şükür okuttum. Bana çok karşı gelenler oldu. İşte kız okutulur mu diye.”

“Beykoz’da çok sosyal faaliyetler-de bulundum. Mahalle muhtarlığı yaptım, mahalleyi güzelleştirme derneğindeydim, mahallede kuran kursu, dernek başkanlığı, cami heyeti dernek başkanlığı yaptım. Onun dışında siyasi olarak 20 sene ilçe başkanlığı MHP’de yaptım ve dolayısıyla en kritik o kavgalar-dan, dövüşlü günlerde Beykoz’u uzak tutmaya çalıştım. Çok yanlış iş yapanları, atak hareket edenle-ri partiden attım. Emniyete haber verdim. Çünkü buradaki, sağ sol olarak değil, hepsi bizim buranın insanları mahallenin, komşunun çocukları ve bunların birbirine düşmesini kan dökülmesini istemi-yorum. Şöyle bir düşünüyorum es-kiye baktığımda, pişman olacağım hiçbir şey yapmadım. Huzurluyum, mutluyum ve şimdi de herkesten saygı görüyorum. Yani sağcısı da solcusu da bana saygılı davranırlar, severler. Beykoz’un Hacı Ahmet Amcası’yım.”

Dekor Atölyeleri

“Eskiden Beykoz’da, kundura fab-rikası vardı; üç bin, üç bin beş yüz kişi çalışırdı. Şişe cam fabrikası, rakı ispirto fabrikasında da yüzer bin kişi çalışırdı. Akşam beş olup fabrika dağıldığında Beykoz’un so-kaklarını insanları almazdı. Fabri-kaların hepsi kapandı, satıldı; hepsi satıldı evet. Beykoz şimdi emekli-

ler bölgesi oldu, hep emekli. (…) Paşabahçe’de, her sokakta, mahal-lede atölyeler vardı. Dekor yapmak için, çay bardaklarına, su bardak-larına… Fabrikadan kutularla alır-lar, o atölyelerde işlenir; atölyeler-de en aşağı beş altı kişi çalışıyordu; genç çocuklardan yetiştiriyorlardı. Onlar da işsiz kalmıyordu anladım, en aşağı yüz yüzeli tane atölye var-dı burada; hep bunlarda insan ça-lışıyordu. (…) Hepsi kapandı gitti, fabrika gidince işveren olmayınca gençler işsiz, yaşlılar da hep emekli. Maaşını alıyor, oturuyor. Esnaflar da tek tek kapanıyor yavaş yavaş bitiyor. Bana diyorlar ki türü git-miş esnaf diyorlar bana da. Artık kalmadı benim gibi düşünen, çalı-şan yok ki. İşte bakın anahtar beş liraydı iki buçuk lira aldım döndü kapıdan giriyor benim param yok diye geliyor zaten bana doğru. O camcılık yaptığım zaman da öyle… Peşin parası olan gidiyordu başka yere, parası olmayan bana geliyor-du, ben de yapıyordum sonra onla-rın da duasını alıyordum.”

Bir tane Deli Şefik de-diğimiz birisi vardı, şimdi rahmetli oldu. Üsküdar’dan buraya yirmi dakikada gelirdi, şimdiki otobüslerle bir saatte geliyoruz, evet çünkü o zaman trafik yok, yollar boş, araba yok. Gider şey yaparlar öyle pek şey olmazdı, bir o tarafa yatarlar, bir bu tarafa yatardı.

Şoför Deli Şefik ve Faytoncu Kay-serili Niyazi “O zamanlar Beykoz’da arabalar falan yoktu. Motorlu arabalar yok-tu. Fayton arabalar vardı. Kundura fabrikasının, müdürleri memurlar, vapur iskelesinin önünde durur-lar, fayton arabasıyla, onlardan bir tanesi de Kayserili Niyazi dedikle-ri, Allah rahmet eylesin vefat etti, faytoncu vardı meşhur. Yani diye-ceğim Beykoz’da kalabalık yoktu.

Nüfus daha azdı, böyle belediye otobüsleri çok azdı (…) Semtte, şimdi ulaşım burada benim söyledi-ğim o atlı paytonlar vardı; bundan başka bir tane de burunlu, uzun ön tarafı uzun hurda eski bir otobüs vardı. Hadi indirdi, hadi indirecek, korku içersinde yirmi dakikada ge-lirdi. O otobüse binmek cesaret is-terdi.”

“Esnaflar saygılıydı, fabrika da-ğıldığı zaman herkes alışveriş ya-par, para günü gelen işçiler gelir, esnaflara borçlarını öderdi. Her-kesin birbirine saygısı sevgisi var-dı, kredisi vardı. Dar olan esnaf birbirinden yardım ister, senedine çekine, arkadaşlarıyla birbirlerini idare ederlerdi. Herkes saygılıydı Fakat şimdi bakıyorum birbirini tanıyan yok seven sevgi saygı yok bitti. Kim ne kadar sıkışırsa sıkış-sın komşusundan dahi yardım ala-mıyor. İnanın şimdi apartmanın üst katında davul saz eğlence saz türkü çalıyor, aşağıda cenazesi var haberi yok. Birbirlerinin hastasından ha-berleri olmuyor. Ölenlerden haberi olmuyor. Yani eski günleri ben çok arıyorum.”

“Benim arkadaşlarımdan 1 haf-ta evvel çok sevdiğim birisi vardı, Arnavut Hayri derlerdi. Akşam dükkânın önünden geçiyordu gör-düm, ‘Hayri Abi maşallah iyi gö-rünüyorsun’ dedim; ‘sende iyi gö-rünüyorsun’ dedi. Sonra ben eve gittim O çayıra doğru, kahveye gitti; çay istemiş, çay gelene kadar fenalaşmış hastaneye kaldırmışlar, sonra ölmüş. Yani diyeceğim bi-zim yaşımızda olan eskiler tek tek gidiyor. N’apalım herkes gidecek. Allah herkese sağlık sıhhat versin.”

“Gençlik günlerimizde, burada sinema falan pek yoktu kapalı si-nema. Yazlık sinema olurdu. Ak-şamları yazlık sinemaya giderdik, gündüz, pazar tatil günlerinde fa-lan çayıra giderdik, futbol oynar-dık. (…) Buranın meşhur paçası var o da eskidendi. Şimdi yok şimdi yok, çünkü paça, yapan şahıslar ve-fat etti. Çocuklar aynı şeyi devam ettiremediler, o işle uğraşmadılar, okudular meslek sahibi oldular.”

“Yangınlar, ahşap ev olduğu için çok yangınlar oldu hatta bizim bir komşumuzun üç çocuğu evde yan-dı. Ahşap ev, kadıncağız pazara gidiyor çocuklar dışarı çıkmasın diye kapıyı da kilitliyor; içerde de çocuklar oynarken sobayı deviri-yorlar, yangın çıkıyor daha içerden yanma olduğu için dışarıdan kimse de kurtaramıyor; kapıyı açana ka-dar çocuklar yandı gitti çok yangın oldu burada Beykoz’da.”

“Benim bir de merakım, eski tari-hi insanları, yaşlı insanları oturtur dükkânda eskileri anlattırırdım. Şimdi Yalıköy’de oturduğum için ben, dükkânımda ordaydı. Balıkçı Galip Abi vardı, Koca İhsan vardı, Çavuş Dayı vardı, Hafız Amca var-dı… Yaşlı insanlar… Çamur İhsan dedikleri vardı; bunlar o zamanlar İstanbul’un işgalinde çok büyük şeylikler, içli kahramanlıklar yap-mışlar, Fransızlara karşı burada gruplar kurmuşlar, savaşmış insan-lar, ben onları oturtur, yaşadıkları-nı, mücadeleleri anlattırırdım evet, fakat hiç onları not edip yazmadım, keşke yazsaydım…”

014

Ahmet CiNGiL / Esnaf

Işıl İşcan (22)Büşra Turak(16)Cangül Keleş (16)

Röportaj “Akşam beş olup fabrika dağıldığında Beykoz’un sokakları insanları almazdı”

Beykoz

Page 5: STY - Beykoz Gazetesi

İyisiyle kötüsüyle, değişen değiş-meyen yönleriyle Beykoz’u bizlerle paylaşan Nevriye Türye yetmiş yıl-dır Beykoz’da yaşıyor...

On iki yaşında ben de girdim cam fabrikasına

“Trakya, Pınarhisar’da doğmuşum ben. Babam askerden geldikten sonra İstanbul’a gideceğim diyor ve biz o şekilde İstanbul’a geliyo-ruz. Birçok yerde oturduğumuzu hatırlıyorum ama çok küçüktüm. Buraya da Mecidiyeköy’den geldi-ğimiz için kısaca Mecidiyeköy’den bahsedeceğim. Orada bir dutluk vardı, dutluğun içinde yine böyle gecekondu vardı orada oturuyor-duk biz. Ama Mecidiyeköy’ü hiç unutmam çünkü çok beğendiğim bir yerdi keşke oradan gelmesey-dik diye tasa çekerim. Hala da çok severim yani...”

“Babam tramvayda vatmandı, bu kırmızı-tek tramvaylar var ya işte onlarda çalışırdı. Askerde bir ar-kadaşıyla konuşmuş ayaklarının ağrısından bahsetmiş. İşte işe nasıl gideceğim falan diyince arkadaşı da bizim orda yani Paşabaçe’de bir cam fabrikası var, gel sana orada iş ayarlayalım diyor. Arkadaşı da fabrikada bekçiymiş askerden dö-nüşte de devam edecekmiş zaten. Böylece buraya geliyoruz. Evimiz yok, yerimiz yok, paramız yok... Çok fakirlik vardı yatmaya yatağı-mız bile yoktu, bunlar kesilmiş (el-biselerini gösteriyor) doldurulmuş torbaya, yani yataklarımız bunlar-dı işte. Ekmek kıtlığını bile biliyo-rum ben, Mecidiyeköy’de karneyle ekmek alırdık. Bir kişiye günde bir ekmeğin dörtte birini veriyorlar yani 24 saatte dörtte bir ekmek. Yanına katık da yok. Babam asker zaten, dört seneymiş askerlik o za-manlar. Hani çalı süpürgeleri var ya onun tohumundan pilav yapmış-tı annem, hala tadı damağımdadır. Bugüne kadar belki en güzel pirinci yemişimdir ama onun tadı aç oldu-ğumuz için en lezzetlisidir. Baba yok, gelir yok... Her neyse kalktık buraya geldik. Babamı hemen al-dılar cam fabrikasına, zaten yeni açılmıştı. Bir akrabamız vardı o da buralarda oturuyordu, önce onun çatısının altına girdik. Hem ağırlık yapıyoruz diye hem de filan yerde yer var denilince ayrıldık oradan. Buralar hep dağdı zaten. Dört tane kazık çakıyorsun, sağdan soldan çubuk ekleyip aralarına taş doldu-ruyorsun, çamurla samanı yoğurup

sıvıyorsun oldu, bitti. İşte bir oda yaptı babam girdik içeriye otur-duk. Babamdan sonra annem de girdi fabrikaya bir buçuk ay falan çalıştı gözüne katarakt gelince çalı-şamaz oldu. Sonra ablam da girdi. Ben bu mahalleye geldiğimde sekiz yaşında yoktum bile, on iki yaşın-da ben de girdim cam fabrikasına. Anlayacağınız beşi bitirmiş insan da değilim, Ferit İnal İlkokulu’nda dörde kadar okudum. Eğer okula gitmezsek aylığımızı kesiyorlardı.” “Ayakkabı yok takunyayla işe gi-diyoruz, sabun yok hiç bir şey yok. Bir elbisen olsa yıkayıp yıkayıp gi-yiyorsun. Yani bundan yetmiş sene önce çok feci bir yaşantı vardı. Saatte on sekiz kuruş veriyorlardı bana, ayda yirmi altı lira oluyordu kesintilerle falan. Dekor yapardım ben fabrikada. Taşla şekil verirdik. Tek tek basarak yaparsın, dallarını ayriyeten yaparsın kıvırırsın, yap-raklarını da yaparsın. Elim de çok pratikti benim. İşe altıda girer iki-de çıkardım. Saat onbirde bin beş-yüz tane yapınca çekilir bir kenara otururdum. Sonra kalite-kontrol yapılırdı hiç hata bulamazlardı bende. Bir tane de bardağım vardır hala saklarım onu. Bir o yadigâr kaldı bana. Yani güzel bir sanat sa-hibiyim aslında. İş yeri de çalıştır-dım evlenmeden önce. İstanbul’da (Eminönü) Mahmutpaşa’ya çıkar-ken dekor atölyem vardı. Çok gü-zel bir işim vardı. Evlenince bırak-tım.”

Orada dört duvarın içinde sıkılı-yorum

“Şimdiki evimi, ben yaptım sayılır aslında. Eşimin hiç haberi yokken biriktirdiğim az bir para vardı. Bu yerin sahibi de bir gün yoldan ge-çerken gel Nevriye sana burayı sa-tayım dedi. Şimdi baktım manzara-sı da güzel. Neyse biz aldık burayı aradan iki yıl geçince karar verdim temeli attırmaya. Ama burası na-sıldı bilyor musun, camdan baktı-ğın zaman miden bulanır. Yani yol yapılmadan görseydiniz. Buralarda su giderdi bu yollarda. Her neyse bir usta geldi. Eski oturduğum evin girişinde bir aygaz vardı, bir de

ayakkabı çıkarabiliyorduk, sonra bir odaya giriyorsun ikinci odaya da gene aynı kapıyla giriyorsun. Yani iç içe iki tane oda vardı. Böy-le yaşadığım için ustaya, ikisinin kapısı ayrı olan bir ev istediğimi söyledim. Temeli atıldıktan sonra usta tuğlasını, ağacını, çivisini alın evinizi donatayım dedi. Benim bil-diğim biri vardı İnciköy’de eskiden kaptanmış, ona gittik pazarlık et-tik aldık her şeyi geldik. Usta da bir haftada doğrulttu evi. Sonra

kapıları camları da takıldı yani te-meli atılalı kırk bir yıl oldu sizin anlayacağınız. Demek isteyeceğim bir gecekondu yaptık o gündür bu-gündür de buralardayız. Ablamın vasıtasıyla eşimle tanıştım. İkisi kız biri oğlan üç çocuğumuz oldu, kırk altı sene sonunda eşimi kay-bettim. Velhasıl işte çocuklarımızı okuttuk, evlendirdik.”

“Çocuklarım beni hiç yalnız bı-rakmazlar hâlbuki benim rahatım yerinde. Şimdi gidiyorum daireye, alışmışım buraya, kapının önünde yemek yemek veya sabah kahvaltı-sını etmek, gelenle geçenle konuş-mak... Orada dört duvarın içinde sıkılıyorum.”

Beykoz çok çileler çekti “Beykoz çok fakirdi. Bu gecekon-dulardan bir tane orada varsa bir tane de burada vardı yani yoktu o kadar. Cam fabrikası da yeni açıl-mıştı. Burada oturanların hepsi cam fabrikasındandı. Sonra fabri-ka aniden kapandı. Birçok insanı

nerelerde cam fabrikası varsa ora-lara dağıttılar, birçoğu da dışarı-dan ödeyip de emekli olmak için senelerce bekledi. Demek isteyece-ğim Beykoz çok çileler çekti. Ama şimdi birden her taraf evlerle dol-du. Fakat yerlerimize sahip çıkamı-yoruz. Geceleri benim dallarım ke-silir, birileri orayı burayı kazar ya da kırar yani bu şekilde oturuyo-ruz buralarda. Kaç kere belediyeye gittim hiç kimse ilgilenmiyor. Evim fakir evi de olsa temiz olduğuna

inanıyorum ama kapımın önüne çıkınca öyle değil. Çünkü izin ol-madığı için hiç bir şey yapamıyor-sun. Tapumuz yok, tapu tahsis belgemiz var sadece. Rahat değilim sizin anlayacağınız. Şu evde birileri içki içiyormuş, bir de benim evi-min önünden geçiyorlar. Kapımın önündeki merdivenlerde oturanlar, sarılanlar... Bir akşam gördüğüm

ahlaksızlığı size anlatamam. Hiç ayıp kalmadı artık inanın yani. Ge-çen gün bir komşumun bahçesine girmişler kapısının önünde kaşla göz arasında telefonunu almışlar. Şuraya bir elektrik direği koydura-madık. Hâlbuki elektrik olmadığı için her türlü kötülük olabiliyor. Kaç kere gittik anlattık hiç bir şey yapmadılar.”

“Eskiden hiç bir şey yoktu, kuru ekmeğe muhtaçtık ama mesela gençken arkadaşlarımızla birlik-teyken takvim kâğıtlarından şiirler okurduk, hıdrellezde hep birlikte olurduk. Yani yaşadığımızı hisse-diyorduk. Şimdi böyle bir şey kal-madı, dargın kırgın falan değiliz de eskisi gibi değil yani. Şimdi birisi gelip de benim kapımı çaldığı za-man kim o deyip şuradan da gör-mezsem gündüz dahi olsa açmıyo-rum. Öyle bir devirdeyiz yani.”

“Eskiden Rumlar vardı burada bu tahta bina-lar hep onlarındı. Gayet samimiydik, kırk yıllık ahbap gibiydik. Hiç bir kötülüklerini görmedim. Pazar sokağının orada da kilise vardır hala ça-lar çanları. Ama gittiler zaten yoklar şimdi, kim-se kalmadı.”

Vasil Abi patlıcan almaya geldim

“Ama bizim oturduğumuz taraf-ta yoktu çünkü burası hep dağdı. Mesela ben burada hiç görmediğim meyveleri gördüm. Kocayemiş der-ler burada, çilek gibi böyle pütür-lü pütürlü kırmızısı vardır, sarısı vardır. Millet odunları kese kese, dört kazık çakıp burası benim de-yip ev sahibi oldu. Aslında burala-rın Fihri Bey isminde bir mirasçısı vardır ama yok meydanda. İsmi Türk değil işte, Fihri Bey. Şu altı-mızdaki bahçe gibi olan çukurda Vasil Abi vardı. O da Türk değildi.

Yeniköy’de oturuyordu. Giderdik ‘Vasil Abi patlıcan almaya geldim’ derdim. Aç eteğini derdi, uzun etek giyerdik tabii, doldururdu eteğimi-ze, kiloyla değil yani. Domatesler, biberler mis gibi kokardı çünkü gübreyle yetişirdi. Sonra o bahçe seksen milyona satıldı. Orayı alan ev yaptıktan sonra tek bir evi sek-sen milyona satabildi yani.”

Gelenler maşallah, rabbena hep bana “Beykoz’u size benim gençlik yıl-larımdan bir hikâyemle anlatayım. Ben gençliğimde çok şık giyinirdim ama hazır hiç bir şey giymezdim. Paşabahçe’nin göbeğinde tahta bir bina vardı orada bir terzi vardı. Beş metreden bana bir etek dikmiş-ti. Belim incecikti. O kadar kumaşı kloştan yapacak yani. Ama şimdi-ki terziler gibi değil. Ben ayakta dururdum, eteğimi mezurayla iğ-nelerdi sarkmasın diye. Parmakla gösterilecek kadar şık giyinirdim. Her şeyden hevesimi almış bir in-sanım. Çalıştım, giyindim... Sen şimdi altından elbise giysen özen-mem. Yani çok güzel dikiş dikenler vardı.”

“Bizim burası çok serin. Karşı ta-rafımız güllük gülistanlık. Buralar-da kar olduğu gibi kalır ordaysa bir tane kar kalkmaz. Burasının güneşi azdır. Olsun ben memnu-num sıcakla aram iyi değil.”

“Beykoz’un köyleri çok güzeldir. Sahilde bir motor var, orada ba-lık yenir. İstersen üst katı da var. Hem bakınıyorsun hem yiyorsun. Beykoz’un meşhur işkembecisi var-dır, çok güzeldir. Yıllardan beri de buradadır. Hamamın yanın-dadır yeri. Hamamın bitişiğinde de ablamın kayınpederinin berber dükkânı vardı. Beykoz’da değişik-likler var tabi. Yolları daralttılar. Onçeşmeleri’in önüne koca bir şey yapmışlar olduğu gibi yolu almış-lar. Önceden denize girilirdi şimdi yasakladılar. Paşabahçe rakı fabri-kasının üstünde Burunbahçe vardır oradan girilirdi mesela, şimdi ka-pamışlar orayı. Asıl Beykoz’da de-ğiştirilecek çok şey var. Fakat ge-lenler maşallah, rabbena hep bana deyip kesesini doldurduğu için, bir ihtiyacımız olup gittiğimizde kimse bakmıyor.”

Nevriye TÜRYE / Cam İşçisi

Sezen Engiz (23)Gizem Topçu (16) Duygu Öztürk (16)

Röportaj “Yaşadığımızı hissediyorduk”

5

Beykoz

Page 6: STY - Beykoz Gazetesi

016

Beykoz

Recep Erol doğma büyüme Bey-kozlu. Öğretmenlik mesleği gere-ğince Urfa’da Birecik’te geçirdiği 3 yıl dışında, hayatının tamamı-nı Beykoz’da geçirmiş. Anadolu Feneri’nde doğmuş, Beykoz’un, köylerinde öğretmenlik yapmış, merkezinde bir süre ticaretle uğ-raşmış olan Recep Erol, yazları Fe-ner’deki evinde oturuyor. Kendisi Beykoz’a dair hemen her konuda merakımızı giderdi.

“Ben Anadolu Feneri’nde dünyaya gelmişim. Ailemiz bahçıvan. Ba-bam ben iki buçuk yaşındayken vefat etmiş. İlkokulun birinci sını-fını Beykoz’da okudum. Beykoz’un Merkez Camisi’nin yanında ilkokul vardı. Sonra Fener’e okul yapılınca oraya taşındık. O zaman okulların adı yoktu numaraları vardı. Oku-duğum okul 49. İlkokul’du. Ahmet Mithat Okulu da 50.ilkokuldu. Ondan sonra 2. sınıftan itibaren, Beykoz Anadolu Feneri’nde oku-dum. Orayı bitirince Anadolu Fe-neri köy lisesine yazıldım. İmtihan-la orayı kazandım. Orada okuduk 5 sene. 5 sene sonra işte, 1948’de oradaydık. 1952 yılında mezun ol-dum. Sonra tayinim Urfa Birecik’e çıktı. Birecik’in aşağı köyünde 3 sene görev yaptım. Oradan sonra da tayinimi istedim İstanbul’a, Şile Karakiraz köyüne tayinim çıktı. Beykoz’un hudut köyüdür. 2 sene orda görev yaptık. Oradan tayini-mi istedim, Beykoz’a. Ali Bahadır köyüne tayin ettiler. Ali Bahadır köyünde 2 sene yaptım. Ondan sonra gene tayinimi istemek du-rumunda kaldım bazı sebeplerden dolayı. Öğretmenlikle ilgili değil. Oradan Polonez köy’üne tayin ol-dum. Beykoz Polonezköy’ünde tek öğretmen olarak 13 sene öğretmen-lik yaptım. İşte evlenip de gittim oraya. Okullarda hep tek çalıştım 19 sene. Tek öğretmenlik yaptım.”

“Polonezköy’e öğretmen gittik. Orada 60 yılında ihtilal, darbe olunca bize muhtarlık da verdi-ler. Üç aylık diye verdiler. Üç sene de Polonezköy muhtarlığını yap-tım, hem öğretmen hem muhtar. Orada evlendim çocuklarım oldu. İki oğlum olmuştu. Okula gitmek imkânsız tabi, mecburen tayini Beykoz’a istedim, ortaokula gitsin-ler diye. Beykoz’ da Ahmet Mithat Okulu’na tayinim çıktı. Oradan da 7 sene sonra emekli oldum. Emek-li olduktan sonra ticaret yaptım. Tabi öğretmen olduğum için tica-rette battım. Battık ama geçindik. Üç defa battık, üç defa düzeldim; inşaat, kaba inşaat malzemesi sat-tık ama olmadı. Yemcilik yaptım. 10 sene kadar geçindik yani. Bat-mamızın sebebi de boynunu büke-ne mal verdik, ödemediler. Sonra geldim buraya bu kulübeyi yaptım dükkân gibi. Hanımla burada çalış-tık. Burada da 17 sene çalıştık. (…) Bakkal, büfe gibi, bayi gibi, bunu da kapadık, 2006 sonunda kapa-dım burayı. Şimdi hanımla oturu-yorum, o arada da üç defa ameliyat oldum. Hem kalpten, hem fıtıktan, hem de safradan. Ölümden de dön-dük. Kalp ameliyatı ağır değildi de, safra ameliyatı ağır geçti, şimdi iyiyi. Burada kendi evimde, kendi bahçemde çabuk iyileşiyorum. Bu-rada spor yapar gibi çalışıyorum. Sağlığıma kavuştum.”

Ahıska kökenliyiz

“Şimdi köken olarak 1766 yılın-da Ahıska’dan gelmişler. Ahıska

kökenliyiz. O zamanın Osmanlı padişahı dedemizi buraya yerleş-tirmiş. Dedemiz orada padişahın kahyasıymış. Buraya yerleştirmiş. Boğaz burası ya, güvendiği aileleri getirip yerleştirmiş. Burada muaz-zam araziler vermiş, satın almışlar, tapular öyledir yani. Sultan Selim Han Vakfı’ndan arazi 2000 bil-mem kaç kuruşa satılmıştır diyor yani kahyaya. Böyle bahçıvanlık yapmışlar, hayvancılık yapmışlar. Geçinmişler.(…) Evimiz köyün içinde denize karşı iki katlı bir evdi. Geniş, köy eski zaman evle-rinden biriydi. Odaları geniş ahşap bir evdi. Karadeniz’e bakıyordu. (…) Annem de Ahıska türkü ama onlar Kütahya’ya gelmişler An-nemin babası Kütahya’ya gelmiş. Benim anneannemin yöresi, onlar da Ahıska’dan gelmişler. Onlar da buraya, Poyraz koyuna yerleşmiş-ler. Dedem Kütahya’dan gelmiş, Kütahyalı Mehmet Ağa derlermiş. Kolcuymuş, tütün kolcusu. Atla bütün köyleri gezermiş. Sonra an-neannemle evlenmişler.”

“Ta ben Karakiraz’a öğretmen gel-diğim zaman, işte köylüler yaşlılar bana ‘sen nerelisin’ ‘işte Anadolu Fenerliyim’ ‘kimsin şu bu tanıyor musun?’ O zaman ben de Kütah-yalı Mehmet Ağa deyince; kalktı, sarıldı, ‘vay’ dedi; ‘sen bizim ada-mımızsın çocuğumuzsun.’ Karaki-raz köyünün yaşlıları bana büyük babalık yaptılar. Meğer dedem kolcuyken köyleri gezermiş onu çok severlermiş, demek ki dürüst adammış. Hep o taraflıyız, yalan-cılık soyumuzda yok.”

Denizden çıkmazdık

“Köyde o zaman, küçük çoktu, ka-labalıktık. Köy meydanında, bizim evin önü meydandı o zaman çelik çomak oynardık, kâğıt oyunu oy-nardık, seksek oynardık. Kâğıt oyunu dediğim şey sigara kâğıtları vardı, onları yığardık vurup öyle oynardık. Körebe oynardık, daha çok çelik çomak oynardık, bir de topaç çevirirdik. Sonbahar geldi mi bütün kış topaç çevirirdik. Şimdi o adetler kalktı. Aletleri kendimiz yapardık. Telden arabalar yapar-dık. Çevirirdik onları sonra araba tekerleri bulurduk onları da çem-ber top yapardık. Telden kalınca çember yuvarlardık koşa koşa gi-der gelirdik. (…)Yalılarımız vardı, Kabakoz’da kum vardı, kumsalda kum azaldı şimdi ama, orda gi-rerdik. Köyün altı kumluktu, bol bol yüzerdik, denizden çıkmazdık yani.”

“Kayıklar Fener’in önüne geldi miydi, ‘Kavak’tan falancanın kayığı’ yahut ‘İstanbul’dan filancanın kayığı’ denirdi.”

Toriği sırtımıza vururduk burnu yere değerdi

“Burası, o zaman şartlarına göre, motor yoktu kürekli balıkçılık vardı. Beykoz Anadolu Feneri köyü Beykoz’un değil İstanbul’un en lüks balıkçı köyü idi. Beş, altı tane büyük balıkçı reisimiz var-dı işte burda. O reisler, Hüseyin Reis, Mehmet Reis, Şaban Reis, Asım Reis, Hasan Reis, bunlar Türkiye’nin sayılı balıkçılarıydı. Sonra işte motor çıkınca mecburi kayıkları büyüttüler, kıyıda iskele olmadığı için onları İstanbul’a taşı-dılar. Kumkapı’da balıkçılık yapıl-maya başlandı. Balıkçılık çoktu.

Balıkçılıkla, denizle ilgim yoktu, köy balık tutar biz yerdik. Bura-da 1960 yılına kadar balık satmak diye bir şey yoktu. İmkanı yok ba-lık satılmazdı. Çok balık olduğu için herkes gelirdi, gidersin kıyıya, getirir kıyıya ne tutmuş torik, her-kese birer torik verirdi. Bize torik verirdi beş kiloluk torik. Beş ki-loluk toriği biz çocuğuz, çıkarta-mazdık. Sırtımıza vururduk burnu yere değerdi. Mesela uskumru mu vurdu, gelir kalkar, gelen herkese ikişer, üçer tane balık. 1962’den sonra başladı balıkçılık azalmaya, azalınca satılmaya başlandı.”

“İnsanlar çoğaldı, kayıklar ço-ğaldı, diyorum ya o zaman beş tane balıkçı vardı. Denize çıkan yirmi otuz tane balıkçı var. Ka-yıklar Fener’in önüne geldi miy-di, ‘Kavak’tan falancanın kayığı’ yahut ‘İstanbul’dan filancanın kayığı’ denirdi. Şimdi balık o ka-dar çok değil, balıkçılık da azaldı. Eskisi kadar bol balık yok. Me-sela eskiden ağ attığın zaman bir çift, iki çift palamut yahut lüfer olur, yahut 500 kg 600kg torik olurdu, yok şimdi yok. (…)Beykoz İstanbul’un sayılı kazalarındandır. Kalkanı boldu, dalyandan bütük balık olurdu, şimdi yok Dalyan bo-yunda kılıç balıkları çıkardı.”

Polonezköy

“Kayıpeder hanımı vermeyin-ce kaçırma olayı oldu, kaçırma olunca dargınlık oldu, dargınlık olunca ben Milli Eğitim’e gittim, dedim böyle böyle. Onlar zaten biliyor olayı, dediler ‘nereyi isti-yosun?’, ‘Polonezköy boş’ dedim. Polonezköy’e tayinim çıktı. Evlen-dik balayına gittik Polonez’e gez-meye, on üç sene balayı yapmışım. On üç sene, okul da yeni yapılmıştı bina olarak, orada Polonezleri bili-yorsun Katolik, Katolik çocukları-nı okuttum orda sırf...”

“Polonya’yı Ruslar işgal ettiği za-man Polonyalılar isyan etmiş, tabi, Polonya Kralı’nın kardeşi Rusları yenemeyince kaçmış İstanbul’a, as-kerleriyle beraber İstanbul’a sığın-mış. Türklere sığınmış, Osmanlı’ya sığınmış; Osmanlı’ya sığınınca Osmanlı orayı gelmiş, çok asker gelmiş tabi, 1840’lı yıllarda Kı-rım Savaşı çıkınca biz Ruslarla, Prens Müslüman olmuş, hanımı da Müslüman olmuş, Sadık Paşa ismini almış, paşalık rütbesi ver-mişler. Müslüman olunca, Sadık Paşa, şimdi hala Polonez demez-ler, oraya hanımıyla beraber, Türk ordusuyla Kırım’da savaşmış, yani maksadı Rusları yenersek Polonya da bağımsızlığına kavuşacak ül-kesine gidicek, prens olacak, kral olacak her neyse, Kırım’da biz bir netice alamadık ya gelmişler gene İstanbul’a padişah demiş ki size ben oturma izni veriyim, kalın…”

“Prens Çartoriski dediğimiz, Sadık Paşa dediğimiz adam, yer beğen-miş, bakmış o Polonezköy’ün bir tepe berisi, Fransızların manastı-rıymış papazların, Fransızlardan satın alıyor burayı. Askerlerine diyor ki, gelin burada oturun, geli-yorlar mesken yapıyorlar, kulübe-lerde oturuyorlar, Sadık Paşa diyor ki, onlara isteyen gelsin buraya diyor, ailenizi de alın gelin diyor, oradan gidenler askerler de 13 aile geliyor eşlerini alıyor, çocuklarını alıyor Polonya’dan gelip şimdiki Polonezköy’e yerleşiyorlar. Sonra Polonezköy’de çoğalıyorlar nüfusu 300’e kadar çıkıyor Polonezköy’ün, 1846’da ailelerini getiriyorlar.”

“Alırken o şart koşmuş, daha Çar-toriski dediğimiz, Sadık Paşa şart koşmuş demiş ki Polonezköy’de oturacaksınız, köyün ismi Adam-pol olacak, Adampol, yabancıya yani Polonyalıların dışında kimseye yer satmayacaksınız tapusu, köyün tamamının tapusu Sadık Paşa’nın üzerine olduğu için satamıyorlar-dı yer. Ben de o ara 60’ta muh-tarlık ediyordum araştırdık, BBC radyosundan bir muhabir gelmişti, o Çartoriski’nin varislerini buldu, ‘ben bulurum’ dedi söz verdi bana, tabi tercümanla konuşuyoruz. Paris’te buldu, ‘ben’ dedi ‘veririm size yeri ama’ dedi ‘köyün ismi aynı Adampol kalıcak’ dedi, ‘kim-seye satamayacak’ ‘tamam’ dedik ‘Adampol olmaz köyün ismi çünkü kanun var Polonezköy de’ ‘tamam’ dedik, ‘Polonezköy, köy de satılmı-yor’ dedik. Sonra 1963-62 yılında Beykoz tapu dairesi yandı, şimdiki Beykoz’u biliyorsunuz meydanda, durağın önü market, o binaydı, o beş altı katlı binaydı, hatta kayma-kam üstünde oturuyordu, yandığı için bütün evraklar yandı. Yeniden kadastro geldi, kadastro gelince yerleri içinde oturanların üstüne yazdı, üzerine yazınca adamın şartı da ortadan kalkmış oldu, müşterek tapuydu satamıyorlardı kimseye, kendi adamına veriyordu bir tek, mesela ben 1963 yılında 500 lira verdiğim yere veya her biri biri-nin 500 liraya verdiği yere, vere-miyorlardı. 100 liraya, 150 liraya kendi adamlarına devrediyorlardı, 63’ten sonra herkes tapusunu aldı; böylece Polonzeköy’ün dağılma süreci başladı. Tapuyu alan istedi-ği gibi satabildi, yer sattı, villalar yapıldı, araziyi satan oldu, benim de beş öğrencim ailesiyle beraber Avustralya’ya geçti hala ordalar, okuyanlar da okuyan öğrenciler de İstanbul’da iş yaptılar, Fransa’ya gittiler, Almanya’ya… Okuyama-yanlar Almanya’ya işçi olarak git-ti kaldı, Polonya’ya gidenler oldu, köyde şimdi öğrencim birkaç tane kaldı onlar da ölürse artık Polo-nezköy bitecek.”

“63’ten sonra herkes tapusunu aldı; böylece Polonzeköy’ün dağılma süreci başladı. Benim de beş öğrencim ailesiy-le beraber Avustralya’ya geçti, Fransa’ya git-tiler, Almanya’ya… Polonya’ya gidenler oldu, köyde şimdi öğ-rencim birkaç tane kaldı onlar da ölürse artık Po-lonezköy bitecek.”

Şimdi kırk tane kadarlar

“Şimdi kırk tane kadar var, kırk elli tane var yani, çoluk çocuk-larınla beraber, geçen gün otur-dum saydım kırkı geçiyor benim aklımda kalanlar… 1840’larda gelip yerleşmişler, kilise yapmış-lar, kilisenin yanına oda vardı, papaz odası orayı okul yapmışlar. Cumhuriyet’ten sonra, işte Musta-fa Kemal Paşa ölümünden bir sene evvel Beykoz’a gelmiş, Beykoz’a gelirken Cumhuriyet Köy’ü örnek köy koymuş, Cumhuriyet Köy Se-laniklilerin köyü, orayı örnek köy yaptığı için gidip görmek istedi, görmek için de Polonez’den geçi-yor o zaman, Paşabahçe Polonez... Polonezköy’de gelmiş istirahat et-miş iki saat, bak bir ev var orda hala duruyor, Atatürk’ü kaldığı ev diyorlar, orada istirahat etmiş iki saat uyumuş.”

“Polonya usülu yemekler yapı-yorlardı, değişik omletleri vardı, patates kızartmaları vardı. Do-muz etinden yaptıkları yemekleri vardı. Biz yemezdik onları tabi. Jambon derlerdi, domuz etinden… Polonezköy’de herkesin kapısında 5 10 domuz vardı. Her yerde kapı-da, 5 10 domuz vardı, evin artıkla-rından beslerlerdi. Evler pansiyon-du zaten, evlerin çoğu pansiyondu zaten. Ev ama üst katını pansiyon yapmışlar, onlar domuzu satar-lardı dışarıya ama kendilerine kış gelince kar yağınca bir tane keser-lerdi, ondan jambon yaparlardı, salam yaparlardı hatta sucuk falan yaparlardı kendilerine, yerlerdi. Değişik yemekleri vardı. Onlar çorba yaparlardı, salataları vardı. Amerikan salatası yaparlardı, ben hiç yemedim, bana özel yaparlardı getirirlerdi bayramlarda falan alır-dım yedim derdim yemezdim hala yemem gene yapıyorlar.”

“Pansiyona İstanbul’un sayılı zenginleri gelirdi, mesela Kazım Taşkent devamlı gelirdi hanımın-la gelir, kahveye de gelir oturur-du. Kazım Taşkent kim biliyor musunuz? Yapı Kredi’yi kuran adam, Yapı Kredi’nin sahibi, bu Hürriyet’in sahipleri Sedat Beyler, Simaviler, Simavi ölmüştür. Oğul-ları Erol ile öteki Ercüment miy-di, onlar gelir hatta Sedat’ın oğlu Sedat da benim talebemle evlendi ondan da dört çocuğu var şimdi, benim talebemi aldı 1961’de dün-yaya gelmişti kız, Sedat Simavi’nin oğlu Sedat Simavi benim talebeyle evli şimdi.”

“Ailecek geliyorlardı zaten Belma Hanım ile, sonra oğlanlar büyüdü onlar devamlı geldiler, hafta sonla-rı geliniyordu o zaman Polonez’e,

Pınar Eriç (26)Muhammed Yılmaz (16)Buse Engin (16)Vuslat Tezcan (15)

Röportaj “Fener’de 1960 yılına kadar balık satmak diye birşey yoktu”

Page 7: STY - Beykoz Gazetesi

017

Beykoz

ama daha çok ailelerinle Rumlar, Yahudiler geliyordu, İstanbullula-rı, cumartesi gelirler pazar akşamı giderlerdi, İzmirli büyük tüccarlar vardı onlar gelirdi, hep dost olur-duk ailelere anlatırdık, akşam oldu mu köycene, hanım ben giderdik, otururduk, konuşurduk köy kah-vesinde meydanda, sonra iş büyü-yünce yollar açıldı, vasıtalar ço-ğalınca işin rengi değişti, o aileler 60’tan sonra gelmez oldular.”

“Polonezköy’de o zaman kiraz boldu, kiraz geceleri yapardık. Haziran’ın 15’inde kiraz geceleri… Hatta ben de tertiplerdim, (…) Eğ-lenirdik, eğlenirlerdi, köyün içine laterna denen çalgı biliyor musu-nuz, bir laternacımız vardı onu ça-lardı o acayip bir çalgıdır, Polon-yalı ihtiyardı ama, laterna şöyle şu kadar bir silindir kolu var, kutusu-nun içine komşu, kolu çeviriyor-sun, tuşları var piyano gibi, şimdi silindire çivi çakıyorlar ustalar, şarkıları çiviye çakıyorlar o çivi döndükçe (…) çarpıya hangi şarkı koyacaksan, 5-6 şarkı koyuyordu ona, o 5-6 şarkı çeviriyorsun düğ-me kolu var, çekiyor çeviriyorsun bitene kadar o çalgıyı çeviriyor, laterna dediğimiz, acayip bir çal-gıydı. Şimdi o tarihe karıştı, onlar onu götürüyordu İstanbul’a ayar-latıyordu. Meydanda o çalıyordu, millet eğleniyordu dans ediyordu. Sonra Polonezköy’e 1 Mayıs oldu mu, bütün İstanbul Üniversitesi ol-duğu gibi dolardı oraya. 1 Mayıs’ta yağmur da yağardı; kırlara çıkar-lar, oynarlar, gezerler pansiyonla-rın önünde toplanırlar, dans eder-ler, yağmur yağar o yağmurda bir güzel soyunurlar, ayakları çıplak dans ederler, gezerler; üniversite-liler, eğlenirdi, onlar da kalmadı şimdi bir şey kalmadı.”

“Kahveler vardı hepimiz girerdik, Beykoz’da gazino çoktu lokanta çoktu herkes beraber isteyen gi-rerdi. (…) Ufak ufak meyhaneler vardı Rumlardan kalma sonra ba-lıkçı meyhaneleri çoktu. (…) Ben gitmezdim, büyüyünce de öğret-menlik yaptık gidemezdik, biz öğ-retmendik çocuklar vardı zaten, bazen ahbaplarla giderdik. Ben öğ-retmen olduğum için, bir görünüp çıkardım, bir kadeh içmezdim. (…) İstanbul mutfağı daha çok meze, dolma şu bu, balık ızgara, balıklar

şişler öyle. Beykoz içinde de var pa-çacıları vardı, işkembeciler vardı.”

“Boğazda gazinolar vardı, Büyükdere’de Beyaz Park diye bir gazino vardı, yakın zamana kadar vardı; Türkiye’nin ünlü şarkıcıları söylerdi orada. Bebek’te vardı, gi-derdik ama içeri girmezdik, san-dalla gider, dışarıdan dinlerdik de-niz kenarından, Bebek Gazinosu, öyle etkinlikler olurdu.”

“Anadolu Kavağı’ndan kalkan vapur Rumeli Kavağı’na uğrar, Rume-li Kavağı’ndan kalkar, şamandıralar vardı, şa-mandırayı döner, Yeni Mahalle’de iskele vardı, oraya uğrar, Sarıyer’e geçerdi. Vapur Anadolu Kavağı’nda ise, sandal bizi doğru Sarıyer’e bı-rakırdı.”

Sabah Beykoz’dan 7:35 Vapuru

“Bu yol vardı toprak, yayan gide-mediğimiz için o zaman denizden giderdik kayıklarla, kürekli ka-yıklarla ya da ufak motorlar var-dı, onlarla. Binerdik onlara, onlar bizi Kavak’a götürürdü, Kavak’tan Beykoz’dan her saat başı vapur var-dı Köprü’ye, Eminönü’ne. Buradan biner giderdik. Vapur Kavak’tan kalkmışsa, Anadolu Kavağı’ndan kalkan vapur Rumeli Kavağı’na uğrar, Rumeli Kavağı’ndan kal-kar, şamandıralar vardı, şamandı-rayı döner, Yeni Mahalle’de iske-le vardı, Sarıyer Yeni Mahalle’de, oraya uğrar, Sarıyer’e geçerdi. Va-pur Anadolu Kavağı’nda ise, san-dal bizi doğru Sarıyer’e bırakırdı. Sarıyer’den vapura biner, Beykoz’a gideceksek Beykoz’a vapurla, Yeniköy’den aktarma olurdu. Ak-tarma sistemi vardı, bineriz vapura Beykoz’a gelecekler, Yeniköy’de inerdik, o zaman Tarabya’da iner-dik, Beykoz vapuruna aktarma olurdu öyle giderdik. Sonra elli-li yıllarda otobüsler çıktı, buraya bir otobüs koydular, sabah kalktı buradan, altı buçuk, akşam betle döndü, 78 yılına kadar…”

“Galata Köprüsü, şimdi yenisi de aynı, eskisi de aynıydı, o Eminönü sahili Sirkeci’ye kadar büyük bi-nalarla doluydu. En başta Beykoz vapur iskelesi vardı, sonra yanında Üsküdar, Adalar, Kadıköy iskelesi vardı, köprüye yanaşırdı. Köprü yükü çekemeyince Karaköy’e bir duba yaptılar büyük, sonra yan-dı, tekrar yaptılar. Sonra Haşim İşcan 60’lı yıllarda gelince yıktılar orayı, sahili yıktı; vapur iskeleleri sahile taşıdı. Yani Köprü dediğim Köprü’den kalkar diyoruz hep ağız alışkanlığı, köprüden kalkar, Bey-koz vapuru Üsküdar şeye… Köprü, Beşiktaş, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, karşıya geçer arada bir Kandilli’ye yahut Hisar’a gene Ru-meli Hisar’ı, Emirgan, Arnavutköy Çubuklu döner Çubuklu’ya, dö-ner şeyden, İstinye’den Paşabahçe, Beykoz, Yeniköy’den döner giderdi Kavaklar’a kadar…”

“Uğradığı için bir buçuk iki saat sürüyordu, uğradığı için. Ama sa-bahleyin direk vapur var, altmış yetmiş dakikada götürüyordu. Sa-bahleyin 7.35 vardı ona binerdik, daha evvel işçi vapurları vardı işçi-leri götürürdü... 7.35 vapuruna bü-tün memurlar binerdi, Beykoz’dan kalkar, Paşabahçe’de dolar, direk giderdi Eminönü’ne. Sekiz buçukta Eminönü’ne varırdık, o otobüsler çıkınca kalktı onlar, şimdi gün-de iki tane mi var üç tane mi var, burada gezi vapurları çoğu, ama sabahleyin 7.35 galiba şimdi şey oldu 7.05 mi oldu 7.10 mu ne oldu gene kalkıyor, bilmiyoruz. O vapur çok önemliydi herkesin yeri belliy-di vapurda, 7.35 vapuru, gittin mi, o koltuklar, vapuru biliyorsunuz oraya ben otursam, o gelir o gelir ya sen benim yerime oturmuşun kalk, kalkarsın mecbur, kibarca, herkes tanıyor yahut bir tanıdık varsa, gider boş kalmışsa yeri gider oturur. Akşamüstü de gene herkes, o kaçta kalkıyordu altıyı bilmem kaç geçe Köprü’den kalkıyordu. Beykoz’a kadar bütün Beykozlular aynı yerde akşamüstü geldi mi se-kize doğru Beykoz’a çıkar, herkes evine giderdi.”

“...karşımızda Rum-lar, Ermeniler, o sokak-ta Türk yoktu yani bi-zim gibi kirada oturan. Ondan sonra kaybola kaybola gittiler, onlar gidince, Türkler kaldı. Beykoz’un içi boydan boya esnaftı, dükkânları vardı, meyhaneleri var-dı, esnaftılar, bakkaldı-lar.”

Ermeni Mahallesi

“Beykoz’da Ermeni Mahallesi de-diğimiz yer şimdiki Beykoz’un için-deki, Onçeşmeler. Orada daha çok Ermeniler ve Rumlar oturuyordu. Rum kilisesi hala var, duruyor. Ermenilerin kilisesi var hala du-ruyor. Ermenilerin mektebi vardı hala duruyor orda; ermeni mek-tebi kapanmıştı o zaman, hatta o mektepte oturduk biz. O bina hala durur, bak derim ben burada otur-dum, o zaman ermeni mektebinde, büyük odalar dershane gibi üç tane odası vardı. Bir de arkada vardı oda. Oda oda kiraya verdiler. Biz bir oda tutmuştuk birinci sınıfı okurken orada oturduk, son çıktık başka evlere taşındık. Hep erme-ni, karşımızda Rumlar, Ermeniler, o sokakta Türk yoktu yani bizim gibi kirada oturan. Ondan sonra kaybola kaybola gittiler, onlar gi-dince, Türkler kaldı. Beykoz’un içi boydan boya esnaftı, dükkânları vardı, meyhaneleri vardı, esnaftı-lar, bakkaldılar.”

Beykozspor: Katır Nusret ve Kelle İbrahim

“Beykoz’un futbol takımı çok ünlüydü. Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı, Beşiktaş’ı yenebi-lecek güçteydi. Atatürk’ün on be-şinci ölüm yıl dönümünde Atatürk büstü yaptılar, kupa, altın kupası tanzim ettiler. Fener, Cimbom, Beşiktaş, Beykoz oynadı. Beykoz onları yendi. Kupa hala Beykoz’un kulübünde durur. Biz de onları iz-lemeye giderdik. Beykoz’dan ünlü futbolcular yetişti. Fahrettin vardı, Kara Fahrettin derdik. Arap Saim, vardı, Macaristan’ı yendikten sonra Galatasaray’a geçmişti.(…) İki Nusret vardı, büyük Nusret Besiktaş’ta oynadı. Küçük Nusret, en iyi futbolcu oydu. Kelle İbra-him vardı, peltek de konuşurdu. İlk milli takımda oynamış. (…) Niko vardı, iyi bilirim sonradan Fener’e mi geçti, o şeyde gitti, 60’lı yıllarda gitti, hatta gittiği zaman Yunanistan’a gidip milli takımla konuşurmuş.”

“Kelle İbrahim’e kelle lakabını Avusturyalılar vermiş, oraya tur-nuvaya gitmişler maça, turnuva arasında futbolcular gösteri yapı-yor ya turnuva maçlarında, oranın futbolcuları çıkıp top cambazlığı yaparlarmış. Demişler ki ‘sen de git yap sen topu kafanda iyi çeviri-yorsun,’ Kelle İbrahim çıkmış topu kafasına almış dört defa turalamış, koca stadyum demiş ki, bu adam şey demişler, Kelle demişler. Küçük Nusret dediğimiz Katır Nusret’tir, o zamanlar top sahaları şeydir, di-rekler ağaçtan yapılırdı dört köşe ağaçtan, topa bir vuruyor gidiyor ağaca vuruyor, ağacın köşesini ko-partıyor, ya diyorlar katır gibi tep-ti topa, adamın ismi katır kalmış-tır. (…) Haa Eker-biçerimiz vardı, Eker-biçer beş numarada oynardı, okumuş tahsilliydi, 50 60 yıllarda, 5 numara, uzun boylu, zaten o za-man Türkiye’de uzun boylu adam bulmak çok zordu. Şimdi zor me-sela 1.60’tan yukarı bayan bulmak imkânsızdı, 1.70’ten yuları erkek bulmak imkânsızdı, hakikaten size öyle gelir, Türkiye’de basketbol ku-ruldu 1960 yılında, adam bulama-dılar gittiler. Sivas’tan hamamcıyı getirdiler, hamamcı oynayamadı. Şimdi Beykoz’da toplasan bir ta-kım çıkartır uzun boylu çok, o oy-nardı çok güzel oynardı 5 numara, o geride durur orta sahada kaçan topların bir tanesini sokmazdı. (…) Boksörler de vardı Beykoz’da yaşa-yan, voleybolcularımız da vardı…”

Leyla Gencer’in annesi Polonezdi

“Leyla Gencer’in annesi, Polonezdi, Polonyalı; ama Leyla Gencer’in ba-bası Çubuklulu, binalar aynı satıl-dı, duruyor, Çubuklu’ya dönüyor-sun ya, sahilden dönerken eskiden havuz vardı, şimdi vapur, doksan derce dönüyorsun bu Üsküdar’a giderken köşedeki ev onların. Ora-da suları vardı, Çubuklu suyun da sahibiydi onlar. Yolun altından motorlar girer, şimdi doldurmuşlar oradan motorlarla damacanalarla

su… Leyla Gencer’in babası meş-hurdur evlenmiş Polonyalı ile. Ley-la Gencer’i görmezdim, gelmezdi ama annesi gelirdi, kardeşleri var-dı, erkek kardeşleri köye gelirdi. Annesiyle falan konuştuk, teyzesi vardı, Beykozlu şimdi onu adı hiç geçmiyor. Beykoz’un yetiştirdiği, hem de yerli Beykozlu yani eski 1846’da gelip yerleşmiş Polonyalı ama Türk vatandaşı.”

Beykoz’un Ayşe Kadın’ı

“Beykoz, yani iyi ceviz demek; koz demek ceviz demek, ceviz vardı. Beykoz’un cevizi meşhurdu o za-manlar, yiyorduk. Beykoz derler-miş. (…) Sonra Beykoz’un fasulye-si, Beykoz’un Ayşe’si derler, Ayşe fasulyesi derler çok meşhurdur. (…) Biz ekiyorduk ama şimdi Anadolu Feneri’nde 3 tane 4 tane dere var. Kabakoz Deresi’nde bizim tarlala-rımız vardı, yukarı derelerde de var bu Kabakoz Deresi, şu gördüğünüz derecede pişen fasulyenin, yetişen fasulyenin tadını ben nerede olsam

tanırdım, acayip bir tat. Piyasada o tutulmuş, Beykoz’un şimdi yine var, Ali Bahadır’ın fasulyesi tatlıdır derler. O Kabakoz’un fasulyesini madamlar bilir. Beykoz’un Ayşe’si, Beykoz’un fasulyesi meşhurdur. Beykoz’un fasulyesi dedin mi tor-bayla alırlardı. Onar kilo, beşer kilo. Mesela, biz, benim abim 300 kilo, 500 kilo fasulyeyi yayardı pa-zara yaygının üstüne, herkes almış 50 kilo 40 kilo fasulye, ‘abi sen bunu nasıl satacaksın?’ Beykoz’un fasulyesi, Fener’in fasulyesi dedin mi, o 300 kilo fasulyeyi 200 kilo fasulyeyi 1 saat 2 saatte satarmış abim. Meşhurdu yani Beykoz’un fasulyesi. Hala öyle ama o fasulye kalmadı, kalmamış o tadı bulamaz-sın. İşte hava yapıyor deniz iklimi, denizden çekim yapıyor galiba.”

“Ormanlar devlete kaldı orman işi bitti, bahçıvanlık, Adana, o za-manlar Adana yoktu. İzmir, Bursa çıktı. Bursa çıkınca bizim malları-mız para etmedi, bunlar erkenden malı getiriyorlar yığıyorlar. Bizim mallar para etmedi, para etmeyin-ce bahçıvanlığı bıraktık 62’de biz de. Her gün yazın 500 kilo 700 kilo taze fasulye hale yollardık. Düşünebiliyor musun? Altı yedi tane kız, o zaman köyün kızları yevmiye iki buçuk liradan fasulye toplarlar bize, sonra hale yollar-dık kamyonlarla; evvela motorla yollardık sonra kamyonlarla. O öldü bahçıvanlık. Ormancılık da devlete kaldı, öldü. Balıkçılık da öldü. Balıkçılık yapanlar var ufak sandallarla, onlar kaldı. Herkes işler azalınca kaçtı Beykoz’dan, İstanbul’dan. İş bulan kaçtı, ka-çan gelmedi. Benim gibi gene pek de yok. Ben tercih etmedim, bira-derlerin en küçüğüydüm, en küçü-ğü olduğum için burada yerimize sahip çıktık, emekli olunca burada kaldık.”

Recep EROL / Öğretmen

Page 8: STY - Beykoz Gazetesi
Page 9: STY - Beykoz Gazetesi
Page 10: STY - Beykoz Gazetesi

İstanbul ehzadebaşı’nda, 22 Haziran 1929 yılında doğan Perizat Erker emekli öğretmendir. Yaşamını Ana-dolu Hisarı’nda dostları, kedileri, köpekleri ve çiçekleriyle sürdürmek-tedir. İstanbul Kız Lisesi mezunu olan Perizat Hanım bize dünün ve bugünün Anadolu Hisarı’nı içtenlik-le anlattı…

Öğretmenlik en büyük arzumdu

“22 Haziran 1929 doğumluyum. İstanbul’da Şehzadebaşı denilen yer-de doğdum ve çocukluğumun bü-yük bir kısmı orada geçti. Ondan sonra yazları Hisar’da kışları gene Şehzadebaşı’nda olmak üzere gün-lerimizi geçirdik. Ben İstanbul Kız Lisesi mezunuyum fakat öğretmen-lik en büyük arzumdu. Bazı ailevi nedenlerle üniversiteye gidemedim. Üniversiteye gidemediğim için hep aklımda kaldı bir meslek sahibi ol-mak. Bir gün gazetelerde bir ilan gördüm. Lise mezunları ek dersleri vererek öğretmen olabiliyorlar diye. Hemen Çapa Öğretmen Okulu’na müracaat ettim, ek dersleri verdim ve ilk görevimi Taşlıtarla göçmen okulunda başladım. O tarihten itiba-ren 24 yıl çalıştım ve emekli oldum. Annem, anneannem, eşim ve bir kı-zım vardı. Hayatımız onlarla beraber geçti. Yavaş yavaş hepsini kaybettik. Kızım evlendi tabii ki evi bıraktı, kendi hayatını kendi yuvasını kurdu. Ben şimdi, eşimi de kaybettikten son-ra Anadolu Hisarı’nda çiçeklerim, kedilerim, köpeklerim, dostlarımla beraber yaşamaya çalışıyorum.”

“Çocukluğumda sakin bir çocuk-tum. Şehzadebaşı’nda doğdum. Orada büyüdüm. Eskiden bizim

Şehzadebaşı’nda Letafet apartmanı denen büyük bir apartman vardı. Onun hemen arka sokağında Halla-cı Mansur Sokağı denilen bir sokak. Sonra oralar istimlâk edildi ve şu anda İstanbul Üniversitesi’nin ekleri olarak kullanılıyor. Orada doğdum, orada büyüdüm. Çocukluğumda so-kakta oynama alışkanlığım hiç olma-dı. Sadece mahalle arkadaşlarım var-dı. Biraz çekingen biraz içeriye kapalı bir çocuktum. Sonradan bu özelliği-mi yitirdim. Çok atak, gözü kara bir çocuk oldum ama çocukluğumda öy-leydim. Yazları annemle babamla be-raber Hisar’daki bu şimdi oturduğu-muz yer bahçeydi o zaman, ev yoktu; cuma, o zaman cuma günleri tatildi. Eş, dost, hısım, akraba buralara ge-lirdik toplanırdık, eğlenirdik, yemek yerdik. Beyazıt’ta Beşinci İlkokul’da okula başladım. Çok güzel bir okul hayatım oldu. Ondan sonra Süleyma-niye Kız Ortaokulu’na geçtim. Orada okudum. Orayı bitirdikten sonra İs-tanbul Kız Lisesi’ne geçtim. Fakat bi-raz ailemiz muhafazakâr olduğu için bizim İstanbul Kız Lisesi’nin hemen arka duvarına bitişik, Cağaloğlu’nda bir evimiz vardı fakat oturmuyor-duk boştu o ev. Babam tramvaylar-la gidip gelmemi onaylamadı ve biz Şehzadebaşı’ndaki evimizi kapattık, Cağaloğlu’ndaki evimize geçtik ki İs-tanbul Kız Lisesi’ne gidiş geliş tram-vaysız olsun diye. Orada da seneler çabuk geçti ama son sene babamı kaybettim. Bir sene tahsilime ara verdim. Babamın öldüğü sene tahsile devam edemedim. O beni bir hayli sarstı. Ondan sonra tekrardan erte-si sene okulu bitirdim. Ondan son-ra o mücadele esnasında da İstanbul Kız Lisesi bizim evimizi istimlâk etti. İstimlâk edince buraya, Hisar’a gel-dik. Kira olarak geldik 1957’de. Ve ben buraya geldiğim zaman öğret-men daha olmamıştım. 57’den beri Hisar’dayız. 64 senesinde evlendim. 66 senesinde bir kızım oldu. Ondan sonra işte mektepli hayatı öğretmen-lik böylece bitirdik. 2006’da da eşi-mi kaybettim. Bankacıydı, İş Banka-sı’ndaydı. Muhteşem iyi bir insandı. Yani hayatımda çok büyük bir boş-luk ve kapanmayan bir acı hissediyo-rum şu anda. İşte kendimi oyalama-ya çalışıyorum.”

Daima hayatta üç şeyden hep üzün-tü duyarım

“Bir ablamız vardı çok şık giyinirdi, çok zarif bir hanımdı. Hisar’da otu-rurdu. Benimde aile dostlarımızın içinde de Dame de Sion’a giden iki

tane ablam vardı. Yani dost olarak ablam vardı. Onları çok beğenirdim ve hayatımda hala en büyük acı duy-duğum şey lisan öğrenememekti. On-lar Fransızca konuşurlardı, çok gıpta ederdim. Çok severdim, onlar gibi olmayı çok isterdim ama tabii bizim maddi imkânlarımız bir Fransız oku-luna gitmeye müsait değildi. Hayatta üç şeyde hep üzüntü duyarım. Bir, lisan öğrenemedim. İkincisi, araba kullanamadım. Üçüncüsü, yüzmeyi bilmiyorum. Bunlara hep büyük bir özlem, hala bu yaşta bile büyük bir özlem duyuyorum ama artık tabii ki her şey imkânsız.”

Babam Beyazıt Camisi’nin başima-mıydı

“Baba tarafından biz Karakoyunlu-lardan geliyoruz. Tarihteki Karako-yunlulardan geliyoruz. Bizim baba-mın en büyük yani en büyük ailesi Karakoyun beyi. Bunlar Yıldırımla, Yıldırım Beyazıtla Timur arasındaki savaşta Karakoyunlular Yıldırım’ın tarafını tuttukları için mağlup oldu. Yıldırım Beyazıt ve o zaman en bü-yük dedemiz bizim tebdili kıyafet ederek Timur’un eline geçmemek için Zile’ye gelmiş yerleşmiş. Kendini izini ve yerini kaybettirmiş. Ondan sonra orada yerleşmişler. Oradan nasıl oldu ben pek bilemiyorum nasıl olduysa bir sebeple, çok eski dede-lerimizden bahsediyorum, birisinin çok sesi güzelmiş. O sesinin güzelliği dikkati çekmiş ve saraya eğitilmek üzere alınmış. Saray imamı olmuş sesi çok güzel diye, ondan sonra on-dan gelen çocuklar hepsi saray ile alakalı din adamı olarak yetiştirmiş-ler. Benim babam da imamdı. Beya-zıt Camii’nin baş imamıydı. Biz o şekilde büyüdük ama ben şimdi çok üzülerek görüyorum bugünkü dini anlayışla yetiştirilmedik. Biz çok bü-yük bir açık zihniyetle yetiştirildik. Ben hayatım boyunca başımı kapat-madım. Çocukluğumdan bu yana. Ve evimizdeki eğitim de böyle baskılı bir eğitim değildi, yalnız bazı tabii ki eski çok eski insanların örf ve adet-lerine bağlılıklarımız vardı. Ama bu günah şeysiyle eğitilmedik. Mantık yoluyla bize din ve inanç öğretildi. Mantık yoluyla insan inancı öğretil-di. Ve hala da ben birçok şeyleri ken-di mantığımla halletme alışkanlığını kazanmışımdır.”

Ayazma zamanı çok renkli olurdu

“Hıristiyanlara ait burada ayazma vardı. Ayazma’ya gelirlerdi ve çok

güzeldi. Laternalarla gelirlerdi on-lar hepsi yiyeceklerini, içeceklerini gelirlerdi. Tam bu zaman bu Göksu deresi bir âlemdi. Sandallar çoktu. Sandallarla gelen bütün İstanbullular oraya toplanırlar, yerler içerler la-ternalar çalar oynarlar, eğlenirlerdi. Güzel bir ortamdı. Şimdi maatteessüf bir hep acı olan bir şey var; o 7 Eylül hadisesiyle o zaman buraları yıktılar. Ayazma’yı da yıktılar. Ondan sonra şimdi halen kapalı duruyor. Yoksa çok renkli olurdu o ayazma zamanı. Hem sandallarla hem Küçüksu’da hem bizler de oraya giderdik. Ora-da musluklar vardı. Musluklardan sular akardı. Biz girerdik o sulardan içerdik. Mum yakardık hiç unutmu-yorum oradaki ‘mori piyases mori piyases’ diye kızlar bağırırlardı muz satarlardı mori piyases. Yani hiçbir zaman bu muhitteki insanlar oraya gidip mum yakmaktan çekinmezler-di. Çünkü zaten biz Kuran’da Mer-yem anayı da kabul etmiş, Hz. İsa’yı da kabul etmiş insanlar olduğumuz için bizim için çok güzel renkli olur-du. Onlarla beraber eğlenilirdi, gü-lünürdü. Gayet iyi vakit geçirirdik. İstanbul’da kış gecelerine de dostlar gelirdi; gece sohbetleri, ikramlar… Biz de ders çalışabilmek için, biraz kaçamak yapar ondan sonra, odamı-za çekilirdik mecbur.”

Hayatımda ilk defa büyük bir heye-can yaşadım

“10 Mayıs’ta nişanlandım. 10 Eylül’de nikâhlandım ve 3 Ekim’de de evlendim. Düğünüm orduevinde yapıldı. Tabii ki çok büyük bir he-yecan, ben geç evlendim. Bazı aile şartlarıyla evlenme olasılıklarım ge-riledi. Çünkü bir annem ve bir de anneannem vardı. Onlardan ayrılma imkânım yoktu. Onlarla beraber ya-şamak mecburiyetindeydim. Zor bir pozisyondu. Ondan sonra eşimle bir aile dostu vasıtasıyla tanıştırıldım. O benim şartlarımı kabullendi yani benimle, annemle ve anneannemle oturma şartlarını kabullendi. Tabii ki çok büyük bir heyecan… Hele be-nim yaşımda bir insan için kişiliğini kazanmış, o yaşa kadar kendi başı-na hareket etme özgürlüğüne sahip bir insan ama çok güzel bir duygu. Evlendik. Orduevindeydi. Hayatım-da ilk defa büyük bir heyecan ya-şadım. Örf ve adetlerimize göre, ne kadar mantığınızda o insan size ait bir insan da olsa, bunu kabul etseniz de bir an için, o evin içinde onunla yalnız kalmak bir heyecan ve korku yaratıyor. Bir an bir korku ve bir he-

yecan. Fakat dediğim gibi çok ince, çok zarif, çok nazik, çok insancıl bir eşim vardı. 42 yıl beraber yaşadık.”

Şimdi ilişkilerin menfaatler üzerine kurulduğunu görüyorum

“Ben şimdiki kendi ilişkilerimde hiç-bir değişiklik görmüyorum. İlişkiler özveriyle yürür yavrum. Karşındaki-ni olduğu gibi kabul edip onu olduğu gibi sevdiğin müddetçe ve ona bir de-ğer verdiğin müddetçe ilişkiler yürür. Şimdi ilişkilerin menfaatler üzerine kurulduğunu görüyorum. Bakın ben bu yaştayım benim çevremde benden çok genç insanlarla ilişkilerim var ama hep düzeyli çünkü ben daima anlayışla, sevgiyle ve özveriyle yak-laşırım dostlarıma. Aynı şeyleri de onlardan görüyorum. Hiçbir zaman benim dostluğum hiçbir hesap üze-rine kurulmamıştır. Ama maattees-süf şimdiki dostlukları öyle görüyo-rum.”

“Herkes birbirine karşı saygılı ve sevgiliydi. Ben gece saat üçte, ikide bile bir fevkaladelikle sokağa çıkmak mecburiyetinde kalsaydım bir genç kız olarak, Hisar’ın en basit ahlaki değerler bakımın-dan zayıf olan insanı dahi sizi tanıdığı için muhak-kak mecburi bir nedenle dışarıya çıktığınızı idrak eder ve size nasıl yardım-cı olabileceğini sorardı.”

Herkes birbirine karşı saygılı ve sev-giliydi

“Hisar’da kadın olarak yaşamak her zaman için çok rahattı. Yani aynı muhitte doğup aynı muhitte büyüdü-ğü için herkes birbirini bilir ve hiçbir zaman bir huzursuzluk bir rahatsız-lık bir taciz olmazdı. Herkes birbiri-ne karşı saygılı ve sevgiliydi. Ben gece saat üçte ikide bile bir fevkaladelikle sokağa çıkmak mecburiyetinde kal-saydım bir genç kız olarak, Hisar’ın en basit ahlaki değerler bakımından zayıf olan insanı dahi sizi tanıdığı için muhakkak mecburi bir nedenle dışarıya çıktığınızı idrak eder ve size nasıl yardımcı olabileceğini sorardı. Ama şu anda maatteessüf bu pozis-yon yok. Çünkü çok kozmopolit-leşti, çok akın oldu. Şimdi şu anda

0110

“Sandallarla gelen bütün İstanbullular Ayazma’ya topla-nırlar, yerler içerler, laternalar çalar oynarlar, eğlenirlerdi”Berna Mete (20)

Mina Yaşar (16)

Röportaj

Beykoz

Perizat ERKER / Öğretmen

Page 11: STY - Beykoz Gazetesi

0111

Beykoz

Hisar’da oturan insanların çoğu birbirlerini maatteessüf tanımıyor. Çünkü nüfus çok arttı.”

O zaman daha basitti yaşam

“Buraya eskiden mağaza derlerdi. Burası babama ait bir yerdi. Bu ma-hallenin hanımlarının toplandığı yer bu bahçeydi. Buraya gelirler herkes eline örgüsünü alır, dikişini alır, bah-çede otururlar, dikişler dikerler, ör-gülerini örerler, sohbetlerini ederler, zerzevatlarını ayıklarlar ondan sonra yine evlerine dağılırlardı. Bu kadar ev de yoktu o zaman. Tabii ev sayısı da arttı. Zamanla ev sayısı da çoğal-dı. İnsanların yaşam şekilleri değişti. O zaman daha basitti yaşam. Daha sakin daha basit… Sabahleyin bir ev hanımı kalkar, evini siler, süpürür, yemeğini pişirir, söküğünü diker, döküğünü diker, çocuğuna bakar böyleydi. Şimdi tabii daha sosyal bir hayatın içine girdik. Daha değişik şeyler oldu insanlar daha fazla şey-lerle mutlu olmaya başladılar me-sela hepimiz dâhiliz buna, gezmeye gitmek istiyoruz, sinemaya gitmek istiyoruz, tiyatroya gitmek istiyoruz, bir topluluğa girmek istiyoruz yani zamanla beraber düşünceler de geli-şiyor. O zamanlar daha sakin daha sade bir hayat yaşanıyordu.”

Mısır kazanları

“İnsanlar kendi âlemlerinde kendi dünyaları içinde yaşarlardı. Öyle fazla kültürel faaliyet buralarda yoktu, ama şimdi yavaş yavaş, me-sela dernekler kuruldu; spor faali-yetleri başladı. Kürek faaliyetleri. Eskiden ben onlara yetişmedim Kü-çüksu Çayırı’nda güreş yapılırmış. Ona biz yetişmedik ama; bizim za-manımızda mısır pişerdi. Ve o çok güzel bir şeydi. Mısır mevsiminde büyük kazanlar kurulur, yani hepi-mizin orada toplanıp gülüp eğlen-diğimiz yerlerdi. Bayılırdık orada mısır yemeye. Hiç unutmuyorum annemle mısır kazanına gitmiştik mısır yemeğe. Hisar’ın iyi bir aile çocuğu da mısır kazanının başına geçmiş, maşayı eline almış kendine mısır seçiyordu. Annem tanımadığı için çocuğu mısırcı zannetti. ‘Bana oradan bir sütlü mısır versene ço-cuğum’ dedi. Hiç bozmadı çocuk. Yani teyze ben mısırcı değilim, fi-lan demedi. Çok nazik, anneme bir mısır seçti. Kâğıdı mısırın kabukla-rının içine koyarlardı o zaman. Tuz-ladı ve anneme verdi. Seneler son-ra oradaki delikanlının oğlunu ben okuttum.”

Eksik olan şey Hisar’da yardım der-neği diye bir derneğin olmaması

“Anadolu Hisarı’nda, Anadolu Hi-sarı Güzelleştirme ve Turizm Der-neği var. Orada beraber çalıştığımız insanlar oldu. Onlarla beraber me-sela kermesler düzenledik. Okulda çalışırken velilerle beraber kermes-ler yaptık. Okula bazı gelirler sağ-lamak için bayramlarda annelerden yani semt annelerinden bize yardım-da bulunmaları için faaliyetlerimi-ze iştirak ettirdik ama münferit bir faaliyet yok. Yani şu anda Hisar’da eksik olan şey, Hisar’da yardım der-neği diye bir derneğin olmaması. Muhakkak ki birçok insanımız var, burada okuyan çocuklarımız var. Zor şartlarda okuyorlar veyahut da ailelerimiz var, zor şartlarda yaşıyor-lar. Ama onlarla bir diyalog kuracak onlara bir el uzatacak bir teşkilatı-mız yok. Onu da maatteessüf kura-mıyoruz. Çünkü hayat çok değişti. Herkes hem maddi hem manevi fedakârlıktan kaçıyor.”

Derede canlı bitti. Ne yengeç kaldı, ne yılan kaldı, ne balık kaldı.

“Göksü Deresi’ne ait çok güzel şar-kılarımız var. Çünkü burası Gök-sü Deresi... Yani tarihte bir eğlence yeri olarak tanımlanan bir yer. Ama şimdi maatteessüf onu da mahvet-tiler. Evvela kanalizasyon verdiler. Senelerce o pisliği çektik o Göksü Deresi’nde. Şimdi de yine yanlış bir şeyle tarihi Göksü Deresi’ni yani insanların mesire yeri olarak tanım-lanılır yaşmaklı feraceli böyle ne bileyim özellikle gelmek istedikleri birçok aşk hikâyelerinin müziklerin şunların bunların doğduğu yeri ne-dense balıkçı barınağı olarak tespit etmişler. Şimdi görüyorsunuz Hisarlı olmayan birçok insanın teknesi kar-şıda. Dediğim gibi hayat çok değişti-riyor. Şimdi karşımız bizim şu anda gördüğünüz yer tarlaydı. Biz oradan giderdik, zerzevat alırdık. Tavuk-ları vardı, zerzevatlar vardı. Yine Marmara Üniversitesi geldi, orayı istimlâk etti ve orasını yaptı. Evve-la Marmara Üniversitesi yapılırken, orayı yaparken, duvar rıhtımı yapar-ken toprağı dereye attılar. Ondan sonra o dereyi temizlemediler o top-rağı. Orası sıkıştı, bir nevi kara par-çası oldu. Orada insanlar oturmaya başladılar, barakalar kuruldu. San-dalları bağladılar ve birçok biçimsiz insanların hani zamanla zamanın getirdiği kötü alışkanlıkların seme-relerini yaşamaya başladık. Mesela Hisarlı hiç olmayan şeyler, tinerci-

ler, bizim çocukluğumuzda böyle bir şey yoktu. Gençliğimizde de yoktu, oralarda tinerciler yontulmaya baş-ladılar. Akşamcılar, evi olmayan akşamcılar orada içmeye başladılar. Bütün lağımlar buraya bağlandığı için dere kokmaya başladı. Derede canlı bitti. Ne yengeç kaldı, ne yılan kaldı, ne balık kaldı. Hiçbir şey kal-madı, hepsi öldü. Pislik yuvası haline gelmişti. Eksik olmasın Büyükşehir belediye başkanı çeşitli uyarılardan sonra hakikaten büyük bir anlayış-la dereyi evvelki sene temizletti. Te-mizletti ama bu motorlardan hala kurtulamadık. İçlere doğru gitseniz büyük bir felaket üst üste üst üste... Zaten yeni mahalle köprüsüne kadar temizlendi dere. Ondan sonra sandal içeriye doğru gidemiyor. Tıkalı ama bu kanalizasyon akıntısını kısmen yani yüzde yetmiş kapattılar, ödedi-ler, önlediler. Bu sürede koku bitti derede. Şimdi biz rahatız ama eski derenin zarafeti, nezaketi kalmadı. Bu motorlar çok bozdu çünkü üst üste, üst üste bağlıyorlar. Dere dara-lıyor. O motorlar olduğu müddetçe buraları eski haline maatteessüf dö-

nemeyecek.”

Kıyı kıyı Kanlıca’ya gidilirdi, Bebek’e geçilirdi

“Saklambaç, koşmaca, yakar top, ortada sıçan, ip atlama, mayısta ateş yakıp üstünden zıp zıp hoplama, ağa-ca tırmanma, yemişçi, yemiş topla-ma, evcilik oynardık. Yani gençken, küçükken evcilik oynardık. Burası-nın çocukları biraz cazgırdı hepsi. Yani ben biraz lapacıyımdır çocuk-luğumdan beri. Şehzadebaşı’nda büyüdüğüm için buradaki çocuk-lar kadar ağaca mağaca çıkmasını beceremezdim ama buradakilerin hepsi ağaca çıkarlardı, koşarlardı. Atlarlar, hoplarlar, yüzerler. Her çocuk burada yüzmeyi öğrenir. Biz de bahçede salıncak sallanırdık top oynardık geceleri. Gece top oynama-yı çok severdim. Bahçede yakar top oynardık, ortada sıçan oynardık, ip atlardık. Ben gençliğimde çok iyi kürek çekerdim. Yüzme bilmem ama iyi kürek çekerim. Sandalla gezmeye çıkardık Küçüksu diye plaj vardı o zaman, Küçüksu Plajı. Küçüksu’ya giderdik, gezmeye Kanlıca’ya. Kıyı kıyı Kanlıca’ya gidilirdi, Bebek’e geçilirdi. Şimdi benim orta yaş za-manımda Bebek gazinosu vardı şim-di kapattılar o Bebek gazinosunu. Bizim çocuklarımız, benim oğlum ve yeğenim sandalla Hisar halkı da dâhil sandallara binerler, büyük sanatkârların konser verdiği gün o

Bebek gazinosunun önüne dizilir-ler, onları dinlerler, vakit geçerdi. Sonradan Rumeli Hisarı’nda tiyat-rolar başladı daha elit tabaka orala-ra gitmeye başladı. Ama daha halk tabakası gitmedi maddi olanakları imkân vermediği için gitmediler ama burada Rumeli Hisarı’nda tiyatrola-ra geçilirdi, gidilirdi mesela ben orda Hamlet’i seyretmiştim, hala unuta-mam onu seyrettiğim Hamlet’ti.”

“Bir bahçe sinemamız vardı, bütün halk yazın bahçe sinemasına gider-di. O büyük bir zevkti. Kim kimi görmek isterse, genç kızlar genç erkekler vardı, bahçe sinemasında birbirlerini görebilirdi, giderlerdi. Sonra orası büyük bir gazino oldu.”

Hisarlıların hiçbir yeri kalmadı

“Halk tabakası Küçüksu’ya çay içmeye, çayıra, sonradan Asaf’ın Gazinosu’na giderler otururlar, çay içerlerdi. Eğlenceler düğünler… Bazı sanatkârların gelip verdiği konser-ler Asaf’ın Gazinosunda olurdu. Sonradan Küçüksu iskelesi yapıldı. Küçüksu iskelesi yapıldıktan sonra, orada şimdi, şu anda saraylar* aldı onu. Çeşme vardı, o çeşmenin önüne birisi gazino yaptı orada otururduk. Ondan sonra, daha daha sonraları bir bahçe sinemamız vardı, bütün halk yazın bahçe sinemasına gider-di. O büyük bir zevkti. Kim kimi görmek isterse, genç kızlar genç erkekler vardı, bahçe sinemasında birbirlerini görebilirdi, giderlerdi. Sonra orası büyük bir gazino oldu. Şu anda öğretmenler evinin, o dipten

başlayan ve aşağı kadar giden yeri, çay bahçesi oldu şahsa ait. Öğret-menler evi okuldu, okulu kapattılar, öğretmenler evi yaptılar. Orayı da boşalttılar, onu da öğretmenler evi-ne dâhil ettiler orayı ve Hisarlıların şu anda kendi başlarına gidip otu-racakları hiçbir yerleri kalmadı. Her yer kapandı. Deniz kenarı, parasız hiçbir yere gidip oturma, imkânları kalmadı. Sarayın arkasına giderlerdi daha çok gençler. Bira filan içmek isteyenler arzu edenler oralara gi-derlerdi. Orası biraz daha tenhaydı. Şimdi orayı da saraylar aldı. Orası da kapandı. Kapattılar şimdi. Hisar-lıların çıkıp gidip oturup da, hani bir örtü yayayım, çayımızı alalım peyni-rimizi alalım da şey yapalım diye yeri kalmadı. Marmara Üniversitesi çayı-ra sahip oldu. Sonra bu köprü yapı-lırken, çayıra ayaklar monte edildi, bütün ağaçları kesildi. Ondan sonra bir hamle yapıldı, dernek ağaç dikti fakat maatteessüf hala çayırın mü-cadelesini veriyoruz. Geçerken gör-müşsünüzdür moloz yığınları var, pislikler var. O tarihi Küçüksu çayırı maatteessüf mahvoldu, bitti. Hala kendini toparlayamıyor. Nedense buraya karşı bir antipati mi var be-lediyelerde bilmiyorum bundan evvel ısrarla otobüs duraklarının devre dışı durumda bütün otobüs durakları burada duracak dinlenecek diye bir şey yaptılar. Dernek mücadele etti, kaldırdı onu. Yani biz artık Hisar’ı kurtarmak güzelleştirmek, eski ha-line döndürmek istiyoruz. Çünkü çok tahribata uğradı, çok hırpalan-dı. Bizim kendimize ait bütün özel-liklerimizi bozdular. Onları yeniden kazanmak için mücadele içindeler, inşallah kazanılır.”

*TBMM Genel sekreterliği Milli Sa-raylar Dairesi’ni kastediyor.

Beykoz KunduraFabrikası1810 yılında tabakhane olarak kurulan Beykoz Kundura Fabri-kası İstanbul'un en eski fabrika-larından biridir. Kuruluşundan bu yana Osmanlı ve Türk ordusuna ayakkabı ve deri tedariği sağla-mıştır. Osmanlı İmaratorluğu dö-nemine Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna ve birçok tarihi olaya şahitlik yapan fabrika 1933 yılın-da Sümerbank'a devredilmiştir. Üretimin durduğu 1999 yılına kadar, Beykoz’da birçok ailenin geçim kapısı olmuş, belirli bir ya-şın üzerindeki milyonlarca insana ayakkabılarını giydirmiş olan fab-rika, bugün dizi ve filmlerde me-kan olarak kullanılmaktadır.

Page 12: STY - Beykoz Gazetesi

78 yıldır Hisarlı olan Ferda Ka-zancıbaşı, hem unutulmaya terk edilmiş değerlerin gelecek kuşakla-ra aktarılmasının önemini bizlerle paylaşırken hem de eski Hisar’ın güzellikleri anlatmakla bitireme-di…

Boğaz çocuğuyuz diye spor subayı yaptılar

“1932 doğumluyum. Dört kuşak buralıyız, Anadolu Hisarlıyız. Kö-kenimiz Trabzon, Of. Ama bende yörenin şivesi kalmamıştır, tipi kal-mamıştır ama kimliği, karakteri ve huyu aynen devam eder, gurur du-yuyorum bundan. Benim Trabzon Of’tan gelen büyük dedem Hacı Sü-leyman Efendi’nin 2 tane oğlu var. Bunlardan bir tanesi Ata Efendi, Beyrut Liman Reisi. Öbürü Hüsnü Efendi, bahriyeli mülazım. Büyük dedem vefat ediyor. Ondan sonra Osmanlı donanması lav oluyor o dönemler ve ne kadar bahriyeli var-sa şark cephesine savaşa götürülü-yor ve benim dedem Hüsnü Efendi de Suriye cephesinde şehit oluyor. Babam ve halam yetim kalıyorlar, kimseleri yok. Yani Trabzon’dan gelmişler buraya babam ve halam burada doğmuş. O yüzden bizde akraba-i talukat yok. Öbür taraf da vefat etmiş, Ata Efendi. E onla-rın tarafları da vefat etti kimse kal-madı. Bir tek kızları vardı benimle akran. Oradan bize bir damat gel-di, o da vefat etti. Yani ailede bir tek ben kaldım.”

“Annem öğretmendir. Çok sert ve disiplinlidir. Babam tütün fabri-kası müdürlüğü yapmıştır, devlet memurudur. İkisi de otoriter insan-lardır, çok dayaklarını yedim. Sof-ra adabı dayağı, komşudan şikâyet gelmesin dayağı… Şimdi diyorum ki, keşke gene sağ olsalardı gene dövselerdi. Gençliğimde annem ve babam ‘evladım şunu yapma bunu yapma’ demediler ama gösterdiler. Göstermediklerini de önsezilerimle tamamladım. Mesela bu semtte hiç kimsenin dedikodusunda olmadım. İçki, sigara, kumar gibi kötü alış-kanlıklardan ben bilerek uzak dur-dum.”

“Askerliğimi subay olarak yaptım, lise mezunuydum, Boğaz çocuğu-yuz diye spor subayı yaptılar. Hep şampiyonluk kupaları kazanırdım. Askerden sonra rahmetli annem babam beni Merkez Bankası’na memur olarak verdiler. Tam on sekiz buçuk yıl çalıştım. Orada amirlerin bize şahsiyet olarak de-ğil de eşya gözüyle bakmış olma-

larına ben tepki gösterdim. Onlara kızdım, gittim hukuka yazıldım. ‘Sizlerden hiçbir zaman terfi bek-lemiyorum benim terfimi üniver-sitede profesörler verecek’ dedim. Onlara kızdım sınıf geçtim onlara kızdım mezun oldum. Mezun olur olmazda hemen istifa ettim baroya başvurdum. Bundan bir hafta ev-vel İstanbul Barosu’nun bir töreni oldu. Beyazıt Fen Fakültesi’nde, 35 yıllık avukatlara plaketler verildi. Ben avukatlık mesleğimin 35 yılını tamamladım hala da devam ediyo-rum. Marmara Üniversitesi öğretim görevliliğime devam ediyorum.”

Küçüksu alabildiğine mesire yeriy-di

“Çocukken oturduğum yer, şimdi bu karakol var ya karakolun ora-dan giderken sağ tarafta yukarda yamaçtaki evlerde ve sol tarafta akademinin bölümleri var ya orası şeydi, Bahçıvan Sabahat Hanım ile Hüseyin Efendi’nin bostanıydı. Biz bostanlara doğru bakıyorduk, son-radan burası bize aitti arsa şeklin-deydi. Asıl büyük dedeme kalan ev yukarda, babam da buranın teme-lini çıktı orayı satarak. Ben 1954 yılında 53-54 yılında yedek subaya gittim. Yedek subaya gittiğim za-man bu ev kaba inşaat halindeydi. Demek ki 1954 yılından bu yana 32’den 54’e orda, 54’ten itibaren de burada oturuyorum.”

“İlk defa Küçüksu’ya top oynama-ya annem babam tek başıma çık-mama izin vermişti. Gittim orda bir grup var. Belki baltayı taşa vu-rabilirim kusura bakmayın oradaki grupta bir kişi eksikti beni aldılar. Ama hepsi varlıklı aile ben memur ailesiyim, mütevazı bütçeli memur ailesiyim. E, iddialı insanlar da de-ğillerdir yani, beni aralarına aldılar ama hepsi zengin aile çocuğu ve tepeden bakıyorlar, ben şimdi çok rahatsız oldum onlardan. Dedim ki ertesi günü gidip öbür tarafta oy-nayanların arasına gireyim ve ben öbür tarafta oynayanların arasına girdim. Onlar da işçi çocukları, memur çocukları, işte esnaf filan orta halli halk çocuklarıydı ve ben onlarla mutlu oldum, onlarla büyü-düm burada birlikte. Tabi çoğunu kaybettik.”

“Küçüksu alabildiğine mesire yeriy-di. Kaç genç, en azından 300- 400 genci rahatlıkla barındırabilirdi çimenlikler içerisinde. Ayakkabıla-rımızı çıkartır, çimenlerin üzerine yalınayak top oynardık. Orada bir grup, öbür tarafta bir grup, öbür tarafta bir grup ve bu sayede o ka-dar insan o kadar genç kötü alış-kanlıkların tuzaklarından uzaklaşı-yordu ki…”

“Mayolarımızın fer-muarlı ceplerine bozuk paralar koyar karşı ta-rafta yerdik içerdik. El-biselerimizi de Küçüksu Plajı’nın kabinlerinde bırakırdık. Akşamüzeri de oradan atlar buraya yüzerek geri gelirdik.”

Zeki Müren de dönerdi ve denize selam verirdi

“Ee neler yaptın derseniz bol bol spor yaptım. Atletizmden, judo-sundan, güreşine, futboluna… Li-sansiyer olarak buradan karşıdan karşıya geçiş 17 dakika. Buradan gruplar halinde geçerdik. Mayola-

rımızın fermuarlı ceplerine bozuk paralar koyar karşı tarafta yerdik içerdik. Elbiselerimizi de Küçüksu Plajı’nın kabinlerinde bırakırdık. Akşamüzeri de oradan atlar buraya yüzerek geri gelirdik. Yani Boğaz bizim için yüzme havuzu gibiydi.” “Buranın çay bahçesi tam bir eği-tim-öğretim yeriydi. Büyüklerimiz-den çok şey öğrendik. Çok da eğ-lendik. Gözlerimizden yaşlar gelene kadar gülerdik. Boğazın iki yakası kahkahalarımızla çınlardı, yankı-lanırdı. İnanamazsınız gülmekten yanak adalelerimize kramp girer-di. Geceleri denizin ortasında san-dal devirirdik. Sandalın devrildiği taraf kazanırdı, havalanan taraf kaybederdi. Ertesi gün kaybedenler kazananları sırtına alır plajda iki tur atardı. Plaj halkı da bilirdi ve alkışlardı.”

“Gençliğimizde Bebek Belediye bahçesinde, Bebek vapur iskele-sinin olduğu yerde Zeki Müren konser verirdi. Bütün aileler san-dallarına biner, zeytinyağlı yaprak dolmaları, salatalar, kır köfteleri de yapılırdı tabi biz gençlerde öyle bir şey yok, peynir domates ekmek… Zeki Müren konserine başlar, bü-tün sandallar denizi kaplamış. Öyle bir durumdu ki, içerde 300 kişi var denizde 1000 kişiden alkış geliyor. Zeki Müren de dönerdi ve denize selam verirdi. Bizden gelen şarkı isteklerini kabul ederdi. Sonrasın-da konsere 15 dakika ara verilince herkes kızlı erkekli denize girilir, denizden çıkılır, örtüler tutulur kı-yafetler değiştirilir ve yemeğe otu-rulurken Zeki Müren programının ikinci yarısına başlardı.”

Saraydan gül aşırmanın tadı baş-kaydı

“Eskiden ulaşım araçları bu kadar gelişmiş değildi. Mesela o zaman-ki ulaşım araçlarına göre buradan Üsküdar’a gidebilmek oldukça zah-metliydi. Hatta bir hafta evvelden herkes Üsküdar’a gidiyorum diye hazırlık yapardı. Bizim Hisar mer-keze ulaşmak biraz zor bir şeydi. Hele çocukluğumda böyle motorlu araçlar yerine faytonlar vardı. Bir gün aile dostumuz Kuleli Askeri Lisesi’nin komutanı Bedri Paşa, bizi Hidiv Kasrı’na davet etmişti. Bize makam aracı yolladılar, makam arabası da fayton yani atlı araba. “Küçüksu Kasrı’yla ilgili bir hikâyemi anlatayım size. Bir yere giderken mutlaka bisikletime bah-çemden koparıp gül falan koyar-dım, farın olduğu yere, hava olsun diye. Gül benim bahçemde çok ama saraydan gül aşırmanın tadı başkaydı. Saray bekçisin de otur-muş orda bağdaş kurmuş çimenle-rin üzerinde kuran okuyor. Ben de parmaklıkların öbür tarafındayım kuranı yarım bırakamayacağını bi-liyorum tabi. Parmaklıkların öbür tarafındayım, acaba ben bu par-maklıkları kaç hamlede geçer kaç

hamlede gülü alır gene dışarı çıka-rım hesabını yapıyorum. O dönem-lerde iki hamlede parmaklığı aşıp parmaklarımın üzerine yumuşak bir iniş yaptığımda bekçi kuran se-sini yükseltiyor. Güle yaklaştıkça sesini biraz daha yükseltiyor, daha da yükseltiyor ama takan kim. Oradan gülü kopartıp eski yerime gelirdim. Ama saray şuanda eskisi gibi bir aile yeri değil. Nüfus çoğal-dı. Nüfus çoğalınca kimin ne oldu-ğu kimin ne olmadığı bir toplum haline dönüştük. O zaman da katı disiplinler getirdiler saraya. Benim vaktiyle sarayın içinde çektiğim fo-toğraflar vardı. Bir takım meşhur ressamların tablolarını falan da gö-rüntüledim vaktiyle. Şimdi, içeriye resim çekmek falan… Yani iş bu semtin şeysinden çıktı.”

Bütün Rumlar gelirler, laterna ça-larlardı

“Sarayın karşısında minaresi yı-kık bir cami vardı. Camiden de spor kulübü yararlanıyor. Bir de Nahiye Müdürlüğü. Yani Hisar Karakolu oldu. Hiç unutmam camide siyah bir perde, perdenin bir tarafında polis zabıt tutuyor daktilonun tuş sesleri duyulur, öbür tarafında da pinpon oyna-yan çocukların raket sesleri… Cami öyle bir camiydi işte, on-dan sonra 1960 yılında askeri müdahale oldu. Askeri müda-haleyi biz burada bayram hava-sıyla karşılamıştık. 60’dan evvel 1959 yılında sarayın karşısında-ki cami Celal Bayar tarafından yıktırıldı.”

“Sarayla iç içe ama sarayın dışında bir dut ağacı vardı. Dut ağacından çimenlerin üstüne dutlar düşerdi biz de onları yerdik. Mehtaplı yaz gecelerinde aileler kilimleriyle sec-cadeleriyle semaverleriyle gelirler, gecenin sükûnetinde ayaklarını de-reye sallarlardı. Gündüzleri derede karidesler çıkardı.”

“Burada Ayazma diye bir yer vardı. 1956 yıllarıydı galiba o zamanlar burada bir hareket oldu İstanbul’da fakat ne kadar Ermeni, Rum, Ya-hudi filan varsa onların mal ve can-larına karşı yasadışı bazı hareketler oldu. Kışkırtma ile oldu. Ama bu kışkırtma kontrolden çıkınca kış-kırtanlarda kışkırttıklarına pişman oldular. Bu döneme kadar Rumlar buraya eylül ekim aylarında ziyare-te gelirlerdi, Ayazma’ya. 6-7 Eylül olaylarından sonra artık ayaklarını kestiler. Bütün Rumlar gelirler la-terna çalarlardı. Laterna nedir bili-yor musunuz? Şöyle bir kutu insan boyunda, şurada da söyle bir kol, o kolu çevirdikçe müzik çıkıyor. Onlar da sofralarını kurmuşlar şar-kılar, türküler, oyunlar… Belki ya-dırgayabilirsiniz annem ve babam düşman işgali zulmünü yaşamış ve İstiklal Savaşı’nı görmüş insanlar.

Ben onlardan işittiğime Ermeni, Rum, Yahudilere karşı o dönemler biraz aşırı hareket ediyordum. İba-det yerine benim saygılı olma kav-ramı bende ileriki yaşlarda oluştu. Fakat o dönemler tepsi içinde çi-çeklerle ‘buik piyases, buik piya-ses’ derlerdi yani ‘bayramınız kutlu olsun’. Millet oradan bir sap çiçek alıyor para atıyor. Ben de paraya ihtiyacımızdan falan değil, Aykut diye ufak bir çocuk vardı dedim ona tepsinin altına bir kafa at pa-ralar yere düşsün diye. Biz paraları toplardık. Sonra sıradan musluklar vardı o musluklarda Rumlar elleri-ni yüzlerini yıkarlardı. Ben en baş musluğa gider parmağımı bastırır-dım, su hepsinin üstüne giderdi. Ondan sonra orda beklenir böyle lostra salonunda gibi, sırası gelen Meryem Ana’nın ikona duasını ya-pıp, öpüp para koyardı. Bizim sı-ramız geldiği zaman parayı da alıp giderdik. Vallahi billahi paraya te-nezzülden değil, yani bir tepkiydi. Oranın papazı hadi evladım gidin sonra babana söylerim derdi, zaten tanırdı da babamı.”

Onun cebine harçlığını ben koyu-yorum

“Mesela bir anne oğlunu bulmak istiyor, dışarıda bisikletli bir genci gördü. ‘Evladım benim falancayı gördün mü?’ ‘Teyze filanca yerde basket oynuyor.’ ‘Hadi evladım git, eve misafir geldi, hemen eve gelsin’ de emi. Hemen haberleşme giderdi. Cep telefonları yok ama haberleş-me giderdi. Küçük yer tabi, denize düş ıslak elbiseyle eve koşuyor ol denize düştüğün haberi senden ev-vel eve gider. Yani herkes birbirine bağlıdır burada.”

“Buranın halkı 7’den 70’e kendi kadınına kızına hiçbir zaman laf söyletmez ve gece yarıları dahi ka-dını kızı rahatlıkla burada elini ko-lunu sallayarak dolaşır. Bakış açısı abla, teyze, bacıdır. Kız-erkek iliş-kilerinde de herkesin gözü önünde bir araya gelinmez, dedikodu çık-masın diye dikkat edilirdi. Kendi anımı anlatayım size. Rahmetli ha-lam Emirgan’da Balta Limanı’nda Habib Bey Yalısı’nda gelin vaziyet-te. Ben de bazen halama gidip geli-rim, onun da bir tanıdığının Hanife isimli bir kızı var. Bal rengi gözle-ri olan güzel bir kız. Bir gün san-daldan çıktı buyur ettim, diğer kız arkadaşlarıyla masaya oturdu. Va-pur iskeleye yanaşınca bir baktım annem. Ben annemi görür görmez hemen gazinonun bardaklarının yıkandığı kulübeden içeri kaçtım. Bir yandan da penceresinden bakı-yorum. Bir baktım annem kızların masasına gitmiyor mu? Onlara bir şeyler söyledi ve kızlar kalkıp git-tiler. Akşama anneme kızlara ne söylediğini sordum, ‘onun cebine harçlığını ben koyuyorum’ demiş. Ne kadar ağır aslında değil mi, yani çok büyük bir baskı vardı üzerimiz-de.”

“Buradan Bebek belediye bahçesi-ne geliyoruz, Zeki Müren’in kon-serini izlemeye bizim sandalda 6 tane genciz. Sandalın demiri gitti durmuyor, demir zayıf geliyor. Bü-yük bir tekne vardı o tekneye biz rica ettik sizin tekneye yandan kü-peşteden bağlayabilir miyiz diye. Onunda 5-6 tane kız çocukları var. Onlar bize evlat gözüyle baktılar ve güven duydular bağlayın dediler ve inanır mısınız bir tek erkek ar-kadaşımız oradaki kızlara gözünün ucunla baksın, bakmadılar.”

“Boğaz bizim için yüzme havuzu gibiydi” E. Gökçe Tandoğan (22)Tuğçe Demir (16)Ezgi Özgürbüz (16)

Röportaj

Ferda KAZANCiBAŞi / Avukat

Beykoz

12

Page 13: STY - Beykoz Gazetesi

01

Beykoz

‘…Körfezde kopan kahkahalar Göksu’da çağlar…’

“Hani unutulmaya terk edilmiş değerlerimizin gelecek kuşaklara derlenip düzenlenmeleri yönünden biraz önce de bahsetmiştim. Bun-lardan bir tanesi de Küçüksu’da Darül Talim musikisidir. Darül Talim musikisi bir kültürdür. Os-manlı dönemiyle Cumhuriyet döne-mi arasında ki bir geçiş dönemidir. Bunun dışında, kültür olarak bura-da sahne açılır toplu sünnet düğün-leri için. Kültürel konuda ben size bir şey söylemek istiyorum. Burada Küçüksu’yu kurtuluşu için halk eri-şimine geri kazandırılması yolunda ben bir Göksu gecesi düzenledim. Düzenlediğim Göksu gecesine o zamanların Büyük Şehir Belediye Başkanı Profesör Doktor Nurettin Sözen’i davet ettim. Erkânı ile bir-likte geldi. İki tane söz verdi. Biri dedi ikinci boğaz köprüsü şantiye montaj alanı olarak buradaki be-ton kalıntıları utanç duvarlarıdır, bunları kaldıracağım. İkincisi pro-jeye kavuşturacağım dedi ve ikisini de yerine getirdi. Göksu gecesine Arif Sami Toker’i davet ettim. Der-neğimizin üyesi oldu. Ondan sonra o esnada da biz Arif Sami Toker’le öğretmen evinde bir konuşmaya aldılar TRT’de radyo olarak can-lı yayın olarak. Çok da güzel bir

bestesi vardır, ‘…Körfezde kopan kahkahalar Göksu’da çağlar…’ (…) Bunlar önemli çünkü sizden sonraki kuşaklara da bu kültürün aktarılmasını bir görev olarak bili-yorum.”

“Yazlık sinemamız var-dı. Hatta halk o kadar eğlencesine düşkündür ki yemeğini satar para-sıyla da sinemaya gider diye bir menkıbesi var-dır buranın.”

İlk golü Marmara Üniversitesi’nden yedik

“Yazlık sinemamız vardı. Hatta halk o kadar eğlencesine düşkün-dür ki yemeğini satar parasıyla da sinemaya gider diye bir menkıbesi vardır buranın.”

“Akşamları sahilde küçük bir çeş-me var biliyorsunuzdur. Şakir’in Gazinosu’ydu orası. Bazen bizler tertemiz giyinirdik babalarımızı va-purdan karşılamaya giderdik. Ki-mimizin elinde susamlar öbürünün elinde balon böyle güzel renkli bir görünüş babaların ellerinden pa-ketleri alır gazinoya gidilir oturulur çay falan içilir dinlenirdi. Bazen de annem akşam yemekte buradayız

derdi babamın da hoşuna giderdi. Sahilde sofralar kurulurdu. Herkes birbirini tanırdı hatta birbirimizi sesimizden tanırdık. O kadar güven vardı ki, art niyetli insanların bu topluluğa sızması, barınması müm-kün olamazdı. Bir yabancı geldiği zaman, ne arıyorsun burada de-nirdi. Yabancı barınamazdı. Şimdi şimdi nüfus çoğaldı fakat hala daha suç işleme oranı çok düşüktür bu-rada. Giderek herkesin herkesi ta-nıdığı bir toplum yapısı yerine, hiç kimsenin hiç kimseyi tanımadığı

herkesin birbirine kuşkuyla baktığı bir toplum yapısı doğuyor ve çö-zülmüş bir toplum oluyor. Araya rahatlıkla art niyetli insanların sız-ması mümkün oluyor ve suç işleme oranı da yükseliyor.”

“Şimdi hangi Hisarlıya sorarsanız sorun, benim yaşımdakilere tabi, rüyalar kadar güzel günler yaşamış ve o güzel günlerin tanığı olan insan-lardır. Şimdiki durumda çok şeyler kaybettiğimizi size ifade ederler. İlk golü Marmara Üniversitesi’nden

yedik. Burada bostanlarımız kalk-tı. Madam ve Koço’nun bostanları şuanda Marmara Üniversitesi’nin olduğu yerdeydi. Rahmetli annem de beni zerzevat aldırmaya yollardı bostana. Diğer kadınlar kendileri domateslerini, ayşekadın fasulye-lerini tarlaya girer kırarlardı. Ben çocuk olduğum için sıra bekletir-lerdi ben de kelebek kovalardım o dönemler. Öyle güzel bir yer. Ama ondan sonra burayı politik neden-lerle Süleyman Demirel zamanın-da ve onun tarafından burayı spor akademisi adı altında öğrencileri kendi istedikleri politika doğrultu-sunda yönlendirmek planıyla yapıl-dı burası. Şimdi politik bir yer dı-şına çıktı ama böyle güzel turistik yerin bağrında hançer gibi oldu. Ondan sonraki ikinci gölü ise ikin-ci boğaz köprüsü şantiye montaj alanı olarak yedik. Üçüncüsü Gök-su evleri yapıldı. Baykuş kafesi gibi duruyor orada. Semtin bütün yerli-leri ızdırapla bakıyoruz oraya. Bil-lur gibi tertemiz Göksu deresi, Kü-çüksu dereleri falan kanalizasyona dönüştü. Yeni yeni arıtma mücade-lelerine girişildi. Yani herkes gerek doğal yapıdaki tahribattan dolayı, gerekse de o güzelim sosyal yapıda-ki birbirine bağlı olan o topluluğun mutluluğunu kaybetmiş olmanın üzüntüsünü duyuyor.”

1948 doğumlu Meryem Uzu-ner, Ordu, Mesudiye’den gele-rek, 1963’te Paşabahçe, Beykoz’a yerleşmiş ve o günden beri de Beykoz’da yaşamaktadır. Meryem Uzuner, anılarını ve Beykoz’un ge-çirdiği dönüşümü bizlerle paylaştı.

Buralarda hiç ev yoktu

“Biz Ordu Mesudiye Arıcılar kö-yünden buraya geldik. Memleketi-miz kenar yerdi, memleketimizde fazla gelir, ekip biçme şeyi yoktu onun için buraya göç ettik geldik. Beyim tekelde çalışıyordu, tekel iş-çisiydi. Geldik işte yerleştik bura-lara, az çok geçinmeye çalıştık, ço-cuklarımız oldu onları büyüttük. Yer yurt tuttuk, ev yaptık. Oku-yan okudu, okumayan iş sahibi oldu çalıştı. Burası, biz gelince bir köy yeriydi. Buralar hep dağlıktı, hiç ev yoktu. Bizim evin oralar hep dağdı, hiç ev yoktu akşam olunca çakallar uluyordu, korkuyorduk, kapıya çıkamıyorduk. Evimiz ge-cekonduydu, korkuyorduk dışarı

çıkmaya. Yollar patika yollardı, çamur dağlık fundalık yerlerdi kö-tüydü ama şimdi çok güzel oldu. Yollar kuruldu evlerimizi yaptık, yolumuz geldi Allah’a şükür şim-diden sonra daha güzel olur. Bele-diyeler çalışıyorlar. Böyle geçinip gidiyoruz.”

“Biz memlekette evlendik, buraya geldik, bir kat yatak, bir yorgan, bir döşek, bir yastık. Yani baba evinden gelene verilen buydu ön-ceden. Bir sofrada bakır, yani sof-rayı hazırladın mıydı herkese birer tabak, başka bir şey yoktu. Geldik buraya yemeye yok, giymeye yok, bir şey yok. Yirmi beş kuruş aylı-ğı var beyimin. Evlendik buraya geldik 63’te. Yirmi beş kuruş, evet yirmi beş kuruş aylıkla geçindik. Şimdi bir milyar olsa da geçine-miyorsun, o zaman öyleydi ida-re ediyordun. Şimdiki gibi giyme alma neredeydi, birisini alsan biri kalıyordu alamıyordun ki. (…)Hiç kimse yoktu burada, akrabamız, beyim buradaydı. Ben bekârdım. Memlekete izne gelmişti. Tanıştık orda konuştuk anlaştık. Düğün et-tiler orda, annelerimiz babalarımız bize. Evlendik, geldik buraya işte. Yuva kurduk, daha kurmaya da çalışıyoruz, çalışacağız da.”

Bütün fabrikalar kapandı

“Tekel fabrikası buradaydı, Paşa-bahçe’deydi, beyim orada çalışı-yordu. Mecbur buraya yerleştik, başka tarafa yerleşmedik. Ekmek teknesi nerdeyse oraya… (…) Şimdi, bütün buradaki fabrika-lar kapandı. Cam fabrikası, deri kundura, Tekel de kapandı, bu-rası şimdi oldu yeşil alan… Önce-ki işçilik şimdikinden güzeldi, az maaş alıyorduk ama şimdikinden güzeldi. Şimdikinden az maaş alı-yorduk ama güzel geçiniyorduk. Böyle sıkıntı yoktu her şey boldu, gene şimdikine bakarsak. Önceden daha iyiydi insanlar, birbirine gel-mek gitmek komşu olmak… Ama şimdi kapıyı açıyorsun, birisiyle konuşamıyorsun bile.”

“Beykoz’a geldiğimde yabancılık çektim ilk başlarda; başka memle-ketten geldin, kimseyi tanımıyor-sun, bilmiyorsun. Mecbur yaban-cılık çekiyorsun. Ben evlendiğimde on altı yaşındaydım. Buraya gel-dim. Burada kimin yok kimsen yok. Sabahleyin beyim kalkıyor gidiyor işe. Sabah yedide işe gidi-yor, yedi buçukta iş başı ediyorlar, akşam olunca sekizde eve geliyor. Ben çalışmadım, benim beyim ça-lışıyordu beni çalıştırmadı. Evde günler yapıyorduk, toplanıyorduk on beş yirmi arkadaş bir oluyor-duk. On beş günden on beş güne, bizim maaşımızı (eşininkini kaste-diyor) on beşinden on beşine veri-yorlardı Tekel’de, ona göre yapı-yorduk kafamıza göre bir şeyler.”

“Burada çiftçi yoktu. Ama eşek-lerle su çekiyorlardı. Suculuk ya-pıyorlardı önceden böyle su yoktu. Paşabahçe’den getiriyorduk suyu omzumuzla. Burada su mu yok-tu, çeşme su mu hiçbir şey yoktu. İnşaatçılar vardı, çalışan kayınla-rım vardı; kayınlarımın çocukları vardı yanımda. Onların üzerlerini çeşme suyuyla yıkıyordum hep, hiç su yoktu.”

“Karagözsırtı Camisi var bu yan-da, o caminin bu yanında kira-cıydık. Orada on iki sene kirada durduk, on iki sene sonra beyimin arkadaşı vardı; Tekel’de çalışıyor-lardı beraber sandık hanede, ora-dan işte, onlar işçi evlerine yazıl-mıştı. Bu evi aldığımızda, o oraya gitti bize de dediler, siz buraya kiracı gelin hem evime bakarsınız hem durursunuz dediler. Allah razı olsun ucuz fiyata da kiraya verdi bize, biz de durduk burada on iki sene kirada durduk. Ondan sonra burayı aldık, gecekonduydu yani, yıktık yaptık sona kendimiz.”

“Beykoz’a yürüyerek gidip geli-yorduk, böyle çok arabalar mara-balar yoktu şimdiki gibi dolmuş-lar. Beykoz’a gidiyorduk bazen merkez camisine, Ramazan’da

vaaz dinlemeye, mübarek merhum Hacı Osman Efendi işitmişsinizdir, o geliyordu onun vaazına gidiyor-duk yürüyerek gidip geliyorduk Beykoz’a. Beykoz’un yolu şimdiki gibi değildi önceden ufacık tek gi-diş-geliş… Dolmuş, taksiler, ara-balar neredeydi, arabayı kim gö-rüyordu ama şimdi herkesin özel arabası var kapısında.”

“Paşabahçe’ye pazar kuruluyordu. Pazarte-si perşembe, haftanın iki günü pazar kurulu-yordu, gidip pazarımızı oradan görüp, yürüye-rek geliyorduk, çantala-rı bağlıyorduk, iki çan-ta omzumda, iki tane de ellerimde yokuşlardan yukarı geliyorduk. Pati-ka yollar… Şimdiki gibi yollar yoktu.”

“Önceden cenaze oldu mu, mese-la bizim evimizde cenaze varsa bir hafta bizde yemek pişmez, kom-şular getirirdi. Önceden birbirine gidip gelinirdi, çocuklar komşuna

bakmak… Ama şimdi komşuya varıp oturamıyorsun bile. Önce-den bayramlar da çok güzel ge-çiyordu. Salıncaklar kuruyorduk böyle ağaçlara. Tahta salıncaklar urganlarla… Biniyorduk, sallanı-yorduk, türkü çağırıyorduk, oyun oynuyorduk, tef çalıyorduk neler yapıyorduk. Şimdikinden daha güzeldi. Önceki bayramlar çok güzeldi. Bayram geldi diye çocuk-ların eline kına yakıyorduk, genç kızların ellerine kendi ellerimize. Bayram sevinci vardı. Ama şimdi, bayrammış hiç fark etmiyor.”

Çoğumuz aynı memleketliyiz

“Bizim mahallemizde çatışma gör-medim burada ben yani. Hep Me-sudiyeli idi burası, alttan yukarı, çoğu başka yerlerden de var ama öyle kavgamız dövüşümüz olmadı. Hiçbir şey görmedik de duymadık da, Allah’a şükür komşularımızla çok iyi geçiniyoruz. (…) Mahalle-mizden memnunuz çok alıştık artık mahallemize. Herkes birbirini ta-nıyor. Yabancı yok, mahallemizin içinde hep tanıdık insanlar, çoğu-muz da aynı memleketliyiz, yaban-cı olan yok fazla. Herkes birbirini tanıyor. Yabancı bir yerde olsak bu kadar serbest olamazdık.”

Dicle Koylan (21)Gizem Eğricesu (17)Kübra Uzuner (17)Ceyda Özge Aycibin (16)Erdem Emir (16)

Röportaj “Tekel Fabrikası buradaydı, Paşabahçe’deydi”

Meryem UZUNER / Ev Hanımı

13

Page 14: STY - Beykoz Gazetesi

0114

Beykoz

Dursun Tunç 1941 Giresun do-ğumlu, Beykoz’daki ayakkabı fabrikasından emekli bir işçi. 55 senedir Tokatköy’de yaşıyor. Ken-disi ile Beykoz üzerine keyifli bir sohbet yaptık.

1955 sonbaharında kalktık geldik buraya

“Babam, rahmetli buraya çalışma-ya geldi 1954’te. Çalışmaya gel-diği zaman birisinden bir alacağı vardı. O alacağını almak için gel-di, burada yaşayan bizim hemşeri-lerden. Zaten öyledir bir yere bir hemşerinin birisi yerleşmişse her-kesi oraya çekmeye çalışır, gelen-leri. Nitekim öyle de olmuş. Bura-nın yüzde altmışı Kargılıdır. Ama şimdi karmakarışık. Şimdi her taraftan. Diyorlar ya kozmopolit. Her taraftan var. Ama genelde bu-rada, bizim hemşerilerimiz çoktur. Köyde koyun olur, keçi olur, inek olur. Onlarla zaten geçinemezsin. Mecburen onları da sattık, sonba-harda 55’te. Kalktık geldik bura-ya. Son durağın üstüne çıtadan bir ev yapmışlar, içersine taş doldur-muşlar ondan sonra da çamurla sıvamışlar. Eskiden böyle evi ner-den buluyorsun. O zaman çıtadan yapılmış evler. 1960’a kadar o çıta evde oturduk. Tahtakurusu yüzün-den başka bir ev yaptık. 1960’ın üçüncü ayında hanımla evlendik. Ondan sonra buraya indik. Bura-yı da almıştık. Hem orda yerimiz vardı hem de burada.”

“Buraya geldiğimizde babam ça-lışıyordu. Biz de dağdan odun ge-tiriyorduk. Öyle traktörle araba-larla kömür de gelmiyordu. Odun satıyorduk. İşte burada bahçe var-dı, genişti. Bu bahçe bir buçuk dö-nümdü. 1515 metrekare. Fasulye, salatalık yetiştiriyorduk. 100-150 kilo fasulye topladığımız oluyor-du. Burayı dörde böldük. Zaten yarısı dereye gitti. Pazaryeri bu ça-yırda değildi. Mahalle arasınday-dı. Biz burada bir seferinde fabri-kaya fasulye götürdük fabrikanın şefine. O aşçıyla konuşmuş. O da Sinopluydu. Hayri Bey demiş, ‘ben de fasulye var.’ Getir demiş o da. Şimdi küfeler kalktı. 2 küfe, bir de çuval yükledim eşeğe götür-düm. Kantara koydular. Bir tart-tılar 150 kilo fasulye. Hep öyley-di buralar. Sebze meyve her taraf bahçeydi. Sular yetmiyordu. Her-kes bahçesine kuyu kazdı. Ondan sonra zaten askere gittim geldim, sonra da artık fabrikaya girdim. Dışarıda her zaman çalışamazdım. Bak şimdi dışarıda iş yok. Adamın bir emeklisi varsa 3-5 kuruş onun-la geçinecek.”

“1961’de askere gittim. Askerden geldikten 1,5 ay sonra ben fabri-kaya girdim. Kundura fabrikasına. Fabrikada bir fiil 24,5 sene çalış-tım. 1988’de de fabrikadan emekli oldum. Ben emekli olduktan sonra işte piyasada sağda solda biraz ça-lıştım, atölyelerde. O zaman şim-diki gibi değildi ki. Şimdi maaş normalde bir, bir buçuk ayda geli-yor. Hele hele bir adamını bulursa daha da önce. Ama o zamanlar be-nim maaşım 9 ayda bir gelirdi. O zaman benim iki tane oğlum vardı. Emekli olduktan sonra ilk aldığı-

mız emekli ikramiyesiyle onların ikisini evlendirdik. Ondan sonra maaş da geç gelince bu sefer böyle sıkıntı yaşadık. Sonra o piyasada çalıştım bir kaç sene.”

Üsküdar’dan Beykoz’a kadar 35 Kuruş

“Benim ilk geldiğim gün, önce Üsküdar’a geldik. Orada bizim eş-yalarımız. Şimdiki gibi böyle lüks otobüsler nerde? O zaman şu bu-runlu otobüsler vardı. 20-25 yaşın-da bir otobüs. O zaman 24 saatte bir Anadolu’dan buraya bir araba gelirdi. Şimdi bizim Kargılı’dan buraya 4-5 saatte bir otobüs ge-liyor. Otobüstekilerin çoğunun eşyasını da başka bir kamyona koydular. Fazla bir şeyler getirme-dik zaten. Şimdiki iki komşumuz bizden önce gelmiş. Üsküdar’a indiğimiz zaman başka bir kom-şumuz vardı. Babam ‘Sen bunları al götür, ben Dursun’la burada eşyayı beklerim biz gelince eşyayı götürürüz’ dedi ona. Şimdi eşyayı bekledik. Kamyon gelmemiş daha. Ondan sonra otobüse bindik biz. O zaman burada böyle yol ne arar. Taş kaldırım. Elektrik yok, su yok. Beykoz’a kadar Üsküdar’dan 35 kuruş o zaman parasıyla. Bir de biletçiler vardı otobüste girer-ken bileti verirdi. Ondan sonra da kontrolcü kontrol ederdi. Herke-sin elindeki bileti alı-yor yırtıyor. Ben o za-man ilk defa İ s t a n b u l ’ a g e l m i ş i m . Ben verilen bileti attım. Kontrol ge-lince de ‘Ben attım’ dedim. Babam ‘Bu çocuk köyden daha yeni ge-liyor. O anla-maz, yırtmış atmış’ dedi biletçiye. Biz Beykoz’da indik. Beykoz’dan artık buraya Tokatköy’üne geliyoruz. Her yer karanlık. Git git bitmiyor. Ben şimdi içerimden neler söylü-yorum. Babam da sert bir adamdı. Allah rahmet eylesin. Diyemezsin baba sen bizi böyle mi İstanbul’a getirdin. Ne biçim yer burası ka-ranlıkta. Çamurun gözüne bata-rak gidiyorsun. Ondan sonra ora-dan kalktık geldik eve.”

“Tokatköy bugün en az 30-40 bin nüfuslu. Anadolu’nun bir iki tane vilayetine eş değer. Şu anda sade altı tane camisi var. Düşünebili-yor musun? Çok büyük bir yer. O zaman burada sayılıyordu ev-ler. Herkes birbirini tanırdı. Çoğu kişi hemşeriydi ki o zamanlar yani millet hısım akraba dâhil. Kimse gidip gelmiyor birbirine. O devir öyle değildi. Gece kondu bölgesiy-di. Buraya hısım akraba bir gecede bir gecekondu yapıyorlardı. Üstü-nü kapatıyorlardı yarım yamalak. Kapıya ya bir çul çekiyorlardı ya-hut ta iyi kötü bir kapı uydurup, bir gecede onun eşyasını atıyorlar-dı. Çünkü öyle olmasaydı gelip yı-kıyor o zaman. Köy de değildi ilk zaman. Buraya jandarma bakıyor-du. Sonradan köy oldu.”

“Geldiğimizde babam o zaman 40 – 45 yaşlarında birisiydi. Biz o zaman dört tane erkek çocuk var-dık. Benden öbürleri küçük, onlar bir işe yaramıyordu. Yani baba-ma yardımcı olamıyorlardı. Bir de

benim dedem babaannem vardı. 8-9 nüfusuz. Bir kişi çalışıp o ka-dar kişi yerse tabi sıkıntı olacak. Ama babam böyle idare eden bir kişiydi de, tertipli düzenli birisiy-di. Ondan biz fazla şey yaşamadık. Babam çocukluk devrinde gelmiş buralara. O zaman öyleymiş. O zaman kimse yokmuş. Hemşeri de yokmuş. Gidip birilerinin yanında kalıyormuş yahut ta öyle oluyor-muş ki bazıları adamlar ağaç ko-vuklarında yatarmış. Babam kaç sefer gelmiş gitmiş. Babam ilk gel-diğinde 14 yaşındaymış, ama çok da çalışkan bir adamdı. Bahçeyi bellerdik birlikte, 4 tane kardeş-tik. Dördümüz bir araya gelsek bir babamın çalıştığı kadar çalışamaz-dık.”

“Babam sert bir adamdı bir de. Babam ben evlendiğim zaman bile öyleydi. Biz öyle büyüdük onun yanına çıkamıyorduk. Şimdikiler öyle bir şey ki. O zaman hep bir arada oturduk kaç kişi. Aynı evde. O zamanlar o çita evlerde yaşar-ken. Başka bir ev yaptım briket-ten. Askere gitmeden önce, ona iki oda daha ilave ettim. Dört oda oldu ama ben askere gittim gel-dim. O evin döşemelerini, tavanını kendim çaktım. Bir Allah’ın kulu gelip bir çivi çakmamış. O şekilde orda oturduk, oturduk.”

Görücü usulü aldık hanımı

“Eşimle görücü usulü evlendik. Biz tanışmadık da, Giresun’da oturuyordu. Babası da o son du-rakta komşumuzdu. O da fabrika-da çalışıyordu. Babamın arkada-şıydı. Anadolu’da bir tabir vardır. Rahmetli hacı adayı bir dedem emsali vardı. O öyle derdi. ‘Na-sipse gelir Hint’ten Yemen’den, nasip değilse ne gelir elden’ derdi. Kısmet oldu mu, hiç sınır tanımı-yor. Senin kolunun dibinde olur olmaz da, Karadeniz’den gelir işte. Oluyor. Yoksa o zaman bana kız vermek isteyenler çok var. Bizi herkes tanıyor. Dürüst bir aileyiz. Görücü usulü aldık hanımı. Öy-leydi bizim zamanımızda. Şimdiki-ler gibi değildi. Bizde öyle nerde, gezecek dolaşacak. Biz bir sefer denk geldik mi yolda öyle beraber kısa bir yürüdük. Onu da ablası görmüş, bir sürü sorguya çekmiş. O zaman yok öyle bir şey. Hele de Anadolu’da birbirlerini gördü mü birbirlerinden kaçıyorlardı. Şimdi bilmeden öyle rastgele evleniliyor. Artık yüzde kaçlara gitti uçtu evle-nip ayrılmalar.”

“Köy usulüyle evlendik biz. Son durak o zaman orası koca bir ça-yırdı. O kadar kalabalık bir düğün oldu ki, çok da silah atıldı. O ta-rafta bizim bir köylümüz vardı, orda güreş de yaptı. İki tane da-vul zurna. Yemek verildi bir de, koca kazanlarda pişen. Keşkek

Anadolu’da meşhurdur, keşkek verildi. (…) Evlendikten sonra askere gittim ben. Asker eğlen-cesi de yoktu eskiden. Ben zaten tek başıma gittim. Ankara’ya gi-den torunu babası götürdü. Ben Tophane’den vapura bindim. Bandırma’ya. Bandırma’dan da trenle Balıkesir’e. Balıkesir’den de Edremit’e.”

“Şimdiki askerlik indi 15 aya. O zaman bahriye 3 seneydi. Jandar-ma 2,5 sene, piyade de 24 ay. 2 sene. Biz buraya gelir gelmez, ba-bam rahmetli bizim nüfusumuzu buraya aldı. Şubeye gittiğin zaman şubede komutanı bilmiyorsun ki rütbesi ne? ‘Ne istiyorsun’ dedi. Hava askeri de hoşuma gidiyordu. Elbisesi falan. ‘Hava askerliği isti-yorum’ dedim. ‘Hava askerliği yok bizde’ dedi. ‘Eh peki, seni bahriye yapıyım’ dedi. Evliyim bir de 2 ay-lık da çocuğum var. Evli gitmek, bekâr gitmekten çok farklı asker-likte. ‘Yok, istemem’ dedim. Yahu 3 sene göz göre göre bir sene faz-ladan askerlik yapmak. Ama bana sormadan bir şey yazsa bir şey di-yemezsin. Yok, karşı gelemezsin. Jandarma yapıyım diyor, yok onu da istemem dedim o da iki buçuk sene. ‘Yaz bunu’ dedi ‘sağlam pi-yade.’ Sonra Edremit’e gittik. O zaman bir mektup göndersem as-kerden, geri sana gelmesi aylar ge-

çiyor. Şimdi be-nim torun var, küçük oğlum-dan. O her gün telefon ediyor. A n k a r a ’ d a n Mamak’tan. O zaman öyle bir şansımız yok-tu.”

Fabrikada etsiz yemek yapıl-maz

“Grev oldu biz-de. Fabrikada. 1975’te ama direnenler, on-

ları işten attılar. Orada çalışma-yıp çalışanları da engelliyorlardı. Her yerde var sivri uçlar. Şimdi provokatörler o tür insanlar. Dev-let fabrikaları böyle. İşte devlet onun için kapatıyor. Gevşeklik oluyor. Orada yüz kişi çalışsa on tanesi haybeden geçinir. Dolaşır. İşte sendikacılar birbirlerine yal-taklık yapar. Bu fabrikanın kuru-luşu 1812. Böyle böyle kapattılar. Gevşek çalışıyorduk biz. Amiri de bir memur sonuçta onun da pek sözü geçmiyor. Adam atar icabın-da. O zaman 7’deydi işbaşı. Şim-di biraz çektiler, kısalttılar. 7’de gidip 5’te çıkıyorduk. Fabrikanın yaptığı yemeği o zaman evde nerde yiyeceksin. Fabrikada etsiz yemek yapılmaz. O zaman nerde o yeme-ği yapıp yiyorsun. Adam onu bile beğenmiyordu. Onu protesto edi-yorlardı. İnsanlar nankör.”

“Uzakta rakı fabrikası vardı. Cam fabrikası vardı. O da kapandı işte. Şişe cam fabrikası. Ben orda ça-lışmadığım için bilemem ama cam fabrikasının koşulları daha ağırdı. Adam ateşin karşısında. En az 500 derece. Oradan maden akıyor. Çu-buğu sokuyor, alıyor ya bardak çı-karacak, ya sürahi çıkaracak. Ora-nın koşulları da öyleymiş. Ama biz burada. Kundura kısmında banta gelir saya, banttan ayakkabı ola-rak çıkar. Kutuya girer. Ama ben ayakkabı kısmında değildim. Dı-şarıda ayakkabı malzemesiyle ilgi-leniyordum.”

Bakkal Hariç Herkes İşçi

“Ortaçeşme’de bir fayton araba-sı vardı o kadar. Taksi falan hiç yoktu yani. Bir de Alibey Sineması vardı Onçeşmeler’de. Orası yaz da olurdu kış da olurdu ama onların hepsi bitti. Şimdi televizyon girdi eve. (…) O zaman burada esnaf yoktu. Ancak bakkaldı çalışan bir esnaf. Bakkal haricinde herkes işçi. Kimisi derede çöplük toplu-yor, kimisi fabrikadaydı. Kimi-sinin bahçesi vardı. O zamanları yine o iğde tarlası olanlar. Onlar genelde Karadenizlilerdi. Buranın yüzde yüzü bahçeydi. Meyve pek yoktu ama sebze yetişirdi. Bugün-kü yediğiniz sebzelerin hepsi olu-yordu. Domatesiydi salatalığıydı biberiydi fasulyesiydi.”

“Herkes o zaman hep Anadolu’dan gelmiş. Herkes kendi kültürünü yaşıyordu. Şimdi zaten yemeğin tadının illa yöreye göre değişikliği olur. Onun dışında başka bir şey olmaz. Değil mi? Sen şimdi Ka-radeniz’densin. Karadeniz’in nesi meşhurdur karalâhanası. Hatta söylemesi ayıp bizim hanım bu-gün sarmasını yapmıştı. Onun için Anadolu’da öyle herkes ken-di şeyine göre. (…) Anadolu’da biz öyleyiz, fasulyedir bulgurdur tarhanadır onlar yenir. Yaza göre kışa göre tabi değişir. Tarhana mesela Karadenizliler de bilmiyor-lar bunu. Hanım burada öğrendi bunu. Bugün piyasada adam sade para kazanmak amacında, ne üret-tiği, millete ne sunduğu, ne olduğu belli değil. Hastalıktan geçilmi-yor.”

“Burası Tokat ismini şeyden almış. Tokat vilayeti fethedilmiş. Buraya Tokat ismi verilmiş. Burada Sultan Aziz saray yaptırmış son durakta, yukarda, yeri de belliydi. Orası tarihi bir yer. İşte Halk Parti dev-rinde Şeref Bey diye birisi vermiş, o adam subaymış, o yukarda bir çiftlik vardı orayı parsellediler sat-tılar. Orası koca bir mahalle oldu. O son duraktan yukarısına devam ediyordu. Ne zaman ki Halk Parti-si bitmiş, Demokrat Parti hüküme-ti almış. Ondan sonra buraya zaten yerleşim başlamış. Ondan önce bu-rada kimse yokmuş. Bir de yukarda son durakta sadece sağda bayırda bir su deposu var. Orda yapılmış. Diğerleri hep tahrip oldu.”

“Artık kavganın olmadığı yer yok. O zaman bu kadar değildi. Bizim ilk geldiğimiz zamanlar Ortaçeşme’de bazıları varmış. Oradan bir yaban-cı geçemezmiş. Yine de lazım bazı yerlerde. Şimdi adamların ne oldu-ğu belli değil. Ama zaten kalabalık yoktu ki. Herkes birbirini tanıyor-du, birbirine gidip gelirdi. Şimdi kendi akrabalarımıza ayda yılda bir gidiyoruz. O zaman öyle değil-di. Millet böyle bir bütün yumak gibi. Herkes birbirine bağlıydı. Bi-risinin bir işi olsa hepsi onun işine koşardı. Bir gecede bir adama ge-cekondu yapıyorlardı. Şimdi kimse kimseye bir tane şöyle bir tuğlasını kaldırıp yerine koymuyor. Gerçi burada kavga dövüş pek olmadı. 12 Eylül döneminde bile olmadı. Bir sağ sol davası vardı ya, şimdi bir grup sağcı gelir, öyle bir gövde gösterisi, bakmışsın başka zaman-da sol görüşlüler gelirdi. Zaten bu-rada baskın bir grup yoktu. Ama bazı bölgelere göre vardı. Mesela bir Ortaçeşme, orası sırf ülkücü-lerdi. Paşabahçe sol kesim.”

Gözde Karahan (18)Merve Çeküç (16)Büşra Koç (16)Berkay Özdemir (16)Fulya Uslu (17)Sevgi Yıldız (16)

Röportaj “Ortaçeşme’de bir fayton arabası vardı, o kadar…”

Dursun TUNÇ / İşçi

Page 15: STY - Beykoz Gazetesi

0115

Beykoz

BeykozBeykoz, Kocaeli Yarımadası’nın batısında yer almakta olup; batıdan İstanbul Boğazı, doğudan Şile ilçesi, kuzeyden Karadeniz ve güneyden Üsküdar ve Ümraniye ilçeleri ile çevrelenmiştir.Deniz seviyesinden başlayarak 270 metreye kadar yükselen Beykoz’un engebeli arazisini Riva, Küçüksu ve Göksu dereleri parçalamıştır. İlçe ve yakın çevresinde Akdeniz iklimi ile Karadeniz ikliminin karışımı olan “Geçiş Tipi İklim” etkilidir. Yazlar, Akdeniz kadar sıcak olmamakla birlikte Karadeniz kadar yağışlı değildir. Beykoz ve çevresi başta kestane, meşe, gürgen, ıhlamur, kayın,kızılağaç ve fındık ağaçlarından oluşan doğal orman örtüsüyle kaplıdır.

Kanlıca, İstanbul’un Beykoz ilçesinin ünlü bir semtidir. Anadoluhisarı ile Çubuklu arasında bulunur. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün Anadolu yakasındaki ayağının kuzey tarafındadır.

Kanlıca’nın yoğurdu meşhurdur. Kanlıca yoğurdu sahilde Çınaraltı’nda pudra şekeri üzerine konularak yenilir. Yoğurdun özelliği yoğurt yapımında kul-lanılan süt tozu ve üzerine konulan pudra şekeridir.

Kanlıca ayrıca Mihrabad Korusu’yla da meşhurdur. Anadolu Yakasının en yeşillik yerlerinden biridir. Kanlıca’nın yalıları da ünlüdür.Kanlıca’nın ismi konusunda çeşitli rivayetler vardır ama en çok kabul göreni zamanın Osmanlı sultanlarından biri bir gün emir vererek İstanbul’un ha-vası en temiz semtinin bulunmasını ister. Nasıl ölçüleceği konusunda ise vezirlerinden yardım ister. Vezirlerden biri her semte kanlı et bulunan direklerin asılmasını ve en geç bozulan etin olduğu direğin havası en temiz semt olacağını söyler. Sultan emir verir ve Kanlıca büyük arayla birinci olur ve Osmanlı Sultanı bu semte Kanlıca ismini verir.

Kaynak: Wikipedia

Beykoz Spor Kulübü, 1908 yılında İstanbul'un Beykoz ilçesinde kurulmuş, futbol ve basketbol gibi branşlarda faaliyet gösteren spor kulübüdür.Sarı siyah renklere sahip olan kulüp, İstanbul'da üç büyüklerden sonra kurulmuş olan, üç kulüpten biridir. Bu yönüyle Türk spor tarihinde köklü bir yeri vardı. Ku-lübün futbol, basketbol ve boks gibi pek çok branşta şampiyonlukları vardır.

Beykoz Spor Kulübü’nün tohumlarının atılmasında Beykoz’la özdeşleşen Ahmed Mithat Efendi’nin önemli bir payı vardır. Bir düşünür ve edebiyatçı olmasının yanında sosyal ve girişimci kişiliğiyle tanınan Ahmed Mithat Efendi, meşhur Kırmızı Yalısında bir akşamüstü, bir dost meclisinde Beykoz’da bir kültür kulübü kurulması önerisini ortaya at-mıştır. İlk olarak Beykoz İttihat ve Teavün Cemiyeti adında bir kurum ihdas edilir. Kısa zamanda bu derneğin “Mümaresâtı Bedeniye” şubesi gelişmiş ve böylelikle bugünkü Beykoz Spor Kulübü’nün tohumları 1908 yılında atılmış olur. Bu kulüp 1911 yılından itibaren Beykoz Şark İdman Yurdu ismiyle anılmaya başlanır. 1921 yılında Beykoz’un ikinci spor kulübü olarak kurulan Beykoz Zindeler Yurdu ile birleşmiş ve Beykoz Zindeler İdman Yurdu ismini almıştır.

Bu kulübün kuruluş felsefesi; gençlere nezih bir kültürel ve toplumsal çevre oluşturmak, onları anlamsız ve yararsız işlerden alıkoymak ve de

Beykoz ve çevresinde sosyal ve kültürel etkinliklerde bulunmak amaçları çerçevesinde şekillenmiştir. Dönemin gençlerinin katılımı ile kulübe bir spor kolu ilave edilmiş ve 1917 yılında Beykoz’da ilk kez bir futbol takımı kurulmuş ve futbol oynanmaya başlanmıştır. Bu tarih, Türk ve dünya futbol tarihi söz konusu olduğunda da erken sayılabilecek bir tarihtir.

Kaynak: www.osmanbasak.com

Polonezköy, Beykoz ilçesinin bu şirin beldesi, eski adı Adampol olan Polonezköy Türkiye’de

Polonyalıların yaşadığı bir köydür. Karadeniz

sahilinden 20 km; İstanbul’un Boğaziçi kıyıla-

rından ise 15 km uzaklıktadır.

1775 yılında Polonya devleti, Avusturya-Rus-

ya ve Prusya tarafından bölünerek işgal edil-

miş, Polonya’nın parçalanmasını kabul etme-

yen Osmanlı İmparatorluğu bu alanı Polonyalı

siyasi göçmenlerin sığınağı haline getirmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu 1856 yılında Kırım

Savaşı’na girerken Polonya’dan kaçan asker

ve siviller toparlayıp Osmanlıyla birlikte sa-

vaşa katılmışlardır. Savaş sonrasında Sultan

Abdülmecit şimdiki Polonezköy’ün bulundu-

ğu topraklara yerleşim izni vermiştir. Önceleri

Osmanlılarca Adamköy olarak anılan bu Polonya köyü, daha sonra “Polonez Karyesi” adını almıştır. Devlet burada yaşayan mültecilere 1894 vatandaşlık belgesi vermiş ve 1923 yılında köye Polonezköy adı

verilerek etnik bir kimlik kazandırılmıştır.

Kaynak: Wikipedia & polonezkoy.com

Küçüksu Plajı, Küçüksu Plajı yaklaşık 1940'lı yıllarda Aleksandır adındaki beyaz Rus tarafından, gayet düzenli bir planlama ile, kabinleri, duş sistemi, gazinosu, barfiks ve tramplen ile birlikte inşa edilerek toplum hizmetine sunuldu. Plajın Küçüksu deresine yakın olan kısmında yüzme bilmeyenler için adam boyunu geçmeyen sığlık yeri vardı. Tramplene doğru devam eden kıyı boyu ise rıhtımdı.

Küçüksu plajı Anadoluhisarı, Kanlıca ve Kandilli halkı ile birlikte Boğaz'ın Üsküdar ve Beşiktaş'tan itibaren Kavaklara kadar civar semt halklarını da kucaklayan ve tıpkı bir tiryaki gibi müdavimi olunan sosyal bir tesis işlevini görmüştür. Yaz sezonları boyunca herkezin herkezi tanıdığı, kaynaştığı ve mutluluklarla dolu ortak bir yaşamın müştereken paylaşıldığı mekandır Küçüksu Plajı. Yaz gecelerinin en renkli yaşandığı mekanlardan biri de Küçüksu Plajı'nın gazinosudur. Akşam yemeklerinden sonra, Hisar, kanlıca ve Kandilli halkı için Küçüksu Plaj Gazinosu'nda buluşulması ortak yaşamın bir geleneği haline gelmişti. Plaj yönetimi programlarında kaliteli müzik topluluklarına yer vermekte titiz davranırdı. Mehtaplı yaz gecelerinin sessizliğinde orkestranın kalitesi ve ses yeteneklerinin güzelliği, karşı sahillerden duyulur ve sandalları ile Arnavutköy'lerden, Bebek'lerden Plaj gazinosuna müşteriler gelir, gecenin geç saatlerine kadar danslar ve çeşitli eğlenceler yaşanırdı.

1975 /1976 yıllarına doğru Hekimbaşı yolu üzerinde yoğunlaşan çarpık yapılanmadan kaynaklanan atık suların giderek Küçüksu De-resini kirletmeye başlaması, Küçüksu plajını olumsuz etkilemiş ve bu sebeple plaja rağbet gözle görülür bir şekilde azalmaya başlamıştı. Nihayet aynı yıllar esnasında plaj kabinleri de yıkılmak suretiyle halkın yaşam alanı anlamsız bir arsa durumuna dönüştü.

Kaynak: ahisar.com

Page 16: STY - Beykoz Gazetesi

Sokağımdan Tarih Yazıyorum Projesi

Gönüllüleri

Işıl İşcan (22)Büşra Turak(16)Cangül Keleş (16)

Sezen Engiz (23)Gizem Topçu (16) Duygu Öztürk (16)

Pınar Eriç (26)Muhammed Yılmaz (16)Buse Engin (16)Vuslat Tezcan (15)

E. Gökçe Tandoğan (22)Tuğçe Demir (16)Ezgi Özgürbüz (16)

Berna Mete (20)Mina Yaşar (16)

Gözde Karahan (18)Merve Çeküç (16)Büşra Koç (16)Berkay Özdemir (16)Fulya Uslu (17)Sevgi Yıldız (16)

Dicle Koylan (21)Gizem Eğricesu (17)Kübra Uzuner (17)Ceyda Özge Aycibin (16)Erdem Emir (16)