sis Çanı yayınları - turuzturuz.com/storage/turkologi/2018/3167-1-kod_adi-ulu...-bre koca...
TRANSCRIPT
Sis Çanı Yayınları: 13
•
İstanbul, Kasım 1998
Kapak: Bülent Engez •
ISBN 795 7960 12 8 •
Sis Çanı Yayıncılık Küçükparmakkapı Sokak, Halim İşhanı. 1 O. KaL3
80060 Beyoğlu İstanbul Tel. .. (0212) 249 47 74
Demirtaş Ceyhun
•
Kod Adı: Ulu Hakan
I
(Osmanli Avduun Drwm: Medreseden Imam Hatip'e)
lslOOl �
Dizgi Sel Dizgi, Tel.. 0212 511 10 05
Baskı Ziya Of sel, Tel.. 021 2 544 60 34
Kapak Baskı Dur Ofset, Tel.: 0212 520 69 04-05
İçindekiler Önce, Niçin ''Ulu Hakan"
NASIL KALKINIRIZ !'-/'olacak Şu Memleketin Hali Oylcysc ... Nasıl Kurtulmuz Bu Durumdan Acaba
NİÇİN ORDU Osmanlı ve Ordusu Osmanlının Maa� Ödediği Tck Kulu
Ve, Ne Zaman Bir Toplumsal Sorun Patiasa Hemen Orduyu A nımsamı�lar Cclcli isyanları Sanki Bu Karı�ıklıklar da
Ulemanın iktidarı İçin Çıkarılmı� Osmanlıların Ulcma Devri: Sankı Lanelli Yüzyıl Ulcmanın ilk Hedefi de Yeniçeri Ocağı Olmu� U lemanın Bulduğu Yeni Gelir Kaynağı: Rü�vel Yeniçeriliğin Sonu Yeniçeri Ocağının Ulemanın Öcüsü Haline Dönü�ü Ulemanın Yeni Öcüleri: Tellaklar, Hamallar, A sker Yarnakları
U lema-Yeniçeri İ� birliğine Kar�ı Batılıla�ma Yeniçeriler Niçin Kılıçlan Geçirilmı� Öyleyse
OSMANLlLARDA AYDIN KAVRAMI VE ULEMA
7
17 :2R
3:2 40
46 5:2
65 n X2 RX 94
J()(ı 12X
144 I M
Toplumsal Kalkınma v e Osmanlı Aydını 1 7R
Kimdir Bu Osmanlı Aydıııı :200
Medrese Nedir :206 Medrese ve imparatorluk 23X
Divan Şiiri, Medrese ve Osmanlı Aydını :24X
Emlcrun Okulu :264 Ulema Şiire de Dü�man :274
Osmanlıların Gizli Şiir Tarihinin Şifre A nahtarı da Galiba ·'Ulu Hakan" 290
Önce ... Niçin Ulu Hakan? ..
Şimdiye dek kim bilir kaç kez dinlemişsinizdir siz de, kahkahalar atarak. Ünlü fıkradır.
Hani, Sultan Abdülhamid 'in 19 03 'ten 19 08 yı lına, Ikinci Meşrutiyet'in i/anına dek, tam 5 yıl Maarif Nazırlığını yapmış Ha�im Paşa, okultarla ilgili işler biraz sarpa sarınca; "Ah ... Şu mektepler olmasa maariji ne güzel idare ederdim." demiş.
Haşim Paşa 'nın resmini görmedim. Ama hiç kuşkum yok, bütün Osmanlı paşaları ve uleması gibi onun da mutlaka bir kucak dolusu sakalı vardır. Çünkü, Osman Nuri Ergin 'in "Türk Maanf Tarihi" adlı kapsamlı çalışmasında verdiği bilgilere göre, bıyıksız ve sakalsız birinin Osmanlı yönetiminde herhangi bir devlet dairesinde görev alabilmesi olanaksızdır. Örneğin, "dedesi ve babası ulema mesleğinde bir aileden olan, Osmanlı müellıf ve muharrirlerinden Müstakimzade Süleyman Saadetlin Efendi, medrese tahsili gördükten sonra müderris (medrese öğretim üyesi) olmak üzere üç defa rüus (hoca/ık) imtihanına girmi� ise de, sakalı hafifüllihye (seyrek, ya da az) olduğu için bir türlü müderrisliğe nail olamamı�"tır. (O.N. Ergin, Türkiye Maar�f Tarihi, Istanbul 19 39 , c- 1 , s./01 )
Bu nedenle, ne zaman dinlesek bufıkrayı; -Bre koca sakallı ... Mektep olmadan maarıf olur mu bre! ..
diye kahkahayı basarız hemen, bir yandan da bu Osmanlı paşasının bilisizliği ( cahilliği) karşısında dehşete düşerek.
Yıllar önce Vera Mutafçiyeva adında bir Bulgar tarihçinin, "Cem Sultan Olayı" adlı, gerçekten ilginç bir romanını okumuştum. Hala unutamam.
7
Romanın başındaki açıklama notuna göre, Bayan Mutafçiyeva 'nın Cem Sultan ' la tanışması bir rastlantı sonucu olmuş. Osmanlı tarihi üzerine yaptığı bir araştırma sırasında ansızın kar,w·ına çıkıvermiş genç şehzade ve kendisini yeniden yervüzüne çıkararak, yaşadı,�ı trajik olaylan tekrar yargılamasım istemiş. Bı/indiği gibi, Cem Sultan, Fatih 'in oğludur ve babasının ölümünü duyar duvmaz ilan ettiği saltanatı ancak 18 gün sürmüş ve kardeşi Bayezid 'e ye nilerek ülkeden kaçıp, Fransa 'ya Papalıifa sıltınmak zorunda kalmıştır. Işte, Bayan Mutafçiyeva da, ''bugüne kadar tanıdığı kahramanlarm en sevimlisi" olan bu kişiyı kıramamış ve onu yeniden yeryüziine çıkararak, görgü taiuklanvla tekrar yüzleştiritmesini sağlamış. Yani, roman, Cem Sultan 'ın bu serüvenini konu edinmekledir ve anlatım, yüzyıllar önce ölmüş görgü tanıklannın mezarlanndan çağn/ıp yeniden sorgulanma/an şeklinde kurgulanmıştır Aklınıda kaldığı kadarıyla da, sorgulanmak için çağrı lan, galiba Malta şövalyelerinin başı, öfkeyle girmekte ve "Çağrımza gelmeyecektim ama, tarihçiler hakkımızda o kadar çok yalan ve yanlış şeyler yazdılar ki, hem sizler de bu yafanlara yeni bir şeyler eklemeyesiniz, hem de bu fırsatla onlan düzelteyim bari diye geldim" gibisinden bir şeyler söyleyerek başlamaktadır ifadesini vermeye.
Gerçekten, şimdi bir tansık olsa, bizler kahkahalarla gülerken sözlerine, Haşim Paşa da, tıpkı Bayan Mıttdfçiyeva 'nın şövalyesi gibi yıllar sonra birden diriliverip çıksa karşımıza, ne der acaba?
Çünkü, bu konuda da hiilii bilisiz (cahil) olan o değil, asıl biziz galiba. Bu yüzden de, maarif kavramıyla mektep kavramılll kolayca özdeşleştirivernıişiz. Dolayısıyla, Osmanlı lmparatorlu/fu 'ndaki eğitim düzeninden, öğretim kurumlannın niteliklerinden de pek haberimiz yok, gördüğümüz kadarıyla.
Örneffin, Osmanlı Jtnparatorluğu 'nım, ta 19 1 3 yı lına dek, bütün tarihi boyunca devlet bütçesinden bir tek medrese yaptırmadığını, gene devlet bütçesinden bütün tarihi boyunca tek bir müderrise maaş ödemediğini aramızdan kaç kişi bilir acaba gerçekten?
8
Ama öte yandan, tam da bilmediği medrese kavramını kutsallaştırmamış aydınımız da yok gibidir galiba. Öyle ki mektepten yetişmiş Osmanlı aydınlarının gözünde bile medrese kutsaldır sanki. Bu nedenle mektepli ile medreseli de birbirlerinden çok farklı anlamlar içeren kavramlardır Osmanlıcada. Örneğin, medreseli alimdir, Osmanlı ulema sınıfına alınırlar hemen. Mektepli ise cahildir medreseiiierin gözünde. Oysa, Baron de Tott anılarında tam karşıtını yazmaktadır. 1773 yı lında kurulan Haliç Tersanesi'ndeki Riyaziye Mektebi'ne öğrenci bulabilmek için düzenledikleri sınavda, "bir üçgenin iç açılarının toplamımn kaç derece olduğunu" katılan hiçbir medreseli bilememiş, "sadece birisi cesaret gösterip, üçgenine göre değişir demiştir". Çocuklara toplama, çıkarma, çarpma, bölme işlemleri ile çarpım tablosunun da öğretildiği, bugünkü anlamda ilköğretim okulu düzeyindeki bir okul da, ta 1830 '/arda, 1 /.Mahmud döneminde "Rüştiye" adıyla açılmıştır ilk kez.
Fakat, bütün bu gerçekiere karşın medreseyi eleştirmeye veya medrese eğitiminde de bir değişiklik yapılmasını önermeye kimse cesaret bile edememiştir.
Mustafa Kemal bile, çevresindeki aydınların tepkisinden çekindiği için Kurtuluş Savaşı boyunca konuşmalarının hiçbirinde medreseden söz etmemiştir. Ilginçtir, 3 Mart 19 24 günü Meclis 'te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat yasasında da medrese sözcüğü hiç kullanılmamıştır.
Nitekim, Birinci Büyük Millet Meclisi ' nd eki Osmanlı aydınları, 2 0 Kasım 19 2 1 'de, Mustafa Kemal 'e rağmen ulemadan Vehbi Efendi 'yi Maarıf vekilliğine getirtmeyi bile başarmıştır. Vehbi Efendi (Ahmet Vehbi Bolak Efendi) de, ilk iş olarak medreseli mollalardan yeni bir program komisyonu kurmuş ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti için yeni bir eğitim programı hazır/atmıştır. Bu yeni programa göre; "Bütün okullarda din dersleri artınlacaktır. Sultanilere (lise/ere) Yeni Medrese adı verilecek ve bu okullar da medreseler/e birleştirilecektir. Öğretmen okullannda öğrenciler başianna sank saracaklardır. Müzik dersinin adı 'İlahi', resim dersinin adı da 'Çizgi' dersi olarak değiştirilecek ve bu derste canlı yaratık/ann resimlerinin çizilmesi ke-
9
sinlik/e yasaklanacaktır." Ve, Kurtuluş Savaşı 'nın kazanılması sayesinde Vehbi Efen
di 'nin Maarif Vekilliğinden düşürülmesi sağ/anabilmiştir ancak. Ama, Mustafa Kemal'in yakın çevresindeki, örneğin Türkçü
lük düşüncesinin kurucusu Yusuf Akçura gibi aydınlar bile, medrese/erin kapatılması fikrine şiddetle karşı çıkarak, "Devrim Medrese/eri" başlığı altında, güya bu okulları "fakir çocuklarının devrimi yayacak ilerici din adamları olarak yetiştirileceği" birer "Hakimiyet-i Milliye Medrese/eri" haline dönüştürecek önerilerde dahi bulunmuş/ardır. (Dr. /lhan Başgöz-Howard E. Wilson, Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim ve Atatürk, Dost Yayınları, Ankara 19 68, s. 82)
Hatta, Prof Enver Ziya Karai 'ın belirlemelerine göre, "Birinci Büyük Millet Meclisi'nde Maarif Vekaletinin kaldırılmasını ve bütün eğitim işlerinin Şer'iye Vekaletine bağlanmasını isteyenler" bile olmuştur. (Enver Ziya Karai, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi -Liseler Için- Milli Eğitim Basımevi, !st. 19 69 , s. 1 65)
Kısacası, medreseleri kapatmak Mustafa Kemal için dahi kolay olmamıştır. Hi/afetle birlikte Evkaf ve Şer ' iye bakanlıklarının kapatılması ve Tevhid-i Tedrisat yasasının çıkarılması konularını önce "Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Kazım Paşa gibi paşalarla İzmir manevrası sırasında görüşmüş", sonra Meclis 'e getirerek hepsini aynı günde yasalaştırtmıştır.
Tevhid-i Tedrisat yasasında da, yukarda belirtildiği gibi medrese/erin kapatı lacağından hiç söz edilmemektedir ama, "İstanbul Üniversitesine bağlı bir ilahiyat Fakültesi'nin kurulacağı ve ülkenin gereksindiği imamlarla hatipleri yetiştirmek üzere de çeşitli bölgelerde 'İmam ve Hatip Okullan'nın açılacağına dair" yeni hükümler getirilmiştir.
Görüldüğü gibi, aydınlarımızın bu özelliği nedeniyle, tepkileri önleyebilmek için başlangıçta birtakım ödünler vermek zorunda kalmıştır Mustafa Kemal de. Nitekim bu yasa gereği olarak, hemen bir buçuk ay sonra, 24 Nisan 19 24 'te istanbul Darülfununda bir ilahiyat Fakültesi ile ülkenin çeşitli yerlerinde tam 29 Imam ve Hatip Okulu açılmıştır. Ancak, Mustafa Kemal 'in verdiği bu ödün/erin ömrü çok da uzun sürmemiştir. Ön-
lO
ce, laiklik ilkesi 19 28 yılında Anayasaya konulur konulmaz, Jtnam ve Hatip Okullarının ödenekleri, laiklik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle hemen kesilmiş, 193 0-3 1 yılında tamamı kapatı/mıştır. Ardından da, ilahiyat Fakültesi 'nin açıldığı yıl 224 olan öğrenci sayısının 1933 'te 20 'ye düşmüş olması nedeniyle, Üniversite reformu sırasında fakültenin kapatılmasına karar verilmiştir.
Yani, Sultan Abdülhamid 'in Maarıf Nazırı Haşim Paşa da, "Şu mektepler olmasa, maar(fi ne güzel idare ederdim" derken, kesinlikle bilisizliğinden böyle konuşmamakladır bizce. Batılı laşma yan/ılarını suçlayarak, aslında "Nereden çıkardınız Allah aşkına şu mektepleri! .. Maarifi medreseler/e ne güzel idare edip gidiyorduk ... " demektedir, hiç kuşku yok ki . . .
Ne acıdır ki, Cumhuriyet aydınları da, bu gerçeği fark edemeyip, üstelik önünü ardını da fazlaca kurcalamadan medreseyi kolayca fslamiyetle özdeşleştirip kutsal/aştırdık/arı için galiba, Mustafa Kemal 'in Tevhid-i Tedrisat yasasından neyi amaçladığını da tam kavrayamamışlardır, gördüğümüz kadarıyla.
Bilindiği gibi, Arapça "tevhid" sözcüğü, "vahdet" sözcüğünden !üretilmiştir. Vahdet sözcüğü, "bir ve tek olma" veya "yalnızlık, kendi kendine kalış" anlamlarına gelmektedir. Tevhid de, "birleştirme, tekleştirme" veya "birliğini, tek olduğunu kabul etme" anlamlarını içermektedir.
Kuşkusuz, 19 24 yılında açılan 29/mam Hatip okulunun, hemen ertesi yıl 26'ya, 19 26 'da 20 'ye, 19 29 'da ikiye düşürülmesi, 193 1 yılında da toptan kapatılması sırasında hiçbir aydınımızın aklına "Tevhid-i Tedrisat" yasasının içeriğini tartışmak gelmemiştir. Fakat ilginçtir, Mustafa Kemal 'in ölümünden sonra, belirli çevreler hemen "tevhid" sözcüğünün bu "birleştirme" anlamına dört elle sarı/ıp, yasanın adını "Eğitimin Birleştirilmesi" şeklinde Türkçeleştirerek, Mustafa Kemal'in de Osmanlı Imparatorluğu 'ndaki bu iki ayrı eğitim kurumunu, medrese ile mektebi birleştirmeyi amaçladığını savunmaya başlamışlardır koro halinde, artık her ne hikmet/e ise . . .
Ve üzülerek belirtelim ki, bu çarpıtmalarını ustaca yöntemlerle kısa sürede kamuoyuna benimsermeyi de başarmışlardır
ll
doğrusu. Bugün, Tevhid-i Tedrisat yasasının Osmanlı Imparatorluğu 'ndaki iki ayrı eğitim kurumunu birleştirmek amacıyla çıkarılmış olduğundan, gördüğümüz kadarıyla aydınlarımızın hiçbirisinin şuncacık kuşkusu yoktur. Nitekim bu nedenledir ki, Jtnam Hatip Okullarını hala basit bir meslek okulu olarak değerlendirdiklerinden, 195 1 'den bu yana yetiştirilen imam ve hatip sayısının gereksinimden kat kat fazla olduğunu gerekçe göstererek, okul sayısının azaltılmasına çalışmaktadırlar sadece.
ilginçtir, sanki ilk kez Demokrat Parti döneminde, 195 1 yılından itibaren açı lmaya başlanılmış gibi, yoğun bir propagandayla Jtnam Hatip Okullarının tarihçesini de kitlelere unutturmayı ustaca becermişlerdir 20 yıl gibi kısacık bir sürede.
Oysa, bilindiği gibi, ülkemizdeki ilk Jtnam Hatip Okulu, 19 13 yılında Ittihad ve Terakki hükümetince, ilk kez devlet bütçesinden harcama yapılarak ve medrese/ere yeni bir kimlik kazandırmak amacıyla "Medresetül Eimme ve'[ Huteba" (Imamiar ve Hatipler Medresesi) adıyla açılmıştır. Ve hiç kuşku yok ki, Büyük Millet Meclisi'ndeki Vehbi Efendiler kafası, bu medreseyi model alarak, Mustafa Kemal 'e / 9 24'te zorla o 29 Jtnam Hatip Okulunu açtırtmıştır ödün olarak.
Ne var ki, Mustafa Kemal 'in bu okulları hemen ertesi yı ldan itibaren kapattırdığı gerçeğini de halkın belleğinden kısa sürede silmeyi ustaca başarmış/ardır.
Yani, Mustafa Kemal, çıkardığı bu "Tevhid-i Tedrisat" adlı yeni yasayla hem medrese/erin köküne kibrit suyu dökmüştür, hem de Kurtuluş Savaşı koşullarında gericilerin baskısıyla bir ödün olarak kabul etmek zorunda kaldığı Imam Hatip Okulları n ı toptan kapatmıştır.
Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal 'in Tevhid-i Tedrisat yasasıyla iki ayrı eğitim kurumunu birleştirmeyi düşündüğünü, akıldan geçirmek bile olanaksızdır. Ve bizce hiç kuşku yok ki, Mustafa Kemal 'e göre, bu tamlama "eğitimin tekliği" anlamını içermektedir kesinlikle. Eğitim tekdir. Her devlet, uyruğunu nasıl eğiteceğine karar verir ve halkın eğitimi ancak devlet eliyle gerçekleştirilebilir. Okul binalarını devlet yaptırır, öğretmenierin maaşını devlet verir, eğitim programlarını devlet hazırlar.
12
Nitekim Mustafa Kemal de, Evkaf ve Şer'iye bakanlıklarımn kapatılmasını sağlayan yasaları Tevhid-i Tedrisat yasasıyla hirlikte çıkartarak, Osmanlı tarihi boyunca medreseleri kurmuş, binalarını yaptırmış, hocalarının maaşını ödemiş, dolayısıyla da eğitim programlarını düzenlemiş vakıflarla, vakıf yöneticisi hacı/arın, hocaların elini eğitimden bütünüyle kesmiştir.
Ama ne yazık ki, aydınımızın bu aymazlığı yüzünden, bugün eğitim çeşitli dalaverelerle yeniden bütünüyle vakıflam devredilrnek üzeredir. Üstelik yalnız ilk ve orta eğitim de değil, Mustafa Kemal'in kemiklerini sıziatacak bir küstahlıkla, üniversite eğitimi de bütünüyle vakıflam bırakı/maktadır neredeyde.
Ancak . . . Gene üzülerek belirtelim ki, aydınımızın Cumhuriyet dönemindeki aymazlığı, yalnız "Tevhid-i Tedrisat" kavramını çarpıtmakla da sınırlı kalmamıştır. "Laiklik" kavramı da, Mustafa Kemal 'den sonra aynı şekilde çarpıtılarak benimsetilmiştir yığın/ara, gördüğümüz kadarıyla. Daha doğrusu, kavramın, 19 20 '/erdeki koşullar gereği yapılmış olan "devlet işlerinin din işlerinden ayrılması" anlamına geldiği şeklindeki tanırnma dört elle sarınılarak, sonraki yıllarda toplumsal belleğe de salt bu anlamıyla ve daha da acısı tek anlamlı bir kavrarnmış gibi yerleştirilmesi gerçekten ustaca sağlanmıştır.
Bilindiği gibi, Osmanlı aydınının sözcük dağarcığında "laiklik" kavramı da yoktur kesinlikle.
Islam şeriatının Kuran 'dan kaynaklanıyor olması yüzünden, şeriatçı olmayan Osmanlı aydını da yoktur çünkü. Bu nedenle, "laiklik, laisizm" sözcüğü aynı zamanda "dinsizlik" anlamına da gelmektedir, yani "laisizm" ile "ateizm" aynı şeydir Osmanlı aydınının gözünde. Nitekim ilk Türk materyalisri Beşir Fuad da, bilindiği gibi, Osmanlı aydınının bilinç düzeyinde "materyalist" sözcüğü dinsizlik anlamına geldiğinden toplumdan dışlanıp itilmiş ve intihar etmesine neden olunmuştur.
Sanırız, "laiklik" kavramını tarihimizde yüksek sesle söyleyebilen ilk Türk aydını da Mustafa Kemal 'dir.
Ancak, Osmanlı aydınları şeriat'ı tartışmayı akı llarından geçirmeye dahi cesaret edemez/erken, hiçbir toplumsal ve siyasal kavramın kutsallaştırılmasına izin vermeyen, hiçbir tabuyu be-
13
nimsemeyen entelektüel kişiliğiyle halifelik kurumuna karşı çıkmış bu insan bile, çok ilginçtir, 19 27 yılında, Halk Firkası 'nın !.Kurultayı 'nda 6 gün boyunca tam 3 6 saatte okuduğu neredeyse bin sayfalık Nutuk'unda "laiklik"ten sadece bir kez söz etmiştir.
Üst elik, laikfiği savunmak için de değil, 19 2 1 Anayasasına "Şeriat hükümlerinin yürürlüğünü sağlamak Büyük Millet Meclisi'nin ödevlerindendir" maddesinin niçin konulduğunu, Cumhuriyetin ilanı nedeniyle 19 23 'te Anayasada zorunlu değişiklikler yapılırken "Devletin dini, İslam dinidir" diye bir maddenin de niçin eklendiğini, Cumhuriyetten sonra yapılan 19 24 Anayasasında da bu maddelerin niçin korunduğunu açıklamak için, "Laik hükümet teriminden dinsizlik anlamını çıkarmaya eğilimli olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek amacıyla böyle davranıldığını" belirtirken bu sözcüğü bir kez kullanmıştır.
Öyle ki, 19 24 yılında çıkarılan Hi lafetin kaldırılması ile ilgili yasada da, "Hilafet, hükümet ve cumhuriyetin mana ve mejhumunda esasen mündemiçtir (vardır)" denilmek zorunda kalınmıştır, şeriatçıların tepkisini bastırabi/rnek için.
Ve 1928 yılında "devlet işleri ile din işlerini birbirinden ayırmak" anlamına geldiği savunusuyla laiklik ilkesi yaşama geçiri/erek "Devletindini fslamdır" maddesi Anayasadan çıkarılmıştır.
Fakat ne acıdır ki, aradan bunca zaman geçmiş olmasına karşın, aydınlarımız laiklik kavramını 19 28 yılında bizce çaresizlikten bir hile-i şer'iye olarak kullanıldığı kuşkusuz, bu dar anlamlı tanımla açıklamaya kalkışmaktadır/ar hfıla. Yani, din-devlet ayrımı bu kavramın en dar ve sığ anlanııdır. Bu açıdan bakılırsa, kavramın asıl anlamı "kutsallaşmış gelenek ve ilke boyunduruğundan kurtulmak"tır. Üstelik, bu dar anlam, din ve devletin ayrı lması, belki Hıristiyan ülkelerde söz konusudur. Ama şeriatın Kuran 'dan kaynaklandığı ve devlet kavramıyla doğuştan özdeşleşmiş fs larniyet 'te din-devlet ayrımını gerçekleştirebiirnek zaten olanaksızdar Nitekim, aradan bunca zaman geçmiş olmasına karşm, salt bu anlamda kullanılmaya çalışılan laiklik kavramının ülkemizde hfıfa tartışma konusu olması da, bu gerçeği bütün çıplaklığıyla gösterse gerektir doğrusu.
14
Fransızcadan aldığımız, Yunanca kökenli bu laik sözcüğü, Yuf/{1/lcada her ne kadar din adamı olmayan kişi anlamına geliyorsa da, insanlığın gündemine asıl, Hıristiyan kiliselerinin kurduğu teokratik devletlere karşı bir siyasal kavram olarak ortaçağda girmiştir. Yani, öncelikle teokrasi kavramının karşıtıdır bir anlamda. Laik devlet kavramı da, teokratik devlet kavramının seçeneği olarak üretilmiştir.
Bu nedenle, "dinle devlet işlerini birbirinden ayırdığı" gerekçesiyle, laik devlet 'ten, sonuçta Kuran hükümlerinin tanı uygulanmasına yönelik dinci girişimleri vicdan özgürlüğü ve insan hakları kapsamında değerlendirerek hoşgörüyle karşılamasını istemek, bizce kesinlikle demokratik bir yaklaşım değildir.
Aydınımızın bir diğer özelliği de, toplumsal kalkınma sorunlarını, ta XVII. yüzyıldan beri sürekli kültür tartışmaları yaparak çözmeye çalışmasıdır. XVII. yüzyılda Imparatorluğun gerilemesini Islami yaşamdan uzak/aşılmasında gören ulema sınıfı, kurtuluşun yeniden Hz. Muhammed dönemindeki Islami yaşama dönülmesinde olduğunu savunurken, karşıtları da XVIII. yüzyılan ilk günlerinden itibaren kurtuluşun Batılı yaşam biçiminin benimsenmesinde olduğunu öne sürmeye başlamışlardır. Ne yazık ki, toplumsal kalkınma sorunları bugün de aynı şekilde kültür tartışmaları şeklinde sürdürülmektedir. Anadolu toplumunun ekonomik yapısıyla ilgili, örneğin halen geçerli üretim ilişkileri ve mülkiyet kavramının toplumsal bilincimizdeki konumu gibi konularda herhangi ciddi bir araştırma yapılmamaktadır.
Bilindiği gibi, birkaç askerlik okulu ile 1/.Mahmud döneminde açalmış rüştiyevi saymazsak, Osmanlı Imparatorluğu' ndaki bütün din dışı mektepler, Abdülhamid döneminde kurulmuştur. Dolayısıyla, bu mekteplerde okutulan bütün ders kitapları da Abdülhamid tarafindan hazırlatılmıştır.
Abdülhamid ise, 1789 Fransız devriminin rüzgarıyla XIX. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı sınırları içindeki Hıristiyan azınlıkların birer birer bağımsızlık savaşına girişmeleri yüzünden Tanzimat aydınlarının Osmanlıcı/ık fikri de suya düştüğü için, Osmanlı tarihinde ilk kez dini devlet politikası haline getir-
15
miş ve imparatorluğun dağılmasını belki engellerim düşüyle Panislamizmi savunmuştur açık açık.
Bu nedenle, aydınımızın bugünkü kimliğinin bütün ş!frc anahtarları, bizce hiç kuşku yok ki, 1/.Abdülhamid döneminde gizlidir.
Örneğin, gerçekten acaba niçin sadece 1/.Abdülhamid 'e "Ulu Hakan " demektedirler dinci çevreler?
Yavuz Sultan Selim, Abdülhamid döneminde kaleme alınmış tarih kitaplarında belirtildiği gibi, 15 17'de Ridaniye savaşından sonra hilafet i de gerçekten lHanbul 'a getirmiş midir?
Timur, 1402 'de Yıldırım 'ı yendikten sonra ancak birkaç ay kaldığı Anadolu 'yu tarihçi/erimizin belirttikleri gibi taş üstünde taş kalmamacasına yakıp yıkmış mıdır gerçekten? Oysa, öte yandan da Sultan Çelebi Mehmed, topu topu 1 0 yıl sonra devleti deriemiş topadamış ve tarunu Fatih de, gene topu topu 40 yıl sonra Bizans imparatorluğu 'na son vermiştir.
Gene, Rus çariçesi Katerina bohçacı kadın gibi Baltacı Mehmed Paşa 'nın çadırına gizlice girdiği için mi Osmanlılar Prut savaşını sona erdirmişlerdir hemen?
Kısacası; hiç kuşkumuz yok, Osmanlı tarihinin bütün şifre anahtarları "Ulu Hakan" döneminde gizlidir. Bu nedenle kitabımızın adını "Kod Adı: Ulu Hakan" koyduk.
Çalışmamızın bu kısmında, Osmanlı imparatorluğu ' nun kültürel temelinin nasıl oluşturulduğu konusu ile, Doğu imparatorluklarındaki orduların önemi üzerinde durduk.
Çalışmamızın ikinci kısmında da, doğrudan Ulu Hakan dönemini mercek altına alacağız.
Şayet bir kusur işlemişsek aifola gene . . .
Ekim I 998 1 Yeniköy
16
Nasıl Kalkınırız?
N'olacak şu memleketin hali? Şöyle birkaç kişi bir araya gelip, hele rakı şişesinin dibine
vurup da iki tek atınca, hemen "N' olacak yahu şu bizim memleketin hali?" diye dertlenmeye başlamayanımız galiba gerçekten hiç yoktur.
Ne yalan söylemeli . . . Bir köşeye oturup, memleketin hali
üzerine karşılıklı uzun uzun dertleşmeye ulusça bayılırız. Hatta, birkaç kişi bir araya gelmemiz de gerekmez her zaman. Örneğin, "Hele şöyle bira: oturup başımı dinleyeyim" diyerek tek başıımza da bir köşeye çekilsek, gene hemen başlarız içimizden memleketin haline hüzünlenmeye. Üstelik, kendi çıkarımız için de üzülmeyiz memleketin haline. Kendi adımıza iizülüyorsak, inanın namerdiz! . .
" Oturup konuşmak" "başım dinlemek" "kafayı dinlendirmek" "kafa çekmek" filan da, zaten salt bize özgü deyimlerdir galiba. Nitekim, Melih Cevdet Anday usta da, bu ''oturup konu şalım" deyimine bozulmuş, "Oturmadan düşünemiyor musu n b e adam?" diye soruyordu bir yazısında. (Cumhuriyet gazetesi. ıs Aralık 1 995) .
Ama ilginçtir, demek öte yandan da, böyle olur olmaz memleket için ağlaşmamızdan biraz da gizli gizli utanıyormuşuz ki,
sanki rakı yüzünden başımıza geliyormuş gibi bütün bunlar, tut muş bir fıkra bile uydurmuşuz bu konuda.
Mutlaka biliyorsunuzdur. Hani , yaz tatilini Türkiye' de geçiren bir Alman, dönerken bir iki şişe de Yeni Rakı satın alınış . Birkaç gün sonra da arkadaşlarını bir akşam eve yemeğe çağırmış ve açmış rakı şişesini . . . Önce gönülsüz davranmışlar, anason kokusu itmiş ya, ilk yudumun tadına varınca, ardı ardına bir
kaç kadeh daha patlatıvermi�ler keyifle. Sonra da kendiliklerin-
17
den vermişler kafa kafaya ve ba�lamışlar hep birden "N' olamk ruhu ŞI( hi :im Afmanw ' mn hali?" diye dertlenmeye . . .
Sanki tıl sım rakıdayın ış gibi . . . Aslında rakı da bahanedir bizler için . hiç kuşku yok . . .
Çünkü, aydınlarımız ın neredeyse tam dört y ü z yı ldır "N' olam k şu memleket in /w li·;·· diye dertlenmeden geçirebildikleri tck bir günleri bile olmamıştır sanki, gördüğümüz kadarıyla. Yani, kesinlikle yeni bir olgu değildir bu bizim için . . .
Örneğin, daha XVI. yüzyılın ortalarında, ı560' 1 ı y ıllarda, O'imanlı aydınları "Padişalı kocaldı gayri. Ordunun başmda sefae çıkamıyor. N' olacak hu memleketin hafi.?" diye hornurdanmaya başlamışlardır tarihçi lerio yazdıklarına göre.
Gerçekten de, Kanuni Sultan Süleyman o y ıllarda artık neredeyse 70 yaşıııa basmak üzeredir, üstelik gut hastasıdır ve Osmanlı ordusu da ta ı553 'ten beri yeni bir sefere çıkmamıştır. Ama ne var ki. Osmanlı ordusunun nicedir yeni bir fetih seferine çıkmamasının nedeni de, salt sultanın yaşlılığı değildir galiba.
Çünkü, gene vakanüvislerin yazdıklarına göre, Kanuni Sultan Süleyman' ın ı 553 ' teki İran Seferi de, hazineye yeni gelirler
getirmek şöyle dursun, güya zafer kazanılarak Doğu Anadolu, Irak, Tebriz filan gibi yerler de Osmanlı topraklarına katılmış ol
masına karşın, elde edilen ganimetler seferin giderlerini bi le tam kar ş ı lamamıştır.
N it ekim o tarihe kadar ı 00 dirhem gümüşten 300 akçe kestiril irken, Sultan Süleyman da bu seferden sonra paranın değerini düşürmek zorunda kalmış ve ı 00 dirhem gümüşten 457 akçe kestirmeye başlamı�tır, Prof. Mustafa Akdağ' ın belirlemelerine göre.
Artık, ilk yıl larda olduğu gibi ordu İstanbul 'dan birkaç yüz kilometre uzaklıkta fethedilecek yeni varsıl yerler bulamamakıadır. İmparaforluğun s ınırları çok genişlemiştir, dolayısıyla
ordu, yeni bir yer fethedebilmek için bazan binlerce kilometrel ik yol katetmek zorunda kalmaktadır. Bu yüzden, fethedilecek
yere ula�mak için uzun bir zaman gerektiğ inden, ordu yolda kış-
I R
Lı mak için konaklamaktadır kimi seferlcrde. B ütün bunlar da maliyeti çok yükse ltmektetir.
Yani. masraflar çok arttığı için, fet ih seferl e ri de karlı olmak
tan çıkmışt ır artık, gördüğümüz kadarıy la. Sadrazam Sokul lu Mehmed Pa�a da. Sultan Süleyman· ın to
runu III. Murad döneminde İran üzerine gene bir sefer düzenlen
ınesi söz konusu olduğunda hemen atılım� ve Aman su/taIlim -' Ceddi ôlônı: Sultan Siileyman lw:retleri !m iran selerinden neler ç-ekmiştir, hilme:sini: . . . Sul/ı olunw_,·a kadar ne :e/ır, ne kalır yutmuştur . . . imn :aptolunsa hile . yapılacak tahsilat sefer/n nwsmfinı dahi karşt!ama: . . . Aman /w sultanmt! demiştir, Peçeri Tarihi' nde aniatıklığına göre.
Fransız devriminin gerçekle�tiği y ı l , 1789'da tahta çıkan Osmanlı su ltanı llLSelim de , galiba tarihimizde ilk kez, daha salta
natının kırkı çıkmış çıkmamışken, hemen ü lkenin bütün i leri gelenlerini çağırıp, bir "Meşveret Meclis i" toplayarak, "N' olacak memleketin şu hafiF' diye sormuştur onlara, bilindiği gibi.
Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu ' nda neredeyse iki yüz y ıldır i şler iyi gitmemektedir. B aşkent İstanbul 'da bile insanlar binbir yokluk içinde kıvranmaktadırlar artık. Et yoktur, süt yoktur, hatta odun bile bulunamamaktadır zaman zaman. Bu nedenle halk bir kurtarıcı beklemektedir.
Saray da nicedir hocalara tesl im olı ım�. fal baktı rarak, düş yorumlatarak yönetmektedir ülkeyi zaten. Falcı l ık ve dü� yorumculuğu (rüya tabirciligi) art ık medreselerde de ayrı bir ders olarak okutu lmaktadır "ilm-i niicum" adı altında.
Sultan llLSelim ' in babası III.Mustafa, Avrupalıların sa va�la
rı da fa lcı larının kehanetleriyle kazandıkianna inandığından, Rus savaşından önce Fkansa ve Prusya krallarına elçi göndererip, falcı larını kendisine yardım o larak bir süre için ödünç vermelerini bile istemiştir. Prusya Kralı II.Friedrich ·i n. "Benim i iç falctm vardtr Biri, tarihten ı·c deney/ndnden dns almakttr ikincisi, askeri her :aman samşa lw:tr halde tutnwkttr Üç·iinciisii de , .1m·aş için gerekli JWUl\'1 öncedenlw:inede hiriktirme/..tir diyerek imalı bir di l le yanıtlamas ından sonra da . gene �ıl -
JlJ
dız falımı baktırarak Rusya ile savaşa karar vermiş ve hazinede ne var ne yok, hepsini bu uğurda çarçur etmiştir. (Prof. Uzunçarşı l ı , Osmanlı Tar. cilt-IY, s .343)
Hatta, oğlunun, tıpkı atası Kanuni Sultan Süleyman gibi bir cihangir olarak doğması için, ana rahmine hangi gün ve hangi dakikada düşmesi gerektiğini bile Miineccimhaşt ' na hesaplat
mıştır. Bu yüzden, oğlu I II .Selim'in bir cihangir olarak doğdu
ğundan da kuşkusu yoktur. Halk da bu söylenti lere hemen dört elle sarılmıştır. Dolayı
sıyla III .Selim'in tahta çıkışı büyük sevinç yaratmıştır İstan
bu l ' da. İ lginçtir, tarihçilerio belirttiklerine göre, III. Selim de bir ci
hangir olarak doğduğuna yürekten inanmaktadır. Bu nedenle de, ola ki işe nereden başlaması gerektiğini kestiremediği için, meşveret etmek üzere hemen ülkenin ileri gelenlerini çağırtmış ve 1 789 y ı l ı mayıs ayı başlarında bir cuma günü öğle namazını meşveret erhaht ile birlikte kıl ıp, Sultan Kasrının Revan odasında Meşveret Meclisi 'ni toplayarak, "Bre a,�alar, konuşım hakaytm! N' olacak memleketin h u hali 7" diye sormuştur.
Ama ne yazık ki, adı şehzadeliği sırasında bile halk arasında kurtarıcıya çıkmış I I I . Selim, cihangirlik düşlerini gerçekleştiremeden, daha meşveret erbabının önerilerine uyup Nizam-ı Cedit
adında yeni bir ordu kurmaya çalışırken, Yeniçeriler tarafından alaşağı edilip tahttan indirilmiştir.
Fakat ilginçtir, kimi tarihçiler bu kez de, III.Selim' in zaten eşref saatte ana rahmine düşmemiş olduğu için cihangir doğmadığın ı , Hekimbaşı ile Müneccimbaşı 'n ın aralarında anlaşıp, odadaki saatin yelkovanını parmaklarıyla değiştirerek sanki hesapladıkları satte doğmuş gibi gösterip Sultanı aldattıklarını yazmışlardır. (Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet , c . 8, s. 1 88 , İstanbul 1 974
1 Prof. Karai, Osmanlı Tarihi, c .S , s . 1 3, Ankara 1983 1 Prof. B erkes, Türkiye 'de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yaymları , İst . 1978 , s .572)
Ancak. ü lkenin ileri gelenlerini toplayıp meşıwet etme usulli bütün bu olup bitenlere kar�m gene de sürdürülmüştür. gördüğü-
20
ı ı ıüz kadarıyla. Üstelik ilginçtir, bu kez Meşreret Meclis i 'ni top
layan sultan da değildir. III. Selim' i yeniden tahta çıkarmak için yanında onbe� bin askeri ve "Rusç-uk Yaran/an ·· i le birlikte İ s
ıanbul 'u basan, ancak I II .Selim' in öldürülmü� olduğunu görüncc, zorla mühr-ü hümayunu alıp IV Mustafa 'yı tahttan indirerek l l . Mahmud'u su ltan yapan Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa,
hemen Anadoludaki ve Rumelideki bütün ayanları İstanbul 'a çağırıp, devlet ileri gelenleri ve ulema i le bir Meşveret-i Amme toplantısı düzenlemiş ve içinde bulunulan durumu uzun uzun anlatarak "N' olacak memleketin hu ltali ? " diye sormuştur onla
ra. Toplantının sonunda da, devlet ricali i le ayanlar arasında, ta
rihe "Sened-i irtifak" adıyla geçen bir anlaşma imzalamışlardır
bilindiği gibi. Anlaşmayı , Sultan II .Mahmud da onay lamıştır. Ne var ki, bu anlaşmanın imzalanmasından topu topu 40 gün
sonra, Yeniçeriler bir gece ansızın evini basarak öldürmeye kalkışmışlardır Alemdar Mustafa Paşa'y ı . Saldırganlara karşı tek başına yiğitçe direnen Paşa da, artık bir kurtuluş umudu kalmadığın ı görünce, badrumdaki cephaneliği ateşe vererek evi kuşatan 300 yeniçeri ile birlikte kendisini havaya uçurmuştur.
Oysa, henüz üçbuçuk ay bile olmamıştır sadrazamlığı alalı. Bu sürenin iki ayı da MeŞI'eret-i Amme toplantısının hazırlıkla
rıyla geçmiştir mutlaka. Dolayısıyla, kimi tarihçilerin abartarak yazdıkları gibi, Yeniçerileri kendisine düşman edecek bir eylemde bulunabilmesi için, galiba zamanı bile olmasa gerektir yani. Üstelik M eşi'eret-i Amme toplantısını açarken yaptığı konuşmada da, ola ki özellikle, "Bi·::/er an asıl ocak/uyu::. Yeniçeri oca,�t lıakkuıda taassuhumu::: derkôrdtr " (Aslında bizler de ocaklıyız. Yeniçeri ocağından taraf olduğumuz açıktır. ) diyerek söze başlamıştır.
Ama öte yandan da, Sadrazarnın bu başına buyruk davranı�
larından, kendisine danışma gereği bile duymadan böyle toplantılar düzenleyip, devlet adına anla�malar imzalamasından asıl rahatsızlık duyan kişinin de Sultan I I . Mahmud olduğunu yaz
maktadırlar gene ayın tarihçiler. Ne var ki. kendisini tahta otur-
2 1
t;ın ki�i olduğu için Sadrazanıa kar�ı açıktan sesini çıkaramamaktadır. Hatta Sened-i lrri(uk'ı da bu nedenle onaylamak zonında kalmı�tır.
İ �te bu yüzden. kuşkulanmamak olanaksızdır doğrusu.
Yeniçeri lerin. çiçeği burnunda bir sadrazaımı kar�ı böyle birden ayaklanmaları da. Sultanın Sarayda bir grup yaranıyla (veya ülema ile) yaptığı meşreret totJiantilanndaki bir gizli pazarlığın ürünü müdür. kim bilir . . .
Osmanlı sultanlarının yaranlarıyla yaptıkları gizli nıeşı ·eret toplantt/an . ku�kusuz bu tarihten sonra da aksatılmadan sürdürülmüştür. Ancak. ülkenin ileri ge lenlerinin çağrıldığı bir başka
Meşreret Meclisi toplant ı s ının yapılması ise. bir daha söz konu�u dahi olmamıştır galiba.
Ama i lginçtir, Osmanlı aydın ları bu yüzyılda da, "N' olacak IJ/1 memleketin lı ali·;.. diye sormaya ısrarla devam etmi�lerdir, gördüğümüz kadarıyla.
Örneğin, I 865 yıl ı orta larında. bir grup genç aydın, "N ' olacak IJ/1 memleketin Jıalf'J" diyerek "Gen�· Osmanlt/ar Cenıiyet i" adı altında bir gizli örgüt kurnıu� lardır İ stanbu l 'da, bi l indiği gibi .
Ne var ki, memleketi kurtarmak için I 867 yı l ında, Al i Paşa' nın yerine Mahmut Nedim Pa�a'yı sadrazamlığa getirmek
amacıyla düzenledikleri Babıiili baskınının önceden haber alınması üzerine kurucularının çoğu tutuklanmış ve Namık Kemal ile Ziya Paşa da, Mustafa Fazı) Paşa ·nın çağrısı ve yardımıyla Paris ' e gitmiştir.
Fakat, güya bu gizli örgütün kurucularından ve en büyük parasal destekçisi olan Mustafa Fazı l Paşa, Naınık Kemal ve Ziya Paşa'nın Paris 'e ayak basmasından beş on gün sonra, Sultan Abdülaziz ' in de Fransa 'ya gelmekte olduğunu duyunca, derhal çark etmiş ve ola ki Fransa hükümetiyle de işbirliği yaparak bu iki sakıncalı konuğun hemen Paris ' ten u zaklaştınlmasını sağlamış. Londra 'ya göndermi�tir onları .
Çünkü, tarihçi lerin yazdıklarına göre , Mustafa Fazı! Pa�a.
kendis ine Mısır valiliği verilmediği için Saraya küskündür. Bu
_l!izli örgüte destek vermesi , ardından Paris ' e gidip yerleşmesi de hu öfkesi yüzünden olmu�tur zaten. Bu nedenle, Sultan Abdülaı'iz ' in Fransa'ya gelmesini, kendisini bağışlatıp yeniden bir göreve getirilmesini sağlamak açısından büyük bir �ans (bir fırsat)
olarak görmektedir. Nitekim, ' 'Man·i!ya linununda karşılanuştır" Sultanı ve
"Pm"is 'te Osmanlı elçifiğinde verilen resmi ka/ml sırasmda da, ii:::erine resmini işlettiği hir halıyı padişahın oturaca.�ı koltuRun önüne" ayaklarının altına serdirmiştir. (Prof. Karai, Osmanlı Tarihi, c-7, s .39 5)
Sultan Abdülaziz, bilindiği gibi bir dış geziye çıkan i lk Osmanlı sultanıdır. Ordunun başında fetbederek gitmenin dı�mda hiçbir Osmanlı sultanı yurtdışına çıkmamıştır o tarihe dek.
1 867 y ılında, Uluslararası Paris Sergisi 'nin açılışı dolayısıyla 1/J .Napolyon, Osmanlı sultanını da Fransa 'ya çağırmış, ancak Sultan Abdülaziz, bugüne dek hiçbir atasının "tcne::::::ül edip" böyle bir çağrıyı kabul etmediğini, hele hele i lk dış gezide bir kafir ülkesine gitmenin doğru olmayacağını, üstelik ''Hıristiyan topraklanna hasarsa mübarek ayaklannın kirlenece,�ini" söyleyerek, derhal reddedi lmesini buyurmuştur bu çağrının.
Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu, bütçe açıklarını kapatabilmek için 1 850 'den beri B atıl ı ü lkelerden yüksek faizli dış borç almaya başlamıştır. Üstelik, yeni saraylar yaptırmak, görkemlı sultan gezileri düzenlemek gibi işlerle bu borçlar çar çur edildi
ği için de, artık dış borçların faizlerinin ödenebilmesi bile yeni dış borçlar bulunmasını gerektirmektedir. Dış borç bulabilmek ise, iyice zorlaşmıştır.
Bu nedenle, devletin ileri gelenleri, ola ki III . N apoiyon ' un da şefaatiyle yeni dostluklar kurularak yeni dış borç bulma olanakları sağlanır umuduyla, Sultanın çağrıyı geri çevirmesine şiddetle karşı ç ıkmışlar, gerekçelerini çürütmek için türlü dil ler dökmüşlerdir. Hatta, "Aman su/tanım, mübarek ayak/amu::: o htf'ir ülkesinde de kesinlikle Hıristiyan topraklanna basıp kirlennıeyecek" diyebilmek için , "arası Marmara deni:::inin kunı/1\'la doldurulmuş" çift tabanlı özel ayakkabılar bile yaptırmış-
)' -·'
!ardır. (Joan Haslip, Bilinmeyen Taraflarıyla Abdü lhamit , Çeviren: Nusret Kuruoğlu , s . 56-57, İstanbul 1 964)
Ama ne yazık ki, yanına yiğenleri Şehzade Murat ve Abdülhamid ·i de alarak, büyük bir heyetle 30 Haziran 1 867 günü Pa
ris ' e ayak basan Su ltan Abdü laziz, ne III.Napolyon'dan, ne de
Fransız bankerlerden yeni bir borç bulabilmiştir. Ve çaresiz, "Mı'isliimanlık akidelerine gare hir kadımn lıı'ikiinıdar olmasım içine hir tı'irlii sindirenıedigini" söyleye söyleye, gene aynı umutla, bu kez de İngiltere Kraliçesi Victoria 'nın çağrısını kabul ederek, sanki Namık Kemal i le Ziya Paşa 'y ı izliyormuş gibi, Par is ' ten Londra'ya geçmiştir hemen.
Fakat i lginçtir, güya kendilerine bir kötülük yapmasından korktukları için kaçıp Avrupa'ya sığındıkları Sultan Abdülaz iz ' in arkalarından Londra 'ya da gelmesin den, galiba ne Namık Kemal rahatsız olmuştur, ne de Ziya Paşa, gördüğümüz kadarıyla.
Çünkü , tam karşıt ı , diyelim Ziya Paşa, tıpkı Mustafa Fazı! Paşa gibi, bu durumu sanki bir fırsat sayarak, bir yolunu bulup huzura girmeyi başarmış ve hükümeti sert bir dille e l iştİren bir layiha sunmuştur Sultan'a . Yani, Genç Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin de sorunlar ı , tıpkı öteki Osmanl ı aydınları gibi, kesinlikle saltanatla veya sultanla ilgili değildir. Tam karşıtı , düzeni
daha da güçlendirmek için, devleti içine düştüğü ekonomik sıkıntılardan bir an önce kurtar ıp, eski görkemli haline kavuşturabilmenin yollarını aramaktadırlar.
Nitekim, Ziya Paşa da, Sultan Abdülaziz'e Londra 'da sunduğu layiha 'da, "Devlet-i A liyye için istikraz (borç) ile yaşanıaktan gayrı necat (kurtuluş) re hayat kahil de,�ilnıiş gihi" dış borçları bile dış borç arayarak ödemeye çalışan sadrazaını ve hükü· meti şiddetle eleştirmektedir sadece.
Gerçekten de, Batılılara şirin görünüp, yeni dış borçlar sağlayabilmek için, Sultan Abdülaziz ' in Pari s 'e hareketinden üç gün önce , 1 8 Haziran 1 867 'de, Osmanlı ü lkesinde yabancılara
da özel toprak mülkiyeti hakkını tanıyan yönetmeliği yürürlüğe sokmuşlardır rüşvet olarak. Oysa, Osmanlı İmparatorluğu ' nda
iıtcl toprak mülkiyeti hakkından ilk kez söz eden 1 R58 tarihli Ira:/ K anumıamesi, bu hakkı yabancılara da tanımak �öyle dur
sun , Osmanlı uyruğundan bir kişinin topraklarının, yabancı uy
ruklu eşine veya çocuklarına miras yoluyla geçmesine bile izin
Ycrmemektedir. Bu yönetmeliğin yürürlüğe girmesinden sonra da, İmparatorluğun İstanbul , İzmir, Selanik gibi büyük l iman kentlerinin toprakları , gerçekten sözcüğün tam anlamıyla yağma
edi lmeye başlanılmıştır yabancılarca. Sultan Abdülaziz'e sundukları layihada, ola ki henüz işitme
dikleri için, bu konudan söz açmamışlardır, ama daha sonra her ikisi de, hükümeti bu yönetmelikten dolayı da son derece sert bir dille eleştirmişlerdir Londra'da birlikte çıkardıkları Hürriyet adlı gazetede.
Örneğin, Ziya Paşa, "Bu tahir/n türkçesi, hiz hu yönetim sares/nde ticaretimi:i, stnaatınn:t ecnehilere verip hirer çiiriik ahşap kuliiheye haşınu:t sokmuş seyirci gihi kalnuş idik. Şimdi hu kuliihemi:i dahi verip yersi: yurtsu: kalarak Anadoluya hicret edece,�i: demektir. BaiJ iali hiikiimeti ecnehiler için de toprak sa!tihi olma hakktm ilan edince, do/ayit olarak istanhul ahalisine göç dal'liilan çaldt . ( . . . ) Viikelôy-t ha:mmm (mevcut h tlkiimetin ) Avrupamn öı ·giisiinii ka::anmak için ecnehilere höyle mkitsi: toprak miilkiyeti hakkt l 'ermelerinden do,�acak SOIIIIÇ lmdur. ( . . . ) Ali ve Fuar Paşa' lar da sadra:am!tk ve c!tşişleri vezirliklerini siirdiirerek :ai'OIIt!ara eteklerini öptiirmeye dem m ederler. " diye yazmaktadır. (Hürriyet, ı 6 Kasım ı 868)
Namık Kemal de, soruna ekonomik açıdan yaklaşıp, "Diinyada sen·et iiç kaynaktan saglanu: Birincisi ziraat ve onun yan dallan olan do,�cmtn vergi/eridir. Vatamnu: öyle hir eşi bulunma: yerdedir ki, iiç k ttmlin en önemli nokta/amu tutmuştur. Vaktiyle alemin kileri hiikmiinde idi. Ama ne yaztk ki, topra,�ınu: diinyanm en önemli ı·e en paha!t iiriinlerini \'etiştirmeye miisaitken , hi: hugiin yiyece,�e muhtan:. diyerek, hükümeti dalayl ı
bir dille bu kararından dolayı ele�tirmektedir. (Hürriyet, 1 O Ağustos 1 R6R)
Genç Osman lıların lıcdeflerinin yönetim olduğunu . düzeni
değiştirmek gibi bir amaçlarının kesinlikle bulunmadığını tanı t layıcı en önemli olgulardan biri de, gal iba hiç kuşku yok ki, Birinci Meşrutiyet deneyimi olsa gerektir.
Bilindiği gibi, İngiltere 'nin kendilerinden fersah fersah i lerde oluşunu meşru ti sistemle yönetitmesine yorduklarından, Osmanlı İmparatorluğu 'nun içinde bulunduğu ekonomik durumdan kurtu luşu için de meşruti sistemi tek çözüm olarak önermişlerdir 1 870' lerde. Ama ne yazık ki, Nam ık Kemal, Mithat Paşa
gibi güya Batıcı aydınlanmız bile, ne şeriailan vazgeçebilmişlerdir, ne de saltanattan . . . Yani, düzeni değiştirmeyi düşüncelerinde tartışmaya dahi cesaret cdemediklerinden, ne şer ' i hukukla ilgili, ne de örf-i hukukta ilgili yasama yetkilerinin parlamentoya devrine olur verebilmiş lcrdir.
Nitekim, Prof. Niyazi Berkes de, bu girişimler sonucu 23 Aralık 1 876 günü Abdülhamid ' c onayiatı larak törenle i lan edilen Kanun-u Esasi ile ilgili olarak, "Gerçekte bu anayasa lıükı"imdan hemen hemen hi{· bir şarta bağlanuyordu. Tersine, Kanun-u Esasi'nin kendisi. hiikümdann iradesine birçok şartlm·/a bağlanmıştı. Bu yapının altındaki temel, efiemenliğin lıalkta olduğu doktrini de.�ildir Onun altmdaki doktrin efiemenliğin Tannda. onım yeryüzündeki ı·ekilinde bulunduğu doktrinidir. Bu yasa, asıl yasa sayılan şeriatlll sadeec bir parça.l'ldır. Yasamn hemen hemen bütün kurallannda son söz despot hükümdamıdır. " diye yazmaktadır. (Age, s. 326).
Bu nedenle, Kanun-u Esasi ' nin ilanından topu topu üç ay sonra 19 Mart 1 877 ' de ilk toplantısını yapan Mecl is-i Me busan ' ın, daha birinci yıl ını bile doldurmamışken 1 3 Şubat l 878 'de kapatılmasının sorumlusu da, bizce hiç kuşku yok ki, Abdülhamid değil, meşrutiyetle şeriat kavramlarını kafasında bile bir türlü yerli yerine oturtamayan, dolayıs ıyla meclisi feshetme yetkisinin su ltana bırakılınasını parlamenter sistemle
bağdaşıı rabileccğini sanan Osmanlı aydınlarıdır kesinlikle . . . İ lginçtir, Yahya Kemal' i n anılannda anlattıklarına göre, Os
manlı aydınlannın soruna bakışlarında, İmparatorluğun son günlerinde. XX. yy.da bile herhangi bir değişiklik olmamıştır.
26
Örneğin, 1 9 14 yıl ı yaz aylarında bir gün eşiyle birlikte kendisini ziyarete gelen, kısa bir süre öncesine dek aşırı bir İ ttihat ve Terakki karşıtı olan Celal Sahir Bey de, Artık istikra: çaresi (dı� borç bulma olanağı) kalmamıştır. C mit ' e (Maliye bakan ı )
son istikraz işinde edilen muameleyi görnıedini: mi? Artık istikra: nııimhin de,�il. Bu menı/eketi nasıl imar edece.�i:') (. .. )Bi: Mısır' 1 re Kafkasya'yı alnıaksı:m payidar o/ama yı:, parça/anın: . Mısır' ın panıu,�unu re Baku' nun petrol kuyulan m alnıaksı:ın hütçenıi:i düze/tmek inıkam yoktur " diyerek, Osmanlı İmparatorluğu 'nun kurtulu�u için devletin yeniden güçlendirilmesi , bu amaçla da !.Dünya Savaş ı 'na mutlaka girilmesi gerektiğini savunmuştur. (Yahya KemaL Hatıralarım, İ stanbul Fetih Cemiyeti Yayını , 1 976, s . l32)
Yahya Kemal, İ ttihat ve Terakki Fırkası ' nın da, iktidarları s ı rasında bu politika uğruna yaptıklarını anlatırken, "Siyasette hirhirine :ıd ne kadar usul mrsa, ne kadar inkılôp varsa hepsini hirer hirer tecrübe etmiştir" 1 908 'de en geniş l iberalliği savunmuş, 1 9 1 3- 1 8 arasında en dar milliyetçiliği uygulamış, 19 1 8 ' de de sosyalist olup, "Istokholnı Kongresi' ne sosyalist azasını göndernıeyi unutnwnııştır" demektedir, biraz da alayl ı bir dille. (Age, s. 1 74)
Bilindiği gibi, Ziya Gökalp de, aynı günlerde "N' olacak h u memleketin hali:)" sorusuna bir yanıt ararken, soruna ilk kez toplumbilimsel açıdan yaklaşmış ve "kültür" konusunu Osmanl ı aydınlarının gündemine getirmiştir. "Kültür" kavramının Osmanlıcada bir karşı lığı bulunmadığı için de, Arapça "tarla sürmek" anlamındaki "Hars" sözcüğünü i lke kez "kültür" karşıl ığı olarak kullanmıştır.
Ziya Gökalp, anıınsanacağı gibi 1 876 y ı l ında Diyarbakır ' da doğmuş, i lk ve orta öğrenimini orada tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için 1 895 ' tc İ stanbu l ' a gelmiştir. Ne ki, Abdülha
mid karşıt ı çevrelerle de i l işkide bulunduğu gerekçesiyle 1 898 'de tutuklanıp, yeniden Diyarbakır ' a sürüldüğündcn, yüksek öğrenim görme olanağı bulamamış ve kendi kendini yetiştir
miştir. İkinci Meşrutiyet ' in ilanından sonra Diyarbakır 'da şube-
sini kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti 'n in kongresine katılınak üzere gittiği Selanik ' te de, I 909 y ı l ında, bir rastlantı sonucu Em ile Durkheim' ın kitaplarıyla tanı şmış ve bu tarihten itibaren toplumbilim (sosyoloj i ) i le de ilgileıımeye başlamıştır. Kısa sürede kendini yetiştirerek İ stanbul Darülfünunu ' nda Sosyoloji kürsüsünü kuran ve orada uzun y ıli ar ders veren Gökalp, I 9 I O
yıl ından itibaren de, ta 1 9 1 8 'de kapanıncaya dek, sürekli İttihat
ve Terakki Fırkası ' nın merkez yönetim kurulu üyeliğine seçilmiş , 1 9 1 3 yı l ından sonra da partinin tek ideoloğu olmuştur.
Demek, İttihat ve Terakki Fırkası 'nın merkez yönetim kuru
lu toplantılarında da, İmparatorluğun içinde bulunduğu durum tartışıl ırken, Ziya Gökalp, çözüm olarak birkaç kez gene kültür konusunu açmış olmalı ki, Yahya Kemal ' in anlattığına göre, 1 9 1 8 yılı yaz sonlarında, yani İmparatorluğun artık son günlerinde, "hir akşam B üyiikada' da Yar Kuhiln"i' n ii n taraçasında Ziya Gökalp ile otururlarken , hira:: ilerdeki hir haşka masada birkaç arkadaşıyla birlikte oturan Sadra::am Talat Paşa, kalkıp yanianna gelmiş ı•e Camm Ziya Bey ' Hars mars diye hir fakırdı mr. Nedir hu A llahım sercrsen.'J Bi::im Merke::-i Umumi'de kaç defa anlattın ya, hir tiirhi kaf'ama girmemiş. Şunu hir defa daha anlatsana 1 " demiş, yanlarına oturmuştur. (Age, s. 1 75 )
Mustafa Kemal ' in Çankaya köşkündeki o ünlü akşam sofralan da, aslında Osmanlı ların mran toplantılan ve meşı-eret meclisleri geleneğinin bir devamı şeklinde değerlendirilirse gerektik galiba. Çünkü, Mustafa Kemal, ta Harp Akademisi öğrenciliği yı l larından beri bu tür toplantılar düzenlemektedir zaten, tarihçilerin ve görgü tanıklarının yazdıklarına göre.
Örneğin, sınıf arkadaşı Asım Gündüz. anılarında Mustafa Kemal ' in 1 903- 1 905 yı l ları arasında, öğrenci I i ği s ırasında,
" 'Harp Akademisi'nde her cuma akşamı arkadaşlanm sımfta toplayıp . kapılan kapattıktan sonra, Osmanlı imparatorlu,���· nun içinde hulımdı(�ll sorunlarla ilgili konuşmalar yaptı,�111 1 re tartışmalar chizenledi,�in i " yazmaktadır.
Şevket Süreyya Aydemir de, Mustafa Kemal ' in Harp Akademisi öğrenciliği ile ilgili olarak; " 'Etrafinda derhal hir grup�·uk
fOJJiar. Gijriiniişe gijrc /m gruhun yöneticisi de kendisidi1: Grıtp kijşe hucaklarda, kendi arasmda toplanma.va çalışır Balıçenin kijşelerinde, hoş dersanelerde, düşman gözünden ıcak yerlerde hayuna konuşur/ar, horuna rarrı şırfar . . . Konu hep aymdır· N' olacaktır /m memleketin hali ?" demektedir. (Tek Adam, c-3 , s .77, Remzi Kitabevi, İ stanbul 1 963)
Bi lindiği gibi , Mustafa Kemal ' in Çankaya köşkündeki o ün
lü akşam sofralannda da, önceden saptanmış gündeme göre özel olarak çağrılmış ülkenin ünlü düşünürleri, sanatçıları, bilim adamları, yazarları, gazetecileri ile memleketin hali tartışılmak
tadır her akşam uzun uzun. Falih Rıfkı Atay ' ın dediğine göre, masanın yanı başında da her zaman bir karatahta vardır. Konuklar konuşmalarını isterlerse karatahtanın başına geçip yazıp çi
zerek anlatabilecekleri gibi, kendilerine yöneltilen soruları yanıtlamak için karatahtaya da kaldırılabilmektedirler. Nitekim, "O karatahraya hep kalkmışızdır " diye yazmaktadır Atay. (Çmıkaya, c-2, s .403-493 , Dünya Yayınları)
Söylentilere göre de, "Ben Deniz Kı::ı Eftef.va de,�ilim! " diye tersleyerek çağrıyı getiren polisi kapıdan çeviren Nazım Hikmet ' in dışında, bu sofralara katılmamı ş dönemin ünlü bilim adamı, düşünürü, yazarı , ç izcr i, sanatçıs ı , gazetecİsİ gerçekten yoktur galiba . . .
Fakat, düşmanlarınca d a aleyhindeki e n önemli koz olarak
hep bu akşam sofralan kullanılmıştır, bilindiği gibi. Ne var ki, öte yandan da, suçlarken genellikle " Ülkeyi içki
sofralannda idare ediyor! " diye dillendirmelerine bakılacak
olursa, aslında onların da, bu sofraları basit birer içki alemi değil , küçük çaplı meşıwer meclisleri olarak gördükleri de tartışı imasa gerektir sanırız.
Öyleyse ... Nasıl Kurtuluruz Bu Durumdan Acaba? ..
Görüldüğü gibi, fetih seferlerinin ardı kesilip de ü lkede birtakım toplumsal ve ekonomik çalkantıların patlak vermeye baş
ladığı XVI . yy. sonlarından bu yana, tanı dört yüzyıldır, aydın la-
rı m ız ha bire "N' olacak !m memleketin hali:) " diye dertlenip durmaktadırlar kafa kafaya verip,.
Üstelik ilginçtir, hep aynı biçimde kafa kafa ya verip dertlenip clurmakla da kalmamı�lar, aydınlarımızın soruna yaklaşımlarında ve söylemlerinde ele bir deği�iklik olmamıştır sanki bunca uzun sürede. gördüğümüz kadarıyla. Örneğin , gerek imparatorluk, gerebe Cumhuriyet dönemlerinde, birtakım köklü ekonomik değişikliklerle yeniden yaP.ı lanma girişimlerinde bulunmak yerine. sorunların çözümü siyasal ve kültürel önlemlerde aranmış, devletin daha da güçlendiri lmesine çalışılmıştır sürekli. Yani, aydınımız kendisini her zaman devletle özdeşleştirmiş
ve sorunların devletin zayıflamasından kaynaklandığına inanmıştır hep.
Daha Kanuni Sultan Süleyman döneminde bile, artık yeni yerlerin fethedilememe�i yüzünden kimi yörelerde yavaş yavaş uç vermeye başlayan ekonomik ve toplumsal sorunlar, hemen disiplinin bozu lmasından kaynaklanan asayişle ilgili basit olaylar olarak değerlendirildiğindcn , devletin daha da güçlendirilme�ine karar verilerek, derhal şiddete başvurulmuş ve o bölgelerdeki disiplinden sorumlu sancak beyleri ile tirnar sahipleri cezalandırı )mıştır öncelikle.
Nitekim, Prof. Enver Ziya Karai da, "Kanwı i'den sonra gelen hükümdar l'e sadra::amlamı hir kısmı , imparatorluğu çökmekten kurtarmak için gayret swfe((iler. Genç Osman, IVMuraf ve Köprüiii ailesinden gelen ı ·e::.irler, yaptıklan ısiahat ile imparatorlu,�a eski kuVI'etini ı ·ernıek istediler Isiahat yapanların hir tek gayesi m re/ı . Bo::ulan dü::eni ki /1'\ 'efe dayanarak tekrar kurmak. Bu hakınıdan, ısiahat �·alışmaları disiplinsel karakter taşır. Bu çalışmalar, ıslahata girişenierin gösterdikleri şiddet derecesinde başarılı olmuş ı ·e onların alın yazılarına ha,�lı kalmıştır Bu yii::den , ıslalıatçılar öldükten sonra imparatorluk tekrar ısiaha muhtaç duruma düşmıiştii1:" diye yazmaktadır. (Osmanlı Tarih i, c-5 , s .SS)
Gerçekten de , Kanuni "den tam ikiyüzküsur y ı l sonra.
1 7XlJ"da. Su lı an III. Selim' in. tahta çıkar çıkmaz, Sultan Kasrın-
_i()
dak i Rı van odasında, sağ yanına Kaymakanı Paşa ' n , Reis ı ·ekifi Re şit Efendi ' Yi, Sekhanhaşı A,�ayı . \'ald e K et!tiidası M ah m w
B n·ı , defterdar rekili ı·e emin kimseleri . sol yanına Şe\'hiilislam Efendi ' Yi , Reis-iil U lema Teıfik Efendi ' yi , ı ·e.wir sudur-u kira nu , ocak a,�alanm , Kapucular Kethiidası Şenıseddin Bey ı ·e kardeşi Şehremini Ahdurmhman Beyi alarak topladığı Meşveret Meclisi ' nde de, güya Sudur-u Kiranıdan (ünlü yöneticilerden) Hamidi-:ade Mustafa Efendi ' nin , yapılan zulm ve zorbalıkları anlat ıp, ' 'Reaya fikarasımn oyaklar altında e:ilip hasara l(�mdı,� ını , hu yii:den ülkede yeterli :ahirenin hile hulunnıadığın ı " söylemesine, Kaleler Na:m Han Nunıwı Bey' in, "Devletlı'i Padişalum , hen kulun taşralıyı nı . Hakikat halde fukara ı·e :ua(anın (zayıfların) hali çok kötiidiir ı ·e de son k erteye gel miştir. " demesine, eski defterdar Hakkı Bey' in, satın alma işlerinde yapılan yolsuzlukları, mezalimi, soygunu bir bir sayıp dökmesine karşın, gene devletin nasıl giiçlendirilece,�i konusunda ülkenin bütün ileri gelenlerinden layiha İstenitmesine karar verilmiştir. (Tarihi Cevdet, c-4, Uçdal Neşriyat, İ stanbul 1 976)
Cevdet Paşa her ne kadar bir rakam vermemekte ise de, Niyazi Berkes "zamanın iki yii:e yakm ileri geleninden rapor istendi,�i" görüşündedir. (Age, s .88)
Gerçekten kaç kişiden layiha istenilmiş olduğunu saptayabilmek, bugün elbette olanaksızdır.
Hatta, Sultana sunulan layiha sayısını bilebilmek de olanaks ızdır. Çünkü, Cevdet Paşa ' nın verdiği bilgilere göre, ha:ı çeı ·reler tiirlii dolaplar çerirerek hu işe de fesat kanştırmışlardır Örneğin, genç Padişahın, yeteneklerini saptayabilmek için layiha istediği ve onlara bakarak kendilerini görevlendireceği dedikodusunu yayıp, olmadık önerilerin yapılmasına neden olmuşlar, · 'takdim olunan layihalan çocuk oyunC{(�tna döndiirnıiişler" dir. Sultan bile, çoğunu okurken kahkahalar atmıştır. Bu
yüzden sunulan layİhalardan çoğu değerlendirilmeye bile al ınmamıştır.
Cevdet Paşa, layihası değerlendirilmeye alınmı� 1 H ki� iden söz etmekte, yalnız onların adlarını vermektedir. Prof. Kara i ise .
.\ ı
" Yirmi.1·i Türk. hiri Osmanlı ordusunda görerli Bcrtrant admda hir su/my ilc di,�cri i.1TCÇ c/�·ı/i,�indc çalışan ün/ii D ' Olisson olmak ii::crc ikisi Hıristiyan, 22 kişinin Su/twıa layi/w sunduktanm " yazınaktadır. Prof. Berkes ' in değerlendirmesine göre de, "/m kişilerin 5' i u/cma. 1 3 ' ii d c hiimkrasidcn" dir. Yani, "ço.�un/uk ordu adamı dc,�il, sinl" dir.
Ye, tarihçiferin bu kez söz birliği etmişcesine belirttiklerine göre de, büyük çoğunluğu sivil olan bu kişilerin neredeyse tamamı , İmparatorluğun içinde bulunduğu toplumsal ve ekonomik sorunlardan kurtuluşu için tck çare olarak, ordunun yeniden eski gücüne kavuşturulmasını önermişlerdir verdikleri layihalar
da, ne ilginçtir ki . . . Kuşkusuz, layihalar arasında birtakım farklar da yok değil
dir. Örneğin, ordunun güçlendirilmesini kimileri Yeniçeri Ocağı 'n ın yeniden eski geleneksel yapısına kavuşturulmasında, kimileri ise yeniçerilerin de Avrupalıların kullandığı yeni savaş araç ve gereçleriyle donatılıp, yeni savaş tekniklerine göre eğitilmesinde görürken, büyük kısmı, i lginçtir bütünüyle yeni bir ordu kurulmasından yanadır. "Ni::am-ı Ccdit" adında yeni bir
ordu kurulmasını önermektedirler Sultan II I.Selim 'e. Yani, Mcşı·crct Mcclisi ' ndc , fakir fukara halkın artık İstan
bul ' da bile yiyecek ekmeği zor bulduğunu , yakacak odunun bi
le ateş pahasına olduğunu , haksızlığın, zorbalığın, zulmün, rüş
vetin, hırsızl ığın ülkede kol gezdiğini çeşitli örneklerle bir bir anlatarak gerçeği bütün ç ıplakl ığıyla sultanın gözlerinin önüne seren ulemadan Hamidi-zade Mustafa Efendi, Kaleler Nazırı Hacı Numan Bey ve eski defterdar Hakkı Bey dahi, İmparatorluğun içinde bulunduğu bu toplumsal ve ekonomik sorunların ancak ordunun güçlendirilmesiyle çözülebileceği görüşünde olduklarını belirtmişlerdir ola ki . . .
Kısacas ı , Osmanlı yöneticileri, bütün tarihleri boyunca ne zaman bir toplumsal veya ekonomik sorunla karşı laşsalar, olayları salt asayişin bozu lmasına yorduklarınJan, çözümü de birtakım toplumsal ve ekonomik önlemlerde değil , devleti daha da
güç lendirmekte aramışlar ve orduyu anımsamışlardır hemen.
Oysa. Osmanlı i mparatorluğu da bütün imparatorluklar gibi , deği�ik etnik kökenierden gelen ve ayrı diniere inanan, ama asıl iincmlisi farkl ı ekonomik aşamaları yaşayan toplumlardan oluşmuş karnıaşık bir uyruğa sahiptir. Örneğin, Bizans İmparatorluğu 'ndan devralınan uyruk köylülqmeyi tamamlayıp feodal iliş
kiler aşamasına sıçramışken, Orta Asya'dan gelen uyruk hala göçebeliği sürdürerek hayvan sürülerinin ardında dalaşınaktadır otlak otlak . . .
Gene, bi l indiği gibi , Osmanlı ların Biz<ms topraklarını fetheder etmez yaptıkları ilk iş de, tekfurları ortadan kaldırarak feodal düzene son vermek ve yerine İslamiyetin, özel toprak mül
kiyeti hakkının tanınmadığı ikta sistemini uygulamak olmuştur. Böylece, Bizanstan devralman uyruğun da, tarımdan sanayi
ye �ıçrayabilmesi için gerekli birikimi feodal beyler aracıl ığıyle sağlaması olanağı bırakılınadığı gibi , ikta sistemine göre bir aileye en çok bir öküzün �ürebileceği büyüklükteki toprak üzerinde tarım yapma hakkı tanındığından, bütün tarihi boyunca, kırsal kesimde yaşayan aileler aracı lığıyla da topraklarını zamanla
çağaltarak (büyüterek) kapitalist tarıma geçme olanağı kesinlikle verilmemiştir, ne yazık ki . . .
Osmanlı İmparatorluğu 'ndaki kentlerin yapısı , nüfusun yüzde kaçının kent ve kasabalarda yaşadığı , kent ve kasabalarda yaşayan insanların etnik ve dinsel açıdan dağıl ımı, ekonomik durumu vb. gibi konularda da bugün elimizde yeterli bir bilginin bulunduğunu söyleyebilmek, kuşkusuz olanaksızdır.
Nitekim, doçentlik tezini İstanbul Üniversitesi 'nde bu konuda yapan Suraiya F aroqlıi de "Osman!t ekonomi tarihinin araşttrılmastmn ve ya:::t!mastmn henü:: haşlangtç aşamasuıda" bulunduğunu vurguladıktan sonra, ' 'Anadolu kentlennt ele alan hirkaç araşttrmamn da makale düzeyinde oldu�unu" belirterek, "Anadolu ' daki Osman!t kentlerine ilişkin çaltşma henüz çok a::dtr demektedir. (Osmanlı 'da Kentler ve Kentliler, Türkiye Ekonomik ve Top.Tarih Vakfı Yay. , İst. 1993)
Ancak, hemen şunu da belirtelim ki . Osmanlı nüfusunun çok
büyük bir bölümünün kırsal kesimlerde yaşadığı ve kent nüfus-
:n
larının çok büyük bir bölümünü Bizanstan devralınmış uyruğun
oluşturduğu konularında da galiba kuşkuya yer bulunmasa gerektir.
Kim bilir, tarımla önemli bir birikim sağlanmasına ikta sisteminin kesinlikle olanak vermeyeceğini gördükleri için, kırsal kesimde yaşayan Hıristiyan reayanın bir kısmı da bir süre sonra kentlere yerleşerek ticaret ve zanaatla uğraşmayı yeğlemişlerdir ola ki . . .
Kuşkusuz, Osmanl ılar 'da da ticaret ve zanaatla ilgili işlemler sırasında çeşitli adlar altında gümrük, harç, rüsum, vergi filan alınmaktadır, ama tarımdakine benzer bir biçimde büyürneyi sıımlayan katı bir devletçi kontrol sistemi kesinlikle söz konusu dahi değildir, gördüğümüz kadarıyla.
Yani, Osmanl ı İmparatorluğu 'nda da daha ilk yıl lardan itibaren, toplam nüfus içindeki oranları küçük de olsa kimi kentlerde oturanların elsanatları ve ticareıle uğraştıkları, diyelim kimi illerde dokumacıl ığın çok geliştiği, dolayısıyla oraların aynı zamanda birer ticaret merkezi hal ine dönüştüğü bil inmektedir.
Örneğin, Prof. Halil İnalcık, Bursa 'mn XVyy'da re XV/.yy. hoşlannda "Ha/ep re Şam gihi Yakm Do,�u' nun en hiiyt'ik tpek pa:ar/anndan hi ri haline geldi,�ini" , İran) ı tüccarların Asya'dan ipek ve ipekli kumaş getirip burada sattıklarını, ' 'ira/yan tacirlennin , ö:ellikle de Floransalt/ann ı ·e C eneri:li/erin Bursa pa:annda ipek almak için yanşttklamu " "iranlt taeirierin de döniişte Floransa/tlann , C eneri:li/erin getirdiği Frenk ma lt ince yiin/ii kumaşlan, çulıa/an .filan sat m alarak ii/ket erine götiirdt'ik/erini" yazmaktadır. ( İ .Ü . İkt. Fak. Mecmuası , c- 1 5 , no 1 -4, s .62-63 , Ekim 1953 / Temmuz 1954)
Ancak, incelemede Osmanlı tüccarlarının kimlikleri hakkın
da da ayrıntılı herhangi bir bilgi verilmemektedir. Ama, asıl ticaretin Cenevizliler ve Floransalı larla yapıldığı düşünülecek olursa, bu pazardaki Osmanlı tüccarlarının da İmparatorluğun B izanstan devraldığı dil bilen Hıristiyan yurttaşl arı olduğundan
galiba kuşku duyulmasa gerektir. Nitekim. Prof. İnalcık da, bu i ııceleme�inde. tereke defterlerinden bi rinde adına rastladığı,
"Bursa ' daki Karaca-he,� hanuw dört cariyesiyle hirlikte inen " ;\nkara/ı i.�kender adında bir tüccarın, gene bu tereke defterlerinden öğrendiğine göre "memleketinde bir Hıristiyan karısı ile, 1\ymtı ı ·e Sarılmış adında iki o,�lu re Marta adında bir kı::ının o/du,�unu" belirttikten sonra, "Bu deı ·irde Ankara 'da Türk adları taşıyan Ermeniler mrdır. isk e nder ' in de bunlardan birisi olması muhtemeldi1: " diye yazmaktadır.
Gene, Prof. Nikolay Todorov 'un verdiği bilgilere göre, Osmanlı sınırları içindeki Bulgaristan 'ın İslimye (Siiven) bölgesin
de de abacıl ık çok gelişmiştir. İmparatorluğun dört bir yöresinden olduğu gibi, yabancı ü lkelerden de tüccarlar gelip buradan aba satın almaktadırlar. Hatta, "Osmanlı hükümeti Yeniçeri oca,�ını da,�ıtıp yerine yeni bir dü::enli ordu kurmaya karar verince, JR28 yılında islimye'ye istanbul' dan bir temsilci göndererek, kurulacak ordu içi n on bi n adet asker elbisesi si parişi ı ·ermiştir. " ( İ .Ü . İkt . Fak. Mecmuası, c-27 , s .7, Ekim ı 967 1 Mart ı 968)
Kuşkusuz, İmparatorluğun Asyalı uy ruğundan bazı kişiler de kendi üretim i lişkilerinin gerebindirdiği, örneğin nalbantlık, semercilik, eyercilik, keçecilik, demircilik vb. gibi birtakım zanaatlerle uğraşmaktadırlar mutlaka. Ancak, dış pazarlara yönelik üretim organizasyonlarının ve ticaretin tamamının, İmparatorluğun ilk günlerinden beri Hıristiyan uyruğunun kontrolünde olduğu da sanırız kuşkusuzdur. Fakat, bu olgulara bakarak, Osmanlı İmparatorluğu 'nun, ekonomisi bu tür üretimlerden ve ticaretten sağlanan geliriere dayalı bir devlet olduğunu söyleyebilmek de kesinlikle olanaksız olsa gerektir gal iba . . .
N e ki, nüfusunun neredeyse tamamına yakın bir kısmının kırsal kesimde yaşamasına ve tarımla, ya da hayvancı lıkla uğraşmasına bakarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomisi tarıma veya hayvancılığa dayalı bir devlet olduğunu söyleyebi lınenin de olanağı ne ölçüde vardır acaba, öte yandan? . .
Ayrıca, ikta sistemiyle kıskançlıkla korunarak yüzyıl lardır sürdürülen, Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu başat üretim ve özellikle de mülkiyet il işkilerinin durumu. İmparatorluğun ekonomisi tarıma veya hayvancı lığa dayal ı bir de\'let haline dö-
nüşmesine izin verecek nitelikte midir acaba gerçekten? İ lginçtir, zaten Osmanlı aydın ları da, sanki bütün tarih bo
yunca, ülkede patlak veren olay ları . birtakım toplumsal ve ekonomik çözü lmelerden kaynaklanmış sorunlar olarak değil, salt
asayişle ilgili olgularmış gibi değerlendirdiklerinden, gördüğümüz kadar ıyla çözümü de hep orduda ve ordu eliyle aramışlar
dır hemen. Ne garip . . . Bugün de herhangi bir toplumsal veya ekonomik
sorunla karşılaşır karşılaşmaz, aklıımza hemen ordu gelmektedir hala . . .
Acaba niçin? . .
Niçin Ordu? . .
Osmanlı ve Ordusu
Uyruğunun yarısını Roma imparatorluklarından devralmış bile olsa, Osmanlı İmparatorluğu da, bizce hiç kuşku yok ki, tipik bir Asyalı İslam imparatorluğudur sonuçta. Dolayısıyla, Osmanlı İ mparatorluğu 'nun zenginliğini de, bütün As yalı imparatorluklar gibi, daha ilk günden itibaren fetih lerden sağlanan ganimetler oluşturmu�tur. Devletin ana gelir kaynağı fetihlerdir. Bilindiği gibi, fethedilen yerler önce yağma edilmekte, sonra da her yıl belirli miktarda bir vergi ödemeye zorunlu kılınmaktadır. Bu vergiyi ödemeyenler de, derhal cezalandırılmaktadır. Bu nedenle, gerek yeni yerler fethedebilmek, gerekse salınan vergilerini ödemeyenleri derhal cezalandırabi lmek için, her zaman güçlü ordulara sahip olmak zorundadırlar imparatorluklar.
Kısacas ı , imparatorluklar için devlet de, bir anlamda ordu
demektir zaten. Ordu ile devlet özdeştir yani . . . Gene bilindiği gibi, "Osmanlı ordusu da, başlarda, aşiret re
is/erinin komllfasındaki, aileler re aşiretler olarak örgütlenmiş Türkmen savaşçılarından oluşmaktadır Hepsi de atltdır Snıır bölgelerindeki H1ristiyan topraklamu fetih/e görevlendirilen hu askerler de, ya,�ma ve ganimeti e ödii//endirilmektedirler. " (Prof. Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, E Yayınları, İst . 1 982, s .SO) Yani, ayrı bir ücret ödenmemektedir bu askerlere.
XI I I .yy. sonlarında Bizans sınırlarına bir uç beyliği olarak yerle�tirilen Osmanlılar da, bu Türkmen atl ıları ile yaptıkları i�
birliği sayesinde tekfurları yenip yeni yerler fethederek hızla bü
yü mü� ve daha x rv. yy. ortalarında bir devlet halini almış lardır.
Ama ne var ki, bu Türkmen savaşçıları komutandan çok kendi aşiret beylerine bağlı oldukları için, orduda bir komuta birliği ve disiplin kurulamamaktadır.
Nitekim, Hoca Sadettin Efendi'nin "Tae-ür temrih" adlı kitabında anlattığına göre, Sultan I .Murad da, "ganimet höliişümünde kendilerinin de bir pay alabilmesi" için Karamanoğlu Beyinin Haçlılara karşı Osmanlı ordusuyla birl ikte savaşmak üzere, "ordu deyii utanmayup der/eyup" gönderdiği, "ka/tak ayn-!u, kayış ü:engilii, kılıçları ha,�ı ipten" , yani atiarına kuskun
kayışı bile olmayan, kaltak denilen tahtadan yörük eyerleri vurulmuş, ayaklarını soktukları üzengileri bile demi rden değ il, kayıştan yapılmış, kılıçları da bellerine iple bağlı bu "bir nice kılıksız kıyafetsi: zam/lı " Türkmen savaşçılarına bakarak, yanındaki komutanlara; "-Askerimi:in bir maskarası yo,� idi. Soylu cömertfiğiyle ol h izmeti de Karamano,�/u görmüş. . . demi ştir, alaylı alaylı gülümseyerek.
Ola ki, bu olayın etkis iyle de, devletin bir an önce düzenli bir orduya kavuşturulması için, "Ş imden geru tutsak a///1(1/l her beş başdan biri devleti ndir. Alına! " diye bir ferman çıkararak, tutsak Hıristiyan çocuklarından yeni bir ordu kurulmasını buyurmuştur.
Gerçekten de, Sultan Murad Hüdavendigfu ' ın bu buyruğu üzerine, l 360'1 ı veya 70'1i yıllarda i lk kez, seferden dönen sa
vaşçıların her beş tutsağından biri "Pencik Usulü" ne göre, asker yetiştirilmek üzere devlet adına alınmaya başlanmıştır.
Aslında, beşte bir anlamındaki Farsça penç-ii yek ' in bozuk bir söyleniş biçimi olan "Pencik Usulü" İslamın ilk günlerinden beri kullanılan ve tutsak pazarlarında satılan tutsakların değerlerinin beşte biri oranında alman bir verginin adıdır. Kimi kaynaklarda "Pencik Vergisi" de denilmektedi r zaten. Ancak, Osmanlıların XIV. yüzyılın ikinci yarısında başlattıkları bu yeni uygulamada vergi akçe olarak deği l , tutsak olarak alınmaktadır artık.
Pencik memur/arı , daha kentin gir i�inde savaştan dönen gazilerin tutsaklarını birer birer kontrol etmektc ve 10- 17 ya�ları
; ı r; ı s ındaki , orta boylu, sağlıklı , sağlam yapılı çocukları seçerek. ! ıcı be� tutsaktan biri hesabıyla devlet adına alıkoymaktadır.
Önce bir Müslüman ailenin yanına verilerek Türkçe öğren
ı ı ıclcri ve Müslümanla�tırılmaları sağlandıktan sonra, Sarayda
bu amaçla kurulmu� Acemi Oğlanlar Oca,�t ' ndan asker olar�k yeti�tirilen bu Hıristiyan çocuklarıyla da Yeniçeri Oca,�t adında
yeni bir ordu kurulmu�tur işte . İ lginçtir, bu yeni ordunun subay .l!ercksinimi için de, gene aynı dönemde Sarayda Enderun adıyl a bir okul daha açılmış ve Acemi Oğlanlar Oca,� t ' nı ba�arıy la bitirenler arasından seçilenler burada yeniden eğitilip subay olarak yetiştirilmişlerdir.
Kuşkusuz, insanl arın ordularında yabancıları da ücretli savaşçı lar olarak kullanmalarının tarih i, çok eskilere kadar gitse gerektir. Örneğin, eski Çin kaynaklarında, Çin ordularında savaşmış Moğol ve Türk askerlerinden söz edilmektedir. tarihçiierin belirttiklerine göre. Gene, Roma ordularında çok sayıda ücretli Türk askerinin bulunduğu , hatta Büyük Hun imparatoru Atilla'nın bile Roma ordusunda ücretli general olarak görev aldığı, üstelik bu görevinden dolayı da kurumlandığı yazılmaktadır. B izans imparatoru I I . Paleologos, bin Türk atiısından oluşan
özel bir birlikle Osmanlı ve öteki Türk bey liklerine karşı savaşmıştır. Sultan Çelebi Mehmed'in oğlu Şehzade Orhan, İstanbul 'un fethi sırasında, kardeşinin oğlu (yiğeni) Fatih'e karşı , başında bulunduğu ücretli Türk askerlerinden oluşan bir birlikle İstanbul 'un Kumkapı-Samatya arasındaki surlarını savunmuştur. (Prof. İ .Hakkı Uzunçarşı l ı , Osmanlı Tarihi, c-1, s.38 1 -474)
Fakat, Osmanlı ların bu yeni ordusu Yeniçeri Ocağı 'nın benzeri bir başka ordu daha yoktur galiba tarihte.
Ancak, hemen şunu da belirtelim ki, Osmanlı ordusu, salt Yeniçeri Ocağı 'ndan ibaret de değildir kesinlikle.
"Kaptku//an " da deni len Ocak, kuşkusuz ordunun belkemi
ğini oluşturmaktadır, ama Prof Mustafa Akda,fm yaptığı hesaplara göre, ".wyt hakmundan" topu topu "sadece hcşte biri" kadardır. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgas ı , B ilgi Yay. ,
Ank. I 975. s .226)
Ordunun beşte dördünü ise. dirlik sahipleri nin eğitip, donattıkları ve sava� hal inde beraberlerinde getirdikleri, kendilerine
veri lmiş diriikierin büyüklükleriyle oranlı sayıdaki seghanfar ile, fethedilen ü lkelerin antlaşmalar gereği savaş halinde Os
manlı ordusuna katılmak üzere göndermek zorunda oldukları asker ler o 1 u ş tur maktadır.
Yukarda da değinildİğİ gibi, Osmanlı lar da fethettikleri topraklar üzerinde Selçuklulardan devraldıkları ikta sistemini uygulamışlardır genelde.
Bu sistemde ise, fethedilen topraklar, İslam hukukuna göre " 'Ara:i-i Öşriyye " "Ara:i-i Haraciyye" ' ve "Ara:i-i Miriyye" adı altında üç ayrı şekilde tasarruf edilmektedirler. Ara:i-i Öşriyye ' ler, elde edilecek ürünün yüzde onu karşılığında orayı fetheden subaya veya Müslüman aşiretlere bırakılmış, Ara:i-i Haraciyye ' ler de, elde edilecek ürünün yüzde ellisini vergi olarak ödemeleri koşuluyla savaşmadan teslim olmuş Hıristiyanlara veri lmiş topraklardır. Devlet hazinesine kalmış Ara:i-i Miriyye ' ler ise, askerlere ve yöneticilere dirlik olarak dağıtılmaktadır.
Osmanlı lar da, fethedilcn topraklardan bazılarını fetheden aşiretlere bırakmışlardır i lk y ı llardı. Ancak, bu topraklardan "yurtfuk" veya "mafikane" diye sözedilmektedir kayıtlarda. Bu topraklar da, M ehmet Zeki Paka/111 ' ın verdiği bilgi lere göre, Fa
tih döneminde miri arazi haline dönüştürü lerek dirlik olarak dağı tılmışlardır zaten. (Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c-2, s .396)
Yani , günümüze ulaşabilmiş belgelere bakılacak olursa, Osınanl ı lar ikta sisteminin sadece "arazi -i miriyye" maddesini uygulamışlar ve fethedilen toprakların tamamını ıniri arazi sayıp dirlik olarak dağıtmışlardır sanki.
Çünkü , fethedilen toprakların bir bölümünü de öşri ve haracİ arazi olarak bıraktıklarını söylcyebilmek gerçekten olanaksız
dır gördüğümüz kadarıyla. Her ne kadar Mehmet Zeki Pakal ın , gene aynı kaynakta, Sul
tan l l l .Murad ' ın . 1 590' 1arda çıkardığı bir fermanla ii/kedeki hiitiin iişri re ltaraci ara:iferi m iri ara:i !ta/ine getirdi.� ini yazmak-
-1()
t a ise de. doğrusu onlar da Osmanl ı ların Selçuklu lardan devrald ı kları topraklar arasında bu lunsa gerektir. bizce büyük bir ola' ıl ıkla. (Age, c- 1 , s . 73-79)
Kayıtlara görc ,fethedilen topraklar ilk yı l larda savaşta yararl ığı görüleniere "Has" ve "Timar" adı ald ında ''dir/ik" olarak
dağıtılmakta ve y ı l l ık geliri 1 00 bin akçcye kadar olanlara " tinwr' ' 1 00 bin akçeden büyük olanlara da "has" denilmektedir.
Su ltan I . Murad döneminde de, ola ki dirlik sayısını çağaltmak amacıyla, tirnarlar da ikiye bölünmüş, artık yı l l ık geliri 20 bin akçeye kadar olanlara "tinıar" 20 bin akçeden 1 00 bin akçeye kadar olanlara da ":eamet'' denilmeye başlanılmıştır.
Dirlikler de, görevli lere. kuşkusuz yararlıkları göz önünde tutularak. rütbelerine göre dağıtılmaktadır. Örneğin, hanedandan kişilere, şehzadelere hanım, su ltaniara ve sadrazamlara, vezirlerc , beylerbeyilere, sancak beylerine, yeniçeri ağalarına filan has, sekbanbaş ı , yayabeyi ve benzeri gibi üst rütbeli askerlere :eamer, sİpahilere de tinıar verilmektedir dirlik olarak.
Kendilerine dirlik verilmiş bu kişiler de, o topraklardan elde edecekleri gelirlerle, kendilerinin geçimlerini sağlamanın dış ında, o yerlerin imar ı ·e ilıyasuıdan sorumlu oldukları gibi, asıl kendilerine verilen diriikierin büyüklüklerine göre, "elde edecekleri, A nadolu' da her 3 hi n, Runıe!i' de de her 5 hin akçelik gelir için hir asker" olmak ü zere önceden belirlenmiş sayıda, iyi eğitilmiş ve tam donanıml ı , atlı ya da yaya askeri, �avaş halinde Osmanlı ordusuna göndermek veya beraberlerinde getirmek zorundadırlar. Bu askerlere de "sekhan (veya seghan)" denilmektedir kayıtlarda.
Günümüze ulaşmış bilgilere bakarak, Osmanlı İmparatorluğu 'ndaki tirnar sayısı hakkında da sağlıklı bir rakam verebilmek bugün elbette olanaksızdır. Ancak, gene M.Zeki Pakalın ' ın açık
lamalarından öğrendiğimize göre, örneğin fethedilen 300 köyiii hir sanca,�ın en a::. 200 köyiiniin ikişer iiçer köy olarak R0-90 rimar halinde aynldı,� ı . geri kalan1 11 1 11 has re ::.eamet olarak da,�ı ti/dı,�ı (Age, c-3 s .499) düşünülürse, ülkedeki tirnar sayıs ı da mutlaka onbinlerin çok çok üstünde olsa gerektir.
-ı ı
Bu nedenle, onbinlerce tirnar sahibinin her birinin beraberinde en az 2-3 segbanla sefere katılacağı, has ve zeamet sahiplerinin de gene en az bir iki bölük asker göndereceği hesaplanırsa, Osmanlı ordusunun, gerçekten de beşte dördünün bu sistem aracılığıyla sağlandığı , galiba kuşkusuzdur.
Cephede de , bu askerler ordunun sağ ve sol kanatlarını oluşturmaktalar, Yeniçeriler merkezde, Anadolu ' dan gelen segbanlar Anadolu Beylerbeyinin yönetiminde ve Yeniçerilerin solunda, Rumel iden gelen segbanlarla öteki Hıristiyan ülkelerin gönderdikleri ordular da Rumeli Beylerbeyinin yönetiminde ve sağında yer alarak savaşmaktadırlar.
Osmanlının Maaş Ödediği Tek Kulu
Görüldüğü gibi, ikta sistemi, İslam hukukuna göre, salt toprağın mü lkiyeti veya tasarrufu ile i lgili bir ekonomik uygulama olarak değerlendirilmese gerektir bizce kesinl ikle.
Nitekim Osmanlılar da, ta Tanzimat 'a kadar, bu sistemi tarımsal üretimle i lgili bir ekonomi politikası olmaktan çok, yönetimle ilgili bir personel politikası olarak uygulamış lardır zaten, gördüğümüz kadarıyla . . . Neredeyse bütün görevlilerin ücreti ak
çe olarak değil, dirlik olarak ödenmiştir, örneğin. Oysa, Osmanlılar da, bilindiği gibi daha ilk yı l lardan itiaren
kendi adiarına para kestirmişlerdir. "Ikinci sultan Orhan Ga:::i , tahta çıkışuı ın üçüncü yılında Bursa darplıanesinde sikke kestirip mühür/etmiştir. Bu ilk sikkeler heya: RÜnıüşten kestirildiğinden , halk renRinden dolayı hu paraya heyazca aniamma 'akçe' demiş ve Osmanlı para biriminin adı 'akçe' olarak kalmıştır. Üç akçe, hir dirhem ağırlı,�ındadır. Yani, 1 00 dirhem gümüşten 300 akçe kestirilnıiştir. Akçenin kesirieri de haktrdan kestiri/rnektedir ı ·e onlara Moğolca nakit anlamındaki MonRÜr sö:::cü,�ünden esinfeni/erek 'nıanRır' denilmiştir. " (Prof. Şükrü Baban, Tanzimat ve Para, Tanzimat, s .233 , İst . 1 940)
Tarihçilerio verdikleri bilgilere göre, ilk y ı l larda yabancı al
t ın paralar da bir süre için kullanılmıştır. Hatta Prof. Baban, bu
42
yabancı paralardan bir miktar Yenedi k duka altınının, ülkede gc\Trli olduğunu belirtmek için Osmanlılarca özel olarak mühürIcndiğini bile yazmakıadır. Zaten Fatih döneminde, bu Venedik dukaları örnek alınıp, Osmanlı parası olarak altın sikke de kesı i rilmi�tir. Bu altın sikkelere de, Venedik dukasından aynen kopya edilmiş üzerindeki çiçek resmi yüzünden, İtalyanca çiçek demek olan Flore sözcüğünden dolayı Flori veya Filorin denilmiştir.
Ancak, Osmanlı para birimi hep akçe olarak kalmıştır. Örneğin, Sultan I .Murad döneminde, "iki koywıa hir akçe" olarak saptanmış, koyun ve keçilerden alınan "agnam vergisi" , kayıtlarda belirtildiğine göre, akçenin gümüş değeri geçen süre içinde üçte iki oranında düşürülmüş olduğu halde, ikiyüz yıl sonra I I I .Murad döneminde de gene "iki koyundan hir akçe" olarak
toplanmıştır. Ücretler, bağışlar, harcamalar da hep akçe olarak hesaplanmış ve ödenmiştir bütün tarihi boyunca.
Osmanlılarda, ta Tan::.imat' a kadar günümüzdeki anlamıyla hir bütçenin , hir maliye örgütünün varlığından söz edebilmek de olanaksızdır kuşkusuz.Devletin gelirlerinin toplanmasından, harcanmasından, gelir gider defterlerinin tutulmasından, hazineden, ta ilk günden itibaren "defterdar" denilen kişiler sorumlu tutulmuştur. Devlet hızla büyüyüp işlemler artınca, çaresiz defterdarlık da kalabalıklaşmış ve defterdar/ara Fatih döneminde artık "ha::.ine ve::.iri" (veya vekili) denilmeye başlanılmıştır.
Ama ilginçtir, ta i lk günlerinden beri, gelirleri toplayan, harcamaları yapan, kulların ulufelerini ödeyen, hazineden sorumlu bu görevlilere, Osmanlılar, akçeyle tek mangır (kuruş ) olsun bir ücret, bir maaş ödememişlerdir kesinlikle bütün tarihleri boyunca.
Onlar da, tıpkı sadrazamlar, vezirler, yeniçeri ağaları, beylerbeyileri , sancak beyileri, filan gibi ücretlerini dirlik olarak almı�lardır devletten. i lk günden itibaren. Örneğin, Fatih Kanunnamesi 'nde, defterdar/ara da dirlik olarak "yıllık geliri 600 hi n akçenin ü::erinde hir has verilece,�i" yazılıdır.
Kı sacas ı . devletin parasının hesabını tutan, devlet adına para
-n
kestirip mühürleten bu kişiler de, kendi ücretlerini korudukları hazineden nakit olarak değil, ola ki bir kez bile gidip görmedikleri yörelerdeki haslarını ekip biçen reayaların ürünlerinden, gü
vendikleri adamlar (iimenalar) aracıl ığıyla mal (ayni) olarak topladıkları aşarın içinden almaktadırlar yani . . . Çalıştırdıkları görevl ilerin (memurların) ücretlerini de, bu has lardan elde ettikleri gelirlerle kendileri ödüyor olsalar gerektir.
İlginçtir, Osmanlıların dev Jet bütçesinden akçeyle düzenli olarak ücret ödedikleri tek kuruluş da Yeniçeri Ocağı 'd ır, gördüğümüz kadarıyla.
Bil indiği gibi, Yeniçeri/er. üç aydan üç aya, belirli bir ulufe (gündelik) üzerinden hesaplanmış, "kul maaş ı" denilen bir ücret almaktadırlar saraydan.
Prof. ismail Hakkı U::.unçarşılı , Yeniçeri lerin, "Acemi o,�lanlar oca,�ından gelip, Yeniçeri ocak defterine kaydedildiklerinde ilk yemıiyelerinin (ulufelerinin ) iki akçe oldu,�unu" bu ücretin zamanla "hi::.metlerine ı ·e gelişmelerine gt'ire R akçeye kadar çıktı,�111 1 " yazmaktadır. (Osmanlı Tarihi, c-2, s . 5 58)
Yeniçerilere bu ücretin dışında da, sultanların tahta çıkışlarında "cü/us halışişi" ilk sefere çıkışlarında da "slfer halışişJ" adı altında ayrıca para verilmektedir gene.
Kendilerine devlet hazinesinden düzenli ücret ödenen bu as
kerlerin sayısı konusunda kesin bir rakam söyleyebilmek de zor olsa gerektir kuşkusuz. Örneğin, Prof. Uzunçarşı l ı 'ya göre, bu sayı XV. yy. ortalarında, 1 0- 1 2 bini yeniçeri, ı 800-2 bini topçu, 8- ı O bini de suvari olmak üzere 20-25 bin dolaylarındadır ancak.
Oysa, gene Prof. Uzunçarş ı l ı 'dan öğrendiğimize göre, vakanüvisler, Osmanlı ordusunun XV. yy. ortalarında İstanbul ' un fethi sırasındaki sayısım 200-250 bin olarak vermektedirler. Bu durumda, Prof. Akdağ ' ın hesaplarına göre ordu içindeki oranının
beşte bir olduğunu varsayarsak, kapıkullarının sayısı da 40-50 bin dalayını bulsa gerektir galiba. Nitekim kendisi de , bu çalış
masın ın sonraki ciltlerinde, Yeniçeri ocağının asker sayısın ın XVI I . yy. sonlarında 70 bini bulduğunu, Ocağı eski haline get i-
-1 -1
re bilmek için de, ı 70 ı 'de çıkarılan bir fermanla bu sayınm bir ı,· ırpıda 34 bine dü�ürüldüğünü yazmaktadı r. (Osmanlı Tarihi, c-4. b- 1 . s . 8 )
Kapıkul larının say ıs ı , galiba gerçekten de 40-50 bin dolaylarında olsa gerektir yani. Bunca insana üç aydan üç aya ödenecek para da, günlük ücreti ortalama 4 akçe üzerinden hesaplasak bi
le . 1 8 milyon akçeyi bulmaktadır. B unca para için de, her üç ayda bir 20 ton gümüş gerekmektedir.
Ola ki Fatih Sultan Mehmed de bu nedenle, yani gerek ulureleri , gerekse cüiGs ve sefer bahşişlerini tam olarak ödeyebilınek için hazinede onca ton gümüşü bulamayınca, çareyi, Orhan
Gazi 'den bu yana tam ı 20 yı ldır ayarı ve vezni hiç bozulmamış olan akçenin vezniyle oynamakta aramış ve tahta çıkar çıkmaz, 1 00 dirhem gümüşten 300 yerine, 375 akçe kestirtmiştir hemen, tarihçilerio yazdıklarına göre.
Çünkü, Osmanlı ü lkesinde tedavülde bulunan paranın miktarını hesaplamak filan şöyle dursun, hangi tarihlerde, nerelerde ve ne miktarda para kestirildiğini bile tam saptadığı kuşkul u, bütün işlevi devletin gelir gider defterlerini tutmak olan defterdarlık örgütünün yapısı düşünülürse, Fatih ' in de enflasyonİst bir politika izleyerek, paranın değerini düşürüp, ha/km cehindenfetih çalışmaları için yeni kaynaklar yaratmayı amaçladı,�ım savlamak akıldan dahi geçirilme�e gerektir doğru�u.
Prof Akda,f ın saptarnalarına göre, hem para kesen tek yer başkentteki darphane değildir, hem de para kestirme yetkisi sadece devlete ait değildir çünkü. Gümüşü olan özel kişiler de i�tedikleri darphanelerde kendileri için para kestirebildikleri gibi, gümüş elde eden görevli ler de İstanbul dışındaki darphanelerde devlet adına para kestirebilmektedirler. (Age, s .37-4 ı )
Nitekim, gene aynı tarihçilerio yazdıklarına göre, zaten Fatih de, bizce hiç kuşku yok ki İstanbul 'u fethedip, elde ettiği ganimetlerle hazineyi zenginleştirerek yeterli gümüşe kavuşunca, hemen piyasadaki eksik vezinli akçeleri de toplatmış mıdır bilinmez ama, akçenin veznini gene eski düzeye getirtip, tekrar
ıoo dirhem gümüşten 300 akçe kestirmeye başlamıştır. (Hatta,
Prof. Akdağ, Bursa şeriye sicil lerinde, Fatih ' in son yıllarında, 1477' 1enle. Bursa ' da 1 00 dirhem gümüşten , 300 yerine 280 adet akçe kestird(�ine dair kayıtlara da rastlandı,�ını yazmaktadır. )
Burada hemen şunu da belirtelim ki, toplumsal bilincinde taşmnıa: (gayri menkul) mıilkiyet hakkı kavramının henüz oluştu
ğu bile kuşkulu, doğru dürüst bir ara::.i ölçü hirinıi de olmayan Osmanlı İmparatorluğu 'ndaki ekilebilir toprakların yüzde kaçının dirlik olarak dağıtıldığı ve yüzde kaçının öşürünün, vergisinin, rüsumunun devlet adına toplandığı konusunda da günümüze ulaşabilmiş ciddi bir bilgi yoktur ne yazık ki, gördüğümüz kadarıyla . . .
Ayrıca, bu derme çatma defterdarlık örgütü v e bu ücret politikasıyla, devlete ait öşür ve vergi lerin sağlıklı bir biçimde toplanarak hazineye ulaştırıldığını söyleyebi lmek de olanaksızdır galiba.
Bu nedenle, Fatih 'in, gerçekten de sikke kestirebilmek için
yeterli gümüşü sağlayabileceği tek kaynak fetihler olsa gerektir doğrusu bizce de . . .
Üstelik, ola ki u lufeli kapıkulu sayısını çağaltmak yerine ikta sistemiyle sağlanan asker say ı s ını çoğaltınayı daha akıl karı
bulduklarından, dirlik olarak dağıtabilecekleri yeni miri araziler yaratabilmek amacıyla, Fatih döneminde, bazı akraba aşiretlere ilk yıllarda yurtluk olarak bırakı lmış topraklara bile el konulmasına, Kanuni döneminde Amasya yöresindeki zeametlerin sahiplerinin elinden alınıp tirnar olarak dağıtılmasına, III .Murad döneminde de ülkedeki bütün öşri ve haracİ arazilerin bir fermanla toptan miri arazi hal ine döndürülmüş olmasına bakıl ırsa, doğrusu Osmanlı ların ülkedeki ekilebilir toprakların tamamını dirlik olarak dağıttıklarını, dolayısıyla devletin zaten toplayacağı
önemli bir aşar ve vergi gelirinin bulunmadığını söylemek de, galiba gerçeğe pek aykırı düşmese gerektir.
Görüldüğü gibi , Osmanlı larda da hazinenin ası l zenginlik
kaynağı , tarımsal veya tecimsel birtakım ekonomik eylemlerden sa�lanan \'ergi gelirleri fi lan değil, hiç kuşku yok ki, fetihlerdir.
VL'rgi gelirleri de, olsa olsa devede kulak kadar bir şeydir toplam l ı l l tçe içinde. Dolayısıyla, ü lkedeki en önemli üretici güç de or, /lldllr Devlet de, ordunun ikta sistemiyle daha da güçlendiril
ıııc�si uğruna, tarımsal üretimden sağlanabilecek gelirlerinin taınamından vazgeçmiştir neredeyse.
İmparatorluğun bu özgün durumu, asl ında üretimle ilgili bir uygulama olması gereken ikta sistemini de, orduyla özdeşleştin:rek ekonomik anlamından neredeyse bütünüyle soyutlamıştır yani .
Nitekim bu nedenle de, Osmanl ı toplumundaki mülkiyet bilinci ve dolay ısıyla mülkiyet il işkileri, gerekli evreleri geçirip, belki de taşıınr-taşınmaz mülkiyet hakkı ayrışmasına bile tam uğrayaınadan, sanki hep "ilk salı i plenme lıakk1 " düzeyinde kalınıştır bizce.
Ama, tarihçileriınizin ve bilim adamlarımızın (üniversiteleriınizin) bugüne dek, Osmanlı toplumundaki mülkiyet kavramı ve il işkileri konusunda herhangi bir araştırma, ciddi (özgün) çalışma yapmış olduklarını söyleyebilınek de doğrusu olanaksızdır, ne yazık ki . . .
İkta sistemiyle sağlanan bu askerler de , orduya, dirlik sahipleri adına gönül lü olarak, boğaz tokluğuna,fisehilillalı katılma
maktadırlar elbette. Prof. Akdağ ' ın saptarnalarına göre, "XV l.yii:y!l 111 başlannda
(Yavuz döneminde) segbanlara, dirlik sahiplerince yillik ücret olarak 600 akçe ödenmektedir" örneğin. Yeniçerilere, daha acemi oğlanlar ocağında iken günde iki akçe ödendiği düşünülürse, günlüğü iki akçeyi bile bulmayan bu ücretin hiç de çekici olmaınası gerekir doğrusu. Haydi, tutsak Hıristiyan çocukları için yeniçerilik zaten bir yazgıdır diyelim. Ama, reaya çocuklarının salt bu ücretierin çekiciliğine kapı lıp dirlik sahiplerinin yanında asker durmayı seçtiklerini söyleyebilınek de gerçekten olanaksızdır yani.
Çünkü, vakanüvislerin yazdıklarına göre, örn�ğin Yeniçeriler, Fatih ' in 1 00 dirhem gümüşten 300 yerine 375 akçe kestirmesi üzerine ayaklanıp ulufelerini 3 akçeden 3,5 akçeye çıkart-
47
m ış oldukları halde, i lginçt ir, gene Prof. Akdağ' ın saptamalar ı na göre, l 450'den sonra tam l 50 yıl boyunca, üstelik bu süre içinde paranın gümüş ağırlığıyla defalarca oynanmış olmasına karş ın, bir daha böyle bir giri�imde bulunmamışlardır, artık her
ne hikmetse. Yani, gerek yeniçerilerin, gerekse dirlik askerlerinin gözün
de, aslında bu ücretierin pek de bir önemi yoktur anlaşı ldığı kadarıyla. İmparatorluğun güçlü olduğu, fetih seferlerinin ardı ar
dına yapıldığı bu 1 50 yıl l ık dönemde de, u lufelerinin artırılması konusunda herh;mgi bir istekte bulunmamaları da bu yüzden olsa gerektir.
Kısacas ı , gerek yeniçeriler, gerekse dirlik askerleri için, askerliği çekici kılan tek şey, yağmadır, galiba hiç kuşku yok ki . . . Çünkü, fethedilen yerleri önce askerin belirli bir süre yağmalamasına izin vermek, bir doğu geleneğidir.
Örneğin, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Abbasi halifesine bundan böyle Müslüman ülkeleri yağmalatmayacaklarına dair söz verdiği için, 1 057 'de Musul 'un feıhinde, geleneği çiğneyip askerin yağmalamasını yasaklayınca, hemen ayaklanmıştır ordu. B u durumda saltanatının bile tehlikeye düşebileceğini gören Sultan , hiç olmazsa Müslüman halkın canına bir zarar verilmemesi konusunda askerleri ikna ederek, çareyi kentin insanlar çı
karıldıktan sonra yağmaya açılmasında bulmuş ve gerçekten de,
Musul , çoluk çocuk herkes çıkarıldıktan soı�ra kent askerin yağmasına bırakılmıştır günlerce . . .
Vakanüvislerin yazdıklarına göre, 5 1 günlük kuşatma sırasın
da tam 3 kez de saldırıldığı halde İ stanbul ' un hala fethedilememiş olmasına dehşetli öfkelenen Sultan Mehmed de, 27 Mayıs 1 453 günü bütün vezir ve paşalarını çadırına çağırıp, kentin der
hal alınması halinde askerlere -kimi tarihçilere göre süresiz, kimi tarihçilere göre de 3 gün süreyle- sınırsız yağma hakkı tanı
yacağını söyleyince, bilindiği gibi İ stanbul hemen eıtesi gün, 28 Mayıs 1 453 'te fethedilmiştir.
Örneğin, Aştkpaşa:ade. tarihinde, "Elli gii n , gece giindii: cl'nk olundu . Elli hirinci giin lıiinUir ya,�ma huyurdu Hiicımı et-
tiler. Elli hirinci giin salt giinü idi. llisarfetholundu. Iyi ya,�nwlar ı·e doyumluklar oldu. Altuı . giinıiiş, mücerher re türhi kumaş/ar gelip pa::.ara d6kiildii . Satmaya haşladt!ar. Halktnt esir elliler Tekfiininü 6ldiirdiiler Gü::.el kt::.!amu ga::.iler ha.�u"/amw hastti ar. " diye anlatmaktadır bu olayı.
İstanbul 'un fethine Sultan Mehmed' in tarihçisi olarak katılmış Tursun Bey de, Fatih 'in unvaniarından biri olan "Ehül-fetlı" deyimini kullanarak, "Tarih- i Ehiil�feth " (Fatihler Babas ının Tarihi) adıyla yazıp sultana sunduğu kitabında, tıpkı Aşıkpaşazade gibi, "Askerler saraydan re ::.engin/erin evlerinden gürniiş ı ·e altm kaplan , değerli taşlan ve kumaşlan aldtlar Bütün çadtrlar yaktştklt oğlanlar ve gii:::el kt::.!arla doluydu . Bu şekilde pek çok kişi fakirlikten kurtan/dt ve ::.engin ktluıdt. demektedir.
Hatta, ola ki bu yağma karşısında şaşıran Fatih bile, Ayasafya'ya girdiğinde, bir askerin de yerdeki merrnerieri götürmek için sökmeye çalıştığını görünce; "Ganinıet ve esirler/e yetinin! Şehrin yapılan hana aittir hre! diye bağırmıştır öfkeyle, vakanüvislerin yazdıklarımı göre.
Ve, N e Zaman Bir Toplumsal Sorun Patiasa H emen Orduyu Anımsamışlar
Kısacası, ordu padişahların serdarlt,�uıda sefere çıkıp, yeni yerler fethettikçe, ü lkede de asayiş herkemal olmuştur genellikle. Devletin başını ağrıtacak önemde toplumsal sorunlarla pek de karşılaşmamıştır Osmanlı .
Ancak, yukarda da değinildiği gibi , imparatorluk iyice büyüyüp, sınırların başkente uzakl ığı binlerce kilometreye ulaşınca, ülkede de birtakım toplumsal sorunlar patlak vermeye başlamıştır hemen. İ lginçtir, aynı anda orduda da huzursuzluk belirtileri başgöstermiştir.
Örneğin, Peçeı · i Tarill i 'nde belirtildiğine göre, 1 5 53 'ten 1 566 'ya kadar yeni bir sefere ç ıkmayınca koca Kanuni Sultan Süleyman ' a kar�ı bile, ' 'Padişah koca/dt gayn. Ondan sefere çtktlnumr Bu askere gen�· hir hoş gerek. " diye homurdanmalar başlamı�tır orduda.
Oysa. Kanuni Sultan Süleyman da, İmparatorluğun sınırlarının çok geni�letilmiş olmasından dolayı fetih seferlerinin artan mal iyetleri yüzünden yeni bir fetih seferine çıkmayı uzun süre )!Öze alanıarnıştır ola ki . . . Çünkü, 1 553 yı lındaki İran seferinde fethedilen yerlerden elde edilen ganimetler, ordunun masrafını bile karşılamamıştır vakanüvislerin yazdıklarına göre. Ordu , İran Şahını cezalandırmak üzere 1 553 yı l ı yaz aylarında İstanbu l 'dan hareket etmiş, ancak onca yolu yaya olarak bir mevsimde katedemediği için, gidişte H alep ' te, 1 554 yılı yaz aylarında
Nahçıvan ' ı , Erivan' ı ve Karadağ' ı fethenikten sonra dönüşte de bu kez Amasya' da kışlamak zorunda kalmış ve 1 555 y ılında İs
tanbul ' a dönebi lmi ştir. Böy le birkaç yüz bin kişilik bir ordunun ardı ardına iki yıl dışarda konaklaması da, bu fetih seferinin giderlerinin en az birkaç kat kat ianmasına neden olmuştur hiç kuşku yok ki . . .
Ama, askerin huzursuzluğu zamanla ne boyutlara u laşmış ki demek, artık iyice yaşlı ve hasta olduğu halde Sultan Süleyman da, ömrünün son yı l ında. tam 73 yaşındayken, Avusturya'ya sa
vaş ilan ederek, ordunun başında yeni bir fetih seferine çıkmak zorunda kalmıştır çaresiz, 1 566'da.
Oysa, gerçekten de gut (damla/nikris) hastasıdır ve hastalığı iy ice ilerlemiş olduğu için ayakta duracak hali bile yoktur. Bu nedenle sefere de zaten arabayla çıkmıştır. Ancak kasabalardan geçilirken, düşman gözlere dinç ve zinde görünmek için, kah tahtırevaola taşınmakta, kah ata bindirilmektedir binbir güçlükle.
Nitekim, daha seferin başında, Sigetvar kuşatmasında, kalenin alındığını da göremeden, bir gün önce ölmüştür. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, Sultanın öldüğünü Şehzade Selim tahta çıkıncaya dek gerek asker, gerekse düşman öğrenmesin diye, seferin amacı sanki Sigetvar kalesini almakmış gibi ordunun hemen Belgrad 'a dönmesini buyurduğu için, Kanuni 'nin bu son
seferi de yolun ba�ında sessizce sona ermiştir böylece. Yani, ulufeli askerler, bu fetihte de şöyle gönüllerince bir
yağma olanağını bu lamamı�lardır. Ü s te l ik. Şehzadc Sel im' in
)()
tahta çıkışından dolayı iyi bir ciilus halışi şi de verilmeyince, daha Belgrad 'da hornurdanmaya başlamışlar, İstanbul ' da ise yal
rıız homurdanmakla kalmayıp, gemi iy ice azı ya alarak saraya gi
den yolları kesmişler, Saray kapılarını tutup günlerce kimseyi dışarıya salmamışlar, hatta kendileriyle görüşmeye gönderilen vczirleri bile yakalayıp tartaklamışlardır bu öfkeyle . . .
Tam o günlerde İ stanbul ' a dönen Kaptan-I Derya Pi,vale Pa·)a 'nın Sakız adasının fethinden sağlayıp getirdiği ganimetlerle yeni akçe kestirilip cülOs balışişlerinin arta kalanı acele ödenmiş de, ancak bastırılabilmiştir bu olaylar.
Ardından da, Sultan II .Selim, ola ki böylesi bir durumu bir daha yaşamak istemediği için ve de kendisini bu sıkıntıdan kurtaran ganimetin bir adadan sağlanmış olduğunu düşünerek, Piyale Paşa 'y ı sadrazamlığa getirip, yeni bir sefere ç ıkılarak bu kez de Kıbrıs ' ın fethedilmesine olur vermiştir hemen.
1 570' de de Kıbrıs fethedilmiştir ya . . . Koca Osmanlı ordusu için Kıbrı s ' ın eti nedir, budu nedir . . .
Ayrıca, fetihlerin arkası kesilip , zengin yağma olanakları azaldıkça hornurdanmaya başlayanlar, salt başkentteki kapıkulları da olmasa gerektir mutlaka.
Çünkü , Kanuni 'nin de, daha İran seferinin dönüşünde,
! 554'te Amasy a 'da bir fermanla o bölgedeki bütün zeamet sahiplerinin ellerinden dirliklerini alıp, toprakları ulufeli kale erlerine biner akçelik tirnarlar şeklinde dağıtmasına bakılacak olursa, aynı günlerde Anadolu 'da da birtakım huzursuzlukların patlak vermeye başl adığından kuşku duyabilmek bile olanaksızdır galiba.
Üstelik, ü lkenin sınırları çok genişlediği için, 1 550 ' lerden sonraki seferlerin çoğu, Prof. Mustafa Akdağ' ın da belirttiği gi
bi, artık fetih değil, bir savunma seferi olarak düzenlenenektedir zaten. Bu nedenle, bir yağma veya ganimet elde etmek bu sefer
lerio çoğu için elbette söz konusu bile değildir. Nitekim, Kanuni de, tarihçilerio yazdıklarına göre, 1 553 'te,
İran ordusu Osmanlı topraklarına saldırınca, apar topar yeni bir
sefere çıkmak zorunda kalmıştır Şah ' ı derhal cezalandırmak
5 ı
amacıyla . . . Yani. İran scferi de. aslında bir fetih değil , bir savunma sderidir. Ola ki bu nedenle de, İran içlerine çekilen Şahın ar
d ımbıı g idilmemi� . ama hem onu cezalandırmış olmak için, hem de buraya kadar gcl i ım1i�ken bari eli boş dönüldü deni lmesin diyerek, s ınır boylarındaki Nahçıvan, Erivan (Revan), Karadağ filan alınm ıştır sanki.
Kuşkusuz, s ınır boylarındaki bu ' 'eti ne, hudu ne" kentlerin fethedilmesinden sağlanan ganiınet ve yağmalar da, ne kapıkullarının dişlerinin kovuğuna yetmiş olsa gerektir, ne de timarlı s i pahilerin veya segbanların . . .
Dolayısıyla, zengin yağma olanakları elde edemeyip, tek ge
lir olarak devletten (veya, dirlik sahiplerinden) aldıkları ulufetere (maaşa) kalan askerler, yavaş yavaş geçim sıkıntısı içine de düşmeye başlamışlardır artık. Çünkü, bu ücretler karınlarını bi
le doğru dürüst doyurmalarına yetmemektedir. Çaresiz, çevre halktan zorla haraç toplamaktadırlar. Bu yüzden halk da askerlerden şikayetçidir. Bu serseriterin toplanıp sın ı r boylarına götürülmeleri için sık sık sefere çıkılınasını istemektedirler. Yani, se
ferler Anadolu halkının ve esnafının da bir an için rahat soluk almas ına olanak verir olmuştur böylece.
Ne vak ki, bu kez de askerler düzenlenen bu zoraki seferlere
(veya, savunma seferlerine) gönüllü olarak pek de katılmak istememektedirler, sonucun karlı olmayacağım son deneylerden kestirebildikleri için. Türlü özürler uydurmaktalar, hatta olmadı, verilecek cezayı da göze alarak seferden kaçmaktadırlar, tarihçiterin belirttiklerine göre.
Bi lindiği gibi , Yeniçeriler sultanlardan üç aydan üç aya belirli bir ulufe alırlarken, segbanlara da bağlı oldukları dirlik sahi
plerince önceden belirlenmiş bir ücret ödenmektedir her y ı l .
Ancak, dirlik sahiplerinin yanında asker durmayı çekici kılan şey de, ücretler deği l , İmparatorluğun büyüme dönemindeki ardı arkası kesilmeyen fetihler olmuştur hiç kuşku yok ki . . . Çün
kü onlara da fet ihlerden sonra s ın ırsız yağma hakkı tanı nmaktadır tıpkı yeniçeriler gibi . . .
Acemi oğlanlar ocaklarında asker olarak yethl iri! mi� tutsak
veya devşirme Hıristiyan çocuklarının, koşul lar değişince hemen sarılabilecekleri yeniçerilikten başka bir umarları , o gün için galiba gerçekten yoktur. Ama, dirlik sahiplerince kiralanan ücretli askerler, fetih lerin arkası kesilir kesilmez, hemen terkedivermişlerdir birliklerini, görüldüğü gibi. Bu yüzden de, taşrada asker ücretleri hızla yükselmiştir. Nitekim, Prof. Mustafa Akdağ ' ın belirlemelerine göre de, ' 'XVI yii::yt!ın başlannda dirlik sahipleri yıllık 600 akçe iicret/e hir seghan tutahi/ir ı ·e ona 5-6 Yii:: akçeye hir at satın al ahi/ir/erken , hu rakamlar aym yı'i::yt!ın son/anna do,�/ '11 (11/.Murad döneminde) birden 5-6 kat artmış ve hir seghamn dirlik sahibine yıllık maliyeti 3 hin ak�·eye kadar �·ıkmıştır. A tiann fivat/an da arflk 2-3 hin akçe dolaylarındadır " (Age, s .58)
Dirlik sahipleri de, o l a ki bu nedenlerle, seferlere ya daha az sayıda nitelikli savaşçı ile katılabilmektedirler, ya da o ücretiere ancak bulabildikleri düşük nitelikli birtakım acemi erieri götürebilmektedirler y anlarında artık.
Ayrıca, bu dirlik sahipleri de katıldıkları fetihlerde elde edilen ganimetten önemli bir pay alıyor olsalar gerek ki, Prof. Akdağ, bu olumsuz gelişmenin "dir/ik sahiplerinin de siirat/e refah/arım kayherme/erine sehep o/du,�unu" yazmaktadır.
Hatta öyle ki, bu heyler (timar erha/Jı ) , bir yandan yeni gelir kaynaklarının ardının kesilmesi, öte yandan sefer giderlerinin eskiyle oranlanamayacak denli yükselmiş olması gibi nedenler yüzünden hızla "nıiiflis" (ıflas etmiş) dumma hile diişmiişlerdir. gene Prof. Akdağ' ın deyimiyle.
Bu olumsuz gelişmeler yüzünden fakirleşenler, refah düzeyini yi t irenler. "miij7is" duruma düşenler ise, sadece askerler ve "dir/ik erhahı " da değildir elbette. Örneğin. gene Prof. Akdağ, 1 54 1 - 1 599 y ı l ları arasında yaşamış , Kanuni sonrası dönemin ünlü tarihçilerinden Ali (Geliho/u/u Mustafa A li) Bey'in de "Kiihn ' ii/ Ah/)(lr" ( Haberlerin Kaynağı ) adlı 4 ciltlik kitabında, "XV 1 yii::yt!ın ortalanndan itibaren ülkede eskiYe göre a�·ık hir sej(det do,�muştur" diye yazdığım belirtmektedir. Yani , halk da. kaçınılmaz bir biçimde hızla fakirle�mi�tir bu süreçte.
Fakirleşmeyle birlikte de, öncelikle Anadolu ' nun çeşitli yerlerinde birtakım toplumsal olaylar patlak vermeye başlamıştır hemen. Kent ve kasabalarda bile can güvenliği, mal güvenliği neredeyse hiç kalmamıştır. Hırsızlık, soygun, gasp, c inayet vb gibi olaylar hızla artmış , artık kentlerde bile "geceleri evleri hırsı: ı ·e katiliere karşı korumak, herkesin kendi gücüne kalmış hir iş halini" almıştır. Aynı zamanda, ülkedeki meyhane sayısı da hızla çoğalmıştır. Fuhuş artmış, "erkek elbisesi giydirilmiş kad/11/ar, geceleri sokaklarda açıktan satılır olmuştur" artık. Güya ülkedeki can ve mal güvenliğini sağlayan "ases/er, hatta asesbaşılan hile, içip sarhoş olduktan sonra, evlere zorla girerek kad111 /an , kızlan almaktadır" lar.
Tarihçi Ali Bey' in verdiği bilgilere göre, Osmanlı ü lkesindeki ilk kahvehane de bu tarihlerde, 1 553-54' lerde açılmıştır zaten.
Niyazi S erkes de, ilk kahvenin Osmanlı ülkesine 1 554' lerde Arabistan'dan geldiğini ve daha sonra İstanbul üzerinden Avrupa'ya yayıldığını belirttikten sonra, "Avrupa' da da hükümetleri korkutan" bu kahvehanderin üstlendikleri, söz konusu yüzyıldaki toplumsal iş levlerle i lgili olarak; "Bu kahvehanelerden korkmakro Osmanlı dev/etimn haklı endişeleri vardı. Çünkü, Osmanlı devletinin uyruğwwn, yani reayamn camiden, mescitten, kiliseden başka gidecek, toplanacak yerleri yoktu. Buralarda da sadece vaizler konuşw·du. Askerler ise, ya kışlalarda, ya da timar hö/ge/erinde, kalelerde yaşar/ardı . Kahvehane/er, Osmanlı ülkesinde, özellikle de istanbul' da cami ve mescidin yerini alan ilk siyasal dedikodu, hatta komplo yuvalan oldular Yani kahvehaneler/e meyhanele1; reayamn ve yeniçeri/erin u,� ra ğ ı , eğlenme ya da dinlenme yeri olmaktan çok, hükümete karşı ayaklanma, komplo hazırlama merkezleri haline gelmişti . " diye yazmaktadır. (Age, s.44)
Görüldüğü gibi, XVI. yüzyıl ın ortalarından itibaren patlak vermeye başlayan bu olgular, salt o yörelerdeki asayişin bozulmasının veya kimi güvenlik görevlilerinin kötü yönetimlerinin neden olduğu polisiye olaylar şeklinde deği l , bozulan ekonomik
54
dengeden kaynaklanan toplumsal sorunların görüngüleri olarak dcğerlendirilirse gerektir kesinlikle.
Nitekim Osmanlılar da, olaylarla karşılaşır karşı laşmaz hemen birtakım polisiye önlemler almaya kalkışmak yerine, soru nun çözümünü devletin güçlendirilmesinde, yani ordunun yeniden eski savaş gücüne kavuşturulmasında aramışlardır gördüğümüz kadarıyla.
Örneğin, Kanuni Sultan Süleyman, bu gerçekle ilk kez İran Seferi sırasında karşılaşınca, hemen celallenip birtakım kişileri polisiye önlemlerle cezalandırmaya kalkışmak yerine, daha 1 554 ' te, dönüşte, Amasya 'da bir ferman çıkararak ikta sisteminde bazı değişiklikler yapma yolunu seçmiştir, bilindiği gibi. Çünkü , sorunun, büyük dirlik sahiplerinin artık daha düşük nitel ikli asker göndermelerinden dolayı ası l , ordunun ikta s istemiyle sağlanan kesiminden kaynaklandığını görmüştür ve derhal zeamet sahiplerinin diriikierine el koyarak topraklarını başarıl ı s ipahilere tirnar olarak dağıtmıştır ordunun bu kesimini yeniden eski savaş gücüne kavuşturabilmek amacıyla, bizce hiç kuşku yok ki . . .
Yani, Osmanlılar için ülkede patlak veren bütün toplumsal sorunların tek nedeni, görüldüğü gibi ordunun savaş gücünün zayıflaması, dolayısıy la devletin ekonomik açıdan gi.içsüzleşmes idir. B u yüzden de, ne zaman bu tür bir olayla karşı lasalar, birtakım ekonomik önlemler düşünmek yerine, hemen orduyu anımsamışlar ve onu yeniden eski savaş gücüne kavuşturabilmenin yollarını aramışlardır.
Celalf isyanları
Kanuni 'nin başlattığı bu girişimlerle Osmanlı ordusunun eski savaş gücüne yeniden kavuşturulabilmesi gerçekten mümkün müydü acaba? B ir şey söyleyebilmek bugün kuşkusuz olanaksızdır.
Ancak, yerine tahta çıkan o�lu ll.Se/in ı ' in de sekiz y ı ll ık saltanatı süresince bu konuda hiçbır girişimi olmamı�tır zaten, gördüğümüz kadarıyla.
55
Ay rıl' ; ı . o nl ı ı ı ı ı ı ı ı b; ı] ı ı ı ; ı gc\· ip herhangi b i r serere çıkmamış i l k Os ı ı ı ; ı ı ı l ı .-; u l ı a ı ı ı olduğu g ib i , İstanbul ' da ölen i lk Osmanlı -; ı ı l ı a ı ı ı d;ı l l . Sel im 'dir. Harnarnda ayağı kayını ş . düşüp ölmüştür.
İ l!,!i n\'t ir, yerine geçen oğlu lll. Murad da, tam 2 1 y ı l l ık sallanalı süresince bir kez olsun ordunun başına geçip sefere çıkmamıştır tıpkı babası gibi. Vakanüvis lerin yazdıklarımı göre, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'nın; "Aman sultamm. iranfetlıedilse hile elde edilecek ganimet seferin masrafını karşı/ama::: . Cümleden e\' rel ku/ 'yii:e çıkar. (Herkesten önce asker ayaklanır.) Aman ha . . . diyerek yalvar yakar olup karşı ç ıkmasına karşın, öteki vezir ve u lemanın bastırmasıyla olur verdiği İran seferinden önce huzura gelip, ordunun başında mutlaka sefere çıkması gerektiğini bildireniere de, "Sara hastasıyım. Hasta oldu.�unw askerin anlamasiilı istemed(�im için sefere çıknuyontnı . demiş ve yalan bile söylemiştir bu uğurda. Öyle ki, babası ara sıra Edirne'ye kadar gitmiş olduğu halde, kendisi İ stanbul ' un dışına bile hiç ç ıkmamıştır bütün saltanatı boyunca. Hatta son y ı llarında cuma namazlarını da odasında kılmaya başladığından. saraydan b ile çıkmaz olmuştur artık.
Fakat, gene III . Murad döneminde, o la ki Kanuni 'n in sadrazamlarından Sokul lu Mehmed Paşa'nın zorlamasıyla, ülkedeki bütün öşri ve haracİ araziler, savaşçı lara küçük dirlikler hal inde dağılılmak üzere bir fermanla miri arazi hal ine getirilmemiş de değildir öte yandan, tarihçilerin belirttiklerine göre. Ama ne var ki, bütün bunlara karşın, gene aynı dönemde Lala Mustafa Paşa 'nın k omutasında başlatılan İran sefer i tam 1 2 yıl sürmüş ve bir geli r elde etmek şöyle dursun, hazineyi tamtakır hale getirm iştir sözcüğün tam anlamıyla.
Üst elik, bu olaydan bir ders de alınmamış, İran Seferi sırasında serdarlığı Lala Mustafa Paşa 'ya kıl payı kaptırmış olan S inan Paşa, III .Murad tarafından sadrazamlığa getirilir getirilınez, bu savaşın neredeyse hemen ardından, bir sınır sürtüşmesini neden göstererek bu kez Avusturya 'ya sefer i lan etmişt ir, fat ih olma tutkusuyla.
Tam bir bozgunla sonuçlanan bu sava�tan sonra ise. tarihç i -
!erin yazdıklarına göre. Anadolu 'daki soygun, hırsızlık, yağma, c inayet olayları da hızla artmıştır doğal olarak .
Öyle ki , ikta sisteminde yapılan bu değişikl ik lerle dirlik sahiplerinin sağladığı asker içindeki oranı h ızla büyütülen timarlı s İpahiler de, beklenildiği gibi ordunun savaş gücünü eski haline getirmek şöyle dursun, tam karşıt ı , bu i lgiden şımararak kendileri sorun olmaya başlamış lardır, ardı ardına yaşanılan yenilgiler yüzünden.
Örneğin, Prof. Mustafa Akdağ da, yaptığı incelemelere göre, "Ö:::ellikle 1570'deki Kthns Seferi' nden, hele hele 157J 'deki inehahtt haskuundan sonra, timartt sipahilerin Anadolu ' daki soygun , hasktn re isyan girişimlerinin de hem daha yayguılaştt,�11 1 1 , hem de daha sertleşt(�ini" yazmaktadır. (Age, s .235)
Kısacas ı , I I I .Murad döneminde durum daha da kötüye gitmiştir. Yani, hem neredeyse bütün ü lkede asayiş iy ice bozulmuştur, hem de bu başarısız seferler yüzünden hazine sözcüğün tam anlamıyla tamtakır hale gelmiştir.
Üstelik, I I I .Murad' ın !Ş�S ' te aniden ölümü üzerine, büyük oğlu I I I .Mehmed !_<!ht�!_Sık�!iümek için tam 1 9 kaı:de�ini_öldj.ir�� rnek
�zorÜnda kalmış ve vakanüvislerilı yazdıklarına göre, "Bt;
ondoku::: o,�ıt!un aym anda öldüriiierek kefenlenip gömiilmeleri" bu tamtakır hazineye "tam alfl yiiz filorin (duka alttn t) ve on seki;:; hi n akçe ye malolnw ş" tur. (Prof. Uzunçarşı lı, Osmanlı Tarihi, c-3 , K- 1 , s-74)
Bu yüzden, yeniçerilere de doğru dürüst bir cülOs bahşişi dahi ödenememiştir.
Ancak, yeniçeriler de , bütün bu yenilgilerin nedenini Kanuni'den bu yana sultanların ordunun başına geçip sefere çıkmamış olmalarına yormaktadırlar. Bu inançla da, daha ilk günden; "Padişalunu;:; gençtir Ata.1·1 Sultan Siileyman pirdi (yaş!tydt ) , listelik nikris illetine miiptela idi. Lakin . öyle oldu,�u halde araha ile sefere çtknuştt. Genç sultanınu;:; niçin hi:::inıle birlikte sefere çtkma;:;? " diye kazan kaldırmışlar, çorba içmemiş lerdir.
Oysa, III . Mehmed de, tıpkı dedesi ve babası gibi, değil ordunun başına geç ip sefere gitmek, saraydan dışarıya bile çıkmak
'57
i stemcı ı ıck l l' d ı r ; ı .� l ı ııda . /\ma, vczirlcrin ve ulemanın da aynı görii�ii sav ı ı ı ı ı ı ı ; ı s ı ii1.crinc , çaresiz 1 596 'da ordunun başına geçip sckıl' \· ı k ı ı ı ı � ı ır.
Aıı ıa i iylesine plansız programsız çıkılmış bir seferdir ki bu, Bdgrad ' ın önüne gelindiğinde, ne yana g idileceğine karar verilememiştir bir süre. Kimi komutanlar, orduya moral kazandırmak amacıyla, kolay fethedilebileceği için önce Estergon'un batısındaki Kornaroru kalesine saldırılmasını önermektedirler. Kimi komutanlar ise, Komarom 'u fethetmenin başında sultan bulunan bir orduya onur kazandırmayacağını öne sürerek, daha önce Kanuni ' nin de kuşatıp fethedemediği Eifri kalesinin alınmasını savunmaktadırlar ısrarla. Sonuçta, ola ki Kanuni ' nin başaramaclığını başarmanın genç sullana daha büyük bir şan kazandıracağı savıyla, Eğri kalesinin fethine karar verilmiş ve ordunun yönü o tarafa çevrilmiştir.
_Y�_ ilginçtir, Eğri savaşı , hemen hemen bütün tarihçilerin söz birliği etmişçesine belirttikleri gibi, bizce de, Osmanlılar için sözcüğün tam anlam ıyla bir dönüm noktası olmuştur gerçekten.
Örneğin, Osmanlı ordusu ilk kei bii savaşta, o güne -del( hiç görmediği üstün ateş gücüne sahip piyade tiifek/eriyle donatılm ış ve üzerlerine yeni hir savaş dü:eniyle saldıran bir ordu ile karşılaşmıştır. Ve bu silahlar karşısında şaşıran yeniçeriler, o bir anlık bozgunla cepheden kaçmaya bile kalkışmışlardır. Nitekim, o günlerde B osna kadısı olan Akhisar/ı Hasan e/-Kôfi , tanık o l duğu bu olayları 1 596 y ı lında kaleme a ldığı " Usul-ü/ llikem fi Ni:am-ü/ Alem" adlı kitabında; "Şimdi düşmanda yeni çıkmış silahlar ku//am/makta, yeni top ve tüfekler yapılmakta Onun için sam ş sır as mda kaçmak çok o/w: 1596' da E if ri se/iTinde hu görüldü. Düşman ile cenk eylemeye dayanamayıp firar edn oldular. Disiplin kalmadı. Asker kaçıyor. Müs/iiman/arın , Hıristiyanların ır:mı , ma/ım yaifnıa ediyorlar. Bunları rapanlar da ö:ellikle hünkôr kulu admı taşıyan taife (yeniçeri/a)dir. Reayayı re kasaha halkım :orta .mı·aşa sürmek de eskiden olmayıp, hu tarihten sonra başladı . diye anlatmaktadır. (Türkiye'de Çağdaşlaşma, s. 73)
Bu savaşta, o bir anlık bozguna kapı l ıp kaçmaya kalkışanlar yalnız yeniçeriler de olmamıştır üstelik. Güya ordunun başında sefere ç ıkan Sultan III.Mehmed de, yeniçerilerin cepheden kaçtıklarını görünce paniğe kapılmış ve çevresindekilere; "Şimden geru ne çare etmek gerekir hre ? " diye terslenerek atını mahmuzlayıp kaçmaya yeltenmiştir. Ne var ki, yanından hiç ayırmadığı hocası Sadeddin Efendi, bu durumun farkına varıp, "Aman su/tanım!. . diyerek hemen dizginlere yapışmış ve Osmanlı ordusunu büyük bir bozguna uğramaktan kurtarmıştır böylece.
Tarihçi Ahmet Refik Altınay da, "Hoca Sadeddin Efendi' nin devlete büyük hir hizmeti olmuştur. Eğri seferinde cepheden kaçmaya katkışan /1/.M e h med' in atını tutarak savaşta kalmasını ve askeri yüreklendirmesini sağlamışttr da, hu fazileti kendisinin Saray entrikalarına kanşmasını hile hir dereceye kadar affettirmiştir. " diye yazmaktadır. (Osman l ı 'da Hoca Nüfuzu, İst . 1 977 , s.48)
Görüldüğü gibi, i lk kez XVI.yüzyıl ın ortalarında,. daha Kanuni 'nin son günlerinde, ordunun dirlik sahiplerince sağlanan kesimi ile Osmanlılar arasında bir güven bunalımının patlak vermesinin ardından yarım yüzyıl sonra da 1 596 'daki Eğri Savaş ı 'nda, bu kez Osmanlılarla gözbebekleri Yeniçeriler (Kapıkulları) arasında yeni bir güven bunalımının i lk tohumları atılmıştır böylece.
Düşmanın bu yeni silahları karşısında bozguna kapı l ıp cepheden kaçmaya kalkışanlar yalnız padişah çevresindeki yeniçeriler de olmamıştır kuşkusuz. Öteki segbanlar, timarlı sİpahiler de gruplar halinde kaçmışlardır cepheden.
öy� ki � N ai !!la Tarıhi'nde,_ �avaşta.!!__h�m�ıı som� _y_a_Q!ırılan bir yoklamada tam 30 bin Jjrrıgr(eş.fpgbi_n.iiLJ'l_s.gf��e._ __ fuçJ�_ç!Jılmadığını/;: };ayai-:ı--yolda-� gizlice geri döndüğünün.Jg_Aa cepheden kaçtığımn anlaŞTiq'ıg_ı"Q�J.Lrtılmekte ve bu 30 hin firar'imn �dial:;n��dei·lıaliimar-dej�e,Je':�i_di_,n_.it(j�·�:e!!. /iü_t41l/ryll[al�ing, el konıt!du,�u, kendilerinin de ağır ceza/ara çarptırı/dığı yazılriüiktadıf
.(Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası, s .22)
!3_u __ _?layJ�Q_n ardından da, bilindiği gibi, ülke tam an�amıyla
bir cadı kazanına dönmüştür birden. Tarihimize "Ce/aif lsyanla�-ı . . �;l!ı"y i�ıgeçen ayaklanm-atar- 6�iŞfariılşfiı= ü lkerimiiemen ıl er §�csi�e aym aİıda. faffiT3-I4 yı1 " sÜren "btlayiıklanmaları da, Sadrazam Kuyucu Murad Paşa, 65 bin kişinin kellesini kestirip, kaZcfırdığı kuyulara doldurtarak bastırab.il.m.i�ir-aocakBiı yiizden adı Ku)�cıiıuı.knuştır .zaten..-
-bogrus�, Prof. Mustafa Akdağ' ın sık sık sözünü ettiğimiz bu kapsamlı çalı şmasına karşın, Osmanlı İmparatorluğu ' nun bu kritik döneminin yeterince incelenmiş olduğunu söyleyebilmek de hala olanaksızdır bizce.
Örneğin, gene Mustafa Akdağ 'dan öğrendiğimize göre, Sovyet B ilimler Akademisi üyesi A .S .Tı·eritinom, 1 946'da yayımlanan "Türkiye' de Karayazıcı re Biraderi Deli Hasan İsyanı ' ' adlı incelemesinde, bütün bu olayların, :�osmq_nl�ların ekonq_mik hir hımalıll}_a dı'i§.l.'ilıs!'_A�ii)Jiih'.!_·in \ '('l]ii yiikı'i�ıı'i çok a,�ırlaştırma-51, nien1urların göreı ·te,� ini kötü.J� k11UQ!!!P sr>)=�I!J�·��Iı_,ğa ve riiş\'('ie -�v/ıniasl: -kiTÇiii.:--askeri feodalleri n ( timar lı s ipahileriiD mu �·ahahac-lticiircr--..,wmaie_� -vc sq_raydak[ hii}]ijs_ [ejda!J eri n _ sjjmı2,'Renilfieri yü��inden iyice fakir düşüp, isyan için fırsat arar Hal��ge.l'2!esr-�gT_ı)lekonomik nedenlerden kaynakland_ı_ğı .iQD!ş ünü �av llilrnak.tadu', - -ıl-ginçtir, Prof. Akdağ, her ne kadar Sovyet bilim adamım, "Sosyo-ekonomik yapımızı iyi hilmedi,�i için Osmanlı-Türk toplumunıl da Batılı toplumların aynısı sayıp . tarihi maddecilik yöntemiyle aynı kalıha dökerek" değerlendirmekle suc; layıp, sanki düşüncelerini eleştiriyarmuş gibi görünse de, asl ında gal iba hiç kuşku yok ki, kendisi de bütün bu olayların ekonomik nedenlerden kaynaklandığı inancındadır anladığımız kadarıyla.
B urada hemen şunu da belirtmek isteriz ki, Prof. /\k dağ ' ın, hiç olmazsa bu çalışmasına başlarken, Celali isyanları ' nın bütünüyle yanlış ekonomi politikalarından kaynaklandığına yürekten inandığından kuşku duyabilmek bile olanaksızdır bizce, doğrusu.
Örneğin, kitabının daha başında, XVI.yiizyılın ortalarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu 'na giren allın gümüş gibi değer-
(ı O
li madenierin m iktarında önemli bir düşüş olduğu için paranın değerinin hızla düşürüldüğünü, bu durumunsa hem y urtdışına büyük bir tahı l kaçakçılığının yapılmasına, dolayısıyla büyük bir un sıkıntısının yaşanmasına, hem de bütün eşya fiyatlarının hızla yükselmesine neden olduğunu , giderler arttıkça da gerek devletin, gerekse dirlik sahiplerinin reayadan topladıkları vergileri yükselttiklerini, bu ağır vergilere dayanamayan köylülerin de tarlalarını terkederek kente göçrnek zorunda kaldıklarını ve bu işsiz güçsüz takımı yüzünden, daha XVI . yüzyılın sonlarına doğru bütün ülkede asayişin iyice bozulduğunu yazmaktadır.
Hatta, bu ağır vergi yükünün reayayı_ ��la�ıl1_I_ �'!!!_!lak zorunda . bırakması . yü�üı�d�rl , Ösmanlı in�aratorluğu · nda xv( yüzyılın-ikinc! yarısından itibaren bıiyük Ç-ijclikleiin 1�ir�ld;;ği;;;u ).il.�_sa.�ıarriil�J..<Ldır_Saym .Pxq(����}!ü_ilik .bir _r.�Kailıkia._ "Çıftçi hdl km büyük bir para darlı,�ı içinde bulunması , Osmanlı impa-ratorlu,�u· nun 'ileri köy' formasyonunu bozacak tar:::da birtakım hadiselerin cereyamna meydan vermişti. (Age, s .6 l ) "11/.Murad del'rinin sonlarına do,�ru 'çıft/ik/er' hayli artmış bulunmakta idi. · �xy_J._a_§rın _or�ajçı_JJf_ldflrı_�Y.lU.ısrın başların.!!JsE_cjg!_' yarım asır kadar zamanda. köylerde arazi veya çiftlik sahibi ola-[q,fkarş!!!2ıE!.J.!Eanla�ij!� .'!!�.?.�!.''�i.!Lfinıçei7..Si[!alil.:..za:_ im, çavuş v_�_ n.i!.fw?iu. timar erbqbı &ibi kimse/erdi. " _(Ag�,_s_.§_Ş} "diye---yaz�tıiım.�!<t�ilir-
- Öogrus·ıl; ösmanlı toplumundaki üretim ve mülkiyet ilişkilerinin niteliği konusunda, Prof. Akdağ' ın da, Sovyet bilim adamı Tveritinova'dan çok da farklı bir konumu yoktur galiba. Çünkü Prof.Akdağ da, tıpkı günümüz Türk aydınları gibi, ola ki ara: i, emlak, tapu. mülk . salıih-i mülk. ç(ftlik, çiftçi, çj{� bf?�IJJ.(J.k,,vb. gibi kimi sözcük, deyim ve tamlamaların OsrriaTıTifarca"'Cfa'kullanılmış olmasına bakarak, anlam farklılıkları üzerine kafa yormaya pek de gerek görmeden, Osmanlılardaki ü retim ve mülkiyet ilişkilerini n de bugünkü gibi olduğuna kolayca karar verivermiştir gördüğümüz kadarıyla.
Oysa, diyelim " tapu" sözcüğünün toprağın mülkiyet hakkıyla hiçbir ilişkisi yoktur Osmanlıcada. "Kira sidcşmcsi" an la-< mında kullanı lmaktadır kes inl ikle.
Gene "Çiftlik" sözcüğü de, hiçbir dönemde "hüyiik tanmsal işletme" anlamında bir ekonomik terim olarak kullanılmamıştır Osmanlı larca. Hatta, tam karşıt ı , büyük tarımsal i şletmelerin olu?masını engelleyici bir ölçü hirimi olarak kullanılmıştır sanki . Örneğin, Prof. Ömer Lütfi B ar kan' ın İslam Ansiklopedisi ' ne yazdığı "Çıft/ik" maddesinde açık açık belirttiği gibi, bu sözcük bütün Osmanlı tarihi boyunca "rcaya ç�ftliği" "hassa çiftliği" ve "askeri vazı/clere ba,�lı çiftlik" tamlamalarında kullanılmıştır ve bu çiftiikierin hepsinde de toprak, "nadas ve ekim işlerinin hir çift öküz/c yapılabilccc,�i" büyüklüktedir ancak. Daha fazlasına kesinlikle izin verilmemektedir. Reayanın ekip biçtiği yere "re aya ç�ftliği" , ' kı l ıç yeri ' de tabir edilen ve tirnar sahibinin kendisinin ailesiyle birlikte ekip biçtiği yere "lıa.1sa ç�ftliği" görevli askerlerin görev sürelerince ekip biçtikleri yere de "askeri vazife/ere bağlı çiftlik/er" denilmektedir.
Yani, gelirleri devle�görevlilerine bir..s_e��-IT!!laş ol<!!� bırıı:kılmış, "has, zeamet, timar" denilen dirli.kler ise, kesinl i1c!e çift-lik türia[9.kl!�Qıtiil.6L iaŞıiı-üiO.;-;naLmfj(.�jyet birimleri de deJifier4�� Dolayısıyla, kimi belgelerde kendilennden "sahib-i raiyyet" veya "sahib-i mülk" diye söz edilen bu dirlik sahiplerinin de Batıdaki feodal beyler/e en küçük bir i lişkileri veya benzerlikleri yoktur.
Örneğin, çoğu gidip yerini görme zahmetine bile katlanmamış bu has ve zeamet sahibi beyler ise, bu toprakların üzerinde kendi adiarına çiftçilik yapmaları şöyle dursun, tam karşıtı , o toprakların, üzerlerinde yaşayan ve bir çift öküzü olan raiyye ailelerine, üstelik en çok bir çift öküzün sürebileceği büyüklükte olmak üzere kiralanarak ekilip biçilmesini düzenlemekle yükümlüdürler. Nitekim , ümena dedikleri adamları arac ıl ığıyla bu toprakları üzerinde yaşayan raiyyelere kiralayarak ekit ınesini sağlamaktalar ve elde edilen ürünün aşarını, ver_l!isini de kendi gelirleri olarak gene o adamlara bir ücret karşılığında toplatmaktadırlar. Görüldüğü gibi, tarımsal işletmelerin aile ölçeğinde kalması için, Osmanlılar, artık her ne hikmetse, bütün tarihleri boyunca sanki özel bir titizlik göstermişlerdir.
' L
Gene, Osmanlılarda ücretli emek de hiçbir zaman yasaklanmamıştır bilindiği gibi . Yani, inşaatlarda. imalathanelerde, küçük iş yerlerinde, kimi hizmet sektöründe ücretli işçi çalıştırılmaktadır kuşkusuz. Ama, aile ölçeğinde kalması için sanki özel bir özen gösterilen tarım sektöründeki bu reaya çiftlikerinde de ücretli işçi çalıştırılmasının yaygın bir uygulama olduğunu söyleyebilmenin gerçekten olanağı var mıdır acaba? -�- Qı:§.!l, Pr..QL.Akd .. a� Celali isyan ları 'na kadar varan bu
olayların temel nedeninin, hayat pahalılığının hızla artması ve asayişin bozulması yüzünden tarlasını terkedip kaçan çiftbozan köylüler ve işsiz kalan ırgatlar (lerentler) olduğu konusunda sanki hiç kuşkusu yoktur.
Hatta öyle ki, anladığımız kadarıyla "göçebe" sözcüğünden öcü görmüş gibi ödü kopan Prof. Akdağ, galiba salt bu nedenle, Anadolu Türklerinin büyük hayvan sürülerine sahip bulunuşunu ve üretim ilişkilerinde hayvancılığın hala ağır basıyor oluşunu bile bu olaylar sonucu ortaya çıkmış geçici bir toplumsal olguymuş gibi savlamakla herhangi bir sakınca görmemiştir.
Örneğin, "Çiftlik/erden bahsederken, hu yeni zirai ekonomide daha ziyade hayvan hes/emeye ehemmiyet verildi,�ini, tarlalarını satan köy/iiierin (hoş gezen) levendler olarak köyden ayrıldıklarınr söylemiştik. Bunun tabii neticesi olarak, pek çok arazi yamş yavaş mera haline getiriliyordu . 1//.Murad devrinin son/anna yaklaşırken vezirle1; kadı/ar, miiderrisle1; kapukulları , ça1'Uşlar, miiteferrikalar, hiilasa köylerde ç�ftlik, daha do,�rusu geniş topraklar peycia eden resmi hiiviyetli pek çok kimseler siirı"ilerle koyun heslerneyi adet etmişlerdi. Çiinkii, huhuhat ekimine nazaran hu daha kôrlr idi. diye yazabilmektedir. ( Age . s .75-76)
Kuşkusuz, daha kısa bir süre önce büyük hayvan sürü lerini önlerine katıp Orta Asya'dan göçerek Anadolu 'ya gelip yerleşmiş atalarımızın temel üretim ilişkisinin XVI. yüzyı lda da hala hayvancılık ağırlıklı olduğu konusunda, aslında kimsenin tanıklığına gerek yoktur bizce. Ama. 1 436 ' da Osmanlılara tutsak dü�crek tam 22 yıl Anadolu 'da yapmış ve İstanbul 'un fethinden 5
yıl sonra özgürlüğünü satın alarak ülkesine dönebilmiş Alman asıllı Macar Georg ı 'Oiı Ungarn da, 1 48 ı y ılında yayımlanan anılarında; 'Tiirklerin haymn siiriileri öyle hiiyiiktiir ki. hiitiin Tiirkire'ye yayiimış o/ma/anna karşın , otlak ı ·e yay/ak yetmiyor.( . . . ) Tiirk/er konut gihi şeylerle ı(�raşma::., haymn/annm gereksinimleri do,�ru/tuswıda hiitiin ii/kede göçer durur/ar. Kışın omya iner, ya::.m yayiaya pkarlar ( . . . ) Öyle yaşıyorlar ki, insan, on/ann mii/ksii::.lii,�ii seı ·di,�ini sa mr " diye yazmaktadır. (Doç. Dr. Onur Bi lge Kula, Alman Kültüründe Türk imgesi, Gündoğan Yay. Ank. 1 992, s . ı o ı- ı29)
Ama ne yazık ki, ismail Hii.1Tel' Tökin ' in daha ı 934 yı l ında, "Tarihçilerimi::.in aşa,�ı yukarı hepsi Osmanlı devrinin sınıf miinasehetleri sö::. konusu olunca, tıpkı Avrupadaki gihi hir feodal cemiyet ni::.amının mevcut olup o/madı,�1111 aramışlar ve Osmanlı miiessselerinin kendine mahsus harici msıj7anna aldanarak daima ywılış neticelere mrmışlardır Hatta o derecede ki, lm yanlış neticeler on/an Osman/I larda hir ::.aman/ar Avrupalılan hile kı skandırocak kadar ôdilône hir s ımf ahengi yaşanmış oldu.� u kanaatine siiriiklemişti1: " diyerek (Türkiye'de Köy İktisadiyalı, ı 934, s. ı 53) çok güzel vurguladığı gibi, Prof. Akdağ da, "Tiirkiye' nin iktisadi ve içtimai Tarihi" adlı kitabında, Orta Asya' dan henüz gelmiş göçebe atalarımızla, Osmanlılma feodalileyi yaşarken yakalanmış Anadolu 'daki B izanslıların aynı üretim ilişkisi aşamasında olduklarını , dolayısıyla kültür ve yaşam biçimlerinin benzeştiğini öne sürerek, gene de, " Tiirklerin ::.iraat sahasındaki istihsa/ (üretim) usulleri ve şehir hayatında temsil ettikleri yaşayış ve çalışma tar::./anmn Bi::.ans halkının aynı saha/m·daki usulleriyle aykmlık teşkil etmemesi ı ·e onlarla tamamen hağdaşması dolayısıyladır ki, Tiirk halkımn nınelli i.1tihsa/ ı·e yaşayış tar:dany/a Hıristiyan yerli ahali iç·in faydalı o/du,�u hadiseler/e sahit olmuştur. " diye yazabiimiştir büyük bir rahatlıkla. (Cem Yayınev i , İst . 1 974, c-I , s.474)
Ancak, çalı şmasının daha başlarında, "Kt'Jvlerde tarımdan karın dommw olanaklan daraldıkça köy gen(lcrinin artan hir l ı ı::./a şıtram huram da,�ıldık/anm. kendilerine i�·., i::. giipii::.. hoş
(ı-1
ge:cn insan an/anww ' lel 'en( wl! tak!lnuş lnr insaniann şehirlere n,�!lara/.:. :engin l' l' he:irgan aı ·uu en ka:wı�·l! iş lıaline gerirddlerini , hrirlece de genel g iil 'enli,�in yok olma dummww geldi,�ini hiiriin ge1-ç-e/.. /eri rle ortaya koymuş hu/unu wnr: (Age, s. I 53) diye yazan Pror. Akdağ. ilginçtir, çal ı�masın ın sonlarına doğru bu görü�ünün tam kar� ıtını savunmaktad ır sanki. gördüğümüz kadarıyla. Çünkü . "Bir sekhanuı nll1k iicreri 3 hin ak�w/en aşa,�1 de,�ildi. Bu durumda ne sancak heylerinin ı ·e ne de hey/erhevilerinin _n/Id gelirleri kapilanndaki yı'i:/erce sek/)(111111 ı'icrerlerini ödemeye asla kôf/ de,�ildi. Dolayisiyia onlar da, ge�·imlerini soygun/arla temin edecek olan pek çok asi şefler /m/makra giiçhik çekmiyorlarcl! . "Öyle ki. heyler in iradesi dahilinde l 'e hey ad1na soygun yapanlar da l '(lrcl! . (Age, s .362 ), "Ce/ali ferre! i de, /m s d han hiihiklerinin (nı ir- i miran höhi/.:/ennin) Rum ( Siı ·us) ı ·i/ayerinde köylere sa/duma/any/a haşlanuşflr :aten. "Sekhanlar, ancak reayadan aluımı er:ak l'e salmalarta hes/enehiliyorlarcl! . !/atta , hem/ann hususi kiş/aklan da mevcur de,�ildi arflk. Hep köylerde kişlamakla ı ·e 'misafir' adt allinda kendilerini hes/etmekle idiler. " (Age, s .369 ), "Köylı'ilerin köylerinden kaçmalan da, ferrerin ancak sonunda hı'iyı'ik hir hadise olarak ortaya ç1knuş /m/wımakracl!r. " (Age, s. 446) diye yazarak, bütün bu olayların ordunun yapısından ve bu yapını n ürettiği asker kaçaklarından ( sefer kaçaklarından) kaynaklandığını savunmaktadır açık açık, örneğin.
Bu Karışıklıklar da Ulemamn iktidarı İçin Çıkarılmış Sanki
Kısacası, Osmanlı İmparatorluğu ' nun henüz görkemi ve dış dünya üzerindeki otoritesi sarsı lmaya bile başlamamı�ken, XVI. yüzy ı l ın ortalarından itibaren birden ya�anmaya başl anılan bu karı�ıklıkları, ardından patlak veren o korkunç eelali isyan/an l l l , ordunun kendisinin de araç olarak kul l anıldığı ve orduya kar�ı veri lmh. saraydaki iktidarı e le geçirmeye yönel ik bir iç kavga �ekl inde değerlendirmek, as lında gen;eğc pek de aykırı dii � -
mese gerekt ir galiba . . . Çünkü, bütün bu olaylardan bütün saygınlığın ı yitirerek zararlı çıkan tek kurum, Osmanlı ordusu olmuştur gördüğümüz kadarıyla.
Celali isyanları da bu ordu sayesinde bastırılmıştır elbette. Ancak, tanı 65 bin kişinin kellelerinin uçurularak kuyulara doldurulması olay ı , belki Sadrazam Murad Paşa 'ya "Kuyucu" lakabını kazandırarak büyük bir ün sağlamıştır, ama ordunun eski konumuna dönmesi şöyle dursun, saygınlığına daha da büyük bir gölge düşürmüştür, bizce hiç kuşku yok ki . . .
,Çelali isyanlarının bastırılmasının ardından, genç sultan II .Osma�;ı�ı�en!_i_z_j_T�aşıı:!_<t_ıyken, büyü� i!ta-l�Jııa özenip ci.h�mglr o-lma sevdasına kapılarak� �rdiJnun-!?'!şın�_g_eçi_ı:ı j6i1 yıl ında ç ıktığı Lehist<!_ı:ı__ Seferi ist::_,__g_grdl!ğümüz kadarıyla, Osman-1ı Imp.ırat�[l�ğ_u _k;in tam bir_dön!.im gQktas_ı_glm.ı.ıştur:Q_!i_ anlam-aa.-· /�-
Çünkü, büyük törenlerle. dolay ısıyla büyük umutlarla çıkılan bu scferde, ne yazık ki daha ilk engelde takılıp kalını lmış ve Lehistan sınırındaki Hotin kalesinden öteye gidilememiştir. Tam 25 gün süren kuşatmada defalarca saldırıldığı halde, kalenin fethı şöyle dursun, kale önündeki savunma birlikleri bile sökülüp atılamamıştır s iperlerinden. Hatta, düşmanın kullandığı yeni silahlar karşıs ında, kimi yeniçeriler gene cepheden kaçmışlardır, t ıpkı Eğri savaşındaki gibi.
Bu nedenle çaresiz vazgeçilmiştir seferden ve Prof. Uzunçarşılı ' nın deyimiyle "asker padişaha, padişah askere giiccnik, sullıc karar verip" Eflak voyvodasını araya sokarak, acele bir antlaşma imzalanmıştır. Ama, sanki büyük zaferler kazanılmış gibi fetihnameler yollanıp görkemli törenler düzenleıı iri lerek tantanayla dönülmüştür İstanbul ' a.
Ne var ki, bu başarısızlığı içine bir türlü sindiremeyen genç Sultan, döndükten sonra da, bu kez devletin ve ordumın yeniden yapılandırılması konusunda birtakım görüşmeler yapmaya başlamıştır yakın çevresiyle. Onların yön lendirmesiyle de. yeniçeri ocaklarının gerçek durumunu öğreııcbi lmek için iınce bir sayım yaptırmış ve maa� defıerinde yaz ı l ı asker say ı s ıy la, ocaklarda
(ı(ı
bulunan asker sayısının çok farklı olduğunu, dolayısıyla bazı kişilerin olmayan askerleri varmış gibi göstererek maaşlarını aJJ dıklarını öğrenince de, o öfkeyle yeni bir ordu kurulmasına karar vermiştir hemen.
Çevresindeki hacı hoca takımının telkiniyle, en iyi savaşçıların ancak Mısır ve Şam ' dan sağlanabileceğine inandığı için de, birtakım kişileri görevlendirerek, derhal oralara göndermiştir, tarihçilerio yazdığına göre. Hatta, kendisi de bir süre sonra oralara gitmeye kalkışmış, ancak yeniçerilerin bu haberlerden zaten rahatsız olduğu bilindiğinden, gene çevresindeki hacı hoca takımının uyarısıyla, sanki gerçekten hacca gidecekmiş gibi açıklanmıştır halka.
Ama, artık gün yüzüne çıkmış olan Sultanla ordusu arasındalsj ��n oünallrril: oti-tilr" Iürnazfıkiariacti_gideriieme-ıiiiŞve
-II . Osman' ın h;;;;-agtdec��ini açıkl;-mas��; bile k-uşku-yE1I3rşı--layan askerler kazan kaldırarak, Osmanfı--tarih{nde iİk--ke� bir sUltanı tahttan indirip, henüz ı 8 yaşındayken bo� öldürmüŞ-
-ıerdır. ' - -
- - ------= --- =:�-- -B u olayın asıl ilginç yanı ise, Sultan I I .Osman'ın; " V arın
söyleyin, Kahe'ye gitmekten feragat itdim. diyerek, kazan kaldırmaktan vazgeçmeleri için yeniçerilere güya elçi olarak gönderdiği yakın çevresindeki Müftü Esad Efendi, Hoca Ömer Efendi, Üsküdarf Şeyh Mahmut Hüdayi Efendi vb gibi u lemanın, aynı zamanda da askeri kendisine karşı kışkırtan kiş i ler olduğunun farkına varınca, yüzlerine; " -B u fitne erhahım si::. tahrik itmişse henzersizi Bi/esi:. evvel sizi kırarım, hadehu onları ' diye bağırmasıdır bizce.
Ama artık çok geçtir. _çünkü, sultanlar belki h�J�- �ilincinde değiller�ir ya, Osman
lı sarayında ta .. XVCyüzyılın ort�İarından bu yana, yarım yüzyıl!_�şk�n--�ir suredir ı!!_e_dı��st:Il lerc� �insice sÔrdürÜ!en bir iç �avaş-la iktidar kesi�likle el degiŞtirmlşilr al.-tık�
-Fakat ne yazık ki , tarihc i lerin!il,"'Üiem;iilln daha 1 558-59 ' l ar -� ------ - -da, yani Kanuni 'n in son yıllarında ustaca tezgahlacl ık ları b u sin-si kavgayı ve gizli ikt idar deği�ikl iğini, ısrarla su ltanların ya'jl ı -
(ı 7
lı kbrıııdan \'eya kolayca etki alımda ka lan. iyi eğitim görmemh. kadına \'e eğlenceye dü�kün, kararsız, dine a�ır ı bağlı ki�iliklerinden k<ıynaklanmı� iktidar zaafı veya bo�lukları olarak yorumlamaktadırlar hata, her ne hikmeılc ise . . .
Örneğin, tarihçi Ahmer Refi"k. bu olguyu · · Osnwn/ t ' da Hoca Nii/it:u " olarak adlandırmaktadır, bilindiği gibi . Ve , "."iarcmla hoca n ii/it:u lll.Murad :mıwntnda haşlamtşltr. " diye yazmakladır. (Ahmet Refik, Osmanlı 'da Hoca N ü fuzu, Toplumsal Dönü�üm Yay. , İst. 1 997)
Sultan III . M ura d, daha 1 X yaşındayken, 1 564 ' ı c , dedesi Kanuni tarafından Manisa 'ya sancakbeyi olarak gönderilmi� ve �ehzadeliği sırasında da. ta babasının ölümüne dek orada kalmıştır.
Gene Ahmet Refik ' in verdiği bilgi lere göre, Şehzade Murad, babasının ölümünden kısa bir süre önce bir dü� görmüş ve uyanır uyanmaz heyecanla Raziyc Kal fa 'ya anlaımı�tır. Raziye Kalfa da, o sıralar Manisa'da dü� yorumcusu olarak ünlenmh Şey/ı Şiicut adında bir mollayı çağırımı�ı ır. "Gaye! kuma: hiri olan " bu molla da, dü�ü . ' 'Şelt:adenin pek rak111da rahra çtkaca.�uun işareri" olarak yorumlamı�ıır hemen. Kısa bir süre sonra babası ölüp, gerçekten tahta ç ıkınca da, ona karşı müthiş bir gönül borcu duymu� ve İ stanul 'a getirterek, bütün saltanatı bounca yanından hiç ay ırmamı�ıır artık. Bu yüzden, adı da halk arasında "Padişah Şe\ 'hi" ne çıkmıştır.
Üstelik, yalnız Şey/ı Şiicca 'y ı da değil , öğretmeni lloca Sadeddin Elendi ile defterdan Kam Üveys ' i de Manisa'dan getirterek, önemli görevler vermiştir.
Fakat ilginçtir, gördüğümüz kadarıyla, güya ' 'lloca Niifit:u " diyerek bu gerçeğe dotaylı bir dille de olsa değinmi� tek khi Ahmet Refik de, bütün tarihçilerimiz gibi, III .Murad dönemindeki bu atamaları kesinlikle bir gizli iktidar kavgasın ın parçası �eklinde değil , tam karşıt ı , sanki bütünüyle su ltanın ":ayt/ iradeli . re 'sen direkrtl ı ·ermekren aci:. muhrelij' !esir alruıda hareker eden " bir ki� iliğe sahip olmasından kaynaklanan bir bireysel tasarrufmu� gibi dcğerlendirııli�tir her nedense . . .
(ıS
Oysa, "Antk sadra:amlan hile Hoca Sadeddin E(cndi ' nin giirne getirip . gt'irel '(len aldt,�/111 . . "Sadra:am Ilasan Paşa ' n tn karledilmesine Hoca Saeddin Elendi 'n in karar ı ·erdtAim " , .c
"Biiriin ı ·e:irlerin Hoca Sadeddin Ej'endi ile hoş geçinmekren ha ş ka çarelerinin httlttnnwdt,�llll " gene Ahmet Refik, yukarda andığımız kitabında açık açık yazmaktadır (Age, s.4 7 )
Ancak, hac ı hoca takımının sarayda bu denli güçlü konuma gelmesi gerçekten de ilk kez I I I . Murad döneminde olmuştur belki, ama burada hemen şunu da belirtmek isteriz ki, saray içinde iktidara el değiştirten böylesine önemli bir olayın, salt Su ltanın iradesiyle gerçekleştirilmiş basit bir bireysel tasarruf olduğunu söyleyebilmenin ne denli olanağı vardır acaba'? Çünkü, bizce hiç kuşku yok ki, bütün bu olaylar, en az çeyrek yüzyıldır sürdürülen kavgaların ürünü olsa gerektir kesinlikle.
Örneğin, tarihçilerden öğrendiğimize göre, daha 1 55 8 'de, Kanuni döneminde ve kuşkusuz Kanuni 'nin izniyle yaşanan oğulları Selim ile B ayezid arasındaki şehzadelik (taht) kavgasında, Osmanlı tarihinde ilk kez medrese öğrencileri de, silahlanıp, örgütlü birlikler halinde taraf olarak katı lmışlardır.
Üstelik, Şehzade Bayezid' in yenilip, kavganın bitmesinden sonra da dağılmamışlar, tam karşıtı , öteki medrese öğrencilerini de ayaklandırarak, sözcüğün tam anlamıyla kök söktürmüşlerdir y ıllarca Osmanlı yönetimine.
İ lginçtir, Prof. Mustafa Akdağ'a göre, bu medrese ri,� rencilerini de, "lıoşnutsu: olan t, nwrlt sipalıilcr" , öteki çUiho:an gen�·lerlcr birlikte ve "yC\'mli ordusu" adı altında örgütleyip silahlandmırak bu iktidar kavgasına sokmuştur. Doğrusu , herhangi bir kaynak göstermemiş olduğu için, Say ın Profesörün, genellikle kentlerdeki büyük cami avlularında bulunan medresclerle , büyük çoğunluğu köylerde yaşayan timarlı s İpahiler arasında bu ilişkiyi nasıl kurduğunu kestirebilmek gerçekten olanaks ızdır.
Oysa, medrese öğrencilerini k ışkırtıp, örgütleycrek bu siyasal kavganın içine katanlar da. mutlaka "kadt , müderris. nuUtii ı ·e hen:en" g i bi medreselerden yethmi� ulema olsa gerekt i r, bizce. Nitekim. kend i s i de uleınanııı böyle bir i k t id a r ka\ 'gas ı ç ı -
karma sevdası peşinde olduğunu çalışması ilerledikçe farketmiş ki, kitabının sonraki sayf alarmda, daha 1 553 yıl ında, Kanuni Sul tan Süleyman' ı tahttan indirip yerine oğlu Şehzade M ustafa 'y ı geçirmek amacıyla timarlı s İpahilerin düzenledikleri darbeyi , bu "kadı , miiderris, müftü ve benzer/erinin" "kapıku!u dü:enliliRini yıkıp, devlet yönetimini ele Reçirmek" açısından bir fırsat olarak değerlendirdikleri için desteklediklerini açık açık yazmaktadır. (Age, s .227)
Tarihe "Suhte ayaklanma/an" diye geçen bu öğrenci olayları, Prof. Akdağ' ın belirlemelerine göre, gerçekten de daha Kanuni döneminde neredeyse bütün ülkeye yayılmış ve hızla tam bir iç savaş halini almıştır. Öyle ki, örneğin 1 566 'da sefer için çağrılan Menteşc B ey inin, Kanuni 'ye , sancağından ayrı lması halinde suhtelerin çok büyük fesatlar çıkaracağını bildirmesi üzerine, kendisine izin verilmiş ve sancağından ayrılmaması sağlanmıştır.
"Bu medreseli olaylan , Sultan //.Seli n ı ' in saltanatı süresi nce de hızından ve JORllllluRundan hiç-hir şey yitirmeden sürmüştür. "
Ancak ilginçtir, Prof. Mustafa Akdağ da, bu konuda şimdiye dek yapılmış kuşkusuz en ciddi ve kapsamlı çalışma olan söz konusu kitabında, ola ki düzene karşı gelmeyi bir ahlak sorunu saydığından kesinlikle onaylamadığı için, suhte ayaklanmalarını, siyasal hiçbir yanı bulunmayan, salt asayişle ilgili basit bir olaymış gibi anlatmakta ve hep medrese öğrencilerinin yaptığı soygunlardan, yağmalardan, ev basmalardan, oğlan ve kız kaçırmalardan, yol kesmelerden, adam öldürmelerden sayfalarca örnekler aktarmaktadır.
Hani, Say ın Profesörün suhte ayaklanmaları ile ulema arasında kesinlikle bir ilişki kurmaması da, devlete karşı ayaklanmak gibi çirkin bir davranışı , devletle bütünleşmiş olduğundan kuşku duymadığı u lemaya bir türlü yakıştıramamış olmasından mı kaynaklanmaktadır, kim bilir? . .
Oysa, su/ıte avak!annıa!annm da, temelde devlete karşı girişilmi� bir başkaldırı hareketi olduğundan. doğrusu kuşku duya-
70
bilmek bile olanaksız olsa gerektir bizce. Kısacası , 1 550 ' l i y ıl larda patlak veren bu sulıte ayaklanma
lan da, tıpkı ! 990' l ı yı l larda Afganistan'da yaşanan ' 'Tali/Jan · · (veya taleban) hareketi gibi, medrese öğrencilerinin, kesinlikle müdenislerinin, imamlarının, müezzinlerinin kaşkışkırtmasıyla giriştikleri düzene karşı bir başkaldırı hareketidir, dolay ısıyla da ulemanın Osmanlı sarayındaki iktidar kavgasının başlangıcıdır, bizce hiç kuşku yok ki . . .
Zaten, gerek "taliban" , gerekse "suhte" sözcükleri Farsçadır ve öğrenci anlamına gelmekteir. Suhte sözcüğünün Arapça karşılığı da "Sofra" dır. Nitekim Osmanlılar medrese öğrencilerine aynı zamanda Sofra da demişlerdir.
Doğrusu, Şehzade B ayezid' in kişiliği hakkında pek de ayrıntılı bir bilgi u laşmamıştır günümüze, görebildiğimiz kad;myla.
Ancak, gerek vakanüvisler, gerekse tarihçiler Sultan II. Selim' in daha şehzadeliğinden beri içki içtiğini ve eğlenceye düşkün olduğunu yazmaktadırlar. En yakın dostları , Sami, San Ramf, Harem/, Kasim/, F1rakf, Mekalf, Ferdi, Nigarf gibi ün/ii şair ve nakkaşlarla, Nihanf, Durak Çelebi, Gülahi Bey, Mirek Çelebi, AdanaiL TanhUrf Şeyhzade Mustafa Çelebi ve K asapzade N/'ıbl gibi ünlü hanendeler ve müsikişinaslardu·. Yani , medreseyle, hacı hoca takımıyla, u lemayla filan pek de fazla bir i lgisi yoktur galiba. Nitekim, All Tarihi 'nde belirtildiğine göre, kendisine şehzadeliği sırasında sunduğu bir şiirini çok beğendiğinden Aif'yi sarayda görevlendirmek istemiş , ancak öğrenimini tamamlaması için medreseye göndertmeyip, yanmda, kalem hi::.metinde yetişmesine yardmıu olmuştur. (Ord.Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşıl ı , Osmanlı Tarihi , cilt-3, K ısım- 1 , s.40 dipnot)
bu nedenle, 1 5 5 8 'deki taht kavgası s ırasında sojfalann ( suhtelerin) Şehzade Bayezid 'in yanında yer almış olmaları da, ola ki Şehzadenin kişiliğinden kaynaklansa gerektir, büyük bir olası l ıkla . . .
Zaten, bu suhte ayaklanmalannin bütünüyle devlete karşı gi
rişilmiş bir başkaldırı hareketi olduğunu ve mollaların Şehzade
Bayezid ' in yanında bir ras t lan t ı sonucu yer almad ıklarııı ı , olay
7 1
L ı ı ı ı ı ! ' l · l ı � ı ı ı ı ı de ; ı�· ı k <H; ık göstermektcdir bizce. Örneğ in. gerek 1\.: ı ı ı ı ı ı ı ı . gcıT k sc l l . Selim dönemlerinde suhte ayaklanmaianna kaı ı lmı� medrese öğrencilerine karş ı alabildiğine sert davranan, son derece kanlı önlemler alan, yakaladıklarını asıp kesen devlet. ilginçtir I I I .Murad ' Ia birlikte bu tutumunu birden deği�tirivernı iştir her ne hikmetse . . .
B urada hemen şunu da belirtelim ki, Prof. Mustafa Akdağ da, "Suhtc ayaklanmalan artık kanlı hir renk almıştı . dedikten sonra , "1 575 yılınnı haşma do,�m . Sultan Murad' ın tahta geçişi, Kanuni Sı'ilcynıan döneminden hcri Sokullu tarafindan yı'iriitiilcn iç siyasetin dc,�işnıcsi sonucunu ı 'CI 'di. diyerek bu gerçeğe işaret etmekte ve "/ 1/.M ura cl' a defterdar olan (eski Tire kadı sı-medrese/i) Manisa/ı Öı ·cys Paşa ' nın başmda huhmdıı.�u . Kastanıonulu Şemsi Paşa. meşhur Hoca Sadcddin re Rumeli kadıaskcri Kadızade 'den meydana gelen hir gmp. ilk elde Sadrazonu dc,Çilsc hile, onun giittı'(�ii siyaseti yıkmaya nıumffak oldu . diye yazmaktadır. (Age, s .255)
Osmanlılarm Ulema Devri: Sanki Lanetli Yüzyıl
Gerçekten de, I I I .Murad ' ın Manisa 'dan getirterek görevlendirdiği Kara Üveys (veya Öveys), Hoca Sadeddin Efendi, Şeyh Şücca ile ulemadan Kadızade Ahmet Şemseddin Efendi. Mehmed Tahir Efendi, Candaroğlu Şemsi Paşa gibi medreseli ler, sürekli eski bir olayı anımsatarak, daha ilk y ı l lardan itibaren Sultanla Sadrazam Soku llu Mehmed Paşa'nın arasını açmayı başarmışlardır.
Çünkü, vakanüvislerin yazdığına göre, babasının öllimlinü öğrenir öğrenmez telaşla koşup İstanbu l ' a gelen Şelızadc, Sadrazaının salt kendisine haber saldığı nı anlayınca, büyük bir gönül borcu duyarak, hemen sarı l ıp elini öpmek isıcmi�ı ir. Ancak,
gün görmüş Paşa, buna fırsat vermemiş ve dcrhal kendisi ayaklarımı kapanarak. sultanın etcğini öpmiiştür. Ne var k i . bu olay daha sonraki tarih lerde, saraya egemen olan hacı hoca tak ımı tarafından sürekl i Sadrazaııı ' a karşı bir koz olarak k u l laıı ı l nı ı � ve
türlü clalavcrclerlc Pa�a ' nın. Su ltanın gözünelen clü�nıcs i sağlan
mı�tır. Daha sonra 1 579'cla da, evine sadaka i steyen bir dilenci kı l ığında tet ikçi gönderilerek. Soku!Ju Mehmed Pa�a hançerlcnip üldürtülmü�tür.
Böy lece de, Sultan I I I .Murad ' ın saltanatmın be� inci y ı l ında,
ikt idar, gal iba artık iyice u lemanın eline geçmi�tir sarayd<ı . I I I .Murad ' ın ölümünden sonra 1 595 ' te tahta çıkan oğlu
I I I .Mehmed döneminde ise, yukarda da değinilcfiği gibi, H oca Sadeeldin Efendi 'nin Eğri Sava�ı ' nda at ınlll dizginlerine yapışar ak bozguna kapılan Sultanın kaçmasını engelleyip, Osmanlı İmparatorluğu ' nu büyük bir yenilgiden kurtarmas ı , u lemanın egemenliğini daha da kuvvetlendirmiştir.
Artık onların fetvası olmadan hiçbir i� yapılamamakta, bütün atamalara onlar karar vermektedirler. Öyle ki, okuma yazma bildiği ku�kulu çocukları b i le çok önemli görevlere getirebilmek
tedirler. Örneğin, Hoca Sadeddin Elendi, "Biiyıik o,�lu Melımed Elen
di ' yi, daha 12 - 13 yaşlanndayken Mekke kadılı,�ı1ıa getirmiş, arduıdan istanbul kadısı yapmış, 29 yaşmda da Anadolu Ka::.askerli,�ine atatmıştır. Di,�er oglu Esad Elendi de, henü::: medrese ö,�rencisiyken Edirne kadılı,�uıa getirilmiş, 25 yaşında da istanbul kadısı olmuştur Şeyhiiiislam Bostanzade de, cahil kardeşini Rumeli Ka::.askerli,�ine, gene yakım bir başka genci de Selanik kadılı,�uıa getirmiştir " Vakanüvislerin yazdığına göre, Sultan III. Mehmed bile bu durum karşısında; " U lema he ni bednam eyledi. ( adımı kötüye çıkardı) diyerek dertlenmi�tir yakınlarına (Osmanlı Tarihi, c-3, K- 1 , s- 1 23)
XVII . yüzyıl ise, Osmanlı saraymın u lemanın e linde sözcüğün tam anlamıyla oyuncak olduğu, · 'sanki lanetlenmiş" bir
yüzyı ldır bizce. Gerçekten de, 1 603 ' ten 1 695 'e kadar, 92 yıl boyunca Os
manlı tahtına ardı arelma çıkan 8 sultandan 4' ü çocuk, 4 'ü de tam anlamıyla delidir.
Bi l indiği gibi. Fatih' ten sonra, onun çıkard ığı yasayla. tahta oturacak �ehzadenin öteki erkek karde�lerini öldürtmesi yasal
bir lıak, lıaııa görev olmuştur Osmanl ı larda. Ancak, genç yaşta ölen Yavuz Su ltan Selim ardında tek oğul bıraktığı için, Kanuni 'nin tahta çıkışında kardeş kanı dökülmemiştir. Kanuni ' nin de 8 oğlu olmuş, ama bunların 3 'ü çocukken, 2 'si de gençken has
talanarak ölmüşlerdir. Öteki 3 oğlundan Şehzade Mustafa 'yı da, yerine göz dikip, düşmanlarıyla işbirliği yaptığı suçlamasıyla
kendisi öldürtmüştür. Son iki şehzade Selim ile Bayezid ise, daha babalarının sağlığında ve galiba babalarının kışkırtmasıyla bir taht kavgasına tutuşmuşlar, yenilen Bayezid çocuklarını da alarak İran' a kaçmıştır. Bu nedenle Su ltan II. Selim' in tahta çıkışında da kardeş kanı dökülmemiştir. Ama ne yazık ki, oğlu III .Murad tahta çıkarken tam 5 erkek kardeşini boğdurtarak babasıyla aynı anda gömdürtmüş ve böylece Fatih ' in yarım yüzyıl ı aşkın bir süredir uygulanmayan yasasını yeniden yürürlüğe sokmuştur. Oğlu III .Mehmed ise, bu konuda gerçekten erişilmez bir rekor kırmış ve tahta çıkar çıkmaz tam 1 9 erkek kardeşini boğdurtmuştur. Üstelik, tarihçilerio yazdıklarına göre çok da sofu biridir, yanında ne zaman Hz.Muhammed ' in adı anı lacak olsa, hemen ayağa fırlayıp saygı duruşuna geçmektedir. Çevresi de zaten hep u lema ile doludur. Fakat i lginçtir, kendisi de, 1 6 yaşındaki oğlu Şehzade Mahmut 'u yabancılarla mektuplaştığı gerekçesiyle öldürttükten birkaç ay sonra aniden ölüvermiştir. Böylece, Osmanlıların lanetli yüzyı l ı da başlamıştır sanki. Çünkü, Sul tanın en büyük oğlu henüz 14 yaşındadır topu topu. Ve Osmanlı hanedanında yerine tahta geçecek bir başka erkek yoktur
Görüldüğü gibi, XVI. yüzyılın ikinci yarısında bir yandan suhte ayaklanmaları ve eelali isyanlan yaşanırken, öte yandan da Saray, sözcüğüo tam anlamıyla bir nıezhahaya dônchiriilmiiş ve yarım yüzyılda Osmanlı ailesinden 26 şelızadeye. vakanüvis
lerin deyimiyle "şehit/ik şerbeti " içirilmiştir. XVII. yüzyıla girilirken Osmanlı tahtına çıkarılacak 1 4 ya
şındaki bu çocuk Ahmet ' ten başka aile ic;inde hi<;bir erkeğin bırakılmamış olması, gerçekten yazgısal bir rastlantı mıdır acaba?
Aynı süreçte, iktidarı ele gec;irebilmek için sarayda kelle kolıuk-
ta kavga veren u lemanın hiç mi rolü olmamıştır? Tarihçilerio
verdikleri bilgilere göre, bu kavgada çok ulema kellesi de kopanimıştır çünkü . Örneğin, Ahmet Refik, III .Murad' ın gözdelerinden Şeyhiiiislam Bostan:ade 'nin, Rumeli Kazaskerliği sırasında, gözlerinin önünde bir defterdarın kellesini kopararak yerler
de yuvadayan yeniçerilere; "Bre ' Bu divan Ye:id dii'Gill mıdır ki, A li Resul başı Rihi Raletan ider/er ? " (kesip yerlerde yuvar
larlar) diye öfkeyle bağırdığını yazmaktadır. (Age, s .45) Doğrusu, XVII. yüzyılda da, örneğin henüz 1 7 yaşındayken
cihangir olma hevesiyle ordunun başına geçip Lehistan seferine çıkmaya kalkışan II.Osman ' ın, kim bilir gene hangi hocanın fit
nesiyle, kendisi seferdeyken yerine geçer korkusuna kapılıp, önce 1 5 yaşında var yok kardeşi Mehmed' i öldürteneye niyetlenince, Şeyhülis lam Esad Efendi 'den alamadığı fetvayı , Rumeli Kazaskeri Taşköprülü Kemaleddin Efendi ' nin koşup gelip vermiş olmasına bakılırsa, ulemanın bu oluşumdaki rolü hakkında kuşkuya düşebilmek bile olanaksızdır galiba.
Nitekim, III.Mehmed' in ölümü üzerine, 1 603 ' te, İmparatorluğun geleceği için sağl ıklı yeni bir çözüm aramak yerine, oğlu
1 4 yaşındaki Ahmet' i kucaklayıp getirip, Su/tan i.Ahmed olarak tahta oturtmuşlardır. Ne var ki, küçük Ahmed'i tahta oturtanlar, ilginçtir, hem Fatih' in yasasını çiğnemek pahasına küçük kardeşi Mustafa 'nın yaşamasına izin vermişlerdir, hem de daha 14 yaşıda bir çocuk olmasına bakmadan, bir an önce Osmarıl ı s arayına şehzadeler yetiştirmesi için derhal ev1endirmişlerdir.
Gerçekten de, 1 6 1 7 ' de, Su ltan LAhmed henüz 27-28 yaşla
rındayken hastalanıp ölüverdiğiı Je, ardındatam 7 şehzade bırakmıştır. Ancak, en büyük oğlu Osman 14 yaşındadır. Ötekiler ise, Mehmed 1 3 , Murad 8, Süleyman 7, Kasım 6, Bayezid 6, İbrahim de 5 yaşlarındadırlar daha. Sultanın, 1 3 y ıll ık evli l iğinde, l O ' u erkek tam 1 6 çocuğu olmuş , ama oğullarının üçü bebekken
ölmüştür. Kuşkusuz, LAhmed de kısa bir süre önce 1 4 yaşındayken
tahta çıkarı lmış olduğuna göre, Osman' ın da 1 4 yaşında su lı an
olmasında bir sakınca bulunmasa gerektir asl ında. Ne var ki.
uleına, art ık her ne Ilikınetle ise, bu kez 14 yaşındaki bir şehzadenin tahta çı kabilcceğine dair fetva vermemiş ve Osmanlıların ilk günden beri uyguladıkları saltanatın babadan oğula geçmesi geleneğini yıkarak, LAhmed' in yerine, kardeşi Mustafa' nın tahta çıkmasın ı sağlamıştır.
Oysa. Mustafa 26 yaşındadır ama delidir. Ne zaman, nasıl davranacağını önceden kestirebilmek olanaksızdır. Akl ına estikçe , olur olmaz, havuzdaki balık iara yem diye akçe serpmekte, pencereleri açıp dışarıya. yola altın saçmaktadır. Adı , sarayda bile Diıwıe Mustaf'a 'ya çıkmıştır. Fakat, onun bu tutarsızıkları da, fetvalada · • ce:he-i ralmıana ma:lıar olmuş" bir kişinin "derrişmeşreh" davranışları olarak yorumlanmıştır ulemaca.
Ama bütün bunlara karşın, ! .Mustafa 'n ın sultanlığına gene
de ancak 3 ay 1 O gün dayanabilmişler ve Sultan I l . Osman' ın da henüz 1 4 yaşındayken tahta çıkabilmesi için gerekli fetva yı vermişlerdir, çaresiz . . .
N e va r ki, bu genç Sul tan da, 1 6- 1 7 yaşına basınca cihangir olma sevdasına kapılıp, orduyu ve devleti yeniden eski gücüne kavuşturabilmek amacıyla birtakım reform girişimlerinde bulunmaya niyetlenince, kendisinin de "Bu fitne erhah1111 si: tahnk ilmişe hen:::.ersi:::. -' " diyerek belirttiği gibi, bizce de kesinlikle u lemanın düzenlediği bir "diizmece yeniçeri ayaklanmast " ile, daha 1 8 yaşındayken derhal tahttan indirilerek öldürülmüştür.
Ve yerine, Divane Mustafa ikinci kez sultan ilan edi lmiştir hemen. Oysa, hastalığı daha da ilerlemiştir. I .Mustaf'a 'nın. "Ad tn ne :) Kimin o,�lu.1·un :) Bugiin günlerden ne :r gibisinden basit sorulara bile yanıt verememektedir artık.
Bu duruma, bu kez de ancak 1 yıl 4 ay dayanabilmişler ve 1 623 ' te çaresiz tahttan indirerek, yerine I . Ahmet' in hayattaki en
büyük oğlu Şehzade Murad ' ı , 1 2 yaşındayken IVMurad olarak tahta oturtmak zorunda kalmışlardır.
Öyle ki , daha sünnetli bile değildir, tahta çıktıktan 5 gün sonra. su ltanken sünnet olmuştur küçük Murad, vakanüvislerin yazdığına göre. Dolay ıs ıy la, ü lkeyi de, anne sultan ile ulema el ele verip keyi flerince yönetmektedirler doğal olarak , bu çocuk sultan ad ına .
Su l ıan , ta ı 7- ı X ya�ma bası ııcaya dek . . . Tarihç ilcrimiz . IV. Murad ' ı , bilindiği gibi acımasız. ho)görü
süz, kan dökücü, ta� yürekli biri olarak tanımlamaktadırlar söz birliği etmi�\·esine. Doğrudur. I V.M urad geısekten de çok kan dökmü�tür salıanatın ın son � yı l ında. Karde�lcri Süleyman ' ı . Bayezid' i ve Kasım· ı da gözünü bile k ı rpmadan öldürtmüştür.
En büyük karde�i İbrahim ' i de, annesi Köscın Sultan, "delidir" diyerek, yalvar yakar zorla alabilmiştir el inden.
iktidarı tam anlamıyla ele geçirir geçirmez IV.Murad ' ın yaptığı ilk iş de, bütün yetkilerini elinden alarak annesi Kösem Sultan ' ı saraydaki odasına haspettirmek olmuştur.
İlginçtir, hemen ardından da sanki bir ulema avına çı kını� t ı r bütün ülkede. Örneğin, daha 1 63 3 ' te . Bursa 'ya giderken, yolda
birinin şikayetçi olması üzerine. sanki fırsat kol larmı� gibi, hemen İzn ik kadısın ı buldurtup, kale kapısın ın önünde astırmı�tır. Bu olayı eleştirıneye yeltenen Şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendi 'yi de, İstanbu l ' a döner dönmez derhal görevden alını� ve bir katakulli ile İstmıbul kadılığına geti rdiği oğluyla birlikte y akalatıp boğdurtmuştur. Gene Şeyhülislaın Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi ' nin, Lıdılığı s ırasındaki bir ihmalini bahane ederek, derhal boğulup denize atı lmasını buyurmuştur. Seferler sırasında da kendisinden biraz �ikayetçi olunan kadı ları hemen buldurup cezalandırmış ve yüzlerce ulema kellesi uçurımuştur.
Doğrusu , sul tanların ulema kellesi uçurtması, Osmanlılarda pek de yaygın bir uygulama olmasa gerektir, gördüğümüz kadarıyla. Bu nedenle, IV. Murad' ın iktidarı eline geçirir geçirmez sanki özellikle ilk iş olarak kadıların ve şeyhülislamiarın üstüne
hışımla yürümesi, gerçekten üzerinde dikkatle durulması gereken önemli bir noktadır bizce. Yan i , saltanatının son 8 yı l ında bunca kıyıcı olması. tarihçilerimizin söz birliği etmişcesine belirtıi kleri gibi . salt karakterinden mi kaynaklanmıştır? Su ltan l ı
ğ ının i lk 7-8 yı l ında t anık olduğu, kendi adına işlenen yolsuzlukların. hırs ızlıkların , cinayetierin kar�ıs ındaki çaresizliğinin hab irc bilinçaltında to rı uladığı çocuk iiıles i . h iç mi rol oynama
mı� t ı r acaba bu olu�umda·.>
Ayrıca unutmayalım ki, 20 yaş ında yönetimi ele almaya kal
kışınca da, ulema derhal akıl almaz dolaplar çevirerek yeniçeri
leri kışkırtıp ayaklandırmış , sarayı bastırarak sadrazamını, defterdarını , yeniçeri ağasını , müsahibini gözlerinin önünde parça parça ettirip, cesetlerini sarayın önündeki ağaçlara astırmış , hatta tahttan indirmek için bile birtakım girişimlerde bulunmuştur.
B u nedenle, IV M ur ad' ın iktidarında bunca kıyıcı olmasını, bunca kan dökmesini, yazgıcı bir yaklaşımla salt kişiliğiyle açıklamaya çalışmak, gerçeğe pek de uygun düşmese gerektir doğrusu bizce. Ulemaya karşı girişiimiş kanlı bir iktidar kavga
sı gibidir çünkü bir anlamda da . . . Ne var ki, iktidarının en parlak döneminde ve daha 2lJ yaşına basmış basmamışken, hastalığı birden artmış, beklcnilmcdik bir anda ölüvermişıir. (Ölümünde de ulema parmağı gerçekten yok mudur acaba?)
Ve ilginçtir, Evliya Çelebi ' nin yazdığına göre, bu kısa yaşamında tam 32 çocuğu olduğu halde, oğullarının hepsi bebekken hastalanıp öldüğü için, ardında da bir �chzade bırakmamıştır. Amcası Divane Mustafa'yı da kısa bir süre önce, gene n 'olur n' olmaz deyip öldürttüğünden, Osmanlı hanedanında tahta çıkabilecek, kellesini annesi Kösem Sultan ' ın yalvar yakar elinden zorla kurtardığı en küçük kardeşi Deli ihrahim 'den başka erkek yoktur ne yazık ki . . . Bu lmıetl i çağ ağırlığını bir kez daha u lemadan yana koymuştur sanki . . .
Üstel ik, gene ilginçtir, Osmanlıların i lk günden beri uyguladıkları, deneyim kazanmaları için şehzadelerin bir süre sancakbeyliği yapmaları geleneği de, XVII . yüzyılın başından it ibaren
kaldırılmıştır. Şehzadeliğinde sancakbeyliği yapmış son sultan III .Mehmed'dir. Daha 14 yaşındayken tahta ç ıktığı için sancakbeyliği yapmasına zaten olanak bulunmayan oğlu LAhmed 'den sonra da bu gelenek tamamen kaldırılmıştır. Hatta, gördüğümüz
kadarıyla , yalnız bu geleneğin kaldırılmasıyla da yetin ilmemiş, öteki çocuk şehzadelerin ola ki bir komploya alet edilememeleri veya öldürülmelerine karar verildiğinde kolayca bulunabilmeleri için, saraydan ayrıl malarına bile izin verilmez olmuştur, bu
tarihten itibmen.
Bu nedenle ihrahim de, bütün yaşamını Saray 'da göz altında geçirmiştir zaden. Üstelik, artık 2 1 yaşındayken de, ağabeyi Sultan IV.Murad, öteki iki ağabeyini, 25 yaşlarındaki Süleyman ve Bayezid ' i gözlerinin önünde boğdurtmuştur. İki y ı l sonra 23 yaş ında da, bu kez kendisi i le ağabeyi Kasım 'ın öldürülmesine ferman çıkmış, ancak annesi Kösem Sultan yalvar yakar olarak zorla kurtarmıştır kellesini. N e ki, ağabeyi Kasım' ı gene gözlerinin önünde boğup öldürmüşlerdir. Ve, Şehzadeliğinin geri kalan 3 yılı da, Saray 'da özel olarak yapılmış , Şimşirlik veya Kafes dedikleri, harerne bitişik küçük bir hücrede, tam tutuklu olarak geçmiştir. Yani, artık 25-26 yaşlarındadır ama, sözcüğün tam anlamıyla delidir İbrahim. Daha 4-5 aşlarında bir çocukken de, en büyük ağabeyi Sultan II. Osman' ın, Mehmed ağabeyini yay kirişi ile boğdurup öldürtmesine tanık olmuştur ayrıca.
Annesi Kösem Sultan, belki bir yararı dokunur umuduyla hacılara, hocalara okutup üfletmektedir zaten oğlunu, nicedir.
Ne yazık ki, Osmanlı hanedanının tek erkek üyesidir. Bu nedenle, derhal evlendirilerek, bu delinin veliahtlar yetiştirmesi de sağlanmalıdu.
Nitekim, IV.Murad' ın ölümünün hemen ardından Kösem Sultan' la i şbirliği yaparak yönetimi yeniden ele geçiren hacı hoca takımı (u lema), bu amaçla, sözcüğün tam anlamıyla zaten se
berber olmuşlardır daha ilk günden. Neredeyse her gün bir başka güzel cariye sunmaktadırlar ona, cinsel gücünü artırabilmek için gece gündüz okuyup üflemektedirler. Daha şehzadeliği sırasında kendisine okuyup üfleyen Cinci Hoca, i lk günden saraya yerleşmiştir bile. Her sabah Su lıan ı dizlerini.ı dibine oturtup, saçlarını okşaya okşaya okuyup üflemektedir. Afsun yapmaktadır. Macun bulmaktadır.
Ancak, bütün bunlar, hacı hoca takımının ve kadınların e linde oyuncak olan Sultan Deli İbrahim' in hastalığını her gün biraz
daha ilerietse gerekki, artık ne zaman nasıl davranacağını kestirebimek giderek olanaksız bir hal almıştır gerçekten de.
Örneğin, bir gün okunmak üzere bir hocanın evine giderken, köyden gelen bir arabanın önüne çıkıp yolu kapattığını görünce .
7 9
hemen "kiirlii/erin /mndan hiirle istan/m/ 'a arahaları ile girmelerini ı·a.mk/atnuş" bir süre sonra bu kez bir ba�ka hocamn evine giderken yoluna gene bir köylü arabası ı;:ıkmca da, Sadrazam Salih Pa�a ·y ı �·ağ:ırıp, "Bre hen padişah de,� il m irim ') Nire emrime umlnw:: ') " diyerek. derhal oracıkda, hocanın evinde kuyu ipiyle boğdurtmu�tur.
Gene, bir gün aklma esmh, eski bir dedikoduyu amınsayarak Yusuf Pa�a·yı çağırtıp. "Girit adastn t derhal a/asuı 1 " diye buyurmu�tur. Paşa 'nm, "Aman lıiinkarım . . . Bu ktşta ktyamette diye kem küm ettiğini görünce de, Bostancıbaşma "Kaldtr şunu -' " demh, derhal boğdurtmuştur. Ne ki, biraz sonra da cesedi getirtip, "Ne de gii::e/ kmm::t mnak/arı mrnuş. Ya::tk etmişi:: kl \'nwk/a. demiştir.
Kimden duymuş, artık nereden aklına esmişse, "iri ka/�·alt kadtnların dalw şeln·etli ve do,�urgan olduk/arım " tutturup, Sa
ray görevlilerini İstanbul sokaklarında iri kalçalı kadm avma bile çıkarmıştır, söylentikrc göre.
Bir gün de, "Sims 'taki ihşir Paşa ' 1 1 11 1 gii::.e/ hir karıst o/du.�unu" öğrenince, hemen ferman çıkarıp Pa�a'nm karısmı getirtmeye bile kalkı�mıştır.
Kısacası, Sultan Deli İbrahim'in her gün biraz daha artan bu çı lgml ıkları artık katlanı l ır gibi değildir gerçekten de. Nitekim ulema da, en büyük oğlunun henüz 7 yaşında olmasma bile bakmadan. Deli İbrahim ' in tahttan indirilmesi için "Hane/i me::.lıe/nne göre aktlst: hiiri(�iin sa/tanafl cm: değildir" diye fetva vermiştir, çaresiz kalıp.
Kösem Sultan, ' va/de sıtltanlt,�ı · yi tirmemek için, oğlunun yerine torununun tahta çıkarılmasına. "Bre, _vedi raşmdaki hir masunwn saltanati şer ' an na st! cm::. olur'! " diyerek karşı ç ıkmamış da değil ya, bakmış engelieyebilmesi olanaksız, "Bari ı ·aranm da, sarık�·t,�tnı sardmp getirerim. diyerek içeri girip,
torununu kucaklayıp getirmiş ve Sultan IVMe/ınıNI olarak tahta oturtmu�tur.
Çocukcağız onca sakal l ıyı birden kar�ısında �iiriiııcc ola ki korkar deni lcrd. .. o gün bütün ulemamn, vezir ve i i ı ı ıeraıım ge-
so
Jip el etek öperek hiat etmelerine de izin verilmemiştir hatta. İ lginçtir, 7 yaşında tahta ç ıkan Sultan IV.Mehmed, amcası
IV.Murad' ın tam karşıtı , büyüyüp 20 yaşına filan bastıktan son
ra da kesinlikle yönetime el koymaya kalkışmamış, Belgrad or
manlarında, Edirne çevrelerinde sürekli av peşinde dolanmıştır. Zaten bu yüzden de adı Avcı Melımed'e çıkmıştır.
Ancak, bunca yı l tahtta kalmasına olanak verilmesi de, bu av
rnekarı yüzünden olsa gerektir, bizce hiç kuşku yok ki . . . Fakat ne gariptir ki, tam 39 y ı I sonra tahttan indirilirken de
gerekçe olarak bu av merakı gösterilmiştir ama. Sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın cihangir olma tutkusuyla giriştiği 1 68 3 ' teki
Viyana kuşatmasının büyük bir fiyaskoyla sonuçlanması da hemen bu av merakına bağlanmış ve u lemanın verdiği "Ordunun haşına geçece,�i yerde, lstranca daf?.lannda av peşinde koştuğu için hütün hu felaketierin haşımıza geldiği" şeklindeki fetvalar üzerine IV.Mehmed de derhal tahttan indirilmiştir.
Hele hele, IV.Mehmed' den sonra bir oldu bitti ye getirilerek yerine kardeşi li.Süleyman' ın tahta oturtuluşu ise, gerçekten de biçimiyle, içeriğiyle, iletisiyle, ulemanın Osmanlı sarayına XVII.yüzyılda ne denli egemen olduğunun açık kanıtı sayılsa gerektir doğrusu bizce.
Çünkü, IV. Mehmed' in büyük oğlu Şelızade Mustafa tam 23 yaşındadır ve babasının yerine o tahta çıkmalıdır Osmanlı geleneklerine göre. Üstelik, ll.Süleyman, kardeşi Ahmed'le birlikte en az 30 y ıldır, XVII.yüzy ılın başından beri uygulanagelen yeni geleneğe göre, S aray 'da Şinışidik denilen bir kafeste, gözaltında ve her an öldürülme korkusu içinde yaşamaktadır.
N itekim Süleyman da, sultan olduğunu haber vermek için Şimşirlik'e gelenlere inanmamış ve bunu, ağabeyi IV.Mchmed'in, kendisini öldürtmek için düzenlediği bir tuzak sandığın
dan; "Bre, iildiiriilmemiz emrolundu ise. söyleyin -' Çocuklı(�Umdan hai kuk rı/dır hapis çekerin ı . ller giin Nnıektense. hir giin eıTe/ iilmek n·.�dir Bir can için çekt(�imiz !m korku nedir Allah aşkı na ') " diyerek hüngür hüngür ağ l amaya başlam ıştır birden.
!lman şerkethim \ 'alla/ı \'C h/Ila/ı f.:iitii niYetle oelmemisfz. • ,'ı .1
s ı
Ciimle ı·e:irlcr. ulema, O( '(tklt kul/ann padişah edebilmek için si: i heklerlcr. " diye yalvar yakar olan görevli ler, annesi Turhan Sul tan ile karde�i Şehzade Ahmed'in de yardımlarıyla zorla inandırabilıılİ�ler ve ba�ma acele bir sarık sarıp. sorgu� takarak, kırmızı atlas eniarisinin üstüne de haremden acele getirttikleri
bir sarnur kürkü giydirip, perişan bir durumda, apar topar tahta
oıur tmuşlardır. Görüldüğü gibi, Osmanlı geleneğine göre doğal olarak tahta
� ıkması gereken, ü stelik 23 ya� ında, sağlıklı ve istekli Şehzade Mustafa 'nın yerine, gene bir deli tahta oturtulmu�tur u lemanın
verdiği fetvalarla, sanki hir �·ocuk-hir deli sultan kuralını bozmamak için.
Sadrazam vekili Fazı ! Mustafa Pap 'nın ulema ile yaptığı toplantıda oy birliği ile tahta � ıkarılmasına karar verilen II .Süleyman, yalnız akıl hastası da değildir ayrıca. Tahta apar topar oturtulduğunda zaten 47 ya�ındadır ve birçok hastalığı vardır. N itekim, 3 ,5 y ı ll ık saltanatının son 2 yı l ını neredeyse yatakta geçirmi�tir. Vücudu su toplamaktadır. Eli ayağı iyice �i�mi� olduğu için yerinden bile zor kalkabilmektedir.
Çocuğu da hiç olmamı�tır II .Süleyman ' ın. Bu nedenle, 1 69 1 'de öldüğü zaman, yerine tahta geçmesi gereken bir �ehzade de bırakmamı�tır geride. Dolayısıyla, tahta için üç aday vardır. Ağabeyi IV.Mehmed hala yapmaktadır örneğin. IVMeh
med' in büyük oğlu Mustafa da artık 27 ya�ındadır üstelik. Ama ne var ki, ulema, hastalığı artık iy ice i lerlemi� oldoğu
i�in önceden gerekli önlemleri almı� ve Su ltan ölür ölmez, yeri
ne, 50 ya�ındaki ve ömrünün neredeyse tamamını şimşirlikte geçirmiş karde�i Ahmed' i , gene bir oldu bitti ye getirerek derhal Sultan ll Alımed olarak apar topar tahta oturtmu�tur .
Ne zaman, nasıl davranacağı önceden kestiri lcrrıeyen, kararsız, zayı f iradeli , kolay etki altında kalan biri olan 1 I. Ahmed de, tıpkı karde�i gibi zaten nicedir gut hastasıdır ve 3 ,5 yıl sonra
1 695 ' te uzun süredir çektiği bu hastal ıktan ölm ü� tür. Ve ilgin�tir, Şehzade Mustafa bu durumu daha önce iki kez
ya�adığı için arı ık sürekli tetikte olsa gcrt>k k i . anıcasmın öldü-
ğünü duyar duymaz fırlamış, S aray kapılarından birinin önüne derhal bir taht kurdurarak, birilerinin gelip kendisini tahta çıkarmasını filan beklemeden, çıkıp oturmuştur hemen.
Oysa, Sultan ILAhmed' in en büyük oğlu İbrahim henüz 3 yaşındadır daha. Babası IV.Mehmed de 2 yıl önce ölmüştür. Bu durumda tahta çıkmak zaten kendisinin hakkıdır asl ında.
Ama, u lemanın 3 yaşındaki bir bebeyi bile tahta çıkarınaktan çekinmeyeceğinden korkmaktadır demek. B u nedenle, gene bir oldubittiyle karşılaşmamak için bu kez e lini çabuk tutup, kaşla göz arasında kendi tahtını kendi kurdurarak çıkıp oturan II. Mustafa, tam 92 y ı ldır süren, Osmanlı tahtına ardı ardına hir çocukbir deli sultan oturlulması geleneğini de sona erdirmiştir böylece, gördüğümüz kadarıyla.
Ancak, II .Mustafa da saltanatı ele geçirir geçirmez, sanılacağı gibi hemen kendisini iki kez tahttan etmiş olan Saraydaki bu ulema egemenliğini kırmak için herhangi bir girişimde de bulunmamıştır ama. Tam karşıtı , sanki bu oldubittiler salt birkaç kişinin başının a ltından çıkmış basit birer bireysel olaylarmış gibi, tahta çıkar ç ıkmaz Erzurum ' da sürgün olan öğretmeni Feyzullah Efendi 'yi getirterek Şeyhülislam yapmış, yani şeyhül is lamı değiştirmiştir. Ne var ki, Feyzullah Efendi 'nin yaptığı ilk işlerden biri de , derhal türlü oyunlar çevirerek Sadrazam Sürmeli Ali Paşa 'y ı görevden aldırtıp kellesini vurdurlmak olmuştur. Ve böylece ü lkenin bütün yönetimi Feyzullah Efendi ' nin el ine geçmiş, yani ulema iktidarı sürmüştür.
Tarihçilerin yazdıklarım göre, "hiiyük hürmet gösterdi,�/ lıocas ı n ın hir ded(�ini iki ettirnıemiştir" çünkü Sultan II. Mustafa, bütün saltanatı süresince. Hatta öyle ki, sultanın tahttan indirilip öldürülmesi bile bu Feyzullah Efendi 'nin yüzünden olmuştur 1 703 'te .
Ulemamn İlk Hedefi de Yeniçeri Ocağı Olmuş . . .
Görüldüğü gibi . Kanuni'nin son y ı llarında suhtC' ayaklanmalan ile ba�layan iktidar kavgasında uleına. en önemli utkuyu.
şehzadelerin kişilik zaaflarından yararlanmayı çok iyi bilerek, daha XVI .yüzyıl ın ikinci yarısının ortalarında Saraya girmeyi başarınakla sağlamıştır hiç ku�ku yok ki . . . Sarayda önemli görevlere gel ip , yönetirnde söz sahibi o lduktan sonra da asıl hedefe, yeniçeri occJ,�ına yönelmişlerdir, doğal olarak.
Yeniçeriler i se , yukarda da uzun uzun değinildiği gibi, söz konusu y ı l larda fetih seferlerinin artık iyice seyrekleşmeye başlaması ve fethedilen yerlerin de zengin yağma olanaklarına sahip bulunmaması gibi nedenler yüzünden zaten huzursuzdurlar nice dir.
Devlete kalan ganimetierin çoğu kez sefer maliyetlerini dahi karşılayamaz olması yüzünden hazine iyice fakirleştiği için de, artık yeniçerilere ciilus ve se{er hahşişleri bile zamanında, bolca ödenememektedir. Ya da, gümüş değeri düşük akçelerle, üstelik taksit taksit ödenebilmektedir ancak.
Ulufe/eri ( maaşları) ödeyebilmek için bile para bu lunamamaktadır çoğu zaman. Örneğin, 1 598 'de, Eğri Seferi ' nden e l i boş dönüldükten sonra, yeniçerilerin ulufelerini ödcyebilmek için, "Saraydaki iio·ü: yiik akçelik gümüş kap kacak ve di,�er eşya alımp darphanede eritilerek akçe kestirilmek :orunda kalmmış" tır, tarihçileri n yazdıklarına göre. (Osmanlı Tarihi , c-3 , KI , s. 1 26)
Maaşları ve bahşişleri ödeyebilmek için, nicedir paranın ağırlığıyla oynanmaktadır zaten. Örneğin, Kanuni 'den sonra, l LSelim döneminde 1 00 dirhem gümüşten 490 akçe, I I I .Murad ' ın tahta çıkışında 533 akçe, daha sonra da 800 akçe kestiril miştir. I II .Murad ' m saltanatının son y ı l larında ve sul tan o lur olmaz ordunun başına geçip Eğri Seferi ' ne çıkmak zorunda kalan I I I .Mehmed ' in i lk günlerinde ise, 1 00 dirhem gümü�tcn 950 akçe kestirilmektedir artık. (Prof. Akdağ, age, s .38) Elde para kestirecek gümüş kalmamıştır. Nitekim, Eğri Seferi 'nden de ganimet olarak gümüş elde edi lerneyince 1 5 9 8 ' de çaresiz Saraydaki kap kacak toplatı larak critimi� t ir.
Kısacası, İmparatorluğun en büyük gelir (zenginlik) sağlayıcıs ı olan ordu. i � Jc,·ini art ık eskisi gibi yerine getirememekted ir.
Vergi gelirlerinden vazgeçmek pahasına gerçekle�tirilen ikta sistemindeki deği�iklikler de , bekleni len sonucu vermemiş, ordu eski görkem l i görünümüne yeniden kavuşturu laınaınıştır. Üstelik, fetih lerin kesi lmesi, ya lnız hazine açısından sorunlar yaratmakla da kalmamıştır. Askerler n icedir şöyle zengin bir yağma olanağı bulamadıklarından, ordunun kendisi de yavaş yavaş sorun olmaya başlamıştır. Artık sadece maaşa ve bahşişlere kalan yeniçeriler, bu nedenle paraları biraz geç ödense veya bekledikleri miktarda bahşiş verilmesc hemen ayaklanıp, kazan kaldırmakta, örneğin çorba içmemektedirler. Hatta, giderek sarayın önünde toplanmaya bile başlamışlardır.
Yani, Sultanlar salt ordunun sağladığı zenginliklerden olmakla da kalmamışlar, tam karşıt ı , askerlerin kazan kaldırmamaları için yeni gelir kaynakları bulabilme telaşına düşmüşlerdir bir de . . .
Doğrusu, u lema da, Saray ' d a söz sahibi olur olmaz, hanedanla yeniçeriler arasındaki bu çelişkiden yararlanmayı çok iyi bilmiştir, gördüğümüz kadarıyla.
Örneğin, I I I .Murad ' ın Manisa'dan beraberinde getirerek sarayda görevlendirdiği ve büyük saygı gösterdiği hacı hoca takımının, Sultan ' ın bu yakınlığından yararlanarak devlet içinde biraz örgütlenir örgütlenmez yaptığı ilk iş, bilindiği gibi, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'nın gözden düşürülmesi ve temizlenmesi için türlü dolaplar çevİrıneye başlamak olmuştur hemen.
Çünkü, S okullu Mehmed Paşa da, unutmayalım ki asl ında bir deı·şirnıedir. Bosna' mn Vişegrad kazasına bağlı Rudo nahiyesinin Soko/oriçi köyünde doğmuştur ve asıl adı Bayo'dur. Dayısı papaz olduğu için kü<;ük yaşlarda kil isede çalışmaya başlamış ve Kanuni dönem inin ilk yı l larında devşiri lerek E dirne'ye, Acemi Oğlanlar Ocağı 'na getirilmiştir. Daha sonra da İ stanbul · a alm arak, Enderun'da yetiştirilmiştir. Görü ldüğü gibi, tam anlamıyla ocak/ı bir yeni�·endir Sokullu .
Yani. medreseli u/enwntn . öncelikle Saray is·inde ikti darı e le gc<; irebilmek İ<; in i lk hedef ol:ırak So/.:uflu 'yu se<;mesi lı i c; de bir
rastlantı değildir bizce. Amaç, Saray ile Yeniçeri Ocakları aras ındaki bu organik bağı zayı llatmak ve kırmaktır, hiç ku�ku yok ki .
Nitekim, Sokullu 'nun ortadan kaldırılmasının hemen ardından, gerçekten de, Osmanlı İmparatorluğu ' nun geleceğini belirleyici nitelikte çok önemli deği�iklikler olmu�tur sarayda. Gördüğümüz kadarıyla, iktidar tam anlamıyi a el deği�tirıni�tir.
Örneğin, Sokul lu Mehmed Pap'nın, 1 5 64 'ten 1 579'a kadar Kanuni, I I .Selim ve I I I .Murad dönemlerinde tam 1 5 yıl süreyle 3 sultana sadrazamlık yapmı� olmasın a kar�ı l ık, 1 579 'dan 1 595 'e kadar S u i tan III. M ur ad ' ın geri kalan saltanatı süresinde, 16 yıl içinde tam 14 kez sadrazam deği�tiri lnlİ�tir. Salt bu olgu bile, Saray içinde iktidarın el deği�tirdiği gerçeğini yeterince kanıtiasa gerektir galiba. Yani, ulema, sadrazamlarla da dama ta�ı gibi oynamaktadır artık.
Burada hemen �unu da belirtelim ki, bu 16 yıl ık süre içinde kimi kez birkaç günlüğüne, kimi kez birkaç ay lığına ardı ardına sadrazamlığa getirilmi� bu pa�aların da neredeyse tamamı ocaklıdır, enderundan yeti�mi�tir.
Örneğin, bu sadrazamlardan üçü, Ahmed, Sinan ve Ferhad Pap' lar Arnavut, S iyavü� Pa�a da Hırvat'tır. Dcv�irmc olarak toplannu�lar, önce Acemi Oğlanlar Ocağı 'nda, sonra Enderun'da yeti�tirilmi�lerdir ve dördü de yençeri ağa l ığı yapmı�tır. Hadım Mesih (Mehmed) Pa�a ise, zaten S arayda akağa olarak yeti�tirilnlİ�tir. Özdemiroğlu Osman Paşa 'nın da babası Çerkes, annesi Abbas i soyundan Arap ' t ır. Mısır' da doğmu�tur. Tek Türkmen olan Lala Mehmed Pap 'nın sadrzamlığı ise, sadece on gün sürmü�tür zaten.
İ lginçtir, bu 1 6 yıl içinde tam 1 4 kez sadrazam dcği�tirilmi� olduğu halde, göreve getirilen pa�aların sayısı yedidir Kimi paplar tekrar tekrar göreve getirilmi�lerdir yani. Örneğin, Sinan Pap tam 5 kez, Siyavü� Pa�a 3 kez, Ferhad Pa�a da 2 kez sadrazam olmu �lardır bu süre içinde.
Görüldüğü gibi, u lema, S oku ll u ' dan sonra iktidarı ele geçirir gcçirmez . ilk i� o larak sadrazam lık kurumu ile oynamaya ba�la-
:-i (ı
mıştır hemen. Kuşkusuz, devletin yapısını bir çırpıda değiştirebilme olanakları bulunmadığı için, göreve gene Ocak ' tan yetişmiş paşaları atatmaktadırlar. Ama, onları bir yandan da olur olmaz gerekçelerle durmadan değiştirterek, hem iktidarda kadrolaşmaianna fırsat vermemişler, hem de bu güç gösterisiyle gözlerini y ı ldırıp kendilerine tam bağımlı hale getirmişlerdir. hiç kuşku yok ki . . .
Örneğin, 1 585 y ı l ı Aralık ayında Özdemiroğlu Osman Paşa'nın aniden ölümü üzerine sadrazaml ığa getirilen ll adını M esi h ( Mehmed) Paşa. tarihçilerio yazdığına göre, reisiilküttaln değiştirmeye kalkışlığında "sana düşen hi:im atadığımı: kimseler/e çalışmaktır" denilerek engellenince, derhal sadrazamlıktan aziini i stemiştir Sultan' dan, daha s adaretinin dördüncü ayında, Nisan 1 5 86 'da.
Gene tarihçi! er, Sokullu 'nun yerine Ekim 1 579' da sadrazamlığa getrilen Ahmet Paşa ' nın da, "Hiikiimet işlerine müdahalelerin başlamasından biiyük teessiir duyduğunu" bu yüzden hırÇIIl ve geçimsi: olduğunu yazmaktadırlar. Ola ki, erken ölümünde de bu gerginliğin bir rolü vardır. Sadrazamlığı 6 ay sürmüştür topu topu.
Ö:demiro,�lu Osman Paşa da, Sultan III .Murad çok istediği için, ulemaya rağmen sadrazam olmuştur galiba. Çünkü, tarihçilerio verdiği bilgiye göre, Sul tan'a , "Osman Paşa' mn içki ye düşkün olduğu hakkında şiiphemi: ı·ardır, ve:iria:am olunca dimn siireme: . " demişlerdir. Bunun üzerine Sultan da, Paşa 'y ı huzuruna çağırıp, karşısında tam 4 saat oturtmuş ve "Eihamdiilillah şiiphem :ai! oldu. içkiye diişkün olsa, m::.iyetinde değişiklik olurdu" diyerek sadaret mührünü vermiştir ona. Ancak, sadrazaml ığı da topu topu 1 yı l sürmüş, aniden hastalanarak ölmüştür Osman Paşa. Aniden hastalanmasında bu olayların da bir rolü var mıdır acaba, kim bilir?
Sadrazamlık kurumunun bunca kısa sürede, gerçekten ustaca kontrol altına al ınıp , yozlaştırı lmasından sonra da, bu iktidar kavgas ındaki s ıra, kuşkusuz Yeniçeri Ocağı 'na gelmiştir doğal olarak.
S7
Ycı ı ı�·nı < k;ı� ı ' nııı halledilmesi de , gördüğümüz kadarıyla i ı \· ; ı � ; ı ı ı ı ; ıu; ı gerçekleştirilmiştir, doğrusu gene ustaca bir zamanl a ı ı ıay la.
B irinci aşamada, gerçekten de şeytanın aklına gelmez yöntemlerle devlete yeni gelir kaynakları bulunarak, Yeniçeri Ocağı 'nın artık yerine getiremez olduğu temel iş levi üstlenilmiştir hızla.
İkinci aşamada, askerin ulufeleri de artık bu yeni kaynaklardan ödendiği için, Yeniçeri Ocağı ' nın bundan böyle tamamen kendilerine bağlı bir taşe1mı :orha giiç haline gelmesi sağlanılmıştır.
Üçüncü aşamada ise, bu statü değişikliğinin ardından, gene ustaca yöntemlerle Ocağın insan yapısının da zamanla toptan değişmesi gerçekleştirilerek bütün işlevlerine son verdirilmiş ve güvenilirliği bitiriJip kapatılması sağlanmıştır.
Uleınanın Bulduğu Yeni Gelir Kaynağı: Rüşvet
B ilindiği gibi, daha Kanuni 'nin hemen ardından, Sultan II.
Selim döneminde, hazinede para bulunmadığı için cülOs bahşişi zamanında ödenememiştir. Babasının Sigetvar kuşatması sırasında öldüğünü ustaca saklayan Sadrazam S okullu Mehmed Paşa, acele haber göndererek, gelip tahta çıkmasını ve ordunun başına geçmesini bildirdiği halde, Şehzade Selim önce İstanbul ' da tahta çıkmış , ancak sonra Belgrad' a gitmiştir, bu nedenle. Hatta, Sadrazamın, Belgrad'da yeniden su ltan çadırı kurdunu larak bir kez daha tahta çıkması ve askere cülOs bahşişlerinin geleneklere uygun şekilde ödeneceğini duyurmasından sonra İstanbu l ' a dönülmesi önerisini bile, ulemadan Ataulluh Efendi ilc Celal Bey in verdikleri akılla, "istanbul" da tahta çıkı/nuştır " diyerek geri çevirmiştir, gene aynı gerekçcyle. İ stanbul 'daki , sefere katıl ınamış birkaç ocaklıya verilmiş bahşişle işi gc<;iştirmeye kalkı�mıştır.
Yani, hazine tamtakırdır artık ve Sarayın h11:la yeni gelir kaynakları bulmas ı gerekl idir.
Ve u lema. III. Murad döneminde bir değil. iki yeni gelir kaynağı birden bulmuştur gerçekten de . . . Biri devlet görcvleridir, diğeri ise dirlikler . . . Devlet görevleri bundan böyle paray la salılacaktır. Dirlikler de artık gazilere dağıtılmayıp, açık artırmaya çıkarılarak kim daha fazla para ödemeyi kabul ederse ona verilecektir.
Örneğin III. Murad ' ın , Sokullu Mehmed Paşa'dan sonra tam 4 kez görevden aldığı halde beşinci kez gene sadrazamlığa getirdiği, bu düzenin kurucularından Sinan Paşa, tarihçi lerio yazdığına göre, ilk sadrazamlığından alındıktan sonra "yii:: hin altın vererek önce Şam valil(�ine gelmiş, sonra da yeniden sadrazam olnıuş . "tur. Nitekim , Ord.Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşıl ı 'da, "Meşur Sinan Paşa, ilk sodaretinin dışmdaki diğer dört sadarerini de Saraya verd(�i çok miktardaki para ve hediyeler karşılı,�nıda elde etmiştir. Sinan Paşa 'ya göre, :::engin olmayan hir ı ·e::irin hükümet reisli,�i etmesi mümkün de,�ildir." diye yazmaktadır. (Osmanlı Tarih i , c-3 , K- 1 ,s . 1 1 8)
Candaroğullarından "Şemsi Ahmed Paşa, 11/.Murad' a kırk hin altm rüşvet ı ·ermiş"tir.
Gene, III. M urad ' ın annesi N ur banu Sultan ' ın en gözde cariyesi Canfeda Kadın ' ın kardeşi "Deli ihrahim Paşa , yaptı,�ı haksızlıklardan dolayı Diyarhakır valili,�inden alımr alınma:: hemen istanlml' a gelmiş ı ·e Saraya verd(�i çok de,�erli amıa,�anlar karşılı,�nıda iki ay sonra yeniden aym yere vali olmuş" tur.
Öyle ki, "Hazineye her yıl yii::hin altın göndermeyi taahlıüd edince , ve::ir rüthesiyle valil(�e daha yeni atanmış olan Hadım Haji:: Paşa derhal a::ledilerek yerine M ir A lem A,�a Mısır valili.�ine getirilmiş" tir.
Prof. Uzunçarşı l ı da, III . Murad döneminden itibaren, Osmanlı larda "Eya/et/ere vali tayininde liyakate değil, en fa:::la para verene irihar edild(�ini " yazmaktadır gene aynı kaynakta.
Görüldüğü gibi, hazineye gelir sağlayabilmek için, bütün devlet görev leri , neredeyse açık artırmaya çıkarılarak, Saray tarafından parayla satılmaktadır artık.
Hatta çok ilginçtir. devletin düzenini bozmak pahasına, pa-
r;ıy l ; ı s< ı t ı ıkla rı yüksek dereceli görevlerin bile sayısını hızla ıroğalıınış lardır bu amaçla.
Örneğin, ta Su ltan III . Murad dönemine dek ülkedeki heylerheyli,�i sayısı , Anadolu Beylerheyli,�i ve Rumeli Beylerheyli,�i olmak üzere sadece 2 iken, bu tarihten itibaren eyaJet valiliklerine de Mısır Beylerbeyliği, Suriye Beylerbeyliği vb. gibi beylerbeyliği sanı verilerek, bu sayı XVII. yüzyıl ın sonlarına doğru 40' a ç ıkarılmıştır.
Gene, kuruluş y ı l larında tek olan l 'e::ir sayıs ı , I.Murad döneminde biri veri::-i a::am olmak üzere 4 'e , Kanuni döneminde de biri sadra::am ve diğerleri Kuhhealtı ve::irleri olmak üzere 8 ' e çıkarılmış iken, b u sayı da , eyaJet valilerine, hatta k i m i sancakbeylerine filan vezir denilerek hızla çoğaltılmaya başlanılmıştır. Vezirlerin, kadıların, sancakhey/erinin vb. bu tarihten sonraki sayılarını saptayabilmek gerçekten olanaksızdır. Öyle ki, say ısının yükseltilebilmesi olanaksız sadra::amlık konusunda bi le , ola ki ücretini yükseltmek için, kitabına uydurup Rumeli Ka::askerliği ' ne XVII. yüzyılın ortalarından itibaren "Rumeli Sadra::amı" (Sadr-ı Rum) demeye başlamışlardır.
K ısacası, her görevin belirli bir ücreti vardır ve en az o parayı ödeyenler ancak o görevlere atanmalarını sağlayabilmektedirler. Ayrıca, bu atamanın yapılmasında aracı olanlara da "della/iye" adı altında bir rüşvet verilmektedir.
Üstelik, giderek atamalarda salt hazineye para almakla da yetinilmeyip, ordunun yiyeceği etin ve ekmeğin de o kişilerce sağlanması istenilmeye başlamış olmalı ki, XVII . yüzyıl ın başlarında, I. Ahmed döneminde, "Nasuh Paşa, sadra::amlık miihriiniin Kuyucu Murad Paşa ' dan alımp kendisine verilmesi halinde, ha::ineye 40 hin altuıla birlikte, askerin yiyece,�i ::ahireyi de kendi malmdan vereceğini Sultema hir mektupla bildirmiş" tir.
Ancak, hazinenin açığı , devlet görevleri bu yöntemle, böyle açık artırınaya çıkarılmışcasına para ve mal karşılığında satılarak kapatı l ırken, aracı olan iktidardaki kişilerin aldıkları rüşvetler de, yalnız "dellali\ 'e" diye adlandırılan açık sınırlar içinde kalmamıştır kı ışkusuz. Örneğin , Prof. Uzunçarşılı 'dan öğrendi-
l)CJ
gımıze göre; "Saray' da haremin kilereisi olan Yahudi Kira Kad/11 , tımar ı ·e ::eametlerin tevcihi ile göre\'lerin satışmdan aldı,�ı rüş\'etlerle çok ::engin olmuştur. Nitekim, hir sipahi ayaklanması sırasında öldütf.ünde, mallannın arasından tam 5 milyon akçe çıkmış" t ır.
Gene, u lemanın verdiği fetva i le tahttan indiri len Deli İbrahim ' in yerine Kösem Sultan' ın haremden kucaklayıp getirerek tahta oturttuğu 7 yaşındaki Sultan IV. Mehmed'in cü!Gs bahşişini dağıtabiiemek için Sadrazam Sofu Mehmed Paşa da, tarihçilerin belirttiklerine göre, Ci nci Hoca ' dan iki yüz kese akçe istemiştir. Hoca, param yok deyip geri çevirince gidenleri, bu kez derhal tutuklatmış ve sille tokat getirtıniştir Saray 'a . Evine giden görevliler ise, tam 200 kese akçe, altınla dolu 2 sandık, bohça hohça armağan ve 50'den fazla kürkle birlikte defterlerini de alıp dönmüşlerdir. N e var ki, defterlerinde yapılan incelemelerde, daha 3 bin kese altınının olması gerektiği anlaşılınca, bu kez kendisi de cellad Kara Ali ile birlikte eve götürülmüş ve yapılan kazılar sonunda merdivenin altında tam 1 2 güğüm dolusu çi! akçe ile 70 bin altın çıkarılmıştır. Halk, "Ci nci akçesi" demiştir bu paralara y ı l larca.
Artık iktidarı iyice ele geçiren medreseli hacı hoca, ulema takımının, bu görev satışları sırasında daha fazla rüşvet alabilmek için yaptıkları , gerçekten de akıl almaz boyutlara u laşmıştır. XVII . yüzyılın ikinci yarısında. Örneğin, gene IV. Mehmed döneminde, 1 656 y ılında, çocuk su ltan daha 1 4- 1 5 yaşiarına basmış basmamışken ulemaca bir ara şeyhülislamlığa da getirilen, ancak hırsızlığı artık ayyuka çıkmış olduğu için hemen ertesi günü yeniden görevden alınan Memik::ade Mustafa Efendi 'nin Rumeli Kazaskerliği s ırasında, bir kadı ' l ık, kadısı olmüştur diye tutanak dü::enlenerek hir başkasına yeniden sarı/mıştır. Eski kadı, ' 'Ben daha öl med in yahu :J " diyerek çıkıp gelince de, yardımcısı Tiryaki Kuşha:: pişkin pişkin, "Tövhe Siihhanallah . . . Müslüman sakinlerden d()l'f heş kişi öliimünii haher vermişler idi de Gayri her neyse Hele sen sa.� ol. . . deyip, gene biraz para alarak bir kağıdın üzerine " Yanlış olmuştur" diye y azmış. e li-
l) J
ne tutu�turmuştur. Bir süre sonra hışımla odasına girip bağırıp c;ağırmağa başlayan yeni kadıya da. "Aman mhu . . . Sana da hir haşka yer bu/uru: . . . Elem etme demiştir gene pişkin pişkin . (Ahmet Refik . a .g .e . . . d l l )
U lemanın bulduğu bir diğer gelir kaynağı da, dirlik düzenini yozlaştırmak ve özel l ikle küçük dirlik sahiplerinden kimilerini devlete düşman etmek pahasına vergi sistemiyle oynamak, yeni vergiler koymak ve vergileri artırınakla olmuştur.
Yani, dirlik sahiplerine ücret olarak bırakılmış öşüre, vergiye göz dikilmiş gibidir bir anlamda. Onlardan, savaş halinde Osmanl ı ordusuna savaşçı göndermelerinden bile vazgeçilmek .pahasına, gelirlerinin bir kısmını hazineye devretınderi i stenilınektedir sanki.
Oysa, iç karışıklıklar yüzünden üretim de iyice düşmüş olduğu için, dirlik sahipleri zaten zor durumdadırlar. istenilen ücretleri ödeyemedikleri için, savaş halinde yanlarında götürmek zorunda oldukları sayıda segban bile sağlayamamaktadırlar artık. Yukarda da değindiğimiz gibi, örneğin 1 596' daki Eğri Savaşı 'na tam 30 bin timarlı s ipahinin bir kısm ı , ya yeterli sayıda segban sağlayamadıkları için hiç katılmamıştır, katılanların sağladığı niteliksiz seğbanlar da ya yarı yoldan geri dönmüş, ya da cepheden kaçmışlardır. Bu yüzden de, bu 30 bin sipahinin adı defterden derhal silinmiş ve dirlikleri el lerinden a lınmıştır.
Boşalan bu dirlikler ise, eskisi gibi gene yaradığı görülen asker veya memurlara değil , belirlenen vergi gelirini hazineye peşin olarak ödeyecek kişilere ihale yoluyla verilmektedir.
Prof. Niyazi Berke s ' in deyimiyle, "Klasik tinıar sisteminden ayrılış" anlamındaki bu uygulamalar da, kaçınılmaz bir biçimde "Osmanlı diizeni ni çiiriiten ho:uluşlara yol aç mı ş" t ır. Çünkü, satışlarda en önemli rolü riişl '('t oynamaktadır. Dirlik 'e sahip olan bu yeni kişi de, doğal olarak, lıem peşin iided(�i ı ·ergi ri, lı em de aracı/ara l 'erd(�i fa lı i ş riiŞl 'eti, üstelik birkaç kat fazlas ıyla çıkarabilmek için. o toprakları ekip biçen insanları. rearaYI . hırsla soyup soğana çevirmektedir.
Ulema. hazineye güya yeni gelir kaynakları sağlayabilmek
l)2
için, yalnız dirlik sistemini yozlaştırmakla da kalmam ış, o tarihe dek sadece olağanüstü durumlarda ve bir kereye özgü olmak üzere devletçe toplanan, . . tekalif-i divaniye " veya " rekalifi emiriyye" dedikleri vergilerle de oynamıştır. Örneğin, XVI . yy. ikinci yarısına kadar, şayet hazinede yeterli para yoksa, sefere ç ıkılacağı zaman, ordunun giderlerini kaşılamak için halktan bir kereye özgü olamak üzere toplanan amn::. akçesi,hedel-i nü::.ül (konaklama), hedef-i siirsat (yem), hedef-i kiirekçi (savaş teknelerine kürekçi temini) vb. gibi vergiler o tarihten itibaren artık hem sürekli hale getirilmiş, hem de miktarları neredeyse her y ı l yeniden belirlenir o lmuştur.
Oysa, Lütfi Paşa'nın ' 'Asafname" adlı kitabında y azdığına göre, diyelim avan: akçesi, örneğin Yavu: Sultan Selim döneminde sadece hir ke::. ve eı· başına 20 akçe olmak üzere toplanmıştır. Ama, önce ev başına her y ı l 40 akçeye çıkarılan bu vergi, XVII. yy. sonlarında ev başına 300 akçeyi bulmuştur, tarihç ilerio belirlemelerine göre.
Bu vergileri de, eskiden olduğu gibi devlet kendi adına halktan toplamamaktadır üstelik. U lema, bu işin özelleştiri lmesini de ustaca gerçekleştirmiştir yani. Artık vergilerin toplanması iş i de, t ıpkı diriikieri n yeniden dağıtılmasında olduğu gibi, her yı l yeniden açık artırmaya çıkarılmakla ve kim daha fazla ödemeyi üstlenir ve daha çok rüşvet verirse, ona devredilmektedir.
Bu uygulamaya da, ' "devlete ait hir gelirin hir hedef karşılı'�mda geçici olarak birisine kiralanması ı ·eya devredilmesi" anlamına "mukataa" veya " ilti:anıat'' ihaleyi alan kişiye de "mülte::.im" deni lmektedir.
Kuşkusuz, bu uygu lamada da, "nıülte:inıler, rüşı·et re mukat aa hedefi olarak ödedikleri falıiş paralan fcdasıyle çıkarahitmek için halka biiyük ölçüde :u/üm ve lıaksı: lıklar yapmışlardır" gene tarihçilerio belirttiklerine göre.
Ancak, bu yöntemle toplanan gelirler de, her geçen gün biraz daha artan giderleri bir süre sonra kaqılayamaz olmuştur doğallıkla.
Hele hele. IV Murad döneminde alınan zorlayıcı önlemlerle
bu açık bir ölçüde kapaıılmışsa da, XVII.yy. sonlarına doğru, 1 683 'te, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın cihangir olma tutkusuna kapılıp tek başına karar vererek kalkıştığı Viyana kuşatmasıyla başlayan Avusturya savaşının, üstelik dört bir cepheye yayılarak tam 1 6 yıl sürmesi ve bozgunla sonuçlanması yüzünden hazine iyice tamtakır hale gelince, Sultan I I . Mustafa döneminde, 1 695 ' lerde, bir yandan kimi zenginlerin parasına el konulur, tütün, kahve gibi maddelerin rüsumları artırılırken, Defterdar (u lema) Köse Halil Efendi de, mukataa yöntemini bir adım daha ileriye götürmüş ve vergilerin artık birer yı l l ığının deği l , birkaç y ı l l ığ ının birden mültezimlere ihale edilmesine başlanılmıştır.
Kısacası , Osmanlı İmparatorluiJu mali açıdan ayakta durabilmek için, artık geleceğini de ipotek etmektedir yani .
Kimi mültezimler üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirmeyince de, bu kez güvenilir bir sarrafı kefil göstermesi istenmiştir onlardan. Zamanla da hazinenin gözünde güvenilir olan bir sarraflar sınıfı oluşmuş ve onlara "ku.vruklu sarraj7ar" denilmiştir. Yani, artık murabahacılar, tefeciler, sarraflar, kuyruklu sarraflar dönemi başlamıştır Osmanlı larda.
Görüldüğü gibi, u lemanın güya hazineye yeni gelir kaynakları sağlamak amacıyla bulduğu bu çözümler, İmparatorluğun mali sorununu çözmek şöyle dursun, Prof. Berkes ' in de belirttiği şekilde, bir yandan rüşvet vb hastalıkları kamçılayarak Osman l ı düzeninin çürümesine neden olurken, öte yandan ası l kötü lüğü Osmanlı ordusunun beşte dördünün sağlandığı ikta sisteınini bil inçli bir biçimde yozlaştırıp çökertmekle yapmıştır, bizce hiç kuşku yok ki . . .
Yeniçeriliğin Sonu
Yeniçerilik de, tarihlerimizde belirtildiği gibi, acaba 1 �26'da, II . Mahmud döneminde, vakanüvislerin "va k' a-i Hayriye" _(Hayırlı Vaka) olarak kutsadıkları bir baskınla, .Yeniçeri kışialarının Saraya bağlı birliklerce top ateşine tutularak ortadan
94
kaldırılmasıyla mı sona erdirilmiştir gerçekten? Oysa, unutmayalım ki, çoğu si lah kullanmasını bile bilme
yen, askerlik eğitimini hi\la "tesfiye kurşun attp , keçeye pala ç·alnıak" sanan ve neredeyse tamamı artık Kapalı Çarşı esnafı olmuş bu yeniçeri kalıntı ları , güya kazan kaldırdıkları o "llaytrlt Vaka" günü, 1 S Haziran 1 826' da, kışialarını kuşatan s ilahsız halka karşı dahi silaha sarılarak kendini savunamamıştır, gene aynı tarihçilerin yazdıklarına göre.
Bu nedenle, Yençeriliğin sona eriş tarihi de, bizce, Yeniçeri kışialarının topa tutulduğu 1 S Haziran 1 826 değil , tam iki yüzyıl önce Sultan II . Osman' ın (Genç Osman ' ın) yeniçeri eliyle katiedildiği 20 Mayıs 1 622 olsa gerektir galiba.
Çünkü, topu topu üç çeyrek yüzyıl gibi kısa bir süre içinde bir uç beyliğinden tarihin en uzun ömürlü imparatorluklarından birini kurmuş şanlı Yeniçwiler, tam 2S gün süren Hotin Kalesi kuşatmasında, değil kalenin fethi, kale önündeki hendekiere siperlenmiş savunma birliklerini bile yerlerinden söküp atamamışlardır ama, İstanbul ' a döner dönmez t uzaklar kurup, Osmanlı tarihinde ilk kez ve üstelik adı gene Osman olan bir sultanı tahttan alaşağı ederek, boğup öldürmüşlerdir. Yani, artık Saray içi entrikalara da karışmışlardır, iç politikada bir taraftırlar. Ve ne yazık ki , üzerlerine hanedan kanı da sıçramıştır.
Görüldüğü gbi, III. Murad'la birlikte Saraya girmeyi başaran ve daha XVI. yy. sonlarına gelmeden, kısa bir sürede saray içi iktidarı ele geçiren u lemanın ilk hedefi , bizce hiç kuşku yok ki, Yen içeri Ocağı olmuştur.
B ilindiği gibi, Yeniçeri Ocağı, I. Murad döneminde tutsak alınmış ve Acemi Oğlanlar Ocağı 'nda eğitilmiş Hıristiyan çocuklarından oluşturulmuştur. . 1402 Ankara Savaşı yenilgisinden sonra bir süre yeni yerler fethedilemediği için de, Yeniçeri Ocağı ' nın gereksindiği sayıdaki çocuk, Çelebi Mehmed döneminden iti���!l· bu k.ez Osmanlı _l!)'fl!KU o lım_ Hıristiyanlar arasın-
-dan devş_irilmeye başlaı:i1IinıŞiır. �':!...9evş_i_!Q!e 5ocuklar d_<_l_,__tıpl�.ı. Tu_t.s�klar gibi önce Acemi Oğlanlar Ocağı 'nd; egitif�rek Yeniçei'IOC,\fı ;na alınmı�lar. yetenekli[eri daha sonra Enderun M ek te-
bi 'nd� yetjştirilerek üstdüzey_yöne!ici yapılmışlardır. _ ---O rneğin, Osman Nuri Ergün, "Türk Maarif Tarihi;; adl ı çalışmasında, Tayyar:ade Ahmed ' in "Ata Tarihi" nin ikinci cildinde "Enden111 Mektehi 'nden tam 79 sadra:::ım, 3 Şeyhiiiislam ı·e 3(ı Kaptan- ı Der ya' 11 111 yetişmiş oldu,�unu" yazdığını belirtmektedir.
Mehmet Zeki Pakalın' ın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü ' nde verdiği bilgiye göre ise, ''Hafı: Refik Bey de, Endenm Mektehi' nden yetişmiş sadra:am sayısın ı 64 olarak" vermektedir.
Ancak, hemen şunu da belirtelim ki, kuruluşundan ta XVII . yy . sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğu'nda sadrazamlığa getirilmiş kişi sayısı da sadece 99 'dur. Üstelik, IV. Mehmed döneminde, XVII. yy. ikinci yar ısının başlarında, devşirme usuliinı'in hütüniiyle kaldmldı,�ı ve Acemi Oğanlar Oca,�ı ile Enderun Mektehi' nin kapatı ldı,�/ düşünülürse, XV ve XVI. yy. lardaki Osmanlı sadrazamlarının neredeyse tamamının Yeniçeri Ocağından yetişmiş olabileceğini söylemek , galiba gerçeğe pek de aykırı düşmese gerektir, doğrusu.
Bu nedenle, ulema da, yukarda değindiğimiz gibi, saraya egemen olur olmaz hemen sadrazamlık kurumuyla oynamaya başlayarak Ocaklı sadrazamların bumunu kırarken, asıl Yeniçeri Ocağı 'nın yapısını kökten değiştirecek yeni uygulamalar başlatmıştır.
Örneğin , daha III . Murad döneminde, Yeniçeri Ocağı 'na yalnız devşirme Hıristiyan çocuklarının alınması ilkesini çiğneterek, birtakım yakınlarının "Şeh:::ade Mehmed' in siinnet dii.�iiniinde hi:mette hulwıduklan için " Yeniçeri Ocağı 'na alınmaları konusunda Sultan III. M ura d' ın gerekli buyruğu vermesini sağlamışlardır.
Daha sonra, gene I I I . Murad döneminde İran ve Avu sturya savaşları sırasında da, bu kez "yeterli sayıda dCl'şimıe Hıristiyan çocuğu hulunamadı,�ı " gerekçesiyle, bazı Müslüman çocuklarının Ocağa "kul kardeşi" adı altında alınmasını başarmışlardır.
W ı
Nitekim Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarş ı l ı da, bu nedenlerIc " Yeniçeri Oca,� ı ' nın asıl bo::ulnw,�a haşlaması /11 Murat/ ::umanuıdan itibaren olmuştur diye yazmaktadır. ( Osmanlı Tarih, c-3, K-2, s .274)
Nitekim Ko�·i Bey de, bu olayı öfkeli bir dille, "Bu tarikle ye-11/ �·en ocu.�ı ' na su kodu/ar. Oca,�ın parlaklı,�I , gii::elli,�i ı ·e kanunu gilfi O tarihten beri oca,�a. milleti ı ·e me::lıebi bi/inme:: şehir o,�lanlan . Tiirk, Çingene, Tatar, Kı"irt, La::, yöriik, katıru, del 'cci, lwnmwl, a,�dac 1 , yankesici kat ılı p, ayin erkan bo::ul d 11. Kanun, htide yıkıldı . diye anlatmaktadır layihas ı 'nda.
Prof. Mustafa Akdağ' ın , ' 'Tı"irk Halkınlll Dirlik ı ·e Dii::enlik K al'gw·ı " adlı çalışmas ın daki saptamalarma göre de, d Cl' Şii-me olmayan bu kişi lerin bir kısmı, tarihe "Sulıte ayaklanma/an " diye geçmiş olaylara katılan medrese ö,�rencılerinden ( Suhre' lerden) bazılarıdır.
Yani, tıpkı bugün şeriatçılarımızın İmam Hatip Lisesi 'ni bitirenlerinde de Harp Okuluna al ınması için çırpınmaları gibi, u lema da, ta XVI. yy. ortasında Yen içeri O ca,� ı ' nuı Acemi Oğlanlar ve Enderun okullarının elinden alınıp medreseleştirilebilnıesi için özel çaba harcamıştır galiba.
Bil indiği gibi, kapıkulu denilen ve Osmanlı hazinesinden maaş alan askerler yalnız yeniçeriler değildir. Cebeciler (ok, yay, kalkan, mızrak, cebe-zırh-, tüfek, barut , kurşun vb. gibi savaş gereçlerini üreten, koruyan, onaran, savaşta cepheye getiren askerler), topçu/ar. top arabacılan . Altı böhi� halkı den ilen suvariler, tersane halkı denilen denizciler, s ınır boylarında görevlendirilimş akıncılar, deliler vb. kapıkulu raifesi de Osmanlı hazinesinden maaş almaktadır.
Dolay ısıyla, u lemanın, artık devşirn1e olmayanların da atanmasını sağladığı yer, yalnız Yeniçeri Oca,�ı da değildir.
Nitekim, Kcltip Çelebi ' nin verdiği bilgilere göre, Kanuni ' den sonra öteki kadrolar da hızla şişmiştir. Örneğin, "Kanuni Sultan Sı"ileynwn · ın son :: amanlannda derfet lw::inesinden 11/(WŞ alanIann m(' l 'clldu .JO 400 iken" l l l . !VIurad döneminde bu rakam neredeyse bir kat artın ı � . 1595 ' dc 8/ 87rJ " i . / 609 ' da 9/ 2(fl " ri .
lJI
l l Osman döneminde de yii: hini hu/muş" ıur. Yeniçeri Ocağ ı ' ndaki asker sayısı da, Prof. Uzunçarşı l ı 'nın
yaptığı hesaplara göre, "Kanuni döneminin sonuda, ll. Selim ' in tahta çtktştnda /] 300 iken . ///. Murad döneminde birden 27 hine çtknuş, XVII. yy. başlannda 37 600 ' ii !m/muş . IV Murad dönemine gelindi,�inde tam 46 hine ulaşmışttr. " (Osmanlı Tarihi , c-3 , K-2 ,s .275-335)
Bu artışla, yeniçeriliğin Osmanl ı ' lardaki ücretli tek devlet görevi oluşu da, elbette büyük rol oynasa gerektir. Çünkü, İmparatorluğun söz konusu yüzyılda içinde bulunduğu ekonomik koşullar da düşünülürse, Ocaklı olmak gerçekten de tam anlamıyla bir güvencedir, bir ayrıcalıktır. Bu nedenle de, artık devşirme olmayanların da ocaklara alınmaya başlanıldığı duyulur duyulmaz mutlaka çok sayıda kişi çeşitli şekilllerde başvurmuştur. Ocaklı sayısının bunca kısa sürede bunca çok artmasına bakılacak olursa, bu atamalarda rüşvet de büyük rol oynamıştır mutlaka. Nitekim, Prof. Uzunçarşıl ı da, "Osmanlt Deı 'leti Teşkilatl lldan Kaptku/u Ocak/an" adlı çalışmasında, bu yeni uygulamanın, öteki görevlilerle birlikte Sarayda söz sahibi u lema için de "yeni hir gelir kayna,�t yaulfft,�ll l l" belirtmektedir.
Koçi Bey de, IV. Murad'a sunduğlı o ünlü /ayihas ında, I I I . Murad' ın başlattığı bu uygu lamayı yerden yere vururken, Yavuz Sultan Selim' in Mısır Seferi sırasında, defterdan n, l ı azine adına bir bezirgandan 60 bin filorin borç aldığını , daha sonra ödemek için çağırdığında da, bezirganın; "Padişahmun t'ilkcsindeki ma/mı nu'i/kiim haddinden fa:/adtr. Lakin hir oğlumdan haşka kimsem de roktur. Vndi,�im hu 60 hin filorin deı·letin olsun , yetn ki Su/talllnt o,�luma iki akçe ulufe/i hir cehecilik IHt_�tşlasll ı . demesi üzerine de durumu Padişaha ilettiğini, ancak Yavuz Sultan Selim ' in dehşetli öfkelenerek; "Şimdi hiiyiik atalanmill ruhu için hepinizi kat/ednim. Lakin, halk aras111da Sultan Selim Han hir he:irgôm malt için ö/diirtmiiş diye dedikodu çtkmasmdan korkanm. Yoksa, hepini:i ga:ahtnun ktltuy/a /okma /oknw ederdi m . Te: . he:irgônm parast rnilsin.1' Bir daha da hu i,�renç yaratt.�m teklifinden .1/i: etmeyin yammda lı,-ini:.dcn ltcr kim ki he-
nim hu temi: ku//annıtn aras111a höy/e yabancılan sokmaya kalkışır. fe/ah hu/nıasm t ' ' diye lanetlediğni anlattıktan sonra, "Be:ir,�flna 60 hi n jilorisi derhal iade edildi. Lakin şimdi altmış hi n de,�il. altmış filoriye altı ceheci tayin ederler. " diye yazmakladır.
Daha önce bütün yeniçeriler evlenmemek ve kışlada yaşamak zorunda oldukları hald��-iİlMÜraddöneminde bÜ düzen de bozulmuştur. Artık isteyen i�teci'igfy��dekalmakta, hatta bazıları çarşı ve paza-rda esnaflık bile yapmaJ.aad.ırlaı:. Dolayısıyla, zaten savaşçı olmayan bu yeni ocaklı ların çoğu seferlere de katılnıamaktadır. Sefere kat ı lanlar arasında da cephede savaşmak yerine, cephe gerisinde salaş barakalar kurup ticaretle uğraşanlar bile olmaktadır. Örneğin, Hotin Savaşında, geride kalıp alış verişle uğraşan, kahve işleten bu yeni ocaklı ların salaş işyerierini Mehmed Emin Paşa yıktırıp, yevmiyelerini kesince, derhal ayaklanan bu yeniçeriler, "Kahvecimi::in salaşını yıktırmak, hi:e var [?if demektir. Vezir-i azam tayın ımı::ı kesti ve hi:i istiska/ etti, yem ı ·e yiyecek ı ·ernıeyip orduyu perişan etti. diyerek topluca İstanbul ' a dönüp, kazan kaldırmışlardır.
N itekim, daha 1 62 2'de Lehistan Savaşı bozgunundan dönüşte , SÜitan�tr·osman���dU"i'1"i:ii'-i�'duruİnu�u anlayabilmek için
·--�-··<;· .. -·- . . . yaptırdıgı yoklamada, kışlalarda rrievcut yeniçeri sayıs ı i le maaş defterinde kayıt l ı yeniçeri sayısının çok farkl ı olduğu görülmüş ve böylece birçok kişinin kıŞİaya bi le uğramadan ulufe aldığı veya bazı kişilerin o lmayan askeri' varmış gibi göstererek maaşlarını ceplerine attıkları anlaşılmıştır.
Sul tan I I . Osman ' ın ölmeden önce u lemanın yüzüne "Bu fitne erhahuu si: tahrik itnıişe hen:ersi: l " diyerek açıkca belirttiği gibi, bu durumun ortaya çıkmasından huzuru kaçan ve çıkarı bozulan u lema da derhal gerekli düzenleri kurup askerin kazan kaldırmasını sağlayarak Osmanlı tarihinde ilk kez bir sul tanın tahttan indiri lip öldürtülmesini gerçekleştirmiş lerdir.
Bu tarihten itibaren de, Yeniçeri Oca,�ı gerçekten. zengin u lemanın artık istediği zaman kiralayıp saray içi darbelerde key fince ku l landığı bir ta�enın kuru luştur sanki, sözcüğün tam anlamıyla.
l)l)
Örneğin Sultan I I . Osman ' ın tahttan inciiritip öldürülmesinin lıemen ardından da bu kez Mere lliiserin Paşa, "Oca,�ın ileri gelenleri ile Ondiirdiincii hö/iikten Tophaneli A lımed Çelebi ' nin eı ·inde hir gi:li göriişme yapıp" Hadım Gürcü Mehmed Pap 'nın yerine kendisini yeniden sadrazamlığa getirmeleri hal inde " Yeniçeri kışiaiannın her birine yimıiheşer hin ak�·e ı ·e hö/iikhaşılara ikişer yii:: filorin re ha::ı/amıa daha ::iyade ı·e adı gi:li tutulan iki hö/iikhaşıya da onar hin altlll ı ·ermeyi" kabul ederek aniaşmış ve gerçekten de Yeniçeri ler daha ilk ' 'diıwı giinii saha/ı çorha i�·meyip ka::an kaldırarak" , göreve gelmesinden tam 5 ay sonra Sadrazam Hadım Gürcü Mehmed Paşa 'y ı ayaklarına çağırmış ve "Bre Paşa. haşımı::da seni istemesii::! Çiinkii, hadım tmfesinden birisinin ı·c::arette hu/wınıasına u1::1 ge/mesii::.' Anlaşıldı mı ? Yoksa. hmı�·er iişiiriip seni para/an::! " diye tehdit ederek mührü elinden almışlardır. S onra da Sultan Mustafa'nın huzuruna çıkıp, Mere Hüseyin Paşa'nın ikinci kez sadrazamlığa getiri lmesini gerçekten de sağlamışlardır, vakanüvislerin yazdıklarına göre.
Bir paşa konağında aşçı iken yeniçeri ocağına girmeyi başarmış ve çalıp çırpıp hızla vars ı l laşarak rüşvetle kendini Mıs ır vali l iğine getirtip paşalık sanı da almış, uyanık biri olduğu kuşkusuz Mere Hüseyin Paşa da, yalnız sözünü tutmakla yetinmeyip, "Ocak ::ahir/erine hi/' atlar giydirip, askere koyun parası Fererek. a,�a kapısına hin kelle şeker göndermiştir" teşekküriye o larak. . .
Görüldüğü gibi, Yeniçerilik, Batının gelişen sava� teknolojisi ve yöntemleri karşısında yenik düşüp, artık yeni yerler fethedip zengin yağma olanakları bulamadığı için önemini tam yitirmek üzereyken, bu kez de önüne iç politikada silalılı taşeron bir kuruluş olarak rol alıp zengin rüşvetler elde etme fırsatı çıkmış ve yeniden önem kazanmıştır.
Bu nedenle, Mere Hüseyin Paşa da, ocakl ı l ara yalnız rüşvet vermekle kalmay ıp, ası l esanıe defteri ticaretine, yani yeniçeri sayısı s ın ırl ı olduğu için değeri hergün biraz daha artan maaş cı'i::danı ticaretine devletin göz yummas m ı sağlamışt ır galiba.
ı ( ) ( )
Çünkü, o tarihten sonra bu kez de esame defteri (maaş cüzdanı) ticareti alabildiğine yaygınlaşmıştır gördüğümüz kadarıyla.
Yani, rüşvet veya başka yollarla kendisine arka çıkacak bir ulema bulup da ocaga' kaydıı1ı yaptır ma yı başaran kişi, üç aydan üç aya gidip ulufesini kendisi alabi ldiği gi bi, isterse bir tef eciye toptan veya belirli bir süre iÇin maaşını (esc;me dej(erini) kırdırabilmektedir.
Ayrıca, ölenlerin veya başka nedenlerle ocaktan ayrılanların adları da çoğu zaman defterden si linmemekte ve esame ka,�ttlan (defteri) tefecilere satılmaktadır. Bu kağıtları satın alanlar, u lufe dağıtılırken, ellerindeki kağıtları göstererk, kuşkusuz ocak ağalarına gerekli rüşveti de verip, gerçekte olmayan yeniçeriierin maaşlarını da alabilmektedirler böylece.
IV. Murad, atası I I I . Murad döneminde önce kıilo,�lu, kul kardeşi, a,�a çtra,�t vb gibi masımı adlar a ltında alınmaya başlanıl mış bu devşirme olmayanlar yüzünden yarım yüzyı l g ibi kısa bir süre içinde hızla yozlaşarak artık iç politikada kiralık zorba bir güç durumuna düşmüş Yeniçeri Ocaklarını tekrar eski saygınlığına ve gücüne kavuşturabilmek için, devşirme düzenine yeniden dönülmesi amacıyla birtakım girişimlerde bulunmamış, "hatta deı·şirme işine hile kanşttran ve rüşvet alan iki devşirme memurunu idam ettirmemiş" değildir. ( İs lam Ansiklopedisi, c-3 ,s .565)
Ama hiçbir şey değişmemiş, yozlaşma daha da hızlanmıştır. Örneğin, yukarda da belirttiğimiz gibi, IV. Murad döneminden topu topu çeyrek yüzyıl sonra, yeğeni IV. Mehmed (A vcı Mehmed) döneminde devşirme usulünden bütünüyle vazgeçilmiştir, gördüğümüz kadarıyla.
Gerçi, deı ·şirme usulünün hangi tarihte kaldırıldığına dair günümüze ulaşmış bir belge yoktur, tarihçilerin bel irlemelerine göre.
Ancak. Osman Nuri Ergiin , "Tiirkil'e Maari(Tarihi ' ' adlı değerli <;alışmasında, bu devşirme H ıristiyan çocuklarının Türkleşt i r i lmes i ve Müslüm;mla�tır ı lması için özel olarak kuru l ıııuş Ace111i O,�! an/w Oca.� t · n ın 1 (ı(ı5 ' tc kapatıldığın ı he lirımekte ve
I l l i
"1665'te mevcut ağalardan (öğrencilerden) hazi/an Enderun-u "'»V,,•-:,,<,.-�'-'i� �l""\100<'-<' Hümayun' a, hazrian da sipahi ve silahtar bölüklerine gönderi-lerek acemi o,�lanlar ocaklan kapatılmış, binaları da medreseye döndürülmüştür. " diye yazmaktadır.
Dolayıs ıyla, bu okulun kapatıl ış tarihini , dev�irme usulüne son veri liş tarihi olarak da değerlendirmek, gerçeğe pek de aykırı düşmese gerektir bizce.
Ayrıca, Mehmet Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü 'nün ' "Devşirme" maddesinde, bu okulların kapatılmasından yedi yıl sonra 1 672 'de Kara Mustafa Paşa 'nın Polonyalılarla imzaladığı Biieaş Antiaşması 'nda da, artık deı -şirme toplanı lmayacağına dair bir madde bulunduğunu bel irtmektedir.
Bu gerçeği, ocaklı sayısındaki büyük dalgalanmalardan çıkarmak da olanaklıdır galiba.
Yukarda da değindiğimiz gibi , örneğin, Kanuni 'nin son y ı l larında 40400 olan ocak lı sayısı IV. M ura d' ın tahta çıktığı günlerde yüzbini çok aşmış, yeniçeri sayısı da 1 2 300'den 46 bine u laşmıştır.
Naima Tarihi 'nde anlatıldığına göre, bu durum karş ıs ında şaşıran ve yeniçeri ocaklarının yeniden eski gücüne kavuşturulabilmesi için mevcudun derhal azaltılarak, tekrar devşirme usulüne dönülmesi gerektiğine karar veren IV M ura d, eski yeniçeri katiplerinden Mehmet Efendi 'y i huzuruna çağımış ve 'Baka hire' Ocak defteri ho:ul muş olup , yeniçeri ler aras ma reayamn çoluk çocukları , hamal, ırgad makulesi adamlar kanşnuştn: Bımlan temi:le. Benim bilgim olmadan deftere hir kişi hile ya:ma! Yoksa, ke//eni uçururıtm!" diyerek yeniden yeniçeri katipliğine getirmiştir.
Ancak, sefer sırasında Tokat ' ta , "Padişalıımın huvru,�u ı -ar, yapamam. diyerek Sadrazam B oşnak Hüsrev Paşa ' nın bazı adamlarının ocağa kaydedi lmesine karşı ç ıktığı için, derhal görevden alınmış ve yerine o adamları hemen ocağa kaydeden Osman Efendi getirilmiştir.
Ne var ki, Osman Efendi ' nin de, İstanbu l ' a döner dönmez, pacliph buyruğuna aykırı davrandığı için hemen kellesi vurulmu�tur.
1 02
İ lginçtir. Boşnak Hüsrev Paşa da, ola ki bu nedenle, güya yeni atandığı Diyarbakır valiliğine gidiyormuş gibi İ stanbul ' dan bir gizli görevle gönderilen Murtaza Paşa tarafından, daha Tokat'dayken öldürülmüştür.
Bu ödünsüz tutumuyla da IV. Murad, ocaklı sayıs ın ı . Kiltip Çelebi 'nin verdiği bi lgi lere göre kısa sürede yarı yarıya azaltarak yüz küsur binden elli bine, yeniçeri sayısını da 46 binden 1 7 bine indirmiştir.
Ama bu sayı, IV. Mehmed döneminde, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın bozgunla sonuçlanan Viyana kuşatması ve ardından patlak veren savaşlar gerekçe gösterilerek hızla artırılını ş ve XVII. yy. sonlarına doğru yeniden yetmiş bini geçmiştir.
Bilindiği gibi, bu "lanetli" yüzyılın son sul tanı I I . Mustafa, 1 695 'te amcası II. Ahmed' in ölümünü duyar duymaz, hemen saray kapılarından birinin önüne bir taht kurdurtup, kimsenin gelip kendisini sultan i lan etmesini beklemeden çıkıp oturmuş ve sadrazaını çağırarak; "Padişahların hangisi zevk-ii safaya ve rahata düşmüşse, tehaa rahat yüzü görmemiştir. Bundan dolayı zevk-ii safa ve rahatı kendime haram edip, büyük atanı Sultan Süleyman gihi bizzat ordunun başına geçip sefere çıkacaRınt. Ordu tez hazırlansın!" diye buyurmuştur.
Ama sadrazam, devletin ileri gelenleri, vezirler, u lema hemen; "Aman su/tanım! ?adi şahların ordunun başına ge�·ip sefere çıkmaları devlet bütçesine büyük masraflar getirmektedir Halbuki yeniçeri/erin ulufe/eri için hile para yoktw: Memleket harap, reaya herhat olmuştur. Şu an hazinede hir sultanın sefere çıkmasına yetecek para ne gezer. . . diyerek yalvar yakar olmuşlardır Sultanı bu sevdadan vazgeçirebilmek için.
imparatorluk, gerçekten de Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın cihangir olma tutkusu uğruna 1 683 ' te giriştiği Vi yana kuşatmasından bu yana tam 1 2 yıldır, önce üç, sonra dört devletle aynı anda savaş halindedir ve ardı ardına büyük yenilgiler alını� . düşman neredeyse Edirne önlerine dek gelmiştir. Köprülüzadc Fazı! Mustafa Paşa 'nın sadrazamlığı sırasında bazı ba�arı lar kazanılmamış, düşman Bal kanlardan çıkarı lmaın ı �
1 03
da deği ldir ya, y ı l lardır süren bu savaşlardan dolayı hazine sözcüğün tam anlamıyla tamtakırdır. Ne var ki, Sultan II. Mustafa 'y ı . büyük atası Sultan Süleyman gibi ordunun başına geçip sefere çıkmaktan alıkoymak gene de mümkün olamamıştır.
Gerçi, I I . Mustafa da, ilk iki seferinde birtakım başarılar kazanmı ştır. Ama ne var ki, üçüncü sef erde, 1 697 ' de Zanta savaşında büyük bir yenilgi alınmıştır gene. Ve çaresiz, ı 6 yıl süren bu savaşlarda büyük zarariara uğranılmış , birçok toprak yitirilmiş o lmasına karş ın, ı 699 ' da Karlofça antiaşması imzalanmıştır.
N itekim Prof. İsmail Hakkı Uzunçarş ı l ı da, bu büyük yenilginin nedenlerini araştırırken, sorunun "Devşirme kanununun 1683 seferim/en önce kaldmlnuş olmasuıdan" kaynaklandığını, bu durumun da yeniçeri ocaklarının yapısının kökten değişmesine yol açtığını belirterek, " Oca,�a her smıftan asker ya:ı ldı,�ı için Ocakta dii:::en (disiplin) kalnul(/ı,�ı gibi, bu toplama ta/imsi: kuvvetler çok defa kaçmaktan ı•e _W(�madan başka bir şey yapmadıklanndan saı·aşlarda yenilgiden başka SOiliiÇ almak hemen hemen mümkün olmuyordu . " diye yazmaktadır.
Çünkü, devşirme usulünün kaldırılması ve acemi oğlanlar ocağının kapatılması yüzünden artık yeni asker yetiştirilmediğinden, ocaklar da asker açıklarını "sefer/erde hariçten toplama efrad ile" (erlerle ) karşılamaktalar, ancak ":::abt-11 rabt bilmeyen (disiplin tammayan) bu giirüh (siirii ) nwharebede çok defa hmp etmekten ziyade esnaflık ı•e çapulculukdan başka bir iş görme::: oldı(�ll" için, vatan savunması gene "eski yeniçeri çocuklarına kalmakta" dır. Ama ne var ki, bunlar da artık birliklerde küçük bir azınlık durumuna düştüklerinden ":aman :::aman bu baldırı çıplak gı'inlha tabi olmak :::omnda" dırlar.
"Ocak ni:amının bo:::ulma.wım sebeplerinden birisi de , ocaklı/an n esôme denilen maaş cii:danlanmn alınıp satılmasına miisaade edilmesidir: Bu esôme , yani ct"i:danlar kırdırı/mak suretiYle hariçten satın alınarak. alanlara karh bir gelir temin etmektedir " (Osmanlı Tarihi, c-4, B-1 . s .(ı ı 9)
' 'Ocak a.�alannm re hariçten bir lıarli kimse ilc del 'let rica-
1 04
li ı ·e ULEMA' nuı höy/e satın alınmış hir hayli esôme ka,�l(/ı mrdır "
Örneğin, 1 772 yılmda samş sırasmda cephede ölen ordu kadısı . u/emadwı Nimet Ef'endi' nin. terdesinde höy/e hir hayli, giinde hin ih rii::: akçe gelir getirir esôme ka.�l(/ı çıkmıştır. " (a.g.e . , s .62 1 )
"Bundan dolayı ocak a,�a/an ve ocak :::ahir/eri cephede ı ·eya hir haşka yerde yoklama yapı/masma, eratm sayı/nıasma i:::in ı·ermemektedirler · · Çünkü. "u/uf'e defterinde kayalı ı·e derietten maaş alan askerlerin ancak dörtte hiri cepheye gitmekte, ötekiler riişı ·et l 'e iltimas/a istanbul'da kalmayı haşarmaktadırlar. "
Yeniçerilerin zaten neredeyse tamamının dışarda bir işi ve evi vardır. Osmanlının küçümsediği kasaplık, hama//ık, te/la/lık, kayıkçılık, manavlık, tel/ak/ık , kahveeilik filan gihi siifli işleri yeniçeriler yapmaktadır artık. B u yüzden, sefere katılmak bir yıkım olmaktadır onlar için.
Bu savaşlarda da, eskiden devşirme çocuk toplamaları için Hıristiyan bölgelere gönderilen, adına serdengeçti veya turnacıbaşı dedikleri gözü kara ve ağzı kalabalık yeniçerileri, çaresiz bu kez Anadoludaki il ve kazalara sık sık gönderip bayrak açtırarak, davul vurdurarak, toplayabildikleri haşıho:::uk/arla ordunun açığını kapatmaya çalışmışlardır güya.
İşte bu nedenlerle, Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa da, Karlofça Antlaşmasının imzalanmasından sonra, i lk işlerden biri olarak Yeniçeri Ocağı'nın temizlenmesi girişiminde bulunmuş ve 1 70 1 'de yayımlanan bir fermanla, " Yeniçeri Oca,� ı · n m o sıralar yetmiş hi nden fa:::/a olan mevcudu yan yarıya a:::a/tı/arak 34 hine indirilmiştir" tir.
Fakat, büyük bir olasılıkla Karlofça Antlaşmasıyla birlikte Avusturya, Lehistan ve Yenedi k ile 25 ' er yıl l ık, Rusya ile de 3 y ı l lık ateşkes anlaşmalarının imzalanmış olmasının sağladığı barış ortamında, üstelik Yeniçeri Oca,� ı · 11111 hanştaki meı 'Clu!u diye ilan edi lerek asker sayısının b irden 34 bine düşürülmesi belki kazasız belasız gerçekleşt irilmiştir ya, ne yazık ki bu önlemlerin ömrü pek de uzun sürmemi�tir. Çünkü. aynı yüzyı lın
j ( ))
ortalarında Yeniçeri Ocağı 'nın mevcudu yeniden yetmiş bini geçmhtir, gördüğümüz kadarıyla.
Üstelik, Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı 'nın "Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları" adlı çalışmasında verdiği bilgilere göre, yeniçeri sayısının hızla artmasının önemli nedenlerinden biri olan "e same defieri ticareti" de, bu yüzyılın ilk yarısında, I. Mahmud döneminde, 1 739 'dan itibaren devletçe de resmen tanınmış ve serbeslee alınıp satılmasına izin verilmiştir.
Yeniçeri Ocağının Ulemanın Öcüsü Haline Dönüşü . . .
Görüldüğu gibi, Yeniçeri Ocağı ' nın savaş teknikleri i le araç ve gereçlerinin, Batı l ı ların yeni ateşli silahları ve düzenleri karşısında artık çağdışı kalınağa başladığı I I I . Mehmed döneminde, 1 596'daki Eğri Savaşı bozgununda belli o lmuş, eski görkemli savaş gücünü tamamiyle yitirdiği de, aslında II. Osman döneminde, 1 62 1 ' deki Hotin savaşında bütün açıklığıyla gün yüzüne çıkmıştır.
Ama ne var ki, ta 1 575 ' lerde Saray içi iktidarı ele geçirmiş olan ulema, bu gerçeği açık açık gördüğü, çok iyi bildiği halde, ilginçtir 1 826 'da, II. Mahmud' la anlaşarak kapatılmasına karar verinceye dek, tam iki yüz el l i yı l boyunca Yeniçeri Ocağı'nın iyileştirilmesi konusunda hiçbir girişimde bulunmamıştır.
Hatta, ordunun iyileştirilmesine çalışmak şöyle dursun, yukarda da açıklamaya çalıştığımız gibi, tam karşıtı, fetihlerin ardı kesil ip, hazine parasal sıkıntıya düşmeye ve ü lkede birtakım toplumsal olaylar patlak vermeye başlayınca, sorunun, ordunun tirnar sistemiyle sağlanan kesiminden kaynaklandığına karar verilerek, daha Kanuni döneminde başlatılan, Sadrazam Sokullu Mehıned Paşa tarafından III . Murad döneminde de sürdürülen, ikta sistemiyle ilgili girişimler, Sarayda iktidarı ele geçiren u lemaca derhal kundaklanmıştır.
Üstelik, yalnız bu girişimleri durdurmakla da ka lmamışlar, ikta sistemini asıl amacından saptıracak şekilde, önce tirnarların gazilere dirlik o larak verilmesi geleneğini değiştirip. boşalan tinıarları veya henüz dağıtılmamı� yeni yerleri artık n111kataa u su-
ı ()(ı
lüyle açık artırmaya çıkararak dağıtmaya başlamış lar, daha sonra da, 1 599 ' lardan itibaren timar (d irlik) sahiplerinin askeri hi:met (saraş halinde orduya asker g6ndernıek) yerine tinwr gelirlerini ha:ineye ödemeleri için haskt yapmaya başlamışlardır. (Prof. Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c-2,s.205)
Öyle ki, henüz 14 yaşındayken elinden tutup tahta oturttukları çocuk sultan I l . Osman ' ın, bir heves le ordunun başına geçip çıktığı Lenistan seferinden, hiçbir başarı elde edemedikleri için kırgın döndüğü Yeniçeri Ocağı 'nda artık birtakım " ts/ahat" girişimlerinde bulunulması gerektiğini yüksek sesle düşünmesine ve çocukca kırgınlıkla da Ocak'ta sayım yaptırmasına bile tahammül edememişlerdir.
Derhal birtakım entrikalarla, Sultan, en iyi savaşçıların Mısır ve Şam'da bulunduğuna, dolayısıyla Yeniçeri Ocağı 'nda bir ts/ahat y apmak yerine, Mısır ' a gidip yeni bir ordu kurmasının daha doğru olacağına inandırı lmış , hatta yeniçerilerin kuşkulanıp ayaklanmamaları için de, gezinin sanki Hac gezisiymiş gibi açıklanması sağlanıp, Sultan ' a yalan bile söyletilmiştir. Böylece " ts/ahat" konusu ustaca gündemden çıkarıldıktan sonra da, el altından Sultan ' ın Hac 'a değil Mısır ' a giderek, orada yeni bir ordu kuracağı ve başına geçip İstanbul ' a dönerek Yeniçeri Ocaklarını topa tutturup kapattıracağı dedikoduları ustaca y ayılarak yeniçeriler kışkırtıl ıp ayaklandırılmış ve Sultan ' ın tahttan indirilerek öldürülmesi sağlanmıştır, kendisinin de ayaklanma s ırasında ulemanın yüzüne açık açık söylediği gibi.
Yani, ulemanın, ordunun yeniden eski gücüne kavuşturulması amacıyla herhangi bir girişimde bulunması şöyle dursun, bu konuda bir başkasının girişimde bulunmasına da tahammülü yoktur, görüldüğü gibi. Üstelik, orduyu (veya Yeniçeri Oca,�t ' m ) iyileştirmek amacıyla herhangi bir girişimde bulunmaya niyetlenenleri de, ilginçtir gene Yeniçeri Ocağı 'nın kendisini kullanarak cezalandırmaktadırlar.
Kuşkusuz, yeniçerilerin de Ocağa yükleni len bu yeni işlevden herhangi bir şikayetleri olmasa gerek ki, verilen görevleri gönü llü olarak derhal yerine geti rmektedirler.
Örneğin. "�·ocu,�wı sıt!tanlt,�t cai:dir. lakin mecnunun şer ' an
1 07
mi: de,�ildir" şeklinde ulemanın verdiği bir fetva ile Divane I . Mustafa 'nın yeniden tahttan indirilip, yerine onbir oniki yaşlarındaki IV. M ur ad 'ın tahta oturtu lması sırasında herhangi bir sorun çıkmadığı için Yeniçeri Ocağından herhangi bir görev istenmemiştir ama, IV. Murad ne zaman ki yirmi yaşına basıp, yönetime el koymaya kalkışmıştır, çıkarı bozulan u lema hemen göreve çağırınıştır Ocağı.
B il indiği gibi, IV. Murad saltanatının sekizinci yılında artık yirmi yaşına basıp yönetimi ele almaya karar verir vermez, ilk iş olarak hemen Boşnak Hüsrev Paşa 'yı görevden alıp yerine Hafız Ahmed Paşa 'yı sadrazam yapmış, musahihlerinden Hasan Halife 'y i de yeniçeri ağalığına getirmiştir. Hiç beklemedikleri bu değişiklikler üzerine de, çıkarı bozulan ulema derhal hareket geçerek, yeniçerilerin "Bize Hiisrev Paşa' dan gayn serdar gerekmez!" diye ayaklanmalarını sağlamıştır.
Tam 1 7 kişinin kellesini isteyen yeniçeriler, önce Atıneydanı 'nda toplanmışlar, sonra Saray kapısına dayanıp içeri girerek IV. Murad'ı ayak divanma çağırmışlardır. Genç sultanın, bu 1 7 kişinin kendilerine verilmesinden yana olmadığını anlayınca da, " Verirsiz .. . Verirsiz . . . Elbette verirsiz. Yoksa, iş haşka olur!" diye tehdit etmişlerdir onu. Çaresiz, Sadrazam Hafız Ahmed Paşa huzura çağrılmış, ancak yeniçeriler Padişahın önünde birden üzerine saldırıp şehit etmişlerdir onu. Önce, biri arkadan bir kılıç darbesiyle başını ikiye ayırmış, sonra da hep birlikte üstüne üşüşüp, kı!tç ve hançer iişiirerek parça parça etmişlerdir Sadrazamı. Bu olay karşısında dehşet içinde kalan Sultan, mendiliyle yüzünü kapatarak ağiaya ağiaya içeriye kaçmış ve ayaklanmanın bir an önce sona ermesi için, başka umarı bulunmadığından, bütün bu olayların baş düzenleyicisi olduğunu bile bile Recep Paşa 'yı sadrazamlığa getirmiştir.
Ama, bu olayları bir türlü unutamamış ve yeniçerileri Recep Paşa ile birlikte kışkırttığına inandığı eski sadrazarnın Boşnak Hüsrev Paşa 'yı , gizlice planiayarak bir ay sonra, 1 63 2 yılı Martında Tokat 'ta öldürtmüştür.
Bu olay üzerine, Sultanın kendi sini de kesinlikle bağışlama-yacağını anlayan Recep Pa�a, tek <;özümün IV. Murad ' ın tahttan
I OR
indirilmesi olduğuna karar vermiş ve Yeniçeri Ocağı 'nı bir kez daha ayaklandırmıştır. Kazan kaldırıp, gene Saray 'a girerek Sultanı ayak divanına çağıran yeniçeriler: "Sen , Hii.1Teı· Paşa gihi yararlı hir ve::iri katiettirip kendi del'lerine yara açtın . Ce//atlar/a birlikte . şimdi Hasan Halife' yi, Musa Çelebi ' yi, Defterdar Mustafa Paşa 'yı hi::e \'ermelisin . Gayri sana itimadınu:: kalmamıştır. Sakın şeh::ade/ere de kıynuş o/mayasın . Çiinkii halk arasunta şehzade/eri ho,�durdu,�wıa dair de şayialar �·ıkmıştır. Onlar da hi::im efendimizin o,�u//andır. Şeh::ade/eri çıkanp hi::.e göster Yoksa i na nma:: ı:: . demişlerdir.
Küçük kardeşleri, dört şehzade B ayezid, Süleyman, Kasım ve İbrahim getirilerek gösterilmiştir. Ancak, bu kez de, "Sana gı'irenmezi::. Kefil isteri::! " diye tutturmuşlar ve güya Sadrazam Topa! Recep Paşa ile u lemadan Şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendi IV Murad 'a kefil olmuşlar da, böylece ayak divanı olaysız kapanmıştır.
Ama, S araydan çıktıktan sonra, Hasan Halife 'yi , Defterdar Mustafa Paşa 'yı , Sultanın sevgili müsahibi Musa Çelebi 'y i , saklandıkları yerleri bildireniere büyük ödül ler vererek yakalayıp Atmeydanı 'na getirip hemen öldürmü�ler, ardından da IV Murad ' ı tahttan indirip yerine en büyük şehzade Beyezid' i tahta çıkarmak için hazırlıklara başlamışlardır. Ne var ki, Hasan Halife 'nin yerine yeniçeri ağalığına getirdikleri Köse Mehmed Ağa ile asilerin elebaşılarından Rum Mehmed 'in, "Intikamımı::. yeta ince alınmıştır" diyerek karşı çıkıp, hazırlıkl arı Saraya haber vermeleri sayesinde olay bastırılmıştır.
B ir iki ay sonra da, herkesin eğlencede olduğu bir bayram günü, Sultan IV. Murad, sadrazam Recep Paşa'yı çağırtmış, "Gel hakalım topa/ ::or/w haşı!" diye kabul etmi�tir huzura. Sonra da, ilk ayak divanının yapıldığı gün dışarıya çıkmak üzereyken, kendisine "Su/tamm ahdest alıp da öyle çıksaydmı::" dediğini anımsatarak, alaylı alayl ı Hele kôjlr. ahdest a/dm nu h i re ') " demiş ve hemen orada boğdurtup öldürterek. cesedini kapıda bekleyen adamların önüne attırınıştır. Böyle bir şeyi hiç beklemiyar o lsalar gerek ki, zorbalar Su ltanııı gazabmdan kor-
1 09
k up. sessizce dağıl ıvermi�lerdi r hemen. Yukarda da belirttiğimiz gibi, Sultan IV. Murad daha sonra
da sanki bir ulema avına çıkmı�tır ülkede. Şeyhi.i l i s lam Ahizade Hüseyin Efendi'yi de, annesine gönderdiği bir pusulayı bahane ederek , oğluyla birlikte öldi.irtmüştür.
İktidarının en parlak döneminde, henüz 29 yaşına basmış basmamışken, IV. Murad' ın aniden hastalanıp ölüvermesinde de, ulemanın parmağı gerçekten hiç yok mudur acaba?
Çünkü, IV. Murad' ın bu ani ölümü üzerine, bizce hiç kuşku yok, camilerde, medreselerde, mescitlerde, türbelerde, tarikat dergahlarında gizli gizli çok sevinç duaları, teşekküriyeler okunmu ş, kurbanlar kesi lmiş, sadakalar verilmiştir mutlaka, ulemaca.
Üstelik, böyle genç yaşta hastalanıp öldüğü için de, ne kendisinin tahttan indirilmesi konusunda, ne de, zaten hayattaki tek şehzade olan Deli İbrahim 'in tahta çıkarı lması konusunda Yeniçeri Ocağı 'na gerek duyulmuştur.
Ama, Deli İbrahim de hacıların hocaların elinde artık iyice zıvanadan çıkıp, aklına estikçe sadrazam kellesi, ulema kellesi uçurtmaya başlayınca, ulema, onu da sekiz yıl sonra tahttan indirip, yerine en büyük oğlu yedi yaşındaki Mehmed' i babaannesinin kucağında getirterek tahta oturtabilmek için, gene Y eniçeri Ocağ ı 'nı göreve çağırmak zorunda kalmıştır.
Bi l indiği gibi, Sultan İbrahim, tahttan indirilmesinden kısa bir süre önce, 17 Eyl ü l 1 647'de, gene okunmak için bir hocanın evine giderken önüne çıkan ot yüklü bir köylü arabas ının yolunu tıkamasına dehşetli öfkelenmiş ve derhal Sadrazam S alih Paşa'yı çağırtarak hocanın evinde kuyu ipiyle boğdurtup öldürtmüştür.
Yerine sadrazaml ığa getirdiği Hezarpare Ahmed Paşa 'da, Padişahın bu tutarsızlıklarını engellemeye çalışmak şöyle dursun, Prof. Uzunçarşıl ı 'nın dey imiyle "küpiinii doldurmak" için, örneğin SC/11 11 /r kürk ve anıber gibi tutkularını daha da kışkırtınca durum iyice kötüye gitmiş ve ulema, artık yeniçeri ağalarından da ri i � ,·e t olarak samur kürk istenilmeye başlanı lmasını fırsat bi-
ı J ( l
J ip , 1 648 yı l ı Ağustosunda, Şeyhülislam Abdülkcrim Efendi'nin çağrısıyla Fatih Camii 'nde yeniçeri ağalarıyla bir ortak toplantı düzenleyerek, Sadra::.amın katlinin artık vacip oldu,�una dair fetva verip karar çıkartıp, Yeniçeri Ocağı 'nın ayaklanmasını sağlamışlardır. Yeniçeriler, önce Sadrazam Ahmed Paş a 'yı bulup öldürerek, cesedini Atıneydam 'ndaki çınar ağacının altına atmışlardır. Orada parça parça edildiği için de, adı tarihe, Farsça ' 'hin parça" anlamına Hezarpare olarak geçmiştir. S onra da, topluca Saraya gidilerek, Sultan İbrahim 'e salıanatının sona erdiği tebl iğ edilmiş ve yedi yaş ındaki oğlu kucakta getiril ip tahta oturtularak yerine sultan ilan edilmiştir. Bir odaya hapsedilen Sultan İbrahim de , onbir gün sonra öldürülmüştür.
Tahta çıktıktan sonra kardeşleri Süleyman, Selim ve Ahmed 'le birlikte sünnet olan çocuk S ultan IV. Mehmed' in saltanatının ilk y ı llarında ise, Yeniçeri Ocağı başkentten hiç ayrılınayıp, sürekli sadrazam aziettirip sadrazam atatmıştır sanki . . .
Gerçekten de, Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazaml ığa getirildiği 1 656 yılına kadar, ilk 8 y ı l lık dönemde tam 1 3 kez sadrazam değiştirilerek, 1 6 yılda 14 sadrazanun atandığı IL M ur ad döneminin rekoru bile kırılmıştır. Öyle ki, kendilerinden habersiz atanan Zumazen Mustafa Paşa ' nın sadrazamlığı topu topu 4 saat sürmüş, haberi duyan Ocaklılar ayaklanarak mührü elinden aldırtmışlardır hemen.
Bu dönemde ortaya çıkan bir başka yeni durum ise, artık sadece yeniçerilerin deği l , İstanbul 'daki s İpahilerin de iç politikada etkin rol almaya başlamaları olmuştur, gördüğümüz kadarıyla.
Örneğin, Hezarpare Ahmed Paşa'nın parça parça edi lip yerine S of u Mehmed Paşa 'nın sadrazamlığa getirilmesi ve Sultan İbrahim 'in tahttan indirilmesinde Sipahiler de Yeniçerilerle birlikte ayaklanmışlardır.
Ne var ki, İmparatorluğun artık iyice sınırlı kaynakları her iki grubu birden yeterince doyurmaya yetmemiş olsa gerek ki , daha ilk i şbirliğinde bozuşmalar ve Sultan İbrahim' i öldürmeyi de üstlendikleri için yeniçerilere kendi lerinden farklı davranı ldığı-
ı ı ı
m ima ederek, "Padişahtmt:uı kat/i ne !tiiccet ii:ere olmuştur:)" (Sultan İ brahim hangi şer ' i hükme dayanılarak öldürtülmü�t(ir'?) " Ve:::ir-i a:am ile miifiiiden şer ' i damnu: mrdtr.1 deyip, bu kez de Sadrazam Sofu Mehmed Paşa'ya karşı ayaklanmışlardır, Prof. Uzunçarşı l ı ' nın verdiği bilgilere göre. Sadrazaının ve şeyhülislamın görevden alındıkianna dair padişah buyruğu bi le çıkartmışlardır Saray'dan o baskıyla.
Ancak, Sofu Mehmed Paşa, "Emir padişahuıdtr Lakin karan a,�alar hiliir. E,�er a:limi:::i makul göriir/erse miilırii teslim ederii::: . diyerek hemen Yeniçeri Ocağı 'na sığmınıştır gene.
Yeniçeriler de, ola ki bu yeni konuıniarına bir ortak istemedikleri için, sanki o ana dek kendi leri bunu hiç yapmamışlar gibi, "Saraya !tiicum ile hall- l hiimaywı almak da nasil hir işmiş .? Ve:ir ı ·e mitftiiniin değil kat/edilmeleri, a:/edilnıelaine hile ra:1 de,�ii/ii:. Ti: dağ!lsmlar. Yoksa ciim/esini k1ran:!" deyip, hemen ayaklanmışlardır.
Sultan Ahmed alanına toplanmış sipahiler, dağılmak şöyle dursun, gönderilen habereiyi de öldürünce, yeniçeriler öfkeyle üzerlerine saldırmışlar ve aralarında kanlı bir çatışma çıkmıştır. Midhat Sertoğlu ' nun İs lam Ansiklopedisi 'ne yazdığı istanbul maddesinde belirtildiğinc göre de, "pek kan/1 hir şekilde hastln lan h u ayaklanmada 300 kadar acemi si pa lt i ö/miiş " tür.
Ancak ilginçtir, Naima Tarihi ' nde verilen bilgi lere göre de, Sadrazam Sofu Mehmed Paşa ile Şeyhülislam Abdülkerün Efendi 'nin yaşamlarını ve koltuklarını yüzlerce s İpahi kelle si uçurarak koruyan yeniçerilerden Koca Muslihuddin Ağa, Sİpahilerin suçlamalarını yanıtlarken, "Hal hi:im meşı ·aetimi:le oldu , /c/kin kat/i hususunda reyimi: re miidalıa/emi::: yoktur. diyerek, Sul tan İbrahim' i kendilerinin tahttan indirdiğini kabul etmiş, ancak öldürülmesi olayına kesinlikle hiçbir şekilde katılmadıklarını, bu c inayeti bizzat ulemanın iş lediğini belirtmiştir.
Nitekim, bu olaydan kısa bir süre sonra Sadrazam Sofu Mehmed Pa�a ile yeniçerilerin de arası açılını�tır. Oysa, yeniçerilerin bir dediklerini iki cttirmemektedir Sadrazam. Ama, sİpahi leri de sar dı�ı etmi� olmanın özgüveniylc artık kendilerini daha üstün
1 1 2
görmektedirler bazı ocak ağaları, dolayısyla dışardan birini rüşvetle sadrazamlığa getirmektense, yönetimi bizzat ele almayı düşünmeye başlamışlardır.
Gerçekten de, Ocağın i leri gelenlerinden Kara Murat A,�a. önce çatışma sırasında kendisine sığınmış bir s İpahinin haber verilmeden öldiirtülmesini bahane ederek karşı gelmeye baş lamış, sonra da Valide Kösem Sultan ' la anlaşarak, çocuk padişahın, sadrazamlığının daha dokuzuncu ayı dolmuş dolmamışken mührü Sofu Mehmed Paşa'dan alarak kendisine vermesini sağlamı ştır. Sofu Mehmed Paşa da, bütün maliarına ve paralarma e l konularak Malkara 'ya sürülmüş, orada öldürülmüştür. Kara Murat Ağa da, Sadrazam Kara Mustafa Paşa olmuştur böylece.
Ne var ki, o yıl ramazan ayında kardeşleriyle birlikte sünnet edilirken kucağına alarak çocuk su ltanın kirvesi de olan Kara Mustafa Paşa 'nın sadrazamlığı, Ocak içinde birtakım kıskançlıklara ve sürtüşmelere neden olduğu için çok da uzun sürmemiştir.
Mührü alır almaz müneccim başı Hüseyin Efendi ' ye baktırdığı yıldız falına göre kırk yıl sadrazamlıkta kalacağına yürekten inanarak göreve başlamışken, daha ertesi yıl Saraya gidip, "Aman su/tamm, zinhar miihrii yeniçeri ocağından hir haşka kimseye vermeyesin hir daha. Devletin son hu/mastna neden olursun diyerek mührü geri vermiştir, çaresiz . . .
Sadrazamlığa, gerçekten d e Saraydan biri, Melek Ahmed Paşa getirlmiştir. Ama onun saclareti de topu topu iki ay sürebi l miştir ancak.
Çünkü, Prof. U zunçarşı l ı 'nın verdiği bilgilere göre, hazine tamtakır olduğundan, göreve başlar başlamaz, tımariardan elde edilen gelirlerin yansım dirlik sahiplerinin 'hedef-i tımar adıyla deı·/ete ödemelerini yasalaştırdığı için derhal Anadolu 'da karışıklıklar çıkmıştır. (Görüldüğü gibi, Prof. Niyazi Berkes ' in yukariarda da alıntı yaparak belirttiğimiz- Türkiye İktisat Tarihi, c-2, s .205 'te 1 599 olarak verdiği bu tarihi, Prof. İ smail Hakkı Uzunçarşı l ı . Osmanlı Tarih i . c-3,K-2 s.400 'de 1 55 1 olarak \'ermektcdir. Ancak. bu uygulama, doğrusu Avcı Mehmcd döne-
ı ı :ı
minde başlamış olsa gerektir bizce de. ) Merkezde d e yeniçeri ağalarının oluru alınmadan hiçbir iş
yapı lmamaktadır. Bütün atamalar yeniçeri ağalarına verilen yüklü rüşvetlerle gerçekleştirilebilmektedir ancak.
Üstelik,artık iyice şımaran yeniçeriler u lufe ve rüşvetle de yetinmeyip, Arnavutluk'ta, Belgrad 'da filan kestirilmiş düşük ayarlı akçeleri İstanbu l 'da, Bedestan' da zorla satmaya kalkışınca, iş çığırından çıkmış, bu kez de esnaf ayaklanarak Sultanın kapısına dayanıp, Sadrazam ile 1 6 yeniçeri ağasının görevden alınıp öldürülmesini istemişlerdir.
Bunu haber alan yeniçeriler ise, ağalarının buyruğu ile gene derhal Atmeydan ı 'nda toplanmışlar ve Melek Ahmed Paşa 'nın yerine bu kez de bir başka yeniçeri ağasının, Kara Çavuş Mustafa Ağa'nın sadrazamlığa atanmasını sağladıktan sonra esnafı dağıtmışlardır.
Ne var ki, Kara Çamş Mustafa Ağa, "Mühr-ü hümôyrm aya'�rma getiri/sin"' diyerek, almaya gitmediği için, derhal Siyavüş Paşa atanmıştır sadrazamlığa.
Ancak, Kösem Sultan, bu olaydan dolayı yeniçerilerin gönlünün alınması gerektiğine inandığından, S iyavüş Paşa ile şeyhülislama Ocağa giderek ağaların güvenlerini kazanmalarının iyi olacağını söylemiştir. Bu buyruk üzerine Ocağa gelen Sadrazam ' a da, Bektaş Ağa, "Bak paşa karmdaş! Sen hu işi ettin amma, iyi etmedin! Bizim müşaveremiz olmadan niçin mührü aldl/1 ? Bundan höyle de hizi m meşveretimiz olmadan hir iş edeyim derse n, ı ·ezirli,�i edemezsin !" demiştir öfkeli öfkeli.
S iyavüş Paşa'da, sakin görünmeye çalışarak, "Padişah hazretleri ne huyurursa, fermamna göre hareket ederim. Ferman padişahmdrr. Bizim de, sizin de hoynumuz ise krldan incedir · · demiş , hışımla dönmüştür saraya. Ardından yeniçeri ağalarının Ocağa onbin asker daha alınması yolundaki önerilerini de tartışmaya bile gerek görmeden geri çevirince, u lema ile yeniçeriler arasındaki ili�ki bütünüyle kopmuştur. İki taraf da, ötekini bir an önce temizleyebilmek için birtakım gizli anlaşmalar yaparak hazırlıklara başlamı�l ardır hemen. Kösem Sul tan ağaları, IV. Meh-
1 1 4
med' in annesi Turhan Sultan da yeniçerilere karşı ulemayı desteklemektedir.
Kösem Sultan ' ın kurduğu plana göre, yeniçeriler, açık bırakılacak kapıdan gece gizlice Saraya girerek, korumalarını temizleyip Sultan Mehmed ' i tahttan indirecek ve yerine Şehzade Süleyman' ı padişah i lan edeceklerdir.
Ancak, Kösem Sultan ' ın cariyelerinden biri kurdukları palanları gizlice haber vermiştir padişahın annesi Turhan S ultan'a. Bunun üzerine, hemen gerekli önlemleri alan Sultan ' ın adamları da ayak seslerini duyunca yeniçerilerin geldiğini sanıp sevinçle odasından çıkan Kösem Sultan ' ı y akalayıp, orada perde ipleriyle boğup öldürmüşlerdir. Ardından, bütün kapılar kapatılıp, Saray halkı silahlandırılmış ve Kösem Sultan' ın bütün adamlarının kellesi derhal uçurulmuştur.
Sabah da, bütün ulema, yöneticiler, vezirler Saray 'a çağrılmış ve ulenıadan Hanefi Ej'endi ile Hocazade Mesud Elendi ' nin önerisi üzerine Sultan Mehmed smıca,�- ı şeri/'i açtırmıştır, yeniçerileri karşı halkı direnmeye çağırarak. Ve, ağaların katline fetva verilmiştir.
Akın akın gelip Saray ' ın avlusunu, önünü, Atıneydam ' nı dolduran halka sipahilerle, kimi yeniçeri bölükleri de katı lınca, yalnız kalan ağalar yakalanıp görevden alınarak çeşitli i l iere sürülmüşler, sonra da kimi yolda, kimi gittiği yerde birer birer öldürülerek temizlenmişlerdir.
Bu olaydan sonra, gen;ekten de yeniçerilerin bir süre iç politikada hiçbir etkinliği kalmamıştır gördüğümüz kadarıyla.
Nitekim, Prof. Uzunçarşı l ı 'nın verdiği bilgilere göre, S iyavüş Paşa'nın yerine sadrazamlığa getirilen Giircii M e lımeel Paşa da, saclaretinin yedinci ayı daha dolmuş dolmamışken, çok yaşl ı olduğu gerekçesiyle görevden alınıp, yerine Tarhoncu Ahmed Paşa 'nın getirileceğini anlayınca, yeniçerileri deği l , "sipahilcri tahrik etmiş" ancak bu girişimi duyulduğundan, derhal cezalandırılmış ve mühür el inden alınmıştır.
Okuması yazması da olmayan bu yaşlı Paşa' dan sonra, Sultan ' ın , "Bre Paşa. ne dersin : J Bu nıasanf'e para _ı·efişlimıeri la-
l l :'i
ahhiit eder misin ? " diye açık açık pazarlık ederek sadrazamlığa getirdiği Tarlıoncu Ahmed Pa�a ile ardıl ı Dervi� Mehıned Paşa dönemlerine ise, birinin söz verdiği halde, kendi bütçesinden karşılamak yerine giderleri azaltmaya çalışarak yeniçerilerle sipahilerin say ısmı dü�ürüp, donanmanın ödeneğini kesmeye kalkışması üzerine Saraya çağrılarak sessizce öldürülmü�. diğerinin de birden hastalanıp felç geçirmiş olması yüzünden mühür kolayca alınıp veri ldiği için, zaten bir silahl ı güce gerek duyulmamıştır.
Ama, Derv i� Mehmed Paşa'nın yerine sadrazamlığa getirilen, tarihçi lerimizin okuma yazma bilmez, cahil, fakat kendini çok beğenmiş, şöhret düşkünü, bön biri olarak tanımladığı, o sıralar H alep valisi İbşir Paşa'nın elinden miilır-ii hiimayun' u geri alabilmek pek de kolay olmamıştır doğrusu. Çünkü, sadrazam olduğunu öğrenir öğrenmez hemen başkente gitmemiş, sanki önce taşradaki ayaklanmaları bastırmağa çalışıyormuş gibi gerekçelerle Anadolu 'yu il il dolanıp, tam 4 ay sonra, ardında çeşitli vaatlerle kandırılmış, tımarı elinden alınmış sipahilerden, işsiz kalmış segbanl ardan, levent de denilen çiftbozanlardan oluşan 20 bin kişilik bir serseriler ordusuyla dönmüştür İstanbul 'a. Sanki sadrazamlığa gerçekten atanm ış olabileceğine inanınamaktadır. B ir tuzağa düşmemek için tetiktedir. Nitekim, bu nedenle olsa gerek ki, askerlerini Üsküdar 'da mevzilendirdikten sonra geçmiştir karşıya.
Padişahın, kendisini halası Ayşe Sultan' la evlendirmesi üzerine de, o şımarıklıkla derhal zorbalığa başlamış ve ilk işi, rakiplerinden kimini çe�itli oyunlarla İ stanbul dışına göndermek, kimini de öldürterek maliarına el koymak suretiyle saf dışı etmek olmuştur. Daha sonra da, kendi sinin sadrazamlığa getirilmesi ve başkentte bulunmadığı o 4 ayda mührün e linden geri alınmamas ı için canıııı bile tehlikeye atan Kaptan-ı Derya Kara Murad Paşa ile sürtüşmüştür. Paşa'nın Sultan tarafından Saraya iki kez kendisine haber verilmeden çağrı lmı1 o lduğunu öğrenir öğrenmez ona da dü�nıan kesi lnıi� ye donamııanm ba�nıa geçip bir an önce scfere ç ıkması için düzenler k urmaya ba�la ııı ı� t ır.
l l (ı
Bu durumun farkına varan Kara Murad Paşa da, derhal kar�ıgirişimlerde bulunmuş ve ilginçtir, kendisi de eski hir \'eniç·cri a,�ası oldu,�u halde ihşir Paşa 'yı sadra:amlıktan diişiirehilmek için Yeniçeri Ocağı ile değil , sipahilere haşl'llrmuş, onlarla işbirliği yapmıştır.
Beraberinde getirip, Üsküdar'a yerleştirdİğİ sipahiler. seghanlar, leı ·entler de, hem kendilerine verilen sözlerin hiçbirinin tutulmamış olması, hem de Donanmanın İstanbul dışına çıkarı l masının hemen ardından kendilerinin de Yeniçeri Ocağı 'na kırdırtılacakları dedikoduları yüzünden zaten Sadrazam ' a kırgındırlar.
Bu durumu iyi değrelendiren Kara Murad Paşa, Sadrazarnın gazabına uğramış öteki ulema ile birlikte gerçekten de ustaca, bu askerlerin Üsküdar 'dan İstanbu l ' a geçip Atmeydam ' nda toplanarak ayaklanmalarını sağlamışlardır. Önce Sadrazaınla Şeyhülislamın konaklarını yağmalayan bu sİpahiler de, sonra Sarayın kapısına dayanarak, mührün İbşir Paşa'dan alınıp, ikinci kez Kara M ur ad Paşa 'ya verilmesini gerçekleştirmişlerdir.
Kara Mustafa Paşa da, topu topu 3 ay süren bu ikinci sadrazamlığında ilk iş olarak, hem Revarn ve Bağdat seferleri sırasında cepheden kaçtıkları için ad/an defterden silinmiş sipahileri yeniden ocağa aldırtmış , hem de yeni uygulamaya göre yaşlı yeniçerilerin ölmeleri halinde yerlerine geçmek üzere "Ağa çırağı" adı altında Ocağa ücretsiz olarak yazdırdıkları ı ·eledeş denilen oğul larının veya yakın akrabalarının da yeniçeri olmalarını sağlamı�tır.
Böylece , Prof. Uzunçarşı l ı 'nın belirlemelerine göre, ' ' Tar/umcu Ahmed Paşa ' mn sadra:amlı.�ı sırasında .mşumı pahasına 25 hi n 500' e i ndirmiş oldu,�u sipahi mevcudu \'eniden 50 hi ne 55 hi ne diişiirdii,�ii yeniçeri sm·ısı da RO hi nin ii:erine ç ·ıkmış " t ır.
Yani, bu kez de sipahiler al ikıran ba1kesen kesilmişlerdir Sadrazarnın ba�ına. Yüklü rü�vet lerlc sattıkları görev I ere ataması için her gün yüzlerce k i�iyi el lerinden t utup kar� ıs ın a dikilmektedirler. Bir dedik lerinin iki cttiril mesine de kat lanamamaktadırlar üstel ik .
Nitekim Kara Mustafa Paşa da bu yüzden, s İpahilerin zorbal ığı karşıs ında daha fazla dayanamamış ve Sultan'dan Hacca gitmek için izin alarak üç ay sonra sadrazamlıktan istifa edip hemen ayrı lmıştır İstanbul ' dan.
Ardıl ı Sü leyman Paşa da sadrazamlığa ancak 6,5 ay dayanabilmiş ve Sulutan ' ın bir eşref saatinde, artık yaşlandığı gerekçesiyle görevden alınmasını sağlayıp, sİpahilerin elinden canını kurtarmış tır.
Çünkü, hemen ardından sadrazamlığa atanan Deli Hüseyin Paşa'nın G irit 'te bulunması nedeniyle, o gelinceye dek yerine vakil (geçici) olarak görevlendirilen Zurnazen Mustafa Paşa 'nın çeşitli dolaplarla ne yapıp edip miihr-ii h iimayun 'u ele geçirdiği haberi duyulur duyulmaz, sİpahiler derhal ay aklanmışlar ve Slutan ' ı ayak divam ' na çağırmışlardır kendilerinden habersiz yapılan bu atamadan dolayı . . .
Bu ayak diı ·am ' nda da, yanına vezirlerini v e u lemayı alarak ç ıkan Sultan ' a, tam 30 kişinin adının yazılı olduğu bir l iste verip, hepsinin derhal öldürtülmesini istemişlerdir.
Kimi vakanüvislere göre, bu l is tede annesi Turhan Sul tan ' ın da adı vardır ve "Padişah boynuna makreme (mendi/) takıp ağlayarak annesinin kendisine hağışlanmasmı rica etmiş" ancak sildirebilmiştir l isteden adını .
Gene vakanüvis lerin yazdıklarına göre, Sadrazam Zumazen Mustafa Paşa'nın, Sultan' ın l i stede adı bulunanların maliarına derhal el konularak sürgüne görderilmelerini buyurduğunu açıklaması üzerine de, sİpah iler "Hayır' Onlar katlolunmadıkça feragat etmeziiz! . . Seni de sadrazam olarak zaten istemeziiz! diyerek karşı çıkmışlardır. Padişah çaresiz razı olmuş ve yeni sadrazaını derhal görevden alarak, hostancı haşıya da hir hatt-ı hı"imayun yazıp l istedeki kişi lerin öldürü lmelerini buyurmuştur. Zurnazen Mustafa Paşa'nın saclereti de anca 4 saat sürebilmiştir böylece.
Bostancıbaşı, l istedeki kişilerden orada bulunanları derhal boğup öldürerek cesetlerini saray duvarının dışına atmıştır. Sipahilerde. bu cesetleri Atıneydanı 'ndaki ç ınar ağaçlarının dalla-
l l ıi
rına ayaklarından bağlayıp asarak sal landırdıkları için, bu o lay a kimi tarihçiler Çuıar Va k ' ast , kimi tarihçiler d e Doğu m itoloj i lerindeki meyvesi insan olan vahak ağacından esinlenerek \1oka-i Va km ki ye demişlerdir.
Bu olaydan sonra sipalıile1� kuşkusuz daha da azgınlaşmışlardır. Artık astıkları astık, kestikleri kestiktir. Kasıp kavurmaktadırlar ortal ığı .
Giderek gemi iyice azıya almışlar, sİpahilere karşı kötü davranmış kimi vezir ve beyleri cezalandırmak üzere ordunun başına geçip Anadolu 'ya sefere çıkması için Sultan 'a da baskı yapmaya baş lamışlardır.
İ lginçtir, bu durum karş ısında iyice bunalan Saray ve ulema, çaresiz gene Yeniçeri Ocağı 'na başvurm uştur sİpahilerinden kurtulmak için. Sadrazam vekili ile şeyhülislam, Ocağın elebaş ı larından Kara Hüseyin Ağa 'y ı gizlice saraya çağırarak, bu duruma bir çare bulmasını istemişlerdir.
Ağa 'nın önerisi üzerine de, sanki ordu yeniçerilerin de sİpahi leri desteklemesi yüzünden Su ltan ' ın serdarlığında Anadolu 'ya sefere çıkmak zorunda kalmış gibi, hemen ertesi sabah tuğlar cephanelik önüne dikilmiş ve seferle i lgi l i konuları görüşmek üzere bütün yöneticiler, u lema, yeniçeri ağaları, sİpahilerin elebaşıları saraya çağrı lmışlardır. Öte yandan, meydan ağa! an da salondaki öneml i noktaları tutup, gerekli önlemleri önceden almışlardır.
Bu elebaşı lar, Padişahın huzurunda yapılan toplantıda da gene ileri geri konuşmaya başlayınca, Şeyhülislam; "Padişah ii:::erine tahakkt'inı edip , devet ve reaya nizanıtm howp, ortalt,�t fesada vermeye kalktşanlamı şeriat kt!tct ile ortadan kaldmimaIan racihtir. " diye fetvay ı vermiş ve Padişahın işareti üzerine de toplantıya katılan sİpahilerin elebaşı ları H asan' tn, Şam lt M e/ımed' in , Yamak Ali ı·e Kara Osman ' ın hemen arada kafaları uçuru lmuştur. Dışarda bekleyen 20 kadar adamları da derhal öldürülmüşlerdir.
Bu olay, sİpahilerin gözünü kısa bir süre için de olsa, kuşkusuz yıldırmıştır. Ama sanırız. birkaç ay sonra yetmiş ini çoktan
1 1 9
aşmış bir ihtiyarın, Köprülü Mehmed Paşa 'nı n sadrazamlığa getiri lmi� olmasını gal iba fırsat bilip, eski olanaklara yeniden kavuşmak umudunun coşkusuyla, hemen ayaklanmak için bahaneler aramaya baş lamış lardır gene.
Örneğin, yaşl ı oluşuna bakıp oyunlarına kolayca alet edebileceklerini sandıkları sadrazamın, daha ilk günden çok sert önlemler alarak, kimsenin hükümet işlerine bumunu sokmasına izin vermediğini görünce, daha üçüncü ayda değiştirmeye kalkışmışlar, beceremeyince de gözdağı vermek için, bu kez sanki birikmiş ücretlerin i istiyorlarmış gibi topluca defterdamı konağına gidip, taşlamı�lar, camlarını kırmışlardır. Bir ay sonra da ayaklanıp , yolda ayaklandıklarını da yanlarında zorla götürerek Atıneydam 'nda toplanmışlardır.
Ancak, padişah, ayak divanına çıkarak onları dinlemek yerine, "Ciilusumdan hni hu sipalıi eşkıyasının fenalı,�ı haddi aşmıştır " diyerek sert bir dil le ferman yayımlayıp, onların derhal temizlenmelerini buyurmuştur.
Sİ pahi lerin de adam göndererek kendileriyle birlikte kazan kaldırmalarını istedikleri yeniçeri ağaları ise, padişahın bu çağrısına uyup, "Fesat ı ·efltneden hi:: de hıktık. Padişalı ımı::ın emrini hekliyorduk! ' ' diyerek hemen harekete geçmişler ve yakaladıkları s İpahileri derhal katletmişlerdir.
Ancak ilginçtir, bu olayın hemen ardından, Venedikli lerin Çanakkale Boğaz ı 'na çıkartma yapacağı öğrenilir öğrenilmez acele düzenlenen sefer öncesinde de, S adrazam Köprüili Mchmed Paşa, sanki yeniçerilerin gene şımarıp Z9rbalaşmalarına kesinlikle izin verilemeyeceğini göstermek için-; özellikle, Çırpıcı Çayırı ' nda, ulu fe defterlerini getirterek bir bir yoklama yaptırmış ve sefere katılmayan askerlerin adlarını derhal sildirtmiştir defterden.
Çanakkale Bağazı ' ndaki deniz savaşı sırasında da. Anadolu yakasındaki karargahından düşman gemilerini top ate�ine tuttururken. bazı yeni� erilcrin teknelerini Gel ibolu yakasma yanaştınp karaya çıktıklarını görünce, hemen bir kay ığa atlayıp karş ıya gcçmi� ve orada dcrhal kaçaklardan yedi sekiz yüzünün kcllesi-
ı 20
ni vurdurmu�tur. Kaçıp yeniden gemis ine dönmeyenleri de bir bir toplatarak karargahta cezalandırmıştır. Savaş kazanıldıktan sonra da. bir yandan başarıl ı askerleri ödül lendirirken, bir yandan da. çarpışmanın başında kalyonunu baştan kara ettirip kaçan . dolayısıyla üç kalyonun Venediklilerce yakılınasına neden olan Ferhat Paşa ile bölük komutanlarını, gene cepheden kaçmış ikinci filo komutanı Osman Paşa 'y ı , Tophaneli Mehmed Kaptan ile birkaç mavna kaptanını daha bu ldurtup, askerin önünde diz çökt ürterek kafalarını uçurtmuştur.
Bu davranışından dolayı Sadrazama karşı Yeniçeri Ocağ ı ' nda da, "Bu kocanın (Ihtiyarın ) hareketi hareket de,�ildir. Yeniçeri Oca,�ı ' na da kılıç koyup :::abitlerin katline başladı Bir gün evre! Intnun leelariki görlilmek gerekir. " şeklinde birtakım hoınurdanmalar başlamamış da değildir kuşkusuz.
Ne var ki, Köprülü Mehmed Paşa çok başarıl ıdır. Venedik donanmasını yendikten sonra Bozcaada'y ı ve Limni 'yi de almıştır.
Nitekim bu özgüvenle, orduda disiplini daha da güçlü hale getirebilmek için, gerek Yeniçeri Ocağındaki, gerekse sİpahiler arasındaki temizliği, seferden döndükten sonra da çekinmeden sürdürmüştür. Örneğin, buyruğuna karşın yeniçeriler in kışlamak üzere Edirne' ye gelmek istememelerinin yeniçeri ağası Ali Ağa ' dan kaynaklandığını öğrenince onu derhal görevden almış, eski görevine dönebilmek için bu kez de yeniçerileri ayaklandırmaya çalıştığm ı duyunca hemen Edirne'ye getirterek padişahın huzurunda öldürtmüştür.
Gene, s İpahi ağalarından Nakkaş Hasan Ağa'y ı da, Bozcaada 'n ın alınmasında yararı görüldüğü için atadığı istanbul illiisap a,�alı,�ı (Belediye başkanlığı) sırasında kentin güvenlik sorumlusu paşa ile işbirliği yaparak kendisine karşı sİpahileri ayaklandırmaya kalkışmasm ı bu hizmetinden dolayı bağışlamış olduğu halde, Erde) seferine çıkmadan önce Edirne 'de yeniden çevresine topladığı çapulcularla çadırı basıp kendisini öldürmeye kalkışınası üzerinederhal yakalat ıp, dört beş yüz arkada�ıyla birlikte öldi.irtmüştü r
1 2 1
Köprülü Mehmed Paşa ' nın yeğeni (kardeşi Hasan Ağa ' nın oğlu) , Amcazade Hüseyin Pa�a'nın sadrazamlığı sırasında vakanüvisl iğe getirdiği Naima da, kendi adıyla anı lan tarihinde bu olayla ilgili olarak, " Ve:ir-i ô:am, Bo,�a:dan Edirne 'ye gelinceye kadar ve Edirne' de her gece yeniçeri ' 'e sipahilerin fesada nıüstait dişlilerinden ve meşhur elehaşılanndan kırk elli kişiyi gizlice öldürttü. Öyle ki Edirne' nin Tunca suyu kenannda bulunan haşsı: adam cüsselerinin adedi bir hayli idi. diye yazmaktadır. (Naima Tarihi, c .6,s .3 1 5 )
Kuşkusuz, çıkarı bozulan yeniçeri ve sİpah i ağaları i l e birlikte ulema da, Köprülü Mehmed Paşa 'nın bir an önce sadrazaml ıktan düşürülmesi için sultana baskı yapmakta, dedikodular çıkarmakta, tuzaklar kurmaktadır. Nitekim, Paşa' nın serdar-ı ekrem olarak ordunun başında Erde) seferine çıkmasını fırsat bilmiş ler ve Abaza Hasan Paşa'nın başına topladığı sipahilerle Anadolu ' da, " Vezir-i ôzam öldürülmedikçe ne sefere çıkan:, ne de ferman olunan yana gideriz. diye Sultana haberci göndererek ayaklanmasını sağlamışlardır.
Sultan' ın, "Ahdim olsun, !Jlmdan sonra katl-i ônı ile hepsini kılıçtan geçirtip hiç birini sa,� koymayacağını. Sizleri de kat/ederim, lôkin elçiye zeval yoktw: Vann yıkı/m karşımdan! " ' diyerek habercileri öfkeyle kovması ve ardından ayaklananların öldürülmesi için fetva alıp ferman çıkarması üzerine de, bu kez Abaza Hasan Paşa 'nın sİpahilerinin sanki pişman olmuş ve ulufesini almaya gelmiş gibi İstanbu l ' a dönerek, yeniçerileri de ayaklandırıp Sadrazama bir suikast düzenlenmesini planlamışlardır. Ancak, başarıyla sonuçlanan Erde) seferinin ardından, Anadolu ' daki sİpahilerin de birden pişmanlık getirerek akın akın İstanbul ' a dönmeye baş lamalarından kuşkulanan Köprülü Mehmed Paşa bu yeni tuzağı öğrenince, hemen defterleri getirtip sefere katılmamış yedi bin sİpahinin adlarını saptatmış ve bunlardan İstanbul ' a gelmiş olanları derhal toplatıp, daha sonra gelenleri de kentin giriş kapılarında yakalatarak binden fazlasını öldürtmüştür. Ötekilerin yakalanıp öldürülmeleri için de ferman çıkartmı�tır.
1 22
Görüldüğü gibi, Köprülü Mehmed Paşa 'nın mühr-ü humayun'u alır almaz yaptığı ilk iş, yeniçeri ve sipahi_ ağalarının burnunu kırarak, öncelikle onların zorbalıkianna son vermek olmuştur. Bu amaçla, hiçbir baş ıbozukluğa görmezden gelip ödün vermemiş ve gerektiğinde binlerce sİpahi i le yeniçeri kellesi uçurtmuştur gözünü bile kırpmadan. Daha sonra da Anadolu 'daki ayaklanmaları bastırma işine girişmiş ve öncelikle o ana kadarki ayaklanmalara destek olmuş , y ardım etmiş, kanat germiş ne kadar yeniçeri, dirlik sahibi s ipahi, zaim , vezir, sancakbeyi , müderris, kadı , softa, hoca, kim varsa hemen yakalanarak öldürülmelerini buyurup, adım adım izietmiştir onları. Halkın elindeki silahları toplatmıştır. Elinde şeceresi o lmayan hacı hoca takımınm başlarına sardıkları yeşil sarıkiarı söktürmüştür.
Bu önlemler, yeniçeri ve sİpah i ağalarının ocakları artık iç politikada bir zorba güç haline getirmelerine son verdiği gibi, i l ginçtir, ordu içindeki disiplinin de yeniden sağlanmasına neden olduğu için, askerin savaşma gücünü de kendi liğinden yükseltmiştir, doğal olarak. Nitekim, bu nedenle Köprülü ' den sonra, oğlu Fazı l Ahmet Paşa'nın ve damadı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın sadrazamlıkları sırasında da, ta 1 683 ' teki Viyana bozgununa kada tam 22 yıl boyunca hiçbir ocakl ı ayaklanması olmamıştır.
Ama, Köprülü Mehmed Paşa daha ilk günden itibaren yeniçeri ve sİpahi ağaları ile birlikte burunlarını kırıp, yetkilerini azalttığı için zaten nicedir bir köşede pusuda bekleyen u lema, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın cihangir olma tutkusuyla karşı çıkanları asıp keserek tek başına karar verip zamansız giriştiği Viyana kuşatmasının tam bir bozgunla sonuçlanmasını fırsat bilmiş ve Köprülüler döneminin artık sona ermesi için hemen girişimiere başlamıştır. Üstelik, sadrazarnın sefere çıkarken yerine İstanbul ' da kaymakan (veki l ) olarak bıraktığı yakın dostu Kara İbrahim Paşa'yı da. kendisinin sadrazam olmasına ça l ı şacaklarım söyleyerek kandırın ış lardır. Sonra da, gerçekten Sultan · ın , daha Belgrad ' dayken mührü elinden ald ırtı p Merzifonlu Kara Mustafa Pa�a · mn kelles ini uçurımasım sağlamı�lard ı r. Ye-
1 2_1
rine de bir süre daha ölçülü davranınayı yeğledikeri için olsa gerek, kara İbrahim Paşa 'yı sadrazamlığa getirmişlerdir, tasarladıkalrı gibi.
Ancak, üç ayrı cephede savaşıldığı halde, Sadrazam Kara İbrahim Paşa, ola ki koltuğunu yitirmek korkusuyla, iki yıl boyunca İstanbul 'dan hiç ayrılmamış ve yerine, kendisine seçenek olarak gördüğü paşaları serdar (komutan) olarak atayıp göndermiştir. Ama ardı ardına alınan yenilgiler üzerine de Sultan kendisini görevden almış, yerine Sarı Süleyman Paşa 'y ı sadrazamlığa getirmiştir.
Görüldüğü gibi, Köprülü Mehmed Paşa ' nın yeniden sağladığı disiplin ordu içinde hala etkisin sürdürüyor olsa gerek ki, ne Kara İbrahim Paşa' nın göreve getirilmesinde ve al ınmasında, ne de mührün Sarı Süleyman Paşa ' ya verilmesinde Ocaklıların herhahgi bir rolü söz konusu olmuştur.
Ne var ki, tıpkı Kara İbrahim Paşa gibi İstanbul 'dan ayrılmak istemediği halde, Sul tanın buyruğuyla ordunun başında savaşa katılmak zorunda kalan Sarı Süleyman Paşa'nı n kötü yönetimi ve hataları yüzünden Avusturya cephesinde durum tam bir felaket halini alınca, artık asker dayanamayıp sadrazaımı karşı ayaklanmıştır. Sarı Süleyman Paşa 'nı n bunu öğrenir öğrenmez otağını terkederek kaçması üzerine de, Halep beylerbeyi olarak cephede bulunan Siyavüş Paşa 'y ı "Seni re:ir-i ô:am ettik" diyerek zorla otağa getirip sadrazam ve serdar-ı ekrem (başkumandan) i lan etmişlerdir.
Su ltan ' ın , bu oldubitti ye karşı ç ıkınayıp sadaret mührünü acele Belgrad 'a gördererek cepheden ayrı lmamasını buyurduğu halde, Siyavüş Paşa hemen ordunun başında İstanbul 'a doğru yola çıkmış ve Şcyhülislam ' a yeniçeri ağalarının ağzından bir mektup yazdırıp, askerin bu su ltan tahtta oturduğu sürece artık savaşmak istemediğini. bu nedenle IV. Mehmed'in indirilerek yerine kardeşi Şehzade Süleyman ' ı su ltan ilan etmeye karar verdiklerini bild irmiştir.
Şeylıü l i slam ' ın çağrısı üzerine g:izlicc toplanan ulemamn: · ·nu padişahtan hi: de memnun de.�ili: U lema n a mklar allina
1 2-l
alıp, hir alay yeteneksi: kişiyi ileri çekti, hamsına diiştü, nasihat ka/ml etme: (sö: dinleme:) oldı1. B unun düşiiriilmesi hi:inı de muradımı:dır Fakat, askerin istanlml 'a gelince edepsi:ce (haşma buyruk) hareket etnıeyece,�ine sö: rerirseni: , si:e yardmıcı oluru::.. diye haber göndermesi üzerine de anlaşma sağlanmış ve Sultan IV. Mehmed tahttan indirilerek, yerine Şehzade Süleyman, II. Süleyman olarak sultan ilan edilmiştir.
Ardı ardına alınan yenilgiler üzerine gene ulemayla anlaşıp sadrazam atayarak, sultan değiştirerek saray içi entrikalarda yeniden etkin rol oynamaya başlayan Ocaklı lar, kuşkusuz, I I. Süleyman' ı tahtta oturttuktan sonra zorbal ığı bırakıp kışlalarına dönmemişlerdir hemen.
Hatta, İstanbul ' da sürdürdükleri zorbalıkları artık dayanılmaz boyutlara ulaşınca kendilerine engel o lmaya kalkışan Sadrazarnın konağını basmışlardır. S iyavüş Paşa da, daha saclaretinin dördüncü ayında, bu baskın sırasında vurularak ölmüştür. Yerine getiren Nişancı İsmail Paşa da, bu zorbaları cezalandırmaya kalkışınca, sadrazamlığı ancak 6 1 gün sürebilmiştir.
Bütün bu olayların, gene askeri ustaca kullanan ulemaca düzenlendiğini de, sanırız Su l tan II . Süleyman ile Şeyhülislamı Abdülvehhab Efendi arasındaki, Prof. Uzunçarş ı l ı ' dan aktardığımiZ aşağıdaki konuşma bütün çıplaklığıyla gösterse gerektir doğrusu.
Ulema, Nişancı İsmail Paşa'nın yerine sadrazamlığa getirimesine de ola ki askerin baskısıyla razı oldukları, Ocaktan yetişme yeniçeri ağası Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa artık çıkarlarına dokunınaya başlayınca, hemen Şeyhülislama koşup, Avusturya cephesindeki yenilgileri de bahane ederek, sadrazaını görevden alması için Sultan' a ricaya g itmesini istemiştir.
Şeyhülislam huzura çıkıp; "Sultamnı, efinı/e ulenıa elinizi öper. \'e:ir-i /i:amın hıyanet/ meydana çıkt(�mdan göreı·den almnıasmı di/erler. deyince de, Sultan II . Süleyman hayretler içinde kalmış ve: " Ya ef'endi! istanlmtda Ba,�dat Köşkıi ' nde hepini: hu:uruma gelip, ismail Paşa' n ın kötüiiik/erine sayarak, lnrnun ( B ekri Mustafa Paşa' n ın) kararlı lı.� ın ı . dine IHI,�It!ı,�mı ,
akıllı lıf?ını , kavrama yetene,�ini sayıp dökerek, lıer alıva/ine kefil oldı�,�unu:::u söylemiştini::: . Uikin evvelki sözünüz şimdiye uymadı. Bundan amacımz nedir:) " demiştir, sanki biraz da gizli bir alayla.
Sul tan II . Süleyman ' ın da, ulemanın, yeniçeri ocağını ustaca kullanarak çevirdiği bu dalapiarın farkında olduğundan kuşku bile duyulmasa gerek ki, Şeyhülislamın pişkin pişkin, "Hata etmişi::: me ğer Sultamm! Umdı1,�umuz Ri hi, göründüğü gihi çıkmamıştır. Ama görevden alınması f?eciktirilirse, hu islam ülkesinin düşman eline düşmesi ne neden olunur M utlaka az/i f?erektir. " demesi üzerine de;
"Bre !ala .. .Dün serdar ettik, hugiin azlolunmaz. H ele düşmamn aya,�ı kesilsin . . . Günii gelince görüşerek uyf?un birine miilırü veririz. " diyerek, sanki onları atiatıp zaman kazanmaya çalışmıştır.
Çünkü, öte yandan da, ulemanın Köprülü sülalesinden birinin, hele hele küçük oğlunun sadrazamlığa getirilmesini istemeyeceklerinden, hemen birtakım dolaplar çevİrıneye başlayacaklarını kestirdiği için demek, gizlice haber s al arak Fazı ! Mustafa Paşa'yı İ stanbu l ' a çağırmış ve bir o ldubittiye getirerek mühr-ü humayunu vermiştir.
Mührü alır almaz i lk işi , Yeniçeri Ocağ ı 'nın, u lufe defteri ticareti yüzünden ulemaca gene acele şişirilmiş kadrosunu temizlemek olan Fazı! Mustafa Paşa'nın sadrazamlığında, orududa tekrar disiplin sağlandığından, gerçekten de Avusturya cephesinde başarılar kazanılmaya başlanı lmış , Belgrad yeniden alınmıştır. Ne var ki, saclareti topu topu 22 ay sürmüş, S lankamen savaşında, askerlerin önünde elde kıl ıç düşmanın ü zerine saldırırken kör bir kurşunla alnından vuru larak ölmüştür 1 69 1 yı l ı Ağustosunda . . .
Köprülülerden ş imdiye dek birkaç kez ağzı y anan ulema, Fazı! Mustafa Paşa'nın şehit düşmesini gerçekten fırsat bilip iyi değerlendirmiş olsa gerek ki, halen dört bir cephede savaşıldığı halde, acele harekete geçerek, Şeyhülislamı da devreye sokup, sadrazaml ığa gene bir paşanın deği l . medreseli bir u lemanın,
1 2 6
Kadı Ali Paşa'nın getirilmesini sağlamışlardır. Kadı Ali Paşa, harem ağası ile sürtüştüğü için sadrazam lığının daha yedinci ayında görevden alımnca da yerine bu kez Hacı Ali Paşa getirilmiştir.
l 695 ' te Sultan II . Mustafa'nın tahta çıkar çıkmaz, amcası II . Süleyman dönemindeki şeyhül islamlığı s ırasında, Sadrazam Siyavüş Paşa 'nın öldürüldüğü ayaklanmada yeniçerileri kışkırttığı için, Fazıl Mustafa Paşa'nın sadrazamlığa gelmesinden kısa bir süre önce Erzurum'a sürülmüş olan hacası Feyzullah Efendi 'y i acele getirterek tekrar şeyhülislam yapmasıyla, u lema egemenliği tam anlamıyla yeniden kurulmuştur. Artık sadrazamları bile şeyhülis lam efendi atayıp, görevden almaktadır. Vakanüvislerin yazdıklarına göre, Sultan da, son sadrazaını Rami Mehmed Paşa'ya, mühr-ü hümayun ' u verirken; "Bilesin . . . Şeyhülislam Feyzullah hocamn reyinden taşra (onaytm almadan) hareket edersen itaha müstahik (ters/enmeyi, görevden almmayt hak etmiş) olursun. demiştir. Prof. Uzunçarşı l ı da, "Hükümetin atama ve görevden almalannda sadrazamlar şeyhülislamla görüşüp olurunu almanuşlarsa, hu işlemler Sultan ll. Mustafa tarafmdan onaylanmanuşttr. " diye yazmaktadır.
Kısacas ı , diyelim IV. Murad veya Köprülüler döneminde olduğu gibi, zaman zaman yetkileri azaltılmış, hatta kısa süreler için devre dışı da bırakılmış olsalar bile, yüzlerce kurban vermek pahasına y ı llar boyu inatla sürdürdükleri gizli ve açık savaş ımlarla Osmanlı yönetimini XVII. yüzyılda bizce tam anlamıyla ele geçiren u lema, görüldüğü gibi, bu süreçte yeniçerileri de
yeniden eski savaş gücüne kavuşturacak herhangi bir girişimde bulunmak şöyle dursun, tam karşıtı Ocağı hızla bir yapısal değişime uğratarak bir savaş örgütü olmaktan çıkarıp, artık kendi aralarındaki koltuk kavgalarında keyiflerince kullanabilecekleri, karşı tarafı korku tup sindirebilecek nitelikte, iri cüsseli, si lahlı bir öcü haline dönüştürmeyi ustaca başarmıştır doğrusu . . . Artık,
ulufedir, bahşiştir, armağandır, rüşvettir, her kim daha çok para
verirse, hemen ondan yana kazan kaldırarak, istediklerinin gerçekleştirilmesini sağlamaktadırlar.
ı n
Örneğin, yukarda da belirttiğimiz gibi , Şeyhülislam Feyzullah Efendi 'nin kanadının altına girdiği için sadrazamlığa getirilmiş, kendisi de medreseden yetişme bir ulema olan Rami Mehmed Paşa da, iktidara tek başına egemen olmaya karar verir vermez, hemen Moralı Hasan Paşa ile işbirliği yapıp, gerekli yerle
re gerekli rüşvetleri göndererek, askerin Şeyhülislama karşı ayaklanmasım başarmıştır.
Ulemanın Yeni Öcüleri : Tellaklar, Hamallar, Asker Yamakları . . .
Ama ne var ki, tarihçilerimiz, XVII . yy . daki bu gelişmeleri, yukarıda da değindiğimiz gibi, saray içi iktidara yönelik bir ideolojik savaşım bütünlüğü içinde ele alıp değerlendirmek yerine, ısrarla bazı kötü niyetli şeyhülislamların, kazaskerlerin, kadıların, müderrislerin, hacıların, hocaların, yönetimdeki otorite boşluğundan da yararlanarak valde sul tanlarla, harem ağalarıyla, ocaklılarla el ele verip gerçekleştirdikleri ayrıksı, kişisel polisiye olaylarmış gibi irdelemeyi yeğlemişlerdir, her ne hikmetle ıse . . .
Oysa, ulemanın asıl amacının, köktendinci bir yaklaşımla da-veti bir an önce şeriatın tam uygulandığı bir yönetim biçimine kavuşturmak olduğunu, ta 1 623 yıl ındaki, Sadrazam Mere Hüseyin Paşa'nın Fatih Camii Olay1 'nda bile görmemek gerçekten olanasızdır bizce.
B il indiği gibi , Sultan Genç Osman' ın yerine Divane I. Mustafa' nın ikinci kez tahta çıkarılmasından kısa bir süre sonra, Mere Hüseyin Paşa Ocağın i leri gelenlerine yüklü rüşvetler vererek yeniçerileri ayaklandırıp, ulemaya haber vermeden ikinci kez sadrazamlığa gelmiştir. S ırtını yeniçeri ocağına dayamış olmanın ş ımarıkl ığıyla da, ulemanın bumunu iyice kırabilmek için olsa gerek, bir gün divanda bir kadıyı önce kendisi tokatlamış,
sonra da dövdürtmü�tür. Kadı 'nın, ellerinden kurtulur kurt u lmaz kapı kapı dolaşarak
haber vermesi üzerine de, zaten kendisine diş bileyen ulema, he
men ertesi sabah Fatih Camii 'nde toplanarak ayaklanmıştır.
1 2 H
Dört bir yandan akın akın gelen hocalada caminin hıncahınç dolduğunu öğrenince koşup gelen Şeyhülislam Yahya Efendi 'yi de sıkıştırmışlar. ' 'Sadrazanıla dammı::. mrdır Şer ' i lıiikiim yerine J;etinlsin.' " demişlerdir. Kalabalığın öfkesi karşısında şaşıran Şeyhülislam da, "Madem ki sadra:anıdır, gelmez. Bu durumda lıiiknıiin yerine getirilmesi de ::.ordur. Ama izin verin, hen mnp Padişaha durumu hildireyim. A::.ledildikten sonra gelsin, davası göriilsiin. diyerek canını el lerinden zor kurtarıp, dar atmıştır kendini saraya.
Bunları duyan S adrazam gene hemen Yeniçeri Ocağ ı 'na sığınmış ve ağalardan birkaçını , "Camide toplanan/ann ciinılesinin perişan edilmesi padişalıınıı::.ın huym,�udur. Ayrıca Va/de Sultan hazretleri de aym diişiincededir Aklım::.ı haşmı::.a toplayın. demeleri için ikna edip camiye göndermiştir. Ancak, onlar konuşurken ulemadan biri, "Bre hırakm hu yave sö::.leri! Urun hre! " diye bağırınca, mollalar birden başlarına çullanıp si lle tokat dövmüşlerdir ağaları
Sarıklı mol laların cüppelerini savura savura coşkuyla geldiğini gören halk da merakla doluştuğu için, caminin avlusu, çevresi de ana baba gününe dönmüştür. Kalabalığın gittikçe artması nedeniyle, Sadrazam bu kez de, olayları yatıştırması için vekili (nakibi) Gibari Efendi 'yi göndermiştir camiye. Ama onun
da, kürsüde koynundan çıkardığı, aynı içerikteki bir padişah buyruğunu okumaya başladığını anlayınca, sanki birkaç gün önce Sultan I. Mustafa ' nın yeniden tahta çıkarılmasında şer ' an bir sakınca bulunmadığına dair kendileri fetva vermemişler gibi, hep bir ağızdan; "Padişalıımı::. lıenı nıecnundur, lıem de okuma yazması yoktur Bu da nereden çıkt ı ? Bu hatt-ı olsa olsa Başkatip Ham::.a Efendi' nin Saraya getirdi,�/ Sınavher cari ye ya::.nıış-tır mutlaka! diye bağırınağa başlamışlardır birden.
Tam bu sıra mollalardan biri mihrabın yanında duran Akşem
settin Hoca'nın sarığını bir sırığın ucuna takarak bayrak gibi açın ışıtır savura savura, sonra da caminin önüne çıkarıp dikmiştir. Yanına da tekkelerden getirdikleri yeşil bay-rakları dikmişlerdir sıra sıra öteki mollalar. Ardından da, tekbir getirip ci.ippe-
1 :2 1)
lerini savurarak, koca kavuklarını saliaya saliaya çılgıncasına dönrneğe ba�lamış lardır bu bayrakların önünde. Biri de merdivenin başına çıkmış, Kuran 'dan Fetih Sures i 'n i okumaya başlamıştır heybctli sesiyle. Surenin okunınası bitince de. kendinden
geçmi� bu binlerce insan gene tekbirler getirerek "Cihat isteri: -' ., diye bağırmaya başlamışlardır hep bir ağızdan.
Ne kı, hiç birinin elinde silah yoktur henüz . . . Bu nedenle, akşama doğru gönderilen silahlı yeniçerileri gö
rünce kalabalık çil yavrusu gibi kaçışmış, camide kalıp direnmeğe kalkışanlar da kıl ıçtan geçiri lerek cesetleri lağımlara doldurulmuştur.
Ancak, Fetih Suresi 'ni dinledikten sonra kendinden geçerek tekbir getirmeye başlayan, yeşil bayrak açımış bu ulema, salt "Cilıad isteri:! C en k isteri: -' · · diye bağırmış, hi c; "Şeriat isteri:! " de dememiş midir acaba, gerçekten? . .
Gerçi, görebildiğimiz kaynaklarda bu konuya bir aç ıklık getirilmemektedir, ama bizce mut laka "Şeriat isteri:! " ' diye de bağırmış olsalar gerektir doğrusu.
Çünkü, gene aynı tarihçilerin verdikleri bilgi lere göre, hemen hemen aynı günlerde, Kiiçiik Kadı:ade denilen Balıkesir/i Melımed t.jendi adl ı u lemadan biri de, verdiği vaazlarda, ü lkenin içinde bulunduğu sorunların şer · i şerife ay km daınını/ması yü:iinden kaynaklandığın ı , dolayısıyla kurtuluşun da ancak şeriat ' la mümkün olabileceğini savunmaya başlamış ve kısa sürede hem devlete, hem de tarikatiara karşı oldukça güçlü bir muhalefet cephesi oluşmasını sağlamıştır.
IV. M ur ad · m tütünü yasaklaması üzerine, "Tütiiniin haram oldu,�una" dair fetva vererek de sultanın gözüne girmeyi başarmış ve tütün içtiği iftirasıyla çok kişiyi katiettirerek hem etkisini artırmış , hem de Ayasofya Camii 'ne vaiz olmuştur.
Descartes ( I 596- I 650), Pascal ( I 623- I 662), Galile ( I 564-1 642) , Spinoza ( I 632- 1 677) , Kepler ( I 5 7 1 - I 630) gibi bilginlerle aynı yıllarda yaşamış ünlü ulema Kadızade Mehmed Efendi, vaazlarıııda da. · ·Matematik rh. gihi po: itif" hilimlerin i!,�retilmesuun c:unın. meı -lidin ı ·h gii:el sesle re makamla okwı-
ı .11 )
ma.\' 1 11 /n " ' 'tarikat/anlaki arin/cr S/Ut.wıda raksedilmesinin . Sl'ma/un" sigara ı·e ka/ne iç-menin " d ine aykm, lwram ı·e giina/1 o/du.�lll lU. "Pergamherden sonra ortaya ÇikmlŞ uygulamalann (/Jidat ' /ann ) derhal ka/dm/ma.l· lnl ' ' .\m·unnlaktachr.
Ve dönemin ünlü Osmanlı ulemasının bir diğeri olan Sirasi Elendi diye lanınmış Ahdii/mecid Şeylif Elendi ile de, vakanü
vislerin yazdıklarımı göre, "Hcu· Peygamher sa,� mf(/u·. de,�il midir:) Peygamberi anarken salialla/iii a/eyl1i ı ·e sel/em, arkadaşlan için de Tann onlardan u1:1 olsun (mdiya/lallii an/1 ) demek gerekli midir, de,�il midir? Ha:reti Peygamherin annesi ile ha/)([.\'1 iman/1 1111 , yoksa iman.1·1: 11 1 1 i>/miişlcrdir.7 Firal'lm nasil ö/miiştiir? Ha:reti H(ise\'in ' i şel1it elliren Ye:id 'e lanet edilmeli midir. edilmemeli midir:) Me:arltk/an :iyaret etmek cai: midir, de,�il midir ') Nafile ı ·e kandil nama:/an cemaat/e mi kduımallchr? Kihann elini . eteğini, aya,�111 1 ÖfJerken , selamiill al1rken e,�ilinmeli midir, yoksa e,�ilinmemeli midir? " vb. diye tartışmaktadırlar aynı günlerde.
Kadızade Mehmed Efendi ' nin ölümünden sonra da onun yolundan gidenler şcriaçi ll,�l savunmayı sürdürmüşlerdir. Osmanl ı tarihinde K adeadeliler veya Fakdar (Fakihler) diye anılan ve etki leri, Köprülü döneminde topluca Kıbrıs 'a sürgün edildikleri I 656 yı lına dek sürmü� bu vaizlerin en ünlüleri de Üstıi ıwıf Melımed Ele ndi' dir.
Tarihçilerin verdikleri bigilcre göre, Şam'da doğmuş ve orada medrese eğitimi görmüştür. Genç yaşta bir cinayet i�lediği için de, kaçıp İstanbul 'a gelmiştir. Yüzsüz ve yapışkan biri olmasımı kar) ın, karşısındakini kolayca etkisi altına alacak, inandırıcı bir ses tonu vardır. Bu nedenle. İstanbu l 'da da kısa sürede ünlenerek Kadızade Mehmed Efendi 'nin genç vaizleri arasına g irmeyi başarmıştır. Mehmed Efeneli 'nin ölümünün ardından da Ayasofya camiine vaiz olarak atanmıştır.
Vaazlarını, Ayasofya'nın sonuıki mernıer kolonlanndan birinin dibine oturup. s ırtım dayayarak konu�tuğu için de adı Üstiimnf Me/ımed Efendi 'ye çıkmıştır. Ve . uzun yı l lar. Üstüvaıü Mehmed Erenel i 'n in bir dediği iki ettiri lnıenıi� tir Osmanlı sarayında . . .
Kadızadeli bu hocaların verdikleri vaazlara göre de : Ömeğin "Peygamber :amwunda çakştr re don yoktur. Dolaytstyla çakşu· ı·e don giymek hidantr Hemen yasaklmıma!t ı·e herkes peştemal kullanmaltdtr. " ' 'Kaştk kullanmak hidat't t r . Yemek elle yenilmelidir. Kaştk yapmak yasaklanmalt , kaştkçt!ar da bundan h6rle misı·ak (özel bir ağaçtan yapılmış bir çeşit diş fırçası) ı ·e teshi/ı yaptp satmaltdtr ' ' "Btytk u:atmak giinahttr. Btytklar sünnete gijre kupt!tp ktsaltt!maltdtr. " "Ipek haramdtr, ipek/i kumaş giyilmemelidir. " ı o/J . vh.
Öyle ki . . . Prof. Uzunçarşı lı ' nın aktarmalarına göre, Naima Tarihi ' nde hu hocalardan birinin, yetiştirdi,�i genç oğlamyla ı ·uslat halindeyken (sevişirken), oğlamn uçkımınun ipek oldtı,�u-1111 gijrfince hemen, "Bu haram uçktmı çtkar. Viicuduma dokunuyor. giinahUir oluyomm. ded(�i anlatılmaktadır. (Osmanlı Tarihi, c . 3, K. 1 , s .366)
Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazamlığa getirilmesine i lk tepki gösterenler de bu Kadızadeliler olmuştur nitekim. Göreve geti rilmesinin daha sekizinci günü , ilk cuma namazında, Fatih Camii ' nde, müezzinlerin duaları bir makama göre ezgili ezgili okuduklarını bahane ederek ayaklanmışlar ve namazdan sonra sokak sokak dolaşarak İstanbul 'un altını üstüne getirmişlerdir akşama kadar. Önlerine çıkan bütün tekkcleri yıkıp, molozlarını denize dökmüşler, yakaladıkları şeyh ve dervişlere iman ta:eletmişler, direnenleri öldürmüşler ve ortalık kararmaya başlayınca, ertesi sahah gene Fatih Camii'nde toplanmak üzere sözleşip dağılmışlardır. Camiden de topluca Saray 'a gidip, onbeş yaşına yeni basmış Sultan' dan, bütün hidat' ların kaldırılması için bir ferman çıkarmasını ve büyük camiierin fazla minarelerini yıkıp tek ınİnareli hale getirmelerine izin vermesini isteyeceklerdir. Çünkü, Hazreti Muhammed dönemindeki camiler tek minarelidir ve camilere birden fazla minare yapmak da bir hidat'tır. Ü st elik, Sadrazam Mere Hüseyin Paşa dönemindeki cami olayından ders almış olsalar gerek ki, n' olur n' olmaz diyerek camiye de silahlanarak gelmeye karar vermişlerdir.
Naima Tarihi ' nde anlatı ldığına göre, gerçekten, o gece giiriil-
ı :; 2
riileri hiitiin isranhul' u sarmış ı ·e ertesi saha/ı sofraların kimi sotwlarla. kimi kiirdeleri ile. sofraları destekleyen iki yii:lii . dıi:men e.l'llaj' da kölelerini silalılandmp yanlarına alarak. "Din daı·asuw gidiyoru: " diye erkenden grup grup Fati/ı Camii ' nin a rlu su nda topla nma ya ha şi a nu şi ard u:
Ancak, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa olayı öğrenir öğrenmez hemen yeniçerileri gönderip elebaşılarını tutuklatarak, Saraya doğru yürüyüşe geçmelerine fırsat vermeden toplantıyı dağıttırmıştır.
Görüldüğü gibi, XVI. yy. ikinci yarısından itibaren ortaya ç ıkan toplumsal ve ekonomik sorunların çözümü , başlangıçta bütün Osmanlı yöneticilerince, orduda disiplinin bozulmasına yorulup, Ocakların savaş gücünün yeniden artırılmasında, dolayıs ıyla devletin yeniden güçlendirilmesinde aranırken, XVII . yy. ortalarına doğru yönetirnde artık söz sahibi olan uleına, hem ordunun yenileştirilmesi g irişimlerine açıkca karşı çıkmaya, hem de çözümün İslami yaşama ve gelenekiere yeniden tam anlamıyla dönüşte aranması gerektiği tezini yüksek sesle savunmaya başlamıştır. Sanki, Ocakların sonradan Müslümanlaştırı lmış devşirme H ıristiyan çocuklarından oluşturulması uygulamasına son verdirtilerek, bir an önce daha köktenci Sünni-Hanefi bir dinci çizgiye getirilebilmesi için de, Saray ' da biraz söz sahibi olmaya başladıkları andan itibaren özellikle çalışmışlardır bu amaçla. İmparatorluğun içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal sorunlardan, ancak bir din devleti haline dönüşmekle kurtulabileceğine inanmaktadırl..ır çünkü.
Burada hemen şunu belirtelim ki, Osmanlı İmparatorluğu,
bizce de ta XIX.yy. ikinci yarısına dek, tarihinin hiçbir döneminde, feodal bir imparatorluk olmadığı gibi , teokratikbir devlet, bir din devleti de olmaınıştır kesinlikle.
Ni tekim Prof. Berkes de, Osmanlı İmparatorluğu 'nun hiçbir
döneminde 'Jeodal wt da teokratik olmadı,�uu" vurguladıkum sonra, "islam derleri ideolojisini \'iiriitmek Osmanlı tarihinde hi�· görii/memiştir Ulemanm hir siyasal akım karşısmda ' /m dinsel hir iştir: hir doktrin ya da ilc/lıiYat işidir: dnleti ilgi/en-
ı , , , .ı
dim1e: ' dedikleri :aman da derfet adamlan Inmi an hiç dinlemeI/lişlerdir demektedir. (Türkiye 'de Çağdaşlaşma.s .25)
Çünkü, Osman lılar bizce de, dini, kişiyle i lgili bireysel bir olgu olarak ele almışlardır bütün tarihleri boyunca. Osmanl ı sultanlarının dini İslamdır. Osmanlı sultanları Sünni ve Hanefi ' dirler. Örneğin, bu Sünni ve Haneri sultanlar, Yeniçeri Ocağı 'nın ta kuruld uğu günden itibar en dinsel açıdan Bektaşi Ocağ ı ' na teslim ed i lmesinde herhangi bir sakınca görmemişlerdir yüzyıl lar boyu.
Görüldüğü gibi, dinin, toplumsal ve ekonomik sorunlarımızIa ilgili tartışmalarda bir siyasal ideoloji o larak gündeme get irilmesi ilk kez XV II . yy. ortalarında olmuştur. Dolyısıyla, bugün de siyasal gündemimizin ilk maddesini oluşturan asker-şeriatçt tartışmasının kökü, ta XVII.yy. ortalarına kadar gitmektedir.
İlginçtir, uleına, asker-şeriatçt tm"tlşmast diye adlandırdığımız iktidara yönelik merkezdeki bu siyasal kavgad a, Yen içeri Ocağı 'nı da daha XVII. yy. tam anlamıyla kontrol altına alarak kendine bağımlı hale getirmiştir, gördüğümüz kadarıyla.
Tarihçi Ahmet Refik de, XVII .yy. daki bu değişime işaret ederek, "Bu del 'irde memleketin en :orha . en coşkulu, en hareketli giicii Yeniçeri/erdi . Amma, onlar hile gayri hoca/ara (u/emaya) hoyun e,�erlerdi" diye yazmaktadır. (a .g .e . , s .49)
Nitekim, Prof. Niyazi Berkes de ulemanın ücret, bahşiş, armağan, rüşvet vb. gbi adlar altında yeni ç ıkarlar sağlayarak gerçekleştirdiği XVII .yy. daki bu değişimi, "Yeniçeri/ik. hu hunalmı koşullan altmda del'!et kullt(�ll olmaktan çtknuş, hir suıif, siyasal giiç ka:anmı hir pal 'li olmuştur " diyerek belirtmektedir. (Türkiye 'de Çağdaşlaşma, s. 74)
Gerçekten de, bu tarihten itibaren ulema ne zaman bir siyasal darbağaza girmişse, hemen bir grup yeniçeri "Şeriat isteri:!" diye ayaklanıp, kelleler uçurarak bu darbağazın aşıl masını sağlamıştır.
Örneğin tarihçilcrce sonradan La/e Derri diye adlandırı lan, Nc,·sehirli Damat İbrahim Pasa 'n ın l 7 l 8- l 730 arasındaki l 2 ' , y ı ll ık sadrazam lığı dönemi. bu a�· ıdan çok ilginçtir.
1 �-l
Bi lindiği gibi, Osmanlıların B atı l ı ü lkelere sürekli büyükelçi göndermeleri de, ta III. Selim döneminde, XVIII . yy. sonralarında ba�lamı�t ır. Daha önceleri, bazı büyük ülkelere f!Crektiği zamanlarda, belirl i görevlerle birkaç aylığına geçici büyükelçiler gönderilmi�tir ancak. Fransa 'ya gönderilen ilk geçici büyükelçi de, Yirmiseki: Çelebi Melımed Elendi' dir. Sadrazam Neveşehirli Damat İbrahim Paşa, Fransa ile bir bağlaşma ( iit ifak) antiaşması imzalama olanağının bulunup bulunmadığını araştırması için, 1 720'de geçici büyükelçi olarak göndermiştir onu Paris 'e .
Geçici büyükelçiler de , görevlerinden döner dönmez Sul tan 'a bir rapor sunmak zorundadırlar ve bu raporlara "Sefaretname" denilmektedir. Nitekim Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi de, onbir aylık geçici büyükelçil iğinden sonra, Paris ' ten döner dönmez hemen bir Sefaretname sunmuştur Sultan II. Ahmed'e .
Ancak, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 'nin Sefaretname'si Osmanlı sultanlarnıa sunulmuş sefaretnamelerin en ünlüsüdür. Çünkü , Yirm isekiz Çelebi Mehmed Efendi, gerçekten de, "adeta yeni h ir diinya keşfetmiş gi hi takdir ve lıayranlıkla mılatmaktadır Paris' i" ve kendi yaşamlarınan farkl ı bir başka yaşamın daha olabileceğini ilk kez bu pencereden gören Osmanlı aydınlarının dünyasında, sözcüğün tam anlamıyla bir deprem etkisi yapmıştır bu Sefaretname.
Çünkü, Prof. B erkes ' in çok güzel bel irttiği gibi, bu insanlar, "kefere sözciif?ii altında topladıklan Avmpa lıalklanna ve deı·letlerine karşı öylesine hiiyiik hiir ı'istiinliik duygusu içindedirler ki, on! ara kendi ekonomi 1 eri ni re si yasal örgiitl eri ni temel d en etkileyecek imtiya:lar rernıekte hile sakmca görmemişlerdir" o tarihe kadar. İçierine kapanmış, dış dünyadan habersiz yaşamaktadırlar.
Ama, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa çok iyi bir eğitim görmüş, şiir yazan, müzikten anlayan, sanatçı dostu, yenil iklere açık ve savaştan hoşlanmayan barışçı biridir. Sultan da, t ıpkı sadrazaını gibi sanata dü�kün. Necih m ah lasıyla �iirler yazan , yenilikçi. açık fikirli , barı�çı b iridir ve eğlencey i çok sevmektcd ir.
I J:'i
Nitekim, İbrahim Pa�a'nın sadrazaml ığının i lk beş y ılında hiç savaş olmamı�t ır. Artık, kış gecelerinde saraylarda, yaz gecelerinde de Kağıthane' deki Jale bahçelerinde sürekli eğlenceler düzenlemektedirler.
Lale, her ne kadar Osmanlı ülkesine ilk kez "IV Melımed :amanında Amsturya Sefiri Şinıit Von Şiı-anılıonı tarafından getirilmiş" ise de, asıl I I I . Ahmed döneminde önem kazanmıştır. Öyle ki, "F elemenk'ten gelen Lı/ Iii -i Ez rak ad lt la/eden yetiştiren/ere ihrahim Paşa ödüller hile vermiş" tir. İ stanbul 'da bazı Ialelerin sağanı artık bin altına çıkmıştır. En karl ı iş, Jale sağanı ticaretidir. "Az hir :amanda, 1 726 ' da, istanbul' da tanı 839 çeşit !ale .vetiştirilnıesi haşanlnııştır. " Lale sağanı karaborsası başlam ıştır İstanbu l 'da. Bu nedenle, "Hükümet, Şey/ı Melınıed-i Lalezarf'yi serşükiıfeci (çiçekci haşı) tayin ederek, halıçe/erdeki re esnaftaki hütün !ale/erin cins ve miktarlannı deftere geçirimiş ve !ale karaborsası yapaniann da yakalanarak sürgün edilmesi lıakkmdaferman çıkartnııştır. " (Ahmet Refik Altınay, Ul.le Devri, Milli Eğitim B asımevi, Ankara l 973 ,s .39-40-4 l )
"istanbul' unfl'tlıinden heri Türklerce gezinti yeri olarak kullam/an" , üzerinde "Bizans!tlardan kalma hir ka,�ıt yapınıyeri bulunduğu " için Osmanlıların Kağıthane dediği semt de, l 722'den itibaren birden değişerek, lale bahçeleri ve "Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 'nin Paris ' ten getirdiği projelere göre yapılmış" köşklerle kasırlarla dolup, artık "yüksek tabaka ile yabancı ülke temsilcilerinin vazgeçilmez eğlence yeri" haline dönmüştür.
Ahmet Refik Bey ' in verdiği bilgilere göre, "Fransa ' daki Versait/es saraylannın ufak hirer numunesi olan" bu köşk ve kasrlardan bazılarının "planlannı da, Paris'ten, Fransız Sefareli tercünıanı Mösyö Lönuı-ar getirmiş" tir. Artık İstanbu l ' a, "Avrupa' dan , Asya · dan birçok mi mar gelmekte, gôlı Versay, gôlı isfa han mimari tar:ında" binalar yapı lmaktadır. İstanbu l 'daki bu yeni B atı l ı yaşamın ünü , kısa sürede yurt dışına da taşmışt ır. Avrupa 'nın önemli merkezlerinde bu ya�am , bu yeni dünya konuşu lmakta olsa gerek ki, "Felcnıenk ef�·iferinden hiri nıairetinde
1 36
(yanında görevli olarak) Van Mour adında hir ressanu da istembul' a getirmiş ' ' tir. I I I . Ahmed ile S araydan başka kişilerin de resimler ini yapan "Van Mour, istanlml'da tanı otu::: yıl yaşımış ı ·c h urada, istanbul' da ölmüş" tür
Kuşkusuz, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 'nin Sefaretnanıc'si ile Batıya açtığı bu pencereden giren yenilik, salt Sa ' dôhôt' la da sınırlı kalmamıştır elbette.
Örneğin, Prof. Berkes ' in verdiği bilgilere göre, hemen hemen aynı günlerde, Katoliklikten ayrılıp Protestan oldukları için XIV. Louis ' nin şerrioden kaçarak Osmanlılara sığınan Huguenot' lardan De Rochefort adında bir subay da, Saraya "B ah-ı Ali Hizmetinde hir Fen Kilası Kurulması Üzerine Tasan " başlıklı bir proje sunarak, Avrupa yöntemleriyle subay yetiştirecek, yeni bir askeri birlik kurmayı önermiştir. B ir B atıl ı (kefere) tarafından yapılmış ilk öneri olan bu projeyi de, Osmanlı yöneticileri 1 7 1 8 yı l ında gündeme alarak Divan 'da görüşmüşlerdir. (a.g .e . , s .49)
Bu tarihlerde Osmanlı S arayına girerek etkili olmayı başarmış bir başka Avrupalı kişi de, bilindiği gibi ihrahim Müteferrika' dır.
Ama ne yazık ki, günümüze gerçek adı ve ailesi ile i lgili herhangi bir bilgi u laşmamıştır. Türkiye 'ye gelişi konusundaki varsayımlar da çeşitlidir. Örneğin tarihçiterimizin büyük çoğunluğu 1 67 4 ' de Macaristan' da fakir bir ailenin çocuğu olarak doğduğu, Kalvinis t mezhebine bağlı bir rahip okulunda öğrenciyken 1 692 veya 1 693 'de bir savaşta Osmanlılara tutsak düştüğü ve getirilerek İstanbul ' da köle pazarında sa tıldığı, kölelikten kurtulmak için de daha sonra Müslümanlığı kabul edip İbrahim adını aldığı kanısında oldukları halde, Prof. Niyazi B erkes tam karş ıtını, İbrahim Müteferrika'nın K alvinist değil Vnitarisi olduğu, Osmanlı ülkesine de tutsak edilerek değil, K atoliklerin şerrinden kaçarak gelip sığındığı ve Müslümanlığa da kölelikten kurtulmak için değil , kendi di n anlayışına .'>'ak m hul d uğu için geçtiği görüşünü savunmaktadır. Bu nedenle de, Prof. Berkes ' e göre, ' 'ö:gı'in hir hi/im adamı olmasa hile , hem Batıdaki hem Do,�uda-
ı : n
ki hi/im alaniamu iyi tant_wm " ve yalnız matbaacı l ık değil , fizik, coğrafya. tarih, askerlik gibi alanlarda da birçok bilgiye sahip, üstelik Kato/ik kilisesinin hoRna:ltRtlla karşt ç tknuş ·'ayduı · · hir kişidir. Nitekim, İstanbul ' da, Hıristiyanl ığa kar�ı Müslümanlığı savımnan ' "Risale-i islam/ye" adında bir de kitap yazmı�tır.
Yani, hem Türkçeyi, hem İslamiyeti kısa sürede çok iyi öğrenmi�tir. Saraya müteferrika olarak girmeyi de, ku�kusuz bu sayede kazanmı� olsa gerektir.
Miiteferrika ' l ık, günümüze u la�abi lmi� belgelere göre, Osmanlı sarayında en azından II. Murad döneminden beri kullanılan, /wdemelik diye nitelenebilecek bir hizmeti görenlere verilen addır. B a�langıçta, genellikle dev�irme vezir çocuklarının atandığı, sarayda padi�ah, sadrazam, vezir, h aseki sultan vb. lerinin hizmetindeki bu müteferrikaların sayısı da, ilginçtir Kanuni'den sonra hizmet alanı geni�letilerek, öteki devlet görevleriyle birl ikte hızla çoğaltı lmı�tıır. Örneğin, Mehmet Zeki Pakalın ' ın bel iriemelerine göre, Kanuni dönemide 40 olan bu sayı, III . Murad ' dan itibaren hızla çoğalarak XVI.yy. sonunda 433 ' ü , XVII . yy. sonlarında da 63 1 'i bulmu�tur.
Ancak, padi�ah, sadrazam ve Sultanların hizmetindeki saray müteferrikalığı , her zaman ayrı bir öneme sahip olmu�tur kuşkusuz.
Nitekim, İbrahim Müteferrika da, tarihimiz açı sından son derece önemli iki raporunu Sultan 'a sunma olanağını bu ayrıcalıktan yararlanarak bulabilm i�tir mutlaka.
1 720' l i y ı l ların ba�ında sunduğu " Vesilet-iit Tthaa" adlı ilk raporu bil indiği gibi kitap basımı ile, Usul-ü! Hi k em [i Ni:am-t'il Ümem " ( Ulusların Düzenleri Üzerine Temel ilkeler) adlı ikinci raporu ise yönetim ve askerlikle ilgilidir.
"Vesilet-tit Tthaa" adlı raporunda, kitap basımının toplumsal yararlarını anlatarak, bu i�in İslam ülkelerinde halfi ba�lamamasını Avrupalı lara göre geri kalmalannın ba�lıca nedenlerinden b iri olarak göstermekte ve bir matbaa kurması için kendisine izin verilmesini istemektedir. Prof. Serke s ' in Selim Nii:lıer Ger-
çek 'ten aktarmak verdiği bilgi lere göre, ta 1 7 1 9 ' dan beri zaten matbaacı l ık konusunda birtakım denemeler yapmaktadır. İstanbul ' daki Musevi harf dökümcüleri, bası mcı ları ve dizgic ileriyle ilişki içindedir.
Ancak, Prof. Berkes her ne kadar, "Mathaamn açt!mastna ulenwmn karşt çtktt.�uw dair hiç hir kaytt yoktur" dese de, doğrusu istenilen izin Saray 'dan pek de kolay çıkmamış olsa gerektir galiba. Çünkü, Se1wr iski( in verdiği bilgilere göre, Sadrazam raporu okuyup beğendikten sonra, bir kez de padişaha sunmuş, ancak padi�ah da okuyup beğendiği halde, gene de izin verilmeden önce ulemadan bir fetva alınmasına gerek duyulmuştur. Bu amaçla da, İbrahim Müteferrika' dan yeniden dilekçe vermesi istenilmiş ve fetvadan sonra ancak hatt- ı hümayun çıkarılmıştır. (Server R. İskit, Türkiye · de Matbuat Rejimleri, İ stanbul 1 939)
Bilindiği gibi, İbrahim Müteferrika da , Yirmisekiz Çelebi Mehıned Efendi 'n in Paris ' ten yeni dönmüş oğlu Sait Efendi ile bilindiği gibi, İbrahim Müteferrika da, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 'nin Paris ' ten yeni döndüğü oğlu Sait Eendi ile birlikte bir matbaa kurmalarına izin için l 726 y ılında bir dilekçe vermiştir saraya.
Gerçekten de, Hıristiyan asıl l ı İbrahim Müteferrika' dan, fetvanın çıkmasını istiyorsa, kendisine derhal anadan babadan Müslüman bir Türk ortak bulması aba altından sopa gösterilerek istenilmiş gibidir sanki. Çünkü, Server İskit ' in de belirttiği gibi, Sait Çelebi matbaanın açı lmasından hemen sonra üst görevlere getirilmiş ve basım işleriyle hiç uğraşmamıştır neredeyse.
Gene, rapor ikinci kez dilekçe olarak sunulurken, ola ki Sadrazam Damat İbrahim Paşa 'n ın uyarısıyla, bu direnci kırabilmek için, çoğaltılarak ulemadan bazı kişelere de gönderilmiştir galiba. Çünkü Prof. Berkes de, -gerçi bu konuda herhangi bir açıklamada bulunmuyarsa da, Saraya ilk kez sunulacak bir raporun çoğaltılarak başka kişi lere de dağıtı labi leceği düşünülemeyeceğine göre . mutlaka di lekçe olarak yeniden veri lişi sı rasında"Ratwmn .1adm::amla birlikte )'e\'llı'ilislant re reis-til ulenw · w
da swıuldu,�wıu ·· yazmaktadır. Doğrusu, Prof. Berkes ' in 'jetmmn da,fermamn da kolayca
çıktı,� ı" yargısına katılabilmek de zor olsa gerektir bizce. Nitekim, Prof. Uzunçarşılı 'nın verdiği bilgilere göre Damat
İbrahim Paşa da, bu başvuruyu, önce ulemadan bir encümen kurarak inceletmek gereği duymuştur.
Zaten, Şeyhülislam da, " lügat, mantık, heyet, tarih, coj!,rafya, fen, edebiyat, tıp, felsefe" vb. gibi "din dışı kitap/ann basıtması " koşuluyla matbaa kurulmasına fetva verebilmiştir ancak. Kuran ' 1 11 , hadislerin, tefsirlerin, ketanı ve fıkıh i le ilg!li k�tapların basıtması kesinlikle yasaktır. Oysa, Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi 'yi de, Damat İbrahim Paşa daha sadrazam vekilliği sırasında bu göreve getirmiştir. Yani yakın çevresindendir ve yenilikçi, aydın biridir. Zaten Prof. Uzunçarşı lı da, "uyamk fikir/i hiri" diye tanımlamaktadır Şeyhülislamı ve "ulemamn muhtemel itirazlanm önleyehilmek için" böyle koşullu bir fetva verdiği görüşünde olduğunu belirtmektedir.
Hatta, bizce hiç kuşku yok ki, u lemanın tepkisini frenieyebilmek amacıyla, dönemin ünlü ulemasından dört eski kadıyı da matbaaya musahhih (düzeltmen) olarak atamışlardır, güya basılacak kitapların Arapça yazım kurallarına uygunluğunun sağlanması ıçın.
Gene ilginçtir, dilekçeyi l 726 y ılında verdikleri halde, ilk kitabı, bilindiği gibi tam üç yıl sonra, 1 7 29'da basabilmişlerdir ancak. Ne var ki, tarihçilerimiz, bu geeİkıneyi de genellikle matbaa araç ve gereçlerinin sağlanmasındaki güçlüğe yararak açıklamayı yeğlemektedirler her ne h ikmetse . . .
Vakanüvisler de, bir ulema tepkisinden kesinlikle söz etmeyip bu karara sadece hattat/ann (el yazısı ile kitap çoğaltanların) işsiz kalma korkusuyla karşı çıktıklarını yazmaktadırlar. Hatta Server İskit, yukarda adını andığımız kitabında, bu hattatların "kalem ve diı ·itlerini hir tahura koyarak sokaklarda gösteri yaptıklanm " bile öne sürmektedir.
Fakat hemen �unu belirtelim ki , bütün bunlara karşın, salt şu üç yıll ık gecikme bile, bizce, birtakım matbaa araç ve gereçleri-
1 40
nin sağlanmasındaki güçlüklerin değil , tam karşıtı , ulemanm bu fikre nasıl sert hir tepki gösterd(�inin yeterli kamtt sayılsa gerektir doğrusu . . .
İbrahim Müteferrika'nın aynı günlerde Padişaha sunduğu " Ustil-iil Hikem ft Ni:am-t'il Ümem" başlıklı ikinci raporda ise, yukarda da değinildiği gibi, Avrupa devletleri güçlenirken Osmanl ı devletinin niçin gerilediği konusu ele alınarak, yönetim ve askerlik hakkında yeni bilgiler aktarıl ıp, önerilerde bulunulmaktadır.
Önce Avrupa ü lkelerindeki ve Rusya'daki düzenle ilgili genel bi lgiler verilip, askerlik kurumları ve eğitim yöntemleri incelenmekte, coğrafyadaki yeni keşiflerle Avrupa ticaretinin nasıl h ızla geliştiği ve genişlediğ i, Amerika kıtasının bulunmasının bu açıdan önemi anlatılmaktadır. Ardından, fizik, astronomi, coğrafya vb. bilgilerin devlet yönetimi açısından önemi, Osmalı ların ve İslam dünyasının bu bilgilerden uzak kalmalarının ne gibi tehlikeli sonuçlara neden olacağı ayrıntılı olarak verilmektedir. Son bölümde de, Avrupa'daki yeni askerlik anlayışı , taktikler, stratejiler, savaş teknolojisi , yeni silahlar hakkında bilgiler verilerek, artık gerek savaş teknolojisi , gerekse savaşma düzeni açısından çağdış ı bir duruma düşmüş olan Osmanl ı ordusunun da yeniden yapılandırılmasıyla ilgili önerilerde bulunulmaktadır.
İbrahim Müteferrika, Prof. Berkes 'in de belirttiği gibi, gerçekten de Osmanl ılar için yol gösterici nitelikte, değerli biridir. "Osmanlt tarihi çerçevesi içinde, her yam ile ça,�daş Batmtn en ilerici yönlerini temsil etmektedir. Avrupa ' daki askeri, siyasal ve hi/imse! ilerlemelerden oldı(�U gihi, Rusya ' daki en son gelişmelerden de haherlidir. "
Gene Prof. Herkes'ten öğrendiğimize göre, İbrahim Müteferrika, bu raporunda, Osmanlı (Türk) tarihinde ilk olarak monarşi, aristokrasi, demokrasi, laisi:m ve şeriat gibi kavramlardan söz etmekte, ordunun yeniden düzenlenmesiyle ilgili önerilerde bulunurken de, Sultan I I I . Selim ' den neredeyse üç çeyrek yüzyıl önce "Ni:am- t Ceclit" deyimini kullanmaktadır.
1 4 1
Ola ki, Rochefort "un "Bah-ı Ali Hizmetinde Bir Fen Kıtası Kurulnwsı Üzerine Tasan " adlı raporundan sonra İbrahim Müteferrika da aynı doğrultuda bir ba�ka rapor daha sununca, gene Prof. B erkes ' ten öğrendiğimize göre, gerçekten ele I 730' )ara doğru "Bostann ocağından seçilmiş 300 ge1ıce Haydwpaşa salırasında Al 'rıtpa u.wliiyle askeri e,�itim ı·erilmeye başlanmıştır" kuşkusuz yeni bir askeri birlik oluşturmak amacıyla. (Age,s. 65)
Bi l indiği gibi, sarayların hem mulıaji::: kaulan olan, hem ele her türlü hizmeti(1jgören, su.ltanların en saciı!ç.)q,ılları hqstqn� · ı lar, devşirildikten soııra acemi oğlanlar .ocağı.ud.ı eğüilmiş Hı� ristiyan çocukları arasından seçilmektedirler . . Her sarayın ayrı bir bostancı ocağı vardİr. Bostancılar, ayrıca İ stanbul 'un saray çevrelerinin asayişinden de sorumludurlar. Sarayların bahçe ve bostan iş leriyle de uğraştıklarından, ta ilk günden beri onlara hostanu deni lmiştir. Yeniçeri Ocağı 'nın kaldırı lmasıyla bostancı ocaklarına da son verilmiş ve sarayın korunması için ocağın gençlerinden bir 11i:::amiye taburu oluşturulmuştur XIX.yy. baş-larında.
. , . · · ·
Yani, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, daha sadrazaml ığınlll i lk günlerinden i t ibaren, devlet olanaklarını da kullanarak, Batıl ı yaşam biçiminin ü lkeye girmesine ve yaygınlaştırılmasına büyük çaba harcarken, öte yandan da Yeniçeri Ocağı 'nı n tekrar eski güneüne kavuşturulınasına çalışmak şöyle dursun, yeni bir ordu kurulması konusunda ilk kez somut girişimlerde bu lunmaya başlamıştır, görüldüğü gibi . Bu nedenle ulema, bu gelişmelerden mutlaka çok rahatsızdır. Ayrıca, matbaanın kuru lmasını engelleyemedikleri için de zaten rahatsız o lsalar gerektir.
Nitekim, 1 730 y ı l ı Temmuz ayında İranlılar anlaşmayı bozup, Hamedan ' ı ve Tebriz ' i geri alınca, ulemanın beklediği fırsat kendil iğinden doğmuştur. Örneğin, istanlml Kadısı Ziilali Hasan Efendi, Ayasofra mi:::i ispirzade Ahmed Efendi. öteki vaizler, artık sabah akşam cami lerde, bütün bunların ba�ımıza yöneticilerimizin İs lami ya�amı bırakıp, Jale bahçelerinele içki içip �arkı söyleyerek eğlenceye dalmaları yüzünden geldiğini anlata-
1 42
rak Sadrazama kar�ı halkı kı�kırtmaya ba�lamı�lardır hemen. Ortamı olu�turunca, zaten denetimlerindeki yeniçeri lerden bir grupla sadrazarul a sultanın kellesini uçurtup, yönetimi gene bütünüyle ele alacaklardır.
Yeniçeri Ocağı artık gerçekten de u lemanın el inde tam anlamıyla kar�ılarındakileri korkutup sindirerek istediklerini yaptırmakla kullandıkları bir öcü güç haline dü�müş olsa gerek ki , örneğin vakanüvislerin yazdığına göre, Sadrazam Bahir Mustafa Pa�a da, 1 7 52 'de, birtakım dolaplar çev i ren harem ağasının görevden alındığını, ancak öldürtülmeyip sürgüne gönderdeceğini öğrenince, hemen ko�up Sultan I . Mahmut ' u "Aman su/tanım, e,�er a,�anın haşı hu sahah saray kapısına getirilme:::.se, alimallah kul (yeniçeri/er) çoriHt içme::, hilesi:: 1 " diye korkutarak, ağanın ba�ının vurdurtu lmasını sağlamı�tır. (Osmanlı Tarihi, c-4, KI , s. 334, dipnotu)
Sadrazam Damat İbrahim Paşa da, bu gerçeği b i ldiği için, tek çözüm olarak Padi�ahın hemen Yeniçeri Ocağı 'nın başına geçerek İran ' a sefere çıkmasını görmüş ve bir oldubitliye getirmeye çalı�ırını� gibi sanki, elerhal hazırlıklara başlamı�tır. Ordunun konaklayacağı yerlere, sınır boylarındaki kale komutaniıkiarına haberciler çıkarı l ıp , fermanlar gönderilmiş ve Padi�ahın ordunun başına geçip ağustos ayında sefere çıkacağı duyurulmuştur.
Temmuz ayında, gerçekten de sefer hazırlıklarına başlanılmı�. bütün kapıkulu ocakları Üsküdar 'a geçiri l ip, ota,�-/ hiimayun kurulmuş, padişah 111,�/an çıkarı lmıştır.
Ne v ar ki, ordunun Üsküdar ' da kendis ini beklediğini haber verıneye gelen S adrazam 'a , "Hayır. Slfere çıkmaktan va:::. geçtim. demi�tir Sultan. Sadrazam, vezirler, yeniçeri ağaları, saray ileri gelenleri yalvar yakar olmuşlar, yoksa yeniçeriler ayaklanır diye korkutınağa çalı�mı� lar ve sanırız gerçekten de Çetin Altan ' ın 'Tarihte kimsenin aklına gelmemiş hir iş yapıldı . Samşa gitmeden , samşa çıkılıyormuş gihi gôrkemli hir tiyatro ha::ırlandı (Sabah gazetesi, 17 Ağustos 1 997 ) diye nitelemesi gibi, Sultanı hiç olmazsa bir oyun oynamaya, sefere çıkacakmı� gibi Üski.idar · a geçmeye razı cdebilmi�lerdir galiba ancak.
\ 4 .1
C,'linki i , tarihçi Ahmet Refik Altınay da, olay ı , b ir operet sahnes ini anlatır gibi anlatınaktadır; "Ü{·üncii Alı med' in, a,�ustosun ilk giinlerine do,�ru, parlak bir alayla Üsküdar 'a geçişi pek nwlıteşem re pek aldatıCI idi. Sultan , önce saltanat kadırgasıyla Bo,�a:a do,�ru açıldı . Biitiin donanmanm Üskiidar salıi/ini dolaştı,�/ görüldii . Bu geçit resmi tam dört saat siirdii . Üskiidar 'da da, alıaliyi kandırmak için her tiirlii redbire baş vuruldu. Üçı'incı'i Ahmed, önünde tu,�! ar {·ekiliyor, uzun sorguçlu peyk/erin siis W' bezekieri ortasmda, at ü:erinde gidiyordu . Arkada, saraym ileri gelen erkôm, Padişalım kıymetli taşlarla siislii kılıcım, yedek san�111 1 , aptesr ibr(�ini taşıyordu. Halkta, harp i/am hissi uyandırmak için . lıer türiii vasıra/ara müracaat ediliyordu. Sa-raym ince ve kadmlaşmış erkôm . . . Zırlılara biirünmiiş, m(iiferler giymiş Ak A,�alar, Harem A,�alan . . . Sonra Şeylıiilislam, ı'ilema ve devlet erkôm . . . A laya en ::i_vade revnak veren . iç o,�lanlanydı . Zırlılar ii::erine ipek/i sargı lar sarmış/ar; omıdanna altmlar, seclej7er ve incilerle siislii silalılar asmışlar; kadife/i ve sırmalı okdanlıklanna, valddı ok/ar do/durmuşlardı . A lay, bütün parlaklı,� ı , olanca debdebesiyle Üsküdar'dan geçti. Fakat, Kadıköy' e gelir gelmez, birden da,�ılıverdi. Devlet erkôm , civardaki saray/ara, Bo,�aziçindeki yalı/anna gittiler. Askerin bir kısmı şehre döndii . Biitı'in bu alay, halkı aldatmak için bir tiyatro salınesi tesirini verdi. diye y azmaktadır. ( Ahmet Refik Altınay, Liile Devri , Milli Eğitim Basımevi , Ankara 1 973 , s. 1 03- 1 04)
Bu maskaralıktan kısa bir süre sonra, 2 8 Eylü l 1 730'da da, ulema, gerçekten Yeniçeri Ocağı 'ndan bir avuç serseriyi ayaklandırmayı başarmıştır hemen.
Ahmet Refik de, "Aiıalinin birinci tabakasım , hoca sınifı teşkil ediyordu . Bu smif manevi silalılarla, Yeniçeriler de maddi silalı/ariyle alıali kütlesi ve Saray erkôm fizerinde nüfuz icra etmişlerdi . ' ' diyerek bu gerçeği belirtmektedir. (Age, s. 1 l O)
Güya Yeniçeri Ocağı 'nın 1 7 . bölüğünden, ama aynı zamanda da kahveci, bakka l , manav, tellak, tellal , kayıkçı esnafı, sözcüğün tam anlamıyla gerçekten de bir avuç serseri , 28 Eylül perşembe günü sabahı . tarihçilerio de açık açık yazdığı gibi uleına-
1 44
nın yönlendirmesiyle, Çarşı telialı Anıal 'lrt Patrona Halil. Ma!ıa ı · Muslu , Kall1'eci A li , Oduncu Ahmet' in öncülüğünde, el lerinde yalın kıl ıç, bayrak açıp, "Şer ilc davamı::: vardır. Ümmet-i Muhammed'den olanlar dükkanlann ı kapayıp hayra,�ımmn alti/Ja gelsinler! · · diye bağıra bağıra çarşı pazar dolaşarak, arkalarma bir avuç da çapulcu toplayıp bağıra bağıra çarşı pazar dolaşarak, ar kalarına bir avuç da çapulcu toplayıp, B ayezid Camii ' inin önünde toplanmışlar ve "Şeriat isteri::.! . . . diye ayaklanmışlardır.
Bu baldırıçıplak ların Saray önündeki yaygarasından ürken Sultan III . Ahmed de, belki tahtımı kurtarırım umuduyla, güya çok sevdiği damadı Sadrazam İbrahim Paşa ile birlikte, İbrahim Paşa'nın damadları Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa 'y ı ve Sadrazam yardımcıs ı ( Kethüda) Mehmed Paşa 'y ı boğdurtup, cesetlerini bir öküz arabasıyla göndererek önlerine attırmıştır ertesi sabah. Bu olay karşısında kan kokusu almış kurt sürüsüne dönen çapulcular da, İbrahim Paşa ' nın cesedini bir atın kuyruğuna bağlayarak yollarda sürükleyip parça parça etmişlerdir. Eski Haleh kadısı Şakir Bey, para vererek gizlice top/atabildiği parça/an, gene geceleyin gizlice Şelı::.adehaşı ' ndaki çeşmenin yanma gömdürmüştür
Ulema-Yeniçeri işbirliğine Karşı Yeni Cephe: Batılılaşma (Askeri Okullar ve Münevver)
Patrona Halil ayaklanması , kuşkusuz yalnız Sadrazam İbrahim Paşa'nın cesedinin parça parça edilmesiyle de sınırlı kalmamıştır, bilindiği gibi.
Bu çapulcuları ay aklandıran elebaşı ulema Ayasofya vaizi İspirzade Ahmed Efendi 'nin, küstah bir dille, yüzüne karşı , "Padişalıım, si::. saltanattan çekilmedikçe hu kıyanıın da,�ılması nıulıaldir (olanaksızdır) . " demesi üzerine, Sultan III. Ahmed de hemen o gün saltanatauan çaki lmi�tir. canına dokunu lmamasını dileyerek.
İlginçtir, darbe henüz sonuçlanmamış . çapu lcular Sarayın
1 -l:'i
önünde hala "Şeriat isteri::. -' " diye bağındarken daha, u lema iktidara bir an önce el koyabi lmek için atamalara başlamı � ve Dimne meşreh (deli) ihmhim Efendi adında bir medrese hocasını İstanbul kad ı l ığına, ayaklanmayı planlayan ulemanın elebaşılarından İstanbul kadısı Zii/a/1 Hasan Efendi ' yi Anadolu Kazaskerl iğine, Mir::.a::.ade Şeyh Mchmecl Efendi ' y i , sürgüne gönderdikleri Yeni�ehirli Abdullah efendi'nin yerine şeyhülislamlığa getirmişlerdir bir oldubittiyle.
İstanbu l ' un yeni kadısı Dinme nıeşreh ihrahim Efendi ' n in yaptığı i lk iş de, S adabad' daki, Kağıthane ve Alibey derelerinin iki yanına yapılmı� konak ve kasrların yakılması için çevresindeki mollaları kışkırtmak olmuştur.
Sultan I. Mahmud 'un "Htristiyan alemine karşt re::.il oluru::." gerekçesiyle yakı l masına izin vermeyip tel lal çıkararak, "Sadôhôd' da köşkii olanlar hi Isi n/er ve de bugünden hem üç gün içi nde köşklerini kendileri sökiip , ytkstnlar! " diye bağırtması üzerine de, bu kez çapulcu takımı köşk sahiplerinden daha önce davranarak, yüzeliiyi aşkın konak ve köşkü bir anda yerle bir ederek yağmalamışlar, yetişmiş ağaçları bile köklerinden sökerek bütün bahçeleri tarumar etmişlerdir. S anki, darbenin asıl amacı da budur. İs lami yaşam biçimiyle hiç uyuşmayan bu yeni yaşam biçimini , gelişip yaygınlaşmasına fırsat vermeden ortadan kaldırmaktır.
Çünkü ilginçtir, Sultan III . Ahmed'in belki tahtıını kurtarır ım düşüncesiyle S adrazam İbrahim Paş a'y ı ve iki damadını boğdurup çapulcuların önüne altırmasının dışında, ba�ka bir cinayet de i�lenmenıi�t ir bu ayaklanmada. Eski yöneticileri birtakım adalara sürgün etmekle yetinmhtir ulema. Sanki gerçekten de, asıl hedef Sadabad, dolayıs ıy la B at ı l ı Yaşam biçimidir.
Nitekim, Ahmet Refik de, bu olayı anlatırken, "O giin istcm/J/1/' da Bart sana tt ad ma yapti an hiitiin hi na/ar �·at tr çattr ytktlmaya, H Ilardan he ri ya[;ma ı ·c ganimetten yoksun kalanlar tarafindan kuru tahta/au hile kap tşt lmaya haşlandt llocalaun Bart u rgarlt,�uıa karşt /J/1 diişmmıiiklamtdan Padişah hile korktu diye yazmaı...ı aclır. (Age. 1 65 )
ı .:ıf,
Demek toplumsal ya�amda herhangi bir etkisi henüz söz konusu dahi değil ki, Batı adına ne varsa. her �eyin yerle bir edildiği o gün İbrahim Mütefrrika 'nın basımevi akla bile gelmemiştir galiba. Ayrıca, bir kö�eye sıkışmı� küçük bir atölye olsa gerek ki, Patrona Halil ayaklanmasına kadar geçen iki yıl içinde de ancak 6 kitapçık basılabilmi�tir zaten.
Özetlersek, ta 1 5 8 2 yıl ında, I I I . Murad' ın sevgil i oğlu Şehzade Mehmed (Sultan I I I . Mehmed) için tam 50 yük gümüş akçe harcatarak yaptırdığı , Osmanlı tarihinde o güne dek bir eşi daha görülmemiş, iki ay süren sünnet düğününde, konuğu yabancı hükümdarları İstanbul ' da iyi ağırladıkları için, "Ne dilerseniz dileyin benden -' " demesini fırsat bilip, devşirme Hıristiyan çocuklarının yanı sıra artık Müslüman çocuklarının da alınmasını sağlayarak Kapıkulu ocaklarının yozlaştırılmasını ustaca baş latıp, XVII . yy. ortalarında da çocuk sul tan Avcı IV Mehmed döneminde önce devi�rme usulünü toptan kaldırtıp, ardından 1 665 'te de Acemi Oğlanlar Ocağı ile Enderun Okulu 'nu toptan kapattırarak Yeniçeri Ocağı ' nı kökten bir yapısal değişime uğratıp tam anlamıyla kontrol altına almayı baş;muı ulema, XVII I .yy. daha başında, bu kez hiç beklemedikleri yeni bir düşmanla karşıla�mışlardır, görüldüğü gibi. Enderun okulundan yetişmiş rakiplerden artık kurtulduk diye sevinirlerken, bu kez de karşıianna Katalik kilisesinin bağnazlığından (şerrinden) kaçıp , Osmanlıya sığınmış Batılı aydınlar çıkmıştır birden.
Fakat ilginçtir, Prof. Berke s ' in sözünü ettiği, bu yeni akımın öncüleri sayabileceğimiz, X IV Louis " n in 1 71 5 M artmda Protestan! ı,�/ Fransa ' da kesinlikle \ 'a.mklaması ii zerine ii/k e dışına kaçan Hugueno( /ardan hir kısmının da Osmanlı ülkesine sı,�uıdı'�mclan ve De Roclufort adında bir Huguenot subayının Su ltana sunduğu "Bah-ı Ali lli:metinde hir Fen Kıtası kurulması Ü:erine Tasarı " adlı rapordan. ola ki herhangi bir yankı uyandırınadığı için, o tarihte tutu lmu� vekayınamelerde de hiç bahsedilmemektedir.
Nitek im. Dr. Adnan Adıvar da "Osmanlı Tiirklerinde ilim" adlı kitabında. Hamnıcr" iıı dalayl ı bir biçimde sözüııii e t t i ğ i n i
1 -l i
belirttiği bu De Roclıef'ort için, "Bu :::at111 kim oldu,�111111 tespit etnu',�l' nıul 'llf/(tk olamadtm , ansiklopedilerde, terceme-i lıal kitaplannda hu ismc re hu tarihe uygun ı ·e tamnnuş hir isim yoktur " demektedir.
Ancak, yukarda andığımız "Lôle Derri" adlı kitabında, "isyana Yeniçeri/erin de iştirak etmeleri için mı"ilıim sebepler yok de,�ildi. ihrahim Paşa Ni:am-1 Cedid askeri yetiştirmeye haşlanuştt . (s. I I 5 ) derken, bir dipnotla da, tam o tarihlerde, l 7 l 6-1 7 l 9 y ı lları arasında İstanbul 'da bulunmuş Fransız B üyükelçisi Marquis de Bonnac' ın "Sefaretname"adlı anılarını kaynak olarak göstermesine bakılırsa, Ahmet Refik ' in de De Roclıefort ' a b i r göndermede bulunduğundan kuşku duyutınasa gerektir galiba.
Üstel ik, Huguenor' ların Osmanlı ü lkesine gelip sığınmaları daha sonraki y ı l larda da sürmüştür. Örneğin, l 729'da Avusturyalıların elinden kurtulur kurtutmaz öcünü almak için OsmanhIara sığınan Kont Bonnel'(l/ da Huguenot ' larla yakından ilgilenmiştir, Prof. Berkes ' in belirlemelerine göre. "Büyük hir ol astitkIa kendisi de Fransa 'dan kaçmtş hir Huguenot olan Sicilya devletinin istanbul temsilcisi Clıenier ' in 1 745'te Amsturya elçisine gönderdi,�i hir raporda, Kont Bonneval' tn, Roclıefort' un 2 7 yt! önce ya::dtğt hu raporun içeriğini aynntt!anna vanncaya dek hildi,�i helirtilmektedir. " Hammer de, zaten bu raporu kaynak olarak kullanmaktadır. I 762' de İstanbul 'da doğmuş ünlü Fransız şair An(/t·e C lıenier de, gene büyük bir olasılıkla, bu Chenier 'nin tarunu veya yeğeni bir Huguenot olsa gerektir. ( Age, s . 552)
Tarihimize Humharact Alımed Paşa adıyla geçmiş olan Kont Bonneml, XIV. Louis döneminde Fransız ordusunda subay iken, I 706 'da, 3 I yaşında ülkesinden kaçmak zorunda kalmış ve Avusturya 'ya sığınınıştır.
Avusturya ordusunun Fransa ve Osmanlılarla yaptığı savaşlarda birçok önemli başarı da kazanmış olmasına karşın, tam 22 yıl sonra Prens Öjen ile arası açı l ınca bu kez de Avustury a 'dan ayrılmak zorunda kalmış ve I 729 "da, 54 yaşınc!ayken, Avustur-
ı ..ıs
yalı lara karşı savaşıp ii, ı ı ı ı ü alabilmek için \1üs lümanlığı kabul edip, adının değiştiril l l lcs ine h ı le razı olmu�ıur.
Ne var ki, tam İstanbul ' a !-'e lece� ı günlerde ulemanın gemi iyice azıya almış olması ve ard ı ı ı d : ı ıı Patrona Halil olayının patlak vermesi yüzünden, bir süre dL' Gü m ülcine' de kalmasına gerek duyulmuş ve ancak bir y ı l sona, Patrona Hal i l ' le arkadaşları bütünüyle temizlenip düzen yeniden sağlanınca, yeni bir HumharaCI OcaRı kurma görevi yle, kendisine heylerheyi sanı verilerek İstanbul ' a çağrılmıştır.
Nitekim, Prof. Berkes de, Bostancı Ocağı 'ndan seçilmiş 300 gence Haydarpaşa sahrasında Avrupa usulü askerlik eğitimi verilmeye başlanılmasının Yeniçerilerin kışkırtı lmasında önemli bir rol oynadığı kanısında olduğunu belirterek, "Bu a_vaklanma üzerine talimlere de derhal son verilmiştir. " diye yazmaktadır. (Age, s. 66) Yani, gelmeden önce adını değiştirip Müslümanlığa da geçmiş olsa, o günlerde, bir Hıristiyan ülke ordusunda yetişmiş eski bir generalin S aray ' a çağrılmasının ne gibi olaylara yol açacağını kestirmek, öyle pek de zor olmasa gerektir doğrusu.
Kont B onneval ' in, veya Müslüman adıyla Humbaracı Ahmed Paşa' nın, İstanbul 'a yeni bir askeri birlik oluşturmak üzere, özel bir anlaşmayla çağrıldığı da kuşkusuz olsa gerek ki, daha gelirken yanında Bosnalılardan seçtiği bir grup humbaracı askeri de getirmiştir, kimi tarihçilerin belirttiklerine göre. Ola ki, bu gizli anlaşmayı da I 729- 1 73 1 y ı l ların arasında Bosna ve Rumeli valisi olan Topa/ Osman Paşa yapmıştır ve 1 73 1 yılı Eylülünde Sadrazamlığa atandığında onları da beraberinde İstanbul ' a getirmiştir, Sultanın olurunu alıp. "Bu iş için, kendisi gihi Müsliimani!Ra geçmiş üç Fransı::. suhayı ile Fransı: hükümeti tarafmdan gönderilen iki topçu subayını da )'anuıa ı·ermiştir. " (Berkes, age,s.66)
İlginçtir, Patrona Halil olayıyla Yeniçeri Ocağı 'nın artık ulemanın elinde tam anlamıyla bir taşeron kuruluş haline döndüğünün farkına varan Saray (Sultan ! .Mahmud), bir yandan Osmanlıya sığınmış yabancı subaylardan da yararlanarak kapıkul larına seçenek olu �turacak yeni bir orduyu tez elden kurabi lmek için
1 49
çırpınırken, Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ·nın verdiği bilgiye göre. (c.4,k. I . s .325) , öte yandan da ordunun segban ve sİpahiler bölümünü yeniden düzenleyerek eski gücüne kavuşturabi lmenin yollarını aramaya başlamışlar ve 1732 y ı l ı ba�larında tiınar sistemiyle ilgili yeni bir ferman da çıkarmışlardır. Ancak ne yazık ki , tarihçilerimiz. bu ferman la getirilmek istenilen yenilikler hakkında fazla da bir bilgi vermemektedirler.
Görüldüğü gibi , Kont Bonneml, Osmanl ılar tarafından özel olarak İstanbul 'a çağrılan ve Saraya alınarak orduda görevlendirilen ilk Avrupalı keferedir galiba.
Üstelik gerçekten de, gelir gelmez hemen eğitime başlamış ve üç yıl gibi kısa bir süre içinde Üsküdar 'da. Ayazma Sarayı "nda her biri yüz er i le 22 subay ve erba� olmak üzere I 22 kişiden oluşan 3 bölükli.i yeni bir topçu (humbaracı ) birliği kurmayı başarmıştır.
Ancak, K ont Bonneral' ın Humbaracı Ahmed Paşa adıyla Osmanlılara yaptl'ğ ı hizmet, gördüğümüz kadarıyla Avrupa usulüne göre eğitilmiş yeni bir HumharaCI Oca,�t oluşturmakla da kalmamıştır yalnız.
"Bosna' dan getirdiği humharact!arla birlikte Bostann Oca.� t ' ndan seçti,�i askerleri eğitirek yeni hir HumharaCI kttast oluşturur re 1 733 .n/mda Üskiidar' da yeni hir humharaCI ktşlası yaptmrken ,fen re tatbikat okulunu da açmışttr . . , (Prof. Berkes, a .g .e . , s. 67)
Bi l indiği gibi , Yeniçeri Ocaklarına asker ve subay yetiştiren tek okul Acemi Oğlanlar Ocağı i le Enderun 'un daha I 600' lü yılların ortalarında, çocuk sultan IV. Mehmed döneminde, u lemanın kı�kırtması ve çevirdiği dolaplar yüzünden kapıtlmasıyla Osmanlı ordusu da çaresiz bütünüyle alaylı yöneticilere kalmış olsa gerektir giderek.
Bu nedenle bizce de hiç kuşku yok k i , K ont Bonnemf ' ın Osmanlı lara yaptığı en büyük hizmet, bu gerçeğin farkına varıp. İmparatorluğun içi nde bulunduğu soruların artık Avrupadan sağlanacak birkaç subayla kapıkulu ocaklarında bazı yenilikler yajKtrak değil . ancak askeri oku l lar aç ıp . h ula yeti�ı irilecek subay-
l "'i ( )
larla yepyeni bir ordu kurarak a�ı labileceği gerçeğine Sarayı da inandırmı� olmasıdır.
Gerçi , tarihçi lerio verdiği bilgi lere göre, bu okulun ömrü galiba pek de uzun sürmem iştir. Çünkü. Mora' l ı TopaJ Osman Pa�a 'dml sonra sadrazamlığa getirilen, aşk uğruna İstanbu l ' a gelmiş Venedik" l i bir daktorun oğlu Hekimoğlu Ali Paşa döneminde ele Saraydan gerekli desteği görmüş olmasına karşın, Kont Bonncval I 736 ' lardan itibaren gözden dü�müş, hatta Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa tarafından I 738 'de Kastamonu 'ya sürgün bile ecl i lmi�tir.
Nitekim, Prof. Uzunçarşı l ı da bu konuda; " ' U:ak görür bir h iikiimdar olan 1 Mahmud, sal 'aşlardaki haşansı:lıRın nedenini anlayarak. Al 'ntfW ordulan tarzmda bir ordu kurulmasuıa kesinlikle :orunluluk bulwıduRWW karar l 'erip. işe önce humharacı outRının kurulması ile başlamış ise de . isyandan (ulemanın gene ayaklanmasmdan) korktı(�U için asıl iyileştirilmesi gereken kapıkulu ocak/anna ı·e ö:ellikle de yeniçeri ocaRına dokunamamıştu: " (a.g.e . , c-4, k- I , s . 325) diye yazmaktadır.
Fakat, I. Mahmud'un ardından tahta çıkan Sultan III . Osman döneminde, hiç beklen ilmedik ilginç bir gelişme daha olmuş, Katal ik kilisesinin şerrioden kaçıp Osmanlıya sığınan keferelerden sonra, bu kez de Fransa hükümeti Osmanlı ordusuyla yakından ilgilenmeye başlamıştır. Rusların Osmanlıyı yenip Karadeniz'e egemen olmaları Fransa'nın çıkarlarına ters düşmektedir. Bu nedenle, böyle bir olasıl ığa kar�ı en ciddi önlem olarak Osmanlı ordusunun güçlendirilmesine karar verilmiş ve bu amaçla da, İstanbul elçisi, Fransa kralı XV. Louis adına Osmanlı yöneticileriyle bir ön görüşme yapmak üzere görevlendiri lmiştir. Ancak, böyle bir yardımın Osmanl ılarca onur sorunu yapılıp şiddetle reddedileceği anlaşıl ınca da, bu kez ordu hakkında bilgi toplamak üzere Baron ele Toff adında bir asker özel o larak İs tanbul 'a gönderi lemişt ir.
Örneğin, Prof. U :wıçarşılı da, her he kadar metnin iç inde " " :aten nicedir i.1 tanhul' da , elcilikte göreı·!i olarak bulunan . hem askn hem diplonıat Bamn de Tott' un . Osmanlı ordusu hakA uıda bilgi totılanwkla giircl 'lendirild(�i" ni öne s [i rmcktc ise
i .'i ı
de, aynı metnin altın da verdiği bir dipnotunda, "Simsal nedenlerle Fransa 'ya sı,�ınarak Fransı: ordusunda görer almış sol'lu bir Macar subayımn o,�lu olarak Fransa 'da do,�an Bamn de Tott'un , Fransa kralı XV Louis' nin buyn1_�uyla, \'eni atanan el�·i Vergennes ile birlikte, 1 755 yılında, Osmanlı ordusu hakkında bilgi toplamakla göredendiri/erek ö:el olarak gönderildi_�ini" yazmaktadır. (Osmanlı Tarihi , c-4, k- 1 , s . 4 79 dipnot ve 480)
Ne ki, Pmf Mı'imta: Tur/1(111 da, sö: konusu yıllarda Fransa' mn Osmanlı slfiri olan de Vergennes' nin de damadı, Macar soylulanndan Bamn de Tott adındaki bu zat Türkç-e ö,�renmek maksadiyle istanbul' a gelmiştir diyerek, Baron ' un zaten nicedir İstanbul ' da bulunduğu görüşünü dalay l ı bir biçimde de olsa savunmuyor değildir doğrusu. (Prof. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, Devlet Kitapları, İstanbul 1 969. s. 202)
Ancak, i ster görevli olarak gönderilsin, ister dil öğrenmek amacıyla gelmiş olsun, gene Prof. Uzunçarşı lı 'nın aynı dipnotunda verdiği bilgiye göre, B aron de Tott İs tanbul ' da 1767 ' ye kadar tam on küsur yı l kalmıştır. 1 767 ' de de, Fransa 'ya geri çağırlmamış, Kırım 'a gönderilmiştir bu kez de.
Bi l indiği gibi, Bamn de Tott 'un da anılarında "asabi, :ayıf karakterli, son derece meraklı , kuşkucu" biri olarak tanımladığı III. Osman ' ın saltanatı uzun sürmemiş, 17 56 yı l ında ölünce, yerine III . Mustafa tahta çıkmıştır. Aynı y ıl , Fransa ile Avusturya 'nın bir antlaşma imzalaması üzerine S aksonya 'ya saldırarak yedi y ı l sürecek bir savaşı başlatmış o lan Prusya kralı II. Friedrich, Rusya'nın da savaşa katı lmasıyla iyice zor duruma düşünce, Osmanl ı ların da Avusturya ve Rusya'ya karşı savaşa katılmalarını sağlayabilmek için bir antlaşma yapma yol larını aramaya başlamış ve bu amaçla İstanbul ' a özel elçiler gt;nclermiştir.
Görüldüğü gibi, Osmanlı ordusunun durumuyla artık yalnız Fransa değil , Prusyal ı lar da yakından ilgilenmektedirler.
Ama ne var ki, I 756 yı l ında sadaret mührünü alınış olan Sadm:am Kom Ragıp Paşa hem barı�çı , hem de gerçekçi biridir . .ll hmer Cerder Paşa ' n ın Tarih- i Cc ı ·det ' de belirt tiği gibi, "Gerek
do,� u . gCJek R umeli selerlerinde hi::ur hulullltfJ Hlf JIIan işlerin
esasım hildilfinden altı yıllık saclareti süresince sulh yolww tutmuş re harpten kaçınmış' ' tır. Prusya kral ı II. Friedrich' in antlaşma önerisini de hemen çevirmemiş, sürekli umud vererek, sadareti süresince oyalamıştır onları . Hatta, Prusyalılarla bir an önce antlaşma imzalanarak Ruslara karşı savaşa giri lmesinden yana olan Sultan lll. Mustafa, "E,�er gare:::. ( düşündü,�ün şey) akçe ise, Edimekapı ' dan Rusçuk' a kadar iki geçeli altın di::erim. diye öfkeyle karşı çıkınca da, kendisine, "Aman sultamm . . .Deı•leti aliyyeniz yapmış olduğu savaşlw·la, nasıl hir arslan olduğunu hütün düşmanianna göstermiştir. Fakat şimdiki hal de tımak/an aşmmış olup, şayet savaş esnasında düşman hu halini aniarsa durumumu:: müşkil olur Askere hir ni::anı ı ·erildikten sonra hu iş düşünüise gerektir. " diyerek oy alamıştır onu da. (Tarih- Cevdet, c- l , 1 1 5 )
İ lginçtir, Sadrazam Koca Ragıp Paşa'nın ölmesiyle, Yedi Yı l Savaş ı 'nın sona ermesi de, 1 763 yıl ında hemen hemen aynı günlerde olmuştur. Ve Prusya kralı II. Friedrich, Avrupanın o dönemdeki en büyük devletleri olan Fransa, Avusturya ve Rusya karşısında tek başına kalmasına karşın, büyük bir utku ile çıkmıştır o savaştan.
Sultan III . Mustafa ise, başlarda da değindiğimiz gibi, i !m-i n ücum' a çok düşkündür ve falcılara baktırmadan hiçbir i şe karar vermemektedir. Nitekim, Prusya kralının Avrupa'nın üç büyük devletine karşı verdiği bu savaştan yengi ile çıkmasını da falcılarının (müneccimlerinin) becerisine yorduğu içindir ki, Sadrazam Koca Ragıp Paşa'nın ölümünün hemen ardında S aray tarihçisi Resmi Ahmed Efendi 'yi Prusya'nın başkenti Berl in ' e elçi göndererek, Kral dan, Rusya 'ya açacağı savaşta y o l göstermeleri için ınüneccimlerinin en ünlülerinden üçünü, kendisine bir süre için ödünç vermesini istemiştir.
Üstelik, I 750' 1erin başında, Rusların Karadeni z' e inmesini çıkarlarına aykırı buldukları için Osmanlı ordusunu güçlendirıneyi düşünen, bu amaçla B aron de Tott ' u İs lanbu l ' a özel olarak gönderen Fransızlar da. ilginçtir daha 1756 'dan itibaren birden politika deği�tirerek. artık bir Rus Osmanlı sava� ı çıkarmaları
ıçın Osmanlı yöneticilerini sürek l i kı�kırtmaya ba�lamı�lardır sanki. Baron de Toı t ' un 1 767 ' de Pari s ' e geri çağrılmak yerine Kırını ·a gönderi lmesi de, doğrusu oldukça ilgi çekicidir.
1 755 'de Osmanlı ordusunu Rusya ·ya kar�ı güçlend irmek için güya yardım önerilerinde bu lunduğu halde, 1 756 'da birden Prusya ile o lan antlaşmasını boz up. Osman l ı ' nın iki ezeli düşmanı Avusturya ve Rusya ile antlaşma imzalamasından dolayı Fransa 'ya galiba artık pek de güvenmeyen Su ltan I I I . Mustafa, Rusya 'ya karşı savaş açılınasından yanadır zaten nicedir. Bu nedenle, Kral I I . Friedrich · in müneccim yerine "nasihar ' ' göndermiş olmasın ın da öfkesiyle, ola ki kendi müneccimlerinin falma uyarak, 1 768 ' de patlak veren Kırım olay larını fırsat bilip, karşı çıkan sadrazamları da değişt irmek pahas ına. Rusya ' y a acele savaş açılmasına karar verdirtmiştir.
Rusların sanki birilerini kovalıyormuş gibi 1 768 'de durup dururken Osmanlı s ınırlarını aşıp Müslümanları da öldürerek Kırım 'da olay yaraımaları ile Fransızların İstanbul ' da görevli elemanları Baron de Tott 'u gene durup dururken 1 767 ' de Kırım 'a göndermiş olamaları aras ında gerçekten hiç bir i l işki yok mudur acaba?
Çünkü ilginçtir. savaşın daha yıl ı dolmuş dolmamışken, Fransızlarca tasarlandığı şekilde istenilen sonuçlar alınmaya başlanılmıştır sanki. Örneğin, orudunun ilk günden ardı ardına aldığı yenilgiler yüzünden Osmanlı lar çaresiz kalıp gene Frans ızlardan yardım istemiş olsalar gerek ki, sava�ın daha birinci y ı l ında, 1 769'da Baron de Toff, bu kez üstelik Sarayın davetiyle, Sultan I I I . Mustafa 'nın askeri danışmanı olarak İstanbu l ' a gelmiştir. "Fransa ' dan . yeni hir ordunun h i r tlll önce kuntlahilmesi için ha ş ka ı�:: manlar da isteni/nıiştir " "Fransa · dan isienifen topçu/ar, Ohen ad mda hir lopçu çeı·uşunun yönetiminde istan/m/ 'a gelerek 1 773 ' de işe haşlanuşlarllir "
Bamn de Torr da, tıpkı Kont Bonneval gibi, gelir gelmez, i lk i� olarak bir yandan yeni bir topçu birliğinin olu�turu l masına çal ı�ırkcn, öte yandan da bir dersane ( oku 1) açılması için giri�imlcre baş lamıştır hemen.
Ancak, Konı Bonneval ' m gelir gelmez Müslüman olup adını değişt irmesine karşı l ık. Genl'ral Baron de François Toff Saray· da tam I 7 yıl görev yaptığı halde ne Müslü manlığa geçimiş, ne de adını deği�tirmiştir. Üstel ik, Su ltan III . Mustafa ' nın 1 774 yılı başlarında ölmesinden sonra da, tahta ç ıkan I . Abdülhamit ' in danışmanı olarak göreve devam etmiştir. 1 786 yılında Fransa 'ya dönmüş, 1 793 ' ıe de ü lkesi Macaristan ' da ölmüştür. Galiba salt bu bilgiler bile, General Tott 'un Osmanlı S arayına Fransa hükümeti tararından görevlendiri lerek gönderilmiş olduğunu kanıtlamaya yetse gerektir.
Ama ne yazık ki, tam 40 yıl önce, 1 733 ' lerde K o nt Bomıe\'(/1' ın kurdurduğu Üsküdar ' daki yeni humharacı ocaifı i le ·'Hendesehane' " den demek ortada pek de bir şey kalmamış ki , Baron de Toff da bu kez Kağıthane'de yeni bir topçu birliği oluşturabilmek için eğitimleri başlatmış , Haliç'te Hasköy dolaylarında yeni bir top dökümhanesi kurdurtmuş ve anı larında verdiği bilgilere göre de 1 773 'te, gene Hal iç ' te tersanedeki küçücük bir odada, kurulacak yeni ordunun gereksineceği teknik subayları yetiştirmek amacıyla "Riya:iye Mektehi" adıyla bir dershane açmıştır.
Doç. Kemal Beydilli 'nin "ilk Mı"ihendislerimi:den Sen·id Mustafa ve Nizôm-ı Cedfd' e Dair Risalesi" adl ı yazısında belirti lcliğine göre de, ·'o sıralarda Fransa' dan getirtilmiş olan miilıendislerden La Fiffi-C!al 'e ı ·e Monnier" bu dershanede ders vermiştir. Prof. Uzunçarş ı l ı da, ' ·as/en ingiliz olan Kampel Mustafa ile Türkiye'ye o yıllarda gelen Kermorvan adında hir Fransı:ın " ' da bu dershanede ders verdiklerini belirtmektedir.
ElliDil de Toff, anılarında: "Bonnel'a!' ın Hendesehane'sinden yetişmiş. hayafta olan bazı kişilerin , kendisinin de yeni bir okul açmasına karşı geldiklerini " ' yazmaktadır, yani Bonneval ' ın " 'Hendeselwne" adında bir dershane açtığını bilmektedir.
Ayrıca, Prof. Serkes de, Melmıecl Esat beyin " 'Mir' /it-ı Miilıendislwnc-i B er ri-i 1 himayun " ' adlı kitabını kaynak göstererek, Baron de Tott 'un İ sıanbu l ' a geldiği yıl larda , Sadrazam Koca Ragıp Pa�a ·mn da ' " 1/endese/wnc ' yi reniden açmak iç·in eski ii.� -
rencileri ve on/amı o,�u//an/11 toplatarak Süt/üce yakınlannda Karaa,�aç'ta gi:lice okuttu,�unun s6ylenildi,�ini" yazmaktadır. (Age,s. 68)
Yani, B aron de Tott ' un açtığı dershaneye "Hendesehane" dememesi de, büyük bir olasılıkla Bonneval ' ın öğrencilerine karşı gösterdiği tepki yüzünden olsa gerek ki, 1 776 'da, I. Abdülhamit döneminde yapılan yeni bir düzenleme ile dershane okul haline dönüştürülürken, adı da kimi kaynaklara göre "Hendese Odası " , kimi kaynaklara göre "Mühendishane " , kimi kaynaklara göre de ' 'Tershane Mühendishanesi" olmuş, daha sonra da okula "Mühendishane-i Bahri-i Hümaywı " (Deniz Kuvvetleri Mühendislik Okulu) adı verilmiştir.
Görüldüğü gibi Sultan I. Abdülhamid döneminde de, gerek yeni bir topçu birl iği oluşturmak için Fransa'dan getirtilen subay ve uzmantarla Kağıthane' de yoğun bir biçimde sürdürülen eğitim çalışmaları, gerek kurulacak orduya çağdaş subaylar yetiştirmek amaycıyla açılan okulun geliştirilmesi girişimleri, 1 7 8 1 y ı lında Sadrazam Karavezir Seyyid Mehmed Paşa 'nın henüz 45 yaşındayken veremden ölmesi üzerine yerine gelen yeteneksiz sadrazamların bazı Fransız u zmanları kaçırmaları yüzünden, her ne kadar bir ara tavsar gibi olmuşsa da l 782 'de Sadrazamlığa gelen Halil Hamid Paşa döneminde yeniden hızlanmıştır.
Örneğin, göreve gelir gelmez "Mühendishane" nin (Mühendishane-i Balırf- i Hümaywı ' un) geliştirilmesi için Fransa hükümetine başvurarak yeni u zmanlar isteyen Sadrazam Halil H am id Paşa, Prof. Uzunçarşılı 'nın verdiği bilgiye göre, tam o günlerde istanbul' a gelen ve Müs/ümanlı,�ı kabul ederek Mehmed adım alan Pmsya/ı bir istihkam mühendisini, maaşını kendi gelirinden vererek okulda görevlendirmiştir
Gene Prof. U zunçarş ı l ı , yukarda andığımız yazısında Doç. Kemal Beydil l i 'nin adını "La Fitti-C/aı·e" şeklinde verdiği, De Laffire C/are ile Monnier adlı istihkam subay/anm da Sadra:am Halil Hamit Paşa ' nın getirterek. 29 Ekim 1 784 'ten itibaren , Mı'ihedishane-i Balır-i llı'inwyun 'da oluşturdu,�u ayn bir istihkam b6/iimı'inde dersler ıwdirtti,�ini belirtmektedir.
Nitekim bu istihkam subayları öncelikle İstanbul 'un surlarını inceleyip durumu hakkında raporlar sunmuşlar ve ardından İstanbul boğazının savunulması konusunda projeler hazırlamışlardır.
Sadrazam Halil Hamid Paşa'nın asıl amacı , bir an önce, donanma için mühendis yetiştirecek bu okulun yanında, kara ordusu için istihkam subayı yetiştirecek bir ikinci okulu daha açmaktır. Ama ne var ki, Sadrazarnın bu girişimlerinden dehşetli rahatsız olan çevreler, derhal cadı kazanlarını kaynatıp, Hali l Hamid Paşa 'nın Şehzade III. Selim 'i tahta çıkarmak için hazırlıklar yaptığı dedikodularıyla Sultanı kışkırtarak, 1 785 ' te görevden alınıp başının vurdurtulmasını sağlamışlardır. Yerine getirilen Ş ahin Ali Paşa ise, tarihçilerio yazdıklarına göre, Gürcü ası l l ı bir köle o lup, okuma yazma bilmeyen cahi l biridir. Zaten sadrazamlığı da 9 ay sürmüş, ancak I. Abdülhamit, yerine gene Gürcü bir köleyi, Koca Yusuf Paşa 'y ı sadrazamlığa getirmiştir.
Baran de Tott' un, tam 3 1 y ı l sonra, 1 786'da İstanbul 'dan temelli ayrı lmasında, galiba hiç kuşu yok ki, okuma yazması bile olmayan bu cahil sadrazaml ar asıl rolü oynamış lardır mutlaka. Çünkü, Hali l Hamid Paşa 'nın 1 784' lerde tasarladığı kara istihkam mühendisliği okulu, "Mühendishane-i Berri-i Hünıayun" (Kara Kuvvetleri Mühendislik Okulu) da ancak 9 y ı l sonra, 1 794 'te, I I I . Selim döneminde açı labilmiştir.
Bilindiğ i gibi, bir cihangir olarak doğduğuna yalnız I I I . Selim' in kendisi değil , daha çocukluğundan beri halk da inandırılmıştır. Çünkü, denilenlere göre, müneccimlerce hesaplanan bir eşref saatte ana rahmine düşmüştür, zaten burcu da "Hazret i Ali ' nin hurcu "dur. Sultan olur olmaz, İmparatorluğun üstüne yüzyı ldır çökmüş felaketler bulutu derhal dağılacak ve ardı adına yapılacak fetihlerle halk yeniden refaha kavuşacaktır. "işte hu nedenle, III. Selim' in tahta çıkışı inıparatorlu,�un hir başınd an öhür haş;ma sevinçle karşı! anmış tır. "
Ne var ki, iki ezeli düşman Rusya ve Avusturya i le iki y ıldır süren ve ardı ardına alınan yenilgi ler yüzüden Sultan I. Abdülhaınid'in de felç geçirip ölmesine neden olan sava�ta, III . Selim
l :'i 7
tahta çıkt ıktan sonra, güya Kırı m ' ın geri a l ınınası için saldırıya geçil ı ı ı iş . ama geri almak şöyle dursun, hiçbir başarı elde edilemediği Balkanların da neredeyse yarısı yitirilmiştir.
Genç Sultan, başarısızlıkları salt sadrazamların beceriksizliklerine yorduğu için, her kalenin yitiri lişinden sonra sadrazam değiştirmiş, öyle ki "bir defasmda istihareye yatarak. bir defasmdan da kura çekerek sadra::.am aramış" (Prof. Berkes, age, s . I I 4) olduğu halde gene de hiçbir olumlu sonuç alamamıştır. Bu nedenle, bu savaşın as ı l kötü sonucu, "Sultan III Selim ' in bir cihangir padişah olacağı yolundaki efsanenin ij7ası olmuştw: " , Prof. Enver Ziya Karai ' ın deyimiyle. (Osmanlı Tarihi, c-5, s . 2 1 )
Bi l indiği gibi, amcası I . Abdülhaınid ' in "Ö::.i kalesinin de Ruslarm eline geçtiği haberini okurken duyduğu derin acı yii::.iinden felç geçirip ölmesi' ' üzerine 2 8 Mart 1 789'da tahta ç ıkan III . Selim, bir yandan Sadrazam Koca Yusuf Paşa 'ya, sadece Özi kalesiyle de yetinilmeyip 1784 'de Ruslara kaptırılan Kırı m ' ın da derhal alınması buyruğunu verirken, öte yandan da, daha saltanatının kırkı çıkmış ç ımamışken ' ' 1 789 yılı Mayıs ayı başlamıda, bir cuma giinii ö,�le nama::.ını meşveret erbabı ile birlikte kı ldıktan sonra Sultan kasnnın Revan odasında , döneminin ileri gelen uleması , ve:::iri, hacıs ı . lıocası . ocak ağa/an , kapıcılar kethiidası ı •e.wir ile bir Meşveret Meclisi toplanuşflr" İmparatorluğun içinde bulunduğu durumu görüşmek üzere.
Artık başka çare kalmadığı için, bu iki ezeli düşmanla 9 Ocak 179 2' de Yaş Antlaşmas ı ' nı imzaladıktan sonra da, kimi tarihçilere göre ::.amam n 200' e yak m i 1 eri gel en "önemli" ki ş isi nden , bu konuda bir layi/1(1 hazırlamasını istemiştir
Oysa, Osmanlı İmparatorluğu 'nu III . Selim dönemide, Prof. Berkes ' in dediği gibi, "Fransı::: ihtilali ' ' kurtarmıştır asl ında. Ruslarla Avusturyalılar, Osmanlıları neredeyse bütünüyle Avrupa'dan çıkarıp atmak üzerelerken, Fransız devrimi Avrupa'daki bütün krallıkları can derdine düşürdüğünden, İngiltere 'nin devreye girmesiyle, istemeden Osmanlı larla 1792 'de bir antlaşma imzalayarak sorunu ertelemişlcrdir.
Frww:: DeıTimi. hiç kuşku yok ki. o.�manlı ordusu ile ilgili
Krallık dönemindeki projeleri de rafa kaldırtmış olduğu için, Sul tan I. Abdülhamid · in .�on yı l larında, taht korkusu yüzünden zaten yava� yava� tavsatı lmağa ba�anılmı� olan reform girişimlerini de, hiç olmazsa yeni uzmanlar gönderilmesi açısından büyük bir kes intiye uğratnı ı�tır mutlaka.
Nitekim. Prof. Karai 'dan öğrendiğimize göre, bu gerçeğin farkına varan, Fransız ordusunda henüz ünsüz genç bir subay olan Napo/yon B01ıapart da, Devrim yönetimine; "Rusya imparatoriçesi' nin Rusya-A\'ltslurya dostluk ha,�lannı kuvvetlendirdi,�i hir devirde, Tiirkiye' nin askerlik hakımından lıatm sayılır hir lıale gelmesi için, Fransa' mn elinden gelen herşeyi yapnıası kendi çıkamıadır. Bu derietin kahraman, fakat lımp sanatının prensıjJ!erinden anlamayan pek çok mi/is askeri vardır. Topçuluk, Tiirkiye ' de henii:: çocukluk deı'! 'esindedir. Bugün orada hu alanda çalışan birkaç su!Jayımı: vardır. Fakat, olumlu hir SOilliÇ alabilmek için bunlar, ne sayı , ne de hi lgi hakımından yeterlidir " diye bir dilekçe vererek, "he ş altı suhay arkadaşı ile birlikte" Osmanlı ordusunu eğitip güçlendirmek tutkusuyla İstanbul ' a gitmek istediğini bildirmiştir. (Osmanlı Tarih, c-5 , s. 25-26)
Gerçi , Napol_von B01ıapart Osmanlı ordusunu eğitmek veya yeni bir ordu kurmak üzere İstanbu l ' a gelememiştir ama, gene aynı kaynaktan öğrendiğim ize göre, daha sonraki yı l larda da Sultan III . Selim ' le sürekli iyi ili�kiler kurmak için çalışmış, örneğin "Mısır seferine çıkarken hile , fırsat diiştiikçe onu lıiirmetle anmış. seferden sonra da ô:el mektuplar göndererek, ısiaiıatçı girişimlerini destekledi,� ini hildinjJ , gönliinii almıştır "
Sultan III . Selim de, hem Fransa ile dostuğu Osmanlı İmparatorluğu için bir zorunlu luk olarak görmektedir, hem de "askerlik alamndaki hilgi re haşanlanndan dolayı " zaten hayrandır N apoiyon Bonapart \ı . Bu nedenle onun dostluk gösterilerine ilgisiz kalmak �öyle dursun, bundan büyük bir mutluluk da duymaktadır. Örneğin. Napolyon Sonapart imparatorluğunu ilan ettikten sonra İstanbuLı büyükelçi atadığı General Sebast iani ile arınağan olarak bir de re:-;mini gönderince kedisine. çok nıcm-
nun kalmış ve Sadrazam ' ına; ' 'Bre henim l'e:irim . . . Sen hilme:sin . Aıntpa'da dost dosta tasrir hediye eylemek mutena ôdetti1: Fransa imparatoru ' 111111 hediyelerinden mah:u: oldum Bana tasl'irini grindermesi pek hiiyiik dostluk ve samimiyer gösterisidir. Gayet ha: eyledim. diye yazmıştır.
Kuşkusuz, bu sıcak ilişkilerden yararlanılmamış da değildir. Örneğin, 1 794 ' te bir yandan Mühendishane geliştirilir ve Mühendishane-i Berri-i Hümayun adıyla yeni bir okul daha açılırken, öte yandan da, layihaların hemen hemen tamamında önerilen Ni:am-1 C edi d adıyla yeni bir ordunun kurulacağı resmen açıklanmış ve bu amaçla Fransız Convention hükümetine 1 793 i le 1 795 ' te iki kez başvurularak öğretmen subay ve teknisyen gönderi Im esi İsteni Im iştir.
Nitekim gönderilen bu Fransız subay ve teknisyenlerle, Osm anl ı tarihinde ilk kez bir H ıristiyan di l i , Fransızca, bu mühendislik okullarında yabancı dil olarak öğretilmeye başlanılmıştır. Ders kitapları da Fransızca'dan çevriltilmektedir. B u uzman subay v e teknisyenler, eğitimin dört y ı l olduğu bu okulların üçüncü dördüncü sınıflarından askeri tarih dersinin dışında, topografya, trigonometri, balistik, istihkam, astronomi ve yüksek matematik gibi dersler de okutmaktadırlar.
Nizam- Cedit ordusunun kuruluş öyküsü ise daha dafi�·aklı dır. Ulemanın ve Yeniçerilerin karşı çıkmalarından korkulup çekinildiği için, sanki sarayların korunmasıyla i lgili , Bostancı Ocakları 'na bağlı "Bostancı Tiifenkçisi Ocağı " adıyla yeni bir ocak kuruluyormuş gibi gösterilerek başlatılmıştır çünkü. Hatta, Prof. Karai ' ın verdiği bilgilere göre, Rusların Karadeniz donanmasıyla önce Bağazın girişinde Levent yakınlarından karaya asker çıkararak İstanbul 'u kuşatmaya kalkışacaklarına dair duyumlar alındığı için, bu yeni birliğin ilk kışiasının da özellikle Levent çiftl iğinde kurulduğu şeklinde dedikodular bile çıkarmışlardır, Nizam-ı Cedit ordusunu halka daha sevimli gösterebi lmek amacıyla.
Ne var ki , hemen hemen bütün tarihçilerce iyi eğitim almış. iyi yeti�tirilıniş . aydın , i leric i , yenil ikçi bir kişi olarak t anıınlan-
1 60
sa da, bütün Osmanlı aydınlarının kişiliğini belirleyen güçlü çelişki. I l i . Selim · in kişi liğinin de temel belirleyicisi olmuştur sonuçta. Yani . Prof. Serkes ' in deyimiyle, lll Selim de, ttp/\1 yenilikçi ha ha st lll M ustaf'a g i hi. asimda riiyal ara , m ii necciml ere, iifi"iriikçiilere inanmaktac/tr ı ·e /m nedenle farkuıa hile \'(/rnwdan çerresini derı·işler. şeyh/er. nıiineccimlerle doldurmuştur.
Bu medreseli takımı ise, hiç kuşku yok ki, tıpkı Kadt: adeliler gibi, İmparatorluğun içinde bulunduğu sorunların şer ' i şerife uygun yaşam hiçiminin yilirilmesinden kaynaklandığına yürekten inanmaktadırlar ve bu Batılı laşma grişimierine şiddetle karşıdırlar doğal olarak. Nitekim, Nizam-ı Cedit ordusuna karşı halkı kışkırt ırlarken de. tarihçilerio yazdıklarına göre, "Askere setre panta/on gi_rdirip imanma halen getireiı, iJnlerine nıuallim diye Frenk/eri ( Hıristiyanları) koyan padişaha elhette Allah yardtnu/ll çok görür " diyerek cami lerde verdikleri vaazlarda bu inançlarını açık açık gözler önüne sermektedirler.
Ve ne yazık ki, ulemanın kışırttığ ı bu bir avuç yeniçeri yamağı, aralarından seçtikleri Kahakçt Mustafa adl ı bir serserinin başkanlığında 1 4 Haziran 1 807 günü, "Ni::.am-1 Cedit'i istenıezü::.! Şeriat istert'i::.! . . Mt'ishiman olanlar hize katt!smlar! . . " diye bağıra bağıra artlarına topladıkları çapulcularla S arayın önüne gelip, Sultan III. Selim ' in Ni::.anı-1 Cedit'i kapatttğma dair bir hattı-ı hümayun yazmasını sağlayarak, B atılılaşma girişimlerini güya bir kez daha durdurmuşlardır.
Görüldüğü gibi, XVII .yy. da, devşirme Hıristiyan çocuklar ından oluşmuş Kapıkulu Ocaklarına ve Enderunlu vüzeraya, ümeraya karşı iktidar kavgası verirken, büyük rüşvetlerle kiraladıkları s i lahlı ocaklı ları ayaklandırıp, "Şeriat isteriz! ' ' diye bağırtarak bir dizi Saray içi darbe yapıp, yeniçeri ağası ile Enderunlu paşa kellesi kestire kestire, yeniçeri ocağını sonuçta tam anlamıyla bir çapulcular sürüsü zorba güç haline döndünneyi ustaca ba�aran u lema, XV III .yy. daha başında gerçekten de hiç beklemedikleri yeni bir durumla karşı karşıya gelmi�tir.
Bir yandan ülkeye hızla, İslami yaşam biçiminin karş ı t ı yeni bir yaşanı biç imi ithal edilmeye çalı 1 ı l ı rken Bat ı " claıı . bir yandan
ı (ı ı
da, sanki artık bütünüy le umut kesildiği için, birtakım Hıristiyan subaylara. Kapıkulu Ocakarına seçenek olarak yeni bir ordu kurdurlu lmaya çalışı lmaktadır sessiz sessiz . . .
Gerçekten de, İmparatorluğun içinde bulunduğu sorunlardan kurtuluşunun ancak ordunun güçlendirilmesiyle sağlanabileceğille inan<m aydınlar, da artık Yeniçeri Ocağı 'ndan hiç söz etmemektedirler sanki. Öyle ki, Prof. Enver Ziya Karai, XVIII . yy. ortalarında tam 1 6 yıl sultanl ık yapan Padişah lll. Mustafa'nın da, "Osmanlt imparatorlı�,�u · nun sürekli yenilmesinin ve gerilemesinin asti nedeni olan. örgütleri bowlmuş bu yeniçeri ordusunun. arttk bir dii:ene sokulabilece,�ine inanmadtğtm o,�lu lll Selim ' e de sö_vled(�ini" yazmaktadırlar. (Age, s . 57) Gene Prof. Karai, Sultan /ll. Selim' in Ni:am-1 Cedit ' le asıl yapmak istediği şeyin de, "Yeniçeri/eri kaldtrnıak ve ulemantn m�ficunu ktrmak" olduğunu belirtmektedir. (Age, s . 6 1 )
Prof. Mümtaz Turhan da, ''Ulle Devrinden Tanzimat' a kadar olan bir astr!tk :aman zwfuıda garplt!aşma faaliyetleri, bari: bir şekilde ordımım yenileştirilmesi mev:uu etrafuıda topla mr. " "Zamamn devlet adam/an. mücedditleri (yenilikçi/eri) Avrupa karştsındaki mağlubiyetimi:in sebep/erini, esas itibariyle orduda düzenin bowlmasuıda, garlmı üstünli(�ünü de askerlerinin _veni bir harp tekn(�ine göre _vetiştirilmiş olmasuıda bulurlar. Onun için orduyu ts/ah veya garlmı harp tekni,�ine, usuliine göre yeni bir ordu teşkil etmekle Aı·rupa ile aran11:daki farklll giderilece,�ine ve me seleni n böylece halledilece,�ine kanidiri er. " "imalathaneler, fabrikalar, tersaneler gibi yeni tesisler hep askerin ihtiyact olan kumaş, silah, mühimmat ve .wir harp malzemesi haztrlamak için kurulur; mektepler orduya hi:ım·lu unsurlar yetiştirmek maksadiyle açti u: " diye yazmaktadır. (Kültür Değişm·eleri, Devlet Kitapları, İstanbul 1 969, s . 295-296)
Açılan okullar, elbette ülkenin genel eğitim politikasıy la kesinlikle i lgili değildir. Ancak gene de, bu okullarda, Fransızca, tarih, coğrafya, matematik, edebiyat, felsefe vb. gibi dindışı dersler de okutulmaktadır ve dolayısıyla çok az sayıda da o lsa yeni tür bir aydın yetiştirilmekteclir. Ayrıca unutulmamalıdır ki,
ı (ı:2
Avrupa'nın büyük devletlerinde büyükelçiliklerin açılması da 1 795 ' ten sonra, III . Selim döneminde olmuştur ve ilk bü yükelçilerin dil bilmemelerinin neden olduğu sorunlar yüzünden de, o ükelere dil öğrenmeleri için gençler de gönderilmeye başlanılmıştır hemen. Böylece de, ulemanın karşısında, artık Batıdaki gelişmelerden de az çok haberi olan, din dışı eğitim almış, dogmaya değil bilime inanan, B atıl ı anlamda aydın diyebileceğimiz yeni bir kuşak yetişmeye başlamıştır kendiliğinden.
İşte bu nedenlerle, gördüğümüz kadarıyla ulema da, XVIII . yüzyıl ın başından itibaren artık hidatlarla filan uğraşmak yerine, çaresiz, can havliy le bir yandan bu B atı l ı laşma düşüncesini çürütmeye çalı şırken, bir yandan da bu yaşam biçiminin somut öğelerini derhal yok edebilmek için uğraşmıştır neredeyse bütün bir yüzyıl boyunca.
Diyelim, III . Selim 'in Paris 'e elçi olarak gönderdiği ulemadan H alet Efendi, oradan yazdığı mektuplarda, sürekli A vrupa 'y ı kötülemekte, ' 'Zira Paris' e geldik. Uikin halka öı ·e (jre bitiremedi k/eri şu Frengistam daha göremedik. O tuhaf şeyler ve aktl!t frenk/er hangi Arrupa' d ad tr acaha :) " demektedir alay lı alaylı . Avrupa uygarlığı denilen şeyin Müslümanlıkla kesinilkle bağdaşmaycağını öne sürmektedirler. Yani, "Müslüman/ann alahilece,�i önemsiz hir iki şeyden haşka şey yoktur Arrupa' da" onlara göre. "Hikmet ' " ise, zaten Müslümanların yitirdiği mallarıdır. Yoksa, "Aı'rupalt!ann hütün (ic/et ve ahlôktn , usulü maişet ve tarzt hayatlanlll kahul etmek" elbette zinhar caiz de,�ildir Müslümanlar için.
Bu amaçla da, kışkırttıkları çapulculara. gene bir y andan "Şeriat isteriz.'" diye bağırtarak saray içi darbeler yaptırırılarken, öte yandan da saldırı ı ıp, artık B atıl ı yaşamın görünen yanlarını, köşkleri, kasrları, Jale bahçelerini yakıp yıktırmakta. setre pantalon giyenieri cezalandırtmakta, kitap basımını engelletmekte, yabancı uzmanları y ı ldırıp kaçırtmakta, "Bu ka,�[{/ara o çizgieri nire çiziyorlar ') P11.1 1 1la cctı ·cllc hiç saroş nu kazomltr-11 1 /Ş ? " diye ortalığı karıştırtarak okul ları eğitim yapılamaz duruma sokturınaktadırlar öncelikle.
1 63
Görüldüğü gibi, Osmanlı Sarayındaki iktidar kavgası, artık ulema ile, kendilerine XIX. yüzyılın ortalarından itibaren miineı · ı·er denilecek olan, İslami yaşama karşı B at ı l ı yaşamı savunan ve Batı l ı bir yeni ordu kurulması yanlı ları arasında geçmektedir.
Ve ilginçtir, XIX. yüzyıla girilirken, demek Yeniçeri Oca.�� ' nın artık darbe yacak kadar bile gücü ve ürkütücü hörfü filan kalmamış , dolayısıyla da ulenw ile Ocak arasındaki taşeron anlaşması kendiliğinden sonra ermiş olsa gerek ki, Şeyhülislam Ataullah Efendi, sadaret kaymakamı Köse Musa Paşa ve Suduru Kirarndan öteki ulema kafa kafaya verip, Nizam-ı Cedit ' e karş ı , çaresiz ta Rumeli Kavağı ' ndaki kale yamaklarını kışkırtmak zorunda kalmışlardır.
Ne acı. . .
Yeniçeriler Niçin Kılıçtan Geçirilmiş Öyleyse?
XIX. yüzyıla giri lirken ömrünü tamamlayarak işlevini bütünüyle yitirmiş, savaş gücü neredeyse sıfıra inmiş örgüt, sal t kapıkulu ocakları da değildir elbette. XVI. yüzyılın sonlarından itibaren ulemanın yol göstericiliğinde getirilen değişiklikler ve yeni uygulamalarla, tarım topraklarındaki ikta sistemi de hızla yozlaştırılarak, dirlikler en fazla rüşveti ve vergiyi ödemeyi yükümlenenlere verildiği için, ordunun beşte dördünü oluşturan segbanlık kurumu da, XVII. yüzyıl ın sonlarına doğru artık hiç kalmamıştır.
Ordunun bu açığı da, seferlerden önce, yukarda da değindiğimiz gibi, eskiden Hıristiyan çocuklarını zorla devşiren serdengeçtiler, turnacıhaşı l ar Anadolu'ya gönderi lip, bayrak açtırılarak, davul vurdurtularak, tellal çıkarılarak toplanan Müslüman, Türk çocuklarıyla kapatılmaktadır.
Örneğin, III . Selim, tahta çıkar ç ıkmaz, Rusya ve Avusturya 'ya karşı süren sava�ı bir an önce kazanıp sona erdirmek amacıyla bir lerman yayımlayarak; " 'Ordu ı·e donanman kunetlendimzek iç·in /o ilc oO HIŞ arasındaki kişilerden gere.�i kadar as-
1 64
ker toplanmasın ı" buyurmuştur hemen. "Reayadan :orta alman heygirlerle" güya süvarİ birlikleri oluşturulmaktadır. "Donannıa , deni:e açı laca,�ı :aman önıriinde silalı kullanmanıış, saraş görmemiş köyiii raifesi yle, çoluk çocukla doldurulnıaktadır. " Yani , "ordu , dii:ensi:, disiplinsi: hir insan ht!ahalı,� ı" halindedir. Dolay ısıyla da, düşmanın daha ilk saldırısında bozguna uğrayıp, dağılıvermekte, kaçışmaktadır.
Ayrıca, burada hemen şunu da belirtel im ki, dirlik salıi pt erini, sefer halinde orduya belirli sayıda iyi eğitimli asker sağlamanın dışında, bölgenin kalkındırılmasından ve asayiş inden de sorumlu tutan bu ikta sisteminin XVI. yüzyıl ın sonlarından itibaren yozlaştırılmaya başlanılması , bizce yalnız orduyu felç etmekle de kalmamış, XVIII . y iizy ılda Osmanlının başını zaman zaman büyük dertlere sokan "Ayan/ık" kurumunun kendiliğinden oluşmasına da yol açmıştır. . .
Yücel Özkaya 'nın, "ayan/ık" konusundaki doçentlik tezinde de belirttiği gibi, Arapça "ayan" kavramı , "hir yerin ileri gelenleri" anlamında, ta kuruluş yı l larından beri kullanılmaktadır Osmanlı İmparatorluğu'nda. Bu kavramla, "kentlerde , köylerde , orduda, aşiret/erde, deı·let kademelerinde önem ka:anmış, ileri gelen kişiler kasdedilmektedir. "
Prof. İsmail Hakkı Uzunçarş ı l ı 'nın verdiği bilgilere göre de; "Bunların e\'\•elce del'ler ii:erinde lıiç hir tesir ı ·e niijiclan yoktur. Malıal/in ileri gelenlerinden olduklan için, gerekti,�inde kendilerinden yararlanılmaktadır. Ancak, 1 682 ' de ha ş/ayan Al'llsturya savaşı ' nın daha sonra Lelıistan, Veneclik re Rusya' 11111 da katılmasıyla dört ceplıeye yayılıp, tanı 16 yıl siirmesi yü::ünden imparatorluk hiiviik hir mali sıkıntı içine diişünce, 1694 ' den itibaren deı·let gelirlerinin kimi yerlerde malıal/i eşrafa kayd-ı lıayar şartıyla satı lması , ha:ı kişilerin :engin olufJ , yaı·aş yaraş niifu: ı ·e kudretlerini artırmalanna neden olmuştur Ama gene de bunların X\'11 yii:yı lda lıiikiimet ii:erinde etkili olahilecek derecede niifu: salıibi olduklan görülme:. 1 7fı8' de Sultan lll Mustafa ' nın açrı,�ı Rus seferinde, para ı ·e asker gerehiniminden dola \'1 , hiikiimetin ka:a idarelerini ellerine geç·ir-
miş ôyônlara da başvurması re böylece ka:::alann ı'i:::erinden hı'ikı'imet kontroliinı'in kalkması, bunları şımartma,�a haşlamışnr K arnw-ca Ant/aşması ' ndan sonra, ho:::ulan idari sistem yeniden dii:::enlcnmed(�i i�·in de, 1 787 'de I Ahdı'ilhamid döneminde başlayan A\'1/sturya ve Rusya .wraşı , ka:::alann idarelerini ôyônlamı iyiden iyiye ele geçirip , egemen olmalarına yol açmış, htmdan sonra da ôyôn :::01·halığı riniine geçilmez hir hôl alıp, ll. Mahmut dönemi ne kadar sı'irmı'iştiir. " (İs lam Ansiklopedisi , c-2, s . 4 1 )
Yücel Özkaya da, "Ayan/ık örgiitii XV! ll. yı'izyılın ortalanna kadar Anadolu' nun birçok bölgesine heniiz yayılmadığından re devleti u,�uraştıracak kadar önemli hir mesele haline gelmediğinden , ı ·ekôyinamelerde daha öncesi ile ilgili yeteri kadar hilgi hulımmamaktadır. " diye yazmaktadır.
"Deı1et, XV/ll. yüzyılda ôyônlığın gelişmesini ve kuvvetlenmesini adeta teşvik etmiştir Merkezi otoritenin zayıfladığı, dolayısiyle istanlml' un ve savaşların ihtiyaçlanmil Anadolu' dan teminini n hayli gı'iç olmaya başladığı hu devirde , ihtiyaçların ri/ayet ileri gelenleri vasıtasiyle sağlanması cihetine gidilmiş, hu da ileri gelenlerin çabucak kuvı ·erlenmesine ve ôyôn olmalarına sehep olmuştur. Aynyeten , Anadolu'daki soya/ ve iktisadi sıkın-11/ar, çalkantılar hu kurumım her yere yayılmasına l'e çok kuı·vetli hir hale gelmesine de hı'iyiik etki yapmıştır. Örneğin, taşrada görevli devlet memur/an, vali/er, kadı/ar, naipler ve diğerleri j(da ka:anç temin etmek için yerli aileler ile anlaşma yolıma gitmiş ı·e bunlardan en fa:::la parayı verenlere, m/i/er 'ôyônlık buyruldu ' su, kadılar da resmi kadı mektubu vererek ôyôn olmalarını temin etmişlerdir. Böylece, halkın isteği ile ôyôn olma kuralı yerine, daha kolay olan, para ile m/i ve kadı yı sat m alarak ôyôn olma usuhi geçerli olmuştur. " ( Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğu 'nda Ayanlık, Türk Tarih Kurumu Yayını, 1 994)
Fuad Köprülü de, · 'Bu kelimenin , Osmanlı imparatorlu.�u · nda helir/i hir karrunu ij{ıde eden idari hir terim halini alması X\' lll. yı'i:::yılın ikinci ı·e XIX ı·ı'i:::yılın ilk yarısındadır " diye yazmaktadır.
ı (ı(ı
Ancak, XVII . yüzyı ldan önceki durumu hakkına günümüze ulaşmış bi lgiler pek yeterli olmasa da, anlaş ıldığı kadarıyla. fiyfinlık, kasaba halkı tarafından seçilen, halkla hükümet arasındaki ilişkilerde tarafiara aracılık eden; asayi�in korunması, vergilerin toplanması, orduya gereksindiği sayıda asker ve erzak sağlanması vb. gibi iş lerde görevlilere yardımcı olan, bir anlamda muhtarlık gibi küçük bir yerel yöneticilik olsa gerektir önceleri.
Ne var ki, bu masum kurumu da, XVI. yüzyılın ikinci yarısında S araya girmeyi başaran ve iktidarı tam olarak ele gcçirebilmek için hemen ikta sistemiyle sorumsuzca oynamaya başlayan ulema, birtakım küçük çıkarlar uğruna öteki görevler gibi artık parayla alınır satılır bir makam haline gtircrek, ayan/ann da zamanla, tıpkı Dr. Frankenstein öyküsündeki gibi, artık kendilerinin de baş edemeyecekleri güçte birer canavar haline dönüşmesine neden olmuşlardır, galiba farkına bile varmadan.
Nitekim, Prof. Uzunçarış ı l ı 'nın verdiği bilgilere göre, bizce hiç kuşku yok ki bu amaçla, 1 779 ' da S aray 'dan bir hatt-ı hümayun çıkarttırarak "ayan/ık huyruldusu" verme yetkisini vali ve kadıların el inden alıp bizzat sadrazama bağlamışlardır. Hatta, 1 786'da bir hükümet kararıyla ayan/ı ğı kaldırıp, yerine gene seçimle gelecek "Şehir ketltiidalıiJ,ı" diye yeni bir kurum oluşturınaya bile çalışmışlar, ama başaramamışlardır.
XIX. yüzyıla girildiğinde, ü lkenin neredeyse yarısı bu zorba ayanlar arasında paylaşılmış gibidir sanki. Yozgat, Çorum, bir ara Kayseri, Sivas, Amasya, Tokat, Ankara, Konya yöreleri Çapanoğulları 'nın; Manisa, İzmir, Aydın Karaosmanoğulları 'nın; Antalya Tekeli İbrahim' in; Payas Küçük Alioğulları 'nın; Bozok Cebbaroğulları 'nın; Bilecik Kalyoncu Mustafa 'nın; Arnavutluğun bir bölümü Tepedelenli Ali Paşa 'nın; İşkodra Kara Mahmut Paşa'nın, Mısır Mehmet Ali Paşa 'nın yönetimindedir. Halep elden çıkmışır. Bağdat 'da Kölemenler egemenliklerini i lan etmişlerdir. Mckke ve Medine 'yi Vehhabiler ele geçirmiş lerdir. Gümülcüne ay anı Tokatçıkl ı Süleyman ' ın, Rusçuk aya nı Tirsiniklioğul ları Ömer ve İsınail ağaların, S i l istre ve Deliorman ayanı
ı (ı7
Yıl ıkoğlu Süleyman ' ın, Serez ayanı İsmail Bey ' in 1 5-20 bin kişi lik özel orduları vardır. Yani İstanbu l hükümetinin otoritesi iyice zayıflamıştır, birçok yerde sözü geçmemektedir artık
Nitekim. III . Selim · in Ni:am- 1 C ed it girişimini, Çetin Altan ' ın deyimiyle ' ' Trah:on dolayianndan derlenip getirilmiş 2 hin yamak askerini'' (Sabah gazetesi, 1 7 Ağustos 1 997) çocuksu tuzaklada kışkırtıp ayaklandırarak can havliyle zar zor hal leden ulema, bil indiği gibi. karşısında birden, elleriyle yetiştirdiği bu devlerden birini, Rusçuk t'lyan1111 bulmuştur, Kabakçı Mustafa ayaklanmasında.
Prof Berkes de, bu olayla i lgili olarak, "Ayônlar için . padişahllktan haRiniSIZ hir haneden prensiiRi kurmaktansa, çok 1cakta olma_w111 hoşkentteki derietin haşuıa geçmek art1k düşiiniilehilecek hir amaç olmuştu. diye yazmaktadıdr. (Age, s . 1 3 1 )
Ulema çia, zaten böylesi bir olasılığı bekliyor olsa gerek ki, III. Selim ' i indirip, yerine IV.. Mustafa'yı şu.ltan ilan. e�t.irirken, üstüne; "Burada ya:::t/1 şartiann hepsi tarafmuzdan göriitmi·iştiil: Altt111 im:alayan Şeylıülislam. Sadrazam vekili ve ulemamn imzalann1 re mühiirlerini Padişah olarak tasdik ederim. Kullanm !m sözleşmedeki şartlara uyduk/an sürece, devlet işlerine kanşmad1kça, emir/erime ı ·e suhaylanna itaat ettikçe, Tann ve Peygamher ad1na sö: ı ·eririm ki, kimse sorumlu ve suçlu sayt!maycaktlr " diye yazdırıp imzalattıkları, "şer ' i hüccet'' denilen bir bildiri yayınlamış lardır. Padişahın onayından sonra Şeriat Mahkemesine de tesci l ettirdikleri ve bir şeriat hükmü olarak dcrhal orduya da dağıttırdıkları bu bildiri veya şer ' i sözleşmeye göre de, III. Selim şeriata aykırı olarak Nizam-ı Cedit adında yeni bir bid ' at uydurup, devleti ' ' kofirieri tak/id ederek 1/mstiyanlann kurallanna göre yönetmeye kalkiŞtiR I " için, onu tahttan indiren ocaklı lar şeriata ve örfe uygun davranmışlardır ve bundan böye del'let , Yeniçeri O caRI · 11111 denetiminde, koruı·ucuiiiRllllda şeriata uygun olarak Yiinelilecektir.
İstanbu l 'daki bu o laylarla ilgili haberlerin ve "hüccet-i şcr ' iren1n" Tuna kıvıs ında Rushırla savaşmakla olan orduya
ula�ması üzerine de, Pehlivan Ağa adında bir yeniçeri ağas ı , derhal bulabidiği ocaklı larla III . Selim' in son sadrazamı Hilmi İbrahim Pa�a 'nın otağına saldırmış ve yerine Çelebi Mustafa Pa�a 'yı sadrazam ilan etmi�ir. Ardından da, ordudaki Nizam-ı Cedit yanlı larını temizlemek için girişimiere başlamıştr. Sultan IV. Mustafa da, bu oldubitliye bir tepki göstermemiş, zorbaların elebaşısı Kabakçı Mustafa 'yr turnacıbaşıl ığa, yardımcıları Arnavut Ali 'yi Anadolu kaleleri nezaretinde ağalığa, Bayburtlu Süleyman ' ı da tersane amirl i�ine getirirken, Çelebi Mustafa Paşa'nın sadrazamlığını da içine sindirip onaylamıştır. Çelebi Mustafa Paşa da, sadrazamlığı onaylanır onaylanmaz Pehlivan Ağa'yı vezirliğe yükseltip paşa yapmıştır hemen.
Başta eski sadrazam Hilmi İbrahim Paşa olmak üzere, gerek İstanbul ' daki zorbaları n, gerekse orduda Pehlivan Ağa Paşa 'nın elinden kurtulan Nizam-ı Cedit yanlıları ise, kaçıp Alemdar Mustafa Paşa 'nın Rusçuk' taki çiftliğine sığınarak, canlarını zor kurtarmışlardır.
I 768' deki Osmanlı Rus savaşında bölüğün bayrağını taşıdığı için kimi tarihçilerce Alemdar, kimi tarihçilerce de Bayraktar diye adlandırılan Rusçuklu Mustafa Paşa, uzun süre Rusçuk iiyiinı Tirsiniklioğlu İsmail Ağa'nın yanında çalışmış, onun ölümünden sonra da Rusçuk ay anı olmuştur. III. Selim' in tahttan indirilmesinden kısa bir süre önce de, Rus savaşındaki başarılarından dolayı kendisine paşalık sanı veril miştir.
Gene, kimi tarihçiler her ne kadar "açtk fikir/i biriydi" "Ni:anı-t C edir' i destekliyordu " diye yazıyor olsalar bile, okuma yazma bilmeyen bu kişinin II I . Selim' e duyduğu yakınlık, sanırız Paşalık sanını kendisine onun vermiş olmasından dolayı bir gönül yükümlülüğünden kaynaklansa gerektir ası l .
Vakanüvislerin yazdığına göre, kendisine verilmesini beklediği sadrazamlığa Çelebi Mustafa Paşa 'nın getirilmesi de, bu olayda etkin bir rol oynamıştır mutlaka. Ancak, Alemdar Mustafa Pa�a 'y ı asıl etkileyenlerin ise. zorbaların elinden kaçıp kendisine sığ ınan, tarihe "Rli.\ Çllk yôdinlan " diye geçmi� kişiler olduğu da galiba ku�kusuzdur.
Prof. Uzunçarşı l ı 'nı n belirlemelerine göre, bu kişilerin I I I . Selim ' i yeniden tahta çıkarmak için Alemdar Mustafa Paşa ile birlikte Rusçuk'ta kurdukları komitenin adı da "Rusçuk Yarô-111 ' dır zaten.
Ola ki, Alemdar Mustafa Paşa 'ya da, III. Selim ' in yeniden tahta çıkarılması halinde kendisinin de sadrazamlığa getirileceğine dair bu koruitede söz verilmiştir. Çünkü, I I I . Selim daha 1 789'da Rusçuk ayanı Çelebi Süleyman Ağa'nın oğlu Şerif Hasan ' ı paşa yapıp, Cezayirli Hasan Paşa 'dan sonra sadrazamlığa getirmiş bulunduğuna göre, artık ayanların da sadrazam olmalarında herhangi bir engel yoktur. Bu nedenle olsa grek, Prof. Berkes de "Alemdar Mustafa Paşa ' 11 111 amacı zaten sadrazam almakt ı" diye yazmaktadır.
Nitekim, bu komitenin görevlendirdiği kişilerle, Şeyhülislam Ataul lah Efendi, Köse Musa Paşa ve Kabakçı Mustafa çetesinin, zorbalıkianna son vermek amacında olduğuna Sarayı ve Sadrazarnı inandırarak, 1 6 bin kişilik ordusuyla İstanbul 'a gelen Alemdar Mustafa Paşa, önce "üç yüz kişiyi kılıçtan geçirtip , önemlilerinin kellelerini Saray kapısul/n önüne astımrak kenti zorhalardan temizledikten ve ulemamn elebaşılarını sürgüne gönderdikten " sonra B abıali ' y i basarak, m ührü Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa 'nın eliden zorla alıp, kendisini sadrazam i lan etmiştir. Daha sonra da Saraya gidip IV. Mustafa 'y ı tahttan indirmiş, ancak I I I . Selim biraz önce öldürülmüş olduğu için, ağlayarak, cellatların elinden son anda kurtardığı II. Mahmud'u tahta oturtınuştur çaresiz . . .
Görüldüğü gibi, bu olay, iki acı gerçeği birden, aynı anda u! em anın gözlerinin önüne serivermiştir bütün çıplaklığıy la.
Birincisi; o güne dek taşradaki bir olgu şeklinde değerlendirip pek de orıemsemedikleri ayan/ık kurumUllllll artık merkezi iktidara da göz koymuş olmasıdır. Taşralı bir ayan, karşıtları aydınlarla (Nizam-ı Cedit yanlılarıy la/münevverlerle) işbirliği yaparak hiç beklemedikleri bir anda yönetime el koyuverıniştir, görüldüğü gibi.
İkincisi ise; Yeniçeri Ocağı 'n ın (Kapıkulu ocaklarının) yü-
ı 7 ( )
rekler acısı durumudur. Zaten nicedir yeni savaş tekniklerine göre eğitilmiş ve yeni araç gereçlerle, ateşli si lahlarla donat ılmış B atı l ı ordular karşısında direnemez duruma düşmüş olan Yeniçeriler, artık ne saray içi iktidar kavgalarında taraflardan biri adına taşeron kuruluş olarak ürkütücü bir işlev üst lenecek niteliğe sahiptirler, ne de taşralı bir ayanın derme çatma askerleri karşısında bir varlık gösterebilmişlerdir.
Ancak, Yeniçeri Ocağı ' nın ulemayı asıl şaşırtan y anı ise, savaş gücünü ve hörl1ü görüntüsünü yitirmesi değil , sanırız yüzell i yı ldır farkına bile varmadan çıkarları uğruna habire körükledikleri yapısal değişimle Ocağın neredeyse bütünüyle artık bir Bektaşi tekkesine döndüğünün ilk kez bu olaylar s ırasında farkına varmaları olmuştur bizce.
B ilindiği gibi, tarihçilerimiz arasında, Yeniçeri Ocağ ı 'nın kurulduğu günden itibaren dinsel açıdan Bektaşi tekkesine teslim edildiği çok yaygın bir kanı ise de, başlangıçta penciyek usulüyle alınan, sonrada devşirme usulüyle toplanan Hıristiyan çocu larını Türkçe öğrenmeleri ve Müslümanlaştırılmaları için önce başkentlerin çevresindeki köy lü lerin y aniarına veri ldiğ i , ardından S arayda Acemi Oğlanlar Ocağ ı ' nda eğitildiği ve İstanbul çevresindeki köylerle, Acemi Oğlanlar Ocağ ı ' nda ders veren hocaların da neredeyse tamamının Sünni olduğu düşünülürse, ta XIX. yüzyıla kadar yeniçerilerin arasında B ektaşiliğin ve Aleviliğin baskın bir inanç olduğunu söyleyebilmek galiba pek de kolay olmasa gerektir.
Kuşkusuz, Ocaklı olmak, düzenli bir maaş verilmesi yüzünden mutlaka, hala güvenceli ve aranılan bir iştir, ama hem verilen ücret pek yüksek değildir, hem de fetihlerin ardının zaten nicedir kesilmiş olması nedeniyle galiba pek de çekici değildir artık. Bu yüzden, arada bir de savaşa g itmek pahasına bu düşük ücretli hizmete ancak fakir çocukları başvuruyor o lsalar gerek ki, Prof. Berkes de, · 'Ordu, \'eniçeriliife alınmanwsı gereken fa
kirleşmiş esnaf re /.:ii\' /ii ile dolu\'ordu " diye yazmaktadır. (Age. s . 74)
Nitekim Naima da. yukarda bel i rttiğimiz gibi. daha X V I I .
1 7 1
yüzyı lın i lk yarı s ında IV Murad'ın bu durumundan şikayetçi olduğunu ve Yeniçeri katiplerinden Mehmet Efendi 'yi huzuruna çağırarak, " Yeniçeri/er arasıno reayamn çoluk çocuk/an, hamal, ugad makulesi adamlan karışmıştır Bunları te::: temi:::le -' " diye buyurduğunu yazmaktadır.
Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa da, bazı yakınları, Yeniçerilerin kendisine karşı bir suikast hazırlığı içinde olduklarını gelip haber verince, "Birtakım manav, kayıkçı , lehlehici güru/lli ne yapahi/irmiş hana ? " diyerek alay etmiştir onlarla, um ursamam ıştır bile.
"Sultan /ll. Selim de, kendisini tıraş etmeye gelen iki herherin , Humharacılar Ocağı ' nda ulufe/i topçu askerleri olduklannı ij,�renince çok şaşırmıştır. " Cevdet Paşa tarihi'nde belirtilcliğ ine göre.
Kısacası, u lemanın sorumsuzca başlattığı, sonra da gelir kaynağı olacağını anlayınca tutkuyla körüklediği bu yapısal değ i ş im, XIX. yüzyıla gelindiğinde Yeniçeri Ocağ ' nın tamamının esnaf ve reaya çocuklarıyla dalınasına neden olmuştur, görüldüğü gibi. Bu süreçte, Doğu Avrupa ve Balkanlardaki fethedilmiş yerler de artık yavaş yavaş yitirilmeğe başlandığı için, giderek devşİrİlecek Hıristiyan çocuk bulmak da zorlaştığından, bu yapısal değişim biraz da kendiliğinden h ızlanmıştır ku�kusuz. Ayrıca, gene görüldüğü gibi, yalnız Ocağın esnaf ve reaya çocuklarıyla dalınasına neden olmakla da kalmamış , evlenmelerine, geceleri ev lerine gitmelerine ve dışarda bir iş tutmalarına da izin verildiğinden, bu çocukların biraz kıdem kazanınca hemen esnaflaşmalarını da sanki zorunlu kı lmıştır bu yapısal değişim.
Bilindiği gibi, esnaflık, Türklerin Anadolu 'ya geldikeri günden itibaren, Selçuklular döneminden beri Alıi/er tarafından örgütlenmiştir. Bu konunun uzmanı Prof. N eş et Çağatay, "Alule1: Anadolu' da kurup geliştirdikleri esnaf ve sanatkarlar meslek, yardım re dayanışma teşekküller/ sayesinde, do,�udan ardı ardı na gelen Tiirk lıalkımn rahatça verleşmelerini, iş gıiç salı/hi olmalarını ı·e giiren içinde yaşama/arım lıa::: ırladılar " demektedir.
1 7 2
"Ahi leri n kurdu,� u esnaf ı ·e sanotUiri ar hi rli k/ eri ni n koyduklan ekonomik re sosyal içerikli ana kurallar da daha sonralan hu alanda lıazırlanan yasaların, tiizük ı ·e yönetme/ikierin temelini oluşturw: Onların koydu,�u hu kurallann izlerini Osmanlı Eyafet Kanunname/eri'nde hile görürüz . " Osmanlı imparatorlu,� u' nda ·· 1 727' ye kadar da Esnaf teşkilatına, Ahi teşkilatı denmiştir. 1 727' de 'Gedik' oluyor hu. Gedik kelimesi de Türkçedir. Daha sonra ira/yancadan geçme Loggia kelimesi, dilimizde Lonca olmuş. Gedik ile Alıilik arasmda hiçhirfark yoktur. Çünkü, Ahiler de meslek \ 'e sanat yerlerini sahit tutuyor, ötekiler de. Onlar da fiyat ı ·e kalite kontrollerini yapıyor, IJllnlarda. Bu durum da 1 si ahat F ermam ' na kadar siirmiiştür. " ( Ahilik ve Esnaf, İstanbul Esnaf ve Sanatkarlar Demekleri B irliği Yayını, İst . l 986, s. 87- 1 1 2 )
Gene bilindiği gibi, İmparatorluğun kurucusu Osman Bey ' in kayınbabası Edehali' nin de etkili bir şeyhi olduğu Ahi/if.:, aslına bir meslek örgütü olmaktan önce bir tasavvufi örgüttür ve özellikle de B ektaşi ocağı ile y akından ilgilidir.
Kuşkusuz, salt bu nedenle bütün esnafın Bektaşi olduğunu söyleyebilmek elbette olanaksızdır, ama Bektaşiliğin esnaflar arasında gene bu nedenle bayağı yaygın olabileceğini düşünmek de gerçeğe pek aykırı düşmese gerektir galiba.
Öte yandan, bir kısmı ta XI. yüzy ılda hayvanlarını Hıristiyan topraklarında otlatmaları için Müslüman Türklerce zorla bu yana sürülmüş ve Şamanlıklarını burada da yüzyıllar boyu sürdürmüş, bir kısmı da daha sonraki yüzyıllarda, bitmeyen Moğol saldırı ları yüzünden uzun süredir yaşadıkları İran' dan kaçıp buraya gelmiş insanlardan oluşan, Balkanlardaki ve Anadolu 'daki göçebe reaya arasında da, Alevilik ve Bekteşi l ik zaten oldukça yaygındır, bilindiği gibi.
Nitekim Prof. Berkes de, " Yeni�·erilik d emek, şinu/i hiif.:iimet karşıtlı,�ı demekti. Bu tutumu, .1·iyasa-şeriat hileşimine karşii hir mezhep olan Bektaşilik hes/emeye haşladı , hu dönemde Yeniçerilik Bektaşilik demek oldu. diye yazmaktadır.
Görüldüğü gibi. Yeniçeri Ocağı da , sünni ulema için, yaralı
ı n
olmak şöyle dursun tehlikeli bir hal almıştır artık. Hele hele, Alemdar Mustafa Pa�a'nın, göreve başlar başla
maz hemen Anadolu ve Rumel i 'deki bütün ayanları çağırıp, "M eşıwet-i Amme" adı altında bir toplantı düzenleyerek, onlarla hükümet adına "Sened-i ittifak" adlı bir anlaşma imzalaması, öteki tehlikenin de hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne serivermiştir bütün çıplaklığıyla.
Doğrusu, Osmanlı tarihinin bu döneminde yaşanmış olaylar, bizce polisiye roman yazarlarını bile kıskandıracak nitelikte kurgulamalarla doludur gerçkten de.
Örneğin, kendisini küçümsediği ve sürekli başına buyruk davrandığı için zaten kırgın olduğu sadrazam' ına karşı , genç sultan II. Mahmud'u , ustaca dedikodularla kışkırtıp, Sened-i irtifak' la elinden birtakım yetkilerini daha aldığına inandırıp, tam anlamıyla düşman etmişlerdir önce.
Ardından, Alemdar Mustafa Paşa'nın, Rusçuk yaranlarının aklına uyup, gene Levent ve Ü sküdar kışialarında hemen eğitime başlattığı "Sekhan-1 Cedit" adlı küçük bir askeri birliği fırsat bilip, kapıkulu ocaklarını kapatacağı dedikodularıyla, zaten öfkeli olan Yeniçerileri Sadrazam' a karşı kışkırtıp ayaklandırmayı da kısa sürede başarmışlardır.
Sened-i ittifak' ın imzalanmas ının daha kırkı dolmadan da, hazırlanan plana göre " Yangm mr!" diye topluca bağırıp dışarı çıkararak öldürmek üzere, yeniçerilerin bir akşam evini kuşatmasını sağlamışlardır gerçekten de.
Dışarıya çıkaramayınca da, bu kez silahlı saldırıya geçmişler ve Sadrazam, ev halkı ile birlikte, onca yeniçeriye karşı tam bir gece bir gündüz direnmiştir. Birkaç kez haber salmasına karşın, ilginçtir, kimse yardımına gelmemiştir bunca uzun süre içinde, her ne hikmetle ise . . . Bakmış başka umar yok, konağın badmmundaki cephaneliği ateşe vererek, kendisi ve ev halkı ile birlikte iiçyüz yeniçeriyi de havaya uçurmuştur, bilindiği gibi . . . Sadrazamlığ ı , topu topu üçbuçuk ay kadar sürebilmiştir ancak Rusçuk ay anı Alemdar Mustafa Paşa 'nın . . .
Sıra ayanlara gelmiştir.
1 7-l
Am ne var ki, tam o günlerde Napolyon, Rus çarı Alexandr ile İstanbul boğazının geleceği üzerine pazarlıkların da yapıldığı bir antla�ma imzalayınca, Osmanl ılar da, çaresiz yeniden İngilizlerle anla�arak, Rusya 'ya sava� açılmasına karar vermişlerdir. Bu nedenle de, Prof. Berkes ' in deyimiyle, "ll. Mahmud' un , t ti Sened-i İttifak' ı n kendisine onay/atı/dı,�ı gün aklına koydu,� u " ayanlar sorunun çözümü kendiliğinden ertelenmiştir doğal olarak. Ancak savaşta zaman zaman onların yardımiarına da gereksinim duymuş olduğu halde, Ruslarla antlaşma imzalar imzalamaz, Prof. Karai ' ın anlatımıyla, "Otoritesini imparatorlı(�Un her tarafından geçirehi/nıek için , hu ôyôn/ara karşı esaslı hir girişmiştir " hemen. (Age, c. S, s . I S4)
Kiminin pusuya düşürülüp öldürülmesi , kiminin tutuklanıp başka yerlere sürülmesi, kiminin mukataası iptal edilerek dirliğinin (çift liğinin) elinden alınması, kiminin İstanbu l ' da oturmaya zorunlu kıl ınması vb. gibi çeşitli yöntemlerin uygu landığı bu savaş, kuşkusuz y ı llarca sürmüştür. Hatta, kimi yerlerde ayaklanmalara, kimi yerlerde iç savaşlara bile neden olmuştur. Örneğin, Tepedelenli Ali Paşa, yeniJip öldürüldüğü halde, bu ayaklanma daha sonra Yunanistan bağımsızlık savaşı haline dönüp, büyük sorunlar çıkarmıştır İmparatorluğun başına. Mısır valisi Mehmet Ali Paşa, üzerine gönderilen birlikleri yenince Şam ve S ür iye 'yi de e le geçirmiş ve ta Anadolu 'nun içlerine kadar ilerlemeyi başarmıştır. Anadolu 'nun içlerinde de küçük küçük birçok ayaklanmalar patlak vermiştir ardı ardına.
Ama, y ı l lar sonra da olsa, otorite sağlanmıştır sonuçta. Ve sıra Yeniçeri Ocağı 'na gelmiştir artık. "25 Mayıs 182() günü, Sadra:anı , Rumeli Ka:askeri, İstan
bul Miiftiisii , S adaret K etiılidası , defterdar, d(//phane lUt: 1r1, toplume na:lr/ ve ülkenin 6teki ileri xc/en u/eması , Şeyhü/is/am/11 ninde toplanarak" ( Os. Tar. c. S , s . 1 46) o güne dek Sadrazam Alemdar Mustafa Pa�a 'nın halledilmesi, Rusya savaşı ve ayanların temizlenmesi dolayısıyla kendilerine muhtaç olduklan i(in sürekli erteledikleri Yeniçeri Oca,�ı sorununu görüşmü�lerdir.
Dönemin ünlü ulenıasından Esat Efendi de , "Yeniçeri Oca-
1 7)
ğı 'nın nas ı l bir Bektaşi tekkesi haline dönüşerek din dü şmanı, Müslümanl ık dü�manı bir konuma" girdiği konusunda iddianarneyi yazmıştır hemen . . Üss-ü Zaler · · adı altında.
Esat Efendi ' ye göre, herhangi bir tarihi ilişki olmadığı halde, "Bektaşi/er, ocak/ılan, Osmano,�ullarr askeri hi:imle pfrdaştır diyerek kandırıp, Yeniçeri Oca,�ı · lll ele geçirmişlerdir" Ocak bu yüzden bugünkü duruma düşmüştür. "Bektaşile1; yeniçeri taıfesine dayanarak sal re hilinçsi: halkı yamş yamş İslamlıktan çıkarmaktadır. Dindar kişi/e,-in öteki tarikatiara ( Nakşihendi, Kadiri, vh. ) adadı,� ı tekke ve zaviyelerin adlarrili Yeniçeri/ere :orla Bektaşi adianna Çel'irterek :aptetnıişlerdir Halk arasında dinsizl(�i yaymakta , tekke ı·e :ariyelerde alemler dü:enleyerek içki içmekle, nama: kılmamakta , · ranwzanlar�la oruç yemekte, sünnet e/ılinin inançlarryla açıkca alay etmektedirler. Yeniçeriler Bektaşiler/e birleşerek hem devlete, hem dine karşı çeşitli ihanet işlerine girişmektedirler. " (Prof. B erkes, age, s. I 57-1 5 8)
Dolayısıyla, Hıristiyanlardan da daha tehlikeli bu mülhid (dinsiz) fitne ocakları mutlaka tez elden ortadan kaldırı lmalı , temizlenmelidir.
Gerçekten de, u lemanın, Padişahın buyruğuyla 25 Mayıs I 826 'da Şeyhülislamın evinde yaptığı toplantıdan sonra hemen hazırlıklara girişiimiş ve 20 gün gibi kısa bir süre içinde Yeniçerilerin, dedikodular üretilip tuzaklar kurularak kışkırt ı l ıp, saf saf, 1 5 Haziran 1 826 'da kazanların, Etmeydanma çıkarmaları sağlanmıştır.
Kazanın Etmeydanma çıkartı ldığı haberi gelir gelmez de. Sultan I I . Mahmud ulemayı hemen Topkapı S arayı 'nda toplayarak; "Bre, hu yeniçeri/erin hareketi padişahlamıa karşı hir isyan de,�il midir? Öyle ise, şeriat ımı: hu asilerin ce:alandırılması için ne yol giisterir ? ' ' diye sormuş ve u lemadan, "El cemp . . . B u hahislerin kat/i mciptir" fetvasını al ınca da, derhal Bektaşi tekkeleriyle Yeniçeri Ocağı 'nm ortadan kaldırılması için ferman yayınlayıp, "Sanca,�- ı şenfin" çı karı lmasın ı buyurmu�tur.
Ve ne acıdır ki, ulema tarihçilerinin bile belirtt ikleri gibi. ni-
! Hı
c edir "arada h ir keçeye pa la çalmak \ 'e h ir testiye h ir /.:cı�· kurşun atmak" tan öte doğru dürüst bir askerlik eğitimi fi lan görmeyen, neredeyse tamamı süfli işlerle uğraşan, asker derneğe bin tanık ister, ayaktakımı esnaf olmuş bu zavall ı lar topluluğu, Sancağ-ı şerifin a ltına bağınş çağınş toplanmış üzerlerine gelen si lahsız halka karşı dahi saidırınayı akıl edememiştir. Etmeydanı 'nın ortasına toplanıp kendilerini savunmaya çalışmışlardır ancak.
Saray ise, top ateşine tJ.Itmuştur onları. Böyle bir şeyi hiç beklemedikleri için, top merrnileri başları
na düşmeye başlayınca, can havl iyle çil yavrusu gibi kaçışmışlardır dört bir yana. Bu kez de, üzerlerine yalın kılıç, atlı bostancı lar salınmıştır.
Çetin Altan ' ın sık s ık vurgul adığı gibi, Sultan I I . Mahmud, "Dünya tarihinde hir hemeri daha olmayan" buluşla, şöyle veya böyle, "229 taburdan oluşan 1 40 hin kişilik kendi öz ordusunu kılıçtan geçirtmiştir. " (Sabah gazetesi, 6 Haziran I 998)
Ve, u lema tarihçileri "Vak' a-i Hayriye" (Hay ırlı vaka) diye adlandırmışlardır bu olayı. S anki, Sünnilerce bayram olarak kutsanmıştır o gün. B atıl ı laşma adına, "/si ahat" diyerek, "devlet memurlarımn, askerlerin , saray hizmetçi/erinin, harem a,qalarınuı hircr: Fransız, hircız Mısırlı garip kılıkiara girmesini ve san,qı atıp fes giymesini, del'ler dairelerine resminin asılmasınt, artık Müslümanların da resmi yemeklerde şarap içmesini zorunlu kılan" fermanlar yayımlamış olmasına karşın, gene de u zun uzun alkışa tutmuşlardır Sultan II . Mahmud' u, bu yüzden.
Bu o layın hemen ardından da, İ stanbu l 'daki bütün Sünni tarikat şeyhleri Saraya çağrılarak bir toplantı düzenlenmiş ve "Bektaşilik tarikatı yasak edilmiştir" hemen.
Sonra da, "Üsküdar. Eyiip re Rumelihisarı gihi yerlerdeki Bektaşi tekkelerinin siinnet ehli tarikatiara rerilmesine, son 60 yıl içinde Anadolu ı ·e Rumeli 'de yapılan hı"itiin Bektaşi tekketerinin yıktınlmasına , hiitiin Bektaşi yayınlan ile, şeriatea caiz olnwdı,qı i�·in hlitıin Bektaşi mkıflamw el konulmasına . 1 1 1al mrlıklarımn öteki siinni tarikatiara rerilmesine istanhul ' daki he c t
Bektaşi zari\'clcrinin de Asakir-i Man.1 urc•-i Mulıalltl ltcdi i'C' k1ş-
1 7 7
/ası _mpılmasına" oy birl iği ile karar verilmiştir. Bu karar üzerine de, "Bektaşi/erin kodanıanları derlıal idam
edilmiş, geri kalanları da Anadolu ' nun çeşitli _rerlerine siiriilmiişlerdir" yakalandıkça. (Ord.Prof. Enver Ziya Kara i , Osmanlı Tarihi, c- 5, s. 1 50 1 Prof. Niyazi Bcrkcs, Türkiye 'de Çağdaşlaşma, s. 1 59)
1 7 .1.(
Osmanlı ' da Aydın Kavramı
ve Ulema (IImiye Sınıfı)
Toplumsal Kalkınma ve Osmanlı Aydını
Prof. Serkes 'in verdiği bilgiye göre, 1 832 'de Peşte 'de fakir bir Musevi ailesinin çocuğu olarak doğmuş ve I 857 'de yaşamını kazanmak ve Türkçesini geliştirmek amacıyla, elinde Avusturya-Macaristan ileri gelenlerinden al ınmış birkaç mektup , İstanbul ' a gelip altı yıl paşa konaklarına yabancı dil dersleri vermiş, daha sonra da görevli olarak derviş kıl ığında Orta Asya 'y ı dolaşmış, Abdülhamit ' in ajanlarından, Osmanlı aydınları arasında Reşit Efendi diye de tanınan Macar Türkolog Arminius Vanıher_'r', 1 867- 1 870 y ı l ları arasında Londra'da, Namık Kemal. Ziya Paşa ve Ali Suavi ile bir kahvede sık s ık buluştuklarını belirterek; "Kahı·ede hu efendiler/e ülkelerinin toplumsal, siyasal, dinsel sonm/anm saatlerce tartışırdım. Gündüzleri konuşmalann havası ı lını l ı . hatta uykulu gihi olurdu. Fakat, akşam üzeri rak ı şişeleri heyecan/annı kahartınca ham can/amrdı . Saym efendilerin gözleri par/ar, hir :::aman/ar o kadar güçlü olan ı ·e gene a}'m güçte dirilece,�ine inandıklan Osmanlı devletinin içinde hu/undu,�u durımı karşısında du.vduk/an acımn ı·e hasretin tonu yükselirdi. Samşçı ced/erinin haşan/anna karşı hes/edikieri hayranlık ı·e ad/anm andık/an İslam dini kahramanianna karşı duydukan saygı hemen ortaya çıkardı . diye anlatmaktadır Osmanlı aydınlarının toplumsal sorunlara yaklaşımlarını böyle alaylı bir dille, 1 893 yı l ında Deutsche Rundschau'da çıkını� bir yazısında .
Osmanlı aydın larının toplumsal sorunlara bakı�larındıt. aradan üç yüzy ı l gibi bir süre geçmi� olmasına kar�ın, pek de öyle
1 7 l)
önemli bir değişim olmamıştır, görüldüğü gibi. XIX. yüzyılın sonlarında da, sorunlarla karşılaşınca hemen geçmişe özlem duymaktadılar gene ve çözümü, devleti yeniden eski görkemli günlerine kavuşturabilmekte aramaktadırlar. Dolayısıyla, bütün bu sorunların, zamanla ordunun savaş gücünün yitirilmesinden kaynaklandığı konusunda da hiçbir Osmanl ı aydınının kuşkusu yoktur yani.
Aralarındaki fark, ordunun eski savaş gücüne yenien kavuşturulabilmesi konusunda savundukları çözü m önerilerindedir, bilindiği gibi . Örneğin, kimileri çözümün, ikta sisteminde birtakım değişikliklerin yapılmasında ve Yeniçeri Ocağı 'nın B atıl ı yeni savaş tekniklerine göre yeniden düzenlenmesinde olduğunu savunurken, kimi aydınlar (ulema) da, sorunun devşirme Hıristiyan çocuklarından ve ordu içinde İslami gelenekiere bağlılığın gevşemesinden kaynaklandığını öne sürmektedirler ısrarla.
Sorunların toplumsal ve ekonomik yapıdan kaynaklanıyor o labileceği o lasıl ığı ise, görüldüğü gibi, hiçbir Osmanlı aydının aklından geçmemiştir. İkta sisteminde yapılan veya yapılması önerilen değişikl ikler de, kesinlikle üretimle, üretim i li şkisiyle filan değil , dirlik sahiplerince savaş halinde sağlanan segbanlardaki ni tel düşüşle ilgilidir. sadece . . .
B ir Osmanlı Sultanına ilk ekonomi dersini de, galiba Dr. Sigmund Spit:er vermiştir ta l 850' 1erde.
Dr. Sigmund Spitzer, tıp fakültesini yeni bitirmiş genç bir hekimken Viyana'da açılan bir s ınavı kazanarak, Askeri Tıbbiye ' de anatoın i dersleri vermek üzere İstanbu l ' a gelmiştir 1 839 'da. Ağır bir hastal ığa yakalanan Sultan Abdülmecid ' i iyileştirdiği için de, I 845 'te S aray hekimliğine atanmıştır. Ailesine yazdığı mektuplarda anlattığına göre de, ola ki 1 85 7 ' 1erde bir gün, odasına gelen Sultan Abdülnıecid, duvardaki bir resmi göstererek ne olduğunu sormuştur kendisine. Liı·e1pooi-Manchesrer demirrolunda ç·aiiŞWI frenierin resmi olduğunu öğ.rendikten sonra da, "Kendi iii kesinde de hörle demir rollan ı·e trenler görmek istedi,� ini" açıklayıp, t1nw ç·ok para la:rm. Ha:ine ' de de
1 RO
hu rak. AıTupa' da o/clu,�u gihi bunlar için ayn şirketler kurmak gerek" deyince de, Dr. Spitzer; "Böyle hir şirketin kumlahilmesi için ö:el sermaye, lıiikiinıete giiı·en Fe özel miilkiyet giirencesi gerekt(�ini" söyleyerek bir Osmanlı sul tanına hükümet güvencesi, sermaye birikimi ve özel mülkiyet üzerine ilk liberal ekonomi dersini veren Avrupalı kişi olmuştur, gördügüınüz kadarıyla.
Ne var ki, Sultan Abdülmecid gene de, İmparatorluğun eski görkemli günlerine dönebilmesi için, toplumsal yapıyı değiştirecek nitelikte ü lkedl�ki üretim ve mülkiyet i lişkileriyle ilgili birtakım ekonomik reform girişimlerinde bulunmak yerine, I 8 Şubat I 856 günü, Babıal i 'de toplanan, aralarında Avrupa'nın büyük devletlerinin elçileriyle birl ikte Rum ve Ermeni Patrikleri, Hahambaşı 'n ın da bulunduğu birkaç bin kişilik bir kalabalık önünde, tarihe ''ls/ahat Femıa11 1 " diye geçen bir Hatt-t Hiimayun okutarak, I 839 Tanzimat Fermanı ile başlatılan doğrultuda bazı yönetsel değişiklikler yapma yolunu yeğlemiştir, bilindiği gibi.
Yani, Osmanlı aydınının ülke sorunlarına bakış açısında, u lemanın " Vak' a-i Hayrirc" diye niteleyerek büyük bir coşkuyla alkışladığı Yeniçeri Ocağı 'n ın toptan ortadan kaldırılmasından sonra herhangi bir değişiklik olduğunu söyleyebilmek de pek olanaklı deği ldir galiba. Çünkü, I 838 'de İngilizlerle imzalanan Ticaret anlaşmast 'ndan bir yıl sonra, I 839'da okunan Tanzimat F ermant (Gülhane Hattı) ile ü lke sorunlarının çözümü bütünüyle Batılı ü lkelere bırakılmıştır artık. Ve, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde ik kez I 854 yıl ında, Kırım savaşı dolayısıyla bir yabancı devletten, İngiltere ' den karşılığında Mısır ' dan elde edi lecek vergi gelirlerini bırakarak 2,5 milyon Osmanlı altını borç almıştır. Ancak, bu borcun alınmasının üzerinden henüz bir yıl bile geçmiş geçmemişken, para çarçur ediliverince, savaşın giderlerini karşı layabilmek için bir kez daha borçlanılmış ve I 855 ' te Suriye ile İzmir gümrük gelirlerine karşı l ık 5 ,65 milyon Osmanlı altını dış borç daha alınmıştır. I 875 ' I ere gelindiğinde ise, 2 I yı l gibi oldukça kısa bir süre içinde alınan dış borçların, her yı l ödenmesi gereken y ı l l ık faizlerinin toplamı bi le 14 mi lyon Os-
ı s ı
manlı alt ınını bulmuştur anık. Oysa, İmparatorluğun bütün yı l l ık geliri I 7- I 8 milyon Osmanlı altını dolaylarındadır. (Prof. Refii Şükrü Suvla, Tanzirnal Devrinde İstikrazlar, Tanzimat, İstanbul I 940, s. 270-2 I 7) Böyle ce Osmanlı aydınının da ekonomi bil imiyle ilgi lenmesine zaten gerek kalmamıştır sanki.
Gerçekten de, aynı günlerde, Osmanlı tarihinde ilk kez, uygulanan bir ekonomi politikasından dolayı Saraya karşı örgütlü bir muhalefet hareketine girişmiş Genç Osmanlı/ann bile düzeni değiştirmeyi amaçladıklarını söyleyebilmek kesinlikle olanaksızdır. Nitekim, Namık Kemal ' ler, Ziya Paşa ' lar, Ş inas i ' ler bile Batıl ı ların kendileri için kullandıklar ı "./ön Türkler" deyimini dahi, galiba biraz da ilericilik, derrimeilik anlamı içermesinden kuşkulandıkl arından, hiç benimsememişler ve sürekli kendilerinden "Genç Osmanlı/ar· · diye söz edilmesini yeğlemişlerdir bilindiği gibi. Prof. Berkes de, bu aydınlar için, "1867-70 yıllan (Aıntpa "da) ulusal ö:gürlük ve liheral rejim damlannın en kı:ıştı,�ı günler olduifu halde . Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) del'rinıci ve ulusçu olmadıklan gihi, Batıdaki anlamda anayasacı liberaller hile deifillerdi. " diye yazmaktadır. ( Age, s. 280)
Zaten Avrupa'ya kaçmaları da, Osmanlı devlet düzenini ve toplumsal yapıyı değiştirmek için bir devrimci örgütlenıneyi orada gerkçekleştirınek amacıyla filan deği l , kesinlikle biraz cahil Abdülaziz ' in h ışınından korktuklarından, daha çok da o sı ralar Paris'te bulunan, kendisini Mısır valiliğine atamadıkları için Saraya küskün Mustafa Fazı ) Paşa'nın ısrarlı çağrısı yüzünden olmuştur. Nitekim, Londra' da bulundukları süre içinde, başlarda da değindiğimiz gibi. Karl Marx ' la yı l larca aynı sokakta oturmuş oldukları halde, herhangi bir devrimci örgütle ilişki kurmak şöyle dursun, tam karşıt ı , sanki inadına daha da tutucu davranıp , çıkardıkları gazetelerle Osmanlı sulıanına, düzenin sürdürülebilmesi için, sürekli akıl verıneye çalışmışlardır.
Görüldüğü gibi, ilk "Gen�· Osmanlı/ar" da, bütün tarihi boyunca kendini kendiliğ inden devlet le özde�leşt irıniş tipik Osman l ı aydı ııı dananışı� la. Saraya muhalefet yaparken bile düzeni de�i�ı i rı ı ı ey i zinhar ak ı lndan geçirmcden. tehlikede gürdüklc-
ri devlet geleneğine sahip çıkmak için ç ırpınmışlardır sadece, Sarayı uyarmak için muhalefet yapmışlardır. Çünkü, Tanzimat ve Isiahat Fermanları ile Sultanın yetki lerinin de neredeyse tamamını devralmış olan hükümetlerin sorumsuzca verdikleri ödünler yüzünden, Avrupa devletleri artık ü lkenin iç işlerine de el atmaya baş layınca, sorunların çözülmesi �öyle dursun, İmparatorluğun Osmanlı birliği de, Hıristiyan uyruğun kışkırt ı l ıp ayaklandırılmasıyla kolayca dağıtı lmıştır. Bu nedenle Genç Osmanlı/ar, bu bürokratik diktatörlüğü denetleyerek bir ölçüde de olsa kırıp, kötü gidişe belki son verir umuduyla meşruti sisteme can havliyle sar ı lmışlardır, bilindiği gibi. Nitekim, II. Abdülhamid, önceden yapılmış anlaşma gereğince I 876' da tahta ç ıkar çıkmaz Kanun-u Esasi' yi kabul edip, ilk Osmanlı Meclis-i Mehusam'nı toplayınca da Genç Osmanlt/ar muhalefeti kendiliğinden sönmüştür doğal o larak.
Abdülhamit ' in, 1 9 Nis�n 1 877'de patlayan savaşta Rus ordusunun kısa bir süre sonra Yeşilköy önlerine kadar gelmiş olmasını bahane edip, 19 Mart 1 877 'de açtığı Meclis ' i , daha y ı l ı dolmamışken 13 Şubat I 878 ' de kapatarak, ü lkede tekrar katı bir mutlakiyet rejimi kurması üzerine yeniden canlanan İkinci Genç Osmanlılar muhaleleti de, gene i lginçtir hiçbir zaman bir düzen değişikliğini, bir devrimi falan düşünmemiştir kesinlikle.
Abdülhamit ' in her geçen gün biraz daha dayanılmaz hal alan bu acı masız diktatörlüğüne karşı ilk olarak Me/.:teh-i Tıhhiye öğrencilerinin 1 889' 1arda "İttihad-ı Osman/" adıyla kurdukları , daha sonraki yı l larda "İttihat ve Tera/.:/.:i" adını alan bu muhalefet hareketine kaıılanları , Batıl ı lar toptan "Jön Tiir/.:/cr" olarak adlandırmışlardır bilindiği gibi.
I 895 ' te İstanbul 'da patlak veren Ermeni olayları üzerine gizli "İttihat ı·e Tera/.:/.:i" de, adını açıklayarak duvarlara birtakım beyannameler asınca, Abdülhaınid' in hafiyeleri derhal harekete geçmiş ve örgütün ileri gelenlerinden bazılarını tuıu klayarak. Trablusgarp 'a , Şam ·a, Manast ı r 'a sürmü�lerdir. Yakalanııı ayanlardan birçok ki�i de Fransa 'ya. İngiltere 'ye, İsviçre · ye. l\1 ı s ı r · a kaçmı�tır. Selilll Nii:.lıer Gc!{ek' in saptamalarma göre . hu l.; i � ikr
Paris ' t e , Londra'da, Cenevre 'de Kahire 'de, tam 95 adet gazete çıkarmı�Lırdır o günlerde. Aralarında Arap, Arnavut, Çerkez vb. gibi Türk olmayanların, hatta Müslüman bile olmayanların da bulunmasına karşın, "/nihat ı ·e Terakki" örgütünün üyesi, ileri geleni bu kişilerin tamamını "./ön Tiirkler' ' diye adlandırmış lardır B atıl ı lar.
Gerçi aynı örgütün üyesiyıniş gibi gözükseler de, i lginçtir, bu kişi lerin aralarında bir görüş birliğinin varlığından veya bel irli bir siyasal program üzerinde aniaşmış olduklarından söz edebi )rnek de kesinlikle olanaksızdır ancak.
Ömeğin, bu yeni .1 ön Türk muhalefetinin önde gelen adları olan Alunet Rıza Bey' in, Mi:ancı Murat Bey' in ve Prens Sahahallin ' in savundukları fikirler arasında, Kanun-u Esas i ' nin yürürlüğe sokularak Mecl is-i Mebusan ' ın yeniden açılmasını istemenin dışında hiçbir ortak yan yoktur.
Diyelim, İttihat ve Terakki'nin Paris şubesinin de kurucusu olan Ahmet Rı:a Bey' e göre, İmparatorluğun içinde bulunduğu sorunlar tarımın ilkel l iğinden kaynaklanmaktadır. Daha öğrencilik y ı l larında vardığı bu kanıyla da Paris 'e gitmiş, tarım okumuştur. Okulu bitirip İstanbul 'a döndükten sonra da Tarım B akanlığında çalışmıştır bir süre. Ne ki, B akanlığın durumunu yakından görnüce, bu kez de tarımın kalkındır ı lmasının ancak köylülerin eğitimiyle gerçekleştirilebileceği ni düşünüp Eğitim Bakanlığına geçmiş, bir süre de orda çalışmıştır. I 889'da da, Fransız devrim.inin yüzüncü y ı l ı dolayısıyla Paris ' te açı lan sergiye görevl i olarak gitmiş, ancak sergiden sonra görevinden istifa ederek dönmemiş tir. Paris ' te kaldığı bu süre içinde de , bir yandan ünlü Fransız pozitivistlerinden Pierre Lajfitle' in derslerini iz lerken, bir yandan da İttihat ve Ter�ki ' nin Paris şubesinin kurulmasını gerçekleştirmiş ve ilk başkanı olmuştur. I 895 'te de, ikinci Jön Türk hareketinin ilk yayın organı "Meşl'erd' i çıkarmıştır. Pozitivistlerle i lişkis inden dolayı arkadaşlarının arasında bile adı "dinsi: " e çrkmış olduğu için de, gerek bu gazetedeki yazılarında, gerekse Ahdiillıanıid' e gönderdi.� i nıuhtıralarında . . po:itil'i:::nıclen kesinlikle söz etmem i� ve İmpartorluğun ge-
I R4
ri kalmışl ığınlll tarımın ilkel liğinden kaynaklcmdığını vurgulayıp, Abdülhamid 'e meşruı iyetin hem kötü birşey olmadığını, hem de kendisine karşı bir şey olmadığını anlatmaya çalışarak, ilkokuldan üniversiteye uzanan geniş bir eğitim politikası uygulamasını önermiştir sürekl i .
Mi:ann Murat Bey i se , Dağıstanlıdır, Kafkasy a ' da doğmuştur. Lise öğrenimini Stavropol 'da tamamladıktan sonra Moskova 'ya üniversiteye gönderilirken kaçmış, 1 873 'te İstanbul ' a gelmiştir. Fransızca ve Rusça bildiğinden Dışişlerine çevirmen olarak alınmıştır hemen. 1 886 'da da İstanbu l ' da "Mi: an" adında bir gazete çıkarmaya başlamış ve bu tarihten itibaren Mi:ancı Murat olarak ünlenmiştir. Prof. Serkes de; "Ahdii/hanıit :amannıda yükselerek yeni yurdımda tamnmış hir ya:ar \'e Mülkiye okulunda profesör oldu . " diye yazmaktadır. Gerçekten de Mekteh-i Miilkiye-i Sultani' de "İ/nı -i Servet" (İktisat) dersleri vermiştir bir süre. Ancak Abdülhamid'e ters düşünce, 1 895 'te Paris 'e kaçmak zorunda kalmış ve Jön Türk hareketine katılarak etkin bir rol almıştır. Hatta, Ahmet Rıza Bey ' i dinsizlikle suçlayanlarca bir ara İttihat ve Terakki Cemiyeti 'nin Paris şubesinin başkanlığına bile getiri lmiştir galiba. Ne var ki, Paris 'teki sürgün yaşamı da çok sürmemiştir verilen bilgilere göre. 1 897 'de, Abdülhamid' in gönderdiği haberlere kanıp, hemen dönmüştür İstanbul 'a , Maliye 'de görev almıştır. Bu uzlaşması yüzünden de Jön Türk arkadaşlarınca şiddetle eleştiri lmiştir. İ lginçtir, gene Prof. Serkes ' in saptarnalarına göre, "liberal ve nıeşrıttiyetçi" biri olarak tanınan mizancı Murat Bey, yazılarında da zaten çözüm olarak, "Ahdü/lıanıid' in lıalifeli,�inde hütün İslam dünyasım birleştirecek, İslami şeriatın uygu/anaca,�ı hir meşrıtti yönetimi" önermiştir ı srarla. Parlamenter sistemin İs lamiyete aykırı olmadığı inancındadır, çünkü Kuran ' ın Ali İ m ran ve Ta/ak surelerinde nıeŞl "eret usulünden söz edilmektedir. Bu nedenle, Abdülhamid' le ters düştüğü tek nokta, meclisi kapatmış olmasıdır. Görüldüğü gibi, Pan-İslam izmi savunan Jön Türklerin önderlerinden Mizancı Murat ' ın da, devrimci olmak fi lan şöyle dursun, ne düzenle bir sorunu vardır. ne de Abdülhamid' le, aslında . . .
İkinci Jön Türk hareketinin bir diğer ünlü önderi de, bi l indiğ i gibi Prens Sahalwttin ' dir. Ancak, adından da anla� ı lacağı gibi, Prens Sabahattin de zaten Saraylıdır. Annesi, Abdülhamid ' in kızkardeşi Seniye Sultan 'dır. Babası mahmud Celalettin Pa�a da, Gürcü Halil Rif at Paşanı oğludur ve Abdülhamid tarafından Adalet Bakanı yapılmıştır. Ne var ki , V. Murat ' ı yeniden tahta çıkarmak için düzenlenen bir kampioya katıldığı suçlamasıyla gözden düşmüş ve Abdülhamid' le arası açılmıştır. I 899'da oğulları Sabahattin ve Lutfu llah' la birlikte Avrupaya kaçmak zonuda kalmıştır bu yüzden. Annesi sultan olduğu için kendisini Paris ' te 'Prens' diye t<ınıtan Sabahattin ise, bir rastlantı sonucu Frederic Le Play' in kurduğu okul çevresiyle tanı� mı ş, daha sonra da Le Play okulundan l 886'da bir grup arkadaşıyla ayrılarak 'Sosyal Bilim ' adında bir dergi çıkarmış ve ayrı bir okul kurmuş Edmond Demo/i/IS i le tanışmıştır. Ve , kimi çevrelerce kendisine parasal yardımda da bulunduğu öne sürülen Edmond Demolins 'in etkisinde kalarak, o günlerde Avrupa için de oldukça yeni ' toplumsal sorun/ann toplumsal yapılardan kaynaklandı,�ı · görüşüne katı l ıp , Osmanlıların da bu durumdan kurtulabiimelerinin ancak toplumsal yapıda köklü bir değişikliğin gerçekleştirilmesiyle mümkün olabileceğini, bu amaçla da "adem-i merkeziyet ı·e teşehhiis-ı'i şahsi" (tek merkeze bağımlı olmayan ve özel girişimci) bir politika izlenmesi gerektiğini savunmaya başlamıştır co�kuyla . . . Prens Sabahattin'e göre, · ·o güne kadar yapılmış reform girişinılerinin haşanlı olamayışmuı nedeni, ne Mithat Paşa'dır, ne de Ahdülhamid'tir Osmanlmın toplumsal yapısının nitelıAidir. Asti dava Ahdülhamid' i derirmek de,�il, Do,� ulu toplum tipinden Batılı toplum tipine geçmektir. " (Prof. Berkes, age,s . 390)
Görüldüğü gibi, zaten Sarayl ı olan Prens Sabahatti n' in de asl ında ne Saray la, ne de Abdülhamit ' le bir sorunu vardır.
Üstel ik, Osmanlı yönetimini şiddetle eleştirmelcrine karşın , ne Abdülhamid onlarla il i�kisini kesmiş, ne de onlar Abdülhamid'le il işkilerini kesmişlerdir sanki. Örneğin, ilk y ı l larda, yapılacak birtakım girşimimlerle o ülkelerin hükümetlerine bu mu-
l X6
halefeti susturtabileceğini dü�ünmüşse de, bazı engel ler çıkartmayı başarmasına kar�ın, yayınları toptan durduramayacağını anlayınca, Abdülhamit bu kez özel kuryeler göndererek Jön Türklerle pazarlığa oturmuş ve gazete çıkarınaya son vermeleri halinde hepsini bağışlayacağım, hatta ülkeye döneceklere de hemen, yeteneklerine göre kendilerine yakışır görevler verileceğini bildirmiştir. Nitekim, yukarda da değindiğimiz gibi Mizancı Murat, bu pazarlık üzerine Mi::.an adlı gazetesini çıkarmaya son vererek ülkeye dönmüş ve Maliye B akanlığ ı 'nda çalışmaya başlamıştır. Daha sonraki yı l larda da eniştesine, İttihat 'ç ılarla işbirliği y apmayı bırakıp ülkeye dönmesi halinde kendisini bağışlayacağına dair haber göndermiş, ancak, Mahmut Celalettin Paşa'nın Meclis-i M ebusan ' ın yeniden açılması koşuluyla dönebileceğini bildirmesi üzerine de, onu derhal ölüm cezasına çarptırm ıştır. Damat Mahmut Celalettin Paşa ise, I 903 ' te Brokse l 'de yoksulluk içinde ölmüştür. Prens S abahattin de, ancak I 908 'de, İkinci Meşrutiyet ' in ilanından sonra dönebilmiştir İstanbul ' a.
I 900 yı l ında bir bildiri yayımlayarak, ilk kez, bütün Jön Türklerin katılacağı bir kongre toplanması fikrini ortaya atan, 4 Şubat I 902 ' te Paris'de, Türk dostu bir Fransızın evinde toplanan kongrede de İttihat ve Terakki Cemiyeti Paris Şubesi Daimi Komite üyeliğine seçilen Prens Sabahattin, bu kongreden sonra Jön Türk hareketinin parçalanması üzerine de, arkadaşlarıyla "Teşehhiis-ii Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti" adı altında ayrı bir örgüt kurarak başına geçmiştir.
Görüldüğü gibi, Osmanlı İmparatorluğu ' nun sorunlarına yeni ve değişik açıdan bakan, özgün öneriler getiren, İkinci Jön Türk hareketi içindeki tek kişi de Prens Sabahatttin'dir.
Gerçi , "adem-i merke::.iyet" fikri, o güne dek neredeyse bütün Osmanlı aydınlarınca savunulan İmparatorluğun eski görkemli haline kavuşabi lmesi için merkezi hükümetin yeniden güçlendirilmesi görüşüyle çelişmek şöyle dursun, galiba güçlü bir merkezi otoritenin yönetim biçimi olan imparatorluk kavranuna da ters düşse gerektir. Ancak, gündeme ilk kez gcı i r i l ıı ı i� yeni bir görüş olduğu da kuşkusuzdur.
I R7
Gene, İmparatorluğun bugünkü durumunun toplumsal yapıdan kaynaklandığını ve sorunların ancak ekonomi politikasının değhtirilmesiyle çözüınlenebileceğini Osmanlı tarihinde dile getiren i lk kişi de Prens Sabahattin olmuştur, gördüğümüz kadarıyla.
Gerçi Ahmet R ıza Bey de, sorunların, tarımın ilkelliğinden kaynaklandığı görüşündedir. Ancak, tarımın bu ilkellikten kurtulması için ülkede halen geçerli olan tarımsal üretim i l işkileri ve toprak mülkiyeti konularıyla hiç i lgi lenmeyip, sorunun çözümünün eğitimle ilgili olduğunu öne sürerek, ilkokuldan üniversiteye köklü bir eğitim reformu gibi öneriler getirmesine bakılacak olursa, doğrusu Ahmet Rıza B ey ' in de soruna ekonomik açıdan yak laşmış o lduğunu söyleyebilmek, galiba olanaksızdır.
Fakat, öte yandan Prens Sabahattin de, sorunun ekonomik olduğunu söyleyip, toplumsal yapının değiştirilebilmesi için liberal ekonomiye geçilmesini önerirken yalnız teşehhüs-ii şahs i' den (özel girişimciliğin erdemierin den) söz etmektedir zaten. Başka bir ekonomik öneri getirmemekte, toplumsal yapımız veya mevcut ekonomik ilişkilerle ilgili herhangi bir değerlendirmede bulunmamaktadır. Yani, ne bir ekonomik çözümleme yapmaya girişmiştir, ne de ekonomik bir saptama yapmıştır.
Kuşkusuz, Prens Sabahattin de ekonomist değildir. Doğrusunu isterseniz, Osmanlı aydınları arasında, değil bir ekonomistten, ekonomi bilimi ile şöyle biraz yakından ilgilenmiş birinin varlığından söz edebilmek de olanaksızdır galiba. Zaten uzman yetiştirecek yüksek okullar da henüz yoktur ülkede veya yeni yeni kurulmasına çalışılmaktadır. Örneğin, bir üniversite kurulması fikri ilk kez I 845 y ılında ortaya atılmış olmasına karşın, ancak I 874 y ı l ında, Mekteb-i S u ltani 'de (Gal atasaray Lisesi 'nde) iki sınıf boşaltılarak Mekteh-i Hukuk ve Mekteh-i Tumk ı ·e Maabir (Yol lar ve Köprüler Mektebi) adı altında iki yüksek okul açı lmıştır güya. Çünkü, bu okullara önce u lema . Hukuk'ta ' 'Roma Hukuku" Yol lar ve Köprüler ' de de "Fi:ik" okutulduğunu öğrenir öğrenmez şiddetle karşı çıkmış, sonra da Abdülhamit. sallanatının daha birinci y ı l ında, 1 877 'de , u lema-
nın isteği üzerine, her ikisini de kapatmıştır. Tarihçilerio "İktisat eden fakir olma:" dediği için " iktisatç ı" olarak niteledikleri ve Abdülhamit ' in de tam 7 kez sadrazamlığa getirdiği Küçük Sait Paşa da, daha ilk sadrazamlığı sırasında, I 879' 1arda, ülkeye "nıali bilgilere sahip kimseler yetiştirmek" amacıyla Divan-ı Muhasebat binasının bir odasında açtırdığı "Mekteh-i Fümm-u Maliye" adl ı okul da, ne yazık ki ancak üç yı l eğitim yapabilmiştir. (Prof. Karai, Osm. Tar. c-8, s . 396)
Ancak, Mizancı Murat B ey, Maliyeci Cavit Bey ve benzeri kişilerin anılarından veya haklarında y azılmış monografilerden çıkarıldığı kadarıyla da, y üzyılın sonlarına doğru , örneğin I 87 8' de yeniden eğitime başlamış M ektehi-i Hukuk'ta; I 859'da iki yı l l ık kısa eğitimlerle devlete memur yetiştirmek amac ıyla kurulmuş, l 877-78 ' 1erde eğit im yı l ı beşe çıkarılmış Mekteh-i Mülkiye- i Sultan/' de hatta daha sonraları Harp Akademisi i le Yüksek Öğretmen Okulu 'nda "İ/m-i Servet" adı altında, kimi kaynaklara göre "İktisat" kimi kaynaklara göre de "ekonomi politik" diye nitelenebilecek bir ders de okutulmamış değildir doğrusu.
Osmanlı İmparatorluğu 'nda ta XIX. yüzyılın sonlarına kadar temel eğitim kurumu olan medreselerde, eğitim, bilindiği gibi neredeyse bütünüyle ezbere dayalıdır. Bu nedenle, ders kitabı kavramı da pek yaygın değildir. Sutan I I . Mahmud'dan itibaren açılan, dindışı eğitim veren nıektepler, rüştiye ve İdadilerde okutulacak derslerle ilgili kitaplar da, gördüğümüz kadarıyla ilk kez Abdülhamit döneminde, belirli bir plan ve program çerçevesinde u lemaya yazdırtılmıştır. Dolayısıy la, X IX. yüzyılın sonlarına doğru, üstelik topu topu bir iki okulda ve haftada olsa olsa bir veya iki saatliğine okutulmaya başlanılmış yeni bir dersin kitabının da hemen yazdırtılmış olması, galiba gerçekten de, kesinlikle söz konusu bile edilmemelidir.
Gerçi , Prof Zafer Toprak. Tarih Vakfı Yurt Yayınları arasında I 995 y ılında çıkan "Milli İktisat- Milli Burjum:i" adlı kitabında, Osmanlı aydınının Balkan Savaşı yenilgisinin onur k ırıklığıyla bir cankurtaran simidine sar ı l ı r gibi dört elle sarıldığı
I R9
"milli iktisat" deyimini de benimseyip, "Tiirk/er İngili::: iktisadının tutsa.�ı kalarak, iktisana da taklitçi/ikten kurtulamamışlardı " diye suçladıktan sonra, "O güne de,�in orta ı·e yiisekokullarda okutulan iktisat derslerine/e, Adam Smith, Leroy Beaulien, Charles Gide gihi iktisatçı/ann eserlerinde göriilen klasik ö,�retiler giindenıe gelmişti. " (s . 1 46) diye yazarak, iktisat derslerinin yalnız Mekteb-i Hukuk, Mektebi-i Mülkiye vb. gibi (bir çeşit) yüksekoku llarda da değil , riiştiye ve idadi/erde de okutu/duğunu, üstelik bu derslerde dönemin moda iktisatçı larının görüşlerinden de söz edildiğini öne sürmekte ise de, ilginçtir, ne bir kaynak göstermektedir bu konuda, ne de bu "İ/m- Servet" dersi i le ilgili bir kitabı gördüğüne dair herhangi bir açıklamada bulunmaktadır.
(Burada hemen şunu da belirtelim ki, Sayın Profesör; İttihat ve Terakki iktidarının, hem Balkan Savaşı yenilgisinin öfkesi, hem de Yusuf Akçura 'n ın o günlerde Orta Asya 'dan getirdiği Türkçülük düşüncesinin romantik coşkusuyla önünü ardını fazla da düşünmeden, ticaretin Hıristiyan azınlığ ın elinden alınarak Müslümanlaştırılması girişimleri sırasında, ola ki ilk kez de parti ideologu Ziya Gökalp 'çe politik bir s logan olarak kullanı lmış , "Milli İkisat' ' deyimini, her ne kadar kimi yerlerde "Bir tür neomerkantilist iktisat politikası" veya "kapitilasyon/arm zorunlu kıldı,� ı liberal iktisadi ilişkilere tepki" şeklinde açıklamalarda da bulunsa, bilimsel bir ekonomik terim olarak benimseyip, ona "devletçi ekonomi/kapa/ı ekonomi" anlamını yüklemekle de kalmamış, i lginçtir, "Bütün Türklük tarihinden hi/inen kadarıyla, 'Tiirk milli iktisadı ' 11111 en uzun süren aşaması çohan/ıktır" (s. I 7) diyerek, bu deyimi toplunı/ann içinde hu/wıduk/an haşat üretim ilişkileri ile i lgili bir terim anlamında kullanmakta da sakınca görmemiştir. Ayrıca, Sayın Profesöre göre, İttihat ve Terakki 'nin bu "milli iktisat" politikasıyla imparatorluk da, ' li heral ekonomiden mzgeçip. devletçi hir ekonomiye geçmiştir' yeniden. Çünkü, Sayın Profesörün, İkinci Meşrutiyet ' le bir ekolıomik deıTimin de gerçekleştirild iğindcn ve bu devrimle "dalw ilk nilardan itibaren 'kapıku/u' gcle11e,�i radsımp. hirercili.�in Os-
l lJO
man/ı top/umumm temel felsefesi yapt!arak ve 'teşebbiis-ü şah.1 i ' görüşü de Osmanh toplıtnı yaşamının temeli haline getirilerek" İmparatorluğun "mali der/et" anlayışından " iktisadi der/et" anlayışına � ıppadak geçirildiğinden de hiç kuşkusu yoktur. Gördüğümüz kadarıyla, İttihat çı aydınların I 908 ' den sonra çıkmış, önce "serbesti-i ticaret" "serbesti-i mübadele " "serbestii rekabet" sonra da "iktisad-ı milli" vb. gibi, Farsça "serbesti" ve Arapça "milli" sözcüklerinin bolca kullanıldığı tamlamalarla bezeli çok sayıdaki (güya) ekonomi yazılarının "ha mas i" söylemi, Osmanlı toplumunun ekonomik ilişkileriyle ilgili gerçekleri salt İstanbul 'da çıkmış iki bin tiraj l ı gazete haberlerinden, gene İstanbul ' da kurulmuş şirketler le i lgili istatistiksel bilgilerden ve bazı hükümet kararlarından yakalamağa çalışan Sayın Profesörü biraz gereğinden çok etkilemiştir galiba . . . )
Çünkü, Prof. Toprak' ın, yalnız Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-i Mülkiye de peğil, rüştiye ve İdadilerde de ilm- servet derslerinin okutu lduğu, hatta aydınlar arasındaki "koruyucu ya da serbest dış ticerer tartışmalannın 1 908' e de,� in büyük ölçüde bu ders kita plannda da yer a/dı,� ı " (Age, s. 30) şeklindeki savlarına katılabilmek bizce gerçekten alanaksızdır.
B ilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu ' ndaki, Batı l ı anlamıyla ortaokul düzeyinde ilk eğitim kurumu olarak niteleyebileceğimiz rüştiye, İstanbul ' da 1 838 y ıl ında açılabiimiştir ancak.
Osmanlı İmparatorluğu 'ndaki ilk eğitim bakanl ığı da, ilk rüştiyeden tam 8 yıl sonra, I 846'da "Mekatib-i Umumiye Nezareti" adıyla kurulabilmiştir.
Rüştiyelerde verilen eğitimin yüksek öğrenim veya meslek eğitimi için yeterli olmadığı anlaşıl ınca da, lise olarak niteleyebileceğimiz ilk idadi ise, eğitim bakanlığının kuru lmasından tam çeyrek yüzyıl sonra, ta I 873 ' te açı labilmiştir, Yukarda da belirttiğimiz gibi, Mekteb-i Hukuk gibi yüsek okul lar da zaten bir yıl sonra, 1 874'te kurulmuşlardır. Ne var ki, yüksek öğrenim görecek veya yüksekokullarda ders verecek nitelikte yeterl i bilgiye sahip öğrenci ve öğretmen bulmakta zorluk çekildiği için, bu okul lardan beklenilen sonuç zaten elde edi Ic m emi� ve.
l l) ı
yukarda da değindiğimiz gibi , 1 877 ' de Sul tan Abdülhamit tarafından bu gerekçeyle ( tasarruf gerekçesiyle) kapatı lmı�lardır. (Prof. Enver Ziya Karai ' ın verdiği bilgiye göre, aynı y ı lda açı l mış ' 'Turu/.:-u Maahir-yo//ar ı · c köprii/cr-Mc/.:tchi" adl ı i lk sivi l mühendisl ik okulunun kapatılmasının bir diğer önemli nedeni de, 43 öğrencisinden büyük bir kısmının Hıristiyan oluşu imiş . ) Nitekim, Prof Bayranı Kodaman da; (Tan:::.inıat dcıTindc o/duifu gihi, 1876-1 909 arasmda da ilk ve orta dereceli okıtilann öifrctnıcn kadrolanmil hüyük hir kısmı m medrese kökenli /.:imse/cr oluşturmuştur " diye yazmaktadır. (Prof. B ayram Kodaman, Abdülhamit Devri Eğitim sistem i , Türk Tarih Kurumu 1 99 I , s . 1 54)
Prof. Zafer Toprak'ın, 1 988 y ı lında Cem Yayınları arasında çıkan "Türkiye Tarihi" adlı ortak kitabın 3. cildine yazdığı " İktisat Tarihi" başlıklı bölümde belirt i ldiğine göre de, yüksek okullardaki ilm-i servet derslerini genellikle "Sakız/ı Ohamıcs Paşa, Portakal Mihai/ Paşa" vb. gibi azınlık aydınları vermiş olsalar gerektir zaten.
Ayrıca, i lk idadi her ne kadar 1 87 3 yı l ında açılmış ve İstanbul' daki idadi sayısı bile 1 876 'ya kadar ancak dörde veya beşe çıkmış ise de, XIX. yüzyılın sonlarına kadar, taşrada da İdadilerin açılmaya başlaması üzerine ülkedeki idadi sayısının neredeyse yüzü bulduğu da unutu lmamalıdır. Yani , salt bu sayıda öğretmen bulabilmek açısından, İdadilerde de ilm-i servet okutulmuş olabileceğini düşünmek bile olanaksızdır galiba.
Ancak, Prof. Zafer Toprak' ın böyle bir yanılgıya düşmesine de, ola ki 1869 tarihli Maarif-i U mu mi Ni:::.anınanıcsi neden olmuştur sanırız. Çünkü, yüksek öğrenim için öğrenci yetiştirmekle rüştiyclerin yetersiz kaldığı anlaşı lınca, bir üst orta öğretim kurumu olarak İdadilerin açılmasına karar verilen bu Ni:::.anınanıc ' de, İdadilerde akutu lacak dersler arasında "İ/nı -i Senct-i Mi/d' diye bir dersten de söz edilmektedir. Bu Ni:::.anınanıc'yi hazırlayanlar da id(u/i diye adlandırdıkları bu yeni orta öğretim kurumunun modelini ve eğitim programını, İstanbu l 'da bir y ı l önce, 1 H68 ' de, Fransızl arın kurduğu Me/.:teh-i Sultani'den (Ga-
1 92
latasaray Lisesi ' nden) almış lardır galiba hiç kuşku yok ki . . . Anıınsanacağı gibi, Sultan Abdülaziz, belki yeni bir borç bu
luruz diyerek Ali ve Fuad Paşa ' ların zorlamasıyla, 1 867 y ı l ında III . N apoiyon ' un çağrı sını kabul edip, u lemanın büyük buluşu olan "miiharek ayaklan kcl/ir topraklanna hasıp da günaha girmesin diye çift taha111 1 1 1 1 1 arasına Marmara kumu doldurulmuş ayakkahı/any/a" Pari s 'e gitmiştir. Orada Fransız bankerlerinden belki umulduğunca yeni borçlar sağlanamamıştır ama, Fransı: E,�itim Bakam Victor Dumy 'nin uğurlarken el ine tutuşturduğu yeni bir eğitim projesiyle dönmüştür yurda ve Fransız hükümetinin seçip göndereceği M de Sa/ve' ın yönetimindeki "otuz kırk nefer mua//im/e" öğretim dil i Fransızca o lacak bir okul kurması için, hemen Galatasaray kışla-i lıümaywıu 'nu boşalttırıp Fransız elçisi M onsieur Bourre' a teslim etmiştir. 1 Eylül I 868 ' de açılan bu okulda, Fransa'dan gelen eğitim programına göre okutulan dersler arasında da, Fransızca, Grekçe, Latince, matematik, kozmoğrafya, mek<ınik, fizik, kimya, biyoloji i le birlikte bir de "Ekonomi" vardır. Bu modele göre tasarlanmış İdadilerde akutulacak dersler arasında sayılan "İ/m- i Servet- i Mi/e/'' de, hiç kuşku yok ki "Ekonomi" kavramının o günkü anlayışa uygun Osmanlıca çevirisidir.
Kısacas ı , "ekonomi" kavramının da Osmanlı aydınının gündemine ilk kez XIX. yüzyılın sonlarına doğru girm iş olduğu, gal iba tartışı lmasa gerektir. Ancak, Osmanlı aydınının, 1 908 ' den sonra da "ekonomi denilince, tıpkı Tanzimat dönenıinde o/du,�u gihi, gene hemen dış ticaretin geliştirilmesini, yahann sermaye girişinin desteklenmesini, gelirlerin artılması için de ı ·ergi/er/e, özellikle de gümrük ı·ergi/eriy/e oynamayı anladı,� ı" konusunda da sanki hiçbir iktisat tarihçisinin kuşkusu yoktur, gördüğümüz kadarı y la. Yani, Osmanlı aydınları arasında, ekonomiyi biraz bilen, ü lkenin ekonomik yapısı ile ilgili geniş çerçeveli bir çözümleme y apıp yorum yazabilecek birini bulabilmek, galiba gerçekten de olanaksızdır.
Bilindiği gibi. " 'Üç Tar:-ı Simset ' " adlı yazısından dolayı B atı l ı çevrelerce de " Tiirk�·ii/iik akımının kurucusu. haşkam H' wı-
1 ') 1
\"/ClSI sayılan Yusuf Akçura Kazan' l ıdır ve I 906 yıl ında arkadaşlarıyla "Rusya Müslümanlan Birli,�i" adı altına bir parti kurarak seçimlere katılmış ve birinci Duma ' ya mil letvekili olarak girmeyi başarmıştır. Ancak Çar Nikolay 'ın 3 Haziran I 907 'de Duma'y ı kapatması üzerine Kazan ' a dönen Akçura, Çar ' ın bu kararını eleştİren bir yazısından dolayı tutuklanacağını anlayınca kaçıp bir süre Kırım 'da saklanmış ve I 908 'de İkinci Meşruıiyeti ' in i lan edildiğini öğrenince de yeniden İstanbul ' a dönmüştür hemen. ı 9 I I ' de de, İstanbul ' da hem "Türk Yurdu" adında bir dernek kurmuş, hem de " Türk Yurdu" adında bir dergi çıkarmaya başlamıştır. Dergide, ü lkenin iktisadi durumu ve Anadolu Türklerinin ekonomik yapısıyla i lgili yazılar da yayımlamak istemektedir. Çünkü, gene kendi deyimiyle, "bir milletin, memleketine sadece askerlik Fe nıenıuriyetle sahip olanıayaca'�llla" yürekten inanmaktadır. "Bir de temellük-i iktisadi ( ekonomik egemenlik) \'ardır Bugün bir milletin iktisadi i stilası ile askeri istilası arasında maddeten birfark bulunmadı,� ı artık iyi bilinmektedir. " Ama ne var ki, Yön dergisinde belirtildiğine göre, "Memleketin bütün tamnmış iktisatçıianna başvurdu,�u halde, vaatten başka bir şey alanıamış " t ır. (Yön dergisi , 29 Mayıs ı 963, sayı 76 , s . 8 )
Prof. Berkes de, " Yusuf Akçura'nuı 'natıka- pel'l'a:' (güzel konuşan, dü:gün \'e etkileyici sö: söyleyen) deyimiyle kastetti,�i C mit Bey gibı iktisatçı lan Türkiye' ni 11 ekonomi k sorunlan ü:erine ya:ı l'eremeye ça,�ırdı,�ı halde ya:nıadıklamıdan, esnafın durumu ü:erine iktisatçı olmayan bir ya:arw bir tek ya:ısından başka bir ya:ı bulanıadı,�uıdan" yakındığını söyleme!<tedir.
İ lginçtir, gene Prof. B erkes ' in verdiği bilgi lere göre, tam o günlerde, ı 9 I I 'de, İstanbul 'da yayımlanan Tanin, Tası·ir-i Efkôr ve .lewıe Turc gibi gazetelerde "Parvus Efendi" imzas ıyla, Osmanlı İmparatorluğu 'nun ekonomik sorunları üzerine yazılar çıkmaya ba� lamıştır. Yusuf Akçura da, hemen Parvus Efendi 'yi bulmu� ve kendi dergisinde de ekonomik konularda yazı lar yazmasım istemiş ki, gerçekten de Türk Yurdu dergisinin 9 Haziran ve 22 Haziran 1 9 I 2 tarihli sayılannda Parvus Efendi' nin iki ya-
I LJ4
zısı çıkmı�tır. Ancak, Yusuf Akçura, bu Parvus Efendi ' nin kim olduğunu da çok iyi bilse gerek ki. yayımladığı ' 'K örtii/er ı·e Devlet" adlı i lk y azısının başına koyduğu dergi imzalı "sunu" yazısında, iktisatçılarımızın bilgileri İmparatorluğun sorunlarını araştırmaya yetmediğinden. ülkenin ekonomik sorunları üzerine yazı yazacak bir iktisatçı bulamadıkları için, Tanin ve Jeune Turc gazetelerinde çıkan ya�ılarından ekonomiyi ve tarihi yorumlamayı iyi bildiğini gördükleri Parvus Efendi 'y i "Tiirk Yurdu" yazı ailesine aldıklarını belirttikten sonra, "Vakw Parl'Us Efendi' nin iktisadi ve içtinıai me sf eklerinin ha:ı nıiihinı noktafamıa 'Tiirk Yurdu' iştirak edenıe:se de. halkı semıck. elden gefd(�i kadar fakir halka yardım etmek gihi en nıiihinı hir esasta kendisiyle hir ihtilafımı: yoktur " diye bir açıklamada bulunma gereği de duymuştur.
Çünkü gerçekten de Par\'Us Efendi bir Osmanlı Ermenisi filan olmayıp, gene Prof. Berkes ' in anlatımıyla, "Latince 'kiiçiik' anlamına gelen hir tak ma adla Tiirkiye ' de ekonomi ii:crine yanlar ya:an hu kişinin Al 'rupa ' da hi/inen adı Afexandre Hefphand' dır 186 7 yılında Rusya ' da do,� muş, Almanya' da doktora yapmış, 1 905 Rus del'rinıine katı fdı,�ı için yakalanıp Sibirya' ya siiriifnıiiş. oradan kaçarak Alnıanya re İsı ·içre' de sosyalistlerle hirlik olmuş, hu siire içinde Kaustsky, Trotsky, Rosa Luxenıhurg ı·e Lenin gihi tanınmış sosyalistlerle çalışmış, fakat hunfamı hepsiyle sosyalist teori ve stratejisi açısmdan ayrılıklara diişmiiş hiridir ı ·e 1 91 O Kasım ' ında da Tiirkiye ' ye gel nıişti1: Romen sosyalist i 1/risto Rakovsky ı ·e 1 908' de Selanik mehusu da olmuş Vfahof Efendi gihi Makedonya devrimciteri aracılı,�ıyfa İttihat ı ·e Terakki Partisi' nin öndcrfcriyfe . Tiirkçıifcrfe tamşmıştır hemen . Ya:ıfarı Osmanlı aydınları ii:crinde etkili olmuş. hiiyiik ilgi görnıiiştiir. " (Age, s. 46 I ) "Tiirkiye 'de haşfayan Alnıanya ile gi:fi ilişkileri. 9 Ocak 1 915 'te İstanbul'daki Alman efçifıAi11de göreı·li Dr. Zinınıcr aracılı,�ıyfa gr)riişti(�ii Büyiikefçi Wallgenfıein ' 1111 girişimferi ii:erine ça,�rıfdı,�ı Berlin ' de de siirnıüş ı ·e Afman nıakanıfarıyfa işhirlıAi sonucu. Lenin ı·e arkadaşlarılilll nıiihiirfii hir \ '(/gonfa, Alnıanya ii:erinden İsı ·i�Te 'den Rusra' _m ge�·irif111esini sa,�fanııştır ( Age.s. 6 I 6. dipnot .6J)
Görüldüğü gibi , Parvus Efendi ünlü bir komünisttir ve ilginçtir "Parnts E(endi'' takma adını kullanan bu ünlü komünist A/exandre lsrae/ He/phand de, İstanbul 'da yayımlanan bu Türkçe yazılarında kesinlikle sosyalizmden söz etmemiş, tam karşıtı, Türkler için yapılacak tek şeyin , kapitülasyonlardan ı ·e dış horçIardan hir an önce kurtu/manm çaresini hu/up, Osmanlı İmparator/uifu ' mm yerine hir ulus devlet kurmak oldu.� u görüşünü savunmuştur ısrarla. Çünkü, Parvus Efendi ' ye göre, Osmanlı İmparator/uifu Avrupa sermayesinin sömürü alanı haline geldiif i için höy/e [.:eri kalmıştır; dış harç ve yabanci sermaye sömürgeleştirmenin temel araçlarından o/duifu için, yeni dış harç ve yabancı sermaye bularak da hu durumdan kurtulahi/menin o/ana,�ı yoktur; dış harçların koşulları da :aten her geçen [.:Ün biraz daha aifırlaştırı/acaktır; Türk aydım ise, gördü,� ii kadarıyla, hem hu bilgilerden yokswıdw; hem de halkından kopuktur, gerçeifi bilmemektedir. Dolayısıyla Avrupadan sa,�/anahi/eceifini sandıkları yeni dış horç/m·/a toplumu hızla kalkındırorak Avrupa uygarlı,�ına kavuşturabi/ecek/eri pa/avrasına kolayca sarı/mışlardu:
O günlerin, hemen hemen aynı görüşleri savunmuş bir diğer ünlü ekonomi yazarı da, iktisat tarihçilerinin verdikleri bilgilere göre, Tekin Alp ' dir. "İkinci M eşrutiyetin en ve/ut ya::.ar/arından biridir Tekin Alp . " " 1 91 5 güzünde 'milli iktisada doifru' düsturuy/a yayımlanmaya başlayan İktisadiyar Mecmuası ' m n başyazarı o/duifu gihi, İttihatçı/arın da iktisadi konulardaki ideo/ogudur. " "İktisadiyat Mecmuası ' m n yam sıra Türk Yurdu, İslam Mecmuası ı·e Yeni Mecmua' da da birçok yazısı çıkmıştır. " I 9 I S ' te İslam Mecmuas ı 'nın 22. sayısında çıkmış "Milli İktisat" adlı yazısında, "Türklerin de siyaset al am nda yetişmiş kahramanları eksik de if i/dil: Fakat maalesef� mili iktisatçıları hiç yoktw: Bu nedenle, Türkler de hir an önce milli hir iktisat oluşturma/ı, milli iktisatçılar yetiştirmelidir. " diye yazan Tekin Alp, bütün yazı larında da "milli iktisat" görüşünü savunmuştur. (Prof. Zafer Toprak, Mil l i İktisat-Mil l i Burjuvazi. Tarih Vakfı Yayını , İ stanbul 1 995 . s. 14- 15)
ı <J(ı
Ama i lginçtir, Tekin Alp de, tıpkı Parı'tlS Efendi gibi, İkinci Meşrutiyet döneminde yaşamış bir gerçek kişi değil, bir takma ad dır. Avrupalılarca Mos es (M o i:) C o hen adıyla bilinen İstanbu ll u bir Musevidir.
Görüldüğü gibi, Osmanlı aydınına i lk ciddi ekonomi-politik derslerini, ünlü komünist A/exandre Helphand, nanı- ı diğer Parı·us Efendi ile Moses Cohen, nanı-ı d(�er Tekin Alp vermiştir galiba gerçekten de.
Hatta ilginçtir, "ilk ciddi ekonomi- politik dersini vermekle" de kalmamışlar, sanırız "ekonomi" kavramını Osmanl ı aydınının dağarcığ ına ilk sokanlar da onl ar olmuştur, gördüğümüz kadarıyla.
Nitekim, Ord,Prof. Enver Ziya Karal 'da; "Gülhane Hattım ilan edenler, sadece Avrupa' 11111 hazı hukuk ilkeleri ile müesseselerini aklarnıayı diişiinmüşlerdir. Ahdülaziz devrinin haş/l(·a özelli,� i. Avrupa usulünde ku\'\'etli hir ordu ile hir donanma meydana getirmek için çalışmak olmuştur. A hdü/hamit ll. del'rinde ise, i mparator/uk hudutlannın daralmasına ra,� men, azamet/i hir memur makinesi oluşturulmuştur. Sözün kısası , ne ll. Ahdü/hamit' den önce, ne de omm istihdat devrinde Batının maliye ve ekonomi müesseselerini kökiii hir şekilde anlayan ı ·e anlatahi/en hir insan yetişmiş tir. " diye yazmaktadır acı bir dille.
Sonra da, Abdülhamit'in tam 7 kez sadrazamlığa getirdiği Sait Paşa' nın anılarından aktarak; "Avusturya Başhakam K ollf Andraşi' nin 30 K asım 1 87 5 'te verdi,� i n ota üzerine, Sadrazam Mahmut Nedim Paşa' 11111, ülke ekonomisinin kalkındın/ması çare/erini araştırmak üzere, Osmanlı tarihinde ilk kez kurdurdu,�u Ticaret. Ziraat ı ·e Endüstri Meclis-i Kehiri adlı komüsyonun, daha ilk /ayihasını hazırlar hazırlamaz derhal da,�ıtı/dı,�ım " Sait Paşa ' mn sadra:amlı,�ı sırasında, 1879 'a ilk kez kurulan "Ticaret re Ziraat odalannın 1 894 ' de kapatı larak 'Orman, Maadin ı ·e Ziraat Ne:areti ' adıyla hir hakanlık haline getirild(�ini , ancak \'llemi/ hir hakanlık sayı/nıadı,�ı için Nazınnın hakanlar kuruluna alınnıadı,�ını . hakanlıkfen heyetinde de :aten ya/m: hir nıii/ıcndisin lm/wıdu,�unu" belirmektedir. (Age . . 438)
1 97
Bu nedenle. Sakt::!t 0/ıamıes Paşa ' nı n , iktisat tarihçilerimizin belirttiklerine göre, 1 88 I y ılında yayımlanmış, bugünkü dile "uluslararast iktisada giriş veya ulus/ann ::enginli,�i ile ilgili ilk bilgiler" diye aktarılacak "Mebadi-i İ/m-i Sen·et-i Mi/e/'' adlı kitabı, galiba gerçketen de, iktisattan söz eden Osmanlı ülkesindeki ilk kitap olsa gerektir.
Gene 1 880'1 i y ı l larda iktisattan söz eden i kinci kişi de, ola ki Mikaci Portakal Paşa ' dır.
Daha sonra iktisattan söz eden i ki kişi ise, Rusya'dan gelmiş Türk kökenli iki aydındır. B iri, yukarda da değinildiği gibi, I 873 y ı lında İstanbu l ' a gelen ve 1 886 'da Mi::an adında haftalık bir gazete çıkaran, orta öğrenimini Rusya'da yapmış, Dağıstanlı Mi::anct Murat Bey, diğeri de I 865 ' te Kazan' da doğmuş, orta öğrenimini Rusya'da tamamladıktan sonra I 887 'de İstanbu l ' a gelerek Mekteb-i Mülkiye 'y i bitirmiş , sonra da hemen Harp Akademisi 'ne Rusça ve İ lın-i Servet hacası o larak atanmış Musa Mehmetcan!to,�/u Aky(�it::ade 'clir.
Ve ilginçtir, XIX. yüzyılın son çeyreğinde ekonomi bilimiyle ilk kez karşılaşan Osmanı aydını, artık her ne hikmetle ise, liberalizmi hemen tek seçenek, tek kurtarıcı kabul edip, can kurtarma simidine sarılırmış gibi dört elle sarılmışlardır ona.
Örneğin, Sakızlı Ohannes Paşa, Mikael Portakal Paşa, Maliyeci Cavit Bey gibi aydınlar, Prof Korkut Borata ı • ' ın deyimiyle, "büyük ölçüde ça,�daş liberal Franst:: iktisatçt lamıdan kaynaklanan kitaplan nda, ekonomiye devlet müdahalesine ı ·e korumaya şiddetle karşt çtkarak içte re dtşta, 'liberal' iktisat politikalartillll parti::anltğtnt yapnuşlar'' dır. (Türkiye Tarih, c.4, s . 2 7 ı )
Prof. Zafer Toprak da, "O dönem aydm/amıa göre , liberalizm Osman!t toplumu için tek kurtuluş yoludur. O ytllarda liberal olmak değişimden yana o/makttr. " d iye yazmaktadır. (Türkiye Tarihi, c . 3 , s . 2 I 5)
Ancak, liberalizınin "parti::anlt,�111 1 " yapan bu Osmanlı aydınları , kendilerinden geçercesine. ülkenin içinde buluduğu geri kalını� l ıktan kurtulu�u için tek çarenin "serbest dtş timrct. yu-
1 9�
hancı sermaye ve dış harç" olduğunu savunurlarken, Tanzimat' tan bu yana zaten bu politikaların uyğulandığı Osmanlı İmparatorluğu'nun XX. yüzyıla giril irken ne durumda olduğu konsunda, gene, Prof. Boratav ' dan öğrendiğınize göre, E.G.Mears de "Modern Türkiye" adl ı kitabında, 1 924 yıl ında, "Yaha11c1 sermayenin etki alanının Osmanlı İmparator/uifu' ndan daha gen iş o/duifu hir haşka haifımsız devlet herhalde yoktur. Bu miras, sadece ekonomik girişimleri ilgi/endirmek/e kalmaz, ülkenin bütün politik ve toplumsal hayatını etkisi altına a/w . . Siyasi denetim saiflamanın en güvenceli ve en hasit yöntemlerinden hiri sermaye kaynaklan üzerinde egemenlik saif/amaktır .. . Eski Osmanlı İmparator/uifu, şaşılacak derecede dış mali çı,kar/ara ipotek edilmiş durumda idi . " diye yazmaktadır oysa.
Osmanlı aydınının tanışır tanışmaz dört elle sarıldığı bu liberalizm sevdasına i lk karşı çıkanlar, "ülkelerin düzeyleri eşit olmadıkça, serbest pazarda güç/ünün zayıfı ezeceifini" söyleyerek şiddetle eleştirenler de, ilginçtir, gene Orta Asyalı aydınlar olmuştur. Örneğin, Mizancı Murad, "yerli sanayii gözetici önlemler alınmazsa, ülke yakın hir gelecekte hir 'ecnehi pazarı ' haline dönecektir" diye yazmaktadır. Musa Mehmetcanlıoif/u Akyiifitzade, yazılarında, kitaplarında, dersler inde, "iktisadi faydanın yanı sıra, siyasal ve ulusal çıkarların da gözetilmesi" , " iktisadifayda ile ulusal çıkar haifdaşmadıifı zaman maddi servetten özveride bulunulması" "serbest pazar ulusun geleceifini tehdit edecekse, koruycıt dış pazar politikası izlenmesi" gerektiği görüşlerini savunmaktadır ısrarla. (Prof. Toprak, Mil l i İktisat-Mill i Burjuvazi, s . 29)
Ünlü komünist Parvus Efendi 'nin, 1 9 1 2 ' lerde, Osmanlı aydınının tartışma gündemine daha bilimsel bir biçimdegetirdiği görüşler, galiba hiç kuşku yok ki, ilk kez X IX. yüzyılın sonlarında İs tanbu l ' a gelmiş bu Orta Asyalı Türkler tarafından ortaya atılmıştır, bir anlamda.
Görüldüğü gibi, tıpkı Türkçü/ük düşüncesi gibi, ekonomik egemenlik, ekonomik ha,�ımsı:lık düşüncesi de ilk kez Orta Asyalı Türkler tarafından getirilmi� Anadolu 'ya . . . Ne garip . . .
1 99
Kimdir Bu Osmanlı Aydım?
Tarihçilerio yazdıklarına göre, bir c ihangir o larak doğduğuna kendisi de inandığı için. iki yıldır süren Avusturya-Rusya savaş ının yazgısının, tahta çıkar çıkmaz kendiliğinden hemen değişeceğinden hiç kuş us u yoktur lll . Sel im' in. Ancak, cephelerden gene yenilgi haberleri gelmeye devam etmiştir. Bu durum karşısında şaşıran Su ltan, çaresiz, Prusya i le bir antlaşma imzalamak belki çözüm olur diye düşünüp, u/ema ile vüzerayı çağırmış ;
-Bre efendiler! . . B re paşalar ! . . dem iştir. Hele söyleyin, Rusya ve Avusturya'ya karşı Prusya i le bir antlaşma imzalamak nasıl olur acep? Ne düşünürsünüz?
U/emadan Rumeli Ka:askeri Teıfik Efendi, kimsenin konuşmasına fırsat vermeden atı lmış;
-Bu Prusya dedikleri yer de neresidir? Hangi memlekettir acep hünkarım? diye sormuştur hemen.
Prusya'nın neresi olduğunu Kaptan Paşa kendisine anlattıkan sonra da;
-Do,�rusunu isterseni:, biz u/emamn, devletlerin durumu hakkmdaki bilgisi bira: sathidir. Kaptan Paşa ve öteki devlet rica/i işte karşını:cia hiinkannı. On/ann bilgileri bizler gibi de,�ildir. Bu kadar seferde bu/wımuşlardw Bizden şeriarta ilgili mese/e/er suat olunursa. va:ıfemizi derhal yerine getiririz, demiştir pişkin pişkin. (Ahmet Refik, Osmanlı 'da Hoca Nüfuzu,s . 1 65- 1 66)
Görüldüğü gibi , Osmanlı u/emasımn (aydınının), Fransız devriminin yaşandığı günlerde, XIX. yüzyıla giril irken, Avurpa coğrafyasından bile haberi yoktur.
Üstelik, "Ka:askerlik. ilmiye sınıfının en iist görevlerinden birisidir. " Aynı zamanda askeri yargının da en üst sorumlusu oldukları için Kazasker/er, ta i lk günden, I . Murad'dan beri Divan toplantı larına da katılmaktadırlar. Fatih döneminde Anadolu ve Rumeli diye ikiye ayrıldıktan sonra da, Rumeli Kazaskerliği daha önemli sayı lmı� ve Rumeli Kazaskerleri Divan toplantı larında hep Sadrazamlll sağında oturmu�lardır. bu nedenle XVII . yy.
2()()
dan itibaren Sadr-t Rum (Rum sadrazamı ) denilmi�tir onlara. İlıniye sınıfı için Rumeli Kazaskerliği 'nden sonraki orun Şcyhülis/am!tk ' tır.
İlıniye sınıfı için Osmanlı İmparatorluğu 'ndaki önemli görevlerden bir diğeri de Müneccimhaşt!tk ' tır. Ü lemadan birinin "Müneccinıhaşt!tktan sonra gidehi/eceifi yer ya Rumeli Kazaskerliğidir, ya da Süleymaniye Müderrisliifidir" yani
Müneccimhaş t ' ların görevleri de, yardımcıları ile birlikte "takvim/eri haztrlamak, Ramazatı İnısakiyesini heliriemek ve yt!dtz!ann durumianna hakarak uifur/u gün ve saatleri önceden saptaytp sultaniara hildirmek"t ir. Örneğin, Tacizade Cafer Çe/ehi 'nin yazdığına göre, Fatih de, İstanbul'un fethini sağlayan büyük hücumu müneccimbaşının belirlediği uğurlu gün ve saate başlatmıştır. Kuşkusuz, y ıldıziarı gözleyerek yapmaktadırlar bu işleri de. Yt!dtz fa!t , XVII . yüzyıldan itibaren "İ/m-i nücum " adıyla medreselerde de önemli bir ders olarak okutulmaya başlanılınıştır zaten.
Ancak, Ahmet Refik Altınay ' ın yazdıklarına göre, Müneccimbaşıların hazırladığı bu takvirnler, her zaman gerçeğe tam da uymadığı için, zaman zaman sultanların bile başına iş ler açmıştır galiba. Örneğin, Sultan lll. Ahmed, Ramazanın ilkbalıara rastladığı 1 726 yı l ında, Lale Devri ' nde, Müneccimhaşt Küçükçelebizade As tm Efendi' nin haztrlaytp swıdu,�u takvime harak "F elekten hirkaç gün daha çalmak için" Şaban ayının 26 's ında, Cuma günü , namazdan sonra, yaranlarını da yanına alarak Cağaloğlu 'ndaki Ferah-ôhôd Sarayt ' na gitmiştir. Pazartesi akşamı da, son gündür diyerek, "Vezir-i ôzam, Şeyhülis/am. Kazasker/er ,Defterdar, Reissü/küttah, Defteremini, hü/ôsa ; Türkiye ' nin hiitıin gelir menha/an m avuçlan içinde tutan, halk111 stktntt ve sefa/etine yahanct , geceleri saz ve ahenk içinde çtraifan (çiçekler aras11ıa reya kap/unıhaif/amı s/1'{/anna dikilmiş mum ı·e kandiller/e ayd11ılattlan /ale bahçelerinde) fast l/ariyle geçiren devlet rica/i hep oraya top/anmtş ' ' tır. Güneş batarken de lale bahçelerinde gene sofralar kurulmuş, "def, tanhur ı ·e keman sesleri Feruh-ôh/id kom/unnt inietmeye haşlanuşttr" biraz son-
20 1
ra. Ne var ki, sakilerio fır dönerek sundukları şarapla kendilerinden artık iyice geçmişlerken, yatsı ezanma doğru birden fal taşı gibi açı l ı verm iştir devlet ricalinin gözleri şaşkınlıktan. Mi narelerin kandilleri yanmış tır, her ne hikmetle ise . . .
Denilenlere göre, sofu biri olan Ayasofy a'nın baş kayyımı (temizlik işleri sorumlusu, baş hademesi) Arnavut, gece iki adamı ile birlikte "Rama::.an hilali göründü!" diye bağrışarak sokağa fırlamış ve önüne kattığı çoluk çocukla topluca kadının huzuruna çıkıp, kandillerin yaktırılmasını, teravih namazının kılınmasını i stemiştir. Sonra da, gene topluca giderek kandilleri yaktırmıştır.
Padişahın huzurunda zor durumda kalan Münccimhaşı Küçükçelehizade Asım Efendi ise, bütün bunların birkaç yobazın başının a ltından çıktığını, aslında kendilerine sorulmadan bu yobaz Amavut 'a kandillerin yaktınlmaması gerektiğini savunmuşsa da, Ramazanın gerçekten hangi gün başladığı anlaşılamamıştır. Ama, Sultanın sofrasının içine edilmiştir.
Nitekim Şair Nedim de; "Bilmem hende mi, şahitde mi, takvimde mi? 1 Hele hir kizh var ortada, hudur sıdk-i ke/aml E/ıl-i ke)fin birisi der ki, "Behey Su/tanım! 1 Aydın ay, heliii hesah, olmadı Şa' han temaml Bir iki mihla,�-ı herş ili uruh öldürerek 1
Geldiler, eylediler höy/e ciha111 sersam" 1 Bai!,teten sahit olup gwTe; firaşmda imam, 1 Hah içün yatmış iken erdi teravihe kıyanı. (Bilemem hata bende mi, tanıklarda mı, yoksa takvimde mi? Ama gerçek olan şu ki, bir yalan var ortada. Ehli keyf in biri, "Aman S ultanım, hesap ortada, daha Şaban ayı tamamlanmadı, lakin bir iki kaşık afyon. macunu yutmuş birileri geldiler serseme çevirdiler dünyayı" derken, art ık uyumak için döşeğine yatmış imamsa, tanıktarla aydınlığın ansızın belirlendiğini duyunca, teravih narnazına kalkmış hemen) diyerek, gır gır geçmiştir bu o layla.
Ahmet Refik Altınay da, rama::.anm o gece haşladı,�ından Ayasofra ile Ca,�alo,�/u çerresi dışında , İstanbul halkının da haberi ol!ıwdı,�ım belirttikten sonra, ' 'Heyet ilminin (güya) hu derece ilerlemiş olmasına ra,�men, Müshinwn/ann ramazam re
202
hayranu , asırlardan heri hir türiii teshit edilememiştir. Bu acınacak hal yiizünden. hozuk hava/ann ramazam hayrama, hayranu ramazana karıştırdı,�/ �·ok olurdu. diye yazmaktadır. (Lale Devri. s. 58)
XVIII. yüzyılda dahi , hala şöyle doğru dürüst bir takvim hazırlayabilecek bi lgiden yoksun, neredeyse tamamı Avrupa coğrafyasından bile habersiz, u/ema denilen bu kişi ler, gerçekten nasıl bil im adamlarıydılar acaba?
B ilindiği gibi, " u/ema" ' bi l im adamı ' anlamındaki Arapça "alim" sözcüğünün çoğuludur. Ve, medreseyi bitirip hoca, v aiz, müderris, kadı , kazasker, şeyhül i s lam, müneccimbaşı vb. gibi dinle i lgi l i üst görevlere getirilenlere de "U lema" denilmektedir.
Ne var ki, XVI. yüzyıl ın sonlarından itibaren, Osmanlılarda bu ilke de çiğnenmiş ve yüksek rütbe l i ulemanın çocuklarına bazı ayrıcalıklar tanınarak ,kimileri daha beşikteyken bi le ulema sayılmaya başlanılmıştır.
Örneğin, OrdProf İsmail Hakkı Uzunçarşılı ' nın "Osmanlı Devletinin ilmiye Teşkilat/ adlı çalışmasında verdiği bilgilere göre, o yı l larda yaşamış tarihçi Ali, "Künhü' 1-ahhar" adlı ki tabında, "Padişah hocalan of?ullan ile şeyhıliislam of?/u yaşı ondört onheşe gelince önce elli akçe/i, kazasker of?ulları önce kırkar akçe/i, eya/et kadılan of?ullan da önce yirrniheşer veya otu:w· akçeli medrese/ere hiç sıra hek/emeden , küçük yaşta müderris oluverir/erdi. " diyerek bu gerçeğe işaret ettikten sonra, o kişler le i lgi l i olarak da; "Hiç hir medresede sıra tahsi/i görmeden heşikte iken müliizım ( stajyer), sö: söylemeye kudreti o/duf?u :aman müderrislik ( öf?retim üyelif?i) a/ma,�a yol açılır ve hü/uf? yaşına gelince mollalığa (büyük hilginlif?e) do,�ru yol alır, tıraşı gelinceye kadar menası h (devletin yüksek görev/eri)ve medaris i (medrese/eri) do/aşır ve tışan geldikten sonra (saka/ı çıkmca da ) he ş yüz akç·e/i nıel'lniyyete (eya/et kadılı,�uıa) ulaşıp ı·e nadiren eline kitah alsa hile o da mulıazarat (tarihe ait fikra/ar) , c ön k (hal k o :an/ o miiiı şiir/eri) ve gaze/iyattan iharet kalır. " diye yazmaktadır. (Age, s. 69-70)
Kuşkusuz, bu ayrıcal ıktan yararlananlar, yalnız yüksek orunl ardaki ulema çocuklarıyla da sınırl ı kalmamıştır zamanla. Gene tarihçi Al i 'nin yazdıklarına göre, paşalara, saray ağa/anna, yeniçeri a,�a/amıa sırtım dayayahi/en yetenekli ' ' ediid-ı etriik" de (Türk çocuklan da) herhangi hir yolla medreseye gidip, okuyup yazmadan ve yaru/madan "mü/iinm ve müderris ı ·e kadı " olmaya başlamışlardır daha sonraki y ı llarda.
Prof. Uzunçarşıl ı 'nın saptarnalarına göre, " 1 598' den itibaren , müderrisliğe ve kadılığa atama yöntemi de iyice hozıt!muş" tur. "O tarihe kadar medreseleri bitiren ö,�renci/er mü/azemet/e ( slajyer olarak) müderris ve kadı olmak için, ilgilisine haş vurup mat/ap defterine kaydolarak nöbet usulüyle sıra bekler/erken, h u tarihten itibaren mü/azemetlik de alenen para ile elde edi/me.�e baş/anılmıştır. Voyvoda/ar, suhaşılan on hin akçe mukahilinde mü/azemet satın alarak tahsil görmeden kadı olmağa başlamışlardır. " "Bu yüzden il timaslı birçok ce hele (cahiller) ilmiye mesle,�ine girmiştir. " (Osmanlı Devletinin İ l ın iye Teşkilatı , Türk Tarih Kurumu I 988,s . 48-49)
Tarihçi Ahmet Refik de, bu konuyla i lgili olarak, XVII. yüzy ılda "İimiye rı'ithesi çocuklara hile verilir olmuştu. Bunlar için medrese araştm /masına hiç gerek görü/mezdi. Birçoklan daha heşikteyken /üzum/u kimseler olurlar, 'konuşmalarında kudretli olacaklan şüphe götürmez' o/du,�u için de önemli devlet görevlerine getirilir/erdi. Hoca/ardan ço,�u mansıhım (devlet görevini) parayla satin almıştı. Bu yüzden de okuma ya:::ma ihtiyacı duymaz/ardı . Bilime rağhet olmadığı için müderris/erin ve asistaniann (mü/anm/ann ) ço,�u cahil kimse/erdi. Mansıplar ço,�u kez rüşvetle satın a/ımrdı . Parası olan en büyük mansıha kavuşurdu. " diye yazmaktadır. (Osmanl ı 'da Hoca Nüfuzu, s. I 40)
İlıniye sınıfındaki bu yozlaşmaya karşı birtakım girişm- lerde de bulunulmamış deği ldir kuşkusuz. Örneğin, Prof. Uzunçarşı l ı 'nın verdiği bilgilere göre, Lale Devri 'nde, Sultan III . Ahmed · in sadrazamlarından Damat (Şehit) Ali Pa�a, "M o ra selerine çıkarken yerine sadarat karmakamı o/amk /m·aktı,�ı Melmıed Poşa 'n ın . Şeyhiiiislam
�04
Menteş::::ade Ahdürrahinı Efendi' ye haskt yaparak on ya şma henii:::: hasmtş o,�lunu elli akçe/i hir medrese müderrisliğine tayin ettirdiğini" öğrenince, seferden döner dönmez hemen, ''pek a,�tr l'e an sö::::lerle şeyhülislamt hnpaladt,�t gihi, çocı(�Un ad11 1 1 da nu"iderrislik defterinden sildirtmiştir. "
III . Ahmed'ten sonra tahta çıkan I . Mahmud da, "dürüst hir zat olan A nadolu kazaskeri Sen· id Mürteza Efendi' yi" , bu durumu düzeltmesi için "Şeyhülislam yapmış" ve l 750'de "ehliyeti olmayanlara müderrislik ve müliizemet verilmemesi hakkında" bir de hatt-ı hümaywı yayınlamıştır.
Ancak, "Şeyhülislam Sen·id Mürteza Efendi, hu hususta hatım gönüle hakmayarak epifaaliyet gösterip hir dereceye kadar muvaffak olmuş ise de, yüksek ilmiye nithesini haiz ulemantn evladt olan zadegiin sl/lıfıntn miirettep tahsil görmeden müderris olmalan usulünü kaldırmayt haşaramanuş " tır.(Age, s .52)
Görüldüğü gibi , XVI. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan yargı ve eğitim düzenindeki bu bozulma, bu yozlaşma, salt yönetimin kötülüğünden veya bazı ulemanın para hırsından kaynaklanmış basit, eğreti (arızi) bir durum olmadığı için, padişah fermanlarıyla, şeyhülislam dürüstlüğüyle filan doğal olarak düzeltilememiş ve durdurulamamıştır. Çünkü, olgunun temelinde yatan gerçek, hiç kuşku yok ki, ulemanın XVI. yüzyıl ın ikinci
yarısından itibaren saray içi iktidar kavgasına etkin olarak katılmaya başlası, yani siyasallaşmasıdır.
Nitekim, Prof Bayram Kodaman da, bu gerçeğe işaret ede
rek, "Müderrisler, yani ulemii S/11/ft , maddi ve siyasi menfaaller elde etmek için ilmi, sanatı l'e medreseyi vasıra olarak kullandılar Medrese ilim yumsı . müderrislik ve hocalık meslek olmaktan çıkt ı . Medrese siyasetle meşgul olmaya başladı l'e siyaset medreseye girdi. Bu şekilde çöken medrese, kendisiyle birlikte del'! eti l 'e toplumu da çi)kiişe sürükledi. Medrese hu durumu hiç fark edemed(�i gihi ,fark edenlere de firsat vermedi. Ne kendini yeni/emeye teşehhüs etti. ne de kendi dışında hir yenili,�e. de,�işiklıAe fırsat tanıdi . diye yazmaktadır.
Burada, Prof. Bayranı Kodaman' ın, aym siireçte ger�·ekleşen
20)
mkıjlardaki de,�işikli{;in de medrese/erin yozlaşnıasında çok biiyük hir rol oynadı,�ı konusundaki özgün saptamasma yürekten katıldığımızı belirtmek isteriz, doğrusu.
Bizce de; "Osmanlı dii::eninin ho::ulmasıyla top/ımı ve fertler de kendilerini eskisi kadar emniyet irinde hissetmeme ye, istikhallerini giiı·enli bulmamaya haşlanuşlardır. B unun sonucu olarak da , geleceklerinden emin olmayan şahts ı·e aileler, kendi mal ı ·e mülklerini (güvenceye alabilmek için) ö:e/ şartlw"/a vakfederek, vakıf müessesesini geçim kayna,�ı haline getirmişlerdir. Böylece, vakıf müessesesi, hedefinden saptınlarak, sosyal niteliifini kaybetmiştir. Vakıflarda meydana gelen hu bozulma da, hemen ona half/ı (tamamı vakıflara bağl ı ) olan medrese/ere de yansımıştır. " (Prof. Dr. Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim S istemi, Türk Tarih Kurumu, 1 99 l ,s .X)
Görüldüğü gibi, neredeyse bütün tarihçilerimiz, devlet görevlerinin rüşvetle dağıtılınaya başlan ılması üzerine, ulema olmak için artık medresede okumaya, hatta okuma yazma bilrneğe bile gerek kalmaması yüzünden, u lemalık kurumunun da XVI. y üzyılın sonlarından itibaren yazlaştığı konusunda fikir birliği içindedirler.
Yani, kuruluştan Kanuni döneminin sonuna kadar uygulanan medrese e,�itimi ve ulemaya gösterilen ilgi ile verilen önem Kanuni 'den sonra da iki yüzyıl daha sürdürü lebilse, XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu 'nun da Avrupa ülkeleri düzeyinde olacağından hiçbir aydınımızın kuşkusu yoktur sanki.
Oysa, gerçekten öyle midir acaba? Medrese/erin hu yozlaşmadan önce yetiştirdiifi ulemaya da,
bugünkü anlamıyla bilim adamı diyebilmek ne denli olanaklıdır? Ne tür bir eğitim verilmektedir o medreslerde?
Gerçekten, medrese nedir, ne tür bir eğitim kurumudur?
Medrese Nedir?
Ku�kusuz, salt bize özgü, Osmanlı ların oluşturduğu bir
eğitim kurumu değildir medrese.
206
.lohs. ?edersen, İslam Ansiklopedisi 'ne yazdığı "Mescid" maddesinde, "Miishiman tarihçiler medresenin tarihini yazmakta giiçlük çekmektedirler. Medreseyi Nizam-iii Mii/k' ün kurdı(�U ileri siirü/mekte ise de . e/-Makri:::i ile e/-Suyuti, ondan önce de medrese/erin hu/ımdu,�unu sövlemektedirler. Görü/di(�ii gihi. medreseler yeni hir şey de,� i/dir. " demektedir. Ancak, "medrese, lrak'ta, Horasan 'da, Elce:::ire 'de vh. Ni:am-ii/ Mii/k del'rinde ı ·eya ondan pek a::: h ir :::aman sonra gelişmiş" tir. Anadolu' da da medreseler ilk ke::: Selçuklular döneminde kurulmuştur.
Yani, Osmanlılar. medreseyi de Selçuklulardan devralmışlar, bir eğitim kurumu olarak Anadolu ' da hazır bulmuşlardır. Osmanl ı devletinin kurulduğu y ı l larda, XII I .yy . sonlarında Anadolu 'da eğitim veren birçok medrese vardır. İlk Osmanlı medresesini de, ikinci sultan Orhan Gazi XIV.yy. ikinci çeyreğinde İznik'te kurdurmuştur vakanüvislerin verdikleri bilgilere göre. Oradaki kiliselerden birini medrese haline dönüştürterek, gerekli vakıfları yapmış ve müderrisliğine, Mısır ' da öğrenim görmüş Mevlana Davut Kayseri 'y i getirmiştir. Bursa'nın fethinden sora Osmanlı beyliğinin yönetim merkezi İznik ' ten Bursa' ya taşınınca da, gene Orhan Gazi, bu kez Bursa'da "Manastır Medresesi" diye ünlenen bir yeni medrese daha kurdurmuştur. 1 363 'den itibaren de yeni başkent olan Edirne 'de
yeni medreseler kurdurulmuştur sultanlarca. Bu nedenle bizce de hiç kuşku yok ki, medrese/e1; Osmanlı
İmparatorluğu ' nda da Müslüman uyruk için ta ilk günden beri halka açık tek ör gün eğitim kurumu olsa gerektir.
Prof" Sadrettin C e/ii/ Am el de, "Tanzimat" adlı ortak kitaba
yazdığı ' 'Tanzimat Maarifi" adlı incelemesinde, "Osmanlı devletinin teessiisiinden (kuruluşımdan) Tanzimat' 111 i lam na kadar memleketin i1jan \'e adalet hayatına do,�rudan do,�ruya ı ·e mwıhasıran, idaresine kısmen hakim olan medrese/erin , sivil ı ·e askeri hayatın istedi,�i idareci/eri, hi/kimleri, miitehassıs/an yetiştirmek suretiyle , faydalı lıi:met/er görmiiş olduk/anna hiikmedi/ehilir demektedir.
Ord.Prof" M.Şeref"ettin Yairkara da, gene aynı kitaptaki " Tan-
�07
::::imattan Evvel l 'e Sonra Medrese/er'' adlı incelemesinde "medrese/erin, Osmanlt/ardaki yegane ilim memhaı o/dı(� llllii " belirttikkten sonra, "Osmanlı hükümdarları ile ı ·e:::: irleri tarafidan hina olunan (İnşa ettirilen) camiierin yanlarında h irer medrese yapllrmak da istisnası olmayan hir şekil meselesi idi. diye yazmaktadır.
Tarihçi Ord.Prof.M.C aı ·it Baysun da, İ slam Ansiklopedisi 'nin "Mescid" maddesine yazdığı "Osmanlı devri medrese/eri" başlıklı bölümde, "Osmanlı devletinin kuruluşunu müteakip hükümdarlar ve devlet adamları, haşka İslam memleket/erindeki örneklerine uygwı medreseler tesisine haşladı/m: İlk devre Osmanlı medrese/eri. daha evvel Amasya, Konya, Kayseri, Karaman ve Aksaray gihi Anadolu şehirlerinde haşladı,�ım gördi(�ümü:: tedris faaliyetinin devamı te/akki o/wıahilir. " demektedir.
·
Görüldüğü gibi, medreselerin, Osmanılarda da daha ilk günden itibaren Müslüman halk için ü lkedeki tek örgün eğitim kurum olduğu konusunda bilim adamlarımızın da kuşkusu yoktur kesinlikle. Ancak i lginçtir, gene de kesin bir dil kullanmayıp,
"hükmedi/ehilir" "te/akki o/wıahilir" (öyle sayılabilir) gibisinden olas ı l ıklı fiillerle konuşmayı yeğlemektedirler ne var ki ..
Yani, medreselerin, Müslüman halk için ü lkedeki tek örgün eğitim kurumu olduğu konusunda kuşkuları yoktur da, sanki bu medreseler in nasıl birer eğitim kurumu olduğu konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıklarından, çaresiz böyle olasılıklı yorumlarda bulunmaktadırlar galiba.
Çünkü, hemen üzülerek belirtel im ki, Osmanl ı ların i lk dönemlerindeki medreselerle i lgi l i , günümüze u laşabilmiş, yukarda özetlediklerimizden öte bir bilginin var olduğunu söyleyebilmck de sanırız gerçekten olanaksızdır, gördüğümüz kadarıyla.
Ola ki bu yüzden de, bütün tarihçilerimiz ve eğitim bilimci lerimiz, medrese konusundaki incelemelerinde, ilginçitir, bu
dönemi bir iki türnce ile geçişiirdikten sonra sözü hemen Fatih· in kurdurduğu medreselere getirmekteler ve Fatih ile
20X
Kanuni döneminde İstanbu l 'da kurulmu� medreselere büyük övgüler dizerek, onlar hakkında uzun uzun ayrıntılı bilgiler vermektedirler önceden söz birliği etmi�cesine.
Örneğin, bu konudaki hala önemli kaynak kitaplardan biri olan beş ciltlik " Tiirk Maarıf Tarilı i" adlı yapıtında Osman Nuri Ergin de, "Ila/k Mektep/eri " başl ığı altındaki bölümde önce "Sühyan Mektep/eri" hakkmda topu topu 14 sayfa tutan genel bilgiler verdikten ve okula başlama törenleriyle ilgili anılarını anlattıktan sonra, "Eski Medrese/er" kısmında, daha ilk paragrafta, "Osmanlı İmparator/uifunda medrese açılması hükümetin kuruluşu ile haşlar; İ:nikte, Bursa ' da . Edinıe' de ve Anadolu ile Rumeli ' nin haşka şehir re kasaha/amıda ilk :amanlarda açılan medreseler/e oralarda okutulan dersler hu eserin �·erçeresi dışmda ka/dıifından hurada Fatih ' in medresesinden haş/ayacaifım" diyerek konuya girmektedir. (Türkiye Maarif Tarihi, İst. I 939, c-2. s .82)
Gördüğümüz kadarıyla bu konunun bizce tek uzmanı OrdProf İsmail Hakkı U:wıçarşılı da, değerli çalışması "Osmanlı Devletinin ilmiye Teşkilat/ adl ı incelemesinde, ilk Osmanlı medreseleri 'ne topu topu iki sayfa ayırmakta ve hemen Fatih' in Sahn-ı Sernan Medreseleri 'ni uzun uzun anlatarak bi lgi
vermeye başlamaktadır Osmanlı medreseleri hakkında. Ord. Prof. M. Şerefettin Yairkaya "Tanzimat" adı ortak
kitaptaki " Tan::.inıattan El'l'el re Sonra Medrese/er" başl ıklı yazısında konuya Fatih ' in medreselerini anlatarak girmektedir.
Pmf Sadrettin C el/i/ Ant e/' in gene aynı ortak kitaptaki "Tanzimat Maar�fi" adlı uzunca incelemesinde ilk Osmanlı medreselerine ayrılan bölüm de, topu topu başlardaki bir iki küçük paragraftan ibarettir.
Ord.Pr(}f M.Caı·it Bayswı da, İs lam Ansiklopedisi ' rıe yaz
dığı "Osmanlı Del'ri Medrese/eri" başlıklı incelemesinde, ilk Osmanlı medreselerini ba�larda birkaç paragrafta özetledikten
sonra hemen Fatih ' in medreselerine geçmektedir. B u konudaki diğer değerli çalı�malar. örneğin Calıit Bal
tacı ' nı n / 5 - J (ı . ;\sm/u 0.1manlı Medrese/eri" Mu::.atf'er Giik-
2( )l)
men' in "F ali/ı Medrese/eri" ise, adlarından da anla�ılacağı gibi zaten Fatih-Kanuni dönemi medreselerini ele almaktadırlar özell ikle.
İ lginçtir, üniversitelerimiz de ta I 990 ' Iara dek medreseler konusunda herhangi bir bilimsel çalışma yapmamışlardır galiba. Gördüğümüz kadarıyla, Doç.Dr Hasan Akgiindii : " ün ı 990 yı lında Diyarbakır ( Dicle) Üniversitesi 'nde savunduğu "Teşkilat re idare Baki l l l indan Osmanlı Medrese Sistemi" başlıklı doktora tezi, üniversitelerimizde bu konuda yapılmış ilk çalışmadır sanırız.
Ama ne var ki, bu doktora çalışmasında da, Osmanlı medreseleri bir bütün halinde değil , daha sonra yeniden gözden geçirilip genişletilerek yapılmış kitap halindeki baskısının "Giriş" yazısında belirtildiği gibi "Osmanlı medrese sistemi daha çok Fatih \ '(' Süleymaniye Külliyeleri ekseninde yo,�unlaştırı larak çö:ümlenmeye çalışılmış" tır gene. (Klasik Dönem Osmanlı Medrese Sitemi, U lusal Yayınları, İ stanbu l ı 997 , s. 32 )
ı 997 yıl ında İ z Yay ınları arasında çıkan 2 ciltlik "Osmanlı Medreselerinde ilim " adl ı kitabın başında " Yayıncımn Sunuşu" başlıklı yazıdan öğrendiğimize göre, ı 990 ' l ı y ı l larda, medresler
konusundaki bir başka doktora çalışmasına da, "islam K onferansı , islam Tarih ve KültürAraştırma Merke:i" nde Cevat i:gi başlamıştır.
Gene ayın yazıdan öğrendiğınize göre, ı 983 yı l ında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri bölümünü bitiren Cevat İzgi, aynı yıl İ slam Konferans ı , İ slam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IR CI CA)' de çalışmaya başlamış , daha sonra da Mısır ' a ve Kuzey Kıbrı s 'a gönderilerek Ka11İre Hidiv Kütüphanesi ile Lefkoşe II . Mahmud Kütüphanesi 'ndeki yazma eserleri incelemesi sağlanmıştır. Bu süre içinde IRCICA' de Prof. Ramazan Şe şen ' in yönetiminde başladığı med
rese konusunraki doktora çalışmasını tamamlamış, ancak tezini savunacağı günlerde bir trafik kazası sonucu genç yaşta ölmüş
tür. Ne var ki. yayıncıs ının, "Osmanlı medreselerinde kısmen de
2 1 0
olsa matematik ı·e fen hi/im/eri denilen disiplinlerin de okutu/du,�ımu" kanıtlamak amacıyla yapıldığını söylediği Cevat İzgi 'nin, görünüş olarak hayağı oyulumlu, savunamadığı için akademikleşmed(�i öne sürülen bu doktora çalışması da, t ıpkı Doç.Dr. Hasan Akgündüz'ün çalışmasında olduğu gibi, ilk
dönem Osmanlı medreselerini, "Osman!t Bey!(� i ' nin kuruluşundan yaklaşık 32 yıl sonra, ilk Osman!t medresesi, Orhan Ga:i tarafindan LU 1 ' de İ:nik'te yaptınldı . Zamanla medrese/erin sayısı artmca teşkilatianma ihtiyacı do,�du. Teşkilatianma yönünden Osmanlı medreselerini heş hö/iimde incelemek miimkiindiiı: " " Yetmiş yılı aşan il k deı ·irde, Osmanlı medreseleri kuruluş merha/e/erini tamamlamış ı·e Yıldınm Biiye:id deıTinde ilk defa teşkilatlanmaya tahi tutulmuştur. " diyerek, Anadolu 'da Selçuklulardan kalma birçok medresenin bulunması gerektiğini de hesaba katmadan, birkaç satırla geçiştiriverdiklten sonra, gene birkaç satırla, " Yetmiş yıla yaklaşan ikinci deı ·irde de. Osman!t medreseleri S emiini ye' nin kuruluşuyla ikinci ı·e ası 1 te şki/at/anmasım yapmıştır " deyip, hemen Fatih ' in kurdurduğu Sahn- 1 Semaıı medreseleriyle ilgili, bütün araştırmalarda aynen yİnelenmiş bilgileri aktarmaya başlamaktadır. (Osmanlı Medreselerinde i lim, İz Yayıncılık, İ stanbul I 997, c- 1 , s. 35-36)
Osmanlı medrese) erindeki öğretim yöntemleri ( tedrisat usulü) ile öğretim izlencesi (müfredat programı) de, " ilk defa Ali Kuşçu veya Ali Kuşçu ile Mahmud Paşa ı ·eyahut ya/nı: Mahmud Paşa tarafmdan" yani Fatih döneminde düzenlenmiştir zaten.
(s. 6 1 ) Soruna sadece dinsel açıdan yaklaşıp, Osmanlı uygarlığının
da salt İ slam uygarlığının bir parçası olduğu görüşünü savunan
ve medreseleri bu anlamda bir Şıfre Çö:ücü olarak gördüklerini açık açık söyleyen köktendinci çevrelerin bu konuyla 1 990' 1arda başlayan, güya akademik düzeydeki ilgisi, gördüğümüzü
kadarıyla bu kadarla da kalmamıştır üsetelik. Örneğin, I 997 y ı lında Tlirk Tarih Kurumu yayın ları arasında
çıkan aynı adlı kitabıııa yazdığı önsözden öğrendim ize göre, Ahmet Gii/ adlı biri de, I 990 ' 1 ı yı l larda. medrese konusunda. "Os-
2 1 1
ll l endi Medrese/crinde E,�iti111 -Ö,�rctim re Bunlar Aras111da fJ/im ' l- Hadisleri Yeri " ba�lıklı bir tez daha hazırlamı�ıtr.
Ancak, hemen �unu belirtelim ki, Ahmet Gül ' ün , gördüğümüz kadarıyla bu çalı �madaki asıl amacı , kitabın daha i lk satırlarından anla�ılacağı gibi . Osmanlı medreselerindeki eğitim ve öğret imi eği tbilimsel açıdan ele alıp irdelemek filan deği l , tam kar�ı t ı , önsözde de açık açık belirti ldiği �ekilde, zaten Selçuklular döneminele Nizamü' l Mülk tarafından "Şi' llik propagandasını kırarak Siinni inancı yaymak' için kurulnm� olan medreseler aracı l ığıyla Sünniliğin propagandasını yapmaktır kesinlikle.
Nitekim, kendisinin de, hangi akademik kurumda verildiği konusunda bir açıklamada bulunmadan, Yrd. Doç.Dr. Vehbi Ecer ' in danı�manl ığında, Prof. Dr. Amet Uğur 'un yardımlarıyla hazırladığını söylediği bu çalı�mada da, tıpkı ötekiler gibi, ilk Osmanlı medreseleri ile Fatih ' in kurdurduğu medreselerdeki eğitim ve öğretimle i lg i l i bil inen bilgi ler topu topu iki sayfada özetieniverdikten sonra, Selçuklular ve Bey likler döneminde Anadolu 'da kuru l mu� medreseleri e, Osmanlı İmparatorluğu ' nda Belgrad'dan Mekke'ye dek çe�itli yerlerde kurulnm� medresderin dökümüne geçilmi� ve bu medreselerden bazılarında ders vermiş müderrislere uzun uzun övgüler dizilmi�tir.
İ lginçtir, kitapda, tez olduğu savlanan bu çalı�manın yapıldığı bil imsel kurumun adından hiç söz edilmediği gibi, hazırlayıcısı Ahmet Gül ' ün bilimsel kimliği hakkında da herhangi bir bilgi verilmemi�t ir, artık her ne hikmetle ise . . .
Görüldüğü gibi, laik veya köktendici, bütün tarihçi ve ara�tırmacı larımız, Osmanlı medreselerindeki eğitimin niteliği ve öğretim örgütlenmesi söz konusu olunca, hemen Fatih-Kanuni dönemini ele almaktadırlar. Fatih öncesi , "Osmanlı m edresc/crinin de kuruluş aşamasını tanıanı/ad ı,� ı " dönemdir. Kanuni 'den sonra ise, gene bütün tarihçi ve ara�tırınacı larımıza göre. medreselerimiz hızla yozla�mı�lar ve birer eğitim kurumu olma niteliklerini yitirn1i�lerdir. Örııcğin.Prof. Sadrettin CeiJI
2 1 2
Antel 'e göre, "her tiirlii terakk/ye engel olan cehalet. taassup re fesat ocaklan haline" gelmi�lerdir. Ord.Prof. Şerefettin Yalı
kaya'ya göre, artık "miiderrisler arasmda hile iki satır ra:::ıyı do,� m ya:::amayan re do,�ru okuyamayan/ar nadir de,�/! dir Ah
met Refik' e göre, "ilmiye riithesi artık �·ocuk/ara hile ı -eri/ir olmuştur. Bu yü:::den okuma ya:::maya da ihtiyaç duyu/nıamaktadır Bilime ra,�het olmadı,�ı için miiderrislerin ı ·e nwidlerin (yardım cılannın, asistanlannın) ço,�u cahil kimselerdir .' ' (Age, s . 1 40) Prof. Bayram Kodaman 'a göre, "medreseler zamanla heşik ulemasının eline diişmiiş re her tiirlü yeni ve müshet diişiinceye kapısını kapatm ış " ' tır. (Age,s .X)
Doç . Dr. Hasan Akgündüz de, "insan aklın ın iiretti,�i de,�erler yerine valıyin rehherli,�ni temel almış islami eliişiince sistemiyle" kurulu� ve yükselme çağındaki Osmanlı başarısının "şıji"e çö:üciisii ' ' saydığı medreselerin, XVI.yüzyıl ortalarından itibaren "sa�ı rlaşma re riitinleşme siirecıne girdi,�/" görüşündedir. Ancak, Doç. Akgündüz'e göre, bu olu�umun nedeni medrese-endemn çelişkisinden kaynaklanmaktadır. "Osmalı medeniyetinin yiikselme ça,�ındaki iç re dış çevre de,�işimleri farklılaşırken . sistemi yeniden firetmek durumunda olan medrese. hiçimsel gelişmişli,�ine karşın , içsel hir yrdaşma siirecine girmiş re hiitiincül nitelikli sosyo-kiiltiirel de,�işnıenin gerisinde kalmıştır " Çünkü, "geleneksel otorite ilişki dii:::enine hy-pass uygulanmış re endenm sisteminin yetiştirdi,�/ kul hiirokrasisi öne çıkarı larak, medrese kaynaklı ulemawt kamu kesiminde helir/i tahdirler getirilmiştir. · · XVIII yüzyılda ba�layan
"hatılılaşma karmaşasi içinde de" hızla yozla�mış ve "klasik Osmanlı asırlanndaki olumlu re stratejik katkıda /)/{lunnw" i�lcvini giderek bütünüy le yi ıirmi�ı ir. Bu olumsuz geli�mc de. Osmanlı İmparator luğu 'nu kaçın ı lmaz bir biçimde sona sürüklemi� ıir.
Doğrusu. Doç. Dr. Akgiindüz 'ün i�arct ettiği ml'!lu·s('-l'/1-demn �·elişkisi bizce de. Osmanlı tarihi a�· ı s ından üzerinde önemle durulması gereken noktalardan biri olsa gerek t i r Ne var
t.. i. medreselerin X V I .y� . ortaları ndan i t ibaren � o;la�m�ıya b�ı� -
lamasının nedenini bu çelişkiye bağlamak da gerçekçi bir yaklaşım deği ldir kesinlikle. Çünkü, I l . Murad 'dan itibaren enderundan yetişenler saray içi yönetsel görev dağı l ımında gerçek
ten de her geçen gün biraz daha ağırlık kazanmı� olsalar bile, unutulmamalıdı r ki, bu dönemde de neredeyse bütün yargı ör
gütü gene medreseiiierin kontrolünde kalmıştır ve I I I . Murad'dan itibaren ulemanın saray iç i iktidarı e le geçirmesiyle de, önce yeniçeri ocağına Müslüman çocuklarının da alınması
sağlanıp, XVII .yy. da devşirme usu lüne bütünüyle son verdirilerek enderun okullarının işlevi kendiliğinden bitirilmiştir, bil indiği gibi.
Dolayısıyla, medreselerdeki bu olumsuz gelişmelerin nedenleri de, kesinlikle kendisinde, eğitim ve öğretim sisteminde, ver
diği eğitimin niteliğinde aranmalıdır bizce. Ama, Osmanlı İmparatorluğu 'ndaki ana temel eğitim kuru
mu olduğu konusunda hiç kuşkusu bulunmayan aydınlarımızın medreseyi yeterince bildiğini söyeleyebilmek de, görüldüğü gibi kesinlikle olanaksızdır. Gerçekten, medreseler nasıl bir eğitim
kurmudur acaba? Ü lkenin dört bir yanındaki yüzlerce cami avlusunda açılmış bu medreselerde nasıl bir eğitim verilmektedir? Bu eğitim kuruınianya devletin il işkisi nedir? Bu okullardaki eğitim izlencelerini belirli bir eşgüdüm içinde düzenleyen bir
otoritenin varlığından söz edebilmek olanakl ı m ıdır? Medreseler arasında, önceden belirlenmiş ölçütlerle saptanan, eğitimin niteliğiyle ilgili bir aşama sıralaması var m ıdır gerçekten? Şayet varsa, ülkenin dört bir yanına dağılmış bu medreselerden han
gisinin hangisinden daha üstün olduğunu kim saptaınaktadır? Gördüğümüz kadarıyla, Osmanlı İ mparatorluğu 'ndaki med
reselerin say ısıyla ilgili kesin bir rakam bulabilmek de olanaks ızdır çünkü .
Öyle ki, başkentteki ( İ stanbul ' daki) medresderin sayıs ı
konusunda bi le ril'([yet muhtelijt.ir. Örneğin, Osman Nuri Er
gin ' in Türk Maarif Tarihi 'nde verdiği bilgiye göre, "El "!iya Çelehi, / 630" da İstanhu/ ' da 1 2 99 Siihyan nıektehinin (ilkoku/wı) hu/udı(�lllllt . . yazmaktadır. Ancak, "Çelehi" nin haher
2 1 4
rerd(�i rakamiann bazan sa.�dan bazan soldan birer hanesi daima fazladır" çünkü "Tanzimat 'tan sonra bu nıektep/erin ıs/ahma teşebbüs edi/d(�i sırada sayılannın 360 dolayında o/du,�u görü/müş" tür.
Ord.Prof. Uzunçarşı lı 'nın belirlemelerine göre de, gene "Eı ·liya Çelebi, XVII. asır ortalanna do,�ru Eyüp, Galata ı ·e Üsküdar ' da 135 dar ii' /-hadis /m/undu,� 111111 yazmaktadır. Bwı/amı arasında medrese/erin de /mlıuıdı(�lllıa şüphe yoktur. "
"Şeyhülis/am Zekeriya Efendi ' nin İstan/ml kadısı bu/wıdı(�ll sırada yaptırdı,�ı bir defter yazımına göre de, XVII. yüyı /ın ortalarında İ staniJU/' da 1 656 muaf/imhane mrdır, bunların bir hay/isi medrese olsa gerektir. "
Gene Prof. Uzunçarşıl ı , " Vakanül 'is Esat Efendi' nin kütiiplıanesindenki bir kitapta da , İstanbul 'da , sur içinde R8 aşa,�ı medrese, 28 padişah re hanedan medresesi , Eyüp 'te de 7 medrese o/dı(�llllllll " belirtildiğini yazmaktadır (Age, s. 1 7 )
Prof. Ömer Lütfi B arkan 'ın belirlemelerine göre d e , " 1 550-
60 arasında, Anadolu eva/etindeki medrese sayısı 1 1 0 , müderris SaSIYISI da 1 2 J ' dir"
Oysa, gene Prof. Uzunçarşı lı 'nın verdiği bilgiye göre, XV 1. yüzyıl sonlarında, lll. Murad döneminde İstanbul' a gelen Fransız Michel Bondier ise , aym tarihlerde bütün Osmanlı ülkesinde 120 medrese ve 9 bin ii,�renci bu/undu,�unu yazmıştır.
Ancak, yukarda sözünü ettiğimiz ··osmanlı Medreselerinde Eğitim Öğretim ve Bunlar Arasında Darü ' I-Hadislerin Yeri" adlı kitabında Ahmet Gül de, Anadolu 'da Selçuklular ve Beyler döneminde kurulmuş 1 2 1 adet, Osmanlılar döneminde de Safya'dan Şam ' a, Mekke ' den Belgrad' a kadar imparatorluk s ın ırları içinde kurulmuş 236 adet olmak üzere tam 327 medrese ve 30 darü ' I-hadis saptadığını, kimi leri hakkında da uzun uzun bil
giler verip, adlarını sayarak öne sürmektedir. Görüldüğü gibi, Osmanl ı ü lkesindeki medreselerle ilgili
merkezde tutulmuş herhangi bir kayıt yoktur. Bu konudaki bilgiler de, günümüze u laşabilmiş, şer ' i kayıtlardan, vakıf senetle
rinden, bazı vakanüvislerin notlarından, anılardan dcrlenebi l -
mektcd i r ancak. B u nedenle de. medreseler arasında bugünkü anlamda bir yönetsel ve eğitsel eşgüdümün ve bir otoritenin varl ığından sözedebilmek galiba kesinlikle olanaksızdır gerçekten de. Günümüze ulaşabilıniş ep sağlıklı bilgiler de , kuşkusuz, Fatih ve K anuni döneminde İstanbu l 'da kurulmuş medreselerle i l gil i fernıanlar, vakıf senetleri, yasalar, şeyhülislam fetvaları, kazasker kararları ve benzeri gibi merkez kayıtlandır. Taşradaki
medreseler de zaten, kadılar aracılığıyla öğrendikleri bu ferınanlara, y asalara, şeyhülislam kararlarına vb. bakarak kendilerine yine kendileri bir yön çizerek konumlarını belirlemektedirler ola ki.
Fak ak, günümüze ulaşabilnı i� bu belgelerden örgütsel yapılarını . yönetim biçimlerini , eğitsel niteliklerini biraz ayrıntıl ı biçimde öğrenebildiğiıniz, Fatih ve Kanuni ile yakınlarının İstanbu l 'da kurdurmuş olduklan bu medreseler, gerçekten taşradaki medreselere ne denli örnek olabilirler acaba?
Örneğin. il/um 7d:eli ile Selim ilkin ' in birlikte hazırladıklar ı , I 993 yılında Türk Tarih Kurumu Yayınları arasında çıkmış "Osmanlt imapomtorlu,� u ' nda !:,�itim ı ·e Bilgi Üretim Sistemin in Oluşumu \'(' Diinlişlin 1 1 i" adlı ortak kitapta, m edrese/n, " 16 . rii:::yıl Osmanlt toplr111111111111 din ı ·e hukuk alanındaki e n rargrn riiksd ii,� reTim kımmıu" olarak nitelenınektedir. (s. l I ) Gerçekten, XVI . yüzyı ldaki bütün medreseler Osmanlı ülkesindeki yüksek öğretim kurumları mıdır? Medreseler. din alanındaki yüksek öğretim kurumları ise, örııe�in Kanuni döneminde, yukarda andığımız çalışmasında Ahmet Gül 'ün verdiği bilgi lere
göre hem kendisi , hem de sadrazanıı Sofu Mehmed Paşa, yeni
vakıflar kurarak ayrı ayrı birer tane de Dôn'i ' 1-l/wlis yaptı rma gereksinimini niçin duymuşlardır öyleyse?
Ayrıca. gene aynı çal ı şmanın 27 sayfasında medresefa için
" orra r\�rclim kun//JI/1 . . da denilmektedir. J1l'Jımct Zeki Pakalnı da. ' 'Osmanlı Tarih Deyimler ve Terinı
leri S i it l li�ü' 'ndc. mcdrese ' n i n "dar-/il jiinun . rani lin n ·crsite rninc kul/ant/tr hir tahir . . nldu�unu y :ı zmakıadır.
O� '"· [)"(.· f)r O/ka � H kutu r · ı ıı Fnılcmn Mektehi" adlı
� ı (ı
doktora tezinde verdiği bilgiye göre, Arapça "ders" sözcüğünden türetilmi� "medrese rcrimi 'ders okunan ( ı ·eya okuru/an) \'er ' anlam111a gelmektedir" ve ' 'kendi içinde ilk, orta ı ·e riiksd kadenılere ayni nu ş {Ir. "
Prof. Mustafa Akdağ da, 'Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası" adlı incelemesinde, XVI .yy. ikinci yarısında başlayan Osmanlı İmparatorluğu 'ndaki toplumsal çalkalanmanın nedenleri arasında "suhte ayaklanma/amu " sayarken, medreseleri de
"orta ı ·e yüksek' ' olarak iki gruba ayırmaktadır. Hatta Sayın Profesör, sanki biraz da Türkiye'nin bugünkü durumundan esinlenerek, "imJWUiforlu,�un . sö:ünii etti,�inıi:z. dönemde, öğretimlerini haşan ile hitirip ' m:ife ' için del 'ler kapiSinda s1raya girenlere ı ·erilehilecd elıl-i şer ' lik ( kadiiik ı·e hen:eri gihi) görel'lerle ilgili kadrolanil in .wy1s1 hakk1nda hir hilgi�ni: _yoksa da, ralısilini hitirenlerin .wy1smm derietin ihtiyaç/amu hayli aşm1ş olaU(�/ lll .1·wuyoru: ' ' diyerek, olsa olsa yöntemiyle, suhte ayaklanmalarının da, Anadolu ve Rumeli'deki orta medreseleri bitirenlerin , yüksek medreselerde yer bulamayıp önlerine y ığı lmalarından kaynaklandığını öne sürmekt�dir.
Görüldügü gibi. bütün ara�tırmacı ve tarihçilerimiz, söz birliği etmi�cesine medreselcrin orta ve yüksek olmak üzeri iki ayrı grupla ele alınarak değerlendiri lmesi gerektiği konusunda fikir birliği içindedirler. Ancak, bu medreselerin hangi ölçütlerle gruplandırıldığı , orta medreselerdeki eğitimin niteliği, süres i, kendi içinde de bir derecelendirmenin bulunup bulunmadığı, ta�radaki ba�ka hangi medreselerin yüksek olduğu vb. gibi koı ıularda herhangi bir bilgi vermemektedirler.
Doç .Dr. Ülker Akkutay da, yukarda adını andığımız doktora çal ı �masında. bu ona medresderlc ilgili olarak, "Genel MN/rese/er' ' diye ba�lı klanclırdığı bölümde. "Bunlar daha çok ilk ı ·e orta kedemeyi teşkil eden medreselerdir. Bu medrese/erde , hi/im dallan/lu grire hir ihl i.w.1laşma sö: konusu olmayljJ, isic/mi hilimla ile d(�cr hi/un/er hirlikrc okutulu wrdu. diyerek. gene Iıiç ku�ku ) ok k i . olsa olsa \'i intemir/e konuyu gcçhıir i\'ermek
tcdir.
� 1 7
Günümüze u laşmış belgelere göre de, Fatih ' in kurdurduğu Sahn-ı Sernan medreseleri külliyesi içindeki bu orta medreselere "Tetimnıe Medrese/eri" denilmektedir. Nitekim, Prof. Uzun
çarşı l ı da, ' 'Salın medreselerinin arka taraflamıda viiksek tahsile yani Salın-ı Senımı medreselerine danişmend (ö,�renci) yetiştirmek üzere (hir şeyin tamamlanması için i!al'e olunan şey an/anıına)Tetimme ı ·eya (Salın ' a ulaştıran ya da Salın için yetiştiren an/amma) Mılsıla-i Salın ismiyle salın medreselerinden küçük olarak sekiz medrese inşa edilmişti. Bu. Tetimme ı·eya Musı/a-i Salın medreseleri derece itibariyle orta tahsil medreseleri demekti. " diye yazmaktadır. Ne var ki , bu Tetimme medresesi öğrencilerine "sofra" denildiğini, bu öğrencilere her ay mum parası ve öteki giderleri için heşer akçe verildiğini ve öğrencilerin ögretmenliğini de Salın ö,�rencisi danişmend/erin yaptığını belirtmekten öte, bu medreseleri e ilgili başka hiçbir bilgi verme-mektedir.
·
İlginçtir, gene bütün arşatırmacı ve tarihiçilerimizin söz birliği etmişcesine, Fatih Kanunnamesi 'nden aktararak belirttikleri gibi, medreselerdeki iç derecelendirmelerde geçerli olan tek ölçüt de , sanılacağı gibi okutulan derslerin niteliğiyle ilgili değil , müdenisine (öğretim üyesine) ödenen ücretlerdir. Yani, en çok ücret alan müdenisin ders verdiği medrese de, en yüksek medresedir.
Örneğin, bu Kanunnameye göre, Semaniye medreselerinin "Haşiye-i tecrid" denilen ilk sınıfının müdenisinin yevmiyesi 20 veya 25 akçedir. "Miftalı " denilen ikinci sınıfın müdenisine günde 30 akçe verilmektedir. Müdenisine günde 40 akçe verilen üçüncü sınıfa zaten "Kırk/ı " denilmektedir. "Hariç" denilen dördüncü sınıfın müdenisine 50 akçe yevmiye verildiği için, kimi kaynaklarda adı "E/Iili" olarak da geçmektedir. Padişahl arın, sultanların, şehzadelerin ve padişah kızlarının yaptırdıkları medreselere de "Dahil" denilmektedir ve müdenislerinin yevmiyesi 50 akçedir.
Fatih ' in kurdurduğu Sahn-ı Sernan medreselerinin müdenis
lerine de genellikle 50 akçe yevmiye verilmektedir. Ancak, kül-
2 1 R
liye kayıtlarında belirtildiğine göre, bazı müderrislere 60 akçe yevmiye verilmiştir. Nitekim, gene bu kayıtlara göre; ' 'Ayasofya kilisesinin yamnda inşa o/ıman medrese de Sahn-1 Semwı derecesinde sayılmış ve miiderrisine 60 akçe yeı •miye verilmiştir"
Ne ki, 1 550' lerde Kanuni, Süleymaniye Camii külliyes in-de biri Daru ' I-hadis, 6 medrese yaptırıp, müderrislere 60 akçe, Darü ' 1- hadis müdenisine de yüz akçe yevmiye verince, Osmanlı ülkesindeki en yüksek medrese Süleymaniye medreseleri olmuştur hemen, tarihçilerin yazdıklarına göre.
Gerçekten, İstanbul ' daki bu uygulamalar, Fatih ' in Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev 'c hazırlattığı, medreselerdeki derecelendirmeler ve müderrislerin yevmiyeleri ile ilgili bu yasa hükümleri, Kanuni dönemindeki değişiklikler, kısa sürede taşradaki medreselere de yansıınış ve hemen uygulanınaya başlanılmış mıdır acaba?
Her ne kadar Prof. Uzunçarşılı da bu görüşü savunuyor olsa bile, doğrusu, bu uygulamaların, örneğin Anadolu'ya da hemen yansıdığını düşünmek pek de gerçekçi bir yaklaşım sayılınasa gerektir galiba. Çünkü, ıarihçilerin belirlemelerine göre, bu yasa ve uygulaınalarda medrese hocaları için ısrarla yindenmiş olmasına karşın, "müderris " sözcüğü bile, uzun yıllar sadece İstanbul ' daki medreseler in hocaları için kullanılmıştır ancak. ' ı aşradaki medresderin hocalarına, ta XVI.yy. sonlarına dek gene "molla" denilmeğe devam edilmiştir. (İ . Tekeli- S. İlkin, age, s. 1 7 )
Ayrıca, unutmayalım ki padişah vakıflarınca İstanbul 'da müderrislere ödenen, örneğin medresenin ilk sınıfı o lan "Hôşiye-i tecrid" müderrisine verilen günlük 25 akçeden 750 akçe aylık ücretli bile, yeniçeri ulufesinin 5-6 akçe olduğu, bir koyunun 25-30 akçeye alınıp satıldığı o günlerde düzenli verebilecek taşrada
kurulmuş zaten kaç vakıf vardır acaba? Kısacası, Sahn-ı Sernan ve Süleymaniye medreseleri ile taş
radaki medreseler arasında bir eşgüdümün, bir yönetsel ve eğit
sel birliğin varlığından söz edebilmek şöyle dursun, gördüğümüz kadarıyla, diyelim Fatih döneminde, Mahmud Paşa, Davud
2 1 9
Pa�a. Çardanlızade İbrahim Paşa. Hadım Ali Paşa gibi sadrazamların kurdurdukları İstanbul 'daki medreselerle bile aralarında. padişah medreselerinin onlardan beğendikleri müderris leri transfer etmelerinin dışında bir bilgi alış verişinin, bir ilişkinin
bulunduğunu söyleyebilmek zordur doğrusu . Görüldüğü gibi, medrese/er. kesinlikle bugünkü anlamda Os
manlı İmparatorluğu 'nun uyruğunun eğitimi ve öğretimi ile ilgili bir resmi eğtim kurumu değildir.
Doç .Dr. Ülker Akkutay ' ın da, yukarda sözünü ettiğimiz doktora çalışmasında belirttiği gibi, "Selçuklu imparatorluğu' nda oldı(�ll gihi, Osmanlı inıparatorlu,�u· nda da, 1 9 . yü:yılın ortalanna gelinceye kadar, halkın e,�itimi re ö,�retimi faaliyeti derIetin görer alam dışında hırakılmıştır. E,�itinı ı ·e ö,�retim, sadece hir hayır işi, hir dini gi)rer olarak kahul edilmiştir. Bu nedenle de . sadece hayırsever kişilerin kurduk/an 'mkıflar' aracılı.�ıyla yürütı'ilmüştür. · ·
Dolayısıyla, Osmanlı ülkesinde devlet bütçesinden inşa ettiriimiş bir cami bulunmadığı gibi , ta kuruluştan 1 9 1 3 ' lere kadar devletçe yaptırılmış tek bir medrese de yoktur. Devlet bütün ta
rihi boyunca hiçbir müderrisin ücretini ödememiştir. Hiçbir medresenin işletme giderlerini bütçesinden karşılamamıştır.
Bu yüzden, Osmanlı İmparatorluğu 'nun, ta kuruluştan 1 857 yılına kadar, tam beşbuçuk yüzyıl boyunca, diranda (bakanlar kurulunda) halkın eğitimiyle ilgili işlerden sorumlu bir veziri de olmamıştır. Yani, XIX. yy. ortalarına kadar, Osmanlı ların bugünkü anlamda bir eğitim bakanı da yoktur.
1 838'de, II . Mahmud döneminde açılan, hem medrese dış ında ve matematik, fizik gibi din dışı derslerin de okutulduğu, hem
de devlete bağl ı , giderleri devlet bütçesinden karşılanan, devletçe inşa edilmiş Osmanlı ülkesindeki ilk temel eğitim kurumu
Riiştiye ' ıı iıı yönetimi için, aynı yıl bir de "Mekatih-i Riiştiye Ne:aı·eti" adıyla yeni bir daire oluşturulmuştur ilk kez. Rüştiye sa
y ıs ı ç·oğalınca da. artık her okulun başına ayrı bir müdür atana
rak. bu daire de 1 � .'i 7 y ı l ında "Maari(i Unuımiye Ne:areti" adı yla bir bakanlık haline dönü�türülmü� \ C Ahdurmlmwn Sami
Paşa ilk Osmanlı Maanf Na::ın olarak başına getirilmiştir. Bu okulların sayılarını hızla çağaltmak için, eğitim ve öğre
timin Osmanlı tarihinde ilk kez Meclis-i Viikelô ' da (Bakanlar Kurulu 'nda) temsil edi len ayrı bir bakanlık şeklinde örgütlenınesi girişimleri sürdürülürken de, daha 1 85 1 yıl ında, Padişah buyruğu ile, "hu okullarda uygulanacak e,�itim programiamu saptamak. okutıt!acak ders kitapamu hazırlatmak \ 'eya çeı ·irtmek" vb. gibi işler için de ' 'Enciimen-i Daniş" adında yeni bir
kurul oluşturmuşlardır. Görüldüğü gibi, bu tarihe kadar Osmanlı devletinin, ülkesin
deki eğitim kurumlarının uyguladıkları öğretim izlencelerini düzenleyecek, akutulacak dersleri saptayıp. kitaplarını hazırlayacak, yapılan eğitimin nitel iğini denetleyecek herhangi bir örgütü yoktur. Bu nedenle, Sultanların, şehzadelerin, paşaların özel gelirlerinden ayırıp kurdukları vakıflarca yaptırılmış medreselerdeki eğitimin niteliğini de, orada ders veren müderrisler, bağl ı oldukları camiierin imaınları, hocaları, hacıları, ola ki vakıf
yöneticileriyle birlikte belirlemektedirler. Bu medreselerdeki eğitimin doğrultusunu saptayan ve aralarında bir eşgüdüm sağlayan tek otorite İslam dini dir. Kuran ' dır, Hadislerdir, Sünni İslam inancıdır. Yani, her medresenin ayrı bir eğitim-öğretim kurulu (talİm-terbiye kurulu) olduğunu, dolayısıyla da her medresenin kendine özgü ayrı bir öğretim izlencesi (ınüfredat programı) uygulandığını söylemek, gerçeğe hiç de aykırı düşmese gerektir.
Bi lindiği gibi, medreselerdeki eğitimin nitel iğiyle ilgili yeni bir eğitim programı hazırlatan ilk kişi Fatih olmuştur.
Hiç kuşku yok ki Bizans İmparatorluğu 'na son vermiş kişi olmanın benzersiz özgüveniyle ve ola ki, medrese eğitiminin artık bir imparatorluk haline gelen devletin gereksinimlerine yanıt
vermeyeceğini bildiği için, fetheder etmez İstanbul 'da bir eğitim
seferberliği başlatıp, 8 kiliseyi birden medrese haline getirterek, Fatih'teki Sahn-ı Sernan medreselerinin temelini atarken. Sadrazam Mahmud Pa�a 'ya medreselerdeki eğitimin niteliğiyle il
gili yeni bir program hazırlatması buyruğunu da verııı i�tir.
22 1
Fatih 'in bir amacı da. fethedip Osmanlılara yeni başkent yaptığı İstanbul ' u , kurduğu imparatorluğa yakışır bir bilim ve kültür merkezi haline getirmektir. Bir yandan vezirlerine de yeni okullar açtırırken, öte yandan, örneğin İtalya'dan ünlü ressamlar
Verona ' lı M a/{('o Pasti, F erra ra · lı K onstaniço ve Venedikli Gemi le Bel/ini' yi İstanbul ' a getirtın iş , Beliini 'ye portresini yaptırmıştır. Sarayda bir nakkaşhane (minyatür atölyesi) kurdurmuş, bilgi ve görgüsünü artırması için Nakkaşhaşı Sinan Bey ' i İtalya' ya göndermiştir. Leonarda da Vinci ile mektuplaşmaktadır. B üyük olas ı l ıkla 147 1 ' de, Akkoyun/u Uzun Hasan' ın barış elçileri olarak gönderdiği Ali Kuşçu, İdris- i Bit/isi gibi bilim adamı ve tarihçilerio İstanbul ' a yerleşmelerini sağlamıştır.
Ali Kuşçu , 1400 ' lü yı lların başlarında Timur 'un torunu Uluğ Bey döneminde Orta Asya'da, Mavera-ün nehr 'de doğmuş, ilk öğrenimini Semerkand'da tamamladıktan sonra, bir süre Bursalı Kadızade-i Rumi'den ders almıştır. Daha sonra da, aynı zamanda çağının ünlü bir bilim adamı olan Sultan Uluğ Bey ' in öğ
rencileri arasına kat ılmayı başarmıştır. Ünlü bir matematikçi ve astronomdur. 1 449 yı lında Uluğ Bey 'in öldürülmesi üzerine, Rasathane müdürüyken, "Hac' a gidiyorum" diyerek Semerkand'dan ayrılmış ve kendisini davet eden Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan ' ın yanına gitmiştir. 1 470' lerde de Fatih 'in çağrısını kabul ederek İstanbul ' a yerleşmiş ve özellikle matematikle gökbilim dalında dersler vererek birçok öğrenci yetiştirmiştir.
Sadrazam Mahmud Paşa da aslında Türk değildir. Küçük yaşta tutsak alınmış, babası Rum annesi Sırp bir Hıristiyan çocuğudur. Mehmed Ağa adında biri tarafından "Esir Pazarı " nda satın alınmış, Müslümanlaştırılarak Türkçe öğretildİkten sonra, Saray 'da Enderun Mektebi' nde yetiştirilmiştir. Adni mahlasıyla şiirler de yazan, gerçekten iyi eğitim almış külrtürlü biridir.
Sultan, kendisinden medrese eğitiminin niteliği konusunda da bir çalışma yapmasını isteyince, hemen Ali Kuşçu ile döne
min bir diğer ünlü müderrisi Molla Hüsrev ' i görevlendirmiş ve Fatih' in özel bir vakıf kurarak yaptırdığı Sahn-ı Sernan medre
seleri için, eğitime yeni bir anlayı� la yeni bir model getiren ün-
lü raporu hazırlatmı�tır. Tarihçilerimizin, daha sonra bütün Osmanlı medreseleri için geçerli olduğunu savundukları bu yeni anlayışa göre ele, medreselerde artık aritmetik, geometr i , astro
nomi, kozoıografya, felsefe, edebiyat gibi dersler de okutulmaktadır. Prof. Uzunçarşıl ı 'nın anlatımıyla, medreselerdeki bağnazlı ğı kırabilmek için, "medrese sinin programına fikir münakaşası yapan keliinı ilmini koydımmuş ve alimiere hu konuda şerhler (hir kitap üzerine yazılmış açıklamalar) ve hoşiyeler (a�·ıklamalar iizerine yazılmış aç. klamalar) yazdırmış" tır. Çünkü, "İ/m-i keliinı nıuhakeme ve ak/i deliliere dayandığından, dar görüşiii mezhepler ]Jll i/me karşı mücadele etmektedir" ler. Örneğin, "Kuzey Afrika ' daki Murahitin hükümdar/an, İmam-ı Ga::ali' nin eserini yaktırmışlar" dır. "Hatta, Maliki mezhebine mensup alimler kelanı ile iştigalin kü.fr olduğunu hile " söylemişlerdir. Fatih de bu nedenle, yalnız medrese programına "keliim" dersini koydurtmakla da kalmamış, ünlü ulemadan Ali Tusf ile Hocazade Bursa/ı Muslihuddin Mustafa Efendi 'ye "Kelamn İmanı - ı Gazali ile ilm-i ilahici ve şiddetli keliim diişmam İhn Rüşd arasındaki iinhi tartışma üzerine, Gazali' nin haklı olduğunu savunan risaleler de yazdırtmış" tır.
Ancak ne acıdır ki, Fatih-Kanuni dönemindeki sultanların gücü karşısında sinip boyun kıran ulema takımı, XVI.yy. ikinci yarısında sarayda yeniden şöyle biraz söz sahibi olmaya başlay ınca, güya çok saygı duydukları, İstanbul 'u fethettiği için kutsadıkları Fatih' in bu girişimlerini de ilk fırsatta sona erdirmişlerdir.
Örneğin, XVII.yy. da yaşamış Kiltip Çelebi 'nin yazdığına göre, XVI. yy. sonlarına doğru, "hazı şeyhülislamiann dini inanç/anna aykın oldu,�u gerekçesiyle Fatih döneminde meclrese programına alınmış ilm-i hikmet (felsefe) dersleri yasaklanmış" tır. İ/m-i keliim derslerinde de, artık sadece "İlhan/ı/ar döneminde yaşamış Kadı Adudüddin-i İyci' nin 1 350' lerde yazdığı 'Meı ·iikıf' ad lı kitabına Şeri-i Cı'ircani' nin yazdığı şerh " okutulur olmuştur.
Nitekim İlhan Tekeli ile Selim İ/kin de, yukarda andığıınız or-
tak <;alışmalarında, "Fatih . medrese/ai n e,�itinı progranılanlll da reniden dii::.en/etnıiştir. Arinıetik, hendese (geometri), heyet (astrononıi) gibi ak/i hi/im/ere daha ç·ok ya ı ·erilnıiştir. Ama temelde akıl ile şeriatın ıdaştm/masında yeni bir fornıii/asymıa gidi/emenıiştir Ri salefa ra::.dırrp , tartışmalar yaptırması na karşın. (Fatih de) /m konuda köktenci bir adını atanıanııştır. Bu köktenci adım att!nıayınca, ya da att!anıaymca ak/i bilimlerin ilaideki yıllarda daha da ihmal edilmesi kolay olmuştur. " diye yazmaktadırlar.
Görüldüğü gibi, temel görevi Anadolu 'ya yeni gelmiş ve büyük çoğunluğu hala Şaman, ya da Şi i , Orta Asyalı bu göçebelere Hanefi mezhebinin Müslümanlık anlayışını öğretmek olan bu medreselerde din dışı derslerin de okutulması konusunda, Fatih, Kanuni gibi sultanların bile güçleri, iktidarları süresince geçerli olabilmiştir ancak.
Burada bir kez daha yineleyelim ki, Osmanlılar medreseyi de Selçuklulardan devralmışlardır ve Osmanlı medreselerineki eğitim felsefesi, yukarda da belirtildiği gibi, A hmet Gii/ 'ün "Osmanlı Medrese/ainde E,�itinı-Ö,�retim ve Bunlar Arasında Diim'/-Hadislain Yai" adlı kitabında açık açık yazıldığı şekilde, Büyük Selçuklular döneminde, Şii inancın İran yarımadasına hızla yayılmasına karşı bir önlem olarak, Sünni-Hanefi inancın propagandasını yapmak ve S ünniliğin yaygınlaşmasını sağla
mak amacıyla, ilk kez Nizamü ' l-Mü lk tarafından oluşturulmuş-tur.
"İnsan akltillll ürett(�i de,�er/a yerine vahyin rehber/(�ini temel almış" Doç .Dr. Hasan Akgündüz de, Hz. Muhammed' in, bir
hadisinde "Her çocuk İslam fıtratı ü::.ae do,�ar, sonradan anası ile hahası onu ya yahudi, ya hıristiyan veya nıecusi yapar. " dediğini aktararak eğitimin Müslümanların gözünde ayrı bir anlamı olduğunu belirtmekte ve medrese eğitiminin temel amacının
da bu nedenle İslam düşüncesini yaymak olduğunu savunmaktadır.
Ccmt İzgi de, Osmanlı medreselerinde matematik, fizik, kimya gibi bil imlerin de okutulduğunu kanıtlamak için yazdığı
"Osmanlı Medreselerinde İ/im" kitabının başında Osmanlı medreseterindeki öğretim izlencesi (müfredat programı) hakkında bilgi verirken, Fransız elçisi Marquis de Vi//eneuı ·e 'ün isteği üzerine 1 74 1 yı l ında kaleme alınmış, ancak yazarı bilinmeyen "KeılJkih-i Seh' a" ( Yedi Yıldız) adlı kitaptan aktarmalar yap
maktadır. İşte bu ak tarmalara göre de, medreselerde; "İl me yeni başlayan hir öğrenciye önce, anlayışı kadar iman telkin edilmektedir. Ergenlik çağına girmiş ise, üzerine namaz farz olduğwıdan, kendisine Fat i ha ve birkaç su re öğretilmektedir. S ahi (henüz huluğa ermemiş çocuk) ise, her şeyden önce hesmete ile 'Rahhi yessir' duası yapıldıktan ve el�fba cüzü, yani Arap aifahesi öğreti/dikten sonra heceye geçilerek Amme cüzünün (K uran ' 111 78. suresinin) okutulmasına haşlanılmaktadır. Ardından . hir müveccidden (Kuran' m usulüne göre okunmasım öğreten hoca) Kuran öj?reni/erek hatmedi/mekte ( ezher/enmekte )dir. Ve hir hüyük mecliste hafız/ar/a kwTa (Kuran' 1 usuhine göre okuyan/ar) huzurunda Kuran haşmdan sonwıa kadar altı ya da yedi saatte din/etilmekte ve daha sonra şükrane için biiyük hir ziya{et verilerek, katılanlara hediyeler dağlfı lmaktadır. Bu sırada sahi (çocuk) daha sekiz ı·eya dokuz yaşlamıdadır. Bundan sonra, faydalı ilimlerden alet ilimlerine haşlam/maktadıı: Önce SARF (Arapça dilhilgisi) okutu/mak ta, ard md an N AHİV (söz dizi mi) ilmine geçilmektedir. Bu esnada şer' i hükümleri hoş hırakılmayıp haftada hir iki giin FlKlH ilminin başlangıç kitaplanndan hiri, örneğin yalnız namazla ilgili sorunlan içeren Halebi adlı hir kitap okutu/maktadır. Nahiv' den sonra MANTlK ilmi gelmekte ve ( Prof. Uzunçarşı lı 'nın verdiği bilgilere göre, Yunanı kadim filozoflarından Ferferyus 'un kitabından aktararak XIII. yy. sonlarında Esirüddin-i Ebheri 'nin yazdığı) İsagoci adlı hir kitap ile şerh ve hoşiyeleri okutu/maktadu: Sonra, tartışmalarda yanlıştan sakınma/an için ADAB ilmine haşlanılmaktadır. Ardından HİKMET ilmi gelmektedir. Müslümanlarm anıeli hiknıeti (pratik felsefesi) ./ik ılıtan ibaret olduğundan, anıeli hikmetten hahsedi/meyip na:ari hikmet (teorik felsefe) okutulmaktadır Bundan sonra da . .filcGJjlar/a kelamcılcmn me:::lıcplaini anr-
nikierin anlamı ile /ügat ve nahive uygunluk/an) , hcvan (anlatımdaki teşhilt , istim·e. meca: ve kinayeyi inceleyen hi/im), hedi (sö:ciik/erin anlam re yapısmdaki sanatsal siis/eri inceleyen hi/im ) , kıral (okuma) , din usu/ı'i, nii:ı]/ sehep/eri ,fkıh (şeriat bilgisi). kıssa/ar. nôsi h-mensılh (geçer si: kılan ı ·e ge�·ersi: olan) . Kımln ' daki miihhem ı ·e miicmeli (belirsi: ı ·e ö:hi sö:! eri ) a�·ık/ayan hadisler olup, ö,�renciler bu ilimierin hepsini birer birer hatmetnıiştir " (Cevat İzgi , Osmanlı Medreselerinde İlim, İz Yayıncılık, İ stanbul 1997, c-1, s. 70-75 )
Görüldüğü gibi, Osmanlı medreselerinde bütün tarihi boyun
ca sadece Kuran ve hadisler üzerine tef\·ir, usu/-ii fikı h ,fıkıh, ke/am ve Arap dili gibi dersler okutulmuş ve çocuklara Sünni-Hanefi inancı doğrultusunda İslamiyetle ilgili bilgiler verilmiştir.
Prof. Uzunçarşılı , Fatih'in Sahn-ı Sernan medreseleri için bile "İiahiyat. İslam Hukuku ve Arap Dili Edebiyatı fakii/teleri idiler Henii: müsbet ilimiere mahsus olan tıp ve riya:iyat (matematik) fakülteleri yoktıt. demektedir. Belirttiğine göre, tıp ve riyaziyatla ilgili özel medreseler ilk defa Kanuni döneminde kurulmuştur, ancak onların da ömrü çok fazla sürmemiş olsa gerek ki, bu medreselerdeki eğitimle i lgili her hangi bir bilgi günümüze u laşamamıştır. Prof. Uzunçarşılı da, "Riya:iye ı ·e tıp meclreselerinde hangi derslerin gösterildi.�ine dair şimdilik bir ma/umatınm yoktur. " diye yazmaktadır.
İlginçtir, gene Prof. U zunçarşı l ı 'nın verdiği bilgilere göre, "XVI. yy. hüyük alim/erinden" 1 5 6 1 'de ölmüş Taşköprü/üzade Ahmed İsamüddin Efendi de, "Şakayık" adlı kitabında özyaşamöyküsünü verirken medreselerde okuduğu dersleri ayrıntıla
rıyla uzun uzun saydığı halde matematikten, astronomiden filan hiç söz etmemektedir.
Yani, Fatih 'ten hemen sonra, II. B ayezid döneminde öğreni
me başlayan Taşköprülüzade 'nin medreselerde hiç matematik
okumamış olmasına bakılırsa, "Kevôkib-i Seb' a" da sözü edilen, "medrese/erde, hendese dersinde Semarkand/ı Şenısa/din Melmıed' in Eşkôl-i Tes ' is ile Öklidis' in kitabı mn, hisôb dersinde de Bahirye adlı kitahın" okutulmasına, olaki gerçekten de Fatih
:?.Hı
detmek, Allah' ı re sıfatları hakkında olan dini inançlan dü:::e/tmek re incelemek i�·in KEL4M ilmine geçilmektedir Bu derste . Allah ' m rar!t,�ınt ishat konusunda olan İsbat-ı Vacip kitahı ile birlikte (yukarda da belirti/d(� i gibi, 1350' /erde ya::: t!mış) M evôkıf ile şerh ı·e hoşiyeleri okutulnwktadır. M el 'fikıf. her ne kadar ke/ônı ilmi ise de, alet ilinılerinin ciim/esini, hikmet (felsefe) . hey' et (astmnomi) , hendese (geometri) ı ·e lıisôbı (aritmetik) de içermektedir. Hendese ilminde (gene Prof. Uzunçarşıl ı 'nın verdiği bilgilere göre, Semerkand' l ı Şemseddin Mehmed' in, Oklidis 'in kitabının sunuş bölümü ile üçgenleri anlattığı bölümlerden aktarmalar yaparak yazdığı) Eşkô/-i Tes ' is (temel şekiller) adlı bir kitap mn/ır, onu okumaktadır/aı: Ondan sonra Öklidis ' i okumaktadır/ar. Hisabda (İran/ı u/enw Bahauddin el Anıili ' nin XVJ.yy. da ya:::dı,�ı Bahaiyye de denilen Hu/asatu' /-Hisab adlı kitabı ) Bahôiyye vardu; onu okumaktadırlar Hey' et ilmi (astmnomi) hayalden ve fara:::iyattan ibaret olup hendeseye nisbet/e güçce o/du,�wıdan onu sonraya altkoyup miistaki/en ders etmektedirler. Ke/ôm ilminden sonra da F1K1H USULÜ ilmine başlant!maktadır. "
Prof. Uzunçarşılı ' ya göre de, "Osmanlı medreselerinde okutulan derslerin en nıiihinımi Hanefi fıkhı olup , bu derste okutulan kitap da, 1 197' de vefat etmiş Maveraünnehr' li Şeyhiiiislam Burhaneeldin Merginani' nin ya:::dı,�ı Hidaye isimli kitaptır, pek meşhurdur ve İ s lam hukuku cihetinden iimnıiihattan (ana kitapt ardan) sayt!maktadır. "
"Alet ilinıleri tamamlandıktan sonra HADİS USULÜ ilminde bin beyitten ibaret olan Elfivye 'yi e:::berlemektedirler. Ardından H ADİ S ilmine başlayıp , biri altı yü::: bin , di,�eri iiçyü::: bin hadisten (Peygamberin sö:::/erinden) tasnıf edilmiş (grup/andm/mış) re Allah ' ın kitabından sonra kitap/ann en sahihi (en gerçe,�i . en sa,�/am ) o/am Bulwri \ '(' Miislim kitap/arım okumakwdt!ar. Ondan sonra ise , en iistiin dilek re en yiice istek olan TEFSİR ilmi gelmektedir Te(1ir ilminin me/m i/eri (temeli ! de. liigaf (sidiikbilim ) . smf (di/bilgisi ) . nahir (sii::: di::: imi) , iştikak (a\'111 kiikten tiiremiş sii:::cük/erin hirhirlairle ilişkileri) . IIUtall i (sii::: -
döneminde ve Fatih ' in karşı konulamaz gücü yüzünden başlanılmış, ama ne var ki bu derslerin ömrü de ancak Fatih 'in ömrü kadar olmuşur galiba.
Kanuni de, matematik derslerinin Fatih ' in ölümünden hemen sonra eğitim programlarından çıkarılmış olduğunu bildiği için
mi acaba, gücünü kullanıp, matematik dersini yeniden zorunlu kılmak yerine, ayrı bir "Riya:::iyat Medresesi" kurma yolunu yeğlemiştir, kim bilir? . .
Ama ne acıdır ki, bu özel medresenin ömrü de galiba Kanuni 'nin ömrü kadar olabilmiştir ancak, gördüğümüz kadarıyla.
Bu nedenle, Osmanlı medreselerinin tarihini ele alırken, 14 70- 1 560 arasını "Fatih-Kanuni dönemi" diyerek bir bütün halinde değerlendirebilmek de pek gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerektir sanırız.
Çünkü , Fatih dönemi ile Kanuni'nin "Riya:::iyat Medresesi" dışında Osmanlı medreselerinde ce bir geometri gibi derslerin de okutulduğunu söyleyebilmek gerçekten olanaklı mıdır acaba? Doğrusu, kuşkuluyuz . . .
Nitekim, Osmanlı medreselerinde bütün tarihi boyunca ce bir, geometri, astronomi vb. gibi bilimlerin de okutulduğu görüşünde olan C emt İ:gi bile, bu konuda sağlam bir kanıt bulamadığı için olsa gerek ki, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ' nce
Ekmeleddin İhsanoğlu 'na armağan olarak yayım lan an bir kitaba yazdığı "Osmanlı Medreselerinde Aritmetik ı ·c C ehir E,�itimi ve Okutulan kitaplar" adlı incelemesinin daha başında, tezini, olsa olsa yöntemiyle, "Aritmetik (hesap) ilmi, nama::: vakitlerinin ve kıh/enin tayininde ve miras taksiminde, muame/ata dair ha:::ı mesele/erde gerekli olması dolayısıyla medresede ö,�retilen ilimler arasında yer almıştır. " diyerek savunabi lmektedir ancak. (Osmanlı Bilimi Araştırmaları, İst. Üni. Edebiyat Fakültesi Ya
yın ı . İstanbul 1 99 5, s . 1 29) Bulabi ldiği tek tanık da, ilginçtir 1 78 1 - 1 786 yıl ları arasında
İstanbul 'da bulunmuş bir İ talyan din adamıdır. Ahhe Toderini adlı bu papazııı anılarında, "Tiirk/erin aritmektikte pek derinleştiklerini. hu il/Ili Arapça kaynaklar ii:erinden �·ocuk/uk/amıdan
itibaren medreselerde öğrendikleri ni ı ·e bu konuda (XV lll yy. daki) Avrupa matematikçilerini hile şaşırtacak derecede bilgili olduklannı" yazdığım belirtmektedir. Ancak, gene kendisi , aynı
yazıda, "Osmanlı medreselerinin müfredat programılll en ayrınli/ı bir şekilde ıwen" tek belge olarak değerlendirdiği "K edikih-i S eb ' a" da, aritmetik ve geometrinin "malısusar kahilinden (ak ı/la kavranabilir) olup , çok fikre i htiyaç göstermedi,� i" için bilimden sayı lmayıp, "medrese/erde miistaki/ ders olarak okutu/madığmın" belirtildiğini de yazmaktadır.
Üstelik, hemen ardından "bu düşünce tartışılmaya muhtaçtır" diyerek "K en/ki h-i S eb' (/' nın verdiği bu bilgiye de şiddetle karşı ç ıktığı , sanki İtalyan papazın dediklerini doğrulayıp, kanıtlamak amacıyla kaleme alınmış bu yazısının sonunda, gene
kendisi, "Medrese/erde okur/uan ileri bir aritmetik değil, günlük hayattaki pratik işlerde ı ·e jikılı ilminde (jerai:delmiras hölüşümünde) yararlı olan dört işleme dayanan bir aritmetik olup, medreselerde ana ders de,�il, yardımcı ders/erdendir. " diye yazmak zorunda kalmıştır, ne acıdır ki . . .
Fakat ilginçtir, Sayın yazar, gene aynı incelemesinde "Osmanlı u/emasmın hesap i/mini, daha ziyade matematiği meslek edinmiş kimselerden ö:e/ olarak ö,�rendik/eri miişahade edilmektedir. " dediği halde, sanki bütün bu yargılara kendisi varmamış gibi, daha sonra, bu kez medrese konusundaki bilinebilen genel bigilerle birlikte, kimi ulemanın bu konuda yazdığı didaktik manzumeleri, tuttukim tarih notlarını , risalelerini filan uzun uzun aktarıp, bu bilimierk de ilgilendiği söylenilen u lema biyografilerinden ve bu konuda İslam ülkelerinde kaleme alınmış kitaplardan alıntılarla, bu yazısını alabildiğine genişletip, gerçekten de görünüş olarak göz doyurucu oylumda güya bu savı kanıtlayan, "Osmanlı Medreselerinde İli m" adlı iki ciltlik bir kitap daha hazırlamıştır.
Ne var ki, bu çalışmasında da, Osmanlı medresclerindeki müfredat programı hakkında günümüze ulaşmış önemli kaynaklardan biri olarak nitelendirdiği İslıak h. H asan et- Tokadf' nin de. Na:nuı' 1- U/ı/m adlı kitabında geometri için, "/lende.1·e ilmi
muhahttr (din yönünden herhangi bir sakmcast yoktur). Riiğtp, Zai' a ad lt eserinde. hendese ö,�renmek isteyen bir kadt ile ilgili bir hikaye nakleder. Kadtya . 'Bu yaşta hendese ilmiyle ne yapacakstn ? ' dire sormuş/ar. Kadt da . 'Kalbimde kendisine karşt hir diişmanltk olmasm diye bu fenni bilmek istiyorum. demiş . " diye yazdığım aktarmaktadır. Yani , kadı , medresede hendese okumamıştır ve bu bilime bakış ı , gerçekten de sözcüğün tam anlamıyla dehşetengi:dir, gene kendi dilleriyle (Age, c-1 s. RO)
Bir başka aktarmaya göre, XVII .yy. da yaşamış adı bilinmeyen bir ulema da, "Risale fi ' I-Hey' e" adlı kitabında, gördüğü dersleri sayarken, "Şerhii ' 1 Eşkali' I-Hendese" yi de dinlediğini belirtmektedir. Yani , geometri dersi okumamıştır, geometrik şekillerle ilgili bir konuşma dinlemiştir sadece. (Age, c- 1 , s. l 00)
Ahmed Cevdet Paşa, Te:::akir adlı kitabında verdiği bilgilere göre, müderris olduktan sonra, karşılığında onlara şeriatla ilgili özel dersler vererek, Hendesehane-i Berriye (Kara Kuvvetleri Mühendishanesi) lıocast miralay Nuri Bey' den hisab, cebir, hendese, logaritma, usul-i lıendese, Hüseyin Rtfkt Bey'den M ecmil' at u' /-Mühendisin , Oktallf Ri sa/esi, İshak Efendi' den U/um-1 Ri yii:::iyye dersleri alnuşttr. (Age, c- 1 , s . 1 06)
Saçaklızade Melımed bin Ebubekir el Maraş/ de, " Tertibu' lU/um" adlı kitabında, "hisiib, hendese, hey' et ve ane gibi ilimleri n, medreselerde ':::aman elverdikçe' öğreti/diğini" yazmaktadır. (Age, c- 1 , s. 1 99)
Görüldüğü gibi , Osmanlı medreselerinde matematik, fizik vb. gibi dın dışı bilimlerin de okutulduğunu söyleyebilimek, gerçekten olanaksızdır. Okutuluduğu söylenilen medreselerde de, gene görüldüğü gibi, şayet :::aman kalu·sa, yani müderrislerin keyfine göre, o bilimle ilgili birkaç basit bilgi verilmekle, örneğin aritmetik dersinde dört işlemin öğretilmesiyle yetinilmiştir sadece, hiç kuşku yok ki . . .
Hatta, gördüğümüz kadarıyla, diyelim bir müderris bulunamadığı için okutulamamış olsa bile, hesap, hendese, hey 'et vb. gibi bilimlerin bütün medresderin eğitim programlarında, hiç olmazsa yardımcı dersler şeklinde bulunduğunu söy leyebilmek de kesinlikle olanaksızdır doğrusu.
2�0
Çünkü, gene bu çalışmaya aktarılmış kimi belgelere göre, herhangi bir müderrisin derslerinden birinde, ola ki boş bulunup
bu bilimlerden de söz etmesi olas ılığına karşı bazı medreselerde, daha kuruluş sırasında vakıf senedine yazılmak suretiyle, bu
bilimlerin okutulması kesinlikle yasaklanmıştır. Örneğin, 1 1 7 . sayfadaki bir alıntıda, "Kara Timurtaş Pa
şa' 11111 o if/u Umur Bey tarafından (ll. M ur ad döneminde) B erRama'da yaptm/an medresenin ı ·af...fiyesinde, medresede sadece nakli ilimierin okutulmasım ll, kat' i_vet/e ak/i ilimiere giri/memesinin şart koşulduifu kaydedilmektedir. " denilmektedir.
Gene aynı yerde, "Sultan //. Murad tarafından 1435 'te Edirne' de Tunca ımıaffı kıyısında yaptınlan Dan'i/hadis medresenin vakfiyesinde de, müderris/erin medresede kesinlikle felsefi ilimler/e iştigal etmeyeceklerinin yazılı o/duifu" beliıtilmektedir.
İlginçtir, Osman Nuri Ergin ' in "Türk Maarif Tarihi" adlı kapsamlı çalışmasında verdiği bilgilere göre de, bir Osmanlı medresesinde bir müderrisin matematik dersleri vermesi için özel olarak atanırtası da, l 729' larda, ilk kez Lale Devri 'nde, Batılılaşma girişimleri sırasında olmuştur. Sadrazam Nevşehirli Damat ihrahim Paşa ile eşi Fatma Sultan' ın birlikte kurdukları, Şehzade Camii çevresindeki bir medresenin vakıf senedinde; "Medreseye 1 00 akçe yeı·miyeli hir müderristen haşka, h ir de 1 O
akçe yemıiyeli hir hisah hocasının" atanacağının kaydedildiği belirtilmekte dir.
Doğrusu, medresderin s ınıflandırılmasında ve müderrislerin değer sıralamasında kullanılan tek ölçütün ücret olduğu düşünülürse, Osmanlı medrese eğitiminde matematik bilimine ne denli önem verildiği de, salt müderrisine ödenen bu 1 O akçe yevmiyeden bütün çıplaklığıyla aniaşılsa gerektir galiba.
Ayrıca, Cevat İzgi de, bu çalışmasında, "Osmanlı medrese ve l'alfiye/erinde elfitim kadrosunu oluşturan müderris ı·c nıuid (yardımcısı ) yamnda h ir d e hisiih hocasının görev/endirildiifi ne dair haşka hir örne,�e rast/anmamıştır " diye yazarak, bu olguyu da, Lale Devri ' ndeki Batılılaşma sevdalılarının geleneksel yapıyı bozmaya yönelik bir başka girişimi (hevesi) şeklinde değerlendirmektedir sanırız.
23 1
Hatta, bu bil imlerin medreselerde okutulması şöyle dursun,
Ahmet Refik'ten öğrendiğimize göre, ulema,bu konulardaki kitapların medresdere vakfedilmesine bile fetva vermemiştir.
III . Ahmed döneminde cephede şehit düşen Sadra::.anı Ali Paşa' nın, ölümünden önce kitaplarını da vakfettiği anlaşıl ınca, böyle bir vakfın dinen caiz olup olmadığı Şeyhiiiislam İsmail Efendi ' den sorulmuştur. O da; "Kişi, sahip olduifu ilmi kitaplar l'akfolsun deyup müreve/liye (vaktf yöneticisine) teslim ettikten sonra ölmüş olsa hile,felsefe, nücum (ytldtz ilmi) ve yalanlarla dolu şiirler ve tarihe ilişkin kitaplan vakfa girme::.. O gibi kitapIann val-fedilmesi dinen caiz deifildir. " diye fetva vererek, bu bilimlerin kütüphanelere girmesini bile engellemiştir. (Ahmet Refik Altınay 'dan aktaran Alpay Kabacalı, Cumhuriyet gazetesi)
Burada hemen şunu da belirtelim ki, tarihçilerin verdikleri bilgi lere göre, 1 7 1 3 'te sadrazamlığa getirilen ve 1 7 1 6 'da A vusturya savaşında cephede şehit düşen Sadrazam Şehit Ali Paşa, Anadolu ' da doğmuş bir köylü Türkmen çocuğu olmasına karşın, bir rastlantı sonucu 1 690'ların başında, bir Paşanın yardımıyla küçük yaşta Saraya alınmış ve enderunda yetiştirilmiştir. Yani medreseli deifildir. Ancak, "akil, kamil, alim ve faztl" biridir. Birçok şair ve müzisyen gibi Şair Nedim 'e de sadrazamlığında büyük destek olmuştur. Ayrıca, Ord. Prof. Uzunçarşı l ı 'nın belirtmesine göre, "Avct !V Mehmed döneminde medrese haline getirilmiş Galatasaray' 1 da, yeniden E nderını okulu yapnuşttr. " U lema'nın öfkesi de, ola ki bu nedenledir . . .
Ahmet Refik de, b u olayı aktardıktan sonra, "Bu anlaytş, ancak ha tt kültürü ile , po::.itıf hi/imler öifrenilerek tedavi edilebilirdi. Bu ise Osman/i toplumunda olanak dtşt idi ." diye yazmak tadır. (Osmanlı 'da Hoca Nüfuzu, s. 1 58- 1 59)
1 700 ' lü y ılların başlarında Maraş ' ta doğmuş, öğrenimini
Maraş'ta tamamlayıp icazet (diploma) aldıktan sonra İstanbul 'a ge lerek medreselerde müderrislik yapıp ders vermiş, ardından çeşitli kadılıklarda bulunmuş, XVIII. yüzyıl ın ünlü ulemasından
Slimhül::.ade Vehbi Efendi' nin , Şair N abi 'nin, oğlu Ebulhayr
Mehmed Çelebi 'ye ahlaki öğütler veren "Hayriyye" adl ı didaktik mesnevisine nazire olarak (öykünerek) oğlu Lütfuilah için yazdığı "Lütfi)·e-i Vehbi" ( Yehbi 'nin Bağışı) adl ı divanı da, u lemanın felsefe, mantık, hendese, hey 'et gibi bilimiere bakışını bütün çıplaklığıyla göstermesi açısından, bilindiği gibi, çok ünlüdür.
Güya, oğlu Lütfuilah 'a öğütlerine, "Bilim sahibi ol. Bilim maldan daha def?erlidir. Malım yitirebilir veya çaldırabilirsin, ama kafandaki bilgiyi kimse alamaz . " diye eğitimin ve bilimlerin önemini vurgulayarak başlamaktadır, ama söz din dışı bilimIere gelince hemen gardını alıp çekmektedir kılıcını. Örneğin, ilm-i hikmet için, "Fe/sefiyata tevagu/ eyleme 1 Ruz-u şeb anı tecmmü/ eyleme 1 Hikmet-i ha/ik' i bilmek mah/uk" , yani "Felsefe ile fa::/a uf?raşma, düşünüp durma gece gündüz, Tanrının sırrını bilmez kul, evrenin sırrını Aristo da Platon da anlamaz, ileri sürı"i/en kanıtlar hep yanlıştır, dof?anın snTına kimse ulaşamaz. " diyerek, felsefeyi kesin bir dille yasaklamaktadır. B ir kuşku ve kuruntu çemberi olarak nitelediği İ/m-i hendese için de, "İtibar eyleme pek hendeseye 1 Düşme ol daire-i vesveseye . . . Manfettil� sözünıı"iz yok ama 1 bi/ef?itsin onu mimar-ı bina " , yani "geometriye de pek yüz verme, bırak mimarlar uf?raşsın onunla" demektedir. İ/m-i kimya da "flazreti Musa' n ın bir mucizesidi1� ondan başkası bu işe akıl erdiremez , zaten şimdeye dek de kimseyi zengin etmemiştir. "
Görüldüğü gibi, ünlü "alim" ve şair Sümbü/zade Vehbi Efendi de felsefe, geometri, kimya vb. bilimlerin öğretilmesinde kesinikle yararı görmemektedir.
Oysa, ola ki Sümbülzade Vehbi Efendi 'nin bu satırları yazdığı günlerde, yeni bir topçu birliği kurması için S u !tan III. Mustafa'nın çağrısıyla askeri danışman olarak İstanbul 'a gelen Baran de Tott da bilindiği gibi, bir yandan Tophane'yi yeniden düzenletip, yeni teknikiere göre, "ardı ardına gül/e atabi/en " toplar döktürürken, öte yandan da, I 773 yılında Haliç tersanesindeki küçük bir odada, orduya teknik eleman yetiştirmek amacıyla
Osmanlı tarihinde ilk kez "Rim::ı\e Mektebi" adıyla medrese
dış ında bir okul açmıştır. Ne var ki, bu girişime de, kendisine hendeseci diyen bir grup ulema şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun üzerine, Sultan, danışmanından karşı ç ıkanların bilgilerini ölçmesini istemiş, ancak açılan s ınava da sadece 6 kişi girmiştir. Baran de Tott, "Padişahın büyük memurlarından seçilmiş iki mümeyyizin huzurunda yapılan" bu s ınavla ilgili olarak anıla
rında; "Bu imtihanda kısaca , h ir mü sellesi n üç :::avi yesi mecmuunun (bir üçgenin iç açılarının toplamının) ne olduf!unu sordum; içlerinden sadece hiri cesaret edip, 'nıüse//esine (üçgenine) göre deRişir' diye cevap verdi. İmtiham dahafa:::la u:::atnıa,�a gerek kalmadıltı anlaşılmıştı . Fakat şunu da söylemeliyim ki, bu kişilerin hemen hepsi de yeni mektehe yazı/maRa talip oldular. " demektedir. (Mümtaz Turhan , age, s. 202)
Ama, gene Baran de Tott ' un anılarında anlattığına göre, bir üçgenin iç açılarının toplamının kaç derece ettiğinden habersiz bu ulema takımı, " Yeni teknikle dökülmüş bir topun Padişahın hu:urunda yapılacak ilk denemesi sırasında, Fransız askerlerinin topun namlusunu domu::: kılından yapılmış hir fırça ile yaf!ladıklanm görünce olay çıkartmaya kalkışmıştır" hemen . . .
Bi lindiği gibi, Baran de Tott ' un kurduğu tek derslikli bu okul da daha sonra I . Abdülhamid döneminde geliştirilerek "Mühendishane-i Bahri -i Hümayun" (Deniz Kuvvetleri Mühendislik Okulu) adıyla bir yüksek okul haline getirilmiştir. Ama üzülerek belirtelim ki, ne bu okuldan, ne de 1 794 'te III . Selim döneminde "Miilıendislwne-i Be1-ri -i Hümayun" (Kara Kuvvetleri Mühendislik Okulu) adıyla kurulmuş ikincisinden beklenilen
sonuçlar elde edilebilmiştir. Çünkü , bu okullara alınacak nitelikte, yani aritmetiğin temel bilgileri olan, eskilerin deyimiyle "amal-i erhaa · · (dört işlem) ile "kenar cetveli" ni ( çarpım tablosu 'nu) medresede okuyup öğrenmiş öğrenci bulunamamıştır.
Nitekim, Prof. Celal Antel de, 'Tanzimat Maarifi" adlı incelemesinde, "Devletin mülki ve askeri ihtiyaçlan için açılmış olan Yüksek ihtisas mekteplerinde (Miihendishanelerde) de ta/ısil o kadar fena idi ki, Sultan ll Mahmud 182 6 ' da Rusya · ya karşı auı,�ı harpre. ne Bahri_\·e mektehinden yetişmiş hir kaptan.
ne de Mühendishaneden verişmiş hir :ahir ( suhay) hu/ahilmiştir. " diye yazmaktadır. ( Age, s . 444)
Çünkü , ' '1. Mahmud döneminden lll Selim dönemine kadar. yükseköğretim okullan olarak açılan hu fen ı · c askerlik okul/anna, verilecek yı'iksek ö,�renimi alacak dü::eyde öğrenci hu/wıamamaktadn: "
Dr. Adnan Adımr ' ın " Osmanlı Türklerinde Ilim '' adlı değerli çalışmasında çok güzel belirttiği gibi, bilimlerin XVIII. yüzy ıldaki gelişmelerinden Türklerin haberi bile yoktur. Fizik, kimya, matematik gibi, bilimlerdeki yeni gelişmelerin adlarını bile duymamışlardır. "Riya:iyat adma hô/ô hendese mukaddeme/eri (giriş kitap/an) , hesap adına da (XVI yiizyılda yazılmış) risa/ei hehaiye şerhleri (açıklama/an) ellerde dalaşmaktadır "
Dolayısıyla, medreselerden yetişenler, şayet okulu bitirdikten sonra özel ders alarak öğrenmemişlerse aritmetik ve fen gibi konularda birşey bilmemektedirler. Örneğin, F atma Aliye Hamm da, babası Ahmet Cevdet Paşa' nın, "Medrese/erde öc�retilmekte olan ilimler/e yetinmeyip, ehi/ ve erhahı olan kimselerden okutulmayan dersleri de öğrenmeye gayret ettiğini" ve "hesap, /ogaritme, cehi1; hendese" gibi bilimleri, "Mühendishane-i Berriye mua//imi Miralay Nuri Bey' den , karşılığında Arapça dilbilgisi vh konularda dersler vererek öğrendiğini" yazmaktadır. (Fatma Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı, Pınar Yayınları, İ st. 1 994, s. 3 1 )
Prof. Niyazi B erkes' in belirttiği gibi, "Bu yı'izden de, h u fen ve askerlik oku/Ianna kırk, elli, hatta altmış yaşlamıda sakallı öğrenciler hu/unahi/mektedir" ancak, (Türkiye ' de Çağdaşlaşma, s. 1 76) Bu öğrenciler de, okulu bitirdiklerinde, doğallıkla hemen emekli olmaktadırlar zaten. Orduda görev alabilmelerine biyolojik olarak olanak yoktur.
Görüldüğü gibi, medrese/er, bugünkü anlamda halkın eğitimi ile ilgili örgün genel öğretim kurumu değildir kesinlikle.
Tam karşıtı, dini bilgiler vererek Sünni-Hanefi İslam inancını
yaygınla�tırmayı amaçlayan ve Osmanlı devletinde örfi hukukla birlikte uygulanmı� şer ' i hukuk için, Sünni-Hanefi inancı
doğrultusunda şer ' i hukukçu yetiştiren bir çeşit meslek okuludur sözcüğün tam anlamıyla.
İ slam Ansiklopedisi 'nin "'Mescid" maddesinde verilen bilgilere göre, İslamiyet ' te , halka Müslümanlığı öğretmek ve Kuran ' ı ez berietmek amacıyla eğitim de daha ilk günden itibaren camide yapılmaya başlanılmıştır. Yani cami, hem toplantı salonu, hem mahkeme, hem konukevi, hem de okuldur. Cami ile okulun ayrılması ise, ilk kez XI. yüzyılda olmuş, Fatımller, Ş ii l ik inancını daha da yaygınlaştırabi lmek için Kahire 'de "Dar al-ilm " adıyla ayrı bir eğitim kurumu oluşturmuşlardır. Dar al-i/m ' ler aracı lığıyla Şiiliğin hızla yaygınlaşması karşısında da, bu kez Sünniler, Şiil ik propangandasını kırmak ve kendi inançlarını yaygınlaştırmak amacıyla medreseler açınağa başlamışlardır. "Medrese/er, her şeyden önce fıkıh okurmak içn kurulmuş o/duk/armdan, her medrese de hir mezlıehi temsil etmektedi1: " Bu medreselerde de Kuran, hadis, Arapça ve fıkıh okutulmaktadır. " 1 1 62 yılında Kalıire valisi Alımed Paşa ' mn Az har camiinde sordı(�U has it ri yaziye ve hey' et sorımiarım lıiçhir şeyh cevap/andıramamıştn; çünkü hwı/ar da ancak miras hukukunun Merektireceifi kadar hesap okumuş/ardır. " Görüldüğü gibi, medrese eğitiminin temel amacı, ilk günden beri Sünni mezheplerin propagandas ın ı yapıp yaygınlaşmasını sağlamaktır.
Hiç kuşku yok ki, Osmanlı medreselerinin temel amacı da, genel kültür vererek halkı eğitmek ve bugünkü anlamda bilim adaını yetiştirmek filan değil , Hanefi mezhebinin propagandasını yapıp yaygınlaştırarak, ü lkenin Hanefi şeriatma göre yönetilınesini sağlamaktır.
Öyle ki, medreseyi de bu açıdan ele alıp irdeleyen, Hanefi Doç.Dr. Hasan Akgündüz, yukarda :mdığımız çalışmasında, "//. Murad döneminde Falıreddin Acemi adlı hir fakilıin (fıkıh hi/gininin) ilk ke::. şeyhiiiislam /akahıya yan resmi hir ilim otoritesi konumwıda giireı-!endirilmesini" bile, "yeniden a/eı-lenen şiilik hareketini hertaraf ederek. şiili.�e karşı siimıi hi/inci ı ·e hiitiinleşmeyi hı::./andımwk" amacıyla yapıldığı şekl inde yorumlamaktadır. (Age, s. 309)
Ayrıca, hemen şunu da belirtelim ki , "ilim " sözcugu , ulemaca kesinlikle "hi/im " an lamına kullanılmamaktadır. Zaten, .!oh s. ?edersen de, İslam Ansiklopedisi 'ne yazdığı "Mescid" maddesinin daha başında "ilm " sözcüğünü "Buhar i' ni 11 de siirekli olarak hadis anlamında kıt!/andı,�ım " belirtmektedir.
Prof. Niyazi Berkes de, "İ/im sö:::ci(�ü hi/im demek değildir. İ/im , nakil ve akıl yo//any/a, yani Kitap (Kuran) ı·e Sünnetten (Hadislerden) gelen, kıyas (karşılaştırma) ve icma (içtihad) ile yorumlanarak geliştirilen Şeriat hilgisi demektir. Bu hilgiye sahip olana ii/im denir. U lema terimi de hunun çoğu/udur. Bu ilmin öğretildiği okulım adı da Medresedir. " diye yazmaktadır. (Age, s. 1 74)
Nitekim, Osman Nuri Ergin de, "Türkiye Maarif Tari hi" adlı 5 ciltlik çalışmasının "Eski Medrese/er" bölümünün sonunda, çok sert bir dille, "Bu medrese/erin mem/ekete, Türk/üğe ve ilim alemine ne hizmeti ve faydası olmuştur:) Belli haşlı hangi alimleri yetiştirmişir? Bunlar arasında heyne/mi/el (uluslararası ) şöhret/e haiz kimseler var mıdır? ',. diye sorduktan sonra, gene aynı sert dille; "Bun/an uzun uzadıya araştırmaya gerek yok, 'Hiç kimseyi yetiştirmemiştir' demekle yerinmek daha uygwı olur. " demektedir. (Age, c- 1 , s . 94)
Fakat ilginçtir, laik ayduı/anmız hile, ola ki biraz da ' bilim adamları' anlamına yordukları "u/ema" sözcüğünün gizemli çekiciliğine kapılıp, köken/erinin, bunca süre içinde eğitsel açıdan şöyle birazcık olsun ciddi biçimde incelemeye de gerek görmedikleri medrese/ere dayanıldığını söylemekten hala gizli bir övünç duymaktadırlar sanki . . .
Oysa, tamamının, ne Sünni-Hanefi mezhebinin belgilerinden (şiarlarından) doğru dürüst haberlerinin olduğu, ne de İslam şeriatını tam olarak bildikleri söyenilebilir. Arapçalarını ezberlemek şöyle dursun, Kuran ' la hadislerin Türkçelerini okudukları dahi kuşkuludur. Bu nedenle, medrese diliyle "ilm " sahibi değillerdir kesinlikle ve "u/cma" sayılabilmeleri elbette söz konusu değildir. Dolayısıyla, bu aydınların kökenierinin med
reseye dayandığını söyleyebilmek de, bilimsel olarak olanaksız-
dır. . . Tıpkı onlara ' 'aydın 1 ente/ektiie/" diyebilmenin olanaksız olduğu gibi . . .
Aydınlarımızın, gördüğümüz kadarıyla günümüze ulaşm;ş bu konudaki tek ciddi belge olan, Fatih ' in Sadrazam Mahmud Paşa ile Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev 'e hazırlattığı "Kanwıname" ye bakıp genelleyerek, medreseler in halkın eğitimiyle ilgili genel kültür veren bir örgün öğretim kurumu olduğunu, ancak XVI. yüyı lın sonlarından itibaren yobaz hocalar yüzünden
yozlaşarak bilimsel niteliğini yitirdiğini ı srarla savunmaları da, doğrusu bu konuda düştükleri bir diğer önemli yan ılgıdır bizce.
Nitekim, Ord,Prof. Uzunçarşı l ı , "XVI. asır sonlarına do,�ru hem müderris kalitesi itibariyle ve hem de tedrisat ve ta/ehe cihetiy/e medreseler hozu/ma,�a başlamış ve seneler geçtikçe hu bozukluk artmak suretiyle devam etmiştir Medrese/erin hozu/masmda tefekkürü (düşünceyi) faaliyete geçirecek olan matematik, ke/ônı ve felsefe (hikemiyat) gihi ak/i ilimierin terk edilerek bunların yerine tamamen nakli ilimierin kaim olması birinci derecede ômi/ olmuştur. " diye yazmaktadır. (Osmanlı Devletinin ilmiye Teşkilatı , s . 67)
Ord. Prof. M.Cavit B aysun da, İslam Ansiklopedisi 'n deki "Osmanlı Medreseleri" maddesinde aynı görüşü savunmakta ve "Hesap, hendese, hey' et ve hikmet XVI. asrın sonlarından itibaren, dini akide/ere muha/ıf(aykırı ) görü/di(�iinden, ka/du·ı/mıştır. " demektedir.
Oysa, Prof. Baysun 'un gene aynı maddede verdiği bilgilere göre, "Medrese/erde okutulan hi/imler üçe ayrılmaktadır; Tefl·ir, hadis ve fıkıh ulum-u ôliye (yüce/dinle ilgili hilim/er)dir; ke/ôm, he/agat, mantık, s mf ve na hiv ulum-u ali ye (aletle ilgiliiteknik bilgiler l'eren hilim/er)dir: hesap, hendese, hey' et ve hikmet (felsefe) ise c/iz' iyattan (önemsiz hilgi/erden)dir. "
Yani, XVI. yy. sonlarına kadar okutulduğu savlanan bu derslerde de, gerçekten namaz saatlerinin hesaplanması ve kıblenin sapıanmasına yardımcı olacak birkaç basit bilgiden öte bir şey öğretilmiyar olsa gerektir zaten.
Medrese ve imparatorluk
Fakat ilginçtir, aydınlarımızın, Osmanlı devletinin XV. yüzy ılın ortalarında İ stanbul 'u fetbederek bir imparatorluk haline dönüşmesini sağlayan kültürel temelin de medreselerce hazırlandığı konusunda hiç kuşkusu yoktur, gördüğümüz kadarıyla.
Avrupa'da, üstelik Orta Asyalı göçebe bir topluluğun, Roma İmparatorluğundan sonraki en büyük ve en uzun ömürlü imparatorluğu kurabilmesini, salt savaşçı l ık yetenekleriyle açıklayabilmek de, elbette olanaksızdır. Osmanlı İmparatorluğu da, hiç kuşku yok ki, Orta Asyalı göçebe imparatorluklardan da çeşitli kalıtlar taşıyan ve Asyalı olduğu kadar da bir Avrupa imparatorluğudur sonuçta, bizce de.
Birkaç anakara üzerine yayılmı� bu im paratorlukların ise, nasıl bir kültürel temele oturdukları ve kendilerine özgü yeni uygarlıklar yarattıkları da, eski Mısır, Yunan ve Pers imparatorluklarından, Roma İmparatorluğu 'ndan, İ slam İ mparatorluğu 'ndan
, yeni çağlarda İngiliz, Avusturya-Macaristan ve Rus imparatorluklarından çok iyi bilinmektedir. Nitekim, denizaşırı topraklar üzerindeki egemenliklerini de, hiç kuşku yok ki, temelierindeki bu köklü kültürler ve yarattıkları yeni uygarlıklar sayesinde sürdürebilmişlerdir yüzyıllar boyu.
Dolayısıyla Osmanlılar da, üstelik medreseli tarihçi lerin "Timur Fl"tması" "Topa! Kasırga" "Mo,�ol İstilas ı" gibi Hollywood senaristlerini bile kıskandıracak dramatiklikte tamlama
larla adlandırdıkları ve yengiden sonra Moğol askerlerinin Anadolu 'yu taş üstünde taş bırakmayacak şekilde yağmaladıklarını söyledikleri 1402 Ankara savaşının ardından yaşanan onküsur yı l l ık fetret dönemine kar�ın, gene de kısa bir süre sonra İstanbul ' u fethedip, Bizans 'a son vererek bir imparatorluk haline gel
meyi, mutlaka sahip oldukları köklü kültür ve uygarlıklar sayesinde gerçekleştirmişlerdir.
Osmanlı uygarlığının temelini oluşturan bu yeni imparator
luk kültürü de, gene hiç kuşku yok ki , Türkmen boylannın Orta Asya'dan sürükleyip getirdiği göçebe Şaman kültürü ile Selçuk-
239
lulardan miras kalan İslam kültürünün, fethedilen tekfurluklardaki Bizans kültürü ile karışımından Osmanlılarca tam birbuçuk yüzyılda gerçekleştirilmiş yeni bir bireşimdir, bizce de . . .
Örneğin, daha üçüncü sultan döneminde, XIV. yüzyılın sonlarına doğru , I. Murad ' ın kurduğu Yeniçeri Ocajtı ve bu ocaklılarla dirlik (tiınar) sahiplerinin sağladığı askerlerden oluşan yeni Osmanlı ordusu, dünya askerlik tarihi açısından da, bizce hiç kuşku yok ki bir dönüm noktası sayılsa gerektir.
Bi lindiği gibi , o tarihe kadar Osmanlı Beyliği'nin savaş gücü, kendi aşiretinin erkekleri yle, kendileriyle işbirliği yapan öte
ki Türkmen aşiretlerinin gönderdiği savaşçılardan oluşmaktadır. Nitekim, başl arda da belirtildiği gibi, Sultan I. Murad da, gene böyle bir fetih seferi sırasında Karaman beyinin beraberinde getirdiği "hir nice kılıksız kıyafetsiz" aşiret savaşçı larına bakarak, yanındaki komutanlara: "Askerimizin hir maskarası eksik idi. Sajt olsun, soylu cömertlijtiyle ol hizmeti de Karamanojtlu görmüş. demiştir.
Ücretli askerlik, elbette Osmanlılarla başlamış değildir. Ta
rihçilerin belirttiklerine göre, eski Çin kaynaklarında ücretli askerlikten söz edilmektedir. Roma ordusunda üretli askerler vardır. Yani, ücretli askerlik uygulamasının tarihi çok eskilere kadar
gitmektedir. Ancak, 9- I O yaşlarındaki sağlıklı tutsak çocukları seçip, özel
olarak eğitip yetiştirerek savaşçı yapmak ve onlardan yeni bir ücretli (sürekli) ordu kurmak, kesinlikle Osmanl ı uygarlığının bir ürünüdür. Asl ında, "penç-ü yek" denilen bu usül de, İ slamiyetİn ilk günlerinden beri, tutsak pazarlarında her beş Hıristiyan savaş tutsağından birinin ederini savaşçıdan devlete vergi olarak almak suretiyle zaten uygulanagelmektediL Ne var ki, hazineye gelir sağlamak yerine, vergi karşıl ığı olarak, eğitip savaşçı yapmak üzere bu tutsaklar arasından sağlıklı çocukları seçmek, hiç kuşku yok ki, Osmanlı larca gerçekleştirilmiş bir yeni bireşim (sentez)dir.
Dünya askerlik tarihi açısından Osmanlı ordusunun özgün olan yanı sadece " Yeniçeri Ocajtı " da değildir üstelik. Kuşku-
240
suz, ordunun asıl vurucu gücü, çekirdeği Yeni�·eriler ' d ir. Ancak ordunun yüzde seksenini Seghanlar oluşturmaktadır ve onların sağlandığı düzen de kesinlikle Osmanlılarca gerçekleştirilmiş yeni bir bireş imdir.
B ilindiği gibi, fetbedilen topraklann tasarrufu konusunda İslamiyetin ilk günden beri uyguladığı "ikta " sistemini de; Osınanlılar tıpkı tutsaklarla ilgili uygulamadaki şekilde, arazi-i öşriyye ve arazi-i haraciye ' lerden hazineyG vergi toplamak yerine asker sağlamayı yeğlediklerinden değiştirerek, toprakların tamamını arazi-i miri sayıp, bütünüyle kendilerine özgü "has, :::e
amet, "timar" diye bölümleyip, dir/ik" veya "timar" s istemi
dedikleri yeni bir usulde, orduya beşte dördü oranında ve çoğu suvari , iyi eğitim görmüş asker sağlayacak biçimde uygulamışlardır yüzyıllar boyu.
Tutsaklar arasından seçilip devlet adına alıkonulmuş bu Hı
ristiyan çocuklarını asker olarak yetiştirmek için de Sarayda, gene aynı günlerde "Acemi Oğlanlar Ocağı " adıyla bir askerlik okulu kurmuşlardır. Daha sonra da, bu okulda başarılı olmuş yetenekli çocuklardan subay ve üst düzey yönetici yetiştirmek üzere, gene Sarayda, "Enderun Mektehi" adıyla bir de yüksek okul açmışlardır.
Askerlik okullarının tarihi, ola ki çok eskilere kadar gitmektedir. Ancak, burada hemen şunu da belirtelim ki, asker yetişı irmek için özel okullar açma uygulaması XIII. ve XIV yüzyıllarda Avrupa'da da henüz pek yaygın değildir, bildiğimiz kadarıyla. Ayrıca, bu okullar, Osmanlıların ta XVIII . yüzyılın ikinci yarısına dek ülkede devlet bütçesiyle açtıklan tek okullardır.
Görüldüğü gibi, bu yeni Osmanlı ordusunun çekirdeği , çağına göre oldukça önemli bir adım sayılması gereken yeni bir okulda yetiştirilirken, ana gövdesi de o tarihe kadar dünyada bir benzerinin daha gerçekleştirilmiş olduğu kuşkulu yeni bir sivil toplum örgütlenmesiyle eğitil ip yetiştirilmektedir.
Osmanlıların XIV yüzyılın sonlarında gerçekleştirdiği bu
büyük ba�an, elbette bir rastlantı değild ir. Örneğin, I. Murad,
önlerinde büyük hayvan sürü leri , Oıta Asya 'dan atalarının s ır-
24 1
tında, üstü örtü lü arabalarda çoluk çocuk savaşa savaşa yürümüş gelmiş ve nicedir Çanakkale önlerinde bekleyen binlerce Türkmeni de, daha saltanatının üçüncü yılında, bugün bile ancak bir
kaç devletin gerçekleştirebileceği büyüklükte usta işi bir örgütlenmeyle, bir çırpıda bağazın karşı y akasına, Trakya 'ya geçirtmeyi başarmıştır. Tarihçilerio belirtikierine göre: " 1 363 ' de Cenevizlilere altmış hin altm navlun vermek suretiyle mühim miktarda Türk göçmenini Anadolu' dan Trakya' ya nakl ettirmiştir. " (Osmanlı Tarihi, c- 1 , s . 1 66)
I . Murad ' ın bu başarısı da, bizce en az Fatih ' in 2 1 -22 Nisan 1 453 'te, tarihçiler Tacizade 'ye göre 50, Kritovulos'a göre 67,
Ha/kandil' e göre 70, Barham 'ya göre 72 ve Dukas 'a göre de tam 80 gemiyi bir gecede, karadan yürüterek Beyoğlu 'nu aşırtıp Kasımpaşa'dan Haliç 'e indirtınesi kadar önemli bir olay sayılsa gerektir doğrusu.
Kuşkusuz, Fatih de, İstanbul 'u fethedebilmek için yalnız gemileri karadan yürütmekle de kalmamış, bir yıl öncesi, bir yandan 4 ay gibi bugünkü olanaklara göre bile oldukça kısa bir sürede, "duvar kalm/ığı yirmi heş hatve, kulelerinin yüksekliği 30 kadem olan" Rumeli hisarını Mimar Müslihiddin 'e yaptırırken, öte yandan da döneminin en büyük toplarını Edirne' de deneme
ler yaptırarak bir Hıristiyan mühendise, Macar Urhan'a döktür
ıneyi başarmıştır, bilindiği gibi. Gene aynı tarihçilerio belirttiklerine göre de, Rumeli hisarı
nın yerine karar vermeden önce boğazdaki akıntıları inceletmiş, en dar yeri belirlemek için iki sahil arasını ölçtürtmüş, topogra
fik harita üzerinde de Haliç 'ten Beykoz'a kadar bütün bağazı kontrol altında tutacak tepeyi saptatmıştır.
Yani, İ stanbul 'un fethi de, kimi çevrelerce ısrarla benimsetilmeye çalışıldığı gibi hadislerle, dualada sağlanmış bir tansık (mucize) değil, hiç kuşku yok ki, tam anlamıyla yeni bir kültür
ve uygarlığın başarısıdır. Söz konusu dönemdeki Osmanlı kültürü ve uygarlığı salt as
kerlikle i lgili alanlarda da değildir, elbette. Müzik, edebiyat alanında da büyük gelişmeler sağlanmıştır. Örneğin, l l . Murad, bir
242
yandan Enderun okulunu geliştirirken, öte yandan da Osmanlı müziği üzerine kuramsal kitaplar yazdırmış , ünlü müzisyenleri ve şairleri Saraya almı�tır. Örneğin, Meydan Larousse ansiklopedisinde belirtildiğine göre, "//. Murad, kendisinden Osmanlt nıü:iğiy/e ilgili hir kuranısal kitap ya:mastnt istediğinde, 'Aman hünkiinm, bu işi henden çok daha iyi yapacak Hact Ali, Sinan, Hüseyin , Ali , Eymen re Muhammed var' diyerek altt kişinin adtnt daha saynuşttr Ht:tr hin AIHiu//ah. Gene tarihçilerio verdiği
bilgilere göre, II. Murad, bu musikinin en büyük ustası sayılan Abdülkadir Meragi' yi davet ederek, uzun süre sarayında ağıdamıştır.
Yıldırım Bayezid ' in oğlu Süleyman Çelehi de, daha fetret döneminde, 14 IO ' larda, sultanlığını ilan eder etmez hemen Osmanlı divan şiirinin ilk ustası Ahmed/'yi saraya almış ve divan katipliğine getirmiştir. Bir başka divan şairi Ahmed Dai 'ye de kadılık vermiştir.
Bostanzade Yahya Elendi 'nin "Tuhfetu' u/ Ahhah" adlı tarihinde belirttiğine göre ll Murat zaten "şiir yazan ilk Osmanlt su/tam" dır. Şairleri, edipleri, müzikçi leri saraya alıp korumuştur. Hatta, "şair ve edip/ere ytlltk olarak hir tahsisat da ı·ermiştir ve h u usü/ Kanuni' nin sadrazamt ihrahim Paşa' 1 1 111 ölümüne kadar sürnıüş" tür. (Prof. Uzunçarşılı, Osm. Tar. c-1, s. 528) Divan şiirinin bir başka büyük ustası Şeyh/'ye, Geneeli Nizilmi 'nin "Hüsre\ ' ile Şirin"ini Türkçeye çevirtmiş ve kendisinden buna nazire olarak bir me s nevi yazmasını istemiştir. Ama ne yazık ki, Şeyh/, bu mesneviyi bitirerneden ölmüştür.
Askeri müzik kavramı , yani "mehter taktnu " ve "mehter müziği" de, bilindiği gibi bütünüyle Osmanlı uygarlığının bir ürünü ve insanlığa katkısıdır. Çünkü , ta XVIII . yüzyılın ortalarına kadar, "Al 'rupa ordulan kuşkusuz işaret verici enstrunıan/an ve samşa girilirken hwı/an çalmastili hi/nıektedirler, ancak çeşitli enstrunwn/amı bir araya gelmesinden oluşan hir mt: tka taktnıt kullan nu ş de,�i//er" dir. Askeri müziği "kendi ordusunda da, Osman/t!amı ç111gmıkit detJ.nek/er. çoban k am/lan . zurna/ar. dal' l t! l 'e diinıhe/ek/erden oluşan mehter taktmtnt örnek ala-
24:1
. , .ak ilk uygulayan Po/om·a Kralı Jan Sohieski olmuştur. 1 74 1 ' de de Al 'llsturralı/ar mehter mü:i.�ini ordulannda kullanmaya başlamışlardır On/an Pntsya/ı/ar ı·e Ruslar i:/emiş, :anıan/a hiitiin Aı 'I 'IIJW benimsemiş" tir. (Georg Schreber, Türklerden Kalan, M ili iyet Yayınları, İst. ı 982, s. 309)
Daha sonraki yıllarda da, gene kendi gelenek ve görenekleri
nin öteki etnik grupların gelenek ve görenekleriyle karışımından yepyeni bireşimlerle, "ôdah- ı muaşeret" ten me:ar taşı söylemine kadar bütünüyle kendine özgü, yepyeni bir mutfak kültürü, ahşap yalı re konaktan, bizce yeryüzündeki en güzel formu yakalamış olan taş canıilere kadar yetkin bir mimarlık yaratmayı başarmışlardır, hiç kuşku yok ki . . .
Hele hele mimarlık . . . Gerçekten örnek bir yapıt olan Fatih ' in Rumeli hisarından sonra, "yan kuhhe/er/e merkezi kuhheyi destekleyip genişleterek daha büyük alaniann üstiinü örtmeyi" başaran Osmanlı mimarlığı, çağdaş mimarlığın kurucularından Amerikalı büyük usta Frank L/oyd Wright 'a " Yeryüzüne iki mimar gelmiştir, biri Osmanlı Sinan, ötekisi hen" dedirtecek denli büyük mimar, Süleymaniye, Selimiye gibi başyapıtları yapmış Sinan ' ı yetiştirmiştir.
Ama ilginçtir, Osman Nuri Ergin, beş ciltlik "Türk Maarif Tarihi" adl ı çalışmasında, medreseleri incelerken, "Osmanlı İmparatorlu,�u' nda /m müesseseleri yapacak mühendis ı ·e mimarlar nerelerde ve nasıl yetişiyordu? Bunu kat' i olarak hilmi yonc . " diye yazmaktadır. (Age, c- 1 , s. 1 27)
Ayrıca, Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve hemen hemen bütün öteki araştırmacıların söz birliği etmişcesine "K anun i ' nin medreselerinde ayn riya:iyat re tabiiyat medreselerinin de hu/ımdu,�unu" öne sürmelerine de şiddetle kmşı çıkarak, "Profesör İsmail Hakkı 'n ın dediğinin re d(�er mulıarrirlerin de teyit ve tekrar ettiklerinin aksine olarak Süleymaniye medreseleri ara.wıda riya:iyat re tabiiyat için ihtisas medreseleri o/madı,�ı gibi ( .) Kanuni' nin l 'akfiyesinde de danittıp ile dariiihadisten başka ihtisas medresesinden ha his yoktur " demektedir. (Age, c- ı , s . 86)
Bu nedenle, aydınlarımızın çoğunun hala tartışmaya bile gerek görmeden savunduğu gibi, arada bir de Timur yenilgis inin bulunmasına karşın, Osmanlıların topu topu üç çeyrek yüzyıl gibi kısa bir süre içinde bir uç beyliğinden bir imparatorluk haline gelmesini sağlayan bu yeni kültür ve uygarlık birikimini gerçekten medreseler mi oluşturmuştur acaba? Doğrusu kuşkuya düşmernek olanaksızdır.
Örneğin, İlhan Tekeli ile Selim İ/kin de, yukarda andığımız ortak çalışmalarında, " 1 6 . yüzyılda Osmanlı/ann hi/im a/amnda yaptıklan ciddi karkılar deniz co,�rafyası a/anındayd1 . ?iri Reis ' in dünya haritası , "Kirah- ı Bahriye" si, Seydi Ali Reis ' in "Muhir" i gihi �·alışma/ann dikkati çeken hir öze//iifi de, hun/an yapaniann ne Medreseden, ne de Endenmdan ge/mesidir. " demektedirler. (Age, s. 22)
İ lhan Tekeli ve Selim ilkin ' in de belirttiği gibi, Osmanlıların XVI. yüzyılda bilim alanında yaptıkları bir diğer katkı da, İstanbul ' da bir gözlemevi (rasathane) kurma girişiminde bulunmalarıdır.
Sarayın müneccinıhaşı olan Takiyiide/in hi n Ahmed, 1 575 ' lerde Sultan I II . Murad 'a başvurarak, Uluif Bey ' in :ic· ' ini -:ayiçesini- (yıldızların durumunu ve hareketlerini gösterir cetvelİ) tamamlayıp, müneccimlerin temel görevi olan rakam rakı-imi (yılın ay ve günlerini gösterir takvim) ile ahkclm takvimini (yıldızlarla gökcisimlerinin durumlarından anlam çıkararak y ılın eşref saatlerini ve ramazanı, imsakiyeyi, bayram günlerini belirleyen takvimi) daha sağlıklı hazırlayabilmek için İstanbul 'da bir gö:/emevi (rasathane) kurulmasını istemiştir.
Takiyiide/in Mehmed hin A hmed, 152 1 'de Kahire 'de doğmuş, Mısırlı bir bilginin oğludur. Öğrenimini orada tamamlamış ve ünlenmiştir. 1 570' lerde de, Sultan II. Selim zamanında m üneccim olarak İstanbu l ' a gelmiş ve 157 1 'de, gene Sultan II. Selim zamanında Saraya müneccimbaşı olmuştur. Matematik ve astronomi alanında döneminin ünlü bil im adamlarındandır. Önerisi üzerine gerçekten de Saray 'dan izin çıkmış ve 1 576 yılında Tophane 'nin üstündeki tepede bir gözlemevi yapımına baş lanılmıştır.
Ne var ki, ufenıa daha ilk günden karşı çıkmıştır İstanbul 'da bir gözlemevi yap ılmasına. Öyle ki, 1 577 'de bir
kuyrttkfuyıfdı:m göninme si ni. 1 578 'de de İstanbul ' da büyük bir \ 'e/w salgınllllll çıkmasım bile, bu gözlemevi inşaatının uğursuzluğuna yormuşlardır.
Gözlemevi inşaatının başlamasından kısa bir süre sonra,
1 577 'de şeyhülislamlığa getirilen Kadızade Şemseddin Ahmed Efendi de, İstanbul 'da bir gözlemevi yapılmasına şiddetle karşıdır.
II . Bayezid döneminde i lmiye sınıfının ileri gelenlerinden bi
ri olan ulemadan Kadı Mahmud Efendi 'nin oğlu Kadızade Şernseddin Ahmed Efendi, Yavuz Sultan Selim' in tahta çıktığı yı l , 1 5 1 2 'de Edime 'de doğmuş ve öğrenimini Kanuni döneminde
medresede tamamlayarak müderris olmuştur. İstanbul medreselerinde uzun süre hocalık yaptıktan sonra da 1 563 'de İstanbul kadılığına getirilmiş, ancak tutucu kişiliği yüzünden bir yıl sonra, 1 5 64'te Sadrazam olan Sokullu Mehmed Paşa tarafından görevden alınarak Edime'ye sürülmüştür.
Başlarda da belirttiğimiz gibi, Kanuni'nin ölümünün hemen ardından Osmanlı sarayında yoğun bir iktidar kavgası başlamıştır. Kapıkullarını temizleyip yönetime egemen olabilmek ama
cıyla daha II. Selim döneminde suhteferi (medrese öğrencilerini) ayak/andırarak bu kavgayı başlatan u/e ma (ilmi ye sınıfı ) , III. M ur ad ' la saraya girmeyi de kolayca başarın ca, artık sırtlarını Sultana dayayıp usta işi entrikalarla, kiminin yetkilerini kaldırtarak, kiminin işlevine son verdirterek Saray içi iktidarı hızla ele geçirmişlerdir gerçekten de . . .
Kadızade Şemsedin Ahmed Efendi de, hiç kuşku yok ki, ule
manın bu kavgadaki elebaşlarından biri olsa gerektir. III . Murad döneminde u lemanın bu kavgadaki baş hedefi de,
anıınsanacağı gibi Sadrazam Sokuffu Mehmed Paşa 'dır ve 1 577 ' lere gelindiğinde Paşa 'nın yetkileri artık bayağı kısıtlanmıştır çeşitli oyunlarla. Nitekim, Kadızade Şemseddin Ahmed
Efendi 'nin, 1 577 'de, Paşa 'ya rağmen, üstelik şeyhülislamlığa getiri lmesi de bu gerçeğin kanıtıdır mutlaka.
24(ı
Fakat ilginçtir, onca tepki göstermesine karşın Kadı::ade Şemseddin E(endi de şeyhülislam olduğu halde bu gözlemevinin yapılmasını engelleyememiş ve sanki Sadrazam Sokullu Meh
med Paşa 1 579 'da bir cinayete kurban edilip ortadan kaldırıldıktan sonra ancak, Sultana "Gökleri ra sad etmeni n URursuzluk getirecej?i, dolayısıyla dinen caiz olmadıM' şeklinde bir fetva ve
rip ikna ederek 1 580 yılının şubat ayında gözlemevinin tamam
lanmış bütün binalarını yıktırtmış ve "rasadla ilgili her türlü çalışmayı" yasaklatmıştır. (Doç. Dr. Hasan Akgündüz, Osmanlı
Medrese S istemi, s. 1 85)
Kısacası, İlhan Tekeli ve Selim ilkin 'in "Bilim alanmda ciddi katkılarda bulunmuş Osmanlıların medreseli olmadıkları" şekl indeki saptamaları da bir yana, görüldüğü gibi, medreseliler
herhangi bir bilim alanında ciddi bir katkıda bulunmak filan şöyle dursun, bu alanlarda yapılmış çalışmaları da, dine aykırı
olduğu gerekçesiyle, kesinlikle engellemeye çalışmışlardır güçleri ye ttiği sürece . . .
Ayrıca unutmayalım ki , gözlemevi yapımını, şiddetle karşı
çıkarak durduran ve tamamlanmış binalarını da yıktırıp yerle bir
ettiren bu şeyhülislam ve ulemanın tamamı Kanuni döneminde medrese eğitimi görmüştür. Hatta, ola ki çoğu da Sahn-ı Sernan
veya Süleymaniye medreselerinden birini bitirmiştir. Yani, tarihçilerimizin neredeyse tamamının ısrarla savundu
ğu, medrese eğitiminin Fatih-Kanuni döneminde çok farklı ol
duğu ve birçok bilim adamı yetiştirdiği, ancak XVI. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren matematik, hey 'et, felsefe gibi dersle
rin dine aykırı olduğu gerekçesiyle artık okutulmaması yüzün
den eğitimin bozulduğu görüşüne katılabilmek de doğrusu oldukça zordur.
Görüldüğü gibi, bir göçebe aşiret beyliğinin yüzelli yılda bir
imparatorluk haline gelmesini sağlayan bu yeni kültür ve uygar
lığın yaratıcısı, medreseden başka kaynaklar olsa gerektir, bizce
hiç kuşku yok ki . . .
247
Divan Şiiri, Medrese ve Osmanlı Aydım
Osmanl ı İmparatorluğu 'nda, kentin demografik yapısının korunması amacıyla kaçak giren bekarların saptanıp köylerine gönderilmesi veya savaş yıl larında birtakım kıtlıklara meydan verilmemesi için İstanbul 'da zaman zaman ev yazımı , aile reisi yazım ı , erkek yazımı gibi defterler tutulmuşsa da, ülke çapında bir nüfus say ımı, gördüğümüz kadarıyla hiç yapılmamıştır. Pars Tu,�laet' nın verdiği bilgiye göre, güya 1 83 1 y ıl ında bir sayım yapılmışsa da, onda da sadece "Rumeli ve Anadolu'daki erkekler sayılmış" tır. Bu nedenle Osmanlı toplumundaki okuryazarların sayısı ve bu konudaki gelişmelerle ilgili bir bilgi bulabilmek
de, doğal olarak olanaksızdır. Ancak, bu sayı da çok düşük olsa gerektir, kuşkusuz. Nitekim, Prof. Serke s ' in verdiği bilgiye göre, Şair Ziya Pa
şa da; ta 1 868 ' lerde "Müslüman ha/km sadece % 2 'sinin okuryuzar olduj?unu tahmin edehilmekte" dir.
Tam otuz yıl sonra, 1 899'da yapılmış eğitimle ilgili bir sayıma göre de, "bütün ülkedeki kız ve erkek rüştiye ve idadi okullanndaki öj?renci sayısı 36 050, medreselerdeki öj?renci sayısı 85 168, yani Müslüman kesimdeki toplam öj?renci sayısı da ancak 121 218 ' dir" zaten. Oysa, gene aynı sayım sonuçlarına göre, örneğin "Hıristiyan azmlıj?m okullarındaki öj?renci sayısı ikisinin toplammdan daha fazla, 123 210 'dur. "
Tarihçiler, her ne kadar Osmanl ı İmparatorluğu 'nun XVI. yüzyıl sonlarındaki alanının 6 milyon m2, nüfusunun da % 60' ı Müslüman, % 40' ı öteki dinlerden 6 0 milyon dolaylarında olduğunu öne sürmekte iseler de, daha sonraki yı l larda büyük toprak
yi timleri yüzünden nüfus ta da büyük düşüşler olmuştur mutlaka. Ancak, 1 927 sayımına göre, sadece Anadolu ve Trakya'nın bir bölümünün nüfusunun 1 3 ,6 milyon olduğu düşünülürse, Os
manlı İmparatorluğu 'nun XIX. yüzyıl sonlarındaki nüfus unun da doğrusu en az 20-25 milyon dolaylarında olması gerektir galiba.
Bu durumda. Müslüman veya değil toplam öğrenci sayısının
248
nüfusa oranı da, zaten o/c: l küsur dolaylarında olmaktadır ancak. Müslüman öğrencilerin Müslüman nüfusa oranı ise, binde sekiz dokuz dolaylarında, daha da düşüktür.
Ayrıca, yukarda da değinildiği gibi, medreselilerin, hatta müderrislerinin bile tamanının okuryazar olduğu kuşkuludur. Eğitim bütünüyle ezbere dayalı olduğu için, aslolan yazmak değil,
ezberi düzgün okumaktır. Bu nedenle, okuryazarlık kavramı ile medrese kavramı da özdeşleştirilmemelidir kesinlikle. Burada bir kez daha y ineleyelim ki, medreseler in temel işlevi de, kitleyi eğiterek okuryazar yetiştirmek filan deği l , Sünni-Hanefi inancını yaygınlaştırmak ve Osmanlı yargı sistemini elde tutarak yö
netime egemen olmaktır. İ lginçtir, gördüğümüz kadarıyla, ulema dışındaki Osmanlı
okuryazarlarını da, Enderun 'dan yetişenlerle birlikte, özel derslerle kendini eğitmiş aydınlar oluşturmaktadır. Hatta, özel ders alarak kendini yetiştirenler, sanki çoğunluktur. Bu nedenle, özel ders yöntemini, Osmanlı kültür yaşamının asıl öneml i ör gün
eğitim kurumu olarak değerlendirmek, sanki gerçeğe de pek aykırı düşmemektedir.
Örneğin, matematik, astronomi, felsefe, tarih, coğrafya vb. gibi bilimler ancak özel dersler alınarak öğrenilebilmektedir çünkü.
Tarihçilerimizin belirlemelerine göre: "Astronomi ilmi (ilm-i heyet) esaslı olarak Ali Kuşçu ' nun Türkiye'ye gelmesiyle başlamıştır. " (O sm. Tar. c- 1 , s. 606) XV yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı medreselerinin bazılarının sadece ilk s ınıflarında, aritmetik olarak "amal-i erbaa " denilen dört işlemi öğretmek, geometri adına da "eşkal-i tesis" denilen şekillerle ilgili birkaç genel bilgi vermekten öte matematik okutulmamaktadır. Osmanlı larda "Ri yaziye mektebi halinde il k tedrisat yapan re ta/ebe yetiştiren de Ali Kuşçu ' ' olmuştur. Hatta, konumu nedeniyle kendisi gidip özel ders alamadığı için " Ünlü sadrazam Sinan Paşa, ÖRrencisi Tokatlı Molla Lütji"yi Ali Kuşçı/ya gönderip özel ders aldırarak, ondan" ve notlarından riyaziyat ı ·e astrononıi öğrenmiştir. (Osm. Tar. c-2, s. 596)
:?49
Nitekim, Osmanlıların yetiştirdiği ilk Türk matematikçisi olarak bilinen, 1 337 yıl ında Bursa ' da doğmu ş , Bursa kadısı Mahmud Çelebi 'nin oğlu olduğu için Bursa h K adı:ade-i Rumi adıyla ünlü Musa Paşa da, ilg inçtir, Bursa 'da matematik dersi alma olanağı bulamamış olsa gerek ki, XIV. yüzyılın ortalarında Orta Asya' ya, Timur ' un ülkesine giderek Semerkand ' da matematik ve astronomi bilgini olmuş ve 1 4 1 2 'de, Uluğ Bey döneminde Semerkand'da ölmüştür. (Burada hemen şunu da belirtelim ki; kimi tarihçilerimiz, galiba ikisinin de Sursalı oluşuna bakıp, Kadızade-i Rumi 'nin çocukluğunda Molla Gürani'den matematik ve astronomi dersleri aldığını, kimi tarihçilerimiz de Semerkand ' da Ali Kuşçu 'nun hocası olduğunu yazmaktadırlar. Ancak, gene aynı kaynaklarda verilen bilgilere göre, Kadızadei Rumi, Molla Fenari' den tam 1 3 yaş daha büyüktür, yani çocukluğunda ondan ders almış olması olanaksızdır, 1 4 1 2 ' de Semerkand'da öldüğünde de Ali Kuşçu henüz 9- 1 0 yaşlarında bir çocuktur, dolayısıyla Kadızade-i Rumi, Ali Kuşçu ' nun değil, Ali Kuşçu'yu yetiştiren Uluğ Bey ' in hocası olsa gerektir.)
"Ali Kuşçu 'dan sonra da, torunlan Kutbıiddin Mehmed ile Mirim Çelebi özel riyaziye dersleri vererek öj?renci yetiştirmişlerdir. "
Osmanlı tarihi ile ilgili, halen bilinen en eski eser de, Şair Ahmed/' nin "İskendername" sinin, "Dasitiin-t Tel'Grih-i Müluki Al-i Osman" adlı 3 34 beyitlik son bölümüdür.
Asıl adı kimi kaynaklara göre Tiiceddin İbrahim, kimi kaynaklara göre de Taceddin Ahmed olan, Osmanlı divan ş iirinin kurucularından Şair Ahmed/ de, özel ders alarak kendini yetiş
tirmiş Osmanlı aydınının ilk örneklerinden biridir. "Molla Fena rf' den , Şifa ya:an Hact Paşa' dan, Şeyh Ekmelüddin ' den ders alarak !tp, geometri, astronomi, tarih ö,�renmiş, Germiyanoj?lu Emir Süleyman ' a da ö,�retmenlik yapnuşttr. Anadolu' da din dt ŞI edebimt alanmda di\'(111 sahibi ilk şair olarak kabul edilmektedir. "
İ lk tarihçimiz Aştk Paşa:ade de, XV. yüzyı lda yetişmiş , med
reseli olmayan Osmanlı aydınlarındandır, bilindiği gibi.
Ayrıca, medreselerde bütün dersler Arapça okutulduğundan öğrencilere de daha ilk günden sadece Arapça öğretildiği halde, özel ders alarak kendini yetiştiren Osmanlı aydınları Arapça'nın dışında başka dilleri de öğrenmektedirler genel l ikle.
Örneğin, Katip Çelebi. Batı kaynaklarından da yararlanabilmek için, Arapça ve Farsçadan başka Franstzca ve Latince de öğrenmiştir. B ir kapıkulu suvarisinin çocuğu olduğu için önce
Enderun'a giren Katip Çelebi, daha sonra babasının ısrarı üzerine medreseye geçmiş ve "K adızade Mehmed Efendi' den te/sir, ihyau' /-u/um (bilimleri geliştirme) ve ketarndan M eva kı/ şerh i ve fikthtan Dürer ve Birgivi ' nin Tarikat-i Muhammediye'sini" okumuştur. Ancak, "Kadızttde'nin bilgisi yüzeysel olup, ak/i bilgiye def?er vermemesi, kendince düşünceler yürütmesi sebebiyle bu tedris (eğitim) zeki ve araştu·macı Katip Çelebi'yi tatmin etmemiştir. " (Prof. Uzunçarşılı, Osm. Tar. c-3 , k-2, s. 539) Çaresiz, tarih, coğrafya, harita, riyaziye, hendese konularında özel dersler almış ve kendini yetiştirmiştir. Daha sonra da, tıb, riyaziye, felsefe ve astronomi konusunda dersler vererek geçimini sağlamıştır. Batılı kaynaklardan yararlanarak da birçok kitap yazmıştır.
Gene, Köprülü sütalesinden Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa'nın yakın çevresinden Ebu Bekir Dimeşki de, aynı yıllarda Latince
öğrenerek, "Joan Bleau' nun Atlas Major adlı coğrafyastm Tercüme-i Coğrafyay-ı K ehir" adıyla Türkçeye çevirmiştir.
Bilindiği gibi, Prof. Uzunçarşı lı 'nın yazdığına göre Fatih de, "birkaç lisa1ıa vaktf' tır. Prof. Halil İnalcık, Fatih ' in " Yunanca ve S/avca da hild(�ini" yazmaktadır. İtalyanca bildiğini öne sü
renler de vardır. Şairler arasında ise, Arapçadan başka Farsçayı da okuyup ya
zacak denli çok iyi bilmeyen, gal iba hiç yok gibidir. Zaten özel eğitimle kendini yetiştirmiş Osmanlı aydınları
iç indeki en büyük grubu da şairler oluşturmaktadır gördüğümüz kadarıyla.
Çünkü , ' "anıal-i erbaa" türünden basit bilgilerin öğretilmesi düzeyinde de olsa, matematik bile zaman zaman bazı medrese-
25 1
!erin ilk sınıflarında eğitim programiarına ola ki alınmıştır da, edebiyat kesinlikle okutulmamıştır galiba gerçekten de hiçbir medresede. Daha doğrusu, şiir hiç okutulmamıştır, galiba? . .
' 'Edebiyat" sözcüğü de zaten, dilimizde ilk kez XIX. yüzyılın sonlarında, Batıdaki örneklerine bakarak edebiyatımızdaki ilk roman ve öyküleri yazan genç yazarlarca kullanılmıştır, edebiyat tarihçilerinin verdikleri bilgilere göre. O tarihe kadar, "şiir" sözcüğü, "edebiyat' ' anlamına da kullanılmıştır.
B il indiği gibi, Hanefilik, Kuran ve hadisiere sıkı sıkıya bağlı bir mezheptir ve şeriat hükümlerinin toplumsal yaşamda tam uygulanmasını istemektedir. Bu nedenle, temel amacı Hanefilik inancını yaymak ve yönetime egemen kılmak olan medreselerde şiirle i lgili bir dersin olmamasını da doğal karşılamak gerektir aslında. Çünkü, Kuran ' ın çeşitli surelerinde şairleri son derece ağır bir dille suçlayan ayetler vardır.
Örneğin, Kuran ' ın "Enbiya (Peygamberler) Suresi" nin beşinci ayetinde "Dediler Hayır! Bunlar saçma sapan rüyalardır. Hayır! Onu kendisi uydurnıuştur. Hayır! O bir şairdir Haydi, önceki peygamberler gibi o da bize bir mucize göstersin. denilmekte, daha sonra da Hazreti Muhammed 'e inanmayıp, ona şair diyen bu kişilerin de cezalandırılacakları belirtilmektedir.
Bi l indiği gibi, dönemin ünlü Arap şairleri başlangıçta Muhammed' e şiddetle karşı çıkmışlardır.
Edebiyat tarihlerinde belirtildiğine göre, Arap şiiri VII . yüzy ılda en parlak dönemini yaşamaktadır. Aruz vezni de bu dönemdeki Arap şiirinin bir buluşudur ve şairlerin aruz vezni i le yazdıkları bu ş iirlerden en beğenilenleri Ka be duvarına asılmakta, onlara da "Muallakat " (asılmış/ası l ı ) denilmektedir. Dolayısıyla, şiirleri Kabe duvarına asılmış bu ünlü şairler, halkın üzerinde de çok etkilidirler. Bu şairlerden "Muallakat-I Seb ' a" (Yedi asılı) diye adlandırılan yedi şair de Arap şiirinin kurucusu sayılmaktadır ve bu şairlerden Antere bin Şeddad, İmrü-el Kays, Ümeyye bin Ebiu 's Sa/et. Lebid bin Rebia Ebu Akl gibi en ünlüler İ slaıniyete şiddetle karşı çıkarak, Kuran ' ın gökten inmediğini, O 'nu da bir şair olan Muhammed ' in yazdığın ı öne sürmüşlerdir.
Enbiya Suresi ' nin inmesinden sonra da bu şairler karşı çıkmayı sürdürmüş olmalılar ki, bu kez "Şair/er" adıyla bir sure daha inmiş ve bu "Şu ara Suresi" nin 223. ayetinde "Onlar şeyta na kulak ı ·erirler ve onla mı ço,�u yalanctdtr!GI: " 224, 225 ve
226. ayetlerinde de "Şair/ere ancak a:g111/ar ( saptki ar) uyarlar. Onlar11ı her alanda aşmlt,�a kaçttklamii (her I 'Gdide sersenıce dolaş tp durduklamii ) görme: misin ? Hiç şüphe yok ki, onlar yapnıadtklan şeyleri de söylerler. " denilerek, şairler ağır bir dille, şeytana uymuş, sapık, büyücü, insanları kötü yola sürükleyen, günahkar kişiler olmakla suçlanmışlardır.
Yasin Suresi 'nin 69. ayetinde de: "Bi: ona şiir öf:retnıedik. Bu ona :aten yaktşnıazdt " denilmektedir.
Hazreti Muhammed'in bir hadi sinde "Öyle şiir vardtr ki, hiknıettir; öyle beyan l'([rdtr ki, sihirdir. " bir başka hadisinde de "Benden sonra peygamberlik o/aydt , onu hak yolunda giden bir şaire verirdinı . " dediğini aktararak, Kuran'daki bu ayetlerin şiiri ve şairi toptan kötülemeyip, sadece cahiliye dönemi şairlerini ( İslamiyere karşt çtknuş şairleri) kastettiğini öne süren Hanefi aydınları da yok değildir elbette.
Ancak, Hanefi inancı doğrultusunda eğitim veren Osmanlı medreselerinde, Kuran'daki bu ayetlere uyularak, bütün tarihi
boyunca edebiyat dersinin, hatta Arap edebiyatı dersinin okutulmamış olduğu da, galiba ıartışılmasa gerektir doğrusu.
Nitekim Prof. Fuad Köprülü de: "Medrese, şiiri ve nıusikiyi hep haranı saynuşttr. " demektedir. (Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınevi, İ stanbul 1980, s. 1 28)
Ç�nkü, "Bu cahiliye şairlerinin İslamiyere karşt ateşin ve al ayit hicivler ya:nıalan , ya/nt: hunlamı def:il, o dönemdeki biitü n şiirlerin yasaklamh haranı sayt!nıastm icab ettirnıiştir" Gene Prof. Köprülü 'nün değerlendirmelerine göre, İslamiyerin yayt !tp topluma egemen o/nıastyla :aten şiire de gerek kalnıanuşftr. "Kur' an hükümleri, insaniann manevi hayatlariii l taminıe kôfi geldif:inden, hayatm maddi faaliyetleri de arttk eskisi gibi şiirin gelişmesine meydan btmknıanıaktadtr Hele, Hulefô-yt Raşidfn deı ·rinde kttalar fetltedcn din/ herean karşwnda, aşk ı ·c
şarap şiirlerinin deı ·am111a zaten imkan yoktur " (Age, s. 1 02) Edebiyat tarihlerinde de belirtildiği gibi, Arap şiiri İslamiyet
le birlikte gerçekten de bir duraklama dönemine girmiştir. Erneviler döneminde İslamiyet öncesi şiir geleneklerine dayalı yeni
bir neo-klasik şiir yaratma girişimlerinde bulunulmuşsa da, Abbasiler döneminde iyice gerilemiş ve yerine, konusunu Ku
ran'dan, hadislerden, din ulu larının yaşamlarından veya Tevrat 'tan, Zebur' dan, İncil 'den alan yeni bir İslami şiir oluşturulmaya çalışılmıştır. Dinsel duygu ve düşünceleri işleyen bu yeni şiirle de, eski Arap şiirinin kaside, gazel, mesnevi, rubai gibi nazım biçimlerine karşılık, Hz. Muhammed'i öven "Naat" Tanrının yüceliklerini anlatan "Münacaat" gibi yeni nazım biçimleri doğmuştur.
Atalarımızın İslamiyeti kabul ettiği yı l larda, coşkulu genç bir Müslümanın aruz vezni ile yazmağa çalıştığı didaktik bir manzume olan, yazılı edebiyatıınızın ilk yapıtlarından "Kutadgu Bilig " de, bu yeni İslami şiirin tipik örneklerinden biri sayılsa gerektir bizce.
Ancak, gene edebiyat tarihlerindeki bilgilere göre, İs lamiyetİn suçlayarak susturduğu cahiliye dönemi Arap şiiri, İ slamiyeti kabul etmelerinin hemen ardından, IX. yüzyılda, ilginçtir bu kez de İran şiirini etkisi altına almış ve bu yeni şiir, Mua//akat-1 S eb' a şairlerinin ölçüsü aruz vezniyle X. yüzyıldan itibaren büyük bir gelişme göstererek, XI. yy.da Firdeı·si , XII. yy.da Ömer Hayyam, Nizami, XIII. yy.da Şeyh Sadi-i Şirazi, XIV. yy.da da Hafız gibi, dünya şiirinin de büyük ustalarını yetiştirmiştir.
Osmanl ı divan şiiri de, tıpkı İranlı larda olduğu gibi, Türklerin İslamiyeti kabul etmelerinden sonra, ancak Arap şiirinin değil İran şiirinin etkisi altında kalarak yarattıkları, ama gene de
eski Arap şiirinin devamı bir şiirdir, hiç kuşku yok ki. Din dışı bir ş iirdir.
Bu nedenle, aslında medreselerde edebiyat dersinin okutulup okutulmamış olması da bir yana, salı bu içerikteki bir eğitimle şiir yazabilmek, şair olabilmek de olanaksız olsa gerektir zaten.
Elbette. aynı dönemde Osmanlı uleması ve Hanefi mutasav-
vıflarınca, Muhammed ve Tanrı üzerine, aruz vezni ile klasik şiir kalıplarında, ınesnevi tarzında destanlar, naatlar, münacaatlar da yazılmamış değildir. Bu yapıtların en ünlüsü de, bilindiği gi
bi, Yıldırım B ayezid döneminde Bursa ' da, Ulu Cami ' de imam olduğu söylenilen Süleyman Çelebi 'nin XIV. yüzyıl sonlarında aruz vezni ile mesnevi tarzında yazdığı Hz. Muhammed'in doğumundan ölümüne yaşamını ve yüceliğini anlatan neredeyse 800 beyitlik "Mevlür" tür. Ancak, bu manzumeleri, yazınsal değer açısından divan ş iiriyle birlikte düşünebilmek bile söz konu
su değildir kesinlikle. Osmanlı divan şairlerinin de, galiba hiç kuşku yok ki tama
mı, bizce bu nedenle özel dersler alarak kendilerini yetiştirmişlerdir mutlaka. Hatta birçoğu, medreseye de hiç gitmemiştir, gördüğümüz kadarıyla.
Osmanlılarda, şairlerin yaşamöyküleriyle ilgili bilgi ler veren "Te:kire" adlı kitaplar, bilindiği gibi, XVI. yy. ortalarından itibaren yazılmaya ba�lanılmıştır. İlk "Şuara Tezkiresi " de, Edirne/i Sehf Bey' in , 1 53 8 'de yazdığı "Heşt Behişr" (Sekiz Cennet) adlı kitabıdır. Daha sonra 1 568'de de, divan sahibi şair Aşık Çelebi, Sultan II. Selim 'e "Meşairü's Şuara" (Şairlerin Duyuları) adlı bir tezkire sunmuştur. Kimi kaynaklara göre, LatijT'nin "Lar(fı Tezkiresi " denilen şuara re:kiresinin de 1 546'da Kanuni 'ye sunulduğu belirtilmektedir. Bağdatlı Ahdf'nin de, 1 5 80 ' lerde Sultan III . Murad'a sunduğu "Gü/şen-i Şuara" (Şairler Bahçesi) adlı bir tezkiresi vardır. XVII. yüzyılda da, Şeyhülislam Ebüssuud Efendi 'nin yardımcılarından Şeyh Beyan/ Mustafa Efendi; babası da ünlü ulemadan, aynı zamanda müderris ve kadı Kınaleade Hasan Çelebi; uzun süre Mısır kadıl ığında bulunmuş gene ulemadan Mustafa Rizayi Egendi; tasavvuf ehli Katzade Abdülhay Fai:i, Gitfti Ali Efendi, Rifai, Kefevi, i::eri, Edirne/i Rı:ai gibi çoğu medreseden yetişmiş birçok kişi çeşitli şuara re:kireleri yazmışlardır.
Fakat ne yazık ki, bunca tezkire yazılmış olmasına karşın, div:.m şairlerinin yaşamöyküleriyle ilgili bugün elimizde yeterince sağlıklı bilgi bulunduğunu söyleyebilmemiz de doğrusu olanaksızdır.
Örneğin, aynı yıllarda birçok şuam tezkiresi yazılmış olmasına karşın, XVI. yüzyıldaki Ruhi, Fuzuli, Fazlt, Hakani, Taşitcalt Yahya, Tacizade Cafer Çelebi, Hayali gibi, XVII. yüzyılda
ki Naili, Nef' i, Nergisi, İsmeti, Nedim-i Kadim, Neşati gibi ünlü divan şairlerinin bile doğum tarihleri bilinememektedir. XV. yüzyılda yaşamış Şeyhi, Ahmed-i Dai gibi Osmanlı divan şiirinin kurucuları olan şairlerin yalnız doğum tarihleri değil , ölüm
tarihleri de bilinememektedir hala. İ lginçtir, XVIII. yüzyılda yaşamış Nedim, Enderunlu Fazt!,
Vastf, Haşmet gibi şairlerin de doğum tarihleri hakkında günümüze kesin bir bilgi ulaşmamıştır.
Bu konudaki kaynaklarda, genellikle; örneğin "XV II. yüzyt! divan şairi N ai li' nin hayalt hakktnda hi lgiler yok denilecek kadar azdtr. " veya "Neşati' nin doj?um tarihi hilinememektedit: Zaten hayalt hakkmdaki bilgilerimiz de fazlaca dej?ildir. " gibi ifadeler bolca kullanılmaktadır bu nedenle.
Ayrıca, kimi şairler hakkında günümüze u laşmış bilgiler de bazan çok çeşitlidir ve genel likle de birbirleriyle çelişkilidir. Örneğin, Halil Erdoj?an Cengiz, XVIII . yy. divan şi irinin büyük u stası Nedim ' in, 1 730 yılında, Patrona Hali l ayaklanması sırasındaki ölümü ile i lgili birbirinden çok farkl ı üç görüş saptadığını belirtmektedir. Şair Nedim , kimi belgelere göre: "Patrona Halil ayaklanmast strasmda damdan dama kaçarken aya,�t kaymtş ve düşüp ölmüştür. " En yaygın kanı budur. Ama, kimi belgelere göre de: "İçkiye fazlaca düşkün olma st sehehiyle, ayaklanmayt duyunca titreme hastalt,�ma yakalanarak ölmüştür. " Kimi bel gelere göre ise : ayaklanmanın olduğu gün değil, daha sonra,
"Damat ihrahim Paşa' mn ı ·e yakmlanmn başianna gelenlerden korkarak vehim (kurımtu) hastaltj?ma tutu/up ölmüştür " Bu nedenle Halil Erdoj?an Cengiz de: "Nedim' in gerçekte nast! ve neden öldii,�ü kesinlikle bilinmemektedir " diye yazmaktadır.
(Divan Şiiri Antolojisi, Milliyet Yayınları, İst. 1 972, s. 594) Görüldüğü gibi, bu şairlerin nasıl bir eğitim gördüğünü sap
tayabilmek de olanaksızdır. Örneğin, gene Şair Nedim için, Hal i l Erdoğan Cengiz, her-
hangi bir kaynak göstermeden " iyi eğitim görmüştür" diye yazarken, Meydan Larousse'da "nasıl bir eğitim gördüğü kesinlikle bilinmiyor" denilmektedir. Behçet Necatigil ise, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü 'nde "Nedim ' in de medrese eğitimi gördüğünü" öne sürmektedir.
Gene, bütün edebiyat tarihçilerinin ortaklaşa belirttikleri gibi, sürekli Hil le , Kerbela, B ağdat yöresinde yaşamış ve başka ü lkeye hiç gitmemiş Fuzuli 'nin de, medrese eğitimi gördüğüne dair günümüze herhangi bir bilgi ulaşmamıştır ama, küçük yaştan itibaren çok iyi bir eğitim aldığı, Türkçenin yanı sıra Arapça ile Farsçayı da çok iyi konuştuğu ve bu üç dilde şiirler yazdığı konusunda da kimsenin kuşkusu yoktur, gördüğümüz kadarıyla.
Çağdaşı ve hemşerisi Bağdat/ı Ahdf de, 1 5 80 'de III. Murad' a sunduğu "Gü/şen-i Şuara" adlı tezkiresinde, Fuzuli 'nin, Arapça ve Farsçayı da şiir yazacak denli iyi öğrenmenin dışında, "Hadis ve tefsirleri i le, hendese (geometri), heyet ( astronomi) ve hikmet (felsefe) de bild(�ini" yazmıştır. Cevdet Kudret de, Nevzat Yesirgil takma adıyla hazırladığı "Fuzuli" adlı bir monografide, bu bilgileri aktardıktan sonra, Şairin, "söylenti/ere göre Arabi ilimleri Rahmetullah 'tan. edebi ilimleri de şair Habibf'den aldığı özel derslerle öğrend(�ini" belirtmekte ve "Bunlardan başka felsefe, tıp, kimya, Arap ve Fars şiiri ile dini ilimlerde de geniş bilgisinin olduğu çeşitli konulardaki eserlerinden ve şiirlerinden anlaşılmaktadu: " diye yazmaktadır. (Nevzat Yesirgil, Fuzuli , Varlık Yayınları Türk Klasikleri Dizisi-7, İst. 1 952)
Yukarda da yinelendiği gibi, Osmanl ı divan şiirinin kurucusu ve ilk Osmanlı Tarihi yazarı Ahmed! de, özel dersler alarak kendini yetiştirmiştir ve İran şiiri i le Arap şiirini çok iyi bilmenin dışında, tıp, astronomi, geometri ve tarih de bilmektedir.
Osmanlı divan şiirinin bir diğer öncüsü Ahmed-i Dai de, çağclaşı Ahmed! gibi aldığı özel derslerle "şeriat, lugat, ar uz, riyaziye, heyet, tıb, tarih ve başka alanlarda ansiklopedik bilginlerden olup, telıf, tercüme, nazım, ne sir onyedi kadar eseri vardır" ve "şiir/erinin dışında bilimsel çalışmalarıyla da önemli" dir.
Ahmedf'nin öğrencilerinden, aynı dönemin ünlü şairi Şeyh/
257
ise, buradaki eğitimle de yetinmeyip, "İran ' da tıp öğrenmiş, döndükten sonra da hekimliğiyle ün yaparak, Germiyan Beyi II. Yakup' un özel hekimi olmuştur. 1415 yılında Osmanlı Sultanı Çelebi Mehmed' i iyileştirdiği için de, kendisine Tokuz/u köyü timar olarak verilmiştir " Ancak, "köyüne giderken , yolunu kesen eski tirnar sahiplerinden iyi bir dayak yemiş ve bu olay üzerine de , hiciv edebiyatımızın başta gelen eserlerinden biri olan 'Harname' adlı mesnevisini yazmıştır durumu Sultana duyurmak için. Mesnevide, olmayacak düşler peşinde koşarken elindekini de yitiren, boynuz umarken, kulaktan da olan bir eşeğin başına gelenler anlatılmaktadır. "
Görüldüğü gibi, divan şairlerinin, bizce hiç kuşku yok ki hepsi, Arapça ve Farsça ile edebiyatlarını çok iyi bilmenin dışında, matematik, astronomi, felsefe, tıp, tarih vb. gibi din dışı alanlarda da özel dersler alarak kendilerini yetiştirmişlerdir. Kimi tarihçidir, kimi dil bilginidir, kimi hekimdir, kimi coğrafyacıdır.
Çünkü, şiir yaşamın bütünüdür, çok boyutludur, dolayısıyla salt dini bilgilerle şiir yazabiirnek de olanaksız olsa gerektir. Yani , şiir zorlamaktadır şairleri . . . Bu nedenle, divan şairleri zorunlu olarak ulemadan daha kültürlüdürler bizce de, hiç kuşku yok ki . . . Entelektüeldirler.
Divan şairleri, bu yüzden mi medrese eğitimini pek de fazla öneınsememişlerdir, kim bilir. . .
Çünkü, dinsel bilgi ile, yöneten yönetilen i lişkisine kutsal kimlikli bir yasallık (meşruiyyet) kazandırılarak siyasal otoritenin belirli bir süre için korunması ve sürdürülmesi ola ki sağlanabilir, ancak bu disiplinle dış dünyanın bütün gerçekliğiyle kavranabilmesi söz konusu dahi olmasa gerektir. Çünkü, dış gerçekliğin bütün bağlam ve bağlantılarıyla kavranabi lmesi ancak
bir özgür (bilimsel) düşünce ile, disiplinle olanaklıdır ve bu özgür düşüneeye de, ancak felsefeyle ulaşılabilir. Felsefesi somut kavrarnlara dayalı ve imgesel olan Doğu toplumlarında ise, bel ki de hala en özgür düşünce disiplini, unutmayalım ki , edebiyattır.
258
Bu nedenle, Osmanlı devletinin artık bir imparatorluk haline dönüşme sürecine girdiği tarihle, şairlerin Saraya alınması tarihinin çakışması, kesinlikle bir rastlantı değildir bizce.
Yukarda da yinelendiği gibi, Osmanlı divan şiirinin ilk büyük u stası Ahmedf'dir. 1 3 3 0 veya 40' lı yıl larda Kütahya'da doğduğu sanılan Ahmed/, Gerınİyan Beyi Süleyman Şah 'a sunmak üzere XIV. yy. sonlarında yazdığı ünlü yapıtı "İskendername" yi, Süleyman Şah 'ın ölümü üzerine, Yıldırım Bayezid' in oğlu Süleyman Çelebi ' ye sunmuş, o da şairi nedimleri arasına alıp, divan katibi yapmıştır.
B i lindiği gibi, Yıldırım Bayezid' in en büyük oğlu Şehzade
Süleyman Çelebi, 1 402 Ankara savaşında yeni idiklerini anlayınca, yanındaki asker ve kumandalarla kaçıp, 1 403 'te Bizans imparatoruy la bir anlaşma imzalayarak Edirne ' de sultanlığını ilan etmiş ve 1 4 1 O ' da kardeşi Musa Çelebi ' ye yeniJip öldürülünceye dek de Osmanlı sultanı olarak saltanatını sürdürmüştür.
Süleyman Çelebi, yalnız Abmedi'y i Saraya almakla da kalmamış, dönemin öteki şairlerini de çevresinde toplamıştır. Örneğin, Ahmed-i Dal de Süleyman Çelebi 'den büyük yakınlık görmüş ve onun adına ş iirler yazmıştır. Nitekim, Prof. Fuad Köprülü de, "Emir Süleyman, şair/ere ·karşı çok lütufkar oldu,�u için Ahmed/, Ahmed Dal gibi tanınmış şairler ona kasideler söylemişlerdir. Onun narnma Mehmed bin Şeyh Mustafa adlı birinin yazdığı Türkçe Kavsname risalesinden başka, yine Mehmed adlı bir şair de Tuhfename yahut Aşkname adlı mesnevisini ona itlwf etmiştir. " demektedir. (Türk Edebiyatı Tarihi, s. 355-356) Prof Uzunçarşı/ı da bu konuda: "Edirne' de Emir Süleyman Çelebi' nin çevresine toplanmış olan şair ve edipler Rumeli' deki kültür hareketlerini kuvvetlendirmişlerdir. " diye yazmaktadır.
(Osm. Tar. c- l , s. 528) Kardeşi Musa Çelebi 'nin, ağabeyi Süleyman Çelebi 'yi yen
dikten sonra ilan ettiği sultanlığına l 41 3 'te son vererek Osmanlı devletini yeniden topadamayı başaran Sultan Mehmed Çelebi de kendisini iyi leştirdiği için Şeyhi'ye tirnar vermesi örneğinden anlaşıldığı kadarıyla, şairlere birtakım yakınlıklar göstermiş ol-
259
sa gerektir elbette. Fakat, Osmanlı devletinin bir imparatorluk haline dönüşebilmesi için gerekli entelektüel birikimi sağlayarak asıl ivıneyi kazandıran da, galiba hiç kuşku yok ki Sultan II. Murad olmuştur.
Prof. Fuad Köprülü de : "Türk dili ve edehiyatmm gelişmesine en çok hizmet eden Sultan ll. Murad olmuştur. Büyük hir devlet adamı olan ve bazen şiir de yazan hu hükümdar i/me, şiire, musikiye tutkundu. Onun , başta devrin büyük üstadt Şeyh/ olmak üzere, Rumi, Hüsamf, Şemsi, Hassan , Safi, Ezherf, Nucumf, Nedim/, U/vf, Zaifi gihi birçok şairi vardı . " demektedir (Age, s.
356-357) Prof. Uzunçarşılı da aynı görüştedie "Emir Süleyman Çele
hi ile ll. Murad, memleketteki fikir hayatma önem vererek, alim ve şairleri himaye etmişlerdir. Ahmed/, Şeyh/ Sinan, A hmed Dal, Atay/, Cemaif gihi şahsiyet/er, hu himayeye mazhar olmuş şair ve alimlerdendir. Özellikle ll. Murad, Türkçe /isan ve edehiyattn gelişmesi için ça!tşmtş, musikiyi de himaye etmiştir. " diye yazmaktadır.
Üstelik, II. Murad, yalnız şairleri korumak ve onları sarayda görevlendirerek nedimleri arasına almakla da kalmamış , oğlu Mehmed' in eğitimini de şairlere bırakarak, Osmanl ılarda şehza
delerin şairlerce eğitilmesi geleneğini de başlatmıştır, gördüğümüz kadarıyla. Döneminin iki büyük şairi Ahmed-i Dal ile Ahmet Paşa 'y ı , oğlu Mehmed'in (Fatih' in) musahibi ve hocası olarak görevlendirmiştir.
Bilindiği gibi, bu tarihten itibaren artık ta XIX. yy. ortalarına, II. Mahmud 'a kadar şiir yazmamış Osmanlı sultanı da yok gibidir. Fatih, Avnf takma adıyla şiirler yazmıştır. Fatih ' in oğulları Cem Sultan i le II . Bayezıd ' ı da aynı şairler yetiştirmiş olsalar gerek ki, her ikisi de şairdir. II. Bayezıd, Adli takma adıyla şiirler yazmaktadır, Cem Sultan gerçekten de ünlü ve değerli bir şairdir. Ayrıca, "Türkçe ve Farsça iki divam olan Cem Sultan' ın kaside, gaz el ve murahhalarında Ahmet Paşa ' nın etkisi açtkca görülmektedir. " (Behçet Necatigil, age. )
Sultan II. B ayezıd ' ın oğul ları Şehzade Abdullah i le Meh-
260
med ' in hocalığını da, Fatih ' in sarayda görevlendirerek musahipliğine getirdiği, XV. yüzyılın büyük şairi Necati yapmıştır.
Sultan II. B ayezıd ' ın yerine tahta çıkan oğlu Selim'in hocalığını da, babasının Saraya alarak musahipleri arasına kattığı ünlü şairler Zat/ ile Tacizade Cafer Çelebi yapmış olsalar gerek ki, Yavuz Sultan Selim, Tacizade Cafer Çelebi 'yi beraberinde Çaldtran Seferi'ne de götürmüştür. Yavuz'un da, bilindiği gibi Farsça bir divanı vardır ve Türkçe şiirler de yazmıştır. Vakanüvislerin verdiği bilgi lere göre, gözlük kullanan i lk Osmanlı sultanı da Yavuz' dur.
Kanuni döneminde ise, Sarayda şiirle, edebiyatla uğraşmayan kimse yok gibidir. Kendisi Muhibbf mah lasıyla şiirler yazmaktadır. Zarf'den başka Hayall ve Baki'yi de nedimleri arasına almış, önemli görevlere getirmiştir. B aki'ye, aynı zamanda "Şair/er Su/tam" sanı verilmiştir Sarayda. Oğlu Şehzade Mehmed ' in düğününde yazdığı kasideyi çok beğendiği için Faz/I'y i ödüllendirmiş, ardından oğlu Şehzade Selim'in yanına katip olarak vermiştir. Şehzade Bayezid ile Mehmed de edebiyatla yakından ilgilidirler ve şiirler yazmaktadırlar.
Şair Nev' f, III. Murad ' ın oğlu Şehzade Mustafa'ya ders vermiştir.
Ama ne yazık ki, II. Murad 'la başlayan "şair/erin de şehzadelere hoca/tk etmesi, özel dersler vermesi" geleneğine, gördüğümüz kadarıyla XVII. yüzyılın başından itibaren, sultanların şehzadelikleri sırasında yönetim deneyimi kazanmaları için sancakbeyliği yapmaları geleneğiyle birlikte son verilmiştir. Bi lindiği gibi , III. Murad'ın oğlu III. Mehmed, şehzadeliğinde sancakbeyliği yapmış son sultandır. Çünkü, oğlu I. Ahmed, kendisinden sonra tahta çıktığında henüz 14 yaşında olduğu için, şairlerden ders alabilmesine veya şehzadeliği sırasında sancakbeyliği yapmasına zaten olanak yoktur.
Fakat ilginçtir, çocuk yaşta tahta çıktığı için şehzadeliği sırasında şairlerden özel dersler alma olanağı bulamayan I. Ahmed, bu açığını sultanlığı sırasında hızla kapatmış olsa gerek ki, topu topu 28 yaşında ölmesine karşın, sultanların şiir yazma gelene-
2 6 1
ğini sürdürerek Ahmed Han ve Bahtf mahlaslarıyla bir divanı dolduracak kadar şiir yazmıştır. Bir divanı vardır yani.
Ancak, Osmanlı tarihinin çocuk ve deli sultanlar dönemi olan bu lanetli yüzyılda, I. Ahmed'den başka şiir yazan bir sultan da olmamıştır ne acıdır ki . . .
XVIII . yüzyılın başından itibaren yeniden yaşama geçirildiğinde de, gene çok i lginçtir, sanki bu kez de Osmanlı İmparatorluğu 'nu eski görkemine kavuşturacak yenilikçiliğin, reformculuğun bir zorunluluğudur bu gelenek. Ya da, bir simgesidir, bir göstergesidir artık.
Bütün bir yüzyıl boyunca, çok açık bir biçimde, reform giri
şiminde bulunan, örneğin matbaanın kurulmasına izin veren, askerlerin çağdaş yöntemlerle eğitilmesi için dışardan Hıristiyan uzmanlar getirten, bu yabancı uzmanlara toplar döktüren, asker
lik okulları kurduran yenilikçi sultanlar, şairleri yeniden nedimleri arasına alıp Sarayda görevlendirirler ve şair olabilmek için çırpınırlarken, i lginçtir, bu giri şimleri engellemeye çalışanlar da dehşetli şair ve şiir düşmanı kesilmişlerdir sanki.
Gerçekten de, III . Osman ve I. Abdülhamid dışında şiir yazmamış Osmanlı sultanı yoktur XVIII. yüzyılda.
Örneğin, XVII I . yüzyılın ilk sultanı II. Mustafa, sanki bu geleneği yeniden canlandırmış ve kah Meftun/, kah İkhalf mahlas
larıyla şiirler yazmıştır. Hıristiyan uzmanları ilk kez Saraya alarak raporlar hazırlatan, İbrahim Müteferrika'ya gerekli izni veren Sultan III . Ahmed, bilindiği gibi Şair Nedim' i baştacı etmiş ve şiirlerinde Necih mahlasını kullanmıştır. Mühendislik okulunun temelini atan II. Mahmud Sehkatf: "Mühendishane-i Bahrii Hümayun"'u kuran I I I . Mustafa Cihangir: oğlu , XVIII . yüzyılın son sultanı III. Selim de İlhamf mahlaslarını kullanarak şiirler yazmışlardır.
Sarayda nedimler arasına alınarak, çoğu üst görevlere getirilmiş, divan katibi, hatta reis-ül küttah (divan katiplerinin başı) yapılmış bu şairler, doğal o larak Sultanların yaran toplantılarına, meşveret meclislerine de katılmaktadırlar kuşkusuz.
Fatih-Kanuni döneminde, gördüğümüz kadarıyla yalnız ya-
262
ran toplantılarına, meşveret meclislerine katılmakla da kalmamışlardır hatta, divanda (hükümet toplantılarında) da söz sahibi olmuşlardır. Örneğin, Fatih' in ilk sadrazamlarından Mahmud Paşa, yukarda da belirtildiği gibi, ünlü bir şairdir ve Adnf mahlasıyla yazdığı iki divanı vardır. B ir diğer sadrazamı, ünlü Fatih Kanunnamesi "Kanunname-i Al-i Osman" ı düzenleyip yayımlayan Karamani Mehmed Paşa da şairdir ve şiirlerinde Nişanf malılasını kullanmıştır. Ve bu iki şair, Fatih ' in ı 45 ı 'den 1 48 ı 'e kadar olan 30 yıllık iktidarında, toplam tam 20 yıl sadrazamlık yapmışlardır.
Yavuz Sultan Selim' in sadrazamlarından Pir Mehmed Paşa da şairdir ve şiirlerinde Remzf mahlasını kullanmaktadır.
Yavuz Sultan Selim' in iktidarının son 2 y ılında sadrazam olan Pir Mehmed Paşa, Kanuni döneminde de sadrazamlığını 3
yı l daha sürdürmüştür. Yani, Kanuni 'nin de sadrazamlarından
dır. Ayrıca, Kanuni döneminin ünlü denizcilerinden Seydi Ali Re
is de Kfıtibf mahlasıyla şiirler yazmış ünlü bir şairdir. Şair sultanlar, S arayda görevlendirdikleri şairlerle zaman za
man halvet edip, şiir üzerine, şiirin sorunları üzerine de müsahabelerde bulunmuşlardır ola ki . . . Ancak, bu şairlerin, yaran toplantılarında, meşveret meclislerinde de salt şiir üzerine konuştuklarını, şiirin sorunları üzerine görüşler belirttiklerini ise , düşünmek bile söz konusu olmasa gerektir elbette.
Kısacası, Osmanlı devletinin yazgısında asıl belirleyici rolü şiirin, edebiyatın oynadığı da, galiba gerçekten kuşkusuzdur doğrusu.
Üstelik, şairler ve özellikle de şiir, ilk İvıneyi başiatacak kültürel tabanın oluşturulmasına önemli katkılarda bulunmakla da kalmayıp, İmparatorlukla da bütün tarihi boyunca yazgısına yön verecek nitelikte bir yaşamsal nedensellik ilişkisi içinde olmuşlardır, gördüğümüz kadarıyla.
Kuşkusuz, imparatorluk ivmesine ilk hareketi veren bu kül
türel birikimin bunca kısa sürede sağlanmasında, Süleyman Çelebi 'nin büyük bir olasılıkla ho bi olarak saraya aldığı şiirin dı-
263
şında, II . Murad'ın gerçekten ustaca kurumlaştırdığı başka toplumsal olgular da vardır elbette.
Örneğin, "Enderun" okullan da, bu oluşumda son derece önemli rol oynamış bir diğer temel etken olsa gerektir. Gerçi, bazı tarihçiler, bu okulun da, Yeniçeri ve Acemi Oğlanlar Ocağı ile birlikte I. Murad döneminde kurulmuş olduğunu savlamaktadırlar. Ancak ne var ki, gene aynı tarihçiterin söz birliği etmişcesine belirttikleri gibi, Enderun okulu da amaçlanan işlevi yerine getirebilecek asıl kimliğine II. Murad döneminde kavuşturolmuş ve kurumlaştırılmıştır.
Ayrıca, Ülker Akkutay da, bu konuda üniversitelerimizde yapılmış galiba tek çalışma olan "Doktora Tezi" nde, kesin bir dille, "Enderun okulunun ll. Murad döneminde kurulduğu hususu açıklığa kavuşturulmuştur. " demektedir.
Enderun Okulu
Üzülerek belirtelim ki, bizce, Osmanlı tarihinin temel dinamiklerinin kavranabilmesi açısından son derece önemli bir kurum olan Enderun okulu konusunda da, bugün yeterli bir bilgi
ye sahip olduğumuzu söyleyebilmemiz olanaksızdır. Ziya Gökalp ' in de "Medrese, içine aldığı Türkleri gayri Türk
yaparken (Araplaştırırken): Enderun, derununa aldığı gayri Türkleri (Hıristiyan/arı) Türkleştirmişti1: " diyerek tanımladığı bu okullar, salt devşirme Hıristiyan çocuklarını Müslümanlaştırmak ve Türkleştirmek amacıyla mı kurulmuştur gerçekten?
Bil indiği gibi, I. Murad döneminde kurulan Yeniçeri Ocağına asker olarak yetiştirilmek üzere "penc-ü yek" yöntemine göre devlet adına alıkonulan tutsak Hıristiyan çocukları, önce ya bir Müslüman ailenin yanına verilerek, ya da "Gelibolu Çardak arasında işleyen gemilerde bir akçe yevmiye ile beş on yıl çalıştırılarak" Türkçe öğrenmeleri ve Müslümanlaşmaları sağlan
maktadır. Sonra da Acemi Oğlanlar Ocağı'na alınıp, asker olarak yetiştirilmekte ve Yeniçeri Ocağı'na gönderilmektedirler. Bu eğitimi başarıyla tamamlayan yetenekli çocuklar da, Enderun
264
okuluna alınmaleta ve orada subay, saray görevlisi, yönetici vb. olarak yetiştirilmektedirler.
Mehmet Zeki Pakalın da, "Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü" nde, Enderun okulunun ilk kez I. Murad döneminde, Edirne'deki sarayda kurulduğunu ve "eğitim süresinin 14 yıl olduğunu" belirtikten sonra, "Devşirme kanunu yürürlükte olduğu sürece acemi oğlanlar arasında zeka, istidat (yetenek), kı/ık kıyafet itibariyle düzgün olanlar öğrenci olarak alın1 1·d1 . Devşirme kanunu kaldm/dıktan sonra, öğrencilik sadece kölelere kalmışti. Burada eğitim görenlerin gelecekleri parlak olup, devlet görevleri hemen hemen sadece bu okuldan çıkanların tekelinde olduğu için, devletin üst görevlilerinden de çocuklarını artık bu okula verenler çoktu . " demektedir.
Görüldüğü gibi, gerek Acemi Oğlanlar Ocağı, gerekse Enderun okulları, Yeniçeri Ocağı'na asker ve subay yetiştirmek amacıyla Saray'da devletçe kurulmuş ve sadece tutsak ya da devşir
me Hıristiyan çocuklarına açık, medreseden çok farklı, kendine özgü bir yapıda okullardır.
Nitekim, Ülker Akkutay da, Ankara Üniversitesi, Dil , Tarih, Coğrafya Fakültesi 'nde hazırladığı doktora tezinde: N. M. Penzer ' ın "Son derece titiz bir program çerçevesinde hareket eden bu kuruluşların eğitim tarihinde tek örnek olduğunu" I 965 yılında Londra'da yayımianmış "The Harem" adlı kitabında belirttiğini, Menavino'ya göre de, "bu saray okullarının çağdaş bir gözleminin, bu sistemin birinci derecede bir eğitim sistemi olduğunu" gösterdiğini yazmaktadır.
Gerçekten de bu okullardaki eğitim, Ülker Akkutay' ın da be
lirttiği gibi, salt teorik bilgi yüklerneye veya ezbere dayalı klasik bir eğitim olmayıp, işbaşı eğitimi diyebileceğimiz çağdaş anlamda bir eğitimdir. Örneğin, Müslüman ailelerin yanından Acemi Oğlanlar Ocağı'na gelen öğrenciler, derhal yeniçerilerin sorumluluğuna verilmekte ve onlardan "savaş hünerlerini öğrenme/eri" sağlanmaktadır. İyi birer savaşçı olmaları için kışlada
sürekli sporla da uğraşmaktalar, çeşitli sporlar yapmaktadırlar. İ lk yıllarda, Müslümanlıkla i lgili bilgilerinin geliştirilmesi
265
için i lmihal, tevhid, akaid, amel, Kuran, hadis gibi teorik din derslerinin okutulmasının yanı sıra, M. Zeki Pakalın ' ın yazdığına göre, Sarayda sultan huzurunda görev yapataklarından, kendilerine, oturup kalkma, yeme içme, saygılı davranma, "yere tükürmeme, öksürürken mendille ağzt kapatma, kirli giysilerle dolaşmama" gibi görgü kuralları da öğretilmektedir. Daha sonra da, yeteneklerine göre ayrılmaktalar ve işyerlerinde çalıştırılarak meslek öğrenmeleri sağlanmaktadır. "Devlet kesimevlerinde kasapltk; devlet peksirnet ve fodla (yoksullara dağtttlmak üzere kepekli undan yaptlan bir tür ekmek) }inn/arında pişiricilik, hamurkarlık, pastactlık; devlet yoğurthanelerinde, bozahanelerinde , peynirhanelerinde hamalltk; devlet inşaatlannda yol, köprü yaptm/armda işçilik" "SG/·ayda ahçı yamağt ve baltactlık" yapmaktadırlar. "Saray ve cami inşaatlannda genellikle acemi oğlanlar çalıştmlmaktadu: Edirne'de Sultan Selim camiinin demir işlerini acemi oğlanlar yapmtştu: Tabakhane/er, saraya ait tekneler, ambar/ar, mand1 1·alar da acemi oğlan/ann çaltştmldtklan yerlerdir. " (Ülker Akkutay, Enderun Mektebi, Gazi Üniversitesi Yayını, Ankara 1 984, s . 54-57)
Nitekim, bu nitelik.lerinden dolayıdır ki , Ülker Akkutay da, daha doktora tezinin başında, bu okulların "Türk-İslam medeniyetinin en önemli kuruluşlanndan biri olduğunu" belirterek, on
lar için "tereddütsüz bir eğitim mucizesi" demektedir. Ancak, hemen şunu da belirtelim ki , Sarayda görevlendirilen
öğrenciler de, kesinlikle uşak olarak kullanılmamaktadırlar. "Saray hizmeti için gerekli olan köleler, ya kaçmlmakta, ya köle pazarlanndan sattn altnmakta, ya da ganimet veya armağan olarak saraya gelmektedir. " (Age, s. 43)
Acemi Oğlanlar Ocağı 'ndaki bu eğitimden sonra da, padişahın huzurunda yapılan elemelerde başarılı olanlar, Saraydaki Enderun okuluna alınmaktadırlar. Burayı başarıyla bitirenler de, subaylığa terfi ederek, Yeniçeri Ocağı 'na kaydedilmektedirler.
_ M. Zeki Pakalın 'ın yaptığı bir alıntıda belirtildiğine göre, Haftz Refik Bey de "Edebiyat-I Umumi ye Mecmuast" nda, "Enderun rneklehinde eğitimi bitirenlerden savaşçt stfattyla kırkt
266
gönüllü, yirmisi çuhadar (padişahın yanındaki üst düzey görevli) olmak üzere altmış neferi de, ilk defa Çelebi Sultan Mehmed Han Hazretlerinin maiyet-i hümayunlarına kabul buyurduğunu" ve böylece "enderunluların savaşlara sultanların yanında katılmaları geleneğini de baş/attığını " yazmaktadır. (Age, c- I , s . 5 39)
Görüldüğü gibi , Hafız Refik Bey'in verdiği bu bilgiye göre, I. Murad döneminde Edirne'deki sarayda açılan bu Enderun okulunun, daha i lk günden itibaren, Müslümanlaştırılmış ve Türkçe öğretiimiş bu Hıristiyan çocuklarından çok iyi savaşçılar yetiştirdiği kuşkusuzdur.
Ancak, bir imparatorluk haline dönme yörüngesine girmiş olmanın sancısıyla demek, Osmanlı devletinin gereksinimi artık yalnız iyi yetiştiritmiş subay değil ki , II. Murad döneminde, gerçekten de bu okuldaki eğitim anlayışında bir devrim yapılmıştır, gördüğümüz kadarıyla.
B ilindiği gibi , ülkedeki halka açık tek eğitim kurumu olan medreselerde, sadeec Sünni-Hanefi inancı doğrultusundaki İ siarniyetle ilgili dini bilgiler öğretilmekte, kimi medresderin programiarına zaman zaman konulmuş biraz hesap, biraz nücum (astroloji )den başka din dışı bilimlerle edebiyat, hele hele ş iir kesinlikle okutulmamaktadır.
Anlaşıldığı kadarıyla, I. Murad ' ın kurduğu bu yeni okulda da, ola ki ulemanın baskısıyla, bu gelenek gene bozulmamıştır ta II. M ur ad' a kadar. Savaşçı olarak yetiştirilen bu yeni Müslümaniaşmış Hıristiyan çocuklarına, dini bilgilerini geliştirecek derslerden başka, din dışı bi liınlerle ilgili herhangi bir ders okutulmamıştır.
I I . Murad ise, gerçekten de sözcüğün tam anlamıyla bir devrim yaparak, şiir ve inşa (nesi1"), musiki, astronomi, geometri, aritmetik, coğrafya, tarih , mantıkJelse/e vb. gibi o çağdaki bütün din dışı bilimlerin okutulmasını da zorunlu kılmıştır bu yeni okulda.
İlginçtir, gördüğümüz kadarıyla, II. Murad, Enderun okulunun eğitim programını kökten değiştirirken, sanki yalnız Os-
267
manlı Sarayı için daha kültürlü subay ve yöneticiler yetiştirme
yi değil, yargıyı da medreseiiierin elinden almayı amaçlamıştır. Çünkü, din dışı derslerle birlikte, Kuran, İ lmihal, tevhid akaid, amel gibi derslerin yanı sıra İlm-i te/sir, Hadis, Fıkıh, Feraiz, İl m-i kelôm, meanf, usul, bed i' beyan vb. gibi, çoğu şer ' i hukukla ilgili, medreselerde okutulan temel dersleri de zorunlu kılmıştır.
II . M ur ad 'ın bu girişimleri gerçekten de kısa sürede son derece olumlu sonuçlar vermiş olsa gerek ki, gene Hafız Refik Bey, "Fatih Sultan Mehmed Han hazretlerinin , bizzat bulundukları Belgrat ve Bu,�dan savaşlarında enderunluların kılıçiarım çekip Osmanlılık uğruna nasıl savaştık/arına ve ardı ardına şehit düştüklerine tanık olunca, İstanbul' daki sarayda da bir okul daha açılmasım irade buyurduğunu" yazmaktadır.
Ülker Akkutay da, doktora te zinde, "Fatih' in İ stanbul' u fethiyle Osmanlı de\Jeti çok gelişmiş, tf!şkilatı da oldukça genişlemişti. İmparatorluğun çeşitli görevlerini yerine getirebilecek bilgili ve yetenekli idarecilere ihtiyaç vardı . Ayrıca Saray halkımn bütün işlerini idare edebilecek elemanlar da gerekiyordu. Bu büyük ihtiyaç karşısında 'Saray Mektepleri' kurulmaya başlanmışti/: " demektedir.
Görüldüğü gibi, galiba gerçekten de, Fatih döneminde Salın
ı Sernan medreseleriyle yeni bir model yaratılarak ülkedeki bü
tün medresderin kendiliğinden yeniden yapılandırılmasına çalışılırken, aynı anda Endurun okulunda da bir yeni yapılanmaya gidilmiştir.
Tarihçiterin belirttiklerine göre, Fatih, İstanbul 'u fethedip başkent yapar yapmaz, Bayezit'teki Eski Saray'da bir de Enderun okulu açtırtmış, 1 468 veya 1 478 'de Topkapı Sarayı 'nın ya
pımının tamamlanmasından sonra da Eski Saray ' ın tamamını bu okula bırakmıştır.
Bu yeni okulun adı da, artık "Enderun-i Hümayun" dur. Kuşkusuz, bu yeni okulun yapımında ve örgütlenmesinde de
Edirne'deki okul örnek alınmıştır. Ancak, Edirne 'deki okul, artık Enderun-i Hümayun ' a öğrenci yetiştiren bir hazırlık okulu
268
durumuna girmiştir. Tutsak veya devşirme Hıristiyan çocuklarının bir kısmı İ s
tanbul'da alıkonulup, Eski Saray'daki hazırlık okulunda (enderun'da veya yeni adıyla, S aray Okulu 'nda) eğitilirken, bir kısmı da Edirne 'ye gönderilmektedir. Bu okullarda başarılı olan öğrenciler de bir üst okul durumundaki Enderfın-i Hümayfın 'a alınmaktalar ve öğrenimlerini orada sürdürmektedirler daha sonra.
imparatorluk büyüdükçe, doğal olarak gereksinim daha da artmış, bu nedenle, Fatih' ten hemen sonra oğlu II. B ayezid dö
neminde, İ stanbul'da, Galata' da, yeni bir Saray okulu açılmıştır.
Yani, Galata Saray okulu da, tutsak veya devşirme Hıristiyan çocuklarını eğiterek Enderfın-i Hümayun' a öğrenci yetiştiren İ stanbul'daki ikinci hazırlık (Saray) okuludur.
Kanuni döneminde ise, İ stanbul 'da iki Saray okulu birden
açılmıştır, gördüğümüz kadarıyla. Çok sevdiği Sadrazaını İbrahim Paşa 'nın, gene çok sevdiği Defterdan İskender Çelebi 'yi Bağdat ' ta astırdığını öğrenince çok öfkelenen Sultan, sefer dönüşü hemen onun da kellesini vurdurtmuş ve her ikisinin de maliarına el koydurtarak, saraylarında iki enderun okulu birden açtırtmıştır. Böylece, İbrahim Paşa Saray Okulu ve İskender Çelebi Saray Okulu i le 1 536 'da İ stanbul'daki Saray okullarının
sayısı dörde çıkmış, Edirne' deki okuila birlikte de, Enderun-i Hümayun 'a öğrenci yetiştiren Saray okullarının (enderunların) sayısı beşi bulmuştur.
Ülker Akkutay ' ın belirlemelerine göre de, toplam öğrenci sayısı, Fatih döneminde Saraydaki okullarda 400, Edirne'de de 300 olmak üzere 700 dolaylarında iken, bu rakam II. Bayezid döneminde 900'e, Kanuni döneminde ise, iki bin dolayiarına çıkmıştır.
Acemi Oğlanlar Ocağı 'nda askerlik ve müslümanlıkla ilgili
temel bilgileri edinmiş "İç oğlan/arı " da denilen bu öğrenciler
de, "Hazırlık okullarında askerlik ve savaş hünerleriyle ilgili bilgilerini geliştirir/erken, ilgi ve yeteneklerine giire dil, edebiyat, çeşitli el sanat/arı, zenaat, hatta nakkaşlık, hattatlık gibi
269
alanlardan birinde de kendilerini yetiştirme olanağını bulmakta" dır! ar. D olay ıs ıyla, Enderı1n-i Hümayfin' a giremeyenler de, bu becerileri sayesinde ya Yeniçeri Ocağı 'na veya öteki kapıkulu ocaklarından birine savaşçı olarak kaydedilmektedirler, ya da edindikleri yeni mesleklerine göre Saraydaki atölye veya imalathanelerden birinde çalıştırılmaktadırlar.
Görüldüğü gibi, bu hazırlık okulları aslında salt Enderfin-i Hümayfin' a öğrenci yetiştiren okullar da değillerdir. Yani, o
okullarda da Osmanlı İmparatorluğu 'nun gereksindiği nitelikli elemanlar yetiştirilmektedir. "Örneğin, Sultan A hmed Camii' nin mimarı Sedekar Mehmed Ağa da bu Saray okulunda yetişmiştir. Önce mızrap vurdurularak eline (ve zevkine) maharet kazandırılmış, sonra sedefkarlar atölyesinde çalışmış, hendese öğrenmiş ve sarayda ders veren Mimarbaşı Koca Sinan' ın yanında mimar olarak yetişmiştir. "
Mimar Sinan da, bilindiği gibi bir devşlrmedir. Tarihçi lerio verdikleri bilgilere göre 1 5 1 2 'de İstanbu l 'a getirilmiş ve önce Acemi Oğlanlar Ocağı 'nda, sonra enderunda (Saray hazırlık
okulunda) yetiştirilmiştir. Yavuz Sultan Selim' in seferlerinde gösterdiği üstün başarılardan dolayı da başmimarlığa getirilmiştir. Bu örnekten anlaşıldığı kadarıyla, Saray okulunda ders de vermektedir.
Medreselerde sadece medreseden yetişmiş u lema ders verdiği halde, bu okullarda, görüldüğü gibi Sarayda görevli ulema ve
ulema dışındaki bilim adamları hünkar hocaları, mimarlar, müzisyenler, sanatçılar da ders vermektedirler. Ülker Akkutay' ın belirlemelerine göre, örneğin Edirne'deki enderun okulunda, II . Murad döneminde, "Molla Güranf, molla Sirek (Molla Zeyrek olsa gerek) , Hocazade ve Katipzade ( Hatipzade olsa gerek)" gibi ulemanın yanı s ıra "matematikçi M irim Çelebi ve şair Ahmed Paşa" da ders vermişlerdir.
Bazı kaynaklarda adı "Hırvat Mahmud Paşa" olarak da verilen, Fatih ' in ünlü sadrazaını Mahmud Paşa da, çocuk yaşta tutsak alınarak Edirne'ye getirilmiş ve II. Murad döneminde Acemi Oğlanlar Ocağı 'na alınarak Edirne'deki enderun okulunda
270
yetiştirilmiştir. Burada şair Ahmed Paşa'dan da ders almış olsa gerek ki, kimi edebiyat tarihçilerinin değerlendirmelerine göre, Mahmud Paşa'nın Adni mahlasıyla yazdığı şiirlerinde, Ahmed Paşa'nın da etkisi açıkca görülmektedir.
Nitekim İlhan Tekeli ile Selim İlkin de, yukarda anılan çalışmalarında, "Dip/oma vermesi, belli bir amaç için belli bir programa göre eğitim yapması , eğitilen/erin sistemde yük/eneceği görevlerin belirli olması açısından Endurun Mektebi bir yüksek eğitim kurumu olma özelliklerine sahiptir. " diye nitdedikleri enderun okulları ile medresedeki eğitimin de, temelde "dört bakımdan farklı olduğunu" belirtmektedirler.
"Bunlardan birincisi, Türkçe ve edebiyat konusunda verilen derslerdir. İkincisi, eğitimin bir asker ve yöneticinin bilmesi gereken coğrafya, harita yapımı, tarih, siyaset ve muharebe sanatı vb. konuları da kapsamasıdır Üçüncü farklılık, hattat lık, ci lt, tezhip , oymacılık, minyatür yapımı, mimarlık vb. güzel sanatlar etkinliklerini de bünyesinde barındırmasıdır. Dördüncü farklılık ise, musiki eğitiminin musikişinaslar (besteciler) hanendeler (yorumcular), musiki aletlerini çalan ve yapan sanatkarlar yetiştirmesidir. " (Age, s. I 9-20)
Görüldüğü gibi, medreselerle enderun okulları arasındaki asıl farklılık, gerçekten de Türkçe ve edebiyat derslerinden kaynaktansa gerektir bizce de.
Medreselerde, Kuran dili Arapça olduğu gerekçesiyle, eğitim Arapça yapılmaktadır, dolayısıyla daha ilk sınıftan itibaren öğrencilere Arapça öğretilmeye çalışılmaktadır, bilindiği gibi. Ancak, Osmanlılar da Arap abecesi kullandıkları için, Arapça oku
ma yazma öğrenen kişi, dolaylı olarak Türkçe okuma yazma da öğrenmiş olmaktadır kuşkusuz. Ama o kadar . . . Çünkü, medreselerde Türkçe dersi hiç olmamıştır.
Oysa, enderun okullarında bütün öğrencilere din dersleriyle birlikte Arapça da öğretildiği gibi, Türkçe ve Türk edebiyatı derslerinin yanı sıra, Osmanlı divan şiirinin İran şiirinden kaynaklanmış olması nedeniyle Farsça öğretiterek İran edebiyatı da okutulmaktadır.
27 1
Ülker Akkutay, bu uygulamayı da "devşirme Hıristiyan çocuklarının Türkleştirilmesi ve Müslümanlaştırılması " politikasına bağlamakta ve ' 'Türk dili ve kültürünün bu çocuklarda hakimiyetini sağlamak için Türkçe derslerin saatleri çoğa/tılmış, Türk edebiyatı derslerine ve Osmanlı Türkçesinde önemli yeri olan A rapça ile Farsça ya önem verilmiştir. " diye yazmaktadır.
Doğrusu, enderun okulu, belki gerçekten I. Murad döneminde bu amaçla kurulmuştur ama, II. Murad'dan sonra izlenen eğitim politikasının da aynı amaca yönelik olduğu görüşüne katılabilmek galiba olanaksızdır. Çünkü bizce de, izlenen bu eğitim politikası, İ lhan Tekeli ve Selim İlki n 'in belirttikleri gibi, "XV/. yüzyılda dünyanın en güçlü imparatorluklarmdan birini yaratmayı başarmış bu kurumsal düzeni yeniden üretebilecek" donanımda aydınlar yetiştirmeyi arnaçiasa gerektir kesinlikle.
Nitekim, gene İ lhan Tekeli ve Selim ilkin ' in ustaca saptadıkları gibi, "Osmanlı bürokrasisine özgü bir yazım ya da kitabet kültürünün yaratı lması " da, hiç kuşku yok ki, enderun okullarında XV. yüzyılın ortalarından itibaren uygulanan bu eğitim politikasının en belirgin ürünüdür, bizce de. (Age, s . 2 I )
Osmanlıların da, bütün Anadolu Türkmen beyliklerinde olduğu gibi , bir imparatorluk haline dönüşünceye kadarki resmi
dilleri, anadilleri olan Oğuzca, yani Türkçedir elbette. İ stanbul ' un fethinden sonra ise, önce bir yazı dili (kiıabet), ardından da, Tanzimat'tan sonra Lisan- ı Osmani veya Osnıanlıca diye adlandırılan yeni bir dil yaratılmıştır ve bu yeni dilin yaratıcıları da, kesinlikle medrese değil, enderun okulları ile divan şiiridir.
Bu nedenle, Osmanlı devletinin, enderun okulları ve divan şiiriyle birlikte, aynı süreçte koşut bir gelişme göstermesi, elbette bir rastlantı değildir.
Fatih, babası II. Murad'ın yeni bir yapıya kavuşturttuğu enderun okulunun, sadece sayısını çağaltmak ve eğitsel niteliğini yükseltmekle de kalmamıştır çünkü. Ülker Akkutay 'ın da belirttiği gibi , bu okulları, yalnız devşirme çocukların kapıkulu ocakları için subay olarak eğitildiği asker okulları olmanın ötesinde, devletin geleceğini yeniden üre te bilecek gerekli aydın kadroları
272
yetiştiren bir kurum haline dönüştürmeyi de başarmıştır. Bu okullardan yetişmiş, devşirme kökenli, Saraydeki yüksek dereceli yöneticilerin çocukları da alınmaktadır artık. "Enderwı okulu, gerçek kimliğine Fatih Sultan Mehmed döneminde kavuşmuştw: " bizce de.
"Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise, Saraydaki, yüksek dereceli Türk ve Müslüman görevlilerin çocukları da bu okullara alınmaya başlanmıştu: " (Age, s. 8 1 )
Artık "Osmanlı İmparatorluğunun bütün sivil memur/arını , devlet ileri gelenlerini, askeri görevlilerini, Yeniçeri Ağasrnı , Sadrazamı, Kubbealtı vezirlerini, defterdarını , beylerbeyilerini, vali/erini" bu saray okulları yetiştirmektedir. Mimarlar, müzikçiler, hattatlar, nakkaşlar, minyatürcüler hep bu okullardan yetişmiştir.
Enderun okullarından yetişmiş divan şairleri de elbette yalnız Enderunlu Fazı/ ve Enderunlu Vasıf değildir. "Divan şairlerinin birçoğu da bu Saray okullarmdan yetişmiştir. " (Age, s . 1 24)
Bu divan şairleri de, enderunlu aydınların ürünü olan yeni Osmanlı yazışma (kitabet) dilinden yarattıkları yeni şiir di liyle, İmparatorluğun Osmanlıca denilen resmi dilini oluşturmuşlar
dır, hiç kuşku yok ki . . . Nitekim, Ahmet Harndi Tanpınar da, "Onbeşinci yüzyılın
ikinci yarısı ile onaltıncı yüzyılın ilk yarısı, şiir tarihimizin en olgun (feyzli) dönemidir. Yeni bir şiir dilini yaratmak işini üzerine alan bu dönemin şairleri, büyük bir dikkatle ve gayretle dilin üzerinde duruyor/ardı. Aruzun sesini türkçenin organizmasma mal etmek onların hem ideali, hem de çalışmalarına yön veren büyük disiplindi. Daha o dönemde ust�sı olan İran şiiri ile Türk şiiri arasmda bir yarış başlamıştı. Bu gayretle dil, her büyük şairde bir kere daha yeni bir aşama kazanıyordu. " diye yazmak tadır. (Ahmet Harndi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Devlet Kitapları, İ st. I 969, s . 1 47)
Kısacası, "XVI. yüzyılda dünyanın en güçlü imparatorluklarmdan. birini yaratmayı başarmış" bu kültürel temelin oluştu-
273
rulmasında en büyük rolü enderun okullarının oynadığından galiba kuşku duyulmasa gerektir.
Ama ne var ki, enderun okullarını bugün yeterince bildiğimizi söyleyebilmemiz de olanaksızdır doğrusu.
B ilindiği gibi, Enderun "iç, binanın içi", Bi run ise "dış, binanın dışı" anlamlarına gelen Farsça iki sözcüktür. Osmanlılar da, padişah sarayının içine "enderun" , dışarısına "birun" demişlerdir, bu nedenle. Örneğin, sarayda hizmet edenlerin genel adı "Enderun halkı " , hanedana Saray dışında hizmet edenlerin genel adı da "Birun halkı" dır. Saray da, hem padişah ailesinin konutudur, hem de Osmanlı devlet yönetiminin merkez binasıdır. Divan toplantıları da, padişahın veya olmadığı zamanlarda onun
izniyle sadrazarnın başkanlığında Saray 'da yapılmaktadır. Saraya alınan tutsak Hıristiyan çocuklarının eğitimi için I .
Murad döneminde kurulan okul da Saray içinde olduğundan "Enderun Mektebi" denilmiştir başlangıçta. Ama zamanla, kimi kayıtlarda, "enderun" diye de söz edilmeye başlanılmıştır bu okullar dan.
Bu yüzden de "Enderun" veya "Enderun-i Hümayun" deyimleri her üçü ile i lgili, hem hanedan konutu , hem hükümet merkezi, hem de devşinne okulu ile ilgili yönetsel ve yapısal anlamları içerir olmuştur kendi liğinden. Deyimierin bu çok anlamlılığı da, bu kurumların gerçek kimliklerinin günümüze ulaşabilmiş belgelerden yeterince kavranabilmesini doğal olarak zorlaştırmaktadır. Üstelik, bu kurumların büyük ölçüde zaten içiçe oluşları durumu daha da karrnaşıklaştınnaktadır kuşkusuz.
Sanırız haHi bu konuda üniversitelerimizde yapılmış tek bilimsel çalışma olan Ülker Akkutay 'ın doktora tezi de, gördüğü
müz kadarıy la deyimierin bu çok anlamlılığından ve kurumların zaten içiçe oluşundan, Enderun okulları konusunda yapılmış bir
ilk çalışma şeklinde değerlendirilse gerektir doğrusu. Nitekim, Prof. Bayram Kodaman da, bu doktoranın yayım
lanmasından 4 yıl sonra i lk baskısı yapılmış "Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi" adlı çalışmasının girişinde, "Osmanlı maarifinde Enderun Mektebi'nin yeri ve öneminin tam olarak bi/indi-
274
ği kanaatinde değiliz. En azından şu sorulara cevap aramak gerekir: Enderun Mektebi' nin eğitim ve öğretim felsefesi ile toplum ve devlet felsefesi arasındaki münasebet nedir? Osmanlı toplumunda enderunlu tipi nasıldı ve bu tipin toplumda yeri ve rolü ne olmuştur? Enderunlu-medreseli: enderunlu-diğer gruplar arasındaki münasebetler ne şekildedir? Bu gibi sorulara, ancak sosyolojik, psikolojik ve siyasi bir yaklaşımla cevap arandığında, Enderun Mektebi' nin toplumdaki yerinin dive değerinin aydınlığa çıkacağından şüphe yoktur. " diye yazmaktadır. (Prof. Dr. Bayram Kodaman, Abdülhamit Devri Eğitim S istemi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1 99 1 , s . IX)
Osmanlıların Gizli Tarhi: V lema Şiire de Düşman . . .
Bil indiği gibi , Osmanlı sarayında olayları tarih sırasına göre
yazıya geçirmekle görevlendirilen memura "vakanüvis" denil
mektedir ve tarihçilerio verdikleri bilgilere göre, ilk resmi Osmanlı vakanüvisi Naima' dır. Bu göreve XVIII. yüzyılın başlarında Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa tarafından atanmış , ünlü tarihini de S adrazarnın buyruğu ile yazmıştır. Nitekim, Amcazade Hüseyin Paşa adına sunulmuş (ithaf edilmiş) "Naima Tarihi" diye bilinen tarihin asıl adı da, "Ravzatü' 1-Hüseyn fi Hülasatı Ahbfiri' 1-Hafikayn" (Hüseyin ' in , Doğu ve Batı Haberlerini,
Olaylarını Özetleyen B ahçesi)dir. Daha önceleri ise, u lema yazdığı tarihi veya kitabı önce Sul
tana sunmakta ve şayet beğenilirse, karşılığında kendisine yüklü bir "atiyye-i seniye" (büyük bahşiş) verilmektedir geleneğe
göre. Ulemanın yazdığı ünlü tarihlerden biri de, "Bostanzade Tari
hi" diye bilinen, Bostanzade Yahya Efendi 'nin yazdığı ' 'Tarih-i Saf Tuhfetu ' 1-Ahbab" (Dostlar Armağanı Saf Tarih)dir.
B ostanzade Yahya Efendi'nin yalnız kendisi ulemadan değil, birkaç kuşak atası da ünlü ulemadandır. B üyük babası, Kanuni döneminin kazaskerlerinden Bostan Efendi, babası da III. Mrad döneminde iki kez şeyhülislamlığa getirilmiş ünlü Bostanzade
275
Mehmed Efendi' dir. Kendisi de, kardeşleri gibi medresede yetişmiş ve Hal ep, Galata, B ursa, Edirne kadılıklarından sonra, I 6 I 3 'te, Sultan I. Ahmed döneminde, İstanbul kadılığına, ertesi yıl , I 6 14 'te de Rumeli kazaskerliğine getirilmiştir. Tarihini de, verilen bilgilere göre, Kazaskerliği sırasında yazmış ve I. Ahmed'e sunmuştur.Başlarda da değinildiği gibi, I. Ahmed, I 603 yılında babası öldüğü zaman, henüz 14 yaşında bir çocuktur. Ama, Osmanlı ailesinde daha büyük yaşta bir erkek bulunmadığı için, çaresiz kucaklayıp getirip tahtta oturtmuşlardır. Bir an
önce bir Şehzade yetiştirilmesi için de, çocuk dememiş, hemen evlendirmişlerdir. I 3 yıllık evlilik yaşamında da tam I 6 çocuğu olmuştur. 28 yaşına basmasına daha 6 ay varken de, e lli gün süren bir mide hastalığından ölmüştür. Tarihçilerio belirttiklerine göre de, kolay etki altında kalan, dolayısıyla çabuk karar değiştiren, acımasız, aşırı dindar, vefasız biridir.
Ama, Bostanzade Yahya Efendi, kendisine sunduğu bu "Saf Tarih" inde Sultan ' ı : "Sultan Ahmed Han, tahta çtkttğında kudretinin, sultan/tk ufkunda bütün parlakltğtyla tştmast, i nsanitğın huzurunu sağlamtştır. Yiğitfiği ve bileğinin kuvveti, yazt ile an/atma sınırının dtşmda ka/tr. Çektiği yay gökkuşağt gibidir ve bir başkast çekmeye güc yetiremez. Keskin ktlıcı ile vurduğu kalkanlar güneş gibi parlar, İskender aynast gibi dünyayt gösterir. Edirne' de iken, Allah ' a stğınıp bir topuzftrlatmış, iki fersah ( 10 km) öteye gitmiştir. İstanbul surlarıntn üzerinden dtşanya atttğt oku n birkaç fersah ötede izi görülmüştür. Yürüyüşü bile bir padişaha uyacak biçimdedir. Bütün bunlara baktltrsa, dedesi Sultan Murad Han ' a (lll. Murad' a) benzediği anlaşti tr. Ama, Sultan Murad Han' dan bin derece yüksek, bağtşlaytct ve seçkindir. Boyu ondan daha uzundw: Sevimli yüzü ve gülümseyişi, nur saçan güneş kadar aydmlıktu: Ne ki, Tann vergisi heybeli ve büyüklüğü karştsında, her canlt titrer. Divan'da görevli iken, yüce tahttntn eteğine yüzümü süre1; ancak heybelinin aşmltğmdan temiz yüzüne bakmaya güç yetiremezdim. " diye anlattığına bakılırsa, bu tarihinden dolayı I . Ahmed'den, gerçekten de çok yüklü bir "atiyye-i seniye" almış olsa gerektir doğrusu.
276
Fakat buyruğunda çalıştığı Sultanı, ne denli acımasız biri olduğunu iyi bildiği için mi kim bilir, böyle mangalda kül bırakmaz bir Doğulu söylemiyle alabildiğine abartarak anlatan bu ünlü ulema, ilginçtir, kitabında, Osmanlıların II. Murad döneminde başlamış bu gizli tarihine birtakım anıştırmalı göndermelerde de bulunmuyor değildir sanki gördüğümüz kadarıyla.
Karşılığında yüklüce bir bahşiş alabilmek amacıyla, bir Osmanlı sultanına sunulmak üzere özel olarak kaleme alınmış bu tarihlerde, padişahlardan biri hakkında açıktan bir eleştiri yapılmış olması, elbette söz konusu bile değildir. Bu nedenle, "Osmanlı padişahları arasında şiir/e ilk uğraşan odur. Zamanında, şairler parlaklık kazanmış/ardır. Onlara saygının her türlüsü gösterilmiştir " derken, Sultan I I . Murad 'ı sanki dolaylı bir d il le eleştirmektedir bizce.
Çünkü, Bostanzade Yahya Efendi 'nin, kitabındaki şiir ve şairlerle i lgili sözlerine bakılacak olursa, şiirden ve şairlerden hoşlandığım söy leyebilmek, gerçekten olanaksızdır.
Örneğin, kitabının ikinci bölümünde Emevi halifelerini anlatırken, "Şeriat ho::ucu işlemlere ilkin onun gününde başvurulmuştur. " diyerek suçladığı Muaviye'nin, şeriata aykırı davranışlarının kanıtı olarak da, "Hırsızlık yaptığı ortaya çıkan bir şairin eli kesilecekken , yazıp sunduğu bir şiiri çok heğendiği için bağışlamış olmasım " göstermekte ve onu, "Tanrı günahmı bağışlasın ve cennetinin efendil(�inden etsin inşallah" diye lanctlcmektedir.
Gene, "Allah ' ı inkar eden melunlardandır" diyerek nefretle andığı onbirinci Emevi Halifesi I I . Yezid ' i aşağılarkcn de, tıpkı dam üstünde saksağan dermiş gibi, "Lanetlenmiş bu adam, şair ruh/u olmakla çok ::ina eder, durmaksızın siivüp sayardı . diye
yazmaktadır. İ lginçtir, I. Ahmed ' in "Ahmed Han" ve "Bahtf" mahlasla
rıyla yazılmış şiirlerinden bir de divanı bulunduğunu bilmemesinin olanaksız olmasına karşın, "aydınlık yüzii de,�irmi, teni heyaz, boyu sultanlık bahçelerinin selvisi gibi" "lter sl)zü bir inci dizisi olup" "bu müstesna yaradı/ış kendisine Allalı tarafından
277
üfürülmüştür" diyerek yere göğe sığdıramadığı velinimetinin
şairliğinden, şiir yazdığından da hiç söz etmemektedir her nedense. Ancak, şiir ve şairler hakkında yazılmış tek kötü sözcük de yoktur kitabında elbette.
Ama, "Bayram/aşma törenlerinde elini öpen şair/ere de, sayRı olsun diye tahtında kalkıp otururdu. " diyerek, onu gene de şairlere ve ş iire olan düşkünlüğünden dolayı gizli gizli eleştir
ınektedir sanki. Sultan II . Murad ' ı "ilk defa hadımları vezir yapan odw: Da
ha önce ulema vezir olurdu. " diye eleştirirken de, sanki "şair" diyerek velinimetini öfkelendirmekten ve bahşişten olmaktan korktuğu için "hadım/ar" demeyi yeğlemiş gibidir.
Çünkü, "haremağalığt " kurumu da II . Murad döneminde oluşturulmuştur ve III. Murad dönemine kadar, haremde hizmet eden bu hadımlar beyaz oldukları için A kağalar denilmiştir onlara. Zenci haremağalarının Osmanlı sarayına girişi III. Murad döneminden itibarendir.
Kuşkusuz, tutsak alınan Sırp, Boşnak, Rum vb. Hıristiyan çocuklarından hadım edilerek enderunda yetiştirilmiş bu Akağalardan kimileri daha sonra yükselerek vezir, hatta sadrazam bile olmuştur.
Örneğin, Hıristiyan kökenli bir devşirme Akağa olan Hadım Hasan Paşa, üstelik Bostanzade Yahy a Efendi 'nin bu satırları yazmasından kısa bir süre önce, I. Ahmed'in babası Sultan III . Mehmed döneminde Sadrazamlık yapmıştır. Gene, Hıristiyan kökenli bir başka devşirme Akağa olan Hadım Mesih Paşa da, I . Ahmed'in dedesi III. Murad ' ın sadrazamlarındandır.
Fatih ' in oğlu I I . Bayezid döneminde 1 5 0 1 'de sadrazam olmuş akağa Boşnak Hadım Ali Paşa'nın; Yavuz Sultan Selim'in sadrazamlarından 1 5 1 7 Ridaniye savaşında şehit düşmüş akağa Boşnak Hadım Sinan Paşa 'nın; Kanuni dönemi sadrazamlarından akağa Hadım Süleyman Paşa 'nın ise, I I . Murad döneminde vezirliğe getirilip paşa yapılmış olmaları, yaşları açısından olanaksızdır.
Müneccimbaşı Tarihi 'nde de, her ne kadar, I I . Murad döne-
278
mindeki Yama savaşında şehit düşenler arasında "Tavaşi Şelıabettin Paşa diye birinin bulunduğunun da zikredildiği" nden söz edilmekteyse de, başka kaynaklarda bu kişi hakkında herhangi bir bilgiye rastlanılamamıştır.
Zaten, Prof. Fuad Köprülü de, İ slam Ansiklopedis i 'nin "Hadim" maddesinde, "Ne 1 5 . , hatta ne de 1 6 . yüzyıllarda sGI·aydaki tavaşilerin (hadım/arın) devlet işleri üzerinde etkili olduklarına dair elimizde hiçbir kayıt koytur. " diye yazmaktadır.
Ancak, II. Murad'dan itibaren artık u lemanın dışında, üstelik yalnız Enderundan yetişenierin de deği l , şairterin de vezirliğe getirilclikleri ise, galiba kuşkusuzdur. Örneğin, devşirme bir Rum çocuğu olan ve İstanbu l ' un fethinden sonra Fatih' in sadra
zamlığa getirdiği İshak Paşa , Il. Murad döneminde Enderunda yetiştiritmiş ve vezir yapılmıştır. Gene, Rum veya S ırp kökenli bir devşirme olan Zağanos Mehmed Paşa da, I l . Murad döneminde vezir olmuş enderunlulardandır. Ünlü şair Ahmed Paşa'ya da, paşalığı ola ki II. Murad döneminde verilmiştir. Bu örnekler daha da çoğaltılsa gerektir.
Ayrıca, enderun okulundan yetişenlerle, özel ders alarak kendini yetiştirmiş şairterin n. Murad 'dan itibaren getiri lclikleri üst görevler, gördüğümüz kadarıyla yalnız vezirlik de değildir üste
lik. Örneğin, Fatih döneminde sadrazamlığa getirilmiş Hırvat
Mahmud Paşa, Rum Mehmed Paşa, Sırp Gedik Ahmed Paşa gibi II . Murad döneminde Saraya almarak enderunda yetiştiri tmiş devşirmelerin daha önceki yaşamlarıyla ilgili günümüze ulaşm ış her ne kadar fazla bir bilgi yoksa da, bu kişilerin sadrazamlığa getirilmeden önce birtakım önemli devlet görevlerinde denenmiş oldukları da galiba tartışılamasa gerektir.
Enderunlu olmayan şairterin sarayda katiplik, reis-ı'il kiittablık (Genel sekreterlik), yargıda kadılık, kazaskerlik gibi görevlere getiritmeleri ise, Çelebi Süleyman döneminde başlamıştır. Bi lindiği gibi, Çelebi Süleyman, Edirne'de sultanlığını ilan eder etmez şair A hmed/' yi divan katipliğine getirmiş , şair Ahmed-i Dal'ye de kadılık verm iştir. Daha sonra Fatih şair Ahmed Pa-
279
şa'yı kazaskerliğe getirmiş, şair Necati ' yi divan katibi yapmıştır. Mesih/, S adrazam Hadım Ali Paşa'nın divan katipliğine getirilmiştir. Nailf divan-ı hümayun katipliği, İsmet/ de kadılık ve Rumeli kazaskerliği yapmıştır.
Görüldüğü gibi, II . Murad' ın eğitim s isteminde yaptığı köklü değişimle din dışı derslerle birlikte, İslamiyet ve şer' i hukukla ilgili medreselerde okutulan dersleri de görmüş enderunluların yanı sıra, artık özel dersler alarak kendini yetiştirmiş şairler de yargı ile i lgili görevlere atanmaktadırlar.
Ancak, burada hemen şunu da belirtelim ki, edebiyatla, hele hele şiirle yakından ilgilenmiş, şiirden, edebiyattan da anlayan medreseli sayısının parmakla sayılacak kadar az olmasına karşılık, gördüğümüz kadarıyla, kendi kendini yetiştirmiş divan şairleri arasında İ slamiyeti ve özellikle de Hanefi fıkhını en az bir medreseli kadar iyi bilmeyen kişi de gerçekten yok gibidir galiba.
Bostanzade Yahya Efendi de, "hadım" derken, bizce hiç kuşku yok ki, bu tarihten itibaren yargı ile i lgili görevlere de getiril
rneğe başlanılan enderunlularla, kendi kendini yetiştirmiş divan şairlerini kastetmiştir.
Nitekim, Prof. Uzunçarşılı da, bu gerçekle ilgili olarak, "Üst görevlere getirilen devşirme ricalin çoğalması üzerine yöneticiler arasmda bir rekabet başgöstermişti. " (Osm. Tar. c-2, s. 9) diyerek, hem I I . Murad' la başlayan bu uygulamaya, hem de Bostanzade Yahya Efendi 'nin öfkesinin asıl nereden kaynaklandığına ışık tutannışcsına, medreselilerle, enderunlular ve divan şairleri arasındaki gizli iktidar kavgasının bu tarihten itibaren baş lamış olduğuna işaret etmektedir bizce.
Doç. Dr. Hasan Akgündüz de, yukarda adını andığımız, "İ nsan ak/mm ürettiği değerler yerine , valıyin (Kuran' 111) rehberliğini temel alan" radikal İslamcı bir görüşle hazırladığı Osmanlı eğitim sistemi ile ilgili doktora tezinde, "İlmiye smifmm (ulemanın), kuruluş dönemi olarak kavram/aştm/an ilk yüz elli yıldaki geniş nüfuz alanı , Fatih'in iktidar yıllarmdan itibaren güçlenen enderun kaynaklı kul smifı tarafından önemli ölçüde sınır-
280
landınlmıştu: " demektedir. (Age, s. 77 ) Ancak, Doç. Akgündüz'e göre, "bu dengenin enderun çıkış
lılar lehine giderek daha da bozulması " ise, sadece Türklerin devletten giderek dışlanmalarına, "Türk tebaanın ikinci plana itilmişlik duygusuna kapılmasına" neden olmuştur. "Gayr-ı müslim tebaanın devlet tarafından düzenlenen bir süreçle siyasi-idari katılımını sağlamış olan kul bürokrasisi modeli zamanla, devletin sırtım dayadığı müslüman kesim/e ilişkisini kesintiye uğratmıştır. "
Görüldüğü gibi, radikal İslamcı bu Doçent de, II. Murad'dan itibaren, yönetsel görevlerden sonra artık yargısal görevlere de u lema yerine enderunluların ve şairlerin getirilmesinin, merkezde birtakım sorunlar yarattığını kabul etmekte, ancak "kendim için bir şey istiyorsam, namerdim" mantığıyla tıpkı, bu uygulamanın medreselilerle enderunlular arasında gizli bir iktidar kavgasına da yol açmış olabileceğinden kesinlikle söz etmeden, sanki o yıllarda insanlarda etnik kimlik bilinci söz konusuymuş gibi, konuyu saptırarak, bu olgunun İmparatorlukla Türkleri karşı karşıya getirdiğini iddia etmektedir.
Ne var ki , birkaç paragraf sonra, kendisi de , bu kavgaya bir göndermede bulunurmuşcasına, "U lema sınıfının, kul bürokrasisi güçlendikten sonra idari sistemden bütünüyle dışianmış olduğu anlamı da çıkarılmamalıdır " demek gereğini duymuştur.
Ayrıca, biraz da aşağılayıcı bir dille, "kul bürokrasisi" diye adlandırdığı bu yeni durumu irdelerken yaptığı çarpıtma, gördüğümüz kadarıyla bu kadarla da kalmamış, ilginçtir, ulemadan olmayan şairlerin de, katipliklerin yanı sıra kadılıklara ve kazaskerliklere getirilmiş olmalarına karşın, onları görmezden gelip, tam karşıtı, herhangi bir açıklamada bulunmaksızın "divan şiirinin de medrese kaynaklı bir edebiyat olduğunu" savlayarak, ona da sahip çıkmaya kalkışmıştır. (Age, s. 1 82) Ve, bu Doçente göre, divan edebiyatı : "Türklüğün tefekkür (düşünce) tahayyül (imgeleme) ve heyecanını yansıtmakta" dır. " 'Osmanlı asırları boyunca halk edebiyatı, tekke kaynaklı edebiyat ve me s nevi edebiyatı ile birlikte gelişen medrese kaynaklı bir edebiyat" tır.
28 1
Oysa, Mehmet Zeki Pakalın 'ın verdiği bilgilere göre, "münevver zümrenin (ulema dışındaki Osmanlı aydınlarının) aruz vezniyle yazdığı bu şiir/ere" de, "Tanzimat'tan sonra " , ola ki II . Abdülhamid döneminde "Divan Şiiri" denilmeye başlanılmıştır. Ş iirlerde genellikle padişahlarla devlet adamlarının methedilmesi ve şairterin de bir kısmının Enderunda yetişmiş olması dolayısıyla bu şiire "Saray edebiyatı veya Enderun edebiyatı diyenler" de vardır.
Osmanlı edebiyat eleştirmenlerince de, "Münevver zümrenin zevkine hitabeden ve münevver zümre tarafından meydana getirilmiş" bu edebiyat, "zihnf unsurlarla, muayyen hünerlere dayandığı için ilham noktasından ve/Ut (doğurgan/yaratıcı) olmayan" "çok zümrevi" ve "özellikle de teknik ve dünyaya bakış açısından taklit bir edebiyattu: " gene aynı kaynaktaki aktarmalara göre.
Bil indiği gibi, divan şiiri i lk kez XIX. yüzyılın ikinci yarısının ortalarında Tanzimat aydınlarınca, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi şairlerce eleştirilmeye başlanılmıştır. Daha sonra II . Abdülhamid döneminde de, İdadilerin açılması dolayısıyla tarihimizde ilk kez yazdırılan edebiyat ders kitaplarında, bu eleştiriler daha da ileriye götürülerek, üstelik "münevverlerin münevverler için yazdığı bir şiir olduğu" suçlamasıyla, sanki divan şiirinin belleklerden silinmesine çalışılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu 'nun resmi dili Osmanlıcanın kurucusu ve Osmanl ı düşüncesinin oluşmasına yüzyıllar boyunca son derece önemli katkılarda bulunmuş bu şiirin, üstelik XIX. yüzy ılın ikinci yarısından itibaren, gene Osmanlılarca böyle birden belleklerden bile silinmesine çalışılırmış gibi aşağılanması, gerçekten kolay kolay anlaşılır
şey değildir. Oysa, XIX. yüzyılın daha başlarında divan şiiri de bitmiştir
artık. Bu şiirin son temsilcileri, örneğin Enderunlu Vasıf I 824 yılında, Keçecizade İzzet Molla da 1 829 yılında ölmüşlerdir. B u tarihlerden sonra d a birtakım şairler aynı kalıplarla şiir yazmayı sürdürmeye çalışınışiarsa da, Tanzimat ' la birlikte, XIX. yüzyılın ikinci yarısında divan şiiri artık kesinlikle sona ermiştir.
282
Dolayısıyla bu düşmanlığın da, hele hele ders kitabı kavramının ve Osmanlı aydınlarına hazırlatılması düşüncesinin i lk kez Abdülhamid döneminde gündeme getirilerek, bütün kitapların medrese hocalarına (u lemaya) yazdırılmış olduğu düşünülürse, ta II. Murad döneminde başlamış u lema ile enderunlular ve şairler arasındaki gizli iktidar kavgasının kalıntısı bir eski kinden kaynaklandığından kuşkuya düşmernek de olanaksızdır galiba.
Çünkü, ulema, gördüğümüz kadarıyla, bireysel çıkarları çatışmadığı veya siyasal koşullar zorunlu kılmadığı sürece, enderunlularla, galiba işlevlerinin ve görev alanlarının birbirlerinden
çok farkl ı oluşu nedeniyle, genellikle sarayda belli bir denge içinde birarada bulunabildiği halde, divan şairleriyle sürekli sür
tüşmüştür sanki. Örneğin, ulema ne zaman sarayda söz sahibi
olmuşsa, ne ilginç rastlantıdır ki, şairler in ayağı saraydan hemen kesilmiş gibidir.
Başlarda da değinildiği gibi, ulemanın sarayda yeniden söz sahibi olmasını sağlayan III . Murad da Muradf mahlasıyla şiirler yazmaktadır ve Şair Nevi' yi sarayda oğlu Şehzade Mustafa'nın öğretmeni olarak görevlendirmiştir. Şehzade Mustafa ile birlikte tam 19 kardeşini aynı anda öldürterck tahta çıkan en bü
yük oğlu III. Mehmed de şehzadeliği sırasında şairlerden ders almış olsa gerek ki, Riyazi Efendi 'nin Şuara Tezkires i 'nde verdiği bilgiye göre, o da Adli mahlasıyla şiirler yazmaktadır. Ne var ki, Eğri savaşından sonra ulemanın saraydaki egemenliği daha da güçlenince, şairler sanki tamamen çıkarılmışlardır saraydan. Örneğin, Bostanzade Yahya Efendi, tarihinde, güya kendisi de şair olan I. Ahmed döneminde sarayda bir şairin de bulunduğundan kesinlikle söz etmemektedir.
Koca XVII. yüzyılda şairlerin sarayda yeniden söz sahibi kıl ınarak görevlendirildiği tek dönem ise, topu topu IV. Murad'ın, sanki İmparatorluğun kurtuluşu için Osmanlı sarayını ulema sultasından bir an önce kurtarmaya çalışırmış gibi ardı ardına ulema kellesi uçurttuğu son 8 yılı olmuştur ne i lginçtir ki . . .
Örneğin, IV. Murad, yalnız ünlü Nef' i ve Haleti'y i sarayda
283
görevlendirmekle de kalmamış, divan şiirinin bir başka büyük ustası Şeyhülislam Yahya'yı da, ulemanın onca fitne fücuruna rağmen iki kez Şeyhülislamlığa getirmiştir. Saltanatının son 6 yılında sürekli şeyhülislamı olan şairi, ayrıca Revan ve Bağdat seferlerine de götürmüştür beraberinde.
Şeyhülis lam Yahya da aslında medresede eğitim görmüş, müdenis olmuş, ardından çeşitli kadılıklarda ve kazaskerliklerde bulunmuş, ulema sınıfından biridir.
Ama bütün bunlara karşın, saraydaki ulema sınıfı, göreve getirilmesine şiddetle karşı gelmişmiş. Örneğin, daha ilk yılında, IV. Murad' ın tahta çıkmasına sanki karşıymış gibi bir dedikodu çıkartarak, S u lt anın şair i şeyhülislamlıktan almasını sağlamışlardır. Ne var ki, Sultan, iki yıl sonra yeniden şeyhülislamlığa getirmiştir onu.
Ulema, gene çeşitli fitne fücurlarla onu ikinci şeyhülislamlığından da ayrılmak zorunda bırakınca, genç IV Murad, şairi yanına çağırıp, "Bunlar seni azi itdiler, amma ben azi itmedim. Çiftliğine (dirliğine) git, bize dua ile meşgul ol. Padişahın padişah olduğu vakit, sen de kemiikiin (eskisi gibi) müfti olursun . " demiştir öfkeyle. Gerçekten de, iki yı l sonra, bu u lemadan çoğunun kellesini uçurtup iktidarı tam ele geçirince, onu yeniden şeyhülislamlığa getirmiş ve saltanatının sonuna dek şeyhülislam kalmasını sağlamıştır.
Ne var ki, IV. Murad' ın ansızın ölümünden sonra, bu kez de bir şiirindeki "Mescidde riyii-pfşeler etsün ko riyiiyi!Meyhaneye gel kim ne riyii var ne miiriiyt' beyitinden dolayı cadı kazanlarını yeniden kaynatmaya başlamışlar, Naima Tarihinde verilen bilgilere göre, Hurşid Çavuşoğlu adlı bir u lema, Fatih Camii 'ndeki bir vaızında "Ey ümmet-i Müslüman, her kim bu beyti okursa, kiifir olur. Zira bu beyt küfr-ü sarihtir " diyerek onu kil.fir bile i lan etmiştir.
IV. Murad 'ın şeyhülislamiarından Ahizade Hüseyin Efendi ile iki kez sadrazamlığa getirdiği Hafız Ahmed Paşa da şairdir. Ahizade Hüseyin Efendi, medreseele yetişmiş, müderrislik,
kadılık, kazaskerlik yapmış ünlü bir ulemadır ve aynı zamanda
284
Hüdayf mahlasıyla şiirler yazan iyi bir şairdir. Hafız Ahmed Paşa ise, enderunda yetişmiş, "bilgili, kalem sahibi, şair ve edip" biridir. Ne var ki, ikisi de öldürülmüştür.
Adından da anlaşılacağı gibi, aynı zamanda "hafiz" da olan Hafız Ahmed Paşa, buna rağmen daha birinci sadrazamlığı sırasında ulemanın gazabına uğrayarak, B ağdat seferinde valiyle anlaştığı için kenti fethetmediği dedikodularıyla hemen görevden aldırtılmıştır. IV. Murad'ın , yirmi yaşına basıp iktidarı tam anlamıyla ele alır almaz Hafız Ahmed Paşa'yı yeniden sadrazamlığa getirmesi üzerine de, başlarda ayrıntılarıyla yinelendiği gibi, ulema derhal Yeniçeri Ocağı 'nı ayaklandırarak sarayı
bastırmış ve sadrazamı, padişahın gözlerinin önünde parça parça ettirerek öldürtmüştür. Ancak, tarihçilerimizin bütün bu olayları Topa! Recep Paşa'nın sadrazam olabilmek için düzen
lediğinden kesinlikle kuşkusu yoktur. Hatta, IV. Murad' ın da, öcünü almak için, olaylardan kısa bir süre sonra, duruma yeniden egemen olur olmaz önce Topa! Recep Paşa' yı, ardından da ayaklanma s ırasında onunla işbirliği yaptığına inandığı Şey
hülislam Ahizade Hüseyin Efendi 'yi öldürttüğü görüşündedirler. Gerçi, tarihçilerimiz bu konuda kesinlikle ser verip sır ver
memektedirler. Ama, IV. Murad acaba gerçekten öç alma körlüğüyle mi öldürtmüştür şair Hüdayf' yi , yoksa ulema, çeşitli
oyunlarla aklını çelip, S ultan'a, Şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendi ' yi de, şair olduğu için mi öldürtmüştür? Doğrusu, araştınlsa gerektir bizce.
Çünkü, bir şi irinde "Bize mülhid (dinsiz) diyenin kendüde iman olsa/ Dahieden d inimize ( dinimiz e karışan) bôri miisülman olsa" diyen, XVII. y üzyılın son şair şeyhül islamı Bahayf Efendi 'yi de, daha genç yaşta, Halep kadılığı sırasında, Hoca Saadeddin Efendi ' nin torunu, ünlü bir ülema olmasına karşın,
bizce hiç kuşku yok ki salt şiirlerinden, şairliğinden dolayı, IV. Murad'a, "tütüne düşkünlüğü yüzünden işini görecek hali yoktur" diye jumaller gönderip, Halep' ten Kıbrıs 'a sürgün ettirerek
cezalandırmışlardır. Osmanlı divan şiiri, XVII. yüzyılda da Nef' iden, Şeyhülislam
285
Yahya'dan, Haletf' den, Bahayf'den başka, Nev' izade Atayf, Nail-f Kadim, Fehim-f Kadim, Neşatf, Fasih Ahmed, Nabi gibi büyük ustalar yetiştirmeyi sürdürmüştür elbette. Ancak, diyelim Köprülü Fazı! Ahmed Paşa'nın aynı zamanda Mevlevi derviş leri olan Neşati Ahmed Dede ile Fasih Ahmed Dede'yi müsahibliğine alıp özel katipliklere getirmesi ; Musahip Mustafa Paşa'nın 1 665 'te Urfa'dan İstanbu l 'a gelen Nabi'yi kendisine katip yapması; Fazı! Ahmed Paşa'nın gazabına uğrayıp Edirne'ye sürülıneden önce Nail-i Kadim' in bir süre maden kaleminde katip olarak çalışması gibi birkaç ayrıksı (istisnai) olayı saymazsak, ulemanın va! de s ultanlarla elele vererek, IV. M ur ad' ın
son 8 yıllık saltanatının dışında, yönetime tam anlamıyla egemen olduğu, İmparatorluğun çocuk ve deli padişahlar dönemi XVII. yüzyılın geri kalan kısmında saraya şairerin de alındığına, söz sahibi kılındığına, görevlendirildiğine dair, kesinlikle herhangi bir işaret yoktur tarihlerimizde, gördüğümüz kadarıyla.
Şairlerin S arayda yeniden gözükmeleri de, ta XVIII . yüzyılın başlarındaki, İmparatorluğun değilse bile İstanbul ' un kapılarının Avrupa'ya açıldığı ve doğal olarak ulemanın yetkilerinin kısıldığı Lale Devrine, III. Ahmed dönemine rastlamaktadır, ne ilginçtir ki . . .
B ilindiği gibi, Şair Nabi de, koruyucusu Musahip Mustafa Paşa'nın ölmesi üzerine' İstanbul ' dan ayrılarak Halep'e gidip yerleşmiş ve ancak 25 yıl sonra, 17 1 O' da, III. Ahmed döneminde, sadrazam olan Halep valisi Baltacı Mehmed Paşa ile birlikte dönmüştür İstanbu l ' a ve hemen darphane emirliğine getirilmiştir.
N abi 'nin, üstelik altmış küsur yaşındayken, XVIII. yüzyılın başında yeniden İstanbul 'a dönmesin de, galiba kendisinin yetiştirdiği şairlerden Rami'nin 1 703' te Rami Mehmed Paşa olarak sadrazamlığa getirilmiş olması kadar, bizce "şair, münşi (yazar), hattat'' bir kişi olan III . Ahmed' in tahta çıkması da mutlaka
önemli bir rol oynamış olsa gerektir doğrusu. Tarihçilerio daha sonraki yıllarda "La/e Devri" diye adlan
dırdıkları III. Ahmed ve Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim
286
Paşa döneminde Saray, sözcüğün tam anlamıyla şairlerle, müzikçilerle, hattatlarla, nakkaşlarla, yerli yabancı bilim adamlarıyla bir sanat ve kültür merkezi haline getirilmiştir gerçekten de. Her ne kadar, o günlerde İstanbul ' daki İngiliz e lçisinin eşi Lady Montagu, ünlü mektuplarında "İyi bir şair değilse de, memleketin güzide şairlerinden yararlanmayı iyi bilmişti1: " demekte ise de, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa da sonuçta
iyi veya kötü, şairdir. Nedim , dönemin simgesi haline gelmiştir. Daha sonra I. Mahmud döneminde şeyhülislamlığa da getirilen, İstanbul kadısı İshak Efendi, üç dilde şiirler yazan iy i bir şairdir. Divanı vardır.
III . Ahmed ' den sonra tahta çıkan ve kendisi de Sebkatf mahlasıyla şiirler yazan, şair, besteci I. Mahmud' un sadrazamların
dan Hekimoğlu Ali Paşa da şairdir, "Ali" mahlasıyla şiirler yazmaktadır. Şeyhülis lam İshak Efendi 'den başka, gene aynı
dönemde şeyhülislamlık yapmış Pirizade Mehmed Sahib Efendi de şairdir ve şiirlerinde "Sfıhib" malılasını kullanmaktadır.
I. Mahmud döneminde Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerinde bulunmuş, 1 755 yılında beş ay kadar da şeyhülislamlık yapmış Abdullah Vessaf Efendi de Abdi ve Vessaf mahlasıyla şiirler yazmaktadır ve Şeyh Galib' in ünlü "Hüsn-i Aşk" ı , Vessaf ' ın
"Hayal-i Behçet Abfid" adlı binbeşyüz beyitlik şiirinden et
kilenerek yazdığım öne sürenler de vardır. Osmanlı tarihindeki ilk teknik yüksek okul "Mühendishane
i Bahrri-i Hümayun" u kuran, aynı zamanda "Cihangir" mahlasıyla şiirler yazan ilerici sultanlardan III. Mustafa 'nın tam 7
yıl sadrazamlığını yapmış Koca Ragıp Paşa da ünlü bir divan şairidir. "Divamndaki şiir/eri, Nabi yolunda, hikmete dayanan, didaktik parça/ardır. Birçok beyiti, halk arasında atasözü gibi yayılmıştu: Bu özelliğiyle Ragıp Paşa' nın şiiri, N abi 'yi Ziya Paşa' ya bağlayan bir köprü olarak değerlendirilmektedir "
Dönemin Fıtnat Hamm' 1a birlikte önemli şairlerinden Haşmet'i de, Sarayda hafiz-i kütüb (kitaplık memuru) olarak görevlendirmiştir.
Koca Ragıp Paşa'nın şeyh ü lis lamlığa getirdiği Küçük
287
Çelebizade İsmail Asım Efendi de, genç yaşında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın oluşturduğu sanat ve bilim kurullarında görev almış, üç dilde şiirler yazan bir şairdir. "Nabi ile Nedim' in etkisinde yaZIImış, hem haklma ne, hem şu hane güzel şiirleri vardır. "
III. Mustafa'nın şeyhülislamiarından Pirizade Osman Sahib Efendi de, tıpkı babası Şeyhülislam Pirizade Mehmed Salıib Efendi gibi şairdir ve ş iirlerinde babasının da kul landığı "Sahib" malılasını kullanmıştır.
İy i bir şair olan ve şiirlerinde "İlhamf" malılasını kullanan, Osmanlı tarihinin yenilikçi sultanlarından III. Selim 'in tahta
çıktıktan kısa bir süre sonra şeyhülislamlığa getirdiği Mehmed Şer({ Efendi de, kızkardeşi Fıtnat Hanım gibi iyi bir şairdir ve üç
dilde şiirler yazmaktadır. B ir divanı vardır.
III . Selim'in şeyhülislamiarından Yahya Tevfik Efendi de geniş kültüre sahip aydın biridir ve üç dilde şiirler yazmaktadır, tarihçilerio verdikleri bilgilere göre.
Yukarda da değinildiği gibi, medrese eğitimi görmemiş olsalar bile, İ slamiyeti en az bir medreseli kadar, bir ulema kadar
iyi bildikleri tartışılmaz bu divan şairleri de, zaman zaman şiirlerinde dinsel konuları i ş lemişler, dini kasideler yazmışlar, mesnevilerine naatlar ve münacaatlar eklemiş lerdir. Ancak, gerek bu
örneklere bakarak, gerekse bunca şeyhülislamın da şair olmasından hareket ederek divan şiirinin bir dini şi ir olduğunu söyleyebilmek kesinlikle olanaksızdır elbette.
Abdülbaki Gölpınarlı hocanın da, "Divan edebiyatında hemen her şairde, hatta Nedim ' de bile tasavvufi eğilimler vardil: Fakat hiç biri, örneğin Yunus gibi yalnız tasavvufa dayanmamıştır. " diyerek ( 1 00 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yayınevi, İst. I 969, s . 1 74) belirttiği şekilde, divan şi irine dini şiir (zühdi ede
biyat) diyemiyeceğimiz gibi, tasavvuf şiiri diyebilmemiz de söz konusu değildir kuşkusuz.
Hatta, Atil la Özkırımlı'nın verdiği bilgilere bakılacak olursa, böyle bir olasılığı tartışmak bile saçmadır, anlamsızdır. Çünkü, "Şarap (mey), divan edebiyatının ana konularından, en çok kul-
288
lamlan mazmunlarındandır. Bu yaygın kullanı/ış divan edebiyatının bir mey edebiyatı olduğu yargısına bile yol açmıştır. " Nitekim Agah S ırrı Levend de, "Mey, divan şiiri için her şeydir · dilberdi1� sevgilidi1� maye-i cünun ( çılgınlığın mayası)dır, gevher-i can (yaşamın özü)dür, deva (ilaç)dır. Her türlü hassa (gerek duyulan şey) onda mevcuttur " diye yazmıştır. (Atilla Özkırımlı, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Cem Yayınevi, c-3, s. 85 I ) Bu nedenle, divan şairlerinin gözünde meyhanenin ayrı bir yeri, bir önemi vardır, sanki kutsaldır. Örneğin, Fuzuli, meyhaneler için "Mübarek mülkdür ol mülk viran olmasın yarab" demektedir.
Yukarda da yinelediğİrniz gibi, Şeyhülislam Yahya 'ya göre de, "meyhanede ne riya vard11� ne mürayi"
Nedim, ünlü beyitinde "Meyhane mukassi (kasvetli) görünür taşradan (dışardan) amma/ Bir başka fe ra h başka fetafet var içinde" demiştir bilindiği gibi.
Agfihi"ye göre: "Ey sufi, mescid de meyhane de birdi1: " Necati de: "Ş ol şehr içinde durma ki hazik tabib yok/Bir dahi
şol mahalde ki meyhane olmaya" yani eli usta doktoru olmayan kentin bir de meyhanesi yoksa orada hiç durma demiştir.
İlginçtir, divan şiirinde yalnız mey ve meyhane övülmemiş,
softalık, din e, i badete aşırı düşkünlük, kaba s of uluk, yobazlık da şiddetle eleştirilmiştir öte yandan. Nitekim, Atilla Özkırımlı, ansiklopedisinde, "Divan şiirinde zahit' i eleştirrnek neredeyse gelenekselleşmiştir. " demektedir. Gerçekten de, Nef' i, Şeyhülislam Yahya, Gaybf, Haşim, Muhyf, Nail/, Sabit, Koca Ragıp Paşa, Esrar Dede, Haşim Baba v.b. gibi çoğu medreseden yetişmiş, özellikle de XVII. ve XVIII. yüzyıl divan şairleri arasında, zühdiliği ve zahidleri eleştirmemiş kimse yoktur sanki.
Prof. Fuad Köprülü de, "Gelişen tasavvuf cereyanının İslam aleminde büyük bir kuvvet kazanması ve tarikatların çoğalıp yayılmasının, medreseye karşı tekkeyi oluşturduğunu" "Medresedekilerin , müslümamm diyenierin bile çok az bir kısmım 'Ehl-i Cennet' saymalarına karşılık, tekkedeki/erin yetmiş iki millete bir gözle bakmasının" ve "medresenin şiiri ve musikiyi
289
haram saymasına karşılık, tekkenin raksı , musikiyi, şiiri baştacı etmesinin " de bu iki kurum arasında büyük bir uçurum yarattığını belirttikten sonra, "Medreseden yetişen sU.filer ile tasavvufa intisab etmiş medresetiler bu derin uçurumu kapatmağa çalışmışlardi/: " diyerek açıklamaktadır bu durumu.
İ lginçtir, öteki edebiyat tarihçilerimiz ise, bu olgunun tarikatlar arasındaki çelişkiden kaynaklanmış olabileceğini bir olasılık şeklinde bile ele almaya cesaret edemeden, tıpkı bugünkü yöneticilerimizin "İrtica yok, mürfeci var" demeleri gibi, "bu eleştiriterin kesinlikle dinle bir ilgisinin bulunmadığını " , sadece birtakım yobazları hedef seçtiğini savunmaktadırlar ısrarla. Yani, medreseye kesinlikle toz kondurmamaktadırlar, her ne hikmetle ise . . .
Gerçekten, Yavuz S ultan Selim'in, "musahibi" olarak beraberinde Çaldıran Seferi 'ne götürdüğü, ünlü divan şairi
Tacizade Cafer Çelebi ' yi, İstanbul ' a dönüldükten sonra, Amasya'daki ayaklanmada yeniçerileri kışkırtan kişinin o olduğuna dair dedikodular çıkartılarak, gene Yavuz'a astırtılmasında, medreselilerle divan şairleri arasındaki bu gizli iktidar kavgasının hiç mi rolü olmamıştır? Dedikoduları çıkaranlar, Saraya duyurup, Sultanı gazaba getirecek kadar yakınında olanlar kim
lerdir?
Tarihçiterin verdikleri bilgilere göre, Kanuni 'nin sadrazamlarından İbrahim Paşa'yı gazaba getirerek, XVI. yüzyılın büyük yeteneklerinden genç şair Figani 'y i , henüz 25-26 yaşlarında var yokken astırtacak kadar ağır "iftiralarda bulunan rakipleri" gerçekten kimler olabilir acaba?
Kanuni döneminde Sarayın "Şeyh-ül Şuara" sı, dini konularda hiç şiir yazmamış Baki, acaba kimlerin gazabına uğrayarak III. Murad döneminde hemen gözden düşmüş ve s ürgün
cezasına çarptırılmıştır? Sonra da, güya bağışlanarak Üs
küdar 'da oturmaya zorunlu k1lınmıştır? Şair Nef' f, medreseli tarihçiterin altını çize çize ısrarla belirt
tikleri gibi, gerçekten salt sözünde durmayıp yeni bir hivic daha yazdığı için mi, ü stelik o günlerde henüz sadrazam da olmayan
290
B ayram Paşa tarafından odunlukta boğdurtularak öldürülmüştür? Ardı ardına ulema kellesi uçurttuğu günlerde IV. Murad' ın musahibi olarak sürekli yakın çevresinde bulunması, bu cinayette hiç mi rol oynamamıştır acaba? Bu cinayetlerden dolayı, kendisi de bir cinayete kurban edilerek cezalandırılmış olamaz mı yani?
Şair Nail/'nin, Osmanlı tarihinin saygın sadrazamlarından Köprülü Fazı! Ahmed Paşa'nın; Şair Haşmet ' in de Sadrazam Koca Ra gıp Paşa 'nın durup dururken gazabına uğrayıp, görevlerinden alınarak sürgün edilmeleri, gerçekten salt kişisel öfkelerin ürünleri midir acaba?
Şair Nedim ' in Patrona Halil ayaklanması sırasında canını kurtarmak için damdan dama atlayarak kaçarken düşüp öldüğü de, salt şairi aşağılamak, küçük düşürmek için medreseli tarihçilerce özellikle uydurulmuş olamaz mı?
Kısacası, Osmanlı İmparatorluğu 'nun oluşumu ile divan şiiri arasında yazgısal bir nedensellik i lişkisi bulunduğundan kuşkulanabilmek bile oanaksızdır galiba. Gerçek Osmanlı tarihi de, şiir tarihinde gizli bulunsa gerektir bu yüzden.
Ve, Prof. Köprülü ' nün saptamasıyla "sufi olarak yetişmiş veya sonradan tasavvıifa intisab etmiş" bile o lsalar, bunca medreselinin şiir yazması, nasıl divan şiirinin bir "zühdi edebiyat" veya "tasavvuf edebiyatı " olduğunu kanıtlamıyorsa, kuşkusuz ulemanın şiir sevdij?ini de kanıtlarnamaktadır kesinlikle.
Ve, ulema şiire de düşmandır, hiç kuşku yok . . .
Osmanlı Tarihinin Şifre Anahtarı da Galiba "Ulu Hakan"dır . . .
Ne garip rastlantıdır ki, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında, imparatorluk, bir yandan da can ha viiyle B atılı uzmanlara askerlik okulları açtırarak direnmeye çalışmasına karşın, sanki bir eğik düzeyde kayarmış gibi artık hızla gerilerken, şiir de tıpkı bir mum gibi, parlaklığını yitirip sönmeye başlamıştır yavaş yavaş.
XIX. yüzyıla girildiğinde de, arık bütünüyle bitmiştir divan
2 9 1
şiiri, tıpkı yeniçeri ocağının bitmesi gibi . . . Ve ne acıdır ki, gene tıpkı yeniçeri ocağının yerine yıl larca yeni bir ordu kurulamaması gibi, divan şiirinin yerine de yeni bir şiir yaratılamamıştır ta Tanzimat sonrasına kadar.
Bu nedenle, Osmanlı sarayındaki gizli iktidar kavgası da, kendiliğinden sona ermiştir doğal olarak. Artık ulema rakipsizdir. Dolayısıyla, diyelim II. Mahmu d'un saraydaki görevlilere Fransız usulü üniformalar giydirmek, yabancıların düzenledik
leri toplantılarda Müslümanların da şarap içmelerine izin vermek, devlet dairelerine resmini astırmak gibi çocuksu reform girişimlerini bile fazla önemsememekte, hoşgörüyle karşılayıp
göz yummaktadırlar. Ne var ki, II. Mahmud'un ölümünün hemen ardından, Mısır
valisi Mehmed Ali Paşa'nın askerleri, henüz kurulmakta olan Osmanlı ordusunu yenmiş, Anadolu içlerinde i lerlemektedir.
Aynı günlerde, Kaptan-ı derya Firari Ahmed Paşa bütün Osmanlı donanmasını kaçırıp, İ skenderiye'de Mehmed Ali Paşa'ya teslim etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu 'nun artık ne ordusu vardır, ne de donanması . . . Henüz onsekiz yaşındaki genç sultan Ahdülmecid de, Mısır ' la aralarındaki sorunu ancak İngilizlerin çözeceğine inandığı için, çaresiz, daha önce Londra ve Paris elçiliklerinde bulunmuş Mustafa Reşit Paşa'yı dışişleri bakanı
yapmıştır. Mustafa Reşit Paşa da, Fransa ve İngi ltere 'nin desteğini an
cak öyle sağlayabileceğine inandığından , İmparatorluğun
yapısını tepeden tırnağa, kökten değiştirmeyi vadeden Tanzimat Fermanı 'nı okumuştur.
Gerçi Tanzimat Fermanı 'nda edebiyatla ilgili bir bölüm yoktur. Ama, gerek toplumsal yapıda yavaş da olsa gerçekleştirilen bazı reformlar, gerekse yüksek öğretİrnde yabancı dil öğreniminin zorunlu kılınması ve Avrupa'ya öğrenci gönderilmesi gibi nedenlerle yeni bir edebiyat da fi l izlenmeye başlamıştır doğal olarak.
Örneğin, Tanzimat edebiyatının kurucularından, Mustafa Reşit Paşa'nın "ulum-u iktisadiye \'e maliye" okuması için
292
Paris 'e gönderdiği Şinasi, orada "edehiyata dalmış" ve şair olarak dönmüştür yurda. İlk Türkçe oyunu yazmıştır. Sakalını kestiği için "Meclis-i Maarif' üyel iğinden atılıp, maaşından ve ulemalıktan edilince de, Agah Efendi i le l 860'ta ilk Türkçe gazeteyi, Tercüman-ı llhm/'ı çıkarmıştır.
Tanzimat ş iirinin öteki kurucuları Namık Kemal ve Ziya Paşa da, siyasal düşüncelerinden dolayı daha i lk günden Saraya ters düşmüşlerdir. l 865 ' lerde "Genç Osmanlılar Cemiyet/" adında
bir gizli örgüt kurdukları için de 1 867 ' de yurt dışına kaçmak zorunda kalmış lardır Sultan Abdülaziz'in gazabından korkup.
Ancak, Tanzimat şiiri de, her ne kadar hak, hukuk, özgürlük, uygarlık, vatan, vatan sevgisi , Osmanlıl ık gibi kavramları Osmanlıcada ilk kez kullanmışsa da, ne yazık ki kendine özgü yeni
bir şiir dili kuramamıştır. Eski geleneklerle, Batılı yeni şiir teknikleri ve anlayış ı arasında bocaladığından ş i irsel değerinden de çok şey yi tirmiştir doğal olarak. Bu nedenle de, özellikle Abdülhamid döneminde, artık şi irin yerini hızla nesir almıştır Tanzimat edebiyatında. Şiir bile nesirde aranmaktadır. Örneğin, o dönemin moda edebiyat türü de mensur şiir' dir.
Bil indiği gibi, Osmanlı şi irine "D/I '([n Şiiri" adı da bu dönemde takı lmış ve edebiyatçı larımızın, edebiyat tarih
çilerimizin bu şiiri yerelen yere çalarak, toplumsal ya�amımızdan çıkarıp atmaya çalı şmaları da bu dönemde başlamıştır.
Abdülhamid dönemi, bu anlamda da birçok şifre saklasa gerektir doğrusu.
Ye, bizce hiç kuşku yok ki, bu dönemde saklı şifre anahtarları iyi kavranılmadan, Osmanlıyı gerçek kimliğiyle tanıyahilmenin de olanağı yoktur kesinlikle . . .
B İRİNCİ KISMIN SONU
293