nâzım hikmet ve onun İnsan manzaralarі: siyasetin Şiirle ... in frage tr.pdf · 1. yıl / 37....

6
WWW.STEIRISCHERHERBST.AT 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1 S evgili okuyucular, Biz çokuz ve çoğunluğuz! Farklılıkların çoklukları ayrıştır- mak üzere kullanıldığı ve birer şiddet unsuruna dönüştürüldüğü günlerden geçiyoruz dünya üzerinde. Her şeyin hik- metinden sual etmemiz gerekiyor. Elinizde tuttuğunuz bu gazete 51. stei- rischer herbst Festivali’nin çerçevesinde Açık Sorular Bürosu ve JUKUS Derneği or- tak çalışmasıyla üretildi. Yola çıkış nokta- mız ise politik ve edebi duruşuyla Nâzım Hikmet ve başyapıtı Memleketimden İn- san Manzaraları. steirischer herbst için bu yapıtın ilk kitabını sahneleyen Belçikalı genç koreograf Michiel Vandevelde Mem- leketimden İnsan Manzaraları’nı 16 yaşın- dan beri yanında taşıyor. 1941’de yazılan bu epik metnin İkinci Dünya Savaşı’nın ruhunu çok iyi anlattığını, böyle güçlü an- latıların bize, insanlığın kendine yaşattığı zor zamanlardan hatırlamamız gereken- leri kalıcı kıldığını düşünüyor. Avusturya’da geniş çevrelerce tanınma- yan ama tabii ki Türkiye’de ve dünyanın pek çok ülkesinde modern klasikler ara- sında gösterilen Memleketimden İnsan Manzaraları hem edebi tarz olarak taze- liğini koruyor hem de bugünün çatışma- lı coğrafyasında yeni halk cephelerinin oluşmasında ilham kaynağı olma kapasi- tesi taşıyor. Gazetemizde, Michiel Vandevelde ile yapılan bilgilendirici bir söyleşi mev- cut. Antropolog ve gazeteci Ayşe Çav- dar Türkiye’de yaşayan ve yaşamayan Türkiyelilerin ülkeye bakışı arasında- ki farklılıkları dile getiriyor; tiyatro ya- zarı ve eleştirmen Zehra İpşiroğlu İnsan Manzaraları’ndan yola çıkarak üretti- ği Kadın Manzaraları oyunu ve süreci- ni anlatıyor; politik bilim araştırmacısı Anton Jaeger kendisiyle yaptığımız söy- leşide popülizmin Avrupa’daki dönüşü- münü detaylandırıyor. Ayrıca 4 Ekim’de Literaturhaus’da Memleketimden İnsan Manzaraları üzerine gerçekleşecek tar- tışmaya katılan Erhan Altan, Erich Klein, Kerem Öktem ve Esra Özmen bu yapıtın kendileri için taşıdığı anlamı siz okuyu- cularımız için kısaca kaleme alıyor. Bütün bu heyecanlandırıcı yazı ve söyleşilere İstanbul’da yaşayan ve çalışan karikatü- rist Cem Dinlenmiş’in karikatürleri eşlik ediyor. Avrupa’nın bütün bölgelerinde son dö- nemlerde yükselen ve en son Almanya’nın Chemlitz kentinde bir üst noktaya ulaşan ırkçı, faşizan ve demokrasi karşıtı göste- riler ve saldırılar yeni Avrupa’daki sancı- lı kimlik değişiminin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu bizlere gösteriyor. Hikmetinden Sual Olunsun her olgunun siyah ve beyaza indirgendiği bu dönemde farklı okumaların ve suallerin vesilesi ol- mayı arzuluyor. Nâzım Hikmet’e olan ilginin kayna- ğı nedir? Hikmet’ten ilk defa bahset- tiğini duymak güzel bir sürpriz oldu. Çünkü kendisini çok özel insanların paylaştığı saklı bir bilgi olarak görü- rüm. Evet, Hikmet Avrupa’da dünyanın başka yerlerinde tanındığı kadar çok tanınmı- yor. Memleketimden İnsan Manzaraları kitabını babamdan 16 yaşımdayken al- dım. O günden beri bu kitap hep yakı- nımdadır, arasıra parçalar okurum. Son beş yıldır bu kitabı dijital dünya metod- larıyla yeniden yorumlama fikri üzerine çalışıyordum. Ama bir noktada teknoloji etrafındaki tüm söylemi bir kenara bıra- karak insan olmanın ne demek olduğu- na yönelmeye ve İnsan Manzaraları’nın beş kitabını uzun bir süreç içerisinde sahneye koymaya, bu işe de ilk kitap- tan başlamaya karar verdim. Neredeyse filmik bir şekilde önce insanlara odak- lanan sonra odağını etrafındaki büyük resme ve manzaraya değiştiren bir içgö- rüye sahip bu kitap kendi adını çok iyi açıklıyor. İnsan Manzaraları bugün de hâlâ önemini koruyan bir dönemin tari- hini anlatan basit bir epik şiir. “İnsan olmak ne anlama gelir” AYşE ÇAVDAR Soruyorum, Türkiyeli misiniz? “Yok, ben lanetliyim.” Neden öyle söylediniz? “Uzun hikâye.” Telefon numaralarımızı değiş tokuş ediyoruz. Kararlaştırdığımız gün araba- sıyla geliyor ve doğup büyüdüğü şehri gezdiriyor. “Lanetli” meselesinden baş- lıyoruz sohbete. “Ne buralıyım, ne ora- lı, lanetliyim işte” diye cevaplıyor. Ne yaşadığı bu şehre ne yaşamak istediği yere, yani Türkiye’ye “sığdığını” söylü- yor. “Uyum” yerine “sığma” sözcüğünü kullanıyor. İlgimi çektiğinden gayet emin ama gene de pekiştirmek istiyor. şakacı bir üslupla, “Koyu Erdoğan’cıyım ona göre,” diyor ve gülüyor. Erdoğan değil benim derdim, ama madem sen söyle- din, sorayım, niye koyu Erdoğan’cısın? 2001 krizine gidiyor: “Bild gazetesi vardır burada, kötüdür, kimse ciddiye almaz. Bir yerde gazeteyi elime aldım. Sağ alt köşesinde komik bir haber olur her zaman. Oraya baktım. Türk Lirası vardı. Ne kadar çok sıfırı olduğunu ve herkesi kolayca milyarder yaptığını ya- zıyordu. Dalga geçiyordu.” Gözümde- ki soru işaretini görmüş olmalı. “Yani bizimle dalga geçiyorlardı. Onurum in- cindi, çok öfkelendim.” Erdoğan, rehberimin gönlünü liradan sıfır atarak kazanmış. Bunun liranın değerine bir etkisi olmadığını söyle- dim. “Olsun” dedi, “artık ucuz görün- müyordu.” Doğrusu paranın milli bir sembol olduğunu hiç düşünmemiştim. Hem zamansal hem de mekânsal olarak bu denli uzaktan bakıldığında her şe- yin birer sembole dönüşebildiğini an- lamam zaman aldı. Kaçınılmaz olarak 2001 krizinin Türkiye’de nasıl yaşandığını hatırla- dım. Kazandığımız para bir gecede pul olmuştu. Üstelik işlerimizi kaybet- miş, artık o pulu bile kazanamaz ol- muştuk. Ne eğitimimiz, ne tecrübemiz para ediyordu. Temettüat faizleri yü- zünden kredi kartlarımızdaki üç-beş kuruş borcumuz milyarlara fırlamış- tı. Evlerimizi değiştirmiş, birbirimize sığınmıştık, herkes icradan kaçıyor- du. Rehberimin onuru lirayla, hiç ya- şamadığı ve yaşamayı da düşünmediği ülkenin para değeriyle, dalga geçildi- ği için incinmişti. Oysa aynı günlerde lira bizimle dalga geçer gibiydi ve inci- nen yalnız onurumuz değildi. Kriz ne- deniyle intihar edenlere dair haberler okuyor, birbirimizin gözünün içine ba- kıyorduk. Liradan sıfır atılması Kemal Derviş’in IMF ve Dünya Bankası’ndan alınması- na aracılık ettiği kredilere eşlik eden acı reçetenin bir parçasıydı. Birçoğu- muzu her şeye sıfırdan başlamaya zor- layan o kararlar “Erdoğan Mucizesi”nin temel taşları oldu. Bugün yan etkileri her alanda yaşanan o ilaçların zehrine ancak Erdoğan gibi iyi bir pazarlamacı ikna edebilirdi insanları. Eh, üstlendiği işi layıkıyla yerine de getirdi. Ben bunları düşünürken rehberim her sene yalnızca bir aylığına gitti- ği Türkiye’nin geçmişini ve bugü- nünü karşılaştırıyordu: “Çocukken Türkiye’ye gitmek istemezdim. Bak- kalda yalnızca iki marka çikolata var- dı. Gidecek hiçbir yer, yapacak hiçbir şey yoktu. Sıkılıyordum. Ama şimdi Türkiye çok kalkındı. Erdoğan’dan da Türkiye’den de herkes çok çekini- yor. İple çekiyorum izin dönemimi, Türkiye’ye gidebileyim diye.” Kalkınma deyince aklıma geldi, iyi de Türkiye ile Almanya bu konuda kıyas ka- bul etmez. Cevabı: Bir müşterek olarak memleket Editörden Michiel Vandevelde, Ekaterina Degot ve Katalin Erdödi ile söyleşiyor >> devamı 5. sayfada >> devamı 3. sayfada Öfkesiz kederiyle konuşuyor biri: “— Yövmilbeter, beterden beter. Sonra yeter. Paranın tuncu. İnsanın piçi. Hepsi mi ama iyisi de var.” NâZIM HİKMET Stellt in Frage! Hikmetinden Sual Olunsun Nâzım Hikmet ve Onun İnsan Manzaralarі : Siyasetin Şiirle Birleşimi “Açık Sınırlar” MOHAMED HANEEN Fotoğraf yarışması birincisi Hikmetinden Sual Olunsun (Stellt in Frage!) Sunumu JUKUS ve Açık Sorular Bürosu ortaklığıyla hazırlanmıştır. “Steiermark İnsan Manzaraları” Fotoğraf Yarışması ödül töreni Gazeteci ve antropolog Ayşe Çavdar, Övül Ö. Durmuşoğlu ve Ali Özbaş ile söyleşiyor. Editörlerle okuma ve tartışma 22.9., 16:30 herbstbar / Postgarage Café Dreihackengasse 42 köşesi Rösselmühlpark, 8020 Graz Almanca ve Türkçe Giriş ücretsizdir. Bu etkinlik Grieskram 2018 çerçevesinde gerçekleşmektedir. Michiel Vandevelde Human Landscapes − Book I Performans 22.9., 23.9., 24.9., 19:00 Orpheum Extra Orpheumgasse 8 8020 Graz İngilizce / Almanca ve Türkçe altyazılı Festival bileti ile giriş ücretsizdir. Tek bilet 15/11 Euro Oturma kapasitesi sınırlıdır, rezervasyon yapılması rica olunur! Kamusal Program 23.9., yaklaşık 20:30‘da (performans sonrası) Michiel Vandevelde ile Anton Jäger (tarihçi, Cambridge) arasında söyleşi İngilizce. Giriş ücretsizdir. steirischer herbst için hazırlanmıştır Bir steirischer herbst ve Disagree vzw yapımı Flanders State of the Art destekleriyle GRAZ, AVUSTURYA

Upload: others

Post on 14-Sep-2019

15 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Nâzım Hikmet ve Onun İnsan Manzaralarі: Siyasetin Şiirle ... in frage TR.pdf · 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1 Sevgili okuyucular, Biz çokuz ve çoğunluğuz! Farklılıkların

WWW.STEIRISCHERHERBST.AT 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1

S evgili okuyucular,Biz çokuz ve çoğunluğuz!Farklılıkların çoklukları ayrıştır-

mak üzere kullanıldığı ve birer şiddet unsuruna dönüştürüldüğü günlerden geçiyoruz dünya üzerinde. Her şeyin hik-metinden sual etmemiz gerekiyor.Elinizde tuttuğunuz bu gazete 51. stei-rischer herbst Festivali’nin çerçevesinde Açık Sorular Bürosu ve JUKUS Derneği or-tak çalışmasıyla üretildi. Yola çıkış nokta-mız ise politik ve edebi duruşuyla Nâzım Hikmet ve başyapıtı Memleketimden İn-san Manzaraları. steirischer herbst için bu yapıtın ilk kitabını sahneleyen Belçikalı genç koreograf Michiel Vandevelde Mem-leketimden İnsan Manzaraları’nı 16 yaşın-dan beri yanında taşıyor. 1941’de yazılan bu epik metnin İkinci Dünya Savaşı’nın ruhunu çok iyi anlattığını, böyle güçlü an-latıların bize, insanlığın kendine yaşattığı zor zamanlardan hatırlamamız gereken-leri kalıcı kıldığını düşünüyor.Avusturya’da geniş çevrelerce tanınma-yan ama tabii ki Türkiye’de ve dünyanın pek çok ülkesinde modern klasikler ara-sında gösterilen Memleketimden İnsan Manzaraları hem edebi tarz olarak taze-liğini koruyor hem de bugünün çatışma-lı coğrafyasında yeni halk cephelerinin oluşmasında ilham kaynağı olma kapasi-tesi taşıyor.Gazetemizde, Michiel Vandevelde ile yapılan bilgilendirici bir söyleşi mev-cut. Antropolog ve gazeteci Ayşe Çav-dar Türkiye’de yaşayan ve yaşamayan Türkiyelilerin ülkeye bakışı arasında-ki farklılıkları dile getiriyor; tiyatro ya-zarı ve eleştirmen Zehra İpşiroğlu İnsan Manzaraları’ndan yola çıkarak üretti-ği Kadın Manzaraları oyunu ve süreci-ni anlatıyor; politik bilim araştırmacısı Anton Jaeger kendisiyle yaptığımız söy-leşide popülizmin Avrupa’daki dönüşü-münü detaylandırıyor. Ayrıca 4 Ekim’de Literaturhaus’da Memleketimden İnsan Manzaraları üzerine gerçekleşecek tar-tışmaya katılan Erhan Altan, Erich Klein, Kerem Öktem ve Esra Özmen bu yapıtın kendileri için taşıdığı anlamı siz okuyu-cularımız için kısaca kaleme alıyor. Bütün bu heyecanlandırıcı yazı ve söyleşilere İstanbul’da yaşayan ve çalışan karikatü-rist Cem Dinlenmiş’in karikatürleri eşlik ediyor.Avrupa’nın bütün bölgelerinde son dö-nemlerde yükselen ve en son Almanya’nın Chemlitz kentinde bir üst noktaya ulaşan ırkçı, faşizan ve demokrasi karşıtı göste-riler ve saldırılar yeni Avrupa’daki sancı-lı kimlik değişiminin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu bizlere gösteriyor.Hikmetinden Sual Olunsun her olgunun siyah ve beyaza indirgendiği bu dönemde farklı okumaların ve suallerin vesilesi ol-mayı arzuluyor.

Nâzım Hikmet’e olan ilginin kayna-ğı nedir? Hikmet’ten ilk defa bahset-tiğini duymak güzel bir sürpriz oldu. Çünkü kendisini çok özel insanların paylaştığı saklı bir bilgi olarak görü-rüm. Evet, Hikmet Avrupa’da dünyanın başka yerlerinde tanındığı kadar çok tanınmı-yor. Memleketimden İnsan Manzaraları kitabını babamdan 16 yaşımdayken al-

dım. O günden beri bu kitap hep yakı-nımdadır, arasıra parçalar okurum. Son beş yıldır bu kitabı dijital dünya metod-larıyla yeniden yorumlama fikri üzerine çalışıyordum. Ama bir noktada teknoloji etrafındaki tüm söylemi bir kenara bıra-karak insan olmanın ne demek olduğu-na yönelmeye ve İnsan Manzaraları’nın beş kitabını uzun bir süreç içerisinde sahneye koymaya, bu işe de ilk kitap-

tan başlamaya karar verdim. Neredeyse filmik bir şekilde önce insanlara odak-lanan sonra odağını etrafındaki büyük resme ve manzaraya değiştiren bir içgö-rüye sahip bu kitap kendi adını çok iyi açıklıyor. İnsan Manzaraları bugün de hâlâ önemini koruyan bir dönemin tari-hini anlatan basit bir epik şiir.

“İnsan olmak ne anlama gelir”

AYşE ÇAVDAR

Soruyorum, Türkiyeli misiniz? “Yok, ben lanetliyim.” Neden öyle söylediniz? “Uzun hikâye.”

Telefon numaralarımızı değiş tokuş ediyoruz. Kararlaştırdığımız gün araba-sıyla geliyor ve doğup büyüdüğü şehri gezdiriyor. “Lanetli” meselesinden baş-lıyoruz sohbete. “Ne buralıyım, ne ora-lı, lanetliyim işte” diye cevaplıyor. Ne yaşadığı bu şehre ne yaşamak istediği yere, yani Türkiye’ye “sığdığını” söylü-yor. “Uyum” yerine “sığma” sözcüğünü kullanıyor. İlgimi çektiğinden gayet emin ama gene de pekiştirmek istiyor. şakacı bir üslupla, “Koyu Erdoğan’cıyım ona göre,” diyor ve gülüyor. Erdoğan değil benim derdim, ama madem sen söyle-din, sorayım, niye koyu Erdoğan’cısın? 2001 krizine gidiyor: “Bild gazetesi vardır burada, kötüdür, kimse ciddiye almaz. Bir yerde gazeteyi elime aldım. Sağ alt köşesinde komik bir haber olur her zaman. Oraya baktım. Türk Lirası vardı. Ne kadar çok sıfırı olduğunu ve herkesi kolayca milyarder yaptığını ya-zıyordu. Dalga geçiyordu.” Gözümde-ki soru işaretini görmüş olmalı. “Yani bizimle dalga geçiyorlardı. Onurum in-cindi, çok öfkelendim.” Erdoğan, rehberimin gönlünü liradan sıfır atarak kazanmış. Bunun liranın değerine bir etkisi olmadığını söyle-dim. “Olsun” dedi, “artık ucuz görün-müyordu.” Doğrusu paranın milli bir sembol olduğunu hiç düşünmemiştim. Hem zamansal hem de mekânsal olarak

bu denli uzaktan bakıldığında her şe-yin birer sembole dönüşebildiğini an-lamam zaman aldı. Kaçınılmaz olarak 2001 krizinin Türkiye’de nasıl yaşandığını hatırla-dım. Kazandığımız para bir gecede pul olmuştu. Üstelik işlerimizi kaybet-miş, artık o pulu bile kazanamaz ol-muştuk. Ne eğitimimiz, ne tecrübemiz para ediyordu. Temettüat faizleri yü-zünden kredi kartlarımızdaki üç-beş kuruş borcumuz milyarlara fırlamış-tı. Evlerimizi değiştirmiş, birbirimize sığınmıştık, herkes icradan kaçıyor-du. Rehberimin onuru lirayla, hiç ya-şamadığı ve yaşamayı da düşünmediği ülkenin para değeriyle, dalga geçildi-ği için incinmişti. Oysa aynı günlerde lira bizimle dalga geçer gibiydi ve inci-nen yalnız onurumuz değildi. Kriz ne-deniyle intihar edenlere dair haberler okuyor, birbirimizin gözünün içine ba-kıyorduk. Liradan sıfır atılması Kemal Derviş’in IMF ve Dünya Bankası’ndan alınması-na aracılık ettiği kredilere eşlik eden acı reçetenin bir parçasıydı. Birçoğu-muzu her şeye sıfırdan başlamaya zor-layan o kararlar “Erdoğan Mucizesi”nin temel taşları oldu. Bugün yan etkileri her alanda yaşanan o ilaçların zehrine ancak Erdoğan gibi iyi bir pazarlamacı ikna edebilirdi insanları. Eh, üstlendiği işi layıkıyla yerine de getirdi. Ben bunları düşünürken rehberim her sene yalnızca bir aylığına gitti-ği Türkiye’nin geçmişini ve bugü-nünü karşılaştırıyordu: “Çocukken Türkiye’ye gitmek istemezdim. Bak-kalda yalnızca iki marka çikolata var-dı. Gidecek hiçbir yer, yapacak hiçbir şey yoktu. Sıkılıyordum. Ama şimdi

Türkiye çok kalkındı. Erdoğan’dan da Türkiye’den de herkes çok çekini-yor. İple çekiyorum izin dönemimi, Türkiye’ye gidebileyim diye.”Kalkınma deyince aklıma geldi, iyi de Türkiye ile Almanya bu konuda kıyas ka-bul etmez. Cevabı:

Bir müşterek olarak memleket

Editörden

Michiel Vandevelde, Ekaterina Degot ve Katalin Erdödi ile söyleşiyor

>> devamı 5. sayfada

>> devamı 3. sayfada

Öfkesiz kederiyle konuşuyor biri: “— Yövmilbeter,

beterden beter. Sonra yeter. Paranın tuncu. İnsanın piçi. Hepsi mi ama

iyisi de var.”

NâZIM HİKMET

Stellt in Frage!

Hikmetinden Sual OlunsunNâzım Hikmet ve Onun İnsan Manzaralarі: Siyasetin Şiirle Birleşimi

“Açık Sınırlar”

MOHAMED HANEEN

Fotoğraf yarışması birincisi

Hikmetinden Sual Olunsun (Stellt in Frage!) SunumuJUKUS ve Açık Sorular Bürosu ortaklığıyla hazırlanmıştır.

“Steiermark İnsan Manzaraları” Fotoğraf Yarışması ödül töreni

Gazeteci ve antropolog Ayşe Çavdar, Övül Ö. Durmuşoğlu ve Ali Özbaş ile söyleşiyor.Editörlerle okuma ve tartışma

22.9., 16:30 herbstbar / Postgarage CaféDreihackengasse 42 köşesiRösselmühlpark, 8020 Graz

Almanca ve Türkçe Giriş ücretsizdir.

Bu etkinlik Grieskram 2018 çerçevesinde gerçekleşmektedir.

Michiel VandeveldeHuman Landscapes − Book IPerformans

22.9., 23.9., 24.9., 19:00Orpheum Extra Orpheumgasse 88020 Graz

İngilizce / Almanca ve Türkçe altyazılı

Festival bileti ile giriş ücretsizdir. Tek bilet 15/11 Euro Oturma kapasitesi sınırlıdır, rezervasyon yapılması rica olunur! Kamusal Program 23.9., yaklaşık 20:30‘da (performans sonrası) Michiel Vandevelde ile Anton Jäger (tarihçi, Cambridge) arasında söyleşi İngilizce. Giriş ücretsizdir.

steirischer herbst için hazırlanmıştırBir steirischer herbst ve Disagree vzw yapımıFlanders State of the Art destekleriyle

GRAZ, AVUSTURYA

Page 2: Nâzım Hikmet ve Onun İnsan Manzaralarі: Siyasetin Şiirle ... in frage TR.pdf · 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1 Sevgili okuyucular, Biz çokuz ve çoğunluğuz! Farklılıkların

2 Hikmetinden Sual Olunsun 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1

ZEHRA İPşİROğLU

S on yıllarda Türkiye’de ya da Al-manya, Avusturya gibi Türklerin yaşadığı ülkelerde kadına yöne-

lik şiddet hem arttı hem de görünürlük kazandı. Belki artmasının nedeni kadın-ların yavaş yavaş bilinçlenmeleriyle il-gili. Birçok kadın kendilerine erkekler tarafından dayatılan bir yaşamı artık is-temiyor. Okumak, meslek sahibi olmak, kendi seçtiği kişiyle evlenmek, istediği gibi bir yaşam kurmak, mutsuz bir evli-likten kurtularak boşanmak, çocuk do-ğurup doğurmayacağına kendisi karar vermek isteyen kadınların sayısı günden güne artıyor. 2013 yılında kolektif bir karşı koymayı dile getiren İstanbul Gezi olaylarında kadınlar başı çekiyordu. Gezi’de kendilerine dayatılan gelenek-sel yaşam biçimine karşı çıkan kadın-ların nasıl bir gizil gücü oluşturdukları iyice belirginleşmişti. Bu toplumda bir şeyler değişecekse bu mutlaka kadınla-rın aktif katılımıyla gerçekleşecek. Öte yandan geleneklerin ve dinin baskısı bugün doruğuna ulaşmış durumda. Din-ci ve milliyetçi eril söylemlerin insan, kadın ve çocuk haklarının önüne geçti-ği bir ortamda kadınların birçoğu da bu söylemleri kolaylıkla içselleştirebiliyor. Toplumdaki kutuplaşmanın uzantıları kadın üstüne sürdürülen tartışmalarda belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Bü-tün bunlara kayıtsız kalmamız olanak-sız. İstanbul Üniversitesi’nde kurduğum Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’nde ve Almanya’da çalıştığım Duisburg-Essen Üniversitesi Türkçe Öğ-retmenliği Bölümü’nde verdiğim yaratı-cı yazma ve röportaj derslerinde kadın sorunlarından, göçmenlerin ve göçmen çocuklarının sorunlarına değin çeşitli konulara yer verdik. Kadın ve göç, kadın ve şiddet, namus sorunu, töre cinayetle-ri gibi konular gündemimizden hiç çık-mıyordu. Zaman içinde çok zengin bir malzeme oluştu. Ben de yazma projele-rimde bu malzemeden çok yararlandım. En son yazdığım “Memleketimden Ka-

dın Manzaraları” yıllardır sürdüğüm bu çalışmaların ürünü.2016 darbe girişimi ve sonrasındaki ge-lişmeler hepimizin üzerinde büyük bir şok etkisi bırakmıştı. Darbenin oldu-ğu gün Almanya’daydım, sonrasında da bir süre Türkiye’ye gelemedim. Olayla-rı o an yaşayanlar uzakta olanların ko-rumalı bir alanda rahat olduklarını sa-nırlar. Oysa öyle olmuyor. Küreselleşen bir dünyada coğrafi uzaklık hiçbir şey ifade etmiyor çünkü. Ayrıca Almanya Türkiye’nin kapı komşusu gibi. Türki-ye haberleri Alman haber bültenlerinde, açık oturumlarda, Türkiye kökenlilerin büyük mitinglerinde ve bayrak gösteri-lerinde her an, her dakika Almanya’nın gündemindeydi. Mahallede, sokakta, otobüste herkes Türkiye’de olup biten-leri konuşuyordu. Almanya’da böyleyse Türkiye’de günlük hayat felce uğramış-tır, diye düşünüyordum. Birkaç ay son-ra İstanbul’a geldiğimde rutin yaşamın büyük ölçüde sürdüğünü görmek, arka-daşlarımla, öğrencilerimle buluşmak, ti-yatroya, sinemaya, sergilere gitmek ilaç gibi geldi. Sanki ağır bir hastalıktan ya-vaş yavaş kurtuluyordum, ama hastalı-ğın bundan sonraki gidişatı hakkında hiç fikrim yoktu. İşte bu sancılı aylarda Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”ndan esinlenerek “Memle-ketimden Kadın Manzaraları” adını ver-diğim belgesel kara mizah oyunumu ka-leme aldım. Bu oyunda amacım sadece kadınları ezen toplumsal mekanizma-ları irdelemek değil, aynı zamanda ka-dınların da eril duruşu nasıl içselleş-tirdiklerini sergilemekti. Son yıllardaki çalışmalarımda, sözgelimi üç yıldır İs-tanbul Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda oynanan, yurt içinde ve dışında turne-ler yapan “Lena Leyla ve Ötekiler” oyu-numda da hep eril zihniyetin kadınları nasıl yıprattığını, ne tür kişilik bölün-melerine yol açtığını inceliyorum. Ka-dınlarla ya da kız çocuklarıyla birebir yaptığım röportajlar ve bu alanda yıllar-dır sürdüğüm araştırmalar bu metinle-rin ortak yanını oluşturuyor.

Tiyatro oyunu yazmanın bence en heye-can verici yanı, yazılanların sahnelenme olasılığının olması ve sadece kitap ola-rak kalmaması. Öte yandan oyunu yaz-ma sürecinde sahnelenmesini düşün-mek bile çok motive edici ve heyecan verici. Sahneleme sürecinde oyun met-nine yönetmen ve oyuncular yeni bir ba-kış, yeni bir yorum getiriyorlar. İşte bu düşünsel iletişim ve yaratıcılık ağı tiyat-royu biricik kılıyor. Burada kolektif bir yaratıcılıktan söz edebiliriz. Ama bunun işlemesi ve gelişebilmesi, çalışmaların ego savaşımından uzak, verimli bir or-tamda yeşerebilmesine bağlı. Günümüzde gerçek yaşam öykülerine ve belgesel olana ilgi giderek artıyor. Teknolojinin giderek ağırlık kazandı-ğı, insanların ikinci el yaşantıların için-de boğulduğu yapay bir dünyada özgün olana ilgi de doğal olarak yoğunlaşıyor. Bu gelişmeler büyük oranda tiyatro-ya da yansıyor. Ben de yıllar içinde çok güç koşullarda yaşayanların, özellik-le de kadınların öykülerine kulak ver-dikçe edebiyatta belgesel olanın ne ka-dar önemli olduğunun bilincine vardım. Bunun da ilk koşulu hem dinlemeyi ve gözlemlemeyi öğrenmek hem de içim-de büyük bir gizilgüç olarak hissettiğim empati duygusu geliştirmekti. “Memle-ketimden Kadın Manzaraları”nda mem-leketimde olup bitenleri, insanı giderek kıskaç altına alan baskıcı ve otoriter sis-temi yine kadınların açısından vermek istedim. Çünkü bu sistemin altında en çok kadınlar eziliyor. Onların yaşadık-larını gündeme getirdiğimizde yaşadı-ğımız toplumla ilgili ipuçları kendiliğin-den ortaya çıkıyor.

--- Zehra İpşiroğlu (1948, İstanbul) İstanbul Üniversitesi’nde kendi kurdu-ğu “Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramatur-ji” Bölümü’nde ve Almanya’da Duisburg/Essen Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nde uzun yıllar ders vermiştir. Ede-biyat, tiyatro ve yaratıcı pedagoji üzerine pek çok yayın yapan İpşiroglu’nun kitapla-rı çeşitli dillere de çevrilmiştir.

Kadınlar sesini duyuyor musunuz?

Memleketimden Kadın Manzaraları

Nâzım Hikmet’in önemli bir rol, hatta başrolü oynadığı modern Türk şiir sanat tari-

hini araştırıyorsun. Nâzım Hikmet’in „Memleketimden İnsan Manzarala-rı“ adlı eserinin oluşumunda etkili olan geniş çaplı, edebi, sosyo-politik ortamı bu bağlamda nasıl yorumlu-yorsun? Hikmet’in eserine bugünkü perspektiften bakacak olursan neler görüyorsun?Nâzım Hikmet, serbest nazımı kullana-rak, modern Türk şiir sanat tarihinde en önemli modernist adımı atmayı ba-şarmıştır. Dizeleri basamak halinde kı-

rarak serbest nazımı kullanması, siyasi konuları şiirle kaynaştırması, edebiyat türlerinin sınırlarını aşması, „Memle-ketimden İnsan Manzaraları“ eserin-de görülen üç büyük yeniliktir. Bu üç yenilik eserin en esas özelliklerinden-dir. şairin savaş ve savaş sonrası yıllar-da Bursa cezaevinde yazdığı yapıt, siya-si kısıtlamalar yüzünden ancak 1960’lı yıllarda yayınlanabildi. Yine de Türk toplumcu gerçekçiliğini büyük bir ölçü-de etkiledi.

Nâzım Hikmet’in edebi yapıtlarının potansiyeli nedir? Farklı dünyalar, gelenek ile modern yaşam arasında bir arabulucu rolü mü taşıyor yoksa toplumdaki çatlakları düzeltmekten çok onları belirginleştiren bir tahrip gücü mü var?Hem modernlik hem siyasi tutumu, onun alışılagelmiş kalıplaşmış biçimler-

den ayrılmasını gerektiriyordu. Hikmet artık şiirde geleneksel ölçü kuralları-na uymuyor, ancak düzen verici uyak ve uyum öğelerinden ahengine göre yarar-lanıyordu. Yeniden birleştirmek amacıy-la parçalayıp bölüyordu. Zira siyasi mü-cadeleyi sürdürmek için hem birlikteliğe hem de geleneğe ihtiyacı vardı. Gelene-ğin birleştirici gücünden tamamen ay-rılsaydı, hem iletişim zorlaştırılmış hem de birliktelik tehlikeye atılmış olurdu. Bunlar sınıf mücadelesinde en gerekli öğelerdir. şiir ölçüsünün kaldırılması ile sözler serbest bırakıldı ki, var olan düze-nin içinden çıkış yolu bulabilsinler.

Bir edebiyat tanıtıcısı ve çevirmen olarak Avusturya ile Türkiye arasın-da projeler, etkinlikler düzenliyor-sun. Çalışmalarında karşılaştığın en büyük zorluklar nelerdir?Karşı karşıya kaldığımız en büyük zor-

luk ve engel, 20. yüzyılın sonrasına kadar Türk ve Avusturya şiir edebiyatının, bir-birinden çok farklı boyutlarda, doğrudan doğruya aktarılması mümkün olmayan biçimde gelişmiş olmasıdır. Bir tarafta uzun zaman siyasetle iç içe kalan sonra-dan adım adım modernleşen Türk şiir sa-natı var. Diğer tarafta nasyonal sosyalist mirasından arınıp yeniden kurulmaya çalışan avantgard Avusturya şiir sanatı var. Hatta Avusturya şiir sanatı hem ev-rimsel hem anlatımsal hem radikal hem de zihinsel olarak dilin en ince derinlik-lerine iniyor ve yeni bir düzen kurma-ya çalışıyordu. Türk şiirlerinin Alman-caya çevrilmesi pek rağbet görmüyor; Avusturya deneysel edebiyatına şu anda yeni Türk şairleri ilgi gösteriyor, şiirlerin Türkçeye çevrilmesi isteniyor.

Hangi eserleri okumamızı öneriyor-sun?

Türk şiir edebiyatını yeniden dalga-landıran ancak elli yıl sonra çok sa-tanlar arasına girebilen, 50-70 yılları arasındaki İkinci Yeni akımının eserle-rini öneririm (Turgut Uyar, Edip Canse-ver, Cemal Süreya, Ece Ayhan ve İlhan Berk); ne yazık ki bu şairlerin eserleri henüz yabancı dillere çevrilmedi, öne-rim de geçersiz oluyor.

--- Erhan Altan (1963 İstanbul doğumlu) çevirmen, deneme yazarı ve edebiyat tanı-tıcısıdır. Çalışma konuları arasında ağır-lıklı olarak Avusturya avangart edebiyatına ve Türk şiir sanat tarihine yer vermektedir. İstanbul’da Pan Yayınevi’nde „Österreic-hische Bibliothek“ (Avusturya Kütüphane-si) dizisinde lektör olarak görev yapmakta, Avusturya-Türkiye arasında projeler ve et-kinlikler düzenlemektedir. Viyana’da yaşa-maktadır.

Erhan Altan, Katalin Erdödi ile söyleşiyor

Siyasetin Şiirle Birleşimi: Yeniden Biraraya Getirmek Amacıyla Parçalayıp Bölüyordu

Nâzım Hikmet’in İnsan Manzaraları: Çok Sesli Bir Toplum EleştirisiOkuma ve Söyleşi

Açılış Konuşması ve Moderasyon: Erhan Altan (Edebiyat bilimcisi ve çevirmen)Okuma: Esra Özmen (Sanatçı ve rapçi)Erich Klein (Gazeteci, çevirmen) ve Kerem Öktem (Siyaset bilimcisi, Graz Üniversitesi) ile söyleşi

4.10., 19:00Literaturhaus Graz Elisabethstrasse 308010 Graz

Festival bileti ile giriş ücretsizdir. Tek bilet 6/4 Euro

Literaturhaus ve steirischer herbst işbirliği ile hazırlanmıştır.

Page 3: Nâzım Hikmet ve Onun İnsan Manzaralarі: Siyasetin Şiirle ... in frage TR.pdf · 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1 Sevgili okuyucular, Biz çokuz ve çoğunluğuz! Farklılıkların

3Hikmetinden Sual Olunsun 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1

Türkiye’nin içinde yer almamasına rağ-men özel konumda olduğu İkinci Dün-ya Savaşı dönemini ele alıyor. Türki-ye bu dönemde savaşa dahil olmasa da savaşın etkilerini hissediyor. Kitap-ta Hitler’i savunan ve karşısında olan grupları görüyoruz. Türkiye, Atatürk ve liderlik ettiği halkın 1920’lerde İngiliz-ler ve diğer sömürge devletlerine karşı verdiği bağımsızlık savaşından henüz yeni çıkmış durumda. Aynı zaman-da Türkiye’nin Avrupa ve Doğu dün-yası arasında bir sınır olarak görüntü-sü keskinleşiyor kitapta; bu sınırda pek çok farklı tarih ve çözülmesi zor durum karşımıza çıkıyor. İşte bütün bu olgular beni bu kitaba yönlendirdi.Ancak benim için şu anda dijital üze-rine tüm söylemler ve dijitali nasıl bedenlediğimiz üzerine tartışmalar tükenmiş durumda. İsmini hatırlama-dığım bir yazar diyor ki, “şu anda yük-sek teknolojili savaş gereçleri gelişti-riyor olabiliriz ama bir noktada tekrar yumruk yumruğa savacağız.” Söyledi-ğinde doğruluk payı görüyorum.

Neredeyse montaj tekniğiyle çalışan

çok sinematik bir anlatı ile çalışıyor-sun. Nasıl bir çalışma gerçekleştire-ceğine dair ilk fikirlerin nelerdi?Metnin kendisi çok güçlü. Yaklaşımımı oldukça alçakgönüllü biçimde, çeşitli işleme kararlarının etrafında kurdum. Kararlarımdan biri 18 ve 24 yaş ara-sında genç bedenlerle çalışmak. Bu ku-şak böyle bir anlatıyı anlamak için he-nüz çok genç. Muhtemelen henüz ben bile tamamını anlayabilmek için gen-cim. Bir şekilde bu anlama halini taklit ederek, bedenleştirerek metni anlama-ya doğru varacak dair bir süreçten bah-sediyorum.

İkinci önemli nokta da bu eserin ger-çekten hayalgücüyle çalışması. Me-tin kendi adına konuşuyor, ben de eks-tra bir sahne eklemek istemiyorum. Bir noktadan sonra tamamıyla karaltılacak olan boş bir mekân ile çalışıyorum. Se-yirci olarak sahneyi siz yaratacaksınız. İnsan Manzaraları’nı okurken başıma gelen de buydu: Sahneyi kafamda kur-dum, o trende onlarla birlikte oturdum. Bir noktada metin bedenen hissedebi-leceğiniz şekilde tren ritmiyle ilerle-meye başlıyor zaten. Bu yüzden bu ese-ri metnin desteğiyle sahneye koymak istiyorum; yani metni en az müdahale

ve en yoğun hayal gücü tetiklemesiyle ileterek.

Burada aynı zamanda tarihin tetiklediği hayalgücünü de kastediyorum. Yalnız-ca geçmişi düşünerek değil, geçmişin bugünle ilişkisini kurarak. Viyana’da aşırı sağ partilerin yükselişine baktığı-mızda bu metnin ciddi anlamda tetik-leyici olduğunu düşünüyorum. İkinci Dünya Savaşı’nın ruhundan, faşizm-den bahsediyor. İlk kitabın bazı nok-taları oldukça karanlık. İnsanların sa-vaşa dair anlattığı anektodlar çok sert. Biz Batı’daki konforlu pozisyonumuz-da bazı şeyleri kolay unutmaya eğilim-liyiz. Edebiyat ya da sanat o zamanla-rın nasıl olduğunu ve nereye dönmek istemediğimizi en azından anlamamıza yardımcı olabilir.

Graz’da steirischer herbst izleyici-leri bu performansla nasıl bir iliş-ki kuracak? Birdenbire Türkiye’de 1941’de bir trenin içinde geçen bir hikâyeyle yüzleştiğinde nasıl bir tepki verecek? İnsan Manzaraları ev-rensel bir eser mi?Evrensel kelimesi kullanmayı tercih et-tiğim bir kelime değil, oldukça prob-lemli buluyorum. Bir hikâyeyi paylaş-

ma süreci umut ediyorum ki insanların kendi vaziyetini düşünmek konusunda onları itekleyecek. Yeri geldiğinde ken-dine özgü hikâyeler de geniş hikâyeler de aynı şekilde bizi kendi durumu-muz üzerine yeniden düşünmeye iti-yor. İnsan Manzaraları Türkiye tarihin-den bahsediyor; ancak metni anlamak için bu tarihi ve hikâyesini bilmeye ge-rek yok. Sonuçta mahkümların ve gar-diyanların ağzından çıkan anektodlar-dan, çok kendine özgü hikâyelerden oluşuyor. İnsan olmanın ne demek ol-duğunu anlamaya yaklaşıyoruz. Tabii ki Nâzım’in bu kitabı yazdığı çok zor za-manlardaki insan olma hali söz konusu. Hikâyesi birlikte hapis yattığı insanla-rın anlattığı hayat hikâyelerine daya-nıyor.

Hikâyenin içinde geçtiği arada olma durumunu da oldukça ilginç bulu-yorum. Mahkümlar hapiste değil trende. Ülke kelime anlamıyla sa-vaşta değil ama savaş orada. Aslın-da şu anda içinde olduğumuz durum da çok benzer. Suriye’de ve pek çok yerde devam eden savaşlar var. Ora-larda değiliz ama savaş hâlâ devam ediyor.Bu eser üzerine bir atölye çalışması içe-risinde ilk defa çalışmaya başladığımda şunu fark ettim: Eğer Türkiye üzerine fazla bir şey bilmiyorsanız, bu isimlerin Türkçe olduğunu bilmiyorsanız, metin zaman ve mekân arasında gezinen bir üçüncü bölge yaratıyor. Tabii ki bir bi-lim kurgu değil, ama böyle bir yönü de var; isimler ve mekânlar, daha önce hiç duymadıysanız, soyut, hayali bir karak-tere bürünüyorlar. Bu aynı zamanda in-san ilişkilerinin karmaşıklığı ile de oy-nuyor. Örneğin trende mahkümlar ve gardiyanlar arasında bir otorite ilişki-si var, ama bu ilişki aynı zamanda çok dönüşebilir. Hiyerarşi bir yana, sonun-da onlar da sadece birbirleriyle konu-şan insanlar.

KE: Eserin performatif yönlerinden de bahsetmek istiyorum. Koreograf olarak eğitim gördün ve bu alan-da çalışmaya devam ediyorsun. Bu eser için özellikle genç bedenlerle çalışmayı seçtiğini söyledin. İnsan Manzaraları edebi bir metin olarak yorumlanıyor. Bu yorumu sadece be-denle sınırlamadan koreografik bir bakış açısından nasıl görüyorsun?Metin çok sinematik bir metin. Belli bir dinamik içerisinde ilerliyor; yakın planları, kesmeleri, tekrarları var. Ko-reografi içerisinde kullanılan araçla-ra benzer araçlar bunlar; müzik için de öyle. Terimler farklı olabilir tabii. Eser-

de metinden fazlası var. Performans-çıların bedenleri ve onların arasında oturan izleyicilerin bedenleri var. Hep birlikte içinde toplandıkları mekânda bir manzara oluşturuyorlar. Yani fi-kir süregelen, çok yavaş bir koreografi, performansçıların yavaş bir hızda takip ettikleri bir dizge yaratmak. İzleyiciler-se kendi mantıklarını takip ediyorlar; tek tek yazılmış bir katılım söz konu-su değil. İnsanlar yatıyor ya da oturu-yor. Doğal olarak pozisyon değiştiriyor. Bütün bu bedenlerin nasıl bir manzara yaratacağını çok merak ediyorum.

İlk tanıştığımızda sanattan bahse-derken beden kelimesini hiç kullan-mamandan çok etkilenmiştim. Şu anda kullanıyorsun ama bu beden-ler bir şeyler gerçekleştiren birer enstrümana dönüşüyorlar.Bahsettiginiz yönetmen Bresson’dan aldığım bir yöntem. Bresson oyuncu-larını malzemesini gerçekleştiren mo-deller olarak görüyor. Birlikte çalıştığı bedenleri bir enstrüman olarak kulla-nırken çok başarılı, seyircinin kullan-dığı bedenlerle duygusal ve entelektü-el ilişkiler kurmasını sağlıyor. Benim için bu eserde ve deneysel güncel sa-natta yapılabilecek olan şey bedenlerle olan duygulanımı çiğneyip geçmemek. Bedenler izleyicilerin üzerine duygu-larını yansıttığı tablolara dönüşebilir. Sana kendi duygularımı yansıtan ben değilim; ama karşılaştığı malzemeye duygularını yansıtması gereken sensin. Bu genelde insanların yapmayı sevdi-ği bir şey değil. Bu yüzden eğlence sek-törü çok güçlü. Seni ne düşündüğüne, arzuladığına ve hissettiğine dair prog-ramlıyor. Ben ise tam tersi yöntemle çalışmayı tercih ediyorum, kendi adına hissetmek ve düşünmek izleyicinin işi. Bunu size ben veremem. Bu yüzden de birlikte çalıştığım performansçılar be-nim malzememi gerçekleştirmemi sağ-layan enstrümana, Bresson’un adlan-dırdığı gibi modellerim. Bahsettigim bedenlere karşı tümüyle rasyonel bir yaklaşım değil; aşırı duygusal bir hale dönüşebiliyor da.

İnsan Manzaraları epik bir şiir. Sen ise bu şiirle çok mahrem bir ortam-da çalışıyorsun. Temsil edici bir or-tam söz konusu değil, baskın bir bakış açısı yok, daha parçalı bir şe-kilde ilerliyor. Eseri nasıl geliştir-diğini anlatırken bu ortam sınırları belli olan, sosyal bir alana dönüşü-yor. Maksimum 50 ya da 70 kişi aynı mekânı paylaşacak. Performans ge-leneklerine göre küçük olduğunu söyleyebiliriz.Sorunun ima ettiği şey, yani epiğin bü-yük anlamına gelmesi çok ilginç. Evet, bu epik bir şiir ama aynı zamanda çok mahrem de olan bir kitap. Epik aslın-da biraz epikten ne anladığımız. Eğer bir hikâyeye kulak verdiğinde, o hikâye senin hayalgücünü tetiklerse, o zaman metinle epik bir ilişki kurabilirsin me-sela. Bu izleyiciye bağlı. Metni sahne-lerken insanların kendilerini icinde buldukları özel durumlara yakın dur-maya çalıştım.

KE: steirischer herbst Volksfronten temasına odaklanıyor; bu tema po-litik anlamda epiği, yani daha geniş ölçekte bir kolektiflik halini de gün-deme getiriyor. Nâzım Hikmet bu beraberliği mikro tarihler üzerinden kuruyor. Bu kurguyu günümüzdeki politik hareketleri ya da durumları düşündüğünde nasıl okursun?Aslında bilmiyorum. Bir yanda epik te-rimi var, öte yandan daha büyük hare-ketlerden bahsediyorsun. İkisinin doğal olarak birbirleri ile bağlantılı olduğunu düşünmüyorum. İnsan Manzaraları bü-yük bir hikâye ama küçük kendine özgü anektodlar üzerinden anlatılıyor. Ben bu durumu daha parçalı olarak görüyo-rum. Güçlü bir kolektiflik değil ama ço-ğul bir kollektiflik. Onları kolektif kılan nedir? O trende aynı zaman ve mekânı, aynı zamanda da hikâyelerini paylaş-maları. O zaman şöyle diyebiliriz: On-ları kolektif kılan hepsinin insan olma-sı.

--- Michiel Vandevelde (1990, Leuven) koreograf, küratör ve yazar. Koreografi, kuram ve performans kesişiminde -hem sanat kurumlarının içinde hem de ötesin-de- üreten Vandevelde’nin çalışmaları bir-birine politik ve sanatsal aktivizm ile bağ-lanır. Vandevelde Brüksel’de yaşıyor.

>> 1. sayfanın devamı

CAUSEVİC EDİTA

Fotoğraf yarışması ikincisi

Page 4: Nâzım Hikmet ve Onun İnsan Manzaralarі: Siyasetin Şiirle ... in frage TR.pdf · 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1 Sevgili okuyucular, Biz çokuz ve çoğunluğuz! Farklılıkların

4 Hikmetinden Sual Olunsun 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1

M emleketimden İnsan Manzaraları’nda Nâzım Hikmet ‘halk’ı çoksesli ve

parçalı, ama aynı zamanda ayrıştırıl-mış ve gerilimden beslenen bir top-luluk olarak tanımlıyor; belki de bu uç derecede merhametli ve empa-ti dolu bakış açısı kendisinin roman-tik komünist olarak tanımlanmasının nedenlerinden biri. Hikmet’in du-ruşunu birlikte yaşama ve birarada-lık anlamında daha geniş bir Avrupa bağlamında nasıl değerlendirirsiniz? İnsani merhamet ve empati ile kuru-labilecek güçlü bir politik etkileşim toplumların bugünkü parçalı ve ayrış-tırılmış durumuna cevap verebilir mi?‘Çoğulculuk’ vurgusu bugün de kesinlikle kullanışlı. Pierre Rosanvallon ve Jürgen Habermas gibi liberal düşünürler halk egemenliği fikrinin içinde yatan ‘halk’ın kendini yalnızca çoğulda ifade edebile-ceği ya da şarkısını yalnızca çokseslilik-le söyleyebileceği konusunda ısrar eder. Avrupa tarihini homojen tek taraflı bir olguya indirme denemelerinde bu duy-gunun göz önünde alıkonulması gerek-tiğini düşünüyorum. Fakat aynı zamanda bu çoğulculuk çağrısı çeşitliliğin kutlan-ması yönünde, özellikle bugün, bariz bir emir kipiyle bir araya geldiğinde rahatsız da hissediyorum. Politik olarak son yir-mi yıl kapitalist dünyamızın giderek ho-mojenleşmesini daha az görünür kılan çeşitlilik kategorisini tamamıyla tüket-ti. Avrupa’da etnik olarak çok çeşitli top-lumların içinde yaşıyor olabiliriz. Fakat bu toplumlar aynı zamanda ekonomik anlamda giderek daha homojen hale ge-liyor; yani ellerinde olanlar ve olmayan-lar söz konusu olduğunda giderek birbir-lerinden ayrılıyorlar. Bugün çeşitlilik dili üzerine ısrar etmek bizi kolaylıkla tele-kom şirketi sahibi bir Türkiyeli ile ailesi Türkiye’den gelen Alman bir postacının aynı ilgi alanlarına sahip olduğunu iddia etmeye götürebiliyor. Benzer bir prob-lem ‘empati’nin politik potansiyeli için de geçerli. Bir örnek vermeme izin verin: Avrupa’daki göçmen krizinin en şiddet-li zamanında, sahilde yatan ölü bedeni fotoğraflanan Suriyeli Kürt çocuk Aylan Kürdi üzerine yaşananlar bu sorunu ga-yet iyi örnekliyor. Fotoğraftaki empati

çağrısının harekete geçmek için bir inisi-yatif oluşturmak yerine felce uğratan bir etkisi var. Sol göçmen meselesini hak ve özgürlük elde etmek için kaçan insanlar meselesi değil, bir insan hakları meselesi olarak görmekte ısrar ettiği için, tek ya-pabildiğimiz birbirimizi karşılıklı merha-met çağrılarında alt etmeye çalışmak. Bu, Fransız düşünür Didier Fassin’in merha-met yorgunluğu olarak tanımladığı şey. İnsanlar için kötü hissetmekten yorgun düşüyoruz ve acı evrenine bir hiyerarşi kurmayı başaramıyoruz.

Avusturya’da ‘millet’ olgusu, yani Al-manca ‘volk’,1 20. yüzyıl tarihi, özel-likle de Austrofasizm ve ülkenin Nazi Almanyası ile kurduğu ortaklık yü-zünden gölgelenen bir olgu. Hem sağ-daki hem soldaki politikacılar bu teri-mi kullanmaktan rahatsızlık duyuyor. Aynı zamanda, Heimat 2 kelimesi yeni-den yükselişe geçmiş durumda, hem sağ hem sol tarafından sıklıkla kulla-nılıyor. Şu anda Avusturya Cumhur-başkanı olan Alexander van Bellen’in seçim kampanyası buna iyi bir örnek. Acaba ‘Heimat’ ‘Volk’ teriminin tehli-keli bir dublörüne mi dönüştü; çünkü bu terimin bir araya getirici ve poziti-vist bir önerme altında milliyetçi ko-rumacı retoriği maskelediği de görü-lüyor.Anavatan ya da Heimat dilinin ne zaman daha ihtiraslı topluluk formları için nasıl bir telafi haline geldiğine dikkat etmek gerekiyor. Belirli bir topluluk evrensel olanın yerini almaya başlıyor. Tarihsel olarak bu mantığı Almanya’da açıkça gözlemleyebiliriz. Alman proletaryası-nın bir dünya devrimi başlatmaya acı ve-rici derecede yaklaştığı başarısız 1918-19 Devrimi sonrasında, Nazi liderleri işçi sı-nıfı dilini ‘millet’ ya da ‘volk’ diliyle de-ğiştirmekte ısrar etti. Bunun proletaryayı reaksiyon kampına dahil etmeye çalışan alaycı bir tavırdan daha fazlası olduğu açıktı. Amacı proletaryanın ‘Volksgeme-inschaft’ yani milli birliğe daha fazla da-hil olmasını sağlamaktı. Onlara Alman toplumunun çeşitli bileşenlerinin savaş yüklerini eşit derecede yüklenmediği-ni unutturmaları gerekiyordu. Nazi ide-ologları “İşçi sınıfı üzerine konuşma-

yalım,” dediler, “onun yerine milletten bahsedelim.” Bugünkü durumumuzda-ki tek fark şu an yaşadığımız krizin ge-nel bir radikalleşme anı tarafından ön-celenmemesi. Aslında radikal politika en az son kırk yıldır aşağı bir seviyede. Ama bu reaksiyon mantıklarından bazı-ları hep orada olmaya devam etti. Fransız felsefeci Guy Debord şu noktada değer-li bir perspektif sunuyor. Ta 1981 yılında, göçmenler ve yerliler arasındaki sınıflan-dırmanın Fransız bağlamında geçerliliği-ni kaybettiğini belirtmişti. Küreselleşme ve kapitalist pazarın genişlemesi sonu-cu Fransız işçiler kendi ülkelerinde bi-rer yabancı haline gelmişti. Bu da Ulusal Cephe’nin yükselişinin Fransız yabancı düşmanlığından öte bir durum olduğu-nu gösteriyor. Fransızlar yabancılardan ‘farklı’ ya da ‘dışarıdan’ oldukları için nefret etmiyordu. Debord’un kaydettiği-ne göre bu nefretleri dışarı doğru cisim-leşmiş bir narsizmdi. Göçmen figüründe kendi köksüzlüklerinin farkına vardılar. Ancak onlarla aynı kaderi paylaşan in-sanlarla dayanışma kurmak yerine ken-dilik nefretlerini daha ağır bir şekilde de-neyimlememek için göçmenlere nefret kusmayı seçtiler. Debord’un yabancı düş-manlığının kendilik nefretinin içselleşti-rilmiş bir formu olduğuna dair bu teşhisi Avrupa’daki ırkçılığın mantığını anlama-mıza yardımcı oluyor. Bugünün dünya-sında hiç kimse kendini evinde hisset-miyor. Bazı Avrupalılar hâlâ cömert refah sistemlerinin nimetlerinden yararlansa da, bu sistemlerin politik süreç üzerinde-ki etkisi son otuz yıl içinde yavaş yavaş azaldı. Yani hem köle olup hem iyi bes-lenmek mümkün. Ama özgürlüksüzlük bir gerçek olarak değişmiyor. Birçok in-san kendi özgürsüzlüklerini bir yön kay-betme (köksüzlüğün başka bir eşanlam-lısı) olarak yaşadığı için, bir günah keçisi aramak duygusal olarak en uygun yön-tem olarak gözüküyor.

Elimizdeki politika metodları ve an-lamları sürekli bir kayma tecrübe ederken, popülizm içerisinde bir dö-nüş daha beklemek ne kadar müm-kün?Anlam kaymaları konusunda, popülizm kelimesinin bugünkü kullanılma şeklini

kötü inanışlar ele geçirmiş durumda. Bu kelimenin uzun ve dolambaçlı bir tari-hi var, üzerinde de ağır bir kuralcı yük taşıyor. 1980’lerde popülizmin Fransız politik kelimeler dağarcığına eklenme-si şu anda Fransız seçmeninin üçte bir oyuna sahip Ulusal Cephe’nin aşırı sağ-cı hizipçi bir gruptan popüler bir kitle partisine doğru dönüşümüne etkin bi-çimde yardım etmiştir. Ama son yıllar-da tanık olduğumuz gibi popülizm yal-nızca aşırı sağı yüceltmekle kalmıyor. Aynı zamanda bugünün ırkçılığına dair suçu elitler üzerinden alıp işçi sınıfına veriyor. Eğer Ulusal Cephe popülistse ve ‘millet’ adına konuşuyorsa, popüler bir iradeyi yapılandırmaya girişmektense açıkça Fransız toplumunda zaten varo-lan bir arzuyu dile getiriyor. Böylelikle, Fransız ‘halk’ı Cephe’de açıkça varolan ırkçılığın baş günah keçisi haline geli-yor. Bu da ırkçılığın varolan zenginler sınıfına büyük katkı sağlayan kurumsal ve ekonomik mantığının açığa çıkma-sını engelliyor. Eğer ırkçı olan yalnızca ‘halk’sa, elinden imtiyazını almak oto-matik olarak barışçı bir tolerans yöne-timini getirir. Aynı zamanda bahsetti-ğiniz dönüşe geri dönersek, popülizmin daha epey bir süre gücünü koruyacağını düşünüyorum. Yalnızca birçok popülist politikacı (bu kelime ne anlama geliyor-sa) kendi antipopülist meslektaşların-dan daha yetenekli ve öngörülü olduğu için değil, bu görüşün altını doldurmak için Jean Claude Juncker’in utanç ve-rici performanslarına bakmak yeter-li. Ama aynı zamanda en azından yapı-sal olarak popülizmin arkasında ciddi bir rüzgâr var. Parti üyeliği son otuz yıl-dır düşüşte. Seçimlere katılım tüm za-manların en düşük seviyesinde. Eko-nomi yönetimi Frankfurt bazlı Avrupa Merkez Bankası’nın açıkça gösterdiği gibi herhangi bir halkçı kontrolden ya-lıtılmış durumda. Maaşlar hâlâ durağan. Twitter’daki gülünç derecede şiddet-li ama yönetime hiçbir etkisi olmayan tartışmalardan da görebileceğimiz gibi, sosyal medya bir kontrol ve doğrudanlık illüzyonu yaratıyor. Bu süreçlerden hiç-biri önümüzdeki yıllarda durulacak gibi gözükmüyor. Popülistler sadece bu ol-guları en ikna edici biçimde tartışmak-la kalmıyor, aynı zamanda organizasyon yapıları da bu güncel durum için biçil-miş kaftan gibi. Geert Wilders’ın yöne-timindeki Hollandalı PVV yeni üyelerin katılmasına izin bile vermiyor, takipçi-leri olan bir destek grubu yalnızca. İtal-yan Lega ve Five Star Hareketi kendi web sitelerinde hiçbir kanuni geçerliliği ol-mayan online referandumlarını yapma-ya devam ediyor. Bu referandumlar parti elitlerinin kendi arzuları doğrultusunda aldıkları kararları onaylamaya yarıyor. Popülistler rüzgârın hangi yönden esti-

ğini çok iyi biliyor ve yelkenlerini açıkça o yöne çevirmiş durumdalar.

Bugün Sol olarak tanımladığımız ha-reketin Avrupa’da yeniden güç kazan-masının mümkün olduğunu düşünü-yor musunuz?Tam burada Alman felsefeci Max Horkheimer’dan bir alıntı yapmak istiyo-rum: “Durumun iyileşeceğini sanmıyo-rum, ama iyileşebileceği fikri bile büyük bir öneme haiz.” Sol hareketin yeniden güçlenmesine ilişkin umutlar şu an için sönmüş durumda. Syriza deneyi nihi-lizmle sonuçlandı. İtalyan solu 1990’lar-da yaşadığı Clintoncu dönüşten sonra hâlâ iyileşemedi. Hollanda solu ise yup-pi gençlik kanadı (Groenlinks) ve mevki düşkünü Blairci ana grup arasında bö-lünmüş durumda. Tabii ki umut par-çacıkları da var. Belçikalı PTB ülkedeki sendikacı hareketin son gerçek temsilci-si olarak kendini yeniden ayağa kaldırdı. Jean-Luc Mélenchon’un France Insou-mise hareketi sonunda politik ekonomi-ye dair sorunları ve Euro bölgesi içindeki güç ilişkilerini tartışmaya başladı. Sahra Wagenknecht’ın Aufstehen hareketi eko-nomik egemenlik üzerine ana önem ar-zeden sorular sordu. Ancak aynı zaman-da birçok hareket kendilerine aşılması zor sınırlar koydu. Ulusal seviyede yeni-den gözden geçirilmesi gereken hesaplar olmasına rağmen, şu andaki rejimi ulus-larötesi müşterek bir strateji olmadan alt etmek mümkün değil. Son zaman-larda yeni bir ‘enternasyonal’ kurmaya dair çabalar çok hayalci kaldı. Alexandria Ocasio-Cortez’in mücadelesinde de gö-rebildiğimiz gibi bugün orta yol reform için savaş vermek bile devrimci sayılabi-lir. Bu belki de hem reformun hem devri-min bugün olası gözükmemesinden kay-naklanıyor. Ve belki de Bertolt Brecht’in zamanında söylediği gibi durumumuz “umutsuz ama çok dramatik değil” ola-rak tanımlanabilir.

--- Anton Jäger, Cambridge Üniversitesi’nde doktora öğrencisi. ABD’de popülizmin tarihi ve devlet teorisi üzerine güncel tartışmalar temel araştırma alanları. Yazıları Jacobin, De Groene Amsterdammer ve The New Pretender’da yayınlandı. Jäger, İngiltere’de Colchester şehrinde yaşıyor.

___(1) Çeviren Notu: Türkçede hem halk hem

millet olarak çevrilebilen ve bu karşılık-larıyla sol ve sağ pozisyon ifade edebilen ‘Volk’un karşılığı bu metinde geçen sağ politika tartışması nedeniyle millet ola-rak kullanılmıştır.

(2) Çeviren Notu: Anavatan, memleket

Anton Jäger, Övül Ö. Durmuşoğlu ve Katalin Erdödi ile söyleşiyor

İnsanlar Kendi Ülkelerinde Birer Yabancı Olmuşken

„Sadece gözlerin için – çeşitlilik bir armağandіr“

REİTHOFER MARTİNA

Fotoğraf yarışması üçüncüsü

Page 5: Nâzım Hikmet ve Onun İnsan Manzaralarі: Siyasetin Şiirle ... in frage TR.pdf · 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1 Sevgili okuyucular, Biz çokuz ve çoğunluğuz! Farklılıkların

5Hikmetinden Sual Olunsun 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1

Sen rap müziği aracılığıyla, özel-likle göç, eğitim ve özgürlük gibi sosyal ve politik mesele-

lerle uğraşan bir müzisyen, sanatçı ve kültür insanısın. Nâzım Hikmet, siyasi mücadeleye adanmış şiirselli-ği ile bilinir; bilhassa Memleketimden İnsan Manzaraları’nda aynı rap müzi-ğinde olduğu gibi çeşitli sosyal sınıf-lardan gelen ve farklı geçmişe sahip insanlara bir ses vermektedir. Onun çalışmaları günümüzde senin için ne denli önem taşımaktadır ve bunların rap ile alakası var mıdır?Nâzım Hikmet’i şiirlerinden biliyorum, ama politik düzeyde değil –bu metinle-rin politik nitelikte olduğunu nice za-man sonra öğrendim. Bunlar benim için, aşk’a dair deneyimlerle, yalnızlığı, içsel benliğin nasıl acı çektiğini, kimi erkeğin ya da kadının ne düşündüğü-nü ... içeren deneyimleri paylaşmayı mümküm kılan metinlerdi: Nâzım Hik-met ve rap arasındaki bağlantıya gelin-ce; tek en büyük duygu bu sistematik deneyimdir. Bir apartmanda büyüdü-

ğümü rap yaparak dile getirdim. Hep benim şahsi deneyimim olduğunu dü-şündüm, bunun politik bir yanı yoktu, çünkü bana ait bir deneyimdi. Ve sonra, başka rap parçalarına kulak verdiğim-de tek apartmanda büyüyenin ben ol-madığımı fark ettim. Ancak daha sonra, nice rap’ten sonra –ki bunların da şiir olduğu kanısındayım– şu sonuca var-dım: Bir deneyim birçok kişi tarafından paylaşılıyorsa, bu sistematik bir dene-yim, politik bir deneyimdir. Benim için Nâzım Hikmet ile ilgili deneyimim aynı şekilde gerçekleşti. Okumak, anlamak ve daha sonra kendimle ilişkilendirmek beni her zaman yaşadığım şeyde yalnız olmadığımı hissettirdi. Genelde şiirle-rin benim için ne ifade ettiğini düşü-nürüm, çünkü rap yapmadan önce şiir yazdım. İçsel benliğimin sürekli ola-rak değiştiği, politik farklılıkların oldu-ğu bir dünyadayız: Örneğin sana karşı gösterdiğim benliğimin, kardeşime ya da arkadaşlarıma karşı olan benliğim-den çok daha farklı olduğunu söyle-yebilirim. Yazı Yazmak, kendinden bir

şeyleri çözebilmek içindir. Bunun mu-azzam bir armağan olduğunu söyle-mem lazım, çünkü bir insandan dürüst, mutedil, dokunulmamış bir şeyi öğre-niyorsun. Nâzım Hikmet’in metinlerin-de de böyle bir el değmemişlik okuyo-rum. Bu duygular, içimde el değmemiş ve temiz olan bir şey açmaktadır. şim-diki dünya bağlamında, şahsi bir algı duygusu elde etmenin çok zor olduğu-na inanıyorum. Bu duygular ve ayrıca Nâzım Hikmet’in şiirleri aracılığıyla, sıklıkla kendimde asla göremeyeceğim şeyleri algılayabildim.

--- Rap müzisyeni, görsel sanatçı, perfor-mans sanatçısı, söz yazarı ve kültür insa-nı olan Esra Özmen (1990, Viyana), erkek kardeşi Enes Özmen ile birlikte EsrAP adı altında müzik icra etmektedir. “Ağzı iyi laf yapan” Esra, yerinde sözleri seçerek ken-dini toplum eleştirisine vermektedir. Al-manca ve Türkçe sözleri ile düşünmeye esin kaynağı olmaktadır. Viyana’da yaşı-yor.

Bir deneyim birçok kişi tarafından paylaşılıyorsa, bu sistematik bir deneyim,

politik bir deneyimdir

Esra Özmen, Katalin Erdödi ile söyleşiyor

“Ama burada hayat çok sıkıcı, doğru dü-rüst kavga bile çıkmaz, her gün hep aynı şeyler olur. Hiç heyecan yok. Türkiye’ye

gitmek safariye çıkmak gibi.” “Kabul ediyorum, sinirlendim. Sen bir aylığına geldiğinde heyecan yaşayacak-sın diye bize bir gün huzur haram olsun yani,” dedim. Güldü. “Ne düşündüğümü sordun, söyledim, kızma” dedi. Haklıydı.

Derken beni artık bir kültür ve rekre-asyon alanına dönüştürülmüş eski bir fabrikaya götürdü. Devasa bina, çelik strüktürler ve makinelerden geriye ka-lanlar ürkütücü ama etkileyici bir man-zara arz ediyordu. Makinelerden biri-nin tam altında durup, “Babam burada çalışıyordu,” diye başladı. “şimdi ne kadar sessiz değil mi? Böyle bir maki-nenin çalışırken nasıl bir ses çıkarttı-ğını düşün. Babam bütün gün bu sesi dinliyordu. Eve döndüğünde bizi dinle-yecek hali kalmıyordu.” Ne diyeceğimi bilemedim, bu denli iç-tenlik karşısında mahcup olmuştum. Fabrikaların taşınması geleceğe dönük ihtimalleri azaltmıştı. Anladığım kada-rıyla Almanya’yı sıkıcı yapan da bu ih-timallerin erozyona uğramasıydı. Tam o esnada, yani 1990’lar boyunca Türki-ye de uzak, gidilmesi mantıksız ve hat-ta imkânsız bir ihtimale dönüşmüş-tü. Derken, Erdoğan gelmiş, Türkiye’yi düze çıkartmış ve ona da bir “ihtimal” hediye etmişti. Aynı ihtimaller eroz-yonunu paylaştığı arkadaşlarıyla ko-nuşurken, “ya işte bir de Türkiye var” dediği ve gerçekleşmeyecek de olsa, rehberimi, umutsuzluğun kararttığı sohbetlerin talihlisi kılan bir ihtimal, bir ütopya. Bu öyküyü, herhangi bir genelleme ya-palım diye anlatmadım. Tekil öyküler genellenemez ama yan yana geldikle-rinde çelişkiler ve gerilimlerle yüklü örüntüler oluşturur. İnsanlar arasın-daki siyasal, toplumsal, kültürel müş-terekler de o örüntülerde şekillenir. Göçüp gitmiş sanayiden arta kalan ha-yatına Türkiye’yi kendi zihninde bir ütopya olarak şekillendirerek katlan-

maya çalışan bu genç adamla; bir eko-nomik krizi diğerine, bir siyasal daral-mayı takip edene ekleyen Türkiye’de olup biten her şeyden direkt etkilenen benim aramdaki örüntüyü görünür kıl-maya çalışıyorum. Bir müddet sonra, ne zaman söze baş-lasam, memleketini seven biri oldu-ğumu, ilk fırsatta evime dönmek iste-diğimi, derdimin Türkiye’yi karalamak olmadığını söylemek zorunda kaldığı-mı fark ettim. Onun gönlündeki Türki-ye ile benim yaşadığım Türkiye arasın-daki farklar onu kızdırıyordu. Aslında, Erdoğan’ın pazarlamacısı ol-duğu “kalkınma hamlesi”nin (doğru-su sermaye transferi ve birikim) sem-bolü olan betondan yansıyan kör edici ışığın ardında olanları duymak istemi-yordu. Çünkü fikrini değiştirmek, ya-şadığı ve ayrılmayı da pek düşünme-diği bu küçük şehirdeki arkadaşlarıyla konuşurken ortaya atıverdiği maceralı ve umutlu ihtimalden vazgeçmek olur-du. O “umutlu ihtimali,” ütopyasını ko-rumak için, öykünün benim anlattığım versiyonunu ihmal etmesi gerekiyordu. Aramızdaki müşterek, yani öykülerimiz arasındaki örüntünün düğümü, tam bu noktada kurulmuştu. İhtimal ve ihmal geriliminde. O, sevgili ihtimalini, ütop-yasını korumak için öykünün benim anlattığım versiyonunu ihmal ediyor-du. Bense onun bir memleket ütopya-sına olan ihtiyacını ihmal ediyordum. Peki bu düğüm çözülebilir mi? Kim çö-zecek? O mu, ben mi? Bir üçüncü kişi mi? Bilmiyorum. Akıl yürütüyorum sade-ce. Belki de böylesi bir düğümün bütü-nüyle çözülmesi gerekmiyordur. Belki, düğümü oluşturan çelişkilerin görülür, konuşulur, dert edinilir olması yeterli-dir. Belki bu şekilde o gergin örüntü-nün adresi olan “memleket” bir “müş-terek zemin”e ve ihtimale dönüşebilir yeniden. Bu türlü bir girişimde bulun-mamak, genellenmeye uygun olmayan öykülerimize halel getirmemek için kı-lıç ve kalkanlarımıza sarılıp uyumak da mümkün tabii. Mesele şu ki, müşte-

rek bir zemin olma niteliğini kaybeden memleketler kimseye yar olmuyor.

--- Ayşe Çavdar (1975, Ankara) antropo-log ve gazeteci. 2016’da Marburg Phillips Üniversitesi Yakın ve Orta Doğu Çalışma-ları Merkezi’nde konuk öğretim görevlisi olarak görev yaptı. Şu anda Duisburg’da Käte Hamburger Kolleg/Global İşbirliği Araştırmaları Merkezi’nde doktora sonra-sı araştırmalarına devam ediyor.

>> 1. sayfanın devamı

„Arka Avlu Futbolu“

FREİDL LİSA

Fotoğraf yarismasidördüncüsü

“Harbe girip de ne olacak?...Harbetmeden de işte pekâlâ yaşıyor insan...”

İlk önce biraz ürkek sonra katiyetle itiraz etti Perihan: “— Peki ama anne,

vatan?Vatanı çiğnerse düşman?”

(...)Ufacık kadın

kederle baktı Perihan‘a:“— Kızım,” dedi, ”daha küçüksün,

büyügelin ol.

erkek evlat doğur, muharebe nasılmış

o zaman sorarım sana.”

NâZIM HIKMET

Page 6: Nâzım Hikmet ve Onun İnsan Manzaralarі: Siyasetin Şiirle ... in frage TR.pdf · 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1 Sevgili okuyucular, Biz çokuz ve çoğunluğuz! Farklılıkların

6 Hikmetinden Sual Olunsun 1. Yıl / 37. Hafta / Sayı 1

İ nsan Manzaraları çoğunlukla ‘manzum olarak yazılmış sosyal tarih’ olarak görülüyor. Nâzım

Hikmet Türkiye‘nin 20. yüzyıl or-tasındaki sosyo-politik dönüşümü-ne her yönüyle eleştirel ama kendi-ni diğer eleştirilerden de farklı kılan bir gözle bakıyor. Sosyal araştırma-cı olarak sizin üzerinizde Hikmet’in edebi ve politik çalışmalarının nasıl bir etkisi var?İnsan Manzaraları kesinlikle ‘man-zum yazılmış bir sosyal tarih’. Hik-met zamanının keskin bir vak’anüvisi. Türkiye’nin son anda girmemeye karar verdiği 2. Dünya Savaşı‘nın yoksulluğu ve karanlığı, genç cumhuriyetin ideal-lerine ve verdiği sözlerine karşı duyu-lan bir hayal kırıklığı, tek parti devle-tinin Atatürk’ten sonraki adaletsizliği ve çürüyüşü. Bunların hepsi metinde çok berrak ve çok özgün bir şekilde an-latılıyor. Ancak hem bu kitapta, hem Nâzım’ın hayatında sadece bununla sı-nırlı olmayan başka katmanlar da var. Mesela, Moskova’ya özlem ve eleştiri-ye kör gözlerle bakan ateşli bir komü-nist ve ideolog var, Sovyetler Birliği’nin politik ve ekonomik sistemini, batı li-beralizmine ve Türkiye‘nin kafadar ka-

pitalizmine tek alternatif olarak dü-şünüyor. Sonra bir de büyük sanatçı Nâzım Hikmet var. Bütün bu farklı en-dişeleri birbirine örerek Bağımsızlık Savaşı sonrası Türkiye ve halklarının nefes kesici bir görüntüsünü yaratıyor; ülke henüz yüzünü Batı Bloğu’na tama-mıyla dönmemiş haldeyken ve ayrıca propagandizmden mümkün olduğun-ca uzak durarak yapıyor bunu. Sami-mi olarak büyük önemde gördüğüm bu metin, yazarların hayatlarının ne kadar çok katmanlı olabileceğini, metinlerin kendilerinin ne kadar çok katmanlı ola-bileceğini ve buna hakkını vermenin ne kadar önemli olduğunu keskin bir şe-kilde hatırlatıyor.

--- Kerem Öktem (1969, Gelsenkırchen, Germany) Graz Üniversitesi’ne bağlı Gü-neydoğu Avrupa Çalışmaları Merkezi’nde (CSEES) Güneydoğu Avrupa Çalışmaları ve Modern Türkiye profesörü. Çalışmaları Türkiye’nin iç politikaları ve uluslararası ilişkileri, Türkiye ve Avrupa Birliği arasın-daki ilişkiler, milliyetçilik çalışmaları ve Balkanlar’da ve Batı Avrupa’da yaşayan Müslüman topluluklarını kapsıyor. Ök-tem, Graz, Oxford ve İstanbul‘da yaşıyor.

Zamanının keskin vak’anüvisi

Kerem Öktem’le söyleşi

... sonra: “— Ustam,” dedi,“bir sualim daha var. şu gördüğün raylar dolanır mı bütün dünya yüzünü?”

“— Dolanır.”“— Demek ki harp olmasa,ama yalnız harp değil, hudutlarda sorgu sual sorulmasa, rayların üzerine saldık mı makinayı dünyanın bir ucundan öbür ucuna varır.”“— Deniz dedi mi durur.”“— Gemilere binersin.”“— Tayyare daha iyi.”

İsmail güldü.Kırıktı ön dişlerinden biri.

“— Ben tayyareye binemem usta,anamın vasiyeti var.”“— Tayyareye binme, diye mi?”“— Hayır

karıncayı bile incitme, diye.”Aladdin kocaman elini vurdu

çıplak uzun ensesine İsmail’in: “— Sen ne hafız oğlusun! Zarar yok ulan, yine de bineriz tayyareye, adam öldürmek için değil gökyüzünde püfür püfür

safa sürmek için ... ”

evirmen ve edebiyat eleştir-meni olarak, çağdaş Rus ede-biyatı ile yoğun bir şekilde ilgileniyorsunuz. Nâzım Hik-

met, yüksek öğreniminden ve daha sonra sürgüne gönderilmesinden dolayı “devrim sonrasі Sovyetler Birliği” ile yakından bağlantılı oldu-

ğu için “romantik komünist” olarak adlandırılıyor. Bu karşılaşmaların onun eserleri üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?“Devrim sonrası Sovyetler Birliği” ile kastettiğiniz bir yana, Nâzım Hikmet’in Rusya’da bulunması, şüphesiz çok per-deli bir trajedidir; ki bunları Nâzım Hik-

met uzmanları ve filologlar tarafından incelemeye sevk etmek en doğrusu. Ha-fife alarak dostane bir tavırla ifade ede-cek olursak, onların temel tenoru ciddi kusurlara sahip bir tür özgürlüğü (göç-men ve mülteci özgürlüğünü) kapsa-maktadır. 1920’lerin başlarındaki ilk zi-yaretinden 1960’lı yıllara kadar Hikmet, Sovyetler’in siyaset, edebiyat ve edebi siyasetinden oluşan ana akıma göre ha-reket etmekteydi. Bu saklanan bir sır de-ğil zaten. Nâzım Hikmet, geç dönemine ait “Otobiyografi” adlı şiirinde oldukça melankolik bir dille bunları şöyle yan-sıtır: “Doğu’nun halkları” için elit takı-mı yetiştiren “komünist üniversite”den başlayarak, 1924’te Lenin’in tabutu-nun başında sembolik olarak nöbet tut-tuğunu anlatır; Türkiye’de uzun yıllar mahküm kaldıktan sonra ilk Moskova seyahati üzerinden geçmiş olan otuz yılı “kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu” şeklinde ifade ederek hayatının son aşamasına geri dö-nüp bakmaktadır.1923 yılındaki hayali “Hafız-ı Kapi-

tal olmayı bekliyorum,” ve 1930 yılı-na ait yön belirleyici “şiirimiz bizim / Konstrüktivizm” duyurusundan başla-yarak barış kongrelerine Sovyetler’in resmî temsilcisi olarak ve Kırım Yarımadası’nda yaz kamplarına çocuk dostu olarak katılması, hayal ettiği şi-irsel yolun oldukça kırılgan bir yapıya sahip olduğunu göstermiştir.Kısacası: şu sözler “romantik komü-nist” Nâzım Hikmet için de geçerlidir: Bugün mavi çiçeğin hayalini kuran, uyuyakalmış olmalı, çiçek kırmızı ol-saydı bile.

--- Erich Klein (1961, Altenburg, Avus-turya) çevirmen, gazeteci ve küratör ola-rak faaliyet göstermektedir. Viyana ede-biyat dergisi Wespennest’in editörlük kurulu üyesidir. Son yayınları arasında yer alan eserleri: Viyana’daki Ruslar. Avusturya’nın Kurtuluşu, Unutulmaz Viyana ve Gri Tuna, kara Deniz. 2013 yı-lında Klein, Avusturya Edebiyat Eleştirisi Devlet Ödülü‘nü aldı. Viyana’da yaşıyor.

“Şiirimiz bizim / Konstrüktivizm” Nâzım Hikmet Sovyetler Birliği’nde

Erich Klein ile söyleşi

steirischerherbst’18 (Stirya Kültür Etkinlikleri ’18)

Cephelere Hoş GeldinizAvrupa’nın en eski disiplinler arası çağ-daş sanat festivali olan steirischer herbst, 20 Eylül 2018 tarihinde kapılarını açıyor. Volksfronten – Halk Cepheleri adlı bu yıl-ki ana teması ile festival, çoğul kullanarak kasıtlı biçimde çok farklı tarihsel bağlam-lara atıfta bulunuyor: 1930’ların anti-faşist ittifaklarına, ABD’deki aşırı sağcı bir milliyetçi gruba ya da Doğu Almanya’daki temsili dış cepheler için ironik bir terime. Amaç ise tutkulu ideolojik mücadeleler ile günümüzün çökmekte olan politik ayrış-malarını temalaştırmak.

Küratöryel bir kolektifle işbirliği için-de düzenlenecek bu yılki edisyonla ve yeni direktör Ekaterina Degot ile bir ilke imza atılacak. Programda yirmiden faz-la mekâna yayılmış kırktan fazla yerli ve yabancı sanatçı tarafından gerçekleştiri-len (parkur noktaları oluşturacak şekil-de) tüm şehre yayılmış yerleştirmeler ile performatif ve söylemsel çalışmalar yer alıyor. Hemen hemen ilk kez sergilenecek tüm prodüksiyonlar bu yılki edisyon ve Graz için özel olarak gerçekleştirilmiştir.

Ziyaretiniz için sabırsızlanıyoruz!

EDİTÖR / KÜNYE

NâZIM HIKMET

steirischerherbst festival gmbhSackstraße 17, 8010 Graz, Austriawww.steirischerherbst.at

---

Verein JUKUSGençlik, Kültür ve Spor (Destekleme) Derneği JUKUS – Graz kenti ve Steier-mark eyaletinde sosyo-kültürel alanda çeşitli etkinlikler düzenlemektedir.JUKUS, sosyal katılımı arttırmak ve fark-lı sosyal kesimden, genç kültür grupları-na yakın olan insanlar arasında iletişimi sağlamak için fırsatlar yaratmayı amaç-lamaktadır.Ayrıca, JUKUS eşit muamele ile eşitlik il-kelerini teşvik etmekte aktif rol almakta-dır. Bu nedenle bilhassa kızları ve genç kadınları desteklemektedir. JUKUS’un fa-aliyetleri, çeşitliliğe duyarlı, bölgeler ve kültürler arası ilkelere, özellikle de ay-rımcılığı, ırkçılığı, anti-semitizmi ve di-ğer gayriinsani ve küçültücü tutumları indirgeyen ve önleyen tedbirlere dayan-maktadır.Önyargıların, ırkçılığın ve ayrımcılı-ğın azaltılması için Graz, Steiermark ve Avusturya’daki insanların bir arada yaşa-malarını teşvik etme adına spor, sanat ve kültür konularına ve faaliyet alanlarına başvurulmaktadır.JUKUS, kültürel alanda ve boş zaman eği-timine yönelik çeşitli etkinlikler düzen-lemektedir.

Verein JUKUSAnnenstraße 39, 8020 Graz, Austriawww.jukus.at

---

Editörler: Övül Ö. Durmuşoğlu, Katalin Erdödi, Elke Murlasits, Ali ÖzbaşKatkıda Bulunanlar: Erhan Altan, Edita Causevic, Ayşe Çavdar, Cem Dinlenmiş, Lisa Freidl, Mohamed Haneen, Nâzım Hikmet, Zehra İpşiroğlu, Anton Jäger, Erich Klein, Martina Reithofer, Kerem Öktem, Esra Özmen, Michiel VandeveldeÇeviri Koordinasyonu ve Düzenleme: Ali Özbaş, Antonia RahoferTasarım: Andreas BrandstätterKoordinasyon ve Baskı: MANINPRINTBaskı Sayısı: 500

Ç

Initiator of con-tempus.eu